TMMOB HARİTA VE KADASTRO MÜHENDİSLERİ ODASI İSTANBUL ŞUBESİ -------------------------------------------------------------------------------------------------------- “ KÜRESEL ISINMA SÖYLEŞİLERİ” ----------------------------------------------------------------------------------------------- “ KÜRESEL ISINMA “ Prof. Dr. MİKDAT KADIOĞLU 8 Aralık 2004 * ** “ KÜRESEL ISINMA “ Yrd. Doç. Dr. ÖMER MADRA (Açık Radyo Yayın Yönetmeni) Dr. ÜMİT ŞAHİN 10 Mart 2007 Aralık /2007 -----------------İstanbul Yayın Adı ISBN Genel Baskı Yayımlayan İletişim Baskı : : : : : Küresel Isınma Söyleşileri 978-9944-89-453-1 Aralık 2007, 500 Adet TMMOB Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi TMMOB Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi 19 Mayıs Mh. Samanyolu Sk. No: 116/1 D:2 Onur Apt. Şişli / İstanbul Tel: 0212.232 89 89 (3 hat), Faks:0212.232 94 28 www.hkmo.org.tr; e-posta: [email protected] : Yapım Tanıtım Basım Yayın Ltd. Şti., İstanbul Kaynak gösterilerek yapılacak kısa alıntılar dışında, yayımcının yazılı izni olmadan hiçbir yolla çoğaltılamaz. KÜRESEL ISINMA SÖYLEŞİLERİ İçindekiler Sayfa No Önsöz ……………………………………………………………………...… 1 Küresel Isınma Söyleşisi: Prof. Dr. Mikdat KADIOĞLU ……...………....… 3 Küresel Isınma Söyleşisi: Yrd.Doç.Dr. Ömer MADRA ……...………....… 39 Önsöz İnsanlar tarafından atmosfere salınan gazların sera etkisi yaratması sonucunda dünya yüzeyinde sıcaklığın artmasına küresel ısınma deniyor. Dünyanın yüzeyi güneş ışınları tarafından ısıtılıyor. Dünya bu ışınları tekrar atmosfere yansıtıyor ama bazı ışınlar su buharı, karbondioksit ve metan gazının dünyanın üzerinde oluşturduğu doğal bir örtü tarafından tutuluyor. Bu da yeryüzünün yeterince sıcak kalmasını sağlıyor. Ama son dönemlerde fosil yakıtların yakılması, ormansızlaşma, hızlı nüfus artışı ve toplumlardaki tüketim eğiliminin artması gibi nedenlerle karbondioksit, metan ve diazot monoksit gazların atmosferdeki yığılması artış gösterdi. Bilim adamlarına göre işte bu artış küresel ısınmaya neden oluyor. Hiçbir önlem alınmazsa bu yüzyıl sonunda küresel sıcaklığın ortalama 2 derece artacağı tahmin ediliyor. 2007’nin de dünya genelinde kayıtların tutulmaya başlandığı son 150 yıllık dönem içinde en sıcak yıl olabileceği öngörüsü var. Kapitalizmin kar hırsı ne yazık ki dünyanın sonunu da hazırlıyor. Kyoto protokolünü umursamayan ve tanımayan ideoloji, insan odaklı siyasetlere bir gün mutlaka yenilecektir. Güncel bir konu olarak yaşamımıza yeni yeni giren “Küresel ısınma” , egemen ideolojilerin hırslarının Dünya’ya verdiği ciddi zararların bir sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır. Şubemizde, “Küresel Isınma” konulu iki söyleşi düzenlenmiştir. Birincisi 2004 yılında, diğeri de Mart 2007 de yapılan her iki söyleşide de, konunun arka planı tüm gerçekliğiyle ortaya serilmiştir. Söyleşilerin yayına hazırlanmasında emeği geçen herkese teşekkür ederken, meslektaşlarımıza yararlı bir kaynak olması dileğimizle, 19.Dönem Yönetim Kurulu 1 2 SÖYLEŞİ: “KÜRESEL ISINMA” Prof. Dr. MİKDAT KADIOĞLU 8 Aralık 2004 HKMO İSTANBUL ŞUBE TOPLANTI SALONU 3 4 HARİTA VE KADASTRO MÜHENDİSLERİ ODASI İSTANBUL ŞUBESİ Söyleşi: “KÜRESEL ISINMA” Konuşmacı: Prof. Dr. MİKDAT KADIOĞLU 08.12.2004 OTURUM BAŞKANI- Küresel Isınmayla ilgili söyleşimizi 25 Kasımda yapacaktık, fakat hava koşulları ve meteorolojinin bizi uyarmasıyla bugüne ertelemiş olduk. Hocamızın özgeçmişini okuyacağım: Meteoroloji Profesörü, Evli 1961 Maçka doğumlu. 1980 İstanbul İnşaat Teknik Lisesi; 1984 İTÜ Meteoroloji Mühendisliği Bölümü Mezunu. Atmosfer Bilimleri konusunda 1987'de Mastır ve 1991'de Doktorasını ABD’nin Missouri-Columbia Üniversitesinden almış. TMMOB Meteoroloji Mühendisleri Odası Marmara Bölge Temsilcisi; Türk Deniz Araştırmalar Vakfı Üyesi. Sinoptik Meteoroloji, Sayısal Hava Öngörüsü, Uygulamalı Klimatoloji ve Afet Yönetimi konuları ile ilgileniyor. Atmosfer bilimleri konusunda 100'ün üzerinde Türkçe ve 30'un üzerinde İngilizce olmak üzere teknik makaleleri var. Şu an İstanbul Teknik Üniversitesi Uçak ve Uzay Bilimleri Fakültesi Meteoroloji Mühendisliği Bölümü ve İTÜ Afet Yönetim Merkezi Öğretim Üyesidir. Hürriyet Gazetesi Seyahat Ekinde yazı yazmakta ve Açık Radyo’da Cuma sabahları Havadan-Sudan adlı bir program yapmaktadır. 5 Hocamıza teşekkür ediyoruz ve sunusunu yapmak üzere sözü kendisine veriyorum; buyurun. Prof. Dr. MİKDAT KADIOĞLU- Bugünkü Fenerbahçe maçı yerine beni tercih ettiğiniz için teşekkür ederim. Isınmadan bahsetmek zor bir iş, o yüzden böyle bir karikatür koymuştum buraya. Bunlar da böyle “Küresel Isınmayı Durdurun” filan gibi pankartlarla böyle komik şeyler oluyor yani. Geçenlerde de mesela kardan dolayı tatil günü burada konuşmaya çalışıyorduk. Onunla ilgili de bir karikatürümüz var. Burada da aynı şeyi söylüyor, bakın “Küresel ısınmanın nedenlerini sunacak olan toplantı karlar eriyene kadar ertelenmiştir” deniliyor. Karda, kırda, kışta, kıyamette ısınmadan bahsetmek çok zor bir iştir. Çünkü insanlar gündelik yaşıyorlar. Dışarı bakıyorlar ve “bu adam ne diyor yahu?” diyor. Biz de onu yapıyoruz. Bazen Açık Radyo’da konuşuyoruz bizle dalga geçiyorlar. Hatta Çocuklar Duymasın programında da dalga geçtiler. “Açık Radyo’cuları getirelim de şöyle bir dolaştıralım dışarıda bir görsünler, soğuma mı var, ısınma mı var?” diye. Yani başka çaresi yok, küresel ısınma orada. Burada soğuk olabilir, sıcak olabilir; herhalde olay bu. Tabii olay çok derin, geniş. Bilmiyorum ben şunları kurdum: Giriş yaptıktan sonra doğal iklim değişikliği nedir, küresel ısınmada yağış ne yapıyor? Sıcaklıklar nasıl değişiyor, nasıl değişmesini bekliyoruz? Şu anda Türkiye’de ne görüyoruz, ne var? Karbon emisyonları, iyi-kötü ozon, buzullar ve sağlıktan, afetlerden birkaç kelimelik bir enstantane. Çok ayrıntı isterseniz, bu konuda 2002 yılında yazılmış “Bildiğiniz Havaların Sonu” diye bir kitabım var. Aslında yanlış meteorolojik bilgileri de düzelten bir kitap. Aslında amaç orada o, ama onu okuyunca bildiğimiz havalar değişecek, çıldıracak mahvolacağız gibi düşünüyor, ama öyle afet senaryoları yok orada, daha çok “nedir, ne oluyor, ne gidiyor?” gibi temel bilgiler var. Bizim için iklim niye önemlidir? Bu akşam niye oturduk bunu dinliyoruz, konu nedir? İklim çok şeyi etkiliyor. Yani havanın sıcak olması, soğuk olması, iklimle ilişkili bir şeydir. Bu sıcaklık-soğukluk kavramı bitki örtüsünü etkiliyor, enerji kullanımımızı etkiliyor, yaşamımızı etkiliyor; yani çok şeyi etkiliyor. Bundan sonra da yağışlı veya kuru olma şeyi ki, üç temel maddeden biri olan hava ve su en önemli şeylerden bir tanesi. Kar örtüsü, kar erimesi pek anlaşılmamış bir konu Türkiye’de. Aslında kar örtüsü ve kar çok önemli bir madde. Yani suyun doğal depolanmasıdır kar yağışı. Dağlara kar yağdığı zaman bin tane baraj yapsanız o kadar suyu depolayamazsınız. Dağlarda depolanıyor o su, yazın yağmurlar bittiği zaman genellikle Türkiye’de soğuk-sıcak tepeler, siklon, alçak basınç merkezleri 6 kışın inerler kuzeyden Türkiye’ye yağmur bırakır, kar filan yaparlar, yazın tekrar geri çekilirler. Bu yüzden yazın kuraktır Türkiye. Hani tekerleme var ya: “Kışları ılık ve yağışlı, yazları kurak ve sıcak” diye. Yazları kurak ve sıcaktır. İşte bu kurak ve sıcak dönemde bu karlar devreye girer. Yağmayan yağmurun yerine derelerdeki, göllerdeki karlar eriyerek yavaş yavaş damlarlar. Yani oradaki tepeden su başlar gelmeye. Burada büyük problemler var. Bu problem aslında hepsinde de gayet sıkıntı yaratacak bir şey bu kar örtüsü. Rüzgârlar fırtına yörüngeleri bunlar afetlere yol açan şeyler. Okyanus akıntıları, alt edilmeyen, Türkçe’sini bilemediğim için soğuk suyun yukarı doğru yükselme olayıdır kıyılarda. Bunlar bizim iklimlerimizi kontrol ediyor, enerji transferi yapıyorlar. Bunların durması Türkiye için pek fazla problem değil gibi gözüküyorsa da Türkiye için de sıkıntı yaratır. Çünkü bunlar. tek tek. Bunların ne kadar azalacağı değil, ne zaman olacağı da önemli. Şimdi mesela İstanbul’daki yağış ortalaması 750 mm yılda. Baktığımız zaman istatistikleri “Bu sene 750 gr yağmur yağmış normal” deniliyor. O zaman hasat filan neyse “normal bir hasat olması gerekiyor” diyebilirsiniz ilk bakışta, ama bu doğru değil. Çiftçi atmıştır tohumunu toprağa aylarca yağmamıştır, hasat zamanı sulamışsınızdır, tam hasat ederken birden bire bütün yağmurlar ve o hasadı da götürmüştür. Ama miktar olarak doğru bir rakam gözüküyor. Ancak ne zaman yağmadığı önemli olduğu için, zamanında yağmadığı için orada gidiyor. O zaman biz onu “Üç tür yalan vardır, bir de istatistiki yalan vardır” İstatistikte yalan da yok. Ortalama toplamlar pek fazla bir şey ifade etmiyor; ne zaman, nereye, ne kadar yağış olduğu da önemlidir. Yani bunun bir denge olması gerekiyor. Bu dengenin de zamanında olması lazım. Bunlar önemli. İklim niye önemli? Tarım, orman, balıkçılık, salgın hastalıkların bulunduğu yerden bakıyoruz 5-6 sene oldu, Çukurova’da tropik hastalıklar polikliniği kuruldu. Çukurova neresi, tropikal neresi?! Ama salgın hastalıklar kuzeye doğru yayılıyor. Bu daha çok sivrisinek, sıtma, Amerika’nın başında bela olan virüsler de yayılıyor, daha da yayılacak. Yazın yaşanabilirlik çok zorlaştı. Geçen sene yazın Fransa’da 20 bin kişi öldü sıcak hava dalgasından. Bizimle dalga geçtiler ve devam ediyor Türkiye’de. Türkiye’de afetlere baktığınız zaman sıcak hava dalgası diye bir afet yok. Hani baktığın zaman 5-6 afet sayıyorsun doğal kanunlarda: Deprem, sel, çığ, kaya düşmesi var. Bu kaya düşmesini kim koymuş buraya?! 7 Mesela, kuraklık dünyanın en büyük afetidir bu. Ama bizim ülkemizde yok kuraklık diye bir şey, yani öyle bir afet tanımıyoruz. Hani var ya Nevşehirli Kadıköy’e gelmiş “Buraya köy diyenin, bizim oraya da şehir diyenin aklı yoktur” demiş. Bizim bu kanunları yazanlar da böyle. Kuraklığa afet demiyor adam, kaya düşmesi büyük afet gibi kanuna girmiş. Yahu, tamam, o da afet ama yani kuraklık gibi bir sürü afet var, bizim onlar aklımızdan bile geçmiyor. Afet saymıyoruz, mesela sıcak hava dalgası bunlardan bir tanesidir. Amerika’ya baktığın zaman sıcak hava dalgasında Kızılhaç şehirde su dağıtıyor insanlara. Belediyeler giderler insanların evlerine soğuk hava çadırları kurarlar. Belediyeler yaşlıların fakirlerin mahallelerine otobüs seferleri koyarlar, günün en sıcak zamanlarında büyük klimalı alışveriş merkezlerine bırakırlar. Hatta evlerine geçici olarak klima koyarlar. Böyle bir şey vardır. Afettir bu çünkü insan ölüyor. Fransa’da sıcaklardan 20 bin kişi öldü. Herkes bizim ölümlerin hepsi kalp yetersizliğinden oluyor. Hastanede bakıyorsun adamın sonuçta kalbi duruyor da, bu zıkkımın kalbini kim durdurdu, tetikleyen mekanizma yok, öyle bir kayıt yok yani. Sıcak hava dalgaları özellikle üst katlarda yaşayanlar, yaşlılar ve şişmanlarda yazın büyük risk olarak artıyor. Bu çelişen afetlerden biridir. Böyle iklimin ısınmasıyla ilgili bir şey. Türkiye’de biliyorsunuz orman yangınlarının mevsimi var. 1 Haziranda başlıyor, Kasıma kadar sürüyor. Bundan beteri yangınların, bazen mayısın 15’in başlıyor ve ha bre ne yapacağız diye şaşırıyoruz. Japonya’da mesela havlu taşıyorlar adamlar ellerinde. Hepsinin küçük havluları var böyle, onunla siliniyorlar filan. Bize yanlış bir şey gibi geliyor ve yapmıyoruz. Japon bayanlar mesela, güneş yanığından çok korkuyorlar, güneş yanığını çok çirkinlik sayıyorlar. Esmer filan hep çirkin kaldık orada. O yüzden buraya kadar şapkaları var bayanların. Böyle özel şemsiyeleri var dantelli filan. Ama aslında çok güzel bir şey. Çünkü şu anda artan afetlerden biri de, halk sağlığı açısından en büyük problemlerden bir tanesi de cilt kanseridir. Şu anda katlanarak gidiyor cilt kanseri. Mesela, Avustralya’ya gidiyorsunuz, hükümet güneş kremlerini halka bedava dağıtıyor, o kadar artmış durumda cilt kanseri. Biz tabii henüz daha nasıl giyineceğimizi filan bilmediğimiz için bir tek gidiyoruz yazın hurra diyoruz. Normalde tatil demek, turizm demek, sıcak mevsimlerde soğuk yerlere gitmek demektir. Yazın mesela bir ülke sıcak sayılıyor, yıllık tatiller yüzünden izinler yazın veriliyor. Yazın gitsinler, o sıcak havada çalışmasınlar, soğuk yerlere giderek sağlıklarını korusunlar. Kuzey ülkelerinde de kışındır yıllık tatil ve onlar da sıcak yere giderler. 8 Biz ne yapıyoruz, İstanbul sıcaksa kalkıyoruz doğru Antalya’ya gidiyoruz. Bu da yetmemiş gibi cildimize havuçlu kremleri sürüyoruz, yatıp kızartma yapıyoruz böyle. Müthiş bir yanlış bu, böyle bir şey yok. Yani nasıl bu yanlışı yapıyoruz anlamıyorum. Deniz seviyelerinin yükselmeleri konusunda herhalde haritacılara çok iş çıkacaktır. Deniz seviyesi yükseldiği zaman kıyı şeridi tamamen değişecektir. Deniz seviyesi yükseldiği zaman kıyılarda büyük erozyon olacak. O erozyonlar, çökmelere neden oluyor ve yeniden bir kıyı şeridi oluşuyor, aynı o kıyının yiyemeyeceği kadar şeyler oluyor. Bunlara çok kısaca değineceğim. Rahmetli Aykut Barka’yla gitmiştik Van’a ve bir hafta da başka bir zaman kendim gitmiştim oraya. Arkadaşım, orada göl yükselmiş diye ne kıyametler koptu. Türkiye’de bir burun kuralı var. Bunu bilmezlikten dolayı orada neler çektik. Gölün suyu 2 m yükselmiş gözüküyor, ama gölün derinliğini ölçüyorsun değişmemiş. O zaman ne oluyor? Gölün tabanı yükselmiş. “Kardeşim, yok öyle bir şey, 2 m taban nasıl yükselsin” deniliyor. 2 m yükselmesi için, 2 m atılım için şu kadar deprem olması gerekiyor, oysa bu deprem yok ortalıkta. Yani neyse bunlar ayrı şeyler ama. Arkadaşlar, bu deniz seviyesi yükselecek ama denizin derinliği değişmeyecek. Çünkü bu kıyıyı yiyecek, alacak kıyı erozyonunu, alacak toprağı altına serecektir. Sonuçta kıyıdan gidecek yani. Her 1 mm’ye 100 cm gidecek, yani 1’e 100 veya 1’e 40 gibi değişik toprak miktarına göre bu değişiyor. Tabii kıyılar değişecek, araziler değişecek, mühendislik yapıları çok gidiyor burada. Yaptığınız köprüler, Karadeniz Yolu nedeniyle kime sorsan “Deniz suyu yükseliyor” diyor. Neyse bunu anlatacağız. Bunun için dünya strateji geliştirmeye çalışıyor. İngilizler, Amerikalılar bu deniz kıyısında ne yapsak, ne yapmasak diye düşünüyor. Bu zıkkım yılda şu kadar yükseliyor, yapacağınız mühendislik binasının ömrü de bu kadardır. Bunu yapsak kaç sene kullanırız diye düşünüyorlar. Onun için bilgi toplumu olmak başka bir şeydir. Bakıyorsunuz dişçi belediye başkanı olmuş, aynı zamanda şehir planlamacı, aynı zamanda her şey. Çekiyor bir kalem bir çizgi, şehri planlıyor, acayip bir halde diş çeker gibi çekiyor, problemleri çözüyor. Gerçekten bilgili adam bulacak, koordine edecek, işi yaptıracak. Ama bu böyle değil ki. Arkadaşlar, bugün Türkiye’de bir tür kayıp, her şeyi bileceksin. Kardeşim, aslında bunları bilmek de önemli bir şey, ama maalesef dünyada canlı türlerinde ve çeşitliliğinde azalmalar olacak ki şu anda çok yaygın oluyor. Bütün bunları ve hayatımızı iklim kontrol ediyor, geleceğimizi kontrol ediyor. O nedenle de önemlidir. 9 Şu anda 140 yılın en ateşli yıllarını yaşıyoruz. Bugün 3-4 dereceye yakın bir artış var. 1860 yılından beri yaşanılan en sıcak 20 yılın 19’u 1980’den sonra gerçekleşti. 