SAKARYA ÜNIVERSITESI TEFİSR METİNLERİ II Hafta 11 Yrd. Doç. Dr. Hüseyin AKYÜZOĞLU Bu ders içeriğinin basım, yayım ve satış hakları Sakarya Üniversitesi’ne aittir. "Uzaktan Öğretim" tekniğine uygun olarak hazırlanan bu ders içeriğinin bütün hakları saklıdır. İlgili kuruluştan izin almadan ders içeriğinin tümü ya da bölümleri mekanik, elektronik, fotokopi, manyetik kayıt veya başka şekillerde çoğaltılamaz, basılamaz ve dağıtılamaz. Her hakkı saklıdır © 2013 Sakarya Üniversitesi 11 ÜNİTE Çağdaş Dönem Tefsir Edebiyatı: Meâller İÇİNDEKİLER 11.1. Tercüme Kuramı ve Kavramsal Çerçeve 11.1.1.Tercümenin Lügat Manası 11.1.2.Tercümenin Istılah Manası 11.1.3.Tercümân ve Mütercim 11.1.4. Tercüme Çeşitleri 11.1.4.1. Harfî (Lafzî) Tercüme 11.1.4.2.Manevi (Tefsirî) Tercüme 11.1.5. Meâlin Sözlük Manası 11.1.6. Meâlin Istılah Manası 11.1.7. Tercüme ve Meâl Ameliyesi 11.2.Kur’an’ın Edebi İ’cazı Bağlamında Tercümenin İmkânı 11.2.1. İ’caz 11.2.2. Kur’ân’ın Meydan Okuması (Tehaddîsi) 11.2.3. Meydan Okumanın Özellikleri 11.2.4. Kur’ân’ın Tercümesinin İmkânı 11.2.5. Besmelenin Meâli 11.3. Kur´ân Tercümesi ve Tarihî Gelişimi (Süreç) 11.3.1. Peygamberimiz Devrinde Tercüme 11.3.1.1. Mekke Dönemi 11.3.1.2. Medine Dönemi 11.3.2. Kur’ân’ın İlk Tercümesi 2 11.3.3 Kur’ân’ın En Eski Türkçe Tercümeleri 11.3.4. Türkçe Kur’ân Tercümeleri 11.3.4.1. XIX. Yüzyılda Türkçe Kur’ân Tercümeleri 11.3.4.2. XX. Yüzyılda Türkçe Kur’ân Tercümeleri 11.4. ÖZET 11.5. DEĞERLENDİRME SORULARI 11.6. KAYNAKLAR HEDEFLER Bu üniteyi çalıştıktan sonra; Tercüme ve meâl kavramlarını öğrenecek, Tercüme ve meâlin farkını anlayabilecek, Kur’ân’ın edebi i’cazı bağlamında tercüme edilip edilemeyeceğini kavrayabilecek, Kur’ân Tercümesinin tarihi gelişimi hakkında bilgi sahibi olacak, XIX ve XX. Yüzyıllarda yazılan Kur’ân tercüme ve meâllerini tanıyacak, Türkçe meâller hakkında bilgi verebileceksiniz. ÖNERİLER Bu üniteyi daha iyi kavrayabilmek için okumaya başlamadan önce; • Kur’ân Tercümesi ve meâlleri hakkında bilgi edininiz. • Ünitenin sonunda verilen kaynaklar listesinden de yararlanarak ünitede ele alınan konularla ilgili daha geniş okumalar yapınız. 3 Çağdaş Dönem Tefsir Edebiyatı: Meâller Çağdaş Dönem Tefsir Edebiyatı: Meâller İslam dünyasında özellikle de ana dili Arapça olmayan Müslüman ülkelerde son iki yüzyıl itibarıyla, İslam tarihinin hiçbir döneminde olmadığı kadar Kur’an tercümesi yapılmıştır. Bu değişimi hazırlayan sebepler adına birkaç husus zikredilebilir. Öncelikle Kur’an tercümeleri Martin Luther’in başlattığı Protestan hareketinin İslam dünyasına olan etkilerinden biridir. Protestanlık, Katolik kilisesinin dini tekelinde bulundurmasına itiraz etmiş ve insanları İncil’deki Hıristiyanlığa davet etmiştir. Batı karşısında sadece askeri alanda değil her alanda yenilmenin ve geri kalmanın ezikliği içinde bir kısım Müslüman aydınlar Protestanlıktan etkilenerek geri kalmışlığın vebalini İslamî geleneğe yüklemiş ve Dinin özüne, Kur’an’daki İslam’a dönmeyi tıpkı batıda olduğu gibi ilerlemenin yegâne çaresi görmüşlerdir. Bir diğer faktör ise, Şah Veliyyullah ed-Dihlevî gibi âlimlerin klasik İslamî ilimlerin eğitiminde alet ilmi olarak tanımlanan Arapça ve belağat gibi ilimlerle senelerce iştigal edilmekle beraber asıl dinin kaynakları olan Kitap ve Sünnet’in ihmal edildiğine dair eleştirileriyle başlayan süreçtir. Aslında İslam toplumlarında özellikle kriz ve kaos dönemlerinde hep bir kurtarıcı olarak dinin asıllarına dönme ve oradan istimdat hareketi tarih içinde olagelmiştir. Ancak İslam tarihinde hiçbir asırda Müslümanlar son iki asırda karşılaştıkları gibi bütün hayatı kuşatan ve bütün Müslüman coğrafyaya tahakküm eden bir meydan okumayla karşılaşmamışlardır. Bu nedenle yaşanan travma da büyük olmuştur. Ayrıca II. Meşrutiyet sonrası milliyetçilik akımının hâkim olması Kur’ân çevirilerinin artışında önemli etken olmuştur. Bu yönüyle Kur’an tercümeleri modern ulus devletin din tasavvuruyla da doğrudan ilgilidir. Nitekim kendi dilinde dini öğrenme ve Türkçe ibadet gibi uygulamalar bu bakış açısının bir yansımasıdır. Meşrutiyet döneminden sonra Cumhuriyet döneminde de Kur’an tercümeleri hızla yazılmaya devam etmiştir. Bu açıdan Türkiye’de modern dönem Kur’an çalışmalarının merkezinde meal edebiyatı vardır denilse abartı olmaz. Tabii olarak bu durum hem eleştirileri hem de takdir yazılarını beraberinde getirmiştir.1 Biz bu ünitemizde özellikle son iki asırda çok önemli bir edebiyat oluşturan Kur’ân Meâllerinin tarihi sürecini ele alacağız. Konuyu daha iyi anlayabilmek için Tercüme ve Meâl kavramları üzerinde durmak yerinde olacaktır. 1 Ekin, Yunus, Akyüzoğlu, Hüseyin, Kur’an Tercüme Teknikleri, Işık Akademi Yayınları, İzmir, 2012, s. 1314. 4 11.1. Tercüme Kuramı ve Kavramsal Çerçeve İnsan kâinat içerisinde en şerefli varlık olarak yaratılmıştır. (İsrâ, 17/70) Allah Teâlâ ona başta fizyolojisi olmak üzere onu diğer yaratılmışlardan ayıran üstün vasıflar vermiş, akıl gibi bir özellik bahşetmiştir. Aklın kendisini ifade yolu olarak onu çeşitli dillerle konuşma kabiliyeti ile donatmıştır. Sonsuz rahmet sahibi Allah, şefkatle yaratıp kemale erdirdiği insana olan rahmetini tamamlamak için Kur’ân’ı göndermiş, onu cehalet ve dalâlet karanlıklarından kurtarmıştır. Hitabı olan Kur’ân’ı anlaması için, yarattığı bu insana düşünüp ifade etme kabiliyeti vermiştir. (Rahmân, 55/1-4) Allah Kur’ân’da ilk indirdiği Alak suresinde insana bilmediklerini ve kalemle yazmayı öğrettiğini beyan etmektedir. Dil insanın iletişiminde çok önemli ve vazgeçilmez bir vasıtadır. Elimizdeki verilere ِ السماو bakıldığında dünya üzerinde altı bin farklı dilin olduğu düşünülürse “ ات ُ َوِم ْن آَيَاتِِه َخل َ َ َّ ْق ِِ ِ ٍ ِ “ ” َو ْاْل َْرO’nun varlığının ve kudretinin delillerinden ين ُ ض َوا ْختِ ََل َ ِف أَلْ ِسنَتِ ُك ْم َوأَل َْوانِ ُك ْم إِ َّن فِي َذل َ ك ََلَيَات لل َْعالم biri de: Gökleri ve yeri yaratması, lisanlarınızın ve renklerinizin farklı olmasıdır. Elbette bunda bilen ve anlayan kimseler için ibretler vardır.” (Rûm, 30/22) ayeti daha iyi anlaşılacaktır. 11.1.1.Tercümenin Lügat Manası Tercüme kelimesi Arapça dört harfli (rubaî) bir kelime olan ترجمkelimesinden, bir kısım âlimlere göre ise kökü üç harfli (sülâsî) bir kelime olan رجمfiilinden türemiştir. Sözlükte; “bir kelâmı, bir dilden başka bir dile çevirmek”, “bir sözü diğer bir dilde tefsir ve beyân etmek”, “bir lafzı, kendisinin yerini tutacak bir lafızla değiştirmek” gibi mânâlara gelirse de, bu kelimenin başlıca manaları şunlardır: 1. Sözün ulaşmadığı kimseye onu ulaştırmak, kendisine ulaşılmayan kişiye bir sözü tebliğ etmek, ulaştırmak demektir. 2. Bir sözü, söylendiği dilde tefsir edip açıklamaya tercüme denir. Bir dilde söylenen sözü veya bir metni aynı dili konuşanlardan donanımlı kişilerin söylenen sözleri daha açık veya daha ayrıntılı tarzda anlatmasıdır. Meselâ İbn Abbâs hakkında “O, Kur’ân’ın tercümanıdır.” denilmesi bu mânâdadır. 3. Bir sözü, kendi dilinden başka bir dile tefsir edip açıklamaya da tercüme denir. “Mütercim” bir sözü başka bir dilde ifade eden kişidir. 4. Sözü bir dilden diğer bir dile nakletmeye tercüme, bu sözü nakledene de tercümân denir.2 Sözlüklerde ifade edilen bu dört mananın ortak noktası hepsinde bilinmeyen veya kapalı kalan bir sözün “açıklanma, beyân” anlamı vardır. İlk ikisinde aynı dil içinde yapılan bir çeviri söz konusu iken son ikisinde ise diller arası bir çeviri söz konusudur. Tercüme kelimesinin bundan başka şu anlamları da bulunmaktadır: a. Tercüme kelimesi “bâb” başlığı, yani bir kitapta yer alan bölüm adı anlamına gelir. Dolayısıyla kitabın ana 2 Ez-Zehebî, Muhammed Hüseyin, et-Tefsîr ve’l-Müfessirûn, Beyrût, 1976, I, 23. 5 bölümlerinin altında yer alan başlıklara “terâcim” denmektedir. Bu kullanım özellikle Hadis Kitapları için kullanılan bir kavramdır. b. Bir kimsenin hayatını ve eserlerini anlatmak manasında kullanılır. Dilimizde biyografi ifadesi için kullandığımız tercüme-i hâl bu anlamdadır. 11.1.2.Tercümenin Istılah Manası Tercüme kelimesi sözlükteki yaygın anlamıyla bir metni veya sözü bir dilden başka dile çevirme anlamına gelmektedir. Istılahî bir tabir olarak ise, “bir sözün mânâsını diğer bir dilde, dengi bir ifade ile aynen olduğu gibi dile getirmektir.”3 Tercüme, “bir kelamı başka bir dilde bütün mana ve maksatlarını yerine getirerek denk lafızlarla ifade etmektir”, şeklinde de tarif edilebilir. Tercümenin, Elmalılı’nın dediği gibi; aslının anlamına tamamen uygun olması için açıklıkta, delâlet ettiği mânâda, özetlemede, etraflıca açıklamada, umûmî mânâda, özel mânâda, kayıtsız ve şartsız olmada, kayıt ve şarta bağlamada kuvvette, isabet etmede, güzel anlatmada, beyân üslubunda; kısacası ilimde ve sanatta, asıldaki anlatım tarzına uygun olması gerekir. Aksi halde tam bir tercüme değil, eksik bir anlatım olur. Onun için dille ilgili bir özelliği olmayıp yalnız akıl ve mantığa hitap eden kuru ve teknik eserlerin, ilmi seviyeleri ilerlemiş olan dillere tam anlamıyla tercüme edilmesi mümkün olduğu hususunda bir söz yoksa da hem akla, hem de kalbe yahut yalnız zevk ve hislere hitap eden ve dil açısından edebî değere ve sanat zevkine sahip bulunan canlı ve güzel eserlerin tercümesinde başarı görüldüğü çok azdır. Bunların benzerini yazmak onları tercüme etmekten daha kolaydır.4 11.1.3.Tercümân ve Mütercim Tercüme kelimesinden türeyen “tercümân” ile “mütercim” kelimeleri de çok yaygın bir kullanıma sahiptirler. Tercüme kelimesinden türeyen, tasavvufî, hukukî, siyasî bir terim olan ve dilimize tercümân şeklinde geçen kelimenin menşei, okunuşu ve kullanılışı hakkında dilbilimciler arasında farklı görüşler vardır. Bu kelimenin “tercümân” şeklinden başka “tercemân” ve “turcumân” tarzında iki farklı kullanılışı vardır. Arapçada da “tercümân” formunun yaygın olarak kullanıldığı bilinmektedir. Nitekim ilk dönem müelliflerinden olan Buhârî (256/870), meşhur hadis koleksiyonunda yer alan hadislerde kelimenin hep “tercümân” şeklini kullanmıştır. Türkçeye de bu yaygın şekliyle geçmiştir. Buna göre tercümân, “dil tefsircisi” olup bir dilde söylenen bir sözü başka bir dile sözlü olarak çeviren, açıklayan ve yorumlayan kişidir. Mütercim kelimesine Arapça sözlüklerde yer verilmemektedir. Bunun sebebi ise, muhtemelen ilk dönemlerdeki sözlü kültürün tesiridir. Aralarında nüans olmakla birlikte “tercümân” kelimesi, daha ziyade sözlü aktarım fiili için kullanılmıştır. Mütercim, ترجم fiilinden türemiş ism-i fâil olup, bir metni tercüme edendir. Bu kelime, “tercümân” 3 4 Elmalılı, M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, Azim Dağıtım, İstanbul, ts., I, s. 3. Elmalılı, Hak Dini Kur'ân Dili, I, 3. 