türkiye cumhuriyeti çukurova üniversitesi sosyal bilimler enstitüsü

advertisement
TÜRKİYE CUMHURİYETİ
ÇUKUROVA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
FELSEFE VE DİN BİLİMLERİ ANABİLİM DALI
DİN KÜLTÜRÜ VE AHLAK BİLGİSİ DERS PROGRAMLARINDA FARKLI
DİN VE İNANÇLARIN ÖĞRETİMİ
Mahmut Nadir OKUMUŞ
YÜKSEK LİSANS TEZİ
ADANA / 2013
TÜRKİYE CUMHURİYETİ
ÇUKUROVA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
FELSEFE VE DİN BİLİMLERİ ANABİLİM DALI
DİN KÜLTÜRÜ VE AHLAK BİLGİSİ DERS PROGRAMLARINDA FARKLI
DİN VE İNANÇLARIN ÖĞRETİMİ
Mahmut Nadir OKUMUŞ
Danışman: Prof. Dr. Zeki Salih ZENGİN
YÜKSEK LİSANS TEZİ
ADANA / 2013
Çukurova Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğüne;
Bu çalışma, jürimiz tarafından Felsefe ve Din Bilimleri Anabilim Dalında
YÜKSEK LİSANS TEZİ olarak kabul edilmiştir.
Başkan: Prof. Dr. Zeki Salih ZENGİN
(Danışman)
Üye: Prof. Dr. Kadir ALBAYRAK
Üye: Doç. Dr. Hayri KAPLAN
ONAY
Yukarıdaki imzaların, adı geçen öğretim elemanlarına ait olduklarını onaylarım.
……/……/2013
Prof. Dr. Azmi YALÇIN
Enstitü Müdürü
NOT: Bu tezde kullanılan ve başka kaynaktan yapılan bildirişlerin, çizelge, şekil ve
fotoğrafların kaynak gösterilmeden kullanımı, 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri
Kanunu’ndaki hükümlere tabidir.
iii
ÖZET
DİN KÜLTÜRÜ VE AHLAK BİLGİSİ DERS PROGRAMLARINDA FARKLI
DİN VE İNANÇLARIN ÖĞRETİMİ
Mahmut Nadir OKUMUŞ
Yüksek Lisans Tezi, Felsefe ve Din Bilimleri Anabilim Dalı
Danışman: Prof. Dr. Zeki Salih ZENGİN
Ocak 2013, 170 sayfa
Çalışmamız Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Ders Programlarında farklı din ve
inançların öğretimini konu edinmiştir. Toplumsal alanda yaşanan bazı gelişmeler
özellikle eğitim faaliyetlerini etkilemiştir. Özellikle küreselleşme ve çokkültürlülük gibi
olguların etkisiyle farklı etnik, dini, kültürel kesimlerden bireyler iletişim kurmakta,
bazen de aynı okul hatta sınıf ve sıralarda birlikte eğitim almaktadırlar. Bu etkiler
kısmen ülkemizde de görülmektedir. Böyle bir eğitim öğretim ortamında, Din Kültürü
ve Ahlak Bilgisi derslerinde, farklı dini ve kültürel temellere sahip bireylerin nasıl bir
eğitime tabi tutulacağı din eğitimi açısından önemli bir problemdir. Dini ve kültürel
alanlardaki önyargı ve çatışmaların çözümünde eğitim faaliyetleri çok önemli bir rol
oynamaktadır. Bu nedenle çalışmamızda öncelikle Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi ders
programlarında farklı inançların öğretimine ayrılan yeri tespit etmeye çalışacak daha
sonra verilen bilgilerin doğruluğu ve yeterliliğini incelemeye çalışacağız.
Çalışmamızda öncelikle kullandığımız yöntem ve sınırlılıklar açıklanmıştır. Daha
sonra çalışmamızın temelini oluşturan eğitim, din eğitimi, çokkültürlülük, çokkültürlü
eğitim, çokkültürlü din eğitimi kavramları açıklanmış, bununla birlikte diğer bazı din
eğitimi yaklaşımları incelenmiştir. Daha sonra, bu din eğitimi yaklaşımları ilke ve
yöntemleri de dikkate alınarak 2000 ile 2012 yılları arasında ülkemizde kullanılan Din
Kültürü ve Ahlak Bilgisi ders programları incelenmiştir. Son olarak ise yine bu yıllar
arasında okullarda okutulan Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi ders kitapları tek tek
incelenmiş, kitaplarda farklı din ve inançlara yer verilip verilmediği, yer verildiyse bu
bilgilerin doğruluğu ve farklılıklar konusunda toplumdaki önyargı ve çatışmaların
çözümüne katkısını tespit etmeye çalıştık.
Anahtar Kelimeler: Din Eğitimi, Çokkültürlülük, Çokkültürlü Din Eğitimi, Farklı
İnançlar.
iv
ABSTRACT
TEACHING DIFFERENT RELIGIONS AND BELIEFS IN THE CURRICULUM
OF RELIGIOUS CULTURE AND MORAL KNOWLEDGE COURSE
Mahmut Nadir OKUMUŞ
Master Degree Thesis, Department of Philosophy and Religious Knowledges
Supervisor: Prof. Dr. Zeki Salih ZENGİN
January 2013, 170 Pages
Our study aimed at teaching different religions and beliefs in the curriculum of
Religious Culture and Moral Knowledge Course. Some developments seen in social life
have affected particularly educational activities. Particularly; due to the effects of such
facts as globalization and multiculturism; people of different ethnic, religious, cultural
origins communicate with each other and sometimes they get education at the same
school and classrooms and even same desks. These results are seen in our country, too.
Therefore, it is a crucial problem in terms of education of religions how an education
should be given to the people of different religious and cultural backgrounds in
Religious Culture and Moral Knowledge Course. Educational activities play a key role
in the solution of prejudices and conflicts in religious and cultural spheres. In this sense;
our study will first determine the place allocated to teaching different beliefs in the
curriculum of Religious Culture and Moral Knowledge Course and then we will try to
examine accuracy and competence of the information and knowledge provided.
Firstly, method we used and limitations were explained in our study. Later, the
terms that constituted the base of our study such as education, education of religions,
multiculturism, multicultural education, multicultural education of religions were
explained and some other approaches of education of religions were investigated. Next,
the curriculums of Religious Culture and Moral Knowledge Course used in our country
between 2000 and 2012 were examined through approaches and methods of education
of religions. Finally, course books of Religious Culture and Moral Knowledge Course
used between 2000 and 2012 were examined one by one and we tried to determine
whether different religions and beliefs were included or not, if yes, we tried to
v
determine the accuracy of the information and knowledge and their contribution to the
solution of the prejudices and conflicts in the society.
Keywords: Education of Religions, Multiculturism, Multicultural Education of
Religions, Different Beliefs.
vi
ÖNSÖZ
Eğitim, insanlık tarihinin en eski olgularından birisidir. İnsanın var olduğu her
yerde eğitim de insan hayatının içinde yer almıştır. İnsanın yaşadığı evreni tanıması ve
bu evreni kendi yaşam koşullarına göre düzenleyebilmesi çabaları zaman içerisinde
planlı bir hale dönüşmüştür. Bireyin davranışlarında planlı olarak kalıcı davranış
değişikliği meydana getirme süreci olarak tanımlanan eğitim, bireyin doğuşundan
ölümüne kadar devam eden geniş bir süreyi kapsamaktadır. İnsan hayatının bu denli
içerisinde olan; hatta insan hayatının bir parçası olarak görülen eğitim, insan hayatı
kadar canlı bir olgudur. Devamlı gelişmiştir, gelişmeye de devam etmektedir. Bu
gelişmeler ışığında eğitim faaliyetlerinin düzenlenmesi ve yeni bilimsel araştırmaların
yapılması Eğitim Bilimleri alanının ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bilimsel
araştırmalar ışığında planlanan eğitim faaliyetleri, özellikle bireyin doğuşundan yirmili
yaşlara kadar örgün eğitim kurumlarınca yürütülmektedir. Ülkemizde de eğitim
faaliyetleri Milli Eğitim Bakanlığının ilk ve orta dereceli okullarında devlet kontrolünde
yürütülmektedir.
Din, toplumun temelini oluşturan en önemli unsurlardan bir tanesidir. İlk
toplumlardan bu yana her toplum öyle ya da böyle bir inanca sahip olmuş, bir dinin
mensubu olmuşlardır. Bu da göstermektedir ki din, insan ve toplumun vazgeçilmez bir
parçasıdır. Ayrıca kültürü oluşturan unsurlardan birçoğu dine dayanmaktadır. Kültür ise
yaşatılıp yenilenmesi gereken bir olgudur.
Eğitim ve din kavramlarının birbirleriyle münasebetleri de kavramların tarihi
kadar eskidir. Gerek bireyler, gerekse toplumlar dini ve kültürel anlamda birikim
halindeki bilgilere sahip ve davranışları sergileyebilen, aynı zamanda çağın ihtiyaçlarına
göre gerekli değişiklikleri yapabilecek bireyler yetiştirme ihtiyacı hissetmişlerdir. O
yüzden, bir faaliyet olarak din eğitiminin tarihi çok eskilere dayanır. Din, yaratıcının
koyduğu kurallar doğrultusunda bireyi istenilen davranış örüntülerine sahip fertler
olarak yetiştirme gayreti içerisindedir. Bu, günümüz birçok eğitim bilimci tarafından
planlı bir eğitim faaliyeti olarak değerlendirilmektedir. Gerek eğitim bilimleri alanının
ortaya çıkışı ve bu alandaki çalışmalar gerekse din ve kültürün sonraki nesillere
aktarılması ihtiyacı Din Eğitimi Biliminin ortaya çıkmasına sebep olmuştur.
Din
eğitimi bilimi, yaptığı bilimsel çalışmalar sonucu elde ettiği veriler ışığında en genel
ifadesiyle doğru din eğitimim nasıl olması gerektiği ve nasıl uygulanması gerektiği
meselelerine çözümler üretmeye çalışır.
vii
Son dönemde sosyal hayatta meydana gelen küreselleşme, kültürel çoğulculuk
gibi değişiklikler her alanı olduğu gibi din eğitimi alanını da etkilemiştir. Bu yüzden
özellikle son iki yüzyıldır din eğitimi bilimi farklı kültürel, dini ve etnik kökene sahip
bireylerin bir arada yaşadığı toplumlarda din eğitiminin nasıl yapılması gerektiği
sorununa çözüm aramaktadır.
Tüm dünyada sosyal hayatta birçok değişikliğe neden olan küreselleşme ve
kültürel çeşitlilik gibi kavramlar bizim ülkemizde de ciddi değişiklikler ve tartışmalara
neden olmuştur. Bu tartışmalar özellikle din eğitimi alanında da yeni çalışmaları
yapılmasına sebep olmuş, ülkemizde devlet kontrolünde yapılan din eğitiminin farklı
din, inanç ve kültürlere yer verip vermemesi, eğer yer veriyorsa bunun yeterli olup
olmadığı ve doğruluğu gibi konuların tartışılmasına sebep olmuştur.
Biz bu çalışmamızda toplumsal gelişmeler sonucu ortaya çıkan çokkültürlü din
eğitimi yaklaşımı başta olmak üzere yeni din eğitimi yaklaşımlarını inceleyecek, daha
sonra ülkemizde ilköğretim ve ortaöğretim kurumlarında okutulan Din Kültürü ve
Ahlak Bilgisi Dersleri Öğretim Programlarında ve derslerde kullanılan ders kitaplarında
farklı inançlara ve İslam içi inanç farklılıklarına ne kadar yer verildiğini ve bu bilgilerin
yeterliliği ve doğruluğunu inceleyeceğiz.
Bu çalışmamda gerek kaynak temininde gerek araştırma sürecinde yardımlarını
esirgemeyen; yol ve yöntemleriyle bana ışık tutan değerli hocam Prof. Dr. Zeki Salih
Zengin’e teşekkürü bir borç bilirim.
Mahmut Nadir OKUMUŞ
ADANA-2013
viii
İÇİNDEKİLER
Sayfa
ÖZET ........................................................................................................................ iii
ABSTRACT.............................................................................................................. iv
ÖNSÖZ ..................................................................................................................... vi
KISALTMALAR LİSTESİ ..................................................................................... xi
BİRİNCİ BÖLÜM
GİRİŞ
1.1. Çalışmanın Amacı ve Önemi ................................................................................ 1
1.2. Araştırmada Kullanılan Yöntem ve Sınırlılıklar .................................................... 2
1.3. Eğitim, Din Eğitimi Kavramları............................................................................ 3
1.3.1. Eğitim......................................................................................................... 3
1.3.2. Din Eğitimi ................................................................................................. 6
İKİNCİ BÖLÜM
TEMEL KAVRAMLAR
2.1. Çokkültürlülük, Çokkültürlü Eğitim, Çokkültürlü Din Eğitimi ........................... 11
2.1.1. Çokkültürlülük.......................................................................................... 11
2.1.2. Çokkültürlü Eğitim ................................................................................... 20
2.1.3. Çokkültürlü Din Eğitimi ........................................................................... 25
2.1.3.1. Çokkültürlü Din Eğitiminin Felsefi Temelleri ............................... 27
2.1.3.2. Çokkültürlü Din Eğitiminin Sosyolojik Temelleri ........................ 29
2.1.3.3. Çokkültürlü Din Eğitiminin Psikolojik Temelleri .......................... 30
2.2. Diğer Yeni Din Eğitimi Yaklaşımları ................................................................. 40
2.2.1. Fenomenolojik Din Eğitimi Yaklaşımı ...................................................... 40
2.2.2. Yorumlayıcı Din Eğitimi Yaklaşımı.......................................................... 44
2.2.3. Non-Confessional Din Eğitimi Yaklaşımı – Mezhepler Üstü Din Öğretimi
Yaklaşımı – Dinler Arası Din öğretimi Yaklaşımı..................................... 47
2.2.4. Din Hakkında Öğrenme (Karşılaştırmalı Din Eğitimi) – Dinden Öğrenme Mezhepler Arası Din Öğretimi Yaklaşımı.................................................. 48
ix
2.2.5. Laik Din Eğitimi Modeli............................................................................ 49
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
DİN KÜLTÜRÜ VE AHLAK BİLGİSİ DERS PROGRAMLARINDA VE
KİTAPLARINDA İSLAM DIŞINDAKİ DİNLERİN VE İSLAM İÇİNDEKİ
İNANÇ FARKLILIKLARININ ÖĞRETİMİ
3.1. Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretim Proğramlarında Farklı Din Ve İnançların
Öğretimi Konusu ................................................................................................ 51
3.1.1. 1992 İlköğretim 4, 5, 6, 7 ve 8. Sınıflar ve Ortaöğretim 1, 2 ve 3. Sınıflar
Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersi Öğretim Programı............................. 51
3.1.2. 2000 İlköğretim Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersi Öğretim Programı .... 54
3.1.3. 2005 Ortaöğretim Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersi Öğretim Programı…61
3.1.4. 2006 İlköğretim Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersi Öğretim Programı .... 65
3.1.5. 2010 Ortaöğretim Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersi Öğretim Programı. 68
3.1.6. 2010 İlköğretim Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersi Öğretim Programı .... 69
3.2. Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Ders Kitaplarında Farklı Din ve İnançların Öğretimi
Konusu .............................................................................................................. 71
3.2.1. Yahudilik........................................................................................................71
3.2.2. Hıristiyanlık............................................................................................. 86
3.2.3. Hint Dinleri ............................................................................................. 96
3.2.3.1. Hinduizm ...................................................................................... 96
3.2.3.2. Budizm ........................................................................................105
3.2.3.3. Caynizm ..................................................................................... 110
3.2.3.4. Sihizm ......................................................................................... 113
3.2.4. Çin ve Japon Dinleri ................................................................................ 116
3.2.4.1. Taoizm ........................................................................................ 116
3.2.4.2. Konfüçyanizm ............................................................................. 119
3.2.4.3. Şintoizm ...................................................................................... 122
3.3. Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Ders Kitaplarında İslam İçerisindeki İnanç
Farklılıklarının Öğretimi Konusu...................................................................... 123
3.4. Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretiminin Dinsel Hoşgörünün Oluşumuna Katkısı
.......................................................................................................................... 155
x
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
SONUÇ
162
KAYNAKÇA................................................................................................................165
ÖZGEÇMİŞ.................................................................................................................170
xi
KISALTMALAR LİSTESİ
Bkz.
: Bakınız
c.
: Cilt
Çev.
: Çeviri
DE
: Demokratik Eğitim Kurultayı
Derl.
: Derleme
DH
: Din Hizmetleri Başkanlığı
D
: Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi
Hz
: Hazreti
MEB
: Milli Eğitim Bakanlığı
MÖ
: Milattan önce
MS
: Milattan sonra
s.
: Sayfa
sy.
: Sayı
T.C.
: Türkiye Cumhuriyeti
TD
: Tebliğler Dergisi
TDK
: Türk Dil Kurumu
vb.
: Ve benzeri
1
BİRİNCİ BÖLÜM
GİRİŞ
1.1. Çalışmanın Amacı ve Önemi
Tarihin çeşitli dönemlerinde ve çeşitli toplumlarda insanlar tarafından farklı
anlam ve görevler yüklenmiş olsa da din ve eğitim, insanlarla birlikte var olan ve
varlığını devam ettiren iki önemli kavramdır. Bu iki kavram toplumla olduğu kadar
birbirleriyle de sıkı bir ilişki içerisindedir. Bu sıkı ilişki din eğitimi alanının ortaya
çıkmasını ve önem kazanmasını kaçınılmaz kılmıştır. Din eğitimi çalışmaları ülkelerin
genel hedefleri, inanç yapıları, eğitim sistemleri gibi etkenlerden dolayı farklılıklar
gösterebilmektedir.
Tarihin farklı dönemlerinde farklı bölgelerde değişik inançlara sahip bireyler
aynı toplumun birer üyesi olarak bir arada yaşamışlardır. Ama özellikle son dönemlerde
farklı din ve inançtan insanlar iletişim teknolojilerinde gelinen son nokta sayesinde
birbirleri hakkında daha kolay bilgi edinip diyalog kurabilmekte, ulaşımın kolaylaşması
ile bizzat tanışıp sosyal ilişkiler geliştirebilmektedirler. Bununla birlikte günümüzde çok
daha fazla farklı din ve inanç mensubu birey aynı toplumda yaşayabilmektedir. Hal
böyle olunca farklılıkların bireyleri ve toplumları ayrıştırmak yerine saygı, hoşgörü ve
anlayış duygularıyla bir arada tutabilmesi çağımızın en önemli hedeflerinden biri haline
gelmiştir. Bu hedef günümüz din eğitimi çalışmalarını da etkilemiş ve farklı din ve
inançlara mensup bireylerin bir arada yaşadığı, dinler ve inançlar arası etkileşimin
arttığı toplumlarda din eğitiminin nasıl yapılması gerektiği meselesi günümüz din
eğitimi çalışmalarının en önemli konularından biri haline gelmiştir.
Ülkemizde din eğitimi çeşitli kurumlarda devlet kontrolünde verilmektedir. İlk
ve ortaöğretim kurumlarında okutulan ve zorunlu olan Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi
Dersleri, verilen din eğitiminin önemli bir kanadını oluşturmaktadır. Çalışmamız devlet
okullarında okutulan bu derslerin programlarında farklı din ve inançlara ne kadar yer
ayrıldığını, ayrılan bu yerin farklı din ve inançları tanıtmak için yeterli olup olmadığını
tartışmayı amaçlamaktadır. Bununla birlikte farklı din ve inançlarla ilgili verilen
bilgilerin doğruluğunu ve bu konudaki görüş ayrılıklarını, günümüzde son derece önem
taşıyan farklı din ve inançlara saygı, hoşgörü gibi kavramları ne kadar işlediğini ve
2
öğrencilere ne kadar bu davranışların kazandırıldığını tespit etmek ve bu konuda
öneriler sunmak çalışmamızın amaçlarından bir diğeridir.
Çalışmamız, çokkültürlülük ve çokkültürlü din eğitimi kavramları üzerinde
yoğunlaşması ve DKAB ders programlarını ve ders kitaplarını farklılıkların öğretimi
açısından değerlendirmesi açısından ülkemizde bu alanda yapılan birkaç çalışmadan bir
tanesidir. Ayrıca dersin öğretim programları ve ders kitapları hakkında eğitim bilimleri
ve din eğitimi bilimi verileri ışığında, toplumun istek ve ihtiyaçları da dikkate alınarak
farklılıkların öğretimi konusunda değerlendirmeler yapıp öneriler sunması açısından da
önem arz etmektedir.
1.2. Araştırmada Kullanılan Yöntem ve Sınırlılıklar
Araştırmamızda öncelikle literatür tarama tekniği kullanılmıştır. Araştırma
konumuz gereği öncelikle eğitim ve din eğitimi kavramları ile ilgili tarama yapılmış ve
kavramlar öz olarak tanımlanmaya çalışılmıştır. Daha sonra çokkültürlülük, çokkültürlü
eğitim ve çokkültürlü din eğitimi kavramları ile ilgili kaynaklar taranmış, kavramlarla
ilgili tarihi süreç, tanım, görüş ve anlayışlara yer verilmiştir. Çalışmamızla ilişkisi olan
diğer din eğitimi yaklaşımları ile ilgili de gerekli taramalar yapılmış ve bu yaklaşımlar
kısaca tanımlanmıştır.
Çalışmamızın devam eden bölümünde içerik analizi yapılmıştır. Milli Eğitim
Bakanlığı tarafından hazırlanıp kullanılan Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersi Öğretim
Programları
ve
ders
kitapları
içerik
analizi
yöntemine
göre
incelenmiştir.
İncelemelerimiz sırasında öğretim programlarında ve ders kitaplarında farklı inançlarla
ilgili bölümler tek tek ele alınmıştır. Bu bölümler, farklılıkların öğretimi konusundaki
yeterlilikleri, öğrencilerin gelişim seviyelerine uygunlukları, dinsel hoşgörünün
oluşumuna katkısı açılarından analiz edilmiştir. Ayrıca verilen bilgilerin doğruluğu, o
dinlerin kendi temel kaynakları kullanılmak suretiyle karşılaştırma yöntemi kullanılarak
değerlendirilmiştir.
Farklı dinlerin ve İslam içi inanç farklılıklarının öğretimi konusunda öğretim
programları ve ders kitapları objektif bir bakış açısı ile incelenmeye çalışılmıştır. Bunun
yanında eğitim bilimleri ve sosyal bilimler tarafından ortaya konulan veriler de dikkate
alınmış, eğitim ve kültür arasındaki ilişkiler ve toplumun ilgi, istek ve ihtiyaçları da
dikkate alınarak değerlendirmeler yapılmıştır.
3
Çalışmamız 2000 yılı ile 2012 yılları arasında Milli Eğitim Bakanlığı tarafından
hazırlanıp okullarda uygulanan Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersi Öğretim Programları
ve yine bu yıllar arasında okullarda kullanılan ders kitaplarını içermektedir. Bunlar
dışında sadece 1992 yılında hazırlanıp uygulamaya konulan İlköğretim ve Ortaöğretim
Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersi Öğretim Programı, daha sonraki programlar ile
karşılaştırma yapabilmek adına genel olarak incelenip gerekli değerlendirmeler
yapılmıştır.
1.3. Eğitim, Din Eğitimi Kavramları
Eğitim ve din eğitimi kavramları temel kavramlar olsa da çalışmamız
çokkültürlülük, çokkültürlü eğitim, çokkültürlü din eğitimi kavramlarına dayandığı için
eğitim ve din eğitimi kavramlarını kısaca burada ele alıp diğer kavramları ikici bölümde
detaylı bir biçimde inceleyeceğiz.
1.3.1. Eğitim
İnsanlığın var olduğu günden günümüze değin eğitim insan hayatında var
olmuştur ve her geçen gün önemini artırmıştır. Birey en temel ihtiyaçlarını
karşılayabilecek yetenekleri edinme ve kullanma potansiyeli ile dünyaya gelir. Öğrenme
de bireyin doğuştan getirdiği yeteneklerden biridir. Öğrenme, bireyin davranışlarında ve
bilgisinde geçirmiş olduğu yaşantılara bağlı olarak ortaya çıkan uzun süreli kalıcı
değişikliktir. Bu değişiklik kasıtlı ya da kasıtsız olabilir (Ataman, 2004, s.218). Birey
ihtiyaçlarını karşılama yollarını bulmasıyla birlikte öğrenme yeteneğini de kullanmaya
başlar. İnsanlığın ilk dönemlerinde doğuştan getirilen bu gibi yeteneklerin
kullanılmasıyla farkında olmadan da olsa başlayan eğitim faaliyetleri, kısa süre sonra
bilinçli olarak belirli hedeflere ulaşma adına yapılan faaliyetler şekline dönüşmüştür.
Böylece insanlık daha ilk dönemlerinde eğitim ile tanışmıştır. Nüfusun artması, doğal
kaynakların giderek azalması, yerleşik hayata geçiş ve bir arada toplum halinde yaşama
gibi sebepler insanların arayışlarını arttırmış ve eğitim faaliyetlerinin daha da önem
kazanıp planlı bir hale dönüşmesine zemin hazırlamıştır. Toplumların yönetim
biçimleri, ekonomik durumları, dinleri, kültürleri, yaşadıkları coğrafya, gelecekten
beklentileri gibi farklı sebeplerle tarihin farklı zamanlarında farklı şekillerde tanımlanıp
uygulanan eğitim, günümüzde önemini son derece ciddi şekilde hissettirmektedir.
4
Özellikle ve en basit şekilde ülkelerin genel bütçeleri içerisinde eğitime önemli
ölçülerde payların ayrılmış olması, eğitimin insan, toplum ve dünya için ne kadar
önemli olduğunun bir göstergesidir. İnsanlık için bu denli eski ve önemli olan eğitim
için çok çeşitli tanımlar yapılmıştır.
Sosyologlar ve sosyal yöne ağırlık veren eğitimciler, eğitimi, bireyin içinde
yaşadığı topluma göre sosyalleşmesi, toplumun kültürünü kazanması, toplumsal
değerleri tam olarak benimsemesi, topluma katılması ve toplumun kültürünü
geliştirmesi olarak tanımlamaktadırlar (Kıncal, 2006, s.2). Burada yapılan tanıma göre
eğitim, bireyi sosyalleştiren ve içinde yaşadığı toplumun bir parçası haline getiren ve
bunu yaparken de bireye kültürü tanıtan ve aktaran, toplumsal değerleri benimseten,
kültürü geliştirmek için gerekli donanımı veren bir kavram olarak ele alınmıştır. Bu
açıdan bakıldığında eğitim, kültürün devamı ve sağlıklı bir şekilde gelişimi için önemli
bir faktör olarak karşımıza çıkmaktadır. Bununla beraber kültürün devamı ve
yenilenmesi ve sosyalleşme için ne gibi davranışların kazandırılması gerektiği de önem
kazanmaktadır.
Çocuğu psikolojik bir organizma olarak ele alan psikolog ve eğitimcilere göre
ise eğitim, bireyin içindeki yetenek, arzu ve ilgileri ulaşabileceği en üst düzeye kadar
çıkarmak, kişinin potansiyel gücünü tam olarak gerçekleştirebilmek için gerekli çevre
imkânlarını hazırlamaktır. Diğer taraftan farklı bilim adamlarının eğitimi farklı şekilde
tanımladıkları dikkati çekmektedir. Bunlardan Yusuf Has Hacip, olumlu davranışları
kazanma ve bu şekilde hayata hazırlanma süreci; Emile Durkheim eğitimi, sosyal hayat
bakımından yetişmiş nesillerin, henüz bu hayata ulaşamamış olan nesiller üzerindeki
etkileri; J. J. Rousseau, tabiata göre insan yetiştirme; İsmail Hakkı Baltacıoğlu,
çocukların hayata hazırlanması süreci; Sait Bey, bireyin özel kabiliyetlerini
köreltmeksizin genel kabiliyetlerini arttırmayı ve maharet sahibi yapmayı amaçlayan bir
faaliyet; Mümtaz Turhan ise bir ülkenin genel eğitiminin milli ya da toplumsal
amacının, kültürü bir değer olarak genç nesillere kazandırmak ve mevcut kültürün
geliştirilmesini sağlamak olarak tanımlamaktadırlar (Kıncal, 2006, s.2). Burada yapılan
tanımlarda eğitim, hayata hazırlama, sosyalleştirme, kasıtlı davranış değişikliği
meydana getirebilme, kültürün aktarılması ve geliştirilmesi gibi görevleriyle karşımıza
çıkmaktadır.
Eğitimin genel ve kapsamlı tanımlarını şu şekilde de sıralayabiliriz:
- Eğitim, genel anlamda bireyde davranış değiştirme sürecidir.
5
- Eğitim, geniş anlamda bireyin toplum standartlarını, inançlarını ve yaşam
yollarını kazanmasında etkili olan tüm sosyal süreçlerdir.
- Eğitim, kişinin yaşadığı toplum içinde değerli olan, yetenek, tutum ve diğer
davranış biçimlerini geliştirdiği süreçlerin tümüdür.
- Eğitim, bireyin yaşadığı toplumda uygulama değeri olan yetenek, yöneliş ve
diğer davranış örüntülerini kazandığı süreçler toplamıdır.
- Eğitim, seçilmiş ve kontrollü bir çevrenin, özellikle de okulun etkisi altında
sosyal yeterlik ve en iyi şekilde bireysel gelişmeyi sağlayan sosyal bir süreçtir
(Demirel ve Kaya, 2010, s.5).
Bütün bu tanımlamalardan sonra eğitimle ilgili kapsayıcı ve günümüz bilim
çevrelerince en çok tercih edilen şu tanımı yapabiliriz: Eğitim bireyin davranışlarında
kendi yaşantısı yoluyla, istendik değişiklikleri meydana getirme sürecidir (Ertürk, 1998,
s.12).
Yapılan tanımlar sonucu şunları söyleyebiliriz ki eğitim toplumu ayakta tutan en
önemli etkenlerden biridir. Var olan kültürü tanıyan, benimseyen ve bu kültürü
geliştirebilmek için gerekli bilgi ve donanıma sahip, toplumun bir parçası olarak hayata
hazır ve aynı zamanda bilimsel, teknolojik, ekonomik, sosyal v.b. alanlarda gerekli
bilgileri edinmiş, yeniliklere ve gelişime açık bireyler yetiştirebilmesi için eğitim
dinamik ve vazgeçilmez bir unsurdur.
Eğitim meydana geliş ve uygulanış şekilleri açısından iki farklı bölüme
ayrılmaktadır. Bunlar meydana geliş şekli itibariyle formal ve informal eğitim,
uygulanış şekli itibariyle ise örgün ve yaygın eğitimdir. Meydana geliş şekilleri
açısından okullarda ya da kurumlarda bir plan ya da program uygulanarak
gerçekleştirilen eğitime formal eğitim, belli bir plan ve program uygulanmadan yaşam
içinde kendiliğinden gerçekleşen eğitime ise informal eğitim denir. Uygulanış şekilleri
açısından kişilerin yaşama atılmadan, diğer bir deyişle iş ve meslek kollarında
çalışmaya başlamadan önce okul ya da okul niteliği taşıyan yerlerde genel ve özel
bilgiler bakımından yetişmelerini sağlamak amacıyla belli yasalara göre düzenlenen
eğitime örgün eğitim, örgün eğitim olanaklarından hiç yararlanmamış durumda olanlara,
gittikleri okullardan erken ayrılanlara ya da örgün eğitim kurumlarında okumakta
olanlara ve meslek dallarında daha yeterli duruma gelmek isteyenlere uygulanan
eğitime ise yaygın eğitim denir (Demirel ve Kaya, 2010, s.10).
6
1.3.2. Din Eğitimi
Din de tıpkı eğitim gibi kökeni eskilere dayanan, hatta insanla birlikte var olan
bir kavramdır. Farklı şekillerde anlamlandırılıp farklı şekillerde uygulanmasına rağmen
insanın olduğu her yerde din de var olmuştur (Gündüz, 2007, s.17). O halde din,
insanların farklı sebeplerle de olsa hayatlarında var olmasını istedikleri veya ihtiyaç
duydukları bir kavramdır. İnsanlık için bu denli eski olan din konusunda çok farklı
tanımlamalar yapılmaktır. Bunun sebebi inancın somut olmaması ve gözlemlenemeyen
iç dünyada cereyan etmesidir. Ayrıca her insanın iç dünyası ve dolayısıyla inancı
birbirinden farklılık gösterebilir. Bütün bunları göz önüne alarak din, “bir cemaatin
sahip olduğu, kutsal kitap, peygamber veya kurucu, Tanrı kavramını da genellikle
içinde bulunduran, inanç sistemi ve bu sisteme bağlı olarak yaptığı ibadet, yerine
getirmeye çalıştığı ahlaki kurallar bütünüdür” veya “inanış ve davranış şekilleriyle,
insanlar arası ilişkileri düzenleyen ve insanların iyi işler yapmasını, barış ve huzur
içerisinde, bir arada yaşamasını sağlayan genel kurallar bütünüdür” (Tümer ve Küçük,
2002, s.7) şeklinde iki genel ve kapsamlı tanım yapabiliriz.
Varlığı insanlığın ilk günlerine dayanan iki kavramın münasebetleri de yine
tarihin ilk dönemlerine kadar uzanmaktadır. Mahiyeti ne olursa olsun her birey veya
toplum bir yaratıcıya bağlanmak, ondan yardım istemek ve onu tanımak ister. Bu din
duygusu insanda doğuştan getirilen ve yaşama bağlı olarak devam eden bir yetenek ve
ihtiyaçtır. Bir yetenektir; çünkü her insan doğuştan, bir aşkın varlığa inanma ve
bağlanma kabiliyetindedir. Bir ihtiyaçtır; çünkü her insan doğuştan sahip olduğu bu
yeteneği kullanarak, inanma ile ilgili duygularını doyurma yolları aramaktadır (Tosun,
2005, s.94) Her birey inanma ihtiyacı ve yeteneği ile dünyaya gelir (Yavuz, 1998,
s.119). İnsanın doğuştan getirdiği bir ihtiyaç ve kabiliyet olan inanma ihtiyacı bireyi bu
ihtiyaçlarını karşılama, kabiliyetlerini kullanma ve geliştirme yollarına itmiştir. Ayrıca
bu ihtiyacın giderilmesi ve mevcut inancın devamı adına gerekli bilgi ve tecrübelerin
sonraki nesillere aktarılışı din eğitiminin insanlıkla birlikte zaten var olduğunu
göstermektedir. Öte yandan her toplumda mutlaka var olan din ve dini değerlerin
öğrenilmesi toplumun bir parçası olabilme adına da önemlidir. Toplumda uyumlu bir
birey olabilmek adına toplumun mevcut inancı ve değerleri hakkında bilgi ve tecrübe
edinilmesi ve bu doğrultuda davranış ve duyguların değişmesi de din eğitiminin
insanlıkla birlikte var olan fıtri yönünü ortaya koymaktadır.
7
Bu açıdan bakıldığında din eğitimi, inancın insan için doğuştan getirilen bir
ihtiyaç ve yetenek olduğu, eğitim kavramının insanlığın varlığı ile ortaya çıktığı gerçeği
doğrultusunda insanlıkla birlikte var olmuştur ve günümüze kadar devam etmiştir.
Din eğitiminin bir bilim olarak ortaya çıkışı ise çok daha sonradır. Eğitimin
öneminin artması ve bu alanda yapılan çalışmalar, bağımsız ve kendine özgü çalışma
alanları, metot ve yöntemleri olan eğitim bilimleri alanının ortaya çıkmasına sebep
olmuştur. Eğitim bilimleri alanındaki gelişmeler ve yapılan araştırma sonuçları o ana
kadar ailede veya toplumlara göre çeşitli kurumlarda yapılan din eğitimi konusunda da
yeni arayışlara zemin hazırlamıştır.
Eğitim bilimleri alanında yapılan çalışmalar bireyin gelişim süreci içerisinde
bütün yönleri ile gelişimini devam ettirmesi gerekliliğini ortaya koymuştur. Gelişimi
fiziki gelişim, sosyal gelişim ve zihinsel gelişim gibi değişik alanlarda incelesek bile,
gelişim bir bütündür. Herhangi bir alandaki gelişim bir diğerini etkilemektedir (Aydın,
2008, s.39). Durum böyle olunca bireyin her yönü ile gelişimini sağlamak için çeşitli
eğitim alanları doğmuştur. Din eğitimi bilimi de bu alanlardan bir tanesidir. Çünkü her
birey inanma ihtiyacı ve yeteneği ile dünyaya gelir (Yavuz, 1998, s.119). İnanç ise
bireyin psiko-sosyal gelişimi için önemlidir. Psiko-sosyal gelişim, özellikle kişinin
duygularındaki, başka insanlarla olan ilişkilerindeki ve kişiliğindeki değişiklikleri
içermektedir (Aydın, 2008, s.46). Eğitim bilimleri alanında yapılan çalışmalar sonucu
ortaya çıkan bu veriler, din eğitiminin bireyin gelişimi için önemini ortaya koymuş ve
din eğitiminin bir bilim olarak ortaya çıkmasına bu alanda çalışmalar yapılmasına ortam
hazırlamıştır.
Din eğitiminin bir de toplumsal boyutu vardır. Din toplumların ve toplum
düzeninin vazgeçilmez hatta en önemli öğelerinden bir tanesidir. Dünyanın hemen her
toplumunda din, toplumsallaşmada önemli bir yere sahiptir. Özellikle doğru-yanlış, iyikötü kavramlarının öğrenilmesinde, insanlar arası ilişkilerde, ahlak eğitiminde din çok
önemlidir (Davarcı, 2008, s.10). Öte yandan toplumsallaşma ya da sosyalleşme
konusunda eğitime de görevler düşmektedir. Eğitimin tanımına baktığımızda
sosyalleşme eğitimin görevlerinden biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Sosyalleşme,
topluma hazırlanma ve katılma süreci, bireyin içinde yaşadığı toplumun kültürünü ve
toplumdaki rolünü öğrenerek toplumla bütünleşmesidir (Kızılçelik ve Erjem, 1992,
s.383). Toplum açısından bakıldığında eğitimin çift yönlü görevi vardır. 1- Toplumun
mevcut değer ölçülerini ve hukuk düzenini yetişmekte olan nesle tanıtıp benimsetmek,
2- Onları bu düzene itaatle birlikte yeni değerler yaratmaya, benlik geliştirmeye ve
8
topluma yeni seviyeler kazandırmak için çalışmaya yöneltmek (Bilgin, 1988, s.19). O
halde din, toplumu ve toplum düzenini oluşturan maddi manevi değerlerin kaynağı iken
eğitim, bu toplumun parçası olma ve toplumu oluşturan kuralların benimsenmesi,
uygulanması ve geliştirilmesi için bireyin yetiştirilmesi faaliyetleri ile toplumun iki
temel unsurunu oluşturmaktadır.
Yapılan tanımlar ve değerlendirmeler sonucunda söyleyebiliriz ki toplum ve
toplum bilimi araştırmaları da din eğitimi biliminin doğuşuna zemin hazırlamıştır.
Toplumun günümüz dünyasının en önemli etkenlerinden biri olması, bireylerin toplumu
meydana getirip toplumların toplumlararası ilişkileri gerçekleştirmesi, toplumun canlı
ve sürekli yenilenen dinamik bir yapısının olması ve toplumun temel taşının maddi ve
manevi değerleri oluşturması bakımından din olması din eğitimi faaliyetlerinin bilimsel
yollarla araştırılıp uygulanmasını yani din eğitimi biliminin ortaya çıkmasını zorunlu
kılmıştır.
Din eğitimi biliminin bir disiplin olarak ortaya çıkışı yakın zamanlarda
gerçekleşmiş bir hadisedir. Batı ülkelerinde din eğitiminin bilimselleşmesi çalışmaları
19. yüzyılın sonlarına kadar uzanırken, bizde 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra
başlamaktadır (Tosun, 2005, s.37).
Cemal Tosun, Türkiye’de din eğitiminin bir bilim olarak ortaya çıkışının
gecikme sebeplerini şöyle sıralar:
a. Din eğitiminin hayatın gerçekliğinden doğan bir ihtiyaç olduğu ve bu
ihtiyacın bilimsel bilgiyle giderilmesi gerektiği geç fark edilmiştir.
b. Din eğitimi uzun süre sadece pratik yönüyle görülmüş, bilimsel-teorik
boyutu gözden kaçırılmıştır.
c. Bilimlerin ayrışmasından sonra, din eğitimi, modern bilimciler, özellikle
de eğitim bilimcileri tarafından ihmal edilmiş, din bilimcileri ise, modern
bilimcilerle olan çatışmalar yüzünden savunma içine girmişlerdir. Bu
savunma pozisyonu, geleneğe bilinçsizce sarılmayı beraberinde getirmiş
ve bilimselleşme gereğinin gizli kalmasına sebep olmuştur.
d. Okullardaki din eğitiminin meşruiyetini tartışmaktan, onu bilimsel
niteliklere ulaştıracak tartışmalara zemin bulunamamıştır.
e. Psikoloji gibi eğitime etki eden yeni bilimlerin verilerini din eğitimi
açısından yorumlamak zaman almıştır. Geleneksel öğretim ve öğretmen
anlayışı bu yorumlamayı geciktirmiştir. Psikoloji ve eğitim alnındaki yeni
9
yaklaşımlar, çocuk merkezli yaklaşım gibi, din eğitimi alanına bir saldırı
gibi algılanabilmiştir.
f. Yüzyılın bilimlerindeki pozitivist anlayışlar, din ve din adamlarıyla
ilişkilerin kurulmasını zorlaştırmıştır.
g. Program geliştirme ve öğretmen yetiştirme çalışmalarına din eğitimi
uzunca bir süre dahil edilmemiştir.
h. Rejim adına endişe edenler din eğitimine uygulama ve bilimselleşme
imkan ve alanları yaratmamışlardır.
i. Rejimden endişe edenler ise rejimin din eğitimi adına yarattığı imkan ve
alanları endişe ile karşılayarak, güvensizlik duymuşlardır.
Din eğitimi biliminin ortaya çıkışının gecikmesini bu sebeplere bağlayan Tosun,
din eğitimi bilimini “eğitim gerçekliğinin dini boyutunu araştıran bilimsel bir disiplin”
veya “bireyin dini davranışlarında kendi yaşantıları vasıtasıyla ve kasıtlı olarak istendik
değişme meydana getirme denemeleri sürecini geçmişi, bugünü ve geleceği ile bilimsel
metotları kullanarak, betimlemeye, açıklamaya ve kontrol altına almaya çalışan bilimsel
disiplindir” şeklinde tanımlamaktadır.
İlk tanımda din eğitimi biliminin, eğitimin dini boyuttaki tezahürleri olduğu
vurgulanmaktadır. Ancak burada din eğitimi biliminin tam manasıyla sınırlarının
çizilemediği kanısındayız. İkinci tanım ise din eğitimi biliminin, sınırları ve amacının
daha net ve açık bir şekilde belirtilmesi itibarıyla daha yerinde bir tanımdır.
Kerim Yavuz da din eğitiminin ülkemizde yakın zamanda ortaya çıkan genç bir
bilim olduğunu söylerken din eğitimi bilimini şu şekilde tanımlamaktadır:
Din eğitimi bir bakıma, çocuklar ve gençlerin, büyüklerin başta dini ve
ahlaki olmak üzere kültürel ve sosyal dünyalarına uyumlu bir şekilde
katılmaları ve oraya uyum sağlamaları ile meşgul olan bir ilimdir. Öyle ise
din eğitimi, yetişkinlerle çocuklar ve gençler arasında dini ve ahlaki
bağların kurulmasını temin eden eğitim faaliyetlerini yürüten bir ilimdir.
Buna göre o, kendisini ilgilendiren bütün faaliyetleri hayati ilişkilerle
birleştirdiğinde, kendi alanına büyük ölçüde yerleşmiş olacaktır. Kısaca Din
Eğitimi insanı ve hayatı olduğu kadar dinin hayat ile ilişkilerini ve onlarla
ilişkili soruları ve meseleleri kucaklayan bir bilimdir (Yavuz, 1998, s.50).
10
Yapılan tanıma baktığımızda din eğitiminin her yaştan bireyin, dini ve ahlaki
değerlere sahip olarak sosyal hayata adaptasyon sürecini yönlendiren, aynı zamanda
kuşaklar arasında meydana gelebilecek olası dini ve ahlaki çatışmaları önleyen eğitim
faaliyetleri olduğu sonucuna ulaşabiliriz. Ayrıca din eğitimi, dinin hayatı yönlendirişi ve
bu konudaki soruların cevaplandırılması konusunu da içine alan bir bilim dalıdır.
Beyza Bilgin, ilk çağlardan beri insanın yaratılışı ile ilgili sorulara cevap aradığı
ve cevabı ne olursa olsun bunların sonraki nesillere ulaştırıldığını ve bu olayın ancak
müstakil bir bilim dalı aracılığıyla değerlendirilip eğitim konusu yapılabileceğini bu
bilimin ise din eğitimi bilimi olduğunu söyler ve din eğitimi bilimini şöyle tanımlar:
Din Eğitimi Bilimi, dinin mahiyetine uygun olarak, insan varlığının bütünü
ile ilgilenir, insanın hayatını, hayatın bütünlüğü içindeki yeri ile ele alır,
yani insanla insan olarak ilgilenir. Allah sorusu dinin asıl sorusudur. Din
Eğitimi Bilimi bu soruyu bilinçli olarak sorar. Bu soru canlı tutulduğu
sürece, onun cevabı daima bilgi üstü, bilgiyi aşan bir mana taşıyacaktır. Bu
aşkınlık insan varlığının imkânlarını da aşkınlaştıracaktır. Çünkü bilgiyi
aşan her düşünce, yeni bilgi alanlarının açılmasına yol açar. İnanma da
bilgiyi aşar bilgiye kendi kendini aşma imkânı yaratır. Demek oluyor ki,
Din Eğitimi Bilimi, Tanrı’yı, insanın menşei, yeryüzündeki manası ve
geleceği (kaderi) ile ilgili bir problem olarak öğretime müsait kılmaya
çalışır. Bu amaçla metotlar arar, onları dener, geliştirir (Bilgin, 1988, s.28).
Yapılan tanıma göre din eğitimi biliminin varlığı Tanrı sorusuna dayanmaktadır.
Tanrı sorusu var olup insanlar tarafından canlı tutuldukça yeni araştırma alanları ortaya
çıkacaktır. Din eğitimi bilimi insanın varoluş hikâyesini, yaratılış amacını ve sonunu
öğretime uygun hale getirmek için gerekli çalışmaları yapan bilim dalıdır.
11
İKİNCİ BÖLÜM
TEMEL KAVRAMLAR
2.1. Çokkültürlülük, Çokkültürlü Eğitim, Çokkültürlü Din Eğitimi
2.1.1. Çokkültürlülük
Çokkültürlülük kavramını ele almadan önce kültür kavramından bahsetmek
gerekmektedir. Sözcük Cultura’dan gelir. Latince’de Colere, sürmek, ekip-biçmek;
Cultura ise Türkçedeki “ekin” karşılığında kullanılmaktadır. Daha sonra çeşitli
anlamlarıyla farklı dillerde kullanılan kelime günümüz anlamında ilk kez Fransızcada
kullanılmıştır (Güvenç, 1996, s.96-97). Soyut ve öznel bir kavram olması sebebiyle
kültür kelimesi birçok şekilde tanımlanabilmektedir. Ayrıca kültürün bireysel mi yoksa
toplumsal mı bir kavram olduğu, işlevleri, sözü edilen maddi ve manevi değerlerin
içerisine nelerin dahil edilebileceği gibi tartışmalar da kültür hakkında birden çok
tanımın yapılmasına sebep olmuştur.
Kültür, tarihsel, toplumsal gelişme süreci içinde yaratılan bütün maddi ve
manevi değerler ile bunları yaratmada, sonraki nesillere iletmede kullanılan, insanın
doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların bütünüdür
(Türk Dil Kurumu, 2005, s.1282).
Altaş’ın aktardığı üzere bir eğitimci olarak Ferhan Oğuzkan kültürü, bir toplumu
ya da halkı duyuş, düşünüş, yaşayış bakımından öbürlerinden ayıran maddi manevi
ürünlerin tümü olarak tanımlarken Wilkerson ise kültürü kendine özgü ürünleri olan,
sanat anlayışı, yiyecekleri, giyim tarzı, adet ve gelenekleri, belirgin değerleri ve hayata
bakış açısına sahip olan gruplar olarak tanımlamaktadır (Altaş 2003, s.10-11).
Mümtaz Turhan’a göre ise kültür, bir toplum içinde mevcut her nevi bilgiyi,
alakaları, itiyatları, kıymet ölçülerini, görüş ve zihniyet ile her tür davranış şekillerini
içine alan maddi manevi değerlerin tümüdür. Bütün bunlar birlikte o toplumun
mensuplarının çoğunda ortak olan ve onu diğer toplumlardan ayırt eden özel bir hayat
tarzını ifade eder (Turhan, 1994, s.45).
Bozkurt Güvenç kültürün birçok farklı tanımının yapıldığını ve yapılabileceğini
belirtirken kültürün şu temel kavramlar karşılığında kullanılan soyut bir sözcük
olduğunu belirtir:
12
1.
Kültür, bir toplumun ya da bütün toplumların birikimli uygarlığıdır.
2.
Kültür, belli bir toplumun kendisidir.
3.
Kültür, bir dizi sosyal süreçlerin bileşkesidir.
4.
Kültür, bir insan ve toplum kuramıdır (Güvenç, 1996, s.95).
Joseph Fichter’e göre kültür, toplumdaki kişilerin ortaklaşa paylaştığı toplam
kurumların bir bileşkesidir (Fichter, 1990, s.123). Tanıma göre kültür, gerek ortaya
konuş gerekse kullanılış veya uygulanış yönünden toplumun ortak ürünüdür.
Yapılan bu tanımlar sonucunda kültürün bir toplum tarafından ortaya konulan
maddi ve manevi ürünlerin bütünü, toplumu kimliklendiren maddi ve manevi ürünler
bütünü olduğu sonucuna ulaşabiliriz. Aynı zamanda kültür yaşayan dinamik bir olgudur
ve toplumların varlığı ile kendi varlığını devam ettirir.
Kültür ile eğitim kavramları arasında yakın bir ilişki vardır. Eğitim ile ilgili
yapılan tanımlara baktığımızda eğitimin kültürleme ile tanımlandığını veya eğitimin
kültürleme görevinin olduğu göze çarpmaktadır. Kültürleme, bir toplumun kendi
kültürünü üyelerine aktarma sürecidir (Kızılçelik ve Erjem, 1992, s.275). Ancak
eğitimin yalnızca var olan kültürün yeni nesillere aktarılması değil, var olan kültürün
yenilenip geliştirilmesi görevinin olduğunu da söylememiz gerekmektedir.
Mahmut Tezcan “her toplumda eğitimin temel işlevlerinden birisinin toplumun
kültürel mirasının birikimi ve sürekliliğini sağlamak” olduğunu söyler ve kültür ile
eğitim arasındaki ilişkileri şu şekilde sıralar:
1-Eğitimin temel görevlerinden birisi, toplumun kültürel mirasını genç kuşaklara
aktarmaktır. O halde eğitimin amacı, kültürü nakletmektir.
2-Eğitim, toplumun kültürel yapısına göre biçimlenir.
3-Eğitim, kültürel değişimin aracıdır (Tezcan, 1997, s.67).
Burada görülmektedir ki eğitimin en önemli görevlerinden biri, var olan kültürü
yeni nesillere aktarmaktır. Bununla birlikte, var olan kültürün yenilenip gelişmesinin
yolu da eğitimden geçmektedir. Önemli bir diğer nokta ise eğitimin toplumun kültürel
yapısına göre biçimlenmesi gereğinin tespitidir. Kültür, eğitimin hangi dersler üzerinden
nerede, nasıl, kimler tarafından yapılacağı gibi konuları belirlemede ana unsurlardan bir
tanesidir.
13
Bazı araştırmacılar, kültürün aktarılması veya yenilenmesi ve kültürleme gibi
faaliyetlerin eğitim yoluyla olacağını kabul etmekle birlikte, bu eğitimin yalnızca
okullarda verilen eğitimle gerçekleşeceğini düşünmenin hata olacağı düşüncesindedir
(Eliot, 1981, s.28). Bu görüşe göre eğitimin, örgün ve kasıtlı (yaygın, informal)
olmayan boyutlarının kültürün aktarımı ve kültürleme konusunda okullarda yapılan
eğitimden daha önemlidir. Ancak eğitimin tanımında da geçtiği gibi, bireyde her alanda
olduğu gibi kültürel alanda da meydana gelecek kasıtlı değişmeler ancak eğitim olarak
adlandırılır. Ayrıca, ailenin ve sosyal çevrenin düzensiz ve rastgele yaptığı bu kültür
aktarma işini okul düzenli, programlı, amaçlı ve bilimsel bir şekilde yapmaktadır
(Öztürk, 1993, s.136). Ailenin ve sosyal çevrenin, bireyin kültürü almasındaki yeri çok
önemli olmakla birlikte, okullarda yapılan eğitim ile bu işin bilimsel yollarla, planlıprogramlı ve amaca uygun bir şekilde yapılabileceği bir gerçektir.
Toplumlar kendilerine uygun insanı, kendilerine özgü eğitim süreci ve sahip
oldukları kültür içeriği ile yetiştirirler. Eğitim süreci evrenseldir ama onun içeriği
toplumsaldır,
toplumdan topluma değişir
(Güvenç,
1996,
s.322). Toplumlar
yetiştirdikleri bireyin hangi özelliklere sahip olmasını isterlerse eğitim faaliyetlerini bu
şekilde düzenlerler. Kültürün yeni yetişen nesillere aktarılması hemen hemen her
toplumun hedeflerindendir. Bununla birlikte toplumun sahip olduğu kültür, eğitim
faaliyetlerini de etkilemektedir.
Her toplum yetiştirdiği nesillere kültürü aktarmak ve bu yolla bireylerin topluma
uyumlu birer birey olmasını hedefler. Ülkemizde yapılan eğitim faaliyetleri de eğitim
yolu ile kültürün yeni yetişen nesillere aktarılmasını, bireyin topluma uyumlu bir fert
olarak yetişmesini amaçlamaktadır. Bu amaç Milli Eğitim Temel Kanunun Türk Milli
Eğitiminin Amaçları bölümünde şu şekilde ifade edilmiştir:
“Türk Milli Eğitiminin genel amacı, Türk Milletinin bütün fertlerini; …Türk
milletinin milli, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerini benimseyen, koruyan ve
geliştiren,…Topluma karşı sorumluluk duyan…fertler olarak yetiştirmek”.”1
Konuyla ilgili olarak kısaca değinmemiz gereken bir diğer husus ise, din
eğitiminin kültürün aktarılması, korunması ve yenilenmesi noktasındaki rolüdür.
Kültürün büyük bir kısmını dini değerler oluşturmaktadır. O halde din ve kültürü
birbirinden ayrı düşünmek imkânsızdır. Olaya ülkemiz açısından bakacak olursak,
İslam’ı kabul ettikten sonraki dönemde, Türk toplumunda müzikten mimariye, şiirden
1
Bu konuda sözü edilen maddelerin tamamı için bkz: http://mevzuat.meb.gov.tr/html/88.html,
08.12.2012.
14
güzel sanatlara, insani ilişkilerden adet ve geleneklere, her alanda dinin derin izlerini
görmek mümkündür (Cebeci, 2005, s.45). Buradan hareketle, ülkemizde kültürün
aktarılması, korunması ve yenilenmesi noktasında din eğitiminin, din eğitiminin
içeriğinin büyük rolü vardır. Konu, ülkemizde kullanılan ilköğretim (2007) ve
ortaöğretim (2005) DKAB öğretim programlarında şu şekilde açıklanmaktadır:
“Kültürel temel veya amaç, sahip bulunduğumuz kültürümüzü büyük ölçüde
etkilemiş olan İslâm dinini, yetişmekte olan nesle tanıtmaktır. Edebiyatımızda,
musikimizde, hatta niçin öyle değil de böyle hareket etmekte olduğumuzda ve konuşma
biçimimizde, dinle ilgili motifler, sembolik ifadeler, çok yönlü izler vardır. Dini öğrenip
bilmek, bütün bunları anlamak için kaçınılmazdır.”1
Kültürle ilgili yapılan tanım ve açıklamalardan sonra, çokkültürlülük
kavramından bahsedebiliriz. Çokkültürlü, İngiliz dilindeki “multicultural” ın karşılığıdır
ve sözlüklere son yıllarda giren bu kelimenin karşılığında “farklı ırk, dil, din ve ulusal
gelenekleri içinde barındıran” ifadeleri yer almaktadır. Çokkültürcülük, İngilizce
“multiculturalism” kelimesinin karşılığı olarak kullanılmaktadır. Kelime Türkçe’ye bire
bir çevrildiğinde karşımıza “çokkültürlücülük” anlamı ortaya çıkmaktadır. Söyleyiş
zorluğundan dolayı bu kelime başlangıçta “çokkültürcülük” şeklinde çevrilmiş ve daha
sonra tüm çevirilerde bu kelime kullanılmıştır (Altaş, 2003, 13). Bununla birlikte, konu
ile ilgili yapılan araştırmalarda, “çokkültürcülük” kelimesi ile birlikte “Çokkültürlülük”
kelimesinin de kullandığı göze çarpmaktadır. Biz çalışmamızda çokkültürlü olma
durumu anlamında çokkültürlülük kelimesini kullanmayı daha uygun bulduk.
Çokkültürlülük kavramı öncelikle Amerika’da ortaya çıkıp kullanılmaya
başlamıştır. Amerika’nın kültürünün özü, temelde on yedinci ve on sekizinci
yüzyıllarda bu ülkeye yerleşerek devleti kuranların kültürü olmuştur. Bu kültürün
merkezi unsurları Hıristiyanlık dini ve özellikle Protestan değerler, İngiliz dili ve
Avrupa sanat, edebiyat ve felsefe mirasıdır. Ancak özellikle on sekizinci yüzyılın
ortalarında, Amerika’ ya her kültürden yoğun bir göçmen akını başladı. Ülkeye gelen bu
göçmenlerin birçoğu farklı etnik köken, renk, din, dil ve kültürdendi. Amerika’nın
siyasi ve kültürel kurucuları gelen göçmenleri Amerikanlaştırma ihtiyacı hissettiler.
Amerikanlaştırma, Protestan değerlerin öğrenilip benimsenmesi, İngiliz dilinin
kullanılması ve her göçmenin kendini Amerikalı hissetmesi temeline dayanıyordu. Bu
amaçla sivil tolum kuruluşları, fabrikasında göçmenlerin çalıştığı işverenler, okullar,
1
Bu konuda sözü edilen maddelerin tamamı için bkz: http://dogm.meb.gov.tr/program-.htm, 08.12.2012.
15
hükümetler
Amerikanlaştırma
programında
görev
aldılar.
Birçok
eyalette
Amerikanlaştırma programları kanun haline geldi. Bu programlar sonucu göçmenlerin
birçoğu Amerikan kültürünü benimseyip kendi öz kimliklerinden uzaklaştılar, Amerika
halkı, ortak milli bir kimlik edindi. Ama özellikle 1970 yılından sonra yoğun etnik ve
dini bilinçlenme sebebiyle kültürel ve politik parçalanma artmış, göçmenler etnik, dini,
kültürel yönlerden Amerika’ya meydan okumaya başlamıştır. İşte bu dönemde, her
bireyin kendi etnik, dini, kültürel kimliğini koruyarak bir arada yaşayabilmesi temeline
dayanan “çokkültürlülük” kavramı gündeme geldi. Bu kavrama göre herkesin tek bir
din, dil ve yaşam tarzını paylaştığı değil, herkesin kendi etnik, dini, kültürel kimliğini
koruduğu, bununla birlikte farklılıkların tanınıp, bu farklılıklara karşı saygı, hoşgörü
kavramlarının geliştiği bir toplum anlayışı ortaya çıkmıştır (Kaymakcan, 2006, s.21-34).
Çokkültürlülük kavramının ilk olarak kullanıldığı ülkelerden bir diğeri
İngiltere’dir. Kavram, yaklaşık olarak Amerika’ da ortaya atılıp tartışılmaya başlandığı
tarihle aynı zamanda İngiltere’de de konuşulup tartışılmaya başlamıştır. Ülkeye yapılan
yoğun işçi göçleri sonucu, birçok farklı etnik yapı, ırk, din ve dilden göçmen İngiltere’
de yaşamaya başladı. Bu göçmen nüfus kültür, din gibi konularda İngiltere halkından
bariz bir şekilde ayrılmaktaydı. Özellikle eğitim alanında göçmenler, sebepleri değişik
araştırma kurullarınca araştırılmasına rağmen, bir türlü çözülemez sorunlar yaşadılar.
Ayrıca toplumda göçmenlere karşı dışlayıcı ve ırkçı tavırlar sergilenmekteydi. Bu ırkçı
tavırlar hayatın her alanında hissedilecek boyuttaydı. Göçmenlere karşı uygulanan bu
ırkçılık karsında toplumda, yavaş da olsa ırkçı karşıtı söylem oluşmaya başladı. Irkçı
karşıtlığı, kendisini en etkili olarak eğitim alanında hissettirdi ve eğitim sisteminde
ırkçılığa karşı duruş anlamında bir anlayış benimsendi. Ancak ilerleyen zamanlarda
ırkçılığın yalnızca renk ve etnik köken bağlamında değil, kültürel anlamda da var
olabileceği, kültürel asimilasyonun yapıldığı ve bu noktada ırkçı karşıtı anlayışın
yetersiz kaldığı görüşünün yaygınlaşması üzerine, ırkçı karşıtlığı yerine, çokkültürlülük
anlayışı ortaya atılmıştır (Kaymakcan, 2006, s.97).
Ortaya çıkış sürecine genel olarak baktığımızda çokkültürlülük, göçmen gruplara
karşı uygulanan asimilasyon politikalarının yetersiz kalması, göçmenlerin, etnik,
kültürel, dini konularda kimliklerini korumak adına harekete geçmeleri ve bu
hareketlerin siyasi ve toplumsal olarak demokratik haklarla desteklenmesi sonucu
ortaya çıkan tanınma, bir arada yaşama politikasının kavramsal yansımasıdır.
Çokkültürlülüğün tarihsel arka planından bahsettikten sonra kavramın analizini
yapabiliriz. Çokkültürlülük, bir toplumda farklı kültürlerin bir arada yaşamasını
16
onaylayan bir “tanınma politikası” nı yansıtır, bir tavır barındırır. Taylor tarafından
savunulan tez, kimliğimizin, kısmen tanınma ya da tanınmama yoluyla, çoğu zaman da
başkalarının yanlış tanıması yoluyla biçimlendiğidir; bu nedenle çevredeki insanlar ya
da toplum, onlara kendileriyle ilgili, hapsedilen, aşağılanan ya da sevilmeyen bir imaj
yansıtıyorsa bir insan ya da bir grup insan gerçekten zarar görebilir, gerçek bir
çarpıtılmaya uğrayabilir. Tanınmama ya da yanlış tanınma zarar verici olabilir; insanı,
sahte, çarpıtılmış ve indirgenmiş bir varoluş tarzına hapsederek baskıya dönüşebilir
(Taylor, 2005, s.9-42). Bu görüşe göre bireylerin, diğer bireylerdeki algısı kimliğin bir
bölümünü oluşturur. Diğer bireylerdeki bu algı, gerçeği yansıtmıyorsa bireyin kendini
algılayışı da değişir. Bu yüzden, bireyler hak ettikleri şekilde tanınmalıdır.
Çokkültürlülük kavramının temeli, öncelikle bireyin kendi kimliğini oluşturup bunu
doğru olarak tanıması, daha sonra bu kimliğe sahip bireyin toplum tarafından eksiksiz
ve önyargılardan uzak olarak tanınmasıdır.
Çokkültürlülük, sosyolojiden siyaset bilimine, felsefeden eğitim bilimlerine
çeşitli boyutlarıyla birçok farklı disiplinin konusu olan bir kavramdır. Bu boyutları
olgusal ve normatif olmak üzere iki ana kategoride toplamak mümkündür. Kavramın
olgusal boyutu tarihsel ve sosyolojik belli toplumların geçmişte veya günümüzde farklı
etnik, dini, ahlaki, toplumsal cinsiyet, sosyal sınıf ve kültürel gruplardan meydana
gelmesini ifade eder. Günümüzde yalnızca İzlanda ve Kore’nin etnik bakımdan
homojen bir yapıya sahip olduğu, çokkültürlülüğü etnik, dini, ahlaki, toplumsal cinsiyet,
sosyal sınıf, siyasi ideolojiler ve diğer kültürel farklılıklar açısından düşündüğümüzde
tüm ülkelerin çokkültürlü yapıya sahip oldukları belirtilmektedir. Çokkültürlüğün
normatif boyutu onun değer yargısı içermesinden kaynaklanmaktadır. Bu bağlamda,
çağdaş demokratik ülkeler çoğulculuğu ve çokkültürlülüğü demokratik toplumların
olgusal bir durumunun yanı sıra önemli bir değeri olarak görmekte ve buna ilişkin
çeşitli politikalar geliştirmektedir (Yazıcı, Başol ve Toprak, 2009, s.230).
Nurullah Altaş, çokkültürlülüğe zemin hazırlayan en önemli etken olarak
küreselleşmeden bahseder. Altaş’ a göre küreselleşme, en küçük kültürel farklılıkları
bile iletişim araçları vasıtasıyla dünya halkının dikkatine sunar ve siyasi olarak, kültür
farklılıklarının korunmasını demokratik hak ve özgürlükler alanının ayrılmaz bir parçası
olarak gören anlayışı yaygınlaştırır (Altaş, 2003, s.84). O halde çokkültürlülüğün teorik
olarak ortaya çıkışı, küreselleşmenin getirdiği imkânlarla birlikte, kültürel farklılıkların
birey ve toplum tarafından fark edilmesi ve siyasi olarak bu farklılıkların tanınarak,
bireylere farklılıklarla yaşama hakkının tanınmasıdır.
17
Kirişçi ve Winrow, çokkültürcülüğü gerçek anlamda çoğulculuğu içeren,
zorunlu asimilasyonu öngörmeyen, farklı kültür gruplarına kendi dillerinde yayın ve
eğitim hakkı tanıyan adem-i merkeziyetçi bir anlayış olarak tanımlamakta ve bu
kavrama dar ve geniş anlamda iki şekilde yaklaşılabileceğini savunmaktadırlar. Dar
anlamda bu kavrama etnik grupların kültürlerini yaşama ve yaşatabilme hak ve
imkanlarının tanınması olarak açıklama getirirken, geniş anlamda kültürel otonomiden
federalizme kadar uzanan ademi merkeziyetçi yeniden yapılanmaları kastetmektedirler
(Altaş, 2003, s.14).
Emre Kongar’a göre çokkültürlülük, bir toplumu oluşturan bireylerin ve
grupların dil, din, ırk, tarih, coğrafya açısından farklı kökenlerden gelmesine dayanan,
tek bir siyasal birim halinde ve ortak sınırlar içinde yaşayan toplumlarda söz konusudur
(Kongar, 2012). Ancak tanımı bununla sınırlı tutmak doğru olmayacaktır. Çünkü
Kongar’ın tanımını yaptığı çokkültürlülük, zaten vardır. Çokkültürlülük kavramı yeni
bir kavram olmakla birlikte çokkültürlülük durumu hiç de yeni değildir. Tarihin hiçbir
döneminde, hiçbir toplumun tek bir kültüre sahip bireylerden meydana geldiğini iddia
edemeyiz (Zengin, 2008, s.140). Çeşitli kültürlerin aynı zamanda yan yana birlikte var
olduklarını gösterir. Tarihin hiçbir döneminde kültürler birbirleriyle tamamen ilişkisiz,
tümüyle içine kapalı olmamışlardır. İnsanlık tarihi, sürekli bir etkileşim ve mübadele
sürecidir; ayrı grupların birbirleriyle temasa geçtikleri, çarpıştığı, birbirlerinden borç
aldığı, birbirlerini değiştirdiği ve kendi içlerinde değiştikleri bir sürecin tarihidir. Bu
süreçte toplumlar arasında dostluk, düşmanlık veya bunların ortasında melez durumlar
oluşmuştur (Çelik, 2008, s.321).
Bhikhu Parekh de çokkültürlülüğün yeni olmadığı, eski bazı toplumların da
çokkültürlü olduğunu söyler. Ancak Parekh’e göre günümüz çokkültürlü toplumları
geçmiştekilerden dört önemli farkla ayrılır. İlk olarak, geçmiş toplumlardaki azınlık
kültürler genellikle bağımlı konumlarını kabul eder ve baskın grubun kendilerine
tanıdığı haklarla yetinirlerdi. İkinci olarak, geçmişte yaşanan bazı olayların, kendini
üstün görme davranışının yanlışlığını ortaya koyması, gelişen adalet anlayışı ile baskın
tavırların şiddete yol açtığının ve bunun suç olduğunun kabul edilmesi. Üçüncü fark,
eskiden savaş ve sınırlı olarak ticaret faaliyetleri ile kurulan ülkeler ve toplumlar arası
ilişki, artık turizm, eğitim, kitle iletişim araçları gibi yollarla kolayca kurulabilmektedir.