1860’dan sonraki en sıcak 20 yılın 11’i 1990 yılından sonra gerçekleşti. Yani son yıllarda bir sıcaklık trendine girmiş durumdayız. Biz meteoroloji mühendisleri olarak her şeyi iklim değişikliğine bağlamayız. Bizim baktığımız trendlerdir, bazı değişik işaretlerdir. Battığımız zaman 1998 yılı son 1004 yılın en sıcak yılı oluyor. 2002 ise son 1 000 yılın en sıcak yılıdır. Buzullar eriyor, gözle görülen büyük işaretler var. Okyanuslarda büyük bir ısınma var. Bütün bunların hepsi yaşanılan şeylerdir. Buzullar eriyor ve bütün bunlar bildiğimiz şeylerdir, yani olağan şeyler. Mevsimler çıldırıyor falan deniliyor, ama onlar farklı şeylere bakıyorlar. Mesela, ağustos ayında kar yağsa ben hiç garipsemem, çünkü bulutlara kar yağar ama inerken erir eğer hava sıcaklığı müsaitse. Bunlar iklim değişikliği değildir. Halk bunu çok karıştırıyor, havayla iklimi karıştırıyoruz. Hava nedir, iklim nedir? Hava şartlarını mevsimlere uydurmaya çalışıyoruz. Meteorolojinin rekor kırdığından haberimiz yok. Meteoroloji rekor kırar arkadaşlar; meteoroloji garip bir şeydir. Havanın aklı yoktur, her sene aynı hava mı olsun? Öyle bir şey yok. Hava ayrı bir şeydir, kaotik bir ortamdır. Ciddi şeylerdir bunlar, yanlış anlamayın. Hava kaotik olduğu için mesela, New York’taki kar fırtınası, İstanbul’da aşağıdaki fırtına neden olabiliyor; yani kaotik bir ortamdır. Günün şartları bunu da gösteriyor, mevsimlere falan burada gösteriyor. Kaotik ismi de oradan konulmuştur. Yani hava çok tuhaf bir şeydir. İklim değişikliği bunlar değil, iklim değişikliği şunlardır: Buzullar eriyor olması bizim için iklim değişikliğidir. Ama hangi buzulların erimesi? Karadaki buzulların erimesi. Denizdeki buzullar bizi ilgilendirmiyor. Denizdeki buzulların erimezi denizlerin su seviyesini değiştirmez. Ama zaten denizlerin seviyesini birden yükseltmişler. Karadaki buzulların erimesi bizim için çok tehlikeli. Deniz seviyesi yükseliyor deniliyor. Dünyanın her tarafında yükseliyor. Zaten göstereceğim size. Burada en büyük problem göçlerdir. Bu göçler; insanlar, balıklar, hayvanlar, ağaçlar her şey göç ediyor şu anda. Mesela, ağaçlar göç eder mi diye düşünebilirsiniz, ama eskiden ağaçların polenleri saçılırsa sağa-sola kuzeye gittiği zaman o iklim şartlarında yeşeremezdi. Şimdi bakıyorsunuz, güneydeki ağaçlar ölüyor, kuzeye doğru bir gelişme, kuzeydeki o ağaçlar yeşermeye başlamış. Yani ormanlar kuşak olarak yer değiştirmeye başlıyor. Göçlere baktığımız zaman insanlar göç ediyorlar. Ortadoğu’dan filan gelenler genellikle tarımla geçinenler, ama kuraklıktan dolayı artık ekim alanlarını kaybetmiş insanlardır çoğunlukla bunlar, yani genel olarak geçinemeyen insanlardır. 10 Bakıyorsunuz, Antalya’da balık yakalanıyor, balığın türünü inceliyorsunuz, Hint Denizindeki tropikal balık, Süveyş Kanalı’ndan geçmiş, Antalya’ya gelip yerleşmiş artık. Gecekondu kurmuş oraya. Artık çünkü kuzeye göç ediyor. Balıklar, ağaçlar, kuşlar, insanlar göç ediyor. Yani bu göçler konusunda en büyük problem aslında iklim göçmenleri olacaktır. Bangladeş filan İngiltere ve Amerika’ya başvurmuş durumdalar. Sizin yüzünüzden bu küresel iklim değişikliği gerçekleşiyor. Su seviyesi şu kadar yükseldiği zaman bu kadar iklim göçmeni olacak, bunların yüzde ne kadarını almak isterseniz diye resmi başvuruları var bunların. Mahalli kuş türlerinde azalmalar var. Bilmem farkında mısınız eskiden çocukken hatırlıyorum, ilkokuldayken filan kırlangıçlar yuva yaparlardı, şimdi kırlangıç filan görmüyorum buralarda, kimse de görmüyor. Yani benim uydurmam değil, yani bu yok. Kargalarla martılara kaldı ortalık. Narin kuş türlerinde büyük azalmalar var dünya üzerinde. Eskiden madenciler metan gazı ölçemezlerdi, o yüzden kanarya gibi kuşları kafese koyar öyle inerlerdi madene. Kanaryaya bakarlardı arada bir eğer kanarya fenalaşıyorsa kaçarlardı. Havanın kimyasal yapısına çok duyarlıdır narin kuşlar. Şimdi bu narin kuşlarda yok olma var, yani atmosferin kimyası bozuluyor. Mesela hatırlarsınız Amerikan askerleri yanlarında tavuk, güvercin taşıyorlardı. Eğer bir kimyasal zehirlenme olursa onunla test edeceklerdi bunu. İşte bu bizim için bir iklim değişikliği, küresel iklim değişikliğinin, atmosferin değişiminin problemidir. Demin söylediğim gibi son 1400 yılın en sıcak yazlarını peşpeşe yaşıyoruz. Biz bunlara bakıyoruz, halk kimlere bakıyor? Hava başka bir şey, iklim başka bir şey, onun derdindeyiz biz. Mesela, “hocam, bu sene yaz gelmeyecek galiba?” filan diyorlar. Yahu kardeşim dur, resmi takvime göre 21 Haziranda yaz geliyor, sen daha Mayısta arıyorsun. Hele hele 21 Haziranda bu hava kalkmaz bile. Burası bizim takvimlerimiz, biz insanoğlu güneşin etrafında dünyanın hareketine bakarak bazı noktalara ilkbahar, yaz, sonbahar ve kış demişiz. Bundan havanın haberi yok, bu bizim uydurmamız, astronomik takvimdir. Havanın buna hâlâ uymasını bekliyoruz. Yahu yok kardeşim, böyle bir şey yok. 3 eşit aylık olmak üzere senede 4 mevsim yok bir yerde, dünyanın hiçbir yerinde yoktur. Mesela bazı ülkelerde iki mevsim var. Bizde de eskiden öyleydi, bir Kasım vardı, bir de bir şey daha vardı kitapta yazar. Yani dünyanın her tarafında iki mevsim vardır. Bir ıslak mevsim vardır, bir kuru mevsim vardır. Ama biz bunu dörde bölmüşüz, ondan sonra da sorgulamaya başlıyoruz. Aslında takvimler yanlış burada. Bu iklimine bağlıdır, oysa mevsimler çıldırdı diye anlat anlatabilirsen. 11 Meteorolojinin rekor kırmasına gelince, meteoroloji rekor kırar. Tabii bunun bir antrenörü olursa daha fazla kırar. Normalde meteoroloji rekor kırar, ama biri bunu rekor kırmak için kurcalarsa daha da fazla kırar. Bir insan ömründe en az beş hayatında gördüğünden daha fazla kar yağışı görebilir, daha sıkça görebilir. Bu beş sayısı istatistiğin şans kanunlarına göre normaldir. Bakın, İstanbul Kandilli’de aldım, bu birinci rekor, bu da ikinci rekorumuz, toplam ocak ayının rekoru. Sonra üçüncü rekor var, daha da büyük olmuş, sonra bu dört, bu da beşinci rekor. Yani bunun daha da büyük olması için birkaç yüzyıl daha beklememiz gerekiyor. Soğuk rekorlarına bakarsanız, daha fazla soğuk rekoru var. O zaman diyorsun kardeşim, kuraklığa gidiş var, bu sayı beşten fazla. Arada çok yağış olmasını normal saymak gerekiyor. Bakın, şu çizgi de normaldir. Her 10 yılda bir biz değiştiririz bu normalleri. 2000 yılına girene kadar 1961-1990 olmak üzere üç 10 yılın ortalamasını yağış ve sıcaklıklar normal diyorduk. 2000 yılından sonra da 1971-2000 yıllarının ortalamasını alıyoruz. Görüyor musunuz, her on yılda bir normali değiştiriyoruz. Çünkü iklim değişkendir, hava değişkendir, sabit diye bir şey yok. O yüzden normalini de on yılda bir değiştiriyoruz. Bakarsanız, ocak ayının toplam yağışı var. Kaç kere olmuş normalde? Bir kere olmuş. Ya yukarıda oluyor, ya aşağıda oluyor, yani normal diye bir şey yok. Burada İstanbul’u gösteriyor. Bu İstanbul için normal değer, bu da altındaki ve yukarısındaki değerler görüyorsunuz. Çok nadiren bir odaklama rast geliyor. Normal hava hayali bir şeydir, normal hava yoktur. Biz bunu sadece kıyas için söylüyoruz “mevsim normallerinin üzerinde, altında” deriz, ama normal hava aramamak gerekiyor. Geçmiş yıllardaki iklimi tespit edebiliyoruz. Şu ağaçların yaş halkaları var ya, harita gibi bir şeydir. Ağacı kestiğiniz zaman şuradan itibaren yaş halkalarını sayarsanız bugün 2004 yılındayız, kestiğiniz ağacı 2004 yılından itibaren tek tek bu halkaları sayarsanız ağacın yaşını ortaya çıkarırsınız. Bu ağaçların halkaları ne kadar genişse o yıl o ağacın olduğu yer o kadar yağışlıdır hava; ne kadar kurak geçmişse yaş halkaları o kadar incedir. Hatta bu ağaçlar orman yangınlarını da gösterir. Bakın, yangının izini de görüyorsunuz. Mesela, eski bir köşk görüyorsunuz, ondan bir örnek ağaç aldığın zaman oradan birkaç yıl geriye gidiyorsunuz. Yani böylece ağaçlardan iklim değişikliğini anlayabiliyorsunuz. Biz ağaçtan çok petrol kuyusu gibi kuyu açılıyor Antarktika’da, yerin 2-3 km altından örnek alınıyor şu şekilde. Bunun içinde her şey var, toz miktarı rüzgârı gösteriyor, içindeki katmanların kalınlığı yağış miktarını gösteriyor. İçinde sıkışmış hava kabancıkları var, karbon miktarını veriyor. Buzullardan binlerce yıl 12 gerideki iklimi çıkarabiliyorsunuz. Buzul olmadığı yerde ise ağaç halkalarından çıkarabiliyorsunuz. Göllerdeki polenlerden de anlaşılıyor. Eğer iklim iyi gitmişse ağaçlardaki çiçekler büyümüş, bunlar polen saçmışlardır. Bu polenlerin miktarları vesaireleri çamurlarda göllerde kalıyor, bunlar tespit edilebiliyor. İklim her zaman değişmiştir, dünya varolduğundan beri hep değişmiştir iklim. Güneşten gelen enerjideki değişiklikten dolayı değişmiştir, dünyanın eğimi değişmiştir, dünyanın yörüngesinde değişiklikler olmuştur, oradan değişmiştir; kıtalar sürüklenmiştir. Bugün gidin Grönland’ a kazdığınız yerden petrol çıkar, kömür çıkar. Çünkü Grönlan bir zamanlar ekvatorda tropikal ormanlar olan bir yerdeydi. Kıtaların sürüklenmesi var, kıtalar yer değiştiriyor. Atmosferdeki bileşenler değişmiştir, çünkü volkanlar patlamıştır. Bunlar hep normal şeylerdir. Bir de insan faktörü var. Ormansızlaşma, tarım faaliyetleri, fosil yakıtları, atıklar, atıkların konulacağı yerler çölleşme, uçaklar, gemiler, otomobiller; bütün bunlar insanların etkileri; yani modernleşme, gelişme. Biliyorsunuz dünya nüfusu 7 milyara yaklaştı. Bu kadar nüfusu barındırmak için yeni tarım alanları açılıyor ve bunlar hep ormanlardan gidiyor. Yani yüzeyi hayat için değiştiriyoruz. İnsanların ısınması için yine ormanlar kullanılıyor, yine bazı insanlar bu ormanları kesip satarak geçimini sağlıyorlar. Arazi sürekli şekil değiştiriyor. Bütün bu şekil değişiklikleri havadaki bir sürü şeyin farklılaşmasına neden oluyor. Soru şu: Şu andaki değişiklik, ısınma bundan mıdır, yoksa ikisinden birinden midir? Hangisinin daha fazla etkisi vardır? Bazı petrol firmaların danışmanları filan diyelim, elemanları bundandır diyor. Bazıları hepten bundandır diyor, ama bu daha küçük, şimdi onu göstereceğim birazdan. Bu bizim volkanlar. 1816 yılında biliyorsunuz Tambora volkanı patladığı zaman İngiltere’de Ağustos ayında kar yağıyordu, o yıl yaz olmadı hiç. Şu anda büyük bir volkan patlaması olsa, dünya bir anda soğumaya girer, çok anidir bu değişiklikler. İklim değişiklikleri çok ani olabiliyor. Yani bütün bunlar geçmiş yıllarda bizim iklimimizi değiştirmiştir. İşte bu dünyanın ekseni, yaklaşık 11 000 yılda bir bu bir tarafa, bir tarafa devriliyor, böyleyken böyle oluyor; gidip geliyor. Bu böyle değiştiği zaman bütün iklim değişiyor. Mesela, şu anda 23 derece ya, 40 derece olsa ne olur iklimimiz İstanbul’da? Yazları ve kışları sıcak mı, soğuk mu oluruz? 40 derece olursa kışlar daha soğuk, yazlara daha sıcak oluyor, bu bir değişiklik yani. Bütün bunlar eski yıllarda iklimi değiştirmiştir. Elips bu, bazen daire oluyor, 90 000-100 000 yılda bir değişiyor. Bütün bunlara biz Milankoviç Teorisi diyoruz. Milankoviç diye bir Sırp bunları tespit etmiş. 13 İklim, medeniyetlerin doğup batışına kaynak olan çok önemli bir olaydır. Roma doğmuş sıcak bir dönemde, sonra Roma soğuk bir dönemde batmış. Vikingler bir buzul çağında çıkmış ortaya burada, böyle gidiyor. Şurada 1700-1800’lerde küçük buzul çağı yaşanmış. Mesela 1700’lerde şuralarda küçük küçük buzul çağları yaşanmış, Fransız Devrimi de buraya rastlar. Niye Fransız halkı patlamak zorunda kalmıştır, niye ekmek bulamıyordu, çünkü kuraklık vardı. Neden kuraklık vardı, çünkü buzul çağına girmişlerdi. Bitkilerin büyümesi için belli bir sıcaklık değerleri gerekir. Dünya çok soğuk olursa tarım durur. Görüyorsunuz bütün bunlar medeniyetleri yok etmiş, var etmiş. Mesela, Osmanlılar Celali isyanları zamanında Boğaz’daki gemileri durdurur içinden buğday alırmış. Düşünün yani bu kadar kıtlık yaşanmış. Celali isyanları, Fransız Devrimi, bütün toplumsal olaylarda iklimin etkisi vardır. Son zamanlarda bir film çıktı “Yarından Sonra” diye. Bu Yarından Sonra filminde bilimsel değerlerle değinme var aslında. Bakın, buradaki değişiklikleri görüyorsunuz. Burada buzul çağında hop diye çıkıyor, ısınıyor, tekrar çok kötü düşebiliyor, zikzaklar çok kolay yapılabiliyor. Bizim en son yaşadığımız buzul çağı burasıydı, yani şunlardı. ama daha önce çok daha soğuk yıllar olmuştur. Amerika’daki Ulusal Bilim Konseyinin hazırladığı bir rapordur bu: Ani İklim Değişikliği. Amerika’da bir Doğa Müzesi var Washington’da, Orada Sibirya’dan getirilen bir mamut fosili var. Sibirya’da otlarken donmuş ve ağzında ot kalmış, böyle kafasını kaldırıp bakamamış bile yani. Bütün bu filmin şeyi buradan geliyor. Öyle bir donmuş ki mamut -oysa kürklü bir hayvan, Sibirya’da yaşayan bir hayvankocaman bir kütle bu kadar aniden nasıl donar? O film de oradan kaynaklanmıştır işte. Aniden her şey donuyor, çatır çutur oluyor, ağzında otla, kafasını bile kaldıramadan donduğu için ani iklim değişikliklerine bağlıyor bu işi. O kadar hızlı değil tabii, ama normalde oluyor bu değişiklikler. Öyle ani değil, en hızlısı 100 yılda, 10 000 yılda bir olabiliyor. O filmde hatırlarsınız, denizde şamandıralarda sıcaklıklar çok hızlı düşüyor. Şu gördüğünüz Golfistrim denilen sıcak su akıntısı geliyor, burada soğuyor, tuzlu su olduğu için çöküyor, böyle bir çevrim var dünyada. Bu aslında güneyle kuzey arasında enerjiyi dengelemeye çalışıyor. Doğada her şey kendini dengelemeye çalışıyor kendini. Sırf bir enerji dengesi oluşması için enerji, basınç, sıcaklık, vesaire hepsi yüksekten alçağa doğru hareket eder. Filmde donuyor buralar ve bu akıntı kesiliyor. Bu akıntı kesildiği zaman biliyorsunuz İngiltere burada, yaklaşık olarak Moğolistan da enlem bakımından onun hizasında. ama buralar çok buzlu ve soğuk olmasına rağmen İngiltere bu sıcak su akıntısı yüzünden ılıman bir iklime sahip. Filmde sıcak su akıntısı kesildiği zaman İngiltere donuyor. Aslında 14 ortalama 4-5 derece düşüyor ve 4-5 derece aslında büyük bir rakam. Ortalama 1 derece bile çok büyük bir rakamdır. Mesela, 18 000 yılda 5 derece ısındık da bu duruma geldik. Son 100 yılda da 1-2 dereceye yakın ısınmış durumdayız. Yani çok hızlı ısınıyoruz son yıllardı. Bütün bu dengelerin bozulması dünya iklimini değiştiriyor. Bakın, Türkiye’yi nasıl etkiler bu durum? Bunun filmleri de vardı, ama nerede olduğunu bilmiyorum. Balkanlar’dan geliyor ya hava sistemleri, dünya batıdan doğuya doğru döndüğü için hava hareketleri de batıdan doğuya doğrudur, yani batıdan gelir. Batıdan gelen sistemler bunun üzerinde ısınıyor ve bize ılıman bir şekilde geliyor. New York’tan kalktığı zaman buz gibi gelecek, yani küçük bir dünyaya rağmen her taraf etkileniyor. Ne oluyor dünyada? Havai’de Manavea Adası gördüğünüz gibi karbondioksit miktarı artıyor. Uzak bir yer burası, halen doğal atmosferik dağılımı gösteriyor. Sonbaharda yapraklar döküldüğü zaman hava soğuk oluyor gördüğünüz gibi. İlkbaharda tekrar yeşilleniyor ortalık karbon miktarı azalıyor, tekrar düşüyor, ama böyle bir inkişaf, artış var. Havada karbon miktarı ne kadar fazlaysa hava da o kadar ısınıyor; bu kesin ve bilinen bir gerçektir. Yani 2 kere 2’nin 4 etmesi gibi bir şeydir. Baktığınız an küresel sıcaklıklara -başka etkenler de var, tek etken karbondioksit değil- bir genel trend var, bir yükselme gösteriyor. Şurada göreceksiniz, bakın 1400 yılın en sıcak yılı. Şuralarda bakın, ne kadar düşüktür sıcaklık, 1980’lerden itibaren küresel iklim değişiklikleri oluşmaya başladı, 1980 öncesi meteorolojik nükleer kıştan bahsediliyordu o zaman, en popüler konuydu. Bir nükleer savaş çıkarsa dünya nükleer kışa girecek denilirdi. 