Perspektif Selamların en güzeli ile AVRUPA ALGISI, AVRUPA’DA AŞIRI SAĞ, ve EFENDİMİZ (s.a.v) Bugün kullandığımız ve algıladığımız manada Avrupa ve Avrupalılık ne zamandan beri bu şekilde kullanılır ve algılanır olmuştur? Ortak bir Avrupa ve Avrupalılık tahayyülünden bahsetmek mümkün müdür? Ve belki de daha önemlisi, Avrupa’nın ‘‘ötekisi’’ İslam ve Müslümanlar olmadan bu algı ve algının dayandığı tarihin, medeniyet idrakinin inşaası mümkün olabilir miydi? Bütün bu sorular, uzun bir süredir, filozoflardan siyasetçilere, din adamlarından devlet adamı ve dahi ideologlara kadar bu medeniyetlerden herhangi birine mensup yüzlerce insanın üzerine düşünmeye çalıştığı temel konu ve sorunlardan biri olmuştur. Ve kanaatimizce, ne Avrupa algımızın bugünkü hali, Avrupa’nın İslam ve Müslümanlarla yüzyıllardan bu yana süregelen teması ve ötekileştirme çabaları dikkate alınmadan anlaşılabilir ne de zihnimizdeki İslam ve Müslüman imgesi, Avrupa olmadan mevcut formunu (?) kazanabilirdi. Bu sorular çerçevesinde, bu sayımızda Avrupa algımızı, medeniyetlerin birbirini tamamlama ve anlaşılır kılmasını, mevcut durumun tarihî köklerine de değinmek suretiyle irdelemeye çalıştık. Öte yandan, Mevlid Kandilinin bu aya tekabül ediyor olması, Süleyman Çelebi’nin Mevlidini ve Efendimizin aziz hatırasının, İslam coğrafyasında farklı ritüellerle anılışını dergimize konu kılmamıza vesile oldu. Prof. Dr. Adem Apak Mevlid konusunu kapsamlı ve toparlayıcı bir mahiyette ele alırken, Prof. Dr. Mehmet Mahfuz Söylemez, Efendimizin örnekliğini bizlere bir kez daha hatırlattı. Ayrıca, geçtiğimiz sayılarımızda üzerinde durduğumuz Almanya’da yükselen aşırı sağ eğiliminin toplumumuz üzerindeki etkilerini bir araştırma eşliğinde özetlemeyi uygun bulduk ve aşırı sağın Avrupa’daki diğer ülkelerde büründüğü şekli, Belçika, Norveç ve Hollanda örneklerinden hareketle göstermeye çalıştık. Gelecek sayımızda buluşmak üzere, kalbî selamlarımla. • Mustafa YENEROĞLU IGMG AYLIK YAYIN ORGANI FEBRUAR / ŞUBAT 2012 Yıl/Jg.: 18, Sayı/Nr.: 206 Boschstr. 61-65, D- 50171 Kerpen Tel.: 02237/ 656-0 • Fax: 02237/ 656 555 www.igmg.de E-Mail: [email protected] YAYINCI • HERAUSGEBER IGMG-Islamische Gemeinschaft Millî Görüş e.V. Amtsgericht Köln, VR 17018 adına Kurumsal İletişim Başkanlığı Vertreten durch den Vorstand: Kemal Ergün, Vorsitzender Oğuz Üçüncü, Generalsekretär Hakkı Çiftçi, stellv. Vorsitzender Genel Yayın Yönetmeni / Chefredakteur: Mustafa Yeneroğlu (V.i.S.d.P) Editör: İlhan Bilgü Baskı · Druck: Yavuzsöhne-Duisburg Yayınlanan makale ve fikir yazılarının sorumlulukları yazarlarına aittir. Die in der Zeitschrift veröffentlichten Meinungen binden die Autoren, nicht die IGMG. İLAN SERVİSİ · ANZEIGENSERVICE: Tel.: 02237/ 656-201 • Fax: 02237/ 656 555 E-Mail: [email protected] ABONE SERVİSİ · ABONNEMENT: IGMG-Islamische Gemeinschaft Millî Görüş Mitgliederbetreung: Boschstr. 61-65, D- 50171 Kerpen Tel.: 02237/ 656-0 • Fax: 02237/ 656 555 E-Mail: [email protected] Yıllık abone ücreti: 59,-EURO Jahresabonnement: 59,-EURO IGMG Genel Merkez Üyelerine ücretsizdir. Der Bezugspreis ist für Vereinsmitglieder im Mitgliedsbeitrag enthalten. HESAP NO · BANKVERBINDUNG: BANK AUSTRIA: IBAN: AT 23 12 000 515 74 66 56 01 SWIFT: BKAUATWW i çi n d ekil er dosya Avrupa ve Batı Miti - Bir Tarihin İnşası ....................................... Kantçı Avrupa Fikri ve Kültürel Emperyalizm.................... Osmanlı İmgeleminde Avrupa ................................................................. İslam ve Batı ................................................................................................................... 6 8 10 12 Medeniyetler Çatışması mı, Bir Medeniyete Doğru İlerleme mi?................................................. Doğu ve Batı, Geçmiş ve Gelecek Arasında .............................. 8 KANTÇI AVRUPA FİKRİ VE KÜLTÜREL EMPERYALİZM 16 DOĞU VE BATI, GEÇMİŞ VE GELECEK ARASINDA 37 AVRUPA’DAN YAPILAN EN KÂRLI YOLCULUK: UMRE 14 16 avrupa Almanya’da Irkçı ve Neo-Nazi Cinayetler .................................. 20 Flaman Bloku ve Flaman Menfaati Bağlamında Belçika’da Aşırı Sağ ................................................................................................ Norveç’te İslam Düşmanlığı ve Breivik Saldırısı................ 22 24 Hollanda’da Yükselen Irkçılık ve Eşit Koşullarda Birlikte Yaşama Bilinci .......................................... 26 irşad Mevlid ve Süleyman Çelebi’nin Mevlid’i ..................................... Model İnsan Hz. Muhammed (s.a.v.) ................................................ 28 32 Çocuklarımıza Peygamberimizi Anlatmanın En İyi Fırsatı: Mevlid Kutlamaları ......................................................... Avrupa’dan Yapılan En Kârlı Yolculuk: Umre ......................... 34 37 G Ü ND E M D EN K ISA K ISA... ALMANCA İSLAM DİN DERSİ MÜFREDATLARDA Kuzey Ren Vestfalya Eyalet Eğitim Bakanlığı ilk ve ortaokullarda Almanca İslam din dersini 2012/2013 yılı eğitim dönemi itibariyle müfredat kapsamına alıyor. Yaklaşık 320 bin Müslüman öğrenciye verilecek olan İslam din dersine geçiş sürecinde kurulacak bir konsey, dersin başlatılmasına eşlik edecek. Eyalet bu yasayla, Müslümanlardan din dersi konusundaki haklarını sınırlı bir şekilde kullanmalarının istiyor. Müslümanlar için hukukî eşitliği tam olarak tanımayan yasa, geçici bir olduğundan dolayı 2019 yılında yürürlükten kalkacak. ATİNA’DA CAMİ KARŞITI PROTESTO Avrupa’ nın tek cami bulunmayan başkenti Atina’da cami karşıtı eylemler sürüyor. Cami karşıtları, cami yapımının Yunanistan anayasasıyla çeliştiğini gerekçe gösteriyor. Yunan ekonomisinin zor durumda olması ve cami için devlet bütçesinden 846 bin euronun ayrılması da gerekçeler arasında yer alıyor. Yunan Metropoliti Sarafim önderliğindeki cami karşıtı Yunanlılar caminin yapımın engellemek için Yunan danıştayına başvurdu. 77 yıldır cami inşaası zaman zaman gündeme gelen Atina’da yaklaşık 200 bin Müslüman yaşıyor. BERLİN’DE “MÜSLÜMANLARIN DÜNYASI” LONDRA’DA “HAC” SERGİSİ AÇILIYOR Berlin'de bulunan Dahlem Müzesinde 13 Ocak 2012 ve 31 Aralık 2013 tarihleri arasında İslamî yaşamı gösteren sanat eserleri sergileniyor. Eserler Kuzey Afrika'dan Çin'e kadar birçok farklı ülkeden getirilmiş. London British Müzesi'nde ise, 26 Ocak 2012 ve 15 Nisan 2012 tarihleri arasında Hajj: Journey to the heart of Islam adında hac sergisi düzenleniyor. Sergide hac ile ilgili günlükler, minyatürler ve fotoğraflar yer alıyor. DİNLERARASI TAKVİM ÇIKTI Hristiyan- Müslüman Toplumu e.V farklı dinlerin temsilcilerinin katkılarıyla Kuzey Ren Vestfalya eyaletinin Uyum Bakanlığı için dinlerarası takvim hazırladı. Karşılıklı anlayışı destekleme amaçlı hazırlanan takvim Müslüman, Musevi, Hıristiyan ve Alevi din bayramlarını içinde barındırıyor. Almanya’nın Kuzey Ren Vestalya eyaletinin çeşitliliğini yansıtan takvim Uyum Bakanlığının www.mais.nrw.de sitesinden ücretsiz sipariş edilebilir. AVUSTURYA’DA İSLAM RESMÎ DİN OLARAK 100. YAŞINDA 1912 yılında İslam Avusturya’ da resmi din olarak kabul edildi. Bu tanınmanın 100. yıldönümünde Avusturya İslam Topluluğu (Islamische Glaubensgemeinschaft in Österreich) yıl boyunca çeşitli etkinlikler düzenleyecek. Haziran ayında bir çok politikacının katılacağı büyük bir tören planlanıyor. ÇİNLİ MÜSLÜMANLAR CAMİ YIKIMINA KARŞI AYAKLANDI Ningşia bölgesinde çoğunluğu Müslüman olan Hui etnik grubu yardımlarıyla 1987 yılında inşaa edilmiş olan cami “yasa dışı dini yer” olduğu gerekçesiyle yıkıldı. Yıkım sırasında bölgede yaşayan Müslümanlar ile polis arasında çatışma yaşandı, 50 gösterici yaralandı ve 100 gösterici göz altına alındı. HOLLANDA’DA HELAL KESİM YASA TASARISI GÖRÜŞÜLÜYOR Hollanda parlamentosunda 2 sandalyesi bulunan Hayvan Sevenler Partisi’nin, hayvanların helal kesimini yasaklayan kanun teklifi parlamentoda kabul görmüştü. Yasağa Hollanda’da yaşayan Müslüman ve Yahudi toplumu sert tepki gösterdi. Parlamentoda kabul edilen kanun senatoda tartışıldı ve 13 Aralık’da senatodan dönen helal kesim yasağı 26 Şubat 2012 tarihine ertelendi. İNGİLTERE PARLAMENTOSUNDA HELAL ET KRİZİ İngiltere parlamento binasının restoranlarında Hristiyan vekillerin isteği üzerine helal et yasaklandı. Daily Mail gazetesinin haberine göre helal et kullanılmasının engellendiği ise duyurulmadı. Bunun üzerine olaya tepki gösteren Müslüman milletvekilleri ve parlamento çalışanları, parlamento restoranlarında helal et seçeneğinin olmasını istedi. FRANSA'NIN İLK MÜSLÜMAN MEZARLIĞI STRASSBOURG ŞEHRİNDE İSLAM İLAHİYATI MERKEZİ AÇILDI Almanya’da Müslümanlara yönelik eğitim verecek olan ilk İslam İlahiyatı Merkezi, Tübingen Üniversitesi’nde açıldı. Almanya çapında dört üniversitede kurulacak merkezlerin ilki olan Tübingen Üniversitesi İslam Teoloji Merkezi’nde geçen yılın ekim ayından beri 35 öğrenci öğrenim görüyor. Münster-Osnabrück, Frankfurt-Giessen ve Erlangen-Nürnberg üniversitelerindeki merkezler de bu yıl açılacak. Fransa'da mezarlıklarda Müslümanlara ayrılan yerler yetmediği için Strassbourg şehrinde ilk Müslüman mezarlığı 6 Şubat’ta açılıyor. Strassbourg şehrinin 800 bin euro bütçe ayırdığı bir hektarlık alanın bin mezarlık kapasitesi var. Ş U BAT 2 0 1 2 • s ay f a 5 dosya Avrupa ve Batı Miti Bir Tarihin İnşası 1 Selçuk Çiçek – [email protected] Coğrafî lisanda yön bildiren ve Doğu’nun karşıtı anlamına gelmekte olan Batı kavramı, genel siyasî anlamı itibariyle Avrupa uygarlığını tanımlamaktadır. Batı kavramı, özellikle 19. ve 20. Yüzyıl’dan sonra Avrupa kavramı yerine kullanılmaya başlanmıştır. Batı, tarih boyunca farklı kültürlere ev sahipliği yapmış, dünyanın seyrini değiştiren çeşitli düşünce ekolleri doğurmuş olan bir zenginliğe sahiptir. Dünya tarihini kavramak ve bugünümüzü etkileyen hususları keşfedebilmek için Avrupa’yı, yani Batı tarihini tanımak kaçınılmazdır. Avrupa tarihi, bilhassa modern dünyada bilim, siyaset, sanat, felsefe, düşünce gibi alanlardaki etkisiyle birlikte 20. yüzyılda doğmuş olan devletlerin tarihi serüvenini de anlaşılır kılmaktadır. Batı, siyasî, felsefî, kültürel ve teknolojik açıdan dünya tarihine son yüzyıllarda sağladığı etki ile, günümüzdeki sayfa 6 • Perspektif modernite kavramı Batı kavramının eşanlamlısı haline gelmiştir. Aynı zamanda dünya tarihini etkileyen bir kaynak/örnek model halini almış olan Batı dünyasındaki bu canlılık, insanlık tarihine sunmuş olduğu teknolojik ilerleme, hümanizm vs. gibi olguların yanı sıra, sömürgecilik, ırkçı ideolojiler, dünya savaşları ile hem kendini, hem de başka milletleri felaket ortamlarına da sürükleyebilmiştir. Dolayısıyla, dünya tarihiyle birlikte günümüz dünyasının siyasî, felsefî ve antropoljik yapısını anlamak için, Batı’nın tarih serüvenini incelemek büyük önemi haizdir. İkinci Dünya Savaşı ile, Avrupa’nın kendi içinde yaşamış olduğu ayrışma ve savaşın sonuç olarak ortaya çıkardığı büyük felaketin bir benzerinin bir daha tekrarlanmaması hassasiyeti, Batılılar için, Avrupa tarihini tekrar yazma girişimlerinin önünü açmıştır ve bu gaye ile Avrupa tarihi hakkında birçok önemli eser kaleme alınmıştır. İlerleyen satırlarda tekrar değineceğimiz Fransız Jaques Le Goff’un ikinci dünya savaşı döneminde kaleme almış olduğu “Avrupa Ortaçağ’da mı Doğdu?” adlı eseri, o girişimlerden sadece bir tanesidir. Bu girişimlerdeki genel maksat, Batı dünyasında ortak bir aidiyet duygusunun oluşmasını sağlamak olmakla beraber, Avrupalılar arasında tarihsel farklılıkları göz ardı eden ve birlik ve beraberliği sağlayacak bir “Batılı üst kimliği’’ mitinin inşası olmuştur. Böylelikle Batı, Georges Corm’un eserinde ifade ettiği üzere, bir yandan mitolojik yapıya, diğer yandan halklar ve kültürler arası düşünme biçimine tartışmalı sınırlar çizerek, güçlü bir ötekilik ve köktenci bir mekanizma haline gelmektedir. Çünkü mit, toplumsal yaşamın temel bir etkeni olmakla birlikte toplumsal bağları güçlendiren bir unsurdur. Birçok Avrupalı entelektüel, mitin kolektif bi- linçteki ve sosyolojik açıdan önemli işlevleri hakkında teferruatlı analizler yayınlamışlardır. Fransız düşünür Le Goff’un yukarıda atıfta bulunduğumuz eserinde, Avrupa’nın Ortaçağ’da Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasıyla ortaya çıktığı savunulmaktadır. Le Goff bu eserinde, ‘‘İmparatorluk parçalanmaya başladığından itibaren Avrupa’nın bir olanak olarak ortaya çıktığını söylemek daha doğrudur,’’ diye yazmaktadır.2 Aynı şekilde Avrupalı büyük tarihçilerden Fernand Braudel’e göre de Avrupa ve Avrupalılık, Ortaçağ’da başlamaktadır ve Braudel, ‘‘Feodal kurumlar, kentlerin gelişimi, köylülüğün dağılması, hümanizm, rasyonalizm, Galileo devrimi ve son olarak Fransız Devrimi ve ardından 19. yüzyılın sanayileşme dalgasıyla birlikte, bireysel özgürlüğün ortaya çıkması arasında ortak bir hat kurar,’’ 3 der. Avrupalı birçok tarihçi, Batı’nın gerçek anlamda oluşum süreciyle bütünlüğünü, Charlemagne’nın 9. yüzyılda izlemiş olduğu birleştirici politikalar dönemine dayandırmaktadır. İlerleyen zaman içerisinde doğuda güçlü bir Osmanlı egemenliği oluşmuş ve daha sonraki dönemlerde, bilhassa 15. ile 20.yüzyıl arasında, Avrupa kıtasında siyasî alanda ve antropolojik alanda bir parçalanmışlık gözlenmiştir. Özellikle Protestan ayaklanması, Georges Corm’a göre, Roma Hristiyanlığının farklı Avrupa halklarının kurum ve geleneklerine kazandırmış olduğu ortak özellikleri ve yaşam tarzı bütünlüğünü yıkmış, Protestan ayaklanmalarıyla bölünme sertlik kazanmıştır. Protestanlar ve Katolikler arasında ortaya çıkan savaşlar bir buçuk asra yakın zaman süresi içerisinde Avrupa’yı derinden ayrıştırmıştır. Bu noktada dikkat çeken husus, tarihsel süreç içerisinde ele alarak ve bir bütün olarak baktığımızda, Avrupa içerisindeki bu farklılıklar ve bu dinamizmin hep var olmuş olmasıdır. Rönesans, İngiliz Liberalizmi ve Fransız Devrimi anlayışından doğan Aydınlanma felsefesi dahi, o dönemin önemli felsefeci ve edebiyatçıları tarafından sorgulanmıştır. Onlar, Aydınlanma felsefesini materyalist, faydacı ve bireyselci olarak nitelendirerek, bu felsefenin evrenselci anlayışına karşı mücadele etmişlerdir. Aydınlanma felsefesinin bu evrenselci anlayışıyla mücadele edenler arasında Nietzsche, Fichte, Heder ve Thomas Mann gibi felsefeci ve edebiyatçılar yer almaktadır. Bugün de yer yer gözlenen ve Batı tarihinde var olan bu ayrışmalar, İkinci Dünya Savaşı sonrası inşa edilmeye çalışılan ‘‘Batılı üst kimlik’’ mit-ideolojisi çerçevesinde yeni ve olumlaştırıcı yorumlamalara tâbi tutulmuştur. Bununla birlikte batı-merkezciliği referanslı bir düşünce ve yorumlama tarzı ortaya çıkmıştır. Bu batı-merkezciliğin özellikleri, geçmiş yüzyıllardan günümüz dünyasına kadar devam eden bir ötekileştirme mekanizmasına sahiptir. Ötekileştirilenin, Batının ötekisi haline getirilenin kim/hangi medeniyet olduğu ise açıktır. 18. ve 19.yüzyıllarda, örneğin Fransız akademisyen Philipp Nemo, Fransız tarihçi Gouguenheim veya Ernest Renan gibi düşünürler, uluslararası camiaya Batı ile Doğu arasında kökten çizgiler çizen ve Öteki’yi dışlayan dogmatik tezler sunmuştur. G. Corm’a göre Batı için, bu ötekileştirme siyaseti, var olabilmenin gerekli şartlarından birisidir. Bu noktada, kendi mevcudiyetinin ve kimliğinin farkına varabilme hedefine ulaşabilme açısından, bir düşmana ya da en azından sakınılması gereken bir Öteki kimliğin varlığına ihtiyaç duyulmaktadır. Dolayısıyla Batı kimliğinin sağlamlaştırılmasını sağlayan hususlardan bir tanesi, karşıtlığı ile diğerine değer kazandıran bir başka figürlerin varlığı olmuştur. Kendi içindeki tüm ayrışmaların üstesinden gelmekle birlikte bir Batılı üst kimliği miti inşası için, bu ötekileştirme stratejisi önemli bir role sahip olmaktadır. 