¾ËWh¸?Âh¸??¾lG ´A ÅBÆjI A ÓËçA ÅAjZJºA ľ ¾ËWh¸?Âh¸??¾lG ³@ÄAÅiH@Òʦ@Ä@iYI¹@ý ² @ÃAÄhH@ÑÉÁ¥@Ã@hYI¸@¼ ÀÍYjºA ÄjºA A ÀnI ¿mH Allah Elçisinin (as) ihsan ve güzelliğe verdiği önem, en hüzünlü anlarında ve en dikkatlerden uzak yerlerde bile kaybolmamıştır. Sevgili oğlu İbrahim henüz on altı aylık bir bebekken vefat edince hüzne boğulan Efendimiz aleyhisselam, oğlunun mezarı kazılırken kabrin kenarında gördüğü bir taştan ve çıkıntıdan rahatsız olmuş ve bizzat elleriyle orayı düzelttikten sonra, “Şüphesiz ki o ölüye zarar da vermez, fayda da.. Fakat (böyle düzgün olması) dirinin gözüne ferahlık verir.” buyurmuştur. Yine oracıkta mezarcıya hitaben: “Sizden biriniz bir iş yaptığında onu sağlam ve güzel yapsın. Çünkü bu musibete uğrayanın nefsini teselli eder.” demiştir. Allah’ın Elçisi (as), hangi iş olursa olsun, Müslümanın işini sağlam, düzgün ve güzelce yapmasını Allah’ın sevdiği bir davranış olarak bildirmiştir. Güzelliğin ve mutluluğun resmi çizilebilseydi şüphesiz o İslâm olurdu. Bu durumda sizden biriniz bıçağını iyice keskinleştirsin ve kurbanını rahatlatsın.” Bu din, her alanda iyilik ve güzellik arayışının ¿ÌXi¹@Ãi¹@@¿mH adını “ihsan” koymuştur. Kur’ân-ı Kerim’de, uyulacak her bir hayrın ve uzak durulması gereken her bir şerrin dile getirildiği en kapsamlı âyet olarak bildirilen Nahl sûresi 90. âyette Yüce Allah şöyle buyurur: “Şüphesiz ki ¾ËXh¸@Âh¸@@¾lH İslâm, her alanda manevî güzelliği yüceltirken dini gayelere hizmet eden ve günah olmayan maddi güzellikleri de teşvik etmiştir. Kur’ân-ı Kerim’de, namaz için Allah’ın huzuruna her varışımızda güzel elbiselerimizi giymemiz tavsiye edilir. Efendimiz (as): “Allah, nimetinin eserini kulunun üzerinde görmeyi sever.” buyurmuştur. Buna göre, Müslümanın harama düşmeden güzel giyinmesi teşvik edilmiştir. Hadislerde, Müslümanın en azından yedi günde bir başını ve vücudunu yıkaması Allah’ın ve bedenin üzerimizdeki hakkı olarak emredilir. Yine Efendimiz (as), “Sizden birinizin saçı varsa ona ikramda bulunsun.” buyurur. Hz. Şeddad bin Evs (ra)’den nakledildiğine göre Sevgili Peygamberimiz (sas) şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz ki Allah her şeyde güzelliği yazmış; farz kılmıştır. O halde öldürdüğünüz zaman öldürmeyi güzel yapın. Hayvan kurban ettiğiniz zaman da kurban etmeyi güzel yapın. Allah adaleti, ihsanı, yakınlara vermeyi emreder. Çirkin utanmazlıklardan (fahşadan), kötülüklerden (münkerden) ve zorbalıklardan (bağydan) sakındırır. Size öğüt vermektedir. Umulur ki, öğüt alıp düşünürsünüz.” İslâm’ın ahlak nizamı iyilik ve güzelliklerin yansıdığı aynadır. Aslında güzel ahlakı hayata hâkim kılmak, İslâm çağrısının özünde olan en önemli gayelerdendir. Sevgili Peygamberimiz (as): “Şüphesiz ki Ben ahlakî güzellikleri tamamlamak için gönderildim.” buyurmuştur. Sevgili Peygamberimiz (as), “İman yönünden müminlerin en olgunu, ahlakı en güzel olanları ve ailelerine en güzel davrananlarıdır.” buyururken de “Mümin, güzel ahlakı sayesinde (gündüzleri devamlı) oruç tutan, (geceleri de sürekli) namaz kılanların derecesine ulaşır.” ve “Kıyamet gününde müminin (sevap ve günahlarının tartıldığı) mizanında (sevap olarak) güzel ahlaktan daha ağır basan bir şey yoktur.” buyururken de ümmetini hep güzel ahlak idealiyle yetiştirmek istemiştir. Sevgili Peygamberimizin (as) “Güzelin en güzeli, güzel ahlaktır.” buyurur. Yine O (as), “..Allah güzeldir, güzelliği sever..” buyurarak Müslümanın, her işinde yöneleceği yönü belirler. İçindekiler AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ Yıl: 11 Sayı: 127 Nisan 2016 O Erler Ki 4 Prof. Dr. Mustafa Ağırman SAHİBİ Burhan Basın Yayın Eğitim ve Tur. Ltd. Şti. Vakit Sermayemizdir 8 Yrd. Doç. Dr. Mustafa KARABACAK SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ Serdar TAŞAR YAYIN DANIŞMANLARI Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN İşte İslam 12 Nureddin YILDIZ Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR YAYIN KURULU Yusuf ELİBOL Ramazan ÇAKIR Aydın BAŞAR Salih AYDIN Musa KARACA Kur’an’da Nesh Meselesi 26 Ebû Hanîfe Müdâfaası 32 Yrd. Doç. Dr. Ebubekir SİFİL Dr. İhsan ŞENOCAK GRAFİK TASARIM Talha AKA DAĞITIM ORGANİZASYONU Talha AKA Gsm: 0541 580 1969 F$yatı Tek Sayı: 6 TL 1 Yıllık (12 Sayı) Abone: 72 TL Yurtdışı 1 Yıllık Abone: 75 Euro Abonel$k İç$n Hesap Numaraları Posta Çeki No: 5091167 Burhan Basın Yay.Eğt.Tur.Ltd.Şti. Kuvettürk Sultanbeyli Şubesi Hesap No: 826718 - 1 İBAN: TR51 0020 5000 0008 2671 8000 01 Türkiye Finans Sultanbeyli Şubesi Müşteri No: 291928 IBAN:TR67 0020 6000 6300 2919 2800 01 Ziraat Bankası Sultanbeyli Şubesi Hesap No: 1673–44165588-5002 IBAN:TR690001001673441655885002 Hz. Meryem’in Hayatından Kadın Erkek Herkese Mesajlar 36 Kibâr-ı Kelâm (Ehlullahın Dilinden...) 40 Prof. Dr. Ali AKPINAR Ubeyd FAKİRULLAH Ahmet YAŞAR Hocaefendi (Rahmetullahi aleyh) 42 Beden Ülkesinin Sultani Kalp 48 Abdullatif ACAR YAYIN VE İLETİŞİM ADRESİ Mehmet Akif Mah. Kuran Kursu Cad.No: 87 Sultanbeyli / İST. Tel: +9 (0216) 498 94 00 Faks: +9 (0216) 398 94 69 İNTERNET ADRESİ [email protected] www.burhandergisi.com BASKI Milsan A.Ş. 0212 697 1000 Hak Haklınındır 59 Hz. Pîr Seyyid Ahmed er-Rufai 62 Memduh ERGİN Hz. Pîr Seyyid Ahmed er-Rufai Kudsü Şerif’le İmtihanımız 64 Av. Bahaddin ELÇİ Dünyayı Güzellik Kurtaracak 67 Fatih Sultan SEMİZ YAYIN TÜRÜ Aylık Süreli Yayın Gönder$len yazılarda ed$tör ve yayın kurulu değ$ş$kl$k yapab$l$r. Gönder$len yazılar $ade ed$lmez. Yazılardan kaynak göster$lerek alıntı yapılab$l$r. Yayınlanan reklamlardak$ ürün ve h$zmetler$n sorumluluğu reklam verene a$tt$r. Burhan Çocuk 70 Musa KARACA 8 Vakit Sermayemizdir Yrd. Doç. Dr. Mustafa KARABACAK 32 Ebû Hanîfe Müdâfaası Dr. İhsan ŞENOCAK 36 Hz. Meryem’in Hayatından Kadın Erkek Herkese Mesajlar Prof. Dr. Ali AKPINAR 48 Beden Ülkesinin Sultani Kalp Abdullatif ACAR Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN O Erler Ki O erler ki, gönül fezasındalar, Toprakta sürünme ezasındalar. Yıldızları tesbih tesbih çeker de, Namazda arka saf hizasındalar. İş başa düştüğü zaman her işin altından kalkabileceğimizi gösteren canlı bir tarih var elimizde. Bu güzel insanların hayatı ağlamak ve gözyaşı dökmek için okunmaz, ibret almak ve onlara benzemek için okunur. İçine nefs sızan ibadetlerin, Birbiri ardınca kazasındalar. Günü her dem dolup her dem başlayan, Ezel senedinin imzasındalar. Bir an yabancıya kaysa gözleri, Biz ömür gözyaşı cezasındalar. Her rengi silici aşk ötesi renk; O rengin kavuran beyazındalar. Ne cennet tasası ve ne cehennem; Sadece Allah’ın rızasındalar. Necip Fazık Kısakürek 2016 4 Nisan B Hz. Huzeyfe (r.a.) Hz. Huzeyfe (r.a.), İslâm’ın gelmesinden yıllar önce Mekke’den Medine’ye yerleşen bir âilenin oğludur. Mekke’den Medine’ye gelen büyük dedesi Cirve, aslen Yemenli olan Abduleşheloğulları ile bir antlaşma yaptığı için kendisine Yemân denilmiş, Huzeyfe de, İbn Yemân (Yemân’ın oğlu) diye anılmıştır. Huzeyfe, babasıyla birlikte Bedir Savaşından önce Müslüman oldu. Annesi Rebâb da Hz. Peygamber’e bîat eden ensar kadınlarındandır. Bedir savaşında Hz. Peygamber’in yanında yer almak üzere yola çıkan baba-oğul yolda müşriklere yakalandılar. Hz. Peygamber’in ordusuna katılmayacaklarına dâir söz vermeleri üzerine serbest bırakıldılar. Baba-oğul, gelip durumu Hz. Peygamber’e anlattılar. Hz. Peygamber de kendilerine sözlerinde durarak savaşa katılmamalarını söyledi. Bu sebepten dolayı Bedir savaşına katılamayan Hz. Huzeyfe daha sonra yapılan bütün savaşlara katıldı. Ayrıca, Hz. Peygamber’in zekât işleri ile ilgili kâtipliğini yaptı. Debâ’da oturan Ezd kabilesinin zekâtını toplamak üzere Hz. Peygamber tarafından oraya görevli olarak gönderildi. Hz. Ömer’in devlet başkanlığı zamanında Medâin’e vâli tâyin edildi. Kudretli bir yöneticilik yaptı ve Medâin şehrini îmâr etti. Hz. Huzeyfe, 36/656 yılında Hz. Osman’ın şehid edilmesi ve Hz. Ali’ye bîat edilmesinden kırk gün sonra Medâin’de vefat etti. Hz. Huzeyfe’nin en önemli özelliği, Hz. Peygamber’in sırdaşı olmasıdır. Hz. Peygamber’in hiçbir sahâbîye vermediği bir kısım bilgileri ona verdiği, bundan dolayı Medîne’deki münâfıkların adını ve ileride meydana çıkacak fitne hareketlerini ondan başka kimsenin bilmediği rivâyet edilmiştir. Hz. Ömer ve Hz. Ali, onun bu özelliğini açık bir şekilde ifade etmişlerdir. Hz. Huzeyfe, zühd ve takvâsı ile tanınan bir sahâbîdir. Vâli olarak gittiği Medâin’e merkebinin sırtında girmiş, şehrin ileri gelenleri Hz. Ömer’in tâlimâtına uyarak ona ne kadar maaş istediklerini sorduklarında, sadece kendisi doyacak kadar yiyecek ile merkebi için bir miktar yem istemiştir. Vâliliği sırasında Hz. Ömer onu bir ara yanına çağırmış, yaşadığı sâde hayatta herhangi bir değişiklik olmadığını görünce çok sevinmiş, kendisini tebrik ederek tekrar Medâin valisi olarak görevlendirmiştir. Hz. Huzeyfe vefat etmeden önce kendisine pahalı kefen alınmamasını tembih etmiş, Allah’ın huzuruna gösterişli kefenle değil, samîmi bir îmân ve ibâdetle çıkmanın önemli olduğunu hatırlatmıştır. Hendek Savaşı’nda Hz. Huzeyfe (r.a.) Hz. Huzeyfe’nin yeğeni Abdulaziz şunları anlatıyor: “Bir gün amcam Huzeyfe, Hz. Peygamber ile birlikte katıldığı olayları anlatınca, Hz. Peygamber’e yetişemeyen çevresindeki insanlar (tâbiûn) şöyle dediler: “Biz de o günlere yetişseydik şöyle şöyle yapardık.” Onların böyle demeleri üzerine amcam da onlara şöyle dedi: { } Hz. Huzeyfe, zühd ve takvâsı ile tanınan bir sahâbîdir. Vâli olarak gittiği Medâin’e merkebinin sırtında girmiş, şehrin ileri gelenleri Hz. Ömer’in tâlimâtına uyarak ona ne kadar maaş istediklerini sorduklarında, sadece kendisi doyacak kadar yiyecek ile merkebi için bir miktar yem istemiştir. Nisan 5 2016 B -“Buradayım, buyur ya Rasûlallah!” dedim. O da: -“Huzeyfe! Düşman içinde kıpırdanmalar var. Git, durumları hakkında bana haber getir.” buyurdu. Ben, oradaki halkın en çok korkanı ve en çok üşüyeniydim. Yerimden kalktım ve hareket etmeye başladım. “Böyle söylemeyin! Allah o günleri bir daha göstermesin. Bana, Hendek Savaşı’ndaki o geceyi hatırlattınız. Biz, bir tarafta saf bağlamış oturuyorduk. Ebû Süfyan ve ordusu üst tarafımızda, Kurayza Yahûdileri de alt tarafımızdaydı. Bunların, Medîne’deki çoluk çocuğumuza bir şey yapmalarından korkuyorduk. Hiç, böylesine karanlık ve böylesine fırtınalı bir gece geçirmemiştik. Rüzgâr adeta ıslık çalıyor, karanlıkta kimse parmağını bile göremiyordu. İşte böyle bir gecede cephede bizimle birlikte bulunan münâfıklar: “Evlerimiz açıktır, çocuklarımız sahipsizdir.” diyerek Hz. Peygamber’den izin istediler. Hâlbuki evleri açık değildi. İzin isteyen herkese izin verildi. İzin alanlar sıvışıp gidiyorlardı. Hz. Peygamber’in yanında kalan bizler üç yüz küsûr civarındaydık. Tek tek Hz. Peygamber’in yanında nöbet tuttuk. Sıra bana gelmişti. Üzerimde ne düşmana karşı koyacak kalkanım ve ne de beni soğuktan koruyacak bir elbisem vardı. Sadece üzerimde dizlerimi geçmeyen eşimin yün örtüsü vardı. Diz üstü oturuyordum. Hz. Peygamber yanıma geldi ve: -“Kimsin?” diye sordu. -“Huzeyfe.” dedim. -“Huzeyfe! Nerdesin?” diye buyurdu. Ben de yerimden kalkmak istemeyerek: -“Buradayım, buyur ya Rasûlallah!” dedim. O da: -“Huzeyfe! Düşman içinde kıpırdanmalar var. Git, durumları hakkında bana haber getir.” buyurdu. Ben, oradaki halkın en çok korkanı ve en çok üşüyeniydim. Yerimden kalktım ve hareket etmeye başladım. İşte bu sırada Hz. Peygamber: “Allah’ım! Onu önünden, ardından, sağından, solundan, üstünden ve altından gelecek bütün belâlardan koru!” diye duâ etti. Vallahi bundan sonra korku ve üşümek nedir bilmedim. Bende korkunun ve üşümenin eseri kalmadı. Kendimi hamamdaymışım gibi hissetmeye başladım. Tam gitmek üzereydim ki Hz. Peygamber: “Ey Huzeyfe! Oralarda herhangi bir şey yapma. Onlara ne ok atacak, ne taş atacak, ne de mızrak saplayacaksın. Ne de kılıç vuracaksın. Hiçbir şey yapmayacak, sadece bilgi getireceksin.” diye tembihte bulundu. Bu tâlimâtı aldıktan sonra yola koyuldum. Müşrik ordularına yaklaştım. Isınmak için yaktıkları ateşin ışığında onları seyrettim. İri, esmer bir adam, eliyle ateşi gösteriyor ve böğrünü tutarak: -“Yüklerinize dikkat edin, yanmasın.” diyordu. Ebû Süfyan’ı ilk defa burada gördüm; sırtını ateşe doğru tutmuş ısıtıyordu. Kendi kendime: “Ben daha neyi bekliyorum; Allah düşmanını yakalamışken neden hakkından gelmiyorum?” dedim ve ok çantamdan beyaz tüylü bir ok çıkardım. Ateşin ışığında, atmak için yayıma yerleştirdim. Rasûlullah’ın: “Oralarda bir şey yapma! Benim yanıma dönüp gelinceye kadar oralarda bir hâdise çıkarma!” tembihini hatırlayınca, oku yaydan çıkarıp ok çantama koydum. Eğer ona bir ok atmış olsay- 2016 6 Nisan B dım, kesinlikle vururdum. Bu sırada bana bir cesâret geldi. Müşrik ordularının içine daldım ve ortalarına kadar gittim. Tam bu sırada Ebû Süfyan, müşriklere karşı dönerek: “Dikkat edin! Aranıza câsuslar karışmış olabilir. Herkes yanında bulunanın kim olduğuna dikkat etsin! Herkes yanında oturanın elini tutsun ve kim olduğunu sorsun!” Ebû Süfyan böyle der demez hemen sağ elimi uzatıp sağ yanımdakinin elini tutup kim olduğunu sordum. Sağ yanımdaki: “Ben, Amr b. el-Âs!” dedi. Bu sefer de sol elimi uzatıp sol yanımda oturana: “Sen kimsin?” diye sordum. O da: “Ben, Muâviye b. Ebî Süfyan!” dedi. Ben onlardan önce davranıp bu bâdireyi atlattım. Bu yoklamadan sonra Ebû Süfyan şunları konuştu: “Ey Kureyş topluluğu! Artık burada duramayız. Atlar, develer ölmeye başladı. Kıtlık ve yokluk her tarafı sardı. Kurayza oğulları Yahûdileri de bize verdikleri sözde durmadılar, döneklik ettiler. Onlardan hoşumuza gitmeyen haberler gelmeye başladı. Rüzgârdan başımıza gelenleri görüyorsunuz. Ne tencerelerimizi, ne ateşlerimizi ve ne de çadırlarımızı yerinde bırakıyor. Hemen göç edip gidiniz! İşte ben, yola koyuluyor ve gidiyorum.” Ebû Süfyan, bu konuşmasından sonra devesine doğru yürüdü ve devesine binerek yola koyuldu. Hz. Peygamber efendimiz bana: “Dönüp bana gelinceye kadar bir hâdise çıkarmayacaksın.” diye emir vermemiş olsaydı ve isteseydim, Ebû Süfyan’ı okla vururdum. Bu sırada benim en yakınımda bulunan Âmir oğulları birbirlerine: Bu sırada Hz. Peygamber: “Allah’ım! Onu önünden, ardından, sağından, solundan, üstünden ve altından gelecek bütün belâlardan koru!” diye duâ etti. Vallahi bundan sonra korku ve üşümek nedir bilmedim. Bende korkunun ve üşümenin eseri kalmadı. Nisan -“Ey Âmir oğulları sülâlesi! Yüklerinize dikkat edin, bırakmayın. Burada durulmaz artık.” diyorlardı. Bu ordunun içinde rüzgâr çok daha sert ve şiddetli esiyordu. Vallâhi yükleri ve yatakları arasında, fırlayan taş sesleri işitiyordum. Bu taşları rüzgâr fırlatıyordu. Bütün bunları gördükten ve düşmanın yola koyulduğuna şahit olduktan sonra kendi ordumuza doğru yola çıktım. Kendimi yine hamamdaymışım gibi hissediyordum. Tam yolu yarıladığım sırada beyaz sarıklı yirmi kadar süvâri ile karşı karşıya kaldım. Onlar: -“Rasûlullah’a haber ver. Allah onların hakkından gelmiştir.” dediler. Rasûlullah’ın yanına vardığımda, örtüsüne bürünmüş namaz kılıyordu. Namazını bitirdikten sonra gördüklerimi kendisine anlattım. Allah’a yemin ederim ki, döner dönmez, tekrar üşümeye ve titremeye başladım. Rasûlullah sallalâhu aleyhi ve selem kendisine doğru yaklaşmamı işâret etti, ben de yaklaştım. Beni ayakucuna yatırdı. Ben de örtüsünün bir ucunu üzerime çektim ve uyudum. Sabah namazı vaktine kadar uyumuşum. Namaz vakti girdiğinde: “Ey uykucu! Kalk artık!” dedi ve beni uyandırdı.” Hz. Huzeyfe’nin yaptığını hiçbirimiz yapamayız. Hz. Peygamber efendimiz, kendisini korkak ve cesâretsiz olarak gören Huzeyfe’yi bu işte görevlendirerek ona cesâret ve özgüven kazandırmıştır. Liderler, Hz. Peygamber’i örnek alarak, çevrelerindeki en zayıf insanları kahraman yapabilirler. Liderlik de işte budur zâten. İslâm dâvâsında yola koyulan mücâhidler, ben şu işi yaparım ama şunu yapamam, demeyecekler. İş başa düştüğü zaman her işin altından kalkabileceğimizi gösteren canlı bir tarih var elimizde. Bu güzel insanların hayatı ağlamak ve gözyaşı dökmek için okunmaz, ibret almak ve onlara benzemek için okunur. 7 2016 Yrd. Doç. Dr. Mustafa KARABACAK Vakit Sermayemizdir Ömrümüzü bir kum saatine benzetirsek geçen her an aleyhimize işlemektedir. Her anı bir fırsat bilip geriye dönük değerlendirmeler yapılmalıdır. Zamanın nasıl kullanıldığı gözden geçirilmeli, hatalar ve eksiklikler varsa bunların telâfisi yapılmalıdır. 2016 A llah Teâlâ, Kitabında zamanın önemine dikkat çekmek için “asr”a (Asr, 103/1) “Fecre (tan yerinin ağarmasına), on geceye, çift olana ve tek olana, geçip gitmekte olan geceye” (Fecr, 89/1-4) “Geleceği bildirilen güne, tanıklık edene ve edilene” (Bürûc, 85/2-3) “Onu (dünyayı) aydınlattığında gündüze, onu karanlıkla örttüğünde geceye” (Şems, 91/3-4) “Bürüyüp örttüğünde geceye, aydınlandığın- 8 da gündüze” (Leyl, 92/1-2) diyerek yemin etmiştir. Allah Teâlâ katında ayların sayısı on ikidir: “Şüphesiz Allah’ın gökleri ve yarattığı günkü yazısında, Allah katında ayların sayısı on ilkidir…” (Tevbe, 9/36). Aylar haftalardan, haftalar da günlerden oluşmaktadır. Günler de 24 saat dilimine ayrılmış gece ve gündüzden oluşmaktadır. Allah geceleri istirahat, gündüzlerini ise çalışmak için Nisan B yaratmıştır: “Allah, rahmetinden dolayı size gece ve gündüzü yarattı ki dinlenesiniz, lütfundan rızkını arayasınız ve bütün bunlara şükredesiniz.” (Kasas, 28/73). İslam, zaman şuuru vermede zaman dilimlerinden en çok “gün” üzerinde durur. Nitekim Kur’an’da yer verilen zamanla ilgili kelimelere baktığımızda, dört yüz yetmiş beş defa olmak üzere en çok “gün” üzerinde durulduğunu görürüz. Buna gece (yüz on yedi defa) ve gündüz (yüz altı defa) kelimeleriyle ilgili sayıyı da eklersek altı yüz doksan sekiz eder. Hâlbuki yine zamanla ilgili Kur’an’da geçen ebed (yüz on yedi), yıl (otuz), ay (yirmi bir) ve hafta (bir) kelimelerinin geçtiği rakamın toplamı olan yüz altmış dokuz rakamıyla bunu kıyaslayacak olursak “gün”ün miktarca fazlalığı daha iyi anlaşılır. Demek ki hayatı değerlendirmede esas olan “günün değerlendirilmesi”dir; diğerleri buna bağlıdır. Bu sebeple dinimiz “gün” üzerinde, çeşitli yönleriyle ve ısrarla durmuştur. (Kutluay, İbrahim, Sünnete Göre Kutsiyet, Çıra Yayınları, Aralık 2010, s. 235). Zaman denince hepsini kapsayan yıl, ay, hafta, gece ve gündüzün insanoğluna verilmiş birer nimet olduğu unutulmamalıdır. Diğer nimetlerde olduğu gibi zaman da insanoğlunun değerini bilemediği değerlerdendir. Rasûlüllah (s.a.v.) insanların sahip olduğu en önemli iki nimete dikkat çekerek şöyle buyurmaktadır: “İki nimet vardır ki insanların çoğu (onları değerlendirme hususunda) aldanmıştır: Sağlık ve boş zaman.” (Buhârî, Rikâk, 1; Tirmizî, Zühd, 1; İbn Mâce, Zühd, 15). İnsan için “ibnü’l-vakt” yani vaktin oğlu derler. Diğer bir tabirle “dem bu dem”dir. Geçmiş hatası ile sevabı ile geçmiştir. Geçmişten ibret alıp, hatalardan dersler çıkarıp aynı hatalara tekrar düşmemek gerekir. Şayet düşülmüşse de hatalar insanın sadece tecrübesini artırmalıdır: “Hatasız halîm (kâmil insan), tecrübesiz de hikmet sahibi olunmaz.” (Tirmizî, Bir ve’-sıla, 86). Hatalardan ibret alınmazsa aynı hatalar tekrarlanır durur. Mümin uyanık olmalı ve aynı hataya iki defa düşmemelidir: “Münin bir delikten iki defa ısırılmaz.” (Buhârî, Edeb, 83; Müslim, Zühd ve’r-rakâik, 63). Hataların tekrarı insanoğlunun kısa ömründe zaman kaybından başka bir şey değildir. Zamanı en iyi değerlendirme yollarından birisi sabah güne erken başlamak bunun için de akşamları imkânlar ölçüsünde erken yatmaya çalışmaktır. Bu belki sabah namazıyla güne başlamak demektir. Rasûlüllah’ın (s.a.v.) haber verdiğine göre Sahr b. Vedâa adında bir tâcir güne çok erken başlarmış bu sebeple malı çok ve bereketli olmuştur. Yine Rasûlüllah (s.a.v.) orduyu bir yere göndereceği zaman sabah erkenden gönderir ve şöyle dua ederdi: “Allah’ım ümmetim için erken vakitleri bereketli kıl.” Ebû Dâvûd, Cihad, 78; Tirmizî, Büyû’, 6; İbn Mâce, Ticarât, 41). Sabah erken hayata başlamayıp gün ortasında uyanmak, neredeyse günü bitirmek, zamanı tüketmek demektir. Tüm canlılar sabahın ilk ışıklarında uyanıp yiyecek aramaya yani çalışmaya başlarlar. İnsanların da rızıklarını kazanmak için, erken kalkma zorunlulukları vardır. Aksi takdirde bereketsiz ve şevksiz bir hayat sürmeleri kaçınılmazdır. { } Zamanın nasıl kullanıldığı gözden geçirilmeli, hatalar ve eksiklikler varsa bunların telâfisi yapılmalıdır. Bu telâfiler yapmak için hâlâ zamanımız olduğuna şükredilmeli ve bundan sonra nimeti daha özenli kullanmanın yolları aranmalıdır. Nisan 9 2016 B Bir daha yaşama imkânı olmayan yaşadığımız anın belki her saniyesini en iyi şekilde değerlendirerek “keşke”lerle hayatı geçirmenin bir anlamı yoktur: “Beş şey gelmeden önce beş şeyi ganimet bil! İhtiyarlığından evvel gençliğin, hastalığından evvel sıhhatin, fakirliğinden evvel zenginliğin, meşguliyetinden evvel boş vakitlerin ve vefâtından evvel hayatın.” (Hâkim, el-Müstedrek, IV, 341 hadis no: 7846). Müminin özelliklerinden birisinin de boş şeylerden uzak durmak olduğu unutulmamalıdır: “Onlar, anlamsız, yararsız şeylerden uzak dururlar.” (Mü’minûn, 23/3). Zamanı en iyi şekilde değerlendirerek şu kısacık hayatta kalıcı izler bırakma çabasında olunmalıdır. Rabbimizin “Hanginizin davranışça daha iyi olduğunu deneyerek göstermek için ölümü ve hayatı yaratan o’dur.” (Mülk, 67/2) âyeti kerimesinde buyurduğu gibi o her şeyin en iyisini bildiği halde insanları denemek için yaratmıştır. Bu imtihan sahnesinde dünyanın geçici heveslerine aldanıp ebedi hayatın berbat edilmemesi gerekir: “Hiçbir kul kıyamet gününde, ömrünü nerede tükettiğinden, ilmiyle ne gibi işler yaptığından, malını nerede kazanıp nerede harcadığından, vücudunu nerede yıprattığından sorulmadıkça bulunduğu yerden kıpırdayamaz.” (Tirmizî, Kıyamet, 1). Ömrümüzü bir kum saatine benzetirsek geçen her an aleyhimize işlemektedir. Her anı bir fırsat bilip geriye dönük değerlendirmeler yapılmalıdır. Zamanın nasıl kullanıldığı gözden geçirilmeli, hatalar ve eksiklikler varsa bunların telâfisi yapılmalıdır. Bu telâfiler yapmak için hâlâ zamanımız olduğuna şükredilmeli ve bundan sonra nimeti daha özenli kullanmanın yolları aranmalıdır. Yoksa cehennemlikler gibi hayıflanılır: “Ve onlar orada, “Rabbimiz! Bizi çıkar da yapmış olduklarımızdan başka, rızana uygun işler yapalım” diye feryat ederler. Size düşünecek kimsenin düşünebileceği kadar bir ömür vermedik mi? Üstelik size uyarıcı da gelmişti. Şimdi tadın bakalım. Zalimlerin hiçbir yardımcısı da yoktur.” (Fâtır, 35/37). Selam ve dua ile… 2016 10 Nisan B “Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdular; “Beni Rabbim terbiye etti, terbiyemi de üstün ve güzel eyledi” Bu hadisi Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in terbiye yolunu gösteriyor. Bizim de o yola girmemizin gerektiğini anlatıyor. Çünkü o yoldan birazcık şaşan, sapar. Ondan kendini ayrı sayan azar, kudurur. İman sahipleri gayelerini bu yolda yükseltirler. İrfan sahiplerinin iç âlemi bu yolda güzelliğini bulur. Başka türlü düşünmek imkânsızdır. Allah’ı bulmak arzusunda olan bu yola girmeye mecburdur. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in açtığı edep ve terbiye çığırına girmeden, kimse bir şey ummasın. Hak ve hakikat yolcusu, bulacağını, anlattıklarımız dışında bulamaz!” Hz. Pîr Seyyid Ahmed er-Rufai (k.s) den 11 2016 Nureddin YILDIZ İşte İslam Bismillahirrahmanirrahim. Hayat neredeyse İslam oradadır. Rabbimiz, kısas dediyse yüz defa idam ediliriz ama kısas demekten utanmaz ve korkmayız. Hırsızlığın Allah’ın emir buyurduğu kol kesmenin dışında hiçbir şekilde önlenemeyeceğini haykırırız. Bu uğurda da değil kolumuzun, boğazımızın kesilmesine bile razı oluruz. Müslümanlık budur. 2016 Elhamdüli’llahi Rabb’il âlemin. Vessalatu vesselamu alâ Resûlina Muhammedin ve alâ alihi ve sahbihi ecmaîn. Değerli Mü’min Kardeşlerim, Dinimiz en ulvi ve en mukaddes değerimizdir. Din konuşurken cennetimiz ne kadar değerliyse cehennem ne kadar ürkütücüyse o kadar ciddi ve vakur olmamız gerekiyor. Din, Allah’ın ayetleri ve hadisi-i şerifleri konuşulurken fıkra anlatmak, espri yapmak, gülmek hakikatte olmaması gereken şeydir. Ne yazık ki dağınık zihinlerimizi toparlamak için yer yer en mukaddes konuları konuşurken bile tebessüm ettirecek şeyler yapmak, örnekler vermek zorunda kalıyoruz. Kur’an, namaz, cennet, cehennem gibi kelimelerin yanında fıkralar ve iz yapacak espriler yapmak zorunda kalıyoruz. 12 Nisan B Kardeşlerim, Bugün sizlerle dinimiz İslam’ımıza ait konular konuşacağım ama sizinle bu derse başlamadan önce bir bilgisayar dersi de yapmak istiyorum. Konum; İslam’ı özetlemek, olması gereken İslam anlayışımızı izah etmektir ama ben size bilgisayarı tanıtmak istiyorum. Neden bilgisayarı tanıtmak istiyorum? Çünkü ben buraya Kur’an-ı Kerim’in Osman ibni Affan radıyallahu anh zamanında yazılmış nüshasını bulup çıksam “bakın şu mushafa! Bakın Âli İmran Suresi’ne” desem herhâlde pek çok kardeşimin yeteri kadar dikkatini çekemem. Evet, “o zamandan kalma bir Mushaf mıymış” denir ama bu, hatırası ders bittiğinde biter bir örnek olur. Bilgisayarla ben bu kürsüye çıksam, üç yaşında çocuktan seksen yaşına gelmiş ihtiyara kadar herkesin dikkatini çekerim, anlattığım şeylere orijinal bir örnek vermiş olurum. Bunun için zihinlerimizi yer yer beşere ait şeylerle açmak için örneklendirerek donatmaya çalışıyoruz. İnşallah Rabbimizin razı olacağı bir iş yapmış oluruz. Kardeşlerim, Bu elimdeki hepimizin hastanede, otobüste, hatta umumi tuvaletlerde bile artık gördüğümüz bir bilgisayar cihazıdır. Yabancımız değil. Bunun çok küçük modelleri ceplerimizde de var. Artık ihtiyarımız da kadınımız da mesaj çekebiliyor. “Bilgisayar nedir? Hayatımızda ne işe yarar” diye soru sorsam bu soru gereksiz bir sorudur. Neden? Hepimizin bildiği gibi bilgisayar; Allah Teâlâ’nın yarattığı, insanın ürettiği bir cihazdır. Bununla neler yapılabilir? Çok şey yapılabilir. En basit örneğini vereyim: Ankara’ya gitmek için evinizde otururken biletinizi bununla alabilirsiniz. “Şuraya bas, burayı çiz” derken biletinizi hatta uçaktaki Nisan oturacağınız koltuk numarasını da belirleyebilirsiniz. Borcunuzu, faturanızı ödeyebilirsiniz. Şeytan mıdır, cin midir? Ne olduğu belli değil. Yüz elli sene önce ölmüş bir insan, bugün Allah’ın lütfuyla mezarından kalksa bu bilgisayarla oynayan bir çocuk görse “bu nedir, ne yapıyor” diye sorar ve bir daha dirilmemek üzere korkudan ölür herhâlde. Film izletir, eğlence yaptırır, ağlayanı ağlatır, güleni güldürür; acayip bir şey. Bilet alır, bilet satar. Fakat kardeşlerim; bu bilgisayar, bu şekilde kapağı açılıp kullanıldığı zaman bu işi yapar. Merak edip bunu kurcalarsan elinde kalır. Mesela; ben bu bilgisayarı kurcalayayım. Başladım, kurcalıyorum. Bu nedir? Burada bir şeyler var. Nedir? Bunları çıkarıp sökmeye başladığında bu meşhur alet olmaz; onun parçaları olur. Bu bana bilet alıyor, hastanede doktor randevusu alıyor. Hatta anne yemek pişirecek, misafirleri gelecek; çok yaramaz bir çocuğu var, bir türlü anneyi rahat bırakmıyor. Bunu önüne koyarsın çocuğu bir daha akşama alırsın. Bu bilgisayar; çocuk uyutuyor, ilaçlarımı ayarlıyor. Hatta ve hatta din, sağlık veya uzay konusunda araştırma yapmak için “bu nedir?” diye sen yazmadan karşına çıkıyor. Mesela; “uzay mekiği nedir” diye yazacaksın “uzay” ve “m” harfini yazmadan sana “uzay mekiğini mi soruyorsun” diyor. “Cin” diyeceğim, cinler bu kadar seri değil. Bir salâvat okuyuncaya kadar anca geliyorlar. Cinden daha seri. Kıyamet alameti midir, uzay alameti midir belli değil. Bilgisayar, insanoğlunun ürettiği bir teknolojidir. Belki on sene sonra yeni gelecek nesiller herhâlde “cahil cühela bununla oynuyormuş. Neymiş bu, bununla oynuyorlar” diyecekler. Çünkü on beş sen önce benim masamdaki bilgisayarı şimdi hiçbir çocuğa oyuncak olarak bile veremiyorum, atacak 13 2016 B Ebubekir radıyallahu anh yirmi üç sene Peygamber aleyhisselamın döneminde yanında, yüreğinden iki sene de parçalanmış daha sonraki gözyaşları kan şeklinde geldi, buna rağmen cenneti garanti bilemedi. çöp de bulamıyorum. Yani on sene önceki bilgisayar şimdi oyuncak bile olmuyor, çocuklar kabul etmiyor. Herhâlde on sene sonra bu da çöp yerine geçecek. Kardeşlerim, Mesela; en son duyduk ki doktorlar, bilgisayar üzerinden hastanede muayene yapacakmış. Sen evde oturuyorsun, koluna bir düğme vb. bir şey bağlatacaklar. Doktor: “Şuraya bak, buraya bak” deyip seni oturduğun yerden muayene edecekmiş. Olmaz bir şey değil. Allah lütfettikten sonra her şey olur. Allah, ölü odunlara bembeyaz çiçekler açtırmıyor mu? Allah yapar. Kullarına da lütfeder, Allah’ın lütfuyla kulları da yapar. Bu gördüğümüz bize bilet alan, hastanede bizi muayene eden, kilomuzu tartan, bize ilimler veren şey; içinden hard disk çıkınca hiç hâline geldi. Evet, bu bunun “hard disk” denen bir parçasıdır. Bu koca çöp kutusu kadar şeyin özü budur. Bu hard diski çıkarıp buraya koyduğum zaman, ne hard disk işe yarıyor ne de bilgisayar bir daha işe yarıyor. Hard disk koca bir şeye benziyor, herhâlde onun için çıkarınca bilgisayar işe yaramıyor. Daha küçüklerini de bilgisayardan çıkartsam mesela bu da “rem” denen kısım olsa gerek. Bu da çıkınca bir hiçe yarıyor. Hiç! Bu bana bilet alan, randevular ayarlayan, ilimler veren, filmler veren, çocuğu susturan, yaşlıyı susturan enteresan, mucizevî şey “bu rem midir” desem “yok” denir. Bu onun bir parçası. Bu bir parçayla çöküyor mu? Evet, bir parçayla hiçbir işe yaramaz hâle geliyor. Bunu atabiliriz artık. O zaman madem bilgisayar rem çıkınca hiçbir işe yaramadı; demek ki rem bilgisayarı kullanılır hâle getiriyor. “Ben remi götüreyim, evde remi seyredeyim” desem rem yine bir işe yaramıyor. Bütün bilgiler hard diskin içindeydi. Tamam, “hard diski cebime koyup götüreyim, eve gideyim; akşam hard diski seyredeyim” diyemiyorum. Tek başına hard disk de işe yaramıyor. Benim gibi biri, bir daha bunları nasıl geri koyacağı belli olmadığı için hard disk, bir daha hiçbir zaman işe yaramaz. Çünkü hard diski çıkarırken ben bir yerlerini kırmışımdır. Ustası çıkartsaydı bir işe yarardı. Kardeşler, Sözün başında dedim ki; bu örnekleri vermeden keşke bir şey anlatma imkânım olsaydı ama bilgisayar çağında Osman ibni Affan zamanında yazılmış mushafın orijinal nüshasını getirerek bir şey izah etme imkânım yok benim. “Çoluk çocuğun, yaşlının, ihtiyarın bilgisayara mahkûm olduğu bir zamanındayız ama bilgisayar dediğimiz şeyin bütün kudreti hard diskmiş. Hard diskin de küçücük yavrusu remmiş.” Bana böyle diyorlar. Şimdi Kardeşlerim, Ben bilgisayar aracıyla internet üzerinden Ankara bileti aldım. Biraz sonra bana bir çıktı veriyor. “On 2016 14 Nisan B numaralı koltukta filan yerdesin. Şu saatte havaalanında ol. Seni bekliyoruz” diyor. Şimdi ben biletimi aldım, havaalanına doğru gidiyorum. Çok doğal bir işlem yaptım. Bu arada kafayı taktım “ben bu bilgisayarla bu bileti aldım ama bu bileti veren kız mıydı erkek miydi” diyorum. Haydi! Çöz bakalım bunu. Çünkü bu bir yere bağlanıyor, bağlandığı yerden bana bilet kesiyor. Oradaki sekreter kız mıydı erkek miydi? Bunu halletmeden de uçağa binmiyorum. Bu akıllıca bir şey mi? Ankara’ya gitmek isteyen birisisin, senin önüne biletini koymuşlar. Veriyorsun, gidiyorsun. Check in yapmışlar, uçakta koltuk numaran belli. “Olmaz! Bunu kız kesti veya erkek kesti; kim kesti? Bunu çözmeden binmem uçağa” der mi insan? Bununla meşgul olan birisi bilgisayar çağında yaşıyor olabilir mi? Kardeşim! Senin derdin Ankara’ya gitmek mi? Al biletini, nereye gideceksen git. Yok, o bu karşıdaki sekreteri merak ediyor. “Kız mıydı, erkek miydi?” Bu, bilgisayarın gerisinde kalan bir kafadır. Kardeşlerim, Ebubekir radıyallahu anh gibi bir büyük adam bile ölürken “Ben cennete girecek miyim acaba?” diye dert etti kendine. Bu çağda yaşayan bir Müslüman gelecek “Cennette huriler bekâr mı olacak, nasıl olacak?” diye soruyor. Âişe gibi bir kadın, Resûlullah aleyhisselatu vesselamın zevcesi oldu. Resûlullah sallallahu aleyhi ve selleme gölge oldu, kanat oldu. O, kendisini hiçbir zaman yüzde yüz cennette garanti bilmedi. Âişe radıyallahu anhadan bin dört yüz sene sonra gelecek bir Müslüman kadın “ben hurileri kıskanırım. Niye Allah erkeklere huri veriyor? Nisan Orada da mı kumalarla uğraşacağız? Dünyada iki evlenme hakkı vermişti erkeklere, cennette de veriyor. Ne bu ya çektiğimiz” diyecek! Tekrar bilgisayara dönelim. “Bu bilgisayarın hafızası üzerinden bana bilet veren kadın mıydı erkek miydi” diye takılıp kalanla cennete girip girmeyeceği, imanla ölüp ölmeyeceği hâlâ belli olmayan, yıktığı çınarların hesabını verip veremeyeceği belli olmayan; sanki cennete girmiş gibi bir de “Allah erkeklere niye huri veriyor cennette? Ailece huzur içinde kalamayacak mıyız cennette? Hep hurileri mi kıskanıp duracağım ben” diyen bir kadın, bir erkek ne yapıyor arkadaşlar? Ne yapıyor? İslam bu mudur? İslam, Allah’a hesap sormak mıdır? Allah kullarına yalvardı mı? “Lütfedip cennete gelin ne olur, kalabalık olsun” dedi mi? Ebubekir radıyallahu anh yirmi üç sene Peygamber aleyhisselamın yanında, iki sene de daha sonraki döneminde yüreğinden parçalanmış gözyaşları kan şeklinde geldi, buna rağmen cenneti garanti bilemedi. Atalarından Müslümanlık devraldığı için güya cenneti garanti bilen biri nasıl olur? Tabi ölünce otomatik olarak, soy gereği rahmetli oluyor ölünce! Ondan sonra da sen; cennette arazi beğenme, huri beğenme, şunu beğenme. Nereye gidiyoruz kardeşlerim? Ne oldu ya? Ne hâle gelindi? Biz, tefekkür etmeyecek miyiz? Kiminle bu konuları konuşuyoruz? Ben şu kadar senedir bilgisayar kullanıyorum. Belki de Türkiye’ye girdiği zamandan beri kullanıyorum, hard diski bir daha takmaya cesaret edemiyorum. Akşam arkadaşı çağırdım, “hard diski bana 15 2016 B Bir Müslüman’ın, hiçbir zaman cennete girme ihtimali yüzde yüz değildir. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemden başka hiç kimsenin cennete girme ihtimali yüzde yüz değildir. sökmeyi öğret. Sökemem kameranın önünde, mahcup olurum” dedim. Parçalamayı bile beceremiyorum. Elim vidaya takılır, bir şey olur kanar diye ürktüm. Burada rahat sökebilmek için akşam evde sökme tatbikatı yaptım. Her şeyin bir ehli olması gerekmiyor mu? Ben hard diski aldım, bilgisayarı harap ettim. Aklımca bütününü aldım. Bu, bilgisayarın hard disk denen parçası ve bütün her şey bunda. Aldım. Koy cebine, hatıra sakla; ne yapacaksan yap. Hard disk, çok değerli bir şeydir. Kolay kullanılsın diye uçlarında altın var ama plastik parçaları olmadan kullanılmıyor. Bu plastik parçaları bunu kullanılır hale getiriyor. Hard diskin içinde milyarlarca sayfa kitap yazacak mürekkep var ama şu basit plastik parçaları olan klavye olmadan sen hard diskle bir şey yazamıyorsun. Hard diski aldın mı “elimde bilgisayar” diyemiyorsun. Sadece “bilgisayarın hard diski elimde” diyorsun. Ye, iç. Afiyet olsun, bundan bir şey olmuyor ki. Aziz Kardeşlerim, Ben, hoşumuza gitse de gitmese de bu bilgisayardan şu sonucu çıkarıyorum; İslam’ı Ebu Hanife’den gördüğün gibi yaşamak zorundasın. “Kur’an’ını alayım ben” dediğin zaman Kur’an elinde böyle kalır. Onu, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin hadis-i şeriflerinden soyutlayamazsın. Adına ne söylersen söyle. “Ashabı kiram gibi Müslümanlık yaşayacağım ama bin üç yüz senedir olanların hepsini de yok sayacağım” diyemezsin sen. O, Moğolların istilasıyla, Haçlı ordularıyla, Abbasilerin saraylarıyla, Emevîlerin zulümleriyle, Fatımilerin filancasıyla, Osmanlıların mehteranıyla bütün bin dört yüz senedir yuvarlana yuvarlana bu çığ senin önüne doğru geliyor. Bu şekliyle İslam, Allah’ın sana göndermek istediği İslam’dır. “Koca şey çantaya sığmaz. Niye taşıyayım. Al, bu bilgisayarın özü” deyip Kur’an’ı çıkarıp aldığında o elinde kalır. O zaman hahamları gibi, papazlar gibi Allah’ın kitabını kendi boyana göre boyarsın. Kardeşlerim, İslam; dinimiz, Şeriatımız, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemimiz bizim insan hakları standartlarında, demokratik haklarımızda, cumhuriyetçil-çoğulcul anlayışımızda yoğurabileceğimiz kavramlar değildir. Allah’ı, O’nun dinini, Şeriat’ını, Peygamber’ini bize ulaştırmayı murat ettiği gibi kabul etmek zorundayız. Parçaladığımız şey elimizde kalır. 2016 16 Nisan B Bir Müslüman’ın, hiçbir zaman cennete girme ihtimali yüzde yüz değildir. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemden başka hiç kimsenin cennete girme ihtimali yüzde yüz değildir. Sağlığında on kişi isimle check in yaptırmışlardır. Bu kadar, on kişi. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin hanımları ve evlatları da dâhil kimseye isim verip check in yaptırmamıştır Allah. Cennet yolunda büyük müjdeler almışlardır. Rakamlar yüzde yüzlere yaklaşmıştır ama Allah isim yazılı bilet kimseye vermemiştir. Peygamberler aleyhimüsselam müstesnadır. Bu kadar riskli bir yolculukta insan cennetiyle oynar mı? Şunu bile soran Müslüman’a rastladım: “Ya cennette her şeyi istediğin kadar yiyince insan obur olur.” Eyvah! Eyvah! O cenneti hâlâ Çin lokantası zannediyor. Sen de Çin lokantası zannettin, yılan çiyan yiyeceksin de orada obur olacaksın. Seni hastaneye kaldırır, mideni aldırırız. Ne yapalım? Herhâlde cennette de hastane vardır. O kafayla sen zaten cennete acil servisle gidersin. Bunu sorar mı Müslüman, bunu konuşur mu? Neredeyse cennetteki parselizasyona da müdahale edeceğiz. Edebi, ağzı gözü bu kadar kural dışı kalmış bir Müslüman’ın cennet umudu güçlü olabilir mi kardeşlerim? Bir soruyu ben merak ediyorum. On bin sene ömrü olsa bir gün Allah’a secde etmeye niyeti olmayan ve bunu da alenileştiren mülhid, sıfır imanlı insanlar televizyonlarında ve diğer medya cihazlarında niye hoca efendileri çağırıp konuştururlar? Niye? Niye hoca efendileri çağırıp “yahu cennette Dinimiz şahıslar üzerinden yıpratılabilecek bir din değildir. Bir hoca efendi, bir âlim, Müslüman bir mütefekkir nihayetinde insandır; yüz karı olacakmış. Yüz karıyı ne yapacağız hoca” diye sorarlar sizce? Bir medyacıya bu soruyu sordum. Dedi ki: “Biz iki şeyden para kazanırız. Dinsel ve cinsel olunca o para getirir” dedi. Dinsel ve cinsel. “Bu iki şey televizyonda para kazandırıyor” dedi. Bizimle din kardeşliği bulunup bulunmadığı şüpheli insanlar benim “Kadir Gecesi” diye bildiğim bir gecede niye saatlerce canlı yayın yapar, ölü yayın yapar, bir şeyler yapar? Beni ibadetten alıkoymak için. Kıyamet günü “ya Rabbi! Kadir Gecesini televizyonda mevlit seyrederek geçirdim. Herhâlde beni cennete koyarsın” mı diyeceğim? Çay içerken televizyonda mevlit seyredip cennete girmek diye bir ibadet çeşidi var mı? Kardeşlerim, Bu teknoloji ve şuurlanma çağında daha gerçekçi düşünmeye mecbur değil miyiz? Bunu sormak istiyorum kardeşlerim. İslam’ın gruplara, tarikatlara, fırkalara, partilere, cemaatlere, vakıflara bölünmesi tehlike olduğu gibi bu mantıklı parçalanması da tehlike değil mi kardeşlerim? hırsızlık dâhil her şeye bulaşabilir. Bunu ona mâl ederiz ama dinimize mâl etmeyiz. Nisan Bir Müslüman mü’min ise eğer Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin sayesinde cennete gireceğine inandığı hâlde Resûlullah’ın hanımlarından veya kızlarından birini ağzına dolayabilir mi? 17 2016 B Din ve dine ait hiçbir şey eğlence konusu değildir, olamaz da. Elli sene medreselerde oturup din öğrenmeye çalışanların bile göğüslerini gerip “şu şöyledir” diyemeyecekleri kadar derin olan meseleleri konuşanlar bunu nasıl yapabilir? Değerli Kardeşlerim, Hepimiz bir gün Rabbimizin huzuruna çıkacağız. Bilenler bildiklerini söylemezlerse ağızlarına ateşten gem vurulacak. Bilmediği şeylere kulak kabartanların da kulaklarına ateşten kurşun dökülür zannediyorum. Dinimiz şahıslar üzerinden yıpratılabilecek bir din değildir. Bir hoca efendi, bir âlim, Müslüman bir mütefekkir nihayetinde insandır; hırsızlık dâhil her şeye bulaşabilir. Bunu ona mâl ederiz ama dinimize mâl etmeyiz. Böyle olmalı değil miydi? Bir hoca efendi hırsızlık yapsa böyle bir şey olsa diyelim, niye biz bunu dinimize mâl edelim? Bu hususu dikkatinize getirmek, aile gündemi yapmak, iş yerinde arkadaşlarla muhabbet ederken gündem yapmak için açtım kardeşlerim. Kıyamet günü ben, sizin önünüze çıkıp mikrofondan konuşan bir mü’min kardeşiniz olarak kendimi sıyırmak istiyorum. Dinimizin en hassas meselelerini, kâfirlerin kulağına gittiğinde kâfirlerin azgınlığını ve saldırılarını art- tıracak meseleleri uluorta eğlence konusu yapmanın ne kadar tehlikeli bir şey olduğunu söylemek zorundayım. Öleceğiz, mezarda kalacağız ve dirilip Rabbimizin huzuruna gideceğiz. Din ve dine ait hiçbir şey eğlence konusu değildir, olamaz da. Elli sene medreselerde oturup din öğrenmeye çalışanların bile göğüslerini gerip “şu şöyledir” diyemeyecekleri kadar derin olan meseleleri konuşanlar bunu nasıl yapabilir? Sadece bilgisayarın iki tuşuna basıp arama motorunda karşına çıktı diye kendini nasıl âlim zannedebilirsin? Din bu kadar ucuz mu kardeşlerim? Din; herhangi birimizin iffetinden, namusundan daha sonra mı gelir? “Sizler böyle bir hatayı irtikâp ediyorsunuz” demiyorum ama dinimizin bu kadar uluorta konuşulduğu şu dünyaya bakınız kardeşlerim. Artık dışarıdan kâfirlerin dinimize toplu saldırı yapmasına gerek kalmadı. Müslümanlar zaten birbirleri üzerinden dini parçalıyorlar. Tarikata müntesip olan diğer Müslümanın yaptığı işi basit, kendi tarikatını üstün görmek için çok rahat bir şekilde “siz zikrullah ile meşgul olmuyorsunuz, yaptığınız boş iş, çocuk işi” diyor. Çocuk işi dediği, dinin zirvesi cihad! O da ona dönüp “bir iki zikir çekiyorsunuz sizinki boş iş, tak tuk ses yapıyorsunuz” diyor, o dediği Allah Teâlâ’nın “ancak bu zikirle kalpler rahat bulur, huzur bulur” dediği şey. Sırf ihtiraslarımızı tatmin etmek için, ben ona üstün geleyim diye en mukaddes değerlerimizi birbirimize saldırı mermisi olarak kullanabilir miyiz? Bu din bize gerekli olduğu gibi, -Allah’tan hayâ edelim, Allah’tan utanalım kardeşlerim- çocuklarımıza sulanmış bir din mi bırakmamız gerekiyor bizim? İnternet ortamında ala bora edilmiş, çoluk çocuğun istediği gibi evirip çevirdiği, ayetlerle oynadığı çıplak resim- 2016 18 Nisan B lerin altına bile insanların ayet mealleri yazdığı bir internet ortamında bir sonraki nesle sulanmış, harap edilmiş bir din mi bırakacağız? Sadece Kudüs toprağı mı, Mescid-i Aksa mı mukaddes? Kur’an ayetleri mukaddes değil mi? Sizlerden özür dileyerek Allah’tan hayâ ettiğimi üç-beş yüz kere beyan ederek, İlahiyat Fakültesi’nde okuyan ya da mezun olmuş olan bir bacımızın bana yönelttiği bir soruyu sorarak size içinizi sızlatacak bir soru soruyorum. İlahiyat Fakültesi’nde okuduğunu söylüyor. İnternet üzerinde kayıtta bana gelen soruyu paylaşacağım. Adresi belli kaçamayacak bir yerde bulunuyor. “Siz âlimler olarak toplansanız da kadının çalışmasıyla evde durmasıyla ile ilgili şu Ahzâb Sûresi’ndeki ayeti bir daha gözden geçirseniz olmaz mı” diyor. Vergi kanunu zannetmiş, vatandaş ödeyemeyince “toplanın değiştirin bunu” diyor. Ağlanacak hâlimiz var kardeşlerim, Yahudi’ye beddua etmekle olmuyor bu işler. Bu dünyada böyle manzara ilk defa olmuyor, Musa aleyhisselamdan sonra Tevrat’ı böyle yaptılar. Toplanıp hahamlar uygun olmayan ayetleriyle oynadılar. İlk yaptıkları işleri de nedir biliyor musunuz? Faiz; Tevrat’ta Allah’ın haramıdır ama havranın giderleri için yani Mescid-i Aksa’nın giderleri için “biz insanlardan faiz alabiliriz, bunu Allah yolunda harcayacağız” dediler. İlk defa bunu yaptılar, faiz girince de ne namus kaldı ne din kaldı. Şimdi hahamların bunu yaptığının üzerinden binlerce sene geçti, Müslümanlar “biz Avrupa’da cami yapamıyoruz, banka kredisi ile cami yap- Eğer din sadece bizde kalıp bizim ölümümüzle beraber bitecek olsaydı bu kadar korkmazdım, odama çekilir, Kur’an’ımı doyasıya okurdum. Peygamberimi okurdum ve o şekilde de ölmek için Rabbime dua ederdim. sak olmaz mı” diye sormaya başladılar. Çok acı şeyler kardeşlerim. Bunları konuşmaktan dolayı Rabbimden utanıyorum. Hocalar, âlimler toplansa da “şu evde oturun ayetini bir daha dizayn etse” diyor. “Dizayn” kelimesi de o soru sorana ait. Bu ne sayesinde oluyor? Nasıl olsa ilim biliyorsun, nasıl olsa klavyeye bastığında âlim oluyorsun diye düşünülüyor. Eğer din sadece bizde kalıp bizim ölümümüzle beraber bitecek olsaydı bu kadar korkmazdım, odama çekilir, Kur’an’ımı doyasıya okurdum. Peygamberimi okurdum ve o şekilde de ölmek için Rabbime dua ederdim. Ama bizden sonra insanlığın bin sene iki bin sene daha ömrü varsa eğer, biz bu insanlığa bu İslam’ı emanet edeceğiz. Bizden sonraki nesiller Resûlullah’ın hanımları üzerinden Müslümanların rahat konuştuğu bir din elde ederlerse, “şu ayeti hocalar dizayn etsin” derlerse ne olacak? “Mezarda azap yok, sırat keskin değil, hesap kitapta da internet üzerinden yapılacak” bu kadar enteresan şekilde sulandırılmış bir din bir sonraki kuşağa bırakılır da ondan sonra akıllı bir Müslüman çıkıp “ya Rabbi bu dini sulandırıp bize gönderenlere mezarında lanet yağdır” derse ben ne yaparım o mezarda? Şimdi Tevrat’ı sulandıran, İncil’i sulandıranlara mezarlarında lanetler yağdırdığımız ve Kur’an’ın da lanet ettiği insanlar gibi olursak durumumuz ne olur? Hoca efendiler konuşulacak hiçbir konu kalmamış gibi kıyamete kadar kimseye gerekli olmayacak konuları niye konuşsunlar ki? Pratikte var olan şeyle- Nisan 19 2016 B { } Mezarla oynuyoruz kardeşler! Ölümün ürkütücülüğü gitti dikkatinizi çekiyorum. Ölüm ürkütmüyor bizi artık. Bundan sonra neyimizi kaybedecektik ki? ri konuşalım. Cebrail aleyhisselam Efendimiz’e Hira’da geldiğinde, Efendimiz çok ürktü. Bu hadisle sabittir. Bu çok önemli bunu bilmek lazım(!) Yüzü peçeliydi acaba onun için mi ürktü? Bunu bilsek her şey çözülecek! “Yüzünde maske vardı muhakkak” yüzünü görse melekten neden korksun ki? Bunu bir incelesek, ne olacak bunu inceledik, ne oldu bundan, ne çıktı? Beni bugün, yarın ve on sene sonra hiçbir zaman ilgilendirmeyecek bir konuyu bilsem ne olur bilmesem ne olur? Kabir azabı var mı? Ben var diyorum yoksa orada keyfime bakarım, ya varsa yok diyen ne yapacak peki? Sana ne, var kabul et. Yoksa çay içersin orada, neskafe çağırırsın getirirler. Nasıl olsa ölen ebedi istirahatine gidiyor, bol bol sana sandviç de gönderirler, pizza da isteyebilirsin, pizza daha kalır sabah akşam yersin(!) Mezarla oynuyoruz kardeşler! Ölümün ürkütücülüğü gitti dikkatinizi çekiyorum. Ölüm ürkütmüyor bizi artık. Bundan sonra neyimizi kaybedecektik ki? diyor. Diğeri “geçende bu ayet inmedi mi” diyormuş. Ben sahneyi tasvir ediyorum. O da “bu ayet indi, bu manaya geliyor” diye konuşuyorlarmış. