“Hem Seviyeli Hem Keyifli” Nisan 2015 | Yıl: 2 Sayı: 6 AFRİKA Afrika’da Fransız Sömürgeciliğinin İzleri Türkiye’nin Avrasya Ekonomik Birliği’ne Üyeliği Mümkün mü? Küba Füze Krizi ve Vladimir Putin Akademik Perspektif – Mart 2015 Bir İnsanlık Dramı Olarak Afrika’da Su Sorunu Türkiye - Güney Afrika İlişkileri Yeni Türkiye İçin Başkanlık Sistemi ve Anayasa Değişikliği Akademik Perspektif Enstitüsü Yayınıdır 1 2 Akademik Perspektif – Mart 2015 akademikperspektif.com AKADEMİK PERSPEKTİF Aylık Süreli Sosyal Bilimler Dergisi KÜNYE GENEL YAYIN YÖNETMENİ OĞUZHAN YANARIŞIK ÜNİVERSİTE TEMSİLCİ KOORDİNATÖRÜ SAMET ZENGİNOĞLU EDİTÖRLER AYŞE ÖZER - CAHİT KIRAĞA – OĞUZHAN TURHAN - İBRAHİM ÖZKAN – ABDÜLHAKİM ŞEN DİZAYN EDİTÖRÜ YASİN DERİN BU SAYIYA KATKIDA BULUNANLAR KÜRŞAT YALÇINKÖK - LÜTFULLAH SAYGILI - CANER AKKAYA - SELİN DURAN - MELİKE ŞENER – FURKAN BURCU AKSOY - GÖKÇE HUBAR - ÇAĞLAR DIRMIKCI - ÖMER FARUK BİLBAY - TAMER TAŞKIN - HACI MEHMET BOYRAZ - SEDAT IŞIK - ÇAĞRI PEHLİVANLI - HAMDİ KARAKAL SERDAR ÇUKUR - UFUK ELİF RODOPLU - ÜMİT NAZMİ HAZIR- SEMİH İZGİ - GÜLNUR ÜLKER ADİLE GÜRBÜZ REKLAM ve İLETİŞİM [email protected] YAYIMCI Akademik Perspektif Enstitüsü Yazı teklifi göndermek için gerekli bilgileri dergimizin sonunda bulabilirsiniz. *Dergimizde yayınlanan bütün makalelerin içeriklerinden yalnızca yazarları sorumludur. Her bir makale sadece yazarının görüşünü yansıtmaktadır. 3 Akademik Perspektif – Nisan 2015 AKADEMİK PERSPEKTİF’TEN Saygıdeğer okuyucularımız, Öncelikle sizlerle Akademik Perspektif ile ilgili birkaç güzel haberi paylaşmak istiyoruz. Birçok farklı bölümden oluşan web sitemizin ziyaretçi sayısı, her geçen gün artıyor. Google Analytics verilerine göre akademikperspektif.com sitemizde geçtiğimiz ay toplam 737.025 Tekil Kullanıcı, 1.192.308 Oturum’da toplam 2.172.589 Sayfa Görüntülemesi gerçekleştirdi. İlgileri için bütün okuyucularımıza teşekkür ederiz. İkinci olarak sizlere Akademik Perspektif’in yeni yayın projesi olan “Akademik Videolar” bölümümüzden bahsetmek istiyoruz. Bundan böyle video.akademikperspektif.com adresinde yayınlanacak olan bu yeni bölümüzde kaliteli konferans, panel, belgesel e tanıtım videosunu sizlere sunacağız. Bu yeni sayımızda, uluslararası literatürde hak ettiği yeri bir türlü alamayan “Afrika”yı kapak konusu olarak ele alıyoruz. Konuya değişik açılardan yaklaşan makaleleri sizler için bir araya getirdik. Avukat Adile Gürbüz’le Başkanlık sistemi tartışmaları üzerine konuştuk. Bu ay da yine Türk dış politikasında ve Avrupa, Asya, Orta Doğu, Afrika ve Amerika’da geçtiğimiz ay meydana gelen önemli gelişmeleri sizler için derledik. “Ayın Düşünürü” köşemizde ise yakın bir zaman önce hayatını kaybetmiş olan Nelson mandela’yı inceledik. Her ay yayınlanmakta olan yeni “Teori” köşemizde “Konstrüktivizm”i işledik. Bütün sayılarımız için de yoğun şekilde makale teklifi gönderen bütün takipçi ve okuyucularımıza teşekkür ederiz. Bir sonraki kapak konumuzu “Latin Amerika” olarak belirledik. Başta bu kapak konusu olmak üzere, ilgili alanlardaki meseleleri kapsayan makale tekliflerinizi bekliyoruz. Keyifli okumalar… Oğuzhan Yanarışık Genel Yayın Yönetmeni Bunun yanında, bizlere kapak konumuz dışındaki alanlarda hazırlayarak gönderdiğiniz güzel makalelere de sayfalarımızda yer verdik. Bu ay yine sizler için birbirinden güzel röportajlar hazırladık. Güney Afrika’nın İzmir Fahri Başkonsolosu Tamer Taşkın ile Türkiye – Güney Afrika İlişkileri üzerine röportaj gerçekleştirdik. 4 Akademik Perspektif – Nisan 2015 İÇİNDEKİLER Afrika’da Fransız Sömürgeciliğinin İzleri ............................................................. 7 Afrika’nın Yükselen Değeri: Nijerya .................................................................. 10 Bir İnsanlık Dramı Olarak Afrika’da Su Sorunu .................................................. 14 Türkiye - Güney Afrika İlişkileri ......................................................................... 19 Küba Füze Krizi ve Vladimir Putin ..................................................................... 26 İngiliz Okulu, Temsilcileri ve Temel Varsayımları .............................................. 29 Nükleer Enerjinin Düşüşü ................................................................................. 33 Türkiye’nin Avrasya Ekonomik Birliği’ne Üyeliği Mümkün mü? ........................ 37 Genç Liderler İle Gençleşen Hükümetler .......................................................... 40 Yeni Türkiye İçin Başkanlık Sistemi ve Anayasa Değişikliği ................................ 43 Türkiye Dış Politikasında Geçtiğimiz Ay ............................................................ 49 Avrupa’da Geçtiğimiz Ay .................................................................................. 53 Amerika'da Geçtiğimiz Ay ................................................................................. 58 Asya'da Geçtiğimiz Ay ...................................................................................... 61 Ayın Düşünürü: Nelson Mandela ...................................................................... 64 Konstrüktivizm ................................................................................................. 69 5 Akademik Perspektif – Nisan 2015 6 Akademik Perspektif – Nisan 2015 Afrika’da Fransız Sömürgeciliğinin İzleri Gökçe Hubar* Afrika halkları, sömürgecilik geçmişlerini geride bırakarak, küresel gündemde daha aktif olmayı amaçlıyorlar. Ancak bunu başarabilmek için hiç şüphesiz ki geçmişin kalıntılarıyla yüzleşmeleri gerekiyor. Bu metinde esas olarak Afrika’daki Fransız sömürgeciliğinin kültürel gerekçelerinden bahsedilecek ve geçmişin izlerine dair tespitlerde bulunulmaya çalışılacaktır. Sömürgeci güçler gittikleri topraklarda yalnızca altın ve elmas madenleri; uranyum, petrol ve gaz kaynakları; ilaç ve kozmetik hammaddeleri; kakao, kahve ve şeker kamışı ile değil aynı zamanda yerli halkların dilleriyle, inançlarıyla, kültürleriyle, hatta düşünce biçimleriyle de ilgilenmişlerdir. Dolayısıyla sömürgeciliğin hem ekonomik ve ticari çıkarları hem de kültürel ve politik hedefleri vardır. Kimi ülkeler ilkini daha fazla önemsemişlerse de, sömürgelerinin içişlerine müdahale etmekten kendilerini alamamışlardır. Bunun içindir ki, sınırlarını cetvelle çizdikleri toprakları bir gün hür bırakmak zorunda kalacaklarının bilincinde oldukları için, bağımsız devlet statüsü kazanmalarından sonra bile buralarda etkin kalmanın yöntemlerini önceden planlamışlardır. Kıtanın önemli bir bölümünü aralarında paylaşan İngiliz ile Fransız sömürgeciliğinin en büyük benzerliği budur. Öte yandan kültürel ve politik alan üzerinde Fransa’nın daha kalıcı etkiler bırakmayı başardığını söylemek mümkündür. Bu sayede Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda birçok Afrikalı ülkenin, Fransa’nın ulusal menfaatleri aleyhine oy vermeleri çok zordur. Fransa, Afrikalı halkları, onları ilkellikten kurtarıp medenileştirdiğine ikna etmeye çalışmıştır. 1789 Fransız Devriminin amacı olan özgürlük, eşitlik ve kardeşlik değerlerini evrensel ölçüde yaymak isteyen Fransa, paradoksal olarak, III. Cumhuriyet döneminde sömürgelerini genişletmeye çalışmaktaydı. İsimleri Fransa’da pek çok caddeye ve okula verilen Jules Ferry gibi politikacılar, üstün ırkların aşağı ırkları “medenileştirme görevi” (“mission civilisatrice”) olduğunu öne sürmekteydi. 7 Akademik Perspektif – Nisan 2015 Rudyard Kipling’in 1899’da yayımladığı “Beyaz Adamın Yükü: Birleşik Devletler ve Filipin Adaları” isimli şiiri de, beyaz ırkın diğer halkları sömürgeleştirmesinin o halkların yararına olduğunu öne süren zihniyetin bir tezahürüydü. Fransız milliyetçiliği denince akla ilk gelen isimlerden biri olan ünlü tarihçi ve filolog Ernest Renan, Fransız milletinin Afrikalı milletlerden (ırk anlamında) hiyerarşik olarak üstün olduğuna inanıyordu. Milletin ortak yaşama arzusu ve ortak tarihi mirasa sahip insanlardan müteşekkil olduğunu, dolayısıyla yalnızca ortak dil ve ortak coğrafya gibi somut elemanlarla kurulamayacağını düşünüyordu. Fransızca bilen ve Fransa’da yaşayan Afrikalı göçmenlerin Fransız olarak kabul edilemeyeceğini öne sürmekteydi. Ayrıca antisemitti; Semitlerin Aryanlardan daha aşağı bir ırk olduğunu, bir tek Aşkenaz Yahudilerinin -Semit ırkından olmadıkları gerekçesiyle- aşağı ırk olmadıklarını iddia ediyordu. Kendilerine yeni pazar, sermaye, hammadde ve ucuz işgücü bulan Fransız yetkililer, ilkel milletleri “medenileştirme görevi” olduğunu öne sürerek Afrika’da kendilerine ayrılan bölgelerde sömürge ya da protektora modelleri kurdular. Daha sonra bağımsızlığına kavuşan bu topraklarda Fransız dilini, kültürünü ve Hristiyanlığı öğretmeye çalışan ve başka hiçbir hedefi olmayan iyi niyetli misyonerler de vardı; Afrika halkları arasındaki etnik farklılıkları körükleyen kötü niyetli casuslar da vardı. 1962’de bağımsızlığına kavuşan Ruanda’da 1994 yılında bu şekilde korkunç bir soykırım yaşandı. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin beş daimi üyesinden biri olan Fransa bu soykırımı önleyebilecek araçlara sahipti, ancak önleyemedi. Veto hakkına sahip olduğu için, Ruanda soykırımında herhangi bir sorumluluğu olup olmadığı sorusu BM veya Ruanda Uluslararası Ceza Mahkemesi nezdinde hiçbir zaman sorgulanamadı. Orta Afrika’yı daha iyi kontrol edebilmek için 1908 yılında AEF (Fransız Ekvatoryal Afrikası) isimli federal bir yapı oluşturan Fransızlar; bugünkü Kamerun, Kongo Cumhuriyeti, Orta Afrika Cumhuriyeti, Çad ve Gabon’u birleştirmişlerdi. Bugün ise hepsi ayrı birer bağımsız devlet konumundalar ve birbirleriyle siyasi sorunları var. Kuzey Afrika’da da iyi bir komşuluktan söz etmek mümkün değil. Örneğin Fas’ın Batı Sahara meselesinden dolayı Moritanya ile, politik sebeplerden dolayı ise Cezayir ile ciddi sorunları var. Bazı durumlarda Afrikalı ülkeler, birbirlerine karşı eskiden kendilerini sömüren ülke ile işbirliği yapmak isteyebiliyorlar. Bu yüzden gerçek bir Afrika dayanışmasından, birliğinden söz etmek zordur. Sekretaryası Etiyopya’nın başkenti Addis Ababa’da bulunan Afrika Birliği ise, ne yazık ki, Avrupa Birliği gibi etkili bir bölgesel örgüt olma özelliğine sahip değildir. Afrika’da yer almasına rağmen Fas Krallığı, bu örgüte üye olmayı reddetmektedir. Orta Afrika Cumhuriyeti ise, 2012-13 yıllarında yaşadığı kriz nedeniyle üyeliğini askıya almıştır. Avrupa Birliğine üye devletler, her yaşadığı krizde hiç olmadıkları kadar kenetlenirlerken, Afrika ülkeleri en hayati bir konuda bile kriz önleme masası kuramamaktadırlar. Ekonomik yetersizlikler, hastalıklar, silahlı çatışmalar, terör örgütleri ve siyasi istikrarsızlıklarla anılan Afrika ülkeleri, Afrika’nın kaderinin bu olmadığını bütün dünyaya gösterebilmek için el ele vermek zorundadırlar. Ülkenin ekonomik kaynaklarını adil bir şekilde paylaştırmayan, zenginlikleri kendi istediği kişilere ve şirketlere dağıtan diktatörlere 8 Akademik Perspektif – Nisan 2015 karşı Afrika Birliği nezdinde bir yaptırım mekanizması geliştirilmelidir. Afrika’nın dünyanın en fakir ve güçsüz kıtası olarak tanınmaktan kurtulmasının tek yolu, bu ülkelerin ekonomilerini ve siyasi rejimlerini iyileştirmelerinden geçmektedir. KAYNAKLAR Dino Costantini, Mission civilisatrice, Paris, La Découverte, 2008 Jean-Sébastien Stehli, “Colonisation: Une histoire française”, Erişim tarihi 15.03.15 http://www.lexpress.fr/culture/livre/dictionnairede-la-colonisation-francaise_822077.html Jules Ferry, 28 Temmuz 1885 tarihli “Sömürgecilik üzerine konuşma”, Le web pédagogique, Erişim tarihi 15.03.15 http://lewebpedagogique.com/histoire/document s/jules-ferry-discours-sur-la-colonisation-28-juillet1885/ BS Encyclopédie, Les grands empires coloniaux, Erişim tarihi 15.03.15 http://www.encyclopedie.bseditions.fr/article.php ?pArticleId=125&pChapitreId=30489&pSousChapit reId=30498&pArticleLib=Les+grands+empires+colo niaux+%5BHistoire+%3A+1900%2C+l%92Europe+d omine+le+monde%3EL%92imp%E9rialisme+europ%E9en%A0%3A+le +colonialisme%5D * Gökçe HUBAR, Paris 1 Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler ve Avrupa Çalışmaları Master programı (Mezun) 9 Akademik Perspektif – Nisan 2015 Afrika’nın Yükselen Değeri: Nijerya Çağlar Dırmıkcı* Küreselleşmenin getirdiği köklü değişimler küresel güçlerin Afrika ekonomilerine yönelmesine neden olmuştur. Bunun sonucunda küresel güçlerin kıta üzerindeki zengin kaynaklardan yer edinme tutumunu Nijerya, fırsata dönüştürmüş ve kara kıtanın en iyi ekonomisi haline gelmiştir. Küreselleşmeyle meydana gelen yeni düzeninin getirdiği köklü değişimler, dünyanın ekonomik yapısında yoğun bir şekilde hissedilmektedir. Küreselleşmenin ilk yıllarında, gelişmiş ülkeler tarafından gelişmemiş ülkeler ve bunların oluşturduğu pazarlara yönelik düşünülen yatırımlar riskli olarak görülmüştür. Fakat bu öngörü 21.yüzyılda değişim göstermiştir. Son yıllarda bu ülkelerin çağa uygun rekabetçi bir yapı göstermeleri için, yaşanan değişim karşısında kendilerini yeni dünya düzenine adapte etmek adına yaptıkları değişimler rakip ülkeler arasından sıyrılmalarında ve farklı bir rota çizmelerinde önemli etken olmuştur.1 Bu noktada farklı rotasyonlara yönelen küresel güçler, ikinci dünya savaşının ardından oluşan ekonomik boşluk Emin Çivi, Tamer Çavuşgil, “Yeni Dünya Düzeninde Güç Kazanan Ülkeler: Yükselen Ekonomiler”, Celal Bayar Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi 7, (2001): 113-114. 1 sürecinde; hammadde, enerji kaynakları ve insan gücü açısından zengin olan Afrika kıtasını ilgi odağı haline getirmiş ve kıtaya yönelme ihtiyacı duymuştur.2 Küresel aktörlerin Afrika kaynaklarında yer edinme stratejisini uygulamaları, Afrika’nın dünya petrol rezervleri içindeki payı ve keşfedilmemiş petrol-doğalgaz kanyaklarının olduğu iddiaları kıtayı söz konusu aktörlerin çekişme sahnesine dönüştürmüştür.3 Küresel güçlerin teknolojik gelişimlerini, sosyal ve ekonomik göstergelerini tamamlamış olmaları, gelişmekte olan ülkelerdeki mevcut yurtiçi tasarruf Arda Ercan, “Avrupa Birliği-Afrika İlişkileri”, Bölgesel Politikalar içinde, haz. Hasret Çomak (Kocaeli: Umuttepe Yayınları, 2009), c. I, s. 278 3 Eylem Eyrice Tepeciklioğlu, “Afrika Kıtasının Dünya Politikasında Artan Önemi ve TürkiyeAfrika İlişkileri”, Ankara Üniversitesi Afrika İlişkileri Dergisi 2, (2012): 63. 2 10 Akademik Perspektif – Nisan 2015 düzeylerinin düşük olması sonucunda ortaya çıkan tasarruf açığı ve kaynak sorunu karşısında gerçekleştirdikleri yatırımlar ile dünyada söz sahibi olmalarını sağlamıştır. Bu açıdan düşünüldüğünde gelişmiş ülkelerde var olan teknolojik yatırımların kıtaya aktarılması, Afrika ekonomisinin büyümesine de katkı sağlamıştır. Afrika ekonomisinin en büyük sorunu olan yoksulluğun giderilmesi konusunda başlangıçta siyasal olan fakat daha sonra ekonomik ağırlık kazanan bölgesel bütünleşmeler, Afrika ülkelerinin global ticarette rekabet güçlerinin arttırılması bakımından büyük önem taşımıştır. Özellikle Sahra-altı Afrika’da yer alan ve küreselleşmenin sunduğu fırsatları iyi değerlendiren Nijerya, Afrika ekonomisinin lokomotifi konumundadır.4 2008’deki küresel finansal krizin ardından dünya ekonomisinde yaşanan ciddi durgunluk sürecinde, en hızlı büyüyen on ekonominin yedisi artan iç talep ve özel sektöre sağlanan güçlü kredilerle Sahraaltı Afrika’da yer almıştır. Yavaşlayan doğum oranına rağmen hızla artan nüfusu, yavaşlamayan büyümesi ve yükselen orta sınıfı ile kara kıta sadece dış yatırımlarla değil, iç tüketimin çarpıcı yükselişi ve kıtanın yükselen değeri Nijerya ile dikkatleri üzerine çekmiştir.5 Küresel finansal krizi iyi bir şekilde atlatan Afrika, kıtasal anlamda her ne kadar gezegendeki en hızlı büyüyen ekonomiye sahip olsa da bazı ekonomistler, Nijerya ve geleneksel ihracatçı Güney Afrika’nın geçmiş yıllarda sağlamış olduğu özel sektöre bağlı kredilerin ve şirket tahvillerinin endişe Nazlı Cansaran, “Türkiye ve Sahra-Altı Afrika Ülkeleri Arasındaki Ekonomik İşbirliği İmkânlarının Değerlendirilmesi” (Yüksek Lisans Tezi, Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2012), s.3854. 5 Hilal Sarı, “Hızlı Artan Talep Afrika Ekonomisini Ateşliyor”, erişim tarihi 22.03.2015, http://www.dunya.com/hizli-artantalep-afrika-ekonomisini-atesliyor-231445h.htm. verici bir borç görüşündedirler.6 birikimi yarattığı Nijerya’nın ve Afrika ekonomilerinin en büyük sorunu, siyasi istikrarsızlık ve çatışmalardır. Bu durumu Dünya Bankası’nın Afrika’dan Sorumlu Başkan Yardımcısı Mahtar Diop: “Bu zayıf ve kırılgan devletlerle ilgili olarak sürekli çalışmak gerekli. Ancak o zaman bu tür siyasi krizler önlenebilir. Bu siyasi krizler, kalkınmaya büyük zarar veriyor.” şeklinde yorumlamıştır. Kıtanın her ne kadar Nijerya, Güney Afrika gibi hızlı büyümüş ekonomileri olsa da, daha iyi bir şekilde kalkınması ve ilerleme kaydedebilmesi için bir yön değişikliğine ihtiyacı vardır. Mahtar Diop bu durum içinse: “İlerleme sağlamanın önünde iki zorluk var. Birincisi iş yaratmak, ikincisi de yoksulluğu azaltan örneğin tarım gibi sektörlerde verimliliği arttırmak.” şeklinde bir açıklama yapmıştır. Demokratik Kongo Cumhuriyeti ve Nijerya’da ABD büyükelçiliği yapmış yine bugün eğitim, demokrasi ve kalkınma konularında FEEEDS Girişim Kurumu’nun CEO’su Robin Renee Sanders bu yön değişikliği için: “Eğer toprak kaynaklarını düzgün kullanmıyorsanız, çevre ve su kaynaklarına önem vermiyorsanız sürdürülebilir tarım yapmanız çok zor.” şeklinde yorumlamıştır.7 Kıta içerisinde sürdürülebilir tarım ve ticareti iyi anlamda değerlendirebilmiş Nijerya ve Güney Afrika, Mohtar Diop’un sözlerini destekler nitelikte ekonomilerine bir yön değişikliği vermişler ve Afrika kıtasının en önemli kazanımı olmuşlardır. 4 Rıchard Walker, “Beklenen Afrika Borç Krizi”, The Economist Dergisi 1, (2015): 81. 6 Mariama Diallo, "2014’te Afrika’da Ekonomik Büyüme Beklentileri”, erişim tarihi 18.03.2015, http://www.amerikaninsesi.com/content/afrika-daekonomik-buyume-beklentileri/1831790.html 7 11 Akademik Perspektif – Nisan 2015 Tablo 1: Reel Gayri Safi Yurtiçi Hâsıla Büyüme Oranı (Nijerya- Güney Afrika)8 Tablo 1’de de görüldüğü gibi Nijerya yön değişikliğini iyi kullanmış ve Güney Afrika’yı geride bırakarak, Afrika kıtasının en büyük ekonomisi haline gelmiştir. Nijerya gelişen ekonomisi, sahip olduğu tarihi, edebiyatı, turizmi, eğlencesi ve doğası yanında ayrıca 40 milyar varil petrol rezervi ile bir OPEC üyesi olup, doğalgaz, kömür, yenilenebilir enerji kaynakları ile de kıtanın en çok yabancı yatırımı alan ülkesi konumundadır.9 Nijerya yabancı yatırımları çekme konusunda stratejik konumu açısından büyük önem taşımaktadır. Batı Afrika ülkeleri içinde bölgesel bir lider rolü üstlenmesi Nijerya’yı küresel ölçekte diğer devletlerin muhatabı haline getirmiştir. Bütçe kaynaklarının %80’ini oluşturan ve ihracat gelirleri içindeki %95’lik payı ile petrol, Nijerya’nın stratejik açıdan önemini pekiştirmiştir.10 Önceleri Jim O’Neill’ın dünya ekonomisinin lideri olarak tanımladığı BRICS ülkelerinin yerine Meksika, Endonezya, Türkiye ve içinde Nijerya’nın yer aldığı MINT ülkelerini ekonominin yeni devleri olarak Staff Writer, “South Africa Gives Way For Nigeria’s Rise”, erişim tarihi 22.03.2015, http://businesstech.co.za/news/general/55630/southafrica-gives-way-for-nigerias-rise/ 9 “Afrika’nın Devi Kıtasına Sığmıyor”, erişim tarihi 15.03.2015, http://www.milliyet.com.tr/-afrika-nindevi-kitasina/gundem/detay/1791188/default.htm. 8 Kemal İnat v.dğr., Dünya Çatışmaları- Çatışma Bölgeleri ve Konuları (Ankara: Nobel Yayınları, 2010), s.199-227. 10 tanımlanmıştır.11 Petrol rezervleri itibariyle OPEC sıralamasında ilk on ülke arasında yer alan Nijerya ekonomisinin iki temel özelliği, devlet ağırlıklı olması ve ihracatının büyük bir yüzdesinin ham petrol ve doğalgaza dayanmasıdır.12 Nijerya’nın en önemli petrol üretildiği yer olan Nijer Deltası’ndaki petrol gelirinin çoğu ülkenin gelişimi için kullanılacağı yerde bazı şahısların menfaatlerine kullanılması ülkede, her an büyüyebilecek küçük çaplı çatışmalara neden olmaktadır. Bu açıdan düşünüldüğünde petrol, Nijerya için hem birleştirici hem de ayrıştırıcı bir rol oynamaktadır.13 Ayrıca ülkedeki etnik ve dini çeşitlilik nedeniyle ortaya çıkan siyasi çatışmalar ve gündemdeki terör hareketleri (Boko Haram) yatırımcılar ve iş dünyasının önünün tıkanmasına neden olmuştur. Bu olaylar karşısında Kamerun eski Türk Büyükelçisi Ömer Faruk Doğan: “Şu anda ortaya konulan terör ve şiddet eylemlerinden insanlar bölgeye yaklaşmaya korkuyor.” demiştir.14Sonuç itibariyle Nijerya, zengin yeraltı kaynakları ve gelişen ekonomisi ile küreselleşmenin de etkisinin ardından büyük ülkelerin ilgi odağı olmuş ve olmaya da devam edecektir.15 *Çağlar Dırmıkcı, Trakya Uluslararası Ticaret Üniversitesi, Jim O’Neill, “MINT Ülkeleri: Türkiye’nin ‘Yeni Devler’ Arasında”, erişim tarihi 15.03.2015, http://www.bbc.co.uk/turkce/ekonomi/2014/01/140 106_mint_ulkeleri_turkiye_ekonomi. 