1 Georges Corm – Avrupa ve Batı Miti S.88 3 S.95 2 Ş U BAT 2 0 1 2 • s ay f a 7 dosya Kantçı Avrupa Fikri ve Kültürel Emperyalizm Emir Enes Güney Felsefe eserleriyle tanıdığımız Immanuel Kant’ın (1724-1804) devlet, hukuk ve siyaset felsefesi ile ilgili yazmış olduğu “Ebedî Barış Üzerine Felsefi Bir Deneme” (Zum ewigen Frieden, ein Philosophischer Entwurf ) adlı yapıtı, günümüz Avrupa düşüncesine tesir eden önemli eserlerden biridir. Kendi devrinin sosyal ve siyasal sıkıntıları karşısında, bir çözüm önerisi olarak da telakki edilen bu eser, Kantçı Avrupa fikri ya da federal Avrupa düşüncesi bağlamında önemli bir eser olmasına rağmen, eseri, Kantçı Avrupa düşüncesini genel manada kavrama noktasında tek başına yeterli görmeyenler de vardır. Kantçı Avrupa fikri, en genel anlamıyla, takipçileri tarafından bağımsız bir devletler federasyonu ve en önemlisi dünya için bir örnek ya da prototip temsil edecek bir Avrupa fikridir. Buna göre, Kantçı ya da federal Avrupa düşüncesini beş ana özellikle özetlemek mümkündür. Bu özelliklerden birincisinde, (Kant’ın da Ebedî Barış adlı denemesinin ilk ve ikinci nihaî maddelerinde de ifade ettiği üzere) Avrupa’daki devletlerin Cumhuriyetçi bir anayasaya sahip, bağımsız devletlerden oluşan bir federasyona dönüşmesi gerekliliği vurgulanır. Bu yönüyle yasalar altında yurttaşların resmen eşitliği, yasama ve yürütmenin ayrılması ile temsili hükümetin varlığı söz konusu olur. İkinci ana özellikte ise, bu federasyonu birarada tutan unsurların açıklandığından bahsetmek müm- sayfa 8 • Perspektif kündür. Bu unsurlar yine Ebedî Barışta bahsi geçen, devletler arasındaki barış için söz edilen ön koşullar; kozmopolit - evrensel konukseverlik hakkı ve ticaret konularıdır. Üçünçü ana özellik, Avrupa devletleri ve federasyonların, özdeş devletler halinde örgütlenmiş tüm dünya halkları federasyonu için bir prototip olması konusudur. Dördüncüsü; bu federasyon düşüncesinin ilerlemesi ve tedricen genişlemesi, dünya gelişimine ait tarihsel süreçler ve “evreler” kümesinin sonucu olarak anlaşılır. Son ana özellik ise federal düşüncenin yükselişi, eski bir imparatorluk düşüncesi olarak Avrupa’nın düşüşünü belirlemektedir. Yani Ebedî Barış taslağı sonuç olarak bir “imparatorluk” fikrinden, bir “federasyon” fikrine geçiş için gerekli zemini oluşturmaktadır.1-2 Yukarıda belirtmiş olduğumuz Kantçı Avrupa fikrinin dördüncü ana özelliği esasen, Batılı dünya tarihinin bir arka plan felsefesidir. “Dünya Yurttaşlığına Yönelik Genel Bir Tarih Düşüncesi” adlı eserinde Kant, dünya tarihsel gelişimine ait süreçler ve basamaklar fikrini ortaya koymaktadır. Bu eser Ebedî Barış adlı eser ile birlikte dikkate alındığında Kantçı Avrupa fikrinin dünya görüşünü anlama noktasında büyük önem arzetmektedir. Kant bu yapıtında, toplumları hiyerarşik bir yapıya oturtup, tarihsel tekamül ve gelişim düzeylerine göre sınıflandırmaktadır. Bu sınıflandırma içerisinde, toplumsal ilişkileri, ticaretleri, anayasalarıyla ve son olarak tek ve evrensel olan kültür ve ahlak imalarıyla Batı Avrupalı ulus devletler, en üst aşamaya en yakın olan topluluklardır. Bununla birlikte en üste varmak için henüz yetersizdirler. “Biz, sanat ve bilimle yüksek bir kültür düzeyine ulaştık. Her türlü toplumsal kibarlık ve edeplilikte aşırı ölçüde uygarız. Ama biz kendimizi ahlakça olgun saya- bileceğimiz noktanın henüz çok uzağındayız; çünkü ahlak idesi kültürde bulunmakla beraber, bu idenin, ahlakın yalnız görüntülerini kapsayan uygulanışı —şan, şeref, saygınlık gibi— sadece uygarlığı oluşturur.” 3 Her ne kadar Kant, kolonilerin savaşla emperyal şekilde yayılmasını adaletsiz bulup eleştirse de, tamamen eşsiz ve evrensel olan Avrupa kültürü iddiası, Kantçı Avrupa fikrinin bu felsefi arka planıyla kültürel bir emperyalizme yol açtığını (tarihsel tecrübeyi göz önünde bulundurmak suretiyle) görmekteyiz. Ayrıca Avrupalı ulus devletlerin bağımsız ve egemen devletlerden oluşan bir federasyona dönüşmesi gerekliliği ve bu federasyonun diğer Avrupalı olmayan devletlere örnek teşkil ederek, onların bu federasyona özendirilmesi düşüncesi de yine, “en gelişmiş ve evrensel batı kültürü” fikrini destekleyen bir görüş olarak ortaya çıkmaktadır. Kantçı Avrupa fikrinin kültürler ve federasyonlar hakkındaki düşünceleri birçok düşünürün de belirttiği gibi taraflıdır. Evrensel gibi gözükür, ancak, Kant’ın niyetlendiği ya da hedeflediği gibi dünya yurttaşlığına uygun değildir. Günümüz Avrupa’sındaki çok kültürlü toplum ve uyum problemleri ile ilgili tartışmaların anlaşılması meselesi, Kantçı Avrupa fikrinin felsefî arka planı ile ilintili bir konu olarak tezahür etmektedir. Baskın ve gelişmiş kültür dayatması, bir yönüyle post-emperyal bir devlet inşası ve böyle bir uluslararası örgütlenme gayreti olarak karşımıza çıkar. Geçmişte savaş tehditlerine karşı düşünülen (barışı esas alan) bu tür bir fikir, aslında köklerinde kültürel bir sömürünün zeminini de oluşturmuştur. Ayrıca Kant’ın, 1764’te “Yüce ve Güzel Olanı Hissetme Üzerine Gözlemler” adlı eseri incelendiğinde, ontolojik olarak ya da doğası itibariyle belirli insan sınıflarının diğerlerine oranla üstün oldukları yorumları göze çarpmaktadır. Bu bilinçaltı hali, 18. yy’da olduğu gibi, bugün de yegâne bir medeniyet ve mükemmel bir insan prototipi iddialarının ortaya çıkmasına sebep olmaktadır ve Dünya Yurttaşlığına Yönelik Genel Bir Tarih düşüncesi adlı yapıtın zihinsel olarak bu durumla aslında nasıl bağlantılı olduğu da yukarıda ifade etmeye çalıştıklarımız bağlamında daha net bir şekilde gözlemlenebilir. Kısaca ifade etmek gerekir ki, barışın tesis edilmesinin başarısızlığı, tabiî olarak insanlığın başarısızlığı anlamına gelir. Bu bağlamda toplumların siyasal, ekonomik ve kültürel usuller bakımından Avrupa düzeyi referans alınarak, sınıflandırılıp kategorize edilmesi, evrensellikle bağdaşan bir durum olamaz. Bu yönüyle Avrupa’da fikirsel bazda bir değişim ve dönüşüm olmadığı takdirde, günümüz Avrupası evrensellik iddiasında bulunan daraltıcı bir çıkmazdan kurtulamayacaktır. Evrenselliği hedeflemiş olan Avrupa’nın romantik yerelcilik ile dünya sahnesinde yer alması, evrensel Avrupa fikrinin gerçek manada bir tutarsızlığa sürüklenmesine sebep olacaktır. 1 Zum Ewigen Frieden, Immanuel Kant Avrupa Fikri, Anthony Pagden, Çeviren: Rahmi Öğdül, Mesut Varlık 3 Dünya Yurttaşlığına Yönelik Genel Bir Tarih düşüncesi, Immanuel Kant, Çeviren: Uluğ Nutku 2 Ş U BAT 2 0 1 2 • s ay f a 9 dosya Osmanlı İmgeleminde Avrupa* Ahmet Faruk Çağlar • [email protected] “Öteki” toplum muhayyilesinin inşasında önemli bir yere sahiptir ve bireysel ben’in oluşmasında ne kadar önemli ve kaçınılmaz ise, toplumsal biz’in oluşmasında/oluşturulmasında da o denli önemli ve kaçınılmazdır, toplumlar kendilerini öteki üzerinden kurarlar. Öteki, kurulacak (kurulması istenen) toplumun ekseninde, kendini kuran toplumun imgeleminde kurgulanır. Öteki, biz’in aynasıdır bir bakıma ve imleyen, imgelediği şey üzerinden kendini kurar. Dolayısıyla görünen ötekiden çok aynaya bakan toplumun kendisidir aslında. Ayna, aynaya bakanın ruh haline göre gösterir kendini.1 Sözgelimi, kişilerin ya da toplumların kendilerine güvenleri tam iken tahayyül ettikleri, inşa ettikleri öteki ile bu güvenin sarsıldığı ya da yitirildiği zamanlardaki öteki bambaşkadır. Özetle, algılayanın algısına göre şekillenen imge, algının değişimi ile de değişip farklı mahiyette ifade edilir. İbrahim Şirin’in denememizin başlığı ile aynı adı taşıyan kitabından hareketle ele almaya çalışacağımız konu itibariyle bu kısa girişi aklımızda tutmamız gerekecek. Şirin’e göre, Avrupa ve Osmanlı arasındaki ilişki, semiyotik antogonizma diyebileceğimiz türden bir ilişkidir; yani varlıkları birbirleri ile girdikleri çatışmaya/ilişkiye endekslidir. Hatta varlık nedenleri, bir yönüyle aralarındaki çatışmanın/ilişkinin bizatihi kendisidir. Ve bu tür bir var oluş şekli tarihten beslenir. Bu açıdan bakıldıkta, tarih çatışmayı sürekli üreten bir konumdadır. Batı dünyası, ötekisi kıldığı/ötekisi olan Müslüman sayfa 10 • Perspektif varlığını sürekli hatırlayıp/hatırlatıp, her yeni olumsuz durumda açıklayıcı bir öğe olarak kullanırken, bizler için aynı durum, “haçlı zihniyeti” ifadesinde kendini bulur.2 Kısaca, nasıl Avrupa kendi kimliğini büyük ölçüde Müslümanlar ve Osmanlı üzerinden inşa etmişse, Şirin’e göre Osmanlı kimliğinin oluşmasında, Osmanlıların kendi evrenlerini kurmalarında da öteki olarak Avrupa o denli önemli bir işleve sahiptir.3 İbrahim Şirin, çalışmasında, Osmanlı muhayyilesinde üç farklı döneme ait, birbirinden farklı üç Avrupa tahayyülünün varlığından bahseder. (Her tasnif gibi, bu tasnif de itibarî ve anlamaya çalışmaya yöneliktir kuşkusuz.) Karlofçaya kadar (1699’a kadar) olan dönemde, Osmanlı metinlerinde hakim, muktedir bir Osmanlı “beni” ve karşısında yoksullaştırılmış, aşağılanan ve dahi dikkate alınmayan bir Avrupa imgesi söz konusudur. Avrupa imgesindeki ilk farklılaşma, yani Avrupa imgesinin ikinci devresi Karlofça ile başlar. Karlofça, Osmanlı tarihinde bir dönüm noktası olduğu gibi, Avrupa imgesinin değişimi açısından da bir dönüm noktasıdır. Sarsılmaz Osmanlı özgüveninde bunalım ve kırılmalar bu tarihten sonra başlar. Artık Osmanlı kendisini, Avrupa ile eşit saymaya ve kendi sisteminin mükemmelliği noktasında şüpheler duymaya başlar. Karlofça ile başlayan, Lale Devri ile devam eden bu bakış Tanzimat’a kadar uzanır (1830’lara kadar), Tanzimat’a kadar Avrupa’nın bazı hususlarda üstün olduğunun kabulüne karşın, hala güçlü bir Osmanlı varlığı ekseninde gelişen bir Avrupa imgesi söz konusudur. Askerî, ekonomik vs. kimi alanlarda geri kalmışlığın kabulü ile birlikte Osmanlı’nın ahlaken hala ileri olduğu düşüncesi muhafaza edilir. Avrupa çeşitli açılardan ileri olabilir ama ahlaken geridedir ve bu gerilik onların felaketi olacaktır. (En azından üç asırlık tarihi olan bu son safha ve görüş, bugün bizler için de hala geçerli değil mi?) Tanzimat’tan sonra ise, Tanzimat – Meşrutiyet aralığında (bize kalırsa, Cumhuriyet devrini ve bugünü de kapsayacak şekilde, ki Türk düşünce hayatının bugün de Meşrutiyet paradigmasından sıyrılamamış olduğu pek çok tarihçinin de kabulüdür), Avrupa’nın pek çok açıdan üstün ve ileri olduğu, Osmanlı’nın ise geri olduğu artık tamamiyle kabul görür olmuştur, üstelik sadece yöneticiler nezdinde değil, toplumun neredeyse bütün kesimlerince. Şirin, Gazavatnameler, sefaratnameler ve seyahatnameler üzerinden anlamaya çalışır, Osmanlı’nın Avrupa tahayyülünü. Belgelerin yazarlarının kişisel istek, arzu ve hırsları bir yana, bu belgelerde genel olarak gözlenen, başlangıçta kendinden emin, kendisini, kendi dışındakilerden üstün gören bir Osmanlı söz konusudur. Şirin’in kendi ifadesiyle; Kadim dönem Osmanlı kimliği, Müslümanların ötekinden/diğerinden üstünlüğü anlayışı üzerinden kurulmuştur. Bu üstünlük duygusunun dinî boyutunun yanında, askerî başarıların beslediği siyasal içeriğinin de olduğunu, hatta bu içeriğin daha ağır bastığını ifade eder yazar. Bu duygunun zirvede olduğu dönem Kanunî devridir ve bu devir daha sonraları değişen şartlara rağmen Osmanlıları kendi geçmişlerini taklit etmek gibi bir noktaya sürükleyerek sonunda menfi bir rol de oynamıştır(?), yazara göre. Özetle, kadim dönemdeki bu tutuma göre, Osmanlı yiğit, kahraman ve üstün iken; düşmanları korkak, pısırık ve aşağılıktır. Osmanlılar Tanrı’nın yeryüzündeki kılıcı, ötekiler (yani Avrupa) yeryüzünün lanetlileridir. Ötekilere yukarıdan bakan, kendine aşırı güvenen bir Osmanlı, askeri başarılarla da bu duygusunu pekiştirir. Ancak Osmanlılar, Karlofça’dan sonra başarısızlıklarını hemen kabul etmese de, başarısızlıkların sayısı artınca kabule mecbur kalır. Karlofça ile başlayan bu ikinci dönemde, yenilgiler ile belirli oranda kendisine güveni sarsılan, yeterlilik duygusu zayıflayan bir Osmanlı vardır. Artık Avrupa “adam” yerine konmaya başlanır ve Avrupa’nın askeri tekniğinin transferi gündeme gelir (aslında bu transfer başlangıçtan itibaren söz konusudur, ancak üretimin de eşlik ettiği teknoloji transferinde Osmanlı kimi zaman bu teknolojiyi geliştirip, transferin gerçekleştirildiği merkezlerden üstün gereçlere/silahlara sahip olabilmiştir), yani Avrupa askeri ve özellikle ekonomik açıdan örnek alınması gereken bir mekan haline gelir. Nizam-ı Cedid’ten ilk kez yine bu dönemde bahsedilmeye başlanır ve bu, kadim tutumların sona erişini de gösterir. Esasen bu dönemde Avrupa imgesi, imleyenin toplumsal konumuna göre değişiklik arz eder: Kalemiye, daha olumlu, özellikle askerlik gibi alanlarda örnek alınması gereken bir Avrupa çizerken, İlmiye ve Seyfiye mensupları, geleneksel tutumlarını sergileyip olumsuz bir Avrupa portresi çizerler. Yani, eş zamanda iki farklı ve karşıt Avrupa imgesi vardır. (Şirin, bu farklılıklara Kalemiye, İlmiye ve Seyfiye sınıflarının kendi aralarındaki iktidar mücadelesinin de önemli etkileri olduğunu vurgular). Tanzimat ile birlikte ise, Avrupa’nın artan baskıları, askerî ve teknik dayatmaları, Osmanlı ontolojik ve epistemolojik alanına karşı tahripkar tutumları; ilerici ve evrimci düz çizgisel tarih anlayışı ile kendisini ileri, kendisi dışındaki kültürleri geri olarak göstermesi ve bu dayatmaları bir ölçüde Osmanlı yöneticisinin kabul edip; Osmanlı’yı hemen her açıdan Avrupa’dan geri olarak görme eğilimleri, (daha önceki dönemde kısmen korunan) eşitliğin Osmanlı aleyhine dönüp Avrupa’nın ileri, Osmanlı’nın geri olduğuna dair duyulan derin inanç; yeni bir imgelemin oluşmasına sebep olur: Artık Avrupa ileri Osmanlı geridir.4 Bu görüş bugüne kadar da önemli ölçüde korunmuş, Cumhuriyet nesillerinden sonra toplumun kılcallarına kadar sirayet etmiştir. Bugünü anlamak, geçmişi bilmekle büyük koşutluk arzeder kuşkusuz. Zihnimizde yer etmiş bugünkü Avrupa/Avrupalılık imgesinin tarihî şartlarını bilmek, duygularımızdan çok aklımızla hareket etmemize yardımcı olacaktır. Ve belki o zaman kendimizi sadece karşımızdaki (öteki) üzerinden değil, kendimizi kendimiz üzerinden de kurabiliriz. * Osmanlı İmgeleminde Avrupa. İbrahim Şirin. 2009. 1 Sayfa 372. 2 Sayfa 374. 3 Sayfa 32. 4 Sayfa 371 Ş U BAT 2 0 1 2 • s ay f a 1 1 dosya İslam ve Batı Dr. İbrahim Kalın’ın Medeniyetler Değerlendirmesi Yusuf Ziya Altıntaş • [email protected] Dr. İbrahim Kalın, “İslam ve Batı” 1 isimli çalışmasında adı geçen iki medeniyet arasındaki ilişkileri, tarihî seyri içerisinde incelemekte ve günümüz sorunlarını bu tarihî arka plana dayanarak tahlil etmektedir. Bunu yaparken de İslam ve Batı toplumları arasındaki etkileşim alanları, rekabet hissi, çatışma alanları ve uzlaşma zeminlerinin hangi dinamiklerden beslendiği; bu süreçte din, tarih, siyaset, etnik kimliklerin ne kadar rol oynadığı ve bu tarihi sadece bir savaşlar ve çatışmalar tarihi olarak okumanın ne kadar doğru olacağı gibi soruların yanıtlarını aramaktadır. Kalın’a göre İslam ve Batı medeniyetleri arasındaki ilişkinin bir savaşlar ve çatışmalar tarihinden ibaret olduğunu söylemek eksik ve yanlış bir değerlendirme olacaktır. Ona göre tarihte medeniyetler çatışmasını körüklemek isteyenlerin kullanabileceği, örneğin haçlı seferleri veya Endülüs İslam medeniyetini ortadan kaldıran “reconquista” hareketi gibi pek çok malzeme bulunabilir. Ancak bu tür bir okuma bütün insanlık tarihini çatışmalar tarihi olarak görmemize ve önemli nüansları kaçırmamıza neden olacaktır. Ayrıca, bu tutumun tam aksine, İslam ve Batı’yı kardeş medeniyetler olarak gören pek çok Batılı ve Müslüman düşünür de vardır. İslam ve Batı medeniyetleri kadim Mısır, Hint, Çin, Aztek ve İnka gibi yerel medeniyetlerden farklı olarak hem diğer kültür ve düşünce birikimlerini büyük ölçüde benimseyerek dönüştüren, hem de evrensellik iddiasında bulunan medeniyetlerdir. Aslında İslam ve Batı medeniyetleri arasında devam edegelen gerginliğin temel sebeplerinden biri de budur. Her iki medeniyet de etnik, kültürel ve dini manada yerelliği reddetmekte, evrensel bir medeniyet grameri inşa etmeye çalışmaktadır. sayfa 12 • Perspektif Kalın’a göre İslam-Batı ilişkileri günümüzün en temel sorunlarından biridir, zira 11 Eylül saldırılarından çoğulculuk tartışmalarına, Danimarka’daki karikatür krizinden, Avrupa ve Amerika’da yaşayan Müslüman azınlıklardan Orta Doğu siyasetine kadar pek çok meseleyi bu ilişkilerin bir türevi olarak görmek mümkündür. Küreselleşmeyle beraber etkileşim alanları resmi diplomatik ilişkilerin ötesine geçmiş, eğitim ve iş amacıyla gurbete çıkan Müslüman göçmenler bugün Avrupa ve Amerika’da yeni yaşam alanlarına açılmışlardır. Bununla birlikte iki medeniyet arasındaki ilişkileri, sahip olunan algı biçimleri belirlemeye devam ederken, bugün bu algı biçimleri görsel medya ve internet dünyasından önemli ölçüde etkilenebilmektedir. Birey ve toplumların “ben” tasavvurları ile “öteki” algıları arasındaki ilişkiyi inceleyen Kalın, kendisini ontolojik manada evrenin merkezinde gören bir topluluğun, doğal olarak başkalarını barbar olarak görmekten çekinmeyeceğine işaret etmektedir. Kalın’a göre bu çerçevede Batı’nın İslam algısını, onun hâkim medeniyet olma duygusu ve Yahudi-Hristiyan köklerinden bağımsız düşünemeyiz. Zira bunlar Batı medeniyetinin ben tasavvurunu oluşturan unsurlardır ve öteki algısını da şekillendirir. Bu algılama mutlak ve değişmez değildir ama tarihî bir sürekliliği vardır. Sekizinci yüzyılda Şamlı St. John’un (Yuhanna ed-Dımaşki) Efendimizi “sahte peygamber” olarak suçlaması ile yakın zamanda Amerikalı Jerry Falwell’in yine Efendimizin “terörist” olduğunu söylemesinde bu tarihî sürekliliği gözlemleyebiliriz. Avrupa’nın “öteki” algısı hem ortaçağ boyunca hem de modern dönemde kendi “ben” tasavvuru tarafından belirlenmiştir. Katolik kilisesinin dışında kurtuluşun olmadığına inanan skolastik dünya, dini ve kültürel ötekini her zaman bir düşman olarak görmüştür. İslam medeniyetinin büyük eserlerini verdiği dönemlerde de bu algı değişmemiş, hat- ta keskinleşmiştir. Haçlı seferleriyle beraber İslam karşıtı polemiklerin artması, Efendimiz aleyhinde kitapların yazılıp yaygınlaşması, Osmanlı’nın yükselişiyle beraber yeni bir “Türk imajının” ortaya çıkması bu algının bazı kalıcı sonuçlarıdır. 