1980’den sonra küresel iklim değişikliği ortaya çıktı. Görüyorsunuz çok net bir şekilde sürekli bir tırmanma var sıcaklıklarda. Böyle gidiyor ve şurada bir pik yapmış durumda. Kar örtüsü yüzde 30-10 azaldı, okyanuslarda artış var. Büyük bir sıcaklık var, bu çok bariz olarak burada şu anda görülüyor. Son 1 000 yıla baktığımız zaman böyle. Şu 140 yılı gösteriyor, bu da 1 000 yılı gösteriyor. Bu ısınmaya neden olan nedir? Bakın, şu kırmızılar bizim sıcaklık gözlemlerimiz. Şunlar da doğal nedenler. Doğal olarak bu sıcaklık değişmelerinin şöyle olması lazım. Görüyorsunuz doğal ile insan kaynaklı olmasının arasındaki fark bu kadar. Bu farkı artıran doğal nedenlerdir. Dünyanın ekseni filan gibi etkenler var. Sadece insana baktığımız zaman, insanla yine uçuca örtüşmüyor ikisi. İnsanla doğal nedenleri koyduğunu zaman bilgisayar modelleri iklim modelleri bunu çok güzel açıklıyor. Yani doğal nedenlerle insan kaynaklı nedenleri koyduk mu, şu anki ısınmayı açıklayabiliriz. Bu bilinmeyen bir şey değil artık. 15 Son Altıncı İklim Konferansından sonra hiçbir kimse artık çıkıp da “Bu iklim değişikliği insan kaynaklı değildir” demedi toplantılarda. Bush söylüyor, ama bilimsel ortamda yoktur. Bush efendi en son yaptı numarasını yine tutturdu. Biliyorsunuz 1960’da Sputnik Uydusunu atınca Ruslar 60’lardan itibaren uydu görüntüsüyle atmosferden bilgi toplamaya başladık. Evvelce sadece yerden ölçüyorduk, şimdi yukarılardan ölçüyoruz. Bu ölçüm değerlerine göre yerde, stratosfer dediğimiz 10 km yukarıda çok hafif bir ısınma vardı, yani yerdeki kadar bir ısınma yoktu. Yukarıda bir ısınma var, ama daha yukarıda yine hafif sıcaklık vardı. Bush şöyle diyordu: “Şu bölgede fazla ısınma yok. Yerdeki ısınmanın nedeni şehirleşmedir; doğrudur şehirleşme de iklim değişikliği oluşturuyor. Sizin düşünceniz yanlıştır. Küresel ısınma diye bir şey yok. Eğer küresel ısınma olsaydı, burası da ısınırdı, havanın burası da ısınırdı. Siz yerdekini ölçüyorsunuz. Bu ölçtükleriniz de şehirlerdeki ölçümler, onlar da asfalttan, betondan artıyor” diyordu. Bilim adamlarına bir araştırma görevi verdi ve bu adamlar bu makaleyi yeni yayınladılar. Onların buldukları en son şey büyük manşet oldu Amerika’da. Türkiye’de pek sesi çıkmadı bunun. Buradaki ısınmayı aynı yerdeki kadar, hatta yerdekinden de daha fazla buldular son çalışmalarla. Geçtiğimiz Mayıs ayının 6&sında Doğa Dergisinde yayınlandı bu. Final Group diye büyük manşet oldu Amerika’da. Yerdeki ısınma 0.17 derece, yukarıda 0.2 derece. Çünkü daha büyük çalışmalarda yeterli veri yoktu. Zamanla böyle biriktikten sonra ve burada büyük bir yıkılmaya, başarısızlığa uğradı, ama tabii unutuldu gitti. Eğer aynı bu şekilde gidersek, yani şu anda hiçbir şey olmamış gibi devam edersek, 2011 yılında nüfus11 milyar olacak gibi böyle senaryolar var. “Nüfus bu kadar artarsa, enerji kullanımı şu kadar artarsa, böyle gelişmeler olursa ne olur? Bu iklimi nasıl zorlar?” diye nüfus artışına yönelik böyle bir sürü senaryolar var ve bu senaryolara göre şöyle öngörüler var. Şu en sıcak yıllardan biri, çok büyük nüfus artışı, dünyada büyük gelişmeler olursa, yani endüstriyel gelişmeler filan olursa, her bir Çinli’nin arabası olursa ısınma buraya çıkıyor. Şu an dünyanın ortalama sıcaklığı 14 derecedir, ısınma çıkıyor 20 dereceye. Yani böyle senaryolar var. Bütün bunların hepsi birer felaket senaryosu aslında. Çok büyük sıcaklık artışlarıdır bunlar ve ekolojik olarak buna ayak uydurmak mümkün değildir. Yani farklı bir dünya ortaya çıkacaktır sonuçta. Tabii ki mutlaka canlılar yaşayacak. Bunların hepsi senaryolar, yani nasıl olacak, ne değişecek gibi. Şunu da unutmayın, doğada her şeyin bir anlamı var. Mesela, karbondioksit sera gazı, metan sera gazı, bunlar aslında kötü bir şey değil, iyi bir şey bunlar. Sera gazı olması dünyanın şu andaki sıcaklığı çok farklı olurdu. Biz bu dengeyi bozuyoruz aslında. Artırarak sera gazlarını işi zorlaştırıyoruz. Bakın, burası Mars, sera gazlı karbondioksiz, hepsi donmuş yerde, sıcaklık eksi 50 derece. Öyle bir dünya istemeyiz, yani atmosferde sera gazı olmadığı için böyle olmuş. 16 Şurası Venüs, atmosferinin yüzde 96’sı karbondioksit, dünyanınki onbinde 3. Venüs’ün hava sıcaklığı 420 derece, ayarı kaçırmış burası. Bizde ise onbinde 3 ve ortalama hava sıcaklığı 15 derece ve şu anki yaşamı sağlayan dengedir bu. Yani sera gazı iyi bir şey, 15 derecede bize bir yaşam sağlamış. Ama bunu artırdığımız zaman iş değişiyor, işte buraya doğru gidiyoruz. Bu ne kadar artarsa sıcaklık da o kadar artıyor. Burada problem hızla dengeleri bozuyoruz. Doğadaki dengeleri dokunmamak gerekiyor. Bu dengeler bozulduğu zaman işler de bozuluyor. Nasıl bozuyoruz? Fazla fosil yakıt kullanıyoruz. Fosil yakıt türleri mesela petrol, kömür ve benzeri yakıtlardır. Onlara biraz sonra geleceğiz. Bakın, bu sera gazları olmasaydı, güneşten gelecek ışıkla yer ısınacaktı ve geri dönecekti. Dünyanın tek enerji kaynağı olacaktı. Biliyorsunuz güneşten gelirken ışınlar havayı ısıtmaz. Hani cemre var ya havaya düşüyor, toprağa düşüyor; bu yanlış bir şey aslında. Bunun tam tersi, önce yer ısınması gerekiyor, toprağa değen havanın ısınması gerekiyor. Şimdi burada ne oluyor? Yeri ısıtıyor. Bu sera gazı olmasaydı. O zaman hava sıcaklığımız kaç derece olacaktı biliyor musunuz? Eksi 18 derece olurdu dünyada; yani 33 derece düşüyor. Bu sera gazları ikinci bir enerji kaynağı görevini görüyor. Bakın, geliyor ve tekrar geri geliyor. Yani dünyadan yansıyan güneş ışınları geceleyin sera fazları tarafından tutuluyor ve tekrar geri yansıtılıyor ikinci bir güneş gibi ve bu dünyanın sıcaklığını 33 derece artırıyor. Ama biz bu sera gazlarını artırdığımız zaman ikinci güneş büyüyor ve işimiz tehlikeye giriyor. Yani burada bir kritik nokta var. Biz buna atmosferik sere diyoruz. Şu sera bizim seraya pek benzemiyor. Çünkü burada ısınan hava hapsoluyor burada, ısınan hava sonsuza kadar yükselebiliyor. Yani fiziksel olarak farklı bir ortamdır. Bakın neler oluyor? Karbondioksit miktarı buydu. Şimdi karbondioksit artıyor, metan gazları da aynı şekilde artıyor. Belki bir dengesi var, ama azotdioksitler bu şekilde artıyor. Büyük bir artış var sanayi devriminden önce ve şimdi. Bu kloraflora karbonlar bizim uydurduğumuz yapay bir gazdır, doğada öyle bir şey yoktur. 1950’lerde bunlar yapay olarak üretiliyor, şu anda 1987’de Montreal Protokolüyle kontrol altına alınmış, ama nasıl alınmış? İşte aslında kritik nokta burada. Yani niye Kyoto Protokolünü imzalamıyor bu adamlar da, Montreal protokolünü imzalıyor? Amerika niye imzalamıyor protokolü. Uzun süredir imzalamıyor, bugün de imzalamayacak. Montreal Protokolünü imzaladı, çünkü kloraflora karbon yerine başka bir gaz icap etti kullanmak için, onu da o satıyor. . Yani burada “Tamam arkadaş, bundan sonra kloroflora karbon bitti, o zaman onun yerine bunu al” diyor ve onun için bir kaybı yok. Ama şu anda Amerika Kyoto Protokolünü imzalarsa, daha ne kadar ben her sene gidiyorum oraya, oradaki yaşam, yani enerji kullanımı, yaşam, arabalar, her şey mümkün değil o 17 emisyonu azaltamaz o yaşam tarzını değiştirmeden. Korkunç bir enerji kullanımı var. Yani bizim on katımızdan fazla enerji kullanımı var. Arkadaşlar, sonuçta ne oluyor bakın, şurada IPC denilen bir merkez var, hükümetler arası iklim değişikliği paneli bu. Dünya üzerinde beş bölge seçmiş, bunlardan biri de burası ve Türkiye de içinde. Böyle şansımız var yani. Yoksa bizim oturup da böyle iklim değişikliği modelleri çalıştıracak, şey yapacak işimiz yok. Ben bir kere 2000 yılında Meteoroloji Genel Müdürlüğünden veri istedim, GAP bölgesindeki iklim değişikliğini incelemek istiyorum dedim. Bu ülkenin bilim insanı olarak çay içmekten sıkıldık ve bir gün bir araştırma yapalım dedik. Benden 2000 yılının parasıyla 12 milyar lira para istediler. O verileri bana verecekler, ben de bu ülkenin vatandaşı, bilim adamı olarak bu ülke için bilimsel çalışma yapacağız. 12 milyar lira istediler ve bizim bütçe biraz kısa geldi, veremedik. Böyle bir şey olur mu? O yüzden biz de çalışma yapamıyoruz. Çünkü ne oldu? Meteoroloji Genel Müdürlüğünün başına muhasebeci getirmişler. “Sayın Bakanım, ben geldiğim zaman buranın döner sermayesi şu kadardı, şimdi şu kadar oldu” şeklindedir bunun başarı kriteri budur. Böyle bir şey olabilir mi? Dünyada Meteoroloji Genel Müdürlüğü para kazanan bir kuruluş değildir. Aynı Emniyet Genel Müdürlüğü gibidir, Milli Eğitim Bakanlığı gibi bir hizmet kurumudur. Ama Türkiye’de bu para kazanan bir kuruma çevrildi. Bu ülkenin bilim adamlarından bile haraç istiyor adamlar. Bir şey daha söyleyeyim, “Türkiye’de bilimsel çalışma yapmak yasak, cezası var bunun” diyorum. Millet anlamıyor, kardeşim 12 milyar istediler, verirsen bilimsel çalışma yapacaksın. Aynı kırmızı ışıkta geçmek gibi bir şey bu. Türkiye’nin bilim politikası yok arkadaşlar yahu. Ben şimdi Amerika’ya başvursam, bana veri verir, üste de para verir, “al bunu yap” der. Bizim ülke tamamen ters, bizim böyle bir şeye ihtiyacımız yok arkadaş. Neyse, buradan takip ediyoruz ne olduğunu. Yani beleş takılıyoruz. Bu adamların yaptıkları tahminlere göre bizim 2030 yılında hava sıcaklıklarımız kışın 2 derece artacak. Yani ısınıyoruz arkadaşlar, kışın 2 derece, yazın 3 derece. Bu ne demek? Kışın daha az kömür yakacaksınız, yani iyisiniz. Bunun faydaları da var yani. Ama yağış kışın çok hafif bir artış gösteriyor, yazın ise yüzde 15 kadar azalma gösteriyor. Neden bizim yazın yağışımız yok mübarek? Yazın daha da kurak bir hale geliyoruz. Yazın bu sıcaklığın artması, yağışın azalması GAP’taki Keban Barajındaki suların uçması, buharlaşması demektir, karların daha erken erimesi demek. Yani kurak hale gelmesi demektir, topraktaki su miktarının uçması demektir. Daha fazla sulu tarıma ihtiyaç var demektir. Yani işleri böyle ekonomik düşündüğün zaman işler karışıyor. 18 1995’te Meteoroloji’den aldığım bazı veriler vardı. ona göre biz baktık, 1990’a kadar ne oldu, iklim ne oldu, değişiyor mu, değişmiyor mu? Bu iklim değişikliği senaryolarına baktığımız zaman en çok büyük ısınma kuzeyde, Ekvatora doğru ısınma azalıyor, ekvatorda daha az. Yani ne olurdu? Kuzey Kutbu soğuk, güney sıcak ya, bu sıcaklık farkından dolayı hava hareket ediyor. Yani bu aslında dünyanın motorudur, hava hareketlerini bu meydana getiriyor. Şimdi bu sıcaklık farkı düşüyor, azalıyor. Yani anlaşılan bizim hava hareketleri değişecek arkadaş burada. Yani sıcaklık farkı azaldıkça hareket de farklılaşacaktır. Türkiye’ye ne olur burada dediğiniz zaman, kışın 2 derecelik, yazın da 2-3 arasında bir artış var Türkiye’de. Yani 2030 yılı için beklenilen budur. Beklenilen gerçekleşiyor mu diye baktığımız zaman 1995’e kadar olan veriyi almışım, bakın, böyle artıyor Türkiye’de hava sıcaklıkları. Yani bu 1950 yılından başlıyor Türkiye’de hava sıcaklıklarının artışı, 1950 yılından bu yana böyle bir artış var. Bu gece sıcaklığıdır. Hava sıcaklığı gece ve gündüz diye ikiye ayrılır. Çünkü gündüz ısınmayı göremiyoruz. Gündüz başka işler karışıyor, gündüz ısınma maskeleniyor. Hava sıcaklığının değişip değişmediği gece daha iyi belli oluyor. Geceleyin de çok net bir şekilde gördüğünüz gibi böyle bir çok net bir tırmanma var. İşte bu nerede, ne kadar, hangi mevsimde oluyor diye baktığımız zaman özellikle ilkbaharda daha fazla olmak üzere geceleyin bir ısınma var Türkiye’nin genelinde. Gündüz aynı zamanda kükürt vesaire salındığı için atmosfere bunlar havanın yakma katsayısını artırıyor, güneşten yansıyor bunlar., yani bulutlar daha parlak hale geliyor, gündüz havadaki aeresollar güneş ışığını dağıtıp geri yansıtabiliyor, kaçabiliyor, o yüzden gündüz gözükmüyor. Gündüz yakalayamıyoruz bunları. Yağışa baktığımızda esas problem yağışta aslında biliyor musunuz? Havayla beraber yağış farkında bir problem yok, ama yağış artmadığı zaman problem oradan çıkıyor ve özellikle yağış bazı yerlerde artıyor, bazı yerlerde azalıyor. Mesela bakın, buralarda Avrupa, eski dünya, Türkiye, Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Latin Amerika’da yağışlarda büyük azalmalar bekleniliyor. Hava sıcaklığı artacak, yağış azalacak. Yani çok daha iyi olacak diyor, daha fazla üretecek, ama suya ihtiyaçları var. O suyu da veremediğiniz zaman bir şeye yaramıyor. Biz küresel ısınma diyoruz, ama küresel yağış diyemiyoruz. Çünkü yağış küresel davranmıyor. Küresel ısınma gibi her yerde ısınsa hem yağış artar ve hiçbir problem olmaz. Ama işte problem burada çıkıyor ortaya. Yağış azalacak, azaldığı yerde de tarım, orman yangınları vesaire gibi büyük sıkıntılar yaratacak. Türkiye’ye baktığımız zaman sıfır ve yüzde 10 gibi kışın yağışta artış bekleniliyor. Şu gördüğünüz bizim Karadeniz’de böyle. Buralarda pek değişiklik yok.Bir problem yok yani. Bizim yarı kurak olan yerlerimiz böyle aslında. Orada 19 yağış artmıyor yahut da azalıyor. Yağışa ihtiyaç olmayan yerde de yağış artıyor, Karadeniz’de yağış artıyor. Yaza baktığımız zaman her yerde yağış azalıyor. Kışın hafif bir artış var kuzeyde, geri kalan her yerde azalma var. Toprak nemi yüzde 25’e kadar azalıyor. Bu da işte tarımsal kuraklık demektir. Kuraklığın çeşitleri vardır. Meteorolojik, tarımsal, hidrolojik ve ekonomik gibi tarımsal kuraklık başlıyor burada. Daha fazla toprak kuruyacak, yağmur da yağmayacak ne yapacak? Bu büyük bir sıkıntı olacak. Şu anda dünyanın yaptığı şey de bu, dünyanın işi bu. Dünya şu anda iklim değişirse bizim rekoltemiz nasıl değişir, mısır yerine ne ekeceğiz? Nasıl tarım yapacağız? Mesela bu El Nino olayı var. Türkiye’de El Nino’yu biz yaptık, dalga geçtik durduk. El Nino aslında ekonomik bir olay. Her iki yanda El Nino olduğu yıllarda Peru kıyılarından yaklaşık yılda 10 milyon ton hamsi ya da balık yakalanır. El Nino olduğu zaman sıcak su akıntısı gelir, ısıttığı için suyu orada planktonu öldürür ve plankton öldüğü için balıklar da ölür, balıklarla beslenen kuşlar ölür ve Amerika buradan bir şey alamaz. Amerika Peru’dan balıkları alır, Amerika’daki büyükbaş hayvanlarının yemlerine protein olarak katar, katkı malzemesi olarak kullanır, pizzalarda kullanır bunu. Amerika El Nino olduğu olduğu zaman buradan alamaz balığı, onun yerine soya fasulyesi kullanır. Soya fasulyesi kullandığı zaman da soya fasulyesinin fiyatları artar. Bu sefer Japonya Amerika’dan soya fasulyesini pahalı almaya başlar. Bu sefer de Japonya’da soya peynirinin fiyatları artar. Aynı zamanda El Nino yıllarında seller olur. O zaman pirinç ekerler çöle. Çöldür deniz kıyısı, kurudur normalde. Ama El Nino olduğu zaman acayip yağmur alırlar ve pirinç ekmeye başlarlar. Böyle bir seçim ne kadar doğru. O yüzden Amerikalılar bu El Nino’yu tahmin etmeye çalışırlar. Eğer tahmin edemezlerse El Nino’yu, o yıl daha fazla soya fasulyesi ekerler. İspanyolca’da “El” İngilizce’de “the” ekine karşılık geliyor. “Nino” çocuk demek. Buradaki çocuk Hazreti İsa’nın bebekliğini gösteriyor. Çünkü burada Ekvatordan Peru’ya doğru bir yürüyüşe başlıyor, Noelde çıkıyor bu ve beraberinde bu akıntı, muz ağaçları, portakal dallarını filan getiriyor. Balıkçı köyleri de bunu Noel hediyesi olarak görüyorlar. Hazreti İsa bunlara Noel hediyesi göndermiş gibi böyle bir isim vermişler buna. Türkiye’de yağışa baktığımız zaman yağışın değişimini pek yakalayamıyoruz. Dünyada da böyle. Yağışın pek değiştiği görünmüyor. Gözlemler ve tahminlere pek paralel gitmiyor. Yani henüz daha o işaret yok. Ama kar örtüsü değişiyor, yağışın mevsimlere göre dağılışı değişiyor. Kar örtüsü daha çabuk eriyor. Fark ettiniz mi, bir süre barajları açtılar kapaklarını, Keban’dan Suriye’ye verdiler. Şimdi daha çabuk eriyor kar ve tutamıyorsun suyunu. Kar daha çabuk eridiği için derelerdeki suyun akışı maksimum olduğu zamanlar da değişiyor. Yani böyle her şey değişmeye başladı. Bu da daha çok net bir şekilde yaşanıyor. 