PDF formatında CV indirin

advertisement
1
Yayımcı
JU Müzesi/ Museum “Alija Izetbegoviš”
Yayımcı Adına:
Elvis Kondţiš
Yazar:
Zehrudin Isakoviš
Redaktör:
Elvis Kondţiš
Çeviri:
Tarık Sadak
Tasarım ve DTP:
Sanjin Manov, Zijah Gafiš
Baskı:
BEMUST
Tiraj:
Tüm hakları “Alija Izetbegoviš“ Müzesine aittir.
2
ALIJA IZETBEGOVIĆ MÜZESİ
1925
2003
BİYOGRAFİ
Zehrudin Isakoviš
Kaynak: Dostojanstvo ljudskog izbora (İnsani seçimin haysiyeti), Alija Izetbegoviš, OKO, 2005
3
4
Alija Izetbegoviš 8 Ağustos 1925 tarihinde Bosanski Šamac'da, önceleri Belgrat'ta
yaşamış ancak kronikçilerin belirttiği gibi 1868'de “Sırp baskısı altında“ kalarak
kendine daha güvenli bir yer arayan itibarlı bir beyzade ailesinin oğlu olarak
dünyaya gelmiştir. Ailenin seçimi Bosanski Šamac olmuştu.
Izetbegoviš‟in büyükbabası ki onun da adı Alija idi, Bosanski Šamac'ın belediye
başkanıydı. Adaleti ve dürüstlüğüyle yöre halkı arasında çok saygın bir yeri olduğu
söylenirdi. Avusturya Veliaht Prensi Ferdinand‟a düzenlenen Saraybosna suikastı
sonrası, Avusturya yönetiminin rehine olarak götürmek istediği şehirde önde gelen
bir grup Sırbı kararlı bir şekilde korumuş olması şehrin tarihine hiçbir zaman
unutulmayacak bir olay olarak geçmiştir.
Alija Izetbegoviš‟in kaderi, daha hayatının başlangıcından itibaren doğduğu evin
penceresinden görülen iki nehre bağlanmıştır: Bunlar Bosna ve Sava nehirleridir.
İlkinin adı Bosna-Hersek‟te Demokratik Hareket Partisiyle (SDA) yönetime gelip
devlet başkanı olduğu ve hemen akabinde toprak bütünlüğünün korunması ve
gerçek bağımsızlığının sağlanmasına yönelik kanlı bir savaşın başladığı yetişkinlik
yıllarının kaderi olacaktır. Gençlik yılları İslami ideolojiler uğruna savaşmakla
geçti denilebilirse, Izetbegoviš‟in hayatının son yıllarının da Bosna-Hersek
topraklarındaki Boşnak halkının haklarını koruma savaşıyla geçtiği söylenebilir.
Alija‟nın hayatının henüz ikinci yılında, ticaret ve bankerlikle uğraşan babası
Mustafa Saraybosna‟ya taşınma kararı aldı. Ailesi kalabalıktı: Anne ve babasının
üç kız ve iki erkek olmak üzere beş evladı vardı, Alija bunların en büyüğüydü.
Babasının ilk evliliğinden de iki üvey kardeşi vardı. Maalesef baba Mustafa 1.
Dünya Savaşında İtalyan cephesinde ağır yaralandı. Yarası daha sonra bir tür felce
dönüştü ve ömrünün son on yıl kadarını neredeyse yatalak olarak geçirdi. Tüm
ailenin ilgilenmesine rağmen, kocasının hastalığının en ağır yükünü Alija‟nın
annesi Hiba çekti.
Annesi çok dindar bir kadındı, öyle ki Alija daha sonraları notlarında dine karşı
erken yaşlarda oluşan bağlılığını tamamen annesine borçlu olduğunu söyleyecektir.
Annesiyle beraber sabah namazına uyanmakta zorlandığını itiraf etse de,
5
Izetbegoviš eski hatıralarında Viješnica‟daki Hacı camiinin imamı Rahmanoviš‟in
er-Rahman suresini benzersiz bir güzellikte okuduğunu hatırladığı hayatının bu
dönemini özlemle yâd eder. Bütün aile genç Alija‟nın anne ve babasının genetik
özelliklerinin bir bileşimi olduğu; ancak görünüm itibarıyla annesine, karakter
itibarıyla ise babasına daha çok benzediği konusunda hemfikirdir. Bu herhalde genç
Izetbegoviš‟in nispeten erken yaşlarda ailesinin etkisinden sıyrılıp hayatını kendi
tercihine göre devam ettirmesinde etkili olmuştur. Ne gariptir ki, aşağı yukarı 15
yaşlarında, ateist ve komünist literatürün etkisi altında dini konularda kararsızlığa
düşmüştür. İkinci Dünya Savaşının başlangıcı öncesinde Yugoslavya‟da kısmen, o
zamanlar tam olarak altın çağını yani aslında en karanlık dönemini yaşayan,
faşizme karşı bir tepki olarak çok güçlü bir komünist propaganda hâkimdi. Bununla
beraber “sonraki” Izetbegoviš‟e göre komünizm asla demokrasi demek değildi:
“komünizm ‟kara‟ya karşı „kızıl' totalitarizmi güçlendirmişti”.
Izetbegoviš zamanın komünistlerinin özellikle aktif olduğu Birinci Erkek Lisesine
devam ediyordu. Okul “komünist” olarak bilinirdi, belirgin sayıda öğretmenin bu
akımı benimsediği koridorlarda konuşulurdu. Böylece muhtelif broşürler onun da
elinden geçti ki bunun belirli sonuçları olması kaçınılmazdı: Liseli genç bir taraftan
Allah inancı, diğer taraftan da “sosyal adalet – adaletsizlik” kavramları arasında
ikilemde kalmaya başladı. Ancak genç Izetbegoviš‟e ilk bakışta şüpheli görünen,
komünist propagandanın Tanrıyı “kötücül” ve dinin kendisini de halkı gerçek
hayatta daha iyisini elde etmek adına savaşmaması için sindirilmesi ve
duyarsızlaştırılması için "toplumların afyonu” olarak gördüğü gerçeğidir. Diğer
yandan, çeşitli şekillerde ve tanımlamalarda, dinin ana mesajı Izetbegoviš‟e her
zaman etik bir yaşam şekli ve sorumluluk duygusudur gibi gelmişti.
Böylece Izetbegoviš bir iki yıllık ruhsal-düşünsel bir bocalamadan sonra, yeni bir
güç ve yaklaşımla nihayet dine döndü. Sonradan kendisindeki iman gücünün,
özellikle gençliğindeki bu inkâr döneminden güç aldığını düşünmüştür. Ve artık bu,
doğuştan ait olduğu gelenekten edinilen din değil, yeniden tesis edilmiş bir iman
duygusuydu. Her ne kadar sonradan din problematikiyle ilgili yazdığı kitaplarda
6
görüleceği gibi sürekli sorgulamış ve araştırmış olsa da, yeniden tesis edilen bu
imanı bir daha asla kaybetmedi.
Çok sonra Hatıralar kitabında “Tanrısız bir kâinat benim için tahayyül
edilemezdi” diyecektir.
Aynı zamanda Hegel, Spinoza ve Kant gibi genel çizgisi bilgiye susamış bu gencin
üzerinde özel bir tesir bırakan ve 19 yaşına kadar tüm eserlerini hatmettiği klasik
Avrupa felsefesi yazarlarını okuyordu. Izetbegoviš Büyük Harbin tam ortasında
1943 yılında liseyi bitirdi. O zamanlar komşularının çoğu gibi Izetbegovišler de
yokluk içindeydiler. Çoğunlukla açlık içindeydiler. Saraybosna gaddar bir Nazi
rejimi kuran Ustaşaların işgali altındaydı. Izetbegoviš‟in orduya katılmak için
başvurması gerekiyordu, ancak bunu yapmadı. O zamanki idarenin gözünde asker
kaçağı durumuna düştü ve tüm 1944 yılı boyunca gizlenmek zorunda kaldı.
Saraybosna'da kalmak artık çok tehlikeli olmaya başlayınca doğum yeri olan
Posavina'ya geçti. Sonrasında bizzat şahit olduğu üzere oradaki ordulardan hiç biri
kendisine baskı yapmadı: ne Partizanlar1, ne Müslüman Milisler, ne de özellikle
Çetnikler2 ve Ustaşalar3. Ancak silahlı bir çatışma içinde olmaması, asla bir
meşguliyet içinde olmadığı anlamına gelmiyordu. Aksine, ideolojik adanmışlığını
“Genç Müslümanlar” (MM) organizasyonu yoluyla kendisi gibi düşünen birkaç
kişiyle birlikte fiiliyata dökme teşebbüsünde bulundu. Bu cemiyetin zamanın
kanunlarına uygun şekilde resmiyete dökülmesine yönelik ilk teşebbüs 1941
Mart'ında oldu. Bu girişim, Nisan'da Almanya'nın Yugoslavya'ya saldırmasıyla
doğal olarak sonuçsuz kaldı. Öncelikler bekanın sağlanmasına verilmişti. MM
hareketin daha ziyade çağdaş İslam dünyasının sorunları gibi dış politikaya (o
zamanlar) yönelik bir ruha sahip ve bu türden meselelerle ilgili olması dikkate
şayandır. Genç Müslümanlar “dünyanın bu kesiminin sefalet içinde ve neredeyse
sürdürülemez durumda olduğunu ve bu yüzden çağdaş medeni seviyeyi
yakalayabilecek (ve de yakalaması gereken) dinamik bir din olan İslam‟ın
1
İkinci Dünya Savaşı'nda Alman ve İtalyanların işgali altındaki Yugoslavya topraklarında oluşturulan düzensiz askeri güçler.
Irkçı ve fanatik Sırp çeteleri.
3
Ustaşalık, II. Dünya Savaşı'nda Yugoslavya topraklarında etkinlik gösteren faşist harekettir.
2
7
nüvesinin dışına çıkamadığını” (o devre şahit olanların tabiriyle) savunuyorlardı.
Aynı zamanda İslam‟ın hâkim olduğu coğrafyanın, “gerek askeri gerekse kapitalist
yöntemlerle“
çoğunlukla
yabancıların
hâkimiyeti
altında
olduğunu
iddia
ediyorlardı.
Her ne kadar resmen kurulmamış olsa da, cemiyetin liseli ve üniversiteli gençler
arasında gittikçe daha çok popülarite kazandığı kesindi. Bu faaliyet İkinci
Savaşı'nın tamamı boyunca devam etti. Izetbegoviš cemiyetle ilk defa 1944 yılında
“El-Hidaje” ile, imamların mesleki birliğiyle, birleştikleri zaman karşı karşıya
geldi. Kendisinin de sık sık ifade ettiği gibi Alija “hiç bir zaman imamlarla tam bir
fikir birliği içinde değildi” ve eleştirilerinin temelinde İslam‟ın imamlar tarafından
çok katı bir şekilde yorumlanması yatıyordu ki kendisine göre bu tavır “İslam‟ın
dâhili ve harici inkişafını engelliyordu”.
8
ĠLK HAPSE GĠRĠġ
9
Savaşın bitmesinden sonra, dönemin komünist rejiminin tüm tedirginliğine rağmen,
organizasyon yeni bir hevesle çalışmalarına devam etti. Cemiyetin aktivistleri olan
Genç Müslümanlar önce gizli bir (ön)uyarı aldılar, ancak bu sonuç vermeyince
hapis emri verildi. Böylece Alija ilk defa kendini hapiste buldu. Bu dönemde
zamanın FNRJ (Yugoslavya Federal Halk Cumhuriyeti) yönetiminde askerlik
yükümlülüğü altında olduğu için, askeri mahkeme tarafından 3 yıl ağır hapis
cezasına çarptırıldı, 1946 Mart‟ında girdiği cezaevinden 1949 yılında serbest
bırakıldı.
Izetbegoviš soruşturma süresini Saraybosna‟daki “Mareşal Tito” kışlasının askeri
hapishanesinde geçirdi. Konduğu odada kalanların yarısı ölüme mahkûm edilmiş
tutuklulardı. Temyiz dilekçesinin nihai sonucu bekleyen bu mahkûmlar arasında
ağır bir hava hâkimdi. Izetbegoviš‟in 3 yıllık hapis cezası böyle bir ortamda
oldukça hafif sayılırdı, çünkü bazı politik mahkûmlar ölüm cezası ya da çok uzun
süreli hapis cezalarına çarptırılmıştı. Yine de hiçbir suçu olmadığı halde, demir
pencerelerin ardında bin gün ve bir o kadar da gecenin geçirilmesi gerekiyordu.
Cezasını çekmesi için önce Zenica‟ya gönderildi, ancak iki ay sonra Stolac‟a
nakledildi. Burada yedi ay “yattıktan” sonra yeniden başka bir yere nakledildi. Bu
sefer “ıslah edici" çalışma kapsamında Boraţko gölü kenarındaki bir şantiyeye
gönderildi. Kaderin bir cilvesi olarak Izetbegoviš, soruşturması süresince kendisini
sorgulayan personelin de dinlenme amacıyla kullandığı ve daha sonra UDB (Devlet
Emniyet Teşkilatı - Yugoslav siyasi polisi) Merkezi olacak olan binanın yapımında
çalışacaktı.
Boraţko gölünden sonra Alija ironik kaderinin kendisine oyunlar oynamaya devam
edeceği Saraybosna‟ya nakledildi.
Burada da Izetbegoviš, diğer mahkûmlarla
birlikte, Komünist Parti Merkez Komitesi (CK KP) binasının yapımında çalıştı!
Herhalde ıslah çalışmalarının odağında, politik düşmanlarına komünizmin
mabetlerini yaptırmak yatıyordu!
10
Genç Izetbegoviš‟in hapisteki yalnız günlerini Halide ile, 18 yaşından beri tanıştığı
kızla, arasındaki mektuplaşmaların içeriğindeki sıcaklık biraz olsun hafifletiyordu.
İkinci Dünya Savaşı boyunca ikisi sürekli görüşmüşlerdi.
Alija hapse girince, görüşmeleri artık birbirlerine karşılıklı olarak duygularını
anlattıkları, saygı ve aşklarını dile getirdikleri ve aslında ayrılıklarını daha da
derinden hissetmelerine sebep olan mektuplarla devam etti.
Hapisteki üçüncü ve son yılında Alija Macaristan sınırında Beyaz Manastır
yakınında kamulaştırılan tarımsal arazilerden biri olan Belje‟de çalışmaya
gönderildi. Orada ağaç kesti ve bu işte oldukça ustalaştı. Yıllar sonra, şakayla
karışık, eğer ekmeğini fiziksel bir iş yaparak kazanmak zorunda kalırsa oduncu
olabileceğini söylemiştir: “Tüm fiziksel işler arasında - ki çoğunu denemişimdir –
bana en cazip gelen buydu” derdi.
O 1948-1949 kışını el testeresiyle yakacak odun keserek geçirdi. Yeterli
beslenmeyle desteklenen bu fiziksel aktivite, Alija‟nın hapisteki 3. senesinin
sonunda tamamen gücünü kazanmasını sağladı. Hapisten çıktığında 24 yaşındaydı
ve oldukça iyi görünüyordu. Kendisini böyle güçlü, sağlıklı ve fiziksel olarak
mükemmel bir durumda görünce, yakınları sevinç gözyaşları dökmüşlerdi.
Hapisten çıkışının hemen akabinde, beklenildiği üzere Halide ile evlendi.
Halide‟nin güzelliğiyle gurur duyardı. Birçok kadının kendisini oldukça çekici
bulmasına karşın, onun dış görünüm açısından kendisinden çok daha üstün
olduğunu düşünürdü. Göze çarpan mavi gözleri ve genç olmasına rağmen bir
çilekeşin kendine özgü bir havası vardı ki bunun sayesinde çevresinde sevilen ve
sayılan biri olmuştu.
Halide ile evliğinin son derece tabii olması gibi, politik hayatına devam etmesi de
onu iyi tanıyanlar için tamamen beklenen bir şeydi. Hasan Biber sayesinde
Izetbegoviš “Genç Müslümanlarla” tamamen el altından tekrar bağlantıya geçti.
Temasa geçmelerinden tam kırk gün sonra, 11 Nisan 1949‟da Hasan Biber hapse
atıldı. Sorgusunda, Alija‟nın Genç Müslümanlarla yeniden bağlantı kurduğunu
itiraf etmesi için çok baskı yapıldı. Ancak kendisi bu konuda oldukça dayanıklı
11
çıktı, organizasyonun diğer üyelerinin ise Izetbegoviš‟in yeniden aktif olmasından
henüz haberi yoktu. Böylece Biber‟in sayesinde, henüz net üç yıllık hapis
döneminin ağırlığını üzerinden tam atamadığı ve keyfini çıkarmaya zaman
bulamadığı özgürlüğünü korumuş oldu. Biber, Temmuz‟da yapılan yargılamada
ölüme mahkûm edildi; bağnaz komünistler cezasını hemen 1949 Ekim‟inde infaz
etti.
Bu yargılama Mostar‟daki Genç Müslümanlara yapılan bir baskınla başlayan ve
tüm Bosna-Hersek‟te kitlesel hapse atılmalara varan bir boyuta taşındı.
Bu
baskında toplantı kayıtları ve notlarına el konuldu. Bunu, Saraybosna sürecini
tamamına erdirmek adına eş zamanlı olarak Zagreb‟de de 1949 Ağustos‟unda
büyük bir öğrenci grubunun hapse atılması takip etti. Hapse atılanlardan bazıları
ikinci defa mahkûm edilmiş ve hapis cezalarını çekmek üzere cezaevlerine
konmuştu. Genç Müslümanlara karşı yürütülen tüm bu politik süreçlerde verilen
mahkûmiyetlerin toplamı 1000 yıla varıyordu. Bu şekilde organizasyon tamamen
çökertildi, önde gelenleri ya hapisteydi ya da katledilmişti.
Genç Müslümanlık ideolojisini hala içinde taşıyan ve seyrek denemeyecek gizli
toplantılarda bu konularda konuşmaya devam eden bireyler kalmıştı, evet, ancak bu
artık somut ideolojik eyleme dönüşebilecek organize bir hareket değildi.
Bu arada Alija Izetbegoviš, deklaratif olarak kendisini sosyal eşitlik ve zayıflamış
adalet duygusuna odaklamış olan Yugoslav toplumunu analiz ediyordu. Ancak
Izetbegoviš‟e göre ortada daha ziyade bir iki yüzlülük vardı, çünkü “sıradan
vatandaş” açlıktan kırılırken, üst düzey komünistlerin ihtiyaçlarını temin ettiği gizli
depolar vardı. Halk patates ve pirince talim ederken, ideolojik olarak yakın ve
yandaş kesim bolluk içinde yaşıyordu. Onlar için sütten çikolataya kadar her şey
vardı. Öte yandan, bu imtiyazlara karşı ortaya atılan herhangi bir tartışma bile
devlet ve kanun karşıtı olarak tanımlanıyordu.
Izetbegoviš takip eden on sene boyunca, çoğunlukla Karadağ‟da Nikšiša
yakınındaki “Perušica” hidroelektrik santralinin yapımını yönetmek olmak üzere,
şantiyelerde çalıştı. Boş zamanlarını örgün eğitimini geliştirmeye çalışmakla
12
geçiriyordu. Önce tarım tahsiline başladı, ancak üçüncü yılında hukuk tahsiline
geçti. İki yıl içerisinde diplomasını alarak mezun oldu. Tarih 1956 yılıydı.
13
ĠSLAM DEKLARASYONU
14
Izetbegoviš‟in iş hayatı, eğitimi ve ailesiyle ilgilenmesi gerekliliğinin yanı sıra aynı
zamanda İslam konusunda ciddi ve detaylı metinler yazabilmesi takdire şayandır.
1969 yılında İslam Deklarasyonu metninin taslağını hazırladı, bunu 1970 yılında
tamamlayarak yayınladı. Bu çok uzun olmayan metin (40 sayfa civarı),
Izetbegoviš‟in sözde İslami radikalizm bahanesiyle ikinci defa mahkûm edildiği
1983 “Saraybosna Davasına” kadar ciddi bir ilgi uyandırmadı. Yugoslavya‟da,
özellikle Bosna-Hersek‟te, yazılmış olmasına rağmen Deklarasyonun muhatabı
oradaki politik şartlar değil, kitapta uyumlu manevi bir (aynı zamanda idari-politik)
alan olarak değinilen İslam dünyasıydı. Metin sosyalist sistemin o zamanki
müdafilerine “radikal” ve “sosyal sistem için tehlikeli” görünmüştü ki özünde
öyleydi de: gerçek İslam‟a dönüş çağrısı yapıyordu!
İslam‟ın yüceleştirilmesi ve dinlerin Tanrıya tapınması, radikal ateistler olan
komünistlere en büyük dalalet olarak geliyordu. Deklarasyonun aynı hararetle
övüldüğü ve yerildiği söylenebilir. Fakat sorun, yerenlerin çoğunluğunun
yönetimde oldukları gerçeğinde yatıyordu. Böylece savların gücü, gücün savı
karşısında yenik düştü.
İslam Deklarasyonu daha sonra yedi yabancı dile çevrildi ve, kendi sahasında,
zamanının en çok okunan politik metinlerinden biri oldu. Herhangi bir platformda
açıkça belirtmiş olmamasına karşın, İslam ülkelerine karşı gittikçe daha eleştirel bir
tutum almasından, Izetbegoviš‟in kendisinin de Deklarasyonun çok idealist bir
yaklaşımla yazıldığını, Deklarasyonda değinildiği şekilde üniter bir İslam Dünyası
olmadığını ve hepsinin kendine özgü somut problemleri olan ve oluşumlarının
farklı bağlamlara dayandığı birbirinden farklı bütünlerden oluştuğunu zamanla
gördüğü kabul edilebilir. Bu özellikle Bosna-Hersek için geçerliydi.
Deklarasyonun bazı bölümleri devletin İslami prensiplere göre yönetilmesi için bir
çağrı olarak anlaşıldı ve kasıtlı olarak Yugoslavya‟nın da, özellikle BosnaHerseğin, Izetbegoviš‟in İslami kurallara göre yönetilmesine yönelik talebi olarak
yorumlandı. Bu ihtilafı bir kenara bırakırsak, daha sonraki politik etkinliği
süresince Alija Izetbegoviš‟in devleti esasen dinin toplumda eşitlikçi yerini aldığı
15
modern Batı demokrasisinin prensiplerine göre laik bir şekilde yönetmeye
adanmışlığını görebilmek gerekir.
