iLMi DERGiSi

advertisement
Kb1Prbl3 PECnYEnii1KACbl
OW MAMnEKETTII1K YHII1BEPCII1TETII1
ApawaH ryMaHl4TapAbiK
l4 HCTl4TYTYHYH
fAJliAMIA~ >KYPHAJlbl
Araşan
Sosyal Bilimler
Enstitüsü
iLMi DERGiSi
11-12
6111WKEK 1 BİŞKEK - 2011
KADI ABDÜLCEBBAR'IN AL-İ İMRAN SURESiNDEKi BAZI
AYETLERİ YORUMU
..
Doç. Dr. ümer
. *
PAKIŞ
Özet
bir bütün olarak Mutezile inancına delil oluşturacak nitelikte
Bunun farkında olan Mutezile bilginleri özellikle iki tür metin üzerinde
yoğunlaşırlar. Mutezile imamlannın birinci derecede üzerinde yoğunlaştığı ayet grubu,
düşünce sistemlerine açık bir şekilde destek veren metinlerdir. Mutezile imamlan eserlerinde
sonuna kadar bu tür metinlerden faydalanır ve delil olarak da kullanırlar. Mutezile'nin ikinci
derecede üzerinde yoğunlaştığı metinler ise, zahir biçimleriyle Ehlisünnet inancına daha yakın
görünen ve hakikatte Ehlisünnet bilginlerinin de düşünce sistemlerini doğrulamada en fazla
başvurduğu ayetlerdir. Mutezile imamları bütün güçlerini bu türden metinleri tevil etıneye ve
yorumlamaya teksif ederler. Neticede Mutezile düşünüderi görüşlerini desteklediğine
inandıkları ayetlerle düşünce sistemlerini delillendirirken, muhaliflerinin düşüncesine daha
yakın görünen ayetleri ise yaptıkları çok yönlü tevillerle bu kesim tarafından kullamlabilir
olmaktan çıkarmaya çalışmaktadırlar. Bu yazıda Mutezile düşünce sisteminin en önemli
halkalarından sayılan Kadı Abdülcebbar'ın, Müteşabihü'l-Kur'an isimli eserinde Al-i İmran
suresindeki ayetleri delil olarak kullanma ve yorumlama yöntemi incelenecektir.
Kur' §n
metnının
olmadığı açıktır.
Anahtar Kelimeler: Mutezile, Ehlisünnet, Kadı Abdülcebbar, Ali İmran, tevil.
Abstract
İt is clear that all meaning of Koran in faith teaching of Mutazila was not taken as
quality of evidence. Knowing it Mutazila's scholars mostly concentrated at two types of the
text. The first group of verses where Mutazila's imams was concentrated making up the text
as the system of intellectual reflection. Mutazila's imams learns such verses in his labour as
proof. The second group of verses which Mutazila's imams know that are verses nearby to
faith teaching Ahlisunna and using by scholars Ahlisunna. Mutazila' s imams gave much
meaning to interpreting especially verses. Kadi Abduljabbar's methods of interpreting, in
labour Mutashabihu'l-Koran, in verses from sura of Ali İmran is learning in this article which
using as proof.
Key Words: Mutazila, Ahlisunna, Kadi Abduljabbar, Ali-~ interpretation.
AHHoTa~ıuı
TeKCT KopaHa, B Bepoy-qe:mm Myra3muı:, He 6pancx B KaYiecrne
3HM :no, y-qeHDie Myra3HIDI, B OCHOBHOM COCpe,rı;oTaYffiBamiCiı, Ha
.rı;Byx mnax TeKCTa. llepBM rpyıma CTIIXOB, Ha KOTOpOH cocpe,rı;oTaYffiBamiC:b HMaMhl
Myra3HIDI, cocTaBIDIIOT TeKcT, r,ı::ı;e OTKphlTO, rro,ı::ı;,ı::ı;ep)KHBaeTcx cHeTeMa YMCTBeHHoro
.
5IcHo, YITO
Beciı
,rı;OKa3aTeJIDHOH 6a3Iıi.
Yüzüncü Yıl Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tefsir Anabilim Dalı, [email protected]
25
pa3MiıiiiiJieHIDI. fiMaMbi
Myra3HIDI, B CBOHX Tpy.ı:ı;ax B OCHOBHOM, B KaYieCTBe ,ı:ı;OKa3aTeJThHOH
6a3I:.I, OIIHpaiOThC5! HMeHHO
Ha Taırn:e CTIIXH. BTOpM rpyıma CTHXOB, KOTOpF:ıiX
rrpımep:IIGIBaiOTC5! HMaMhl Myra3HIDI, eCTh CTIIXH, KOTopı:,ıe 6Jm3IGI Bepoy-qemno
Ax.ı:mcynnaTa, H HcnoJID3yroTc5! y-qeHI:.IMH .AxJrn:cynnaTa. MMaMI:.I Myra3HIDI, y.ı:ı;emı:.ım
6oJIDmoe 3Ha-rıemrn, TOJIKOBamno H nnTepnpeTa~ HMenno TaKHX CTHXOB. B .ı:ı;anno:H:
cTaTI:.e, H3y-qaeTc5! MeTo.ı:ı; TOJIKOBamrn Ka.ı:ı:n A6.ı:ı:y.ı:r,ı:oım66apoM B Tpy.ı:ı;e Myrama6ırx.yJID­
KypaH, CTHXOB H3 cypı:,ı AJlli-MMpaH, KOTOphle HCIIOJTh3yroTC5! B KaYieCTBe ,ı:ı;OKa3aTeJThCTBa.
KmoqeBı.ıe
CJioBa: Myra3HIDI,
Ax.ı:mcynnaT, Ka.ı:ı:n A6.ı:ı:y.JI.!OKa66ap,
Aml MMpaH,
TOJIKOBaHHe.
Giriş
''Muhkem" ve "müteşa.bih" kavramları, Mutezile ve Ehlisünnet düşüncesinde farklı
~am alanlarına sahip olabilmektedir. Mutezile düşüncesinde "muhkem" ayetler, şekilsel
forınlarıyla "usul-ü hamse"ye uyum sağlayan ve onları destekleyen metinlerden ibaretken
"Müteşabih" ayetler ise, zahir biçimleriyle ''usul-ü hamse"ye uyum göstermeyen veya
Ehlisünnet'in düşünce sistemine daha yakın görünen metinleri ifade etmektedir. Metnin
"muhkem" veya: "müteşabih" kabul edilmesinin sınır ve şartlarının çok belirgin olmaması, bu
iki kavramın anlam alanlarının da yorumcuların bakış açısına göre değişmesine zemin
oluşturduğunu belirtmekte fayda vardır. Bununla birlikte genel anlamda Kur'an nassını
"tevil" etmede Ehlisünnet'in, Mutezile kadar rahat davranmadiğını söylemek gerekir.
Mutezile ve Kadı Abdülcebbar, düşünceleriyle üyumlu gördükleri ve adına "muhkem"
dedikleri ayetleri merkeze yerleştirmede, "müteşabih" olarak değerlendirdikleri ayetleri ise
bunlara göre yorumlayarak ''usul-ü hamse"yle uyumlu hale getirmede herhangi bir sakınca
görmemektedirler. Aslında Ehlisünnet'in yapmak istediği, Mutezile'nin yapmak istediğinden
netice itibariyle çok farklı değildir. Şu farkla ki Ehlisünnet bilginlerinin, Mutezile düşünüderi
kadar çok yönlü tevillerle ayetterin konumunu değiştirmek zorunda kalmadıkları rahatlıkla
söylenebilir.
Doğal
olarak bütün Kur'an ayetlerinin Muttızile'nin, düşüncesini üzerine inşa etmek
istediği şekilde . olmadığı ve "tevil"e başvurma dışmda bir seçeneğinin de bulunmadığı
ortadadır. Nassm zahirine çok güçlü bir şekilde vurgu yapmasına rağmen bizzat Kadı
Abdülcebbar, "tevil"e başvurma diırumlinda kaldıklarını ve diğer kelam okuHanna göre buna
daha çok hakları olduğunu açıkça ifade etmekten çekinmemektedir. Mutezile'nin zahir
formuyla düşüncelerine uyum sağlamayan metinleri "müteşabih" yeya "mecaz" grubuna dahil
etmek üzere birçok gerekçe ürettiğini de belirtmek gerekir. Öyle ki bazen metin içerisindeki
bir "harf-i cer" bile Mutezile açısmdan,kurtarıcı olabilmektedir. Bu gibi durumlarda sürekli
olmasa da zaman zaman nassm zahir biçimiyle işaret ettiği anlamdan uzaklaşıldığını görmek
de mümkündür. Bunun en önemli sebebinin ise maalesef bilginierin zihinlerini bütünüyle
önyargılardan arındırmış bir şekilde Kur' an metnine yaklaşamamalarından kaynaklandığını
düşünüyoruz. Kadı Abdülcebbar'm "Müteşabihü'l-Kur'an" adlı tefsir ağırlıklı eseri, bunun en
bariz örneğidir. Kadı Abdülcebbar burada Ehlisünnet düşüncesine yakın durduğuna inandığı
nassları "müteşabih" olarak görmekte ve geliştirdiği çok yönlü tevillerle sözkonusu metinleri
ya Mutezile düşüncesine yakın bir konuma getirmeye, bu mümkün olmadığı takdirde ise en
azından Mutezile düşüncesiyle çelişir olmaktan çıkarmaya çalışmaktadır. Ancak bunu
gerçekleştirmede sürekli olarak başarılı olduğtiiıu söylemek de mümkün değildir.
Meselesi: Kadı Abdülcebbar'a göre muhkem ve
müteşabihin eşit olduğunu söylemek, ümmetin icmama muhalefet etmektir. Çünkü ümmet,
muhkemin müteşabih için asıl old~ğunu ve ayrıca müteşabih .için söz konusu olmayan bir
önceliğinin bulunduğunu düşünmektedir. Kur'an bunu, "Kitab'ı sana O indirdi. Onun bazı
1. Kur'an'da
26
Muhkem-Müteşabih
ayetleri muhkemdir ki onlar, Kitab'ın anasıdır ... " 1 şeklinde ifade eder. Mutezile düşüncesinde
muhkem ve müteşabih bir yönden aynı oldukları halde bir başka açıdan aynı değildirler.
Mutlak Fail'in hikmetini ve O'nun kötülüğü tercih etmesinin caiz olmadığını bilmeksizin
muhkem ve müteşabih ile istidlalde bulunmanın mümkün olmaması, ikisinin ortak yamdır.
Böyle bir değerlendirmenin muhkemi müteşabihten ayıracağı iddiası doğru değildir. Aynı
şekilde sadece mucize ile doğruluğu tespit edilebilen Hz. Peygamber'in hitabındaki muhkem
ve müteşabih sözleri de, bu konuda eşit değerdedirler.
İkisinin
birbirinden farklı olduğu nokta ise muhkem, lügat veya karine ilavesi
konusunda sadece bir manaya muhtemel olması nedeniyle konuşma yöntemini bilen ve
karineleri tamyan birisi, duyduğu zaman delalet ettiği şeyde onunla hemen istidlalde
bulunabilir. Fakat müteşabih böyle değildir. Çünkü lügat ve karineler bilinse de muhkeme ve
akıl deliline mutabık veeili üzerine müteşabihi hamledebilmek, yeni bir düşünce ve taze bir
tefekküre gereksinim duyar. Allah'ın muhkem ayetlerin müteşabih ayetler için asıl olduğıınu
beyan etmesi de, bunu doğrulamaktadır. Buna göre müteşabih ayetlere asıl olabilmesi için
muhkem ayetlerle ilgili bilginin, daha evvel olması gerekir. Ancak muhkem ve müteşabih,
tevhid ve adalet konusunda varid olduklarında ikisinin de akıl delili üzerine bina edilmeleri
gerekir. Çünkü Allah'ın tek ve kötülük fiilini tercih etmeyen hikmet sahibi olduğu
bilinmeden, O'nun bu nitelikte olduğıina kelaını ile istidlalde bulunmak mümkün değildir. Bu
açıdan muhkem, müteşabih gibidir. Neticede hem muhkemin ve hem de müteşabihin akıl
deliline arzedilmesi ve söz konusu cümlenin ifade ettiği manaya gelenin muhkem, hem bu
manaya ve hem de başka manalara gelenin ise müteşabih olduğıina hükmedilmesi
gerekmektedir. Görüldüğü üzere muhkem ve müteşabihin arasını kendisiyle ayırabildiğimiz
en güçlü şey, akıl delilidir.
İnsanlar bizzat mezhebin kendisinde ihtilafa düştükleri gibi muhkem ve müteşabih
konusunda da farklı düşümnüşlerdir. Çünkü Ehlisünnet'in muhkem kabul ettiğini Mutezile
müteşabih, Mutezile'nin muhkem kabul ettiğini ise Ehlisünnet müteşabih sayabilmiştir. Aynı
farklı yönten;ı. cebir ve adalet düşüncesine sahip olanlarda da görülmektedir. Dolayısıyla başka
bir muhkem ·veya akli deliliere müracaat edilmeden muhkem ve müteşabihin birbirinden
ayrılması mümkün görünmemektedir. Bu ise muhkemin müteşabih üzerindeki önceliğini ispat
etmektedir. Allah'ın hitabının sılılıatİnİ bilme, O'nun kötü fiili tercih etmeyeceği bilgisine
gereksinim duymaktadır. O'nun kötü fiil işlemeyeceğine dair bilgi ise, zati sıfatlarımn fiili
sıfatlarından farklı olduğu bilgisine dayanmaktadır. Allah'ın kelaınının sahih ve onunla
istidlalde bulunmanın mümkün olduğırnun bilinmesinin söz konusu olabilmesi için bu
konudaki bilginin önceliğine ihtiyaç vardır. Buna göre muhkemin ya zahiriyle kastedilene
delalet etmesi veya delillerin bir manaya hamledilmesinden sadece bir anlamı içermesi
gerekmektedir. Halbuki müteşabih böyle değildir. Çünkü müteşabihten neyin kastedildiği dili
iyi bilen birisine dahi sarili gelmemekte ve ondan kastedileni sınırlandırıcı bir karineye
gereksinim duyulmaktadır. Bu ise ya müteşabihi muhkeme hamletmeyi veya aym konuya dair
Hz. Peygamber'in bir sözÜyle onu delillendirİneyi gerektirir.
·H
g
..ı
ili;.-
.~
;;§
·c
ın
Q
2
tn
•H
LU
Ayrıca dil her ne kadar benzer anlamları içerse de bunlar aynı derecede değildir.
§l
Dildeki bazı ifadeler benzer anlamları içermek üzere vazedilmiştir. Bazı ifadeler ise zahiriyle .,<
tek bir anlama delalet ettiği halde her hangi bir delil ile bunu başka anlama kaydırmak da ~
mümkün olabilmektedir. Yine dildeki bazı ifadelerin başka anlamlara kaydınlması zor olduğu
halde bazılarımn kaydınlması kolaydır. Bunun için mütekellim bazen sözünü bozar ve
aniarnını kaydırır. Mütekellimin sözünü bozmasım ve anlamını kaydırmasını ispat etmek de
{,."'}
•;=:(
1
Al-i İmran, 3/7.
27
mümkün değildir. Müteşabihe göre muhkem için bir öncelik beliriliği halde hala muhkem ve
müteşabihin aynı derecede olduğunu söylemek mümkün görünmemektedir. 2
Mükellefe dönük bir kastı o~aksızın Allah'ın hitap etmesi caiz değildir. Çünkü Allah
ile ilgili olarak faydalar ve zararlar düşünülemez. Diğer fiilieri ile kullarıiı faydasını kastettiği
gibi Allah hitabıyla da mükellefin faydasını kastetmiştir. Halbuki faydanın kendi cinsi ve sair
sıfatlarıyla hitap etmesiyle gerçekleşmediği bilinmektedir. Fayda ancak manasma yönelik bir
şekilde gerçekleşir. Bizden birisinin muhatabına bir şey anlatmak gayesiyle hiç bilmediği bir
dil ile hitap etmesi güzel bir davranış olarak görülemeyeceği gibi, Allah 'ın da kullarına
anlayamayacakları bir şekilde hitap etmesi güzel bir davranış olarak değerlendirilemez.
Allah'ın özel bir dil ile hitap etmesi sahih bundan maksadı da mükellefın faydası ise,
Kelamıyla maksadına istidlalde bulunmanın mümkün olması gerekmektedir. Şayet Allah'ın
bir kısım hitabında, mükellefin bilmesi mümkün olmayan bir şeyi kastettiğine imkan verirsek
diğerlerinde de buna cevaz vermemiz gerekmektedir. Bu ise Allah'ın hitabına herhangi bir
şekilde güvenmeme, boş konuşma ve hitabında aniaşılamayan bir dil kullanması sonucunu
doğurmaktadır ki böyle bir iddianın geçersiz olduğu ortadadır. 3
Bu neden1e "Müteşabihe sadece iman etmek gerekir" sözü, gerçeği yansıtmaktan çok
uzak görünmektedir. Çünkü Yaratıcının kullarıyla ne şekilde konuştuğunun ve ayrıca
mükelleflerin de, O'na nasıl inandıklarının bilinmesi gerekir. Halbuki böyle bir bakış açısıyla
ne Allah'ın hitabı çözülebilir, ne de mükelleflerin hitap sahibine nasıl inanmaları gerektiği
bilinebilir. Müteşabihin Allah'ın kelamı olduğu ve Allah'ın onun1a bir şey kastetmediği
iddiası da geçersiz ve anlamsızdır. Aynen bunun gibi Allah'ın müteşabih ile mükellefin
faydasına olan bir şeyi kastetmekle birlikte bunu bilmenin ise, mümkün olmadığını öne
sürmek de, Yaratıcının boş konuşmasını gerekli kılmaktadır ki Allah bundan münezzehtir.
Çünkü bizzat Allah'ın Kendisi hitabından şifa, hidayet ve rahmet olanı indirdiğini ve yine
hitabının "beyan" olduğunu bildirmektedir ki, bunun1a da yeterli fayda sağlanmaktadır.
Kelaınından nelin kastedildiği aniaşılamayacak olsaydı kelamı hakkındaki bu nitelemeler de
doğru olmazdı.