20 Fakirler ne yapıyor biliyor musunuz bu küresel iklim değişikliğine? Ormanları filan kesip tarım alanlarını kesip yok ederek karbondioksit miktarının artışına döndüler. Ağaçlar onu absorbe ediyor. Ağacı kestiğin zaman havada kalıyor. Bakın, görüyorsunuz güney ülkeleri böyle. Güneydeki fakir ülkelerde insanlar doğaya saldırıyorlar. Yağmur ormanlarını kesip kesip kereste yapıyorlar. Yakıyorlar, tarım alanı açıyorlar ve bunların büyük katkıları var. Bakın, şu dengeleri bozuyorlar: Havadaki karbon dengesi bozuluyor, bu da su döngüsünü bozuyor. Şu bir döngü, su böyle dolaşıyor atmosferde. Öyle bir şeydir ki bu atmosfer, yağar bu, biz bunu kullanırız, kirletiriz, dökeriz, pis ederiz. Sonra bu buharlaşır ve saf su halinde tekrar atmosfere geri döner ve bulutlarla yağmur olarak tekrar döner. Biz aynı suyu bin kere içiyoruz, dolaşıp duruyor ve onu içiyoruz. Bu suyun döngüsüdür bu. Bu suyun döngüsü ağaçlarda, bitkilerde rol oynuyor. Ağaçlar olmasa terleme olmaz, yani suyun havaya dönüşü engelleniyor. Yani bütün bunları bozduğumuz zaman bu döngüyü bozuyoruz. Bu döngüyü bozduk mu işimiz yaştır. Görüyorsunuz ahtapot bile orada yer almış durumda. Dengesi bozulan yağmur ormanlarıdır. Gördüğünüz gibi yağmur ormanlarında yol açılıyor, böyle bir yol açıyorlar ve sonra bu yolun sağından solundan ormanı kemiriyorlar. Tropik bölgelerdeki bu ormanlar oradaki nem kaynağıdır. Havadaki nem atmosferin enerjisini sağlıyor. Bir molekül su buharlaştığı zaman 600 kalori çıkarıyor, bizi de ısıtıyor o zaman. Bu 600 kalori işte atmosferdeki fırtınaların nedeni budur. Bu enerji buradan geliyor. Yani atmosferin benzini bu. Ekvator’da bu benzin ortadan kayboluyor. Ekvator’da bu hareket kaybolduğu zaman bizim iklimimiz başkalaşıyor. Görüyorsunuz enerji kullanımı nasıl artıyor? Eskiden tezek kullanıyordu insanlar, onda pek fazla artış yok. Şöyle geliyor tezek şeyi. Sonra su kullanıldı, nükleer biraz böyle kaldı. Hâlâ artış var kömürde. Petrolde büyük bir artış var. Doğalgaz da çıktı şimdi ortaya. Doğalgaz’ın dumanı yok ya temiz sanıyorlar. Yahu kardeşim, hepsi aynı şey. O da azotdioksitler salıyor, o da tehlikelidir insan için. Atasözümüz vardır: “Türk’ün aklı gözüdür” derler, görmeden inanmaz. Biz görmediğimize inanmıyorum yani. O görmüyorsa herhalde hava temizlendi İstanbul’da diyoruz, ama hiç de temiz değildir. İstanbul yine böyle bir perde arkasında kalıyor, buna “modern hava kirliliği” deniliyor. Hatta bu kötü bir ozondur. Kanserojen yani, akciğer kanserinin nedeni .Ama biz onu adam yerine koymuyoruz, görünüyor arada bir şey, boş ver. Durum böyle ve bu enerjiyi kullanan gelişmiş ülkelerdir. Bakın, gelişmiş ülkelerde burada fakir kalıyorlar. Asya, Çin, Japonya, Avrupa ve Amerika ve bunların ürettiği emisyonlar karbon büyük miktarlarda, çok büyük miktarlardadır. Fakirler ormanları yok ederek küresel iklim değişikliğine katkıda bulunuyorlar, 21 zenginler de endüstriyel karbon üreterek bu işi katkıda bulunuyorlar. Yani biri içeriden biri dışarıdan bu işi yıkmaya çalışıyoruz, bakalım ne olacak?.. Şimdi durum bu hale gelmiş durumda. Yani klasik enerji, fosil yakıtlara bağlı olan enerjinin artık son şeyi değildir, dünyayı yok edecek bunlar. Bitmiş tükenmiş durumda bunlar yani. Ama değişmek istemiyor bunlar, çünkü çok büyük sorun. Adam psikiyatra gitmiş “Yağmur bitti, ama değişmek istemiyorum” demiş. İşte bu adam bu ve bunu değiştirmek gerekiyor. Temiz enerjiye geçmek gerekiyor. Doğa dostu olarak çevreyi geniş düşünmek gerekiyor. Yani bu gündelik yaşam, gündelik kâra yönelik şeyler uzun vadede büyük sıkıntı yaracaktır, gelecek nesiller için büyük problem olacaktır. Peki, ne yapılacak, ne yapılması gerekiyor. 50-60 sene sonra geri dönüşü yok bu işin. Yani o zamanki nesiller havadaki serayı kalınlaştırıp yok etmeleri mümkün değil. Çünkü bu sera gazlarının da havada kalım süresi çok uzun; şimdiden bir şeyler yapmak gerekiyor. Şimdi bu Stepter planına fazla girmeyeceğim. Mesela, Türkiye’nin büyümesi için beş derecenin üzerinde olması lazım hava sıcaklığının. Hafifçe soba ve kaloriferleri yakıyoruz 15 derece oluyor. 24 derecenin üzerinde biraz teorik olarak klima kullanılıyor. Yani insanın enerji ihtiyacı budur. Yani biz şimdi biz enerji ihtiyacını saptayabiliyoruz. Mesela evlerdeki ısıtma araçları açısında siz bana görev verin, İstanbul’da kaç konut var, bunların duvar kalınlıkları filan nelerdir, kaç kişi yaşıyor burada, duvarlarda ne kullanıyor?.Bu kullanılacak olan enerjiden ne kadar emisyon ortaya çıkacak, söyleyeyim. Yakıyorlarsa kömürün cinsini söyleyin bana, kullanılacak olan enerji miktarını söyleyin onun emisyon miktarını söyleyebilirim, onu modelleyebiliyoruz. İşte bu enerji kullanımının planlanması için yurt dışında Amerika daha ne kadar kapatacak önümüzü? Şu kadar değil mi? Demek ki bir birim evden şu kadar ısıtmaya ihtiyaç var. Bakın, çiçek de burada ve bunu buradan çıkarmak gerekiyor hemen veya 20 dereceye çıkarmak gerekiyor. Yani bu kadar ısıtmak lazım bu evi. Adamlar buna göre 10 000’lik veya hava tahminlerine göre enerji üretimini planlıyorlar. Bu bilgiyi kullanıyorlar yani. Biz de dedik ki, bu Ahmet Durmaya isminde Makine Mühendisi arkadaş var, hiç durmadan yazan bir arkadaş. Bu bana “Yahu, bu İstanbul’da iklim değişecek ya, değiştiği zaman biz ne kadar katı yakacağız sobada kömür olarak?” Isınacak ya kışın iki derece filan. Buna da artık diyelim ki, 15 sene boyunca soba yakıyoruz ve bakın burası yılbaşı. 1 Ocak, en soğuk gün olarak Şubat ve şu 15 derecenin 22 altı, yani şu bölge ısıtma bölgesidir. Sonradan ilkbaharın belli bir yerinden sonra sıcaklık bekleneni üstüne çıkıyor, artık bu bölgeyi şu anda ısıtmıyoruz. Tekrar Kasım ayıyla beraber bir ısıtmaya giriyoruz. Ben bunu ısıtsam bir kere ve yıllık ortalamayı artırsam, ne kadar tasarruf ederim diye bir merak aldı beni. Biliyorsunuz burada sıcaklık değerini artırarak ısıtma mevsimini küçültüyoruz. Böyle yaptığımız zaman arkadaşlar İstanbul’da ısıtma amaçlı enerji kullanımında yüzde 10 tasarruf ediyoruz her 1 derece sıcaklık artışında. ortalama yüzde 10 kârdayız. Yani böyle çıkıyor bunun hesabı. Peki ne olacak? Yazın klimaları açsak o zaman da klima ihtiyacı var. Ama aradaki fark bizi kurtaracak mı? Şimdi kâra mı geçiyoruz, zarara mı? İkisini de bir düşünmek lazım. Onun için Adana’yı yaptık ve Adana’da her 1 derece sıcaklık artışında yüzde 30’a yakın artış oluyor enerji ihtiyacında. Yani arada yüzde 20 fark var. Kazık bu işte. İşte burada bunları yapmak gerekiyor. Yani böyle durum. Ozona gelince. Biliyorsunuz belli bir ozon seviyesi var. Biz bunu hallettik yani bu yaz. Spreyler, emisyonlar vesaire bir sürü kimyasal bunu kemiriyor. Bakın, şu kloraflaro karbon. Güneş ışığından klor ortaya çıkıyor. Bir klor gidiyor binlerce ozonu parçalıyor. 1 klor molekülü yaklaşık 1 milyar ozonu parçalayabiliyor havada. Bunu parçaladığı zaman ne oluyor? Hani delik filan diyorlar ya bu azalmalar konusunda? Bu her şeyi etkiliyor, bitkileri de mahvediyor. Biz onları pek konuşmayız. Bitkilerde de ozon yaralanması oluyor, ağaçlar ve bitkilerde büyük problem oluyor ve büyük cilt kanserleri oluyor. Hani biz güneşe aldırmayız, yatarız güneşin altında sanki sağlıklı oluyormuş gibi. Cilt ne oluyor biliyor musunuz? Çift reaksiyonla kendini korumaya çalışıyoruz. Öyle çalışıyor ki, hasar olmasın hücrelere..Bunu kimse anlatmıyor, aslında bilmiyorum, belki de anlatıyorlar dinlemiyoruz. Sonuçta böyle olacak durumumuz. Güneşin ultraviola ışınları ve A ve B ismindeki bantlar çok tehlikeli ve bu şekilde. Ozon sadece cilt kanseri yapmıyor, bağışıklık sistemini de yok ediyor. AİDS’in artmasının nedenlerinden biri de odur. Bağışıklık sistemini de çökertiyor. Gözde katarakt yapıyor, ciltte kırışıklık, kalınlaşma gibi bütün bunlar güneşin zararlı ışınlarından kaynaklanıyor. Sonuçta bir de kötü ozon var. Bak, bu yukarıdaki iyi ozonu azaltıyoruz, böylece güneşin kötü ışınları geliyor bize, ama yerdeki kötü ozonu da artırıyoruz. Görüyorsunuz böyle modern şehirler sis perdesinin arkasında kalıyor. Bu kötü ozondur işte, kanserojendir. Ağaçların yapraklarından çıkan o hidrokarbonlar güneş ışığıyla etkileştiği zaman yerde ozon oluşuyor. Yerdeki ozonu solumak çok 23 zararlıdır. İklim değişikliği, sağlık, tarım, orman, su kaynakları, kıyı arazileri ve doğal kaynaklar, yani yaşam çeşitliliğinin hepsini etkiliyor. Azla sizi yormadan birkaç örnek verelim. Şekilde görüldü gibi deniz suyu seviyesi yüksekliği şu kıyı hariç her yerde artıyor. Su seviyesini arttığını görüyorsunuz. Bunun nedenlerinden biri ısıl genleşme. Su ısındığında daha da genleşiyor. Buzdağlarının erimesi ayrı bir şeydir. Grönland’daki buz erimesi çok önemli. Mesela, Türkiye’deki Nemrut ve Süphan gibi dağların tepesinde buzullar vardır. Oradan da eridiğini ve ısındığını görebiliyorsunuz. Geçen sene bu deniz.kıyıdan kaçmıştı içeriye.Bu dünyadaki su seviyesinin yükselmesine bakın, görüyorsunuz her tarafta yükseliyor. Su seviyesi yükseldiği zaman ne olur? Şöyle eviniz var lebiderya. Tam lebiderya oluyor, su yükseliyor, bir tane ay var o da çekip kabartıyor bunu.Yükselme l,5 m’ yi filan bulabiliyor. Biliyorsunuz nüfus büyük bir şekilde kıyılara hücum ediyor şu anda. Dünyanın her tarafında öyle, kıyılara bir hücum var. Kıyılara yerleşmeler artıyor, sanayi kıyılara çok yüklenmiş durumda. Bizim de Karadenizliler mi yapıyor, kim yapıyor yolları Karadeniz’de. Yol yapıyoruz kıyılara, artık bilemeyeceğim. Su seviyesi yükseldiği zaman şurayı yiyor bu su ve buradaki toprağı alıp yere seriyor. Daha önceki su seviyesi buyken, şimdi su seviyesi bu, derinlik değişmiyor, ama kıyı gediyor. 1’e 100 bu, 1 cm yükseltmek 100 cm kıyıyı yiyor. Harita mühendislerinin doğal olarak hassasiyete düşkün, çünkü bütün bu haritalar değişecektir. Araziler, her şey değişecek burada. Burun kuralı bu ve bu burun kuralı yüzünden ne çektik Van’da. Koca koca profesörler geliyor Fırat Üniversitesinden “Gölün tabanı 2 m yükseldi” diyor. Yahu, yok yükselmez diyorsunuz, yani çok zor anlamakta ve neyse burun kuralı kurtardı bizi en sonunda. Burun kuralına göre denizlerin derinliği değişmeyecek, ama kıyılar kemirilecektir. Kıyılar kemirildiği zaman kıyılardaki alçak tarım alanları gidecek; kıyılardaki yollar, plajlar, turistik tesisler, sulak alanlar ve yağmur suyu tuzlanacak ve bunun sonucunda da görüyorsunuz, şu kırmızı ile gösterilen alan 50 milyonluk nüfusun etkilendiği alan. Şurası da 50 milyondan daha fazla nüfusun etkileneceği alanları gösteriyor. Bizim Karadeniz okunmuş gibi, hiçbir şey yok. Zaten yüksek ya, herhalde oradan buraya gelecek diye düşünüyoruz. Bizim köyler duruyor, geri döneceğim köye. Türkiye’ye pek konuşmuyoruz burada, bu da Mısır. Şu anda Mısır’da bitki örtülerinde bile iklim değişikliği konu ediliyor. Mısır kalmıyor yani iklim değiştiği zaman. Akdeniz 50-60 cm yükseldiği zaman Akdeniz’in tuzlu suları 24 Nil’i basıyor. Mısır demek Nil demek. Mısır’ın bütün hayatı, şehirleri filan hepsi Nil boyunca. Nil’i tuzlu su bastığı zaman Mısır bitiyor arkadaşlar. Bizim Şile’de bir gölet var. Mesela poyraz çok kuvvetli estiği zaman burada dereyi tuzlu su basar. Oradaki balıkçılar çiçekçiler filan sulayamazlar tarla ve bahçelerini, şikâyet ederler “tuzlu su geliyor” diye. Bakın, Nil Nehri tuzlandığı zaman burada iş bitiyor. Dünyanın değişik yerlerinde böyle senaryolar var, bizde bu yok. Türkiye’de deniz suyu 10 cm daha yükselse nereler su altında kalır? Bunu haritalandırmak gerekiyor, çizmek gerekiyor. O kota göre bir harita çıkarmak gerekiyor bütün kıyıların. 20 cm, 50 cm gibi bunları bütün dünya yapıyor ve adamlar yolları ona geçiriyorlar, kanalizasyonu koyuyorlar. Kıyılardaki yapılaşmayı arazi konumuna göre planlıyorlar. Van’a gitmiştik, Tatvan’da su arıtma tesisi gölün altında kalmış, terk edilmiş. Böyle şeyler yapılırken bunu planlamak lazım. Mesela, bu senaryolara baktığımız zaman 60 cm’ye kadar çıkıyor su yükselmesi ve 60 cm az bir rakam değil. Bakın, İngilizlerin en son yaptığı şey şu: “Biz bu kıyıları kullanalım; köprüler, yollar yapalım, yararlanalım bu kıyılardan. Su yükselirse şuraya set yapalım” diye düşünmüşler. Sonra oturun düşünmüşler bunca setlerin maliyetiyle kurtarılacak olan yapılaşmadan daha pahalıya çıkıyor. En son geri çekilme ilkesini uyguluyorlar. İngilizlerin icat ettiği ilke kıyılardan geri çekilme olmuştur. Bizde ise ülkenin kıyılarına hücum var; yolları, köprüleri her şeyi oraya yapıyoruz. Uzun vadede bu yollar işe yaramayacak. Çünkü oralara dolgu yapılacak, setler yapılacak, bilmem ne yapılacak. İstanbul’un kaldırım taşları gibi olacak. Sonra devirdaim olacak, ama bu Türkiye’de düşünülmüyor. Bu mercanları ölüyor iklim değişikliği, ısınma nedeniyle. Grönland’ın buzulların çekilmesi olayı var. Deniz suyunun yüzey artışındaki değişme söz konusu. Bakın, 1970’den beri denizlerdeki buzulların 1,5 milyon km²’lik kısmı azaldı; az bir rakam değil şekilde de görüldüğü gibi. Mesela, burası Amerika’da Main Eyaleti, iklim değişiklikleri su yükselirse kıyılarda ne yapmamız gerekecek ona bakıyor adamlar. Bizde plan değil, pilav lazım deniliyor. SALONDAN- Ama burada bir çelişki yok mu? Amerika hem Kyoto Protokolünü imzalamıyor, hem de senaryolar var. Yani bu bir çelişki değil mi sizce? Prof. Dr. MİKDAT KADIOĞLU- Amerika’da şöyle bir şey var, bilmiyorum Türkiye’de öyle bir şey olur mu? SALONDAN- Ben Amerika’ya inanmıyorum. 25 Prof. Dr. MİKDAT KADIOĞLU- Bu iklim değişikliğiyle ilgili çalışmaların çoğu Amerika’da yapılıyor. Amerikan bilim insanları bunu söylüyor, ama şu anda petrolcüler iktidarda. Yani Amerikan Halkı bilinçlidir, ormanda yediği elmanın sapını cebine koyar taşır, çöpe atmaz yani. Ben olsam bu organik bir şey ne olacak diye atarım. Halk o kadar bilinçlidir, yönetim farklı. İşte bu puşt (Bush) efendi, “teröristler” filan diye halkı korkutuyor sürekli olarak. Yani bu bilimsel çalışmaları engellemiyor mesela. Yapıyorlar bilimsel çalışmaları, ama biz bunu yapmıyoruz. Yani bazen yönetimlerle halk farklı düşünebiliyor bazı konularda. Yani bu birlikte çalışmalar yapılıyor. Bakın Main Eyaleti, “United State” diyor, bir çevre ajansı bu. 1995 Eylülünde bunu yapmış. Var yani bunların bu politikaları. Bakın, şöyle bir şey vardır yurtdışında. Eyalet sistemi var. Türkiye’de her şey tek tiptir bizde. Okullar tek tip, her şey tek tip. Onlarda ise eyaletlerin yarışması, rekabeti var. Federal kanunlar uygulanıyor, ama bazı kanunları kendisi de çıkarabiliyor. Bizde İstanbul Valiliği kanun yazamaz ayrıca İstanbul için. Bunlar kendi kanunlarını yapabiliyorlar. Bazen bir eyalet yaptığı zaman, başarılı bir örnek olduğu zaman diğerleri de bunu takip edebiliyor; yani böyle bir rekabet sistemi var. Bizde böyle bir şey. Bizde aslında bırakın böyle şeyleri, belli şeylerde rekabet olsun, bir örnek teşkil etsin diyemiyorum. Yerel hükümetler Amerika’da bunu yapabiliyor. Fakat seçim işleri farklıdır. Çölleşme tehdidine geliyorum. Türkiye’yi görüyorsunuz, orada net görülmüyor, ama ekranda daha net görülüyor. Tam şurada çölleşme, hem de eksi halinde çölleşme gösteriyor. Tarım ürünleri rekoltesine geliyorum. Bakın, iklim değiştikçe tarım rekoltesinde değişiklikler olacak. Türkiye’de yaklaşık yüzde 20’ye yakın bir rekolte düşüşü var. Şu anda kendini besleyemeyen ülkelerden biriyiz. Yüzde 20 daha düşecek tarım ürünleri rekoltesi. Aynı zamanda nüfus da artıyor. 