Diğer taraftan Izetbegoviš‟in bir başka kitabını – Doğu ile Batı arasındaki İslam –
daha 1946 yılında hapse girmeden önce yazmış olduğu gerçeği hayret vericidir.
Hapsedildiği o sene, (1997‟de vefat eden) kız kardeşi Azra neredeyse bitmiş olan el
yazısı taslağı aile evinin tavanındaki kirişlerin altına saklamıştı. Kitap koşullar
gereği orada uygun olmayan bir ortamda bırakıldı, Alija onu bulduğu zaman kendi
deyimiyle “bir balya yarı çürümüş kâğıttı”. Fakat bu “balya” yine de yeteri kadar
korunmuştu. Izetbegoviš bu materyali yeniden yazdı, bu vesileyle de birkaç yeni
bölüm ekledi ve hepsini birden Kanada‟daki bir dostuna yolladı. Kitap orada 1984
yılında, Izetbegoviš sıra itibarıyla ikinci, ancak bu sefer 14 yıllık yeni hapis
cezasını çekmeye başladıktan sonra yayınlandı.
Bu sefer dokuz dile çevrilmiş olan bu kitapta yazar yeniden İslam‟la ve onun aktüel
dünyadaki yeriyle ilgilidir. Tam da İslam dünyasının yerkürede işgal ettiği alanın
“Doğu ile Batı arasındaki” coğrafik pozisyonu gibi, kendisini de Doğu ile Batı
düşünce şekillerinin ortasında bir yerde görüyordu Dolayısıyla böyle bir isim
seçmişti. Kitabın içeriği en kısa satırlarla şöyleydi: Her şeyin çift yaratıldığı gibi ki
insan da yaratılmış bir canlıdır, insanın da bir ruhu ve vücudu vardır. Vücut ruhun
evidir. Bu ev bir evrim geçirmiştir ve kendi geçmişi vardır, ancak ruh
değişmemiştir, Tanrı ona kendi dokunuşuyla can vermiştir. “Ev” yani vücut bilimin
işidir; ancak ruh dinin, sanatın ve ahlakın kapsamındadır. Bu yüzden Izetbegoviš
için insanın iki yönü ve iki gerçeği vardır. Batı dünyasında bunları Darwin ve
Michelangelo temsil eder. Onların gerçekleri birbirinden farklıdır, ancak birbirini
dışlamaz. Yazar bu duruşunu, bu “gerçeklerin” kendilerini medeniyet ve kültürün
bir tezadı olarak gösterdiğini ve kendisine göre bilim ve tekniğin medeniyete, din
ve sanatın ise kültüre ait olduğu tezini geliştirerek doğrulamaya çalışır. İlki insanın
varoluşsal ihtiyaçlarının (nasıl yaşıyorum) diğeri ise varoluş amacının (neden
yaşıyorum) bir ifadesidir. Medeniyet “yerin hâkimiyeti”, din ise “göklerin
hâkimiyeti” içindir. Doğu ile Batı Arasındaki Ġslam kitabında Izetbegoviš
16
İslam‟ın bu iki, “üçüncü olarak da insana ait her şeyin bir kaydı olan iki cinsin”
arasındaki tezadın bir sentezi olduğunu kanıtlamaya çalışır.
Predrag Matvejeviš eleştirisinde “kitap İslam ve onun Doğu ile Batı arasındaki yeri
hakkında, coğrafik kavramların soğuk savaş döneminde içerdikleri tüm tezatlarla
beraber gerçek ve mecazi anlamlarıyla ele alındığı tutkulu ve heyecanlı bir tefekkür
uyandırıyor” diye yazar.
Yakın zaman önce kendi eleştirisine rötuş yaparken
Matvejeviš, bugünkü perspektiften bakarak “bu ölçülü kitabın her türlü radikalizm
ve integralizmden arınmış” olduğunun söylenebileceğini ekler.
“Yaşadığımız şu günlerde ve Bosna-Herseğin yaşadığı tecrübelerden sonra,
Izetbegoviš‟in yaklaşımının, diğer şeylerin yanında, belirgin bir uyarıyı da
içerdiğini söyleyebiliriz. Tesadüfen dahi olsa, bu zamanında dikkate alınsaydı çok
iyi olurdu” – diyor Matvejeviš ve Izetbegoviš‟in el yazısını tekrar okurken gözünün
önünde “ebediyen silinmeyecek ılımlı ve bilge bir insan karakterinin” belirdiğini
ekliyor.
17
ENTELEKTÜEL OLGUNLAġMA
18
Hayatını ikame ettirmek ve İslami konular dışında, Izetbegoviš‟i meşgul etmeye
devam eden konular aslında kendi kendini empoze eden konulardı: Komünizm,
kapitalizm ve sosyal sistemlerinin karakteristik yapıları. Komünizmin varoluşun
kapsamı ve modeliyle ilgili önermeleriyle hiçbir zaman uzlaşamadı. Aynı şekilde,
fakir halk ve sosyalist-komünist rejimin kendine özgü hedonizmi ve bolluğunda
ihya olan bürokratları ve yetkilileri arasındaki eşitsizliğin ikiyüzlülüğü kendisini
olumsuz anlamda derinden etkilemişti.
Izetbegoviš SFRJ (Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti) ve genel anlamda
Balkanlar‟daki problemlerin özünde demokrasi eksikliği olduğunu saptamıştı.
Kendini sosyalist olarak adlandıran ülkeler kendi içlerinde farklı gelişim çizgileri
göstermişlerdi. Nitekim yüzeysel bir analizle bile, bazı zorba şahsiyetlerin bu
ülkelerdeki gerçek vaziyet üzerindeki çok güçlü ve belirleyici nüfuzu farke
dilebiliyordu. Aynı temeller üzerine kurulmuş olsa da, sıradan vatandaşın reel
hayat şartları liderlerine bağlı olarak ülkeden ülkeye değişiyordu. Jivkov, Hoca,
Çavuşesku ve Tito‟yu ele alalım; dört farklı insan, dört farklı hayat tarzı ve sonuçta
dört farklı rejim. Ancak rejimler farklı olsa da özdeki otoriter yapı aynıydı.
1979 yılında Yugoslavya Devlet Başkanı Josip Broz Tito‟nun çok sevdiği avlanma
mekânı olan Bugojna yakınlarındaki Koprivnica‟da o zamanki komünist
Federasyonun önde gelen yetkililerinden Raif Dizdareviš ve Branko Mikuliš‟i
kabul etmesi, Alija Izetbegoviš‟in hayatına yeni bir kara gölge düşürdü.
Izetbegoviš‟in hatıralarına göre, Saraybosna Televizyonu ana haber bülteninde
Broz‟ın bu iki kişiye “Bosna-Hersek‟te ruhani milliyetçilik ve Panislamizm‟i
canlandırmaya yönelik tüm teşebbüslerin en katı bir şekilde cezalandırılması”
talimatını verdiği nakledildi. Izetbegoviš bu cümlelerde adeta kendi adını duydu ve
kapısının davetsiz misafirler tarafından çalındığını duyar gibiydi…
Bu, yetmişli yılların kısa ve kısmen özgür dönemi sonrası, komünizmle hemfikir
olmayanlarla ve “karşıtlarla” yeni bir hesaplaşmanın ilanından başka bir şey
değildi. Daha kesin bir ifadeyle bu, İslami temayülleri nedeniyle, bir bütün olarak
19
gittikçe daha büyük bir krize gömülen sosyalist-komünist rejimin ateist
faraziyeleriyle uzlaşamayan kesimlerle kati bir hesaplaşma ilanıydı.
Tüm kötü tecrübeler ve sürekli baskılara rağmen, Izetbegoviš‟in araştırmacı ruhu
rahat durmuyordu.
Yazıyor ve yazdıklarını İslami almanak Takvim‟in
nüshalarında yayınlıyordu. Çocuklarının adlarının baş harfleri olan L.S.B.
müstearını kullanıyordu. Leyla, Sabina ve Bakir. “İslami Dirilişin Problemleri”
başlıklı bir dizi makale yazıyordu. Çok olumlu eleştiriler almış bu yazılar daha
sonra bir kitap haline getirildi ve yayınlandı.
Böylece Prof. Dr. Esad Durakoviš, kitabın İslam üzerine açık sorularla ilgili konu
bazında gruplanmış makalelerden oluşan bir derleme olduğu vargısıyla, yazarın
“bir
nevi
yenilikçi
coşkuyla”
yazılarında
İslami
kaynakların
yeniden
yorumlanmasına yönelik bir ihtiyacı öncelik ve ana tema olarak ortaya koyduğunu
yazacaktı. Izetbegoviš‟e göre “Yeniden Diriliş ancak İslam‟ın temellerine kararlı
bir geri dönüşle mümkün olabilir”. Aslında Alija Izetbegoviš‟in, özellikle bu kitap
olmak üzere genel anlamda İslami düşünceye katkısında, en az İslam‟ın kendisi
olduğu kadar İslam toplumları ve ülkeleri açısından da kendini şahsına münhasır
bir reformist olarak öne çıkardığı söylenebilir. Uzun yıllar sonra 1997‟de Tahran‟da
bir İslam ülkeleri konferansında konuşurken Izetbegoviš, kendi gözlemlerine
dayanarak, kendini İslam ülkesi olarak adlandıran ülkelerin kusurlarına açık
sözlülükle işaret edecekti. Açık sözlü olmanın da ötesine geçmişti: Evet İslam en
mükemmeldir, ama biz mükemmel değiliz!
Bunun yanı sıra, 30 yıllık bir süre boyunca Ġslami DiriliĢin Problemleri ortak
başlığı altında toplanan ve yayınlanan yazıların meselelere toplu olarak ekümenik
bir yaklaşım ortaya koydukları söylenebilir: Dini bütünlüğüne bir tezat teşkil
edecek şekilde, yazılar aslında dinler ve kültürler arasındaki farklılıkların Tanrının
bir nimeti olduğunu öne sürmektedir. Aslında yazar bir yandan da İslam‟ın
dünyadaki eşitlikçiliği konusunda da ısrarcıdır. Yazarın kendisi de asıl amacının
öncelikle çağdaş İslami düşüncenin objektif bir analizini yapmak ve daha sonra
20
İslam Dünyasının yeniden canlandırılması ve eşitlikçilik ve saygı prensipleri
çerçevesinde modern dünyayla entegrasyonu olduğunu söylemiştir.
Izetbegoviš‟in Ġslami DiriliĢin Problemleri kitabındaki yazılarında ele aldığı
problemlere yaklaşımlarının denemeci nitelikte olduğunu fark etmek gerekir;
bilimsel bir zeminleri yoktur ki bu eksiklik objektif bir değer taşımaları ve İslami
olduğu kadar evrensel düşünceye de anlamlı ve orijinal bir katkıda bulunmaları
yönünde bir engel teşkil etmiştir.
21
“SARAYBOSNA DAVASI”
22
Bu yazınsal hareket tabii ki zamanla UDB‟nin gözünden kaçmadı ve Alija
Izetbegoviš‟in başına yeni dertler açtı, “İslami kesimden büyük bir grup
entelektüelle” beraber “devlet karşıtı eylemler” suçlamasıyla sanık durumuna
düştü. 1983 yılının 23 Mart‟ı sabah erken saatlerde Alija Izetbegoviš Hasan Kikiš
Caddesi 14 numara 3. katın, yani oturduğu evin, kapısının çalınmasıyla uyandı.
Kapıyı açtığında bir grup karanlık şahıs üzerlerini çıkarmaya bile gerek görmeden
arama iznini göstererek evine daldı. Bunun akabinde evin içerisinde dolapların ve
çekmecelerin boşaltılması, panjurların sürgülerin sökülmesi gibi büyük bir kargaşa
yaşandı. Izetbegoviš‟in politik-entelektüel aktiviteleriyle ilgili işlerine yarayacak
belgelerle ve özel kütüphanesindeki kitaplarla ilgiliydiler. Öğleden sonra
kendileriyle birlikte SDB binasına gelmesini söylediler ve orada kendisiyle ilgili 3
gün tutukluluk kararı bulunduğu bildirildi. Bu süre önce 13 güne, daha sonra da
duruşmasının başlamasına kadar süresiz uzatıldı. Eziyetli soruşturma süreci tam
100 gün ve gece sürdü (gece sorgulamaları hiç de seyrek bir hadise değildi).
Izetbegoviš ile beraber tüm Bosna-Hersek bazında yüzlerce Müslüman hapse
atılmış ve soruşturulmuştu – meşhur “Saraybosna Davası” başlamıştı.
İddianame SFRJ Ceza Kanunu‟nun 114 ve 133. maddelerine dayandırılmıştı. İlki
“anayasal düzeni yıkmak için örgüt kurmak” ve diğeri de “sözlü cürümler” ile
ilgiliydi. Bunun dışında, iddianame Alija‟ya bu “komplocu” grubun lideri
iddiasıyla ek suçlama getiriyordu ki, sonradan ortaya çıkacağı üzere sanıklardan
bazılarını hayatında ilk defa duruşmada görmüştü!
12 sanıktan beşinin 40lı yılların sonlarında Genç Müslümanlar üyeliği olduğu
doğruydu, ancak 50li yılların başlarında organizasyon çökertildikten sonra, en çok
da hayatta kalma endişesiyle, tüm toplu faaliyetler durdurulmuştu.
Yine de mahkeme yeteri kadar suç unsuru bulmuş olacak ki, mahkeme salonuna
kısa bir tabirle Yugoslavya‟yı parçalamak ve bu parçalar üzerinde İslam devleti
kurarak İslam dünyasının geri kalanına ilhak olmak istemekle suçlanan (“SFRJ‟nin
toplumsal düzenine karşıdevrimci tehdit oluşturan”) bir grup Müslüman getirmişti.
23
Bunlar günümüzde sadece acı bir tebessümle karşılanacak iddialar olsa da,
durumun hiç de gülünç olmadığı kesindi.
İlk gün duruşma salonuna getirilenler: Alija Izetbegoviš, Omer Behmen, Hasan
Ţengiš, Ismet Kasumagiš, Edhem Biţakţiš, Husein Ţivalj, Rušid Prguda, Salih
Behmen, Mustafa Spahiš, Dţemaludin Latiš, Melika Salihbegoviš, Derviš
ĐurŤeviš ve Đula Biţakţiš. Bilindiği gibi, sayılanların hemen hepsi daha sonra
Bosna-Herseğe yönelik savaşta onun korunması sürecinde ve savunmasında az çok
önemli roller üstlenmiştir, bu da zamanın Yugoslav hükümetinin kimleri hedef
aldığını bildiği tezini belirli ölçüde doğrular niteliktedir.
Savcı, sanıkların daha sonra bu aşikârene düzmece davada işinde fazlasıyla gaddar
davrandığını söyleyecekleri Edina Rešidoviš idi.
“Karşıdevrimci faaliyeti” esas alan iddianamenin temelini savcı, kendi iddiasına
göre Izetbegoviš‟in 1974 ve 1983 yılları arasında SFRJ‟nun toplumsal düzenine
karşıdevrimci tehdit oluşturma hedefini güden ve Arapça, Türkçe, İngilizce ve
Almanca dillerine çevrilen ve önsözlerle muhtelif baskıları yayınlanan Ġslam
Deklarasyonu kitabının içeriğinde bulmuş; diğer taraftan Deklarasyonda belirtilen
yöntem ve hedeflerle SFRJ‟nin toplumsal düzenine karşıdevrimci tehdit unsuru
yaratmak adına memlekette taraftar toplamaya yönelik olarak sanıklar bu kitabı çok
sayıda entelektüel şahsiyete de okumaları için vermişlerdir: Husein Đozo,
Muhamed Kupusoviš, Husein Ţivalj, Hasan Ţengiš, Rusmir Mahmutšehajiš,
Mehmedalija Hadţiš, Melika Salihbegoviš ve Edhem Biţakţiš; böylece Hasan
Ţengiš, Ismet Kasumagiš, Huso Ţivalj ve Edhem Biţakţiš grubun üyesi
olmuşlardır…
İslam Deklarasyonunun hiçbir şekilde Yugoslavya‟ya yönelik olmadığı tamamen
aşikâr olduğundan, bu iddiayla ilgili hiçbir delil bulamadığı için savcılık şahitlerin
açıklamalarını dinlemekten kaçınmıştır. Sırayla tüm Müslüman entelektüeller ve
din görevlileri UDB binasına getirilmiş ve günler geceler boyunca sorgulanmıştır.
Baskı sonucu bir tür itirafname imzalamaları kitlesel bir fenomen olmasına karşın,
kendi beyanlarını tekrarlamak üzere mahkeme önüne çıkarıldıkları zaman
24
savcılığın beklentisinin aksine – vicdanlarının baskısıyla – bunları reddetmişlerdir.
Fakat zorba mahkeme, politik direktiflere de uyarak, sırasıyla beyanların ilk şeklini
kabul etmiştir.
Esas itibarıyla 59 şahit dinlenmişti, bunlardan 56‟sı iddia makamının çağırdığı,
sadece üçü savunmanın çağırdığı şahitlerdi. Toplamda 23 şahidin ifadesi hem iddia
makamı hem de savunma açısından alakasızdı ve kararda dikkate alınmamışlardı.
Geriye kalan 36 şahitten 15‟i genelde ilk baştaki suçlayıcı ifadelerine sadık kaldılar,
ancak kalan 21‟i ise soruşturma sürecinde verdikleri ifadeleri az çok değiştirdiler.
Birkaç şahidin ifadesi de bütünlükten yoksundu.
Şahitler çoğunlukla ifadeleri alınırken maruz kaldıkları kötü davranışlardan
şikâyetçi oldular. Bazıları ifadelerinin suçlamaları destekleyecek şekilde az çok
değiştirildiğini iddia ettiler. Sorgulayanlar sıklıkla şantaj, çeşitli baskı ve tehditlere
başvurmuşlardı. Örneğin şahit Rešid Hafizoviš sorgu memurunun kendisine
tabanca çektiğini beyan etmiştir. Şahit Enes Kariš ifadesinin tanınmayacak
derecede değiştirildiğini ve imzalaması için baskı yapıldığını beyan etmiştir. Daha
imzalarken tüm ifadesini reddetmeyi planlamıştı. Şahit Mustafa Spahiš 14 Mart
1984‟de Yüksek Mahkemedeki duruşmasında, sorgu memurlarının kendisine seçim
sunduğunu anlatmıştır: Ya sanıklardan üçüyle ilgili suçlayıcı bir ifade imzalayacak
ya da kendisi suçlanacaktı! Yalan ifade vermeyi reddettiği için beş yıl hapse
mahkûm edildi.
Sanık Izetbegoviš duruşmaların halka açık olarak devam etmesini istedi. Aynı
zamanda medyadan da şikayetçiydi, mahkemenin yaklaşımına esas olarak yakın
duran tek kurum medyaydı. Yayınları sübjektif ve açık konuşmak gerekirse
suçlamalarla aynı çizgideydi.
Yavaş yavaş bazı insan hakları kuruluşları da konuya müdahil olmaya başladı,
davanın muhalifleri sindirmeye yönelik olduğunun gittikçe açıklık kazandığını,
ortada eylem değil sadece muhalif düşünce olduğunu söyleyerek davanın
durdurulmasını istediler.
25
Bugünkü perspektiften bakıldığında “Saraybosna Davası” onikilisiyle ilgili olarak,
Belgrat‟tan tam da kararın açıklanmasından sonra kararlı bir ses gelmiş olması
biraz garip görünebilir. Belgratlı 20 kadar önde gelen entelektüelin imzaladığı ve
Yugoslavya Devlet Başkanlığına 6 Haziran 1986‟da sunulan dilekçede çeşitli
ifadelerle beraber: “18 Temmuz-19 Ağustos 1983 tarihleri arasında Saraybosna‟da
12 Müslüman entelektüel yargılanmıştır. Bu yargılama yeni Yugoslav adaletinde
söz ve düşünceyi mahkûm etmenin arketipi olarak kalacaktır.
Ön mahkeme
düşünce suçu konusunda bizim ölçütlerimize göre bile sıra dışı sayılabilecek
canavarca cezalar vermiştir: Sanıklardan üçü 5 yıl, ikisi 6 yıl, biri 6 yıl 6 ay, biri 7
yıl, ikisi 10 yıl biri 14 yıl ve biri 15 yıl hapis cezasına çarptırılmıştır. Bosna-Hersek
Yüksek Mahkemesi ise 3 yıl 6 ay ve 12 yıl (…) arasında değişen oranlarda çok
küçük farklılıklar gösteren cezalar vermiştir.” türünden ifadeler de yer almıştır.
Dilekçe 1986 Ekim‟inde tekrar verildi. Dilekçede iddiaların düzmece ve tüm
sürecin kanunsuz ve adaletsiz olduğu vurgulanarak, Başkanlık tutukluları serbest
bırakmaya çağrıldı.
Makul beklentilerin aksine, bunun mahkemenin nihai cezaları düşürmesi
konusunda hiçbir etkisi olmadı. İlk suçlananlardan Izetbegoviš sonsuz bir süre gibi
gelen 14 yıla mahkûm olmuştu. Karar hakkında yorum yaparken “Yugoslavya‟yı
sevdiğini ancak yönetimi sevmediğini” söylemiştir. Son sözleri, idealleri uğruna
her türlü cefaya sonuna kadar katlanmaya hazır bir insanı anlatıyordu:
“Müslüman‟ım ve Müslüman kalacağım. Kendimi dünyada İslam davasının bir
savaşçısı olarak gördüm ve ömrümün sonuna kadar da böyle kalacağım. Çünkü
İslam benim için güzel ve ulvi olan her şeyle eş anlamlı ve Müslüman halkların
umudunun ve daha iyi bir geleceğinin, özgür ve şerefli bir şekilde yaşamalarının,
kısaca benim için yaşamaya değer her şeye yönelik bir vaadin adıdır”.
Ertesi gün, hükümler açıklandıktan sonra “OsloboŤenje” şu başlıkla çıktı:
“Düşmanlara 90 yıl hapis”.