Son olarak ise eski toplumlarda azınlık kültürler, toplum içerisinde ayrılan homojen
gruplar olarak kabul edilip grupları kapsayan yasalar yapılırdı. Yani azınlıklara grup
olarak ayrıcalık tanınırdı. Ancak günümüzde toplumun tamamı homojen kabul edilip
18
bireysel haklar genişletilerek azınlık hakları koruma altına alınmaya çalışılmaktadır.
Parekh’e göre çokkültürlülük yalnızca farklılık ve kimlikle alakalı değil, kültürle
kaynaşmış ve ondan beslenen farklılıkla alakalıdır. O zaman çokkültürlülük, kültürel
çeşitlilik ve kültürle kaynaşmış farklılıklarla ilişkilidir. İnsan kültürle var olan ve
kültürel bir varlıktır. Kültür ise başka kültürlerle var olur. Bunun nedeni bir kültürün ne
tamamen baskın ne de tamamen sığ olmasıdır. Bu, kültürün dinamik olması
gerekliliğindendir. Kültürler, birbirleriyle girdikleri bilinçli veya bilinçsiz etkileşimle
gelişir. Dinamik yapı kültürel iç çoğulculuğu, kültürel iç çoğulculukta, kültürel
çeşitliliği doğurur (Parekh, 2002, s.9-11).
Milena Doytcheva’ya göre günümüzde devletlerin %10’ undan daha azı kültürel
olarak homojendir. Yani dünya üzerinde ortak tek bir kültüre sahip devlet yoktur. O’na
göre çokkültürlülük, kamusal alanda farklı kültürlerin adil bir biçimde teşvik edilmesi
projesi olarak tasarlanmıştır ve savunucularına göre dünyadaki kimlik hareketlerinin,
aynı siyasi örgütlenme içinde farklı kültürel ufuklara sahip nüfus topluluklarının barışçı
bir şekilde bir arada var olabilmelerini sağlayacak olan ilaçtır. Çokkültürlülük toplumun
bir özelliği değil, bir ideal ya da siyasi programdır. Doytcheva bu tanımı yaparken,
çokkültürlülüğün, asimilasyon hareketlerinin postmodern söylemi olduğu ve ulusal çokuluslu devletlerin barış ortamını zedeleyeceği eleştirilerine de maruz kaldığını
belirtir. Bununla birlikte, şimdiye kadar çeşitli ülkelerde uygulanan çokkültürlü
politikalar, sağlanmak istenen barış ortamını sağlayamamış, bu da çokkültürlülük ile
ilgili endişeleri artırmıştır (Doytcheva, 2009, s.12).
Çokkültürlülük kavramı kendi içerisinde iki boyutlu bir yapı oluşturur. İlk boyut
farklılıkları tanımlayıcı, ikinci boyut ise bu farklılıklara değer verici bir yapı sergiler.
Tanımlayıcı boyut, toplumun farklı dini, etnik, kültürel yapıdan birçok grubu içerisinde
barındırmasıdır. Bu grupların birbirlerinin farklılıklarını tanıyarak ve bilerek, saygı ve
hoşgörü ortamı içerisinde hayata devam etmeleri ise çokkültürlülüğün değer verici
boyutudur (Başbay ve Bektaş, 2009, s.34).
Will Kymlica, birçok ülkenin kültürel bakımdan çeşitlilik gösterdiğini
belirtmiştir. Bu çeşitlilik, ayrılıkçı birçok sorunu da beraberinde getirmektedir
(Kymlica, 1998, s.25). Buradan hareketle çokkültürlülüğün siyasal boyutu ile ilgili çok
önemli tespitlerde bulunan Kymlica, liberal demokrasilerde azınlık haklarının, mevcut
yasalar yanında var olabilecek ayrı yasalar ile güvence altına alınması gerektiğini
belirtir. Ancak bununla birlikte, bu durumun hem azınlıklar, hem de çokkültürlülük
karşıtı gruplar tarafından kullanılacağını ve iç çatışmalara varan ciddi sorunlar
19
doğurabileceğini söyler. Çünkü çokkültürlülüğün ve çokkültürlülüğün savunucu ve
uygulayıcılarının cevap vermesi gereken sorular vardır: “Ülkenin dili ne olacak? Ülke
içi sınırlar nasıl belirlenecek? Bölgesel yönetim hakkı verilecek mi? Politik ve idari
mevkilerde görev dağılımı nasıl yapılacak?” Bazı araştırmacılar ise çokkültürlülüğün
liberal demokrasilere mal edilmesine karşı çıkmaktadırlar. Buna örnek olarak, Fransa’da
muhafazakârlarla birlikte liberallerin de ülkenin çokkültürlü olduğuna ve bu yönde
yapılan politik çalışmalara karşı çıkmalarını gösterirler (Parekh, 2002, s.8). Bu
araştırmacılar, çokkültürlülüğün getirdiği siyasi sorunları ön plana çıkararak bazı
değerlendirmeler
yapmışlar
ve
çokkültürlülüğün
siyasi
alandaki
etkilerini
araştırmalarına konu yapmışlardır.
Bazı araştırmacılar, çokkültürcü politikalara karşı çıkarlar. Çokkültürlülüğün
birleştirici değil parçalayıcı, yok edici yönü üzerinde durmaktadırlar (Başbay ve Bektaş,
2009, s.34). Toplumda farklılıkların tanınması adına, farklılıklarla birleşen değil,
farklılıklarla gruplaşan ve düşmanca duygular besleyen toplumların oluşması
çokkültürcü politikalar karşısında duyulan endişelerden biridir. Bu bağlamda
çokkültürlülük, mesafeli bir ırkçılık olarak da tanımlanabilmektedir (Çelik, 2008,
s.324). Duyulan endişelerin yersiz olduğunu söylemek aşırı iyimser bir tavır olacaktır.
Çokkültürlü politikaların, toplumlarda her zaman kullanılmaya, suiistimal edilmeye açık
olan, etnik yapı, ırk, din, kültür gibi kavramları içinde barındırması, bu konunun daha
dikkatli bir şekilde araştırılması, incelenmesi ve uygulanması konusunda bir ikaz
niteliğindedir.
Çokkültürlülükle ilgili yapılan tanımlamalar ve yorumlara bakıldığında, bu
konuda tam anlamıyla kapsayıcı ve kesin tanımlamalar yapmanın imkânsızlığı ortaya
çıkmaktadır. Çokkültürlülüğün temelinin tanınma ve azınlık haklarına mı yoksa kültürel
farklılıklara mı dayandığı, tanınma ve azınlık haklarına dayanıyorsa, bu tanınmanın
nasıl olması gerektiği ve azınlık haklarının ne olması gerektiğinin, kültürel farklılıklara
dayanıyorsa kültürün ne olduğunun ve buna benzer soruların nesnel cevaplarının
olmaması veya olamaması kavram hakkında ittifak edilen bir tanım ve anlayışın
olmamasına sebep olarak gösterilebilir. Ayrıca konu ile ilgili tartışmalar daha uzun süre
devam edecek gibi görünmektedir. Ancak kanaatimizce çokkültürlülüğün tanınma ve
bununla birlikte siyasal bir anlam taşıdığı görüşü, konuyu daha çok ideolojik ve politik
sahalara kaydırarak, objektiflikten uzak bir tartışma alanının doğmasına neden olacaktır.
Konunun siyasi boyutu vardır; ama bu boyut, var olan siyasal sistemde baskın kültür
yanında azınlık kültürlerine ne gibi haklar tanınacağı sorusu ile sınırlı kalmalıdır. Her
20
birey, ister toplumun çoğunluğu ile aynı değerlere sahip olsun, ister farklı değerler
taşısın, tüm toplumun sahip olduğu bir üst kimliğe sahiptir. Çokkültürlülük, bu üst
kimlik yanında, bir veya birden fazla alt kimliğe sahip bireylerin, alt kimliklerini
öğrenebilme,
koruyup
yaşabilme,
devam
ettirebilme
durumlarıyla
alakalıdır.
Çalışmamıza konu oluş ve ortaya çıkış sebepleri göz önüne alınarak çokkültürlülüğü,
birden fazla farklı etnik, dini, kültürel yapıya sahip grubun, aynı toplumu paylaşması
olarak kısa ve öz olarak tanımlayabiliriz.
2.1.2. Çokkültürlü Eğitim
Çokkültürlülüğün tanımında veya uygulanışında, ortak bir görüşün olmaması
veya konuyla ilgili tartışmaların halen devam ediyor olması, çokkültürlü eğitim
konusunda da çok farklı görüşlerin ortaya atılmasına sebep olmaktadır. Ancak konuya
geçmeden önce hatırlatmamız gerekir ki, çalışmamızın başında da bahsettiğimiz üzere,
eğitim, ismi ne olursa olsun, her toplumda, toplumu var etmesi, devam ettirmesi ve
geliştirmesi için en önemli unsurdur. Bu çokkültürlü toplumlar için de geçerlidir. O
halde, günümüzde birçok toplumda her geçen gün daha da hararetlenen çokkültürlülük
tartışmalarında ilk sırada yer alan konu da çokkültürlü eğitim konusudur.
Çokkültürlülük ve dolayısıyla çokkültürlü eğitim kavramının ortaya çıktığı ilk
ülkelerden biri İngiltere’dir. İngiltere okullarında etnik ve kültürel farklılıklar
konusunda önyargılar ve ırkçı, baskıcı tavırlar, Afrika ve diğer bazı bölgelerden gelen
göçmenler, İngilizler ile aynı sıraları paylaşıncaya dek hissedilmemişti. Ancak göçmen
sayısının artması, farklılıkların birlikte yer aldığı okulların sayısının artması ırkçılığın
yükselişe geçmesine, eğitimin, ırksallaştırılmış zulmün ilkesel noktalarından biri olarak
tanımlanmasına sebep olmuştur. Bu durum, göçmen çocukların eğitim konusunda
yerlilerden çok geri kalmalarına, dolaylı olarak toplumdan kopuk bireyler olarak
yetişmelerine sebep olmuştur. Bu durumun önüne geçmek isteyen yönetimlerin ürettiği
çözümler bazen sonuç vermemiş, bazen de toplum tarafından kabul görmemiştir. Son
olarak ise, çokkültürlülük kavramıyla birlikte, çokkültürlü eğitim fikri ortaya çıkmıştır.
Çokkültürlü eğitim, ırkçılık ve dezavantajlı yapısal sorunlarının yerine çokkültürlü
toplumda çoğunluk ve azınlık öğrencilerinin, çoğunluğa katılabilmesi için uygulanan
eğitim programıdır (Kaymakcan, 2006, s.97-103).
Çokkültürlülüğü, tüm etnik ve kültürel kaynakların birlikte ortaya koydukları
ortak kültür olarak değerlendiren Bhikhu Parekh’e göre ortaya konulan bu kültürü
21
yaşatmanın en iyi yolu çokkültürlü yönelimlere sahip bir eğitim sistemidir. Çokkültürlü
eğitim özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nde sıcak tartışmalara konu olmuştur.
Oradaki baskın görüşe göre eğitim ulusal kimlik oluşturmak için Amerikan kültürünün
ve inanç sisteminin oluşturulması yönünde düzenlenmelidir. Azınlık gruplar ise
eğitimin ana hedefinin öğrencilerin etnik ve kültürel kimlilerini yaşatmak, tarihleri ve
başarıları ile gurur duymalarını sağlamak ve uyumlu etnik topluluklar yaratmak
olduğunu savunmuşlardır. Ama iki görüş de hatalıdır. İkisi de tek bir toplumu sunup
onu yaşatmayı hedefler. İki görüşte tekkültürlü eğitimi savunur (Parekh, 2002, s.287).
Parekh’e göre çokkültürlü eğitim, baskın eğitim sisteminin Avrupa merkezli ve
bu nedenle tekkültürlü içeriğinin ve dünya görüşünün bir eleştirisidir. Avrupa merkezli
eğitim kültürel ve medeni uygarlığın temeli olarak Avrupa’yı ve Avrupa etnik ve
kültürel tarihini görür. Bu da tekkültürlü bir eğitim sisteminin oluşmasına sebep olur.
Tekkültürlü eğitimin birçok olumsuz tarafı olmakla beraber, yaratacağı en önemli
sorunlar şunlardır:
1. Tekkültürlü eğitim, ister istemez tüm dünya sınırlarının kişinin dünyasının
sınırlarından ibaret olduğu, yalnızca geleneksel düşünce biçimlerinin geçerli
olduğu yanılmasını yaratacağı için, alternatifler olduğu bilincini yok ederek
hayal gücünü boğar.
2. Tekkültürlü eğitim, eleştiri yeteneğinin işe yaramasını sağlayan tek şey olan
hayal gücünü körelttiği için bireyler kendi uygarlıklarının ve toplumlarının
“ihtişamını” ve “dehasını” kutlamaya karşı koyamaz ve ölümcül bir kendini
beğenmişlik tuzağından kaçınamazlar.
3. Tekkültürlü eğitim, saldırganlığı, duyarsızlığı ve ırkçılığı beslemeye
eğilimlidir.
O halde eğitimin amacı, entelektüel merak, özeleştiri, savları ve kanıtları
değerlendirip bağımsız bir karar oluşturabilme gibi değerli insan yeteneklerini
geliştirmek; entelektüel ve ahlaki alçakgönüllülük, başkalarına saygı ve farklı düşünce
ve yaşam biçimlerine duyarlılık gibi tavırların gelişmesini sağlamak; öğrencilerin
zihinlerini büyük başarılara açmaksa, eğitim sisteminin Avrupa merkezcilikten ve diğer
etnik merkezcilik biçimlerinden mümkün olduğunca uzak olması gerekir. İyi bir eğitim,
öğrencileri farklı iyi yaşam görüşlerine, inanç sistemlerine ve farklı tanıdık deneyimleri
kavramlaştırma biçimlerine açmalı, diğer kültürlerin ruhlarına girmelerini, dünyayı
22
onların açısından görmelerini, güçlerini ve zaaflarını kavramalarını sağlamalıdır.
Bağımsız düşünme, inceleme vs. güçlerini haklı olarak geliştirirken, anlayışlı hayal
gücü, kendini ötekilerin yerine koyarak onlarla beraber ve onlar için hissetme becerisi,
kendini diğerlerinin bakış açısından görme isteği ve onları duyarlılık ve anlayışla
dinleme yeteneği gibi “daha yumuşak” ve daha az saldırgan becerileri de geliştirmelidir.
Öğrenciler etnik ve kültürel toplulukların üyesi, politik toplulukların vatandaşı ve
insanlığın üyesidir. İyi bir eğitim sistemi, her üç özelliğe de eğilmelidir. Eğitim bireyi
toplumsallaştırmalıdır.
Ancak
eğitim
yalnızca
toplumsallaşmayla
ilgili
değil,
insanlaşmayla ilişkilidir. Öğrenciler iyi bir vatandaş olarak yetiştirilirken, iyi bir insan
olarak da yetiştirilmelidir (Parekh, 2002, s.289-290). Ancak bütün bunları söylerken,
eğitimin amaçlarından olan ve bizim de sık sık dile getirdiğimiz kültürleme görevinin
unutulmaması gerekmektedir. Evet her birey başkasının tarihini bilmeli ancak kendi
tarihini daha iyi bilmelidir. Aksi takdirde tüm bireylerin birbirlerinin kültürlerini
öğrenmesi, onların gözünden dünyayı ve hayatı görebilmesi amacına ulaşmak için
başlatılan süreç, bizi tarihinden, kimliğinden, kültüründen tamamen kopmuş bireylerin
oluşturduğu bir toplumun meydana gelmesi gibi kötü bir sonuca götürebilir. Bu yüzden,
çokkültürlü eğitim kavramının tam olarak anlamlandırılması ve yapılan planlamaların
bu anlam üzerinden yapılması gerekmektedir.
Parekh, çokkültürlü eğitim ilkesiyle en yakın ilişkili alanın müfredat olduğunu
söyler. O’na göre çokkültürlü bir müfredatın iki şartı karşılaması gerekir. Birincisi,
müfredat aşırı derecede dar olmamalıdır. Hiçbir müfredat dünyadaki her şeyi
kapsayamaz. Önemli olan müfredatın her şeyi içine alması değildir. Eğer böyle olursa,
aşırı yüzeysel olacak, önemli konular önemsizleşecektir. Müfredat, genel ve büyük
konuları içine almalı, diğerlerinin kendi başlarına incelenmesini sağlamalıdır.
Müfredatın karşılaması gereken ikinci koşul ise öğretilme biçimiyle ilgilidir. Müfredatı
genişletip farklı dinleri, kültürleri, metinleri ve inanç sistemlerini ona dahil etmek
yeterli değildir; bunlar arasında verimli bir diyalog geliştirilmesi de şarttır (Parekh,
2002, s.292).
Nurullah Altaş (2003, s.18), çokkültürlü eğitim kavramından bahsetmeden önce
kültürlerarası eğitim kavramından bahsetmektedir. Kültürlerarası eğitim, çoğulcu
toplumda farklı kültürlerin ortak noktalarını ön plana çıkararak barış için birbirinden
yararlanmalarını öngörmeleridir. Kültürlerarası eğitim kavramının her ne kadar
çokkültürlü eğitim kavramının karşılığı olduğunu düşünenler var ise de Altaş, bu
kavramın Almanya’ya özgü bir anlayış olduğunu ve uzun vadede çokkültürlü eğitime
23
geçiş için bir basamak oluşturacağını düşünmektedir. Kültürlerarası eğitimi barış için
işbirliği olarak düşünürsek, barış için işbirliğinden bir ilerideki aşama çoğulculuk içinde
her kültürün kendisini korumasının sağlanmasına; bu noktadan da çokkültürlü eğitime
geçiş sağlanmış olur. Her toplum öncelikle kendini tanıyıp, kendini koruyabilecek
duruma gelmeli ki, diğer kültürlerle karşılaştığında çatışma veya asimilasyon
yaşanmasın. Altaş’ ın bu tanımından hareketle söylenebilir ki çokkültürlü eğitimin
uygulanabilmesi için, ülkenin mevcut bütün etnik, kültürel, dini unsurları ile buna hazır
olabilmesi gerekir ki bunu sağlayabilmenin yolu da kültürlerarası eğitimdir.
Siyka Çavdarova Kostova (2009, s.221), günümüz eğitiminin küreselleşmeden
çok fazla etkilendiğini belirterek artık birbirine çok uzak hatta birbirine tamamen zıt
kültürlerin aynı ortamda, aynı toplumda ve aynı okulda yer aldığını ve bunun bazı
sorunlara yol açtığını söyler. O’na göre çokkültürlülük bir farklılıklar bütünüdür.
Günümüzde ise sınıflar farklı farklı öğrencilerin bir arada bulunduğu yerler haline
gelmiştir. Bu durum, farklılıklar sorununun üstesinden gelinmesi konusunda eğitim
sistemini bu yönde düzenlemeyi kaçınılmaz kılar. Kostova’ya göre kültürel etkileşimin
temel sorunları, farklı çocuklar arasında entegrasyon sürecini ön plana çıkarır ve
eğitimde ayrımcılığın sona ermesi bunların başında gelir. Etnik, dinsel ve başka
özelliklere dayalı ayrımcı eğitim çocukları salt gerçek bir sosyal entegrasyondan
uzaklaştırmakla kalmayıp çoğu zaman onları izolasyona götürmekte, bazı durumlarda
ise asimilasyona neden olmaktadır. Entegrasyon ise farklılıkları yok ederek değil, onları
yaşatarak kültürel özdeşliği korumak amaçlı sosyal katılım süreci olarak algılanmalıdır.
Bu şekilde gerçekleştirilecek eğitimde devletin rolü büyüktür. Gerekli kanunların
yapılması,
okulların
açılması,
ıslah
evlerinin
kapatılması
devletin
yapması
gerekenlerden bir kaçıdır. Kostova’ ya göre “çokkültürlü eğitim, bireydeki özgüllük
öğesini ön plana çıkarıp, kişilere karşı gereken hoşgörülü yaklaşım sergileme ve onları
daha iyi tanıyarak anlama noktasından hareket eder” ve “çokkültürlü eğitimin ana amacı
bireyi “farklı” olarak görünen kişiyi tanıma, anlama ve ona karşı saygılı olma gibi tutum
ve davranışları bir bütün olarak özünde barındıran hoşgörü sahibi yapmaktır” Ancak
konuyu, azınlık veya farklı grupların baskın kültüre katılımı veya entegrasyon süreci
olarak değerlendirmenin yanlış olacağı kanısındayız. Çünkü hatırlayacağımız üzere
çokkültürlülük, farklı kültürel grupların kendi gruplarını tanımaları ve kültürel
kimliklerini yaşatmaları şeklinde tanımlanabilmektedir. Öyle ise çokkültürlü eğitim,
bütün kültürlerin ve farklılıkların ortak bir kültür ve toplum oluşturması değil, bütün
24
kültürlere ve farklılıklara saygı duyulan ve bunların önce kendi mensupları daha sonra
diğer gruplar tarafından doğru tanınması süreci olmalıdır.
Mehmet Açıkalın (2010, s.1229)’a göre çokkültürlü eğitim, bütün öğrencilerin
ırkları, etnik kökenleri, dilleri, dinleri, cinsiyetleri, kültürel geçmişleri, sosyal ekonomik
statüleri hatta cinsel tercihleri dikkate alınmaksızın fırsat eşitliğine sahip bir okul ve
eğitim ortamı sağlanmasıdır. Buradan hareketle çokkültürlü eğitimin temel ilkelerini ve
boyutlarını şu şekilde sıralar:
a) Sosyal adalet
b) Eğitimde fırsat eşitliği
c) Eğitim ortamında kültürün önemini ve etkisini anlama
d) Diğer kültürleri tanıma ve anlama
e) Diğer kültürlere karşı önyargıları azaltma
f)
Okul ve eğitim ortamını çokkültürlü ilkelere göre oluşturma
g) Fırsat eşitliğini ve kültürel öğeleri gözeterek öğretim yapma.
İlker Cırık (2008, s.29-30)’a göre çokkültürlü eğitim, bir fikir, bir eğitim
reformu ve bir süreçtir. Farklı ırk, etnik yapı ve sosyal gruplardan gelen öğrenciler için
eşit eğitim fırsatları yaratmak ve bu doğrultuda okul ortamını, eğitim sistemini
düzenlemektir. Cırık’ın bir başka tanımına göre ise çokkültürlü eğitim, okullarda
çoğulculuğu ve eşitliği desteklemek amacıyla yapılan önemli, eleştirel bir tartışma
oturumudur. Bu eğitimin amacı farklı gruplar arasında diyalog geliştirmektir. Bu
nedenle çokkültürlü eğitim, okullardaki iyileştirme çalışmaları sırasında gruplar arası
işbirliği olarak tanımlanabilir. Bununla birlikte çokkültürlü eğitim sadece farklı etnik,
kültürel, sosyal yapıya sahip grupları değil, farklı cinsiyetten, farklı zekâ düzeyinden
bireyleri de kapsamaktadır. Çokkültürlü eğitim toplumsal bir süreçtir. Toplumun eğitim
ve refah düzeyi yükseldikçe farklı din, dil ve kültürlere ilgi ve saygı duymaya başlar. Bu
da farklı gruplar arasında olumlu diyalog kurarak çokkültürlü eğitim ortamının
oluşmasına katkı sağlayacaktır. Ayrıca çokkültürlü eğitimin gerçekleştirilmesi
konusunda öğretmenler, yöneticiler ve ailelere de büyük görevler düşmektedir. Bu
konuda
en
önemli
gerçekleştirilmesi
için
görev
eğitimcilere
öğretmenler
düşmektedir.
çeşitli eğitim
Çokkültürlü
ve seminer
eğitimin
programlarıyla
bilgilendirilmeli, öğretmen yetiştiren kurumlar programlarını bu şekilde düzenlemelidir.
25
Bununla birlikte aileler de bilgilendirilmeli, çokkültürlü eğitim konusunda toplumsal bir
uyum sağlanmalıdır.
Bazı araştırmacılara göre çokkültürlü eğitim, çoğulculuk ve farklılık esası
üzerine kurulu olarak demokrasi, eşitlik ve adalet ilkelerine dayanır. Yani çokkültürlü
eğitimin temeli, eğitimde imkân ve fırsat eşitliğine dayanır. Gezi ise çokkültürlü
eğitimle ilgili beş ana yaklaşım olduğunu söyler. Bunlar, kültürel olarak farklı
öğrencilerin eğitim olanaklarının eşitlenmesine yardım etmeye odaklanan eğitim;
kültürel farklılıkları anlamayı amaç edinen eğitim; kültürel çoğulculuğu korumayı amaç
edinen eğitim; öğrencilerin farklı kültürlerde iş görmeleri için yardım eden eğitim ve
çoklu sistemlerde yeterliliği geliştirmek için eğitimdir (Yazıcı, Başol ve Güleç, 2009,
s.230). Ancak çokkültürlü eğitimi yalnızca eğitimde fırsat eşitliği şeklinde
tanımlamanın veya algılamanın doğru olmadığı kanısındayız. Çünkü eğitimde imkân ve
fırsat eşitliği günümüz ülkelerinin temel esaslarından bir tanesidir. Çokkültürlü eğitim,
her şeyden önce, fırsat ve imkân eşitliği ile birlikte, birçok bağlamda farklılıkların,
eğitim-öğretimde yer alan tüm bireyler tarafından tanınması, bu farklılıklara karşı
saygılı ve hoşgörülü tutum ve davranışları geliştirecek altyapı ve eğitimin sağlanması,
sonuç olarak ise farklı grupların farklılıkları tanıyan, bunlara saygı ve hoşgörü duyan bir
eğitim ortamında yer alabilmesi olmalıdır.
2.1.3. Çokkültürlü Din Eğitimi
Çokkültürlü din eğitimi, çokkültürlülük kavramı ile birlikte tartışılmaya
başlanan en önemli konulardan biri olan çokkültürlü eğitimin en fazla etkilenen ve
üzerinde durulan alanlarından biridir. Çokkültürlülüğün, toplumdaki farklılıklar ve bu
farklılıkların tüm bireyler tarafından algılanış ve davranış geliştirilen alan olduğunu
düşünerek, çokkültürlü din eğitimi konusunun bu tartışmalara en fazla konu olan
alanlardan biri olması son derece normaldir. Çünkü toplumlarda var olan baskın
grupların yanında hayatlarını devam ettirmeye çalışan azınlık gruplar, kültürel, dini ve
etnik kimliklerine sarılarak benliklerini korumaya çalışırlar. Dini kimlik, bireyden
bireye değişse bile, özellikle farklı gruplarla karşılaşıldığında, kendisinden güç alınan,
daha fazla savunulan kimliklerden biri haline gelir. Birey için en önemli kimliklerden
bir diğeri olan kültürel kimliği oluşturan kültürel öğelerin büyük çoğunluğunun dini
kaynaklı olduğu da göz önüne alınırsa, dinin çokkültürlü toplumlarda gerek baskın grup,
gerekse azınlık gruplar açısından çok fazla önem arz ettiği, dolayısıyla çokkültürlü din
26
eğitiminin bu konuda birçok tartışmaya konu olmasının son derece normal olduğu daha
net anlaşılacaktır. Ayrıca çokkültürlü toplumlarda farklılıkların en baskın tarafının dini
farklılıklar olması, farklılıklardan doğabilecek çatışmaların önüne geçilmesi gerekliliği
gibi sebeplerle de çokkültürlü din eğitimi büyük önem arz etmektedir (Zengin, 2008,
s.162).
Çokkültürlülük ve çokkültürlü eğitim, özellikle son yıllarda birçok tartışmaya ve
akademik araştırma ve çalışmalara konu olmasına rağmen, yaptığımız araştırmalar
göstermektedir ki, çokkültürlü din eğitimi konusunda yapılan araştırma ve çalışmalar,
konunun önemine rağmen yeterli değildir. Ülkemiz için de durum aynıdır. Çokkültürlü
din eğitimi konusunda, ülkemizde en önemli çalışmalar Nurullah Altaş tarafından
yapılmaktadır.
Nurullah Altaş (2003, s.45), çokkültürlülük ve çokkültürlü eğitim konularının
ortaya çıktığı toplumların Hıristiyan batı toplumları olduğu gerçeğinden hareketle,
çokkültürlü
din
eğitimi
çalışmalarını,
Hıristiyan
batı
toplumu
üzerinde
yoğunlaştırmıştır. Ancak çokkültürlü din eğitimi çalışmaları konusunda, yalnızca
Barbara Wilkerson’ un çalışmalarına ulaşabilmiştir. Ama bu çalışma da gerçek manada
çokkültürlü din eğitimi konusunda yetersiz kalmıştır. Çünkü çokkültürlü din eğitimi,
Hıristiyan gruplar arasındaki saygı ve hoşgörü konusu ile sınırlı kalmıştır. Diğer din
veya kültürler çalışmada kendilerine yer bulamamıştır. Ama çokkültürlülük, herhangi
bir grup için içe dönük ilişkileri konu edinebileceği gibi, grup dışı ilişkileri de konu
edinmelidir.
Altaş, yaptığı çalışmalar sonucunda, çokkültürlü eğitim anlayışının Hıristiyan
din eğitimi alanına üç farklı şekilde uyarlanma çabası içerisine girildiğinden bahseder.
Bunlardan birincisi, Kapsayıcı Çokkültürlü Yaklaşım’ dır. Bu yaklaşımda öğrenme
çevresi çok önemlidir. Öğrenme çevresi, aile, okul, iş yeri, arkadaşlar gibi grupları
kapsamaktadır. Ve artık bu çevre homojen değil heterojendir. Bu yüzden kilise ve
Hıristiyan din eğitimi, anlayış ve yöntem değiştirmek zorundadır. Bu yeni anlayış ve
yönteme göre kilise ve din eğitimi alanında tüm etnik, kültürel azınlıkları kapsayan bir
anlayış geliştirilmeli, kilise, hangi ırk, kültür, toplumdan olursa olsun, tüm
Hıristiyanları, saygı ve sevgi anlayışı ile kendi şemsiyesi altında toplayabilmelidir.
Bunu yapmak için kiliselerde, din eğitimcisi yetiştiren kurumlarda ve öğretmenlerin ve
yöneticilerin yetiştirilme ve hizmet verme konularında gerekli çalışmalar, değişiklikler
yapılmalıdır.
27
Çokkültürlü eğitimin, çokkültürlü din eğitimi alanına uyarlanışının ikinci şekli,
Etnik Merkezli Yaklaşımlar ve Çokkültürlü Din Eğitimi’dir. Bu anlayış, okul
ortamlarında ortaya çıkan farklılıkların düzeltilmesi çalışmalarıyla ortaya çıkan etnik
merkezli eğitim anlayışından sonra oluşmuştur. Aslında bu anlayış, çokkültürlü eğitim
anlayışla pek uyuşmamaktadır. Çokkültürlü eğitim, bireyin yeteneklerini çokkültürlü
toplum içinde geliştirmeyi hedeflerken, etnik merkezli eğitim tek bir etnik grubun ilgi
ve değerleri üzerinde odaklanmaktadır. Bu anlayış din eğitimi konusuna da
uyarlanmıştır. Bu anlayışa göre, azınlık grupların etnik yapısı, içinde bulunulan kültürle
çelişebilmekte, bu ise bireyde çatışma doğurabilmektedir. Amerika’da, Afrikalılara ve
diğer göçmen gruplara ait kiliselerin, eğitim programlarına yeterince adapte
olamamaları, bu görüşü doğrulamaktadır. Bu sebeple, bu anlayışa göre, kilise ve din
eğitiminin, etnik yapının baskın kültürün içinde, başarıyı getirecek şekilde
düzenlenmesi gerekmektedir.
Çokkültürlü eğitimin, çokkültürlü din eğitimi alanına son uyarlanış şekli ise
Çokkültürlü Model İçin “Tamamlayıcı Hareket” tir. Bu çokkültürlü din eğitimi
anlayışına göre din eğitimi, etnik kimlik ve evrensel kimlik birbirini tamamlayacak
şekilde düzenlenmelidir. Her birey kendi etnik kimliğini tanımalı ve bu kimliğine saygı
duymalı, bunu yaparken bütüne katkıda bulunmalı, kendisini evrensel yapının bir
parçası olarak görmelidir (Altaş, 2003, s.54-56).
Altaş, yaptığı çalışmalarında, çokkültürlü din eğitimin temellerinden de
bahseder. Bu temellendirmeler de yine çokkültürlü din eğitimi uygulamalarının ilk
ortaya çıktığı Hıristiyan toplumlarda görülmüştür.
2.1.3.1. Çokkültürlü Din Eğitiminin Felsefi Temelleri
a. “Kurtuluşçu” Yaklaşım: Bir Hıristiyan teolojisi olan kurtuluşçu düşünce,
özeleştiriyi temele alması, ezilenlerin bakış açısını ön plana çıkarması ve sosyal
hareketlilik yanlılığıyla birçok çokkültürlü eğitim ilkesini yapılandırmaya katkıda
bulunur. Çokkültürlü din eğitiminin kavramsal ve metodolojik kökleri, önemli
ölçüde kurtuluşçu teolojiye dayanır. Bu görüş, sosyal ve ekonomik farklılıklar,
fakirlik ve zulüm, çaresizlik gibi olayları temel alır. Kurtuluşçu yaklaşım,
katılımcıları din eğitimi ortamı içerisinde, öğretmen öğrenci arasında bildik
hiyerarşi değil de, karşılıklılık içinde görür. Kendine yardım etmek için öğren
cümlesi, bu anlayışın katılımcılarının öğrenme amacı olarak sloganlaşmıştır.
28
Kurtuluşçu yaklaşım muhteva, metot ve öğrenci unsurlarıyla sıkı bir ilişki
içindedir (Altaş, 2003, s.62-64).
b. “İnanç Toplumu” Yaklaşımı: Bu yaklaşıma göre Hıristiyan toplumun
yapılanması ve ilişkileri, gelecek nesillerin dini deneyim, değer ve inançlarını
şekillendirir. Baskın kültürden ayrılan birçok cemaat için Hıristiyan inanç
toplumunun yol gösterici özelliği vardır. Bu imaj akademik bir süreç olmaktan
çok, inanç toplumunun deneyimlerine ve hayatın içine giren bir sürece işaret eder.
Gençler için sınıf içi öğrenmelerden çok, toplum içindeki aktivite ve iletişimler
daha önemlidir. Sınıftaki öğretmenden çok, etkileşim içerisinde olunan yetişkinler
tarafından bireye, kendi kültürünü yaşama, kendi ruhsal dünyasını kurma şansları
verilmelidir. Bu yüzden bu anlayışa göre çokkültürlü din eğitiminin katılımcıları
toplumun bütün üyeleridir. Öğrenme, hayatın her anında, formal veya informal
olarak gerçekleşebilir. Sonuç olarak tüm bireyler, Hıristiyan dünyasının bir
parçası
olarak
görülüp,
kendilerini
gerçekleştirebilmeleri
için
serbest
bırakılmalıdır (Altaş, 2003, s.67-68).
c. Halk Kilisesi Yaklaşımı: Bu yaklaşıma göre din eğitimi, toplumun ıslahı ve
bütünleşmesi için eşsiz bir sorumluluğa sahiptir. Diğer yaklaşımlarda da olduğu
gibi toplum, din eğitimi sayesinde, ama diğer yaklaşımlardan farklı olarak, tüm
bireylerin bu sürece katılımıyla sağlanabilir. Tekkültürlülüğü savunanlar hariç,
tüm bireyler bu yaklaşımın katılımcılarıdır. Katılımcılar arasında samimi bir
iletişim kurulmalıdır ve her birey kendi etnik ve kültürel kimliğinin farkına varır.
Bu yaklaşım, din eğitimi için muhtevaya çok önem verir. Toplumun ıslahı ve
birlik için, kutsal kitap, muhtevanın temelini oluşturur (Altaş, 2003, s.69-70).
d. Sosyal Bilim Yaklaşımı: Bu yaklaşım, diğer yaklaşımlarda olduğu gibi kökenini
ilahiyattan değil, sosyoloji, psikoloji, eğitim gibi davranışçı bilimlerden alır. Din
ilahiyattan çok sosyal bilim şeklidir. İlahiyat öğretim yöntemleri çerçevesinde
öğretime konu edilebilir ve bu öğretimden sonuç alınabilir. Bu yaklaşım, çağdaş
verileri ve eğitim yöntemlerini, Hıristiyan hayatındaki öğrenciler için çokkültürlü
olan bir din eğitiminin amaçlarıyla birlikte kullanır. Bu yaklaşım, çokkültürlü din
eğitimi yaklaşımları arasında, çokkültürlülüğe en uygun olanıdır. Çünkü kendi
görüşlerini aşılamaya çalışan bir ilahiyat akımına dayanmaz. Muhteva, ilahiyatla
iç içe de olsa, genelde sosyal bilimlerin verilerine göre, çoğulcu anlayışla
düzenlenir. Yaklaşıma göre eğitim öğrenci merkezlidir. Öğretmenin, kişinin
29
çevresiyle ve İsa’yla yaşadığı problemlerde, bu problemlerin aşılması konusunda,
sorumlulukları vardır (Altaş, 2003, s.73-74).
2.1.3.2. Çokkültürlü Din Eğitiminin Sosyolojik Temelleri
Çokkültürlü din eğitimi kavramı bir eğitim hareketi olması ve din ile yakından
ilişkili olmasının yanında, sosyoloji bilimi ile de yakından ilgilidir. Bu yüzden
çokkültürlü din eğitiminin sosyolojik olarak da temellendirilmesi yapılmıştır.
Çoğulcu kültür, önemli ve karmaşık bir konudur. Birey, içinde yetiştiği kültür
ile kimliğini oluşturur. Birey, içinde büyüdüğü kültürler dışındaki farklı kültürlerle
temasa geçmedikçe, sahip olduğu kültürün farkın varamaz, onu olumlu veya olumsuz
değerlendiremez. Bu bazı toplumlarda sorun yaratmıştır ve yaratmaya da devam
etmektedir.
Çünkü
değerlendiremeyen
şekillenme
kimlik,
çağında
farklılıklarla
farklılıklarla
karşılaştığında
karşılaşıp
sorunlar,
kendini
çatışmalar
yaşayacaktır. Bu sorunlar ve çatışmalar, toplumsal sorun ve çatışmalara dönüşebilir. Bu
sebeple kültürlerarası iletişim çok önemlidir. Bu yüzden, çokkültürlü din eğitiminin
sosyolojik temelleri çok iyi belirlenmelidir (Altaş, 2003, s.80).
Sosyolojik olarak bakıldığında, toplum içerisinde öncelikle çokkültürlülüğün
nasıl algılandığı konusunun açığa kavuşturulması gerekmektedir. Çokkültürlülük bazı
kesimler tarafından desteklenirken, bazı kesimler karşı çıkmaktadır. Özellikle
Amerika’da çokkültürlülüğün ve çoğulculuğun tartışılmaya başlamasıyla birlikte, bu
görüşü savunanlar ve karşı duranlar da fikirlerini ortaya koydular. Çokkültürlülük
karşıtları, bu görüşün farklılıkları ön plana çıkararak birliği yıktığı ve bölücülüğü teşvik
ettiği fikrindedirler. Bu anlayış, ayrımcılığı ortadan kaldırmak yerine, ayrımcılığı
yeniden teşvik edecektir. Çokkültürlülük savunucuları ise, kuralların ayrıcalıklı baskın
grubu savunduğunu, diğer azınlık grupların ise dışlanarak, ayrımcılığın arttığını
savunurlar. Ayrıca, azınlık grupların değerlerinin ve kimliklerinin dikkate alınması
ulusal kimliğin terk edilmesi anlamına da gelmez. Toplum içerisinde çokkültürlülük
konusunda taraf olan bir grup daha vardır. Onlar, asimilasyona karşı çıkan ve kendi
kimlik ve değerlerini korumak noktasında direnç gösteren gruptur. Yapılan araştırmalar,
bu tartışmalar konusunda şöyle bir değerlendirme yapma gereği doğurmaktadır: İnsanlar
daha fazla eğitimli hale geldiği ve toplum kentlileştiği sürece, çoğulculuk daha fazla
kabul görecektir (Altaş, 2003, s.87).
30
Çokkültürlü din eğitimi kavramından önce, çokkültürlülük kavramının
sosyolojik olarak oturtulması gerekmektedir. Aksi takdirde, çokkültürlü din eğitimi
kavramı yeterince anlaşılmaz, anlaşılsa bile özellikle uygulama noktasında birçok
olumsuzluklar ortaya çıkabilir. Din ve din eğitimi kavramlarının toplumu yakından
ilgilendiren konular oluşu, çokkültürlü din eğitiminin sosyolojik açıdan önemli bir konu
olduğunun bir diğer göstergesidir. Kültür, ahlak gibi toplumu oluşturan bireylerin
kimliklerini meydana getiren bazı önemli kavramlar, yüksek oranda dinden esinlenir,
dini kaynaklıdır. Dinlerin kutsal kitaplarında, kültürel, özellikle ahlaki konulara çoğu
kez temas edilmektedir. Bu gerçekler, ilahiyat ile sosyolojini birlikte çalışması
gerektiğini, din ve din eğitimi kavramlarının sosyolojik konular olduğunun bir
göstergesidir. Din, kültür, ahlak ve eğitim kavramlarının sosyolojik olarak analizi,
çokkültürlü din eğitimi kavramının anlaşılması ve uygulanması açısından faydalı
olacaktır.
Bireyler arasında ilişki kurmanın en kolay ve en yaygın yolu iletişimdir.
İletişim, duygu, düşünce veya bilgilerin akla gelebilecek her türlü yolla başkalarına
aktarılmasıdır (TDK, 2005, s.954). Bireyler birbirlerini iletişim sayesinde tanırlar. Bu
yüzden, farklı gruplara mensup bireyler arasında kurulacak doğru iletişim, önyargıların
kırılması, ayrımcılık, ırkçılık gibi zararlı davranışlara dönüşecek duyguların ortadan
kalkması adına önemlidir. Ayrıca, sözlü iletişim yanında, beden dili diye de ifade edilen
jest ve mimikler de iletişim açısından önemlidir. Bunlarla birlikte, iletişim konusunda
kullanılan dil çok önemlidir. Bireyin kendini en doğru biçimde ifade edebildiği,
kültürünü yaşayıp yansıtabildiği dil çokkültürlü eğitim konusunda önemli bir yer
tutmaktadır. Amerika ve İngiltere gibi ülkelerde, erime potası, asimilasyon gibi
politikalarla, tek dilli eğitim noktasında yapılan zorlamalar, göçmen öğrencilerin
başarısızlığını doğurmuştur. Çokkültürlü din eğitimi konusunda da aynı konu
tartışmalara konu olmaktadır. Bireyin, ibadetler, dua, ayin gibi dini olaylarda, kendini
en doğru şekilde ifade edebileceği dili kullanması, kiliselerin çokkültürlü din eğitimi
noktasında yapması gerekenler arasında zikredilmektedir (Altaş, 2003, s.98-100).
2.1.3.3. Çokkültürlü Din Eğitiminin Psikolojik Temelleri
Kültür ve dolayısıyla çokkültürlü eğitim, çokkültürlü din eğitimi kavramları
sosyoloji ile yakından ilgilidir. Çünkü bu kavramlar toplumsal konulardır. Ancak
toplum bireylerden meydana geldiği için, psikoloji de çokkültürlü eğitim konusunda rol
31
oynamaktadır. Kültür, toplumun bir ürünü olmasına rağmen bireyden ayrı düşünülemez,
kültürde bireyin zihinsel üretimi önemlidir (Altaş, 2003, s.111).
Beyin bireyin en önemli organıdır. Tüm bilgiler beyne duyular vasıtası ile
aktarılır ve burada işlenerek kullanılır. Bazı uyaranlar dikkate alınıp eyleme
dönüştürülürken bazı uyaranlar dikkate alınmaz, görmezden gelinir. Özellikle farklı
uyaranlar, bireyler tarafından daha dikkatli algılanmakta ve birey bu uyarana daha
farklı, daha büyük tepkiler verebilmektedir. Farklı kültürlerle karşılaşıldığında, bireyin
buna daha farklı, daha fazla tepkiler göstermesi, bununla açıklanabilir. Bazen de birey,
karşılaştığı farklı uyaranlara karşı tepkisiz kalabilmektedir. Bunun sebebi ise, algılanan
uyaranın daha sonra anlamlandırılıp işlenmesi için bilinçaltına itilmesidir. Farklı
kültürlerle karşılaşıldığında, birey buna hemen tepki vermeyip, bilinçaltına iterek, daha
sonra kendi birikimleri ile onu işleyerek tepkiler geliştirebilir. Her iki durumda da,
bireyin daha önce sahip olduğu bilgi birikimi, yaşantılar, bireyin farklılıklarla
karşılaştığında gerek o an verilecek tepkilerinde, gerekse bilginin bilinçaltında işlenip
daha sonra farkında olmadan da olsa kullanılmasında önemli rol oynamaktadır. Ayrıca
bireyin doğruları, bilgi birikimi, hedefleri de algıların değerlendirilmesi noktasında
önemlidir. Buradan hareketle, psikologlar farklı kültürlerin algılanışı noktasında etkili
olan dört unsurdan bahsederler. Bunlar, geçmiş yaşantılar, hazır bulunuşluluk, kişisel
değerler ve beklentilerdir (Altaş, 2003, s.116).
Bunların yanında motivasyon da, çokkültürlü eğitim konusunda değinilmesi
gereken önemli bir husustur. Birey her şeyden önce çokkültürlü iletişime girebilme
konusunda içsel bir hareketlilik ve istek duymalıdır. Çokkültürlü din eğitimi konusunda
da motivasyon önemli bir itici güç olacaktır. Psikolojik motivasyon konusunda en
yaygın teori olan Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisi, her aşaması ile çokkültürlü din
eğitimine uyarlanabilmelidir. Sıralamanın birinci basamağında bulunan, barınma,
beslenme gibi en temel ihtiyaçların giderilmesinin, bu ihtiyaçlarını karşılamayan
bireylerin eğitimi sırasında, asıl hareket noktasına yerleştirilmesi, çokkültürlü din
eğitimi konusunda önemli bir hareket noktası olacaktır. Bunun gibi ikinci basamakta
bulunan güvenlik ihtiyacı, üçüncü basamakta bulunan sevgi ve kabul edilme ihtiyacı,
dördüncü basamakta bulunan saygıyla ilgili ihtiyaçlar ve en üst basamakta bulunan
kendini gerçekleştirme ihtiyacının giderilmesi konularında da her bir bireyin ve grubun
dikkate alınması, çokkültürlü din eğitimi adına yapılması gereken düzenlemelerdendir
(Altaş, 2003, s.118-120).
32
Çokkültürlü din eğitiminin psikolojik temellerinin açıklanması noktasında
öğrenme teorilerinin çokkültürlü din eğitimine göre uyarlanışından da bahsetmek
gerekmektedir. Özellikle klasik koşullanma, edimsel koşullanma ve model ve taklit
yoluyla öğrenme teorilerine kısaca değinilebilir.
Klasik koşullanma, doğal uyarıcılara karşı gösterilmiş olan tepkilerin benzer
uyarıcılara da gösterilmesidir (Yüksel, 2004, s.262)Herhangi bir farklı kültür veya gruba
mensup bireyin, farklı bireylerde oluşturduğu duygular, tüm kültür veya gruba
yayılabilir. Yapılan araştırmalar, Afrika kökenli bireylerin karıştığı suçlardan dolayı,
toplumda Afrika kökenli tüm bireylere karşı korku, antipati gibi duygular geliştirdiğini
ortaya koymuştur. Bu korkular, kiliselere de yansıyabilmektedir. Bu sebeple, azınlık
grupların ve özellikle Afrika kökenli azınlıkların kiliselerine karşı duyulan antipatiler bu
koşullanma ile açıklanabilir (Altaş, 2003, s.122).
Klasik koşullanmaya göre öğrenilmiş bir tepki pekiştirilmemesi nedeniyle
kuvvetini kaybedebilir ve bunun için tepki doğurması beklenmeden uyarıcı tekrar tekrar
verilmelidir. Bu olaya sönme denir (Yüksel 2004, 269). Çokkültürlü din eğitimi ve
kilise bunu kullanarak, farklı gruplara karşı geliştirilen koşullanılmış duyguların önüne
geçebilir. Bu da çokkültürlü toplumlarda grupları birbirine yaklaştıracaktır. Çünkü
yapılan araştırmalara göre, korkulan olgulara karşı verilen ilk ve temel tepki kaçmak,
uzaklaşmaktır. Ayrıca klasik koşullanma teorisine göre, öğrenilen korku, antipati gibi
duygular genellenebilmekte, benzer olay, olgu veya gruplara da aynı duygular
beslenebilmektedir (Altaş, 2003, s.123).
Öğrenme teorilerinden bir diğeri olan edimsel koşullanma, ödüllendirmeyi ön
plana çıkarır ve öğrenci açısından öğrenme çevresi olumlu olursa, öğrenmenin istenilen
düzeyde gerçekleşeceğini, sonuçların da istenilen doğrultuda olacağını savunur. Ödül
konusu teorinin temel dayanaklarından biri olduğu için, ödülün ne olacağı, hangi
davranıştan sonra verileceği doğru belirlenmelidir. Çokkültürlü din eğitimi için de ödül
konusu çok önemlidir. Ödüller gruplara göre belirlenmelidir. Çünkü bir grup için ödül
olan herhangi bir şey, başka bir grupta bir anlam taşımıyor olabilir.
Edimsel koşullanma savunucularına göre, çokkültürlü din eğitiminin etkili
olabilmesi için, sıcak bir samimiyete dayalı etkili bir iletişim kurulması gerekmektedir.
Bu samimi ortam, hem bir ödül anlamı taşır, hem de hayatın ve inancın anlaşılması
noktasında bireye yardımcı olacaktır.
Edimsel koşullanma teorisine göre, biçimlendirme veya zincirleme diye
isimlendirilen, bireyin öğrenme bileşenlerinin araştırılması gerekmektedir. Bu bileşenler
33
din eğitimi açısından da önemlidir. Bunlar aşamalı bir dizi süreçten oluşur. Bu süreçler,
farklı kültürlerden bireylerin uyumu için önemlidir. Olumlu gerçekleşen bir ilk
karşılaşma, ileride daha derin ve yakın bir kültürel ilişkiyi doğurabilir.
Farklılıkların birbirleriyle bu ilk iletişimi ve bu iletişimin gelişimi konusunda bir
teori ortaya atılmıştır. Bu teori dört basamaktan oluşur. Birinci basamak turist yaklaşımı
adı verilen basamaktır. Bu aşamada, birey farklı kültüre ilgi ve merak duyar. Onlarla
ilgilenir. Din eğitimcileri için de farklı kültürler, inançlar ilk aşamada heyecan ve merak
uyandırmaktadır. Yeni değerlerin görmezden gelinmesi ikinci basamaktır. Yeni değerler,
farklılıklar görmezden gelinir, eleştirilir ve birey kendi değerlerine daha sıkı bağlanır.
Çokkültürlü din eğitimi faaliyeti içinde bulunan bireyler bile, farklı öğrencileri ve
onların değerlerini görmezden gelip eleştirebilmekte, kendi değerlerine bağlılığını daha
sık dile getirebilmektedir. Üçüncü basamak, eski kültürün değerine aşırı bağlılıktır. Bu
aşamada birey kendi öz değerlerine daha sıkı bağlanır. Özellikle kendi ülkelerinden
uzak olan bireylerde daha sık ve uzun süreli yaşanan bir aşamadır. Çokkültürlü din
eğitimi faaliyetleri sürecinde, bu aşamada olan bireylerin, içinde bulundukları yalnızlık
duygusunun giderilmesi ve sürecin doğru yönetilmesi gerekmektedir. Depresyona girme
sürecin son aşamasıdır. Eğer geçirilen aşamalar sağlıklı olmamışsa, birey üzüntü, sıkıntı
gibi psikolojik sorunlar yaşayabilir. Eğer böyle bir psikolojik sorun yaşanmışsa, bu
sorunlar
da
teoriyi
ortaya
koyan
araştırmacılara
göre
çeşitli
yöntemlerle
atlatılabilmektedir. Bu aşamalar bazen olumlu, bazen olumsuz olarak sonuçlanmakta,
edimsel koşullanma savunucularına göre, farklı kültürlere karşı geliştirilecek duygular
açısından çok büyük önem taşımaktır. Burada çokkültürlü din eğitiminin yapması
gereken, bu sürecin olumlu tamamlanabilmesi için inanana yardımcı olmaktır (Altaş,
2003, s.129).
Davranışçı psikologlar öğrenilmiş çaresizliğin, çokkültürlü eğitim açısından
önemli olduğunu vurgularlar. Öğrenilmiş çaresizlik, bireyin cezanın farkında olmasına
rağmen, daha önceki yaşantılar sebebiyle, uygun şartlarda bile, doğru davranışı
gösterememesi anlamına gelir. Toplumsal yapı içerisinde, güçsüzlük, yalnızlık, fakirlik
gibi duygulara hapsolmuş bireylerin, doğru yollarla bunun kaderleri olmadığı inancına
ulaşmaları gerekmektedir. Çokkültürlü din eğitimi, öğrenilmiş çaresizliği yaşayan
bireylere, olumlu örnek ve düşüncelerden hareketle pozitif bir din anlayışı sunmalı,
onlara çaresiz olmadıklarını göstermelidir (Altaş, 2003, s.131).
Çokkültürlü
din
eğitiminin
psikolojik
temellendirmesi
konusunda
bahsedeceğimiz son öğrenme teorisi taklit yoluyla öğrenmedir. Bu teoriye, model alma
34
yolu ile öğrenme, gözlem yolu ile öğrenme ya da sosyal öğrenme de denilmektedir.
Teoriye göre insanlar toplumda diğer insanları taklit ederek, model alarak,
gözlemleyerek bazı şeyleri öğrenirler. Taklit yoluyla öğrenme dört aşamada gerçekleşir.
Birincisi, dikkat etme sürecidir. Doğru bir öğrenme için bireyin modeli dikkatle
gözlemlemesi gerekir. İkincisi, hatırlama sürecidir. Bireyin gözlemlediği olayı kolayca
hatırlayabilmesi için geçirdiği bilişsel süreçleri içerir. Üçüncüsü, davranışa dönüştürme
sürecidir. Gözlemleyenin gözlemlenen davranışı eyleme dönüştürmesi gerekir ki
öğrenme gerçekleşmiş olsun. Dördüncü ve son aşama ise güdüleme sürecidir.
Gözlemlenip davranışa dönüştürülen öğrenmelerin çevre tarafından pekiştirilmesi
gerekir ki öğrenme kalıcı olsun. Sonuncusu ise, gözlemcinin, davranışı uygulaması için
motive edilmesidir (Korkmaz, 2008, s.218-233). Bu teoriden hareketle, eğer doğru ve
uygun modeller bulunursa, çokkültürlü din eğitiminin gelişiminde önemli adımlar
atılacaktır. Burada, din eğitimcisi, kültürel farklılıklara adapte olmuş yapısıyla tüm
öğrencilere model olabilmelidir (Altaş, 2003, s.131).
Çokkültürlü din eğitiminin psikolojik temellerinden bahsederken değinilmesi
gereken konulardan bir diğeri de zekâ ve öğrenme stilleri konusudur. Zekâ birçok kişi
tarafından farklı farklı şekillerde tanımlanmaktadır. Bazı araştırmacılar, hazırladıkları
IQ testleri ile zekâyı ölçebildiklerini savunmaktadır ve bu ölçümlerden çıkarılan
sonuçlara göre zekânın kültür, ırk, din gibi temellerden etkilendiği görüşü ortaya
atılmıştır. Ancak, özellikle son dönemlerde yapılan çalışmalar, zekânın birçok farklı
türünün olduğu ve bunların hepsinin aynı anda asla ölçülemeyeceği görüşünü ortaya
çıkarmış ve bu görüş birçok psikolog tarafından kabul edilip desteklenmiştir. Çoklu
zekâ kuramı olarak isimlendirilen bu teorinin, çokkültürlü din eğitimi tarafından da
kullanılması
gerekmekte,
bireyler
kendi
zekâ
yapılarına
uygun
yöntemlerle
eğitilmelidir. Ayrıca, her etnik ve kültürel grubun, kendine has öğrenme stilleri olduğu
da yapılan araştırmalar sonucu ortaya çıkmıştır. Çokkültürlü din eğitimi yapılırken,
grupların bu öğrenme stilleri göz önünde bulundurulmalı ve gruba en uygun öğrenme
stile ile eğitim verilmelidir (Altaş, 2003, s.134-135).
Hem sosyoloji hem de psikoloji ile yakından ilişkili olan sosyal psikoloji de
çokkültürlü din eğitiminin temellendirilmesinde kullanılan alanlardan biridir. Sosyal
psikoloji,
insanların
birbirleriyle
ilişki
kurma
şekilleriyle,
birbirlerini
nasıl
etkiledikleriyle ve birbirleri hakkında ne düşündükleriyle ilgilenir. Sosyal psikoloji
tamamıyla çokkültürlülük ile ilgili bir konu olmasına rağmen, onun sadece birkaç alanı
çokkültürlü din eğitimiyle ilişkisi açısından ele alınabilir.
35
Bu alanlardan birincisi tavırlardır. Tavırlar, kişinin düşüncesi doğrultusunda
karşısındakilere geliştirdiği davranış ve tutumları içerir. İnsanlar az veya çok
önyargılara sahiptir. Ancak önyargıların aksi yönünde bir olayla karşılaşıldığında birey
gerginlik yaşamaktadır. Bu gerginlik aşırı olmadığı zaman önyargı ve yanlış düşünceleri
düzeltmek için kullanılabilir. Farklı kültür ve dinlere karşı sahip olunan önyargılar da bu
şekilde giderilebilir. Ancak bu konuda aşırıya gidilirse, istenilen sonuç alınmaz.
Tavırların bir diğer yönü ise, bireyin kendini tatmin özelliğidir. Herkesin başkalarının
beklentilerini yerine getirme eğilimi vardır. Birey bu beklentileri karşıladığı oranda
kendini tatmin eder, dolayısıyla başarısı artar.
Sosyal psikolojinin din eğitimine uyarlanabilecek ikinci alanı etkidir. Etki,
bireyin grupla ilişkisi sonucu ortaya çıkan bir sonuçtur. Sosyal faktörler bireyi bazı
kurallar çerçevesinde etkiler ve bu etki sonucu şu üç durum ortaya çıkar: Uyma, tanıma
ve dahil olma. Çokkültürlü din eğitimi açısından ayrı bir anlam ve önem taşıyan bu
durumlardan birincisinde birey farklı kültür ve dinleri tanıma, anlama ve takdir etmedir.
İkincisinde, öğrencinin karmaşık konu ve fikirlere ilgi duyması ve konunun ilgi çekici,
cazip olduğunu düşünmesiyle tanıma gerçekleşir. Üçüncü ve son durum ise, bireyin
başkalarının görüş ve düşüncelerini kendisininmiş gibi benimsediği dahiliyettir.
Sosyal psikolojinin çokkültürlü din eğitimi ile ilişkili üçüncü konusu ise
ilişkilerdir. Bu konu özellikle din eğitimcileri için olması gereken bir özelliği karşılar.
Bu özellik kişinin düşünceleri ile davranışları arasında tutarlılığı karşılar. Bireyin,
özellikle din eğitimcisin, toplumun her kesimine yönelik söylemleriyle davranışlarının
uyuşması, onun toplumun her kesimine hitap edebilmesi gerekmektedir (Altaş, 2003,
s.136-139).
Çokkültürlü din eğitimini Hıristiyan dünyasının din algısının tarihi gelişimi
üzerinden inceleyen John Hick, Hıristiyan dünyasında Hıristiyanlığın ve diğer dinlerin
algılanışı konusunu, astronomide yaşanan Kopernik Devrimine benzetmektedir.
Kopernik devrimi, dünyayı tüm evrenin merkezine konumlandıran, diğer gezegenleri
dünyaya göre evrene yerleştiren anlayıştır ki, bu görüş Kopernik’in evrenin merkezinde
güneşin olduğu, diğer tüm gezegenlerin güneşe göre konumlandığının ortaya atılışı ve
ispat edilmesiyle geçersiz kılınmıştır. Hıristiyanlık başından beri kendisini tüm
insanlığın kurtuluşu için tek yol olarak görmektedir. Burada sorulması gereken soru,
Hıristiyanlık gerçekten insanlık için tek kurtuluş yolu mudur, diğer dinlerde kurtuluş
yolu olabilir mi? (Kaymakcan, 2006, s.119).
36
Tarihi olarak olayları değerlendirecek olursak, Hıristiyan dünyası her fırsatta
gerçek ve tek kurtuluşun Hıristiyanlıkta olduğunu iddia etmekteydi. Bu durum bütün
Hıristiyanlık mezhepleri için aynıydı. Yazar Hick de, bir Hıristiyan olarak buna
inandığını dile getirmektedir. Aynı durumun tüm Hıristiyanlar için geçerli olduğunu
söyleyen yazar, farklı dinler ve inançlarla karşılaşılan durumu şu şekilde anlatmaktadır:
Fakat bir insan diğer insanların inançlarıyla karşılaşıp onları tanımaya başlar
başlamaz büyük oranlı bir paradoks, rahatsızlık uyandırarak gün yüzüne çıkmaktadır.
Bizler Hıristiyanlar olarak tanrının evrensel sevgi tanrısı olduğunu, onun yaratıcı
olduğunu, bütün insanlığın babası olduğunu ve bütün insanların iyi bir son ve kurtuluşa
ermesini istemekte olduğunu söylüyoruz. Fakat öbür taraftan geleneksel olarak tek
kurtuluş yolunun Hıristiyan yolu olduğunu da söylüyoruz. Ve şimdi biliyoruz ki, bunu
düşünmeyi bıraktığımızda, bu ana kadar yaşamış ve ölmüş insan ırkının büyük
çoğunluğunun ya İsa’dan önce yaşadığını, ya da Hıristiyan egemenliğinin dışındaki
yerlerde yaşadıklarını biliyoruz. Peki, o zaman şu sonucu kabul edebilir miyiz? Bütün
insanlığın kurtuluşunu isteyen sevgi tanrısı sadece küçük bir azınlığın gerçekte
kurtuluşa sahip olabileceği bu tür bir kurtuluş yolunu düzenler mi? Bu ahlaki ikilemin
ağırlığı modern dönemdeki Hıristiyan düşünürleri insanlığın dini statüsünü anlamak için
diğer yolları da açıklamaya itmiştir (Kaymakcan, 2006, s.122).
Yazarın bu şekilde temellendirdiği dinin yeniden açıklanması gereken bazı
konuları, gerçekten de tarihi süreç içerisinde, diğer din mensuplarını da kurtuluşa
ulaştırabilecek şekilde düzenlenmiştir. Ancak diğer din mensuplarının da kurtuluşa
erebileceği söylemi, gerçek kurtuluş ancak Hıristiyanlıktadır inancının terk edilmesini
sağlamamıştır. Bilerek veya bilmeyerek, dünyada İsa’ ya tabi olmadan hayatını
kaybeden insanların, öldükten sonra da İsa’ya tabi olabilecekleri görüşü, kurtuluş
Hıristiyanlıktadır ama diğer din mensupları da öldükten sonra Hıristiyan olabilirler
anlamında kabul edilmeye başlandı. Daha sonraları da benzer şekilde söylemlerle diğer
din mensubu insanların da kurtuluşa erebileceği şeklinde görüşler ortaya atılsa da tek
kurtuluş yolunun Hıristiyanlık olduğu inancı terk edilmemiştir. İşte bu noktada,
astronomide yaşanan Kopernik devriminin Hıristiyanlıkta hatta tüm dinlerde yaşanması,
dünyanın kendi dinimize göre ve kendi dinimiz etrafında şekillendiği inancı yerine,
dünyanın tanrıya göre ve tanrı etrafında şekillendiği inancı, diğer dinlerin ve din
mensuplarının kabulü açısından gereklidir.
Geir Skeie’ye göre geleneksel okul türleri farklılıkları ve çeşitliliği görmezden
gelir, en azından yönlendirmeye çalışır. Ancak günümüzde bu anlayış değişmiştir.
37
Öğretmenler farklılıklara anlayış gösterebilmekte, her öğrencinin ihtiyaçlarını göz
önüne alabilmektedir. Geleneksel anlayışta, eğitimin psikolojik yönü kültürel yönünün
önünde iken günümüz anlayışında kültür daha ön plana çıkmıştır. Bu, din eğitimi için de
geçerlidir.
Skeie, çokkültürlü din eğitimi kavramından bahsederken, çoğulluk kavramının
öneminden bahseder. Çoğulluk, bir takım çeşitliliğin bulunması halini ifade eder.
Sosyo-kültürel çoğulluk onun için çoğulluk anlamındadır. Bu anlamda çoğulluk yeni bir
kavram olmayıp, eskiden beri var olan bir durumdur. Çünkü kültür, bir grubun
birlikteliğini, aynılığını ifade etmesine rağmen, oluşum aşaması itibariyle her bir bireyin
katılımı ile oluşması açısından çoğulluk anlamı taşır (Kaymakcan, 2006, s.143).
Çoğulluğun çokkültürlü din eğitimi açısından da önemli bir kavram olduğunu
belirten Skeie, farklı ülkelerde din eğitiminin amaçları arasında yaptığı incelemede, din
eğitiminin şu amaçlarının ön plana çıktığını söyler:
a.
Din eğitiminin amacı, öğrencilerin, kendilerinden farklı inanca ve kültüre
sahip insanları anlama ve onlara saygı duymalarını desteklemek; çoğul bir
toplumda yaşamaya yönelik olumlu bir tutum geliştirmelerine katkı
sağlamaktır.
b.
Din eğitiminin amacı, öğrencileri din(ler) hakkında bilgi edinme ve anlayış
geliştirme konusunda muktedir kılmaktır.
c.
Din eğitiminin amacı, öğrencilerin kişisel, ahlaki ve manevi gelişimine
destek olmaktır.
Ancak din eğitiminin bütün bunları gerçekleştirebilmesi Skeie’ye göre çok
zordur. Sosyo-kültürel farklılıkların bulunduğu bir sınıfta öğrencilerin birbirlerine,
inançlarına, kültürlerine saygı duymalarını sağlamak çok zordur. Ayrıca bunu
başarabilmek sadece din eğitiminin sorunu değildir. Sınıf içerisinde farklılıklara saygı
duyulan bir ortam yaratabilmek için tüm öğretmenlerin ortak çabası gereklidir. Din
eğitimi sırasında, dersin içeriğinin merkezi otorite tarafından değil, öğretmen tarafından
belirlenmesi de bu farklılıklara karşı daha saygılı olma konusunda etkili olması
beklenen en önemli seçenektir. Bunlarla birlikte, amaçların, yöntemlerin, materyallerin
de
öğretmen
tarafından
yapılabileceklerden biridir.
belirlenebilmesi,
çokkültürlü
din
eğitimi
adına
38
Çokkültürlü din eğitimini açıklarken çoğulluk ve çoğulculuk kavramlarından
bahseden bir diğer araştırmacı Hans-Georg Ziebertz’dir. O’na göre “çoğulluk, ayırt
edilir şekilde farklı değerlerin, kuralların, dünya görüşü ve inançların çokluğu olarak
anlaşılabilir. Çoğulculuk ise bir toplumdaki heterojenliğin meşru tarzıdır.” Ziebertz de
diğer bazı araştırmacılar gibi Hıristiyan din ve din eğitimi anlayışının sorgulanması
gerektiğini düşünmektedir. Çokkültürlü din eğitiminin yapması gereken üç şey vardır.
İlk olarak, farklı din ve inançlarla daha yeni ve modern anlayışta bir diyalog anlayışına
sahip olunmalı ve geleneğin ele alınışının sorgulayıcı olabilmesi. İkinci olarak,
öğrencilere, benimsenen yeni diyalog anlayışının uygun bir şekilde sunumu ve bunun
öğrenciler tarafından kabul edilmesi. Son olarak ise, din eğitimi Hıristiyanlığın ele
alınışını göreceleştiren bir kendini tetkik etme işini içine almalıdır (Kaymakcan, 2006,
s.155).
Robert Jackson (2005, s.116), çokkültürlü din eğitimi kavramıyla birlikte çok
inançlı din eğitimi kavramını da kullanır. Jackson konuyu şöyle açıklar: “ Din eğitimi
konusunda 1970’lerde yerleşen çok inançlı yaklaşımların temel amacı, öğrenciler
arasında farklı dinlerin anlaşılma düzeyini daha da yukarılara taşımaktı, fakat
çoğunlukla, ikincil ve yakından ilişkili bir başka amaç daha vardı ki o da farklı inançtan
insanlara karşı hoşgörü ve hassasiyetin artmasını sağlamaktı. Böylece çok inançlı din
eğitiminin amaçları, “çokkültürlü eğitim” diye bilinmeye başlayan şeyle tutarlı hale
geliyordu.” Burada çokkültürlü din eğitimi, amaçları üzerinden tanımlanmaya
çalışılmaktadır. O halde çokkültürlü din eğitimi için öncelikle bireylerin farklı din ve
inançları tanıması, daha sonra ise bu farklılıkları hoşgörü ile karşılayabilmesi için
gereken eğitim yapılmalıdır. Ayrıca yazar, çokkültürlü din eğitimi konusuna yapılan
eleştirilerden bahsederken, kültür konusu üzerinde odaklanan görüşlerden bahseder ve
çokkültürlü din eğitiminin kültürel boyutundan da bahseder. Çokkültürlü din eğitimi
sadece farklı din ve inançların değil, farklı kültürlerin öğretimi açısından da önem arz
etmektedir. Bu nokta ülkemizde çok daha fazla üzerinde durulması gereken bir konudur.
