Bosna - IGMG

advertisement
Müslüman kişiliği, sıradışı
üslubu ama hepsinden evvel
yorulmaz bir dava adamı
olması hasebiyle siyaset arenasında alışılmışın dışında bir soluk,
İslam aleminde sevilen bir
lider olmayı başarmış
ender şahsiyetlerden biriydi
AYLIK HABER-YORUM DERGİSİ
ŞUBAT 2013 | yıl 19 | nr./sayı 218
Necmettin
Erbakan.
s. 30
20 Yıldır Dinmeyen Sızı
BOSNA
Bremen’deki Müslümanlara Fransa’nın Son ‘‘Özgürleştirme’’
Kurumsal Haklar
Operasyonu: Mali
Bosna’yı Savunmak
... İslam’ın Resmi Din Olarak
Tanınması mıydı? s. 8
Bosna ordusunun emekli generali
Divyak ile Bosna’yı konuştuk s. 20
Suriye konusunda çekimser kalan Fransa
Mali‘ye askeri operasyon düzenledi s. 40
Şerefti
Hac
Umre
2013
“Hac ve umre yapanlar
Allah’ın misafirleridir.”
Hadis-i Şerif
IGMG Hadsch-Umra & Reisen GmbH
Boschstr. 61-65 | D-50171 Kerpen
T +49 2237 9746-0 | F +49 2237 656319
[email protected] | igmghacumre.com
/ IgmgHacUmra
/IgmgHacUmre
Türkiye Temsilciliği | Hennes Tour
T +90 332 3515055 | [email protected]
Selamların
en güzeli ile
Kuşatmanın Kaldırılışının 20. Yılında Bosna
ve Erbakan Hoca
A
klımıza geldiğinde gözlerimizin yaşardığı ender mekanlardan biridir Bosna,
belki de başlıcasıdır. Uzun
süredir görülmemiş bir kardeşin hayali gibidir gözlerde,
ve kokusu hatırlandıkça burunlarımızı sızlatır. Ne
kadar uzak olsalar, ne kadar yabancı kalsalar unutulmazlar Bosnalı, Boşnak karındaşlar. Nasıl unutsunlar, aynı karnı, yani İslam’ı kendilerine vatan
edinmiş ümmetin çocukları birbirlerini, dinin bizi
karındaş kıldığını, kardeş kıldığını biz unutsak da,
bize hatırlatan bunca şey yaşanırken... Biz zaman
zaman unutsak da, kardeşlerimizi ve kardeşliğimizi bize hatırlacak gelişmeler hep yaşanacaktır, dün
olduğu gibi bugün de, yarın olduğunda da...
Bizler de Bosna kuşatmasının kaldırılışının 20.
yılını vesile kıldık kendimize Bosna’yı ve Bosnalı kardeşlerimizi hatırlatmak için, dosyamızın en
özgün bölümü Bosna için savaşmış Sırp asıllı bir
general ile, emekli tuğgeneral Yovan Divyak ile
yaptığımız söyleşi oldu. General Divyak Bosna
için savaşmış olmaktan ne kadar mutluluk duyuyorsa, bugünkü durumdan ve bölünmüşlükten
de o kadar üzüntü duyduğunu ifade etti, sorularımıza verdiği içten yanıtlar arasında. Ömer Öksüz Bosna’nın dününü, kardeşliğimizin tarihini
ve bugünkü durumu yazdı. Ve bizler gibi Bosna’yı
unutmayan, unutamayan bir muhabirin romanını, Barbara Demick’in Bosna savaşına dair yazdıklarını Fatma Çamur kısa yazısına konu kıldı.
Bizler için unutulmaması gereken bir diğer
tarih, Erbakan hocamızın ölüm tarihiydi. Yakın
dönem Türk siyaset tarihinin, hatta tüm İslam
dünyasının gördüğü en büyük ve nevi şahsına
münhasır liderlerinden biri olan hocamız aramızdan ayrılalı tam iki yıl olacaktı, tarihler 27 Şubat’ı
gösterdiğinde. Samimiyetinin kuşatıcılığıyla saçtığı
tohumlar her köşe başında yeni bir fidanın yeşermesine vesile olmaya devam ederken ve bugünün
Türkiye’sini yeni ufuklara taşırken, onu ve mücadelesinin öncülüğünü unutamazdık ve unutmadık.
Aziz hatırasını bir kez dah hayırla yad ediyoruz.
Geçtiğimiz günlerde gündemi meşgul eden
konuların başlıcalarından bir diğeri de Bremen’de
imzalanan anlaşma oldu. Bremen Eyaleti ve İslam
cemaatleri arasında imzalanan anlaşma İslami
kuruluşların konumunu güçlendirmesinin yanı
sıra, Müslümanların genel olarak anayasa ve yasalarla korunmuş haklarını da somutlaştırdı, ayrıca
Müslümanların günlük yaşamlarında sık sık karşılaştıkları bazı sorunlarla ilgili çözümler sunmuş
oldu. Hristiyan ve Musevi dini cemaatlerinin anlaşmalarına oranla çok daha kısıtlı olsa da, İslami
cemaatlerin diğer dini cemaatlerle eşit bir statü
kazanması yolunda alınan önemli bir mesafe oldu
bu anlaşma ve nihayet, İslami cemaatlerin dini
cemaat vasfı Bremen eyaletince de kabullenilmiş
oldu. Aynı gelişmelerin Müslüman nüfusa sahip
diğer eyaletlerde de yaşanması ortak çabamız. Bu
sonuçların alınabilmesinin ise ancak Müslümanların bu süreçlere gereken ilgiyi göstermesiyle
mümkün olacağının farkındayız.
Bir dahaki sayımızda buluşmak üzere, kalbî selamlarımla...
» Mustafa Yeneroğlu
İçindekiler
20
Gündem
D O S YA
8 Bremen’deki Müslüman-
Bosna’yı Savunmak Şerefti
lara Kurumsal Haklar
Bremen Eyaleti ve İslam Cemaatleri
arasında imzalanan anlaşma İslami
kuruluşların konumunu güçlendirmesinin yanı sıra, Müslümanların
genel olarak anayasa ve yasalarla
korunmuş haklarını da somutlaştırıyor, ayrıca Müslümanların günlük
yaşamlarında sık sık karşılaştıkları
bazı sorunlarla ilgili çözümler
sunuyor.
Gündem/YORUM
10 ... İslam’ın Resmi Din
Emekli tuğgeneral Yovan Divyak Bosna-Hersek Ordusu’nun
önde gelen generallerinden
biriydi, bugün ise ‘‘Bosna’yı
Eğitim Kurtaracak Vakfı’’nın
kurucusu olarak Bosna halkına
hizmet etmeyi sürdürüyor, gerçek bir hayırsever olan, Bosna
ordusunun Sırp asıllı emekli
generali Divyak ile Bosna’yı
konuştuk.
Olarak Tanınması mıydı?
26
G ÜNDEM
12 Kavram Kargaşası
D O S YA
Kavram karmaşasına yol açan,
çarpık bakışı besleyen temel unsur,
İslam’a ilişkin beyanların herhangi
bir ampirik temelinin bulunmamasıdır. Yaygın kanaatler oluşturulurken, ispat edilmek istenen eğilime
işaret etmek için tek bir olay yeterli
olmaktadır.
D O S YA
16 Küçük Bir Ülke’nin Büyük
Bosna: Gözyaşları
Kurumayan Ülke
Barbara Demick’in Saraybosna’nın Gülleri Kitabının
Hatırlattıkları
30
D O S YA Ö Z E L
Tarihi Kuşatmanın Kaldırılışının 20. Yılında Bosna
Bir Dava Adamı:
Necmettin Erbakan
Yolsuzluk, milliyetçilik, ağır bürokrasi, fakat hepsinin de ötesinde
yaşanan savaş ve onunla beslenen
nefretler, Bosna’yı daha uzun yıllar
meşgul edeceğe benzemektedir.
Müslüman kişiliği, sıradışı üslubu
ama hepsinden evvel yorulmaz
bir dava adamı olması hasebiyle
siyaset arenasında alışılmışın
dışında bir soluk, İslam aleminde
sevilen bir lider olmayı başarmış
ender şahsiyetlerden biriydi Necmettin Erbakan.
İslam Toplumu Milli Görüş
Aylık Yayın Organı
ŞUBAT 2013
yıl/JG.: 19 nr./sayı 218
Boschstr. 61-65, D-50171 Kerpen, Deutschland | Tel.: + 49 2237 656-0 • Fax: +49 2237 656-555
www.igmg.org | E-Mail: [email protected] | Herausgeber / Yayıncı: IGMG-Islamische Gemeinschaft Millî
Görüş e.V. (Amtsgericht Köln, VR 17018) adına Kurumsal İletişim Başkanlığı | Vertreten durch den
Vorstand: Kemal Ergün, Vorsitzender; Oğuz Üçüncü, Generalsekretär; Hakkı Çiftçi, stellv. Vorsitzender
| Chefredakteur / Genel Yayın Yönetmeni: Mustafa Yeneroğlu (V.i.S.d.P) | Editor / Editör: Ahmet
Faruk Çağlar | Redaktion / Redaksiyon: İlhan Bilgü, Fatma Çamur, Rahime Söylemez, İlknur Küçük,
Ali Mete | Design / Tasarım, Druck / Baskı: 99names communication GmbH | Titelbild / Kapak
36
D O S YA Ö Z E L
İslam Dünyasının
Hocası Erbakan’ın
Mücadelesi
Türkiye’nin yetiştirdiği en büyük
değerlerden biri olan Erbakan
gerek örnek kişiliği ve yaşayışıyla,
gerekse “uslanmaz” bir optimist
ve yorulmaz bir dava adamı
olması hasebiyle milyonlarca
insana, bilhassa gençlere manevi
bir güç ve esin kaynağı oldu.
40
DÜN Y A
Fransa’nın Son
‘‘Özgürleştirme’’
Operasyonu: Mali
Suriye konusunda çekimser kalan
Fransa Mali‘ye askeri operasyon
düzenledi
42
DÜN Y A
Patani’de Barış
Olur mu?
Tayland’ın güney eyaletlerinin, 1909 yılında İngiltere ile
yapılan bir anlaşma sonrasında Tayland’da bırakılması ile
başlayan Patani problemi, Tay
Krallığı’nın ulusal bir Tay kimliği
oluşturmak için yürüttüğü kültürel baskı politikası ile zirveye
ulaştı...
TARİH
46 Prusya’dan Alman
İmparatorluğu’na: Osmanlı ile İlişkiler
Almanya’nın Osmanlı’ya sınırı
olmaması ve o dönem itibariyle
Osmanlı topraklarında yayılma
hedefinin olmadığı düşünüldüğünde ve diğer yandan Almanya
için de Osmanlı Devleti’nin,
Avusturya ve Rusya gibi düşmanlarına karşı önemli bir güç
olmasının, iki devleti tabii birer
müttefik haline getirdiği söylenebilir.
TARİH
51 Dschihad ‘‘made in
Germany’’Bir Alman
Diplomatın Cihad Seferberliği
Bugün bağlamından koparılarak
kullanılan ve geniş halk kitlelerinin bilinçaltına olası tüm olumsuz çağrışımlarıyla zerkedilen
cihad ve İslamcılık gibi mevhum
ve olgular egemen güçlerin
çıkarlarına hizmet ettiğinde dost
ve sevimli kavramlar olarak da
kullanılabilmiştir.
PORTRE
56 Fatma Seher Erden
Kurtuluş Savaşı’ndan Bir Kadın
Subayın Portresi
3 Önsöz
4 İçindekiler, Künye
6 Gündemden Kısa Kısa
58 Kitap Tanıtımı
resmi: jackmalipan, istockphoto | Im Auftrag der IGMG durch 99names communication GmbH erstellt. IGMG adına, 99names communication
GmbH tarafından hazırlanmıştır. Merheimer Str. 229, D-50733 Köln • Tel.: +49 221 942240-20 | Die in der Zeitschrift veröffentlichten Meinungen
binden die ­Autoren, nicht die IGMG. / Yayımlanan yazıların sorumlulukları yazarlarına aittir. | Auflage / Tiraj: 14.800 | Anzeigenservice / İlan Servisi:
Tel.: +49 221 942240-0 | Fax: 0221 942240-119 • E-Mail: [email protected] | Abonnement / Abonelik: IGMG Islamische Gemeinschaft Millî Görüş
Mitgliederbetreung: Boschstr. 61-65, D- 50171 Kerpen | Tel.: +49 2237 656-0 | Fax: +49 2237 656 555 | E-Mail: [email protected] | Jahresabonnement
/ Yıllık abone ücreti: 40,-EURO | Der Bezugspreis ist für Vereinsmitglieder im Mitgliedsbeitrag enthalten. / IGMG Genel Merkez Üyelerine
ücretsizdir. | Bankverbindung/Hesap No: Bank Austria: IBAN: AT 23 12 000 515 74 66 56 01 SWIFT: BKAUATWW
Gündem
flickr.com, ECtHR Project
Gündemden kısa kısa
6
Başörtüsü Yasağı
Tekrar Tartışılmalı
Bir Yılda
108 Saldırı
 Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin,
‘‘Herhangi bir tehlikeye yol açmadıkça veya
ilgili meslek bunu zorunlu kılmadıkça işyerlerinde Hristiyan haçı, Davut yıldızı veya
İslamî başörtüsü takınılması serbesttir.’’ kararı uzmanlar tarafından ayrımcılığa karşı
ve din özgürlüğü lehine önemli bir mesaj
olarak değerlendirdi. Almanya’da büyümüş
ve buranın yerlisi olmuş binlerce genç ve
eğitimli Müslüman bayanın başörtüsü nedeniyle iş hayatından saf dışı bırakılarak sosyal
hayatın dışına itildiğini belirten uzmanlar,
Strazburg’da verilen mahkeme kararının emsal teşkil etmesi gerektiğini vurguladılar.
 TBMM İnsan Haklarını İnceleme
Komisyonu’nun raporuna göre, geçen yıl
Avrupa’da 108 ırkçı saldırı yaşandı. 67 olayla
Almanya ilk sırada yer aldı. Komisyon Başkanı
Ayhan Sefer Üstün’ün verdiği bilgilere göre,
2012 yılında Avrupa ülkelerinde yaşanan ırkçı saldırılar sıralamasında 13 olayla Hollanda
ikinci, 4’er olayla da Belçika ve Ukrayna üçüncü sırada yer alıyor. Suç türleri açısından ise
38 olayla saldırı ilk sırada yer alırken bunu 15
olayla kundaklama izliyor. Suç türleri sıralamasında da tehdit mektubu üçüncü sırada
yer alırken kalan 36 olayı ise ırkçı gösteri,
Kur’an yakma gibi olaylar oluşturuyor. Üstün ayrıca, ‘‘Irkçılık Batı’nın temel sorunu ve
Avrupa’nın tamamında mücadele edilmesi
gereken bir konu.’’ açıklamasında bulundu.
P e rsp e k t İ f • S ay ı 218 • ŞU B AT 2013
flickr.com, James F Clay (CC BY-NC 2.0)
Schleswig-Holstein da
Müslümanlarla
Devlet Anlaşması
İmzalamak İstiyor
 Hamburg ve Bremen’den sonra, şimdi
de Schleswig-Holstein Eyaleti Müslümanlarla
bir devlet anlaşması imzalamak istiyor. 2012
yılının Ağustos ayında başlayan ve Aralık
ayında çeşitli İslami kurumlarla yapılan görüşmelerle devam eden sürecin halihazırda
başladığı belirtilirken, resmi müzakerelerin
de kısa bir süre içerisinde başlaması bekleniyor. Ayrıca Schleswig-Holstein’daki olası anlaşmaya Hamburg ve Bremen eyaletlerinde
imzalanan anlaşmanın örneklik teşkil etmesi
bekleniyor. Resmi verilere göre SchleswigHolstein Almanya’da yaşayan Müslümanların
yüzde 2,1’ine ev sahipliği yapıyor. Bu oran
ise Almanya çapındaki en yüksek Müslüman
oranı olma vasfını taşıyor.
Kuzey Ren-Vestfalya’da
Her Sekiz Öğrenciden
Biri Müslüman
 Kuzey Ren-Vestfalya Eyaleti’ndeki Müslüman öğrenci sayısı geçtiğimiz 15 yıl içinde
75.000’den 274.000’e yükseldi. Bilindiği gibi,
Ruhr bölgesinin bazı kısımlarındaki öğrenciler arasında da Müslümanlar en kalabalık dini
grubu oluşturuyordu. Resmi rakamlara göre,
2006/2007 öğretim yılından beri Müslüman
öğrenci oranındaki artış yıllık olarak yaklaşık
yüzde 2,3 seviyesinde bulunuyor. 2011/2012
öğretim yılında yüzde 13’ünü Müslüman öğrencilerin oluşturduğu öğrencilerin yüzde 41’i
katoliklerden oluşurken, yüzde 29’u ise protestanlardan oluşuyor. Müslüman öğrencilerin
(Duisburg ya da Gelsenkirchen gibi) bazı şehirlerdeki oranı ise yüzde 32’yi buluyor. Son araştırmalara göre, Almanya çapında her sekiz öğrenciden birinin Müslüman olduğu belirtiliyor.
ŞU B AT 2013 • S ay ı 218 • P e rsp e k t İ f
7
Bremen Belediye Binası
Gündem
» ENES BİLGİLİ
Bremen’deki
Müslümanlara
Kurumsal Haklar
8
P e rsp
r s p e k t İ f • S ay ı 218 • ŞŞU
U B AT 2013
flickr.com, _tom_ (CC BY-NC-SA 2.0)
[email protected]
Bremen Eyaleti ve İslam Cemaatleri arasında imzalanan anlaşma
İslami kuruluşların konumunu
güçlendirmesinin yanı sıra, Müslümanların genel olarak anayasa
ve yasalarla korunmuş haklarını
da somutlaştırıyor, ayrıca Müslümanların günlük yaşamlarında
sık sık karşılaştıkları bazı sorunlarla ilgili çözümler sunuyor.
B
remen Eyaleti ve İslam Cemaatleri arasında 2009 yılının
Ağustos ayından bu yana süren
müzakereler sonucunda Müslümanların eyaletteki statüsünü
güçlendiren bir devlet anlaşması
imzalandı. Böylece Hamburg eyaletinden sonra,
Müslümanlara kurumsal haklar tanıyan anlaşmayı imzalayan ikinci eyalet Bremen oldu. Törende
İslami kuruluşlar adına IGMG camilerinin de üye
olduğu Bremen İslam Şurası Başkanı Mustafa Yavuz ile birlikte DİTİB Eyalet Birliği ve İslam Kültür
Merkezleri temsilcisi anlaşmaya imza attı. Anlaşma 24 Ocak günü eyalet meclisinde yapılan oylama
neticesinde kabul edilerek yürürlüğe girdi.
Bremen’de yaşayan Müslümanlar anlaşmanın
üç yıl sonra da olsa, sonuçlandırılmasından ve uzlaşmacı üsluptan memnun. Zira anlaşma İslami
kuruluşların konumunu güçlendirmesinin yanı
sıra, Müslümanların genel olarak anayasa ve yasalarla korunmuş haklarını da somutlaştırıyor, ayrıca
Müslümanların günlük yaşamlarında sık sık karşılaştıkları bazı sorunlarla ilgili çözümler sunuyor.
Bu çerçevede, örneğin; Müslüman çalışanlar ve
öğrenciler Kurban ve Ramazan bayramlarının ilk
günlerinde izin kullanabilecekler. Bunun yanı sıra
kamu kuruluşlarında, cezaevleri ve hastanelerde
Müslümanların ibadetlerini yerine getirebilmeleri
için olanakların oluşturulması sağlanacak, dini rehberlik görevi de İslam cemaatleri tarafından yerine
getirilebilecek. Ayrıca kamuya ait mezarlıklarda
Müslümanların cenazelerinin İslami usüllere göre
defnedilmesi güvence altına alınarak ihtiyaca göre
yer gösterilecek. Anayasa tarafından da güvence altına alınmış olmasına rağmen birçok belediye tara-
fından engellenen kubbe ve minareli cami yapımına
engel çıkarılmayacak. En önemlisi ise, İslami kuruluşların dini cemaat vasfı bundan sonra kamu
idaresi tarafından sorunsallaştırılamayacak. Buna
göre cemaatlerin anayasa tarafından koruma altına alınmış kimliklerinin reddedilmeyeceği, devlet
protokolünde gözardı edilmeyeceği ve bunun gereği olarak da toplumsal temsil kurumlarda temsil
edilmeleri için çaba sarfedileceği kayda alınıp bazı
harçlardan muaf tutulacağı da belirlenmiş oldu.
Anlaşma Müslümanlara bazı kolaylıklar sağlarken, Hristiyan ve Musevi dini cemaatleriyle yapılan anlaşmaların aksine bazı ek düzenlemeleri de
kapsıyor. Buna göre, uyum içinde bir yaşam sürdürebilmek için hangi değerlerin önemli olduğunun
altı çizilerek, İslami cemaatler Almanya’nın anayasal düzenine, demokratik sistemine saygı göstermek, farklı dinlere karşı hoşgörülü olmak ve kadın
erkek eşitliğine sahip çıkmakla yükümlü tutuluyor.
Hristiyan ve Musevi cemaatlerle yapılan sözleşmede olmayan bu maddeler ise, İslami cemaatlerle ilgili önyargıların sürdürüldüğünü belgeliyor.
Anlaşmanın başta din dersiyle ilgili çoğulcu
toplum gerçeklerine uygun bir düzenleme içermemesi, diğer dini cemaatlere kendileriyle yapılan anlaşmada tanınan maddi desteklerin İslami
cemaatlere sağlanmaması, özel kabristan oluşturulması imkanının tanınmaması ve kurumlarda
temsil hususunun somutlaştırılmamış olması gibi
birçok eksiklik barındırmasına rağmen önemli
bir adım olarak değerlendiriliyor.
IGMG Genel Sekreteri Oğuz Üçüncü de yaptığı açıklamada; anlaşmanın, İslami cemaatlerin
kamu hukuku tüzel kişiliğine sahip diğer dini cemaatlerle eşit bir statü kazanma yolunda alınan
bir mesafe olarak görülmesi gerektiğini belirterek
memnuniyetini ifade etti. Üçüncü ayrıca şunları
ekledi: ‘‘Nihayet, İslami cemaatlerin dini cemaat vasfı Bremen eyaletinde de kabullenmiş oldu.
Umarız ki, diğer eyaletler de Bremen’i kendilerine
örnek alarak İslami cemaatler hakkında ‘birliklerden/derneklerden’ bahsetmekten vazgeçerler.’’
Anlaşmayla birlikte Bremen ve Bremerhaven’de
yaşayan yaklaşık 40 bin Müslümanın toplumun bir
parçasını oluşturduğu ve İslam’ın Bremen’in ayrılmaz
bir parçası olduğu eyalet Başbakanı Jens Böhrsen’ın
ifadesiyle de teyid edilmiş oldu. Bremen İslam Şurası Başkanı Mustafa Yavuz ise Almanya’daki İslami
kuruluşların yasal olarak sinagog ve kiliselerle aynı
statüye sahip olmaları gerektiğinin altını çiziyor.
