SOSYO-TARİHSEL PERSPEKTİF SÜRECİ İÇİNDE AŞK

advertisement
SOSYO-TARİHSEL PERSPEKTİF SÜRECİ İÇİNDE
AŞK SOSYOLOJİSİ
Emine Öztürk
3
SOSYO-TARİHSEL PERSPEKTİF SÜRECİ İÇİNDE
AŞK SOSYOLOJİSİ
CİNİUS YAYINLARI
İNCELEME ARAŞTIRMA ELEŞTİRİ
Babıali Caddesi, No. 14 Cağaloğlu - İstanbul
Tel: (212) 5283314 — (212) 5277982
http://www.ciniusyayinlari.com
[email protected]
Emine Öztürk
SOSYO-TARİHSEL PERSPEKTİF SÜRECİ İÇİNDE
AŞK SOSYOLOJİSİ
Yayına hazırlayan: Zeynep Aytekin
Kapak tasarımı: Diren Yardımlı
Dizgi: Neslihan Yılmaz
BİRİNCİ BASKI: Mart, 2013
ISBN 978-605-127-------------Baskı ve cilt:
Cinius Sosyal Matbaası
Çatalçeşme Sokak No:1/1
Eminönü, İstanbul
Tel: (212) 528 33 14
Sertifika No: 12640
© EMİNE ÖZTÜRK, 2013
© CİNİUS YAYINLARI, 2013
Tüm hakları saklıdır.
Bu yayının hiçbir bölümü yazarın yazılı ön izni olmaksızın,
herhangi bir şekilde yeniden üretilemez,
basılı ya da dijital yollarla çoğaltılamaz.
Kısa alıntılarda mutlaka kaynak belirtilmelidir.
Printed in Türkiye
Emine Öztürk
İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ..........................................................................................7
GİRİŞ..............................................................................................9
I. BÖLÜM....................................................................................11
1. Aşkın Tarifi Ve Medeniyet Tarihindeki
Şekillenişine Kısa Bakış............................................................................. 11
2. Aşk Ve Flört, Bu İki Kavramı Birbirinden
Ayırmamızı Sağlayan Temel Kavramlar...................................................... 22
3. Ergenliğin Verileri Ve Bu Dönemde
Cinsiyet Duygusunun Şekillenişi................................................................ 26
4. Toplumsal Cinsiyet Kavramı Ve Bu Kavramın
Oluşumunda Etkin Olan Diğer Kavramlar................................................... 29
5. Flört Ve Aşk Kavramları Ve Bu İki Kavramın
Arasındaki Temel Farklar........................................................................... 31
II. BÖLÜM...................................................................................41
1. Aile Faktörü (Anne Ve Babanın
Tutumunun Etkisi) Flörte Etkisi.................................................................. 41
2. Aşkın Sınıfsal Temeli Ya Da
Aşkın Ekonomik Faktörü .......................................................................... 52
3. Cinsiyet Faktörü: Sosyal Değişmenin Toplumsal Cinsiyet
Kavramının Muhtevasında Meydana Getirdiği Değişim Ve
Toplumsal Cinsiyet Kavramının Aşk Ve Flört Olgularına Etkisi................... 57
SONUÇ..................................................................................... 125
KAYNAKÇA.............................................................................. 135
ÖNSÖZ
B
u çalışmanın yapılmasının öncelikli amacı, “Aşkın
acaba bir sosyolojisi var mıdır?” sorusuna cevap
aramak, diğer bir amacı da yaşanan lakayt ilişkilerin pek çoğunun aşk olmadığını, sadece Peyami Safa’nın
tabiriyle, “Birer aşk stajı”ndan ibaret olduğunu, gerçek aşkı
yaşama anlama ve anlamlandırmanın zorluğu karşısında
ürken bireylerin, aşk olmayan, aşkvari geçici duygularla
ömür tüketmeyi tercih ettiklerini ortaya koymaktır.
Çalışmanın birinci bölümünde aşkın tariflerine
ve medeniyet tarihindeki değişik şekillenişlerine yer
verilmiştir.
Sonraki bölümlerinde flört ve aşk kavramlarını
birbirinden ayırmamızı sağlayan temel özellikler ve bu
özellikleri belirleyen temel kavramlar ele alınmış ve bu
kavramlardan, özellikle, toplumsal cinsiyet kavramı ve bu
kavramın aşk olgusunun ortaya çıkışına etkisi anlatılmaya
çalışılmıştır.
En son bölümde ise aşk olgusunun ortaya çıkışına etki
8 | Emine Öz türk
eden sosyo-psikolojik faktörler ve aşkın sosyal-psikolojik
temeli incelenmeye çalışılmıştır. Umarız alanında faydalı
bir çalışmaya imza atabilmişizdir.
GİRİŞ
İ
nsan, Kuranı Kerim’in de belirttiği gibi bir erkekle bir
dişiden yaratılmış ve daha sonrasında bir aile, kabile,
millet ve en son aşmasında da bir devlet oluşturmuş
olan bir varlıktır. İnsanın aile olabilmesinin en temel şartı
olan cinsler arası duygusal akış ve bu akışa ad olan aşk
olgusu dünya tarihi boyunca tartışma konusu olagelmiş
bir sosyal olgudur.
Yunus’un deyişiyle,
“Aşk imiş her ne var alemde
Gerisi bir kıyl-ü kal imiş ancak.”
Kıylü kal olmaksızın aşk olmalı demek lazım gelir ki;
aşk bir mihnetin, bir zorluğun bazen bir imkansızlığın
her şeyi mümkün kılmanın adıdır. İşte bu düşüncelerle
bu araştırmaya başladık ve hedefimiz aşkı: aşk olmayanın
aşk olmadığını anlatmaktır. Bu hedefimize, yani aşkı
flört ve benzeri sadece cinsellik kokan diyaloglardan
ayırma hedefine ve gençlere bu hedefi anlatmak gayesine
ulaştığımız takdirde aşk gerçek yerine ve hak ettiği yere
ulaşmış olacaktır, zira bu araştırmanın hedefi aşkı yerlerde
sürünmekten kurtarıp hak ettiği yere oturtmaktır.
I. BÖLÜM
1. Aşkın Tarifi ve Medeniyet Tarihindeki
Şekillenişine Kısa Bakış
A
hmet Cevizci, Felsefe Sözlüğü’nde aşkı şöyle tarif
ediyor: “İnsanı belli bir varlığa, bir nesneye ya da
evrensel bir değere doğru sürükleyip bağlayan
gönül bağı. İnsan tarafından temelde kendisi dışındaki
en yüce varlığa, varlıklara veya güzelliğe duyulan yoğun
ve aşırı sevgi.”1 Cevizci aşkla ilgili ayrıca şunları söylüyor.
“Bir kavram olarak aşk, felsefeye din yoluyla, özellikle de
dünyanın, varoluşçu tanrının yaratıcı eylemiyle açıklandığı ya da Yaratıcının yarattığı varlığın bütününü ya da
bir parçasını seven en yüce güç olarak görüldüğü zaman
girmiştir. Aşk bundan bağımsız olarak felsefeye, ahlaksal
problemler açısından da konu olmuştur. İnsanoğlunun
en güçlü itkilerinden biri olan aşk, akıllı bir varlık olarak
insan, düşünme ve akıl yürütme kapasitelerini gerçekleştirmek durumundaysa eğer, kontrol edilmesi gereken bir
güç olarak düşünülmüştür.” 2
İleride daha ayrıntısıyla anlatacağız ancak görüldüğü
(1) Haluk Özbay /Emine Öztürk, a.g.e., s. 45
(2) Ahmet Cevizci, Felsefe Sözlüğü, Aşk Maddesi, Paradigma Yay., İstanbul /
Eylül – 2000, s. 87
12 | Emine Öz türk
gibi aşkın ilahi, felsefi, insanı aşan bir yönü vardır. Bundan
başka, insani düzlemde yaşanan aşk da oldukça ciddidir.
Meydan Larousse aşkı şöyle tarif ediyor: “Bir cinsi diğerine
yönelten bedeni veya ruhi güçlü duygu.”3 Meydan Larousse
ayrıca Cenap Şahabettin ve Ahmet Hamdi Tanpınar’ın
aşka yönelik şu iki tarifine dikkat çeker: “Aşk kalbimizin
saygısız misafiridir, bize sormadan gelir; bize sormadan
gider. (Cenap Şahabettin). Aşk, çekici bir kimseye veya bir
şeye karşı kalbin atışı. (A. H. Tanpınar)”4 Meydan Larousse
Descartes’ın aşk anlayışını da şöyle özetliyor: “XVII. yüzyılda (Descartes) aşkın iki çeşidini birbirinden ayırıyordu.
a) İyilik etmeye götüren aşk (Baba’nın çocuklarına olan
sevgisi); b) Elde etmeye götüren aşk (Bir sarhoşun şaraba olan sevgisi.)”5 Meydan Larousse’a göre filozoflardan
bir kaçının aşk anlayışı ise şöyle: “Sokrat, Platon, Aristo,
Stoacılar ve Plutharkos için aşk en yüce, en ulvi duygu.
Platon ise aşkı güzelliğin doğurduğu bir çekicilik olarak
tanımlıyordu. Nietzsche, Schopenhauer ve Hartmann ise
soyunu sürdürmek amacıyla insana kurulan tuzak olarak
tanımlıyorlar.”6
Ahmet Cevizci Batı geleneğindeki aşk anlayışını şöyle
anlatıyor: “Batı geleneğinde; Platonik aşk, Hıristiyanlığın
aşk anlayışı, Romantik aşk, ve nihayet Freudçu aşk olmak
üzere dört aşk anlayışından söz edilebilir.”7 “İşin söylencesel
yanı bir kenara bırakıldığında Eski Yunan’da sevgi üstüne
konuşulduğu zaman kusursuz bir güzellik, tam bir uyum
arandığını görmek mümkün, Sokrates’in Diotima adlı
kadınla yaptığı bir konuşmada bunun izlerini görüyoruz.
‘İnsanın salt güzellikle karşı karşıya geldiği an yok mu
(3)
(4)
(5)
(6)
(7)
Meydan Larousse, Aşk Maddesi, c. II, s. 225
Meydan Larousse, gös . yer, s. 225-226
Meydan Larousse, gös.yer, s. 226
Meydan Larousse, gös.yer, s. 226
Ahmet Cevizci, gös. yer, s. 87
AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 13
sevgili Sokrates, işte yalnız o an için insan hayatı yaşanmaya
değer! Günün birinde onu görünce hiç sayarsın artık altınları, süsleri, püsleri. Düşün ne olur bir görebilirse insan
güzelliğin kendini, her şeyden soyunmuş, arınmış, katkısız.
Pagan dünyasında kadın ve erkeğin aşkı, içerdiği tüm yan
anlamlara karşın gerçek anlamda aşktır ve son derece de
doğaldır. Oysa Hristiyanlığın Batı’da iyice egemen olduğu
Ortaçağ boyunca aşk, tenin, şeytan tarafından baştan
çıkarılması sonucu duyduğu günahkar bir istek olacaktır.
İnsanın cennetten kovulmasına neden olan ilk günahın
sahibi olarak kadınlar da, şeytanın kolayca baştan çıkarabileceği, sakınılması gereken varlıklardır. Günahkar aşk
yerine kutsal evlilik bağı onaylanır. İyi erdemli bir kadın
sevgili değil, ancak anne olabilir. Kilisenin dayattığı bu ahlak anlayışı soylu sınıflar arasında geçerli gibi görünürken,
halk arasında daha gevşek bir yapı söz konusudur. Halk
arasında Trubodarlar’ın çalıp söyledikleri aşk öyküleri, aşk
şiirleri dillerden dillere gezip söyleniyordu.”8
Bu aşk öykülerinden birkaçını flörtün yaşanma biçimini anlattığımız zaman örnek olarak vereceğiz. Pagan
ve Hristiyan aşk anlayışını az da olsa gördükten sonra
Freud’un aşk anlayışına biraz göz atalım. Burada Freudçu
aşka ya da Freud’un aşk anlayışına kendi satırlarından biraz
göz atalım. “Bir türünde aşık olmak doğrudan cinsel doyumu hedefleyen, cinsel güdülerin nesneye yüklenmesinden
başka bir şey değildir; bu yükleme bu hedefe ulaşıldıktan
sonra ortadan kalkar; sıradan tensel [cinsel] sevgi denen
şey de budur. Ama bilindiği gibi libidonal durum nadiren
bu kadar basittir. Giderilen ihtiyacın yeniden canlanacağı
kesindir; bunun, cinsel nesneye daha kalıcı bir yükleme
yapıp tutkulu aralarda da, “Sevmeye” yönelik ilk güdü
(8) Gökhan Tok, “ Eski Ama Eskimeyen Masal Tarih Boyunca Aşk ”, Bilim ve
Teknik, Mayıs – 2001, s. 43-44.
14 | Emine Öz türk
olması gerekliliğine kuşku yok.”9
Freud’un kendi aşk anlayışını sevgi ve cinsel arzuyu
eşleyerek özetlediği yukarıdaki satırlardan sonra Batı
geleneğine damgasını vuran bu dört aşk anlayışının ortak
özelliklerini Ahmet Cevizci’nin satırlarından şöyle özetleyebiliriz. “Söz konusu dört aşk anlayışından her biri belli
bir aşk türü için ön plana çıkarılsa da, genel olarak aşk
ya da aşkın doğası üzerine bir teoridir. Ortak noktaları,
aşkı yaşamda önemli olan her şey için bir anahtar olarak
görmeleridir.”10 Burada Hristiyanlığın aşk anlayışını en
iyi biçimde yansıtmasından dolayı Aziz Augustinus’un
aşk yorumuna bir kaç satırla değinmek gerekliliğine inanıyorum. “Aşkın konusu farklı şeyler olabilmekle birlikte,
aşkla daha çok sevgiliye ve tanrıya duyulan aşk anlatılmak
istenmiştir. Nitekim Patristik felsefenin büyük düşünürü
Aziz Augustinus’a göre, insan zorunlu olarak ve kaçınılmaz
bir biçimde sorar. İnsanın kendi kendisini aşmasından
başka bir şey olmayan aşkı insan için kaçınılmaz kılan şey,
insanın kusurlu ve eksik bir varlık olmasıdır. Aşkın, Aziz
Augustinus’a göre, insanın hangi bakımdan eksik olduğunu
gösteren farklı nesneleri vardır. Buna göre; insan maddeyi, fiziki varlıkları, başka insanları ve hatta kendisini bile
sevebilir. İnsan bütün bunlardan belli bir ölçüde doyum
sağlayabilir, zira dünyada var olan her şey, iyiliğin bizzat
kendisi olan Tanrı’dan geldiği için iyidir. İnsan aşkının son
ve en büyük nesnesi, Augustinus’a göre Tanrı’dır. Çünkü
insanın doğası o şekildedir ki; yalnızca sonsuz bir varlık
olan Tanrı, ondaki sonsuzluk ihtiyacını kavrayabilir, insana
en yüksek doyum ve mutluluğu sağlayabilir.” 11
Ahmet Cevizci, İslam kültür çevresindeki aşk anla(9) Sigmund Freud, Uygarlık Din ve Toplum, çev. Selçuk Budak, Öteki Yay., Ankara 1997, s. 140.
(10) Ahmet Cevizci, gös. yer, s. 87.
(11) Ahmet Cevizci, gös. yer, s. 87
AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 15
yışından da şöyle bahsediyor. “İslam kültür çevresinde
ise aşk, daha çok tasavvuf felsefesinde ortaya çıkmıştır.
Tasavvuf anlayışına göre, Allah evreni, gizli bir hazine iken
tanınmayı ya da güzelliğini seyretmeyi sevdiği için yaratmıştır. Bundan dolayı evrenin yaradılış, varoluş nedeni
bilgi ve sevgidir. Bu anlayışa göre, evren mutlak güzellik
olan Allah’ın güzelliklerini yansıtan bir aynadır. Bu nedenle
güzele aşık olan insan, gerçekte Allah’ın güzelliğine aşık
olmaktadır. Mutasavvıflar, bu anlayışa bağlı olarak gerçek
aşkla geçici aşk arasında bir ayrım yaparlar. Geçici aşk, bir
güzele gönül vermek, ona vurulmaktır. Yani bütün özlem
duygularının tutkuyla bir kişiye yöneltilmesidir. Söz konusu geçici aşk, gerçek aşk için bir köprü olma işlevi görür.
Çünkü aşk aşığın gözünden tüm varlıkları, gönlünden
bütün istatistikleri siler, boşaltır; sevgiliden başka bir varlık
ve istek bırakmaz. Bu duygunun evrimiyle kişi güzelden
güzellere, güzellerden güzelliğe, insanlığa ve dünyaya
geçer. Böylece, aşığın gözünde sevgili yalnızca bir simge
durumuna gelir. Yaradılışı, yaradılıştaki hikmetleri, kudreti
görmeye; yaratılanı sevmekten, onda yok olmaktan, yaratılanı sevmeye, onda yok olmaya yönelir. İşte bu yönelişle
kişi geçici aşktan gerçek aşka Allah aşkına yönelir.”12 Ahmet
Cevizci’nin yukarıdaki satırlarını destekler mahiyette İslam
Tasavvuf ekollerinin en önemlilerinden olan Mevleviliğin
bilhassa Osmanlı, daha sonra da Cumhuriyet Türkiye’sindeki önde gelen isimlerinden olan Tahirü’l-Mevlevi’nin
Mesnevi’ye yazdığı şerhin ilk cildinde Mevlana’nın aşka
dair yazdığı 10. beyitteki mısralarını şöylece şerh ettiği
görülüyor. Mevlana’nın beytinde aşk şöyle anlatılıyor:
“Neydeki ateş ile meydeki kabarış, hep aşk eseridir
Küntü kenzen mahfiyyen.”
“Ben bir gizli hazine idim bilinmek istedim; bilinme(12) Ahmet Cevizci, gös. yer, s. 87- 88
16 | Emine Öz türk
ye muhabbet ettim ve halkı yarattım.” diye ehl-i tasavvuf
arasında pek meşhur bir hadis-i kutsi vardır. Bu hadisin
delaletine göre muhabbet iptida haktan zuhur eylemiş
ve bütün kainatın icadına sebep olmuştur. Binaenaleyh
mevcut alemler içerisinde aşkın yabancısı olabilecek bir
zerre bile yoktur.
“Herkesin halince vardır bir tecelligahı aşk
Bisutun Ferhad’a kuh-i tur şeklin gösterir.”
Fakat her mahlukun aşkı kendi istidadına ve zevkine
göredir. Bir bülbülün gül yaprakları arasında gizlenerek
hazin hazin ötmesi de aşk eseridir olduğu gibi, merkebin
tozlarda yuvarlanarak acı acı anırması da aşk eseridir. Keza
bir arifin halvethanesinde mest-i cemal olarak tatlı tatlı ağlaması, zil zurna bir sarhoşun fuhuşhane kapısında naralar
atması yine aşk sesleridir. Fakat tabir caizse birinciler; aşkı
hezari, ikinciler aşkı hımari(eşek)dir.
“Aşk bir manayı layu’ raf ki, cümle alemi
Zevku mikdarınca sekranu huruşan eyliyor.”
Aşk bir, lakin anlayış farkı dolayısıyla sevgili çeşitlidir.
Daha doğrusu o çeşitli sevgililer, maşuku yeganenin muhtelif surette mazharlarıdır. Beyti şerifin mutasavvıfane tevili
lazımsa; arifin kalbini yakıp inleten ve kalbindeki esrarı
cuşu huruşa getiren de yine aşktır denilebilir. Malumdur
ki “Aşk” lafzı (sarmaşık) demek olan (ışk) kelimesinden
alınmıştır. Sarmaşık sarıldığı yeri nasıl istila ederse, aşk da
girdiği kalbi hatta insan vücudunu ihata etmesi dolayısıyla
aşk tesmiye edilmiştir.
Aşk, muhabbetin seveni kavraması, bütün vücuduna
yayılması, adeta onu sarmaşık gibi sarmasıdır. Hazret-i
Şeyh tarifine misal olmak üzere Züleyha’dan kan alındığı
vakit sıçrayan kanın (Yusuf) ismini nakşettiğini, Hallac-ı
Mansur’un elleri ayakları kesildiği zaman kanın Allah
AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 17
lafzı şerifini yazdığını naklediyor.”13 Böylece Tahiru›l
Mevlevi›ye göre aşk insanın damarlarında kan gibi akan,
sarmaşık gibi insanın vücudunu saran bir histir. Buna göre
herkes aşkı kendi halince yaşar, ancak Descartes’ın elde
etmeye götüren aşkla, iyilik etmeye götüren aşk şeklindeki
ayrımını Tahiru›l Mevlevi de aşkı hezari, aşkı hımari
şeklinde yapıyordu. Aşkı ister mecazi ve ilahi; geçici ve
gerçek yahut hezari ve hımari ayıralım, ister ayırmayalım,
ilahi aşka giden yolun da mecazi aşktan geçtiğini kabul
ediyorsak; aşk bu dünyanın, bu hayatın bir gerçekliğidir.
Hem her dönemde ve her toplumda farklı farklı yaşanan
bir gerçekliktir.
Bu yaşanan gerçekliği Peyami Safa 1955 senesinde
Milliyet gazetesinde yazdığı bir köşe yazısında şöyle anlatıyor. “Aşk (daima gerçeğinden, halisinden, sahicisinden
söz ediyorum) kendi kendimizle de sevgilimizle de mücadeleye izin vermez. Aşk inanmanın şiiridir. Aşk çirkin
bulmaz. Aşk iğrenmez. Aşk küçümsemez. Aşk bencilliğin,
kendini sevgiliden üstün görmenin tam zıddıdır. Aşk,
istemez yalnız verir. Kısacası aşk mücadele değil yalnız
ahenktir. El ve eldiven gibi, birbirine geçmiş iki kalbin
tam uygunluğudur. El ve eldiven gibi de değil, el ve derisi
gibi haz baygınlıkları verici bir ateş. Aşk iki saz arasında
bir düodur. Bazen icra sırasında sazlardan birinin akordu
düşebilir. O zaman, çalınan parçanın hareketi sona erinceye kadar, parmakların bu akortsuzluğu telafi edecek bir
virtüözlük hüneri göstermesi lazımdır. Aşk siteme bile
tahammül etmez. Son derece nazik hatırlatmalar yeter
de artar bile. Aşk bunun için ilahidir. Üst tarafı argonun
“aşıktaşlık” dediği aşk stajlarıdır ki, birçoklarımızın ömrü
bu acemice stajlarla geçer.”14
(13)Tahiru’l–Mevlevi, Şerh-i Mesnevi, Selam Yay., Ahmet Said Matbaası, İstanbul –1963 s. 62-63
(14) Peyami Safa, Kadın Aşk Aile, Ötüken Yay., İstanbul – 1976, s. 129 -130
18 | Emine Öz türk
AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 19
Yaptığımız bütün aşk tariflerinin konumuzla ilgili tarafı şudur ki; insanlık ve edebiyat tarihinin de bize açıkça
gösterdiği gibi aşkvari bir gerçekliğin insan ruhunda açığa
çıktığı ve insan hayatında yaşanmaya başlandığı evrenin
gençlik dönemidir, gençlerin aşkvari bir münasebetle tanışıklıkları da flörtvari münasebetlerle gerçekleşmektedir.
Ancak Peyami Safa’nın da belirttiği gibi gençlik çağındaki
bu duygusallıklar çoğunlukla aşkvari, aşk benzeri duygusallıklardır, yani hakiki aşk olmaktan ziyade Peyami
Safa’nın deyişiyle ‘aşk stajları’dır.
Sırf cinsel ve tensel olan bir münasebetle, duygusallığın
ağırlıkta olduğu; hayale dayanmayan; sevdiği insanı tüm
gerçekliğiyle birlikte sevebilme yetisi ile kurulmuş; yalan
ve riyadan uzak hakiki bir sevginin karıştırılmaması, karıştırılmaması için de kıyaslanmaması, kıyaslanmaması için
de hangi münasebetin macera, hangi münasebetin hakiki
dostluk ya da arkadaşlık, hangi münasebetin hakiki sevgi
olduğunun anlaşılması gerekir. Bu tarz münasebetlerin
gençliğin hayatına getiri ve götürülerini de daha iyi hesaplayabilmek için dünya edebiyat tarihindeki aşk hikayelerine
kısaca göz atalım.