Çünkü özellikle, sonraki bölümlerde inceleyeceğimiz okullarda verilen Din Kültürü Ve
Ahlak Bilgisi ders program ve kitapları sadece din ve inanç öğretimi değil, aynı
zamanda kültür öğretimi yapma amacı da gütmektedir.
Ovey. N. Mohammed, S.J., çokkültürlü din eğitimi kavramını Kanada örneği
üzerinden açıklamaya çalışan araştırmacılardan biridir. Yazar, eğitim konusunu tarihi
süreç içerisinde uğradığı değişiklikten hareketle ele alır. Eskiden eğitim, gencin dini
konular da dahil olmak üzere toplum hayatına hazırlanması anlamına geliyordu. Eğitim
39
ve din konularının sorgulanmasına gerek yoktu, böyle bir şeye ihtiyaç duyulmazdı.
Ancak günümüzde çoğulluğun getirilerinden biri de, eğitimin ve din eğitiminin
sorgulanması olmuştur (Kaymakcan, 2006, s.159).
Yazar bazı yönlerden çokkültürlü veya çoğulcu din eğitiminin gerekliliğinden
bahsetmiştir. Öncelikle eğitim açısından bakıldığında, farklı din ve inançların öğretim
konusu yapılması, toplum hayatına hazırlık anlamında, gençlerin farklılıkları anlama,
değerlendirme, bunlara saygı duyma gibi yetenek ve duyguları kazanması açısından
önemlidir. Çünkü eğitim toplumsallaştırmalıdır ve toplum farklı din ve inançlara sahip
bireylerin bir arada yaşadığı bir yer olabilir. Ayrıca öğrencilere dinin kültüre katkılarını
anlatabilmek, müzik, sanat, edebiyat gibi alanları nasıl etkilediğini kavratabilmek için
de dinlerin öğretim konusu yapılması gerekmektedir. Diğer yandan farklı din ve
inançtaki insanların davranışlarını anlayabilme, uluslar arası anlayış ve diyalog
geliştirebilme gibi konular da din eğitiminde farklılıkların öğretim konusu yapılmasını
zorunlu kılmaktadır.
Din açısından bakıldığında da, farklılıkların öğretimi bir zorunluluk gibi
görünmektedir. Hıristiyan dünyasında yaşanan bir takım gelişmeler, dinin ve din
eğitiminin yeniden yorumlanmasına sebep olmuştur. Daha önceleri Hıristiyan
dünyasında hakim olan “Kilise dışında kurtuluş yoktur” anlayışı, yerini bütün dinlerde
kurtuluş yolu vardır inancına bırakmıştır. Ayrıca bazı dini araştırmalarda ve konsillerde,
farklı din ve inançtan bireylerle diyalog kurulması, onların din ve inançları hakkında
bilgi sahibi olunması, Hıristiyan dünyasına ve kiliseye bulunulan tavsiyeler arasında yer
almaktadır. Diyalog farklılıkların öğretimi konusunda önemli bir noktadır. Ayrıca, dinin
hayatı anlamlandırma çabası olduğu tüm dinlerce kabul edilen bir gerçektir. Farklı din
ve inançları öğrenmek, hayatın amacı gibi bazı soruları cevaplandırma konusunda da
yardımcı olabilir. Diğer yandan, dinler Tanrı’nın mesajlarıdır. Eğer gerçek manada
Tanrı ile iletişime geçmek istiyorsak, O’nun diğer dinler aracılığıyla gönderdiği
mesajlarına da kulak vermemiz gerekmektedir. Bir başka gerekçe ise, kişinin diğer din
ve inançları öğrenmesi, kendi din ve inancının anlamını keşfedebilmesi açısından
önemlidir (Kaymakcan, 2006, s.165-167).
Burada yapılan tanımlamalara bakıldığında, bazı araştırmacıların bireyin kendi
din ve inancı dışında din ve inançları tanıması yanında bu din mensubu bireylerin de
kurtuluşa erebileceği fikrine ulaşabilmesi hedefleniyor gibi görünmektedir. Ancak
hatırlatmamız gerekmektedir ki bu konu her dinin kendi ilahiyat bilimleri içerisinde
veya özelde her bireyin kendi inanç dünyasında cevap bulması gereken sorulardır.
40
Çokkültürlü din eğitimi ise, bir dinin mensubu olan bireyin kurtuluşu ancak ve ancak
kendi dininde görüyor olması durumunda nasıl bir din eğitimi yapılması gerektiği
sorusu ile meşgul olmalıdır.
2.2. Diğer Yeni Din Eğitimi Yaklaşımları
Çokkültürlülük ve bununla beraber çokkültürlü eğitim kavramları, din
eğitiminde yeni bir yöneliş olan çokkültürlü din eğitimi kavramını da beraberinde
tartışmaya açmıştır. Ancak son birkaç yüzyıldır, özellikle küreselleşmenin etkisiyle
yaşanan toplumsal, siyasi, kültürel, ekonomik ve daha birçok alandaki gelişmeler, din
eğitimi alanında da yeni ihtiyaçları, yöneliş ve arayışları beraberinde getirmiştir.
Dolayısıyla, bu ihtiyaç, yöneliş ve arayışların ortaya çıkardığı din eğitimi modeli sadece
çokkültürlü din eğitimi değildir. Bununla beraber, fenomenolojik din eğitimi yaklaşımı
ve yorumlayıcı din eğitimi yaklaşımları da çoğulculukla birlikte ortaya çıkan farklı din
eğitimi yaklaşımlarındandır. Biz bu yaklaşımlara da kısaca değinmenin, çalışmamızın
kapsamı açısından önemli olacağını düşündük.
2.2.1. Fenomenolojik Din Eğitimi Yaklaşımı
Fenomenolojik din eğitimi yaklaşımı, 1970‘li yıllardan itibaren İngiltere eğitim
sisteminde etkili olan ve dinler arası din eğitimi temeline dayanan din eğitimi
yaklaşımlarından bir tanesidir. Bu din eğitimi yaklaşımı, İngiltere’de o yıllara kadar
hakim olan ve Hıristiyanlığı öğretmeye çalışan geleneksel doktriner din eğitimine karşı
çıkan ve uzun yıllar okullarda uygulanan ilk ciddi din eğitimi yaklaşımıdır (Kaymakcan,
2004, s.78). Daha sonraları ortaya çıkan birçok din eğitimi yaklaşımı bir şekilde
fenomenolojik yaklaşımdan etkilenmiştir.
1960’lı yıllarda İngiltere’ ye eski sömürgelerinden birçok göçmen yerleşti. O
zamanlara kadar din eğitimi konusunda herhangi bir sorun yaşanmamıştı. Ancak
göçlerle birlikte, toplum içerisinde ve doğal olarak okullarda farklı din ve inançtan
birçok birey yan yana yaşamaya, birlikte ders almaya başladı. Ayrıca, ikinci dünya
savaşının dini özgürlükleri genişleten etkisiyle de, din ve dini kurumlar artık daha kolay
eleştirilebiliyor, sorgulanabiliyordu. Bununla birlikte yapılan araştırmalar, dindarlığın
ve dine olan bağlılığın da azaldığını göstermekteydi. Azınlık öğrencilerinin kendi
dinlerini öğrenmek istemeleri de din eğitimi konusunun daha fazla tartışma konusu
41
olmasına sebep oldu. Diğer yandan, eğitim bilimlerinde yaşanan gelişmeler de mevcut
programın eleştirilmesine sebep olmuş, bu programın yeni eğitim bilimleri verilerine
uygun olmadığı savunulur olmuştu. Bütün bunlarla birlikte, yüksek öğretimde de din
öğretimi yapan ilahiyatlara da artık ilgi azalmış, onların yerine bütün dinlerin araştırma
ve öğretim konusu yapıldığı dini araştırmalar bölümleri kurulmuştu. Tüm bu gelişmeler,
okullarda o zamana kadar yapılan Kutsal Kitap merkezli din eğitiminin artık yetersiz
kaldığı ve yeni ve farklılıkları gözetebilen bir din eğitimi yöntemine ihtiyaç olduğu
sonucunu doğurdu. Bunun üzerine birçok araştırmacı ve bazı okullar, hatta kilise, din
eğitimi konusunda farklı ve yenilikçi çalışmalar yapmaya başladı. Ninian Smart
başkanlığındaki bir heyetin hazırladığı ve fenomenolojik din eğitimi olarak
isimlendirilen din eğitimi yaklaşımının, İngiltere şartlarına en uygun yaklaşım olduğu
savunulmuş ve İngiltere’de uygulanma imkanı bulmuştur (Kaymakcan, 2004, s.80-86).
Fenomenoloji, ibadet, kilise, hac, kutsal kitap, ümit, önyargı gibi hayali
olmayan, görünür olgular üzerinde yoğunlaşır. Fenomenolojik din eğitimi yaklaşımı ise,
dini fenomenlerin tarafsız bir şekilde incelenmesi esasına dayanır. Bu yaklaşıma göre
din eğitiminin amacı öğrenciyi bir dinin mensubu yapmak için çalışmak veya önceden
hazır bulunan bilgileri öğrencilere aktarmak değil, din hakkında anlama ve düşünme
kapasitesini geliştirmek olmalıdır.
Fenomenolojik din eğitiminin metodu da geleneksel din eğitimi anlayışlarından
çok farklı görünmektedir. İngiltere’de uygulanacak bu yeni yaklaşım, sadece dinlere
değil, hayata anlam vermeye yardımcı olan bazı akım ve ideolojilere de yer
verilebilecektir. Çoğunluğun mensubu olduğu din dışındaki diğer dinler öğretim konusu
yapılırken, o dinlerin mensuplarının gözüyle değerlendirmeler yapılacaktır. Buradan
hareketle fenomenolojik din eğitimi yaklaşımında “empati” önemli bir yere sahiptir.
Ayrıca öğretim sırasında, dinlere karşı yapılan veya yapılabilecek her türlü olumsuz
eleştiriler dışarıda bırakılacaktır, dinlerin doğruluğu veya yanlışlığı tartışma konusu
yapılmayacaktır. Bu ilkelerden hareketle, öğretmen de tarafsız ve empatik olmalıdır
(Kaymakcan, 2004, s.88-89).
Fenomenolojik yaklaşımın ilk savunucusu olan Smart, din eğitiminin beş
amacının olması gerektiğini söyler ve bunları şöyle sıralar:
1.
Din eğitimi yalnızca bilgi verici olmayı aşmalıdır.
42
2.
Din eğitiminin, bir dinin mensuplarını çoğaltmak ve daha dindar yapmak
gibi bir amacı olmamalı ve dini anlam vermeyi, gerçeklikle ilgili sorular
hakkında anlamayı geliştirmeyi hedeflemelidir.
3.
Dini araştırmalar bir dine inananın bakış açısını dışlamamalıdır.
4.
Dini
araştırmalar,
insanlara
kendi
kültür
ve
dinleri
dışındakileri
anlamalarına yardımcı olmalıdır. Böylelikle Avrupa’nın kültürel kabilecilik
anlayışının aşılmasına önemli katkılar sağlanabilir.
5.
Dini araştırmalar, dinin görünen ve tarihsel yönlerini incelemelidir. Ancak
onun kutsal söylemle din karşıtı söylem arasında diyalog kurması da
gerekmektedir (Kaymakcan, 2004, s.89).
Fenomenolojik din eğitimi yaklaşımına göre dinler öğretilirken onların yedi
boyutuna vurgu yapılması gerektiği vurgulanmıştır. Bunlar; dinlerin resmi inanç ve
öğretilerinin (Hıristiyanlıkta teslis, İslam’ da tevhid) yer aldığı doktriner boyutu, dini ön
plana çıkaran hikayelerin (Kur’an’da kıssalar, Buda’nın hayatı) anlatıldığı mitolojik
boyut, ahlaki davranışların (evlilik, cinsellik) anlatıldığı ahlaki boyut, kutsalla ilişkiyi
sağlayan iletişim yollarının (İslam’da namaz, Hıristiyanlıkta sakramentler) anlatıldığı
ibadet boyutu, ibadetlerin içsel ve duygusal yönünün (Müslüman’ın hac ibadeti
sırasında neler hissettiği) anlatıldığı tecrübe (yaşam) boyutu, dinin organize olmuş
yönünün (Hıristiyan kilisesi) anlatıldığı sosyal boyutu ve dince önemli görülen şeylerin
(Müslümanlar için Mekke, Yahudiler için ağlama duvarı) anlatıldığı maddi boyuttur
(Kaymakcan, 2004, s.91).
Türkiye’de din eğitimi çalışmalarında çok önemli bir yere sahip olan Beyza
Bilgin fenomenolojik din eğitimini ile ilgili şunları söylemektedir:
Araştırmalar göstermektedir ki, tek mezhepli veya tek dinli din dersi, genel
olarak, öğrencilere sıkıcı gelmektedir. Öğrenciler temas halinde yaşadıkları diğer
insanların hayat ve hakikat hakkında nasıl düşünüp neye inandıklarını kendi düşünce ve
inançları ile mukayese edebilmeyi istemektedirler. İşte asıl bu sebepten din dersi için
yeni bir yöntem olan fenomenolojik din dersi denenmektedir. Fenomenolojik din dersi
ile kastedilen, mezheplere ve hatta dinlere bağımlı olmayan din dersidir. Fenomen, olay,
olgu demektir. Fenomenoloji olaylara ve olgulara kuramlardan ve ön kabullerden
bağımsız yaklaşma yöntemidir. Bu anlamda fenomenolojik din dersi, farklı dinlere bağlı
insanların bir arada yaşaması olgusunun yarattığı ihtiyaçları karşılama amacı ile ortaya
konulmuş bir çalışmadır. Farklılıklar yargılanmadan anlaşılmaya ve anlatılmaya çalışılır
43
ve bunların hepsinin yan yana, barış içinde nasıl yaşayacağı öğretim konusu yapılır.
Fenomenolojik din dersine bütün öğrenciler birlikte girerler, mezheplerin ve dinlerin
hepsi ayrı ayrı öğretim konusu yapılır, her öğrenci kendi dininin işlenmesine katkıda
bulunur. Ayrıca Bilgin’e göre bu eğitim yaklaşımı ile din dersleri bir dinin öğretilmesi
veya kabullendirilmesi faaliyetlerinden sıyrılıp, herkesin kendi dinini öğrenmesini ve
farklılıklar ne ise bunların farkına vararak bir mukayese yapabilmesini sağladığını
belirtmektedir (Bilgin, 1999, s.3).
Bu şekilde özetleyebileceğimiz Fenomenolojik din eğitimi yaklaşımına bazı
eleştiriler yöneltilmektedir. Yaklaşımın temelinde yer alan konulardan biri olan ve
sistemin
sağlıklı
bir
şekilde
yürütülmesinin
kendisine
bağlandığı
empatinin
kurulamayacağı bu eleştirilerden bir tanesidir. Ayrıca, her dinin mensubunun ister
istemez kendi dinini idealize ederek düşünmesi, gerçekleri göremeyebilmesi, her dinin
müntesibi tarafından daha iyi bilineceği ve bu yüzden her dinin tam olarak
öğretilemeyeceği, tüm dinlerin her yönüyle öğretilmesine yetecek kadar zaman
olmadığı için ders sırasında suni öğrenmelerin oluşacağı da fenomenolojik din eğitimi
yaklaşımına yöneltilen eleştirilerdendir (Kaymakcan, 2004, s.93).
Din eğitiminde yeni yöntem arayışlarında aktif bir şekilde çalışan ve birazdan
inceleyeceğimiz yorumlayıcı din eğitiminin kurucularından olan Robert Jackson,
fenomenolojiden hareketle öncelikle dini fenomenolojiyi şu şekilde tanımlar: “ Öyleyse
din fenomenolojisi belirgin bir şekilde tanımlanabilir bir yaklaşımdan çok, az ya da çok
düzeyde felsefi fenomenolojiden etkilenen ve dini materyali öğrencinin veya bilim
adamının ön varsayımlarını bir kenara koyarak onu yaşayanın terimleri içerisinde
sunmaya çalışan yöntembilimleri içinde bulunduran yaklaşımların bir ailesidir.”
(Jackson, 2005, s.21). Fenomenolojik din eğitimi yaklaşımını ise, yapılan çalışmalar
sonucu yaklaşımın anlatıldığı konsey kararları dergisinden aldığı şu bölümle
tanımlamaktadır:
Bu (yaklaşım) din eğitiminin hedeflerini, anlamayı geliştirme olarak görür. O,
bilim adamlığı araçlarını, bireylerin ve grupların inançlarının empatik biçimde
deneyimlenmesine girme amacıyla kullanır. O herhangi tek bir dini görüşü geliştirme
peşinde koşmaz fakat din araştırmalarının safi bilgi verici olmayı aşmasının zorunlu
olduğunu belirtir (Jackson, 2005, s.23).
Fenomenoloji de kendi içerisinde değişip gelişmektedir. Özellikle kendisine
yöneltilen eleştirileri kabul etmesinden sonra fenomenoloji konusunda yeni arayışlar
başladı ve bu da “yeni tarz fenomenoloji” adıyla fenomenolojinin yeni bir yorumunu
44
ortaya çıkardı. Yeni tarz fenomenoloji, insanların deneyimleri ile onların deneyimlerinin
nesneleri veya ifadeleri arsındaki ilişki konusunu ele alır. Dini olarak bireyi eyleme
götüren niyettir. O halde yeni tarz fenomenoloji niyetlerin anlamlarını zihinde yeniden
oluşturmalıdır. Klasik fenomenolojinin aksine, dinleri ikincil kaynaklardan değil,
tamamını çağdaş çalışmaları üzerinden incelemek gerektiğini savunur (Jackson, 2005,
s.46).
2.2.2. Yorumlayıcı Din Eğitimi Yaklaşımı
Yorumlayıcı din eğitimi yaklaşımı, fenomenolojik yaklaşımdan sonra İngiltere’
de en etkin olan din eğitimi yaklaşımıdır. Bunun sebebi, bu yaklaşımın fenomenolojik
yaklaşımın bir devamı, onun daha geliştirilmiş bir hali olması, eleştirilere cevap
verebilmesi ve fenomenolojik yaklaşımın eksikliklerini gideren bir yaklaşım olmasıdır.
Ayrıca bu yaklaşım, gerek araştırılıp ortaya koyulması gerek uygulanması sürecinde
devlet tarafından maddi olarak desteklenmiştir ve bu destek sayesinde okullarda
uygulanabilme imkanı bulmuş, bu uygulamalar için gerekli olan materyallerin kolayca
temin edilebilmesi sağlanmıştır (Kaymakcan, 2004, s.95).
Yorumlayıcı din eğitimi yaklaşımı, İngiltere’de yürütülen bir dizi araştırmanın
sonuçları üzerinden yapılan değerlendirmeler sonucu ortaya konan bir yaklaşımdır.
Araştırmalar, Robert Jackson başkanlığındaki heyet tarafından yürütülmüştür.
Fenomenolojik yaklaşımın daha fazla eleştirilmeye başlaması ve bu eleştirilere cevap
verememesi bu alanda yeni bir yönteme ihtiyaç olduğu görüşünü uyandırmıştır.
Yorumlayıcı (interpretative) din eğitimi kavramını ortaya koyan ve geliştiren
Jackson, yaklaşımın temelde üç kavram üzerine kurulduğunu ifade etmektedir:
a. Temsil Meselesi
Yorumlayıcı yaklaşım, batı dünyasında din ve dinlerin tarihsel sunumlarındaki
aydınlanma sonrası oluşan batı taraftarı anlayışının sorgulanıp yeniden gözden
geçirilmesi gerektiğini savunmaktadır. Aynı zamanda bu yaklaşıma göre din ve kültür
arasındaki ilişki basit bir ilişki değildir. Yaklaşım, kültür, kültürel değişim gibi
konularda, son dönemlerde ortaya konulan daha gelişmiş ve güncel verileri kullanır. Bu
yeni verilere göre kültür dinamiktir ve kendi içerisinde rekabet eder. Yorumlayıcı
yaklaşıma göre fert, gerek kendi kültüründen gerekse farklı kültürlerden almak
istediklerini seçip bir sentez yaparak kültürü şekillendirir, bu konuda pasif değildir.
45
Yorumlayıcı yaklaşım, dini materyalleri birey, yaşadığı dini-kültürel ortam ve o
dinin genel ilkeleri arasında bir bağ kurarak hazırlar. Dinler kompleks, kendi içinde
farklılaşabilen ve kültürle sıkı bir etkileşimi olan bir olgudur. Dinlerdeki ferdi unsur,
yaşanan insan deneyiminin bir bölümüdür.
b. Yorumlama Meselesi
Yorumlayıcı din eğitimi yaklaşımının klasik fenomenolojiden ayrıldığı en
önemli nokta, diğer dinleri öğrenirken önyargıları bir kenara bırakarak empati
yoluyla öğrenme konusudur. Bu yaklaşıma göre öğrencilerin diğer dinleri öğrenirken
ön düşüncelerini bir kenara bırakmaları gerekmez. Bunun yerine öğrenen ile bir din
mensubunun din hakkındaki kavramları anlamaları arasında karşılaştırma yaparak
benzerlik ve zıtlıkların ortaya konmasını savunur. Yani öğretilen dinin mensubunun
bakış açısı ile mensubu olmayanın bakış açısını bir arada ortaya koymak gerekir. Bu
yapılırken hassasiyetlere dikkat etmek temel prensiptir. Ayrıca yorumlayıcı din
eğitimi, dini bir grup ve topluluk içerisinde yaşayan fert ile o dinin genel evrensel
ilke ve öğretileri arasındaki ilişkiye de önem verir.
c. Yansıtma Meselesi
Din eğitimi sırasında, dini öğrenen ile o dinin mensubunun algılayışı arasında
farklılıklar vardır ve bunun yansıtılması üç hususu gündeme getirir:
- Öğrenenin kendi anlama ve yaşam biçimini gözden geçirmesi,
- Dinlerle ilgili ortaya konan materyaller üzerine çalışırken yapısal eleştiri
yapabilmek,
- Yorumlama süreciyle ilgili olarak uygulanabilir eleştiriler geliştirmek.
Bu yaklaşıma göre öğrenme yansıtma ve yapısal eleştiriyi geliştirebilmelidir.
Öğretmen, öğrencilerin dini ve ideolojik geçmişleri hakkında bilgi sahibi olmalı ve
öğrenme temel tartışmalar ve planlanmış faaliyetler yoluyla gerçekleştirilmelidir. Dini
öğrenme yalnızca öğretmenin sunduğu bilgilerle gerçekleşmez. Ayrıca öğrencilerin
bilgi ve deneyimleri ile sunulan bilgi ve bunlarla ilgili deneyimleri arasındaki etkin
iletişim dikkate alınmalıdır. Öğretmen, dinlerin ve ideolojilerin öğretiminde, materyal
seçiminde hassas davranmalıdır (Kaymakcan, 2004, s.99-101).
46
Temsil, yorumlama ve yansıtma temeline dayanan yorumlayıcı din eğitimi
yaklaşımının, bu üç kavramın din eğitimine yansıması ve böyle bir yaklaşımda din
eğitiminin amacının ne olması gerektiğini açıklayan kavrama endifikasyon denir. Din
eğitiminin en önemli amaçlarından biri, kişinin farklı inananların hayatları ve inançları
hakkında bilgi sahibi olması ve bu bilgilerden hareketle düşüncelerini oluşturmasıdır.
Yapılan araştırmalar, farklı inançlarla karşılaşıldığında kişinin kendi inançları üzerinde
de bir yoruma giderek düşüncelerini oluşturabildiğinin örnekleri ile doludur.
Yorulmayıcı din eğitimi yaklaşımı bu çeşit öğrenmeye endifikasyon demektedir. Bazı
araştırmacılar tarafından bu, “dinden öğrenmek” veya “manevi gelişim” olarak da
isimlendirilebilmektedir (Kaymakcan, 2004, s.102).
Yorumlayıcı din eğitimi yaklaşımı, öğrencilerin düşünceleri üzerinden iletişim
kurmalarını sağlarken, dinler arasında var olan ortak yönlerin anlaşılmasını ve böylece
dinler arasında olması istenen diyalog ve hoşgörü ortamının oluşmasını sağlar. Ayrıca
bu yaklaşım, fertlerin sadece mensubu olmadıkları dinler konusunda değil, kendi
inançları ve dinleri hakkında da diğer fertlerle iletişime geçerek, kendi dininin de
zihninde tekrar daha doğru bir şekilde yorumlamasını sağlayacaktır. Bu yaklaşım
üzerinden endifikasyon yoluyla öğrenmede öğretmenlere çok önemli görevler
düşmektedir. Öğrencilerin görüşlerini özgürce açıklayabildikleri bir öğretim ortamı
oluşturmak bu görevlerin başında gelir (Kaymakcan, 2004, s.103).
Yorumlayıcı din eğitimi yaklaşımına da diğer din eğitimi yaklaşımlarında
olduğu gibi bazı eleştiriler yapılmaktadır. Bu eleştiriler yaklaşımın uygulama
boyutundan çok, teorik boyutu üzerinde yoğunlaşmaktadır ve eleştirileri görecelilik ve
indirgemecilik olarak iki başlık altında toplayan yaklaşımın kurucularından Jackson,
yapılan eleştirileri bizzat kendisi cevaplandırmaya çalışmıştır. Din eğitiminde birden
fazla dinin öğretim konusu yapılmasının, göreceliliğe yol açabileceği, yaklaşıma yapılan
ilk eleştiridir. Ama bu eleştiri sadece yorumlayıcı din eğitimine yöneltilemez. Çünkü
çoğulcu bir öğretim amacı taşıyan birçok din eğitimi yaklaşımı görecelilik eleştirisine
muhataptır. Ayrıca belirli oranda görecelilik, daha hoşgörülü davranılmasını
sağlayabilir. Bir diğer eleştiri konusu ise yaklaşımın dinlerin sunuşunda indirgemeci
olduğudur. Dinler bir bütün olarak sunulurken, o dinin toplum boyutunda algılanış ve
uygulanışı arasında farklılıklar olabileceği savunulmaktadır. Ancak
yaklaşım,
öğrencilerin dinin mensupları arasında uygulanışından haberdar olabilmeleri için
öncelikle dinin genel ve evrensel boyutunu kavramaları gerektiğini, bununla birlikte,
47
sunulan din ve o dinin deneyimleri üzerinde öğrenciler arasında kurulacak iletişim bu
sorunu ortadan kaldıracaktır (Jackson, 2005, s.190-198).
2.2.3. Non-Confessional Din Eğitimi Yaklaşımı – Mezhepler Üstü Din Öğretimi
Yaklaşımı – Dinler Arası Din Öğretimi Yaklaşımı
İngilizce “Confessional” kelimesi dilimizde “mezhebe/dine dayalı” anlamlarına
gelmektedir. Confessional din eğitimi yaklaşımının amacı bir dinin veya bir dinin
mezhebinin öğretilmesi ve sevdirilmesidir. Diğer dinler veya mezhepler ile ilgili çok az
bilgi verilir ve verilen bu bilgilerde dersin temelini oluşturan din veya mezhebin bakış
açısı ile ele alınmaktadır. Bu yüzden ders o dinin adı ile anılır. Örneğin Hıristiyan din
dersi, İslam din dersi, Katolik din dersi gibi. İngilizcede “Confessional” kelimesinin
zıddı olan Non – Confessional kelimesi dilimizde “mezhebe/dine dayalı olmayan”
anlamına gelmektedir. Bu yüzden bu yaklaşıma “Dinler hakkında öğretim yaklaşımı”
adı da verilmektedir (Aydın, 2007, s.17-18).
Non-Confessional din eğitimi yaklaşımı ilk kez İngiltere’ de ortaya konulmuş ve
birçok batılı ülke tarafından kullanılmaya başlanmıştır. Yaklaşım, belirli bir dini
öğretmeyi, ona inanan kazandırmayı veya onu sevdirmeyi amaçlamaz. Tüm dinler
hakkında bilgi verir. Çokkültürlü toplumlarda var olan farklılık meselesine çözüm
olarak ortaya atılmıştır. Bu model için öğrenciler öncelikle kendi din ve inançlarını
öğrenmeli daha sonra ise okullarda verilen din dersleri ile diğer dinleri tanımalıdır.
Ancak önemli nokta şudur ki, derslerde farklı din ve inançların ortak yönleri ön plana
çıkarılarak farklılıklara karşı saygı ve hoşgörü duyguları geliştirilmesi hedeflenir. Milli
birlik ve beraberlik duygularının kazandırılması, sosyal amaçlara hizmet dersin ana
amacıdır. Ayrıca ders dinleri ve inançları bütünü ile öğretmekle görevli değildir. Bu
görev aile, kilise veya diğer din eğitimi kurumları tarafından yapılmalıdır. Okulun
görevi ise öğrencileri dinler hakkında okur-yazar yapmak onları araştırmaya itmektir
(Kaymakcan, 2007, s.62).
Mezhepler üstü din eğitimi yaklaşımı, bir dinin tüm mensuplarının mezhep,
tarikat, cemaat ayrımı olmadan aynı derste dinlerini öğrenmeleri anlayışına dayanır.
Dersin amacı, içeriği tüm din mensuplarını kapsayacak şekilde ayarlanır. Mezhepler
arası farklılıklar okul dışında öğrenilir. Okulda sadece mezheplerin ortak yönlerine
değinilir. Ülkemizde uygulanan Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersleri mezhepler üstü
yönü ile ön plana çıkmaktadır.
48
Mezhepler üstü din eğitiminin iki farklı uygulanış şekli vardır. Bunlardan
birincisi çoğulcu model anlayışıdır. Bu anlayışa göre din dersi toplumun kendisini
yansıtmalıdır. Bu yüzden derste her mezhep olduğu gibi anlatılmalı, her türlü dini,
dünyevi ve ahlaki anlayışı derste öğretim konusu yapılmalıdır. İkincisi ise birleştirici
modeldir. Bu modele göre ise derste mezhepler arasındaki farklılıklar değinilmeyecek,
sadece ortak yönler öğretim konusu yapılacaktır. Bunun amacı tarafsızlığın
sağlanabilmesidir.
Bu din eğitimi modelinin amacı aynı dinin farklı yorum ve uygulamalarına sahip
bireylerin, inanç ve din temelinde ortak olduklarını okul ortamında öğrenmelerini
sağlamak, farklı mezheplerin birbirine alternatif olmadığını, bunların dinin zenginliği
olduğunu öğretebilmektir (Tosun, 2005, s.131).
Geliştirilen bir diğer model ise dinler arası din eğitimi yaklaşımıdır. Bu yaklaşım
farklı din ve inançlara sahip bireylerin bir arada yaşadığı toplumlarda ortaya çıkmış ve
uygulanmıştır. Modelin temelinde farklı din ve inançlara sahip öğrencilerin aynı derse
girerek birbirlerine yabancılaşmalarını engellemektir.
Bu modelde de iki farklı yaklaşım benimsenebilir. Birincisi, öğrencinin kendi
dinini öğrenirken diğer dinleri de, özellikle birlikte yaşamak zorunda olduğu dinleri de
öğrenmesidir. Bu konuda mezhep merkezli dinler arası açılımlı din dersi önerileri
bulunmaktadır. Ülkemizdeki mezhepler üstü nitelikli Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi
de amaç ve muhteva bakımından dinler arası açılımlı din öğretimi niteliği
göstermektedir. İkincisi ise başta toplumda bir arada yaşayan dinler olmak üzere,
öğrencilerin bu dinleri karşılıklı konuşarak öğrenmelerini sağlamaktır. Bu uygulama
için ise öğrencilerin öncelikle kendi dinleri hakkında bilgi sahibi olmaları
gerekmektedir (Tosun, 2005, s.133).
2.2.4. Din Hakkında Öğrenme (Karşılaştırmalı Din Eğitimi) – Dinden Öğrenme Mezhepler Arası Din Öğretimi Yaklaşımı
Din hakkında öğrenme yaklaşımı, savunmacı din eğitimi yaklaşımının
yetersizliğine binaen ve ona bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. Dinler dıştan bakış açısına
göre (outsider) öğretilmeye çalışılır. Herhangi bir dine üstünlük sağlama gibi bir amacı
yoktur. Dinler objektif olarak el alınır. Ancak dinlerin sadece içeriğine güdülenmesi
yaklaşımın zayıf tarafıdır. Dini hoşgörünün sağlanabilmesi için yeterli gibi görünse de
öğrencilerin ilgi ve istekleri göz önüne alınmadığı, alınamadığı için onların manevi ve
49
ahlaki gelişimine bir katkı sağlayamaz. Bu ise derse olan ilgiyi azaltır (Kaymakcan,
2007, s.63). Yaklaşım, dini bir disiplin olarak öğretir ve dini karşılaştırmalar
yapılmasını sağlar (Kutlu, 2002, s.304).
Dinden öğrenme yaklaşımı öğrenci ihtiyaç ve ilgilerini merkeze alan bir
yaklaşımdır. Eğitim programı dini içerik yerine öğrencilerin dünyası ve yaşantıları ile
şekillendirilir. Öğrencilerin dersten en iyi şekilde faydalanabilmesi için gerekli
düzenlemeler yapılmalıdır. Bu şekilde yapılan din eğitimi ile öğrencilerin ahlaki ve
manevi dünyasına büyük katkı sağlanacak ve öğrencilerin insancıllaşmasına hizmet
etmiş olunacaktır. Din öğrencilere öğrenilmesi için dayatılan bir konu olmayacaktır.
Öğrencilere fayda sağlayacak şekilde öğretime konu edilir. Ana hedef öğrencinin
eğitimine katkı sağlamak olduğu için yaklaşıma “eğitimsel din eğitimi yaklaşımı” adı da
verilir (Kaymakcan, 2007, s.63; Kutlu, 2002, s.305).
Mezhepler arası din öğretimi yaklaşımı ise mezhepler veya dinler arasındaki
ortak noktaları ön plana çıkarırken farklılıkların da yeri geldiğinde öğretim konusu
yapılabileceği temeline dayanır. Dersler sadece mezheplerin ortak yönlerinden
bahsederek farklılıkları görmezden gelemez, yok sayamaz. Farklı mezhepteki öğrenciler
mezheplerinin anlayışını derse taşıyarak mezhepler hakkında karşılıklı öğrenme de
sağlanmalıdır. Ancak bu şekilde bir programın uygulanabilmesi için öncelikle ders
programlarının değiştirilmesi, ders araç gereçlerinin düzenlenmesi gerekmektedir.
Hepsinden önemlisi ise bu programları uygulayabilecek öğretmenlerin yetiştirilmesidir
(Tosun, 2005, s.132).
2.2.5. Laik Din Eğitimi Modeli
Bu yaklaşım devlet ve din arasında kesin bir ayrım yapılması gerektiğini
savunur. Bu yüzden okullarda öğretim programları içerisine din dersi konulmamalıdır.
Bireyler
dinleri
hakkında
öğrenmelerini
okul
dışındaki
dini
kurumlarda
gerçekleştirmelidir. Okulda ise sosyal dersler içerisinde gerektiği kadarıyla veya bu
derslerdeki ihtiyacı karşılayacak oranda dini bilgilere yer verilir. Ancak bu model
geleceğin büyükleri ve toplumun temeli olacak çocukların kültür, değerler, ahlak gibi
konulara uzak kalmasına sebep olacaktır (Kaymakcan, 2007, s.64).
Farklı ülkelerde uygulanan veya değişik araştırmacılar tarafından ortaya konulan
yeni din eğitimi yaklaşımlarından bahsederken ülkemizde uygulanan modelin temelinde
mezhepler üstü din eğitimi yaklaşımı olduğunu ve muhteva açısından dinler arası
50
açılımlı din öğretimi niteliği gösterdiğini belirtmiştik (Tosun, 2005, s.130-133). Bu
yaklaşımın benimsenmiş olduğu Milli Eğitim Bakanlığı Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi
Dersi Öğretim Programlarında bizzat belirtilmiştir. 2000 yılı ilköğretim Din Kültürü ve
Ahlak Bilgisi Öğrettim Programında bu açık bir dille belirtilmemiş olsa da program
incelendiğinde bu programın mezhepler üstü din eğitimi anlayışı ile hazırlandığı
anlaşılmaktadır. 2000 yılından sonra 2007 ve 2010 yıllarında hazırlanan İlköğretim Din
Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretim Programlarının her ikisinde de yaklaşım mezhepler
üstü (herhangi bir mezhebi esas almayan, Mezhebi tartışmalara girmeyen) ve dinler
açılımlı şeklinde tanımlanırken, 2005 ve 2010 Ortaöğretim Din Kültürü ve Ahlak
Bilgisi Öğretim Programlarında İslam’ la ilgili bilgilerde birleştirici ve mezhepler üstü,
diğer dinlerle ilgili bilgilerde dinler arası açılımlı bir yaklaşım benimsendiği
vurgulanmıştır (bkz: MEB TD sy:2356, 2517, 2571, İlköğretimve Ortaöğretim DKAB
Dersi Öğretim Programı, 2006 ve 2010).
Programlarda özellikle İslam’la ilgili bölümlerde mezhepler üstü yaklaşımın
benimsendiğinin
vurgulanma
sebebi,
İslam
içi
mezhep
farklılıklarının
dini
farklılıklardan daha fazla olması olabilir. Başka bir ifade ile ülkemizde, din
farklılığından çok, İslam Dini içerisindeki mezhep farklılıklarının daha fazla gündemde
olması ve sık sık bu konu ile ilgili tartışmaların yapılması böyle bir vurgunun
yapılmasında etkili olmuştur. Bu vurgu mezhep farklılıkları sebebi ile Din Kültürü ve
Ahlak Bilgisi Dersine girmek istemeyen, hatta dersin kaldırılmasını isteyen ve son
yıllarda oldukça yükselen seslere verilmiş bir cevap olarak da değerlendirilebilir. Çünkü
1992 yılı öğretim programında yaklaşım net olarak belirtilmemişken 2000 ve sonrasında
hazırlanan tüm programlarda mezhepler üstü yaklaşımın benimsendiği özellikle
vurgulanmıştır. Ayrıca bu günümüz şartlarının da bir gereğidir.
Programda diğer dinlerle ilgili bölümlerde dinler açılımlı veya dinler arası
açılımlı yaklaşımın benimsendiği belirtilmiştir. Her ne kadar ülkemizde özellikle İslam
içi mezhep farklılıklarına daha sık rastlansa da, özellikle son yıllarda ve büyük
şehirlerde, farklı dinlere mensup öğrencilerin, Müslüman öğrencilerle aynı sırayı
paylaşmaları da zaman zaman rastlanır bir hadise olmuştur. Bununla birlikte özellikle
iletişim alanında yaşanan gelişmeler, farklı dinlerle aynı sırada olmasa da tanışabilme,
iletişim kurabilme imkanını tüm bireylere sunmaktadır. Bu sebeplerle hazırlanan
programlarda farklı dinler ile ilgili bilgilere kendi kaynaklarına göre yer verilen
yaklaşımın benimsendiği programlarda belirtilmiştir.
51
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
DİN KÜLTÜRÜ VE AHLAK BİLGİSİ DERS PROGRAMLARINDA VE
KİTAPLARINDA İSLAM DIŞINDAKİ DİNLERİN VE İSLAM İÇİNDEKİ
İNANÇ FARKLILIKLARININ ÖĞRETİMİ
3.1. Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretim Proğramlarında Farklı Din Ve
İnançların Öğretimi Konusu
Çalışmamızın amaçlarından bir tanesi, farklı din ve inançların okullarda
okutulan Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi derslerinde ne derece kendine yer bulduğudur.
Buradan hareketle, öncelikle ilköğretim ve ortaöğretim düzeyinde, Din Kültürü ve
Ahlak Bilgisi Öğretim Proğramlarında bu amaca yönelik, farklı din ve inançların
öğretimine ayrılan yerin ne olduğuna dair bir analiz yapılması gerekmektedir. Bu
analizde halen okullarda uygulanmakta olan ilköğretim ve ortaöğretim Din Kültürü ve
Ahlak Bilgisi Öğretim Proğramlarıyla, bu proğramlardan önce uygulanan proğramlar
değerlendirmeye alınacaktır.
3.1.1. 1992 İlköğretim 4, 5, 6, 7 ve 8. Sınıflar ve Ortaöğretim 1, 2 ve 3. Sınıflar Din
Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersi Öğretim Programı
Milli Eğitim Bakanlığı, Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı tarafından
28.02.1992 tarihinde belirlenen ve 13.04.1992 tarihinde 2356 sayılı Tebliğler
Dergisinde yayınlanan İlköğretim ve Ortaöğretim Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersi
Programın, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretiminin Genel İlkeleri kısmında farklı din
ve inançların öğretimi konusunda şu bölümler yer almaktadır:
“Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi dersi öğretim programı Anayasamız ile Milli
Eğitim Temel Kanunu hükümlerine uygun olarak hazırlanmıştır. Bu programın
hazırlanmasında, okullarımızın bazı sınıflarında az sayıda da olsa Musevilik
Hıristiyanlık ve diğer dinlere mensup öğrencilerin bulunabileceği hususu da dikkate
alınmıştır. Böylece milli kültür unsurlarını ve genel kültürü destekleyici nitelikte olmak
üzere, bu programdaki konuların detaylandırılması sırasına göre İslamiyet, Musevilik,
Hıristiyanlık ve diğer dinler hakkındaki bilgilere de yer verilmiştir. Hiç şüphesiz bu
52
bilgiler, öğrencilerin inanç ve kültür dünyalarına genişlik kazandıracak ve başka dinden
olanlara karşı daha toleranslı ve anlayışlı davranmalarını sağlayacaktır.
Bu programda, % 99 Müslüman olan ülkemizde İslam Dinine ait bilgilere daha
fazla yer verilmiş olması, hem öğrencilerin bu konudaki ihtiyaçlarının karşılanması
bakımından, hem de tarihimizi, edebiyatımızı, musikimizi ve diğer sanat varlıklarımızı
tanıtmak, benimsetmek, sevdirmek ve kısaca onları milli kültürümüzün bir üyesi
yapmak açısından büyük önem taşımaktadır.
Bütün bu hususlar göz önünde bulundurularak, bu programın öğretiminde genel
amaca ulaşabilmek için aşağıdaki ilkelere uyulacaktır:
1. Devletimizin laiklik ilkesi daima göz önünde bulundurulacak, bu ilke her
zaman titizlikle korunacaktır, hiç bir zaman vicdan ve düşünce özgürlüğü
zedelenmeyecektir. Kimse dini uygulamalara zorlanmayacaktır.
2. Mutlaka dini aynı olan milletlerle her zaman iyi ilişkiler içinde
bulunulamayacağı, buna rağmen dini ayrı olan milletlerle de iyi niyet ve
dostluk ilişkileri içinde bulunabileceği zihniyeti kazandırılacaktır.
3. İyi vatandaş yetiştirmek ve öğrencilerin ileride toplumumuza daha rahat uyum
sağlamalarına yardımcı olmak için milli ahlâkımızla ilgili konuların
öğretiminde din ayrımı gözetilmeyecektir.
4. Azınlık okulları dışındaki okullarımızda öğrenim göre T.C. uyruklu
Hıristiyanlık ve Musevilik dinlerine mensup öğrencilere; Kelime-i Şahadet,
Kelime-i Tevhid, Besmele, Amentü, Ayet, Süre ve Namaz duaları
ezberletilmeyecek, Namaz, Oruç, Zekât ve Hacca ait uygulamaya yönelik
bilgiler öğretilmeyecektir. Dolayısıyla söz konusu öğrenciler
aynı
konulardan ölçme ve değerlendirme açısından sorumlu tutulmayacaklardır.
5. Dini bilgiler yanında milli birlik ve beraberliği kazandırıcı, sevgi, saygı,
kardeşlik, arkadaşlık ve dostluk bağlarını güçlendirici, vatan, millet, bayrak,
sancak, şehit, gazi gibi milli değerler kazandırıcı yüce kavramların
öğrencilerin zihinlerinde yer etmesine özen gösterilecektir…
12. Haksızlık, yalancılık, riyakârlık, sahtekarlık, bencillik, tembellik ve bunun
gibi davranışları İslam Dininin reddettiği ve günah saydığı, her
Müslüman’ın faziletli olması gerektiği belirtilecektir…
19. Konular yeri geldikçe ayet ve hadislere dayalı olarak ele alınacaktır…
53
21. Müslümanlığın hurafeden uzak, akılcı ve çağdaş bir din olduğu çeşitli
örneklerle kavratılacaktır.
22. Her konuya, iyi bir şekilde seçilmiş, uygun ayet, hadis mealleri, okuma
parçaları ve hikayelerle açıklanacak ve kavrayış kolaylığı getirilecektir…
24. Konuların işlenmesinde Müslümanlığın kuru bilgilerden ibaret belli kalıplar
ve belli davranışlar olmadığı açıklanacak, sürekli canlılık ve ilerleme
isteyen (aktif) bir din olduğu gerçeği hiç bir zaman gözden uzak
tutulmayacaktır.
26. Verilecek ödevler, daha çok öğrencilerin bu ders ile ilgili Bakanlığımızca
tavsiye edilmiş Kur'an-ı Kerim meali, hadis tercümeleri, ilmihâl gibi ana
kaynakları tanımalarına ve yaşanan dini hayatı (ibadet, ölüm, dini bayram,
isim koyma) görüş idrak etmelerine imkan verecek şekilde olacaktır” (MEB
TD, 1992, s.2356).
Genel ilkeleri bu şekilde sıralan programın, farklılıkların öğretimi konusunda
çelişkili ifadeler içerdiğini anlamak zor değildir. Farklı din ve inançlardan öğrencilerin
aynı sınıfta yer alabileceği belirtilmesine rağmen, ülkemizin çoğunluğunun Müslüman
oluşu gerekçesiyle, İslam Dinine ait bilgilere daha fazla yer verildiği belirtilmiştir.
Dolayısıyla programın amaçları içerisinde yer aldığı belirtilen inanç dünyasına genişlik
kazandırmak konusunda pek başarılı olacağı savunulamaz. Ancak bir hususun da
unutulmaması gerekmektedir. Ülkemiz, küreselleşmenin ve çokkültürlülüğün etkisini o
dönemlerde
günümüzdeki
gibi
hissetmemekteydi.
Bu
yüzden,
objektif
bir
değerlendirme yapılabilmesi için dönemin şartlarının göz önünde bulundurulması
gerektiği unutulmamalıdır.
İlkeler gözden geçirildiğinde, farklı din ve inançlarla ilgili, sadece farklılıklara
karşı saygı duyulması gerektiği konusuna vurgu yapılırken, bu farklılıkların öğretim
konusu yapılması hiç zikredilmemiştir. Farklı din ve inançtan öğrencilerin, İslam Dini
ile ilgili temel bilgiler konularında değerlendirme yapılırken muaf tutulması gerektiği
de, bu öğrencilerin ders dışında tutulması ile aynı anlama geldiği söylenebilir. Çünkü
farklı da olsa o öğrenciler de bir inanca sahiptir ve onlar da bu inançları hakkında bilgi
edinebilme, öğretim yapabilme hakkına sahip olmalıdır. Aksi takdirde kendilerini
sınıftan, arkadaşlarından, toplumdan soyutlanmış kişiler olarak hissedebilirler. Ayrıca
Müslüman öğrencilerin diğer dinleri öğrenmesi, bu şekilde farklılıklarla iç içe
yaşayabilecekleri topluma hazırlanma konusunda onlara yardımcı olacaktır. Ancak bu
54
noktada da programın yetersiz kaldığı açıkça görünmektedir. Bunun yanında, saygı,
sevgi, hoşgörü, yardımlaşma vb. evrensel doğrular konuları da sadece İslami bakış açısı
ile ele alınmıştır. Konular İslami kaynaklar ile desteklenmiş (ayet, hadis) diğer dinlerin
kaynakları kullanılmamıştır. Bu ise Müslüman öğrenciler tarafından, bu kavramların
sadece kendi dinlerine has kavramlar olduğu düşüncesine yol açabilir ve diğer dinlerin
bu kavramlara sahip olmaktan uzak dinler olduğu düşüncesi ile önyargılar edinmelerine
sebep olabilir.
Program 1982 yılında hazırlanan programa çok benzemektedir. Sadece ünitelerin
yerleri ve sıralanışı gibi basit konular dışında programın genelinde bir değişiklik
yapılmamıştır (Yürük, 2011, s.150).
Genel olarak bakıldığında, hazırlanan programın daha çok İslami bilgiler ve
değerler üzerinde yoğunlaştığı, inanç farklılıkları konusuna yeterince yer vermediği
görülmektedir. Buradan hareketle, farklı din ve inançlar dikkate alınmamıştır.
Programda açık bir şekilde belirtilmese de program İslam Dini Eğitimi görüntüsü
çizmektedir. Ancak İslami bilgiler için mezhepler üstü yaklaşımın benimsenmiş olduğu
söylenebilir.
3.1.2. 2000 İlköğretim Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersi Öğretim Programı
1992 yılında hazırlanan ve o tarihten itibaren uygulanan İlköğretim Din Kültürü
ve Ahlak Bilgisi Öğretim Programı 19.09.2000 tarihinde değiştirilmiş ve bu program
2000 yılı ekim ayı Tebliğler Dergisinin 2517. sayısında yayınlanarak yürürlüğe
girmiştir. Program 2000 – 2001 eğitim öğretim yılı itibariyle uygulamaya konulmuştur.
Programın başında, proğramın neden değiştirildiği ile ilgili olarak şu açıklamalara yer
verilmiştir:
“Bilim ve teknolojideki gelişmeler, iletişim imkânlarının artması ve eğitim
ortamlarının çeşitlenmesi, öğretmenlerin meslekî formasyonlarının yükselmesi ile
öğrenme ortamındaki rollerinin çeşitlenmesi, "yaşam boyu öğrenme" ve "öğrenmeyi
öğrenme" gibi evrensel yaklaşımların küresel düzeyde kabul görmesi ve benzeri
nedenler,
program geliştirme
yaklaşımlarını,
model ve
formatlarının
sürekli
sorgulanmasını ve geliştirilmesini zorunlu kılmıştır” (MEB TD, 2000, s.2517).
Önceki programın değiştirilip yeni programın hazırlanması gereği, çeşitli
sebepler üzerinden açıklanmaya çalışılmış ancak bu sebepler arasında, din eğitimi
konusunda toplumda var olan veya olabilecek farklılıklara değinilmemiş, ayrıca
55
öğrencilerin farklı din ve inançları öğrenmeleri gerekliliği de henüz kavranamamış
görünmektedir. Ayrıca, eğitim ve din eğitimi konusunda yaşanan gelişmeler ve ortaya
konan yeni yaklaşımların da dikkate alınmadığı anlaşılmaktadır.
Programın geliştirilmesinde temel alınan ilkeler üçe ayrılmış ve bunlar şu
şekilde sıralanmıştır:
“Birinci grupta yer alan ilkelerde;
Demokratik, lâik ve sosyal hukuk devleti olan Türkiye’de bireylerde bulunması
gereken çağdaş eğitimsel özellikler yer almaktadır.
İkinci grupta yer alan ilkeler;
İlköğretim ve orta öğretim kurumlarındaki Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi
derslerinin bilimsel hedefleri ve içeriğiyle ilgilidir.
Bunlar genel hatlarıyla;
- Dinin, insan yaşamına anlam kazandırması,
- İnsanın insanca yaşamasına yardımcı olması,
- İnsanların birbirlerini anlayabilmeleri için gerekli olan temel iletişim kodlarını
bünyesinde taşıyan, Allah-insan ilişkilerini düzenleyen bir olgu olduğu, dinin
evrensel
barış
kültürünün
yaratılmasında
ve
hoşgörü
ortamının
oluşturulmasında katkıda bulunabileceği bilgisinin kazandırılması,
- İnancın akılla bütünleştirilmesi ve insanların kendi din, örf ve âdetlerini olduğu
kadar, diğer milletlerin din, örf ve âdetlerini de saygı ve hoşgörü çerçevesinde
değerlendirilebilmesi vb. dir.
Üçüncü grupta yer alan ilkeler;
İlköğretim ve orta öğretim kurumlarındaki Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi
derslerinin programlarının geliştirilmesi, ders kitaplarının yazılması, eğitim ortamlarının
düzenlenmesi ve öğretimin gerçekleştirilmesiyle ilgili tüm süreçlerde uyulması gereken
esaslarla ilgilidir.
Bunlar genel hatlarıyla;
- Programların, ders kitaplarının ve alanda yapılacak tüm etkinliklerin işlevsel
olması,
- Toplumdaki bir ihtiyaca cevap vermesi,
- Bir sorunun çözümüne yardımcı olması,
- Her şeye karşı sevgi ile olumlu yaklaşım bilincinin verilmesi,
56
- Hoşgörülü olunması,
- Birey bilincinin ön plâna çıkarılması,
- Akılcı ve eleştirel yaklaşım sergilenmesi, İnsanın evrenden kopuk bir varlık
olmadığının ön plânda tutulması,
- Dinin "hukukun üstünlüğünü" esas aldığının ortaya konması,
- Mezheplerin ayrımcılık değil, çağlara ve ortama göre, dinin anlaşılma
biçimlerini ortaya koyan bir zenginlik olduğunun vurgulanması vb. dir.
- Eğitim aktivitelerinin işlevsel olması, toplumdaki bir ihtiyaca cevap vermesi ve
yaşanan sorunların çözümüne katkıda bulunabilmesi için, Din Kültürü ve Ahlâk
Bilgisi
dersinin
programında
yer
alması
gereken
üniteler
yaşamla
ilişkilendirilerek belirlenmiştir.
Bu belirlemelerde genel hatlarıyla;
- Büyüklere duyulan saygı ile küçüklere duyulan sevginin davranışa
dönüştürülmesi,
- Yerelliklerin zaman zaman dinin evrensel boyutlarının önüne geçebileceğine
karşı duyarlı olunması,
- Din alanında yetkin olan ile olmayanın ayrılabilmesi,
- İbadetlerin davranışları geliştirmedeki gücünün fark edilmesi,
- Mistik eğilimlerin olumlu yönde kanalize edilmesi,
- Mezheplerin, dinin anlaşılma biçimleri olarak değerlendirilmesi,
- Dinin hükümlerinin çağlara göre yorumlanarak evrenselliğinin fark edilmesi,
- Kader kavramının yanlış yorumlanarak sorumluluktan kaçınılamayacağının
bilinmesi,
- Dinî konularda "akılcı yöntemin" kullanılarak gerçeğin keşfedilmesi ve zihinde
oluşabilecek sorulara karşı bireyin kendi sağlıklı yorumunu geliştirebilmesi,
- Tanrı ile iletişim kurmada yapay engellerin aşılması,
- Dinin sevgi ve hoşgörü boyutunun görülmesi,
- Çevre, doğal denge ve temizlik bilincine ulaşılması,
- Birey bilincinin geliştirilerek toplumsallığa ve toplumsal duyarlığa ulaşılması,
Atatürk’ün lâiklik anlayışının kavranması, vb. hususlar dikkate alınmıştır.
57
- Ayrıca, kültürler arası etkileşimin hızlandığı günümüzde, barış kültürünün
geliştirilmesi ve hoşgörü ortamının oluşturulabilmesi için diğer dinler hakkında
da bilgi sahibi olunması gerekli hâle gelmiştir.
Bu nedenle programlarda genel hatlarıyla;
- Bütün dinlerin esas amacının iyi insan yetiştirmek olduğu, Yahudilik,
Hıristiyanlık, Hinduizm ve Budizm’in tarihî gelişimleri ile temel özelliklerinin
ve öğretilerinin içeriği, İslâm’ın Yahudilik ve Hıristiyanlık karşısındaki
konumunun objektif kriterler içinde değerlendirilmesi hususlarına da yer
verilmiştir.”
Burada özellikle ikinci bölümde yer alan maddelerde, dinin Allah ile iletişim
yolu olduğu ve her dinin bunu gerçekleştirmeye çalıştığı, bu yüzden evrensel olarak
dinlerle ilgili bilgi sahibi olmanın, diğer dinlere ve dinin mensuplarına karşı
geliştirilecek saygı, hoşgörü gibi duyguların kazandırılmasında önem arz ettiği
belirtilmiştir. Bu ifadeler, farklı din ve inançların öğretimi konusunda programın gerekli
düzenlemeleri
içerdiği
izlenimi
uyandırmaktadır
ve
bir
önceki
programla
karşılaştırıldığında, farklılıklar konusunda yepyeni bir anlayışla bu programın
hazırlandığı dikkatlerden kaçmamaktadır. Ayrıca tüm dinlerin ulaşmaya çalıştığı
evrensel değerlerinin olduğu ifadesi de, dinlerin farklı yönlerinin değil ortak yönlerinin
ön plana çıkarılarak, farklı din ve inançlara sahip öğrenciler arasında doğru iletişimin
kurulmasını ve öğrencilerde var olabilecek önyargıları giderebilmesi açısından yerinde
ve doğru düzenlemeler olduğu bir gerçektir.
Üçüncü bölümde yer alan dinin akılcı bir olgu olduğu vurgusu, özellikle yeni
yaklaşımların benimsendiği bireyin zihni süreçlerine yardımcı olarak doğru duygu ve
davranışlara ulaşabilmesi amacına uygun görünmektedir. Bununla beraber, din ve
hoşgörü kavramlarının üzerinde durulması, farklılıklar karşısında doğru tavrın duygusal
açıdan takınılabilmesi için gerekli eğitim ortamının oluşturulmasına hizmet eden
esasları içeren bölümdür. Bu bölümde en çok dikkat çeken ve üzerinde durulması
gereken maddeler ise mezhep konusuna yer verilen, mezheplerin dinin anlaşılması ve
uygulanması noktasında bir ayrılık değil, aksine zenginlik kaynağı olduğunun
belirtildiği bölümlerdir. Çünkü farklılıkların öğretimi konusu sadece farklı dinlerde
değil, din içi farklılıklar konusunda da önem arz eden ve üzerinde durulması gereken bir
husustur.
58
Genel hatlarıyla programın neleri içerdiği konusunun açıklandığı son paragrafta
ise bütün dinlerin tarihi gelişimleri ile temel özellikleri ve öğretilerinin objektif kriterler
içinde değerlendirilmesine yer verildiği belirtilmiştir. Bu son derece önemli bir ifadedir.
Özellikle çağın toplumsal ve eğitim bilimsel verileri doğrultusunda, çoğulcu bir
görünüm arz eden toplumlar için önemli olan, ama çoğulcu bir toplum olmasa da
öğrencilerin evrensel değerleri bilen ve geleceğin toplumuna hazır fertler olarak
yetiştirilmesi amacına hizmet eden bir program olması açısından uygun bir
düzenlemedir. Ancak bu ifadelerin hemen sonrasında yer alan ve İslam’ın diğer dinler
karşısındaki konumunun değerlendirilmesi gerektiğini içeren bölümün aynı şekilde
bütün din ve inançların, dolayısıyla bütün öğrencilerin gelişimine hizmet ettiğini
söylemek zordur. Çünkü sınıfta var olabilecek diğer din mensubu öğrencilerin İslam’ı
nasıl gördüğü tartışmasına yol açabilir ve bu da sınıf içerisinde İslam dışındaki dinlere
mensup öğrencilere karşı farklı bir bakış geliştirilmesine yol açabilir. Bu yüzden, bu
ifadenin, dinlerin birbirlerine göre konumu veya farklı dinlerin algılanışı şeklinde yer
alması daha doğru olurdu diye düşünmekteyiz. Diğer taraftan okullarda var olan DKAB
derslerine, Müslüman olmayan öğrencilerin girme zorunluluğunun olmadığını göz
önüne alırsak, bu ifadenin sınıfta sadece Müslüman öğrenciler olduğu veya olacağı
düşünülerek programa eklenmiş olma ihtimali de vardır. Böylece Müslüman
öğrencilerin inançlarının diğer inançlar karşısında durumunu, konumunu anlamaları
adına önemli katkı sağlayacaktır.
Programın giriş bölümünde yer alan ve programın hazırlanmasında hedef alınan
bazı maddeler şöyledir.
“a. İnsanlık tarihi boyunca birey ve toplum üzerinde etkili olan dinin, doğru
anlaşılmasına ve yorumlanmasına katkıda bulunulması,
b. Evrensel boyutta insanlar, toplumlar ve milletler arası ilişkilerde, dinin önemli
bir etken olduğu, bu ilişkilerin olumlu yönde gelişebilmesi için bireylerin
bilimsel yöntemle verilecek din öğretimine ihtiyaç duydukları,
c. İslâm Dininin; kültürümüz, dilimiz, sanatımız, örf ve âdetlerimiz üzerindeki
etkisi gerçeği dikkate alınarak İslâm dininin ve bundan kaynaklanan ahlâk
anlayışı ile örf ve âdetlerin tanıtılmasına ve öğretilmesine ağırlık verilmesi,
d. Öğrencilerin inanç ve kültür dünyalarına genişlik kazandırmak ve başka dinden
olanlara karşı daha hoşgörülü ve anlayışlı davranışlarda bulunmalarını
sağlamak amacıyla diğer dinler hakkında genel bilgilerin verilmesi,…”
59
Bu bölümde, ilk maddede verilen ve toplum üzerinde etkili olan dinin doğru
anlaşılmasına yardım edilmesi ve ikinci bölümde yer verilen bilimsel yollarla bu
eğitimin yapılması hedefleri, bilimsel ve çağa uygun hedefler olarak görünmektedir.
Ancak üçüncü bölümde yer alan, İslam Dininin kültür, dil, ahlak, sanat, örf, adetler
üzerinde etkili olması sebebiyle İslam Dininin bu konulardaki anlayışının öğrencilere
tanıtılması ve öğretilmesinin üzerinde durulması maddesi, doğru ancak eksiktir. Burada
öncelikle kültür, ahlak, dil gibi kavramlar üzerinde dinin büyük etkileri olduğu gerçeği
tüm inançlar ve toplumlar üzerinden anlatılıp daha sonra İslam’ın kültür, ahlak, dil
üzerinde etkili olduğu vurgulanmalıdır diye düşünüyoruz. Böylece dinin toplum
üzerindeki etkisi daha iyi kavranacaktır.
Programın genel amaçlarının sıralandığı bölüme baktığımızda şu maddelerin
farklı din ve kültürlerin öğretimi konusunda önemli ve bir önceki programdan farklı
olduğu dikkati çekmektedir:
a.
İslâm dinini ve diğer dinleri ana kaynaklarına dayalı olarak tanımaları
gerektiğini kavrayabilmeleri…,
b.
Toplumdaki farklı dinî anlayış ve yaşayışların dinin özü ile ilgili olmayıp
sosyal bir olgu olduğunu tanıyabilmeleri…,
c.
Başkalarının inanç ve yaşayışlarına hoşgörü ile yaklaşabilmeleri…,
d.
Diğer dinleri temel özellikleriyle tanıyarak, bağlılarına hoşgörüyle
yaklaşabilmeleri..,
Programın genel ilke ve hedeflerine, amaçlarına bakıldığında 1992 yılında
hazırlanan ve o tarihe kadar uygulanan programla arasındaki fark çok açık bir şekilde
hissedilmektedir. Her şeyden önce ülkemizde farklı din ve inançlara sahip öğrenciler
olabileceği; hatta olduğu, ama daha çok öğrencilerin farklı din ve inançları tanımaları
gerekliliği kabul edilmiş gibi görünmektedir. Buradan hareketle farklı din ve inançlar
sınırlı olarak da olsa programlara dahil edilmiş, bu dinlerle ilgili bölümlere de yer
verilmiştir. Bu yüzden program din eğitimi tarihi için bir dönüm noktası olma özelliği
göstermektedir (Yürük, 2011, s.155). Bununla birlikte İslam içerisinde var olan mezhep
farklılıklarının birer ayrılık değil zenginlik olduğu vurgusu da bir önceki programla aynı
olup, yeni programda da bu belirtilmiştir. Açık bir şekilde belirtilmese ve kendi
içerisinde bazı çelişkiler taşısa da program İslami konularda mezhepler üstü, İslam dışı
dinler konusunda ise dinler arası açılımlı bir yaklaşım benimsemiştir.
60
Programın devamında her sınıfın üniteleri ve üniteler içerisindeki konular tek tek
verilmiştir.
IV. sınıfın “Din ve ahlak hakkında neler biliyorum?” başlıklı birinci ünitesinde
“Evimizde, çevremizde bulunan dini sembolleri tanıyalım” konusu yer almaktadır.
Bunun dışında IV. sınıf üniteleri ve konularında inanç farklılıkları ile ilgili her hangi bir
bölüme yer verilmemiştir.
V. sınıfın “Peygamberleri tanıyalım” başlıklı altıncı ünitesinde “Peygamberlere
gelen mesajlar aynı amaca yöneliktir” konusu yer almaktadır. Bunun dışında V. sınıf
üniteleri ve konularında inanç farklılıkları ile ilgili her hangi bir bölüme yer
verilmemiştir.
VI. sınıfın “Kutsal kitapları tanıyalım” başlıklı altıncı ünitesinde “Kutsal kitap
ne demektir?” ve “Dört büyük kutsal kitap” başlıklı bölümler yer almaktadır. Dört
büyük kutsal kitap başlığı altında ise “Tevrat”, “Zebur”, “İncil” ve “Kur’an” başlıkları
yer almaktadır. Aynı ünitede “Kutsal kitaplara iman, imanın şartlarındandır” konusu ile
birlikte “Kutsal kitaplardan öğütler” konuları yer almaktadır. Son konu önemli bir
işarettir aslında. Çünkü bu öğretim programının diğerlerinden farklı olarak ilk kez diğer
dinlere ve diğer dinlerin ana kaynaklarına yer verdiğini daha önce belirtmiştik. Konu bu
yeniliğin işaretidir.
VII. sınıfın “Hac ve kurban” başlıklı üçüncü ünitesinde inanç farklılıklarının
öğretimi ile ilgili “Dinlerde kurban” konusunun yer aldığını görmekteyiz. “Melekler ve
diğer görünmeyen varlıklar” başlıklı dördüncü ünitede “Satanizm: Şeytana tapıcılık”
konusu yer almaktadır. Aynı sınıfın “Dinleri tanıyalım” başlıklı yedinci ünitesinde “
Din evrensel bir gerçekliktir”, “Niçin birden çok din vardır?”, Günümüzde yaşayan
büyük dinleri (Yahudilik, Hıristiyanlık, İslam, Hinduizm ve Budizm) tanıyalım”,
“Reenkarnasyon ve ruh göçü”, “Noel ve yılbaşı”, “Misyonerlik” ve “Başkalarının
inançlarına saygı gösterelim” konuları yer almaktadır. Özellikle son ünite ve bu ünitede
yer alan konular farklı dinlerin öğretimi konusunda son derece yerinde konular olarak
görünmektedir.
VIII. sınıfın “Dindeki anlayış farklılıkları” başlıklı altıncı ünitesinde “Din ve din
anlayışı birbirinden farklıdır”, “Din anlayışındaki farklılıklar zenginliktir”, “Din
anlayışındaki farklılıkların sebepleri: İnsanın yapısı, siyaset, ortam ve kültür, ekonomi”,
“Din anlayışındaki farklılıklara dayalı oluşumlar: Mezhepler, tarikatlar, cemaatler” ve
“Dinde zorlama yoktur” konuları yer almaktadır. Görünüşe göre bu ünite tamamıyla din
içerisinde inanç farklılıkları konusuna ayrılmıştır ve konuyla ilgili önemli bölümlere yer
61
verilmiştir. Aynı sınıfın “Dinlerin ve İslam’ın evrensel öğütleri” başlıklı yedinci
ünitesinde “Doğruluk”, “Temizlik”, “İyilik ve yardımseverlik”, “Büyüklere saygı,
küçüklere sevgi göstermek”, “Hayvanlara iyi davranmak”, “Çevreyi korumak”, “Zararlı
alışkanlıklardan kaçınmak” ve “Başkalarına zarar vermemek: Öldürmemek, çalmamak,
yalancı şahitlik yapmamak” konularına yer verilmiştir. Bu son ünitede tamamen dinlerin
evrensel öğütleri konusuna yer verilmiştir. Tüm sınıflarda ünitelerde yer alan bu
konularla ilgili gerekli incelemelere çalışmamızın ilerleyen bölümlerinde yer
verilecektir.
