Burhan 61:Burhan.qxd

advertisement
EDİTÖR
Bismillahirrahmanirrahim
Bütün mesel gönlü kirlerden korumaktır. Kişi gönlünü sağlam
bir ehl-i sünnet inancıyla önce temizlemeli. Şirkten, küfürden, nifak
ve her biri öldürücü virüs olan manevi hastalıklardan temizlemeli
gönlü. Gönül nazargâhi ilahidir. Gönül tertemiz olmazsa yani temizlik gönülden başlamazsa diğer organlar, elbiseler ve çevrede temiz
olmaz. Gönül gönlün sahibine göre şekil almalı. Sahibi Allah olan gönüllere hiçbir kir yakışmaz. Müminin gönlünün sahibi Allah’tır. Onun
için mümin gönlünü sahibine göre temiz tutar. Gönle dünya ve onun
sevdasını, sevdalılarını, bağlılarını koymamalı. Dünyadan ve kullarından uzak durmalıdır. Masıvallah ne varsa süpürmeli “La” süpürgesiyle. Tertemiz süpürdükten sonra sadece “illallah” kalmalı. Allah’a
ait olan ne varsa o olmalı O’nun nazargâhında.
Şemseddin Sivasi Hazretlerinin dediği gibi:
Vâsıl olmaz kimse Hakk’a cümleden dûr olmadan
Kenz açılmaz şol gönülde tâ ki pürnûr olmadan
Sür çıkar ağyârı dilden tâ tecellî ede Hakk
Pâdişâh konmaz saraya, hâne mamûr olmadan
Hakk cemalin Kâbe'sini kıldı âşıklar tavaf
Yerde Kâbe, gökyüzünde Beyt-i mamûr olmadan
Mest olanların kelâmı kendiden gelmez veli
Ya niçin söyler Ene’l-Hak, kişi Mansûr olmadan?
Yıl 5
Sayı 61
Ekim 2010
Mest olup meydane geldim ta ezelden ta ebedi
çmişem aşkın şarabın âb-ı engûr olmadan
"Mûtû kable en temûtû" sırrına mazhar olan
Haşr-ü neşri bunda gördü nefha-i sûr olmadan
Âşıkın çok derdi amma sırrın izhâr eylemez
Söylemesi terk-i edeb çünki destûr olmadan
Bir acaîb derde düşmüş tutuşur Şemsî müdâm
Hakk'a makbûl olmak ister, halka menfûr olmadan
Nasıl ki bir hane tertemiz olmayınca o haneye padişah gelmezse gönül hanesi de bütün kirlerden temizlenmedikçe sahibi de o
gönüle gelmez.
Lai Dedenin dediği gibi:
Pak eyle gönül çeşmesini ta durulunca
Dik tut gözünü gönlüne gönlün göz olunca
İnkarı ko dil testisini ol çeşmeye tuttur
Ol ab-ı safa bahş ola ta bu testi dolunca
Çün hak seni derban derhanesi etti
Dur kapıda gayrı koma ta anı anda bulunca
Sen çık aradan hanesini sahibine ver
Bi şek gelir Allah evine sen savulunca
Evvel koma kim sonra çıkarmak güç olur güç
Şeytan çerisi hane-i kalbe koyulunca
Çektin bu cihan içre nice mihnet ve zahmet
Ol piri huda mürşidi kamili bulunca
Ey La Mekan! Seni ben çok aradım çok
Sinemde mukim olducağın ta duyulunca...
Şeytan çerisini gönlümüzden atabilmemiz, gönlümüzü “kalbi selim” yapabilmemiz dileğiyle Allah’a emanet olunuz.
içindekiler
AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ
Yıl: Sayı: 61
Ekim 2010
4 Ve Elbiseni Temizle
Kamil ABDULLAHOĞLU
38 Ramazan Bitti, Amma
Vazifelerimiz Bitmemiştir.
Mehmet TALU
SAHİBİ
Burhan Basın Yayın
Eğitim ve Tur. Ltd. Şti.
8 Ruhunu
Temizleyebilenler
46 Allah’ın Üç İsmi
Nihat MORGÜL
Aydın BAŞAR
Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR
10 Samimiyet ve Arınma
YAYIN KURULU
Fuat TÜRKER
50 Davet Öncüsünden
Davet Örnekleri
SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
Serdar TAŞAR
YAYIN DANIŞMANLARI
Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Yusuf ELİBOL
Salih AYDIN
Ramazan ÇAKIR
Aydın BAŞAR
Salih AYDIN
Musa KARACA
Redaksiyon
13 Kalp Temizliği
Ayşe BAĞCIVAN
Yusuf ELİBOL
Mürsel LÜLECİ
DAĞITIM ORGANİZASYONU
Asim AYDOĞDU 0538 233 5000
Fiyatı
Tek Sayı: 6 TL
52 Muhabbet Bahçesi
16 Siz, Kimi
Seviyorsunuz?
54 Görün Artık Bu Gerçeği
Sezgin ÇAKIR
Hasan BAŞAR
20 Sahabe-i Kiramın
Dindeki Yeri
56 Muhabbetin Alametleri
1 Yıllık (12 Sayı) Abone: 72 TL
6 Aylık Abone: 36 TL
Yurtdışı
1 Yıllık Abone: 75 Euro
Abonelik İçin Hesap Numaraları
Posta Çeki No: 5091167
Türkiye Finans Sultanbeyli Şubesi
Dr. Ebubekir SİFİL
Burhan Basın Yay.Eğt.Tur.Ltd.Şti.
Müşteri No 291928
IBAN No TR67 0020 6000 6300 2919 2800 01
Ziraat Bankası Sultanbeyli Şubesi
Hesap No: 1673–44165588-5002
IBAN TR690001001673441655885002
Seyyid Ahmed er Rufai Hazretleri
26 Tasavvufun Tarihçesi
Ve Kaynağı
58 Bir Teffekür Adamının
Ardından
Umut BULUT
Prof. Dr. Orhan ÇEKER
YAYIN VE İLETİŞİM ADRESİ
Mehmet Akif Mah.
Kuran Kursu Cad.No: 87
Sultanbeyli / İST.
Tel: +9 (0216) 498 94 00
Faks: +9 (0216) 498 94 00
İNTERNET ADRESİ
[email protected]
www.burhandergisi.com
30 Prof. Dr. Seyyid
Abdullah: “Her Müride
Zikirle Beraber Davet Ve
İlim De Lazımdır”
Röportaj: Aydın BAŞAR
60 İslama Göre Çocuk
Eğitimi
Hatice FURHAN
64 Beyoğlu ‘S.O.S’ Veriyor
Nidayi SEVİM
BASKI
Milsan A.Ş. 0212 697 1000
YAYIN TÜRÜ
Aylık Süreli Yayın
34 Gözümün Nuru Namaz
Dr.Mustafa BAHADIROĞLU
70 Burhan Çocuk
Musa KARACA
Gönderilen yazılarda editör ve yayın kurulu
değişiklik yapabilir. Gönderilen yazılar iade
edilmez. Yazılardan kaynak gösterilerek alıntı
yapılabilir.
Yayınlanan reklamlardaki ürün ve hizmetlerin
sorumluluğu reklam verene aittir.
8
Tasavvufun Tarihçesi Ve
Kaynağı
Prof. Dr. Orhan ÇEKER
34
Allah’ın Üç İsmi
Aydın BAŞAR
54
İslama Göre Çocuk Eğitimi
Hatice FURHAN
64
Ruhunu Temizleyebilenler
Nihat Morgül
26
Gözümün Nuru Namaz
Dr. Mustafa BAHADIROĞLU
46
Görün Artık Bu Gerçeği
Hasan BAŞAR
60
Beyoğlu S.O.S Veriyor
Nidayi SEVİM
VE ELBİSENİ
TEMİZLE
âinatın efendisi (s.a.v.)e Hırada ilk
vahiy gelmişti. Biricik eşi Hz. Hatice
(r.a)ın yanına gelmişti. Vahyin etkisi ile
sarsılmış ve titriyordu. Kendisini örtmesini istedi. Olay üzerinden fazla bir zaman geçmemişti ki vahiy emini geldi. Efendimiz (s.a.v)
Mekke’nin yukarı tarafında bulunuyordu.
Cebrail (a.s) vadinin bir köşesinde ökçesini
yere vurdu ve oradan su kaynadı.
K
Kamil ABDULLAHOĞLU
“Bir Müslüman abdest aldığı
zaman, yüzünü yıkarken gözleri ile işlediği günahlar abdest suyu (veya suyun son
damlası) ile dökülür gider...
4
Cibrili Emin tüm peygamberlerin ve
Efendimiz (s.a.v)in abdesti olan abdesti o
sudan aldı. Peygamberimiz (s.a.v.) Cebrail
(a.s)a bakıyordu. Abdesti bitirdikten sonra ön
tarafına su serpiştirdi ve Efendimiz (s.a.v)e aldığı abdestin aynısını almasını istedi. Peygamberimiz (s.a.v.) Cebrail (a.s)dan nasıl
gördü ise aynı şekilde abdest aldı. Bundan
sonra Cebrail (a.s.) namazın nasıl kılınacağını
Efendimiz (s.a.v.)e göstermek için namaz kıldı
ve Efendimizin de kılmasını istedi. Peygamberimiz de O’nun kıldığı gibi namaz kıldı ve
Cebrail (a.s.) oradan ayrıldı. Efendimiz
(s.a.v.) gönlü aydınlanmış olarak evine geldi
ve müminlerin annesi Hz. Hatice annemize
abdesti ve namazı öğretti. Böylece ilk temizlik
ve ibadet başlamış oldu.1 Bu olay neticesinde
nazil olan ayette Rabbimiz: “Ey bürünüp sarınan (Resulüm)! Kalk ve (insanları) uyar. Sadece Rabbini yücelt. Elbiseni temiz tut. Bütün
pisliklerden uzak dur.”2
Ekim 2010
Temizlik bir medeniyetin ürünüdür. Bu medeniyeti oluşturanlar ise peygamberler (a.s.)dır. İnsanlık
İslam’dan önce gelmiş vahiyden uzaklaştıklarında
Allah Azze ve Celle Efendimiz (s.a.v.)i yeni dinin inşası için gönderdi. Bu dinin imandan sonra en önemli
emri olan namaz ibadetini yapabilmek için en önemli
ve ilk hazırlığıolank temizlik emredilmiştir.
İbadet için maddi temizlik olarak “Elbiseni
temiz tut” ayeti bunun delilidir. Temizliğin temel
aracı sudur. Suyun bulunmadığı yerde başka nesneler devreye girmektedir. Bu temizlik bedenin temizliği, elbisenin temiz tutulması ve mekânın temiz halde
bulundurulmasıdır. Peygamberimiz (s.a.v.) bir hadislerinde: “Temizlik imanın yarısıdır.” Buyurarak insanlığın bugün bile erişemediği bir medeniyetin
kapısını açmıştır. Bir Müslüman günde en az beş kez
namaz kılmalıdır. Kılacağı bu namazları, bahsettiğimiz üç unsuru (beden, elbise, mekân) temiz tutmadan yerine getiremez.
Buda taharetle başlar. Helaya giren bir Müslüman ayakta ihtiyaç gidermez. Zira ayakta ihtiyaç giderilirse elbiseye sıçrayarak kirlenmiş olur. Bundan
dolayı oturarak ihtiyaç gideren bir mümin temizlik
yapar. Bu temizlik su ile ve herhangi bir mazeret
yoksa sol elle yapılmalıdır. Tam temizlik yapılmadan
tuvaletten çıkılmaz. Tuvalete girmeden Efendimiz
(s.a.v.)in bize öğütlediği duayı okur. *3 Mecbur kal-
madıkça çoraplarla da tuvalete girmemek gerekir.
Zira tuvalette sıçramalar olur. Taharet alan bir kişinin
iç elbisesi de dış elbisesi gibi temiz olur. Medeni görünen Avrupalılar su ile temizlik yapmamaktadırlar.
Bir necaset kâğıtla ne kadar giderilebilir. Mutlaka kalıntı olacak ve oda bedende kokuya sebep olacaktır.
Taharet aldıktan sonra tuvalet kâğıdı ile kurulanmakta
güzeldir. Kâğıt çıkmadan önce bez kullananlar olurdu.
Zira taharet suyu ma-i müstamel(kullanılmış su) olması sebebiyle elbiseye değmesi mekruhtur. Ayrıca
ıslak kalan makatta mikrop kapma ve hastalık oluşma
durumu söz konusudur. Helaya sol ayakla girilir ve
sağ ayakla çıkılır.Bu Efendimiz (s.a.v.)den bize öğretilen sünnet yoludur.
Heladan çıktıktan sonra* sabunla eller temiz
bir şekilde yıkanır. Yapılan tespitlere göre heladan
çıkan Avrupa toplumunun yüzde yetmişe yakını ellerini yıkamıyor. Eller yıkandıktan sonra istibra yapılır.
İstibra; bir şeyden uzak olmak kurtulmak anlamına
gelen bir kelime olup terminolojik anlamı; abdest almadan önce bir müddet beklemektir. Zira hemen abdest alınırsa idrar yollarında kalan damlacıklar abdest
sonrası yürürken elbiseye düşer ve böylece abdest
bozulmuş olur. Kişi abdestsiz namaz kılar ve kıyamet
gününde kitapta namaz kılmamış yazılıdır. Yarabbi
ben kılmıştım. Ey kulum sen namazın şartlarından
olan temizlik şartını yerine getirmedin denilirse halimiz nice olur. İstibra yapan kişi damlanın gelip gelmediğini kontrolde edebilir. Şayet varsa bir parça
tuvalet kâğıdına alabilir ve sonra abdestini alır.
Abdest farsça bir kelime olup el suyu anlamınadır. Bunun Arapçası ise “vuzu” dur. Vuzu’nun kelime anlamı; parıltı, pırıl pırıl ve parlak anlamına
kullanılan bir kelimedir. Abdest alan kişi bedeninde
çokça kirlenen uzuvlarını temizlerken asıl temizlediği
ise ruh ve kalbidir. Bir hadiste Efendimiz (s.a.v): “Bir
Müslüman abdest aldığı zaman, yüzünü yıkarken gözleri ile işlediği günahlar abdest suyu
(veya suyun son damlası) ile dökülür gider. Ellerini yıkarken elleri ile işlediği günahlar abdest suyu ile dökülür (öyle ki kişi bütün
günahlardan arınır ve tertemiz olur). Ayaklarını yıkadığında da, ayakları ile işlediği günahları abdest suyu ile akıp gider. Nihayet o
Müslüman günahlarından arınmış olur.”4 Buyurarak abdestin bir kulu günahlardan nasıl arındırdığını ve ruhu ne şekilde aydınlattığını bize haber
vermektedir.
Ekim 2010
5
İnsanın gün içerisinde ençok kirlenen yüz, el ve
ayaklarıdır. Namaz kılan bir kimse abdest alarak yüzünü parlatmış ve ayak kokusundan korunmuş olur.
Ahirette ise bu abdest Muhammed (s.a.v.) ümmetinin
en belirgin vasfı olacaktır. Bir hadiste Efendimiz
(s.a.v.): “Müminin nuru ve beyazlığı, abdest suyunun ulaştığı yere kadar varır.”5 Buyurmuştur.
Bu hadisi şerif abdest uzuvlarından farz olan kısmın
dışında fazla yıkamanın faziletine de işaret etmektedir.
Efendimiz (s.a.v.) biz ümmetini abdest azalarında tanıyacaktır. Ebu Hureyre (r.a)ın rivayet ettiği bir hadiste Efendimiz (s.a.v.) kabristana geldi ve:
- “Ne dersiniz? Bir adamın alnı ak ve ayakları
sekili bir atı olsa, yağız ve doru at sürüsü içinde kendi
atını tanımaz mı?” diye sordu.
- Evet, tanır, ey Allah’ın Resulü, dediler. Resuli Kibriya:
“İşte onlar da abdestten dolayı yüzleri
nurlu, el ve ayakları parlak olarak gelecekler.
Ben havzın başına onlardan önce varacağım”6
buyurdu.
-“Sizler benim ashabımsınız, kardeşlerimiz henüz gelmemiş olanlardır” buyurdular.
Bunun üzerine ashab:
Abdest alan bir müminin hem bedenen hem de
ruhen arındığını, Kainatın efendisi bizlere öğretiyor.
Bir mümin abdest alırken farz ve sünnetlerine özen
göstererek abdestini alır. Bu sünnetlerden biri de misvak kullanmaktır. Misvak kullanmak ağız ve diş temizliğine verilen önemi arz eder ve aynı zamanda
insanları rahatsız edecek olan ağız kokusunu giderir.
Bundan 1400 sene önce böyle bir medeniyeti bize
sunan Efendimiz (s.a.v.)e ne kadar teşekkür etsek
azdır. O eşlerinin yanına gitmeden, insanlarla karşılaşmadan önce misvak kullanarak ağız ve diş temizliğini yerine getirirdi. Ayrıca her abdestten önce de
misvak kullanmayı ihmal etmezdi.
-Ümmetinden henüz gelmemiş olanları nasıl tanıyacaksın, ey Allah’ın Resulü? Dediler. Peygamber
Efendimiz:
Bugün kullanılan fırçalar da aynı vazifeyi ifa etmektedir. Ancak bazı fırçaların domuz kılından yapıldığı bilinmektedir. Buna dikkat etmek gerekmektedir.
“Selam sizlere ey müminler diyarı! İnşaallah biz de size katılacağız. Kardeşlerimizi
görmemizi çok isterdim” dedi. Ashab-ı kiram:
-Biz senin kardeşlerin değil miyiz, ya Resulallah? Dediler. Resul-i Ekrem:
6
Ekim 2010
Ayrıca çokça kullanılan diş macunu dişleri sarartmaktadır. Plastikten yapılan fırçalardan kopan parçalar vücuda gittiğinde mide onu eritemiyor. Takıldığı
yerde kansere varacak kadar hastalığa sebep olduğu
uzmanlarca ifade edilmektedir.
Misvak ise dişleri en güzel şekilde zarar vermeden parlattığı tecrübelerle sabittir. Ayrıca misvaktan
kopan parçaların vücuda gitmesi bedene herhangi bir
zarar vermemektedir. Bu medeniyetin banisi Efendiler efendisi Efendimiz (s.a.v.) konuyla alakalı birkaç
hadisini nakledelim.
“Ümmetime zor geleceğinden endişe etmeseydim, onlara her abdest alırken misvak kullanmalarını
emrederdim.”7
“Misvak kullanmak ağzın temiz kalmasına ve
Rabbin razı olmasına sebeptir.”8
Hz. Aişe annemiz (r.a) şöyle dedi:
Biz Resulüllah (s.a.v.)in misvakını ve abdest suyunu akşamdan hazırlardık. Allah onu, gecenin dilediği saatte uyandırırdı. Hz. Peygamber uyanınca
hemen misvakla dişlerini temizler, abdest alır ve
namaz kılardı.9
Yine Aişe annemize; Peygamberimiz (s.a.v.)
evine girdiğinde ilk önce ne yapardı sorulduğunda:
“Dişlerini misvaklardı” dedi.10
Mümin bir insan beden temizliğini de ihmal
etmez. En az haftada bir kez banyo yapmak bedenin
üzerimizdeki hakkıdır. Beden temizliği hususunda koltuk altı edep yerlerinin temizliği de önem arz etmektedir. Bir hadiste Efendimiz (s.a.v.) şöyle
buyurmuştur: “Peygamberlerin sünneti (fıtratı) beştir
–yahut beş şey fıtrat gereğidir- : Sünnet olmak, kasıkları tıraş etmek, tırnakları kesmek, koltuk altını temizlemek, bıyıkları kırpmak.”11
Medeniyet adına tırnaklarını uzatan ve bıyıklarını ağzına dolarcasına uzatanlara ithaf olunur.
Allah Azze ve Celle bizleri Efendimiz (s.a.v.) yolunda yürüyenlerden eylesin. Amin.
.......................................................
1)- Köksal M. Asım, İslam Tarihi, 2/18,20 2)- Müdessir, 74/1,5 3)- *Bu dua: “Allahumme
inni euzu bike mine’l-Hubsi ve’l-Habais” 4)- Müslim, Taharet 32 5)- Müslim, Taharet
40, Nesai, Taharet 109
* heladan çıkan şu duayı okur: “Elhamdulillahillezi ezhebe anni’l-eza ve afani 6)- Müslim, Taharet 39, İbni Mace, Zühd 36 7)- Müslim, Taharet 42 8)- Nesai, taharet 4 9)- Müslim, Müsafirin 139 10)- Müslim, Taharet 43,4411)- Buhari, Libas 51
Ekim 2010
7
RUHUNU
TEMİZLEYEBİLENLER
emizlik, her geçen gün biraz daha
önemsenmekte ve hayatımızdaki
olumlu etkileri giderek daha çok fark
edilmektedir. Temiz insan, temiz ev, temiz
çevre, temiz şehir, bir milletin gelişmişlik düzeyini gösteren evrensel medeniyet ölçülerinden biridir.
T
Nihat MORGÜL
İslam, insanın temizliği konusuna yeni bir bakış açısı getirmiş, beden temizliği yanında
ruh temizliğinin de asıl olarak
önemini vurgulamıştır. Dinimizde temizlik denince sadece
beden
temizliği
anlaşılmaz, insanın ruhunun
temizlenmesi, onun arındırılması dinimizin asıl gayelerindendir...
8
Avrupa’ya seyahat edenler genelde şehirlerin temizliğinden ve düzeninden bahsederken İslam ülkelerini ziyaret edenlerin genel
olarak temizlik ve düzenden şikâyet etmeleri
İslam dünyasının bir ferdi olarak hepimizi üzmekte ve derinden etkilemektedir.
Dünya’ya düzen verme ve onu kötülüklerden arındırma iddiasında olan insanların, düzen vermeye önce kendilerinden
başlamaları bir gerekliliktir. Aynı zamanda bu
durum iddialarının inandırıcılığının da ilk işaretidir.
Evet, İslam –hepimizin bildiği ve daima
söylediği gibi- temizliği hem insani bir görev
hem İslami vazife ve ibadet kabul etmiş bir
dindir. "Elbiseni temiz tut"1 ayetiyle hazreti Peygamberimize inzal edilen ilk emirlerden biri, temizlikti. İnsanlara İslam’ı tebliğ
edecek kimseler kılık kıyafetlerine dikkat etmelidir. Çünkü konuştuğunuz kimseler söylediklerinizden
ziyade
öncelikle
ilk
imajınızdan etkilenirler.
Ekim 2010
Gerçekten İslam dini hayatın merkezine hatta
en başına temizliği koymuştur. Namaz gibi dinin direği sayılan bir ibadetin ön şartı olarak temizlik emredilmiştir. Hadesten ve necasetten taharet olmadan,
bedenini ve ruhunu maddi ve manevi kirlerden arındırmadan Allahın huzuruna bir kulun kabul edilemeyeceği beyan buyrulmuştur.2
Temizlik başlı başına Allahın rızasını celbeden
ve kulu rabbine yakınlaştıran bir davranış olarak belirtilmiştir. Nitekim Allah Teala Kur’an’da; "Şüphesiz
Allah çok tövbe edenleri ve temizlenenleri sever"3 buyurmaktadır.
"Temizlik imanın yarısıdır"4 buyuran ve onu
iman ilkesi sayan hazreti peygamberimiz de, bu konuda kendisi örnek olmuş ve çevresini buna teşvik etmiştir. O dönemde diş temizliğinin yegâne aracı olan
misvakını elinden düşürmemiş ve "Eğer müminlere
güçlük verecek olmasaydım, onlara her namaz
için misvak kullanmayı emrederdim"5 buyurarak
diş sağlığı konusunda hassas olunmasını tembihlemiştir.
Şimdilerde ellerin bakteri yuvası olduğu ve sağlıklı hayat için sık sık yıkanması, konunun uzmanlarınca önemle zikredilirken bundan 1400 yıl önce çöl
ikliminin hakim olduğu ve suyun kıt bulunduğu bir
coğrafyada, hazreti peygamberimiz çevresindekilere;
"Yemekten önce ve sonra el yıkamak yemeğe
bereket getirir"6 buyurarak şimdi koruyucu hekimlik denen tıbbın ilk prensiplerini koymuş ve onu uygulamıştır.
İslam, insanın temizliği konusuna yeni bir bakış
açısı getirmiş, beden temizliği yanında ruh temizliğinin de asıl olarak önemini vurgulamıştır. Dinimizde
temizlik denince sadece beden temizliği anlaşılmaz,
insanın ruhunun temizlenmesi, onun arındırılması dinimizin asıl gayelerindendir. Kuran, başta şirk olmak
üzere tüm günahları ve haramları necaset (kir) olarak
tanımlar. “Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir
pisliktir.”7 "Ey iman edenler! Allah 'ın size helâl
kıldığı güzel ve temiz şeyleri haram etmeyin,
sınırı, aşmayın. Çünkü Allah, sınırı aşanları
sevmez. Allah'ın size verdiği rızıklardan helâl
ve temiz olarak yiyin ve inandığınız Allah 'tan
korkun"8 buyurmuştur. İslam alimleri ruh temizliğinin ilk şartının helal rızık (rızık temizliği)olduğunu belirtmişlerdir. Rızık temiz olmadan ruh temizliği
olamıyor. Haram, girdiği her bedeni, her mekânı kirletiyor zira.
Peygamberimizin gönderilme gayelerinden biri
de insanlığı bu kirlerden arındırmak olarak belirtilir.
Bir ayette şöyle buyrulur; “Ey Rabbimiz! Onlara,
içlerinden senin âyetlerini kendilerine okuyacak, onlara kitap ve hikmeti öğretecek, onları
temizleyecek bir peygamber gönder. Çünkü
üstün gelen, her şeyi yerli yerince yapan yalnız
sensin”9
Hazreti Peygamberin hayatını örnek alarak
temiz olmayı ve temiz kalmayı Allah Teala hepimize
nasip etsin. Müslüman, kendi temiz, ruhu temiz, ahlakı temiz, özü temiz, sözü temiz insandır. Bütün bu
temizlikleri bu dünyada gerçekleştirememiş kişiyi de
cehennem ateşi temizleyecektir. Çünkü cehennem en
son arınma yeridir. Allah muhafaza etsin.
Son bir ayetle sözü bitirelim;
“…nefse ve ona birtakım kabiliyetler
verip de iyilik ve kötülüklerini ilham edene
yemin ederim ki, nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömen
de ziyan etmiştir.”10
...................................................
1)el-Müddessir, 74/4 2)el-Mâide, 5/16 3)el-Bakara, 2/222 4)Müslim, Tahare, 1 5)Buharî,
Cumu'a 8; Müslim, Tahare, 42 6)Tirmizî, Et'ime, 29 7)Tevbe,9/28 8)el-Mâide, 5/87-88
9)el-Bakara,2/129 10)Şems,91/7-10
Ekim 2010
9
Samimiyet
Ve Arınma
Hani o, Rabbine arınmış (selim)
bir kalp ile gelmişti. (Saffat Suresi, 84)
Kur’an insana hem maddi hem manevi
temizliği gerçek anlamda öğretir. Kur’an ahlâkını yaşayan insanlar maddi temizlikte olduğu gibi manevi temizlik konusunda da son
derece duyarlıdırlar. Nefislerini arındırır, vicdanlarını tam kapasite kullanır, imanlarını
beslerler; böylece Rabb'lerinin rahmetini, rızasını ve cennetini hedeflerler.
Fuat TÜRKER
[email protected]
Müminler, Rabb'lerine olan teslimiyetleri ve tevekkülleri sayesinde
cahiliye
toplumunun
yaşamını azaba çeviren duygulardan arınmışlardır. Onlar yaşadıkları
her
olayın
Allah'ın
kontrolünde olduğunu ve kendileri için bir hikmetle yaratıldığını bilirler...
Yüce Allah'ın dünyada yarattığı imtihan
süresi boyunca insanlar pek çok hata yapabilir, yanlış davranışlar sergileyebilirler. İman
sahiplerinin amacı hata, kusur ve eksikliklerinden bir an önce arınarak Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak ve cennete yakışır güzel
ahlaka ulaşmaktır.
Vicdanlı insan, Allah’ın sınırlarını korumaya çalışır, kendini Rabb'inin rahmetinden
yoksun bırakabilecek kötü ve çirkin davranışlardan kaçınır. Hata yapacak olsa farkettiğinde hemen Allah’tan bağışlanma diler;
O’na yönelir ve tevbe eder. Bu yüzden
mümin arınmıştır, saf ve temizdir. Ve müminin arınmışlığı yüzünden okunur.
Kesin bilgiyle iman eden müminin içiyle
dışı birdir; oldukça dürüst, açık ve nettir. Sa-
10
Ekim 2010
mimiyet, insanın gerçek düşüncelerini saklamadan,
kendisini olduğundan farklı göstermeye çalışmadan
açıkça ortaya koymasıdır. Samimi insan içinden geldiği davranır, yapaylıktan uzaktır ve bu nedenle etrafındaki kişileri de olumlu etkiler.
Samimi insan hiçbir dünyevi çıkar beklentisi olmaksızın, yalnızca Allah emrettiği için salih amellerde
bulunur. Katıksızca Allah’ın hoşnutluğunu amaçlar;
yaptığı işlerde, söylediği sözlerde, ibadetlerinde ve
günlük yaşamında gönülden Allah'a yönelir.
Cahiliye insanına has yüzeysellik insanları mahvetmekte, insanlar sevgiyi kendi elleriyle öldürmektedirler. Bu nedenle samimiyet, candanlık gibi ahlak
özellikleri çok önemsenmektedir. İnsanın derinliği olması, karşısındaki kişinin de bunu keşfedebilmesi
muhteşemdir. Her şeyin başı samimiyettir; çok candan olmak, çok güzel huylu olmaktır.
İnsanda sevgi ve samimiyet yok olduğunda geriye adeta bir ceset kalır. Birbirinden farklı olmayan,
çalışarak, yemek yiyerek, televizyon izleyerek, eşiyle
anlamsız nedenlerle tartışarak, ardından yatıp uyuyarak geçirilen günler... Ertesi gün yine bir öncekinin
aynıdır; kısacası kişi sevgisiz, samimiyetsiz, azap dolu
bir yaşam sürer.