Gökhan Tok, “Eski Ama Eskimeyen Masal Tarih
Boyunca Aşk” adlı makalesinde pek çok aşk hikayesine
değinmekle beraber özellikle üç öyküye vurgu yapıyor:
Orfeus ve Eurydike, Tristan ve İsolde, bir de Resul ile
Şahsenem örnekleri. Kısaca bahsetmek gerekirse Orfeus
çok iyi bir müzisyendir; Eurydike adlı bir kıza aşıktır; bu
kızla evlenir, ancak bir yılan sokmasıyla Eurydike ölünce
yeraltına ve ölüler ülkesine sevdiğini almaya giden Orfeus
ölüler ülkesinin Tanrısı Hades’i karısını geri almaya ikna
ettiği anda dönüp Eurydike bakınca onu kaybeder.15 Ya da
kendisini Cornwall kralına istemeye gelen kralın yeğeni
İsolde’ye, aşk iksirini yanlışlıkla içerek aşık olan Tristan,
ve aynı şekilde içtiği iksirle Tristan’a aşık olan İsolde; onların Kral Mark’a ve Tristan’ın ilerideki kıskanç karısına
karşı verdikleri mücadele neticesinde ölmeleri hakkındaki
hazin öykü veya hikayede adı “Aşık Garip” diye geçen ve
düşünde dervişin verdiği badeyi içip Şahsenem’e aşık olan
Rasul’un Şahsenem’e kavuşmak yolunda verdiği mücadele
ve neticede ona kavuşmasına dair öykü.16
Bir şeyi açıkça ortaya koyuyor ki; edebiyat tarihindeki
öykülerin çoğu henüz evlenme çağındaki gençler arasında
geçen ve tasavvufun geçici aşk dediği aşktır. Söz konusu
aşk öykülerinin dilden dile dolaşmasını sağlayan Ortaçağ
Avrupa’sında “Trubodarlar” olması gibi, Osmanlı’da yahut
Osmanlı öncesi Türk toplum ve devletlerinde de bu işi,
“Halk Aşıkları, Türk Ozanlar” üstlenmişlerdi. Karacaoğlan bu halk aşıklarının en ünlülerindendi. Araştırmaya
başlarken o dönem aşk anlayışının daha çok platonik
olduğunu ya da olması gerektiğini düşünüyor, araştırmayı derinleştirdikçe anladım ki aşkın hem evrensel hem
de devirden devire, toplumdan topluma değişen iki ayrı
yönü vardı. Gerçek aşk olsun olmasın bu tarz hikayeler
her devir ve toplumda vardı; bu konuda toplumun genel
yapısı ve tutumu ne kadar katı ve engelleyici olursa olsun,
bazen toplumsal değer ve normların da göz ardı edilmeleri
suretiyle bu tarz münasebetler; Peyami Safa’nın tarif ettiği
gerçek aşka uysun uymasın, yani çoğu zaman bir cinsel
birliktelik mahiyetinde olmak üzere; hemen her toplumda
yaşanabiliyordu. Beni bu münasebetlerin çoğunlukla seviyeden uzak yaşandığına inandıran pek çok saik olmakla
beraber bu saiklerin başında Karacaoğlan’ın şiirleri oldu.
Karacaoğlan flörtvari bir münasebeti şiirlerinden birinde
şöyle anlatıyor.
(15) Gökhan Tok, gös.yer, s. 43
(16) Gökhan Tok, gös.yer, s. 45 - 46
20 | Emine Öz türk
“Ala gözlerini sevdiğim dilber
Senin bakışların bana yan gider
On beşinde bir güzeli sevmeyen
Bu dünyaya hayvan gelir bön gider
Karacoğlan der ki böyle oluptur
Ala gözün kan yaş ile doluptur
Ol asırdan beri adet oluptur
Ergen kızlar yiğitlerle yan gider”17
AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 21
Gerçekten de Karacaoğlan her gördüğü güzelin saçına,
kaşına, gözüne, bakışına şiirler söylüyordu. Onun sevgi
anlayışında asla platonikliğe yer yoktu. Aşağıdaki dizeleri
buna en iyi örnektir:
“Sabahtan uğradım ben bir güzele
Ala gözlerini sevdiğim dilber
Taramış zülfünü dökmüş bir yana
Salıvermiş ince belin üstüne
Bir hoş bir hoş durur eda naz gibi
Arkasında saçı tel tel saz gibi
Has bahça içinde top nergiz gibi
Karalar mı geydin alın üstüne ”19
Karacoğlan’la ve onun aşk anlayışıyla ilgili aşağıdaki
satırlar hem onun bazen flörtün de ötesine geçen çapkınlıklarını hem de her devirde var olan cinsel birlikteliklerin
aslında nasıl da zaman ve mekan fark ettirmeksizin; nasıl
da hedonistçe yaşandığını açıkça ortaya koyuyor.
“Karacoğlan’ın şiirindeki temel konu aşktır. Denilebilir
ki tabiat bu aşkın dekoru, özlemler ve ayrılıklar da onun
tuzu biberi gibidir. O kendi aşkını söylerken aslında gerçek
ve katıksız olan insan sevgisini dile getirir. Dahası onun
gönlünde platonik aşka hemen hemen yer yoktur. Gördüğü
her güzele karşı istek dolu, karşılaştığı her dilbere gönülden
tutkun ve hepsiyle senli benlidir. Karacoğlan’a göre insan
hayatında sevmek ve sevişmekten daha önemli bir şey yok
gibidir. Bütün davranışların temelinde aynı şey yatar. Bu
bakımdan Karacaoğlan’ı Freud’a ilham veren fikirlerin ve
hislerin ilk tespitçisi, uygulayıcısı saymak herhalde yanlış
olmasa gerek. Türkmen oymakları içerisinde tabiatla baş
başa katı kurallar ve yasaklar dışında ömür süren şairimiz
için bu tür duygu ve düşünceleri tabii karşılamak lazım.”18
Toplumsal değer ve normları çiğnemek bahasına da
olsa görüldüğü üzere bireyler kimi zaman son derece hedonist bir tavırla aşkı yaşayabiliyorlar. Böyle bir konuda
önemli olan, kişide aşk, sevgi gibi kavramların nasıl oluştuğudur. Bu kavramlar özellikle bizim toplumumuzda çok
sağlıklı bir biçimde oluşmamakta; genelde bu konulardaki
bilgilerini sağlıklı mercilerden almadıklarından bireyler
cinsellikle ilgili konularda yeterli düzeyde ve sağlıklı bilgi
sahibi olamamaktadırlar. Konuyla ilgili önceden yapılmış olan ve bizim daha sonra değindiğimiz diğer anket
çalışmaları da doğrulamaktadırlar. Sevgi, aşk, flört gibi
kavramların yaşanmasına bireyde bu kavramların var
olmasına asıl vesile olan toplumsal cinsiyet kavramının
bireyde oluşumudur. Konunun daha iyi anlaşılması açısından toplumsal cinsiyet kavramını bireyde oluşumuna
iyice bakmak gerekir.
(17) Müjgan Çunbur, Karaco’ğlan, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay., Ankara /
Aralık –1985, s. 185
(18) Mustafa Necati Karaer, Karac’oğlan, Tercüman 1001 Temel Eser, Kervan Ki-
tapçılık Ofset A. Ş., s. 44-46
(19) Müjgan Çunbur, a.g.e, s. 180
22 | Emine Öz türk
2. AŞK ve FLÖRT, BU İKİ KAVRAMI BİRBİRİNDEN
AYIRMAMIZI SAĞLAYAN TEMEL KAVRAMLAR
1. Gençlik ve Ergenlik
a) Gençlik:
Gençliğin şimdiye kadar üzerinde kesinlikle uzlaşılan
ve tartışmasız kabul edilen diyebileceğimiz bir tanımı
kuşkusuz ki yapılmamıştır. Biz şu ana kadar yapılan
tanımlardan birkaçını vermeye çalışacağız. Genç veya
gençlik kelimesi İngilizcedeki “Young, teenager, youth”20
kelimelerine karşılık gelmektedir. Kelimenin Arapça
karşılığı ise, “şab, feta, şebab”21 sözcükleridir. Ancak genç
kelimesi gerçekte bugün kullandığımız insanoğlunun hayat
bütünlüğü içinde yer alan çocuklukla gençlik arasındaki
dönemi ifade etmek için kullanılmamıştır. Kelime Farsça
bir isim olup, “hazine, define”22 anlamına gelmektedir.
Aslında gençliğin Tanrı’nın insana bahşettiği en önemli hazinelerden biri olduğu da su götürmez bir hakikattir. Genç;
buluğa erme ile başlayan fizyolojik ve biyolojik değişmeyi
içeren bireyi sosyal olgunluğa hazırlayan bir yaş dönemi23
ve bu dönemin tüm özelliklerini gösteren kişi. Gençlik
ise belirgin ve görünür özellikleriyle gençlerden oluşan
toplumsal kategoridir.24 Gençliği Haluk Özbay ve Emine
(20)Redhouse, İngilizce–Türkçe/Türkçe–İngilizce Sözlük., Milliyet Yay. İstanbul-1992, s. 831
(21)Serdar Mutçalı, Arapça-Türkçe Sözlük, Dağarcık Yay, İstanbul/Aralık–1995
s. 427 - 646
(22) Ferit Develioğlu, Osmanlıca–Türkçe Ansiklopedik Lugat, Aydın Yay., Ankara –1997, s. 284
(23)Birsen Gökçe; “Evlilik Kurumuna Sosyolojik Bir Yaklaşım”, Aile Yazıları 4,
Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu Yay., Ankara –1991, s. 385-400
(24)İsmail Doğan, Sosyoloji, Sistem Yay., İstanbul / Ocak – 2000, s. 379; Haluk
Özbay – Emine Öztürk, Gençlik, İletişim Yay., Yeni Yüzyıl Kitaplığı, s. 12;
Mary . J. Gander – Harry W. Gardiner, Çocuk ve Ergen Gelişimi, Yayına Hazırlayan: Bekir Onur, çev. Ali Dönmez, Nermin Çelen ve Bekir Onur, İmge
Kitabevi Yay., Ankara – 1998, s. 404; Hüseyin Peker, Din Psikolojisi, Aksiseda Matbaası, Samsun –2000 s. 169 – 174
AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 23
Öztürk, ortak olarak yazdıkları “Gençlik” adlı eserlerinde
şöyle tanımlamışlardır. “Gençlik dönemi bireyin biyolojik
ve duygusal süreçlerindeki değişikliklerle başlayan cinsel
ve psiko-sosyal olgunluğa doğru gelişmesiyle sürerek,
bireyin bağımsızlığını ve sosyal üretkenliğini kazandığı,
belirlenmemiş bir zamanda sona eren kozmolojik bir
dönemdir. Bu döneme hızlı fiziksel ve sosyal değişiklikler
eşlik eder.” Gençlik insan hayatının en heyecanlı, en deli
dolu, en enerjik evresi olarak ifade olunmakla kalmaz; aynı
zamanda bir toplumun, bir ülkenin geleceğini tesis edecek
olan sosyal bir grup olarak da tanımlanır.
Ergenlik:
Gençlik tabiri genellikle halk tabanında kullanılan bir
adlandırma olup, psikologlar gençlik dönemini genellikle,
“erinlik” ya da “ergenlik” tabiriyle ifade ederler ve şu şekilde
tanımlarlar:
“G. Stanley Hall ergenliği fırtına ve stres zamanı olarak
betimledi ama bu görüş yeni araştırmalarla desteklenmedi. Ergenlik başkaları tarafından değişik biçimlerde de
tanımlandı. ‘Psiko–Seksüel gelişmelerin dört evresinin
sonuncusu ... ’ (Blos, 1962, s. 1); ‘İnsanda, bireyin yetişkine
özgü ayrıcalıklarının kendisine verilmediğini hissettiği
zaman başlayan, yetişkinin tüm gücü ve toplumsal
konumu toplum tarafından bireye verildiği zaman sona
eren gelişim dönemi...’ (Seig, 1971, s. 338); ‘Genç yetişkine
değişik yetişkinlik rollerini vatandaşlık sorumluluğunun
sonuçlarına katlanmak zorunda kalmadan denemesine
izin verildiğinde yaşanan yetişkinlik rollerini normatif
bunalım...’ (Schtz, 1972, s. 323) ” Mary J. Gander ve Harry
W. Gardiner’in Blos, Seig ve Schutz’dan yaptığı yukarıdaki
ergenlik ile ilgili tanımların ve benim daha önce gençlikle
ilgili olarak verdiğim tanımların ortak noktalarına göz
atacak olursak gençliği daha iyi anlayabiliriz kanaatindeyiz.
24 | Emine Öz türk
Bu ortak noktalar şunlardır;
Gençlik veya ergenlik dönemi; 1-Biyolojik ve fizyolojik
değişimlerin yaşandığı, 2-Cinsel psiko-seksüel ve bunların etkisiyle de duygusal değişimlerin yaşandığı, 3-Cinsel
olgunluğa ulaşmak yolunda hazırlanıldığı, 4-Sosyal olgunluğa ve sosyal üretkenliğe ve bu çerçevede de yetişkinliğe
doğru bir hazırlığın, değişimin ve gelişimin yaşandığı
dönem. Tanımlardaki tüm bu ortak özellikler gösteriyor
ki neticede gençlik; biyolojik, fizyolojik, psikolojik ve sosyolojik pek çok değişimin bir arada görüldüğü, bu nedenle
de doğal olarak duygusal açıdan oldukça sancılı anların
yaşandığı bir dönemdir.
b) Flört:
Gençlik döneminin anlamını az da olsa idrake fırsat
bulduktan sonra şu soruyu sorarız: Peki ya flört nedir; ya
da flörtün genç için gençlik için önemi nedir? Bu kelime
İngilizce ‘flirt’ kelimesinin Türkçe yazılışından başkası değildir. Bu kelimenin İngilizce sözlüklerdeki anlam sütunu
aşağıdaki tanımları ihtiva etmektedir.
“Oynaşmak, fingirdeşmek, cilveleşmek, flört etmek,
kur yapmak, karşı cinsten birisiyle onun ilgisini ve dikkatini çekecek biçimde konuşmak, davranmak.” 25
“Flört etmek, kur yapmak, fırlatmak, hızlı hareket
ettirmek, iki yana sallamak, fırlamak.” 26
“Fırlatmak, hızlı hızlı sallamak, kur yapmak, flört
etmek.” 27
Ayrıca bu kelimeden türeyen, a) “Flirtation” sözcüğü
“Ciddi olmayan kısa aşk macerası, bir şeye duyulan geçici
ilgi ilişki” b) “Flirtatious” kelimesi de, “Civelek, oynak,
(25) Longman Metro, Büyük Sözlük İngilizce - Türkçe / Türkçe - Türkçe, s. 549
(26) Redhouse, a.g.e., s. 220
(27) Oxford Resimli Ansiklopedik Sözlük, Yayına Hazırlayanlar: J. Coulson, C. T.
Carr, Lucy Hutchinson ve Dorothy Eagie, çev. Resuhi Dikmen başkanlığındaki bir yayın kurulu, c. II, s. 634
AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 25
fingirdek, flörtçü, sürekli birileriyle flört eden” ve “flörtümsü” anlamlarına gelmektedir. Bu kelimenin isim hali olan,
“flirt” sözcüğü de, “Civelek kadın, flörtçü kız ya da oynağın
teki” gibi anlamları ihtiva ederken bu kelimenin, “with” ile
kullanılışı da, bir şey hakkında pek ciddi olmaksızın şöyle
bir düşünmek, ya da hafife almak, oynamak, gereksiz yere
tehlikeye atılmak gibi anlamları içinde barındırmaktadır.28
Meydan Larousse ise flörtü şöyle tanımlıyor;
a) Kadınla erkek arasındaki duygusal ilişki,
b) Karşı cinsten biriyle duygusal ilişki kurmak,
c) Flört eden kimse,
d) Tam olarak bağlanmadan siyasi bir görüşe, bir
memlekete yaklaşma,29
Bundan başka Memduh Özakman flörtün etimolojik
kökeni ile ilgili şunları söylüyor. “Flört sözcüğü bazı ansiklopedilerde aslı Fransızca olan ama artık İngilizce olarak
bilinen bir sözcük olarak o ansiklopedilerde “Çiçeklerle
süslemek”, “Tatlı sözler söylemek” ya da “Boş şeylerden söz
etmek” anlamına gelen Fransızların “fluerettir” sözcüğünü,
İngilizlerin “flirt” şekline büründürdüğü belirtilir. Yani
bugün bizim Türkçe flört şeklinde yazıp dile getirdiğimiz
şey flört önceleri, “Genç kız ve delikanlıların birbirlerine
aşk sözleri söylemeleri, karşılıklı kur yapmaları” demek
oluyordu. O günlerde flört sözcüğünün bugün bizim algıladığımız anlamda, cinsellikle hiçbir ilgisi yoktu. Sonraları,
toplumların cinselliğe bakış açısı değiştikçe cinsel ilişkiyle
sonuçlanmayan her türlü sevgi münasebetlerinden sayılmaya başlandı.30 Memduh Özakman’ın bahsettiği, “Genç
kız ve erkeğin aşk üzerine söyleşmeleri,” anlamı tuhaftır
ancak bizim Klasik Edebiyatımızdaki bir nazım biçimi olan
gazelin anlamıyla birebir örtüşmektedir. Nitekim Meydan
(28) Longman Metro, gös. yer
(29) Longman Metro, gös .yer
(30) Memduh Özakman, Flört, Saypa Yay., Ankara – 1997, s. 7
26 | Emine Öz türk
Larousse’da gazel için şu söyleniyor: “Arap dilinde tatlı tatlı
söyleşme, sevgi üstüne konuşma”31 Bu tesadüfi eşanlamlılık
ufak ve önemsiz gözükse de aslında önemli bir gerçeğe
vurgu yapar. O gerçekte şudur: Aşk, sevgi ve cinsler arası
duygusallık her ne kadar birbirinden farklı yaşantılar iseler
de bunun da ötesinde bu yaşantılar aynı zamanda evrensel
birer gerçektirler. Ancak bu evrensel yaşantılar toplumların
sosyal normlarına, sosyal değerlerine, ahlak anlayışlarına,
hukuk sistemlerine, ailevi terbiye metotlarına ve toplumların kendilerine has pek çok sosyal kuruma göre toplumdan
topluma farklı şekiller alır; farklı şekillerde yaşanırlar. Yani
cinsler arası duygusallık, flört, aşk ya da sevgi her toplumda
vardır ancak bunun yaşanış biçimi toplumdan topluma
değişir. Burada şunu ısrarla vurgulamak lazımdır ki flört
benzeri tecrübeler çoğunlukla ergenlik/erinlik denen dönemle geç ergenlik/genç yetişkinlik denen dönemler arası
ve bu dönemlerde yaşanan tecrübelerdir.
3. ERGENLİĞİN VERİLERİ ve BU DÖNEMDE CİNSİYET
DUYGUSUNUN ŞEKİLLENİŞİ
Bu tecrübelerin neden bu dönemde yaşandığı konusunda ısrarla durmak gerektiği kanaatindeyim. Ergenlik
Çağı (adolescence)’ı Feriha Baymur, “Genel Psikoloji” adlı
eserinde şöyle açıklıyor: “Ergenlik çocukluk ile yetişkinlik
arasında uzanan ve aşağı yukarı 13- 20 yaş arasını kapsayan
bir geçiş dönemidir. Ergenliğin ilk yılları, ki bu döneme
erinlik de denir, hızlı bir büyüme zamanıdır. Özellikle kol
ve bacak gibi vücudun uzun kemiklerindeki büyüme dikkati çeker. Bedendeki bezlerin hormon adı verilen salgıları
önemli gelişmelere yol açar. Bu gelişmeler sayesinde birey
çocukluktan çıkıp fizyolojik bir temele dayanır. Bu deği(31) Meydan Larousse, Büyük Lugat ve Ansiklopedi, c. VII, s. 162
AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 27
şiklikler birçok gelişme ödevlerinin oluşmasına yol açar.”32
Bu dönemdeki gelişme ödevlerinden konumuz açısından
en önemli olanları ‘hızla gelişen ve oranları değişen bedene uyum gösterme, yaşıtlar arasında bir yer edinebilme,
evlenmeye ve aile kurmaya hazırlanma ve uygun bir hayat
felsefesi ile birlikte kişisel değer duygusunu oluşturma’33
şeklindeki gelişme ödevleridir. Bundan sonra gelen ve 18 ila
35 yaşlar arasındaki dönemi de Feriha Baymur genç yetişkinlik dönemi olarak ifade eder. Bu dönemin gelişme ödevlerinden en önemlileri olarak, “Bir eş seçme, evlendiği kişi
ile hayatını sürdürebilme, ana-baba olma, çocuk yetiştirme,
evi idare edebilme”34 gibi gelişme ödevlerini vurgulayarak
konumuza ışık tutmaktadır. Aynı iki gelişme çağını ergenlik dönemi adı altında toplayan ve bu dönemin üç ayrı safhadan oluştuğunu anlatan Haluk Özbay ve Emine Öztürk
bu dönemi Ön ergenlik, Erken ergenlik ve Geç ergenlik
olmak üzere üç başlık altında incelerler.35 Ön ergenliği ise
şöyle tanımlarlar: “Kendi cinsinden özel bir kişiye, yakın
bir arkadaşa ve sırdaşa duyulan ilginin belirginleştiği, kişinin bedenini tanımak için aynaları kullandığı, başkalarının
gözünde nasıl olduğunu merak ettiği ve kurduğu yakın
arkadaşlıklar vasıtasıyla hem kendi olumsuz yönlerini
fark ettiği, liderlik ve grup içi roller gibi kavramların ilk
geliştiği dönemdir.”36 İşte tam bu dönemde yani gencin
yavaş yavaş sosyalleşmeye başladığı bu ergenlik döneminde
birincil ve ikincil cinsiyet özellikleri denen bir dizi bedensel
gelişim yaşanır ki bundan sonra genç bir cinsel olgunlaşma
sürecine girer. Bu birincil ve ikincil cinsiyet özelliklerini
Mary J. Gander ve Harry W. Gardiner şöyle anlatıyorlar:
(32) Meydan Larousse, c.VII, 420
(33) Ferihe Baymur, Genel Psikoloji, İnkılap Yay., İstanbul, s. 62
(34) Feriha Baymur, a.g.e., s. 62
(35) Feriha Baymur, a.g.e., s. 63
(36) Haluk Özbay / Emine Öztürk, a.g.e., s. 19-23
28 | Emine Öz türk
“Birincil cinsiyet özellikleri, (Erkeklerde penis ve testisler,
kızlarda yumurtalıklar, klitoris, vajina ve rahim) ve ikincil
cinsiyet özellikleri, (Kadınlarda göğüslerin gelişimi, her iki
cinste koltukaltı kılları ve erkeklerde yüz kılları)”37 İşte bu
cinsiyet özelliklerinin bireyde açığa çıkmasıyla yavaş yavaş
bireyde, “Gerçek cinsel ilgi ortaya çıkmaya başlar ve cinsel
davranışlar şekillenir.”38 Ancak toplumun cinselliğe bakışı,
cinsellikle ilgili konuların toplumda kötülük, namussuzluk
gibi aşağılanmalarla eşanlamlı kullanılması nedeniyle bu
dönemde genç hissettiği arzuyu ne yapacağını bilemez
hale gelir. Diğer kişilerle ilişkileri anlamsızlaşır, yakınlık
ve güvenlik gereksinimleriyle bağdaşmayan bu duygu
reddedilir ya da arzu duyacağı nesnelerle yalnızlıktan
kurtulmak için gereksinim duyacaklarını ayırabilir. Bu da
kişilik gelişiminin bu döneminde ciddi sorunlara neden
olabilir.39 Haluk Özbay ve Emine Öztürk erken ergenlik
dönemi hakkındaki yukarıdaki tespitlerinden sonra geç
ergenlik dönemi ile ilgili de şunları söylerler. “Kişi cinsel
davranışına ilişkin tercihini yaptığında ve bunu yaşamının
geri kalan kısmına nasıl yerleştireceğini fark ettiğinde geç
ergenlik dönemine adım atar. Bu dönem, gencin, diğer
insanların yaşama dair görüşleri, kişiler arası ilişkilerindeki
problemleri ele alış biçimleri ile tanışıklığını arttırdığı,
daha fazla eğitim olanağı bulduğu, yaşamdaki yolunu
çizdiği, diğer insanlarla karşılaştırarak deneme yanılma
yoluyla kendi sınırlarını genişletme olanağı bulduğu bir
dönemdir. Geç ergenler kanun nazarında reşit sayılırlar,
kültürün gerektirdiği sorumluluğu yüklenmeleri beklenir.
Şansları varsa gelişimleri sürer; izler, formüle eder ve değerlendirirler, kariyer çizgilerini planlarlar.” 40
(37) Haluk Özbay /Emine Öztürk, a.g.e., s. 19
(38) Mary J. Gander ve Harry W. Gardiner, a.g.e., s. 43
(39) Haluk Özbay / Emine Öztürk, a.g.e., s. 21
(40) Haluk Özbay /Emine Öztürk, a.g.e., s. 21
AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 29
Görüldüğü üzere genç bu dönemde hayatla, kendiyle,
toplumla, yaşıtlarıyla, hayatın problemleriyle yeni tanışıklık etmekte, hemhal olmaktadır yukarıda da söylenildiği
gibi kendi sınırlı kişisel deneyimiyle ortak değerler sistemini yeni bütünleştirmekte, toplumda yerini yeni yeni
almaktadır.