Ş U B AT 2013 • S ay ı 218 • P e r s p e k t İ f
9
Gündem/Yorum
... İslam’ın Resmi Din
Olarak Tanınması mıydı?
A
lmanya’nın Hamburg eyaletinin ardından Bremen’de
İslami cemaatlerle eyalet arasında yapılan devlet sözleşmesi Müslümanların meselelerinin bundan sonra eyalet
hükümetiyle paralel düzlemde görüşülebilmesi
ve daha önemlisi kurumsal hakların elde edilmesi açısından önemli bir aşama oldu. Bu sebeple
gelinen aşamayı memnuniyetle karşılayıp, destek
verenleri tebrik ediyoruz. Müslümanların kurumsal (cemaat) hakları şimdiye kadar kamu idaresi
ve siyaset tarafından muhatap bir adres yok gerekçesiyle ısrarla gözardı ediliyordu. Dini cemaat
kuruluşlarının tesisiyle birlikte sahip oldukları
kimlik ve beraberindeki doğal hakları ne federal
ne de eyalet düzeyinde kabul görüyordu. Öyle ki,
STK, vakıf ve enstitüler tarafından kamu kuruluşlarının fonlarından faydalanarak gerçekleştirilen
panel ve sempozyumlarda bile ‘‘çatı kuruluşlarını’’
dini cemaat olarak tanımlamamak için özel itina
gösteriliyordu. Bu duruma İslami kuruluşların bir
kısmı dahi o kadar alışmıştı ki, bu kuruluşların
temsilcileri mevcut durumun aksini savunanlara
anlam vermekte zorlanıyor, kendi kimliklerinden
bihaber garip yaklaşımlar sergiliyorlardı. Bu garipliklerin başında yıllarca tekrar edilen, bugün
de zaman zaman duyduğumuz ‘‘İslam’ın resmi
din olarak tanınması’’ talebi geliyor(du), oysa bu
popüler talebin mevzuatta hiçbir karşılığı yok.
Zira devletin ne Hristiyanlığı, ne Museviliği ne
de İslam’ı tanıyıp tanımama gibi bir görev veya
10
P e rsp
r s p e k t İ f • S ay ı 218 • ŞŞU
U B AT 2013
» MUSTAFA YENEROĞLU
[email protected]
yetkisi sözkonusu değil. Bu şartlar altında, devleti temsil eden kamu bürokrasisinin muhafazakar
refleksleri, siyasi partilerin toplumsal gerçekliği
hazmetmekte zorlanmaları ve oy hesaplarıyla birlikte İslami cemaatlerin de hazırlıksız olması sebebiyle tartışmanın nesnel bir zemine çekilmesi
mümkün olmadı. Bundan dolayı da yıllardır kurumsal haklarla ilgili adımlar atılamadı. Bu durum
bir taraftan hazırlıksız olan kamu idaresinin işine
gelmiş gibi görünse de, Müslümanların toplumsal
temsil kurumlarına katılımının bu şekilde engellenmiş oldu ve belki de 20 yıl öncesinden başlamış
olması gereken süreç sürekli ertelendi.
Bugüne kadar yaşanan engellemeler ise bundan
sonra hayli zorlaşacak. Kimse çıkıp ‘‘siz dini cemaat değilsiniz, dolayısıyla kurumsal haklar talep
edemezsiniz’’ diyemeyecek. Nitekim Hamburg ve
Bremen anlaşmalarıyla varılan en önemli aşama,
maddi hukuka göre tartışmasız olan dini cemaat
vasfının teyid edilmesi oldu. Bunu tam olarak anlayabilmek için geçmişte yaşanmış kimi örnekleri
hatırlatmak gerekir. Örneğin; Berlin İslam Federasyonu dini cemaat kimliği reddedildiği için 20 yıllık bir hukuk mücadelesi sonrasında Federal İdare
Mahkemesi’nin nihayi kararıyla ancak din dersi verme hakkını elde etmişti, helal et kesimiyle ilgili davalarda kilise modeline takılan muhafazakar yargıçlar dini cemaat yok bahanesini yıllarca öne sürdüler,
2010 yılında federal parlamentonun bilim kurulu
muhatap alınacak dini cemaat olmadığı gerekçesiyle İlahiyat fakültelerinin oluşumu ve din dersi öğretmeni yetiştirilmesi meselesinin Müslümanların
da dahil edileceği danışma kurullarıyla yürütülmesini tavsiye etmişti, oysa nötralite (tarafsızlık) ilkesi
gereği devlet dini cemaatlerin asli vazifesi olan bu
alanlarda onların haklarına müdahale etmemeliydi.
Ancak bilim kurulunun siyasi boyutları itibariyle
hiç de sürpriz olmayan bu kararı sonucu dini cemaatlerin varlıkları reddedilerek anayasanın öngördüğü modeller dışında Müslümanların kurumsal hakları kısıtlanmak suretiyle süreç oldu bittiye getirildi.
Yine benzer şekilde, daha birkaç ay evvel en fazla
Müslümanın yaşadığı Kuzey Ren Vestfalya eyaletinde Müslümanları temsilen bazı basiretsizlikler
sebebiyle taraf olan İslami cemaatlerin dini cemaat
olmadıkları özel bir yasayla belirlenerek kurumsal
hakların verilmesi yıllar sonrasına atılmış oldu. Bu
sürecin kimi İslami cemaatlerden de destek görmüş
olması tüm fotoğrafın manidar bir özeti gibi. Yukarıda kısaca zikredilen bütün bu örnekler çoğaltılabilir kuşkusuz. Özetle ifade etmek gerekirse; yıllarca
hukuken geçerliliği olmayan gerekçelerle Müslümanların kurumsal hakları ötelendi.
Henüz 2010 yılı gibi çok erken bir tarihte,
Schäuble’nin Federal İçişleri Bakanı olduğu dönemde, İslam Konferansı’nın 2. çalışma grubunda
dahi İslami kuruluşları dini cemaat olarak nitelememek için bakanlık temsilcilerinin çabası hatırlanınca ve o süreçten sonra gerçekleşen gelişmeleri kuşkuyla izlemek mümkünken, yeni toplumsal
şartlara adaptasyonun daha fazla ertelenemeyeceği
yeni mi anlaşıldı diye de sorgulanabilir. Kurumsal
hakların zamana yayılmış olarak kısıtlı bir biçimde ‘‘lütfedilmiş’’ olması kuzey eyaletlerinin güneye nisbeten daha açık ve liberal olmalarına bağlanabileceği gibi, Müslümanların bu süreçlere pek
hazırlıklı olmadıkları da dikkate alınarak, devlet
tarafının sürecin ilk adımını atıp çerçevesini sınırlandırmakla sürecin yön ve hızını kontrol kararlılığını ortaya koyduğu da düşünülebilir.
Bütün bunlar gelinen noktanın küçümsenebileceği manasına gelmiyor. Anlaşmaların Hristiyan
ve Musevi cemaatlerinin anlaşmalarına oranla çok
daha kısıtlı olması ise birçok faktörle izah edilebilir.
Ayrıca mevcut durumu anlamak için Almanya’nın
tarihi seyir içerisinde diğer azınlıkları ‘‘eşitleme’’
sürecine de bakılmalıdır. Örneğin Musevilerin
hukuki olarak eşit kabul edilmesiyle ilgili 18. yüzyılda başlayan tartışmalar günümüzdeki tartışmalara ışık tutacak niteliktedir. Prusya bürokrasinin başlattığı bu sürecin en karakteristik özelliği,
hukuki eşitliğin sağlanmasının Musevi azınlığın
adaptasyonu şartına bağlanmasıydı. Eşitlikle ilgili
atılacak adımlar o zaman da asimilasyon olarak tanımlanan ileri düzeyde adaptasyonun oluşmasına
endekslenmişti. Hukuki düzenin ve toplumsal yapının bugün için oldukça farklılaştığını da dikkate
alarak, çok dinamik bir tarihi sürecin içerisinde
olduğumuzu ve bu sürecin tüm tarafları karşılıklı
olarak etkilemesinin kaçınılmaz olduğunu unutmamak gerekir. Fakat asıl üzerinde durulması gereken soru: Müslümanların bu süreçlere ne kadar
ilgi gösterip takip ediyor olduğu ve özellikle onları
temsilen süreci takip edenlerin durumu idraklarının ne seviyede olduğudur. Geleceğimizi belirleyecek olan da bu sorunun cevabı olsa gerek....
Ş U B AT 2013 • S ay ı 218 • P e r s p e k t İ f
11
Gündem
12
P e rsp
r s p e k t İ f • S ay ı 218 • ŞŞU
U B AT 2013
» ELİF YAKAÇ
[email protected]
Kavram
karmaşasına yol açan,
çarpık bakışı
besleyen temel
unsur, İslam’a ilişkin
beyanların herhangi bir
ampirik temelinin bulunmamasıdır. Yaygın kanaatler
oluşturulurken, ispat edilmek istenen
eğilime işaret etmek için tek bir olay
yeterli olmaktadır.
21. yy’da Avrupa’da yaşayan Müslümanların, düşünce ve bakış açılarının anlaşılabilmesi için ilk olarak günümüzde oldukça
karmaşık ve zaman zaman yanlış kullanılan
kavramları sarahate kavuşturmak başlangıçta atılması gereken en önemli adımlardan
biridir. Zira kavramlar aklımızın teleskopudur. Zihnen bir olaya nüfuz edebilmek için
kavramlara ihtiyaç duyarız ve ancak birtakım
kavramların varlığı ve doğru kullanımı ile meseleleri gerektiği gibi anlamlandırabiliriz.
Şunu da göz önünde bulundurmak gerekir;
benzer terim ve kavramlar farklı kültürlerde
farklı anlamlara sahip olabilir, bu ise içinden
çıkılması güç sorunlara yol açar. Bu kavram
kargaşası günümüzde öyle bir hal almıştır ki,
belirli bir kültürde olumlu veya bambaşka anlam örgülerine sahip olan kavramlar bir başka
kültürde oldukça negatif algılanabilmektedir.
Esasen oldukça normal ve anlaşılır gibi görünen bu karmaşa için en büyük etkenlerden biri
de, bir toplumun kendi tarihi tecrübesi ve bu
tecrübeden miras kalan zihin haritalarıdır.
Günümüzde bu anlam sapmasına verilebilecek önemli örneklerinden biri Müslümanların Batılı ülkelerde, daha somut
olarak Avrupa’da karşılaşmak ve aşmak
zorunda kaldıkları olumsuz din tasavvurudur. Bu olumsuz tasavvurun köklerini
şüphesiz çok daha eski tarihlerde, özellikle
Ortaçağ Avrupası’nda aramak makul gözükmektedir. Zira bu dönemde kimi din
adamları yetkilerini Tanrı’dan aldıklarını
iddia ederek dini keyfi birtakım uygulamalar doğrultusunda kullanmış ve din adına
katliamlar gerçekleştirebilmişlerdir. Bu din
adamları istediklerini dinden çıkarmış, istediklerine de cennette arsa vadedebilmiştir, bu durum ise ortaya bozuk bir din algısı
çıkarmış, sonraki nesillerin, avam ya da havas tüm halkın zihninde silinmesi zor izler
bırakmıştır. Dolayısıyla kısaca aktarmaya
Ş U B AT 2013 • S ay ı 218 • P e rsp
ŞU
rspektİf
13
Gündem
çalıştığımız böylesi bir tarihi arkaplana sahip
Bu bağlamda sık tekrarlanan bir başka terim/
Avrupa halklarının dine karşı önyargılı olması
kavram ise ‘‘Fundamentalizm’’dir. Müslümanlar
ve olumsuz bir bakış açısı geliştirmiş olması –
köktencilikle karşılanabilecek bir ‘‘özelliğe’’ sahip
her ne kadar kabul edilemese de- anlaşılırdır.
midir? Köktenci olmak ne demektir ve bunu din
Şüphesiz bu önyargılı ve klişeleşmiş bakış açılaile açıklamak mümkün müdür? Bu soruların cerı ile yanlızca Müslüman toplumlar ‘‘mücadele’’
vabını vermeden önce yine kavramın kökenine/
etmek zorunda kalmamıştır; benzeri önyargılar
tarihine bakmak elzemdir. Fundamentalizm bir
kimi durumlarda Hristiyan, Yahudi ve sair dinilahiyat kavramı olarak ilk defa 19. yy’da Proteslere mensup olanlar için de geçerli olmuştur.
tanlar tarafından literatüre sokulmuştur. Güncel
Belirtildiği gibi, bu önyargılar genelde yanlış
olarak ‘‘radikal dincilik’’ anlamına gelen bu terim
anlaşılan veya anlaşılmak istenen(!) kavramlar ve
ilk olarak, İncil’in köklerine dönülmesi, İncil’in
geçmişte yaşanan tecrübelerle alakalıdır. Konuya
doğru anlaşılması ve herhangi bir değişime veya
verilebilecek en yerinde örfarklı yoruma başvurmaksıneklerden biri, hiç de yabanzın hayata geçirilmesi anlacısı olmadığımız ve medyanın
mında kullanılmıştır. Günüdüzenli aralıklarla (asıl anlamüzde ise herhangi bir dinin
mını çarpıtarak) dile getirdiprensiplerine bağlanmak ve
ği cihad kavramıdır. Cihad,
hayatı bu şekilde idame ettiranlamının sürekli açıklanmamek fundamentalist/kökten
sına (daha doğrusu açıklandinci olarak etiketlenmek risİslam
dininde
aşırı
mak zorunda kalınmasına)
kini taşımaktadır. Dolayısıyla
rağmen, önyargılı bir şeklinMüslüman kimliğini ortaya
veya ılımlı dindarlık
de gündeme getirilen ve kakoyan ve dini vecibelerini
gibi kavramların yeri
falardaki hazır şablonlardan
yerine getirmeye çalışan bir
hareketle anlamlandırılmak
bireyin aşırı ve kökten dinci
yoktur. Kur’an-ı Kerim
istenen birçok kavramdan bir
olarak yaftalanması kaçınıltanesidir. Oysa aslı Arapça
birçok yerde, Müminin maz olmaktadır.
olan bu kavram/terim ‘‘c-h-d’’
Günümüzde, seküler topifrat ve tefritten uzak,
kökünden türemiş bir sözlumların hemen hepsinde var
cüktür ve esasen çabalamak,
olan, ‘‘Bir Tanrı’ya inanıyor
vasat bir yolu takip
gayret göstermek ve zahmet
olsam da bunu topluma yanetmesi gerektiğini
etmek anlamlarına gelmektesıtmıyor ve dinimi pratikte
dir. Yani din’de, savaştan çok
uygulasam bile bunu insanvurgulamaktadır.
daha sık bir şekilde ve öncelara fark ettirmiyorum…’’
likle güzel ahlakta ve hayırlı
düşüncesine riayet etmeyen,
bir kul olma yolunda gayretli olmak gibi bağlaminandığı dini böyle algılamayan her inançlı insan,
larda kullanılmaktadır. Bu kavramın Batı dünyabilinçli olarak öteki/farklı olarak, hatta fundasının genelinde yanlış anlaşılmasının ana sebepmentalist/aşırı dinci olarak damgalanabilmektelerinden biri, kelime/kavramın Hristiyanlık’ta var
dir. Buna mukabil, İslam dininde aşırı veya ılımlı
olan ‘‘kutsal savaş’’ (Alm. Heiliger Krieg) deyimi ile
dindarlık gibi kavramların yeri yoktur. Kur’an-ı
eş tutulmasıdır. Ancak, (her ne kadar din uğruna
Kerim birçok yerde, Müminin ifrat ve tefritten
verilen her türlü mücadele cihad olarak adlandıuzak, vasat bir yolu takip etmesi gerektiğini vurrılmış olsa da) İslam’da kutsal olarak adlandırılan
gulamaktadır. Kısa bir süre önce Norveç’te katlibir savaş yoktur, olmamıştır ve bu tamlama Haçam yapan, ‘‘Mesihi dinine’’ mensup ‘‘fundamentalı seferlerinde ortaya çıkan bir terkipten ibarettir.
list’’ Breivik benzeri münferit örneklerin çıkması
Zira Efendimiz (s.a.v.) de asıl cihadın nefisle olan
ya da çıkabilecek olması bu görüşü/görüşleri bir
mücadele olduğunu belirterek kelimenin nasıl andinin tamamına atfetmeyi haklı gösteremez. Sözlaşılması gerektiği konusuna açıklık getirmiştir.
konusu birey/bireyler hangi dine mensup olursa
14
P e r s p e k t İ f • S ay ı 218 • Ş U B AT 2013
olsun, şahısların yaptığı hataları toplu olarak bir
Peki bütün bu bilgi ve uygulamalara rağmen ve
dine veya o dine mensup olan insanlara yüklemek
bu bilgilere ulaşmak bu kadar kolay iken bu önliberal ve çok kültürlü olduğu iddiasındaki kesimyargılar neden hâlâ bu denli yaygındır?
lerin yapabileceği en ciddi hatalardan biridir.
Kanaatimiz odur ki, kişilerin ya da toplumAynı sıklıkta gündeme getirilen ve sarahaların tanımları en kolay bir öteki, bir yabancı/
te kavuşturulması gereken bir başka mesele ise
düşman üzerinden yapılır. Ve mezkur ortam ve
İslam’da kadın erkek eşitsizliği hakkındaki önşartlarda aranan öteki en kolay İslam ve Müsyargılardır. 7. yy’da, kadının değersiz bir eşya
lümanlar olmaktadır. Batı Müslümanlar ile ilk
konumunda olduğu (ki sadece doğulu toplumtemasından beri Doğu’yu ve İslam dünyasını
larda değil, tüm dünyada) hiçbir hakka sahip
‘‘şehvet’’ ile ‘‘şiddet’’ arasında bir yere konumolmadığı, hatta yeni doğan kız çocuklarının diri
landırma eğilimi göstermiştir. Bir diğer önemli
diri gömüldüğü bir dönemde; ‘‘Aranızda en haekten, Müslümanlara dair mevcut imge/algının
yırlınız hanımlarınıza iyi
çoğunlukla onlar tarafındavrananlardır.’’ buyuran bir
dan oluşturulmuş olmamaPeygamber’in getirdiği din
sından kaynaklanmaktadır.
için eşitsizlik suçlaması olMüslümanlar kendilerinin
dukça anlamsızdır ve bu tarine’liğine, kim’liğine dair tahi arkaplan ile çelişmektedir.
nımlar yapılırken dahi fail
Dünyanın hemen her yerinde
değil, münfaildir ya da öyle
kadının hiçbir hakkının ololmaya icbar edilmişlerdir.
Müslümanlar
kenmadığı bir dönemde evlilik
Onlar sürekli maruz kaldıkhakkını, boşanma hakkını,
ları saldırılara cevap vermekdilerinin ne’liğine,
mehir hakkını, miras hakkını
ten, ne olmadıklarını ifade
kim’liğine dair tanımvs. kutsal kitabında zikreden
etmeye çalışmaktan, aslında
bir dine bundan daha hakne olduklarını bir türlü ifade
lar yapılırken dahi
sız bir ithamda bulunmak
edemez olmuşlardır.
mümkün değildir. Bilhassa
Mezkur kavram karmafail değil, münfaildir
‘‘zorunlu evlilik’’ ifadeleriyle
şasına yol açan, çarpık bakışı
ya da öyle olmaya
gündeme getirilen, Müslübesleyen bir diğer unsur ise,
man kadınlarının onayları
İslam’a ilişkin beyanların hericbar edilmişlerdir.
alınmaksızın, istekleri dışınhangi bir ampirik (gözlemsel/
da baskı altında evlendirildeneysel) temelinin bulundikleri iddiası (her ne kadar bu yönde münferit
mamasıdır. Yaygın kanaatler oluşturulurken, ispat
örnekler vuku buluyor da) İslam hukukuna ve
edilmek istenen eğilime işaret etmek için tek bir
mantığına son derece aykırıdır ve İslam dini kaolay yeterli olmaktadır. Bir koca, karısını dövdüdının onayı olmaksızın yapılan evliliği geçersiz
ğünde veya bir baba kızını zorla evlendirdiğinkılmaktadır. Öyle ki bir kadının arzusu dışında
de ilk yönelim, bu davranışı İslam’ın, dolayısıyla
babası tarafından evlendirildiğini öğrenen PeyMüslümanların temel bir özelliği olarak algılagamber (s.a.v.), evlenmiş olan kadının her an
maktır. İslamiyet söz konusu olduğunda, herhangi
boşanabileceğini kendisine bildirmiştir. Bu örbir yargıda bulunmak için herhangi bir araştırmanek de göstermektedir ki, bazı kültürlerde âdeten
ya, gözleme, ampirik bilgiye ihtiyaç duyulmamakuygulanan ‘‘zorla evlilik’’ İslam dininde katiyetle
tadır. Ve bu hiç de bilinçsizce yapılmamaktadır.
yasaklanmış bir davranıştır.
Yapılanların ise toplumsal huzuru tehdit edici olÖrnekleri çoğaltmak kuşkusuz mümkündür,
duğu açıktır, Avrupa genelinde çoğunluğu Müskendi tarihsel bağlamından, anlamından kolüman olan göçmenlerin kimi yerlerde toplumun
parılarak terörist, fundementalist ile eş anlambeşte birini oluşturduğu göz önünde bulundurulı kullanılan ‘‘İslamcı’’ (Alm. İslamist) sıfatı bu
lursa bu ötekileştirme çabalarının orta ve uzun
minvalde zikredilebilecek bir diğer örnektir...
vadede hemen herkesi huzursuz edeceği açıktır.
Ş U B AT 2013 • S ay ı 218 • P e r s p e k t İ f
15
Dosya
» Ömer Öksüz
[email protected]
flickr.com, Michel27 (CC BY-NC 2.0)
Küçük Bir Ülke’nin
Büyük Tarihi
Kuşatmanın Kaldırılışının
20. Yılında Bosna
16
P e r s p e k t İ f • S ay ı 218 • Ş U B AT 2013
Yolsuzluk, milliyetçilik, ağır bürokrasi,
fakat hepsinin de
ötesinde yaşanan
savaş ve onunla
beslenen nefretler,
Bosna’yı daha uzun
yıllar meşgul edeceğe
benzemektedir.