1453’te İstanbul’u fetheden Osmanlı, bununla yetinmeyerek 1518’de Belgrad’ı, 1526’da Macaristan’ı almış ve böylece Avrupa’nın İslam dünyasına yönelik siyasi tehdit algısı XV, XVI. yüzyıllarda daha da artmıştır. İslam dünyasının Batı algısını ele alan Kalın, bunun iki asırlık bir olgu olduğunu belirtir. Zira XI. ya da XVI. yüzyılda İslam coğrafyasında yaşayan bir aydın için “Batı” diye bir şey yoktur, İslam dünyası doğuya da batıya da eşit mesafededir ve Batı onun için sürekli cevap verilmesi, mücadele edilmesi gereken bir öteki değildir. Bu anlamda İslam dünyasının ben tasavvuru açısından klasik dönem ve modern dönemi birbirinden ayırmak gerekir. Klasik İslam medeniyeti hakikatin evrenselliğine inanmış, kendi dışındaki din ve kültürleri kucaklayabilecek esnekliğe sahip bir dünya görüşüne dayanıyordu. Din ile ve ortak iyiyle çatışmadığı müddetçe bütün kültür formları mübahtı. IX ve X. yüzyıllardan itibaren bir dünya medeniyeti haline gelen İslam kültürü, Endülüs İslam tecrübesi ile Avrupa’nın güneyine yayılmış ve Avrupa kültürünü eğitim, bilim, felsefe ve şehircilik alanında etkileyerek, bu anlamda XVI. yüzyılın sonuna kadar etkilenen değil etkileyen bir medeniyet olmuştur. Modernite, Batı için Avrupa merkezli bir siyasi düzenin kurulmasını işaret ederken, İslam dünyası (aynı zamanda Hindistan, Afrika, Çin ve Avrupalı olmayan diğer toplumlar) için yeni kurulan sistemin dışına itilme, marjinelleştirilme ve son tahlilde fiilen işgal ve sömürge haline gelme anlamına gelmektedir. Nihayetinde 1850’li yıllarda İstanbul veya Kahire’de yaşayan bir Müslüman için Avrupa ya da modernite akılcılığı, bilimin üstünlüğünü, Fransız devriminin sloganlarını değil, Avrupalı askerlerin Müslüman ülkelerin topraklarına ayak basmalarını ifade ediyordu. Bununla birlikte toprakları işgal edilen, onurlu ve özgür vatandaşları köleleştirilen, tarihi ve medeniyeti reddedilen İslam dünyasında, modernitenin odak noktası olan Batı’ya tepki oluştu. Müslüman toplumlar Avrupa emperyalizmine ve yayılmacılığına karşı uzun mücadeleler vermek zorunda kaldılar. Bu açıdan bakıldığında yaklaşık iki asırdır Müslümanlar kendilerini tarihin dışında, kültürel ge- ri kalmışlık sendromuyla hareket eden özneler, Batı medeniyetini ise bir “öteki” olarak görmektedirler. Ancak buradaki “öteki” bizim dışımızdaki bir toplum ya da kültürü değil, “ben-idrakimizi” belirleyen karşıt unsurlardan birini ifade etmektedir. Kalın’a göre İslam dünyasının kendi değerlerine dayanan bir gelecek inşa etmesi bu psikolojiden kurtulmasına bağlıdır. Yine Kalın’a göre, bugün Avrupa’da yirmi, Amerika’da yedi milyonun üzerinde Müslüman’ın yaşaması İslam dünyası ile Batı arasında bir köprü kurulabilmesi için bir fırsat oluşturmaktadır. Zira İslam ve Müslümanlar artık uzakta, başka kültür ve coğrafyalarda yaşayan gizemli bir topluluk değildir. Bu insanlar artık yaşadıkları ülkelerin önemli aktörleri konumuna gelmişlerdir. Her ne kadar Avrupa’da yükselişe geçen İslam karşıtlığı, göçmen politikaları ve eğitim sistemi buralarda yaşayan insanların hayat alanlarını daraltıyor olsa da, onlar kendilerini bir alt kültür grubu olarak değil, toplumun ayrılmaz bir parçası ve eşit üyesi olarak görmektedirler. Kalın’a göre Batı’da yaşayan Müslüman topluluklarını Batı kültürünün bütünlüğünü bozan unsurlar olarak görmek, ancak ırkçı bir yaklaşımın ürünü olabilir. 1 İbrahim Kalın, İslam ve Batı, İstanbul: İSAM Yayınları, 2007, 186 s. Ş U BAT 2 0 1 2 • s ay f a 1 3 dosya Medeniyetler Çatışması mı, Bir Medeniyete Doğru İlerleme mi? Zeynep Gencer • [email protected] Modern antropolojinin kurucusu kabul edilen ünlü Fransız düşünür Claude Levi-Strauss, 2005 yılında Le Monde gazetesine verdiği bir röportajda “Dünya ölçeğinde bir medeniyete doğru ilerliyoruz,” der. Esasen, medeniyet kavramının ortaya çıkışından bu yana birçok tanımı yapılmıştır ve tanımların herbiri birbirinden farklı vurgu ve imalar içerir. Bunun sebebi belki de tarih boyunca dünyada birbirinden farklı birçok medeniyetin ve medeniyet algısının var olmuş olmasıdır. İfade etmek istediklerimiz bağlamında bizi ilgilendiren tanım ise, kültür kavramını da içeren tanımdır. Buna göre, kültür bir milletin yaşamasını kolaylaştıran bilgi birikimi, medeniyet de, bu kültürün maddî alanda ortaya çıkışı olarak tarif edilir. Bu tanım ya da tanımlama İhsan Fazlıoğlu’nun sayfa 14 • Perspektif sıkça dile getirdiği fizik olmadan metafizik olmaz ya da madde olmadan mana olmaz ibaresini bir yönüyle hatırlatır mahiyette görünür. Malum olduğu üzere, tarih bir kısmı artık yok olmuş, bir kısmı “uykuda” ve bir kısmı tüm canlılığını koruyan birçok medeniyetin varlığına tanıklık etmektedir. Lakin Levi Strauss’un öngördüğü kehanetin aksine, tarihin seyr-ü seferini göz önünde bulundurduğumuzda bir medeniyetin süreklilik arzeden hegemonyasından bahsedemeyiz. Günümüzde ise globalleşen dünyada sınırları çizme uğraşı artık neredeyse imkansızlaşmış görünür: Medeniyetler birbiri içine girmiş, birbirini etkilemiş, hangisinin nerede başlayıp nerede bittiğini tespit etmek imkansız hale gelmiştir. Bununla birlikte ve tam da bu yüzden küreselleşme (yani etkin tek bir medeniyetin varlık iddiası) bazı kesimler için global bütünleşme, entegrasyon ve dayanışma anlamına gelse de, farklılıkları yok ettiği ve homojenlik yarattığı için, buna karşıt olanlar da vardır. Ve bu tartışmalara çoğunlukla yine kadim Batı medeniyetinin merkezi Avrupa’da rastlarız. Zira tarih boyunca Avrupa’da hiç bu kadar içiçe geçmiş, aykırı ve karşıt topluluklar görülmemiştir. Doğulu ve Batılı, Hristiyan ve Müslüman, göçmen ve yerli halk artık Avrupa’nın hemen her yerinde birarada yaşamaktadır. Bununla beraber, Levi Strauss’un geleceğin doğal olarak global ölçekte homojen bir yapı arz edeceği öngörüsünün aksine, ABD’li siyaset bilimcisi Samuel Huntington, doğal sürecin kaçınılmaz bir çatışmayı beraberinde getireceğini belirtmektedir. Huntington meşhur tezinde, önümüzdeki dönemde uluslararası ittifakların kurulmasında (kadim) medeniyetlerin belirleyici olacağı ve insanlar arası en önemli bölünmenin de, medeniyetler arası çatışmalar yüzünden gerçekleşeceğini savunur. Bu “medeniyetler çatışması” kavramı ile Huntington, Levi Strauss’un aksine, günümüz dünyasında Batı ve diğerleri arasındaki çatışmaların giderek artacağı öngörüsünde bulunmaktadır. Medeniyetler çatışması mı, yoksa dünya ölçeğinde bir medeniyete doğru ilerleme mi? İki insanın ve/ya iki kültürün biraraya gelmesinde/karşılaşmasında ve etkileşiminde hangi faktörler etkili olur? Mevzu bahis iki insanın ya da medeniyetin birbirlerine tahammülünün sınırları nerede ve ne şekilde belirlenebilir? Tam da bu noktada sosyoloji profesörü ve yazar Nilüfer Göle’nin, “İçiçe girişler: İslam ve Avrupa” isimli kitabında Avrupa ve İslam’ın karşılaşmasından ortaya çıkan şekillenmeyi ve geleceğe dair bazı öngörü niteliği taşıyan yorumları ele aldığını bir kez daha hatırlamak gerekir. Göle, İslam’ın giderek bir Avrupa meselesi haline geldiğini ve bundan dolayı Avrupa kimliğinin, İslam’ın varlığından etkilendiği ve sorgulandığını ifade ediyor bahsi geçen eserinde. Göle’ye göre İslam, kendini Batı modeline benzetecek veya onun içinde asimilasyonunu sağlayacak bir mantığı izlemediği için reddediliyor ve bu noktada Göle, modern dünyanın bilincinin sorgulandığı bir yüzleşme sürecinde olduğumuzu hatırlatıyor. Nitekim, 11 Eylül saldırılarıyla yeni dünyaya damgasını vuran İslam, bu olaydan hasıl olan kötü imajı halen üzerinde taşıyor. Göle’ye göre bu olumsuz imaj Batı tarafından “Ortaçağa ait” ve “Aydınlık karşıtı” önyargıları gibi bir yığın anakronizma içeren karşıt propagandalarla güncel tutularak Weltzeit’a yerleştiriliyor. Bu hadise de, İslam ile aynı zaman ve mekanı paylaşmanın tahammülsüzlüğünü beraberinde getiriyor. Kitapta en önemli vurgulardan birisi ise, yazarın Avrupa sınırları içerisindeki yakınlık ve fakat aynı zamandaki farklılık vurgusudur. İslam, Avrupa’nın bağrında varlık göstermektedir ve bu varlık kamusal alanda da giderek daha çok sahne almaktadır. Terörist saldırılar, başörtüsü tartışmaları, Türkiye’nin adaylığı ve yükselişi ve birçok benzeri konu ve sorunlar Nilüfer Göle’ye göre ortak bilinçte ve kamusal bellekte bir şekilde bağlanıp, birbirine eklemlenmiş ve zincirlenmiş halde ortaya çıkıyor. Ayrıca, Avrupa için İslam’ın artık kamusal alanda yer alması, yazara göre tehdit unsuru olarak fark ediliyor ve/ya algılanıyor. Medeniyet ve kültür bağlamında, İslam Batı için bir tehdit unsuru veya rakip midir sorularıyla boğuşan Avrupa, bu karşılaşmada galip veya mağlup mu arıyor? Yok- sa daha çok gerçekleşmemesi gereken bir şey için iradesizlik mi gösteriyor? Bir yandan Avrupa kaotik anakronizmaların hengamesiyle bünyesindeki tezat unsurlarını tanımlamaya ve tanımladığı ölçüde kendinden soyutlamaya çalışmakta, diğer yandan Müslümanların tüm bu siyasî ve ideolojik yapılanmaların sağnağında kendini ait gördüğü Avrupa’da ve fakat aidiyet hissettiği Doğu kültürüyle hayatını azınlık olarak idame ettirmeye çalışmaktadır. Kanaatimizce, esas itibariyle Avrupa’da yaşayan Müslüman birey için aşılabilecek malum ve mevcut kimi sorunların dışında, yapılan bütün tartışmalara rağmen birarada yaşamaya engel teşkil edecek hiçbir ciddi unsur bulunmamaktadır. Fakat anlaşılan o ki, iki farklı kültürün doğal farklılıkları siyasi ve ideolojik anlam yüklemeleriyle bir sorun haline getirilerek, Müslümanların iki Doğu ve iki Batı’nın dilemmasında hayat sürmelerine sebep olunmaktadır. Ş U BAT 2 0 1 2 • s ay f a 1 5 dosya Doğu ve Batı, Geçmiş ve Gelecek Arasında Haber: Fatih İnan/Ahmet Faruk Çağlar IGMG Düsseldorf Bölgesi Üniversiteliler biriminin düzenlediği, Avrupa’da Müslüman olmak konulu panelde, Prof. Dr. Yusuf Kaplan ve Doç. Dr. Ekrem Demirli konuşmacı olarak yer aldılar. Yusuf Kaplan’ın konuşmasının satır başları şöyleydi: Eğer bu dünyaya söyleyeceğiniz bir lafınız yoksa, bu dünyada yaşamanızın anlamı da yoktur. Bir Müslüman olarak burada yaşayan sizler, bu dünyaya bir şeyler söyleyebilme imkanına İslam dünyasında yaşayan diğer insanlardan daha fazla sahipsiniz. Esasen Batı uygarlığı 150 senedir bir kriz yaşıyor. Bir yalan var ortada. Bizim şu an yaşadığımız, hatta bütün insanlığın yaşadığı tecrübe açısından bakıldığında bir Batı efsanesi var ve bunun gerçekle ilgisi yok. Sanki tarih Batı ile başladı ve Batı ile sürüyor, sanki her şeyi Batılılar yaptılar, insanlığın ulaştığı en son noktaya, en mükemmel noktaya Batılılar ulaştılar. İlerleme, gelişme, kalkınma, ne kadar pozitif şey varsa hepsi Batıya ait. Yok böyle bir şey. İnsanlık tarihini Batılıların geliştirdiği şemalara göre tarif ediyoruz. Eski çağ, orta çağ, modern çağ ve postmodern çağ. Ancak Batı dışındaki hiç kimseyi ilgilendirmiyor bu. Bu çok büyük bir şiddet. Neden tarihi, Batıyı eksen alarak okuyalım? Kendimizi neden Batıyı eksen alarak tarif edelim? Bu büyük bir zulüm. İnsanın zihnini körleştiren, bakış açısını belirleyen bir durum. Çünkü durduğunuz yer, gördüğünüz şeyi belirler. Doğu Batı ayrımı Batılıların dünyaya dayattıkları bir ayrımdır. Yani Batılılar bunu icad etmeden önce kimse kendisini Doğu/Doğulu diye tarif etmiyordu. Daha da önemlisi, hiçbir medeniyet, hiçbir din kendisini bir coğrafya terimiyle tanımlamıyordu. Bu tanım niceliksel bir tanımdır. Ancak insan bir taş, bir sayı ya da niceliksel bir varlık değil ki! İnsan yüce bir varlıktır. Dolayısıyla insanın eylemlerini niceliksel olarak tanımlamak, tarif etmek ona bir hakarettir. Ve bu bakış ile, beyaz ırkın etnolojik olarak üstün olduğunu ‘‘kanıtlayan’’ bilimler geliştirdiler. Bu nedir? Bu kendine güvenmemekle ilgili bir şeydir. Batıda bir güven so- sayfa 16 • Perspektif runu, bir özgüven sorunu var. Bir yetersizlik var. Onu örtmeye çalışıyorlar sürekli. Bizler insanlık tarihini bir bütün olarak, Adem’in çocukları olarak bilirdik. Yüce bilirdik. Şimdi ise Doğu Batı ayrımlarıyla ilgili zihnimiz allak bullak edilmiş durumda. Bunu düzeltmemiz gerekiyor. Bu hatayı kısmen Batılı akademisyenler fark etti. Ancak, bunu en çok biz tuttuk ve yuttuk, bunu en çok Batı dışındaki dünya yuttu. Batıdaki Batı algısı, kendi halkları arasında da inanılmaz şekilde yaygın. Kendilerini özel insanlar olarak görüyorlar. Bizler de, biraz aşağılık kompleksi ile „Batılı bunlar“ diyerek hareket ediyoruz. Tek yaşayan uygarlık Batı uygarlığı diyorlar ve kısmen haklılar da. Ancak diğer medeniyetlerin varlığını sürdürememesinin birince nedení de Batı uygarlığıdır. Ve unutmayalım, ırkçılgın kaynağı da batıdır. İnsanlığın bu beladen kurtulabilmesinin yolu ve yeri ise İslam medeniyetidir, Osmanlı medeniyetidir. Yani Batıda çok kültürlülük yok. Bizler ise bunu asırlarca yasadık. İnsanlar yüz yıllar boyu burada birbirleriyle kıran kırana savaşırken, farklı dinleri benimseyen, farklı dilleri konuşan, farklı medeniyetlere ait toplumlar Osmanlı ve İslam medeniyetinde barış içinde yaşadı. Adalet sistemi içerisinde yaşadı. Bunu Batılılar biliyor. Jijek bu sebeple çok kültürlülük meselesini biz ancak Müslümanlardan öğrenebiliriz diyor. Ancak bizim kendimizde bir özgüven sorunu var, Batının abartılmasından ötürü kendimize güvenmiyoruz. Sizden tarihin akışını değiştirecek büyük çaplı adamlar niye çıkmasın? Sözgelimi, eşyayı ve eşyanın hakikatini, dünyayı kavrama konusundaki imkanlarınız Almanlardan daha fazla, elinizde bir kitap var, Batılıların bölye bir imkanı yok. Siz burada aynı zamanda Batıyı da tanıyorsunuz. Yani sizin aynı anda yaşadığınız iki dünyayı Batılılar yaşıyor değil. İnsanlık tarihinde Batı uygarlığı, insanın eşya ile Tanrı ile, diğer insanlarla, diğer medeniyetlerle ilişkisi açısından bir felaket dönemidir. Arnold Toynbee’nin ifadesiyle: 300 sene içerisinde insanlık tarihinde gelmiş geçmiş 26 medeniyetten 19’unu fiilen tarihten sildiler9’unu fosilleştirdiler. Medeniyet böyle mi olur? Bu barbarlıktır. Bizim yaptığımız hatalardan birisi pergelin sabit ayağını kendi medeniyet coğrafyamıza basmamamızdır. Diğer ayağı ile ise tüm dünyaya medeniyetlere açılmamız lazım. İnsanlık tarihinde büyük sıçramalar hep pergel metaforu üzerinde gerçekleşmiştir. Batı kurulurken kendisi- ni, yani pergelin sabit ayağını tarihsel coğrafyasına endekslediği için kendisinin farkında varabilmiş ve öylece diğer medeniyetlere açılabilmiştir. Bu tüm medeniyetler için böyledir, bireysel olarak da böyledir. İnsanın çığır açabilecek şeyler yapabilmesi için böyledir. İnsan ilmi geliştikçe, derinleştikçe mütevazileşir. İnsan o zaman insan olduğunu ve Tanrı olmadığını anlar. Yani modernlikle birlikte bize dayatılan şey bu: İnsanın tanrılaştırılması meselesi. Batılıların insanlığa yaptıkları en büyük zulüm budur. İnsanlık tarihinin dengesini bozan şey budur. İnsanın yaşadığı serüven aslında bir bütün olarak değerlendirildiğinde Batı tecrübesi marjinal bir tecrübedir. Bu marjinallikten ötürü şiddete baş vurulmuştur. Bütün kıtaların sömürgeleştirildiği bir zaman diliminden bahsediyoruz. Bütün mevcut medeniyetlerin yok edildiği... Nietzsche şöyle der; bizim 19. yy kültürümüzle karşılaştırıldığımızda kültürümüzden daha gelişken ve daha derinlikli bir kültür olan İslam kültürünün karşısında, onları yok etmek için savaşmak yerine onların önünde diz çökmeliydik. Bu önemli bir tespittir. Özellikle Nietzsche’nin böyle bir şeyi söylemiş olması bunu daha da önemli kılmaktadır. Avrupa’nın çözemediği bir şey var, İslam Hz. Peygamberin vefatıyla birlikte 23 senede Arabistan yarımadasına yayıldı. Hz. Ömer’in vefatı ile birlikte, 46 senede bütün medeni dünya ile yüzleşti. Hz. Osman’ın vefatıyla birlikte doğuda Çin’e, batıda İspanya’ya kadar gitti. Medeniyet tarihçilerinin cevap veremedikleri en önemli soru, ama nasıl? Aslında onları da ayakta tutan Hristiyanlıktır, ancak Hristiyanlık Avrupa tarihine 8-9 asır sonra girebilmiştir. O da İslam’ın olduğu gibi küresel boyutlarda değil. Ve Müslümanları tanımamış olsaydılar erken rönesansı gerçekleştirmeleri imkansızdı. Rönesansı biz yaptık demiyorum kesinlikle. Avrupalıların tarihe girmesinde rolümüzün olduğunu söylememiz farklı bir şey. Batı uygarlığının gelişmesi bize bağlı. Ateşli silahlar önceki dönemlerde de Batı dışında geliştirildi. Çin de geliştirdi ama kullanmadı. Eğlencelerde şölenlerde kullandılar. İstanbul fethi ile ilgili bilmediğimiz bir şey var. Fatih gemileri karadan yürütmüştür. Niye? İnsanlığın önünde diz çökebileceği olağan üstü bir şey var bu fetihte. Fatih surları bombalayacak, şeyhül İslamdan fetva alması lazım, insan öldürecek çünkü. Şeyhülİslam diyor ki orada siviller yaşıyor. Bu insanları katledemezsin. On- ları öldüremezsin. Bu bizim için önemli. İslam medeniyetinin hayatına sürdürebilmesi için çok önemli bir şey bu. Ve izin vermiyor. Fetva vermiyor. Daha sonra gemiler karadan yürütülüyor… Akabinde sözü alan Ekrem Demirli’nin konuşmasının satır başları ise şöyleydi: Bir çağda yaşıyoruz. Bu çağdan sorumluyuz. Bu çağa bir şeyler söylememiz, bu çağda bir şeyler üretmemiz gerekir. Tasavvuf üzerine daha çok çalıştığım için, tasavvufu, bir İslam ahlakı olarak ifade etmeyi tercih ederim. İslam ahlaki bize insanın ibnul vakt olması gerektiğini söylemiştir. İbnul vakt demek, yaşadığı zamanın, yaşadığı vaktin sorununu bilen ve yükümlülüğünü bilen kişi demektir. Yani tarih bizim için ne iftihar edebileceğimiz, ne suçlayabileceğimiz, ne de hakkında kesin hükümler verebileceğimiz bir alan değildir esasen. Tarih bizim için bir imkan alanıdır. Bunu İslam tarihçileri ve düşünürleri geleceğimizi anlama açısından, geçmişimizin bir ibret olması, bir perspektif olması, yardımcı bir unsur olması şeklinde ifade etmişlerdir. Bu vesile ile geçmişte şu şu boyutlara ulaşıldı demek bir savunma refleksi olmanın dışında bir anlam taşımaz. Ben Kevser suresi üzerinden çok düşünmeye çalışmışımdır. Peygambere kim soysuz demiştir ya da İslam’a kim soysuz, devamı olmayacak demiştir? Bu mesele üzerinde çok düşündüm. Anladım ki: Eğer biz 7. asrın başında İran’a gitseydik ve İran aristokratlarına sorsaydık, Arap yarımadasından bir din çıkıp, 50-60 sene sonra İran’ı feth edecek deseydik, buna hiç kimse inanmazdı. Gassanîlerin hakim olduğu, bugünkü kuzey Arabistan’a gitseydik oradan Bizans’a gelseydik ve buralara Müslümanlar hakim olacak deseydik bize kimse inanmazdı. Bu coğrafyalar o dönem bütün dünyadır. 