4. TOPLUMSAL CİNSİYET KAVRAMI ve BU KAVRAMIN
OLUŞUMUNDA ETKİN OLAN DİĞER KAVRAMLAR
Gencin kendini bile yeni tanımaya başladığını söylediğimiz erken ergenlik döneminde bu cinsiyet özelliklerinin ortaya çıkmasından, gencin değişen bedeninde
kendini bir yabancı gibi hissetmesinden, ortaya çıkan
zahiri değişiklikler sebebiyle çevresinin de gençten yavaş
yavaş yetişkin rollerini benimsemesini beklemesinden
kaynaklanan çeşitli değişimler duygusal, toplumsal ve
psikolojik çeşitli yaşanmışlıklar, çeşitli kavramlar hayatında
kendini göstermeye başlar. Bunlar flört, aşk, sevgi, cinsel
kimlik duygusu, sosyal cinsel rol, toplumsal cinsel rol,
büyütüldüğü cinsel kimlik, cinsel nesne tercihi, toplumsal
cinsiyet gibi kavramlardır.
Bu kavramlardan birkaçını hem konumuzu daha iyi bir
zemine oturtmak hem de konuyu daha iyi tartışabilmek
için tanımlarıyla birlikte bilmek gerekliliği duyuyoruz.
“-Cinsiyet (Sex): Kişinin kadın ya da erkek olarak gösterdiği genetik, fizyolojik ve biyolojik özelliklerdir.
-Toplumsal Cinsiyet (Gender): Kadının ve erkeğin
sosyal olarak belirlenen rol ve sorumluluklarını ifade
eder. Toplumsal cinsiyet biyolojik farklılıklardan dolayı
değil, kadın ve erkek olarak toplumun bizi nasıl gördüğü,
algıladığı, nasıl düşündüğü, nasıl davranmamızı beklediği
ile ilgili bir kavramdır.”41
(41) Ayşe Akın, Toplumsal Cinsiyet Kavramı ve Sağlığa Etkileri, s. 1.
30 | Emine Öz türk
“-Cinsel Kimlik Duygusu: Kendini dişi veya erkek
hissetme.
-Sosyal Cinsel Rol: Toplumda kadın ya da erkekten
beklenen rollere uygun davranışları benimsemiş olmak.
-Toplumsal Cinsel Rol: Erkek ya da kadın gibi yaşamak
giyinmek.
-Büyütüldüğü Cinsel Kimlik: Kız veya erkek olarak
büyütülmüş olmak.” 42
Burada bir de flört, aşk ve sevgi arasında ne gibi benzerlikler ve farklar bulunduğuna biraz değinmek gerektiği
kanaatindeyiz. Memduh Özakman gibi değişik psikologlar her ne kadar flörtü bir ciddiyeti içinde barındırması
gereken bir münasebet olarak tanımlıyorlarsa da gerek
kelimenin etimolojik kökeninde gerekse sosyal hayata
yansıyan yönünde bir lakaytlık açıkça göze çarpmaktadır.
Kelimenin “with” ile kullanımı, “Bir şey hakkında pek ciddi
olmaksızın şöyle bir düşünmek” anlamını ya da kelimenin
türemiş bir şekli olan, “flartatious” sözcüğü de, “civelek, oynak” gibi anlamları kendi içinde barındırıyor. Bu da şunun
ilk göstergesi sayılabilir ki flört hadisesi daha başlangıçta
bir lakaytlık içinde başlamaktadır; ancak daha sonra çok
az miktarda ciddi ilişkiye dönüşen münasebetler dışında,
genel de gayriciddi biçimde devam eder; çoğu zaman
başladığı gibi biter. İleride bu konuya dönecek olmakla
beraber şurası bir gerçektir ki insan hayatı lakaytlığa gelmez; ciddiyetsizliği kaldırmaz; kaldıracak kadar önemsiz
değildir. Burada asıl konumuzu oluşturan mesele şudur:
Flört, aşk yahut sevgi ile aynı mıdır; aynıysa neden, ayrıysa
neden? Bu ayrımı ya da ayniyeti sağlayan nedir? Eğer genç,
flört benzeri bir tecrübe yaşamışsa bu tecrübenin gencin
ilerideki yaşamındaki rolü ne olmuştur ya da ne olabilir?
Böyle bir tecrübenin olumlu ya da olumsuz ne gibi etkileri
(42) Haluk Özbay / Emine Öztürk, a.g.e., s. 21-22
AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 31
vardır; eğer flört etimolojik kökeninde olduğu gibi lakaytlık ile başlayan bir münasebet ise bu münasebetin gencin
ileriki yaşamında onun önüne çıkaracağı sorunlar, gencin
ruhunda oluşturabileceği tahribatlar yahut toplumsal
hayatta yol açabileceği sorun ve tahribatlar nelerdir, neler
olabilir? İşte tüm bu sorun ve sorulara cevap bulabilmek
için hem konuyu doğru anlamaya ve ortaya koymaya, çalıştık. Flörtün üç tanımını sunduk Bu tanımlar şunlardır:
- Ciddi niyeti olmayan aşıkane davranış,
- Kadınla erkek arasındaki duygusal alanda gerçekleşen
ilişki,
- Kadınla erkek arasındaki duygusal alanı aşan ilişki.
Biz bu tanımlardan en gerçekçi olanı, yani flörtün sosyal hayattaki cereyan ediş biçimine en çok uyanı, bilhassa
sonunun ne olacağı belli olmayan, çoğu zaman yalnızca bir
arkadaşlık gibi başlayıp sonu evlilikle bitebilmekle beraber
bitmeyebilecek de olan, temelde duygusal bağlamda olması
düşünülen ama duygusal alanı çoğunlukla aşabileceğinin
insanlık tarihi boyunca tecrübe edildiği kısacası sonunun
ne olacağının asla belli olmadığı tanımı, yani, “Ciddi niyeti
olmayan aşıkane davranış”ı daha doğru bulmaktayız.
5. Flört ve Aşk Kavramları ve Bu iki kavramın
arasındaki temel farklar
Ancak yukarıda verilmiş olan flörtle ilgili tanımlar aşkı
ve gerçek sevgiyi tanımlar mı? Buna objektif bir gözle bakan herkesin vereceği cevabı biz de veriyoruz: Hayır. Ancak
araştırmanın objektivitesi noktasında bu meselenin iyice
irdelenmesi gerekir. Aşkın tanımları ve yaşanış biçimleriyle
flörtün yaşanış biçimleri arasındaki farkın yahut benzerliğin -eğer benziyor ise- iyice ortaya konması gerekir. Ne
var ki burada aşkı tanımlamaya kalkışmayacağız, sadece
32 | Emine Öz türk
onu anlamak için ellerimizi ona uzatmaya çalışacağız;
belki bir kenarına dokunabiliriz diye. Zira aynı zamanda
kainat yaratıldığından beri aşkı dört başı mamur tarif eden
yoktur; olmayacaktır da.
Toplumsal cinsiyet kavramının tam olarak tahlilini ve
bunun sosyal hayata etkisini açıklayabilmek için öncelikle
bu kavramın tam olarak tarifini yeniden vermemiz
gerekmektedir.
Toplumsal Cinsiyet (Gender): Kadının ve erkeğin
sosyal olarak belirlenen rol ve sorumluluklarını ifade eder.
Toplumsal cinsiyet kadın ve erkek olarak toplum tarafından
nasıl görüldüğümüzü, algılandığımızı, nasıl düşünüp nasıl
davranmamızın beklediğini tanımlayan bir kavramdır.43
“Toplumsal cinsiyet yalnız kadın ve erkeklerin biyolojik
farklılıklarına vurgu yapmaz; aynı zamanda kadınlar ve
erkekler arasındaki ruhsal, toplumsal ve kültürel farkları
dikkate almaktadır. Giddens’ın anlatısına göre çocuklar beş
altı yaşına gelinceye kadar kişinin toplumsal cinsiyetinin
değişmediğini, herkesin bir toplumsal cinsiyeti olduğunu
bilmezler.” 44
Toplumsal cinsiyetin oluşumuna ve gelişimine katkıda
bulunan iki bilim adamının görüşü oldukça dikkat çekicidir. Bunlardan biri hepimizin bildiği Freud’un bu konuya
ilişkin yorumlarıdır. Öncelikle şunu vurgulamak lazımdır
ki Freud bu konuda daha çok monist bir yaklaşım sergiler.
Buna göre, “Bütün zihinsel ve ruhsal yaşantılar mental
enerjinin kullanımından ibarettir. Freud’un anlattıklarına
göre organizma dengede olduğu zaman mutludur. Doyum
bulduğu zaman haz duyar ve bunu yaşam boyunca hep arar.
(43)Ayşe Akın, Üreme Sağlığına Giriş Katılımcı Rehberi, Toplumsal Cinsiyet
Kavramı ve Sağlığa Etkileri, T.C. Sağlık Bakanlığı Ana Çocuk Sağlığı ve Aile
Planlaması Genel Müdürlüğü Katılımcı Kitabı, Ankara, 2009, s. 14.
(44) A. Giddens, Sosyoloji, çev. Hüseyin Özel – Cemal Güzel, Ayraç Yay., Ankara
– 2000, s. 100
AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 33
Gerilim doyumsuzluğun ve bazı şeylerin noksan olduğunun işaretidir. İşte organizma bunu kapatmaya çalışır. Gerilim sonucu biriken enerjiyi boşaltma ve huzura kavuşma
savaşındadır. İnsan davranışlarında görülen bozukluklar
mental enerjinin yeterli biçimde kullanılmaması, bloke
olması, saplanması dolayısıyla kişinin gerginliğinin, huzursuzluğunun sonucudur. Freud ‘İçgüdüsel Kuram’ında,
libido ve gelişimini ele alır. Bir canlı türünün öğrenme
gerekmeden örgütlü, uyuma yararlı, sürekli olarak bir
amaca yönelik davranmasını sağlayan içsel güce İçgüdüsel
Kuram denir. Freud’a göre doğuştan var olan içgüdüler
gelişmeyle ayrışır. İçgüdülerin yaşamın ilk beş altı yılına
kadar gelişmesi söz konusudur. İşte organizma bunu kapatmaya çalışır. Psikanalitik gelişimin temeli çocuklukta
atılır. Yani buna göre toplumsal cinsiyet ergenlikten önce
gelişir ve oluşur. Çocuk daha dünyaya geldiği ilk anda
libidonun gücüyle hareket etmeye başlar; çocuğun tüm
bedeni libidoya doyum sağlayabilecek niteliktedir. Bu ilkel
doyum birçok dönem geçirerek toplumsal bir nitelik kazanır. Freud toplumsal cinsiyetin bu oluşum sürecini dört
döneme ayırır. Bu dönemler bir buçuk yaşına kadar süren,
doyumun ağız dudaklar ve dilde odaklandığı, amacın dışkılama ve tahrip olduğu oral dönem; bir buçuk yaşından üç
yaşına kadar süren, doyumun kaslarda odaklandığı, amacın
dışkılama ve tahrip olduğu, çocuğun kendi eğilimleriyle
çevre eğitimi arasında bulunduğu anal dönem; beş-yedi
yaş arası süren, üretra ve penis olmak üzere iki döneme
ayrılan, doyum kaynağını idrar yolları, penis ve klitorisin
oluşturduğu fallik dönem ve son olarak toplumsal bağlantı
ve ilişkilerin kurulduğu, cinsel rollerin sağlamlaşıp pekiştiği, kişilik gelişmesinin tamamlandığı dönem olan gizlilik
dönemleridir. Üretken dönemden gizlilik dönemine geçilirken insan yaşamında önemli karmaşalar vardır. Çocuk
34 | Emine Öz türk
anne babasına sevgiyle bağlanır. Çocuğun kendi cinsinden
farklı olan anne babaya bu tür sevgiyle bağlı olması gizlilik
döneminde kaybolur. Çözümlenip kaybolmazsa bu bağıntılar patolojik durumları, yani Freud’un ifadesiyle Oedipal
ve Euktra karmaşaları oluşturur.” 45
“İşte yukarıdaki bu durumlar sebebiyle, yani insanların
var olan çok çeşitli cinsel isteklerini homoseksüel, biseksüel
ilişki gibi ilişkilerde yasadışı-ahlakdışı biçimde ne olursa
olsun tatmin yoluna gittiklerinden, Freud insanlara ‘çok
biçimli sapıklar’ diyordu.”46
Freud’un yorumundan daha fazla kabul edilebilir olan
yorum da Nancy Chodorow’a ait yorumdur. A. Giddens
toplumsal cinsiyetin oluşumuna yönelik bu ikinci yorumu
şöyle naklediyor: “Toplumsal cinsiyetin gelişimini inceleyen pek çok yazar Freud’un yaklaşımını kullanmışlarsa da,
bu yaklaşımı kimi önemli açılardan değiştirmişlerdir. Bunlardan biri de, sosyolog Nancy Chodorow’dur. Chodorow,
kendisini kadın ya da erkek olarak görmeyi öğrenmenin,
bebeğin erken bir yaşta anne babasına bağlanmasıyla
ortaya çıktığını ileri sürmektedir. Chodorow, babanın
yerine annenin önemini Freud’un yaptığından çok fazla
vurgulamaktadır. Bir çocuk, yaşamın ilk dönemlerinde,
annenin kendi üzerindeki etkisinin kolayca en baskın
etki olması nedeniyle, anneye duygusal olarak bağlanma
eğilimi taşımaktadır. Bu bağlanma, ayrı bir benlik duygusuna erişmek için bir noktada koparılıp, çocuk, daha az
sıkı bir bağımlılık içine girmelidir. Chodorow, bu kopuş
sürecinin erkek ve kız çocuklarında ayrı ayrı yollardan
gerçekleştiğini ileri sürmektedir. Kızlar annelerine yakın
olmayı sürdürürler, örneğin anneyi kucaklama, öpme,
onun yaptıklarına öykünme olanaklarına sahip olarak.
(45) Gülgün Yanbastı, Kişilik Kuramları, Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yay.,
Ege Üniversitesi Basımevi, İzmir-1996, s. 16-25
(46) A.Giddens, a.g.e., s. 107
AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 35
Anneden kesin kopuş olmaması yüzünden, kız çocuk,
sonra da yetişkin kadın, başka insanlarla daha bağlantılı
bir benlik duygusunu geliştirir. Kadının kimliğinin, bir
başkasının kimliğiyle kaynaşmış, onunkine bağımlı olma
olasılığı daha fazladır: İlk olarak annesininkine, daha sonra
erkeğinkine. Chodorow’a göre bu, kadınlardaki duyarlılık
ve duygusal sevecenlik özelliklerini ortaya çıkartır. Erkek
çocuklar bir benlik duygusunu, kendilerinin başlangıçtaki
anneye yakınlıklarını kökten bir biçimde söküp atarak,
kendi erkeklik anlayışlarını kadınsı olmayandan türeterek
yadsıma yoluyla elde ederler. Onlar ‘kız kardeşler gibi’ ya
da ‘anasının kuzusu olmamayı’ öğrenirler. Bir sonuç olarak,
erkek çocukları, başkalarıyla yakın ilişki kurabilmekte
görece daha kratersizdirler; dünyaya bakmanın daha
çözümsel yollarını geliştirirler. Kendi yaşamlarına ilişkin
olarak, başarı üzerinde duran daha etken bir bakışı benimserler; ne var ki; kendilerinin ve başkalarının duygularını
anlayabilme yeteneklerini bastırmışlardır.” 47
Yukarıdaki yorumlara bakılacak olursa Chodorow
daha haklı gözüküyor ve açıklamaları oldukça yerinde,
zira bir Türk atasözü şöyle diyordu. “Kız anadan öğrenir
biçki biçmeyi, oğlan babadan öğrenir sofra açmayı.” İnsan
yaşamındaki yaşamsal pek çok pratikte olduğu gibi kız kendisini anneyle özdeşleştirerek kadın kimliğini kazanıyor ve
böylece hayatını önce bir anneye sonra bir kocaya duygusal
bağlarla bağlanarak geçiriyor; erkek ise ilerideki yaşlarda
anneden koparak ya babaya yönelik bir özdeşleşmeyle ya
da kendi başınalıkla kimliğini kazanıyordu. Ama ne olursa
olsun, Freud’un dediği gibi kız babaya, erkek de anneye
yönelik bir cinsel istekle bir yaklaşım geliştirmiyordu. Tam
tersine kız kendini anneyle özdeşleştirerek, oğlan da babayla özdeşleştirerek kadın ve erkek kimliklerini, bu arada
(47) A.Giddens, a.g.e., s. 105
36 | Emine Öz türk
anne babadan toplumsal değer ve normları da toplumsal
cinsiyetle birlikte öğreniyorlardı.
Toplumsal cinsiyeti, anne ve babanın dışında, bir de
yazılı kültür aktarımları olarak kabul edilebilecek ders
kitaplarından başlamak üzere bütün kitaplar, çocuklukta
gene masal kitaplarıyla birlikte tanışageldiğimiz masal,
efsane, destan gibi özellikle toplumlarda çoğunlukla önceki kuşaklardan dinlenerek öğrenilen ve mitsel özellikler
içeren mitolojik bir takım öyküler, ayrıca radyo, televizyon
gibi işitsel ve görsel iletişim araçları ve özellikle son yıllar
için söz edilebilecek internet de etkilemektedir. Buna örnek olmak üzere Giddens küçük çocuklara yönelik olarak
şunları söylüyor: “Yirmi beş yıl önce, Lonere Weitzman ve
meslektaşları, okul öncesi çocuklar için en çok kullanılan
kimi kitaplardaki toplumsal cinsiyet rollerinin çözümlerini
yapmışlar, ve toplumsal cinsiyet rolleri arasında açık
farklılıklar bulmuşlardır. (Weitzman ve diğerleri 1972)
Öykü ve resimlerde, kadınlara 11’e 1 gibi bir oranla ağır
basan erkekler çok daha ağırlıklı bir yer tutmaktaydı.
Toplumsal cinsiyet kimlikleri olan hayvanlar da dahil
edildiğinde, bu oran 95’e 1 idi. Kadınların ve erkeklerin
etkinlikleri de farklılaşmaktaydı. Erkekler serüven türü
uğraşlar ile bağımsızlık ve güç gerektiren ev dışı etkinlikleri
gerçekleştirmekteydiler. Kadınlar söz konusu olduğunda,
edilgin ve çoğunlukla ev işleriyle uğraşıyor olarak sergilenmekteydiler. Kadınlar, erkekler için yemek pişirip
temizlik yapar ya da onların eve dönüşünü beklerlerdi.
Çözümlenen bütün kitaplarda, evi dışında bir mesleği
olan hiçbir kadın yoktu. Buna karşın erkekler savaşçı,
polis, yargıç ve kral idiler. Daha yakın zamanlarda yapılan
araştırmalar durumun biraz olsun değişmiş olduğunu düşündürse de, çocuk yazınının çoğunluğunun büyük ölçüde
aynı olduğunu göstermektedir. (Davies, 1991) Örneğin
AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 37
masallar, cinsiyete ve kızlarla erkeklerden sahip olmaları
beklenen amaçlar ile hedeflere yönelik olarak, geleneksel
bir tutum benimsemektedirler. ‘Prensim bir gün gelecek,’
bunun anlamı, bir kaç yüzyıl öncesindeki peri masalları
türlerindeki gibi, yoksul bir aileden gelen bir kızın talih
ve servet düşleyeceğidir. Bugün bunun anlamı romantik
aşkın idealleriyle daha bağlantılı hale gelmiştir.”48 Aynı tarzda Türkiye’de yapılmış bir araştırma çocuklara kitaplarla
empoze edilen ve bu yolla oluşturulan toplumsal cinsiyet
konusuna Firdevs Gümüşoğlu tarafından kaleme alınan,
“Cumhuriyet Ders Kitaplarında Cinsiyet Rolleri” başlıklı
makaleyle ışık tutuyor. Bu araştırma 1928-1998 arasını
kapsamaktadır. Araştırmada kullanılan örnek kitaplar ise
Köy Kıraatı, Okuma Kitabı, Türkçe, Hayat Bilgisi, Sosyal
Bilgiler, Tarih, Aile Bilgisi, Ev Ekonomisi ve Uygulaması,
Yurt Bilgisi, Yurttaşlık Bilgisi kitaplarıdır.”49 Bu makalede
anlatılanlara göre “1930’lu ve 1940’lı yıllardan 1945 yılına
kadar kaleme alınan kitaplarda yaratılmaya çalışılan kadın
imgesiyle 1945 tarihinden sonra yazılan ders kitaplarındaki kadın imgesi arasında büyük bir fark ortaya çıkmıştır.
1945’ten önce anneye, ülkenin kuruluşuna katkıda bulunması açısından önemli işlevler yüklenirken ve aile içi geleneksel roller yoğun olarak vurgulanmazken; bu tarihten
sonra artan sayıda örnekle, kadınların asıl görevinin evi,
ailesi olduğu ders kitaplarına girdi. 1945 yılı 5. Sınıf Okuma Kitabı’nda on iki yıl içinde kadının statüsü hakkında
yapılanlar şöyle anlatılıyor. ‘Eskiden kadın kapalı yaşar, bir
iş tutmaz, erkeğin eline bakardı. Şimdi kadın özgürlüğüne
kavuşmuştur. Erkek gibi açık geziyor, çalışıyor, kazanıyor.
Cumhuriyet bunlardan başka ona komutaya saylav ve
(48) A.Giddens, a.g.e., s. 101
(49)Firdevs Gümüşoğlu, “Cumhuriyet Döneminin Ders Kitaplarında Cinsiyet
Rolleri (1928-1998)”, 75 Yılda Kadınlar ve Erkekler, Bilanço ’98, Tarih Vakfı
Yay ve Türkiye İş Bankası Yay. ortak yayını, İstanbul / Ekim – 1998, s. 101
38 | Emine Öz türk
belediyeye aza olmak hakkını da vermiştir ki bu pek çok
ileri memleket kadınının elde edememiş olduğu haklardır.’
Ancak 1945’lerden sonra ders kitaplarında resmedilen
kadın tipini 1982 Hayat Bilgisi ders kitabındaki şu örnek
gayet iyi açıklamaktadır.
Turşu
Annem turşuyu kurdu
Sarımsakları soydu
Domates biberleri
Suyun içine koydu
Kışın korunmak gerek
Annem ördü yün yelek
Dolaptan çıktı hemen
Palto, atkı, eldiven
Babam harcadı para
Aldı bana kundura”50
Yukarıdaki şiirlere göre anne yalnız yemek yapar, yün
eğirir, ev işi yapar, baba ise dışarıda çalışır, para kazanır
ve o parayı harcar. Bu fikir yeni yetişen çocuğun kafasına
işlenerek eğer kız ise annesi gibi bir anne, erkek ise babası gibi bir baba olması istenir, böylece yazılı materyal
yoluyla toplumsal cinsiyet oluşturulmuştur bile. Firdevs
Gümüşoğlu’nun yorumları ideolojik izler taşısa da kadın
veya erkek kimliğini oluşturmada bu tarz eğitimin rolü
sanırız inkar edilemez. Ancak burada bizim için asıl
önemli olan gencin bu oluşturulmak istenen toplumsal
cinsiyet rolleri karşısında aldığı tavır ve bu sosyal belirlenmişliklerin genci yahut gençliği nasıl etkilediğidir. Bu etki
ancak flörtü etkileyen faktörleri açıklamakla anlaşılacaktır. Bunları açıklamadan şunu kesinlikle bilmek lazımdır
(50) Firdevs Gümüşoğlu, a.g.m., a.g.e., s. 102 - 109 – 114
AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 39
ki, bu faktörlerin etkileri toplumdan topluma, insandan
insana, devirden devire değişmekle beraber bu faktörler
her iki cinsten gençler arasındaki münasebeti az ya da
çok her dönemde, her yerde, her toplumda etkilemiştir ve
etkilemektedir.
II. BÖLÜM
AŞK DUYGUSUNUN VE GENÇLİK
DÖNEMİNDE FLÖRT OLGUSUNUN BİREYDE
OLUŞUMUNDA ETKİN OLAN FAKTÖRLER
1. AİLE FAKTÖRÜ (ANNE ve BABANIN TUTUMUNUN
ETKİSİ) FLÖRTE ETKİSİ
Ailenin flörtün oluşumundaki etkisini anlayabilmek
için öncelikle ailenin sosyolojik açıdan tahlilini dikkatli
biçimde yapmamız gerekiyor. Aileyi ve onun fonksiyonlarını bilmeden aile faktörünün flörte nasıl etki ettiğini
anlayabilmemiz imkansızdır.