6 kelimesiyle anlam bakımından örtüşmekle birlikte aralarında şöyle bir fark vardır: Tercümân, bir dilde söylenen bir sözü, başka bir dile sözlü olarak çeviren, mütercim ise, yazılı bir metni bir dilden başka bir dile yazıyla aktarandır. Kısaca, tercümân çeviri işini sözlü; mütercim ise, bunu yazılı olarak yapan kişidir. 11.1.4. Tercüme Çeşitleri Tercüme, asıl metin ile olan ilişkisi nazar-ı itibare alınarak iki ana kısma ayrılır. 11.1.4.1. Harfî (Lafzî) Tercüme Nazmında ve tertibinde aslına benzetilmesi gözetilen veya diğer bir deyimle mürâdifi mürâdifinin yerine koymayı esas alan tercümedir. Bu şekildeki tercüme, tercüme edilecek metindeki her kelimenin birer birer ele alınıp, onların yerine geçebilecek diğer dildeki lafızların her yönden gözden geçirilerek yerine konulması şeklinde yapılan bir tercümedir. Bu tür bir tercüme, herhangi iki dilin söz dizimi ve fonetiği yani kültürel arka planı aynı olmayacağı için, mümkün değildir. Mesela, ez-Zerkânî’ye göre, bu tür bir tercümenin imkânsızlığı, her kelimenin iki türlü manası olmasından kaynaklanır: a) Lafızlardan doğrudan anlaşılan birinci derece manalar; b) bu aslî manadan fazla olarak anlaşılan ikinci manalar. Bir metni bir dilden diğer dile çevirirken bu ikinci manaları korumak bazen çok zor; bazen de imkânsızdır. Bu şekil tercümede, asıl metindeki hiçbir kelime atılmaz ve ona ilaveler de yapılmaz. Asıl metnin anlamını aksettirmesi bakımından bu tercüme tarzı, edebî eserlerde özellikle Kur’ân-ı Kerim’de kullanımı son derece güç, hatta bazen imkânsız görülen bir yöntemdir. 11.1.4.2.Manevi (Tefsirî) Tercüme Asıl dildeki kelimelerin tertibine ve nazmına bağlı kalmaksızın herhangi bir sözün anlamını bazı şerh ve izahlarla başka bir dile nakletmektir. Bu tercüme tarzında önemli olan, tercüme edilecek metindeki gaye ve maksatların güzel bir şekilde ifade edilebilmesidir. Yani harfî tercümenin esas niteliği sayılan “Nazmında ve tertibinde asla benzeme” özelliği bu tercüme tarzında söz konusu değildir. Bir sözün manasının başka bir dilde yeniden üretilmesi olarak da tarif edilebilir. Mütercim, diğer dilde anladığı manayı hedef dile kendi ifadeleriyle aktarmaktadır. Dolayısıyla tercüme bu anlamda, tefsir olarak anlaşılmaktadır. Bundan dolayı tefsirî tercüme, harfî tercüme gibi zor bir tercüme olarak görülmemektedir. İşte bu özelliği sebebiyledir ki, günümüz tercümelerinde daha çok tefsirî tercümeye itimat edilmekte ve bu tercüme tarzı daha üstün tutulmaktadır. 11.1.5. Meâlin Sözlük Manası Kur’ân’ın başka dillere, özellikle Türkçe’ye yapılan çeviri ve tercümelerinde kullanılan bir kavram da “meâl”dir. Bu kelime de, te’vil kelimesi gibi “ أولevl” kökünden türemiş, “mimli masdar”, veya bir şeyin varacağı yer ve gâye mânâsında “ism-i mekân”dır. Meâl kelimesi sözlükte “dönmek, bir şeyden dönmek, noksan olmak, bir şeyi eksiltmek, son, 7 sonuç, çıkarım” gibi anlamlara gelmektedir. Te’vilden meydana gelen, elde edilen ürün demektir. Arapça sözlüklerde meâl kelimesine pek yer verilmez. Türkçe sözlüklerde isim olarak “mâna ve mefhum” anlamına gelmektedir. Kur’ân-ı Kerim’in lâfzî olarak tam bir tercümesi yapılamayacağına göre, O’nu sadece aslına yakın bir şekilde ifâde etmeye çalışılmış ve buna Kur’ân’ın tercümesi denmekten kaçınılmış, tercüme yerine meâl lafzı kullanılmıştır. 11.1.6. Meâlin Istılah Manası Meâl kelimesinin ıstılah manası, sözlük anlamlarından “bir şeyi eksiltmek, noksan olmak” anlamıyla irtibatlandırılarak, “bir sözün mânâsının her yönü ile aynen değil de, biraz noksanı ile ifade edilmesi” şeklinde tanımlanmıştır. İşte Kur’ân-ı Kerim tercümesi için kullanılan meâl kelimesi, O’nu, aynen tercümeye imkân olmadığına, daha doğrusu yapılan işte bir eksikliğin mevcut olduğunu belirtmek içindir. Aslında meâl kavramının terimleşmesi, özellikle, 1925 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde uzun tartışmalardan sonra Kur’ân’ın Türkçe tefsirinin Elmalılı’ya tevdi edilmesinden sonra olmuştur. Nitekim onun, te’lif ettiği ve yaygın ismi Hak Dini Kur’ân Dili olan bu eserinin diğer ismi Yeni Meâlli Türkçe Tefsir’dir. Elmalılı’nın Türkçe tefsirine “meâl” ismini vermesinde, dönemin çeşitli olaylarının etkili olduğu muhakkaktır. Zira o dönemde mevcut iktidarın temel hedefi Arapça Kur’ân yerine Türkçe Kur’ân’ı koydurtmaktı. Elmalılı da tıpkı Mehmet Akif gibi, gayet ileri görüşlü hareket etmiş ve hazırladığı tefsirin ismini Yeni Meâlli Türkçe Tefsir koyarak beklentileri boşa çıkarmıştır. Kendisinin, “Kur’ân’ı tercüme etmeyip mefhum tarzında bir Meâl yazdığını” söylemesi, hatta daha önce yapılmış tercümelere ‘Kur’ân Tercümesi’ yerine ‘Türkçe Kur’ân’ denmesini şiddetle eleştirip bu kimselere ‘Türkçe Kur’ân mı var behey şaşkın?’ diye çıkışması, daha da önemlisi hazırladığı Türkçe Tefsirine Yeni Meâlli Türkçe Tefsir ismini koyması, o dönemin şartları dikkate alındığında aslında bu, muhalif bir tavrın ifadesidir. Onun bu tavrını Elmalılı hakkında doktora tezi hazırlayan İsmet Ersöz: “Türkçe’ye bihakkın vakıf olmasına rağmen, meâlleri Türk dil zevkine uygun olarak yazmayışı pasif, fakat asil bir endişeden, yani Kur’ân yerine ikame edilmesi korkusundan kaynaklanmıştır” diyerek ifade eder. Özellikle Kur’ân için yapılan tercümenin eksik ve yetersiz olduğunu itiraf ve ifade etmek için “meâl” kelimesinin kullanılması gereklidir. Zira tercüme aslın yerini tutar, “meâl” ise aslın yerini tutmaz; o sözün biraz eksiğiyle başka bir dile aktarılmasıdır. Mehmet Akif de bundan dolayı yaptığına “tercüme” değil de “meâl” denmesini şart koşmuştur. Elmalılı’nın tefsirine “Meâl” ismini vermesinden sonra, artık Kur’ân tercümelerine meâl isminin verilmesi başlı başına bir teamül halini almıştır. Önceleri belli belirsiz bir biçimde kullanılan bu kelime, zamanla form olarak da karşılığını bulmuş ve ‘tefsir’ ile ‘tercüme’ arasında bir manayı ifade etmek üzere sürekli kullanılmaya başlanmıştır. 8 11.1.7. Tercüme ve Meâl Ameliyesi Kur’ân’ın herhangi başka bir dilde yapılan çevirilerine meâl ya da yorum denilmesi, tercümenin nasıl bir faaliyet olduğuna dair belli bir görüşe dayanır. Çeviri ile özgün metin arasındaki dilsel ilişki bakımından, tercümenin nasıl bir ameliye olduğu konusunda üç farklı anlayıştan söz etmek mümkündür: a. Okuyucuyu metnin lisanının anlam kazandığı canlı konuşma ortamına götürme; okuyanı ya da dinleyeni, söyleyenin birinci muhataplarının kavrama ve atıf dünyasına taşımak çabasıdır ki, sebeb-i nüzulünü de aktarmakla (yani parantezlerle desteklenmiş cümlelerle) bu mümkündür. b. Metni okuyucunun dil dünyasına getirmek; yani “şayet metin ya da söz okuyucunun kendi dilinde söylenseydi, bu metin nasıl ifade edilebilirdi?” sorusunu daima göz önünde tutarak yapılan çeviri. c. Metnin dil dünyası ile okuyucunun dil dünyası arasında aracılık yapma faaliyeti. Burada, okuyucu ile metnin dili, yeni bir dünyada buluşturulur. Tercüme yer yer okuyucuyu metinin dünyasına, yer yer de metni okuyucunun dünyasına taşıyarak, bir tür vasıta görevi üstlenir ve bunu temin eden dil ise yeni bir metin meydana getirir. Bir metni başka bir dili aktarmakta tercümenin bu üç işlevi de kullanılırsa, ortaya üç farklı metinden oluşan bir çeviri çıkar. Dolayısıyla üçüncü türden bir ameliye ve aynı anda farklı görevler üstlenen çeviriler, yeni bir eserdir ve çevirene aittir. Her şeye rağmen çevirinin, özgün metni, dilsel değerler bakımından aynen temsil edemeyeceği sadece kutsal ya da ilahî kelâm metinleri için değil, her türlü söz için geçerlidir. İster nesir olsun ister nazım, her dil bir durumu kendine özgü sözcüklerle ifade eder. Bu sözcüklerin ses değerini zaten başka bir dilde aynen ve yeniden üretmek imkânsızdır. Bu imkânsızlık, sözün duyulur estetik değeri ve ahengi ve çağırışım güçleri ile malzeme teşkil ettiği nazımda ve özellikle de şiirde daha da açık olarak kendisini hissettirir. Kur’ân’ı tercüme eden mütercimler, bu faaliyeti yaparken kişileri, kaynak dile yani tercümesini yaptıkları Arapçaya götürmeye çalışırken, o dile aşırı bağlılıktan dolayı harfî tercümeyi tercih etmektedirler. Bu ise hedef dilde anlaşılması çoğu kere imkânsız ve tuhaf tercümeleri karşımıza çıkarmaktadır. Mesela kaynak dildeki lafza aşırı bağlılıktan dolayı yapılan hatalardan birine M. Hamidullah’ın, Bakara suresi 17. ayetteki “ب اللَّهُ بِنُوِرِه ْم َ ( ”ذَ َهBakara, 2/17) kısmını harfî tercüme tekniğiyle çevirisinde verdiği meâli örnek gösterebiliriz. M. Hamidullah bu ayeti “Allah nurları ile gitti” şeklinde tercüme etmiştir. Kendisine bu ayetin “Allah, nurlarını giderdi” şeklinde tercüme edilmesi gerektiği hatırlatıldığında “Ben Allah’ın koyduğu ibareyi değiştirme salahiyetine sahip değilim. Çünkü Kur’ân’da izhâb fiili var; ancak, Allah ذهبkullanmış. Ben bu sebeple aynen Fransızcaya çevirmek zorunda kaldım” diyerek ilahî ibarenin zahirine bu şekilde hürmet gösterdiğini söylemektedir. Mütercim, metni okuyucunun dil dünyasına getirmek istediğinde; yani “şayet metin ya da söz okuyucunun kendi dilinde söylenseydi, bu metin nasıl ifade edilebilirdi?” sorusunu 9 göz önünde tutarak yaptığı çeviri de ise tefsirî ya da manevî tercüme ile karşı karşıya kalınır. Bu çeşit tercümeyi biraz daha ileri götürdüğümüzde ise serbest tercüme karşımıza çıkar. Özellikle Kur’ân’ı tercüme ederken serbest tercümeyi kullandığımızda