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem mescide gelmiş. Mescide geldiğinde konuşmaları duymuş. Aralarında konuşuyorlar, münakaşa ediyorlar. Müslümanlar olarak Resûlullah’ın mescidinde çözümü olmayan bir meseleyi konuşuyorlar. Kaderi çok konuşunca Allah Teâlâ “bakın bakalım gerçek budur” diye basın açıklaması mı yapacak? Zaten kader ne demek? Gizli şey demektir. Gizli dosyayı kıyamete kadar konuşsan yine bilmeyeceksin. Ne dersen yalan. İhtimal konuşuyorsun. Gereksiz bir şeyi Resûlullah aleyhisselatu vesselam aralarındayken münakaşa edip tartışıyorlar. Bunu oturmuş konuşuyorlar. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem konuşmalarının tamamını da dinlememiş üstelik. Sadece duyduğu kadarından rahatsız olmuş. Kardeşlerim, Sahabi diyor ki: “Efendimiz o kadar rahatsız oldu ki mübarek yüzünden nar danesi gibi benekler çıktı.” Efendimiz aleyhisselamın yüzüne kan toplanmış. Kâfirler mescidini bastığı için değil, mü’minler mescitte onlara pratik faydası olmayan bir şeyi tartıştıkları için o kadar sinirlenmiş. Ahmed bin Hanbel’in Müsned’inde ve İbn-i Mace’de hadis olarak rivayet edilen bir olay var. Bugün hepimizin çok ciddi bir şekilde tefekkür etmesi gereken bir hatıra olarak onu aktarmak istiyorum. Sahabe diyor ki: “Bir gün Ashab’tan kimseler olarak Resûlullah’ın mescidinde oturmuştuk. O gün inen kaderle ilgili ayetlerden birini konuşuyorlarmış. Bir kısmı “kaderimiz nasıldır” 2016 Buyurmuş ki: “Allah sizden bunu mu istiyor? Siz bunun için mi yaratıldınız? 20 Nisan B Allah’ın kader dosyalarını açmak için mi yaratıldınız? Ben aranızdayım, siz Kur’an ayetlerini birbirine çarpıştırıyorsunuz. Önceki ümmetler de böyle helak oldular, bilesiniz.” Aziz Kardeşlerim, Hepimiz bir gün dirileceğiz. Benim konuştuklarım, sizin dinledikleriniz; hepimiz hesap vereceğiz. Resûlullah’ın mescidinde o gün onunla belki de öğle namazını kılmış, Peygamber’in arkasında namaz kılmış insanlar “bu ayet vardır, yoktur; kabir azabı vardır, yoktur” demiyorlar. Biri diyor ki “filan ayet bu manaya geliyor değil mi” diğeri: “Ama diğer ayeti ne yapacaksın” diyor. O da diğer ayeti söylüyor. Ayetler üzerinden birbirlerini ikna etmeye çalışıyorlar. Şirin bir spikerin önünde “tabi efendim. Özellikle arz edeyim” diye yağdanlık olarak çıkıp konuşmuyorlar. Sahabi şuuru, sahabi kafası, Peygamber aleyhisselamın biricik dostları. Belki de onlar Uhud’da şehit olamadan geri gelip ortada duran gazilerdi. Bir konuyu anlamaya çalışıyorlar ama o arada birbirlerine de ayetler okuyorlar. “Bu ayet bunu demiyor mu” diyor. Diğeri de “o ayet onu demiyor mu” diyor. Bunu Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem nasıl yorumluyor? Üç şeyle yorumluyor. Bir; “Bunu mu Allah size emretti?” İki; “Siz bunun için mi yaratıldınız?” Üç; “Kur’an’ı nasıl birbiriyle çarpıştırırsınız siz?” Sorun burada zaten. “Kur’an’ı nasıl birbiriyle çarpıştırırsınız? Önceki ümmetler böyle helak oldular.” Can Kardeşlerim, Ben yokum, siz yoksunuz. Sadece Allah rızası için bana yorum yapar mısınız? El alemin televizyonunda, namaz kılmayanların yönettiği bir televizyonda onlarca ayeti öbür hoca efendiyi susturmak için okuyan “ben Kur’an’ı daha iyi anlarım. Biz Kur’an hocasıyız” diyerek ona diğerinin cevap verdiği ortam Resûlullah’ın gördüğü bir ortam olsaydı ne olurdu? Lütfen siz buna kıyas eder misiniz? O’nun mescidindekilerin imanlarından şüphe yok. Mücahid insanlar, Peygamber’in arkasında namaz kılmış, belki de çoğu cennetle müjdelenmiş insanlar, belki de bu ortam Ebubekir’in olduğu bir yerdi. Birbirlerini dövmek, kavga etmek için de değil bir meseleyi derinlemesine anlamaya çalışıyorlar. Böyle bir ortamı Efendimiz aleyhisselam nasıl yorumladı? “Bunun için mi varsınız siz” dedi. “Size Allah’ın emri bu mu? Siz nasıl Kur’an ayetlerini birbirinizi mağlup etmek için silah olarak kullanırsınız?” Lütfen Kardeşlerim, Hepimiz bir gün dirileceğiz. Benim konuştuklarım, dinledikleriniz; vereceğiz. Nisan hepimiz sizin hesap Televizyonlarda, internet ortamında Allah’ın ayetiyle mü’min kardeşini pes ettirmek için mücadele eden insanların ortamını lütfen tahlil ediniz. Resûlullah’ın mescidinde değil adamın stüdyosunda duruyor ve adam çanak gibi soru sormuş. Öyle bir soru soruyor ki buna cevap vermek yerine karşısındakini gaz bombasıyla öldürmen gerek. O da kendisi cevap verdiğinde İslam bütün fetihlerini yapa- 21 2016 B cak, Kafkasya’ya kadar her yer Müslüman olacak zannediyor. Zaten o cevap verince İslam zafere eriyor(!) Biraz tefekkür etmek zorundayız. Abdullah ibni Amr radıyallahu anhuma İbn-i Mace’nin rivayetinde Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin kızdığından dolayı yüzünde nar bitkisi gibi tanecikler oluştuğu olayda orada olmadığını söylüyor. Sanki ashap birbirini öldürüyor. Abdullah ibni Amr, o sahneyi tasavvur ediyor ve diyor ki: “Hayatımda orada olmadığım için bu kadar mutlu olduğum bir şey olmamıştı. Elhamdülillah, ben orada değildim” diyor. Niye? Resûlullah aleyhisselamın yüzünde benekler oluşturacak kadar sinirleneceği yerde olmamayı şükredilecek bir mesele olarak görüyor. Abdullah ibni Amr, “ben orada yoktum” diye mutlu oluyor. “Büyük bir facia vardı, o faciada biz yoktuk, geç kaldık onun için yetişemedik. O arada otobüs devrildi ben kurtuldum” der gibi diyor. Buna dikkat edin. Ben sadece, bir beşer olarak söylüyorum. Allah’ın ayetlerini, bir eğitim, medrese gibi olmayan televizyon kanallarında, internet ortamlarında, diğer Müslüman’ı, hoca efendiyi çökertmek için kullanan hocaların, yazarların, çizerlerin yani Müslüman’ın Müslüman’la kavga edişini buna da malzeme olarak, mermi olarak Kur’an ayetlerini kullanmayı ortaya koyan in- 2016 sanların vakıflarına yardım etmesin kardeşlerimiz. Kendi elimizle dinimizi zor duruma sokmayalım. Zaten kâfirler istedikleri kadar itham ediyorlar. Zaten onlara cevap yetiştiremiyoruz. Mü’mine cevap yetiştirmek bizim için bir cihat çeşidi olmamalıdır. Biz mü’mine cevap yetiştirmemeliyiz. Bir insan, bin iki yüz senedir bütün dünya Müslümanlarının “ne ilimler öğretti bize” dediği Ebu Hanife’yi Müslümanların gözünde çürütmekle ne elde eder, bir Müslüman? İlk olarak; “bin iki yüz elli senedir Müslümanlar aptal aptal Ebu Hanife’nin peşinden gitmişler” bu düşünceyi oluşturacaksın! Bin iki yüz elli senedir milyarlarca Müslüman boşuna namaz kıldı, boşuna oruç tuttu, cariyelerin peşinden gitti. Kur’an’ı yanlış anladı, Kur’an’ı tahrif etti. O sabaha kadar namaz kılanlar, cihad edenler hepsi boşuna gitti. Bu mantığı oluşturmak, bin iki yüz sene boşuna ibadet etmiş bir ümmet olmak kimin zevki olur bu dünyada? Sen neyi düzeltiyorsun? Niye buna alet olalım kardeşlerim? Ümmetimiz boş gündemli bir ümmet midir? Nostaljik değerler üzerinden mi yaşıyoruz? Hâlâ insanlığın büyük bölümü iman nimetinden mahrum! Ümmeti Muhammed’in doğurduğu çocukların imanla ölüp ölmeyeceğine dair ciddi tereddütlerimiz var. Küfür evlerimizde, iş yerlerimizde, camilerin altlarında dal budak saldı. Cami bahçeleri 22 Nisan B bankalara bankamatik yerine kiraya veriliyor. Faizin caminin bahçesine girdiği bir dünyada yaşıyoruz. Diğer Müslüman’ı çökertsen ne olur? Ebu Hanife’yi çökerttiğinde eline ne geçecek Allah aşkına? “Ebu Hanife Müslümanları sömürdü” diyorsun, demek ki sen hariç bütün Müslümanlar sömürülecek kadar safmışlar. Kardeşlerim, Dinimiz üzerinden mücadele yapamayız. Âlimliğimizi ve davetçiliğimizi ispat edecek çok boş alan var. Onların hurafe üzerinde oldukları doğru, hakikaten hurafeyi dinleştirmeleri yanlıştır. O zaman sen de Ebu Hanife ol, hakikati anlat. Ebu Hanife’yi çökerterek değil, İmam-ı Azam ile uğraşarak değil. Senin imam olup olmadığın belli değil, henüz imamı asğar bile değilsin, İmam-ı Azamla neden uğraşıyorsun? Meşhuru çökertip meşhur olmak zulümdür. Meşhurun sırtına basıp şöhret elde etmeyeceksin. Alın teriyle, terini mendiller silmeye yetiştiremeyecek kadar çalışırsın. İnşallah iki yüz sene sonra da Ümmeti Muhammed seni de ikinci İmam-ı Azam olarak ansın. İmam boşluğu yok ama olan imama da bağrımızda yer var. Aksa’yı mı kurtardın? Ümmeti Muhammed’in çocukları mücahit mi oldu? Ailemiz huzur içerisinde mi? Evlenenler, “cennete girdik” der gibi evlerine girip eşleriyle kırk sene hiç huzursuzluk çıkmadan yaşayabildiler mi? Erkeklerin kadınları cariye gibi gördüğü, kadınların da erkekleri Firavun gibi gördüğü Müslüman bir aile ortamında yaşadığımız hâlde sen niye filanca âlimin, sahabenin şöyle cariyesi varmış diye uğraşıyorsun. Sen bulamadıysan bulan bulmuş. Peygamber Efendimiz buyurmuş ki: “Allah sizden bunu mu istiyor? Siz bunun için mi yaratıldınız? Allah’ın kader dosyalarını açmak için mi yaratıldınız? Ben aranızdayım, siz Kur’an ayetlerini birbirine çarpıştırıyorsunuz. Önceki ümmetler de böyle helak oldular, bilesiniz.” Kardeşlerim, Kardeşlerim, Bu açıklamaları yapmak zorundayım. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, mescidinde Kur’an ayetlerini birbirine okuyarak bir meseleyi konuşan ashabından dolayı mübarek yüzünden benekler çıkacak kadar endişe duyduysa bütün Müslümanları kâfir ilan eden, “hiçbirinin cennete gireceği yok” diyen, ashabı kiramı cariye düşkünü olarak gösteren anlayışın televizyonlarda konuşulduğunu görseydi bizim hâlimiz ne olurdu? Ümmetim’in var olduğunu iddia ettiği geçmişindeki ayıpları bir Müslüman’ın gündeminde niye olsun ki? Dert mi yok kardeşim. Mescid-i Nisan Dinim adına kahroluyorum. Eziliyorum. Benim bir sözüme birisi cevap yazıyor. Rabbimden hayâ ediyorum. “Bu adam, benim yüzümden cehenneme gider” diye “bu sözü kaldırın” diyorum. Çok basit bir örnek zikrediyorum. Konum şikayet etmek değildir. Bir cümlem yayınlanmış. “Müslümanlar camileri doldurmadığı sürece vakıflarının, tarikatlarının, cemaatlerinin, büyüklüğüyle övünme- 23 2016 B Bir; “Bunu mu Allah size emretti?” İki; “Siz bunun için mi yaratıldınız?” Üç; “Kur’an’ı nasıl birbiriyle çarpıştırırsınız siz?” Sorun burada zaten. “Kur’an’ı nasıl birbiriyle çarpıştırırsınız? Önceki ümmetler böyle helak oldular.” sinler” demişim, dedim, hâlâ diyorum. Resûlullah bize camileri emanet bıraktı. Vakıfları, dernekleri, cemaatleri emanet bırakmadı. Bu Ümmet; cami ümmetidir. Camiler dolarsa bizim göğsümüz kabarır. Sabah namazında camiler dolmadığı sürece akşam biz tekkede zikir yaptık diye melekleri ikna edemeyiz. Çünkü Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Sabah namazına camiye gelmeyenlerin evini yakmak istiyorum” dedi. Bunun ötesi var mı? Ben camilerim dolduğu zaman mutluluktan gözyaşı akıtırım. Camilerimde yüz cemaat varsa ve bunun sekseni yirmi yaşındaysa ben o gün sevinçten öldüm, kalp krizi geçirdim, mutluluktan uçtum demektir. Ümmeti Muhammed’iz. Cami ümmetiyiz. Benim Peygamber’im camide medfundur, vakıfta değil. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem mübarek cesedini bile camiden çıkartmadı. Biz cami ümmetiyiz. Bunu haykırmak zorundayım. Dirisi camideydi, vefat etti ve camiye gömdürdü. İki korumasıyla beraber caminin ortasında duruyor. Böyle bir Ümmet’im! Bu sözümün altına cevaplar yetiştiriyorlar. “Bu tarikat düşmanlığıdır. Niye tarikat düşmanlığı yapıyorsun? Allah’tan kork. Tarikatlar olmasa camiye cemaat kim bulacak” diyorlar. Eğer tarikat var ve o tarikat toplantısından dolayı yatsı namazı camide boş geçiyorsa, gece bire kadar ders yapıldığı için sabah namazına kalkılmıyorsa senin tarikatını elimin tersiyle atarım. Ama yatsı namazını camide kıldıktan sonra tarikat dersi yapmak için toplandıysak Allah için beni de içinize kabul edin. Tarikat o işte. Camiye cemaat toplayan sisteme tarikat denir. Caminin sistemini bölen, imamı üç kişiyle camide bırakan vakıf veya dernek levhasında “Kur’an’ı Yaşatma Derneği, Kur’an Hizmetleri, İslam’ı Yüceltme, Kudüs’ü Kurtarma Derneği” yazsa da bir şey ifade etmez! Caminin yirmi metre ötesinde ama son beş senedir camiye oradan üç kişi gelmemiş. Ama adı İslam Derneği. Böyle şey olur mu? Allah katında Kur’an’ımız, namazımız, cumamız, sabah namazımız, camimiz yücelmedikçe biz nasıl yüceliriz? Bu bir hastalık olarak içimize sindi. Bizim özel varlıklarımız İslam’dan kıymetli hâle gelmeye başladı. Allah’tan utanalım. Peygamber’inden hayâ edelim. Böyle şey olur mu? Benim vakfım, derneğim, tarikatım, cemaatim, evim, ailem, malım, kitabım, defterim, canım, her şeyim Allah’a, Şeriat’ına, İslam’a, camiye kurban olsun. Böyle demedikçe Müslümanlık var mı? Kardeşlerim, Dönüp Mekke’ye bile tepeden bakıp “yeri geldiğinde Allah için seni bile terk ederim” diyen Peygamber’in Ümmet’i değil miyiz? Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Mekke İslam’a yar olmayınca onu bile bırakıp gitmedi mi? Nedir vakıf, nedir dernek? Bizim Şeriatımız’dan daha üstün değerimiz var mı? Mühim olan Allah demek midir, Allah diyeceğimiz tekke midir? Bizim değerli varlıklarımız betonlar mıdır? Caminin betonu mu yoksa camide kıldığımız namaz mı değerlidir? 2016 24 Nisan B Kardeşlerim, Kardeşlerim, Bedeli ağır sözler söylüyorum. Ne söylediğimi de çok iyi biliyorum. Kıyamete kadar ömrüm olsa Abdülkadir Ceylani’ye düşmanlığım olmaz. Minnetim ve hayranlığım olur. İmam Rabbani’nin şeriatçılığının çıldırtacak kadar hayranıyım. Ama holdingleşmiş, örtülü servet sahibi olma yöntemine çevrilmiş tarikata Abdülkadir Geylani’nin de Cüneydi Bağdadi’nin de lanet ettiğine iman ediyorum. Tabi keyif bozulunca itham edip internetten cevap yazıp kurtulmak kolay oluyor. Sadece kendimizi aldatıyoruz. Şeriatımız, İslam’ımız, ahlakımız, ailemiz, Kur’an’ımız ne durumda Ümmet’im ne durumda efendi hazretlerinin keyfi sefası ne durumda? Bir yerde bir cinayet oluyor. Hunharca biri diğerini öldürüyor. Herkes internetten televizyondan cezalar yağdırıyor. “Şöyle keselim, böyle asalım, onu yakalım, parmağından kaldırıp bir ağaca asalım” diyor. Bin tane hoca, bin tane tarikat çıkıp “Allah ‘kısas yapın kurtulun’ dedi. Buyurun kısas yapalım” diyemiyoruz. Kısas diye haykırsana! “Bu dünyada kısas yapmadıkça kimsenin kimseyi öldürmesini engelleyemezsin” diyemiyoruz. Elbette ben de dâhil. Ondan sonra ashabı kiramdan hangisi daha değerli diye kendi kendimize dedikodu yapıyoruz. Bu dini olduğu gibi alacağız. Bize Ümmeti Muhammed’in büyükleri, Ebu Hanifeler nasıl emanet ettiyse dini o şekilde alacağız. İçinden bir parça alan tuzağa düşer. Aldığın parça velev ki Kur’an olsun. Sen Kur’an’la amel etmek için almıyorsun. “Özünü yakaladım” diyorsun. Ona yar olmaz diyorsun. Bir kenarda bunun yedekleme sistemi vardır. Allah onu oradan tekrar canlandırır. Ama sen bununla mezara gidersin. Elinde bilgisayar olmaz, bilgisayardan bir parça olur. Kardeşlerim, Elbette sizler bir hocalık, müftülük, imamlık mevkiine bulunmadığınız için belki “bu sözler bana ait değil, hoca beni itham etmedi, herhâlde diğer tarikatlara söylüyor” diyebilirsiniz. Hayır! Kim İslam sayesinde cennete girmek istiyorsa ona “İslam’ını koru” diyorum. Ümmet’i bütünüyle kuşatmayan bir vakfa yardım etmeyin. İslam’ı bir köşesinden tutan sadece devirmek için tutuyordur. Kimse, hiçbir masayı, pehlivan bile olsa bir köşesinden kaldıramaz. İslam, sadece bir köşesinden, bir konusundan kaldırılamaz. İslam’ı ahlak üzerine yığdığın zaman cihadı olmayan, düşmana teslim olmuş Müslüman yetiştirirsin. Sürekli cihat dersen ahlaksız mücahit yetiştirirsin. Medine’de- O’nun mescidindekilerin imanlarından şüphe yok. Mücahid ki gibi Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin yaptığı gibi mü’min yetiştirmek ve olmak gerekiyor. insanlar, Peygamber’in arkasında namaz kılmış, belki de çoğu cennetle Hayat neredeyse İslam oradadır. Rabbimiz, kısas dediyse yüz defa idam ediliriz ama kısas demekten müjdelenmiş insanlar, belki de bu utanmaz ve korkmayız. Hırsızlığın Allah’ın emir bu- ortam Ebubekir’in olduğu bir yerdi. yurduğu kol kesmenin dışında hiçbir şekilde önlene- Birbirlerini dövmek, kavga etmek için meyeceğini haykırırız. Bu uğurda da değil kolumuzun, de değil bir meseleyi derinlemesine boğazımızın kesilmesine bile razı oluruz. Müslümanlık anlamaya çalışıyorlar. Böyle bir ortamı Efendimiz aleyhisselam nasıl budur. Bu Müslümanları Allah cennetle müjdeledi ve Rabblerine öyle gittiler. yorumladı? “Bunun için mi varsınız siz” dedi. Ve sallallahu ve selleme ala seyyidina Muhammed. Ve ala âlihi ve sahbihi ecmaîn. Ve’lhamdülillahi rabbil âlemin. Nisan 25 2016 Yrd. Doç. Dr. Ebubekir SİFİL Kur’an’da Nesh Meselesi B ismillâhirrahmânirrahîm Bizim bu kanaatimizi destekler mahiyette esSübkî şöyle demektedir: “Müslümanlardan neshi inkâr eden kişi, önceki şeriatlerin bizim şeriatimize pek çok hükümde muhalif olduğunu itiraf etmektedir. Kur’an-ı Kerim’in anlaşılması ve hükümleri- nin hayata aktarılması bağlamında çözülmesi gereken en önemli problemlerden birisinin nesh meselesi olduğu açıktır. Bu mesele çözülmeden, birbiriyle yakından ilişkili olan Kur’an ayetlerinin gereği gibi anlaşılması mümkün değildir. Buradaki “birbiriyle yakından ilişkili Kur’an ayetleri” ifadesinden kastımız, özellikle ilk bakışta aralarında bir çelişki varmış gibi görünen ayetlerdir. Öyle ki, aynı konuda hüküm getiren ayetlerden birisiyle amel edildiği zaman öbürünün getirdiği hüküm askıda kalmakta, bir diğer ifadeyle, aynı konuda hüküm getirmiş olan bir kısım ayetlerin hepsiyle aynı anda amel etmek mümkün olmamaktadır. 2016 26 Nisan B Şimdi Kur’an’da nesh olayının cereyan ettiğini bildiren ayeti görelim: “Biz bir ayeti nesh eder veya unutturursak, mutlaka ondan daha hayırlısını veya benzerini getiririz. Bilmez misin ki Allah her şeye kadirdir.” 1 Bu ayet bağlamında üzerinde durulması gereken önemli noktalar bulunmaktadır. Bu noktalar açıklığa kavuşturulmadan bu ayetin ne anlattığını ve nesh olayının hakikatini kavramak mümkün değildir. Şimdi bu noktaları teker teker ele alalım: bir iftiracısın” dediler.”3 Bu ayet ile yukarıdaki el-Bakara 106. ayetini bir arada ele aldığımız zaman, Kur’an’daki neshin, bir “beyan-ı tebdil” olduğu sonucuna varırız. Ki buna göre nesh, sonra gelen bir şer’î delilin, daha önce gelmiş bir şer’î hükmün hilafına delalet etmesidir ki, ilm-i ilahîye nazaran evvelki hükmün müddetinin sona erdiğini beyan, bizim ilmimize nazaran da, zahiren kıyamete kadar baki görünen o hükmün kaldırılması ve değiştirilmesidir.4 Yukarıda zikrettiğimiz el-Bakara ayetinin ifadesi, Kur’an’ın, daha evvel gönderilmiş semavî kitapları neshini anlattığı gibi, Kur’an ayetleri arasında da nesh olayının cereyan ettiğini anlatır özelliktedir. Çünkü ayetteki ifadesi umum bildirir.5 1- Buradaki “nesh” nedir: Evvela şunu belirtmemiz gerekir ki, nesh, bir beyan (açıklama) türüdür. Mutlak bir emir ihtiva eden bir ayet indiği zaman bize nazaran o ayetin hükmü ebediyete kadar geçerlidir. Zamanı, mekânı, geçmişi, geleceği ve her şeyin hakikatini hakkıyla bilen Allah Teala, böyle bir ayetin hükmünü değiştiren başka bir ayet indirdiği zaman anlarız ki Allah Teala, evvelki ayetin hükmünün yürürlükte kalma müddetinin sona erdiğini beyan buyurmakta ve evvelki ayetin hükmünün, sonraki ayetin hükmü ile tebdil edildiğini (değiştirildiğini) bildirmektedir.2 Nitekim Kur’an’da şöyle buyurulmaktadır: “Biz bir ayetin yerine başka bir ayeti getirdiğimiz (beddelnâ) zaman –ki Allah ne indirdiğini (ve ne indireceğini) bilir–, “Sen ancak Kaldı ki, ikinci olarak zikrettiğimiz en-Nahl 101. ayeti, nesh olayının Kur’an ayetleri bağlamında da cereyan ettiğini açık bir şekilde göstermektedir. Çünkü ayetin açık ifadesi şunu anlatmaktadır: Allah Teala, Hz. Peygamber (s.a.v)’e indirdiği bir ayetin ardından, bir süre sonra onu nes heden bir başka ayet indirdiğinde kâfirler, Hz. Peygamber (s.a.v)’in Allah Teala’ya iftira ettiğini ileri sürmüşlerdir. Ayet, kâfirlerin bu iddiasını reddetmektedir. Burada zikrettiğimiz en-Nahl 101 ayetinin neshe delalet etmediğini ispatlamak amacıyla birkaç nokta ileri sürülmüştür. Burada kısaca bunları zikrederek nesh inkârına delil olup olamayacaklarını görelim: A- “Söz konusu ayet Mekkî (Mekke’de inmiş) olup, Mekke’de neshe medar olan ahkâmla ilgili ayetler henüz iniyor olmadığından, ayette geçen “değiştirme”den maksat nesh olamaz.”6 { } Kur’an-ı Kerim’in anlaşılması ve hükümlerinin hayata aktarılması bağlamında çözülmesi gereken en önemli problemlerden birisinin nesh meselesi olduğu açıktır. Bu mesele çözülmeden, birbiriyle yakından ilişkili olan Kur’an ayetlerinin gereği gibi anlaşılması mümkün değildir. Nisan 27 2016 B Şimdi Kur’an’da nesh olayının cereyan ettiğini bildiren ayeti görelim: “Biz bir ayeti nesh eder veya unutturursak, mutlaka ondan daha hayırlısını veya benzerini getiririz. Bilmez misin ki Allah her şeye kadirdir.”1 B- “Ayette, “Bir ayetin “yerini” başka bir ayetle değiştirdiğimizde” buyurulmaktadır. O halde sözkonusu edilen şey, ayetlerin yer değiştirmesidir. Yer değiştirme ise, ya “mekân”la veya “zaman”la ilgili bir husustur. (…) Yer değişikliğinden maksat “mekân” olduğu varsayıldığında, (…) “Resulullah (s.a.v) vahiyden aldığı emirle, inen ayetlerin hangi surenin neresine yerleştirileceğini vahiy kâtiplerine bildiriyordu. Sonra inen ayetler, önce inen ayetlerden sure içerisinde de öne alınabiliyordu. Böylece surede “takdim-tehir” gibi bir tertip değişikliği meydana geliyordu. Yani ayetlerin yerleri değişiyordu. Ehl-i Kitab’ın veya itiraz konusunda onlardan taktik öğrenen müşriklerin bu duruma itiraz etmiş olmaları muhtemeldir. Böylece ayetin bu durumu diye getiriyor olması ihtimal dahilindedir. (…) “Ayette, bu anlattığımız yer değişikliği ihtimalinin kastedildiği gözönünde bulundurulmakla birlikte, bizce zaman değişikliğinin kastedilmiş olması ihtimali daha kuvvetli görünmektedir. Şöyle ki: “Ayette sözkonusu edilen “ayet”ten maksat “risalet”tir. Yani Muhammed (s.a.v)’in peygamber olarak gönderilmesiyle Hz. Musa ve Hz. İsa’nın risalet dönemlerinin son bulduğu, yerlerine Muhammed’in (s.a.v) risaletinin kaim olduğu ifade edilmektedir…”7 Önce ilk itirazdan başlayalım: A- Bu ayetin Mekkî olması, Kur’an’da belirtilen bir husus olmadığına göre, bu hususu bize bildiren tek kaynak rivayetler olmaktadır. Usûl açısından, bu noktada rivayetlere güvenip de, Kur’an ayetleri arasında nesh cereyan ettiğini bildiren rivayetlere güvenmemenin (burada kasdettiğimiz “rivayetler”, Sahabe’den nakledilen haberlerdir) hiçbir mantığı yoktur. Öte yandan Mekke’de neshe medar olan ahkâmla ilgili ayetlerin henüz iniyor olmadığını söylemek de doğru değildir. Nitekim rivayetler Hz. Peygamber (s.a.v)’in Mekke’de iken (Miraç’dan önce) iki rekât sabah, iki rekât da akşam vakti olmak üzere günde iki vakit namaz kıldığını anlatmaktadır. Bu, tamamen ahkâmla ilgili bir husustur. Buna dair daha başka örnekler de verilebilir. Ancak sözü çok fazla uzatmamış olmak için ayrıntıya girmiyoruz. Dolayısıyla Mekke döneminde de –az da olsa– nesh cereyan etmiştir. eş-Şâtıbî şöyle der: “Şeriat ahkâmından Mekke’de inmiş olanların genellikle dinde küllî ahkâm ve kavaid-i usuliyye cümlesinden olduğu takarrur ettiğine göre, bu durum, Mekke’de inen ahkâmın çok değil, az olmasını gerektirir…”8 B- Ayette zikredilen hususun, “zaman” veya “mekân” ile ilgili bir değişikliği anlattığı iddiasına gelince, herşeyden önce ayetin tamamı ele alındığında böyle bir yorumun mümkün olmadığı görülür. 