7-8. yy’da üzerinde konuştuğumuz Almanya yoktu. Kuzey yoktu. Amerika yoktu. Yani dünya o Akdeniz kültür çevresi içerisinde teşekkül etmiş bir dünyadır. İslam çok kısa zaman içerisinde bu kültür coğrafyasına, yani bütün dünyaya nüfuz ediyor, buraları fethediyor ve buralarda yeni devletler, yeni toplumsal yapılar, anlayışlar geliştiriyor. İslam her zaman bir şehirde doğduğunu, bir şehirde geliştiğini ifade etmiş ve şehri tanımlamıştır. Şimdi bunu anlamamız çok önemli. İslam olmak, Müslüman olmak dediğimiz zaman ne demek istiyoruz, nasıl bir dünyadan konuşuyoruz, nasıl bir ufuktan konuşuyoruz, bunu anlamak için bu serüveni bilmek çok önemli. İslam aslında dünyanın gidişatını hakiŞ U BAT 2 0 1 2 • s ay f a 1 7 dosya katen değiştiriyor, çünkü dışarıdan bakıldığında doğduğu topraklara dönmesi gereken bir din, 1500 sene oldu ve hala dünyada etkili. 13. yy mesela, biraz öncesinde haçlıların ta Kudüs’e gelerek, öncesinde İstanbul’u tahrip ettikleri, Antakya’da devlet kurmaya çalıştıkları, kısaca Avrupanın doğuya, doğu Hristiyanlıklarının merkezlerine yerleşmek istedikleri bir dönemdir. Aşağı yukarı 100 sene devam eden bu süre haçlı savaşları ve İslam’ın yerleştiği şehirlere çok büyük tahribat ve sıkıntılar veren bir harekettir. Arkasından doğudan Moğol istilaları çıkıyor. İslam dünyası bu iki felaketten, bütün o kayıplardan, döneminde öyle bir entellektüel hareket, öyle bir düşünce geliştiriyor ki, bakıyorsunuz mesela Azerbeycan çevresinde matematik okulları, yeni tercüme hareketleri, Grek biliminin yeniden inşa edilmesi gibi, Mısır’da hadis ilmi, fıkıh ilmi gibi yeni hareketler, Anadolu’da İbn Arabi gibi isimler ile yeni bir metafizik gelenek, yeni metafizik okullar inşa ediliyor. Mevlana gibi isimler ile yeni bir tasavvuf anlayışı, yeni bir insan anlayışı, yeni bir tabiat anlayışı, kısaca insanın eşyaya dair bütün ilişkilerine yeni bir yorum ortaya çıkıyor. Yani İslam, çölden çıkan o bedevilerden çıkan ve diğer dünyanın, okumuş yazmış dünyanın biraz sonra geriye dönecekler dediği o büyük din çok kısa zaman içerisinde bu değerleri üretebilmiş bir dindir. Mazimiz demek aslında bu demek. Yani bu değerleri üretebilen din demektir. Böyle bir din, böyle bir gelenek üretebilmiş İslam. Ve bu sebepledir ki İslam çok kısa bir zaman içerisinde evrensellik iddiasını vaka ile doğrulamış ve tastik etmiş, tasdik ettirmiş, bir din, bir medeniyet inşa edebilmiştir. İslam’da dinî ve dinî olmayan ayrımı olmaz. Din adamı ve din adamı olmayan ayrımı olmaz. Hatta dünya ve ahiret ayrımı dahi olmaz. Neden? İslam insanın tabi bir şekilde ahirette karşılaşacağız dediği Rabbi yeryüzüne getirir ve sana O’nu gördürtür. Ve der ki, Allah’ı görür gibi ibadet et. Yani dünya ile ahiret arasındaki o uçurumu ortadan kaldırır. Ruh ile beden arasındaki o uçurumu ortadan kaldırır. Ruhban sınıfı ile diğer sınıf arasındaki o uçurumu ortadan kaldırır. Ayrıca İslam tek atadan geldiğimiz fikrine dayanır. Ama Adem’in beyaz çocukları, Adem’in zenci, sarı çocukları ortaya çıkıyor. Şimdi İslam, Adem ve Havva fikir üzerinde o kadar ısrar ile durur ki, buradan bütün insanlığı bir aile, bir kardeş olarak yorumlar. Bir aile hali- sayfa 18 • Perspektif ne getirir. Ve Hz. Peygamber veda hutbesinde der ki: Ey insanlar, Arap’ın Arap olmayana bir üstünlüğü yoktur. Niçin araplar diyor? Çünkü Araplar o dönemde Müslüman olan yegane millet. Diyor ki; nasıl bireyin gururlanması, kibire katılması haramdır, cemaatin de kibire katılması haramdır. Ve İslam diyor ki, İslam her zamanda, her mekanda, her yerde, bütün bu değerleri yeniden üretebilir. Yani bu bir zamanla, mekanla ve şahısla sınırlı birşey değil. Kur’an-ı Kerim’de şöyle bir ayet kerime vardır: Bakara suresinde eski ümmetlerin halleri anlatılır. “Onlar geçmiş ümmetlerdir, siz onların, onlar sizin yaptıklarınızdan mesul değildir” der. Bir ümmet içerisinde konuşurken, bir ümmetin tarihi içerisinde, evrensel olan bir ümmetin tarihi içerisinde konuşurken aramızda hiçbir bağ yoktur denilemez. Fakat eğer bir sorumluluk açısından, bir övünme, bir yerinme ve bir kınama açısından bakarsak onlar ile bizim aramızda bir ilişki yok. İslam irfan geleneği bu evrenselliği test etti ve bunu gerçekleştirdi. Ve tarih bizim için bir ayna olmalıdır. Benim kanaatime göre İslam, daha doğrusu İslam toplumları uzun zamandır bir sıkıntı yaşıyor. Mesela Muhammed İkbal, Mehmet Akif, Mevdudi, Elmalılı Hamdi Yazır’a baktığımz zaman herkes bu sıkıntının farkında. Ve bizim geçmişimizin şöyle veya böyle olması bizim geleceğimizin garantisi değil. Nasıl ki bir ferd için, 50 sene İslam içerisinde çalışması, Müslüman olması onun, 60’lı, 70’li yaşlarını garanti etmiyorsa, aynı şey İslam ümmeti için geçerli. Dolayısıyla her nesil, her birey kendi sorumluluğu ile hareket etmek zorundadır. Almanya’da 200 sene öncesine göre Müslümanların hiç aşina olmadığı kişilerle, kültürlerle karşılaşıyorsunuz, biraraya geliyorsunuz. Bunlar eski kitaplarda menkıbelerde anlatılırdı. Örneğin bir adam yolda giderken bir inançsızla karşılaştı vs., bu onun ömründe bir ya da iki kere olan bir şeydi. Halbuki o kitaplarda menkıbe olarak anlatılan her şeyi bugün sizler her gün yaşıyorsunuz. Bu aslında İslam yorumlarını, İslam bakış açısını, İslam’ın zenginliğini çok daha artıracak, çok daha derinleştirecek bir imkandır. Ayrıca öyle meslekler ortaya çıktı ki, öyle kabiliyetler, öyle farklı bakış açıları ortaya çıktı ki, bu bakış açıları da İslam yorumumuzu çok geliştirecektir. Bu birinci prensipten, sonra ikinci olarak herkesin kendi kabiliyetini keşfetmesi ve bu kabiliyet zaviyesinden İslam yorumlarına katkı sağlaması lazım… İslam ahlakı maruf diye tarif ediyor, emri bil maruf. Ahlaksızlığı ise münker diye ifade ediyor. Maruf bilinen demek, tanınan demek. Münker ise yadırganan, yadsınan demek. İslam diyor ki, İslamın temel değerleri insan fıtratınca bilinir. Maruftur onlar, aşinayızdır onlara. İnsan fıtrattan, İslam’ın değerlerine aşinadır. İslam’ın dışladığı, kötü gördüğü değerleri de insan zaten yadırgar. Yani her insanın zaten fıtraten aşina olduğu bir şeyi Cenab-ı Hakk dikkatimize sunuyor ve bizim kendisine bağlanmamızı istiyor. İnsan hangi coğrafyada olursa olsun, Hakk’ın karşısında sorumludur ve biz her şeye karşı sorumluluk içerisindeyiz ve buradan ortaya çıkan muazzam bir ahenk vardır. Benle eşya arasında, benle çiçek arasında, benle tabiat arasında muazzam bir denge vardır. Bu prensibi eğer anlayabilsek ve modern çağda, önümüzdeki 40-50 seneyi bu prensibe göre inşa edebilsek, yorumlayabilsek ve mevcut durumu eleştirebilsek herhalde 50 sene sonra Mevlana’nın tekkesine asılmış olan o cümleyi aşabileceğimiz başka tekkeler, başka yerler bulmaya başlarız. Bunlardan bir tanesi de belki burası Essen olabilir. Yusuf Kaplan konuşmasının ikinci kısmında ise özetle şunları ifade etti: Dünyanın içinden geçtiği süreçte Batılılar Doğulular nerede duruyor?Hadisle tarif ile; Mümin kendisine güvenilen ve başkasına güven veren kişidir. Müslüman bunu yaşar. Biz eşyaya müdahale edemeyiz, insanlara ve hayata müdahele edemeyiz. Kıtalarını, coğrafyalarını, iç ve dış dünyalarını sömürgeleştiremeyiz. Tarihte bunun yaptığımız dair tek bir işgal yok. Gittik fethettik ama bunu yapmadık. Başka bir soru üzerinden: Demokrasi evrensel bir şey midir? İnsan hakları evrensel bir şey midir? Özgürlük evrensel bir şey midir? Modernliğin teorisini yapan Marx Weber, modernliği demir kafese benzetir. İnsan fıtratını yitirdiği zaman kendini yitirir. İnsanın kendine gelebilmesi lazım. Yani Müminin kendinden emin olması lazım. Bizim sorunumuz kendimize gelip kendimizden geçebilme sorunudur. Unutulmamalı, bir insan Müslüman olduğu zaman ancak esveli safiline düşmeme imkanına kavuşabilir. Yani Allah’a kul olduktan sonra insan eşyaya, paraya, arzularına, araçlara ve dünyaya kul olma tehlikesinden kurtulur. İnsan kul olduğu andan itibaren özgürleşmeye başlar. İslam’ın dünyaya verebileceği en önemli şey burada gizli, bütünlük hissi. Eşyanın hakikatinin ve dünyanın bir bütün olarak kavranması fikri. Tekrar ediyorum, Müslümanların en önemli sıkıntısı kendilerine güvenlerini yitirmiş olmalarıdır. Bir aşağılık kompleksi, bir özgüven kaybı var. Güven meselesi: Bugün batılılar burada tarih yapıyorlar, bizim üzerimizden tarih yapıyorlar, yani İslam dünyasını kontrol ettiklerinden dolayı tarih yapıyorlar. İslam dünyası üzerindeki kontrollerini yitirdikleri zaman tarihten çekilecekler. Bugün Çin’in 25 yılda dünyanın en büyük gücü haline geleceği devamlı söyleniyor ama bir tehdit olarak konumlandırılmıyor. Buna karşın Müslümanların hiçbir şeyi yok, perişan durumdalar, diktatörlere mahkum edilmişler ama en büyük tehlike olarak görülüyor ve gösteriliyorlar, bunun, içimizde taşıdığımız fakat farkında olmadığımız potansiyelimize dair bize bir şeyler söylemesi lazım. Bugün dilimiz İslami bir dil değil. Yani Batılıların kavramlarını, Batılıların bakış açılarını kullanıyoruz. İslam’ı anlarken, anlamaya çalışırken de kendi kavramlarımızla değil Batılıların kavramları ile, kendimizi onların görmek istedikleri gibi görüyoruz. İslami bir dil kurmamız lazım. Çin’in değil İslam’ın üzerine gidiliyor, çünkü insanlığa bir medeniyet fikrini,evrensel bakımdan ayrımcılık yapmayarak, ötekileştirmeyerek, yok etmeyerek, tam tersine var ederek ancak bizler verebiliriz. Ve bizim ilk önce dünyayı algılama biçimimizi değiştirmemiz lazım. Hiç kimseye haksızlık etmeden kimsenin hakkını yemeden tarihte ortaya konulduğu gibi, Medine’de ortaya konulduğu gibi, tüm medeniyet tecrübelerinden yola çıkmak lazım. Yani bir yönüyle çağın, hakim paradigmanın dışına çıkmak gerekiyor. Çağın dışına çıkmadığmız sürece insanlığa verebilecek hiçbir şeyimiz yok, ki öncesinde çağın içerisinde olmak, onu tanımak gerekiyor. Bugün burada sizler Batılıların hastalıklarını, sıkıntılarını daha iyi görebilecek durumdasınız. Almanlar, Alman düşüncesini Müslümanlardan öğrenebilirler. Bunun için gayret göstermek gerekiyor. İnsanlığın sorunu Müslümanlar da dahil, hakikatin yitirilmesidir. Bizim gücümüzün, imkanlarımızın farkında olmamız lazım. Bunun için de zaaflarımızı görmemiz lazım. Hakikatin hatırlatılması lazım. Hakikatin yaratıcıdan gelen, kainattan oluşan büyük varlık zincirini hatırlatmak lazım. Bunu bugün ne Doğulular ne Batılılar söyleyebilecek durumda değiller. Fakat her şeye rağmen, insanın hem iç, hem dış dünyasını hitap eden tek kaynak bizde. Bunun bilincinde olarak, hem insanlığın, hem kendimizin salahı için sahip olduğumuz potansiyel tekrar keşfedilmeli ve harekete geçilmelidir. Ş U BAT 2 0 1 2 • s ay f a 1 9 avrupa Almanya’da Irkçı ve Neo-Nazi Cinayetler Türklerin Görüş ve Duyguları Araştırması Haber: Orhan Mizanoğlu Hacettepe Üniversitesi Göç ve Siyaset Araştırmaları Merkezi (HÜGO), 2000’den bu yana bir Neo-Nazi örgüt tarafından gerçekleştirilen ırkçı saldırılar konusunda Almanya’da yaşayan Türklerin duygu, düşünce, tespit ve öngörülerini ortaya çıkarmaya yönelik bir kamuoyu araştırması yaptı. “Almanya’da Irkçı Neo-Nazi Cinayetler: Türklerin Görüş ve Duyguları Araştırması” başlıklı çalışma, bütün Almanya’daki Türkleri temsil eden 14 yaşından büyük 1058 kişilik bir örneklem ile 5-15 Aralık 2011 tarihleri arasında bilgisayarlı telefon yöntemi (CATI) ile ve 36 soru üzerinden gerçekleştirilmiş. “Almanya’daki Türklerin seçimlerdeki tutumları”, “T.Sarrazin’in kitabı ile başlayan tartışmalar” gibi konularda da Türkler üzerinde yirmi yılı aşan bir süreden beri çalışmalar yapan SEK-POL/Data4U, Almanya başta olmak üzere Avrupa’daki Türklerle ilgili sosyal, siyasal ve kültürel araştırmalar yapmakta. SEK-POL/Data4U ve HÜGO’nun işbirliği ile yapılan araştırmayı sizler için özetledik: Çalışmada ilk olarak Türklerin konuyla ne ölçüde ilgili oldukları, konuyu hangi kaynaklardan takip ettikleri ortaya konulmaya çalışılmış. Buna göre Türklerin olayı,% 87 gibi bir oranda çok yakından takip ettikleri ve haber kaynaklarının büyük ölçüde Türk medyası olduğu tespit edilmiş. Araştımaya göre, Almanya’da sayfa 20 • Perspektif yaşayan Türkler, Neo-Nazilerce gerçekleştirilen cinayetleri günlük popülist söylemlere teslim olmaksızın ve tahriklere kapılmadan soğukkanlılıkla değerlendiriyorlar. Ayrıca Türkler bu eylemlerle Alman toplumunu özenle ayırmayı tercih ediyor ve Almanları suçlayıcı bir tavırdan uzak duruyorlar. Türklerin çok önemli bir bölümü (% 78), cinayetleri Alman toplumu ile değil, çok küçük / radikal bir grupla ilişkilendiriyor. “Cinayetleri işleyen bütün Alman toplumudur” önermesine katılanların oranı sadece % 2.30, “Alman toplumunun büyük bölümü” diyenlerin oranı ise % 6,78. Ancak Neo-Nazi cinayet şebekesini Alman toplumundan ayıran Türklerin Alman devletine karşı güvenlerinde ciddi bir kırılma olduğu ortaya çıkıyor. “Size göre bu cinayetleri işleyenler Alman Devleti tarafından desteklendi mi ya da hiç korundu mu?” sorusuna “evet” diyenlerin oranı % 55, “hayır” diyenlerin oranı ise % 20,66. Bununla birlikte, bu sorunun % 24,37 oranında yanıtsız bırakılması da dikkat çekici. Türkler, cinayetleri işleyen Neo-Nazilerin Alman devleti tarafından ne derecede desteklendiği hususunda ise daha çarpıcı bir tablo ortaya koymaktadır. Buna göre “hiç destek/koruma görmedi” diyenlerin oranı % 7,36 gibi çok düşük bir oranda kalırken, «Devletten çok koruma/destek, koruma/destek, orta derecede koruma/destek aldılar» diyenlerin toplamı % 85’i aşıyor. Bu durum, Almanya’daki Türklerin Alman devletine karşı güvensizliğini ortaya koyması bakımından son derece dramatik bir görüntü olarak değerlendirilebilir. Özellikle 2000 yılından bu yana ci- nayetleri işleyenlerin yakalanamamış olması ve bazı devlet güvenlik birimlerinin elemanları ile ilişkilerinin olduğuna dair bilgi ve algılar, Alman devletine karşı güvensizliği radikal bir biçimde artırmış. Türkler, % 77’yi aşan bir oranda Neo-Nazi cinayetlerin devam edeceği görüşündeler. Dolayısıyla Türklerin endişeli ve güvensiz oldukları bu oran göz önüne alındığında oldukça açık. Neo-Nazi cinayetlerinin devam edeceğine dair yaygın inanca rağmen, olup-bitenlerle ilgili Türklerin hakim duygusu “korku” değil, % 73,88 ile daha çok “üzüntü”. Öne çıkan duygusu “öfke” olanlar % 12,13 iken, “korku” olanlar ise sadece % 7,87. Yine endişe verici bir tespit olarak değerlendirilebilecek bir sonuç ile, Türklerin % 60’a yakın bölümü Alman siyasetçilerin konuyu kapatmaya/ saptırmaya çalıştıkları görüşünde. Alman siyasetçilerin üzgün oldukları ve bir çözüm bulmaya çalıştıklarına inanan Türklerin oranı sadece % 35. Buna inanmayanların oranının ise % 48 civarında. Türklerin % 70’inden fazlası, Alman Federal Meclisi’nden çıkan “özür” açıklamasını Alman yetkililerin “pişmanlık”larının bir ifadesi olarak görmediklerini açıkça ortaya koymakta. Bütün bu tabloya rağmen Türkler Almanya’nın ayrılmaz bir parçası haline geldiklerini ve Almanya’da kalıcı olduklarını ortaya koyuyorlar. Türklerin % 77,38 gibi çok önemli bir bölümünün Almanya’da yaşamaya devam etme iradesi içinde oldukları görülmekte. Bu olaylara rağmen “kesinlikle Türkiye’ye döneceğim” diyenlerin oranı sadece % 3,93. Araştırmacılara göre, Türklerin cinayetlerle ürkütülmesi, daha da vahimi işlenen cinayetlerin Türklerin kendi aralarındaki hesaplaşmalar şeklinde yansıtılarak toplumsal tepkileri artırılmasına gayret eden Neo-Nazi grubun yaptıklarının hedefe ulaşması neredeyse imkansız görünmektedir. “Bu cinayet serisi sebebiyle Almanya'yı terk etmeyi ve Türkiye'ye geri dönmeyi düşünüyor musunuz?” sorusuna verilen cevaplarda % 9,62’lik kararsız (belki) bölümü dışarıda bırakıldığında, Türklerin % 77,38 gibi çok önemli bir bölümünün Almanya’da yaşamaya devam etme iradesi içinde oldukları görülmekte. “Kesinlikle Türkiye’ye döneceğim” ya da “Türkiye’ye döneceğim” diyenlerin oranı sadece % 9,5 olarak tespit edilmiş. Yani cinayetleri işleyenlerin önemli hedefleri arasında yer alan Türkleri korkutma, yıldırma ve evlerine dönmeye razı etme stratejisi, Türkler tarafından neredeyse hiçbir şekilde ciddiye alınmamış. Türkler, güçlü bir biçimde Almanya'da daha fazla göçmenin politik olarak aktif olmasının, uyuma katkı sağlayacağını ve yabancılara yönelik ayrımcılık uygulamalarına son verebileceğine inanmaktalar. Türkler Almanya’da kalıcı olduklarını bir kez daha, hem de arkasında Alman devletinin desteği ya da koruması olduğunu düşündükleri Neo-Nazi gruplar tarafından doğrudan kendi toplumlarını hedef alan eylemlerin varlığına rağmen ortaya koymuşlar. Ayrıca Türkler Almanya’ya ve Alman toplumuna % 75’in üzerinde uyum sağladıkları inancındadırlar. Yani Türkler çatışmayı, nefreti ya da korkuyu değil, olanlara rağmen birlikte yaşamayı ön plana çıkarmayı tercih etmekteler. Ortaya çıkan bu bulguların Almanya’daki «uyum» tartışmalarına da yeni bir boyut kazandırdığı ve bu bulgulardan hareketle sorunun Türklerin uyum istekliliklerinden çok toplumsal kabulde aranması gerektiği söylenebilir. *Kaynak: http://www.hugo.hacettepe.edu.tr/HUGO_BASINBULTEN_090112.pdf Ş U BAT 2 0 1 2 • s ay f a 2 1 avrupa Flaman Bloku ve Flaman Menfaati Bağlamında Belçika’da Aşırı Sağ Mustafa Akyüz • [email protected] Avrupa ülkelerindeki ırkçı, İslam ve Müslüman düşmanı aşırı sağın yansımaları hiç kuşkusuz Belçika’da da toplumsal hayata etki ediyor. Daha önceleri bağımsız siyasal örgütlenmeye girmeyen aşırı sağ son 25 yılda, hem siyasal örgütlenmesini güçlendirmiş hem de düşünceleri ile toplumun merkezini yönlendirmeyi başarmış durumda. Aşırı sağ, siyasal anlamda merkezde bulunan büyük partilerin de önüne geçti. Şimdi ise, İslam düşmanlığını temsil eder hale gelmiş bulunuyor. Bu olguya paralel şekilde güçlü bir toplumsal örgütlenmeye sahip olan