B
osna ve Avrupa’nın ortasındaki bu küçük halkın tarihi her zaman kişisel ya
da siyasi görüş, sıklıkla ise milliyetçi
çıkarlar doğrultusunda çarptırılmış ve
farklı şekillerde anlatılmıştır. Bugünkü
algının aksine Bosna aslında çok uluslu bir devlet
değildir, tek bir ırkın (Slavların) yaşadığı ancak aynı
ırka mensup olsalar da farklı dinlere inanan ve bu
inançların şekillendirdiği milletlerin (Boşnak, Hırvat, Sırp) bir araya geldiği, 14. yüzyıla kadar Ortodokslar (Sırplar) ile Katalokliklerin (Hırvatların)
sık sık çatıştığı, daha sonraki 400 yıllık Osmanlı idaresinde ise İslam ile tanışan ve içlerindeki tüm farklılıklara rağmen uzun sürecek bir huzura kavuşan,
yüz ölçümü küçük, hikayesi büyük bir ülkedir orası.
Kadim Bosna’da Hırvat veya Sırp isimlendirmeleri tahmin edildiğinden çok yenidir. O coğrafyanın halkı tarihte daha çok Katolik veya Ortodoks Bosnalılar olarak bilinir. Yüzyıllar boyunca
küçük ve kendi içinde bir ülke olan, herkesin aynı
dili konuştuğu, ülke içinde yaşayanların Slav ırkına mensup olduğu Bosna, 90’lı yıllarda yaşadıkları ile tüm dünyada bilinirliğini arttırmış ve savaş
ile anılır olmuştur. Mezkur bu üç gruba sonradan
İspanya’dan kaçan ve Osmanlılar tarafından sığınma hakkı tanınan Yahudiler de katılmıştır.
Tarihçiler Bosna halklarının tarihini HintAvrupa kökenli İlliryalılara dayandırırlar. Daha
sonra Dalmatlar, Skordişler ve Daesilatlar da bölgede hüküm sürmüş ve Daesilatlarla süren zorlu ve
uzun bir savaş sonrasında Bosna 9. yüzyılda Roma
İmparatorluğu tarafından feth edilmiştir. Roma
İmparatorluğu’nun çöküşünden sonra Bosna’nın
idaresi, ülke 1200’lü yıllarda bağımsızlığını elde
edene kadar çeşitli kereler el değiştirmiştir. Bağımsızlığını 260 yılı aşkın bir süre koruyan Bosna
Krallığı bu süre boyunca en güçlü rakipleri olan
Macarlara karşı topraklarını defaatle savunmak
zorunda kalmıştır. 1230’ların sonlarına doğru ise
Macarlar Bosna’yı bütünüyle ele geçirmeye çalışmışlar ve1238 yılında Bosna’nın büyük bir kısmını kontrolleri altına almışlardır. Ancak daha sonra
Macarlar ülke idaresini sürdürmekte zorlanmış, ani
ve hızlı bir şekilde bölgeden çekilmişlerdir.
Bosna’ya ilk Osmanlı akınları ise 1386 senesinde başlar. 1463 yılında nihai olarak Osmanlı idaresi
altına giren Bosna halkının bir kısmı aynı zamanda Müslümanlığı da benimserler. Müslümanlığı
benimsemeyen Boşnakların dini vecibelerini yerine getirmesine izin veren Osmanlı idaresi, Bosna
topraklarında inşa ettiği çeşitli yapılar ve camilerle
aynı zamanda Boşnakların gelenekleri ile kültürü üzerinde de büyük etkiler bırakmıştır. Osmanlı
yönetiminde ülke eyalet statüsünü almış ve Bosna
eyaletine atanan ilk beylerbeyi ise Gazi Ferhad Paşa
olmuştur. 1878 yılına kadar devam eden Osmanlı
idaresi döneminde pek çok Boşnak, İstanbul’da,
Osmanlı devlet yönetiminde önemli görevlere getirilmiştir, diğer Slav unsurlarla birlikte, Boşnakların da önemli vazifeler üstlenmeleri Osmanlı’nın
çöküşüne dek devam etmiştir. Zayıflayan Osmanlı
İmparatorluğu’nun finansal sıkıntıları ve dışarıdan
gelen baskılar Bosna’daki Osmanlı idaresinden savaşılmadan vaz geçilmesini zorunu kılmış, Bosnalılarla Osmalıların yüzyıllara şamil kader birlikteliği
masa başında son bularak ülke 1918 yılında Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun kontrolüne
geçmiştir. Bosnalı Müslümanların ülkeyi terk etmeleri ve Osmanlı idaresi altında olan başka coğrafyalara yerleşmeleri, onların terkettiği topraklara Sırpların yerleşmesine yol açmış, bu durum da ülkenin
etnik yapısının değişmesine sebebiyet vermiştir.
Bu gelişmeleri müteakip Bosna 20. yy’ın başında,
26 Ekim 1918’de Sırp, Hırvat ve Sloven Krallığı’nın
bir parçası olarak Sırbistan ile birleştirilmiştir.
1940’lı yıllara, yani ikinci Dünya Savaşı’na kadar bu
krallığın bir parçası olan ülke, 1946’da Yugoslavya’yı
meydana getiren altı halk cumhuriyetinden biri olmuştur. 1971’de Yugoslavya’nın efsanevi devlet başkanı Tito, Müslümanlara ulus statüsü tanımış ve
Ş U B AT 2013 • S ay ı 218 • P e r s p e k t İ f
17
Bosna’da Müslüman kelimesi sadece bir dinin adı
değil, bir milliyetin de adı olmuştur. Bu süre zarfında durulan etnik çatışmalar, 1980 yılında, Tito’nun
ölümünden sonra yeniden alevlenmiştir ve 19861992 yılları arasında yaşanan kanlı iç savaşların ardından Yugoslavya parçalanmıştır. Parçalanmanın
hemen ardından, 25 Haziran 1991’de Slovenya ve
Hırvatistan ise bağımsızlıklarını ilan etmişlerdir.
1990 senesi sonlarında yapılan seçimleri kazanarak devlet başkanlığına gelen Aliya İzzet Begoviç
de, Hırvatistan ve Slovenya’yı takiben, Şubat 1992’de
yapılan ve Bosnalı Sırplar tarafından boykot edilen
referandum kararıyla Bosna’nın bağımsızlığını ilan
etmiştir. Bosna, 7 Nisan 1992’de ABD ve diğer Batılı
ülkelerce de tanınmış ve 22 Mayıs 1992’de Birleşmiş
Milletler’e yaptığı üyelik başvurusu kabul edilmiştir.
Bu sonuçtan memnun olmayan Sırplar ise, Bosna
Sırp Cumhuriyetini (Republika Srpska) ilan etmişlerdir ve kurdukları yeni devlete olabildiğince çok
toprak kazandırmak için, Bosna’da etnik temizlik ve
katliam girişimlerine başlamışlardır. Dönemin Sırp
Demokrat Partisi Başkanı olan Radovan Karadziç
ve General Ratko Mladiç’in Boşnakları acımasızca
öldürürerek ülkeyi Sırplaştırmaya çalıştığı bugün
hemen herkesin bildiği ve kabul ettiği tarihi gerçeklerdendir. 27 Mayıs 1992 tarihinde, kuşatma altında
olan Saraybosna’da gerçekleşen ilk patlama ile savaş
resmen başlamış ve savaş boyunca yapılan acımasız katliamlar birbirini takip etmiştir. Üç buçuk yıl
süren savaş, binlerce insanın hayatını kaybetmesine
ve yüzbinlercesinin evlerini/ülkelerini terk etmesine yol açmıştır. Sırplar bu savaş esnasında ağırlıklı
18
P e r s p e k t İ f • S ay ı 218 • Ş U B AT 2013
flickr.com, Michel27 (CC BY-NC 2.0)
Dosya
olarak Rusya tarafından askeri destek almış, Bosnaklar ise İslam ülkeleri tarafından çok sınırlı olarak desteklenmiştir. Zira Bosna’ya uygulanan silah
ambargosundan dolayı birçok Müslüman ülke ve
halkı desteklerini ancak çok zor şartlarda, ancak ‘‘el
altından’’ mazlum Bosna halkına ulaşırabilir.
Avrupa’nın ortasındaki bu kanlı savaş, 14 Eylül
1994 tarihine kadar sürmüştür. Avrupa Birliği ülkelerinin savaş başladığı andan itibaren Birleşmiş
Milletler içinde askerlerini bölgeye göndermiş olmaları, Avrupa Birliği üyesi bazı devletlerce yeterli
olarak görülmüştür. Birleşmiş Milletleri’nin (kimilerinie göre bilinçli) etkisizliği ise yaşananlarca defalarca kanıtlanmıştır. Yaşanan dramlara Avrupa’nın
ve dünyanın egemen güçleri ne yazık ki seyirci kalmakla yetinmiştir. Örneğin Avrupa Birliği’nin lokomotifi Almanya ilk etapta anayasal sınırlamaları ve
belirsizlikleri dolayısıyla askeri müdaheleye katılmamıştır, Batı Avrupa’nın en güçlü devletinin Bosna’ya
yönelik politikasının en önemli kolunu insani
yardımlar oluşturmuştur. Bu durum uzmanlarca,
Almanya’nın askeri operasyonlara katılamamasını
bir başka şekilde telafi etme çabası olarak yorumlanmıştır. Ayrıca Almanya savaş esnasında ve sonrasında 400.000 mülteci kabul ederek, Avrupa’nın
en çok mülteci kabul eden ülkesi olmuştur. Bununla
birlikte, siyasi tartışmalara yol açan anayasal belirsizliklerin çözülmesinin ardından dahi Almanya,
bölgede yaşanan krize çözüm bulma girişimlerinde
çekimser davranarak aktif rol almamıştır.
1995’de imzalanan Dayton Antlaşması ile birlikte dört yıla yakın bir süre boyunca Bosna top-
raklarında süren ve onbinlerce kişinin ölümüne
neden olan yüzyılın son büyük felaketlerinden
biri olarak nitelenen savaş durdurulabilmiştir.
Ancak bu tarihten sonra, Bosna’ya yapılan insani
yardımlar ilk defa olarak kesintiye ve engellemeye uğramadan gereken yerlere ulaştırılabilmiştir.
Ve bu ateşkes ve antlaşma ile birlikte, yıllarca birbirlerine karşı düşmanca tutum sergileyen tarafların birbirine karşı daha toleranslı davranmaları
ve bir masaya oturmaları sağlanabilmiştir.
Bu antlaşmayla Bosna’nın biri Müslüman ve
Hırvatlardan, diğeri ise Bosnalı Sırplardan oluşan
iki bölüme ayrılması da resmileştirilmiştir. Bu şekilde Müslümanların Bosna topraklarında tamamen bağımsız Müslüman bir Boşnak devleti kurmaları engellenmiş ve Boşnaklara yaşam hakkı ve
güvencesi ancak Hristiyan Hırvatlarla bir federasyon yapmaları halinde tanınmıştır. Sonuç olarak
ise, Hırvatlar ve Sırplar Boşnaklardan çok daha iyi
şartlara ve çok daha fazla toprağa sahip olmuştur.
Balkanlar ve dolayısıyla Bosna, Osmanlı ve
Türkiye dış politikası için de hemen her zaman
için önemli bir fırsat ve sorun kaynağı olmuştur. Bu önem özellikle Bosna’nın Osmanlı mirası
olan kültür değerlerinden ve bölgenin Türkiye
için doğu, orta ve batı Avrupa’ya geçişi konumunda oluşundan kaynaklanmaktadır.
Savaş sonrası güncel durumda, ülkeye yapılan maddi yardımlar dönemi bitmiştir, mevcut
durumda ülkede yeni iş sahaları oluşturulmaya
çalışılmaktadır, Bosnalılar hala bir yönüyle hamileri olarak gördükleri Türkiye halkından bu
konuda da destek beklemektedirler.
Bununla birlikte, günümüzde Bosnalılar, devleti oluşturan Boşnak-Hırvat Federasyonu ile Bosna
Sırp Cumhuriyeti politikacılarının kavgalarından
bıkıp usanmış durumdadır. Zira Bosnalı Müslümanlar her iki tarafın da kendi milliyetçi gündemlerinin dışına çıkamadığını düşünmektedirler. Bunun yanı sıra Sırpların ırkçı ve yaptıklarından hiç
de pişmanlık duymadıklarını gösterdikleri tutumları Boşnakları ziyadesiyle rahatsız etmektedir. Örneğin, tüm dünyanın tanıdığı Srebrenica Katliamı
Sırplar için bir suç, ama asla bir katliam değildir.
29 Şubat’ta kuşatmanın kaldırılmasının 20.
yılını kutlayacak olan Bosna, şu an itibariyle üçlü
devlet başkanlığı konseyi tarafından yönetilmektedir. Konseyde katliamı inkar eden politikacıların
yanı sıra, Bosna Silahlı Kuvvetleri’nin amaçsız bir
yapı olduğunu ve Bosna Hersek’in silahsızlandırılması (demilitarize edilmesi) gerektiğini savunanlar da vardır. Bu kaos içinde ülke bir şekilde barışı ayakta tutmaya çalışmaktadır. Bunun dışında
Avrupa Birliği üyeliği Bosna için önemli bir hedef
durumundadır. Sırbıstan ve Hırvatistan’ın Avrupa Birliği üyeliği birçok ülke tarafından desteklenirken, Bosna’ya Avrupa Birliği’nden resmi bir
davet dahi henüz gelmemiştir. Bununla birlikte
Bosna’nın yakın zamanda Avrupa Birliği adaylığı
için başvuruda bulunması beklenmektedir.
Son olarak ifade etmek gerekir ki, yolsuzluk, milliyetçilik, ağır bürokrasi, fakat hepsinin de ötesinde
yaşanan savaş ve onunla beslenen nefretler, Bosna’yı
daha uzun yıllar meşgul edeceğe benzemektedir.
Ş U B AT 2013 • S ay ı 218 • P e r s p e k t İ f
19
Söyleşi
Bosna’yı
Savunmak
Şerefti
Emekli tuğgeneral
Yovan Divyak
Bosna-Hersek
Ordusu’nun önde
gelen generallerinden biriydi, bugün
ise ‘‘Bosna’yı Eğitim
Kurtaracak Vakfı’’nın
kurucusu olarak
Bosna halkına hizmet
etmeyi sürdürüyor,
gerçek bir hayırsever
olan, Bosna ordusunun Sırp asıllı emekli
generali Divyak ile
Bosna’yı konuştuk.
20
P e r s p e k t İ f • S ay ı 218 • Ş U B AT 2013
» Anes Cunuzoviç
[email protected]
D
ivyak hakkında (bir kutucuk
içinde verebiliriz): Tuğgeneral Yovan Divyak, 11 Mart
1937 tarihinde Belgrad’da
doğdu. 1966 yılından beri
ise Saraybosna’da yaşıyor.
Belgrad’da Harp Akademisi’nden mezun oldu
ve daha sonra Harp Akademisi’nde hocalık yaptı. Savaşın başladığı sırada, Yovan Divyak, Bosna
Hersek Bölgesel Savunma Birlikleri’nde subaydı.
Bosna Ordusu’na katılıp Bosna-Hersek Genelkurmay Başkanı Yardımcısı göreviyle tuğgeneral
oldu. Birçok ödülün yanı sıra Fransa’nın en değerli devlet madalyası olan Onur Nişanı’nın da
sahibidir. Konuşmalarının yer aldığı ‘‘Saraybosna,
Aşkım Benim’’ adlı kitabı da Fransızca olarak yayınlanmıştır. 1994 yılında, bugün de görev aldığı
‘‘Bosna’yı Eğitim Kurtaracak Vakfı’’nı kurmuştur
ve hayır çalışmalarına devam etmektedir.
Perspektif: Bir generalin, daha doğrusu savaşta
bulunmuş bir generalin, sizin yaptığınız gibi, savaş
sonrası insani yardım çalışmalarıyla ilgilenmesi
çok da alışıldık bir durum değil, en azından Balkanlar için. Ekonomik durumu kötü olan üniversite öğrencilerine burs sağladığınız ‘‘Bosna’yı Eğitim
Kurtaracak Vakfı’’nın kurucususunuz, bu şekilde
eğitimli ve sizin yetiştirdiğiniz genç bireyler ile ülkeyi güçlendirmeye devam ediyorsunuz. Böyle bir
çalışmada bulunma kararını nasıl verdiniz? Öncelikle bize biraz vakfınızdan bahseder misiniz?
Divyak: Vakfın temeli, muhtemelen, babamın
öğretmen olmasına dayanmaktadır. Bir diğer sebebiyse 18 yıl boyunca askeri eğitimde bulunmuş
olup eğitimin önemi hakkında uygulamalı bilgiler edinmiş olmamdır. Aynı zamanda 20 seneyi
aşkın bir süre, ilk ve orta eğitimim, akademi ve
subaylık öğretimim süresinde kendimi eğitim
faaliyetlerine adamış olmam da kararımda etkili
oldu. Vakfı, 1994 yılında, Bosna-Hersek Ordusu
Genelkurmay Başkanlığı’ndaki sorumluluklarımın büyük bir bölümünden ayrıldıktan sonra
kurdum. Bazı dostlarım bir şekilde savaşta büyük
zarar gören Bosna’nın yeniden kalkınmasına angaje olmamı öğütledi ve böylece vakıf kuruldu.
Bildiğiniz gibi, her savaşta en büyük darbeyi
alanlar savaşta yetim kalmış çocuklar oluyor. Bu
yüzden nasıl bir yol izlemem gerektiği ve neyle ilgilenmem gerektiği konusunda karar almam
zor olmadı, ‘‘Bosna’yı Eğitim Kurtaracak Vakfı’’
bu şekilde kuruldu. İlk başta planım, henüz bitiremediğim savaş günlüğümü bitirip kitabın satışlarından, sayıları o zaman bile çok olan savaşta
yetim kalmış çocuklara verilecek bursların belirli
bir kısmını sağlamaktı. Vakıf 18 yıldır başarılı bir
şekilde hizmet veriyor. Başlangıçta yetim ve engelli çocuklara burs veriyorduk, son yıllarda ise
yetenekli çocuklara yönelik olarak da çalışıyoruz.
Bu eğitim-öğretim yılında 529 çocuk vakfımızdan
burs alıyor, geçen 18 yıl içerisinde yaklaşık 6000
öğrenci burslarımızdan faydalandı, kendilerine
2.000.000 Euro kadar bir kaynak tahsis ettik. Bursların yanı sıra, ‘‘Doğa ve Gençler’’, ‘‘Çocuk-İnsan
Hakları’’ gibi konularda da toplumsal ve psikolojik faaliyetler yürütüyoruz. Kısacası, okullarda ve
evde öğrenemeyecekleri şeyleri çocuklarımıza öğretiyoruz. Birçok okulun onarılmasına da katkıda
bulunduk. Çocuklar için geziler düzenliyoruz,
vakfımız aracılığıyla birçok genç 17 Avrupa ülkesini, Uruguay ve Kanada’yı ziyaret ettiler.
Her ne kadar yaşanan acıları hatırlatmak istemesem de, sizin için çok hoş olmayan ama okuyucularımızın dikkatini çekeceğini düşündüğüm
bir döneme değinmek istiyorum: Belgrad’da
doğdunuz ama kader sizi Saraybosna’ya, Bosna-
Ş U B AT 2013 • S ay ı 218 • P e r s p e k t İ f
21
Söyleşi
Hersek’e getirdi. Saldırıdan önce yaşadığınız
Saraybosna’da hayat nasıldı? Biz Avrupa’da Saraybosna halkının, ruhunun medhini duymuştuk. Nasıl bir hayat yaşanıyordu yaşadığınız şehirde, savaş öncesi nasıl bir atmosfer hakimdi ve
bu atmosfer saldırı öncesi nasıl bir anda karanlığa dönüştü?
1966 yılından beri Saraybosna’da yaşıyorum.
Hayatımın üçte ikisini burada geçirdim. Şehirler
insanlardan oluşur, malum. Şu an eşimle yaşıyorum, eskiden çocuklar da bizimleydi. Nüfusun
%99’unun Boşnak olduğu Saraybosna’nın StariGrad ilçesinde yaşıyorum ve asla başka bir halka,
başka bir dine mensup olduğum için sorun yaşamadım. Komşularımı ziyaret etmediğim tek bir
bayram geçirmemişimdir. Bayramlarda bizzat
komşularımı ziyaret ederim, Noellerde de onlar
bana gelir. Savaş öncesi, iyi bir anlayış ve uyum
örneğiydi, bugün bahsedildiği gibi ortak yaşam
değil, bu sözü sevmiyorum, biz uyum içinde
yaşıyorduk, hepimiz birdik, birbirimizin farklı unsurlar değildik ki, bu farklı unsurların paralel olarak hayatlarını sürdürdükleri ortak bir
yaşama ihtiyaç duyalım. Ne din, ne milliyet ne
de dil farklılıkları yüzünden sorun yaşıyorduk.
Kısacası, Balkanlar’ın kültür merkezinde müşterek bir hayat atmosferi hakimdi. Belki de bu
gerçekte tam olarak doğru değildi ama biz öyle
olmasını istiyorduk ve öyleymiş gibi yaşıyorduk.
Bu bir şiirdi, ben öyle adlandırmayı seviyordum,
Saraybosna’da yaşamak şiir gibiydi. Ne yazık ki
bugün tam tersi. Saraybosna’da da, Bosna’nın tümünde olduğu gibi, nüfusun yapısında değişiklikler yaşandı. Okuyucularınız, Drina Nehri’nin
çevresinde, yani Bosna’nın doğusunda, Zvornik,
Foça, Vişegrad gibi şehirlerde savaş öncesi nüfusun çoğunluğunun Boşnak olduğunu bilmeliler.
Bugünse sayıları %1’den çok değil, çünkü savaşta
katledildiler, sürgün edildiler. Eskiden nüfusun
%50’sinin Sırp, %40’ından fazlasının da Hırvat
ve Boşnak olduğu, şu an ise %95, hatta belki de
daha fazlasının Sırp olduğu Banya Luka’da da
benzer bir durum söz konusu. Maalesef, günümüzde, savaş öncesinde nüfusun %50’sinin Boş-
22
P e r s p e k t İ f • S ay ı 218 • Ş U B AT 2013
nak, %30’unun Sırp ve %7’sinin Hırvat olduğu
Saraybosna’da da durum aynı. Şimdi nüfusun
%95’i Boşnak. Tabii, sadece Saraybosna değil,
Zenitsa, Tuzla vb. şehirlere de göçü sağlayacak
bir politika izlenmesi gerektiğini düşünsem de,
Drina çevresi ve diğer yerlerden sürgün edilenlerin genelde Saraybosna’ya göç etmiş olduğunu
göz önünde bulundurmak gerekiyor. Sırp siyasetçilerinin, Dayton Barış Antlaşması’nın imzalanmasından sonra, o zamana kadar işgal edilmiş Saraybosna topraklarının; Grbavitsa, Ilıca,
Haciçi, Vogoşça, Trnovo’nun bir kısmının Bosna-Hersek Federasyonu’na verilmesi kararı alındıktan sonra, buralarda yaşayan Sırplara orayı
terk etmeleri için çağrıda bulunmuş olduklarını
da bilmek gerekiyor. Bu çağrıda en çok dikkat
çeken Momçilo Krajişnik olmuştur, Sırplar’ın
çoğu onlara uyup Saraybosna’yı terk etti ki buna
gerek yoktu, çünkü hiç kimse onları buradan
kovmazdı ya da herhangi bir şekilde zarar vermezdi. Bir nokta daha var, buradan 300 metre
uzaklıkta, Sırp Cumhuriyeti’ne ait, Saraybosna
ile ticaret konusunda bile pek hevesli olmayan
80.000 Sırp’ın yaşadığı Doğu Saraybosna bulunuyor. Apandisi patlayan bir hastayı ameliyat
olması için 15 dakikada varabilecekleri Saraybosna Klinik Merkezi yerine kilometrelerce yol
gidip Banya Luka’ya götürmek onlara daha cazip
geliyor (!). Dolayısıyla, Saraybosna savaş öncesi halinden çok farklı. Bir bölümü, yani merkezi, oldukça Avrupai bir hayat sürerken, çevresi
müşterek bir hayat hayali kurmuyor, bölünmüş
bir durumda. Saraybosna, bu merkezde başka
bir ruha sahip, Saraybosna Film Festivali, Saraybosna Kışı, Jazz Festivali gibi Avrupai kültürel etkinlileri var. Ama dediğim gibi, bunlar
hep şehrin merkezinde ve Bosna-Hersek dışından gelenlerle yaşanan şeyler. Maalesef, Banya
Luka’dan, daha doğrusu Sırp Cumhuriyeti’nden
gelen yok, Banya Luka’da Saraybosnalıların, yani
Boşnakların olmadığı gibi.