Aile, temel birinci derecede bir sosyal grup olup, bilinen bütün toplumlarda kişi, hayatını bu sosyal grup içinde
sürdürür. Temelinde cinsiyet ilişkisinin bulunduğu ve
toplumun en küçük birimi olarak kabul edilen bu sosyal
grubun şekli ve fonksiyonu aile grubunun mensubu olduğu
kültür tarafından saptanmakta ve belirtilmekte olmasına
rağmen bu grubun temel ve üniversal dört fonksiyonundan
bahsedilir.51 Bu temel dört fonksiyon şöyledir:
1) Aileyi teşkil eden fertlerden en az bir çift arasında
toplumun onayladığı bir ilişki biçimi sonucu oluşan birliktelik: Kişiye iki ayrı açıdan bakılabilir. Bir taraftan ferdi,
(51)Nephan Saran, “Aile Hayatı ve Toplum”, Aile Yazıları-III, Birey Kişilik ve
Toplum, Derleyenler: Beylü Dilekçigil, Ahmet Çiğdem, T.C. Başbakanlık
Aile Araştırma Kurumu, Ankara-1990, s. 135.
42 | Emine Öz türk
bağımsız, kendi kendine yeten ve nihai amacını izlemeye
muktedir ve akıl ile donatılmış hür bir varlık olarak kabul
edilmektedir ki, bu genellikle filozofların kişi kavramıdır.
Ampirik olarak bu kişi kavramı, “ben” yahut “ego” fikrinden çıkarılabilir. Ben yaşayan bir varlığım; ben aklı olan bir
varlığım; ben hür bir yaratığım gibi ya da ben bağımsız bir
varlığım gibi. Ancak kişiye bu açıdan bakmak kişiyi tam
görmekten ziyade yarım görmektir. Zira fert hiç de böyle
tek yönlü bir varlık değildir.52
Kişiye diğer bir bakış açısı ise onu temel yapısı yönünden tamamlanmış olarak görmektir. Geçekten de fert kendi
kendine yeter, tüm bağımsız bir varlık olamayıp kişiliği
ancak diğerlerinin yardımıyla gelişebilen bir yaratıktır.
Başka bir deyişle insanoğlu sosyal bir varlık olup kendisine
benzeyenlerden meydana gelen bir toplum içinde karşılıklı
yardımlaşma ve kooperasyonla var olabilen bir yaratıktır.
İnsan tabiatı icabı sayısız ihtiyaçların tatmin edilebilmesi
için hemcinslerine bağlı sosyal bir varlıktır.53
Kişinin esas bünyesi yönünden tam olmayışı kavramını
biraz daha ileriye götürüp tamamlayıcı unsuru ararsak,
ancak iki cinsin bir araya gelişinde buluruz. Gerçekten de
kadın erkeğe, erkek de kadına muhtaç varlıklardır. Kadın
ve erkek insan tabiatı yönünden birbirlerinin eşi olmakla
beraber kişiliklerinin tamamlanması için bir birlik içinde
bir araya gelip birbirlerine bağlanmaları gerekir. Böylece,
“Karşı cinsiyet” farklı fonksiyonlarla kişiliği tamamlayan
bir özelliğe sahiptir. Farklı fonksiyonlar arasında kuşkusuz
en önemlisi insan neslinin devamını temin eden biyolojik
fonksiyon olup kadını ve erkeği bir birlik içinde tutan cinsel
arzuların tatminidir.54
Yukarıdaki açıklayıcı ifadelerden de anlaşılacağı üzere
(52) Nephan Saran, a.g.m., a.g.e, gös.yer.
(53) Nephan Saran, a.g.m., a.g.e, s. 135.
(54) Nephan Saran, a.g.m., a.g.e, s. 135-136.
AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 43
aşk ve bunun yasal olarak yaşandığı evlilik kurumu insan
kişiliğinin tam olarak oturmasında yadsınamayacak bir değere sahiptir. Ama aynı zamanda aile de kişinin toplumsal
varlığının ve kimliğinin biçimlenişinde oldukça etkindir.
Bu karşılıklı bir etkidir.
2) Ancak erkeği ve kadını aile denilen birlik içinde bir
araya getiren ve bu birliğin devamını sağlayan tek faktör de
“Cinsel arzuların serbestçe” tatmini değildir. Bunun yanı
başında aile birliğinin devamını sağlayan ailenin ikinci
önemli fonksiyonunu teşkil eden diğer önemli faktör de
erkek ve kadın arasında cinsiyete bağlı ekonomik kooperasyondur. Çeşitli toplumlarda değişik biçimlerde ortaya
çıkan bu ekonomik kooperasyon yalnız karı kocayı birbirine bağlamakla kalmaz, aynı zamanda aile birliğinin ve
dolayısıyla toplumun devamını sağlayan yeni neslin bakılıp
büyütülmesini de temin eder. Bu bizi ailenin önemli bir
fonksiyonuna götürür.55
3-Sıcak ve samimi bir ortam içinde yeni neslin büyütülmesi: Bilindiği gibi insan yavrusu hayvanlar alemi içinde
en uzun süre bakılıp gözetilmesi gereken canlıdır. Hemen
bütün biyolojik ve fizyolojik ihtiyaçlarının tatmini uzun
süre ebeveyne bağlıdır. Doğduğunda çocuğun bir yığın
potansiyel kabiliyeti mevcut olup, bütün bu fiziksel ve
entelektüel güçler zaman içinde gelişecektir. Bu gelişim ise
dış uyarmalara (stimülasyonlara) göstereceği reaksiyonlara
bağlıdır. Eğer bu potansiyel kabiliyetler yeterli ölçüde uyarılmazlarsa (stimüle edilmezlerse) ya da uyarmalara (stimülasyonlara) gösterilecek reaksiyonlara uygun bir kanal
temin edilemez ise gelişme yeterli seviyede olmayacaktır.
Bebeğin bakımı ve geliştirilmesi ise cinsiyet farkına bağlı
iş bölümüne dayanan ekonomik bir kooperasyonla etkili
biçimde yapılabilir. Görüldüğü gibi çocuğun potansiyel
(55) Nephan Saran, a.g.m., a.g.e, s. 136.
44 | Emine Öz türk
AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 45
kabiliyetleri ‘eğitilmeli’dir. Bu, çocuğu mensubu olduğu
toplumun bir azası haline getirecek eğitimi de kapsar.
4) Yetişmekte olan gencin sosyalize ve kültüre edilmesi:
Ailenin çocuğu bakıp büyütmesi yanında en az bunun
kadar önemli ve bir bakıma bakıp büyütmeden daha zor
olan, yeni yetişen gencin sosyalize ve kültüre edilmesidir.
İnsan yavrusu içinde yaşadığı toplumda mevcut bilgiyi,
mahareti öğrenmek zorunda olup, doğuştan gelen bazı
örüntüleri disiplin altına alınan kuralları ve değer yargılarını da öğrenip benimseyerek toplumun bir ferdi haline
gelecek, davranışlarını ve hareketlerini kendisinden beklenen şekilde yapacaktır. Ana, baba, kardeşler, akrabalar
hatta ailenin vereceklerine sosyal bilimler dilinde ‘kültürel
miras’ denilmektedir.56 Kültürel mirasın elemanlarını gene
Nephan Saran’dan naklen kısaca şöyle tarif edebiliriz.
a) Lisan, insanlar arası iletişimi sağlayan en önemli
kültürel unsurdur.
b) Aile, topluma has geleneksel davranış kurallarını
ve hareket normlarını çocuğa öğreten en önemli sosyal
gruptur ve kültürel unsurların önemlilerindendir.
c) Yaşa ve cinsiyete göre farklı sosyal grup mensuplarına karşı gösterilecek uygun davranış kaidelerini çocuğa
öğreten en önemli sosyal grup yine ailedir.
d) Yine aile çocuğu toplumun çeşitli sosyal kurumlarına hazırlar.
e) Kuşkusuz ailenin en önemli fonksiyonundan biri
de, toplumun üstün tuttuğu ahlak normlarını ve değer
yargılarını çocuğa aktarmaktır.
Ailenin, gencin sosyal hayatla, toplumla bütünleşmesindeki önemli rolü, Nephan Saran’ın yukarıda ailenin
toplumsal fonksiyonlarını anlattığı satırlarda sanırız gayet
iyi anlatılmıştır. Ancak şu bilinmelidir ki gencin sosyal
hayat uyumunda sadece aile etkin değildir, bu konuda
cinsiyet, kişinin maddi durumu, sosyal statü ve mevkii de
aynı ölçüde etkilidir. Ayrıca aile olgusu içerisinde de aile
çevresi, ebeveynler arası ilişkiler, ebeveyn çocuk ilişkileri,
kardeşler arası ilişkiler gibi ilişkilerin bütününün ve ailenin
maddi ve sosyal koşulları gibi koşulların tümünün gençler
arasındaki flört münasebetine etkisi söz konusudur. Şimdi
kısaca gene Nephan Saran’ın ifadelerinden özetleyerek bu
ilişkilere göz atalım.
(56) Nephan Saran, a.g.m., a.g.e, gös.yer.
(57) Nephan Saran, a.g.m., a.g.e, s. 137.
1. Aile Çevresi:
Toplum içinde hayatını sürdürebilen insanoğlu, toplumun devamını sağlayacak olan genç nesli toplum içinde,
yani bir sosyal çevre içinde büyütüp eğitecektir. Çocuğun
kişiliğinin gelişmesinde ise sosyal çevre içinde en etkili
olanının aile çevresi olduğunda bütün sosyal bilimciler
hemfikirdir. Yapılan sayısız araştırma, çocuğun aile çevresindeki erken tecrübelerinin kişiliğinin gelişmesinde en
etken çevre olduğunu gösterir niteliktedir.57
2. Ebeveyn Arası İlişkiler:
Hemen bütün çalışmalar ebeveynler arasındaki ahenkli
ilişkinin çocuğun istikrarlı, iyi bütünlenmiş bir kişilik geliştirmesinde önemli olduğunu göstermektedir. Ebeveynler
arasındaki devamlı çekişme ve tartışmalar, çocuğun gelişimi sırasında onu en fazla yaralayan tecrübelerdir. Genel
olarak çocuk ana babasını sever ve kendisini her biri ile
identife eder. Ana baba arasındaki çatışmalar çocuğun
kendi kişiliğinde lokalize olup onu kendi kendisiyle çatışma haline sokar. Tatmin edilemeyen sevgi ve emniyet
duygusu çocuğu hissi (emosyonel) gerilimlere doğru sevk
edip sonunda tecavüzkar hatta anti sosyal davranışlara iter.
Çocuğun biyolojik yapısına da bağlı olarak tecavüzkar ya
46 | Emine Öz türk
da anti sosyal davranışlar çeşitli biçimlerde ortaya çıkar.58
AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 47
4. Kardeşler Arası İlişkiler:
Çocuk kendi dünyasında yaşayan bir varlık olup
genellikle büyükler bunun farkında değildirler. Oysa
çocuklar müşterek bir dünya içinde yaşadıklarından birbirlerini iyi anlarlar. Bu nedenle bir çocuğun gelişiminde
kardeşlerin katkısı büyüktür. Ancak bu katkının ne ve nasıl
olacağı kardeşlerin cinsiyetine, yaşlarına ve doğum sıralarına ve nihayet ailenin çocuğa karşı tutumuna bağlıdır.61
Cinsiyet farkı ise çocukların gelişiminde önemli bir
faktördür. Çocuklar büyümeleri sırasında kız ve erkek
farkını öğrenip her birinin değişik rolleri olduğunu fark
ederler. Ana babalarının kız ve erkek çocuklardan değişik
davranışlar beklediklerini görüp toplum içinde kendi
cinsiyetlerine uygun düşen davranışları öğreneceklerdir.62
Görüldüğü gibi ailedeki iyi ve kötü bütün hadiseler
çocukların psikolojisini fazlasıyla etkilemektedir. Onların
kişilikleri oluşana kadar bu etki çok yoğun olmakla beraber,
sosyal değer ve normların etkisiyle de, çocuk kişiliğini tam
anlamıyla oluşturduktan sonra bile kendi hayatıyla ilgili
kararlar verirken anne ve babasının görüşlerine fazlasıyla
değer vermektedir. Evlilik gibi önemli konularda ailelerinin
görüşünü almaları, bilhassa kapalı çevre ve toplumlarda
sadece anne ve babanın görüşlerini almakla kalmayıp aynı
zamanda onların uygun gördükleri kişiyle evlenmeleri,
ailenin bu konulara yaklaşımının ne kadar büyük önem
arz ettiği açıkça ortaya konmaktadır.
Ailenin içinde bulunduğu maddi koşullar da bazen çok
önemli olabilmektedir. Ancak biz aile ile ilgili bu bölümde
değil de, maddi koşullara ve bu koşulların flörte etkisine
daha çok ekonomik faktörde değinmeyi düşünmekteyiz.
Bunların yanında gencin flörtüyle evliliği düşünüp
düşünmemesinde gencin ailesinin onun flörtünde aldığı
rolü arttıran ya da azaltan bir etkisi vardır. Buna göre genç
eğer flörtüyle evlenmeyi düşünüyorsa aile muhtemelen
bunu istememektedir. Zira onlar ya çocukları için kendi
kafalarında birini düşünmüşlerdir. Ya da onlar çocuklarını
flört etmemiş biriyle evlendirmeyi tercih etmektedirler.
(58) Nephan Saran, a.g.m., a.g.e, s. 137-138.
(59) Nephan Saran, a.g.m., a.g.e, s. 138.
(60) Nephan Saran, a.g.m., a.g.e, s. 138.
(61) Nephan Saran, a.g.m., a.g.e, s. 139.
(62) Nephan Saran, a.g.m., a.g.e, gös.yer.
3. Ebeveyn - Çocuk İlişkileri:
Ebeveyn ile çocuk arasındaki karşılıklı etkileşmenin
çocuğun kişiliğinin gelişmesinde son derece önemli olduğu bugün bilinen bir gerçektir. Etkileşmenin belirli
modelleri çocuğun duygusal gelişiminin dengeli olmasına
ve onun toplumun diğer fertlerine göstereceği reaksiyona
yansıyacaktır. Çocuğun ebeveyn tarafından sevgiyle
kabul edilmesi ve ona yeterli ve sıhhatli şefkatin verilmesi
çocuğun duygusal dengesini sağlayan önemli bir faktördür.
Buna karşılık aşırı sevgi ve koruma eğilimi, çocuğun
olgunlaşmasını engelleyen, bağımlı bir kişilik geliştirmesini, kendine güvensizliği ve ileri seviye utangaçlığı doğuran
faktörler olacaktır.59
Ebeveynler arasındaki çatışmaların artık halledilmez
bir seviyeye erişmesi dolayısıyla aile birliğinin ayrılık, boşanma gibi sebeplerle parçalanması ya da eşlerden birinin
ölümü ile aile çevresinden çekilişi, çocuğun sağlıklı bir
kişilik geliştirmesini engelleyen önemli faktörlerdendir.
Parçalanmış aile adı verilen bu tip aile çevresi genellikle
çocuğu sosyalize ve kültüre eden süreci zedeleyen bir etkiye
sahip olduğu gibi çocuğun sağlıklı bir kişilik geliştirmesini
önleyen bir faktör olarak görülmektedir.60
48 | Emine Öz türk
AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 49
Bilhassa erkek anne ve babaları oğullarını flört etmemiş
bir kızla evlendirmeyi tercih etmektedirler. Bu daha çok
doğulu ailelerde rastlanan bir tutum olmakla beraber
Türkiye genelinde de çok karşılaşılan bir tutumdur. Ama
aileler şunu göz ardı etmektedirler ki oğullarının gezdiği
kız da bir aile kızıdır ve belki oğullarına gezdiği kızı değil
de başkasını alsalar bile o kız da muhtemelen bir zaman
ve bir yerde bir başkasıyla böyle bir münasebet yaşamış
olabilir. Aileler bu tavırlarıyla toplumun ahlaksızlaşmasına
katkıda bulunduklarının farkında bile değildirler.
Şimdi gençlerin aileleriyle ilişkilerine biraz daha
yakından bakalım. Aile kavramını gayet net açıkladıktan
sonra bir de ailelerin gençlere karşı takındıkları tavırlara
bakalım. “Temelde üç çeşit ana baba üslubu vardır. Ancak
bu üsluplar her ailede aynı değildir. Bunu Mary J. Gander
ve Harry W. Gardiner şöyle ifade ediyorlar. “Çocuk büyütmenin tek bir yolu, sorunsuz, yetkin ergen yetiştirmenin
reçetelerini içeren bir yemek kitabı yoktur. Gerçekte aileye
her çocuk katıldığında çocuk aileyi değiştirir ve ailenin
üyeleri arasındaki ilişki değişir.” 63 Üç temel ana babalık
üslubu şunlardır.
a ) “Yetkeci ana babalar: Kuralları ana babalar koyarlar.
Onlara inanılır, itaat edilir, saygı gösterilir, diğerlerinin de
kurallara uyması beklenir. Kurallara aykırı davranışlar sert
bir disiplinle karşılaşırlar. Bu üslup çoğunlukla alt sosyoekonomik düzeylerdeki ailelerde daha sıklıkla görülür.
Sonu ya suçlulukla ya da evden kaçmayla sonuçlanabilir.”64
Özellikle Türk filmlerinin klasik hikayelerinden olan
artist, manken, şarkıcı ya da sözde sanatçı olmak için evden
kaçan kızların öyküsünde olduğu gibi,
b ) “İzin vericilik tutumu: Çok az kural vardır, hiç olma-
yabilir de. Ve anne babalar bilerek ya da hiç ilgilenmeyerek
çocuklara ya da ergenlere aşağı yukarı hoşlarına gittiği gibi
davranma olanağını tanırlar.” 65
Kısacası bu üslupta bir belirsizlik vardır. Bunda da
yetkeci tutumda olduğu gibi birtakım karmaşalar yaşanır.
c ) “Demokratik üslup: Son sözü anne baba söylerken
ve uyulacak kuralları onlar seçerken çocuklara ve ergenlere
farklı olma, kendi davranışının sorumluluğunu üstlenme
ve daha fazla karar verme olanakları verilir. Akıl yürütme
ve açıklama hakimdir.”66
Ailenin tutumunun gencin böyle bir münasebete girmesini hangi oranlarda etkilediğini ve aynı şekilde diğer
etkenlerin de gencin davranışını nasıl etkilediğini araştırmamızın sonuç kısmını yazarken vereceğiz.
Ancak şu bilinmeli ki, ailenin evliliğindeki ya da gencin
karşı cinsle duygusal ve cinsi bağını içeren bir münasebetindeki etkisi toplumdan topluma, kişiden kişiye, insandan insana değişebilmektedir. Örneğin Türkiye’de yakın
zamanda yapılmış bir anketin sonuçları bize günümüz
Türkiye’si ailelerinin flörte yaklaşımı açısından Victoria
Dönemi İngiltere’si ile nasıl benzeştiğini gösterirken, aynı
konuda yapılmış başka anketlere göre de Türkiye İsveç
ya da A.B.D.’den flörte gerek ailelerin yaklaşımı, gerekse
flörtün toplumun genelinde yaşanma yüzdeleri açısından
oldukça farklı olduğunu göstermektedir. 1997’de T.C.
Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu tarafından yapılan
bir ankette; “Ailelerin gençlerin karşı cinsle arkadaşlık
etmelerine bakışını anlayabilmek için, ailelerin hem duygusal bağ içeren hem de içermeyen kız-erkek arkadaşlığı
hem de flört konusundaki eğilimleri incelenmiştir. Gençlerin ancak %15.2’si ailelerinin gençlik döneminde flört
(63) Mary J.Gander / Harry Gardiner, a.g.e., s. 443
(64) Mary J. Gander / Harry Gardiner, a.g.e., s. 443
(65) Mary J. Gander / Harry Gardiner, a.g.e., s. 444
(66) Mary J. Gander / Harry Gardiner, a.g.e., s. 445
50 | Emine Öz türk
AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 51
etmelerine izin verdiklerini ifade ederken, çoğunluğunun
aileleri (%39.2) normal kız-erkek arkadaşlığını hoş karşılamakta fakat flörtü hoş karşılamamakta; %24.8’i ise
duygusal bağ içermeyen kız-erkek arkadaşlığını bile hoş
karşılamamaktadırlar. Her dört aileden birinin kız-erkek
arasındaki duygusal bağ içermeyen arkadaşlığa bile karşı
oluşu ve her 10 aileden dördünün de kız-erkek arkadaşlığına karşı olmasa bile flörte karşı oluşu, ailelerdeki
tutuculuk düzeyini göstermesi bakımından uyarıcıdır. Bu
arada gençlerin %30.3’ü yakın çevrelerinde flört bir yana
normal kız-erkek arkadaşlığının hoş karşılanmadığını
belirtmiştir. Bu da toplumun bu konuda tutuculuğunu
göstermesi açısından dikkat çekicidir. Öte yandan gençlerin %18’i kendi yaş grupları için flörtü erken bulmakta,
%16.3’ü ise hangi yaşta olurlarsa olsunlar bir kızla erkeğin
flört etmesini hiçbir zaman doğru bulmamaktadırlar.
Kız-erkek arkadaşlığı konusunda aileler, kız çocuklarına
karşı, erkek çocuklarına olduğundan daha tutucu bir
tutum sergilemektedirler. Kızların ancak %7.4’ü ailelerinin
gençlik döneminde flört etmelerine izin verdiklerini ifade
ederken, bu oran erkekler arasında %22.7 ile kızlardakinin
üç katı düzeyindedir. Kızların ailelerinin %43.7’si normal
kız-erkek arkadaşlığını hoş karşılamamaktadırlar. Bu oran
erkeklerde %34.8’e düşmektedir. Kız çocukların ailelerinin
%31.9’u duygusal bağ içermeyen kız-erkek arkadaşlığını
bile hoş karşılamazken bu oran erkek çocukların ailelerinde %17.8’e gerilemektedir. Kızların %35.2’si erkeklerin,
%25.6’sı yakın çevrelerinde flört bir yana normal erkek-kız
arkadaşlığının dahi hoş karşılanmadığını belirtmiştir. Öte
yandan kızların kendileri de erkeklere göre flört konusunda
daha muhafazakardırlar.” 67
Bu araştırmaya göre aileler flörte karşı olmakla beraber
aynı zamanda bir erkeğin flört etmesine, bir kızın flört
etmesine izin verdiklerinden daha fazla hoşgörü ile bakabilmektedirler. Biz aynı çifte standarda Victoria Dönemi
İngiltere’sinde rastlıyoruz. “Victoria Çağı ahlak anlayışı o
zaman kız ve erkeklerin ayrı olduğu okullarda hala devam
etmekte olan homoseksüelliği, genç erkeklerin tek avunma
çaresi olarak fahişeliği ve mülkiyet sahibi sınıfın, evliliği
devam ettirmek için başvurduğu zinayı görmezlikten gelmek, unutmak ya da inkar etmek yolunu tuttu. Böylece
Victoria Çağı ahlak anlayışı üstün orta sınıf ile çürümekte
olan aristokratik düzen arasında bir uzlaşma yaratıyordu.
O zamana kadar dişilik erdemi olarak kabul edilen safiyet
idealini ya da cinsel duygular yokluğunu bütün gençler için
öngörülen normal bir durum olarak yüceltmek, başka bir
teşvik haline geldi. Bunun ancak pek az başarı vaat ettiği
kolayca anlaşılacak bir şeydir. Erkekler, toplumsal yetiştirilme bakımından kadınlardan böyle bir safiyet ideali
beklerlerdi ama kadınlar erkeklerden bunu beklemek üzere
yetiştirilmemişlerdi. Bunu erkeklerin evlilik öncesi erdemi
olarak aramadılar bile, tam tersine böyle bir durumla alay
etmek eğilimindeydiler.” 68
Görülüyor ki Türk toplumunun bugünkü kızlara yönelik tutumu ile Victoria Dönemi İngiltere’sinin kızlara
yönelik tutumu aynıdır.
Aynı husus, yani bu münasebetlerin yaşanışının
toplumdan topluma farklılık arz etmesi hususu Rezan
Şahinkaya’nın 70’li yıllarda kaleme aldığı ve Kohabitasyonu,
yani gençlerin nikahsız biçimde bir arada yaşamalarını
anlattığı bir makalesinde gençlerin bir arada yaşama oranlarının ve bunun toplum tarafından nasıl karşılandığının
(67)Türk Ailesinde Adolesanların Sorunları, T.C. Başbakanlık Aile Araştırma
Kurumu Başkanlığı Yay., Ankara - 1987, s. 431-432
(68) Aşkın Anatomisi(Derleme Kitap), Çeviren: Harmancı Mehmet ; Derleyen:
A. Krich, Say Yayınları, İstanbul, 2005, s. 58-59.,
52 | Emine Öz türk
yıllara göre nasıl değişmekte olduğu şöyle anlatılmaktadır:
“İsveç’te 1974’te aşağı yukarı %12 kadar genç evli olmadıkları halde bir arada yaşar durumda bulunmuşlardır. Oysaki
bu oran 1966’larda sadece %1 civarında tahmin ediliyordu.