yine okuyucu için anlamsız ve karmaşık ifadelerle karşılaşırız. ِ ْكتاب ََل ريب فِ ِيه ه ًدى لِل ِ َ ِ ” َذلtercümesi bir meâlde Mesela Bakara suresinin 2. Ayetinin “ين ُ ُ َ ْمتَّق َ ْ َ ُ َ ك ال şu şekilde ifade edilmiştir: “Sadece bu Kitap’ta, şüphe yoktur. Bu Kitap, sağlamcılar için ِ لِلkelimesi için kullanılan bir kılavuzdur ” (Bakara, 2/2). Bu ayetin tercümesinde ين ُ َ ْمتَّق “sağlamcılar” ifadesi bu kelimenin Türkçedeki manasını karşılamaktan oldukça uzaktır. Bu ayetin devamındaki 3. ayete ise “Sağlamcılar, görülmeyene inanır, namaz kılar, verdiklerimizden bir kısmını infak eder(ler)” يُ ْن ِف ُقو َنcümlesi “infak ederler” şeklinde tercüme edilmiştir. Müttaki kelimesini, sağlamcı şeklinde tercüme edip, ’يُ ْن ِف ُقو َنnu infak ederler şeklinde tercüme etmek bir tezadı göstermektedir. Bir ayette serbest tercüme yapılırken, diğerinde harfî tercümeye dönülmüştür. Sağlamcı kelimesine, Türk Dil Kurumunun sözlüğünde “işini sağlama bağlayan” manası verilmektedir ki müttaki kelimesini karşılaması oldukça zordur. Diğer meâllere baktığımızda bu ifadeyi “Allah’a karşı gelmekten sakınanlar”, “Âhirette zarar verecek şeylerden korunanlar (takva sahipleri)”, “korunup sakınanlar”, “kendilerini günahlardan korumaya çalışanlar” şeklinde tercüme ettiklerini görürüz. Meâllerin çoğunda ise kelime tercüme edilmeden asli şekliyle müttakiler olarak nakledilmiştir.5 Aslında tercüme yoluyla farklı dilleri konuşanlar arasında bir aracılık yapılmaktadır. Bu yönüyle tercüman iki dili birbirine süzgeçten geçirerek bu görevi ifa eder. Bu sebeple sadece Kur’ân çevirilerinde değil, her türlü tercüme faaliyetinde karşılaşılabilecek temel sorunlar benzerlik gösterir. 11.2.Kur’an’ın Edebi İ’cazı Bağlamında Tercümenin İmkânı Ünitemizin bu bölümünde mu’cize vasfına sahip olan Kur’ân’ın tercüme edilip edilemeyeceği konusu ele alınacaktır. Öncelikle Kur’ân’ın i’cazı ve meydan okuması üzerinde durularak Kur’ân için tercümenin imkânı tartışılacaktır. 11.2.1. İ’caz Yüce Allah, peygamber olarak seçtiği kullarına, diğer insanların inanmalarını sağlamak için mu’cizeler vermiştir. Her peygamber, kendi dönemindeki insanlar arasında yaygın olan ve rağbet gören hususlarda mu’cizeler serdetmiş, böylece o insanlara “hak peygamber” olduğunu göstererek kendisine inanmalarını sağlamıştır. O halde mu’cizelerin en büyük özelliği, peygamberi bu davasında haklı çıkarmak, onu te’yit etmektir. Hz. Peygamber de peygamberliğini te’yit etmek ve insanların kendisine inanmalarını sağlamak gayesiyle pek çok mucizeler göstermiştir. Ama onun serdettiği en büyük mu’cize, şüphesiz ki Kur’ân-ı Kerim’dir. Bu mu’cize, her zaman ve zeminde geçerli olması, her yönüyle aciz bıraktığının her an müşahede edilmesi hasebiyle, diğer 5 Serbest çevirilerle ilgili değerlendiremler için bkz. Akdemir, Hikmet, “ ‘Kur’an-ı Kerim ve Türkçesi’ Adlı Çeviriye Dair Bazı Değerlendirmeler”, Marife, Yıl: 5, Sayı: 2 Güz 2005, s. 75-99. 10 peygamberlere verilen mu’cizelerin en büyüğü ve en önemlisidir. Diğer peygamberlerin mucizeleri hissidir. Yani gözle görülüp algılanan, sadece bulundukları döneme hitap eden özellikler içerir. Peygamberimiz (a.s.m)’in ise son peygamber olması, getirdiği kitabın da en son kitap olması sebebiyle, Kur’ân mu’cizesi, kıyamete kadar devam edecek ebedi bir mu’cizedir. İ’caz, za’f mânâsına gelen a’cz kökünden if’âl vezninde bir masdardır. Bir kimsenin aczini ortaya çıkarmak, birini aciz kılmak veya aciz bulmak demektir. Kur’ân–ı Kerim’de, bu anlamda acz kökünün fiil ve isim şekli kullanılmıştır. Meselâ: “ َوَما َكا َن اللَّهُ لِيُ ْع ِج َزهُ ِم ْن َش ْي ٍء فِي ِ ”السماو ِ ات َوََل فِي ْاْل َْر ض َ َ َّ “Ne göklerde, ne de yerde Allah’ı âciz bırakacak (engelleyecek) hiçbir ِ ِ şey yoktur.” (Fâtır, 35/44) veya “ين َ “Siz Allah’ı âciz kılacak değilsiniz (siz َ ”وَما أَنْتُ ْم ب ُم ْعج ِز bunun önüne geçemezsiniz.)” (En’âm, 6/134) âyetlerinde böyledir. Fakat bu kökün İslâm’da çok önemli iki dinî terim teşkil edecek olan i’caz masdarı ile onun ism–i faili olan mu’cize kelimeleri Kur’ân’da geçmez. İ’cazın, “Hz. Muhammed’in (s.a.s.) nübüvvet iddiasını doğrulamak üzere, onun meydan okuması ile birlikte olarak, Kur’ân’ın benzerini getirmekten beşeriyeti âciz bırakma” şeklindeki ıstılah mânâsının ortaya çıktığı zamanı belirlemek zordur. 4. hicrî/10. miladî asırdan itibaren yapılan müteaddid tarifler, kayda değer farklılık arzetmez. İ’caz kelimesi 3. hicrî /9. miladî asrın ikinci yarısından itibaren yayılmaya başlamış ve bu asrın sonlarında “belâgatça erişilmesi imkânsız” mânâsını ifade eder olmuştur. 11.2.2. Kur’ân’ın Meydan Okuması (Tehaddîsi) Hz. Peygamber (a.s.)’ın nübüvvetinin başta gelen delili, Allah tarafından kendisine verilen Kur’ân-ı Kerîm’dir. Kur’ân’ın Allah’ın sözü olması, i’caz vasfına sahip olmasıyla tezahür etmiştir. İ’cazı da, itiraz eden kâfirlere tehaddi etmesi, yani benzerini yapmaları konusunda onlara meydan okuması ile ortaya çıkmıştır. Kur’ân’ın tehaddisi şu dört safhada olmuştur: Birinci Safha: Kur’ân ilk meydan okuduğunda, Kur’âna benzer bir söz istedi (Kasas, 28/49; İsrâ, 17/88; Tur, 52/33-34 ayetlerinde Kur’ân’ın tümüne benzer bir nazire istemiştir). İkinci Safha: Uydurma hikâyelerden de olsa on sûrenin benzerini getirmelerini istedi. (Hûd, 11/13-14) Üçüncü Safha: Hiç değilse bir sûrenin mislini getirmelerini istedi. (Yûnus, 10/38) Dördüncü Safha: Daha sonra da bir sûresinin, her hangi bir yönden benzeri olabilecek bir naziresini yapmaya çağırmış ve her defasında diledikleri herkesten yardım alabileceklerini söylemiştir. (Bakara, 2/23-24) 11.2.3. Meydan Okumanın Özellikleri İ’caz, Kur’ân’ın bizatihi beyanında bulunup, gerek Arap dilinde olan edebî nevilerden ve gerekse diğer dillerdeki ifade tarzlarından farklı olmasındadır. Kur’ân’ın meydan okumasında muarızlarından istediği nazire, Kur’ân’a aynen benzer bir kelâm değildir. Zaten bir edip tarafından söylenen söze tamamen benzer söz söylemenin imkânsızlığı 11 ortadadır. İstenen bu olsaydı her çıkan diyebilirdi ki; “İşte ben de bir söz söylüyorum. Benzerini söyleyin bakalım!” Kur’ân’ın muarızından istediği şudur: “Tarzı ve usûlü ne olursa olsun, mizacı ne olursa olsun, sahibinin güzel bulup söyleyeceği bir kelâm.” Öyle ki, beyan üstünlüğünün kriterleri ile ölçüldüğünde Kur’ân’la at başı yürüyen veya ona yaklaşan bir kelâm olsun. Yani Kur’ân’ın beklediği yaklaşma, edebiyat yarışmalarında aranan yaklaşmadır. Kur’ân’ın meydan okuduğu ilk muhataplar beşer kelâmı ile, beşer kelâmına ait olmayanı ayırt edecek kapasitede idiler. Öyle ki, muhataplara biraz daha mühlet vermek için, istenen nazirenin Kur’ân gibi hakikatler, güzel fikirler, doğrular ihtiva etmesi de şart koşulmamış, insanları etkilemede Kur’ân’ınkine benzer bir tesir icra etmesi şartıyla rastgele fikirlerle, uydurmalarla dolu olmasına bile müsamaha gösterilmiştir. Arap ediplerinden en kolaylarına gelen şey istendi. Onlar bundan âciz kaldıklarından, kendileri için en zor, en tehlikeli yolu seçtiler, yani dünyada beceriksizlik, akılsızlık, savaş, mağlûbiyet, âhirette ise ebedî azap tarafını tercih etmeye mecbur kaldılar. Bu i’cazdan maksat “tehaddîye konu teşkil eden i’caz”dır. Kur’ân’ın beyan tarzının beşerin beyan tarzından farklı olduğunu anlayıp, böylece Allah’ın kelâmı olduğuna hükmetmelerini sağlayan i’cazdır. Yoksa Kur’ân’ın bundan başka: gaibden haber verme, fennî keşiflere işaret etme, mükemmel teşrî sahalarından olan i’cazı da (gaybî i’caz, fennî i’caz, teşrîî i’caz) vardır. Kur’ân, müşrik Arap ediplerini, gururlarına dokunup kızdırarak meydana çağırmış, gitgide kolaya doğru, muhtelif safha ve şekillerde bu teklifini tekrarlamıştı: Kur’ân öylesine kızdırıyordu ki, bu tahrik en gayretsiz bir şahsın bile öfkesini alevlendirmeye yeterdi. Yalancı peygamber Müseylime bu nevi bir cür’eti gösterenlerdendi. Bunlar kötü bir taklit veya edebî özellikler bulunan sözlerden öte bir şey değildi. Muallaka sahiplerinden Lebid’in kızı babasının kasidesini Kâbe’nin duvarından indirmiş ve “Kur’ân ayetlerine karşı bunun bir değeri kalmadı”, demiştir. Ayrıca Abdülkâhir el-Cürcânî, Sekkâkî ve Zemahşerî gibi bir çok alim, edip Kur’ân’ın belagati insan gücünün üstündedir, diyerek icma ve ittifak etmişlerdir. 11.2.4. Kur’ân’ın Tercümesinin İmkânı Kur’ân’ın tam olarak başka bir dile tercüme edilebileceğini mümkün görenler, Kur’ân’ı belagat ve fesahatin zirvesinde kabul eden büyük imamlardan daha mı iyi anlamışlar ve onu daha iyi mi idrak etmişlerdir? Pratikte Kur’ân’ın tam olarak tercümesini imkân dâhilinde görenlerin çoğu o büyük insanların kitaplarını anlamakta bile güçlük çekmektedirler. Zira Kur’ân’ın dilinde yeni olan taraf, hangi sahada söz söylüyorsa söylesin daima en üstün malzemeyi ve kast olan manaya en iyi giden ifadeyi seçmesi; her harfi, her kelimeyi yerli yerine koymasıdır. Öyle ki, mana, lafzında en şeffaf, en berrak aynasını, en mükemmel suretini; lafız ise manada en emin vatanını, en sağlam yerini bulmaktadır. Değil yarım gün, bir gün, asırlar ve asırlar geçse de ne mekân sakininden 12 başkasını istiyor ne de yerleşen bulunduğu yerden ayrılmak istiyor. Hülasa Kur’ân üslup ve beyan sanatının en ideal şeklini insanın önünde sergiliyor. Malum olduğu üzere Kur’ân, Arap edebiyatının en parlak olduğu dönemde nazil olmuştur. Bu dönem, şiir ve edebiyatın en fazla revaçta olduğu şair ve hatiplerin de son derece büyük ilgi gördüğü, panayırlarda gerçekleştirilen yarışmalarda dereceye giren şiirlerin, altın suyuna bastırılıp Ka’be duvarına asıldığı bir dönemdir. İşte Kur’ân böyle bir dönemde inmiştir ve fesahati, belagati, beyan, bedi’ ve letafetiyle Arap toplumunu şaşkına çevirmiş, en ünlü şairleri ve hatipleri adeta lâl etmiştir. En azılı müşrikler bile, Kur’ân’ın bu fesahat ve belagati karşısında hayranlıklarını gizleyememiş; bunlardan bir kısmı bu harikulade eserin cazibesine kapılarak iman etmiştir. Daha ziyade Kur’ân’ın lafızlarına yönelik olan fesahat ve belagati tercümelerde tamamen yok olmaktadır. Özellikle harfi tercümeyle Kur’ân’daki kelimelerin yerine ikame edilecek başka dildeki kelimelerin, onların yerini tutması, taşıdığı manayı ihtiva etmesi, Kur’ân’daki gibi harikulade bir güzellikte dizilmesi beşer takatinin fevkindedir. 