Akabinde çok uzun yıllara varan hapis cezaları verildi.
26
HAPĠS GÜNLERĠ
27
Izetbegoviš Kasım 1983‟de 14 yıllık hapis cezasını çekmek üzere Foça‟ya
nakledildi. Hapishane çevresine girerken derin bir nefes aldı ve kendini hem
fiziksel hem ruhsal olarak sağlıklı kalmak adına uzun süreli bir savaşa hazırladı. Bu
zorlu, belirsiz ve sonu görünmeyen yolculukta “normal” kalabilmeyi başarmak
gerekiyordu.
“Katillerin bölümü” olarak adlandırılan S-20 bölümüne yerleştirildi, çünkü bu
bölümdekilerin çoğu bir veya daha fazla cinayetten hüküm giymişti. Alija
sonrasında sık sık, biraz kafa karıştırıcı gibi gelse de açıklamasından sonra bir
mantığının olduğu görülen, şu tezini tekrarlamıştır.
Derdi ki: “Katillerle aynı
bölüme konduğum için şanslıydım. Mahkemeden bazı arkadaşlarım daha kötü
durumdaydı, çünkü adi suçlular ve hırsızlarla yan yana konmuşlardı, bu
hapishanede insanın başına gelebilecek en kötü şeylerden biriydi. Bunlar
karaktersiz tiplerdi, katiller yine de farklı insanlardı.”
Sık sık bir kafede az kalsın babasını öldürecek olan birini öldüren bir adamın
durumuna değinerek, “Şöyle bir durup düşününce, aynı şeyi yapabileceğinizi fark
edebilirsiniz”!
Hapishanede günler çok yavaş geçtiğinden Izetbegoviš kendini okumaya ve
düşünmeye verdi, aynı zamanda fiziksel ve ruhsal olarak sağlıklı kalabilmek ve
zamanın çabuk geçmesini sağlamak için çeşitli yollar bulmaya çalıştı. Önünde,
ikiye iki metrelik bir yaşam alanında, tıpatıp aynı veya birbirine benzer şekilde
geçecek günlerden oluşan sonsuz gibi görünen bir süre olması son derece moral
bozucuydu. Yaşı itibarıyla (altmışlı yaşlardaydı), Alija Izetbegoviš kendine sık sık
“acaba mahkûmiyetimin sonunu hiç görebilecek ve özgür kalabilecek miyim?”
sorusunu soruyordu.
Fakat Izetbegoviš manevi gücüyle, kendisini her yönden
kuşatan tüm zorlu şartların olduğu gibi, hapishane günlerinin zorluğunun da
üstesinden gelebilecek bir insandı.
Sonuçta Izetbegoviš, tüm endişelere rağmen, mahkûmiyetinin sonunda tamamen
sağlam kalabilmişti. Sağlam kalmasını dine olduğu kadar, oğlu Bakir ve iki kızının
28
sürekli moral desteğine borçlu olduğunu bizzat kendisi dile getirecektir: Leyla ve
Sabina.
Izetbegoviš‟in tüm hapis süresi boyunca gelip giden mektuplar, bir taraftan
ebeveyn şefkati diğer taraftan da babayla ilgili sonsuz bir endişeyle doluydu.
Ailenin özgür olan fertleri hapiste olan babaları için yaşıyorlardı. Tabii ki tersi de
geçerliydi: Mahkûm baba sürekli ailesini düşünüyordu. Bu, ara ara boğazında
düğümlenen acı bir terk edilmişlik ve hüzün duygusunu hafifletiyordu.
“Günün akışı içerisinde moralim gittikçe dibe vururdu. Akşamüstü en kötüsüydü.
Üzerime çöken melankoliye karşı zorlu bir mücadele verirdim. Sanırım bununla
ilgili kızım Sabina‟ya sakınmadan bahsetmiş olacağım ki bir gün ondan bir mektup
aldım: „Bunu daha önce fark etmiş miydin bilmiyorum, ama karanlık çökmek
üzereyken hep bu duyguya kapılırım. Bunun biraz olsun üstesinden gelebilmek için
kendimi çok meşgul etmeliyim. Bazen bu duyguya bir tür korku ve mecalsizlik de
eşlik eder. Bu saatlerde dışarı çıkacaksam hazırlanmanın bana hep zor geldiğini
bilirim. Fakat çıkınca ve ortalık kararır kararmaz hepsi geçerdi. Bana bu duyguda
tüm korkularım, güvensizliğim ve hüznüm toplanmış gibi gelirdi, ve insanların bu
durumun üstesinden gelebilmek için içki veya uyuşturucuya yönelmeye karar
verdikleri anlardan biri olduğunu düşünürdüm. Bunu anlatıyorum, çünkü bu
duygunun bana da kısmen de olsa aşina olduğunu ve neler hissettiğini anladığımı
söylemek istiyorum. Hapishanenin bunu zorlaştırdığı kesin, çünkü evde günün bu
saatlerinin üstesinden gelmeye çalışırken özgürlük duygusu bunu kolaylaştırıyor.
Bu duygu seni esir aldığında belki de bir şeylerle meşgul olmaya çalışmalısın,
yapabiliyorsan hafif bir şeyler oku, bulmaca çöz veya TV izle. Bu anlarda
düşünmenin ve kendini duygularına bırakmanın kesinlikle iyi olmadığını
biliyorum. Bu sadece işleri zorlaştırıyor. Bak yine sana akıl veriyorum, ama biraz
olsun yükünü hafifletmek istemiştim. Aslında o anlarda bizde oturup kahve içelim
isterdim. En azından her zaman, özellikle de akşamüstleri seni düşündüğümü bil‟.”
(Hatıralar‟dan). Bu durum babayla oğlu ve kızının sıra dışı yoğun bir duygusal
bağla yakınlaşmasına vesile olmuştu. Bu, babası gibi yaşadığı toplumun politik
29
şartlarıyla kendiliğinden ilgilenmeye başlayan Bakir‟i özellikle etkilemişti. Böylece
Izetbegoviš‟in oğlunda politikaya karşı bir duyarlılık ve politik hayata kendisinin
de katılmasına yönelik çok güçlü bir ilgi oluştu. Baba ile oğul arasında bu bağ
kendisini daha sonra çok daha ağır tecrübeler yaşanmaya başlanınca, yaşlı
Izetbegoviš‟in en önemli rollerden birini üstleneceği ve bölgenin savaş tarihinin
tahayyül edilemez derecede fırtınalı bir döneminde kendini gösterecekti.
Soruşturma ve yargılanmalar bittikten ve nispeten yeni mekânına alıştıktan sonra,
Izetbegoviš yeniden notlarını yazmaya devam etti. Bunlar hayat ve kaderle, din ve
politikayla, okunan eserler ve onların yazarlarıyla, ve aşağı yukarı 2000 gün ve
gece boyunca bir mahkumun aklından geçebilecek birçok diğer şeyle ilgili
düşüncelerdi. Böylece özellikle küçük ve okunaksız harflerle yazılmış A5 ebadında
13 “deftercik” ortaya çıktı. 1999 yılının sonlarında bu notlar Özgürlüğe KaçıĢım
başlığıyla yayınlanacaktı. Kitap yayınlandıktan sonra eleştirmenler Izetbegoviš‟in
notlarının, kendi karmaşıklıkları içerisinde, kişiliğine ışık tutmak açısından
kesinlikle anlamlı bir katkıda bulunduğu sonucuna varacaklardı. UDB‟nin sorgu
memurlarının Izetbegoviš ve diğerlerine karşı yalancı şahitlik yapması için
yaptıkları baskının sonuçsuz kaldığı Prof. Dr. Enes Kariš, Özgürlüğe KaçıĢım
kitabıyla ilgili eleştirisinde bu kitabın “Alija Izetbegoviš‟in entelektüel, politik ve
manevi geçmişinin anlamını bilmeden okunmasının mümkün olmadığı, çünkü
cezasını ifa etmekteyken yazılan bu notlarla 20. yüzyılın son on yılına imzasını
atmış bu sıra dışı şahsiyetin entelektüel biyografisi esaslı bir şekilde bütünleşmekte
mozaiksel bir şekilde tamamlandığını” yazacaktır.
Kariš “Özgürlüğe KaçıĢım aslında ruhun esaretine karşı bir direniş ve bu yolla
cezaevi şartlarının acımasızlığının aşılmasının insanın kendine has bir özgürlük
arayışına dönüşmesine bir bakıştır ve kişisel ve evrensel olanın bu bileşiminde
Izetbegoviš‟in notlarının sıra dışı ilham vericiliği yatmaktadır” diye yazmıştır.
Alija Izetbegoviš hapishane yıllarını okumak ve kültürünü geliştirmek yönünde
değerlendirmiştir. Zaman ve azim gerçekten de fazlasıyla vardı – ve Allah için
yapılabilecek şeylerin sayısı da çok azdı, böylece sağlam bir temel üzerinde ve
30
yavaş yavaş, kaderin karşısına çıkaracağı her türlü imtihana hazır müstesna bir
insan
yoğruldu.
Hapishane
notlarını
okuyanlar
zaman
zaman
Alija‟nın
düşüncelerinin berraklığı karşısında büyüleneceklerdi. Bazı çıkarımlarda veya
tezlerde belki kendi fikirlerini bulacaklar, bazılarıyla da bu sıra dışı insanın
ruhunun tüm inceliklerine bir göz atma imkânı bulacaklardı. Olağanüstü şartlar
Alija Izetbegoviš‟in kendini olağanüstü bir şekilde geliştirmesini sağlamıştı.
Öncelikle hapishanede Izetbegoviš imanını daha da güçlendirdi. Tanrıya sonsuz
adanmışlığı, aslında fırtınalı hapis günlerinde her zaman sığındığı bir limandı.
İkinci olarak da demir pencerelerin arkasında geçirilen bu uzun süre kendisine
özgürlüğe karşı bir duyarlılık oluşturmuştu: Başkalarının ima kabilinden idrak
edebildiği konular, Izetbegoviš için en kutsal duyguların bir ifadesiydi.
(Çok sonra, 1992-1995 yıllarındaki savaş esnasında, çok tekrarlanan şu cümlesini
söyleyecekti: Yüce Allah‟ın adına yemin ederiz ki köle olmayacağız!). Özgür
olmak bu mahkûma “bir insanın aynı zamanda hem sahip olabileceği en büyük
arzusu hem de en büyük sorumluluğu demekti. Bu yüzden bazı röportajlarında
Izetbegoviš – bütün insanların manevi açıdan kendilerini yetersiz hissettikleri –
“özgürlüğün o korkunç yüzünden” bahsetmiştir. Onlar, aslında, özgürlükleriyle ne
yapacaklarını bilmezler, bilinçaltlarında özgür olmamayı yani tutsak kalmayı
isterler.
Üçüncü olarak, sürekli haksızlıklarla karşılaşmış olmak dolayısıyla olsa gerek,
Izetbegoviš‟in hayatının geri kalanı kendisi için olduğu kadar ait olduğu halk ve
devlet için de adalet adına savaşmakla geçecekti.
31
NĠHAYET ÖZGÜRLÜK
32
Hukukçu olması dolayısıyla, Izetbegoviš hapishanede cezasının düşürülmesi
yolundaki savaşına devam etti. Belgrat‟taki Federal Mahkemeye yazdı ve tüm
hukuksal sürecin gayrimeşruluğuna dikkat çekti. Aynı zamanda dünya basını da
“Saraybosna Davasının” danışıklı olduğundan bahsediyordu, böylece yavaş yavaş
ama sağlam temellere dayanarak hükümlerin değişmesi için uygun bir ortam
oluşmaya başladı. Bu yumuşama süreci 3 yıl kadar sürdü. Federal Mahkemenin
kararıyla Izetbegoviš‟in cezası sembolik olarak 14 yıldan 12 yıla indirildi, ancak
dayanağı değiştirildi: Ceza Hukukunun sadece 133. maddesi yani “sözlü cürüm”
kaldı. Haksız zararın tazminiyle nihai hüküm 9 yıl olarak çıktı!
Sonuçta Izetbegoviš toplamda tam 5 yıl 8 ay yattı - kendi kanaatleriyle başkalarını
ikna çabaları ancak bu kadar sonuç vermişti. 25 Kasım 1988‟de, öğleden sonra 3-4
arası, Alija Izetbegoviš hapishane yönetimine çağrıldı. Hapishane karakol
komutanı, Malko Koroman, resmi üniforması içerisinde ve resmi bir ses tonuyla
Yugoslavya Devlet Başkanlığının cezasının geri kalanından muafiyetiyle ilgili
kararını okudu. Tam olarak hapishanedeki 2075. Günüydü. Izetbegoviš kulaklarına
inanamıyordu: Nihayet özgür bir insandı!
İlk hapis döneminden sonra bir ikilemde olsa bile, şimdi en ufak bir şüphesi bile
yoktu. Kafasında kesin bir plan vardı: Parti kurmak ve seçimlere girerek kazanmak!
33
PARTĠNĠN KURULMASI
34
80‟li
yılların
sonları,
90lı
kriz
doruk
Yugoslavya'daki
yılların
fırtınalı
noktasına
başlayacağının
tırmanmıştı.
Ülkenin
habercisiydi.
batısından
demokratikleşme ve çok partili sisteme geçiş talepleri yükseliyordu, Sırp
hegemonyası gittikçe daha açık bir şekilde eleştirilir olmuştu. Aynı anda
Sırbistan‟da Sırpları aslında onların tehdit altında olduklarına ikna etmeye çalışan
Miloševiš boy göstermeye başlamıştı, bu şekilde adım adım savaşın psikolojik ön
şartları oluşmaya başlıyordu. Diğer taraftan Slovenya ve Hırvatistan‟ın
Yugoslavya‟dan ayrılma ve bağımsız olma talepleri hızlı bir şekilde güçlenmişti.
Ülkeyi değişime sürükleyecek politik şahsiyetler şimdiden kendini belli ediyordu.
Birbiri ardından yeni partiler kuruldu. Franjo TuŤman öncelikli hedefi bağımsız
Hırvatistan olan Hırvatistan Demokratik Birliği‟ni (HDZ) kurmuştu.
Izetbegoviš tüm bu süreçleri gözlemliyor ve “Novi Pazar‟dan Cazina‟ya kadar”
(Hatıralar‟dan) tüm Müslüman tebaanın değişime hazır olmasını bekliyordu. Daha
işin başında kendi politik eğilimlerini Mehmed Spaho‟nun Yugoslav Müslümanlar
Organizasyonunda (JMO) gördü. Fakat bu organizasyonun Izetbegoviš‟e göre bazı
zafiyetleri vardı ki “1941 yılında daha savaşın ilk yıllarında hemen dağılmış
olmasından belliydi”. Olası bir savaşı öngören Izetbegoviš aynı şeyin kendi
partisinin başına da gelmesini istemiyordu. Parti kurma çalışmalarına hapisten
çıktıktan tam bir yıl sonra 1989 Kasım‟ında başladı. Biraz da kendi isteği dışında
daha işin başında “lider” konumundaydı. Hatıratında kendi kendisine "ben en
iyisiysem acaba diğerleri nasıl?" diye sorduğunu yazar. – ki bu soruyu yine kendi
cevaplamıştı: “Herhalde liderlerin bazı önemli kusurları olması gerekiyor, bende de
yeteri kadar vardı.”
Temasa geçtiği ilk kişi kendisini o zaman Müslüman bir parti kurulması için henüz
uygun zamanın gelmemiş olduğunu düşündüğünü belirterek kibarca reddetmiş olan
Prof. Dr. Muhamed Filipoviš idi. Bununla, muhtemelen o zaman yürürlükte olan
Komünist Birliğin haricinde herhangi bir parti kurulmasını yasaklayan kanunu
kastediyordu. Bu yasağı delmeye teşebbüs etmek bile 10 yıllık bir hapisle
cezalandırılabilirdi. Izetbegoviš riski göze almaya karar verdi. O zamana kadar
35
hayatı boyunca hep risk almıştı, bunun dışında da kendisine artık bir parti kurma
zamanı geldi gibi geliyordu. Destekçi bulma arayışıyla politik ortamın daha medeni
olduğu Zagreb‟e gitti, orada bu planına daha uygun bir zemin bulacağını
umuyordu. Öyle de oldu. Orada Šemso Tankoviš ve (artık hayatta olmayan) Salim
Šabiš ile karşılaştı. Šabiš‟in organize ettiği Zagreb camiindeki toplantıya 15 davetli
katıldı. Tüm Yugoslavya bazında “Müslüman kültürel çevrelerin” partisi olmayı
hedefleyen bir partinin kurulumuyla ilgili prensipler üzerinde çok çabuk uzlaşıldı:
Bosna-Hersek, Sırbistan, Karadağ, Kosova ve Makedonya. Partinin yurtdışı
organları da çok çabuk bir şekilde belirlendi. Karar yıldırım hızıyla yayıldı.
Tüm sosyalist-komünist blokta genel bir kriz yaşanması, olayların bu şekilde hızlı
gelişimine uygun bir zemin hazırlamıştı. Berlin duvarı ve onunla birlikte Doğu
Bloğu olarak adlandırılan ülkelerde hüküm süren ideolojik güç de yıkılmıştı.
Baharın ilk günlerinde, daha kesin bir tarihle 27 Mart 1990‟da, Izetbegoviš
Saraybosna‟daki “Holiday Inn‟de” partinin kuruluşunu duyurmak amacıyla bir
basın konferansı düzenlemişti. Heyecandan biraz titreyen bir sesle sonradan
“kırklar bildirisi” olarak bilinecek olan basın duyurusunu okudu, çünkü bildirinin
altında tam kırk imza vardı. Bildiri şu şekildeydi: “Biz aşağıda imzası olanlar,
Yugoslav toplumunun karşı karşıya kaldığı ve sadece ekonomik değil aynı
zamanda politik ve moral boyutları da olan kriz karşısında, Yugoslavya‟yı halkları
ve milletleriyle bir bütün olarak korumayı ve başlatılmış olan demokratik süreçlerin
özgür, modern ve adil bir devlet olma yolunda kesintisiz devamını sağlamayı
hedefliyoruz. Bu gelişimi desteklemek ve hedeflediğimiz bu yapı içerisinde sadece
tüm vatandaşların ortak çıkarlarını gözetmek için değil, Müslüman kültürden gelen
bireyler olarak sahip olduğumuz kendimize özgü gereksinimlerimizi de gözetmeye
yönelik olarak, Demokratik Hareket Partisi‟ni kurmak yönünde bir inisiyatif kararı
aldık ve bu hedefe yönelik olarak politik etkinliğimizin 16 maddeden oluşan
ilkelerini açıklıyoruz. “
Devamında ilkeler açıklandı.
36
Tüm halka çağrı yapılmasına karşın, daha ilk maddeden partinin milliyetçi bir
profili
olduğu
anlaşılıyordu:
“SDA
Yugoslavya‟nın
Müslüman
kökenli
vatandaşlarının olduğu kadar, parti programını ve hedeflerini benimseyen tüm
vatandaşlarının politik bir birliğidir”. Bu siyasi oluşuma Boşnak olmayanların da
resmen davet edilmesine karşın, Sırpların Sırbistan Demokrat Partisi (SDS) ve
Hırvatların da Hırvat Demokrat Birliği (HDZ) adı altında zaten kurulmuş siyasi
partileri vardı. İlkeler partinin işleyişi, hedefleri ve beklentilerini açıklıyordu.
Kısaca SDA‟nın kurucuları seçim, demokratik yönetim, Yugoslavya‟da – özellikle
Bosna-Hersek‟te – yaşayan halkların eşit bir statüye kavuşmasını ve ülkede insan
hakları ve düşünce özgürlüğünü temel alan düzenlemeler istiyorlardı. Tarihin akışı
farklı yönde gelişecek olsa bile, Yugoslavya‟nın bölünmesi yönünde bir talepleri
yoktu, bütünlüğünün korunması yönünde de bir şartları olmamasına rağmen
isteklerinin bu yönde olduğu şeklinde bir izlenim bırakmışlardı.
SDA‟nın kurucularının politik eğilimlerinin odağının tam olarak anlaşılması için,
“7. madde” özellikle belirleyici görünmektedir”:
“Bosna-Hersek Müslümanlarının kendi milli özelliklerinin göz ardı edilmesi ve bu
bağlamda maruz kaldıkları tecavüz karşısında, bu yaklaşımı sadece tarihi
gerçeklere değil aynı zamanda bu milletin açıkça ifade edilmiş taleplerine aykırı
bulup reddederek bildirmek isteriz ki: Hem Bosna-Hersek sınırları içerisinde hem
de dışında yaşayan Bosna-Hersek Müslümanları Yugoslavya‟nın tarihte kendi adı,
üzerine bastıkları toprakları, kendi tarihi, kendi kültürü, kendi dini, kendi şairi ve
şiiri, kendine ait bir geçmişi ve geleceği olan altı tarihi milletinden biri olarak
kadim
bir
milleti
temsil
etmektedir.
SDA
bu
anlayışla
Bosna-Hersek
Müslümanlarının milli şuurunu yeniden uyandıracak ve tüm politik ve hukuki
sonuçlarıyla beraber milli kimliklerinin kabul görmesi yönünde ısrarla çaba sarf
edecektir. Tarihten gelen isimleriyle Bosna-Hersek Müslümanlarının haklarını
vurgulayarak, ve bu topraklarda yaşayan kadim bir millet olarak bu hakları
herhangi bir engel veya kısıtlama olmadan Bosna-Hersek‟teki tüm milletlere
olduğu gibi Sırp ve Hırvatlara da tanıyoruz. Bir önceki ifadeyle bağlantılı olarak
37
Bosna-Herseğin Müslüman, Sırp ve Hırvatların ortak bir devleti olarak korunması
yönündeki özel hassasiyetimizi de vurgulamak isteriz. Bu bağlamda SDA, hangi
taraf veya benzer ideolojiden gelirse gelsin, Bosna-Herseğin destabilizasyonuna,
bölünmesine ve haklarının ihlaline yönelik teşebbüslerin karşısında güçlü bir
şekilde duracaktır.
“İlkelerde” “Yugoslavya‟daki tüm dinlerin tamamen özgür bir şekilde faaliyet
göstermesiyle” ilgili haklar da güçlü bir şekilde vurgulanmıştır.