Oysa insan biraz düşünse, en kolay, rahatlatan,
Rabb'i ile bağlantısını güçlendiren samimiyetle, ara-
Ekim 2010
dığı huzuru tadabileceğini anlar. İnsan ancak, Allah'a
ve diğer insanlara karşı samimi ve içten olduğunda
din ahlakını gereğince yaşayabilir.
Allah'tan uzak yaşadığı halde “benim kalbim
temiz” diyerek tevil yapmak büyük samimiyetsizliktir.
Gerçek kalp temizliği, insanı Allah'tan uzaklaştıran engellerin kalpten arındırılmasıdır. Allah’ı inkâr eden,
ahlaksızlık yapan, günah içinde yaşayan kişi, ancak
bağışlanma dileyip tevbe ettiği ve samimi olarak Allah’a yöneldiğinde O’nun rahmetini umabilir. Temizlenip arınması kişinin yalnızca kendi lehinedir.
... Kim temizlenip-arınırsa, artık o, kendi
nefsi için temizlenip-arınmıştır. Sonunda
dönüş Allah'adır. (Fatır Suresi, 18)
Samimi Mümin Nelerden Arınmıştır?
Mümin, Allah'tan başka hayali ilahlardan ve yaşamındaki insanlardan yardım ummaktan, onların
hoşnutluğunu aramaktan arınmıştır. O, yalnızca Allah'a kulluk eder, Allah'tan korkar, O'nu hoşnut etmeye ve sevgisini kazanmaya çalışır. En çok
Rabb'inden korkar, en çok Rabb'ini sever. Müminin
sevgisi berrak ve saf bir sevgidir. Çünkü sevgisinin
gerçek muhatabı Allah, sevgisinin gerçek kaynağı da
Allah aşkıdır. Etrafına Allah aşkıyla bakar, baktığı her
şeyde Rabb'inin tecellilerini görür. Katıksız, saf imana
11
kavuştuğu için mümin, hiçbir durumda üzüntü ve acı
yaşamaz.
Şüphesiz: "Bizim Rabbimiz Allah'tır" deyip
sonra doğru bir istikamet tutturanlar (yok
mu); artık onlar için korku yoktur ve onlar
mahzun olmayacaklardır. (Ahkaf Suresi, 13)
Şirkten arınmış müminler yalnızca Allah'a güvenip dayanır, yalnız O'na kulluk eder, yalnız O'ndan
yardım isterler. Onlar, Kuran'daki ifadeyle "iman
edenler ve kalpleri Allah'ın zikriyle mutmain olanlardır".
Tertemiz, katıksız imanı yaşayan müminlerin
ahiretteki alacakları karşılık Kur'an'da “... Ancak
tevbe edenler, ıslah edenler, Allah'a sımsıkı sarılanlar ve dinlerini katıksız olarak Allah için
(halis) kılanlar başka; işte onlar müminlerle
beraberdirler. Allah müminlere büyük bir ecir
verecektir. (Nisa Suresi, 145-146) ayetiyle bildirilir.
Allah'ın dost edindiğini bildirdiği Hz. İbrahim(as), hem kendi toplumuna hem de kendisinden
sonraki toplumlara güzel ahlakıyla örnek olmuştur.
Kur'an, Allah'a "arınmış bir kalp ile teslim olan"
Hz. İbrahim'de(as) ve onunla birlikte olan müminlerde birçok güzel örnekler olduğunu bize haber verir.
Müminler, Rabb'lerine olan teslimiyetleri ve tevekkülleri sayesinde cahiliye toplumunun yaşamını
azaba çeviren duygulardan arınmışlardır. Onlar yaşadıkları her olayın Allah'ın kontrolünde olduğunu ve
kendileri için bir hikmetle yaratıldığını bilirler. Yaşadıkları olay zahiren kötü gibi de olsa, hikmetlerini görebilmek için derin düşünür, ardındaki hayrı beklerler.
Bu yüzden her durumda, katıksız imanlarının getirdiği şevk ve heyecanı eksilmeden yaşarlar.
İman her derdin devasıdır. Maddi temizlikle insan
nasıl sağlık buluyorsa, saf iman da insanı diri ve dinç
tutar. İçimizdeki kötü düşünceleri çıkarıp attığımız ve katıksızca Allah’a yöneldiğimizde huzuru yakalarız. Ahiretteki sonsuz huzur için ise kulluk bilincini asla
kaybetmemeli, nefsimizin fücurundan arınmalı, tam teslimiyeti yaşamalı, imanımızı sürekli tazelemeliyiz.
"İçlerinde ebedi kalacakları altından ırmaklar akan Adn cennetleri de (onlarındır). Ve işte
bu, arınmış olanın karşılığıdır." (Taha Suresi, 76)
12
Ekim 2010
KALP TEMİZLİĞİ
slamiyette temizlik esastır. Öyleki ibadet
edilecek yerin bile temiz olması gerekir. Pis
ve arınmamış bir vücutla ibadet makbul
olmaz.
İ
Ayşe BAĞCIVAN
Manevi temizliğin zirvesi, kalbin özünün Allah’dan başka
her şeyden temizlenmesidir.
Peki ya temizlenmemiş bir kalple?
İslamiyet, ibadet edilecek yerin dahi
temiz olmasını esas kılmışken temiz olmayan
bir kalple ibadet nasıl mümkün olur? Öyleki
her şeyden beri olan hakkın huzuruna kul
nasıl içi haset ve arınmamış bir kalple çıkabilirki?
O halde kul önce maddi temizliğin yanı
sıra manevi temizliğinde yapmalı ve tüm kötülüklerden münezzeh olan Rahman’ın huzuruna öyle çıkmalıdır. Allah’ın sevgisini
taşıyacak ve her an ona ibadette bulunup her
an zikrini yapan bir kalpte nefret, haset, riya,
tamah, hırs gibi sıfatlara yer olmamalı. Kul
bütün bir sevgiyle Hakkın huzuruna çıkmadan önce kalbini tüm kötülüklerden temizlemeli. Kalpleri güzel ahlakla güzel niyetlerle
süslemeli. Şüphesiz İslâm Dini, beden ve elbise temizliğini emrettiği gibi, kalp ve gönül
temizliğini de emretmiştir. Hatta yüce dinimiz
kalp ve gönül temizliğini daha da önemser ve
tavsiye eder.
13
Manevi temizlik, dünyevi ilişkiler boyutunda insanın insanlara karşı kötülük, kin ve haset gibi olumsuz duygulara kalbinde yer vermemesi, aksine iyilik
ve hoşgörüyü ilke edinmesi anlamına geldiği gibi, tasavvufi manada, kalbin kibirden ve günahtan arınması anlamına gelir ki her iki manada da kalbin
temizlenmesi gerçek bir temizliktir.
İslam dini genel anlamda temizliği bir bütün
olarak tavsiye ederken özelde özellikle manevi yani
kalp temizliğini ön plana çıkarmıştır.
Nitekim Kur’an-ı Kerim bunu şöyle ifade et-
ziyade yaralı ve hastalıklı görüneceğiz. Çünkü işlediğimiz her bir günah, kafamıza giren her bir şüphe,
kalp ve ruhumuza yaralar açar… Bizim manevî yaralarımız (günahlar) pek uzun olan hayat-ı ebediyemizi tehdit ediyor… Günahlardan gelen yaralar ve
yaralardan hâsıl olan vesveseler, şüpheler mahall-i
iman olan batın-ı kalbe ilişip imanı zedeler…
Evet, günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra, ta nur-i imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol var.
O günah, istiğfar ile çabuk imha edilmezse, kurt
değil, belki küçük bir manevî yılan olarak kalbi ısırıyor” (Lem’alar, s. 21) ikazını yapıyor. Günümüzün
yoğun günah atmosferine dikkatleri çekiyor. Bu
mektedir.
“Allah’ın huzuruna temiz (selim) bir
kalple çıkmaktan başka hiçbir şeyin faydası
yoktur.” (Şuarâ 26/89)
Manevi temizliğin zirvesi, kalbin özünün Allah’dan başka her şeyden temizlenmesidir.
Bediüzzaman Hazretleri, İkinci Lem’ada; Hazret-i Eyyub Aleyhisselâmın yara bere içinde epey
müddet kaldıktan sonra, yaralarından meydana
günah sağanağını bertaraf etmenin bir yolunun ve
çaresinin de istiğfar yani Cenâb-ı Hak’tan af dilemek, tövbe etmek ve pişmanlığımızı sunmak olduğunun altını çiziyor. Bir nevi manevî temizlik cihazı
olan istiğfarı, her an devrede tutarak, her taraftan
hücum eden günahlara karşı kullanıp; günahlarımızın birikmesine meydan vermeden, onları hemen
imha etmemiz gerektiğini belirtiyor. Hidayet rehberimiz Peygamber efendimizde her bir günahın kalpte
bir kara leke oluşturduğuna ve bu lekelerinde yalnızca tövbe ile giderildiğini belirtmiştir.
gelen kurtların kalbine ve diline iliştiği zaman, Cenâbı Hakk’a niyazda bulunarak o vaziyetinden kurtulduğunu anlatırken; bizlere dönerek, “Hazret-i Eyyub
Aleyhisselâmın zahiri yara hastalıklarının mukabili,
bizim Bâtıni ve ruhî ve kalbî hastalıklarımız vardır. İç
dışa, dış içe bir çevrilsek, Hazret-i Eyyub’dan daha
14
İnsanın kalbi temiz olduğu zaman, bütün
vücut kötülüklerden muhafaza olur. Nitekim hikmet
ehli bir zat şöyle demiştir: “Ben kalbimi on gece şeytandan korudum. Kalbim de beni yirmi sene bunlardan korudu.”
Ekim 2010
UMAR MIYDIN?
Görünmez âşinâ bir çehre olsun rehgüzârında;
Ne gurbettir çöken İslâm'a İslâm'ın diyârında?
Umar mıydın ki: Ma'betler, ibâdetler yetîm olsun?
Ezanlar arkasından ağlasın bir nesl-i me’yûsun?
Umar mıydın: Cemâ'at bekleyip durdukça minberler,
Dikilmiş dört direk görsün, serilmiş bir yığın mermer?
Umar mıydın: Tavanlar yerde yatsın, rahneden bîtâb?
Eşiklerden yosun bitsin, örümcek bağlasın mihrâb?
Umar mıydın: O, taş taş devrilen, bünyân-ı mersûsun,
Şu vîran kubbelerden böyle son feryâdı dem tutsun?
İşit: On dört asırlık bir cihânın inhidâmından,
Kopan ra'dın, ufuklar inliyor, hâlâ devâmından!
Civârın, manzarın, cevvin, muhîtin, her yerin mâtem;
Kulak ver: Çarpıyor bir mâtemin, kalbinde bin âlem!
Ne hüsrandır ki: Doldursun bugün tevhîdin enkâzı,
O, hâkinden nebîler fışkıran, iklîm-i feyyâzı!
Gezerken tavr-ı istîla alıp meydanda bin münker,
Şu milyonlarca îman "nehye kalkışsam" demez, ürker!
Ömürlerdir bir alçak zulme miskin inkıyâdından,
Silinmiş emr-i bi'l-ma'rûfun artık ismi yâdından.
Hayâ sıyrılmış, inmiş: Öyle yüzsüzlük ki her yerde...
Ne çirkin yüzler örtermiş meğer bir incecik perde!
Vefâ yok ahde hürmet hiç, emânet lâfz-ı bî-medlûl;
Yalan râic, hıyânet mültezem her yerde, hak meçhûl.
Yürekler merhametsiz, duygular süflî, emeller hâr;
Nazarlardan taşan ma'nâ ibâdullâhı istihkâr.
Beyinler ürperir, yâ Rab, ne korkunç inkılâb olmuş:
Ne din kalmış, ne îman, din harâb, îman türâb olmuş!
Mefâhir kaynasın gitsin de, vicdanlar kesilsin lâl...
Bu izmihlâl-i ahlâki yürürken, durmaz istiklâl!
Sen ey bîçâre dindaş, sanki, bizden hayr ümîd ettin;
Nihâyet, ye'se düştün, ağladın, ağlattın, inlettin.
Samîmî yaşlarında coştu rûhum, herc ü merc oldu;
Fakat, mâtem halâs etmez cehennemler saran yurdu.
Cemâ'at intibâh ister, uyanmaz gizli yaşlarla?
Çalışmak!.. Başka yol yok hem nasıl? Canlarla, başlarla.
Alınlar terlesin, derhal iner mev'ûd olan rahmet,
Nasıl hâsir kalır "tevfıki hakkettim" diyen millet?
İlâhî! Bir müeyyed bir kerim el yok mu, tutsun da,
Çıkarsın Şark'ı zulmetten, götürsün fecr-i maksûda?
Mehmet Akif ERSOY
Ekim 2010
15
Siz, Kimi
Seviyorsunuz?
ütün mesele tam bir sevgi meselesidir.
Sevgi kalpte başlar kalpte biter. Sevgi
gönlün, kalbin eylemidir. Allah’ın bir
ismi de “Vedud” dur. Allah yarattıklarını
sever ve bu dünya sevgi ile ayakta durur.
Âlemde olup biten her şey O’nun yarattıklarına sevgisinin tecellisidir. Peki, biz sevgimizi
neye karşı kullanmalıyız? Kimleri sevmeli ve
nelerin sevgisinden sakınmalıyız?
B
Sezgin ÇAKIR
[email protected]
Allah korkusu konusu üzerinde çok duran sûfîler bunu
tasavvufun temel ilkelerinden
biri haline getirmişlerdir. Buradaki korku aynı zamanda
Allah'ı sevmekten kaynaklanan bir çekinme mahiyetindedir. Bu sebeple Allah korkusu
ile Allah sevgisi, birbirini tamamlayan iki kavramdır.
16
Yüce Allah şöyle buyurur:
"Azgınlaşan ve dünya hayatını tercih edenin gideceği yer cehennemdir"
(en-Nâziât 79/38). "Siz dünya hayatını tercih ediyorsunuz ama âhiret hayatı daha
hayırlı ve daha kalıcıdır" (el-A‘lâ 87/16).
Dünyanın peşine gitmememiz gerektiği
açıkça beyan edilmişken bütün temel değerlerimizden uzaklaşarak dünyaya sarılmamız
ve onu sevmemiz ne anlama gelir sizce?
Allah Teâlâ buyurur:
"Dünya hayatı aldatıcı bir metâdan
başka bir şey değildir" (Âl-i İmrân 3/185).
"Doğrusu dünya hayatı ancak bir oyun ve eğlencedir" (Muhammed 47/36). "Allah'ın
vaadi haktır, sakın dünya hayatı sizi
kandırmasın ve şeytan Allah'ın affına
güvendirerek sizi aldatmasın" (Lokmân
Ekim 2010
31/33). "Dünya menfaati önemsizdir, takvâ sahipleri için âhiret daha hayırlıdır" (en-Nisâ 4/77).
"Şu dünya hayatı sadece bir oyun ve eğlencedir, âhiret ise gerçek bir hayattır" (Ankebût 29/64). "Dünya
hayatı sadece bir oyun, bir eğlence, bir süs, aranızda
bir öğünme vesilesi ve daha çok servet ve evlâda
sahip olma yarışıdır" (el-Hadîd 57/20). "Mal ve evlât
dünya hayatının süsüdür. Kalıcı olan iyi işler
ise hem sevap olması bakımından hem de ümit
bağlanması bakımından Rabbinin nezdinde
çok hayırlıdır" (el-Kehf 18/46).
Dünya hayatı Kur’an’ı Kerim’e göre çöp gibi
değersiz bir hayattır: "Onlara şunu misal ver: Dünya
hayatı gökten indirdiğimiz bir yağmura benzer. Bu sayede yeryüzünde biten bitkiler birbirlerine karışmış,
sonra kurumuş, rüzgârın savurduğu çerçöp haline
gelmiştir. Allah'ın gücü her şeyin üstündedir" (el-Kehf
18/45; Âl-i İmrân 3/117; Yûnus 10/24; el-Hadîd
57/20).
Kur'ân-ı Kerîm'e göre insan dünyadan çok âhireti sevmeli ve istemelidir: "Kim âhiret yararını isterse
ona bunu fazlasıyla veririz, kim dünya yararını isterse
ona da dünyadan bir şeyler veririz, ama âhirette bir
nasibi olmaz" (eş-Şûrâ 42/20; el-Bakara 2/200; Âl-i
İmrân 3/145; Hûd 11/15). Kısaca servetler, kazanç-
lar, Zenginlikler ve her çeşit nimetler âhirette ve Allah
katında bol bol mevcuttur (bk. en-Nisâ 4/94).
Hz. Peygamber dünyayı sevmenin, onun gösteriş ve çekiciliğine kapılmanın muhtemel tehlikeleri
konusunda ümmetini uyarmıştır. Hâdis-i şeriflerde
de dünyanın geçiciliği ve aldatıcı olduğu sıklıkla ifade
edilir: "Dünyada bir garip veya yolcu gibi yaşa,
kendini kabirde yatanlardan say" (Buhârî,
“Rikak”, 3; Tirmizî, “Zühd”, 25; İbn Mâce, “Zühd”,
6). "Dünyaya karşı soğuk olanı Allah, halkın malına
göz dikmeyeni insanlar sever" (İbn Mâce, “Zühd”, 1).
"Kabirleri ziyaret ediniz. Zira bu, sizi dünyadan
soğutur, âhirete ısındırır" (İbn Mâce, “Cenâiz”,
47). (Buhârî, “Rikak”, 3; Tirmizî, “Zühd”, 25). "Uhud
dağı kadar altınım olsa, borcumu ödemek için
bundan ayıracağım miktar hariç, altınların üç
günden fazla yanımda kalmasını arzu etmezdim" (Buhârî, “Zekât”, 4; Müslim, “Zekât”, 31).
Hz. Peygamber aleyhisselam dünyayı sevmedi,
hiçbir zaman dünya sevgisi onun kalbinde yer bulamadı. Hz. Peygamber aleyhisselam vefat edince altın,
gümüş miras bırakmadı. Bıraktığı miras beyaz bir
katır, bir silâh ve vakıf arazisinden ibaretti (Buhârî,
“Vesâyâ", 1). Hz. Peygamber sade ve mütevazi bir
hayat yaşamış, hiçbir zaman dünya nimetlerinin cazibesine kapılmamış, ganimet malları sebebiyle Müslümanların elleri az çok genişlediği halde o eski
yaşama biçimini sürdürmüş, öbür müslümanlar düzeyinde bir hayata kavuşmak isteyen hanımlarına
küsmüş ve onlardan dünya ile kendisi arasında bir
tercih yapmalarını istemişti (bk. el-Ahzâb 33/28; Buhârî, “Tefsîr”, 66; Müslim, “Talâk”, 5).
İslâm'da kalp temizliği önemlidir. Kalb sevginin
yeridir. Kalb “gönül” sevginin merkezidir. Kalbi
temiz olmayan her şeyden korumak esastır. Kalbi korumanın yolu da onu sevilmeye layık olmayan şeylerin şerrinden korumakla mümkündür. Her şeyden
önce Cebrâil Kur'ân-ı Kerîm'i Hz. Peygamber'in kalbine indirmiştir (el-Bakara 2/97; Şuarâ 26/194).
Vahiy de ilham da kalbe gelir. "Allah'ın huzuruna
temiz (selim) bir kalple çıkmaktan başka hiçbir şeyin faydası yoktur" (eş-Şuarâ 26/89; es-Saffât 37/84; Kaf 50/33). "Allah sekîneti (huzuru)
müminlerin kalplerine indirmiştir" (el-Feth 48/4).
"Kalpler Allah'ı zikretmekle itminan bulur" (Yûnus
Ekim 2010
17
10/74). Onun için Allah'ı çok zikretmek tavsiye edilmiştir (bk. el-Ahzâb 33/41). Her şeyin temeli olan
iman kalbin tasdiklerinden ibarettir. Niyet bütün ibadetlerin temelidir. Halis niyet de kalpte gerçekleşir.
İbadetlere kalbin temiz, niyetin iyi olması oranında
sevap verilir (Buhârî, “Îmân”, 41; Müslim, “İmâret”,
155).
Kur'an kalbin görme niteliğinden söz eder. Yeryüzünde dolaşıp ibret almayanları, düşünecek kalbi,
işitecek kulağı olmayanları uyarır: "Dikkat edin,
baştaki gözler değil, göğüsteki kalpler kör
olur" (el-Hac 22/46). Hassas, yufka ve temiz kalplerden bahseden Kur'an taş gibi katı, kirli ve kilit vurulmuş kalplerin bulunabileceğine de dikkat çeker.
Kalbin kirlenmiş şekline bazan nefis de denir. Buna
karşı nefsin arınmış şekli de kalptir, kalp hükmündedir. "Nefsini kirleten hüsrandadır, onu arındıran
kurtuluşa erer" (bk.
eş-Şems 91/9-10).
Bir hadîs-i şerifte şöyle buyurulmuştur: "İnsanın
bedeninde bir et parçası vardır. O iyi olursa beden tümüyle iyi, kötü olursa tamamıyla kötü olur. Dikkat, o
kalptir" (Buhârî, “Îmân”, 39; Müslim, “Müsâkat”,
107). Bir hadiste, "Başkaları fetva verse de, sen fetvayı kalbine sor" (Dârimî, “Buyû‘”, 2; Müsned, IV,
228) denilerek vicdanın sesine kulak verilmesi istenmiştir. Hz. Peygamber, "İyi, gönüle yatan, günah
gönülü tırmalayan şeydir" (Müsned, IV, 194, 228)
buyurarak şüpheli konularda kişinin kalbine başvurmasını, başkasının denetlemesinden önce kişinin
kendi kendini denetlemesin tavsiye etmiştir. Kur'an'da
ve hadislerde takvâya büyük önem verilmiştir. Hz.
Peygamber kalbine işaret ederek, "Takvâ buradadır"
demişti (Müsned, V, 379).
Tasavvufun konusu da kalptir. Tasavvuf bir kalp
ilmidir. Sûfîlere bu yüzden gönül ehli denilmiştir. Tasavvufî düşünce Allah korkusu ve Allah sevgisi temeline dayanır.
Allah'tan korkan başkasından korkmaz. Allah
korkusu diğer korkuları siler ve kişiyi cesur hale getirir. Allah'tan korkanların âhirette de korkuları olmayacak, mahzun olmayacaklardır (el-Bakara 2/38, 62,
112, 262, 274, 277). İşte Allah'ın velî ve ergin kulları
bunlardır.
Allah korkusu konusu üzerinde çok duran sûfîler bunu tasavvufun temel ilkelerinden biri haline getirmişlerdir. Buradaki korku aynı zamanda Allah'ı
sevmekten kaynaklanan bir çekinme mahiyetindedir.
Bu sebeple Allah korkusu ile Allah sevgisi, birbirini ta-
Hz. Peygamber, "Allah'ı en iyi bileniniz ve
ondan en çok korkanınız benim" buyurmuştur
(Buhârî, “Edeb”, 72; Müslim, “Fezâil”, 35). Bir hadiste de "Hikmetin başı Allah korkusudur" (Aclûnî,
Keşfü'l-hafâ, I, 421) buyurulmuştur.
18
mamlayan iki kavramdır.
Allah Sevgisi. Bu sevgi İslâm'daki mânevî hayatın temelidir. Bu temele dayanmayan ibadet ve
ahlâk gibi davranışlar İslâm açısından bir anlam ifade
Ekim 2010
etmez. Bir mümin severek Allah'a itaat ve ibadet
ederse, onun emirlerine ve yasaklarına uyarsa bunun
değeri vardır. Allah Teâlâ'yı seven onun kelâmı olan
Kur'an'ı ve resulü olan Hz. Muhammed'i, onun dava
arkadaşları olan sahâbeyi de sever. Kısaca Allah'ın
sevdiği herkesi ve her şeyi sever.
Kur'an'da Allah sevgisi üzerinde önemle durulur. Yüce Allah şöyle buyurur: "İman edenler Allah'a olan sevgileri ise çok fazladır" (el-Bakara
2/115). Şiddetli ve çok sevgi aşk demektir. Bu âyet
başta olmak üzere birçok âyette muhabbetullah denilen Allah sevgisine ve ilâhî aşka işaret edilir. Bir
müslüman Allah'ı, Resulü'nü ve Allah yolunda mücadele etmeyi babasından oğullarından, kardeşlerinden, eşlerinden, kabilesinden, servetinden,
ticaretinden ve meskeninden daha çok sevmekle yükümlüdür. Eğer daha çok sevmezse Kur'an'ın ifadesiyle "Allah'ın hükmü tecelli edene kadar bekleyin,
Allah günahkâr bir toplumu hidayete erdirmez" (etTevbe 9/24) tehdidine muhatap olur. Bunun anlamı
şudur: Bir müslümanın Allah'ı, Resulü’nü ve Allah yolunda mücadele etmeyi yürekten sevmesi ve bu sevgi
ve isteğini her zaman diğer şeylerden önde tutması
gerekir. Hz. Peygamber "Allah ve Resulü'nü diğer şeylerden daha fazla sevmeyen kimse imanın hazzına
eremez" deyince Hz. Ömer, "Ey Allah Resulü! Kendim hariç seni herkesten ve her şeyden çok seviyorum" demiş, Hz. Peygamber de "Olmadı yâ
Ömer!" demişti. Hz. Ömer, "O halde seni kendimden de çok seviyorum" deyince Resûlullah
"Şimdi oldu yâ Ömer!" buyurdu.
(Buhârî, “Îmân”, 9; Müslim, “Îmân”, 15).
İslâm'da Allah'la kulları arasındaki sevgi karşılıklıdır. Allah kullarını sever, kulları da onu severler.
Kur'an şöyle der: "Ey iman edenler! İçinizden her kim
dininden dönerse, Allah onların yerine öyle bir kavim
getirir ki Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler"
(el-Mâide 5/54). İslâm inancına göre Allah Teâlâ
vedûd ve velîdir. Yani mümin kullarını çok sever ve
onları dost edinir.
Kur'an'da Allah'ın hangi kullarını sevdiği şöyle
açıklanır: "Allah âdil olanları sever" (el-Mümtehine
60/8; el-Hucurât 49/9). "Allah temiz insanları sever"
(et-Tevbe 9/108; el-Bakara 2/222). "Allah takvâ sahibi
kullarını sever" (Âl-i İmrân 3/76, et-Tevbe 9/4, 7).
Ekim 2010
"Allah ihsan sahibi dürüst kişileri sever" (Âl-i İmrân
3/148, el-Mâide 5/13, 93). "Allah tevekkül ehlini
sever" (Âl-i İmrân 3/159). "Allah sabırlıları sever" (Âli İmrân 3/146). "Allah tövbe edenleri sever" (el-Bakara 2/222).
Yüce Allah, Peygamberimiz'i herkesten çok sevdiği için ona "habîbullah" (Allah'ın sevgilisi) denilmiştir (Tirmizî, “Menâkıb”, 1). Nitekim Hz. İbrâhim
için de “halîlullah” (Allah'ın dostu) ifadesi kullanılmıştır. Allah'ın peygamberine uymak Allah'ın sevgisini kazandırır. Onun için yüce Allah buyurur: "Ya
Muhammed: De ki eğer Allah'ı seviyorsanız
bana tâbi olun ki O da sizi sevsin" (en-Nisâ
4/80).
Resûlullah'a itaat Allah'a itaat demektir: "Resûlullah'a itaat eden Allah'a itaat etmiştir" (en-Nisâ
4/80).Hz. Peygamber, müminlerin Allah için birbirini
sevmeleri gerektiğini önemle vurgulamıştır. Kutsî bir
hadiste, "Benim için birbirini sevenleri sevmem vâciptir" (Muvatta, “Şiir”, 16; Müsned, V, 233) buyurulmuştur. Hz. Peygamber, "Birbirinizi sevmedikçe iman
etmiş olmazsınız" (Müslim, “Îmân”, 93; Ebû Dâvud,
“Edeb”, 131). "Bir kimse kendisi için istediği bir şeyi
mümin kardeşi için istemedikçe iman etmiş olmaz"
(Buhârî, “Îmân”, 7) buyurarak bu sevgi ile kâmil iman
arasında sıkı bir bağ bulunduğuna işaret etmiştir.
İslâm, müminleri sevgi ve dostluk bağlarıyla birbirine bağlamış, kaynaştırmış ve böylece fertleri birbirine kenetlenmiş bir toplum meydana getirmiştir.
Sevgi bağı hem müslümanları Allah'a ve Resulü'ne,
hem de birbirlerine bağlar. Müslümanlar iyi ve kötü
günlerde, mutlu ve sıkıntılı zamanlarda daima bir
arada olurlar. Hz. Peygamber, "Kişi sevdiğiyle beraberdir" buyurmuştur(Buhârî, “Edeb”, 69; Müslim,
“Birr”, 165). Siz kimi seviyorsunuz? Sevginiz kime?
Abdullah el-Antakî, kalplerin ilacının
beş şeyde olduğunu söylemiştir: bunlar 1Salih insanların yanlarına gidip gelmek, salihlerin meclisine devam etmek. 2-Kur’ân
okumaya devam etmek. 3-Mideyi haram şeylerden men etmek, haram şeylerle doldurmamak. 4-Gece namazı kılmak, geceyi ihyâ
etmek. 5-Sabah vaktinde Allah’a duâ etmek,
özellikle sabah namazından sonra tazarru ve
istiğfarda bulunmak.
19
SAHABE-İ
KİRAMIN
DİNDEKİ YERİ
ur’an’ın, üzerine yazılı bulunduğu çeşitli
yazı malzemelerinden derlenip “Mushaf” haline getirilmesi ve ardından çoğaltılması, Sünnet’in titiz bir şekilde gelecek
kuşaklara aktarılması, İslâm’ın adap ve erkânının, ruh ve kalp disiplininin nesilden nesile intikali hep güzide Sahabe topluluğunun ehliyet,
dirayet, basiret ve feragatiyle mümkün olmuştur.
K
Dr. Ebubekir SİFİL
Müslüman bilincinde Sahabe kuşağının
(Allah hepsinden razı olsun) ayrı ve ayrıcalıklı bir
yeri vardır.