"Onun tevilini ancak Allah bilir" sözüne gelince alimler, bunun iki şekilde
anlaşılabileceğini belirtmişlerdir. Birinci şekle göre "ilimde derin1eşen1er" an1ammdaki ''ve'rrasihün" kelimesi, Allah lafza~i celal üzerine atfedilmiştir. Buna göre sanki Allah şöyle
demektedir: "Onun tevilini sadece Allah ve ilirnde derin1eşen1er bilirler... " Yine Allah bunun
tevilini değişik açılardan bildikleri halde övgü tam yerini bulsun diye "ilimde derin1eşen
alimlerin", "ona inandık dediklerini" beyan etmektedir. Çünkü- bir şeyi bilen, doğrulamasını
da yapınca kendisine gerekeni yapmış olur. Halbuki bildiği halde yalanlama ellietine giderse
yerilmeyi hak etmiş olur. İkinci görüşe göre ise "onun tevilini sadece Allah bilir" cümlesi ile
"ilimde derin1eşen1er, ona iman ettik derler" cümlesi, birbirinden bağımsız iki ayrı müstakil
yapıdır. Bu görüşü öne süren1er ayette geçen tevilden maksadın, tevil edilen olduğunu
düşünmektedirler. Çünkü "tevil" ve "müteevvel" kavramlarından her birisi diğerinin yerine
k:ullanılabilmektedir. Nitekim Allah "acaba on1ar, sadece onun tevilini mi bekliyorlar?
Halbuki onun tevili geldiği ~· . .'.s sözüp.de de tevili, müteevvel anlammda kullanmıştır.
2
3
4
5
28
Kadı Ebü'l-Hasan Abdülcebbar b. Ahmed el-Heqı~dfuıi, Müteşabihü'l-Kur'iin, thk. Adnan Muhammed
Zerzı1r, Dfuu't-Turas, Kahire, s. 5-10.
,
Birçok meselede olduğu gibi bu konuda da Mutezile düşünürlerinin "gaib (görünıneyen)in, ş§hid (görünen)e
kıyası" anlamındaki "kiyasü'l-gaib ale'ş-ş§hid" yöntemine başvurduğu görülmektedir. Buna göre şebadet
aleminde nasıl ki bir insanın muhatap kitlenin anlaması mümkün olmayan bir dil ile konuşması abes ve boş
ise, benzer şekilde Allah'ın da kullaıının anlayamayacağı bir dil ile konuşması anlamsızdır. Bkz. Ömer Pakiş,
Mutezile ve Kur'an Yorumu (Kadı Al!dülcebbar Örneği), Işık Akademi Yayınları, İstanbul2007, s. 28-29.
Kadı Abdülcebbar, Müteşabihü '1-Kur'iin, s. 12-14.
.
Araf, 7/53.
Bundan maksat ise Allah'm, bilgisini ve zamanının tespitini Kendine mahsus kıldığı kıyamet
ve hesap günüyle cezanın miktandır. Çünkü bunun tafsilatmı kullardan hiçbir kimse bilemez.
Buna göre de mükellefm, müteşabihin tevilini bilmemesi gerekınemektedir. 6
Mutezile'ye muhalifbazı gruplarm dediği gibi müteşabihten maksat yalnızca Allah'ın
mükelleflerin ise sedece inanınakla sorumlu kılındıklan şey olsaydı, bu
takdirde ona iman etme ile ilgili Allah'ın alimler dışmda kimseyi zikretmemesinin bir anlamı
da olmazdı. Çünkü alimiere gerekli olan şey, alim olmayanlara da gereklidir. "İlimde
derinleşenler ona iman ettik dediler" demek suretiyle Allah, aliınleri bununla tahsis etmiş
bulunmaktadır. Dolayısıyla maksadını öğrendiklerinde bilginierin müteşabihe iman etmeleri
mümkün hale gelmektedir. Sonuçta Allah başkalarını değil de, aliınleri bununla tahsis
etmiştir. Bu şekilde anlaşılınaması durumunda Allah'ın muhkemi, müteşabih için asıl
kılmasının bir anlamı da kalmayacaktır. Neticede Allah fıtne amacıyla müteşabihin peşinden
koşanlan yerdiğine göre, dinin faydasına olmak üzere müteşabihe tabi olanlarm övülmesinin
gerekliliği kendiliğinden anlaşılmaktadır. Bütün bunlar, dereceleri muhtelif olsa da Allah'ın
kitabında zikrettiği her şeyi mükellefin bilmesinin mümkün olduğunu irade ettiğini
açıklamaktadır. Sonuçta Allah'ın kitabında yer alan bir kısım hususlan mükellefm başka bir
şeye gereksinim duymaksızın zahir biçimiyle bilmesi mümkün, bazı şeyleri bilmesi genel
anlamda mümkün, bazı şeyleri ise tafsilatlı karinelerle bilmesi ancak mümkün
olabilmektedir. 7
anlamını bildiği,
Sure başlarmda zikredilen "elif lam mim sad", "elif lam mim" ve benzerlerine gelince
bunlar müteşabihin kapsamına girmemektedir. Allah bununla mükellefm bilmesi halinde
iyiliğine olan şeyi kastetmiştir. Konu ile ilgili en güzel değerlendirme, Hasan-ı Basri ve
diğerlerinin, Allah'ın söz konusu harfleri surelere isim olarak koymak istediği şeklindeki
yaklaşımlandır. Bir kelimenin sure için isim olarak tespiti ve onunla bunu kastetmek, hikmetli
metinlerde güzel bir yöntemdir. Nitekim bir şeyi bilenin koyduğu bir isiınle onu başkasından
ayırması, güzel bir yöntem olarak görülmüştür. Kur'an'ın tamamının kullara yönelik
hüküınlere. delalet ettiği şeklinde bir şey söylenemez. Kur'an'da geçmiş ümmetierin
durumuyla ilgili haber, va'd ve va'id bulunduğu halde nasıl böyle bir şey söylenebilir ki?
Bütün bunlar helal ve haram da içermemektedir. Kur'an ile ilgili söylenebilecek tek şey,
bilmesi durumunda kulun iyiliğine olan şeyi Allah'ın bütün Kur'an'da kastetmesinin gerekli
olduğudur. Bundan başka Allah'm, "indirdiği kitabının Araplarm kullandığı harflerden
oluştuğu, bunların dışmda bulunmadığı, bununla birlikte fesahat açısından yaratıkların aciz
kaldığı bir şeyle tahsis edildiği" şeklinde bir anlam kastettiği belirtilmektedir. Bu ise Allah'ın
kelammm icaz gücünü açıkladığı gibi O'nun kelammm bizim kelamımıza muhalif olduğunu
zannedenin düşüncesini de çürütmektedir. 8
Muhkemin bu şekilde nitelendirilmesi, Muhkim'in onu muhkem kılmasındandır.
Nitekim ikram edilen de bir mükrim kendisine ikramda bulunduğu için bu şekilde
nitelendirilir. Lügat açısından bu bilinmeyen bir şey değildir. Çok iyi bilinmektedir ki Allah
sadece bunlarla konuştuğu için muhkem ayetleri, muhkem kılmakla nitelendirmemektedir.
Bunun için muhkemden maksadm, ona belirgin bir sıfat kazandırmakla ondan kastedileni
muhkem kılmış olması gerekmektedir. Çünkü muhkem o haliyle kastedileni etkilemektedir.
Kastedileni etkileyen nitelik ise ya lügatin aslında bu kastedilen dışmda başka bir şeyi ·
muhtemil olmayacak bir şekilde yer almasıyla veya örfle veyahut da akli delillerle mümkün
olabilir. Bu niteliklerle tahsis edilenin ise muhkem olması gerekmektedir. Allah'ın "de ki:
Allah birdir, Allah samettir"9 , "Allah insanlara hiç zulmetmez"10 ve benzeri sözlerinde olduğu
6
7
8
9
N
.~
~
·~!.!J
::;;rJ\
,<
.~
Kadı Abdülcebbar, Müteşabihü'l-Kur'cm, s. 15.
Kadı Abdülcebbar, Müteşabihü '!-Kur 'an, s. 15-16.
Kadı Abdülcebbar, Müteşabihü'l-Kur'an, s. 16-18.
İhlas, 11211-2.
29
gibi. Müteşabih ise lügat veya örften dolayı zahir şekliyle kastedilene delalet etmemesi
yönüyle dinleyene şüpheli gelen bir vasıf üzerinde bulundurulan ifade biçimidir. "Allah'a
eziyet verenlere gelince ... "11 sözü ve buna benzer ifadeler bu kapsamda değerlendirilebilir.
Dolayısıyla bundan neyin kastedildiği açık olmayıp maksadın bilinebilmesi için başka
muhkemlere başvurmak gerekmektedir. Aslında dil de zikrettiğimizin doğruluğuna şahitlik
etmektedir. Nasihin muhkem, mensuhun ise müteşabih kılınınasma gelince bu uzak bir
ihtimaldir. Çünkü lügat böyle bir şeyi gerektirmemektedir. Bazen mensuh zahir şekliyle
kastedilene delalet eder ve neshedilmiş olsa dahi kendisinden neyin kastedildiği hususunda
muhkem olur. Bazen de nasih tek başına manaya delalet etmez ve kendisinden kastedilen
sabit olsa dahi müteşabih olur. K.ıssalar da böyledir. Onlardan kastedilen açık ise muhkem
olmaları gerekmektedir. Allah'ın muhkem konusunda söylediği "onlar, kitabın anasıdır" sözü
de buna delalet etmektedir. Çünkü müteşabihe karşı muhkeme bir öncelik verilmiştir. 12
Muhkem ve müteşabihe dair bu görüşü Kl.Jl''an'm kendisi de "kitabı sana O indirdi.
Onun bazı ayetleri muhkemdir ki onlar kitabın anasıdır. Diğerleri ise müteşabih, birbirine
benzeyen ve sonucu tam bilinemeyendir"13 şeklindeki yaklaşımıyla doğrulamaktadır.
Kur'an'ın tamamının muhkem olarak nitelendirilmesine gelince bundan maksat, anlam
yönünden değil de icaz ve delalet hususunda kendisine bozukluğun yol bulamadığı bir şekilde
Allah'ın onu muhkem kılmasıdır. Kur'an'ın tamamının müteşabih olarak nitelendirilmesi ise,
hepsinin masiahat üzere indirildiği ve nübüvvete delalet etmek üzere de kendisiyle istidlalde
bulunulduğu bir şekilde Allah'ın hepsini benzer ve eşit kılmasıdır. Çünkü kastedilen
niteliklerde eşit olan eşya hakkında "müteşabih" oldukları söylenir. 14
Bazı
bilginierin "Allah'ın birliğini ve adaletini elde etmekle sorumlu kılınmamızm
faydası nedir? Daha açık olması ve şüphelerden arındırılması için bütün bunlar, zaruri
ilimlerden kılınsaydı ya!" şeklindeki bir soruyu yöneltıneleri yersiz olduğu gibi bu istidlal
yöntemleriyle ilgili "neden Allah bütün istidlal yöntemlerini aynı derecede açık kılmadı?"
biçiminde itirazda bulunmaları da mümkün değildir. Aynı şekilde nasslardan şüphelerin zail
olduğuna ve hük:ümlerin kendileriyle elde edilmesinin gerekliliğine dayanarak içtihat ve
kıyası olumsuzlayanların görüşünün de geçersiz olması gerekir. Neticede masiahat bizzat
hükümlerin kendilerinde olduğu gibi hükümlerin yöntemlerinde de muhtelif olabilir. Nasıl ki
hükümlerle ilgili tek bir veeili üzere varid olmalan gereklidir denilemiyorsa, yöntem ve
delillerinde de tek vechin bulunduğunu söylemek mümkün değildir. Müteşabihin masiahat
hususunda muhkeme göre bazen bir önceliğinin olması da mümkündür. Çok iyi bilinmektedir
ki mükellefi sorumlu kılındığı şeyi işlemeye daha çok yöneiten ve onu güzel olmayan
şeylerden de daha fazla uzaklaştıran her şeyin hikmet yönünden işlenmesi vacip olup
çoğunlukla başkasından daha evladır. Aslında "lütuf' konusunu da bu çerçevede anlamak
gerekir. Allah, mükellefi sorumlu kılındığı şeyi işlemeye daha çok yönlendiren her şeyi
mükellefle ilgili olarak yapar. Allah'm, "o ülkelerin halkı inanıp kötülüklerden korunsalardı,
elbette üzerlerine gökten ve yerden bolluklar açardık"15 sözünden kastettiği anlam budur.
Delilleri incelemek suretiyle mükelleflerin Allah'ı bilmeleri vacip olup bu konuda taklide
yönelmeleri de doğru değildir. Buna göre araştırınaya yönlendiren ve taklitten de alıkoyan her
şey hikmet konusunda taklide· götürınesi muhtemel olandan daha önceliklidir. Dolayısıyla
Allah'ın muhkem ve müteşabihi indirmesi, birçok yönden araştırınaya daha fazla yönlendicici
,ı
10
11
12
13
14
ıs
30
Yunus, 10/44.
Ahzab, 32/57.
Kadı Abdülcebbar, Müteşabihü'l-Kur'an, s. 19-20. Aynca bkz. Ebu'l-Fida İsmail b. Kesir, Tefsiru'lKur'fini'l-Azim, Muessesetu'r-Reyyfuı, Beyrut, ikinci baskı 1420/1999, I, 450-455.
Al-i imran, 317.
:
Kadı Abdülcebbar, Müteşabihü'l-Kur'iin, s. 20-21.
Araf, 7/96.
olduğundan Kur'an'ın tamamını
muhkem
kılmasından
hikmet yönünden daha iyi
olması
gerekir. 16
Bu hikmetlerden bazıları şöyledir: Kur'an'ı dinleyen ve okuyan, muhkem ve
müteşabihi zahir şekliyle çelişik gibi gördüğünde dil kaideleri ile birisini diğerine tercih
edemeyeceğinden şayet dinin aslını öğrenmek isteyenlerden ise, hakkı batıldan ayırmak için
akli delilleri araştırmaya yönelir. Neticede gerçeğin muhkemde saklı olduğunu ve
müteşabihin de muhkeme hamledilmesi gerektiğini öğrenir. Kişi muhkem ve müteşabihi
incelediğinde durumun kendisine karışık gelmesi halinde kurtuluşu talep edenlerden ise
bilginlerle tartışma, onlarla müzakere etme ve onlardan soru sorma gereksinimini hisseder. Ne
zaman ki onlara müracaat eder ve onlarla tartışırsa "marifetüllah" ile ilgili olarak sorumlu
kılındığı şeye daha iyi vakıf olma sonucunu beraberinde getirir. "Marifetüllaha" götüren her
şey de daha önceliklidir. Ayrıca Kur'an'ın bu şekilde olması kişiyi taklide bağlanmaktan
alıkoyar. Ulemanın dini konulardaki ihtilafı ve mezhebi görüşlerinin birbirinden farklı olması,
bazısını taklit etmenin diğerlerini taklit etmekten daha iyi olmadığını bilen mümeyyizi
taklitten engellediği gibi, Kur'an'ın muhkem ve müteşabih olarak ikiye ayrılması da
kesinlikle taklitten engellemektedir. Taklitten engelleyip araştırmaya ve istidlale yönlendiren
şey ise hikmet yönünden kesinlikle daha önceliklidir. 17
Kullarının maslahatını
bilen Yüce Yaratıcı, hikmet ve maslahatın gereği doğrultusunda
ve bunun dışındaki işleri yapar. Akıl ile Allah'ın bütün bunlarla sadece salıili olan
yönü kastettiği delillendirilebilir. Bunu açıklayan deliller, Allah'tan sadır olan bütün hitap
şekilleri ve O'nun işlediği bütün fiillerle uyum oluşturur. Sonuçta Allah'ın hitabını bu şekilde
biçimlendirmesinin hikmet yönünden güzel olduğuna hükınedilmektedir. Kullarının durumu
ise böyle değildir. Akli deliller, fiilierinde yanlış yapınama güvencesini onlara vermediği gibi
masiahatlan bilmelerini de mümkün kılmamaktadır. Allah yanlış yapmaktan kendisini emin
kıldığından Hz. Peygamber'in ihtiyaca binaen bazen muhkem ve müfesser, bazen de mücmel
ve müteşabihle hitapta bulunması mümkündür. Sonuçta delalet vecihlerinin şartlanın
uzatmaksızın Allah'ın kısa ve öz bir şekilde hitaptabulunması anlaşılabilir bir şeydir. Çünkü
zahir şekliyle bu, maksadı bilinen bir şeydir. Allah ise araştırmaya ve tefekküre yönlendirmek
üzere onu indirmiştir. Allah'ın bu konuda kısaltınayı tercih etmesi, tefsirinde fazla açıklamaya
nispetle daha çok düşünmeye sevkedici olabilir. Bu tarif çerçevesinde akliyyat ve seıniyyat ile
ilgili olarak Allah'ın kitabında tekrar, tekid, uzatına ve icaz meydana gelmiştir. Muhkem ve
müteşabihin Kur'an'da kullanılması nedeniyle, herkesin sözünü ve mezhebini destekleyecek
şekilde ayetler bulabileceğini düşünmesinin, ihtilaf eden bütün kesimlerin onda daha çok
araştıtma yapmalarına zemin hazırlayacağını Allah bilmektedir. Bundan dolayı Yüce Allah
şöyle buyurınaktadır: "Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak uyardığı sonuca uğramak
için onun müteşabih ayetlerinin ardına düşerler." 18 Allah bu ayetle onların bu amaç için
Kur'an'ı araştırdıklanna dikkat çekınektedir. Onlann amaçları kötü olsa dahi onu
araştırmaları güzeldir. Herkı;:sin Kur'an'ı incelemesine ve Allah'ın delil ve beyan açısından
ona tevdi ettiği marralarda tedebbür ve tefekkür etmesine daha yönlendinci olduğunun
doğruluğu ortaya çıktığına göre bu durumun, Kur'an'ın tamamının mulıkem kılınmasından
hitabını
16
17
18
Kadı Abdülcebbar, Müteşabihü'l-Kur'fın, s. 21-25. Ayrıca bkz. Ebı1 Said Abdullah b. Ömer el-Beyzavi,
Envfıru't-Tenzil ve Esrfıru't-Tevil, Çağn Yayınları, İstanbul, 1404/1984, I, 458-461; Ali b. Muhammed b.
İbrahim el-Hazin, Lübfıbu't-Tevilfi Ma'fıni't-Tenzil, Çağn Yayınları, İstanbul, 1404/1984, I, 458-461; Ebu'IBerekat Abdullah b. Ahmed b. Mahmud en-Nesefi, Medfıriku't-Tenzil ve Hakfıiku't-Tevil, Çağn Yayınları,
İstanbul, 1404/1984, I, 458-461.