Belgenin sonuna kırk kişi şahsen ve aşağıdaki sırayla imzasını atmıştı:
Alija Izetbegoviš, Saraybosnalı hukukçu; Muhamed Ţengiš, Saraybosnalı
mühendis; Dr. Maid Hadţiomeragiš, Saraybosnalı diş hekimi; Dr. Muhamed
Hukoviš, Saraybosnalı öğretim üyesi; Edah Beširbegoviš, Saraybosnalı avukat;
Prim. Dr. Šašir Šerimoviš, Saraybosnalı hekim; Salim Šabiš, Zagrebli iş adamı;
Prof. Dr. Sulejman Mašoviš, Zagreb Özel Eğitim Fak.; Prof. Dr. Fehim Nametak,
Saraybosnalı bilim adamı; Salih Karavdiš, Saraybosnalı avukat; Fahira Fejziš,
Saraybosnalı gazeteci; Dr. Šašir Ţengiš, Saraybosnalı hekim; Edhem Traljiš,
Saraybosnalı hukukçu; Dţemaludin Latiš, Saraybosnalı edebiyatçı; Omer Pobriš,
Saraybosnalı müzisyen; Dr. Sead Šestiš, Saraybosnalı bilim adamı; Prim. Dr. Tarik
Muftiš, Mostar‟lı hekim; Safet Isoviš, Saraybosnalı ses sanatçısı; Dr. Šemso
Tankoviš, Zagreb Ekonomi Fakültesinde doçent; Mirsad Veladţiš, Velika
Kladuša‟dan Yük. Teknolog; Prim. Dr. Kemal Biţakţiš, Saraybosnalı hekim;
Abdulah Skaka, Saraybosnalı zanaatkar; Omer Behmen, Saraybosnalı mühendis;
Šefko Omerbašiš, Zagreb baş imamı; Dr. Mustafa Ceriš, Saraybosna İslam
Teolojisi Fakültesinde doçent; Dr. Sulejman Ţamdţiš, Zagrebli bilim adamı; Prof.
Dr. Lamija Hadţiosmanoviš, Saraybosna Felsefe Fak.; Dr. Halid Ţauševiš,
Saraybosnalı hukukçu; Kemal Naniš, Zagrebli İnşaat Müh.; Bakir Sadoviš,
Saraybosnalı öğrenci; Faris Naniš, Zagrebli öğrenci; Nordin Smajloviš, Zagrebli
öğrenci; Husein Huskiš, Zagrebli Mak. Yük. Müh.; Mirsad Srebrenkoviš, Zagrebli
hukukçu; Nedţad Dţumhur, Banjka Lukalı Teknolog; Fehim Nuhbegoviš, Zagrebli
38
iş adamı; Đulko Zuniš, Zagrebli iş adamı; Prof. Dr. Almasa Šaširbegoviš,
Saraybosna Veteriner Fak.; Prof. Dr. Ahmed Braţkoviš, Saraybosna Ekonomi Fak.
İmzası olan bu kırk kişinin “yasaların” hışmına uğrayabileceği söyleniyordu.
Ancak tarihsel şartlar değişmişti ve yönetim artık büyük bir politik süreci daha
yürütecek kadar güçlü değildi. Ancak SDA‟nın kuruluşuna bir tepki olarak
“OsloboŤenje‟de” Alija Izetbegoviš‟in 1983‟deki yargılanmalarıyla ilgili bir yazı
dizisi başladı. Duruşmaları takip eden gazeteci o dönemin ağzıyla yazıyordu: Aynı
suçlamalar, aynı düzemece yaklaşım, sanki geçen bunca süre içerisinde hiç bir şey
değişmemişti. Bu yazısı dizisinin gizli ajandası Izetbegoviš vakası üzerinden
partiyi ne türden “politik ucubelerin” kurduğunu tekrar göstermeye çalışmaktı.
Mevcut yönetim, ufukta beliren politik gelişmelerle ilgili gerçekten de bu kanıya
sahip olarak, yaklaşan seçimlerdeki zaferinden ve bu “eski mahkûmlar ve iflah
olmaz
fanatiklerin
gerici
planları”
benzetmesinin
kendi
pozisyonunu
güçlendireceğinden emindi. Ancak bu öngörü yanlış çıktı. Zaman, halkın “eski
mahkûmları” sempatiyle bağrına basacağını ve politik hedeflerini gittikçe kendi
hedefleriyle özdeşleştireceğini gösterecekti.
“Holiday-Inn‟deki” basın konferansından iki ay sonra, aynı otelde SDA‟nın kuruluş
meclisi toplandı. Salon tıka basa doluydu ve katılanların tümünde bir sevinç
duygusu hâkimdi. Katılımcıların belirttiği gibi “baştaki ürkeklik” yerini bir
“meydan okuma ve kararlılığa” bırakmıştı. Davetliler arasında birçok itibarlı
şahsiyet vardı. Kameralar kült Boşnak muhacir Adil Zulfikarpašiš'e özel ilgi
gösteriyordu. O dönemde Zulfikarpašiš Bosna-Hersek tarihiyle ilgili çok önemli
belgelere sahip olan Boşnak Enstitüsü‟nü kurduğu Zürih‟te yaşıyordu. Adil zaten
eski Yugoslavya'da çeşitli demokratik inisiyatiflerin altında diğer destekçilerle
beraber imzası bulunan bir şahsiyetti. Çok geniş bir siyasi tecrübesi vardı ve
SDA‟nın diğer üyeleri onun katılımının devamını güçlü bir şekilde destekliyorlardı.
Izetbegoviš kuruluş konferansına Zulfikarpašiš‟i bizzat davet etmişti. Zürih‟te
partinin kuruluşuyla ilgili zaten konuşmuşlar “Müslüman” ve “Boşnak” terimleri
üzerinde anlaşmazlık yaşamışlardı. Zulfikarpašiš‟e göre program belgelerine derhal
39
“Boşnak” ibaresi eklenmeliydi. Izetbegoviš “Müslüman” ibaresinin yeterli
olmadığı konusunda hemfikirdi, ancak onun önerisine de katılmıyordu. “Boşnak”
teriminin birdenbire gündeme getirilmesinin halkta nüfus kayıtlarıyla ilgili
karışıklık yaratmasının mümkün olduğunu düşünüyordu, dolayısıyla bu isim
değişikliğini sonraya bıraktı. Öyle de oldu.
“Holiday Inn‟deki” konuşmasında Izetbegoviš Boşnak topraklarına yönelik olası
tecavüzlere değindi: Bosna‟nın parçalanmasına izin vermeyeceklerini söylediğimde
Müslüman halkın en derin hissiyatına tercüman olduğuma eminim. CvetkovišMaţek arasındaki bu toprakların bölünmesine yönelik rezil anlaşma geçersizdir.
Bunun garantisi, bugün burada bu salonda oluşan güçtür…” Bu sözler güçlü
alkışlarla süslendi.
40
SEÇĠM KAMPANYASI
41
Kuruluşuyla beraber SDA hemen yönetimi ele geçirme yarışına girmek için resmi
kararlar da aldı. Dört bir tarafta yeni şubeler filizleniyordu. Banja Luka‟da 20 bin
kişinin bir araya geldiği miting özellikle hafızalarda kalacaktır. Özellikle o bölgede
doğmuş olan akademisyen Prof. Dr. Muhamed Filipoviš‟in konuşması dikkat
çekmişti.
Izetbegoviš bir ABD ziyareti gerçekleştirdi. Kendisini “Müslüman kökenli Hırvat"
olarak tanıtan Nijaz Batlak‟la – Dayıyla – olan karşılaşması hafızasında yer
etmiştir. Alija'ya Boşnakları savaşa hazırlanıp hazırlanmadıklarını sormuş ve şer
bir tahminle Drina vadisindeki yeni sefaletlerini öngörmüştü. Dayının daha sonra
Bosna-Hersekteki savaşta tartışmalı bir rölü olmuştu.
SDA‟nın en büyük seçim mitingleri tam olarak Foţa, Novi Pazar ve Velika
Kladuša‟da gerçekleşmişti. Foţa‟daki en duygusal olanı, Velika Kladuša‟daki ise
en etkileyici olanıydı. Velika Kladuša‟da 15 Eylül 1990 tarihinde 200 bin kişi
toplandı. Izetbegoviš açık bir ifadeyle “Sivil bir cumhuriyet olan Bosna-Hersek
Müslüman halkın mihrabıdır: Ne İslami, ne sosyalist, fakat sivil…”! Slovenya ve
Hırvatistan‟ın bağımsızlık taleplerini önceden güçlü bir şekilde ortaya koymuş
olmaları dolayısıyla, SDA‟nın lideri Boşnakların “Büyük Sırbistan” içerisinde
kalmayı kabul etmediklerini vurgulamak lüzumunu hissetmişti. Açık sözlüydü:
“Gerekirse Müslümanlar Bosna‟yı silahlarıyla savunacaklardır”. Bu tarih ve
konuşma hafızalardan silinmeyecekti, çünkü Izetbegoviš ilk defa silahlara
başvurmaktan bir alternatif olarak söz etmişti. Kendi ağzından çıkan silahlı çatışma
sözlerinin kısa zaman sonra gerçekleşeceğine belki de kendisi de inanmıyordu.
Kladuša‟daki mitingden 3 gün sonra, Zulfikarpašiš ve Filipoviš SDA‟da bir kadro
dönüşümü yapmak istediler. Mitinglerin genel görünümünü beğenmemişlerdi ve
partinin dini radikalizme yöneldiğini düşünüyorlardı. Izetbegoviš bu düellonun
galibi oldu ve lider olarak konumunu güçlendirdi, diğer ikisi ise kendi partilerini
kurdular – Müslüman-Boşnak Organizasyonu (MBO). Bu süre içerisinde SDA‟nın
lideri Yugoslavya‟daki krizin başlıca politik aktörleriyle de tek tek tanışmıştı.
Zagreb‟e geldiğinde, TuŤman‟la olan toplantısına kendisiyle de o esnada tanışacağı
42
Stipe Mesiš tarafından götürüldü. TuŤman‟dan farklı olarak Mesiš kendisine
sempatik görünmüştü ve gerçek dostlukları – zorlu tarihsel gelişmelere rağmen –
Izetbegoviš ölene kadar hep devam etti. Daha ilk görüşmelerinde TuŤman, hiç de
diplomatik olmayan şu sözleriyle Izetbegoviš‟i ürkütmüştü: “Sayın Izetbegoviš,
Müslüman bir parti kurmayın, bu tamamen yanlış bir adımdır, çünkü Müslümanlar
ve Hırvatlar tek bir millettir. Müslümanlar ve Hırvatlar kendilerini öyle görüyor.”
Kendi iddiasına kanıt göstermek amacıyla bazı sözde tarihsel argümanları ortaya
atmıştı. Izetbegoviš‟in bu sözlerini ilgisiz bir şekilde dinlemesinden sonra TuŤman,
SDA‟nın seçim fiyaskosuyla ilgili tahminde de bulundu: "Oyların %70‟ini HDZ
alacak, çünkü tüm Müslümanların ve Hırvatların oylarını alacak” – iddiasını ortaya
attı.
Izetbegoviš ona tarihsel bilgisine saygı duyduğu, ancak kendisinin o günkü
Bosna‟yı biraz olsun tanıdığını ve HDZ‟nin seçimlerden tam Bosna-Hersek‟teki
Hırvatların oranı kadar, yani %17 oy alacağı şeklinde karşılık verdi.
1990 Kasım‟ındaki seçimlerde tam da öyle oldu: HDZ %17 oy aldı, tabii ki bunlar
Hırvat oylarıydı. Ancak Izetbegoviš Zagreb‟den ağzının tadı kaçmış olarak döndü.
Bu gizlenmeye gerek görülmeyen hasmane bir dönemin başlangıcıydı.
43
SEÇĠM ZAFERĠ
44
Seçimler 1990 yılının 18 Kasım‟ında yapıldı. SDA Bosna-Hersek Cumhuriyeti
Meclisindeki 240 sandalyeden 86‟sını kazandı, 7 üyeli Devlet Başkanlığının 3
üyesi de SDA‟lı adaylardı. Fikret Abdiš 1.200.000 oyla açık ara en fazla oyu aldı.
Izetbegoviš ise 870.000 oy almıştı. Abdiš‟e “Agrokomerc‟in” kurucusu ve 1986 –
1987 yıllarındaki “Fatura skandalı” mağduru olarak kazandığı popülarite yardımcı
olmuştu. Başarılı bir işadamı imajı, halkına ve milletine karşı yorulmak bilmez bir
adanmışlığı vardı ve haklı olarak bir miktar Sırp ve Hırvat oyu da aldığı tahmin
ediliyordu. Politik bir anlaşmayla Abdiš Devlet Başkanlığı makamından Alija
Izetbegoviš namına feragat etti.
Maalesef farklı konseptleri, aynı zamanda farklı mizaçları ve karineleri olan bu iki
politikacı arasında içten içe alevlenen anlaşmazlık, Bosna-Hersek'te 1992'de
başlayan savaş esnasında doruğa çıkacaktı. Abdiš Velika Kladuša‟ya giderek,
sonunda yok olana kadar, Sırplar ve Hırvatların yanında Bosna-Hersek ordusuna
karşı savaşacak olan kendi ordusunu kuracaktı. Slobodan Miloševiš ve Radovan
Karadţiš, Abdiš‟in sayesinde en stratejik hedeflerinden birine ulaşmıştır: Boşnak
kolordusu içinde iç çatışma. Krajina‟da Boşnakların kendi içindeki tahayyüllerin
ötesine geçecek ölçülere varan çatışma bu milletin yaşadığı felaketin boyutlarını
daha da arttırmıştır.
Seçimlerden ve Bosna-Hersek Federal Cumhuriyeti devlet başkanlığı üyelerinin
atanmasından sonra, SDA–SDS–HDZ koalisyonuyla hükümet kuruldu. Bu mihver
işlevini yerine getiremedi, çünkü çıkarlar kesinlikle birbirleriyle çelişiyordu.
Karadţiš‟in SDS partisi ne pahasına olursa olsun Bosna-Herseğin, büyük Sırbistan
vizyonuna zaten engel teşkil eden Hırvatistan ve Slovenya‟nın olmadığı, budanmış
Yugoslavya‟nın bir parçası olarak kalmasını istiyordu. HDZ, Dr. Franjo TuŤman‟ın
güdümü altında,
Bosna-Herseğin bölünmesi yönündeki eğilimini gittikçe
arttırıyordu. SDA ise, ister Yugoslavya dâhilinde ister haricinde olsun, bağımsız
Bosna-Hersek tercihine sıkı sıkıya bağlı kalmıştı. Bu olumsuzluklara rağmen
Izetbegoviš, bu partilerle işbirliği içerisine girerek, Bosna-Hersek adına bir tür milli
(veya milletler arası) uzlaşma zemini oluşturmayı denemişti. Ancak yürümedi,
45
anlaşmazlıklar daha da arttı, savaşın ayak sesleri gittikçe yaklaşmaya ve
Yugoslavya'nın üzerine kara bulutlar çökmeye başlamıştı.
46
YUGOSLAVYA’NIN
SÜRDÜRÜLMESĠNE
YÖNELĠK SONUÇSUZ
GÖRÜġMELER
47
1991yılı Ocak ayından itibaren Bosna-Hersek Devlet Başkanlığının yeni üyeleri,
sürekli üyelerin yanında cumhuriyetlerin Devlet Başkanlarının da katıldığı, SFRJ
genişletilmiş Devlet Başkanlığı toplantılarına iştirak etmeye başladı; toplantılarda
federal yönetimin Devlet Başkanı Ante Markoviš ve Milli Savunma Bakanı Veljko
Kadijeviš de katılıyordu. Yugoslavya‟nın geleceği üzerinde konsensüs sağlamaya
yönelik çabalar sonuçsuz kaldı. Makedon ve Boşnak Devlet Başkanları Kiro
Gligorov ve Alija Izetbegoviš, ümitsizce “aşamalı federasyon” önerisi sunmaya
çalıştılar. Bu bir taraftan Slovenya ve Hırvatistan‟ın, diğer taraftan da Sırbistan‟ın
önerdiği seçenekler arasında bir orta yoldu. Son derece iyi niyetli bir öneri
olmasına rağmen bu girişim sonuçsuz kaldı, Hırvatistan‟da ise daha şimdiden
Sırpların yaşadığı bölgelerde barikatlar kurulmaya başlanmıştı. Silahlanmış bölge
halkının yardımıyla, Yugoslav Milli Ordusu (JNA) Slobodan Miloševiš‟in
talimatıyla Sırp otonom bölgesi (SAO) olarak adlandırılan bölgeyi kuşatmıştı. Aynı
şey daha sonra Bosna-Hersek‟te de tekerrür etti.
1991 baharından beri SDS zorla kuşatarak Sırp otonom bölgeleri oluşturuyordu.
Askeri verilere göre, JNA 1991 yılı içerisinde Bosna-Hersek‟teki Sırplara toplam
51.900 kalem piyade mühimmatı verdi. Buna, açıkça duyurulan ve SDS‟nin kendi
milislerine, yine JNA üzerinden, 17.300 ilave tüfek verdiği bilgisini de ilave etmek
gerekir. Yeterli argüman bulamadığı görüşmelerdeki pozisyonunu Karadţiš‟in silah
zoruyla güçlendirmeye çalıştığı açıktı.
Bu arada Izetbegoviš devlet adamı olarak uluslar arası alanda ilk deneyimlerini
kazanıyordu. Mart 1991‟de, bu orta Avrupa ülkesinin o zamanki devlet başkanı
olan Kurt Waldheim‟la tanışmak için, Avusturya‟ya gitti. Bu Izetbegoviš‟in ilk
resmi yurtdışı ziyareti idi. Geçmişte Nazilerle olan ilişkilerinin ortaya çıkmasından
ötürü Waldheim o sıralar büyük sorunlar yaşıyordu. Izetbegoviš yine de gitmeye
karar vermişti, çünkü Avusturya o zamanlar genç Boşnak diplomasisi için çok
önemli bir ülkeydi. Daha sonra Izetbegoviš Avusturya Dışişleri Bakanı Dr. Alois
Mock'a, bu ülkenin Bosna-Hersek için yaptıklarından dolayı, Bosna Ejderi şeref
madalyasını verecekti.
48
Arkasından İran ve Türkiye ziyaretleri geldi. Tahran‟daki karşılama töreninde
gördüğü
misafirperverlik
Izetbegoviš‟in
beklentilerinin
çok
ötesindeydi
Havaalanında kendisini İran ordusunun üç sınıfından oluşan üç sıra asker, üst
düzey resmi şahsiyetler ve 50 diplomatik temsilciden oluşan bir kortej karşılamıştı.
Kısa bir zaman öncesine kadar rejim muhalifi olan bir kişi için bu gerçek bir şoktu.
O an nasıl davranması gerektiğinden kendisi de emin değildi. Nitekim daha sonra
İran‟ın
uygulanan
haksız
ambargoyu
delerek
Bosna-Hersek
ordusunun
silahlandırılmasına yönelik hayati bir rol oynadığı bilinmektedir.
ABD
ziyareti
sonrası
Izetbegoviš
Yugoslavya‟da
yaşanan
krizin
orada
“anlayışsızlıkla” karşılanmasından ötürü hayal kırıklığı içindeydi. ABD‟nin bu
konuda hiçbir şey yapmayacağını anlamıştı. Bosna-Hersek Federal Cumhuriyeti
Devlet Başkanı, diplomatik bir girişim kabilinden, Yugoslavya hakkında bir
Deklarasyon yayınlayan Avrupa Birliği ülkeleriyle görüşmek üzere Roma‟ya gitti.
Bu gelişmelere paralel olarak, 1992 yazı boyunca Miloševiš, TuŤman ve
Izetbegoviš krizden çıkış yolları arama çabasıyla birkaç defa bir araya geldiler.
Sırbistan ve Hırvatistan‟ın şefleri, Boşnak şefi bir tür üçlü bölünmeyi kabul etmesi
konusunda ikna etmeye çalıştılar. Ancak Izetbegoviš Gligorov–Izetbegoviš
platformunun söyleminin dışına çıkmadı. Bu buluşmalardan biri sonrası Split‟ten
dönerken, gazetecilerin Bosna-Herseğin bölünmesiyle ilgili spekülasyonlarla ilgili
soruları üzerine: “Benimle bu konuda müzakere bile edilemez!” cevabını vermişti.
49
KARADŽIģ’ĠN TEHDĠTLERĠ
50
17 Haziran 1991‟de Slovenya‟da kısa bir savaş yaşandı. Bununla Yugoslavya‟nın
çöküş sürecinin başlangıcı çarpıcı bir biçimde imlenmiş oldu. İki milyonluk bu
küçük ülkeyle başlayarak, çatışmalar kısa zaman içinde ülkedeki milis güçlerin
JNA ile çatışmaya girdiği Hırvatistan‟a sıçradı. Vukovar kuşatması ve Dubrovniğe
yapılan saldırıyla zirveye tırmandı. Hırvatistan‟da zamanın önde gelen Sırplarının
nasıl bir galeyana kapıldığını en iyi liderleri Jovan Raškoviš'in şu iki açıklaması
örnekleyecektir. İlki: “Sırplar çılgın bir millettir!”. İkincisi: “Sırp tarlalarına basa
basa Knin‟den Belgrat‟a kadar gelinebilir!”.
Artık ortada Yugoslavya değil Büyük Sırbistan‟ın söz konusu olmasından
hareketle, Izetbegoviš‟in duruşu Bosna-Herseğin Slovenya ve Hırvatistansız bir
Yugoslavya içerisinde yer almayacağı şeklindeydi. Kendi partisinin dışında, BosnaHersek‟teki kentli entelektüellerin çoğunun da desteğine sahipti. Adeta buna
verilmiş bir cevap gibi, Karadţiš Ekim sonunda Bosna-Hersek meclisindeki o
malum tehditkâr konuşmasını yapmıştır: “Bosna-Herseği bir cehenneme ve
Müslüman halkı da muhtemelen yok olmaya doğru sürükleyeceğinizin farkında
değil misiniz!?”. Kameraların ve korkuya kapılan kamuoyunun önünde böyle
konuşmuştu. Izetbegoviš derhal cevap verdi: “Karadţiš‟in muhakemesi ve
mesajları neden Yugoslavya içerisinde kalmak istemediğimizi en iyi şekilde
açıklamaktadır. Karadţiš‟in arzuladığı gibi bir Yugoslavya‟yı bugün artık kimse
istememektedir. Sırp milleti dışında kimse!”.