Sahabe, bir taraftan fütuhat
ile meşgul olurken, diğer taraftan Kur’an ve Sünnet’i
Efendimiz s.a.v.’den aldıkları
gibi Tabiûn kuşağına aktarmakta en küçük bir ihmal ve
kusur göstermemiştir...
Günlük sıradan davranışlarımızdan ibadetlerimize ve bilgi kaynakları hiyerarşisindeki
kabullerimize kadar hayatımızın her alanında
Sahabe’nin derin etkisini görmek şaşırtıcı değildir. İslâmî ilimlerin metodolojilerinde (Usul’lerinde) başvuru mercii olarak Kur’an ve
Sünnet’ten sonra Sahabe’nin üçüncü sırada yer
almış olması da, bu açıdan son derece tabii bir
husustur.
Hatta Kur’an ve Sünnet’te yer alan hususların nasıl anlaşılması gerektiği noktasında bir tereddüt söz konusu olduğunda Sahabe’nin birinci
referans kaynağı olarak kabul edilmesi, Ehl-i
20
Ekim 2010
Sünnet’i diğerlerinden ayıran en temel hususlardan
biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu sebepledir ki,
herhangi bir hususta Kur’an ve Sünnet’in “ne dediği” sorusunun cevabı aranırken Sahabe’nin belirleyiciliğine başvurulması -bir de aralarında görüş
birliği oluşmuşsa- bizim için kesinlikle tartışma konusu
değildir.
yacağını söylemiştir. Bunun için biz, herhangi bir sahabînin adını yazdığımız veya söylediğimiz zaman,
hemen arkasından “Allah ondan razı olsun” anlamında “radıyallâhu anh (kısaca r.a.)” dua cümlesini ekleriz.
Sahabe bizim için sadece bir “bilgi kaynağı”
olarak değil, “örneklik” olarak da vazgeçilmezdir.
Bu dinin nasıl yaşanacağını, nasıl ideal Müslüman
olunacağını doğrudan Efendimiz s.a.v.’den öğrenmek
şüphesiz ki sadece onlara kısmet olmuştur. Peygamber öğrencisi olmak, Kur’an’da ve Sünnet’te övülmek
suretiyle ebedileşmek dünyada hangi kıymet ile denk
tutulabilir?
Kur’an ve Sünnet’in Sahabe’ye yaptığı vurgu
hepimizin malumudur. Konuyla ilgili ayet ve hadisleri toplayan ve açıklayan sayısız eser yazılmıştır.
İşte bu sebeple Ehl-i Sünnet, sahabîlik faziletinin peygamberlik dışındaki diğer bütün hususiyetlere
üstün geldiğini kabul etmiştir.
Daha sonra gelen kuşaklar arasında ilimde birçok sahabîden (özellikle Efendimiz s.a.v. ile uzun süre
birlikte bulunma imkânına sahip olamamış sahabîlerden) ileri seviyede bulunanlar çıkabileceğini, ancak
Sahabe’den sonra gelen kuşaklara mensup hiçbir ferdin sahabîlik faziletinden doğan üstünlüğe ulaşama-
Sahabe’yi Ayrıcalıklı Kılan
Sahabe kuşağının Yüce Allah nezdinde farklı
bir değere sahip olduğunu ifade buyuran ayetlerden
biri şöyledir: “Muhacirun ve Ensar’dan sâbıkûni evvelûn ve bir de ihsan şuuruyla onlara tabi
olanlar var ya, Allah onlardan razı olmuştur,
onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. Allah onlara, altlarından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte büyük kurtuluş budur.” (Tevbe,
100)
Bu ayette yer alan bir inceliğe kısaca dikkat çekerek devam edelim: Ayette geçen “sâbıkûn-i evvelûn” ifadesi “önce geçen ilkler” demektir. Bu
ifadeyle iki anlam kastedilmiş olabilir:
1. Muhacirun ve Ensar arasında salih amellerde önce davranıp diğerlerini geride bırakanlar. Bu
durumda ayetin anlamı şöyle olur: Muhacirun ve Ensar’dan, hem salih amel işlemede önce davranıp diğerlerini geride bırakanlardan, hem de ihsan şuuruyla
onlara tabi olanlardan Allah Tealâ razı olmuştur.
2. Salih amel işlemede önce davranıp diğer insanları geride bırakanlar, Muhacirun ve Ensar’ın tamamıdır; “onlara ihsan şuuruyla tabi olanlar”
ifadesi de, Tabiun’dan başlayarak kıyamete kadar gelecek olan bütün Ümmet fertleri arasından bu özelliği taşıyanları anlatmaktadır.
Görüldüğü gibi ayeti nasıl anlarsak anlayalım,
Sahabe kuşağının Allah Tealâ’nın rızasına nail olduğu
gerçeği değişmemektedir. Bu özellik sebebiyledir ki
Efendimiz s.a.v., ümmetini onlar konusunda ikaz
etmiş ve şöyle buyurmuştur:
“Ashabım hakkında uygunsuz söz söylemeyin. Nefsimi kudret elinde tutan Allah’a
yemin ederim ki, sizden birinin Uhud dağı
kadar altını olsa ve o bunun tamamını Allah
Ekim 2010
21
yolunda infak etse, onların bir-iki avuçluk infakın(ın sevabın)a, hatta yarısın(ın sevabın)a
bile ulaşamaz.” (Buharî, Müslim, Tirmizî)
Sahabe’siz Dinlerin Akıbeti
Şüphesiz her şey ilâhi takdir iledir. Kur’an’dan
önceki ilâhi kitapların tahrif olması da elbette ilâhi
takdir çerçevesinde cereyan etmiştir. Ancak ilâhi takdirin “sebepler” vasıtasıyla cereyan ettiği de bir vakıadır. Söz konusu tahrif faaliyetini ve o kitaplara
inandığını söyleyen kitlelerin zamanla haktan bâtıla
sapmasını sebepler zemininde mercek altına aldığımızda, Sahabe’nin nasıl kilit bir rol üstlendiğini yakından müşahede etme imkânına kavuşuruz.
Özellikle Efendimiz s.a.v.’den önceki son iki büyük
peygamber Hz. Musa ve Hz. İsa’nın (ikisine de selam
olsun) sahabelerinin durumu bu noktada son derece
dikkat çekicidir.
Hz. Musa a.s. Ve İsrailoğulları
Hz. Musa a.s., Yüce Allah’tan, İsrailoğulları’nı Mısır’daki zelil kölelik hayatından kurtarma emri aldığında hemen harekete geçmiş, Mısır’ı terk etmek
üzere İsrailoğulları ile birlikte yola çıkmıştı. Firavun bu
durumu fark edip arkalarından kovalamaya başlayınca, İsrailoğulları hayli ilginç bir tepki gösterdiler.
Tevrat durumu şöyle anlatıyor:
22
“Ve Firavun yaklaştı ve İsrailoğulları gözlerini kaldırdılar ve işte, Mısırlılar arkalarından
yürüyorlardı; ve çok korktular ve İsrailoğulları
Rabb’e feryat ettiler. Ve Musa’ya dediler: Mısır’da kabirler bulunmadığı için mi çölde
ölmek üzere bizi getirdin? Bizi Mısır’dan çıkarmakla bize ettiğin bu nedir? Mısır’da sana,
‘Bırak bizi, Mısırlılar’a kulluk edelim!’ diye
söylediğimiz söz bu değil midir? Çünkü çölde
ölmektense Mısırlılar’a kulluk etmek bizim için
daha iyi olurdu.” (Çıkış, 14/10-12)
İsrailoğulları’nın Mısır’dan çıkıştan itibaren yol
boyunca gösterdiği tavır, yukarıdaki Tevrat pasajında
da görüldüğü gibi, her sıkıştıklarında isyan etmek olmuştur. İşte bir örnek daha:
“Ve İsrailoğulları’nın bütün cemaati (...)
Refidim’de kondular; ve kavme içecek su
yoktu. Ve kavim Musa ile çekişip dediler: Bize
su ver de içelim. Ve Musa onlara dedi: Niçin
benimle çekişiyorsunuz? Niçin Rabb’i deniyorsunuz? Ve kavim orada susadı; ve kavim Musa’ya karşı söylenip dedi: ‘Bizi, oğullarımızı ve
hayvanlarımızı susuzlukla öldürmek için, niye
bizi Mısır’dan çıkardın?’ Ve Musa Rabb’e feryat edip dedi: Bu kavme ne yapayım? Az daha
beni taşlayacaklar. (...) Çünkü İsrailoğulları
(Musa ile) çekiştiler, ve çünkü acaba Rab araEkim 2010
mızda mı yoksa değil mi diyerek Rabb’i denediler.” (Çıkış, 17/1-7)
Tevrat incelendiğinde baştan sona bu türlü örneklerle dolu olduğu görülecektir. Son örneği, Hz.
Musa a.s. Tevrat’ı almak üzere Tur dağına gittiğinde
olanlar konusundaki Tevrat pasajlarını aktararak vermiş olalım.
Hz. Musa a.s., Tevrat’ı almak üzere Tur’a gittiğinde, İsrailoğulları’ndan yoldan sapmayacaklarına
dair söz almıştı. Ancak sözlerine sadık kalmadılar ve
altından bir buzağı yaparak ona tapınmaya başladılar. Muharref Tevrat bu buzağıyı Hz. Harun a.s.’ın
yaptığını söylerse de, gerçekte buzağıyı yaparak İsrailoğulları’nın ona tapınmasını sağlayan kişi Samirî’dir. (Kur’an-ı Kerim, Tâ-Hâ, 85). Dolayısıyla burada
Tevrat’ın bir başka tahrifi söz konusudur. Hz. Harun
ise bu şirke mani olmak istemişti; ancak kendisini
ölümle tehdit ederek dinlememişlerdi. (Kur’an-ı
Kerim, A’râf, 150). Esasen İsrailoğulları Nil nehrinden
kurtulduktan sonra yola devam ettiklerinde, pagan
(puta tapan) bir kavme rastlamış ve Hz. Musa’dan,
kendileri için böyle putlar yapmasını istemişlerdi.
(A’râf, 138). Kur’an’ın, altından buzağı yapma işini İsrailoğulları’na nisbet eden ayetleri (Bakara 51-54, 9293; Nisâ, 153...) de dikkate alındığında, Samirî’nin
bu suçta yalnız olmadığı ortaya çıkmaktadır.
Hz. İsa a.s. Ve Havariler
Hz. İsa a.s. tebliğine başladığında Filistin bölgesinde Roma İmparatorluğu’na bağlı özerk bir Yahudi idaresi hakimdi. Dolayısıyla Hz. İsa a.s. terk-i
dünya ettikten sonra, onun sahabisi olan Havariler,
bir taraftan işbirlikçi Yahudi gruplarla, bir taraftan da
Roma idaresiyle mücadele etmek zorunda kalmışlardı.
Bir süre sonra Pavlus isimli yahudinin ortaya
attığı müşrik Hıristiyanlık modeli de rağbet görmeye
başladı. Dolayısıyla Havariler üç cephe ile aynı anda
mücadele etmek zorunda kaldılar. Yahudiler ve Romalılar tarafından kovuşturmalara uğratıldılar, yargılandılar. Bir süre sonra kimi öldürüldü, kimi de
Filistin’i terk etmek zorunda kaldı.
Bu baskı ve zulüm ortamında Havariler, ne Hz.
İsa a.s.’ın tebligatını, ne de İncil’i gereği gibi muhafaza edebildiler. Gerek sayılarının azlığından, gerekse
yaşadıkları ortamın olağanüstü hareketliliğinden, TevEkim 2010
hid akidesini ve İncil’in mesajını kendilerinden sonra
gelenlere gereği gibi aktaramadılar. Hz. İsa a.s.’dan
kısa bir süre sonra Havariler de birbiri ardınca dünyadan göçünce, meydan yahudilere ve müşrik hıristiyanlara kaldı.
Hz. İsa a.s.’ın tebliği, kendisinden sonra aradan
bir nesil dahi geçmeden Pavlus tarafından “üçlü ilâh
modeli”ne dayanan şirk itikadına nasıl dönüştürüldü?
Elimizde mevcut muharref (tahrif edilmiş, aslından
uzaklaştırılmış) İncillerde bile Hz. İsa a.s.’ın, kendisi
için “Tanrının oğlu” ifadesini kullandığı zikredilmezken, bakınız Pavlus bu inancı nasıl yerleştiriyor:
“Çünkü şimdi insanların rızasını mı, yoksa Tanrı’nın rızasını mı arıyorum, yahut insanları hoşnut etmeye mi çalışıyorum? Eğer hâlâ insanları hoşnut
etseydim, Mesih’in (İsa’nın) kulu olamazdım. Çünkü
ey kardeşler, size bildiriyorum ki, benim tarafımdan
vaz olunan İncil insana göre değildir. Çünkü ben onu
insandan almadım ve öğretilmedim; fakat İsa Mesih’in vahyi ile aldım. Fakat Tanrı (…) milletler arasında onu vaz edeyim diye kendi oğlunu bende
keşfetmeye razı olunca…” (Galatyalılar’a Mektup,
1/10 vd.)
Adına Hıristiyanlık denen bu dinin Hz. İsa a.s.
ve onun sahabesi olan Havariler ile herhangi bir ilgisi yoktur. Hal böyle iken nasıl olmuştur da kısa bir
zaman içerisinde Hz. İsa a.s.’ın saf Tevhid’e dayalı
tebligatı ve İncil kaybolmuş, yerini şirk esaslı Hıristiyanlık dinine bırakmıştır?
Sahabe’nin Kilit Rolü
Eğer Hz. Musa ve Hz. İsa (ikisine de selam
olsun), Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’in Sahabesi
gibi bir ilk ve örnek nesle sahip olabilselerdi, tebliğ ettikleri din ve kitap tahrif edilemez, tebligatları aslından uzaklaştırılamazdı.
Bu kesin yargıya nereden varıyoruz? Şüphesiz
ki Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’in “ilk/örnek
nesil” yetiştirme konusundaki gayret ve hassasiyetinden, bir de Sahabe-i Güzin efendilerimizin Kur’an
ve Sünnet’in muhafazası uğruna gösterdiği yeri doldurulamaz feragat ve fedakârlıklardan..
Kur’an’ın, üzerine yazılı bulunduğu çeşitli yazı
malzemelerinden derlenip “Mushaf” haline getirilmesi ve ardından çoğaltılması, Sünnet’in titiz bir şe-
23
tediğinle barış yap. İstediğin kadar mallarımızdan al ve dilediğini de bize ver. Mallarımızdan
aldığını, bize bıraktıklarından daha çok severiz. Bize ne emredersen ona tabi oluruz.” (İbn
Kesîr, 3/557)
Efendimiz S.A.V.’in Hassasiyeti
Kur’an’ı ve Nebevî örnekliği gelecek kuşaklara
aktaracak kilit bir neslin yetiştirilmesinin öneminin elbette farkında olan Efendimiz s.a.v., Sahabe’nin her
bakımdan tam arzu edilen kıvamı kazanması için hiçbir fedakârlıktan kaçınmamıştır. Mescid-i Nebi’nin sofasında barınan “Ashab-ı Suffe”ye özel bir itina
gösteriyor, onların mükemmel birer eğitici/öğretici
vasfına sahip olması için alabildiğine titizleniyordu.
İslâm’ın diriltici soluğunu ruhlarında henüz hissedememiş kabilelere gönderilmek üzere tebliğci ve
eğitici bir ekip istendiğinde bu güzide kadrodan 70
kadar sahabîyi göndermiş, ancak sahabîler, Bi’r-i
Maune kuyusunun başında pusuya düşürülerek şehid
edilmişlerdi.
kilde gelecek kuşaklara aktarılması, İslâm’ın adap ve
erkânının, ruh ve kalp disiplininin nesilden nesile intikali hep güzide Sahabe topluluğunun ehliyet, dirayet, basiret ve feragatiyle mümkün olmuştur.
Onlar ki, İsrailoğulları en küçük bir zorluk karşısında “Ey Musa! Sen ve Rabbin gidip savaşın.
Biz burada oturacağız!” (Maide, 24) derken, Bedir
Savaşı öncesinde Efendimiz s.a.v.’e şöyle seslenmişlerdi:
“Ya Rasulallah! Allah sana ne emir buyurduysa, onu yap. Ne tarafa gidersen git, biz
kesinlikle seninle beraberiz. Biz, İsrailoğulları’nın Hz. Musa’ya dedikleri gibi, ‘Ey Musa!
Sen ve Rabbin gidip savaşın. Biz burada oturacağız’ demeyiz. (…)
Biz sana iman ettik, seni tasdik ettik ve
bize getirdiğinin hak olduğuna şehadet ettik.
Bu konuda sana uymak ve itaat etmek üzere
söz verdik. Bu durumda sen ne dilersen onu
yap. Seni hak peygamber olarak gönderen Allah’a yemin olsun ki, sen bize denizi gösterip
dalsan, biz de seninle birlikte dalarız, içimizden bir tek kişi bile geri kalmaz. (…) Yoluna
devam et. İstediğin kimseyle bağ kur, istediğin
ile de alakayı kes. İstediğinle düşmanlık et, is-
24
Hayatı boyunca beddua ettiği nadir olarak nakledilen Efendimiz s.a.v. bu olaydan o derece müteessir olmuştur ki, kaynaklar, Efendimiz s.a.v.’in, o 70
seçkin sahabîye suikast düzenleyen Ri’l, Zekvân ve
Usayye kabilelerine bir ay süreyle beddua ettiğini
nakletmektedir. (Taberî, Târîhu’r-Rusul ve’l-Mülûk,
2/81, İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 4/71)
Ashabını dinî meseleleri nasıl çözüme kavuşturacakları konusundan, aile efradına karşı nasıl muamele
edeceklerine,
ibadetlerinden
beşerî
münasebetlere kadar her alanda müstesna bir itina
ile yetiştiren Efendimiz s.a.v., şüphesiz Hz. Musa ve
Hz. İsa’nın (ikisine de selam olsun) yaşadığı olaylardan ve kendilerinden sonra neler olup bittiğinden haberdardı ve Sahabe’sini böyle bir arka planı dikkate
alarak yetiştirmişti.
Burada tek tek zikredemeyeceğimiz pek çok hadisinde Sahabe’yi ilim öğrenmeye, edebe, ahlâka,
toplumsal ve ailevî sorumluluklara riayete… teşvik
etmiş, onların da öğrendiklerini kendilerinden sonra
gelenlere aynı şekilde aktarmalarını emir buyurmuştu.
Acaba Sahabe Kur’an ve Sünnet’i ezberleyip,
ardından yazıya geçirip kendilerinden sonra gelenlere
aktarmasa ve onları da aynı hassasiyeti gösterme koEkim 2010
nusunda eğitmeseydi Kur’an ve Sünnet bize kadar intikal eder miydi?
Bu soruya Kur’an’ın muhafazasının bizzat Yüce
Allah tarafından garanti altına alındığı söylenerek
(Hicr, 9) cevap verilebilir mi? Bu soruya “Hayır” diyoruz. Zira yukarıda da söylediğimiz gibi ilâhi takdir
“sebepler” vasıtasıyla tecelli etmektedir. Şu halde
doğrusu, Allah Tealâ’nın, Kur’an’ı Sahabe vasıtasıyla
korumuş olduğunu söylemektir.
Aksi durumda ne olurdu?
Tevrat ve İncil’in Başına Gelenler
Tevrat tek nüsha olup ezberlenmemiş ve çoğaltılmamıştı. Sadece 3 veya 7 senede bir, bulunduğu
Ahit Sandığı’ndan çıkarılıp halka okunuyordu.
Üstelik Hz. Musa a.s.’dan uzun yıllar sonra tam
yedi kere topluca dinden dönmüş bulunan İsrailoğulları’nın Tevrat’ı gerektiği gibi muhafaza ettiğini
söylemek de imkânsızdır. (G. Tümer-A. Küçük, Dinler Tarihi, 231)
Havariler’in başına gelenleri de yukarıda özet
olarak zikretmiştik. Onlar dünyadan ayrıldıktan sonra
İncil adıyla kaleme alınmış birçok metin dolaşıma çıkmıştır. 325 yılındaki İznik Konsili’nde 4’e indirilene
Ekim 2010
kadar mevcut İncillerin sayısının 100’ü aşkın olduğu
bilinmektedir. (Şaban Kuzgun, Dört İncil, Farklılıkları,
Çelişkileri, 124)
Bu durumları göz önünde bulunduran Efendimiz s.a.v.’in, Sahabe’nin Kur’an’ı ezberlemesine, hükümlerini öğrenmesine, buna ilaveten Sünnet’i de
iyice kavrayıp bellemelerine özel bir itina göstermiş
olmasına şaşırmamalıdır. Gerçek şu ki, Sahabe de
(Allah hepsinden razı olsun) bu kritik görevi hakkıyla
ifa etmiş, bir taraftan fütuhat ile meşgul olurken, diğer
taraftan Kur’an ve Sünnet’i Efendimiz s.a.v.’den aldıkları gibi Tabiûn kuşağına aktarmakta en küçük bir
ihmal ve kusur göstermemiştir.
Ulemanın, ilim öğreniminde kitaptan okumayla
yetinilmeyip, hoca-talebe ilişkisine riayette ısrar etmesinin hikmeti burada yatmaktadır. Kur’an ve Sünnet ilimlerini Sahabe, Efendimiz s.a.v.’den almıştı.
Onlar Tabiûn’a, onlar Tebe-i Tabiin’e… aktardı ve
bize kadar böylece devam edip geldi. Anlaşılmış olmaktadır ki, icazetli bir hocanın dizinin dibine oturan
kimse ondan sadece ilim almamakta, ilimdeki senedini Efendimiz s.a.v.’e kadar dayandırmakla Nebevî
feyizden de nasipdar olmaktadır.
Günümüzde Sahabe hakkında ölçüsüzlük sergilediği görülen kimseler acaba Sahabe kuşağına bir
de bu açıdan bakmayı denemişler midir?..
25
TASAVVUFUN
TARİHÇESİ
VE KAYNAĞI
ismillah deyip başlayalım. Önce tasavvufun tarihçesi için çok rahatlıkla
söyleyebiliriz ki Peygamberlikle aynıdır. Yani ilk Peygamber ve ilk insan yeryüzüne
indikten sonra tasavvufî yaşantı birlikte başlamıştır. Şöyle de diyebiliriz: Allah yolunda
çalışan her hangi bir insanın ibadet ve özelde
iç bünyeyi terbiye ile ilgili bir gayretinin olmaması düşünülemez. Bir insan Allah yolunda çalışıyorsa dünyevî olarak yapacağı
işler olduğu gibi, uhrevî yani ahireti ve maneviyatı ilgilendiren yönünün de olması muhakkaktır ve mutlaka gereklidir.
B
Prof. Dr. Orhan ÇEKER
Tamamen dinle ilgisi olmayan
insan grupları müşterek ortak
menfaatler doğrultusunda bir
araya gelebiliyorlar ama bizimkiler bir araya gelemiyor. Çünkü
bizimkiler o kadar basit ayrıntıdaki bir şeyi adeta din olarak algılamaya başlıyor ve ondan
sonra da muhatabını müslüman
ve müvahhid olmasına rağmen
din dışı, müşrik, kâfir olarak
görmeye başlıyor.
26
Dolayısıyla tarihçe olarak biz sadece
Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm ile
başlayan bir zühd hayatı değil, daha önceki
Peygamberler ile birlikte gelen bir hayatı gözümüzün önüne getireceğiz. Bizde olumsuz
şöyle bir özellik var: Bizim toplum olarak ya
da müslüman olarak neye önem veriyorsak,
İslam sadece ondan ibarettir diyoruz, gerisine
çarpı çekiyoruz. Bu yanlış. İslam bir bütün
olarak düşünülmesi gerekirken, bakıyorsunuz
ki müslüman, sadece kendisinin önem verdiğini alıyor, geri tarafını yok sayıyor. Bunu ya
kendisi yapamadığı içindir ya da o konuyu,
o ameli sevmediği için böyle yapıyor. Bunun
sonucunda da o amelin İslam’da yok olduEkim 2010
ğunu ispatlama gayretine giriyor. Mesela dinimizin
emirlerinden A emri, diyelim ki bir müslümanın nefsine zor geliyor. O kişi daima A emrine karşı çalışma
gayreti içerisine giriyor. Ona göre A İslam’ın dışındadır ve İslam’da o mesele yoktur. İslam varsa varsa
mesela B dir. A yoktur vs. Halbuki; onun da İslam’da
yeri vardır, dese daha doğru ve dürüst davranmış
olur. Ya da “İslam’da var ama ben yapamıyorum, yapanlardan Allah razı olsun” dese daha münasip hareket etmiş olur. O kişinin kabiliyeti B
doğrultusundadır, filanınki A doğrultusundadır.
dediğinizin yüzde yüz zararı var. Hem de sadece belli
bir zaman dilimine zararı olmuş değil, tarih boyu zararı olmuştur. Tarih boyu çok ciddi zararları çekilmiş
ve müslümanlar bunu çok pahalı ödemişlerdir. Veya
ödeyemeyip altında kaldıkları zamanlar da olmuştur.
Şimdi ben bu konuyu diğer soruları da göz önünde
bulundurarak ilgili istifhamlara cevap ve izah etmeye
çalışayım:
Bu yanlış tavır, dini anlayışımızdan başlayarak
sosyal yaşantımıza varıncaya kadar kendisini gösteriyor. Bir bakıyorsunuz ki tamamen dinle ilgisi olmayan insan grupları müşterek ortak menfaatler
doğrultusunda bir araya gelebiliyorlar ama bizimkiler
bir araya gelemiyor. Çünkü bizimkiler o kadar basit
ayrıntıdaki bir şeyi adeta din olarak algılamaya başlıyor ve ondan sonra da muhatabını müslüman ve
müvahhid olmasına rağmen din dışı, müşrik, kâfir
olarak görmeye başlıyor. Bizde maalesef böyle olumsuz bir özellik var.
Her şeyden önce tasavvufi hayatın tanımını yapacak olursak deriz ki bildiğimiz kadarı ile sûfilerde
olduğu gibi Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm’ın Sünnetini en ince ayrıntısına varıncaya kadar
yaşamaya gayret eden bir anlayışın ve bu hareketin
adı olup bunun failine sûfi denir. Bunu felsefi düşünce ya da yabancı bir düşünce olarak algılamak
çok garip bir yanlışlıktır. Bunu nefsine ağır gelmesi sebebi ile iddia ediyorlar diyebiliyoruz. Öncelikle şuradan başlayayım: Bizim hâdisler arasında Cibril Hadîsi
dediğimiz bir hadîs-i şerif var. Bize bu hadîs-i şerifi
Hz. Ömer naklediyor: Diyor ki (mealen) ; Bir gün Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm ile bir grup sahabe
oturup sohbet ediyorken yanımıza birden bir yabancı
geliverdi.
Tarih boyu bunun zararını çektik, hala da çekiyoruz ve bunu da aramızda dürtükleyip duran, galiba şeytan olsa gerek diye düşünüyorum. Bu
TASAVVUF NE DEMEKTİR, KAYNAĞI
NEDİR?
Bu yabancıyı hiç birimiz tanımıyorduk. Uzaktan geldiği belli ama üzerinde yolculuktan yana hiç
bir iz, eser yok. Yolcu olan kişi üzerinde bir yorgunluk, o günkü şartlarla toz toprak… olur. Yorgun olur,
aç olur. Ama onun üzerinde en ufak böyle bir iz yok.
Elbisesi tertemiz, bir yabancı, uzaktan gelmiş, hiç birimiz tanımıyoruz. Üzerinde yolculuğa dair bir alamet
yok. Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm’a dizleri değecek şekilde diz dize oturdu. Ellerini dizlerinin
üzerine koydu ve Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's Selâm’a sorular sormaya başladı.
5 tane soru sordu. Birisi “İman nedir ?” Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm bizim “İmanın
şartları 6’dır” diyoruz ya, onları sayarak “İman
budur”, diyor. Cevabı aldıktan sonra o yabancı “Sadakte”, yani “doğru söyledin” diyor. Hz. Ömer : “Biz
hayret ettik”, diyor. Aslında Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm’a edeben soru sorulmaz. O soru soracak olursa da “Allahu ve Resûluhu a’lem”, yani
Ekim 2010
27
5. Soru “Öyle ise Ya Resûlellah kıyametin
alametleri nedir?” Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve'sSelâm 2-3 tane alamet söylüyor. Ve alametleri işte
budur, diyor. Ondan sonra o yabancı birden kayboluveriyor. Hz. Ömer diyor ki, gözden kayboluverdi.
Bir süre sonra Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm
benim hayretimi görmüş olmalı ki, sordu. “Bu gelen
kimdi biliyor musunuz?” Biz , “Allahu ve Resûluhu
a’lem”, yani “Allah ve Resülü daha iyi bilir”,
dedik.
Cevabı Peygamberimiz Aleyhi's-Salâtu ve'sSelâm kendisi veriyor. “Bu Cebrail idi. Size dininizi öğretmek için gelmişti”. Onun için bu
rivayete, Cibril yani -Cebrail Hâdisi- denilmektedir.
İşte bu hadîs İslamî hükümlerin bize tasnifini veriyor.
Bu beş sorudan ilk üçü dünyada bizim yapacağımız
şeylerle ilgilidir. Son ikisi de Ahiret ile ilgilidir.
“Allah ve Resûlu daha iyi bilir deriz” edeben. Bu yabancı hem soru soruyor hem de sonunda tasdik ediyor. Biz hayret ettik.
2. Soru : “İslam nedir ?” Bizim islamın 5 şartı
olarak saydığımız şeyleri sayarak Resûlullah Sallallahu Aleyhi ve Selem “İslam budur”, diye cevap veriyor. O yabancı “sadakte” diyor, yani “doğru
söyledin” diyor. Biz yine hayret ettik. Resûlullah
Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm hiç istifini bozmadan
cevap vermeye devam ediyor.
Ondan sonra 3. soru : “İhsan nedir ?” Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm ihsanı şöyle tarif ediyor. “Senin, Allah’ı görüyormuş gibi ona ibadet
etmendir. Her ne kadar sen onu görmüyorsan da o
seni görüyor”. Yani ihsan, insanın her nerede olursa
olsun Allahın kendisini gördüğünü bilerek, Allahın
kendisini gördüğü şuurunda olarak hal ve hareketini
ona göre düzenlemesidir”, anlamında bir cevap.