Şu örneği de vermek isterim: Savaş sonrasında
dünyaya gelen çocuklara yönelik anketler yapıldı
ve inanılmaz sonuçlar çıktı ortaya; Çocukların,
başka milletlere mensup olanlara karşı duydukları nefretin, savaştan hemen sonraki döneme göre
daha yoğun olduğu anlaşıldı. Söz konusu çocukların savaşı yaşamamış olduğuna özellikle değinmek istiyorum. Sonuç olarak çocukların, kendilerinden farklı olanlara karşı nefreti aşılayarak
yetiştiren velilerinin baskısı altında kaldıklarını
anlamış oluyoruz.
Yine savaş öncesine ve savaşa dair bir soru
soracağım; 1992 yılında, savaşın başlamasına ramak kala, savaşı hissetmek, öngörmek mümkün
müydü? Ve sizin, Sırp asıllı bir general olarak kişisel tecrübeleriniz nasıldı?
Savaş sırasında, defalarca, savaşın yaşanacağını bildiğimi söylediğim durumlar oldu. Zamanın
savaş şartları öyle söylememi gerektiriyordu ama
o zaman kesin olarak bilmiyordum. Bana, bir
Sırp olarak Boşnakların yanında kaldın, onları
koruyup Sırplara karşı savaştın dediler, hala öyle
diyorlar. Bu bir propaganda. Ben Boşnaklarla kalmadım, 1984 yılında Bosna-Hersek bölgesel savunmasında bana düşen, savaşın başladığı sırada
bulunduğum yerde kalmaktı. Zira, Yugoslavya’da
iki savunma hattı vardı; dışarıdan gelen düşmanlara karşı savaşacak, sınırları koruyacak olan JNA
(Yugoslavya Halk Ordusu) ve ülkeyi kendi içerisinde korumakla görevli bölgesel savunma birliği, yani her cumhuriyetin kendisine ait bölgesel
savunması vardı, ben de Bosna-Hersek bölgesel
savunmasındaydım. Ben JNA’nın sözünü dinleyip tek bir milletin, yani Sırp milletinin tarafında
durup onlara katılmadım, 1984 yılında atandığım
yerde kaldım. Yani, Bosna-Hersek’te bir savaş
yaşanacağını sezsem de buna bir türlü inanmıyordum ya da inanmak istemiyordum. Slovenya
Yugoslavya’dan ayrılınca bu bize biraz uzak geliyordu. Savaş Hırvatistan’a geldi ama bu da bize
uzak geliyordu. Vukovar’da yaşananlar da uzak
geliyordu, Bosna-Hersek’e gelecek gibi görünmüyordu. Arkan’ın Biyelyina’ya girmesi bile uzaktı.
Savaşın Saraybosna’ya, Bosna’nın geneline sıçrayacağına inanmıyorduk. 4 Nisan 1992 tarihinde
Saraybosna bombalanmaya başladığında dahi
bunun kısa süreceğine inanıyorduk. Savaşın uzun
Ş U B AT 2013 • S ay ı 218 • P e r s p e k t İ f
23
süreceğini ancak Haziran’da, Saraybosna’nın çevresindeki hatları ziyaret edip Sırp tarafının silahlanmasının ne kadar kuvvetli olduğunu gördükten sonra anladım. JNA’nın yaptığı şekilde
bir savaş makinasını harekete geçirdikten sonra
geri dönüşün kolay olmadığının altını çizmek isterim. O an, savaşın üç dört yıl süreceğini söyledim. Saraybosna’nın çevresine yaklaşık 100 tane
tank ve taşıyıcı, 450 tane havan ve topçu sınıfı
silah yerleştirilmişti. Bosna-Hersek Ordusu’nun
ise Saraybosna’da yalnızca iki tankı ve 150 havanı
vardı. Ne askeri sıhhiyesi, ne de lojistiği vardı.
Savaş sizi ne kadar etkiledi, hayatınızı, düşünce tarzınızı, ufkunuzu, hayata bakış açınızı
ne ölçüde değiştirdi?
Ben savaş sırasında büyük bir ölçüde, insan
olarak, asker olarak ve kişilik olarak olgunlaştım. Olgunlaştım derken, bunu belirli ve kısıtlı
bir anlamda kullanıyorum, çünkü bugün bile tam
olarak olgunlaştığımı düşünmüyorum. Askeri
okulda, askeri taktik dersine giriyordum, ama
bu sadece teorikti, savaşta hendekten hendeğe,
askerden askere gidip neyi nasıl yapmaları gerektiğini söylüyordum ve savaşta asker olarak olgunlaştım. İnsan olarak, kişilik olarak da olgunlaştım, çünkü çevremdeki insanlarla aynı kaderi
paylaşıyordum, aynı zamanda da müdaafaalarının sorumluluğunu taşıyordum.
Her şeye rağmen 1994 yılında Bosna Hersek
Ordusu’ndan uzaklaştırıldınız, bunun sebebi nedir?
Sebebini, Devlet Başkanı Aliya İzzetbegoviç’in
1993 yılının aralık ayında, Bosna-Hersek Ordusu kontrölünde kalmayıp bireysel hareket etmek,
istedikleriyle istedikleri şekilde savaşmak isteyen bazı birliklerle, tam olarak Muşan Topaloviç
Caco’nun birliği ile görülen hesaplaşma üzerine
söylediği sözleri hatırlatarak açıklayabilirim. İzzebegoviç, bir yardımcılar toplantısında, moral
vermek için Saraybosna’da Sırp olmanın zor olduğunu, çünkü bize dağdan ateş edenler için hain
olduklarını, Boşnakların ise onlara güvenmediğimizi söylemişti. Bu güvensizlik savaş boyunca
devam etti. Bu yüzden bir kırgınlığım yoktu, çünkü bu güvensizliğin sorumlusu ben değildim ve
24
P e r s p e k t İ f • S ay ı 218 • Ş U B AT 2013
subayların, askerlerin ve halkın büyük bir çoğunluğunun bana saygı duyduğunu biliyordum. Kısacası, Saraybosna’yı savunmak benim için şerefti.
Saldırı sırasında ve sonrasında Devlet Başkanı
İzzetbegoviç ile aranız nasıldı? Ölümünde önce
hastanede karşılaştınız, orada neler konuştunuz?
Bosna-Hersek Ordusu’ndaki Sırplara ve bana
karşı hissedilen güvensizlik İzzetbegoviç’te de
vardı. Sırtımı sıvazlayan insanların çoğu arkamdan olur olmaz şeyler söylüyordu, bunlar muhtemelen İzzetbegoviç’e kadar gidiyordu, öyle bir za-
manda o da tedbiri elden bırakmak istemiyordu,
haklı olarak. Ama ölümünden iki hafta önce yattığı hastaneye, ziyaretine gittim. O zaman ziyaretçilerin çoğunu kabul edemiyordu, çünkü ağır
hastalardandı ama herkes onu görmek istiyordu.
Bu yüzden büyük ihtimalle beni de kabul etmeyeceğini düşündüm. Fakat, beni kabul etti ve geldiğim için çok mutlu oldu. Beni en çok sevindiren
şey ise: ‘‘Gelmekle şeref verdin.’’ demesiydi. Bunu
yaparak bir yönüyle, Bosnak-Hersek Ordusu’nda
bulunan bazı insanlar aracılığıyla aramızda oluşan güvensizlik yüzünden pişmanlık duyduğunu
dile getirmiş oldu.
Yakın bir zamanda, Sırbistan’dan gelen tutuklama emri üzerine, Viyana’da tutuklandınız.
‘‘Özgürlüğünüz’’ için, yani Avusturya’nın sizi
Sırbistan’a teslim etme kararı almaması için ve
Bosna-Hersek’e özgür bir insan olarak dönmeniz
için uzun süre mücadele edildi. Bütün bu yaşananlar dolayısıyla neler hissettiniz/hissediyordunuz?
Bu konu kapanmak üzere. Bosna-Hersek
Savcılığı bizi malum Dobrovolyaçka Olayı’ndan
sonra serbest bıraktı. Fakat bunu ne Belgrad ne
de Sırp Cumhuriyeti kabul ediyor. Malumunuz,
Dodik beni, Eyup Ganiç’i, Styepan Klyuyiç’i Sırp
Cumhuriyeti’nde bulunacak olursak tutuklatacağı yönünde tehditler savurmuştu ve hala savuruyor. Ben dün Sırp Cumhuriyeti topraklarından
geçtim, şu anda da o bölgeden 300 metre uzak-
lıkta bulunuyoruz, beni bir polis memuru görse başım belaya girebilirdi. Yani bu olay bizim
için kapandı ama onlar için hala devam ediyor.
Lahey’de de kapandı, İnterpol’ün kırmızı bülteninde de yok, ama ülkelerin dolaysız interpol
ilişkilerinin sonucu olan Difüz tutuklama emirleri var ve Sırbistan’ın bu tutuklama emri üzerine ben de Avusturya’da tutuklandım. Dört gün
boyunca nezarette kaldım, oradaki insanlarla iyi
vakit geçirdim, yeni bir tecrübeydi. Zamanımın
geri kalanını Viyana’da geçirdim, çok şey gördüm, arkadaşlarımla zaman geçirdim. Konudan
haberdar pek çok insan beni ziyaret edip destek
verdi. Büyük risk alıp yeniden Bosna’dan çıktığım oldu, aslında korkmamı gerektirecek bir sebep de yok, ama bu psikolojik bir işkence ve her
seferinde ailemin başına gelecekleri düşünüyorum, yani sorun ben değilim, ailem...
Bosna-Hersek’in şu anki durumunu nasıl yorumluyorsunuz? Her şeyden önce siyasi alandaki
durumunu kastediyorum. Bildiğimiz kadarıyla,
Bosna-Hersek’in varlığına tahammül etmekte
zorlananların sayısı oldukça yüksek, onlarla nasıl
mücadele edilebilir?
Son yıllarda Bosna-Hersek’teki en büyük sorun, varsayılan düşmanlarından çok, Boşnakların kendi aralarında bölünmüş olmalarıdır. Bazı
araştırmalara göre Boşnaklar, ‘‘Sosyal Demokrat
Parti’’ ve ‘‘Demokrat Eylem Partisi’’, son olarak
da yeni ‘‘Daha İyi Gelecek İçin İşbirliği’’ kurumu
olarak kendi içlerinde bölünmüş durumdalar.
Bu Bosna-Hersek için büyük bir sorun teşkil ediyor. Boşnakların bu uyuşmazlığı ve katılımsızlığı
Bush’un: ‘‘Ya benimlesin ya da karşımda.’’ sözünü doğruluyor. Boşnakların kendi aralarındaki
bu sorunları Sırp ve Hırvat milliyetçiler ustaca
kullanıp ülkeyi tekrar bölmek için kullanmak
istiyor, yeni konseptler oluşturmaya çalışıyorlar. Bugün kendisini sosyal demokrat gibi gösteren Zlatko Lagumciya, soykırımı inkar eden
Dodik’le işbirliği yapıyor. En büyük sorun mevcut ayrılık ve dar görüşlü siyasettir, diğer sorunlar da ondan doğmaktadır.
Vakti ayırdığınız için teşekkür ederiz.
Ş U B AT 2013 • S ay ı 218 • P e r s p e k t İ f
25
Dosya
BOSNA:
GÖZYAŞLARI
KURUMAYAN
ÜLKE
26
P e r s p e k t İ f • S ay ı 218 • Ş U B AT 2013
Barbara
Demick’in
Saraybosna’nın
Gülleri
Kitabının
Hatırlattıkları
» FATMA ÇAMUR
[email protected]
S
avaş boyunca Saraybosna’da hayatta kalmak, dikkatli olmak veya
olmamakla orantılı değildir. Nitekim 33 yaşındaki Müniba Kanınic
de savaş başladığında beri endişe
ve korkularından dolayı evinin
dışına hiç çıkmıyordu. 23 Mayıs 1992’de çöp çıkarmak için sessizce kapısının önüne çıktığında
ise yakınına atılan bir bomba bu genç Bosnalının, geleceğe dair taşıdığı bütün umutlarıyla
birlikte paramparça olmasına yol açtı.
Ocak 1994’de Amerikalı gazeteci Barbara Demick Balkan Savaşı’nı (anlamak ve) anlatmak
için çalıştığı Philadelphia İnquirer gazetesi tarafından Saraybosna’ya gönderilmiştir. Demick
Bosna’ya, Birleşik Milletler’in yardım uçağıyla
Sırplar tarafından kuşatılmış Saraybosna’ya geldiğinde ise, yoğun bombardıman altında uçaktan
havalimanına koşarken savaş onu henüz ayaklarını Bosna topraklarına basmadan karşıladı.
Yaşadıklarının ardından Barbara Demick
dünyanın seyirci kaldığı bir katliamı ve soykırımı, Saraybosna’nın Gülleri adlı kitabında anlatmaya, savaş şartlarında yaşananları o coğrafyadan çok uzaktaki okuyuculara ulaştırmaya çalıştı,
hala da aynı gayeyi taşıyor... Ve kitabın her bir
sayfasında Bosna Savaşı’nın soğuk ve kanlı yüzü
kendini tüm çıplaklığıyla gösteriyor. Kitap esasen
bir roman değil, çünkü ne herhangi bir hayali
kahramanı anlatmıyor, ne de kurgusu itibariyle
bir roman olma vasfı taşıyor. Ve muayyen hiçbir
karakter hakkında çok fazla bilgi de edinilmiyor,
kitap yalın olarak insanların nasıl yaşadıklarını,
nasıl yakınlarını kaybettiklerini ve savaşa karşı
nasıl bir tutum sergilediklerini anlatıyor.
Ş U B AT 2013 • S ay ı 218 • P e rsp
ŞU
rspektİf
27
Dosya
Barbara Demick sadece bu kitabı yazmak ve
Bosna Savaşı’nı yakından takip etmek için savaş
boyunca hayatını Bosna’da geçirmiş ve kitabında anlattığı insanların evlerine, tüm ürkütücülüğüne rağmen hissettiklerine misafir olmuş,
olmaya çalışmış. Demick kitabında özel olarak
tüm Saraybosna’ya misal olabilecek bir sokak/
mahalle olan Logovina’da yaşayan insanları anlatıyor. Yazarın her sayfasında insanı duygusal
olarak kuşatan kitabından edindiğimiz bilgilere
göre; bu mahallede yaşayan insanların çoğu Müslüman olsa da, aralarında Sırp ve Hırvatlar da
bulunuyor(muş), bu sebepten dolayı Logavina’da
yaşamak veya birkaç gün zaman geçirmek tüm
28
P e rsp
r s p e k t İ f • S ay ı 218 • ŞŞU
U B AT 2013
Saraybosna’yı anlamak için yeterli oluyor...
Demick kitabında anlatmak istediklerini ‘‘karınca perspektifi’’nden aktarıyor, yani okur kitapta
ismi geçen insanlarla aynı seviyede ve yanlarında
olduğunu iliklerine kadar hissedebiliyor. Savaşın
neden başladığı ve neden bittiği ise kitapta anlatılmıyor, zira kitabın yazarı dahil hiç kimse olanları
bütünüyle anlayamıyor, olanlara mantıklı bir izah
getiremiyor. Aslında yazar için savaşın sebeplerinin
hiçbir önemi de yok, o sadece o zamana kadar normal bir hayat süren insanların bir anda kendi dört
duvarları arasında hapis kalmalarını dünya kamuoyuna istiyor. Bu sebepten dolayı kitapta Srebenica
Katliamı veya Boşnak kadınlarının sistematik olarak tecavüze maruz kalmaları gibi
savaşın acımasızlığının sembolü
olmuş hadiseler yer almıyor.
Yine yazara göre, Boşnaklar savaşın başladığı ilk günler ve haftalarda etrafta duyduklarını anlamıyor, belki de anlamak istemiyorlar,
daha doğrusu gerçeklerle yüzleşemiyorlar. Birçok savaş tanığının
anlattığı ve kitapta da yazdığı gibi
Boşnaklar, birkaç kilometre ötelerinde düşen bombaları oturma
odalarındaki televizyonlarından,
sanki dünyanın çok uzak, başka
bir coğrafyasına, örneğin Afrika’da
bir şehire düşmüş gibi izliyorlar.
Yıllarca birlikte yaşadıkları komşularının bir anda düşman olmalarına akıl sır erdiremiyorlar ve
herkeste ‘‘bize bir şey olmaz, savaş
buraya kadar gelecek değil ya?’’
düşüncesi hakim oluyor.
Günler ve haftalar sonra ise
savaş tüm acımasızlığıyla her
alanda gösteriyordu kendini.
Logavina Mahallesi’nde hasar
görmemiş tek bir ev dahi kalmıyor, mahallenin Hırvat ve
Sırp sakinleri yurtdışında işleri
olduğu bahanesiyle mahalleden
kaçıp, meçhulde karışıyor, ancak
çok sonradan anlaşılıyor ki, pek
çoğu gizlice, savaşmak için Sırp
ve Hırvat ordularına katılıyorlar.
Savaşın şiddetini arttırmaoldukları için saldırıyor ve
sıyla evler yaşanılmaz hale
acımasızca öldürüyor. Yazageldiğinde insanlar evlera göre, savaş esnasında carinin bodrumlarında ve
miler biraz da bu sebepten
sığınıklarda yaşam mücadolayı dolup taşıyor.
delesi veriyorlar. Su almak
Bugün ise, geçmişe nisveya çöp atmak için dışapeten İslam’a olan ilgi çok
rıya çıkmanın bile ölümle
daha fazla olsa da, Bosna
sonuçlandığı bir ortamda
halkının bazı dini konuSavaş başladıktan
yaşayan çocuklar, tramlarda hala bilgisiz olduğu,
sonra Boşnaklar Müsvaylarda ve okul yolunda
konuyla ve mevcut şartlarla
hep korkuyla hareket etilgilenenler tarafından bilüman olduklarının
meye başlıyorlar. Kendileliniyor. Ve dini ve kültürel
farkına
varıyorlar,
rini güvende hissettikleri
birçok konu hakkında bilgi
yegane mekan ise evlerikirliliği ülkedeki varlığıçünkü Sırplar onlara
nin bodrumları oluyor.
nı ne yazık ki sürdürüyor.
Müslüman olduklarını
Demick akıcı bir üslup
Özellikle Avrupai yaşam
ile insanların nasıl yavaş
stiline özenen yeni nesillehatırlatarak, sadece
yavaş savaş şartlarına ayak
rin hayatında dinin yeri ve
Müslüman oldukları
uydurmaya çalıştıklarını ve
belirleyiciliği üzüntü verici
bu acımasız ortam içinde
derecede az.
için saldırıyor ve
zenginliğin bile bir işe yaraYazar 20 yıl sonra Sarayacımasızca öldürüyor.
madığını, lüks mobilyalarını
bosna’ya geri döndüğünde
kendilerini ısıtmak için, haise gözlemdiği ilk şey şu
yatta kalma şanslarını biraz
oluyor: İnsanlar hala yordaha sürdürmek için, düşünmeden nasıl da yaktıkgun, ama yavaş yavaş hayata adapte olmaya çalılarını anlatıyor. Zira Saraybosna’nın dört bir tarafı
şıyorlar. Çocuk parklarının boş, oyun aletlerinin
ormanlarla çevrili olsa da, insanlar odun için ormakırık dökük ve paslanmış olması, evlerde kurşun
na gitmeye yeltendikleri takdirde öldürüleceklerive bomba izlerinin hala duruyor olması ise, savani biliyorlar. Gıdaların azalması ve Saraybosna’nın
şın bu şehri belki de hiçbir zaman terk etmeyecetamamiyle bir açık hava hapishanesi dönüşmesiyle
ğinin işaretleri...
birlikte ise insanlar yeni beslenme şekilleri ve yeYazara göre, savaştan önce insanların uyrukmek türleri keşfediyor ve Demick kitabına bu ‘‘savaş
ları ve dinleri önemli değildi, insanların dış göyemekleri’’nin tariflerine de yer veriyor.
rünüşünden de uyrukları belli olmuyordu. Hatta
Yazar, dört yıl içinde 11 bin insanın katledilbir Sırp bir Boşnak ile rahatlıkla evlenebiliyordu,
mesine sebebiyet veren savaşın, 20.yy’ın sonunda,
ama savaştan sonra kitabın gizli kahramanlarının
henüz 20 yıl önce Avrupa’nın göbeğinde gerçekleşda anlattığı gibi artık herkes birbirine yabancı, belmesinin ve dünyanın gözü önünde soykırım yapılki de düşman gibi bakıyor. Bu ayrımcılık kendini
masının, aslında tüm insanlık ve medeniyet açısındevlet işlerinde de her zaman için belli ediyor.
dan bir yenilgi olduğunun altını özellikle çiziyor.
Barbara Demick’in Saraybosna’nın Gülleri kiKitapta açıkça değinilen ve Müslümanları yatabı bir hikaye anlatır gibi değil, ama bir tarih kikından ilgilendiren bir başka mesele ise, Boşnaktabının kuruluğuyla da yazılmamış, ikisi arasında
ların dine karşı duydukları ilgisizlik ve çoğunun
bir yerlerde bu kitap. Bosna Savaşı’na ilgi duyanlar
öldürülmelerinin tek sebebi olan Müslüman kimve dinlerinden dolayı işkence ve katliama uğraliklerinden bi’haber olmaları. Ancak savaş başlamış insanların halet-i ruhiyelerini anlamak istedıktan sonra Boşnaklar Müslüman olduklarının
yenler için ise eşsiz bir kaynak. Ve bu özelliğiyle
farkına varıyorlar, çünkü Sırplar onlara MüslüSaraybosna’nın Gülleri, Avrupa tarihinin en yakın
man olduklarını hatırlatarak, sadece Müslüman
ve en karanlık yıllarını hafızamıza kazıyor.