11.2.5. Besmelenin Meâli Özellikle Kur’ân’ın harfi tercümesinin yapılamayacağı ile alakalı Elmalılı’nın Fâtiha sûresi tefsirinde besmeleyi tefsir ederken, besmelenin muhtemel tercümelerini verdiği bilgilerin konunun anlaşılmasına önemli katkılar yapacağı kanaatindeyiz. Elmalılı şöyle diyor: “Besmelenin dilimize göre mümkün farz edilebilecek tercemesi şu şekillerden biri olması gerekir: 1- Çok merhamet edici bir Rahmân olan Allah’ın ismi ile, (lâm mânâsına olan tamlama) 2- Rahmân, Rahim olan Allah’ın ismi ile (lâm mânâsına olan tamlama) 3- Rahmân-ı Rahîm olan Allah ismi ile (yahut adı ile açıklama tamlaması) 4- Rahmân Rahim olan Allah adına. Fakat ilk bakışta bu dört şeklin her birindeki “olan” sıfat bağlacı, yanlış bir anlamaya yol açıyor. Çünkü “olmak” fiili dilimizde hem var olma, hem de durumun değişmesi mânâlarında ortak olarak kullanıldığından dolayı; önceden değil imiş de sonradan Rahmânı Rahim olmuş, sonradan meydana gelmiş gibi bir mânâyı ifade edebilir. Olan yerine bulunan kelimesini de bağlaç olarak kullanmak iyi olmuyor. Bundan dolayı bu bağlacın düşürülmesi ile; 5- “Rahmân, Rahim, Allah’ın ismi ile, veya; 6- Rahmân, Rahim Allah ismi ile” demek daha doğru olacaktır. Bunda da Allah zat isminin en önemli olan öne alınmasına riayet edilmemiş ve neticede araya giren fiil ile rahmetin arası açılmış olur. Bundan dolayı Allah ismini sıfatları ile beraber bir isim gibi anlatarak; 7- Allah-i rahmân-i rahim ismi ile, veya; 13 8- Allah-i rahmân-i rahîm’in ismi ile denilirse doğrudan Allah ismi başlangıç yapılmış olacak ve bununla beraber rahmet bağlantısı yine temin edilemeyecektir. Bunu “Allah, rahmân, rahim ismi ile” şeklinde söylemek dilimize göre hepsinden akıcı olacak ise de; bunda da bir teslis şüphesi akla gelebilir. Gerçi ismi ile denilip, isimleri ile denilmemesi bu şüpheyi ortadan kaldırmak için yeterlidir. Ve aynı zamanda isimlerin ve sıfatların birden çok olması zatın birliğine engel değil ise de böyle teker teker saymak şeklinde üç ismin birer zat ismi gibi düşünülmesi hemen akla geleceğinden bunları sıfat “i”si ile birbirine bağlayarak bir kelime gibi okumak daha güvenli olacaktır. Fakat bunda da terkiplerin birbiri ardında gelmeleri kuşkusundan kurtulamayacağız. O halde ne tek tek kelimelerini ve ne de terkiplerini tam olarak terceme etme mümkün olmayan ve hele belağat yönlerini, beyan ahengini nakletmek hiçbir şekilde mümkün olmayan, dudaktan başlayıp bütün karnı dolaştıktan sonra yine dudakta sona eren harflerinin tatlı düzeni bile başlı başına mükemmel ve eşsiz olan ve bununla beraber her müslümanın ve her Türk’ün çok iyi bildiği ve az çok anladığı bir vecize anlamı bulunan besmeleyi bir “ile” veya “adıyla” ifade tarzı hatırı için terceme etmeye kalkışmayıp, her zaman aslına göre söylemek ve bu gibi açıklamalar ve tefsirlerle de mânâsını düşünmeye çalışmak kaçınılmaz bir iştir. Bundan dolayı her şeyin anahtarı ve bir tevhid (Allah’ın birliğinin) âyeti olan “الرِحيم َّ الر ْح َم ِن َّ ”بِ ْس ِم اللَّ ِهkıymetli ve ahenkli sözünü, Allah’ın birliğine ٍ ”بِ ْس ِم اِل ٍَه َوهmânâsını andıran ٍ َّاب بَ ِخ inanan kimseyi müşrik durumuna düşürecek olan “يل “esirgeyici bağışlayıcı tanrı adıyla” gibi beğenilmeyen tercemelerle bozmaya özenmekten sakınmaya mecburuz.” dedikten sonra dipnotta şu ilaveyi yapmaktadır: “Doğrusu besmelenin tercemesinde gösterdiğimiz şu imkânsızlık Kur’ân ayetlerinin hemen hemen hepsinde de geçerlidir. Onun için tercemelerin tam bir terceme olması mümkün değildir.”6 Kur’ân’ın bütün özellikleriyle başta Türkçe olmak üzere hiçbir dile tam olarak tercüme edilemeyeceği ile ilgili olarak şu misali de verebiliriz: ِّ ”إِنَّا نَ ْح ُن نَ َّزلْنَاBu ayetin en doğru tercümesi “Hiç şüphe yok ki o zikri, “َحافِظُو َن َ الذ ْك َر َوإِنَّا لَهُ ل Kur’ân’ı Biz indirdik, onu koruyacak olan da Biz’iz.” (Hicr, 15/9) şeklinde olabilir. Bu tercüme doğrudur, fakat ikinci fıkranın tercümesi eksiktir. Çünkü bu cümlenin Arapça metninde dört nevi te’kit vardır: 1- İnne, 2- Lam, 3- Lam, 4- İsim cümlesi ile söylenmiş olması bu dört te’kidin dördü de tercümede gösterilmek istense te’kid edatlarının mukabili bulunmadığı için kelime ile ifade edilerek, “herhalde muhakkak surette Kur’ân’ı Biz, kat’i olarak muhafaza edeceğiz” denir. Bu tercüme tamamdır, eksik değildir; fakat bunun aslı olan “َحافِظُو َن َ ”وإِنَّا لَهُ ل َ vecizesi yanında gülünçtür. Bu cihetle, dört te’kitten üçü bırakılarak, tercümede yalnızca biri gösterilmiştir. 11.3. Kur´ân Tercümesi ve Tarihî Gelişimi (Süreç) Kur’ân-ı Kerim’in inmeye başladığı miladî VII. Asrın başlarında Hicaz bölgesinde yaşayanların çoğunluğunun Arap olduğu bilinen bir gerçektir. Dolayısıyla kendi içlerinden ‘elçi’ olarak gönderilen Hz. Muhammed (s.a.v.) Arap olduğu gibi, ona verilen ‘kitap’ın dili 6 Elmalılı, Hak Dini Kur'ân Dili, I, 56-58. 14 de Arapça idi. Kur’ân’da pek çok ayet, bu gerçeği anlatır. Söz konusu ayetler, Kur’ân’ın dilini belirleme sadedinde ‘Arapça’ kavramını çok kullanmıştır. Bu ayetlerde Allah, bilen bir topluluk için, Kur’ân’ı ancak Arapça olarak indirdiğini ifade etmiş, onunla Ummu’lKura (Mekke) ve çevresinde yaşayanların uyarılmasını istemiştir. Hatırlatma yapılabilsin diye de peygamberin diliyle kolaylaştırmıştır. Eğer Kur’ân yabancı yani Arapça olmayan bir dille indirilmiş olsaydı, muhatapları onu anlayamazlardı, itiraz ederlerdi ve onun Arapça açıklanmasını isterlerdi. Fakat bunun yanında Hz. Peygambere iman edenler arasında Bilal-i Habeşî, Suheyb-i Rûmî, Ammar b. Yasir’in bir Türk olan annesi Sümeyye ve Selman-ı Farisî (r.a.) gibi Arap soyundan gelmeyen kişiler vardır. Bu kişiler her ne kadar Arapça konuşsalar bile, bir ana dillerinin olduğu da şüphesizdir. Doğal olarak bunlar, daha iyi anlamak için, Kur’ân ayetlerini ana dillerine tercüme etme gerekliliğini gönüllerinde hissetmişlerdir. 11.3.1. Peygamberimiz Devrinde Tercüme Kur’ân tercüme faaliyetleri tarihi Peygamber Efendimiz (s.a.v.) dönemine kadar götürülebilir. Bu dönemi iki ana başlık altında ele alabiliriz: 11.3.1.1. Mekke Dönemi On üç yıllık Mekke döneminde Hz. Peygamber’e Arapça bilmeyen yabancıların geldiğine ve onunla konuşup mesajına muhatap olduklarına dair elde herhangi bir kaynak yoktur. Bununla beraber gerek Cin sûresinde (72/1 ve 2. ayetler) gerekse Ahkaf sûresinde (46/29-31. ayetler) Hz. Peygamber’in Kur’ân okurken bir grup cin tarafından dinlendiği belirtilmektedir: “Hani Biz bir vakit cinlerden bir takımını Kur’ân dinlemeleri için sana göndermiştik. Kur’ân’ı işitip dinleyecek yere gelince birbirlerine: “Susun, dinleyin!” dediler. Okuma tamamlanınca kendi toplumlarına birer uyarıcı olarak döndüler. “Ey kavmimiz!” dediler, “biz Mûsâ’dan sonra gönderilen, kendisinden önceki vahiyleri tasdik eden, gerçeğe ve dosdoğru yola götüren bir kitap dinledik. Ey kavmimiz! Allah yoluna dâvet eden bu elçinin çağrısını kabul ve ona iman edin ki Allah da sizin günahlarınızı affetsin ve gayet acı bir azaptan sizi kurtarsın.” (Ahkâf, 46/29-31) Bu ayet ve olaylardan, Hz. Peygamber’in cinlere Kur’ân okuduğunu ve onların da bunu dinlediklerini, sonra da bunları kavimlerine tebliğ ettiklerini anlıyoruz. Fakat bu dinleme ve tebliğ nasıl olmuştur? Cinlerin dili Arapça mı idi, yoksa Süryanice, yahut İbranice mi idi? Bu soruların cevabını bilemiyoruz. Bütün bildiğimiz, cinlerin Hz. Peygamber’i dinledikleri, duyduklarını çevresindekilere tebliğ ettikleri ve bunu da kendi dilleriyle yaptıkları gerçeğidir. Ayrıca müşriklerin eziyet ve zulümlerinden dolayı bir Hıristiyan kralı olan Necaşî’ye ve onun ülkesi olan Habeşistan’a bir kısım Müslümanların sığındıkları tarihi bir vakıadır. Burada Necaşî’nin huzurunda saray ve din ehlinden pek çok kişinin hazır bulunduğu bir anda Ca’fer b. Ebi Talib, İslam dini hakkında ve İslam’ın Hz. İsa ile annesi Hz. Meryem’e bakışı konusunda bilgiler vermiş ve Meryem sûresinin başından itibaren uzunca bir kısmı okumuştur. Bu ayetlerin tercüme edilip edilmediği, Necaşî ve maiyetindekilerin, Arapçayı 15 bilip bilmediklerine bağlıdır. Okunanın anlamını öğrenmek isteyen din âlimleri ile saray erbabı için bu ayetlerin tercüme edilmiş olması kuvvetle muhtemeldir.7 11.3.1.2. Medine Dönemi Medine döneminde başta Hz. Peygamber’in çevre ülkelerdeki yabancı krallara gönderdiği diplomatik mektupları olmak üzere vaki olan bazı gelişmeler, kısmen de olsa tercümeyi zaruri kılmıştır. Hz. Peygamber, peygamberliğinin evrenselliği gereği Hudeybiye Barışı sonrasında Medine’ye döner dönmez üç kıtaya tebliğ/davet amaçlı mektuplar göndermiştir. Bu cümleden olarak, Avrupa kıtasında bulunan Bizans Kralı Heraklius’a, Dihyetu’l-Kelbî’yi; Asya kıtasında bulunan İran Kralı Kisra’ya, Huzeyfetu’s-Sehmî’yi; Afrika kıtasında bulanan Mısır hükümdarı Mukavkıs’a, Hatib b. Ebi Beltaa’yı ve Habeşistan kralı Necaşî’ye, Amr b. Umeyye ed-Damrî’yi elçi olarak göndermiştir. Gönderilen bu mektupların mahiyetine bakıldığında, öncelikle hepsinde, Kur’ân’dan bir ayet olan “besmele”nin geçtiğini görürüz. Bunun yanı sıra, özellikle Ehl-i Kitaba gönderilen mektuplarda kısmen veya tamamen şu ayetler zikredilmiştir: 1. “السَلَ ُم َعلَى َم ِن اتَّ بَ َع ال ُْه َدى َّ ”و َ “…Kurtuluş hastır, bu doğru yolu tutanlara” (Tâhâ, 20/47) 2. “السَلَ ُم ال ُْم ْمِم ُن ال ُْم َه ْي ِم ُن َّ ُ ك الْ ُقدسوو ُ ِ“ ”اللُ الَّ ِذل َلَ إِلَهَ إَِلَّ ُه َو ال َْملAllah’tır gerçek İlah, O’ndan başka yoktur ilah. O melik’tir, kuddûs’tür, selam’dır, Mü’min’dir, müheymin’dir…” (Haşr, 59/23) ِ اب تَ عالَوا إِلَى َكلِم ٍة سو ٍاء ب ي نَ نَا وب ي نَ ُكم أََلَّ نَعب َد إَِلَّ اللَّهَ وَلَ نُ ْش ِر َك بِ ِه َشيئًا وَلَ ي ت ِ 3. “ ضا أ َْربَابًا ِم ْن ً ضنَا بَ ْع ُ َّخ َذ بَ ْع َ َ ْ ُْ ْ َ ِ َقُ ْل يَا أَ ْه َل الْكت ْ َْ َ َْ َ َ َ َ ِ “ ” ُدDe ki: “Ey Ehl-i