4. Soru “Ya Resûlellah kıyamet ne zaman
kopacaktır?” Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm
buna bilmediği şeklinde cevap veriyor. Yani “soru sorulan kişi, soruyu sorandan daha iyi bilmez,” diye cevabını veriyor.
28
Bundan ayrıca biz şunu anlıyoruz: İlk üçünü
hakkıyla yerine getirenler, Ahirete hazırdırlar ve
ölümü hoş geldin, safa geldin diye karşılayabilirler.
Artık bu üçünü yerine getirenler dünyadaki işlerini tamamlamıştır, demektir. Ahiretlik bir insan olmuştur
yani. Bunların ilk üçü ne öyleyse? İman, İslam ve
İhsan. Biz de gerçekten İslami hükümleri buna göre
tasnif ederiz. 3 gruba ayrılır, deriz. Birisi İmani hükümler yani inanca dair itikadi hükümler, 2. Amelî
hükümler, ne yapacağımıza ya da ne yapmayacağımıza dair hükümler.
Mesela meleklere iman etmek ya da Ahirete
iman etmek 1. gruptandır. Namaz kılmak, abdest
almak 2. gruptandır. Yani 1.sinde neye inanman gerekir, neyi inkâr etmen gerekir. 2.sinde de neyi yapman gerekir, nelerden uzak durman gerekir. Yani
inançla birlikte bedenen yapacağımız şeyler, 3.sü ise,
iç dünyanın terbiyesi ile ilgilidir ki, ruh terbiyesi, nefis
terbiyesi ya da nefis tezkiyesi dediğimiz şeydir.
Şimdi bunlardan 1. olmazsa yani iman kısmı olmazsa, o insan müslüman değildir. Ve o şekilde ölüp
giderse Kur'ân-ı Kerîmin ifadesiyle ebediyyen cehennemliktir. Artık bu kişinin cehennemden kurtulup
cennete girmesi mümkün değildir. Tabiatiyle bunların da kendine göre şartları ve adabı var. İman eden
kişi Peygamberimiz’in talim ettirdiği gibi iman edeEkim 2010
cek. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm’de diyor ki (Bakara : 137),
demek olur. 1. olur da amel ve dolayısıyla ruh terbiyesi olmazsa, bunu şuna benzetmişler: Fanusu olmayan, etrafında cam muhafazası olmayan bir
“Onlar, sizin iman ettiğiniz gibi iman ederlerse doğru yola gelmiş olurlar”.
muma, bir lambaya benzer. Nasıl ki herhangi bir rüzgarın bunu söndürmesi çok kolay ise, amelle desteklenmeyen iman da her zaman yok olmakla karşı
Daha çok ayet var bu konuda. Peygamberimiz
Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm dâhil bütün Peygamberlere inanacak. Kur'ân-ı Kerîm dâhil bütün kitaplara
inanacak. Haa o zaman Peygamberimizin getirdiği
iman esasları gibi iman edecek demek ki.
karşıyadır.
Dolayısıyla kişi 1.’ye iman edecek. 2. grubu da
yapacak. 2.’yi yaptığı zaman tamam, muttaki bir
müslüman’dır denebilir kendisine ama eksiktir. Bir de
ruhunu terbiye etmesi gerekir. Bunu biz bütün İslami
Bir de bu imana göre bir amel, bir eylem ortaya koyacak. İşte bu ameller, eylemler sistemini biz
Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm’dan öğreniyoruz. Ve Peygamberimizin ortaya koyduğu bu
davranış biçimine biz toplu olarak “Sünnet” diyoruz.
Resûlullah Aleyhi's-Salâtu ve's-Selâm’ın sünneti
yani yaşantı biçimi. İşte 2. grup, bu hükümleri ifade
ediyor. 3. grup İhsan. Bu, nefis tezkiyesi, ruh terbiyesi
ile ilgili hükümlerdir ki bu üçü insanı, kâmil yapan
hükümlerdir. Diyelim ki 1. olur da 2. olmazsa her
zaman sönmekle karşı karşıya olan çıplak bir iman
hükümlerde görürüz. Namazda da görürüz, zekâtta
da görürüz, hacda da görürüz, kurbanda vs.de de
görürüz. Dolayısıyla tasavvuf ya da ruh terbiyesi
Cibrîl Hadîsindeki bu soru ve cevabına dayanmaktadır.
Bunlardan 1. grupla ilgili mezhebler ortaya çıkmış. Mesela Maturidilik, Eş’ârilik. Ehl-i Sünnet vs.
dediğimiz mezhebler ortaya çıkmış. 2.siyle ilgili olarak
da mezhebler ortaya çıkmış. Hanefi, Şafiî vs. Mezheb
kelimesi, yol demektir, onu da unutmayalım. Gidilecek olan yol anlamındadır
Üçüncüsü ile ilgili de mezheb ortaya çıkmış. O
da yine yol anlamında ama ona mezheb denmemiş
de tarik / tarikat denilmiştir ki o da zaten yol demektir..
Demek oluyor ki üç grup hükümle ilgili olarak
ulemamız müslümanlara aroma / hazır ve doğru bilgiyi en kısa zamanda takdim etmek için ekoller
halinde onu işlemişler. İşte her üç grupta da oluşan
bu ekollere mezheb ya da tarik / tarikat denilmiştir ki
mezhebi de biraz îzâh etmemiz gerekir. Aslında kimilerinin iddia ettiği gibi mezheb bid’at yani sonradan
türedi şeyler değildir.
Onu anlatalım inşallah. Mezhebin bid’at yani
din dışı hatta din düşmanlığı gibi bir şey olması
mümkün değilMezhebler müslüman’a İslam dinini en
kısa yoldan hangi suretle nasıl iletebiliriz doğrultusunda gayret göstermişler ve İslam şudur, şudur,
şudur diye maddelemişlerdir. Mezheb işte bu hazır
bilgiyi takdim etmiştir.
Ekim 2010
29
Prof. Dr. Seyyid Abdullah:
“Her Müride
Zikirle Beraber
Davet Ve İlim De
Lazımdır”
edine diyince hepimizin aklına güzeller güzeli Efendimiz Sallallahü
aleyhi ve sellem geliyor. Ona hicret
dönüşü ev sahipliği yapma ve türbesini topraklarında bulundurma şerefine sahip bu
kutlu şehrin insanları da bir başka güzel oluyor. Hele bazıları var ki simasındaki güzellik
bize Efendimiz’i hatırlatıyor. İşte onlardan bir
tanesi de Medine Üniversitesi Profesörlerinden Seyyid Abdullah Beydir.
M
Röportaj: Aydın BAŞAR
Namaz kılmayı herkes biliyor ama
huşuyu kaç kişi yakalıyor. İşte o
huşu için kalbin ıslah olması
lazım. Yani her şey kitaplardan
öğrenilmiyor,
kitaplardaki
ilim
Efendimizin mübarek soyundan gelen
bu zatla İstanbul ziyareti esnasında tevafuken
tanıştık. O bizim için Medineli bir akademisyen olmasının dışında tasavvuf ehli olmasından dolayı da ayrıca önemliydi. Vehhabiliğin
yaygın olduğu bir coğrafyada ehli sünneti savunan bir sufi ile tanışmak bizim açımızdan
sevindiriciydi. Bilhassa İslam’ın ilk üç asrına
yönelik olarak yaptığı entelektüel değerlendirmelerini ilgiyle okuyacağınızı umuyoruz.
kafi gelmiyor. Biz diyoruz ki kalbin ıslahı tarikatla olur...
Medineli seyyid bir aileden geliyorsunuz ve aynı zamanda tasavvufa intisabınız var?Hangi tarikata mensupsunuz?
Tarikat-ı Nakşibendiye’ye mensubum.
30
Ekim 2010
Tarikatınızın şeyhi kimdir ve nerede yaşamaktadır?
Suudi Arabistan’da tarikatlar mevcut
mudur? Halk’ın ilgisi nasıldır?
Üstazımızın ismi Şeyh Ebu Zehra Veys İbn Abdullah El Hüseyni’dir. Kendisi Mekke’de ikamet etmektedir.
Allah’a şükür Arabistan’da bazı tarikatlar var.
Nakşibendi var, Şazeli tarikatı var, Şişniyye tarikatı
var. Ve Hindistan’dan gelmiş diğer bazı tarikatlar var.
Hicaz’da tarikat mensubu çok değildir ama yine de
vardır. Doğu bölgelerinde biraz daha fazladır. Şükür
ki Suudi Arabistan’daki tarikatların geneli ehl-i sünnettir. Bidat ehli tarikatlar yok diyebiliriz. Yani Kur’an
ve sünnet çizgisinde bir tasavvufi çizgi mevcuttur.
Bize ondan biraz bahsedebilir misiniz?
Şuanda kendisi Cidde’de… Gelirseniz inşallah
görüşme imkânınız da olur. Kısacası kendisi Efendimiz’in sünnetlerini yaşantısına aksettiren bir zattır.
Yumuşak huylu ve mütebessimdir.
Neden tasavvuf yolunu tercih ettiniz?
Tasavvuf Peygamber Efendimiz’in hayatıdır,
başka bir şey değildir. Hayatımızı onun hayatına
benzetmek için bu yolu seçtik. Peygamber Efendimiz
zamanında terim olarak “tasavvuf ” yoktu ama
zaten onun hayatı tasavvuftu. Bu terim üçüncü
asırda oluşmuştur. Tasavvufun Kur’an’daki karşılığı
ise “tezkiye” yani “temizlenme”dir.
Türkiye’de çok sayıda tarikat var. Hamdolsun eskisi gibi değil, özgürlük açısından da
olumlu gelişmeler oluyor. Türkiye’deki şeyhlerden tanıdığınız var mı?
Şeyh Nazım Kıbrısi’yi tanıyorum. Bir de Medine’de tanıştığım bir zat vardı fakat onun ismini hatırlayamıyorum.
Tasavvufa ilk intisap ettiğiniz dönemlerde
hangi tasavvufi kitapları okudunuz?
Hayır! Ben tasavvufa kitaplarla başlamadım,
üstadlarla başladım, onlar Hindistanlıydı. İlim iki şekildir; ilmi zahir ve ilmi batın. Mesela namaz kılmayı
herkes biliyor ama huşuyu kaç kişi yakalıyor. İşte o
huşu için kalbin ıslah olması lazım. Yani her şey kitaplardan öğrenilmiyor, kitaplardaki ilim kafi gelmiyor. Biz diyoruz ki kalbin ıslahı tarikatla olur. Herkes
namaz kılmayı biliyor demek ki ilm-i zahir yaygın,
ama huşu noksan demek ki ilm-i batın lazım.
Yönetimin ve halkın çoğunluğunun tasavvufa pek sıcak bakmadığını biliyoruz. Bu
nedenle kitap bulundurmanız da sakıncalı olabiliyor değil mi?
Biz tasavvufi kitapları Arabistan’da bulamıyoruz, zaten bu tür kitaplar satılmıyor. Dışarıdan fotokopi olarak aldığımız için pek kitaplarla
ilgilenemiyoruz.
Peki zikri ne şekilde yapıyorsunuz?
Tarikatımız kalbi zikri yani gizli zikri esas almıştır. Hatme-i hacegan yapıyoruz; aynı Türkiye’de ol-
Ekim 2010
31
duğu gibi… Fakat Arabistan’da toplanamıyoruz, dışarıya çıktığımız zaman yapıyoruz.
Üç asrı sıraladınız günümüzdeki tasavvufi
akımlar bu üç amele sahip mi?
Toplananlar da gizli toplanıyor olmalıdır
zannedersem.
Şimdiki zamanda tasavvuf meselesinde zikir
var fakat ilim ve davet neredeyse yok denecek kadar
az. Günümüzdeki tarikatlarda sadece zikre dayanan
bir tasavvuf anlayışı yaygın… Oysa gerçek tasavvuf
Peygamber Efendimiz’in asrında olduğu gibi bir anlayışı telkin eder. Biz sadece zikri tek başına istemiyoruz. Her müride zikirle beraber davet ve ilim de
lazımdır. Çünkü şimdiki zamanda şeytan çok güçlüdür ve her yerdedir, caddede, sokakta, okulda her
yerde şeytan insanın aklını çelmeye çalışıyor. Mürit
hocasının yanında hakkı zikrediyor ama oradan çıkınca, çarşıya, pazara gidince şeytan onun kalbini
hemen ifsat ediyor. Bu yüzden sadece zikre dayanan
bir tasavvuf yetmiyor. Ama zikir, ilimle ve davetle birlikte olursa bu mürit şeytandan çok güzel bir şekilde
korunur. Bilhassa Kur’an ve sünnet ilmini öğrenip
amel ederse şeytan ona güç yetiremez. Ve bu zamanın fesadından da ancak böyle uzak durulabilir. Belki
iki ya da üç yüz yıl önce “zikir” kalbi ıslah etmek için
yetiyordu ama şimdi yetmiyor. Eskiden müridin kalbi
de daha kuvvetli idi, ama şimdi müridin kalbi zayıf.
Çünkü şeytanın tarikatı her yerde yaygınlaştı. Mesela
bundan yüz sene önce Eyüp El Ensari’nin türbesini
ziyaret etseydim, şimdiki gibi yarı çıplak kadınlarla
karşılaşmazdım. Çünkü eskiden her şey sünneti resulullaha uygundu, Libaslar da sünnete uygundu.
Öyleyse şuanda bilhassa davete ağırlık vermeliyiz.
Suudi Arabistan’da tasavvufi faaliyetler gizli bir
şekilde yürütülüyor. Sadece tanıdık kişiler birbirleri
ile buluşuyor, yani eski müritler…
Bize tasavvuf anlayışınızdan bahseder misiniz?
Peygamber Efendimiz en hayırlı asrın kendi
asrı olduğunu, sonra ondan sonraki asrın hayırlı olduğunu, sonra da ondan sonraki asrın hayırlı olduğunu buyurmuştur. Yani en hayırlı asırlar bu üç
asırdır. Bu üç asrın özelliklerine baktığımız zaman
neden birincisinin ikincisinden, ikincisinin de üçüncüsünden daha hayırlı olduğunu anlarız. İslam’da üç
temel amel vardır. Davet, ilim ve zikir… Birinci asra
baktığımız zaman davetin ön planda olduğunu ilim
ve zikrin ise ikinci planda olduğunu görürüz. İkinci
asra baktığımızda ise ilmin birinci planda olduğunu,
diğer ikisinin ikinci planda olduğunu görürüz. Nitekim hadis, tefsir, fıkıh ve kıraat gibi ilmiler bu dönemde oluşmuştur. Üçüncü asırda ise zikir ön planda
davet ve ilim ise ikinci planda olduğunu müşahede
ederiz. Sonuç itibariyle bu üç amel/ faaliyet bu üç
asırda da mevcuttur. İşte biz bu üç ameli de ihmal etmeyen bir tasavvuf anlayışını benimsiyoruz.
32
Ekim 2010
Hem Müslüman’a, hem de gayrimüslime. Müslüman’a Allah’ı hatırlatmalıyız, gayrimüslimin de imanı
ve hidayeti için çalışmalıyız.
Bu ortamda imanımızı kurtarmak ve günahlardan sakınmak için ne yapmalıyız?
Bir yol almalıyız. Silsilesi olan icazetli bir şeyhin
yanında bir yola yani bir tarikata intisap etmeliyiz. O
tarikat bir zincirle Efendimiz sallallahü aleyhi ve selem’le ulaşmalı. Bir de ehl-i sünnet çizgisinde olmalıdır.
Müslümanlar için bugün en büyük tehlike
nedir?
Suudi Arabistan halkının Amerika’ya bakışı nasıldır?
Halkın yüzde doksanı Amerika’yı sevmiyor
fakat kültürel olarak halkın bir kısmı o kültürü yavaş
yavaş benimsiyor.
Yani Batı özentisi Suudi Arabistanlı
gençlerde de yaygın mı?
Suudi Arabistan’daki eğitim sisteminde İslami
illimler en güzel şekilde veriliyor fakat buna rağmen
gençlerde bir batı özentisi var. Kısmen batı kıyafetlerini benimseyenler de var. Kitap okuma oranı ise az.
Maç ve televizyon gibi ilgi alanları rağbet görmekte…
Gençlerde dine olan bir yöneliş var mı?
Sünneti terk etmek ve sünnetin hilafına yaşamaktır. Alış veriş yaparken, yiyip içerken, giyim
kuşam ve evlilik gibi hemen her konuda Efendimiz’in
hayatını değil de batılıların hayatını örnek almaktır.
Ve bir başka tehlike de küffara tazim göstermektir.
Yani batıya özenmek ve onlara hürmet göstermektir.
Arabistan’da da Türkiye’de de bir dine yönelme hareketi var fakat yine birçokları dinden uzak
yaşıyorlar. Bütün dünyadaki Müslümanlar hep aynı
sıkıntıyı yaşıyor.
Çağımızın buhranlarından kurtulmak için
işe nereden başlamalıyız?
İşe mescitten başlamalıyız. Yani önce mescide
devam etmeliyiz. Sonra alimlerin ve meşayihin sohbetlerine katılmalıyız. Ama bir problemimiz var ki
alimler bazen gençlerden uzak durabiliyorlar. Alimler gençlerin sorularına cevap vermekte zaaf göstermemeli ve onların sıkıntılarını gidermekte yardımcı
olmalıdırlar.
Türkiye’deki siyasi gelişmeleri takip ediyor musunuz? Dışarıdan nasıl görünüyor?
Türkiye’nin Filistin konusundaki duyarlılığını
takdir ediyoruz. Arabistan halkı da bu konuda Türkiye’yi takdir ediyor. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Müslümanların lehine işler yaptığını
düşünüyoruz. Fakat Türkiye’nin İran’a yakınlaşmasına endişe ile bakıyoruz. Bize göre Türkiye Ehli Sünnet olan ülkelerle beraber hareket etmelidir. Şiaadan
uzak durmakta fayda vardır. Çünkü İran hem Arap
ülkelerinde hem de Arap olmayan ülkelerde şiiayı
yaymaya çalışıyor.
Ekim 2010
33
Gözümün
Nuru Namaz
ollandalı siyahî bir genç vardı. Aslı
zenciydi. Fakat çehresi tertemiz,
yüzü nurlu, bakışı aydın, alnı pırıl
pırıl… Huzur ve itimat telkin eden simasını
belli belirsiz bir hüzün, kalın dudaklarını hafif
bir tebessüm süslüyordu.
H
Dr.Mustafa BAHADIROĞLU
Şuurlu ve olabildiğince gafletsiz
namaz kılan mümin, her yerde
farklıdır. Ahirette ışıl ışıl parlayan abdest uzuvları ve secde
emareleriyle öndekilerden daha
öndedir. Belki de herkese parmak ısırtırcasına “Çekilin Hz.
Muhammed’in [sallallahu aleyhi
vesellem] ümmeti geliyor” dedirtecek safvetiyle melekleri dahi
imrendirecektir...
34
İç âlemindeki berraklık bütün şavkıyla
dışına aksetmişti. Vicdanı gökteki meleklere
nazire yapar gibi apaydın, şeffaf bir kristal
gibi… Dışına bakınca içi görünüyor adeta.
Sonra gönülden gönüle akan bir muhabbetle
gayr-i ihtiyari bağrınıza basıp kucaklamak hissine kapılıyorsunuz.
Bu muhabbetin büyüsüne kapılmışken
yanında oturan bir adam dikkat çekiyordu.
Elli, elli beş yaşlarında, beli hafifçe kambur,
siyahî olan bu şahsın rengi gençten daha
esmer değildi. Nazik bir beyefendiydi. Fakat
sanki bütün gecelerin zifiri karanlığı bu zatın
yüzüne çökmüştü. Çehresinde insanın yüreğini sıktıkça sıkan bir kasvet hissediliyordu.
Ak alınlı aydın bakışlı bu gençle daha
sonra babası olduğunu öğrendiğimiz öteki ihtiyarın farkı neydi? Niye biri muhabbet saçarken diğeri kasvet dağıtıyordu? Çok
geçmeden mesele anlaşılmıştı. Genç, iman
Ekim 2010
etmiş, tasavvufa gönül vermişti. Secdenin emare ve
izleri bir nur olarak alnında parlıyor, içerden akseden
imanın aydınlığı Allah’ın [celle celâlûhû] boyasıyla
boyanmış esmer çehresini nur topu haline getiriyordu. Babası ise, henüz kabuğunu kıramamış, hidayet ufuklarına doğru bir iki adım atmışsa da gerisini
getirememişti. Düşünen bir beyindi. Aynı zamanda
bir sosyologdu. Ama henüz aşamadığı noktalar vardı.
Söz ve diyalektik adına her şeye kapalıydı. Tek açık
bir noktası vardı o da hâl ve gönül eksenliydi. Dileriz
ki o açık menfezden bir mana kahramanı girmiş ve
hidayete gözlerini açmış olsun. Rabbimiz bizleri de hidayet nurundan mahrum bırakmasın.
Yüzdeki Secde Nişanı
Bu nasıl olabilir? İmanla küfür, secde ile secdesizlik nasıl olur da bu kadar dışa akseder? Her halde
söz konusu aydınlıkla karanlığın misal âlemine yansıyan, bir de fotoğrafı olsa gerektir. Misal âleminden
kalbe, kalpten arş-ı a’laya, oradan simaya, simadan
hayata, hayattan kabre, kabirden haşre sürüp giden
bu yansımalar, aslında saadetin ya da bedbahtlığın
yansımalarıdır. Allah u Teâlâ müminleri tarif ederken
işte bu inceliğe dikkat çekerek şöyle buyuruyor:
“Yüzlerinde secdelerin izinden nişanları var-
dır.” (Fetih, 48/29) Onları her yerde tanırsınız. Hususan teheccüd namazına devam edenlerin yüzleri
her zaman ay gibi parlar. Onların pırıl pırıl yüzlerini,
saadet gamzeden bakışlarını, nur gibi parlayan simalarını gördükçe içinizden ister istemez bir muhabbet,
bir mehafet ve bir hürmet hissedersiniz. Hatta kılık kıyafetinden hiç belli etmediği halde yolda, otobüste
karşılaştığınız bu insanlara “hocam” diye hitap edersin. "Yüzlerinde nimetin parıltısını tanırsın"
(Mutaffifîn, 83/24), şuurlu ve olabildiğince gafletsiz
namaz kılan mümin, her yerde farklıdır. Ahirette; "Bir
takım yüzlerin ağardığı gün" (Al-i İmran, 3/106)
ışıl ışıl parlayan abdest uzuvları ve secde emareleriyle
öndekilerden daha öndedir. Belki de herkese parmak
ısırtırcasına “Çekilin Hz. Muhammed’in [sallallahu aleyhi vesellem] ümmeti geliyor” dedirtecek safvetiyle melekleri dahi imrendirecektir.
Namaz Günahları Eritir
Kılınan her namaz temizliktir, aydınlıktır. Kalpte
yanan bir ışıktır. Karanlığı yakıp yok eden bir nurdur.
Hazan mevsiminin yaprak döken rüzgârı gibi günahları döken bir esintidir. Bir gün Sahabî, iki büklüm
Allah Resulü’nün [sallallahu aleyhi vesellem] huzuruna gelmişti. İşlediği günahın hacaleti altında sanki
eriyip bitmişti. “Ya Resûlallah ben mahvoldum.
Gözüm bir kadına ilişti” veya “ona dokundum” diyordu. Onun bu kırık gönlü sanki arşı titretmiş ve
Cebrail Aleyhisselâm’ı şu ayetle imdadına yetiştirmişti: "Gündüzün iki tarafında (sabah, öğle ve ikindi)
gecenin de yakın saatlerinde (akşam ve yatsı) namaz
kıl. Çünkü iyilikler kötülükleri (günahları) giderir."
(Hûd, 114). Hadis-i şerifte açıklandığı üzere beş vakit
namaz, arada işlenen günahları, Cuma namazları da
kendi aralarındaki günahları temizler. Tıpkı bir nehirde günde beş defa yıkanmış gibi manevi temizlik
verir. Rabbimizin rahmetinden büyük günahlarımızı
da küçük günahlarımızın arasına sokup affetmesini
diler ve dileniriz.
Bildiğimi Bilseydiniz
Namaz hususunda gaflet bastıkça mümin şöyle
düşünmekten kendini alamamalıdır: “Şayet gözünden gayb perdesi kalksa ve bir vakit namazsızlığın
hadis-i şeriflerde haber verilen helaket ve felaketini
bir görseydin, kaçırdığın nimet ve fırsatları müşahede
Ekim 2010
35
etseydin hayatının sonuna kadar gülmeyi unutacaktın. Leziz sofraların başına oturamayacak, yatağına
girdiğinde sabaha kadar gözüne uyku girmeyecekti.
Hafakanlar basıp deliler gibi sağa sola koşacak, kim
bilir belki de dağlara kaçacaktın. Ey nefsim bunu
aklın gördüğü halde vicdanın hissetmiyor mu? Ne
zaman gafletten uyanacaksın?”
Bir gün Allah Resulü [sallallahu aleyhi vesellem]
minbere çıkmış hutbe okuyordu. Sözlerini şöyle tamamladı: “Allah’a kasem ederim ki, eğer siz
benim bildiğimi bilseydiniz çok ağlar, az gülerdiniz. Hanımlarınızın yatağını terk ederdiniz.
Feryad ü figan edip dağlara kaçardınız.” Bu son
derece tonlu ifadeleri dinleyen o günün gönülleri
kırık, vicdanları gökteki ay kadar parlak ve ince sahabe cemaatinin hemen tamamı, başlarına cübbelerini çekmiş hüngür hüngür ağlıyorlardı “Ya Rabbi ne
olacak bizim halimiz” diye. Bu hadis-i şerifi rivayet
eden sahabi ise şöyle demişti: “Ah keşke insan olacağıma kesilip biçilen bir odun olaydım.” Allah u Teâlâ’nın yüklediği kulluk mükellefiyetini iliklerine kadar
hisseden Hz. Aişe validemiz ise, bir gün şöyle diyecekti: “Ah ne olurdu Ebubekir’in kızı Aişe olacağıma
tarlada bir kesek olaydım.”
36
Onlar böyle hissediyorlardı. Çünkü tepeden tırnağa marifetle dolu kalpleri, tertemiz vicdanları perdenin ardındaki hakikatleri olanca çıplaklığıyla
görüyordu. Yatağında gerine gerine yatan, dert nedir
bilmeyen, ebedî hayatı yeterince kâle almayan kimseler ise, bir vakit namazı kaçırmakla üzerine konan
sivrisineği kaçırmak arasında fazlaca bir fark hissedemezler. Bu ne yazık ki bir iman zafiyetidir. Allah’a ve
ahiret gününe yakînen iman edememenin zehirli
meyvesidir. İnsanın imanı ne kadar inkişaf ederse
ameli o kadar düzgün olur. Veya diğer taraftan ameli
ne kadar düzgün olursa iman o kadar inkişaf eder.
Namaz ve Elest Bezmi
İnsan denen varlığın asıl vatanı melekler topluluğunun da vatanı olan melekût âlemidir. Ruhumuz
burada (Elest bezminde) Allah u Teâlâ’nın cemâlini
seyretmiş ve O’nun [celle celâlûhû] tecellileriyle mest
olup kendinden geçmiştir. Bu âleme inip ete kemiğe
büründüğünde nefisle beraber olmuş, zehirli yemlerle
beslenen kuşcağız gibi, dünyanın mahmurluğuyla hakiki sevgiliyi unutmuştur. Daha doğrusu unutmamış
fakat bu sevginin üzeri başka sevgilerle küllenmiştir.
Her insanın şuur altında Cenab-ı Hakk’ın [celle celâlûhû] hakiki sevgisi gizlidir. Şair şöyle demiştir:
Ekim 2010
“Cem’den evvelki alev badesinin sarhoşuyum /
Ayılmam ebedâ subh-ı kıyamette bile.” Mitolojiye göre çok erken devirlerde şarabı ilk keşfeden
şahıs İran prensi Cem’dir. Buna göre mânâ şöyledir:
“Daha şarap icat edilmeden önce ruhlar âleminde
Cenâb-ı Hakk’ın tecellileriyle öyle bir mest oldum ki,
artık bu aşk sarhoşluğundan kıyamet sabahı bile ayılmam.” Gerçekten de Allah u Teâlâ’nın muhabbeti
unutulacak bir muhabbet değildir. İnsanın mayasına
işlemiştir. Ancak şuur altındaki bu hakikati şuur üstüne çıkaracak bir tesir lazımdır. En güçlü tesir ise, evliyanın nazarıdır. O nazarlar ruhun bulanıklığını
gidererek asli safiyetine yaklaştırır. Böylece ruhun
aşkla boyalı asıl karakteri zuhur eder. Cenab-ı Zü’lCemâl Hazretleri bir kimsenin hidayetini dilerse başka
bir kısım tesirler de ruhta gizli olan aşkı meydana çıkarır.
Amerika’da yaşayan ve belki de bir kere bile
alnı secdeye değmemiş olan bir hanım vardı. Hava
alanında anne babasını hacca uğurluyordu. Bembeyaz ihramları içinde rütbesiz, nişansız üniformasını
giymiş hacı adayları, mahşer meydanının provasını
yaparcasına tekbir ve telbiye getiriyorlardı. Bu manzara, ömrünün çoğunu Amerika’da geçirmiş olan hanımın ruhunda fırtınalar estirmeye yetmiş ve onu
günlerce ağlatmıştı. Belli ki şuur altı faaliyete geçmiş
ve Elest bezmiyle farkında olmaksızın bağlantı kurmuştu.
İşte namaz ruhu uyanışa geçirip en seri biçimde
Allah sevgisine ulaştıran tesirlerden biri ve belki birincisidir. Vuslat yolcusunun bineği, kurbet yolunun
azığıdır. Gaflet bulutlarını darmadağın eden en etkili
rüzgârdır. Çünkü namaz külli bir zikirdir. Diğer ibadetlerdeki zikir, namazın yanında son derece tali kalır.