Kadı Abdülcebbar, Müteşabihü '1-Kur'fın, s. 25-26. Ayrıca bkz. Mahmud b. Ömer b. Muhammed ezZemahşeri, el-Keşşfıj an Hakfıiki Gavfımidi't-Tenzil ve Uyuni'l-Akfıvflji Vucuhi't-Tevil, Daru'l-Kutubi'lİlmiyye, Beyrut, üçüncü baskı 1424/2003, I, 332-333; Fahruddin Muhammed b. Ömer, et-Tefsiru '1-KebirMejfıtfhu'l-Gayb, Daru'l-Kutubi'l-İlmiyye, Beyrut, birinci baskı 1421/2000, VII, 144-154.
Al-i İmran, 3/7.
31
daha öncelikli olması gerekmektedir. Hiç kimsenin mademki bu, fıtne
amacıyla araştırmaya daha yönlendiricidir, o takdirde kötüleurnesi gerekınektedir demeye
hakkı yoktur. Çünkü delilleri ve deliller gibi olan şeyleri araştırmak her durumda güzeldir.
Araştıncının araştırmasıyla sadece ·fıtneyi kastetmesi kötülenebilir. Halbuki amaç bizzat
araştıncı tarafından belirlenmektedir. Durum böyle olunca Allah'ın Kur'an'ı muhkem ve
müteşabih kılması, zannedildiği gibi fesada yol açmamaktadır. 19
- hikmet
açısından
Bunu güçlendiren bir şey de müteşabihin fazla sevabı gerektiren daha çok çabaya
gereksinim duymasıdır. Bu durum müteşabihte gerçekleştiğine göre Allah'ın daha çok sevap
için onu kapalı ifade etmesi mümkün ve ak1i tekliften sonra semi teklifın güzel olması gibi
hikmet yönünden de güzeldir. Bunu açıklayan diğer bir şey de şudur: Kur'an'ın tamamının
muhkem olması durumunda insanların çoğunluğunun taklide bağlanması kaçınılmaz bir hal
alırdı. Çünkü Kur'an'da müteşabih bulunduğu halde çoğu zaman insanlar taklide
bağlamdarken çoğunluğunun muhkem olması o zaman durumları nasıl olurdu! Muhkem ve
müteşabih olmak üzere Kur'an'ın ikiye ayrılması, araştırma ve tefekkür ile insanların
ikisinden birisini tercih etmeye çalışması daha makuldur. Herkes biliyor ki rivayetlerin ve
görüşlerin farklılığı, tek görüş ve tek rivayete göre daha çok tercih vecihlerine ve araştırmaya
yönlendiricidir. 20
Mükellef Yaratıcıyı zatına mahsus şeylerle yani O'nu mevcut, kadim, kadir ve diğer
güç yetirenlerin yapamadığı Kendisi'nden sadır olan muhkem fiilierin sıhhatini bilen olarak
tanımaktadır. Yine mükellefO'nun hayy, müdrik, semi ve basir olduğunu bilmektedir. Çünkü
o biliyor ki güç yetiren ancak hayy olur ve semi', basir ve müdrik olması yönüyle de O, özrü
olmayan hayydır. Yine mükellef Allah'ın cisim olmadığını bilmektedir. Çünkü cisim olanın
müellef olması, yer kaplaması ve havadisten hall olmaması gerekir. Böyle olanın ise muhdes
olması kaçınılmazdır. Halbuki Allah'ın kadim olduğu sabit olmuştur. Aynı zamanda
sorumluluk yüklenenin, Allah'ın gani olduğunu bilmesi gerekir. Çünkü muhtaç olanın başka
şeye ilgi duyması mümkündür. Böyle olan hiıkkında ise noksan ve ziyade sıfatları
düşünülebilir. Allah ise bundan münezzehtir. Yine mükellef Allah'ın zatı için alim olması
yönüyle bütün malumatı bildiğini bilmektedir. Dolayısıyla Allah malumatın bir kısmını
bildiği halde bir kısmını bilmeyen değildir. Bu durum ancak yaratılmışlar için düşünülebilir.
Çünkü yaratılmışlar ancak ilimlerle bilebilirler. Böyle olunca da yaratılmışların bilgisinin
belli malumata taalluk etmesi gerekir. Çünkü her bir ilim, tek bir maluma taalluk eder. Bu
vecihle Kur'an'ın hüccet olduğunun bilinmesi mümkündür. Ancak kendisinden maksadın
zahir şeklin gerektirdiğinden başka bir şey olması yönüyle mütçşabih, daha fazla araştırmaya
gereksinim duymak.tadır. Dolayısıyla dinleyicinin, müteşabihin lügat yönünden
hamledilmesinin caiz olduğu vechi ve onun hamledilmesi zorunlu olan delalet yönünü de
bilmesi gerekir. Muhkeme gelince duyulduğunda sadece zikredilene gereksinim duymaktadır.
Kendileri ile delil getirilmede zikredilen şeylere muhtaç olsalar da bu son söylenenle muhkem
ve müteşabih birbirlerinden ayrılmaktadırlar. Allah, Hz. Peygamberin hitabını da kendi hitabı
gibi yapmıştır. Allah'ın hitabından olumsuzlanması gereken şeyin, Peygamberin hitabından
da olumsuzlanması gerekmektedir. Çünkü elçi göndermedeki maksadı, beyan ve tanıtma
olduğu halde yalan söyleyeceğini veya söZü kapa]J bırakacağını veya tahrif edeceğini ya da
eksik bırakacağını veyahut da nefret ettireceğini bildiği kimseyi hakim olan Allah'ın
19
20
32
Kadı Abdülcebbar, Müteşabihü '/-Kur 'an, s. 26-30. Aynca bkz. Ebı1 Cafer Muhammed b. Ceıir et-Taberi,
Camiu '/-Beyan an Tevili Ayi '/-Kur ·an, tlk. Mahmud Şakir, Daru İhyai 't-Turasi '1-Arabi, Beyrut, birinci baskı,
1421/2001, m, 200-219.
Kadı Abdülcebbar, Müteşabihü '1-Kur'an, s. 30-32. Aynca bkz. İbn Kuteybe, Tevilu Müşkili'l-Kur'an, s. 62;
Kadı Abdülcebbar b. Alımed el-Hemed§.nl, Şerhu '1-Usuli '1-Hamse, tlk. Alımed b. Hüseyin b. Ebi Haşim, thk.
ve tkd. Abdülkerim Osman, Mektebetu Vehbe, Kahire, üçüncü baskı, 1416/1996, s. 599-600; Tenzfhü '1K_ur'ô.n ani '1-Metô.in, Daru'n-Nahda~i'l-Hadlse, Beyrut, s. 421-422; el-Muğnffi Ebvabi't-Tevhidi ve '/-Ad/
(l'cazü'l-Kur'ô.n, 16), s. 372-377.
peygamber olarak göndermeyeceği sabit olmuştur. Onun durumu ile ilgili bütün bu vecihlerin
olumsuzluğu bilinince peygamberin sünneti ile delil getirmek de mümkün olmaktadır. Hz.
Peygamber'in sözünün hüccet oluşuna dair bilgi, Allah'ın kötülüğü işlerneyeceği ve hitabının
da hüccet olduğu bilgisine tabidir. Allah'ı doğru bir şekilde tanımayan ve hitabını da
bilmeyen birisinin, Hz.Peygamberin sözü ile istidlalde bulunması da mümkün değildir. 21
Kelam iki kısma ayrılır: Birincisi, bizzat hitap ve hitabın mevzusu ile ilişkili iken
ikincisi hitabın delalet ettiği akli ve semi hükümlerle ilişkilidir. Ayın şekilde hitap da iki
kısrmdır. Birincisi maksadı ortaya koyma konusunda müstakil olup hüccet ve delalet olma
konusunda başka bir şeye ihtiyaç duymazken ikincisi tek başına maksadı ortaya koymayıp
başkasına gereksinim duymaktadır. Bu da kendi içinde iki kısma aynlmaktadır. Birinci kısım
kastedilenin, kendisi ve kendisi dışındakinin bir araya gelmesiyle bilindiği, İkinci kısım ise
maksadın her ikisiyle de münferit olarak bilindiği şeydir. Ritabın bu türü lütuf kapsamında
değerlendirilmektedir. Bir bütün olarak Allah'ın hitabının bu üç kısmın dışında olmadığı
söylenebilir. Karineler bazen sem'an muttasıl olur, bazen de aklen ve sem'an munfasıl olur.
Fakat akli delil munfasıl olsa da hitabın kendisi üzerine terettüp etmesi konusunda muttasıl
gibidir. Tek başına manaya delalet etmeyen hitabı tabir etmede insanlar ihtilaf etmiştir. Ancak
muteber olan ibareler değildir. Çünkü onun bir kısmının muhkem, bir kısmının müteşabih, bir
kısmının mecaz ve bir kısmının mahzuf şeklinde nitelendirilmesi, aymlığı ve maksadın
kendisi ile bilindiği bir karineyi talep etmeye gereksinim duyduğu konusunda herhangi bir
etkiye sahip değildir. Ancak bunda da ihtilaf edilmiştir. Çünkü onda birçok karineye
gereksinim duyan olduğu gibi tek bir karineye gereksinim duyan da vardır. Ritabın vürudu
durumunda zahir şekli üzerine hamledilmesi mümkün ve dilin vazında yine hitap zahir ise
ister amın olsun ister has olsun, neyi gerektiriyorsa onun üzerine hamledilmesi gerekmektedir.
Bu hitap türü manaya delalet etmede müstakil olan kısma girmektedir. Zahir şekli üzere hamli
mümkün değilse yapılması gereken, hamledilmesinin zorunlu olduğu şeyi araştırmaktır.
Araştırma ise karinelerin incelenmesiyle olur. Asılları bilmesi dinleyiciye hasıl olur ve caiz
olan ve olmayanla birlikte akliyatı tanıyıp tekiitin güzel olduğu ve olmadığı şeyleri bilir ve
ayrıca mecazın kısımlarını ve onun hakikatten farklığını tamyacak kadar da dilin cümle
yapısına vakıfsa, tereddütsüz kendisinden kastedilene onu hamletmesi gerekir. Aksi halde
bunu duyması halinde araştırma külfetine maruz kalır. Bilgisi tarnarnsa hemen araştırma
yapması mümkündür. Aksi halde içtihat ehlinden olup bilgisi tamamlanana ve hitabı gerekli
olan manaya hamletmesi mümkün olana kadar usul ile uğraşmak zorunda kalır.22
Başka bir açıdan hitap yine iki kısma ayrılır. Birincisi öyle bir şeye delalet etmektedir
ki hitabın olmaması durumunda akıl ile bilinmesi mümkün değildir. İkincisi ise öyle bir şeye
delalet etmektedir ki hitap olmasa da akıl delilleri ile bilinmesi mümkündür. Bu da kendi
içerisinde birkaç kısma ayrılmaktadır. Bir kısmının hitap olmasa da akıl delilleriyle bilinmesi
mümkündür ve bu hitapla birlikte bilinmesi sahihtir. Kendisiyle amacın bilinmesinin salıili
olması konusunda bu türden her birisi, diğeri gibidir. Bu kısmın hitabının olmaması halinde
akıl ile bilinmesi mümkündür. Zaten akıl delili dışında başka bir şeyle bilinmesi de mümkün
değildir. Birincisi şer'l hükümlerdir. Çünkü bunlar hitap ve hitapla bağlantılı şeylerle
bilinirler. Hitap olmaksızın akıl ile ne vacip namazların, ne şartlanmn ne de vakitlerinin akıl
ile bilinmesi mümkün değildir. Diğer şer'l hükümler de böyledir. İkincisi ise Allah'ın
görülemeyeceğine dair sözdür. Bunun da hem sem'an ve hem de aklen bilinmesi mümkündür.
Va'ld ile ilgili meselelerin çoğu bu türdendir. Üçüncüsü ise tevhid ve adalet menzilesindedir.
Çünkü Kur'an'ın, "O'nun benzeri yoktur'm, ''Rabbin hiç kimseye zulüm etmez',ı4 ve "de ki
21
22
23
24
Kadı Abdülcebbar, Müteşabihü '1-Kur'ô.n, s. 32-33.
Kadı Abdülcebbar, Müteşabihü '!-Kur 'ô.n, s. 33-35.
Şura, 42/1 1.
Kehf, 18/49.
33
Allah birdir',ıs şeklindeki hitaplanyla ne tevhid, ne teşbihin nefyi ve ne de Allah'ın adaleti
bilinebilir. Zira bu konularla ilgili daha önce bilgi sahibi olunmadığı müddetçe Allah'ın
hitabının hak olduğu bilinemez. Dolayısıyla kendisi hakkında bilgi sahibi olunmadan sılılıatİ
bilinerneyen şeyle delil getirilmesi mümkün değildir.26
.
2. Kur'an'ın Hadis Olması Meselesi: "0, sana Kitab'ı hak ve önceki kitaplan tasdik
edici olarak tedricen indirmiş, daha önce de insanlara doğru yolu göstermek üzere Tevrat ile
İncil'i ve Furkan'ı indirmiştir .. :m ayetleri, birkaç yönden Kur'an'ın hadis olduğuna delalet
etmektedir.
Her şeyden önce Allah "Kur'an'ı indicilmiş olmakla" nitelendirmektedir ki bu ancak
hadis olan şeyde mümkün olabilir. Çünkü kadim olan hakkında bu imk§.nsızdır. Halbuki
indirilmesi mümkün olmayan kelamın baki kalması da mümkün değildir. Dolayısıyla hem
Kitabı ve hem de onun yerine geçen hikayeyi indirmek mümkündür. İkincisi Allah Kitabı hak
bir şekilde indirdiğini beyan etmektedir. İndirilmenin tahsisi de Kur'an'ın hadis olduğuna
delalet etmektedir. Üçüncüsü Allah Kur'an'ı, Tevrat ve İncil'den sonra, onlanda Kur'an'dan
önce kılmıştır. Başkası kendisinden önce olan şeyin, muhdes olma dışmda bir seçeneği
olamaz. 28
3. Allah'ın Yardımı Meselesi: Ehlisünnet düşünürleri, "Allah dilediğini yardımıyla
destekler... " 29 ayetini delil getirerek yardımın Allah katından olduğunu ispatlamaya
çalışmaktadırlar. Y ardımm ise galip ve mansur olandan meydana geldiği bilinmektedir.
Mutezile bilginleri bu eleştiriye şöyle cevap verirler: Sözü edilen ifadede Allah Kendisini
yardımı yapan olarak nitelendirmemekte, sadece yardımı Kendisine izafe ederek istediğini
yardımıyla desteklediğini zikretmektedir. Fakat izafet terkibi; izafe edilenin, kendisine izafe
edilenin fiilinden olduğuna delalet etmemektedir. Dolayısıyla Ehlisünnet düşünürlerinin bu
ayetin zahirine taalluk etmeleri mümkün değildir. Allah'tan destek ise farklı lütuflarla olabilir.
Sonuçta düşmana karşı desteklenen müminler hakkında Allah'ın lütufta bulunduğu
söylenebilir ki bu da güçlendirmedir. Yardım, inananın inanmayan karşısında üstün gelmesi
gibi bazen delil ile olur, bazen de inananın derecesinin yükselmesi ile olur. inanmayan
hakkında ise tahkir edilmesi ve küçültülmesi ile olur. Yine yardım bazen mertebe yönünden
olur, bazen savaşta üstün gelmek şeklinde olur, bazen de başanyı ve sevabı intaç eden
zorluklara katlanmak suretiyle olur. Bunun için inananlar dünyada mağlup olsalar da sevabı
hak etmeleri açısından mansur olarak nitelendirilmekten uzak kalmayacaklan gibi, azabı
sonuçlandırması açısından inanmaya,nlar galip olsalar da aldanmış olmaktan kurtulamazlar.
Allah bazen meleklerle destekler, bazen cennette hazırladığı nimetleri kişinin kalbinden
geçirerek nefsini takviye eder, bazen de inanmayanı mağlup etmesini sağlayan direk nefsi
güçlendirmek suretiyle savaşta inanma yardım eder.30
Allah inanan için salalım ona yardım etmemekte olduğunu bilirse ona yardım etmez,
zorluğu ve meşakkati ona yükler. Bu durumda zafer anlammda Allah her ne kadar ona yardım
etmediyse de onun hakkında daha iyi ve asialı olam yapmıştır. "Kadınlardan, oğullardan,
kantarlarca yığılmış altın ve gümüşten, salınmış atlardan, davarlardan ve ekinlerden gelen
zevklere aşırı düşkünlük, insanlara süslü gösterildi"31 ayeti de bunu desteklemektedir. Ayın
zamanda "Allah, kendisinden başka tanrı olmadığına şahitlik etti. Melekler ve ilim sahipleri
25
26
27
28
29
°
3
31
34
ihla.s, 11211.
Kadı Abdülcebbar, Müteşabihü '1-Kur 'ôn, s. 35-37.
Al-i İmrfuı, 3/3-4.
Kadı Abdülcebbar, Müteşabihü'l-Kur'ôn, s. 140.
Al-i İmr'an, 3/13.
Kadı Abdülcebbar, Müteşabihü'l-Kur'ôn, s. 141-142.
Al-i imran, 3114.
'
de O'ndan başka tanrı olmadığına adaletle şahitlik ettiler"32 ayeti de, Allah'ın kötü fıil
işlemediğine ve irade etmediğine delalet etmektedir. Aynca bütün kötü fiilierin Kendi
katından ve Kendi iradesiyle meydana geldiği düşünülen kimsenin adaletle hükmetmesi de
zaten mümkün değildir. "Kim Allah'ın ayetlerini inkar ederse, bilsin ki Allah, hesabı çok
çabuk görendir"33 ayeti fıilin, kulun kendisine ait olduğuna ve bundan dolayı da hesaba
çekilmesinin doğru olduğuna delalet etmektedir. "De ki: Allah'ım, mülkün sahibi, Sen
dilediğine mülkü verirsin, dilediğinden mülkü alırsın; dilediğini yükseltirsin, dilediğini
alçaltırsın, iyilik Senin elindedir. Sen her şeye kadirsin"34 ayeti, Ehlisünnet düşünüderi için
herhangi bir delil içermemektedir. Çünkü ayette Allah'ın istediğine verdiği belirtilen mülk,
dünya ahvalidir. Bu ise ancak Allah katından olur. Kullara ait fiilierin bunda herhangi bir
dalili yoktur. inanam onurlandırmak, inanmayam tahkir etmek ve böylece bir kısmını bir
kısmına üstün kılmak suretiyle aziz ve zelilkılan sadece Allah'tır. 35
Temlik bazen mutlak anlamda süreklilik, bazen de geçiciliğl ifade eder. Fakihler bu
konuyu kitaplanmn "hibeler", "ariyeler", ''umra" ve "rukba" bölümlerinde işlemişlerdir. 36
Dolayısıyla Allah'ın belirli bir süreye kadar bir şeyi bir kimsenin mülkiyetine vermesine ve
takdir ettiği sürenin bitiminde mülkiyerinden almasına engel teşkil eden hiçbir şey yoktur.