Savaşın ayak sesleri her tarafta duyulmaya başlanmıştı. SDA Izetbegoviš‟in
önderliğinde Bosna-Hersek Milli Güvenlik Konseyi‟nin kurulması kararı aldı, bu
karardan daha sonra Vatanperver Fırka, Bosna-Herseğin savunmasına yönelik ilk
oluşum ortaya çıkacaktı. Tarih 10 Haziran 1991‟di. Zayıf mühimmatına rağmen,
Vatanperver Fırka daha sonra Bosna-Hersek ordusunun – Bosna-Hersek
Cumhuriyetinin resmi silahlı kuvvetlerinin – organizasyonel yapısı için bir şablon
olacaktı.
Mukavemetin diğer bir işareti de, Izetbegoviš‟in önerisi üzerine, Bosna-Hersek
Devlet Başkanlığının Hırvatistan ordusuna asker vermeme kararıydı. Izetbegoviš
51
TV SA‟da, orduya katılma çağrılarına cevap vermemeleri için gençlere seslenerek,
dikkat çekici (ve tartışmalı) şu cümlesini söylemişti: “Unutmayın, bu bizim
savaşımız değil!”.
Daha sonra bu cümle TuŤman rejimi tarafından işlerine geldiği gibi "Hırvatların
özgürlük savaşı onun savaşı değil" şeklinde yorumlanacaktı. Asıl düşüncenin tam
tersi olduğuna hiç şüphe yoktu.
Bosna-Hersek‟te savaşı önlemeye yönelik çabalardan biri Zulfikarpašiš ve
Filipoviš
tarafından
gerçekleştirilmeye
çalışılan
ünlü
“Sırp–Müslüman
anlaşmasıydı”. İkisi, Izetbegoviš‟in de onayıyla Miloševiš‟le görüşmek için
Belgrat‟a giderler. Sonuç oldukça yetersiz olur, çünkü bu anlaşmayla arka kapıdan
“budanmış Yugoslavya‟ya” çıkılıyordu ki bu Boşnaklar için aslında “Büyük
Sırbistan‟dan” başka bir yer değildi. Yine de bu başarısız anlaşma akıllarda Boşnak
tarafın baş döndürücü bir hızla içine sürüklenilen savaşı durdurmak yönündeki iyi
niyetinin bir göstergesi daha olarak kalacaktır. Kasım başında Haag‟da
Yugoslavya‟yla ilgili bir konferans düzenlendi. Maalesef tamamen fiyaskoyla
sonuçlandı. Savaşın önlenemeyeceği artık kesindi. Bir mucize gerçekleşmesi
umuduyla, Izetbegoviš Avrupa ülkelerine Bosna‟ya “iyi niyet misyonu”
yollamalarını önerdi, yani BM‟den aslında Bosna-Herseğin kenar köşesinde fiilen
başlamış olan çatışmaların tırmanmasını önlemek amacıyla “mavi berelilerin”
gönderilmesini istemektedir.
Bu ahvalde, 1 Aralık 1991‟de SDA‟nın ilk kongresi yapıldı. Kongre 3 gün boyunca
600 delege ve bir o kadar da misafirin katılımıyla gerçekleşti. Izetbegoviš
konuşmasında o günkü genel durumu ortaya koydu. Tüm katılımcılar arasında
savaşı en az isteyen kişi gibi durmasına rağmen, savaş ona da kaçınılmaz
görünüyordu. Bunun “taş üstünde taş kalmayacak” tam anlamıyla bir savaş
olacağını anlamıştı. Bu sözleri daha sonra dünya basınında bir kehanet olarak sık
sık yer alacaktı.
52
REFERENDUM
53
Bosna-Hersek Meclisi 14 Ocak 1992‟de ülkedeki Sırp Birliğinin karşı çıkmasına
rağmen özerklik kararı aldı. Bu süreçte bir referandum sorusu da hazırlandı:
“Müslüman, Sırp, Hırvat ve içinde yaşayan tüm milletlere ait vatandaşların eşit
olduğu özerk ve bağımsız bir Bosna-Hersek‟ten yana mısınız?”.
Referandum kararının duyurulmasından sonra SDS‟in boykotu üzerine Izetbegoviš
şu yorumu yapacaktır: “Onlar (SDS) Anayasa Hazırlık Komisyonunun oluşturduğu
yeni anayasanın yürürlüğe konulmasını bloke ettiler, liberallerin ve bağımsız
aydınların desteklediği sivil anayasa konseptini reddettiler, oysa bizi sürekli
“Müslüman bir cumhuriyet” kurmakla suçluyorlar. Fakat aslına bakarsanız bize –
Bosna-Herseği Müslüman, Sırp ve Hırvat kesimlere bölerek – önerdikleri ve zorla
kabul ettirmeye çalıştıkları şey tam da budur. Bizim duruşumuz bellidir: Biz bunu
kabul etmeyiz!”. Hırvat seçmenlerin tercihinin ne yönde olacağının bilinmezliğiyle
referandum 29 Şubat ve 1 Mart 1992'de gerçekleştirildi. TuŤman tüm hesaplarını
gözden geçirdikten sonra yeşil ışık yakmıştı, böylece seçmenlerin %63‟ünün
katılımıyla %99 çoğunlukla bağımsız Bosna-Hersek yönünde oy kullanıldı. BosnaHerseğin geleceği belirlenmişti, ancak henüz sadece formal-hukuksal bağlamda.
Bosna-Herseğin gerçek kaderi ise çok yakında savaş meydanlarında belirlenecek,
ancak referandumun getirdiği kazanım hiçbir askeri zaferle elde edilemeyecekti.
Bu, resmi idarenin hukuki ve idari anlamda rüştünün ispatlanmış olması demekti.
6 Nisan 1992‟de Avrupa Birliği ve ertesi gün ABD Bosna-Herseği tanıdılar. Bu
esnada Avrupa ülkelerinin himayesi altında Bosna-Herseğin içten bölünmesiyle
ilgili görüşmeler tüm hızıyla devam etmekteydi Lizbon‟daki görüşmelere, güçlü
duruşuyla tepetaklak giden bu süreci biraz olsun yavaşlatmak adına Izetbegoviš‟e
Dr. Haris Silajdţiš‟in de katılması büyük bir destek olmuştu.
Onların
değerlendirmesine göre Lizbon‟dan iyi sonuç çıkması Bosna-Herseğin bugünkü
sınırlarını koruması, kötü sonuç ise birden fazla entiteden bahsedilmesiydi.
Izetbegoviš günlüğüne “tüm gücüyle Bosna‟yı kurtarmaya ve barışı korumaya
çalıştığını” yazacak, fakat aynı zamanda kendi kendine bunun mümkün olup
54
olmadığını da soracaktı. Olmadığı ortaya çıktı. Bir seçim yapılması gereken gün
yaklaşıyordu.
Savaş Nisan 1992‟de patlak verdi. Izetbegoviš tam 67 yaşındaydı ve kendisini
bekleyen kötü gelişmelerden ve hayatının en fırtınalı döneminin arifesinde
olduğundan henüz haberi yoktu.
55
SAVAġIN BAġLANGICI
56
2 Mayıs‟ta Lizbon görüşmelerinden kızı Sabina, o zamanlar Bosna-Hersek
Cumhuriyeti Devlet Başkan Yardımcısı olan Dr. Zlatko Lagumdţi ve refakatçi
olarak gelen Nurudin Imamoviš ile dönüşünde, JNA tarafından Saraybosna
havaalanında tutuklandı ve hapse atıldı. Uykusuz geceler ve zorlu görüşmeler
sonrasında, kuşatılmış şehre UNPROFOR tarafından götürülmesine karar verildi.
Bu, dört yıl sürecek ve Alija Izetbegoviš‟in tam merkezinde yer alacağı büyük bir
savaş trajedisinin daha başlangıcıydı. “Ţetnik korkusunun hâkim olduğunu” ve
“psikolojik reflekslerin” kaybolduğunu bizzat kendisi dile getirmiştir. Öyle de
oldu: Savaş başlayınca artık korku kalmaz, onun yerini hırs ve mücadele alır.
Çatışmalar yayılıp kanlı bilançolar ortaya çıkmaya başladıkça, Izetbegoviš sık sık
kendi kendine çatışmanın engellenmesinin yine de mümkün olup olmadığı
sorusunu soracaktı. Bunun cevabını günlük notlarında yine kendisi vermişti:
“Slovenya ve Hırvatistan‟ın olaya dâhil olmasına kadar – evet, tüm bunlardan sonra
– hayır! Kısmen mümkün olabilirdi, fakat kapitülasyon şartıyla. Ancak kölelik en
kötü alternatifti, savaştan da kötü” – bunlar özgürlüğü gittikçe artan sıklıkla
hayattaki en büyük hedefi olarak vurgulayan Izetbegoviš‟in sözleriydi.
Tüm Bosna-Hersek çapındaki açık çatışmalara rağmen, Başkanlık ancak 20
Haziran 1992‟de savaş hali ilan etti. Bunun üzerine “tecavüze karşı savaşta
vatanperver cepheye aktif katılım” olarak adlandırılan Platform kuruldu. Başkanı
Jure Pelivan olan bir geçici savaş hükümeti atandı. Bu hükümetin görevlerinden
biri saldırıya uğramış olan ülkenin hayati sorunlarını çözmekti. Dr. Haris Silajdţiš
dışişleri bakanı olarak atandı, Jusuf Pušina, Jerko Doko, Ranko Nikoliš, Ţarko
Primorac, Rusmir Mahmutšehajiš, Alija Delimustafiš, Radovan Mirkoviš, Hasan
Muratoviš, Tomislav Krstiţeviš, Uglješa Uzelac, Munir Jahiš, Mustafa Beganoviš,
Nikola Kovaţ, Martin Raguţ ve Miljenko Brkiš ise hükümetin diğer üyeleriydi.
57
BOSNA-HERSEK ORDUSUNUN
SĠLAHLANDIRILMASI SORUNU
58
Çok zor şartlar altında olsa da yavaş yavaş Bosna-Hersek ordusu oluşmaya başladı.
Temel sorun silah eksikliğiydi. BM Güvenlik Konseyinin eski Yugoslavya
üzerinde yürürlüğe koyduğu silah ambargosu bu kanayan yaraya tuz biber ekmişti.
Bosna-Hersek yönetimi defalarca bu önlemin anlamsızlığına dikkat çekmeye
çalıştı: Saldırganlarda zaten bolca silah vardı, dolayısıyla bu kısıtlama sadece
kurbanı hedef alıyordu!
Bu probleme rağmen, ordu belirli bir ölçüde silahlanmayı başarabilmişti. Tüm
detayları muhtemelen hiçbir zaman bilinmeyecek olmasına rağmen, ABD de dâhil
olmak üzere bazı batılı ülkelerin zımni anlaşmasıyla bu ambargo birkaç defa
delindi. İran‟dan gemiyle gelen ve TuŤman‟ın emriyle yarısı Ploţa limanında
derhal Hırvat ordusu için boşaltılan ve kalanı da Orta Bosna yolunda Hırvat
Güvenlik Konseyi tarafından %25 oranında daha hafifletilen silah yardımı en
önemli gönderiydi. Önemli ölçüde kayba uğrasa da, bu kadar silah bile bazı
cephelerin savunulmasında hayati öneme sahipti.
Bosna ordusunun silahlandırılması aslında yöre insanıyla ilgili cesaret, sebat ve
beceriklilik üzerine yürek kabartan bir hikayedir. Savaşın sonuna doğru Alija
Izetbegoviš Alman “Stern” dergisi için durumu şöyle betimlemişti: “Savaşın
başından itibaren eş zamanlı olarak iki süreç gelişti. Biz gün gittikçe güçleniyor,
onlarsa zayıflıyordu. Bunlar doğrusal süreçler değildi, ne de aynı hızla
gelişiyorlardı, ancak genel eğilim az önce tanımladığım gibiydi. Piyademiz uzun
bir süredir onlarınkinden iyi durumda. Ya da duruma tersinden bakalım. Bizim
handikabımız ağır silahlar ve daha isabetli topçularımız; onlarınki ise piyadeleri.
Hem onlar hem bizi daha çok kötü sürprizler bekliyor, ancak genel anlamda güç
dengesini sağladık ve inisiyatifi ele aldık. Stratejik anlamda dengeden
bahsediyorum, inisiyatif ise şimdilik sadece taktiksel bazda. Bihaš, Kupres ve
Saraybosna‟daki başarılar nasıl açıklanabilir? Birçok faktör sayılabilir, ancak
bunlardan en önemlisi olan moral faktörü analiz için uygun değildir. Mevzu, yok
olmaya mahkûm edilen milletimizin tek vücut halinde aldığı hayatta kalma
kararıdır.”. Narin görünümlü ve köklü dini duygulara sahip bu insanın savaş
59
boyunca Bosna‟da nelerle uğraşmak zorunda kaldığını, biyografisinden bizzat
kendi şahit olduğu şu ayrıntı çok iyi anlatmaktadır: “Silah ihtiyacı bizi her türlü
maceraya sürüklemişti. Brüksel‟e tarihini hatırlamadığım bir ziyaretim esnasında,
birilerinin bize Saraybosna‟yı kuşatma altında tutan Karadţiš‟in birliklerini çok
etkili bir şekilde vurabileceğimiz silahlar temin etmeyi önerdiklerini bildirdiler.
Bize iki özel zırhlı helikopter ve uygun roketler temin edeceklerdi. Bu öneri 500
günden fazla bir süredir geceli gündüzlü rasgele mayın atar ve makineli tüfek ateşi
altında kapana kısılmış olan bizlere çok cazip gelmişti. Bu çilenin sonu gelmeyecek
gibi görünüyordu. Bu yabancıları kabul ettiğimde, Igman'a ve Zenica stadına
önceden kararlaştırılmış bir tarihte helikopterleri hassas roket sistemleriyle beraber
gece indirebileceklerini söylediler. Oldukça zararsız görünümlü iki kişiydiler.
Kendilerini takdim etmediler, ancak Güney Afrika kökenli olduklarını ve tüm
dünyada çalıştıklarını söylediler.
İki şartları vardı: Birincisi, bizimkiler
helikopterlerin kararlaştırılan yerlere indirildiğini teyit eder etmez paralarını nakit
olarak istiyorlardı. İkinci olarak da teslimattan önce bilinmeyen bir yere rehine
olarak götürecekleri bir adamımızı, yani aldatılmayacaklarının garantisini
istiyorlardı. Tüm işin Avrupa‟daki elçiliklerimizden birinde halledilmesini ve
rehinenin de oradaki sevkiyat görevlisi olmasını önerdiler. Uzun bir pazarlık
sonunda ilk şartlarını kabul ettik, ancak ikincisini reddettik. Bu defa tüm paranın
önceden getirilmesini ve bizimkilerin gönderinin teslim edildiğini onayladığı anda
verilmesini şart koydular. Silah tüccarları, büyük uyuşturucu mafyalarıyla beraber,
en ahlaksız dolayısıyla en tehlikeli insanlardı. Haram yoldan para kazanırlar ve her
şeyi göze alırlardı. Ancak silaha ihtiyacınız varsa onlardan alabilirdiniz.
İstanbul‟daki bağlantımıza istenen parayı temin etmesini ve bir ulakla bu Avrupa
şehrindeki elçiliğimize göndermesini bildirdik. “Tüccarlar” kararlaştırılan zamanda
geldi. Operasyona hazır olduklarını ve İtalya‟da bir üsten kalkacak olan
helikopterlerin gece yarısı gibi hedeflerine ulaşabileceklerini söylediler. Sevkiyat
görevlisi ve parayı taşıyan ulağımız odanın bir köşesinde, tüccarlar ise diğer bir
köşesinde oturuyordu. Kimin kimden daha çok çekindiği belli değildi: Biz mi
onlardan, onlar mı bizden. Bizimkiler doğal olarak, tabancalarının emniyeti açık bir
60
şekilde, tüccarların gangstervari bir saldırıyla parayı alıp kaçmalarından
korkuyorlardı ve her şeye hazırlıklıydılar. Bir güvenlik önlemi olarak tüccarlara
elçiliğin koridorlarına güvenlik görevlileri yerleştirildiği söylendi. Sürekli olarak
cep telefonlarıyla birileriyle konuşuyorlardı. Bu olayın bizim tarafımızdaki
aktörlerinden biri bana sonradan şöyle anlattı: “Saat 11 oldu, sonra gece yarısı,
sonra 1, 2, 3. Biz kıpırdamadan birbirimize bakıyor ve her hareketi gözlüyorduk.
Sabah karşı bir şeyi kontrol etmeleri gerektiğini söyleyerek dışarı çıkmak için izin
istediler. Bir şeylerin yolunda olmadığını söyleyerek gittikler ve bir daha geri
gelmediler.”
Bunların işlerinin beklenmeyen bazı sebeplerden ötürü yolunda gitmediği gerçek
silah tüccarları mı, yoksa kolay yoldan para kapmaya çalışan dünya çapında
dolandırıcılar mı olduğu bir sır olarak kaldı. Fakat General Deliš ve bir grup subay
Igman‟da yakılan ateşlerin önünde sabaha kadar gökten bir şeyler inmesini
beklediler. Ancak hiç bir şey olmadı. Ben de uykusuz bir gece geçirmiş oldum,
çünkü tüm bu süre boyunca telefonun başında nöbet tuttum.
61
GRABOVICA SORUġTURMASI
62
Bosna Savaşı boyunca yıldan yıla, süratle vatansever birlikler oluşturulup bunların
kendine özgü kuralları olan organize bir orduya dönüşmesi sağlandı. Savaşçıların
çoğunun en yakın aile fertleri korkunç felaketler yaşadı: Evinden barkından
sürülme, yaralanma, tecavüz, öldürülme… Srebrenica haricinde de, kurulan
darağaçlarında Boşnak aileler toptan katledildi. Bu çok derin travmalar doğurdu,
insanlar düşmana karşı hiddetle doldular, bazen de bu hiddet intikam duygusuna
dönüştü. İçlerinde bulundukları psikolojik durumu insani açıdan anlamak
mümkündü, ancak bir ordu duygularla yönetilemezdi. İntikamın kitlesel anlamda
bir amaç haline gelmesini engellemek gerekiyordu. Bunu herhalde en etkili bir
şekilde ordu üzerinde sorgusuz bir otoritesi olan Alija Izetbegoviš başarabilirdi.
Bunu başarmayı da denedi. Askerlere moral vermek konusunda eline geçen her
fırsatı
aynı
zamanda
bu
savaştaki
etik
konulara
dikkat
çekmek
için
değerlendirmiştir. Israrlı bir şekilde sivillerin öldürülmemesi ve Katolik ve
Ortodoks ibadet yerlerinin yıkılmaması konularına dikkat çekti. David Owen ve
Torwald Stolteberg‟in Jablanica yakınlarındaki Doljana köyünde Bosna-Hersek
ordusuna bağlı birliklerin Hırvat sivillere kötü davrandıkları uyarısı üzerine
(Ağustos 1993), Izetbegoviš General Rasim Deliš'e yazılı olarak konuya acilen
müdahale etmesi talimatını göndermiştir: “Birkaç gün önce telefonla HVO‟nun
Jablanica yakınlarındaki Doljana köyünde ordumuza ait bir birliğin bazı Hırvat
kökenli sivilleri katlettiği yönündeki şikâyetinin araştırılması için talimat verdim.
Bununla ilgili henüz elime bir rapor geçmedi, bu yüzden bu konuyla ilgili
araştırmanın sonucuyla ilgili olarak bana bilgi vermeniz ve kamuoyunu bu konuda
aydınlatmanız gerekmektedir. Askerlerimizi savaş halinde geçerli olan kanunlara
uyulması konusunda her fırsatta uyarınız. Suçluları gerektiği şekilde cezalandırmak
ve bu konuda kamuoyunu aydınlatmak konusunda en ufak bir tereddüdünüz
olmasın.” Bu uyarıya rağmen Bosna-Hersek ordusunun bazı birliklerinin yine de
Hırvat ve Sırp kökenli sivillere karşı savaş suçu işlediği şüphesizdir. Hersek köyü
Grabovica'da Boşnak ordusuna bağlı askerlerin 27 Hırvat sivili öldürdüğü
kamuoyunda duyulmuştu. Izetbegoviš bu olayla ilgili olarak acilen soruşturma
63
başlatılması talimatını vermiş ve olayla ilgili gerekli tutanakları düzenleyip bir
yetkiliyle Haag‟a göndermiştir.
Nitekim bu korkunç olaya rağmen, savaştaki zayiatların bilançosuna bakıldığında
bunun toplu değil ancak trajik ve münferit bir olay olduğu görülmektedir. Soykırım
hedefinin tüm sistemin bir parçası olduğu Sırp ordusu ve Hırvat olmayanları
sürerek arındırılmış etnik bölgeler oluşturmak yönünde etkili olan Hırvat ordusuyla
karşılaştırıldığında, Bosna ordusu anlatılması zor şartlara rağmen kitlesel kıyımlar,
yakıp yıkmalar ve talanlar yapmamış bir ordu imajını korumayı başarmıştır. Model
basitti:
Ordular
adına
savaştıkları
ideolojilere
uygun
hareket
ederlerdi!