Ş U B AT 2013 • S ay ı 218 • P e rsp
ŞU
rspektİf
29
Dosya özel
İman varsa
imkân da vardır.
Prof. Dr. Necmettin Erbakan
30
P e r s p e k t İ f • S ay ı 218 • Ş U B AT 2013
Bir Dava Adamı:
Necmettin
Erbakan
Müslüman kişiliği, sıradışı üslubu,
akademisyen yönü ama hepsinden evvel yorulmaz bir dava
adamı olması hasebiyle siyaset
arenasında alışılmışın dışında
bir soluk, İslam aleminde sevilen
ve sayılan bir lider olmayı başarmış ender şahsiyetlerden biriydi
Prof. Dr. Necmettin Erbakan. Bu
yönleriyle hayattayken kendisini
sevenler kadar sevmeyenlerin de
saygısını kazanmış, ebedi aleme
göçünün ardından da hemen
her kesimce hayırla yadedilmeye
devam eden yakın tarihimizin
ender şahsiyetlerindedi.
» MELTEM KURAL
[email protected]
Ş U B AT 2013 • S ay ı 218 • P e r s p e k t İ f
31
Dosya özel
Çocukluk Yılları
Babası Adana Kozanoğulları Beyliği’nden Ağır
Ceza Hakimi Mehmet Sabri Bey, annesi Sinoplu
Kale Kumandanı Binbaşı Halil Bey’in torunu Kamer Hanım olan Necmettin Erbakan, altı çocuklu
bir ailenin üçüncü çocuğu olarak 29 Ekim 1926
tarihinde Sinop`ta dünyaya geldi. Hayatının ilk altı
senesini Kayseri’de geçiren Erbakan’ın Kayseri ile
ilgili anılarını bilhassa Laleli Camii avlusunda arkadaşlarıyla birlikte geçirdiği vakitler süsler. Babasının Trabzon’a tayiniyle birlikte Kayseri’de başladığı
ilkokula Trabzon’da devam eden Erbakan’ın arkadaşlarıyla yeni buluşma mekanı ise ailesinin oturmakta olduğu konağın geniş bahçesi olur. Bu bahçede bilindik çocuk oyunlarının dışında içeriğini ve
kurallarını küçük Necmettin’in belirlediği oyunlar
da oynanmaktadır. Çocukluk arkadaşı Vala Kartal
o günleri şöyle anlatır: ‘‘O zamanlar televizyon ve
radyonun olmadığı bir dönemdi. Ancak köşe kapmaca, salıncakta sallanma veyahut da Necmettin
Bey’in kurallarını koyduğu oyunlar oynardık. Bu
oyunlarda onu yenmek mümkün olmazdı. Çünkü
oyunların kurallarını kendisi koyardı...”
Necmettin Erbakan’ın kendisi ise Trabzon’daki çocukluk anılarına dair şunları anlatır: ‘‘Bizim
konağın bahçesi genişti. Bütün memur çocukları bizim bahçeye gelirler, bilhassa yaz tatillerinde
böyle program dahilinde oyunlar oynardık. Bah-
32
P e r s p e k t İ f • S ay ı 218 • Ş U B AT 2013
Bir milletin asıl
gücü; topu, tüfeği
yahut tankı değil,
imanlı ve inançlı
gençliğidir.
Prof. Dr. Necmettin Erbakan
çede herkesin ayrı ayrı dükkânları vardı. Ayrıca
basılmış paralarımız vardı. Günlük hayat programa bağlıydı. Belli saatlerde alış-veriş yapılırdı.
Bazen kitap okunurdu. Askeri talimlerde bahçede çok uzun sarmaşıklar vardı. Bu sarmaşıklarla
incir ağacından üst kata elektrik telleri çekerdik.
Bunu askeri talim gereği yapardık. Üzerine de nar
çiçekleri asardık lamba görevi yapsın diye.”
Erbakan’ın çocukluğuna dair aile fertlerinin
anlattıkları ise onun gelecekte ne denli ‘‘büyük bir
adam’’ olacağına dair ipuçları içerir. Bu bağlamda,
kardeşinin ileride lider olacağının çocukken oynadığı oyunlardan belli olduğunu söyleyen (Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Göz Hastalıkları Ana Bilim
Dalı’nın kurucusu) Prof. Dr. Selahattin Erbakan,
Nizamettin Erbakan’la ders çalışırlarken o zamanlar
henüz 5 yaşında olan küçük kardeşleri Necmettin’in
yanlarına gelerek yaramazlık yapmadan sessizce
oturup kendilerini dikkatle dinlediğini anlatır. Ayrıca Erbakan’ın çocukken kâğıtlardan para yapıp arkadaşlarına dağıttığını ve bu paralarla ‘‘ekonomicilik’’
oynadığını aktararak onun siyasette gösterdiği ekonomik modelin temellerini küçük bir çocukken oy-
nadığı o oyunlarla attığını yarı şaka yarı ciddi söyler.
Öyle anlaşılıyor ki Erbakan, önder kişiliği ve zekasıyla o zamanlar bile onu akranlarından farklı ve özel
kılan davranışlar sergilemekteydi. Bundan dolayıdır
ki öğretmenleri her fırsatta babası Mehmet Sabri
Bey’e bu zeki çocuğu en iyi okullarda okutup tahsilini
tamamlatması yönünde taleplerini yinelerlerdi.
İstanbul Erkek Lisesi Yılları
Babası Mehmet Sabri Bey’in emekliye ayrılmasıyla aile İstanbul’a taşınarak Fatih’teki ecdat yadigarı eve
yerleşir. Ortaöğretimi için İstanbul Erkek Lisesi’ne
kaydı yaptırılan Erbakan okula bir ay geç başlamasına rağmen kısa sürede çalışkanlığıyla öğretmenlerinin gözde talebeleri arasına girer. Öyle parlak bir
öğrencidir ki, daha ortaokul ikinci sınıfta okurken
öğretmenliğin yanı sıra doktorluk da yapan ve bu
sebepten bazı derslere giremeyen hocalarının yerine
fizik ve tabiat bilgisi derslerini o verir. Bunun yanı sıra
İstanbul Erkek Lisesi 9. sınıfa devam ederken ‘‘Sıfırcı Avni’’ olarak bilinen dönemin meşhur matematik
hocası Avni Kulen’den tam not alan ilk öğrenci olur.
Erbakan öğrenim hayatı boyunca zekası ve çalışkanlığıyla matematik hocası Avni Kulen ve kimya hocası
Refik Bey gibi daha nice hocasına düşük not verme
alışkanlıklarını bozdurmaya devam edecektir.
Erbakan küçük yaşlarından itibaren girdiği her
ortamı olumlu anlamda değiştiren ve dönüştüren,
sağlam bir islami duruş sergiler. Derslerdeki üstün
başarısının yanı sıra ibadetlerini de eksiksiz bir şekilde yerine getirmeye gayret eden bu seçkin öğrencinin isteğini geri çevirmeyen lise yönetimi okulun
bir odasını mescid olarak tayin etmeyi kabul eder.
Dindar, çalışkan ve esprili bir genç adam...
İstanbul Erkek Lisesi’ni birincilikle bitirerek üniversiteye sınavsız geçiş hakkı elde etmesine rağmen
o, arkadaşları gibi giriş imtihanına katılmaya karar verir ve sınavda ilk ona girerek İstanbul Teknik
Üniversitesi’ne ikinci sınıftan giriş yapar. İTÜ’nün
yıllığında arkadaşları Erbakan için şu satırları kaleme almıştır: “Toylardandır, dindardır ve çalışkandır.
Hayatının yarısını namaz, yarısını da projeler işgal
eder. Sınıfının yarısını kendisi, yarısını da arkadaşları işgal eder. Proje ve raporları geniş izahlıdır.
Herkesin bir sayfada bitirdiği konuyu o kırk sayfada
hülasa eder. Kendisine cıvata nedir diye sorarsanız,
izaha demir filizlerinin naklinden başlar ve o kadar
uzun anlatır ki, nihayet namaz vakti gelir, gider namazını kılar gelir ve kaldığı yerden devam eder.”
Erbakan aynı zamanda espritüel de bir insandır.
Ağabeyi Selahattin Erbakan onun esprileriyle ailenin
neşe kaynağı olduğunu, fakat bunların sulu şakalar olmayıp, küçükken yaptığı şakaların bile mutlaka bir iğneleme veya özel bir anlam ihtiva ettiğini söyler. Erbakan siyasete atıldığında bu mizah anlayışını insanlara
Ş U B AT 2013 • S ay ı 218 • P e r s p e k t İ f
33
Dosya özel
ulaşmada etkili bir araç olarak kullanmayı da bilmiştir. Öyle ki onun siyasetteki bu espirili uslûbuna dair
kendisine, ‘‘Amca, neden televiyzonda öyle komik komik konuşuyorsun’’ diye soran o zamanlar küçük bir
çocuk olan büyük yeğeni Prof. Dr. Günhan Erbakan’a
gülerek, ‘‘Başka türlü insanın kafasında kalmaz. Öyle
konuştuğum için beni hatırlıyorlar.’’ cevabını verir.
Kendisiyle tanışma fırsatını yakalamış herkesin onun hakkında mutabık olduğu bir diğer husus da Erbakan’ın karşısında kim olursa olsun son
derece yüksek bir nezaket sahibi ve düşünceli bir
insan olduğudur. Aynı zamanda sakin ve iyimser
bir mizaca da sahipti. Nermin Hanım ile 1967’de
yapmış oldukları evlilikten üç evlat sahibi olan
Erbakan’ın büyük kızı Zeynep Erbakan babasının
daima sakin ve hoşgörülü bir insan olduğunu, en
zor zamanlarda bile “inanıyorsanız üstünsünüz”
diyerek metanetini koruduğunu söyler.
Her zaman müşfik bir baba, bilhassa torunlarıyla
vakit geçirmek ve onlarla oynamaktan hoşlanan sevecen bir dede olduğunu ise kendi çocuklarının ağzından öğreniriz. Son derece hoşgörülü bir insan olarak
da tanınan Erbakan hakkında yeğeni Prof. Dr. Günhan Erbakan şunları söyler: “İnanılmaz demokrat bir
insandı. Bize din açısından hiçbir şekilde baskı yaptığını görmedim, duymadım da... O yüzden kendisini
çok sayar ve severim. Kendisi dindardı. Namazlarını
asla aksatmazdı. Dini bilgisi çok genişti. Sorduğumuzda bizlere konuyla ilgili en doyurucu bilgiyi verirdi.
Ama asla baskıyla ya da imayla bize baskı kurmadı.”
Hayattayken kendisine yöneltilen: “Nasıl bir insan olarak anılmak isterdiniz?” sorusuna “Canıyla,
malıyla İslam’a hizmet etmeye çalışan bir insan olarak anılmak isterim.” cevabını vermiş olan Erbakan,
ağabeyi Selahattin Bey’in de altını çizdiği gibi: “Ömrünü insanlığın kendisine adamış bir kişilikti.” Ondandır ki vefatının ardından yurdun, hatta dünyanın dört bir yanından kendisiyle sağlığında sahsen
tanışma imkanı yakalayamamış da olsa ona karşı
son görevlerini yerine getirmek isteyen gencinden
yaşlısına 1,5 milyon insan Fatih Camii’nde buluştu;
bedenleri ve ruhlarıyla cami avlusuna sığmayarak
sokaklara ve caddelere taşan bu insan seli doğrusu
daha önce benzeri az görülmüş bir manzaraydı.
Bizler de hayatını İslam dünyası ve insanlığın
saadetine hasretmiş bu büyük insanı Hakk’a yürüyüşünün ikinci senesinde sevgi, saygı, özlem
ve rahmetle anıyoruz.
34
P e r s p e k t İ f • S ay ı 218 • Ş U B AT 2013
Ş U B AT 2013 • S ay ı 218 • P e r s p e k t İ f
35
Dosya özel
İslam Dünyasının
Hocası Erbakan’ın
Mücadelesi
» İLHAN BİLGÜ
[email protected]
Türkiye’nin yetiştirdiği en
büyük değerlerden biri
olan Erbakan gerek örnek
kişiliği ve yaşayışıyla,
gerekse “uslanmaz” bir
optimist ve yorulmaz
bir dava adamı olması
hasebiyle milyonlarca
insana, bilhassa gençlere
manevi bir güç ve esin
kaynağı oldu.
36
P e r s p e k t İ f • S ay ı 218 • Ş U B AT 2013
Ö
mrünü adeta engelli bir maraton mesabesinde yaşayan
Necmettin Erbakan hayatı boyunca hiç yorulmadan, sızlanmadan ve her şeyden önemlisi
zafere olan inancını yitirmeden koşan çok değerli bir fikir ve aksiyon adamıydı.
Anlaşılan o ki onun lügatinde yorulmak ve umudunu kaybetmek kelimelerine yer yoktu. O efsanevi zümrüdü Anka kuşu misali takatinin tükendiği
sanıldığı anda eskisinden daha büyük bir güç ve
inançla kanat çırpmaya başlar ve rüyasına daha çok
insanı ortak ederek ilerlerdi sonuna kadar inandığı
yolunda. Bu özelliğiyle ünlü şair Sezai Karakoç’un
“Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır” mısraının
yaşayan bir örneğiydi sanki. Türkiye’nin son 50 yılına siyaseti ve oluşturduğu devasa hareketle damgasını vuran eski Başbakanlardan merhum Prof.
Dr. Necmettin Erbakan, onun başbakanlığına karşı
oluşturulan siyasî, adlî ve askerî başkaldırının Millî
Bizim davamızda kimse
kendisi için yaşamaz,
herkes kardeşi için yaşar.
Menfaati öldürmenin
en kolay yolu budur...
Prof. Dr. Necmettin Erbakan
Güvenlik Kurulu kararı olarak açıklanması üzerine
dahi (28 Şubat 1997) kendine olan güvenini kaybetmedi. Post-modern darbe olarak adlandırılan ve
Türkiye’de “28 Şubat” diye bilinen bu tarihte, Erbakan Hoca’nın siyasî misyonu ve hareketi bölünüp
parçalanmak istense de o, gelinen bu noktada bugün herkesin hayıflanarak takdir ettiği bir şahsiyet
olarak karşımıza çıkıyor. Onurlu dik duruşu, partisi
kapatıldığı halde herkesi teskin eden, ama çalışmalarına kaldığı yerden devam eden Erbakan, darbe
girişimlerini eleştirirken bile milletin değerlerini savunmaktan geri durmayan bir tarihi kişilik olarak,
Türkiye toplumundaki yerini aldı. Hatırlanacağı gibi
ülkede tüm dindarlar takibe alınmış, büfecilere ve
köftecilere kadar fişlenmiş, okullardan ve devlet dairelerinden başörtülüler atılmış, yurt dışındaki pek
çok üniversitenin diploması iptal edilmiş, yüzlerce
kişi haksız suçlamalarla hapsedilmişti. İşte böylesi
bir ortamda dahi Erbakan, umudunu, inancını yitirmemiş yoluna kaldığı yerden devam etmişti. Yaptık-
larını savunmuş, yasaklanmasına rağmen yapmak
istediği pek çok şeyi de açıkça deklare etmişti.
Türkiye’nin yetiştirdiği en büyük değerlerden biri
olan Erbakan gerek örnek kişiliği ve yaşayışıyla, gerekse “uslanmaz” bir optimist ve yorulmaz bir dava
adamı olması hasebiyle milyonlarca insana, bilhassa
gençlere manevi bir güç ve esin kaynağı oldu.
Erbakan’ın en önemli özelliklerinden birisi,
olumlu anlamda çok “inatçı” ve ısrarcı birisi olmasıydı. Öyle ki, onun için başarılamayacak, yapılamayacak bir iş yoktu. Zaten okul hayatından beri, siyasî
hayatta önüne konulan her engeli sanki hiç yokmuş
gibi aşma çabası, başarılarının temelini oluşturuyordu. Odalar Birliği ve Gümüş Motor mücadelesi,
Millî Nizam ve Millî Selamet Partileri’nin kapatılması, 12 Eylül 1980’de tutuklanması, 28 Şubat darbesi ve arkasından Refah ve Fazilet Partileri’nin kapatılması karşısındaki tutumu ve her kapatılmadan
sonra yeni başlamışçasına aynı heyecanla çalışmaya
başlaması onun “ısrarcı” yapısını gösteriyordu.
Ş U B AT 2013 • S ay ı 218 • P e r s p e k t İ f
37
Dosya özel
O, doktorasını Almanya’da yapmış, kayda değer bilimsel çalışmalara imza atmış başarılı bir
mühendis olarak dindar insanların cahil, ilim ve
fenden uzak, dünyaya ve teknolojik gelişmelere
kapalı oldukları “yalanını” sistemli bir şekilde toplumun bilinçaltına yerleştirmeye çalışan kesimin
rahatını kaçırmıştı. Hayal kurmanın dahi Türkiye
için bir lüks addedildiği o karanlık dönemlerde
rüyalarını gerçekleştirmek için kollarını sıvayan
ve devrin mevcut şartlarında gelecekten ümidini
kesip köşesine çekilmek zorunda bırakılmış insanlara yeniden hayal kurmayı ve umut etmeyi
öğreten aktif bir Müslümandı.
Onun siyasî liderliği bir yana kişiliği ve çizdiği
yol ve yürüttüğü usül, siyasî hayatında muhalifleri
de olsa Türkiye’deki İslamî camianın da kimliğinin
oluşmasına ve yerleşmesine yol gösterdi. Bu anlamda kendisi, Türkiye’nin en etkin siyasî hareketini
miras bıraktı ise de, genelde İslamî camianın kendisinden emin bir şekilde dik durabilmesine öncülük
eden bir şahsiyet olarak da tarihteki yerini alacaktır.
Müslümanların kendilerinden emin bir şekilde toplum önüne çıkarak varlıklarını gösterebilmelerinin
dolayısı ile dikbaşlı durabilmelerinin yolunu bizzat
kendi hayatı ile örneklendiren Erbakan, din ile olan
bağını saklamadığı gibi siyasî hayatı boyunca din/
İslam vurgusu yapmaktan da çekinmedi. Dindarların aşağılandığı bir dönemde, medyanın ve siyasî
muhaliflerin alaycı tavırlarına rağmen, mitingleri
gecikse bile namazlarını ihmal etmedi. Siyasî hayatının ilk dönemlerinde, o zamanın en tartışmalı
konularında dinin/İslam’ın da söyleyecekleri olduğu
gerçeğini bir kez daha gün yüzüne çıkardı.
Şiddete kesin bir tavırla karşı çıktı. Sağ-sol çatışmasının kanla beslendiği ve neredeyse 5 bini aşan
kurban aldığı dönemlerde, kendi hareketine karşı
ölümle sonuçlanan kanlı ve silahlı saldırılara karşı
dahi, bu hareketi şiddet içerikli çatışmalardan uzak
tutan basiretli adımları ile her türlü aşırılığı engelledi.
Erbakan’ın resmî programında, genelde sosyal
ve ekonomik kalkınma programı yer almasına rağmen, dindârlığıyla birlikte, dinin sosyal hayattaki
konumuna önem vermesi, alışıla gelmişin dışında,
özellikle CHP iktidarları döneminde aşağılanan
halk kitleleri ile bire bir temas kurması, herkesi kucaklaması ve bir lider olmasına rağmen, hep halktan
biri gibi olması, ahlâk ve maneviyat derken, İslam
ahlâkından bahsetmesi Müslüman kitlelerin her ge-
38
P e r s p e k t İ f • S ay ı 218 • Ş U B AT 2013
çen gün daha da başlarının dik durmasını sağladı.
Zamanın ruhuna hitap edebilmeyi iyi bilen Erbakan, bu ruhu İslamî bir kimlikle olgunlaştıran
ender siyasî liderler arasında yer alır. Türkiye’de ise
bu konuda öncü liderdir. Liderliğini yaptığı siyasî
hareketi, mensupları ile birlikte oluşturdu. Mensuplarını şuurlandırdı, dinî hassasiyetlerinin diri
olmasını sağladı. Tabir caiz ise mensuplarını, yönlendirdi, eğitti, yetiştirdi. Ülkenin içinde bulunduğu ekonomik, sosyal ve uluslararası problemlerinin çözümüne, İslamî denilmesinin yasak olduğu
bir dönemde “millî çözüm”, daha sonra da kendine
özgü bir uslubla anlattığı “Adil Düzen” diyerek dinî
bir açıdan yaklaşması, dindarları heyecanlandırdı. “Adil Düzen” içeriğinden ziyade bir kavram ve
adalete olan özlemi ifade eden bir sistem olarak
Türkiye’de geniş kitlelerin onayını aldı.
Onun ilim adamlığı sıfatı, siyasî hayatında da etkin oldu. Olayları ince ayrıntılarına kadar tahlil edişi
ve halkın anlayacağı şekle indirgemesi siyasî dehasının bir göstergesiydi. “Hoca” sıfatını, üniversite hocalığının yanı sıra, neredeyse röportajlarında dahi ders
verircesine konuşmasından dolayı onun kendine has
sıfatı olmuştu. Her ne kadar kimi kesimler “hoca” sıfatlandırmasını, onun dindarlığını da çağrıştıran bir
aşağılama hitabı olarak kullandılarsa da, o bundan
her zaman gurur duydu. Ve neticede “Hoca” onun
vazgeçilmez sıfatı olarak gönüllerde yer tuttu.
Erbakan hoca, İslam birliği çerçevesinde Avrupa’daki Müslümanlara da özel ilgi gösteren birisiydi. 12 Eylül askerî darbesinden sonra özgürlüğüne
kavuşmasını müteakiben “Avrupa Müslümanları
Meseleleri” başlığında konferansların düzenlenmesinde bizzat yer aldı. Avrupa Müslümanlarını
sadece Türkiye’den göç etmiş Müslümanlar olarak
değerlendirmedi. Bir ümmet şuuruyla, o zamanların doğu bloku altında yaşayan Müslümanların temsilcilerini dahi, Arnavutluk’tan Rusya’ya,
Yugoslavya’dan Polonya’ya kadar bu konferanslara davet etti. Avusturya, Hollanda, İsviçre ve
Almanya’da düzenlenen bu konferanslarda Avrupalı Müslümanlara gelecek ile ilgili yapılması
gereken projeler konusunda yol gösterdi ve bu
Müslümanların ümmetin bir parçası olduğu gerçeğini İslam dünyasından davet edilen pek çok
ilim adamının da dikkatine sundu. Ziyaretleri
esnasında her ülkede camileri ziyaret ederek cemaatle kucaklaşıp hasb-i hâl etti.
Bir çiçekle bahar
olmaz ama,
her bahar bir
çiçekle başlar...