3.1.3. 2005 Ortaöğretim Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersi Öğretim Programı
1992 yılında hazırlanan ve uygulamaya konulan Ortaöğretim Din Kültürü ve
Ahlak Bilgisi Dersi Öğretim Programı 31.03.2005 tarihinde alınan kararla değiştirilmiş,
program 2571 numaralı tebliğler dergisinde yayınlanarak 2005-2006 eğitim öğretim
yılından itibaren uygulanmaya başlanmıştır. Programın temel aldığı yaklaşım bu
programda açık bir şekilde belirtilmiştir. Konu “programın temel yaklaşımı” bölümünün
alt başlığı olan “din bilimsel yaklaşım” kısmında şu şekilde ifade edilmiştir:
“Program geliştirme süresi boyunca, gerek İslâm gerekse diğer dinler hakkında
bilimsel ve araştırmaya dayalı bilgi ön planda tutulmuş, batıl ve hurafeye dayalı yanlış
bilgilerden uzak durulmuştur. İslâm'la ilgili bilgilerde; Kur'an merkezli, birleştirici ve
mezhepler üstü bir yaklaşım benimsenerek İslâm kaynaklı bütün dinsel oluşumları
kuşatacak kök değerler öne çıkarılmış; inanç, ibadet ve ahlâk alanlarıyla ilgili bu
değerlerin, Kur'an'la ve Hz. Peygamberin çabalarıyla oluşturulmuş ve bütün
Müslümanları birleştiren ortak paydalar olmasına özen gösterilmiştir. Amaç,
yorumlardan birisini telkin edip diğerini dönüştürmek değil; sadece bireylerin, dinî
kültür ve ahlâkî değerler hakkında doğru bilgilenmelerini sağlamaktır. Bununla birlikte,
dinin anlaşılma biçimleri olarak tanımlanan mezhepler ve dinî oluşumlar, yok
sayılmamış; kültürel zenginlik ve farklı düşünce ekolleri olarak görülmüştür. İlk
aşamada dinin ortak paydaları, daha sonraki aşamada ise tarih boyunca ortaya çıkan
farklı yorumlar hakkında, dinî-kültürel boyutuyla tasvir edici bir tarzda bilgi verilmesi
hedeflenmiş ve bu amaçla bazı ünite ve okuma parçaları konulmuştur. Hatta diğer
dinlere de yer verilerek dinler arası açılımlı bir ders niteliği kazandırılmıştır. Bu
yaklaşıma uygun olan, bütün dinî ve ahlâkî değerler, öğretime konu edilmiş, ancak din
eğitiminde kullanılan yaklaşımlardan birisi olan doktrin merkezli ya da mezhep
62
merkezli bir din öğretimine dönüşmemesine büyük özen gösterilmiştir” (Ortaöğretim
DKAB Dersi Öğretim Programı, 2005, s.56-57).
Bu yaklaşım belirlenirken hedef alınan hususlar ise şunlardır: …
a.
Evrensel boyutta insanlar, toplumlar ve milletlerarası ilişkilerde, dinin
önemli bir etken olduğu, bu ilişkilerin olumlu yönde gelişebilmesi için
bireylerin bilimsel yöntemle verilecek din öğretimine ihtiyaç duydukları, …
b.
Öğrencilerin inanç ve kültür dünyalarına genişlik kazandırmak ve başka
dinden
olanlara
karşı
daha
hoşgörülü
ve
anlayışlı
davranışlarda
bulunmalarını sağlamak amacıyla diğer dinler hakkında genel bilgilerin
verilmesi, …
Burada açık bir şekilde ifade edilmektedir ki, program İslami konuların öğretimi
konusunda, temel dini kaynakları esas almış, dinin ayrıştırıcı değil birleştirici yönü ön
plana çıkarılmıştır. Bununla birlikte İslam içerisindeki farklılıkların görmezden
gelinmediği de özellikle vurgulanmış ve bu mezhepler ve dini oluşumlar yok
sayılmamıştır şeklinde ifade edilmiştir. Bu kabul sırasında hiçbir mezhep telkin
edilmeyecek, mezheplerden birinin diğerine üstünlük kurması gibi bir çaba içerisine
girilmeyecektir. Program hazırlanırken belirlenen hedeflerden birincisinde dinin
öğrenilmesi konusunda bilimsel yöntemlerin kullanılması gerektiği vurgusu da ana
kaynaklar kullanılarak dinin öğretim konusu yapılması, bu yolla mezhep farklıklılarının
aslında dinin temelinde olmadığı, insani oluşumlar olduğu bilgisine öğrencilerin
ulaşması amacı taşımaktadır.
Diğer dinlerin de öğretime konu edilerek yaklaşıma dinler arası açılımlı din
eğitimi niteliği kazandırıldığı ve geleneksel din ya da mezhep merkezli yaklaşımdan
uzaklaşılmaya çalışıldığı açık bir şekilde dile getirilmiştir. Program hazırlanırken
belirlenen hedeflerden ikincisinde de farklılıklara karşı hoşgörülü ve anlayışlı
davranılması için diğer dinler hakkında genel bilgiler verildiği belirtilmiştir. Ancak,
daha 6 yıl kadar önce hazırlanmış olan programın, farklı din ve inançtan öğrencilerin
aynı sınıf ortamında bulanabilecekleri durumları da göz önüne alması gerekirdi diye
düşünüyoruz. Farklılıkların öğretimi sadece onlara karşı hoşgörü ve anlayış
geliştirebilme amacı mı gütmelidir?
Programı incelediğimizde giriş bölümünde din kavramından ve bu kavramın
insanlar açısından öneminden bahsedildiğini görüyoruz. Daha sonra İslam’dan ve
63
İslam’ı ana kaynaklarından doğru bir şekilde öğrenmenin öneminden bahsedilmektedir.
Bu konu ise İslam içerisinde var olan mezhepler konusuna bağlanmakta ve mezheplerin
insani oluşumlar olup hiçbirinin dinin özünden kaynaklanmadığı vurgulanmaktadır.
Devamında kültür ve kültür üzerinde dinin etkisinden bahsedilen bölümde, günümüz
teknolojik, bilimsel ve insani gelişimlere de ayak uydurularak kültürel mirasın
aktarımının yapılmasında din eğitiminin öneminden bahsedilmektedir. Din eğitiminin
nasıl olması gerektiğinin sorgulandığı paragrafta geçmişte din eğitiminde yapılan
yanlışlıklardan bahsedilmekte ve bu yanlışların düzeltilerek çağımız şartlarına uygun,
öğrenci merkezli bir anlayışlın geliştirildiği vurgulanmaktadır (Ortaöğretim DKAB
Dersi Öğretim Programı, 2005, s.64).
Programın devamında din öğretimi sırasında dikkat edilmesi gereken hususlar
başlıklar halinde verilmiştir. İlk sırada yer alan İnsana Saygı başlığı altında insanın
biyolojik özellikleri ile birlikte duyuşsal bazı özelliklerinin de olduğu belirtilmiş ve
dinin de insanın varoluş sebebi arayışları içerisinde en büyük yere sahip olduğu
vurgulanmıştır. Düşünceye saygı bölümünde ise düşüncenin gelişimi önündeki en
büyük engelin “benim doğrum tektir” anlayışı olduğu belirtilmiştir. Düşünceyi “tek
doğru ve pek çok yanlış” temeline oturtmak ahlaki bir zafiyet olarak değerlendirilmiştir.
Bu ifade programın farklı dinlere ve inançlara sahip bireylere karşı “benim inancım
üstündür ve tek doğrudur” şeklinde bir düşünceye sahip olunmasının önüne geçmeyi
hedeflemektedir. Hürriyete saygı bölümünde ise hangi din, inanç, görüş veya fikre sahip
olursa olsun, hiçbir insana kişiliğini, onurunu, gururunu zedeleyici ve saygısız bir
yaklaşım sergilenemeyeceği konusu dile getirilmiştir. Ayrıca insanların ilahi olanı
algılama ve uygulamaları arasında farklılıklar olabileceği ve buna da saygı ve anlayışla
yaklaşılması gerektiği belirtilmiştir.
Programda diğer programlardan farklı olarak din eğitiminin temellendirmesi de
yapılmıştır. Bu temellendirmede başlıklardan biri olan toplumsal temel bölümünde
hangi görevde, hangi konumda olursak olalım toplumun sağlıklı bir parçası olabilmek
adına başta toplumda var olan dinler olmak üzere dinleri mutlaka bilmemiz, tanımamız
gerektiği vurgulanmıştır. Evrensel temel başlığı altında ise küreselleşmenin etkilerinden
bahsedilerek farklı din ve inançlara sahip bireylerle iletişime geçilebileceği, kültür
alışverişinde bulunulabileceği ve bu iletişim sürecinde sağlıklı ilişki kurabilmek, başta
kendi inanç ve kültürü olmak üzere tüm inanç ve kültürleri doğru değerlendirebilmek
için din eğitiminin gerekliliğinden bahsedilmektedir. Bu ifadeler farklılıkların öğretim
konusu yapılması noktasında çok yerindedir. Aynı zamanda programın hazırlanış
64
sürecinde çağımızın sosyal gelişmelerinin dikkate alındığının ve bu sebeple
farklılıkların öğretim konusu yapılacağının bir işareti niteliğindedir.
Programın yapısından bahsedilirken genel amaçlar sıralanmıştır. Bu amaçlar
içerisinde konumuzla ilgili bölümler şöyledir:
a.
Dinin, Allah-insan ilişkilerini düzenleyen bir olgu olduğu, dinin evrensel
barış kültürünün yerleşmesinde ve hoşgörü ortamının oluşturulmasında
katkıda bulunabileceğini benimser…
b.
Toplumdaki farklı dinî anlayış ve yaşayışların dinin özü ile ilgili olmayıp
sosyal bir olgu olduğu bilincine varır…
c.
Birlikte yaşama ve hoşgörü kültürünü özümser…
d.
Küreselleşen dünyada dinin birleştirici bir rolünün olduğunu kavrar…
e.
Diğer dinleri temel özellikleriyle tanır…
Burada öncelikle dinin yaratıcı ile insan arasındaki ilişki üzerinden dinin
varlığından ve dinin evrensel ve insani bazı ilkelerin yerleştirilmesi konusundaki
işlevine vurgu yapılmıştır. Bununla birlikle dinin özünden olmayıp insani bazı
düzenlemeler olarak mezheplerin var olabileceği gerçeğine işaret edilmiştir. Günümüz
küresel dünyasında din ayrıştırıcı değil birleştirici rolü ön plana çıkarılmış ve diğer
dinlerle ilgili temel bilgilerin verildiği belirtilmiştir.
Programda ünite ve konulara baktığımızda tüm sınıfların ünite ve konuları inanç,
ibadet, Hz. Muhammed, vahiy ve akıl, ahlak ve değerler, din ve laiklik ve din, kültür ve
medeniyet başlıklı öğrenme alanlarına göre sınıflandırılmıştır.
9. sınıfın “İnsan ve din” ünitesinde “İnanmanın çeşitli biçimleri: Tek tanrıcılık
(Monoteizm), Çok tanrıcılık (Politeizm), Gizemcilik (Gnostisizm), Bilinemezcilik
(Agnostisizm), Tanrı tanımazlık (Ateizm)” konusu yer almaktadır. Bunun dışında farklı
din ve inançlarla ilgili herhangi bir ünite veya konu yer almamaktadır.
11. sınıfın “İslam düşüncesinde yorumlar” başlıklı ünitesi İslam içerisinde yer
alan inanç farklılıkları ve mezhepler konusuna ayrılmıştır. Bu ünitede “İslam
düşüncesinde yorum farklılıklarının sebepleri (İnsan yapısından kaynaklanan, sosyal,
kültürel, coğrafi, siyasi, dini metinlerden kaynaklanan sebepler)”, “İslam düşüncesinde
siyasi-itikadi yorumlar (Haricilik, Şiilik, Mu’tezile, Maturidilik, Eş’arilik)”, “İslam
düşüncesinde
ameli-fıkhi
yorumlar
(Caferilik,
Hanefilik,
Malikilik,
Şafiilik,
65
Hanbelîlik)” ve “İslam düşüncesinde yorumları birleştiren unsurlar (Tevhit, Nübüvvet,
Kur’an, Ahiret)” konularına yer verilmiştir.
12. sınıfın “Dinlerde ibadetler” başlıklı ünitesinde “Dinlerde ibadetler (Dua ve
namaz, oruç, hac, sadaka, kurban)”, “Dinlerde ibadet yerleri” ve “Dinlerde önemli
günler ve geceler” konularına yer verilmiştir. Aynı sınıfın “İslam düşüncesinde
tasavvufi yorumlar” başlıklı ünitesinde İslam içerisindeki tasavvufi bir yorum veya
düşünce şekli olarak Alevilik-Bektaşiliğe “Alevilik-Bektaşilik düşüncesi” konusunda
yer verilmiştir. Bu ünitenin sonunda “Birlikte yaşama ve hoşgörü kültürü” konusunun
yer aldığını görüyoruz. Farklı dinlerin öğretimi konusunda en geniş bilgilerin verildiği
“Yaşayan dinler ve benzer özellikleri” ünitesi de 12. Sınıf programı içerisinde yer
almaktadır. Bu ünitede “Yaşayan dinlere genel bir bakış: İbrahimi dinler (Yahudilik,
Hıristiyanlık ve İslam), Hint dinleri (Budizm, Caynizm, Sihizm), Çin ve Japon dinleri
(Taoizm, Konfüçyanizm, Şintoizm), Geleneksel dinler”, “Dinlerin benzer özellikleri:
İnanç özellikleri (Tanrı, kutsal kitap, peygamberlik, ahiret), ahlak özellikleri”, “Dinlerde
çevre bilinci” ve “Küreselleşen dünyada dinlerarası ilişkiler” konuları yer almaktadır
(Ortaöğretim DKAB Dersi Öğretim Programı, 2005).
3.1.4. 2006 İlköğretim Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersi Öğretim Programı
2000 yılında hazırlanan ve uygulamaya konulan İlköğretim Din Kültürü ve
Ahlak Bilgisi Dersi ( 4, 5, 6 ve 7. Sınıflar ) Öğretim Programı 28.12.2006 tarihinde
alınan kararla değiştirilmiş ve 2007-2008 eğitim öğretim yılından itibaren uygulanmaya
başlanmıştır. Programın temel aldığı yaklaşım bu programda açık bir şekilde
belirtilmiştir. Konu programın giriş bölümünde şu şekilde ifade edilmiştir:
“ İlköğretim programlarının yenilenmesi çalışmalarıyla beraber Din Kültürü ve
Ahlak Bilgisi dersi öğretim programı yeniden geliştirilmiştir. Din Kültürü ve Ahlak
Bilgisi dersinin içeriğinin belirlenmesinde “dinin temel bilgi kaynakları dikkate alınarak
İslam’ın kök değerleri çerçevesinde “mezhepler üstü (herhangi bir mezhebi esas
almayan, mezhebi tartışmalara girmeyen) ve dinler açılımlı” anlayış olarak ifade
edilebilecek bir yaklaşım benimsenmiştir. Bu programla; öğrencilerin din ve ahlak
hakkında sağlıklı bilgi sahibi olmaları, temel becerilerini geliştirmeleri ve böylece Millî
Eğitimin
Genel
Amaçlarının
gerçekleştirilmesine
katkıda
bulunulması
hedeflenmektedir” (İlköğretim DKAB Dersi Öğretim Programı, 2006, s.43).
66
Daha önce 2000 yılında hazırlanan ve bu tarihe kadar kullanılan programda
yaklaşımın ne olduğunun açık bir şekilde belirtilmediğini ilgili bölümde vurgulamıştık.
İlköğretim okulları için hazırlanan bir programda ilk kez yaklaşımın ne olduğu açık bir
şekilde belirtilmiştir.
Programın giriş bölümü, 2005 yılında hazırlanan Ortaöğretim Din Kültürü ve
Ahlak Bilgisi Dersi (9, 10, 11 ve 12. Sınıflar) Öğretim Programı ile hemen hemen
aynıdır. Din öğretimi sırasında dikkat edilmesi gereken hususlar başlıklar halinde
verilmiştir. Bu bölümde, dinin insanın arayışları ile birlikte var olduğundan, her insanın
hangi din ve inanca sahip olursa olsun, aşağılayıcı, dışlayıcı, saygısız bir muameleyi hak
etmediğinden ve benim doğrum tektir anlayışının zararından ve yanlışlığından
bahsedilerek farklılıklara karşı olumlu tutum geliştirmenin öneminden bahsedilmiştir.
Aynı bölümün devamında değişen dünya şartları gereği din öğretiminde de yeni yöntem
ve arayışlara gidildiği belirtilmiştir (İlköğretim DKAB Dersi Öğretim Programı, 2006).
Programda 2005 Ortaöğretim Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretim
Programında olduğu gibi din eğitiminin temellendirmesi yapılmış ve altı başlık halinde
verilmiştir. Toplumsal temel başlığı altında toplumun bir parçası olabilmek için başta
toplumda var olan dinler olmak üzere diğer dinlerle ilgili genel bilgilere sahip olunması
gerektiği belirtilmiştir. Evrensel temel başlığı altında ise farklı din, inanç ve kültürden
bireylerle iletişime geçilmesi halinde bireyin hem kendi din, inanç ve kültürünü hem de
iletişim kurduğu ve yeni tanıdığı din, inanç ve kültürü doğru değerlendirebilmesi için
farklı din ve kültürler hakkında bilgi sahibi olması gerektiği vurgulanmıştır.
Programın
temel aldığı
yaklaşımlar
açıklanırken dinbilimsel
yaklaşım
bölümünde program geliştirilirken gerek İslam dini ile ilgili bilgilerde gerek diğer
dinlerle ilgili bilgilerde bilimsel ve araştırmaya dayalı bilgilerin ön planda tutulacağı ve
dinin asıl kaynağından olmayan bilgilerden uzak durulacağı belirtilmiştir. Bu önemli bir
ifadedir. Daha önceki programlarda da diğer dinlerle ilgili bilgiler verileceği ifade
edilmiştir. Ancak ilk kez diğer dinlerle ilgili bilgilerde o dinlerin kendi asıl
kaynaklarından yararlanılacağı vurgulanmıştır (Yürük, 2011, s.175). Bu, diğer dinlerin
öğretimine İslami bakış açısıyla değil o dinin bakış açısıyla yaklaşılacağının işaretidir.
Konunun devamında ise İslam ile ilgili bilgilerde İslam ile ilintili tüm oluşumları
kuşatıcı genel bilgilere yer verileceği, mezhep merkezli eğitim yaklaşımından
kaçınıldığı belirtilmiştir.
Daha sonraki bölümde programın hazırlanmasında hedef alınan konular
sıralanmıştır. Bu hedefler 2005 Ortaöğretim Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Ders
67
Programındakilerle hemen hemen aynıdır. Bu konular arasında uluslar arası bireysel ve
toplumsal ilişkilerin olumlu gelişebilmesi için bilimsel yöntemle yapılacak din
öğretimine ihtiyaç duyulduğu yer almaktadır. Aslında bu ifade diğer dinlerin
öğretiminde o dinlerin asıl kaynaklarına bağlı kalınacağının bir işaretidir. Bir diğer
maddede ise öğrencilerin inanç ve kültür dünyalarına zenginlik kazandırmak ve farklı
din ve inançtan bireylere karşı hoşgörülü olmalarını sağlamak için diğer dinlerle ilgili
bilgilere verildiği belirtilmiştir (İlköğretim DKAB Dersi Öğretim Programı, 2006).
Programın genel amaçlarının sıralandığı bölüm ise 2000 İlköğretim Din Kültürü
ve Ahlak Bilgisi Ders Programı ile hemen hemen aynıdır. Bu bölümde İslam’ın ve diğer
dinlerin ana kaynaklarından öğrenilmesi, toplumda din uygulanması konusundaki
farklılıkların sosyal olgular olduğunun tanınması, başkalarının inanç ve yaşantılarına
hoşgörüyle yaklaşabilmeleri ve diğer dinleri temel özellikleriyle tanıyabilmeleri ve
bağlılarına hoşgörüyle yaklaşabilmeleri amaçlanmıştır.
Bu programda ilk kez tüm sınıfların üniteleri ve konuları, inanç, ibadet, Hz.
Muhammed, Kur’an ve yorumu, ahlak, din ve kültür başlıklı öğrenme alanları
başlığında toplanmıştır. Üniteler içerisindeki konular tek tek açıklanmıştır (İlköğretim
DKAB Dersi Öğretim Programı, 2006).
IV. sınıfta farklı din ve inançlar konusunda bir önceki programla herhangi bir
farklılık yoktur. “Çevremizde bulunan dini sembolleri tanıyalım” konusu farklılıklar ile
ilgili bu sınıf programında yer alan tek bölümdür.
V. sınıf ünite ve konuları içerisinde ise farklılıkların öğretimi ile ilgili herhangi
bir ünite veya konu yer almamaktadır. Daha önceki programda V. sınıf konularında olan
“Peygamberlere gelen mesajlar aynı amaca yöneliktir” konusu bu programda VI. sınıfın
konuları içerisine alınmıştır.
VI. sınıf ünite ve konularından bir önceki programda yer alan “Kutsal kitapları
tanıyalım” ünitesinde yer alan konular bu programda aynı sınıfın “Peygamberlere ve
ilahi kitaplara inanç” ünitesinde yer bulmuştur. Ayrıca önceki programda V. sınıf
konuları arasında yer alan “Peygamberlere gelen mesajlar aynı amaca yöneliktir”
konusuna “Peygamberlere gelen mesajın ortak amacı” başlığı ile bu programda VI. sınıf
konuları arasında yer verilmiştir.
VII. sınıfın “Melek ve ahiret” başlıklı ünitesinde şeytan konusundan
bahsedilmiş; ancak bir önceki programdan farklı olarak satanizm konusuna yer
verilmemiştir. Ayrıca bir önceki programda VII. sınıf konuları arasında yer alan
68
“Dinlerde kurban” konusu bu programdan tamamen çıkartılmış, “Dinleri tanıyalım”
ünitesine ise VIII. sınıf konuları arasında yer verilmiştir.
Bir önceki programda VIII. sınıfın “Dindeki anlayış farklılıkları” başlıklı ünitesi
bu programda yine VIII. sınıfta “İslam düşüncesinde yorumlar” başlığı ile kendine yer
bulmuştur. Din içerisindeki inanç ve yorum farklılıklarıyla ilgili bu ünitede “Din ve din
anlayışı”, “Din anlayışındaki yorum farklılıklarının sebepleri: İnsan unsuru, toplumsal
değişim”, “İslam düşüncesinde yorum biçimleri: İnançla ilgili yorumlar, fıkhi yorumlar,
tasavvufi yorumlar”, “Din anlayışındaki farklılıklar niçin zenginliktir?” ve “Dinde
zorlama yoktur” konuları yer almaktadır. Yine VIII. sınıfta “Dinler ve evrensel öğütleri”
ünitesinde bir önceki programla aynı olarak günümüzde yaşayan büyük dinlere ve tüm
dinlerin evrensel mesajlarına yer verildiğini görüyoruz (İlköğretim DKAB Dersi
Öğretim Programı, 2006).
3.1.5. 2010 Ortaöğretim Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersi Öğretim Programı
2005 yılında hazırlanan ve uygulamaya konulan Ortaöğretim Din Kültürü ve
Ahlak Bilgisi Dersi ( 9, 10, 11 ve12. Sınıflar ) Öğretim Programı 30.12.2010 tarihinde
alınan kararla değiştirilmiş ve 2011-2012 eğitim öğretim yılından itibaren uygulanmaya
başlanmıştır. Programın temel aldığı yaklaşım 2005 Ortaöğretim Din Kültürü ve Ahlak
Bilgisi Dersi Öğretim Programıyla aynı olarak “programın temel yaklaşımı” bölümünün
alt başlığı olan “din bilimsel yaklaşım” kısmında şu şekilde ifade edilmiştir:
“Program geliştirme süresi boyunca, gerek İslâm gerekse diğer dinler hakkında
bilimsel ve araştırmaya dayalı bilgi ön planda tutulmuş, batıl ve hurafeye dayalı yanlış
bilgilerden uzak durulmuştur. İslâm'la ilgili bilgilerde; Kur'an merkezli, birleştirici ve
mezhepler üstü bir yaklaşım benimsenerek İslâm kaynaklı bütün dinsel oluşumları
kuşatacak kök değerler öne çıkarılmış; inanç, ibadet ve ahlâk alanlarıyla ilgili bu
değerlerin, Kur'an'la ve Hz. Peygamberin çabalarıyla oluşturulmuş ve bütün
Müslümanları birleştiren ortak paydalar olmasına özen gösterilmiştir. Amaç,
yorumlardan birisini telkin edip diğerini dönüştürmek değil; sadece bireylerin, dinî
kültür ve ahlâkî değerler hakkında doğru bilgilenmelerini sağlamaktır. Bununla birlikte,
dinin anlaşılma biçimleri olarak tanımlanan mezhepler ve dinî oluşumlar, yok
sayılmamış; kültürel zenginlik ve farklı düşünce ekolleri olarak görülmüştür. İlk
aşamada dinin ortak paydaları, daha sonraki aşamada ise tarih boyunca ortaya çıkan
farklı yorumlar hakkında, dinî-kültürel boyutuyla tasvir edici bir tarzda bilgi verilmesi
69
hedeflenmiş ve bu amaçla bazı ünite ve okuma parçaları konulmuştur. Hatta diğer
dinlere de yer verilerek dinler arası açılımlı bir ders niteliği kazandırılmıştır. Bu
yaklaşıma uygun olan, bütün dinî ve ahlâkî değerler, öğretime konu edilmiş, ancak din
eğitiminde kullanılan yaklaşımlardan birisi olan doktrin merkezli ya da mezhep
merkezli bir din öğretimine dönüşmemesine büyük özen gösterilmiştir” (Ortaöğretim
DKAB Dersi Öğretim Programı, 2010, s.37).
Yine bir önceki programla aynı olarak programın hazırlanmasında hedeflenen
hususlar belirtilmiştir. Bu hususlar içerisinde bireyin toplumun sağlıklı bir ferdi
olabilmesi için toplumda var olan dinleri tanıması ve kültür ve inanç dünyalarına
zenginlik kazandırmak ve farklılıklara karşı hoşgörülü olmalarını sağlamak için diğer
dinleri genel olarak öğrenmeleri gerekliliğine dikkat çekilmiştir.
Program genel olarak incelendiğinde ilkeler, amaçlar, hedefler bölümleriyle bir
önceki programla farklılık arz etmemektedir.
Programda ünite ve konulara baktığımızda 2005 yılında hazırlanan programda
olduğu gibi tüm sınıfların ünite ve konuları inanç, ibadet, Hz. Muhammed, vahiy ve
akıl, ahlak ve değerler, din ve laiklik ve din, kültür ve medeniyet başlıklı öğrenme
alanlarında sınıflandırılmıştır.
9, 10. ve 11. sınıfların ünite ve konularında bir önceki programla arada bir fark
yoktur. Tüm ünite ve konular aynıdır. Ancak bir önceki programda 12. sınıfın ikinci
ünitesi olan “Dinlerde ibadetler” ünitesi son programda yer almamıştır. Bunun yanında
bir önceki programda “İslam düşüncesinde tasavvufi yorumlar” ünitesinde yer alan
“Alevilik-Bektaşilik düşüncesi” konusu bu programda da kendisine yer bulmuş ve konu
“Cem ve cemevi, cemin yapılışı, semah, muhasiplik, dua ve gülbenkler, muharrem ayı
ve aşure” başlıkları ile genişletilmiş ve “Nusayrilik” de tasavvufi yorumlar ünitesi
içerisinde ilk kez programda yer bulmuştur (Ortaöğretim DKAB Dersi Öğretim
Programı, 2010).
3.1.6. 2010 İlköğretim Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersi Öğretim Programı
2007 yılında hazırlanan ve uygulamaya konulan İlköğretim Din Kültürü ve
Ahlak Bilgisi Dersi ( 4, 5, 6, 7 ve 8. Sınıflar ) Öğretim Programı 30.12.2010 tarihinde
alınan kararla değiştirilmiş ve 2011-2012 eğitim öğretim yılından itibaren uygulanmaya
başlanmıştır. Programın temel aldığı yaklaşım bir önceki programla aynı olarak giriş
bölümünde şu şekilde ifade edilmiştir:
70
“İlköğretim programlarının yenilenmesi çalışmalarıyla beraber Din Kültürü ve
Ahlak Bilgisi dersi öğretim programı yeniden geliştirilmiştir. Din Kültürü ve Ahlak
Bilgisi dersinin içeriğinin belirlenmesinde “dinin temel bilgi kaynakları dikkate alınarak
İslam’ın kök değerleri çerçevesinde “mezhepler üstü (herhangi bir mezhebi esas
almayan, mezhebi tartışmalara girmeyen) ve dinler açılımlı” anlayış olarak ifade
edilebilecek bir yaklaşım benimsenmiştir. Bu programla; öğrencilerin din ve ahlak
hakkında sağlıklı bilgi sahibi olmaları, temel becerilerini geliştirmeleri ve böylece Millî
Eğitimin
Genel
Amaçlarının
gerçekleştirilmesine
katkıda
bulunulması
hedeflenmektedir” (İlköğretim DKAB dersi Öğretim Programı, 2010, s.37).
Bununla birlikte program yaklaşımın belirlenmesinde hedef alınan hususlar,
programın ilkeler, amaçlar, hedefler bölümleriyle bir önceki ilköğretim programıyla
farklılık arz etmemektedir.
Programda ünite ve konulara baktığımızda 2007 yılında hazırlanan programda
olduğu gibi tüm sınıfların ünite ve konuları inanç, ibadet, Hz. Muhammed, Kur’an ve
yorumu, ahlak ve din ve kültür başlıklı öğrenme alanlarında sınıflandırılmıştır.
Bir önceki programda IV. sınıfın konuları arasında yer alan “Çevremizde
bulunan dini sembolleri tanıyalım” konusu son programda yer almamıştır. V. Sınıfın
ünite ve konularında bir önceki programda olduğu gibi bu programda da farklılıkların
öğretimi konusunda bir bölüme yer verilmemiştir.
VI. sınıfın programında da bir değişiklik olmamış, “Peygamberlere ve ilahi
kitaplara inanç” ünitesinde “Peygamberlere gelen mesajların ortak amacı” ve “İlahi
kitaplar” konularına yer verilmiştir.
VII. sınıfın ünite ve konularında bazı değişiklikler göze çarpmaktadır. Daha
önceki programda adı “Ramazan ayı ve oruç ibadeti” olan ünitenin adı “Oruç ibadeti”
olarak değiştirilmiş ve bu üniteye “Muharrem orucu” konusu da eklenmiştir. Bunun
yanında bir önceki programda VIII. sınıfta yer alan “İslam düşüncesinde yorumlar”
ünitesi de VII. sınıf programına eklenmiştir. Ünitede “Din ve din anlayışı”, “Din
anlayışındaki yorum farklılıklarının sebepleri”, “İslam düşüncesinde yorum biçimleri;
inançla ilgili yorumlar, fıkhi yorumlar, tasavvufi yorumlar (Yesevilik, Kadirilik,
Nakşibendîlik, Mevlevilik, Alevilik-Bektaşilik (Cem ve cemevi, razılık ve kul hakkının
sorulması, on iki hizmet, semah, musahiplik-yol kardeşliği, dua ve gülbenkler, Hızır
orucu)”, “Din anlayışındaki farklılıklar niçin zenginliktir?” ve “Dinde zorlama yoktur”
konuları yer almaktadır. VIII. sınıfın programında da bir önceki programa göre
değişiklik bulunmamaktadır (İlköğretim DKAB dersi Öğretim Programı, 2010).
71
3.2. Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Ders Kitaplarında Farklı Din ve İnançların
Öğretimi Konusu
Konuya giriş yapmadan önce din kavramının tanımı konusunda ortak bir
görüşün olmadığı konusuna değinmemiz gerekmektedir. Konu ile ilgili çalışmalar
yapan her araştırmacı kendi görüşüne, kendi bakış açısına göre bir tanım yapmakta, bu
ise üzerinde ittifak edilen bir din tanımı yapılmasını zorlaştırmaktadır. Ayrıca dünya
üzerinde birçok din ve bu dinlere mensup milyarlarca insanın var olması da ortak bir
tanım yapılmasını zorlaştırmaktadır (Kartopu, 2008, s.10).
Dinlerin tasnifi konusunda da aynı sorunlar karşımıza çıkmaktadır. Dinler bazen
yayıldıkları coğrafyaya göre sınıflandırılırken, bazen evrensel veya milli oluşlarına
göre, bazen ise sahip olunan tanrı algılarına göre sınıflandırılabilmektedirler. Ancak bu
konuda da hangi tasnif temel alınırsa alınsın mutlaka sorunlarla karşılaşılmakta, bu
yüzden ortak bir din tasnifi de yapılamamaktadır (Gündüz, 2007, s.30).
Çalışmamızda incelediğimiz DKAB öğretim programlarında ve ders kitaplarında
yer verilen dinler “İlahi Kitaplar” başlıklı birkaç bölüm dışında “günümüzde yaşayan
büyük dinler” şeklide ifade edilmiş ve dinler arasında bir tasnif yapılmaktan
kaçınılmıştır.
3.2.1. Yahudilik
Semavi veya İlahi Dinler olarak isimlendirilen dinlerden Yahudilik, bu dinlerden
tarihi en eskiye dayananıdır (Tümer ve Küçük, 2002, s.204). Yahudiliği tanımlamak için
birden fazla terim kullanılır. İbrani, İsrail, Musevi gibi terimler bunlardan öne
çıkanlarıdır. Bu terimlerden her biri Yahudi tarihinde farklı bir döneme işaret
etmektedir (Gündüz, 2007, s.205). Ancak çalışmamızın konusu gereği bu konuda daha
fazla ayrıntıya girilmeyecektir. Bu terimlerin hepsinin Yahudi ismine işaret ettiğinin
bilinmesi yeterlidir.
Yahudilik, tarihini Hz. İbrahim ile başlatır. Yahudilere göre ilk Yahudi Hz.
İbrahim’dir. Hz. İbrahim’ in oğlu İshak, O’nun oğlu Yakup’ un babası olduğu on iki
evlat İsrailoğulları soyunu oluşturur. İsrailoğulları, esaretle geçen yılların ardından
soydaşları Hz. Musa tarafından Mısırdan çıkarılarak Filistin topraklarına gelmiş ve
buraya yerleşmişlerdir (Gürkan, 2008, s.21-22). Bugün yeryüzünde yaklaşık 20 milyon
Yahudi dinine mensup insan yaşamaktadır. Bunların 4.4 milyonu İsrail’de, 6 milyonu
72
A.B.D.’de, geri kalanı Avrupa’da ve dünyanın diğer bazı ülkelerinde yaşamaktadır
(Tümer ve Küçük, 2002, s.204).
Yahudiliğin kutsal metinleri yazılı ve sözlü olmak üzere iki kısma ayrılmaktadır.
Yazılı kutsal metinlere Hıristiyanlar tarafından Eski Ahit denilen Tanah ismi verilir.
Tanah; Tevrat (Tora), Peygamberler (Neviim) ve Kitaplar (Ketuvim) bölümlerinden
oluşur. Bunlardan Tevrat Hz. Musa’ ya verilmiştir ve âlemin yaratılışından Hz.
Musa’nın ölümüne kadar olan olayları ve Tanrı’nın Hz. Musa’ya gönderdiği dini
kanunları içermektedir. Tanah’ın diğer iki bölümü olan Peygamberler (Neviim) ve
Kitaplar (Ketuvim)’da İsrailoğullarının Hz. Musa’dan sonraki tarihleri ile diğer İsrail
peygamberlerine gönderilen vahiyler yer almaktadır. Hz. Davud’ a atfedilen Mezmurlar
(Zebur) Kitaplar bölümünde yer alır. Yahudilere göre tüm bu kitaplar Tanrı tarafından
gönderilmiştir. Sözlü kutsal metinler ise Tanah’ın tefsirleridir. Bunlara genel olarak
Talmud adı verilir. Bu kaynağa sözlü kutsal metin denmesinin nedeni ilk dönemlerde
nakil yolu ile var olup daha sonraları yazıya geçirilmesidir (Gündüz, 2007, s.222).
Yahudilik kutsal metinlerine bakıldığında belirlenmiş bir inanç sistemi olmadığı
görülür. Bu yüzden nelere inanılıp nelere inanılmayacağı konusunda ortak bir görüş
yoktur. Ancak 12. yüzyılda Yahudiler için bir inanç sistemi oluşturulmuştur. Bu inanç
sistemi Tanrı, peygamberlik, Hz. Musa’nın büyüklüğü, Tevrat’ın değişmediği ve
değişmeyeceği, ahiret ve Mesih gibi temel konuları içerir (Gündüz, 2007, s.236).
Yahudilik inançtan ziyade pratiği ön plana çıkaran bir dindir (Gürkan, 2008, s.61).
Yahudi inancına göre ibadet sadece tanrıya yapılır ve mabed merkezlidir. Bu
mabed ise ilk kez Hz. Süleyman tarafından inşa edilen Kudüs’teki Mabed’tir. Mabed
tamamen yıkıldığı için bazı ibadetler askıya alınmıştır. Sabah, öğle ve akşam olmak
üzere üç kez yapılan günlük ibadetler Mabed’i temsil ettiğine inanılan Yahudi ibadet
yeri Sinagoglarda (Havra) yapılır. Yahudilikte günlük ibadet dışında bir de cumartesi
(şabat/sebt) günleri yapılan haftalık ibadet vardır (Gündüz, 2007, s.237-239).
MEB İlköğretim DKAB 4. Sınıf ders kitabında “ Çevremizde bulunan dini
sembolleri tanıyalım” başlığı altında İslami motiflerin en belirginlerinden olan cami,
minare, şadırvan gibi cami öğelerinden, Allah ve Muhammed yazılı levhalardan, ayet ve
hadislerin yazılı olduğu tablolardan, seccade, tespih gibi İslam Dini ibadet gereçlerinden
bahsedilmiştir. Bunlarla birlikte “Havra”nın da çevremizde bulunan dini sembollerden
olduğu ve Yahudilerin ibadet yerlerine bu ismin verildiği söylenmiştir (DKAB 4. Sınıf
Ders Kitabı, 2007, s.23). İlköğretim dördüncü sınıfta bulunan öğrencilerin çevrede
bulunan dini semboller konusu aracılığı ile ilk kez farklı din ve inançlarla karşılaşması,
73
konuya giriş için yanlış bir tercih gibi görünmektedir. Program ve ders kitabında bu
konudan önce farklı din ve inançlarla ilgili bir bölüm yoktur. Öğrenci farklı dinlerle
tanıştırılmadan önce, gelişim seviyeleri de göz önüne alınarak, farklı din ve inançların
var olduğundan ve var olabileceğinden bahsedilmelidir.
Aynı kitapta Kur’an-ı Kerim’ i tanıyalım başlıklı bir ünite yer almakta ve
K.Kerim’ in son ilahi kitap olduğundan, evrenselliğinden, ne gibi hükümler
içerdiğinden bahsedilmekte ve K. Kerim genel olarak tanıtılmaktadır. Bu bölümde
Allah’ın insanlara mesajlarını ulaştırmak için birçok İlahi Kitap gönderdiği belirtilerek
Tevrat ve Zebur’un bu İlahi Kitaplardan olduğu yazılmaktadır. Ancak bunun dışında ne
ünite içerisinde ne de ders kitabında Tevrat ve Zebur’la ilgili tanıtıcı herhangi bir bölüm
bulunmamaktadır. Konuya ve konunun işlenişine bakıldığında, bu bölümün aslında ilahi
kitapların tanıtılması veya onlar hakkında bilgi verilmesi amacıyla değil, tamamıyla
K.Kerim’in tanıtılması amacı ile konulmuştur. Çünkü K. Kerim dışındaki ilahi
kitapların sadece ismi zikredilmiş, K. Kerim ise üstün özellikleriyle tanıtılmış, konu
İslami bakış açısı ile işlenmiştir. Kanaatimizce İlahi Kitaplar konusu daha sonraki
sınıflarda işleneceği için burada konunun detaylarına inme gereği hissedilmemiş. Ancak
bu tutum, öğrencide İlahi Kitap kavramanın oluşması konusunda yetersizdir.
MEB İlköğretim DKAB 6. sınıf ders kitabında “İlahi Kitaplar” başlığı altında
“Tevrat” isimli bir alt konu bulunmaktadır ve bu bölümde Tevrat’la ilgili şu bilgilere
yer verilmiştir:
“Tevrat Hz. Musa’ya gönderilen ilahi kitabın adıdır. Tevrat; kanun, öğreti,
rehber ve buyruklar anlamına gelmektedir. Yahudiler İbranicedeki adıyla bu kitaba
“Tora” derler. Arapça ve Türkçede ise Tevrat ismi kullanılmaktadır. Tevrat Hz.
Musa’nın konuştuğu dil olan İbranice indirilmiştir. Günümüzde diğer dillere de
çevrilmiştir. Yahudilere göre, Tevrat Tanrı’nın Hz. Musa’ya Sina Dağı’nda vahyettiği
kitabın adıdır. Beş bölümden oluşur: Yaratılış, Çıkış, Levililer, Sayılar ve Tesniye. K.
Kerim’e göre Hz. Musa’ya Tevrat verilmiştir. Hz. Muhammed’e indirilen Kur’an,
Tevrat’ı onaylar” (DKAB 6. Sınıf Ders Kitabı, 2007, s.23).
Yahudiliğin kutsal kitabı Tevrat ile ilgili bilgi verilmeden önce Kitab-ı
Mukaddes konusunun işlenmesi gerektiği kanaatindeyiz. Çünkü Tevrat, Kitab-ı
Mukaddes’in bölümlerinden biridir. Öğrencinin zihninde oluşturulacak doğru kavram
haritaları, konunun daha iyi anlaşılması için yardımcı olacaktır. Bununla birlikte
Tevrat’ın Tanrı’nın Hz. Musa’ ya gönderilen ilahi mesajların yazılı kısmıdır ve bununla
birlikte “Talmud” ismi verilen ilahi mesajların sözlü kısmının bulunduğu kaynaklar da
74
vardır (Gürkan, 2008, s.64). Bu bilginin verilmesi de konunun daha doğru bir şekilde
öğrenilmesi için gereklidir. Ayrıca Tevrat’ın bölümlerinden bahsedilirken, fazla detaylı
olmasa da bu bölümlerin hangi içeriklere sahip olduklarının da kısaca belirtilmesi
gerekmektedir.
Konunun sonunda yer alan “Kur’an Tevrat’ı onaylar” ifadesi aslında konuya bir
Müslüman’ın gözü ile bakıldığını, öğrencilerin de Tevrat’ı bu bakış açısı ile
değerlendirmesi gerektiği vurgusu vardır. Bunun yerine K.Kerim’in Tevrat’a bakışı ile
birlikte, Tevrat’tan ifadeler de yer almalıdır.
MEB İlköğretim DKAB 8. sınıf ders kitabında “Günümüzde yaşayan büyük
dinleri tanıyalım” konu başlığı altında “Yahudilik” başlıklı konu yer almaktadır. Bu
bölümde Yahudilikle ilgili şu bilgilere yer verilmektedir:
“Yahudilik vahye dayalı en eski dinlerden biridir. Yahudi sözcüğü, Yahudi
ırkına ve dinine mensup olan anlamına gelir. Yahudiler, Hz. Musa’ya bağlı oldukları
için Musevi olarak da adlandırılırlar.
Yahudiler tarihlerini Hz. İbrahim ile başlatırlar. Yahudiler tarih sahnesine Mısır
ve Filistin bölgesinde çıkmışlardır. Hz. İbrahim ve Hz. Musa’yı en önemli
peygamberleri olarak kabul ederler. Yahudiler, Hz. Süleyman ve Hz. Davut dönemlerini
en görkemli dönemleri olarak anarlar.
Yahudiler, dinlerini yaymaya çalışmazlar. Yahudilik sadece bir ulusa ait milli bir
din olmuştur. Sadece Yahudi soyundan gelenler bu dine girebilirler.
Yahudilikte en önemli inanç Tanrı’nın var ve bir olduğu inancıdır. Yahudiler
Tanrı’ya “Yahova” adını verirler. Yahova tektir ve her şeyin yaratıcısıdır. Onlara göre
Tanrı Yahova, Yahudileri seçilmiş millet olarak yaratmıştır. Tanrı adı gereksiz yere
ağza alınmaz. Onunla ilgili herhangi bir resim veya suret yapılamaz. Yahudiler, Tanrı’
nın kendilerini her türlü zorluğa karşı koruyup yardım ettiğine inanırlar.
Yahudiliğin kutsal kitabı Allah’ın, Hz. Musa’ya vahiy yoluyla bildirdiği
Tevrat’tır. Tevrat’ın dili İbranicedir.
Cumartesi günü Yahudilerin kutsal günüdür. Bu günde hiçbir iş yapılmaz.
Sadece ibadet edilir. İbadet yerlerine sinagog veya havra adı verilir. Din adamlarına ise
haham denilir.
Yahudilikte ibadetler günlük ve haftalık olarak ikiye ayrılır. Günlük ibadet
sabah, öğle ve akşam olmak üzere üç vakitte yapılır. Cumartesi günü sinagoga gidilir ve
topluca ibadet edilir. İbadet esnasında kutsal kitaptan bazı bölümler sesli bir biçimde
okunur. Kadınlar ibadete katılmaz ancak başları örtülü olarak ibadeti izleyebilirler.
75
Kudüs’ te bulunan Ağlama Duvarı, Yahudiler için önemlidir. Sinagoglarda
bulunan yedi kollu şamdan (menora) ve içi içe geçmiş iki üçgenden oluşan sembol
Yahudilerin en önemli sembolleridir.
Yahudiliğin temelini oluşturan On Emir şu şekildedir:
1- Seni Mısır diyarından, esirlik evinden çıkaran Yahova benim. Karşımda
başka tanrıların olmayacaktır.
2- Kendin için put yapıp onlara tapmayacaksın.
3- Yahova’ nın adını boş yere ağzına almayacaksın.
4- Cumartesi gününü sürekli hatırlayıp onu kutsal sayacaksın.
5- Anne ve babana saygı göstereceksin.
6- İnsan öldürmeyeceksin.
7- Zina etmeyeceksin.
8- Hırsızlık yapmayacaksın.
9- Yalancı şahitlik yapmayacaksın.
10- Komşunun evine karşı açgözlülük etmeyeceksin” (DKAB 8. Sınıf Ders
Kitabı, 2007, s.123-124).
Bahsi geçen konuların değerlendirmesini yapmadan önce şunu belirtmeliyiz ki
gerek bu bölümde gerekse çalışmamızda incelediğimiz diğer bazı bölümlerde konuların,
olayların, peygamberlerin isimlerinin sıralanışı konusunda kronolojik sıralamaya
uyulmadığı dikkatleri çekmektedir. Örneğin bu bölümde peygamberler “Hz. Süleyman,
Hz. Davut” şeklinde sıralanmıştır ama Hz. Davut Hz. Süleyman’dan önce yaşamış bir
peygamberdir. Konuların işlenişi sırasında öğrencilerin zihinsel bir karmaşa yaşamasını
engellemek, yanlış öğrenmelerin önüne geçebilmek için bu konuda gerekli
düzenlemelerin yapılması gerekmektedir.
Konu içerisinde, Yahudiliğin tarihinin Hz. İbrahim ile başladığı ve Hz. İbrahim
ile birlikte Hz. Musa, Hz. Süleyman, Hz. Davut gibi peygamberlerin de Yahudilerce
kabul edildiği bilgisi verilmiştir. Konu, bilgilerin sıralı bir şekilde ardı ardına gelmesi
ilkesine aykırı bir durum söz konusudur. Peygamberlerin Allah tarafından seçilen ve
ortak amaca hizmet eden şahsiyetler olduğu konusu, 6. sınıfın ders kitabında, detaylı
olarak olmasa da verilmiştir. Bu konu işlenmede önce, tüm peygamberlerin ortak amaca
hizmet için aynı yaratıcı tarafından gönderildiği konusu işlenmelidir veya iki konu
birbiri ardına işlenmelidir. Bununla birlikte tüm ilahi dinlerin Allah tarafından
76
gönderilen peygamberlerce halka sunulduğu ve tüm dinlerin peygamber konusunda
ortak görüşlere sahip olduğu konusunun da burada işlenmesi gereken bir konu olduğu
kanaatindeyiz.
Konunun devamında yer alan ve Yahudilerin dinlerini yaymaya çalışmadığı,
Yahudiliğin bir ulusa ait milli bir din olduğu, sadece Yahudi soyundan gelenlerin bu
dine mensup olabileceği konusu ise bu bölümün en tartışmalı kısmını oluşturmaktadır.
Yahudiliğin seçilen dinden ziyade içinde doğulan din olduğu inancı bazı Yahudiler
tarafından kabul edilmektedir. Ancak bütün Yahudiler aynı düşünmez. Tevrat’ta ve
Yahudi tarihinde sonradan Yahudi olunabileceğine işaret eden birçok örnek vardır. Hz.
Musa, Hz. Davut ve Hz. Süleyman kendi milletlerinden olmayan kadınlarla
evlenmişlerdir (Gürkan, 2008, s.185). Tarihin çeşitli dönemlerinde Yahudi misyonerliği
de yapılmıştır. Ancak sosyal bazı sorunlardan dolayı misyonerlik faaliyetleri
durdurulmuştur (Gündüz, 2007, s.231). Yine Yahudi tarihine bakıldığında farklı etnik
kökene sahip milletlerin de Yahudi olduğu görülmektedir. Bunların en önemli örneği
Karay ve Hazar Türklerinin bu dini benimsemiş olmalarıdır (Karataş, 2000, s.27).
Yahudilerin kendilerini Tanrı tarafından seçilmiş millet olarak gördükleri bilgisi
de konu içerisinde verilen ama üzerinde tartışmaların sürdüğü bir konudur. Zira bu
konuda Yahudilikte iki farklı görüş vardır. Birinci görüş, ortak bir ataya (Âdem) ve
ortak bir ahde (Nuh) bağlı insan tasavvurudur. İkinci görüş ise Yahudilikte tüm insanlık
içinde belli bir nesebin devamı olarak özel ahit kapsamında İsrail vurgusunun
yapıldığıdır (Gürkan, 2008, s.196). Çalışmamızın çeşitli bölümlerinde vurguladığımız
üzere, eğer ders dinlerin ortak ve birleştirici yönünü ön plana çıkaracaksa daha çok
birinci görüş ön plana çıkarılarak konu anlatılmalıdır. Bu anlayış Yahudi olmayan diğer
inanç sahibi bireylerin de kurtuluşa erebileceği görüşünü ortaya çıkarmıştır ki bu görüş
dinin milli bir din haline getirilmediğini açıklamasa bile din konusunda milliyetçi bir
tavır sergilenmediğini de ortaya koymaktadır. Yahudi ilahiyatında “Nuhilik” diye
isimlendirilen görüş çerçevesinde tektanrıcılığı ve evrensel ahlak ilkelerini benimseyen
her bireyin hangi dinden ve milletten olursa olsun kurtuluşa erebileceği inancı vardır
(Gündüz, 2007, s.232). Yahudilerin her türlü zorluk karşısında Tanrı tarafından
korunduğu bilgisi de aynı gerekçelerle eleştiriye tabi tutulabilecek bilgilerdendir.
Yahudiliğin kutsal kitabından bahsedilen kısa paragrafta Kutsal Kitab
konusunda daha detaylı bilgilere yer verilmesi gerekmektedir. Bu bölümde en azından,
konu bütünlüğünün sağlanabilmesi için ilahi kitaplar konusu ile desteklenmesi
gerekmekte ve Yahudi kutsal kitabı ile ilgili olarak Kitab-ı Mukaddes, Eski Ahit,
77
Talmud, Tanah kavramları yer almalıdır. Ayrıca konu Tevrat’tan bazı bölümlerin örnek
olarak verilmesi ile de zenginleştirilmeli ve öğrencinin konuyu zihninde daha sağlam
temellere oturtması sağlanmalıdır.
Yahudiler için cumartesi gününün kutsallığından bahsedilen bölümde, bu günde
hiçbir iş yapılmadığı ve sadece ibadet edildiği bilgisi yer almaktadır. Bu bölüm Yahudi
kaynaklarına göre anlatılmıştır; ancak haftalık kutsal günler konusunda diğer dinlerle en
azından İslam Dini ile bir karşılaştırma yapılarak, olayın daha doğru bir şekilde
tanıtılacağı kanısındayız.
Yahudilikte ibadet konusunun anlatıldığı diğer paragrafta günlük ibadetin sabah,
öğle ve akşam olmak üzere üç vakitte yapıldığı belirtilmiş ancak bu ibadetlerin nasıl
yapıldığı hakkında bir bilgiye yer verilmemiştir. Bu bölümde de yine en azından
İslam’la bir karşılaştırma yapılarak, Tevrat’tan bölümlerin okunduğu bilgisine yer
verilebilirdi. Haftalık olarak cumartesi günü yapılan ibadetten bahsedilen konunun
devamındaki bölümde, ibadetin sinagog (havra)’da yapılığı, kadınların ibadete
katılamadığı, sadece başları kapalı bir şekilde ibadeti izleyebildiği bilgisi yer
almaktadır. Bu bölümde kısaca da olsa Yahudilikte mabed merkezli bir ibadet anlayışı
olduğu, bu mabedin Hz. Süleyman tarafından Kudüs’te inşa edildiği, bir süre sonra
yıkıldığı ve günümüz sinagoglarının bu mabedi temsil ettiği (Gündüz, 2007, s.237)
bilgisine yer verilmelidir. Bu bilgiler öğrencinin İslam’daki Kâbe/Kıble anlayışı ile
benzer bir inanç olduğunu anlamasını sağlayacaktır. Ayrıca kadınların ibadete
katılamadığı konusu da açıklama gerektiren bir konudur.
Kudüs’te bulunan Ağlama Duvarının Yahudiler için önemli olduğu bilgisi
verilirken, bir önceki paragrafta değindiğimiz üzere, Kutsal Mabed kavramının
açıklanması gerekmektedir.
MEB İlköğretim DKAB 6. sınıf ders kitabında “Kutsal Kitapları tanıyalım”
ünitesi içerisinde “Tevrat” başlıklı konu içerisinde şu bilgilere yer verilmektedir:
“Tevrat; Allah tarafından vahiy yoluyla Hz. Musa’ya indirilmiştir. Tevrat
İbranice bir sözcüktür ve “kanun, öğreti” anlamına gelir. Museviliğin (Yahudiliğin)
kutsal kitabıdır. Dili İbranicedir. Beş bölümden oluşur. Bunlar: Tekvin, Çıkış, Levililer,
Sayılar, Tesniye’dir. Tevrat’ ta Hz. Musa’ nın yaşamı, İsrailoğullarının başından geçen
çeşitli olaylar ve geçmiş peygamberlere dair bilgiler bulunur. İnsanlara doğru yolu
gösteren çeşitli öğütler yer alır. Kur’ an’ da yer alan birçok ayette Tevrat’ ın adı
geçmekte ve bu kitabın insanlara doğru yolu gösteren bir rehber olarak indirildiği
78
bildirilmektedir: “ Şüphesiz Tevrat’ ı biz indirdik. İçinde bir hidayet, bir nur vardır…”
Şeklindeki ayet, bu gerçeği ifade etmektedir (DKAB 6. Sınıf Ders Kitabı, 2006, s.94).
Bu bölüm, yukarıda da bahsi geçen ve 2007 yılında yayınlanıp okullarda
kullanılan bölüm ile aşağı yukarı aynıdır. Konu çok yüzeysel bir şekilde anlatılmış,
gerekli açıklamalar yapılmamıştır. Konunun sonunda verilen Kur’an’ dan örnek
verilmesi İslami bakış açısı ile konunun değerlendirildiğini göstermektedir. Ayrıca
konular birbirini bütünleyici değildir.
MEB İlköğretim DKAB 7. Sınıf ders kitabında “Günümüzde yaşayan büyük
dinleri tanıyalım” başlıklı konuda şu bilgilere yer verilmiştir:
“Yahudiler, Yehova adını verdikleri tek tanrıya inanırlar. Tanrı Yehova’ nın
başlangıcı ve sonu yoktur. Bütün evreni o yaratmıştır. O; her şeyi bilir, görür ve işitir.
Ancak Yehova, yalnızca Yahudi milletinin tanrısıdır” (DKAB 7. Sınıf Ders Kitabı,
2003, s.107).
Bu bölümde Yahudilikteki tanrı anlayışından, inancından bahsedilmektedir.
Ancak konunun devamında kesin bir dille Yehova sadece Yahudi milletinin tanrısıdır
vurgusu yapılmıştır. Bu bilgilerle ilgili eleştirilerimizi daha önceki bölümlerimizde dile
getirmiştik. Yahudilikte bu yönde bir inancın olduğu doğrudur. Ancak bu görüş tüm
Yahudilerin ortak görüşü değildir. Bazı Yahudi mezhepleri kendi milletleri dışında,
evrensel ortak ahlak ilkelerini benimsemiş farklı din mensuplarının da kurtuluşa
erebileceği görüşünü taşımaktadır. Bu ise Yehova’ nın sadece Yahudi milletinin tanrısı
olmadığı görüşünü ortaya çıkarmaktadır.
MEB Ortaöğretim DKAB 12. sınıf ders kitabında “Dinlerde ibadetler”
ünitesinde Yahudilik ile ilgili şu bilgilere yer verilmektedir:
“Yahudilikte ibadet Allah’a itaattir. Yahve’ nin adını zikretmek, ibadette en
önemli unsurdur. Bu dinde ibadet üç yolla; dua, Tora (Tevrat) çalışması ve Tora
emirlerini yerine getirme (amel) suretiyle yapılır. Yahudilikte ibadet öncesinde abdest
(tevila) anlamında dini temizlik yapılır. İbadeti yönetecek kişiler vücudu bütünüyle
yıkarlar. İbadet yapmak isteyenler ise ellerini ve ayaklarını yıkarlar” (DKAB 12. Sınıf
Ders Kitabı, 2010, s.33).
Bu bölümde Yahudilikte ibadet konusu ile ilgili verilen bilgiler daha önce de söz
ettiğimiz bölümlerden çok farklı görünmemektedir. Ancak ibadete başlamadan önce
abdest alındığı konusu bir karışıklık içermektedir. Çünkü “tevila” ibadet etmek için
yapılan bir temizlik değil murdarlıktan kurtulmak için yapılan bir temizlenme işidir
(Gürkan, 2008, s.144).
79
Aynı konu içerisinde, Yahudilikle ilgili diğer sınıflarda verilen bilgilerle benzer
olarak günlük ve haftalık ibadetlerden bahsedilmiştir. Ancak burada diğer sınıf ders
kitaplarından farklı olarak Yahudilikte Şema Duası ve Yahudilikte İbadet Öncesi Dini
Temizlik konu başlıkları altında Kitab-ı Mukaddes’ ten örnekler verilmiştir. Daha
önceki programlar ve ders kitaplarında yer almayan ve bizimde çalışmamızın ilgili
bölümlerinde eleştirdiğimiz, konunun dinlerin kendi öz kaynaklarına dayandırılarak
anlatılmaması, bu bölüm için geçerli gibi görünmemektedir. Kitab-ı Mukaddes’ten
gerekli bölümler kullanılarak konu objektif bir şekilde ele alınmaya çalışılmıştır.
Bu ünite içerisinde Yahudilikte ibadet konusu ile ilgili diğer bilgiler ise
şunlardır:
“Günümüzde Yahudiler, Allah’a şükretme, Yas tutma, günahlara kefaret ve kötü
günleri hatırlama amacıyla zorunlu olarak toplam altı gün oruç tutmaktadırlar. Allah’ın
İsrailoğullarını düşmanlarından kurtardığı gün olan Yom Kipur şükür orucuyla, Kutsal
Mabed’ in yıkılış günü olan Ab ayının dokuzunda tutulan Yas Orucu en önemli oruçtur.
Her iki oruçta bir gün öncesi gün batımında başlayıp ertesi gün gün batımından yirmi
dakika sonrasına kadar devam eder. Bu süre zarfında yemek-içmek kesinlikle yasaktır.
Yahudiler ayrıca her hafta pazartesi ve perşembe günleri de oruç tutarlar…
Yahudilikte yılda üç defa haccetmek zorunludur. Yahudi erkekler, yılda üç kez
Kudüs’te Yahve’nin huzurunda bulunmak zorundadırlar. Hz. Süleyman tarafından
yaptırılan Kudüs’teki mabet, hac amacıyla üç hac bayramı olan Mayasız Ekmak
Bayramı (Pesah), Haftalar Bayramı (Şavuot) ve Çardaklar Bayramı’nda (Sukot) ziyaret
edilmektedir. Mabet’in MS 70 yılında Romalılar tarafından tamamen yıkılmasından
sonra hac ziyaretleri sembolik bir hal almıştır. Kudüs’teki Mabet’ten geriye kalan
Ağlama Duvarı önemli bir ziyaret yeri olmuştur…
Yahudiliğe göre herkesin sahip olduğu malın onda birini (öşür) zekat olarak
vermesi zorunludur. Sadaka sadece ahlaki bir emir değil, aynı zamanda dini bir
sorumluluktur. Yahudi ahlakı sadakayı bir lütuf olarak değil, bir vazife olarak görür…
Yahudilikte kurban, vazgeçilmez en temel ibadetlerden biridir. Bireyin Allah’a
yakın olmasını ve onun isteklerine tam olarak teslim olmayı ifade eden kurban, Eski
Ahit’te bildirildiğine göre farklı amaçlarla kesilmektedir. Yahudilikte Allah’ın ihsan ve
merhametinden dolayı kurtuluş sunusu, bir takım sıkıntılardan kurtardığı için şükran
sunusu, işlenen suçlar veya günahlardan dolayı suç ve günah sunusu veya kefaret
kurbanı, şart koşulmuş bir sözden dolayı adak kurbanı gibi kurbanlıklar olarak
sunulmaktadır.
80
Yahudilikte yılda üç defa kurban kesimi emredilmiştir. Bu kurbanlar Mayasız
Ekmek (Fısıh) Bayramı, İlk Mahsül Bayramı ve Yom Kipur bayramlarında
kesilmektedir. Bunların en meşhuru “Pesah Kurbanı”dır. Kurban olarak genelde evcil
hayvanlardan olmak üzere sığır, koyun, kuzu, keçi, nadiren güvercin ve kumru kesilir…
Yahudi cemaatinin öncelikle topluca ibadet etmek, halkı eğitmek veya kültürel
kimliklerini korumak amacıyla toplandıkları yere “sinagog” adı verilmektedir. Türkçede
sinagog yerine İbraniceden gelen “havra” sözcüğü de kullanılmaktadır. Sinagoglarda
resim ve heykel bulundurulmaz. New York kentinde bulunan Emanuel Sinagogu, en
büyük sinagoglardan biridir…
Yahudilikte üç dini bayram vardır. Pesah (Mayasız Ekmek Bayramı), Şavuot
(Haftalar/Hasat Bayramı) ve Sukot (Çardaklar Bayramı)’tur. Bunlar hem hac bayramları
hem de zirai bayramlardır. Aylarca Yahudilerin hiçbir iş yapmadan geçirdikleri şabat
“yedinci gün” (cumartesi günü) bayramı vardır.
Yahudilikte Roş Haşana ve Yom Kipur günleri en önemli günler ve yıllık
bayramlardır. Roş-Haşana Yahudi yılbaşısıdır ve hasat dönemine rastlar. O gün
Tevrat’tan metinler okunur, tövbe ve ibadet edilir. Yom Kipur, Roş Haşana’dan on gün
sonra başlayan büyük oruç günüdür” (DKAB 12. Sınıf Ders Kitabı, 2010, s.34-44).
Aynı kitabın “Yaşayan dinler ve benzer özellikleri” adlı ünitesinde İbrahimi
Dinler kavramı açıklanmıştır. Bu bölümde İlahi Dinler olarak da bilinen dinlerin Hz.
İbrahim soyuna dayandığı ve hepsinin tevhid temeline dayandığı bilgileri verilmiştir.
Aynı bölümde “Yahudilik” başlıklı bölümde Yahudiliğin kökeninden, kutsal
kitabından, peygamberlerinden, mabedden, inanç esaslarından, tanrı anlayışından,
ibadetlerinden, ibadet yerlerinden bahsedilmektedir. Bu bilgiler, çalışmamızın daha
önceki bölümlerinde değindiğimiz bilgilerden çok farklı değildir. Ancak daha önceki
bilgilere ek olarak yeni bazı bilgilere yer verilmiş ve bazı değerlendirmeler yapılmıştır.
Yahudilikte İslam’da olduğu gibi bir ahiret inancı olduğu, iyilerin cennete kötülerin
cehenneme gideceği bilgisine yer verilmiştir. Bu bilgi dinler arasında karşılaştırma
yapılabilmesi ve İlahi-İbrahimi Din kavramının öğrencide daha sağlam bir şekilde
oluşmasını sağlayacaktır kanaatindeyiz. Ancak bu bilgilerin ortaöğretimin son sınıfında
veriliyor olması bilgilerde aşamalılık ilkesine pek uygun görünmemektedir.
Aynı bölümde şöyle bir ifade de yer almaktadır:
“Yahudilerde, Tanrı, peygamber, kitap, melek, ahiret ve kader inancı vardır…”
(DKAB 12. sınıf Ders Kitabı, 2010, s.100).
81
Bu bölümde en dikkat çekici bölüm meleklere iman konusudur. Meleklere iman
konusu Yahudi inançları arasında yer almaz (Gündüz, 2007, s.236). Bu yüzden bu
konunun düzeltilmesi ve doğru bilginin öğrencilere ulaştırılması gerekmektedir.
Yahudilikle ilgili daha önceki yıllardan farklı olarak verilen bilgilerden bir diğeri
ise şudur:
“Yahudi inanışına göre Mesih adında bir kurtarıcı gelecek ve Kudüs’ te Tanrı
krallığını kuracaktır” (DKAB 12. Sınıf Ders Kitabı, 2010, s.100).
Mesih inancı tüm dinlerde tartışma konusu olmuş önemli bir inanıştır. Güncel
olarak da çeşitli aralıklarla farklı dinlerin Mesih anlayışları sık sık gündeme
gelmektedir. Böyle bir konunun tek cümle ile anlaşılması, öğrenilmesi çok zordur.
Öncelikle Mesih kelimesinin ne anlama geldiğinin açıklanması gerekmektedir. Bundan
sonra ise Mesih inancının diğer dinlerdeki görünümlerinden bahsedilerek Yahudilikteki
Mesih inancının açıklanması gerektiğini düşünüyoruz. Ayrıca bu konu hakkında daha
önce hiçbir sınıfın hiçbir ünite veya konusunda herhangi bir bilginin yer almamış
olması, burada konunun tek bir cümle ile anlatılamayacağı görüşünü güçlendirmektedir.
Yahudilikte ahiret inancı ile birlikte Mesihçilik de önemli bir yer tutar. Bu
inanca göre karizmatik bir kurtarıcı yani Mesih Yahudileri yabancı boyunduruğundan
kurtararak Filistin topraklarında eski ihtişamına kavuşmuş bir devlet kuracaktır.
Başlangıcında Mesih inancının egemen olduğu bir Yahudilikten bahsetmek zordur.
Ancak daha sonraları bu inanç Yahudilikte önemli bir yer tutar hale gelmiştir. Yahudi
kutsal metinlerinde de kendine yer bulan ve yaygın olarak kabul edilen Mesih inancına
göre Davud soyundan gelecek olan Mesih, İsrail’in düşmanlarını yenmek suretiyle
onları esaretten kurtaracak, mabedi yeniden inşa edecek ve Tanrının Krallığını
kuracaktır. Bazı kaynaklarda bu asıl Mesihten önce Harun soyundan bir Mesih gelecek
ve asıl Mesihin yolunu açacaktır. Mesih insandır, ancak tabiatüstü güçleri vardır
(Gürkan, 2008, s.114).
Yahudilik ile ilgili yine aynı bölümde yer verilen bir diğer bilgi ise şudur:
“Yahudilikte erkek çocuk doğduktan sekiz gün sonra sünnet edilir. On üç yaşına
geldiğinde dini törenlere katılır.”
Yahudilikte yeni doğan erkek çocukların sünnet edilmesinin önemli bir gelenek
olduğu göz önüne alınarak (Gürkan, 2008, s.136), bu olayın İslam’da da yer alan erkek
çocukların sünnet edilmesi olayı ile benzerlik gösterdiğinin vurgulanması konunun
benzerlikler üzerinden anlaşılması adına doğru bir yol olacağı kanaatindeyiz.
82
Bir sonraki yıl basılan ve okutulan MEB Ortaöğretim DKAB 12. sınıf ders
kitabında, bir önceki yıl var olan “Dinlerde İbadetler” ünitesi çıkarılmıştır. Bu ünitenin
yerine, çalışmamızın ilerleyen bölümlerinde değineceğimiz “İslam düşüncesinde
tasavvufi yorumlar” ünitesine genişletilmiş hali ile yer verilmiştir. Kitaplardan
kaldırılan ünitenin konusunun son ünite olan “Yaşayan Dünya Dinleri ve Benzer
Özellikleri” ünitesinde yer verilmiştir.
Yahudilikle ilgili genel bilgilerin yer aldığı ilk bölümde daha önceki yıllardaki
bilgilere benzer tanıtıcı yüzeysel bilgilere yer verilmiştir. Özellikle Hz. Musa’nın hayatı
ile ilgili bilgilere yer verilen bölümde konu K. Kerim ayetleri ile açıklanmış, Kitab-ı
Mukaddes’ten veya Yahudi Kaynaklarından herhangi bir bilgiye yer verilmemiştir
(DKAB 12. Sınıf Ders Kitabı, 2011, s. 126). Ayrıca bir önceki kitapta yer alan bu
bölümün daha ayrıntılı olduğu, son kitapta bir önceki kitapta yer alan birçok bilgiye yer
verilmediği de dikkati çekmektedir.