Saraybosna‟daki yönetimin resmi politikası ise vatandaşlık ve insan haklarına
dayanan çok uluslu bir devletti. Savaşın ilk yılında BH ordusu, şüphe götürmez bir
şekilde içinde Boşnak olmayan çok önemli ve etkin birkaç generalin de bulunduğu
çok uluslu bir orduydu. Bunların arasında eski JNA‟nın subayları olan Bosnalı
Hırvat Stjepan Šiber ve Sırp Jovan Divjak göze çarpmaktadır. Bunlar Boşnak
vatanseverlerin ideallerinden biri olan Boşnak ordusunun çok uluslu karakterini
büyük ölçüde pekiştirmişlerdir. Savaş genişledikçe, özellikle HVO ile çatışmalar
başladıkça, BH ordusunda Boşnak olmayanların sayısı gittikçe azalmaya ve
Müslüman kökenli birliklerin sayısı gittikçe artmaya başladı. BH ordusundan
Boşnak olmayanlarının ayrılmasının ve çok uluslu ordunun gittikçe tek uluslu
orduya dönüşmesinin objektif bir şekilde ne kadar önüne geçilebileceğini söylemek
gerekli tarihsel mesafe olmadan zordur. Buna göre, tüm bu süreçte Izetbegoviš‟in
rolüyle ilgili kesin bir sonuca varmak daha da zordur, buna rağmen 1995 yılında
savaşın sonunda BH ordusunun tamamen bir Boşnak ordusuna dönüştüğü bir
gerçektir. Buna rağmen, tek uluslu bir hüviyete bürünse de, çok uluslu ve evrensel
prensipleri mükemmel bir şekilde savunduğunu söylemek gerekir!
4 yıllık savaş boyunca başkomutan olmasına rağmen Izetbegoviš‟in kendisi de
sürekli hayati tehlike altındaydı. Şehrin kuşatma altında olduğu süre boyunca,
Izetbegoviš‟in her gün geldiği Başkanlık binasındaki ofisinin, bazen şiddetli bazen
64
zayıf devamlı olarak top ateşine tutulduğu bilinmektedir. Her türlü roket saldırısına
maruz kalmış ve bunlar esnasında 57 kişi hayatını kaybetmiştir.
Bunun dışında Izetbegoviš sık sık Bosna-Herseğin işgal edilmemiş bölgelerinde
açık araziye de çıkardı. Eski ve güvensiz helikopterlerde tereddütsüz uçardı, bu
yüzden cesareti efsanevi boyutlara ulaşmıştı. İşgale uğramamış topraklarda nereye
giderse gitsin tartışmasız lider olarak karşılanırdı. Bu şeref sadece Latin Amerikan
devrimcilerin savaşlarıyla, idealistlerle karşılaştırılabilir. Bosna ordusunun sembolü
olan zambaklarla süslenmiş beresiyle birçok kişi tarafından modern Che Guevera
veya Tito‟ya benzetilmiştir.
65
DOĞUYLA ĠLĠġKĠLER
66
Arazideki savaşa paralel olarak görüşmeler ve uluslar arası konferanslar da devam
etmekteydi. Izetbegoviš‟in sık sık Bosna-Hersek‟te neler yaşandığını anlatmak için
dünya metropollerine seyahat etmesi gerekiyordu. “Kendini savaşa değil barışa
hazırlamış” olan bağımsız bir ülkeye yönelik bir tecavüz yaşandığı tezini
tekrarlıyordu. Cenevre‟den New York'a, Helsinki‟den Tahran‟a tüm dünyada farklı
paralel ve meridyenlerde JNA‟nın gücüyle ilgili detaylar, Bosna-Hersek‟teki politik
durum ve bunun soykırım yönü ile ülkedeki objektif durumla ilgili detaylı bilgiler
aktarmış, silah ambargosunun anlamsızlığına ve bir milleti toptan yok etmeye
yönelik bir felakete dikkat çekmiştir. Biraz yavaş da olsa bu diplomatik girişimler
sonuç vermeye başlamıştı. Batı yiyecek gönderiyor ve Karadţiš tarafına birer birer
yaptırımlar uyguluyordu, Müslüman Doğu ise silah yardımında bulunuyordu. Bu
asimetrik savaşta tüm fedakârlıklara rağmen sebat edilmesiyle ilgili milli
kararlılığın yanında bu iki katkının da savaşın nihai sonucu üzerinde büyük etkisi
olmuştur.
Bosna-Hersek‟te Sırplar, Hırvatlar, Yahudiler, Çingeneler, Slovenler ve Arnavutlar
Karadţiš‟in ordusunun mağduru olsa da, toplamda en fazla Boşnak-Müslüman halk
zayiat vermişti. Savaş genişledikçe, tek mağdur olmasalar da, en büyük oranda
zorluğa BH Boşnaklarının katlandığı ve savaşın en yüksek oranda onları hedef
aldığı gittikçe açıklık kazanacaktı. Bu yüzden Bosna-Hersek‟teki savaşa karşı en
büyük duyarlılık Müslüman ülkelerde oluşmuştur. Yavaş yavaş Alija Izetbegoviš
onların gözünde Bosna-Hersek‟teki Müslümanların özgürlüğü adına haklı savaşın
sembolü ve efsanevi kahramanı hüviyetine bürünmüştür. Tüm İslam dünyasında
nereye giderse gitsin özel bir alaka ve saygıyla karşılanıyordu. Onun bu
coğrafyadaki otoritesi Müslümanların dayanışmasını güçlendiriyor ve ülkenin
savunmasına yönelik gerekli finansmanın sağlanması için para toplanmasına büyük
bir katkıda bulunuyordu.
Izetbegoviš Bosna‟daki savaş boyunca ve sonrasında İslam dünyasından çeşitli
anlamlı taltifler almıştır. 1993 – “Kral Faysal” İslam‟a Hizmet ödülü; 1996 –
Medineli “Ali Osman Hafız” fonu “Yılın Düşünürü” ödülü; 1997 – Türkiye
67
Cumhuriyeti Devlet Nişanı; 1997 – Riyad Üniversitesi Fahri Doktora unvanı; 1998
– Katar “Bağımsızlık Nişanı” Devlet Madalyası; 1997 – İstanbul Marmara Ün.
Hukuksal Bilimler Fahri Doktora unvanı; 2001 – Birleşik Arap Emirlikleri Yılın
İslami Şahsiyeti ödülü.
68
CĠDDE ZĠYARETĠ
69
İslam ülkelerine yaptığı anlamlı ziyaretlerinden birinde Izetbegoviš‟in yolu
Cidde‟ye, 1992 yılının Aralık ayındaki İslam Konferansı Örgütüne üye ülkelerin
olağanüstü toplantısına düşecektir. Izetbegoviš “Hatıralar‟ında” bu toplantıyla
ilgili o günlerin ambiyansı, ruh hali ve aktüalitesini mükemmel bir şekilde yansıtan
birçok detaya değinmiştir:
“Saraybosna‟dan UNHCR uçağıyla uçtum. Zagreb‟de beni iyi ve yüksek eğitimli
bir insan ve büyük bir Bosna dostu olan Şerce Sultanı Şeyh Kasım‟ın özel uçağı
bekliyordu. Şerce Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) bünyesinde bir emirliktir. Cidde
yolunda Tiran‟a indik, Arnavutluğun o zamanki başbakanı Sali Berisha da bize
katıldı. Arnavutluk üzerinde uçarken bu ülkenin hem güzelliklerine hem de
fakirliğine şaşıyorduk: Sahil boyunca uzanan yeşil tarlalar ve bayırlar kaldırım taşlı
dar yolları anımsatıyordu. Uçak kötü ve bakımsız bir hava alanına indi, dört bir
tarafta Enver Hoca rejiminde yapılan – yüzlerce – beton koruganlar görünüyordu.
Amerika‟da tıp eğitimi görmüş olan Başbakan Berisha, Enver‟in komünizminin
güzel ülkesini nasıl bir tümden çöküşe sürüklediğinin tamamen farkındaydı. Ona
Arnavutluğun ekonomik durumunu sorduğumda, hiç bir şey ekilmesi mümkün
olmayan sert toprağa benzetmişti. Cidde uluslar arası hava alanında bizi Prens
Selman karşıladı. Geleneksel Arap giysileri içinde uzun, tipik kartal burunlu, iri
yapılı, boğuk sesli bu prens uzun zamandır şerefli bir tevazuun en doğal bir
örneğiydi. „Başkanım, bu olağanüstü konferansı hep beraber milletiniz için ne
yapabileceğimizi
kararlaştırmak
üzere
topladık!
Müslümanların
böyle
katledilmesine seyirci kalmayacağız!‟ Hava alanında VIP salonundaki kısa
görüşmemiz esnasında bana böyle söylemişti. Ertesi gün önemli toplantılar için
kullanılan Kasru‟l-mu‟temer sarayındaki konferansı âlicenapları Suudi Arabistan
Kralı Fahd açtı, resmi unvanıyla Mekke ve Medine‟nin Bekçisi ve Hizmetkârı.
Akıcı ve cesur bir konuşma yaptı, uluslar arası hukuk ve belgelere değindi, her
Müslüman‟ın dini vecibelerinden ve İKO üyelerinin yükümlülüklerinden bahsetti –
Bosna‟da Müslümanların katledilmesine de değindi. Konferans eski diplomatik
geleneğe göre iki bölümden oluşuyordu: Resmi ve kulislerdeki. Mısır dışişleri
70
bakanı Amr Musa, Pakistanlı bakan Muhammed Sattar, İran Dışişleri Bakanı Ali
Ekber Velayeti ve tabii ki Prens Selman iki günlük toplantının gündemini
oluşturuyorlardı. Türk Cumhurbaşkanı Turgut Özal‟ın Cidde‟deki gelişmeleri
Ankara‟dan canlı olarak takip ettiğini öğrendim. İlk gün sonrası akşamüzeri ertesi
gün alınması gereken kararın taslağı belirmeye başlamıştı. Bu taslak son derece
yumuşak ve geneldi, hiçbir şart ve süre içemiyordu. Silajdţiš ve Šaširbegoviš “bir
milyarlık Müslüman dünyası” karşısında hayal kırıklığına uğramış bir şekilde otel
odalarında sinirli bir şekilde dolanıyorlardı. Birden telefon çaldı: Arayan Velayeti
idi. Ertesi gün taslak süratle değiştirildi. Memnunduk ve kararın çıkmasını
bekliyorduk. O zaman BH görüşmelerindeki uluslararası arabulucu Lord Owen‟ın
toplantıyı kızgın bir şekilde terk ettiğini öğrendik, kararın yeni taslağından açıkça
memnun değildi. Kararla Müslüman ülkeler Birleşmiş Milletlerden BosnaHersek‟le ilgili silah ambargosunun kaldırılmasını istiyorlardı. Bu ambargo 1 Şubat
1993 tarihine kadar kaldırılmazsa Müslüman ülkeler buna uymayacaklardı.
Dönüşten önce ev sahiplerimiz bir umre turu organize etmişlerdi. İhramlarımızı
giyip Mekke‟ye doğru yola koyulduk. Kâbe ile ilgili, daha önce resimlerde bu
yapıyla ilgili gördüklerimiz ve çeşitli yazılarda okuduklarımızdan, hayallerimizde
canlandırdığımız her şey onu gördükten sonra yetersiz kalıyordu. Caddeden ağaç
gövdeleri arasından görmüştüm. Zemzem bahçesi yakınındaki terasa çıktık. Hacılar
beni tanıdı ve seslenmeye başladı. “Bosna, Bosna!‟. Bir köşeye oturdum ve
Kâbe‟nin heybetli yüksekliğine bakarak iki rekât namaz kıldım. “Allah‟ım, olması
gereken yerin uzağında yaşayan bu talihsiz ve yalnız halkıma yardım et,” diye
düşüncelerimde dua ettim, sonra da grubumuzun önündeki şaşkın hacıları
dağıtmaya çalışan Arap rehberin talimatlarına göre bu törensel ibadeti yerine
getirmeye yöneldim. “Bosna, Bosna, Allah Bosnalı kardeşlerimize yardım etsin!” –
Dünyanın dört bir yanından gelen Müslümanlar ağlamaklı böyle bağırıyordu. Ertesi
gün memleketimize uçtuk. Uğurlamada Cidde hava alanındaki salonda Prens
Selman yanıma geldi ve neredeyse kulağıma fısıldayarak şöyle dedi: „Başkanım,
izin verirseniz hava alanına gelişim öncesi Amerika‟dan Al Gore‟un aradığını ve
71
Amerika‟nın Bosna-Herseğe silah transferine koyulan ambargo konusundaki tavrını
yeniden gözden geçireceğini bildirdiğini söylemek istiyorum‟.”.
Arkansas eyalet valisi Bill Clinton daha başkanlık seçimlerini yeni kazanmıştı ve
dünyanın en büyük gücünün liderliğini devralmaya hazırlanıyordu. Al Gore başkan
yardımcısıydı. Olayların akışında da ABD‟nin adım adım eski Yugoslavya‟daki
krizle ilgili politikasını değiştirdiği ve sonrasında da inisiyatifi Avrupa
devletlerinden aldığı görülecekti.
72
BATIYLA ĠLĠġKĠLER
73
Diğer taraftan Bosna-Herseğin geleceğiyle ilgili fiilen tüm savaş boyunca süren çok
sayıdaki görüşmeler esnasında Izetbegoviš Müslüman liderler dışında hemen
hemen o zamanın tüm önemli devlet adamlarıyla görüşmüştür. Fransa
cumhurbaşkanı Mitterand gibi, çok sayıda uluslararası kuruluşun yetkilileri ve çok
sayıda Amerikalı yetkili kuşatılmış Saraybosna‟ya kadar gelmişti, bunlardan üçü
Saraybosna‟nın Igman dağı yamaçlarında hayatını kaybetmişti.
Izetbegoviš Batılı hükümetlerin buradaki krize karşı yürüttükleri politikaları keskin
bir dille eleştirmekten kaçınmıyordu. Uluslar arası toplumun BH ile ilgili açık ve
ayrıntılı bir planı olmadığı kanısındaydı. Bu yüzden defalarca BM Genel
Konseyine Karadţiš ve Miloševiš‟e bağlı güçlere acil askeri müdahalede
bulunulması talebiyle yazı yazmıştı. Bunun alternatifi ise silah ambargosunun
kaldırılmasıyla mağdur tarafa kendini savunma imkânı sağlanmasıydı. Ancak
Avrupa ülkeleri kararsızdı.
Izetbegoviš‟in savaşın son üçte birlik dönemi içerisindeki ruh halini yansıtması
açısından belki de en iyi örnek, 5 Aralık 1995‟te Budapeşte‟deki Avrupa Güvenlik
ve İşbirliği Konferansı (OSCE) zirvesindeki konuşmasıdır. İşte birkaç alıntı:
“Ülkemizde yaşanan son olaylar beni acıya boğdu, bu yüzden kısa ve direkt
konuşacağım. Yirmi yıl önce güvenlik ve işbirliği amacıyla kurulmuş ve adında bu
iki büyük kelimeyi barındıran bir organizasyonun bu büyük oturumunda, buna
tamamen zıt bir konu üzerine konuşacak olma mecburiyeti gerçekten ironiktir:
Tehlike ve tek başına bırakılmışlık üzerine. (…)
Bir beyefendi, üst düzey bir görevli, müstehzi bir vurdumduymazlıkla dünyaya ve
katliam ve yok edilme tehdidi altında olan bir millete “Sırpların kazandığını”
bildiriyor. Sanki bir futbol maçı vardı ve kendisi bitiş düdüğünü çaldı! (…)
Paris ve Londra başından beri Sırpların hamisi gibi davrandılar, Güvenlik
Konseyi‟ni ve NATO‟yu veto ettiler ve bununla Sırp saldırganlığına dayalı bu
savaşı durdurmaya yönelik her adımı engellediler. (…)
74
Bosna‟da yaşananlar demokrasiye karşı en gözü kara milliyetçilik ve ırkçılığın
savaşıdır. Bizim düşmanlarımız yalnızca tek bir milleti (kendi), tek bir dini
(kendilerininki) ve sadece tek bir siyasi partiyi tanırlar. Onlara ait olmayan her şey
ayıklanmaya mahkûmdur. Hatta mezarları bile talan ettiler. Birleşmiş milletler özel
raportörü Sayın Mazowieck‟in saldırganların kontrolü altında olan bölgelerde
yaşananlarla ilgili son raporunu okuyun! Kendini ”Sırbistan Cumhuriyeti” olarak
adlandırılan bu ucubeden bir devlet oluşturmaya kendini adamış bazı beyefendilere
sormak isterim – ki bazıları bu salonda oturmaktadır – yarın da bu “cumhuriyetin”
tanınması ve kurucularının gelecek sefer de burada bizimle oturmasını sağlamak
için çalışacaklar mı? Bu beyefendilere soykırım ve zorbalık üzerine kurulmuş bu
hilkat garibesini, yarın öbür gün medeni ülkeler ailesine katılmaya çağırmaya hazır
ve istekli olup olmadıklarını sormak istiyorum. (…)
Kurtuluş savaşlarının irdelenmeye uygun olmayan anlaşılması zor bir yanı vardır.
Batıdaki bazı askeri ve politik analistler bu konudaki tahminlerinde hep
yanılıyorlar. Bizim halkımız özgürlüğü, hatta bundan da ötesi bekası için savaşıyor.
Bu savaşlar çoğunlukla zordur, ancak kaybedilmesi de zordur. Son elli yıldaki
hiçbir
kurtuluş
savaşı
kaybedilmemiştir.
Bizimkinin
de
kaybedileceğini
sanmıyorum. Kimse hiçbir şekilde 150.000 askeri silahını bırakmaya zorlayamaz.
Herkese, hem kendi hem bizim adımıza, bunu dikkate almasını tavsiye ederim.
Bosna‟nın dostlarının bu sözlerimden dolayı bana alınmayacaklarını umuyorum,
diğerlerinin ne düşündüğü ise bütün bu olanlardan sonra hiç umurumda değil.
Teşekkürler!”.
Izetbegoviš sık sık Saraybosna yönetiminin teslim olmasının beklendiği kanısına
kapılıyordu. Bu kendisinde, OSCE zirvesindeki bu konuşmasında olduğu gibi,
saklayamadığı güçlü bir öfke yaratıyordu. David Owen ve Richard Holbrooke gibi
Batılı arabulucular kendi biyografilerinde Izetbegoviš‟i çok zorlu bir müzakereci
olarak tanımlamışlardır. Zor karar alıyordu, aldıktan sonra bile hemen
değiştirmeyeceği kesin değildi. Örneğin viski içerken öylesine şeytanca, arazideki
insanları hayat ve ölüm arasındaki çizgide getirip götüren Miloševiš gibi (gaddarca)
75
umursamaz değildi. Franjo TuŤman gibi, ne pahasına olursa olsun Hırvatistan‟ı
tarihteki en büyük sınırlarına kavuşturma hayali kuran, fanatik tarihsel bir idealist
de değildi. Izetbegoviš‟in görüşmelerde arkasında destek olacak güçlü bir ordusu
da yoktu. Sadece meşruiyetinden, hukuktan ve gerçeklerden güç alıyordu. Fakat
bunlar savaşta çok göreceli kavramlardır, çünkü gücün argümanları argümanların
gücüne karşı savaşır; bu yüzden görüşmelerde çok taktiksel davranma
zorunluluğunda olması, kariyer hırsıyla tutuşan uluslararası arabulucuların sinirine
dokunuyordu.
Yine de büyük çoğunluğu, olayları topluca gözden geçirip tarttıklarında
Izetbegoviš‟e büyük saygı duymuşlardır. BH krizinin diğer aktörleri olan politik ve
askeri
hasımlarıyla
karşılaştırıldığı
zaman
bir
ahlak
abidesi
olduğunun
bilincindeydiler. Onu kendi idealleri uğruna hapse girmeyi göze alan ciddi bir insan
olarak görüyorlardı. Aslında savaş Izetbegoviš‟in kişiliğinin ahlaki yönünü ortaya
koyması açısından en büyük imtihan olmuştu. Bu yönü Batı Dünyasının
entelektüellerinin daha çok dikkatini çekmişti, Izetbegoviš‟in şansı politikacılara
göre onlarla daha yaver gitmişti. Fransız filozof Bernard Henry Levy
Izetbegoviš‟in kişiliğinden çok etkilenmiş, bununla ilgili olarak Paris gazetesi “Le
Monde‟da” bir yazı yazmıştı. Yine Madrid gazetesi “El Mondo" 1995 Dayton
anlaşması sonrası kendisini yılın kişisi ilan etmişti. Birçok üniversite kendisine
fahri doktora vermiş, siyasi anlayışı kendisini demokrasinin gelişimine katkıda
bulunan bir insan konumuna yüceltmişti. Örneğin ABD‟deki Demokrasi
Merkezinde ve akabinde Crans Montana Forumunda demokrasinin gelişimi
konusunda uluslararası kabul görmüş, gerek içeride gerek yurtdışında aynı konuda
çeşitli taltifler almıştır. Kendisine sayısız devlet adamıyla görüşmesi dolayısıyla
onlar hakkında ne düşündükleri sorulduğunda, Alija Izetbegoviš şöyle yanıtlamıştı:
“Bu insanlar çoğunlukla şatafat, polis ve kitlelere kendilerini sıra dışı insanlar
olarak göstermek için gereken her şeyle kuşatılmıştır. Ancak tamamen normal hatta
bazıları son derece sıradan insanlardır. Aşağı yukarı biz tüm politikacılar böyleyiz.
Sıra dışı birkaç kişi dışında, hayran olduğum bir kişi olduğunu söyleyemeyeceğim.
76
Tabii ki sempati duyduğum insanlar var; örneğin Clinton‟a samimi davranışları,
görünümü ve genel tutumu dolayısıyla sempati duyarım. Belki çok iyi
açıklayamıyorum, ancak iyi bir insan olduğu izlenimini edindim ve Amerikan
seçmeni olsaydım ona oy verirdim. Kohl mükemmel bir insandır, Miterrand‟la üç
defa ve akabinde Chirac‟la görüştüm. (…) Büyük adamlar değiller, ancak hiç
birinin ortalamanın altında insanlar olduğunu da söyleyemem.
77
YENĠ YIL MESAJI
78
BH halkına 94-95 yeni yıl mesajında Izetbegoviš, diğer hususların yanında şunlara
da değinmişti: “Savaş olması gereken süreden bir gün bile fazla sürmemelidir,
ancak barışı elde etmek de kolay olmayacaktır ve olamaz da. Bu konuda
yapabildiğimiz her türlü görüşmeyi yapacağız, ancak mecbur kalırsak da
savaşacağız!”.
Daha on ay boyunca savaşmak gerekecekti.