Journal at Marriage and Family’nin Aralık 1975 sayısındaki
bir makalede evlenmemiş gençlerin yaşamındaki bu değişiklik, evliliğin ileri yaşlara atılmasına ve geciktirilmesine
bağlanmaktadır. Yazar, “Eskiden toplumumuzda nişanlı
çiftlerin hafta sonlarını veya tatillerini bir arada geçirmeleri
hoşgörü ile karşılanır fakat onların beraber oturmalarına
birçok çevrede izin verilmezdi, şimdi ise birbiri ile evlenmeyi düşünmeyen iki ayrı cinsten gencin bir çatı altında
oturmaları bile yadırganmıyor ve toplumun hoşgörüsü ile
karşılanıyor”69 demektedir.
Görüldüğü üzere İsveçli aileler zamanla kohabitasyonu;
yani gençlerin bir arada yaşayışını belki de kabullenir hale
gelmişlerdir. Flörtü etkileyen ikinci bir faktör sosyal statü
ve sosyal tabakalaşmadır.
AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 53
Ekonomik faktörü kısaca şöyle tarif edebiliriz:
İnsanların birbirleriyle münasebetinde önemli faktörlerden biri de her ne kadar ideal insani ölçütler içerisinde
önemsiz gözükse de, sosyal hayatın yadsınamayacak gerçeklerinden olan insanların sosyo-ekonomik durumları
ve belki bu sosyo-ekonomik duruma bağlı olarak, belki
de bunun tamamen dışında, yine insanların sosyal statü
ve mevkileridir. Yani ekonomik faktör ve buna bağlı olarak
sosyal tabakalaşma da flört konusunda etkin faktörlerdir.
Bu faktörün etkinlik derecesinin ne olduğunu ise daha
sonra göreceğiz.
Hemen bütün toplumlarda, ailenin fonksiyonları
yerine getirmekte başarısızlığa uğramasını hazırlayan
faktörlerden biri ekonomik güçsüzlüktür. Fakirlik yahut
maddi olanaklar da yetersizlik, aslında tanımlanması çok
güç hatta mümkün olmayan bir kavramdır. Zira ‘fakirlik’
anlamı toplumdan topluma, kültürden kültüre değiştiği
gibi aynı toplumun bölgelerine ve zamana göre de değişir. Bu güçlüğü hatırda tutmak şartıyla fakirliği belki
şöyle tanımlayabiliriz: İnsanın içinde yaşadığı toplumun
koşullarına göre normal bir yaşama seviyesini uzun bir
süre temin edemeyişine maddi yetersizlik denir. Maddi
yetersizlik kavramına yeterli bir gelir sağlayamamak ya da
mevcut geliri akıllıca kullanamamak, dolayısıyla fertlerin
fiziksel, sosyal ve psikolojik ihtiyaçlarını karşılayacak bir
hayat seviyesi idame ettirememek de dahildir.70
Kuşku yok ki insanoğlunun, hayatını idame ettirebilmek üzere çalışması en doğal hakkıdır. Çalışmanın şekli
ve tipi ise toplumdan topluma farklılık gösterir. Bununla
beraber değişmeyen husus yapılan işten kazanılan maddi
imkanın insanoğlunun temel ihtiyaçlarını tatmin edecek
miktara ulaşmasıdır. Bu sosyal adaletin gereği olduğu gibi,
ailenin yukarıda kısaca bahsettiğimiz temel fonksiyonlarını
yerine getirebilmesinin de temel şartıdır.71
Bir ailenin hayatı süresince temin etmeye ve halletmeye
mecbur olduğu problemleri şöyle özetleyebiliriz: 1-Mesken, 2-Çocukları bakıp büyütmek, eğitmek, 3-Gelirin, ihtiyacı olan hayat seviyesini temin ettikten sonra ilerisi için
bir miktarını ayırabilmek, 4-Acil durumları halledebilecek
(69)Rezan Şahinkaya, “Gençler Arasında Yaygınlaşan Kohabitasyon’un Geleneksel Aile Kurumuna Etkisi”, Cumhuriyet Köye, Köylü Kadına ve Türk
Ailesine Neler Getirdi?, A.Ü.Ziraat Fak. Yay., Ankara – 1977, s. 92
(70)Nephan Saran, “Aile Hayatı ve Toplum”, Aile Yazıları-III, Birey Kişilik ve
Toplum, s. 140.
(71) Nephan Saran, a.g.m., a.g.e., s. 140
2. AŞKIN SINIFSAL TEMELİ YA DA AŞKIN EKONOMİK
FAKTÖRÜ
54 | Emine Öz türk
kadar donatılmış olmak.72
“Tabakalaşma en genel anlamı ile bireylerin ve grupların belirli veya genelleştirilmiş karakteristiklere göre aşağı
yukarı statülere, rollere sahip ve sınıflara mensup olarak
anlaşmaları ve derecelendirilmeleri demektir.”73 “Kişilerin
ve grupların az veya çok fakat belirli derecede sürecek
bir statüler hiyerarşisi içine girmesi, konulması sürecine
“Sosyal Tabakalaşma” adı verilmektedir. Tabakalaşma bir
eşitsizlik hiyerarşisidir. Sosyal sistemler, sosyal mevkilerden oluşmuştur ve bu sosyal mevkiler, statüler bir hiyerarşi içinde değerlendirilmektedir. Mesela tabakalaşmayı
başarmış gelişmiş bir ekonomiye sahip toplumlarda çok
sayıda sosyal mevki vardır. Fakat insanların farklılaşmaları,
yalnız ekonomik mevkileri itibariyle olmaz. Bu farklılaşma
idare, hükümet, sosyal hizmetler gibi diğer kanunlarla
ilgili prestijin mevkileri bakımından da gerçekleşmektedir. Tabakalaşmanın ekonomik, prestij, itibar, kudret ve
davranışsal olmak üzere dört boyutu vardır.”74
Tabakalaşmanın prestij, itibar ve kudret boyutunun,
yani, hiyerarşi içinde derecelendirilen mevkilerin nispi
değerlerinin farklılığı75 boyutunun ve istenen bir hareket
tarzını nasıl olursa olsun yerine getirmek kabiliyetinin
eşitsiz olarak dağıtılması76 boyutunun, sosyal hayata en
çok yansıdığı saha, bu boyutların en etkin olduğu saha
evlilik, aile ve aşk olgularıdır. Dolayısıyla bir sosyal olay
ve olgu olan flört gerçeğidir. Tabakalaşmanın etkisi şöyle
görülür ki, karşı cinsten biriyle bir münasebete, bir flörte
başlayan genç kız ya da erkek diğer gençle çoğunlukla
sosyal statüsünün yüksek olması, zengin ve servet sahibi
(72) Nephan Saran, a.g.m., a.g.e., gös.yer.
(73)Sulhi Dönmezer, Toplumbilim, Beta Basım Yayım Dağıtım A. Ş., İstanbul
–1994 s. 292
(74) Sulhi Dönmezer, a.g.e., s. 293-295
(75) Sulhi Dönmezer, a.g.e., s. 294
(76) Sulhi Dönmezer, a.g.e., s. 295
AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 55
olması, tahsilli olması, iyi bir aileden gelmesi gibi bir özellik
arayabilecek, aramasa bile, sosyal mevkii kendinden çok
farklı biriyle flört etse bile, ailesi veya toplum çoğunlukla
bu münasebeti kabul etmekte, benimsemekte güçlük çekecek veya kabul etmeyecektir. Ya da aileler zengin bile
olsa düşman olabilirler veya aralarında kan davası olabilir,
yahut mezhepleri, dinleri, bağlı oldukları sosyal gruplar
farklı olabilir; belki bu yüzden de böyle bir münasebete
izin verilmeyebilir. Aşk tarihi, sinema tarihi, evlilik tarihi,
tiyatro tarihi, edebiyat tarihi böylesi hikayeler ve masallarla doludur. Aileleri düşman iki genç olan Romeo ve
Juliet, ölümsüz aşkı ölümde bulurlar.77 Ya da Murathan
Mungan’ın Mahmut ile Yezida’sında Yezidi olan Yezida ile
Sünni bir genç olan Mahmut arasındaki aşkta da hikayenin
sonu aynıdır ve gençler sırf mezhepleri farklı olduğu için
ayrılmak zorunda kalırlar. Önce Mahmut ardından da
Mahmut’un saçına ördüğü kırk örüğü kırk gün boyunca
çözen Yezida ölür. İkisinin sonu da gene ölümdür.78 Ayrıca
zengin oğlan fakir kız veya fakir oğlan zengin kız öyküsü
eski Türk filmlerinin vazgeçilmez senaryosudur. Yani
sosyal tabakalaşma, fakir yahut zengin olma, farklı sosyal
sınıflara mensubiyet, farklı sosyal gruplara, topluluk, cemaat yahut cemiyetlere aidiyet illa evlilik amaçlı olması
gerekmeyen, ciddiyetten uzak bir flört münasebetini dahi
etkilemektedir. Cem Karaca’nın “Tamirci Çırağı” şarkısı
fakir bir tamirci çırağının zengin bir kıza duygusal bağlantısını göstermesi açısından oldukça önemlidir. Bu şarkı
sosyal tabakalaşmanın duygusal bir münasebette ne denli
etkili olduğunu öylesine güzel açıklamaktadır ki; özellikle
tabakalaşmanın sanayi devriminden sonra ne denli etkin
olduğu düşünülecek olursa, fakirin daha fakir. zenginin
(77) Shakspeare, Romeo ve Jüliet, çev. Turan Oflazoğlu, Bilgi Yay., Aralık –1995,
s. 136-139
(78) Murathan Mungan, Mahmut ile Yezida, Ağustos –1995, s. 9-98
56 | Emine Öz türk
daha zengin olduğu ve sosyal dengesizliklerin ve bilhassa
geri kalmış ve gelişmekte olan ülkelerde -dünyaya, teknolojiye, medeniyete ve küreselleşmeye ayak uyduramamaktan kaynaklanan- sınıflar arası çatışmaların yoğun olarak
yaşandığı günümüzde; Türkiye gibi genç nüfusun yoğun
olarak yaşadığı bir ülkede sosyal tabakalaşmanın aşkvari
münasebetlere etkisi çok daha yoğun olarak yaşanmakta
ve bu yaşantıların sonu çok daha acı verici olabilmektedir.
Bu öylesine etkindir ki, genç bu sebeple intiharı bile düşünebilmektedir. Şimdi bu yaşanmışlığı Cem Karaca’nın
mısralarıyla duyumsayalım.
TAMİRCİ ÇIRAĞI
Gönlüme bir ateş düştü yanar ha yanar
Ümit gönlümün ekmeği umar ha umar
Elleri ak yumuk yumuk ojeli bakımlı tırnakları
Nerelere gizlesin şu avucum nasırları
Otomobil tamire geldi bizim tamirhaneye
Görür görmez vurularak başladı benzetmeye
Ayağında uzun etek, dalga dalga saçları
Ustam seslendi uzaktan, oğlum al takımları
Bir romanda okumuştum buna benzer bir şeyi
Cildi parlak kağıt kaplı, pahalı bir kitaptı
Ne olmuş nasıl olmuş aşık olmuş bir genç kız
Gene böyle bir tamirci çırağına
Ustama dedim ki giymeyeyim tulumları
Arkası kuşlu aynamda taradım saçlarımı
Gelecekti bugün geri arabayı almaya
O romandaki hayali belki gerçek yapmaya
Durdu zaman, durdu dünya, girdi içeri kapıdan
Öylece bakakaldım gözümü ayırmadan
AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 57
Arabanın kapısını açtım girsin içeri diye
Çattı hilal kaşlarını sordu kim bu serseri
Çekti gitti arabayla egzozuna boğuldum
Göğsümden tomurcuk yaşlar ağır ağır doldu
Ustam geldi sırtıma vurdu, yak dedi romanları
İşçisin sen işçi kal, giy dedi tulumları.
Yani bir sosyal tabakadan olan biri başka herhangi bir
sosyal tabakaya mensup biriyle böyle bir münasebet kuramazdı. Kendi sosyal tabakası içinde kalmalıydı. Bundan
başka flört münasebetini etkileyen bir diğer faktör de sosyal
değişme ve bu sosyal değişme çerçevesinde kadının çeşitli
devirlerde toplumda oynadığı rol; içinde bulunduğu sosyal
statü, bunlara bağlı olarak toplumun kadına bakış açısıdır.
3. CİNSİYET FAKTÖRÜ: SOSYAL DEĞİŞMENİN
TOPLUMSAL CİNSİYET KAVRAMININ MUHTEVASINDA
MEYDANA GETİRDİĞİ DEĞİŞİM VE TOPLUMSAL
CİNSİYET KAVRAMININ AŞK VE FLÖRT OLGULARINA
ETKİSİ
Toplumsal cinsiyet kavramını tekrar hatırlarsak bu
kavram, kadın ve erkeğin sosyal olarak belirlenen rol ve
sorumluluklarını ifade etmekteydi. Bu kavrama paralel
oluşmuş iki kavramı daha kısaca zikretmekte yarar görmekteyiz.
Toplumsal Cinsiyette Eşitlik: Fırsatları kullanma,
kaynakların ayrılması ve kullanımında, hizmetleri elde
etmede bireyin cinsiyeti nedeniyle ayrımcılık olmaması/
yapılmamasıdır.
Toplumsal Cinsiyette Hakkaniyet: Kadın ve erkek
arasında sorumlulukların ve kazançların dağılımında
adalet ve hakkaniyetin olmasıdır. Bu kavramda, kadın ve
58 | Emine Öz türk
erkeğin gereksinimlerinin ve gücünün farklı olduğu kabul
edilmektedir.
Ancak kadınlığın tarihi üzerinde yapılacak kısa okumalar bize aslında toplumsal cinsiyet kavramının da zamanla, sosyal değişimin de etkisiyle toplumdan topluma,
devirden devire hatta aynı ülke içerisinde aynı dönemde
bölgeden bölgeye de fazlasıyla değişebildiğini açıkça gösterecektir. Flört mefhumunun gerek zihinlerde uyandırdığı
anlama, gerekse sosyal hayattaki pratiğine cinsiyet kavramının etkisi oldukça büyüktür, bilhassa toplumsal cinsiyet
kavramının etkisi. Ancak dediğimiz gibi kadın ve erkek
rollerinde zamanla meydana gelen anlamlandırmalar,
çok büyük değişim süreçleri geçirmektedir. Bizim burada
anlamaya çalışacağımız, bilhassa, zamanla muhtevasında
meydana gelen değişimlerle birlikte toplumsal cinsiyet
rollerine ilişkin algılamaların flörtü nasıl etkilediğidir.
Ancak şunu da ısrarla vurgulamak lazım ki, toplumsal
cinsiyet kavramında meydana gelen değişimler özellikle
feminite, yani kadınlık üzerinde meydana gelmiştir. Şimdi
kısaca sosyal değişim kavramına göz atalım.
Öncelikle sosyal değişme kavramını tam olarak
anlamak gerekir. “Sosyal değişmeden, belirli bir grup
içindeki insanların ilişkilerinde yer alan yerleşmiş tavır ve
hareketlerde, tavır ve hareket örneklerinde teknik terimi ile
sosyal sistemin yapı unsurları ve işleyişi üzerindeki değişiklikleri anlaşılmalıdır. Sosyal değişmenin esası yeniliktir.”79
“Ayrıca değişme ile gelişme kavramları arasında da fark
vardır. Gelişme istenen yönde değişme demektir. Ancak,
“İstenen yönde olmanın” kimin değerlerine göre belirleneceği bir problemdir. Sosyal sistemin yapı unsurlarında
oluşan yeniliklerin, sosyal değişme sayılması gerektiği
gibi, yapı unsurlarının kendisinde değil ve fakat bunların
(79) Sulhi Dönmezer, a.g.e., s. 400 - 402
AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 59
nispi öneminde oluşan değişmeler de, sosyal değişme
sayılmalıdır. Sosyal değişme, sosyal yapıda ve toplumun
sosyal ilişkilerinde meydana gelen değişiklik iken, kültür
değişmesi toplumsal kültürün içeriğindeki değişmedir.
Kültür değişikliklerine örnek olarak otomobilin icadı ve
yayılması, dile yeni kelimelerin eklenmesi, ahlak ve mülkiyet konusundaki telakkilerin değişmesi, yeni müzik, sanat
ve dans şekilleri veya kadın erkek eşitliğine doğru genel bir
yönelme sayılabilir. Ancak dikkat edilmelidir ki, değişme
ve kültür değişmesi kavramları iç içe de girebilmektedir.
Bu sebeple her iki türdeki değişmeyi ifade için “Sosyokültürel değişme” tabirine başvurulmaktadır.”80 “Sosyal
değişmenin oranına ve hızına etki yapan faktörleri kısaca
şöyle sıralayabiliriz .
a- Milletlerin yaşadıkları bölgeler;
b- Toplumun yapısı;
c- Toplumsal bütünleşme derecesi;
d- Söz konusu toplumda katı bir sosyal tabakalaşmanın bulunup bulunmaması;
e- Toplumun değişmeye olan genel tutumu;
f- Toplumun içine düştüğü müşterek sıkıntı ve ihtiyaçları;
g- Yenilikçinin istifade edebileceği bilgi ve teknolojinin toplumda yığılması.” 81
Sosyal değişikliği öneren kişinin, kurumun kimliği,
önerinin toplum tarafından reddi veya kabulü hususunda
büyük ölçüde etkendir.82
Burada bizim için asıl önemli olan sosyal değişmenin
kendi tabii seyri içerisinde değil de, dışarıdan planlı ve
kontrollü bir biçimde gerçekleştirilip gerçekleştirilemeyeceği problemidir. Zira sosyal değişmenin flörte etki eden
(80) Sulhi Dönmezer, a.g.e., s. 412 - 416
(81) Sulhi Dönmezer, a.g.e., s. 418
(82) Sulhi Dönmezer, a.g.e., s. 418-419-420
60 | Emine Öz türk
ve konumuzla bire bir örtüşen yönü dıştan müdahalelerle
kadının toplumsal statüsünün kontrollü bir biçimde değişmesi ya da değiştirilmesiyle, kadın erkek münasebetleri
hususunda değişmeye bağlı olarak toplumsal telakkilerin
de değişmesidir. Zira şurası dikkat çekicidir ki; planlı olarak
gerçekleştirilen bütün sosyal değişme projeleri merkeze
genelde kadını alırlar. Yani işe kadının sosyal statüsünü
değiştirmekle başlarlar. Önce planlı sosyal değişmeleri
anlatarak ve daha sonra kadının sosyal statüsünün bu planlı
değişmeler paralelinde nasıl merkeze alındığını açıklamaya çalışalım. “Bazı yazarlara göre sosyal değişme, bizim
(Milli) dışımızda kalan sosyal kuvvetlerin çapraz etkileri,
zincirleme sonuçlar ve bütün bunların birleşik etkilerinin
oluşturduğu güçler tarafından idare edilmektedir. Gerekli
destekleyici yığılmalar, özellikle bilgi yığılması olduğunda
değişmeyi harekete geçiren süreçlerden birisi işlemeye
başlayacak, sosyal değişme gerçekleşecek ve neticelerini
ortaya çıkaracaktır. Bu neticeler her zaman insan varlığı
bakımından mutluluk verici olmayacak, bazen de ciddi
problemleri beraberinde getirecektir. Atom fiziği üzerindeki çalışmalar atom bombasını, hidrojen bombasını
ortaya çıkarmış ve bunun sonucu olarak milletlerarası
ilişkilerde esaslı değişiklikler olmuştur. Ancak diğer bir
kısım sosyal bilimcilere göre ise, sosyal değişmenin gidişi üzerinde etkiler yapılabilir. Sosyal değişme akıllı bir
planlama yoluyla yönlendirilebilir ve olumsuz sonuçları da
bertaraf edilebilir. Toplumlar ve sosyal sistemler hedeflere
ulaşmak üzere sosyal değişmenin yönü üzerinde etkide
bulunabilirler. Aslında büyük sistemin yapısında radikal
değişmeler meydana getiren sosyal değişmelerin denetimi
mümkün olmayabilir.”83
Sosyal değişme ile ilgili tüm bu söylenenlerin ışığında
(83) Sulhi Dönmezer, a.g.e., s. 394
AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 61
şunu vurgulamalıyız ki; sosyal değişme özelikle bugün
20. yüzyılın son çeyreğinden itibaren ve 21. yüzyılın
başlangıcında dördüncü kuvvet denilen medyanın, kitle
iletişim araçlarının, bilgisayar, internet ve diğer tüm
haberleşme ve komünikasyon araçlarının da etkisiyle
artık planlı ve kontrollü bir şekilde, %80 ya da %90 olmasa bile %40 ila %60 oranlarında yönlendirilebilmektedir.
Bu yönlendirme çoğu zaman en azından bir kamuoyu
oluşturma şeklinde cereyan edebilmektedir. Bu öylesine
bir yönlendirilmedir ki evlerinde dinlenmekte, çaylarını
yudumlamakta ya da ailesiyle sıcak bir sofra etrafında
yemek yemekte olan insanları bir anda belki de hiç ilgileri
olmayan, kendilerini hiç ilgilendirmeyen bir hadisenin
tarafları yapabilmektedir. Bu kitle iletişim araçları aynı
zamanda en çabuk ve en etkin değişmeyi meydana getirebilmektedirler. “Televizyon ve radyonun etkin birer
politik araç oldukları hususunda şüphe yoktur. Onun için
televizyonun devlet tekelinde bulunduğu ve aynı zamanda
demokrasiyle idare olunan ülkelerde, idare ediliş biçiminin
olağanüstü önemi vardır. Dünyanın en demokratik ülkelerinde bile bu husustaki tartışmalar sürüp gitmektedir.
Sözgelimi Fransız radyosu kısa süreler içinde rejim değişiklikleri geçirmektedir. Buna karşılık siyaset ahlakının
belirli bir düzeye çıktığı İngiltere’de radyo ve televizyon
konusunda siyaset arenasında artık tartışma yoktur.” Radyo
ve televizyon bir takım inkılapların gerçekleştirilmiş olduğu ülkelerde bu inkılapların yerleştirilmesinde önemli
bir araç görevi görür. Bu görevi sadece radyo, televizyon
değil, gazete ve dergiler de, özellikle 20. yüzyılın başında
fazlasıyla yerine getirmişlerdir. Bir toplumda, herhangi
bir sosyal kurumda, bir sosyal değişiklik meydana geldiği
zaman bu değişiklik ilk önce aileyi ve dolayısıyla da kadını
etkilediğinden, değişik toplumlarda sosyal değişmenin
62 | Emine Öz türk
başaktörü çoğunlukla kadın olmakta ya da kadın zorla
da olsa bu değişmenin baş aktörü haline getirilmektedir.
Çünkü beşiği sallayan el, çocuğu yetiştiren el kadın eli olduğundan, kadının toplumsal statüsü, özellikle analık rolü
öteden beri çok önemsendiğinden, kadının bu değişimlerin
gerçekleştirilmesinde en etkin rolü oynayacağına inanıldığından propagandaya öncelikle kadınlardan başlanır.
Böylece kadın çoğu zaman sadece değişimin başaktörü
değil, aynı zamanda söz konusu düşünce hangi düşünce ise
o düşüncenin de başpropagandisti haline getirilir. Sadece
sosyal statüsünün kötü oluşundan değil, aynı zamanda
ideolojilerin başaktörü yapılmaya çalışılmasından dolayı
kadın konusu tüm toplumlarda hem istismara en açık, hem
de en tartışmalı konu olagelmiştir. Şimdi kadının sosyal
değişme içerisindeki bu rolüne ve bu çerçevede kadın erkek
münasebetlerinin nasıl değiştiğine örnekleriyle göz atalım.
Böylece gençler arasındaki flört olgusunun kadının sosyal
değişmedeki sosyal statüsünden nasıl etkilendiğine daha
yakından bakalım .