kitap! Bizimle sizin aramızda ون اللَّ ِه فَِإ ْن تَ َولَّ ْوا فَ ُقولُوا ا ْش َه ُدوا بِأَنَّا ُم ْسلِ ُمو َن birleşeceğimiz, müşterek ve âdil şu sözde karar kılalım: “Allah’tan başkasına ibadet etmeyelim. O’na hiçbir şeyi şerik koşmayalım, kimimiz kimimizi Allah’ın yanında rab edinmesin.” Eğer bu dâveti reddederlerse: “Bizim, Allah’ın emirlerine itaat eden müminler olduğumuza şahid olun” deyin.” (Âl-i İmrân, 3/64) ِ اب َلَ تَ غْلُوا فِي ِدينِ ُكم وَلَ تَ ُقولُوا علَى اللَّ ِه إَلَّ الْح َّق إِنَّما الْم ِس ِ “ ”يا أَ ْهل الEy ِ َْكت 4. “ُول اللَّ ِه َوَكلِ َمتُه ُ يسى ابْ ُن َم ْريَ َم َر ُس َ ُ َ َ َ َ ْ َ يح ع َ َ Ehl-i kitap! Dininizde haddi aşmayın, taşkınlık yapmayın ve Allah hakkında gerçek olmayan şeyleri iddia etmeyin! Meryem’in oğlu Mesih Îsâ sadece Allah’ın resulü, Meryem’e ulaştırdığı kelimesidir.” (Nisâ, 4/171) Kaynaklarda belirtildiğine göre gönderilen bu elçiler gönderildikleri milletin dilini ve o muhiti biliyorlardı. Muhtemelen bu elçiler mektupların içeriği ile beraber bu ayetleri de gönderildikleri kimselere tercüme etmişlerdir. İşte Hz. Peygamber’in elçilerinin bu ayetleri tercüme etmeleri, Kur’ân tercümesinin başlangıç hareketlerinden biri olarak değerlendirilebilir. Zikri geçen bu ayetler de ilk tercüme edilen ayetler olarak kaydedilebilir. Yapılan bu tercümeler şifahi ve irticalidir. Ancak Kur’ân’ın birkaç ayetinden müteşekkil bu cüz’i tercüme hareketi, ileride cereyan edecek ve Kur’ân’ın tümünün birçok dile 7 Aydar, Hidayet, Kur’an-ı Kerim’in Tercümesi Mes’elesi, Kur’an Okulu Yayıncılık, İstanbul, 1996, s.83. 16 çevrilmesine imkân sağlayacak modern tercüme akımına başlangıç teşkil etmesi ve kaynaklık yapması açısından çok önemlidir. Zira Kur’ân’ın tercümesi hareketini tasvip edenler ve onu tercümeye teşebbüs edenler, hep mesnet olarak bu cüz’i faaliyetleri ileri sürecek ve onları delil olarak kabul edeceklerdir. Bu açıdan, az ve önemsiz gibi görünen bu ilk faaliyetler haddizatında büyük bir ehemmiyeti haizdir. Ayrıca, Efendimiz (s.a.v.) döneminde onun ashabından biri olan İranlı Selman-ı Farisî (36/656) hakkında şöyle bir olay anlatılmaktadır: İranlı bazı Müslümanlar, dilleri Arapçaya alışıncaya kadar namazlarında okumak üzere, kendilerine Fatiha suresinin Farsça tercümesini yazmasını Selman’dan (r.a.) bir mektup aracılığı ile isterler. Selman (r.a.) da Fatiha’yı Farsçaya tercüme eder. Onun Fatiha’nın birinci ayeti “besmele”yi: “Ba-nâm-i Hudâvend-i bahşâyende-i bahşâyişkâr” şeklinde çevirdiği nakledilmiştir. Bu rivayetin sıhhati tartışmalı bile olsa Fatiha’nın Farsçaya tercüme edilmiş olması, namaz kılan İranlı Müslümanların namazlarında okudukları Fatiha’nın anlamını bilmeleri için olduğu da söylenebilir ki, bunun için tercüme edildiğini söylemek çok daha makuldür. Burada, hangi şekilde olursa olsun, Fatiha suresinin Farsçaya tercüme edilmesinin temel amacının, Kur’ân’ın anlaşılmasına yönelik olduğu düşünülebilir. Şayet ‘anlama’ esas olmasaydı, bir kısım İranlılar Selman’dan (r.a.) böyle bir istekte bulunmazlardı. Buradan da anlaşıldığına göre tercüme, anlamak ve anlaşılmak için yapılmaktadır.8 11.3.2. Kur’ân’ın İlk Tercümesi Tüm araştırmacıların ittifakıyla Kur’ân’ın ilk kez Farsçaya tercüme edildiği sabit olmuştur. Özellikle Hz. Ömer zamanında, İran dolaylarına yapılan seferler sayesinde, İslamiyet, İranlılar üzerinde derin bir etki bırakarak Müslüman olmalarına vesile olmuştur. Samanoğulları emiri Mansur b. Nuh (350-376/961-976), X. Asrın ikinci yarısında Kur’ân-ı Kerim’in Farsçaya tercümesini resmi bir hükümet işi olarak ele almıştı. Kur’ân’ın Farsçaya tercüme edilip edilemeyeceği hakkında fetva isteyen emir, verilen olumlu fetva neticesinde bir komisyon kurdurup Taberî’nin tefsirinin bir hülasası ile beraber Kur’ân’ın Farsçaya tercüme edilmesine vesile olmuştur. Bu tercümenin en önemli özelliği, zamanımıza ulaşan ve hakkında malumat sahibi olunan, Kur’ân’ın tümünü içeren en eski tercüme olmasıdır. Tercüme, satır arası harfî tercüme tekniği ile yapılmış bir tercümedir. İbarenin siyakına ve farsça cümle tertibine riayet edilmeksizin, Mushafın ayetlerinin altına, Farsça karşılığı olan kelime veya ibareler yazılarak oluşturulmuştur. Bu tercüme ayrıca Türkçeye yapılan ilk tercümenin kaynağı olması ve ilk Türkçe tercüme için model teşkil etmesi açısından da önemlidir.9 11.3.3 Kur’ân’ın En Eski Türkçe Tercümeleri Kur’ân’ın tercüme edildiği en eski dillerden biri de Türkçedir. Kur’ân Farsçadan sonra Türkçeye çevrilmiştir. Kur’ân’ın, ilk olarak ne zaman ve kim tarafından Türkçeye tercüme edildiği müphemdir. Bugün, kütüphanelerde mevcut en eski Türkçe Kur’ân tercümelerinin, 8 9 Aydar, Kur’an-ı Kerim’in Tercümesi Mes’elesi, s. 84-86. Aydar, Kur’an-ı Kerim’in Tercümesi Mes’elesi, s. 96. 17 - İlk tercüme edilen asıl nüsha olmayıp, ondan istinsah edilmiş nüshalar olmalarından, - İstinsah edildikleri asıl nüshanın mütercimi ve tercümenin tarihi hakkında bilgi vermediklerinden, - Çoğunun anonim olmalarından dolayı, ilk Türkçe tercümesinin tarihi ve müterciminin kimliği hakkında net bir bilgiye sahip olmak, mümkün değildir. Bununla beraber, ilk Türkçe Kur’ân tercümelerinin, tarih olarak hicrî IV.-V., miladî XXI. Asırlara tekabül ettiği söylenmektedir. Bu dönem Türklerin Uygur alfabesini kullandığı dönemlerdir. Türkler daha sonra Arap ve Latin alfabelerini kullanmışlardır. Bu üç ayrı alfabeyle de Kur’ân tercüme edilmiştir. Özellikle son iki alfabeyle yapılmış pek çok Kur’ân tercümesi vardır. Uygur alfabesiyle yapılmış tam metin Kur’ân tercümesi bulunmuş değildir. Edip Ahmet b. Yükneki’nin “Atabetu’l-Hakayık” adlı eserinde sekiz kadar ayetin tercüme edildiği görülmektedir. Elimize kadar ulaşan en eski Türkçe Kur’ân tercümeleri XIV. Yüzyıla, bir başka ifadeyle bu tercümelerin en eskileri Selçuklular devletinin dağılışından sonra kurulan Anadolu beylikleri devrine aittir. Genel olarak tefsir geleneğinde tercümeler anadili Arapça olmayan Müslüman milletler arasında yapılmıştır. Sözgelimi gerek Selçuklu gerekse Osmanlı toplumunda Kur’ân tercümesi yerine bazı tefsirler tercüme edilmiştir. Bu konuda en önemli ve en yaygın bir şekilde tercüme edilen tefsir Türklerin İslamlaşması hatta Hanefî mezhebini benimsemesinde büyük emeği olan Ebu’l-Leys es-Semerkandî’nin Tefsîru’l-Kur’ân’ı Osmanlı döneminde bir defa tercüme edilmiş ve halk arasında okunmuştur.10 11.3.4. Türkçe Kur’ân Tercümeleri Kur’an’ın anlaşılması ve hayata taşınması sürecinde İslâmî disiplinlerin teşekkülüne paralel olarak zaman içinde Ehl-i hadisin etkisinde gelişen, nakil ağırlıklı, müfessirin yorum sürecine doğrudan katılmadığı veya okurdan ziyade metnin öncelendiği naklîrivayet tefsirleri tedvin edilmiştir. Diğer taraftan Ehl-i re’y eksenli, dilsel argümanlara dayalı, müfessirlerin ilmî birikimlerindeki ağırlık merkezine göre bazen fakîh bakış açısıyla bazen de kelamcı mantığıyla kaleme alınmış re’y-dirayet tefsirleri kaleme alınmıştır. Yine Kur’an’ın semantik yapısını zahir-batın şeklinde kategorize eden ve keşf veya ilhamla elde edilebilecek batınî anlamı da merkeze yerleştirerek metni okuyan batınî/allegorik te’vilin katkılarıyla birlikte klasik tefsir geleneği ve bu geleneğin kodlarını taşıyan bir literatür teşekkül etmiştir. İslam dünyasında son iki yüzyıl içinde Kur’an’ı anlama çabalarının kendisine odaklaştığı ve yoğun vurgu yaptığı Kur’an tercümeleri-çevirileri-mealleri on dört asırlık İslâmî tecrübe veya geleneksel tefsir anlayışı içinde, modern zamanlardakinin aksine, bir 10 Yazıcı, İshak, “Tefsiru Ebi’l-Leys Tercümeleri Hakkında Kısa Bir Araştırma”, Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 1992, sayı: 6, s. 79. 18 alt alan olma niteliğine bile sahip değildir. Bununla İslam bilim tarihi içinde Kur’an çevirilerinin olmadığını imâ etmek gibi bir kastımız yoktur. Hal böyleyken son yüz elli yıl zarfında, İslamî geleneği ya da tarihi tecrübeyi kendisi için öteki olarak tanımlayan modern Kur’an okumalarının en bariz tezahürü Kur’an tercüme veya Meallerini, dini literatürün merkezine konumlandıran etken nedir? Bunun cevabını Müslüman coğrafyanın 19. ve 20. yüzyılda yaşadığı siyasî ve tarihî kırılmada aramak gerekir. İslam dünyası son üç asırda, tarihte hiç görülmedik bir ölçüde Batının meydan okumalarına ve tasallutuna maruz kalmıştır. Askerî ve ekonomik alandaki yenilgiler oryantalist çabalarla inanç ve fikir alanına taşınmıştır. Öncelikle İslam ulemâsı ve ümerâsı kendisini inşâ eden referanslara güvenini kaybetmiştir. Modern batıyı gelişmişliğin remzi ve insanlığın kaçınılmaz geleceği olarak algılamış, doğu ya da Müslüman toplumların geri kalmış ve iptidâiliğine inandırılmıştır. Modernliğin öncülleri ve parametreleri olmazsa olmaz çare ve reçete olarak dayatılmış, kendi dinamiklerine dönme fırsatı dahi verilmemiştir. İşte bu süreçte geri kalmışlığın vebali dine fatura edilirken İslam’ın terakkiye mani olduğu tezi dikte edilmiştir. İslam dünyasındaki aydınlar ise, geleneği veya tarih içinde yaşanan İslamî tecrübeyi geri kalmışlığın sebebi olarak yargılamışlar, Protestanlığın, Katolik kilisesine yönelttiği eleştirileri İslamî geleneğe tatbik etmenin hazzı içinde Luther arayışlarını ve arzularını dile getirmişlerdir. İncil’in Almancaya ve diğer dillere çevrilmek suretiyle halkın İncil Hıristiyanlığına dönüşünü gerçekleştirmek için Katolik geleneğe savaş açan Protestan harekete öykünerek Kur’an çevirileri yapılmış ve Kur’an’daki gerçek ve saf İslam’a dönüş hedeflenmiştir. Söz konusu reformist açılımların doğru okunabilmesi için, Kur’an’ın değişik dillere çevirilerinin çok hızlı bir şekilde yapıldığı zaman dilimlerine ve coğrafyalara bakıldığında milliyetçilik akımının hâkim söylem ve siyasî tercih olduğu hususunun mutlaka altı çizilmelidir. Sözgelimi Osmanlıcılık ve İslamcılığın yerini Türklük ve milliyetçiliğe bıraktığı II. Meşrutiyet sonrası süreçte Kur’an çevirilerinin artışı, Kur’an’ın halkın anlayacağı bir dille sunumu, hutbelerin hatta ibadetin Türkçe olması ve dilde