12 “Nijerya’nın Ekonomisi”, erişim tarihi 16.03.2015, http://www.mfa.gov.tr/nijerya-ekonomisi.tr.mfa. 13 Uluslararası İlişkiler: Uİ’nin Yeni Dünyası (1. Bs. , Ankara: Adres Yayınları , 2014) , s. 170. 14 “Türklerin Milyar Dolarlık Yatırımı Kara Kıtada Dondu”, erişim tarihi 17.03.2015, http://www.milliyet.com.tr/turklerin-milyardolarlikyatirimi/ekonomi/detay/2026022/default.htm. 15 “Nigeria Profile”, erişim tarihi22.03.2015, http://www.bbc.com/news/world-africa-13949550. 11 12 Akademik Perspektif – Nisan 2015 13 Akademik Perspektif – Mart 2015 Bir İnsanlık Dramı Olarak Afrika’da Su Sorunu Ömer Faruk Bilbay * İnsan ve canlı hayatının devamı için vazgeçilmez bir doğal kaynak olan su, yeryüzüne eşit bir şekilde dağılmamıştır. Bu dengesiz dağılım dünya genelinde tatlı su kaynaklarına ulaşım imkânlarını kısıtlamıştır. Özellikle Afrika gibi gelişmemiş ülkelerde su kaynaklı sorunlar giderek artmakta ve silahlı çatışmalara kadar varabilmektedir. Uluslararası kuruluşların bu noktadaki taraflı tutumu ve sömürgeci batılı ülkelerin siyasi ve ekonomik çıkarları olayın bir insanlık dramı şeklini almasına neden olmuştur. Su, canlı hayatının devamı için ikamesi olmayan doğal bir kaynaktır. Bu yönüyle su, dünyadaki diğer doğal kaynaklardan ayrılmakta ve ayrı bir önem arz etmektedir. Dünya genelinde hızlı nüfus artışının yanı sıra, küresel ısınma, endüstrileşme, yer altı ve yer üstü kaynaklarının aşırı şekilde sömürülmesi gibi sebeplere bağlı olarak dünya genelinde bazı bölgelerde tatlı suya erişimde ciddi sıkıntılar meydana gelmektedir. Ülkeler yerel ve bölgesel ölçekte, uluslararası kuruluşlar ise küresel ölçekte yakın gelecekte yaşanması muhtemel susuzluk sorununu çözmek için önlemler almaya çalışmaktadırlar. Bu amaçla bir taraftan belli periyotlarla yerüstü ve yeraltı su ölçümleri yapılırken diğer taraftan ülkeler arasında su kaynakların kullanımı ve paylaşımı konusunda ortaya çıkan sorunların çözülmesi yönünde ulusal ve küresel düzenlemelere gidilmektedir. Çünkü yakın gelecekte tüm canlılar için hayati önem arz eden su kaynaklarının kullanılması ve paylaşımı noktasında ciddi problemlerin yaşanma ihtimalinin giderek artacağının işaretleri her geçen gün daha da belirginleşmektedir. Bu konuda başta Birleşmiş Milletler olmak üzere birçok ulusal ve uluslararası kuruluş susuzluk yaşanan ve yaşanma ihtimali yüksek olan bölgelerle ilgilenmekte, yaşanan ve yaşanabilecek sorunlar için alınması gereken önlemlerle ilgili tedbir paketleri açıklamakta ve sorunlara çözüm önerileri geliştirmektedir. Her yıl “su” konusunda düzenlenen kongre, sempozyum, panel ve 14 Akademik Perspektif – Mart 2015 forumlar düzenlenirken kamu kurumları ve vatandaşların, suyun önemi, etkin ve verimli kullanımı konusunda bilinçlendirilmesi için sosyal ve akademik çalışmalara öncelik verilmektedir. İşte bu noktada Afrika su sorunlarının yaşandığı kıtaların başında gelmektedir. Bir taraftan yoksulluk ve gelir dağılımındaki eşitsizlikle mücadele edilirken diğer taraftan siyasi istikrarsızlık, etnik çatışmalar, iklim değişikliği ve beşeri ve doğal kaynaklı sorunları nedeniyle temiz su kaynaklarına ulaşım problemi her geçen gün artış göstermektedir. Öyle ki Afrika da yaklaşık bir milyar insan sağlıklı ve temiz suya ulaşım imkânlarından mahrumdur. Bu durum küresel ölçekte her sekiz kişiden birinin suya erişememesi anlamına gelmektedir. Aslında Afrika kıtası doğal güzellikleri, zengin yeraltı kaynaklarını, büyük gölleri, geniş nehirleri ile su kaynakları açısından zengin bir kıtadır. Fakat kıtada ardı arkası kesilmeyen siyasi, ekonomik, çevresel ve bölgesel problemler sebebiyle kaynaklara özelliklede su kaynaklarına ulaşım imkânları geliştirilememektedir. Afrika kıtasının çiftçilik ve hayvancılıkla uğraşan Etiyopya ve çevre ülkelerindeki çöl alanlarında temiz suya ulaşım kısıtlı olduğu için halkın büyük bir kısmı aynı su kaynağını kullanmak zorunda kalmaktadır. Kabile kültürünün halim olduğu Afrika ülkelerinde bu durum silahlı çalışmalara varan gerginliklere yol açabilmektedir. BM verilerine göre Afrika’daki insanları %66’sı kurak ve yarı kurak yerlerde susuzluk problemi yaşamaktadır. Küresel ısınmanın en fazla hissedildiği Afrika kıtasında bu oran giderek artış göstermektedir. Örneğin Afrika boynuzu ve Namibya Çölüne neredeyse hiç yağış düşmüyor. Öte yandan, Somali, Cibuti, Kenya, Uganda ve Etiyopya gibi ülkeler, uzun bir aradan sonra tarihlerindeki en ciddi kuraklık dönemlerini yaşamaktadırlar. Aylardır toprağa tek damla yağmurun düşmediği Afrika’nın bu talihsiz coğrafyasında şiddetli kuraklık 10 milyonu aşkın insanın hayatını tehdit etmeye devam ediyor. Yine BM verilerine göre, sadece Somali’de 3,5 milyon insan açlık ve temiz suya ulaşım sorunundan dolayı ölümle yüz yüze gelmiş durumda. Bu durum susuzluk ve açlık çeken ülkelerden sosyo-ekonomik olarak biraz daha iyi durumda olan komşu ülkelere yönelik kitlesel göçlerin artarak devam etmesine neden olmaktadır. Son birkaç ayda 28 bin çocuğun açlık ve yetersiz beslenmeden kaynaklı sorunlardan dolayı hayatını kaybettiği kaydediliyor. BM Dünya Gıda Programı yetkililerinin aylar öncesinden tüm dünyaya acil yardım çağrısı yapmış olmasına rağmen, ihtiyaç duyulan 1,6 milyar dolarlık yardım fonuna sağlanan katkı ise son derece zayıf kalmaktadır. Öyle ki artık Afrika da bir köy akarsu yakınında kurulmuşsa şanslı sayılmaktadır. Fakat küçük bir akarsudan birkaç köy içme ve kullanım amaçlı su çekiyorsa bu durum ciddi problemlere neden olmakta ve köylüler kilometrelerce uzaktan başlarının üstünde kaplarla evlerine su taşımak zorunda kalmaktadır. Bu su sorunları sağlık sorunlarını da beraberinde getirmektedir. Temiz su yoksunluğu çeşitli salgın hastalıklara yol açarken akarsuyun yakın olduğu yerlerde de suyun taşıdığı bilharzios, uyku hastalığı, nehir körlüğü, gine kurdu, sıtma gibi hastalıklar yaygın olarak görülmektedir. Kolera, tifo, dizanteri, zatürre gibi hastalıklar kıta genelinde rekor sayıda çocuğun ölümüne sebep olabilmektedir. Bir köyde açılacak bir-iki su kuyusu civardaki birçok köyün sağlıklı suya erişimini sağlamada genellikle yeterli olabilmektedir. Fakat yoksulluk ve az gelişmişlik nedeniyle birkaç yüz metre derinlikteki suya ulaşmak kırsal kesimlerde yaşayan Afrikalı halk için mümkün olamamaktadır. Ayrıca köylülerin suyu çıkaracak delici aletlere ve pompalara 15 Akademik Perspektif – Nisan 2015 ulaşmaları neredeyse imkânsızdır. Bu durumun uluslararası bir yardım desteği olmadan çözülmesi pek mümkün gözükmemektedir. Fakat yapılan yardımlar ihtiyacın çok altında bir seyir göstermektedir. Bu noktada en merhametli ve duyarlı ülkelerin başında yine Türkiye gelmektedir. Türkiye’den kurumsal anlamda TİKA başta olmak üzere birçok kamu kurumunun yanı sıra merkezi Türkiye’de bulunan birçok uluslararası sivil toplum kuruluşu Afrika kıtasının tamamında din ve renk ayrımı yapmadan ve hiçbir sömürge çıkarı olmadan bölgeye gıda ve sağlık yardımları ulaştırmaya çalışmaktadır. Bu kapsamda her yıl yüzlerce su kuyusu açılarak bölgede binlerce kişinin temiz su kaynaklarına ulaşımı sağlanmaya çalışılmaktadır. olarak kurduğu AFRICOM askeri komutanlığı için yılda 300 milyon dolar ayıran ABD nin bile, Afrika acil yardım fonuna şimdiye kadar yalnızca 28 milyon dolarlık katkı sağlamış durumda olması taraflı tutumu en belirgin şekilde ortay koymaktadır. Diğer batılı ülkeler de ABD’den farklı değil. Afrika kıtasındaki yatırımları giderek artan ve bölgeyle olan yıllık ticari hacmi 50 milyar dolara ulaşan Çin de açlık ve kuraklıktan etkilenen bölge halkına yönelik yeterli ilgiyi göstermiyor. Oysa yılda 1,2 trilyon dolarlık parayı savunma ve savaş için harcayan dünya devletleri, bu paranın zekâtı kadar bir miktarı açlık ve kuraklıkla mücadele için harcayabilseler, bugün Afrika’da yürek yakan insanlık trajedisinin şiddeti bu denli olmazdı. Öte yandan Afrika yaşanan bu insanlık dramına batılı ülkelerin sergilediği insani duyarsızlık şiddetle eleştirilmektedir. Sorun aslında açlığın ve susuzluğun pençesine düşen insanların siyahi ve Müslüman olmaları mı, sorusu bölge halkları tarafından sıklıkla gündeme getirilmektedir. Ayrıca Afrika’yı da etkileyen küresel ısınmanın temel kaynağı olarak gösterilen endüstriyel üretimin sağladığı zenginlik ve refahın nimetlerinden sömürgeci bir anlayışla faydalanan gelişmiş batılı ülkeler, iş küresel sistemin mağduru olan Afrika’daki fakir ülkelere yardım etmeye gelince son derece duyarsız ve cimri davranmaktadırlar. Aynı dünyayı paylaşan insanların kaderlerinin birbirlerine bağlı olduğunu; yeryüzündeki güvenlik ve barışın ancak herkesin temel insani ihtiyaçlarının sağlanmasıyla mümkün olacağını ve bu nedenle de halkların birbirlerine karşı ahlaki ve insani anlamda sorumluluk duyması gerektiği gerçeğini görmezden gelmeye devam etmektedirler. Afganistan’da haftada beş milyar dolar harcayan ve Afrika’da Cibuti merkezli Sonuç olarak Afrika’nın açlık ve susuzluk sorununun sadece küresel ısınma ve iklim değişikliği gibi doğal şartlardan kaynaklandığını söylemek pek mümkün değildir. Sorunun kökeninde Afrika kıtası üzerinde yüzyıllardır süren jeopolitik ve ekonomik çıkar çatışmaları yatmaktadır. Özellikle sömürgecilik sonrası dönemde de Afrika’da güçlü merkezi hükümetler kurulamadığı gibi, iç siyasi çekişmeler de Afrika ülkelerinin siyasi ve ekonomik gelişmesini engellemiştir. Öyle ki yüzyıllar süren sömürgecilik dönemi, bir yandan halkın yüzlerce yıl gıda üretimi anlamında kendi kendine yetmesini sağlayan üretim sistemini bozmuş, diğer yandan ise yerel ticaret ağlarını da öldürmüştür. Bu durum ekonomik olarak gelişemeyen Afrika ülkelerinin temiz su kaynaklarını ulaşmalarını engellemiştir. Bugün gelinen noktada ise Afrika’ya iki el uzanmaktadır. Bunlardan birisi sömürü diğeri ise yardım eli. Ne yazık ki uluslararası kuruluşların taraflı tutumu ve sömürgeci batılı ülkelerin siyasi ve ekonomik çıkarları, sömürgeci eli güçlendirmiş ve olayın bir insanlık dramı şeklini almasına neden olmuştur. 16 Akademik Perspektif – Nisan 2015 KAYNAKLAR BİLBAY, Ömer Faruk (2013) “Su Kaynakları Yönetiminde Sürdürülebilirlik Esası ve Küresel Su Politikalarının Finansman Boyutu” XI Uluslararası Kamu yönetim Forumu, Samsun. BİLBAY, Ömer Faruk (2013) “Uluslar arası Aktörlerin Küresel Su Politikalarının Oluşumuna Etkileri ve Su Yönetişimi” Kurtuba Akademi Ulusal Öğrenci Kongresi, Malatya İHH ( İnsani Hak ve Hürriyetleri İnsani Yardım Vakfı) “Afrikada Su Sorunu” Erişim Tarihi: 14. 03. 2015 http://sukuyusu.ihh.org.tr/tr/main/pages/afrikadasu-problemi/297 Sağlam, Zeliha “Afrika’da Susuzluk”, İnsani ve Sosyal Araştırmalar Merkezi Erişim Tar. 16.03.2015 http://www.ihhakademi.com/afrikada-susuzluk/ Prof. Dr. Birol AKGÜN, Sivil Toplum Akademisi, “Afrika’daki merhamet ve vicdan kıtlığı” Erişim Tar. 20.03.2015 http://www.siviltoplumakademisi.org.tr Cihan Demirci, “Afrika TİKA sayesinde suya kavuşuyor”, Anadolu Ajansı Erişim Tar. 21. 03.2015. http://www.aa.com.tr/tr/dunya/265974--afrikatika-sayesinde-suya-kavusuyor * Ömer Faruk Bilbay, Mustafa Kemal Üniversitesi, Kamu Yönetimi Doktora 17 Akademik Perspektif – Nisan 2015 18 Akademik Perspektif – Mart 2015 Türkiye - Güney Afrika İlişkileri Güney Afrika’nın İzmir Fahri Başkonsolosu Sayın Tamer TAŞKIN ile Türkiye – Güney Afrika İlişkileri üzerine röportaj… Öncelikle Fahri Başkonsolosluk serüveniniz nasıl başladı? 1989 yılında bir arkadaşımla turistik amaçla Güney Afrika’ya gittim ve çok etkilendim. 1992’ye kadar 4-5 kere daha gittim ve 1992’de İstanbul’da Güney Afrika’nın Konsolosluğu açılınca onları İzmir’e davet ettim. Sonrasında 1992’nin Ekim ayında böyle bir görevi verdiler. 23 yıldan beri Güney Afrika’yı temsil ediyorum. Bir ülkeyi temsil etmek çok güzel ve gurur verici bir şey… Türkiye – Güney Afrika arasındaki ikili siyasi ve ticari ilişkileri nasıl görüyorsunuz? Öncelikle siyasi ilişkilerimiz oldukça iyi durumda. Belirli bir stabilitesi var. Türkiye Güney Afrika’ya bölgesindeki konumundan ve gücünden ötürü her daim önem verdi. İkili ticaret hacmi genelde 3 milyar $ civarında. Tabi zaman zaman değişebiliyor bu rakam. Türkiye olarak Güney Afrika’dan genellikle maden, kömür ve altın alıyoruz Birçok ürünümüz de oraya gidiyor. Türkiye’den Güney Afrika’ya genelde 800 milyon $ ile 1 milyar $ civarında ihracat yapılıyor. Bunun dışında iki ülkenin sanayi yapısının birbirine çok benzemesinden ötürü karşılıklı ticaret hacmini ne yazık ki arttıramıyoruz; çünkü Güney Afrika da üreten bir ülke. İşçilik ucuz. Tekstil ve enerji güçlü… İki ülke arasındaki ilk ve son üst düzey resmi temas, 2011’de dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından gerçekleştirildi. Yakın zamanda üst düzey bir ziyaret planlanıyor mu? Afrika kıtasında 54 ülke var. Güney Afrika bu ülkeler arasında en güçlü ve en sanayileşmiş olanlardan. Haliyle, Türkiye özel bir önem atfediyor Güney Afrika’ya. Geçmişte Türkiye’nin ve Güney Afrika’nın Başbakanları birbirlerini ziyaret ettiler. Bakanlar düzeyinde de bu ziyaretler sürekli devam ediyor. Ama malumunuz bu sene 19 Akademik Perspektif – Nisan 2015 Türkiye’de seçim var ve bu sebepten kısa vadede üst düzey bir ziyaret zor gibi. Güney Afrika’da Türk iş insanlarının yatırımları ne boyuttadır? Hakeza, Türkiye’de Güney Afrikalı yatırımcı var mıdır? Güney Afrika’da battaniye fabrikası üzerine birçok müteşebbisimiz yatırım yaptı. Şu anda Güney Afrika’da 50 civarı Türk yatırımcı var. En son ve en büyük yatırımı kısa zaman önce Güney Afrika’da 100 yıllık köklü bir fabrikayı satın alan Arçelik yaptı. Bu dâhilde Arçelik’in hem Güney Afrika özelinde hem de Afrika’nın genelinde önemli bir beyaz eşya hacmi oluştu. Bunun yanı sıra, İstanbullu bir müteşebbisin Cape Town’da sahip olduğu kapalı bir demir-çelik fabrikası da var. Güney Afrika’dan Türkiye’ye gelen en büyük yatırım ise Güney Afrikalı bir akü firmasının Türkiye’deki önemli bir akü firmasını satın almasıyla gerçekleşti. Bu yatırım Güney Afrikalı girişimcilerin Türkiye’de yapmış olduğu en büyük yatırımdır. Türk iş insanlarının Güney Afrika’da karşılaştıkları zorluklar nelerdir? Türk iş adamlarına özel bir zorluk yok ama Güney Afrika’ya ülke dışından gelen mallara kendi mallarını korumak amacıyla uygulanan gümrük vergisi bulunmaktadır. Bu durum haliyle Türk girişimcileri de diğer girişimciler gibi zorlamaktadır. Bunun dışında rekabet, piyasanın düzeni ve coğrafi şartlardan ötürü nakliyenin uzun sürmesi (1-1,5 ay) gibi problemler de var ama bunlar her yerde ve herkesin karşılaştığı zorluklar. Türk yatırımcılar için Güney Afrika’daki fırsatlar nelerdir? Öncelikle Türk sanayisi 1990’lardan sonra kaliteyi, verimliliği ve rekabeti öğrendi. Sonra yavaş yavaş dışarıya açılmayı öğrendi. Afrika’da Etiyopya’ya gittik ve birçok tekstilcimiz yatırım yaptı. Afrika’ya ilk etapta tekstil yatırımları yapıldı; çünkü hem ham madde vardı hem işçilik ucuzdu hem de tekstilin elektrik ihtiyacı fazla değildi. Enerji konusu bilhassa önemli; çünkü enerji olmadan büyük yatırımlar yapamazsınız. Bunun yanı sıra, 1980’ler sonrası sanayileşen Türkiye kendine her daim en büyük pazar olarak Avrupa’yı gördü. Bunun sebepleri coğrafi olarak yakın olması, finansal olarak istikrarlı olması ve çok geniş bir pazar olmasıydı. Ama şimdi Afrika çok daha büyük bir fırsat... Ancak malumunuz ülkelerin iç siyasi yapıları dış yatırım için çok önemli. Mesela, Mısır’a giden ilk yatırıcılarımız önemli kazançlar elde ettiler ama son olaylar yatırımcılarımız açısından ciddi anlamda olumsuz etki oluşturdu. Tabi, bunu öngörmek çok zor… Afrika dev bir kıta... Kamyonlar sürekli çalışıyor. Haliyle, otomobil yedek parçası satabiliriz. Türkiye’nin kimya sektörü gelişiyor; haliyle bu sektörü de Afrika’ya genişletebiliriz. Hakeza, inşaat sektörü (fayans, mermer, çimento) ve mobilya sektörü de önemli bir fırsat Afrika’da. Aslına bakarsanız Afrika ülkeleri de günden güne gelişim gösterdiği için haliyle buradaki insanların ihtiyaçları da çeşitleniyor. Bu dâhilde yeni pazarlar da açılıyor. Bunları iyi takip etmek gerek. Güney Afrika’ya gelecek olursak öncelikle bizden vize istemiyor ve Türk Hava Yolları’nın her gün seferi var. Bunlar çok önemli imkânlar. Bunun yanı sıra, bankacılık ve enerji alanında da gelişmiş bir ülke Güney Afrika. Firmaların bir araya gelmesi için sık sık fuarlar da düzenliyor. 20 Akademik Perspektif – Nisan 2015 Haliyle, hem Afrika’da hem de Güney Afrika’da fırsatlar çok geniş… baktığınız zaman Çin’in kıtanın genelindeki payı %20-25 arası. Son olarak Güney Afrika’da turizm de çok önemli. Benim Güney Afrika’ya gidip de oraya hayran kalmayan tek dostum yoktur. Bu sektör de çok bakir ve fırsata açık. Bu durum büyük oranda Güney Afrika için de geçerli. Çin mevcut pazarların tümüne hâkim değil. Avrupalılar ve Amerikalılar da var Afrika’da… Biz birçok kez Avrupalıların elinden pazar aldık. Rekabet gücümüzle, fiyat avantajımızla ve elastikiyetimizle biz de daha fazla yer alabiliriz burada. DEİK bünyesinde İş Konseyi olarak faaliyetleriniz nelerdir? Güney Afrika’daki ve Türkiye’deki imkânlarla ilgili karşılıklı bilgi alışverişine dayalı etkinlikler düzenliyor musunuz? DEİK bünyesinde hemen her ülke ile karşılıklı iş konseylerimiz var ve öncelikli görevimiz ikili ticari ilişkileri geliştirmek. İş Konseyleri olarak buraya gelen misafirleri ağırlıyoruz ve onlara seyahatleri boyunca yardımcı olmaya çalışıyoruz. Yine yurtdışına giden üst düzey idarecilerimize (Cumhurbaşkanımıza, Başbakanımıza, Bakanlarımıza, vb.) ticari konularda yardımcı olmak amacıyla eşlik ediyoruz. Bugüne kadar Güney Afrika’da bizim ortağımız Johannesburg Ticaret Odası oldu. Ancak Güney Afrika’da oda sistemi bizdeki gibi değil; çünkü orada oda kurmak zorunlu değil ve onlarca dernek şeklinde organizasyon var. Haliyle, bazen muhatap bulmakta zorlanıyoruz. Buna rağmen bugüne kadar Johannesburg Ticaret Odası bizden yardımlarını esirgemedi. Gerek biz gittiğimiz zaman oradaki firmalarla görüşme şansı yakaladık gerekse onlar buraya geldiği zaman biz yardımcı olmaya çalıştık birçok konuda. Afrika’nın genelinde Çin’in yükselen bir gücü var. Güney Afrika’da Çin faktörünü nasıl görüyorsunuz? Çin önemli bir ülke... Dev bir ekonomi... Afrika’nın neresine giderseniz gidin etkisini rahatlıkla görebilirsiniz ama bu demek değil ki Çin burada yalnız; çünkü rakamlara Yani Çin var mı Afrika’da? Evet, var. Hindistan var mı? Evet, var. Ama bu demek değil ki Türk yatırımcılar için fırsatlar yok. Mesela, Çin yılda yaklaşık 2 Trilyon $ dış alım yapıyor. Bizim yatırımcılarımız bu konuyu çok yakın zamanda fark ettiler ve Çin’e de yatırım yapmaya başladılar. İkili siyasi ve ticari ilişkilerin arttırılması adına hükümetler neler yapabilir? Çok şey ama özellikle iki şey: karşılıklı ziyaretler ve görüşmelerde eğer masada bir sorun varsa hemen çözülmesi. Türkiye’de Güney Afrika denince akla hemen Mandela geliyor. Bunun dışında Vuvuzela geliyor… Kültürel yakınlaşma adına neler yapılabilir? Kültürel yakınlaşma heykel, tiyatro ve spor başta olmak üzere birçok şeyi kapsar. Burada önemli olan öncelikleri belirlemek; yani iki ülkenin limitli kaynakları ışığında benzerlikleri ortaya koyarak proje ve programlar yapmak gerek. Türkiye’nin Güney Afrika’daki algısını nasıl görüyorsunuz? İkiye ayıralım: “Türkiye nerede?” diyenler ve “Tanıyıp da çok sevenler”. İki ülkenin insanı birbirini hala yeteri kadar tanımıyor ama tanıyanlar da çok seviyorlar. Türkiye’nin yelkenciliği, denizleri ve tarihi yerleri Güney Afrikalıları çok etkiliyor. 