Belçika’da, sağcı ve ırkçı hareketlerle örgütlenmeler ikibinli yılların başında çok süratli bir yükseliş gösteriyor. Bu yükselişte öne çıkan ve bir sağcı parti olan VB (Vlaams Blok), 1995 yılından itibaren oylarını yükseltmeye başladı. Vlaams Blok’un gelişimi 2004 yılında tepe noktasına ulaştı. Oylarının giderek artmasının verdiği güvenle Vlaams Blok, yabancılara yönelik söylemlerini ve eylemlerini daha yaygın bir şekilde açıktan ve tüm siyasî faaliyetlerini yabancılar üzerinden ve özellikle de Müslümanlar üzerinden yürütmeye başladı. Vlaams Blok, Belçika’da yaşanan her türlü sorun ve sıkıntıların arkasında Müslüman kökenli insanların olduğunu, bunların başında ise Faslıların ve Türklerin geldiğini dile getiriyor. Oy oranını giderek artıran Vlaams Blok, siyasal hayata olduğu kadar toplumsal hayata da etki ediyor. Bu yüzden, Vlaams Blok’un Belçika siyasal hayatına hakim olmaya başlaması toplumsal eğilimleri de oldukça etkiliyor. Her şeyden önce medyayı da aynı kulvara sokan bu yükseliş ile birlikte, Faslılar ile Türklerin, yani Müslümanların geldikleri ülkelere geri dönmeleri halinde ülkede başgösteren pek çok sorunun ortadan kalkacağı yönündeki kanaatler yaygınlaşıyor. Bu kanaatler, sadece siyasal alanda değil, yazılı ve görsel medyada da yaygınlaşmaya başlandı. Bütün bunlara rağmen Belçika’da kalmak isteyen Müslümanların ise bu ülkenin “değer ve normlarına” saygı duymaları ve uyum sağlamaları gerektiği en sık ifade edilen görüşler olarak karşımıza çıkıyor. Tabiî ki buradaki uyum ifadesi, kelimenin çağrıştırdığı ilk anlamı pek fazla yansıtmıyor. Bu ifade ile, Müslümanların kendi değer ve inançlarından vazgeçmelerini gerektiren bir uyum beklentisi gündeme getiriliyor ki, bu uyum gerçekten sayfa 22 • Perspektif de yasal eşitlik, özgürlük gibi Belçika’nın temel değerleri ile tamamen birbirine zıt bir uyum anlayışı öneriyor. Öte yandan böylesine bir uyum anlayışı, Belçika’nın karşılaştığı ekonomik, siyasal, sosyal ve hatta ahlâkî problemlerin temelinin, toplumun bir kesiminin İslamî değerlere sahip olmasından kaynaklandığı anlamına da geliyor. Halbuki hem ekonomik, hem siyasal ve sosyal problemlerin kaynağında Müslümanların sahip olduğu değerler bulunmadığı gibi, Müslümanlar özellikle sosyal ve ahlâkî problemlerin çözümünde bu değerler ile Belçika için bir artı değer oluşturuyor. Dolayısıyla, İslamî değerlere saldırmak, ülkedeki İslam düşmanlığını ve yabancı düşmanlığını örtbas etmeye yönelik bir davranış olarak karşımıza çıkıyor. Ne var ki, tüm bu gelişmeler toplumsal barışı da ister istemez bozuyor ve göçmenler ile çoğunluk toplumu olarak ikili bir zıt kutuplaşmaya yol açıyor. Özellikle VB’nin yürütmüş olduğu yabacılara yönelik bu çalışmalar toplumsal huzur ve sükuneti ciddî manada bozmuş durumda. Öylesine ki, gelinen süreçte, VB’nin görüşleri Belçika toplumunda ciddî manada yer edindi ve Müslümanlara karşı toplumsal saldırıların meşru görülmesine yol açtı. VB, İslam karşıtlığını gündemde tutarak, toplumu açıkça etkiledi ve siyasal arenada İslam/Müslüman karşıtlığını temsil eden bir mümessil haline geldi. Vlaams Blok partisi yürütmüş olduğu kampanya ve eylemlerle Müslümanların değerlerine yönelik ırkçı söylem ve eylemlerini yayınlarından veya parti toplantılarından sokaklara kadar taşıdı. Müslümanların toplu olarak yaşamış oldukları semt ve mahallerde yürüşler düzenleyerek ve Müslüman toplumu ve gençlerini provoke etmeye çalışarak, Müslümanların güya bu özgürlükçü anlayış ve toplumdan rahatsız olduğu kanaatini yaymaya çalıştı. Üstelik, VB sempatizanları Müslüman esnafların işyerlerine yönelik çirkin saldırılarda bulunarak insanlara ve ekmek teknelerine zarar vermeye başladılar. Bununlar birlikte, camilere yönelik ırkçı ve faşist saldırılarla Müslümanları bezdirmeye, yıldırmaya yönelik çabalar içerisinde direk olarak yer aldılar. Yine bu parti ve destekçileri, ayırımcılık uygulamalarını okullara kadar taşıdı. Müslüman çocukların gitmiş oldukları okullarda, okul idarelerine baskı uyguluyarak çocukların okullardaki huzur ortamları bozuldu. Söz konusu partinin iktidarda bulunduğu belediyelerde, söylemler eylemlere dönüştürüldü. Müslüman çocukların dil ve “uyum yetersizliği” iddiasıyla Belçikalı arkadaşlarından ayrılarak, sadece onların bulunduğu bir sınıfda ders almaya zorlandılar. Gelişmelerin toplumsal olarak da tehlikeli bir boyuta gelmesi sonrasında Vlaams Blok 2004 yılında Gent Yargıtay Mahkemesi tarafından, “ırkçılık ve ayrımcılık” kanununa muhalefet ettiği gerekçesi ile kapatıldı. Ancak parti,devlet yardımlarını kayıp etmemek için yeniden organize olarak ismini Vlaams Belang (Flaman Menfaati) olarak değiştirdi. Mahkeme doğrudan partiyi suçlamadı ise de partiye bağlı olarak çalışan üç derneğin “ayırımcı ve ırkçı” faaliyetlerinden partiyi sorumlu tuttu. Bununla birlikte, yasaklama kararının tamamen siyasî bir karar olarak değerlendiren Flaams Belang, bu tarihten sonra Müslümanlara yönelik söylemlerini daha da keskinleştirmeye başladı. Ülke genelinde reklam panolarını kullanarak ve Müslümanlar kastedilerek “Yabancılar dışarı, önce kendi insanımız” sloganları afişe edilmeye başlandı. Zaten Vlaams Belang, Flaman olmayan Belçikalılara karşı da ırkçı tutum izlemesi ile tanınıyor. Belçika’da Müslümanlara karşı faaliyetlerini “Avrupa’nın İslamlaştığı” iddiasıyla Avrupa çapında diğer ırkçı ve faşist parti ve kuruluşlarla işbirliğine giden Flaams Belang’ın önde gelen isimlerinden Filip Dewinter önderliğinde bir grup, 17 Ocak 2008 tarihinde, “Steden tegen islamisering” (Şehirlerin İslamlaşmasına hayır) derneğini kurdu. Kurulan bu dernek aracılığı ile uluslararası siyasî parti ve organisyonlarla birlikte hareket ederek, “Avrupa’nın İslamlaşmasının önüne geçilmesi” için birlikte hareket etme kararı aldılar. Ayrıca,“Büyük şehirlerdeki İslamlaşma ve cami yapımına dur” propagandası ile, Müslümanların ve müessese olarak da camilerin şehirlerde düzeni bozduğu ve görüntü kirliliğine yol açtığını iddia eden VB, bu amaçla,Hollanda, Almanya ve Avusturya’daki ırkçı partilerle işbirliği yapıyor. Yürütmüş oldukları bu ırkçı eylem ve söylemleri ile toplumda korku salarak İslam ve Müslüman karşıtlığını haklı çıkarmaya çalışan VB, dünyanın herhangi bir yerinde Müslümanların karışmış olduğu bir olay olduğunda, hemen bu olayı kendi yaşadıkları yerlerde de olacakmış gibi topluma empoze etmeye çalışıyor. Cami ve minare inşaası, daha önceleri toplumun genel olarak normal karşılaştığı bir gelişme iken, son zamanlarda revaçta olan “cami ve minarelere hayır kampanyası” ile toplumsal gündemin başına oturdu. Bu amaçlarla bizzat Vlaams Belang mensupları, kendi yayın organları ile camilerin önüne giderek birtakım eylemler düzenlediler. Bu çalışmaları yaparken Müslümanlar için önemli olan günler ve geceleri özellikle seçerek cami cemaatini ve Müslüman toplumu kışkırtmaya yönelik girişimlerde bulundular. Vlaams Belang’a göre ülkede başgösteren işsizliğin temel nedeni yabancıların sayısının çok olmasında yatıyor. Fakat, işsizliğin önlenebilmesi için önerdikleri çözümler ile de gerçek yüzlerini gösteriyorlar. Bunun için, camilere yönelik kundaklama eylemleri dahil, şehir duvarlarına ırkçı söylemler yazarak topluma korku ve endişe yaymaya çalışıyorlar. Fakat burada bir gerçeğin altını da çizmekte fayda var. O da, camilere karşı yapılan eylemlerin doğrudan VB mensuplarınca yapıldığı idddiasının gerçeği yansıtmadığı olgusudur. Fakat bu tür söylem ve gösterilerin VB’nin resmî politikası olması sebebiyle, bağımsız hatta muhalif, başka ırkçı İslam ve Müslüman karşıtlarını cesaretlendirmesi, bu eylemlerin VB hesabına kaydedilmesine yol açıyor. Zira bu olayların, VB’nin İslam ve Müslüman karşıtlığı söylemlerinden sonra hız kazanması onların sorumlu olduğu şüphesini artırıyor. Bu da, bir başka açıdan bakıldığında ırkçı söylemlerin Belçika toplumunu ne kadar tehlikeli bir yola soktuğunun somut bir örneğini oluşturuyor. Toplumsal eğilime paralel olarak, VB’nin temsil ettiği söylemlerden etkilenen kamu görevlisinin sayısı da giderek artıyor. Bu görevliler, hizmet vermiş oldukları kurumlarda göçmen ve yabancılarla (çoğunlukla Müslümanlarla) ilgili olarak kimi zaman önyargılı davranıp, göçmenlerin işlemlerini tamamen kendi istiyatiflerini kullanarak zorlaştırabiliyor. Böylece, bu durumlarla sık sık karşı karşıya kalan Müslüman toplumun kamu hizmeti veren kurumlara karşı güvenleri giderek zayıflıyor. DolayısıylaMüslümanların kimi kamu kurumlarıyla olan münasebetlerinde hep bir korku ve endişe hakim olmaktadır. Bu tehlikeli gelişme, 2007 yılından itibaren oy kaybına uğrayan VB’nin toplumsal etkisi ile zıt bir istikamete doğru gidiyor. Yani, Vlaams Belang’ın düşüncesi toplumsal olarak giderek artan bir kabul görürken, VB’nin oy oranı azalıyor. Takip eden süreçte sürekli oy kaybetmeye başlayan VB, 2009 genel seçimlerinde yaşamış oldu oy kayıbı neticesinde seçimlerde Federal Parlamento için 11 sandalye ile eksik çıktı. Bu da VB’nin tarihinde almış olduğu en ağır seçim yenilgisi oldu. Siyasî yorumcular, gelecek seçimlerde bu düşüşün devam edeceğini öngörüyorlar. Ancak VB’nin bu düşüşünü ifade ederken bir başka sağcı partinin oylarının yükseldiğini ifade etmeden geçemeyeceğiz. Bu parti VB söylemlerinin bir kısmını bugün muhalefette olmasına rağmen, kurulan yeni hükümete dayatma yolu ile hayata geçirmeye çalışıyor. Yani, VB’nin kendi görüşlerini temsilde yeni ırkçı rakipleri yükselişe geçiyor. Bu durum da göçmenler arasında endişelerin artmasına neden oluyor. STOP ST STOP TO T OP O ISLAMISERING Ver. uitg.: Filip Dewinter, Madouplein 8 bus 9, 1210 Brussel Ş U BAT 2 0 1 2 • s ay f a 2 3 avrupa Norveç’te İslam Düşmanlığı ve Breivik Saldırısı Murat Ercan • [email protected] Norveç’te ırkçı ve aşırı sağ hareketlerin yükselişi ve toplumu etkilemelerinin tarihi diğer Avrupa ülkelerine oranla daha geç dönemlere rastlar. İran devrimi ile İslam karşıtlığı yer edinmeye başlarken, Selman Rüşdi olayı, birinci Körfez Savaşı ve arkasından da 2001 yılındaki New York’daki terör saldırıları aşırı sağın yavaş yavaş yer etmeye başladığı dönemlerdir. İslam ve Müslümanlar ise, 2005 yılında Danimarka’da meydana gelen ve Peygamber Efendimize hakaret içeren karikatürlerin Norveç’de Magazinet tarafından yayınlanması ile aşırı sağın ortak hedefi haline geldi. Aslında tüm bu olumsuz gelişmeler İslam’a olan ilgiyi de artırdı. Fakat aşırı sağ, toplumsal düzeyde İslam aleyhine propagandası ile yavaş yavaş etkisini artırdı. Aynı dönemde ilginçtir ki, İsrail ile Filistin arasında yapılan Oslo anlaşmasına İsrail’in uymaması sebebiyle artan tepkiler üzerine Sol Parti’nin İsrail mallarını protesto etme çağrısı gündeme damgasını vuruken, aşırı sağ bu çağrıyı Müslümanlar aleyhine bir propaganda kampanyasına dönüştürdü. Norveç’teki bu İslam ve Müslüman düşmanlığı aşırı sağcı Anders Behring Breivik’in, 22 Temmuz 2011 tarihindeki Oslo’daki katliamına kadar dünya kamuoyunun ilgisini pek fazla çekmedi. Çünkü Norveç özellikle yabancılara karşı ılımlı tutumu ve göçmenlerin entegrasyonu ile ilgili olarak örnek olarak gösterilen ülkelerin başında geliyordu. Anders Breivik’in terör saldırıları sonrasında Başbakan Jens Stoltenberg’in göçmenleri kucaklayan çağrısının hemen hemen tüm toplum kesimlerinde olumlu yankı bulması Norveç’in bozulan sayfa 24 • Perspektif imajının yeniden düzelmesi için önemli bir adım oldu. Ülkedeki Fremskrittspartiet (Frp: İleri Adım Partisi) gibi sağ partilerin zaman zaman göçmenleri rahatsız edici söylemleri olsa da, bu partiler toplumsal desteklerini giderek yitiriyorlar. Fakat, bir siyasal parti olarak olmasa bile, toplumsal bir hareket olan ve SIAN grubu olarak bilinen “Stop islamisering av Norge: SIAN / Norveç’in İslamlaşmasını durdur” grubu İslam ve Müslüman düşmanlığı ile hem gündemi oluşturuyor hem de kimi medya organlarının desteğini alıyor. Avrupa’nın diğer İslam ve Müslüman düşmanı parti ve hareketleri ile işbirliği de yapan SIAN grubu, en büyük İslam düşmanı grubu oluşturuyor ve grup, 16 Şubat 2008 tarihinde kurulmuş bulunuyor. SIAN son 25 senede, 10 binlerce Müslümanın Norveç’e gelmesine daha fazla tahammüllerinin olmadığını, her geçen gün Norveç’i büyük bir İslamî tehditin beklediğini, giderek artan Müslümanların sayısının korkutucu olduğunu savunuyor. Bizzat SIAN Başkanı, Serhat Akdeniz adlı bir arkadaşımıza bizzat, “Biz sizin burada kalmanıza karşı değiliz, dininizi serbestçe yaşamanıza karşıyız. İstediğiniz gibi ibadet ediyor, istediğiniz gibi camiler açıyorsunuz. Fakat, bizim istediğimiz dininizi ve kültürünüzü yaşamadan burada bizimle birlikte olmanızdır” ifadelerini kullanmıştır. Görülüyor ki, SIAN grubunun ırkçılığı doğrudan İslam düşmanlığı şeklinde tezahür ediyor. Bu grup her sene değişik yerlerde İslam karşıtı protestolar düzenlerken açık bir toplumsal destek bulamıyor. Gösterilerine çok az sayıda kişi katılırken, medyanın bu grubun gösterilerine duyduğu ilgi ise oldukça fazla. Grubun üyelerinin sayısı tartışmalı olmakla birlikte, üyelerin gösterilere açık bir şekilde katılmaktan çekindikleri söyleniyor. Rogaland bölgesinde 200 kadar üyesi olan SIAN’nın Norveç genelinde kaç üyesi olduğu bilinmiyor. SIAN üye sayısı hakkında kamuoyunu bilinçli bir şekilde bilgilendirmiyor. Ülkedeki sağ partiler bu tür nifestoda dikkatleri çeken en aşırı gruplardan uzak durmayı yeğönemli konu Avrupa’nın İslamlerken, yürüttükleri politika ve söylaştığı ve bunun bir tehlike olalemlerde, doğrudan olmasa birak önlenmesi gerektiği konusu. le dolaylı olarak göçmenleri heManifestoda, çok kültürlülüğün def almadan edemiyorlar. Bu Avrupa medeniyetini yozlaştıryüzden toplumsal hava, göçdığı, Müslüman göçmenlerin menler ve Müslümanlar aleyhisayısının çok fazla olduğu gibi, ne, iktidar partisi ile diğer sol haaşırı sağın kullandığı ortak bir İsreketlerin girişimlerine rağmen lam ve Müslüman düşmanlığı dügiderek bozuluyor. Fakat aşırı sağ şüncesi hakim. Oslo'daki bomve ırkçı hareketlerin Hollanda, balama ve Utøya (Ütöya) adaBelçika, İsviçre ve Avusturya gisındaki silahlı saldırılarda toplam bi siyasal areneda etkinliği çok 77 kişiyi öldüren Breivik, ortak fazla değil. 2007 ve 2011 yılınbir Avrupalılık düşüncesi ile hada yapılan şeçimlerde, ırkçı aşıreket ederken, Müslümanlara rı sağ parti olan Fremskritts“gerekli” tepkiyi göstermeyen Norpartiet (İleri Adım Partisi) veç İşçi Partisi’nin, özellikle Başbakan Jens Stoltenberg, saldırı sonrasında göçönemli bir oy kaybına uğradı. BuGençlik Kolları’nın yanı sıra Avmenleri kucaklayan bir çağrı yaptı nun yanı sıra, sol partilerle merrupa’da eylem yapılacak hedef ülkez sağ partilerden Høyre (H) keler olarak bir sıralama yapıyor (Sağ Parti) ülke genelinde oylarını artırdı. Tahminler, 22 ve bu sıralamada Fransa ilk saldırı düzenlenecek olan ülTemmuz terör saldırılarından sonra bu sağ partilerin oyke olarak gösteriliyor. larının düşeceği yönünde. Oslo saldırılarını gerçekleştiren İslam düşmanlığının sembolü olarak da Orta Çağ Breivik’in Norveç’in ırkçı partisi FRP - Fremskrittspartihaçlı seferlerinin önemli bir gücü olan Tapınak Şövalyeet (İleri Adım Partisi) ile olan bağlantıları da tartışmalı, kenleri’nin adı ile anılan bugünkü gizli bir örgütün üyesi oldisi bu partide aktif bir üye olduğunu söylerken, parti bu duğunu söyleyen Breivik, Facebook sayfasında da kendiiddiayı yalanlama yoluna gitmişti. sini ‘Hristiyan, muhafazakar ve milliyetçi’ olarak nitelenBöylesi bir siyasal ve toplumsal havada, Anders Behdiriyor. ring Breivik gibi aşırı sağ ve İslam düşmanı birisinin soğuk Oslo katliamı sonrasında, Müslümanlar ve göçkanlılıkla ve “yapılması gerekeni yaptım” diyerek 77 kişimenlerle ilgili hava, Başbakan Jens Stoltenberg’in soyi öldürebilmesi nasıl mümkün olabildi? Bunun için biraz ğuk kanlılık, daha fazla özgürlük ve daha fazla hoşgörü da, 22 Temmuz 2011’deki saldırıyı düzenleyen Breivik’i çağrısı ile aşırı sağa olan tepkiye karşı hassasiyeti oldukça ve düşüncesini anlamak gerekir. artırdı. Norveç’in en büyük Norveç'in İkinci Dünya Satelevizyon kanalı NRK’nin vaşı'ndan beri gördüğü en feci katyaptığı bir kamuoyu yoklamaliam olarak adlandırılan bu salsı halkın, 22 Temmuz saldırıdırıların sorumlusu olan 32 yalarından önce Norveç’te göçşındaki Anders Behring Breimenlerin iyi işler yaptığı yövik saldırıyı 2009 sonbaharından nündeki kanaatlerini de gösterdi. bu yana planlamış görünüyor. İlBu araştırmaya göre daha önginçtir ki, 1500 sayfalık ve "Bir celeri Norveç halkının yüzde Avrupa Bağımsızlık Bildirgesi 73’ü bu kanaati paylaşırken, şim2083" isimli bir manifestoyu dilerde bu oran yüzde 85’e Andrew Berwick imzası ile yaçıkmış durumda. Aynı şekilde, yımlayan Breivik’un bu maniBreivik’in iddialarına bir cevap festosu internete saldırıdan birolmak üzere Norveç halkının, kaç saat önce konulmuş. Manigöçmenlerin Norveç’i kültürel festo da saldırıların yıllardır olarak zenginleştirdiklerine planlandığına ilişkin ipuçları içeinananlarının oranı da yüzde riyor. Ama, “Adaletsever Şöval72’den yüzde 82’ye çıkmış duyelerin Komutanı” imzalı marumda. Ş U BAT 2 0 1 2 • s ay f a 2 5 avrupa Hollanda’da Yükselen Irkçılık ve Eşit Koşullarda Birlikte Yaşama Bilinci Ahmet Azdural • [email protected] Afganistan'da babası ve kardeşi öldürüldüğü için ailesiyle birlikte kaçarak Hollanda'ya sığınan bir ilticacı, oturduğu mahallede Hollandalı komşusu tarafından sürekli tehdit ediliyor, çocukları dövülüyor ve sonunda zavallı adam ikinci bir travma daha yaşayarak, başka bir semte