sadeleşmenin önemine dair tartışma ve yazıların yoğunluğu bu tezi doğrulamaktadır. Bu açıdan bakıldığında, çeviri faaliyetlerinin salt dini bir çabanın ötesinde siyasî bir tavır alışı simgelediği görülmektedir. Mevcut durum itibarıyla doktora tezlerine konu olma niteliği ve niceliği kazanan meâl edebiyatı, inceleyebildiğimiz kadarıyla, kısmen özgün niteliklere sahip olmakla beraber, hayli miktarda Elmalılı Hamdi Yazır’ın meâlinin etkisinde, hatta yer yer onu tekrar ettiği söylenebilir. Mukaddimeleri incelendiğinde çeviri kuramı ve yöntemiyle ilgili problematiklere eğilmekten ziyade 1930’lu yılların kaygılarını, iddia veya suallerine cevap mahiyetindeki bilgileri, Kuran’ın nuzûlü, cem’i, istinsahı, isimleri, içeriği, istifade edilen kaynaklar, önceki meallerin kusurları, kendi meâllerinin artıları gibi konuları ihtiva etmektedirler. Bununla birlikte son yıllarda Kur’an mealleri, yerel ve bölgesel değerlerin ivme kazandırdığı siyasî bir proje olmaktan çıkarak Tefsir geleneğinin imkânları ve 19 referanslarına atıfla kendini inşâ etmeye başlamıştır. Ayrıca ilmî ve dinî kaygılara sahip ilim ehli tarafından Kur’an meâllerinin hazırlanması da sevindirici bir gelişmedir.11 Kur’ân Tercüme tarihi hakkında ana hatlarıyla bilinmesi gerekenleri yukarıda özetlemeye çalıştık. Bu aşamadan itibaren XIX ve XX. Yüzyıllarda yapılan tercümeler üzerinde durmak istiyoruz. Zira Hz. Peygamber döneminde başlayarak X. Asrın ikinci yarısından itibaren baştan sona tercüme edilen Kur’ân-ı Kerim, XX. Yüzyılda olduğu kadar hiçbir dönemde ve bu denli yoğun bir biçimde başka dillere tercüme edilmemiştir. Geçen bu uzun süreç geleneksel bir tercüme/meâl geleneğinin oluşması açısından yeterli bir süredir. Fakat halen Kur’ân tercümesi/meâli ile ilgili yeterli ve doyurucu bir metodumuzun olmaması günümüzde tartışılan önemli konulardandır. Özellikle bu son asırda Kur’ân tercümesi adına neler yapıldığını görmek ve bu iki asra yoğunlaşmak gerekmektedir. 11.3.4.1. XIX. Yüzyılda Türkçe Kur’ân Tercümeleri Ondokuzuncu asrın başı, Osmanlı saltanatının yeniliğe doğru attığı ilk adımların başlangıç dönemidir. Zira yenilenme harekâtı bu tarihte fiilen başlamıştır. XIX. Yüzyıl bir yenilikler yüzyılıdır. 12 Bu yüzyılda, tamamlanmış haliyle neşredilen Kur’ân’ın matbu Türkçe çevirileri şunlardır: - Debbağzâde Âyıntâbi Muhammed et-Tefsirî, Terceme-i Tefsîr-i Tibyan, 4 cilt, Kahire, 1841-1842, (tercüme tarihi: h. 1110/m. 1688). Bu tercüme Tanzimat Fermanı’ndan kısa bir süre sonra basılmıştır. - İsmail Ferruh, Tefsîr-i Mevâkib/Terceme-i Tefsîr-i Mevâhib, 2 cilt, İstanbul, 1865, (tercüme tarihi: h. 1246/m. 1830). - Ahmed Salih b. Abdullah Gurabzâde en-Nâsih el-Bağdadî, Zübedu’l-Âsari’lMevâhib ve’l-Envâr, 2 cilt, İstanbul, 1875-1877. - Muhammed Hayruddin Han Hindî Haydarâbâdî, Kitabu’t-Tefsîri’l-Cemâli alâ’tTenzîli’l-Celâlî, 4 cilt, kahire, 1877. Bu dönemin genel özelliklerine baktığımızda aşağıdaki hususları tespit edebiliriz: - Bu dönemde Kur’ân’ın tamamını ihtiva eden tercümelerin sayısı azdır. Buna rağmen, bu dönemde müstakil sûre çevirilerinin sayısı daha fazladır. Neşredilen eserler 11 Yunus Ekin, “Dilsel-Etimolojik Anlamın Kur’an Çevirileri Açısından Konumu ve Sınırları”, Kuran Mealleri Sempozyumu, İzmir 2003, s. 112-113. 12 Bu bölüm hakkında daha geniş bilgi için bkz., Cündioğlu, Dücane, “Matbû Türkçe Kur’ân Çevirileri ve Kur’ân Çevirilerinde Yöntem Sorunu”, 2. Kur’ân Sempozyumu, Tebliğler-Müzakereler, 4-5 Kasım 1995, s. 157-212, Bilgi Vakfı Yayınları, Ankara, 1996; Kaya, Murat, Tanzimattan II. Meşrutiyete Kadar (1839-1908) Matbu Türkçe Kur’ân-ı Kerim Tercüme ve Tefsirleri, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi) Marmara Üniversitesi SBE, İstanbul, 2001; Öztürk, Mustafa, Cumhuriyet Türkiyesi’nde Meâl ve Tefsirin Serencamı, Ankara Okulu yay. Ankara, 2012, s. 16-40. 20 içerisinde bilhassa ilk ikisi -Tibyân ve Mevâkib- zaten yazmalar halinde bulunmakta ve yaygın bir şekilde okunmaktaydı. - XIX. Yüzyılda neşredilen eserlerin hemen hemen tamamı Tanzimatın ilanından (1839) sonradır. Nitekim içlerinden en erken tarihlisi olan ve Kahire’de basılan Tibyan tercümesinin basımına Tanzimatın ilanından kısa bir süre sonra (1841-1842) başlanmıştır. - Diğerleri birer kez neşredilmesine rağmen, Tibyan ve Mevakib adlı eserler defalarca (bazen ikisi bir arada basılmak suretiyle) neşredilmiştir. - Bu çevirilerde kaynak dil, Arapçadan ziyade Farsçadır. Bir başka deyişle bu eserler, aslında, çeviri’den yapılmış çevirilerdir. - Bu eserlerin Türkçeleri, oldukça ağır ve ağdalıdır. - Kur’ân’ın tamamını ihtiva eden tercümelerin hepsi de bir tefsir içerisinde yer almaktadır; müstakil sûre tercümeleri de salt birer çeviri değil, bilakis küçük hacimli birer tefsir denemesidir; dolayısıyla bu dönemde -bizim bugün ‘meâl’ diye isimlendirdiğimiz türdeki- müstakil Kur’ân tercümeleri formu henüz ortada yoktur. - Eldeki bu veriler itibariyle, XIX. Yüzyılda Kur’ân’ı Türkçeye tercüme teşebbüslerinin dikkat çekici bir miktara ulaşmadığını ve daha da önemlisi bu gün ‘meâl’ adı verilen formun henüz ortaya çıkmadığını söylemek mümkündür. 11.3.4.2. XX. Yüzyılda Türkçe Kur’ân Tercümeleri Bu yüzyıl yukarıda belirttiğimiz gibi, tarihte misli görülemeyecek derecede Kur’ân tercümelerinin neşrolunduğu bir dönemdir. Bu yüzyılda hızlanan tercüme hareketindeki gelişmeleri daha net görebilmek bakımından tarihi köşe taşı mahiyetinde şu iki safha halinde incelenmesinde fayda vardır: a. Cumhuriyet Öncesi b. Cumhuriyet Dönemi. 11.3.4.2.1. Cumhuriyet Öncesi XX. yüzyılın ilk yıllarında İstanbul’da okunan bir bakıma rakipsiz olan iki eser, yine Tibyân ve Mevâkib’dir. Bu iki eserin en son baskı tarihi 1906’dır. Bu dönemde falcılığı ile meşhur ve Kenzu’l-Havass adıyla bir eser yazan Süleyman Tevfik el-Hüseynî (Özzorluoğlu) 1897’de ‘herkesin anlayacağı bir lisanla hurâfattan âri bir tefsir’ yazmayı düşündüğünü, on senelik bir çalışmadan sonra 1907’de, Tafsîlu’l-Beyân fî Tefsîri’l-Kur’ân adını verdiği eserini tamamladığını, ilgili komisyondan olumlu rapor aldığı halde, dönemin Şeyhülislâm’ı Cemaleddin Efendi’nin, eserin basımına izin vermediğini nakleder. Bu zat Tefsirinin I. Cüz’ünü 1908 tarihinde Matbaa-i Âmire’de bastırmıştır. Kendisi Cumhuriyet döneminde bu eserinden hareketle ve çeşitli isimlerle müstakil Kur’ân tercümeleri neşretmiştir. Sebilürreşad’da çıkan bir yazıda kendisi hakkında şöyle denmektedir: “Kur’ân-ı Kerim’in terceme ve tefsirine kalkışmak, keyfiyeticelb ve teshire dair Kenzu’l-Havass yazmaya benzemez”. II. Meşrûtiyetin ilan edildiği 1908’e kadar İstanbul’da başka bir tercüme teşebbüsüne rastlanmamakla birlikte, Kazan, Orenburg, Bakü ve Tiflis gibi diğer Türk beldelerinde 21 dikkat çekici bir hareketlilik göze çarpmaktadır. Bu dönemde bu bölgelerde Kazan ve Azerbaycan şiveleriyle Türkçe olarak tercümeler neşredilmiştir. 1908 yılında II. Meşrûtiyetin ilanıyla birlikte matbuat üzerinden sansürün kalkması dolayısıyla ortalık adeta gazete ve dergilerden geçilemez olmuş, mesela bir yılda 19081909 yılları arasında çıkan gazete ve dergilerin sayısı 353’e yükselmişti. Meşrûtiyetle birlikte, çıkan dergi ve gazetelerin sayısının artmasının yanı sıra, bu yayınlarda dikkat çekici bir biçimde Kur’ân’ın tercüme ve tefsirleri de yer almaya başlamıştı. Bu dönemde müstakil sûre tefsirleri yanında, Temyiz Mahkemesi Başkanı âzası Bereketzâde İsmail Hakkı, Envâru’l-Kur’ân, (İstanbul, 1913-1915) ve Şeyhülislam Musa Kâzım Efendi, Safvetu’l-Beyân fî Tefsîri’l-Kur’ân, (İstanbul, 1919) isimli birer Kur’ân tercümesi ve tefsiri yazıp neşretmeye başlamışlardır. Ayrıca Hadimli Vehbi Efendi, Hulasâtu’l-Beyân fî Tefsîri’l-Kur’ân adlı onbeş ciltlik eserini bu yıllarda ikmal etmiştir. Bu eser ancak 1924-1926 yıllarında İstanbul’da yayınlanabilmiştir. Yine I. Dünya savaşı başlarında (1914), İstanbul’da, Kitabhâne-i İslâm sahibi Tüccarzâde İbrahim Hilmi tarafından ‘salt türkçe metin’ olarak bir Kur’ân tercümesi yayınlanmaya başlanır: Kur’ân-ı Kerim Tercüme ve Tefsiri. Bu eserin sadece beş forması neşredilir. İbrahim Hilmi’nin heyet-i muktedire tarafından yapıldığını belirttiği bu tercümeyi, Zeki Megamiz adında Suriyeli bir Hıristiyan yapmıştı. Bu sebeple bu tercüme hakkında bir hayli tartışmalar olmuş ve yayınına mani olunmaya çalışılmıştı. Bu tercüme 1926 yılında İstanbul’da Türkçe Kur’ân-ı Kerim Tercümesi ismiyle yayınlanmıştır. II. Meşrûtiyetin ilanından Cumhuriyet’e kadar geçen süre içerisinde Türkçe tercümeler umumiyetle bir Tefsir içerisinde ya da Tefsir münasebetiyle hazırlanmış, ancak bu dönemde yine tamamlanmış haliyle bir çeviri neşrolunamamıştır. Bu dönemde İslâm, Sırât-ı Müstakim ve Sebilürreşad gibi dergilerde Kur’ân’dan bazı sûre ve ayetlerin tercümelerinin yayınlanması zamanla bir teâmül haline gelmiştir. 11.3.4.2.2. Cumhuriyet Dönemi 1924 yılı Nisan ayında, birer gün arayla iki yeni tercüme yayınlanmaya başlanır. Bu tercümelerden ilk neşredileni Kenzu’l-Havass’ın müellifi Süleyman Tevfik el-Hüseynî (Özzorluoğlu)’na aittir. Esere önce “Kur’ân-ı Kerim Tercümesi” adı verilmiş ve fakat gelen eleştiriler üzerine daha sonra bu eserin adı “Zübdetu’l-Beyân” olarak değiştirilmiştir. İstanbul’da 1924 yılında Maarif Kütüphanesi tarafından yayınlanan ilk baskısı 112 sayfa olan bu eser ilk üç sûrenin tercümesinden ibarettir. Bu müellif S.T. rumuzuyla 1926 ve 1927 yıllarında farklı adlarla dört Kur’ân tercümesi daha yayınlamıştır. Diğer tercüme ise Zeki Megamiz’in tercümesini neşretmeye muvaffak olamayan, Kitabhâne-i İslâm’ın sahibi Tüccarzâde İbrahim Hilmi tarafından yayınlanmıştır. Nûru’lBeyân adlı bu tercüme Hüseyin Kâzım Kadri’nin (Şeyh Muhsin-i Fani) başkanlığında bir heyet tarafından meydana getirilmiştir. Yayınlanan bu tercüme etrafında da büyük gürültüler kopmuş, lehte-aleyhte çeşitli makaleler yazılmış ve Diyanet Riyaseti tartışmalara taraf olarak bu eserin aleyhinde bir beyanname neşretmiştir. 