Kadınlar da köleler gibi çağlar boyu temel hakları çok
kısıtlanmış insan gruplarına dahil edilmişlerdir. Kadınların eş seçme, çalışma, velayet, boşanma ve miras hakları
ellerinden alınmıştır.84 Bu konu, yani kadınların haklarının
korunması konusu kimi zaman kültürel ortamdan, kimi
zaman toplumsal yaşamdaki çifte standartlardan, kimi zaman hukuk metinlerinden, kimi zaman dini metinlerden,
kimi zaman kadının fiziksel güç itibariyle erkekten daha
zayıf oluşundan, kadının annelik rolünü diğer toplumsal
rollere tercih edişinden, kadının toplumda ekonomik
ve siyasi erki elinde bulundurmaktan uzak oluşundan
(84) Gülnihal Bozkurt, “Cumhuriyet Öncesi ve Sonrasında Türk Kadının Hukuki Durumu”, Kastamonu’da İlk Kadın Mitinginin 75. Yıldönümü Uluslararası Sempozyumu, Atatürk Kültür Dil Tarih Yüksek Kurumu, Ankara – 1996,
s. 157
AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 63
kaynaklanan ve toplumlarda tartışma konusu olan bir
mevzu olagelmiştir. Kadın konusunun problem oluşunda
kadının kendi kimliğini evli bulunduğu erkeğe teslim
edecek kadar sevdaperest olması, yahut sevgisinde bir ölçü
tutturamayışı, sevginin karşılıklı kişiliklerin korunarak
da yürüyebileceğini bilmeyişi gibi hususların da etkili
olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu genelde kadının
mazoşizmiyle açıklanmasına karşın bu mazoşizmden çok
kültürün, eğitimin, genç kız yetişirken, “Sevdiklerin için
her şeye katlanmalısın, erkeğe hizmet etmelisin, kocanın
bir dediğini iki etmemelisin, kızım kocanın evinden ancak
cesedin çıkar” gibi yapılan telkinler nedeniyledir. Kadın
bilmektedir ki sosyal açıdan, ekonomik açıdan, hukuki açıdan kocasına mahkumdur. Bu mahkumiyet onu kocasına
esir yapmaktadır. Ancak bir gün gelecek ve sosyal hayatın
değişmesiyle kadının bu konumu büyük oranda değişeceği
gibi bu çerçevede erkek kadın münasebetleri de büyük
oranda değişecekti. Bunu özellikle Batı ve Müslüman-Türk
kadınının konumunu kıyaslayarak açıklamaya çalışalım.
“Eski Yunan ve Roma’da kadın, erkekten aşağı, bazen eşya
ve hayvanlarla bir tutulan, pazarlarda alınıp satılan bir
varlıktı. Onun hukuki bir şahsiyeti yoktu. Erkeğin kadın
üzerinde öldürmeye kadar yetkileri vardı. Daha sonra
Hristiyanlık döneminde erkek ailenin, İsa Mesih kilisenin başkanıdır. Önce Adem sonra da Havva yaratılmış ve
kadın dünyaya suçu getirmiştir. Kadın kocasına, Rabbi’ne
olduğu gibi uyacaktır. Bununla beraber kadın Yahudilikteki gibi bir mal da değildir. Evlenmekle karı kocanın bir
beden haline geldikleri kabul edildiğinden boşanamazlar.
Boşananın başkasıyla evlenmesi zina olarak görülür. Hiçbir
konsül çok evliliğe karşı çıkmamıştır. Bununla beraber
uygulamada tek evlilik yoğunluk kazanmıştır. 398’de VI.
Kartaca konsülünde damatla gelinin üç gün bir araya
64 | Emine Öz türk
gelmemeleri, takdisin kutsallığının lekelenmemesi kararı
alındı. Çünkü cinsi yakınlık ebedi şer olarak görülmekte
idi. X. yüzyıldan itibaren evlilik kilisenin güdümünden
çıkmaya başladı. Gizli evlilikler çoğaldı. Bazı Hristiyan
mezheplerinde Ortaçağ’da kadının insan olup olmadığı
tartışıldı. O, şeytanın arkadaşı, suçun ve kötülüklerin kaynağı olarak görülmekte idi. İngiltere’de XVI. yüzyıla kadar
kadın murdar sayıldığı için İncil okuyamamakta idi 1805
yılına kadar kadınlar İngiliz vatandaşı sayılmadılar. 1789
Fransız ihtilalinden sonra bile, 1938’e kadar Fransız Medeni
Kanunu kadını; akıl hastası gibi kabul etmiş, çocukla bir
tutmuş, onun hukuki ehliyetini kısıtlamıştır.”85
Ancak özellikle çok evliliğe Tevrat’tan ve Hristiyanlık’ın
evlilik anlayışına İncil’den bakacak olursak farklı neticeler
elde ederiz. Örneğin bize bir fikir verebilmesi açısından
Hz. Yakup’un Tevrat’ta anlatılan evliliklerine biraz göz
atmak yerinde olacaktır. Tevrat’a göre, “Hz. Yakup yanında
çalıştığı akrabası Lavan’a, kendisine kızı Rahel’i verdiği
takdirde onun için yedi yıl çalışacağını söyler. Hz. Yakup
yedi yıl çalışır sonra Lavan’dan Rahel’i ister, Lavan ise onu
aldatarak ona Rahel diye büyük kızı Lea’yı verir. Hz. Yakup
bunun farkına varınca ‘Neden beni kandırdın?’ diye sorar.
Lavan ona büyük kızı dururken küçüğünü veremeyeceğini
söyler. Ancak Rahel’i almak için de bir yedi yıl daha çalışırsa kendisine Rahel’i vereceğini söyler. Hz. Yakup hem Lea
hem Rahel ile evlendi. Lea ona üç çocuk verdikten sonra
Hz. Yakup’u cariyesi Zilpa ile evlendirdi. Daha sonra da
Rahel çocuğu olmayınca onu cariyesi Bilha ile evlendirdi.
Sonun da Rahel, Hz. Yusuf ’u doğurdu.”86 Görüldüğü gibi
Hz. Yakup hem de karılarının isteği üzerine dört defa
(85) Günay Tümer, İslam’da Kadın, Kadın Mitinginin 75. Yıldönümü Uluslararası Sempozyumu, Atatürk Kültür Dil Tarih Yüksek Kurumu, Ankara – 1996,
s. 173-174
(86) Yaratılış, 29:15-35; 30: 1- 25
AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 65
evlenmiştir, ki Kitab-ı Mukaddes’te bu evliliklerin sınırından da bahsedilmez. Hz. İbrahim iki hanım ile evlenmiş
bulunuyordu, bunlar Saray ve Saray’ın Mısırlı cariyesi Hacer idi. Bu, Tevrat’ta şu satırlarla anlatılır. “Saray, Avram’a,
‘Rab çocuk sahibi olmamı engelledi,’ dedi, ‘Lütfen cariyemle yat. Belki bu yoldan bir çocuk sahibi olabilirim.’ Avram
Saray’ın sözünü dinledi. Saray Mısırlı cariyesi Hacer’i
kocası Avram’a karı olarak verdi.” Ayrıca gene Tevrat’ta ‘İlk
Oğulluk Hakkı’ başlığı altında, “Eğer bir adamın iki karısı
varsa, birini seviyor, öbüründen hoşlanmıyorsa; iki kadın
da kendisine oğullar doğurmuşsa, ilk oğul hoşlanmadığı
kadının oğluysa, adam malını miras olarak oğullarına
bölüştürdüğü gün sevdiği kadının oğlunu kayırıp ona ilk
oğulluk hakkını veremez. Hoşlanmadığı kadının oğlunu
ilk doğan oğul olarak tanıyacak ve ona bütün malından iki
pay verecektir.”87 Bundan başka Hz. Davut’un evlilikleriyle
ilgili Kitab-ı Mukaddes’te anlatılanlar, geçmiş ümmetlerde
ve semavi dinlerin kitaplarında ‘çok eşlilik’le ilgili herhangi
bir sınır olmadığının ve erkeklerin diledikleri kadar kadınla
evlenebildiklerinin en açık delilidir. Tevrat konuyla ilgili
şöyle diyor:
“Davud Hevron’dan ayrıldıktan sonra Yeruşalim’de
kendine daha pek çok cariye ve karı aldı. Davut’un erkek
ve kız çocukları oldu.”88 Gene Hz. Süleyman’ın evlilikleriyle
ilgili olarak ise şu cümleler yer alıyor Tevrat’ta: “Kral
Süleyman firavunun kızının yanı sıra Moavlı, Ammonlu,
Edomlu, Saydalı ve Hititli birçok kadın sevdi. Bu kadınlar
Rabb’in İsrail halkına, “Ne siz onların arasına girin, ne de
onlar sizin aranıza girsinler; çünkü onlar kesinlikle sizi
kendi ilahlarının ardınca yürümek üzere saptıracaklardır,”
dediği uluslardandı. Buna karşın Süleyman onlara sevgiyle
(87) Yaratılış, 16: 1- 4
(88) II. Samuel, 5:13
66 | Emine Öz türk
bağlandı. Süleyman’ın kral kızlarından yedi yüz karısı ve
üç yüz cariyesi vardı. Karıları onu yolundan saptırdılar.” 89
Ayrıca özellikle Hristiyanlığın çok evliliğe olan bakış açısını ortaya koyması açısından İncil’deki “On Kız”
benzetmesi oldukça iyi bir örnektir. “O zaman göklerin
egemenliği, kandillerini alıp güveyi karşılamaya çıkan on
kıza benzeyecek. Bunların beşi akıllı beşi akılsızdı. Akılsızlar yanlarına kandillerini aldılar ama yağ almadılar.
Akıllılar ise yanlarına kandilleriyle birlikte kaplar içinde
yağ da aldılar. Güvey gecikince hepsini uyku bastı, dalıp
uyudular. Gece yarısı bir ses yankılandı. ‘İşte güvey geliyor,
onu karşılamaya çıkın!’ Bunun üzerine kızların hepsi kalkıp
kandillerini tazelediler.” 90
“Akılsızlar akıllılara, ‘Kandillerimiz sönüyor, bize yağ
verin!’ dediler. Akılılar, ‘Olmaz! Hem size hem bize yetmeyebilir. En iyisi satıcılara gidin kendinize yağ alın’ dediler.
Ne var ki onlar yağ satın almaya giderken güvey geldi. Hazırlıklı olan kızlar, onunla birlikte düğün şölenine girdiler
ve kapı kapandı. Daha sonra gelen öbür kızlar ‘Efendimiz
aç kapıyı bize’ dediler. Güvey ise, ‘Size doğrusunu söyleyeyim sizi tanımıyorum’ dedi. Bu nedenle uyanık kalın
çünkü o günü ve saati bilemezsiniz.”91 Yukarıdaki meselle
ilgili olarak Muhammed Hamidullah bir kısım Hristiyan
müdekkiklerinin yorumunu şöyle aktarır. “Matta İncil’inde
(Matta, 25/1-12) anlatılan on karılı koca meseli pek meşhurdur. Hristiyan tetkikleri üzerinde çalışan mütehassıslardan bir bölümü, ki buna Marthin Luther de dahildir, bu
meseli nazarı itibare alarak, İsa (a.s.)’nın poligamiyi asla
yasaklamadığı sonucuna varmışlardır.”92
(89) 1.Krallar, 11: 1-4
(90) Matta, 25:1-8
(91) Matta, 25: 9 -13
(92) Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, çev. SalihTuğ, İrfan Yayımcılık
ve Ticaret, İstanbul – 1993, c.II, s. 666
AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 67
Tevrat ve İncil’in yukarıdaki ifadelerinden de anlaşıldığı gibi Semavi ve İbrahimi dinler diyebileceğimiz Yahudilik
ve Hristiyanlıkta da çok eşlilik gayet doğal karşılandığı gibi
buna herhangi bir sayısal sınır dahi konulmamıştı. Aslında
bu da tamamıyla sosyal hayatın ve şartların değişmesiyle
oluşan bir durumdu. Zira daha sonra İslam buna bir sınır
koyacaktı. Bu sınır özellikle toplumsal hayatın artık değişmesiyle yürürlüğe girecek olan bir sınırlama olacaktı.
Bugün ise bu sınırlılık bile yeterli görülmeyecek ve İslam’a
karşıt kitleler tarafından İslam’ın kadınla ilgili yorumunda
eleştirilecek temel noktalardan birini teşkil edecekti.
İslam’la ilgili söz konusu edilen bu tarz yorumlar aslında
tamamıyla insanlık tarihinin başlangıcından bu yana yaşanan sosyal değişmeyi iyi idrak edememenin neticelerinden
başkası değildi. Çok evlilik direkt olarak asıl konumuzu
oluşturan aşk konusuyla ilgili olmamakla beraber konumuzla ilgisi şuradandır ki, çok evlilikle ilgili tüm bu semavi
dinlerdeki bu tavır zamanla bu konuda toplumsal belleği
yönlendirecek ve bireylerin konuyla ilgili tüm bakış açılarının temel hareket noktasını oluşturacaktı. Kişiler gerek o
günün sosyal şartları gereği, gerekse semavi dinlerin kutsal
kitaplarındaki bu metinlerden yola çıkarak kadın-erkek
meselelerine bakmaya başlayacak; dolayısıyla zamanla
çok evliliği sadece normal karşılamayacak aynı zamanda
bunu özellikle erkekler açısından gerekli bile göreceklerdi.
Dolayısıyla dinin zamanla bir kültür, gelenek, görenek,
örf, töre haline getirilmesinden kaynaklanarak ve gerek
bugünün gerekse dünün toplumunun toplumsal belleğini
oluşturmaya başlayacaktı. Neticede belki bu dini metinlerin sebebi nüzulleri yahut indirildikleri ortam tamamıyla
göz ardı edilerek, belki zamanla bu dini metinlerde konu
ile ilgili değinilen, vurgu yapılan yönler bile unutulacak
yalnızca Tanrı’nın böyle bir ilişkiye izin verdiği, dolayısıyla
68 | Emine Öz türk
kadınların Tanrı katında bile makbul varlıklar olmadıkları
düşünülmeye başlanacaktı. Dolayısıyla kadın erkeğin gezip
dolaşıp atabileceği bir yaratık olacaktı. Kadının günahı en
büyük günah sayılacak, erkeğinki görmezden gelinecekti.
Ve kimi toplumlarda erkeğin işlediği günah onun elinin kiri
olarak kalacak, kadın ise cadı ilan edilip yakılacaktı. Bu aslında belki de pek çok toplumda dini bir yaşamı değil tanrısal
metnin arkasına gizlenen gizli bir erkeksi günahkarlığın içten
içe toplumda yayılışından neşv-ü nema bulunuşundan başka
bir şey değildi. Oysa Tanrı katında günahın da takvanın da
cinsiyeti yoktu. Kuran’da Hz. Meryem’e yapılan vurgular da
bundan başka neyi anlatır ki, insanlığa?
Aslında kadınların kadınlık ve daha çok insanlık rollerini ve toplumsal işbirliğine katılımlarını daha çok ev
içinde ve ev hayatında gerçekleştiriyor olmalarının sebebi
insanlık tarihinin başlangıcına kadar geri götürülebilecek
olan bir sosyolojik vakıadır.
Bunu Alaeddin Şenel, “İlkel Topluluktan Uygar Topluma” adlı eserinde şöyle dile getiriyor. İlk insanların
toplayıcı olduklarından bahseden Şenel, zamanla avcılığa
doğru bir geçiş süreci yaşandığını; buna bağlı olarak, toplayıcı toplumlarda hiçbir toplumsal kural bulunmadığından
sürü içi ilişkilerde daha çok güç ve bu güce sahip üyelerin
ağır basmış olması gerektiğinden ve toplayıcı toplumlarda
anarşist ilişkilerin yaşanmış olduğu söylenebilecekken;
avcı toplumlarda eşitlikçi ilişkilerin ve buna bağlı olarak
da ortak çalışma ve ortak paylaşmaya dayanan bir münasebet bütünlüğünün bulunabileceğinden söz ediyor.
Bu eşitlikçiliği onun satırlarından okuyalım. “Erkeklerin
değerli avını kadınların düzenli toplayıcılıkları, erkeklerin
sürüyü korumadaki savaşçılıklarının getireceği saygınlığı,
kadınların takımı kalabalıklaştırıp güçlendiren doğurganlıkları, yaşlıların bilgilerinin sağladığı saygınlıklarını
AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 69
gençlerin güçlülüğü dengelemiştir.”93 Ancak genelde şu
dikkati çekiyor ki kadınlar lehine olan başlangıçtaki bu
durum zamanla farklılıklar arz edecek, kimi toplumda
kadın etkinliğini sürdürmekle beraber kimi toplumda da
bu etkinlik gitgide azalacaktır. Örneğin Neolitik dönemde;
“Neolitik köyde erkeklerin hayvan, kadınların bitki yetiştirmekle uğraşmaları biçiminde bir iş bölümü görülür. Ancak
kadınların tahıl üretiminin ve hayvan yetiştiriciliğinin ev
ekonomisi içindeki uzantıları olan öğütme pişirme ve yoğun tarım mevsimleri dışında çömlek kaplar yapma, örme,
dokuma gibi işlerde de neolitik ekonominin daha çok
kadınların çalışmalarına dayandığı söylenebilir. Neolitik
ekonomide kadın ekonomik alanda başrolü oynadığına,
ev ekonomisi işlerinin hemen tümünü yaptığına göre evi
de yönetmiş olmalı.”94
Ancak zamanla insanlar şehirlere yerleştikçe, Site Devletler kuruldukça anlaşılan o ki kadının toplumdaki etkinliği de gitgide azalmıştır. Şehir hayatı elit kesime mensup
olanlar hariç ve dokuma ya da örme kadın eliyle yapılan
işler hariç, kadınların ev hayatına mahkum olmalarına yol
açmıştır. Ayrıca insanlık tarihinde yapılan savaşlar en çok
kadınlara zarar vermiş, kadınların ev dışında ve etkin bir
yaşamları olmasını önlemiştir. Bu öylesine bir engeldir ki
kadınlar bu savaşların yapıldığı yüzyıllar boyunca yalnız
evlerinin kadını, kocalarının eşi olabilmişlerdir. Fiziksel
açıdan güçsüz olan kadın artık savaşlarda esir alınan yahut
satılan bir mal oldu, bu yolla da erkeklerin yalnızca bir
cinsel araç olarak kullandıkları bir varlık olmamak için gerekmedikçe evden dışarı çıkmadılar. Bunun en tipik örneği,
Müslüman kadınların Peygamber Dönemi’nde konumları(93) Söz konusu alıntı için ve daha geniş bilgi için bkz. Alaeddin Şenel, İlkel Topluluktan Uygar Topluma, Bilim ve Sanat Yay., Ankara –1995, s. 47-67
(94)Söz konusu alıntı için ve daha geniş bilgi için bkz. Alaeddin Şenel, a.g.e., s.
163-176
70 | Emine Öz türk
nın sosyal açıdan daha iyi durumda olmasına rağmen, Hz.
Osman’ın şahadetinden sonra İslam toplumunda başlayan
ve fitne dönemi denen, İslam toplumunu birkaç parçaya
ayıran süreçteki kavgalarda, hanımların can ve namus
güvenliklerinin olmayışından ötürü yakın zamanlara kadar
evlerine kapanmış olmalarıdır. Aynı durum çok evlilik hususu için de büyük oranda geçerlidir. Başlangıçta iki kişilik,
insan neslinin çoğalması ve devamı için yapılan evlilikler
yaşanır iken, çoğunlukla savaşta cariye olarak satılmamak,
cariye bile olsa bir ailenin annesi olarak resmi bir statüye
ve toplumsal saygınlığa kavuşabilmek için, çalışma hayatından ve kendilerini geçindirme becerisinden yoksun olan
kadınlar bir erkeğin dördüncü değil kimi zaman onuncu
eşi olmaya bile razı olmuşlardır. Ancak kendilerini ortaya
koyma, kendi yağlarıyla kavrulabilme imkanı bulduklarında bu gidişat değişmiştir. Bu gidişatın Neolitik Dönemde
ve toplumları kadın tanrıçaların yönettiği dönemlerde var
olan kadın egemen toplumun, geleneğin, dinin, hukukun,
yasaların ve toplumsal yaşamın nasıl değiştiğini daha iyi
anlayabilmek için Batı kadınının, Müslüman kadınının
ve ayrıca özelde de Türk kadınının geçirdiği toplumsal
değişim sürecine kısaca göz atalım ki bu değişim sürecinin
bugüne, bu topluma ve bu toplumun gençleri arasındaki
flörte etkisini daha iyi anlayalım.
Batılı kadınların haklarını alışlarına kadarki sosyal
değişim sürecini kısaca şöyle özetleyebiliriz. “Batıda kadınların kısıtlanmaları, yeterince ilerleyememeleri ve bu
mağduriyetin kadınların eğitilmesi ile önlenebileceği görüşünü ilk olarak Ortaçağ’ın ilk profesyonel kadın yazarı olan
Christine de Pisan öne sürmüştür. XVI. ve XVII. yüzyılda
kadınlara yapılan baskılar artmakta, kadının rolü evde
erkeğe tabi olarak tanımlanmakta ve çalışan kesimde de
ücret farkı artmaktadır. Kadınlar, erkeklerin aldığı ücretin
AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 71
yarısını ve hatta daha azını almaktadırlar. İngiltere’de çalışma saatleri ve ücretlere yönelik ilk kıpırdanışlar görülmüş,
1647’de uzun çalışma saatlerine karşı kaleme alınmış bir
dilekçe parlamentoya (Avam Kamarasına) verilmiş, barışı
destekleyen ve zorunlu askerliğe karşı çıkan protestolar
yaşanmıştır. Batıda XVII. ve XVIII. yüzyıl, feodal ekonomiden sanayi ekonomisine geçiş dönemidir. Bu yüzyıllarda
yatırım sektörü dışında kadın pek üretken değildir, ve artan
bir hızla daha da eve ve aile içine kapatılmaya çalışılmıştır.
Mary Wollstonecraft (1759-1797) eşitsizliğe ve eğitimde
cinsiyetçiliğe karşı çıkmıştır. 18. yüzyılda Batıda yeni bir
olgu ortaya çıkmıştır; kadınlar salonlar açmışlardır. Üst
sınıflara mensup hanımlar yazar ve şairleri himaye etmiş,
kadın yazarlara imkan sağlamış ve yaratılan entelektüel ortamda kadınların kendilerini geliştirmeleri hedeflenmişlerdir. Bu salonların en tanınmışları Paris’te bulunmaktaydı.
İngiltere’de bu hanımlara ‘Blue Stonckings’ denilmekteydi.
Bu salonlar Viyana, Londra, Roma, Kopenhag ve Berlin
gibi diğer Avrupa şehirlerinde de açılmıştır. Bu faaliyetlerin yanı sıra Fransız ihtilali kadın hakları açısından bir
dönüm noktası olmuş ve kadının eylem ve taleplerinde
yoğun artış olmuştur. Fransa’da Kadın Hakları Bildirgesi
yayınlanmış, 1789’da Grenoble’de krala dilekçe sunularak
oy hakkı ve kendini temsil hakkı istemiştir. Bu istek 1793’te
tekrarlanmış ama Konvansiyon Meclisi tarafından reddedilmiştir. Fransız ihtilalinde halk kesiminden kadınlar da
çalışmış ve önemli bir varlık göstermişlerdir. Diğer Avrupa devletlerinde de Fransız ihtilali kadınların hak arayışı
açısından çok etkili olmuştur. Batıda XIX. yüzyıl acımasız
kapitalizm çağı, sömürgecilik, emek sömürüsü, buna bağlı
olarak kitle isyanları ve koruyucu yasaların geliştiği devir
olarak tanımlanabilir. Toplumda kadının çalışmasına karşı
bir tavır görülebilmektedir. Buna karşın kadının olumsuz
72 | Emine Öz türk
çalışma koşullarına aktif şekilde karşı çıktığı, örgütlendiği,
sendikacılık yaptığı ve grevlerde görev aldığı, eğitimde de
eşit haklar için mücadele ettiği bir dönemdir. 1849’da yayınlanan Kadınların Görüşü ve Kadınların Sesi dergisinde
kadınların temsil hakkı ve oy hakkı istenmiş, ekonomik
haklar, kreşler talep edilmiş ve uzun süren çalışma saatlerine karşı çıkılmıştır. Joenna Deroin ve Paolina Roland
tutuklanmak pahasına İşçi Dernekleri Federasyonunu
kurmuşlardır. İngiltere’de de kadınlar 1812 Nothingham
olaylarında, 1886’daki işçilerin durumunu düzeltmek için
kurulan Chartisit harekette yer almış, sendikalarda liderlik
yapmış ve 1813-44 grevinde başı çekmişlerdir. A.B.D.’de
yayınlanan Tower Factory Girls dergisinde ücretler, çalışma
süresi ile ilgili talepler yer almıştır. 1850’lerde sendikalarda
kadın kolları kurulmuş, Ella Wiggns, Ella Wheeler, Jones
Ana ve Molliy Jaekon gibi kadınlar sendikalarda mücadele
etmiş, kadın işçilerin çalışma haklarını kabul ettirmişlerdir.