Onun her rüknü, her kelimesi Allah u Teâlâ’yı hatırlatır. “Beni hatırlamak (zikir) için namaz kıl"
(Taha, 20/14) ayet-i kerimesi buna işaret etmektedir.
Namaz kılan bir insan hayat serencamesi içinde her
varlıktan Allah’a [celle celâlûhû] ait bir mesaj alır. Asıl
vazifenin, dünyaya geliş gayesinin Allah’a [celle celâlûhû] kulluk etmek olduğunun idrakiyle yaşar.
Yoğun işlerinin arasından namazı çıkarmaz. Namazdan yoğun işlerini çıkarır. Yani “Allahu Ekber” dediği zaman “En büyük sensin Allahım senden
gayri her şey küçüktür” manasının idrakiyle
dünya işlerini namazdan arka plâna iter.
Ekim 2010
37
RAMAZAN
BİTTİ, AMMA
VAZİFELERİMİZ
BİTMEMİŞTİR.
Soru: Geçirmiş olduğumuz Ramazan
ayının ardından neler tavsiye edersiniz?
Cevab: Bismillâhirrahmânirrahîm.
Mehmet TALU
“Kalp
tıpkı,
bembeyaz
ve
tertemiz bir elbise, günah da bu
beyaz elbiseye isabet eden siyah
bir leke gibidir. İster istemez bu
leke elbiseyi çirkinleştirecektir.
Günah karşısında insan bundan
farksızdır.”
38
Elhamdülillah! Başından sonuna kadar
inananlar için rahmet ve günahların
bağışlanma ayı olan Ramazan ayını
tamamlamış ve Yüce ALLAH’a şükürler
olsun ki, Müslümanlık bilincimizi, kardeşlik
ve dostluk bağlarımızı, barış içinde bir arada
yaşama ve millet olma irademizi tazeleyen iki
bayramdan biri olan Ramazan Bayramını
sevinç ve huzur içerisinde geçirmiş
bulunuyoruz. Oruçla, teravih namazıyla,
okuduğumuz, dinlediğimiz ve hayatımıza
rehber edindiğimiz Kur’an-ı Kerim’le hemhal
olarak geçirdiğimiz bir Ramazan Ayını geride
bıraktık. Bu kutlu ayda nefis muhasebesi
yaparak dindarlığımızı yeniledik, muhtaç
olan insanlara elimizi, soframızı ve
gönlümüzü açarak İslam ve insan kardeşliğini
yaşadık. Ramazan Ayı tüm feyiz ve
bereketiyle bizi sıkıca kucakladı, günaha ve
yanlış işlere bulaştırdığımız ellerimizden
tutarak bizi Rahman olan Allah’ın rahmet ve
mağfiret dergâhına götürdü. İçimizdeki
ibadet aşkı, insan sevgisi, fakire ve yardıma
muhtaç olana el uzatma isteği her
zamankinden daha coşkulu şekilde
davranışlarımıza yansıdı. Ferdî hayatta
dindarlığın, sosyal hayatta huzur ve
Ekim 2010
dayanışmanın öne çıktığı, yüce dinimiz hakkında
doğru bilgilenme ve derin bir dindarlık şuuru içinde
ibadet etme hazzının yoğun olarak yaşandığı rahmet
ve mağfiret mevsimi Ramazan ayını geride bırakarak,
sevgi ve şefkatle birbirimize ellerimizi uzatma ve
kaynaşma günü olan bayramı geçirmenin huzur ve
mutluluğunu yaşamaktayız.
Bizleri bu büyük nimete kavuşturan yüce
Rabbimize hamdediyor, sevgili Hz.Peygamber
(S.A.V.) Efendimize salat ve selamlarımızı
arzediyoruz. Rahmet ve mağrifet dilekleriyle ALLAH
için sabahtan akşama kadar çeşitli sıkıntı ve güçlükler
içerisinde oruç tutan, camileri huşu ve vecd içinde
dolduran
bütün
Müslüman
kardeşlerimin
bayramlarını tebrik ediyor, yüce ALLAH'tan nice
bayramlara ulaştırmasını diliyoruz.
Bu duygu ve düşüncelerle, bütün bayramların
bayram gibi yaşandı-ğı; özgürlük, barış ve
mutluluğun egemen olduğu; insan hakları, adalet ve
hukukun gözetildiği; savaş, terör ve yoksulluğun
geride kaldığı bir dünya için bayramların birer imkân
olduğu temennisiyle, bütün müminlerin geçmiş
Ramazan bay-ramını en içten dileklerimle tebrik
ediyor, bu mübarek bayramın hepimi-zin, bütün
insanlığın hidayetine, huzur ve barışına, başta
memleketimiz olmak üzere bütün İslam aleminin
maddi ve manevi hayırlara-bereketlere vesile
olmasını, toplumumuzun her kesiminde bayramın
bütünleştirici ve kaynaştırıcı havasının hâkim
olmasını, bayramın bütün insanlığa barış ve huzur
getirmesini, daha nice sağlıklı, mutlu ve umutlu
bayramları huzur içinde idrâk etmeye ve rızâsını
kazanmaya bizi muvaffak kılmasını AL-LAH
Teâlâ'dan halisane niyaz ederiz. Ya Rabbi!
Müslümanları dünyada da ahirette de felaha, selam
ve saadete kavuştur. Böyle bir çok bayramla-ra
kavuşmakla mesut ve bahtiyar eyle. Amin.
Kur'an-ı Kerim'in inmeye başladığı, orucun
tutulup Mü’minlerin ibadet ve taatta yoğunlaştığı bir
manevi iklim, kültür ve geleneğimizde on bir ayın
sultanı olarak anılan rahmet, mağfiret-bereket
mevsimi ve Dini hayatımızda çok önemli bir yeri
olan, orucuyla, namazıyla, zekat ve sadakasıyla
ibadet ve rahmet ayı Ramazan-ı Şerifi geride
bırakmış bulunuyoruz. Orucun derin manevî
eğitimini, sahur ve iftarın bereketini, teravihin
coşkusunu ve Kur’an tilâvetinin kalbimizde huşû
uyandırmasının sevincini derinden hissederek
gönüllerimizi coşturup maneviyatımızı canlandırdık.
Bu vesileyle hikmet gözüyle iç dünyamıza bir
yolculuk yapıp, kendimizi sorgulayıp özeleştiri
yaparak günah, çirkin ve kötü olan her şeyi geride
bırakma kararı aldık. Camilerimiz, cemaatle kılınan
namazlarla ayrı bir canlılık kazandı. Ellerimiz her
zamankinden daha çok iyiliğe açıldı. Fakirleri,
kimsesizleri gözeterek, düşkünlere yardım ederek
yardımlaşmanın ve dayanışmanın, hayırda
yarışmanın, yaraları sarmanın, insanların derdiyle
dertlenmenin en güzel örneklerini sergiledik. Büyük
bir bütünün anlamlı bir parçası olduğumuzu
anlayarak elimizdeki maddi zenginliği, dilimizdeki
güzel söz ve dileği, gönlümüzdeki sevgiyi herkesle
paylaştık. Neticede paylaşma bilincini davranışlarına
yansıtan, infakta bulunarak cömert ve fedakâr
davranan Müslümanlar olarak, bununla hem
Rahman’ı hem de Rahman’ın kullarını hoşnut ve razı
etmeye çalıştık.
Fakat mübarek Ramazan ayı geldi ve işte
maalesef gitti. İlahi rahmetin bol bol serpildiği, lütuf
ve ihsanın esirgenmediği; saadet, rahmet ve gufran
ayının günlerini geride bıraktık. ALLAH Teâlâ aşkıyla,
Peygamber sevgisiyle çarpan yürekler; bu hayırlı, bu
feyizli günlerin gitmesinden, gönlünde derin bir acı
duyar. Evet biz hüzünlüyüz, kederliyiz, hakikaten
içlerimizde bir boşluk hissediyoruz.
Ekim 2010
39
“Batıl inançlardan, kötü ahlaklardan
iyice temizlenen, arınan ve Rabbisinin adını
zikredip de namaz kılan kimse muhakkak
felaha ermiş, korktuğundan emin, umduğuna
nail olmuştur.”2
Şimdi bize düşen vazife, bu temizliğimizi
muhafaza etmek ve kirlenmemeye çalışmaktır.
Farzları yapmak, haramlardan uzaklaşmaktır.
Kirlenirsek, yine yıkanırız, demeyelim. Çünkü ya
nasib olmazsa!.. Sonra kirlenmemeye çalışmak,
kirlenip temizlenmekten ve temizken tekrar yıkanmak
da kirlendikten sonra yıkanmaktan daha faziletlidir
ve daha kolaydır. Rabbimizin emirlerini muntazaman
yerine getirip yasaklarından devamlı kaçınan
Müslümanlar, daima bu şekilde tertemiz kalırlar.
Aksine hareket edenler yani farzları terk edenler ve
haramları işleyenler manen ve maddeten kirlenirler.
Ebu Zer (R.A.) der ki: Resûlullah (S.A.V.) efendimiz
bana şöyle buyurdu:
“Ey şanlı Ramazan doymadık sana
Elveda diyerek gidiyor musun?
Kadrini bilenler oldu ak ü pak
Sendeki o nurun yoktur bir eşi,
Müminin kalbinde yanar ateşi,
Hasretle kalbimiz bir yıl yanacak,
Neylesem bilmem ki, neler söylesem,
Unutma bizleri olmaz mı desem,
Ey şanlı Ramazan ardından, ancak.”
Evet; büyük denizlere doğru akıp giden
ırmaklar misali, ömrümüzden bir Ramazan ayı daha
eksildi. Böyle bir Ramazan ayına bir daha erişip
erişemeyeceğimizi biz bilemiyoruz. İnşaALLAH daha
birçok Ramazanlara kavuşuruz ve ihya etmeye
muvaffak oluruz.
Elhamdülillah idrak edip ihya etmeye
çalıştığımız mübarek Ramazan ayı, biz günahkar
kullara yüce Rabbimizin lutfettiği bir rahmet denizi
idi. Hepimiz tuttuğumuz oruçlarla, yaptığımız tevbeistiğfar ve diğer ibadet-taatlerle bu rahmet denizinde
yıkandık, tertemiz olduk. Çünkü Ebu Hureyre
(R.A.)den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.)
efendimiz:
“Kim, iman ederek ve mükâfatını sadece
ALLAH Teâlâ'dan bekleyerek Ramazan
orucunu tutarsa, onun geçmiş günahları
mağfiret olunur” buyurmuşlardır.1Neticede felaha
erdik, elhamdülillah. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:
40
“Nerede ve nasıl olursan ol, ALLAH Teâlâ’dan
kork, takva sahibi ol! İşlediğin kötülüğün, haramın
hemen arkasından iyilik yap, tevbe-istiğfar et ki, o
kötülüğü yoketsin, silip süpürsün! İnsanlarla da güzel
geçin, insanlara iyi ahlakla muamele et.3
Hz. Peygamber (S.A.V.) efendimizin özlü
sözlerinden biri olan bu hadis-i şerifte üç önemli
hususa tenbih ve ikaz buyrulmaktadır.
1- Her yerde ve her halde takva üzere olmak.
ALLAH Teâlâ’nın azabından korkup, bütün
emirlerini yapıp yasaklarından kaçınmak suretiyle
kişi, ancak muttaki olabilir. Dinin temeli takvadır.
Takvaya riayet etmeyen kimse dini; hayatında kamil
olarak temsil edemez. Takva, ALLAH Teâlâ’nın
emirlerini yerine getirmek, yasaklarından kaçınmakla
gerçekleşen ve dinin temeli olan bir ilkedir. Buna
ALLAH Teâlâ saygısı, ALLAH Teâlâ korkusu da
denir.
Takva, yalnızlıkta, toplum içinde, belâ ve
musibet anında, bolluk ve refahta, yokluk ve darlıkta,
sağlık ve hastalıkta, hasılı her durumda ALLAH
Teâlâ'ya karşı saygılı olmak, sürekli uyanık, dikkatli
ve şuurlu bulunmaktır. Bütün hallerde takva esas
alınmalıdır.
Böyle bir duygu ve halin sonuçları ise, yüce
kitabımızda: ALLAH Teâlâ'nın dostluğu, ilahî övgü,
ALLAH Teâlâ'nın yardımına ulaşmak, sıkıntılardan
kurtulmak ve beklenmedik yerlerden rızka kavuşmak,
amellerin ıslahı ve günahların bağışlanması, ilahî
muhabbet, ALLAH Teâlâ katında makbuliyet, ölüm
Ekim 2010
anında müjde, cehennemden kurtuluş ve nihayet
cennette
temelli
mutluluğu
buluş
olarak
belirtilmektedir.
ALLAH Teâlâ'nın, gazabından sakındırması ve
Hz.Peygamber (S.A.V.)efendimizin: “Nerede ve nasıl
olursan ol, ALLAH Teâlâ'ya karşı saygılı bulun”
tavsiyesi, Müslümanları bu güzel sonuçlara davet
etmektir. Böylece Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimiz,
Mü’minleri:
“...Gerçekten ALLAH Teâlâ, üzerinizde
gözetleyicidir.”4 Âyet-i kerimesinin mânâsına
uygun davranmaya çağırmış olmaktadır. Zaten takva,
onun tabii sonucu ilahi murakebe altında olduğu
bilinci ile hareket etmekten ibaret değil miydi?
2- İşlenen haramların ardından hemen tevbeistiğfar etmek, iyilik yapmak.Takva, günah işlemeye,
günah işlemek takva sahibi olmaya engel olmadığı
için, insanlık gereği işlenecek günahların peşinden
iyilik yapmak, o hata ve günahın sonuçlarını ve hatta
bizzat günahın kendisini ortadan kaldırmak
gerekmektedir. Zira ALLAH Teâlâ, iyiliklerin
kötülükleri giderdiğini5 ve hatta iyiliklere tebdil
ettiğini6 haber vermiştir.
Bu da murakabe şuurunun olumlu bir başka
neticesidir. İyiliğin hatayı iyiliğe dönüştürmesi veya
hiç değilse, kötülüğün sonuçlarının ortadan
kaldırılması, hiç hata işlememesinin mümkün
olmadığı
dünyamızda,
kötülüklere
karşı
müsamahasız olmayı öngörmek ve öğütlemek
demektir. Günahların ve kötülüklerin tortularını,
işlenen iyiliklerle dezenfekte edebilmek gerçekten çok
büyük bir imkan ve şanstır.
Hayır vesilesiyle ALLAH Teâlâ'nın günahı yok
etmesi, hem kişinin kalbinden günahın lekesini
silmesi, hem de kişinin amel defterinin günah
sayfasından, günahı silmesi şeklinde gerçekleşir.
Kişinin her ikisine de ihtiyacı var. Çünkü günahlardan
hasıl olan lekeler çoğalarak kalbi tamamen kaplayıp
karartabilir. Mü’min büyük-küçük bütün günahı
ciddiye alıp, tevbe, istiğfar, sadaka ve namaz gibi
amellerle ondan kurtulma ve temizlenme gayretinde
olmalıdır. Unutulmamalı ki: “Her bir günah içinde,
küfre giden bir yol vardır. Şu hadis-i şerif ile
dikkatinizi çekmek istiyorum.
Ebu Hureyre (R.A.)den rivayete
Resûlullah (S.A.V.) efendimiz şöyle buyurdu:
göre
“Mü’min bir kul; bir hata yaptığı, bir günah
işlediği zaman kalbine siyah bir nokta, siyah bir iz
vurulur, işlenir. Eğer kul, o hatayı, o günahı
işlemekten el çeker, kendini uzaklaştırır, istiğfar eder
ve tevbe ederse kalbi, o iz pasından cilâlanır,
parlatılır, leke silinir. Eğer bunu yapmayarak günahı
işlemeye dönerse, hatalara devam ederse, o siyah
nokta arttırılır, büyütülür. Öyle ki bütün kalbini kaplar,
istilâ eder. İşte ALLAH Teâlâ'nın:
“Hayır! Gerçek öyle değil. Bilâkis,
onların kazanmakta oldukları, işleye geldikleri
günahlar, haramlar kalplerini kirletmiş,
paslandırmıştır.”7 Ayet-i kerimesinde zikrettiği
“Rân” budur.”8
Bu Mutaffifin suresi, 14. Ayet-i Kerime kafirler
hakkındadır. Ancak Mü’min kişi günah işlemek
suretiyle kalbinin kararması ve günah işlemeye
devam etmesi yüzünden kalbinin kararmasının
fazlalaşması bakımından kâfirlere benzer.
Hz. Peygamber (S.A.V.) efendimiz bu ayet-i
kerimeyi Mü’minlere okumuş ki, Mü’minler günahları
çoğaltmaktan sakınsınlar ve kâfirlerin kalbleri
karardığı gibi onların kalbleri de kararmasın. Bunun
içindir ki: Günahlar küfrün postasıdır, denilmiştir.
Farzları terketmek, haramları işlemek
neticesinde oluşan günahlar, üst üste gelerek kalbi
körletir ve onu öldürür. Kul farzları terkeder,
Ekim 2010
41
haramları işler, neticede günahlar kalbini kuşatır ve
her tarafını kaplar. Kulun kalbi, insanın eline benzer.
Kul, her günah işledikçe bir parmağı kapanır. Böylece
günah işlemeye devam ettikçe bütün parmaklar
kapanır ve üzeri mühürlenir. O kalpler, o günahları
alışkanlık haline getire getire, pas tutmuş aynalar gibi
körlenmiş, kararmıştır da artık göstermez olmuşlardır.
Yazı öğrenmek isteyen, yazı yazdıkça yeteneği
artar. İlerleye ilerleye o derece yetenek kazanır ki
bakmadan dahi yazı yazabilir. İşte psikolojik durum
da böyledir. Yapılan işlerin, ruh üzerinde değişik
etkileri olur. Meselâ herhangi bir günahı sürekli
işleyenlerin kalblerinde o günahın yeteneği oluşur.
Günah, seni ALLAH Teâlâ'dan başka şeyle
uğraştırandır. Seni ALLAH Teâlâ'dan başka şeylerle
uğraştıran her şey karanlıktır, lekedir.
Demek ki bütün günahlar karanlıktır, kalbi
karartır. Kalbte bu yeteneği oluşturan amellerden her
birinin, bu yeteneğin oluşmasında bir katkısı vardır.
“İnsan, her günah işledikçe kalbte siyah bir
nokta oluşur, böyle böyle kalb kapkara
olur.”Oluşan yeteneklerin kimi kuvvetli, kimi zayıf
olduğundan bu kararmanın da derecesi ayrı ayrıdır.
Kimi günah kalbe reyn yani pas, leke olur, kimi kalbin
üstünü mühürler, kimi de kalbi kilitler, kapatır.
Zikredilen hadis-i şerifte Resûlullah (S.A.V.)
efendimiz tevbe ve istiğfarın ehemmiyetini çok güzel
bir teşbih yani benzetme ile anlatmaktadır. Kasıtlı ve
kasıtsız olarak işlenen her bir hata, her bir günah,
ruhta siyah bir leke meydana getirmektedir. Günahlar
arttıkça bu lekeler çoğalmakta ve temiz yerler
azalmaktadır.
Günahlardan uzaklaşmak, lekenin artmasını
önler ise de tevbe ederek, mevcutların da silinmesi, o
pasların yeniden cilalanması gerekmektedir. Günahın
lekesi tıpkı ayna veya kılıç üzerindeki bir kir veya kağıt
üzerine düşen bir mürekkep damlası gibi barizdir. Bu
leke işlenen günahın cinsine ve miktarına göre
muhtelif büyüklüktedir. “Kalp tıpkı, bembeyaz ve
tertemiz bir elbise, günah da bu beyaz elbiseye isabet
eden siyah bir leke gibidir. İster istemez bu leke
elbiseyi çirkinleştirecektir. Günah karşısında insan
bundan farksızdır.”
Günahtan hasıl olan lekenin kalbi kaplaması,
kalbteki nurun sönmesi, basiretin kapanması
demektir. Kalpteki bu fıtri nur sönüp basiret
körleşince, kişi, artık günahı günah olarak göremez,
hayrı da hayır bilemez.
3-İnsanlarla güzel geçinmek: Ahlâkî olgunluğun
ve murakabe şuurunun günlük hayattaki ve beşerî
ilişkilerdeki sonucu olmaktadır. Bu uygulamanın
ölçüsü de Hz.Peygamber Efendimiz (S.A.V.)
tarafından, başkalarının kendisine yapmasını
istemediğini onlara yapmamak şeklinde belirtilmiştir.
İnsanlara güzel ahlâkla muamele çok farklı şekillerde
olabilir, yerine göre tatlı dil, güler yüz, müsamaha,
bağışlama, kusurlarını görmeme, hatasını yüzüne
vurmama, ayıbını teşhir etmeme, eza ve cefasına
katlanma, iltifat, hediye vs. Bunu yapabilen, hem
dünyada hem ahirette mükafaatını görecektir.
Dünyada felah, başarı, sıhhat, takdir ve sevgi, ahirette
Cenâb-ı Hakk'ın mağfiretine mazhariyetle necat ve
kurtuluş. Bu iki hadis-i şeriften öğrendiklerimiz:
1- İyilikler, kötülükleri ya büsbütün ortadan
kaldırmak ya da iyiliğe dönüştürmek suretiyle yok
eder.
2- Güler yüz göstermek, zarar vermemek,
iyiliklerin yaygınlaşmasına gayret etmek ve kendisine
yapılmasını istemediğini başkalarına yapmamak,
insanlarla güzel geçinmek demektir.
3- Takva ya da ALLAH Teâlâ'ya karşı saygılı
olmak, Müslümanı her türlü kötülüklerden koruyacak
üstün bir meziyettir.
4- Her yer ve şartta ALLAH Teâlây'a karşı
saygılı olmak, murakabe şuurunun göstergesidir.
42
Ekim 2010
değildir. Fakat bu fikir doğru değildir. Ahlâk; ister
yaratılıştan gelsin ve ister kimilerin dediği gibi
insandaki gelişimin neticesi veya kabiliyetinin bir eseri
olsun herhalde düzeltilmesi mümkündür.
Bilindiği üzere, bir meyve çekirdeğinin büyük
bir kabiliyeti vardır. Bu çekirdek, nice ağaç ve meyve
verme gücüne sahiptir. Bu çekirdek yetiştirildiği
taktirde nice ağaçlar elde edilir, o ağaçlar yeşil
yapraklar, rengarenk çiçeklerle bezenir ve çeşit çeşit
meyveler verir. İşte insanda da tohum halinde ahlâk
kabiliyeti vardır. İnsan çalışır, nefisle mücadelede
bulunursa kendisindeki bu kabiliyet açığa çıkar, güzel
ahlaklar meydana gelir ve kötü ahlaklar yok olup
gider veya pasif halde kalıp aktif hale geçmez.
Düşünmelidir ki, bir takım vahşi hayvanlar bile
terbiyenin tesiriyle adeta tabiatlarını değiştiriyorlar ve
evcil hayvanlar arasına giriyorlar. Bir takım yabani
bitkiler dahi terbiye sayesinde başka bir renk ve
canlılık ile bahçelerimizi süslüyorlar.
Yukarıda zikredilen, A'lâ suresi, 14 ve 15. Ayeti celilesinden, insanların felaha ermesinin başlıca üç
şeye bağlı olduğu güzelce anlaşılmaktadır. Bu üçü de;
Tezekki yani iyice temizlemek, arınmak, ALLAH
Teâlâ'yı zikretmek ve namaz kılmaktır.
Tezekki'den maksat: İnkâr ve isyandan arınmak,
ALLAH Teâlâ'nın emrettiklerini tutup yasaklarından
kaçınmaktır. Şirkten, kötü ahlâktan temizlenmek,
ALLAH Teâlâ'nın Resûlü'ne indirdiği hükümlere tabi
olmaktır. Salih amelleri yapmaktır. Zekâtı, fitreyi
vermektir. Küfürden, batıl inançlardan uzaklaşmaktır.
Şüphesiz ki, gerçek arınma, her türlü maddi ve
manevi kirlerden, lekelerden sıyrılıp kalbi ve vicdanı,
duygu ve düşünceyi berraklaştırıp tertemiz tutmaktır.
Böylesine kapsamlı ve anlamlı bir arınmanın
mükâfatı ise, Cennette ebedî mutluluğa erişmektir.
Hakiki imân, kalbi her türlü şirkten, inkârdan, şüphe
ve nifaktan boşaltıp arındırır ve orayı ilahî tecellinin
aynası haline getirip feyiz ve rahmet kaynağı kılar. Hiç
şüphe yok ki, insan aslında düzgün bir tabiata
sahiptir. Uluhiyet fikrini kavramıştır. Artık insana, bu
düzgün tabiatına aykırı bir harekette bulunması, kötü
inanç ve ahlâkla kendini kirletmesi hiç yakışır mı?
İnsan, kendisini batıl inançlardan temizlemeye
çalışmalı, ahlâkını da düzeltmeye gayret göstermelidir.
Kimi insanlar derler ki: Ahlâk denilen ruhi melekeler,
yaratılıştan gelmektedir; bunları değiştirmek mümkün
Eylül 2010
Yine bazı adi taş parçaları da kapkara bir halde
iken yapılan işlemler sayesinde parlıyor. Birer pırlanta
ve elmas olarak gözlerimizi kamaştırıyor. Öyleyse en
seçkin varlık olan insanın ahlakı niçin düzelmeye
müsait olmasın?
İnsanların ahlâkı değişebilir. Çirkin huyları güzel
huylara değiştirmeye “tehzibi ahlâk” denir. Bu
değiştirme, mümkündür. Mümkün olmasaydı,
Nebiyyi Zişan Efendimiz: “Ahlâkınızı güzelleştiriniz.”
diye emretmezdi.
Nefisleriyle mücadele eden bir nice zatların ne
güzel huylar kazandıkları daima görülmektedir.
Riyazet, terbiye; hayvanlara, otlara, çiçeklere, hatta
taşlara tesir edip dururken insanlara tesir etmez mi?.
“Huy canın altındadır, can çıkmadıkça huy
çıkmaz” sözü her yönüyle doğru değildir. Gerçi bazı
huyları değiştirmek güçtür. Fakat imkansız değildir.
Tedavi sayesinde bazı hastalıklar, tesirsiz bir hale
geldiği gibi, terbiye ve mücadele sayesinde de bazı
huylar, hiç olmazsa tesirini gösteremez bir hale gelir,
güzel huyların karşısında siner, kalır.
Güzel inanç ve güzel ahlaktan mahrum olmak
ne büyük bir felakettir! Beşeriyetin saadeti, güzel
inanç ve güzel ahlakla ayakta durur. Beşeriyetin
felaketi de güzel inanç ve güzel ahlaktan mahrum
olmanın kaçınılmaz bir neticesidir.
ALLAH Teâlâ’yı bilen ve O'na inanan insanlar,
kendilerini bir takım dini hükümlerle sorumlu bilirler,
43
bunlara uyar ve kötülük işlemeye o kadar cesaret
edemezler, bazen etseler de hemen tevbe ve istiğfar
ederler. Çiğnedikleri hakları yerine getirmeye
çalışırlar.
Evet olgun bir Müslüman başkalarının
mallarına, canlarına ve namuslarına tecavüz edemez.
Herkesin emniyet ve huzur içerisinde yaşamasını
ister. Halbuki ALLAH Teâlâ’yı inkâr eden birisi, kendi
nefsinin isteklerine uyar, bu sebeple de her türlü
kötülüğü mübah görür, insanların malına, canına ve
mukaddesatına el uzatmaktan geri kalmaz, kendi
alçak duygularını tatmin etmek için her türlü
ahlaksızlığı meşrulaştırır. Çevrenin saadet ve
selametini düşünmez. Onun yegane gayesi kendisinin
hayvanca yaşamıdır.
Böyle bir kimse, dinden ve ahlaktan mahrum
olduğu için bütün insanları da kendisi gibi bu
mukaddesattan mahrum görmek ister. Bu alçak
hedefi uğrunda, insanlık aleminde bir arsızlık devri
başlayana, namus ve fazilet kalkana ve de
mukaddesattan eser kalmayana dek didinip durur.
Dünya tarihi gösteriyor ki, hangi millette böyle
sapıklar, ahlakî değerlerden mahrum olanlar
türediyse o milletin ahlakı ve birliği bozulmuş, kuvveti
ve direnci kırılmış ve sonunda da yok olup gitmiştir.
Sonuç olarak, dinsizlik ve ahlaksızlık akımı, bütün
beşeriyet için bir falâket ve en büyük beladır. Bu
44
zararlı akımın önü alınmadıkça, insanlık alemi için
kurtuluş ümidi yoktur.
İnsan güzel inanca ve güzel ahlaka sahip
olmalıdır ki, hem dünyada hem de ahirette felaha ve
kurtuluşa erişebilsin. Bu da kuru laf ile değil, dinin
talimatı gereğince ciddi bir şekilde çalışmakla elde
edilir. Bir zat ne güzel demiştir:
“Kurtulmak istiyorsun. Ama kurtuluş
yolundan gitmiyorsun. Gemi kuru yerde
yüzmez bilmiyor musun?”
Gerekeni yapmak ve doğru yolu takip etmek
lazımdır. Dolayısıyla selamet ve saadet sahiline
kavuşmak isteyenler, hak dine, üstün ahlaka sarılmalı
ve bunların gösterdiği yoldan ayrılmamalıdır.
Sonuç olarak, insanın kurtuluşa ermesi için
arınması lazımdır. Ancak sadece bu yeterli olmayıp
bedeni ibadetlere de ihtiyaç vardır. İşte:
“Ve Rabbinin ismini zikredip de namaz
kılmıştır”9 ayet-i kerimesi bunu ifade etmektedir.
Hiç şüphesiz zikrullah çok büyük bir yücelik
taşımaktadır. Zikrullah, kalbin cilası, ruhun gıdasıdır.
İnsan Cenâb-ı Hakk'ı sürekli zikretmelidir.
Gafilce yaşamak insana yakışmaz. ALLAH
ALLAH demek, Kur’an-ı Kerîm'i okumak, kelime-i
Ekim 2010
tevhide devam etmek zikirdir. ALLAH Teâlâ'nın
kudretinin eserlerini ve büyüklüğünü düşünmek,
hatta bayram sabahı camiye giderken ve bayram
namazını kılarken alınan tekbirler dahi zikirdir.