Nitekim bazı durumlarda "muir" ve "mumir" de aym şeyi yapabilirler. Yabancının veya
babanın oğluna hibe olarak verdiğinden dönmek istemesi, ancak nakil ile bilinebilir.37 Fakat
akıl yürütmenin esasları çerçevesinde hibe olarak verilenden dönüş mümkün değildir. Çünkü
birisinin hibe yoluyla elde ettiği malı ile diğer mallan arasında herhangi bir fark yoktur. Nasıl
ki nzası dışında birisinin mallarını almak caiz değilse hibe de bunun gibidir. Ancak fıkıhta
bundan dönmenin caiz olduğu belirtilmiştir. Başka bir açıdan konuya bakıldığında büyük bir
getiri için hibeden dönmenin iinkan dahilinde olduğuna hükmedildiği gibi, Allah'ın da daha
önce verdiği mülkünü geri almasının güzel olduğuna hükmedilmesi gerekir. Başka bir açıdan
ise bahsi geçen kul hakkında mülk sahibinin pişman olmasının yanlışlığının bilinmesi caizdir.
Dolayısıyla dinde bunun kesinlikle olmaması esastır. 38
Aynı,
bilginleri müminlerin zafere ulaşmalanmn Allah'ın
yardımıyla gerçekleştiğini Kur'an'ın şu "gerçekten sizler birkaç biçare iken Bedir'de Allah
sizi yardımına mazhar etmişti. O halde Allah'a karşı gelmekten sakımn ki şükretmiş olasınız"
39
ayetiyle de ispat etmek istemektedirler. Daha önce de belirtildiği üzere Allah'ın kula
yardımı çeşitli şekillerde olmaktadır. Bunlar kulun güçlü delillerle üstün kılınması, düşmana
karşı zafer kazamlması, meleklerle desteklenmesi, düşmanın kalbine korkunun salınması veya
müminin kalbinin güçlendirilmesi gibi tümü Allah'tan olan farklı şekillerde olabilmektedir.
Durum böyle olunca Bedir günü kazarnlan zaferin Allah'a nisbet edilmesi mümkündür.
Çünkü sayıları az olduğu halde Allah, peygamberini ve mürninleri sayıları çok olan
inanmayanlara karşı meleklerle desteklemiştir. Ayette geçen "gerçekten sizler biçare iken"
sözü, zahire göre inananların sayıca az olduklarına işaret etmektedir. Neticede inananların
32
33
34
35
36
37
38
39
zamanda
Elılisünnet
Aı-i İmrfuı, 3/ı8.
Aı-i İmrfuı, 3/ı9.
AI-i İmran, 3/26.
Kadı Abdülcebbar, Müteşabihü'l-Kur'fm, s. ı42-ı43.
"Umra", "rukbft", "hibe" ve "iiriye" hakkında bkz. El-K.amüs, I, 75; II, 94; İbn Hacer, Fethu '!-Bari, V, ı82;
Şafi'i (Rebi), el-Ümm, m, 285; Kasfuıi, Bediiiü 's-Saniii, VI, ı ı 7.
Şafi'i senedini Ömer b. Hattab'a dayandırdığı bir hadiste Hz. Peygamber'in şöyle dediğini aktarır: "sıla-i
. rahimde bulunmak veya tasaddukta bulunmak üzere (bir akrabaya) bir şey hibe eden kimse hibesinden
dönemez. Ancak sadece sevap elde etmek kastıyla bir kimseye bir şey hibe eden kimse istediği takdirde
hibesinden dönebilir". N esai ve İbn Mace'nin rivayetlerinde ise "sadece babanın oğluna verdiği hibeden
dönebileceği" belirtilmektedir. Bkz. Şafi'i, el-Ümm, m, 283; Nesai, Sünen, ll, 133-ı34; İbn Mace, Siinen, II,
36; Aynca konu ile ilgili rivayetler için bkz. Şevkfuıi, Neyiii '1-Evtiir, V, 246--249.
Kadı Abdülcebbar, Müteşabihü'l-Kur'iin, s. ı43-ı44.
AI-i İmrfuı, 3/ı23.
35
aziz olduğu sabit olmuş ve Allah da saygı gösterilmelerini ve yüceltilmelerini emretmiştir.
Ayette geçen "o halde Allah'a karşı gelmekten sakının ki şükretmiş olasınız" kısmına gelince
bu, daha önce de geçtiği gibi Allah'ın bütün kullarından şükretmelerini istediğine delalet
etmektedir. Ehlisünnet bilginlerinin görüşünün esas alınması durumunda . Allah'm inananlan
meleklerle desteklemesinin ve bu şekilde onlara yardım etmesinin pratikte herhangi bir
faydası olamaz. Şayet düşmanı bozguna uğratan Allah ise bu durumda inananların varlığı ile
yokluğu arasmda herhangi bir fark kalmaz. İşin esası şudur ki muhaliflerin görüşünün esas
alınması durumunda Allah'ın mürninlerde zaferi ve inanmayanlarda da mağlubiyeti yaratmak
üzere melekleri indirmesi ve sair yardım çeşitlerini de yapması gerekir ki Allah her ne kadar
buna kadirse de bu faydasız bir işten ibarettir. Takibeden "nusret ve zafer ancak aziz ve hakim
olan Allah tarafından gelir" 40 ayetinin de ifade edilen bu manaya hamledilmesi gerekir.
Bunun faydasına gelince bu düşünce, Allah'a yönelmeyi ve O'ndan yardım isterneyi
gerektirmektedir. Ayrıca insanlar da Allah'a yönelmeleri ve ibadet etmeleri durumunda
yardımsız bırakılmayacaklarmı bilmelidirler. Daha önce de belirtildiği üzere inananların galip
gelmesi; sevap ve fayda elde etmelerini dolayısıyla yardım edilmiş olmalarmı ortadan
kaldırmadığı gibi, inananların galibiyet sonucunda sevinmelerine oranla çok küçük olan
büyük azabı hakketmelen yönüyle düşmanların da yenilmiş olmalarmı ortadan
kaldırınamaktadır. 41
.
4. Salah-Aslah Meselesi: Ehlisünnet bi~eri "Allah Adem'i, Nuh'u, İbrahim ailesini
ve İmran ailesini seçip alemiere üstün kıldı' 2 ayetinin, Allah'ın peygamberleri salalı ve
fazilet ile tahsis ettiğine delalet ettiğini öne sürmektedirler. Mutezile düşünürlerine göre ise
Allah'ın birilerini seçtiğini ifade etmesi, onları belirli bir iş için seçtiğille delalet
etmemektedir. Dolayısıyla bu ayetten hareketle Allah 'm metinde sözü edilenleri fazilet ve
salalı ile tahsis ettiği sonucu çıkarılamaz. Bundan anlaşılması gereken, Allah'ın bahsi
geçenleri peygamberlik görevi için seçtiğidir. Bu da Allah'ın onlarda bir fıilidir. Buna göre
Ehlisünnet bilginlerinin, ayetin zahirine taalluk etmeleri mümkün değildir. Bu noktada şöyle
bir düşünce akla gelebilir: Peygamberler, meleklerden daha faziletlidir. Zira Allah yukarıdaki
metinde açıkça peygamberleri alemiere üstün kıldığını ifade etmektedir. Alemler insanları
kapsadığı gibi melekleri de kapsamaktadır. Buna şu şekilde karşılık verilebilir: Bilginler
alemierin kapsam alanı konUSlillda farklı düşünmektedirler. Bazı bilginler alemleri insan
gruplarıyla smırlandırırken bazıları ise melekler topluluğunu da kapsayacak şekilde bunun
kapsamını geniş tutmayı tercih etmektedir. Halbuki kesin delille sabit olmayan bir şeyi, ayetin
kapsamına dahil etmek mümkün değildir. Çünkü bir ismin bir şeyi ifade ettiği sabit olup
ikinci dereceden başka bir anlama delaleti kesinlik kazanmadığı müddetçe asıl olan, kesin
delil olmadıkça ikinci anlamın kastedilmemiş olmasıdır. Bundan başka meleklerin alemiere
dahil olması sabit olsa dahi metnin zai:ıir formu peygamberlerin daha faziletli olduğuna delalet
etmez. Çünkü Allah'ın başkalarına karşı birisini peygamberlik göreviyle görevlendirmeyi
tercih etmesi, onun diğerlerinden daha faziletli olduğuna delalet etmez. Peygamberlerin risalet
göreviyle görevlendirildikleri için değil icma yoluyla ümmetierinden daha hayırlı olduklarına
hükmedilmiştir. Ayrıca peygamberlikle görevlendirmekişinin geçmiş davranışiarına bağlıdır.
Bu durumda bahsi geçen kişi_niq. bu hali, onu nasıl olur da diğerlerinden daha faziletli veya
onlara eşit ya da diğerlerini ondan daha faziletli kılabilir ki?43
Allah'ın müteakib şu "melekler demişti ki: Ey Meryem, Allah seni seçti, temizledi ve
seni dünyanın kadınlarına üstün kıldı'M · sözü de, bundan önceki ayette geçen hitabı gibi
40
41
42
43
44
36
Al-i İmrfuı, 3/126.
Kadı Abdülcebbar, Müteşabihü'l-K;r'an, s. 157-158.
Aı-i imran, 3/33.
:
Kadı Abdülcebbar, Müteşabihü'l-Kur'an, s. 144-145.
Al-i İmrfuı, 3/42.
.
anlaşılmalıdır. Aynı zamanda Allah'ın "(Allah) bir şeyin olmasını istedi mi ona ol der, o da
oluverir'.45 sözünü de bu minval üzere anlamak gerekir. Allah'ın "sonra dönüşünüz Bana
olacaktır. Ayrılığa düştüğünüz şeyler hakkında aranızda Ben hükmedeceğim"46 sözü ise,
mekan anlammda değil hüküm verme anlammda dönüşün Allah' a olduğuna delalet
etmektedir. Kur'an'ın "tuzak kurdular, Allah da onların tuzaklarına karşılık verdi'.47 ayetinden
kastedilen anlam ise, "inkarlarmdan dolayı Allah onları cezalandırır ve onları tahkir ederek
emreder" demektir. Ehlisünnet alimlerinin "Allah demişti ki: Ey İsa, ben senin canını
alacağım, seni katıma yükselteceğim, seni inkar edenlerden temizleyeceğim'.4 8 ayetini de
zahir şekli üzerine hamietmeleri mümkün değildir. Çünkü burada Allah küfrü zikretmeksizin
Hz. İsa'yı inkarcılardan temizlediğini belirtmektedir. Bu ise onu ancak inkarcılardan
kurtarmak ile olur. Aynı zamanda bu ayetten maksat Allah'ın Hz. İsa'yı aziz ve saygın
kılmak, karşıtlarını ise zelil ve tahkir etmek suretiyle onu inkarcılarm arnellerinden ve küfrün
arnellerinden temizlernesi de olabilir. Allah'ın ''ve sana uyanlan ta kıyamete kadar inkar
edenlerin üstünde tutacağım"49 ifadesinin zahir formundan anlaşılan, zaman belirtilıneksizin
O'nun, inananları inanmayanlara karşı üstün kılınasıdır. Dolayısıyla Ehlisünnet bilginlerinin
bunun zahirine taalluk etmeleri mümkün görünmemektedir. Bu metinden öyle anlaşılıyor ki
Allah, Hz. İsa'ya tabi olanları saygın kılınakla ve delillerle yüceitmekle inanmayanlara karşı
üstün kılar. Bütün bunlar da Allah'ın yapmasıyladır. "De ki: Hidayet Allah'ın hidayetidir"50
ifadesinden maksat, daha önceden de geçtiği üzere gerçek delillerin, Allah'ın delilleri
olduğunu belirtmek içindir. "De ki: lütuf Allah'ın elindedir"51 ifadesinde geçen "fazl"
sözcüğünden maksat ise mallardır. Nitekim mallar da Allah tarafındandır. Bunda kullarm
fiilierinin herhangi bir dalıli yoktur. Bundan maksat peygamberlik de olabilir. 52
5. Allah'ın Yaratması Meselesi: Ehlisünnet bilginleri, Allah'ın İslam'ı "Allah'ın
dininden başkasını mı arıyorlar? Oysa göklerde ve yerde olanlarm hepsi, ister istemez, O'na
teslim olmuştur ve O'na döndürülüp götürüleceklerdir"53 ayetinde de ifade ettiği üzere iki
emirle ispat ettiğini belirtmektedirler. Halbuki Mutezile bilginlerine göre bundan maksat
teslim olma ve boyun eğmedir. Allah ayette geçen "esleme" sözcüğüyle sevabı gerektiren
İslam'ı kastetmemiştir. Daha önce da ifade edildiği üzere İslam sözcüğü, lafza-i celal ile
bağlanhlı bir şekilde kullanıldığında mutlak anlamdaki İslam' a hamledilemez. Nitekim iman
sözcüğü hakkında da, imanın sözlük anlamı anlaşılır. Halbuki iman sözcüğü mutlak manada
kullanıldığında bunun tersi anlama delalet eder. Bu ayetten kastedilen, hiçbir kimsenin
Allah'ın insanda gerçekleştirmek istediği şeye engel olamayacağıdır. İslam'ın kişide zorla
meydana gelmesi durumunda sevabı gerektirmeyeceği açıktır. Allah sadece faydaya
yönlendirmek için bunu yüklemiştir. Dolayısıyla kendi isteğiyle olmaksızın bunun
54
gerçekleşmesi mümkün değildir.
"Onlardan bir grup var ki, Kitapta olmayan bir şeyi, siz Kitaptan sanasınız diye
dillerini Kitaba eğip bükerler ve "o, Allah kahndandır" derler, oysa o Allah katından
değildir" 55 ayeti, çok açık bir şekilde kulun fiilinin Allah'ın yaratmasıyla olmadığına delalet
etmektedir. Çünkü Allah metinde söz konusu edilen tahriflerinin ve dillerini eğip
45
46
47
48
49
50
51
52
53
54
55
Al-i İmrfuı, 3/47.
Al-i imran, 3155.
Al-i İmrfuı, 3/54.
Al-i İmrfuı, 3/55.
'Al-i İmrfuı, 3/55.
Al-i imran, 3!73.
Al-i İmran, 3/73.
Kadı Abdülcebbar, Müteşabihü'l-Kur'an, s. 146-147.
Al-i İmrfuı, 3/83.
Kadı Abdülcebbar, Müteşabihü'l-Kur'an, s. 147-148.
Al-i İmrfuı, 3/78.
37
bükmelerinin, Kendi katından ve Kitaptan olmasını olumsuzlamaktadır. Daha önce de
belirtildiği üzere bir şeyin başkasına izafe edilmesi, o şeyin o kimseye ait olduğunun en
kuvvetli kanıtıdır. Dolayısıyla yaratıcısı olduğu halde Allah'ın onun Kendi katından olduğunu
olumsuzlaması düşünülemez. Metinde geçen "oysa o Allah katından değildir" ifadesinin,
"Allah'm indirdiğİnden değildir" şeklinde bir anlama hamledilmesi de mümkün değildir.
Çünkü bu anlama Allah'm, "o kitaptan değildir" sözü delalet etmektedir. Dolayısıyla bundan
kastedilen anlamın, Allah'ın "kitaptan değildir dediği şeyden" farklı olması gerekir. Allah
bunu, şu ''bile bile Allah'a karşı yalan söylerler"56 sözüyle tahkik ettirmektedir. Allah burada
onların kitaptan ve Allah katından olduğunu söyledikleri şeyin yalan olduğunu ve onların da
bunun yalan olduğunun farkında olduklarını açıkça belirtmektedir. Çünkü onların arasmda Hz
Peygamber'in peygamberliğinden şüphe edenler olsa da geneli itibariyle onlar inatçı ve
yalancı inl.clrcılardır. 57
Ehlisünnet düşünüderi "Rabb 'imiz, bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi
eğriltme ... " 58 ayetini delil getirerek kalplerde küfrü yaratanın da, Allah olduğunu öne
sürmüşlerdir. Ancak kulun Rabb'inden bir şeyi yapmamasını istemesinin, Allah'ın onu
seçtiğine ve yaptığına delalet etmediği bilinmeyen bir şey değildir. Bu ayetten maksat
Allah'ın sorumluluğumuzu artırmamasını O'ndan .istemektir. Çünkü Allah'ın aşırı derecede
sorumluluk yüklemesi, hidayetten sonra kalbin kaymasına sebep olabilmektedir. Nitekim
Kur'an'da "Rabb'imiz bize ağır yük yükleme"59 buyrulmaktadır. Aynı zamanda Allah'tan
hidayetini ve lütuflarını kesmemesini isternek de kastedilmiş olabilir. 60
Kadı
Abdülcebbar' a göre Ehlisünnet düşüncesinin çıkmazlarmdan bir tanesi de, hakkı
batıl ile karıştıran ve yoldan saptıranın bizzat Allah'ın Kendisi olduğu inancıdır. Halbuki
Allah Kur'an'da, "ey Kitap ehli, niçin hakkı batıla karıştınyar ve bile bile gerçeği
gizliyosunuz?"61 demektedir. Görünürdeki alemde yaşayan bir insanın dahi bir taraftan fesadı
ve· kötülüğü yayıp başkasını buna zorlaması, diğer taraftan da işledi diye onu eleştİrmesi
düşünülemezken, Ehlisünnet bilginlerinin Allah hakkında böyle düşünmesi anlaşılabilir
olmaktan çok uzaktır. Çünkü Kur'an'ın birçok ayetinde Allah,"onlara ne oluyor da
inanmıyorlar" demektedir. Bu ifadeler, Allah'ın hiç kimseyi inanmaktan engellemediğine
delalet etmektedir. Ehlisünnet düşünürlerinin söylediği gibi inanmaktan engelleyen Allah'ın
bizzat Kendisi olsaydı, bu ifadelerin bir anlamı da olmazdı. Ayrıca şüphenin varit olması,
ancak insanın özgür bir şekilde kendi fiilierinin yaratıcısı olduğunu kabul etmekten geçer.