21 Akademik Perspektif – Nisan 2015 Güney Afrika’nın da doğal güzellikleri Türkleri mest ediyor. Malumunuz Güney Afrika’da tarih yok ama eşsiz bir doğa var… Son olarak TİKA’nın Güney Afrika’da faaliyetleri var mıdır? TİKA Türkiye’nin sosyal yardıma dayalı ilişkilerini ilerletme adına dünyanın birçok yerinde faaliyet göstermektedir. Çok da güzel çalışmaları bulunmaktadır ve devam etmektedir. Güney Afrika’da ve gittiğim birçok Afrika ülkesinde faaliyetlerini gördüm. Bunların başında sağlık ve gıda olmak üzere birçok sosyal yardımları bulunuyor. Bunların hepsi Türkiye’nin imajı için çok önemli. * Hacı Mehmet BOYRAZ ve Sedat IŞIK, İzmir, 02.03.2015 22 Akademik Perspektif – Nisan 2015 Libya’daki Kaosu Anlamak İçin Yararlı Bir Kaynak: Tarihin Aydınlatıcı Işığı Çağrı Pehlivanlı * 2010 yılında başlayan ve bölgedeki çoğu otoriter rejimi yerinden eden Arap Baharı, geride bıraktığı 5 yılda önemli birtakım gelişmelere sahne olmuştur. Bölgedeki çoğu ülkede yaşanan benzer sıkıntıların sebepleri arasında, sömürge dönemlerinde yürütülen politikaların da olduğunu hatırlatmamız elzemdir. Bu analizde Libya’da yaşanan gelişmeleri, İtalyan sömürgeciliğinin uygulandığı zamandan başlayarak, bir anlamda geçmişle bağdaştırarak, sorunun kökenlerine tarihin aydınlatıcı ışığından bakmak hedeflenecektir. Üç ülkede farklı manzaralarının ortaya çıkmasının çok sayıda sebebinin olduğunu en başta söylemek gerekir. Bölgedeki çoğu ülkede yaşanan benzer sıkıntıların sebepleri arasında, sömürge dönemlerinde yürütülen politikaların da olduğunu burada hatırlatmamız elzemdir. Bu analizde Libya’da yaşanan gelişmeleri, İtalyan sömürgeciliğinin uygulandığı zamandan başlayarak, bir anlamda geçmişle bağdaştırarak, sorunun kökenlerine tarihin aydınlatıcı ışığından bakmak hedeflenecektir. İtalyan Hakimiyetinin Yansımaları Birinci Dünya Savaşı’yla birlikte bölgenin büyük güçler –İngiltere, Fransa, İtalyatarafından paylaşılarak sömürgeleştirilmesi, bu coğrafyadaki ülkelerin milli değerlerinin bastırılmasına ve ulusal bir kimliğin inşasının zorlaşmasına neden olmuştur. Sonradan inşa edilmeye çalışan milli değerler ve ulusal kimlik, toplumsal bilinç ve destekten yoksun olması sebebiyle yeterli anlamda gelişme kudreti gösterememiştir. Savaşın sonlarına doğru pastadan pay almak isteyen İtalya, jeopolitik konum itibariyle kendisine yakın görülen Libya’yı – Trablusgarp- sömürgeleştirmek istemiş ve Trablusgarp Savaşı’yla birlikte bu bölgede 23 Akademik Perspektif – Mart 2015 hegemonyasını ilan etmiştir. Bu sömürgeleştirme sürecinde yürütülen sert ve baskıcı politikalar, İtalyanlara karşı bağımsızlık mücadelesi veren kesimlere uygulanan katliamlar[1] ülkenin toplumsal karakterlerini harap etmiş ve toplumun bozulan DNA’ları bugün bile tam olarak normale döndürülememiştir. Reuters ajansının harp muhabiri M.E. AshmeadBartlett 11 Ekim 1911 tarihli makalesinde[2] 23-28 Ekim tarihleri arasında öldürülenlerin 4.000 kişi olduğu bilgisini vermektedir. İngiliz savaş muhabiri M.E. Ashmead-Bartlett, bunlardan 1.000'ini savaş sırasında ölen Türk ve Arap askerlerin, geriye kalan 3.000'ini ise suçsuz sivil halkın oluşturduğunu belirtmektedir. İtalya, bölgede yaşayan göçebe ve bedevî halka karşı etkisizleştirme politikası uygulamış; halk, nüfus cüzdanı verilerek kontrol altına alınmış, ellerindeki silahlar toplanmıştır. Verimli arazilerden kovulan vatandaşlar, verimsiz kısımlarda iskâna mecbur edilmişlerdir. Sadece Bingazi bölgesinden 20.000 kadar Libyalı; Mısır, Sudan ve Orta Afrika’ya göç etmek zorunda kalmıştır.[3] Bunun dışında Libya’da ikametini sürdüren vatandaşların da temel ihtiyaçlarının dahi karşılanamamış olması, ülkedeki demokrasi arayışını geciktirmiştir. Bu dönemlerde ülke vatandaşları için temel amaç demokrasiden ziyade hayatta kalmaktır. İngiliz Hâkimiyeti Bağımsızlık ve Lütfedilen Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra İtalyan egemenliğine dâhil olan Libya, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından 1942 yılında İngilizlerin hâkimiyeti altına girmiştir. İngiliz yönetiminde de Libya’nın aydınlık yarınlarının tesis edilmediğini söylememiz mümkündür. Savaştan sonra kurulan Birleşmiş Milletler’in (BM) literatüründe yer edinmiş “self-determination (kendi kaderini tayin hakkı)” kavramıyla birlikte 1951 yılında bağımsızlığa kavuşan Libya için sorunların çözülmüş olduğunu söylemek yine pek mümkün olmamıştır. Bölgeden çekilen sömürgeci devletler, bağımsızlık “lütfettiği” ülkelerden çekilseler de, bu ülkelerin yönetimlerini kendileriyle ittifak halinde olabilecekleri liderlere teslim etmişlerdir. Nitekim bağımsız Libya’nın ilk kralı İdris El-Senusi, BM kanalıyla alınan kararlar sonucunda iktidar koltuğuna oturmuştur. 18 yıl ülke yönetiminde kalan İdris ElSenusi, tedavi amacıyla Türkiye’de bulunduğu sırada iktidarını kaybetmiştir. 27 yaşında genç bir subay olan Muammer Kaddafi’nin liderliğindeki Özgür Subaylar Hareketi adı verilen grup, askeri bir darbe gerçekleştirerek ülkedeki krallığa son vermiş ve sosyalist bir cumhuriyet kurmuştur. Kaddafi Dönemi ve Artan Gerilim Kaddafi liderliğindeki Libya’da da sorunların tam anlamıyla çözüldüğünü söylememiz mümkün değildir. Sosyalizm ve İslam’ı bir potada eriten, tamamen Batı karşıtı bir anlayışa sahip olan Kaddafi, iktidarını büyük ölçüde kendisiyle özdeşleştirerek modern anlamda bir ulus devlet inşasını sağlamamıştır. Ülkesindeki askeri ve hava üstlerinin boşaltılmasını isteyen Kaddafi, imzalanan petrol antlaşmalarını da geçersiz kılmış ve petrol şirketlerini kamulaştırmıştır. Bu dönemden itibaren başlayan Batı ile olan çekişmeler, Batı tarafından uygulanan çeşitli ambargolar ile devam etmiştir. ABD ve İngiltere’nin Pan-AM 103 sayılı yolcu uçağının İskoçya’nın Lockerbie şehrinde düşürülmesinin Libyalı diplomatlar tarafından organize edildiği iddiaları ile 24 Akademik Perspektif – Nisan 2015 Kaddafi daha sonra bu iddiaları kabul edecektir- Libya’ya ABD, Birleşmiş Milletler ve Avrupa Birliği tarafından ambargo uygulanmıştır. Bu ambargolar Libya ekonomisine önemli ölçüde zarar vermiştir. Kaddafi’nin ülkede estirdiği diktatoryal hava, özde bir demokrasinin inşa edilememesi, toplumsal kaygı ve öfkeyi artarak devam ettirmiş ve 2010 yılında Tunus’ta başlayan Arap Baharı, kısa bir süre sonra Libya da başlamıştır. anlar-trablusgarpta-katliam-yapmis, 17.02.2015’te erişildi. [2]A.g.e. [3] Nurettin Ceviz, “Libya Tarihine Kısa Bir Bakış”, http://www.orsam.org.tr/tr/trUploads/Yazilar/Dos yalar/2011103_nurettin.ceviz.pdf, 15.02.2015’te erişildi. [4] “İtalya: IŞİD'in güç kazandığı Libya'da savaşmaya hazırız”, http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2015/02/1 50214_italya_libya_isid, 15.02.2015’te erişildi. * Çağrı Pehlivanlı, Gazi Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Yüksek Lisans Sonuç Yerine: Arap Baharı ve Sonrası Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin kararına dayanarak Fransa, İngiltere ve ABD önderliğinde Libya’ya karşı 18 Mart 2011 akşamı başlatılan askeri operasyon, 42 yıllık Kaddafi iktidarına son vermiştir. Bugün gelinen noktada, Libya’da mevcut ve meşru bir yönetimin inşa edilmediğini söylememiz gerekir. Ülkede bulunan ve kendisinin yetkili otorite olduğunu iddia eden iki ayrı gücün -Tobruk Hükümeti ve Bingazi Hükümeti- mücadelesi devam etmektedir. Bunun yanında bölgedeki IŞİD tehdidinin yoğun olarak yaşandığı Libya, uluslararası camia açısından da önem arz etmektedir. İtalyan Dışişleri Bakanı Paolo Gentiloni’nin geçtiğimiz günlerde ifade ettiği[4] “IŞİD'in güç kazandığı Libya'da savaşmaya hazırız” ve Mısır’ın Libya’daki IŞİD noktalarına düzenlediği hava saldırıları[5] Libya açısından suların durulmasının bir süre daha gecikeceği sinyallerini vermektedir. Tarih her ne kadar kesin ve net çizgilerle yazılıyor ve yaşanıyor olsa da, geçmişte demokrasiye, milli kültüre, ulusal hassasiyetlere dayalı, milli iradenin vücut bulduğu iktidarların egemenliğinde politikalar yürütülmüş olsaydı belki bugün bu analiz yazılmamış olabilirdi. Kaynakça [1] “İtalyanlar Trablusgarp'ta katliam yapmış”, http://www.dunyabulteni.net/haber/130643/italy 25 Akademik Perspektif – Nisan 2015 Küba Füze Krizi ve Vladimir Putin Hamdi Karakal* Soğuk Savaş döneminde “Küba Füze Krizi” olarak adlandırılan süreç, o dönemki devlet reflekslerini anlayabilmemiz için önemli bir örnektir. Devletlerin bu minvaldeki bazı davranış biçimlerine 21. yüzyıl dünyasında da rastlayabiliyoruz. Örnek olarak, Rusya Federasyonu’nun Ukrayna’nın iç sorunlarına askeri ve siyasi olarak müdahale ederek Kırım’ı topraklarına katması verilebilir. Rusya, Sovyetler’den sonra bölgedeki ağırlığını halen koruduğunu tüm dünyaya –özellikle Avrupa ve ABD’ye- ilan edebilmek açısından bu refleksleri göstermektedir. Soğuk Savaş dönemi ile 21. yüzyıl Rusya’sı benzeşmesi, bugün yaşananların daha iyi anlaşılması adına incelenmelidir. 1947-1991 arasında Soğuk Savaş’ın en önemli kırılma noktalarından birisi 1962’de yaşanan füze kriziydi. (Cuban Missile Crisis) İki kutuplu dünyanın getirdiği sosyal ve siyasal yıkımlar değerlendirildiğinde; “Küba füze krizi”nin, nükleer bir savaşa dönüşme ihtimali o dönem açısından oldukça dehşetli görünmekteydi. Fakat krizin neticesinde ılımlı olarak değerlendirilebilecek kararların alınması o dönemde karşılaşılabilecek nadir durumlardan birisidir. Ayrıca Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin de mevzuda mukayese unsuru olması, devlet reflekslerini anlama açısından önem oluşturmaktadır. Özellikle son dönemlerde ortaya çıkan bilgi ve belgeler olayın şeffafiyetine katkı sağlamıştır. Küba füze krizi olarak tarihe geçen bu olayın belgeler ışığında sağlıklı değerlendirilebilmesi, olayın boyutunu anlatmak açısından bir hayli faydalı ve öğretici olacaktır. Meselenin temeline inildiğinde, 1959’da Marksist devrimci Fidel Castro’nun Amerikan yanlısı olarak görülen Batista’yı devirerek iktidarı ele geçirmesi Küba Füze Krizi’ne götüren sürecin ilk adımını oluşturmaktadır. Devrim, yalnız kıtada değil tüm dünyada dengeleri değiştirme gibi bir etkiye sahiptir. Castro’nun ekonomiyi millileştirmesi ve diğer bazı uygulamaları Amerika’yı endişelendirirken Sovyetler’in Küba’ya ilgisini artırmıştır. Netice olarak; Küba, küresel satrancın etkili bir hamle potansiyeline sahip unsuru olma özelliğini elde etmiştir. Küba’nın 26 Akademik Perspektif – Mart 2015 devrimle iktidara gelen lideri Castro’nun uygulamaları, örneğin Sovyetler’in yardımlarını kabul etmesi, Birleşik Devletler’in sabrını taşırmaya yetmişti ve ABD, Amerikan Devletleri Örgütü (OAS) ile Castro’yu devirmeye teşebbüs etmişti. Fakat OAS’ın Latin Amerika ülkeleri Castro iktidarını yalnızca kötülemekle yetindiler. Daha sonra Küba’daki ABD yanlısı gruplar ABD’ye kaçarak mülteci durumuna düştü. Amerikan hükümeti Castro’ya karşı bir işgal girişiminde bulunmak üzere hazırlanan bu mültecilere destek olarak 1961’de “Domuzlar Körfezi Çatışması”na sebep olmuştur. Çatışmanın başarısızlığı, Castro’ya uluslararası arenada artı puan kazandırarak Sovyetler’in ilgisini çekti. Sonuç olarak yaşanan bu olaylar Küba’yı kaçınılmaz bir şekilde Sovyetler ile stratejik bir ittifaka sürüklemiş ve Küba Füze Krizi’ne giden basamakları oluşturmuştur. Meselenin diğer temel dinamiklerine bakıldığında, Türkiye’nin yaşanan krizdek kilit rolü gözler önüne serilmektedir. Bu bağlamda ABD’nin 1959’da Türkiye’ye yerleştirdiği füzeler de kritik edilmesi gereken hassas bir olaydır. Sovyetler’in hadiselere bakışını incelediğimizde; olaylara başından beri ilgili yaklaşan SSCB’nin stratejik ve kurnazca hamlelerini yapmasının ardından bu kriz doğmuştur. Domuzlar Körfezi Çatışması’nın ardından Sovyet-Küba yakınlaşmasının artması ile Sovyetler somut bir adım atma arzusunu dizginleyemeyerek Küba’ya füze yerleştirilmesi niyetini gündeme getirir. Bu harekete sebep olarak her ne kadar ABD’nin yalnızca birkaç sene önceki Türkiye’ye füze yerleştirme hamlesi gösterilse de tek sebebi bu değildir. Amerika kıtasındaki bu kritik adımın başarıya ulaşması, Sovyetler açısından ciddi bir psikolojik üstünlük sağlayabilirdi. Dönemin Sovyet lideri Nikita Kruşev, bu hayallerle 1962 sonbaharında bu kararını ifade ederek adım atmaya başlamıştır. John F. Kennedy, bu hamleyi Amerika için ciddi bir tehdit olarak yorumlamış ve ekim ayının başında sert bir açıklama yaparak; Guantanamo Üssü, Latin Amerika veya Panama Kanalı için tehlike söz konusu olursa müdahale edeceklerini söyledi. Tabii ki kıtadaki Amerikalıların hayatları da Kennedy’nin kırmızı çizgilerinden birisiydi. SSCB’nin Küba’daki saldırgan tavırlarının somutlaşması da Başkan tarafından konuşmasında ifade edilmişti. Buna rağmen, Kruşev tavrını sürdürdü. Kennedy, Savunma Bakanı ile Küba’da çekilen henüz bazı parçaları eksik olan füze fotoğraflarını görünce danışmanlarıyla seri toplantılar yaparak daha önceki sert açıklamasına paralel bir adım attı ve Küba’yı denizden ablukaya alma kararı verdi. 16 Ekim 1962’de cereyan eden bu olaylar, dünyanın gündemine bomba gibi düştü. Bu arada Amerika; bu kararları NATO’ya veya BM’ye danışmadan almıştı. Amerika’nın bu tavrı, Avrupa devletlerine şok etkisi yaptı. Bundan sonra Avrupa devletleri geleceğe dair planlarını daha temkinli bir şekilde yapacaktı. 22 Ekim günü Küba ablukasına başlandı. O günlerde Küba’ya doğru yol alan Sovyet gemileri var olmasına rağmen Kennedy, ablukaya uymadıkları taktirde batırılacaklarına dair sinyaller vermişti. Kruşev ise gerilimi tırmandıran bir açıklama ile dur emri vermeyeceğini belirtti. Dünya sessizce hadiselerin nereye gideceğini merakla beklerken, bazıları artık bir nükleer savaşın kaçınılmaz olduğunu düşünmekteydi. Nitekim, 27 Ekim günü Kruşev’in mektubu ile bunalımın neticelenmesi için nihayet bir adım atılmış oldu. Daha sonra yapılan müzakereler de pazarlık unsuru olarak Türkiye’deki ABD füzelerinin kaldırılma şartı ortaya atıldı. Başkan Kennedy, askeri olarak elde ettiği hamle üstünlüğünü diplomaside de zekice sürdürdü. Her ne kadar yapılan gizli anlaşmalarda Türkiye’deki füzelerin de söküleceği 27 Akademik Perspektif – Nisan 2015 maddesi yer alsa da bu madde ifşa edilmemiştir. Böylelikle tarih bu hadiseyi Kruşev’in başarısızlığı olarak kaydetmiştir. ABD de bir süre sonra tek taraflı bir karar ile Türkiye’deki füzeleri sökmüştür. Netice olarak, Kruşev ülkesinde serüvenci olarak suçlandı ve kısa bir süre sonra da iktidardan uzaklaşmak mecburiyetinde kaldı. Soğuk Savaş’ın üzerinden yaklaşık 14 yıl geçmiş olmasına rağmen bugün devlet reflekslerinde o dönemdeki etkiye hala rastlayabiliyoruz. Rusya Devleti’nin uluslararası arenada söz sahibi olabilmek için bölgesel düzeydeki müdahaleleri herhangi bir hukuk normundan ziyade Makyavelist dış politika ile ilişkilendirilebilir. Bugün Kırım’ın işgal edilerek Rusya topraklarına katılması, Ukrayna’da ayrılıkçıların galeyana getirilmesi ve bizzat Rusya’nın bu ayrılıkçılara askeri destek vererek silah yardımında bulunması, bu yönde emirler verilmesi bariz bir şekilde Ukrayna’nın bağımsızlığına müdahaledir ve uluslarası hukuk kaidelerinin çiğnenmesidir. Aslında başlarda Rusya Devleti, Ukrayna’daki olayları üstlenmeyi reddetmekteydi. Fakat en son Vladimir Putin, Kırım’a müdahalede de devrik lider Yanukoviç’in kurtarılmasında da kendisinin açık bir payı olduğunu ifade etmiştir. Putin, bu açıklamalarıyla, Batı’ya “benim bölgemde istediğin gibi at koşturamazsın!” gibi bir tavrın içerisine girmiş olsa da uzun vadede ekonomik yaptırımlarla Rusya’nın bu süreçten ciddi yara alacağı da ihtimaller dahilindedir. Bunun farkında olan Putin, “oldu-bitti”ye getirilen Kırım meselesini örtebilmek için Donbass’taki olayları gündeme getirerek algıları farklı bir noktaya yönlendiriyor. Hatta o bölgedeki ayrılıkçıların çıkardığı olayları da alevlendirerek Avrupa’ya karşı bir pazarlık fırsatı yakalama gayretinde olduğu yorumları da yapılabilir. KAYNAKÇA Dr. Ayşegül SEVER, “Yeni Bulgular Işığında 1962 Küba Krizi ve Türkiye”, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, (1997). * Hamdi Karakal, Bilkent Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler 28 Akademik Perspektif – Nisan 2015 İngiliz Okulu Temsilcileri, Temel Varsayımları, Uluslararası İlişkilerde Üç Gelenek, Uluslararası Toplum, İnsani Müdahale Serdar Çukur * Bu makale de bir uluslararası ilişkiler kuramı olan İngiliz Okulu kuramının kısa giriş yapıldıktan sonra, kurama katkıları olan kişiler, temel varsayımları, kuramın içerisinde önemli bir tutan uluslararası ilişkilerde üç gelenek anlayışını ve uluslararası topluma bakışları ve son olarak İngiliz okulu Kuramının İnsani Müdahaleye nasıl baktığını ele alacağız. İngiliz Okulu İkinci Dünya Savaşından sonra ortaya çıkmış olan bir uluslararası ilişkiler teorisidir. Bu teori, 1959 yılında bir grup İngiliz akademisyenin uluslararası ilişkilerin temel sorunlarını tartışmak, teorik ve tarihsel bir çizelge sunmak maksadıyla 1 “ Britanya Uluslararası Politika Kuramı Komitesi “ çatısı altında toplanması sonrası temelleri atılmıştır. Bu temellerin atılmasında önemli rol oynayan kişiler şunlardır: Herbest Butterfield, Martin Wight, Adam Watson ve Hedley Bull. Bu saymış olduğumuz kişiler yukarıda belirtmiş olduğumuz komiteye de sırasıyla başkanlık yapmışlardır. İngiliz Okulunu 1 ERGÜL JORGENSEN,F. Aslı, İngiliz Okulu, editörler: ŞABAN KARDAŞ, ALİ BALCI, “ ULUSLARARASI İLİŞKİLERE GİRİŞ: TARİH, TEORİ, KAVRAM VE KONULAR ”, 1. Baskı, İstanbul: Küre Yayınları, 2014, s, 125 diğer uluslararası ilişkiler kuramından ayıran en önemli özelliği birden fazla görüşü içermesi ve bunları birleştirmesidir. Örnek olarak Martin Wight’nin üç geleneksel okul anlayışını verebiliriz.2 2 DEVLEN, Balkan, ÖZDAMAR, Özgür,”Uluslararası İlişkilerde İngiliz Okulu Kuramı:Kökenleri,Kavramları ve Tartışmaları”, Uluslararası İlişkiler”, Cilt:7, Sayı:25 ( Bahar 2010), s,45, http://www.uidergisi.com.tr/wpcontent/uploads/2013/02/ingiliz-okulu-kurami.pdf , (03.03.2015). 29 Akademik Perspektif – Mart 2015 Temsilcileri: İngiliz Okulunun gelişimini dört ana grup akademisyen üzerinden incelememiz mümkündür:3 1. Birinci Grup: Martin Wight, Hedley Bull, Adam Watson, Alan James ve John Vincenttin içinde bulunduğu gruptur. 2. İkinci Grup: Kuram içi tartışmalara doğrudan doğruya katkı sağlamış olan kişilerden oluşan bu grubun içerisinde Adrew Hurell, Timothy Dunne, Nicholas Wheeler, David Long, Peter Wilson, Hidemi Suganami gibi İngiltere’de doktora eğitimi almış olan akademisyenler bulunmaktadır. 3. Üçüncü Grup: Bu grubun içerisinde yer alan kişiler araştırdıkları ve tartıştıkları konular nezdinde teoriye katkı sağlamalarına rağmen bağımsız olarak hareket etmektedirler. Andrew Linklater, İan Clark, Robert Jackson bu grupta yer almaktadır. 4. Dördüncü Grup: İngiliz Okulunu tekrar bir araya getirmek veya yeni İngiliz Okulu gibi söylemlerle son yıllarda çalışmalar yapmış kişilerden oluşmaktadır. Grubun içerisinde Barry Buzan ve Richard Little bulunmaktadır. Temel Varsayımları a) Uluslararası ilişkilerin oyuncusu egemen devletlerdir. birincil b) Uluslararası ilişkilerde, iki ya da daha fazla devletlerin ilişkide olduğu ve kararlarına yeterince etki edebildiği sürece, bir devlet sistemi vardır. c) Uluslararası sistem anarşiktir. d) Uluslararası sistemde devletler, ortak çıkarları ve değerleri çerçevesinde kendilerini sınırladığını düşündükleri ilişkileri düzenleyen ortak kurallar ve birlikte yürütülen kurumların oluşturduğu bir “uluslararası toplum” içinde var olurlar.4 Uluslararası İlişkilerde Üç Gelenek Uluslararası ilişkilerde üç gelenek olarak bilinen bu anlayış Martin Wight tarafından 1950’lerin sonunda geliştirilmiş olup ve ölümü sonrasında eşi ve de iş arkadaşı olan kişi tarafından derlenmiştir. Bu üçleme şunlardır: Realist (Hobbescu) Gelenek, Rasyonalist (Grotiusçu) Gelenek ve Devrimci – Revolutionist (Kantçı) Gelenek.5 Martin Wight’in üçlemesinden birincisi, Realist Gelenektir. N. Machiavelli veya T. Hobbes’e kadar uzanan bir anlayışa kadar uzanmaktadır. Görüş ve pratik manada güç politikası eksenli bir temellendirme anlayışı vardır. Anarşiden ortaya çıkan çatışma veya savaş olağan bir durumdur. Uluslararası siteme önem verildiğini görmekteyiz. İlaveten, aşırı kötümser bir anlayış vardır. İkincisi, Rasyonalist Gelenektir. Devrimciler ve Realistler arasında bir yerde durmaktadır. Bu geleneğin hangi iki geleneğe yakın olduğu tartışmalıdır. Bu görüşte; dünyanın farklı toplumları ve kültürlerinin bir uluslararası toplum meydana getirdiği belirtilmektedir. H. Grotius temelli bir görüştür. Hedley Bull Rasyonalist Geleneğin en önemli savunucularından birisidir. Uluslararası toplumun önemli olduğu belirtilmektedir. Üçüncüsü ise Devrimci – Revolutinoist Gelenek. Kant’a kadar uzanan bir görüştür. Ahlaki evrenselciliğin üzerinde dururlar. Ilımlı veya radikal olabilirler. Bazıları rasyonel bireyselcilik yaklaşımından hareket ederken bazıları ise günümüzün iç içe geçmiş olan kültürel 4 3 ERGÜL JORGENSEN, F. Aslı , 2014, ss,125-126. 5 DEVLEN, Balkan, ÖZDAMAR, Özgür, 2010, s, 48. ERGÜL JORGENSEN, F. Aslı, 2014, s, 126. 