Namazın dahi yüce bir ibadet olduğu
bilinmektedir “Ve Rabbinin ismini zikredip de
namaz kılmıştır” ayet-i kerimesindeki “namaz
kılmıştır” fiili genel olarak zikredildiğinden bu; hem
farz namazları, hem de vacip olan bayram
namazlarını içerir.
Namaz, ALLAH Teâlâ'yı yüceltmek, anmak ve
O'na karşı ibadet borcunu ödemek O'ndan rahmet ve
hidayet dilemektir. Namaz, ibadetin en olgun şeklidir.
Zira insanı ruh temizliğine götürecek bu ibadetten
önce beden ve elbise temizliği farz kılınmıştır.
“ALLAHu ekber=ALLAH en büyüktür” sözüyle,
ALLAH Teâlâ'dan başka düşünceler atılır, gönül
yalnız ALLAH Teâlâ'yı anmaya yöneltilir. “ALLAHu
ekber” sözüne tahrime denir ki ALLAH Teâlâ'dan
başka şeylerle uğraşmayı haram kılmak demektir.
Rükünden rükne geçildikçe bu tekbir tekrar
edilir. ALLAH Teâlâ'nın huzuruna duran Mü’min her
rek'atte Fatiha'yı okuyarak övgü ve ibadetin yalnız
ALLAH Teâlâ'ya yapılacağını, hidayet ve rahmetin
yalnız O'ndan bekleneceğini söyler, rüku ve
sücûdunda ALLAH Teâlâ'yı tesbih eder. Namaz, iman
ve takvanın bir gereğidir. Namazı huşu içerisinde ve
vaktinde kılmak lazımdır. Namazın ahlâkî ve sosyal
faydaları da bulunmaktadır.
Hiç kuşkusuz iman ve kalb huzuru ile kılınan
namaz, insanı kötü düşüncelerden, korku ve
ıstıraptan kurtarır. O insan dünya için üzülmez,
ALLAH Teâlâ'dan başka yarar ve zarar veren görmez.
Herşeyi ALLAH Teâlâ'dan bilir, yalan ve nifaktan
utanır. Her an kendisini ALLAH Teâlâ'nın huzuruna
durmaya hazırlar.
Namaz; haramlardan, kötülüklerden, çirkin
işlerden meneder. Sabırsızlıktan, huysuzluktan
sakındırır, yüksek ahlâk ile bezendirir. İnsanı daima
ALLAH Teâlâ duygusunun kontrolu altında tutar ve
bu kontrol altında hayat yoluna devam eden insan
da her an önüne çıkması muhtemel olan haram
engellere ayağını taktırmadan ve günah çamuruna
bulanmadan emniyet içinde yürüyebilir.
Resûlullah (S.A.V.) Efendimizin bir evin
önünden akan pırıl pırıl temiz bir suya benzettiği10
namaza devam edelim ki, o, bizim büyük
günahlardan korunmamıza ve arada vaki olacak
küçük günahlarımızdan da af olunmamıza sebep olur.
Kısacası, tertemiz kalabilmek için dinen
yapılması caiz olmayan şeyleri yapmamak, dinen
yenilmesi-içilmesi haram olan şeyleri yememekiçmemek, dinen giyilmesi, kullanılması caiz olmayan
şeyleri giymemek, kullanmamak, alınması-verilmesi
haram olan şeyleri almamak-vermemek gibi
hususlara, kısacası ALLAH Teâlâ’nın emir ve
yasaklarına riayet etmek gerekir.
Yapmış olduğumuz ibadet ve taatlerimizin
kabulünü şu geri kalan ömrümüzü kamil iman ve o
imanın gereği olan salih amelle birlikte sıhhat, afiyet
ve ferahlık içerisinde geçirilmesini ve daha birçok
Ramazan’lara, bayramlara kavuşmamızı Cenâb-ı
Hakk’tan dua ve niyaz ederiz.
.....................................................................
1)Buhari, İman: 28, Leyletu'l-Kadr: l, Savm: 6; Müslim, Sıyam: 3, 20, Müsafirin:175;
Ebu Davud, Ramazan: l, Savm: 57; Tirmizi, Savm l, Cennet: 4; Nesai, Sıyam: 39; İbn-i
Mace, İkame:173; Sıyam:2, 33; Darimi, Savm:44, A.b.Hanbel, 2/232 2)A’la sûresi: 1415 3)Tirmizi, Birr: 55, No: 1987 4)Nisa Sûresi:1 5)Bak. Hûd Sûresi:114 6)Bak. Furkan
sûresi: 70 7)Mutaffifin sûresi: 14 8)Tirmizi, Tefsir, No: 3334, İbn-i Mace, Zühd: 29, Ahmed
b. Hanbel, 2/297 9)Âlâ Sûresi:15 10)Bak. Buhari, Mevakîtu’s-Salah: 5
Ekim 2010
45
Allah’ın Üç
İsmi
üce Allah Nas Suresi’nin başında üç
ismini zikreder; bunlar Rab, Melik ve
İlah isimleridir. Yüce Allah; “Rab”
oluşuyla “AHLAK” ve “HUKUK”, “Melik”
oluşuyla “YÖNETİM”, “İlah” oluşuyla da
“İBADET” alanına taalluk eder. Yani bu
alanlarda söz söyler. Bu alanlar İslam’ın temel
konularıdır aynı zamanda. Bunların her birisi
diğerinden bağımsız olmadığı gibi hele ki söz
konusu din İslamiyet olunca, bunları birbirinden ayırmak çok daha zordur. Allah’ın sadece
“İlah” olduğunu söylemek dini sadece “ibadet”ten ibaretmiş gibi görmeye; sadece
“Rab” olduğunu söylemek dini salt bir ahlak
ve hukuk doktrini olarak algılamaya sebep
olur.
Y
Aydın BAŞAR
İslamiyet dini, sistemlere
“doğru öğreti” diye de tabir
edebileceğimiz üst değerleri
yani adalet esasına dayanan
değişmeyen tümel ilkeleri
verir. Bir sistem temel esaslarını İslam’dan alıyorsa o sistem İslamî bir sistemdir,
almıyorsa batıl bir sistemdir.
46
Ahlak ve hukuk alanlarını birbirinden
ayırmak mümkün değildir. Burada “Rab”,
“terbiye edici” anlamı taşıdığı için “ahlak”
alanına, “düzen koyucu” anlamı itibariyle
de “hukuk” alanına taalluk eder. Aslında
hukuk alanının “hüküm” ve “hikmet” gibi
aynı kökten gelen iki kavramla da ilgisi vardır.
Bu nedenle Rab isminin “hükümdar” anlamına gelen “Melik” ismiyle de alakası vardır. Yani bu isimlerin yeryüzündeki tecelli
alanları iç içedir. “Melik” ise yönetici demektir. “Mülk” de yönetim demektir. Hz
Ekim 2010
Ömer “Adelet mülkün temelidir” derken ideal bir
yönetimin adalet esasına dayanması gerektiğini söylemek istemiştir.
Din Ve Devlet
Kur'an’ın bize bir devlet sisteminden bahsetmediği, İslam dininin sınırları beli bir “sistem”i önermediği. Kur'an’da veya hadis-i şeriflerde tarif edilmiş bir
“sistem önerisi”nin olmadığı veya “devletinizi kurun”
şeklindeki bir emrin söz konusu olmadığı söylenilebilse de Kur’an’ın bu alanlardaki bazı işaretleri ve Hz
Peygamber’in de bazı fiili sünnetleri söz konusudur.
Mesela Kur’an “ye’muru bil adl” der, yani adaleti emreder. Adaletin tesisi için ise düzene ve devlete ihtiyaç vardır.
Diğer taraftan Kur'an bize terbiye eden bir
“Rab”, hüküm koyan bir “Hakim” ve yöneten bir
“Melik”ten bahseder. Yine Kur'an ve hadisler, bir
takım hukukî ilke ve kuralları vaz’ederler. Hatta
Kur'an’da “yönetim” ile ilgili bazı emirler de söz konusudur. (Ulul emre itaat konusu) Demek ki dinin bu
yönlerinin yaşanabilmesi için orijinal bir sisteme ihtiyaç vardır. Bundan dolayıdır ki Efendimiz’in Hicret’ten sonraki ilk işi Medine’de bir Site Devleti’ni
kurmak olmuştur. Bu olayı; Efendimiz’in yönetim alanıyla da ilgilendiğini gösteren fiili bir sünneti olarak
değerlendirmek münasiptir. Müslümanların siyasetle
uğraşmalarını yadırgayanların bu fiili sünneti hatırlamalarında fayda olabilir. Eski âlimlerimizin “devletin dini olmaz” gibi söylemlere itibar etmemeleri,
bunun tam tercine “devletsiz din, dinsiz devlet
olmaz” demeleri oldukça dikkat çekicidir.
Kur'an’ın bir üst referans olması ve sistemlerin
fevkinde bir konumda yer alması hasebiyle ismen bir
sistemden bahsetmese bile olması öngörülen sistemlere tümel ilkelerini veren bir konumdadır. Aynı zamanda hırsızlık cezası, miras dağıtımı gibi konularda
bazı hukuki tikel ilkelerden de bahseder. Kur’an’ın bu
konulardan bahsetmesinin sebebi, arşivleri kalın
İslam hukuku kitaplarıyla doldurmak veya o kitapları
nostalji olsun diye okunması için değildir. Elbette bu
ilkeler toplumsal hayatın her alanında kullanılmak
için vardır. “Bunlardan yararlanalım” diyenlere
kimsenin tepeden bakmaya da hakkı yoktur.
Bir yerde güzel bir şey var ve ona sırf dini bir
metinde geçtiği için hor bakılıyorsa bu durum Müslüman açısından kabul edilebilir bir durum değildir.
Çünkü Müslümanların parçasını oluşturdukları düzen
Yüce Allah’la barışık olmak zorundadır. Yani sistem
adalet esasına dayanmalıdır. Çünkü Kur’an’ın yönetim alanında bizden istediği en önemli ilke budur.
Adalet ise kuşkusuz islam’dadır.
Hukuk Devleti İdeali
Bu hedefe ulaşmak için ise –Batılı anlamda
değil bizdeki “hak” kelimesinin cemisi/çoğulu olan
hukuk anlamında- “hukuk devleti” idealinin gerçekleşmiş olması gerekir. Molla Sadra on yedinci yüzyılda insan hakları ve hukuk devletinin bir zaruret
olduğunu şöyle açıklamaktadır: “Yeryüzünde bütün
insanlık bireylerinin meydana getirdiği toplum en
büyük (uzma) toplumdur. Hayr-i efdal ve kemal-i
aksa (En üstün iyilik ve varılabilecek en ileri aşamadaki olgunluk) Medine-i fazıla (Hukuk Devleti) ve
ümmet-i fazıla (Hukuk Devlet’inin bilincine varmış ve
onu kurabilmiş toplum) ile elde edilir.
Böyle bir toplumda bu toplumun kentleri gerçek hedefe ve gerçek Hayr’a ulaşmak için birbirlerine
Ekim 2010
47
yardımcı olurlar. Yoksa Medine-i nakısa (Hukuk Devleti olmayan devlet türleri) ve ümmet-i cahile (Hukuk
Devleti bilincine varamamış ve zorbaların tahakkümü
altında kalmış toplum) ile Hayr’a ulaşılmaz. Böylesi
toplumlarda Hayr’a değil Şer’re ulaşmak için insanlar
birbirine yardımcı olurlar.” (Hatemi, İnsan Hakları
Öğretisi, İstanbul, 1988, s. 304)
Tarih boyunca Müslümanlar birbirinden farklı
birçok sistemler kurmuşlardır. Misalen Devlet-i Osmaniye’nin kendisine “İlayı Kelimetullah” vazifesini yüklediği bir yönetim sistemi vardır. Bu sistem
tüm eleştirilere rağmen İslamî bir sistemdir. İslamîdir
fakat bu sistem İslam’ın sistemi veyahut İslam’ın bizzat kendisi değildir.
Emeviler ve Abbasiler’in sistemleri için de aynı
şeyleri söyleyebiliriz. İslamiyet dini, sistemlere
“doğru öğreti” diye de tabir edebileceğimiz üst değerleri yani adalet esasına dayanan değişmeyen
tümel ilkeleri verir. Bir sistem temel esaslarını İslam’dan alıyorsa o sistem İslamî bir sistemdir, almıyorsa batıl bir sistemdir.
Batıl sistemlerde Yüce Allah’ın “El Adl” isminin tecellisi olan bu ilkelerinin yerine yapay akıl dininin izafi doğruları benimsenilir. Bu da yeryüzünde
48
adaletin yerini zulmün aldığı anlamına gelir. Birçok
İslam arifi gibi Farabi de bu ilkelerden bahsetmiştir.
“Farabi adaletin ancak ‘doğru öğreti’ ile anlam
kazanacağını yoksa ‘hukuk devleti’ (medine-i
fazıla) olmayan bir düzende galibin mağlubu
sömürmesinin adalet sayılabileceğini, gayet
isabetli olarak belirtir.” (Hatemi, Hukuk Devleti
Öğretisi, s.217)
İnsanın Hilafeti
Kuran-ı Kerim, Allah’ın insanları halife olarak
yarattığını söyler. (Bakara, 30) İnsanın hilafeti onun
yeryüzüne hükmetme ve ona bir şekil verme yetkisidir. İnsan, aklı sayesinde bunu yapar. Zaten akıl sahibi olmasından dolayı, ona hilafet sorumluluğu
yüklenmiştir. İnsan yeryüzünü işleyecek, imar edecek
ve onu yönetecektir de... Ancak bunu yaparken mutlak yöneticinin “Melik” olan “Rab” olduğunu inkâr
edemez.
Bunu inkâr etmesi demek, Melik’in mutlak egemenliğini inkâr etmesi demektir. İşte “kafir” bu inkarı
yapan kişidir. “Mümin” ise Allah’ın “İlah” ve “Rab”
ismini göz ardı etmediği gibi diğer isimlerini ve
“Melik” ismini de göz ardı etmez. Yeryüzünde hükmeden mutlak hükümdarın “Melik’în nas” ve “Ehka-
Ekim 2010
dahi sokağa taşmamalı, uygar gözleri incitmemelidir.” (Hukuk Devleti Öğretisi, İstanbul, 1989,
s.274)
Allah’a Kul Olmak
Suredeki “İlahin nas” (insanların ilahı) ifadesi
ile ilgili olarak da şunları söyleyebiliriz: “İlah” ismi
Yüce Allah’ın “ibadet” alanına taalluk eden ismidir.
İbadet ise niyetlere göredir. Yani insanın yapıp ettiği
bütün işler eğer temelde Yüce Allah’ın hoşnutluğunu
kazanmaya yönelik ise bir ibadet hükmüne geçer.
mul hakimin” (Bkz. Tin Suresi) olduğunu yani
O’nun insanların Melik’i ve Hakim’i olduğunu kabul
eder.
Kur'an’da insanların yeryüzündeki hilafetinden
bahsedilmesi bizi bir kez daha yönetim alanında düşünmeye sevk eder. İnsana verilen hilafet vazifesi sayesinde insan yeryüzünde hükmeder. Pratikte
hukukunu kendisi yapsa bile dayandığı ilkelerini Mutlak Hükümdar’dan almak zorundadır. Zira bir
mümin, Rabbi’nin her alandaki buyruklarına önem
vermek durumundadır.
Onun her alanda Rabb’ini önemsemesi halifeliğini gerçekleştirmesi, önemsememesi ise hilafet görevini “adl”in üzerine değil “zülm”ün üzerine
kurması ve görevini kötüye kullanması demektir. Bu
konuda Hatemi şöyle der: “Dinin hukuk alanında
da etkilerinin olabileceğini tespit etmiş oluyoruz. Ne var ki batı demokrasilerinde yaygın
olan kanıya göre de İslam değerler felsefesi
olarak itibar görmeye bile elverişli bir din değildir. Sadece dar anlamda ibadet törenleri alanına itilmeli ve kilitlenmelidir. Bu alanda bile
haddini bilmeli, bayram ve cuma namazlarında
Ekim 2010
İbadette asıl olan kulluğa şirkin bulaştırılmamasıdır. O halde insanların İlahı olan Yüce Allah’a inanıyor ve O’nu ibadete layık yegâne zat olarak
biliyorsak mevcut putları reddettiğimiz gibi, her gün
kendi ellerimizle yeni putlar da yontmamalıyız. Bu
putlar ne atalarımızdan miras kalan yanlış geleneklerin ve yanlış inançların hamurundan olsun ne de modernite çamurundan imal edilmiş olsun. Her ikisi de
bizi tek mabudumuz olan Rabbül Alemin’den uzaklaştıracaktır.
O halde niyetlerimizi sorgulamakta acele etmemiz gerekir. Şu âlemde niyetlerimiz Allah’ın rızasını
kazanmak değil ise bizim başka putlarla alakamız var
demektir. Davranışlarımıza yön veren değer yargılarını ve yaşam tarzımızı atalarımızın yanlış inançlarından alıyorsak menfi bir gelenek putuna, yok
modernitenin yeni yumurtladığı anlayışlardan alıyorsak modernite putuna “abd” (kul) olmuşuz demektir.
İslam’ın değer yargılarına “rabt” (bağlı) olmadan
Yüce Allah’a “abd” olamayız.
Bunun için de Yüce Allah’ı tanırken parçacı
yaklaşımlarla değil O’nu tüm isimleri ile birlikte tanımalıyız. Evet! Allah Teala hem Rab’dir, Hem
Melik hem de İlah’tır. Nas Sûresi’nde bahsedilen
şer odaklarından ve tüm karanlık güçlerden kurtulmanın çaresi de, bu üç ismi bir arada idrak
etmek ve Allah’la barışık bir düzeni desteklemektir.
Yani Yüce Allah’ı hem Rab, hem Melik hem de
İlah olarak bilmek ve bu isimlerin taalluk alanları
olan İbadet, Hukuk, Ahlak ve Yönetim alanlarından O’nu çıkarmaya yeltenmemektir. Başka bir
ifadeyle şirke bulaşmamak ve böylece hakiki bir
Müslüman olarak tertemiz kalmaktır.
49
Davet
Öncüsünden
Davet
Örnekleri…
llah Resulü'nün, Ebu Cehil'i daveti...
Muğire bin Şube anlatıyor: "Resulullah (sav)'ı ilk tanımam şöyle olmuştur:
"Mekke sokaklarının birinde Ebu Cehil bin
Hişam'la beraber yürürken yolda Allah Resulüne rastladık. Peygamber: "Eb'ul Hakem!
Allah ve Resulüne gel, seni Allah'a çağırıyorum" dedi
A
Salih AYDIN
"Ey Harb oğlu Ebu Süfyan! Ey
Utbe kızı Hind! Vallahi öleceksiniz, sonra diriltileceksiniz. Sonra iyiler cennete,
kötüler cehennem ateşine girecek. Ben size gerçeği söylüyorum. Hakikat siz ilk
uyarılanlardansınız."
50
Ebu Cehil ise: "Ey Muhammed! Tanrılarımıza dil uzatmaktan vazgeçecek
misin? Yalnız senin getirdiğine şahitlik
etmemizi mi istiyorsun? Biz senin vazifeni yaptığına şahitlik ediyoruz. Vallahi,
söylediklerinin gerçek olduğunu bilsem
elbette sana uyarım" dedi.
Resulullah (sav) gidince, Ebu Cehil
bana dönerek: "Onun söylediklerinin gerçek
olduğunu kesinlikle biliyorum. Fakat beni
men eden şey şu: "Kusayy oğulları* Hicabet
(Kâbe'nin koruyucusu) bizde dediler. Peki
dedik.
Sikayet (Hacılara su verme vazifesi)
bizde dediler, peki dedik. Nedve (Meclis)
bizde dediler, peki dedik. Sonra onlar yemek
verdiler, biz de verdik. Sonunda bir konuda
onlarla tam eşitliği sağlamışken, onlar; "Peygamber de bizden" diyorlar. Hayır! Vallahi
bunu yapamam. [Beyhaki]
Ekim 2010
* Kusayy: Peygamberimizin dördüncü atasıdır.
Kureyşlileri bir araya getirip soylarını birleştirmiş, hükümdarlığı Huzailerden alıp Kureyşlilere vermiş, Kureyş'in şerefinin temelini atmıştı.
Allah Resulü'nün Velid bin Muğire'yi daveti...
İbn Abbas (ra) anlatıyor: "Bir gün Velid bin Muğire, Allah Resulüne geldi. Resulullah Kur'an okudu.
Velid, etkilenir gibi. Durumdan haberdar olan Ebu
Cehil, hemen Velid'in yanına gitti ve: "Amca! Kavmin aralarında sana mal toplamak istiyorlar"
deyince, Velid, niçin diye sordu. Ebu Cehil: "Sana verecekler. Çünkü Muhammed'e gitmişsin. Onun tarafından gelecek teklifi kabul etmemen için"
Ebu Cehil'in bu sözleri üzerine Velid şöyle dedi:
"Kureyş bilir ki, içlerinde en fazla serveti olan
benim"
Ebu Cehil: "Öyleyse Muhammed hakkında
öyle bir söz söyle ki, kavmin ona inanmadığını
bilsin" deyince.
Velid: "Ne söyleyeyim? Vallahi, içinizde şiir, şiir
kaidelerini, cinlerin şiirlerini benden iyi bilen yoktur.
Vallahi, Muhammed'in söyledikleri bunlardan hiçbirine benzemiyor. Vallahi, onun söyledikleri içinde bir
parlaklık var. Sözlerinin doruğu meyveli, dibi derin.
Bu sözler yükselecek, üstüne hiçbir söz çıkamayacak.
O, altında kalanları ezecek.
Velid'in bu sözlerine öfkelenen Ebu Cehil:
"Onun aleyhinde konuşmadıkça kavmin senden hoşnut olmayacaktır" dedi.
Velid: "Dur biraz düşüneyim" dedi ve biraz
düşündükten sonra "Bu sihirbazdan öğrenilip rivayet edilen bir sihirden başka bir şey değildir"
dedi. Bu hadise üzerine Müddesir suresinin 11 ila 31.
ayetleri nazil oldu. [Beyhaki]a
Allah Resulü'nün, Ebu Süfyan ve karısını daveti...
Muaviye anlatıyor: "Bir gün babam Ebu Süfyan, atının terkisine annem Hind'i alarak arazisini dolaşmaya çıktı. Ben delikanlıydım. Eşeğimin sırtında,
önlerinde yürüyordum. Derken Allah Resulü (sav)'ın
sesini duyduk.
Babam Ebu Süfyan: "Muaviye, sen in de Muhammed binsin" dedi. Ben indim, Allah Resulü bindi
ve yavaş yavaş önümüzden yürüdü. Sonra bize
döndü ve: "Ey Harb oğlu Ebu Süfyan! Ey Utbe
Ekim 2010
kızı Hind! Vallahi öleceksiniz, sonra diriltileceksiniz. Sonra iyiler cennete, kötüler cehennem ateşine girecek. Ben size gerçeği
söylüyorum. Hakikat siz ilk uyarılanlardansınız." dedi ve sonra Fussilet suresinin 1 ila 11. ayetlerini okudu.
1) "Hâ. Mîm.
2) (Kur'an) Rahmân ve Rahîm olan Allah katından indirilmiştir.
3) (Bu,) bilen bir kavim için, ayetleri Arapça
okunarak açıklanmış bir kitaptır.
4) Bu kitap müjdeleyici ve uyarıcıdır. Fakat onların çoğu yüz çevirdi. Artık dinlemezler.
5) Ve dediler ki: Bizi çağırdığın şeye karşı kalplerimiz kapalıdır. Kulaklarımızda da bir ağırlık vardır.
Bizimle senin aranda bir perde bulunmaktadır. Onun
için sen (istediğini) yap, biz de yapmaktayız!
6) De ki: Ben de ancak sizin gibi bir insanım.
Bana ilâhınızın bir tek İlâh olduğu vahy olunuyor.
Artık O'na yönelin, O'ndan mağfiret dileyin. Ortak
koşanların vay haline!
7) Onlar zekâtı vermezler; ahireti inkâr edenler
de onlardır.
8) Şüphesiz iman edip iyi iş yapanlar için tükenmeyen bir mükâfat vardır.
9) De ki: Gerçekten siz, yeri iki günde yaratanı
inkâr edip O'na ortaklar mı koşuyorsunuz? O, âlemlerin Rabbidir.
10) O, yeryüzüne sabit dağlar yerleştirdi.
Orada bereketler yarattı ve orada tam dört günde isteyenler için fark gözetmeden gıdalar takdir etti.
11) Sonra duman halinde olan göğe yöneldi,
ona ve yerküreye: 'İsteyerek veya istemeyerek,
gelin!' dedi. İkisi de 'İsteyerek geldik' dediler."
Ebu Süfyan: "Ey Muhammed! Sözlerini bitirdin mi? Dedi. Allah Resulü: "Evet" deyip merkepten indi. Sonra ben bindim. Annem Hind, Ebu
Süfyan'a dönerek:
"Şu büyücü için mi oğlumu eşeğinden
indirdin" dedi. Ebu Süfyan da: "Vallahi, o ne
sihirbazdır ne de yalancıdır" karşılığını verdi.
[Taberani]
51
Muhabbet Bahçesi
*H.Z. ŞUAYB
Kuran’da adı geçen peygamberlerden. Medyen ve Eyke halkına peygamber olarak gönderildi.
Bu iki ülkede ayrı ayrı mücadelede bulundu. Bu
iki toplumla yaptığı mücadelesi, çeşitli ayetlerde
geçmektedir.Medyen ve Eyke, dağlık ve ormanlık
olan iki ülke idi. Medyen toprakları, Hicazın kuzey
batısın da, oradan Kızıldenizin doğu sahiline,
güney Filistine, Akabe Körfezine ve Sina Yarımadasının bir bölümüne kadar uzanan bölgelerde yer
alır.Kur’an’ın Medyen halkı hakkında anlattıklarının önemini kavramak için, bu insanların, Hz. İbrahim’in üçüncü hanımı Katurah’tan olma oğlu
Midyan’ın soyundan geldikleri iddialarina dikkat
edilmelidir. Doğrudan doğruya onun neslinden
gelmemiş oldukları halde, tümü onun soyundan
olduklarını iddia etmişlerdir. Çünkü eski bir geleneğe göre, büyük bir zata bağlı olan herkes, daha
sonra yavaş yavaş onun torunları arasında sayılmaya başlanırdı. Nitekim Hz. İsmail’in (a.s) soyundan gelmemesine rağmen bütün Araplara
"İsmailoğulları" denmiştir. Hz. Yakub (a.s)’ n soyu
(israiloğulları) için de durum aynıdır. Ayni şekilde,
Hz. İbrahim (a.s’"in çocuklarından biri olan Midyan’ın etkisi altına giren tüm bölge halkına Bena
Medyen (Medyenogullari) ve onların oturduğu
yerlere de, Medyen bölgesi dendi (ez-Zirikl, Kâmûsû\"l-A\"Iâm, VI, 4244; Yakut el-Hamev,
Mu\"cemü\"l-Büldan, Beyrut 1956, V, 77).
Şuayb (a.s), Hz. İbrahim’in torunlarından
Mikâil’in oğludur. Annesi ise Hz. Lut’un kızıdır (etTaber, Tarih, Misir 1326,I, 167; es-Sa\"leb, elArâis, Mısır 1951, s. 164; M. Asım Köksal,
Peygamberler Tarihi, Ankara 1990, I, 327). Yüce
Allah’tan Şuayb (a.s)’a kitap veya sahife gönderilmedi. O, Âdem, Şit, İdris, Nuh ve İbrahim’e indirilen sahifeleri okudu ve onlarla tebliğde bulundu
(Ibn Asakir, Tarih, Beyrut 1979, VI, 322). Şuayb
(a.s) büyük bir hatipti. insanları güzel söz ve nasihatlarla aydınlatmaya çalıştı. Dolayısıyla ona peygamberler hatibi denilmiştir (ez-Zemahserî,
el-Kessâf, Kahire 1977, II, 118). Şuayb (a.s) aynı
52
zamanda Musa (a.s)\"in kayınpederi idi. Kızı Safura\"yı Musa (a.s) ile evlendirmişti (ibnü\"l Esir, elKâmil, Beyrut 1965, 177).
Şuayb (a.s)’in Peygamber olarak Medyen’e
gönderilmesi ve Medyenlilerle mücadelesi, Kuran’da söyle bildirilir: "Medyen’e de kardeşleri Şuayb’ı (gönderdik). Dedi ki: "Ey kavmim, Allah\"a
kulluk edin, sizin ondan başka ilahınız yoktur. Size
Rabbinizden açık bir delil geldi. Ölçüyü ve tartıyı
tam yapın, insanların eşyalarını eksik vermeyin,
düzeltildikten sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın. Eğer inanan (insan)lar iseniz böylesi sizin
için daha iyidir!... Ve her yolun başına oturup da
tehdit ederek insanları Allah yolundan çevirmeğe
ve O (Allah yolu)nu eğriltmeye çalışmayın. Düşünün siz az idiniz, O sizi çogalttı ve bakın bozguncuların sonu nasıl oldu!... Eğer içinizden bir kısmı
benimle gönderilene inanmış, bir kısmı da inanmamış ise, Allah aramızda hükmedinceye kadar
sabredin. O, hükmedenlerin en iyisidir" (el-A\"raf,
7/85,86,87).
Görülüyor ki Şuayb (a.s) onları Allah’a kulluk etmeye, insan Haklarına saygılı olmaya, her
türlü bozgunculuktan uzak durmaya ve bu yolda
sabırla hareket etmeye davet ediyordu. Fakat
Medyen halkı Şuayb (a.s)’in nasihatlerini dinlemediler ve kötü hareketlerinde daha ileri gittiler.