Fakat doğru yoldan ayrılmış olan kişide yanlış itikadı yaratanın Allah olması durumunda
şüphe varit olsun veya olmasın sonuç değişmez·. Kişide dgğru inancı yaratanın Allah
olduğunun kabul edilmesi halinde yine durum değişmeyecektir. Bu düşüneeye göre hakkı
batıl ile karıştırmak nasıl mümkün olabilir ki? Bunun gerçekleşmesi ancak Mutezile
bilginlerinin söylediği gibi sorumluluk yüklenen kişinin özgür iradesini kabul etmekten geçer.
Yine Ehlisünnet düşüncesine göre hakkı gizlemek ve ortaya çıkarmak arasmda herhangi bir
fark da yoktur. Onun için de kişiyi bundan alıkoymanın bir anlamı da yoktur. Çünkü netice
itibariyle kişide hakkı yaratan Allah ise nasıl ki hakkı gizlemek zarar vermeyecekse, aynı
şekilde kişide batılı yaratan Allah ise bu durumda da kişinin hakkı gizlernesi veya açığa
çıkarması sonucu değiştirmeyecektir. 62
·
56
57
58
59
60
61
62
38
Aı-i imran., 3178.
Kadı Abdülcebbar, Müteşabihü '1-Kur'iin, s. 148.
Al-i imran, 3/8.
Bakara, 2/286.
:
Kadı Abdülcebbar, Müteşabihü'l-Kur'iin, s. 140-141.
Aı-i imran., 3171.
Kadı Abdülcebbar, Müteşabihü'l-Ku~'iin, s. 149.
Mutezile düşünürlerine göre "kim İslam'dan başka bir din ararsa, bilsin ki, (o din)
ondan kabul edilmeyecek ve o, ahirette kaybedenlerden olacaktır" 63 ayeti de, gerçek dinin
İslam ve ayrıca iman ile İslam'ın da aym şeyler olduğuna delalet etmektedir. Çünkü
inandığını söyleyen kimseden imanın kabul edildiğini belirtmek gerekir. Şayet din ve iman,
İslam'dan farklı şeyler olsalardı bunların da kabul edilmeyenler kapsamında değerlendirilmesi
gerekirdi. Bundan dolayı ayette sözü edilen din ve imanın, İslam olması gerekir. Bunun
kapsamına da ister azaların fiilierinden olsun ister kalbi fiillerden olsun bütün ibadetler ve
vacipler girer. 64 Buradaki İslam ise lügavi değil şer'i İslam' dır. Çünkü bundan maksat boyun
eğmek ve teslim ise, bu durumda namaz ve diğer ibadetler fJ-bi arnellerinden muhakkak kabul
edilmesi gerekli olan bir kısım ibadetlerinin olması gerekir. 5
Mutezile dışındakiler, "Allah inanmayanlardan ileri gelenleri imha etmek veya onları
başaşağı ederek ümitsiz bir hale düşürmek için size bu imdadı gönderdi. Bu hususta sana ait
bir şey yoktur: Allah ister onlara tevbe nasip edip bağışlar, ister netisierine zulmettikleri için
onları cezalandırır. Senin görevin sadece uyarıp irşad etmektir"66 ayetlerini delil getirerek,
kulların bütün tasarruflarının Allah tarafından olduğunu iddia etmektedirler. Onlara göre bu
ayetlerde belirtildiği üzere Hz. Peygamberin durumu böyle olduğuna göre diğer kulların
durumunun da böyle olması gerekir. Mutezile imamları ayetlerin zahir şeklinin, hiç bir
Müslüman'ın söylememesi gereken bir sonucu gerektirdiğini düşünmektedirler. Çünkü
Allah'ın Peygamberini uyarması, açıklaması ve Rabb'inin yoluna güzel hikınetle çağırınası
için görevlendirdiği sabit olmuştur. "İyi dikkat et! Şirke düşersen yaptığın bütün makbul işler
boşa gider ve sen ahirette kaybedenlerden olursun"67 ayeti, bunu en iyi açıklayan delillerin
başında gelmektedir. Bu ayet aym zamanda Peygambere birçok sorumluluk da yüklemektedir.
Zaten böyle olmasaydı Hz. Peygamberin yüksek dereceleri hakketmesi mümkün olmaz,
emirlerine ve yasaklarına uymak da gerekli olmazdı. Bundan özetle anlaşılması gereken
şudur: İnsanların dini maslahatlarının Hz. Peygamberin tedbirinde ve elinde olmadığını bahsi
geçen ayetler bizlere açıklamaktadır. Çünkü Hz. Peygamber kimin iman edeceğini ve kimin
etmeyeceğini bilmiyordu. O sadece inanmayanlardan azgın birilerini gördüğünde kendisinden
önceki peygamberler gibi insanlan onların şerrinden korumak için aleyhlerinde dua etmesine
izin isterdi. İşte Allah bu sözünden dolayı peygamberine sitemde etmiş, sadece Kendisinin
onların maslahatlarının nerede olduğunu bildiğini belirterek şöyle buyurmuştur: "Allah ister
onlara tevbe nasip edip bağışlar, ister netisierine zulmettikleri için onları cezalandırır." 68
Görüldüğü üzere burada Allah inanmayan hakkında ya tevbe nasip edecek ve onlar da
63
64
65
66
67
68
Aı-i iıi:ıran, 3/85.
Konu ile ilgili Zemahşeri şöyle der: "İyi bil ki kalbin tasdiki olmaksızın sadece dilin ilaarından ibaret olan
inanma şekline İslam denir. Şayet dilin ikrarını kalp de onaylarsabunada iman denir." Ancak Zemahşeri'nin
bu söylediğinin, Kadı Abdülcebbar'ın söylediğinden farklı olduğunu görüyoruz. Gerçek olan şudur ki bazen
İslam, kalbin onayı olmaksızın zahiren ve dil ile tabi olmak ve boyun eğmek anlamında kullanılır. "Göçebe
Araplar: "iman ettik" dediler. De ki: "Siz iman etmediniz" fakat "İslam olduk" deyin." (Hucfuat, 49/14) ayeti
buna örnek olarak verilebilir. Bazen de İslam dil ve kalp ile birlikte boyun eğmek ve tabi olmak anlamına
gelir. İbrahim'in Bakara suresindeki şu" "aleınlerin Rabb'ine teslim oldum" dedi" (Bakara, 2/131) sözü,
buna bir örnek olarak verilebilir. Yine tıpkı İslam gibi iman da münafıkların imanında olduğu gibi bazen
kalbin onayı olmaksızın dilin tasdikinden ibarettir. Münafikfin suresindeki şu, "bu davranışlarının sebebi
şudur: (Dilleriyle) inandılar sonra (kalpleriyle) inkar ettiler" (Münafikfin, 63/3) ayet buna örnek olarak
verilebilir. Bazen de iman, dil ve kalp ile tasdik anlamında kullanılmaktadır. Konu ile ilgili Beyyine
suresinde şöyle "inanan ve iyi işler yapanlar da halkın en hayırlılarıdır" (Beyyine, 9817) buyrulmaktadır.
Açıkça görüldüğü üzere Kadı Abdülcebbar'ın bu ayet ile ilgili İslam ve imanın aynı şey olduğuna dair
görüşü, Kur' fuı 'ın genel mantığına daha yakın görünmektedir. Bkz. İbn Kuteybe, Tevilu Müşkili '!-Kur 'lin, s.
366-367; Zemahşeri, Keşşiif, II, 347.
Kadı Abdülcebbar, Müteşabihü'l-Kur'iin, s. 149-150.
Aı-iİmrfuı, 3/127-128.
Züıner, 39/65.
AI-i İmrfuı, 3/128.
39
mürninlerden olacak ya da büyük bir ceza ile onları cezalandıracaktır. Kulun yapılan işte hiç
bir etkinliği yoksa bu durumda niye yaptığı işten dolayı yüksek dereceler kazansın ve övgüyü
hak etsin ki? Ayrıca bu durumda ibadet ile emredilmesinin bir anlamı da olamaz. Kişi özgür
iradesiyle doğru veya yanlış olduğOna karar vererek değil de kendisinde renk haline gelmiş
69
bir alışkanlıkla bir fiil işliyorsa bu takdirde övgü veya yerilmeyi nasıl hak edebilir ki?
Kişinin özgür iradesiyle kendi fiilinin faili olduğıina delalet eden en açık delillerden
bir tanesi de, "Rabbiniz tarafından bir mağfırete, genişliği göklerle yer kadar olan ve
müttakiler için hazırlanmış olan bir cennete doğru yarıştreasma koşuşun"70 ayetidir. Şayet
kişideki yürümeyi yaratan Allah ise, bu durumda kul erken hareket ederse daha önce meydana
gelmesi gerekir, yok gecikirse süratle meydana gelmesi mümkün olmaz, durum böyle olduğu
halde nasıl olur da Allah bunu yapması için kula emreder ve onu bu iş için teşvik eder? Buna
göre ''Rabbiniz tarafından bir mağfırete yarıştreasma koşun" ayetinden maksat şudur: Yani
Allah'a has olan bizzat bağışlanmanın kendisine değil de kendisiyle bağışlanınayı hak edecek
şeylere koşun. Çünkü bağışlanmanın kişilerin kendi sorumluluğıına dahil olması mümkün
değildir. Bundan kastedilen tevbe ve pişmanlıktır. Böylece kulun pişmanlık duyması ve tevbe
etmesi sonucunda bağışlanma hak edilmiş olur. Bu ise ancak kulun kendi fiilinde özgür
olduğunu kabul etmekle mümkün olabilir. Mutezile dışındaki itikadi mezheplerin görüşünün
esas alınması durumunda takip eden ayette Allah'ın, "o muttakiler ki bollukta da darlıkta da
71
Allah yolunda harcarlar" şeklinde mürtakileri övmesinin bir anlamı da olamaz. Çünkü
darlıkta verilen nafakadan elde edilen sevabm, bollukta verilen nafakadan elde edilen
sevaptan farklı olduğu kabul edildiğinde durum değişir. Halbuki infakın Allah'ın yaratmasıyla
olması durumunda böyle bir şey mümkün olmaz. Çünkü her şey Allah'ın yaratmasıyla olunca
bütün durumlar eşitlenir. Yine aynı ayetin devarnında Allah'ın şu "(o muttakiler ki)
kızdıklarmda öfkelerini yutar, insanlarm kusurlarını affederler"72 şekilde buyurarak onları
övmesinin bir anlamı da olmaz. Çünkü öfkenin yenilmesi kişinin nefsinin isteklerine set çekip
onunla mücadele etmesi durumunda bir değer ifade eder. Bunun gerçekleşmesi için de kulun
kendi özgür iradesiyle fiilini işlediğini kabul etmekten geçer. Bunu onlarda yaratanın Allah
olması durumunda bunun gerçekleşmesi mümkün görünmemektedir. Aynı ayetin sonunda yer
alan "Allah da böyle iyi davrananları sever" ibaresi, Allah'ın onların iyiliğini sevdiğine
delalet etmektedir. Şayet Allah'ın iyiliği iradesi, kötülüğü iradesiyle eşitlenirse bu konuda
iyilik yapan ile kötülük yapanın dunimunun da eşitl.enmesi gerekirdi. 73
..
,,
Allah'ın
bundan sonraki şu "o muttakiler ki çirkin bir iş yaptıklarında veya kendi
netisierine zulmettiklerinde, peşinden hemen Allah'ı anar, günahlarının affedilmesini
dilerler"74 sözü, fiili işleyen ve dolayısıyla kendi nefsine zarar verenin, kulun bizzat kendisi
olduğuna delalet etmektedir. Çünkü onu cezaya çarptıran bir günah işlemiştir. Şayet bunu
onda yaratan Allah olsaydı, kul nefsine zulmetmiş sayılmaz, aksine ona zulmeden Rabbi
olurdu. Aynı şekilde tevbe etmesi de gerekmezdi. Çünkü işlemediği bir şeyden dolayı
pişmanlık duyup tevbe etmesi, iyi bir şey değildir. Aynı zamanda o fiili kendisinde başkası
yarattıysa günahın kendisine izafe edilmesinin bir anlamı da olmaz. Sonra Allah ayette bahsi
geçen bağışlanmanın, tevbesine bir daha günah işiemerneyi de ekleyen ve buna devam edenler
hakkında geçerli olduğunu açıklamaktadır. Bütün bunlar Mutezile düşüncesini destekleyen
açık delillerdir. Allah'ın "işte bu, bütün insanlara yöneltilen bir açıklamadır, haramlardan
korunan muttakiler için de bir hidayet ve öğüttür"75 sözü, bahsi geçenin herkes için bir yol
69
Kadı Abdülcebbar, Müteşabihü'l-Kur'ôn, s. 159-160.
70
Aı-i imra.n, 3/133.
71
72
73
74
75
40
Al-i imran, 3/134.
Aı-i imra.n, 3/134.
.
Kadı Abdülcebbar, Müteşabihü'l-Kur't1n, s. 161-162.
Al-i imran, 3/135.
AI-i imra.n, 3/138.
bütün mükellefleri açıklama, yol gösterme ve engelleri
kaldırma ile tahsis ettiğini göstermektedir. Fakat Allah'ın ayette sadece muttakileri hidayetle
tahsis etmesi ise önceden de değinildiği üzere onların hidayet üzere bulunmalarındandır.
Madem ki sadece onlar hidayetten faydalanıyorlar, sanki hidayet de sadece onlar için olmuş
oluyor. Nitekim bir baba bütün çocuklanın eğitmek üzere bir öğretmen tutar da sadece bir
çocuğu istediği eğitimi alırsa, bütün çocuklarına öğretmen tuttuğu halde çalışan çocuğuna
dönerek "öğretmeni sana tuttum" diyebilir. 76
gösterici
olduğunu
ve
Allah'ın
Ehlisünnet bilginleri, "şayet siz yara aldı iseniz, karşınızdaki düşman topluluğu da
benzeri bir yara aldı. İşte Biz, Allah'ın gerçek mürninleri meydana çıkarması, sizden şahitler
edinmesi, mürninleri terteıniz yapıp kafiileri imha etmesi için, zafer günlerini insanlar
arasında nöbetieşe döndürür dururuz"77 ayetlerini delil getirerek, Uhud günü Müslümanların
başına gelenlerin Allah'tan olduğunu öne sürmektedirler. Çünkü ayetlerde de görüldüğü üzere
Allah bunu Kendi Nefsine izafe etıniştir. Metnin zahiri Allah'ın bahsi geçen günleri insanlar
arasında döndürdüğünü gerektirmektedir. Halbuki fiilierin bahsi geçmemektedir. Dolayısıyla
Ehlisünnet bilginlerinin ibarenin zahirinden delil çıkarmaları mümkün görünmemektedir.
Bahsi geçen günlerde meydana gelen olaylar farklı olup bundan hangi olayın kastedildiğini
tespit etmek için de bir delile ihtiyaç vardır. Bu durumda olan bir şeyin ise delil teşkil etmesi
mümkün değildir. Aslında Allah, Hz. Peygamberin ashabına savaşların sürekli aynı şekilde
devam etmeyeceğini beyan etıniştir. Allah'ın yardımı her ne kadar müıninler için sürekli olsa
da, zafer bazen telılerinde bazen de aleyhlerinde olmaktadır. Çünkü Allah'ın mürninleri
yardımsız bırakması mümkün değildir. Şayet müıninler yeniiseler de sabırlarından dolayı
Allah'ın onlar için sevap, galebelerinden dolayı kafirler için ise ceza hazırlamaktadır. Yardım
etmede ve cezalandırmada netice önemli olduğuna göre Allah bu yönüyle inananlara yardım
etıniş olmaktadır. Bedir savaşında Allah inananlara yardım edince onlar, yardımın bu şekliyle
her savaşta sürekli olması gerektiğini düşünmeye başladılar. Daha sonra inanmayanlar
cenahından baskı gördüklerinde, dünyadaki şartların sürekli olarak aynı şekilde devam
etmeyeceğini beyan etmek üzere Allah, ayette geçen sözlerle onları teselli etti. Böylece
inananlar dünyaya fazla rağbet etmeıniş olurlar ve asıl gerekli olanın ahiret hayatını isternek
olduğunu bilıniş olurlar. Allah galebeyi bir defasında inananlara, bir defasında da
inanmayanlara verdiğine göre mürninleri yardımsız bırakmış olduğu da söylenemez. Daha
önce de ifade edildiği üzere masiahat olmak üzere, inananlan ibadete ve zühd hayatına
yönlendirmek için bazen Allah böyle yapmaktadır. Ayetin sonundaki "Allah'ın gerçek
mürninleri meydana çıkarması, sizden şahitler edinmesi" ifadesi de, müminin minafıktan
ayrılması ve bazısı hakkında da ebedi saadete ulaştıracak şehadetin gerçekleşmesi için
Allah'ın bunu masiahat için yaptığına delalet etmektedir. Ayetinen sonunda yer alan "Allah
zalimleri sevmez" cümlesi, inanmayanların elde ettiği galibiyerin Allah'ın onları sevmesinden
olmadığını, zahirde galibiyet gibi görünse de hakikatte yardım olmadığını, Allah sevmedikten
sonra galibiyerten ziyade mağlubiyete daha yakın olduklannı açıklamaktadır. 78
Mutezile muhalifleri takibeden şu, "Allah izin vermedikçe hiç bir kişi ölemez. Bu,
belli bir vakte bağlanmış, takdir edilıniştir. Her kim dünya mükafatını isterse, kendisine
dünyalık bir şeyler veririz. Kim ahiret mükafatını isterse ona da bundan veririz. Biz,
şükredenleri elbette ödüllendireceğiz"79 ayetin, adam öldürenin · günah işlemediğine delalet
ettiğini öne sürmektedirler. Onlara göre kişinin ölmesi Allah'ın izniyle olduğuna göre bunun
belirli bir vakitte olması gerekir. Dolayısıyla onu öldürene günah yoktur. Çünkü neticede o
ölümü takdir eden Allah'tır. Ancakayetin zahiri her ne kadar Allah'ın izni olmadıkça hiç bir
76
77
78
79
Kadı Abdülcebbar, Müteşabihü'l-Kur'iin, s. ı62-ı63.