22 1924 Eylül ayında Ermeni asıllı bir yayıncı olan Cihan Kütüphanesi sahibi Mihran Efendi’nin neşrettiği daha sonra Türkçe Kur’ân namıyla şöhret bulacak olan “Kur’ân-ı Kerim Tercümesi/Türkçe Kur’ân-ı Kerim”di. Bu eserin yazarı Cemil Saîd eseri “Kur’ân’ın Arapçasından ve müteaddid Türkçe Tefsirlerden tetebbû” yoluyla telif ettiğini belirtmesine rağmen işin aslı başkaydı. Bu eser Albert de Biberstein Kasimiriski’nin Fransızca Kur’ân çevirisi olan Le Koran’ın (Paris, 1832) Türkçeye aktarılmış kötü bir kopyasından ibaretti. Bu eser, 1928’de ikinci bir baskı yapmayı başardı ve 1930’lu yılların başında camilerde Kur’ân’ın Türkçe okunması, namazların Türkçe kılınması teşebbüslerinde bu tercüme kullanıldı. Sırf bu tercih sebebiyle de eser ciddi sıkıntılarla karşılaşacaktı. Ömer Rıza Doğrul: “Bu eser, Kur’ân tercümesi olmaktan ziyade Kur’ân’ tercümesinin tercümesidir. Kur’ân’ın manalarını ifadeden âciz olan bu tercüme ilim ve edebiyat namına hiçbir kıymeti haiz değildir”, demektedir. Tüccarzâde İbrahim Hilmi, İzmirli İsmail Hakkı’ya Zeki Megamiz’in yazdığı tercümeyi redakte ettirdi ve 1926’da yayınladı. İbrahim Hilmi, İzmirli İsmail Hakkı’ya yaptırdığı tercümeyi ise Meânî-i Kur’ân ismiyle ilk formasını 1924’te tamamını ise 1927’de neşretti. 21 Şubat 1925 tarihi bu seyir içinde önemli bir tarihtir. Diyanet İşleri Reisliği’nin bütçesi müzakere edilirken dinî neşriyat üzerinde durulmuş, Kur’ân’ın Türkçe tercüme ve tefsirine ve bazı âsâr-ı islâmiyyenin nakl ve tercümesine karar verilmiştir. Elmalılı Hamdi Yazır’ın hazırladığı Hak Dini Kur’ân Dili/Yeni Meâlli Türkçe Tefsir adlı eser ile Ahmet Naim ve üçüncü ciltten sonrasını Kâmil Miras’ın hazırladığı Tecrîd-i Sarih Tercemesi bu kararın mahsullerindendir. 1928 yılından sonraki dönemde ise, Anayasa’dan “Devletin dini, Din-i İslâm’dır” maddesinin çıkarıldığı, yüzyıllardır kullanılan alfabenin yasaklanıp Latin alfabesine geçildiği, hatta bazı İlahiyat hocalarının, ibadet dilinin Türkçeleştirilmesi, ibadetlerin müzik eşliğinde yapılması, camilere sıraların konması ve ayakkabılarla girilmesi gibi tekliflerini içeren Din’i Islah Beyannâmesinin gazetelerde neşredildiği, smokinli mugannilerin Süleymaniye’de hutbe verdiği, ezanların Türkçe okunduğu, -Fransızcadan yapılmış çevirilerle- namazların Türkçe kılındığı, dini neşriyatın yasaklandığı ve bütün bunlara karşı ciddi hiçbir mukavemetin olmadığı, olamadığı bir dönemde, Kur’ân-ı Kerim’i Türkçeye çeviri teşebbüslerinin nasıl bir seyir izlediğini görmeye çalışacağız. Harf devriminden sonra yayın hayatında bir duraklamanın olması kaçınılmazdı. Bu, Kur’ân tercümelerine de yansımıştır. Harf inkılâbından dört yıl sonra 1932 yılında artık Çığıraçan soyadını taşıyacak olan İbrahim Hilmi daha önce kendi yayınevinin basmış olduğu İzmirli İsmail Hakkı’nın Meâni-i Kur’ân adlı Osmanlıca tercümesini, mütercimin mukaddimesini çıkararak ve bazı dipnotlarda değiştirmeler yaparak Türkçe Kur’ân-ı Kerim Tercümesi adıyla ve fakat bu sefer Latin harfleriyle basar. Aynı yıl Süleyman Tevfîk Özzorluoğlu, tercümesinin adını değiştirerek Kur’ân-ı Kerim adıyla piyasaya sürmüştür. Bu iki tercümenin Latin harfleriyle neşrinden iki yıl sonra 1934 yılında Ömer Rıza Doğrul, Tanrı Buyruğu adlı eserini Mevlana Muhammed Ali’nin İngilizce çevirisinden 23 hareketle hazırlamış ve gerektikçe ayetlere açıklama notları ekleyerek eserine bir tefsir niteliği kazandırmıştır. 1947 ve 1955 yıllarında ikinci ve üçünü baskısı yapılacak olan bu eser, 1980 yılında İnkılab ve Aka Basım ve Kitabevleri kolektif şirketi tarafından Ehl-i Sünnet mezhebinin görüşlerine uygun hale getirilecek ve bilhassa açıklama notlarında yer alan aykırı fikirler ayıklandıktan sonra basılmıştır. Bu eser Elmalılı’nın tefsir ve meâlinden önce neşredildiği için son derece önemlidir. 1935 yılında ise Diyanet İşleri Reisliği’nin Elmalılı Hamdi Yazır’a hazırlatmış olduğu Hak Dini Kur’ân Dili/Yeni Meâlli Türkçe Tefsir adlı eserin ilk cildi neşredilir. 1925’te Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne verilen önergeyle Kur’ân’ın tercümesi Mehmet Akif Ersoy’a, tefsiri de Elmalılı Hamdi Yazır’a havale edilmiştir. Elmalılı 1926’da eseri yazmaya başlar fakat Akif’in aldığı ücreti iade edip tercümeden vazgeçerek yaptığı tercümeyi yetkililere vermemesi nedeniyle tercüme işini de Elmalılı kendisi üstlenir. Eser, Elmalılı tarafından Osmanlıca olarak yazılmış dizgide Latin harflerine çevrilmiştir. 2. ve 3. ciltleri 1936’da 4. ciltten 9. cilde kadar olan altı cilt ise 1938’de basılmıştır. 1960-1962 yıllarında ikinci baskısı yapılan eserin daha sonraki yıllarda farklı yayınevleri tarafından baskıları yapılmıştır. Elmalılı Hamdi Yazır’ın bu kıymetli eseri “Türkçe Kur’ân Tercümeleri” tarihi içerisinde bir dönüm noktasıdır. Birkaç teşebbüs istisna edilecek olursa, Elmalılı’nın Yeni Meâlli Türkçe Tefsir’inden sonra “Türkçe Kur’ân” sözü pek rağbet bulmayacak ve artık Kur’ân tercümelerine Meâl isminin verilmesi başlı başına bir teâmül halini alacaktır. Önceleri belli belirsiz bir biçimde kullanılan bu sözcük, zamanla form olarak da kavram olarak da karşılığını bulmuş ve “tefsir” ile “tercüme” arasında bir manayı ifade etmek üzere sürekli kullanılmaya başlamıştır. “Türkçe Kur’ân” tabiri, artık Kur’ân tercümeleri hakkında değil, Latin harfleriyle basılan Mushaflar hakkında kullanılır olmuştur. İlklerden biri olması ve Elmalılı Hamdi Yazır’ın Yeni Meâlli Türkçe Tefsiri’nden sonra kendisine en çok başvurulan kaynaklardan biri haline gelmesi hasebiyle, Hasan Basri Çantay’ın Kur’ân-ı Hakîm ve Meâl-i Kerim adlı üç ciltlik eseri, bu dönemde yayınlanmış en ciddi tercümedir. Bu eser 1952-1953 yılında İstanbul’da basılmıştır. Nitekim Müslüman kamuoyu tarafından hüsn-ü kabul görmekte gecikmemiş ve bu meâl, bir süre sonra –ofset yoluyla tekrarlanan baskıları hariç- 1980 yılına kadar sekiz baskı yapmıştır. Hasan Basri Çantay, hem halkın hem de aydın kesimin yeterince istifade edebilecekleri açıklamalı Kur’an Meal’i’nin olmadığından yola çıkarak, o gün için kendi yazdığı gibi bir meâle ihtiyaç olduğunu belirtmiştir. Çantay’a göre, metin dışındaki izahlarda hurafelere ve uydurmalara yer verilmemelidir. Güvenilir kaynaklara dayanmalıdır. Tercüme sırasında ceşitli manalardan yeğleneni metne alıp diğerlerini dipnotlarda göstermelidir, karşılığı Kur’ân-ı Kerim metninde olmayan ve tercümeyi tamamlamak maksadıyla alınan kelime veya cümleleri çeviriye yamamaktan çekinmelidir. Metin dışındaki açıklamaları parantez içine almalıdır. Bu açıklamalarda Kur’an-ı Kerim’i en iyi anlamış ve anlatmış olan Hz. Peygamber’in sahih hadislerini gözden uzak tutmamalıdır. Metindeki bütün kelime ve cümlelerin tam karşılıklarını bulma konusunda olanca titizliği göstermelidir. Allah kelamı ile ilmi nazariyeleri birbirine karıştırmamalıdır. Mealleri okuyan her meslekten insan, 24 kendi zevk ve uzmanlık alanı içinde onlardan nasibini alabilmelidir diyerek, bir mealde olması gereken özellikleri açıklamıştır. 1955’de, biri Abdülbaki Gölpınarlı’nın Kur’ân-ı Kerim ve Meâli (İstanbul, 1955), diğeri ise, Hacı Murat Sertoğlu’nun İslam’ın Mukaddes Kitabı Kur’ân-ı Kerim, Türkçe Tercüme ve Tefsiri (İstanbul, 1955) isimli tercüme yayınlanır. 1957’ye gelindiğinde, haklarında büyük münakaşaların yapılacağı iki Kur’ân tercümesi yayınlandı: - Ismayıl Hakkı Baltacıoğlu, Kur’ân, Ankara, 1957 ve - Osman Nebioğlu, Türkçe Kur’ân-ı Kerim, İstanbul, 1957. Bu çevirilerden ilki gazete ve dergilerde büyük yankı buldu. Hilmi Ziya Ülken, Hasan Ali Yücel ve M. Şekip Tunç bu tercümeyi tanıtan ve öven yazılar kaleme aldılar. Peyami Safa’nın bu durumu değerlendirdiği yazısı enteresandır: “Arapça Kur’ân’ımızı Arapça bilmeyen Baltacıoğlumuz Türkçeye çevirdi ve Arapçayı bilmeyen dostlarımız bu tercümeyi beğendiler. Arapça bilenlerse tercümede buldukları yanlışları bitiremiyorlar. Demek ki Baltacıoğlu dostumuzun tercümesini beğenmek için Arapça bilmemek lazım.” Baltacıoğlu’nun, kendi çevirisini “Kur’ân” adıyla piyasaya sürmesi ve çeviride ÖzTürkçe bir dil kullanması, “Türkçe Kur’ân” tartışmalarını yeniden alevlendirmişti. Hasan Basri Çantay, Sebilürreşad’da yayınlanan seri makalelerle önce Nebioğlu’nun sonra Baltacıoğlu’nun tercümesini eleştirdi. Nebioğlu’nun çevirisi ile ilgili yazdığı makalenin girişi, ‘asılsız bir rüya imiş hissini veren’ bir mektuptan bahisle şöyle başlıyordu: “Bağdat’ın yüksek bir ilim adamından çok dikkate değer bir mektup aldım. Beni hayretten hayrete düşüren ve asılsız bir rüya imiş hissini veren bu mektupta şöyle deniliyor: ‘Türkiye’de Türkçe bir Kur’ân-ı Kerim nâzil olmuş! Bu yeni bir düzme Kur’ân mı, yoksa bizim bildiğimiz ilahî Kur’ân mı?! Herkes birbirine bu suali soruyor ve cevabını merakla bekliyor.” Bu arada 1960 yılına kadar geçen sürede sessiz-sedasız iki Kur’ân tercümesi daha yayınlanır. 1957’de Şemseddin Yeşil’in Füyuzât/Kur’ân-ı Mübin’in Meâlen Tefsiri adlı eseri, 1959’da ise, adı yine Kur’ân olan anonim bir çeviri yayınlanır. 27 Mayıs 1960 ihtilalinden sonra yeni kurulan hükümet Kur’ân’ı Latin harfleriyle bastırma işine el attı. Fakat bu teşebbüs gerçekleştirilemedi. 1961 yılında Hüseyin Atay ile Yaşar Kutluay, Kur’ân-ı Kerim ve Türkçe Anlamı, Meâl adlı eser Ankara’da Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları’ndan çıktı. Hasan Basri Çantay’ın tenkitlerine maruz kalan yazarlar, “Biz bu meâli yazmayı kabullenmeseydik, bu iş Baltacıoğlu’na verilecekti” diyerek kendilerini savunmuşlardır. 1962 yılı içerisinde Ankara’da Besim Atalay’ın Kur’ân-ı Kerim ve İstanbul’da Sadi Irmak’ın Kutsal Kur’ân-Türkçe Meâli adlı çeviriler yayınlanmıştır. Daha sonraki dönemde birçok meâl yayınlanmıştır. Fakat bu meâllerin büyük bir kısmı asla sadakat açısından Elmalılı Hamdi Yazır ile Hasan Basri Çantay’ın çevirilerinin gölgesi 25 altında yazılmış olup, dil bakımından da onların iyi ya da kötü birer redaksiyonu durumundadırlar. Biçim yönünden ise, hemen hepsi standart meâl formunu esas almayı sürdürmüşlerdir. 