2080 yılında bizim nüfusumuz kaç olacak? Belki bir kat daha artacak, tarımda da aynı zamanda düşüş olacak. Yani bu beslenme, gıda problemi var, açlığa doğru bir gidiş var. Kuraklık, çölleşme eşittir kıtlıktır. Dünyada en büyük afet de kuraklıktır. Kuraklık olduğu zaman arkadaşlar orman yangınları olur, kıtlık olur, insanlar aç kalır. Bakın mesela, kuraklık olduğu zaman yiyecek bulmak için uzaklara açılırlar giderler. İlk zamanlar 10 km giderler, bu uzaklıktan su ve yiyecek bulabilirler, ama zamanla bu mesafe büyüyecektir. Bir zaman sonra da uzaklara giden insanlar bir daha geri gelmiyorlar. Böyle şeyler vardır. Mesela, kuşlar artık beslenemiyorlar, okyanusta yiyecek ararken ölüyorlar. Yani bu kıtlık, açlık en büyük afettir. Balıktan kuşlara kadar tüm canlıları etkiler. Deprem öyle değildir, 26 depremin çözümü kolaydır. Binalar yıkılıyor, belki sana bir şey yapmıyor, ama kuraklık çok büyük bir afettir, kıtlık getiriyor. Bakın, hava sıcaklığı 2 derece artarsa, -bunun hesabını yapmış insanlar- ben Karadeniz’de Trabzon’da mısır mı ekeceğim, pamuk mu ekeceğim, bilmem lazım. Mısır artacak, azalacak mı, nasıl etkilenecek? Uganda mesela, şu kahverengi yerlerde kahve üretiliyor şimdi. Hava sıcaklığı artarsa kahve sadece burada üretilecek. Niye? Bitkilerin de büyüme ve gelişmelerine uygun bir sıcaklık var. Görüyor musunuz, kahve içmeyeceksiniz arkadaşlar, çay içeceksiniz. Büyüme mevsimleri filan Türkiye’de ne oluyor, ne gidiyor, nasıl değişiyor? Baktığımız zaman, şuralarda Türkiye’de büyüme mevsimlerinde bir azalma var. Yani iklim değişikliği aynı zamanda ekstremlerde de artış gösteriyor, yani daha soğuk, daha sıcak gibi böyle oynamalar var. Aynı zamanda sıtma ve diğer hastalıklarda artış olacaktır. Bilmem fark edebiliyor musunuz, şu anda İsrail filan gibi yerlerde çekirge sürülerinin saldırıları var. Mesela, oradaki çekirgeleri alçak basınç alarak doğru Güneydoğu Anadolu’ya getirebilir. Anadolu bu yüzden çok çekirge istilasına uğramıştır. Bakın, Çekirge diye türküleri boşuna yapmamışlar. Anadolu’da bir süre çekirge istilası görülmüştür. Bunlar artış gösterecek. Malarya, yani sıtma gibi hastalıklarda görüyorsunuz şurada Avrupa’da, Kuzey Amerika’da çok büyük artışlar görülecektir. Şu anda hastalık buradayken gelişiyor, yayılıyor, tüm Türkiye’ye, dünyaya yayılmaktadır. Bu Batımen virüsü, sıtmalar vesaireler yayılacaktır. SART’ı da buna bağlayanlar var. Bütün bunlar olacak. İşte burada hastalıkları sayılıyor nerede ne kadar artacak. İşte bu mosquitos denilen sivrisinekler ve diğerlerinin neden olacağı hastalıkları ve ne kadar nüfusun bundan etkileneceği bütün bunlar şu anda hesaplanmaktadır. Sıcak hava dalgalarıyla biz dalga geçeriz Türkiye’de, sıcak hava dalgalarını biz şunun içine atıyoruz. Yaklaşık yerden 3 m yukarıdadır, hava bunun içinden girip çıkarken şuradaki termometrede değişir gölgede. Ama biz insanlar bunun içinde yaşamıyoruz. Böyle dışarıdan gölgelik çamın altında bir de yürüyoruz, hareket ediyoruz, hava sıcaklığının, ölçülen hava sıcaklığı değil, bizim hissettiğimiz hava sıcaklığı daha önemlidir. Bütün bunları düşünmek gerekiyor. Bakın, burada “ısı ilişkili ölüm” diyor. Yani sera gazları öldürüyor. Adamlar hesabını yapmışlar, Amerika’da ne kadar insan nerede ölecek sera gazlarından dolayı. Minneapolis’te yaklaşık 800 000 gösteriyor ve az rakam değil bunlar. 7 000 kişi Fransa’da ölmüştü ve buralarda da böyle ölüm rakamları bekleniyor. 27 Yağışlarda azalma olacağından beraberinde akarsularda da azalma olacak. Akarsularda azalma nerede olacak? Bakın, Türkiye’yi görüyorsunuz şurada, yüzde 25-50’ye yakın akarsu azalması beklenilmektedir. Burada iklim değişikliğinden dolayı ortaya çıkan su stresi de var. Trabzon’da siyah tarafta kötü gözüküyor. Türkiye çok acayip bir memleket. Şurası çöl, yılda 400 kg yağış alıyor. Şurası Rize ve 2 000 kg yağış alıyor. Türkiye’de yağış burada, su burada, nüfus da burada. Alın, ihtiyaç olan alanda su yok, su olan yerde ihtiyaç yok. Türkiye’nin kişi başına su miktarını hesaplıyoruz ya, o rakamlar doğru değil, çünkü o kullanılabilir bir su değil. Baktığınız zaman Türkiye’de yıllık yağış miktarı vesaireyle kişi başına su miktarı 573 kg’dır. 3 600 hesaplanıyor, ama aslında 573 kg’dır. İstanbul’da kişi başına düşen su miktarı budur. Türkiye su zengini diyenler var, ama aslında değil. İklim değişikliği su getirecek diye senaryolar var; aslında bu tabii kullanılıyor. Bakın, Türkiye’de 1990 yılında 3 000 metreküp şu düşüyor adam başına. Tabii bu tüm Türkiye’nin ortalamasıdır. Karadeniz’den denize akan sular filan hepsi burada. İklim değişmese, sadece nüfus artsa 2050 yılında bu yarı yarıya düşüyor. Yani 573 kg aslında da 250 kg’a düşüyor. Yine iklim değiştiği zaman 2000 yılındaki su miktarı işte buradadır. Geçenlerde bir yerde Devlet Su İşleriyle ilgili bir konuşma vardı. Adamcağız 2023 yılı, Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. Kuruluş Yıldönümü diye projeksiyonlar, planlar yapıyorlar. Bakıyorum, bütün planlarda nüfus artışı bu kadar olacak, kişi başına düşen su miktarı bu kadar olacak deniliyor. Yahu kardeşim, senin iklimin değişmiyor mu? 2023 filan diye bir şey yok. İklim değişikliği olacak, kuraklık olacak, su azalacak; öyle bir şey yok, yani bu planlar madeni. Bu bir bilimsel çalışmadır. Bu bilimsel çalışmalara göre Türkiye’nin su miktarı 2020 yılında neredeyse Kıbrıs’a eşit oluyor. O yüzden su kaynaklarının korunması çok önemlidir. Su kaynaklarının korunması hayati önem taşımaktadır. Yani Türkiye’nin güvenliği deniliyor. Nedir güvenlik? Önemli olan neyse odur. İki türlü kuraklık vardır: Bir doğal kuraklık var, bir de yapay kuraklık vardır. Yapay kuraklık, su kaynaklarının yapay olarak, insan eliyle ortadan kaldırılmasıdır. Bu doğal kuraklıktan daha fazla gelişiyor Türkiye’de. Kendi elimizle su kaynaklarını yok ediyoruz. Sonuçta biliyorsunuz Fırat, Dicle nehirlerinin paylaşımı problemi var. Suriye’ye 1987’de saniyede 500 metreküp su veriliyor. Bunun 700 metreküpe çıkarılmasını istiyorlar ve garanti olarak uluslararası hukuka da uydurmaya çalışıyor bunu Suriye. Arkadaşlar, bu yanlış, Meksika’ya bakın mesela. Meksika’yla Amerika arasında Kolorado Nehri var. Kolorado’dan nehir çıkıyor, Amerika’yı boydan 28 boya geçip Meksika’ya giriyor. Amerika oturmuş Meksika’yla anlaşma yapmış, demiş ki “Normal iklim şartlarında, yani yağmurlar ortalama miktarda yağarsa sana şu kadar su vereceğim, ama yüzde 10 azalma olursa, yüzde 10 az vereceğim, yüzde 10 fazla olursa yüzde 10 da fazla vereceğim” diyor. Sabit şey olur mu? Biz nasıl barajları açtık? Suriye dese ki “istemiyorum kardeşim fazla suyu, tut orada, ne yaparsan yap” Ne yapacaksın? Yani 500 metreküp olur mu? Bunu iklime bağlamak gerekiyor. Türkiye’de kuraklık oldu nereden bulacaksın suyu? Suyun yüzde 60’ı ne oldu şimdi? Böyle saçma şey olur mu? İklim değişkendir ve verilecek su miktarının da değişken olması gerekiyor. Yani saniyede 500 metreküp su çok yanlış bir şeydir. Dünya ölçeğinde bir yerlerde söz sahibi olursanız, havaya iklime göre değişken bir şey olması lazım bunun. İşte burada bilim devreye giremiyor yani. İşte burada yanlış bir şey yapılıyor. Fırtınalara gelelim. Şu gördüğünüz şekilde Amerika’da bu konuda artış olduğu tespit edilmiş durumda. Türkiye’de de bizi bekleyen üç şey var: Bir kuraklık. Bunun içinde her şey var, orman yangınları, tarımsal zararlılar, böcekler, sıcak hava dalgaları, hepsi var. İkincisi, ani seller. Bu ani seller de hani kırkikindi yağmurları var ya İlkbaharda, onun gibi çok kısa ve şiddetli sağanak yağışlar şeklinde olacaktır. Bunlar tehlike oluşturuyorlar ve çok sıkıntı yaratıyorlar. Bir dere olacak da taşacak. Türkiye’de yanlıştır bu. Türkiye’de sel denilince akla şu geliyor: Bir dere olacak da yağmur yağacak ve taşacak. Mesela bizim köylerde boğazlar vadiler vardır. Bir yağmur yağar bakarsın dereye dönüşüyor orası. Ama aslında dere yoktur orada, çakıllar vardır, yuvarlak taşlar vardır. Bir bakarsın onlar dereye dönüşür. Yani kuru vadiler de birer sel alanıdır. Dereler nehirler potansiyel sel alanıdır. Bir şey olacak da taşacak, yani öyle bir şey yok kardeşim. Mesela, şehirlerde bir yağmur yağdığı zaman bütün caddeler nehir olur ve buna “şehir seli” denilir. Böyle bir problem varsa Devlet Su İşleri oraya ölçüm koyacak, tamam bunu hallettik; öyle bir şey yok. Kıyı selleri vardır, vadi selleri vardır, akarsu selleri vardır, şehir selleri vardır; yani sayısı beşe doğru gider. Ani seller bunlardır. Türkiye’deki üç problem budur. Dünyaya baktığımız zaman son yıllarda dünyada havadan dolayı olan ekonomik kayıplarda büyük artışlar vardır. Almanların havadan ve selden dolayı olan kayıplarının ne kadar büyük olduğunu görüyorsunuz, son yıllarda büyük mali kayıplar var. Bakın, havadan dolayı olan çikolata kayıpları. Türkiye’ye baktığınız zaman deprem, yangın, su baskını, yer kayması, kaya düşmesi ve çığ olarak gösteriliyor afetler; diğerleri afet sayılmıyor. Dünyaya baktığınız zaman kuraklık bir nolu afettir. Etkileri bakımından, alandaki etkisinin sürekliliği, yıkıcılığı bakımından bir nolu afettir. Ama bizde öyle bir afet yok. Arkadaşlar, kuraklık izlenmez, kimse Türkiye’de kuraklığı takip etmez. 29 Amerika’da kuraklık planları vardır. Kuraklık kışın başından itibaren izlenir, eğer su yüzde 10 azalmışsa, yüzde 10 tasarruf yapılır ta kışın başında. Biz ne yaparız? Su bitene kadar kullanırız, bittikten sonra haydi bakalım su kısıntısı bilmem neler yapılır. Yani bizde risk yönetimi yok, kriz yönetimi var. Kriz doğar, ondan sonra nasıl yapacağız da bu krizi atlatacağız diye uğraşılır. Sıkıntı buradan geliyor. Toplam emisyonlara baktığımız zaman, karbon emisyonunda Amerika bir, Çin iki. Tüm karbon emisyonunun neredeyse yarısını Amerika oluşturuyor, Almanya ve Japonya diye devam ediyor. Çin “Böyle bakmayalım, kişi başına düşen emisyona bakalım” diyor. O zaman Çin burada kalıyor ve ikinciliği kaybediyor. Amerika yine bir numara, sonuçta değişen bir şey yok ve böyle gidiyor. Hindistan 2040 yılında Çin’i geçiyor nüfus açısından, Hindistan büyük problem oluyor. Bu konuda ne yapmak lazım? Çözüm nedir? Kimisine göre bekle gör. Bakalım bu olur mu? Yani Türk mentalitesine uygun. Kimisi de hemen harekete geçelim diyor, sera gazlarını azaltalım, gelişmekte olan ülkelere yardım edelim filan gibi konularda da insanlar anlaşamıyorlar. Kimisi mühendislik uygulamaları yapalım, denizlere duvarlar yapalım, havadaki karbondioksiti emelim, yerin altına verelim gibi yöntem önerenler var. Kimisi de “Yahu, durun bakalım, biraz daha anlayalım bu işi, bilimsel çalışma yapalım” diyorlar. Yalnız şurada bir problem var: Amerika “Tamam kardeşim, yapalım bu işi, ama ben emisyonumu Kyoto Protokolüne göre 1990 seviyesinin yüzde 5’inin altına düşürürsem, bir sürü filtre takacağım bacalara, bir sürü değişiklikler yapacağım, emisyon miktarını değiştireceğim. Bu benim için malımın pahalanması demektir. Malım pahalandığı zaman da pazarımı kaybedeceğim. Pazar kaybettiğim zaman bir sürü kişi işsiz kalacak. O yüzden gelin bunu beraber yapalım” Diyor. Bush’un düşüncesi bu. Nasıl yapacağız bunu beraber? Diyor ki “Kardeşim, yok, ben de senin kadar az sanayileşeyim ondan sonra azaltırım” diyor. “Yok, ortak olalım, ortak yapalım bu işi” diyor. “Nasıl yapacağız ortak?” diyor. “Ben sana teknoloji satayım. Al benden teknolojiyi, sen de bacana filtre koy, sen de yakıtını iyileştir beraber geçinip gidelim” Gelişmekte olan ülkeler de bu ortaklığı kabul etmiyorlar. Amerika da buradan kayıplarını karşılamaya çalışıyor. Amerika bir de şunu istiyor: Kyoto Protokolünün ticarete, emisyon ticaretine gidilmemesini istiyor. Nitekim deprem oldu ya Marmara’da. Bizim o sırada ekonomik büyümemiz çok düştü; endüstriyel şey düştü. O zaman Türkiye belli bir piyasa hakkını kullanamadı. Amerika’nın katı anlayışından Türkiye kullanmadı, artı havadan para kazandı. Para vereceksin, bizim yerimize o tüketecek. Bunun protokolde olmasını istiyor. Amerika “Biz bunun yerine gelişmekte olan ülkelere binlerce hektar ağaç dikelim, onun yerine emisyon 30 salayım” Yani böyle bir ticaret istiyor. Hatta Amerika Hindistan’daki ineklere bile karışıyor. İnekler çok yelleniyormuş Hindistan’da “Bunların yemlerine kimyasal madde katalım, metan gazı üretmesin bunlar” diyor. Böyle ilginç teklifler ve böyle bir sürü teklifler var. Bu ortaklığa yanaşmadıkları için gelişmekte olan ülkeler, Amerika da bunu imzalamıyor. Kloraflora karbonlardan Amerika yine aynı, Amerika’nın filtresini alıyorsun, gazını alıyorsun; yani sonuçta onun kaybı yok. Ama burada tek başına Amerika emisyonu azaltacak, ya da azaltmayacak. Amerika bundan bir şey kazanamıyor, olmaz. Bu Kyoto Protokolü nedir? Emisyonlarda şuradayız, hiçbir şey yapmazsak böyle olacak. 2100 yılına doğru dünya kendi başına bu işi ele alacak “Durun insanoğlu, sizde iş yok, bu işi ben halledeceğim” diyecek. Yani feetback mekanizmaları, doğadaki otokontrol mekanizmaları devreye girecektir. Karışık bir hikâye. Kısaca şöyle oluyor: Havayı ısıtıyor, daha çok su buharlaşıyor. Su buharı artmaya devam kalıyor. Bir nolu sebebi su buharıdır, ikincisi karbondioksittir. Fabrikadan Şu kadar su buharı atılıyor” diye tabela asmış oraya. Suyu temiz diyebiliriz de, o yüzden kimse çakmıyor. Bu buharı arttıkça daha da ısınırız, daha fazla ısınınca daha da su buharı çıkıyor, ama öyle bir zaman gelecek ki, bulutlanma artacak ve bu bulutlanma güneşi tam kesmeye başlayacak. Bu güneş ışınları kesilince soğuma geriye doğru gidecek, güneşi kesecek. 2100 yılında halimiz ne olur o zamana kadar? Oraya kadar gideceğiz. Azaltırsak bu kadar, çoğaltırsak bu kadar oluyor. Yani görüyorsunuz, sıfırlanmıyor. Ancak 2250 yılında normale dönüyoruz, en erken 2 150 yılında normale dönüyoruz. Zaten Putin’in danışmanları da böyle diyordu, “Yahu, Kyoto Protokolünü boş verin zaten uygulasak da çözüm değil, bu sembolik bir şey, boş verin imzalamayın bunu” diyorlardı. Tabii çektikçe filan “Bunlara boş verin, biz buna uyamayız” diyorlar. Kyoto Protokolü olmazsa 8 milyar ton karbon atılacak atmosfere 2010 yılında. Kyoto Protokolüne göre ne düşer? 