Al-i imran, 31140- ı 4 ı.
Kadı Abdülcebbar, Müteşabihü 'l-Kur'iin, s. ı63-ı64.
Aı-iimran,3/140-145.
41
nefsin ölemeyeceğine delalet etse de, metinde kişi öldüğünde durumunun ne olacağına dair
herhangi bir şey zikredilmemektedir. Buna göre metinde muhaliflere delil teşkil edecek
herhangi bir şey bulunmamaktadır. Bundan başka ayetin zahiri ölenin durumu hakkında bilgi
vermektedir. Halbuki öldürülen yani maktul bu kapsamda değerlendirilmemektedir. Bu
açıdan da yine muhaliflerin ayetin zahirine bağlanıp bundan delil çıkarmaya çalışmaları
mümkün değildir. Aslında muhaliflerin söylediklerinin de şöyle bir mantığı vardır. Çünkü
Mutezile'ye göre de "maktul", ancak Allah'ın izniyle ölebilir. Ancak buradaki izinden
kastedilen, Allah'ın ilmidir. Zira hiç kimse onun Allah'ın emriyle öldüğünü öne süremez.
Çünkü emir, kişinin işlediği ibadet ve diğer şeylerde etkili olur. Ölüm ise Allah katındandır.
Bu açıklamalar muvacehesinde ayeti şu şekilde anlamlandırabiliriz. "Kişi ancak Allah'ın
kendisi hakkında ecel olarak belirlediği zamanda öldürülebilir. " 80
Haksız yere öldürdüğü kimseye acılar vermesi yönüyle adam öldüren zalimdir. Onun
zalim olarak anılmasında bu fiilinin, Allah'ın maktul hakkında takdir ettiği ecele denk gelip
gelmemesi önemli değildir. Allah'ın takdir ettiği ecel dışmda herhangi bir menfaat için şayet
ona acı verirse ona zulmetmiş olmayacak mı? Dolayısıyla burada önemli olan Allah'ın takdir
ettiği eceli denk getirip getirmeme değil, kişinin gerçekleştirdiği acı verme fiilidir. Ancak
Allah iman etmeyenlerle mücadelelerinde müminlerin sehat etmelerini teşvik etmektedir.
Allah da kullarm ölümünün bilgisi çerçevesinde belli olan vakitte meydana gelmesinin
kaçınılmaz olduğunu, münafıklarm savaştan kaçmalarının veya engellemeye çalıştıkları
kimselerin ecellerinde bir gecikmenin olmayacağını belirtmektedir. Bundan dolayıdır ki Allah
daha sonra şöyle buyurmaktadır: "Allah size yaptığı yardım vadini gerçekleştirdi. O'nun izni
ile düşmanlarınızı kırıp geçiriyordunuz. Allah'ın, size arzuladığınız galibiyeti göstermesine
kadar, böylece bu va'd yerine geldi. Ama sonra siz isyan ettiniz, verilen emir hakkında
çekiştiniz, yılgmlık gösterdiniz. O esnada kiminiz dünya menfaatini istiyordu, kiminiz ahiret
mükafatını."81 Yani Uhud günü bir kısmınız dünyaya göz dikerek bulunduğu mevkiyi bırakıp
ganimetierin bulunduğu yere gittiği halde, bir kısmınız da ahiretteki müka.fatiarı tercih ederek
mevzilerini terketmedi ve şehit oldu. Ancak Allah ahireti tercih edenlere istediklerini
verdiğini takibeden ayetlerde şöyle belirtir: "Allah da onlara hem dünya mükafatını, hem de o
güzelim ahiret mükafatını verdi."82 Burada Allah,. samimi bir şekilde itaat eden inananlara
iyiliğinin sürekli olarak devam edeceğini bildirmektedir. 83
Mutezile muhalifleri "sonra Allah sizi denemek için, onlara karşı size verdiği desteği
geri çekti, bozguna uğradmız" 84 ayetini delil getirerek Uhud günü inananların galibiyeti elde
edememelerinin, Allah tarafından olduğunu iddia etmektediı,:ler. Metnin zahir formunun
gerektirdiği gibi onların galibiyet elde edememelerinde Allah rol almış olsaydı, bu durumda
daha önce metinde de geçtiği üzere onları yermezdi. Halbuki "Allah size yaptığı yardım
vadini gerçekleştirdi. O'nun izni ile düşmanlarınızı kırıp geçiriyordunuz. Allah'ın, size
arzuladığınız galibiyeti göstermesine kadar, böylece bu vaad yerine geldi. Ama sonra siz
isyan ettiniz, verilen emir hakkında çekiştiniz, yılgııılık gösterdiniz. O esnada kiminiz dünya
menfaatini istiyordu, kiminiz ahiret mükafatını ... " 85 ayetinde, kullarm fiilieri bizzat kendi
netisierine izafe edilmiş ve bununla da yerilmişlerdir. Bahsi geçenlerin bu davranışlarıyla
ganimetieri elde etmek üzere Hz. Peygamber'in savaştaki emrine uymayıp isyan ettikleri
bildirilmektedir. Bedir günü Allah'ın kendilerine verdiği nimet çok büyük olduğu halde
akabinde hemen böyle davranmaları, yanlış yapmanın nimetten hemen sonra geldiğini beyan
° Kadı Abdülcebbar, Müteşabihü'l-Kur'iin, s. 165.
8
81
82
83
84
85
42
AI-i imran, 3/152.
AI-i imran, 3/148.
Kadı Abdülcebbar, Müteşabihü'l-Kut'iin, s. 166.
AI-i imran, 3/152.
Aı-i imran, 3/152.
.
etmek içindir. Allah bütün bunları açıkladıktan sonra inanınayanlara karşı inananlara olan
desteğini çektiğini zikretmektedir. Nitekim Bedir günü onlara da aynısını yapmıştı. Çünkü
yanlış yaptıklannda haklanndaki salah, Allah'ın yardımını kesrnek suretiyle onları sıkıntılara
maruz bırakmasıdır. Dolayısıyla Allah'ın "sonra onlara karşı size olan desteğini çektiğini"
beyan eden sözü, onların işlediklerine bir karşılık olarak görülmelidir. Onun için Allah ayette
"sizi denemek için" ifadesini kullanmaktadır. Çünkü her ne kadar şu an itibariyle zararlı
görünse de ukbadaki getirisi açısından faydalı olacak şekilde Allah kullarını imtihana tabi
tutabilir. Şayet onlarda geri çekilmeyi yaratan bizzat Allah'ın Kendisi olsaydı onları imtihana
tabi tutması bütünüyle anlamsızlaşırdı. Çünkü bu durum mürnin hakkında sadece ibadeti
tercih ettiği lütuflarda düşünülebilir. Allah'ın "bununla beraber sizin kusurlarınızı bağışladı
da"- sözü, isyan ettiklerine delalet etmektedir. İnananların inanmayanlara karşı galibiyet elde
etmemelerinde Allah'ın fiili etkili olsaydı bu durumda Allah'ın onları bağışlamasının bir
anlamı da kalmazdı. Sonra Allah her halükarda inananlara iyilikte bulunduğunu
açıklamaktadır. Çünkü Allah isyan edeni bağışladığına ve itaat edeni de mükafatlandırdığına
göre, nimeti herkesi kapsıyor demektir. 86
Mutezile muhalifleri, "bunun üzerine Allah, keder üzerine keder vererek sizi
cezalandırdı" 87 ayetini delil getirerek, Uhud günü Müslümanlarda hezimeti Allah'ın meydana
getirdiğini iddia etmektedirler. Ancak buna destek veren zahir bir delilin bulunmadığını
belirtmek gerekir. Metinde Allah'ın bahsi geçeniere keder üstüne keder verdiği
belirtilmektedir. Metinde fiiller ile ilgili herhangi bir şey bulunmamaktadır. Kaldı ki onların
fiili, üzüntünün bizzat kendisi de değildir. Üzüntünün ceza olarak isimlendirilmesi ise örf
itibariyle bilinen mecaz kabilindendir. Metinde geçen "keder üstüne keder" ifadesinde de
daha geniş bir anlam mevzubahistir. Dolayısıyla zahiren bunu delil olarak sunmak mümkün
değildir. Metinden kastedilen, Allah'ın kalplerine keder üstüne keder verdiğidir. Eınre itaat
etmemeleri nedeniyle bu tekrar etmiştir. Çünkü Allah itaat etmeye devam etmeleri durumunda
kendilerine yardım edeceğini bildirmiştir. Ne zaman ki onlardan bir kısmı ganimetten pay
almak üzere Hz. Peygamber'in emrine isyan etmiş, Allah da onlara kederler vermiştir. Çünkü
Allah onların salalıının bunda olduğunu biliyordu. Bu keder devam ettiği için bunun hakkında
"keder üstüne keder" demek de mümkündür. 88
Mutezile muhalifleri müteakip ayette geçen "bu işin kararlaştırılmasında bizim
yetkimiz mi var? diye söyleniyorlardı. De ki, bütün yetki ve karar Allah'ındır" 89 ifadelerini
delil getirerek, kulun gerçekte yaptığı bir şeyin olmadığını ileri sürmektedirler. Metnin baş
kısmı onların sözünü aktarmaktan ibarettir. Halbuki Allah burada onları eleştirmektedir.
Metnin zahiri, "eınr" olarak isimlendirilen şeyde onların bir etkisinin olmadığını ortaya
koymaktadır. Halbuki İsimlendirme bu şekilde gerçekleştirildiğinde mecaz olduğuna
hükınedilir. "De ki, bütün yetki ve karar Allah'ındır" sözünün zahiri, sorumluluk yükleme ve
eınretmenin yalnızca Allah'a ait olduğuna delalet etmektedir. Burada kulların fiilieri hakkında
herhangi bir şey geçmenıektedir. Halbuki bununla ilgili devam eden ifadede Allah onları
eleştirmektedir. "Bu emir ve komuta işinde bir payımız olsaydı, şimdi burada olmaz ve
öldürülmezdik, diyorlardı. De ki, siz evlerinizde dahi olsaydınız haklannda ölüm takdir
edilenler, mutlaka düşüp öldürülecekleri yerlere doğru çıkacaklardı."90 Burada da görüldüğü
z
üzere Allah onların elliada katılınama hakkındaki gerekçelerinin çürüklüğünü açıklamakta, · '~
savaşta sabretmenin gerekliliğine vurgu yapmakta, her halükarda öleceğİ kesinleşen kimseye ·~
·:-.;~
·""
<<
86
Kadı Abdülcebbar, Müteşabihü 'l-Kur'iin, s. 167-168.
87
Al-i İmrfuı, 3/153.
88
89
90
Kadı Abdülcebbar, Müteşabihii'l-Kur'iin, s. 168.
Al-i İmrfuı, 3/154.
Al-i İmran, 3/154.
43
gelince buna
savaşa çıkınama
ve cihad vazifesinde Hz. Peygamber'e
katılınamanın
da fayda
vermeyeceğini belirtmektedir. 91
Allah'ın
Hz. Peygamber hakkında müteakip şu "eğer katı yürekli, kaba biri olsaydın,
insanlar senin etrafından dağılıverirlerdi"92 sözü de, kulların fiillerini kendi özgür iradeleriyle
işlediklerine delalet etınektedir. Çünkü kulların fiillerini kendilerinde yaratan Allah'ın kendisi
olsaydı, Hz. Peygamber'in davranışlarındaki durumunun buna etki etinemesi gerekirdi. Zira
Allah onlarda Hz. Peygamber' e muhalefeti yarattıktan sonra Hz. Peygamber'in davranışının
farklı olması artık sonucu değiştirmeyecektir. Bu ise ancak kulun kendi özgür iradesiyle
fiillerini işlemeye veya işlernemeye güç yetirdiğini kabul etınekten geçer. Buna göre biz
biliyoruz ki Hz. Peygamber'in katı kal~li olması ona olan muhalefeti artırırken, yufka yürekli
olması da ona olan itaati artırmaktadır. 3
Mutezile muhaliflerinin "şayet Allah size yardım ederse, size üstün gelecek hiç kimse
olamaz"94 ayetini delil getirerek, galip gelmenin bizatihi Allah'ın fiilinden olduğunu öne
sürmeleri de mümkün değildir. Açıktır ki inananlar hakkında Allah'ın yardımı gerçekleştiği
anda onlara galebe çalmak mümkün değildir. Çünkü Allah galip gelsinler diye inananlara
yardım etmiştir. Böyle olduğu halde inananların yenilmesinin mümkün görülmesi durumunda,
Allah'ın karşı koymasına neden olur. Fakat herhangi bir masiahattan dolayı Allah'ın
inananlara yardımı gerçekleşmediyse, onların yenilmesi mümkündür. Daha önce de ifade
edildiği üzere onlara yardım etınedi diye, onları yenilgiye uğratanın Allah olduğu da
düşünülemez. Ebu Ali el-Cübbai yardımın ancak sevap olabileceğini dolayısıyla bunun ancak
inananlar hakkında, yenilgiye uğratınanın ise sadece ceza olabileceğini ve bunun da sadece
inanmayanlar hakkında gerçekleşebileceğini düşünmektedir. Ebu Haşim ise yenilgiye
uğratına konusunda Ebu Ali gibi düşünürken, yardım etınenin ise hem sevap ve hem de lütuf
olabileceğine inanmak.tadır. 95
Allah'ın
daha önce geçen şu "de ki, siz evlerinizde dahi olsaydınız haklarında ölüm
takdir edilenler, mutlaka düşüp ölecekleri yerlere. doğru çıkacaklardı"96 sözüne gelince bu,
sadece ölümün onlar hakkında takdir edildiğine delalet etınektedir. Bu ise öldürmenin kulun
fiili olmasını engellememektedir. Nitekim şehadet aleminde yaşayan birisi öldürmeden haber
verip yazsa bu durum, onun katil olmasına tesir etınez. Çok iyi bilinmektedir ki haber, delalet
ve ilim bağlandıkları şeyi etkilerneme konusunda eşittirler. Bunlar sadece o şeye olduğu gibi
taalluk ederler. Bunlar taalluk ettikleri şeylere etki etselerdi bu durumda bizler Allah'tan ve
sıfatlarından haber verdiğimizde, onlara delil getirdiğimizde ve onları bildiğimizde onları
haber verdiğimiz, onlara delil getirdigirniz ve onları bildiğimiz biçime sokmamız gerekirdi.
Yine fiilierimiz Allah'ın ilmi nedeniyle meydana gelmiş olsaydı, bizim bu fiilierde hiç bir
şekilde dahlimizin olmaması gerektiği gibi bunların sonucunda övme ve yerınenin de
olmaması gerekirdi. Aynı zamanda bu durumda ilmin malumu gerektirmesinin, malumun ilmi
gerektirmesinden daha öncelikli olmaması sonucu doğar. Çünkü nasıl ki malum, ilmin
kendisine taalluk ettiği veeili üzerinde bulunmak zorundaysa ilim de, maluma taalluk ettiği
çerçevede malumun meydana gelişine ilim olması gerekir. Bunun da fasid bir döngü olduğu
ortadadır. 97
"Hal böyle iken, düşmanlarınızın başına iki mislini getirdiğiniz bir bela sizin başınıza
gelince, "bu nereden geldi" mi diyorsunuz? De ki, "bu felaket sizin yüzünüzdendir."
91
92
93
94
95
96
97
44
Kadı Abdülcebbar, Müteşabihü'1-Kur'an, s. ı69.
Al-i imraıı, 3/ı59.
KadıAbdülcebbar,Müteşabihü'1-Kur'an, s. ı69-170.
Al-i imran, 3/ı6o.
:
Kadı Abdülcebbar, Müteşabihü '1-Kuf 'an, s. ı 70.
Aı-i İmrfuı, 3/ı54.
Kadı Abdülcebbar, Müteşabihü '1-Kw>an, s. 170- ı 71.
Muhakkak ki Allah her şeyi bilendir"98 ayeti de çok açık bir şekilde kulların, kendi fiilierini
işlediklerine delalet etmektedir. Buna göre fiilierini icad eden ve onları meydana getiren
kulların kendileridir. Bahsi geçen işleri Allah'ın bizzat Kendisi kullarda yaratmış olsaydı,
Peygamberine hitaben "bu felaket sizin yüzünüzdendir" demesi, caiz olmazdı. Aslında
yukarıdaki metnin şu anlama gelmesine engel bir şey de yoktur. Bedir günü inanmayanların
başına gelen yenilgiye benzer bir yenilgi Uhud günü Müslümanların başına gelince Allah,
Bedir günü Müslümanların elde ettikleri galibiyetin Kendi lütfu ve yardımıyla, Uhud günü
meydana gelen mağlubiyetin sebebinin ise, emre itaatsiziikten kaynaklandığını
açıklamaktadır. Metin her ne kadar böyle bir anlama açık olsa da birinci anlam, metnin
zahirine daha yakındır. Her iki durumda da metin Mutezile'nin söylediğine daha yakın
durduğu çok açıktır. 99
Mutezile muhaliflerinin müteakip "iki ordunun karşılaştığı gün başınıza gelen musibet
Allah'ın izniyle olmuştu" 100 ayetin zahirine bağlanmaları ise hiçbir şekilde mümkün değildir.
Çünkü "izin" kelimesinden emrin kastedilmiş olması mümkün değildir. Zira Allah Uhud günü
gelen musibeti emretıniş olamaz. Çünkü bu aynı zamanda günahtır.
Bundan dolayı ayette geçen ."izin" kelimesini "ilim" ve "tahliye" anlamına yorumlamak
gerekir. Sanki Allah bu ayette şunu demek istiyor. Evet, ey inananlar Uhud günü başınıza
gelenlerden haberim var, fakat emre itaat etmemek suretiyle yanlış yapmanız nedeniyle sizleri
nefislerinizle baş başa bıraktım. Böylece Allah onlara yardım etmedi ve olanlar oldu. Aslında
daha önce de belirtildiği üzere bu da netice itibariyle inananların maslahatina olmuştur. 101
inananların başına
6. Hidayet Meselesi: Ehlisünnet bilginleri "iman ettikten, Resul'ün hak olduğunu
gördükten ve kendilerine açık deliller geldikten soııra, inkar eden bir kavme Allah nasıl yol
gösterir? Allah, zalim kavmi doğru yola iletmez"102 ayetinin, "Allah zulüm eden inkarcıyı
değil inananı hidayete erdirir" şeklindeki düşüncelerini desteklediğini öne sürmektedirler.