taşınmak zorunda kalıyor. Hollanda Ayrımcılıkla Mücadele Bürosu tarafından yapılan bir derlemeye göre, son iki yılda Hollanda'da 500 kişi, aldığı tehdit ve saldırı sonucu evini terk ederek başka bir semte taşınmak zorunda kaldı. Son dönemlerde giderek artan oranda camilere ve yabancıların kaldıkları evlere yapılan direk saldırılar ve duvarlara gamalı haç çizilmesi gibi dolaylı saldırılar artık Hollanda'da haber değeri bile taşımayan vaka-i adiyeden sayılıyor. Nitekim bu gelişmeyi doğrulayan Ayrımcılıkla Mücadele Bürosu, kayıtlara geçen olayların sadece buz dağının görünen kısmı olduğunu, aslında bu tür ırkçı nitelikli saldırı sayısının çok daha fazla olduğunu belirtiyor. Kayda geçen olayların yüzde 60'ı yabancılara yönelik ırk ayrımcılığına dayanıyor, yüzde 12'si ise cinsel tercihlerinden dolayı saldırıya uğrayanların şikayetlerinden oluşuyor. Hollanda kamu oyunda cinsel tercih mağdurlarının haberleri geniş şekilde yer alırken ve ilgili makamlar etkili önlem alma ve mağdurdan özür dileme yarışına girerken, diğer etnik ve dinî ayrımcılık olayları, çoğu zaman haber değeri bile taşımıyor. Sonuçları geçtiğimiz günlerde açıklanan Amsterdam Üniversitesinin bir araştırmasına göre, Hollanda'daki geçici istihdam bürolarının yüzde 77'si, bu kurumlara başvuran işverenlerin, “Türk, Fas ve Surinam’lı işçi istemiyoruz” yönündeki talebine olumlu cevap veriyor. Yani kelimenin tam anlamıyla ayrımcı olan bu uygulama, sıradan bir işçi temini konusunda dahi alenen yaşanıyor. Nitekim, ekonomik krizden de yine yabancılar en ağır şekilde etkileniyor. Ekonomik krizin Hollanda'da hissedilmeye başlandığı 2008 yılının ikinci çeyreğinde yüzde 13 dolayında olan yabancı gençler arasındaki işsizlik, 2011 yılının ikinci çeyreğinde yüzde 25'e yükselmiş bulunuyor. Yine aynı dönemde sayfa 26 • Perspektif Hollandalı gençler arasındaki yüzde 7,3’lük işsizlik oranı ise neredeyse aynı kaldı. Bu durumda yaşamakta olduğumuz ağır ekonomik kriz Hollandalı gençleri 'teğet' geçerken, oran yabancı gençler arasında iki katına yükselerek aradaki farkın tarihin en üst düzeyine çıkmasına neden oluyor. Bu artışta ve aradaki farkın derinleşmesinde ayrımcı yaklaşımların önemli etkisi izahtan varestedir. Hollanda Eğitim Sisteminin çocuklarımız açısından artık bir 'mayın tarlası olduğu' benzetmesinin abartılı bulunmadığı günümüzde, göçmen çocuklarının yüzde 75’i' düşük seviyeli okullara yönlendirilmektedir. Temel eğitimin 8. sınıfında yapılan seviye belirleme sınavlarında bu çocukların başarı oranı diğer grupların gerisinde kalmaktadır. Uzmanlar bunun nedeni olarak Hollandaca dil yetersizliğini gösterseler de, okul ve öğretmenin küçümseyici, düşük beklentisi da burada önemli ve belirleyici bir rol oynuyor. Irkçılık ciddiye alınmalı, etkin şekilde mücadele edilmeli! Hollanda'da göçmenler olarak sıkça maruz kaldığımız ayrımcı davranış ve uygulamalara ilişkin örnekleri çoğaltmak mümkün. Yalnız Hollanda mı? Geçen dönemde Norveç, Almanya, Danimarka ve İtalya’da işlenen cinayetler, ırkçı şiddetin Avrupa çapındaki korkunç boyutlarını bir kez daha bize hatırlatıyordu. Daha 70 yıl önce milyonlarca Yahudinin katledilmesini önleyemeyerek kötü bir insanlık sınavı veren Avrupa, günümüzde de halen ırkçı hareketlere karşı yeterli karşı duruşu maalesef sergileyebilmiş değil. Irkçılık, genel olarak aşağılanan bir kelime ve reddedilen bir ideoloji olması nedeniyle, her zaman tartışmalı bir konu olmuştur ve araştırmalar, günümüzdeki şekliyle son 60 yıldır sistemli bir şekilde Hollanda'da yabancılara karşı şiddet içeren ırkçı saldırılar olduğunu gösteriyor. Önce İtalyan ve İspanyol işçiler, sonra Türkler, Faslılar ve ilticacılar ile son yıllarda Müslümanlar bu saldırıların en sık hedefi olan etnik ve dinî gruplar olmuş durumda. Buna karşılık resmî makamlar ve politikacılar bu saldırıları her seferinde 'münferit bir olay, birkaç serserinin hareketi' gibi yaklaşımlarla geçiştirmeye çalışıyor. Doğru tespit yapılmaması ise hem bu düşünceyi savunan hareketlerin gelişmesine neden oluyor, hem de konu Hollanda'da tartışılmayarak tabulaştırılıyor. Bu yaklaşımın en çarpıcı örneğini, Özgürlük Partisi adı altında özgürlükten nasibini almamış PVV (Partij voor de Vrijheid) partisine yaklaşımda görüyoruz. Bu parti, Müslümanlara, Hollanda'nın kapılarının kapatılmasını, Müslümanların okul ve ibadet yerlerinin yasaklanmasını alenen savunabiliyor. Bu şekilde ayrımcı, dışlayıcı yaklaşımları savunan bir başka parti, halen iktidardaki azınlık hükümetinin dışardan destekleyicisi olarak kabul görebiliyor. Demokrasi konusunda 'mangalda kül bırakmayan' Hollanda, sadece bir kişinin üyesi olduğu, kararların tek bir kişi tarafından verildiği, anti demokratik bir hareketin desteğiyle yönetiliyor izlenimi veriyor. Nitekim bahsettiğimiz bu hareket, 2010 yılı parlamento seçimlerinde yüzde 15,5'luk oy oranıyla ülkenin üçüncü büyük partisi olmuştu. Ve son kamu oyu yoklamalarına göre, bu partinin tabanı büyümeye devam etmektedir. Irkçılığın ve ayrımcılığın her türlüsüne karşı çıkılmalı! Bir araştırmaya göre, Hollanda halkının yüzde 10’u kendini ırkçı olarak tanımlıyor ve yüzde 17'si ise bazen ırkçı düşüncelere sahip olduğunu belirtiyor. Daha yakın zamana kadar insanların ağzına bile almaya cesaret edemediği ırkçılığın, bu denli yaygınlaşması ve insanların hiç çekinmeden ırkçı olduğunu kabullenmesi aslında korkunç bir gelişmeyi ve yaygınlaşmayı gösteriyor. İnsanların utanma duygusuna kapılmadan kendilerinin üstün olduğunu ifade etmesi, insan olarak hepimizi kaygılandırmalıdır. Bu gelişme Hollanda ve dolayısıyla bizim geleceğimiz açısından ciddî bir tehlike oluşturuyor. Hollanda'da doğrudan veya dolaylı olarak uygulanmakta olan ırkçı, ayrımcı davranış ve uygulamalar olduğu herkesin ortak kabulüdür, fakat artık, bunun adının konulması ve alınması gerekli tedbirlerin de netleştirilmesi gerekiyor. Sorunun tanımı iyi yapılmazsa çözümler geliştirilemez ve sorunlar kontrolden çıkarak önü alınamaz hale gelebilir. Hollanda Anayasası’nın birinci maddesi şunu öngörür: “Hollanda’da yaşayan herkes eşittir ve eşit mualele görür. Din, ha- yat görüşü, siyasî görüş, ırk, cinsiyet veya her ne sebeple olursa olsun ayrımcılığa izin vermez.” Bu doğrultuda, ayrımcılığın her türlüsüne karşı çıkılmalı, ötekileştirici, dışlayıcı ve toplumsal grupları karşı karşıya getiren yaklaşımlarla mücadele edilmesi gerekiyor. Geleceğin Hollanda’sını birlikte inşa etmeliyiz. Uyum çift taraflı bir süreçtir! Farklı kültürel geçmişe sahip grupların barış içinde bir arada yaşaması, egemen toplum azınlık toplum ilişkisi, kısacası toplumsal uyum süreci elbette kolay değildir ve sancılı geçmesi anlaşılabilir. Ayrıca bu süreçte, bu ülkenin yeni yerleşimcileri olarak bizlere de önemli görevler düşmektedir. Hollandaca dilini öğrenerek, toplumu yakından tanımalı, içinde yaşadığımız bu toplumun hassasiyetlerine saygı göstermeliyiz. Hollanda toplumuyla iyi ilişkiler içinde olmalı, kendimizi daha iyi tanıtmalı ve birlikte eşit koşullarda huzur içinde yaşama irademizi net biçimde ortaya koymalıyız. 50 yıldır yaşadığımız, kök saldığımız Hollanda'da kalıcıyız ve burası artık bizim de ülkemizdir. Aslında Hollanda toplumuyla sorunlarımız, kaygılarımız, sevinçlerimiz, kazanımlarımız, kısacası geleceğimiz ortaktır. Ancak bu noktada bize olduğu kadar, Hollanda toplumuna da büyük görevler düşüyor. Çünkü uyum tek bir tarafın çabalarıyla gerçekleşemez ve karşılıklı bir etkileşim süreci gerektirir. Bizim olduğu kadar Hollanda toplumu da bize karşı daha açık olmalı, bizleri eşit vatandaşlar olarak görmeli ve geleceğin Hollandasını birlikte inşa etme niyet ve iradesini göstermelidir. Bu birlikte yaşamanın çerçevesini ise demokratik hukuk devleti ilke ve kuralları belirlemelidir. Ancak bu şekilde geleceğimizi tehdit eden dışlayıcı, ayrımcı düşüncelerin tehlikesini bertaraf edebilir, ırkçılığın pan zehirini oluşturabiliriz. Ortak geleceğe uzanan yolda, bizimle benzer kaderi paylaşan, bize destek olan diğer toplumsal kesimler, siyasi parti, kurum, kişi ve sendikalarla dayanışma içinde mücadele etmeliyiz. Ş U BAT 2 0 1 2 • s ay f a 2 7 irşad Mevlid ve Süleyman Çelebi’nin Mevlid’i Prof. Dr. Adem APAK • [email protected] Mevlid, İslâm edebiyatı ve sanatında Hz. Peygamberin (sav) doğum yıl dönümünde yapılan törenlere verilen genel isim, aynı zamanda bu törenlerde okunmak üzere yazılmış eserlerin ortak adıdır. Esasen Allah Rasûlü’nün (sav) sağlığında onun doğum yıl dönümü kutlanmadığı gibi, daha sonraki İslâm tarihi döneminde mevlidle ilgili bir uygulamaya da tesadüf edilmez. Mısır'da Şiî Fatımî Devleti kurulduğu zaman, bu devlet ileri gelenleri, soyundan geldiklerini söyledikleri Hz. Peygamber'in (sav) doğum yıl dönümünü Muiz-Lidînillâh’ın halifeliği döneminden (972-975) itibaren resmen kutlamaya başladılar. Fâtımîler bunun yanı sıra Hz. Ali, Fâtıma, Hasan, Hüseyin gibi Ehl-i Beyt mensupları ile o günkü halifenin de doğum gününü görkemli bir şölen şeklinde kutluyorlardı. Şii Fâtımîlere son veren Eyyûbîler zamanında birçok bayram ve tören kutlamaları kaldırıldığından dolayı mevlide de özen gösterilmediği anlaşılmaktadır. Ancak Selâhaddîn-i Eyyûbî'nin kayınbiraderi Erbil Atabeği Muzafferüddin Kökböri (1190-1233), mevlidi tekrar büyük törenlerle yeniden kutlamaya başladı ki bu uygulama Sünni dünyada ilk ciddi mevlid kutlaması kabul edilir. Onun zamanındaki kutlamaların Fâtımîler'den farklı olarak hazırlıklarıyla birlikte uzun bir zaman dilimine yayıldığı, adeta bir şenlik ha- Peygamberimizin doğduğu yer sayfa 28 • Perspektif vası içinde halkın geniş katılımıyla gerçekleştiği dikkat çekmektedir. Günümüz Suriye’sinde de benzer nitelikte görkemli ve uzun süreye yayılmış mevlid kutlamalarına şahit olmak mümkündür. Eyyûbîler’den sonra kurulan Memlükler döneminde Mısır'da mevlid kutlamaları bütün ihtişamıyla devam etti. Mevlid günü ikindi namazından sonra Mısır Abbasî halifesi, dört mezhebin baş kadıları, ilim ve tasavvuf ehli, emîrler ve kumandanlar, devlet adamları, halkın ileri gelenleri, komşu ülkelerden gelen temsilciler kaleye gelerek tören çadırındaki yerlerini alırlardı. Bu günde önce Kur'ân tilâvet edilir, ardından vaazlar verilir, tarikat mensupları tarafından zikir ve evrâdlar okunur, daha sonra yemek yenirdi. Bu sırada sultana tebrikler sunulur, o da devlet ricaline, ulemâ ve tasavvuf ehline hil'at ve hediyeler verir, muhtaçlara da sadaka dağıtılırdı. Eyyûbîler devrinde en muhteşem törenlerin el-Melikü'l-Eşref Kayıtbay zamanında (14681496) yapıldığı kaydedilmektedir. Kuzey Afrika'da ilk defa kadı Ebü'l-Abbas Ahmed b. Muhammed b. Hüseyin es-Sebtî el-Azefî (ö. 633/1236) tarafından halkın Hristiyan bayramlarını kutlamasını önlemek amacıyla mevlid kutlamaları icra edilmeye başlandı. Bu devirde özel bir ilgi gösterilen uygulama zamanla Kuzey Afrika, ardından da Endülüs'te yaygınlık kazanmış, hükümdarlar ve yöneticiler mevlid kutlamalarına büyük ehemmiyet vermiştir. Mevlid kutlamaları, Mâlikî fukahasının sert muhalefeti sebebiyle Tunus'ta Hafsîler sarayında Fas'takinden yaklaşık bir asır sonra, Sultan Ebû Fâris Abdülazîz el-Mütevekkil devrinde (1394-1434) yapılabilmiştir. Özellikle Tunus'ta Osmanlı hakimiyetindeki son beylik olan Hüseynîler zamanında Osmanlılar örnek alınarak mevlid bir devlet törenine dönüştürülmüştür. Öyle ki, Tunus'ta Fransız işgali döneminde dahi bu kutlamalar devam etmiş, hatta zamanın sömürge valisi de törenlere katılmıştır. Osmanlı hükümdarı III. Murad, hicri 996 (1588) yılında merasimle mevlid kutlamalarını başlatmakla birlikte, resmî olmasa da Osmanlı Devleti'nde kutlamaların bundan önceki dönemlerde de yapıldığı bilinmektedir ve Balkanlar'ın fethiyle birlikte bu coğrafyada da mevlid törenleri yapılmaya başlanmıştır. Zira Saraybosna'daki Gazi Hüsrev Bey Camii'nin hicri 938 (1531) tarihli vakfiyesinde mevlid için yılda 300 dirhem tahsisat ayrıldığı görülmekte, bölgedeki diğer camilere ait vakfiyelerde veya şahsî vasiyetnamelerde de benzeri kayıtlara tesadüf edilmektedir. Günümüzde mevlid, Suudi Arabistan hariç olmak üzere Kuzey Afrika'dan Endonezya'ya kadar İslâm ülkelerinde -bazılarında resmî, bazılarında gayri resmî olarakyaygın biçimde kutlanmaktadır. Türkiye'de yalnız ramazan ve kurban bayramları resmî bayram kabul edilmekte, gerek mevlid kandili, gerek diğer mübarek gün ve geceler münasebetiyle camilerde, evlerde ibadet âdabı içinde Kur'ân-ı Kerîm, Süleyman Çelebi'nin mevlidi, kaside ve ilâhiler okunmaktadır. Son yıllarda Diyanet İşleri Başkanlığı ve Türkiye Diyanet Vakfı'nın ortaklaşa düzenlemesiyle Hz. Peygamber'in mevlidi "Kutlu Doğum Haftası" adıyla Türkiye'de, Türk dünyasında ve Balkanlar'da çok yönlü etkinliklerle kutlanmaktadır. Mevlid kutlamaları sırasında okunan ve Resûl-i Ekrem'in (sav) doğumunu anlatan, methini içeren eserler de mevlid olarak bilinmektedir. Bunların en meşhurları arasında Arap dünyasında ilk peygamber methiyesi kabul edilen Kâ'b b. Züheyr'in Kasîdetü'lBürde'si, daha sonra Bûsîrî'nin aynı adla da anılan el-Kevâkibü'ddürriyye’si ve el-Kasîdetü'1-hemziyye'si ile Şemseddin İbnü'l-Cezerî’nin Mevlidü'n-nebî ve nihayet Ca'fer b. Hasan el-Berzencî'nin el-'İkdü'l-cevher’i zikredilebilir. Günümüzde Arap dünyasında, Hindistan'da ve Güneydoğu Asya İslâm ülkeleriyle bütün Afrika İslâm ülkelerinde Arapça'sı ve çeşitli dillerdeki tercümeleriyle en çok okunan mevlid ise Medine Müftüsü Ca'fer b. Hasan el-Berzencî'nin Mevlidü'n-nebî adlı eseridir. Doğu Afrika sahillerinde ise Abdurrahman İbnü'dDeyba' ez-Zebîdî'nin el-Mevlidü'ş-şerîf’i ile Somali'de Ebü'l-Hasan Nûreddin'in 'Unvânü'ş-şerif adlı mevlidleri oldukça meşhurdur. Afrika Sevâhilî dilinde de çok sayıda mevlid kitabı bulunmaktadır. Şerif e-Mansabî'nin bu dilde yazılmış Kitâbü'l-Mevlid’i çok meşhurdur. Türk dünyasında mevlid denilince şüphesiz Süleyman Çelebi'nin Vesîletü'n-necât adını verdiği mevlid akla gelir. Diğer İslâm edebiyatlarıyla mukayese edildiğinde mevlidlerin Türk edebiyatında kuşkusuz ayrı bir yeri vardır. Çoğunlukla manzum kaleme alınan bu eserler, Türk halkının peygamber sevgisinin bir göstergesi olarak sayı itibariyle de dinî türlerin hiç birinde görülmeyecek zengin- liktedir. Süleyman Çelebi'nin nazmettiği mevlidin herkes tarafından beğenilip okunmasından dolayı bu konu sonraki yıllarda da şairler tarafından çokça işlenmiştir. İlk Türkçe mevlid metni hakkında kaynaklarda açık bilgi yer almamakla birilikte Süleyman Çelebi'nin hicri 812’de (1409) kaleme aldığı Vesîletü'n-necât adlı mesnevinin ilk mevlid olduğu görüşü yaygın bir şekilde kabul görmektedir. Vesîletü’n-necât dışında Türkçe'de kaleme alınan mevlidlerin sayısı 200 civarındadır. Süleyman Çelebi’nin eseri örnek alınmak suretiyle yazılan Türkçe mevlid metinlerinin çoğu, aruzun "fâilâtün fâilâtün fâilün" kalıbıyla ve mesnevi tarzında yazılmış olup, ortalama 6001400 beyitten oluşan mevlidlerde genellikle Hz. Peygamber'in doğumu üzerinde durulmakta, ardından mi'racı ele alınmakta, çeşitli mucizeleri anlatılmakta, daha sonra vefatından bahsedilmektedir. Bu eserlerin hemen hepsi Ehl-i sünnet inancı doğrultusunda kaleme alınmış, yer yer âyet ve hadislerden iktibaslarla, telmihlerle desteklenmiş, birtakım iddiaların aksine çoğunda bid'at denebilecek fikirlere katiyetle yer verilmemiştir. Mevlidler umumiyetle tevhid, münâcât ve na't ile (bazılarında ashâb-ı kirama methiye ile) başlamakta, kâinatın zuhur kaynağı olan nûr-ı Muhammedi'den bahsedilerek Hz. Peygamber'in (sav) doğumuna geçilmekte, onun mi'racı ve diğer mucizelerinin anlatılmasının ardından vefatı konusuna yer verilmekte, en sonunda Rasûl-i Ekrem (sav) ve ashâbı başta olmak üzere eseri yazan, okuyan ve dinleyenler için bir dua ile sona ermektedir. SÜLEYMAN ÇELEBİ ve MEVLİDİ İlk Türkçe mevlid yazarı olan Süleyman Çelebi, Bursa'da dünyaya gelmiştir. Doğum tarihi hicri 752 (1351) olarak kabul edilir. Süleyman Çelebi'nin, Ahmed Paşa'nın oğlu ve Orhan Gazi'nin silâh arkadaşı olup Fusûsü’l-hikem'e bir şerh yazan Şeyh Mahmud'un torunu olduğu zikredilmektedir. Orhan Gazi'nin bu zata İznik'te bir medrese yaptırmış bulunduğu şeklindeki kayıtlardan onun ilimle uğraşan kültürlü bir aileden geldiği anlaşılmaktadır. Süleyman Çelebi'nin dinî ilimlere vukufiyetini eserinde işlediği konuları âyet ve hadislerle ustaca desteklemesi göstermektedir. Kaynaklar onun Yıldırım Bayezid devrinde bir süre Dîvân-ı Hümâyun imamlığı da yaptığını ve 802'de (1400) Bursa Ulucamii imamŞ U BAT 2 0 1 2 • s ay f a 2 9 irşad lığına Emîr Buhârî'nin tavsiyesiyle getirildiğini nakleder. Şairin hicri 825'te (1422) vefat ettiği kabul edilmektedir. Kabri Bursa’da Çekirge yolunda, Eski Kaplıca yakınlarındaki Yoğurtlu Baba Zaviyesi önünde bulunmaktadır. Türbesi harap bir durumdayken 1952 yılında Bursa Eski Eserleri Sevenler Kurumu aracılığıyla onarılmıştır. Osmanlı coğrafyasında Mevlid denilince akla gelen ilk eser olan Vesîletü'n-necât'ın, hicri 812 (1409) yılında Bursa'da tamamlandığı bilinmektedir. Başka bir eseri bilinmeyen Süleyman Çelebi'nin mevlidini kaleme almasıyla ilgili yaygın rivayet şu şekildedir: Onun Ulucami'de imamlık yaptığı yıllarda bir vaiz, Bakara sûresinin 285. âyetini açıklarken peygamberler arasında bir fark bulunmadığını, bu sebeple Hz. Muhammed'in (sav) Hz. Îsâ'dan ve diğer peygamberlerden üstün olmadığını söyleyince cemaatten bazıları vaize karşı çıkmış, tartışmalar büyümüş, bu arada Süleyman Çelebi. "Ölmeyip Îsâ göğe bulduğu yol / Ümmetinden olmak için idi ol" beytini