40 tane Kyoto Protokolü lazım normalde. Hareket bu, Kyoto Protokolü sembolik bir adımdır, kurtarmıyor yani. Sembolik adım bile atmıyor adamlar. Neyse Putin imzaladı da önümüzdeki Şubat ayında Kyoto Protokolü devreye giriyor, şu anda yüzde 55’i buldu. Amerika imzalamasa bile Kyoto Protokolü yürürlüğe giriyor. Durum bu şimdilik. Türkiye’de şeyimiz şuydu: “Dünyada sıcaklık giderek artıyormuş” deniliyor. Biz İklim Değişikliği Sözleşmesini imzalamadık. Rio’da 1992’de İklim Zirvesi vardı, 21 Mart 1994‘te bir İklim Değişikliği Sözleşmesi imzalandı ve yürürlüğe 31 girdi. Türkiye bunu 10 yıl sonra 2004 Mayısında imzaladı, yani 189. ülke olduk buna taraf olan. Hayli geriden geliyoruz arkadaşlar. İklim değişikliğini üçe ayırmışlar ülkeleri: iklim değişiklikleri bazı koşullar getiriyor. Zengin ülkeler hem emisyonunu azaltacak, hem de emisyonunu azaltan ülkelere yardım edecek. 1990’ların başında sormuşlar Türkiye’ye “Siz kendinizi hangi ülkeler arasında görüyorsunuz? Gelişmemiş ülkeler arasında mı, gelişmekte olan ülkeler arasında mı, gelişmiş ülkeler arasında mı, OECD mi?” Türkiye tabii kendine “gelişmemiş ülke” demeyi o zamanlar kendine yakıştıramamış, kendisini OECD ülkesi olarak görülmesini teklif etmiş bunlara. OECD ülkesi olarak görüldüğü zaman da Almanya, Fransa ve İngiltere’yle aynı kategoriye konulmuş 1992’deki sözleşmeye ve aynı yükümlülükler gelmiş Türkiye’nin üzerine. Türkiye’nin buradan çıkması için anası ağladı on sene. Çünkü Türklerin aklı sonradan nasıl geliyorsa, en sonunda oradan bazı şartlarla bilmem nelerle oradan çıktık 2004 yılında imzaladık bu sözleşmeyi. Ne yapmak lazım şimdi? Küresel düşünceden hareket et. Amerika’da bir kampanya var, hükümet yapmıyor bunu. Amerika’da sivil toplum kuruluşları bilimsel hareketlerle kampanya açmışlar tamam mı? Bu kampanya “Annenizi Dinleyin” “Bu lamba niye böyle bırakıldı? Kim bıraktı bunu böyle? Televizyon boşuna çalışıyor” şeklinde ve genellikle anneler çok söylenir. Çocuklar dinlerse annelerini enerji tasarrufu yapacaklar. En temiz enerji kullanılmamış enerjidir. Haydi diyelim ki vazgeçtik kullanmıyoruz, tasarruf edeceğimiz enerji en temiz enerjidir. Kullandığımız enerjiyi tasarruf edersek iklim değişikliğinin azaltılmasına katkıda bulunuruz. O yüzden lambaların söndürülmesi, evlerde lambaların ekonomik lambalarla değiştirilmesi, daha küçük enerjiyle çamaşır yıkanması gibi binlerce böyle kampanya açarlar enerji tasarrufuna yönelik olarak. Yani herkese ev ödevi verir çocuklara öğretmenler, “Sizce enerji tasarrufuna yönelik ne yapılabilir?” diye böyle şeyler vardır. Bizdeki ezber sistemi değil, birazcık araştırmaya yönelik şeyler yapılır. İşte bu yapılacak şeylerden bir tanesidir. O yüzden iklim değişikliğine katkıda bulunmak gerekiyor. Bu işin hikâyesi burada arkadaşlar. Burada bunun ayrıntıları baktıkça anlaşılıyor. Sonuçta 2100 yılına kadar bu böyle giderse işimi harap. Sonradan bu dinozorlar geri geliyor ve bizim fosillerimizi buluyorlar. Dinozorlar için yok bilmem neden dolayı yok oldular, yok bilmem ne oldu diye tartışıyoruz ve bir türlü karar veremedik ne olduklarına. Bunlar geri geliyorlar, bizim fosilimizi buluyorlar. O da diyor ki “Dünyaya kaç göktaşı çarptı, ben halen dinozorların ortadan kalkmasına ve küresel ısınmanın neden olduğuna inanıyorum” diye tartışma yapıyorlar bizim üzerimize; durum bu. 32 Teşekkür ederim. Soru varsa cevaplayalım. SALONDAN- Hocam, ben bir şey sormak istiyorum. Bu konuda bir site var ve orada Müslüman aileler var. Dünyamızın 60 yıl ömrü kaldığı söyleniliyor. Bu konuda ciddi iddialar var. Prof. Dr. MİKDAT KADIOĞLU- Hiç görmedim onları, bilmiyorum. Komplo teorileri olabilir, bilemiyorum. Bu Amerikalılar Gölcük’te bir şey patlattılar deprem oldu filan gibi söylentiler de var. Yani bu iklimle ilgili çok abartılar var, ama 60 yılı kim hesaplamış, nasıl hesaplamışlar? SALONDAN- Tam olarak bilmiyorum, ama bir makalede geçiyordu. Prof. Dr. MİKDAT KADIOĞLU- Bu arada 60 yıl yaşayacak mıyım bilemiyorum herhalde 60 yıl yaşamam, öyle düşünüyorum. O zaman 100 yaşına filan geliyorum. Olabilir, böyle senaryolar vardır sürekli. Keşke bizim buradan bütün derdimiz senaryo yazmak, çözüm geliştirmiyoruz. Mesela, Türkiye’de ne yapmamız lazım bizim? İklim değişirse bizim su kaynaklarımız için tehlikelidir. “Ne kadar buharlaşma artarsa, ne kadar erime hızlanır dağlarda?” gibi bu konuları düşünmemiz gerekiyor. “Tarım nasıl etkilenir, bitki örtüsü nasıl etkilenir?” gibi projeksiyonlar yapıp ona göre arazi politikalarını, tarım politikalarını filan tespit etmemiz gerekiyor. Mesela, geçenlerde Türkiye’nin imzaladığı sözleşme için Ankara’da bir konferans yapıldı. Orman ve Çevre Bakanlığı, Birleşmiş Milletler katıldı. Bir davet geldi bana “Hocam, siz de katılır mısınız?” dediler, çünkü çalışma yapmışız, biliyorlar. Bu öyle bir durum ki, mesela bu Orman ve Çevre Bakanıyla biz mahkemeliğiz, şahsıma 500 milyon dava açmış; neden? Geçen Mayıs ayında 60 kişi aldılar Meteoroloji Genel Müdürlüğüne, bir tane meteoroloji mühendisi almadılar. Meteoroloji Genel Müdürlüğünde de 3 000 kişi çalışıyor, bunun 100’ü meteoroloji mühendisi; yani yüzde 3. Hava tahminini dışarıdan satın alıyorsun, ondan sonra arpalık gibi dolduruyorsun, hava tahmini veriyorsun, yapıyormuşuz gibi, zaten hava durumu nedir bilmiyor. Tutturdu filan diye en ufak bir şeyde acayip şeyler oluyor. Biz de “bunun yanlış olduğunu” söyleyince, Kurumun manevi şahsiyetine hakaretten 500 milyonluk tazminat davası. Bu adam mesela konferans yapıyor, burada olamıyor aynı anda, yani ülke olarak bir araya gelemiyoruz. Böyle bilim adamı, sivil toplum kuruluşları bu ülke için çalışamıyoruz. Böyle bir durum var. Mesela, risk analizlerini yapamıyoruz. Sağlıkta ne olur, su kaynaklarımız ne olur, tarımda ne olur, ormanda ne olur? Onun derdi orada şey yapmak, dayının oğlu, amcanın oğlu, şu bizim partiden adama yardım et gibi dertlerimiz başka. 33 Aynı dertleri dertleşemedik. O yüzden Türkiye’de biz bilemiyoruz, ne oluyor, nereye gidiyor, ne olacak, nasıl çözümler geliştirilebilir? Mesela, Türkiye’nin enerji politikası ne oldu? Nükleer enerji politikası ne olacak? Bunu neye dönüştürmemiz gerekiyor? Tamam, imzaladık, 2012’den sonra Kyoto Protokolüne de uyacağız belli bir oranda azaltacağız emisyonu. Nasıl azaltacağız bunu? Bir kere emisyonumuz daha ne kadar insan var bilmiyoruz. Buna karşı nasıl bir enerji politikası geliştirmemiz lazım? Yani böyle saldım çayıra Allah kayıra gidiyor bu ülkede. Neyse daha fazla uzatmayayım bu saatten sonra. MEHMET ALİ CANDAŞ- Hocam, Karadeniz Bölgesinden bahsettiniz. Ben de yeni geldim Karadeniz’den. Şöyle bir şey var mesleğimizle ilgili: Kadastro çalışmaları başladı, özel mülkiyetteki orman arazileri var. Arkadaşların düşüncesi şu: “Ağaçları keselim, sizin gösterdiğiniz düzeyde dünyada bazı gelişmeler vardır, çölleşme filan var. Orada bir taraftan yağmur yağıyor, bir taraftan da yeşillik var. Yeşillik arttıkça yağmur daha fazla yağıyor. Yani birbiriyle doğru orantılı bir durum var.” Yani Türkiye’de yeşilin artması gerekiyor. Ağaçlandırmanın dünya ölçeğinde belki uygulanması iyi olacaktır. Prof. Dr. MİKDAT KADIOĞLU- Mehmet Bey, şöyle bir durum var: Ağaçlar yağmur yağdırmaz yani, o konuda bir yanlış var. Mesela, şurası daha fazla yağış alıyor, burası daha az alıyor. Bizim bu Avrupa Birliğine giriş politikamız gibi bir şey bu. Balkanlardan böyle geliyor. Bu sistemlerle havada yağış olabilmesi için havanın yükselmesi gerekiyor. Havayı bir şey yükseltecek ve yükseldiği zaman da soğuyacak. Yani havaya yükselteceksin soğuyacak, içindeki su yoğuşacak yağış olacak. Buradan gelen sistemler mesela bakın, buradan geldiği zaman buradan kıyıya doğru çöküyor. Çöken hava ısındığı için yok olur, yağmaz. Hava orada çöktüğü için ısınıyor, ısınıp bulut olup kayboluyor, yağmur yok. Bakın, aynı sistem şuraya geldiği zaman yükselmeye başlıyor. Yükseldiği zaman burada büyük bir yağış beklenebilir. Yani bu kıyıların yüzü Batıya doğru dönük olduğu için, Batıdan gelen sistemleri bu yükselme zorluyor ve aynı zamanda buradan yağış alıyor. Burası alamıyor. Mesela, aynı şey burada da söz konusu. Sinop’tan sonra buraya kadar çok yağış yok. Çünkü bu kıyılar da sırtını dönmüşler batıya. Ama şu bizim kıyılar yüzünü dönmüş Batıya. Gelen hava sistemleri zorluyor, yükseldiği zaman da yağış alıyor. Buraya ektiğinde yağmur yağar buraya. Ama orman yoksa burada bu yağmur erozyon olarak gider. Bütün kullanışlı toprak gider burada, alttan kayalar çıkar. Biliyorsunuz, hep kayalıktır, burada çok fazla kalınlıkta toprak yoktur. Yani burada yağmur yiye 34 yağar ama, bitki örtüsü olmadığından bu erozyon olarak gider ve herhangi bir şey gelişmez. Yani tamamen dereler filan alüvyonla dolar ve çok kritik durum olur burada, ama yağmur yine yağar. Yağmur yağar, ama yağmurun yağması için gerekli olan topraktaki nemin havaya dönüşü bularlaşmayla olmuyor, burada engellenmiş oluyor. Mesela diyelim ki, şurada dağların bu tarafı var ya? Gidin oraya, dünyanın bütün ağaçlarını dikin, yağmur yağdıramazsınız. Dağda öyle değil mi arkadaşlar? Hava yükselirken soğuduğu için yağış bırakıyor buraya. Tekrar aşağı doğru inmeye başladığı zaman ısınacaktır, ısınır; ısındıkça bulut dağılır. Burada ağaç değil ne yaparsan yap, buraya yağmur yağdıramazsın. Mesela, 30 derece enlemleri vardır. Bütün çöller 30 derece enlemindedir; çünkü orada hava çöker sürekli olarak. Oraya binlerce ağaç dik, yağmur yağdıramazsın mümkün değil. Yani ağaçların yağmur yağdırdığı antik bir yalandır, ama iyi bir yalan olduğu için de kimse de karşı çıkmaz ona; yani zararsız. Bilimsel anlamda ağaçlar yağmur yağdırmaz. Ben buraya ağaç dikeyim de bekle yağmur yağsın; bu mümkün değildir. Çünkü arkadaşlar, yağmur burada oluşmuyor ki, yağmur ta okyanustan geliyor. Burada yağmurlar ancak yazın oluşuyor. Hani kırkikindi yağmurları var ya, oda böyle çöl gibi. Gündüz ısınıyor ısınıyor, akşama doğru memurlardan tam işten çıkacakları zaman yağıyor. Bu bakımdan “Memur ıslatan yağmuru” diyoruz ona. Ama öteki yağmurlar tepelerden, uzaklardan geliyor.Eğer orada orman varsa nem de vardır, hava nemli oluyor ve yağan yağmur damlaları buharlaşmadan yere ulaşabiliyor, daha verimli oluyor yağmur orada, gerçekten o verimi artırıyor. İstanbul’da Alibeyköy Deresi’nde söyledim “Bunları yıkmadan kaldırmazlar” Hiç müsaade edilmemesi gerekiyordu. Çünkü Türkiye’de belli bir alışkanlık var, afetlerde kurtarmaya çalışıyorsunuz. Yahu, kaç kişi kurtarabilirsiniz? Yani bir afete müdahale değildir iş alanı. Afet Yönetiminin 4 adet safha var. Birinci safha risk ve zarar azaltılması. Ondan sonra hasar zarar riskine karşı hazırlıklı olmam gerekiyor. Bu ikisi zarar azaltmak, hazırlık gibi risk yönetimidir bunlar. Sonra müdahale ve iyileştirme konusu var. Bu müdahale yönetimi de Kriz Yönetimi oluyor. Biz Türkiye’de bu konularda hazırlık da bekliyoruz. Müdahaleyle ve hazırlıklarla uğraşıp duruyoruz. Yani Kriz Yönetiminde kupayı almışız. Hangisini kurtaracaksın? Yani mutlaka zarar görecektir buradan. O yüzden bu açıdan müsaade edilmemesi gerekiyor. Varsa da bunlar belli bir program dahilinde başka bir yere yerleştirilmesi gerekiyor onların. 35 Yoksa belediye çıkmış, hazırlık yapmış, ekipler göndermiş filan, bu başarı değil, yani böyle başaramazsın. Yani bu olmaz bir şey. Türkiye’de bu sel yataklarının filan boşalması gerekiyor. Onun için de sel yataklarının belirlenmesi lazım. Sel yataklarının belirlenmesi eski haritalara göre olmaz. Çünkü sel yatağında, yani yaptığın herhangi bir bina, herhangi bir dolgu sel yatağını değiştiriyor. Yani topografyada yapılan herhangi bir değişiklik göllerin sel yataklarını da değiştiriyor, tamamen farklı sebepler ortaya çıkıyor. O yüzden yeni duruma göre artırmamız gerekiyor, sel yataklarının belirlenmesi gerekiyor. Bu sel yatakları dünyanın her tarafında yeşil alan olarak kullanılır; Türkiye’de de öyle olması lazım. SALONDAN- Yeni durumda da yeşil alan. Şu anda yapılaşmış alan olarak değerlendiriyoruz değil mi? Çünkü düşen yağmur damlasının sele dönüşmesi durumu var. Prof. Dr. MİKDAT KADIOĞLU- Bakın hocam, şöyle bir şey var: Bu yeşil alanı korumamız gerekiyor, tamam. Ama ormanda sel olur. Sel doğa olayıdır ve bu hep olur. Önemli olan bu selin senin olması. Yani her tarafta bina yapılırken insanları eleştirmezsen o su oradan kanaatimce hep geçecektir, bir de akredite de olmayacaktır. Bunu önlemek gerekiyor şimdi. Mesela, meteorolojik afetlerden olan zararlarda büyük artışlar var dünyada. Bu neden kaynaklanıyor? Aslında meteorolojik afetler artmıyor ki, buna maruz kalmak artıyor. Yani daha fazla maruz kalıyoruz o zaman. Biz gelmişiz zamanında İstanbul’da tepede ev yapmışız. Şimdi yeni gelenler bulamıyor tepede yer bulamıyor ve gidiyor derede yapıyor, çünkü başka yer yok. Burası ucuz ve sahipsiz. Yine aynı derenin içerisine yapacaktır. Sel yatakları olayı ise ayrı, onun için ayrı bir sunum da yapabiliriz ayrı bir zamanda ama, bu ayrı bir hikâye. Mesela Amerikalılar da sel yataklarında bina izni veriyorlar belli kriterlere göre. Bir de onların parselleri var. Parsele yaparsan bu kadar deniliyor. Parayı o kadar hak ediyor ki, bir de sel sigortası yaptırmazsan, sel primi de iki-üç kat daha fazla. Son 5-10 senede bu ek önlemler oluyor. Mesela, Türkiye’de bir Deprem Sigortası var; tamamen bir facia. Sigorta değil onun adı, bir vergidir. Ben evimi betonarme, planlı, programlı, çalmadan çırpmadan yapmışım, her şeye uygun. Öbür adam yandaki binayı kaçak yapmış, üstüne üstelik de gelmiş bana binanın kolonlarını filan kesmiş. Ondan da aynı parayı alıyor, benden de aynı parayı alıyor. Böyle şey olur mu yahu?! 36 Gelecek, bakacak, ona 3-5 kat fazla alacak, ama bir sigorta demek Amerika’da veya başka ülkelerde, teşvik eder sigorta, yani zarar azaltmaya teşvik eder. Ödüllendirir veya cezalandırır. Böyle bir şey yok burada yahu. Herkese eşit, havadan sudan vergi alıyorlar. Bu sigorta değil. Sel sigortasına baktığın zaman aradaki farklar, yani sele uygun binada sen kâra geçiyorsun. Çünkü onu yapmaya teşvik ediyor seni adam. Öyle bir şey yok Türkiye’de yani, acayip bile burası. Aslında vergi yani, öyle sigorta olur mu? İşte böyle olması gerekiyor bu evlerin, binaların. O damın kaybını ben niye karşılayayım kardeşim? Adam gelmiş, korsanca işgal etmiş orayı. Bu sosyal devlet değil. Adam gelmiş, kanunsuz olarak işgal etmiş. Mesela, Armutlu’ya bakın, Mercedes’le kâğıt topluyor adamlar aybaşında. Orada oturanların değil o evlerin çoğu. Büyük bir rant oluşmuş; yani kimin malı, nasıl alınıyor? Giremiyor devlet ve polisler bir kere. Bakın, şöyle bir şey de var: Çok tuhaf bir memlekette yaşıyoruz. Bu esnada diyelim ki, bu adam ev yapıyor. Belediye olarak gidiyorsun yıkmaya. Ama taşlıyor, haydi oradan git diyor hep beraber. Ondan sonra felaketler geldiği zaman nerede bu devlet diye başlıyor bağırmaya. Devlet gelmişti zamanında oraya ve sen kovmuştun. Yahu, böyle bir alaturkalık olur mu?! Böyle bir şey olabilir mi? Haydi bizim Karadeniz’de Trabzon’da dağın tepesine ev yapıyorsun, heyelan alıp götürüyor, dereye yapıyorsun su götürüyor; ne yapsın yani? Onun da çaresi var. Mesela, altına boşluk koyuyor adam. Resimlerini filan gösteririm. Sel suyu seviyesini hesaplıyor ve sel suyunun serbest akıp gidebilmesi, yapıya zarar vermemesi için alt katı boş