1998 yılında yayınlanan Suat Yıldırım’ın, Kur’ân-ı Hakîm ve Açıklamalı Meâli, isimli eseri yazarın kendisinin de belirttiği gibi Türkçeyi doğru ve iyi kullanması, Kur’ân’ın yine Kur’ân’la tefsirini ihtiva etmesi, âyetler arasında zımnen bulunan irtibatları belirtmeye çalışarak Kur’ân üslubuna yabancı olanların vehmettikleri irtibatsızlık iddiasına mahal vermemesi özellikleriyle diğer meallerden ayrılmaktadır. Bu dönemde yayınlanan meâllerden bir kısmını vermek suretiyle bu üniteyi bitirelim: 1. Ömer Nasuhi Bilmen, (1884-1971), (Eski Diyanet İşleri Başkanlarından) Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Meal-i Alisi ve Tefsiri, 5 cilt, İstanbul, 1962-1964. 2. Hadimli Mehmet Vehbi Çelik, Hulasatu’l Beyan Fi Tefsiri’l Kur’an, 16 cilt 4. baskı, 6909 sayfa, İstanbul, 1966-71. 3. Ahmet Okutan, Kur’an-ı Kerim’in Konularına göre ayrılmış Türkçe anlamı, 729 sayfa, İstanbul, 1967. 4. A. Fikri Yavuz (İstanbul Müftüsü), Kur’an-ı Kerim ve Meal-i Alisi, İstanbul, 1967, 1970-72-74-76. 5. Atıf Tüzüner, Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Meali, İstanbul, 1970, 1973. 6. Süleyman Ateş, Kur’an-ı Kerim Meali, Yüksel Matbaası, Ankara, 1974, 1975, 1980. 7. Ziya Kazıcı-Necip Taylan, Kur’an-ı Kerim Meali, Çığır yayınevi, İstanbul, 1977. 8. Hakkı Şengüler-Emin Saraç-Bekir Karlığa, Fi Zılali’l Kur’an (Kur’an’ın gölgesinde) Seyyid Kutub’un eserinin Türkçe’ye çevirisi, 16 cilt, Hikmet yayınları, 1979. 9. Süleyman Fahir, Tıbyan Tefsiri çevirisinin dilinin yenilenmesi. Yeni baskısı Ahmed Davudoğlu tarafından gerçekleştirilmiştir. 3 cilt, Sağlam Kitabevi, İstanbul, 1980. 10. Ali Rıza Sağman, Lafzen ve Mealen Kur’an-ı Kerimin Çevirisi, Üçdal neşriyat, 1980. 11. Kadir Kabakçı-Hasan Karakaya-Mehmet Süslü-Kenan Seyithanoğlu, Kerim Aytekin, Kur’an-ı Kerim Türkçe Meali, Çağ Yayınevi, 1981. 12. M. Kazım Öztürk, Kur’an’ın 20. Asra göre Anlamı, 3 cilt, 381+392+220 sayfa, Arapça metin ile birlikte, Ankara, 1974-1980. 13. Ali Bulaç, Kur’an- Kerim’in Meal Tercümesi, İstanbul, 1982. 14. Talat Koçyiğit-İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, 1 cilt, Ankara, 1984. (Tamamlanamamıştır) 15. Celal Yıldırım, İlmin Işığında Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları, İstanbul, 1987. 16. Ebu’l Ala Mevdudi, Tefhimu’l Kur’an, Urduca’dan Mehmet Han Kayani ve diğer dört kişi tarafından çevrilmiştir. 1. cilt İstanbul, 1987. 26 17. Enver Baytan, Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Meal-i Alisi, 608 sayfa, Baytan Yayınları, İstanbul, 1987. 18. Halil Altuntaş, Muzaffer Şahin, Kur'an-ı Kerim Meâli, DİB Yay., Ankara. 19. Hayrettin Karaman, Ali Özek, İbrahim Kafi Dönmez, Mustafa Çağrıcı, Sadrettin Gümüş, Ali Turgut, Kur'an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali, TDV. Yay., Ankara. 20. Yaşar Nuri Öztürk, Kur’ân-ı Kerim ve Türkçe Meâli, İstanbul, 1993. 21. Muhammed Esed, Kur’ân Mesajı: Meâl-Tefsir, çev., Cahit Koytak, Ahmet Ertürk, İstanbul, 1996. 22. Suat Yıldırım, Kur’ân-ı Hakîm ve Açıklamalı Meâli, İstanbul, 1998. 23. Muhammed Hamidullah, Aziz Kur’ân, çev., Abdülaziz Hatip, Mahmut Kanık, Beyan Yay., İstanbul, 2000. 24. Hamdi Döndüren, İnsanlığa Son Çağrı Kur’ân-ı Kerim, Ankara, 2003. 11.4. ÖZET İslam dünyasında özellikle de ana dili Arapça olmayan Müslüman ülkelerde son iki yüzyıl itibarıyla, İslam tarihinin hiçbir döneminde olmadığı kadar Kur’an tercümesi yapılmıştır. Bu değişimi hazırlayan sebepler adına birkaç husus zikredilebilir. Öncelikle Kur’an tercümeleri Martin Luther’in başlattığı Protestan hareketinin İslam dünyasına olan etkilerinden biridir. Bir diğer faktör ise, Şah Veliyyullah ed-Dihlevî gibi âlimlerin klasik İslamî ilimlerin eğitiminde alet ilmi olarak tanımlanan Arapça ve belağat gibi ilimlerle senelerce iştigal edilmekle beraber asıl dinin kaynakları olan Kitap ve Sünnet’in ihmal edildiğine dair eleştirileriyle başlayan süreçtir. Ayrıca II. Meşrutiyet sonrası milliyetçilik akımının hâkim olması Kur’ân çevirilerinin artışında önemli etken olmuştur. Istılahî bir tabir olarak tercüme, “bir sözün mânâsını diğer bir dilde, dengi bir ifade ile aynen olduğu gibi dile getirmektir.” Tercümân, “dil tefsircisi” olup bir dilde söylenen bir sözü başka bir dile sözlü olarak çeviren, açıklayan ve yorumlayan kişidir. Mütercim ise, yazılı bir metni bir dilden başka bir dile yazıyla aktarandır. Tercüme, asıl metin ile olan ilişkisi nazar-ı itibare alınarak, nazmında ve tertibinde aslına benzetilmesi gözetilen veya diğer bir deyimle mürâdifi mürâdifinin yerine koymayı esas alan Harfî (Lafzî) tercüme ile asıl dildeki kelimelerin tertibine ve nazmına bağlı kalmaksızın herhangi bir sözün anlamını bazı şerh ve izahlarla başka bir dile nakletme manasına gelen Manevî (Tefsirî) tercüme olmak üzere iki ana kısma ayrılır. Meâl ise “bir sözün mânâsının her yönü ile aynen değil de, biraz noksanı ile ifade edilmesi” şeklinde tanımlanmıştır. Meâl kavramını ilk kullanan Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır olmuştur. Elmalılı’nın tefsirine “Meâl” ismini vermesinden sonra, artık Kur’ân tercümelerine meâl isminin verilmesi başlı başına bir teamül halini almıştır. İ’caz vasfına sahip olup Peygamberimiz (s.a.v.)’in en büyük mu’cizesi olan Kur’ân benzerinin getirilmesi hususunda meydan okumuş Arapça olarak bile benzeri getirilmemiştir. Dolayısıyla onun tam olarak bir tercümesinin yapılması imkânsızdır. Bu sebeple biraz noksanıyla meâli yapılabilir ve farklı dillere mensup Müslümanların tümüne Arapça öğretilemeyeceğine göre onu anlamak isteyenler için meâli yapılmalıdır. 27 Kur’ân tercüme faaliyetleri tarihi Peygamber Efendimiz (s.a.v.) dönemine kadar götürülebilir. Mekke Dönemi’nde gerek cinlerin İslamiyeti kabul etmesi gerekse Habeşistan’a giden Müslümanların karşılaştıkları durumlar vesilesiyle bazı ayetlerin tercüme edilmiş olması muhtemeldir. Medine döneminde ise başta Hz. Peygamber’in çevre ülkelerdeki yabancı krallara gönderdiği diplomatik mektupları olmak üzere Selman-ı Farisî’den İranlı bazı Müslümanların, kendilerine Fatiha suresinin Farsça tercümesini yazmasını istemeleri ve Selman (r.a.) da Fatiha’yı Farsçaya tercüme etmesi gibi vaki olan bazı gelişmeler, kısmen de olsa tercümeyi zaruri kılmıştır. Kur’ân’ın ilk tercümesi Samanoğulları emiri Mansur b. Nuh (350-376/961-976), tarafından Farsçaya yaptırılmıştır. XIX. Yüzyılda Tibyân ve Mevâkib gibi tercümelerle başlayan tercüme hareketi II. Meşrutiyetin ilanı ile hız kazanmış ve zamanımıza kadar yaklaşık iki yüz kadar tercüme yapılmıştır. Elmalılı Hamdi Yazır’ın hazırladığı Hak Dini Kur’ân Dili/Yeni Meâlli Türkçe Tefsir bir dönüm noktası olmuştur. 1934 yılında Ömer Rıza Doğrul, Tanrı Buyruğu adlı eseri, Hasan Basri Çantay’ın Kur’ân-ı Hakîm ve Meâl-i Kerim adlı üç ciltlik eseri, bu dönemde yayınlanmış en ciddi tercümeler arasında zikredilebilir. Tercüme tarihi içerisinde Arapçayı bilen bilmeyen pek çok kişi farklı mülahazalarla tercümeler yaparak bu konudaki edebiyatı bir hayli zenginleştirmişlerdir. 11.5. DEĞERLENDİRME SORULARI 1. Tercümenin lügat manasıyla ilgili aşağıdakilerden hangisi yanlıştır? A. Sözün ulaşmadığı kimseye onu ulaştırmak B. Bir sözü, söylendiği dilde tefsir edip açıklamak C. Bir sözü, kendi dilinden başka bir dile tefsir edip açıklamak D. Sözü bir dilden diğer bir dile nakletmek E. Bir sözü anlamaya çalışmak 2. “Bir sözün mânâsının her yönü ile aynen değil de, biraz noksanı ile ifade edilmesi” şeklindeki tanım aşağıdakilerden hangisine aittir. A. Tercüme B. Meâl C. Harfî Tercüme D. Manevî Tercüme E. İ’caz 3. Kur’ân’ın en eski Türkçe tercümeleriyle ilgili aşağıdaki bilgilerden hangisi yanlıştır? A. Kur’ân’ın tercüme edildiği en eski dillerden biri de Türkçedir. B. Kur’ân Farsçadan sonra Türkçeye çevrilmiştir. C. Kur’ân’ın, ilk olarak ne zaman ve kim tarafından Türkçeye tercüme edildiği müphemdir. D. En eski Türkçe tercümeler Osmanlı’nın son dönemine aittir. E. Kur’ân’ın en eski tercümlerinin çoğu anonimdir. 4. Tercüman ve mütercim ile ilgili aşağıda verilen ifadelerden hangisi doğrudur? A. Tercümân, çeviri işini yazılı olarak yapar. B. Tercüman kelimesi ترجمfiilinden türemiş bir ism-i fâildir. C. Mütercim, yazılı bir metni bir dilden başka bir dile yazıyla aktarır. D. Mütercime “dil tefsircisi” de denilebilir. E. Mütercim, konuşulanları anında çeviren kişidir. 28 5. Aşağıdaki yazarlar ile Kur’ân meâlleri arasındaki eşleşmelerinden hangisi yanlıştır? A. İzmirli İsmail Hakkı, Yeni Meâlli Türkçe Tefsir B. Debbağzâde Âyıntâbi Muhammed et-Tefsirî, Terceme-i Tefsîr-i Tibyan C. Ömer Rıza Doğrul, Tanrı Buyruğu D. İsmail Ferruh, Tefsîr-i Mevâkib/Terceme-i Tefsîr-i Mevâhib E. Hasan Basri Çantay, Kur’ân-ı Hakîm ve Meâl-i Kerim Cevap Anahtarı: 1) E 2) B 3) D 4) C 5) A 11.6. KAYNAKLAR Akdemir, Hikmet, “ ‘Kur’an-ı Kerim ve Türkçesi’ Adlı Çeviriye Dair Bazı Değerlendirmeler”, Marife, Yıl: 5, Sayı: 2 Güz 2005, s. 75-99. Aydar, Hidayet, Kur’an-ı Kerim’in Tercümesi Mes’elesi, Kur’an Okulu Yayıncılık, İstanbul, 1996. Cündioğlu, Dücane, “Matbû Türkçe Kur’ân Çevirileri ve Kur’ân Çevirilerinde Yöntem Sorunu”, 2. Kur’ân Sempozyumu, Tebliğler-Müzakereler, 4-5 Kasım 1995, Bilgi Vakfı Yayınları, Ankara, 1996. Ekin, Yunus, “Dilsel-Etimolojik Anlamın Kur’an Çevirileri Açısından Konumu ve Sınırları”, Kuran Mealleri Sempozyumu, İzmir 2003. Ekin, Yunus, Akyüzoğlu, Hüseyin, Kur’an Tercüme Teknikleri, Işık Akademi Yayınları, İzmir, 2012. Elmalılı, M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, Azim Dağıtım, İstanbul, ts. ez-Zehebî, Muhammed Hüseyin, et-Tefsîr ve’l-Müfessirûn, Beyrût, 1976. Kaya, Murat, Tanzimattan II. Meşrutiyete Kadar (1839-1908) Matbu Türkçe Kur’ân-ı Kerim Tercüme ve Tefsirleri, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi) Marmara Üniversitesi SBE, İstanbul, 2001. Öztürk, Mustafa, Cumhuriyet Türkiyesi’nde Meâl ve Tefsirin Serencamı, Ankara Okulu yay. Ankara, 2012. Yazıcı, İshak, “Tefsiru Ebi’l-Leys Tercümeleri Hakkında Kısa Bir Araştırma”, Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 1992, sayı: 6. 29