Prof. Dr. Necmettin Erbakan
Erbakan, İslamî kimliği ve “İslam Birliği’ne yaptığı
vurgudan dolayı İslam dünyasında geniş bir şekilde
tanınıyordu. Buna karşın, D-8’ler projesinde olduğu gibi “Barışa Dayalı Bir Dünya” söylemi olmasına
rağmen, Erbakan’ın, özellikle Batı dünyasındaki imajı
olumlu bir imaj değildi. Avrupa Birliği’ne (Ortak Pazar, Avrupa Ekonomik Topluluğu), ABD ve Sovyetler Birliği etrafında kutuplaşmış bir dünya siyasetine,
dinî vurgularla da donanmış olan muhalefeti, gerekli
olan sağlıklı ilişkilerin kurulmasını engelledi. Bunun
yanı sıra, İslam dünyası ve özellikle Orta Doğu’daki
siyasal gelişmeler sebebiyle sert İsrail muhalefeti ve
antisiyonist tutumu bu ilişkilerin kurulmasının yollarını kapadı. Fakat Erbakan, uluslararası ilişkilerde
konuşmalarındaki sertliği hiç bir zaman uygulamadı. Bunun içindir ki, Başbakan Yardımcılığı ve Başbakanlık yaptığı dönemlerde Erbakan’ın politikaları
yüzünden herhangi bir gerilim yaşanmadı. Yine aynı
şekilde İsrail ve antisiyonist söylemlerinin arasında
antisemitist nitelikte değerlendirilen kimi yaklaşımlar olsa da, Yahudi asıllı şahsî dostları vardı. Kendisi
de, tüm bu söylemlerin ülke olarak İsrail, genel bir
toplum olarak da Yahudileri hedef almadığını, aksine yalnızca siyonist tutumları İsrail’in Filistin halkına yönelik zalimce tutumunu hedef aldığını söylerdi.
Buna rağmen Erbakan’ın antisiyonist tavrı Batı dünyasında endişe ile izlenmekteydi. Fakat kendisi bu
endişelerin farkında olarak pek çok özel girişimi ile
bu algının düzeltilmesi için çalıştı. Aslında aynı algı
Türkiye’de de vardı ve “28 Şubat” darbe ekibi bu algıyı medya ile iyi kullanabilmişti. Ancak, Türkiye’de
belediye hizmetlerinin kalitesi ancak onun hareketine mensuplar tarafından ortaya konabildiği gibi, bir
yıllık iktidarı dönemi tüm siyasal kargaşaya rağmen o
zamanın en başarılı dönemi oldu.
Nitekim cenazesinin, bu zamana kadar eşi görülmemiş bir şekilde toplumun neredeyse her kesiminden milyonlarca kişinin omuzlarında taşınması, Erbakan Hoca’mızın geride bıraktığı izlenimin,
çok geç de olsa, bir son görev olarak yansımasıydı.
Cenaze töreninde Fatih’te asılan bir afişte
yazıldığı gibi fırtınayı harekete geçiren bir kelebeğin kanat çırpışıydı onunki. İşte o ifade onun
hayatını özetleyen ifade idi.
Ş U B AT 2013 • S ay ı 218 • P e r s p e k t İ f
39
Dünya
Fransa’nın Son ‘‘Özgürleştirme’’
Operasyonu: Mali
Fransa’nın desteğiyle
11 Ocak günü Mali’de
radikal gruplara karşı
başlatılan operasyon
bir yandan Fransa’nın
sömürgecilik anlayışının
devam ettiğini, diğer
yandan ise Suriye’de aylardır devam eden iç çatışmalara hiçbir çözüm
derdi olmayan ülkenin
Mali operasyonuyla önceliklerini hangi doğrultuda belirlediğini açıkca
göstermektedir.
40
P e r s p e k t İ f • S ay ı 218 • Ş U B AT 2013
» taner doğan
[email protected]
17. yüzyılda Afrika’da sömürgeciliğe başlayan
Fransa 1950’li yılların sonuna kadar sömürge imparatorluğunu sürdürmüştür. Zengin yeraltı kaynaklarına sahip olmasına rağmen Afrika’nın en
fakir ülkelerinden biri olan Mali, Fransa’nın 1960’a
kadar sömürdüğü ülkeler arasında yer almaktadır. 15 milyon insanın yaşadığı ve halkın %90’ının
Müslüman olduğu ülkede geçen yılın mart ayında
hükümet ile radikal gruplar arasında anlaşmazlıklar çıkarak ülkedeki gerilim artmış, geçtiğimiz
haftalarda ise hükümetin Fransa’dan destek istemesiyle ülke içindeki çatışmalar zirveye tırmanarak uluslararası boyuta taşınmıştır.
Mali’deki olaylar 22 Mart 2012 tarihlerinde, seçimlere bir ay kala mevcut hükümete askeri darbe
ile müdahalede bulunulmasıyla başlamıştır. Yüzbaşı
Amadou Sanogo önderliğinde gerçekleştirilen dar-
bede hükümet Tuareg savaşçılarına karşı yeterince
müdahil olamamakla suçlanıyordu. Bu darbeden
cesaret alan Tuareg savaşçıları, Ensaruddin ve Batı
Afrika Tevhid ve Cihad Hareketleri yaptıkları baskınları artırarak Gao, Kidal ve Timbuktu şehirlerini
ele geçirdiler. Bu şehirleri ele geçirmeleriyle beraber
Azawad bölgesinde bağımsızlık ilanında bulundular.
Yine ülkenin kuzeyinde ‘‘şeriat’’ uyguladıklarını iddia
ederek katı kurallarla farklı bir hukuk yorumu getirmeleri uluslararası basında olumsuz algılara neden
oldu. Bilhassa Ensaruddin hareketinin Selefi anlayışa
mensup insanlardan oluşması Sünnilere karşı cephe
oluşmasını da beraberinde getirmiş durumda. Saldırılar esnasında türbelerin yıkılması ile Mali’nin kadim tarihine ve köklü geleneğine ciddi zararlar verdiğini de belirtmek gerekiyor. Böylece bir zamanlar
sömürge imparatorluğunun yaptığını bugün radikal
gruplar yaparak ülkenin entelektüel/kültürel hafızası
silinme noktasına getirmektedirler. Dolayısıyla Fransa Mali’deki radikal grupları, radikal gruplar ise (sözde) İslami devlet kurma hayaliyle tasavvufi geleneğe
ve eserlerine ciddi zararlar vermektedir.
Radikal gruplar ülkenin kuzeyini ele geçirdikten
sonra Mali hükümeti ‘‘Mali’de şeriat devleti kurulmak
isteniyor.’’ gerekçesiyle (bahanesiyle mi demeliydik?)
Fransa’ya askeri yardım çağrısında bulunması sonucunda 2000 Fransız askeri ülkeye konuşlandırıldı.
Çevre ülkelerden de askerlerin intikal etmesi, ayrıca ABD ve İngiltere başta olmak üzere birçok Batılı
ülkenin lojistik, haberleşme ve ulaştırma gibi konularda destek veriyor olması perde arkasında sadece
Fransa’nın olmadığını göstermekte. Rusya’nın ise
Fransa’ya tam destek verdiğini, hatta askeri açıdan da
işbirliğine hazır olduğunu belirtmesi, operasyonun
farklı boyutlar içerdiğinin anlaşılmasını sağlıyor.
Suriye konusunda kararlığını sürdüren Rusya’nın bu
operasyonda Fransa’ya destek olması ‘‘çıkar siyaseti’’
yorumlarının yapılmasına sebep olmaktadır. Uzmanlar operasyonun Çin’in bölgede artan etkinliği
karşısında Batı’nın attığı stratejik bir adım olarak değerlendirilmesi gerektiğini de vurguluyor.
Fransa’ya tepkiler artıyor
Fransa’da eski cumhurbaşkanı Valery Giscard
d’Estaing de Mali’de savaşa giren Fransız iktidarını
uyararak savaşın sonuçlarından endişe duyduğunu belirtti. Mali operasyonunun yeni sömürgecilik
(neo-kolonyalizm) anlayışına dönüşmemesi gerek-
tiğini hatırlatarak sosyalist hükümeti uyardı. T.C.
Dışişleri Bakanı Davutoğlu ise tek taraflı müdahaleye karşı olduklarını ve çözümün BM aracılığıyla
yapılması gerektiğini savunarak özellikle Timbuktu
şehrinin Osmanlı/İslam medeniyetinin izlerini taşıması hasebiyle korunması gerektiğini ifade etti.
Ayrıca Davutoğlu’nun çabalarıyla İslam İşbirliği
Teşkilatı’nın şubat ayı başındaki toplantısının en
önemli gündem maddesinin Mali’deki olaylar olması
bekleniyor.
BM etkinliğini yitiriyor
Birleşmiş Milletler’in 20 Aralık tarihindeki oylamada Afrika ülkelerinin önderliğinde yürütülecek
askeri müdahale planını kabul etmesi ise, kurumun
karar alırken barış ve uzlaşmayı dikkate almadığını
bir kez daha gözler önüne seriyor. Bir yandan askeri müdahale kararı alan BM’nin, diğer yandan ülke
içinde yaklaşık 229 bin kişinin evlerini terk etmek
zorunda kaldığını, yaklaşık 150 bin kişinin de çevre
ülkelere sığındığını belirterek yardım çağrısında bulunması, BM’nin ‘‘adalet’’ anlayışındaki dengesizliği
sorgulamayı gerektiriyor.
Din adına dine zarar veriliyor
Etnik, dini ve siyasi nedenler Mali’deki olaylarda
ön planda olsa, ya da öyle gösterilmeye çalışılsa da,
Fransa’nın müdahalesiyle sömürgecilik anlayışının
21. yüzyılda da devam ettiği bir kez daha müşahade
edilmektedir. Fransa Cumhurbaşkanı Hollande’ın
göreve geldiğinden beri birçok konuda çekimser ve
temkinli davranıp Mali saldırıyla alakalı net bir tavır
almış olması ise asıl amacın ‘‘özgürlük’’ olduğu şüphelerini arttırmaktadır. Nitekim ülkede altın, elmas,
uranyum ve doğalgaz gibi yer altı zenginliklerinin
bol olması Fransa’yı operasyona sürükleyen temel
nedenler olarak sayılmaktadır. Tüm bu zenginliklere
rağmen iç savaşlarla fakir bırakılan Mali’de ülke insanını daha zor günler bekleyeceği ise açıktır. Diğer
yandan büyük ölçüde Suudi Arabistan tarafından
desteklenen ve Selefi ideolojisine sahip olan grupların yöntemi tartışmaya açık olsa da, Arap Baharı’yla
birlikte ciddi bir yükselişe geçtiklerini gözden kaçırmamak gerekir. Dolayısıyla saldırılarla Fransa’nın
sadece yer altı zenginliklerine sahip olmak istediğini
iddia etmek hatalı olur. İç ve dış müdahalelerle yeni
düşman selefilerin önünü kesmenin bu siyaset anlayışının temel hedefi olduğunu unutmamak gerekir.
Ş U B AT 2013 • S ay ı 218 • P e r s p e k t İ f
41
Dünya
Patani’de Barış
Olur mu?
Tayland’ın güney eyaletlerinin, 1909 yılında İngiltere ile yapılan bir anlaşma
sonrasında Tayland’da
bırakılması ile başlayan
Patani problemi, Tay
Krallığı’nın ulusal bir Tay
kimliği oluşturmak için
yürüttüğü kültürel baskı
politikası ile zirveye ulaştı.
Müslümanların Malayca
konuşmaları yasaklandığı gibi sokakta ve devlet
dairelerinde kendilerine
has kıyafetler giymeleri,
İslamî okulları ve Müslüman isimleri kullanmaları
da yasaklandı.
» HAKKI YAZAR
[email protected]
42
P e rsp
r s p e k t İ f • S ay ı 218 • ŞŞU
U B AT 2013
17 Kasım’da Cibuti’de toplanan İslam İşbirliği Teşkilatı (OIC)’nin, Müslüman azınlıkların korunması
ile ilgili olarak alacağı kararda yer alan ve Tayland
Hükümeti’nin ülkedeki Müslümanların haklarını
vermesi ve korumasını isteyen kararını merakla bekleyenler arasında şüphesiz Tayland temsilcileri de vardı. Toplantıda ülkeyi Dışişleri Bakan Yardımcısı Jullapong Nonsrichai temsil ediyordu; hem de kalabalık
bir heyet ile birlikte. Heyette, askerî görevlilerin yanı
sıra sivil görevliler ve Müslümanları temsilen, Tayland
Şeyhulislam’ı adına Dr. Wisoot Tobrani Binlateh de
bulunuyordu. Dr. Binlateh aynı zamanda güney eyaletlerinden Songkhla’da Ban Nua Camii’nde imamlık
yapıyor. Geçmiş hükümetlerin güney Tayland Müslümanları ile ilgili politikalarını eleştiren ve saygın
bir akademisyen de olan Dr. Binlateh aynı zamanda
Sonkhla İslam Komitesi’nin de başkanı ve Tayland
Şeyhulislamlığı’nda temsilci olarak görev alıyor.
İslam İşbirliği Teşkilatı’nın ülkenin güneyindeki
Muslümanlarla ilgili aldığı karar ise Tayland delegasyonunu memnun etmeyecek nitelikteydi. Zira
yayınlanan kararda, Tayland’ın 2007 yılında verdiği
sözleri yerine getirmediği ve bölgede şiddet azalsa
da Müslümanların temel haklarının korunması yönünde siyasal ya da ekonomik kararların alınmadığı
vurgulanıyordu. Nitekim, Pattani, Yala, Narathiwat
ve Songkhla gibi Müslümanların çoğunlukta yaşadığı
eyaletlerde şiddet yeniden başlamış ve okullar bir ay
boyunca tatil edilmek durumunda kalınmıştı. Bölgeye özerklik vadederek seçimlerde oy isteyen ama
hiçbir milletvekili çıkaramayan Başbakan Yingluck
Shinawatra’nın, “Tay’ların Partisi” anlamına gelen
Phak Phuea Thai Partisi, önceki iktidarların şiddet ve
baskı politikalarını bir yaptırım aracı olarak kullanmadı ise de, soruna kalıcı çözümler üretmekten uzak
durdu. Ülkenin güçlü askerî bürokrasisi ile problemi
olan yeni iktidar, bir buçuk yıllık idaresi süresince
hep karşılıksız vaadlerde bulunmakla kaldı. Aralık
ayı başında bölgeyi ziyaret eden Başbakan Yingluck
Ş U B AT 2013 • S ay ı 218 • P e rsp
ŞU
rspektİf
43
Dünya
Shinawatra, soruna çözüm bulacakları sözünden başka bir yeni politika üretemedi. Zaten Shinawatra, iktidarı zamanında en çok şiddetin oluştuğu ve bölgenin
adeta bir savaş alanına dönüştüğü kardeşi eski Başbakan Thaksin Shinawatra’nın gölgesinde yaşamakla
suçlanıyor. Şimdilerde ülkesini terketmek zorunda
kalan Thaksin Shinawatra, 2001-2005 yılları arasında
başbakan iken Pattani eyaletinde Kru Sae (Kerisek)
Camii’ne sığınan isyancıların ve Narathiwat eyaletindeki Tak Bai’da gösteri yapan 85 Müslümanın öldürüldüğü çeşitli olaylar yaşanmıştı. Thaksin, bölgedeki
askerlerin, polisin ve diğer yarı resmî silahlı grupların
Müslümanlara karşı yürüttüğü her türlü hareketi cezadan muaf tutan bir genelgesinin yanı sıra, direnişçileri, “serçe haydut”lar olarak nitelendirmişti. Ancak
bu dönemde eyaletlerde şiddet olayları öylesine arttı
ki, askerî ve diğer güvenlik güçlerinin yanı sıra devletin silah verdiği ve adlarına köy savunma birlikleri
denilen birkaç farklı köy korucuları benzeri gruplar,
Müslüman köylerine saldırılarını artırdı. Herhangi
bir ayırım yapmadan Müslüman köyleri ve insanlar
saldırıların hedefi oldu. Yüzlerce kişi güvenlik kuvvetlerince göz altına alındıktan sonra ölü olarak bulundu.
Güvenlik anlamında her köyün kendisini koruması amaçlı oluşturulan bu silahlı örgütlenmeler neredeyse tamamıyla Müslümanlara karşı kullanıldı.
Köy Savunma Gönüllüleri (Chor Ror Bor), Kasaba
Koruma Gönüllüleri (Or Ror Mor Town), doğrudan
Tay Kraliçesine bağlı olarak çalışan Köy Koruma Gönüllüleri (Or Ror Bor) gibi silahlı örgütlenemelerin en
tehlikelisi ve saldırganı ise çoğunluğu eski suçlulardan
oluşan ve “Avcı Askerler” anlamına gelen hudut muhafaza birlikleri Thahan Phran ile İçişleri Bakanlığına
bağlı Gönüllü Savunma Birlikleri (Or Sor) oldu. Bunun yanı sıra resmî olmasa bile Birleşik Tay’lar (Ruam
Thai) adı altında kurulan yerel Budist birliklerinin
sayısı da artırıldı ve bu birlikler ağır silahlarla silahlandırıldı. Bölgede çıkan çatışmalarla ölenlerin çok
büyük bir bölümünü Müslüman köylüler oluşturdu.
Budist köylerine getirilen bu ayrıcalıktan (silahlandırmadan), gelen siyasal tepkiler üzerine yalnızca birkaç
Müslüman köy yararlandırıldı. Devletin, Budistleri
bu şekilde silahlandırması karşısında Müslüman direnişçiler de aynı şekilde saldırılarını yoğunlaştırdı.
İşte böylesi bir mirası da sahiplenmek durumunda
olan şimdiki Başbakan Yingluck Shinawatra, daha
çok Müslüman kadınlar üzerinden politika yapmaya
çalışsa da olumlu bir gelişmeye imza atamadı.
44
P e r s p e k t İ f • S ay ı 218 • Ş U B AT 2013
Patani Problemi
Malay asıllı Müslümanlar Tayland Müslümanlarının önemli bir bölümünü oluşturuyor ve Tayland
Müslümanları denilince de akla ilk onlar geliyor.
Fakat Tayland’a sayıları milyonu aşan Ta’i, Çam (Vietnam-Kamboçya kökenli), Haw Çin’lileri, Bengalliler, çok eskiden bölgeye yerleşen Patan, Arap, İran,
Pencab asıllı Müslümanların yanı sıra Cava, Minangkabau, Bawea ve Samsam asıllı Müslümanlar da
vardır ki, bu Müslümanlar genelde kuzeyde ve doğu
bölgelerinde yaşıyor. Fakat güney Müslümanları aynı
zamanda Tayland ile Müslümanlar arasındaki problemi de temsil ettiği için Tayland Müslümanları hep
Patanililer olarak anılageliyor.
Tayland’ın güney eyaletleri olan Songkhla,
Pattani, Yala ve Narathiwat eyaletlerinin 1909 yılında İngiltere ile yapılan bir anlaşma sonrasında
Tayland’da bırakılması ile başlayan Patani problemi, Tay Krallığı’nın ulusal bir Tay kimliği oluşturmak için yürüttüğü kültürel baskı politikası ile
zirveye ulaştı. Müslümanların Malayca konuşmaları yasaklandığı gibi sokakta ve devlet dairelerinde
kendilerine has kıyafetler giymeleri, İslamî okulları
ve Müslüman isimleri kullanmaları da yasaklandı.
Kıyafetlerini değiştirmeyen Müslümanlar, özellikle
imamlar ve medrese hocaları sokaklarda, herkesin
gözü önünde bambu ağaçlarından yapılan soplarla
dövüldüler, ek ceza olarak çoğunun elbisesi sokaklarda yırtıldı. Müslüman isimleri kullanmak isteyenlere çalışma izni bile verilmedi.
Rütbe olarak albay olan ancak bir darbe yaparak
işbaşına gelen ve kendi kendine Feldmareşal ünvanı
veren Phibun Songkhram, ülkenin Siam olan adını 1939’da Tayland olarak değiştirdi. Her ne kadar
“Özgür Ülke” anlamına gelse de bu isim, aslında ül-
keyi kontrol altında tutan ve orta Tayland’da yaşayan T’ai ulusunu çağrıştırması bakımından tam bir
asimilasyonu hatırlatıyordu. Phibun Songkhram’ın
yine 1939 yılında uygulamaya koyduğu Thai Ratthaniyom (Tay Devlet Kuralları) Tay dilinden başka
dilleri yasaklıyor ve Budizm’in Tay ulusal kimliğini
temsil ettiğini öne çıkarıyordu. Böylece Müslümanlar için aynı zamanda dinî ve kültürel bir zulüm de
başlıyordu ki, böylece, Müslümanlara ait köy ve kasabaların da isimleri değiştirildi.
Örneğin Patani adı bugün güney Tayland’a bir
eyaletin adı olduğunda Pattani şeklinde kullanılır. Patani şeklinde kullanılması resmen yasaktır.
Çünkü Patani çok sayıda güney Tayland eyaletleri
ile kuzey Malezya’yı da içine alan Müslüman bir
sultanlıktır. Aynı şekilde Malayca’nın bir lehçesi
olan ve Müslümanların Javi dedikleri bir alfabe ile
yazılan dile ve alfabesine resmen Javi denilmez.
Taylandlıların kullandıkları Yavi denilir ki, bu aynı
zamanda aşağılama amaçlı kullanılır.
Tay hükümetinin bu baskıları sonucunda ise
geçtiğimiz yüzyılın ortalarından itibaren çeşitli
direniş örgütleri kurulur. Bu örgütlere öcelikle
Patani Sultanlığı’nın mirasçıları liderlik ederler.
Bununla birlikte, özellikle Müslüman alimler de
gruplara öncülük eder.
Direniş Örgütleri
Bugün yapıları değişse ve direnişin nasıl organize
edildiği bilinmez hale gelse de 1940’lardan beri Tay
idaresine direnen pek çok örgüt oluşturulmuştur.
Bunlar arasında en meşhurları Milli Devrim CephesiKoordinasyonu (BRN-C) ile Patani Birleşik Kurtuluş
Örgütü’dür (PULO). Bersatu (İttihad) örgütü ise bu
iki örgütün diğer bazı örgütlerle birleşerek oluşturdu-
ğu bir başka örgüttür. Patani İslam Mücahidleri örgütü (GMIP) ise 1995 yılında kurulan bir örgüttür. Bu
örgüt ile birlikle silahlı direniş çoğalmış, ancak Tayland hükümetinin saldırgan politikaları sonrasında
artan karşılıklı saldırıların sivillere yönelmesi üzerine
GMIP hariç, diğer büyük örgütler sivillere saldırmama kararlarını tekrar etmişlerdir. İlginçtir ki 19401990 yılları arasındaki direnişte Malezya bu örgütleri
desteklememiş hatta zaman zaman Tayland hükümeti ile işbirliği yapmıştır. Fakat şu anda Malezya bölgedeki barışın kilidi haline gelmiş bulunmaktadır.