Onların bu isyan ve sapkınlıkları, Kuran’da şöyle
haber verilir. "Dediler ki: Ey Şuayb, senin söylediklerinden çoğunu anlamıyoruz, biz seni içimizde
zayıf görüyoruz. Kabilen olmasaydı, seni mutlaka
taslarla(öldürür)dük! Senin bize karşı hiç bir üstünlüğün yoktur!" (Hd 11/91). Şuayb (a.s) onların
bu taşkınlıklarına karsı nasihat ediyor ve onları
büyük bir azap ile kokutuyordu: (Şuayb onlara de
ki): Ey kavmim, size göre kabilem Allah’tan daha
mı üstün ki, O\"nu arkanıza atıp unuttunuz? şüphesiz Rabbim, yaptıklarınızı kuşatıcıdır. (Ondan bir
şey gizli kalmaz.) Ey kavmim, olduğunuz yerde
(yaptığınızı) yapın, ben de yapıyorum. Yakında
Ekim 2010
Yusuf ELİBOL
kime azabın gelip kendisini rezil edeceğini ve
kimin yalancı olduğunu bileceksiniz. Gözetin, ben
de sizinle beraber gözetmekteyim."(Hd, 11/92-93)
Her türlü mücadelede, tebliğ ve nasihate rağmen, Allah\"ın emirlerini dinlemeyen, zulüm, taşkınlık ve kötülükte ısrar eden Medyen halkı, azabı
hak etmişti: Derken o (müthiş) sarsıntı onları yakalayıverdi, yurtlarında diz üstü çöke kaldılar.
Şuayb\"ı yalanlayanlar, sanki yurtlarında hiç oturmamış gibi oldular. Şuayb’ı yalanlayanlar... iste ziyana uğrayanlar, onlar oldular" (el-A\"raf,
7/91-92). Medyen halkı, kafirlerin kaçınılmaz sonu
olan azaba maruz kaldıktan sonra Şuayb (a.s) onlara acımıştı. Bu durum, Kuran’da söyle bildirilir:
(Şuayb), onlardan yüz çevirdi ve dedi ki: Ey kavmim, ben size Rabbimin gönderdiği gerçekleri duyurdum ve size öğüt verdim. Artık kâfir bir kavme
nasıl acırım!.." (el-A\"raf, 7/93)
Buna göre, Allah’ın emirlerini dinlememede
ısrar eden ve bunun neticesinde Allah\"ın azabı ile
cezalandırılanlara acımamak gerekir. Çünkü bu cezayı hak etmiş oluyorlar. Şuayb (a.s) Medyenlilerle
beraber, Eyke halkına da peygamber olarak gönderilmişti. Onlarla da önemli mücadelelerde bulundu. Onlarla olan mücadelesi ve onların
isyankârlığı, Kuran’da şöyle özetlenmektedir. Gerçekten Eyke halkı da zalim kimselerdi" (el-Hasr,
15/78).
Eyke halkı da gönderilen elçileri yalanladı.
Şuayb, onlara demişti ki:(Allah’ın azabından)
korunmaz misiniz? Ben size gönderilen güvenilir
bir elçiyim. Artık Allah’tan korkun ve bana itaat
edin. Ben sizden buna karşı bir ücret istemiyorum.
Benim ücretim yalnız alemlerin rabbine aittir.
Ölçüyü tam yapın, eksiltenlerden olmayın. Doğru
terazi ile tartın. İnsanların haklarını kısmayın.
Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık
çıkarmayın. Sizi ve önceki nesilleri yaratan
(Allah)’tan
korkun"
(es-suar,
26/176,177,178,179,180,181,182,183,184).
Eykeliler, Şuayb (a.s)’in telkinlerine karşı ters
hareket ettiler.
Söz dinlemeyip isyanda
Ekim 2010
bulundular. Hatta, Şuayb (a.s)’a hakaret ettiler.
Onların bu isyanı, Kuran’da şöyle dile getirilir:
"Dediler: Sen iyice büyülenmişlerdensin. Sen de
bizim gibi bir insansın, biz seni mutlaka
yalancılardan sanıyoruz" (es-şuarâ, 26/185, 186).
Eykeliler bununla bile yetinmediler. Azab isteyecek kadar, ileri gittiler: "Eger doğrulardansan,
o halde üzerimize gökten parçalar düşür" (esşuarâ, 26/187) diyerek Şuayb (a.s)’a meydan okudular. Şuayb (a.s) onlara söyle cevap verdi:
"Rabbim, yaptığınızı daha iyi bilir" (es-şuara,
26/188). Yüce Allah da, onlara verilen azabı, söyle
haber veriyor: "O’nu yalanladılar. Nihâyet o gölge
gününün azabı, kendilerini yakaladı. Gerçekten o,
büyük bir günün azabı idi. Muhakkak ki, bunda bir
ibret vardır. Ama yine çokları inanmazlar" (esşuarâ, 26/189, 190).
Ayette söz konusu olan "gölge gününün
azabı" hakkında, müfessirler söyle bir açıklamada
bulunuyorlar: Eykeliler azap isteyince, Güneş yedi
gün müthiş bir sıcaklık yaydı. O sırada gökyüzünde bir bulut belirdi ve serin bir rüzgar esti. Eykeliler bulutun gölgesinde toplandılar. Birden o
buluttan bir ateş indi ve Eyke halkı yeryüzünden
silindi (el-Beydav, Envaru\"t-Tenzl, Misir 1955, II,
84).
Medyen ve Eyke halkı Hz. Şuayb’ı dinlemediler ve bunun neticesinde, yukarıda sunulan âyetlerde ifâde edildiği gibi helâk oldular. Allah’ı
dinlememenin, peygambere uymamanın ve yanlış
yollara sapmanın cezasını buldular. Şuayb (a.s),
kendisine uyanlarla birlikte Mekke’ye gidip yerleşti.
Orta boylu, buğday benizli biri olan Şuayb
(a.s), hayatinin sonuna doğru gözlerini kaybetmişti, amâ olarak yaşıyordu. Mekke’de vefât etti.
Türbesinin, Kâbe’nin batısın da, Darünnedve ile
Benu Semh kapısının arasında olduğu rivâyet edilir (et-Taberî, Tarih, Misir 1326, I, 167; Ibn Kuteybe, Kitabü\"l-Maârif, Beyrut 1970, s. 19: Ibn
Asakir, Tarih, Beyrut, 1979, VI, 322).
53
Görün Artık
Bu Gerçeği
izler kafamızda bir dünya kurduk ve
herkesin bu dünyaya ayak uydurmasını istiyoruz. Farklılıklara asla tahammül edemiyoruz. Herkes kafamızdaki bu
dünyaya göre yaşasın ve bizler gibi düşünsün
istiyoruz. Kendi doğrularımız var ve tek doğru
da bu. Bunun dışındakiler lafı güz ar. Bizim
gibi düşünmeyenler hain ya da cahil. Hainler daha çok kendi dünyalarından olduğuna
inandıkları kişiler arasından çıkmaktadır. Kendileri gibi görünüp de farklı düşünce beyan
eden kişi hemen hain damgası yer ve en acımasız bir şekilde eleştirilmeye başlanır. Yetmezmiş gibi dalga da geçerler. Onlar
insanların her şeyleri ile kendilerine tam itaat
etmesini isterler. Böyle yapmadığı zaman vay
onun haline. Mahalle baskısı diye ahkâm
kesip karşı tarafı suçlayanlar, başlarlar mahalle baskınını dik alasını yapmaya. Bırakın
baskıyı linç girişimine bile başlarlar. Bunun
yakın tarihimizdeki en güzel örneği Sezen Aksu’dur. Referandumda evet oyu vereceğini
açıkladı, diye başına gelmeyen kalmadı. Hem
de yıllarca baş tacı edenler tarafından. Sezen
Aksu’yla Sazan Aksu diyerek dalga geçtiler,
ona hakaretler ettiler. İzmir’de bir sokağa verilen “Sezen Aksu Sokağı” ismini bile değiştirmek istediler.
B
Hasan BAŞAR
Onların gözünde insanların değerli
olabilmesi için mutlaka kendileri
gibi düşünmeleri gerekir. Kendi saltanatlarını yıkacak her türlü fikir,
düşünce tehlikelidir. Ve en acımasız şekilde bastırılmalıdır.
Peki, bu linç girişimi ilk defa mı oldu?
Hayır! Son olacağını da sanmıyorum.Çünkü
bu zamana kadar yaşanan tecrübeler bizlere
bunu göstermiştir. Kemal Tahir “Devlet Ana”
54
Ekim 2010
romanını yazıncaya kadar saygı duyulan değer verilen bir sanatçı iken bu romanı yazdıktan sonra sanatçılığı tartışılır hale gelmiştir. Yine o malum çevreler
tarafından linç girişimine tabi tutulmuştur.
Necip Fazıl Kısakürek de hayatındaki o dönüşümden sonra da aynı akıbete uğramıştır. Yerlere göklere sığdıramadıkları Necip Fazıl gitmiş yerine sıradan
bir şair gelmiştir. Aynı alaycı tavır ona da sergilenmiş,
ama Necip Fazıl buna müsaade etmemiştir. Bir sohbet esnasında kendisiyle: “Üstat biz senin eski halini
de biliriz? Diyerek dalga geçmek isteyenlere: “Ben
geçmişimi çöpe attım. Çöpleri de karıştıranlar ancak
kedi ve köpeklerdir.” Diyerek tarihi bir cevap vermiştir. Bu zihniyet İstiklal Şairimiz Mehmet Akif’in hakkını
teslim etti mi? Hayır. Hatta ve hatta Mehmet Akif gibi
sanatçıların büyüklüğünden bahsetmek, sanatçılığının hakkını vermek onlar için dünyanın en zor işidir.
Zulümdür. Öyle ki onların övülmelerine asla tahammülleri yoktur. Nazım Hikmet ki dünya görüşü olarak Mehmet Akif’le yakından uzaktan alakası
olmayan bir insan, Mehmet Akif’in sanatçılık hakkını
teslim ederken malum bu zihniyet buna da sansür uygulamıştır. Nazım Hikmet “ Kurtuluş Destanı’nın da
şöyle söylemektedir:
…
Karşıda topçu ihtiyat ikinci mülazım Hasan
-Bizim istiklal marşında eksik bir şey var
Bilmem nasıl anlatsam
Akif büyük şair,
İnanmış adam,
Fakat onun
İnandıklarının hepsine inanıyormuyum?
….
Dizeleri ile devam eden şiirin orijinali bu şekilde
iken Akif’in büyük şairliğine tahammül edemeyen
zihniyet şiirdeki “Akif büyük şair” mısrasını çıkarmıştır.
Onların gözünde insanların değerli olabilmesi
için mutlaka kendileri gibi düşünmeleri gerekir. Kendi
saltanatlarını yıkacak her türlü fikir, düşünce tehlikelidir. Ve en acımasız şekilde bastırılmalıdır. Onların
içinde bulundukları ruh halini en güzel, üstat Yahya
Kemal Beyatlı söylemiştir. Orhan Veli Kanık’ın ağzından Yahya Kemal’in o teşhisi:
“Bir gün Yahya Kemal’le konuşuyordum.
Bana apartmanları göstererek dedi ki: Köşkleri var, arabaları var, halayıkları var. Fakat hiçbir zaman bizim duyduklarımızı duyamıyorlar,
bizim düşündüklerimizi düşünemiyorlar. Biz
düşünüyoruz, düşünülmüş halde kendilerine
anlatıyoruz; yine de anlamıyorlar.” ( Orhan Veli,
İnkılâpçı Gençlik, 12 Eylül 1942) Orhan Veli ile
Ekim 2010
Yahya Kemal demişken aynı zihniyet yine burada da
kendisini gösterir. Orhan Veli kullanılarak Yahya Kemal’le dalga geçilmeye çalışılır, onu küçümserler.
Orhan Veli ile Yahya Kemal arasında geçtiği rivayet
edilen olay şöyledir:
Bir gün Yahya Kemal’le Orhan Veli vapurda
karşılaşırlar. Orhan Veli aruzla yazdığı “Efsane” adlı
şiiri Yahya Kemal’e okur. O da : “Çok güzel.” der.
Sonra devam eder: “Orhan Bey, biraz daha gayret
etseniz, bu saha da bizi geçeceksiniz.” Orhan Veli de
güya şöyle der:
“Üstadım, biz bunları ciddiye almıyoruz
ki, karalama olsun, alay olsun diye yazıyoruz.”
Bakar mısın zihniyete, güya hem Yahya Kemal’le
hem de eski şiirlere dalga geçiyor. Hem de kimi kullanarak Orhan Veli’yi. Kullanarak kelimesini özellikle
kullanıyorum, çünkü bu olay yaşanmamıştır. Yaşansa
bile Orhan Veli böyle dememiştir. Çünkü kendisi
Yahya Kemal’in şahsına ve sanatına karşı derin bir
saygı duymaktadır. O Yahya Kemal için söyle der:
“İstanbul milletvekilliğini Yahya Kemal kazandı. Buna
sevinmek mi lazım bilmiyorum. Çünkü Yahya Kemal
şimdiye kadar birçok büyük mevkilerde bulundu. Bu
mevkilerin en büyüğü de Yahya Kemallik mevkii idi.
Baki’nin bir mısraını, derviş kendi başına sultan olup
gezer, Mısraını ihtimal onun kadar hiç kimse duymamıştır. Ben Yahya Kemal namına değil, daha çok, milletvekilliği namına seviniyorum.” (Orhan Veli, Ülkü, 1
Mayıs 1946)
Yine Orhan Veli onun için yine şöyle der:
“Yahya Kemal, belki o da bir bakıma bugünkü
dünyanın istediği şair değildir. Ama kim ne derse
desin, şairdir. Üstelik iyi şairdir de. Bence memleketimizde mücadele edilmesi gereken hayranlık Yahya
Kemal hayranlığı değildir.(…) Bugünkü Türk sanatına, meclis kürsülerinden iftira eden, adı şaire çıkmış
zavallılar var. Onlar karşımızda dururken gerçek şair
Yahya Kemal’e dil uzatmak benim elimden gelmiyor.”(Orhan Veli, Festival, Ocak 1950)
Ne güzel söylemiş değil mi Orhan Veli, “adı
şaire çıkmış zavallı” diye. Evet, etrafımızda kendini
aydın gören ve kendisinden başkasını küçümseyen o
kadar çok zavallı var ki, içine düştüğümüz bu hale
üzülmemek elde değil. Olayları saptırarak, olmayan
şeyleri olmuş gibi göstererek, her şeyi işlerine geldiği
gibi değiştirerek, insanların gerçekleri öğrenmelerini
engelleyen zavallılar ne diyeyim size. Size ancak acıyorum. Çünkü acınacak haldesiniz. Siz sanıyorsunuz
ki bizleri aldatıyorsunuz. Hayır, siz sadece ve sadece
kendinizi aldatıyorsunuz. Görün artık bu gerçeği.
55
Seyyid Ahmed er Rufai Hazretleri
Muhabbetin Alametleri
İbn-i Abbas (ra) Resulullah (sa) Efendimizin şöyle buyurduğunu
rivayet etmiştir:
“Kim ki sırf bir sünnetin devam etmesi veya bir bidatin ortadan
kalkması maksadıyla ümmetime bir hadis naklederse, o kişi
cennetliktir.
Bu hadis-i Şerif, sünneti yerine getirip bidati kaldırarak, Allah
için herşeyden vazgeçip O’na güvenerek, O’na iman edip O’nu
severek cennete yerleşecek olanları anlatır.
Ey Oğul!
Kalplerin sevgilisinin, Allah olduğunu bil! Allah bir kulunu
sevdiğinde, kudretinin büyüklüğüyle onun iç aleminden haberdar
olur. Kalbini, ihsanından esen zikir meltemiyle coşturur. Allah, kuluna
kendisinden başkasını göremez oluncaya kadar muhabbet
kadehinden kana kana içirir ve onu sarhoş eder. Onu kendisine dost,
yakın ve arkadaş seçer. Bu kişi artık Rabbini zikretmeden duramaz,
ondan başka kimseyi seçmez.O’ndan başka bir şeyle meşgul olmaz.
Ebu Bekir Vasiti (ra) der ki:
“Muhabbet makamı, korku makamından yücedir. Kim muhabbet
ehlinin arasına girmek isterse Allah’a karşı hüsn-ü zanda bulunup
O’na hürmet etsin.”
Bir rivayette, Allah Teala’nın Davut (as)’a şöyle vahyetmiştir:
“Ey Davut! Beni sev, beni sevenleri de sev. Sonra beni
kullarıma sevdir.” Davut (as) buna karşılık şöyle dedi: “İlahi! Seni
seviyorum, sevdiklerini de seviyorum. Seni kullarına nasıl
sevdireyim?” Sorusuna karşılık şu cevabı aldı: “Onlara nimetlerimi
ve lütuflarımın güzelliğini hatırlat.”
Bir Hadiste şöyle rivayet edilmiştir:
“Allah Teala bir kulunu sevince Cibril (as) şöyle nida eder: “Ey
göklerde ve yerde bulunanlar! Ey Allah’ın dostları ve saf kulları!
(bilesiniz ki) Allah Teala falan kulunu sevdi, sizler de onu sevin!”
Muhabbetin Alametleri
Ebu Abdullah Nessac (ra) der ki:
“İçinde Allah sevgisi olmayan hiçbir amel kabul olmaz. Allah,
56
Ekim 2010
sevdiği kulunu belalarla imtihan eder. O’ndan gayriye meyl edenin
O’nunla arasına perde çekilir. Muhabbet ehlinin divanından aşağı
atılır.”
Abdullah bin Zeyd (ra) anlatır:
“Bir kış günü, karın üzerinde uyuyan bir adama rastladım.
Adamın anlında ter damlaları vardı. Onu uyandırıp “Ey Allah’ın
kulu! soğuğu hissetmiyormusun?” diye sorunca, cevabı şu oldu:
“Mevlanın sevgisiyle hemhal olana soğuk işlemez.”
Bundan sonra aramızda şöyle bir konuşma geçti:
-Muhabbetin alameti nedir?
-Kendindeki çoğu (amelini) azımsaman, sevgilinden gelen azı
(nimeti) büyük görmendir.
-Bana nasihat et!
-Senin varlığın Allah için olsun ki Allah’ta senin için olsun.
Muhammed b. Hüseyin (ra) anlatır:
Bir gün cariye satın almak için köle pazarına girmişitim.
Gezinirken, başındaki örtüde “Bizi isteyeni iflas ettiririz, bizden
kaçanı da huzursuz ederiz!” yazılı, kuvvetli bir cariyeye rastladım.
Allah Teala kullarına şöyle buyurur dedim:
“Beni isterseniz benden başka herşeyi size unuttururum.
Benden başka birşey göremez oluncaya kadar da, sizi nefislerinizden
kurtarırım.”
Muhammed b. Hüseyin (ra) sonra şu hikayeyi anlattı:
“Zatın biri sevdiği birinin evine gider ve kapıyı çalar. İçerdeki
“Sen kimsin” diye sorunca;
“Ben senim” diye cevap verir. Bunun üzerine içerdeki: “Ey ben
buyur” der:
“Beni kendinde öyle erittin ki, kendime ve sana şaştım,
Beni kendine öyle yaklaştırdın ki, kendimi sen sandım...”
Alkame (ra)’ın Abdullah (ra)’dan naklettiğine göre;
Resulullah Efendimiz (sa), “Semiallahu limen hamideh (Allah,
hamd edenlerin hamdini duydu)” dediği zaman, peşinden “Rabbena
ve lekel hamd (Rabbimiz, sana hamd olsun)” derdi.
Bu Hadis-i Şerif, Allah’ın davetine uymanın sırlarını anlatır.
Muhabbet erbabı içerisindeki zevk ehli, Allah’ın her emrine
marifetleri sayesinde uyarlar...
Ekim 2010
57
Bir Teffekür
Adamının
Ardından
ayatımızı estetize etmeden dilimizi, dilimizi estetize etmeden hayatımızı estetize etmemiz mümkün değildir.
Dilimiz ile hayatımız arasındaki bu derin irtibat hiçbir şekilde inkar edilemez. Dilimiz, estetiğimiz ve yaşam kalitemiz üzerine
düşünmek ayrı bir ciddiyet mevzuudur. Bizim
ilim geleneğimizde ilim, 'önce seviye seviye
sonra tesviye tesviye' diye tamama erer.
Önce bilgi merdivenlerini tırmanıp, sonra bu
bilgi malzemesini tesviye(estetize) ederiz. Şairler bu malzemeyi, yani dil taşını yontan şekil
veren heykeltraşlardır. Şairin yoğurduğu
hamur dil ise; dil estetiği üzerine düşünmek
de yine şair mesleğidir. Bu da tabii ki soy şairlerin altına kafa koyacakları ağırlıklı bir meseledir. Bir şairin ardından da sözler özenle
seçilmiş olmalı diye düşünsek de kafamız hatıralara dalıp dalıp gidiyor. Söylenecek çok
şeyi de eksik bırakıyoruz çoğu zaman…
H
Umut BULUT
Kalemiyle dev sermayelere
kafa tutup tenezzül etmeden
yürüyen bir şair geçti bu topraklar üzerinden...
58
Olcay Yazıcı, sahip olmakla derdi olan
bir şairdi. Kültür Dünyası Dergisi’nde Eric
From düşüncesi ile ilgili yaptığı tahlil ve eleştirilerle tanıdığımız Yazıcı, Eric From’un
Olmak Ya da Sahip Olmak adlı kitabından oldukça etkilenmişe benziyor ki hayatı boyunca
sahip olmakla sorunlar yaşayıp olmanın telaşına düştü. Hayatına rengini veren düşünce
adamları hep kendisi gibi mistik tarafı ağırlıklı
insanlardı. Seyyit Ahmet Arvasi, Cemil
Meriç, Eric From, Fethi Gemuhluoğlu gibi düşünürlerle gelişip zenginleşen Yazıcı, yalnız ve
Ekim 2010
münzevi bir şairdi. Onun yalnızlığı kendisiyle aynı
düzlemde düşünüp hislenecek kimselerin çok az oluşuyla alakalıdır.
Öfkesi Karadeniz gibiydi ve haklı bir öfkeydi
bana göre, şiirden estetikten anlamayan bir yığın kişinin sadece edebiyat mafyasının rüzgârıyla bir yerleri
işgal etmesini bir türlü kabullenemiyordu. Şiire ve dile
estetik bir pencereden bakmayı esas alan biri için
içinde bulunduğu durum kolay kolay kabul edilebilir
değildi. Bir yanıyla Eric From’a dokunurken, bir yanıyla İmam-ı Rabbani'nin Mektubat’ına uzanıyordu.
Hayatı ve düşüncesi belki son iki yüzyıldır hasretini çektiğimiz aydın profilinin bir numunesiydi. Bir
ayağı kendi toprağına basan Olcay Yazıcı batı düşüncesine hakkıyla vakıf bir mütefekkirimizdi.
Hali kaliyle mütevatı bir insan olarak, karşısındaki herkes tarafından saygıyla karşılanan Olcay Yazıcı, neye inandıysa arkasında kaya gibi durmasını
bildi. Belki omurgasızlığın para ettiği yanlış bir zamanda böylesine düz ve dik yaşaması kendisi için
maddi anlamda çok ciddi kayıplara sebep oldu, ama
arkasında her daim saygıyla anılacak bir isim bıraktı.
Temiz kalmış bir ismin sahip olarak Olcay Yazıcı, eserlerinden çektiği ıstırabı okuyabileceğimiz bir yazardı.
Hüzün Yazılarında hüznü ve teslimiyeti gördük. Dil
Estetiği ile memleketimizin çok önemli yerlerini işgal
eden zevatın acıklı dil hatalarına şahit olduk. Titiz çalışan zor yazan bir yazar olarak üzerinde derin derin
Ekim 2010
düşünmediği hiçbir metni okuyucunun önüne koymadı. İster şiirde ister nesirde olsun her zaman okuyucusuna saygı duyan bir edebiyatçı titizliği ile
hareket etti. Yıllarca çalışıp biriktirdiği metinleri, yarım
kalmış şiir ve düşünce eserlerini derleyip toparlayıp
yeni kitaplar yapmayı hayal ediyordu. Çalakalem
sürüm yapan hikâyecilerin aksine demlenmemiş hiçbir metne Olcay Yazıcı imzasını atmadı.
Geriye dönüp baktığımızda yazdıklarından çok bir şey kazanamadığını görüyoruz.
Beyni bir hamal küfesi gibi hep fikir taşıdı.
Belki onun taşıdıklarından başkaları çok şeyler kazandı ama o hamal küfesini ısrarla yere
bırakmadı ayağa düşürmedi. Yüreği ve beyni kendinden büyük bir şairin zamansız aramızdan ayrılışı
bizi derin bir boşluk içinde bıraktı. Kültür ve sanattan
anlamayan bir camia içinde kültür kültür diye yırtınıp duran bir mütefekkirin sesi hep bastırıldı.Olmak
ya da sahip olmak gibi çatallı bir yol ağzında tercihini
olmaktan yana kullandı ve hep sahip olmakla ilgili bir
derdi oldu.
Kendisini işten çıkaranları cenazesinde tiyatro
oynarken görünce gülmek değil içimden acı acı ağlamak geldi. Şiirimizin ve edebiyatımızın bu küçük dev
ismi, kendi tabiriyle küstah ve cahil bir sermayeye yenilmişti. Kalemiyle dev sermayelere kafa tutup tenezzül etmeden yürüyen bir şair geçti bu topraklar
üzerinden… Adı Osman Olcay Yazıcı… Karadeniz
gibi hırçın ve öfkeli… Mekânın cennet olsun şiir
çocuk… Allah Rahmet eylesin teffekkür adamı.
59
İSLAMA GÖRE
ÇOCUK EĞİTİMİ
eryüzün de yaratılmış en şerefli varlık
insandır.Allah c.c. Kuran ı Kerim de
Tin Suresin de ,insanın en şerefli varlık olduğunu bildirmiştir.İşte en şerefli varlık
olan insan neslini yetiştiren biz ebeveynler bu
işi son derece ciddiye alıp gereken hassasiyeti
göstermek zorundayız.Zira en şerefli varlık
olan insanoğlu gene ayetin ifadesi ile küfre
varınca da 'Aşağıların en aşağısı olabilmektedir.Toplumun,anne babanın ve çevrenin yanlış yönlendirmesi ile son derece zarralı bir fert
olabilmektedir.
Y
Hatice FURHAN
...En güzel eğitim metodu Güzel
Örnek olmaktır. Sıkıştığı zaman
yalan söylemekten kaçınmayan
bir ebeveyn, çocuğu yalan söylediği zaman buna kendinden başka
sebep aramamalıdır...
60
Emanet olan evlatlarımızı iyi yetiştirebilmek için son derece ihtimam göstermeliyiz
ki;yaratıldıkları gün gibi hayatları boyunca da
hep en şerefli olabilsinler.Unutmayalım ki
çocuk büyütmek başka eğitmek,yetiştirmek
başka birşeydir. Çocuğu yedirmek, içirmek,
en iyisinden giydirmek, saçını süpürge etmek,
okula yollamak,bir dediğini iki etmemek vs.
gibi şeylerin tam olarak iyi yetiştirmek olduğunu düşünüyorsak yanılıyoruz demektir.
Üzerine basarak ve altını çizerek ifade etmek
gerekir ki; Bir Çiceği Yetiştiriken Bile Bu
İşi İyice Bilmek Gerekiyorsa Kainatın
En Mükemmel Varlığını Yetiştirme İşini
De Çok İyi Bilmek Lazımdır. Basit bir
danteli, oyayı yapmak için bile nasıl ki bir bilene danışmak gerekiyorsa, evlat yetiştirmek
Ekim 2010
için de ebeveynler olarak bizlerin önce kendimizi iyi
yetiştirmesi gerekir.Lütfen mazaretler arkasına sığınmadan,her gün yeni bir bilgi öğrenmeye çalışarak
kendimizi yetiştirmeye gayret edelim.Damlaya damlaya göl olur.Az da olsa hergün yeni birşeyler öğrenip onları hayata geçirmeye gayret edelim.
inşallah.Gelin,iyi bir evlat yetiştirmenin bazı püf noktalarını beraber öğrenmeye çalışarak işe başlayalım.
Evlat yetiştirirken yapılması ve de yapılmaması
gereken en önemli konuları özetle şöyle sıralayabiliriz. En önce dikkat edilmesi gereken şey'Benim evladım çok huysuz.ne desem dinlemiyor,bundan zor
adam olur'dememektir.Koruğun bile sabırla helva olduğunu söyler atalarımız.Önce kendimize bakalım,
Rabbimiz de bize herşeyi çokça anlattığı,yapmamız
ve yapmamız gerekenler konusunda çokça uyardığı
halde, Allah’a ne kadar kul oluyor, emrettiklerini ne
kadar yapmaya, yasakladıklarından ne kadar uzak
durmaya çalışıyoruz.Bunca isyan ve hatalarımıza karşılık Rabbimizin bize gösterdiği hoşgörüye bakalım
birde.Bunca isyana rağmen bundan adam olmaz
deyip hesabımızı kesmiyor,son nefese kadar mühlet
veriyor.Cezalandırma da hiç acele etmiyor.İşte bizler
de sabrı kalkan ederek başlayacağımız,hoşgörü ve toleransla devam ettireceğimiz bu işe çocuklarımızı tanımaya çalışarak devam edelim.
Her çocuk diğerin den farklıdır.Aynı ana babadan olan kardeşler bile birçok özellikte birbirlerine
benzemezler.Her çocuğun huyu,anlama kapasitesi
farklıdır.Her hastanın hastalığı,her hastalığın
ilacı farklı olduğu gibi ve her hastalıkta ancak
kendi ilacı ile tedavi edildiği gibi,çocuk ta
ancak kendi anlayacağı dilden ona yaklaşılırsa,kendi huy ve özellikleri dikkate alınarak
şahsına munhasır bir eğitim uygulanırsa o
zaman sağlıklı eğitilmiş olur.