1869’da Wyoming eyaleti kadınlara ilk oy hakkını veren
eyalettir. Almanya’da ise 1891’de kadın ve erkek eşitliği
teorik olarak kabul edilmiştir. A.B.D., İngiltere ve Fransa’da
kadın işçiler çok dirençle karşılaşmışlardır ve kadınlar işe
alındığında erkek işçiler protesto etmek için grevler yapmışlardır. Almanya’da kadınlar dergiler yayınlamışlar ve
Clara Zetkin ve Rosa Luxenburg kadın haklarını savunmuş
ve parti kolları kurmuşlardır. Fransa’da 1868’de kadınlar
dernekleşme hakkını savunmuştur. 1881’de yayınlanan
Kadın Yurttaş, kadınlar için siyasal hakları isteyen ilk
süfrajet yayın olmuş ve 1897’de Le Fronde adlı feminist
dergi yayınlanmaya başlanmıştır. İsveç’te ise 1870’te ilk
kadın cemiyeti kurulmuş ve mali muhtariyet konusunda
yayın yapmıştır. XIX. yüzyıl Batıda kadınların tüm eğitim
haklarını kazandıkları ve üniversitelere girdikleri bir devir
olmuştur. A.B.D.’de kadın üniversiteleri kurulmuş New
AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 73
York’ta da 1865’te Tıp Fakültesi kurulmuştur. Aynı tarihte
Zürih’te üniversiteye alınmışlardır; fakat 1881-1905 yılları
arasında kapılar yine kadınlara kapanmıştır. İngiltere’nin
Londra, Oxford, Camridge gibi üniversiteleri ancak I. Dünya Savaşı’ndan sonra onlara diploma haklarını vermişlerdir.
1861’de bir Fransız kadına ilk olarak üniversite diploması
verilmiştir. Edinburgh Üniversitesi’nde 1869’da kadın öğrenciler protesto edildi. Fransa’da baroya ilk müracaat eden
kadının portresi yakıldı ve İspanya’da ilk kadın öğrenci
taşlandı. I. Dünya Savaşı, kadının hakları ve durumunu
çarpıcı bir şekilde etkilemiştir. Erkeklerin askere alınması
üzerine tüm iş sahalarında eğitimli kadınlara ihtiyaç doğmuştur ve ilk önce büro işleri ve sonra ağır işler olmak
üzere kadınlar erkek işlerini devralmışlardır. Hemşirelik,
Kızılhaç, tıbbi birlikler ve erkeklere yardım organizasyonları oluşturulmuştur. Kadınlar, Fransa’da istihbaratta
görev yapmışlar ve İngiliz Edith Cavel ajan olarak görev
almıştır. Martha Richard’a lejyon de honor nişanı verilmiştir. Kadınların savaş yıllarındaki toplumsal görevleri
olmadan savaşın kazanılmayacağını anlayan toplumlar,
savaştan sonra kadınlara oy hakkı tanımışlardır. 1917’de
Rusya, 1919’da İngiltere, Almanya, Hollanda, Avustralya,
Lüksemburg, 1920’de A.B.D., 1921’de İsveç kadınlara oy
hakkı tanımışlardır.”95 Fransa’da 1944’te kadınlar oy kullanma hakkını almışlardır. Ancak I. Dünya Savaşı’ndan sonra
Fransa’da kadınlar erkeklerden iki milyon fazla idi. Bunlar
arasında harp dulları olduğu gibi feda edilmiş, evlenmeleri
imkansız olan ve sonraları kendilerine ‘yalnız kadınlar’
veya ‘koca bulamayan kızlar’ denilen genç kızlar da vardı.
(95)Burçin Erol, “Tanzimat’tan Cumhuriyete Türk Kadını”, Kadın Mitinginin
75. Yıldönümü Uluslararası Sempozyumu, Atatürk Kültür Dil Tarih Yüksek
Kurumu, Ankara – 1996, s. 147-152
Chantal Quelquejay / Lemercier, “Birinci Dünya Savaşı’ndan Sonra Fransa’da
Kadın Hakları”, a.g.e., s. 130-131
74 | Emine Öz türk
Aynı süreci, kadın haklarını kazanım sürecini ve sosyal
değişme sürecinde kadının aldığı yeri hem Müslüman toplumlar hem de Türk toplumu açısından ele alırsak oldukça
farklı noktalarla karşılaştığımızı göreceğiz. Eski Türklerde, yani İslam öncesi Türklerde aile çok önemli bir yere
sahiptir ve kadının konumu aynı dönemdeki diğer dünya
toplumlarına nazaran oldukça iç açıcı bile sayılabilir. Eski
Türklerde aile ve kadınla ilgili Ziya Gökalp’in ve Ziyaddin
F. Fındıkoğlu’nun zikrettiklerine, özet olması açısından
kısaca değinerek geçeceğiz.
“Orta Asya’da gezmiş seyyahların Türk ailesi, Türk
kadınlığı etrafındaki dağınık kayıtları bir tarafa bırakılmak şartıyla ilk defa Türklerde aileden bahseden Fransız
etnografya bilgini Grenard’dır. Bu bilgin, Şarki Türkistan’da
yaptığı araştırmaları ‘Türkistan ve Tibet’ adı altında neşretti. Onun ardı sıra G. Richard ‘Tarihte Kadın’ eserinin
mühim bir kısmını Türk ailesine hasretti. Daha sonraları
bizde en tanınmış Fransız içtimaiyat bilgini Durkheim
Türklerde aile hayatı hakkında birkaç muhafaza ortaya attı.
Ziya Gökalp Fransız alimlerinin dediklerini yoğurmak suretiyle Türk ailesinin dünkü bugünkü hali hakkında etraflı
bir Türk aile sosyolojisi oluşturdu. Bunlara göre Grenard’ın
Türk kadınıyla ilgili zikrettikleri oldukça mühimdir. Türk
kızı hayat arkadaşını seçmekte nispi bir hürriyet sahibidir.
Zaten Müslüman cemiyetlere mahsus ayrılık hayat, kadın
kapalılığı, Şarki Türkistan Türklerinde mevcut değildir.
Diğer Türk kabilelerinde kadın adı altında nişanlısının,
nişanlısı kıza verdiği mehirden burada eser yoktur. Yalnız toyluk denen ve mecburi bir sıfata haiz olmayan bir
hediyenin verilmesi lazımdır. Türk kadını iktisadi hayatta
da erkeğin tam arkadaşıdır. Bir rençper malının fazlasını
pazarda satmak istediği zaman karısı ile satışa gider. Fiyatı
kestirmekte hakim olan kendisinden ziyade karısıdır. Hatta
AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 75
çok defa kadın pazar işlerini yalnız da halledebilir. Evli
kadın her tür tasarruf hakkını korur. Mal ayrılığı prensiptir. Hatta kadın babasının ailesiyle ilişiğini kesmemiştir.
Boşanma neticesinde kadın yalnız babasının evinden getirdiği malı değil, aynı zamanda evlilik müddeti içinde bu
maldan sarf edilen kısmını da kocasından isteme hakkını
taşır. Ayrıca Richard’a göre de Yakutlarda medeni, Kırgızlarda pederşahi, Altay Türklerinde ikisinin de arası bir aile
yapısı vardır. Yani içtimai ve iktisadi şartlara göre değişen
aile tipleri, buna mukabil kadının kanununun da değiştiği
ve erkek-kadın ilişkilerinin de çeşitlilik gösterebildiği aile
tipleri mevcuttur.”96
Eski Türkler hem demokrat, hem de feministtiler.
Zaten şamanları büyü gücüyle olağanüstülükler gösterebilmek için kendilerini kadınlarına benzetmek zorundaydılar,
bundan dolayı Türklerin feminist olmasının bir nedeni de
eski Türklerce Şamanizm’in kadınlardaki kutsal güce dayanmasıydı. Hakanın buyruğunun dinlenmesi için, “Hakan
ile hatun buyuruyorlar ki” şeklinde başlamalıydı buyruklar, yoksa buyruk olma niteliği taşımaz, kabul edilmezdi.
Ayrıca hükümdar eşleri kocalarının yokluğunda, “Türkan”
olup, “Hakanın hükümette ortağı” olur, devleti yönetirlerdi. Eski Türklerde kadınlar genellikle amazon idiler. Usta
binicilik, iyi silah kullanma, yiğitlik, Türk erkekleri kadar
kadınlarda da vardı.97
“Eski Türklerde cinsel ahlak da çok yüksekti. Yakutlar
da Yunanlıların Venüs’üne karşılık bir doğum tanrıçası
vardır ki, Ayzıt diye adlandırılır. Bu Tanrıça kadınlar
doğuracağı zaman onların yardımlarına yetişir; onların
(96)Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu, “Türklerde Aile İçtimaiyatı”, Aile Yazıları: Temel Kavramlar, Yapı Tarihi Süreç, Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu Yay.,
Ankara –1991, s. 12-13; Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, İnkılap Yay.,
İstanbul –2001, s. 144
(97) Ziya Gökalp, a.g.e., s. 146-149
76 | Emine Öz türk
kolayca doğurmasını sağlar; üç gün lohusanın başucunda
bekledikten sonra yanındaki dere, tarla, çiçek perileriyle
göğün üçüncü katındaki sarayına döner. Bununla birlikte
Ayzıt’ın hoşgörüyle karşılamadığı bir konu vardır:
Namusunu korumamış olan kadınların yardımına ne denli
yalvarırlarsa yalvarsınlar ve ne denli değerli kurbanlar
sunarlarsa sunsunlar bir türlü gelmezdi.”
Eski Türklerde kadının ahlaki seviyesinin yüksekliğini gösteren yukarıdaki ifadelerden sonra Türk kadının
İslam’dan sonraki toplumsal yaşam sürecinde sosyal statüsünde gerçekleşen sosyal değişimi daha iyi idrak edebilmek, öncelikle İslam’ın kadın yorumunu, Kuran’ın kadın
konusuna bakışını ve bu bakışı etkileyen faktörleri daha
iyi anlamak, bunları daha iyi anlayabilmek için de Cahiliye
Araplarında kadının konumunu iyice incelemek gerektiği kanaatini taşımaktayım. Buna bağlı olarak Cahiliye
Araplarında kadının konumunun hiç de iç açıcı olmadığı
gerçeğini üstüne basarak vurgulamak zorundayız. Ancak
gene de kadının hiçbir hakkının olmadığı da söylenemez.
“Cahiliye Devri Araplarında aile ataerkil (pederşahi),
yani baba otoritesine dayalı bir karakter arz eder. Aile erkekler tarafından temsil edilir ve erkeğin akrabalarından
oluşurdu. Cahiliye Araplarının kadın ve evlilikle ilgili telakkileri mülkiyet anlayışları ile yakından ilgiliydi. Kadın
hak sahibi olmaktan ziyade hakka ve temellüke konu teşkil
edebilen bir eşya durumundaydı. Evlenme bilhassa göçebe
Araplar arasında karı-koca arası bir hayat ortaklığı kurma
fikrinden çok, mehir karşılığı erkeğin kadına sahip olması şeklinde anlaşılır, bunun için de evlenme bir satım akdi
gibi düşünülürdü. Bu satım akdi neticesi kadın mehir
karşılığı babanın hakimiyetinden çıkıp kocanın hakimiyetine geçerdi. Koca mehir vererek sahip olduğu karısını
istediği zaman boşayabilir veya boşamadan vazgeçerek
AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 77
döndürebilirdi. Koca, mehrini vermeyi ve geçindirmeyi
göze aldığı sürece istediği kadınla evlenebilirdi. Bu savaş
yoluyla erkek nüfusun azalmasını telafi edici bir tedbir olsa
gerektir. Kocanın ölümü halinde kadın terekesindeki diğer
mallarla birlikte kocanın diğer mirasçılarına geçerdi. Kocanın mirasçısı yoksa kadın babasının evine geri dönerdi.
Kadının mirasçı olması bile söz konusu olamazdı. Ancak
yukarıda tüm anlatılanlar o dönemin sosyal, ekonomik,
politik, iklim ve bölgesel şartlarına bağlı olarak ve gene bu
şartlar muvacehesinde değişen durumlar ve uygulamalardı. Örneğin Yemen bölgesi Araplarında kadınların hükümdar oldukları bile vakidir, ayrıca hür kadına uygulanan
hükümlerle esir ve köle kadına uygulanan hukuki işlem ve
hükümler ayrıca bedevilerle hadarilerin kadına bakış açıları da, muameleleri de yaşayış biçimine bağlı olarak farklılık arz ediyordu. Üvey anne ile evlenme, iki kız kardeşi
bir nikah altında birleştirme gibi adetlerin yaygın olduğunu belirten rivayetler olduğu gibi, bu adetlerin toplumca
ayıp sayıldığını gösteren ayetler de vardır. Arapların o
döneminden söz ederken birçok erkekle birlikte yaşayan,
yabancı erkelerle ilişki kuran veya çadırının kapısına bayrak asarak fahişelik yapan kadınlardan bu yaygın bir adetmiş intibaını vererek bahseden kaynakların yanı sıra, bu
kötü ve çirkin adetin kadınlar tarafından değil mal ve ticari kazanç vasıtası olarak görülen cariyeler tarafından
yapıldığını belirten kaynaklar da vardır. Arap erkeklerinin
kıskançlığına, ırz ve namusa, hür kadınlarında iffetlerini
korumaya düşkünlüklerine, hatta karısının başkasına temayülünü bile ölümle cezalandıran kocalara dair anlatılan
menkıbeler, atasözleri, Arapların hür ve evli kadınların
yabancı erkelerle ilişkisini zina sayıp tarafları ölümle cezalandırmaları, ikinci grup rivayetleri destekler mahiyettedir. Nitekim Hz. Peygamber Mekke’nin fethinde yeni
78 | Emine Öz türk
Müslüman olan Hind bint-i Utbe’den diğer hususların yanı
sıra zina da etmemek üzere biat aldığında; Hind’in, “Hür
kadın hiç zina eder mi?” diyerek hayret ve itiraz etmesi bu
anlayışın sonucudur. Arapların kadına karşı tavırlarını ve
aile anlayışlarını tek bir çizgide toplamak çok zor olduğu
gibi, bu konudaki olumsuz tutum ve davranışları kendi
sosyal şartlarından soyutlamak, çok nadir saymak veya
tamamen genellemek fazla isabetli de olamamaktadır.
Nitekim aile hukuku ve kadın haklarıyla ilgili olarak başlangıçta ifade edilen katı anlayış ve uygulamanın yerleşik
hayat tarzına geçmiş şehirlerde, mesela Mekke şehrinde
oldukça yumuşamış olduğu görülmektedir. Rivayetlerden
İslam’ın onaylayıp, devam ettirdiği meşru evlenme tarzının
ve aile hayatının İslam öncesinin Mekke ve Yesrib’inde
oldukça yaygın ve rağbette olduğunu, hür kadının toplumda oldukça yaygın bir yere sahip bulunduğunu, evlilik dışı
ilişkinin, çoğunluğun nezdinde çirkin görüldüğünü
öğrenmekteyiz. Şehirlerin soylu ve zengin Arap aileleri
kızlarını mal, kabile, nesep itibariyle denk veya daha üstün
erkelerle evlendirmeye özen gösterirler, evlendirirken çoğu
zaman kızlarının rızalarını alırlardı. Evlenmede velinin söz
sahibi olmasının bu yönde olumlu katkısı olmaktaydı.
Hayvancılık ve kısmen de ziraatla uğraşan göçebe bedevi
Arapların yaşadığı vaha ve kırlarda kadının erkeğe göre
daha aktif bir çalışma ortamında olduğu söylenebilir.
Hayvanların sağılması, bakımı, ev ve çevre temizliği, yün
eğirme, kumaş örme, çocuklarla ilgilenme, yemeği hazırlama gibi evin mutat işleri tamamen kadınlara ait olup,
erkekler bu işlerle uğraşmayı ar sayarlardı. Bunun için de
basit gibi görünen bu işler kadınların günlük hayatının
önemli bir kısmını işgal etmekteydi. Ticaret ve ziraatın
yaygın olduğu şehir hayatında ise kadınların nispeten daha
hafif bir çalışma yükü altında olması gayet tabiidir. Cahi-
AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 79
liye döneminde kadının, İslam döneminde olduğu gibi el
ve yüzü hariç vücudunun geri kalan kısmını örtmesi adeti bulunmaz; kadınlar kendi bölgesel ve geleneksel anlayışlarına göre ve kocalarının velilerinin isteği doğrultusunda örtünmekteydiler. Erkelerden kaçınmaz, onlarla
görüşür, konuşur ve münakaşa ederlerdi. Belirli sınırlar
aşılmadığı sürece veliler ve kocalar da kadınların bu serbestisine fazla karışmazdı. Şehir hayatında kadınlar çarşı
pazarda dolaşır, alış-veriş edebilirlerdi. İslam döneminde
bilhassa şehirlerde kadınların evlerine kapanıp sosyal
hayattan uzaklaşma temayülü giderek arttı. Ancak burada
asıl amil, örtünme ve kaçınma ile ilgili emrin gelmiş olmasından çok, şehir nüfusunun giderek artması ve Arapların
arasına bir hayli yabancının karışmış olması gösterilebilir.
Nitekim, kadınların sosyal hayata iştiraklerinin Hz. Peygamber döneminden sonra giderek azalan bir seyir izlemesiyle fetihler ve nüfus hareketinin artması arasında
belli bir paralellik kurulabilmektedir. Araplar öteden beri
kıskançlıklarıyla, kadın konusunda hassasiyet ve temayül
fazlalığıyla bilinirler. İnsanların birbirine fazla aşina olmadığı ve güvenmediği, evlerin de yan yana hatta neredeyse
iç içe yapıldığı şehir hayatında erkekler, kızlarını ve kadınlarını daha sıkı bir korumaya alma ihtiyacı hissetmiş olabilirler. Halbuki, yabancıdan şüpheden uzak olarak birbirlerini tanıyan insanların yaşadığı köy ve göçebe hayatında
kadının sosyal aktivitesine İslam sonrasında da devam
ettiği gözlemlenmektedir. İslam sonrası dönemde de kırsal
kesim ile şehir arasında, kadının sosyal hayata iştiraki
açısından farlılıklar bulunmasının en makul izahlarından
birisi de budur. İslam öncesi dönemde, Araplar arasında
kahin ve hakemlere rastlanmakta ise de kadınların kabile
reisi veya melik olduğuna dair bir iki rivayet dışında fazla
bilgi yoktur. Mesela, M.S. III. yüzyılda Şam Bölgesi’nde
80 | Emine Öz türk
Zebba isimli bir kadın melikenin hüküm sürdüğü rivayeti
vardır. Yine Şems ve Zebibe adlı melikelerden de bahsedilir. Araplar arasında şiirleri dilden dile dolaşan pek çok
meşhur kadın şair vardır. İslam öncesi dönemde kabileler
için savaş hayatın tabii bir parçası haline gelmişti. Arap
kadınları, erkeklere cesaret vermek, onları gayrete getirmek, dirençlerini artırmak için onlarla birlikte savaşa iştirak ederlerdi. Daha çok geri hizmetlerde bulunur, hemşirelik yaparlardı. Arap dilinde kadınları değişik iyi ve kötü
vasıflarıyla ifade eden, hatta en küçük ayrıntıya kadar
kadınları tasnif eden birçok kelimenin bulunması, Arap
şiirinin en vazgeçilmez konuları arasında iyi ve kötü özellikleriyle yer alması, Arapların belli açılardan kadınlara
önem verip onda olumsuz yön ve vasıfları görmek istemeyişleri olarak yorumlanabilir. Nitekim Arap dilinde ve şiirinde at, deve ve silah da bir hayli yer tutar. Araplar kadını, hile ve tuzak sahibi, dedikoducu, uğursuz, intikamcı
olarak adlandırır, kadınların hile ve desisesinden çok etkilenirlerdi. Kadınların bu yönüne dair gelen rivayet ve
anlatılan menkıbelerin de bu kanaatin oluşmasında önemli payı vardı. Hatta o dönemde diğer toplumların da kadına bakışı buydu. Araplar öteden beri kadının görüşüne
pek itibar etmez, ona danışmazlardı. Kınamak istedikleri
zayıf ve yanlış bir söz ve görüşe de, ‘Kadınların görüşü’
(re’yu’n–nisa) adını verirlerdi. Yine Arapların kadınlar
hakkında, ‘Onlara danışın fakat aksini yapın’ (şaviruhünne
ve halifuhünne) sözü meşhurdur. Hatta zaman zaman
kadınların görüş ve aklının olmadığı yolunda sözler de
söylenirdi.”98
Tüm bunlar neticesi İslam’ın kadın konusunda
takındığı tavrı iyice anlayabilmek için öncelikle Kuran’ın
(98) Ali Bardakoğlu, “Cahiliye Döneminde Kadın”, Sosyal Hayatta Kadın, İSAV,
Ensar Neşriyat, İstanbul – 1996, s. 9-17; 89
4 / Nisa / 1
AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 81
ve Peygamberin kadına bakış açısına ve bu bakış açısı
çerçevesinde Müslüman kadının sosyal konumunun nasıl
şekillendiğine dikkatlice bakmak gerekecektir. Kuran-ı
Kerim’de kadınlardan, kadınların sosyal konumlarından,
onların hak ve vazifelerinden pek çok yerde söz edilmektedir. Kuran, ta başlangıçtan itibaren kadın ve erkeği insan
ve olmak bağlamında eşit görüyor ve onlara hitap ederken
ayetlerde açıkça ortaya koyuyordu. “Ve onun ayetlerindendir ki O sizi bir tek nefisten yarattı ve o nefisten zevcini
yarattı. Ve bu ikisinden (yeryüzüne) sayısız erkek yayıldı.”99
Bu ayette kadın ve erkeğin yaratılış itibariyle insan olma
noktasında farklı olmadıkları, hiçbirini diğerine üstün
kılar tarzda ifadelerin bulunmayışı yoluyla açıklanmıştır.
Ayrıca Kuran meşhur “Cennetten Kovulma” kıssası hususunda da ne Havva, ne de Adem’den yana tavır almaz, yani
Havva’nın tüm insan neslinin cennetten kovuluşuna neden olduğu şeklindeki, kadını daha baştan tüm insanlığın
geleceğini mahvetmekle suçlayan ve kadını daha baştan
bertaraf edip bir günah keçisi yapan Eski Ahitte yer alan
Tevrat pasajlarındaki İsrailî kabullenişi ortadan kaldırır.
Kısaca Tevrat’tan “Cennetten Kovulma” kıssasının cereyan
ediş biçimini okuyalım. “Rab Tanrı Adem’e ‘Neredesin?’
diye seslendi. Adem, ‘Bahçede sesini duyunca korktum.
Çünkü çıplaktım, bu yüzden gizlendim’ dedi. Rab Tanrı
‘Çıplak olduğunu kim söyledi?’ diye sordu. ‘Sana meyvesini yeme dediğim ağaçtan mı yedin?’ Adem, ‘Yanıma
koyduğun kadın ağacın meyvesini bana verdi, ben de yedim’ diye yanıtladı. Rab Tanrı, kadına, ‘Nedir bu yaptığın?’
diye sordu. Kadın, ‘Yılan beni aldattı, o yüzden yedim’ diye
karşılık verdi. Bunun üzerine Tanrı, yılana, ‘Bu yaptığından
ötürü bütün evcil ve yabanıl hayvanların en lanetlisi sen
olacaksın. Karnının üzerinde sürünecek, yaşamın boyun(99) Yaratılış, 3: 9-19
82 | Emine Öz türk
AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 83
ca toprak yiyeceksin. Seninle kadını, onun soyuyla senin
soyunu birbirinize düşman edeceğim. Onun soyu senin
başını ezecek, sen onun topuğuna saldıracaksın’ dedi. Rab
Tanrı, kadına, ‘Çocuk doğururken sana acı çektireceğim’
dedi. ‘Ağrı çekerek doğum yapacaksın, seni o yönetecek.’
Rab Tanrı, Adem’e, ‘Karının sözünü dinlediğin ve sana
meyvesini yeme dediğim ağaçtan yediğin için toprak senin
yüzünden lanetlendi’ dedi. ‘Yaşam boyu emek vermeden
yiyecek bulamayacaksın, toprak sana diken ve çalı verecek,
yaban otu yiyeceksin. Toprağa dönünceye dek ekmeğini
alın teri dökerek kazanacaksın. Çünkü topraksın, topraktan
yaratıldın ve toprağa döneceksin.”100
Tevrat’ın yukarıdaki ifadeleri İsrailî ve Hristiyan geleneklerinde kadının insanlığın ilk günahından bile sorumlu
tutulduğunu açıkça ortaya koyuyor. Oysa Kuran’a göre insanı saptıran yılan değil şeytan olup, günahı işleyen de tek
başına Havva değil, hem Havva hem Adem’dir. Bu konuda
Kuran’ın dikkati çeken diğer bir tavrı da Kuran’ın bir yer
hariç şeytanın Hz. Adem ve Havva’yı nasıl kandırdığını ve
ikisinin de nasıl isyana saptıklarını anlatırken hep Arapça
ikili ifade tarzını kullanmasıdır. Ancak Kuran sadece bir
yerde tekil ifade kullanmıştır. Bu ikili kullanımlara ve tekil
kullanımlara Kuran’dan verilecek örnekler ise şunlardır.