2016 28 Nisan B Zira ayetin devamında, inkârcıların, Hz. Peygamber (s.a.v)’i iftiracılıkla suçladıkları ifade edilmektedir. Dolayısıyla eğer bu ayeti, Kur’an ayetlerinin, içinde yer aldıkları surelerdeki yerlerinin değiştirilmesini anlattığı şeklinde yorumlayacak olursak, burada inkârcıların bu tepkisine ve itirazına bir anlam vermemiz mümkün olmaz. Bu açıklama, sözkonusu ayetin mekân değişikliğini anlattığı şeklindeki yorumu geçersiz kılmaktadır. Ayetin, “risalet” anlamına geldiği ve zamanla ilgili bir değişikliği, yani Hz. Musa ve Hz. İsa’nın (a.s) risaletleri döneminin son bulduğu ve artık Hz. Peygamber (s.a.v)’in risalet döneminin başladığını anlattığı iddiasına gelince, ayetin bağlamı böyle bir iddiayı geçersiz kılmaktadır. Zira 101 numaralı bu ayetten başlayarak ileriye doğru 105. ayete kadar gidildiğinde, hep inkârcıların Kur’an ayetleri hakkındaki itirazlarının cevaplandırıldığı ve meselenin tamamen Kur’an ayetleri etrafında işlendiği görülecektir. Kaldı ki, buradaki “ayet”in “risalet” anlamına geldiğini söylemek de başlı başına zorlama bir yorumdur ve dahi “O halde sözkonusu edilen şey, ayetlerin yer değiştirmesidir” şeklindeki yorum da bunu iptal etmektedir. Zira buna göre ayetler aynen mevcuttur; sadece yerleri değiştirilmiştir. Ancak risalet olayında böyle birşey söz konusu değildir… 2- Yukarıda zikrettiğimiz el-Bakara 106. ayetin, her biri mütevatir olan muhtelif kıraat şekilleri vardır. Âmir bunlardandır. Böyle okunduğu zaman kelime, “ne-se-ha”nın geçişli hali olan “enseha”dan gelir ki, bu takdirde ayet, Yüce Allah’ın, ayeti Hz. Peygamber (s.a.v)’e nesh ettirmesi, yani ayeti nesh ettiği zaman Hz. Peygamber (s.a.v)’in, o ayetin hükmüyle ameli terk etmesini mübah kılmasını, yahut Cebrail (a.s)’in, Hz. Peygamber (s.a.v)’e, o ayetin nesh edildiğini bildirerek mensuh kılmasını emretmesini ifade eder.9 B- Yine aynı ayette geçen kelimesi, İbn Kesîr ve Ebû Amr tarafından şeklinde okunmuştur. Bu durumda ayet, nüzulü ertelenen ayetlerin yerine daha hayırlısının veya denginin indirildiğini ifade eder.10 Ebû Hayyân, bu kelimenin okunuşu ile ilgili olarak 11 ayrı vecih zikretmiştir. Bu yazının çerçevesini taşmış olmamak için burada ayrıntıya girmeyeceğiz.11 Kur’an’da nesh vuku bulmadığı iddiası: A- Ayette geçen kelimesini şeklinde okuyanlar vardır. Mesela yedi mütevatir kıraat imamından İbn Nesh, bir beyan (açıklama) türüdür. Mutlak bir emir ihtiva eden bir ayet indiği zaman bize nazaran o ayetin hükmü ebediyete kadar Nisan geçerlidir. Kaynaklarda genellikle Mu’tezile’den Ebû Müslim el-İsfahânî’nin neshi kabul etmediği nakledilmektedir. Ancak onun, neshin cevazına mı, yoksa vukuuna mı ve neshin, muhtelif şeriatler arasında bulunduğuna mı yoksa bir tek şeriatin muhtelif hükümleri arasında bulunduğuna mı karşı olduğu konusunda bir karışıklık bulunmaktadır. er-Râzî şöyle der: “Ümmet, Kur’an’ın neshinin caiz olduğu konusunda ittifak etmiştir. Ebû Müslim b. Bahr ise bunun caiz olmadığını söylemiştir.”12 Bu ifade, el-İsfahânî’nin, neshin cevazını inkâr ettiğini göstermektedir. 29 2016 B Allah Teala, evvelki ayetin hükmünün yürürlükte kalma müddetinin sona erdiğini beyan buyurmakta ve evvelki ayetin hükmünün, sonraki ayetin hükmü ile tebdil edildiğini (değiştirildiğini) bildirmektedir.2 eş-Şevkânî şöyle der: “Nesh aklen caiz ve naklen de vakidir. Bu hususta müslümanlar arasında görüş ayrılığı yoktur. Ancak Ebû Müslim el-İsfahânî’den şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Nesh caizdir, (ancak) vaki değildir.”13 es-Sübkî der ki: “Müslümanlar neshin cevazı konusunda icma etmiştir. Sadece kendilerini İslam’a nisbet eden bir grup –ki Ebû Müslim el-İsfehânî de bunlar arasındadır– bedâ görüşüne14 yol açacağından endişe ederek, bundan kaçınmak için neshi men etmişlerdir. Onların kanaatlerine göre neshi kabul etmek, bedâ görüşünü kabul etmeye götürür.”15 Keza kendisi de bir Mu’tezilî olan Ebu’l-Hüseyin el-Basrî de şunları söyler: “Müslümanlar, şeriatlerin neshinin hasen (aklın güzel kabul ettiği bir mesele) olduğunda ittifak etmişlerdir. Sadece müslümanlardan birisinden, bunu hasen görmediği yolunda nakledilen şaz bir hikâye bundan istisnadır.”16 Görüldüğü gibi bütün bu nakiller, Ebû Müslim el-İsfehânî’nin nesh hakkındaki görüşünün net olarak ortaya konmasına yetecek kadar açık ve ayrıntılı değildir. Kanaatimize göre ortada lafzî bir ihtilaf bulunmaktadır. Şöyle ki, ulemanın nesh dediği şeyde, önceki hükmün gönderiliş maksadı hasıl olduktan sonra yeni bir hüküm gönderilmesi söz konusudur ki, bu nesh değildir. Bizim bu kanaatimizi destekler mahiyette es-Sübkî şöyle demektedir: “Müslümanlardan neshi inkâr eden kişi, önceki şeriatlerin bizim şeriatimize pek çok hükümde muhalif olduğunu itiraf etmektedir. Ancak o şöyle demektedir: “Önceki şeriatler, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in zuhuruna kadar geçerlidir. Hz. Peygamber (s.a.v) zuhur ettiğinde artık daha önceki bir şeriatle taabbüd zail olur. Çünkü (önceki şeriattten) maksat hasıl olmuş ve bitmiştir. Bu ise herhangi bir noktada nesh değildir…”17 Görüldüğü gibi Ebû Müslim el-İsfehânî, önceki şeriatlerin hükmünün kaldırılmasını, zamansal bir tahsis olarak görmekte ve buna neshdememektedir. Burada Ebû Müslim el-İsfehânî’nin görüşü ile ilgili olarak belirtilmesi gereken esas önemli nokta, onun, Kur’an ayetleri arasında neshin cereyan ettiğinin kabul edilebileceğine dair herhangi birşey söylememiş olmasıdır. Yani ona göre İslam şeriatinin, kendisinden önceki şeriatleri neshettiği sabittir. Ancak nesh olayının Kur’an ayetleri arasında vuku bulduğu söylenemez.18 Allah’ın indirdiği Kur’anî bir hükmün ortadan kaldırılmasından sakınmak için olsa olsa Kur’an’ın nâsih olduğu söylenen ayetlerinin, mensuh olduğu söylenen ayetlerini “tahsis” ettiğinden söz edilebilir.19 Bütün bunlar, Ebû Müslim el-İsfehânî ile cumhurun ihtilafının lafzî olduğunu söylememizi mümkün kılan hususlardır. Devam edecektir. 2016 30 Nisan B Hadis-i Şerif Ebu Hüreyre (r.a) anlatıyor: “Resülullah (s.a.v) buyurdular ki: “Kur’ân-ı Kerim’de otuz âyetlik (şanı yüce) bir süre vardır. Bu süre (kendisini okuyan) kimseye (kıyamet günü) şefaat eder veAllah’ın onu affetmesini sağlar. Bu süre Tebârekellezî bi-Yedihi’l- Mülk’dür.” (Ebü Dâvud, Salât 327; Tirmizî Sevâbu’l-Kur’ân 9). Nisan 31 2016 Dr. İhsan ŞENOCAK Ebû Hanîfe Müdâfaası M e z h e p l e r i n İslamiliği, Ebu Hanife’nin (r.a.) ilmi durumu vs. hep bu bakış açısından neşet eden yaralı cümlelerdir. İnkişaf Ebu Hanife (r.a.) dosyası ile hakkı ayağa kaldırıp batılı bir kez daha yere serme gayreti içerisindedir. 2016 M odern zamanın seküler anlayışını İslami değerler zarfında sunan oryantalizmin nihai hedefi Müslümanların zihinlerinde Batılı’ların istediği anlamda bir İslam tasavvuru oluşturmaktır. İslam Coğrafyası’na Batılı kimlikleri ile küfür ihraç eden oryantalistler, Müslümanlar tarafından kabul görmeyince farklı arayışlara yönelmişler ve bu çerçevede zeki Hıristiyan öğrencileri Müslüman kimliğiyle okutup İslami ilimler alanında uzman yapmışlardır. Bu yöntem o derece etkin olmuş- 32 tur ki çeşitli kürsülerde ders/ vaaz veren bir çok gayr-i müslim yetişmiştir. Bunlar şüphe uyandırmamak ve görevlerini başarı ile sürdürmek için yalnız kaldıkları ortamlarda dahi yıllarca namaz kılmışlardır. Camilerimizin mihraplarında, üniversitelerimizin kürsülerinde adı Hasan, Hüseyin diye bilinen nice Protestan, Katolik v.s. yıllarca görev yapmış ve ölünceye kadar da hep Müslüman kimlikleriyle tanınmışlardır. Nisan B Protestan bir babanın adını Mr. Nebit koyduğu bir şarkiyatçının Müslüman kimliğiyle İstanbul’da okuyup icazet alması, oryantalizmin yönteminin ne derece aldatıcı ve etkin olduğunu gözler önüne sermektedir. mak istiyorsun.” cevabını alır. Müslümanlığında zerre kadar tereddüt edilmeyen Mr. Nebit, belli bir zaman sonra İstanbul’dan ayrılır ve İngiliz Hükümeti tarafından Müslümanların yoğunlukta olduğu Hindistan’a gönderilir. İngiltere doğumlu olan Mr. Nebit, 13 yaşına kadar sıkı bir Hıristiyan eğitimi alır. Zekasının fevkalade olduğu fark edilince İslami ilimleri tahsil etmesi için 1834 yılında İstanbul’a gönderilir. İngiliz Sefiri tarafından teslim alınan Mr. Nebit, sefarette görevli Kavas (hizmetçi) Hüseyin Ağa’ya kimsesiz bir çocuk diye verilir. Çocuğa bakmasından dolayı sefaretin 5 lira da aylık ödediği Hüseyin Ağa, kimsesiz zannettiği Mr. Nebit’in adını Tahsin olarak değiştirir. Müslümanların Tahsin adıyla tanıdığı Mr. Nebit, iki yıl kadar kaldığı Hüseyin Efendi’nin yanında hem Türkçe’yi öğrenir hem de ilk eğitimini alır. Ardından Fatih Dersiamlarından Hopalı Ömer Efendi’ye teslim edilir. Müfredatta yer alan bütün kitapları okur. İlimde o derece mesafe alır ki, Müslüman öğrencilerin altından kalkamadığı soruları O çözer. Son iki asırda İstanbul, Kahire, İslamabad ya da Buhara’da Tahsin Efendi diye tanınan daha pekçok Mr. Nebit yetişti. Onlar Doğu ve Batı’da kurulan müstemleke okullarında İslami ilimler okuyup/okuttular. Müslüman çocuklara önce düşüncelerini aşıladılar sonra da doktora payeleri dağıttılar. Yakın dönemde ortaya çıkan modernist İslami anlayışlar tahlil edildiğinde onların bir türlü “Tahsin Efendilerle” irtibatlı oldukları görülecektir. Bugün itibariyle kafa kağıdını tespit edemediğimiz “Tahsin Efendizedeler” ancak yazdıkları eserlerden ya da diriliş adı altında yürüttükleri tükeniş hareketlerinden tanınabilmektedir. Hopalı Ömer Efendi’den icazet alan Tahsin Efendi bir gün hocasına İngiliz Sefaretinde çalışmak istediğini söyleyince, “Evladım! Senin adın Şeyhülislamlık’ta, Fetva Eminliğinde geçiyor, sen ise İngiliz kafirlerine memurluk yap- Oryantalizm, Müslüman kimliğiyle tefsir, hadis, kelam ve fıkıh gibi temel İslami ilimleri okutan gizli Hıristiyanlar yoluyla ümmetin zihninde tedavisi hayli zaman alacak şüpheler oluşturdu. Bu gün gelinen nokta itibariyle bir çok Müslüman Modernist, İslam’ın özgün bir medeniyet tasavvuruna sahip olmadığını, temel meseleleri farklı medeniyetlerden ödünç aldığını, Kur’an’ı Kerim’in hakikatlerine Tevrat ve İncil’in referans olduğunu, fıkhın oluşumunda { } Camilerimizin mihraplarında, üniversitelerimizin kürsülerinde adı Hasan, Hüseyin diye bilinen nice Protestan, Katolik v.s. yıllarca görev yapmış ve ölünceye kadar da hep Müslüman kimlikleriyle tanınmışlardır. Nisan 33 2016 B Oryantalistler ve onlardan etkilenen Modernist Müslümanların fıkıh bağlamında oluşturdukları şüpheler daha çok Ebu Hanife (r.a.) etrafında şekillenmektedir. Roma Hukuku’nun önemli bir yer işgal ettiğini söylemektedir. Oryantalizmin bu tarz faaliyetinin ne derece etkin olduğunu anlayabilmek için Tahsin Efendilerin söyledikleri ile doktora payeleri dağıttıkları “Tahsin Efendizedelerin” tezlerini kıyaslamak gerekir. Böylece çağdaş İslami hareketlerin nesebi de ortaya çıkmış olacaktır. Örneğin oryantalistler, Kur’an’ı Kerim’in kökeni noktasında farklı hezeyanlar içerisindedirler. Fakat Arthur Jeffery’nin de içinde yer aldığı büyük çoğunluk Allah Kelamı’nın –haşaEfendimiz’e (s.a.v.) ait olduğunu iddia etmektedir. Fazlurrahman başta olmak üzere tarihselcilerin önemli bir bölümü de Kur’an’ı Kerim’in nasıl bir kitap olduğunu anlatırken “Kur’an hem tamamıyla Allah kelamı, hem de olağan anlamda tamamıyla Hz. Muhammed’in kelamıdır.” demektedir. iki kadının bir erkek şahit yerine geçmesi, hırsıza hadd cezası uygulanması, mirasta erkek kardeşlerin kızların iki katını alması, faizin haram olması gibi kesin hükümleri tarihi birer bilgi kabul etmekte ve onların ancak fıkıh tarihi çerçevesinde değerlendirilebileceklerini düşünmektedirler. Oryantalistler ve onlardan etkilenen Modernist Müslümanların fıkıh bağlamında oluşturdukları şüpheler daha çok Ebu Hanife (r.a.) etrafında şekillenmektedir. Çünkü O (r.a.), hem bütün müçtehitlere nispetle “İmam-ı Azam/En büyük imam” hem de ümmetin üçte ikisinin içtihatlarını taklit ettiği mutlak bir müçtehittir. Bu yüzden Onun (r.a.) nesebinden, ibadet hayatına, içtihat sisteminden hadis telakkisine kadar bütün bir hayatı olduğundan farklı bir şekilde yorumlanmaktadır. Bu yolla Onun içtihatlarının nüfuzu yok edilmekte ve itibarı lekelenmektedir. İslam’da önemli bir yer tutan “İhkak-ı hak” kavramının bir gereği olarak Ebu Hanife’yi (r.a.) müdafaa etmek haktan öte bir vazife olmuştur. Zira Hz. Aişe (r.a.) de Allah Resulü’nün (s.a.v.) kendilerine, “İnsanları layık oldukları konumlarda değerlendirmelerini” emrettiğini bildirmektedir. Ümmetin bu büyük müçtehidini anlatmak ve Ona yöneltilen tenkitlerin gerçekle bağdaşmadığını ifade etmek mühim bir vazife olmuştur. Batılılar İslam Hukuku’nu kıymetlendirirken de onun tarihe ait olduğunu ve günümüze hitap edemeyeceğini ileri sürmektedirler. Nitekim J. Schacht bu noktada şunları söylemektedir: “İslam Hukuku tarihin belli bir döneminde uygulanmış, daha sonra ise önemini kaybetmiş bir sistemdir. Bu yüzden o, ancak hukuk tarihi bağlamında değerlendirilebilir.” Modernist Müslümanların fıkıh telakkileri, J. Schacht’ınkinden hiç de farklı değildir. Nitekim onlar, 2016 34 Nisan B Ebu Hanife (r.a.) müçtehit imamlar içerisinde en kıdemlisi ve ilmin menbaı Hz. Resulullah’a (s.a.v.) zaman itibariyle en yakın olanıdır. Onun (r.a.) rivayet ettiği bazı hadislerle Allah Resulü (s.a.v.) arasında sadece sahabe vardır. Her biri farklı bir İslami disiplinde mütehassıs 40 müçtehit ile 30 yıl içtihat etmiştir. 83 bin mesele hakkında fetva vermiş, mevcut problemleri çözdüğü gibi olma ihtimali olan fakat henüz olmayan meseleler hakkında da içtihat yapmıştır. Ebu Hanife’nin (r.a.) hayatının büyük bir bölümünü geçirdiği Küfe, ideolojik çeşitlilik itibariyle yaşadığımız dünyanın bir özeti gibiydi. O, Mutezile’den Cebriyeye, Haricilerden zındıklara her meşrep ve ideolojiden insanı ağırlayan Küfe’de Ehl-i Sünnet’in bekası adına tarihi bir rol üstlendi. Müslümanların Tahsin Efendi diye tanıdığı Mr. Nebit’ler onun zamanında da vardı. Akşamdan sabaha kadar hadis uydurur, sabah da ilim meclislerinde onların tevziatını yaparlardı. Doğru ile yanlış iç içe idi. Zındıkların uydurduğu hadislere dayanan ya da onların fikirlerinden neşet eden gayri İslami görüşler, Mutezile ve Hariciye gibi fırkalar tarafından hararetle savunulurdu. Ebu Hanife (r.a.) böyle bir ortamda içtihatlarıyla ümmete yol haritası çizdi. Tahsin Efendilerin tuzağına kapılmadan İslam’ın nasıl anlaşılabileceğini gösterdi. Küfe’de başlayan irfani diriliş zamanla Basra, Bağdat derken bütün İslam coğrafyasını kuşattı. İmam-ı Malik (r.a.) işkallerini Ona sordu. Şafi (r.a.) ona yetişemediğinden öğrencisi İmam Muhammed’e talebe oldu. Ehl-i Sünnet akidesine bağlı alimler onun “İmam-ı Azam” olduğunda ittifak ettiler. Onu anlatan en güzel kitaplar İmam Suyuti, İbn Hacer-i Mekki gibi farklı mezheplere mensup alimlerin kaleminden çıktı. Ne var ki zındıklar da boş durmadılar. Ümmetin birliğini parçalamaya ayarlı çalışmalarını aralıksız sürdürdüler. Bazen tuzaklarına kapılanlar da oldu. Hatip Bağdadi “Tarihu Medineti’s-Selam”da, Cüveyni “Müğisu’l-Halk”da Onu (r.a.) zındıkların yalanlarıyla anlattı. Bu iki kitap ulemanın sert tepkisini aldı. Üzerlerine reddiyeler yazıldı. Sonra bu nev’i eserler uzun zaman uykuda bekledi. Tahsin Efendilerin doktora payeleri dağıttığı çağdaş selefilerin/modernistlerin girişimleriyle geçtiğimiz asırda tekrar basıldılar. Yayınlardan cesaret alanlar “Ebu Hanife de müçtehit biz de, Onun ne üstünlüğü var?” deme cesaretini gösterdiler. Herkes bir şeyler söyledi. Zahid Kevseri ise el-Bağdadi’ye karşı “Te’nibu’l-Hatib”i, Cüveyniye karşı da “İhkaku’l-Hakk”ı yazarak batılı yere serdi. “İmam-ı Azam/En büyük imam” hem de ümmetin üçte ikisinin içtihatlarını taklit ettiği mutlak bir müçtehittir. Bu yüzden Onun (r.a.) nesebinden, ibadet hayatına, içtihat sisteminden hadis telakkisine kadar bütün bir hayatı olduğundan farklı bir şekilde yorumlanmaktadır. Ümmetin siyasi, içtimai bünyesini yeniden şekillendirmek ve bunu globalleşen dünyanın şartlarına uygun bir tarzda yapmak isteyen Batı, Tahsin Efendilerle sessiz ve derinden çalışmaya devam ediyor. Mezheplerin İslamiliği, Ebu Hanife’nin (r.a.) ilmi durumu vs. hep bu bakış açısından neşet eden yaralı cümlelerdir. İnkişaf Ebu Hanife (r.a.) dosyası ile hakkı ayağa kaldırıp batılı bir kez daha yere serme gayreti içerisindedir. Allah’ın selamı üzerinize olsun. Nisan 35 2016 Prof. Dr. Ali AKPINAR Hz. Meryem’in Hayatından Kadın Erkek Herkese Mesajlar Kur’ân’ın bir suresine de isim olan Hz. Meryem’i başta kızlarımız olmak üzere çocuklarımıza ve gençlerimize tanıtalım. Bugün gençlerimizin yaşadıkları problemlerin temelinde iyi ve güzel modelleri örnek almayışları yatmaktadır. K adının ezildiği, sömürü aracı olarak kullanıldığı bir topluma Yüce Allah Hz. Meryem’i anlatıyor. Hz. Meryem, kadını insan yerine koymayan, onun mabedin yanından bile geçmesine izin vermeyen Yahudi din baronlarının bu bakış açısını yıkıyor. Hem de onu mabedin içerisinde yetiştirerek. Hz. Meryem sergilediği hayatıyla, kirli toplumlarda kadın başına temiz kalmanın en güzel örnekliğini bize sunmuştur. Kur’ân’da Hz. Meryem’in Adının Geçmesi Kur’ân’da kadın adı olarak yalnızca Hz. Meryem’in ismi geçer, hem de otuz dört ayette. Arap kültüründe önde gelen kişiler hanımlarının ve kızlarının adlarını açıkça söylemezler ve onlardan bahsetmek söz konusu olunca ‘eşimiz, aile- 2016 36 Nisan B miz, ehlimiz’ gibi kinaye lafızlarıyla onları anarlardı. Kur’ân da bu geleneğe uyarak yalnızca Hz. Meryem ismine yer vermiştir. Çünkü Meryem, sıradan bir kadın değildi. O, kadınların en seçkini, küfürden, günah ve fuhuştan uzak kalmış temiz, iffetli, Allah’ın ikramlarına daha dünyada iken nail olmuş bir örnek hanımdı.[1] Onun hayatı, kadınlar başta olmak üzere tüm insanlar için sayısız örneklerle doludur. Şöyleki: 1. İsrailoğulları Hz. Meryem ve onun babasız dünyaya gelen çocuğu Hz. İsa hakkında ileri geri konuştukları için Yüce Allah onun ismini açıkça zikretmiş, hem de onların iddialarını tamamen geçersiz kılmak ve Hz. Meryem’in dedikodulardan tamamen uzak olduğunu tekidli bir biçimde anlatmak için tekrar tekrar onun ismini açıkça anmıştır.[2] 2. Meryem, İbranice’de ‘Rabbin hizmetçisi kadın, kul’ anlamında bir kelimedir. Arapça’ya Mariye olarak geçmiştir.[3] Arapçada kadın özelliklerinden uzaklaşmış kadın için[4] ‘meryem’ kelimesi kullanılır. Çünkü Hz. Meryem, Beyt-i Makdisin hizmetinde bulunmakla alışılmışın dışında erkeklerin yapageldiği bir görevi üstlenmiştir.[5] 3. Hz. Meryem’in adının geçtiği ayetlerin on yedisinde Meryem ismi, Îsâ b. Meryem (Meryem oğlu Îsâ) şeklinde[6], dördünde Mesîh b. Meryem (Meryem oğlu Mesîh) şeklinde[7], ikisinde ‘İbn Meryem’ (Meryem oğlu) şeklinde[8] geçer. Kalan on bir ayette ise Hz. Meryem’den bahsedilir ve onun adı geçer. Bu ayetlerin onunda[9] sadece ‘Meryem’ adı geçerken, bir ayette[10] de ‘Meryem bint Imran’ (Imran kızı Meryem) şeklinde geçmiştir. 4. Hz.Meryem’in açıkça isminin anılmasının ise pek çok hikmeti vardır. Bu hikmetleri şöyle sıralayabiliriz: a. Her şeyden önce Hz.Meryem sıradan bir kadın değildir. O, hiçbir erkekle beraber olmadığı/ evlenmediği halde (betül) hamile kalıp çocuk doğurmuş ve Hz.İsa’ya anne olmuştur. b. Hz.Meryem, doğar doğmaz mabedde ibadete adanmış; Allah’ın hizmetçisi anlamına gelen “Meryem” ismine uygun bir kulluk sergilemiş; bir başına, kirli bir toplumda temiz kalmasını bilmiş, iffet âbidesi bir hanım olmayı başarmış; bu özellik ve güzellikleriyle Kur’an’da anılmaya ve bir Kur’an suresine isim olmaya layık olmuştur. c. Öte yandan, bu temiz kadına yahudi ve hıristiyanlar olmadık sözler söyleyince, onu iffetsizlikle suçlayarak yahut ona ilahlık payesi vererek haddi aşınca, Cenab-ı Hak hem onlara susturucu bir cevap vermek, hem de onu aklamak, onun temiz, iffetli bir anne/kul olduğunu açıklamak için ismini ayetlerinde anmıştır. d. Yine Allah’ın erişilmez kudreti gereği babasız olarak Hz.Meryem’den dünyaya gelen Hz.İsa’nın, babasız ama nesebi sahih bir evlat olduğunu belgelemek için “Meryem oğlu İsa” diye takdim edilmiştir. { } Kadınların en seçkini, küfürden, günah ve fuhuştan uzak kalmış temiz, iffetli, Allah’ın ikramlarına daha dünyada iken nail olmuş bir örnek hanımdı.[1] Onun hayatı, kadınlar başta olmak üzere tüm insanlar için sayısız örneklerle doludur. Nisan 37 2016 B Allah’ın hizmetçisi anlamına gelen “Meryem” ismine uygun bir kulluk sergilemiş; bir başına, kirli bir toplumda temiz kalmasını bilmiş, iffet âbidesi bir hanım olmayı başarmış; bu özellik ve güzellikleriyle Kur’an’da anılmaya ve bir Kur’an suresine isim olmaya layık olmuştur. Şimdi de Hz. Meryem ile ilgili ayetlerden bir kaçını okuyalım: O, daha doğmadan Allah’a adanmış bir çocuktu: “Hani, İmran’ın karısı, “Rabbim! Karnımdaki çocuğu sırf sana hizmet etmek üzere adadım. Benden kabul et. Şüphesiz sen hakkıyla işitensin, hakkıyla bilensin” demişti.”[11] Annesinin bu duasıyla Hz. Meryem, kadının mabede sokulmadığı bir dönemde Mabede/ibadete adanmış ve Allah’a kullukta, O’nun dinine hizmette kadınların da olduğunu hayatıyla ortaya koymuştu. Çocukların Allah’a adanması, anne babalar için çok önemli bir örnektir. O ve soyu Allah’ın koruması altındaydı: “Ona Meryem adını verdim. Onu ve soyunu kovulmuş şeytandan senin korumana bırakıyorum.”