Aynı kitapta Yahudilik ile ilgili daha önce bahsi geçen veya kitaplarda yer alan
bilgiler dışında inanç, ibadet ve ahlak başlıkları altında bazı bilgilere yer verilmiştir.
İnanç başlıklı bölümde Yahudilikle ilgili şu bilgiler yer alır:
“Yahudilikte Tanrı’nın Elohim ve Yehova olmak üzere iki ismi vardır. Elohim,
Tanrı’nın gazap tarafını, Yehova ise rahmet tarafını temsil eder. Yehova’ nın yalnız
İsrail’in Rabbi olduğuna ve Yahudilerle Hz. Musa vasıtasıyla ahitleştiğine inanılır.
Tanrı’nın adı gereksiz yere ağza alınmaz. Yahudiler onun bu isimlerini telaffuz
etmekten çekindikleri için onu Ha-Şem ve Adonay diye çağırırlar…” Burada bahsedilen
Yehova’nın İsrail’in Rabbi olduğu inanışı daha önce de belirttiğimiz üzere tüm Yahudi
mezhepleri için geçerli bir inanç değildir. Ayrıca bunu kabul eden mezhepler
seçilmişliği Yehova’nın Hz. İbrahim ile başlayan ve konuda da belirtildiği gibi Hz.
Musa ile sona eren tanrı ile ahitleşmeye bağlarlar (Gündüz, 2007, s.228).
“Yahudiler sadece kendi kutsal kitaplarında adları geçen peygamberlere
inanırlar. Onlara göre Hz. Musa en büyük peygamberdir. Peygamberlere iman,
Yahudilerin son peygamberi Malaki ile sınırlıdır. Malaki ile peygamberlik sona
ermiştir; bir daha peygamber gelmeyecektir. Bu yüzden Yahudiler Hz. İsa’nın ve Hz.
Muhammed’in peygamberliğini kabul etmezler…” Bu bölümde Yahudi inanışına göre
peygamberlerin günahsız olmadıkları, onların da diğer her insan gibi günah
işleyebildikleri konusuna da değinilmesi, karşılaştırma yapılabilmesi için gerekli
görünmektedir (Gündüz, 2007, s.236).
83
Yahudi kutsal kitabında ahiretin varlığı ve ahirete inanç hakkında kesin bilgiler
bulunmamakla birlikte Yahudi din bilginleri, ahirete imanı Yahudiliğin esasları arasında
saymışlardır. Ancak bu durum bütün Yahudileri bağlamamaktadır. Yahudi din bilgini
rabbilere göre ahirete
inanmayanlar
küfre
düşmüş olup
cennet
hayatından
nasiplenemeyeceklerdir. Bir Yahudi ne kadar büyük günah işlerse işlesin cehennemde
ancak on iki ay kalacaktır. Bu durum Talmud’da belirtilmektedir” (DKAB 12. Sınıf
Ders Kitabı ,2011, s.145-148).
İbadet bölümünde Yahudilikle ilgili yer verilen bilgiler ise şöyledir:
“Yahudilikte, çok önceleri formüle edilmiş geleneksel kalıp dualar bulunur. Bu
dualar, Siddur denilen dua kitaplarında toplanmıştır. Bunlar, doğumdan ölüme kadar
hayatın her alanı ile ilgili duaları içerir. Bununla birlikte bireyler, isterlerse bu dualara
kendi kişisel dualarını da ekleyebilirler. Dua her dilde edilebilir ancak kutsal cennet dili
olduğuna inanılan İbranice ile dua etmenin Yahudilikte özel bir yeri vardır…
Günümüzde Yahudiler sabah, ikindi ve akşam olmak üzere üç vakit ibadet
ederler. İbadette bazı eğilme, ileri geri gitme gibi davranışlar vardır. Amida denilen
ayakta durma kısmı ibadetin asıl kısmını oluşturur. Yahudiler sağ elleriyle göğüslerine
hafifçe vurarak işledikleri günahlardan pişmanlıklarını dile getiriler. Yahudiler İbadet
esnasında Siddur denilen dua kitabından belirli bölümler okurlar. Bunların dışında
ibadetin geri kalan kısmı oturularak yapılır. Yahudilerin ibadetinde secde hareketi
sadece Yahudi yılbaşı günlerinde (Roş Haşana) ve kefaret gününde (Yom Kipur)
yapılan ibadetlerde vardır. Günlük ibadetlerde secde yoktur…
“Yahudi tarihinde geçmişten beri yaygın olan oruç çeşitlerinden biri de bazı
şahısların günahlarını affettirmek veya bir musibet anında Allah’ın rahmetini kazanmak
amacını taşıyan oruçlardır.
Yahudi kutsal mabedinin Romalılar tarafından yakılıp yıkılmasından sonra (MS
70), hac ibadeti Yahudilerde sembolik bir hale gelmiştir. Mabetten geriye kalan Batı
Duvarı, “Ağlama Duvarı” olarak görülmüş ve ziyaret edilmiştir…” Oruç ve hac
konularının işlendiği bölümde Tevrat’tan bölümlere yer verilerek konu birincil
kaynaktan aktarılmaya çalışılmıştır.
“Yahudi Ağlama Duvarı dışında, çeşitli ülkelerde ziyaret ettikleri kabirler ve
mahalli ziyaret yerleri bulunmaktadır. Yahudiler belli günlerde bu tür yerleri ziyaret
ederler. Bu dinde hac mahallerinde dua edilir, adaklar adanır, bazen de istekler kağıda
yazılıp bırakılır ve azizlere yalvarılıp şefaatçi olmaları istenir…
84
Yahudilikte Kudüs’teki mabed yıkılmadan önce ibadetin özünü kurban
oluştururdu. Kurban, yakma hayvan kurbanı ve çeşitli eşyalardan sunulan kurban olmak
üzere iki kısma ayrılırdı. Yakma hayvan kurbanı mabedin sunağında kurbanlık hayvanın
yakılması ile gerçekleştirilirdi. Tevrat’ta ifade edildiğine göre kurbanın etinden çıkan
sıcak buğulardan Tanrı Yehova hoşlanırdı. Bundan dolayı ona çok sık yakma hayvan
kurbanı sunulurdu.” Bu bölümde yakma kurban konusunun yanlış anlaşılmaya mahal
bırakılmadan açıklanması gerekmektedir. Kurban edilecek hayvan kesildikten sonra eti
yakılarak tanrıya sunulmaktadır (Gürkan, 2008, s.153).
Ahlak bölümünde Yahudilikle ilgili şu bilgilere yer verilmiştir:
“Yahudilikte On Emir içinde, iyi olan davranışı yapma, kötü olanlardan sakınma
tavsiye edilerek insanlar doğru yola yönlendirilmiştir. Ahlaksız olmama, çalmama,
komşuya karşı yalancı şahitlik yapmama, komşunun evine, malına vb. göz dikmeme
bunlardan bazılarıdır. Bunların yanı sıra Yahudiliğin kutsal kitabında hile yapmak,
yalan söylemek, hırsızlık etmek ve içki içmek kötü davranışlar yapılmaması gereken;
temizlik, iyilik, yardımseverlik ve doğruluk da yapılması gereken davranışlar arasında
sayılmıştır.
Yahudiliğin kutsal kitabı Tevrat’ta doğrulukla ilgili şöyle denilmiştir:
“Torbanızda biri ağır, öbürü hafif iki türlü tartı olmayacak, evinizde biri büyük, öbürü
küçük iki türlü ölçü olmayacak. Tartınız da ölçünüz de eksiksiz ve doğru olacak. Öyle
ki Tanrı’nız Rabb’in size vereceği ülkede ömrünüz uzun olsun. Tanrı’nız Rabb bunları
yapandan da haksızlık edenden de tiksinir.” ”
“Dinlerde önemli gün ve geceler” başlıklı bir bölümde Yahudilikle ilgili şu
bilgilere yer verilmiştir:
“Yahudilikte tövbe ve bağışlanma günü olarak kabul edilen Roş Aşana ve Yom
Kipur günleri vardır. Bu günler, Yahudilikte en kutsal günler olarak kabul edilir. Roş
Aşana Yahudilikte yılbaşıdır. Yahudi takviminin 7. ayı olan Tişri (eylül-ekim) ayının
birinde başlar ve iki gün sürer. Yahudi inancına göre bu bayram, kainatın ve insanın
kaderinin yeniden belirlenişini ifade eder. Bu günlerde insanlar yıl boyunca işledikleri
amellerin muhasebesini yapar. Tanrı bu günde imanlarından dolayı duacıların duasını
kabul eder ve onları affeder. Yine bu günde girilmiş olan yeni yıl boyunca insanların
başlarına gelecekler karara bağlanır. Yahudiler bu iki günü ibadet ve tövbe ile
değerlendirmeye çalışırlar ve bu günlerde eğlence yapılmaz.
Yom Kipur, Roş-Aşana’nın birinci gününden itibaren devam eden on günlük
tövbe zamanının sonundaki kefaret günüdür. Yahudi inancına göre insanın Roş
85
Aşana’da çizilen bir yıllık kaderi Yom Kipur’da son şeklini alır ve mühürlenir. Bu
nedenle Yom Kipur, Yahudilikte çok önemli bir gündür. O gün Yahudiler hiçbir iş
yapmazlar. Sadece ibadet ve tövbe ile meşgul olurlar.
Bu günlerin yanında Yahudilikte haftalık kutsal dinlenme ve ibadet günü kabul
edilen şabat önemli günlerdendir. Şabat vakti, cuma akşamı güneşin batışıyla başlar.
Cumartesi günü güneşin batmasıyla sona erer, bu süre zarfında iş yapmak yasaktır.
Dindar Yahudiler şabat boyunca hiçbir iş yapmaz ve sadece Tanrı’ ya ibadet ederler.
Yahudilikte kutsal kitap Tevrat’ta yapılması emredilen Fısıh, Sukkot ve Şuvuot
adında üç tane dini bayram vardır.
Fısıh (Mayasız Ekmek Bayramı): Yahudilerin Mısır’dan çıkışları anısına
kutlanan bir bayramdır. Yahudi takviminin 1. ayı olan nisan (mart-nisan) ayının on
beşinde başlayıp yirmi ikisine kadar devam eden yedi günlük bir bayramdır.
Haftalar bayramı olarak da bilinen Şavuot, Tevrat’ın Tanrı tarafından Yahudilere
verilişini kutlama bayramıdır. Yahudi takvimine göre şivan (haziran-temmuz) ayının
altısında kutlanır, iki gündür.
Şukkot, Yahudilerin Mısır’dan çıktıktan sonra kırk yıl çölde kalmasının anısına
yapılan bir bayramdır. Sekiz gündür. Eğlence yönü ağırlıklı bir bayramdır. Sukkot, aynı
zamanda tarladan mahsulün toplanması bayramıdır. Yahudilikte üç büyük hac
festivalinden biridir. Yahudi erkekleri bu bayram gününde Kudüs’ e gelerek hac
ibadetlerini yerine getirirler” (DKAB 12. Sınıf Ders Kitabı, 2011, s.175-176).
Aynı ünite içerisinde “Dinlerde çevre bilinci” başlıklı konuda Yahudilik ile ilgili
şu bilgilere yer verilmiştir:
“Yahudilikte çevreyle ilgili en yoğun bilgi Tevrat’ın Tekvin bölümünde,
dünyanın yaratılışını anlatırken verilmektedir. Burada, Allah’ın evreni ve içindeki
canlıları yarattığından, bu durumdan hoşnut olduğundan söz edilmektedir. O halde bu
evreni yaratan ve insanların kullanımına veren Allah, onun kendi yarattığı halinin
bozulup yok edilmesini istemez. Bu durum Tevrat’ta şöyle ifade edilmiştir: “Allah
onları mübarek kıldı; Allah onlara dedi: Semereli olun çoğalın ve yeryüzünü doldurun
ve onu tabi kılın; denizin balıklarına ve göklerin kuşlarına ve yeryüzünde hareket eden
her canlı şeye hakim olun. Allah dedi: İşte, bütün yeryüzü üzerinde olup tohum veren
her sebzeyi ve kendisinde ağaç meyvesi olup tohum veren her ağacı size verdim; size
yiyecek olacaklar ve yerin her hayvanına ve göklerin her kuşuna ve kendisinde hayat
nefesi olup yeryüzünde sürünen her şeye, bütün yeşil ot yiyecek olarak verdim; ve böyle
86
oldu.” ” Konunun Kitab-ı Mukaddes’ten bölümlerle yer verilerek anlatılması bu dine
karşı daha doğru düşünce ve tutumlar geliştirilmesi açısından önemlidir.
Yahudiliğin anlatıldığı tüm bölümlerle ilgili dikkatimizi çeken bir konu da dini
terimlerle ilgili birliğin sağlanamamış olmasıdır. Yahudilerin ilahları için kullanmış
olduğu isimler bazen Yahve bazen Yahova bazen de Yehova şeklinde ifade edilmiştir.
Yine Yahudilerin kutsal günleri ile ilgili bazı bölümlerde Roş Haşana ismi kullanılırken
bazı bölümlerde bu isim Roş Aşana şeklinde kullanılmıştır. Doğru bilgilerin verilmesi
ve dinin doğru bir şekilde öğretilmesi için bu yanlışlıkların düzeltilmesi gerekmektedir.
3.2.2. Hıristiyanlık
Hıristiyanlık, Semavi veya İlahi Dinlerden bir diğeridir. Hıristiyanlığın tarihi Hz.
İsa’nın doğumu ile başlar. Aslen bir Yahudi olan Hz. İsa Yahudi toplumu içinde
doğmuş ve orada büyümüştür. İlk mesajlarını burada sunmuştur (Aydın, 2008, s.17).
Günümüzde dünyanın birçok yerinde yaklaşık 1.5 milyar civarında Hıristiyan
yaşamaktadır (Tümer ve Küçük, 2002, s.260).
Hıristiyanlıkta kutsal kitap ‘Bible (Kitab-ı Mukaddes) diye adlandırılmaktadır. O
Eski Ahit adı altında Yahudilerin kutsal yazıları ve Yeni Ahit (İncil) adı altında
Hıristiyan yazıları olmak üzere iki temel bölümden oluşmaktadır. Hıristiyan inancına
göre Eski Ahit, Tanrı’nın Hz. Musa ile Sina Dağında yaptığı ahdi temsil eder. Yeni
Ahit, İsa’nın havarileriyle son akşam yemeğinde yaptığı sözleşmeyi temsil etmektedir.
Eski Ahit tek başına bir anlam ifade etmez. O’nun anlaşılması için Yeni Ahit’ e ihtiyaç
vardır. Eski Ahit insanlığın Yeni Ahit dönemine hazırlanması işlevini görür. Bu yüzden
Hıristiyanlıkta Kitab-ı Mukaddes içerisinde Yeni Ahit ayrıcalıklıdır, daha önemlidir
(Aydın, 2007, s.78). Hıristiyanlar dört İncil’i kabul eder ve inanırlar. Bunlar Matta,
Markos, Luka ve Yuhanna İncilleridir (Aydın, 2008, s.17).
Hıristiyanlığın inanç esaslarının temelini teslis (trinite) oluşturur. Hıristiyanlık
monoteist bir dindir ancak Hıristiyanlar teslise inanırlar. Teslis matematiksel veya
felsefi bir anlam içermez. Bu Tanrının gerçek cevheri ile ilgili bir sırdır. Bu yüzden
teslise “üçlü birlik” adı da verilir. Teslis’in ilk unsurunu “Baba” yani tanrı oluşturur.
Hıristiyanlar inandıkları Tanrının Yahudi ve Müslümanların da Tanrısı olduğuna
inanırlar. Bu dinler Tanrıya inanan üç iman topluluğu olarak değerlendirilir.
Hıristiyanlarda Tanrıya Baba denmesi Yahudilikten geçmiştir. Teslisin ikinci unsuru
“Oğul” yani İsa’dır. Hıristiyanlara göre buradaki Baba-Oğul ilişkisi fiziksel bir bağ
87
değildir. İsa’da Tanrının yaratılmamış ezeli mesajının bedenleştiğine ve aralarında
yaşadığına inanılır. Tanrı bir defalığına İsa’da bedenleşmiştir. Teslisin üçüncü ve son
unsuru ise Kutsal Ruh veya Ruhu’l-Kudüs’tür. Baba’dan veya Oğul’ dan çıktığına
inanılan Kutsal Ruh tanrı ile aynı cevherdendir (Aydın, 2008, s.41-50).
Hıristiyanlarda üç çeşit ibadet vardır. Bunlar günlük, haftalık ve yıllık
ibadetlerdir. Günlük ibadet günde iki kez kilisede din adamı nezaretinde yapılır.
Haftalık ibadet Hıristiyanlar için kutsal olan Pazar günü yapılır. Kilisede ve mutlaka
cemaatle yapılması gerekir. Yıllık ibadetlerin başında ise Noel ibadeti ve Paskalya
ibadetleri yer alır. Noel ayininde kilisede büyük ayinler düzenlenir. Paskalyada da yine
kiliselerde büyük ayinler düzenlenir (Aydın, 2008, s.68-70).
MEB İlköğretim DKAB 4. sınıf ders kitabında “Çevremizde bulunan dini
sembolleri tanıyalım” başlığı altında İslami motiflerin en belirginlerinden olan cami,
minare, şadırvan gibi cami öğelerinden, Allah ve Muhammed yazılı levhalardan, ayet ve
hadislerin yazılı olduğu tablolardan, seccade, tespih gibi İslam Dini ibadet gereçlerinden
bahsedilmiştir. Bunlarla birlikte “Kilise”nin de çevremizde bulunan dini sembollerden
olduğu ve Hıristiyanların ibadet yerlerine bu ismin verildiği söylenmiştir (DKAB 4.
Sınıf Ders Kitabı, 2007, s.22-23).
Aynı kitapta Kur’an-ı Kerim’i tanıyalım başlıklı bir ünite yer almakta ve
K.Kerim’in son ilahi kitap olduğundan, ne gibi hükümler içerdiğinden bahsedilmekte ve
K. Kerim genel olarak tanıtılmaktadır. Bu bölümde Allah’ın insanlara mesajlarını
ulaştırmak için birçok İlahi Kitap gönderdiği belirtilerek İncil’in bu İlahi Kitaplardan
olduğu yazılmaktadır. Ancak bunun dışında ne ünite içerisinde ne de ders kitabında
İncil’le ilgili tanıtıcı herhangi bir bölüm bulunmamaktadır. Bununla birlikte tüm ilahi
kitapların ortak mesajlar içerdiği, dürüstlük, adalet gibi kavramların bunlardan bazıları
olduğu vurgulanmıştır.
Bu bölümde, konunun çok kısa bir şekilde ele alınması, öğrencinin seviyesi ve
gelişim düzeyi göz önüne alındığında normal görünmektedir. Bununla birlikte tüm ilahi
kitapların ortak mesajlar içerdiği bilgisi öğrencilerde oluşacak ilahi kitap kavramının
birleştirici temellere dayanması açısından önemlidir. Ancak burada konunun anlatımı
için sadece K. Kerim’den örnekler verildiği görünmektedir. Bunun yanında diğer ilahi
kitaplardan da örneklerin yer alması gerektiği kanaatindeyiz.
MEB İlköğretim DKAB 6. sınıf ders kitabında “İlahi Kitaplar” başlığı altında
“İncil” isimli bir alt konu bulunmaktadır ve bu bölümde İncil’le ilgili şu bilgilere yer
verilmiştir:
88
“İncil Yüce Allah tarafından Hz. İsa’ya verilmiştir. Yeni Ahit (Ahd-i Cedit)
adıyla da bilinmektedir. Hz. İsa’ nın Aramice konuştuğu bilinmektedir. Eldeki en eski
İncil metni Grekçedir. Günümüzde İnciller, bütün dünya dillerine çevrilmiştir. Bugün
Hıristiyanların çoğunun kabul ettiği İnciller dört tanedir. Bunlar Matta, Markos, Luka,
Yuhanna İncilleridir. Tevrat’ta sıklıkla dini kurallara vurgu yapılırken İncil’de bu
kuralların daha çok ahlaki boyutuna öncelik verilmiştir. İncil’ de Hz. İsa’nın yaşamı,
insanları Allah’a inanmaya çağırırken karşılaştığı güçlükler, sevgi, dürüstlük ve
alçakgönüllülük gibi ahlaki değerler dile getirilir. İnsanların birbirini sevmeleri istenir.
İlahi buyrukların özüne dikkat çekilir” (DKAB 6. Sınıf Ders Kitabı, 2007, s.24).
Konunun girişinde İncil’in dili ile ilgili verilen bilgiler, öğrencilerin zihninde
İncil’in dili konusunda çelişkili düşüncelerin oluşmasına sebep olabilir. Burada sadece
İncil’in dilinin İbranice olduğunun belirtilmesi yeterlidir.
MEB İlköğretim DKAB 8. sınıf ders kitabında “Günümüzde yaşayan büyük
dinleri tanıyalım” konu başlığı altında “Hıristiyanlık” başlıklı konu yer almaktadır. Bu
bölümde Hıristiyanlıkla ilgili şu bilgilere yer verilmektedir:
“Hz. İsa, Filistin’de Nasıra isimli köyde doğmuştur. Bir mucize olarak babasız
dünyaya gelmiştir. Annesinin adı Meryem’dir. Hz. İsa 30 yaşına geldiğinde Allah
kendisine peygamberlik görevi vermiştir. O da insanları Allah’a inanmaya davet etmeye
başlamıştır. Hz. İsa’ya davetinin başında 12 kişi inanmıştır. Bunlara “havari” denir.
Hıristiyanlığın kutsal kitabı İncil’dir. Matta, Markos, Luka ve Yuhanna isimli
kişiler tarafından yazılan ve yazarlarının adıyla anılan 4 adet İncil en meşhurlarıdır.
Hıristiyanlıkta inanç esaslarının temelini teslis inancı oluşturur. Teslis “üçlü
tanrı inancı” demektir. Teslisin unsurları; Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’tur.
Baba: Evrenin yaratıcısı, her şeyin sahibi Allah’tır.
Oğul: Hz. İsa, Hıristiyanlara göre Tanrı’nın oğlu ve kurtarıcı kabul edilir.
Kutsal Ruh: Tanrı’nın vahyini kiliseye iletmekle görevli, seçkin toplulukları
yönlendiren tanrı nefesidir.
Hıristiyanlar; melekler, kadere ve öldükten sonra dirilmeye inanırlar. Hz.
Muhammed’in dışındaki peygamberlerin peygamberliğini kabul ederler.
Hıristiyanların; günlük, haftalık ve yıllık olarak ibadetleri üç bölümden oluşur.
Günlük ibadetler sabah akşam, haftalık ibadetler pazar günü, yıllık ibadetler de dini
bayramlarda yapılır.
Hıristiyanların ibadet yeri kilisedir. Din adamlarına ise papaz veya rahip adı
verilir. Hz. İsa’nın idam edildiğine inandıkları çarmıh (haç), hem Hıristiyanlığın hem de
89
kilisenin sembolüdür. En önemli Hıristiyan mezhepleri; Katoliklik, Ortodoksluk ve
Protestanlık mezhepleridir.
Hıristiyanlığa göre bütün insanlar günahkâr olarak doğarlar. Bu nedenle bütün
doğan çocuklar, kutsal su ile yıkanarak günahlarından arındırılır. Buna vaftiz ayini
denir. Ayrıca, Hıristiyanlıkta, günah işleyenler, günahlarını din adamının önünde itiraf
ederler. Din adamı ise kilise adına bu kişilerin günahlarını affeder. Bu yönüyle
Hıristiyanlıkta din adamlarına büyük ayrıcalıklar tanınmıştır” (DKAB 8. Sınıf Ders
Kitabı, 2007, s.124).
Hıristiyanlığın anlatıldığı bu bölümde, Hz. İsa’nın babasız dünyaya gelişinin
hem İncil’den hem de K. Kerim’den örneklerle anlatılması, konunun devamı için
önemli bir temel olacaktır ve olayın anlatımının farklı ilahi kitaplarda birbirine yakın
olması, her iki dinin de ilahi kaynaklı olduğunun anlatılması için önemlidir. Konunun
devamında Matta, Markos, Luka ve Yuhanna adıyla dört farklı İncilin varlığından söz
edilmektedir. Ancak Hıristiyanlar bu İncillerin farklı İnciller olmadığına, hepsinin ortak
mesajlar içerdiğine, sadece Hz. İsa’nın hayatı ile ilgili farklılıklar olduğuna ve bunun
sebebinin de Hz. İsa’nın hayatının farklı bakış açıları ile ele alınmasından
kaynaklandığına inanmaktadırlar (Karataş, 2000, s.52).
Konunun devamında Hıristiyan inancının temelini teslis inancının oluşturduğu
bunun ise üçlü tanrı inancı olduğu bilgisi yer almaktadır. Bu inancın unsurları olan
Baba-Oğul-Kutsal Ruh çok kısa olarak birer cümle ile açıklanmaktadır. Hıristiyanlık
bölümünün girişinde, teslis inancının üç farklı tanrı algısı olmadığı, tanrının aynı
cevherden doğan üç farklı yansıması veya algılanışı olduğunu belirtmiştik.
İsa Karataş, DKAB ders kitaplarında yer alan ve Hıristiyanlıktaki teslis inancının
anlatıldığı bölümlere itirazda bulunarak konuya bir Hıristiyan gözü ile şöyle açıklık
getirmektedir:
“… Hıristiyanlar üç tanrıya inanmazlar. Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’tan oluşan
tek bir tanrıya inanırlar. Kutsal Ruh’un Cebrail olduğu iddiası da Hıristiyan inancına
uygun değildir. Hıristiyanlığın temel inanışlarından biri olan “ Baba, Oğul ve Kutsal
Ruh” konusunu biraz açıklamaya çalışalım:
Baba: Yer ve gök, görünen ve görünmeyen tüm varlıkların yaratanı, her şey
kadir Yüce Allah.
Oğul: Bütün çağlardan önce Allah’ta var olan, insanların kurtuluşu için insan
bedeni alarak dünyaya gelen, çarmıha gerilerek günahlarımızın cezasını kaldıran,
90
öldükten 3 gün sonra dirilerek ölümü yenen, Allah’ın Ruh’undan olan (bunu Kur’an da
kabul ediyor), bu nedenle kendisine Allah’ın Oğlu denilen İsa Mesih.
Kutsal Ruh: İsa Mesih’in göğe yükselişinden sonra, Tanrı ile insan arasındaki
irtibatı devam ettiren, Peygamber ve Elçilere konuşan, insanları doğru yolda eğiten
Allah’ın Ruhu.
Bunlar üç ayrı Allah’lar olmayıp tek Allah’tır. İşte biz buna ‘Üçlü Birlik’ deriz.
Buna, Allah’ın üç etkin yönü de diyebiliriz.
Bunu daha iyi anlamak için sık sık güneş örneği verilir. Güneş tektir ama
dünyamıza üç ayrı özellikte yansımaktadır: 1- Dairesel biçimini görüyoruz. 2- Ondan
çıkan ışınları görüyoruz. 3- Ve ışınlarındaki ısıyı hissediyoruz. Bunlar güneşin üç ayrı
yönünü göstermekle birlikte, güneşi üçe çıkarmaz” (Karataş, 2000, s.75).
Bu bölümün bir diğer paragrafında, Hıristiyanların meleklere, kadere ve ahirete
iman ettikleri, Hz. Muhammed dışındaki peygamberlerin peygamberliğine iman ettikleri
bilgileri verilmiştir. Burada, Hıristiyanların Hz. Muhammed’ in peygamberliğini kabul
etmedikleri bilgisinin verilmesi özellikle Müslüman öğrencilerin Hıristiyanlığa bakışı
açısından tehlikeli gibi görünmektedir. Muhakkak ki söylemek istediğimiz gerçeklerin
saklanması veya yanlış bilgiler verilmesi anlamına gelmemektedir. Ancak konu daha
uygun bir şekilde anlatılmalı, öğrenciler arasında gruplaşmaların oluşmasının önüne
geçilmeye çalışılmalıdır.
Verilen bilgilerden dikkat çekici olan bir diğeri ise Hıristiyanların günahkâr
olarak doğduklarına inandıkları ve bu yüzden doğan çocukların kutsal su ile yıkanarak
vaftiz edildikleri bilgisidir. Ancak Hıristiyan inancına göre vaftiz sadece yeni doğan
çocuklara yapılmaz. Hıristiyanlığa yeni giren bireyler de vaftiz edilirler. Vaftiz edilen
bireyler önce günahlarından arınmış sonra ise Hıristiyan olmuş olur (Aydın, 2008, s.72).
Ayrıca Hıristiyanlar çocukların günahkâr doğdukları görüşünü de kabul etmezler.
Çocuklar günahkâr değil, günaha eğilimli dünyaya gelir. Yeni doğan çocukların vaftiz
edilme sebebi budur (Karataş, 2000, s.60).
Konunun son bölümünde din adamlarının, günahlarını itiraf eden kişilerin
günahlarını kilise adına bağışlayacağına yer verilmiştir. Ancak Hıristiyan din adamları
günahını itiraf edenlerin günahlarını kilise adına değil Baba, Oğul, Kutsal Ruh adına
bağışlar (Aydın, 2008, s.99).
MEB İlköğretim DKAB 6. Ssnıf ders kitabında “Kutsal Kitapları tanıyalım”
ünitesi içerisinde “İncil” başlıklı konu içerisinde şu bilgilere yer verilmektedir:
91
“İncil, sözcük olarak “müjde, iyi haber, öğretici” anlamına gelir. Allah
tarafından Hz. İsa aracılığı ile İsrailoğulları’na gönderilmiştir. Hıristiyanların kutsal
kitabıdır. K. Kerim’de Hz. İsa ve İncil hakkında şöyle buyrulur: “ O peygamberlerin
izleri üzere Meryem oğlu İsa’ yı, önündeki Tevrat’ı doğrulayıcı olarak gönderdik. Ona,
içerisinde hidayet ve nur bulunan, önündeki Tevrat’ı doğrulayan, Allah’a karşı
gelmekten sakınanlar için doğru yola iletici ve bir öğüt olarak İncil’i verdik.” İncil’de
Hz. İsa’nın yaşamı, insanları Tanrı’nın varlığına ve birliğine inanmaya çağırırken
karşılaştığı çeşitli güçlükler yer alır. İnsanların birbirlerini sevmeleri, barış ve huzur
içinde yaşamaları öğütlenir. Günümüzde Matta, Markos, Luka ve Yuhanna olmak üzere
dört İncil vardır” (DKAB 6. Sınıf Ders Kitabı, 2006, s.94).
Bu bölümde de daha önceki bölümlerde yapmış olduğumuz değerlendirmelerle
aynı olarak, konunun anlatımında K. Kerim’ le birlikte İncil’den de örneklerin verilmesi
yerinde olacaktır. Ayrıca Matta, Markos, Luka ve Yuhanna’ nın farklı İnciller olmayıp
İncil’in farklı anlatımları olduğu belirtilmelidir.
MEB Ortaöğretim DKAB 12. sınıf ders kitabında “Dinlerde ibadetler”
ünitesinde Hıristiyanlık ile ilgili diğer sınıflarda verilen günlük ve haftalık ibadetlerle
ilgili benzer bilgiler yer verilmiş, bunların yanında İncil’ de Duaya Bakış başlığı ile
İncil’den bir bölüm yer almaktadır (DKAB 12. Sınıf Ders Kitabı, 2010, s.33). Bu, diğer
sınıflardan farklı olarak bu kitapta yer alan olumlu bir değişikliktir. Konunun
devamında ise Hıristiyanlıkta ibadet ile ilgili şu bilgilere yer verilmiştir:
“Hıristiyanlıkta oruç, birtakım bedensel isteklerin önüne geçmeyi ve işlenmiş
bazı günahların cezasını çekmek amacıyla tutulur. Hıristiyanlıkta iki çeşit oruç
bulunmaktadır. Bunlardan birincisi Şükran (ökaristik) orucu, diğeri kilise (eklesiyastik)
orucudur. Bu iki orucu da Katolikler tutar. Protestanlar tutmazlar. Ökaristik orucu,
belirli bir süre katı besinlerin yenilmesinin yasak olduğu oruçtur. Günümüzde
Hıristiyanların büyük çoğunluğu, Paskalya öncesinde perhiz niteliğinde kırk gün
(carem) oruç tutarlar. Orucun bir günlük süresi, akşam bir kez yemek yedikten sonra
ertesi akşama kadar devam eder. Oruç tutan kişiler gün boyunca bir şey yemez ve
içmezler. Gün batımından sonra yenen yemekle oruç bozulur. Hıristiyanlar bayram ve
Pazar günleri oruç tutmazlar…
Hıristiyanlar da Kudüs’ü ve Hz. İsa’nın yaşadığı yerleri ziyaret etmektedirler.
Şehitlerin, azizlerin ve havarilerin dini yaymak için dolaştıkları yerler, içinde Hz.
Meryem’in evi olduğuna inanılan Efes de hac amacıyla ziyaret edilmektedir.
Günümüzde Ortodokslar, Kudüs ve Betlehem (Hz. İsa’ nın doğduğu yer)’i hac
92
maksadıyla ziyaret etmektedirler. Katolikler, hac için genellikle Papalığın bulunduğu
Roma şehrine giderler…
Hıristiyanlıkta başlangıçta bütün mallardan onda bir (öşür) olarak sadaka
verildiği bilinmektedir. Sadaka, günahlardan tövbe ve arınma anlamında önemli bir yer
tutmaktadır. Sadaka verirken gösteriş yapmaktan uzak durulmalıdır. Hıristiyanlar, Hz.
İsa’nın ölüm günü olan Cuma günü, tövbelerin kabul edileceğine inanarak daha çok
sadaka verirler. Hıristiyanlıkta ruhi temellere öncelik verildiğinden mali ibadetlere fazla
yer verilmemiştir…
Hıristiyanlıkta da kurban olgusu vardır. Neredeyse bütün Hıristiyanlarca
kutlanan “Ekmek Şarap Ayini” aynı zamanda bir kurban ritüelidir. Hıristiyanlar hayvan
kurban etmeyi kabul etmezler. Onlara göre zaten İsa, kendisini kurban etmiştir. Ancak
bu anlayış, bütün Hıristiyanlar için geçerli değildir. Zira günümüzde Gagauz ve
Ortodoks
Hıristiyanlar
gibi
bazı
Hıristiyanlar
kurban
uygulamasını
devam
ettirmektedirler.
Hz. İsa’ nın ölümünden sonra havarilerin ibadet yeri Kudüs’teki Mabet’ti.
Havarilerin dahil olduğu her bir Hıristiyan grup için Yunanca “cemaat” anlamında
“kilise” sözcüğü kullanılmaya başlanmıştır. İbranice ‘gahal’ sözcüğü Yunancaya
‘eklessia’ diye çevrilmiştir.
Hıristiyanlar ibadet yeri olarak kilise adı verilen mekanları kullanmaktadır.
Kiliseden daha büyük ve geniş olan ibadet yerlerine katedral denmektedir. Duvarlar,
Hz. İsa’nın, Hz. Meryem’in ve azizlerin resimleri ve heykelleriyle süslüdür. Dünyanın
en büyük kilisesi, Notr Dame de la Paix Bazilikası’dır…
Hıristiyanlıkta önemli günler ve geceler, genellikle Hz. İsa ile ilgilidir. Hz.
İsa’nın doğumu, ölümü, dirilişi ve göğe yükselmesi gibi olayları anmak için kutlamalar
yapılır.
Noel; Hz. İsa’nın doğumunun, Ürdün Nehri sularında vaftiz oluşunun ve
dünyada ilk görünüşünün hatırasına kutlanan bir bayramdır. Noel’de Hıristiyanlar
ayinler yapar, ilahiler okur ve birbirlerine hediye verirler.
Hz. İsa’nın ölümünden üç gün sonra dirilişini anmak üzere her yıl ilkbaharda
değişik tarihlerde yapılan seramoniye “Paskalya Yortusu” denilmektedir. Meryem Ana
Günü’nde, Hz. Meryem’in iffeti dile getirilir, özellikle kadın ve kızlara telkinde
bulunulur.
Hıristiyanlıkta haftalık ibadet günü Pazar günleri, çok önemlidir. Hıristiyanlar o
gün daha çok ibadet ederler” (DKAB 12. Sınıf Ders Kitabı, 2010, s.34-44).
93
Noel’in tarihi konusunda Hıristiyan mezhepleri arasında ihtilaf vardır. Katolik
kiliseleri Noel bayramını 25 Aralık’ta kutlamaktadırlar. Doğu Kiliseleri ve Ermeni
Kilisesi Noel’i 6 Ocak’ta kutlar. Bu sebeple İsa’nın doğduğu günü bu kiliseler farklı
kabul etmektedirler (Aydın, 2008, s.70). Bu bilginin verilmesi özellikle fenomenolojik
yaklaşım açısından önem arz etmektedir. Öğrencilerin önemli konular da dahil olmak
üzere bazı konularda aynı din içerisinde farklı görüşlerin olduğunu anlamasını
sağlayacağı gibi İslam Dini içerisinde var olan mezhep kavramının aslında bir çok dinde
olduğunu görmesini sağlayacak ve yeni düşünsel alanlar oluşturacaktır.
Bir sonraki yıl basılan ve okutulan MEB Ortaöğretim DKAB 12. Sınıf ders
kitabında, Yahudilik konusuna olduğu gibi Hıristiyanlık konusuna da “Yaşayan Dünya
Dinleri ve Benzer Özellikleri” ünitesinde yer verilmiştir.
Hıristiyanlık ile ilgili daha önce bahsi geçen veya kitaplarda yer alan bilgilerin
haricinde inanç, ibadet ve ahlak başlıkları ile yeni bazı bilgilere yer verilmiştir. İnanç
başlıklı bölümde Hıristiyanlıkla ilgili şu bilgiler yer alır:
“Hıristiyanlıkta ise özde tek tanrı anlayışı varken daha sonra teslis anlayışı
gelişmiştir. Bu inanca göre Tanrı, özü bakımından tekdir. Görüntü ve cisimleşme
açısından ise üçtür. Onun üç ayrı görüntüsü vardır: Baba, Oğul ve Kutsal Ruh. Baba,
her şeyin yaratıcısı olan Tanrı’dır. O; sonsuz, görülmeyen, her şeyi bilen ve gören
ruhtur. Oğul İsa’dır. Tanrı, İsa’da şekillenmiş, insanlara olan sevgi ve merhametini bu
şekilde göstermiştir. İsa’nın izinden gitmek, Tanrı’nın isteklerini yerine getirmektir.
Çünkü İsa, Baba ile aynı özdendir. Tevrat’ ta sözü edilen Kutsal Ruh’un ise Baba’dan
çıkıp vaftiz yolu ile insanlara geçtiğine inanılır. Kutsal Ruh, Tanrı’ nın tüm özelliklerini
kendisinde taşır. Buna göre insanlar Tanrı’yı doğrudan doğruya bilemez, ancak
sembollerle bilebilirler. Baba Tanrı’nın varlığının, Oğul Tanrı’nın bilgeliğinin, Kutsal
Ruh ise Tanrı’nın canlılığının sembolleridir…
Hıristiyanlığın asıl kutsal kitabı olan Yeni Ahit; Dört İncil, Resullerin İşleri,
Havarilere ait yirmi bir mektup ve Vahiy bölümü olmak üzere yirmi yedi kitaptan
oluşmaktadır. Yeni Ahit’te, Matta, Markos, Luka ve Yuhanna adını taşıyan içerikleri
farklı olan dört İncil bulunmaktadır. Her İncil kendi yazarının adıyla anılmaktadır…
Hıristiyanlığın inanç esasları arasında peygamberlere iman maddesi yer almaz.
Ancak Hıristiyanlar, Yahudi peygamberlerini kabul ederler. Hz. Muhammed’in
peygamberliğini ise kabul etmezler. Hz. İsa’yı da bir peygamber değil, Allah’ın oğlu
olarak nitelerler. Hz. İsa’nın havarilerini O’nun resulü sayarlar…
94
Ahiret inancı Hıristiyanlığın kutsal kitabı olan İncil’de de vardır. Buna göre Hz.
İsa’nın dünyaya ikinci gelişiyle kıyamet kopacak ve ölüler dirilecektir. Hz. İsa, insanları
hesaba çekmek üzere adalet kürsüsüne oturacaktır. Hıristiyanlara göre Allah hükmetme
yetkisini Hz. İsa’ya vermiştir. Ölümden sonra ruh bedenden ayrılarak dünyada
yaptıklarına göre mükafatını veya cezasını görecektir. Hıristiyan inancında ölümden
sonra cennette mutluluk, cehennemde azap görecek olan ruhtur” (DKAB 12. Sınıf Ders
Kitabı, 2011, s.145-149).
Bu bölümün başında Hıristiyanlıktaki teslis inancı ile ilgili verilen bilgiler
Hıristiyan kutsal kaynaklarına ve inanç esaslarına daha uygun ve doğru görünmektedir.
İbadet bölümünde Hıristiyanlıkla ilgili şu bilgilere yer verilmiştir:
“Hıristiyanlıkta dua, İsa Mesih vasıtasıyla Allah’a yaklaşma vesilesi olarak
görülür. Bireysel olarak yapıldığı gibi kilisede cemaatle de yapılır. Dua, Hıristiyanların
en çok önem verdiği ibadettir. Dua kutsala yönelik hamt, şükür, dilek ve yakarıştır.
Hıristiyanlar için yaşama ebedi bir bakış açısı kazandırmak için önemli bir fırsat olarak
kabul edilir. Hıristiyanlar pazar ayinlerinde ve yemek öncesinde toplu olarak dua
ettikleri gibi bireysel olarak da dua edebilirler. Hıristiyanlıkta duanın Tanrı ile konuşma,
Tanrı’yı dinleme, Tanrı’nın varlığını tefekkür etme ve toplumsallık olmak üzere dört
önemli yönü vardır…
Hıristiyanlıkta pazar günü kiliseye gitmek çok önemlidir. Çünkü Pazar günleri
İsa’nın havarileriyle yediği son yemeğin anısına “Evharistiya ayini” yapılır. Pazar ayini
mutlaka kilisede piskoposlar veya onu temsil eden bir rahip tarafından yönetilir…
Hıristiyanlıkta oruç ibadeti biraz daha farklıdır. Oruç tamamen yemeden
içmeden uzak durmak değildir. Paskalya bayramı öncesi kırk gün oruç tutulur. Bu oruç,
günde bir öğün yemek yiyerek tutulur, zorunlu değildir. Ancak bu günlerde sadece bir
gün oruç tutmak zorunludur. Protestan mezhebine bağlı olan Hıristiyanlar, oruç
ibadetini kabul etmediği için oruç tutmazlar. Hıristiyanlar çarşamba ve cuma günlerini
de oruçlu geçirmeye çalışırlar…
Günümüzde bazı Hıristiyanlar Hz. İsa’nın doğumu, çarmıha gerilişi ve yeniden
dirilişi anısına Kudüs ve Bethlehem hac ziyareti yaparlar. Hz. İsa’nın hayatının üç
safhasını oluşturan bu olayların cereyan ettiği günler, Hıristiyan haccının zamanını
belirlemektedir. Hıristiyanlıkta hacılar, günahlarından arınmak için önce Ürdün
Nehri’nde suya dalarlar. Sonra, sırasıyla İsa’nın hayatının geçtiği önemli yerleri ziyaret
ederler. Buralarda İncil’den parçalar okur tövbe eder ve ölümü düşünürler.
95
Katolikler, hac için genellikle papalığın bulunduğu, İtalya’daki Roma şehrine
giderler. Protestan anlayışında ise hac diye bir ibadet yoktur…
Hıristiyanlıkta sadaka, günahlardan arınma ve tövbe anlamında önemli bir yer
tutar. Hıristiyanlar, sadaka vererek işledikleri günahlardan kurtulduklarına inanırlar.
İncil’de sadakanın gösteriş için verilmemesi gerektiği, “Sadaka verdiğin zaman, iki
yüzlü adamların insanlardan hürmet görmek için havralarda ve sokaklarda yaptıkları
gibi önünde boru öttürme. Doğrusu size derim: Onlar karşılıklarını aldılar. Fakat sadaka
verdiğin zaman, sol elin sağ elinin ne yaptığını bilmesin de sadakaların gizli olsun…”
ifadesiyle belirtilir.
Hıristiyanlar Hz. İsa’nın öldüğü gün olan Cuma günü tövbenin kabul edildiğine
inanırlar. Bunun için Cuma günü bol bol sadaka verirler” (DKAB 12. Sınıf Ders Kitabı,
2011, s.151-163).
Ahlak bölümünde Hıristiyanlıkta ilgili şu bilgilere yer verilmiştir:
“Hıristiyanlıkta evrensel ahlaki değerlerin pek çoğu yer alır. Hıristiyanlığın
kutsal kitabı İncil’de; zina etmeyeceksin, öldürmeyeceksin, çalmayacaksın, yalan yere
şahitlik etmeyeceksin ve anne babana hürmet edeceksin şeklinde ahlaki değerle yer alır.
Aynı şekilde “… Şarapla sarhoş olmayın, onda edepsizlik vardır…” denilerek içki
içmenin kötü bir alışkanlık olduğu vurgulanmıştır. İncil’de insanların anne babalarına
saygı göstermesi konusunda şunlar belirtilmektedir: “… Annene, babana saygı
göster…” Yine İncil’de, “… İyilik yapın, hiçbir karşılık beklemeden ödünç verin…”
denilerek insanlar iyilik ve yardımlaşmaya teşvik edilmiştir.”
“Dinlerde önemli gün ve geceler” başlıklı bölümde ise Hıristiyanlıkla ilgili şu
bilgilere yer verilmiştir:
“Hıristiyanlıkta kutsal günlerin ve gecelerin çoğu Hz. İsa ile ilgilidir.
Hıristiyanlar, Hz. İsa’nın hayatının önemli dönüm noktalarını oluşturan olayların geçtiği
zamanı çeşitli ibadetlerle anarlar. Bunun dışında Hz. Meryem ve azizlerle ilgili kutsal
günleri ve geceleri de vardır.
Hıristiyanlıkta Hz. İsa’nın diriliş günü kabul edilen pazar gününe önem verilir.
Pazar günü ekmek-şarap ayini ile Hz. İsa’nın manevi vücuduna iştirak edilmiş
olunacağına inanılır.
Hıristiyanlıkta Hz. İsa’nın doğumu, ölümü, dirilmesi ve göğe yükselmesi
olaylarını anmak için kutlanan Noel ve Paskalya adında iki tane önemli bayram
bulunmaktadır.
96
Noel; Hz. İsa’nın dünyaya gelişini anmak amacıyla kutlanan bir dini bayramdır.
Bu bayramın zamanı konusunda Hıristiyan mezhepleri arasında farklılıklar vardır.
Katolik ve Protestanlar Noel’i 25 Aralıkta, Ortodokslar ise 6 Ocak tarihinde başlatırlar.
Noel’de Hıristiyanlar ayin yaparlar, kapı kapı dolaşıp ilahiler okurlar ve
birbirlerine hediyeler verirler. Ayrıca bu bayramda, hastaneleri ve kimsesiz çocuklar
yurtlarını da ziyaret ederler. Noel’de Hıristiyanlar, evlerini Noel ağacı denilen ağaçlarla
süslerler. Noel ağacı ve Noel Baba, Noel kutlamalarının en önemli özelliklerindendir.
Paskalya, Hz. İsa’nın öldükten sonra dirilişi anısına kutlanan bir bayramdır. Bu
bayramın öncesinde kırk günlük bir tövbe ve perhiz zamanı bulunmaktadır. Bu kırk
günlük sürenin son cuma günü Hz. İsa’nın çarmıha gerildiği gün olarak anılır ve yoğun
ibadetlerle geçirilir. Cumadan iki gün sonraki pazar günü ise Paskalya, yani Hz. İsa’nın
diriliş günü olarak kutlanır.”
3.2.3. Hint Dinleri
3.2.3.1. Hinduizm
Hinduizm, Hint yarımadasında yaşamakta olan halkın çoğunluğunun dini inanç
ve geleneklerini ifade etmek için kullanılan bir terimdir. Bu kelime İndus Nehri
etrafında oturanlar anlamına gelir. Halk ise kendi dinine “Sanatana Dharma” (ezeliebedi din) adını vermiştir. M.Ö. 2000 yıllarında Doğu Avrupa’dan gelen halk ile yerli
halkın inanç ve geleneklerinin birbirine karışması ile ortaya çıkmıştır. Dünya nüfusunun
yaklaşık %12’si bu dine mensuptur (Tümer ve Küçük, 2002, s.96-97).
Hinduizm’in kurucusu ve net bir inanç sistemi yoktur. Fakat oldukça geniş
kapsamlı bir kutsal kitap anlayışı vardır. Bu kutsal kitapların dili Sanskritçedir. En
önemli kutsal kitapları Vedalardır. Vedalar ilahiler, dualar, yaşayış kuralları, doğaüstü
güçler gibi konuları içerir ve doğaüstü güçlere sahip kişilere vahyedilmiştir. Aslında çok
kapsamlı olan Hindu kutsal kitaplarını ikiye ayırmak mümkündür. Bunlar “Şruti”
(vahye dayananlar) ve “Smriti” (destan şeklinde olanlar)’ dır (Tümer ve Küçük, 2002,
s.98).
Hinduizm inanç sisteminde çok esnek bir Tanrı anlayışı vardır. Her toplum ve
insan Tanrıyı kendine göre açıklar ve inanır. Tanrının kendini vahiyle gösterdiğine
inanılan ilahi dinler yadırganmaz. Tanrı kendini birçok farklı şekilde gösterebilir. Bu
yüzden Hinduizm’de birden fazla Tanrı inancı yerleşmiştir. Aynı zamanda “Hulül”
(avatara/enkarnasyon) inancı vardır. Tanrı insan suretinde cisimleşebilir. Peygamber
97
konusu da bu şekilde açıklanır. Vahyin veya peygamberliğin sonu yoktur. Bu iş hulül
yoluyla sonsuza dek sürer. Hindu inanç sisteminde en dikkat çekici olanı ise
“Reenkarnasyon” (tenasüh/ruh göçü)’dur. Bu inanca göre insan hayatında yaptıkları
sonucu, karma inancı gereği (sebep sonuç ilişkisi-yaptıklarının karşılığını bulma)
öldükten sonra insan, hayvan, bitki veya tanrı olarak tekrar hayata gelebilir (Tümer ve
Küçük, 2002, s.101-102).
Hinduizm’de ibadet temelde bireysel bir faaliyettir. Çoğunlukla bireysel ibadet
edilir. Üç çeşit ibadet vardır. Bunlar günlük olarak yapılanlar, özel durumlarda
yapılanlar ve yılın belli günü yapılan yıllık ibadetlerdir. Günlük olarak sabah, öğle ve
akşam olmak üzere üç kez ibadet edilir. Bu ibadetler selamlama, Tanrıyı zikir, dua ve
kutsal metinlerden bazı bölümlerin okunması şeklinde yapılır. Özel günlerde yapılan
ibadetler, doğum, evlilik, ölüm gibi özel durumlarda kötü ruhları uzaklaştırma, manevi
kirlerden arınma, kutsama gibi amaçlarla yapılır. Yıllık ibadetler ise Hindularca kutsal
kabul edilen günlerin veya bayramların ibadetle geçirilmesidir (Gündüz, 2007, s.298299).
MEB İlköğretim DKAB 8. sınıf ders kitabında “Günümüzde yaşayan büyük
dinleri tanıyalım” konu başlığı altında “Hinduizm” başlıklı konu yer almaktadır. Bu
bölümde Hinduizm ile ilgili şu bilgilere yer verilmektedir:
“Hinduizm, daha çok Hindistan’da yaşayan insanların din ve inançlarına verilen
addır. Hindu sözcüğü o bölgede bulunan İndus Nehri’ nin isminden gelmektedir.
Hindular, kendi dinleri için “Sanatana Dharma” ifadesini kullanırlar. Hinduizm’in
bilinen bir kurucusu yoktur. Bu din, adeta bir gelenekler birikimidir. MÖ. 1500
yıllarından itibaren ortaya çıkmıştır.
Hinduizm’in en belirgin yönü toplumu kastlara ayırmasıdır. Kast, “aynı işle
meşgul olan, görev ve gelenekleriyle birbirine sımsıkı bağlanan insanların meydana
getirdiği birlik” anlamına gelir.
Kast sisteminde dört temel sınıf vardır:
* Rahipler ve bilginler ( Brahmanlar)
* Prensler ve askerler (Kşatriyalar)
* Esnaf ve çiftçiler (Vaisyalar)
* İşçiler ve köleler (Südralar)
98
Ayrıca kast sistemine dahil edilmeyen, kast dışı kabul edilen paryalar (toplum
dışı sayılanlar) vardır.
Hinduizm’in temelinde Brahma (mutlak varlık) inancı olmakla birlikte birden
çok tanrının varlığına inanılmaktadır. Brahma, Vişnu ve Şiva en önemli tanrılarıdır.
Brahma yaratıcı, Şiva yok edici, Vişnu koruyucu tanrıdır.
Hinduizm’in kutsal kitapları Vedalardır.
Hinduizm’de ibadetin belli şekli yoktur. İbadet bireyseldir. Herkes istediği yerde
istediği şekilde ibadet edebilir. En temel ibadet Ganj Nehri’nde yıkanmaktır. Günlük
ibadete sabah şafaktan önce başlanır, doğuya doğru dönülerek oturulur.
Hinduizm’de “karma” denilen neden sonuç yasası vardır. Buna göre insan
geçmişte yaptıklarının karşılığını başka bir bedende tekrar dünyaya gelerek görecektir.
Hindu inancına göre ruh ölümsüzdür. Ruhun bir bedenden başka bir bedene geçerek
sürekli yaşadığına inanılır. Bu inanca “reenkarnasyon” veya “tenasüh” (ruh göçü) adı
verilir. Bu inanca göre ölen kişi, yaptığı işlerin iyi ya da kötü olmasına göre insan,
hayvan veya bitki biçiminde yeniden dünyaya gelir.
Hinduizm’de ineklerin önemli bir yeri vardır. Dokunulmaz ve kutsal kabul
edilir. Etlerinin yenilmesi de yasaktır. Hindular ruhun ölümsüzlüğüne inandıkları için
ölülerini gömmezler. Cesetlerini yakarak küllerini kutsal kabul ettikleri Ganj Nehri’ ne
atarlar” (DKAB 8. Sınıf Ders Kitabı, 2007, s.124).
Hinduizm ile ilgili bilgilerin verildiği bu bölümde kast sisteminden ve dört sınıf
kasttan bahsedilmiştir. Ancak konunun detaylı bir şekilde açıklanması gerekmektedir.
Çünkü toplum içerisinde sosyal sınıf farklılıklarının olması ve bunun dine dayanıyor
olması bilgisi öğrenciler üzerinde din hakkında farklı düşüncelerin oluşmasına sebep
olabilir. Kast anlayışının kaynağı ile ilgili olarak iki farklı görüş vardır. Birinci görüş
kast sisteminin Hindistan’ ın etnik yapısından kaynaklandığı görüşüdür. İkinci görüş ise
kast sistemini dini bir inançtır ve kutsal metinlere dayanır. Kastlar, tanrı Brahma’nın
vücuda gelmiş farklı bölgelerinden yaratılmışlardır (Gündüz, 2007, s.288).
Hinduizm’de birden fazla tanrı olduğu ve her birinin farklı ismi, farklı görevi
olduğunun anlatıldığı bölüme, Hinduların pratikte farklı isimlere sahip farklı gibi
algılanan tanrılara ibadet eder görünseler de aslında bir tek tanrıya, çoğu zaman aynı
tanrıya ibadet ettikleri görüşüne de değinilmesi gerekmektedir (Gündüz, 2007, s.286).
Hinduizm’de ibadet konusunun işlendiği diğer paragrafta ibadetin daha çok
bireysel olduğu bilgisine yer verilmiş, en temel ibadetin Ganj Nehri’nde yıkanmak
olduğu, günlük ibadetin sabah ve akşam doğuya dönülerek yapıldığı bilgileri bu dinin
99
ibadet anlayışının anlaşılması için yeterli görünmemektedir. Bu konu ile ilgili, en
azından bir Hindu için günün, sabah kalkınca “Om” hecesini söyleyerek başladığının
belirtilmesi (Gündüz, 2007, s.298), günlük ibadet sırasında genelde duaların okunduğu
ve bu duaların genelde Vedalar’dan alındığının vurgulanması gerekmektedir. Bununla
birlikte günümüz dünyasında son derece popüler bir hale gelen “Yoga”nın Hinduizm’de
insanın hem bedeni, hem de zihni ve manevi gücünü bir araya getiren bir egzersiz
olduğunun da belirtilmesi gerekmektedir (Tümer ve Küçük, 2002, s.103).
MEB Ortaöğretim DKAB 12. sınıf ders kitabında “Dinlerde ibadetler”
ünitesinde Hinduizm ile ilgili şu bilgiler yer almaktadır:
“Hinduizm’de Yüce Tanrı (Brahma)’ya inanılmakla birlikte bir Hindu’nun
yaşamında Yüce Tanrı’dan çok başka tanrılara ibadet yer alır. Hinduizm’de ibadet;
dilekte bulunma, aracı kılma, övgü ve tapınma şeklinde icra edilir.
Günlük ibadetini yapacak olan bir Hindu, sabah gün doğmadan kalkar.
Hinduizm’in besmelesi olan “Om” kelimesiyle Tanrı’nın ismini anar ve yıkanır.
Yüzünü doğuna dönerek oturur. Tanrı’sına yakarır. Kutsal sözleri ve sözcükleri sükûnet
içerisinde durmadan tekrarlarlar. Öğle ve akşam ibadetlerinde de benzerlerini yaparlar.
Mabetlerde cemaatle ibadet yoktur. Halk mabedi ziyarete gider. Tanrı’nın
heykelinin önünde eğilir, ona çiçek ve buhur (tütsü) sunar. Hindular sabahleyin güneş
doğmadan önce, öğle vaktinde ve güneş battıktan sonra olmak üzere üç defa ibadet
ederler.
Hinduizm’de en önemli ibadet yogadır. Kişinin zihinsel, bedensel ve manevi
gücünü bir araya getirerek sükûnete kavuşturmayı amaçlar. En önemlisi ferdi
meditasyondur…
Hinduizm (Brahmanizm)’de her ayın 11 ve 12. günlerinde oruç tutulur. Böylece
Hinduların tuttukları oruç gün sayısı yıl boyunca toplam 24 günü bulur. Yaşlılar,
hastalar ve çocuklar oruçtan muaf değildir. Bazıları beşeri istekleri kırmak için 15 gün
boyunca oruç tutar. Onlara göre bu süre içinde bir yudum sudan başka bir şey yiyip
içmek orucu bozar. Oruç genellikle belirli bazı besinleri yememe, yani bir çeşit perhiz
şeklindedir…
Hinduizm’de kutsal sayılan birçok ziyaret yeri vardır. Bunların en meşhuru
Benares’e yapılan ziyarettir. Ayrıca Ganj Nehri, Himalayalar, Altın Tapınak ve
Bodhgaya en meşhur hac yerleridir…
Hinduizm’de sadaka, isteğe bağlı yapılan bireysel yardımlardır…
100
Hinduizm, kurban fenomeni en fazla öne çıkan dinlerden biridir. Daha önceleri
at kurban edilirken daha sonra bu uygulamadan vazgeçilmiştir. Tanrılara sunulan her
şey kurban kabul edilmektedir. Tanrı’nın öfkesini gidermek için özel hediyeler de
“kurban” olarak sunulur…
Hinduizm’de mabetler, her şeyden önce tanrısal güçlerin ikamet yerleri olarak
görülür. Bu mekanlar, insanların tanrısal güçlerle buluşma, onları ziyaret etme ve çeşitli
takdimler sunma yerleridir…
Hinduizm’de birçok bayram kutlanmaktadır. Bunların kutlama şekli ve zamanı
bölgeden bölgeye değişmektedir. Diwali, önemli bir Hindu bayramıdır. Işıklar Bayramı
olarak da bilinir. İyiliğin kötülüğe karşı zaferini temsil eder. İnsanlığa umut getirmesi ve
kutlama nedeniyle ışıklar yakılır” (DKAB 12. Sınıf Ders Kitabı, 2010, s.34-45).
Aynı kitabın “Yaşayan dinler ve benzer özellikleri” adlı ünitesinde Hint Dinleri
başlıklı bir bölüm yer almakta, bu bölümde Hinduizm ile ilgili şu bilgiler yer
almaktadır:
“Hinduizm, Hintlilerin, inanç ve geleneklerini ifade eder. Hinduizm dinine bazı
kaynaklarda Brahmanizm’de denilmiştir; ancak Hint Yarımadasındaki halkın çoğunun
inanç ve geleneklerini ifade ettiği için yaygın olarak Hinduizm terimi kullanılmıştır. Bu
dinin tespit edilmiş bir kurucusu yoktur.
Hindistan
nüfusunun
%80’i
Hindu’dur.
Pakistan,
Bangladeş,
Nepal,
Endonezya’nın yanı sıra Fiji, Malezya, Singapur, Sri Lanka ve birkaç Afrika ülkesinde
de Hindular yaşamaktadır.
Hinduizm’in temelinde Brahma (Mutlak Varlık) inancı yatmaktadır. Hinduların
tanrı inancında üçleme (teslis)nin varlığı dikkat çeker. Bu üçleme içinde Brahma,
yaratıcı; Vişnu, koruyucu; Şiva ise yok edici tanrıdır. Himalaya Dağları ve Ganj Nehri
kutsal yerler olarak kabul edilir.
Hinduizm’de kutsal bilgilerin tamamını içine alan Veda’lar vardır. Sanskritçe
yazılmış olan Veda’lar, dört bölümden meydana gelmiştir. Hemen hemen bütün
Veda’larda ilahiler, dualar, hayat kuralları, tılsım ve büyü ile ilgili konular yer alır.
Veda’ların bilge kişilerin kalplerine doğduğuna inanılır.
Hinduizm’de ibadet tapınakların olduğu her yerde yapılabilir. Çünkü her yerde
tapınak vardır ve Tanrı, nerede olursa olsun yapılan bütün ibadetleri görür. İbadetlerin
belli bir şekli yoktur. Hindularda “om” ortak ibadet sembolüdür. Veda’ları okumaya
başlamadan, yemekten ya da her hangi bir işe başlamadan söylenir.
101
Hinduizm’de halk çeşitli sınıflara ayrılır. Bu sınıfların her birine kast, bu sisteme
ise kast sistemi denir. Kast, aynı işle meşgul olan, görev ve gelenekleriyle birbirine
sımsıkı bağlanan insanların meydana getirdiği birlik anlamına gelir. Kişi kendi isteği
doğrultusunda kast seçemez. Bu doğuştan getirilen bir özelliktir. Kast sistemi
Hinduizm’in inançlarından kaynaklanır. Belli başlı beş kast vardır:
Brahmanlar (rahipler ve bilginler)
Kşatriyalar (prensler ve askerler)
Vaisyalar (esnaf ve çiftçiler)
Surdalar (işçiler ve köleler)
Paryalar (toplum dışı sayılanlar)
Kast sistemi 1947 yılında kaldırılmıştır. Ancak bazı kişilerin bu sistemi
sürdürdükleri bilinmektedir.
Hinduizm’de inek; bütün varlıkların anası sayıldığı için kutsal kabul edilir. İnek
eti yenilmesi yasaktır.
Hindular, ruhun ölmezliğine inandıkları için ölülerini gömmezler. Cesetleri
yakarak küllerini Ganj Nehri’ne atarlar. Ganj Nehri kutsal kabul edilir.
Hinduizm’de önemli bazı dini kavramlar vardır:
Tanrı: Tek tanrı inancıyla üçlü tanrı inancını bir arada görmek mümkündür. Bu
durumda herkes, tanrıyı kendi açısından değerlendirip istediği gibi ona yönelebilir.
Yoga: İnsanın beden, zihin ve manevi gücünü bir araya getiren egzersizdir.
Meditasyon: Yoga uygulamalarından biri olan meditasyon, zihni olumsuz
düşüncelerden arındırma ve rahatlama yöntemidir.
Karma: Bir sebep sonuç kanunudur. Bu nedenle insan geçmişte ne yapmışsa
gelecekte de onu görecektir. İyilik yapan iyilik, kötülük yapan da kötülükle
karşılaşacaktır.
Reenkarnasyon (Ruh göçü/Tenasüh): Ruhun bir bedenden başka bir bedene
geçmesidir. Tenasüh, karma doktrinin bir sonucudur. İnsan yaptıklarına göre, havyan,
bitki, insan veya tanrı şeklinde tekrar doğar.
Hulul: Tanrı Vişnu’nun insan şekline girmesidir.
Hinduizm’e göre hayatın dört amacı vardır. Bunlar; dürüstlük, helal kazanç,
mutluluk ve kurtuluştur. Hindu’nun yaşam boyu tek hedefi, karmanın tekrar doğuş
çemberinden kurtulmak, özgürleşmek ve bir daha dünyaya gelmemektir. Bunu
102
gerçekleştirmek için bir Hindu, dürüst olmalı, helal kazanç sağlamalı ve mutluluğu
yakalamalıdır” (DKAB 12. Sınıf Ders Kitabı ,2010, s.104).
İlk bölümlerde bahsedildiği gibi Hinduizm’de üçlü bir tanrı inancı olduğu
doğrudur. Ancak bazı kutsal kaynaklara da dayandırılan inanca göre tanrı öz olarak bir
tanedir (Tümer ve Küçük, 2002, s.100). Din içerisindeki farklı algıların ve çoktanrılı
inanışın temelinin anlaşılması için bu bilgilere de yer verilmelidir.
2012 yılında okutulan DKAB ders kitabında ise bir Hinduizm ile ilgili bir önceki
yıllardan farklı olarak şu bilgilere yer verilmiştir:
“Ulusal nitelikli bir dindir. Bu dine Hindistanlıların dini anlamına gelen
Hinduizm adını Batılılar vermiştir. Hindular kendi dinlerine Sanatana Dharma
(başlangıcı ve sonu olmayan din) derler.
Hinduizm, çok sayıda insanın inandığı bir dindir. Bu dinin başlangıç tarihi
bilinmemekle birlikte, MÖ 2000 yıllarında ortaya çıktığı sanılmaktadır. Bu yıllarda
Doğu Avrupa’dan gelen Ariler, Hindistan’ı istila ederek oraya yerleşmişlerdir. Onların
inanç ve gelenekleriyle yerli halkın inanç ve geleneklerinin birleşip kaynaşması sonucu
Hinduizm ortaya çıkmıştır.
Hinduizm’in belli bir kurucusu, inanç ve ibadet sistemi yoktur. Herkes istediği
biçimde ibadet etmekte özgürdür. Her yerde ibadet edilebilir. Hinduizm’in tapınakları
da vardır ama ibadetler topluca yapılmaz.
Hinduizm’in ibadet şekillerinde olduğu gibi Tanrı anlayışında da farklılıklar
vardır. Her birey ve topluluk, Tanrıyı kendi kişiliğine ve geleneğine göre tanımlar.
Tanrı, kimilerine göre korkutucu bir kuvvet, kimilerine göre ise kutsal bir sevginin
kaynağıdır. Hindular arasında çok tanrıcılığa inananlar olduğu gibi tek tanrıya inanalar
da vardır. Genellikle Hinduizm’de üç büyük tanrı dikkati çeker. Bunlardan birincisi
yaratıcı tanrı olan Brahma’dır. İkincisi koruyucu tanrı olan Vişnu, üçüncüsü ise yok
edici tanrı olan Şiva’dır.
Hinduizm’in kutsal kitapları da çok çeşitlidir. Vedalar, Brahmanalar,
Upanişadlar ve Aranyakalar bunlar arasındadır. Hinduizm’in kutsal kitapları, Veda adı
verilen İlk Çağ metinlerini temel alır. Diğerleri Vedaların tamamlayıcısı durumundadır.
Vedalar; Rig Veda, Sema Veda, Yajur Veda ve Atharva Veda adlı dört bölümden
oluşur. Vedalarda ilahiler, dualar, yaşam kuralları, büyü ve tılsım gibi konulara yer
verilir.
Hinduizm’in kutsal kitaplarının bir kısmı destan şeklindedir. Mahabharata ve
Ramayana destanları ile Manu Kanunnamesi ve Puranalar bunlar arasındadır. En önemli
103
destan, dünyanın en uzun destanı olan Mahabharata’dır. Bu destanda Hintlilerin
kahramanlık öyküleri yer alır.
Hinduizm’e göre insanlar, bir kasta mensup olarak doğarlar. Kast, Hinduların
atalarından devraldıkları toplumsal sınıflardır. Her toplumsal sınıfın (kastın) kendine
özgü hak ve ödevleri vardır. Kişi, içinde bulunduğu kastın gereklerine göre davranmak
zorundadır. Hinduizm’deki dört kast sırasıyla şunlardır: Brahmanlar (din adamları),
Kşatriya (hükümdar sülalesi ve savaşçılar), Vaisya (tüccar, esnaf ve çiftçiler) ve Sudra
(işçiler ve hizmetçiler). Ayrıca toplumda hiçbir görevi ve hakkı olmayan insanlar da
vardır. Bunlar parya adını alır.