30 Akademik Perspektif – Nisan 2015 dünyasında moral sorumluluklarının sınırlarını aşan bir hüviyete sahiptir. Dünya toplumu görüşünü bir model olarak görürler6. ii. Uluslararası Toplumun sınırları neresidir? Bu soruya ise Sytems of States ve İnternational Teory isimli eserlerinde cevaplamıştır. Uluslararası Toplum iii. Uluslararası toplumun varlığının, devletlerarası İşbirliğine yol açar mı açmaz mı? Bu soruya da evet diye cevap vererek Uluslararası toplumun ortak kültüre, çıkar, norm, kurumlar ve hukuk ile devletlerarası işbirliğine katkısı olmuştur diye belirtir. Uluslararası toplum kavramı İngiliz Okulunun Uluslararası ilişkiler literatürüne yapmış olduğu en önemli katkıların içerisinde yer almaktadır. Bu okulun içerisinde birçok kişi kavram hakkında değerlendirmelerde bulunmuşlardır. Ancak Okul içerisinde yer alan kişilerin çokluğu sebebiyle belli başlı kişiler üzerinden kavrama nasıl baktıklarını inceleyelim. Bu kişiler sırasıyla şöyledir: Martin Wight, Hedley Bull ve Adam Watson.7 Martin Wight uluslararası toplumu izah etmek adına şu üç soruya cevap aramıştır: 8 i. Uluslararası toplum nedir? sorusuna Martin Wight 1946 yılında yazmış olduğu “ Power Politics” isimli eserinde şöyle açıklamaktadır: Örgütlenmesini tamamlamış toplumların ( devletlerin ) baş aktörleri olduğu ve oluşturduğu istisnai bir toplumdur. Üye sayısı azdır. Üyeleri heterojendir. bireylerden daha Üyeleri politikalarını beka amacıyla oluşturan olumsuz birimlerdir. 6 ARI, Tayyar, “ ULUSLARARASI İLİŞKİLER TEORİLERİ: Çatışma, Hegemonya, İşbirliği ”, 8. Baskı,Bursa: MKM, 2013, ss, 515-519. 7 ERGÜL JORGENSEN,F. Aslı, 2014, ss,126-127. 8 DEVLEN, Balkan, ÖZDAMAR, Özgür, 2010, s, 5253. Hedley Bull uluslararası toplum hakkındaki görüşlerini açıklarken tüm toplumları korumaya çalıştırdıkları üç tane önemli öncelikten bahsetmektedir: Şiddeti sınırlandırmak, mülkiyet hakkını korumak ve anlaşmaların garanti altına alınması. Hedley Bull Uluslararası toplumu veya devletlerarası toplumu, devletlerin ortak çıkarlar ve/ya değerlere sahip olduğu, davranışlarını kendi rızaları ile bazı kurallara bağlamayı kabul ettikleri, devletlerarası diyaloğun hâkim olduğu ortak kurumların sürdürülmesi için devletlerin işbirliği halinde oldukları bir düzen anlamına gelir. Hedley Bull’un yapmış olduğu bu izaha benzer izah ve çıkarımı John Vincent’ta da rastlarız. John Vincent uluslararası toplumun parçası olma seçeneğine fonksiyonel ve faydacı bir gözle bakmaktadır.9 Adam Watson “The Evolution Of İnternational Society “adlı eserinde değişik toplumların kurmuş oldukları devlet sistemlerinin uluslararası topluma nasıl dönüştüğünü incelemiştir. Örnek verecek olursak eğer Sümer, Eski yunan, Çin …10 İnsani Müdahale İngiliz Okulu içerisinde yer alan kişilerin insani müdahaleye ilişkin görüşlerine 9 ERGÜN JORGENSEN, F. Aslı,2014, s, 127. DEVLEN BALKAN, ÖZDAMAR, ÖZGÜR,2010, ss,51-52. 10 31 Akademik Perspektif – Nisan 2015 geçmeden önce insani müdahaleye ilişkin yapılmış olunan tanımlamalar kısaca şu şekildedir: 1. Bir veya birden fazla devletin bir başka devletin halkının bir bölümünü ya da tamamını soykırım ya da insan hakları ihlallerinden korumak amacıyla yapılan silahlı müdahalelerdir. 11 2. Stephen Garretti‘nin yapmış olduğu insani müdahale tanımlaması ise ciddi boyutlara ulaşan insani acıları durdurmak amacıyla bir ya da daha çok dış devletin, başka bir devletin içişlerine askeri müdahalede ya da tehdidinde 12 bulunmasıdır. 3. Sean Murphy ‘in yapmış olduğu insani müdahale tanımlaması ise uluslararası insan haklarından yaygın bir biçimde mahrum olan hedef devletin vatandaşlarını korumak amacıyla, bir ya da birden fazla devlet veya uluslararası örgüt tarafından güç kullanımında ya da tehdidinde bulunmasıdır. 13 4. Nicholas J. Wheerler’in insani müdahale tanımlaması ise düzen ve adalet arasındaki çelişkinin doruk noktasıdır.14 Hedley Bull’un ilk dönem yazılarına baktığımızda düzen ve adalet ikilemi ile 11 DEMİREL, Naim,” Uluslararası Hukukta İnsani Müdahale ve Hukuki Meşruiyet Sorunu “, http://dergi.fsm.edu.tr/index.php/ia/article/view/ 16 , s,152, (06.03.2015 ). 12 ÇAPAR, Gökhan, “ NATO’ NUN KOSOVAYA MÜDAHALESİNİN BİRLEŞMİŞ MİLLETLER KURUCU ANLAŞMALARI AÇISINDAN ANALİZİ “, Yüksek Lisans Tezi, Uludağ üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Bursa, 2006, s,79, https://tez.yok.gov.tr/UlusalTezMerkezi/TezGoster ?key=7d53ed97e31a8bd39defac1ccce0a7188ed41 a80ff1aadab954262977067a5b2b57c46201412324 9 , ( 06.03.2015). 13 ÇAPAR, Gökhan, 2006,s, 80. 14 Türkmen, Füsun, “ İnsan Haklarının Yeni Boyutu: İnsancıl Müdahale “, 1. Baskı, İstanbul: Okumuş Adam Yayıncılık, Şubat 2006. ilgili olarak iki tür yaklaşımı koyduğunu görebilmekteyiz: orta “Dayanışmacı ve Çoğulcu”. Dayanışmacı yaklaşım; bireylerin güvenliği ve refahı konusunda devletlerin dayanışması gerektiğini konu almaktadır. Grotius temelli olup devletin her şeyden önce bir insani örgütlenme olduğunu söylemektedir. Uluslararası toplumun üyeleri içerisinde yer alan insanların haklarını korumak maksadıyla yapılan müdahalelerin devletlerin egemenliğini tehdit etse bile yapılan müdahalelerin haklı olduğunu ve de insani müdahalenin yapılabileceğini belirtir. Çoğulcu yaklaşım ise uluslararası toplumun niteliksel manada farklı devletlerden oluştuğunu yani devletin özne olduğundan bahsetmektedir. Uluslararası hukukçu olan Vattel‘in tezine dayanan bir temellendirmeye sahiptir. Temel olarak devletlerin birbirinin iç işlerine karışmaz anlayışı vardır. Ek olarak, insani müdahalenin Uluslararası düzeni bozacağını belirtir. John Vincent, yapmış olduğu insan hakları konusundaki çalışmalarında devletlerin her ne kadar farklı ideoloji ve çıkara sahip olsa bile bazı temel insani haklar üzerinde anlaşabileceğini ifade etmiştir. Robert Jackson, Hedley Bull’un düzen ve adalet ikilemi ile ilgili ifade etmiş olduğu çoğulcu yaklaşıma yakın olsa bile insana karşı sorumluluğu ele almıştır. Ayrıca devlet adamlarının üç sorumluluğu olduğundan bahseder: Ulusal sorumluluk, Uluslararası sorumluluk ve İnsani sorumluluk. Nicholas Wheerler ise uluslararası toplumun dünyadaki bütün insanlara karşı sorumlu olduğunu belirtir. Ayrıca “Yabancıları Kurtarmak” isimli eserinde insan hakları ihlallerine uğrayan bütün bireylerin kurtarılması adına uluslararası toplumun müdahalesinin gerekli olduğunu belirtir.15 15 ERGÜN JORGENSEN, F. Aslı, 2014, ss,130-131. 32 Akademik Perspektif – Nisan 2015 Nükleer Enerjinin Düşüşü Ufuk Elif Rodoplu * 1970’lerde altın bir geleceğe sahip olduğuna inanılan nükleer enerji, hiç de beklenildiği gibi olmadığını kanıtladı. Özellikle Fukuşima faciasından sonra dünya çapında nükleer enerjiye olan ilgi giderek azalıyor. Nükleer enerjinin geçmişine bakıldığında üç önemli nükleer kaza görüyoruz. Bunlardan bir tanesi 1979’da Amerika’da gerçekleşen Three Mile Island nükleer santral kazasıdır. Fakat bu kazada insan hayatını tehdit edecek ciddi bir olay meydana gelmediği için nükleer enerjiyi sorgulamaktan çok, nükleere karşı olumlu bir hava yaratılmıştı. İkinci büyük kaza ise 1986 Çernobil faciasıydı. Çernobil’in yarattığı hasar çok geniş çaplı oldu fakat facianın nedeni teknolojik eksiklikler ve insan hatasıydı ve kazanın faturasını Sovyetler Birliği’ne kesip, devam etmek kolay olan yoldu. Fakat 2011’de Japonya’da yaşanan Fukuşima faciası, nükleere karşı bakış açısını tamamen değiştirdi. Teknolojinin bu denli gelişmiş ve insan kaynaklı hatanın bu denli az olduğu bir ülkede böylesine büyük bir facianın meydana gelmesi tüm dünya ülkelerinde bir korku yarattı. Birçok uzmana göre Fukuşima faciası nükleer enerjide bir dönüm noktası oldu ve facianın dördüncü yılında Greenpeace’in hazırladığı rapora göre nükleer enerji sektörünün ekonomik ağırlığı ve önemi giderek azalıyor. 20 yıl öncesine bakıldığında, tüm dünyada kullanılan enerjinin %17’si nükleer santrallerden geliyorken, bugün bu oran %11’e gerilemiş durumda. Bunun en önemli nedenleri toplumdaki bilinçlenme ve ekonomik etkenlerdir. Fukuşima sonrası güvenlik konusundaki yasal düzenlemeler iyice sıkılaştırıldı, hem nükleer santral kurmak hem de kurduktan sonra bunu devam ettirmek oldukça masraflı hale geldi. Öyle ki, artık nükleer santralin finansmanını üstlenen tek bir büyük ticari banka bile kalmadı. Ayrıca, bütün kredi derecelendirme kuruluşları da 33 Akademik Perspektif – Mart 2015 nükleer santrale yatırıma olumsuz not veriyor. Avrupa’nın önemli enerji şirketlerinden biri olan Alman RWE şirketinden Thomas Birr’e göre yeni nükleer santral inşa etmek artık en iyi seçenek değil. Birr, yeni nükleer santrallerin masraf riskinin çok yüksek olduğunu, elektrik üretiminin çok pahalı olduğunu ve planlama ve inşaat sürelerinin çok uzun olduğunu belirtiyor ve 12 - 15 yıldan önce kara geçmenin mümkün olmadığını söylüyor. Bu nedenle de nükleere yatırım yapmak artık hiç de cazip bir yol değil. yenilenebilir enerji, nükleer enerjiye ciddi bir rakip olarak yükseliyor. Örneğin Avrupa ülkelerinin kendi ürettikleri enerjiye bakacak olursak, enerji üretiminde nükleer enerji %29’luk bir orana sahip ve bunu %24 ile başta rüzgâr ve güneş enerjisi olmak üzere yenilenebilir enerji takip ediyor. Bunun hemen arkasından %20 ile kömür türü konvansiyonel yakıtlar, %17 ile doğalgaz, %9 ile petrol geliyor. Nükleerin kullanımına ülke bazında bakınca önemli değişimler görüyoruz. Japonya, Fukuşima sonrası tüm nükleer santrallerini kapattı, bunun yanında Almanya, Fransa, ABD ve Güney Kore gibi 16 ülkede nükleer kullanımında ciddi azalmalar meydana geldi ve birçok ülke nükleere geçişi iptal etti ya da erteledi. Özellikle Almanya, Fukuşima sonrası, nükleer enerjiden vazgeçilmesi yönünde önemli adımlar attı. İşe 8 santrali kapatarak başlayan Merkel hükümeti, uzun vadede nükleerden tamamen kopmayı amaçlıyor. Ülkede oluşan enerji açığını kapatmak için de yeni rüzgâr, güneş ve biokütle santralleri kuruluyor. Nükleerin masraflarının giderek artmasının yanında, başta yenilenebilir enerji olmak üzere diğer enerji kaynaklarının masraflarında düşüş yaşanıyor. Bu durum nükleerin terk edilmesine olumlu bir katkıda bulunuyor. Uzmanlara göre Fransa’da da durum farklı değil. Cumhurbaşkanı Hollande, 2025 yılına kadar nükleer enerjinin payını %80’den %50’ye düşürmeyi planlıyor. 34 Akademik Perspektif – Nisan 2015 Nükleer konusunda asıl şaşırtan ülke Çin oldu. Çin’de devam etmekte olan 29 nükleer santral inşaatı olmasına rağmen, yenilenebilir enerjiye geçişin önemli ölçüde arttığı gözlemleniyor. Fukuşima’dan önce bile yenilenebilir enerjiye yapılan yatırım, nükleer enerjiden çok daha fazlayken şu anda Çin’de rüzgâr enerjisi başta olmak üzere, yenilenebilir enerji oldukça önemli bir yere sahip. ülkeler nükleer planlarından vazgeçmiyor. Örneğin, İngiltere, Çek Cumhuriyeti ve Polonya nükleer enerjiye olan yatırımlarına devam ediyor. Bunun önemli bir nedeni ise nükleere alternatif kaynak bulamamaları. Tüm bu gelişmeler yaşanırken, Türkiye de, tüm tepkilere rağmen Akkuyu Nükleer Enerji Santrali’ni inşa etmekte kararlı görünüyor. Enerji ve nükleer politika analisti Mycle Schneider’a göre tam bir devrimin ortasındayız. Enerji kaynaklarına olan talepte ciddi bir değişim yaşanıyor. Örneğin birçok ülkede, tüketicinin güneş enerjisi ile kendi ürettiği elektrik, şebekeden gelen elektrikten çok daha ucuza mal oluyor. Gelecekte enerji piyasası günümüzdekiyle hiç de alakalı olmayacak gibi görünüyor. * Ufuk Elif Rodoplu, Sabancı Üniversitesi, Uluslararası Çalışmalar Uzmanlara göre 2030 yılına kadar dünyada üretilen enerjideki nükleer payı %11’den %5’e kadar gerileyecek ancak bütün 35 Akademik Perspektif – Nisan 2015 36 Akademik Perspektif – Nisan 2015 Türkiye’nin Avrasya Ekonomik Birliği’ne Üyeliği Mümkün mü? Ümit Nazmi Hazır * Ukrayna ve Suriye krizleriyle birlikte dünya çok kutuplu dünyaya evrilme süreci yaşamaktadır. Bu süreçte küreselleşme eğilimi karşısında bölgeselleşme girişimleri ön plana çıkmaktadır. Bu bölgeselleşme girişimlerinden birisi de Rusya’nın öncülüğünde kurulan, Kazakistan, Belarus ve Ermenistan’ın da bulunduğu ve de Kırgızistan’ın da yakında katılacağı bir ekonomik entegrasyon projesi olan Avrasya Ekonomik Birliği’dir. Gümrük Birliği anlaşmasıyla başlayan Avrasya Ekonomik Birliği’nin siyasal bir entegrasyona dönüşüp dönüşmeyeceği ise henüz meçhul. Türkiye’nin Rusya ile ilişkilerinin ivme kazanmasına ve Türkiye’nin Avrupa Birliği temelli dış politikasından son yıllarda ayrılmasına paralel olarak Türkiye’nin Avrasya Ekonomik Birliği’ne üyeliği son zamanlarda dillendirilmeye başlandı. Makalemde Türkiye’nin Avrasya Ekonomik Birliği’ne üyeliği farklı boyutlarıyla değerlendirilmiş ve ne kadar mümkün olup olmadığı üzerinde tartışılmıştır. Rusya’nın Ankara Büyükelçisi Andrey Karlov’un ev sahipliğinde Ocak ayı ortasında Ankara’da gerçekleşen Avrasya Ekonomik Birliği toplantısına Kazakistan, Belarus ve Kırgızistan’ın Ankara Büyükelçileri de katıldı. Bu toplantıda Türkiye’nin Avrasya Ekonomik Birliği (AEB) üyeliğine dair olumlu mesajlar verildi1. Avrasya Birliği fikrinin öncülerinden olan Kazakistan Cumhurbaşkanı Nursultan Nazarbayev şimdiye kadar Türkiye’nin de bu birlikte yer alması gerektiğini birçok kez vurgulamıştı. Ankara’daki bu toplantıda Belarus Büyükelçisinin de Türkiye’nin üyeliğiyle ilgili olumlu yaklaşım belirtmesi dikkat çekiciydi. Hatta Rus Devlet Başkanı Putin’in sözcüsü Sergey Markov da yakın zamanda ‘’Türkiye, Avrupa Birliği’ne değil; Avrasya Birliği’ne girmelidir, bu şekilde 1 “Türkiye’ye davet var” Gazetem, erişim tarihi, 02.03.2015 http://gazetem.ru/haber/turkiyeye-davetvar/24151/ 37 Akademik Perspektif – Mart 2015 güçlenebilir’’ bulunmuştu.2 şeklinde beyanatta Türkiye’nin AEB’ye üye olması muhtemel mi ve üye olursa birliğe nasıl katkısı olur sorularını değerlendirecek olursak, bu konuya çok taraflı bakmakta fayda var. Yani hem olumlu hem de olumsuz taraflarıyla. İlk önce Türkiye’nin üyeliği Avrasya Ekonomik Birliği için neden önemli ve Türkiye’nin üyeliğinin olumlu yanları neler sorusu üzerinde düşünelim: Türkiye’nin AEB’ye üyeliğinin jeopolitik, ekonomik, siyasi ve hatta sosyolojik yönleri bulunmakta: Jeopolitik açıdan baktığımızda Türkiye’nin üyeliğiyle bu ekonomik entegrasyona yeni jeopolitik ve ticari yollar açılmış olacak. Türkiye’nin üyeliği Avrasya Ekonomik Birliği’nin Ortadoğu ve Akdeniz’e de uzanması demek. Rusya, Belarus üzerinden Doğu Avrupa’ya, Kazakistan üzerinden Türkistan ve Uzak Asya’ya hitap etme fırsatı bulmakta. Türkiye ise güneye ulaşması için bir fırsat. Yani Türkiye’nin üyeliği yeni ticari yolların açılması demek. Bu yollardan en önemlisi Karadeniz bölgesi; çünkü birliğin denize açılan tek yönü. Bu sayede Karadeniz bölgesi gelen ürünlerin gümrüksüz giriş kapısı olabilir. İkincisi, Türkiye’nin üyeliğiyle Sovyetler Birliği tekrar mı kuruluyor paranoyası ortadan kalkacaktır. Her ne kadar Avrasya Ekonomik Birliği ekonomik bir entegrasyon olarak ortaya çıksa da, Avrupa Birliği tarzı bir siyasal bir entegrasyona ve Rus hegemonyasına dönüşür mü şeklinde tartışmalar mevcut. Türkiye’nin üyeliği bu tartışmaları doğrudan by-pass edebilir. Nazarbayev’in de Türkiye’nin üyeliğini 2 ‘’Türkiye AB’ye değil, Avrasya Birliği’ne Katılmalı’’ Haberler.com, erişim tarihi, 13.01.2015 http://www.haberler.com/rus-sozcu-markovturkiye-ab-ye-degil-avrasya-6864082-haberi/ desteklemesindeki en önemli nedenlerden biri de bu. Aynı zamanda Nazarbayev’in, Türkiye’nin üyeliğiyle Rusya’nın dengelenebileceğini düşünmesi kuvvetli ihtimal. Türkiye’nin bu birliğe üye olması Özbekistan, Türkmenistan ve Azerbaycan gibi Türk devletlerinin de birliğe yönelik bakış açısını olumlu yönde etkiyebilir. Türkiye’nin aynı zamanda Avrasya Ekonomik Birliği’ne üyeliğinin sosyolojik boyutları da bulunmakta: Türkiye’nin son zamanlarda unuttuğu bir Avrasyalı kimliği var. Türkiye’nin Avrasya’daki Türk halklarıyla olan etnik, dinsel ve kültürel yakınlığı Türkiye’nin Avrasya kimliğini güçlendirmekte. Bu bakımdan Türkiye’nin Avrupa kıtasındaki halklara nazaran Avrasya halklarıyla daha fazla kimliksel yakınlığı mevcut. Türkiye’nin modernleşmesinde ve imparatorluk geleneğine sahip olmasında olduğu gibi Rusya ile ortak birçok yanı da bulunmakta. Ruslar ve Türkler Garp ve Şark arasındaki yerini bulma ve biz kimiz sorusunu cevaplandırma konusunda benzer sıkıntıları yaşayan Avrasya toplumları. Bunlar da bu iki toplumu birbirine yakınlaştıran unsurlar. Ticari anlamda baktığımızda ise, AEB ülkeleri dünyada petrol ve doğalgaz üretiminde birinci. Bu ülkelerin170 milyonluk nüfus ve 2.7 trilyon dolarlık ekonomik hacmi var. Türkiye 170 milyonluk nüfusun ihtiyaçlarını karşılamada önemli bir ülke olabilir. AEB’nin pazar ekonomisine de katkı sağlayabilecek bir ülke. Türkiye Kafkaslar üzerinden Türkistan’a açılabilir ve Kazakistan ürünleri Türkiye’ye bu sayede daha kolay ulaşabilir. Öte yandan Türkiye’nin AEB’ye üye olmasında bazı olumsuzluklar da mevcut: Avrasya Ekonomik Birliği ülkelerinin şu anki toplam nüfusu 170 milyon. 75 38 Akademik Perspektif – Nisan 2015 milyonluk bir Türkiye’nin Birliğe hemen dâhil edilmesi pek mümkün değil. Türkiye Birlik içindeki nüfus ağırlığını doğrudan değiştirebilir ve Rusya kendi etkisinin azalacağını düşünebilir. Çünkü Türkiye’nin üye olması demek, birlik içinde Rus ve Belarus’un oluşturduğu Slav nüfusun ağırlığının Türk halklarının nüfusu karşısında düşmesi demek. Diğer taraftan Avrasya Ekonomik Birliği’nin şu an Türkiye’nin üyeliği için herhangi bir perspektifi yok. Aynı zamanda Türkiye’nin de bu birliğe üyelik için herhangi bir perspektifi ve vizyonu bulunmamakta ve herhangi başlatılmış bir süreç de yok. İkili ilişkileri günümüzde iyi olan Türkiye ve Rusya, tarihsel rekabete sahip olduğu Kafkasya ve Orta Asya’da rekabetten kalıcı işbirliğine geçebilir mi sorusunun cevabı ise muallak. Çünkü iki ülke arasındaki ilişkilerin doğal sınırı var ve bu sınırı hemen aşmak kolay değil. Avrasya Ekonomik Birliği bu sorunun tam merkezinde yer alıyor. İkili ilişkileri iyi olan Türkiye ve Rusya, Suriye krizi gibi birçok bölgesel meselede ayrı noktalarda bulunmakta. Türkiye’nin AEB’ye katılabilmesindeki en önemli nokta ise Trans-Atlantik ile olan ilişkileri. Türkiye ve Rusya zaman zaman birbirlerini Batı’ya karşı yedekte tutan ülkeler. Bu tarz gündemlerle de Batı’ya mesaj verebiliyorlar. Unutmamak gerekir ki Türkiye hala NATO üyesi. Bundan dolayı Türkiye’nin Batı ekseninden kısa vadede çıkması mümkün değil. Avrupa Birliği ülkeleri Türkiye’nin ticaret hacminde yüzde 50 paya sahip. Bir de Türkiye’nin Avrupa ile yapmış olduğu Gümrük Birliği Anlaşması var. Bu anlaşma da AEB’ye girmesinde önemli bir engel; fakat altını çizmek gerekir ki, bu anlaşma daha çok Avrupa’nın yararına ve Türk ekonomisine zarar verebilmekte. Çünkü AB’nin üçüncü taraflarla yaptığı anlaşmalardan Türkiye doğrudan etkilenmekte. Aynı zamanda Türkiye’nin şu anda AB’ye tam üyeliği de mümkün gözükmemektedir. Türkiye’nin de AB kapısında bekleme niyeti yok bundan dolayı birçok alternatifi değerlendirmek istiyor. Avrasya Ekonomik Birliği de bu bağlamda Türkiye’nin gelecek vizyonu açısından önemli. Avrasya Ekonomik Birliği’nin nasıl bir yapıya bürüneceği, siyasal entegrasyona dönüşüp dönüşmeyeceği gibi sorular cevaplanmadan Türkiye’nin kısa dönemde üye olması mümkün değil. Ama bir görüşme zinciri başlatılabilir ve Türkiye gözlemci statüsü kazanabilir. Türkiye’nin AEB’ye üyelik süreci aynı zamanda Avrasya Ekonomik Birliği’nin jeopolitik bir bütünleşme projesinden öteye gidip daha küresel bir etkiye sahip çok kimlikli bir birlik olup olamayacağının da cevabı olacak. Türkiye’nin yapması gereken ise AEB’yi Batı’ya karşı bir denge unsuru ve ikame olarak görmekten ziyade, Batı ile Rusya arasında köprü olabileceği özgün ve merkezde bir pozisyon oluşturmak olmalı. * Ümit Nazmi Araştırmacısı Hazır, Kafkassam 39 Akademik Perspektif – Nisan 2015 Genç Liderler İle Gençleşen Hükümetler Semih İzgi * Makale öncelikle son dönemde hükümet liderlerin yaş ortalamasının düşmesi sonucu hükümetlerin daha gençleşmesini ele almakla birlikte bunun devamlılığını işlemiş bulunmakta. Bu durumun tarihsel süreç içinde örnekler taşıyarak vurgulanmıştır. Avrupa bazlı somut örnekler ve lider adayları ile kuvvetlendirilmiş bir şekilde okuyucuya sunulmak istenmiştir. Senelerdir süregelen yönetim biçimlerinin tarihte gördüğümüz örnekleri üzerine birçok lider vasıflı kişilerin erken yaşta yönetimin başında kendini bulmuştur. Bu şekilde hiyerarşinin en üstünde olmak genellikle teokratik yönetimlerde karşımıza çıkmıştır. Fatih Sultan Mehmed han(2.mehmed), bunun herkesin aşikâr olduğu bir örneği haline gelmiştir.’’ Anlatılana göre "Beni seven ardımdan gelsin!" diyerek atına atlayıp, kuzeye doğru yola çıkmıştı. Mehmed 19 Şubat 1451’de Edirne’de ikinci kez tahta çıktı’’[1]Mehmed Han’ın 19-20 yaşlarında tahta çıkıp nice başarılara imza atmış olduğunu bilmeyenimiz yok elbet, peki ya günümüze gelecek olursak liderlerin gençleşmesi ve hükümetlerin daha genç olması mümkün müdür? Burada asıl değineceğim konu (sözde) demokratik toplumlarımızın nasıl gençleşeceğidir. Elbette demokratik ve hukuk devleti oyununun kurallarına göre bu gençleşmeler olacaktır. Liderini arayan halk seçimlerde sandık başına gitmekten çekinmeyecek, kendi ve halkı için liderlik vasfını taşıyan bu potansiyeli gördüğü bilgili lideri kendi özgür iradesi ile demokratik usullerin içinde seçimini yapacaktır. Gelelim günümüz patronlarının, devlet başkanlarının durumuna bakmaya, öncelikle ele alacağım ilk ülke İtalya olacak Berlusconi’den sonra sancılı bir süreç yaşamakta olan İtalya’nın sadece 39 yaşında tahta oturmuş olan Renzi kendisine İtalya’nın en genç başbakanı unvanını kazandırmanın dışında 40 Akademik Perspektif – Mart 2015 hükümetini de gerçekten günümüz hükümetlerine kıyas ile 49 yaş ortalamasına sahip oldukça genç bir hükümet ile İtalya ve dünya tarihinde kendine rol edinmiştir. Son zamanlarda Renzi'nin büyüsünü kaybettiği çalkantıları ortalıkta dolansa da Renzi, genç ve dinamik vasfı ile bu gücü kullanarak yeni bir sinerji yakalayabilme kabiliyeti ile bunların üstesinden gelebilecek olası genç liderlerimizden. Sırada ki ele almak istediğim lider ise gündemimizde oldukça yer tutan Syrize'nin lideri Yunanistan'ın en genç başbakanı Alexis Tsipras. Gelelim Tsipras ne yaptı da, 2009’da sadece %4,5 civarı olan oy oranını yükseltip 6 yıl sonrasında ipi göğüslediğine. Burada önemli husus şüphesiz ki Tsipras'ın seçim vaatleri, şimdi bunları ele alalım. Tsipras ilk etapta yoksullar için bedava elektrik, gıda ve kira desteği, sağlık ve emekli maaşlarının iyileştirilmesinin yanı sıra ülkede asgari ücreti 750 Euro civarına çekeceği vaatlerine bulundu. Ülkedeki işsizlik sorunu için ise yeni istihdam alanlarının sözünü verdi. Son olarak Avrupa Birliğini tedirgin eden vaadi ise 320 milyar Euro'yu bulan kamu borçlarının silineceğini belirtmiş olması idi. Değirmenin suyu olayı gerçekten burada Tsipras’ı tedirgin etmesi gereken bir konu, profil olarak çok etkileyici vaatlerde bulunan Tsipras halkın desteğini aldı. Liderlik elinde ama bu vaatleri kemer sıkma politikası ile gerçekleştirmesi ne derece olası bilmiyoruz. Tsipras bu değirmene suyu nasıl aktaracak kemer sıkma politikası değirmeni döndürebilecek mi? Tsipras ülkesinin Ab içindeki konumunu bakalım nerelere taşıyacak. Vaatleri Yunan halkını etkiledi, yapacakları da etkilemesi durumunda Yunanistan’ı bu durumdan bir tık ileri taşısa dahi Yunanistan için bu bataklıktan kurtulmak adına efsanevi bir sürece imza atmış olacaktır. Tsipras Yunanistan için neler yapacağını hep birlikte göreceğiz. 40 yaşında tahtı eline alan bu adam şimdilik pek önemli bir sınavdan geçmedi, ancak en son gerçekleştirdiği Kıbrıs ziyaretinde Kıbrıslı Türklerle temas kurarak bu anlamla adım atan ilk Yunan başbakanı olması KKTC için yeni bir oluşuma daha dostane ilişkilerin söz konusu olabilmesinin mümkün olup olmadığını hep birlikte göreceğiz. Dikkat çekmek istediğim son isim ise daha liderlik sıfatını fiilen ispatlamış değil. Bu isim Pablo Iglesias, gerçekten yavaş yavaş adını bize duyuran Iglesias İspanyada genç yaşıyla büyük işler yapmaya başladı. Yaklaşan İspanya seçimleri öncesi, gerek vaatleri gerek halka hitap edişiyle şimdiden İspanyolların sevgisini kazanmış gözüküyor. Tabi seçimlerde işlerin bozulup bozulmayacağını bilemiyoruz, burada Iglesias zenginden alıp fakire verme politikası özellikle seçim vaatlerinden biri olan zenginlerden daha çok vergi alacağını belirtmesi, sermayeyi ülkeden kaçırılmasına neden olur mu bilemiyorum ancak Iglesias bir siyaset bilimi mezunu gayet bilinçli genç lider adayı. Tsipras örneği ile ben İspanya seçimlerinde önemli bir rol oynayacağı kanaatindeyim. Son anket bilgilerinde Iglesias’ın gerçekten önemli bir kesimi kendi tarafına çekmiş olduğu yönünde bu at kuyruklu, küpeli lider adayımız bakalım bizlere genç lider tanımına en yakınken kendini zirveye koyabilecek mi? Özellikle partinin geçtiğimiz günlerde düzenlemiş olduğu ‘değişim yürüyüşüne’ katılan on binlerce kişinin olması Iglesias’ın bazı şeyleri doğru yaptığı konusunda bizlere ışık yakmıştır. Iglesias için de yaklaşan seçimler öncesi elinin güçlü olduğunu gerçekten doğru şeyler yaptığını kendisinin büyük desteği 41 Akademik Perspektif – Nisan 2015 arkasında tuttuğunu somut bir kanıt olarak göz önüne çıkarmıştır. Ele aldığımız bu incelemeler bize bunun bir akım haline gelebileceğini gösterip göstermeyeceğini bilmiyoruz ancak Iglesias’ın seçimde bir başarı elde etmesi durumunda sanki bazı sinyaller yanmaya başlayacak ve dünya daha genç liderler daha genç hükümetlerin eline kendini bırakabilecek şeklinde bir potansiyel taşımaya başlayacaktır. Süregelen bu pozitif ışık elbette ki devlet yönetiminin tecrübesini elinde bulundurmuş kişilerin belli konumlarda bu genç liderlerimize önemli bir destek verecek şekilde eleştirel yaklaşımlarda bulunması şüphesiz ki büyük önem arz edecektir. Liderlerin kendi yeteneklerini, bu tecrübelerin yorumları ile karışımı gerçekten harikulade bir devlet yönetiminin ortaya çıkmasını sağlaması söz konusu olacaktır. Nitekim genç liderlerin güncel eğitim bilgileri daha taze olduğu için mevcut çağa ayak uydurmaları daha kolaydır. Bilgilerini devlet yönetimine aktarmalarının daha pratik olacağı kanaati hepimizde uyanmakta ancak hepimizin çeşitli tedirginlikleri var. Her devlet yönetimi bir risk olmakta dolayasıyla genç liderlerin sahip olduğu yönetimleri görmeye başlayacak mıyız bilememekteyiz. Bu riski de dünyanın tatmış olduğunu biliyoruz. Yeniden şekillendiğinde neler iyi neler kötü hep birlikte izliyor olacağız. Hükümetlerin genç liderlerin elinde daha demokratik, yasama, yürütme, yargı faaliyetlerinin gerçek anlamda işlemini yerine getiren, insan haklarına daha saygılı, anayasalarının özü ve ruhuna uygun hareket eden kanun koyucularına sahip, devlet yönetimleri görmek hepimizin arzusu ve ortak dileği olacaktır. KAYNAKÇA 1. [1]^ Atilla,Şahiner,”Osmanlı Tarihi”,Lacivert Yayınları (2008).ss.s.80 2. Fortune,40under40 (erişim tarihi:28.2.2015),http://fortune.com/40-under40/matteo-renzi 3. Gianni,Riotta,”Foreignpolicy THY demolition men its a wall” (erişim tarihi:28.2.2015),http://foreignpolicy.com/2015/01 /14/the-demolition-man-hits-a-wall-italyeconomy-matteo-renzi/ 4. Faris,Stephan,”Matteo Renzi: İtaly will never be a normal country”(erişim tarihi:27.2.2015),http://time.com/91602/italymatteo-renzi/ 5. Şenol,Rana,”Tsipras Kuzey Kıbrıslı sivil toplum örgütleriyle bir araya geldi” (erişim tarihi:1.3.2015),http://www.agos.com.tr/tr/yazi/10 464/tsipras-kuzey-kibrisli-sivil-toplum-orgutleriylebir-araya-geldi 6. Soares,Isa,”Greece elections:Is Alexis Tsipras man of the moment?” (erişim tarihi:27.2.2015),http://edition.cnn.com/2015/01/ 25/europe/soares-greece-elections/index.html 7. İspanya’da ‘Yeni SYRIZA’ Podemos’tan gövde gösterisi (erişim tarihi:28.2.2015),http://www.bbc.co.uk/turkce/ha berler/2015/01/150131_podemos_miting#sharetoplu * Semih İzgi, Yeni Yüzyıl Üniversitesi, Hukuk 42 Akademik Perspektif – Nisan 2015 Yeni Türkiye İçin Başkanlık Sistemi ve Anayasa Değişikliği Röportaj: Gülnur ÜLKER * Başkanlık Sistemi, kısa tabiriyle hükümet başkanının aynı zamanda devlet başkanı olduğu Cumhuriyete dayalı bir hükümet sistemidir. Yasama, yürütme ve yargı organları arasında kesin bir ayrımın olduğu, yasama ve yargının demokratik bir denetime tabi olduğu, yürütmenin de iktidar olanaklarını genişleten bir yönetim biçimidir. Başkanlık Sistemi ile yönetilen ülkeler genellikler Cumhuriyet olduğu için devlet başkanları Türkçede Cumhurbaşkanı olarak adlandırılır. İran Cumhurbaşkanı, Güney Kore Cumhurbaşkanı gibi. Genelde Başkanlık Sistemi denilince akla ilk gelen ABD’de bir Cumhuriyet olmasına rağmen ülkenin adında cumhuriyet kelimesi geçmediği için oradaki Cumhurbaşkanlarına sadece Başkan denilir. Bu kısa bilgiyle ilk Turgut Özal zamanında gündemimize gelen bu sistem şuanda kamuoyunda bir hayli konuşuluyor. Bizde Başkanlık Sistemi’ne dair geniş bilgiler almak ve bilgilenmek için, bu konuyla yakinen ilgilenen Avukat Adile Gürbüz’e sorduk ve değerlendirdik. Kendisine verdiği bilgilerden dolayı ve bize zaman ayırdığı için teşekkürlerimi sunuyorum Malum Türkiye Cumhuriyeti tarihi boyunca sürekli gündeme gelen ve halen de gündemde olan Başkanlık sistemi söz konusu. Bize Öncelikle başkanlık sisteminden bahseder misiniz? Nasıl işliyor bu sistem? Konunun ülkemizin yönetim şekli açısından önem taşıması ve son zamanlarda gündemde olması dolayısı ile sıcağı sıcağına bu konuyu değerlendirme ve kafalardaki Başkanlık sistemi ile ilgili yanlış bilgileri düzeltme ve haksız eleştirilere bir açıklık getirmek böyle bir konuya değindiğiniz ben teşekkür ediyorum. Birçok farklı ülkede farklı uygulamalarla Başkanlık sistemi yürütülüyor. Kuruluşundan beri ABD Başkanlık sistemini kullanıyor ve en bilinen ülke de o, biz de ABD örneğinden gidelim. ABD'de Başkanı halk seçer, en fazla iki defa seçilir ve görev süresi dört yıldır. Görevi 43 Akademik Perspektif – Nisan 2015 dolmadan (ağır bir suç işlemediği sürece) görevinden alınamaz. Başkan'ın kanunları onaylama-veto etme, kanunları yürütme, dış ilişkileri sürdürme, Başkomutanlık yetkileri vardır. Kimi üst Düzey atamaları da senato onayı ile yapabilir. Başkan yürütmeyi temsil ederken, yasamayı senato işletir. Bu iki yapı birbiriyle hem uyumlu çalışmayı hem de birbirini denetlemeyi amaçlar yani denge kurulur. Başkan'ın yardımcıları senato onayı ile atanır. Açıkçası çatışma Başkanlık sisteminin doğasına aykırıdır. Son 12 yılda istikrarlı bir Hükümetle demokratikleşmede, kalkınmada vs hayli ilerledik. Fakat ülkenin daha fazlasına ihtiyacı var. Bunun için de kuvvetli bir temsil gerekiyor. Mevcut parlamento sistemi Cumhurbaşkanı-Başbakan-TBMM arasında bürokrasiyi çoğaltıyor, bu da yasamanın hantallaşmasına, Yürütmenin hızla kararları uygulamasının önüne geçiyor. Bir Başkan, bir meclis ve bağımsız yargı Türkiye'nin hızlı bir ivme kazanmasını sağlayacağına inanıyorum. Bence Türkiye Başkanlık sistemine uzun zamandır hazır. Başkanlık sistemi Türkiye’nin yapısına uygun mudur? Türkiye bu sistemi taşıyabilir mi? Türkiye’ye özgü bir başkanlık sisteminden bahsedersek nasıl bir sistem ortaya çıkar? Tabii ki de uygundur. Öncelikle şunu anlamamız gerekiyor. Bu bir rejim tartışması değildir, bir siyasal sistem tartışmasıdır. Türkiye’nin sahip olduğu rejim bellidir, o da cumhuriyettir. Benim Türkiye’de değişmesi gerektiğini düşündüğüm durum da Türkiye’nin sahip olduğun yönetim biçimi yani siyasal sistemidir. Başkanlık sisteminde keskin kuvvetler ayrılığı dediğimiz bir durum söz konusu. Yani yasama ve yürütmenin ayrı seçildiği bu sistemde net bir ayrım var. Dolayısıyla her bir güç ve kolun bir diğer ile güç ve sorumluluk alanları bakımından bir çatışma yaşamadıkları bir model sunuyor bizlere. Bu da şu demektir; bu sisteme sahip bir ülkenin siyasi istikrarı bir engele takılmadan ülke gelişimini hep daha iyiye ve ileriye doğru sürekli ve mümkün kılar ve ülke hızlı bir karar mekanizmasına sahip olur. Türkiye’ye dönecek olursak Türkiye hızla gelişen büyüyen bir ülke. Dünya ölçeğinde öne çıkacak potansiyelimiz var. Ancak geçmişte ülke içi ayrışmalar, darbeler, koalisyon hükümetleri, CumhurbaşkanıHükümet-Yargı ve hatta Askeriye çatışmaları ülkemize çok şey kaybettirdi. Geriye dönük tarihsel tecrübelerimize ve gerekse mensubu olduğumuz medeni değerlerimize bakacak olursak, köklü tarihimiz ve medeniyetimiz bu sistemi bize zaten zorunlu kılmakla beraber Türkiye’ye özgü olacak Başkanlık sistemine de şekil verir. Her toplum kendi sosyal ve kültürel değerlerine uygun bir sistem inşa edebilir. Türkiye'de uygulanabilecek sistem tabii ki bazı farklılıklar içerecek. Bu farklılıklar sistem masaya kararlı bir şekilde yatırıldığı zaman netleşir. Yalnız şu kadarını söylemek gerekir, Başkanlık sisteminden söz edilince akıllara direk Amerika geliyor, ‘Başkanlık sistemi varsa o zaman federatif bir sistem olacak, yani Türkiye eyaletlere bölünecek’ denilip insanlar yersiz bir korkuya kapılıyor. Halbuki Almanya’ya bakacak olursak devlet yapısı federaldir ama siyasal sistemi Parlamenter sistemdir. Siyasal sistemi Başkanlık olup devlet yapısı üniter olan ülkeler de var. Yani bunlar olmazsa olmaz ya da birbirinin gerek şartı değil. Bizim de Başkanlık sistemimiz bize uygun olacak. Bunlar oturulup konuşulur ve bir sonuca bir netliğe varılıp şekil alır. Biz yüzlerce yıllık geçmişi olan köklü bir devlet geleneğinden geliyoruz. Milletimiz Başkan ve meclisin (senatonun) çatışmasını istemeyecektir, tercihini 44 Akademik Perspektif – Nisan 2015 uyumlu bir yönetimden yana seçecektir. Sanırım Başkan ve Meclisin aynı dönemlerde seçilmesi bunun için güzel bir yöntem olabilir. Ve yine dediğim gibieyalet sistemi biz de uygulanmayacaktır. Bunun yerine yerel yönetimlerin güçlendirilmesi demokrasi için daha işlevsel olacaktır. En başta da belirttiğim ülkemize özgü olacak bu sistemin net şekli kararlı bir şekilde uygulamaya konulacağı zaman belli olacaktır. Başkanlık sisteminin Ülkenin Başkanına sınırsız yetki getireceğinden, dolayısıyla da bir otoriter rejime dönüşeceğinden endişe edenler var? Peki, duyulan bu endişelere ne diyorsunuz? Şuanda sahip olduğumuz Parlamenter sistemde seçmen, yasama organı olan TBMM’yi seçiyor, sonra onun içinden bir yürütme organı ortaya çıkıyor. Bu bir koalisyonsa yasama organı zaten çalışmaz bir hal alıyor ve ülkenin her alanda istikrarına ciddi zararlar veriyor. Ya da güçlü tek bir parti iktidardaysa dolayısıyla bu seferde yasama organı o partinin gücü altında işlevini sürdürüyor. Otoriter rejimden korkanlar için bu daha tehlikeli aslında. Hâlbuki Başkanlık sisteminde yasama organı, TBMM ve yürütmenin başı olan Başkan ayrı seçiliyor. Başkanın bürokrasisi de Başkanla birlikte gelip başkanla birlikte gidiyor, dolayısıyla da sorumluluk alıyor. Şuanda bizim sahip olduğumuz Parlamenter sistemde bürokratik devlet yapısı, bu sistemin sorunu halinde. Parlamenter sistemle siz bürokratı görevden alsanız dahi o idari mahkeme kararı ile tekrar bir şekilde gelebiliyor. Başkanlık sisteminde ise bürokrat başkanla gelir, başkanla görevden ayrılır. Bu yüzden de sorumluluğun farkındadır. Dolayısıyla demek istediğim şu ki; Böyle işleyen bir sistemde bir otoriter rejimden söz etmek mümkün değil. Başkan’ın bütçesini Meclis onaylayacak. Bu bile başkanın sınırsız yetkiye sahip olmadığını gösteriyor. Yine daha önce belirttiğim gibi yasama ve yürütme organları arasındaki keskin ayrılıklar yine otoriter bir rejimin olmasını engelliyor. Ne meclis ne başkan yetki olarak tek ve mutlak değil. Başkanlık sistemi, Mevcut parlamenter sistemden daha şeffaf bir sistemdir. ABD'de, Fransa'da ve daha pek çok ülkede uygulanıyor. Hiçbir "otorite" tartışması yapılmıyor, neden Türkiye olunca bu gündeme geliyor? Bu korkuların yersiz olduğunu anlamak için Başkanlık sistemini iyi bilmek gerekiyor ve genelde bu sistem iyi bilinmediği için bu korkular oluşuyor. Velev ki başkanlık sistemi geldi, Türkiye’yi dünya konjonktüründe nasıl bir yere çıkarır? Türkiye Cumhuriyeti Başkanı demek iç ve dış temsilde daha kendine güvenen, daha güçlü bir lider demek, yasaların ateşli bir şekilde yürütülmesi demek. Ülke içinde yasamayı yapacak olan meclisin de daha bağımsız bir çalışma yapması demek. Ve yazık ki illegal kimi çevrelerin Türkiye'de kargaşa çıkartmak için kullandığı en belirgin araç bu güne kadar TBMM olmuş. Şu bakımdan TBMM çalışamaz hale getirilmiş, koalisyon hükumetleri birbirine düşman olmuş, Cumhurbaşkanları halktan kopuk ve kendini üstün görmüş. Bunlar hep itibar kaybına sebep oldu tabi. Türkiye'nin bundan sonrasında tüm ülke politikasını, ihtiyaçlarını, yatırımlarını sürdürecek bir başkana ihtiyacı var; ciddi bir istikrar ve güven ortamı yaratır, böylece ulusal ve uluslararası arenada Türkiye'yi güçlendirir. Yine Türkiye’nin en önemli sıcak gündemlerinden biri anayasa değişikliği... 45 Akademik Perspektif – Nisan 2015 Yeni Türkiye için yeni Anayasa elzem midir? Şuanda Türkiye’nin temel sorunu, geçmişte Medeni Kanun ve Ceza Kanunu gibi yapılan bazı düzenlemelerin İsviçre ve Fransa gibi ülkelerden alınmış olması ve bize özgü olmamasıdır. Dolayısıyla da yaşanılan sorunların kaynağı buradan geliyor. Darbe ile yapılan bir anayasanın antidemokratik olacağı açıktır. Düşünsenize Gücünü milletten değil de darbeciden alan bir anayasa… Mevcut Anayasaya ülkemizin ihtiyaçlarına ve sorunlarına cevap veremiyor maalesef. Hızla ilerleyen Türkiye’nin mevcut anayasaya tabi tutulması beraberinde çok ciddi sorunları getiriyor. Bir tıkanıklık söz konusu oluyor. Ülkemizin çoğulcu yani; bu ülkede yaşayan inanç kesimlerini, etnik yapıyı, temel insan hak ve özgürlükleri temelinde temsil edebilecek bir ana yasa şart! Peki yeni anayasa nasıl olmalı sizce? Neleri kapsamalı? Bir kere vatandaşlarını eşit gören, onların haklarını gözeten bir anayasa olmalı. Vatandaşlık bağının ırkla değil insanların ruhları ile kurulması gerekir. Değiştirilemez madde olamaz ki! Anayasa insanlar için insanlar tarafından yapılır, insan değişirse doğal olarak ihtiyaç olduğunda anayasa maddeleri de değiştirilebilir. Mevcut anayasa haklardan çok ödevleri, özgürlükten çok yasakları dile getiriyor, bu da değişmeli. Yeni anayasa özgürlükçü, adaletten yana, eşitlikçi olmalı. Devleti milletin hizmetine sunmalı. Kullanılan dil anlaşılır olmalı, çok ayrıntılı ve üstenci olmamalı. Yeni anayasa bize bir ideoloji, bir tek dünya görüşü dayatmamalı; fikir ve emeğe değer vermeli. Ülkesinde yaşayan insanların inançlarına, kültürlerine, geleneğine ve medeniyetine uygun olmalı. Ayrıca da çoğulcu olmalı yeni anayasa. Bence bu çok önemli! Ve tabii ki de ülkesinde yaşayan insanların iradesiyle olmalı. Son olarak hızlı bir değişim yaşayan küresel dünya sistemlerinde Türkiye bu değişime yeterli hızda ayak uydurabiliyor mu? Bu hıza ayak uydurabilmemiz ve Türkiye’nin hak ettiği konuma gelmesi için nasıl çalışmalar yapılmalıdır? Dünya'da şuan ciddi bir ekonomik kriz, siyasi kriz ortamı var. Ortadoğu darbelerle, iç savaşlarla boğuşurken Batılı ülkeler de iç kavgalarla zarar görüyor. Türkiye dışında sorunsuz, mükemmel bir hayat yok. Ancak mevcutlar içinde ülkemiz günden güne daha iyi bir konuma ilerliyor. Türkiye, birçok ülke ile vizeleri kaldırdı, sanırım 77 ülkeye Vizesiz seyahat ediyoruz. Bunun sebebi Türkiye'nin Dünya'da daha gelişmiş, Saygın bir konumda olmasıdır. Yabancı yatırımcının güvenle geldiği bir ülkeyiz. Aynı zamanda pek çok alanda Türkiyeli Yatırımcılar yabancı ülkelerde çok ciddi işler yapıyorlar. IMF'ye olan borcun bitmesi ve Türkiye'nin artık borç verebilen ülke haline gelmesi itibarımızı arttırdı. Bugün ülkemiz birçok Ülkeye, örneğin sağlık sistemimizde ABD'nin, demokrasi ve gelişmelerimizde Avrupa ve Ortadoğu Ülkelerinin takip ettiği bir ülkeyiz. Türkiye birçokuluslararası etkinliğe, bilimsel çalışmaya ev sahipliği yapabilmeli. Üniversitelerimizin, kimi oda ve borsalarımızın siyasetten uzaklaşıp sanayiye, bilime, eğitime yönelmesiyle inanıyorum ki eğitimli yetişmiş kadrolarla Türkiye genç nüfusuyla her alanda cazibe noktası olacaktır. Türkiye'nin insan haklarını esas alan adaletli bir ülke olmasını diliyorum. Yeni bir Anayasa'nın, Başkanlık sisteminin demokrasimizi besleyeceğine inanıyorum. Kendim için, ailem için, Ülkem için en iyi 46 Akademik Perspektif – Nisan 2015 yaşam standartlarını istiyorum. İstikrarlı bir ortamda neler olabileceğini gördük, bunun devam etmesi gerekiyor. Adile Gürbüz: 20.10.1984 doğumludur. 3 çocuklu memur bir ailenin en büyük çocuğu olan Gürbüz 1996 yılından beri Batman’da yaşamaktadır. 2002 yılında Batman Anadolu Lisesinden mezun oldu. 2002 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi bölümünü kazanıp 2006 yılında mezun oldu. TEGV Batman, Hukuk ve Adalet Derneği kurucu üyesidir. 2007 senesinden bu yana Batman Barosuna bağlı olarak ofisinde avukatlık yapmaktadır. 2010-2012 yıllarında Batman Barosu Yönetim Kurulunda görev aldı. Kadın hakları komisyonunda uzun yıllar çalışmıştır. Avrupa Konseyi Boğaziçi Üniversitesi Avrupa Siyaset Okulu mezunudur. Evli ve bir kız çocuğu annesidir. 