[12] Elbette Yüce Allah, kendi korumasını hak eden kullarına lutfeder ve onları her türlü tehlikeden korur. Yeter ki buna layık olunsun. Hz. Meryem, O’nun korumasına müstehak olanlardandı. O, kabul olunmuş bir dua ve Rabbin gözetiminde yetişen bir çocuktu: “Rabbi ona hüsnü kabul gösterdi ve onu güzel bir şekilde yetiştirdi.”[13] Bu cümle, Imran’ın karısının karnında taşıdığı çocuğunu Allah uğruna hizmete adayıp Rabbine bunu kabul etmesi için yakarmasının ardından gelmekte ve Hz. Meryem’in annesinin yaptığı bu dua ve adağının Yüce Allah tarafından en güzel bir biçimde kabul edildiğini anlatmaktadır. Bir hanımın yaptığı böyle güzel bir davranışın ve güzel bir duanın, tüm insanlara bir örnek olmak üzere Kur’ân’da yer alması oldukça dikkat çekicidir. O, melekle konuşan bir hanımdı: “Hani melekler, ‘Ey Meryem! Allah seni seçti. Seni tertemiz yaptı ve seni dünya kadınlarına üstün kıldı. Ey Meryem! Rabbine divan dur. Secde et ve (onun huzurunda) rükû edenlerle beraber rükû et’ demişlerdi.”[14] “Biz, ona Cebrail’i göndermiştik de ona tam bir insan şeklinde görünmüştü..” diye başlayan Meryem suresi 17-21. ayetlerinde Hz. Meryem’in Vahiy meleği ile görüşüp konuştuğu anlatılır. Buradan hareketle Hz. Meryem’in peygamber olduğu söylenmiştir. Kurtubî, Onun peygamber olduğunu ve tıpkı diğer peygamberler gibi ona da Yüce Allah’ın melek vasıtasıyla vahyettiğini söyler.[15] Allah’a kulluk yarışında kadın erkek tüm insanlar eşittir. Kadın da isterse bu yarışta mesafe kat edebilir ve erkekleri geçebilir. Tıpkı Hz. Meryem gibi. O, dünya hanımlarına üstün kılınmış bir kadındı: “Allah seni dünya kadınlarına üstün kıl[16] dı.” Peygamberimiz de cennet hanımlarının en hayırlı dört kadınından birisi olarak Hz. Meryem’i saymıştır. [17] 2016 38 Nisan B O, dosdoğru bir hanımdı: “Onun (İsa’nın) annesi de dosdoğru bir kadındır.”[18] O, Allah’ın ayetlerindendi: “Meryem oğlu İsa’yı ve annesini büyük bir ayet/mucize kıldık..”[19] Yüce Allah, ondan babasız olarak Hz. İsa’yı dünyaya getirmiştir. Hz. Meryem bu yönüyle okunup ibret alınması gereken bir ayettir. Yüce Allah onu mucizevî bir şekilde rızıklandırarak[20] da seçkinlerden kılmıştır. Dergimizin Yeni Bankacılık Firması O, en güzel örnekti: “Allah, bir de iffetini sapasağlam koruyan ve bizim de kendisine ruhumuzdan üflediğimiz, Rabbinin kelimelerini ve kitaplarını doğrulayan İmran kızı Meryem’i de (inananlara) örnek gösterdi. O itaat edenlerdendi.”[21] Öyleyse Kur’ân’ın bir suresine de isim olan Hz. Meryem’i başta kızlarımız olmak üzere çocuklarımıza ve gençlerimize tanıtalım. Bugün gençlerimizin yaşadıkları problemlerin temelinde iyi ve güzel modelleri örnek almayışları yatmaktadır. Onlar, kendilerine bile hayrı olmayan insanları, model/ star olarak görüp onlara özenmeye ve onlara benzemeye çalışmaktadırlar. İşte onlara sunacağımız en güzel örnek bir Kur’ân Kadın Kahramanı Hz. Meryem’dir. O, bir iman, iffet ve dürüstlük abidesi, O Allah’a adanmış örnek bir kul ve bir peygamber annesi olarak karşımızda durmaktadır. Burhan Basın Yay.Eğt.Tur.Ltd.Şti. İban No: TR51 0020 5000 0008 2671 8000 01 Hesap No: 826718 - 1 Dipnotlar [1] Bkz. Beyyûmî, Dirâsât, III, 280-281 [2] Zerkeşî, el-Burhân, I, 163. [3] Kurtubî, el-Câmi’, IV, 68; Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, I, 501; III, 219-220; Fîruzabâdî, Besâir, VI, 109. Batı dillerinde Mary, Maria şeklinde kullanılmaktadır. [4] Dilimizdeki ‘erkek fatma’ ifadesinin kullanılması da tıpkı bunun gibidir. [5] İbn Âşûr, Tefsîru’t-Tahrîr, I, 594. [6] Bkz. 2 Bakara 87, 253; 3 Alu Imran 45; 4 Nisâ 157, 171; 5 Maide 46, 78, 110, 112, 114, 116; 19 Meryem 34; 33 Ahzab 7; 57 Hadid 27; 61 Saf 6, 14. [7] Bkz. 5 Maide 17 (İki kere), 72, 75; 9 Tevbe 31; [8] Bkz. 23 Müminûn 50; 43 Zuhruf 57. [9] Bkz. 3 Alu Imran 36, 37, 42, 43, 44, 45; 4 Nisa 156, 171; 19 Meryem 16, 27. [10] Bkz. 66 Tahrim 12. [11] 3 Alu Imran 35. [12] 3 Alu Imran 36. [13] 3 Alu Imran 37. [14] 3 Alu Imran 42-43. [15] Kurtubî, Tefsîr, IV, 83-84, XI, 95. [16] 3 Alu Imran 42. [17] “Cennet hanımlarının en hayırlısı, Meryem, Âsiye, Hadice ve Fatıma’dır.” [18] 5 Maide 75. [19] 23 Müminûn 50. [20] Bkz. 3 Alu Imran 37, İbn Kesîr, Tefsîr, I, 360. [21] 66 Tahrim 12. Nisan 39 2016 Ubeyd FAKİRULLAH Mümini Koruyan Kaleler Kibâr-ı Kelâm َ• ُن !ِ ْ ُ• ْ• ِ• ِ••ــ#ُ ــ$ُ%!ْ ا) َ' ْ• ـ&ُ ا ُ ّٰ *ـ َـ+َ ِ ِر ر,ــ-َ .ْ َ/ ْا0ـ ِ ـ1ْ 2َ ْ•َو َ'ــ َ •ْ ا!= ـ َّ َ•ِ•ــ ِ ّٰ 3ُ ـ2ْ ـ ٌ• َو ِذ$ْ .ِ 5ُ 6ـ ا َء ُة3َ ـ4ِ ـ ٌ• َو$ْ .ِ )ا ِ < ِ ْ ـ7 َ•!ْ ا8 : ٌث9ن ;َـ َـ, (Ehlullahın Dilinden...) 1 İnsanın Hakikati Olan Üç Cevher •ٌ ـ$ْ .ِ ِآن3ْ ا ْ! ُ> ـ Kâb’ul-Ahbar (radiyallahu anh) buyurmuştur ki; “Mü’min bir kimseyi şeytandan koruyacak kaleler üçtür: Mescid kaledir. Zikrullah kaledir. Kur’an-ı Kerîm okumak kaledir.”2 1. Tâbiînden. Evveliyatında Yahudi bilginlerinden olan Hz. Ka’b, Efendimiz (s.a.v) zamanında َ ـ4َ ُ&َـEّ ا8 F•ــGِ %َ !ْ َن ا,َو َ'ــ•ْ !ُ ْ>•َ ــ ُ?; َـ9َ َ ; س,ـ @ ا َّن ا! َّ•ـA B ُ َ•ـ َّـC,َD &ِ ِ• ـCْ /ِ ل,ـ ِ Hz. Ali (r.a) eliyle veya Hz. Ebubekir (r.a) devrinde veya Hz. Ömer (r.a) devrinde Müslüman olduğu rivayet edilmiştir. Tabiinin alimlerinden olup ilimde sika kabul edilenler arasındadır. 2. İbn-i Hacer El-Askalani Münebbihat: sayfa 9 ِ ّٰ ِ #َ ـHُ , َ•ــ,َ َّ•ــ,Iَ .و ِد5ُ ّ ٌ !ِ ـK ـ ِ& َو; ُ ُــ7ِ Lْ •َ ِ! ٌK) َو; ُ ُــ ِ ّٰ ِ ٌK ; ُ ُــ. ٍث9ا;ْـ َـ8 ) ُ&•ُ ْ ـ76ِ Iَ و ِد5ُ ّ !ِ ـ#َ ـHُ , َ•ــ,ا َّ•ــ8 َو،ُ&َ•َ ُـ1Iَ &ِ ـ7ِ Lْ •َ ِ! #َ ـHُ , َ•ــ,ا َّ•ــ8 َو،ُ& ـ. ُ و3ُ Iَ Hz. Lokman Hekim buyurmuştur ki; “Ey Oğulcuğum! Şüphesiz ki İnsan üç parçadan meydana gelmiştir. Biri Allah’a ait olan, biri nefsine ait olan ve biri de kurtlara kalacak olandır. Allah’u Teâlâ hazretlerine ait olan kısmı ruhtur. (kişi ölünce ruh Allah’a döner.) Nefsine ait olan kısmı amelidir. (kişi öldüğünde kendisiyle beraber olacak olan şey iyi veya kötü yapmış olduğu amelleridir.) Kurtlara ait olan kısmı ise bedenidir. (ki; kabirde kurtlar yerler.)”1(İbn-i Hacer El-Askalani Münebbihat: sayfa 9) Hafızayı Kuvvetlendiren Üç Şey َ ـ4َ ُ&َـEّ ا8 ُ&ـOَ Pْ ا) َو Mـ ُ ّٰ َم3َّ ـ2َ *َو َ'ــ•ْ َ' ِـ ٍ ّـ ِ ـLْ %ِ !ْ اBــIِ ْد َنNِ َـD ٌ?; َـ9َ َ ; ل,ـ َّ َا ُك و#ـ7! ِآن3ْ ا َء ُة ا ْ! ُ>ـ3َ ـ4ِ ُم َو#ْ ـ$!َا ِّ ا8 :َFـQَ ْ -َ !ْ ــ•َ ا-ْ Hِ Rْ ُDَو Hz. Ali (kerremallahu vechehû) şöyle buyurmuştur; “Üç şey hafızayı kuvvetlendirir ve balgamı giderir. (Onlar:) Misvak kullanmak, Oruç tutmak, Kur’an-ı Kerîm okumak.”1 (İbn-i Hacer El-Askalani Münebbihat: sayfa 9) Allah’u Teâlânın Sevdiği Kullarına Verdiği Üç Hazine َ ـ4َ ُ&َـEّ ا8 ِء,•َ ــGَ % ِ ّٰ Nِ ْ•ـ2َ ْ•ثٌ ِ•ــ9ل ;َـ َـ,ـ /َ * ٰ!ــ,َ1َS )ا ُ !ْ اTـ ِ ـ1ْ َC ْ•َو َ'ــ َّ ض و 3ُ ـ-ْ $!َا ُ 3َ وَا ْ!•َ ـ3ُ ْ>ـLَ !ْ ـ&ُ ا-َّ .َ ا8 ْ• َ•ــ/َّ اA )ا ُ ّٰ ,ــOَ •<ِْ 1ُD Hikmet ehli bazı Zâtlar buyurmuşlardır ki; “Allah’u Teâlâ’nın hazinelerinden üç hazine vardır ki, Allah’u Teâlâ hazretleri bunları ancak sevdiği kullarına verir: fakirlik, hastalık ve sabır.”1 (İbn-i Hacer El-Askalani Münebbihat: sayfa 9) Allah’u Teâlâ Bir Kulu İçin Hayır Murad Ederse *ــIِ ُه5َ ـHَّ ـ ِـ• َو َزD5ِّ !ــ* اIِ ُ& ـOَ >َّ Iَ ًا3 ْ• ـUَ 5ـ ٍـ-ْ 1َ Cِ )ا ُ ّٰ ارَا َد8 ا َذاA V•ـ َـ4ِ َو &ِ ـ7ِ Lْ َE ب#ـ ِ •ُـ1ُ Cِ ُه3َ ـ$ََّ C َو, َ•ــEْ 5ُ ّ !ا Denildi ki; “Allah’u Teâlâ hazretleri bir kulu için hayır murâd ettiği zaman onu dinde fakih (bir âlim), dünyada (n yüz çevirmiş) zâhid (bir kul) kılar, ve ona nefsinin ayıplarını (kusur ve hatalarını) gösterir.”1 (İbn-i Hacer El-Askalani Münebbihat: sayfa 10) Günlerin, Ayların Ve Amellerin En Hayırlısı َ ُ ّ •ُ َ* َ&ــ• َ! ْ• ـ ُ• ْا•َ ّ•َــ•م َو َ&ــ• َ! ْ• ـ+ِ ُ ـ, َ- ْ•ــ.ِ •َ ــ$ُ'/ْ %َ 1ا ََ ْ ـ•م •َـ ْ• ُم ُ ّٰ 2ـ َـ3َ ِ َ ـ$ْ%َ•ا)( ـ'ُ• ِر َو َ&ــ• َ! ْ• ـ ُ• ْا ِ ـ•س ر ٍ ـ4َّ %َ -ـ ِـ5ْ ا-ـ ِـ%َ َو ِ َ"ــ•ل َ! ْ• ـ ُ• ا• ّ•ـ#َ ـ•ل ِ َ ٰ َّ ـ•ل َ8 ُ ّ •ُ َو َ! ْ•ـ9ِ ـEَ $ُ F 2ـ َـ3َ ُ ْ ـ$َA)ْ َـ•َاتُ ا6B)ا ُ )ْ ا ِ َ ـ$ْ%َ•َ=ــ• َن َو َ! ْ•ـ ُ• ْا C &ـ ْ' ُ• َرDC ا)(ـ'ُ• ِر ِ ًّ•ــ• ر6ِ %َ 7َ َـ64َ #َ ـ•م ٍ ُ ا ّ•ـ9 َـ:;َ َ : < ٰذ)ِــ2ــ6%َ 2َ ٰ=ــ$#َ •ـ@ )ِ َ• ْ? ِ> َ'ــ َ َ َ"ـ#َ .اLَ ـGَ 5ِ ـ•ب َ ْ ٰذ)ِـ-ــ%َ *َ +ِ ُ ـ, •َ ــ$ُ'/ْ %َ 1ا َ ــ• ُء$Gَ H ُ ّٰ ُ )ْ َ ــ• ُء وَا$َ6Eُ )ْ َ* ا+ِ ُ ـ, •ْ ُ )َـIـ/ْ %َ 1ا ُ ّٰ 2ـ َـ3َ ُ ّٰ 2ـ َـ3َ C ـMَ َ•#َ <ـ ِ رJـ ّ ٌـ6ِ %َ ـ•ل ِ ـ•س ر ٍ ـ4َّ %َ َ-ــ5ْ ا ّن ا8 ُIـ/ْ %َ 1ا 1ا ُ ّٰ *ـ ُـ4َ "ْ َ• •ـ•ل َ&ــ C ـMَ ا8 •ـ ِـ* َ&ــPْ $ِ 5ِ ُــ•ا5•َMا8 •َ ــ$َ) ـ ِ• ِبQْ َ$)ْ ا2ا)َــN َ (ْ ـ ِ• ِق$)ْ َ ا- َ" َ'ــ• ُء ِ&ــRُ )ْ وَا ِ َ ـ$ْ%َ•ا َّن َ! ْ• ـ َ• ْاN ا?ُــ• ُل8 2ِــOّ ا8 •َّ اN ـ•س ٍ ـ4َّ %َ -ُ ـ5ْ اIِ ـ5ِ ـ•ب َ ـ/ْ &ِ 2َ• ٰ)ــEَT ُ ّ •َ ـ< َو َ! ْ•ـ ََ ْ ِ ّٰ 2ا)َــN Iِ •ـ#ِ ـ•ب ِ ّٰ 2ا)َــN • َ•ــOْ Uُ ّ )َ ا- ِ&ــIِ •ـ#ِ ُـ ُ•جAْ َT •ـ•م َ&ــ ِ ّٰ ـ5ِ •ً/&ِ Sْ &ُ 2َ• ٰ)ــEَT 1ا 1•ـ ُ َ>ُـT •ا)(ـ'ُ• ِر َ&ــ ِ ــ• َو َ! ْ•ـ َ• ا• ّ•ـ.ً • ُBَO 9ً َـ5•ْ َT 1ا İbni Abbas (radiyallahu anhüma) kendisine “Günlerin en hayırlısı hangisidir? Ayların en hayırlısı hangisidir? En hayırlı amel nedir?” diye sorulduğunda “Günlerin en hayırlısı: Cuma günü, Ayların en hayırlısı: Ramazan ayı, Amellerin en hayırlısı ise: Vaktinde kılınan beş vakit namazdır.” diye cevap verdi. Bunun üzerinden üç gün geçtikten sonra Hz. Ali (kerremallahu vechehû) ye, İbn-i Abbas (radiyallahu anhüma)’ya böyle sorulduğu ve bu cevabı verdiği ulaşınca Hz. Ali (radiyallahu anh) buyurdu ki; “Eğer bu soru doğudan batıya tüm ulema, hükema ve fukeha’ya sorulsa idi, Hz. İbn-i Abbas (radiyallahu anhüma)’nın verdiği gibi bir cevap veremezlerdi. Ancak ben ise şöyle cevap veririm: “Şüphesiz ki amellerin en hayırlısı: Allah’u Teâlâ hazretlerinin senden kabul ettiği amel, Ayların en hayırlısı: Senin, Allah’u Teâlâ hazretlerine (bir daha dönmemek üzere) tevbe-i nasuh ile tevbe ettiğin ay, Günlerin en hayırlısı ise: Allah’u Teâlâ hazretlerine iman eden bir mü’min olarak (son nefesini vererek) dünyadan çıktığın gündür.”1 (İbn-i Hacer El-Askalani Münebbihat: sayfa 10) Aklına, Malına ve Mahluka Güvenen ،*ـ َّـ3 ُ )ْ اWـ C Iِ ـ6ِ "ْ Eَ 5ِ Yَ ـBَ C >%ْ ا- َ&ـ ِـ: َِ ــ•ء$Gَ H ِ ـEْ َ5 ْ-ــ%َ َو َ ـ•ق َذ َّل ٍ ُـ6Aْ َ$5ِ Zَّ ـ%َ ْ- َو َ&ــ،* َ?ـ ّـIِ َ •)ِ ـ$5ِ Jٰ/Qْ َ>ْ ـ, ا-َو َ&ـ ِـ Hikmet ehli bazı Zâtlar buyurmuşlardır ki; “Her kim (yalnız) aklına güvenirse haktan sapar, her kim malıyla zengin olursa1 azalır2 ve her kim mahlukata güvenerek aziz olduğunu (düşünürse) zelil olur.” 3 1. Malına güvenir ve zenginliğinin malı sebebiyle olduğunu sanırsa 2. Malının elden gitmesi ve azlıkla imtihan edilir. 3. İbn-i Hacer El-Askalani Münebbihat: sayfa 11 Marifetullah’a İşaret Eden Üç Özellik .ـ•ل ُ )ْ اWـ ٍ ـB C !ِ َُـ َـ;ث: 9ِ ـ#َ •ِ Eْ َ$)ْ َ ـ َ• ُة ا$َ: :َِ ــ•ء$Gَ H ِ ـEْ َ5 ْ-ــ%َ َو ُ ّ ـH ِ ّٰ 2ــ#ِ Xـ ِ ّٰ ـ5ِ @ـ ِ ّٰ َ- َ•ــ• ُء ِ&ــHَ )ْ ا8 1•ـ ُ ـOْ ُ • و َْا1ا ُ )ْ وَا2َ• ٰ)ــEَT 1ا Hikmet ehli bazı Zâtlar buyurmuşlardır ki; “Allah’u Teâlâ hazretlerini tanıyan marifet ehlinden olmanın alametleri üç haslettir: Allah’u Teâlâ’dan haya etmek, Allah’u Teâlâ’yı sevmek, Allah’u Teâlâ hazretleri ile ünsiyet kurmak. (huzur bulmak, onunla kalbi yatışmak, sükunet bulmak, yalnızlıktan kurtulmak.)”1 (İbn-i Hacer ElAskalani Münebbihat: sayfa 11) Ahmet YAŞAR Hocaefendi (Rahmetullahi aleyh) Cenâb-ı Hak, muhterem hocamıza nihayetsiz rahmetiyle muamele eylesin. Hayatını adadığı sahih İslâm inancına hizmet edecek talebelerini kıyamete dek dâim eylesin. Cennette Sevgili Peygamberimizin meclisinde bir araya gelebilmeyi cümlemize nasib eylesin. Tevazuu kendisine ilke edinen ve daima insanları büyütme hastalığına karşı bizleri daima uyaran Ahmet Yaşar Hocaefendi Hazretlerinin hayatını en güzel bir şekilde ancak kendi anlattıklarıyla ifade edebiliriz düşüncesiyle, 1996 tarihinde kayda alınan hayat hikâyesini siz değerli okurlarla paylaşarak tarihe bir not düşmeyi murad ettik. Ahmet Yaşar Hocaefendi’nin 26. 02.1996 Tarihinde Kendi AnlattığıHayat Hikayesi 1934 tarihinde Of’un Ballıca (Melinos) köyünde ailenin tek erkek evladı olarak dünyaya geldim. Babamın ismi Hüseyin, annem ise Elmas Hanım. Dördü kız olmak üzere beş kardeştik. 2016 42 Nisan B İlme ve ilim ehline hürmet ve hizmeti olan ve birçok müderris yetiştirmiş olan bir aileden gelen babam, Arapça ve Farsça lisanlarını öğrenerek ilmi tahsilini tamamladığı vakit seferberlik ilan edilmişti. Kendisi Jandarma bölük komutanı olarak askere gitti. Asker dönüşü maliye tahsildarlığına başladı. Bu arada müftülük imtihanlarına girdi ve yüksek derece ile bu imtihanı kazanarak Sürmene’ye tayin edildi ise de ben üç yaşında iken babam o devrin en tehlikeli hastalığı olan vereme yakalandı, dört yaşına geldiğimde babam hasta yatağında yatarken bana Kur’an okutmaya başladı. Beş yaşlarındayken Kur’an-ı Kerim’i yavaşça okumaya başlamışım. 1939 yılında babamın hastalığı ağırlaştı ve 1940 yılının Şubat ayında ben altı yaşında iken rahmetlik oldu. Biz dördü kız olmak üzere beş kardeş annemizin himayesinde kaldık. Tam bir Osmanlı hanımefendisi olan annem ilme çok meraklı olduğundan bizi okutmaya çok gayret etti. Köy imamlarından bizi okutacak kimse olmadığı için komşulara gidip adeta yalvardı. Büyük dedemiz (babamızın dedesi) de müderris olarak hayatını geçirdiği için evimizde bir oda dolusu kitap vardı. Dedemin kitaplarının bir kısmı o devirlerdeki baskılar yüzünden evden kaçırılıp gizlendikleri yerde olumsuz şartlar sebebiyle tahrip oldular. Bir kısmı ise emanet alanlar tarafından geri getirilmedi ve bu kütüphaneden bana hiç bir kitap kalmadı. Annem, komşulara bu kitapları sahipsiz mi bırakacağız, bu çocukları okutmak için bir imkân bulamaz mıyız? dedi. Eski medrese mollalarından olan komşumuz Ahmet Hacıömeroğlu da oğlu Tahsin’i okutmaya çok meraklı idi. Bu sebeple anneme hak vererek doğru diyorsun Çaykara’dan bir hoca arayalım, dedi. Ve yaptıkları araştırma neticesinde şimdiki Dernekpazarı nahiyesinde bulunan Topal Lagur ismi ile meşhur olan hocayı alarak köy camiine getirdiler. Bir zaman ondan ders okuduk bir müddet sonra hocamız köyden ayrıldı. Bu sefer köyümüze yine Dernek nahiyesinden Süleyman ÇIKRIK isminde bir hocaefendiyi davet ettiler. Bu arada ilim tahsil eden beş arkadaş olduk. Bu arkadaşlarım Mikdat AKTÜRK, Mikdat YILMAZ, Muhammed YILMAZ ve yukarıda ismi geçen Tahsin HACIÖMEROĞLU idi. Süleyman Efendi de beş altı ay kadar köyde vazife yaptı ve köylü ile anlaşamayıp bizi bıraktı Bundan sonra Çaykara’nın Hopşara köyünden Meşhur Müderris Süleyman SULA hocayı camiye getirdiler. Kur’an-ı Kerim, biraz tecvid ve sarf derslerini ondan okuduk. Bu arada hocamızın hanımı rahmetlik oldu ve hocamız çocukları küçük ve annesiz kaldığı için mecburen köyüne döndü. Sonrasında köylü, bizleri okutmak için ne kadar hoca aradıysa da bulmaya muvaffak olamadılar. Buldukları hocaların bazıları geldi fakat kısa bir müddet sonra köyden ayrıldılar. Bunun üzerine köyün ileri gelenleri tekrar Süleyman SULA Efendi’ye ısrar etmek üzere Hopşera’ya gittiler. Bu arada Süleyman hocaefendi kendi köyünde ders okutmaya başlamıştı. Bu sebeple talebelerini bırakamayacağını söyledi. { } Köylüler biz bunları nasıl okuturuz diye meşvere ettiler ve bazen yatsı namazından sonra bazen sabah namazından sonra değişik evlerde ve saatlerde büyük çile ve meşakkatler içerisinde hocamızın fedakârlıkları ile okumaya başladık. Nisan 43 2016 B Derslerimizi belli zamanlarda evimizin yanındaki seranderin altında yer altı gibi bir odada hocamızla beraber okumaya başladık. Bir müddet burada derslere devam ettik. Daha sonra derslerimizi medresede okumaya başladık. Ve gelenlere Şur köyünde Muhammed SULA isminde bir Hocaefendinin çok iyi bir âlim olduğunu ve yasak dönemlerde 19 sene Kars’ın Pendivan köyünde hocalık yapıp orada birçok talebe okutup bir kaç tanesini de icazet alacak seviyeye kadar getirdiğini, eğer bu hocayı alabilirseniz bu çocukları okutursunuz, der. Ve hocanın şu anda Kars’tan izine geldiğini belki de hâlâ geriye dönmemiş olabileceğini söyleyerek hemen Şur köyüne gitmelerini ve hocayı aramalarını söyler. Merhum Hacı Ahmet Efendi ile yanındaki bir kaç arkadaşı Şur’a giderek hocayı bulurlar. Hocaya durumu anlatırlar ve köylerine gelmeleri için ısrar ederler. O da benim Kars’ta talebelerim var onları yol üzerinde nasıl bırakırım deyince hocanın oğlu hacı Hüseyin (yetişkin bir molla idi) baba burada da bir ilim temeli atalım, ben Kars’a giderim. Sen de bir istihare et inşaallah, Melinos köyüne gidersin, diye karar verdiler. Böylelikle Muhammed SULA Hocamız görmüş olduğu bir hayırlı rüya neticesi sabahleyin bizim köyümüze gelmeye karar verdi ve Hacı Ahmet Efendi ile gidenler hocaefendiyi de alarak köye geldiler. Muhammed SULA Hocamızla Tahsil Hayatımız Tâbiki bu günler fetret dönemleri idi. Değil Arapça’nın, elifbanın dahi okunmasının yasak olduğu günlerdi. Bu sebeple köylüler biz bunları nasıl okuturuz diye meşvere ettiler ve bazen yatsı namazından sonra bazen sabah namazından sonra değişik evlerde ve saatlerde büyük çile ve meşakkatler içerisinde hocamızın fedakârlıkları ile okumaya başladık. Hocamızın yaptığı bu fedakârlıklara rağmen komşulardan bazıları hasetlik ettiler, kimileri hocamızı karakola şikâyet ettiler, kimileri de “Biz hoca tutacağız da filâncılar mı okuyacak? Öyleyse biz hocanın ücretini ödemeyiz.” kararına vardılar. Hocamıza 5 lira aylık veriliyordu. Annemiz bu işe tahammül edemeyip yine ders okuyan 5 talebenin velilerine giderek ben kimsesizken hocanın aylığının 1 lirasını veririm, der. Bunun üzerine diğer talebe sahipleri de biz de 1’er lira verelim de hocayı göndermeyelim, derler. Hocamıza ısrarla bu teklifi kabul ettirirler. Bunun üzerine hocamız mahalledeki medresede kalarak vazifesine devam eder. Derslerimizi belli zamanlarda evimizin yanındaki seranderin altında yer altı gibi bir odada hocamızla beraber okumaya başladık. Bir müddet burada derslere devam ettik. Daha sonra derslerimizi medresede okumaya başladık. Hocamız Muhammed SULA’dan; daha evvel Süleyman hocadan okuduğumuz dersleri yeniden okumaya başladık. Sarf, nahiv kitaplarını ve 2016 44 Nisan B mefhumlarını tamamen ezberledik. Daha sonra Molla Cami okumaya başladık. Bunun yanında fıkıhtan Halebi Sağîr’i okuduk. Tarikat-ı Muhammediye ve şerhi Berika’nın da tamamını okuduk. Halebi’yi biterince Multeka’yı okumaya başladık. Multeka’nın evvelinde ibadetle ilgili 17 faslı ezberleyerek kitabın tamamını bitirdik. Berika’nın tamamlanmasıyla da, hadis-i şeriften Meşâriku’l Envâr isimli hadis kitabını okuduk. Molla Cami’yi bitirince Meâni, Beyan ve Bediî ilimleri ile ilgili eserleri okuduk. Bunlara devam ederken bir yandan da felsefeden İsagoci, Fenârî ve Şemsiye’den belli bölümleri, arkasından da Alâka’yı okuyup ezberledik. Bu arada İmam-ı Azam Hazretlerinin Fıkh-ı Ekberini ve Taftazanî’nin akaidini metinlerini ezberleyerek okuduktan sonra Celal ale’l Cemal’ı okuduk. Arkasından da Kur’an-ı Kerim’i yüzünden tefsir ederek okumaya başladık. Tefsir dersini bir müddet Hâzin tefsirinden takip ettik. Daha sonra da Celaleyni takip ederek tamamladık. Sonrasında da Gâzi Beyzâvî tefsirini okuduk. Bu arada İhya-i Ulûmiddîn’i de ders olarak baştan sona okuduk. Feraiz ilmine çok iyi vakıf olan hocamızdan feraiz ilmini okuduk. Feraiz okurken Kasideyi Bürdeyi de şerhi ile beraber okuyup ezberledik. Üç sene de Mirkatu’l Usûlu okuyarak hocamızın icazet vermesi ile 17 sene süren ilim tahsilimizi tamamladık. Fakat ilmi tahsilinin sonu olmadığı için bir yandan ilim tahsiline devam ederken bir yandan da köyümüzün orta mahallesinde fahrî imamlık görevine başladık. Bu arada hocamız rahatsız olduğu Feraiz ilmine çok iyi vakıf olan hocamızdan feraiz ilmini okuduk. Feraiz okurken Kasideyi Bürdeyi de şerhi ile beraber okuyup ezberledik. Üç sene de Mirkatu’l Usûlu okuyarak hocamızın icazet vermesi ile 17 sene süren ilim tahsilimizi için okuttuğu talebeleri de bize gönderdi. İlk dönem Ortamahalle’de dört sene talebe okuttum. Hocamızın rahatsız olup camiden ayrılırken Ahmed’i bırakmayın buraya alın ısrarı üzerine kendi mahallemize talebelerimizle beraber döndüm. İki sene köyümüzde hizmetten sonra köy halkının talebeye karşı hasetlikleri sebebiyle köyden ayrılmaya ve Yemişalan köyüne gitmeye mecbur kaldık. Burada üç sene ders okuttuk. Buradan tekrar ilk vazife yerim olan Ortamahalle’ye döndüm. Burada okuttuğumuz talebelere icazet vermek nasib oldu. Ortamahalle’de beş sene kaldıktan sonra Of’un Camlı Kaban mahallesinde de beş sene kalarak talebe okuttuk. Buradan tekrar Yemişalan köyüne dönerek iki sene hizmet ettim. Daha sonra vekil kadroya girerek 1967 senesinde Of’un Yazlık köyünde göreve başladım. İki sene burada kaldıktan sonra Hicaz’a gitmek üzere hazırlandık. Müftülükten izin alamadığımız için vazifeden istifa ederek Hicaz’a gidip döndükten sonra bir kaç ay vazife yapmadım. Daha sonra aşağı Hasligöz’de 9 ay vazife yaptık. Bundan sonra Hayrat’ın Cumhuriyet Mahallesi’nde tekrar vekil imam olarak göreve başladık. Buradan da 1977 yılında Trabzon Nurdoğdu Camii’ne gelerek vazifeye başladık. Burada cemaate hitaben Pazar günleri ikindiden sonra Râmuzu’l Ehâdis derslerine başladık. 