Hindular, ruhun ölmezliğine, bir bedenden diğerine geçerek sürekli yaşadığına
inanırlar. İnsanın ölümünden sonra ruhunun başka bir bedene geçmesinde, bir önceki
bedende yaptığı iyilik ve kötülükler etkili olur. Ruh eğer iyilik yapmışsa yeniden
doğuşunda derecesi yüksek, kötülük yapmışsa derecesi düşük olur. İnsan, eylemlerinin
iyilik ve kötülüğüne göre hayvan, bitki, insan veya tanrı şeklinde doğabilir. Dolayısıyla
insan, geçmişte ne yapmışsa gelecekte onun karşılığını görecektir. İnsanın, yaptığı
işlerin karşılığını başka bir yaşamda görmesine “karma” adı verilir.
Ruhun ölmezliği inancı nedeniyle Hindular ölülerini gömmezler. Cesetler
yakılarak külleri Ganj Nehri’ne atılır. Bu nedenle Ganj Nehri Hindularca kutsal kabul
edilir.
Hinduizm’de inek kutsal sayılır. Bu nedenle Hindistan Cumhuriyeti’nin
anayasasında ineğe saygı gösterilmesiyle ilgili bir hükme yer verilmiştir. İnek, kesilmez
ve eti yenmez. O, yer ve gök âleminin anası sayılır. İnek öldürmek, üst düzeyden bir
insan öldürmekle aynıdır” (DKAB 12. Sınıf Ders Kitabı, 2011, s.133-136).
İbadet başlıklı bölümde Hinduizm ile ilgili şu bilgilere yer verilmiştir:
“… Hinduizm’de nefsi terbiye için yılın belirli aylarında ve günlerinde oruç
tutulur. İbadet amacıyla duaların okunduğu günlerde oruç tutulması gerekir.
Hinduizm’de oruç genellikle belirli bazı besinleri yememe, yani bir çeşit perhiz
şeklindedir…
Brahmanizm’de her ayın 12 ve 13. günlerinde oruç tutmak gelenektir.
Brahmanizm’de yaşlılar, hastalar ve çocuklar oruçlar muaf değildir. Bazıları insani
isteklerini yenmek için 15 gün boyunca oruç tutarlar. Bu süre içinde bir yudum sudan
başka bir şey yiyip içmek orucu bozar…
Hinduizm’de kurban, çok önemli bir yer tutar. Vedaların emrettiği dini hayat
kurbanlar etrafında toplanmıştır. Hinduizm inancına göre tanrılar kudretlerini kurbanlar
104
sayesinde
gösterirler.
İnsanlar
kurban
sunmadıkları
zaman
tanrılar
yağmur
yağdırmazlar, ekinleri yetiştirmezler, bazen sabah ve akşamın oluşumunu engellerler.
Eğer insanlar uzun süre kurban sunmayı terk ederlerse o zaman da tanrılar açlıktan
ölürler. İnsanların tanrılarla iyi ilişkilerini sağlayan kurbanlardır.
Hinduizm’de tanrılara sunulan her şey kurban sayılır. Hindular yaz ve kış gün
dönümlerinde kanlı kurbanlar takdim ederler. Hinduizm’de yaygın olan kansız
kurbanlardır. Ancak yaz ve kış gün dönümleri münasebetiyle kanlı kurbanların da
tanrılara sunulduğu olur. Bu kurbanların en büyüğü ve özel bir tören gerektireni “Soma”
kurbanıdır. Soma’da keçi ve inek gibi hayvanlar kurban edilir…
Hinduizm’de ibadet mabetlerin yanı sıra her yerde yapılabilir. Köylerde
tapınaklar, kasaba ve şehirlerde büyük mabetler bulunur. Mabetlerde ibadet, evdekinin
biraz gelişmiş şeklidir.”
Ahlak bölümünde Hinduizm ile ilgili şu bilgilere yer verilmiştir:
“Hinduizm’de doğruluk, iyilik, yardımseverlik, alçak gönüllülük, yalan
söylememe gibi ahlaki ilkelere önem verilir. Hırsızlık yapmak, yalan söylemek,
canlılara zarar vermek gibi kötülükler yasaklanır” (DKAB 12. Sınıf Ders Kitabı, 2011,
s.172).
“Dinlerde önemli gün ve geceler” başlıklı bölümde ise Hinduizm ile ilgili
kendine yer bulan bilgiler şunlardır:
“Hinduizm’de de önemli gün ve bayramlar vardır. Bayramların zamanı ve
kutlanış şekli bölgeden bölgeye değişir. Hinduizm’de Diwali önemli bayramlardandır.
Diwali, ışıklar bayramı olarak da bilinir. Bu günlerde her yer ışıklarla süslenir. Bu
bayram iyiliğin kötülüğe karşı zaferini temsil eder. İnsanlığa umut getirmesi ve kutlama
nedeniyle ışıklar yakılır. Diwali festivalini Caynistler ve Sihler de Altın Tapınak’a
giderek kutlarlar.”
“Dinlerde çevre bilinci” başlıklı bölümde ise Hinduizm’le ilgili olarak şu bilgi
yer almaktadır:
“Hinduizm’e göre doğanın dengesi her zaman korunmalıdır. Doğadaki bütün
canlılara saygı duyulmalıdır. İnsan, hayvan ve bitkilere zarar vermek doğru değildir.”
Hinduizm’in anlatıldığı bölümlerde de diğer dinlerde olduğu gibi terimlerin
kullanımı konusunda birliktelik sağlanamamıştır. Bazı bölümlerde dini ismi için
Hinduizm kelimesi kullanılırken bazı bölümlerde Brahmanizm kelimesi kullanılmıştır.
Doğru öğrenmenin gerçekleşmesi için bu ikilemin ortadan kaldırılması ya da farklı
isimlerin kullanılmasının sebebi açıklanmalıdır.
105
3.2.3.2. Budizm
Budizm, M.Ö. 6. asırda kuzey Hindistan’da yaşadığı kabul edilen Siddharta
Gautama Sakyamuni (Budda)’nin öğretilerine dayalı inancı ifade eder. Mensupları
Budda-dharma (Budda’nın şeriatı), Budda-vacana (Budda’nın sözleri) veya Buddasasana (Budda’nın öğretileri ve mesajları) adını verirler. Dünyanın her yerinde mensubu
bulunan bu din en hızlı yayılan dinlerden biridir (Gündüz, 2007, s.307).
Budizm inancına göre tarihte Siddharta Gautama Sakyamuni olarak bedenleşen
ve sonrada Budda adını alan kişi, aslında Tanrısal cevherin dünyadaki avataralarından
biridir, yansımasıdır. Dolayısıyla Budda her ne kadar insan suretinde görünse de aslında
Tanrısal bir varlıktır (Gündüz, 2007, s. 309).
Budizm inanç esaslarına baktığımızda net bir Tanrı inancı olmamakla ve çeşitli
Budist
gruplar
arasında
farklılıklar
olmasına
rağmen
genel
olarak
Budda
tanrılaştırılmıştır. Hinduizm’de olduğu gibi Budizm’de de karma ve tenasüh inancı
vardır (Tümer ve Küçük, 2002, s.191-192).
Günümüzde Budist kutsal literatürü
oldukça geniştir. Pali dilinde yazılan ve “Pali Kanon” ismi verilen kutsal metin en sahih
olanıdır. Bazı Budistler buna ek olarak farklı dil ve lehçelerde yazılmış Pali Kanon
tefsirlerini de kutsal kabul ederler. Pali Kanon için Tripitaka ismi de kullanılır.
Tiripitaka “üç sepet” anlamına gelir ve sepet öğretinin nesilden nesile aktarılması için
kullanılan bir araçtır. Üç sepet, manastır kurallarını, Budda’nın vaazlarını ve felsefi
açıklamaları ihtiva eder. Budizm’de ibadetin objesi Budda’dır. Budist gruplar arasında
ibadetlerde farklılıklar vardır. Bazılarına göre derin düşünme ve meditasyon tek ibadet
yolu iken bazılarına göre günlük hayatta her eylem ibadettir. Bununla birlikte
belirlenmiş ibadet yerleri ve zamanları da vardır. İbadet yerlerinin en önemlisi “Vihara”
(manastır/tapınak) dır. Budizm’de her gün viharaya gidilerek ibadet edilebilir. İbadette
kutsal metinler okunur, dua edilir. Cemaatle ibadet zorunlu değildir. Tapınakta yapılan
ibadette Budda’nın selamlanması, dua, meditasyon yer alır (Gündüz, 2007, s.315-329).
MEB İlköğretim DKAB 8. sınıf ders kitabında “Günümüzde yaşayan büyük
dinleri tanıyalım” konu başlığı altında “Budizm” başlıklı konu yer almaktadır. Bu
bölümde Budizm ile ilgili şu bilgilere yer verilmektedir:
“Budizm sözcüğü Buda’nın öğretisi veya dini anlamına gelmektedir.
Budizm MÖ VI. Yüzyılda Hindistan’da Buda tarafından kurulmuş ve daha sonra
yaygınlık kazanmış olan bir dindir. Hindistan’da ortaya çıkmasına rağmen mensupları,
daha çok bu ülke dışında bulunmaktadır.
106
Budizm’ in kurucusu olan Buda, MÖ 563-483 yılları arasında yaşamış bilge bir
kişidir. Buda, aydınlanmış anlamına gelir. Asıl adı Sidharta’ dır. Buda, yaşadığı süre
içerisinde insanlara ahlaklı olmayı öğütlemiş, putlara tapmayı yasaklamıştır.
Kendisinden sonraki dönemlerde düşünceleri sistemleştirilerek heykelleri yapılmış ve
bir put haline getirilip tapınılmaya başlanmıştır.
Budizm’de inancın temelini “Buda’ya sığınırım, Dhamma’ya sığınırım ve
Sangha’ya sığınırım” cümlesi oluşturur. Bu cümleyi söylemeyen Budist sayılmaz.
Budizm’de tanrının varlığı veya yokluğu ile ilgili bir ifade kullanılmaz. Ancak bazı
Budistler Buda’yı tanrı konumunda görürler.
Buda, insanlara öğretilerini vaazlarıyla sözlü bir şekilde iletmiştir. Kendinden
sonrasına kutsal bir kitap bırakmamıştır. Ancak Buda’nın sözleri daha sonra yazılmıştır.
Bu şekilde oluşan Budizm’in kutsal metinlerine, “üç sepet” anlamına gelen “Tipitaka”
adı verilmiştir.
Budizm’de belirli bir ibadet ve dua şekli yoktur. Budistler tapınaklara giderek
Budda’nın heykeline saygı gösterirler. Kendi evlerinde de bir köşede korudukları Buda
heykeline saygıda bulunarak ibadet ederler. Ayrıca kutsal metinlerin okunması,
meditasyon ve belli zamanlarda oruç tutmak da ibadet kabul edilir.
Budizm’de de Hinduizm’deki gibi ruhun bir başka bedende yeniden dünyaya
gelmesi anlayışı vardır. Ölüler reenkarnasyon inancı gereği genelde yakılmaktadır.
Buda, mutlu olabilmek için Nirvanaya ulaşmak gerektiğini belirtir. Nirvana,
insanın bütün istek ve hırslarının yok olduğu, ıstırapların bittiği, saf, temiz bir duruma
kavuşmaktır.
Budizm’de ahlakın temeli, dünyadaki bütün arzu ve isteklerden uzak kalmaya
dayanır. Bir Budist; hiçbir canlıya kıymamak, çalmamak, yalan söylememek, sarhoşluk
veren içki kullanmamak, cinsel istekleri sınırlamak gibi ilkelere uymak zorundadır”
(DKAB 8. Sınıf Ders Kitabı, 2007, s.122).
Budizm konusunda verilen bilgiler, bu dinin tanınması için yeterli gibi
görünmektedir. Verilen bilgilerin özellikle Budist kutsal metinlerinden örneklerle
zenginleştirilmesi gerekmektedir.
MEB Ortaöğretim DKAB 12. Sınıf ders kitabında “Dinlerde ibadetler”
ünitesinde Budizm ile ilgili şu bilgiler yer almaktadır:
“Budizm’de Tanrı konusunda agnostik (bilinmezci) bir anlayış hakimdir. Bu
yüzden Yüce Tanrı’ya karşı belirli bir ibadet ve dua söz konusu değildir. Buda
tanrılaştırılmış ve ibadet ona yöneltilmiştir. Buda’ya dua edilmekte ve ondan bir şeyler
107
istenmektedir. İbadete, Buda’ya saygı cümleleriyle başlanır. “Buda’ya sığınırım,
Dhamma (dini doktrin)’ya sığınırım ve Sangha (rahipler cemaati)’ya sığınırım!”
ifadeleriyle ve bazı kutsal metinlerin ahenkle okunmasıyla devam edilir. Mabette ibadet
edilirken tütsü yakılır ve ibadet niyetiyle oraya gelen Budist, ellerini yüzü önünde
birleştirir, yere doğru eğilir ve bazen tasvirin huzurunda bir nevi secdeye kapanır…
Budistler, her iki ayda bir gün oruç tutarlar. Buda’ya göre sonsuz kurtuluşa, yani
Nirvana’ya engel olan tek şey arzulardır. Arzulardan kurtulmanın birinci yolu da oruç
tutmaktır…
Budizm’de; Buda’nın doğum yeri olan Lumbin, Buda’nın aydınlanma yeri olan
Bodhi Gaya, Buda’nın ilk vaaz verdiği geyik parkı Sarnath, Buda’nın öldüğü yer UtarPrades şehri ve Ganj nehri kutsal sayılan ziyaret yerleridir…
Budizm’in ibadet yerlerine vihara ve pagoda denir. İçlerinde Buda’nın
heykelleri, ayrıca bir Budist azizin hatıra eşyası veya eski bir kutsal kitap bulunur…
Budistler, Mayıs ayındaki dolunay günü Vesak Bayramı’nı kutlarlar. Vesak
Bayramı; Buda’nın doğumu, aydınlanması ve Nirvana’ya ulaşması anısına kutlanır. Bu
günlerde Budistler kutsal yerlere akın eder orada yoğun biçimde ibadet ederler ve bu
yerlerin çevrelerini süslerler” (DKAB 12. Sınıf Ders Kitabı, 2010, s.35-45).
Aynı kitabın “Yaşayan dinler ve benzer özellikleri” adlı ünitesinin Hint Dinleri
başlıklı bölümünde Buduizm ile ilgili şu bilgiler yer almaktadır:
“Budizm MÖ VI. Yüzyılda Hindistan’da ortaya çıkmıştır. Günümüzde yaşayan
beş büyük dinden birisidir. Hindistan, Çin, Mançurya, Moğolistan, Seylan, Burma,
Tayland, Kore gibi Güney Asya ve Uzak Doğu ülkelerinin yanı sıra Avrupa ve Kuzey
Amerika’da bu dine inanan pek çok insan vardır.
Budizm’in kurucusu olarak kabul edilen Buda (Gotama), MÖ 563-483 yılları
arasında yaşamış bir filozoftur. Kendisine, ilham geldiğine inanıldığından dolayı
“aydınlanmış” anlamında “Buda” ismi ona sonradan verilmiştir. Buda, yaşadığı sürece
kendisinin bir tanrı olmadığını ısrarla vurgulamış; sadece doğru bildiklerini büyük bir
özveri ve etkili konuşmalarıyla insanlara aktarmıştır. Hayatının belli bir aşamasından
sonra hem babasının saray hayatını hem de Hinduizm’in şekilciliğini beğenmeyerek
toplumdan ayrılıp yalnız yaşamıştır. Buda’nın öğretilerinde tapılacak üstün bir varlık
düşüncesi olmamasına rağmen, onun ölümünden sonra insanlar ona olan sevgilerini
tapınmaya dönüştürmüşlerdir. Böylece hayatı boyunca putlara karşı olan Buda,
tanrılaştırılarak heykelleri yapılmıştır.
108
Budizm’de inancın temelini “Buda’ya sığınırım, Dhamma’ya sığınırım ve
Sangha’ya sığınırım” cümlesi oluşturur. Bu cümlede yer alan esaslardan birini inkâr
eden bir kişi Budist sayılmaz. Budizm’in yaratıcı tanrı konusundaki tutumu tartışıla
gelmiştir. Çünkü Buda’nın yaratıcı hakkında ne söylediği açık değildir. Ancak daha
sonraki Budistler, Buda’yı tanrı yerine koymuşlardır.
Buda, öğretilerini insanlara vaazlarıyla sözlü bir şekilde iletmiş, kutsal bir kitap
bırakmamıştır. Ancak Buda’nın sözleri daha sonra yazılmıştır. Bu şekilde oluşan
Budizm kutsal metinlerine, “üç sepet” anlamına gelen Tipitaka adı verilmiştir.
Budistler; tapınaklara giderek Buda’nın heykeline saygı gösterir, ona çiçek ve
tütsü sunar. Kendi evlerinde de bir köşede korudukları Buda heykeline saygıda
bulunarak ibadet ederler.
Budizm’de karma-tenasüh (ruh göçü) inancı, bedenin ve arzuların ihtiraslarından
kurtulmayı ifade eder. Nirvana ise defalarca dünyaya gelme döngüsünden kurtulmaktır.
Budizm’in en temel hedefi insanı, tek kurtuluş ve mutluluk noktası olarak görülen
Nirvanaya eriştirmektir.
Buda’nın doğduğu, öldüğü, ilk vaaz verdiği ve aydınlandığı (incir ağacının altı)
yer ve Buda’nın heykelleri Budistlerce kutsal kabul edilir ve bunlara saygı duyulur.”
2012 yılında okutulan DKAB ders kitabında ise bir Budizm ile ilgili bir önceki
yıllardan farklı olarak şu bilgilere yer verilmiştir:
“Hindistan’da yaygın olan dinlerden biri de Budizm’dir. Budizm, MÖ VI.
Yüzyılda Hindistan’da doğmuştur. Doğu ve Güneydoğu Asya’da, Avrupa’da, Kuzey
Amerika’da ve İngiltere’de bu dine inananlar vardır.
Budizm’in
kurucusu
Buda’dır.
Asıl adı,
Siddharta Gautama (Sidarta
Gotama)’dır. Buda adı ona, “ilhama kavuşan” anlamında sonradan verilmiş bir lakaptır.
Buda MÖ 563-483 yılları arasında yaşamıştır.
Kuzey Hindistan’da bulunan hükümdarlardan birinin oğlu olan Siddharta
Gautama, dış dünyadan habersiz bir biçimde sarayda büyümüştür. Babasının haberi
olmadan birkaç gün saraydan çıkarak kentte gezinti yapmıştır. Bu gezinti sırasında
ölüm, hastalık, yaşlılık ve yoksulluk gibi insana üzüntü veren durumlarla karşılaşmıştır.
Gördüklerinden çok etkilenmiş ve insanları bu üzüntülü durumlardan kurtaracak yollar
aramaya başlamıştır. Yirmi dokuz yaşından otuz beş yaşına kadar bir ormanda
yaşamıştır. Bir gün, bir incir ağacının altında düşünceye daldığı sırada, bu soruların
cevabını bulduğunu ve aydınlandığını söylemiştir. Bundan sonra da ona aydınlanmış,
109
gerçeğin yolunu öğrenmiş birey anlamına gelen “Buda” lakabı verilmiştir. Buda’nın
öğretisine inananlara ise Budist denilmiştir.
Buda’ya göre dinsel yaşamın amacı, dünya yaşamına ve dünya işlerine duyulan
arzuyu sona erdirmektir. Bunu başaran birey aydınlanmaya ulaşabilir. Aydınlanmış
insanın durumunu dile getiren sözcük, “Nirvana”dır. Bu sözcük “sönmek” anlamına
gelir. Çünkü aydınlanma; hırsın, kötü niyetin ve aşırı arzuların insan yüreğinde yaktığı
ateşin sönmesi demektir.
Nirvana’ya ulaşabilmek için bilinmesi gereken dört gerçek vardır. Bunları şöyle
sıralayabiliriz:
•
İnsan yaşamı; doğum, ölüm, yaşlılık, hastalık gibi acılarla doludur.
•
Yaşamdaki zevkler ve eğlenceler gelip geçici ve aldatıcıdır.
•
Acıların nedeni, aşırı istekler ve geçici heveslerdir.
•
Acılardan kurtulmanın yolu, aşırı istekleri terk etmektir.
Ayrıca Nirvana’ya ulaşmak için Budizm’in önemle üzerinde durduğu sekiz
dilimli yolu da izlemek gerekir. Bu dilimler; doğru konuşma, doğru davrama, doğru
çalışma, doğru düşünme, doğru anlama, doğru karar verme, doğru çaba ve doğru
yaşamadır.
Budizm’in ahlak sistemini oluşturan temel ilkeler şunlardır:
• Öldürmemek ve hiçbir canlıya zarar vermemek
• Hırsızlık yapmamak
• Yalan söylememek
• Sarhoşluk veren içkileri içmemek
• Duyu organlarını yanlış yolda kullanmamak
Budizm’de belirlenmiş bir ibadet yoktur. Din adamları da önemli bir işlevi
yerine getirmezler. Ancak tapınaklar vardır.
Budizm’in kutsal kitabı MÖ I. Yüzyılda Seylan’da yazıya geçirilmiştir. Pali
diliyle yazılmış olan bu kitaba üç sepet anlamına gelen Tipitaka adı verilir.
Budizm kast sistemini reddettiğinden, özellikle aşağı kastlardan kabul edilen
Hintliler arasında hızla yaygınlaşmıştır”(DKAB 12. Sınıf Ders Kitabı, 2011, s.136-138).
110
Aynı ünitenin devamında yer alan ibadet başlıklı bölümde Buduizm ile ilgili şu
bilgilere yer verilmiştir:
“Budizm’de ibadet Buda’nın heykellerine tapınma şeklinde gerçekleşir. Buda’ya
dua edilir ve ondan isteklerde bulunulur. Budistler ibadetlerine “Buda’ya sığınırım” gibi
saygı cümleleriyle başlarlar. Bazı kutsal metinler okurlar. Mabette ibadet ederken tütsü
yakılır. Mabede ibadet için gelen Budistler ellerini yüzü önünde birleştirir, yere doğru
eğilir ve Buda heykelinin huzurunda bir nevi secdeye kapanırlar.
Budizm’de ibadet sadece belirli bir şekle bağlı değildir. Tapınaklara gitmek için
özel gün ve zaman belirlenmemiştir. Her gün tapınaklara giden Budistler olduğu gibi
ayda iki kez hilal ve dolunay günleri tapınaklara giden Budistler de vardır. Tapınaklara
giden Budistler kutsal mekâna saygıdan dolayı ayakkabılarını çıkararak içeri girerler.
Budizm’de topluca icra edilen zorunlu bir ibadet yoktur…
Budizm’de oruç ibadetine önem verilir. Budizm’in kurucusu Buda’ya göre ne
tam olarak dünyaya bağlanmak ne de dünyadan vazgeçmek gerekir. Bu amaca ulaşmak
için koyduğu kurallardan birincisi ise her iki ayda bir oruç tutmak ve bu sürede toplum
içinde tüm günahlarını itiraf etmektir. Buda’ya göre sonsuz kurtuluşa, yani Nirvana’ya
engel olan tek şey arzulardır. Kurtuluş ancak arzuları terk etmekle sağlanır ve
arzulardan kurtulmanın birinci yolu da oruç tutmaktır…
Budizm’de, Buda’nın hayatının geçtiği yerler hac yeri olarak ziyaret edilir. Bu
yerler; Buda’nın doğduğu yer Lumbini Parkı, Buda’nın uyanmış olduğu ve Bodhi
ağacının bulunduğu yer Bodhi-Gaya, uyandıktan sonra ilk vaazını yaptığı yer Benares
Parkı ve öldüğü yer olan Kushinagar’dır..
Budizm’de davranışların ahlaki olmasını sağlayacak esaslardan biri de canlı
varlıkların öldürülmemesidir. Bu nedenle Budizm’de makbul olan kurban,
kansız
olanıdır. Bunların başında süt, çiçek ve pirinç gelmektedir. Budistler kurbanlarını Buda
heykellerine sunarak ondan kendilerini Nirvana’ya ulaştırmasını dilerler…
Budizm’de ibadet yerleri “pagoda”dır. Pagodalarda Buda’nın heykelleri ve
Budist azizlerin hatıra eşyaları ve kutsal kitap bulunur. Pagoda’ya giren bir Budist,
Budda’nın heykeli önünde eğilir ve saygı gösterir; ona çiçek ve tütsü sunar.”
3.2.3.3. Caynizm
Caynizm, MÖ VI. asırda, Hint Yarımadası’nın kuzeyinde Ganj Havzası’nda yer
alan Bihar eyaletinde geleneksel Hindu dininin kast anlayışına ve kanlı kurban
111
törenlerine karşı reaksiyoner bir hareket olarak ortaya çıkmıştır ve günümüze kadar
varlığını sürdürmüştür. Dünyanın, mensubu en az olan dinlerinden biri olan Caynizmin
bağlılarının neredeyse tamamı Hindistan’da yaşamaktadır. Caynizm ile Budizm
arasında çok yakın benzerlikler bulunmaktadır (Gündüz, 2007, s.357). Günümüzde
Caynistlerin sayısı üç milyon civarındadır (Tümer ve Küçük, 106).
Bu dinin kurucusu veya sistemleştiricisi Vardhamana’dır. Tahmini olarak MÖ
540 yıllarında Hindistan’ın kuzeyindeki Bihar eyaletinin başkenti Patna şehri
yakınlarındaki Vaisali’de dünyaya gelmiştir. Kşatriya (asker/yönetici) kastına mensup
bir ailenin çocuğu olan Vardhamana, otuz yaşına kadar düzenli bir aile hayatından sonra
züht ve riyazete başlar. On üç yıllık katı bir riyazet sonrasında o amacına, yani nihai
aydınlanmaya ulaşır. Bundan sonra kendisine Jina (Muzaffer) veya Mahavira (Büyük
Kahraman) adı verilir. O, ömrünün geri kalanını keşfettiği hakikatleri ve kendinden
önce gerçek hikmeti ve bilgiyi anlatan yirmi üç aydınlanmışın (tirthankara) kendisine
öğrettiklerini insanlara anlatarak geçirir. MÖ 470 yıllarında 70’li yaşlarında hayatını
kaybeder (Gündüz, 2007, s.358).
Caynizm, ateist bir din olarak gösterilir. Bu ateizm tanrının varlığını, ruhun
ebediliğini, kurbanın faydasını, kurtuluşun imkanını inkar etmek anlamında değildir.
Mahavira, tanrı fikri üzerinde durmamıştır. Ancak bazı Caynist mezheplerde tanrı
inancının var olduğu anlaşılır. Tapınaklarında tanrı heykelleri bulunur (Tümer ve
Küçük, 2002, s.109).
Caynizm’de rahipler arasındaki giyinme tartışmasından dolayı iki mezhep ortaya
çıkmıştır: 1- Digambara (Hava giyinenler) Bunlar tamamen çıplak gezerler. 2Svetambara (Beyaz giyinenler) Üzerlerine beyaz elbise giyerler (Tümer ve Küçük,
2002, s.109).
Caynizm kutsal metinlerinden Mahavira’nın vaazları önceleri sözlü olarak
aktarılmıştır. Daha sonra toplana bir konsil, bu vaazların bir kısmını bir araya getirmiştir
ancak vaazların büyük bir kısmı kaybolmuştur. Sözlü rivayetlerden kalanlar,
Mahavira’nın ölümünden on asır sonra toplanana Beyaz Giyinenler konsili tarafından
“Agama”lar veya “Siddhanta” adlı kitapta toplanmıştır. Bu kitap “Ganipidaka” diye de
adlandırılır. Bu kitapta rahiplerin uyması gereken kurallar, Caynizmin öğretileri ve
efsaneleri yer almaktadır. Hava Giyinenler mezhebi, Beyaz Giyinenlerin bu kitabını
apokrif (gayr-i sahih) sayar ve kabul etmezler. Onlar, Caynistlerin bütün kitaplarının
Hint filozofu Şankara tarafından yok edildiğini iddia ederler. Kaybolan kitapların
yerine, büyük üstatlardan dört kişilik bir grubun meydana getirdiği bir eseri koyarlar.
112
Bu kitap Caynistlerin kâinat tasavvurlarını, felsefelerini, ahlak ve ibadet hakkındaki
görüşlerini ihtiva eder. Bu iki mezhebin kabul ettiği bu kitaplardan başka pek çok
kitapları da bulunmaktadır (Tümer ve Küçük, 2002, s.109).
Hinduizm ve Budizm’deki karma-tenasüh öğretisi Caynizm tarafından da kabul
edilmiştir. Ayrıca Caynistler özellikle son yıllarda alemdeki canlı-cansız her varlığın bir
ruha sahip olduğu ilkesinden hareketle her türlü varlığa zarar vermeyi yasaklayan katı
bir prensibe sahiptir (Gündüz, 2007, 366, s.357).
Caynist cemaatinin idaresi rahip ve rahibelerin elindedir. Rahipler ve halk
günlük olarak belirli ibadetleri yerine getirir. İbadet esnasında Tirthankaralarla ilgili
ilahiler okunur, Tefekkür edilir, Tövbede bulunulur, belirli hareketler yerine getirilir.
Hiçbir canlıya zarar verilmemesi gerektiği için nebati gıdalarla beslenilir, sarhoşluk
verici içkiler kullanılmaz. Dindar Caynistler açlıktan ölmeye büyük önem verirler.
Semada birçok tanrı olduğuna ancak onlarında ruh göçüne tabi olduğundan insanlara
faydalarının olmayacağına inanırlar. Bununla beraber Caynist mabetlerde bulunan
heykeller takdis edilir. Önlerinde ilahiler söylenir, onlara meyve ve sebze sunulur.
Önleri çeşitli eşyalarla süslenir. Thirtankaralar’ın yaşadıkları yerler ziyaret edilir ve
onlara dua edilir (Tümer ve Küçük, 2002, s.111).
MEB Ortaöğretim DKAB 12. sınıf ders kitabında “Yaşayan dinler ve benzer
özellikleri” adlı ünitesinin Hint Dinleri başlıklı bölümünde Caynizm ile ilgili şu bilgiler
yer almaktadır:
“Caynizm, Budizm gibi MÖ VI. Yüzyılda ortaya çıkmıştır. Kurucusu, soylu bir
aileden gelen Vardhamana’dır. Vardhamana, Hindu ayinlerinin şekilciliğine, din
adamlarının (Brahmanlar) otoritesine ve kast sistemine (sınıfsal ayrım) karşı çıkmıştır.
Daha sonra, evini ve ailesini terk edip insanlardan ayrı yaşamaya başlayan Vardhamana,
kendisinin tenasüh çemberinden kurtulduğunu ileri sürmüştür.
Vardhamana, ruh göçü çemberinden kurtulmayı başardığı için “muzaffer”
anlamında “Cina” lakabını almıştır. Onun bu lakabı, daha sonra kurduğu dine isim
olmuş ve bu din, Caynizm olarak biline gelmiştir.
Caynizm, Budizm gibi yaratıcı bir tanrı fikrini kabul etmez. Alemin ebediliğine
inanan Caynistler, tanrı yerine “Tirthankara” denilen kutsal varlıklara tapınırlar.
Öldürmemek, yalan söylememek, çalmamak, mümkün olduğu kadar cinsel ilişkiden
kaçınmak ve asgari bir mal ile yetinmek onların en önemli ahlaki prensipleridir”
(DKAB 12. Sınıf Ders Kitabı, 2010, s.105).
113
2012 yılında okutulan DKAB ders kitabında ise bir Caynizm ile ilgili bir önceki
yıllardan farklı olarak şu bilgilere yer verilmiştir:
“Caynizm’de herkesin yerine getirmekle sorumlu olduğu beş temel ahlaki kural
vardır. Bunlar:
•
Hiçbir canlıya zarar vermemek
•
Doğru sözlü olmak ve doğruluktan ayrılmamak
•
Cinsel ilişkiden kaçınmak veya zinadan uzak durmak
•
Az ile yetinmek ve kanaatkar olmaktır” (DKAB 12. Sınıf Ders Kitabı, 2011,
s.139).
Aynı ünitenin devamında yer alan “Dinlerin benzer özellikleri” başlıklı
bölümünde Caynizm ile ilgili şu bilgilere yer verilmiştir:
“Caynizm’de kesintisiz olarak 40 gün oruç tutulur. Bu oruç çok sayıda besini
yememek şeklindedir…
Caynist mabetlerinde heykeller bulunur. Bu heykeller önünde ilahiler söylenir,
onlara meyve ve sebze sunulur, önlerine lamba ve tütsüler konulur. Mabetlerdeki
ibadetler rahipler tarafından değil, halk tarafından idare edilir” (DKAB 12. Sınıf Ders
Kitabı, 2011, s.158, 169).
3.2.3.4. Sihizm
Sihizm, Hindistan’daki bazı gelişmeler sonucunda XVI. yüzyılda ortaya çıkmış,
İslam ve Hinduizm karşımı bir dindir. Kurucusu Nanak’ tır (1469-1539). Günümüzde
Hint dini ve siyasi hayatında önemli bir yer tutar. Yaklaşık sekiz, dokuz milyon
mensubu vardır. Sihizm, Hindistan’a bağlı milli bir din olmakla birlikte, dünyanın
çeşitli yerlerinde mensubu bulunur (Tümer ve Küçük, 2002, s.111).
Terim anlamı olarak “güçlü bir talip/öğrenci” anlamına gelen Sih (Sikh), XV. ve
XVI. yüzyıllarda yaşayan Nanak’ın öğretileri etrafında şekillenen dine inanan kişiyi
ifade etmek için kullanılır. Dinin genel ilkeleri ve Nanak’ın hayatı incelendiğinde bu
dinin de Hinduizm’e yönelik bir reformist hareket olarak ortaya çıktığı söylenebilir
(Gündüz, 2007, s.373).
114
Nanak, MS 1469 yılında, Lahor’un güneybatısına 60 km. mesafede bulunan,
Talvandi Köyünde doğmuştur. Çocukluğu ve gençliği bu köyde geçmiştir. Sonra
köyünü terk ederek Sultanpur şehrinde Müslüman bir idarecinin hizmetine girdi.
Zahidane bir hayat sürerken ona tanrı kendini tanıttı ve insanlara vazetme görevini
verdi. Bunun üzerine Nanak, gezerek insanlara vaazlarda bulundu, önemli dini
merkezlerde farklı din mensuplarıyla tartışmalara girdi. Daha sonra Kartapur şehrine
yerleşti ve 1539 yılında, 70 yaşında hayatını kaybetti (Tümer ve Küçük, 2002, s.113).
İslam’ın Hindistan’a girmesinden sonra, Nanak İslam ile Hinduizm arasında bir
uzlaşma zemini ortaya koymaya çalışmıştır. İslami fikirlerden istifade etmiştir. Önceleri
bir din kurma iddiası olmayan Nanak’ın bu girişimi başta siyasi bir hareket iken daha
sonra dini bir boyuta ulaşmıştır. O, Hinduizm’in örf, adet ve kültürünü tasfiye etmek;
çoktanrıcılığı, putçuluğu ve kast sistemini ortadan kaldırıp İslam ile Hinduizm arasında
orta bir yol bulmaya çalışmıştır (Tümer ve Küçük, 2002, s.113). Sihizm’de guru
geleneği oldukça önemli bir yer tutar. Hoca ya da öğretmen anlamına gelen guru
unvanı, Sihler tarafından öncelikle Nanak’a verilmiştir. O’ndan sonra guru geleneği
devam etmiş ve dokuz guru yaşamıştır. Her guru ölmeden önce yerine geçecek guruyu
tayin eder ve bu sistemde görevin babadan oğula geçmesi dikkat çekici bir şekilde
uygulanmıştır (Gündüz, 2007, s.374).
Sihler katı monoteist yapılarıyla dikkati çekerler. İslam’a paralel bir tarzda
yaratıcı tanrı kabul edilir, O’nun hiçbir benzeri, ortağı, şekli veya sureti düşünülemez.
Ayrıca Sih inancına göre ruh tam olarak arınıncaya kadar reenkarnasyon devam eder.
Bu döngü sonsuz değildir. Guruların öğretilerine bağlanıp hakikat yoluna girenler
reenkarnasyondan kurtulur (Gündüz, 2007, s.377).
Sihizm’in kutsal metni Adi Granth (ya da Granth Sahip)’tir. Dinsel geleneğe ait
metinlerin, hikmetli sözlerin, şiirlerin, ilahilerin ve benzeri materyallerin bir
derlemesinden ve yorumundan ibarettir. Pencabi lisanında olan metinde Farsça,
Sanskritçe ve benzeri farklı lisanlarda metinler de yer alır. Bu metin ilk kez beşinci
Guru Aryan Dev zamanında 1604 yılında derlenmiştir. Sihlere göre metin vahiy sonucu
oluşmuştur (Gündüz, 2007, s.379).
Sihlerin ibadeti kısa ve sadedir. Dini hayatın merkezi Amritsar’daki Altın
Mabeddir (Harimandir). Altın Mabed’in havuzunda ibadet maksadıyla yıkanılır ve
mabette sembol olarak Adi Granth ile bir kılıç bulunur. Ayin ve ibadetleri, basit bir
duadan, bir nevi abdest almaktan ve Amristar’a hac için gitmekten ibarettir. Dindar bir
Sih’in günlük ibadeti, üç dini hüküm altında toplanır: 1- Adi Granth’tan ve Guru
115
Nanak’a ait pasajlardan ezber okunması 2- Ailevi bir vecibe olarak her sabah toplanıp
Adi Granth’tan herhangi bir yerin okunması 3- Tapınağa (gurdwara) ibadet için
gidilmesi (Tümer ve Küçük, 2002, s.117).
MEB Ortaöğretim DKAB 12. Sınıf ders kitabında “Dinlerde ibadetler”
ünitesinde Sihizm ile ilgili şu bilgiler yer almaktadır:
“Tek tanrıya inanan Sihlerin ibadetleri basit ve sadedir. Altın Mabed’in
havuzunda ibadet maksadıyla yıkanırlar. Ayin ve ibadetleri bariz bir dua ve
yıkanmaktan ibarettir. Dindar bir Sih’in günlük ibadeti, kutsal kitaplarına ait pasajlardan
metnin okunması ve tapınağa ibadet için gidilmesidir. Mabetlerde cemaatle ibadette
ısrar konusunda Sihizm, Hinduizm’den daha çok İslam’a benzer. Sihler Yüce Tanrı’dan
başka hiçbir şeye ibadet etmediklerini söylerler. Sihler günlük ibadetlerde erken kalkar,
soğuk su ile banyo yapar, Tanrı’nın ismi üzerine meditasyon yapar ve belirli duaları
sabah akşam okurlar…
Sihler et yemek suretiyle Hindulardan ayrılırlar. Hayvan kesiminde İslam
anlayışına yakın kurallara uyarlar…
Sihlerin dini ve toplumsal faaliyetlerinin merkezi Amritsar’daki Altın
Tapınaktır. Kutsal kitapları bu mabette muhafaza edilir (DKAB 12. Sınıf Ders Kitabı,
2010, s.35).
Aynı kitabın “Yaşayan dinler ve benzer özellikleri” adlı ünitesinin Hint Dinleri
başlıklı bölümünde Sihizm ile ilgili şu bilgiler yer almaktadır:
“Sihizm, MS XVI. yüzyılda Hindistan’da kurulmuştur. Kurucusunun adı Guru
Nanak’tır. Buda ve Vardhamana gibi Hinduizm’in yozlaşmasından memnun olmayan
Nanak, Hinduizm’in tanrı anlayışına, kast sistemine ve din adamlarının otoritesine karşı
çıkmıştır. Nanak, daha sonra İslam’la karşılaşmış ve ondan aldığı tevhid gibi bazı
prensipleri Hindu inançlarıyla karıştırarak yeni bir din kurmuştur. Taraftarlarına “Sih”;
kurulan yeni dine de “Sihizm” adı verilmiştir. Sihler, özel giysileriyle dikkat çekerler.
Başlarındaki serpuş onların dinsel giyim tarzlarını oluşturur.
Günümüzde Sihlerin büyük çoğunluğu Hindistan’ın Pencap bölgesinde
yaşamaktadır.
Sihler, tek Tanrı’ya, Adi-Granth adlı kutsal kitaba, bir kimsenin fiillerinin
gelecek hayattaki haline tesir edeceğine (karma) ve ruh göçüne (tenasüh) inanırlar.
Sihlerin ibadeti basit ve sadedir. Din faaliyetlerinin merkezi Amritsar’daki Altın
Mabed (Hariman)’tir. Mabette sembol olarak Adi-Granth ve bir kılıç bulunur. Dindar
bir Sih’in günlük ibadeti, üç dini hüküm altında toplanmaktadır. Bunlar; 1- Adi-
116
Granth’tan ve Guru Nanak’a ait pasajlardan ezber okunması 2- Ailevi bir vecibe olarak
her sabah toplanıp Adi-Granth’tan herhangi bir yerin okunması 3- Tapınağa (Gurdwara)
ibadet için gidilmesidir.
Sihler, Hindular gibi ölülerini yakarlar. İneğe saygı inancını devam ettirirler;
fakat genelde et yemekle, Hindulardan ayrılırlar. Sigara ve şarap içmezler” (DKAB 12.
Sınıf Ders Kitabı, 2011, 1 s.05-106).
3.2.4. Çin ve Japon Dinleri
3.2.4.1. Taoizm
Taoizm, Çin milli dinlerinden biridir ve Lao-tzu (Lao-tse) tarafından
kurulmuştur. Bu din “Tao” kavramı üzerine kurulmuştur (Tümer ve Küçük, 2002, s.67).
Tao, kısaca “yol” anlamına gelmektedir. Eski Çinliler Taoizm’den, “Tien Tao (Göğün
Yolu)” diye bahsetmişler ve onu “Yen Tao (İnsanın Yolu)” ile mukayese etmişlerdir.
Göğün Yolu parlak ve kutsal İnsanın Yolu ise karanlıktır (Gündüz, 2007, s.401).
Bir filozof ve Taoizm’in kurucusu olan Lao-tzu’nun hayatı hakkında net bilgiler
olmamakla birlikte Honan’da doğduğu sanılmaktadır. Asıl adı Li Tan’dır. Lao-tzu ona
verilmiş bir lakaptır ve ihtiyar bilgin anlamına gelmektedir. Sarayda arşiv memuru olan
Lao-tzu Konfüçyüs ile aynı çağda yaşamıştır. İkisi arasındaki karşılaşma çok önemli
görülür. Hanedanın yıkılmak üzere olduğunu anlayan Lao-tzu batıya göç eder. Honan
geçidinde öğrencisi Tsi, ondan bir kitap yazmasını ister ve o da “Tao te King”i yazar.
Bu kitap Taoist düşüncenin temelini teşkil eder. Ancak kitap anlaşılması çok zor bir
kitaptır (Tümer ve Küçük, 2002, s.68).
Taoizm’in temelini Tao mefhumu oluşturur. Lao Tzu, bu yaratıcı gücü, yumuşak
olmasına rağmen her kuvveti yenen suya benzetir. İnsan da Tao’ya benzemeye
çalışmalıdır. İş yapması iş yapmaması gibi olmalı, çalışması çalışmaması gibi olmalıdır
(Gündüz, 2007, s.402). Tao, dünyayı yöneten sebeptir ve insan onu bilmelidir. Tao,
âlemden önceki yaratıcı prensiptir. O; görülmez, işitilmez, kavranılmaz; ezeli ve
ebedidir; her şey ona muhtaçtır ve her şeyi var eden odur; o her yerdedir; hiçbir şeyle
rekabet etmez; bu yüzden insan da rekabet ve hırstan uzaklaştıkça mutlu olacaktır. Tao
ile birlikte “Te” kavramı vardır. Te, Tao’nun erdemi veya gizli gücü olarak bütün
varlıklarda bulunur (Tümer ve Küçük, 2002, s.69).
Taoizm’de ahlaki ilke ve kurallar önemli yer tutar. İyilik, kötülük,
alçakgönüllülük gibi prensipler yer alır. Ancak, ölüm ve ölüm sonrasından
117
bahsedilmesine rağmen cennet ve cehennem kavramları konusunda açıklık yoktur
(Tümer ve Küçük, 2002, s.72).
MEB Ortaöğretim DKAB 12. sınıf ders kitabında “Dinlerde ibadetler”
ünitesinde Taoizm ile ilgili şu bilgiler yer almaktadır:
“Çin dinleri olan Taoizm’de ve Konfüçyüsçülük’te insanüstü ve doğaüstü gücü
olduğuna inanılan Gök Tanrı’ya ibadet edilir…
Taoizm’de oruç sağlığı korumayı ve böylece yaşlanmayı geciktirmeyi amaçlar.
Çinliler, büyük bayramlarda ve kötülüklerin arttığı dönemlerde kendilerini korumak için
oruç tutarlar…
Taoizm’de mabetlerin şekli ve oradaki putlar Budizm’dekilere oldukça benzer.
Taoizm’de mabetleri rahipler ve rahibeler idare eder (DKAB 12. Sınıf Ders Kitabı,
2010, s.35-36, 43).
Aynı kitabın “Yaşayan dinler ve benzer özellikleri” adlı ünitesinin Çin ve Japon
Dinleri başlıklı bölümünde Taoizm ile ilgili şu bilgiler yer almaktadır:
“Taoizm, bugün hala yaşayan Çin dinlerinden biridir. MÖ VI. yüzyılda ortaya
çıkmıştır. Bu din, Çin dinlerinin genel özelliğini oluşturan “Tao” kavramı üzerine
kurulmuştur. Mistik yönü ağır basan bir dindir. Kurucusu, Lao Tzu’dur. Bu dinin
mensuplarının büyük çoğunluğu Çin’de, az bir kısmı da diğer Asya ülkelerinde
yaşamaktadır.
Taoizm’in kutsal kitabı Tao Te-King (Tao ve Fazilet)’te anlatıldığına göre evren,
iki gücün tesiri altındadır. Bunlar, Yin ve Yang’tır. Yin, dişil, Yang da eril gücü temsil
etmektedir. Bunlar gece ile gündüz, kadın ile erkek gibidir. Bu ikisinden tabiattaki
olaylar meydana gelmektedir. Taoizmin temel felsefesi, tabiattaki düzeni takip etmektir.
İnsan, tabiattaki düzeni takip etmek suretiyle mutluluğa ve huzura kavuşabilir.
Taoizmin ahlaki prensipleri üç ana noktada toplanabilir: 1)basit bir hayat yaşayarak
tutumlu olmak. 2)mütevazı olmak, nefsini gurur ve kibirden uzaklaştırmak. 3)bütün
canlılara karşı merhametli olmak” (DKAB 12. Sınıf Ders Kitabı, 2010, s.106).
Bir sonraki yıl kullanılan DKAB Dersi 12. sınıf Ders Kitabında ise Yaşayan
Dinler ve Benzer Özellikleri başlıklı ünitede Taoizm başlığı ile şu bilgilere yer
verilmiştir:
“Taoizm, MÖ VI. Yüzyılda yaşayan Lao Tse (Lavdızı) tarafından ortaya
konulan bir sistemdir. Günümüzde de yaşayan, milyonlarca mensubu olan Çin
dinlerinden biridir.
118
Taoizm’e göre dış dünyadaki varlıklar ve nesneler, gerçekte var olmayan
görüntülerdir. Çünkü dış dünyadaki varlıklar, çelişki ve karşıtlıklarla doludur.
Çevremizde gördüğümüz varlıklar aldatıcı bir dünyayı oluşturur. Yalnızca tek gerçek
vardır; o da Tao’dur. Tao, doğru olan yoldur, evrenin düzenidir. Tao, öncesiz ve
sonrasızdır. Kendiliğinden vardır, betimlenemez. O, aynı anda her şeyin başlangıcı, her
şeyin izlediği yoldur. Bireysel bir varlık ona sahip olduğu yani Tao’ya uygun hareket
ettiği zaman, Tao, söz konusu bireysel varlığın kişiliği ya da erdemi olur. Bireyin ideal
yaşamı, ideal toplum düzeni, ideal yönetim biçimi Tao’ya dayanır ve Tao tarafından
yönlendirilir. Yaşam biçimi olarak Taoizm; basitliği, sakinliği, zayıflığı ve en önemlisi
kişinin, kendisini doğanın işleyişine bırakarak hiçbir şey yapmamasını yani eylemsizliği
içerir.
Tao, gözlem ve düşünce yoluyla bilinemez. O, yalnızca kavranabilen bir
kurtuluş ilkesidir. Taoizm’e göre insan, içsel bir coşkuyla kendinden geçerek Tao’yla
birleşebilir. Tao ile birleşen insan, gerçekte var olmayan bu aldatıcı ve ölümlü dünyadan
uzaklaşır ve ölümsüzlüğe ulaşır.
Taoizm’in kutsal kitabı Tao te King’tir. Kitabın adındaki “Tao” yaratıcı ilke,
“te” insan erdemi, “King”de kitap anlamına gelir. Taoizm’in din görevlileri; büyücüler,
dinsel liderler, rahip ve rahibelerdir. İlkbaharın gelişi, Taoizm’de bayram olarak
kutlanır. Taoizm’e göre insanın yücelmesi ve mutlu olabilmesi için bazı ahlaksal
değerlere sahip olması gerekir. Çünkü insan, ancak bu değerlerle insandır.
Taoizm’e göre örnek bir insan; merhametli, sadık, dürüst, alçak gönüllü, iyi ve
özverili olmalıdır. Kibirli ve gururlu olamamalı, yalnız kendisi için çalışmamalıdır.
Yaptıklarından dolayı kendisiyle övünmemeli ve istediğini elde etmek için aşırı hırslı
olmamalıdır. Çünkü hırslarının esiri olanlar, büyük bir yanılgıya düşerler ve hiçbir
zaman başarılı olamazlar. Bu nedenle insan, doğanın işleyişine benzer bir yol izlemeli
ve bulduğuyla yetinmelidir. Ancak bu şekilde iç huzuruna kavuşur ve mutlu olur”
(DKAB 12. Sınıf Ders Kitabı, 2011, s.140).
Aynı ünitede, “Dinlerin benzer özellikleri/İbadet” başlıklı bölümde Taoizm ile
ilgili şu bilgiye yer verilmiştir:
“Taoist mabetleri için “kung” ve “kuan” gibi isimler kullanılır. Mabetlerin şekli
Budizm’dekilere oldukça benzer. Taoizm’de mabetleri rahipler ve rahibeler idare eder.”
119
3.2.4.2. Konfüçyanizm
Konfüçyanizm, Çin klasik eserlerine dayandırılan ve Çin’in büyük bilgin ve
filozoflarından olan Konfüçyüs’ün adına izafe edilen dini, ahlaki, sosyo-politik içerikli
inanç ve uygulamalar bütününe verilen addır. İsmini Konfüçyüs’ten alır. Bu din
önceden beri Çin’de var olan tabii dinin üzerine kurulmuş bir ahlak sistemi olarak da
tanımlanmaktadır. Konfüçyanizm, Çin’de Ju Chiao (Bilginlerin Öğretisi) veya K’ung
Chiao (Konfüçyüs’ün Öğretisi) olarak isimlendirilmiştir. Kökleri Konfüçyüs öncesine,
“Ju” diye bilinen bir bilge sınıfın öğretilerine kadar uzanır (Gündüz, 2007, s.383).
Konfüçyüs kelimesi Üstad K’ung anlamına gelir ve K’ung Fu Tzu’nun
Latincesidir. Konfüçyüs, Tsou’da dünyaya geldi ve üç yaşında babasını kaybetti. İyi bir
eğitim aldı ve on dokuz yaşında evlenerek iki çocuğu oldu. Yirmi yaşında öğrenci
yetiştirmeye başladı. Metodu, eskilerin hikmetini yorumlamak ve aktarmak idi.
Şehrinde itibar gördü, eskilerin fazilet ve hikmetine dayanan bir yolla barış ve refahı
hedefleyen, her insanın temelde iyi olduğu ilkesine dayanan bir sistem geliştirdi. Bu
sistemi kabul edecek bir idareci bir hükümdar aramaya koyuldu ancak bu olmadı. Tüm
hayatını, kendi sistemini kabul edecek bir hükümdar arayarak geçiren ve bulamayan
Konfüçyüs ömrünün son beş yılını, eserlerini yazarak, doktrinini öğreterek ve öğrenci
yetiştirerek geçirdi (Tümer ve Küçük, 2002, s.60).
Konfüçyüs, hayatında tüm Çin eski metinlerini gözden geçirdi. Onun amacı
bütün eserlerden faydalanarak atalar kültüne dayalı Çin medeniyetini ortaya koymaktı.
Konfüçyüs, kendinden önceki tüm eserleri derleyip yorumlarken, ölümünden sonra
öğrencileri de onun eserlerini topladılar. Böylece Konfüçyüsçülüğün kutsal kitapları
meydana geldi. Bu dinin kutsal kitapları iki koleksiyondan oluşur. Bunlar; “Beş Klasik”
(Wou King) ve “Dört Kitap” (Se Chou) tır (Tümer ve Küçük, 2002, s.61).
Konfüçyüsçülüğün belirli bir inanç sistemi yoktur ancak kurucusu, tanrı kavramı
ve kutsal metinleri vardır. Konfüçyüs, Çin’in geleneksel inancına olan bağlılığı
dolayısıyla Çin’de geçmişten beri var olan Gök Tanrı inancını benimsemiştir. O, tanrıya
“Tien” veya “Tao” ismini verir. Konfüçyanizm, üzerinde tartışma olsa da “öbür
dünya”nın varlığını inkar etmez. Bu dünyada yapılanlar öbür dünyada karşılığını
bulacaktır. Ama daha çok, bu dünyada yapılan kötülükler cezalandırılacaktır. Dua ve
ibadet bir vazifedir. Ayinler ve törenler önemlidir. Fakat devamlı değildir. Dini manada
oruç tutulup temiz olduktan sonra kurban kesilmesi en önemli ibadetleridir (Tümer ve
Küçük, 2002, s.62-63).
120
MEB Ortaöğretim DKAB 12. sınıf ders kitabında “Dinlerde ibadetler”
ünitesinde Konfüçyanizm ile ilgili şu bilgiler yer almaktadır:
“Çin dinleri olan Taoizm’de ve Konfüçyüsçülük’te insanüstü ve doğaüstü gücü
olduğuna inanılan Gök Tanrı’ya ibadet edilir…” (DKAB 12. Sınıf Ders Kitabı, 2010,
s.35).
Aynı kitabın “Yaşayan dinler ve benzer özellikleri” adlı ünitesinin Çin ve Japon
Dinleri başlıklı bölümünde Konfüçyanizm ile ilgili şu bilgiler yer almaktadır:
“Konfüçyanizm, MÖ VI. yüzyılda Çin’de ortaya çıkmış bir dindir. Adını,
kurucusu kabul edilen Konfüçyüs’ten (MÖ 552-479) almaktadır. Bu dinde ahlaki
öğretiler ön plandadır. Konfüçyüsçülük, Çin halkının iki bin yıl boyunca sürdürdüğü
yaşayış tarzını, değerler bütününü, dini inançlarını ifade etmektedir. Konfüçyanizm,
1912 yılına kadar Çin’in resmi devlet dini olmuştur. Konfüçyanistlerin büyük bir kısmı
Çin’de, geriye kalanı Japonya, Burma ve Tayland’da yaşamaktadır.
Konfüçyüs hiçbir zaman kendine “din kurucusu” denilmesini istememiştir. Onun
düşünceleri ölümünden sonra bir din olarak kabul edilmiştir. Konfüçyüs, daha çok
ülkenin sükûnetini sağlayarak eski töre ve gelenekleri yeniden canlandırmak istemiştir.
Konfüçyanizmdeki “Tien” tabiat düzenini idare eden, her şeyin üstünde olan ve yaratma
gücüne sahip yüce bir varlıktır.
Konfüçyüsçülüğün kutsal metinlerini, eski Çin metinlerinin yorumundan oluşan
“Beş Klasik” ve “Dört Kitap” oluşturur.
Konfüçyüsçülük, dinden daha çok, bir ahlak ve hikmet yolu olarak gösterilir.
Konfüçyüs’ün ahlakının temeli, Konfüçyüsçülüğün kutsal kitaplarından olan “Büyük
Bilge”de şöyle açıklanmıştır: İnsan kendini, ailesini ve milletini barışa yönlendirmelidir.
“Konuşmalar” adlı kitapta ise ağır başlılık, cömertlik, samimiyet, doğruluk ve nezaket,
ahlaki yönden insanları erdemli kılan beş özellik olarak sayılmıştır.
Konfüçyüs, öbür dünyanın varlığını inkar etmemekle beraber, yapılan
kötülüklerin cezasının bu dünyada çekileceğini söylemiştir. Konfüçyüs’e göre dua ve
ibadet bir görevdir, fakat devamlı yapılması bir zorunluluk değildir” (DKAB 12. Sınıf
Ders Kitabı, 2010, s.106).
Bir sonraki yıl kullanılan DKAB Dersi 12. sınıf Ders Kitabında ise Yaşayan
Dinler ve Benzer Özellikleri başlıklı ünitede Konfüçyanizm başlığı ile şu bilgilere yer
verilmiştir:
“Konfüçyanizm, Çin’in büyük düşünürlerinden Konfüçyüs (MÖ 552-MÖ 479)
tarafından ortaya konulmuştur. Çin halkının iki bin yıl boyunca sürdürdüğü yaşam
121
tarzını, değerler bütününü ve dini inançlarını ifade etmektedir. MS 1912 yılına kadar
Çin’in resmi devlet dini olmuştur. Bu dünün bugün 350 milyon civarında inananı vardır.
Bunların büyük bir kısmı Çin’de, geri kalanı Japonya, Burma ve Tayland’da
yaşamaktadır. Çin’in Lu eyaletinde doğan Konfüçyüs, yoksul bir ailenin çocuğuydu.
Çin halkının büyük bir bölümünün yoksulluk içinde yaşamasında etkilendi. Konfüçyüs,
yaşadığı dönemde halkın mutluluğunu amaçlayan bir yönetim reformu yapılması
gerektiğini savundu. Konfüçyüs’ün yaşamı boyunca amacı, geniş yetkilere sahip bir
yönetici olmak ve düşüncelerini gerçekleştirmekti. Konfüçyüs, eski bilgilerin
faziletlerini yeni nesillere aktararak toplumda barışın ve iyi yönetimin kurulacağına
inanmıştı. Bunun için o, gençleri politik görevlere hazırlamaya çalışmıştır.
Konfüçyüs, Çin tarihinin ilk özel öğretmeni oldu. Hiçbir zaman alışılmış
biçimde ders vermedi. Öğrencileriyle küçük gruplar halinde ya da teker teker sohbet
etti. Onun tüm öğretisi ahlak temeline dayanıyordu. Ona göre devlet yönetimi, ahlakın
geniş bir alanda uygulanmasına dayanmalıydı.
Konfüçyüs’ün öğretisinin temelini; erdem, sevgi, yüce gönüllülük gibi insani
değerler oluşturmaktaydı. Konfüçyüs, bu değerlerin bütün insanlarda doğuştan var
olduğuna inanıyordu. Ona göre insanlığın özündeki bu sevgiyi, diğer tüm insanları
kuşatacak biçimde besleyip büyüterek eksiksiz erdem boyutuna ulaştırmak herkesin
göreviydi.
Konfüçyüs’e göre insan sevgisinin yanı sıra, erdem ve doğruluk gibi nitelikler de
toplumsal ilişkilerde son derece önemlidir. Onun bu düşünceleri sonraları çok etkili
oldu ve Çinliler, toplumsal ilişkilerde oldukça belirgin bir incelik geliştirdiler.
Konfüçyüs’e göre üstün insan özellikleri, kişiye önderlik özelliği de kazandırır.
Öncelikle hükümdarın kişiliği ve davranışları doğru olmalıdır. İyi toplum, insan
sevgisiyle yönetilen toplumdur. Bu nedenle devlet, eğitim kurumlarından pek farklı
değildir. Hükümdar, öğrencilerinin daha iyi birer insan olmalarına yardım etmeyi
amaçlayan bir öğretmendir.
Konfüçyüs’ün ölümünden sonra öğrencileri onun sözlerini toplayarak kitap
haline getirmişlerdir. Böylece Konfüçyanizm’in kutsal kitapları olan “Beş Klasik” ve
“Dört Kitap” adlı eserler oluşturulmuştur. Beş Klasik, doğrudan doğruya Konfüçyüs’e
aittir. Dört Kitap ise onun öğrencilerinin bıraktığı bir mirastır” (DKAB 12. Sınıf Ders
Kitabı, 2011, s.141-142).
Aynı
ünitede,
“Dinlerin
benzer
özellikleri/İbadet”
Konfüçyanizm ile ilgili şu bilgiye yer verilmiştir:
başlıklı
bölümde
122
“Konfüçyüsçülükte ibadetlerde gök tanrıya hamt edilir. Ayinler sade bir şekilde
yapılır. Cenaze ayinleri önemlidir. Ata ruhların koruyucu olduğu inancından dolayı
bunların adlarının yazılı olduğu levhaların önünde onlara yiyecek ve tütsü gibi şeyler
sunulur. Onların önlerinde baş eğilir ve yardım dilenir…
Konfüçyüsçülükte, mabetlere buhur ve şamdan yakmak, dua ve niyazda bulunmak
amacıyla gidilir. En önemli mabet, Gök Mabet’tir.”
3.2.4.3. Şintoizm
Kelime anlamı olarak “Şinto”, tanrıların yolu demektir ve Japonların yerli dini
inançlarını karşılamaktadır. Japonlar, Budizm Japonya’ya geldikten sonra, eski
inançlarını Budizm’den ayırabilmek için Şinto ismini kullanmışlardır ve Şintoizm bu
isimden doğmuştur. Şintoizm, dinlere tepki göstermeyen ve resmi inanç sistemi
olmayan bir dindir. Bir kurucusu yoktur, tarihi bir olaydan kaynaklanmaz. Bu dinde
tabiat güçlerine ve ruhlara tapınma söz konusudur (Tümer ve Küçük, 2002, s.74).
Şintoizm’de ruh veya tanrıyı ifade etmek için “kami” kelimesi kullanılır. Ölen
herkes kamidir; ancak her kami tanrı olamaz. Bu dinde birçok tanrı vardır. Bunlardan en
önemlisi ve en büyüğü Güneş Tanrıçası Amaterasu’dur. Bunun yanında Ateş Tanrısı
Atago da önemli tanrılarıdır ve tehlikelidir. Bunların dışında ay, deniz, fırtına, ev, ocak
gibi tanrılar da vardır. Şintoizm’de diğer dinlerdeki gibi kutsal kitaplar yoktur, onun
yerine Kojiki ve Nihongi denilen kutsal vekayinameleri vardır. Kojiki, 712 yılında
imparatorun emriyle yazılmıştır. Nihongi ise, 720 yılında yazılmıştır ve Kojiki’nin
yorumudur (Tümer ve Küçük, 2002, s.75-76).
Şintoizm’de put yoktur. Tanrılara tapınaklarda onları sembolize eden nesneler
(Mitama-Şiro) vasıtasıyla tapınılır. İbadet tapınakta veya evde yapılır ve Japonya’da bu
dine ait binlerce tapınak bulunur. İbadetler genellikle dua ve kurbandan ibarettir (Tümer
ve Küçük, 2002, s.76).
MEB Ortaöğretim DKAB 12. sınıf ders kitabında “Dinlerde ibadetler”
ünitesinde Şintoizm ile ilgili şu bilgiler yer almaktadır:
“Şintoizm’de günlük ibadet evde veya rahipler tarafından mabetlerde yapılır.
Tanrılara ibadet; dua etmek, pirinç ve pirinç şarabını kurban olarak sunmakla yerine
getirilir. İbadete gelen Şintoistin, ağzını su ile çalkalamış ve özel ayin temizliği yapmış
olması gerekir…
123
Şintoistlerin en önemli mabedi, İse şehrindeki Amaterasu adına yapılmış olan
mabettir. Mabetlerde genellikle ayna, kılıç, mücevherler süslü taç ve Amaterasu’nun
heykeli bulunur. Mabetler tanrıların mekanı olarak görülür. Mabet işlerini rahipler idare
eder. Japonya’da 100.000 civarında mabet bulunmaktadır” (DKAB 12. Sınıf Ders
Kitabı, 2010, s.35, 43).
Aynı kitabın “Yaşayan dinler ve benzer özellikleri” adlı ünitesinin Çin ve Japon
Dinleri başlıklı bölümünde Şintoizm ile ilgili şu bilgiler yer almaktadır:
“Şintoizm, “tanrıların yolu” anlamına gelmekte ve Japonların geleneksel milli
inançlarını ifade etmektedir. “Şinto” ismi, MS VI. Yüzyılda, geleneksel milli inançları,
Budizm gibi dışarıdan Japonya’ya giren dinlerden ayırmak için kullanılmıştır.
Şintoizm’in, belli bir kurucusu ve inanç sistemi yoktur. Çok tanrıcı bir din olup
milli ve geleneksel bir karakter taşır. Şintoistler diğer dinlere tepki göstermezler. Ata
ruhlarına saygı bu dinin en önemli özelliklerindendir. Ataların öldükten sonra
yaşadığına inanan Şintoist Japonlar, onlar için evlerinde bir atalar köşesi oluştururlar.
Buraya atalarının yemesi için çeşitli yiyecekler koyarlar.
Şintoizm, tanrılarının çokluğu ile de meşhur olan bir dindir. Yaklaşık sekiz
milyon tanrısı vardır. Mutfak işlerinden yolculuğa kadar her şeyle ilgilenen tanrılar
bulunmaktadır. Bazen ölü ataların da tanrılara karıştığına inanırlar. Şintoistlerin çoğu da
aynı zamanda Budist’tir. Japonlara göre insanın iki dini olabilir. Bu düşünceden
hareketle Japonlar, “Biz Şintoist doğar, Budist ölürüz.” derler” (DKAB 12. Sınıf Ders
Kitabı, 2010, s.107).
3.3. Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Ders Kitaplarında İslam İçerisindeki İnanç
Farklılıklarının Öğretimi Konusu
Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Ders Programları için, farklı dinlerin ve inançların
öğretimi kadar, İslam içerisindeki inanç, yorum ve anlayış farklılıklarının öğretimi de
önemli bir husustur. Çalışmamızın önceki bölümlerinde belirttiğimiz üzere, ülkemizde
din eğitimi konusunda mezhepler üstü bir yaklaşım benimsenmiş ve DKAB Dersleri bu
programlara göre hazırlanmıştır. Ancak bu programlar, günümüzde sadece farklı
dinlerin öğretimi konusunda değil, İslam içerisindeki inanç farklılıklarının, mezheplerin
öğretimi konusunda da ciddi eleştiriler almaktadır. Bu noktada programa getirilen en
önemli eleştiri, programın mezhepler üstü bir anlayışla değil de Sünni (özellikle Hanefi)
124
ağırlıklı bir anlayışla hazırlandığı ve derslerin Sünni-Hanefi propagandasına dönüştüğü
yönündeki eleştirilerdir (DEK, 2004, s.38, Alevi-İslam DHB).
Daha önce de belirttiğimiz gibi 2000 yılından beri hazırlanan programlar, İslam
içi görüş ve anlayış farklılıklarının öğretim konusu yapılması ve dikkate alınması yönü
ile incelendiğinde mezhepler üstü ya da arası olarak açıklanabilecek bir yaklaşımla
hazırlanmışlardır. 2000 yılında hazırlanan programda bu husus açıkça vurgulanmamakla
birlikte, bu tarihten sonra hazırlanan programlarda açık bir şekilde belirtilmiştir (MEB
TD, sy: 2356, s.2517,2571, İlköğretim DKAB Dersi Öğretim Programı 2006, 2010,
Ortaöğretim DKAB Dersi Öğretim Programı, 2010).
Din içerisindeki farklılıklar konusuna, ders kitaplarında da 2000 yılından
itibaren yer verilmeye başlanmıştır. Birbirleri ile hemen hemen aynı olan bilgiler, din
içerisindeki anlayış farklılıklarının ortaya çıkış sebeplerinden, bu anlayış farklılıklarının
zenginliklerimiz olduğundan ve anlayış farklılıkları sonucu ortaya çıkan oluşumlardan
bahsedilmiştir.
MEB İlköğretim DKAB 8. sınıf ders kitabında “Dindeki Anlayış Farklılıkları”
başlıklı bir ünite yer almaktadır. Bu ünite içerisindeki ilk konu “Din ve Din Anlayışı
Birbirinden Farklıdır” başlıklı bölüm yer almış ve bu bölümde öncelikle ‘din’ kavramı
tanımlanmıştır. Bu tanıma göre din, Allah’ın insanları iyiye yöneltmek, kötülükten
alıkoymak için peygamberler aracılığı ile bildirdiği kurallardır. Dinin amacı ise insanları
dünya ve ahiret mutluluğuna ulaştırmak olarak belirlenmiştir. Bununla birlikte bu
bölümde, dinin akıl sahibi insanlara seslendiği, onları kötü düşünce ve davranışlardan
uzak tutup iyiye ve güzele yönlendirmeye çalıştığı vurgulanmıştır. Dinin anlaşılması
ise, dine muhatap olan insanların düşünce ve yorumlara dayandığı, dinin evrensel, din
anlayışının bireysel olduğu dile getirilmiştir. Daha sonra ise İslam’ın ilk geldiği yıllarda
bizzat Peygamberin ortaya çıkan tüm sorunlara birinci kişi olarak çözüm ürettiği,
soruların kendisi tarafından cevaplandığı, coğrafya ve nüfus gibi faktörlerin de etkisi ile
farklılıkların ortaya çıkmadığı anlatılmıştır. Ancak peygamberin vefatı, nüfusun artması,
coğrafyanın gelişmesi, farklı dil, etnik köken ve kültürden insanların İslam’a girmesi,
düşünsel ve ilmi faaliyetlerin artması gibi sebeplerle farklı düşünce ve yorumlar ortaya
çıkmıştır ve değişen şartlar göz önüne alındığında bu farklılıkların ortaya çıkması son
derece normaldir ve gereklidir (DKAB 8. Sınıf Ders Kitabı, 2007, s.87).