47 Akademik Perspektif – Nisan 2015 48 Akademik Perspektif – Mart 2015 Türkiye Dış Politikasında Geçtiğimiz Ay Hazırlayan: Caner Akkaya 4 Mart 2015: Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Türkiye havaalanlarında İngiliz polisi bulundurulması iddiasıyla ilgili açıklama yaptı. Berlin Uluslararası Turizm Fuarı’na katılmak için Berlin’de bulunan Mevlüt Çavuşoğlu, İngiltere’nin Türkiye havaalanlarında İngiliz polisi bulundurmak istediği iddiası üzerine değerlendirmelerde bulundu. İddiaya göre; Avrupa’dan hareket eden teröristler Türkiye üzerinden IŞİD’e katılıyor. Yani Türkiye havaalanlarını denetleme görevini tam anlamıyla yerine getirmiyor ya da getiremiyor. İngiltere ise Türkiye üzerinden geçişleri önlemek adına, Türkiye havaalanlarında İngiliz polisi görevlendirmek istiyor. İşte bu iddialara yönelik olarak Çavuşoğlu; “iddialar ne kadar doğru bilmiyoruz. Böyle bir şey söz konusu olamaz. İngiltere ile zaten istihbarat paylaşımı yapıyoruz. Bize bilgi geldiği zaman emniyet güçlerimiz ve istihbarat teşkilatımız gerekli tedbirleri alıyorlar. Profesyonelce bir çalışma yürütülüyor. Önemli olan İngiliz mercilerin aynı tedbirleri, teröristler İngiltere’den ayrılmadan önce almasıdır.” dedi. 8 Mart 2015: Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu tarafından, “Schengen ülkelerine vizesiz seyahat edilebilecek” açıklaması yapıldı. Bakan Çavuşoğlu, Antalya’da katıldığı bir toplantı esnasında, Türkiye vatandaşlarının Avrupa’ya vizesiz seyahat edebileceği haberini verdi. Bu açıklamaya göre, 2-3 sene içerisinde bahsi geçen konunun uygulamaya konması bekleniyor. Avrupa Birliği Dışişleri Bakanları ile bu yönde görüşmeler yaptığını dile getiren Çavuşoğlu; "Bugüne kadar 70 ülkeyle vizeleri kaldırmışız ama bu yetmez, inşallah 2,5 - 3 sene içinde Schengen ülkelerinde de vizeleri kaldıracağız ve vatandaşlarımız Schengen ülkelerinin hepsine vizesiz bir şekilde seyahat edebilecekler" ifadesini kullandı. 49 Akademik Perspektif – Nisan 2015 Çavuşoğlu ayrıca, Türkiye’ye gelecek yabancı turistlerin önlerindeki engelleri de kaldırmaya çalıştıklarını anlattı. E-vize sisteminin bu doğrultuda oluşturulduğunu ve bu zamana kadar 6,5 milyon insanın bu sistem üzerinden vize aldığını belirtti. 15 Mart 2015: Türk hava sahasına yaklaşan Rus uçağı uzaklaştırıldı. Karadeniz’de Türk hava sahasına paralel uçan bir Rus uçağına, Bandırma ve Merzifon’dan kalkan F-16 tipi uçaklar ile önleme yapıldı. Bunun üzerine, Türk jetlerinin bir süre izlediği Rus uçağı, Gürcistan açıklarından Türkiye hava sahasını terk etti. Genelkurmay Başkanlığı konuyla ilgili açıklamada bulundu. Bu açıklamaya göre; Rusya’ya ait bit IL-2o tipi uçak, Karadeniz uluslararası hava sahasında, Türk hava sahasına paralel olarak, batı-doğu istikametinde, kıyıya ortalama 12-25 deniz mili mesafede uçtu. Bunun üzerine, Bandırma’dan kalkan iki F16 tipi jet, Rus uçağına önce Kırklareli kuzeydoğusunda teşhis önlemesi yaptı. Ardından, Kırklareli-İstanbul-KocaeliSakarya-Düzce-Zonguldak-KastamonuSinop kuzeyinde, Karadeniz’in uluslararası hava sahasında uçağı izledi. Merzifon’dan kalkan iki F-16 tipi jet ise; Giresun-Trabzon-Rize kuzeyinde, Karadeniz’in uluslararası hava sahasında uçarak izlemeye katıldı. Bu önleme çalışmasının ardından Rus uçağı, Gürcistan açıklarından bölgeyi terk etti. 16 Mart 2015: Kamboçya ile Türkiye arasında hizmet ve hususi pasaport sahiplerine vize muafiyeti sağlanması yönünde anlaşma imzalandı. Asya-Pasifik bölge turu kapsamında Kamboçya’yı ziyaret eden Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Kamboçya Dışişleri Bakanı Hor Namhong ile yaptığı heyetler arası görüşmenin ardından ortak basın toplantısı düzenledi. Çavuşoğlu yaptığı konuşmada, ikili ilişkilerin 1970 yılında başladığını ve Kamboçya’yı ziyaret eden ilk Türkiye Dışişleri Bakanı olduğunu dile getirdi. Sonrasında ise; Kamboçya ile Türkiye arasında 124 milyon dolar olan karşılıklı ticaret hacmini 2020 itibari ile 500 milyon dolara çıkarmayı hedeflediklerini söyledi. Açıklamanın en önemli noktası ise; iki ülke arasında diplomatik, hizmet ve hususi pasaport sahipleri için vize muafiyeti anlaşması imzalandığı ve bu durumun ilişkileri güçlendireceği, yönündeki demeçler oldu. Çavuşoğlu son olarak; Kamboçya’nın uluslararası alanda da Türkiye tarafından destekleneceğini, sözlerine ekledi. 17 Mart 2015: Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, “IŞİD’in elinde ABD, Çin ve Rus yapımı silahlar bulunuyor” dedi. Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu, “Türk Dış Politikası: Asya ve Pasifik’e Yakınlaşma” başlıklı konferansta katılımcıların sorularını yanıtladı. Irak ve Suriye’ye ilişkin sorular üzerine, her iki ülkenin de toprak bütünlüğünün desteklendiğini dile getirdi. Ancak, PYD ve PKK gibi terör örgütlerine karşı olduğunu belirten Çavuşoğlu, bu örgütlerin Suriye’nin toprak bütünlüğü için değil, o topraklardaki kendi çıkarları için savaştıklarını söyledi. Açıklamalarının devamında ise; IŞİD’in Musul’da Irak ordusuna ait silahları ele geçirdiğini ifade etti. IŞİD’in, Rus ve Çin yapımı silahlara da sahip olduğunu söyleyen Çavuşoğlu, silahların Suriye rejimi tarafından verildiğini öne sürdü. Yani, 50 Akademik Perspektif – Nisan 2015 terör örgütünün günümüzdeki halini almadan önce, Suriye rejimi ile ilişkisi olduğunu iddia etti. “IŞİD’in ne bir ülkeyi ne de İslam’ı temsil ediyor” diyerek ise sözlerine son noktayı koydu. 19 Mart 2015: Türkiye ile Katar arasında askeri işbirliğine ilişkin kanun tasarısı kabul edildi. Türkiye Cumhuriyeti hükümeti ile Katar Devleti Hükümeti Arasında Askeri Eğitim, Savunma Sanayii ile Katar Topraklarında Türk Silahlı Kuvvetlerinin Konuşlandırılması Konusunda İşbirliği Anlaşması, 19 Aralık 2014 tarihinde Ankara’da imzalanmıştı. Anlaşma amacı ise; askeri eğitim, savunma sanayi, ortak askeri tatbikat ve taraflar arasında kuvvetlerin konuşlandırılması alanında işbirliğinin güçlendirilmesi için bir mekanizma kurulması, askeri lojistik alanında işbirliği yapılması, askeri kurumlarda danışman personel görevlendirilmesi ve personel mübadelesi, taraflar arasında personel ve askeri ekipman mübadelesinde bulunulması olarak belirlenmişti. doğusunda yaşanan gelişmeler ve ateşkesi öngören Minsk Mutabakatı, Kırım Tatarları'nın durumu ve uluslararası kuruluşlardaki işbirliği gündeme geldi. Çavuşoğlu Türkiye'nin, Ukrayna'nın toprak bütünlüğü konusundaki görüşlerinin çok net olduğunu, Minsk Mutabakatının uygulanması için AGİT Özel Gözlem Misyonu'nun desteklenmesi gerektiğini, Türkiye'nin bu konuda maddi katkı dahil her türlü desteği verdiğini ifade etti. Türkiye'nin Ukrayna ile serbest ticaret anlaşmasını en kısa zamanda imzalamak arzusunda olduğunu belirten Çavuşoğlu, ayrıca, Turkcell'in Ukrayna'da 3G ihalesini kazanmasından duyduğu memnuniyeti ve bu başarının Türkiye’deki diğer şirketlere de örnek olacağına dair inancını dile getirdi. 20 Mart 2015: Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, Ukrayna’ya 50 milyon dolar kredi verileceğini açıkladı. Türkiye-Ukrayna Yüksek Düzeyli Stratejik Konseyi 4. Toplantısı’na katılmak için Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'la Ukrayna'nın başkenti Kiev'de bulunan Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, mevkidaşı Pavlo Klimkin ile bir araya geldi. Erdoğan resmi temaslar için bulunduğu Ukrayna’da, Devlet Başkanı Petro Poroşenko ile görüşmesinin ardından ortak basın toplantısında açıklama yaptı. Ukrayna’nın birlik ve bütünlüğünün uluslararası alanda desteklendiğini belirten Erdoğan, “Ukrayna’nın Avrupa kurumlarıyla ile ilişkilerini geliştirme hedefini destekliyoruz. Ukrayna ile kriz kelimesinin bir arada anılması bizleri üzmektedir. Mevcut sorunlara uluslararası hukuk ve Ukrayna’nın toprak bütünlüğü temelinde diplomatik yollardan çözüm bulunmasını diliyoruz. Bu bağlamda 12 Şubat’ta Nice’te varılan mutabakatı destekliyor, imzalanan önlemler paketinin bir an önce ve bütüncül bir şekilde uygulanmasını temenni ediyoruz.” şeklinde konuştu. Çavuşoğlu-Klimkin görüşmesinde, ikili ilişkiler başta olmak üzere Ukrayna'nın Bir diğer önemli nokta Ukrayna’da köklü Bu doğrultuda, bahsi geçen anlaşmanın onaylanmasının uygun bulunduğuna dair kanun tasarısı Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından kabul edildi. 20 Mart 2015: Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu Ukrayna’yı ziyaret etti. olarak ise; reformlar 51 Akademik Perspektif – Nisan 2015 gerçekleştirmek isteyen bir yönetim olduğunu söyleyen Erdoğan, bu sebeple 50 milyon dolarlık bir kredinin Ukrayna’ya sağlanmasını kararlaştırdıklarını ifade etti. Ayrıca, “insani yardım” başlığı altında, yerlerinden edilmiş insanlar için kullanılmak üzere 10 milyon dolarlık hibe verileceğini de sözlerine ekledi. 52 Akademik Perspektif – Nisan 2015 Avrupa’da Geçtiğimiz Ay Hazırlayan: Selin Duran 3 Mart 2015: AB İnsansız Hava Uçakları İçin Ortak Düzenleme Getirmek İstiyor Avrupa Birliği insansız hava araçlarına yönelik yasal çerçeve oluşturmak istiyor. Avrupa Komisyonu konuyu yakından inceliyor. Üye ülkelerin önerileri Mart ayında Riga’da masaya yatırılacak. İnsansız hava araçları üreticisi Emmanuel Previnaire konuya ihtiyatlı yaklaşılması gerektiğini belirtti: “Bütün Avrupa ülkeleri için ortak kurallar uygulanması gerekiyor. Bu yapılmalıdır. Zira artık herkes uçan bir cihaz alabilir ve bununla istediğini yapabilir.” Hassas bölgelerin üzerinde uçan insansız hava araçları yetkilileri alarma geçirdi. Şubatın son haftası El Cezire’nin bazı muhabirleri, Paris’te izinsiz olarak İnsansız Hava araçları uçurdukları gerekçesiyle gözaltına alınmıştı. AB Komisyonu’nun Ulaştırmadan sorumlu üyesi Sloven Violeta Bulc vatandaşların endişelerini göz önünde bulundurduklarını söyledi: “Sanayi açısından inanılmaz potansiyel anlamına geliyor. Aynı zamanda insanların endişelerini de göz önünde bulunduruyoruz. Bunların sayısı giderek artıyor. Gelecekte İnsansız hava araçlarının uçurulabilmesi için yasal düzenleme getirilmesi gerekiyor.” Keşif amaçlı üretilen insansız hava araçlarının Avrupa’da ticari veya bilimsel projelerde yer aldığı görülüyor. İnsansız hava araçları birçok saldırı görevinde de kullanılıyor. 4 Mart 2015: Merkel: “Rusya’ya Yeni Yaptırımlar Uygulanabilir” Almanya Başbakanı Angela Merkel Minsk anlaşmasının ciddi anlamda ihlal edilmesi halinde Rusya’ya yönelik yeni yaptırımlar uygulanabileceğini belirtti. Daha önce Ruslar ile birlikte Minsk’teki Ukrayna zirvesine katılan Angela Merkel Brüksel’de düzenlenen basın toplantısında sert konuştu: “Uygulanan yaptırımlar ile Minsk anlaşmasının hayata geçirilmesi arasında bir bağlantı bulunuyor. Buna Ukrayna’nın yeniden Rusya sınırına erişebilmesi de dahil. Şu anda bu tamamen böyle değil. Ukrayna’nın toprak bütünlüğü Ukraynalı sınır muhafızlarının Ukrayna-Rusya sınırını kontrol ettiği zaman sağlanacak.” Minsk’te Rusya, Almanya, Ukrayna ve Fransa 53 Akademik Perspektif – Mart 2015 liderlerinin katılımıyla düzenlenen zirveden 15 Şubat’ta ateşkes kararı çıkmıştı ancak ateşkese uyulmadığı görüldü. 6 Mart 2015: AB Sera Gazı Salınımı İçin BM’ye Liste Sundu Avrupa Birliği Paris İklim Konferansı’na 9 ay kala sera gazı emisyonlarının azaltılması konusunda Birleşmiş Milletler’e üzerinde anlaşılan bir liste sundu. Fransa Ekoloji, Çevre ve Enerji Bakanı Segolene Royal Avrupa Birliği’nin örnek bir davranış sergilediğini söyledi: “Avrupa Birliği’nin sorumluluklarını aldığını düşünüyorum. Sanayi devriminden bu yana sera gazı emisyonlarının artışına sebep olduğunun farkında. Avrupa Birliği dünyanın geri kalanına örnek olması için sorumluluklarını üstlenmesi gerektiğini biliyor.” AB mevcut sera gazı salınımı 2030 yılına kadar, 1990 yılındaki seviyenin yüzde 40 altına indirilmesini planlıyor. Almanya Çevre Bakanı Barbara Hendricks Aralık ayına kadar teklifin daha da geliştirilebileceğini belirtti: “Bazı ülkeler daha iddialı planlar sunarsa, biz de daha iddialı önlemler üzerinde düşünebiliriz.” Sarf edilmesi gereken çabaların 28 Avrupa Birliği ülkesi arasında paylaştırılması gerekiyor. Ancak bunun hiç kolay olmayacağı belirtiliyor. 09 Mart 2015: Atina Euro Bölgesini İkna Edemedi Euro Bölgesi maliye bakanları, ekonomik krizden çıkmaya çalışan yeni Yunanistan hükümetine reformlar konusunda aceleci olması uyarısında bulundu. Brüksel’de toplanan bakanlar, Atina’nın ısrarla talep edilen reformları geciktirerek zaman kaybettiği görüşünde. Euro Bölgesi Başkanı Jeroen Dijsselbloem Atina’yı şu ifadelerle uyardı: ‘‘İki hafta zaman kaybettik, bu zaman zarfında çok az ilerleme sağlandı. Gerçek müzakereler hala başlamadı, artık zaman kaybetmemeliyiz ve gerçek müzakerelere başlamalıyız. Benim bugün mesajım bu yöndeydi.’‘ Toplantıya katılanlar Yunan Maliye Bakanı Yanis Varoufakis’in Brüksel’e sunduğu yedi maddelik reform önerilerinin yeterli olmadığı görüşünde. Alman Maliye Bakanı Wolfgang Schäuble tepkisini şu şekilde dile getirdi: ‘‘Yunanlılar, kendi taahhütlerini yerine getirmeli, anlaşmaları tek taraflı ve AB troykası ile koordinasyon yapmadan değiştirmeye çalışmamalı.’‘ Euro bölgesi toplantısına katılan diğer bakanlar da Yunanistan için aynı endişeleri dile getirdi. Borç içinde yüzen Yunan hükümetinin adeta nefes almasına olanak sağlayacak 7,2 milyar euro tutarındaki kredi dilimin ilk bölümünün verilmesi konusunda hala onay gelmedi. Avrupa Merkez Bankası’nın son kararı ile birlikte ülkenin nakit sıkıntısı giderek artarken, Yunanistan için zaman giderek daralıyor. 09 Mart 2015: AB’nin Yolcuları Takibe Alan Tartışmalı Güvenlik Paketi Avrupa Birliği ülkelerinde hava yolu ile seyahat eden tüm yolcuları takip altına almaya çalışan güvenlik yasa tasarısı tartışmalara neden oluyor. Peki bu güvenlik paketi insanları kötülerden korumak için gerekli bir karar mı yoksa polis rejimine giden yolda bir başka adım anlamına mı geliyor? İlk Fransa ve Belçika sonra da Danimarka’da yapılan üç büyük terörist saldırısı tüm Avrupa’yı şok etmişti. Her üç ülke de kendi vatandaşları olan teröristler tarafından hedef alındı. Paris’te gazetecilere ve bir markete yapılan saldırılar, politikacıları Avrupa vatandaşlarının güvenliği için daha sıkı önlemler almaya itti. Avrupa Parlamentosunun iki yıl önce reddettiği “Yolcu Kayıt Sistemi“nin onaylanması için İngiliz milletvekili Timothy Kirkhope konuyu geçenlerde meclis gündemine taşıdı. Öneride bütün hava yolu yolcuları 54 Akademik Perspektif – Nisan 2015 hakkında bilgi toplanması ve bunun ülkeler arasında paylaşılması talep ediliyor. Sistem içinde yolcuların uçuş ve pasaport bilgileri yanında tercih ettikleri yiyecek, kredi kartı detayları, cep numaraları ve elektronik posta adresleri de bulunacak. Beş yıla kadar muhafaza edilecek veriler, sadece polis ve güvenlik güçleri tarafından kullanılabilecek. Ancak Avrupa Dijital Haklar kurumundan Joe McNamee bu önerinin insanların özel hayatına müdahale olacağını savunuyor. dayanışma göstermesi çok önemli.’‘ Rus güvenlik güçleri, yürütülen soruşturma sonucunda Nemtsov’u öldürdüğü şüphesiyle Zaur Dadayev ve 4 Çeçen’i gözaltına almıştı. Basında Çeçenlerin gözaltında işkence gördüğü iddia edilmişti. Moskova’da öldürülen, Nemtsov, son yıllarda Putin karşıtı gösterilere verdiği destek ve muhalif tutumuyla öne çıkıyordu. 19-20 Mart 2015: AB Lider Zirvesine Yunanistan Yine Damgasını Vurdu 11 Mart 2015: AB Rusya’yı Uyardı Avrupa Birliği, Rusya’ya, muhalif lider Boris Nemtsov’a yönelik suikastının aydınlatılması için şeffaf bir soruşturma yürütülmesi uyarısında bulundu. Avrupa Parlamentosu’nun olağan oturumunda Moskova’da işlenen cinayet tartışıldı. Avrupa Dışişleri ve Güvenlik Teşkilatı Yüksek Temsilcisi Federica Mogherini Rusya’yı şu şekilde uyardı:’‘Rusya’da bugün demokrasinin durumuna baktığımızda, ifade özgürlüğünün ciddi bir şekilde baskı altında olduğunu görüyoruz. Muhalefet partileri var olma ve seslerini medyada duyurma mücadelesi veriyor. AGİT heyeti de son seçimler iktidar aleyhline usulsüzlükler yapıldığını tespit etmişti.’‘ Yeşil Grup Eş-başkanı Rebecca Harm, Rusya’nın cinayetle ilgili şeffaf bir soruşturma yapacağını inanmayanlar arasında: ‘‘Ben Rusya’nın ve Rus yetkililerin bağımsız bir soruşturma yapacağına inanmıyorum. Bunun gibi cinayetlerle ilgili olarak daha önce de birçok soruşturma yapıldı ancak hep sonuçsuz kaldı.’‘ Genel kuruldaki tartışma öncesi dış ilişkiler komitesi, şu anda muhalefet parti üyesi olan Rusya eski başbakanı Mikhail Kasyanov’u dinledi. Rus siyasetçi şunları söyledi: ‘‘Boris Nemtsov’un öldürülmesi benim ve dostlarım için siyasi bir misilleme, bu yüzden Avrupa Parlamentosu’nun bizle Brüksel’de gerçekleşen Avrupa Birliği liderler zirvesi kapsamında Yunanistan Başbakanı Aleksis Çipras Almanya Başbakanı Angela Merkel ve Fransa Cumhurbaşkanı Francois Hollande ile özel bir toplantı gerçekleşti. Yunanistan Başbakanı Aleksis Çipras Avrupa Birliği’nin cesur siyasi girişimlere ihtiyacı olduğunu belirtti: “Avrupa Birliği’nin krizden kurtulması ve büyümenin gerçekleşmesi için hem demokrasiyi hem antlaşmaları gözönünde bulunduran cesur siyasi girişimlere ihtiyacı var.” İflasın eşinde olan Yunanistan 7 milyar Euro borç beklentisi içerisinde. Ancak Almanya Başbakanı Angela Merkel kararların Eurogrup’ta alındığını belirtti: “Aranızda birçok kişi Yunan başbakanı ile yapılacak toplantıyı dikkatli bir şekilde takip ediyor. Ancak şunu söylemek istiyorum: çözüm bulunmasını beklemeyin. Kararlar bugün bu çerçevede alınmayacak. Karar Eurogrup’ta alınıyor.” Kimileri Euro Bölgesi üyelerinin tamamını yakından ilgilendiren Yunanistan ile ilgili toplantının kapalı kapılar ardında yapılmasından hoşnut olmadıklarını dile getirdi. Belçika Başbakanı Charles Michel duruma tepki gösterdi: “Kızıyorum, metodoloji sorunu yaşandığını düşünüyorum. Belçika hükümeti Fransa veya Almanya’ya kendi adına müzakere masasına oturması için yetki vermedi. Belçika için bu 7 milyar Euro 55 Akademik Perspektif – Nisan 2015 anlamına geliyor. Euro Bölgesi’nin tamamı bu konu ile doğrudan bağlantılı.” Aleksis Çipras’ın talep ettiği görüşmeye Avrupa Merkez Bankası Başkanı ve Eurogrup başkanı da katıldı. Zirvede Ukrayna, Libya ve enerji birliği konusu da masaya yatırıldı. Diğer bir yandan; Yunanistan Başbakanı Aleksis Çipras Almanya Başbakanı Angela Merkel ile Berlin’de görüşürken, Alman ve Yunan asıllı birçok kişi iki ülke arasındaki dostluğun önemini vurgulamak amacı ile öpücük eylemi düzenledi. Ancak Almanların tamamı bu şekilde düşünmüyor. Geçtiğimiz günlerde yapılan bir ankete göre Almanların yüzde 52’si Yunanistan’ın Euro Bölgesi’nden çıkması gerektiği yönünde görüş belirtti. Sonuçlar Aleksis Çipras liderliğindeki Yunan hükümetinin Alman vatandaşlarından tepki gördüğü şeklinde yorumlanıyor. 25 Mart 2015: Avrupa’da Felaket Günü A320 tipi Alman uçağı sabah 06.48’de Düsseldorf’tan kalkıp 122 yolcusunu 08:57’de Barcelona’ya indirdi. Uçak 09:51’de 6 mürettebat ve 144 yolcusuyla Düsseldorf için tekrar havalandı. Ancak, 45 dakika sonra Alplerde düştü. Uçaktan kurtulan olmadı. Yolculardan 67’sinin Alman, 44’ünün de İspanya pasaportu taşıdığı belirtildi. Uçağın, düşmeden önce 8 dakika irtifa kaybettiği ortaya çıktı. Uçağın düştüğü bölge dağcıların uğrak yeri olarak biliniyor, fakat yürüyerek 3 saatte ulaşılabiliyor. Köln-Bonn Havalimanı’nda basın toplantısı düzenleyen Germanwings CEO’su Thomas Winkelmann, “Uçak kaza öncesi 8 dakika boyunca irtifa kaybetti. Neden alçaldığını bilmiyoruz. Yolcular arasında iki bebek de vardı. Uçağın son kontrolleri Lufthansa tarafından dün yapıldı. Uçağın kaptanı ise 6 bin saatlik tecrübesi olan bir pilottu” dedi. Ellerinde bir yolcu listesi bulunduğunu ancak gizlilik gerekçesiyle yolcu listesini açıklayamayacaklarını belirten Winkelmann, “AB sınırları içinde bir uçuş olduğu için yolculara pasaport kontrolü yapılmadı” dedi. İmdat çağrısı konusunda çelişkili bilgiler bulunduğunu da belirten Winkelmann, pilotun bu çağrıyı yaptığına dair kesin bir bilginin olmadığının altını çizdi. CEO Winkelmann, uçakla ilgili sıra dışı bir duruma rastlamadıklarını da sözlerine ekledi Kazayla ilgili açıklama yapan İspanya Başbakan Yardımcısı Soraya Saenz de Santamaria ise, uçakta bulunan yolculardan 45’nin İspanyol vatandaşı olduğunu duyurdu. Uçağın kara kutusu da bulundu. Uçağın düştüğü bölgeye ilk giden keşif uçağı Fransız Hava Kuvvetleri’ne ait Boeing EC-135 oldu. Bu arada Almanya Başbakanı Angela Merkel, “Uçağın düşüş sebebi henüz bilinmiyor ancak hayatını kaybedenlerin yakınlarına her türlü yardım yapılacak. Kazanın meydana geldiği yere gideceğim. Hepimiz yastayız. Hayatını kaybedenlerin ailelerine sabır diliyorum” diye konuştu. Öte yandan Fransa Başbakanlığı kabinesi İçişleri Bakanı Bernard Cazeneuve, Çevre Bakanı Segolene Royal ve Taşımacılıktan Sorumlu Devlet Bakanı Alain Vidalies’in uçağın düştüğü bölgeye gideceklerini açıkladı. İlgili soruşturmada tüm gözler uçağı kasıtlı olarak düşürdüğü iddia edilen yardımcı pilot Andreas Lubitz’e çevrildi. Düseldorf’un Montabaur kasabasında yaşadığı evde arama yapan polislerin ulaştığı sağlık raporları yardımcı pilotun tedavi gördüğünü ortaya koydu. Sağlık raporlarını inceleyen Düseldorf savcılığı Andreas Lubitz’in tedavi gördüğünü ancak bunu çalıştığı hava yolcu firmasından sakladığını açıkladı. Soruşturmada yer alan savcı Christoph Kumpa yardımcı pilotun intihar eğiliminde olduğuna dair bir ipucuna rastlamadıklarını söyledi: “Düseldorf savcılığı ölen yardımcı pilotun evinde yaptığı aramayı tamamlamış bulunuyor. Elde edilen veriler söz konusu pilotun intihar eğiliminde olduğuna dair bir ipucuna işaret etmiyor. Ayrıca uçağın 56 Akademik Perspektif – Nisan 2015 düşürülmesi olayının arkasında herhangi bir siyasi ya da dini görüşün etkili olduğu sonucu da çıkmamıştır.” öğrenildi. Alman medyası da yardımcı pilotun depresyon tedavisi gördüğünü ve bu yüzde 6 yıl önceki uçuş eğitimine ara verdiğini yazdı. Lubitz’in uçuş günü ‘hastalık izninde’ olduğu ve o gün çalışmaması gerektiği 57 Akademik Perspektif – Nisan 2015 Amerika'da Geçtiğimiz Ay Hazırlayan: Furkan Burcu Aksoy 2 Mart 2015: Başkan Yardımcısı Biden bugün El Salvador, Guatemala, Honduras’ın devlet başkanları ve Amerika Kıtası Kalkınma Bankası başkanı ile yönetimlerin sorunlarla ilgili aktif bağlantılarını sağlamak için yapılacak olan toplantıya katılmak için Guatemala şehrine seyahat etti. Geçtiğimiz Kasım ayında Washington’da yapılan toplantıda, bahsi geçen liderlerle bir araya gelen Biden bölgesel şiddetin ve yoksulluğun giderilmesi için yapılan refah antlaşmasını halka sunmuştu. Bu seyahatte ise Biden konuyla ilgili olarak gelişmelerin son durumunu konuşmak için Guatemala şehrine seyahat etti. 2 Mart 2015: Bugün erken saatlerde Başkan Obama 21.yüzyıl polis faaliyetlerini yürütmek üzere kurulan Özel Görev Kuvveti ile buluştu. Buluşmanın amacı suç oranını azaltırken güven ve işbirliğini arttırmak için yapılabilecek uygulamalar için Emniyet Teşkilatı’nın fikirlerini almaktı. Toplantının sonunda polis memurlarına yardım ile mahalle sakinlerinin güvenliğinin arttırılması adına başkanlık emri çıkartılmasına karar verildi. 