1984 Yılında vazifeden ayrılana kadar Râmuzu’l Ehâdis’i üç kere baştan sona okumak nasib oldu. Buradaki vazifemizden hacca gitmek için müftülüğe yaptığımız müracaat kabul edilmeyince azledilerek ayrıldık. tamamladık. Bundan sonra Yavuz Selim Vakfı merkez binasının salonlarında cemaatle Kur’an-ı Ke- Nisan 45 2016 B 1984 Yılında vazifeden ayrılana kadar Râmuzu’l Ehâdis’i üç kere baştan sona okumak nasib oldu. Buradaki vazifemizden hacca gitmek için müftülüğe yaptığımız müracaat kabul edilmeyince azledilerek ayrıldık. rim tefsiri derslerine başladık. Bilahare de zikrettiğimiz dersleri Ortahisar mahallesindeki Şirin Hatun mescidinde Perşembe ve Pazar günleri devam ettirdik. Bu faaliyetlere devam etmekte iken 1979 yılında YAVUZ SELİM VAKFI’nın kurulması için cemaate tavsiyelerde bulunduk. Halen vakfımızın 23 şubesinde birçok hayırlı faaliyetler devam etmektedir elhamdülillah. Hacı Abdurrahman Efendi Hazretleriyle Tanışmamız Köyümüzdeki hocamız Muhammed SULA Efendi maneviyat ehline çok saygılı olduğu için bize tasavvuf ehlinin hallerinden çok bahsederdi. Biz de küçük yaşta hocamıza bir şey sormaktan çekindiğimizden bu konuları etraftaki yaşlılara sorup öğrenmek iste- yince onlar Of’un Taşhan nahiyesine bağlı Mapsona Köyü’nde Hacı Ahmet Efendi isminde bir şeyhin bulunduğunu ve kamil bir insan olduğunu anlattılar. Köyümüzden o köye yaya olarak üç saatte gidilirdi. Biz de hafif kar yağmış bir cuma günü beş talebe arkadaşımla Taşhan nahiyesine, oradan da cüz’î bir hediye alarak Hocaefendinin köyüne vardık. Evini soracağımız an üsten aşağı beyaz sakallı yaşlı bir zatın geldiğini gördüğümüzde arkadaşlardan onu tanıyan biri işte Hocaefendi dedi. Elini öptük, o da cumaya gidecektim, belki misafirlerim gelir dedim. Onun için bekliyordum dedi ve bizimle evine döndü. Elimizdeki küçük hediyeleri vermeye utanıyorduk. Hocaefendi Rasul-i Ekrem Efendimizin “Hediye makbuldür ne kadar az olursa olsun.” hadis-i şerifini hatırlatarak gönlümüzü ferahlattı. Beraber cuma namazına gittik dönünce evinde ilk olarak ona intisap ettik bir müddet böyle devam ettik Hocamız Muhammed Sula Efendi merhum Hacı Abdurrahman Beşikçi Efendi’ye bağlı idi. İcazet merasimimize bir kaç gün kala Hacı Abdurrahman Efendi’yi icazete davet etti. Medresede devrin âlimleri ve büyük zatlar ile sohbetler oldu. İkindi namazını kıldıktan sonra hocamız Hacı Abdurrahman Efendi’ye “Gücüm yettiği kadar maddî ilimleri bu talebelere tamamlamak için say u gayret gösterdim, maneviyatlarını da size teslim ediyorum.” dedi. Mezun olacak olan 45 arkadaşımızla bir halka halinde intisap biati yapıldı. Böylelikle irtibatımız başladı. Çok zaman geçmeden Ortamahalle Camii’nde ilk görevde iken birde baktık ki akşama yakın bir vakitte birisi medreseye doğru geliyor. Şeyhimiz olduğunu anlayınca karşıladık. Üç gün medresede bizimle kalıp çevreye sohbetler ve neşri tarikat etti. Bir iki akşam bizim 2016 46 Nisan B evde, sonra Hacı Ahmet Hacıömeroğlu’nun evinde de bir akşam kaldık. Ondan sonra o bizlere gelir biz de devamlı ziyaretine giderdik. Hocaefendi bir sefer daha Of’a gelmişti. Of’ta Kaban mahallesindeki Süleyman Akyüz hocanın babasının evinde bir akşam kaldık orada yine sohbetler yapıldı, sonra bizim mahallemize geçtik. İlkbahar idi evin bahçesinde oturduk. Letaif derslerini bize bir armut ağacının altında tarif ve tavsiye etti. Çalışın, dedi. Akşamleyin de evde “İnsanlara, Hakk’a giden yolu tarif edip bu mânâ yolunda rehberlik yapın.” buyurdular. “Bizim haddimiz değil, bunu nasıl yürütebiliriz.” diye düşünürken buyurdular ki “Bir insan kırk günde kesb-i kemâlât da bulunur da bu kadar ilme hizmet eden bir kimse niçin kemalet mertebelerine yükselmesin. Bizim yolumuz Kur’an ve sünnet yoludur. Kur’an ve sünnet yolunda da ilimsiz muvaffakiyete varılmaz. Allah yardım eder siz gayret edin.” Sonrasında insanlara zikir dersi vermek ve yardımcı olmak için fakire bir icazetname yazmış ve bizlere dualarda bulunmuş. Biz de hayatımız boyunca gösterdikleri yolda menfaat gözetlemeden say u gayret edeceğimize dair onlara söz verdik. Hayatta olduğu müddet sohbetlerine ve ziyaretlerine elhamdülillah devam ettik. İnşaallah ölünceye kadar kapılarında nöbeti devam ettirip ebedi hayatta da komşuluğunda bir araya toplanmayı Mevlâ nasip eder. Bundan Selim Vakfı salonlarında sonra 1972 yılı Eylül ayında bizleri büyük bir üzüntüye gark eden Şeyhimizin vefatından sonra beş sene her hafta Of’tan Trabzon’a gelerek irşad faaliyetlerinde bulunmaya çalıştık, hatm-i hâceganlara iştirak ettik. Bilahare Trabzon’daki vazifemize başlayınca irşat vazifemizi de burada devam ettirmeye başladık. Evet, Muhterem Hocaefendi Hazretleri o günden vefat ettiği 8 Mart 2016 tarihine kadar hizmetlerini çeşitli sıkıntılar ve rahatsızlıklarına rağmen aralıksız devam ettirmiştir. Cenâb-ı Hak, muhterem hocamıza nihayetsiz rahmetiyle muamele eylesin. Hayatını adadığı sahih İslâm inancına hizmet edecek talebelerini kıyamete dek dâim eylesin. Cennette Sevgili Peygamberimizin meclisinde bir araya gelebilmeyi cümlemize nasib eylesin. Yavuz merkez binasının cemaatle Kur’an-ı Ahmed Yaşar Hocaefendinin yayımlanmış eserleri: 1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. 8. Kerim tefsiri derslerine başladık. Bilahare de zikrettiğimiz dersleri Ortahisar mahallesindeki Şirin Hatun mescidinde Perşembe ve Pazar günleri devam ettirdik. Akaid Sohbetleri Çam Kozalağındaki Sır Ölümde Gömülü Hayat Siyah Ayna Varlık Dairesinin Kalbi Kuyudaki Yusuf Hakikatler Bahçesi (Esma-i Hüsna Şerhi) Hulasatü’l li’l-Âbidin (İtikat Dersleri) Muhterem Hocamızın, birkaç eserinin daha basım hazırlığı yapılmış olup inşaallah bu eserler de en kısa zamanda neşredilecektir. Nisan 47 2016 Abdullatif ACAR Beden Ülkesinin Sultani Kalp Peygamberimiz(s.a.v.) buyuruyor ki: “Bir insan bir günah işlediği vakit, kalbinde siyah bir nokta oluşur, bir leke oluşur. Tövbe ederse kalbi cilalanır, yani leke silinir yeniden parlar. Tövbe etmez günah işlemeye devam ederse, siyah lekeler kalbini tamamen karartır. 2016 A rapça bir kelime olan, çevirme döndürme, değiştirme anlamlarına gelen kalp, tasavvufta ilahi hitabın mahalli ve muhatabı, marifet ve irfanın kaynağı, keşf ve ilham mahalli, anlamlarına gelir. Kalp, gerek madde ve gerekse mana olarak bütün organların, his ve duyguların merkezidir. Nasıl ki maddi kalp, kendine bağlı olan, bütün organların damarları ile her organa kan pompalayarak hayat veriyorsa, işlevini yapamadığında da bütün 48 organlar bundan etkileniyorsa; rabbani, nurani ve ilahi bir cevher olan hakiki kalp de, ulvi ve süfli hilkate bürünen insanın hakikatini temsil ediyor. Haset, gazap, nefret gibi kötü duygular kalpte bulunduğu gibi, iman, Allah korkusu, hilm ve takva gibi birçok duygularda kalbe isnat edilmektedir. Oranın sağlıklı olması insanın huzur ve mutlu olması demektir, işlevini yapamaması, bozuk olması yani hastalıklı olması da huzursuzluklara ve nice sıkıntılara sebeptir. Nisan B Peygamberimiz(s.a.v.) buyuruyor ki: “Kalp dört kısımdır. Biri etrafına ışık saçan kandiller gibi halis ve temiz olan kalptir ki buda müminlerin kalbidir ve (etrafına saçtığı) ışıkta nurdur. İkincisi de mühürlenmiş kalptir ki buda kâfirin kalbidir. Üçüncüsü, ters çevrilmiş kalptir ki buda münafığın kalbidir. Önce tanır, sonrada inkâr eder. Dördüncüsü, iki tarafa meyilli olan, yani hem imanlı hem de nifaklı kalptir. İmanlı kalbi sebzeye benzetebiliriz. Çünkü her ikisini de temiz su (iman için amel) besler ve yaşatır. Nifaklı kalbi de çıbana benzetebiliriz çünkü her ikisinin de ürünü, irin ve sarı sudur. Günah neticesinde kararan kalp, iman ve nifaktan hangisi üstün gelirse kulun amellerinde söz sahibi olur.”(Ahmet B. Hambel) Ebu Hureyre, kalbi, ordusunun başındaki sultana benzeterek şöyle tasvir etmiştir: “Kalp sultandır ve onun orduları vardır. Sultan iyi olursa askerlerde iyi olur. Kulaklar bu sultanın habercileridir. Gözler bekçileridir. Dil sultanın tercümanıdır. Eller kanatlarıdır. Ayaklar postacılarıdır. Ciğer şefkat ve merhamet kaynağıdır. Dalak ve böbrekler (kendisine yönelen tehlikeleri pertraf eden) tuzaklarıdır. Akciğer (hayatın kaynağı) nefestir. Sultan iyi olursa askerlerde iyi olur, sultan kötü olursa askerleri de kötü olur”(Abdurrezzak, Müsannef) { Evet, Kalp, beden ülkesinin sultanı olduğundan bütün azalar kalbin hizmetçisi ve kalbe musahhar olmuşlardır. Kalp, emri altındakileri tasarrufu altında bulundurur. Hiçbir aza oranın onayını ve olurunu almadan her hangi bir davranışta bulunamaz, bütün organların davranışları kalbe yüklenmektedir. Kalp her davranışın birinci dereceden sorumlu olduğu yerdir. İstisnai olarak, azalar kalbe rağmen bazı davranışlarda buluna bilirlerse de bu, bir taklidi davranış olur. Taklitte de rahatlık, huzur ve samimiyet olmaz. Kalbe rağmen bir davranışın zuhur etmesi insanın, o eylem nedeniyle memnuniyetini göstermez, bu belki zoraki bir davranış olur. Kalpten bağımsız meydana çıkan davranışlar adeta bir ülkeyi yöneten hükümdara isyan anlamındadır. Kalp zalim, asi, münkir, münafıksa, Allah’ın emri ve kanunlarına göre hükmetmiyorsa azalar ile ona muhalefet etmek gereklidir. Zira bu onu istikamete sokma açısından değerlidir. Hem de günah işlenmemiş olunur. Gaye de zaten bozuk olan kalbi düzeltmektir. Ancak kalp, Allah’ın boyasıyla boyanmış, onun sevgi ve muhabbetiyle dolup taşmışsa, Allah’ın kanun ve emirlerini kalp ülkesinin anayasası kabul edip bütün karar ve hükümlerini ona göre veriyorsa, azaların oraya itaat etmesi şattır. Hem de bu daha kolaydır, rahatlığa ve huzura da vesiledir. Kalp, huzurlu olursa etbaıda huzurlu olur. Kalbin huzuru yakalaması da orayı, yaratılış gayesi doğrusunda kullanmakla mümkündür. Tatmini yakalayamayan bir kalp, sıkıntılı ve iradesizdir. Dolayısıyla da emri altındaki azalara doğru ve faydalı talimatlar vermesi beklenemez. Bütün bu hakikatlere rağmen hali hazırdaki durumumuz nedeniyle de Mevlana’nın ifadesiyle; ya olduğumuz gibi görünmek Peygamberimiz(s.a.v.) buyuruyor ki: } “Kalp dört kısımdır. Biri etrafına ışık saçan kandiller gibi halis ve temiz olan kalptir ki buda müminlerin kalbidir ve (etrafına saçtığı) ışıkta nurdur. Nisan 49 2016 B İkincisi de mühürlenmiş kalptir ki buda kâfirin kalbidir. Üçüncüsü, ters çevrilmiş kalptir ki buda münafığın kalbidir. Önce tanır, sonrada inkâr eder. Dördüncüsü, iki tarafa meyilli olan, yani hem imanlı hem de nifaklı kalptir. ya da göründüğümüz olmaktır asıl olan. Böyle bir doğruluk, şeffaflık hem genelde, başkalarını hem de özelde kendimizi aldatmamaktır. Kalp te olanı Allahtan başka kimse bilmez. Asıl olanda onun bilmesi değil midir ki. Peygamber efendimiz(s.a.v.) buyuruyor ki: “Dikkat edin insanın bedeninde bir et parçası vardır ki o iyi ve sağlam olursa bütün beden sağlam olur, o bozuk olursa bütün beden bozuk olur. Bilesiniz ki o kalptir” (Buhari, İman,39; Müslim, Müsekat,20) düşmesine, şeytan ve nefsin esaretine girmesine neden olur. Buda imtihanı kayıp etmek ve mağlubiyet anlamına gelir. İlk teslim alınması gereken, asla teslim edilemeyecek yer kalptir. Her Müslümanın kalp, ihtisas alanı olmalı, onu iyi tanımalı, düşmanların nüfus edebileceği yerleri görmeli ve tedbirde kusur etmemeli. Disiplinli bir kalp eğitimi ve terbiyesi, kalbin korunmasının en önemli şartıdır. Ebu Hureyre’nin rivayet ettiği bir Hadis-i şerifte, kalp çok değişken bir varlık olduğu belirtilmektedir. Peygamberimiz(s.a.v.) buyuruyor ki; Kalpler Mücadele Alanıdır “Kalbe kalp denilmesinin sebebi, onun çok değişken olmasıdır. Kalbin misali çöldeki bir ağacın üzerinde asılı kalan kuş tüyünün misali gibidir. Rüzgar onu bir oraya bir buraya savurur.” (İbni Hambel) Kalp, bu kadar önem arz eden bir yer olduğundan hayır ile şerrin, iman ile küfrün, sevgi ile nefretin, iyilik ile kötülüğün devamlı mücadele ettiği stratejik harp alanıdır. Nefis ve şeytan devamlı oraya hücum ederek kendi sıfatlarının hâkim olmasını ister. Kalpteki küçük bir ihmalkârlık kalbin Başka bir hadis-i şerifinde, kalbin değişkenliğini, ateşin üzerinde kaynayan bir tencereye, benzetmiştir. Zaten kalp, değişken olduğundan, her an halden hale girdiğinden kalp halini almıştır. Bu değişme özelliğinden dolayı, Allah’ın yardım ve inayeti olmadan kalbin, hidayet üzere olmayacağından, Peygamberimiz bile, günde yüz defa Allahtan mağfiret dilediğini, ifade etmiştir. Devamlı nefisle mücadele halinde olan insan, nasıl ki düşmanla cihat ederken Allah’tan yardım talebinde bulunuyorsa büyük cihatta da yani kalbini, nefsinin hile ve desiselerinden korumak için de kalpleri elinde bulunduran, istediği gibi evirip çeviren, hidayetle mükâfatlandıran, huzurla genişleten ya da delaletle cezalandıran, inkarla daraltan, günahla kirleten Allahtan, yardım talebinde bulunması gerekir. Peygamberimiz(s.a.v.) bu hususta şöyle dua ederdi: 2016 50 Nisan B “Ey kalpleri değiştiren evirip çeviren Allah, kalbimi dinin ve itaatin üzerine sabit kıl” (Müslim, Tirmizi) Kalpler Yalan Söylemez Kalp yalan söylemez çünkü kalp ikiyüzlü davranmaz, orada gösteriş ve riya olmayacağından da yüce dinimiz niyetlerin hep kalp ile yapılmasını esas almıştır. Başta, Müslüman olmak için kelime-i şehadeti “kalp ile tasdik dil ile ikrar” şeklinde tarif ediyoruz. Asıl olan kalben tasdiktir. Allah, aklın devre dışı kalmasını, iradesiz bir yönelişi asla kabul etmiyor. Kalp ile onaylanmayan bir şeyin Allah katında hiçbir kıymeti yoktur. “Çünkü ameller niyetlere göredir.” Allah,Samimiyetle, sadece kendisi için ve rızası gözetilerek yapılan ameli kabul eder,(Nesai) insanın suretine, malına değil, kalbine ve amellerine bakar.”(Müslim) Azalarla edilen amellerde her zaman riya tehlikesi vardır. Kalben olmayan amel, samimiyeti içerisinde barındırmayan ameldir. Bir insan kalben bir şeye niyet eder onu her hangi bir sebeple yerine getiremezse sırf niyetinden dolayı bile mükâfata nail olur. Kalpte olanlar Allah ile kul arasında adeta sırdır. “Kalplerde olanlar Allaha gizli değildir.”(Hud,55) Orada olanı Allahtan başka kimse bilmez. Ancak dışa yansıyan davranışların kalbin aynası olduğu gerçeği de bir kaidedir. Bugün kalpleriyle eylem ve davranışlarını İmanlı kalbi sebzeye benzetebiliriz. Çünkü her ikisini de temiz su (iman için amel) besler ve yaşatır. Nifaklı kalbi de çıbana benzetebiliriz çünkü her ikisinin de ürünü, irin ve sarı sudur. Günah neticesinde kararan kalp, iman ve nifaktan hangisi üstün gelirse kulun amellerinde söz sahibi olur.” (Ahmet B. Hambel) Nisan ayrı düşünenler, bu ikisinin arasındaki kuvvetli bağı ve irtibatı anlamak istemeyenler, Allah ile kul arasında ki kulluğu sadece kalpte başlayıp kalpte biten bir eylem olarak hesap edenler. “Sen benim kalbime bak ben günah işliyorum ama benim kalbim temiz” safsatasını ileri sürerek kendilerini kandırıyorlar. Hâlbuki bal küpünden sızan sirke olmayacağı gibi, sirke küpünden sızanda bal olmaz, değil mi? Kalbi temiz olan insan Allah’ın emirlerini yerine getirir, nehiylerinden sakınır. Kalbi temiz olan insanın eli harama uzanmaz, gözü harama bakmaz, kimsenin hakkına hukukuna tecavüz etmez, kalp kırmaz, haram yemez… komşunun hakkına riayet eder ana babasına hizmet eder sıla-i rahime dikkat eder. Yardıma muhtaç olana yardım eder. Kendisi için istediğini başkaları içinde ister. Kalp Allah’ın Nazargah Alanıdır Kalp insanın Allah’la irtibata geçtiği yerdir. Oradan gerçek hakikatlere ulaşılır. Feyiz ve bereketlerin aktığı, nice güzelliklerin ulaşıldığı mekân kalp olduğundan adeta ilahi âleme açılan yegâne penceredir orası. Allah kalbi muhatap alıyor. Nefisin ıslahı ve terbiyesi, kalbi selime ulaşmak içindir. Bu da aklıselimin yardımıyla mümkündür. Aklıselim, özelliğini, güzelliğini ve işlevliğini kayıp etmemiş akıldır. Kalp nasıl ki son karar yeri, onay mercii olarak bedenin sultanıysa, akılda o sultanın veziridir. Kalbin doğru karar vermesinde vezirin(aklın), kirletilmemiş, aldatılmamış, doğruyu, yanlışı ayırt edebilecek, safiyette ve selamette olması bundan dolayı önemlidir. Hâkimler hâkimi, sultanlar sultanı olan, her şeyin kudretini elinde bulunduran Allah’ta in- 51 2016 B sanı, sultan diye nitelendirdiğimiz kalbiyle muhatap alıyor, oraya bakıp, oraya nazar ediyor. Kâbe, Allah’ın Resulünden izler taşır hatıralar barındırır. Kalp, Allahtan izler taşır onun ayetlerinden numuneler sunar, onun sevgisi ve muhabbetinden esintiler ulaştırır insana. Kabeye varmak için nasıl ki engelleri aşmak çölleri geçmek gerekiyorsa kalpte Allah ile vuslatı gerçekleştirmek, onunla itminana kavuşmak içinde şehvetin badirelerini, nefisin çöllerini, şeytanın tuzaklarını aşmak gerekir. Kalp Allah’ın nazargah alanı olduğundan, orası müminin hayatı için en öncelikli hedef olmalı. Oranın ıslahıyla mücadeleye başlamalıyız. İnsanların dış görünüşümüze nazarları karşısında nasıl ki kendimize çeki düzen veriyor isek, Allah’ın nazar ettiği yeri de günahlardan temizlemek ve arındırmak gerekir. Allah insanın kalbine nazar ettiğinde eğer o kalpte farklı şeyler görür, Kendi sevgisini ve muhabbetini görmezse, oradan çıkar gider; nurunu, idrakini feyzini bereketini nasip etmez o insana. Kalbin bakımını yapmalı, ihtiyaçlarını gidermeliyiz. Kalpleri yaratan ve elinde bulunduran Allah, oranın ihtiyacının ne olduğunu da bildirmiştir. O da, ibadet ve itaat, zikir ve fikir, Allah’ın sevgi ve muhabbetidir. Ancak o zaman kalbimizi doyurur, huzur ve saadeti yakalayabiliriz. Yoksa kalbimize soktuğumuz her şey bizi farklı mecralara, sıkıntılara sürükler. İnsanın merkezi, hayatın özü olan, Allah’ın sevgisiyle girmeyi kabul ettiği, feyziyle bereketiyle merhametiyle misafir olduğu kalbin geçici ve fani olanlarla mutmain olması mümkün olur mu? gözü ebetlerde olan, bir yönü Allah’ın kutsiyetine bakan, ilimle marifeti arzulayan, gayb alemin keşfine talip olan kalbi, bu ihtiyaçları istikametinde donattığınız zaman orayı doyura bilir, mutlu olursunuz. Bunu başaran insanlarla ilgili Yüce Allah(c.c.) buyuruyor ki “Onlar, iman eden ve Allah’ı anmakla huzur bulan kimselerdir. İyi bilin ki Kalpler ancak Allah’ı anmakla mutmain olur.”(Ra’d,28) Kalp Gözü Açık Olmak İnsan bilmediğinin düşmanıdır, ancak bilmek ve anlamak içinde görmek, hissetmek gerek. Oda kalbin safiyetini korumasıyla yani kalp gözünün açık olmasıyla mümkündür. Baş gözüyle zahiri âlem seyreylerken kalp gözüyle hakiki âlem seyredilir. Kalp eşyanın ruhuyla ilgilenirken baş gözü zahiriyle ve kabuğuyla ilgilenir. Kalp gözü açık olanlar nice görünmeyen âlemlerde yolculuk yapar, nice ilim ve hikmetlere ulaşabilirler. “… Yalnız gözler kör olmaz, göğüslerde olan kalplerde kör olur” (Hac,46) buyuruyor Allah(c.c.). Evet, görmek nedir ki sizce? İşin aslını göstermeyen gözümdür? Yoksa gerçek mahiyetiyle her şeyi önüne seren gözümdür? Nice görenler vardır ki takılıp kaldıklarından gördüklerine, sadece hakikati ondan ibaret sanırlar. Madde insanı olanlar, sadece gözlerinin gördüklerine inanmaya başlarlar, bunlar, bir adım öteden nasipsiz olduklarından yani kalp gözleri kör olduğundan gözlerin göremediği âlemin büyüklüğünden habersiz ve hakikatin aslından bağımsız bir hayatın insanı olurlar, o da insanın hayvani ve nefsani tarafını teşkil ettiğinden Rablerine kulluk yerine nefislerine ve şehvetlerine kul ve köle bir hayat sürerler. O hayatta kula kulluk bütün mahlûkata kölelik vardır. Ancak hiçbir zaman mutluluk ve huzur yoktur. 2016 52 Nisan B Yüce Allah(c.c.) buyuruyor ki “Dünyada kalp gözü kör olanlar, Ahirette de kördür” (İsra 72) Dünyada kalp gözü kör olduğundan hakikatleri müşahede edemeyen, Allah’ın büyüklüğünü göremeyen onun verdiği nimetlerin şükrünü eda edemeyen insanlar ahirette de kör olarak haşredilecektir. Allah’ın verdiği ahiret nimetlerinin güzelliklerini göremeyecek ve onlardan faydalanamayacaktır. Kalbin Hastalanması Gerek inançsızlık, gerek işlenen günahlar, insanı, şeytanın ve nefsinin oyuncağı haline getirir. Böyle bir teslimiyet insanın aklını kullanmasına, basiretinin bağlanmasına, ferasetinin körelmesine sebep olabilir Kalp ruhun sarayı, insanın aslıdır, insani özelliklerin toplandığı yerdir. Kalp bir yönüyle Allah’ın kutsiyetine ayine darlık yapan bir ayna gibidir. Kalpte Allah’ın celal ve cemal sıfatlarının hissedilişi, korku ve ümit arasında bir denge, kalbin Allah’ın merhametle nazar ettiği bir mekân halini almasına, insanın, Allah’ın kendisini her an görüp gözetmesi nedeniyle tedbirde asla kusur etmemesine vesile olur. Böyle bir kalp işlevini hakkıyla yapar. Nasıl ki kirli ve paslı bir ayna hakikatleri gerçek mahiyetiyle aksettirmediğinden göremeyen bir göz şeklini aldığından insana faydası değil, belki zararı dokunuyorsa kalp aynası da günah kirleriyle özelliğini ve saf iliğini kayıp edince hakikatler, marifetler ve hikmetler o aynada aksetmez. Buda insanın Allah’a olan kulluğunu yerine getirememesi demektir. Kalp, beden ülkesinin sultanı olduğundan bütün azalar kalbin hizmetçisi ve kalbe musahhar olmuşlardır. Kalp, emri altındakileri tasarrufu altında bulundurur. Hiçbir aza oranın onayını ve olurunu almadan her hangi bir davranışta bulunamaz, bütün organların davranışları kalbe yüklenmektedir. Nisan Bir ayeti kerimede Yüce Allah(c.c.) şöyle buyuruyor: “Yeryüzünde dolaşmıyorlar ki orada olanları akledecek kalpleri, işitecek kulakları olsun. Ne var ki yalnız gözler kör olmaz, göğüslerde olan kalpler de körelir”(Hac,46) Kalbi hastalıklar, insana zararları ölçüsünde bir birlerinden farklılık arz etmesine rağmen, genelde şu şekilde sıralana bilir: Haset, kibir, bencillik, su-i zanda bulunmak, iftira atmak gıybet etmek, kul hakkına girmek, kin nefret tuzağına müptela olmak, sözde durmamak dünyaya karşı tül-i emel beslemek vb. gibi. Her hastalığın kendine göre teşhis ve tedavi yöntemleri farklıdır. Maddi kalp, hakiki kalple işlevsel açıdan büyük örnek teşkil etmektedir. Kalp bütün vücudun damarlarındaki mevcut kanı pompalar, bu sayede vücudun hayatını devam ettirir. Ancak damarlardaki, her hangi bir dış etken nedeniyle, kan bozulursa, katılaşırsa, pıhtılaşırsa, o kanın devrini sağlamaya muktedir olamadığından kalp, görevini yapamaz duruma gelir. Kanın bozukluğu kalbi zorlar. Yani hem kalp sağlam hem de kanımızda dolaşan bizlere hayat veren kan, temiz ve hastalıksız olması lazım. Hakiki kalpte böyledir; en büyük düşmanımız şeytan, damarlarımızdaki kanımızda dolaşacak kadar yakın ve sinsidir. Uyuduğumuz zaman uyumayan, kendisinden gaflet ettiğimiz halde bizden gaflet etmeyen şeytan, günahlarla kalbimizi zorlar. Kalp, ne kadar temiz olursa olsun görevini yapamaz. Kalbimize hâkim hale getirdiğimiz Allah’ın 53 2016 B Peygamberimiz(s.a.v.) buyuruyor ki; “Kalbe kalp denilmesinin sebebi, onun çok değişken olmasıdır. Kalbin misali çöldeki bir ağacın üzerinde asılı kalan kuş tüyünün misali gibidir. Rüzgar onu bir oraya bir buraya savurur.” (İbni Hambel) sevgi ve muhabbetini damarlar vasıtasıyla bütün azalara pompalayarak huzur bulabilir ve mutlu olabiliriz. Hükemadan biri şöyle demiştir: “Kalp altı kapılı bir ev gibidir(sahibine) denir ki sakın bir kapılardan bir şey giripte senin ifsadına sebep olmasın. Kalp işte o evdir kapıları da gözler, dil, kulaklar, zihin,(basar), eller ve ayaklardır. Ne zaman bu kapılardan biri bilgisizce açılırsa, ev zayi olur.” Evet, bütün azalar kalbe açılan kapılardır. Oralardan giren ve çıkana dikkat etmeli. Cephede düşmanı, gözümüzü kırpmadan beklediğimiz gibi, belki, daha uyanık bir şekilde kalbimizi istila etmek isteyen düşmanlarımızı da gözetmemiz gerekir. Kalbe açılan kapılardan sızan her günah virüsü bir ok gibi kalbimize saplanır. Bir bomba misali tahribatlara sebep olur. Kalp direncindeki zayıflık nedeniyle de zamanla kalbi hastalıklar baş gösterir. Göz harama açıldı mı, zinayı çağrıştırıp kalpte şehvetin uyanmasına sebep olur. Dil haram olanı konuştu mu, yani peygamberimizin ifadesiyle dili doğru olmadı mı bir insanın, kalbide doğru olmaz, kalbi doğru olmayanın imanı da doğrulmaz. Kulaklardan sızan haram bir söz, o sözün istekle ve hevesle dinlenmesi, kalbe adeta akıtılan bir katran ve kurşun gibi zarar verir. Eller uzansa harama, ayaklar yürüse günaha o gidiş Allahtan uzaklaşmak, şeytana ve nefisin kucağına düşmek olur. Öyle bir zaman gelir ki kalp mücadelede yorgunluk yaşar. O yorgunluk kalbin bozulmasına, safiyetini kayıp etmesine sebep olur. Allah’ın nurunun kalpte sönmesine, hakikatlere açılan pencerelerin kapanmasına, hikmetlerin ve nurların girişlerin önüne surlar ve engellerin dikilmesine sebebiyet verir. Nihayet kalp, işlenen günahların ağırlığı altında ezildikçe sapma, hastalanma, katılık, perdelenme, körelme ve kilitlenme gibi çeşitli hastalıklara muhatap olur. Böyleleri için yüce Allah(c.c.) buyuruyor ki; “Onların kalpleri var fakat onunla gerçeği anlamazlar.” (Araf, 179) Başka bir ayeti kerime de böyle bir körelme ve katılaşmanın neticesini Kur’an şöyle ifade etmektedir. “Yahut (inkârcıların küfür içindeki halleri) derin bir denizdeki karanlıklar gibidir. (Bir deniz ki) onu dalga üstüne dalga kaplıyor, üstünde de bulutlar var. Karanlıklar üstüne karanlıklar… İnsan elini çıkarsa nerdeyse onu bile göremeyecek”(Nur, 40) Peygamberimizde, temiz ve sağlıklı bir kalbin Müslümanın kalbi olacağını, adeta çevresini aydınlatan kandile benzeterek ifade ederken, kâfirin hastalıklı kalbini de simsiyah ve pis olarak nitelendirmiştir: “Müminin kalbi halis ve temizdir, onda parlayan kandil vardır. Kâfirin kalbi ise küfür ile karışık, simsiyah, pis ve tersi dönmüş haldedir” Ebu Turap en Nahşi buyuruyor ki: Kararmış kalbin üç alameti vardır bunlar: Günahlardan 2016 54 Nisan B ürperti duymamak, itaat ve ibadetlerden lezzet almamak, nasihatlerin tesir etmemesi. Peygamberimiz Müslümanın kalbinin nasıl olması gerektiğini yani temiz kalbi, başka bir ifadeyle kalbi selimi, bir hadis- i şerifte de, şöyle anlatır: Vabisa ibni, Ma’bed şöyle anlatıyor: “Rasulüllah’ın huzuruna varmıştım, bana şöyle buyurdu: İyiliğin ne olduğunu sormaya mı geldin? Bende: Evet, Ya Resülüllah dedim, buyurdular ki: “Kalbine danış, iyilik, sana uygun gelen ve yapılmasını kalbinin tasdik ettiği şeydir. Günah ise içini tırmalayan ve başkaları yap diye nice fetva verse bile içinde şüphe tereddüt uyandıran şeydir.”