Aynı ünite içerisinde bir başka başlık ile din anlayışındaki farklılıkların
zenginlik olduğu ifade edilmiştir. Bu bölümde farklı yorumların yeni bazı ilim
dallarının ortaya çıkmasını sağladığı, yoruma açık konularda insanların kendileri için
125
uygun olan hükmü seçebileceklerini, farklılıkların insanı düşünmeye sevk ettiği,
farklılıkların ortaya çıkmasının düşünce özgürlüğünün bir işareti, olduğu belirtilmiştir.
Ünitenin devamında ise din anlayışında ortaya çıkan farklılıkların sebepleri “insanın
yapısı, siyaset, ortam ve kültür, ekonomi” başlıkları ile açıklanmıştır.
Konunun devamında din anlayışında farklılıklara dayalı oluşumlardan biri olarak
mezhepler şu şekilde anlatılmıştır:
“Mezhepler
Mezhep; bir dinin görüş, yorum ve anlayış ayrılıkları nedeniyle ortaya çıkan
kollarından her birine verilen addır.
İslamiyet, 610 yılında Hz. Muhammed’e ilk vahyin gelmesiyle başlayan ve 632
yılında tamamlanan bir dindir. Bu süre içinde İslam’ın ana kaynağı olan Kur’an-ı Kerim
tamamlanmış ve İslam dini son şeklini almıştır. Hz. Peygamberin vefatından sonra da
vahiy kapısı kapanmıştır. Bundan sonra hiç kimse Allah katından vahiy ile bilgi aldığını
söyleme hakkına sahip değildir.
Peygamberimizin hayatta olduğu süre içerisinde herhangi bir mezhepten söz
etmek mümkün değildir. Çünkü o zaman, Kur’an-ı Kerim gelişen olaylara çözümler
getiriyor, Peygamberimiz de gerekli açıklamaları yapıyordu. İslam’ın tamamlanması ve
Peygamberimizin vefatından sonra birtakım sosyal ve siyasal olaylar meydana gelmişti.
İslam dini ise farklı coğrafya ve uluslarda yayılma olanağı bulmuştu. Bununla birlikte
dini konularda da birçok sorun ortaya çıkmıştı. Bu sorun ve olaylar, insanları dinin
kuralları üzerinde düşünmeye ve sorunlara çözümler aramaya yöneltti. Bu konularla
ilgili farklı görüşler ve çözüm örnekleri ortaya konuldu. İşte bu görüşlerin sistemleşmesi
ve zamanla taraftar bulması mezhepleri doğurdu.
Mezheplerin varlığı, İslam kültürünün zenginliği ve İslam’ın düşünce
özgürlüğüne verdiği önemin bir sonucudur. Mezhepler, insanlar arasında gruplaşmalara
neden olmamalı ve ayrılık öğesi olarak görülmemelidir. Çünkü mezhepler, dinin
anlaşılma biçimleridir. Bir insan, kim olursa olsun, hangi mezhebe mensup bulunursa
bulunsun, eğer Allah’a, Hz. Muhammed’in peygamber olduğuna ve Kur’an’a inanıyorsa
Müslüman’dır” (DKAB 8. Sınıf Ders Kitabı, 2006, s.90).
Bu bölümde yer verilen bilgiler, din içerisinde yorum farklılıklarından
kaynaklanan görüş ayrılıklarının ve bunun sonucunda ortaya çıkan mezheplerin
126
kaçınılmazlığından bahsedilerek neden mezhepler ortaya çıkmıştır sorusu cevaplanmaya
çalışılmıştır.
2007 yılında okullarda okutulan DKAB 8. sınıf ders kitabından az önce
incelediğimiz kitapla aynı ismi taşıyan ünite yine yer almıştır. Bu kitapta da din ile din
anlayışı arasındaki farklılıklardan bahsedilmiş, farklılıkların ortaya çıkış sebepleri
açıklanmıştır. Ancak bu kitapta farklı olarak İslam içerisindeki yorum biçimleri ve
mezheplerle ilgili olarak şu bölümlere yer verilmiştir:
“İnançla İlgili Yorumlar
İslam dininin temelini inanç oluşturur. Çünkü İslam dini tevhit dinidir. Tevhit,
Allah’ı bir kabul etmek, yalnızca ona kulluk etmektir. Allah’a, meleklere, kitaplara,
peygamberlere, ahiret gününe, kaza ve kadere iman etmek, dinin inanç boyutunu
oluşturur. İslam dininin ana prensiplerini oluşturan ilkeler, Allah tarafından
belirlenmiştir. İnsanların bu inanç esaslarına bir şey eklemesi mümkün değildir. İnsanlar
sadece bu inanç esaslarının daha iyi anlaşılması için yorum ve açıklama yaparlar. Dinin
inanç esaslarıyla ilgili ortaya çıkan yorumlarına da inançla ilgili yorumlar denir. İnançla
ilgili yorumlar, zamanla bir ilim dalı haline gelmiştir. Bu ilim dalına da “kelam”
denilmiştir…
Fıkhi Yorumlar
İslam dininde inanç esaslarının yanı sıra uygulamaya yönelik olan ilke ve öğütler
de vardır. İşte fıkhi yorumlar, dinin ibadet boyutu ve günlük hayatla ilgili olan diğer
konuları ele alır. Temel İslam bilimlerinden biri olan fıkıh, ibadetler hakkında açıklayıcı
bilgiler verir. Namaz, oruç, hac ve zekât gibi ibadetlerin nasıl ve ne zaman yapılacağını
ayrıntılı bir şekilde açıklayan yorumlara, fıkhi yorumlar denir…
İnsanların hayatlarını kolaylaştıran ve onların dinle ilgili sorunlarını çözen bazı
âlimlerin görüşleri, daha fazla yaygınlık kazanmıştır. Bu âlimlerin bakış açısı, yöntemi
ve dini yorumlama biçimleri, daha sonraları sistemleştirilmiştir. Böylece de farklı fıkhi
yorumlar ortaya çıkmıştır.
Allah’ın emrettiği bir tarzda ona kulluk yapmak, ibadetleri doğru yapmaya
bağlıdır. İslam düşüncesi içerinde yer alan bazı fıkhi yorumlar, gelişerek günümüze
kadar ulaşmıştır. Bu fıkhi yorumların başlıcalar şunlardır:
127
Caferilik: Caferilik mezhebi, İmam Cafer Sadık’ın görüşlerini temel alan fıkhi
bir yorumdur. Caferilik, daha çok İran, Pakistan ve Irak gibi ülkelerde yaygındır.
Hanefilik: İslam düşüncesindeki önemli fıkhi yorumlardan biri de Hanefiliktir.
Hanefilik mezhebi İmam Ebu Hanife’nin görüşleri çerçevesinde şekillenmiştir.
Hanefilik, daha çok Türkiye, Suriye, Irak, Pakistan, Kafkaslar ve Balkanlar’da yaygınlık
kazanmıştır.
Malikilik: İmam Malik bin Enes’in görüşleri çerçevesinde ortaya çıkmış fıkhi
bir yorumdur. Malikilik mezhebi; Fas, Cezayir, Tunus, Sudan gibi bazı Afrika
ülkelerinde yayılarak varlığını günümüze kadar devam ettirmiştir.
Şafiilik: İslam dünyasında en yaygın mezheplerden biri de Şafiiliktir. Bu fıkhi
yorum, İmam Şafi’nin görüşleri etrafında şekillenmiştir. Mısır, Güney Arabistan,
Endonezya, Malezya ve Türkiye gibi yerlerde yaygınlık kazanmıştır.
Hanbelîlik: Bu fıkhi yorum, İmam Ahmed bin Hanbel’in fikirlerine dayanır.
Hanbelilik mezhebi daha çok Arabistan Yarımadası’nda yaygınlaşarak günümüze kadar
varlığını sürdürmüştür” (DKAB 8. Sınıf Ders Kitabı, 2007, s.80-81).
Bu bölümde ise mezhepler en temel düzeyde mezhep imamları üzerinden
anlatılmaya çalışılmıştır. Ayrıca mezheplerin uygulamaları veya uygulama farklılıkları
ile ilgili ayrıntıya girilmemiştir. Muhtemelen bunun sebebi, farklılıklar üzerinden değil
ortak ilke, esas ve uygulamalar üzerinden dersin anlatılmak istenmesindendir. Ancak bu
hassasiyetin konuların anlatımları konusunda da gösterilmesi gerekirken, bazı
bölümlerde göz ardı edildiğini görmekteyiz. 9. sınıf DKAB ders kitabında, abdest
konusu içerisinde abdesti bozan durumlar sıralanmış ve bu durumlar içerinde “vücudun
herhangi bir yerinin kanaması” ifadesi yer almaktadır (DKAB 9. Sınıf Ders Kitabı,
2012, s.32).
DKAB derslerinde mezheplerle ilgili en geniş ve en kapsamlı bölüm 11. sınıf
programında yer almaktadır. “İslam Düşüncesinde Yorumlar” başlıklı ünitede öncelikle
İslam dini içerisindeki yorum farklılıklarının sebepleri açıklanmıştır. Bu bölümde de
mezheplerin oluşumundan ve mezheplerin ortaya çıkış sebeplerinden bahsedilmektedir.
Burada mezheplerin ortaya çıkış sebepleri, “İnsan yapısından kaynaklanan sebepler,
sosyal sebepler, kültürel sebepler, coğrafi sebepler, siyasi sebepler, dini metinlerden
kaynaklanan sebepler” olmak üzere altı başlık altında toplanmıştır (DKAB 11. Sınıf
Ders Kitabı, 2010, s.61).
128
Daha sonraki bölümde mezhepler oluşumlarına göre “Siyasi-İtikadi Yorumlar”
ve “Ameli-Fıkhi Yorumlar” başlıkları altında iki grupta toplanmıştır. Siyasi-İtikadi
yorumlar grubu içerisinde şu bilgilere yer verilmiştir:
“Haricilik
Haricilik dördüncü halife Hz. Ali ile Şam valisi Muaviye arasında yaşanan Sıffin
Savaşı (Temmuz 657) ve neticesinde gerçekleşen Hakem Olayı ile tarih sahnesine çıkan
ilk siyasi mezheptir.
Haricilik, Hz. Peygamber dönemindeki İslami uygulamaları arzulayan, İslam
toplumunda meydana gelen siyasi çalkantılara karşı durmayı amaçladığını iddia eden
fikri bir harekettir. Ancak düşünce ve uygulamalarına bakıldığında Haricilerin zamanla
amaçlarından saptıkları anlaşılmaktadır.
“Hüküm vermek yalnız Allah’a aittir!” söylemini ilke edinen Haricilik, önceleri
siyasi görünüme sahipken daha sonra itikadi bir boyut kazanmıştır.
Hariciler, İslam dünyasında gösterdikleri katı tutum ve diğer Müslümanlara karşı
hoşgörüsüz yaklaşımları nedeniyle tarih sahnesinden silinmişlerdir.
Hariciliğin görüşleri şu şekilde özetlenebilir:
• Hariciliğe göre hüküm vermek Allah’a ait bir iştir. Bu kurala aykırı gördükleri
Hakem Olayı’nı kabul eden Hz. Ali, Muaviye ve taraftarlarının dinden çıkmış
olduklarını kabul ederler.
• Büyük günah işleyen Müslümanlar dinden çıkarlar. Tövbe etmeden ölürlerse
ebediyen cehennemde kalırlar.
• Müslüman bir topluma yönetici olmak için Kureyş soyuna mensup olmak şart
değildir. Adil, bilgili ve yetenekli olan herkes bu göreve gelebilir.
Şiilik
Şiilik, taraftar, yardımcı, bir kimseye uyan manalarına gelen ve Hz.
Peygamberin vefatından sonra hilafetin kıyamete kadar Hz. Ali ve soyundan gelenlere
ait olduğunu iddia eden siyasi mezhebin adıdır.
Yaygın görüşe göre Şiilik, ilk defa Hz. Ali’nin oğlu Hz. Hüseyin’in (ra)
Kerbela’da (61/680) şehit edilmesinden sonra ortaya çıkmıştır. Özellikle Emevi
Devleti’nin bir kısım yöneticileri tarafından yapılan adaletsiz davranışlar ve ehlibeyte
karşı uygulanan katı tutumlar sonucu Şiilik daha da kuvvet bulmuştur.
129
Şia zamanla İmamiyye, Zeydiyye, İsmailiyye gibi görüşleri birbirinden farklı
pek çok kollara ayrılmıştır. Bunların hepsinde ortak nokta imamet konusudur. Şia inancı
şu şekilde özetlenebilir: Cenab-ı Hak, Hz. Peygamber’i İslam’ın yayılması için
göndermiş, vefatından sonra ise bu görev yine kendi neslinden olmak şartıyla imamlara
geçmiştir. Bu imamların ilki Hz. Ali’dir. Önceki üç halife olan Hz. Ebubekir, Hz. Ömer,
Hz. Osman haksız olarak bu göreve getirilmişlerdir. Çünkü Şia’ya göre imamların
seçimi insanlar tarafından değil ancak Allah, Peygamber ve bir önceki imam tarafından
gerçekleştirilebilir. Şia’ya göre imamlar masum (günahsız)dur.
Şiilik, günümüzde daha çok İran, Irak, Yemen’de yaygındır.
Hz. Ali’nin tanrı olduğunu söyleyecek kadar aşırı düşünce sahibi (Galiye)
toplulukların görüşleri, Şia tarafından doğru bulunmaz.
Mutezile
Ayrılan, uzaklaşan anlamına gelen Mutezile, hicri birinci asrın sonlarında
Hasan-ı Basri’nin öğrencisi Vasıl b. Ata ve görüşleri çerçevesinde oluşmuş itikadi
mezheptir.
Bir gün Hasan-ı Basri’ye büyük günah işleyen kişinin durumunun sorulması
üzerine Vasıl b Ata, hocasının cevabını beklemeden şu şekilde cevap vermişti: “Böyle
bir kimse ne mümin ne de kafir sayılabilir. İkisinin arasında bir yerdedir.” Vasıl, büyük
günahların insanı imandan çıkaracağı fikrini kabul ederek Hasan-ı Basri’ye ters düşmüş
ve ders halkasını terk edip kendi görüşleri çerçevesinde kelam ekolünü kurmuştur.
Mutezile, İslam dünyasında akılcılığı öne çıkararak dikkat çekmiştir. Farklı
kültür ve inançların eleştirilerine karşı akli yöntemleri kullanarak İslam inancının o
günkü koşullarda savunmasını yapmıştır.
Abbasi Halifesi Memun’un felsefi eserleri tercüme ettirerek İslam alemine
yayması, Mutezile’nin güçlenmesine neden olmuş ve onun döneminde Mutezile
mezhebinin görüşleri devletin resmi anlayışı haline gelmiştir. Mutezile, fıkhi
meselelerde kendisine has görüşleri ileri sürmemiş, daha çok Hanefileri takip etmiştir.
Mutezile’ye göre insanlar yaptıkları fiillerde tamamen özgürdür. Allah’ın bu
fiillerin yaratılmasına müdahalesi yoktur. Eğer insanların fiillerinin yaratıcısı Allah
olsaydı, Allah’ın insanı cezalandırması anlamsız olurdu. Bu durum, ilahi adaletle
bağdaşmazdı.
130
Mutezile, toplumda iyiliğin yayılması ve kötülüklerin azalması için herkesin
iyiliği emretme, kötülüklerden alıkoyma (emr-i bilmaruf nehy-i anilmünker) görevini
yerine getirmesi gerektiğini savunur.
Maturidilik
İmam Maturidi, tahminen 862 yılında Semerkant’ın Maturid kasabasında
doğmuş büyük Türk bilginidir. Asıl adı Ebu Mansur Muhammed b. Muhammed’dir.
İslam dinine birçok sahada hizmet etmiş, yaşadığı bölgede kelam ekolünün ilk
ve en önemli temsilcisi olmuştur. 944’te yine aynı yerde vafat etmiştir. Pek çok eser
yazmasına rağmen bugün ancak elimizde Te’vilatü’l-Kur’an ve Kitabu’t-Tevhid adlı iki
eseri bulunmaktadır. Kitaplarından onun kelam, tefsir, fıkıh ve mezhepler tarihi
ilimlerinde geniş bir bilgiye sahip olduğu anlaşılmaktadır.
Özellikle yaşadığı bölgede birçok öğrenci yetiştirmiştir. Maturidilik ekolünün
görüşleri bu öğrenciler aracılığıyla yayılmıştır.
Maturidi, yaşadığı dönemde Mutezile’nin bazı görüşlerinden etkilenmiştir.
Ayetleri akılla tevil etmiştir. Ona göre Allah’ın varlığı, sıfatları, Hz. Muhammed
(sav)’in nübüvveti, ahiret inancı gibi prensipler akıl ile kavranabilir. Zira Kur’an’da aklı
kullanma ve düşünme ısrarla vurgulanmıştır. Maturidi ekolüne büyük etkisi olan Ebu
Hanife de akılla yaratıcının varlığının kavranabilir olduğunu söylemiştir.
Maturidi’ye göre iyi ve kötü, güzel ve çirkin akılla bilinebilir. Yüce Rabb’imiz,
bir şeyi güzel olduğu için emretmiş, çirkin olduğu için de yasaklanmıştır. Maturidi’ye
göre; iman dil ile ikrar, kalp ile tasdiktir. Ameller imanın bir parçası değildir. Büyük
günah işleyen dinden çıkmaz ancak günahkâr olur.
Eş’arilik
Eş’arilik Ebu’l Hasen el-Eş’ari’nin görüşleri etrafında şekillenmiş olan bir
düşünce ekolüdür. Ebu’ı Hasen el-Eş’ari, 260/873 yılında Basra’da doğmuş, 324/936’da
Bağdat’ta vefat etmiştir.
Eş’ari, ünlü Mutezile alimlerinden Ebu Ali el-Cubbai’nin öğrencilerinden birisi
olarak kırk yaşlarına kadar Mutezile’nin görüşlerini savunmuştur. O, daha sonra
Mutezile’nin bir takım görüşlerine açıkça karşı çıkmış ve hadislere ağırlık veren bir
oluşumun içinde yer almıştır.
131
Eş’arilik, akla fazla önem veren Mutezile’ye tepki olarak doğmuştur. Abbasi
Halifesi Memun’un Mutezile’ye ait bazı görüşleri devletin desteğiyle halka zorla
benimsetmek istemesi, fikir dünyasında farklı anlayışların doğmasına sebep olmuştur.
Bunlardan biri de Eş’arilik’tir.
Eş’ariliğin görüşleri şu şekilde özetlenebilir:
-
Kendilerine dini tebliğ ulaşmayan kimseler, akıllarıyla Allah’ı bulmak ve
iman etmekle yükümlü değildir.
-
Allah’ın
ahirette
mü’minler
tarafından
görülmesi
mümkündür
ve
görülecektir.
-
İyi ve kötü, güzel ve çirkin akıl ile değil, vahiyle bilinebilir. Bir şey Allah
emrettiği için güzel, yasakladığı için çirkindir.
-
İman, Allah’ın varlığını ve birliğini, onun Hz. Muhammed ile bildirdiği dini
hükümlerin tamamını kalp ile tasdik, dil ile ikrar etmeye denir. Büyük
günah işleyen bir kimse günahkar olur, dinden çıkmış sayılamaz. Böyle
birinin durumu Allah’a kalmıştır. Dilerse affeder, dilerse cezalandırır.
Eş’arilik; Endülüs, Hicaz, Kuzey Afrika, Mısır, Irak ve Suriye gibi bölgelerde
yayılmıştır.”
Ameli-Fıkhi Yorumlar bölümünde ise şu bölümler yer almaktadır:
“Caferilik
Caferilik, Cafer-i Sadık’a nispetle adlandırılan, Şia’nın en önemli fıkhi
mezhebidir. Miladi 700 yılında Medine’de doğan Cafer-i Sadık, on iki imamın beşincisi
İmam Muhammed Bakır’ın Oğludur.
Hadis ilminde otorite kabul edilen Cafer-i Sadık, İmam Malik, Ebu Hanife gibi
tanınmış din bilginleriyle görüş alışverişinde bulunmuştur. Onun, din ilimlerinin yanı
sıra fen ve matematik bilimleriyle de uğraştığı bilinmektedir.
Cafer-i Sadık, fazilet ve takvada üstün bir kişiliğe sahiptir. Sahip olduğu güzel
nitelikler nedeniyle tüm Müslümanların saygı ve sevgisini kazanmıştır.
Fıkıh bilginlerine göre müçtehitlerin bilgi elde etmek dini hükümler verebilmek
için başvurması gereken deliller; kitap, sünnet, icma ve kıyas olmak üzere dörttür.
132
Caferi ekolünde Kur’an-ı Kerim’in delil olması konusunda hiçbir tereddüt
yoktur. Çünkü Kur’an-ı Kerim vahye dayanan Allah kelamıdır. Sünnet, Hz.
Peygamber’in yanı sıra masum (günahsız) saydıkları on iki imamın söz ve fiillerini de
kapsar. İçtihat yapabilecek kimse yukarıdaki dört esasa göre hükümler çıkarır. Bu
konuda yeterli olmayan kimse, hayatta olan bir müçtehidi kendisine örnek alarak taklit
etmelidir.
Caferilik, bugün İran, Irak, Suriye, Lübnan ve Afganistan’da yaygındır.
Ülkemizin bazı bölgelerinde mevcuttur.
Hanefilik
Türk asıllı olduğu bilinen Ebu Hanife Numan bin Sabit, miladi 699 yılında
Kufe’de doğmuş, 767 yılında Bağdat’ta vefat etmiştir. Ailesi, Hz. Ali zamanında
Kabil’den ayrılıp bir ilim ve kültür merkezi olan Kufe’ye yerleşmiştir. Numan bin Sabit,
küçük yaşta Kur’an-ı Kerim’i ezberlemiştir.
İmamı Azam, Kufe’nin en büyük fıkıh bilgini sayılan Hammad ve dönemin
tanınmış âlimlerinden ders almıştır.
Ebu Hanife, kendini tamamen din ilimlerine vermiştir. İslami ilimlere ilgisi ve
keskin zekası sayesinde henüz yirmi iki yaşında olmasına rağmen ilim meclislerinin
vazgeçilmez şahsiyeti haline gelmiştir.
Numan bin Sabit, uzun bir süre ticaretle meşgul olduğundan fıkhın ticaretle ilgili
konuları üzerinde önemle durmuş ve bu konudaki görüşlerini Kur’an ve sünnetten
delilleriyle birlikte ayrıntılı biçimde açıklamıştır. Özellikle fıkıh ilmindeki başarısı,
çözümü zor gözüke meseleleri kolayca cevaplayabilmesi sebebiyle kendisine sonraları
İmamı Azam (Büyük İmam) denilmiştir.
Ebu Hanife, kendisine teklif edilen kadılık görevini tüm baskılara rağmen kabul
etmemiştir. Takva sahibiydi, cömertti, ilme ve ilimle meşgul olanlara büyük sevgi
duyardı. Yetmiş yıllık ömrünün önemli bir kısmını ilmi faaliyetlerle ve talebe
yetiştirmekle geçirmiştir.
İmamı Azam, fıkıhta yöntem olarak sırayla Allah’ın kitabına, Resulullahın
sünnetine, sahabe sözlerine bakar, yine çözümünü bulamazsa kendi görüşü ile içtihat
ederdi.
İmamı Azam, hür düşünceyi savunan bir müçtehitti. O İslam fıkhında dini
hükümler çıkarma konusunda sağlam ve kalıcı prensipler ortaya koymuştur.
133
Ebu Hanife, dinin uygulama alanında ortaya çıkan yeni meseleleri akli
metotlarla çözüme kavuşturmanın gerekliliğini savunmuştur. Bununyanı sıra nakli de
ihmal etmemiştir. Bu özelliği ile Müslümanların uzun zaman ihtiyaçlarına cevap
verebilecek fıkhi esaslar geliştirmiştir.
Hanefi mezhebinde Ebu Hanife’nin yanı sıra öğrencilerinden İmam Muhammed
ve İmam Ebu Yusuf’un görüşleri de etkilidir. Bu mezhep, günümüzde daha çok
Türkiye, Türkistan, Pakistan, Kafkasya, Mısır, Kuzey Afrika ve Balkanlar’da yaygındır.
Malikilik
Malikilik, miladi 712 yılında Medine’de dünyaya gelen İmam Malik bin Enes’e
nispetle adlandırılan fıkhi bir mezheptir. İlim ehli bir aile ortamında yetişen İmam
Malik, önce Kur’an-ı Kerim’i ezberlemiş, ardından hadis ilmi konusunda derinleşmiştir.
Zühri ve Cafer-i Sadık gibi önemli hocalardan ders almıştır. Hayatının tamamını
Medine’de geçirdiği için hac maksadıyla Mekke’ye gelip Medine’ye de uğrayan birçok
ilim adamıyla görüşme ve tartışma imkanı bulmuştur. Uzun süre Mescid-i Nebevi’de
imamlık görevini yürütmüştür. İlmi konularda kendini yetiştirdikten sonra çevresindeki
insanlara ders vermeye başlamıştır.
Uzun süre çalışarak hazırladığı Muvatta adlı eseri hadis alanında yazılmış ilk ve
önemli eserlerden biridir. Kitabını, hadislerin, sahabe sözlerinin ve bazı tabiin
fetvalarının unutulup kaybolmaması, sonraki nesillere aktarılması için kaleme
alınmıştır.
İmam Malik, fıkıhta usul olarak sırasıyla Kur’an-ı Kerim’i, sünneti, sahabe
sözlerini, icmayı delil almıştır.
Malikilerde akli metotlardan çok, ayetlerde ve hadis rivayetlerinde geçen
ifadeler öncelik taşır. Kıyas yöntemiyle akıl yürütme ancak ikinci derecede başvurulan
kaynaktır.
Malikilere göre harama götüren şey haram, helale götüren şey ise helaldir.
Medine halkının davranışları dinin anlaşılması ve yaşanması konusunda çok önemlidir.
İmam Malik hayatı boyunca ilimle meşgul olarak yaşamış ve takvadan
ayrılmamıştır. Fetva verirken acele etmez, soran kişiyi bir süre bekletir, araştırmasını
tamamladıktan sonra cevabını verirdi. M. 795’te Medine’de vefat atmiştir.
Malikilik Mısır, Afrika, Endülüs (İspanya), Fas, Sudan, Irak gibi bölgelerde
yayılmıştır.
134
Şafiilik
Asıl adı Muhammed bin İdris olan İmam Şafii miladi 767 yılında Gazze’de
doğmuş, 819 yılında Mısır’da vefat etmiştir. İmam Şafii babasının vefatıyla iki
yaşındayken Mekke’ye yerleşmiştir. Küçük yaşta Kur’an-ı Kerim’i ezberledi. Dini
ilimlerle birlikte şiir ve Arap edebiyatı eğitimi aldı.
O dönemin bir geleneği olarak ilim tahsili için birçok seyahat yaptı. Medine’de
büyük müçtehit İmam Malik ile tanışarak ondan fıkıh derleri aldı. Muvatta adlı eserini
ezberlediğini gören İmam Malik, Şafii’ye özel değer vermiştir.
İmam Şafii, daha sonra Bağdat’a gelmiş, İmamı Azam’ın öğrencisi İmam
Muhammed’den ders almıştır. İmam Malik’in öncülüğünde Hicaz ekolü, İmam
Muhammed’in öncülüğünde ise Bağdat ekolü diye bilinen iki fıkıh ekolünün görüşlerini
geliştirmiştir.
İmam Şafi, fıkıh konusundaki üstü bilgi ve yeteneklerini kullanarak bu sahada
bir ilk olan Risale adlı kitabını yazmıştır. Risale’de fıkıh usulü ilminin temel
ilkelerinden bahsederek kendisinden sonraki bilginlere ışık tutacak büyük bir hizmet
yapmıştır.
Şafii’nin hüküm çıkarma konusunda Kur’an’la birlikte sünneti de delil almasının
sebebini şöyle açıklayabiliriz: Kur’an’da namaz, zekat, hacca dair emirler var. Ancak
bunların nasıl yapılacağına dair teferruatlı bilgi Hz. Peygamber’in uygulamalarıyla
insanlara tanıtılmıştır.
Şafii mezhebi Anadolu, Kafkasya, Suriye, Mısır, Irak ve Filistin gibi bölgelerde
yayılmıştır.
Hanbelilik
Hanbelî mezhebinin kurucusu kabul edilen Ahmed bin Hanbel, miladi 780’de
Bağdat’ta doğmuştur. 855’te yine aynı yerde vefat etmiştir. İlk eğitimine dönemin
büyük bir ilim ve kültür merkezi olan Bağdat’ta başlamıştır. Kur’an-ı Kerim’i
ezberlemiş, Arap dili ve edebiyatı konusunda eğitimini tamamladıktan sonra, hadis
ilmine yönelmiştir. Basra, Hicaz, Kufe ve Yemen’e ilmi seyahatler yaparak zamanın
önemli bilginlerinden ders almış ve hadis toplamıştır.
İmam Ahmed bin Hanbel önce Ebu Hanife’nin öğrencisi Ebu Yusuf’un
derslerine katılmış, ondan fıkıh öğrenmiştir. Daha sonra İmam Şafii’den ders alarak
onun hüküm çıkarma konusundaki başarısından çok etkilenmiştir.
135
Ahmed bin Hanbel’in ezberinde çok sayıda hadisin olduğu ve bunlardan bir
kısmını Müsned adlı kitabında kaydettiği bilinmektedir. İmam Ahmed bin Hanbel’in
fıkıh usulünde birinci kaynağı ayet ve hadislerdir.
Hanbelîlere göre hakkında haram olduğuna dair kesin bir hüküm bulunmayan
şeyler helaldir. Bu görüş, topluma canlılık kazandıran önemli ve güncel bir prensiptir.
Çünkü bu kural, Müslümanları günlük hayatta sıkça karşılaştıkları, bir şeyin haram ya
da helal olması gibi şüphelerden kurtarmaktadır.
Hanbelîlik Suriye, Irak ve Arabistan Yarımadası’nda yaygındır” (DKAB 11.
Sınıf Ders Kitabı, 2010, s.67-69).
Ünitede son olarak “İslam Düşüncesinde Yorumları Birleştiren Unsurlar”
konusuna yer verilmiş, bu bölümde “tevhit, nübüvvet, Kur’an-ı Kerim, ahiret”
kavramlarının İslam içerisinde yorum ve anlayış farklılıklarından doğmuş mezheplerin
üzerinde ittifak ettiği ortak konular olduğu belirtilmiştir.
İslam içerindeki inanç farklılıkları anlatılırken DKAB ders programları ve
kitaplarında, İslam içerindeki yorum farklılıkları gruplara ayrılmış ve bu şekilde
incelenmiştir. Bu konu, 2006 yılında okutulan DKAB 8. Sınıf ders kitabında, “Din
Anlayışındaki Farklılıklara Dayalı Oluşumlar” başlığı ile ele alınmış ve bu
oluşumlardan birincisi, konunun başında incelediğimiz ‘mezhepler’ başlığı ile ele
alınmıştır. İkinci oluşum olarak ‘Tarikatlar’ üçüncü olarak ise ‘Cemaatler’ başlığıyla
konu açıklanmaya çalışılmıştır ve şu bilgilere yer verilmiştir:
Tarikatlar
İslamiyetin temel prensiplerine dayanarak, nefsi arıtıp ahlakı güzelleştirerek,
dini yaşama ve Allah’a ulaşma bilgisi veya yaklaşımına tasavvuf denir. Tasavvufun
kurumlaşmış haline de tarikat adı verilir.
Tarikatlar, tarihimizde önemli görevler üstlenmişlerdir. Selçuklu ve Osmanlı’nın
kuruluşunda önemli katkıları olmuştur. Özellikle Mevlevilik, Bektaşilik ve Ahilik,
devlet düzeninin bozulduğu zamanlarda, toplumu bir arada tutmaya yardımcı
olmuşlardır. Balkanlar ve Kafkaslar’da günümüzde de etkisi ve izi bulunmaktadır.
Osmanlının son zamanlarında bazı tarikatlarda bozulama başlamıştır. Bozulan
tarikat anlayışları, mensuplarını dini istismara yöneltmiştir. Bundan dolayı, 30 Kasım
1925’te, tekke ve zaviyeler kapatılmıştır.
136
Cemaatler
Dini anlayışlardaki farklılıklara dayalı oluşumlardan biri de cemaatlerdir.
İnsanlar, din konusunda uzman olan görüşleri benimseyip bu doğrultuda hayatlarına yön
veririler. Dini de bu görüşlerin belirlediği biçimde anlamakta ve algılamaktadırlar.
Cemaatlerin oluşumuna neden olan farklı dini anlayışların temelinde, insanın
yapısı, siyaset, ekonomi ve kültürün etkileri vardır. Cemaatlerin hoşgörüyü
desteklemeleri, ayrımcılık ve bölücülük yapmamaları durumunda ülkenin birlik ve
beraberliğine, insanlar arasında kardeşliğe katkıları olur. Zaten sevgi ve hoşgörü
İslam’ın temelidir” (DKAB 8. Sınıf Ders Kitabı, 2006, s.91-92).
Bu bölümde mezheplerle birlikte tarikat ve cemaat kavramlarının da açıklanması
ve özellikle cemaatlerin dine hizmet etme ve toplumu birleştirme gibi görevlerinden
bahsedilmesi günümüz toplumunda ciddi merak ve tartışma konusu olan cemaatler
konusunda önemli mesajlar barındırmaktadır.
MEB İlköğretim DKAB 8. sınıf ders kitabında yer alan “Dindeki Anlayış
Farklılıkları” başlıklı ünitede, yorumların üç farklı başlıkta ele alındığını söylemiş, bu
başlıklardan iki tanesi olan ‘inançla ilgili yorumlar’ ve ‘fıkhi yorumlar’ başlıklı
konulardaki bilgileri daha önce incelemiştik. Aynı bölümde, üçüncü başlıkla ‘tasavvufi
yorumlar’ konusu yer almaktadır ve bu bölümde şu bilgilere yer verilmiştir:
“İslam düşüncesindeki yorum biçimlerinden biri de ahlakla ilgili konular
üzerinde yoğunlaşan tasavvufi yorumlardır. İslamiyet’in temel ilkelerine dayanarak
ahlakı güzelleştirmek, içtenlikle Allah’a kulluk ederek dini yaşamak için ortaya çıkan
yorumlara, tasavvufi yorumlar denir. Tasavvufi yorumlar, dinin ahlakla ilgili esasları
üzerinde durur. Ahlak, insanlar arasındaki ilişkileri hukuki bir yaptırıma dayanmadan
düzenlemeye çalışır. İnsanları olgunlaştırarak birbirlerine karşı saygı, sevgi ve hoşgörü
beslemelerini sağlar.
İnanç ve ibadetlerin özü, her türlü gösterişten uzak kalarak samimi olmaktır.
Tasavvufi yorumlar, insanları Allah’a yönelmeye ve samimi olarak ona bağlanmaya
teşvik etmiştir.
Tasavvufi yorumlar, kalp temizliği ve güzel ahlak üzerinde durur. İnsanları
manevi açıdan eğitmeyi ve olgunlaştırmayı amaçlar. Bu amaca ulaşmak için dünyanın
geçici olduğunu düşünerek maddi değerlerden daha çok, manevi değerlere önem
vermek gerekir.
137
Tasavvufi yorumların en fazla üzerinde durduğu husus, Allah korkusunu ve
Allah sevgisini kalbe yerleştirmektir. İnanç ve ibadetlerin daha içtenlikle yapılması,
kalbin temizliğine bağlıdır. İslam dini kalp temizliğine önem vermiş ve Allah’ın
huzuruna tertemiz bir kalp ile çıkılmasını öğütlemiştir. Allah’ın huzuruna tertemiz bir
kalple çıkmaktan başka hiçbir şeyin faydası yoktur. Allah sevgisiyle dolu olan bir insan,
başkalarını incitmekten sakınır ve insanlar arasında sevgi ve dostluğun yayılmasına
katkı sağlar.
Tasavvufi yorumlar, İslam dininin birçok coğrafyada yayılmasını sağlamıştır.
İslamiyet; Hint Yarımadası, Horasan, İran, Anadolu, Kafkaslar, Kuzey Afrika ve
Balkanlar’da daha çok tasavvufi yorumlar aracılığıyla yayılmıştır. Hoca Ahmed Yesevi,
Yunus Emre, Hacı Bektaş Veli, Mevlana, Ahi Evran ve Hacı Bayram Veli gibi
şahsiyetler, ahlaki değerlerin başta Anadolu olmak üzere birçok bölgede yayılmasına
öncülük etmişlerdir. Ayrıca bu şahsiyetlerin kültür ve edebiyatımız üzerinde de önemli
etkileri vardır.
Yesevilik, Mevlevilik, Alevilik-Bektaşilik ve Ahilik gibi oluşumlar, Anadolu’da
hoşgörü kültürünün yayılmasına öncülük etmiş başlıca tasavvufi yorumlardır. Bu
tasavvufi oluşumlar, Selçuklu ve Osmanlı devletlerinin kurulmasında, gelişip devam
etmesinde önemli katkıları bulunmuştur. Devlet düzeninin bozulduğu dönemlerde de
toplumu bir arada tutarak insanların huzur ve mutluluk içerisinde yaşamasını
sağlamıştır.
Hoşgörü, saygı ve sevgi gibi değerlerin toplum içinde yayılmasında tasavvufi
yorumların önemi büyüktür. Bu değerler sayesinde farklı sosyal ve kültürel ortamlardan
gelen insanlar, huzur ve mutluluk içinde beraberce yaşamışlardır. İslam dininin inanç ve
ibadet boyutunun toplum içerisinde içtenlikle benimsenmesinde tasavvufi yorumlar
etkili olmuştur.” (DKAB 8. Sınıf Ders Kitabı, 2007, s.81-82).
İslam düşüncesindeki faklılıklarının bir şekli olan tasavvufi yorumlar, tanımlama
olarak DKAB ders kitaplarında bu şekilde yer almaktadır. Bunun dışında, DKAB 7.
sınıf ders kitabında tasavvufi yorumlar tek tek ele alınarak incelenmiştir. Bu bölümde
Yeseviliğin, bütün çalışmalarında Kur’an ve sünneti esas alan Ahmet Yesevi’nin
görüşleri etrafında şekillendiği, Yesevilik düşüncesinin sevgi esasına dayandığı bilgileri
yer almıştır. Bununla birlikte şefkatli olmak, yalan söylememek, hak ve hukuka riayet
etmek, yoksullara yardım etmek gibi konular da bu düşüncede önemli yer tutmaktadır.
Yesevilik Orta Asya’dan Balkanlar’a kadar geniş bir coğrafyada yayılmıştır (DKAB 7.
Sınıf Ders Kitabı, 2011, s.87).
138
Aynı bölümde yer verilen tasavvufi oluşumlardan bir diğeri Kadirilik’ tir.
Kadirilik, Abdülkadir Geylani’nin düşünceleri etrafında şekillenmiş, diğer tasavvufi
oluşumlar gibi Kur’an ve sünneti esas almıştır. Emir ve yasakların uyulması konusu
üzerinde önemle duran Kadirilik, tövbe etme konusuna da özen göstermiştir. Bu
düşüncede en önemli görevler, yoksula yardım etmek, sadaka verip cömert olmak ve
Allah’ın isimlerini anıp Peygamberimize salâvat getirmektir.
Tasavvufi
oluşumlardan
bir
diğeri
ise
Nakşibendilik’tir.
Bahaeddin
Nakşibend’in düşünceleri etrafında şekillenmiştir. Kur’an ve sünnete dayanan
düşüncede Allah’ı anmak önemlidir. Bu düşüncenin en önemli ilkelerinden biri ilim
irfan meclislerinde iyi insanlarla bir arada olabilmektir.
Bir diğer tasavvufi düşünce ise Mevlevilik’tir. Mevlana’nın düşünceleri
etrafında şekillenmiştir. Mevlana, Şems isimli bir sufiden çok etkilenmiştir. Mevleviliğe
göre örnek insan olmak önemlidir. Hırs, kibir, yalan gibi kötü huyları terk edilmelidir.
Alem insan içindir ve insan varlıkların en üstünüdür. Başkaları hakkında iyi düşünmek,
helal kazanmak, şükreden ve ibadetlerini yerine getiren bir kul olmak gerektiği önemle
vurgulanır. Mevleviliğin şiir ve musiki üzerinde de büyük etkileri olmuştur.
Mevlevilerin ney eşliğinde ellerini açıp dönerek yaptıkları ayine “sema” denir.
MEB Ortaöğretim DKAB 12. sınıf ders kitabında da “İslam Düşüncesinde
Tasavvufi Yorumlar” başlıklı bir ünite yer almakta ve bu ünitede öncelikle İslam
dünyasında
tasavvuf
anlayışının
ortaya
çıkışından
ve
tarihi
sürecinden
bahsedilmektedir. Ünitenin devamında “Tasavvufi düşüncede Allah-varlık ilişkisi” ve
“Tasavvufi düşüncenin ahlaki boyutu” başlıklı konular yer almaktadır. Son olarak ise
“Kültürümüzde etkili olan tasavvufi yorumlar” başlığı altında “Yesevilik, Mevlevilik,
Kadirilik, Nakşibendilik” konularına yer verilmiştir (DKAB 12. Sınıf Ders Kitabı, 2011,
s.63-79).
İslam içi inanç farklılıklarının öğretimi konusunda ciddi problemlerden biri de
Alevilik-Bektaşilik mezhebi ve konusudur. Alevilik, cumhuriyetin ilk günlerinden
itibaren, özellikle din eğitimi konusunda çok fazla tartışmaların yaşanmasına sebep olan
konudur. Yıllardan beri süren tartışmaların ana hatlarını Aleviliğin DKAB ders
kitaplarında yer almaması ve dersin Sünni propaganda yaparak bu mezhebi görmezden
geliyor olması oluşturmaktadır. Burada çalışmamızın çerçevesi ve amacı da göz önüne
alındığında bu konu hakkında uzun açıklama ve izahatlara girmemiz doğru
olmayacaktır.
Ancak
konunun
DKAB
ders
programlarını
ve
içeriklerini
değerlendirmeye yetecek kadar bir açıklama yapmamız gerektiği de aşikârdır. Bu
139
yüzden öncelikle Alevilik konusunu ana hatlarıyla açıklayıp ardından programların ve
içeriklerinin değerlendirilmesi yapılacaktır.
Alevilik meselesine ismin anlamını açıklayarak başlamak istiyoruz. Alevi
Arapça’da “Ali’ye mensup” veya “Ali’ye ait” anlamlarına gelmektedir. İslam tarihi ve
tasavvuf edebiyatında ise “Hz. Ali’yi sevmek, saymak ve her hususta ona bağlı olmak”
anlamlarına gelir. Bu yüzden Hz. Ali’yi seven, sayan herkese Alevi denir (Fığlalı, 2006,
s.5).
Bununla birlikte Anadolu Aleviliğine bir takım farklı isimler de verilmiştir.
Bunların başında Bektaşilik gelmektedir. Bektaşilik, Hacı Bektaş Veli tarafından
kurulduğuna inanılan bir tarikattır. Hz. Ali ve Ehl-i Beyt sevgisi ve Aleviliğin esaslarına
bağlılıkları dolayısıyla Bektaşiliğe de Alevilik denilmektedir. Ancak buradaki Alevilik,
bir Sünninin Ehl-i Beyt’e olan sevgisini ifade etmektedir. Türkiye’de her Bektaşi Alevi
olduğu halde her Alevi Bektaşi sayılmaz. Burada Köy Bektaşisi ve Şehir Bektaşisi
olmak üzere iki farklı grup karşımıza çıkmaktadır. Köy Bektaşilerine Alevi denir ancak
Şehir Bektaşilerine Bektaşi denir. Aslında Bektaşilik bir tarikattır. Bu yüzden tarikatın
yoluna uyan herkes Bektaşi olabilir. Ancak Alevilik soya bağlıdır ve sadece annesi,
özellikle babası Alevi olan Alevidir (Fığlalı, 2006, s.6-7).
Bu ikisinden başka Aleviliğe tarihi süreç içerisinde cereyan etmiş farklı
olaylardan dolayı Kızılbaş, Tahtacı gibi isimler de verilmiştir (Fığlalı 2006, s.8-9).
Ancak Türk tarihinde Alevilik, ya da yaygın kullanılışı ile Alevilik-Bektaşilik, 19. asrın
sonlarından itibaren, Türkiye’de yaşayan Kızılbaş, Bektaşi, Tahtacı, Çepni, Sıraç vb.
zümreleri ifade etmek için kullanılan tek veya en yaygın isim olmuştur (Onat, 2010).
Anadolu Alevîliği, büyük ölçüde sözlü kültür geleneğinin hâkim olduğu ve
heterojen bir takım özelliklere sahiptir ve Türklerin İslam’a girişiyle birlikte yaklaşık X.
yüzyıldan itibaren başlayan bir süreç içerisinde doğmuştur. Dolayısıyla Aleviliğin
doğuşunda Türklerin İslam’a girişi önemli rol oynamıştır. Türklerin İslam ile ilk
karşılaşmaları Hz. Ömer döneminde olmuş, daha sonra Emeviler döneminde de devam
etmiştir. Ancak bu dönemki münasebetler, Emevilerin milliyetçi ve savaşçı tutumları
sebebiyle pek dostça olmamıştır. İşte bu dönemlerde, Emevilerin baskı ve
zulümlerinden kaçan bazı Ehl-i Beyt taraftarları Türkler arasında İslam’ın tanınmasını
ve bazı Türk grupların Alevi eğilimli olarak Müslüman olmasını sağlamıştır. 751
yılında yapılan Talas Savaşı ile Türkler ile Abbasiler arasında sıkı münasebetler
kurulmuş Türkler büyük gruplar halinde İslam’ı din olarak seçmeye başladılar (Turan
ve Yıldız, 2008, s.13).
140
Türkler arasında yayılan bu İslamlaşma hareketi şehirlerde ve yerleşik hayatı
benimseyenler arasında hızlı bir seyir izlerken göçebe ve yarı göçebe topluluklarda bu
hareket çok hızlı yürümemiştir. Bu süreçte Ahmet Yesevi, Arslan Baba, Korkut Ata gibi
isimler etkili olmuştur. Göçebe ve yarı göçebe topluluklar üzerinde ise Ehl-i Beyt
eğilimli dede ve babaların çalışmaları etkili olmuştur. Ancak kırsal kesimde yaşayan ve
Ehl-i Beyt sevgisi eğilimli olarak İslam’ı benimseyen bu gruplar eski inanç ve
geleneklerini terk edememiş ve eski inançları ile İslam’ın sentezi olan bir yaşam biçimi
benimsemişlerdir (Turan ve Yıldız, 2008, s.14). Özellikle eski Türk inancında var olan
kam, keramet gibi bazı kavramlar, İslam’a girilmiş olmasına rağmen terk edilmemiş,
yeni din ile sentezlenerek yaşatılmaya devam edilmiştir (Ocak, 2005, s.53-100).
Aleviliğin tarihinde Babailer İsyanı önemli bir dönüm noktasını teşkil
etmektedir. Göçebe Türkmenlerin bu hareketi sonucunda Anadolu’da babalar
faaliyetlerini sürdürmüşlerdir. Bunlar arasında en önemlisi Hacı Bektaş Veli’dir. Hacı
Bektaş Veli, Yesevi Ocağı’ndan, Horasan Erenleri’nden büyük bir zattır. Hayatı ile
ilgili detaylı bilgiler yoktur. Bazı kaynaklar O’nun Hz. Ali soyundan olduğunu iddia
etseler de bununla ilgili kesin bilgilere ulaşılamamıştır. Horasan’dan Anadolu’nun
İslamlaştırılması hareketine katılarak Anadolu’ya gelmiş ve burada halkın İslam’ı
seçmesi ve öğrenmesi için faaliyetlerde bulunmuştur. Bu faaliyetler sırasında Hacı
Bektaş Veli’nin Ehl-i Beyt sevgisini de yoğun bir şekilde işlemesi O’nun günümüz
Alevileri tarafından önder kabul edilmesine sebep olmuştur (Fığlalı, 2006, s.112-131).
Alevilik ve Bektaşilik kavramları, kimilerine göre aynı manayı ifade eden iki
kavram iken kimileri bu ikisinin birbirinden farklı kavramlar olduğunu söylemişlerdir.
Bektaşîlik genellikle Alevîlikle karıştırılmıştır. Günümüzde, “Alevî-Bektaşî” diye
anılan bir terim ortaya çıkmıştır. Bazı araştırmacılar 1826’da Bektaşîlik yasaklanınca
köy Bektaşîliğini Alevilikle birleştirmişler ve 1925’te tarikatların kapatılmasıyla da
Bektaşîliği, Alevîlik içinde ele almışlardır. Bazı araştırmacılar, Bektaşîliği Alevîliğin bir
kolu olarak ele alırken bazıları bunu reddeder. Bazı araştırmacılar da Bektaşîliğin,
Osmanlı Devleti tarafından kurulmuş bir Alevîlik şekli olduğunu söyleyerek olayı siyasî
nedenlere bağlamaya çalışırken; bir kısmı ise ikisinin de aynı olduğu görüşünü
savunmuşlardır (Azar, 2005, s.82). Bütün bu tartışmaların daha fazlası bizim
çalışmamızın alanı dışına çıkmaktadır. Biz, çalışmamızda yer alan Alevilik terimini
bütün bu kavramları ifade etmek için kullanacağız.
Günümüzde Aleviliğin ne olduğu ve tanımı konusunda ortak bir fikir yoktur.
Kimileri Aleviliği bir tarikat, kimileri mezhep, kimileri siyasi bir hareket, kimileri de bir
141
yaşam tarzı olarak kabul etmektedir. Bu belirsizliğin veya ihtilafın temelinde biraz önce
de bahsettiğimiz, Kızılbaşlık, Bektaşilik, Alevilik kavramlarının birbirlerinden farklı
olsalar da bugün hepsinin aynı şeymiş gibi algılanması yatmaktadır (Bozkuş, 2006, s.3).
Bu konuda en fazla öne çıkan tanım veya sınıflama Aleviliğin bir mezhep olduğu
görüşüdür. Bu görüşü savunanlar, DKAB Derslerinde sadece Sünni din eğitimi
yapıldığı bu yüzden Aleviliğin ayrı bir ders ve bu ders için hazırlanmış özel kitaplarla
öğretilmesi gerektiğini veya DKAB derlerinin tamamen kaldırılması gerektiğini
savunmaktadır (Eğri, 2002, s.168). Ancak burada belirtmek isteriz ki, Alevilik hakkında
az önce de bahsi geçen belirsizliğin temel nedeni, konunun şimdiye kadar bilimsel
yollarla araştırılıp incelenmemesi, bu konuda gerekli çalışmaların yapılmamasından
kaynaklanmaktadır. Bu yüzden, bir kısım Alevi vatandaşın, bu dersleri almak
istememesi sebebiyle, DKAB derslerinin kaldırılmasını savunmak pek akılcı veya
bilimsel görünmemektir. Bununla birlikte, DKAB dersleri dışında Alevilik adı altında
zorunlu bir dersin olmasının da pek akıllıca bir teklif olmadığı aşikârdır. Bu teklifler
arasında, günümüzde Türk Milli Eğitim sisteminde gerçekleştirilen yenilikler de göz
önüne alınarak, en bilimsel ve mantıklı olanı, Aleviliğin seçmeli bir ders olarak
okullarda okutulmasıdır. Ancak hemen belirtmek isteriz ki, konu ile ilgili yeterince
bilimsel araştırma ve incelemenin olmayışı, bazı konular üzerinde bizzat Alevilerin de
kendi aralarında ihtilafa düştükleri göz önüne alınırsa, yapılacak böyle bir
düzenlemenin, öğrenciler ve toplum üzerinde istenenin aksine olumsuz etkiler
bırakması kaçınılmazdır. Bu yüzden, yapılacak tüm düzenlemelerin, gerekli bilimsel ve
sosyolojik araştırmaların ardından yapılması gerekmektedir.
İlköğretim Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersi Öğretim Programlarına
bakıldığında Alevilik-Bektaşilik konusuna ilk kez 2011 yılında hazırlanan programda
yer verilmiştir. Daha önceki programda yedinci sınıf konuları arasında yer alan, adı
“Ramazan ayı ve oruç ibadeti” olan ünitenin adı aynı sınıf konuları içerisinde “Oruç
ibadeti” olarak değiştirilmiş ve bu üniteye “Muharrem orucu” konusu da eklenmiştir.
Bunun yanında yine yedinci sınıf programı içerisinde “İslam düşüncesinde yorumlar”
ünitesi yer almaktadır. Ünitede İslam içerisinde yorum farklılıkları, bu farklılıkların
sebepleri ve çeşitleri, bazı tasavvufi yorumlar ve “Alevilik-Bektaşilik (Cem ve cemevi,
razılık ve kul hakkının sorulması, on iki hizmet, semah, musahiplik-yol kardeşliği, dua
ve gülbenkler, Hızır orucu)” konuları yer almaktadır (İlköğretim DKAB Dersi Öğretim
Programı, 2010, s.73).
142
Ortaöğretim Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersi Öğretim Programlarında ise
“Alevilik-Bektaşilik” konusuna ilk kez 2005 yılında hazırlanan programda 12. Sınıflar
“İslam düşüncesinde tasavvufi yorumlar” ünitesinde “Alevilik-Bektaşilik Düşüncesi”
başlığı ile yer verildiğini görmekteyiz. Aynı şekilde, 2011 yılında hazırlanan
Ortaöğretim Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersi Öğretim Programında da bu ünite
içerisinde “Alevilik-Bektaşilik Düşüncesi” konusuna yer verilmiş ve üniteye “Cem ve
cemevi, cemin yapılışı, semah, muhasiplik, dua ve gülbenkler, muharrem ayı ve aşure”
ve “Nusayrilik” konuları da eklenmiştir ( MEB TD, sy:2517, Ortaöğretim DKAB Dersi
Öğretim Programı, 2005).
MEB İlköğretim DKAB 7. sınıf ders kitabında “Oruç İbadeti” başlıklı ünitede
“Muharrem Orucu” başlığı ile şu bilgilere yer verilmiştir:
“Sözlükte “haram kılınan, yasaklanan; kutsal olan, saygı duyulan” anlamlarına
gelen muharrem, hicri takvime göre yılın ilk ayıdır. Peygamberimiz, muharrem ayını
“Allah’ın ayı” olarak nitelendirip ramazandan sonraki en faziletli orucun bu ayda
tutulan oruç olduğunu ifade etmiştir.
Muharrem ayının onuncu günü “aşura” diye adlandırılır. Hz. Peygamber bu ayın
dokuz, on ve on birinci günlerinde oruç tutmuş; Müslümanlara da bu orucu tutmalarını
tavsiye etmiştir.
Müslümanlar bu aya büyük önem verir. Bu ay boyunca Hz. Peygambere ve onun
ehl-i beytine salâvat getirir ve başta Hz. Hüseyin olmak üzere Kerbela’da şehit düşenler
için mersiye ve dualar okurlar.
Alevi-Bektaşi geleneğinde de muharrem ayının özel bir yeri vardır. AleviBektaşiler, muharrem ayının ilk on iki gününü oruçlu olarak geçirirler. Bu günlerde
Kerbela’da Hz. Hüseyin’in ve evladının susuz bırakılmış olmasından dolayı su içmez,
eğlence yapmaz ve kurban kesmezler. Oruçlar tutulduktan sonra on üçüncü günü
Kerbela Olayı’ndan sağ olarak kurtulan Hz. Hüseyin’in oğlu Zeyn’ü-l Abidin için
şükran kurbanı keser ve aşura kaynatırlar.
Muharrem ayında yetim, fakir ve kimsesizler korunur. Muhtaçlara yardım edilir.
Bu ayda aşura pişirerek komşu ve akrabalara dağıtılır” (DKAB 7. Sınıf Ders Kitabı,
2011, s.47).
Aynı kitabın “İslam Düşüncesinde Yorumlar” başlıklı ünitesinde “Tasavvufi
Yorumlar” ismi ile yer alan bölümün alt başlıklarından biri de “Alevilik-Bektaşilik”
konusudur. Bu bölümde şu bilgiler yer almaktadır:
143
“Hz. Ali’yi seven, sayan ve ona taraftar olan kişiye Alevi denir. Aleviler;
Allah’ın birliğine inanan, Hz. Muhammed’i son peygamber olarak kabul eden, kutsal
kitabı K.Kerim olan, Hz. Muhammed’i ve O’nun ehl-i beytini seven Müslümanlardır.
Bektaşilik, Hacı Bektaş Veli’ye bağlı olan ve onun yolundan gidenlerin
oluşturduğu düşüncenin adıdır. Hacı Bektaş Veli, kendisinden sonra gelen birçok
kimseye rehberlik yapmış, Alevi-Bektaşiliğin gelişiminde çok önemli rol oynamış bir
şahsiyettir. Hacı Bektaş Veli, Anadolu ve Balkanlar’da İslam’ın yayılmasına öncülük
etmiş ve buralarda ahlaki ilkelerin yerleşmesine önemli bir katkı sağlamıştır.
Alevilik-Bektaşilik düşüncesinde; cem, semah, ağızdan ağza dolaşan deyiş,
düvaz ve nefeslerle, Hacı Bektaş Veli’nin tasavvufi düşünceleri dile getirilmiştir. Bunun
için de Alevilik-Bektaşilik, iç içe geçmiş tasavvufi bir yorum olarak varlığını günümüze
kadar devam ettirmiştir.
Alevilik-Bektaşilik düşüncesi, diğer tasavvufi oluşumlar gibi İslam’ın ahlaki
prensiplerinin insanlar arasında yaygınlaşmasını amaçlar. Bu konuda Hz. Muhammed
ve onun ehl-i beytini kendilerine örnek alır.
Alevilik-Bektaşiliğin sevgi ve dostluk yolu olduğunu gösteren temel ahlaki
prensipler, buyruklarda şu şekilde dile getirilir:”Yolumuz sevgi ve dostluk üzerine
kurulmuştur. Dergahımızda kışkırtıcı, bozguncu ve karıştırıcılara yer yoktur.
Çekememezlik, kıskançlık, kendini beğenme, kin, inat, arkadan konuşma, dedikodu,
başkasını suçlama, iftira, küfür, zulüm, yalan ve cinayet Allah’ın yasak ettiği işlerdir.
Bir talip, tüm bu kötülükleri benliğinden uzaklaştırıp yüreğinden silmelidir. Talip,
gerekmezse söz söylemez. Kendine ait olmayanı almaz. Görmediğine ‘gördüm’,
duymadığına ‘duydum’ demez…
Anadolu’ya
sağlanmasında,
göç
manevi
eden
Türk
bağların
boyları
gelişmesinde
arasında
Hacı
birlik
Bektaş
ve
Veli
beraberliğin
ve
diğer
mutasavvıfların büyük katkıları olmuştur. Hacı Bektaş Veli, Ahmet Yesevi’nin manevi
ocağında yetişmiş bir Horasan ereni olarak Anadolu’da ahlak, insan sevgisi ve bir arada
yaşama kültürünün yaygınlaşmasında öncülük etmiştir.
Cem ve Cemevi
Cem; toplanmak bir araya gelmek ve bütünleşmek demektir. AlevilikBektaşilikte cem bir araya gelinerek topluca yapılır. Cemler, eskiden dergâhlarda,
144
meydan evi denilen mekanlarda gerçekleştirilirdi. Kentleşmeyle birlikte zamanla
cemevi adı verilen mekânlarda gerçekleştirilmeye başlanmıştır. Cemi dede yönetir.
Cemde, kişiler aşkla Allah’a yönelirler. Yüreklerin Allah sevgisiyle dolmasını
sağlarlar. Cemde tevhitler (La ilahe illallah) okunur. Eller göğüslere konarak Hz.
Muhammed ve ehl-i beytine salavatlar getirilir, işlenmiş olan günahlar için tövbe
istiğfar edilir. Okunan gülbenk, dua, on iki imam aşkına söylenen düvaz, deyiş ve
nefesler arasında hep bir ağızdan “Allah Allah” denir.
Cemevi, cemin yapıldığı yerdir. Bunun yanında cemevi; tasavvufi sohbetlerin
yapıldığı mekan, duruma göre yoksullara aşevi, misafirhane, birlik, dirlik ve kardeşlik
evi olmuştur. Ayrıca ilim, eğitim ve kültür evi olarak da kullanılmaktadır.
Alevi-Bektaşiliğe göre cemevinin kapısından girmek, cemin ilk basamağıdır.
Cemevine niyaz edilerek girilir. Cemevinin ortasında “kırklar meydanı”, meydanın
ortasına ise “dar meydanı” denir. Bu meydan, kişiyi amaca ulaştıran “sırat-ı müstakim”
(doğru yol) olarak kabul edilir.
Cem her zaman yapılmakla birlikte yılın belli zamanlarında da yapılır. Örneğin
“düşkünlükten kaldırma cemi”, “dardan indirme cemi” ve “Abdal Musa cemi”
bunlardan bazılarıdır.
Alevilik-Bektaşilikte birbiriyle küs olan, bir başkasının hakkını, hukukunu
çiğneyen ve herhangi bir kişiye zarar verecek davranışlarda bulunan kimseler “düşkün”
sayılır. Bu davranışları işleyen kimseler, genellikle cem sırasında dar meydanına gelirler
ve aralarındaki anlaşmazlıklar dede tarafından giderilmeye çalışılır. Sorunları
giderilemeyen kimseler, o sorunun daha sonra çözümlenmesi amacıyla cemevinden
çıkarılır. Ceme alınmayan bu kişilere “ yol düşkünü” denir. Yol düşkünü olan kimseler,
problemlerini kendi aralarında çözüp anlaşırlarsa tekrar ceme alınabilmeleri için ayrıca
bir erkan (tören) düzenlenir. Düzenlenen bu erkânda, düşkünlükten kaldırılacak olan bu
kimseler, dar meydanında dedelerin huzuruna gelip Kur’an’ın “…Ey Rabbimiz! Biz
kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden
oluruz.” Ayetini okurlar.
Bunun ardından dede tarafından bu kimselere gerekli uyarı yapılır. Dede, bu
kimselerden kurban kesip fakir fukarayı doyurma, ihtiyaç sahiplerine dağıtma veya
cemevinin bir ihtiyacını gidermesi gibi isteklerde bulunur. Bu kimseler bundan sonra
yol düşkünü olmayacaklarına dair halkın ve Hakk’ın huzurunda söz verirler. Daha sonra
bu kimselerin üzerine bir gülbenk okunarak ceme son verilir. Buna düşkünlükten
kaldırma cemi denir.
145
Cem çeşitlerinden biri de dardan indirme cemidir. Alevilikte, ölen kişi için daha
çok “Hakk’a yürüdü” ifadesi kullanılır. Hakk’a yürüyen kişinin tanıdıkları, akraba ve
arkadaşları çağırılarak hem halkın huzurunda, hem de dedenin huzurunda ölen kişi
adına razılık alınır. Borcu varsa ödenir. Alacağı varsa alınarak yakınına teslim edilir.
Sağlığında incittiği kimseler varsa onların razılığı alınır. Kurallar yerine getirildikten
sonra yemekler yenilir. Dua ve gülbenkler okunarak dardan indirme cemi tamamlanmış
olur.
Abdal Musa cemi ise her yıl, sonbaharda küskünlerin barıştırılması ve birliğin
sağlanması amacıyla yapılır. Herhangi bir ocağa veya cemevine bağlı bulunan kimseler,
bir araya gelip kurban keserler. Tüm canlar bu kurban lokmasına maddi katkıda
bulunurlar. Yapılan bu birlik ceminde, küskünler barıştırılır ve elde edilen nimetler için
Allah’a şükredilir. Buna “Abdal Musa kurbanı” veya “birlik cemi” denir.
Razılık ve Kul Hakkının Sorulması
Üzerinde kul hakkı bulunan bir kimsenin ceme girmesi uygun bulunmaz. Bu
sebeple cemin hemen başında dede, taliplere dönerek şu uyarılarda bulunur:
Canlar! Hep birlikte cem yapacağız. Yolumuz rıza yoludur. İz sizi, sizden alıp
Hakk’a teslim edeceğiz. Özünüzdeki Hakk’la dar ve didar olacaksınız. Yüce Allah
Kur’an’da, “Şu bir gerçek ki müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin
arasını düzeltin ve Allah’tan korkun ki esirgenesiniz.” diye nasihatte bulunuyor. Yine
Kur’an’ı Kerim’de “Ey huzura kavuşmuş insan! Sen ondan razı olarak Rabb’ine dön.
(Seçkin) kullarımı arasına katıl ve cennetime gir!” buyurmuştur. Biz de size soruyoruz,
birbirinizden razı mısınız? Eğer kul, kuldan razı olursa Allah da ondan razı olur.
Aranızda dargın, küskün olan ve üzerinde kul hakkı bulunanlar varsa dar meydanına
çıksın ve özünü dara çeksin. Eğer yoksa “Allah eyvallah” deyiniz. Ardından dede
“Birbirinizden razı mısınız? Birbirinize haklarınızı helal ediyor musunuz?” diye üç defa
sorar. Herhangi bir kul hakkı varsa hak sahibine iade edilir ve helallik alınır.
On İki Hizmet
Alevilikte on iki hizmet, cem esnasında on iki kişi tarafından belirli bir düzen ve
kurallar çerçevesinde yapılır. On iki hizmet; dede, rehber, gözcü, çerağcı, zakir, ferraş,
saka, sofracı, pervane, peyikçi, İznikçi ve bekçi adı verilen kişiler tarafından yerine
getirilir.
146
• Dede: Cemi yönetir.
• Rehber: Cemde yapılanlara ve ceme katılanlara yardımcı olur. Dedenin en
yakın yardımcısıdır. Dedenin olmadığı zamanlarda onun yerine cemleri idare
eder.
• Gözcü: Rehberin yardımcısıdır. Cemde düzeni ve sükûneti sağlar.
• Çerağcı (Delilci): cemin başlangıcında çerağları uyandırır.
• Zakir (Aşık): Cem esnasında tevhid, düvaz imam, mersiye ve miraçlamayı
bağlama eşliğinde okur.
• Ferraş (Süpürgeci): Cem yapılacak yerin temizliğinden sorumludur.
• Saka: İbriktar da denir. Cem sırasında el suyu döker.
• Sofracı: Kurbancı veya lokmacı da denir. Kurban ve yemek işlerine bakar.
• Pervane (Semahçı): Semaha öncülük eder.
• Peyikçi (Haberci): Cemin yapılacağını insanlara duyurmakla görevlidir.
• İznikçi (Meydancı): Cemin yapıldığı yerin düzenini sağlar.
• Bekçi (Kapıcı): Cemin ve ceme katılanların güvenliğini sağlar.
Cem evlerinde on iki hizmetten biri de “çerağ uyandırma” dır. Çerağ, ışık ve nur
anlamındadır.
Cem başlamadan önce Nur suresinin 35. ve 36. ayetleri okunarak çerağlar
uyandırılır. Kur’an ayetler okunduktan sonra “Yaradan’ın nuru aşkına ya Allah ya Allah
ya Allah, nübüvvetin nuru aşkına ya Muhammed ya Muhammed ya Muhammed,
velayetin nuru aşkına ya Ali ya Ali ya Ali” denilerek üç çerağ uyandırılır. Ardından on
iki imamın adının zikredildiği bir dua okunur.
Semah
Semah, Alevi-Bektaşi cemlerinde ceme katılanların manevi coşku halinde
kendilerinden geçerek ilahi bir aşkla ayakta dönmeleridir. Alevi-Bektaşiler, evrende
bulunan her şeyin döndüğünden hareketle Allah’a olan aşk ve sevgilerini semahla ifade
ederler.
Semah, okunan ilahilerin eşliğinde, dil, ırk ve cinsiyet ayrımı olmaksızın ellerini
göğe doğru kaldırarak Hakk’ın tek olduğunu zikretmektir. Semah sırasında hareketlerin
değişik anlamları bulunmaktadır. Semahın; nefsin, bencilliğin, menfaatçiliğin,
147
ikiyüzlülüğün ve yaşama dair tüm kötülüklerin anlamsızlığını görüp Hak’tan alıp halka
vermek, paylaşmak gibi farklı anlamları vardır.
Semah dönenler, dedenin oturduğu bölüme sırtlarını dönmezler. Bu bölüme
geldikleri zaman yüzleri çerağa dönük boyunları hafif bükük geçerler.
Musahiplik (Yol Kardeşliği)
Alevilik-Bektaşilikte musahiplik (yol kardeşliği) çok önemlidir. Musahiplik, Hz.