yapıyor. Yap, sen de böyle yap. Ya, Müslüman, niye çok mu zor alt katı boş yapmak? Mademki bu kadar merakla dinliyorsunuz, bakın size göstereyim. Bakın, adamlar eski binaları kökünden kaldırıp başka yere koyuyorlar Amerikalılar, sonra boş arazi levha koyuyor “Taşındık” diye. Yani inanabiliyor musunuz? Bunu yapıyor insanlar. Ben geçen sene Rize’ye gitmiştim, Rize Valiliği ve tüm erkâna sel nedir, selle dünyada nasıl mücadele ediliyor anlatmıştım. Dinliyorlar, ama çözümleri kalıyor. Mesela, uçak düşmüştü ya onunla ilgili belgeler de var. Uçak düştü, hemen “meteorolojik” diyorlar. Yani meteoroloji bir günah keçisidir. Ondan sonra da hiçbir tane meteorolojik analiz yapmıyoruz, yani meteorolojik analiz diye bir şey yok. Uçak düştü, derenin üstündeki sis uçağı nasıl düşürsün kardeşim? Aslında uçak sise çarptı, bir âlem memlekette yaşıyoruz, ama bu uçağın animasyonunu çıkardık, nasıl düşer bu uçak diye. Ankara’da uçak kazası oldu, 37 ikinci kusur da sise verildi, ikiye düştük yani. Bu cep telefonları çıkalı hava meydanlarının işi çok zorlaştı. Geçen sene kışın Ankara’daydım, “Diyarbakır bilmem ne seferi iptal edilmiştir hava şartlarından dolayı” deniliyordu. Bir de dediler ki “Trabzon uçağı iptal edilmiştir” dediler. İnsanlar bir hücum ettiler, hatta bir Karadenizli cep telefonunu çıkarmış “yağmıyor işte Trabzon’da” diyor. Görevli de “Amca, pistte buzlanma var” diyor. Hiç buzlanma olur mu Allah aşkına. Ama hemşerim orayı kontrol edemedi, yoksa yiyeceklerdi görevlileri. Bakın, uçak geliyor, dönüyor, tekerleklerini kuleye gösterdi. Bizim uçakların pilotları savaş pilotlarıdır, uçakları F-16 gibi kullanıyorlar, her yere iner bunlar. Hiç inemedikleri yer yoktur. Yaklaşık olarak 50-100 m aşağıya inmiş. Yani 2074 fit. Bunların hepsi Türkiye’de geliştiriliyor. Birileri çıkıyor bir demeç veriyor, birilerini kurtarıyorlar. Meteorolojinin verdiği tahminlerde iş yok. Aslında bir soruştursan, meteorolojinin orada içeri gitmesi gerekiyor, ama maalesef öyle bir şey yok. Mesela bakın, burada park yasakları var, karla kışla mücadelede. Türkiye’de çok büyük problem var, yani hiçbir şeyi uygulamak mümkün değildir. Yurtdışında kar yağdığı zaman, kar mevsiminde park yasakları vardır, öyle her yere park edemezsiniz. Mesela, bugün ayın 8’i, yani çift gün, apartmanların çift numaralı olan yerlerinde park edemezsiniz, orayı temizler belediye, öbür gün de tek numaralı apartmanların önüne park edemezsin, çünkü yarın da orayı temizler. Bazen böyle tek çift değil, hepten yasaktır, bazen gece yasaktır, bazen de tüm kış yasaktır. Bizde park yasağı filan yok, park yasağı olmadığı zaman da belediyenin gelip bunu temizlemesi mümkün değildir. Park yasakları için kışın afet takvimi diye bir şey vardır. Yani kışla mücadele için park yasağı önemlidir. Park yasağı yoksa karla mücadele edemezsiniz. Afet takvimine göre kış ne zaman başlıyor, orman yangınları için orman takviminin üzerine işaretlenir, onların başlangıcından önce de halka bu konuda kampanya açılır, kurallar hatırlatılır. Ne yapmak lazım, kurallara nasıl uyulması gerekir hep bunlar anlatılır. Bizde öyle bir şey yok. Bu kış öncesi karla mücadeleyle ilgili yaptıkları bir kampanya. Bakın, buraları işaretlemişler. Eğer bir araç park ederse o yol temizlenemez. “Bunu yapmak istemeyiz, ama mecburuz, buraya park etmeyin” diyor. Halk şikâyet ediyor “belediye gelip kapımızın önündeki karı temizlemiyor” diye; mümkün değil temizleyemez, teknik olarak mümkün değil yani. Karı arabaların üstüne mi atacak? Yani böyle kampanyalar bizde yok. Bizim depremden sonra bir şarkımız türkümüz bile olmadı, her şeyi unutmak için uğraşıyoruz. Aslında afetleri unutursan o senin kaderin oluyor ve 38 tekrarlıyor onu. Mesela Kobe’de şarkı yapmışlar depremle ilgili. Depremle ilgili her türlü işareti yok ediyoruz, deprem hakkında konuşmak bile istemiyoruz, afetleri unutmaya çalışıyoruz. Oysa Japonya’da deprem müzeleri var. Mesela, limanın bir kısmını yıkılmış şekilde o günkü gibi bırakmışlar. İnsana hatırlattıkça hazır oluyor, unuttukça bir şey yapmıyor insanlar. Yani bir acayip bir şeyimiz var, DNA’larımızdan afet bilincini yeniden programlamak gerekiyor. Yoksa afetler bizim kaderimiz olacak, yani başka çaresi yok. Azrail’le ilgili bir reklam filmi göstereceğim. Gördüğünüz gibi bu bir reklam sadece. Çocuklara “hayır” demeyi öğretiyor musunuz? Bir kere acayip bir memlekette yaşıyoruz. Adamlar çocuklara “hayır” demeyi öğretmeye çalışıyorlar, bunun için kampanya açıyorlar. Çünkü çocuk çocuğa parayı alıştırıyor, her şeyi öğretiyor. Çocuk arkadaşlarına “hayır” diyemeyince akran baskısı yüzünden nelere alışıyor. Öyle bir şey yapmıyoruz, sadece müdür sopayla peşinden dolaşıyor. Psikoloji öğretmek lazım, hayır demeyi öğretmek lazım ve çalışmamız lazım arkadaşlar. Bir kitap var www.kızılay.org.tr adresinde “Güvenli Yaşamayı Öğreniyorum” diye bir kitap var, bilgisayarınıza indirin, çocuklarınıza öğretin, bir şeyler yapın. Beni vaktinizi ayırıp dinlediğiniz için teşekkür eder, iyi akşamlar dilerim. 39 40 SÖYLEŞİ: “KÜRESEL ISINMA” Yrd. Doç. Dr. ÖMER MADRA 10 Mart 2007 HKMO İSTANBUL ŞUBE TOPLANTI SALONU 41 42 ÖMER MADRA Bilgi Üniversitesi Öğretim Üyesi Açık Radyo Yayın Yönetmeni Gerçek her zaman devrimcidir; ben, hâlâ o kanaatteyim. Gerçeklerden kaçma olanağımızın pek olmadığı düşüncesindeyim. Dünya, maalesef, bir felakete doğru gidiyor. İklim krizi anlamında, dünyamız, bir tsunaminin gelmekte oluşu ya da bir göktaşıyla çarpışmak kadar vahim bir yere doğru gidiyor ve bunun sebebinin de sadece insanlar ve kendimiz olduğunu bilince daha da tatsız bir durum ortaya çıkıyor. Aslında son derece kompleks bir denge meselesi bu. Tabiatın ne kadar karmaşık, kainatın ne kadar komplike hesaplardan oluştuğunu, özellikle sizin gibi pozitif bilimle uğraşanlara hiç anlatmaya bile gerek yok. Ama genel olarak şundan bahsedebiliriz: Gidişat itibarıyla, bütün veriler, derhal tedbir alınmadığı takdirde, içinde yaşanabilir bir gezegenimizin bulunmaması ihtimalinin yüksek olduğunu gösteriyor maalesef. Bütün bilimsel veriler buna işaret ediyor. Tabii ki ortalama dünya insanı olarak ve hele Türkiye Cumhuriyetinde yaşayan insanlar olarak, biraz gerçeklerden kaçma ve yönümüzü başka tarafa çevirme konusunda epey mahir olduğumuz söylenebilir. Bütün dünya insanları için de bu söylenebilir. Türkiye'de de geçerli olan ve çeşitli komplo teorileriyle karışık, “Yok, bize bir şey olmaz” duygusu hakim insanlarda. Hem bunun getireceği zorunluluklar, yapmamız gereken şeylerin hayat tarzımızı değiştireceği, birtakım fedakârlıklar yapmamızı gerekli kılacağı gerçeği açısından, hem de sürekli bir ciddi mücadele, neredeyse 24 saat mücadele vermek zorunda olduğumuz için, esas olarak bu gerçeklikten biraz kaçmayı tercih ettiğimiz söylenebilir. Dünyada, terör ve nükleer savaştan bile daha büyük bir tehlike olarak, insanlığın önündeki en büyük tehlikenin küresel iklim değişikliği ya da küresel ısınma olduğunu söylüyor bilim insanları. Mesela, dünyanın en büyük iklimbilimcilerinden biri olan ve aynı zamanda da Büyük Britanya Hükümetinin bilim danışmanlığını yapan Sir David King, “Terörizmden de büyük tehlike küresel iklim değişikliğidir” diyor. 43 Dünyamızda çok önemli kayıplar olacağı konusunda hiç kimsenin şüphesi yok. Bugün, kutup ayıları boğularak ölüyorlar ki bu, yeryüzünde, insanların rüyasında bile görse olmayacak bir şeydi. Tutunacak buzları yok ve orada, Kuzey Buz Denizi’nde yaşayan hayvanlar, beyaz balıkçı teknelerini görünce onlara tırmanmaya kalkıyorlar; çünkü buz zannediyorlar ya da buz olmadığını bile bile, belki buza benzer bir şeydir diye onlara tutunmaya çalışıyorlar. Bu çok büyük bir facia, tabiatta görülen büyük bir denge değişikliği ve çok uzak yerler gibi gözükse de, hiç öyle değil aslında. Kendi hayatımızın da içinde. Yani kutup ayıları, sanıldığı kadar bize uzak değil; Eskimolar, sanıldığı kadar bize uzak bir medeniyet değiller. Küresel iklim değişikliği sonucunda, denizlerin yükselmesiyle karşılaşacağız ve bütün medeniyetler, büyük şehirler de deniz ya da su kenarında olduğu için, medeniyet merkezleri bundan çok ciddi şeklide etkilenecek. Yılda 3 milimetre gibi bir yükselme insana çok küçük gibi geldiğini biliyorum; ama özellikle harita gibi disiplinlerle uğraşan insanlar olarak gayet iyi biliyorsunuz ki, milimetrik şeylerin, mikro ölçekli şeylerin hayat üzerinde son derece büyük yansımaları, etkileri olabilir. Mikro ölçekli şeylerin farklı yansımalarını fizik bilimlerinden pekala biliyoruz. Dolayısıyla, mesela, deniz seviyelerinde 1 metrelik bir yükselmenin, bir fizik kuralı gereği -şimdi adını tam hatırlamıyorum bu fizik kuralının- dünyanın çeşitli yerlerinde 5 milyon kilometrelik bir alanı kapsamakta olduğu hesaplanabilir. Yani düşey bir yükselmenin yatay yükselmesinin olacağı ve mesela, yeraltı sularında da yüz metreler mertebesinde bir yükselmeye yol açacağı ve büyük tuzlanmaya neden olarak, çok büyük ovaların, tarımsal arazilerin mahvolmasına sebep olacağı ve bunun da ciddi bir yiyecek sıkıntısına yol açması söz konusu. Öte yandan, küresel ısınmanın çok büyük kuraklıklara yol açacağı ve aynı anda büyük çölleşmeler, kuraklıklar ve tabii ki bunun sonucunda canlıların büyük kitleler halinde açlığa mahkûm olmasının yanı sıra, çok büyük de kavgalara, savaş ve yıkıma yol açacağı öngörülüyor. Tasavvur bile edemeyeceğimiz şiddette savaşlara yol açması hiç de o kadar uzak bir gelecekte görünmüyor. Aynı anda hem ülkelerin bazı yerleri çok büyük kuraklıklarla kasılıp kavrulurken, aynı ülkenin hemen birkaç yüz kilometre ötedeki bir yerinde de ortalığı sellerin götürdüğünü görmemiz de mümkün olacak ve oluyor da zaten. Mesela, geçen hafta, Afrika’da, Mozambik Cumhuriyetinde, tamamen sellerin basmasından dolayı, on binlerce, hatta yüz binlerce insan evlerinden, belki de uzun süre dönemeyecek, belki de hiç dönemeyecek kadar uzakta. Bu seller, aşırı iklim olayları denilen olaylar. Yine ani seller, ki bunları İstanbul'da, Kocaeli’nde, daha önce Mersin’de, hatta son olarak da Cizre’de, Güneydoğu Anadolu’da gördük. Güneydoğu Anadolu'da, birkaç ay önce, 44 yanılmıyorsam, 40 kişinin ölümüne yol açtı. Çünkü bir gün içinde 1 yıllık yağış yağabiliyor. Aynı şeyi Katrina kasırgasında da yaşadık. Tarihin en büyük ve güzel kentlerinden birini, en parlak kültürlerinden birini yaratan New Orleans kentini vurdu Katrina kasırgası ve hâlâ 500 bin insan evlerine dönemedi, belki de hiçbir zaman dönemeyecek, iklim mültecisi haline geldiler. Yüz milyonlarca iklim mültecisinin olması bekleniyor. Özellikle Bangladeş gibi, Hollanda gibi, toprakları büyük ölçüde deniz seviyesinin altında bulunan ülkelerde çok büyük bir tehdit bu. Onlar sular altında kalacakları için, çok büyük bir iklim mültecisi sorunu olacak. Ondan da kötüsü, mesela, Hindistan ve Pakistan gibi iki ülke arasında iklim mültecileri sorunu olduğu zaman, her iki ülke de nükleer silahlara sahip olduğu için ve geleneksel düşmanlıkları da olduğu için, bu sorunu nükleer bombayla çözme ihtimali de hiç de azımsanamaz. Sorun, neler olabileceği değil, bizim ne yapabileceğimiz meselesinde odaklanıyor. Bu çok önemli bir şey; çünkü biz aslında sorunun bir parçasıyız. Bütün yaşama tarzımızla, kullandığımız arabalarla, ısınma sistemlerimizle, klima sistemlerimizle, yaptığımız bütün işlerle aslında küresel ısınmanın, iklim felaketi sorununun bir parçasıyız. Hâlbuki çözümün bir parçası olmamız gerekiyor. Çünkü biliyorsunuz, atmosferde her şey çok ince bir dengeye dayalı. Siz, mühendisler olarak, bunu benden daha iyi biliyor olsanız gerek. Her şey bir çeşit kozmik dengeye dayanıyor ve o denge bozulmuş durumda. Yani dünyamızın bundan 200 sene öncesine göre 1 derece daha ısınmasını önleyemedik gibi görünüyor. 0.74 derece gibi bir artış var ve bunun da çok yüksek olmadığını söyleyebilirsiniz; ama 1 derecede tutmak galiba mümkün olamayacak gibi görünüyor. Bütün mesele, bunu 2 derecede tutmak. Yani aşağı yukarı 200 yıl öncesine göre, endüstri devrimi öncesine göre ısınmayı 2 derecede tutabilmek lazım. Çünkü ondan sonrası eşik aşılıyor ve uçurumun öbür tarafına doğru gidiyoruz. Ondan sonrasının artık önlenebilir olmaktan çıkması ihtimali çok yüksek. Bilim akademileri ve bilim insanları öyle söylüyorlar. James Hanson diyor ki, “Tüm dünyadaki kömürle çalışan bütün termik santrallerin durdurulması gerekir. Bu çok ciddi bir şey; çünkü küresel ısınmaya en çok katkıda bulunan, sera gazı, karbondioksit emisyonunda bulunan şey termik santraller.” 5-10 yıl içinde karbonu hapsetme tekniklerinin geliştirilebileceğini söylüyor. Bütün dünyada termik santrallere elveda dememiz gerektiğini söylüyor Hanson. Hükümetlerin karbon vergisi koymayı ve bunu bir hedefe yönelik olarak yapması gerektiğini söylüyor. Mesela, “2030’a kadar şu kadar kısmak gerekir” falan diye bir hedefe yönelik koyması gerekir. Bütün dünyada üzerinde konsensüse varılmış konu şu ki, bilim son verileri ışığında, 2030’a kadar dünyanın bu fosil yakıtlarını ve karbon 45 salınımını ortalama yüzde 60 indirmesi lazım. Korkunç bir şey bu. Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere, Avrupa Birliği ülkeleri, Avustralya, Kanada için bu yüzde 90’lara varan bir şey. Yani neredeyse bir tersine endüstri devrimi veya o büyüklükte bir şey yapılması gerekiyor. Yoksa, onun alternatifi kitle ölümleri. İsterseniz, bir karar verebilirsiniz. Termik santrallere veda edilmesini söyledik, karbon vergisi dedik; üçüncüsü, enerji verimliliği ve enerjinin tasarruflu olarak kullanılması. Dördüncüsü, buzulların, buz kütlelerinin incelenmesi için büyük bir bilim heyetinin toplanması ve beşincisi de politikacıların halk tarafından adamakıllı baskı ve zorlama altına alınarak, hem bilgi edinmenin sonuna kadar götürülmesi, hem de “Kyoto lüzumsuzdur” gibi saçmalıklara bir şekilde son verilmesi için bizzat kitlelerin uğraşması. Dünyanın en saygın kuruluşları, bildiğiniz gibi, bilim akademileri adını taşır. Bilim akademileri, 2006’da, G–8 ülkelerine, dünyanın en zengin ülkelerine, 7 zengin ülke artı Rusya’dan oluşan G–8 ülkeler grubuna bir açık mektup gönderdi ki buna G–8 ülkeleri dışında, üç-dört önemli ülkenin de, Hindistan ve Çin’in bilim akademileri de katıldı. Yani bilebildiğimiz en saygın, en büyük bilim kuruluşun açık mektubu diyor ki, “Hemen tedbir almazsanız, bu dünya bu kadar stresi çekmez.” Hemen tedbir almazsak, bu dünya bu kadar stresi çekmez. Dr. ÜMİT ŞAHİN İklim değişikliği konusunda en gerçekçi olanlar en kötümser olanlardır. Ömer ağabeyin bahsettiği James Hanson herhalde bu konunun Einstein’ı denilebilecek bir insan ve benim de her duyduğumda, daha kötümser laflar ettiğini gördüğüm bir insan. Dolayısıyla, ben de ona inanmaktan yanayım. Çünkü ne kadar optimum tahminler yaparsanız o kadar yanılıyorsunuz. Bütün bilimsel konsensüsü yansıtmak için kurulmuş olan IPCC, yani Küresel İklim Değişikliği Paneli her 6-7 yılda bir bir değerlendirme raporu yayınlar. Bu yıl da dördüncüsünü yayınladı ve her yeni değerlendirme raporunda tahminleri biraz daha kötümser hale geliyor, ki onlar hâlâ tahmin yapmaya devam ediyorlar. Ama muhtemelen, işin bilimsel yönü açısından gerçekten de en kötümser olanlara inanmaya devam etmek daha doğru olur. Ben, Yeşiller’in İklim Değişikliği Grubunun Koordinatörüyüm. Aslında çok fazla bir sunum hazırlamadım; ama birkaç slaydı göstermek iyi olabilir diye düşündüm. 