(Ahmet b. Hambel,Müsned) İnsan kalbini kontrol etmek istediği zaman, günahlar ve sevaplar karşısında ki hissiyatının ibresinin nereyi gösterdiğine baksın! Günahlarına üzülüyor sevaplarına seviniyorsa kalpte hala canlılık var demektir, günahlarına üzülmüyor, sevaplarına sevinemiyorsa kalbi hastadır, bir an önce gereken teşhisi yaptırıp tedaviye koyulmalı. “İşte bu: Allah Teâlâ’nın “asla öyle değil, fakat onların yapmış olduğu günahlar. Kalplerini iyice kaplamıştır” ayetinde anlatılan, kalbin kapanması ve günahla örtünmesidir.”( Tirmizi, İbni Mace, Ahmet b. Hambel) Ancak insan kendini günah işlemeye alıştırırsa onun tövbesinde ki samimiyeti sorgulanır duruma gelir, zira tövbenin aslı pişmanlıktır, pişmanlık ise ikinci bir defa günah işlemeyi engeller. İşin bir de şu tarafını görmek gerek; tövbeyle bir insan, günahlardan temizlense de, kalbi cilalanıp parlasa da yine de kalbin nurunda eksilme olur. Kalbin Tedavisi Peygamberimiz(s.a.v.) buyuruyor ki: “Bir insan bir günah işlediği vakit, kalbinde siyah bir nokta oluşur, bir leke oluşur. Tövbe ederse kalbi cilalanır, yani leke silinir yeniden parlar. Tövbe etmez günah işlemeye devam ederse, siyah lekeler kalbini tamamen karartır. Kalbin bakımını yapmalı, ihtiyaçlarını gidermeliyiz. Kalpleri yaratan ve elinde bulunduran Allah, oranın ihtiyacının ne olduğunu da bildirmiştir. O da, ibadet ve itaat, zikir ve fikir, Allah’ın sevgi ve muhabbetidir. Ancak o zaman kalbimizi doyurur, huzur ve saadeti yakalayabiliriz. Nisan Kalbi hastalık, cismani bir hastalık olmadığından, elle tutulup duyularla hissedilmediğinden tedavisi daha zordur. Belki uzun ve meşakkatli bir zaman gerektirir. Her kalbi hastalık farklı bir tedavi yöntemi gerektirse de ortak tedavi yöntemi bilinçli bir iman ve o imanın gereği ibadet, itaat, güzel ahlak ve zikirdir. Kalp yaratılışının icabı mutlaka hep meşguliyet içerisindedir. İlle de bir şeylerle meşgul ve tatmin olmak ister. Orayı gerçek manada tatmin edemeyecek, dünyalık, makam mevki, para pul, şan şöhret gibi şeylerle meşgul ederseniz hayal kırıklığına uğrar, ömrünüzü boşuna heba etmiş olursunuz. Çünkü böyle durumlarda kalp gaflette ve kasvettedir. Allahtan gayrı şeyler perdelemiştir orayı. Kalp nuru sönmüş kalp gözü körelmiş, günahlarla kirlenmiştir. Kalp dünyaya yüzünü dönerse Allahtan uzaklaşır, Allah’a dönerse dünyanın tehlikelerinden korunmuş olur. Allah’ı sevmek kalbin sağlıklı olmasıdır, ondan gayrıya bel bağlamak 55 2016 B en ağır hastalık halidir. Bu hastalıktan kurtarmanın yolu, fani olan şeylerin sevgisini kalpten söküp atmaktır. Peygamberimiz(s.a.v.) buyuruyor ki: “Paslanan her şeyin bir cilası vardır kalbin cilası “Estağfirullah” demektir”(Beyhâki) Bir toprak içerisindeki zararlı maddeleri temizlemeden, taşını kayasını ayıklamadan, dikenini, çalısını çırtısını, yabancı otlarını söküp atmadan sonra ektiğin tohumun bakımını yapıp, gereken itinayı göstermeden nasıl ki mahsul elde edemiyoruz… Aynen bunun gibi, kalbimizde hikmet ve marifet elde etmek istiyorsak ta ilk önce oradan yabancı fikir ve düşünceleri, fani olanların sevgisini, günahların kararttığı kiri ve pası kasveti ve gafleti, fena işleri ve kötü niyetleri oradan temizlemeli. Oda, başlangıç olarak, samimi bir tövbeyle mümkündür. O tövbenin nasıl olması gerektiğini bir Allah dostu şöyle anlatır: “Tövbe kökünü istiğfar yaprağıyla karıştırmalı, gönül havanına koyarak güzelce hamur etmeli, pişmanlığın gücüyle, aşk ateşiyle bir miktar içine muhabbet balı katıp sonra sabah akşam bunu hamt ve sena kaşığıyla yudumlamalı. Artık günah illetinden hiçbir hastalık kalmaz.” İmam Rabbani hazretleri diyor ki: “Kalbe gelen lekeleri temizlemek için, tövbe ve istiğfar ederek Allah’a sığınmalıdır.” Sonra imanın nuruyla sevgi tohumunu atmalı, muhabbetle sürmeli, aşkla bakmalı, zikirle sulamalı. Buna, sabırla devam etmemeli. İşte o zaman Allah bize yolunu gösterecek, işimizi kolaylaştıracak; hikmet ve marifet meyvelerini toplayacağız. “Allah’ın kuldan, kulunda Allahtan razı olduğu kullara ilhak olacağız.” Evet, özet olarak: kalp meşgul olduğu şeye karşı sevgi besler. “Allah, insanın içinde iki kap yaratmıştır”(Ahzap,4) o kaba neyi doldurmak istersen o şeye Allah müsaade eder. Ancak kendi sevgisinden başkasına razı değildir. Kalpte fani şeyleri görünce de o kalbi daraltarak, bunaltarak daha bu dünyada ceza verir. Kalbin İlacı Kalp, zikrini yaptığı şeyin fikrini savunur, onun boyasına ve rengine bürünür, ilgi ve alaka duyduğundan gayrı, her şeyden uzaklaşır. Oturuşu kalkışı gezmesi tozması kısaca her şeyi o değer verdiği şey olur. Samimi bir tövbeden sonra, Kalbin en önemli ilacı zikirdir. Dil ile ya da doğrudan kalp ile yapılan zikir olduğu gibi Allah’ın emrettiği bütün ibadetleri yerine getirmek nehyettiklerinden kaçınmak da fili zikirlerdir. İnsan, Allah’ı zikrettiğinde kalbini Allah’a alıştırmış olur. Örnek olarak; namaz doğrudan günahlarınızın temizlenmesine vesile olur, günde beş defa gafletten uyanırsınız, beş defa tozlanan kalbinizi parlatırsınız. Zekâtla malınızı temizlendiğiniz gibi kalbinizdeki cimrilik hastalığınızda tedavi etmiş olursunuz. Oruçla adeta şahlanan nefsani istek ve arzularınıza gem vurur, nankörlük hastalığına set çeker, varlığın içerisindeki gafleti öldürür ve uyanıklığı diriltirsiniz. Hac ibadetiyle daha nice hikmetlerle birçok hastalığın tedavisi için kalbin kapılarına dayanırsınız. Burada sayamayacağımız kadar Salih amellerle yani fili zikirlerle kalbe ders verir orayı ıslah etmeye uğraşırsınız. Dil ile ya da kalp ile zikrettiğinizde, günahlarla kirlenen kalp nedeniyle, bu, ilk başlarda hep taklidi olur. Ancak ısrarla sabırla devam edilirse tahkike dönüşür; bilerek ve anlayarak yapılmaya başlar. Hani derler ya su damlacıkları taşın üze- 2016 56 Nisan B rinde iz bırakıyorsa bu o damlacıkların gücünden değil devamlılığındandır. İnsanda Allah’ı zikrettiğinde hemen neticesini beklememeli bu uzun ve meşakkatli ve sabır gerektiren bir tedavi sürecidir. Tedaviye ısrarla devam edilirse zamanla o zikir, kalbi kaplayan günah kir ve pas katmanlarını teker teker aşındırıp kalbin asli yetine dokunmaya başlar. Allah lafzı celalinin feyz ve bereketiyle iyileşen kalp, bundan sonrada nice hikmetlerin ve marifetin yeşertildiği yer haline gelir. Kalp gözü açılır. Allah’ın nuru parlar. İlham yağmaya başlar Allah onun gören gözü işiten kulağa konuşan dili, yürüyen ayağı olur. Bir kutsi hadiste yüce Allah(c.c.) buyuruyor ki: “Hangi kulumun kalbinde benim zikrim galip olursa onun iradesini üzerime alırım. Onun arkadaşı ve yoldaşı olurum” Peygamberimiz(s.a.v.) buyuruyor ki: “Üç şey vardır kalbe kasvet verir. Yemeyi, uykuyu ve rahat olmayı sevmek.”(Deylemi) Her hastalığın virüsü ancak o virüsün anti virüsüyle tedavi edilir. Nefse düşkünlük nefsi beslemek adeta düşmanımızı semirtmek onun güçlü olmasını sağlamak demektir. Kalbin tedavisi, nefsani arzulardan orayı temizlemekle mümkündür. Hadiste belirtilen şeyler ise insanın nefsinin hoşuna giden şeylerdir. Riyazet( nefsin arzularını yapmamak) ve mücadele(nefsin istemediği şeyleri yapmak) en önemli tedavi llah,Samimiyetle, sadece kendisi için ve rızası gözetilerek yapılan ameli kabul eder,(Nesai) insanın değil, suretine, kalbine bakar.”(Müslim) ve malına amellerine Azalarla edilen amellerde her zaman riya tehlikesi vardır. Nisan yöntemidir bu süreçte. Böyle bir mücadelede sonuca ulaşacağımızı yüce Allah(c.c.) bizlere müjdeliyor, Buyuruyor ki: “Bizim için, bizim uğrumuzda, mücahade edenleri elbette kendi yollarımıza kavuştururuz”(Ankebut,69) Peygamberimiz(s.a.v.) bir hadis-i şerifinde şöyle buyuruyor: “kalpler demirin paslandığı gibi paslanır.” Sahabeler: “O pası gideren şey nedir? Ey Allah’ın Resulü” diye sorduklarında. Kâinatın efendisi buyurdular ki: “O pası gideren ölümü hatırlamak ve kuran okumaktır”(Beyhaki) Kalbin en büyük hastalığı gaflettir çünkü gaflette olan bir insan daha nice günahlar işleye bilir. En büyük hastalık, hasta olduğunu dahi bilmemektir, gafil insan, işte bunlardandır. Ölümü düşünen insan, mutlaka bir gün öleceğini, Allah’ın, kendisinden her şeyin hesabını soracağını anlar, ona göre ibadetlerinde kusur etmemeye çalışır, Allah tarafından kendine emanet edilen şeyleri, onun istemediği yerlerde kullanarak hıyanet etmez. Ölümlü olduğumuzu düşünmek, fani olan şeylerin kalpte yer etmesine mani olur, gelip geçici dünyalık şeylerin gönülden sevilmeye layık şeyler olmadığı anlaşılır. Fani yerine baki olan Allah’ın sevgisi ve muhabbetinin yerleşmesine vesiledir, ölümlü olduğumuzu düşünmek. 57 2016 B Yüce Allah(c.c.) buyuruyor ki “Onlar, iman eden ve Allah’ı anmakla huzur bulan kimselerdir. İyi bilin ki Kalpler ancak Allah’ı anmakla mutmain olur.”(Ra’d,28) Kuran, “Tabi bul kulüptür” (Bakara,97) O şifa kaynağı, ancak okumakla insana faydalı olabilir. Kuran okuyan insan, hem doğrudan zikir yapmış olur hem de kurtuluş reçetesini uygulayarak gerçek kurtuluşa ve şifaya kavuşur. Sadıklarla Beraber Olmak Birde gönül erleriyle gönül ehliyle olmak gerekir. Onlar gönülden gönülle nasıl girileceğini bildiklerinden kalplere faydalı olurlar. Gönül adamı olanlar, kendi gönüllerini ihya eden, başkalarını da ihya edebilecek ferasette, keramette olan insanlardır. Sadakatli bir insan olmak sadıklarla olmayı gerektirir. Yüce Allah(c.c.) buyuruyor ki: “Ey iman edenler, Allahtan korkun ve sadıklarla beraber olun”(Tevbe,119) Her an Allah’ı hatırlatan insanlarla beraber olanlar kolay kolay gaflete düşmezler. Kişi kimi severse onun gibi olmayı hedefine koyar, ahirette de onunla olur. Uyanık bir kalbin sahibi kendisiyle olanı da uyandırır. Bunlarda kâmil mürşitlerdir. Kamil mürşitler adeta kendilerini sevenlerin her an uyarıcısı ve koruyucusudur. Onlar kalp gözleri açık olduklarından işin hakikatiyle meşgul olur, tabi olanları da gerçeklerle meşgul ederler. Onların bakışları derindir, adeta gözleri, kalplerinin gördüklerinin ağırlığını ve manasını taşır. Öyle bir bakışın boş olmadığını, Allah’ın izniyle kalplere faydalı olacağını İmam rabbani Hz. şöyle ifade ediyor: “Kamil mürşidin bir nazarı, kalpte bulunan hastalıkları giderir. Onun bir teveccühü, beğenilmeyen kötü huyları siler süpürür.” Mevlana Celaleddin Rumi de şöyle der: “Salih ve sadıklardan uzak kalp, dünyaya bağlanan ve nefsine ram olan kişi âleme sultan olsa da gerçekte ölüdür” Öyle değil mi ki? Nice sultanlar krallar unutulmuş ancak gönül sultanları asla unutulmamış. Dünya sultanlarını peşinde sürükleyen nice Allah’ın veli kulları vardır. Ölü olan kalplerini, tahtlarında değil, onların yanlarında dirilten nice sultanlar vardır. “Allah bizi, kalpleri uyanık, Allah’ı seven onun sevdiğini seven gönül gözü açık, gönül ehli insanlara ilhak eylesin.” diyor peygamberimizin şu duasıyla bitiriyorum: “Ey kalpleri sabit kılan Allah, kalplerimizi dinin ve itaatin üzerine sabit kıl.” (ibni Mace) (Amin) 2016 58 Nisan B Memduh ERGİN Hak Haklınındır Allah(cc)’ım! Acizlikten, tembellikten, cimrilikten, korkaklıktan, ihtiyarlığın bunaklığından, kabir azabından Sana sığınırım. Allah(cc)’ım! Nefsime takva bilinci -Sana karşı sorumluluk bilinci- ver, nefsimi günahlardan temizle. Ni Nisan H epimiz koca koca laflar ediyoruz. Davadan bahis ediyoruz. Ama ne hikmetse ilk dünyalık menfaatte davamızı satıyoruz. Slogan Müslüman’ıyız. İslamiyet’in içini boşalttık. Kendimize göre bir din yaşıyoruz. Kendimizi dine uydurmaktansa dini kendimize uydurmaya çalışıyoruz. Mesela yalanı hiç yüzümüz kızarmadan söylüyoruz. Yalan yere yemini su gibi içiyoruz. İsraf alabildiğine çoğaldı. İbadetler ise hak getire. Edep haya kalmadı, büyüğe saygı ise unu- 59 tuldu. Daha neyimizi sayalım Allah(cc) aşkına. Rehberimiz Kuran ı Kerim ve Peygamberimiz(sav) değil artık maalesef. Popçular, topçular, sinema ve dizi artistleri insanımızın yeni idolü. Gösteriş ve tüketim yeni hayat felsefemiz haline geldi. Her şey dünyalık başarıya endeksli. Başarılı olmak içinde her yol mubah. Yalan söylemek, hak yemek, zayıf olanı ezmek vb. Arkadaşımın lisede okuyan bir kızı şöyle söylemiş babasına: “Baba bu memlekette her şey üniver- 2016 B siteyi kazanmaya endeksli. Üniversiteyi kazanmışsan en iyi insan sensin. Başka hiçbir şey önemli değil.” Biz en çok neyimizi kaybettik dostlar? Adalet duygumuzu. Vicdanlarımızı rahatlatmayalım. Yapmacık ve boş bahanelerin arkasına sığınmayalım. Bizim onlardan bir farkımız olmalı. Yoksa bizim halimiz Müslüman görünümlü zalimler olur ki en tehlikelisi de bu. Böyle yaparsak dine en büyük zararı vermiş oluruz. Bizler bir de Allah (cc) muhafaza bunu din adına yaptığımızı savunur hale gelirsek, bu dinden çıkar, sapkın hale geliriz. Tıpkı DEAŞ’ın yaptığı gibi. Din adına cihat yaptığımızı savunup Allah’u Ekber diyerek Müslüman’ı boğazladığı gibi. Ölende Allah u Ekber diyor öldürülen de Allah u Ekber diyor. Müslümanlık bu değil. Bizim dinimiz rahmet dinidir. Biz gönüller yapıcıyız, yıkıcı değil. Bizler adaleti ayakta tutucuyuz. Zalimin karşısına zulüm yapmak için değil, adaleti yaymak için dikilmeliyiz. Abbasi halifesi zamanında Bağdat emiri bir tüccardan borç alır. 2 ay içinde ödeyeceğini söyler. 2 ay geçer, borcun zamanı geldiği halde emir oralı olmaz ve borcunu ödemez. Tüccar haber yollar, yetmez bizzat kendisi ister; ama emir yine de borcunu ödemez. Kadıya, belediye reisine müracaat eder, şehrin ileri gelenlerini devreye sokar; ama yine de bir netice alamaz. Üzgün üzgün umutsuz bir şekilde kendi kendine konuşurken bir dervişle karşılaşır. Derviş derdinin ne olduğunu sorar. Tüccar dervişe: “Sen benim ilacım olamazsın” der. “Benim derdimi kadılar, beyler çözemedi sen mi çözeceksin?” der. Derviş: “Olsun, anlat hiç olmazsa rahatlarsın.” der. Bunun üzerine tüccar başından geçenleri dervişe anlatır. Derviş ona: “Senin sorununu filanca yerde bir cami var, caminin de altında yaşlı bir terzi var, ona git, senin sorunu o çözer.” der. Tüccar çaresiz, terziyi bulur ve olanı biteni olduğu gibi anlatır. Terzi tüccara: “Sen git, akşama gel, paranı alacaksın.” der. Tüccar pek umutlu değil ama hadi hayırlısı der oradan ayrılır. Tüccar akşam olur, dükkâna gelir. Bir bakar emir orda terzinin elini öpüyor. Büyük bir saygı ile yanından ayrılıyor. Tüccar parasını alınca mutlu olur ve bir kısmını terziye vermek ister ama terzi kabul etmez. Tüccar bu işin hikmetini sorar. Kime başvurduysa bir çözüm alamamıştır. Terzi: “Otur.” der ve anlatır. Bir gün akşam eve gidiyordum. Bir emir namuslu bir kadını zorla saraya götürüyor. Kadın yalvarsa da sarhoş emir onu dinlemiyor, sürükleyerek saraya götürüyor. İtiraz edenleri de dövüyorlar. Bende dilencileri toplayıp sarayın kapısına dayandım, bağırıp çağırmaya başladım. Beni ve dilencileri de dövdüler. Eve geldim ama gözümü bir türlü uyku girmiyordu. Geçe bir anda aklıma geldi. Sarhoşlar zamanı fark edemezler. Ben şimdi kalkıp ezan okursam bu sarhoş emir sabah olduğunu düşünür ve kadını serbest bırakır. Çıktım minareden ezan okudum. Halife de bu ezanı duyar ve çok öfkelenir: “Kim bu zamansız ezan okuyan densiz bulup derhal huzura getirilsin.” der. Apar topar halifenin huzuruna çıkarıldım. Bu saatte neden ezan okuduğumun sebebini olduğu gibi anlattım. Halife askerlerini gönderip o emiri yanına çağırdı. Kadını serbest bırakıp emiri de bir çuvalın içine koyup kemikleri kırılıncaya kadar dövdürdükten sonra nehre { } “Ey iman edenler! Allah(cc) için hakkı titizlikle ayakta tutan, adalet ile şahitlik eden kimseler olun. Bir topluma olan kininiz, sakın ha sizi adalet- sizliğe itmesin. Âdil olun. Bu, Allah(cc)’a karşı gelmekten sakınmaya daha yakındır. Allah(cc)’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah(cc), yaptıkları- nızdan hakkıyla haberdardır.” (MAİDE 8) 2016 60 Nisan B attırdı. Bana dönerek şöyle dedi: “Eğer bir yerde zulüm gören olursa böyle vakitsiz ezan okuyacaksın.” Bu olayı herkes bilir ve ahali benim vakitsiz ezan okumamdan korkarlar. Bir toplumda zulüm karşısında sessiz kalmayacak, zamansız ezan okuyacak insanlar olmazsa zulüm her yere yayılır. Etrafımızda hakkı, hakikati haykıracak insanlar çoğalmalı, çoğalmalı ki yeryüzüne huzur gelsin. Yöneticilerde bu insanlara itimat edip desteklemeli, sahip çıkmalıdır. Etrafındaki şakşakçılara itibar etmemeli. Bu şakşakçılar insanların gözlerini kör ediyor, gerçekleri görmesine engel oluyor. Bugün bu şakşakçılar o kadar çok çoğaldı, her tarafta onları görmek mümkün. Peki, neden bu kadar çok çoğaldılar ve itibar görüyorlar? Çünkü makam ve mevki sahibi kişiler onlara yüz veriyorlar. Yöneticiler de dâhil olmak üzere insanların çoğu hak ve hakikat peşinde değiller. Benliğimiz bize hâkim. İmanımız ve inancımız zayıfladı. Başkalarının bizleri övmesi hoşumuza gidiyor. Onun içindir ki bu makam ve mevki sahibi kişiler etrafında gezdirdikleri kişilerin hangi amaçla yanlarında bulunduklarını bildikleri halde yine de onlara itibar ediyorlar. Sebep çok basit, onlarında da aslında onlardan bir farkı yok. Oysa Müslüman şahsiyetli olmalı. Dünya menfaatleri için hak ve hakikatten taviz vermemeli. Hak sahibinin hakkını teslim etmeli. Dini, ırkı, cinsiyeti ne olursa olsun fark etmez. Hak haklınındır. Biz Müslümanlar şu hataya asla düşmemeliyiz. Müslümanlar yıllarca ezildi, ötelendi, hor görüldü, dışlandı. Bize haksızlık yapıldı. Şimdi fırsat bize geçti, biraz da biz yapalım, ne olacak canım demeyelim. Bizim varlık nedenimiz ve inancımız buna asla müsaade etmez. “Ey iman edenler! Allah(cc) için hakkı titizlikle ayakta tutan, adalet ile şahitlik eden kimseler olun. Bir topluma olan kininiz, sakın ha sizi adaletsizliğe itmesin. Âdil olun. Bu, Allah(cc)’a karşı gelmekten sakınmaya daha yakındır. Allah(cc)’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah(cc), yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” (MAİDE 8) Adaletten şaşmayacağız. Eğer adil bir düzen sağlanırsa huzur ve güven ortamı yeniden tesis edilmiş olur. Temeli adil olmayan hiçbir düzen ayakta kalamaz. Adil düzende ancak adaleti savunan cesur ve şahsiyetli Müslümanlar sayesinde kurulabilir. Onun içindir ki Müslüman şahsiyetli, kişilikli ve cesur olmalıdır. Rehberimizin, Peygamberimiz(sav)in güzel duası hepimize ışık olsun. “Allah(cc)’ım! Acizlikten, tembellikten, cimrilikten, korkaklıktan, ihtiyarlığın bunaklığından, kabir azabından Sana sığınırım. Allah(cc)’ım! Nefsime takva bilinci -Sana karşı sorumluluk bilinci- ver, nefsimi günahlardan temizle. Sen temizleyenlerin en hayırlısısın sen o nefsin dostu ve Mevla’sısın. Allah(cc)’ım! Doymayan aç gözlü nefisten, korkmayan kalpten, faydasız ilimden ve kabul olunmayan duadan Sana sığınırım.” (Buhârî, Deavat: 38; Müslim, Zikir Dua: 18) Adil olmak güçlü bir irade gerektirir. Adam olacağız, şahsiyetli olacağız. Şahsiyet Müslüman’ın en büyük servetidir. Yavşak, kaypak düzenbaz Müslüman olamaz. Eğer İslamiyet bize bir şahsiyet kazandırmamışsa kendi imanımızı ve inancımızı sorgulamalıyız. Biz nerde yanlış yapıyoruz diye. Müslüman net olmalıdır. Tavrını net ortaya koymalıdır. Zamana, kişilere ve olaylara göre şekil almamalıdır. Eğilmeye, bükülmeye, evelemeye, gevelemeye gerek yok. Her durum ve şartta haktan ve adaletten yana tavır almalıyız. Müslüman doğruyu adaleti söylediğinde, kınamacının kınamasından, dostlarının küsmesinden, güçlünün eziyet etmesinden çekinmeden hakikatleri haykırmalıdır. Bu da ancak erdemli ve hakkıyla Allah(cc)tan korkanların şiarıdır. Nisan 61 2016 B Hz. Pîr Seyyid Ahmed er-Rufai (k.s) den Ölüm Beklenir Mi? Ey oğul! Bilmiş ol ki Allah’ın, kalpleri Rablerinin muhabbetiyle dolu kulları vardır. Onlar, sevgililerine olan iştiyâkları sebebiyle ölümü beklerler. Bu dünyada uzun süre kalmayı kerih görürler. Bu dünyadan ayrılmadıkça onlara rahat ve huzur yoktur. Onlar, bu dünyada uzun süre kalmalarına üzülürler, kederlenirler. Onların bu dünyadan ayrılmaya olan istekleri, susuz birisin suya olan isteğinden daha şiddetlidir. Ecelleri yaklaştığında, onlara, ölüm meleğinin (Azrail) yanında tahiyyât ve selam eden Allah’ın gönderdiği 70.000 melek gelir. Buna Kur’an-ı Kerim’de şöyle işaret edilmiştir: “(Onlar), meleklerin: Selâm sizin üzerinize olsun. Yapmış olduğunuz (iyi) işlere karşılık cennete girin, diyerek iyilikle canlarını aldıkları kimselerdir.”