3 Mart 2015: Bugün öğlen saatlerinde Başkan Obama ve eşi Michelle Obama önemli bir açıklamada bulundular. Beyaz Saray olarak dünya çapında kız çocuklarının okumalarını sağlamak, eğitim desteği vermek üzere yapılan çalışmalarının arttırılması için ‘Haydi Kızlar Öğrenin’ projesine desteği arttıracaklarını bildirdiler. Açıklamalar sırasında Obama 2015 yılında hala dünya çapında 62 milyon kız çocuğunun okula gitmediğini ve bu proje ile kız çocuklarının eğitim almalarını engelleyecek bariyerlerin tek tek yıkılacağını söyledi. Kız çocuklarının eğitim almalarının sağlam aileler kurmak için önemini vurgularken, sağlam ailelerinde sağlam toplulukları ve parlak bir geleceği getireceğini dile getirdi. 4 Mart 2015: Bugün senato ‘S.J. Res. 8’ yasa tasarısı için oylama yaptı. Bu yasa tasarısı ile birlikte Ulusal İşçi-İşveren İlişkileri Kurulu (NLRB) işçiler bir sendikaya üye olsun ya da olmasın işçilerin 58 Akademik Perspektif – Mart 2015 oy kullanımının nasıl düzene konmasını ve basitleştirilmesini sağlayacak. 4 Mart 2015: ABD’de Michael Brown2un öldürülmesi ile başlayan Ferguson olaylarının ardından, olayların incelenebilmesi için jüri kurulmasına karar verilmişti. Ancak jürinin kararında polis memuru Wilson’ın yargılanmasını gerektirecek bir suç olamadığı belirtilmesi ile ülke genelinde tekrar olaylar çıkmaya başlamıştı. Bunun üzerine Adalet Bakanlığı soruşturma kararı almıştı. Bugün ise Adalet Bakanlığı tarafından açıklanacak raporun ayrıntıları ortaya çıktı. Rapora göre Ferfuson polisi olaylar sırasında ırkçı etki altında bulunuyordu. 5 Mart 2015: ABD’nin Güney Kore Büyükelçisi bugün saldırıya uğradı. Saldırgan geleneksel kıyafetleri ve elindeki ustura ile birlikte bir anda elçiye saldırdı ve saldırısını gerçekleştirdiği anda Kore’nin tekrar birleşmesi için sloganlar atıyordu. Saldırının ardından Büyükelçi Mark Lippert elinde ve yüzünde meydana gelen kesikler sebebi ile hastaneye kaldırıldı. Saldırganın ise 55 yaşında Kim Ki Jong isimli biri olduğu açıklandı. 5 Mart 2015: 18 yaşındaki Michael Brown’un vurulması ile patlak veren Ferguson olaylarında soruşturma sonucu açıklandı. Adalet Bakanlığı Fende emniyet teşkilatı ve yargı personelinin ırkçı faaliyetlerde bulunduğunu açıklamasına karşın polis memurunun kendisini savunmasının aksini ispat edecek bir kanıt bulunmadığını bildirdi. Ayrıca Adalet Bakanı Eric Holder’ın da raporla ilgili yaptığı açıklamalarda ‘protestocuların haklı olduğunu’ polis memurlarının ve yargı mensuplarının uyguladığı ayrımcılığın söz konusu olduğunu belirtti. 7 Mart 2015: 1965 yılının Mart ayında binlerce Amerikalı Selma, Alabama’dan Montgomery’nin merkezine toplu yürüyüş gerçekleştirmişlerdi. Bu yürüyüşün amacı Afrika-Amerika kökenli Amerikalıların anayasal oy haklarını garanti altına almaktı. Yürüyüş sırasında birçok kişi bitkin düşmüş, bilinçsiz kalmış ve eyalet polisleri tarafından durdurulmaya çalışılsa da yürüyüş devam etmiştir. Bu çabaların sonucunda Kongre Oy Hakları Yasa Tasarını birkaç ay sonra geçirmiştir. Yürüyüşün 50. Yılında bu hakların önemini vurgulamak adına ‘ilk Aile’ Selma’ya seyahat ettiler. Bu seyahatte ve Başkan Obama Edmund Pettus Köprüsünde binlerce Amerikalıların eşliğinde bir araya geldiler. 9 Mart 2015: Dünyanın en büyük modifiye araç fuarı ‘DUB Show’ Los Angeles’ta gerçekleştirildi. Fuarda, 700’ün üzerinde binlerce dolar harcanarak özellikleri ve görünümü değiştirilmiş araç sergilendi. 1995 model Cadillac Fleetwood otomobil bagajındaki müzik sistemiyle en dikkat çekici araçlar arasında yer aldı. 10 Mart 2015: Uluslararası Koalisyonun ana gündemi bu sıralar Musul’u IŞID’den temizleme planı üzerinde yoğunlaştı. Bu gündem hem ABD’yi hem de Türkiye’yi yakından ilgilendiriyor. Bu gündem dolayısı ile Ankara ABD Merkezi Kuvvetler Komutanı General Lloyd Austin’i ağırlayacak. Lloyd Austin Ankara’da Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necdet Özel’i ziyaret edecek. Bu ziyarette IŞID’ karşı uluslararası koalisyonun çalışmaları değerlendirilecek. 10 Mart 2015: Geçtiğimiz hafta 55 yaşında Güney Koreli Kim Ki Jong tarafından saldırıya uğrayan ABD Seul Büyükelçisi Mark Lippert kaldırıldığı hastaneden taburcu edildi. Yüzüne 80 dikiş atılmasının ardından beş gün hastanede kalan Lippert, taburcu olurken basın toplantısı düzenledi. Toplantıda Büyükelçi Lippert ‘Açık ve Dostane’ yaklaşımlarıyla işlerini sürdüreceğini bildirdi. 11 Mart 2015: Amerikan Ulusal Güvenlik Ajansı (NSA) uzun süredir ABD’de eleştirilerin odağında bulunmaktadır. 59 Akademik Perspektif – Nisan 2015 Sebebi ise NSA eski Çalışanı Edward Snowden’ın sızdırdığı belgelerle ortaya çıkan istihbarat ağıydı. bu konuda eleştiriler devam ederken Wikipedia ve Uluslararası Af Örgütü’nün de içinde bulunduğu 9 kuruluş ajansa ‘kendisine verilen yetkileri’ aşması sebebi ile dava açtılar. 12 Mart 2015: ABD’de önümüzdeki yıl seçimler gerçekleştirilecek ve bu seçimlerde adı geçen adaylardan biriside Senatör Rand Paul. Cumhuriyetçi senatör basına yaptığı açıklamalarda çok tartışılacak sözlerle dikkati çekti. Paul IŞID’den kurtulmak için ölümü göze alarak savaşan Kürtlerin daha çok desteklenmesi gerektiğini dile getirirken seçimleri kazandığında ‘Bir adım daha ileri gidip Kürdistan için yeni sınırlar çizeceğim. Onlara yeni bir ülkenin sözünü vereceğim.’ İfadelerini kullandı. 12 Mart 2015: Cumhuriyetçi 47 Senatör Beyaz Saray’ın resmi sitesindeki dilekçeler bölümünden İranlı liderlere açık mektup gönderdiler. Bunun üzerine bu 47 senatör hakkında vatan hainliği tartışmaları meydana gelirken, vatan haini olarak yargılanmaları için imza kampanyası başlatıldı. Kampanya ile 2 günde 190bin kişiye ulaştı. Beyaz Saray’ın bu talebe yanıt verebilmesi için gereken ise 30 günde 100bin kişiydi. 13 Mart 2015: Başkan Obama Gazi İşleri Bakanı Bob McDonald ile görüşmek ve yuvarlak masa toplantısı yapmak için Phoenix, AZ’ye seyahat etti. Toplantıya Müsteşar yardımcısı Sloan Gibson ve bazı gazilerde eşlik ettiler. Toplantı da gaziler için yapılan faaliyetlerin geliştirilmesi için neler yapıldığını ve yapılabileceği tartışıldı. 16 Mart 2015: Başkan Obama bugün Büyük Şehir okulları konseyi ile bir araya geldi. Toplantıda Obama olağan gelişmenin haricinde yerel ve devlet eğitimlerinin gelişme seviyeleri konusunu dile getirdi. Obama kendi yönetimleri döneminde eğitimcilerin ve eğitim seviyesinin daha önce hiç olmadığı kadar etkili bir şekilde ilerleme olduğunu vurguladı. 16 Mart 2015: ABD'nin New York eyaletindeki üretim büyümesi verisi açıklandı ve 6.9'a gerileyerek beklentilerin altında kaldı. Yeni siparişler alt endeksi ise Kasım 2013'ten bu yana en düşük seviyeye geriledi. Ekonomistler bu endeksin 8 seviyesinde açıklanmasını bekliyorlardı. Daha önce 7.78 olarak açıklanan New York Fed endeksi Şubat verisinde ise yenileme yapılmadı. 19 Mart 2015: Başkan Obama bugün Cleveland State Üniversitesinde bulunan yenilik merkezini ziyaret etmek için bugün Ohio’ya seyahat etti. Obama Cleveland’ın Şehir Kulübü’ne giderek Başkan Reagan’ın gelenek oluşturduğu üzere sorulara yanıt verdi. Bu uzun seyahatinde ayrıca Obama Buckeye, Arizona’da bulunan ‘Manufacturing Advocacy and Growth Network’ (MAGNET) isimli yenilik merkezini de ziyaret etti. 21 Mart 2015: Bugün ülkenin dört bir yanından Instagram tutkunları Beyaz Saray’ın Doğu Wing odasında ‘InstaMeet’ sloganıyla bir araya geldiler. InstaMeet’in 11. Yılını dünya çapında kutlamak adına 20 Instagram tutkunu Beyaz Saray’ın tarihi, sanatsal ve mimarlıklık eserlerini Instagram’da paylaştılar. 23 Mart 2015: ABD’de başkanlık seçimleri 8 Kasım 2016’da gerçekleştirilecek. Bu yarışlara aday olacak ilk isim ise bugün belli oldu. Cumhuriyetçi Texas Senatörü Ted Cruz attığı tweet ile 2016 yılı için adaylığını açıklayan ilk kişi oldu. Başkan Obama ise ABD sistemi gereği 2. Kez Başkan olarak seçildiği için bir sonraki seçimlerde aday olamayacak. 60 Akademik Perspektif – Nisan 2015 Asya'da Geçtiğimiz Ay Hazırlayan: Lütfullah Saygılı 2 Mart 2015: Ermeni tehcirinin 100'üncü yıldönümü olan 24 Nisan 2015 için hazırlıklarını sürdüren Ermeni Diasporası, Türkiye'ye karşı küresel ekonomik kampanya başlattı. ABD başta olmak üzere bir çok ülkeye sözde "soykırımı" tanıması için siyasi baskı yapan, Ermeni Diyasporası şimdi de Türkiye'ye yatırımın önünü kesmek için düğmeye bastı. Ermeni Gençliği Federasyonu (Armenian Youth Federation) tarafından başlatılan Türkiye'den Çıkın kampanyası özellikle milyarlarca dolarlık fonu bulunan üniversitelerde ağırlığını göstermeye başladı. ABD'nin en ünlü eğitim kurumlarından University of California-Berkeley'e baskı yapan Diaspora Türkiye'de bulunan 74 milyon dolarlık yatırımdan vazgeçilmesi için bir araya geldi. Oy birliği ile gerçekleştirilen görüşme sonrası University of California-Berkeley'in Türkiye'deki yatırım ve fonlarının çekilmesi kararı çıktı. 4 Mart 2015: 90’lı yılların başında Japon ekonomisinin gerileyeceğini öngörüp haklı çıkan Amerikalı Ekonomist Roy Smith, o dönemki Japon ekonomisi ile benzerlik gösterdiğini kaydettiği Çin ekonomisinin de aynı kaderi paylaşacağını ve Çin’deki balonun söneceğini söyledi Japonya ekonomisinin gerilemesini tetikleyen batık kredi, yüksek fiyatlandırılmış stok ve boş konut piyasası gibi riskli durumların Çin ekonomisinde de olduğunu kaydeden Roy Smith, bunun Çin ekonomisi için tehlike arz ettiğini ve kırılgan mali sistemlerde baskıya neden olduğunu ifade etti. Smith ayrıca yaşlı nüfus, artan emekli aylıkları ve sağlık harcamalarının da Çin ekonomisine ayrıca yük olduğunu söyledi. Smith’e göre Çin’in Japonya’daki gibi uzun soluklu durağanlıktan kaçınmayı hedeflediğini ancak büyük bir kriz durumunda şu an gözükmeyen bu zayıflıkların ortaya çıkabileceğini savundu. 61 Akademik Perspektif – Mart 2015 Hızla büyüyen Çin ekonomisi 2010 yılında Japonya’yı geride bırakarak ABD’nin ardından dünyanın ikinci büyük ekonomisi olmuştu. 5 Mart 2015: ABD’nin Güney Kore Büyükelçisi Mark Lippert, başkent Seul’da bir toplantıda yaptığı konuşma esnasında usturalı bir saldırgan tarafından yüzünden yaralandı. Lippert’e elindeki usturayla saldırdığı ifade edilen, kimliği açıklanmayan saldırganın tutuklandığı belirtildi. 7 Mart 2015: İran'da bin 811 Azeri asıllı üniversite öğrencisi Türkçe'nin resmi dil olması talebiyle Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani'ye hitaben açık mektup yayınladı. Ülkenin çeşitli üniversitelerinde eğitim gören bin 811 öğrencinin imzasını taşıyan mektupta Ruhani'ye ülkedeki azınlıkların haklarını içeren İran anayasasının 15'inci maddesinin teoride kalmamasını ve yürürlüğe konmasını isteyen öğrenciler "İran'daki azınlıkların haklarının verilmesi ve Türkçe'nin resmi dil olması" talebi vurguladı. Türk nüfusu, İran'daki yaklaşık 78,5 milyonluk toplam nüfusun yüzde 35'ini oluşturuyor. 10 Mart 2015: Çin Dışişleri Bakanlığı Rusya ile birlikte, Hitler’e karşı kazanılan zaferin 70’inci yıldönümünde bir dizi etkinlikler düzenleyeceklerini açıkladı. Ayrıca Çin Dışişleri Bakanlığı, Çin ve Rusya’nın ‘uluslararası barış ve düzeni’ korumak adına, birlikte çalışmalar yapmaya devam edeceklerini ifade etti. 13 Mart 2015: Kırım’ın Rusya tarafından ilhakı yarımada ekonomisini yerle bir etti. İlhaktan bir yıl sonra yarımadada ne uluslararası bir firma ne de açık bir banka kaldı. Bu durum özerk cumhuriyetin ekonomisini derinden sarsarken enflasyonun kontrolden çıkmasına neden oldu. Ekonomisi Rusya’ya bağlı olan Kırım, tarihinin en zorlu finansal dönemini geçiriyor. Ukrayna krizinden dolayı Rusya’ya batılı ülkelerin uyguladığı mali yaptırımlar Moskova’nın vaat ettiği yardımların bölgeye ulaşmasını engelliyor. 15 Mart 2015: Çin’in güneyinde bulunan Guangcou kenti dışındaki bir köyde, polisin yaptığı baskında ondan fazla Uygur vatandaşının tutuklandığı ve gözaltına karşı direnen iki Uygur kadının vurularak öldürüldüğü bildirildi. Polislerin, köyde yaşayan Uygurlara neden baskın düzenlediğine dair bir resmi açıklama yapılmazken, Çin vatandaşı köylüler, 100’den fazla güvenlik görevlisinin baskın gecesi köye geldiklerini ifade etti. 20 Mart 2015: Batı ile ilişkileri gerginleştikten sonra ekonomik kriz çanları çalan Rusya’nın Devlet Başkanı Vladimir Putin, eski Sovyetler Birliği ülkeleriyle birlikte kendi ortak para birimi birliğini kurmak istiyor. Belarus Devlet Başkanı Aleksandr Lukaşenko ile birlikte Astana’da Kazak mevkidaşı Nursultan Nazarbayev’i ziyaret eden Putin, birlikte ortak bir para birimi oluşturmayı teklif etti. 21 Mart 2015: Güney Kore, Japonya ve Çin’in dışişleri bakanları üç yıl sonra ilk defa başkent Seul’de bir araya geldi. Tarihi ve bölgesel anlaşmazlıklar nedeniyle gerilen diplomatik ilişkilerin geliştirilmesi konusunda atılacak adımlar liderler tarafından masaya yatırıldı. Japonya Başbakanı Şinzo Abe’nin Tokyo’daki tartışmalı Yasukuni Tapınağı’nı 2013’ün Aralık ayında ziyaret etmesi, Tokyo, Pekin ve Seul arasında gerilime neden olmuştu. Tapınağın, Japonların 62 Akademik Perspektif – Nisan 2015 geçen yüzyılın ilk yarısındaki savaşlarda kaybettiği ve içinde hüküm giymiş 14 savaş suçlusunun da bulunduğu 2,5 milyon kişinin anısını yapıldığı biliniyor. 23 Mart 2015: Singapur'un kurucusu ve ilk Başbakanı Lee Kuan Yew, 91 yaşında vefat etti. Singapur'u küresel ticaret ve finans merkezine dönüştürerek dünyanın en zengin ülkelerinden biri haline getiren Lee, 31 yıl boyunca ülkenin başbakanlığını yaptı ve 2011'e kadar hükümette görev almaya devam etti. Ülkeyi 9 Ağustos 1965'te tam bağımsız cumhuriyet statüsüne kavuşturan Lee, eğitime yatırım yaparak iyi eğitimli ve iyi İngilizce bilen iş gücü yetiştirilmesine önem vermiş Singapur'u üretim merkezi haline getirmek ve yabancı firmaları ülkeye çekmek için ABD'li yatırımcılara ulaşmıştı. 25 Mart 2015: Ürdün ve Rusya hükümeti, Ürdün’de nükleer santral inşa etmek için 10 milyar dolarlık anlaşma imzaladı. Yapılan anlaşma çerçevesinde, Rus şirketi Rosatom’un Ürdün’de 10 milyar dolar maliyetle, 2 bin megavat kapasiteli nükleer santral inşa edeceği ve santralin iki reaktörden oluşacağı ifade edilirken, kurulacak nükleer santralin maliyetinin yüzde 50,1’inin Ürdün tarafından, yüzde 49,9’unun ise Rusya tarafından karşılanacağı kaydedildi. Ayrıca anlaşmada kurulacak nükleer santralin hukuki ve siyasi prensiplerinin belirlendiğini belirtildi. 27 Mart 2015: Rusya devlet başkanı Vladimir Putin’in sigara ve alkolle mücadele yönündeki çalışmaları olumlu sonuç vermeye başladı. Putin’in Mayıs 2012’de göreve başlarken emrini verdiği Rusya halkının sağlığının korunması ile ilgili kararın sonuçları değerlendirildi. Rusya Federal Gümrük Servisi’nin verilerine göre, 2008’de yüzde 33,7 olan sigara içenlerin oranı 2013’de yüzde 28,3’e geriledi. Rusya’da kişi başına düşen alkol tüketimi 2008’de 16,2 litre iken, 2013’de 11,6 litreye düştü. Ayrıca 15 yaş üzeri hiç alkol tüketmeyenlerin oranı 2011’de yüzde 38,2 iken, 2014’de yüzde 41,6’ya yükselirken alkolün sebebiyet verdiği ölüm oranında da önceki yıllara göre önemli düşüş yaşandı. 29 Mart 2015: Ermenistan’ı Eurovision Şarkı Yarışması’nda temsil edecek olan müzik grubunun üyesi Vahe Tilbian’ın ırkçı paylaşımı tepkilere neden oldu. Sözde soykırım iddialarının yüzüncü yılı gölgesinde gerçekleştirilecek Eurovision şarkı yarışmasında, Ermenistan’ı temsil edecek olan müzik grubu Genealogy’nin Ermeni kökenli Etiyopyalı üyesi Vahe Tilbian Instagram hesabından yaptığı ırkçı paylaşım ile büyük tepki topladı. Paylaşımında Türkler’e karşı hakaret dolu içeriklere yer veren Tilbian, “Yalnız ağızları ile boşu boşuna konuşan salak yığını!” ifadelerini kullandı. Türkler’in “İngilizce” öğrenmesi gereken “salaklar” olduğunu öne süren Tilbian’ın “bozuk” İngilizce’si ve hakaretleri büyük tepki çekti. Tilbian, gelen tepkiler üzerine paylaşımı Instagram hesabından kaldırdı. 30 Mart 2015: Büyük Okyanus'taki ada ülkelerinden Papua Yeni Gine’de 7,7 büyüklüğünde deprem meydana geldi. Yapılan açıklamaya göre Kokopo Panguna şehrine 54 kilometre uzaklıkta 7,7 büyüklüğünde deprem kaydedildi. 64 kilometre derinlikte gerçekleşen depremin ardından tsunami uyarısı yapıldı. 63 Akademik Perspektif – Nisan 2015 Ayın Düşünürü: Nelson Mandela Hazırlayan: Melike Şener Güney Afrika’nın demokratik seçimle iş başına gelen ilk devlet başkanı olan Nelson Rolihlahla Mandela, 18 Temmuz 1918’de Umtata’da doğdu. Mvezo köyünde yaşayan Thembu kabilesi şefi Gadla Henry Mandela’nın oğlu olan ‘Rolilahla Mandela yedi yaşında, kabilenin okula başlayan ilk üyesi oldu ve ‘Nelson’ ismini İngiliz öğretmeni Horatio Nelson’dan aldı. 16 yaşında Clarkebury Yatılı Okulu'na giden Mandela, burada normalde üç yıllık olan eğitimi iki yılda tamamladı. Daha sonra Fort Hare Üniversitesi’ne kayıt olarak lisans eğitimine başladı. O yıllarda siyasi olaylara karıştı ve Öğrenci Temsil Konseyi tarafından eylemleri organize ettiği gerekçesiyle okuldan uzaklaştırıldı. Okuldan atıldıktan sonra Transvaal bölgesine giden Mandela buradaki maden ocağında bir süre güvenlik görevlisi olarak çalıştı. Daha sonra bu işten de ayrılarak, Johannesburg’daki bir hukuk bürosunda sözleşmeli stajyer avukat olarak çalışmaya başladı. Johannesburg’da suyun ve elektriğin bulunmadığı yoksul bölgede yaşıyordu. Burada yaşayan kalabalık aileler yoksulluk ve acılar ile doluydu. O günlerde, Mandela insanların haklarını araması ve bunun için çalışması gerektiğine karar verdi. Burada eğitimini başarıyla tamamlayan Mandela, Lazer Sidelsky adlı beyaz bir avukatın yanında staj yapmaya başladı ve Sidelsky’nin de yardımıyla kendini geliştirdi. Staj yaptığı dönemde Walter Sisulu ile tanışması, ömür boyu sürecek olan dostluğun başlangıcı oldu. Walter Sisulu daha sonraları kendisiyle birlikte Güney Afrika’nın liderlerinden biri olacaktı. Sisulu’nun kuzeni Evelyn Mase ile Mandela’yı tanıştırması 1944’te çiftin evlenmesi ile sonuçlandı. Böylece çiftin akrabaları ile birlikte yaşadıkları mutlu kalabalık bir yuvaları oldu. Evelyn Mandela şöyle anlatıyor: “Kalabalık ve mutlu bir aile içinde yaşıyorduk. Nelson, çok sistemli ve güzel huyları olan bir adamdı. Sabahları erken uyanır, birkaç mil koşar, hafif bir kahvaltı eder ve işine giderdi. Aile için alışveriş yapmaktan hoşlanırdı ve ben bundan çok memnundum. Akşamları çocuklarıyla ilgilenirdi, bazı zamanlar 64 Akademik Perspektif – Mart 2015 yemek işini benden devraldığı bile olurdu. Witwaterstrand Üniversitesi’nde hukuk eğitimine devam ederken siyahilere yapılan ayrımcılıklardan biri olan otobüs ve servis seferlerinin az olması, Mandela’yı çok yoruyor ve zaman kaybetmesine neden oluyordu. Siyahiler için ayrılan otobüsü beklemek zorundaydı.” Mandela bu zor şartlardan dolayı doktoradan vazgeçti ve müşavir avukat olmak için sınavlara çalışmaya başladı. arkadaşları, tüm bu zorluklara rağmen 2627 Haziran’da binlerce kişinin katıldığı bir toplantı düzenledi. Polisin müdahalesine karşın, Demokrat Güney Afrika’nın temellerini oluşturan özgürlük bildirisi, bu toplantıda yayınlandı. Özgürlük Bildirisi’nin maddeleri ise şöyleydi: -Tüm farklı ulus grupları, eşit koşullara sahip olacak! -İnsanlar kendilerini yönetecekler! Dostu Walter Sisulu’nun Nelson üzerindeki ikinci büyük etkisi, O’nu Afrika Ulusal Kongresi(ANC) ile tanıştırmasıydı. Mandela bu örgütte çalışmaya başladı ve sonraları aktif olan bir grup arkadaşı ile örgütü(ANC) radikal bir kuruluş haline getirmek için çalışmaya başladılar ve 1944’de ANC Gençlik Birliği’ni kurdular. 