Peygamber Döneminde sahabe arasında yaşanan birlik, beraberlik, kardeşlik ve
dayanışmanın günümüze taşınmasıdır. Hz. Peygamber, Mekke’den Medine’ye hicret
ettikten sonra, inananları birbirine kaynaştırmak ve sosyal dayanışmayı sağlamak
amacıyla her Mekkeli muhaciri bir Medineli ensar ile kardeş yapmıştır. Bu kimseler, öz
kardeş gibi evlerini bölüşmüşler, beraber yemiş, beraber çalışmışlardır. Hz. Peygamber,
“Ey Ali! Sen dünyada da ahirette de benim kardeşimsin.” buyurarak Hz. Ali’yi de
kendisine kardeş yapmıştır. İşte bu kardeşlik anlayışı, Alevi-Bektaşi geleneğine
musahiplik şeklinde yansımıştır.
Musahiplik, evli olan iki kişinin aileleriyle birlikte dedenin huzurunda kurban
keserek hayat boyu “yol kardeşi” olmaya söz vermesine denir. Musahipliğin temeli
dayanışma ve paylaşmadır. Medineli Müslümanlar nasıl evlerini, işlerini, tarlalarını, bağ
ve bahçelerini Mekke’den göç eden Müslümanlarla paylaştılarsa musahipler de bütün
varlıklarını yol kardeşleriyle paylaşırlar.
Musahip olan kişilere şöyle öğüt verilir: “Evlatlarım! Siz musahip oldunuz.
Başta musahip, musahibinden malını esirgemeyecek. Yalan söylememek, haram
yememek, zina yapmamak, dedikodu etmemek, elinle koymadığını almamak, gözünle
görmediğini gördüm dememek, kimseyi incitmemek gerek. Tüm bu dediklerimi
yapacaksınız. Nefsinize uymayın, yolunuzdan azmayın. Çiğ (haram) lokma yemeyin.
Malı mala, canı cana katın. Halinize hadleş, yolunuza yoldaş olun.”
Musahip olan kişi yılda bir defa dedenin huzuruna gelir. Verdiği sözleri yerine
getirip getirmediğini halkın ve Hakk’ın huzurunda kendisine sorulur. Cevaplar
alındıktan sonra orada bulunan halktan helallik alınır. Buna da “görgü cemi” denir.
Dua ve Gülbenkler
Alevilik-Bektaşilikte ibadetin temeli duadır. İnsan, günlük hayatta maddi ve
manevi sorunlarla karşılaşabilir. O vakit bir kurtarıcı ve çıkış yolu aramaya başlar.
148
Aklına ilk gelen ise Yüce Allah olur. Çünkü insanoğlunun sığınabileceği tek güç odur.
Tüm duygularını, dileklerini ona açar, dua etmeye ve ondan yardım dilemeye başlar. Bu
yalvarış ve yakarış, insana huzur verir, onu rahatlatır.
Alevilik-Bektaşilikte dua, “gülbenk” olarak isimlendirilir. Gülbenk kelimesi,
sözlükte; gül sesi, bülbül şakıması anlamlarına gelmektedir. Gülbenklerde cümleler,
kısa ve ahenklidir. Gülbenk; Allah’a sığınma, yalvarma ve ondan af dilemedir.
Genellikle kişi ve toplumu ilgilendiren, dini ve ahlaki hemen her konuda bir gülbenk
bulunmaktadır.
Alevilik-Bektaşilikte insanlar, bireysel olarak kendi içinden geldiği gibi Allah’a
dua ederler. Bu yalvarış, kul ile Allah arasındadır. Cemevlerinde ise genellikle dedelerin
öncülüğünde dua edilir. Dede tarafından okunan gülbenki dinleyenler, “Allah Allah”
diyerek duaya katılırlar. Dua ve gülbenklerin sonundaki “Allah Allah!” sözü “Allah’ım
duamızı kabul et, hakkımızda hayırlı olanı nasip et!” anlamında söylenir. Örneğin bir
duada şöyle denilir:
“Bismişah Allah Allah! Vakitler hayrola, hayırlar feth ola. Şerler def ola. Yüce
Allah dildeki dileklerimize, gönüldeki muratlarımıza vesıl eyleye. Milletimizin,
devletimizin varlığını, birliğini, dirliğini sonsuz eyleye. Yüce Allah dualarımızı dergah-ı
izzetinde kabul eyleye…”
Dede, Kur’an ayetlerini okurken besmeleyle (Rahman ve Rahim olan Allah’ın
adıyla) başlarlar. Gülbenk ve dualara ise “Bismişah Allah Allah!” (Allah’ın adıyla)
diyerek başlarlar.
Bir dua ifadesi olan salavat da Alevili-Bektaşilikte önemli bir yer tutar. Yüce
Yaradan Kur’an’da, “Allah ve melekleri, Peygambere salat ederler. Ey müminler! Siz
de ona salavat getirin ve tam bir teslimiyetle selam verin” buyurur. Bu ayetin içerisinde
geçen salavat sözü, “Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala al-i seyyidina
Muhammed” şeklinde söylenir. “Allah’ım! Efendimiz Hz. Muhammed’e ve onun ehl-i
beytine rahmet et!” anlamına gelir. Yüce Allah, bu ayetle bütün müminlerden Hz.
Peygambere ve onun ehl-i beytine salat ve selam etmelerini istemektedir. AlevilikBektaşilikte tüm ibadetlerde bu şekilde salavat getirilir.
Hızır Orucu
Alevilik-Bektaşilikte çok önem verilen Hızır orucu genellikle şubat ayının 13, 14
ve 15. günlerinde tutulur. Bu oruç, şu olaya dayandırılır: Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin bir
149
gün hastalanır. Hz. Fatıma, üzgün bir durumda babasına gider ve bu durumu bildirir.
Allah Resulü, torunlarının şifa bulması için dua eder ve iyileşmeleri halinde kızı Fatıma
ve damadı Hz. Ali’ye üç gün oruç tutmalarını tavsiye eder. Hz. Hasan ve Hz.
Hüseyin’in iyileşmesi üzerine Hz. Ali, Hz. Fatıma ve çocukların hizmetinde bulunan
Fıdda, üç gün adak orucuna niyet ederler. İlk günün akşamı oruçlarını açmak üzere iken
bir yoksul gelerek onlardan yiyecek ister. Yiyeceklerini yoksula verirler. İkinci günü
yetime, üçüncü günü de yiyeceklerini kapılarına gelen esire vererek, üç su ve tuzla
oruçlarını açarlar. Üçüncü günün sonunda Peygamber Efendimiz, Hz. Ali’ye,
“Orucunuz nasıl geçti ya Ali?” diye sorar. Hz. Ali’de “Size malum ey Allah’ın elçisi”
der. O vakit Peygamberimiz, “Üç gün peş peşe kapınıza gelen kimse Hazreti Hızır idi.
Yüce Allah, sizin sabrınızı sınamak üzere, Hızır’ı görevlendirmişti.” buyurdular.
Hz. Ali ve Hz. Fatıma başta olmak üzere, ehl-i beyt ailesinin tutmuş oldukları bu
üç günlük oruç, onların yolundan gidenlere de örnek olmuştur. Alevi-Bektaşiler, ehl-i
beyt, Hızır aşkı ve Allah rızası için bu üç günlük orucu tutarlar ve arkasından da
cemevinde toplanarak tutulan oruçların ve kesilen kurbanların kabulü için Allah’a dua
ve niyazda bulunurlar” (DKAB 7. Sınıf Ders Kitabı 2011, 91-101).
MEB Ortaöğretim DKAB 12. sınıf ders kitabında “İslam Düşüncesinde
Tasavvufi Yorumlar” başlıklı ünitede “Alevilik-Bektaşilik Düşüncesi” başlığı altında şu
bilgilere yer verilmiştir:
“Alevilik-Bektaşilik düşüncesi, kültürümüzde önemli etkileri olan tasavvufi bir
yorumdur. Bektaşilik düşüncesinin kurucusu Hacı Bektaş Veli’dir. Hacı Bektaş Veli,
Piri-i Türkistan olarak anılan Hoca Ahmet Yesevi’nin Allah sevgisi ve güzel ahlakı esas
alan öğretilerini Anadolu’da yaygınlaştırmıştır. Horasan ve diğer Türk bölgeleri Moğol
istilasına uğrayınca Türkler Anadolu’yu yurt edinmişlerdir. Anadolu’ya göç eden
Türklerin siyasi istikrara kavuşmasında, ekonomik olarak güçlenmesinde, birlikberaberlik içinde yaşanmasını sağlayan manevi bağların gelişmesinde Hacı Bektaş
Veli’nin büyük katkıları olmuştur. Hacı Bektaş Veli, Ahmet Yesevi’nin manevi
ocağında yetişmiş bir Horasan ereni olarak Anadolu’da ahlak, adalet ve özgürlük
meşalesini
dalgalandırmış,
insan
sevgisi
ve
bir
arada
yaşama
kültürünü
yaygınlaştırmıştır.
Hacı Bektaş Veli, kısa süre içerisinde Anadolu’dan Balkanlar’a uzanan tasavvufi
bir yorumun ilk mimarı olmuştur. Bir mutasavvıf ve gönül eri olarak Anadolu halkının
etkilendiği manevi önderler arasındaki yerini almıştır. “Horasan’dan gelen diğer
erenlerle birlikte Hacı Bektaş Veli, hakikat çerağını Anadolu’da yakmış, etrafına
150
topladığı insanlara tasavvufun inceliklerini anlatmıştır.” Alevilik-Bektaşilik düşüncesi
Anadolu ve Balkanlar’da toplumsal hayatı etkilemiş tasavvufi bir akım olarak
günümüze kadar varlığını sürdürmüştür.
Alevilik-Bektaşilik düşüncesinin şekillenmesinde Hacı Bektaş Veli’nin Makalat
isimli eserinin önemli bir etkisi vardır. Hacı Bektaş Veli, bu eserinde İslam’ın itikat,
ibadet ve ahlak konularındaki görüşlerini dile getirmiştir. Hacı Bektaş Veli, bu konu ile
ilgili görüşlerini “dört kapı kırk makam” prensibine göre açıklar. “Ona göre, bunlar
birbirlerini tamamlayan şeylerdir. Bunlardan birinin eksikliği, diğerini de eksik kılar.
Kul, Allah Teala’ya kırk makamla ulaşır, dost olur. Bu kırk makamın onu şeriat
içindedir, onu marifet içindedir, onu tarikat içindedir, onu da hakikat içindedir.
Vilayetname-i Hacı Bektaş Veli, Buyruklar ve ozanlar tarafından söylenmiş
deyiş ve nefesler, Alevilik-Bektaşilik düşüncesinin temel kaynakları arasında yer
almaktadır. Vilayetname’de eski Türk inançlarına dair inanç motifleri görüldüğü gibi
daha kadim bir anlayış olarak başta Allah inancı ve Hz. Muhammed’in peygamberliği
olmak üzere İslami inanç esaslarına atıflar bulunmaktadır. Alevilik düşüncesinin önemli
kaynaklarından biri olan Buyruklarda zikir, tövbe, ilahi aşk, insanı-ı kamil tevazu ve
murakabe gibi tüm tasavvufi yorumların ortak kavramlarına yer verilir.
Alevilik-Bektaşilikle ilgili bazı kavram ve deyimler şunlardır: Deyiş, nefes, üç
sünnet yedi farz, muharrem orucu, mürebbi, musahip, pir, dede, talip, hacip, semah,
düvaz imam, cem, rehber, gözcü, çerağcı, saka-ibriktar, sofracı, kurbancı, semahcı,
peyik, iznikci, on iki hizmet.
Buyruklarda yer alan en önemli hususlardan biri “üç sünnet, yedi farz”
kavramıdır. Üç sünnet; hakkı zikretmek, kalpte düşmanlığa yer vermemek ve yola
teslim olmaktır. Yedi farz ise sırrını izhar etmemek, gördüğünü örtmek, özür ile niyaz
eylemek, mürebbi hakkını gözetmek, musahip hakkını gözetmek, tövbe almak ve taç
giyip özünü üstada teslim etmek şeklindedir.
Buyruklarda Kur’an’ı Kerim’e vurgu yapılarak toplumu doğru bir şekilde hakka
ulaştırmak için Kur’an’ın bilinmesi ve davranışların Kur’an’a uygun olması gerekliliği
dile getirilir. Bu husus şu şekilde ifade edilir: “Ayetsiz, kitapsız söz söyleyip nasihat
eden pirin söylediği sözler saygın değildir. Söylenen sözün kesinlikle Kur’an’a uyması
gerekir.”
Alevilik-Bektaşilik düşüncesi diğer tasavvufi oluşumlar gibi İslam’ın ahlaki
prensipleri üzerinde önemle durur ve bu prensiplerin insanlar arasında yaygınlaşmasını
sağlar. Alevilik-Bektaşilik yolunun sevgi ve dostluk yolu olduğunu gösteren temel
151
ahlaki prensipler şu şekilde dile getirilir: “Yolumuz sevgi ve dostluk üzerine
kurulmuştur. Dergâhımızda kışkırtıcı, bozguncu ve karıştırıcılara yer yoktur.
Çekememezlik, kıskançlık, kendini beğenme, kin, inat, arkadan konuşma, dedikodu,
başkasını suçlama, iftira, küfür, zulüm, yalan ve cinayet Tanrı’nın yasak ettiği işlerdir.
Bir talip tüm bu ötülükleri benliğinden uzaklaştırıp yüreğinden silmelidir. Talip,
gerekmezse söz söylemez. Eli ile koymadığını almaz. Gözü ile görmediğine “gördüm”,
kulağı ile duymadığına “duydum” demez…”
Alevilik-Bektaşilik düşüncesinde adab ve erkan, Ehlibeyt, musahiplik, Ayin-i
cem, muharrem ve kurbanların ayrı bir yeri vardır. Ehlibeyt sevgisi ön plana çıkarılarak
Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin soyundan gelenlere sevgi beslenir ve saygıda kusur edilmez.
Muharrem ayında Hz. Hüseyin’in Kerbela’da şehit edilmesinin matemi için on iki gün
oruç tutulur. Bu süre içerisinde normal hayatta yapılan bazı davranışlardan kaçınılır.
Muharrem orucunun tamamlandığı on ikinci akşamı cem ayini yapılır.
Görgü ayini, ikrar verme cemi, Kerbela-Muharrem ayini gibi bazı merasimler
Alevilik-Bektaşilik düşüncesinin önemli gelenekleri arasında yer alır. Örneğin söz
vermek ve karar kılıp kabul etmek anlamına gelen ikrar verme ceminde, Kur’an’da
geçen “Ben sizin Rabb’iniz değil miyim?” sorusuna “Tabii ki, sen bizim Rabb’imizsin”
şeklinde cevap verilir. Cemde dile getirilen ikrar sözü şöyledir: “Allahu azimuşşanın
kuluyum, Adem safiyyullahın neslindenim,. İbrahim halilullahın milletindenim.
Dinimiz, din-i İslam; kitabımız, Kur’an; kıblemiz Kabe, Muhammed aleyhisselamın
ümmetindenim. Şah-ı Merdan-ı Mürteza Ali’nin bendesiyim. Gürühu nacidenim. İmamı Cafer Sadık mezhebindenim. Allahu Ekber, Allahu Ekber, Lailahe illellahu vallahu
ekber, Allahu ekber ve lillahi’l-hamd.” Ayrıca cem törenlerinde değişik gülbanklar
eşliğinde salavatlar okunur. Bunlardan biri şu şekildedir: “Dede, Tevbe suresinin 119.
ayeti olan ‘Ey iman edenler! Allah’ı sevip sayın ve doğrularla beraber olun’ ibaresini
okur ve; ‘Tövbe günahlarımıza estağfirullah. Elimizle, dilimizle, belimizle işlediğimiz
günahlarımıza tövbe estağfirullah, isyanlarımıza tövbe estağfirullah’ der. Sonra ‘ber
cemal-i Muhammed, kemal-i Hasan, Hüseyin, Ali ra bülend-i salavat’ der ve bütün cem
erenlerini salavata davet eder. Onlar da topluca ‘Allahümme salli ala seyyidina
Muhammed ve ala al-i Muhammmed’ diye salavat verirler.
Tasavvufi düşüncenin önemle üzerinde durduğu bilgi sahibi olmak, Allah’a
isyankar olmamak, nefsine uymamak, gaflette olmayıp kalp gözü açık olmak, tamah
etmemek, dünyaya bağlanmamak, şehvetperest olmamak, kibirsiz olmak, kimseye acı
ve zarar vermemek, pinti ve aceleci olmamak, kazaya rıza ile teslim olup vesvese
152
etmemek gibi ahlaki kurallar Alevilik-Bektaşilik düşüncesinde de vurgulanan temel
prensiplerdir.
Hz. Peygamber’in konu edildiği naatlar, Alevi-Bektaşi edebiyatının önemli
unsurları içerinde yer alır. Hz. Peygambere olan sevgisini, “Cismimi kıldım feda aşk ile
canan Ahmed’e/Yalnız cismim değil olsu feda can Ahmed’e” şeklinde dile getiren
Hilmi Dedebaba bir naatında Hz. Peygamberi şöyle anlatır:
“Enver-i arşı Güzinsin Ya Muhammed Mustafa
Rahmeten lilaleminsin Ya Muhammed Mustafa
Nur-ı Kur’an-ı Mübinsin Ya Muhammed Mustafa
Cümle alem halkı muhtaçtır senin ihsanına”
Alevilik-Bektaşilik düşüncesinin temel kaynaklarında ibadet konularına da yer
verilir. Bu düşüncenin önderi Hacı Bektaş Veli, İslam’ın temel şartlarını şu şekilde
sıralamıştır: “Namaz kılmak, zekat vermek, oruç tutmak, gücü yetince hacca gitmek…”
Alevilik düşüncesinin diğer yazılı kaynaklarından birisi olan “Buyruklarda
namaz, oruç, hac ve zekat gibi İslam’ın belli başlı ibadetleri sayılmış ve aynı zamanda
Hz. Muhammed ile Hz. Ali’nin buyruğu olarak kabul edilmiştir.” İslam’ın belli başlı
ibadetleri Buyruk’ta şu şekilde ifade edilmiştir: “Oruç, namaz, hac, zekat,
kelimeişahadet, dünyalık fitresinin tümü Muhammed-Ali’nin buyruğudur.”
Sohbet ve arkadaşlık yapmak anlamına gelen musahiplik geleneği de
Buyruklarda yer alır. Bu geleneğin Muhammed ile Ali’den itibaren uygulandığı
belirtilir. Buna göre Hz. Muhammed miraçtan döndükten sonra ashabıyla görüşerek
onlara her iki kişinin birbiriyle musahip olmasını istemiş ve kendisinin de Hz. Ali’yle
musahip olduğunu ilan etmiştir. Birbirleriyle musahip olmak isteyen kimselerin yaş,
ekonomik durum ve yaşadıkları yer gibi bazı hususlarda birbirlerine eşit olması gerekir.
Birbirleriyle musahip olan kişiler, artık kardeş olmuşlardır ve birbirlerinden
sorumludurlar. Musahiplerden biri bir hata işlediğinde diğeri onu uyarır. Birbirlerinin
sıkıntılarını paylaşarak dayanışma içine girerler.
Alevilik-Bektaşilik düşüncesinin önemli temsilcilerinden biri olan Cebbar Kulu,
“Komşun ile ehl-i iyalin ile bir hoşça diril, konuğa tazim eyle. Kuşlarda, böcüklerde,
hayvanlarda, insanda hiçbir şeyin canını incitme. Cümlesi senden hoşnut olsun. Hak
Teala da senden hoşnut ola…” diyerek hoşgörü, sevgi, barış, kardeşlik ve ahlak
anlayışını ifade eder.
153
Alevilik-Bektaşilik düşüncesinin önemli ozanlarından biri olan Aşık Veysel,
İslam’ın yasakladığı senlik-benlik kavgasına son verilmesini, Allah’tan birlik dilemek
gerektiğini, her türlü belanın ikilikten geldiğini, tüm canlıların topraktan geldiğini ve
bizi yakan ateşi söndürmek gerektiğini vurguladığı bir şiirinde bizlere şöyle seslenir:
Allah birdir Peygamber hak
Rabbü’l-alemindir mtlak
Senlik-benlik nedir bırak
Söyleyin geldi sırası
Cem Töreni
Alevilik-Bektaşilik düşüncesine göre cemaatle yapılan törenlere cem denir. Cem
törenine dedeler ve babalar önderlik yapar. Ozanlar tarafından bağlama eşliğinde, Hz.
Muhammed, Hz. Ali, Ehlibeyt, On iki İmam ve Kerbela üzerine deyişler, mersiyeler,
düvaz imam ve tevhid nefesleri, miraclama ve dualar okunur. Bu cemlerde küskünler
barıştırılır, sevgi ve kardeşlik mesajları verilir, semah dönülür, kurbanlar kesilir ve
lokmalar dağıtılır. Cem törenlerinde “Biismi Şah, Allah Allah” diye başlayan değişik
gülbanklar okunur. Cem törenlerinde; dede, rehber, gözcü, çerağcı (çerağı yakan,
meydanı aydınlatan), zakir, ferraş (süpürgeci), saka-ibriktar (sucu), sofracı-kurbancı,
semahcı (semaha öncülük eden), peyik (cemi duyuran), bekçi olmak üzere toplam pn iki
hizmet sahibi tarafından gerçekleştirilen on iki hizmet vardır. Cemler eskiden dergahlar,
meydan evleri gibi yerlerde gerçekleştirilirdi. Kentleşmeyle birlikte cem evleri adı
verilen mekânlarda gerçekleştirilmeye başlanmıştır” (DKAB 12. Sınıf Ders Kitabı 2010,
67-71).
Bir sonraki yıl kullanılan DKAB Dersi 12. Sınıf Ders Kitabında da aynı başlıklı
ünitede Alevilik-Bektaşilik konusuna yer verilmiş, bir önceki yıl okutulan kitaptaki
bilgiler bu kitapta da yer almıştır. Ancak yeni kitaba, aynı ünite içerisinde “Nusayrilik”
başlığı ile yeni bir konu eklenmiştir. Bu bölümde şu bilgilere yer verilmektedir:
“Nusayrilik, İbn Nusayr en-Nemiri’nin (öl. 883) öncülüğünde 9. yüzyılda ortaya
çıkmıştır. Günümüzde, Suriya ve Lübnan’ın bazı bölgeleriyle Türkiye’nin Hatay,
Adana, Mersin illeri, ilçe ve köylerinde varlığını devam ettirmektedir. Görüşlerinden
dolayı I. Dünya Savaşı’ ndan sonra Alevi diye anılan Nusayriler kandi kaynaklarında
154
Anadolu
Aleviliğinden
farklılıklarını
belirtmek
için
Alevi-Nusayri
terimini
kullanmaktadırlar.
Nusayriler, kendilerini İslam kültürünün ve tarihinin ayrılmaz bir parçası olarak
görürler. Kur’an, sünnet ve ehl-i beytin görüşlerinden hareketle temel inanç ve ibadet
anlayışlarını, kendi yorum ve geleneklerine göre biçimlendirmişlerdir. Nusayrilerde Hz.
Ali ve ehl-i beyt sevgisi ve saygısı ön planda tutulur. Nusayriliğe göre Hz. Peygamberin
kendisinden sonra bıraktığı emanet, ehl-i beytidir. Hz. Peygamberin söylediği gibi ehl-i
beytin görüşlerine sımsıkı sarılmaktan başka çare yoktur. Hz. Peygamberin tayini ile
onun soyu olan Hz. Fatıma ve Hz. Ali’nin çocukları olan Hz. Hasan, Hz. Hüseyin ve
dokuz torunu Nusayrilerin önderleri yani imamlarıdır. Nusayriliğe göre kişilerin,
kıyamet gününe kadar Kur’an-ı Kerim, Sünneti Nebevi ve ehl-i beyt imamlarından
öğrendikleri İslam dinini bu üç ana kaynağa uygun şekilde yaşamaları ve inanıp
uygulamaları gerekir.
Nusayrilere göre Hz. Muhammed peygamber, Hz. Ali ise Hz. Muhammed’in
ölümünden sonra halife olması gereken kimsedir. Onlara göre Hz. Ali, bilgisi ve
görgüsü ile bu makama layıktır. Hz. Muhammed sağlığında Hz. Ali’yi kendine halife ve
ümmetine imam tayin etmiştir.
Nusayriler, Kur’an-ı Kerim’i kutsal kitap olarak kabul ederler. Kur’an üzerinde
herhangi bir tahribatın yapılmasının mümkün olmadığına inanırlar.
Nusayriler inançlarının temelini beş esasa dayandırmaktadırlar. Bu beş esası,
tevhit (Allah’ın varlığı ve birliğine inanmak), adalet (Allah’ın adil ve yarattıklarına asla
zulmetmeyeceğine inanmak), nübüvvet (peygamberlere inanmak), imamet ve velayet
(imametin, dini ve dünyevi bir önderlik ve kutsal bir makam olduğuna inanmak), mead
(kıyamet ve ahiretin varlığına inanmak) oluşturmaktadır.
Nusayrilerin yıl içinde kutladıkları bayramlar ve özel günler vardır. Nusayriler
için bayramlar, kutsal anma ve kutlama günleri çok önemlidir. Bu bayramlar ve günler
genelde inançlarıyla ilgili tarihi olaylardan kaynaklanır.
Bayram günlerinde o günün anlam ve önemiyle ilgili hutbeler, ehl-i beytten
öğütler ve ibretli dini olaylar anlatılır. Nusayriler bayram gününü ibadet, dua ve
bayramlaşmayla geçirirler. Yemek pişirip davetlilere ve yoksullara yedirirler.
Nusayrilerin kutladıkları en önemli bayramlar; Gadir Hum, Kurban, Ramazan,
Mübahale ve Feraş bayramlarıdır.
155
Gadir Hum Bayramı: İnanışa göre Hz. Peygamber, Veda Haccı’ndan dönerken
Gadir Hum denilen yerde kendisinden sonra Hz. Ali’nin halife olmasını vasiyet etmiştir.
Nusayriler, bu günü bayram olarak kutlarlar.
Feraş Bayramı: Hz. Muhammed Medine’ye göç etmek zorunda kaldığı gün,
düşmanların dikkatini çekmesin diye Hz. Ali’nin onun yatağında yattığı gecedir. Hz.
Peygamber’in ve Hz. Ali’nin sağ kurtuluşu anısına o gün bayram olarak kutlanır.
Mübahale Bayramı: Hz. Muhammed, Hicret’in 10. yılında Müslüman olmayan
kabilelere yönelttiği İslam’a çağrıyı Necran Hıristiyanlarına da yöneltmiştir. Mübahale
olayı, Necranlıların Medine’ye geldikleri sırada vuku bulmuştur. Mübahale, haksızın
lanete uğraması için içtenlikle Allah’a yalvarıp yakarmak, haksıza lanet dilemek
anlamına gelir. Hz. Peygamber, Al-i İmran suresi, 61. ayeti gereği Necran’dan gelen
Hıristiyanları mübahaleye çağırmıştır. Onlar bu çağrı karşılığında mübahale için bir
araya geldiklerinde korkmuş ve bundan vazgeçmişlerdir. Hz. Peygamber, Necran
Hıristiyanları ile mübahale etmeye giderken yanında Hz. Fatıma, Hz. Hasan, Hz.
Hüseyin ve Hz. Ali dışında hiç kimseyi götürmemiştir. Dolayısıyla mübahale etmeye
Peygamber ile gidenler sadece bu beş kişi idi. Ehl-i beytin bu beş isim olduğu kabul
edilir. Mübahale Bayramı, bu günün anısına kutlanmaktadır” (DKAB 12. Sınıf Ders
Kitabı, 2011, s.89-90).
3.4. Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretiminin Dinsel Hoşgörünün Oluşumuna
Katkısı
Eğitimin tanımını yaptığımız bölümde eğitimin en önemli işlevlerinden bir
tanesinin de toplumsallaştırma olduğunu, bireyin toplumun uyumlu bir parçası olması
konusunda eğitimin büyük görevler üstlendiğini söylemiştik. Hiç şüphesiz bireyin
toplumsallaşması, toplum içerisinde var olan gerek dini, gerek kültürel, gerek etnik vs.
farklılıklara karşı hoşgörülü ve anlayışlı olması anlamlarına da gelmektedir. Dile
getirdiğimiz bu farklılardan en fazla ön plana çıkanı ve bireyler ve gruplar arasında en
fazla ayrışma yaratanı dini farklılıklardır. Bu noktada, toplumsal yapı içerisinde
karşılaşılabilecek dini farklılıklar karşısında bireyin takındığı tavrın ne olacağı
konusunda din eğitiminin de büyük önemi vardır.
Din eğitiminin fonksiyonları incelendiğinde, bu fonksiyonlardan birinin de
bireye sevgi ve hoşgörü anlayışının kazandırılması olduğu anlaşılmaktadır. Hoşgörü,
değişik inançlara karşı anlayışlı davranmak ve benimsenmese bile her düşünceye hayat
156
hakkı tanımaktır. Dini anlamda değerlendirildiğinde, farklı din ve inançlara karşı
anlayışlı olup, biz inanmasak da insanların inandığı şeylerin var olma ve varlığını
sürdürme hakkı olduğu gibi bunlara karşı saygılı olma zorunluluğunun da bilincinde
olunmasıdır. Hoşgörü, kişinin din ve inancından taviz vermesi değil, farklılıklarla
birlikte yaşamanın öğrenilmesi ve bu farklılıklara saygı duyulmasıdır (Yılmaz, 2003,
s.104-106).
Din eğitimi, bireylerin farklı din ve inançlara karşı hoşgörü, anlayış gibi
duygularının gelişmesi konusunda önemli bir görev üstlenmektedir. Çalışmamızın ilk
bölümlerinde değerlendirdiğimiz, çokkültürlü din eğitimi yaklaşımı başta olmak üzere
din eğitimi yaklaşımları, farklılıkların öğretim konusu yapılması ve bu yolla farklılıklara
karşı olumlu düşünce ve tavır geliştirerek toplum içerisinde var olabilecek
olumsuzlukları giderme konusuna büyük önem vermektedir. Farklılıkların öğretim
konusu yapılmasının yanında, aynı sınıf veya okul ortamında bir arada bulunabilecek
farklı inançlara mensup bireylerin, inançlarının ortak veya benzer yönleri ön plana
çıkarılarak inançları bağlamında birbirlerine karşı yakınlık hissetmelerinin sağlanması
da bu din eğitimi yaklaşımlarının görevlerinden biridir.
Ülkemizde 2000 yılı ve sonrasında hazırlanıp uygulanan DKAB öğretim
programları incelendiğinde her programda farklı din ve inançların öğretim konusu
yapılarak dinsel hoşgörünün sağlanması amacına ulaşmanın hedeflendiği belirtilmiştir.
Örneğin, 2000 yılı ilköğretim DKAB öğretim programında yer alan “kültürler arası
etkileşimin hızlandığı günümüzde, barış kültürünün geliştirilmesi ve hoşgörü ortamının
oluşturulabilmesi için diğer dinler hakkında da bilgi sahibi olunması gerekli hâle
gelmiştir.” ve “İnsanların birbirlerini anlayabilmeleri için gerekli olan temel iletişim
kodlarını bünyesinde taşıyan, Allah-insan ilişkilerini düzenleyen bir olgu olduğu, dinin
evrensel barış kültürünün yaratılmasında ve hoşgörü ortamının oluşturulmasında
katkıda bulunabileceği bilgisinin kazandırılması” ifadeleri ile 2005 yılı ortaöğretim
DKAB öğretim programında yer alan “Dinin, Allah-insan ilişkilerini düzenleyen bir
olgu olduğu, dinin evrensel barış kültürünün yerleşmesinde ve hoşgörü ortamının
oluşturulmasında katkıda
bulunabileceğini benimser…”
ifadeleri
bu
konunun
programların hazırlanması sürecinde dikkate alındığının en açık örnekleridir (MEB TD
2000, sy:2517).
DKAB ders kitaplarında da öğretim programlarında olduğu gibi, dinlerin aynı
veya benzer yönlerine çeşitli sınıflarda yer verilmiş veya konular içerisinde bu
benzerliklere değinilmiştir.
157
MEB İlköğretim DKAB 6. sınıf ders kitabında “Kutsal Kitapları tanıyalım”
ünitesi içerisinde “Kutsal Kitap Ne Demektir” başlıklı konuda şu bilgiler yer
almaktadır:
“Allah, insanları iyi, güzel ve doğru davranışlara yöneltmek istemiştir. Bunun
için de tarih boyunca ilahi öğütleri, buyruk ve ilkeleri insanlara ulaştıran peygamberler
görevlendirmiştir. Peygamberler aracılığıyla insanlara ulaştırılan ilahi buyruk ve
öğütlerin yer aldığı kitaplara kutsal kitap denir. Kutsal kitaplar, ilahi kitap ya da semavi
kitap olarak da adlandırılır. Kutsal kitaplarda inanç esasları, ibadetler ve insanların
uymaları gereken ahlak kuralları açıklanır. Üzerinde yaşadığımız dünyayı, ayı, güneşi
ve tüm evreni Allah’ ın yarattığı belirtilir. Bu kitaplar, insanların birbirlerinin haklarına
saygı göstererek mutlu ve huzurlu bir şekilde yaşamalarını amaçlar. Aynı ünitede
‘Kutsal Kitaplardan Öğütler’ başlıklı bir bölüm yer almaktadır. Bu bölümde Tevrat’tan
öğütler, İncil’den öğütler, Zebur’dan öğütler ve Kur’an-ı Kerim’den öğütler başlıkları
altında sadece bu kitaplarda yer alan bölümler olduğu gibi alınarak, ilahi dinlerin
evrensel öğütleri anlatılmaya çalışılmaya çalışılmıştır. Bu evrensel öğütler kul hakkı
yememek, yalan söylememek, cana kıymamak, zina etmemek, rüşvet almamak, kötülük
yapmamak, haset ve dedikodu etmemek, dürüst olmak, ihtiyaç sahibine yardım etmek,
insanları sevmek, ebeveyne itaat etmek gibi değerleri içermektedir (DKAB 6. Sınıf Ders
Kitabı, 2006, s.92-99).
Başka bir yıl okutulan 6. sınıf DKAB ders kitabında ise “Peygamberlere ve İlahi
Kitaplara İnanç” ünitesinde şu bilgiler yer alır:
“İlahi kitaplar, Allah’ın peygamberlere vahyettiği kitaplardır. İlahi kitaplarda;
doğru, iyi, yararlı ve güzel davranışların neler olduğu yazılıdır. Onların içinde ilahi
buyruklar, öğütler ve haramlar bildirilmiştir. Bu kitaplar kişinin kendisine, ailesine ve
topluma karşı sorumluluklarını içermektedir.
Bütün peygamberler Allah’tan vahiy almışlardır. Bu vahiy, bazen “suhuf”
halinde, bazen de tam bir kitap olarak gönderilmiştir. Dört ilahi kitap vardır. Bunlardan
Tevrat Hz. Musa’ya, Zebur Hz. Davut’a, İncil Hz. İsa’ya, Kur’an-ı Kerim de Hz.
Muhammed’e indirilmiştir. Diğer taraftan Hz. Âdem’e on, Hz. Şit’e elli, Hz. İdris’e
otuz ve Hz. İbrahim’e ise on sayfa verilmiştir. Allah tarafından gönderilen bütün bu
vahiyler arasında öz itibariyle bir fark yoktur” (DKAB 6. Sınıf Ders Kitabı, 2007, s.23).
Bu bölümün ilk kısmında ele aldığımız 6. sınıf ders kitabında, ilahi dinlerin
evrensel öğütleri ile ilgili bölümlerinin birebir kullanılarak, dinlerin ortak yönlerinin ön
plana çıkarılmaya çalışılması yerinde ve doğru bir yöntem olmuştur. Aynı şekilde bir
158
sonraki 6. sınıf kitabında bütün ilahi kitapların aynı veya benzer evrensel ilkelere sahip
olduğu ve özellikle Allah tarafından gönderilen vahiyler arasında fark olmadığı
vurgusu, benzerliklerin ön plana çıkarılması adına doğru bir tespittir. Ama bu tespit ve
değerlendirmelerin sadece ilahi dinler olarak isimlendirilen dinler için geçerli olduğu da
unutulmamalıdır.
MEB İlköğretim DKAB 7. sınıf ders kitabında yer alan “Dinleri Tanıyalım”
ünitesinde ‘Neden birden çok din vardır?’ başlığı ile şu bilgilere yer verilmiştir:
“Yeryüzünde, farklı ırk ve dilere mensup pek çok ulus ve topluluk yaşamaktadır.
Bunlardan her birinin kendine özgü örf, adet, gelenek ve görenekleri vardır. Bu
toplulukların yaşam biçimleri, zevkleri, yeme ve içme alışkanlıkları, giyimleri,
çevreleriyle ilişkileri de farklı özellikler taşır. Böylesine farklı özellikler taşıyan
toplulukların yüce bir varlığı algılayışlarının ve ona inanıp yönelişlerinin de farklı
olması kaçınılmaz bir durumdur.
Yüce Allah, tarih boyunca Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e kadar pek çok
peygamber göndermiştir. Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. Davut, Hz. Süleyman ve
Hz. İsa bunlardandır. Bu peygamberler, insanları evrenin yaratıcısı olan Allah’ın
varlığına, birliğine inanmaya çağırmışlardır. Allah’ın güçlü bir yaratıcı olduğunu
belirtmişlerdir. İnsanların yaptıkları davranışlardan sorumlu olduklarını bildirmişlerdir.
Herkesin inanıp yararlı iler yapmakla yükümlü olduğunu haber vermişlerdir.
Peygamberlerin ortaya koyduğu ve hemen hemen her dinde var olan bu genel ilkeler,
zaman içerisinde insanlar tarafından farklı şekillerde yorumlanmıştır. Her topluluk,
bunları kendi kültürel özelliklerine uygun hale getirmiştir. Böylece farklı dinler ortaya
çıkmıştır.
Yeryüzünde birden çok din olması kaçınılmaz bir durumdur. Hatta aynı dine
mensup olan insanlar arasında bile farklı düşünce, inanış ve mezhepler yani yorum
farklılığına dayalı oluşumlar görülebilmektedir. Bu, insan doğasından kaynaklanan bir
durumdur. Çünkü her insanın zevkleri, düşünceleri, bir olgu ya da olaya ilişkin
değerlendirmelere ve yorumları kendine özgüdür.
Tarih boyunca, çeşitli toplumlarda zaman zaman kötülük ve haksızlıklar
yaygınlaşmış, ahlaki ilkeler unutulmuştur. Böylesi olumsuzlukların yaşandığı bazı
toplumlarda, toplum önderi olarak da niteleyebileceğimiz bilge kişiler ortaya çıkmıştır.
Siddharta Gotama (Buda), Konfüçyüs bunlardandır. Bu kişiler, insanları haksızlıklardan
kaçınmaya, ahlaki ilkelere uymaya çağırmışlardır. Onların bu çağrıları da zaman
içerisinde sistemleştirilmiş ve bir di halini almıştır. Konfüçyanizm ve Budizm gibi,
159
dünya üzerinde birden çok din olmasının nedenlerinden biri de budur” (DKAB 7. Sınıf
Ders Kitabı, 2006, s.106-107).
2000 yılından sonra basımı yapılıp okullarda okutulan tüm 8. sınıf ders
kitaplarında, dinler incelenmiş ve bu dinlerin evrensel öğütleri, ortak noktaları öğretim
konusu yapılmıştır. MEB İlköğretim DKAB 8. sınıf ders kitabında “Dinlerin ve İslam’ın
Evrensel Öğütleri” başlıklı bir ünite yer almaktadır. Bu bölümde ‘doğruluk, temizlik,
iyilik ve yardımseverlik, büyüklere saygı, küçüklere sevgi göstermek, havyalara iyi
davranmak, çevreyi korumak, zararlı alışkanlıklardan kaçınmak, öldürmemek,
çalmamak, yalancı şahitlik yapmamak’ başlıkları altında dinlerin bu konulara yaklaşımı
bizzat her dinin kutsal ve temel kaynaklarından örnekler kullanılarak anlatılmaktadır
(DKAB 8. Sınıf Ders Kitabı, 2006, s.97-110). Öğretim programlarında yapılan son
değişikliklerin ardından basılıp 2011-2012 eğitim öğretim yılından itibaren okutulan
DKAB 8. sınıf ders kitabında da bu ünite “Dinler ve Evrensel Öğütleri” başlığı ile yer
almıştır. Az önce incelediğimiz 8. sınıf kitabının konuları ile aynı olmakla birlikte son
kitaba ‘Başkalarının İnançlarına Hoşgörülü Olmak’ adı ile yeni bir bölüm eklenmiştir.
Bu bölümde şu bilgiler yer almaktadır:
“Her insanın kendine özgü bir inancı vardır. İnsanlar, inanç olarak
benimsedikleri değerleri kutsal kabul ederler. Bu yüzden dinleri ve kutsal değerleri
konusunda duyarlı davranırlar.
İnançlarımız bizce nasıl kutsal ve değerli ise başkalarının inançları da
kendilerince ayı şekilde değerli ve önemlidir. Bizler inançlarımıza saygı gösterilmesini
ve inançlarımızın gereği olan uygulamalarımızı rahatça yapmak isteriz. Bu, bizim
olduğu kadar başkalarının da hakkıdır.
İslam dini insanların inanç ve yaşantılarına hoşgörülü olunmasını, inanç
konusunda hiç kimseye baskı yapılmamasını istemektedir. İslam dinine göre bir dine
inanıp inanmama veya herhangi bir dini seçme, bireyin kendisine bırakılmıştır. Yüce
Allah bu konuda şöyle buyurur: “Dinde hiçbir zorlama yoktur…” Dolayısıyla her insan
inanç hürriyetine sahiptir.
Hz. Muhammed, İslam dinini kabul ettirmek için insanlara herhangi bir baskı
yapmamıştır. Onun daveti iyilik ve güzellikle olmuştur.
Türklerin tarih boyunca kurduğu devletlerde farklı din ve mezheplerden insanlar
bir arada yaşamıştır. Egemenlikleri altındaki insanlara din ve inançlarından dolayı
herhangi bir baskı uygulanmamıştır.
160
Farklı dinlerden topluluklar, Anadolu’da yüzyıllar boyunca birbirlerinin
inançlarına ve değerlerine saygı göstererek yaşamışlardır. Farklı din ve inançların bir
arada yaşamasının en güzel örneğini oluşturmuşlardır.
Günümüzde iletişim yaygınlaşmış, ülkeler birbirleriyle iyice kaynaşmıştır. Buna
bağlı olarak farklı din ve inanç mensuplarının birbirleriyle olan ilişkileri de artmıştır.
İnsanların bulundukları ülke ve ortamlarda kendi dinlerini ve inançlarını anlatıp
paylaşmaları eskiye oranla daha fazlalaşmıştır.
Bazı inanç mensuplarının kendi dinlerini tanıtma çabaları, bulundukları ülkenin
değerlerini aşağılayarak tamamıyla kendi inançlarını yerleştirme mücadelesine
dönüşmüştür. Dinlerinin tanıtımını değil adeta propagandasını yapmaya başlayan bu
kişiler, insanların maddi ve manevi zaaflarını kullanmaya, istismar etmeye
yönelmişlerdir. Bu davranışlar, dini hoşgörü ve inançlara saygılı olmaya aykırıdır. Bu
tür davranışlara karşı bireyler dikkatli olmalıdır.
Türkiye Cumhuriyeti; laik, demokratik, sosyal bir hukuk devletidir. Hiçbir
yurttaş, başka bir yurttaşın dini inanç ve ibadetlerine karışmaz. Yasal olarak da
karışamaz. Çünkü herkes inanç ve ibadetinde özgürdür. Atatürk bu konuda şöyle
demektedir: “Herkes vicdanının emrine uymakta serbesttir. Biz dine saygı gösteririz,
düşünüşe ve düşünceye karşı değiliz. Biz sadece din işlerini millet ve devlet işleriyle
karıştırmamaya çalışıyoruz.”
İnsanlar din ve inanç hürriyetine sahiptir. Bunun için diğer din örf ve adetlere
saygı göstermek gerekir. Çünkü başkalarının din, örf ve adetlerine saygı göstermek
insanları birbirine yaklaştırıp dünya barışına katkı sağlar.
Milletimiz hem kendi değerlerine sahip çıkmış hem de başkalarının değerlerine
hoşgörüyle yaklaşmıştır. Onların din, inanç, örf ve adetlerine daima saygılı ve
hoşgörülü olmuştur. Atatürk milletimizin bu niteliğini şu sözüyle dile getirmiştir:
“Hiçbir millet, milletimizden çok yabancı unsurların inanış ve ibadetlerine saygı
göstermemiştir. Hatta denilebilir ki diğer din sahiplerinin dinine ve milletine saygılı
olan tek millet bizim milletimizdir… İstanbul’un fethinden beri Müslüman
olmayanların sahip kılındıkları bu geniş imtiyazlar milletimizin dinen ve siyaseten
dünyanın en hoşgörülü ve iyiliksever bir milleti olduğunu kanıtlayan en açık delildir”
Atatürk bu konuyla ilgili başka bir sözünde de şunları söylemiştir: ‘Fatih, İstanbul’da
bulduğu dini ve milli teşkilatı olduğu gibi bıraktı. Rum patriği, Bulgar eksarhı ve
Ermeni kategigosu gibi Hıristiyan din reisleri imtiyaza sahip oldu. Kendilerine her türlü
serbestlik verildi” (DKAB 8. Sınıf Ders Kitabı, 2011, s.123-124).
161
Konunun girişinde bahsettiğimiz gibi dinlerin ortak veya benzer yönlerinin ön
plana çıkarılması farklı inançtan bireylerin birbirlerine karşı bakışlarını olumlu yönde
değiştirmeleri konusunda son derece büyük öneme sahiptir. Bu sebeple yukarıda
incelediğimiz söz konusu bölümler bireyin farklılıklara karşı hoşgörü kültürünün
geliştirilmesi konusunda son derece yerinde bölümler olarak görünmektedir. Burada
önemli olan, bu gibi konulara sadece belirli sınıfların belirli ünitelerinde yer vermenin
yanında, diğer ünitelerde de konular işlenirken yeri geldiğinde bu konulara
değinilmesidir. Ayrıca bu bölümde fenomonolojik din eğitimi yaklaşımında da yer
verdiğimiz gibi, konu edinilen din temel kaynaklar ve uygulamalar boyutuyla tamamen
gerçekler ışığında aktarılmalı ve bireyin karşılaştırma yapmasına da imkan
sağlanmalıdır. Aksi halde hoşgörü kültürünün oluşması adına gerçekler göz ardı edilmiş
olacaktır ki bu ne eğitim açısından ne de toplumsal açıdan doğru değildir.
Ders kitaplarında yer alan inanç farklılıkları ile ilgili bilgileri incelediğimiz
çalışmamızın bu bölümünde dikkatimizi çeken bir konu da 5. sınıf ve 10. sınıf ders
kitaplarında inanç farklılıkları ile ilgili her hangi bir bölümün yer almamasıdır.
Kitaplarda inanç farklılıkları ile ilgili üniteler yer almıyor olabilir. Ancak farklı din veya
inançların evrensel değerlerine İslam Dini’nin anlatıldığı bölümlerde de değinilmesi
konuların zihinde canlı kalmasını sağlayacağı gibi sınıflar arasında konu bütünlüğü
açısından yaşanabilecek bir kopukluğun da önüne geçilecektir.
162
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
SONUÇ
Ülkemiz de diğer tüm ülkeler gibi küreselleşme, kültürel çeşitlilik, çok ulusluluk
gibi akımlardan birçok alanda etkilenmiştir. Bu alanların en başta gelenlerinden birisi de
eğitim, eğitim içerisinde de din eğitimi alanı olmuştur. Artık her birey, bazen toplum
içerisinde birebir ilişkilerinde bazen de sanal ortamda farklı din ve inançlara mensup
bireylerle ilişkiler kurabilmektedirler. Bununla birlikte kitle iletişim araçları, ulusal veya
uluslar arası yayınlar aracılığıyla doğrudan iletişim kurulmasa da farklı din ve inançlarla
ilgili bilgilere ulaşılabilmektedir. Öte yandan gelişen ulaşım imkanları farklı inanç ve
kültürlere mensup insanların yoğun biçimde karşılaşmalarını mümkün hale getirmiştir.
Bütün bunlar bireylerin farklı din ve inançlara mensup bireylerle nasıl ilişkiler
kuracakları noktasında, fertlerin ve toplumun bilgilendirilmesini bir zorunluluk haline
getirmektedir. Bu kapsamda, insanların önce kendi, ardında da öteki insanların inanç ve
kültürlerini tanımaları, bunun da ötesinde insanlar arasındaki farklılıkların kabul
edilmesi ve saygı duyulması gereken hususlar olduğu bilincini elde etmesi mutlaka
gerekmektedir. Bu alandaki eğitimin göz ardı edilmesi insanlar arasındaki çatışmaların
artması ve derinleşmesine neden olabilecektir.
Bu problemleri ortadan kaldırabilecek en doğru yol toplumun ihtiyaçlarına cevap
verebilecek ideal din eğitimi modelinin bulunabilmesi için din eğitimi alanında gerekli
bilimsel çalışmaların yapılmasıdır. Bu bilimsel çalışmalar, farklı ülke ve toplumlarda
ortaya konulan din eğitimi yaklaşımlarının incelenmesi, tartışılması, uygun görülürse
uygulanması olabileceği gibi bu yaklaşımların ülkemiz şartlarına göre uyarlanıp gerekli
değişikliklerin yapılması şeklinde de yürütülebilir. Ancak burada göz ardı edilmemesi
gereken husus şudur ki hiç bir toplum bir diğerinin aynısı değildir, olamaz. Dini, etnik,
kültürel yönlerden birçok ülkede çeşitlilik olabilir. Zaten günümüzde bu yönlerden
homojen bir ülke kalmamıştır da denilebilir. Ancak bir ülkedeki etnik, dini ve kültürel
farklılıklar bir başka ülkedeki farklılıklarla aynı özellikleri taşımayabilir. Bir diğer
mesele ise, her ülke kendi yetiştireceği insan modelini kendisi belirler. Bu yüzden bir
ülkede çeşitli araştırma ve incelemeler sonunda ortaya konulan eğitim yaklaşımları
başka bir ülkede tam olarak uygulanamaz. O halde yapılması gereken şey, ülkemize en
163
uygun din eğitimi modelinin, mevcut yaklaşımların düzenlenmesi veya yeni bir eğitim
yaklaşımı ortaya konulması yoluyla belirlenmesidir.
İlköğretim ve ortaöğretim Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersleri, uygulamaya
konulduğu günlerden beri ülkemiz din eğitimi uygulamalarının en çok tartışılan yönü,
programın yapısı ve farklılıklara ayrılan yer konusu olmuştur ve bundan sonra da
olmaya devam edecek gibi görünmektedir. Bu yönde yapılan eleştirilerin ilk boyutunu
programda ve ders kitaplarında farklı din ve inançlara yeteri kadar yer verilmediği
konusu oluşturmaktadır. Bu konuda yapılması gereken, öğretim programlarında da
değinildiği gibi farklı din ve inançların öğretimi konusunda dinler arası açılımlı
anlayışın tam anlamıyla uygulanmasıdır. Şu bir gerçektir ki İngiltere, Kanada veya
Amerika Birleşik Devletleri’nde uygulanan din eğitimi modellerinin ülkemizde
uygulanması son derece zordur. Çünkü ülkemizdeki etnik, dini ve kültürel çeşitlilik bu
ülkelerdeki kadar olmamakla birlikte, özellikle dini farklılıklar kültürel ve etnik ve
farklılıklara oranla daha da azdır. Elbette bu, diğer din ve inançlara programlarda ve
ders kitaplarında yer verilmemesi gerektiği anlamına gelmemelidir. Ama eğer toplumun
ihtiyaçları, eğitimin hedeflerinin ve içeriğinin belirlenmesinde etkin rol oynuyorsa
toplumun çoğunluğunun istek ve beklentileri de göz ardı edilmemelidir. Diğer bir konu
ise bireylerin toplum hayatına hazırlanması, toplumsallaştırılması meselesidir. Ülkemiz,
az önce de değindiğimiz gibi dini anlamda homojen bir yapıya sahiptir. Toplumun
uyumlu birer üyesi olabilmeleri için bireylerin toplumun çoğunluğunun dini inanç ve
uygulamaları konusunda bilgi sahibi olmaları gerekmektedir. İşte bu yüzden ülkemizde,
sadece bütün dinlerin eşit oranda tanıtıldığı bir din eğitimi modelinin uygulanması ülke
gerçekleri ile örtüşmemektedir.
Eleştirilerin ikinci boyutu ise programlarda ve ders kitaplarında diğer din ve
inançların anlatıldığı bölümlerde doğru bilgilere yer verilmediği iddialarıdır. Bu iddialar
tam olarak gerçeği yansıtmıyor olmakla birlikte, farklı dinlerle ilgili ders kitaplarına
alınan bilgiler konusunda daha seçici davranılıp o dinlerin temel kaynaklarına daha
fazla yer verilmesinin daha uygun olacağı kanısındayız. Bu olumsuzlukların giderilmesi
konusundaki önerimiz, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi ders kitaplarının hazırlanması veya
onaylanması sürecinde kitaplarda konu edinilen dinlerin temsilcilerinin veya uzman
dinler tarihçilerinin de çalışmalara dahil edilmesidir.
İslam içi inanç farklılıklarının öğretimi konusunda dile getirilen rahatsızlık,
ibadetlerle ilgili bilgilere yer verilen bölümlerde sadece tek bir mezhebin
uygulamalarına göre ders programlarının ve kitaplarının hazırlandığıdır. Ancak son
164
olarak hazırlanan programlarda İslam içerisindeki ibadet ve uygulamalarla ilgili
farklılıkların ihtiyaç halinde açıklanacağı özel olarak belirtilmiştir. Bu ifade ile
programa esneklik kazandırılmış ve İslam içi uygulamalarla ilgili farklılıklardan
doğabilecek problemlerin önüne geçilmeye çalışılmıştır. Bu konudaki eleştirilerin diğer
kısmını oluşturan Aleviliğe Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi derslerinde yer verilmediği
iddialarının ise özellikle son hazırlanan öğretim programları ve ders kitaplarıyla son
bulmasa bile azaldığı, azalacağı kanaatindeyiz. Bunun dışında, Aleviliğin derslerde
detaylı bir şekilde öğretim konusu yapılması konusundaki çözüm önerimiz ise Din
Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersleri içerisinde, mevcut ders saatinin yetersizliği ve
toplumun ihtiyaçları gibi konuları da göz önünde bulundurularak, seçmeli ders olarak
okutulması olacaktır.
Özellikle İslam içi inanç farklılıklarının öğretimi konusunda yapılan eleştirileri
ortadan kaldırabilecek en doğru yol, programlarda özellikle müfredatın, eğitim-öğretim
çevresi, öğrenci ve ailelerin ilgi ve istekleri gibi sebeplerle esnek bırakılması ve bu
konuda insiyatifin ders öğretmenine verilmesidir. Bunun için öncelikle öğretmenlerin
yetiştirildiği
gerekmektedir.
yükseköğretim
kurumlarında
gerekli
düzenlemelerin
yapılması
165
KAYNAKÇA
Açıkalın, Mehmet (2010). Sosyal bilimler eğitiminde yeni yaklaşımlar: çokkültürlü ve
küresel eğitim. İlköğretim Online, 9(3), 1226-1237. ilkogretim-online.org.tr/
adlı siteden Ocak 2013 tarihinde edinilmiştir.
Akgül, M., Albayrak, A., Çiftçi, T., Kara, A., Özbay, E., Şimşekçakan, M., Yıldırım, R.,
Çatal, A., Ekşi, A., Koç, E., Paça, H., Türker, A.S. (2007). Din kültürü ve ahlak
bilgisi 4. sınıf ders kitabı. İstanbul: Feza Gazetecilik A.Ş.
Akgül, M., Albayrak, A., Çiftçi, T., Kara, A., Özbay, E., Şimşekçakan, M., Yıldırım, R.,
Çatal, A., Ekşi, A., Koç, E., Paça, H., Türker, A.S. (2007). Din kültürü ve ahlak
bilgisi 6. sınıf ders kitabı. İstanbul: Devlet Kitapları, Feza Gazetecilik A.Ş.
Akgül, M., Albayrak, A., Çiftçi, T., Kara, A., Özbay, E., Şimşekçakan, M., Yıldırım, R.,
Çatal, A., Ekşi, A., Koç, E., Paça, H., Türker, A.S. (2007). Din kültürü ve ahlak
bilgisi 8. sınıf ders kitabı. İstanbul: Devlet Kitapları, Feza Gazetecilik A.Ş.
Akgül, M., Albayrak, A., Çiftçi, T., Kara, A., Özbay, E., Şimşekçakan, M., Yıldırım, R.,
Çatal, A., Ekşi, A., Paça, H., Türker, A.S. (2011). Din kültürü ve ahlak bilgisi
7. sınıf ders kitabı. Ankara: Devlet Kitapları, Saray Matbaacılık.
Akgül, M., Albayrak, A., Çiftçi, T., Kara, A., Özbay, E., Yıldırım, R., Çatal, A., Ekşi,
A., Koç, E., Paça, H., Türker, A.S. (2010). Din kültürü ve ahlak bilgisi 12. sınıf
ders kitabı. Ankara: Devlet Kitapları, Başak Matbaacılık.
Alevi-İslam Din Hizmetleri Başkanlığı, Din kültürü ve ahlak bilgisi ders kitapları
hakkında rapor, http://www.aleviislamdinhizmetleri.com/, adlı siteden 04.
01.2011 tarihinde edinilmiştir.
Altaş, Nurullah (2003). Çokkültürlülük ve din eğitim. Ankara: Nobel Yayın Dağıtım.
Ataman, Ayşegül (Derl.) (2004). Gelişim ve öğrenme. Ankara: Gündüz Eğitim ve
Yayıncılık.
Aydın, Mehmet (2008). Hıristiyan kaynaklarına göre Hristiyanlık. Ankara: Türkiye
Diyanet Vakfı Yayın ve Matbaacılık.
Aydın, Mehmet Zeki (2007). Okulda din dersi tartışmaları (Türkiye’de din dersinin
tarihi, teorik yapısı, bazı ülkelerle karşılaştırılması). Cumhuriyet Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi, 10/2(86), 7-51.
Azar, Birol (2005). Benzerlik ve farklılıklar ekseninde alevi-bektaşi inançları üzerine
bir değerlendirme. Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 10:2, 81-87.
166
Balcı, M., Çiftçi, T., Karaçoban A., Paça, H., Türker, A. S., Yıldız, M. (2010). Din
kültürü ve ahlak bilgisi 11. sınıf ders kitabı. İstanbul: Devlet Kitapları, Kelebek
Matbaacılık.
Başbay, Alper-Bektaş, Yelda (2009). Çokkültürlülük bağlamında öğretim ortam ve
öğretmen yeterlilikleri. Eğitim ve Bilim Dergisi, 34(152), 30-43.
Bilgin, Beyza (1988). Eğitim bilimi ve din eğitimi. Ankara: Ankara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Yayınları.
Bilgin, Beyza (1999). Mezhepler ve dinler arası eğitim ve işbirliği. Ankara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi, 39(1), 1-25.
Bozkuş, Metin (2006). Alevi yurttaşlara yönelik dini hizmetlerin icrası bağlamında bir
teklif denemesi. Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 10(1), 112.
Cebeci, Suat (2005). Din Eğitimi bilimi ve Türkiye’de din eğitimi. Ankara: Akçağ
Yayınları.
Cırık, İlker (2008). Çokkültürlü eğitim ve yansımaları. Hacettepe Üniversitesi Eğitim
Fakültesi Dergisi, 34, 27-40.
Çelik, Hacer (2008). Çokkültürlülük ve Türkiye’deki Görünümü,” Uludağ Üniversitesi
Fen Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, 15, 319-332.
Davarcı, Mehmet (2008). Din kültürü ve ahlak ilgisi derslerinin öğrencilerin
sosyalleşmesine
etkisi.
Yayınlanmamış
yüksek
lisans
tezi,
Çukurova
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Adana.
Demirel, Özcan-Kaya, Zeki (Derl.) (2010). Eğitim bilimlerine giriş. Ankara: Pagem
Akademi Yayınları.
Demirtaş, Kenan (2011). Din kültürü ve ahlak bilgisi 12. sınıf ders kitabı. İstanbul:
Özgün Matbaacılık.
Demokratik Eğitim Kurultayı (2004). Çok dilli çok kültürlü toplumlarda eğitim.
Ankara: Eğitim-Sen Yayınları.
Doytcheva, Milena (2009). Çokkültürlülük. (Çev. T. Akıncılar Onmuş), İstanbul:
İletişim Yayınları.
Eğri, Osman, (2002). Din kültürü ve ahlak bilgisi dersleri ve alevilik. Türk Kültürü ve
Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi, 22, 165-200.
Eliot, Thomas Stearns (1981). Kültür üzerine düşünceler. (Çev. S. Kantarcıoğlu),
Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları.
Ertürk, Selahattin (1998). Eğitimde program geliştirme. Ankara: Meteksan A.Ş.
167
Fitcher, Joseph, (1990). Sosyoloji nedir?. (Çev. N. Çelebi), Konya: Anı Yayıncılık.
Fığlalı, Ethem Ruhi (2006). Türkiye’de Alevilik Bektaşilik, İzmir: İzmir İlahiyat Vakfı.
Genç, Nazım (2012). Din kültürü ve ahlak bilgisi 9. sınıf ders kitabı. İstanbul: FCM
Yayıncılık A. Ş.
Gürkan, Salime Leyla, (2008). Yahudilik. Ankara: İsam Yayınları.
Gündüz, Şinasi (Derl.) (2007). Yaşayan dünya dinleri. İstanbul: Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları.
Güvenç Bozkurt (1996). İnsan ve kültür. İstanbul: Boyut Yayın Grubu.
http://mevzuat.meb.gov.tr/html/88.html, adlı siteden 08.12.2012 tarihinde edinilmiştir.
http://dogm.meb.gov.tr/program-.htm, adlı siteden 08.12.2012 tarihinde edinilmiştir.
Jackson, Robert (2005). Din eğitimi: Yorumlayıcı bir yaklaşım. İstanbul: Değerler
Eğitimi Merkezi Yayınları.
Karataş, İsa (2000). Ağacı yaşken eğdiler. İstanbul: Gerçeğe Doğru Kitapları.
Kartopu, Ayşe (2008). Dinler tarihinde dinin tanımı ile ilgili farklı görüşler.
Yayınlanmamış yüksek lisans tezi, Çukurova Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Adana.
Kaymakcan, Recep (Derl.) (2006). Çokkültürlülük, eğitim, kültür ve din eğitimi.
İstanbul: Değerler Eğitimi Merkezi Yayınları.
Kaymakcan, Recep (2004). Günümüz İngiltere’sinde Din Eğitimi. İstanbul: Değerler
Eğitimi Merkezi Yayınları.
Kaymakcan, Recep (2007). Gençlerin dine bakışı: Karşılaştırmalı Türkiye ve Avrupa
araştırması. İstanbul: Değerler Eğitimi Merkezi Yayınları.
Kıncal, Remzi (2006). Eğitim bilimlerine giriş. Ankara: Nobel Yayın Dağıtım.
Kızılçeli, Sezgin- Erjem, Yaşar (1992). Açıklamalı sosyoloji terimler sözlüğü. Konya:
Atilla Kitabevi.
Kongar, Emre (2012). Küreselleşme, mikro milliyetçilik, çok kültürlülük, anayasal
vatandaşlık.
http://www.kongar.org,
adlı
siteden
08.12.2012
tarihinde
edinilmiştir.
Kostova, Çavdarova Siyka (2009). Çokkültürlü eğitim: Bulgaristan örneği. Uludağ
Üniversitesi Felsefe Dergisi, 12, 241-254.
Kutlu, Sönmez (2002). Din öğretiminde yeni yöntem arayışları uluslar arası
sempozyumu. Ankara, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, XLIII,
301-322.
168
Kymlicka, Will (1998). Çokkültürlü yurttaşlık. (Çev. A. Yılmaz, İstanbul: Ayrıntı
Yayınları.
MEB (Milli Eğitim Bakanlığı) (2006). Din kültürü ve ahlak bilgisi 6. sınıf ders kitabı.
İstanbul: Devlet Kitaplar Müdürlüğü.
MEB (Milli Eğitim Bakanlığı) (2003). Din kültürü ve ahlak bilgisi 7. sınıf ders kitabı.
İstanbul: Devlet Kitaplar Müdürlüğü.
MEB (Milli Eğitim Bakanlığı) (2005). Ortaöğretim din kültürü ve ahlak bilgisi dersi
(9,10,11,12) öğretim programı ve kılavuzu. Ankara: Milli Eğitim Yayınları.
MEB (Milli Eğitim Bakanlığı) (2006). Din kültürü ve ahlak bilgisi 7. sınıf ders kitabı.
Ankara: Devlet Kitapları.
MEB (Milli Eğitim Bakanlığı) (2006). Din kültürü ve ahlak bilgisi 8. sınıf ders kitabı.
İstanbul: Devlet Kitapları.
MEB (Milli Eğitim Bakanlığı) (2006). İlköğretim din kültürü ve ahlak bilgisi dersi
(4,5,6,7,8) öğretim programı ve kılavuzu. Ankara: Milli Eğitim Yayınları.
MEB (Milli Eğitim Bakanlığı) (2010). İlköğretim din kültürü ve ahlak bilgisi dersi
(4,5,6,7,8) öğretim programı ve kılavuzu. Ankara: Milli Eğitim Yayınları.
MEB (Milli Eğitim Bakanlığı) (2010). Ortaöğretim din kültürü ve ahlak bilgisi dersi
(9,10,11,12) öğretim programı ve kılavuzu. Ankara: Milli Eğitim Yayınları.
MEB TD (Milli Eğitim Bakanlığı Tebliğler Dergisi). Ankara. sy: 2356, 2517, 2571.
Ocak, Ahmet Yaşar (2005). Alevi ve Bektaşi inançlarının İslam öncesi temelleri.
İstanbul: İletişim Yayınları.
Onat, Hasan (2005). Alevilik-Bektaşilik, din dersleri ve diyanet. Türk Yurdu Dergisi,
25, 210.
Öztürk, Hüseyin (1993). Eğitim sosyolojisi. Ankara: Seçkin Yayıncılık.
Parekh, Bhikhu (2002). Çokkültürlülüğü yeniden düşünmek. (Çev. B. Tanrıseven),
Ankara: Phoenix Yayınevi.
Taylor, Charles (2005). Çokkültürcülük tanınma politikası. İstanbul: Yapı Kredi
Yayınları.
Tezcan, Mahmut (1997). Eğitim sosyolojisi. Ankara: Anı Yayıcılık.
Tosun, Cemal (2005). Din eğitimi bilimine giriş. Ankara: Pagem Yayıncılık.
Turan, Ahmet-Yıldız, Hasan (2008). Tarihten günümüze Anadolu Aleviliği. Ondokuz
Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 26-27, 11-24.
TDK (Türk Dil Kurumu) (2005). Türkçe sözlük. Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları.
169
Yavuz, Kerim (1998). Günümüzde din eğitimi. Adana: Çukurova Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Yayınları.
Yazıcı, Sedat-Başol, Gülşah-Toprak, Güleç (2009). Öğretmenlerin çokkültürlü eğitim
tutumlar: bir güvenirlik ve geçerlik çalışması. Hacettepe Üniversitesi Eğitim
Fakültesi Dergisi, 37, 229-242.
Yeşilyaprak, Binnur (Derl.) (2008). Eğitim psikolojisi. Ankara: Pagem Akademi
Yayınları.
Yılmaz, Hüseyin (2003). Din eğitimi ve sosyal barış. İstanbul: İnsan Yayınları.
Yılmaz, Remziye (Derl.) (2005). Kültürel çeşitlilik ve din. Ankara: Sinemis Yayınları.
Yürük, Tuğrul (2011). Cumhuriyet dönemi din öğretimi program anlayışları.
Yayınlanmamış doktora tezi, Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara.
Zengin, Zeki Salih (2008). Tanzimat ve sonrası dönemde Osmanlı toplumunda
gayrimüslimler ve din eğitimi. İstanbul: Değerler Eğitimi Dergisi, 6(15), 139170.
170
ÖZGEÇMİŞ
KİŞİSEL BİLGİLER
Adı-Soyadı
: Mahmut Nadir OKUMUŞ
Doğum Yeri ve Yılı
: Pazarcık /29.12.1984
E-Posta
: [email protected]
EĞİTİM DURUMU
2006-…
: Yüksek Lisans, Çukurova Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Felsefe ve Din Bilimleri Anabilim Dalı, Adana
2002–2006
: Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
1998-2001
: Kahramanmaraş İmam-Hatip Lisesi
1995–1998
: Pazarcık İmam-Hatip Lisesi Orta Okul
1990–1995
: Pazarcık Nurettin Aydın İlköğretim Okulu
YABANCI DİL
İngilizce, Arapça
İŞ TECRÜBESİ
2011–2013
: Toroslar Hüseyin Okan Merzeci Anadolu Lisesi/MERSİN
2007–2011
: İMKB Anadolu Lisesi/ADIYAMAN
2007
: Diyanet İşleri Başkanlığı Taşra İmam-Hatip
Download