46 “Türkiye, Kyoto’yu İmzala” kampanyasını herhalde çoğunuz duymuştur; ben, önce onu bir tekrar duyurayım. Ben, işin bilimsel yönü hakkında konuşmaktan çok, Türkiye neden Kyoto’yu imzalamalı ya da Kyoto denilen şey zaten işe yaramayacak bir şeyse niye biz bu kadar üstünde duruyoruz; biraz bunun üzerinde bir şeyler söylemek istiyorum. Bu kampanya şu anda, kyotoyuimzala.com. web sayfasıyla, Internet üzerinden sürüyor. Şu anda 150 bin imzaya ulaşmış durumda kampanya. Aynı zamanda elden de imza verebilirsiniz. Eğer hâlâ bunu imzalamayan varsa, bunu buraya bırakacağım, buradan imzalayabilirsiniz. Internet’ten imzalayanlar tekrar imzalamasın, mükerrer imza olmasın; ama İnternet’ten imzalamayanlar isterlerse buradan imzalayabilirler. Çoğunuz herhalde Al Gore’un bu iklim değişikliğiyle ilgili filmini seyretmişsinizdir. Al Gore’un filminde ortaya konulan birkaç rakam var. Genel olarak, Kyoto’dan da bahsedecek olsak, bazı şeylerin baştan, kafa karışıklığına engel olacak şekilde, netleştirmek gerektiğini düşünüyorum. İklimbilimi, iklim değişikliğinin varlığını ve ciddiyetini ortaya koyarken nelere dayanmış olabilir. Yani konuştuğumuz zaman, sanılıyor ki, bu son bir-iki yıldır bilinen bir şey. insanlar öyle algılıyorlar. Ama özellikle mühendisler ve bilimle ilgilenen kişiler olarak, bu meselenin bilimsel olarak ciddiyetinin biraz daha farkındayız ya da en azından öyle olmamız gerekir. Ama genellikle, sanki bu yeni ortaya çıkmış bir şeymiş gibi algılanıyor. Mesela, havalar çok sıcak olacakmış bu yıl; diyorlar ki, “3 yıl önce de çok sıcak geçmişti.” Ben de diyorum ki, “Evet, 3 yıl önce de küresel ısınma vardı zaten. Yani küresel ısınma bu sene başlamadı.” Başlangıcı zaten çok eski; ama bu işin kavranması son 20 yılın işi. Son 20 yılda bilgiler o kadar arttı, o kadar arttı ki, en son 2 Şubat 2007 tarihinde yayınlanan IPCC’nin dördüncü değerlendirme raporu, artık hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde, iklim değişikliğinin yüzde 90 kesinlikte insan etkisine bağlı olduğunu açıklamış oldu. Bu ne demektir? Yüzde 90 oranı da yanlış anlaşılıyor. Sanki iklim değişikliğinin yüzde 90’ı insandan kaynaklanıyormuş gibi algılanıyor. Oysa biliyorsunuz, bilimsel dilde, bu bir olasılık hesabıyla yapılır, hiçbir bilgi yüzde 100 kesin olamayacağı için, yüzde kaç kesinlikle olduğuna bakılır. Yüzde 90 kesinlikle demek, kesine yakın demek. Yüzde 95 olsa, kesine çok yakın anlamına gelecekti. Burada, IPCC raporundan aldığım birtakım bilgileri, birkaç rakamı size vermek istiyorum. 47 Bir kere, iklim değişikliğinin tek nedeninin atmosferdeki sera gazlarındaki artış olduğunu, sera gazları arasında da birinci sırayı karbondioksitin aldığını biliyoruz. Karbondioksit, 1850’de 280 ppm’den bugün 380 ppm’e yükselmiş. Dediğim gibi, bunun nedeni tamamen insan etkinlikleri. Yani artık bütün o eski teoriler çürütülmüş durumda; “Güneşin üstünde lekeler var” ya da “Dünyanın yörüngesinde oynama oluyor” falan gibi şeyler çürütülmüş durumda. Dünyanın sıcaklığı ne kadar arttı? Bu da çok önemli. Dünyanın sıcaklığı şu rapora göre, yaklaşık 0.8 derece artmış durumda. Kimisi de 0.74 diyor. Fakat bu ölçümlerle ilgili birtakım kalıplar var; yani tek bir aralık içerisinde söyleniyor. Bu 0.8 son yüzyılda gerçekleşmiş bir artış. 1906-2005 arasında sıcaklık artışı 0.74 derece. Bundan önceki raporda, 1900-2000 arasında 0.6’ydı. Bu miktar sürekli artıyor ve son on yılda 0.13 derecelik bir sıcaklık artışı olmuş. Ama rapor diyor ki, “Bundan sonra, önümüzdeki iki on yılda bu artışın 0.2 derece olmasını bekliyoruz.” Bu çok önemli bir şey. Bu, şu demek: Artış lineer gitmiyor. Bu 0.13’lük artış bundan önceki yüzyılın iki katıymış, ama önümüzdeki iki on yılda 0.2 derece artış bekleniyor. Yani ne demek bu; 20 yıl sonra, 2027’de artış yaklaşık olarak 1.2 dereceye ulaşmış olacak. Şu da çok önemli: 2005 yılı tüm zamanların en sıcak yılı ve tüm zamanların en sıcak 5 yılı şunlar: 2005, 1998, 2000, 2003, 2006. Dolayısıyla 2007, 2005’in de önüne geçiyor. Yani en sıcak 12 yılın 11’i son 12 yılda gerçekleşmiş. Bu, inanılmaz bir şey. Artık her geçen sene bir önceki seneden daha sıcak olacak. Ufak tefek iniş çıkışlarla beraber, aşağı yukarı böyle. Şurada ilginç bir şey var. Bakın, karbondioksit artışı 1850’den itibaren düzenli bir şekilde artıyor. Her yıl karbondioksit miktarı artıyor. Karbondioksit, sera gazı olduğu için, atmosferde ısının hapsedilmesini sağlayıp sıcaklığı artırıyor. Sera etkisi bu. Karbondioksit böyle düzenli olarak artıyorsa sıcaklığın da böyle artması gerekirdi. Ama bakın, 1960’den 1970’e kadar sıcaklık şöyle bir durağanlaşmış. Bu çok komik bir nedenden kaynaklı, bu grafiği örnek olarak çok veriyorum. Bu durağanlaşmanın nedeni hava kirliliği. Hava kirliliği sayesinde sıcaklık artışı durağanlaşıyor. Çünkü kükürt dioksit atmosferin üst tabakalarında toplanıp, güneş ışınlarının yeryüzüne geçmesini biraz olsun süzdüğü için, engellediği için hafif bir soğuma etkisi yaratıyor. Dolayısıyla, karbondioksitin yarattığı ısınma etkisini dengeliyor. Biliyorsunuz, dünyanın en kirli olduğu, hava kirliliğinin en yoğun olduğu yıllar 1950’ler, 60’lar. Sonra, çevreci hareketin zaferi sonucunda hava kirliliği sorunu büyük ölçüde çözülüyor ve çevreci hareket sayesinde küresel ısınma tekrar hızlanıyor. Bu, çok enteresan bir durum. 48 Felaket senaryolarının, felaket senaryolarının en ünlülerinden bir tanesi -bu seneki IPCC raporunda çok uyguladılar- okyanus yüzey sıcaklığının artması nedeniyle su buharı uçuşunun artması ve su buharının sera etkisi yaratması nedeniyle ısınmayı katlayarak artırması gibi bir senaryo. Bunun çok önemli olduğu söyleniyor. Biliyorsunuz, karbondioksiti sadece denizler emer, bir de ağaçlar. Denizlerde çözülen karbondioksit miktarı arttıkça, denizdeki suyun asitlik düzeyi artıyor. Asitlik düzeyi artarsa daha az karbondioksit çözülebilir, dolayısıyla daha az karbondioksit emme potansiyeline sahip oluyor. Şimdi, izninizle, biraz şu konuya geçmek istiyorum: “Türkiye, Kyoto’yu İmzala” kampanyasına başladıktan sonra, Kyoto’ya karşı epey bir karşıt görüşler dolaşmaya başladı. Elbette, birkaç tane saçmalık dışında, bu görüşlerin hepsi saygıdeğer görüşler. Kyoto’nun bir işe yaramayacağını, durumun ümitsiz olduğunu falan filan dile getiren görüşler. Ama bir tanesi çok önemli, ki o da Hükümetin görüşüyle paralel bir görüş. Hükümet de, bazı kuruluşlar da – mesela, Enerji Ekonomisi Derneği- diyorlar ki, “Türkiye'nin küresel ısınmadaki payı düşüktür. O nedenle, Türkiye, önlem alması gereken ülkelerden biri değildir. Dolayısıyla, Kyoto, Türkiye'ye 20 milyar dolara patlayacak ve biz bu 20 milyar doları veremeyiz.” O hesabı da nasıl yaptıkları çok karışık. Yani Kyoto’da hedefi belli olmayan bir ülkenin, Kyoto’yu imzalamamış bir ülkenin ne kadar para harcaması gerektiğini nasıl hesaplarsınız?! Bu imkansız bir şey; ama diyelim ki hesaplarmışlar. Herhalde bir senaryo yaptılar. “Bu 20 milyar doları veremeyiz” diyorlar. Sanki 20 milyar dolar, bir yere ödememiz gereken bir paraymış gibi değerlendiriyorlar. Yani yatırım için ayıracakları para değil de, sanki ceza olarak 20 milyar dolar ödüyorlar! Kamuoyunu o şekilde yanlış şartlandırarak, “Bizim Kyoto’yu imzalamamız gerekir” diyorlar. Önce şunu söyleyeyim: Dünyada kaç ülke Kyoto’yu imzalamıştır, kaç ülke imzalamamıştır? Deniliyor ki, “Dünyada üç-beş ülke Kyoto’yu imzalamış, niye biz de imzalayalım?!” Ciddi ciddi söyleniyor bu. Dünyada 166 ülke şu anda Kyoto Protokolünü imzalamış ve onaylamış ve yürürlüğe sokmuş durumda. 2 ülke imzalamış; ama reddettiğini beyan etmiş. Bunlar, Amerika Birleşik Devletleri ve Avustralya. Bu, çok korkunç bir şey; çünkü bu ülkelerin küresel ısınmadaki payı yüzde 25’in üstünde. Dolayısıyla bu iki ülkenin reddetmesi, Kyoto’yu baştan yaralıyor. Çok önemli bir şey. Bir de imzalamayan ülkeler var. İmzalamayan ülkelerin -Türkiye'nin de aralarında bulunduğu 25 ülke bunlar- toplam nüfusu 250 milyon. Bu 250 milyonun 70 milyonu zaten biziz. 60 milyonu Irak ve Afganistan, yani Amerikan işgali altındaki ülkeler. Geri kalan ülkeler, Sırbistan, Bosna Hersek, Avrupa'da bir de Vatikan, Andora ve San Marino var; Kore Cumhuriyeti ve Sierre Leone gibi, 49 Zimbabwe gibi birkaç Afrika ülkesi ve birkaç tane de okyanus ötesi küçük ada devleti. Bunların toplamı 25 ülke yapıyor ve bu 25 ülkenin toplam nüfusu 250 milyon. Yani Türkiye'yi ve Amerikan işgali altındaki Irak ve Afganistan’ı çıkarsanız, toplam 100 milyon nüfusu olan ufak ülkeler. Bunlar imzalamamış. Demek ki, Kyoto, öyle üç-beş ülkenin imzaladığı bir şey değil. Kişi başı sera gazı salımı. Bu da önemlidir. Neden önemlidir; çünkü kişi başı sera gazı salımı en yüksek olan ülkelerin, küresel adalet gereği, en fazla yükümlülük olması gerekir. Çünkü kişi başına fazla not alıyorsunuz. Bu sıralamada da Türkiye'nin 113. sırada olduğunu iddia ediyorlar. Türkiye, bu sıralamada, bütün ülkeler sıralamasında 63. sırada şu anda. 40 ülke arasında da 39. sırada. Tabii, bunların hepsi çok düşük tahminler. Ben, Türkiye'nin 293 milyon ton olduğuna inanmıyorum. İsterseniz, bununla ilgili verileri sonra anlatırım; Türkiye, en az 350-370 milyon ton civarında olması gerekir ya, neyse. Hükümetin verdiği rakamı kabul edelim. Buna göre, kişi başına 4.2 ton düşüyor. Mesela, İsrail 12.8 tonmuş. Almanya ki Almanya, dünyanın en endüstrileşmiş ilk üç ülkesi, Avrupa'nın da en endüstrileşmiş ülkesi- 13 ton. Türkiye 4 ton. Türkiye, bu haliyle, yani 5 bin dolar milli gelirle eğer 10 ton olsaydı zaten bu ülkede herhalde nefes alamazdık. Ama Türkiye, bu haliyle, bu kadar düşük kişi başına milli gelire rağmen, bu kadar yüksek bir salınım yapıyorsa, 4.2 ton salıyorsa, bu korkunç bir şey. Yani biz, inanılmaz bir fosil yakıt bağımlısıyız demektir. Eğer küresel ısınmayı durdurmaktan veya yavaşlatmaktan bahsediyorsanız, en fazla fosil yakıt bağımlısı olan ülkelerin ve hem ülkenin büyüklüğü nedeniyle, hem de ekonomisinin büyüklüğü nedeniyle, küresel ısınmaya en fazla neden olan ülkeleri ayrıca belirtmek gerekir. Ki Türkiye, bu listede 22. sıradadır. Batı ülkeleri arasında da 13. sıradadır. Türkiye'nin Kyoto’yu kabul edip, onaylaması, uygulaması, hem kendisi için, hem bu ülkenin çevre standartlarına, ekolojik yaşam standartlarına daha uygun bir yer olmasını; termik santrallerinden kurtulmuş, enerjiyi verimli kullanan, otoyollarla, otomobillerle değil de, trenle, metroyla ulaşımı gerçekleştiren, yani her açıdan yaşamın daha kaliteli olduğu, daha temiz olduğu, doğanın daha fazla korunduğu bir ülke olmasını sağlayacaktır, hem de küresel ısınmaya katkısını azaltacaktır. Şu anda Türkiye'nin enerjisinin yüzde 25’i kömürden elde ediliyor ve toplam yüzde 50 doğalgaz tüketimi vardır, kömür yüzde 25 civarındadır. Türkiye, 50 enerjisinin yüzde 75’ini fosil yakıtlardan elde ediyor. Bu yüzde 50’lik büyük pay, özellikle Mesut Yılmaz Hükümeti döneminde, Türkiye'yi batağa sokan o anlaşmalar yüzünden oldu ve Türkiye'yi tam bir fosil yakıt bağımlısı haline getirdi. Türkiye'de, ulaşım yüzde 91 oranında karayoluna bağlıdır ve şu anda hidroelektrik enerjinin payı yüzde 23’e düşmüş durumda. Buna rağmen, bu Hükümet, Enerji Bakanlığı, hâlâ, benim bilebildiğim, en az 8 tane yeni, çok büyük termik santral projesiyle uğraşıyor. Bunlardan bir tanesi, 2004 yılında Afşin-Elbistan Santraline, A ve B ünitelerine, 2400 megavatlık C ve D’yi eklemek. Afşin-Elbistan Türkiye'nin en kirletici santralidir. Buraya 2400 megavatlık bir ünite ekliyorlar. Artı, Bursa Kestel, Tekirdağ Saray, Çankırı Ortak, Bolu, Amasra gibi pek çok yere yeni termik santraller yapıyorlar. Amasra, Türkiye'nin en çok rüzgar alan ilidir. Türkiye'nin en çok rüzgar alan yerine termik santral yapıyorsunuz! Türkiye'de şu anda rüzgar santrallerin payı yüzde 0.03’tür. Türkiye, potansiyel olarak, Avrupa'nın en fazla rüzgar alan ülkesidir. En muhafazakar tahmin 183 bin megavattır, ki bu Türkiye'nin mevcut kurulu gücünün iki katıdır. 183 bin megavatlık rüzgar gücü olan ülkede şu anda 50 megavatlık sembolik türbinler var. Almanya'da şu anda 21 bin megavata ulaşmıştır rüzgar enerjisi. Yani o kadar kötü ulaşım politikalarına, o kadar kötü enerji politikalarına sahip ki Türkiye; o kadar kötü tarım politikalarına, sanayi politikalarına sahip ki. Son bir şey daha söyleyip bitireyim. Çimento sanayi, Kyoto nedeniyle ve çevre standartları nedeniyle artık Avrupa’da yapılamadığı için, Türkiye bütün kapılarını sonuna kadar çimentoya açtı ve şu anda Türkiye'nin her tarafında çimento fabrikası yapılıyor. Bunlardan bir tanesi, benim özellikle uğraştığım, oraya gidip gördüğüm için çok üstünde durduğum Maraş Pazarcık Narlı Ovası’nda kurulan çimento fabrikalarıdır. Ki Narlı Ovası müthiş bir ovadır, çok güzel bir tarım arazisidir. Oraya iki tane büyük, Avrupa'nın en büyük iki çimento fabrikasını kuruyorlar. Bir tanesinin inşaatı başladı, bir tanesinin de ÇED raporu alındı. Bu şekilde orada ne tarım arazisi, ne köy kalacak. Türkiye'nin pek çok yerine, Yatağan gibi, zaten termik santralden mahvolmuş bir yere bile çimento fabrikası yapılıyor şu an. Eğer siz, bütün enerjinizi kömürden elde ederseniz, otomobilden başka ulaşım aracı koymazsanız elbette ki rekor kırarsınız. Biliyorsunuz, Türkiye, sera gazı salımı artışında dünya rekoru kırdı. Yüzde 72 deniliyor; ama bence yüzde 110. Türkiye, bu konuda şu anda Çin’le yarışıyor. Belki bir anlamda da Amerika’yla yarışıyor olabilir; çünkü onlar da çok fazla kömür üretimi yapmaya başladılar. Sorun budur. Yaşanan duruma ilişkin birkaç rakam vermek istedim. Gerçekten, Kyoto sürecinin, en azından Türkiye'nin sorumluluğunu tanıması açısından, 51 sembolik anlamda bile olsa çok önemli olduğunu düşünüyorum ve bunun için, küresel ısınma mücadelesinde sadece bir adım olarak görüyorum. Kyoto’nun her şeyi çözeceğini kimse söyleyemez, biz de söylemiyoruz. Ama bir adım olarak önemli. Hani bireysel önlem çok yaygındır ya, her fert mutlaka bunu sorar: “Ben, ne yapabilirim?” Herkes vicdan sahibi; herkes, bu işi durdurmak için kendisinin bir şey yapması gerektiğini düşünüyor ve etrafta da çok fazla bilgi dolaşıyor. Mesela, “Ampullerinizi daha tasarruflu ampullerle değiştirin, otomobillerinizi rölantide bırakmayın, buzdolaplarınızı sıcak yere koymayın” gibi birtakım enteresan önlemler dile getiriliyor. Bunların büyük bir kısmı çok doğru. Mesela, biliyorsunuz, Avustralya, klasik fazla enerji tüketen ampulleri yasakladı. Bu bireysel önlemlerin hepsini almak zorundayız. Elektrik harcamamızı azaltmak zorundayız, otomobil yerine toplu ulaşımı tercih etmek zorundayız falan filan. Bunların hepsi çok önemli. Ama bunların hiçbiri bu kadar sınıra gelmiş, 10 yıl kalmış manzarayı durdurmaya yetmez. Bunu durduracak tek şey hükümetlerin alacağı önlemlerdir; yani tek çözüm noktası politikacıdır. Dolayısıyla, “Bireysel olarak ben ne yapabilirim?” diye sorulduğu zaman verdiğim tek cevap şu oluyor: Evet, ampullerinizi falan değiştirin; ama onları yapmadan önce ya da onlarla birlikte mutlaka sokağa çıkmamız gerek. …. .... Teşekkürler (Alkışlar) 52