1 Mart‟ta – daha sonra BH bağımsızlık günü olacak tarihte – Izetbegoviš
Saraybosna‟daki orduevinde şu sözleriyle tamamladığı bir konuşma yaptı: “Bizim
hedefimiz özgür insanların Bosna‟sına kavuşmaktır, insana ve insan haklarına saygı
duyulan bir Bosna‟dır. Tek uluslu, tek dinli ve tek partili para-devletler – çoğul
konuşuyorum – konseptine karşı, biz özgür ve demokratik Bosna konseptini ortaya
koyuyoruz. Nefret ve düşmanlığa karşı biz demokrasiyi ve toleransı ortaya
koyuyoruz. (…) Her ulusun bir vaat edilmiş toprağı vardır. Bizim vaat edilmiş
toprağımız Bosna‟dır. Sizi bunun adına savaşmaya çağırıyorum!”.
Bir şekilde öyle de oldu. Çoğu tarihçi Mart 1995 sonlarında BH ordusunun Travnik
üzerindeki Vlašiš dağını kurtararak kilit bir çarpışmayı kazandığını söyleyecektir.
Bu dev operasyona 21 bin asker katıldı, 7. kolordu ve başlarında komutanı
Mehmed Alagiš vardı. Kurtarılan bölgenin (51km2) ve savaşın bu bölgesindeki
stratejik üstünlüğün el değiştirmesinin yanında, bu çarpışmanın psikolojik önemi de
büyüktü. Bu BH ordusunu savaşın nihayetine götüren büyük galibiyetler serisinin
ilkiydi (bu zaferin 7. Kolordu birlikleri tarafından ve merkez karargâha bağlı 4. ve
7. Müslüman ve muhafız tugaylarının önemli katkısıyla kazanıldığı kayıtlara
geçmiştir).
Maalesef çatışmalarda kayıplar olmuştu. Birine, muhtemelen Murphy kurallarına
göre, önce en iyiler gider. Neden? – Bunu kimse bilmiyor, ancak 28 Mayıs 1995‟te,
içinde
Dr.
Irfan
Ljubljankiš
ve
beraberindekileri
taşıyan
helikopter
düşürüldüğünde, kendisi BH Dışişleri Bakanı görevini yürütmekteydi. Irfan,
Izetbegoviš‟in şahsi dostuydu; Izetbegoviš ona cesur ve saygın bir insan olarak çok
değer verirdi, bu yüzden bu bakanın talihsiz ölümü kendisine çok ağır gelmişti.
79
“Telefonları sevmiyorum. Savaş başladığından beri bana tek bir iyi haber bile
getirmediler. O sabah – 28 Mayıs 1995 – altı gibi beni hiç iyiye işaret etmeyen bir
sesle General Deliš aradı ve bana: „Size kötü bir haberim var‟ dedi. Kısa bir aradan
sonra devam etti: ‟Dün gece Knin üzerindeyken içinde bakan Ljubljankiš‟in olduğu
bir helikopterimiz düşürüldü‟. (…) Öğle saatlerinde, Cazina bölgesinde bir
ziyaretten dönen tüm heyeti kaybettiğimiz anlaşıldı. Dört kişilik heyette, Bakan
Ljubljankiš‟le beraber Adalet Bakan Vekili Dr. Izet Muhamedagiš, Zagreb
elçiliğimizde görevli Dr. Mensur Šaboliš ve Dr. Ljubljankiš'e refakat eden Albay
Fadil Pekiš de vardı. Bu tehlikeli hattın riski nedeniyle yüksek ücretle görev yapan
helikopterin 3 Rus personeli de öldü.”
80
SREBRENICA TRAJEDĠSĠ
81
Ve sonra 1995 Temmuz ayında, Bosna faciasının en son ve en feci etabı Srebrenica
olayı gerçekleşti, görülmemiş bir katliama maruz kalan sekiz ila on bin arası
Boşnak ve bunun dört katı kadar da telafi edilemez bir kayba uğrayan insan. Sırp
ordusunun bu operasyonlarına General Ratko Mladiš direkt olarak komuta
ediyordu, daha sonra Haag savcıları tarafından bu bölgedeki Boşnaklara soykırım
yapmakla suçlanacaktı. Savaş sürerken Mladiš ve Karadţiš bu kanlı sürecin
bitmesini bekleyerek, gamsız bir şekilde satranç oynuyorlardı.
Bu katliamdan Sırp ordusu kadar, Srebrenica‟yı savunmakla yükümlü olan BM
birliklerinin de sorumlu olduğu tamamen aşikârdır. Srebrenica‟ya saldırıldığında
buranın askerden arındırılmış ve BM güçlerinin koruması altında bir bölge
olduğunu hatırlatalım, ancak Boşnaklar biraz da safça büyük ölçekli bir Sırp
saldırısından kendilerini UNPROFOR güçlerinin koruyacağına inanarak silahlarını
teslim etmişlerdi. Fakat tepkiler sonuçsuz kaldı, Izetbegoviš bizzat Clinton dâhil
herkese boşuna mektuplar yolladı. Sonradan, UNPROFOR güçlerinin müdahalesini
o zaman en üst düzey BM görevlileri olan Jashushi Akashi ve Boutros Ghali‟nin
engellediği hemen hemen kesinlikle teyit edilecekti.
Bununla beraber Boşnak askeri ve siyasi yönetimi de Srebrenica trajedisindeki
kendi sorumluluğunu üstlenmiştir. Bunun Izetbegoviš‟in kendisi de farkındaydı ve
anılarında şunları yazmıştır: “Bu ölçekte bir trajedi yaşandığı zaman kimse masum
değildir. Dünyanın böyle olması ve bir Srebrenica‟nın yaşanabilmesi her birimizin
suçudur. Herkes daha fazlasını yapmış olması gerektiğine inanmalıdır. Ben şahsen
bazı kritik zamanlarda ordunun yaptıklarından tamamen memnun değildim, bana
sanki Çetnik mevzilerinin yanından „sessizce‟ geçiyorlar gibi geliyordu. Askerler
bu imkânlarla ellerinden gelen her şeyi yaptıklarına inanıyorlar. Srebrenica‟da
askeri ve sivil güçler arasında sürekli bir çekişme vardı. Her halükarda olay anında
bir birlik yoktu. Bu kısmen, hayat şartlarının sınıra dayandığı kapalı bir şehirdeki
psikolojik durumun bir sonucuydu.”
Alışılagelmiş ölçülü tarzı dikkate alındığında, önceki alıntıdan Izetbegoviš‟in
Mladiš‟in birliklerine karşı kötü organize olmuş direnişten kısmen yerel askeri-sivil
82
yönetimi sorumlu tuttuğu açıktır. Savaş boyunca bile, özellikle de sonrasında,
kamuoyunda “Srebrenica‟nın başka bir bölgeyle takas edildiği” ve Saraybosna
yönetiminin global stratejisinin sonucu olarak kurban edildiği yönünde
spekülasyonlar ortaya çıkmıştı. Konu bundan açılmışken, Boşnak Devlet
Başkanının hatıratının, 1993 yılında hâkim olan genel durum nedeniyle bölge
sakinlerinin tahliyesinin makul bir çözüm olduğu konusundaki tavrını ortaya
koyduğu kısmı açıklayıcı niteliktedir:
“Şehirde durum her açıdan çok kötüydü. Sık sık gıda sıkıntısı baş gösteriyordu, tuz
sıkıntısı ise sıradan bir olaydı. (...) Bu zor şartlardan dolayı sık sık Srebrenica‟nın
takası ve sakinlerinin nakliyle ilgili fikirler ortaya atılıyordu, ancak bu fikirler
reddedilmişti. Bu, Srebrenica‟nın siyasi ve askeri yönetimiyle yapılan istişarelerin
sonucunda alınmış bir karardı. Kendilerini savunabileceklerine inanıyorlardı. Bana
göre durum büyük bir saldırıyla karşılaşılırsa şehrin savunulamayacağı şeklindeydi
ve boşaltılması taraftarıydım, ancak ısrar etmedim. Hatırladığım kadarıyla askerler
de tahliye taraftarı değildi.”
Srebrenica trajedisinin sorumluluk mozaiğinin sonunda nasıl oluşacağı henüz
bilinmemektedir. İlgili tüm belgeler incelenmedi, tüm tanıklar dinlenmedi, çelişkili
düşünceler var. Bununla beraber, daha şimdiden Izetbegoviš‟in kendisini sorumlu
hissetmediğini söyleyebiliriz. Elinden gelen her şeyi yaptığını düşünmektedir. Eğer
bir şekilde gerçekleşirse, konuyla ilgili araştırmalar bunu teyit edecek veya inkâr
edecektir.
83
HAVA SALDIRILARI
VE SAVAġIN SONU
84
Srebrenica trajedisi sonrası, Boşnak tarafının çok yoğun diplomatik çabalarıyla,
Karadţiš tarafının silah zoruyla yavaş yavaş etkisizleştirilmesi yönünde kamuoyu
oluşmaya başladı. Sırp tarafının BH barış planlarını reddetmenin ötesinde;
Srebrenica soykırımının arkasından Ţepa, akabinde de Saraybosna pazarı Markale
katliamı gelmiş, Batı nihayet Boşnak güçleri daha güçlü bir şekilde destekleme
kararı almıştı.
“30 ağustos 1995‟te, üç yıldan fazla bir gecikmeyle, Karadţiš mevzilerine karşı
tüm Bosna çapında hava saldırıları düzenlenmeye başlandı” – Izetbegoviš
günlüğüne böyle yazmıştı. O günlerde, Fransız cumhurbaşkanı Chirac‟ın davetlisi
olarak Fransa‟da resmi ziyarette bulunuyordu. Markale faciası haberini 28
Ağustos‟da Mostar‟da, helikopterle Split ve akabinde Paris‟e geçeceği Jablanica
yolunda aldı. Perişan olmuştu. Fransız metropolüne doğru yola koyulurken,
Boşnakların yaşadığı felaketlere her köşe başında bir yenisinin daha eklendiği
duygusuna kapılmıştı.
Ertesi gün saat 10‟da Fransız Cumhurbaşkanı kendisini kabul etti. Kısa konuştu:
Boşnak Sırplarına yapılması planlanan hava saldırılarıyla ilgili olarak “Biz hazırız
ancak Amerikalılar tereddüt ediyor”, demişti. Izetbegoviš aynı akşam Paris‟te,
memleketindeki dramatik gelişmelerin tesiri altında, ABD büyükelçiliğinde Fransa
büyükelçisi Pamela Harriman aracılığıyla Richard Holbrooke ile görüştü Boşnak
Devlet Başkanı bu anı şöyle anlatmıştır: “Bayan Harriman bizi çok sıcak karşıladı
ve büyük bir bekleme salonuna aldı. Hemen köşede telefonun başında Richard
Holbrooke‟u fark ettim. Başımla selam verdim, bunun üzerine telefon ahizesini
göstererek eliyle gelmemi işaret edince şaşırdım. Her şey çok iyi zamanlanmıştı ve
herhalde benim haricimde Amerikalılardan kimsede şaşkınlık yoktu. Telefonun
öbür ucunda ABD Beyaz Saray Sekreteri Warren Christopher‟ın yardımcısı Strobe
Talbott vardı. Bana aşağı yukarı şunları söyledi: „Lütfen Holbooke ile Bosna‟da
barışın sağlanması yönündeki işbirliğinize devam ediniz. İçinde bulunduğunuz
durumun zorluklarını biliyor ve anlıyorum. Sizi temin ederim ki Saraybosna
85
sakinlerine karşı dün gerçekleştirilen bu zulüm cezasız kalmayacaktır. Karadţiš
mevzilerine hava saldırıları düzenleyeceğiz!‟ Sesi çok kararlı geliyordu”.
O gece Izetbegoviš heyecandan uyuyamadı. Miro Lazoviš ve Krešimir Zubak‟tan
oluşan delegasyonun geri kalanıyla gece geç saatlere kadar konuştular; ertesi gün,
30 ağustos‟ta, sabah erken saatte kapısına vurulmasıyla uyanacaktı: Izetbegoviš‟e
refakat eden Osmica müjdeyi veriyordu: “Başkanım, Çetnik mevzilerine saldırılar
başladı! Etrafındaki dağlara atılan bombalardan Saraybosna semaları kızıla
boyandı!”
Bu, Boşnak savaşı süresince alınmış en iyi haberlerden biriydi. Boşnak
delegasyonu sonradan batılı müttefiklerin tüm Bosna çapında diğer Sırp
mevzilerine de saldırılar düzenlediğini öğrenecekti.
Bunun akabinde 1995 yılında Boşnak ordusu, Hırvat ordusuyla ve HVO ile ittifak
halinde, Sırp tarafının görüşmelerdeki gücünü büyük ölçüde zayıflatan önemli
zaferler kazandı. Boşnak ordusunun son büyük operasyonu 13 Eylül–12 Ekim
tarihleri arasında Bosna‟nın batısında 16.000 askerin katılımıyla gerçekleştirildi.
Kulen Vakuf, Bosanska Krupa, Otoka, Kljuţ, Sanica ve Sanski Most kurtarıldı.
Böylece savaşın, 21 Kasım 1995‟te Dayton‟da barış anlaşmasının imzalanmasıyla
tamamlanacak olan, bitiş evresi başlamış oldu.
86
DAYTON GÖRÜġMELERĠ
87
“Uzun ömrümde çok değişik işlerle uğraştım: Hapisteyken toprak kazıdım, harç
taşıdım, ağaç kestim, sonrasında özgür bir insan olarak inşaat işleri yürüttüm,
mahkemelere çıktım, makaleler yazdım. Yine de bana en zor gelen iş görüşmeler
olmuştur. Görüşmek karar vermek demektir. Karar vermek ise zavallı insanoğlunun
sırtına yüklenmiş en zor iştir. Benim problemim şuydu ki ne barışa
kavuşabiliyordum, ne de iyi bir savaş yürütebiliyordum. Görüşmeler şantaj ve
Bosna‟nın başının üzerinde kılıç tehdidi altında yürütülmekteydi. Kendisinden sayı
ve mühimmat bakımından çok daha üstün olan düşman tarafından saldırıya uğramış
bu millet büyük kayıplara uğramıştı, sunulan barış ise her zaman sadece benim
ilkelerime değil temel hukuk prensiplerine de aykırıydı. Böyle bir barışı kabul
etmem çok zordu, savaşın devam edeceği mesajıyla eve dönmem ise daha da zordu.
Çok zor ikilemler içindeydim. Kendimi çarmıha gerilmiş gibi hissediyordum”.
Izetbegoviš‟in Dayton görüşmeleriyle ilgili günlük notları böyle başlıyordu. Çoğu
kişinin farkına vardığını böylece kendi de kabul etmişti: İsteksizce kararlar veriyor,
bin defa ölçüp bir defa biçiyordu. Ancak bu sefer kaçış yoktu, Amerikalıların
öncülüğünde tüm uluslararası topluluklar, ne pahasına olursun, bir barış anlaşması
yapılması konusunda hemfikirdiler.
Çok büyük “tavizler” vermek zorunda kalınacağı ön görülüyordu. Bu kelimenin
Sırp ve kısmen (en azından TuŤman tarafının temsil ettiği) Hırvat tarafı için anlamı
ne oranda toprak verileceği veya kazanılacağı, hangi tesislerin elde tutulup
hangilerinin kaybedileceği olmasına karşın; konu Boşnak tarafı açısından adalet,
ahlaki değerler ve insan hayatı açısından ele alınıyordu. Savaş her şeyden önce
Miloševiš ve akabinde TuŤman‟ın kendi tercihiydi, oysa Boşnak Devlet Başkanı
buna mecbur edilmişti. Bu yüzden etik faktörü sadece bir taraf için önem taşıyordu,
diğer iki taraf için değil. Onlar hesaplarını önceden toprak pazarlığı üzerine
yapmışlardı, çünkü insan hayatının bir para birimi olarak genelde değeri düşüktü.
Bu iki “büyük adamın” büyük devlet kurma hevesleri yolunda uğranılan bir tür
ikincil zarar.
88
Görüşmelerin başlamasından on gün önce, SDA‟nın yürütme kurulu toplantısında,
Izetbegoviš Boşnak tarafının hedeflerini 16 maddede toplamıştı. Bu maddeler
kabaca toprak bütünlüğünü, barışın sağlanmasında uluslararası güçlerin katılımını,
savaş
suçlularının
takibatının
devamını
ve
söylendiği
gibi
“Brţko‟dan
dönülmemesini” öngörüyorlardı. Bunlar olmazsa olmazlardı. Ancak sonradan
görüleceği gibi, şeytanla kabak ekenin kabak başına patlayacaktı.
Derhal Wright Petterson askeri üssünde yorucu görüşmelere başlandı. Temas
grubunun planının temeli, Federasyon lehine 51-49 oranında toprak bölüşümü ve
yetkisinin onaylanması gereken ortak bir hükümetti. Izetbegoviš ilk gündeki havayı
kısmen şöyle betimlemişti: “Yemek davetleri zoraki gülümsemelerin, fodulluğun,
şarlatanlığın ve rol kesmelerin sahnesiydi ve sevmediğiniz yemekler tüm bunlara
tuz biber ekiyordu. Böyle yemekler Dayton görüşmelerinin protokolün temel bir
unsuruydu ve ben elimden geldiği kadarıyla bunlardan kaçıyordum. “Hope” (umut)
otelindeki resmi yemekle görüşmeler de resmen başlamış oldu. Tarih 1 Kasım
1995‟ti. Delegasyonda benim dışımda Haris Silajdţiš, Krešimir Zubak, Jadranko
Prliš, Miro Lazoviš, Ivo Komšiš, ve Muhamed Šaširbegoviš vardı. Hukuk
uzmanları olarak da: Kasim Trnka, Kasim Begiš ve Dţemil Sabrihafizoviš.“.
Yemek sonrası genel toplantıya geçildi. Waren Christopher, Carl Bildt, TuŤman,
Miloševiš ve Izetbegoviš birer konuşma yaptı.
Görüşmelerin ikinci gününde, 2 Kasım‟da, Boşnak delegasyonu Holbrooke
arabuluculuğunda TuŤman ile bir araya geldi. Federasyonun kurulumu ve
sonrasında yaşanabilecek problemlerle ilgili tartışmalar yapıldı.
3 Kasım‟da Izetbegoviš Fransa, Almanya, İngiltere ve Rusya Dışişleri Bakanlarıyla
toplantılar yaptı. Dört delege de görüşmelerin önemini vurgulamış ve
hükümetlerinin barış sürecine katkıda bulunma önerisini iletmişlerdi. Aynı gün
Izetbegoviš Slobodan Miloševiš‟le Dayton‟daki ilk görüşmesini gerçekleştirdi. Bu
görüşmesiyle ilgili şunları yazmıştır: “Miloševiš‟i iyi tanıdığımdan emin değildim,
ama sık sık kendisi ve politikalarının farklı iki realite olduğu duygusuna
kapılmıştım. İnsan olarak onunla ilgili edindiğim izlenimle yaptıklarını
89
bağdaştırmakta zorlanıyordum. Çünkü itici bir şahsiyet değildi. Aslına bakarsanız
her zaman biraz sarhoştu – ya da öyle görünüyordu – ve her zaman konuşkandı.
Konuştuklarına inanıyor gibi görünüyordu. Kesinlikle cüretkârdı, ancak ikiyüzlü
olduğunu söyleyemem. Belki çift kişilikliydi, ama bu farklı bir konuydu. Bununla
beraber kişiliğinin diğer yani kötü tarafı daha hâkim gibiydi, bu yüzden Miloševiš
kaçınılmaz bir şekilde kötülük saçıyordu.” Dayton görüşmelerinden bir detay belki
bu çelişkili durumu açıklayabilir.
“Uzun görüşmelerden ve çekişmelerden sonra, bir gün ansızın Saraybosna
konusundaki tavrını değiştirdi ve temelde bizim taleplerimizi kabul etti. Odadan
çıkarken, Silajdţiš‟e ve bana şu sözlerle seslendi: „Sizin işiniz kolay, Saraybosna‟yı
aldınız, ben şimdi kaskımı takıp o aptalların yanına gitmek zorundayım‟. Diğer
binada sabırsızlıkla sonucu bekleyen Krajišnik ve Koljeviš‟i kastediyordu. O
esnada rol yaptığını sanmıyorum. Tam tersi, bunun Karadţiš‟in çevresindeki
insanlarla ilgili samimi görüşü olduğundan eminim.”
Takip eden birkaç günde çoğunlukla Federasyonun düzenlenmesinin detayları
üzerinde konuşuldu. Uluslar arası arabulucular değişiyordu, bunun yanı sıra Mato
Ganiš ve Gojko Šušak gibi birkaç Hırvat yetkili de değişti.
Yedinci gün Izetbegoviš Holbrooke ile baş başa görüştü. Federasyon açısından
belirli bir ilerleme sağlandığı kanısındaydılar, ancak Saraybosna sorunu konusunda
bir milim ilerleme bile sağlanamamıştı.
Sırplar şehrin bölünmesini istiyordu, Amerika‟nın tavrı ise Saraybosna‟nın
Federasyon çerçevesinde bir “Federal bölge” olmasıydı. Dengelenmiş bir yönetim
ve ortak polis gücüyle. Izetbegoviš çoğunlukla Amerikalılarla fikir birliği
içindeydi. Sırp tarafı yine masaya çeşitli katakulliler, dolambaçlar, garabetler
koymuştu; tek amaçları kazandıkları toprakları ve bu topraklar üzerindeki
inhisarlarını mümkün olduğunca fazlasıyla ellerinde tutmaktı.
10 Kasım‟da BH Federasyonu anlaşmasının imza töreni düzenlendi. Izetbegoviš bu
vesileyle, diğer konuların yanında şu hususlara değinmişti: “Bugünü tarihi bir gün
90
olarak görüyorum. Bugünün anlamını değerlendirmeyi uzak bir tarihte tarihçilere
bırakıyorum. Onlar bugün söylenenleri değil yapılanları değerlendirecektir. Bugünü
daha ziyade kararlılığımızın ve umudumuzun günü olarak tabir edeceğim, aynen
Sayın Sekreter Christoper‟ın dediği gibi.”