Barış Çabaları
Sadece 2001-2005 yılları arasında, nerdeyse
4.000 insanın hayatına mal olan çatışmaların sona
erdirilmesi ve probleme çözüm arayışları, zamanın
“şahin” başbakanı Thaksin Shinawatra zamanında
başladı. Müslümanlara çeşitli özgürlükler tanımayı öngören bir tasarı kabul edilse de o zamanlar
resmen uygulanmaya başlanmadı. Ancak durumun daha kötüye gitmesi üzerine öncelikle yerel
idareciler, Müslümanların kendi okullarını açmalarına ve kedni dillerini yazdıkları Javi Alfabesi’ni
kullanmalarına müsaade ettiler. Ülkeden kaçmak
durumunda kalan Thaksin Shinawatra, kız kardeşi
şimdiki Başbakan Yingluck Shinawatra’nın da bilgisi dahilinde gizli görüşmelere başladı.
Bu görüşmeler Tay hükümeti tarafından yalanlandı ise de, zaman zaman Tay hükümeti
Malezya’nın yardımını talep etti. Ayrıca 2007 yılında
İslam İşbirliği Teşkilatı aracılığı ile de barış görüşmeleri yapıldı. Ne var ki, bu girişimler sonrasında,
geçen yılın Kasım ayındaki zirvede açıklandığı gibi
herhangi bir gelişme sağlanamadı. 2006 yılından
beri azalan şiddet eylemleri ise 2012 yılı Ramazan
bayramı sonrasında tekrar artış gösterdi.
Güncel olarak Başbakan Yingluck Shinawatra,
bölgeye özel bir ilgi gösteriyor, fakat, güçlü askerî bürokrasinin engellemelerini bertaraf edemiyor. Filipinler Cumhumbaşkanı 3. Benigno Aquino’nun güney Filipinlerdeki Moro Müslümanları ile özerklik
içeren bir anlaşma yapmış olması ise umutları arttırmış bulunuyor. Son olarak, PULO başta olmak üzere
çeşitli direniş örgütleri, Moro anlaşmasına benzer bir
anlaşmayı kabullenebileceklerini duyurmuş bulunuyor. Barış görüşmelerine Malezya hükümeti aracılık
yapmaya devam etse de henüz yaşanan acılara bir
son verecek, umutverici bir gelişme olmadı.
Ş U B AT 2013 • S ay ı 218 • P e r s p e k t İ f
45
Tarih
Prusya’dan
Alman İmparatorluğu’na:
Osmanlı ile İlişkiler
46
P e rsp
r s p e k t İ f • S ay ı 218 • ŞŞU
U B AT 2013
O
» Yusuf Ziya Altıntaş
[email protected]
Almanya’nın Osmanlı’ya
sınırı olmaması ve o dönem itibariyle Osmanlı
topraklarında yayılma hedefinin olmadığı düşünüldüğünde ve diğer yandan
Almanya için de Osmanlı
Devleti’nin, Avusturya ve
Rusya gibi düşmanlarına
karşı önemli bir güç olmasının, iki devleti tabii birer
müttefik haline getirdiği
söylenebilir.
smanlı Alman ilişkilerinin tarihine bakıldığında daha ilk
başta bir noktaya dikkat çekmek gerekir. Bugün Almanya
dediğimiz devlet, 1871 yılında Otto von Bismarck öncülüğünde birliğini sağlamadan evvel bu coğrafyada
varlığını sürdüren ve daha ziyade Avusturya’nın
himayesinde bulunan irili ufaklı birçok devletçikten oluşuyordu. Bu devletlerin en büyüğü ise diğer
devletçikleri etrafında toplayıp birliği sağlayarak
Alman İmparatorluğu’nu kuran Prusya devleti idi.
O nedenle 1871 öncesi Almanya ile ilişkilerden
bahsedildiğinde aslında söz konusu olanın Prusya
ile ilişkiler olduğunu belirtmek gerekir.
Tarihçi Enver Ziya Karal, Prusya Devleti’nin
kuruluşu ve gelişmesi ile Osmanlı Devleti’nin kuruluşu ve gelişmesi arasındaki sıkı benzerliğe dikkat çeker. Buna göre Osmanlı Devleti Anadolu’nun
siyasal birliğini geniş ölçüde temsil etmekte olan
Selçuklu İmparatorluğu’nun zayıflayarak parçalanmaya başladığı bir dönemde Anadolu’nun batı
kesiminde Bizans İmparatorluğu sınırında, onunla savaşarak kazançlar sağlamış ve diğer yandan
da Anadolu’nun birliğini sağlamıştır. Prusya ise
benzer şekilde Avusturya’nın Alman devletçikleri
üzerindeki üstünlüğünün zayıfladığı bir dönemde
öteden beri milli düşman saydığı Fransızlarla savaşarak kazançlar elde etmiş ve Alman topraklarında
düzeni sağlayarak Alman Birliği’ni kurmuştur.
Coğrafi konumu itibariyle birbirine oldukça
uzak ve ilgisiz gibi görünmesine karşın, Osmanlı
ve Prusya devletlerinin arasındaki ilişkinin başlaması ve gelişimi, aslında ortak komşu ve düşman
karşısında birlikte hareket etme zorunluluğundan
ileri gelmişti. Zira II. Friedrich devrinde (17401786) Avusturya ve Rusya’ya karşı amansız bir
mücadele veren ve zor durumda kalan Prusya’nın,
bu devletleri arka cephelerinden sıkıştıracak bir
kuvvet olarak Osmanlı Devleti’ni doğal bir müttefik olarak görerek harekete geçmesi, bu ilişkilerin
başlangıcını oluşturmuştur.
Diğer yandan bakıldığında Prusya Krallığı’nın
kurulması Osmanlı açısından büyük önem taşıyordu. Zira Prusya, Polonya ile birlikte Rusya’nın
komşusu oluyordu ve adı geçen devletler arasındaki bir ittifak Osmanlı için tehlike çanlarının çalması anlamına geliyordu. Ancak Osmanlı ile Prusya
Ş U B AT 2013 • S ay ı 218 • P e rsp
ŞU
rspektİf
47
Tarih
arasında tesis edilecek iyi ilişkiler bu tehlikenin
önünü alabilirdi ve bu nedenle de Prusya Kralı
Wilhelm’i kutlayan ilk başkent İstanbul olmuştu.
Nitekim Osmanlı hiç vakit kaybetmeden Asım
Efendi’nin riyasetinde on beş kişilik bir heyeti
Berlin’e göndermiş ve böylece iki devlet arasındaki
ilk resmi münasebet tesis edilmişti.
Ayrıca Osmanlı İmparatorluğu, Avrupa’da
Prusya’nın gücünü göstermeye başladığı 18’inci
asrın ortalarında artık kendini savunmakta güçlük çekiyordu. Bu çerçevede Rusya ve Avusturya
gibi düşmanlarına karşı bir denge unsuru olarak
Prusya ile ilişkileri geliştirme fikri cazip geliyordu. Prusya’nın Osmanlı’ya sınırı olmaması ve o
dönem itibariyle Osmanlı topraklarında yayılma
hedefinin olmadığı düşünüldüğünde ve diğer
yandan Prusya için de Osmanlı Devleti’nin, Avusturya ve Rusya gibi düşmanlarına karşı önemli bir
güç olmasının, iki devleti tabii birer müttefik haline getirdiği söylenebilir.
Bu çerçevede Osmanlı-Prusya ilişkilerinin 18.
yüzyılın başlarından itibaren şekillenmeye başladığını, Büyük Friedrich’in (Friedrich der Grosse)
1740 yılında tahta çıkmasıyla aynı yüzyılın ikinci
yarısında bir yoğunluk kazanarak bu yoğunluğu
III. Selim devrinin (1789-1807) ilk senelerine kadar devam ettirdiğini görürüz.
Yukarıda bahsedittiğimiz nedenlerle iki devletin tabii birer müttefik haline gelmesi sonrasında II. Friedrich bir ittifak yapmak üzere müşavirlerinden Rexin’i elçi olarak 1761 yılında
İstanbul’a yolladı. Elçi özellikle Rusların Lehistan
üzerindeki emellerinden ve bunların Osmanlı
için oluşturacağı tehlikelerden bahsederken, kendi kralının bunlara engel olduğunu söyleyerek
Osmanlı’dan gerekli yardımı sağlamaya çalışıyordu. Friedrich’in ikazları Osmanlıları düşündürmeye başladı, çünkü Prusya’nın Avusturya ve
Rusya tarafından yenildiği takdirde bu iki devletin Osmanlı üzerine yürümeleri an meselesi olurdu. Bu halde Prusya’nın ezilmesine imkân vermemek üzere teklife muvafık bir cevap vermek
Osmanlı’nın menfaatine görünüyordu. Osmanlı
hükümeti direk bir ittifak girişiminden çekinse de
neticede iki devlet arasında bir dostluk muâhedesi
imzalandı. 1761 tarihinde Sadrazam Koca Ragıp
Paşa ile Kont Rexin tarafından imzalanan bu antlaşmanın yürürlüğe girmesiyle Osmanlı-Prusya
48
P e r s p e k t İ f • S ay ı 218 • Ş U B AT 2013
ilişkileri resmen başlarken, Ahmet Resmi
Efendi ilk Osmanlı
Elçisi olarak 1763’te
Berlin’e gönderildi.
Osmanlı iki devlet
arasında resmi bir ittifak olmaksızın Prusya
ile dostluğu devam ettirme siyasetini güdüyordu. Ancak 1787’de
Rusya’ya karşı açılan savaş sürecinde Prusya’nın
ittifak teşebbüsleri daha
fazla geri çevrilmeyerek
1790’ın Ocak ayı sonunda Osmanlı Devleti ile
Prusya arasında bir ittifak
muâhedesi imzalandı. Bu
siyasi ve askeri anlaşma
Osmanlı Devleti’nin bir
Avrupa devleti ile karşılıklı şartlarla imzaladığı ilk
ittifak olmuştu. Hariciye
Nazırı Mehmet Raşit Efendi ile İstanbul Elçisi Baron
Doviç arasında imzalanan
Osmanlı-Prusya ittifakı Osmanlı Devleti’nin bir Hristiyan devletle müdafaa ve
hücum mahiyetinde yaptığı
bir antlaşma olması bakımından da önem taşımaktadır.
Zira Prusya’nın öteden beri Osmanlı ile ittifak
arayışı gerçekleşmiş ve bunun sonucunda ticari,
iktisadi ve askeri alanlarda esaslı bir işbirliğinin
yolu açılmış bulunuyordu.
Napolyon Bonaparte’ın Mısır seferi (17971801) de Prusya ile dostluk ilişkilerinin gelişmesine
neden olurken, 1806’ya gelindiğinde Napolyon’un
Prusya’yı mağlup edip barış yapmaya zorlaması,
Osmanlı-Prusya ilişkilerini ikinci, hatta üçüncü
plana itti. Modern bir ordu kurma niyetinde olan
II. Mahmud dönemine (1808-1839) geldiğimizde
Prusya ile ilişkilerin tekrar geliştiğini, Helmuth
von Moltke öncülüğünde Alman subaylarının
Osmanlı’ya geldiklerini ve bunun daha sonraki
süreçte bir gelenek halini aldığını görürüz. 1871
yılında kurulan Alman Birliği’ne giden süreçte Prusya daha çok kendi iç meseleleriyle
meşgul olduğundan Osmanlı ile ilişkilerin durgun
olduğu, ancak yine de Osmanlı’nın konu edildiği
devletlerarası görüşmelerde Osmanlı’nın toprak
bütünlüğünü savunan devletlerin safında yer aldığı ve böylece önceden tesis edilmiş Osmanlı-Prusya dostluğunun bu süreçte de devam etmiş olduğunu söylemek mümkündür.
Osmanlı tarihinde III. Selim ve II. Mahmud
devirleri, reformların ve ıslahat çalışmalarının
zirveye çıktığı, ancak aynı zamanda da savaş ve
iç isyanların yoğun olduğu dönemlerdir. Osmanlı
ordusunun ıslahı çerçevesinde Prusya ile ilişkilere
bakıldığında daha III. Selim devrinde padişahın isteği ile Prusyalı Subay Albay von Goetze’nin Türk
topçu birliklerini denetlediğini görmekteyiz. Dü-
zenli bir ordu kurmayı amaçlayan II. Mahmud da özellikle Yunan İsyanı (1821),
Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması (1826) ve Navarin Baskını (1827) gibi olaylar sonrasında ister istemez Prusya
ordusuna
başvurmuştu.
İlerleyen süreçte özellikle
Berlin Kongresi sonrası ortaya çıkan kaos ortamında,
o zamana kadar Osmanlı
ordusunda modern İngiliz, Fransız ve Prusya
sistemleri geleneksek Osmanlı sistemi ile bir arada
yaşarken, bundan sonra
artık Osmanlı Devleti yaşama şansının yapacağı
askeri reformlara bağlı
olduğunu düşünmüş ve
Alman askeri sistemi ve
silah endüstrisine giderek daha fazla bağlanmıştır.
Özet olarak askeri
alanda Bismarck iktidarı dönemine kadar
Osmanlı-Prusya ilişkilerinin daha ziyade Prusya’nın Avrupa’da kendisine yönelik
baskıyı kırmak için Osmanlı Devleti ile bir ittifak
arayışı şeklinde geliştiğini ve 1760’da ticaret ile
1790’da ittifak anlaşmasından sonra Bismarck dönemine kadar sıkı bir ilişkinin söz konusu olmadığını söylemek mümkündür.
Otto von Bismarck öncülüğünde Alman
Birliği’nin sağlandığı ve güçlü bir Almanya
İmparatorluğu’nun Avrupa siyasetinde kendini
hissettirdiği 1871 sonrası dönem aynı zamanda
günümüz Federal Almanya Cumhuriyeti’nin de
temellerini oluşturmaktadır. 1877–78 Osmanlı
Rus Savaşı’nda Osmanlı’nın Rusya karşısında hezimete uğraması ve sonrasında Bismarck’ın Berlin
Kongresi’ni toplaması neticesinde olası bir Avrupa
krizi önlenmiş, hem de Osmanlı varlığını sürdürebilmişti. Bundan sonra artık Osmanlı yöneticilerinin Almanya’yı dikkate almaması mümkün
Ş U B AT 2013 • S ay ı 218 • P e r s p e k t İ f
49
Tarih
Modern bir ordu kurma niyetinde
olan II. Mahmud dönemine (18081839) geldiğimizde Prusya ile ilişkilerin tekrar geliştiğini, Helmuth von
Moltke öncülüğünde Alman subaylarının Osmanlı’ya geldiklerini
ve bunun daha sonraki süreçte bir
gelenek halini aldığını görürüz.
50
P e r s p e k t İ f • S ay ı 218 • Ş U B AT 2013
değildi. Bu durumda İngiltere ile
Fransa’ya güvenini yitiren Osmanlı Devleti özellikle 1882’den
itibaren ordusunu Almanya’nın
desteğiyle yeniden yapılandırma
sürecini başlatmış ve bu süreç
beraberinde diğer sahalara da
yansımıştır. Diğer yandan Berlin Kongresi’nden sonra Alman
bilim ve siyaset kurumları, çıkabilecek büyük bir savaşın
Osmanlı’nın düşman saflarına
geçmesi veya işgal edilmesi
durumunda Almanya’nın demir çember içinde kalacağını
bariz bir şekilde görmüşlerdir.
Bundan sonra ise Almanya’nın
Osmanlı ordusunu düzenleme, daha fazla İslam birliği
politikasına sürükleme, Bağdat demiryolunun yapılması
ve Anadolu’ya Alman göçmenlerin yerleştirilmesi gibi
politikaların izlenmesinin
önemini daha iyi kavramışlardır.
Son olarak giderek gelişen Alman sanayi ve ekonomisi 1860’lı yıllarda henüz Osmanlı topraklarına
gözlerini çevirecek güce
ulaşmamıştı. Ancak bundan sonraki süreçte Almanya’nın Osmanlı üzerinde etkili olmasında üç kesin dönüm noktası görülür. Bunlar sırasıyla Osmanlı ordusunun eğitilmesi
amacıyla bir Alman subay heyetinin gönderilmesi,
bununla bağlantılı olarak Alman silah sanayinin
Osmanlı ile giriştiği silah ticareti ve Deutsche Bank
(Alman Bankası) aracılığıyla Anadolu demiryollarının yapım imtiyazını alması olmuştu. Deutsche
Bank’ın Almanya dışındaki en önemli yatırımı
şüphesiz Bağdat Demiryolu olmuştur. Bu yatırım
aynı zamanda Alman İmparatorluğu’nun bir dünya
gücü olması yolunda önemli bir rol oynamıştır. Askeri, siyasal ve sosyal alandaki giderek yakınlaşan
bu ilişkiler Osmanlı ve Alman imparatorluklarının
I. Dünya Savaşı’na müttefik olarak girmelerine ve
mağlup olarak yıkılmalarına dek sürmüştür.
» Rahime söylemez
[email protected]
Dschihad
‘‘made in Germany’’
Bir Alman Diplomatın
Cihad Seferberliği
Bugün bağlamından koparılarak kullanılan ve geniş halk kitlelerinin bilinçaltına olası tüm olumsuz çağrışımlarıyla zerkedilen
cihad ve İslamcılık gibi mevhum ve olgular egemen güçlerin
çıkarlarına hizmet ettiğinde dost ve sevimli kavramlar olarak
da kullanılabilmiştir.
Ş U B AT 2013 • S ay ı 218 • P e rsp
ŞU
rspektİf
51
Tarih
C
ihad kavramı günümüzde bağlamından koparılarak çeşitli
amaçlarla kullanılan temel İslami kavramlardan biridir. Allah
yolunda gösterilen her türlü
çaba ve mücadele anlamına
gelen cihad, Allah yolunda İslam düşmanlarıyla
savaşmayı da içerir. Buna mukabil, 14 asırlık İslam tarihinin 6 asrında hükümran olmuş, tarihin
en büyük İslam devletlerinden biri olan Osmanlı
Devleti, tarihçilerin ekseriyetinin hemfikir olduğu
üzere, kendi tarihinde, çöküş yıllarına kadar hiçbir şekilde Müslümanları cihada çağırmamış, hatta başarılı olamadığı Viyana kuşatmaları için dahi
‘‘cihad’’ çağrısında bulunmamıştır.
Peki nasıl olur da asırlar boyu hüküm süren
ve hiçbir şekilde cihad çağrısı yapmayan Osmanlı Devleti I. Dünya Savaşı’nda tüm İslam alemini
Cihad-ı Ekber’e çağırmıştır? Meseleye Alman tarihi özelinde bakan ortadoğu uzmanı Wolfgang
Schwanitz’in bu soruya cevabı oldukça açıktır:
cihad kavram ve çağrıları 20. yüzyılın başında
daha çok Alman politikalarının emelleri ve çıkarları doğrultusunda kullanılmıştır. Schwanitz’e göre,
Cihad-ı Ekber de fikri bir Alman diplomat ve arkeolog (kimilerine göre ise, aynı zamanda bir ‘‘kültür
hırsızı’’) olan Max von Oppenheim tarafından hazırlanmıştır. Ancak bu bağlamda, Alman Kayzeri
II. Wilhelm’in Osmanlı ve Müslümanlara yönelik
izlediği politikaları ve Osmanlı topraklarına yaptığı ziyaretlerini de unutmamak gerekir.
Kayzer Osmanlı Topraklarında
Osmanlı topraklarına 1889 yılındaki ilk ziyaretinden sonra ikinci ziyaretini 1898’de gerçekleştiren Kayzer II. Wilhelm, İstanbul’u ziyaret
edip ardından 127 Osmanlı memur ve askeriyle
Suriye’ye gitmiş ve önemli sivil ve dini liderler ile
görüşmüştür. Kayzer’in Selahaddin Eyyübi’nin
mezarı önünde yaptığı konuşmada Alman
İmparatoru’nun dünya üzerinde yaşayan 300 milyon Müslümanın dostu olduğunu belirtmesiyle,
Alman Kayzeri İslam aleminin bir nevi (ve kendince) hamiliğini üstlenmiştir. Hatta bu konuşmasından sonra Kayzer’in Müslüman olup olmadığı
sorusu dahi gündeme gelmiştir.
52
P e r s p e k t İ f • S ay ı 218 • Ş U B AT 2013
Osmanlı Devleti’nin mezkur dönemde
Almanya’ya yakınlık göstermesi eski ‘‘dostu’’
olan İngiltere’ye güvenemediğinden olsa gerektir.
Almanya’nın Osmanlı’ya karşı ilgisinin artması
ise çıkarları gereğidir. Nitekim diğer batı Avrupa
ülkelerine kıyasla sanayi gelişimini geç de olsa tamamlayan Almanya ürettiklerini satacak büyük
bir pazar bulamıyor, Osmanlı’nın geniş toprakları
ve gittikçe zayıflayan bölgesel iktidarı Almanya’nın
iştahını kabartıyordu. İşte bu ortamda Alman idareciler pastadan daha büyük bir pay alabilmek ve
komşu olduğu emperyal güçlerle mücadele edebilmek için Osmanlı’ya yönelmişlerdi.
Osmanlı Topraklarında Bir ‘‘Kültür Hırsızı’’
Bilindiği gibi, Berlin Bergama müzesinde İslam sanatına ve coğrafyasına ait birçok eser bulunmaktadır. Esasen Müslüman ülkelere ait olan
bu tarihi eserlerin Berlin’e
nasıl geldiği/getirildiği ise şaşırtıcıdır. Eserlerin
nakli ekseriyetle, II. Abdulhamit’in tahta geçmesi ve bununla birlikte Alman – Türk ilişkilerinin
ivme kazanmasıyla başlamıştır.
Avrupalı oryantalistlerin arkeolojik araştırmalar yapma bahanesiyle Osmanlı coğrafyasında
uzun yıllar çalıştıkları bilinmektedir. Bunlardan
biri de Max von Oppenheim’dır. 1860 Köln doğumlu olan Oppenheim Yahudi bir banker ailenin
oğlu olarak dünyaya gelir. Bir müddet devlet memuru olarak çalıştıktan sonra kendini arkeolog
olarak şarkta bulur. Mükemmel seviyede Arapça
konuşan ve 13 yıl boyunca çeşitli İslam ülkelerinde (Suriye, Libya, Irak, İran, Aden, Muskat,
Zanzibar ve Doğu Afrika) bulunan Oppenheim,
Tell Halaf Sarayı’nın kalıntılarını keşfeden kişidir.
Ayrıca Oppenheim 13 vagon
dolusu tarihi eseri Halep üzerinden gemi ve trenlerle Berlin’e getirmesiyle de ünlüdür.