söylemiş, halkın çok beğendiği bu beyti daha sonra Hz. Peygamber’in (sav) sevgisini terennüm edecek ve onun hayatının bazı bölümlerini içine alacak şekilde geliştirerek eserini tamamlamıştır. Eser, asıl isminden ziyade yazma nüshaları genellikle "mevlid / mevlüd" başlığını taşıdığından, hatta bazan "mevlûd" şeklinde yazıldığından "mevlid" veya "mevlüd" olarak tanınmıştır. Vesiletü’n-necat sade bir Türkçe ile yazılmıştır. Eserde fikir, bilgi ve duygular çok sanatkârane bir üslûpla anlatılmıştır. Müellifin ifadeleri dinî heyecanına bağlı olarak gelişip zenginleşmiş ve ona dönemin çizgisini aşan şahsî ve sanatlı özel bir üslûp kazandırmıştır. Eserde kullanılan ifadeler halka yönelik konularda çok sade, dinî kavramların anlatımında bazan girift, fakat anlamın derinine inildiği takdirde gönlü fethedecek özelliktedir. Eserde yer yer dinî mefhumların, farz ve vaciplerin beyan edildiği, İslâm tasavvufunun şerî hükümlerle örtüşen yönlerinin işlendiği sayfa 30 • Perspektif de görülür. Türk edebiyatına mal olmuş tasavvufî remizlerin başarıyla kullanıldığına şahit olunur. Bunun yanında Vesîletü'n-necât’ta tenasüp, cinas, tevriye, teşbîh ve temsil gibi edebî sanatlara da yer verilmiştir. Bir münâcâtla başlayan eserin muhtevasını ortaya koyan bab başlıkları şöyledir: Allah'ın birliği hakkında, nâzım için dua talebi ve kitap için özür beyanı, âlemin yaratılma sebebinin beyanı, Hz. Muhammed'in ruhunun yaratılmasının beyanı, Hz. Muhammed'in (sav) vücudunun zuhura gelmesinin beyanı, Hz. Muhammed'in (sav) doğumu sırasında ortaya çıkan fevkalâdeliklerin beyanı, Hz. Peygamber'in (sav) methi, mucizelerinin, mi'racının ve hicretinin beyanı, onun bazı vasıflarının beyanı, nükte ve nasihat, kötü fiillerden nehyetme, risâletin tebliği, Hz. Peygamber'in (sav) vefatı ve hatime. Vesîletü’n-necât, yazıldığı dönemden itibaren Osmanlı coğrafyasındaki halk arasında çok beğenilmiş, bilhassa Hz. Peygamber'in (sav) doğum günlerinde okunmuş, bestelenmiş, çeşitli dillere çevrilmiş ve nazîreleri yazılmıştır. Ayrıca başta Balkanlar olmak üzere çeşitli İslâm ülkelerinde bir ibadet anlayışı içinde mübarek gün ve geceler yanında doğum, ölüm, sünnet, evlenme, askere gönderme gibi pek çok vesile ile okutulmaya devam edilmiştir. Son olarak gerek mevlid kutlamaları, gerekse bu kutlamalarda mevlid adı verilen şiirlerin okunmasıyla ilgili ulemanın görüşlerine gelecek olursak; Hz. Peygamber (sav) zamanında ve ondan sonraki birkaç asır boyunca kutlanmayan mevlidin daha sonra kutlanması ve bu kutlamalarda mevlid için yazılmış şiirlerin okunmuş olmasının meşruiyeti ulemâ arasında çokça tartışılmıştır. Mâliki fakihi İbnü'1-Hâc el-Abderî (ö. 737/1336) bid'at konularına geniş yer verdiği el-Medhal adlı eserinde mevlidin Rasûlullah (sav) devrinde ve ona son derece bağlı olan ashap ve tabiîn (Selef) zamanında kutlanmadığını, dolayısıyla bid'at olduğunu söyleyerek mevcut uygulamalara şiddetle karşı çıkmıştır. İbnü'l-Hâcc'ın çağdaşı olan bir diğer bir Mâlikî âlimi Tâceddin Ömer b. Ali el-Lahmî el-Fâkihânî de mevlidi bid'at-ı seyyie kabul ederek ona karşı çıkmıştır. İbn Teymiyye onu takip eden Vehhâbî ulemâsı ve Muhammed Abduh gibi çağdaş ıslahatçı âlimler de mevlid kutlamalarına şiddetle karşı çıkmışlardır. M. Reşîd Rızâ, Mısır'da mevlidlerde görülen çirkin uygulamaları eleştirir ve ulemâyı bu konuda sessiz kalmaları yüzünden kınar. Bununla birlikte mevlid kutlamasının bizzat kendisine değil, bu vesileyle işlenen kötülüklere karşı olduğunu belirtir ve bu uygulamalardan kur- tuluş yollarını gösterir. Vehhâbî geleneğine mensup çağdaş âlimlerden Suudi Arabistan müftüsü Muhammed b. İbrahim Âli Şeyh, Abdülazîz b. Abdullah b. Bâz, Hammûd b. Abdullah et-Tüveycirî gibi şahsiyetler her çeşit mevlid kutlamasına karşı çıkarak bu konuda risaleler kaleme almışlardır. Kuzey Afrika'da Cezayir gibi bazı ülkelerde ıslahatçı âlimler ise, mevlidin geleneksel şeklini eleştirmişlerse de, yeni nesillerde inanç ve millî şuurun güçlenmesi için mevlidi yeni birtakım etkinliklerle kutlama yolunu benimsemişlerdir. Ebû Şâme el-Makdisî (ö. 665/1267), İbn Abbâd en-Nefzîer-Rundî, Şemseddin İbnü'1-Cezerî, İbn Nâsırüddin edDımaşkî, İbn Hacer el-Askalânî, İbn Hacer el-Heytemî, Şemseddin es-Sehâvî, Celâleddin es-Süyûtî, Şehâbeddin Ahmed b. Muhammed el-Kastallânî ve Muhammed b. Yûsuf eş-Şâmî gibi âlimler ise Hz. Peygamber'in (sav) dünyaya gelmesi sebebiyle sevinmenin, onun doğum günü münasebetiyle muhtaçlara yardımda bulunmanın, Rasûl-i Ekrem'e (sav) dair şiirler okumanın, güzel elbiseler giyerek sevinç gösterisinde bulunmanın birer güzel amel olduğunu, dolayısıyla mevlid kutlamalarının bid'atı hasene sayılması, ancak bunun yanı sıra halk arasında görülen ve dinen hoş karşılanmayan davranışların bundan ayrı düşünülerek önlenmesi gerektiğini belirtmişlerdir. Günümüzde de gerek ulema gerekse Müslüman topluluklar arasında mevlid uygulamalarıyla ilgili olarak farklı görüşler ileri sürülmektedir. Bir kısmı mevlidin bidat olduğunu ileri sürmek suretiyle okutulmasına tamamen karşı çıkarlarken, bir kısmı ise mevlidin dini gün ve gecelerin ihya edilmesinden, aynı zamanda sünnet merasimi, düğün ve vefat gibi dini törenlerin icrasında okunmasından yola çıkarak, bunun Hz. Peygamber’in (sav) anılması ve Allah’a dua edilmesine vesile olduğu, dolayısıyla okunmasının doğru, hatta gerekli olduğu kanaatini ortaya koymaktadırlar. Bunun yanı sıra mübarek gün ve gecelerde, bebek doğum törenlerinde, sünnet merasiminde, düğün toplantılarında ve nihayet vefat ya da sene-i devriye vesilesiyle düzenlenen programların tamamında mevlid okunmasının anlamsız olacağı da dile getirilmektedir. Burada şunu ifade etmek gerekir ki, gerek sosyal, gerekse dinî adet ve uygulamalar ancak asırlık bir tecrübe birikimi ve aktarımı ile gelenek haline gelebilirler. Bunların kısa sürede hem yaygınlaşması hem de ortadan kaldırılması ve etkisiz hale getirilmesi mümkün olmaz. Süleyman Çelebi’nin Mevlid’i de Osmanlı’nın kuruluş döneminden günümüze kadar geçen sürede varlığını ve etkisini devam ettirmiştir. Kendisine rakip ve nazire kabilinden pek çok mevlid yazılmışsa da Vesîletü’n-necât çağları aşmak suretiyle Osmanlı coğrafyasında ve günümüz Türkiyesi’nde mevlid denilice akla gelen ilk manzum eser olmayı sürdürmüştür. Ayrıca mevlidin bidat olduğuyla ilgili fikirler de gerek mevlid adetini, gerekse Süleyman Çelebi’nin eserini etkisiz hale getirememiştir. Zira ülkemizde olduğu gibi özellikle bir zamanlar Osmanlı’nın hakim olduğu bölgelerde mevlid, dini gün ve gecelerin alternatifsiz en önemli ihya vesilesi olmaya devam etmektedir. Gerçekten de dinî bir temeli olmamakla birlikte, mevlid merasimleri Müslüman toplumun en çok önem verdiği, yaşattığı adet ve geleneklerden birini teşkil eder. Şu ana kadar mübarek gün ve geceler ile doğum, evlilik, sünnet ve ölüm merasimlerinde mevlidin yerini doldurabilecek güçlü bir alternatif de bulunamamıştır. Ancak bu merasimlerin tamamında standart bir mevlid okunması uygulaması da tartışılmalıdır. Belki özellikle sünnet merasimi ve düğünler için mevlid okunması dışında dinin müsaade ettiği meşru sınırlar çerçevesinde alternatif kutlamalar yoluna gitmek mümkün olabilir. Ancak kandil geceleri, özellikle de mevlid kandili için Süleyman Çelebi’nin Mevlid’i geçmişte olduğu gibi uzun yıllar boyunca alternatifsiz kalmaya devam edecek gibi görünmektedir. • Metnin hazırlanmasında Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi’nin “Mevlid” (XXIX, 475-486) maddesinden istifade edilmiştir. Bu konuda daha geniş bilgi için ayrıca şu eserlere müracaat edilebilir: Necla, Pekolcay, Türkçe Mevlid Metinleri, (Doktora Tezi) İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, İstanbul 1950; Necla Pekolcay, Mevlid, İstanbul 1980; Hüseyin, Vassâf, Mevlid: Süleyman Çelebi ve Vesîletü’nnecât, (haz. Cemal Kurnaz-Mustafa Tatçı), Ankara 1999; Ahmet Aymutlu, Süleyman Çelebi ve Mevlid-i Şerif, İstanbul 1958; Bahar Akpınar, Türk Kültüründe Dini Törenler ve Mevlid Kutlamaları (Doktora Tezi), Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 1999; Süleyman Çelebi ve Mevlid, (Yazılışı, Yayılışı ve Etkileri) Sempozyum Kitabı, (editör: Mustafa Kara-Bilal Kemikli) Bursa Osmangazi Belediyesi Yayınları, Bursa 2008). Ş U BAT 2 0 1 2 • s ay f a 3 1 irşad Model İnsan Hz. Muhammed (s.a.v.) Prof. Dr. Mehmet Mahfuz Söylemez, Bremen’deydi Haber: Akil Altuntaş •[email protected] İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dünya Dinleri Kültürü bölüm Başkanlığını yürüten Prof. Dr. Mehmet Mahfuz Söylemez, IGMG Bremen Bölgesinin daveti üzerine verdiği konferansta, Hz. Peygamberin Avrupa’da yaşayan insanlara, gençlere nasıl örnek olabileceğini anlattı. Söylemezin söyleşisinden akıllarda kalanlar şöyleydi: Hz. Peygamberin bize bıraktıkları kuşkusuz dinimizin bir parçası, taklit edilmesi elzem olan, farz olarak ifade edilmiş bir parçasıdır. Örneğin Kuran’ı Kerim’de yüce Rabbimiz “namaz kılınız” diye buyurur. Peki namazı nasıl kılacağız? Kur’an’ı Kerim’de namazı nasıl kılacağına dair bir ifade yoktur. Bunları Peygamber Efendimizden öğreniyoruz. Dolayısıyla Peygamber Efendimizden öğrenmiş olduğumuz kısım, dinin taklit edilmesi gereken kısmıdır. Bu bir farziyet ifade eder. Bunu yapmazsak Peygamberi anlamamış, farzı kavramamışız demektir. Bir de beşer olması yönüyle beliren ve örnek olan Peygamber var: Hz. Peygamer (a.s.), yaşadığı dönemde bugünkü tabirle, çok nazik biri olarak tanınırdı. Nezaketine örnek babından şu örneği verebilirz: Hz. Peygamber, evinin kapısında duruken bir Yahudi geçiyor ve ona şöyle hitap ediyor: ‘Essamu aleyküm.’ Sam kelimesi İbranicede, bela demektir. Peygamber Efendimiz buna karşılık sadece susuyor ve ona en büyük cevabı vermiş oluyor. Ancak Hz. Aişe validemiz dayanamıyor ve bu bedduaya karşılık ‘Essamu aleyküm ya aduvvellah’ diyerek Allah’ın belası senin üzerine olsun ey Allah’ın düşmanı şeklinde karşılık veriyor. Bunun üzerine Hz. Peygamber, Hz. Aişe’ye dönerek; Ya Aişe nazik olman gerekmez miydi! diyor. Hz. Peygamber her zaman tane tane konuşur ve anlaşılmayan, zor imalarda bulunmazdı. Karşısındaki konuşurken, onu dinler, sözünün bitmesini beklerdi. Muhatabının sözünü asla kesmezdi. Konuşan ne kadar ilgisiz ko- sayfa 32 • Perspektif nuşursa konuşsun, sözüne değer verdiğini gösterirdi. Vücudunu tam olarak o şahsa döner, direk temasa geçerdi. Ve ashabına da bunu tavsiye ederdi. Oysa bugün bizler, kullandığımız karışık cümleler ile karşımızdakini etkilemeye çalışıyoruz. Ne var ki, Hz. Peygamber, insanların anlayabileceği şekilde konuşunuz, der ve bu şekilde ancak derdimizi karşımızdakine anlatabileceğimizi vurgulardı. Konuşmamızın yerini bulması için muhatabımızı tanımamız gerekir. Hz. Peygamber muhatabını tanımaya çalışırdı. Onu tanıyarak, ona göre hareket ederdi. İslam’ın ilk yıllarında Hz. Peygaber’in yanında her zaman Hz. Ebubekir bulunur ve birlikte İslam’ı anlatmaya çıkarlardı. Her bir kabileye uğradıklarında Efendimiz sorardı Hz. Ebubekir’e, “kim bunlar” diye! Böylece o kabile hakkında ön bir araştırma yapmış olur ve akabinde onlara anlayabilecekleri ayetleri Kuran’ı Kerim’den seçer ve ona göre davranırdı. Muhatabı ile asla alay etmezdi. Çünkü Kuran’ı Kerim’de Hucurât Sûresi’nde: “Ey iman edenler! Bir topluluk bir diğerini alaya almasın. Belki onlar kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da diğer kadınları alaya almasın. Belki onlar kendilerinden daha iyidirler. Birbirinizi karalamayın, birbirinizi (kötü) lakaplarla çağırmayın. İmandan sonra fasıklık ne kötü bir namdır! Kim de tövbe etmezse, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir,” buyurulmaktadır. Hz. Peygamber, hemen her sabah namaza eşleri ve çocukları ile birlikte katılır, namazından sonra ders halkası oluştururdu. Bir gün Efendimiz bir ihtiyaçı için kalktığında, ashaptan biri, Ey Allah’ın elçisi bana bir bardak su getirir misin? diye seslenir. Olur diyor Efendimiz ve su getirmeye gidiyor, elinde bir maşraba ile geri gelerek oradaki sahabelere su ikram ediyor. Bu esnada bir bedevi çıkıp geliyor ve Muhammed nerede, bu kavmin lideri nerede? diye soruyor. Hz Peygamber elinde testi bekliyor, bu sırada kimse onu işaret etmiyor ve cevaben Efendimiz ‘bir kavmin lideri, reisi, önderi; onun hizmetkarıdır, ona hizmet edendir’ şeklinde cevap veriyor. Hz. Peygamber son derece bağışlayıcı bir insandı: Mekke’de artık yaşanamayacağını anlayınca Efendimiz, akrabalarının bulunduğu Taif’e gitmiş ve 1-2 ay boyunca burada kalmıştı. İlk dönemlerde el üstünde tutulmuştu. Fakat oradaki insaları İslam’a davet edince tepkiler başlamış ve neticesinde O’nu oradan sürmeye karar vermişlerdi. Efendimiz Rüc Vadisi’ne doğru giderken yol üzerine yerleştirilmiş çocuklar ve köleler tarafından taşlanmıştı. Yanında Zeyd bin Harisi vardı ve ikisi de atılan taşlardan yaralanmıştı. Yaralarını temizliği esnasında bile şöyle dua ediyordu: “Allah’ım insanlar arasındaki zayıflığımı, güçsüzlüğümü ve çaresizliğimi sana arz ediyorum... Sana, nuruna sığınıyorum, yete rki senin öfken bana yönelmesin...” Aslında demek istiyordu ki; bu müşriklerin öfkesi beni sarsmıyor, ama eğer, bu senin öfkenin yansıması ise, benim yüreğimi bu dağlar. Bu yakarış karşısında melekler: “Ey Muhammed istersen dağları kaldıralım Taif’i yok edelim,” diyorlar. Efendimiz hayır diyor; çünkü bu insanların soyundan öyle insanlar gelecek ki, onlar İslam’ı çok ileriye taşıyacaklar. O’nunbağışlayıcılığına bir başka örnek: Efendimiz Uhud savaşında Hz. Hamza’nın naaşına karşı yapılan insanlık dışı muamelere karşı Hind ve Vahşi’yi affetmiş, fakat, onların kendine görünmemesini istemiştir. Peygamber Efendimiz, hayatı boyunca asla yalan söylememiştir. Dönemindeki kâfir ya da mü’min, herkesin ona ‘el-Emin’ demesi bu dürüstlüğün bir tezahürüdür. O, kolay kolay söz vermez, ama, söz verdiği zamanda mutlaka yapardı. İslam, fetihler ile birçok yere yayıldı. Efendimizin ashabı, doğruyu kendi üzerlerinde taşıyan bu insanlar, gittikleri yerlerde yaşantıları ile yaymışlardır Allah’ın dinini ve Efendimizin mesajını. Acaba bugün, trene binerken bilet almadan binenler, konuştukları zaman yalan söyleyen ve sözünde durmayan insanlar, tüm bunları yaparken bir millete, bir kitleye ne kadar zarar veriyorum diye hiç düşünüyorlar mı? Bugün böyle olunca, Müslüman denildiğinde; neredeyse sürekli hırsızlık yapan, komşusuna zarar veren, yalan konuşan bir imaj ortaya çıktı. Bunun üzerinde tekrar tekrar düşünmeliyiz. Bizler konuşurken, hareket ederken sadece kendi adımıza yapmayız bunları; mensup olduğumuz dinimiz de bizim yapıp etmelerimizden pay alır, takdir edilir, sevilir ya da ondan uzak durulur. Yaşadığımız yerlerdeki gayr-i müslimlerin bu tutumları, bizim yaşam tarzımızın doğrudan etkisi altındadır. Efendimiz, hayatın içerisinde bir insan idi. Yapılan şa- kalarda olsun, sohbet edilen ortamlarda olsun, her zaman hayatın içinde idi. Ayrıca o, insanların en sabırlısı olarak tanınırdı. Her gün Ebu Cehil’e gider İslam’ı anlatırdı. Son derece çalışkan idi. Bir gün, geçerken sahabenin birini elini bağlamış otururken görür ve selam vermeden geçer. Sonra döner ve aynı zatı ,elinde bir çubuk ile yeri karıştırken görür ve ona selam verir. Bu zat bu olaya çok üzülür ve neden bana ilkinde selam vermedi diye sorar. Efendimiz ona, ilkinde tembel tembel oturduğunu, ikincisinde bir iş içerisinde olduğunu, onun için sadece ikinci görüşünde selam verdiğini belirtir. Hz. Peygamber son derece düzenliydi. Ne zaman, hangi saatte ne yapar, bilinirdi. Ne kadar uyuduğuna kadar, her şeyi bilinirdi. O vefa sahibi bir kişiydi. Efendimiz herkese karşı adaletliydi. Çok cömertdi: Hayatı boyunca kendi üzerine giydiği bir kaftanı (palto) olmamıştır. Suriye ile ticaret eden sahabelerden bir tanesi yolculuk esnasında bir kaftan görür ve hediye olarak Efendimize alır. Medine’ye varınca hemen Efendimizin yanında gidip hediyesini takdim eder. Efendimiz buna çok sevinir. İlk defa bir kaftan giyecektir çünkü. Hemen kaftanı giyip ilk önce hanımlarına gösterir, sonra sevincini paylaşmak için arkadaşlarına gider ve onlara gösterir. Orada köşede oturan gençlerden birisi kaftanı görünce çok beğenir ve Allah’ın elçisinden ister o kaftanı. Hz. Peygamber durur, düşünür ve çıkartıp o gencin sırtına koyar kaftanı, ama aynı zamanda üzülür de. Orada bulunanlar o kişiye serzenişte bulunarak: Sen Hz. Peygamberin hiçbir şeye hayır dediğini bilmiyor musun! derler. O kadınlara ayrı bir değer verirdi. İslam öncesi kadınların, İslam öncesinde toplum içerisinde yerleri yoktu, ta ki erkek evlat doğurana kadar. Buna karşın Efendimiz, Medine’ye Hicret ettiği zaman torunu olan Uneyse’yi mescide götürür. Namaza duracağı zaman Uneyse’yi kaldırır ensesine koyar, kıyamda okuyacağını okur, rükuya gideceği zaman O’nu indirir ve öyle giderdi. Hz. Peygamber bir kız çocuğuna böyle değer verirdi. Hayatı boyunca hanımlara bir kötü söz söylemiş değildir. Özellikle haftanın bir gününü kadınlara ayırır onlara eğitim verirdi. Çocuklara, özürlülere ayrı değer verir onlar ile ilgilenirdi. Rabbim O’nu örnek almayı bize nasib eylesin. Bizi, O’na layık insanlar, O’nun izinden giden insanlar eylesin. Ş U BAT 2 0 1 2 • s ay f a 3 3 irşad Çocuklarımıza Peygamberimizi Anlatmanın En İyi Fırsatı: Mevlid Kutlamaları İlknur Küçükoğlu • [email protected] Rasulullah (s.a.v.)’ın doğumuna, bununla ilgili yapılan merasimlere, yazılan eserlere ve Rasulullah (s.a.v.)’