Izetbegoviš‟in gözlemlediği şekliyle TuŤman konuşmasında Federasyonu bir devlet
gibi ele almış ve Hırvatistan ile olan ilişkilerine değinmişti. “TuŤman‟ı sevmezdim.
Davranışlarının züppe bir tarafı vardı, tarzı ise ucuz edebiyatın sınırındaydı. Her
zaman, büyük veya küçük, Bosna‟dan bir parça koparmak istemiştir. Doktora tezini
okumadım, ancak 1939 yılında Maţek ve Cvjetkoviš arasındaki anlaşmayla
kurulmuş olan Hırvat Beyliği üzerine olduğunu biliyorum. Bu beylik tam onun
ölçülerine ve hayallerine göreydi, çünkü Bosna‟nın büyük bir bölümünü de
kapsıyordu.
Huntington‟ı
keyifle
okuduğunu
tahmin
ediyorum.
Aslında
Huntington‟ın „medeniyetler çatışması‟ tezi onun Bosna üzerindeki iştahına iyi bir
teorik zemin oluşturuyordu.” Yine de, bu kesin antipatiye rağmen, Izetbegoviš
TuŤman‟ın politikasının “içsel” yönünü de objektif bir şekilde değerlendirmeyi
denemiştir: “TuŤman Hırvatistan için başka bir şey, Bosna ve dünyanın geri kalanı
için ise bambaşka bir şeydi. Hırvatistan‟a paha biçilemez hizmetleri olmuştur. Bir
gün – kendisi gittiğinde – ileri ve demokratik bir ülke olacak olan Hırvatistan
devletinin temellerini atmıştı. Hırvatistan için yaptıkları baki kalacaktır, hataları ise
geçici ve düzeltilebilir şeylerdir. Onun Bosna‟da yaşananlara katkısına gelince,
durum genelde tam tersidir.”
Federasyon konusunda işlerin bir şekilde yolunda yürümesine rağmen, genel
anlamda barışın tesisi hala bir soru işaretiydi. Görüşmelerin onuncu günü geride
kalmasına rağmen bu konuda esas itibarıyla bir arpa boyu yol alınmamıştı.
Izetbegoviš‟in sağlık durumu kötüydü. Az yiyordu, kalp atışlarının sesini
duyuyordu ve geceleri sık uyanıyordu. Holbrooke bu değişimleri fark etmiş olmalı
ki, Izetbegoviš‟e şu sürpriz öneride bulundu: İsterse kızlarından biri veya oğlu da
Dayton‟a gelip onunla beraber kalabilirdi. Izetbegoviš bu öneriye teşekkür ederek
geri çevirdi, ancak Holbrooke‟un kolay vazgeçmek niyetinde olmadığını gördü. Bir
91
yandan da her geçen gün bir enfarktüse daha çok yaklaştığını hissediyordu.
Maalesef bu şüpheler üç ay sonra gerçeğe dönüşecekti. Izetbegoviš kalp
rahatsızlığının Dayton‟da “bulaştığına” emindi.
Müteakip on gün harita üzerinde görüşmelerle geçti. Holbrooke Boşnak tarafı
açısından kabul edilemez olan Sırp planını önermişti. İngilizler Boşnak tarafına
Brţko yakınında büyük bir koridor bulunan kabul edilemez bir harita konusunda
bastırıyordu. Izetbegoviš ve Silajdţiš bu sefer kararlıydılar, baskılara boyun
eğmeyeceklerdi.
13. gün Bosna Hırvatlarının TuŤman'ı dinlemedikleri haberi geldi. Zubak
Posavina‟nın Sırplara bırakılması konusunda uzlaşmaya yanaşmamıştı, bu hususu
TuŤman daha önce kabul etmiş, hatta belki de “arındırılmış bir Baranje” konusunda
da anlaşmıştı. Söylendiğine göre TuŤman Zubak‟a “Senle veya sensiz bu iş olacak”
demişti. Zubak “o zaman bensiz olacak” diye cevap vermişti.
18. gün tüm görüşme süreci açısından kilit gündü: Miloševiš Saraybnosna‟yı
“teslim etmeye” karar verdi! Bu çarpıcı gelişmeyi Holbrooke şöyle anlatır:
Cumartesi öğleden sonra Miloševiš'i tesisin içinde biraz dolaşmak için çağırdım.
Sert bir şekilde tavrının görüşmeleri kopma noktasına getireceğinden şikâyet ettim
ve sonra Saraybosna üzerine yoğunlaştım. „Bazı konular sonraya bırakılabilir‟
dedim, „ancak Saraybosna konusunun Dayton‟da çözülmesi lazım‟. Gülerek „peki‟
diye cevapladı. „Bugün Saraybosna‟yı çözene kadar yemeğe gitmeyeceğim‟. Bir
süre sonra Hill ve Clark ile konuşurken birden bire dairemin kapısı açıldı ve
habersizce Miloševiš içeri daldı. „Buralardaydım ve uğramadan kapınızın önünden
geçmek istemedim'. Bize söyleyecek önemli bir şeyi olduğu kesindi. „Tamam,
tamam‟ dedi ve oturdu. „Sizin DC modelini boş verin gitsin: O iş çok karışık,
yürümez. Ben Saraybosna olayını çözeceğim. Ancak benim önerimi şimdilik Sırp
delegasyonundan kimseyle görüşmeyin. Detayları sonra halletmeliyim, her şey
çözüldükten sonra‟. „Demek istiyorum ki‟ diye devam etti „Saraybosna‟dan
vazgeçmeyerek Izetbegoviš onu hak etti‟. İnatçı bir tip. Saraybosna onundur‟. (…)
Miloševiš konuşurken harita üzerinde Saraybosna‟nın Müslümanlara vermeye razı
92
olduğu kısmını işaretlemişti. Chris Hill hemen itiraz etti: Bu büyük bir taviz, ancak
tüm şehir değil. Miloševiš Grbavica‟yı, nehrin karşı yakasındaki kilit noktayı, Sırp
tarafında bırakmıştı. Bunun çok büyük bir gelişme olmasına karşın, Miloševiš‟in
önerisi Saraybosna‟yı bir bütün oluşturacak şekilde birleştirmiyordu. Hill buna
işaret ettiğinde, Miloševiš patladı. "Size Saraybosna‟yı veriyorum”, Chris‟e
neredeyse bağırıyordu. “siz ise bana bu saçmalıklardan bahsediyorsunuz”.
Miloševiš‟e bunun doğru yönde atılmış büyük bir adım olmasına rağmen,
Izetbegoviš‟in muhtemelen önerisini reddedeceğini söyledik. Hill ve ben derhal
Boşnak Devlet Başkanının yanına gittik, Izetbegoviš önerinin önemini kabul etmek
yerine sadece eksiklikleri üzerinde durdu. Ateşli bir ifadeyle “Grbavica‟sız bir
Saraybosna olamaz” dedi. Miloševiš‟in Sırp tarafında kalmasını istediği bölge
direkt olarak şehrin merkezine kadar uzanıyordu, Batılı gazeteciler tarafından
keskin nişancı (sniper) koridoru olarak biliniyordu. Yine de hepimiz Saraybosna
konusundaki görüşmelerde yeni bir aşamaya girildiği sonucuna varmıştık.
Saraybosna‟nın cadde isimlerine kadar detaylı bir haritasını alarak Hill, Clark ve
ben Miloševiš‟in dairesine gittik. Arazideki her yolu ve her çizgiyi incelemeye
başladık. Miloševiš uysal görünüyordu. Hill bu tavrımızda ısrar edersek ertesi gün
Saraybosna‟nın tamamını alacağımızı tahmin ediyordu. Birdenbire bir umut
duygusuyla coştuk ve adeta uçarcasına döndük.” Saraybosna böyle kazanıldı.
Izetbegoviš‟in en büyük hedeflerinden biri gerçekleşmişti. Bundan sonra Miloševiš
Brţko sorunuyla ilgili tahkime gidilmesini de kabul etti, böylece birkaç detay
dışında anlaşma tamamen hazırdı.
20 Kasım‟da anlaşma sağlandı ve Amerikan Başkanının da katılımıyla törenle
paraflandı. 14 Aralık‟ta Paris‟te imzalandı. Bununla Bosna‟da barış sağlanmış oldu.
93
BARIġIN TESĠSĠ
94
Savaş bitti, ancak problemler bununla bitmedi. Dayton‟daki barış anlaşmasının
uygulanması çok büyük zorluklarla yürüyordu. Bazı maddelerdeki belirsizlikler
taraflarca işlerine geldiği gibi yorumlanıyordu. Izetbegoviš politik kariyerinin geri
kalanını mesai arkadaşlarıyla beraber BH devletinin güçlenmesi adına mücadeleyle
geçirecekti: Merkezi kurumların oluşturulması, göçmenlerin geri dönüşü, savaş
suçlularının kanun karşısına çıkarılması…
Bu büyük problemler dışında, Brţko için tahkim konusu ve Mostar‟ın tek bir şehir
olarak birleştirilmesi gibi sorunlar da vardı. Izetbegoviš‟in Brţko için düşündüğü
kişi Dr. Ejub Ganiš, Mostar için ise savaş boyunca şehrin bir kesimini kahramanca
savunan Safet Oruţeviš idi.
Her iki sorun da birkaç yıllık bir süre içerisinde nispeten başarılı bir şekilde
çözüldü. Mostarlıların onunla ilgili memnuniyetleri gittikçe artıyordu.
Çok uluslu bir devlet kurmaya yönelik yoğun çabalar nihayet meyvesini vermeye
başlamıştı.
Dayton‟un hemen ardından Izetbegoviš‟in sağlık durumu kötüleşmişti, kalp krizi
geçirmiş ve hastaneden 1996 Mart‟ında çıkmıştı. Yine de bu, tüm hayatı boyunca
değişen şiddette seyretmekle beraber peşini bırakmayacak bir hastalığın
başlangıcıydı. Boşnak Devlet Başkanının mesleki melekeleri devamlı bir şekilde
kısıtlanmış görünüyordu.
Yine de daha birkaç yıl yönetimde kalabilecek gücü toplayabildi. Sürekli olarak
dünyanın çeşitli yerlerindeki konferanslara davet ediliyordu.
Amerika‟da
demokrasinin gelişimiyle ilgili ödül aldı, Doğuda hala savaş dönemindeki kadar
saygı görüyordu. Ancak Izetbegoviš toplantı ve konferanslara katılmayı sadece bir
formalite olarak görmüyordu. İçinden bir şeyler, muhtemelen bu kanlı savaşın
yarattığı izzetinefis duygusu, eleştirel yanını öne çıkarmıştı. Bu yüzden Batıda
İslam‟ı, Müslüman ülkelerde ise Batıyı savunuyordu. Batıda Doğulu, Doğuda ise
Batılıydı; ancak her iki tarafta da Müslüman‟dı. Izetbegoviš‟in bu konularda (eski
konuları) dünya çapında uzman şahsiyetlerden biri olduğunu söylemek muhtemelen
95
abartma olmayacaktır. Unutmamak gerekir ki: Izetbegoviš hem Batının hem
Doğunun, İslam ve Hıristiyan dünyasının tüm önde gelen politikacılarını ve çok
sayıda entelektüel şahsiyeti, özellikle de ülkesi için spesifik tarihsel önem arz eden
en büyük tecrübelerin yaşandığı dönemlerde tanımıştı. Global işbirliğinin modern
sistemi aslında Bosna‟da oluşturulmuştu.
Konuşmalarından biri, İslam ülkelerinin liderleri ve diğer temsilcilerine 1997
Aralık yarında yaptığı sesleniş, neredeyse radikal bir infial yaratacaktı. Müslüman
Doğunun tüm önemli televizyonlarının ve Batıdaki bazı büyük televizyonların canlı
olarak aktardığı bu konuşma, onun Müslüman Dünyanın aktüel durumu, terörizme
bakışı ve Müslümanların Batıya karşı bazı yanlış inançları ve önyargılarıyla ilgili
düşüncelerinin bir senteziydi:
“İslam ülkelerinin bu anlamlı toplantısında bana konuşma fırsatı verilmiş olmasını
büyük bir imtiyaz olarak görüyorum. Bonn‟daki bir konferanstan henüz dönmüş
bulunmaktayım. Bu, özel olarak Bosna konusuna adanmış ve ülkemdeki durumun
ele alınıp bazı çok önemli kararların alındığı bir konferanstı. (...) Konferansın
bugünkü programını ve sizin de zamanınızı dikkate alarak, bu hitabımda tek bir
konuyu ele alacağım: Doğu ve Batı ve ikisinin arasındaki benim Bosna‟m. Bu
konuyla ilgili fikirlerimde hala devam etmekte olan son seyahatimden esinlendim.
Tam da sonuna gelmekte olduğumuz bu hafta içerisinde bir eğitim konferansı için
Bosna‟dan Suudi Arabistan‟a, oradan da Bosna ile ilgili bir konferans için
Avrupa‟ya uçtum ve işte bugün Tahran‟da İslam Konferansındayım. Yani DoğuBatı-Doğu. Dünyanın bu her iki köşesini de iyi tanıdığımı düşünüyorum.
Yolculuğumda bazı olumlu veya olumsuz yeni veriler de edindim. Suudi
Arabistan‟daki 5 milyon üniversite öğrencisi olduğuyla ilgili cesaret verici bilgiyi
edindim, ancak başka bir Müslüman ülkesindeki %68,5 oranında okuma yazma
bilmeyenlerle ilgili üzücü bilgiyi de. Az önce aldığım diğer iyi bir haber, İran‟da
çeşitli okullarda okuyan 12 milyon kişi olduğu, kötü haber de tüm Müslüman
ülkelerde kadınların okuma yazma oranının kabul edilebilecek düzeylerin altında
olduğudur. Kadınlar insan ırkının yarısını teşkil etmektedir. Kültürsüz bir kadın
96
halklarımızı 21. yüzyıla taşıyacak olan nesilleri büyütemez ve yetiştiremez, bu
yüzden affınıza sığınarak çok açık konuşacağım. Güzel yalanların hiçbir faydası
yoktur, ancak acı gerçekler bazen ilaç gibidir. Batı ne bozuk ne de yozlaşmıştır.
„Çürümüş Batı‟ – komünist sistem bu yanılgıyı çok pahalı ödemiştir. Batı
çürümemiştir. Batı güçlü, kültürlü ve organizedir. Okulları bizimkilerden daha iyi
ve şehirleri bizimkilerden daha temizdir. Batıda insan hakları daha üst düzeydedir,
fakirlere ve özürlülere yönelik sosyal imkânlar daha iyi organize edilmiştir.
Batılılar genelde sorumlu ve doğru insanlardır. Benim onlarla ilgili tecrübelerim
böyledir. Ancak gelişmişliklerinin karanlık yönlerini de biliyorum ve göz ardı
etmiyorum. Evet, İslam en mükemmeldir, ama biz mükemmel değiliz! Bu sıklıkla
karıştırdığımız iki konudur. Batıyı küçümsemek yerine onunla yarışıyoruz! Kuran
bize tam da şunu emretmemiş midir: „Öyle ise iyiliklerde yarışın.‟. Din ve bilimin
sayesinde ihtiyacımız olan güce kavuşabiliriz. Bunun zor ve yorucu bir yol olduğu
kesindir, yokuş yukarı zorlu bir tırmanıştır; ancak bu Kuran‟da bahsedilen yokuştur
ve başka yol yoktur. Bu yüzden her yerde çocuklarımızı okutmak için fonlar
kurmalıyız! Tek bir çocuğumuz bile eğitimden mahrum kalmasın. Zengin
Müslüman ülkelerin bu konuda daha fakir olanlara yardım etmesi gerekir. Bunu
bugün yapalım veya hemen bugün bununla ilgili bir konferans tarihi belirleyelim.
Bazı insanlar terörizmle üstünlük sağlanabileceğini düşünüyorlar. Bu tehlikeli bir
şekilde yayılan bir yanılgıdır. Terörizm bugünkü aczimizin bir ifadesi ve
gelecekteki aczimin de olası sebebidir. Sadece etik olmamakla kalmayıp aynı
zamanda sonuçsuzdur da. Etik değildir çünkü masum insanlar ölmektedir,
sonuçsuzdur çünkü onunla hiçbir yerde hiç bir şey çözülmüş değildir. Tarihteki tüm
ciddi siyasi hareketler terörizmi reddetmiştir. Kuranın da şu bilinen ayetle
yasakladığını düşünüyorum: „Kim bir insanı… öldürürse, o sanki bütün insanları
öldürmüştür‟. Maalesef bazıları bunu unutmaktadır.
Şimdi de geldiğim Bosna ile ilgili birkaç konuya değineyim. Doğu ve Batıdan
bahsettim. Bosna bu iki dünyanın kesişim noktasında yer almaktadır, bizim tabir
ettiğimiz gibi Büyük Sınırda. Geçen savaşta her on Boşnak‟tan biri hayatını
97
kaybetmiştir. Bu yüzden Bosna‟ya yeni haksızlıklar yapılmasına izin vermeyin.
Herkese Bosna‟nın sizin için din kardeşlerinizin, masum insanların kanıyla
sulanmış kutsal bir toprak olduğu mesajını verin."
Bu hitaptan sonra salona ölüm sessizliği çökmüştü. Konuşma ağır bir tesir
bırakmıştı. Böyle konferanslarda özeleştirilerle sık sık karşılaşılmıyordu. Genelde
her problemin başkalarının kusuru olduğuyla ilgili bağnazlık ve sadece methiyeler
hâkimdi.
98
ĠSTĠRAHATE ÇEKĠLĠġ VE VEFAT
99
Bu arada, Dayton sonrası dönemde mecalsiz yıllarla beraber Izetbegoviš‟in
ömrünün yılları da akıp geçiyordu. BH Devlet Başkanlığındaki görevi gittikçe daha
zor geliyordu, enerjisi ve dikkati azalmıştı. 1998 Eylül‟ündeki seçimlerden önce
aday olmamayı ciddi bir şekilde düşündü. O yılın Mayıs ayında “Dostlarıma”
başlıklı bir mektup yazdı ve 30 kadar adrese gönderdi. Bu mektupta çekilme
arzusunu dile getirdi. Ancak parti arkadaşları seçim öncesi dönemin bu eylem için
uygun olmadığını düşünüyorlardı. Böylece istifası bir sonraki milenyuma, yani 2
Haziran 2000 tarihine kadar ertelenmiş oldu.
Bir Cuma günü Cuma namazından dönerken, kesin karar verdi: Artık çekilecekti!
Yakın dostu RTVBiH editörü Senad Hadţifejzoviš‟i arayarak bu önemli haberi
duyurmak için bir randevu istedi. 6 Haziran 2000 Salı günüydü. Izetbegoviš
19.30‟daki TVBiH ana haber bültenine çıkarak şu açıklamayı okudu:
“Sevgili Bosna-Hersek vatandaşları,
BH Devlet Başkanlığındaki Başkanlık görevimden görev süremin sona erişiyle
beraber, yani bu sene 12 Ekim tarihinde, ayrılmaya karar verdiğimi açıklamak
istiyorum. (…) Çekilme kararımın birçok sebebi var, ancak en önemlileri yaşım
(Ağustos‟ta 75 yaşımı bitiriyorum) ve sağlığımdır. Bugünkü şartlarda Başkanlık
üyeliği görevi benim sahip olmadığım fiziki ve ruhsal bir güç gerektirmektedir.
Tarihimizin zorluklarla dolu son on yılı içerisinde beni destekleyen herkese
teşekkür ediyorum. Boşnak vatanseverlerin bölünmemiş, demokratik ve ferah bir
Bosna-Hersek hayallerinin gerçekleşmesini diliyorum.”
Bu açıklamadan sonra, haber bültenini yöneten Hadţifejzoviš ona iki soru sordu.
İlk soru en büyük başarısını ne olarak gördüğü idi. Bunun BH‟in bağımsızlığı
olduğunu söyledi.
“1991-1992 yılları arasında Bosna-Herseğin “büyük Sırbistan‟ın” bir eyaleti
olmasına yönelik ciddi bir risk vardı. Ben bunun önüne geçtim ve bunu en büyük
hizmetim olarak görüyorum!”.
100
Diğer soru ise mantıksal olarak ilkinin devamıydı: En büyük başarısızlığı olarak
neyi görüyordu?
“Bölünmemiş, demokratik, ferah ve barışın sağlandığı bir Bosna-Hersek oluşturma
sürecindeki yavaşlık” olarak cevaplamıştı.
Görev süresinin bitimiyle beraber Izetbegoviš 10 yıl boyunca oturduğu Başkanlık
binasındaki odasında bulunan masasının çekmecelerini boşalttı. Tarih 15 Ekim
2000 idi. Anılarında “ayrılıkları sevmem, ancak üzüntü duymadım” diye yazmıştır.
Hayatını özetlerken şunları yazmıştır: “Bana tekrar yeni bir hayat yaşama fırsatı
sunulsaydı kabul etmezdim. Ancak, eğer yeniden doğsaydım yine kendi hayatımı
yaşamayı seçerdim.” Siyasi faaliyetlerine SDA bünyesinde devam etti. Çoğunlukla
hatıralarını yazmaya yoğunlaştı, misafirleri oluyordu. Dünyanın her yerinden
Bosna-Herseğe gelen devlet adamlarının hemen tamamı programlarına Izetbegoviš
ziyaretini de dâhil ediyorlardı. Ancak kısa zaman içinde hastalığı ilerlemeye başladı
ve Alija hastaneye yatmak zorunda kaldı. Sanki ölüme hazırlanıyormuş gibi tüm
eski ve yeni dostları tek tek ziyaretine geliyordu, bunun dışında eski Amerikan
başkanı Bill Clinton ve sadece dostunu hastanede ziyaret etmek özellikle
Saraybosna‟ya uçan Türk Başbakan Erdoğan gibi dünya çapında devlet adamları da
geliyordu.
Alija Izetbegoviš 19 Ekim 2003 yılında öldü. O gün ve ertesi gün sanki gökler
Bosna‟nın başkentinin üzerine boşaldı. Boşnaklar ve Hersekliler, tüm dünyadan
sayısız delegasyonlarla birlikte, ona son görevlerini yerine getirmek için uzun
kuyruklar oluşturdular.
Alija Izetbegoviš Saraybosna Kovaţi‟deki Şehitliğe gömüldü.
101
Download