Oppenheim çok sayıda keşif gezisi yapmış,
bedeviler ile aynı sofradan yemek yemiş, Araplar
gibi giyinmiş ve kendisini Arapların kan kardeşi dahi ilan etmiştir. O Irak ve Suriye’de köy köy
gezip ev, arazi ve çadırlar da dahil, her şeyi not
etmiştir. Buna karşın İngilizler, Oppenheim’ın
Kayzer’in istihbarat servisi adına çalıştığını çok
geçmeden anlamış ve onu casus olarak anmaya
başlamıştır. Hatta o dönemlerde Oppenheim’ın
adı ‘‘Abu Cihad’’a çıkmıştır.
Oppenheim bir süre Kahire’deki Alman elçiliğinde de çalışmış, Berlin’e geldiğinde Kayzer’e
farklı bölgelerde yaşayan Müslümanlar hakkında
bilgiler vermiştir. Tell Halaf Sarayı’nın kalıntılarını
keşfettikten sonra ise derhal diplomatik ve casusluk görevini yarıda bırakıp Suriye’de kazı çalışmalarına başlamıştır.
Oppenheim I. Dünya Savaşı başladığında ise
tekrar Dışişleri Başkanlığı’ndaki görevine dönmüş
ve Kayzer’e, ‘‘Düşmanlarımıza Karşı, Müslüman
Bölgesinin Devrimcileştirilmesine İlişkin Muhtıra’’
adlı bir lahiya sunmuş ve birçok Müslüman ülkelerin ajitasyonuna başlanılması gerektiğini yazmıştır.
Ona göre; Arapları cihad için kışkırtmalı, cami ve
okullarda militan Müslüman yetiştirmek için savaş
eğitimi verebilecek Alman danışmanlar görevlendirilmeli, Bakü petrol yatakları kundaklanmalı ve
Süveyş kanalına sabotaj düzenlenmelidir. Bütün
bunlar daha sonra Almanlar tarafından yazılacak
ve Müslümanlar tarafından da oynanacaktır. Nitekim, Alman Dışişleri Bakanlığı I. Dünya Savaşı’nın
ilk yıllarında cihad ajitasyonu için Müslüman topraklarına tam otuzaltı haber bürosu açmış ve bildirileri yirmidört dile çevrilmiştir.
Cihad-ı Ekber’in İlanı
Oppenheim’in teorisyenliğini yaptığı Cihad-ı
Ekber’i Almanya, Enver Paşa üzerinden Padişah V. Mehmet Reşat’a kabul ettirmiş ve I. Dünya
Savaşı’na kısa bir süre kala Kayzer II. Wilhelm’in
onay vermesiyle Cihad-ı Ekber çağrısı yapılmıştır.
Cihad-ı Ekber fikrinin Kayzer’in 1889’da İstanbul’a
yaptığı ilk seyahatinde geliştiği, kimilerine göre ise
1898’de ‘‘Doğu Seyahati’’ni yaptığında ortaya çıktı-
Ş U B AT 2013 • S ay ı 218 • P e r s p e k t İ f
53
Tarih
ğı muhtelif kaynaklarca zikredilir. Peki ama kime
karşı ve niçin cihad edilecektir? Ağırlıklı olarak
Alman kurmayların kararlaştırdığı ve Osmanlıların mutabık kaldığı karara göre cihad Almanya’nın
belirlediği ülkelere karşı yapılacaktır. Bu ülkeler
arasında ise İngiltere, Fransa, Rusya ve müttefikleri
(Sırbistan, Karadağ) yer almaktadır.
Bu doğrultuda, Şeyhülislam Ürgüplü Hayri
Efendi, 14 Kasım 1914’te Cihad-ı Ekber için beş
fetvadan oluşan bir “Fetva-yı Şeriye“ çıkarmış
ve bu fetva törenlerle Fatih
Camii’ne götürülüp binlerce kişiye fetva emini Ali
Haydar Efendi tarafından
okunmuştur. 1914 İkdam
Gazetesi’nde de yayınlanan
fetvada bütün Müslümanların cihad etmelerinin farz
olduğu ve bu emre uymayanların Allah’ın gazabına
ve musibetine uğrayacakları yazmaktadır. Fetvada İngiliz, Fransız ve Rus ordularında bulunan Müslüman
askerlerinin İslam (Osmanlı) ordusuna karşı savaşarak
Müslümanları (Osmanlıları) öldürmelerinin haram
olduğu ve Osmanlı askerlerini öldürmeleri durumunda cehennem ateşini hak
ettikleri belirtilmektedir.
Yine fetvaya göre İngiltere,
Bismarck
Fransa, Rusya, Sırbistan ve
Karadağ Müslümanlarının
İslam hükümetine yardım
eden devletlere saldırmalarının büyük günah
olduğu ve bu sebepten dolayı bela ve musibeti
hak edecekleri belirtilmiştir. Hatta gayri müslim
oldukları halde Almanya ve Avusturya’ya karşı
savaşmanın büyük günah olduğu ve bundan dolayı da büyük azaplara maruz kalacaklarını aynı
şekilde fetvada yer alır. Ve Cihad-ı Ekber fetvası, dört dilde, 500 bin adet olmak üzere; üç eski
şeyhülislamin, 11 kadı-askerin ve 14 din aliminin imzası ile ilan edilmiştir.
Cihad-ı Ekber ilanından sonra Almanlar
Müslümanları örgütlemek için o kadar iyi çalışmışlardır ki, Şark için İstihbarat Servisi (Nachrichtenstelle für den Orient) dahi kurmuşlardır.
Bu servisin başına da tanıdık bir isim, Max von
Oppenheim getirilmiştir.
Almanların planına göre cihad ilanıyla dünyanın her yanında, özellikle sömürgeleştirilmiş Müslüman coğrafyalarda ayaklanmalar ve isyanlar olacak ve düşman zayıf duruma düşecektir. Bu durum
ise iki cephede savaşan Alman askerlerinin bir nebze
de olsa nefes almalarını sağlayacaktır. Mısır’da ve Hindistan’daki ayaklanmalarda
İngilizler mağlup olacak,
böylelikle Almanya (ve bir
ölçüde Osmanlı) parmağını
dahi kıpırdatmadan hedefine ulaşacaktır.
İzlenen
bu
politika ile Almanya bir nevi
İngiltere’ye Osmanlı ile göz
dağı vermektedir. İngiltere
ise, Osmanlı’nın Almanya
ile birlikte savaşa girmesi
durumunda kendisinin büyük sorunlar yaşayacağının
farkındadır. Bu sorunlardan biri, Osmanlı’nın Suriye ve Irak’ta askeri üslerinin
bulunması ve bu durumun
İngiltere için Süveyş Kanalı
ve İran Körfezi’nde tehdit
oluşturmasıdır. İngiltere,
Cihad-ı Ekber ilanından
sonra endişeye düşmüş olacaktır ki, kendi ordusunda yer alan Müslüman askerleri fetvanın etkisinden uzak tutmak için uzak yerlere göndermiş,
hatta gerekli görüldüğü yerlerde sıkı yönetim
ilan etmiştir.
Devrimciler
tarafından
ezilmektense
devrimi yapan
taraf olmayı
isteriz.
54
P e r s p e k t İ f • S ay ı 218 • Ş U B AT 2013
Cihad-ı Ekber’in Başarısızlığı
Müslümanların halifesi sıfatıyla son dönem Osmanlı sultanlarının, özellikle de II. Abdülhamid’in
etkili bir koz olarak kullanmaya çalıştığı cihad
çağrısı böylece fiile geçmiş
ama beklenen etkinin doğmasını sağlayamamıştır. Cihad-ı Ekber’in başarısızlığının kuşkusuz
birçok nedeni vardır. Bunların başlıcası, İslam
dünyasının ekonomik ve sosyal bir buhran içerisinde olmalarıdır, ayrıca o dönemde de Müslümanlar muhtelif gruplara ayrılmıştır ve birlik ve
beraberlikten uzaktırlar. Bir diğer önemli neden
ise Osmanlı İmparatorluğu’nun Hristiyan devlet-
lere karşı başka bir Hristiyan devletle (Almanya ile)
ittifak halinde olmasıdır.
Müslümanların Cihad-ı
Ekber’e beklenildiği gibi
cevap ver(e)meyişlerinin
bir başka sebebi ise kuşkusuz, karşı koyacak silah, mühimmat ve para
gibi maddi imkanlarının
olmayışıdır. Sonuç ise
ortadadır: Bütün bu çabalar beklenilen sonuçlara ulaşamamış, her
iki devlet de savaştan
yenik ayrılmıştır.
Cihad-ı
Ekber
çağrısının ise, her ne
kadar yeterince ilgi
görmemişse de savaş
sonrası kimi getirileri olmuştur. Örneğin
Müslümanlar, emperyalist devletlerin
işgali altında olan
kendi devletlerini
sömürüden kurtarmak için nispeten
de olsa şuurlanmış
ve bu durum daha
sonra iyice çeşitlenerek ümmet bilinci (İttihad-ı İslam) duygusunun
diriltilmesinin
gündeme gelmesine sebep olmuştur.
Hasılı, bu tarihi arkaplandan da anlaşılacağı
üzere, bugün bağlamından koparılarak kullanılan ve geniş halk kitlelerinin bilinçaltına olası
tüm olumsuz çağrışımlarıyla zerkedilen cihad
ve İslamcılık mevhum ve olguları egemen güçlerin çıkarlarına hizmet ettiğinde dost ve sevimli
kavramlar olarak da kullanılabilmiştir. Şartlar
gerektirdiğinde aynı planın tekrar yürürlüğe
konmayacağını kim iddia edebilir?
Ş U B AT 2013 • S ay ı 218 • P e r s p e k t İ f
55
Portre
n
e
d
r
E
r
e
h
e
i
s
e
S
r
t
r
o
a
P
ın
y
m
a
Fat
adın Sub
Bir K
n
a
d
n
ı’
ş
a
v
a
cadelelere
ü
m
e
v
Kurtuluş S
k
kte zorlu
biri
cak niteli
lerinden
la
im
o
is
u
l
n
o
o
b
k
m
e
r
a Seher
se
le
m
ın
t
lm
a
n
fi
ı’
F
ş
ı
t
ir
a
a
v
id
y
a
Ha
şS
n bir
uş, Kurtulu zel kadınlarımızda
lm
o
e
n
h
ö
sa
armış, çok Fatma…
ş
a
b
ı
y
a
ra
olm
-ı diğer Ka
m
a
n
;
roğlu
n
e
d
Er
» Ayşe Mima ail.de
cezaem@h
otm
B
azı kahramanla
rın sadece film
- birliğiyle bi
lerde yaşadığı
rlikte düşman
nı düşünürü
mevzine sokuld
z. sırada Yu
Ezberimizi bo
ukları
nanlar tarafın
zan insanların
dan esir alınar
yaşamları için
ri mendille ba
ak
gözlegenellikle ‘‘film
ğlı bir şekilde
Sürmeli Köyü’
gibi’’ tabirini ku
Yunan karargah
nd
eki
llanmamız belk
ın
a götürülmüştü
i
de bundandır.
r. Fatma Sehe
Erden 1923 tari
Hâlbuki Kurtu
r
hi
Savaşı dönemin
nd
e Tanin Gazetes
luş
i incelediğimiz
mülakatta esir
i’ne verdiği bir
de, normal şart
da ekmeğini pi
al
ın
dı
kt
an sonra karşıs
lar- dığı Yuna
şirip tarlasını
ına çıkarıln Başkumanı
sürerek sade bi
yat süren Ana
Trikopis’in kend
r ha- düğünd
dolu kadınlarım
isini göre hayret içinde
ızın kendilerind
umulmayacak
“Sen Kara Fatm
en
bir kuvvet ve ce
ni, kendisiyle ka
a!” dediğisaretle gerektiğ
beşikteki bebekl
rş
ıla
şmadan önce na
inde
erini de sırtları
olan düşman as
mını işitmiş
na sararak ceph
koştuklarını gö
kerlerinin karş
eye
rürüz. Fatma
ılarında onun
kı
sa
bo
yl
u
ve
Se
gibi
her Erden onla
minyon tipli bi
dan biridir, belk
r kadın yerine
r- cüsseli biri
i de başlıcası…
de
ni
va
sa
gö
rmeyi umdukl
Erzurumlu Yu
arını, bu sebepl
suf Ağa’nın kı
çok şaşırdıkları
e
de
zı, Binbaşı Su
Derviş Beyin
nı
an
latır. 19 gün bo
at
eşi ‘‘Kara Fatm
tarafından sorg
yunca askerler
a’’ lakabıyla m
Fatma Seher H
ulanan Kara Fa
aruf
tma başına diki
anım’ın 1888 yı
nö
be
tç
in
in
bi
len
lında Erzurum
r gece sızmasın
dünyaya geldiğ
’da
ı fırsat bilerek
i sanılmaktadı
silahını da alıp
onun
r. Balkan Harbi
kocasıya birlikt
gü
n
ağ
ar
m
’n
adan kaçmayı
de
e Edirne’de bu
Ve Bursa’nın iş
başarır.
lunmuş, ailesi
gali üzerine du
mensup 9-10 ki
ne
rup dinlenmed
şilik bir grup ka
m
en
bi
rli
ğini toplayıp ba
en hedınla birlikte Bi
ci Dünya Savaşı’
şına geçerek m
rin- hiç ara
nda Kafkas Cep
ücadeleye
vermeden deva
hesi’nde mücad
etmiştir. Eşi Sarı
m
eder.
ele
kamış’ta şehit dü
Başarılarından
ştükten sonra bi
davasından vazg
ötürü önce ça
le
eçmemiş, Sivas’a
te
vuşluk, sonra
ğm
en
lik ve ardından
giderek Mustafa
Kemal Paşa ile
da üsteğmenlik
görüşüp ondan
la
yı
k
rütbelerine
gö
rü
len Fatma Sehe
Milli Mücadele’y
katılmak için
r Hanım, sadece
e
kendisine göre
de
ği
l
ço
kendini
cu
kl
v
arını da canınd
verilmesini tale
etmiştir. Zaten
an çok sevdiği
p
‘‘Kara Fatma’’
nın bekasına ad
vatanıla
ka
bı da kendisin
bizzat Mustafa
amıştı. Annesiy
e
Kemal tarafında
le birlikte ceph
çarpışmakta ol
n
ede
ve
an
ri
, o zaman henü
lmiştir.
Başkomutanlık
z çocuk yaşları
daki kızı bir şa
Meydan Muh
nrinci ve İkinci
ra
pn
ar
eb
el
esi, Bi- ya
parçasının isab
İnönü Muhareb
ralanıp iki parm
et etmesiyle
eleri ve Sakary
Muharebesi’nde
ağ
ın
ı
kaybetmiş, haya
a
çarpışmış, Burs
kalanında ise sa
tının geri
a ve İzmit’in Yu
işgalinden kurt
vaşın çocuk ru
nan
uluşunda rol oy
hunda açtığı de
ya
ra
larla yaşamak zo
namış olan Fa
rin
Seher Hanım,
runda kalmıştı.
tma
onbaşılığa terfi
Kurtuluş Savaşı
ettiğinde nerede
tamamı kadınl
sonunda emek
yse
ardan oluşan m
disine bağlanan
liye ayrılıp kenüfrezesiyle düşm
cephesinin geril
üsteğmenlik m
an
erine sızarak iç
aaşını çocuklu
du
l
ol
m
as
ın
er
isi
a
bir
nde bir de suba
yın bulunduğu
rağmen ‘‘bana
25 Yunan askerin
- yeter’’ diye
istiklal madalya
re
i
es
k
m
ir
K
almıştır.
ızılay’a bağışla
İzmit’in işgali
yan bu kahram
kadın ve ailesi
üzerine İstanb
an
lı Pire Mehm
ul
m
’d
aa
a Topkapılesef hayatlarını
et ve Laz Tahs
kısmını haketm
n önemli bir
in ile birlikte
duğu onbeş ki
edikleri bir ilg
kur- risinde
şilik çetesiyle
isizlik ve sefale
ge
çi
t içeya
rm
nına kızı Fatm
işlerdir. Akli de
oğlu Seyfettin
a, ve bakım
, kardeşleri Sü
ngesini yitirmiş
larını üstlendiğ
leyman ve Meh
kızı
Çavuş’u da al
i torunlarıyla G
met
arak iş arayan
bir Rus manastır
al
at
a’
d
muhacir kılığ
aki
İzmit’e gitmiş
ın
a
sığınmak zorund
ında
, Davulcular
Fatma, 9 Ağust
a kalan Kara
Ormanı’nda sa
nan yüzelli ki
os
19
33
tarihli Yedigün
kla- verdiği
şilik birliğin ba
Dergisi’ne
röportajda ne
şına geçerek ci
köylerin imam
olursa olsun ha
var
ve muhtarların
be
lli
lini kimseye
etmemek için so
ı ormana çağırt
onlara işgalci
ranlara eşyaları
ıp
jandarmaların
yerde olduğunu
nın başka bir
her ay talep et
leri ikiyüzer lir
ve
to
runlarını daha
ti
kayı bundan so
tir
m
sağlıklı yetişek
iç
in kuru tahta
nra vermemel
tembih ederek
üzerinde yatırdı
erini
, ırz ve namus
di
ği
ni
ğını söyleağ
la
ya
larından kend
rak itiraf etmiş
nin sorumlu ol
tir.
isiduğunu söylem
K
ur
tu
lu
ş
iş
Sa
tir
zamanda sayı
vaşımızın sembo
. Burada kısa
larını arttırarak
l isimlerinden bi
olan bu cefaka
Üsküdarlı Alb
ri
r kadına vefa de
Neşet B ey ko
ay
mutasında çarp
rs
inde sınıfta kala
de
vl
et
on
a ve ailesine an
ışan Fatma Se
n
Hanım ve çete
cak 1954 yılında
her
si, askeri anla
elini uzatarak
yardım
mda önem arze
torunlarını yatıl
Fındıktepe’yi
den
geri alarak or
ı okula yerleştir
ve
ke
nd
is
in
ay
e
a
miş
de
ül
ğını dikmeyi ba
kesinin bayrabir miktar aylık
şarmıştır.
bağlanmıştır. 19
yılında kalmak
55
ta
olduğu Darülac
Askerlik hayatı
eze’de hayata gö
lerini yuman Fa
boyunca pek ço
znan Fatma Sehe
tm
k
a
de
Seher Hanım’ın
fa yarala- ka
r Hanım, ayrıca
brinin nerede
ölüm yeri ve
Afyon Harbi’n
ol
du
ğu
ile ilgili ise fark
de
larda farklı bilg
lı kaynakiler verilmekte
dir. 
Kitap Tanıtımı
Batı Dünyasında İslamo- Herkesin Hocası
fobi ve Anti-İslamizm
Erbakan
Kadir Canatan
ESKİYENİ YAYINLARI
Dünyada hiçbir din, kültür ya da uygarlık yalın
ve tek biçimli değildir.
Bununla birlikte Batı
dünyasında oluşturulan
“islamofobi” ve “anti-islamizm”, İslam ve Müslümanlar hakkında özel bir
kurgu inşa etmektedir.
Bu kurguya göre “Batı Batı’dır, Doğu da Doğu.”
Bu iki dünya arasında uzlaşmaz çelişkiler mevcuttur. Biri olumlu özelliklere, diğeri de olumsuz özelliklere sahiptir. Önemli oranda klasik
oryantalist bir söyleme dayanan bu kurgu,
dünya gerçekleriyle bağdaşmadığı gibi sonuçları
itibariyle de asla masum değildir.
Bosna Yazıları:
Bosna İçin
İnsanlık Girişimi
Ertuğrul Günay
KADİM YAYINLARI
1992-95 yıllarında,
eski Yugoslavya’nın
dağılma sürecinde,
bütün Balkanlarda,
özellikle de BosnaHersek topraklarında,
insanlığın yüzünü
kızartacak büyük acılar
yaşandı. Avrupa’nın orta yerinde, Avrupalı
bir halk, milliyetçi ve dinci bağnazlığın akıl
almaz saldırılarına uğradı ve neredeyse
topyekun yok edilmek istendi. Sadece Avrupa
değerlerinin değil, bütün insanlık değerlerinin
ayaklar altına alındığı bu vahşet karşısında
‘‘resmi Avrupa’’ sessiz ve duyarsız kalırken,
Avrupa’dan da, bütün dünyadan da Bosna’ya
koşan sivil girişimciler, gelecek ‘‘gerçek
medeniyetin’’ temsilcileri oldular.
58
P e rsp e k t İ f • S ay ı 218 • ŞU B AT 2013
Ekrem Kızıltaş
HAYAT YAYINLARI
Erbakan Hoca, Türk
siyasetinin son 40
yılına sadece siyasi bir
aktör olarak damga
vurmakla kalmadı;
inançlı kesimleri “Milli
Görüş” adı altında
başlattığı hareketin içine
dahil ederek ve iktidara
taşıyarak, geriye dönüşün imkansız olduğu yeni
dönemin fitilini ateşledi. Siyaset dünyasındaki
derin izlerine rağmen sadece siyasetçi değil,
buluşlar yapan bir mühendis, bir aksiyoner, bir
fikir adamı ve inançlı bir Müslümandı.
Almanya’nın Osmanlı
Devleti Üzerinde İngiltere
İle Nüfuz Mücadelesi
(1890 - 1914)
H. Bayram Soy
PHOENİX YAYINLARI
1888 yılında OsmanlıAlman yakınlaşması
ve bunun sonucunda
Almanya’nın giderek
Osmanlı Devleti’nde
nüfuzunu arttırması en
çok Osmanlı’nın eski
müttefiki İngiltere’yi
rahatsız etmiştir. Çünkü Almanya, dünya
gücü olmayı hedeflediğini ortaya koymuş ve
Berlin-Basra demiryolu hattı ile İngiltere’nin
Hindistan yolu için potansiyel bir tehdit
unsuru haline gelmiştir. Bundan sonra ise
Almanya durumunu güçlendirmek, İngiltere
ise etkinliğini muhafaza etmek amacıyla,
mevcut ilişkileri ve etkinlikleri çerçevesinde
Osmanlı Devleti’nde çok yönlü bir nüfuz
mücadelesine girişmişlerdir.
SEN DE DESTEK OL!
YETİM PROJESİ
KURBAN KAMPANYASI
SAĞLIK PROJESİ
SU KUYUSU PROJESİ
EĞİTİM PROJESİ
IGMG Sosyal Yardım Derneği
Boschstr. 61-65 | D-50171 Kerpen
T
F
E
+49 2237 92942-15
+49 2237 92942-42
[email protected] | hasene.org
/haseneorg
Hesap Sahibi
Banka
Banka Kodu
Hesap No.
Amaç
IGMG Hilfs- und Sozialverein e. V.
Kreissparkasse Köln
370 502 99
0184273164
[Projemiz] [Adresiniz]
Almanya dışından havale için:
IBAN DE 7537 0502 9901 8427 3164
BIC
COKSDE 33
“Mazlum ve Mağdurlar için El Ele”
CMYK:100,0,100,0 - HKS:HKS 54 - PANTONE:347 EC - PANTONE solid coated: 355 C
Download