Halbuki daha önce de ifade edildiği üzere "hidayet" sözcüğü, bazen özel bir anlamda olmak
üzere sevap manasında, bazen de cennete götüren yol anlamında kullamlmaktadır. Dolayısıyla
"azap" sözc~ğü inanmayanlar hakkında gerçekleştiği halde, "inanmayanları Allah nasıl olur
da mükafatlaiıdırır ve cennete ulaştıracak yola iletir?" anlamında ayette "inkar eden bir kavme
Allah nasıl yol gösterir?" denmesine engel bir şey yoktur. "Allah, zalim kavmi doğru yola
iletmez" ayeti de, Mutezile bilginlerinin söylediğine delalet etmektedir. Çünkü Allah burada
zulüm edeni doğru yola iletmeyeceğini açıkça beyan etmektedir. Demek ki ayette geçen
"hidayet" sözcüğünden kastedilen, belirtildiği gibi ya sevaptır veya cennet yoludur. Bundan
dolayı takibeden ayette şöyle "işte onların cezası; Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların
laneti onların üzerinedir" 103 buyrulmaktadır. Burada da görüldüğü üzere Allah,
inanmayanların
cezasının
sevaptan ve hayırdan uzaklaştırma olduğunu, açıkça
belirtmektedir. 104
7. Tevbenin Kabulü Meselesi: Ehlisünnet bilginlerine göre tevbe edenin tevbesini
Allah'ın kabul etmesi zorunlu değildir. Onun için Allah tevbe edenin tevbesini kabul etmekle
aslında kişiye iyilikte bulunmaktadır. Ehlisünnet bilginleri bu çerçevede görüşlerine "onlar ki,
inandıktan soııra inkar ettiler, soııra inkarları arttı, onların tevbeleri kabul edilmeyecektir.
Onlar sapkınların ta kendileridir" 105 ayetini delil olarak getirmektedirler. Mutezile bilginleri
~
z:.
2
o
~­
·H
~
!M
...ı
ı­
ili
,..~
N
<
.~
~
2
·ın
§
. ~ci~
~
.,..
Al-i İmrfuı, 3/ı65.
98
99
.
100
101
102
103
104
105
Kadı Abdülcebbar, Müteşabihü '!-Kur 'an, s. ı 71- ı 72.
•7
..ı
<<
Al-i İmrfuı, 3/ı66.
Kadı Abdülcebbar, Müteşabihü '1-Kur'an, s. ı 72.
Al-i İmrfuı, 3/86.
Al-i İmrfuı, 3/87.
Kadı Abdülcebbar, Müteşabihü'l-Kur'an, s. 150-151.
Al-i İmrfuı, 3/90.
45
ise metinde geçen "onlann tevbeleri kabul edilmeyecektir" ifadesinin, tevbenin ne şekilde
meydana geldiğini açıklamadığmı belirtmektedirler..Dolayısıyla Mutezile düşüncesinde ölüm
zamanının geldiğini anladığı için Allah'ın dışında kimsenin kendisine yardım edemeyeceğini
anlayan kimse, tevbe etse de tevbesi kabul edilmeyecektir. Nitekim koı:iu ile ilgili Nisa
suresinde şöyle ''yoksa kötülükler yapıp da nihayet ölüm kendilerine gelip çatınca; ''ben şimdi
tevbe ettim" diyenlere ve inanmadan ölenlere tevbe yoktur" 106 buyrulmaktadır. Onun için
artık kötülük işleme yeteneği kalmamış olan cehennem ehlinin tevbesi kabul edilmemektedir.
Buna bağlı olarak "kötülük yapmaktan aciz olanın özrünün kabul edilmesi zorunludur"
şeklindeki görüşü de savunmamak gerekir. 107
Bütün bunlara rağmen tevbelerinin kabul edilmeyeceği şeklindeki bir anlama biçimi
nasıl olur da metne yüklenebilir? Metnin zahir şeklinin buna delalet etmediği açıktır. Çünkü
Allah tevbeyi onlara izafe etmiştir. Her halükarda tevbe kabul edilmesi gereken veeili üzere
onlardan meydana gelmemektedir. Dolayısıyla tevbe ile ilgili umum mana kastetmek doğru
değildir. Bundan maksat geçmiş tevbenin kabul edilmeyeceği de olabilir. Onlar da zaten şu
anda küfürde ileri gitmişlerdir. Böylece tevbenin müteakip küfürle ortadan kalktığı ve
tevbenin ancak sahibinin salalı üzere bir hayat sürmesi şartıyla yarar sağlayacağı ortaya
çıkmış olınaktadır. Aynı zamanda küfürde ileri gitmeleri nedeniyle Allah'ın tevbelerini kabul
etmemesi durumunda onlann sapıklıkta olduğu sonucu da ortaya çıkmış olmaktadır. Çünkü
açıklandığı gibi "ikap", sapıklık ve helaktir. "İnkar edip kafir olarak ölenler, dünya dolusu
altın fidye vermiş olsalar dahi hiç birinden kabul edilmeyecektir" 108 ayeti de daha önce
belirtildiği üzere küfür üzere ölenin tevbesinin kabul edilmeyeceğine ve bunun fidyesinin
kendisine bir fayda sağlamayacağına delalet etmektedir. 109
8. Kudret ve Fiil
Arasındald ilişld
Meselesi: Yukandaki metni takib eden "orada
Kim oraya girerse emin olur. Ona bir yol
bulabilenlerin o evi hacc etmesi Allah 'ın insanlar üzerindeki bir hakkı dır. Artık kim inkar
ederse şüphesiz ki Allah alemiere muhtaç değildir" 110 ayeti, kudretin fiilden önce olduğuna
delalet etmektedir.· Çünkü ayet-i kerimede Allah için hacc etmenin buna güç yetirene farz
kılındığı açıkça beyan edilmektedir. Haccın vucubiyeti de hacca gitmeden sabit olmuştur.
Çünkü haccı olmayan kimsenin, hacca girmesi istenmektedir. Bunun doğruluğu sabit
olduğuna göre hacc etmeyen· kimsenin buna önce güç yetirmesi gerekmektedir. Bu da
Mutezile düşüncesinin, "güç yetirmenin fiilden önce olması gerektiği, inanmayan ve günah
işleyen kimsenin de iman etmeye ve ibadet işlemeye güç yetirdikleri" yönündeki görüşünü
desteklemektedir. 111
_
apaçık alametler ve İbrahim'in makamı vardır.
,.. '
Mutezile'nin yukarıdaki görüşüne karşı çıkanlar, Hz. Peygamber'in " "istita'at";
"azık" ve "binek"tir" 112 sözünden hareketle "güç yetirmek"ten maksadın, "azık" ve "binek"
olduğunu ileri sürmüşlerdir. Ancak metinde geçen "istita'at" sözcüğünden maksadın "azık"
ve "binek" olduğuna delalet eden bir delilin olması, bu sözcükten hakikat manasının
kastedilınesine engel değildir. Hz. Peygamber bu sözüyle sadece şunu kastetmiştir. Hacc
etmeye güç yetiren bir kimse, yeterli azık ve binek sahibi olmadığı müddetçe bunu yerine
getirmekle mükellef değildir. Tek bir keljmeden hem hakikat hem de mecaz anlamın aynı
106
107
108
109
110
111
112
46
Nisa' 4/18.
-.
Kadı Abdülcebbar, Müteşabihü '1-Kur'an, s. ısı.
Al-i İmrfuı, 3/91.
Kadı Abdülcebbar, Müteşabihü '/-Kur 'an, s. 152.
Al-i İmrfuı, 3/97.
Kadı Abdülcebbar, Müteşabihü'l-Kw'an, s. 152.
Enes b. Malik " ... ona bir yol bulabilenler..." ayetinde geçen ''yol bulabilınenin" ne anlama geldiği Hz.
Peygamber'den sorulduğunda bunun "azık" ve ''binek" olduğunu söylediği rivayet edilmektedir. Bkz.
Şevkam, Neylu'l-Evtar, IV, 168. ·
anda kastedilemeyeceğini iddia edenler olabilir. Fakat buna delalet eden bir delilin bulunması
halinde Mutezile bilginlerine göre bunun mümkün olduğunu söylemek gerekir. 113 Ayrıca
kudret yok iken haccın vucubiyetinde azık ve binek nasıl olur da şart olabiliyor? Bilindiği gibi
kudret var ise hacc ibadeti sahih olur. Kudret olmaksızın azık ve binek mevcut olsa dahi hacc
ibadetinin sahih olması mümkün değildir. Buna göre azık ve bineğin varlığı ile yokluğu
arasında herhangi bir fark yok gibidir. Allah sorumluluğu hafifleterek azık ve bineği olmayan
insana hacc ibadetini farz kılmadığı halde, nasıl oluyor da hiç bir şekilde kudreti olmayana bu
ibadeti farz kılabiliyor? Bu iddia, sadece başkasına yol gösterdiği halde o yolda yürüme
kudretini ona vermeyip onu yürüme kudretinden aciz bırakanın yöntemi gibidir. Halbuki çok
iyi bilinmektedir ki azık ve bineğin varlığı, ancak kudret ile bir anlam ifade eder. Kudret göz
önüiıde bulundumlmadan hacc ibadetinin edası hakkında azık ve bineğin şart olarak öne
sürülmesi mümkün değildir. 114
ondan sormuşlardır.
ve onun hakkında soru sorma
ihtiyacını duymuyorlardı. Onlar aynı zamanda dinin rükünlerinden yolculuğu gerektirenierin
de ancak mal ile gerekli olabileceğinin farkındaydılar. Neticede onlar Resulullaha bunu
sordular, o da azık ve bineği zikrederek cevap verdi ki, bunun azık ve bineği olmayan
fakirlerden düşen cihad gibi olduğu ortaya çıksın. Bundan başka azık ve bineğin bir anlam
ifade etmesi ve bir etkisinin olması ancak Mutezle mezhebinde olduğu üzere insanın hacc
etmeye veya etmemeye gücünün yettiğini ve azık ve binekten de hacc ederken istifade
edeceğini kabul etmemize bağlıdır. Fakat Mutezile dışındaki mezheplerin görüşünün esas
alınması halinde iki durumdan birisi ortaya çıkar. Ya azık ve bineği olmasa da hacc kudretinin
etkisiyle haccı olması gerekir ya da dünyaya malik olsa da haccı olmaması gerekir. 115
Hz. Peygamberin
arkadaşları
da zahir lafzın delalet
Çünkü onlar ayette ifade edilen "istita'at" tan kudreti
etmediği şeyi
anlıyor
9. İnanmayanlar Dışında Başka Kimselerin de Cehenneme Girip Girmeyeceği
Meselesi: Mutezile dışındakiler, "o günde kimi yüzler ağaracak, kimi yüzler kararacaktır.
Yüzleri kararanlara, "imanınızdan sonra kafir oldunuz ha! O halde kafir olmanızdan ötürü
azabı tadın"_ (denilir). Yüzleri ağaranlar ise Allah'ın rahmetindedirler. Onlar orada ebedi
kalıcıdırlar" 1 16 ayetini, inanınayanlar dışında kimsenin cehenneme girmeyeceğine delil olarak
kullanmak istemektedirler. Bir kere Baricilerin bu ayetin zahiriyle delil getirmeleri mümkün
değildir. Çünkü Allah burada iki sınıfı zikrettiği halde üçüncü bir sınıfın olmadığını
bildirmemiştir. Ayrıca muhaliflerin yönteminin doğru kabul edilmesi halinde şunun da doğru
kabul edilmesi gerekir. Allah ayette yüzleri kararanların, inandıktan sonra küfre dönenler
olduğunu beyan etmiştir. Hiç inanmamış asıl kafırin durumu ayette zikredilmese de onun da,
ateş ehli olduğu söylenebilir. Mutezile düşüncesinde fasıkın durumu da bundan farksızdır.
Mutezile dışındakilerin; "imanınızdan sonra kafir oldunuz ha!" ayetini, "bilfiil değil fıtraten
sabit olan imandan sonra dinden çıktı" şeklinde tevil etmeleri mümkün değildir. Çünkü bu
hakikat değildir. Mutezile muhalifleri açısından böyle bir tevil doğru kabul edilirse bu
durumda Mutezile bilginlerinin de ayette geçen "küfrü", büyük günahlara yönelmek suretiyle
113
Usul alimleri bir lafzın tek bir kullanımda ve aynı anda hem hakikat ve hem de mecaz manada kullanılıp
kullanılamayacağı hususunda farklı düşünmektedirler: imam Şafi 'i, hadis ebiinin çoğunluğu ve bazı
hem bir engel olmadığı ve hem de lafi.z iki aıılamda kuUanıldıktan sonra birisini istisna etmek
imkan dahilinde bulunduğu için bunun caiz olduğuna hükmetmişlerdir. Hanefi uleması ve mütekellimlerin
· çoğunluğu ise, lügatte bulunmamasından ve lafzın hakiki aıılamında kuUanılmasının bundan engelleyecek bir
karinenin buluıımamasını, mecazda kuUanılması ise hakikat aıılamında kullanılmasını engeUeyen bir
karinenin bulunmasını gerektirdiğinden, bunu mümkün görmemişlerdir. Bkz. Ali Hasbullah, Usulu 'tTeşri'i'l-İslamf, s. 223-224.
114
KadıAbdülcebbar, Müteşabihü'l-Kur'an, s. 153-154.
115
Kadı Abdülcebbar, Müteşabihü '1-Kur'an, s. 154.
116
Al-i imran, 3/106-107.
kelamcılar;
47
nimeti inkar etme manasma hamietmeleri mümkün hale gelir ve sonunda bunun
:Iasık da girmiş olur. 117
kapsamına
Kur'an'da "Allah alemiere zulmetmek istemez" 118 denmek suretiyle Allah'ın kötülüğü
irade etmediği açıkça belirtilmektedir. Alemdeki bütün zulüm ve haksızlıklar, Allah'ın iradesi
ve meşieti çerçevesinde gerçekleşseydi, Allah'ın böyle buyurması mümkün olmadığı gibi bu
haber cümlesi de yalan olurdu. Aynı zamanda alemdeki bütün zulmün irade edicisi olduğu
halde, Allah'ın Kendisini bundan tenzih edip arındırmasının bir anlamı da olmazdı. Mutezile
dışındakilerin metni; "her ne kadar Allah onlardan bir kısmının bir kısmına zulmetınesini
irade etmişse de Kendisi onlara zulmetmeyi irade etmemiştir" şeklinde yorumlamaları da
mümkün değildir. Çünkü metindeki olumsuzluk genel olup bunun tahsisini gerektiren
herhangi bir şey bulunmamaktadır. 119 Yukarıdaki "kaziyye" ters çevrifuse bu daha mantıklı
olur. Çünkü Allah alemiere izafe edilen haksızlığı olumsuzlamaktadır. Bu metnin zahiri ise
fiilin kendilerinden sadır olduğunu gerektirmektedir. Çünkü mutlak zulüm izafe edildiğinde
bundan anlaşılan, mefulun bihiye yani kendisinde fiilin işlendiği kimseye değil faile yani
bizzat fiili işleyene izafe edilmesidir. Onun için "bu haksızlık Zeyd tarafından işlendi"
sözüyle yerıne meydana gelmektedir. Bundan başka Ehlisünnet bilginleri müşriklerin
çocuklarının cezalandırılması ve inanmayacaklarını bildiği kimseleri inanınakla sorumlu kılıp
onları küfür ve ateş için yaratması gibi Allah'ın birçok zulüm çeşitlerini irade ettiğini öne
sürmektedirler. Aslında Ehlisünnet'in bu düşünceyi herhangi bir şekilde "tevil" etmesi de
mümkün değildir. Hakikatte takibeden şu "Allah onlara zulmetmedi. Fakat onlar kendilerine
zulmediyorlar"120 ayet, zulmün kula ait bir fiil olduğunu çok açık bir şekilde ortaya
koymaktadır. Zulüm etmeyi ve haksızlık yapmayı onlarda yaratan bizzat Allah olsaydı, bu
durumda Allah'ın Kendisini bu zulümden arındırmasının ve onu kullara izafe etmesinin bir
anlamı olmazdı. Bu aynen arkadaşlarını zulüm yapmaya zorlayan fakat kendisini bundan
tenzih etmeye çalışan zalim bir sultan örneği gibidir. Hatta bundan da daha sakıncalıdır.
Çünkü kötülüğü işlemeye zorlanan kimse zorluklara göğüs gerer ve sevap kazanacağı
· umuduyla sabredebilirse herhangi bir şekilde söz konusu kötülüğü işlemeyebilir. Halbuki
Allah kulda zulüm edebilme kudretini ve zulmün kendisini yaratınca kişinin artık zulüm
işlememsİ kaçınılmazdır. Ehlisünnet böyle düşündüğü halde kulu kendisine zulmeden olarak
nitelemesi ve Allah'ı bundan tenzih etmesi nasıl mümkün olabi1ir? Bütün bunlar gösteriyor ki
Allah hiç bir şekilde zulüm fiilini ihtiyar etmez ve bu fiil bütünüyle kulların kendilerine aittir.
Böyle olunca onların da adalet yerine zulmü tercih etmeleri mümkündür. Ancak ne zaman ki
zulüm fiilini gerçekleştirirler işte o zaman yerilirler ve "kendi nefislerine zulmedenler olarak"
nitelendirilirler. 121
-
"·:;
:ii.;[
Hariciler, "hem kafirler için hazırlanmış bulunan o ateşten korunun" 122 ayetinin,
cehenneme sadece inanmayanların gireceğini desteklediğini ve bunun da kendi görüşlerini
doğrularlığını düşünmektedirler. Ancak cehennemin inanmayanlar için hazırlanmış olmasının,
onların dışında oraya başkalarının girmeyeceği ~amma gelmediğini bilmeleri gerekir. Bu
ayet sadece cehennemin kafirler için hazırlandığına delalet etmektedir. Onların dışındakilerin
durumu ise Allah'a kalmıştır. Ayrıca ayette Allah "ateş" anlamına gelen "nar" kelimesini,
117
Kadı Abdülcebbar, Müteşabihü'l-Kur'iin, s. 154-155.
118
Al-i İmrfuı, 3/108.
-.