ın doğduğu eve “mevlid” denilmektedir. Rasulullah’ın doğduğu ev de “Mevlid Sokağı” olarak adlandırılan yerdedir. Rasulullah (s.a.v.), Rebiü’l Evvel ayının on ikinci günü, bir pazartesi gecesi dünyaya gelmiştir. Cenab-ı Hakk’ın, alemlere rahmet olarak gönderdiği biricik habibi, sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)’in dünyaya teşriflerinin yıldönümü olan bu özel günü “Mevlid Kandili” olarak ifa ediyoruz. Fatimîlerin sadece saray erkanına mahsus olarak başlattığı, Peygamberimizin doğumunu kutlama geleneği günümüzde halkla bütünleşmiştir. Müslümanlar, Peygamberimizin doğum günü olan Mevlid Kandili’ni genelde camilerde merasimler düzenleyerek, Kur’an okuyarak, Rasulullah’ı anlatan ilahiler söyleyip, şiirler okuyarak, selavatlar getirerek ve vaazlar tertipleyerek kutlarlar. Özellikle Türkiye’de Mevlid Kandillerinde Süleyman Çelebi’nin “Mevlid”ini okumak artık bir gelenek haline gelmiştir ki, yurtdışında yaşayan Türkiye kökenli insanlar da bulundukları ülkelerde bu geleneği sürdürmektedirler. İslam ülkeleri dışında yaşayan Müslümanlar; Fransa’dan İtalya’ya, Danimarka’dan İngiltere’ye ya da Belçika’dan, Almanya’ya dek pek çok Avrupa ül- sayfa 34 • Perspektif kesinde, hatta Amerika’da ve Kanada’da ve bulundukları her yerde, camilerde Mevlid Kandili merasimleri tertip ederek Peygamberimizin dünyaya teşriflerini dua ve ibadetlerle kutlarlar. Böylelikle Allah-ü Teala’nın insanlığa en engin ihsanı olan Hz. Peygamber Efendimiz’in doğum günü dünyanın dört bir yanında kutlanmış olur. Af ve mağfiret dilenen Müslümanlar, bu gecede camileri hınca hınç doldururlar. Kalplerin huzur bulduğu, gönüllerin çoştuğu Mevlid Kandili Gecesi’nde Müslümanlar, Peygamber Efendimizi şefaatçi kılarak, Allah’tan af ve mağfiret dilerler. Hicrî takvime göre Mevlid Kandili olarak kutladığımız bu özel gün, miladî takvime göre 571 yılının Nisan ayının yirmisine tekabül eder ki, 14-20 Nisan günlerini kapsayan bu hafta “Kutlu Doğum Haftası” adı altında çeşitli etkinliklere vesile kılınır. 1989 yılından beri kutlanmakta olan Kutlu Doğum Haftası’nın fikir babası Erbil Atabeği Muzafferüddin Gökbörü’dür. Muzafferüddin Gökbörü, ilk defa, 13. asırda Mevlid Kandili’nin iki ay süreyle kutlanmasına öncülük etmiştir. Mevlid Kandili münasebetiyle bu iki ay boyunca, ilim adamları bir araya gelerek ilmî, fikrî sohbetler yapmışlar, halk ise sokaklarda adeta bir bayram havasında mevlidi kutlamışlardır. Onun bu uygulamalarından hareketle; dinî tefekkürü cami dışına taşırmak, ilim adamlarının araştırmalarını ve düşüncelerini halka aktarabilmek, yüzyıllar önce bir ilim ve kültür bayramı şeklinde kutlanan mevlid geleneğini yeniden canlandırmak düşüncesi ile Peygamberimizin doğum gününü içine alan hafta “Kutlu Doğum Haftası” ilan edilmiştir. Günümüzde Mevlid Kandillerin’de olduğu gibi Kutlu Doğum Haftası da Türkiye başta olmak üzere; Fransa’dan, İtalya’ya, Danimarka’dan, İsveç’e, Amerika’dan, Kırgızistan’a, Kazakistan’dan Türkistan’a farklı ülkelerde kutlanmaktadır ki, özellikle yıllardır dinlerini baskı altında yaşamak zorunda bırakılmış Türk Cumhuriyetleri’ndeki kutlamalar bölge halkı için ayrı bir önem taşımaktadır. Kutlu Doğum Haftası bir hafta boyunca devam ettiği için, daha çok dua ve ibadetlerle eda edilen Mevlid Kandili’nden daha farklı etkinliklere sahne olur. Bu haftada genelde Peygamberimizin ve dinimizin konu edinildiği konferanslar, sempozyum ve paneller düzenlenir, İslamî araştırmalar çalışmaları değerlendirilir. Çocuklara yönelik şiir yazma ve okuma, makale yazma, hadis ezberleme gibi farklı yarışmalar düzenlenir. Hatimler okunur, sergiler açılır. Kutlu Doğum Haftası’nda cemiyetlerimizde de bu tür çalışmalar ve faaliyetler yoğun bir şekilde yapılmaktadır. Özellikle sokaklardaki ve diğer açık alanlardaki reklam panolarına yerleştirilen ayet ve hadislerle Peygamberimizi tanıtmaya yönelik yapılan çalışmalar, genelde Gençlik Teşkilatlarımızın girişimiyle yapılan “Gül dağıtma” etkinlikleri ve ziyaretler, diğer din mensuplarıyla olan ilişkilerin güçlendirilmesi ve önyargıların giderilmesi adına önem taşıyan faaliyetlerdendir. Son yıllarda farklı ülkelerde düzenlenen büyük çaptaki Kutlu Doğum merasimleri için büyük salon programları da organize edilmektedir ki, farklı dinî kuruluşların Peygamber sevgisi etrafında biraraya gelerek, birlik ve beraberlik içerisinde düzenledikleri bu güzel programlar, Müslümanlar arasındaki ayrılıkların giderilme- si ve kardeşlik duygularının pekiştirilmesi açısından önemlidir. Tabiî ki, tüm bu güzel çalışmalar, Peygamber sevdalısı Müslümanların çabalarıyla ortaya çıkmaktadır. Bunun için de Peygamber sevgisi toplumda, bilhassa da toplumun geleceğini oluşturan çocuklarda yerleştirilmelidir. Özellikle Müslümanların azınlıkta olduğu ülkelerde, dinlerini çocuklara anlatma görevi başta ebeveynler olmak üzere, dinî kuruluşlara ve camilere düşmektedir. Aileler, psikologların insan psikolojisindeki en güzel öğrenme yönteminin “modelleme” tekniği olduğunu konusunda görüş birliğine vardığını gözönünde bulundurarak, bizzat kendileri bu hususta çocuklara “örnek-model” olmalıdırlar. Kişi, canlı örnektir; eğer bir ailede Hz. Peygamber’in adı çok geçiyor, anne-baba hayatını buna göre yaşıyorsa, çocuk bu davranışları örnek alacaktır. Çocuğa sadece nasihat etmek yerine, aile büyükleri bu tür bir yaşama dikkat ediyorsa, çocuğun bu yaşamı benimsemesi daha kolay olacaktır. Anne-babanın eğilimleri, gündemleri, evde konuştukları, verdikleri tepkiler, hatta hareketleriyle onayladıkları meseleler, özetle onların yansıttığı her görüntü çocuğun geleceğini şekillendirir. Yani çocuğuna Efendimizi tanıtıp sevdirmeyi düşünen Müslümanların öncelikle kendilerine bakması ve eksiklerini telafi etmesi gerekir. Çocuklara, Peygamberimizi hikayelerle tanıtmak da önemli bir yöntemdir. Çocuklar eskiden genelde dedelerinden, ninelerinden ya da diğer aile büyüklerinden dinledikleri hikayelerle Peygamberimizle tanışıyorlardı. Peygamberimizin çocukluğunun nasıl geçtiğini hikayeŞ U BAT 2 0 1 2 • s ay f a 3 5 irşad lerle çocuklara anlatmak, Peygamber sevgisinin pekişmesi bakımından faydalı olacağı gibi, çocuk bu tür hikayelerde kendini de bulacağı için, daha da etkilidir. Çocuklara, Kur’an’da ismi ve hikayeleri geçen diğer peygamberler de anlatılabilir. Hz. İbrahim ve Hz. İsmail’in başından geçenler, Hz. Yusuf kıssası gibi hikayeler, çocukların kavrayış seviyelerine uygun anlatıldığı takdirde, Peygamberlere iman öğretiminde istifade edilebilecek hikayelerdir. Çocuklara anlatacağımız hikayelerde seçtiğimiz dil ve tavır da çok önemlidir. Peygamber Efendimizin özellikle şefkat ve sevgi yönünü soyut kavramlarla değil de, somut bir şekilde örneklendirerek anlatacağımız hikayeler onlar üzerinde daha etkili olur. Mesela televizyonda bir kuşun yavrusunu sevdiğini gördüğümüzde, “Bak bu kuş yavrusunu nasıl seviyor ve koruyor. Peygamberimiz de bizi böyle sever ve korumak ister” diyerek Peygamberimizin ümmetine olan düşkünlüğünü anlatabiliriz. Anne-babaların, çocuklarının hayatını bu tür hikayelerle renklendirmesi önemlidir. Ancak hikayelerdeki yaşam tarzını ve güzel davranışları gündelik hayatlarına taşıyarak çocuklarına örnek olmaları gerektiğini tekrar vurgulamakta fayda vardır. Zira bu durum çocukta sevgi ve güven duygusunun gelişmesi için de önemlidir. Çünkü çocuk, hikayeler içindeki güzel davranışları örnek alırken, çocuğun anne-babasının da aynı kişiyi örnek aldığını görmesiyle sevgi ve güven duygusu pekişmiş olur. Çocuklara nasihat edilirken çocuğun yaşı dikkate alınmalı ve ona yapılan davranışın gerekçeleri anlatılmalıdır. Hz. Peygamber “Çocuklarınızla çocuklaşın” buyurmaktadır. Hz. Ali de, “Çocuklarla 7 yaşına kadar çocuklaşın, oynayın. 7-15 yaş arasında çocuklarınızla arkadaş olun. 15 yaşından sonra da çocuklarınızla istişare edin,” buyurmaktadır. Bu bir Peygamber ahlakıdır. Dikkat ve ilgisini çekebildiğimiz ölçüde her yaştaki çocuğa din adına bir şeyler öğretilebilir ve Efendimiz anlatılabilir. Önemli olan biz büyüklerin bu konularda hassasiyet göstermemizdir. Dünyaya geldiği andan itibaren ihtiyaç duyduğu yiyecek ve içeceği hangi hassasiyetle çocuklarımıza sayfa 36 • Perspektif veriyorsak, onun ruh dünyasını şekillendirecek, duygularını besleyecek bilgileri de aynı titizlikle vermek gerekir. Çocuklara Peygamberimizi öğretmeye, konuşma çağıyla birlikte, soru-cevap metoduyla başlanabilir. İlk zamanlar “Kimin ümmetisin?” sorusunun cevabı sadece taklitten ibaretken, çocuk için hikaye ve masalların önem kazandığı bir çağda yani 3-4 yaşlarında, “Hz. Muhammed” cevabı çocuğun gözünde -ona anlattığımız hikayeler çercevesinde algıladığı- bir şahsiyet haline geliverir. Günümüzde çocuklara Peygamberimizi anlatmamızda yardımcı olacak farklı yaş gruplarına yönelik çok sayıda yayın mevcut bulunuyor. 2007’de Türkiye Yazarlar Birliği’nden “Çocuk Edebiyatı Ödülü” alan, “365 Günde Sevgili Peygamberim” adlı kitap çocukların yanı sıra yetişkinler için de güzel bir kaynak olabilir. “Peygamber’in Küçük Arkadaşları” adlı kitap da Peygamberimiz’in çocuklarla ilgili hatıralarını içeren çocukların seveceği bir kitaptır. Kitap ve dergilerin listesini uzatmak tabiî ki mümkün... Teknoloji çağında olmamıza binaen “sonpeygambercocuk.info” internet sitesi de özellikle sesli kitaplarıyla, çocukların Peygamberimizi tanımakta yararlanabileceği tavsiye edilebilecek kaynaklar arasında yer alıyor. Peygamberimizle ilgili çocuk şarkılarının, ilahilerin yer aldığı cd’leri bu kaynaklar arasında zikretmek ve unutmamak gerek. Elbette bu mevcut kaynaklardan mümkün mertebe faydalanmak gerekiyor, ancak çocuğun etrafında yer alan insanlardaki temsil ağırlığını hatırdan çıkarmamak en önemlisidir. Din söz konusu olduğunda veya Efendimizin adı geçtiğinde sergilenen duruş, çocuk için her türlü malzemeden daha değerlidir. Ondan bahsedilirken yüzlerimizde oluşan tebessüm, çocukların Peygamberimizi sevmesini sağlarken,onun adı geçtiğinde selavat getirilmesi ise çocukların Peygamberimizin “sevgiye ve hürmete en layık kişi” olduğunu anlamasına yardımcı olur. Bundan hareketle, aileler Mevlid Kandili, Kutlu Doğum Haftası gibi özel günleri, gül kokulu Allah Rasulü’nü çocuklarına tanıtmak için altın tepside sunulmuş bir fırsat olarak kabul edip, ona göre değerlendirmelidirler. Mevlid Kandillerinde çocuklarımızı alıp camilere gidelim, bilmiyorlarsa selavat getirmesini öğretelim, Kutlu Doğum Haftası’nda Peygamberimizle ilgili okunacak şiirlerin ve ilahilerin yer aldığı kutlamalara, gül dağıtma etkinlikleri gibi faaliyetlere katılmalarına destek olalım. Her şeyden evvel kendimiz onu çok severek ona layık bir ümmet olmaya çaba gösterelim... irşad Avrupa’dan Yapılan En Kârlı Yolculuk: Umre Ünal Ünalan • [email protected] Ziyaret etmek, uzun ömürlü olmak, evi mamur etmek, korumak ve Allah’a kulluk etmek anlamlarına gelen ve (amr) kökünden türeyen umre, insanın yaşamına bıraktığı etkisiyle taşıdığı bütün anlamları “umreciye” yansıtan büyük ve önemli bir ibadettir. Ziyaret etmektir umre, Mekke-i Mükerreme’de yeryüzünün ilk evini, Medine-i Münevvere’de son peygamberin mescidini. Peygamber (sav)’in ifadesiyle ziyaret edilmesi öğütlenen üç kutlu mekanı ziyaretdir: “Şu üç mescitten başkası ziyaret edilmez; Mescid-i Haram, Mescid-i Nebevi ve Mescid-i Aksa” (Buhari, Salat, 1, 6). Ziyareti ibadet olan mescitlere misafir olmaktır. Misafiri olmaktır umre, Mekke’de rahman olan Allah’ın, Medine’de rahmet olan peygamberin. Binlerce insan ruhunun derinliklerinde duyduğu bir coşkuyla ziyarete gelmiştir o kutsi mekanları. Ayrı renkten, ayrı dilden, ayrı kültürden insanların Mescid-i Haram potasında nasıl da eridiğini görmek mümkündür orada. Ben olmayı terk ederek biz olmayı prova etmektir. Yeni tanışmalara ve yeni arkadaş- lıklara vesile olur umre. Birkaç dili konuşabilen bir Müslüman için, değişik ülkelerden gelen Müslümanlarla bilgi alışverişinde bulunabilme imkanı sağlar. İslamın birlik ve beraberlik dini olduğu, cemaatin ne anlama geldiği daha iyi anlaşılır umre ile. İnsanın içindeki asabiyet duygusunu bir tarafa atarak, üstünlüğün takvada olduğunu görerek kendine dönmesidir umre. Dünya elbisesinden sıyrılarak, mana elbisesine bürünebilmektir. Umre bir dönüşümdür, madde ile mana arasındaki bozulan dengenin dönüşümü, geçici ile kalıcı arasındaki farkın farkedildiği bir dönüşüm. Eskiler “Tebdili mekanda ferahlık vardır”, yani mekanı değiştirmede huzur vardır derler. Peygamberimiz de seyahat etmekte sıhhat olduğunu söylemektedir. Dünya hayatının oluşturduğu yoğunluktan, özellikle modern hayatın güncel hastalığı olan stresten, günlük telaşların girdabından uzaklaşarak kişinin gündemini değiştirmesinde, seyahatin önemi daha da öne çıkmaktadır. Hal böyle iken, umre gibi manevi içerikli bir yolculuğun ruhi sıkıntılara karşı nasıl bir terapi olduğu aşikardır. Bu ibadetle beden sağlığının ve mal zenginliğinin ne büyük nimet olduğu hatırlanılarak şükür yerine getirilmiş olur. Sağlık ve imkanın önemi birkez daha hatırlanır. Ve ömür kelimesiyle de yakın ilişkilidir, umre. Onun içindir ki uzun ömürlü olmak anlamına da gelmektedir. Uzun ömürlü olmak, yani ömre değer katmaktır o. Zaman bakımından değil, anlam bakımından değer katmak. Yaşanılanların ardından yaşanılacak olanları değerli kılmaktır. Kaybedilenlerin muhasebesini yaparak geleceğin kıymetini bilmektir. Ölümün bir bitiş olmadığını, ebedi bir ömrün bizi beklediğinin hatırlanmasıdır. Mahşeri dirilişin provasını yaparak, büyük sınava hazırlık dönüşünün adıdır o. Öyle bir yolculuktur ki umre, tarihi yaşanmışlıklar gerŞ U BAT 2 0 1 2 • s ay f a 3 7 irşad çek sahnesinde görülünce, orada öğrenilenlerin de etkisiyle yeni yeni bilgilere ulaşılmak istenilir. Umre ibadetinin öncesinde edinilen bilgiler artık kişiye yeterli gelmez ve daha fazlasına ihtiyaç duyulur. Başlarken söylediğimiz gibi, umrenin manalarından bir diğeri, evi mamur etmektir. Bu imar tabii ki ziyaretçinin kendi kalp evini mamur etmesidir. Cenab-ı Allah “Elbette nefsini temizleyip parlatan kurtulmuştur.”(Şems Sûresi, [91:9]) mealindeki ayetinde, temizlenmesi gereken nefisten bahsetmektedir. Peygamber Efendimiz de bir hadis-i şeriflerinde: “Şüphesiz ki bedende bir parça vardır. O düzgün olursa bedenin tamamı düzgün olur, o bozuk olursa bedenin tamamı bozuk olur. Dikkat ediniz ki o kalptir” (Buharî, İman 39) buyurmaktadır. Kalp korunması gereken bir evdir o yüzden. Bu ev sürekli iç ve dış tesirlerin etkisiyle hasar görmektedir. Kin, nefret, cimrilik ya da kıskançlık gibi günahların da beslediği ruhi hastalıkların etkisiyle bu evde tahribatlar oluşur. Ve insan bu tahribattan ancak bedeni isteklerini bir tarafa bırakarak, kalbi ile meşgul olmaya başladığında haberdar olabilmektedir. İşte umre, ilgi ve alakayı dışarıdan içe alıp, bedenle değil ruhla meşgul olunması gerektiğini öğreten bir okuldur. Şunu unutmamak gerekir ki kalp Allah’ın evidir. Bu ev O’na layık hale getirilmelidir. Şemsettin Sivasi’nin: “Padişah konmaz saraya, hane mamur olmadan” dediği gibi padişahın sarayını şereflendirmesini istiyorsan haneyi mamur kılmalısın. İşte umre, tahrip olmuş olan gönül hanesinin tamiriyle meşgul olarak, yenilenerek sılaya gelebilmenin adıdır. Umre, gönül sarayındaki sahte ilahları elinin tersiyle iterek, tahtı O’na has kılabileceğin en soylu eylemin adıdır. Umre, korumak anlamına da gelir. Korumak bir anlamda temizlenmek de demektir. Bedenler kirlendiği gi- bi ruhlar da kirlenmektedir. Gönüller kirlendiği gibi, zihinlerde kirlenmektir. Resulullah (sav): “Umre, diğer umreye kadar, ikisi arasındakilere (işlenilen küçük günahlara) kefarettir...” (Buharî, Umre 1) diyerek, umrenin insanın manevi arınışına ve bundan sonraki hayatta günahlardan uzak kalınmasına vesile olacak, temizleyici bir özelliğinin de olduğuna işaret etmektedir. Umre, inanç değerlerini yeniden hatırlayarak, oluşan fikirsel kirliliklerden de temizlenme eylemidir. Giyilen bembeyaz ihramlarla ırkın ya da deri renginin bir anlam taşımadığı, eşitliğin ve üstünlüğün ne demek olduğu bilinci yeniden canlanır. Umre, insanın bencilliğini bir tarafa bırakarak, deryada bir hiç olduğunun dersini almış alarak dönülen seferin ta kendisidir. En önemlisi umre Allah’a kulluk etmek anlamına gelmektedir. Cenab-ı Allah, Ayet-i Kerimede, “Ben cinleri ve insanları bana ibadet etsinler diye yarattım” (Zariyat Sûresi, [51:56]) buyurmaktadır. İbadet eden olmak, yani kul olmak. Kul olmak, yaradana gösterilen asil bir teslimiyettir. Lakin bu teslimiyet birçok iç ve dış tesirin etkisiyle bazen yalpalar, sarsıntıya uğrar ve ona hatırlatılması gerekir. Zira insanın kulluğunu unutması, ileri aşamada terketmeye kadar gidecek bir vahim sonucu doğurabilir. Kur’an bunu şöyle anlatır: "İnsana bir sıkıntı dokundu mu, gerek yatarken, gerek otururken, gerek ayakta bize dua eder durur. Derken kendisinden sıkıntıyı giderdiğimizde ise, sanki kendisine dokunan bir sıkıntı için bize hiç yalvarmamış gibi geçer gider." (Yunus Sûresi, [10:12]). Onun için insana yaratılış amacı hatırlatılmalıdır, ki karanlık bir sonun kurbanı olmasın. İşte umre, unutulan ve örselenen değerlerin yeniden hayata aksettirilmesindeki amaca yönelik bir hicrettir, her umreci de “Medine”sine doğru yola çıkan bir muhacirdir. Ş U BAT 2 0 1 2 • s ay f a 3 8 En acılı gününüzde 7gün yanınızdayız 24saat . İSLAM TOPLUMU MILLLÎ GÖRÜŞ Cenaze Fonu Boschstr. 61-65. D- 50171 Kerpen Tel: 02237-656 313 • 02237 656-0 (Santral) • Faks: 02237-656 555 Cenaze Fonu Acil Tel.: 0177-478 83 34 • [email protected]