İki çocuğu da hasta olan bir anne çocuğun birini doktora götürüp aldığı ilaçla masraf olmasın,
başka almayalım diye aynı ilacı diğerine de içirmeye
kalkarsa varın olacakları siz düşünün.Yaşları ve hastalıkları farklı olan bu iki çocuğun ilaca verecekleri
tepki farklı olacak,birine şifa olan belki diğerine zehir
olabilecektir.Bu örnekten yola çıkarak şunu söyleyebiliriz ki;birden fazla evladı olan ebeveynler evlatları
ile evlatları sayısınca metod ile diyalog kurmak zorundalar.Ancak çok önemli bir şey varki oda şudur:
En güzel eğitim metodu GÜZEL ÖRNEK olmaktır.
Sıkıştığı zaman yalan söylemekten kaçınmayan bir
ebeveyn, çocuğu yalan söylediği zaman buna kendinden başka sebep aramamalıdır. Daha küçücükken
ağladığında yada yaramazlık yaptığında; 'Susmazsan
seni öcüye veririm.Sus bak şimdi öcü gelecek' diye
korkutan.En yakında gözüne kestirdiği bir teyzeyi evladına iğneci teyze diye tanıtan bir anne evladı yalancı olursa kusuru kendinde bulmalıdır.
Balkondan,camdan yarı beline kadar sarkıp çocuğunu 'Gel bak sana ne vereceğim'diyerek çağıran
bir anne,çocuk geldiğinde bir şey vermiyor sadece
yaptırmak istediği işi yaptırıyor,bakkala vs. yolluyor
ise çocuğunun bir daha ki çağırışında gelmemesine
ya da duymamazlıktan gelmesine hazır olmalıdır.Bu
şekilde sarsılan güveni kazanmak zordur.Ne olur evlatlarımızın bize olan güvenini sarsmayalım.Sürekli
nasihat ederek çocuklarımızı sıkmak bunaltmak yerine güzel örnek olarak hal dili ile nasihat edelim inşallah.
Çocuk eğitiminde çok önemli bir konu da kurallar ve kuralcılıktır.Çok fazla kural koymak sıkıcı
olur.Eğer gerçekten gerekli bir durum varsa elbette
kural koyulmalıdır.Ancak kuralları sırf tehdit unusuru
olsun diye koyup,sonra uygulamaktan vazgeçerek
çocuğu ikilem içerisinde bırakmak büyük hatadır.Bir
önemli konuda koyulan kurallara anne baba da uy-
Ekim 2010
61
malıdır.Yala nı yasaklayıp kendi yalan söyleyen,çok
para harcama deyip kendi çok harcayan,eve asla geç
gelme deyip kendi eve sürekli ve mazeretsiz geç gelenebevyn çocuğun gözünde güvenilmez biri olu
ki;bunun sonucu olarak kuralları kolayca aşar.Ayrıca
konulan gerekli bir kural ise ,kural sırf acıma duygusu
ve merhametten ötürü kaldırılmamalı eğer herhangi
bir nedenden ötürü kaldırılacaksa bu çocuğa açıklanmalı ki,çocuk anne babayı sözünde durmayan istikrarsız biri olarak görmesin.Unutmayalım fazla
kısıtlamak zarar verdiği gibi fazla ve yersiz merhamette zarar verir.
Bir önemli nokta da şudur ki;Çocuk bir hata
yaptıysa onu cezalandırmadan önce anlamaya çalışalım.Çünkü çocuklar bazen yaptığı şeyin hata olduğunu bilmeden yapar.Bu gibi bir durum da yaptığı
şeyin hata olduğunu anlatarak yaklaşalım.Hele hele
kaza olarak kırılan dökülen şeylere aşırı kızmak,incitmek,başkalarının yanında hakaret etmek “Sen zaten
hep böyle beceriksizsin,yaramazalıktan başka ne beklenir senden,sen çok dikkatsiz ve sakar bir çocuksun,senden adam olmaz” vs. deyip,çocuğun
psikolojisini hepten mahvetmek hakikaten çocuğu uslanmaz ve yaramaz biri yapar.
Diğer bir önemli husus ise şudur:Çocuklara
verilen sözler bir sakız almak bile olsa, mutlaka yerine getirilmeli,yerine getirilmeyecek
söz asla verilmemelidir.
Çocuğunu “Sen Adam Olamazsın” Telkini
İle Yetiştiren Babayı Vali Olduktan Sonra Ayağına Jandarma Zoru İle Getiren “Sen Adam
Olamazsın Diyordun Ama Bak Vali Oldum”
Diyen Evladın Suçlandığı Kadar “Ben Sana
Vali Olamazsın Demedim Adam Olamazsın
Dedim Diyen Ve Evladını Sen Adam Olmazsın
Telkini İle Büyüten Babanın Da Suçlanması
Gerekir...
Ayrıca çocuklarımıza şunu söylemeyi de ihmal
etmeyelim:Evladım bende bir insanım,elbette benimde hatlarım olabilir.eğer farkedersen beni uyar
olur mu.Bu nu söylemek çocuğumuzun bize karşı
olan güvenini artırır,biz çocuğumuzu bir hata yaptığında uyardığımız zaman anlayışla karşılamasına
neden olur ve çocuk uyarıldığında kızmak yerine
hatayı kabul edip düzeltmenin bir erdem olduğunu
öğrenmiş olur.
62 62
Çocuğuna “Sen Adam Olamazsın” Demiş
Ancak Adamlığın Ne Olduğunu Öğretmemiş
Bir Baba Adamlığı Makam Mevki Sanan Evlattan Daha Suçludur.
Ekim 2010
Çocuk eğitiminde çok etkili bir yöntem de ;Çocuğu tenkit edip eleştirerek deil,merhamet ve şefkatle
ve yapıcı bir şekilde yaklaşmalıdır.Bu nun en güzel
örneği mubarek kitabımız da mevcuttur. Rabbimiz TA
HA suresin de hz. Musa ya hitaben “Fravun’a git.
Çünkü o çok azdı. O na yumuşak söz söyle. Umulur
ki korkar” diyerek, korkutmaktansa yumuşak sözün
daha etkili olduğunu bildirmiştir. Peygamberimizin
yanında 10 yıl hizmet eden Hz. Enes r.a. bu on yıl
boyunca Efendimiz s.a.v’in bir kere dahi'Enes bunu
neden böyle yaptın'diye tenkit etmediğini anlatmaktadır. Enes te çocuktur ve mutlaka o da yapmıştır çocukluğunu.
Bahçesinden hurma çalarken yakaladığı çocuğu yaka paça Efendimiz s.a.v. egetiren adamı hoş
karşılamamaış,çocuğa dönerek;
'Evladım neden yaptın'diye şefkatle sormuş.'Açtım'cevabını alınca da 'Evladın ağaçtan yeme,yere
düşenlerden ye'demiş ve ellerini kaldırarak 'Ya Rab
bu çocuğu doyur diye dua etmiştir.
Gene Efendimiz s.a.v. bir gün yolda ürürken
ezanla dalga geçen bir çocuk gördü.Hayır!hayır!gidip
ağzına bir tane patlatmadı.Ne mi yaptı.Çocuğun yanına gitti ve'Ne güzel sesin var senin dedi.Çocuğa
ezan okuttu başını okşadı para verdi,Bunun üzerine
çocuğun kalbi yumuşadı ve Mekke nin müezzinlerin
den biri oldu.Unutmayalım Yumuşak Olmak Peygamberimizin Ahlakındandır.
Bir diğer önemli mesele de şudur:Saygı görmek
istiyorsak saygı duymayı bilelim.Biz çocuklarımıza
saygı duyarsak onlarda bize saygı duyarlar.Onları anlayıp,dinlemeden eleştirmeyelim,kimsenin yanında
küçük düşürmeyelim.Onların değer verdiği şeylere
bizde değer verelim.Örgüsünün ilmeğini kaçırdığı için
çocuğunu azarlayan anne bilmelidir ki;çocuğunun
gazeteden kestiği bir resmi,ya da sakladığı bir sakız
kağıdını çöp diye çocuğuna sormadan atttığı zaman
çocuğu da ona kızmaktadır.Çocuklarımızın yaşına
inerek onlarla o şekilde diyalog kuralım bizim yaşımızda gösterilecek olgunluğu daha minicik yaşlarında
beklemek hatasına düşmeyelim.
Ve en önemli hususta şudur:Çocuklarımıza
Allah c.c’ı sevdirelim.BU nasıl mı olacak?.Çok kolay
bir metod var hemde Rasulullah ın tavsiye ettiği.Onlara Allah ın nimetlerini hatırlatalım.Sofraya koyduğumuz yiyeceklerin O’ndan olduğunu daima
gündemde tutalım.Bir kek yapsak' Bak anne cim
Allah eğer bana akıl vermseydi bu kekin içine şeker
yerine tuz koyardım.Ay ne kötü olur du değilmi' diyerek çocuğun her nimette Yarada nı görmesine,her
nimeti Yaradan dan bilmesine vesile olalım inşallah.
Unutmayalım!Elimiz de bir demir parçası
yok.Öyle olsaydı kolay olurdu.Yanlış yaptığımız da
eritip yeniden şekil verirdik.Elimiz de bize emanet
olarak verilen ve üzerimiz de hakkı olan evlatlarımız
var.Yanlış yapar,yada sabırsızlık edersek,düzeltmek
için baştan göstermediğimiz sabır ve gayretten daha
fazlasına ihtiyaç olur.
Unutmayalım! Ben yapamam diyenler baştan
kaybedenlerdir.Kazananlar ise ben biiznillah yaparım
diyenlerdir.Evlatlarımızı yaşlandığımız zaman bize
baksınlar diye değil,insanlık için,gelecek için ama
hepsinden önemlisi Allah’a c.c. hakkıyla kul Rasulüne
güzel ümmet olsunlar diye yetiştirelim.
Şimdi hemen “Ben Yapabilirim, Ben Yapmalıyım” diyerek evlatlarımız için en güzelini yapmaya başlayalım inşallah. “Az sonra” bile çok
geç olabilir.Yolumuz açık ,Yardımcımız Allah c.c
Olsun İnşallah.
Ekim 2010
63
BEYOĞLU
‘S.O.S’
VERİYOR
eyoğlu ve civarı, İstanbul’un fethinden önce Cenevizli zengin tüccarların
beldesiydi. Bu sebeple, kadim kültür
dokusunu devam ettirmek için yüzyıllar boyunca Osmanlı ile iyi geçinmiş, daha sonraki
dönemlerde, hoşgörü medeniyetinin imkânlarından yararlanarak izlerini sürdürebilmiştir.
Ülkemize gelen bütün Avrupalı/Batılı gezginlerin kendi izlerini, kültür köklerini aradıkları
bir yerdir burası. 18. yüzyılda başlayan yenileşme hareketleri ve 1834 Tanzimat fermanı,
bilimde, sanatta ilerleyen, sömürge ve sanayileşme ile zenginleşen ve bunu bütün dünyada hissettiren batı etkisinin Osmanlı
ülkesinde de yaşanmaya başlaması, İstanbul’un biçimlenmesini de önemli ölçüde etkilemiştir.
B
Nidayi SEVİM
Beyoğlu Profesyonelce, planlı
ve programlı bir şekilde eski
mimari kimliğine uygun olarak yeniden imar ediliyor. Bu
operasyon için milyarlar havada uçuşuyor...
64
Sarayın yönetim işlevinin sur dışında,
Beşiktaş sırtlarında Yıldız’da ve sahilde yerleşmesi birçok işlev alanının yer seçiminde ve
şehrin parçaları arasında kurulan ilişkiler sisteminde en önemli paya sahiptir. Bizans döneminde “karşı yaka” anlamına gelen
Pera’nın sur içine köprülerle bağlanması, burada gayrimüslim ülkelerin elçiliklerinin çevresinde
çeşitli
finans
kurumlarının,
uluslararası şirketlerin ve buna bağlı olarak
çeşitli eğlence yerlerinin yer alması ile yeni bir
Ekim 2010
merkez olarak gelişmesi, prestij konut bölgelerinin
oluşumuna yol açmıştır. Artık Pera karşı yaka olmaktan çıkmıştır.
İstanbul’un dört kadılığından birine sahip olan
Beyoğlu’nun asıl önemi, Meşrutiyet dönemi de dâhil
olmak üzere ülkemizdeki değişimin prototipi olarak
gösterilmesindendir. Bir zamanların payitahtı, Cumhuriyet döneminin ise kuşkusuz en büyük şehri olan
İstanbul’un bu semtine gerek İstanbullunun, gerekse
Anadolu’dan gelmiş pek çok insanımızın hayatında
en az bir defa uğradığı bir gerçektir.
Film dünyasının kalbi yıllar yılı Beyoğlu-Yeşilçam’da atmış, insanımız dünyayı beyaz perdede kendisine gösterildiği gibi tanımıştır. Yine insanımız
Holywood’un zengin imkânlarıyla yapılmış filmleri ile
ilk kez burada tanımış ve Batı medeniyetini biraz da
bu pencereden, onların istediği normlarda izlemiştir.
Her yenilik öncelikle burada meydana gelmiş, buradaki gibi yaşanılıp eğlenilmiş ve mutlak seçkin bir havali olduğuna iman edilmiştir. Velhasıl özentilerin,
modanın ve birçok ilkin ülkemizdeki menşei burasıdır
diyebiliriz.
Dışarıdan bakıldığında Beyoğlu böyle bir tablo
oluşturmaktadır. Peki, Beyoğlu’nda yaşayan Anadolu
insanının durumu nasıldır bu tablonun içinde? Ahmet
Hamdi Tanpınar “Sahnenin Dışındakiler” isimli
eserinde Beyoğlu için: “Burada hayat bir bakıma
göre ancak müsaade edildiği nispette bizimdi.”
der. Yine Yahya Kemal Beyatlı, yazılarında Beyoğlu’nu “Fethedilmeyen İstanbul” olarak nitelendirir. Müzmin bekâr Ali Emiri Efendinin olumsuz şöhreti
sebebiyle hayatı boyunca Beyoğlu’na adım atmadığı
söylenir. Bütün bu yaklaşımlarla beraber Beyoğlu,
farklı dine, millete, kültürel, sosyal ve ekonomik konuma sahip insanların yaşadığı dünyanın ender
semtlerinden biridir diyebiliriz.
Yüzyıllar boyu farklılıkların çatışma unsuru olmadığı, bilakis zenginlik sebebi olarak görüldüğü
müstesna bir yerdir Beyoğlu. Kadim zamandan beri
bu özelliği ile dünyaya da örnek teşkil etmiştir.
20. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren Anadolu’nun en ücra köşelerinden gelip, bir apartmanın
kapıcılığını yapan, bir işyerinin merdiven altındaki
Ekim 2010
çay ocağını işleten, perşembe pazarında hamallık
yapan gayretli ve çilekeş insanlarımız bütün olumsuz
ve zor şartlara ve yönlendirmelere rağmen burada,
erozyona uğramadan, yozlaşmadan ayakta kalmayı
başarabilmiştir. İkinci ve üçüncü kuşak çıtayı biraz
daha yükseltmiş ve 20. yüzyılın son çeyreğinden itibaren artık yönetimde de söz sahibi olmayı başarmıştır.
Fakat ne yazık ki, bu yöneticiler şehrin toplumsal dokusunu muhafaza edecek ve vizyon oluşturacak, ileriye taşıyacak politikalar üretememiş, projeler
oluşturamamışlardır. Dünün dünyaya örnek olan
model şehri, bugün kaderi ile baş başa kalmış, tükenişini seyretmektedir.
Yoğurtçu Hasan Efendi, miadını doldurmuş,
son sermayesi olan fakirhanesini elden çıkarmak zorunda kalmış, şehrin varoşlarında iki küçük daire alırım, birinde otururum, birinden de üçbeş kuruş
gelirim olur, demiş gitmiş. Bir zamanlar Elizer’in olan
kırtasiyeci dükkânı şarap evi olmuş, terzi Varkes,
oyuncakçı Anna’nın dükkânlarının bulunduğu işhanı
“Gaymotel” oluvermiş. Semt sakinlerinin huzur
içinde oturdukları daireler birkaç saatlik süfli zevkle-
65
Ramazan davulcusunun polis marifetiyle derdest edildiği fakat barların, kulüplerin, kafelerin gümbürtüsünün sabahlara kadar devam ettiği ve kimsenin
bundan hesap soramadığı, denetleyemediği bir Beyoğlu…
Bunun adı hoşgörü, özgürlük, demokrasi, insan
hakları değil bilakis aymazlığın, yozlaşmanın, kepazeliğin, çürümüşlüğün ta kendisidir. Evet, Sayın Başbakan korkuları gidermelidir; çünkü Beyoğlu sakinleri
işlerine, evlerine, çarşıya, pazara giderken korkuyorlar. Sokaklarda dolaşmaya, Beyoğlu’nda yaşamaya
korkuyorlar!..
rin tatmin edildiği “Garsoniyer”lere dönüştürülmüş.
Ramazanda kimse incinmesin diye penceresine perde
takan muhallebici Toma ustanın bir üst katında,
bugün ne idüğü belirsiz insan müsveddeleri perdeleri
sonuna kadar açmış evde anadan üryan dolaşıp teşhircilik yapıyor. Emre Aköz’ün de dediği gibi: “Eskiden Asmalımescit meyhane sayısının üç beşi
geçmediği bir semtti. Ama epeydir Nevizade'yi geride
bıraktı. Sokaklara taşan masalar her akşam tıklım tıklım. Bu mekânlar AKP'li Belediye Başkanı Ahmet M.
Demircan döneminde açıldı!” Normal bir vatandaşın
gün batımından sonra buralarda yürümesi neredeyse
imkânsız gibi. İsteyen bir sokağı gasp edip adını değiştirebiliyor.
Cezayir Sokağın, Fransız Sokağı olarak değiştirilmesi gibi. Gettolar oluşturuluyor. Hiçbir sınırın, kuralın, değerin, kutsalın tanınmadığı bir anlayışa
peşkeş çekilmeye çalışılıyor canım Beyoğlu. Birde üstüne üstlük birileri referandum sürecinde kafayı çekip
ekran karşısına çıkarak pişkin pişkin:”Başbakan korkuları gidermelidir!” ültimatomu vermiyor mu insan
ister istemez ey Allah’ım sen bizim aklımızı koru demekten kendini alamıyor.
66
Beyoğlu Profesyonelce, planlı ve programlı bir
şekilde eski mimari kimliğine uygun olarak yeniden
imar ediliyor. Bu operasyon için milyarlar havada
uçuşuyor. Bu kadar ekonomik sıkıntının içinde bu değirmenin suyu nereden geliyor, bu projeleri kim destekliyor, kim finanse ediyor? Bu ayrı bir araştırma
konusu! Benim dile getirmek istediğim; insanca,
huzur içinde ve medeni bir şekilde nasıl yaşanabilir
diye bir derdimiz, sosyal projelerimiz var mı? Yoksa
medeni olmanın ölçüsü beton, mermer ve demir yığınından mı ibaret?
Beyoğlu halkı 2009 seçimlerinde ihtarını açık
bir şekilde verdi. Yönetimi elinde bulunduranlar bir
avuç beyaz yakalıya şirin görünmeyi bırakmalı, en
kısa zamanda akıllarını başlarına almalı, halka kulak
vermeli onların sorunlarını dinlemeli ve bunlara
çözüm yolları aramalıdırlar. Beyoğlu’na yaraşır projeler üretmeli ve bunlara hayatiyet kazandırmalıdırlar.
Beyoğlu’ndan söz edilir de Şeyh Galip unutulur
mu? Muhterem Yüceyılmaz, Kırmızı Tramvay isimli
eserinde Galip için şöyle der:”Medeniyetlerin buluştuğu bir semt olan Beyoğlu’nun bağrındaki Galata
Mevlevihanesinin haziresi, Şeyh Galip gibi büyük bir
şaire de kucağını açmıştır. Galip, içinde yoğrulup geldiği medeniyetin özünü iki mısraya sığdıracak güçtedir ve şöyle ifade eder insanı:”
Hoşça bak zatına kim zübde-î âlemsin sen
Merdüm-ü dide-î ekvan olan âdemsin sen
Gönül gözü ile bak kendine. Yaratılanların özüsün sen.
Kâinatın göz bebeği olan âdemsin sen…
Ekim 2010
Göz kaptırdığım renkten, kulak verdiğim sesten,
Affet senden habersiz aldığım her nefesten...
Necip Fazıl KISAKÜREK
Ekim 2010
67
Gönüller Sultanı Hacı Şaban
18. Yılında
Dergimiz tarafından Şair Zihni Kültür Merkezinde
düzenlenen, sunuculuğunu Hatem Serkan TANER’in yaptığı
panele Prof. Dr. Nasrullah Hacımüftüoğlu, Prof. Dr. Mustafa
Ağırman, Prof. Dr. İsa Çelik ve Av. Bahaddin Elçi (Bayburt Eski
Milletvekili) konuşmacı olarak katıldılar.
Panel başkanı Av. Bahaddin Elçi’nin konuşmasının ardından “Hacı Şaban Efendi
ve Tasavvuf” konulu panelde konuşma yapan Erzurum Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Öğretim Görevlisi Prof. Dr. Mustafa Ağırman, tasavvufun kaynağının Kur’an ve
Sünnet olduğunu, tasavvufun takip ettiği yolun Peygamber Efendimizin hayatı
olduğunu vurgulayarak, tasavvufun kaynağının Peygamber Efendimizin örnek
hayatında varolduğunu söyleyerek konuşmasına devam etti...
68
Ekim 2010
Efendi Hazretlerini Vefatının
Rahmetle Andık...
Panel başkanı olarak ilk konuşmayı yapan 19. Dönem Bayburt Milletvekili Av.
Bahaddin Elçi, çok güzel bir vesile ile Bayburt’ta olmaktan duyduğu memnuniyeti dile
getirerek, Günümüzde insanlık bilindiği gibi izmlerin tasallutu, zulmü ve esareti altında
inim inim inlemekte adeta can çekişmektedir. Onun için bütün insanlık izmlere sırtını
dönerek tekrar Rabbani bir yola girmenin arayışı içine girmiştir.
Bu böyle olunca dünyayı kana bulayan zalimler, müsdekbirler ve uluslar arası
odaklar, insanlığın isteyerek yada istemeyerek İslam’a yönelişini engellemek için bir
takım uluslar arası planlara başvurarak onları uygulaya gelmektedir. Ve yegâne insanlık
için, dünya ve ahret mutluluğu için hayat iksiri olan, şifa olan, rahmet olan Rabbani yolu
kesmeye çalıştılar. Bunu yapıyorken günümüzde maalesef bir takım kişiler medya
yoluyla kafamızı karıştırmakla meşguller.
Allah’ın ayetlerini bir takım sahte ilahiyatçılar ucuza satmaktadırlar. Bu durum
böyleydi, bugün de böyle yarın da hatta kıyamete kadar da böyle devam edecektir”
dedi.
Erzurum Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Görevlisi Prof. Dr. İsa Çelik ise konuşmasında,
nefis terbiyesi için Peygamber Efendimizin varisleri olan Allah dostlarının devreye girdiğini belirterek şu
ifadelere yer verdi:
“Mutasavvıfları, mürşidi kâmilleri şöyle tarif ederler; Allah Teâlâ’yı insana sevdiren şahsiyettir. Bütün
Allah dostları bu hususiyete sahip insanlardır. İnsanı kâmil düşüncesi tasavvuf doktrinde önemli bir yer teşkil
eder. Tasavvuf dediğimiz insani zirve makamıdır. Allah dostlarının bütün gayretleri Allah rızasıdır. Onlara Allah
rızası için biat edilir. Onların gayesi maddiyat değildir. Maddi her şeyden tiksinirler. Allah dostları kerametten
tiksinirler. Hatta mutasavvıfların kendi aralarında çokça ifade ettikleri kerametle kiremit arasında fark gözeten
Allah dostu olamaz. Çünkü her şeyin yaratıcısı Allah’tır” diyerek konuşmasını sürdürdü...
Bayburt Belediye Başkanı H.Ali Polat, Av. Bahaddin Elçi ve Prof. Dr. Nasrullah Hacımüftüoğlu’na
hediyelerini verdikten sonra kısa bir teşekkür konuşması yaparak program sonlandırıldı...
Ekim 2010
69
BURHAN ÇOCUK
Musa KARACA
[email protected]
TEMİZLİK NEDİR?
Arkadaşlar, size de anneniz temiz ol, elbiselerini
kirletme diye hiç tembihledi mi? Elbiseleriniz kirlenmesin diye oynamaktan vaz- geçtiğiniz oldu mu? Peki
elbisemiz kirlenmemesi için oyundan vaz mı geçmeliyiz? Bu soruları hiç düşündünüz mü? İsterseniz bu
sorulara beraber cevap arayalım.
Öncelikle temizlik nedir? Temizlik; sağlığa zarar
verecek ortamlardan korunmak için yapılacak
uygulamalara ve alınan önlemlere denir.
Dikkat ederseniz temizlik, sağlığımızı
etkilemektedir. Yani temizliğe dikkat edersek
sağlıklı oluruz, dikkat etmezsek hasta oluruz. Temizliğin sebep olduğu hastalıkların isimlerini biliyor musunuz? Beraber sayalım. Çevremizdeki
kirli atık sulardan insanlara bulaşabilecek belli başlı hastalıklar
şunlardır: kolera, tifo, ishal, dizanteri, çocuk felci, mantar, uyuz, tifüs,
beyin iltihabı, sıtma. İşte temizliğe dikkat ettiğimiz kadar sağlıklı oluruz. Şimdi ne
düşünüyorsunuz annelerimiz haklı mıymış?
Şimdi de “ Elbisemizin kirlenmemesi için oyundan vaz mı geçmeliyiz?” sorusuna cevap verelim.
Siz ne düşünüyorsunuz bilmem ama bence oyundan vazgeçilmez. Oynamalı, eğlenmeli; ama temizliği
de ihmal etmemeliyiz. Oyundan sonra hemen ellerimizi ve elbisemizi temizlemeliyiz. Atık su kenarları
gibi kirli alanlarda kesinlikle oyun oynamamalıyız. Sağlıkla kalın.
DİKKAT ETMEMİZ GEREKEN TEMİZLİKLER
Diş temizliği: Günde en az iki defa dişlerin fırçalanması. Peygamber efendimiz (s.a.v) her vesileyle dişlerini misvaklar ve temizlerdi Özellikle abdest alırken ve namaza başlamadan önce, yatmadan
önce, sabahleyin kalktığında mutlaka misvak kullanırdı
Beden temizliği: Mevsimine göre ve hareketliğimize göre haftada bir veya iki defa banyo yapmalı.
Camiye giderken topluma çıkarken ter kokmamalı. Peygamber efendimiz (s.a.v) hadis-i şerifte: “Dünyanızdan bana güzel koku, bir de gözümün aydınlığı namaz hoş/sevimli göründü.” buyurmuştur. Koku sürünmek sünnettir.
El temizliği: Eller ne zaman yıkanmalıdır? Yemeklerden önce ve sonar; diş, ağız, yüz, göz temizliği yapmadan önce. Tuvalete girmeden önce ve tuvaletten çıktıktan sonar, kirli, tozlu bir işi tamamladıktan sonra.
Tırnak temizliği: Tırnağın etten ayrıldıktan sonraki bölümünün altında kir ve yağ kolayca birikir.
Ayrıca burada mikroplar barınabilir. Bağırsak parazitlerinin yumurtaları da bulunabilir. Tırnakların düzenli
olarak kesilmesi gerekir. Tırnak yemek, bu nedenle de sağlığa zararlı bir alışkanlıktır
70
Ekim 2010
Dinimizin Temizliğe Verdiği Önem
Müslüman demek “temiz insan” demektir. Temiz
olanları hem Allah, hem de insanlar sever. Yüce
Rabbimiz Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyuruyor : "Şüphesiz
ki Allah, çokça tevbe edenleri ve iyice temizlenenleri
sever." buyurmaktadır. Allah'ın sevdiği kişilerden
olabilmemiz için temizliğe dikkat etmemiz gerekir.
Sevgili Peygamberimiz: "Temizlik imanın yarısıdır."
buyurarak
dinimizin temizliğe verdiği önemi
belirtmiştir.
Bir müslümanın saçları temiz ve taralıdır. Eli, yüzü,
bedeninin her yeri daima tertemiz olmalıdır. Kıyafetleri
de her zaman temiz, bakımlı ve düzgündür. Çalıştığı,
yattığı ve oynadığı mekânlar da her zaman derli toplu,
temiz, hoş kokulu, havadar ve ferahlık verici olur.
Müminlerin bu özelliklerine en güzel örnek yine
Peygamberimiz (sav)'dir. Peygamberimiz (sav)'e şöyle
buyurmuştur: "Müslümanlık temizdir. Siz de temiz olun,
temizlenin. Zira cennete temizler girer." Atalarımız da: “ Aslan yattığı yerden belli olur.” demişlerdir. İyi bir
Müslüman olmak için de temizliğe dikkat etmemiz gerekir.
GÜLÜCÜK
Pilot Temel
Pilot Temel telsize var gücüyle bağırıyordu : - "Ula, sağ motor bozuldu. Düşeyrum,
düşeyrum. Kule düşeyrum."
Kule hemen cevaplar : "Mesaj anlaşıldı. Yerinizi bildirin, yerinizi bildirin."
Temel gayet ciddi: "Pilot kabini, öndeki sol koltuk, pilot kabini, öndeki sol koltuk."
Mikrop
Ne mikrop şeysin sen mikrop
Hangi yerde olduğuna bakmadan
küçücüksün diye önem vermedim
ellerimi yıkamadan yemek yedim
sen bunu fırsat bildin
Bedenime giriverdin
Bundan böyle ellerimi
yemekten önce de sonra da
iyicene yıkarsam
dişlerimi fırçalar
sık sık banyo yaparsam
aşıdan iğneden kaçmaz
ilacımı alırsam
Saçlarımı tarayıp
tırnağımı kesersem
olurum şen ve esen
İşte o zaman canım
gününü görürsün sen!
Fevzi Günenç
Ekim 2010
71
G E L İ R B İ R B İ R,
G İ D E R B İ R B İ R,
K A L I R B İ R.
G E L E N G İ D E R,
GİDEN GELMEZ,
B U B İ R S I R.
G E L İ R S E G E L İ R,
BİR KIL İLE
E Y L E M E T E D B İ R.
G İ D E R S E G İ D E R,
EĞLEMEZ
B İ R KO C A Z İ N C İ R ! ”
Download