Konu ile ilgili Eş'arl şöyle der: "Onlar Allah'ni "Allah alemiere zulmetmek istemez" (Al-i İmrfuı, 3/108) ve
"Allah kullara zulmetıneyi dilemez'' (Mümin, 40/3 1) ayetlerinin anlamını sorariarsa onlara şu şekilde cevap
verilir: Allah onlardan bazısının bazısına zulmetınesini dilemişse de Kendisi onlara zulmetmeyi irade
etmemiştir. Yani bizzat Kendisi onl;ıra zulmetmeyi irade etmediği halde onların kendi aralarmda
zulmetınelerini ise irade etmiştir." Eş'arl, el-İbiine, s. 51.
Aı-i imran, 3/117.
Kadı Abdülcebbar, Müteşabihü'l-Kur'iin, s. 156-157.
Aı-i imran, 3/131.
·
119
120
121
122
48
önce "marife" olarak kullanmış sonra da onu kafidere hazırlanmış olmakla nitelendirmiştir.
Dolayısıyla ayette "tarif' edatıyla belirlenmiş ateş, bütün ateş çeşitlerini kapsamayıp özel bir
ateş de olabilir. Şayet bir şeyden kastedilen herkes değil de toplumun belirli bir kesimi ise o
şeyin onlar için hazırlandığı söylenebilir. Nitekim çok yiyecek alan biri, her ne kadar evde
otııran herkesin ondan yemesini arzu etse de, bunu misafırlere hazırladım diyebilir. Allah
müteakip ayette "Rabbiniz tarafından bir mağfırete, genişliği göklerle yer kadar olan ve
müttakiler için hazırlanmış olan bir cennete doğru yarışırcasına koşuşun" 123 buyurmaktadır.
Halbuki bu niteliği haketinemiş olsalar da oraya çocuklar ve huriler de gireceklerdir. Aynı
şekilde "kafır" nitelemesini haketineyen "fasık" kimsenin de ateşe girmesine engel bir şey
olmamalıdır. 124
10. Allah'ın Bir Mekanda Yer Alması Meselesi: Mutezile muhalifleri Kur'an'ın,
"Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü zannetine. Bilakis onlar hayatta olup, Rabb'lerinin
katında yaşarlar, nzıklanırlar" 125 ayetini, Allah'ın bir mekanda bulunduğuna dair görüşlerine
delil olarak getirmek istemektedirler. Daha önce de ifade edildiği üzere bazen bir söz söylenir
fakat o sözden zahir anlam dışında başka bir mana kastedilir. Bu bilinmeyen bir yöntem
değildir. Konu ile ilgili Ebu Ali el-Cübbai şöyle der: Bundan maksat onların Allah'ın bilgisi
dahilinde diri olduklandır. Nitekim bizden biri arkadaşına şöyle der: İşin senin düşündüğün
gibi olduğunu sanma. Aksine bana göre ve Allah'a göre şöyle şöyledir. Burada da Allah
bunun bilgisi çerçevesinde bu şekilde olduğunu kastetinektedir. Kelamın zahiri böyledir.
Dolayısıyla muhaliflerin bu ayeti delil olarak getirmeleri mümkün değildir. Yine Ebu Ali'ye
göre hitabın zahirinin de gerektirdiği gibi şehitler, bu hitap halinde hakikatte diri olup
nzıklanıyorlar. Çünkü ayetin zahir anlamını terketineınizi gerektiren bir durum yoktur. Ebu
Ali el-Cübbai, Allah'ın Peygamberini bununla müjdelemesini de bu anlama şekline bir delil
olarak getirmek ister. "Bilakis onlar hayatta olup, Rabb'lerinin katında yaşarlar, nzıklanırlar"
ifadesinden kastedilen, "haşir" günündeki dirilme olsaydı şehitlerin bununla tahsis
edilmelerinin bir anlamı da olmazdı. Bu aynı zamanda müjdeleme de sayılamazdı. Çünkü
"haşir" günündeki dirilme herkes için bilinen bir şeydir. 126
11. Allah'm, inanmayan Kimsenin İnanmasını İrade Edip Etmediği Meselesi:
Mutezile muhalifleri Kur'an'ın, "o küfürde yarışan kimseler seni üzmesin. Onlar Allah'a asla
zarar veremezler. Allah ahirette onlara hiçbir pay bırakmamak ister" 127 ayetini delil getirerek,
Allah'ın, inanmayanlarm inanmalarını irade etinediğini iddia etinektedirler. Ayette açık bir
şekilde görüldüğü üzere Allah, onların ahirette sevaptan pay elde etinelerini irade etinediğini
belirtınektedir. Bu ise Allah'ın onlann inanmamalarını ve dolayısıyla cehennemİ
boylamalanın irade ettiği anlamına gelmektedir. Metnin zahiri Allah'ın, onlann pay elde
etinelerini irade etinediğini gerektirmektedir. Dikkat edilirse burada "küfür" geçmemektedir.
Aslında yukarıdaki metnin Mutezile bilginlerinin söylediği anlama hamiedilmemesi
durumunda zahirinde çelişki meydana gelir. Çünkü "mürid", hakikatte bir şeyin olmamasını
irade etinez, o ancak bir şeyin meydana gelmesini ve olmasını irade eder. Buna göre kelamda
hazfın meydana geldiğini ispat etinek gerekir. Hazfedilenin ne olduğu biliniDeyince de,
muhaliflerin metnin zahirine bağlanabilecekleri bir şey kalmamaktadır. Bundan maksat şudur:
Allah ayette bahsedilenlerin küfre girdiklerini, küfürde yarıştıklarını ve bununla da sadece
kendilerine zarar verdiklerini beyan etinektedir. Sonra Allah şöyle diyor: Allah onları ahirette
önceki küfürleri nedeniyle cezalandırmak istiyor. Çünkü Allah dinden çıktıktan sonra ceza
olarak inanmayanları cezalandırmak ister. Metnin bu şekilde anlaşılınaması durumunda,
123
124
125
126
127
·'~
:;:
,~
Al-i İmrfuı, 3/133.
Kadı Abdülcebbar, Müteşabihü'l-Kur'iin, s. 160-161.
Al-i İmrıin, 3/169.
Kadı Abdülcebbar, Müteşabihü 'l-Kur'iin, s. 172-173.
AI-i İmrfuı, 3/176.
49
Allah'ın
Allah'ın
Hz. Peygamber'i teselli etmesinin bir anlamı da olamaz. Küfrü onlarda yaratan bizzat
Kendisi olsaydı, ayette olduğu gibi küfürde yarışınayı onlara nispet etmesi hiç
mümkün olur muydu? Yine onlara zarara veren bizzat Allah'ın Kendisi olsaydı, bunu zarar
şeklinde nitelendirmek hiç mümkün olur muydu? Aynı zamanda onları oraya yerleştiren
Allah olduğu halde ayette "onlar için çok büyük bir azap vardır" demesi de caiz olmazdı. 128
Mutezile muhalifleri, "sakın o inkar edenler kendilerine mühlet verınemizi haklarında
Onlara mühlet vermemiz ancak günahlarını artırmaları içindir. Onlar için
horlayıcı bir azap vardır" 129 ayetini delil getirerek, Allah'ın inkarcıların inkarlarında ileri
gitmelerini irade ettiğini öne sürmektedirler. Onlara göre "Ben cinleri de insanları da ancak
Bana ibadet etsinler diye yarattım" 130 ayeti, Allah'ın bütün insanlardan ve cinlerden
Kendisine ibadet etmelerini irade ettiğine delalet ederken yukarıdaki ayet ise, Allah'ın
inkarcılardan inkarlarında ileri gitmelerini irade ettiğine delalet etmektedir. Halbuki ayetin
zahiri, Allah'ın küfrü değil cezalandırınayı irade ettiğine delalet etmektedir. Çünkü günah
anlamındaki Arapça peltek "s" ile okunan "ism" sözcüğü, dil ör:fünde fiilin bizzat kendisinden
değil cezadan haber vermektedir. Mutezile bilginleri de Allah'ın böyle bir şeyi irade etmesine
engel bir şey görmezler. Mutezile'nin engellediği ve karşı çıktığı şey, Allah'ın küfrü ve sair
günahları irade ettiği şeklindeki düşüncedir. 131
hayırlı sanmasınlar.
Bundan başka bu sözcükle bazen "akıbet-netice" de kastedilmektedir. Nitekim
kelamda bazen "key" manasında olmak üzere kullanılmaktadır. Allah ayette şöyle
buyurmaktadır: "Sonra Firavun hanedam onu aldılar. Çünkü sonunda onlara bir düşman, bir
tasa olacaktı." 132 Gerçekten Firavun ailesi Musa'yla mutlu olmayı hesap ederken neticede
Musa onlar için bir üzüntü kaynağı olmuştur. Yukarıdaki ayette Allah, "onlara mühlet
vermemiz ancak günahlarını artırmaları içindir" derken tam da bunu kastetmektedir. Allah
bunun için ömürlerini uzatmış olsaydı o takdirde onlara zulmetmiş olurdu. Zira buna göre
Allah onların dinden çıkıp cehenneme girmelerini irade etmiş olur. Allah her durumda
inanmaya teşvik ettiği ve inançsızlıktan da sakındırdığı halde böyle bir şey hiç mümkün
olabilir ıni? Ayetten anlaşılması gereken şudur: İnanmayanların yaşantılarında tercih ettikleri
yaşantı biçiıni, mücahede etmeye sabreden müminlerin halinden daha iyi değildir. Çünkü
münafıklık yapıp mücahededen engelieyenin durumu, mücahedeye devam edip teşvik edenin
hali gibi değildir. Daha sonra Allah şöyle diyor: Her ne kadar onların küfür üzere bir yaşam
sürdüreceklerini bilsek de ıslah olsunlar diye Biz ömürlerini uzatıyoruz. Çünkü bu ayet
"cihad" konusu ile ilgili olarak nazil olmuştur. Dolayısıyla da belirtilen manaya hamledilmesi
gerekir. 133
_
Kur'an'ın takib eden şu "Allah müminleri üzerinde bulunduğunuz bu halde asla
terketmez. Nihayet murdan teınizdeh ayıracaktır" 134 ayeti de, onları bu hale getirenin Allah
olmadığına delalet etmektedir. Çünkü münafikın mürninden aynlması, nifak ve iman fiiliyle
değil beyan ve delalet iledir. Allah kendilerine yönelinmemesi, elliada çıkmamak ve aynca
cihattan soğutmak üzere öne sürdüideri mazeretierin kabul edilmemesi için lütufla bulunarak
münafıkların halini beyan etmiştir 135 "Bu ellerinizin önden gönderdiğinin karşılığıdır.
Şüphesiz Allah kullarına zulmedici değildir" 136 ayeti de bunun, kulların kendi fiilierinden
128
129
130
131
132
133
134
135
136
,1'
50
Kadı Abdülcebbar, Müteşabihü '1-Kur'ôn, s.
Al-i İmr§n, 3/178.
za.nyat, 52/56.
Kadı Abdülcebbar, Müteşabihü'I-Kur'ôn, s.
Kasas, 28/8.
Kadı Abdülcebbar, Müteşabihü'I-Kur'ôn, s.
AI-i imra.n, 3/179.
:
Kadı Abdülcebbar, Müteşabihü '1-Kur'ôn, s.
AI-i imra.n, 3/182.
173-174.
' -.
174.
174-175.
175.
olduğuna açıkça
delalet etmektedir. Zira Allah bu sözüyle zulümden Kendisini tenzih etmiştir.
Bütün bunlar Kendi katından olmuş olsaydı Allah'ın bu şekilde buyurması doğru olmazdı.
Çünkü Allah bu sözüyle övünüyor. Halbuki bütün zulmün yaratıcısı olmakla övünmek aklen
ne mümkündür ne de doğrudur. 137 Allah'ın eş ve çocuk edinmeyi veya uyuklama ve uyku
halinin peyda olmasını Kendisinden nefyetmesi ise, bunun gibi değildir. Çünkü burada Allah
zatı hakkında caiz olmayan şeylerden Kendisini tenzih etmiştir. Zira bunlar fıil yönünden
izafe edildikleri kimseye izafe edilirler. 138
Bu durumu beyan eden başka bir şey de, kulun işlediği günahları Allah'ın ona izafe
etmesi ve adaletle onun hükmünü vereceğini beyan etmiş olmasıdır. "Andolsun Allah,
"muhakkak Allah fakirdir ve biz zenginiz" diyenierin sözlerini işitmiştir. Onların o sözlerini
ve haksız yere peygamberleri öldürmelerini yazacağız. Ve onlara "o yakıcı azabı tadınız"
diyeceğiz." 139 Allah ayrıca şöyle buyuruyor: "Bu ellerinizin önden gönderdiğinin
karşılığıdır." Allah burada onlara azabı tattırmasının sebebinin kendi işledikleri fiilieri
olduğunu beyan etmektedir. Bunu şu "şüphesiz Allah kullarına zulmedici değildir" cümle de
tahkik ettirmektedir. Bunu ve peygamberlerin katlini kullarda yaratan Allah 'ın Kendisi
olsaydı böyle buyurması ne salıili ne de doğru olmazdı. 140
"Rabbimiz şüphe yok ki Sen, kimi ateşe sokarsan onu hakir kıldın, demektir. Ve
zulmedenlerin de hiç bir yardımcıları yoktur" 141 ayeti de, Hz. Peygamber'in şefaatinin
zalimler hakkında gerçekleşmeyeceğine ve bu gibilerin zulüm üzere ölmeleri halinde ateşten
kurtıılamayacaklarına delalet etmektedir. Bu ayetin "zalimlerden ateşe girenlere kimsenin
yardım etmeyeceğine" delalet ettiğini, halbuki bizler zulüm işleyenierin Hz. Peygamber'in
şefaatiyle hiç ateşe girmeyeceklerini söylüyoruz, şeklinde bir iddiada bulunurlarsa onlara
şöyle cevap verilir: "Ve zulmedenlerin de hiç bir yardımcıları yoktur" ifadesi kendi başına
müstakil bir cümle olup ondan önce geçen cümle nedeniyle bunu tahsis etmek
gerekmemektedir. Bundan başka geçen ayetlerde onların ateşe girdiğine delalet eden herhangi
bir şey de bulunmamaktadır. Burada Kur'an sadece "Rabbimiz şüphe yok ki Sen, kimi ateşe
sokarsan onıı hakir kıldın, demektir" ifadesini kullanmaktadır. Halbuki bu ifade ateşe
girmeyen için de kullanılmaktadır. Geleceğe delalet ettiği için kelamda asıl olan da bu
anlamda kullamlmasıdır. 142
SONUÇ
Abdülcebbar'ın farklı bağlamlarda aynı
ve dolayısıyla
çelişkiye düşmesini, böylece baskın mezheb görüşünün kişileri istenmeyen durumlara
düşürmesi açısından önemsediğimizi ifade etmek isteriz. Bütün bunları göz önünde
bulundurarak Kur'an'ın zahir formu mevzubahis olduğunda çok- genel ifadelerle
Ehlisünnet'in, Mutezile kadar "tevil"e başvurmak zounda kalmarlığını rahatlıkla
söyleyebiliriz. Bundan dolayı Mutezile, öncelikle düşünce sistemine zahir formuyla destek
veren metinlerle muhaliflerine karşı ayakta durmaya çalışmaktadır. Fakat nassın Mutezile
düşüncesiyle uyumlu bulunup "muhkem" kabul edilmesi çok kolay olmamaktadır. Nitekim
bir metin bazı Mutezile bilginlerince "müteşabih" görülüp "tevil" edilirken aynı metin, sadece
bir gramer kuralından dolayı diğer bazı bilginler tarafından "muhkem" sayılabilmektedir. Bu
durumda Mutezile, kendilerinin "muhkem" saydığı ve fikirlerini desteklediğine inandığı · ,~
nasslara yönelik muhaliflerinden gelen eleştirilere bir tarafta cevap vermeye, diğer tarafta da .~
metni
farklı değerlendirmesini
·ı--:
..!
<-~
2
ı_-4
137
138
139
140
141
142
Kadı Abdülcebbar, Müteşabihü 'I-Kur'an,
Kadı Abdülcebbar, Müteşabihü 'I-Kur 'an,
AI-i imrarı, 3/ısı.
Kadı Abdülcebbar, Müteşabihü 'I-Kur 'an,
AI-i imran, 3/ı92.
Kadı Abdülcebbar, Müteşabihü 'I-Kur'an,
s. ı 75-ı 76.
s. ı 76.
s. ı 76.
s. ı 77.
~
ro
ril
lU
u
:~ ~
~:6
~6
~g.
~o
51
kendilerinin "müteşabih" saydığı fakat muhalifieminin "muhkem" kabul ederek düşüncelerini
desteklemede kullanmak istedikleri metinleri, "mecaz" silahıyla "tevil" etmeye çalışmaktadır.
Buna göre "muhkem" ye "müteşabih" kavramları, Mutezile ve Ehlisünnet
düşüncesinde farklı anlam alanlarına sahip olabilmektedir. Mutezile düşlineesinde "muhkem"
ayetler, şekilsel formlarıyla ''usul-ü hamse"ye uyum sağlayan ve onları destekleyen
metinlerden ibaretken "müteşabih" ayetler ise, zahir biçimleriyle ''usul-ü hamse"ye uyum
göstermeyen veya Ehlisünnet'in düşünce sistemine daha yakın görünen metinleri ifade
etmektedir. Sonuçta bir metnin "muhkem" veya "müteşabih" kabul edilmesinin sınır ve
şartlarının çok belirgin olmaması nedeniyle bunların anlam alanlarının, biraz da yorumcuların
bakış açılarına göre değiştiğini belirtmemiz gerektiğini düşünüyoruz. Bununla birlikte genel
anlamda Kur'an nassını "tevil" etmede Ehlisünnet'in, Mutezile kadar rahat davranmadığı da
bir hakikattir.
Sonuçta Mutezile zahir biçimiyle düşüncelerini destekleyen ayet metinlerini
"muhkem" addederek anlamlandırırken yine zahir şekliyle muhaliflerinin görüşlerine delil
olabilecek metinleri ise, "müteşabih" kısmına dahil ederek "tevil" etme yönüne gitmektedir.
Çok yönlü teviller neticesinde Mutezile düşünürleri, zahir biçimiyle muhaliflerinin
görüşlerine daha yakın durduğuna kanaat getirdikleri nassları, ya kendi düşüncelerini
destekleyecek veya en azından: muhalifleri tarafından delil olarak başvurulamayacak bir
konuma getirmek istemektedirler. Bu amacı gerçekleştirmede Mutezile bilginlerinin özellikle
"dilsel delalet", "akli tevil" ve "mecaz"dan çokça yararlandıklarını görmek mümkündür.
,..,, ..
'ı
52
Download