1948 yılına geldiğinde Mandela genel sekreterliğe seçilmiş, örgüt içinde tanınan bir kişi olmuştu. Çalışmaları, zekâsı ve sevecenliği, onu doğal bir lider yapıyordu. Mandela, 1948 seçimlerini siyahlara karşı sistematik ayrımcılık politikası olan ‘apartheid’e destek veren Ulusal Parti’nin kazanmasının ardından aktif şekilde politikaya girme kararı aldı. Apartheid'e karşı kurulan Afrika Ulusal Kongresi’nin önemli isimleri arasına giren Mandela, 1952’de ‘Adaletsiz Yasalara Karşı Başkaldırı’ ve 1955’deki ‘Halk Kongresi’ne öncülük etti. Avukat olarak çalışırken sürekli olarak kışkırtıcı aktivitelerden ve 1956'dan 1961'e kadar süren İhanet Duruşmaları'ndan dolayı tutuklandı. Siyasi kariyerinin ilk yıllarında Hindistan'daki bağımsızlık hareketinin lideri Mahatma Gandhi’nin ‘şiddet içermeyen direniş’ öğretisini benimsedi. Eylül 1953’e gelindiğinde otuz beş yaşındaki Mandela’nın aktif siyasi hayatı sona ermişti. Her türlü toplantıya katılması yasaklanmıştı, buna yemek ve dans partileri de dâhildi. Mandela ve -Halk, devletin varlığından payını alacak! -Topraklar, üzerinde çalışan paylaştırılacak! insanlara -Herkes yasalar önünde eşit olacak! -Herkese iş ve güvenlik hakkı sağlanacak! -Öğrenme ve kültür edinme kapıları sonuna dek açılacak! -Herkese ev, güvenlik ve refah sağlanacak! -Her yerde dostluk ve barış olacak! -Ülkesini ve insanlarını seven herkes, şimdi söylediklerimizi yinelesin: “Bu özgürlükler için, yaşamımız boyunca, özgürlüğümüzü elde edene değin yan yana mücadele edeceğiz.” Özgürlük Bildirisi’nde alınan kararlar neticesinde ‘paso yasası’na karşı protesto başladı. Paso yasası siyahi insanların özgürlüklerinin elinden alınmasının belgesi durumundaydı. Paso’yu yalnızca siyahilerin paso taşıması zorunlu idi ve yanlarında pasonun olmadığı durumlarda anında tutuklanıyorlardı. Protestocular, hükümete kendilerini tutuklatmaya hazır olduklarını, pasolarını yakarak ya da evde bırakarak gösteriyorlardı. 21 Mart 1960, Pazartesi günü Johannesburg’daki Sharpville Kalesi civarında yaşanan olaylar halk tarafından 65 Akademik Perspektif – Nisan 2015 büyük tepki ile karşılandı. Bu olayda polis, silahsız halk üzerine ateş açtı ve 69 kişiyi öldürdü. Mandela ve arkadaşları işçileri protestoya çağırdı. Bu o güne kadar katılımın en yüksek olduğu protesto idi. Hükümet, şiddeti, cezaları, yasakları daha da arttırdı; bunun üzerine yasaklanan örgütler yeraltına inmeye başladılar. Mandela ve arkadaşlarının yeni bir anayasa için yapacakları ulusal toplantı fikrini ve üç günlük protesto grevini hükümetin reddetmesi üzerine, Nelson Mandela son şansı belirledi, bu bir dönüm noktasıydı; Haziran 1961 yılında açıklandığı gibi ‘Eğer bu ülkede vahşet önlenemiyorsa ve hükümet tüm barışçı gösterileri vahşetle yanıtlıyorsa, Afrikalı liderlerin, barış ve şiddet içermeme çağrıları yaparak dolaşmaları gerçek dışı, hatalı bir durum olurdu.’ Yani artık şiddete şiddetle karşı koyma fikrini benimsediler ve ‘Ulusun Mızrağı’ adında bir yeraltı sabotaj programı hazırladılar. Ulusun Mızrağı’nın ilk darbesini Afrikanerlerin bir yüzyıl önce, Zuluları yenmelerini kutladıkları günde yani 16 Aralık 1961’de yaptı. Fakat sabotajlar cana değil mala yapılıyordu. Örneğin, elektrik direkleri havaya uçuruluyordu. Ocak 1962'de silah ve para desteği sağlamak amacıyla İngiltere ve Afrika ülkelerini dolaştı. Ülkeye dönüşünde arkadaşlarıyla birlikte, izinsiz yurtdışına çıkmak, halkı kışkırtmak, sabotajlar ve suikastler düzenlemek iddialarıyla yargılandı. Halkın, tamamının temsil edilmediği ve beyazların temsil edildiği parlamentonun çıkardığı kanunlara uymak zorunda olmadığını savundu. 1964’te Beyaz yönetim tarafından hükumeti alaşağı etmek için komplo kurmak ve sabotaj etmekten dolayı ömür boyu hapis cezasına çarptırıldı. Bu davranışıyla ırk ayrımına karşı mücadele eden Afrikalı siyahların simgesi oldu. Nelson Mandela, dünyanın mahkûmu olarak anılmıştır. en ünlü 16 Haziran 1976’da Afrikaan dilinin siyahi okullarında daha fazla kullanılması konusu gündeme gelince ülkenin her yerinde protestolar başladı. Güney Afrika’da kullanılan iki dilden biri olan Afrikaan dili, Hollanda aslından türemiş, sömürgecilerin dili idi ve siyahiler bu dili kullanmak istemiyordu, kullanılan öteki dil de İngilizce idi. Çocukların başlatmış olduğu Afrikaan diline karşı isyana ‘çocuk isyanı’ adı verildi. Polis yılın sonuna gelindiğinde çoğu çocuk olmak üzere yüzlerce kişiyi öldürdü. Artık Güney Afrika’da protestolar hiç dinmedi, protestolarla birlikte Nelson Mandela’nın adı da tekrar ön plana çıktı. Dünya ve Güney Afrika basını, Roben Adası’ndaki adamın niteliği ve gücüyle ilgili haberleri gün geçtikçe daha fazla duymaya başladı. Sürecin Mandela ve taraftarları lehine işlemesi, hükümeti Mandela ile uzlaşma çabaları aramaya sevketti. Şubat 1985’de dönemin Devlet Başkanı Pieter Willem Botha, Mandela’ya, şiddeti ‘siyasi bir silah’ olarak kullanmamayı önkoşulsuz kabul etmesi karşılığında özgürlüğünü kazanmasını teklif etti. Ancak Mandela bu teklifi, diğer siyah liderler hapiste olduğu ve liderlerin yürüttüğü siyasi harekete yasak kalkmadığı sürece pazarlığa oturmayacağını öne sürerek reddetti. Son olarak 1988’de Victor Verster Hapishanesi'ne gönderildi ve serbest bırakılana kadar burada kaldı. Mandela şöyle diyordu ‘Ben yaşamıma sizlerden daha az değer veren biri değilim. Ama ne doğuştan kazandığım haklarımı ne halkımın doğuştan kazanmış olduğu özgürlük hakkını satabilirim.’Mandela Güney Afrika’da ve dünyada baskı altında yaşayan halkların özgürlük simgesi olmuştu. Güney Afrika hükümeti yapılan baskılar sonucu 11 Şubat günü Mandela’yı 66 Akademik Perspektif – Nisan 2015 koşulsuz söyledi. olarak özgür bırakılacağını Şubat 1990’da F.W. de Clerk, ANC ve diğer apartheid karşıtı grupların faaliyetlerine konmuş olan yasağı kaldırdı. Devlet Başkanı, Mandela’nın en kısa sürede hapisten çıkacağını da duyurdu. Bu karar üzerine Mandela, 11 Şubat 1990’da Verster Hapishanesi’nin önü, dünyanın her yerinden gelen yüzlerce gazeteci ile dolmuştu. Capetown’daki Belediye Binası’nın önünde toplanan kalabalık, kendilerini özgürlüğe götüreceklerine inandıkları, özgürlüklerinin simgesi olan Mandela’yı heyecan ile bekliyorlardı. Nelson Mandela konuşmasına, barıştan, demokrasiden ve özgürlükten söz ederek başladı ve şu şekilde devam etti: “Sözümü bitirirken, 1964 yılında mahkûm olduğum zaman, söylediklerimi yinelemek istiyorum. Bu sözler, bugün için de, aynen geçerlidir; beyaz egemenliğine karşı savaştım. Siyah egemenliğine karşı da savaştım. İnsanların eşit fırsatları paylaşarak uyum içinde yaşayacakları demokrat ve özgür toplum hayalini kurdum hep. Bu benim için gerçekleştiğini görmek istediğim bir idealdir ve Tanrı, öyle uygun görürse, uğrunda ölmeye hazır olduğum bir amaçtır.” Mandela, Başkan De Klerk ile yapılan görüşmeler sonucunda ırk ayrımcılığı yasası kaldırıldı. Artık siyahlarla beyazlar eşit kabul ediliyordu. O dönem Güney Afrika dostluğun ve umudun hüküm gördüğü dönemdi. Apartheid’la mücadele döneminde iki tarafın da işlediği suçların denetlenmesi amacıyla Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu’nun kurulmasında önemli rol oynadı. Bu çalışmalar sonucunda, 1993 yılında Nobel Barış ödülüne De Klerk ile birlikte layık görüldü ve ardından 1994 yılında da ilk defa tüm halkın katıldığı bir seçimle Güney Afrika’nın ilk siyahi başkanı olarak seçildi. Mandela devlet başkanlığı döneminde, Apartheid rejiminin sonlanması için çalışırken, ülkedeki siyahlar ve beyaz azınlık arasında barış ortamının sağlanması için de mücadele etti. Bu dönemde sosyal ve ekonomik eşitsizliklerin ortadan kaldırılması için sağlıktan eğitime kadar birçok alanda reformlara imza atıldı. Haziran 1999’da devlet başkanlığı koltuğunu Thabo Mbeki’ye devretti. Yirminci yüzyılın en önemli özgürlük hareketlerinden birine öncülük eden Mandela, 1993 Nobel Barış Ödülü’nün yanı sıra 1990’de Lenin Barış Ödülü, 1980'de Cevahirlal Nehru Ödülü, 1981'de Bruno Kreisky İnsan Hakları Ödülü, 1983'de UNESCO'nun Simon Bolivar Ödülü’ne layık görüldü. Türkiye, 1992’de Mandela’yı Atatürk Barış Ödülü’ne lâyık gördü ancak Mandela, Türkiye’deki ‘insan hakları ihlallerini’ gerekçe göstererek ödülü almayı reddetti. Daha sonra 1999 yılında ödülü kabul etti. Mandela, emekli olduktan sonra da sosyal projelerde çalışmaya devam etmiştir Güney Afrika, HIV virüsünün en yaygın olduğu ülkelerden biridir. Kendisini AIDS salgınıyla mücadeleye adayan Mandela, bu amaç için milyonlarca dolarlık fonlar oluşturdu. 2005 yılında hayatta kalan tek oğlunu AIDS’e kurban vermesiyle, Mandela’nın mücadelesi şahsi bir boyut da kazandı. Yaşamını siyahi insanların özgürlüğüne adayan, barış gönüllüsü Mandela, dünyada en çok tanınan ve desteklenen kişi özelliğini sahiptir. Siyahilere özgürlüğü tattıran Mandela’nın doğum günü 18 Temmuz Birleşmiş Milletler tarafından 2009 yılında “Mandela Günü” ilan edildi. Uzun süre tedavi gören Mandela, 5 Aralık 2013 akşamı hayatını kaybetti. Ardında mücadele ve ibret dolu bir yaşam öyküsü bıraktı. 67 Akademik Perspektif – Nisan 2015 Kitapları Kendimle Konuşmalar Madiba Büyüsü KAYNAKLAR Küpeli Dilan, Barış Aktivisti Nelson Mandela, 5 Mart 2014 Aljazeera Türk, Porte: Nelson Mandela, 26 Şubat 2014 Long Walk to Freedom Özgür Bir Güney Afrika 68 Akademik Perspektif – Nisan 2015 Konstrüktivizm Hazırlayan: Kürşat Yalçınkök 1990’lı yıllarla birlikte Uluslararası İlişkiler alanında yeni bir teorik yaklaşımın ortaya çıktığı görülür. Pozitivist teoriler ile postpozitivist teoriler arasında konumlandırılan ve bu nedenle ‘üçüncü yol’ olarak nitelendirilen bu yaklaşım, uluslararası ilişkilerin sosyal yanına yaptığı vurgu nedeniyle sosyal konstrüktivizm olarak adlandırılmaktadır. Ampirik analiz; önce gözlem yapmayı, olay-ları kaydetmeyi ve daha sonra da bunları açıklamayı savunur. Buna göre, ne kadar çok veri toplarsak, sonuçta ulaşacağımız bilgide o kadar büyük olur. Konstrüktivizm ampirik analize yaptığı vurgu nedeniyle ilk dalga eleştirel teoriden ayrılır. İlk dalga eleştirel teorisyenlerin insanları birbirinden kopuk bencil varlıklar ve toplumu da stratejik bir alan olarak tanımlayan rasyonalist anlayışı reddedişlerine dayanarak, insanların topluma entegre, iletişimsel olarak inşa edilmiş ve kültürel anlamda güçlü varlıklar olduğu tahayyülünü kucaklayarak, neo-realizmin ve neo-liberalizmin açıklamaya güçlük çektiği dünya siyasetinin farklı boyutlarını açıklama ve yorumlamaya giriştiler. Konstrüktivizm yükselişini şu dört faktöre borçludur: Birincisi, kendi teori ve dünya görüşünü yeniden üstün kılma dürtüsü taşıyan rasyonalistlerin, eleştirel yaklaşımları teorik eleştirilerin ötesine geçerek uluslararası ilişkilerin somut analizini yapmaya davet etmesiydi. Önde gelen eleştirel teorisyenler bu meydan okumanın arkasındaki niyeti eleştirirken, kontrüktivistler bunu rasyonalizm dışındaki yaklaşımların aydınlatıcı gücünü göstermek için önemli bir fırsat olarak gördüler (Walker 1989). İkincisi, Soğuk Savaşın sona erişi neo-liberal ve neo-realistlerin açıklayıcı iddialarını akamete uğrattı. Her iki teori de küresel düzeni yeni dizayn eden sistemik değişimi ne tahmin edebildi ne de tam anlamıyla kavrayabildi. Üçüncüsü, 1990’ların ilk yıllarında eleştirel uluslararası ilişkiler teorisinin önermelerini benimseyen, fakat aynı zamanda da kavramsal gelişim açısından bir yenilenme ve ampirik olarak desteklenmiş teorik gelişim potansiyeli gösteren genç kuşak akademisyenler ortaya çıktı. Sonuncusu, bu bakış açısının gelişim göstermesi, hakim rasyonalist teorinin analitik başarısızlıklarından mutsuz olan ana-akım teorisyenlerin bu yeni bakış açısını benimsemekte istekli davranması sayesinde ger69 Akademik Perspektif – Mart 2015 çekleşti ve disiplin içindeki teorik tartışmalarda da merkezi bir konuma doğru yol almasına sebep oldu (Katzenstein 1996; Ruggie 1993). Eleştirel uluslararası teorideki gibi konstrüktivist teori bünyesinde de modern ve post-modern eğilimler arasında bir bölünme söz konusudur. Hemen hepsi toplumsal hayata dair üç merkezi ontolojik önermeyi anlaşılır kılmanın ve derinlemesine incelemenin peşindedir. Bunlardan ilki, ister bireyler isterse de devletler olsun, siyasi sosyal aktörlerin eylemlerini şekillendirdiğine inanılan sistemik yapılar söz konusu olduğunda, konst-rüktivistler normatif ya da fikirsel yapıların materyal yapılar kadar etkin olduğunu öne sürmektedirler. Bu yapılara böyle bir önem atfetmelerinin iki sebebi vardır. Bi-rincisi, konstrüktivistler, ‘maddi kaynakla-rın insan eylemleri için bir anlam kazan-masının, ancak aktörlerce paylaşılan ortak bilgi yapıları sayesinde’ mümkün olduğunu iddia etmektedirler (Wendt 1995: 73). Ör-neğin, hem Kanada hem de Küba ABD’nin komşularıdır: fakat basit bir askeri güç dengesi bakış açısı, neden ilkinin ABD’nin yakın müttefiki, ikincisinin ise ABD’nin azılı bir düşmanı olduğunu açıklayamaz. Bura-da kimlik, ideolojinin mantığı ve kurulu dostluk ve düşmanlık yapıları, ABD ile Ka-nada ve ABD ile Küba arasındaki maddi yapılara çok farklı anlamlar kazandırmak-tadır. İkinci sebebi, siyasi aktörlerin sosyal kimlikleri şekillendirmesidir. Nasıl akade-min kurumsallaşmış normları bir profesö-rün kimliğini şekillendiriyorsa, uluslararası sistemin normları da egemen devletin sosyal kimliğini şekillendirmektedir. İkincisi, konstrüktivistler maddi olmayan yapıların aktörlerin kimliklerini belirlemelerini önemli görmektedirler; çünkü kimlikler çıkarları belirler, çıkarlar da eylem- leri. Çıkarların nasıl oluştuğunu açıklamak için konstrüktivistler bireylerin ve devletlerin sosyal kimliklerine odaklanmaktadırlar. Alexander Wendt2in ifadesiyle, ‘kimlikler çıkarların belirleyicisidir’ (Wendt 1992: 398). Örnek verecek olursak, mutlakiyetçi çağda Hristiyan bir kral olmak da kişiyi belli çıkarlara sahip kılmaktadır, mesela kendi topraklarında dini kontrol etmek, kendi toprakların ötesinde taht kavgası vermek ve milliyetçi hareketleri bastırmak gibi. Aynı şekilde, günümüzde liberal demokrasi, otoriter rejimlere karşı sert tavır almayı teşvik etmekte ve serbest piyasa kapitalizmini desteklemektedir. Konstrüktivistler aktörlerin ‘kendi çıkarları peşinde koşma’ fikrine karşı değildirler; fakat aktörlerin ‘kendilerini’ nasıl tanımladıklarını ve ‘çıkarların’ ne şekilde belirlendiğini anlamadan, bunun bize pek bir şey söylemeyeceğini iddia etmektedirler. Üçüncüsü, konstrüktivistler aktörlerin ve yapıların karşılıklı olarak birbirlerini inşa ettiğini öne sürmektedirler. Normatif ve düşünsel yapılar kimlikleri ve çıkarları şekillendirirler; fakat aynı zamanda bu yapılar aktörlerin eylemleri olmaksızın var olamazlar. Kurumsallaşmış normlar ve düşünceler aktörün anlamını ve kimliğini ve bu aktörlerce gerçekleştirilen iktisadi, siyasi ve kültürel eylemleri tanımlar (Boli, Meyer and Thomas 1989: 12). Kimlik ve çıkarlarımızı belirleyen sosyal yapıları, karşılıklı etkileşim ile ortaya koyar ve harekete geçiririz (Wendt 1992: 406). Kurumsallaşmış normlar ve düşünceler, hem pratik hem de etik anlamda neyin gerekli ve mümkün olduğunu belirlemektedir. Oturmuş bir liberal demokraside devlet başkanı veya başbakan, iktidarını genişletmek için sadece belli stratejileri uygulamaya koymayı tahayyül edebilir; liberal demokratik siyasi aygıtın normları, beklentilerin sınırlarını çizer. Bir birey ya da devlet eylemlerini meşrulaştırmak istediğinde, kurulu meşru davranış kodlarını devre70 Akademik Perspektif – Nisan 2015 ye sokar. Bir devlet başkanı veya başbakan yürütmeyi kontrol eden hükümetin teamülleriyle hareket eder ve bir devlet eylemlerini egemenlik normları aracılığıyla meşrulaştırır; başka bir devletin iç işlerine müdahale söz konusu olduğunda ise uluslararası insan hakları normlarına başvurur. 1990’larda, üç farklı konstrüktivizm ortaya çıktı: Sistemik, aktör merkezli ve bütüncül. Bunlardan ilki, üniter devletler arasındaki etkileşime yaptığı vurgu ve ‘sistem-odaklı’ bir yaklaşım sergilediğinden neo-realizmi takip etmektedir. Devletin iç siyasi hayatında gerçekleşen ya da varolan herşey gözardı edilmekte ve dünya siyasetine yönelik açıklama, devletlerin dışarıda yani uluslararası alanda birbirleriyle geliştirdikleri ilişkileri teorileştirmek kaydıyla yapılmaktadır. Aktör-merkezli konstrüktüvizm sistemik konstrüktivizmin tam karşısında durmaktadır. Dış, uluslararası alana odaklanmak yerine aktör-merkezli konstrüktivizm, Wendt’in paranteze aldığı iç siyasi alandaki sosyal ve hukuki normlar ile devletlerin kimlik ve çıkarları arasındaki ilişkilere odaklanmaktadır. Peter Katzenstein’in Alman ve Japon milli güvenlik politikaları hakkındaki çalışmaları (1996, 1999), aktörmerkezli konstrüktivizme güzel bir örnek teşkil etmektedir. Askeri yenilgiye ve işgale uğramış, büyük bir ekonomik gelişme göstermiş ve otoriter rejimden demokrasiye geçiş yapmış büyük güç statüsündeki bu iki devletin, iç ve dış alanda oldukça farklı milli güvenlik politikaları takip etmesinin sebepleri olarak, Katzenstein, kurumsallaşmış düzenleyici ve inşa edici milli sosyal hukuki normların önemine vurgu yapmaktadır. Sistemik ve aktör-merkezli konstrüktivist yaklaşımlar geleneksel uluslararası ulusal ayrışmasını yeniden üretirken, bütüncül konstrüktivizm bu iki alanı biraraya getirmeye çalışmaktadır. Devletin kimlik ve çıkarlarını şekillendiren tüm faktörleri kapsayabilmek için, kurumsal ve sosyal kimlikleri, ulusal ve uluslararasını tek bir sosyal siyasi düzenin iki yüzü olarak gören tek bir analitik çerçevede biraraya getirmektedirler. Küresel değişim dinamiklerine, özellikle de egemen devletin yükseliş ve muhtemel çöküşüne olan ilgisi nedeniyle bütüncül konstrüktivizm, bu küresel düzenle devlet arasındaki karşılıklı inşa edici ilişkiye odaklanmaktadır. Sistemik konstrüktivizm kadar yalın ve açık olmasa da, bütüncül konstrüktivizm günümüz uluslara-rası sistemin normatif ve düşünsel yapıla-rının gelişimin ve bu yapıların ürettiği sos-yal kimlikleri açıklama başarısı göstermek-tedir. Teorik anlamdaki zengin görünümüne karşın Uluslararası İlişkiler disiplini büyük oranda pozitivizmin etkisi altındadır. Hem disiplinin klasik teorileri olarak nitelendirebileceğimiz realizm, liberalizm ve marksizm; hem de 1980 sonrası dönemde disiplinin ana-akımı haline gelen neo-neo sentezin bileşenleri durumunda bulunan neorealizm ve neo-liberalizm açık bir biçimde pozitivisttir. Bununla birlikte, 1980’li yıllardan itibaren disiplin içerisindeki hâkim pozitivist teorilerin sorgulanması biçiminde gelişen ve uluslararası ilişkileri çalışmak için post-pozitivizmin daha iyi bir yol olduğunu savunan yeni arayışların söz konusu olduğu görülür. Pozitivist teoriler ile post-pozitivist teoriler arasında yaşanmaya başlayan bu tartışmaya karşın, 1990’lı yıllarla birlikte konstrüktivizmin de içinde yer aldığı ve amaçları bu iki farklı görüşü uzlaştırmak olan yeni bir takım arayışlar ortaya çıkmıştır. Gerçekte bir Uluslararası İlişkiler teorisi olmamasına karşın, konstrüktivizmin ilk uygulandığı alanlardan biri de uluslararası ilişkiler olmuştur. 71 Akademik Perspektif – Nisan 2015 KAYNAKÇA REUS-SMİT, Chris (1996), “The Constructi-vist Turn: Critical Theory After The Cold War,” Canberra: Australian National Uni-versity, Dept. of International Relations Working Paper, No. 1996/4. WENDT, Alexander (1992), “Anarchy is What States Make of It: The Social Const-ruction of Power Politics,” International Organizations. RUGGIE, John Gerard (1988), “What Ma-kes The World Hang Together? Neo-Utilitarianis and The Social Constructivist Challenge,” International Organization. 72 Akademik Perspektif – Nisan 2015 73 Akademik Perspektif – Mart 2015