(en-Nahl, 16/32) 2016 62 Nisan B t Aynı şekilde ölüm meleği, mü’mine güzel kokular içinde ve en güzel bir sûrette gelir. Mü’min ona: “Hangi iş sebebiyle geldin?” der. Melek: “Senin rûhunu kabzetmek için geldim, hangi halde senin rûhunu almam’ istiyorsun söyle” der. Bunun üzerine mümin kul meleğe: “Canımı secdedeyken al” der. Ölüm meleği de öyle yaparak onun canını secdedeyken alır. İşte bu sırada o mü’min kulun hafaza melekleri gelir ve bunlardan biri, arkadaşı olan diğerine: “Bizim bir dost ve kardeşimiz oldu. Şüphesiz onun ayrılık vakti geldi” derler. Sonra bu iki hafaza meleği, o mü’min kul için: “Allah seni hayırla mükâfatlandırsın. Allah seni bağışlasın. Sen ne güzel kardeşsin. Mü’minlerden işi en kolay olansın. Nefsin için önden hazırladığın şeyler ne güzel” derler. Ayet-İ kerimede: “Ey mutmain (güvenceye kavuşmuş) ruh! Hoşnut olmuş ve hoşnut olunmuş olarak Rabbine dön. Seçkin kulların arasına karış ve cennetime gir”(el-Fecr, 89/28) buyurulmuştur. Yani cennetime rahat ve huzurlu gir demektir. Kişinin ruhu cesedine: “Allah seni hayırla mükâfatlandırsın. Sen hayrı ve hayır sahiplerini seviyor, şerre ve şer sahiplerine buğz ediyordun. Seni Allah’a emanet ediyorum. Allah seni korusun ve muhafaza etsin“der. 63 2016 Av. Bahaddin ELÇİ Kudsü Şerif’le İmtihanımız Tüm Müslümanlar coğrafyalarda olarak zille- B irkaç günlük Kudüs ziyaretimiz oldu. Bununla ilgili duygu ve düşüncelerimi paylaşmak istedim. ti yaşıyoruz… Ümmet parça parça… Birbirimizle kavgadayız… Birbuçuk milyar nü- Ümmet-i Muhammed’e emanet ve miras olan Mescid-i Aksa yüz yıldan beri tutsak… fuslu Ümmet-i Muhammed(?!) onbeş milyonluk siyonizme karşı aciz, çaresiz… 2016 Üç mescitten birisi olduğu, önceki kıblemiz olduğu, etrafının mübarek kılındığı, İsra ve Mi’raç mucizelerine mekan olduğu, durak olduğu, son Peygamber (S.A.V)’in tüm 64 elçilere imam olup namaz kıldırdığı, tarih boyunca onlarca kez el değiştirdiği tahrip edilip, imar edildiği hususları bilinmektedir. Yine Kudüs’ün sadece Müslümanların elindeyken özgür olduğu, öteki din mensuplarının da kendi dinlerini serbestçe yaşayabildikleri biliniyor. Kudüs ne zaman haçlıların veya siyonistlerin eline geçmişse, ortaya zulüm ve fesat çıkmıştır. Ve son yüz yıldır(Osmanlı’dan sonra) önce İngilizlerin, sonra da Yahudilerin elinde esirdir. Siyonist israil, BM kararlarına Nisan B aykırı olarak Kudüs’ü başkenti ilan etmiş, bu yetmiyormuş gibi, altından tüneller kazmak suretiyle “Süleyman Mabedi”ni inşa etmek amacıyla Mescid-i Aksa’mızın yıkımına çabalamaktadır. Cuma namazlarına gitmek bile bir sorun ve tehlike haline gelmiştir. Birkaç ay önce Mescid-i Aksa’nın mihrabına kadar necis ayaklarıyla çıkabilmişlerdir. Mescid-i Aksa, Kudüs, Gazze, Filistin… Mübarek kılınmış toprak ve mescitler siyonistlerin işgali altında… Mescid-i Aksa’yı emanet olarak bilen oradaki şuurlu Müslümanlar ellerinde sınırlı imkanlar ile direnmekte, nöbeti terk etmemektedirler. Ve tüm coğrafyalarda Müslümanlar olarak zilleti yaşıyoruz… Ümmet parça parça… Birbirimizle kavgadayız… Birbuçuk milyar nüfuslu Ümmet-i Muhammed(?!) onbeş milyonluk siyonizme karşı aciz, çaresiz… Elbette bu zulüm böyle gitmez. Ama bu zillete neden düştük? Çıkış nerede? Kurtuluş yolu nedir? Sorularının cevabını bulmak zorundayız. Kerim Kitabımız Kur’an’a baktığımızda bunların sebeplerini de çarelerini de görürüz. Özetle emredilen “tarik-i müstakim”den ayrılıp, batılıların yoluna sapmamızdan, onların velayetine girmemizden dolayı bu zillete düştük. Yüzümüzü (yönümüzü) tekrar Kur’an’a çevirirsek kurtulabileceğiz. Veli, vekil, nasir olarak Rabbimiz bize kafi değil mi? O’nun yardımını almadan, O’nun velayetine girmeden kurtuluş bekleyemeyiz. O’nun yoluna girerek, O’ndan yardım alabiliriz. Kıblemizi düzeltmeden yardım gelmez!.. Biz Kur’an’la, bize hayat veren Vahiyle yeniden canlanıp, ayağa kalkabiliriz. Yüzümüzü tekrar Vahye döndürürsek, terk ettiğimiz “tarik-i müstakim”e tekrar dönersek, kurtuluruz. Bize dost-düşman kriterini Kitabımız Furkan vermiyor mu? Umut- Nisan suz değiliz. Rabbimizden ümit kesemeyiz. Bu böyle gitmeyecek, siyonist zincirler kırılacak, siyonistler kaçacak delik arayacaklardır. Bizler de bu arada payımızı almaya gayret etmek sorumluluğundayız. Bakın, etrafımız kuşatıldı. Melhame-i Kübra’ya doğru hızla gidiyor gibiyiz. Kur’an-ı Kerim’de İsra Suresinin ilk ayetlerini tefsirlerden çokça okumamız gerekiyor. Bu ayetler ibret ve muştu dolu… Ümit varız... Üniversite yıllarımızda bir kitapta okumuştuk; önemli bir zatın keşfi olarak. “Siyonistlerin ilerlemesi Türkiye ile karşı karşıya gelinceye kadar devam edecek. Ondan sonra hak ettiği akıbetini görecek…” Efendimiz (S.A.V) de bu bizim için “güzel sonu” haberiyle müjdelemektedir. Bize; “Mescid-i Aksa haçlıların işgalindeyken nasıl gülebilirim?” idealiyle yaşayıp, O’nu fethedecek bir “Selahaddin” lazım! O Selahaddin ki, namazla yeniden dirilip, ayağa kalkabileceğimize inanarak, fetih öncesi 7-8 yıl sabah namazlarında camilerin doldurulmasının tedbirlerini aldıktan sonra fethe müyesser olmuştur. Haydi namazla yeniden dirilmeye, ayağa kalkmaya, yeniden fetihlere… Siyonizmi en iyi bilen ve onunla mücadele edenler Sultan Abdülhamid Han ve merhum Erbakan (cennetmekan) Hocamızdı. Her ikisi de siyonistlerin şerrine uğramışlardır. Onlar kazandılar, kaybetmediler… İ‘la-i Kelimetullah için çalışmak ne büyük kazanç ve nasiptir… Kubbet-üs Sahra’nın dıştan kubbesinin etrafına Sultan Abdülhamid Han, “Kur’an’ın Kalbi” olarak vasıflandırılan Yasin-i Şerif’i yazdırmış… Bunun elbette bir hikmeti vardır. Kudüs tarihine bakıldığında; hem dün, hem de bugün neredeyse dünya siyaset ve ege- 65 2016 B menliğinin merkezi(kalbi) konumundadır. Oraya hakim olan, dünyaya egemen gibidir. Orada yüz yıldır fesad(zulüm) egemendir. Yeryüzünde de fesad(zulüm) egemen…Fitne, katilden beterken, onu yeryüzünden kimler kaldıracak? Efendimiz(S.A.V): “Vücutta bir et parçası vardır. O salahta olduğu zaman tüm organlar, vücut salahta olur. O fesatta olduğundaysa tüm organlar, vücut fesatta olur. O kalptir.” Buyurmuştur. Vahiyden uzak kalbimiz yüz yıldır parça parça ve şeytanın egemenliğinde. Ümmet-i Muhammedin kalbinde fesad var, yüz yıldır… Haydi kalbimizden ve Kudüs’ümüzden, tüm yeryüzünden fitne ve fesadı def eylemeye… Kudüs’ümüzün zincirleri kırıldığında, tüm coğrafyalardaki zincirlerimiz kırılmış olacaktır. Biz Müslümanların Kitabımızla mesafemiz çok. Biz Kur’an’a yaklaştıkça Mescid-i Aksa bize yaklaşacaktır. Şimdi biz Kur’an’dan uzaktayız; Mescid-i Aksa da bizden uzaklarda değil mi? Mescid-i Aksa boynu bükük, mahzun olarak sanki gözünü dikmiş Anadolu’ya bakıyor. Biz niye duruyoruz öyleyse? Tüm peygamberler zalim tağutların zulmünü ortadan kaldırmak için ve tevhid(adalet) ikamesi için gönderilmiştir. Ve tarih bir bakıma Hak-Batıl mücadelesi tarihidir. Kan akan Nil, Fırat, Dicle sana bakıyorken; Ne zaman ayağa kalkacaksın SAKARYA?! Nil, Fırat ve Dicle tutsak iken, su yerine kan akıyorken; sana uyumak ya da oyunda oynaşta olmak yakışır mı SAKARYA?! Mescid-i Aksa, Kudüs, Gazze, El-Halil (Hz.İbrahim, Hz.Davut, Hz.Yakup, Hz.Yusuf… lar(A.S))Siyonistlerin esaretindeyken ve Anadolu’nun etrafı da kuşatılmışken, ayağa kalkman gerekmez mi SAKARYA? Ebrehe’nin “fil ordusu” Akdeniz’de! Firavun, Nemrut, Calut Müslümanlara meydan okuyor; günahlarımız nedeniyle… Ebabil kuşlarını mı bekleyelim? Anadolu Gençlik, Akıncılar, Alperenler, Ülkücüler, Nurcular, Süleymancılar, Türkler, Kürtler, Araplar, Farslar, Aleviler, Sünniler… Nedir bu didişmemiz, tefrikamız, kavgamız? Birbirimize şefkatimiz, siyonizme, zalimlere şiddetimiz nerede?! İşte bayrak…İşte Tevhid Sancağı…İşte Vahdet! İşte Kimlik… İşte yol: İşte nizam, işte reçete… “Lailaheillallah Muhammed’ür-Resulullah…” Tüm dertlerimizin ilaçları bu adreste. Ayrı ırklarımızla, ayrı coğrafyalarımızla, ayrı mezheplerimizle, ayrı cinslerimizle, ayrı renklerimizle biriz, beraberiz ve kardeşiz… Hepimiz Adem (A.s) deniz, üstünlük takvada! Kurtuluş yok deme; el ele tutarsak olur… Bize, Mescid-i Aksa’ya gidenler, oraya “zeytinyağı” gönderenler, ribatlar lazım… Ama en çok da yeni bir “Selahaddin” bazım… Haydi gasp edilen mirasımıza, emanetimize ulaşmaya, sahip çıkmaya… Haydi yeniden barışa; yeniden adalete… Vahdete… Rabbülalemimizin, parçalanan gönüllerimizi yolunda, rızasında birleştirmesi ve bizi yaşadığımız bu zilletten keremiyle kurtarması dualarımızla… 2016 66 Nisan B Fatih Sultan SEMİZ Dünyayı Güzellik Kurtaracak Beynimizi antenlerinin bırakalı, yanlış, kontrolüne iyi-kötü, güzel-çirkin, -batıl büyük uydu doğruhak kavramlarımızda oynamalar oldu. Navigasyonumuz artık Kur’an ve Sünnet değil ekranlar oldu. Ni Nisan B eynimizi uydu antenlerinin kontrolüne bırakalı, iyi-kötü, doğru-yanlış, güzel-çirkin, hak-batıl kavramlarımızda büyük oynamalar oldu. Navigasyonumuz artık Kur’an ve Sünnet değil ekranlar oldu. Ağustos ayının sıcaklarını gözle görüyor olduğumuz halde yarın kar yağabilir şeklinde bir haber görsek sokakların paltolu insanlarla dolmayacağının garantisini veremiyoruz. Sanki televizyonun kablosu prize değil de bize bağlanmış. Onlara göre düşünüyor, onlara göre bakıyor ve onların 67 istediğini görüyoruz. Korkularımızı, sevinçlerimizi, inancımızı, ağlamamızı, gülmemizi onlar belirliyor. Sunulan bir haberin arkasına konulan ağlamaklı bir fon müziği adeta bize ‘siz neye ağlayacağınızı bilmezsiniz o yüzden biz nereye bu fonu koyduysak orada ağlayın’ diyor. Veya bir komedi programında gülme efektlerine gelince gülün dercesine bizimle dalga geçiliyor. Veya her yeni çıkan diş fırçasının öncekinin ulaşamadığı yerlere ulaştığını söyleyerek algılarımızla alay ediyorlar. İnancımıza taalluk eden boyutuna 2016 B hiç girmiyorum. Horozdan kurban olması, İsa Aleyhisselam’ın göğe kaldırılmadığı, kaderin inkarı, namazın ritüel olması, Allah’ın (haşa) geleceği bilmediği vs. bir çok ipe sapa gelmez görüşlerin imanımıza dinamit koyması yine medya aracılığı ile oluyor. İşte medya böyle kardeşlerim akı kara, karayı ak gösterecek kadar sapıtmış bir organdır. Ak diyenlerin kara çıktığı, karalananların aklandığı, konuşamayanların bülbül gösterildiği, bülbüllerin ise dikenleriyle lanse edildiği bir âlem. Medya hakikatin önündeki en büyük engel olması ile beraber, zirvelere çıkmak içinde en önemli dayanaktır. Medya senelerdir kılınan teravih namazını bidat, faizi helal, zinayı meşru, katili maktul, darbeyi seçim, seçimi zafer gösterecek kadar aymaz bir çocuktur. Biz beynimizi medya organlarına bağlanmış bir kablo niyetiyle kullanmaya başladığımızdan beri hiç doğruyu bulamadık. Hep seneler sonra kandırıldık, aldanmışız, safmışız cümleleri kurarak gittik bu dünyadan. O yüzden ilim kapısı olan Hz. Ali r.a. şu sözüne kulak verelim: Kâfirin Medyası Ve Ya Medyanın Kâfiri Adamın biri New York Central Park’ta yürüyüş yaparken, aniden bir köpeğin küçük bir kıza saldırdığını görür. Koşar ve köpekle boğuşmaya başlar. Hayli uzun bir boğuşmadan sonra, üzeri yara bere içinde kalır ama köpeği öldürür. Bu arada küçük kızın da hayatını kurtarmıştır. Son anda bu sahneyi gören polis nefes nefese olay yerine gelir. Sarılıp, teşekkür ettikten sonra der ki: - Sen bir kahramansın! Yarın bütün gazeteler seni yazacaklar. Ve göreceksin başlığı da şöyle olacak: “New York’lu cesur bir genç, küçük kızın hayatını kurtardı!” -Ama ben New York’lu değilim ki! -Fark etmez. Bu durumda o zaman gazeteler şunu yazacaklar: “Cesur Amerikalı, küçük kızın hayatını kurtardı!” Hakikat insanlara bakarak öğrenilmez. Önce hakikati öğren, hakikat adamlarını da tanırsın. Biz bu sözü biraz daha genişleterek hakikati öğrendikten sonra sadece hakikatin adamlarını değil, olayların hakikatini, kitapların hakikatini, dinin hakikatini de öğrenebileceğimizi söyleyebiliriz. -Ama ben Amerikalı da değilim. -Yine fark etmez. O zaman da gazeteler şöyle yazarlar: “İnsanlık ölmedi. Bir genç, küçük kızın hayatını kurtardı.” -Pekiyi, sen nerelisin? -Ben Irak’lıyım! Polis, kızı hastaneye götürür. Adam ertesi gün gazeteleri aldığında şöyle bir başlıkla karşılaşır: “Radikal bir İslâmcı, masum Amerikan köpeğini öldürdü...” Sanki karikatürize edilmiş gibi duran bu olay aslında gerçeğin kendisidir. Hatta az bile kalmış olabilir. Seneler önce yurdundan çıkarılmış sonra o yurdu fethe giderken yolda yavrularını emzirmekte olan bir köpeği düşünen (Vâkıdî, Megazi, II, 225) Resulullah Sallahu Aleyhi ve Sellem’in dinini savaş ve barbarlık dini göstermeye çalışmak ancak kâfirin yapabileceği bir şeydir. Kendilerini nazik, Müslümanı kaba göstermek küfür yobazlarının doğasında vardır. O, bunu yapar. Akıttığı kanların aslında daha iyi bir gelecek inşa etmek için akıttığını bize söyler. O, bunu da yapar. O, dini, canı ve malı 2016 68 Nisan B için cihad eden (savaşan değil) Müslümanları terörist diye yaftalar. O, bunu da yapar. Buna şaşılmaz. Çünkü o, kızı geldiğinde ayağa kalkan bir peygambere, çocuk, kadın, yaşlı ayırmadan ömrü boyunca kimseden nefsi olarak hak talep etmemiş bir peygambere, hicrete zorlandığı Mekke’ye muzaffer bir komutan olarak girerken başı devesinin hörgücüne değecek kadar tevazua bürünmüş bir peygambere iman etmemiştir. Kâfirlerin, Müslümanları eli kanlı terör örgütleri ile yan yana getirmeye çalışması kadar doğal bir şey yoktur. Şaşılacak olan, gözünün nuru olan namazda bile sırtındaki çocukların kalbini düşünen peygambere iman etmiş Müslümanların İslam’ı ve hükümlerini ar edilecek şeyler olarak telakki etmesidir. Şaşılacak olan, dünyanın en büyük inkılabını gerçekleştirmiş bir Peygamberin hayatına dair bazı olaylardan utanıp sıkılan Müslüman profilidir. Şaşılacak olan, fitnenin baş aktörlerinden olan Abdullah bin Übeyy bin Selûl ölürken ona cübbesini veren bir Peygambere iman etmiş Müslümanların diğer cemaatten diye mümin kardeşinden bir selamı esirgemesidir. Şaşılacak olan, hanımları ile ilgilenen, onlara ev işlerinde yardım eden, üzerine idrarını yapan bir çocuğa tebessümden başka bir karşılık vermeyen(1), yapılan yemekten seneler önce vefat etmiş hanımının arkadaşlarına gönderen(2) , amcasını öldürenleri affeden, nafile bir ibadet için hanımından izin isteme nezaketi gösteren(3) bir Peygamberin Sünnet’inden utanan, bize Kur’an yeter diyen ambalajlı Müslümanlardır. İlim kapısı olan Hz. Ali r.a. şu sözüne kulak verelim: Hakikat insanlara bakarak öğrenilmez. Önce hakikati öğren, hakikat adamlarını da tanırsın Nisan Bu Din Allah’ındır. Söz konusu İslam ise daha güzeli, daha iyisi, daha mükemmeli düşünülemez. Allah’a ait olan bir dinde eksiklik, noksanlık, kötülük, çirkinlik barınmaz. Beşerin icat ettiği ideolojiler ise her tarafı delik yamalı bohçalardır. Delinin bile oy kullanabildiği, ağızın olanın her şeyi söyleyebildiği, parası ve nüfuzu olanların yüksek yerlere geldiği sistemlerin neresi doğru ve güzel olabilir. Oysa İslam, Allah’ın dinidir. Ve bu din aç komşusunu varken kendine uykuyu haram edenlerin dinidir. Bu din, alır gibi verenlerin dinidir. Bu din, adaletin boynuzlu koyun ile boynuzsuz koyun arasında bile tecelli edeceğine iman edenlerin dinidir. Bu din, haksız yere cana kıymanın büyün insanları öldürmek gibi olduğuna iman edenlerin dinidir. Bu din, yerden insanlara eziyet veren bir dikeni kaldırmaya iman gibi büyük bir mefhumu yükleyenlerin dinidir. Bu din, tebessüme, güzel söze, selama, yemek yedirmeye cennetleri vadeden bir dindir. Bu din, ailene harcadıklarını sadaka kabul eden ve onlarında cehenneme kalkan olacağını bildiren bir dindir. Ve unutmayalım ki: Şüphesiz ki Allah güzeldir, güzeli sever(4) ve bu dinin sahibi de Allah’tır. Güzel olan Allah’ın seçip beğendiği, razıyım dediği din olan İslam da güzellik dinidir. Dipnotlar 1- Müslim, “Tahâret”, 102 2- İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, 7/84 3- Beyhakî, “Şuabul’-İman”, 3/384, no: 3837; İbn Mâce, İkame 191;Tirmizî, Savm 39; Ahmed b. Hanbel, 6/238; Müslim, Salât 222; İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, İstanbul, 1981, II, 164. 4- Müslim, İman, 1/93; İbn Mâce, Duâ, bâb 10 69 2016 Hz. Ali’den Nasihatler Ey oğul! İyi karar verebilmek için güvenilir kimselerle istişare et. En hayırlı söz faydalı olandır. Faydasız bilgide hayır yoktur. Lüzumlu olmayan bilgiden de bir fayda temin edilemez. İslâmiyet’te ne varsa hepsini anla ve öğren. Şu esaslara riayet et. Ey oğul! Sana söyleyeceğim sekiz husus var ki, bunları aklından çıkarma: 1. En büyük zenginlik, akıldır. 2. En büyük vahşet, kibirdir. 3. En büyük fakirlik, ahmaklıktır. 4. En büyük meziyet, güzel ahlâktır. 5. Ahmaklarla asla dostluk kurma. Çünkü o sana faydalı olayım derken zarar verir. 6. Yalancılarla dostluk kurma. Çünkü onlar sana uzak olanı yakın, yakın olanı da uzak gösterirler. 7. Cimri insanlarla yakınlık kurma. Çünkü cimri adam ihtiyacın olan şeyi bile senden esirger, vermekten çekinir. 8. İslâm’ı hayattan uzak olanlarla dost olma. Çünkü seni âdi şeylere götürürler. Her şey O’nun elinde, Ey oğul! Bu tavsiyelerimi dinle ve anla. Her canlının ölümünü elinde tutan kim ise yaşamasını elinde tutan da O’dur. Varlıklara can verip yaşatan kim ise öldürecek olan da O’dur. Zenginleri fakir, fakirleri zengin yapan yine O’dur. Her türlü belayı ve hastalığı veren de O, şifa ve devasını veren de O’dur. Dünya taşıyla, toprağıyla, rengiyle, şekliyle, ağaçlarıyla ve meyveleriyle O’nundur; O’nun takdiri üzerine hareket etmektedir. Ahiret Cennetiyle, cehennemiyle ve bizim bilmediğimiz daha birçok şeyleriyle O’nundur. Namazın Rükunları 1. İftitah Tekbiri: Namaza başlama tekbiridir. Niyetten sonra «Allahu Ekber» deyip eller yukarı kaldırılıp kulakların yumuşaklarına değdirilerek tekbir alınır. 2. Kıyam: Namazda ayakta durmaktır. Gücü yetenler ayakta, yetmeyenler ise gücünün yettiği şekilde namazlarını kılarlar. 3. Kıraat: Namazda Kur’ân okumak demektir. Kıraat kıyamda (ayakta) Fatiha suresinden sonra en az üç kısa ayet okunmalıdır. 4. Rükû: Kıraatten sonra eller diz kapaklarını tutarak, sırtın başla birlikte düz olacak şekilde eğilmektir. 5. Sücûd: Rükûdan sonra ayak, diz ve ellerle beraber alnı ve burnu yere koymaktır. 6. Kade-i Âhire: Namazın sonunda «et-Tehiyyâtü» duasını okuyacak kadar oturmaktır. Namazın Şartları Namazın farzları on ikidir. Bunların bir kısmı namazdan önce olup namaza hazırlık niteliğindedir. Bunlara “namazın şartları” denir. Bir kısmı da, namaza durunca yapılır ki bunlara da “namazın rükunları” denir. Namazın Şartları: 1. Hadesten Taharet: Gözle görülmeyen pisliklerden temizlenmektir. Abdest almak, gusletmek, bunların mümkün olmadığı zamanlarda teyemmüm etmek, 2. Necâsetten Taharet: Gözle görülen pisliklerden temizlenmektir. Namaz kılan kimsenin vücudunu, elbisesini, namaz kılacağı yeri temizlemesidir. 3. Setrü’l Avret: Örtülmesi gereken yerlerin kapatılması demektir. Erkeklerde diz kapağı ile göbek arası, kadınlarda ise el, yüz ve ayak dışındaki her yerin örtülmesi gerekir. 4. İstikbâli Kıble: Namaz kılan kimsenin Kâbe yönüne yönelmesidir. Göğsünü kıbleden (yaklaşık 45 derece) çeviren kimsenin namazı bozulur. 5. Vakit: Farz ve Vacip olan her namaz için belli bir vakit vardır. Namazların kendi vakitleri içinde kılınması farzdır. Vaktinden önce namaz kılınamaz. 6. Niyet: Kılınacak olan namazın zihnen hatırlanmasıdır. İmamın imâmete, cemaatin de imama uymaya niyetlenmesi gerekir. Rakamları birleştir benimle tanış! Başkasını Çağırdığınızı Sanmıştım! Tarih dersinde öğretmen sözlüye kaldırdığı öğrenciye son bir şans tanımak için: - Amerika`yı kim keşfetti? diye sorar. Çocuk soruyu cevaplayamaz. Sabrı taşan öğretmen, hiddetle bağırır: - Kristof Kolomb! Çocuk, bunun üzerine yerine oturur. Öğretmen bu hakarete de kızar: - Sana yerine oturmanı kim söyledi? Öğrencinin : - Affedersiniz öğretmenim. Ben de başkasını çağırdığınızı sanmıştım! Su Kasidesi 5. Suya versun bâğban gülzârı zahmet çekmesün Bir gül açılmaz yüzün tek verse bin gülzare su Bahçıvan boşuna yorulmasın ve gül bahçesini sele versin, Çünkü bin gül bahçesini sulasa senin yüzün gibi bir gülün açılmasına olanak yoktur. Açıklaması: Fuzûlî’nin şiirlerinde mecazla gerçek birbirine o kadar girmiş durumdaki, kelimenin önünü sonunu düşünmeden karar vermek, şiiri yanlış yorumlamalara sebep olabilir. Şair bu beyitte Hz. Muhammed’in eşsiz bir güzelliğe sahip oluşunu, dünyaya O’nun gibi birinin bir daha gelemeyeceğini ifade etmesi yanında gül ile olan alâkasına da işaret ediyor. “Suya versin” sözünü birkaç anlamda yorumlayabiliriz: Gül bahçesini istediği kadar sulasın, / Gül bahçesi ile istediği kadar uğraşsın, / Gül bahçesini suya versin; yani boş versin, uğraşmasın…Buradaki “bâğbân” sözünün neye delâlet ettiği tam olarak açık değil. Gül’ü yetiştiren, Hz. Muhammed’i yaratan bağbân ise eğer, O’nun, dilerse başka gülleri de yetiştirmesi kudreti dâhilindedir. Bu yüzden “bâğbân”ı mecâzî anlamda düşünmek doğru olmaz kanâatini taşıyorum. 6. Ohşadabilmez gubârını muharrir hattuna Hâme tek bahmakdan inse gözlerine kare su Yazıcı, kalem gibi yere baka baka gözlerine kara su inse de, istediği kadar uğraşsa da senin hattının bir tozuna benzetemez. Açıklaması: Bu beyitte hat sanatı ile ilgili terimler (muharrir, hat, gubar, kalem, kara su=mürekkep) dikkat çekiyor. Hat kelimesinin çizgi, yazı anlamlarından başka yüzdeki tüy mânâsı da vardır. Bu beyit önceki beyitte geçen anlamı kuvvetlendirmek için söylenmiş; öncekine benzer bir ifade taşımaktadır. Kalem, kişileştirilmiştir. Şair, hattat istediği kadar uğraşsın senin tozuna benzer bir şey çizemez diyor. “Gubâr” kelimesi tevriyeli (iki anlama gelecek şekilde) kullanılmıştır. Bu kelimenin bir anlamı toz, diğer anlamı da hat sanatında ince bir yazı çeşididir. (gubârî) İfâde edilenleri şöyle bir göz önüne getirecek olursak Fuzûlî’nin neden en büyük şair diye nitelendirildiği de ortaya çıkacaktır: Burada, bir anlamda herhangi bir iş üzerinde çok uğraşan insanın tasviri, karşılaştığı problemin karşısındaki çâresizliği resmediliyor. Hattatın elindeki kalemin ucuna mürekkep gelebilmesi için ucunun yere doğru tutulması gerekir. Bir nesneye çok bakan, birinin yollarını gözleyen insanın “bakmaktan gözlerine kara su iner.” Gözlere kara su inmesi, bir deyimdir. Güçlüğü, zorluğu, beklemeyi ifade eder. “Ohşamak” kelimesinin “okşamak” fiilinin yanında Âzerî Türkçesinde “benzetmek” anlamını karşıladığını da hatırlatalım. Suyun akışı ilgili güzel sebepler buluyor şair. Bu beyitte kelimeler iki anlama gelecek şekilde özellikle seçilmiştir. Burada “hatt” kelimesini de iki anlamda ele almalıyız. “Muharrir” sözcüğü de hem kâtip hem de ressam (nakkaş) anlamlarına gelecek. O zaman tevriye sanatından bahsedebiliriz, kelimenin iki gerçek anlamı da şiire uyuyor. “Hâme” kalem demek; ancak bizim bildiğimiz teknoloji harikası kalemlerle karıştırmayın. Biz yazdıkça kesintisiz mürekkep akan kalemlere o kadar çok alıştık ki belki teknoloji harikası dediğimde bazılarınız “Bunun neresi harika, alt tarafı kalem işte!” diyebilir. Oysa kamıştan veya at kuyruğundan yapılmış kalemlerle yazı yazılan ve resim yapılan bir çağdan bahsediyoruz şimdi. Bu beyitte yazı yazmada kullanılan kamış kalem, resim yapmada kullanılan kıl kalem bir tek kelime ile anlatılmış: Hâme. Mürekkebe batırılıyor, bir müddet sonra kalemin ucuna bir kelime yazacak kadar mürekkep iniyor. Siyah mürekkeple çok ince işler yapan hattat ve nakkaşların önemli bir kısmının gözleri zamanla kör olur. Bu, katarakttır ve meslek hastalığıdır. Bu beyit bize aynı zamanda böyle bir tarihi gerçeği de dile getirmiş oluyor.