“Biz; ‘Ey Adem! sen ve eşin cennete yerleşin, orada kolaylıkla istediğiniz zaman her yerde nimetlerinden yiyin,
sadece şu ağaca yaklaşmayın. Eğer şu ağaçtan yerseniz her
ikiniz de kendine kötülük eden zalimlerden olursunuz.’
dedik. Şeytan onların ayağını kaydırıp haddi tecavüz ettirdi
ve içinde bulundukları yerden (cennetten) onları çıkardı.
‘Bunun üzerine bir kısmınız diğerinize düşman olarak
cennetten çıkınız, sizin için yeryüzünde barınak belli bir
zamana dek yaşamak vardır’ dedik.” 101 Görüldüğü üzere bu
ayette hem Havva’nın hem Adem’in günahlarından bahis
olunuyor, ancak Taha Suresi 116’dan 121’e kadar olan ayetlerde şeytanın sadece Hz. Adem’in aklını karıştırdığından
söz ediliyor, fakat gene de yasak meyveyi beraber yedikleri
vurgulanıyor.
“Bir zaman biz meleklere: Adem’e secde edin! demiştik. Onlar hemen secde ettiler, yalnız İblis hariç, O diretti.
Bunun üzerine ey Adem! dedik, bu hem senin için hem
de eşin için büyük bir düşmandır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın; sonra yorulur sıkıntı çekersiniz! Derken Şeytan
onun aklını karıştırıp ‘Ey Adem! dedi, sana ebedilik ağacını
ve sonu gelmez bir saltanatı göstereyim mi?’ Nihayet ondan
yediler. Bunun üzerine kendilerine kötü yerleri göründü.
Üstlerini cennet yaprağı ile örtmeye çalıştılar. Adem,
Rabbi’ne asi olup yolunu şaşırdı.”102 Buradaki ayetlerde de
görüldüğü üzere Kuran burada konuya tamamen insanların bireysel sorumlulukları açısından yaklaşmaktadır. Yani
yasak meyveyi yemeleri her ikisinin de bireysel suçlarıdır,
günahlarıdır ve herkes, dişi ya da erkek herkes, kendi günahından sorumludur. Yoksa zavallı Havva tüm insanlığın
günah keçisi değildir. Kendisinden sonrakilerin hepsinin
birden sorumluluğu niçin Havva’nın ya da Adem’in olsun
ki; bu Hristiyanların asli suç kavramına benzer ki bu İslam
düşüncesindeki tanrı tasavvurunun ve “Adlullah” kavramının tamamen dışındadır. İslam hiç kimsenin doğuştan
günahkar olduğunu kabul etmediği gibi, bir tek kişi yüzünden tüm insanlığın suçlu olacağını da asla kabul etmez.
Suç Havva’nın olsa bile Adem de meyveyi yemeyebilirdi.
Kuran insana kadın ya da erkek bu fark gözetmeyen
bakışının da ötesinde, mümin kadınlara örnek ya da ibret
(100)1 Yaratılış, 3 :23
(101)2/Bakara /36
(102)20 / Taha /116-121
84 | Emine Öz türk
olsun diye pek çok kadından bahsetmektedir. Ancak
bu kadınlardan sadece birinin adını zikrediyordu, Hz.
Meryem. Bu kadınların bir kısmından Kuran mümin
kadınlara onlar gibi olmamaları gerektiği uyarısıyla, bir
kısmından da onlar gibi olmaları gerektiği uyarısıyla söz
ediyordu. “Allah inkar edenlere Nuh’un karısıyla Lut’un
karısını misal gösterir. Bunlar kullarımızdan iki iyi kulun
nikahında iken onlara ihanet etmişlerdi de, onlar (iki peygamber) Allah’a karşı bunlar için hiçbir şey yapmamışlardı.
Bunlara, ‘Cehenneme beraber siz de girin.’ dendi. Allah
inananlara da Firavunun karısını misal gösterir. O: ‘Rabbim! Katında, cennete bana bir ev yap; beni Firavundan ve
onun işlediklerinden kurtar; beni bu zalim milletten kurtar’
demişti. Yasak yerini korumuş olan İmran kızı Meryem
de bir misaldir. Ona ruhumuzdan üflemiştik; Rabbinin
sözlerini ve kitaplarını tasdik etmişti; o Bize gönülden itaat
edenlerdendi.”103
Kuran, Hz. Nuh’un karısından, Hz. Lut’un karısından
inkarlarından dolayı ibret alınması gereken ve tüm inkar
edenlerin sonlarının kendileri gibi olacağı insanlar olarak
bahsediyor, ancak Hz. Meryem’den örnek alınması gereken
bir hanımefendi olarak bahsediyor, aynı şekilde Firavunun
karısından bahsediyor ve onun örnek alınacak bir hanımefendi olduğundan, imanından dolayı Allah’ın korumasında
olduğundan bahsetmektedir.
Ayrıca Kuran-ı Kerim’de Hz. Musa’nın annesine
çocuğunun Firavun tarafından öldürülebileceğinden
korkmaması gerektiğinden ve Hz. Musa’yı emzirip suya
bırakması gerektiğinin vahyolunduğundan bahsedilmektedir. “Musa’nın annesine, ‘Çocuğu emzir, başına bir şey
gelmesinden korktuğun zaman onu suya bırak. Korkma,
üzülme; Biz onu sana döndüreceğiz. Ve onu elçilerden
(103)66 / Tahrim / 10-12
AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 85
yapacağız’ diye bildirmiştik.” 104
Bunların dışında Kuran-ı Kerim’de çalışan kadınlardan da bahsedilmektedir. Örneğin ismi verilmese de
Saba Melikesi Belkıs’tan ve onun hükümdarlığından
bahsedilmekte ve onun hükümdar olması, bir ülke yönetmesi hiçbir eleştiriye tabi tutulmamakta; yalnızca onun ve
kavminin güneşe tapması eleştirilmektedir. “Gerçekten,
onlara hükümdarlık eden, kendisine her şey verilmiş ve
büyük bir tahtı olan bir kadınla karşılaştım.”105 Ayrıca
gene Hz. Musa’nın kıssası anlatılırken onunla karşılaşan
iki kızdan bahsediliyor ki, bu kızlar ailelerinin bir çobanı
olmadığı için evlerinin koyunlarını otlatan Hz. Şuayb’ın
kızlarıdır. Daha sonra Hz. Musa onların çobanı olacak ve
onlar muhtemelen bu işi bırakacaklardır. “Musa, Medyen
suyuna varınca, orada (hayvanlarını) sulayan birçok insan
buldu. Onların gerisinde hayvanlarını eğlendiren iki kadın
gördü. Onlara; Derdiniz nedir? dedi; şöyle cevap verdiler;
Çobanlar sulayıp çekilmeden bizler sulamayız; babamız
da çok yaşlıdır.” 106
Kuran bunlardan başka Cahiliye devrinde kız çocuklarının diri diri toprağa gömülmesini eleştirmiş, bu tarz
bedevice adetlerin ortadan kaldırılması için de Peygamber
çaba harcamıştır. Müşriklerin kız çocuklarını küçük görmeleri ve bununla beraber melekleri Allah’ın kızları olarak
nitelemeleri Kuran’da eleştirilmektedir. Müşrik bir Arap
için kız çocuğu sahibi olmak bir utanç, bir ayıp vesilesi,
yüz kızartıcı bir suçtur. Aynı müşrik Arap için bu yüz
kızartıcı varlıklar Allah’ın kızlarıdır. Bu ikilem Kuran’da
izahını şöyle bulur. “Nitekim onlardan birine, Rahman’a
kolayca isnat ettiği çocuğun doğumu müjdelenirse, yüzü
kararır ve içi öfkeyle dolar; ‘Ne?’ (diye şaşkınlıkla sorar)
(104)28 / Kasas / 7
(105)27 / Neml / 23
(106)28 / Kasas / 23
86 | Emine Öz türk
[‘Bir kız sahibi mi oldum]? [Yalnız] süs için var olan bir
kız?’ Bunun üzerine kendini belli belirsiz bir iç çatışmanın içimde bulur. Ve onlar meleklerin (de) -ki Rahman
tarafından yaratılan varlıklardır– dişi olduklarını iddia
ederler: Yoksa onların yaratılışını gördüler mi? Onların
bu saçma iddiası kaybedilecek ve böyleleri [Hesap günü
bundan dolayı] yargılanacaklar! Onlar hala ‘Rahman dilemiş olsaydı asla tapmazdık. [Ama] Onlar [Rahman’ın]
böyle bir şey istediği hakkında bilgi sahibi değiller: Onlar
sadece zan ediyorlar.” 107
Yukarıdaki ifadelerden de anlaşılacağı üzere kız evlat
hiç de makbul değildi ve Kuran kadını miras bırakılan
bir eşya konumundan miras alan ve miras bırakan, şahit
olan, antlaşmalarda taraf olan, her Müslüman erkeğin
sahip olduğu kamu hayatına katılan, mülk sahibi olabilen
ve günah işleyip haddi aşanlardan olmadığı sürece pek
çok hakka sahip olan sosyal, siyasi, hukuki bir takım hak
ve yükümlülükleri olan bir varlık haline getirdi. Ancak
Kuran’ın kadına yönelik tavrında eleştiri alan üç yön
vardır: Biri iki kadının şahitliğinin bir erkeğin şahitliğiyle
eş tutulması, biri erkelerin kadınlar üzerinde avantajından
bahseden ayet, biri de kadının mirastan erkeğin aldığının
yarısını alması.
Miras konusuyla ilgili öncelikle şunun çok iyi bilincinde olmak gerekir ki; Kuran’ın erkeğe kadının iki
katı verilmesi gerektiği yolundaki hükmü Kuran’ın
erkek ve kadın arasındaki diğer hükümleriyle birlikte
değerlendirilirse daha sağlıklı anlaşılabilir. Kuran erkeğe
kadına mehir vermesi gerektiği şartını koyar. “Kadınlara
mehirlerini hoşlukla verin. Eğer kadınlar gönüllü olarak
ondan size bir şey bağışlarlarsa, onu gönüllü rahatlığıyla
(107)43 / Zuhruf / 17-20
AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 87
ve afiyetle yiyin”.108 Mehirle ilgili daha pek çok ayet vardır.
Ayrıca çocuğun ve annenin nafakası da babaya ve kocaya
aittir, İslam kadının çalışmasına karşı çıkmamakla beraber,
ailenin nafakasının sorumluluğunu erkeğe verir. “Anneler
emzirmeyi tamamlamak isteyen baba için çocuklarını tam
iki yıl emzirirler. Emzirenlerin yiyecek ve giyeceğini örfe
uygun bir şekilde sağlamak babaya aittir. Herkes ancak
gücü kadar sorumlu tutulur...”109 Ayrıca erkek boşanma
sürecindeki iddet döneminde de kadının nafakasını sağlamakla yükümlüdür. “Boşadığınız fakat iddeti dolmamış
kadınları gücünüze göre kendi oturduğunuz yerde oturtun.
Onları sıkıntıya sokmak için zarar vermeye kalkışmayın.
Eğer gebe iseler doğumlarına kadar geçimlerini sağlayın.
Çocuğu sizin için emzirirlerse, onlara ücretlerini ödeyin,
aranızda uygun bir şekilde anlaşın, eğer güçlükle karşılaşırsanız, çocuğu başka bir kadın emzirebilir.” 110Allah mümin
erkeklere bu kadar sorumluluk yükledikten sonra, kız evladın sadece mirastan erkeğin aldığının yarısını almasını istemiştir, zira aileyi geçindirmekle, mehri vermekle ve hatta
iddet döneminde kadının nafakasını sağlamakla yükümlü
kılınan erkekti. “Allah’ın bazılarını bazılarından üstün
kılmasından ve erkeklerin mallarından harcamalarından
dolayı erkekler kadınları kollayıp gözetirler...”111 Buradaki üstünlük bazı erkeklerin onları geçindirmelerinden,
nafakalarını temin etmelerinden dolayı bazı kadınlara
olan üstünlüğünden başkası değildir. Yani bu ontolojik
noktada bir üstünlük değildir. Varoluş açısından her ikisi
de insandır, her ikisi de aynı yaratanın yarattığı, aynı varlık
düzleminde bulunan, aynı cinse mensup olan, bununla
beraber farklı özellikleri de kendilerinde barındırabilen
(108)4 / Nisa / 4
(109)2 /Bakara / 233
(110)65 / Talak / 6
(111)4 / Nisa / 34
88 | Emine Öz türk
varlıklardır. Erkekler çok daha organizatör, sistemleştirici
bir varlık olmakla beraber kadın daha detaycı, ayrıntılarla
daha fazla uğraşan bir yapıdadır ve fıtratlarında olan bu
farklılıklarıyla beraber her ikisi de insan olma noktasında
eşitlenen ancak erkeğin sistemi oluşturan kadının da daha
çok sistem içinde yer alan bir varlık olmasıyla da ayrımlaşan, farklılaşan varlıklardır. Ancak bu kadının organizatör
olamayacağı anlamın gelmediği gibi, erkeğin de detaycı
olmayacağı anlamına gelmez. Kuran daha çok Cahiliye
toplumuna indirdiği İslam dinini o dönem insanlarının
bir takım ön kabullerini de göz ardı etmeden indirmiştir.
Ancak Kuran–ı Kerim’in kadınla ilgili bütün yorum ve
hükümlerini o dönemle ilintilendirerek değerlendirirsek
yanılgıya düşeriz. Zira Kuran temelde insan psikolojisini
baz alarak hükümlerini indirir. Çünkü o kuşkusuz tüm
zamanlara hitap eder.
Kuran’ın kadınla ilgili en çok tartışılan hükmü,
“Şahitlikle ilgili” olan ayettir. Buna göre iki kadının şahitliğinin bir erkeğin şahitliğine eşit olduğu kabul edilir.
“Eğer iki erkek bulunmazsa o zaman rıza göstereceğiniz
bir erkekle–biri yanılırsa diğerinin ona hatırlatması için iki
kadın olsun ...”112 Bu ayetle ilgili Amine Vedud Muhsin’in
yorumu oldukça ilginçtir. Bu yoruma göre bu ayette temelde şahitlik yapan ilk kadının yalancı şahitliğe zorlanması
yahut unutması durumu gibi durumlarda görevi yalnızca
ona antlaşma hükümlerini hatırlatmak olan ikinci bir kadın söz konusu edilmektedir. Yani kadınlardan yalnızca
birinin görevi şahitlik olup, diğerinin görevi ancak ona
hatırlatıcılık yahut hakemlik gibi bir görevdir.113
Aslında direkt flört konusuyla münasebeti olmamakla
(112)2 / Bakara / 282
(113)Amine Vedud Muhsin, Kuran ve Kadın, çev.Nazife Şişman İz
Yayıncılık, İstanbul –1997, s. 146-148.
AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 89
beraber bütün bunları anlatıyor olmamızın iki ana sebebi
vardır. Birincisi dinin toplumda zihniyet belirleyici unsur
olması ve ikincisi de son yirmi yıllık süreçte toplumun
genelinde var olan dindarlaşma eğiliminde Kuran’ın kadına
ilişkin hüküm ve yorumlarının sık sık tartışma konusu
yapılmış olmasıdır. Bu açıdan Kuran’ın kadın yorumunun
iyi bilinmesi gerekir kanaatindeyiz. Ayrıca gerek kadın
erkek ilişkileri, gerekse kadının sosyal konumu tarihsel
süreç içerisinde hiç de Kuran’ın istediği gibi gelişmemiştir.
Tam tersine tarihsel süreçte kadının sosyal konumunun
ve diğer toplumsal duruşlarının radikal bir biçimde bazen isteyerek ve bilinçli biçimde, bazen de istemeden
ve bilinçsizce Kuran’ın istediğinin tam tersine gelişmiş
olduğunu görebilmemiz için Kuran’ın kadın yorumunu
sağlıklı bir biçimde bilmemiz gerekiyor. İşte tüm bunlar
sonucunda az sonra anlatacağımızda da görüleceği gibi
kadının tarihsel duruşu aslında Kuran’ın istediği aktif duruş
değildir, bununla beraber İslam toplumlarında kadın asla
hayatın tümüyle dışına itilmemişse de yeterince içinde de
olamamıştır. Bunu az sonra İslam tarihinde yer alan bilim
kadınları ve yönetici kadınların ismini saydığımızda da
göreceğiz. Zira İslam tarihindeki ünlü kadınlar genellikle
hep üst sınıf kızlarıdır, aralarında alt ya da orta sınıftan
çok az isim vardır. Bu da göstermektedir ki kadının sosyo-tarihsel duruşunda sınıf sisteminin önemli bir etkisi
vardır. Bu etki gerek o gün, gerekse bugün erkek kadın
münasebetlerine de fazlasıyla yansımıştır. Şimdi de biraz
bu konudaki tarihsel sürece göz atalım.
Buraya kadar Kuran’ın kadınla ilgili tavrı sanırız az da
olsa anlaşıldı. Ancak Kuran’ın kadının durumunu ıslah için
sürekli olarak indirilen ayet ve hükümler öyle anlaşılıyor
ki daha tam neşv-ü nema bulmadan ve tam anlamıyla
toplumda yaygınlık bulup yerleşmeden Hz. Peygamberin
90 | Emine Öz türk
vefatını takiben Cahiliye Dönemi kadın anlayışı yeniden
açığa çıkmaya başlamıştır. Aslında, “İfk Hadisesi” gibi bir
olayın yaşanması da bu zihniyetin devamının bir örneğidir.
Bu gerçeği daha iyi algılayabilmek noktasında kadının özellikle Hz. Peygamber döneminde ne konumda olduğunu
daha iyi idrake mecburuz. Pek klasik bir örnek olmakla
beraber, öncelikle Hz. Peygamberin şu hadisini zikrederek
Peygamberin kadın ile ilgili yorumunu ele almak gerekir.
Zira bu hadiste Peygamber, “Cennet anaların ayakları altındadır,” buyurmaktadır. Çünkü analık çok çetrefil olmakla
beraber çok da zevkli ve pek çok şeyin uğruna feda edileceği kadar kutsal bir müessesedir. Zira yüzyıllar boyunca
kadınlar toplumun perde arkasında kalan kahramanları
olmayı, annelik gibi kutsal bir vazifenin varlığı sebebiyle
kabullenmişlerdir. Özellikle Mekke Devrinde İslam’a pek
çok hizmetleri olmuş olan şu hanımları, Muhammed
Hamidullah isimleriyle zikretmektedir: “Hatice (R.A.H
), Lübabe Bint’ul Haris, Ğuzeyye (R.A.H.) , Ummu Şerik
(R.A.H), Şifa Bintu Abdullah (R.A.H), Sade Bintu Kureyz
( R.A.H.), Ummu Habibe ve Sevde ( R.A.H.)”114
“Ancak bu isimlerden özellikle ikisi dikkat çekicidir.
Ğuzeyye (R.A.H.) çünkü o Mekkeli pek çok kadının
Müslüman olmasını sağlamakla kalmamış, aynı zamanda
Mekkeliler onun insanları Müslüman etmeye yönelik bu
canhıraş çabasını görünce onu Mekke’den sürme kararı
vermişler ve kendisini kabilesinin yaşadığı bölgeye doğru
gitmekte olan bir kervana bindirmişlerdir. Kervancılar da
onu eğersiz bir devenin sırtında aç ve susuz bırakmışlardır.
O susuz kalmış ancak daha sonra gece yarısı yüzüne su
döküldüğünü hissederek uyanmış ve susuzluğu giderilmiştir. Kervancılar suya ulaşamayacak bir yerde olmasına
rağmen onun susuzluğunun giderilmiş olduğunu görünce
(114)Muhammed Hamidulllah, a.g.e., s. 169-172
AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 91
Müslüman olmuşlardır. İşte Ğuzeyye daha sonra Peygambere gelmiş ve ona gönüllü olarak cariyesi olmayı teklif
etmiştir.” 115
“Ayrıca bir kadın daha dikkati çekiyor ki o da Umm Varaka Bintu Abdillah ‘ibn’ il Haris R.A.H’dır. Onun hikayesi
ise daha farklıdır. Peygamber onu kimine göre yalnız oturduğu evdeki ev halkına, kimine göre de oturduğu mahallenin halkına imamlık yapmak üzere görevlendirmiştir”.116
Görülüyor ki daha başlangıçta kadınlar İslam’ın tanınıp
yayılmasında büyük roller oynamışlardır. Peygamberin
hanımlarından olan Zeynep Binti Cahş validemiz deri
tabaklayan ve bu derileri satarak kazandığı parayı hayra
harcayan bir hanım idi.117
Görüldüğü üzere gerek kadınların çalışmaları gerekse
toplumda yer almaları hususunda Peygamberin hanımları
ve diğer mümin hanımlar, peygamber döneminde gayet rahat idiler ancak peygamberin vefatını müteakip yıllarda her
şey böyle devam etmeyecekti. Yine Hz. Ömer, “Kadınlar
avrettir onları evlerle örtün ve onların zayıflıklarını susmakla tedavi edin,” diyerek kadınların evlere kapanmasını
ve istediklerine kulak asılmamasını beyan etmiştir. Ayrıca
Hz. Ömer bir gün emrindeki görevlilerden birine kızarken
hanımı ona, “Ey müminlerin emiri! Onun aleyhine ne
buldun?” diye sorunca Hz. Ömer de ona “Sen bunlardan
ne anlarsın? Sen ancak oynanıp terk edilen bir oyuncaktan
(115)İbni Habib; Ebu Cafer Muhammed bin Habib bin Umeyye bin Ömer elHaşimi, Kitabu’l – Muhabbar, Beyrut, s. .81-82
(116)Ahmed bin Hanbel, Müsned, Kahire-1313, c.VI, s. 405, No.2; Ebu Davut
es-Sicistani, Sünen, İmametü’n-Nisa, c.II, s. 62; İbn-i Abdi’l –Berr, el-İstiab,
Küna’n Nisa, Haydarabad-1309, No.107; İbn Hacer el-Askalani, Metalibu’l
Aliyye, Kuveyt-1393, No.4159
(117)el-Kastallani, İrşadü’s-Sari, Şerh’ul Buhari, c.III, s. 22; el– Ha-
kim, Müstedrek, Haydarabad Dekkan-1334; c.4, s. 25 -Zeynep
bin tu Cahş maddesine bakınız; İbni Kesir, el- Bidaye ve’n Nihaye, Kahire-1351, c.VII, s. 104
92 | Emine Öz türk
ibaretsin”.118 Ayrıca gene Hz. Ömer döneminde mescidin
kalabalıklaşması sebebiyle Hz. Ömer’in kadınlara mescitte ayrı bir yer tahsis ettiği ile başlayan uygulama arka
saflarda kadınlara mahsus bir yerin ayrılması sonucunu
doğurmuştur.119 Havle Binti Kays Hz. Ömer’in kadınlara
yalnızca namaz vakitlerinde mescide girme müsaadesi
verdiğini beyan etmiştir.120 Hz. Ömer kadınların mescide
gelip gitmelerinden hoşlanmamasına rağmen öyle anlaşılıyor ki bunu yasak etmemiştir. Bu Allah Resulü’nün buna
izin vermesinden, yasak getirmemesinden kaynaklansa
gerektir.121
Netice-i kelam, Peygamber vefat etmiş ve kadınlar
yavaş yavaş eve tıkılmaya başlamışlardır bile. Bu sadece
namaz saatlerinde mescide giriş çıkışlar, zamanla Cuma
ve Bayram namazlarından da kovulup yalnızca vakit
namazlar ve ramazanda Teravih Namazları için camiye
girmeye kadar varan yasaklar zincirine başlangıç teşkil
edecektir. Ancak yine de Sahabe döneminde kadınlar ticaretle, dericilikle ve dikiş gibi meşgalelerin yanı sıra, dini
eğitim ve öğretimle de uğraşmışlardır. Örneğin Esma Binti
Muharribe bu dönemde oğlunun Yemen’den gönderdiği
güzel kokuları çarşılarda satmış122, Ebu Süfyan’ın karısı
Hind de, Hz. Ömer’den, devlet hazinesinden kredi alarak
ticaret yapmıştır.123
(118)İbnu’l Cevzi, Cemaleddin Ebu’l Ferec, Menakıbu Emiru’l Mü’minin Ömer
bin el-Hattab, Beyrut-1987, s. 121
(119)İbni Şebbe, KitabuEbu Zeyd Ömer en-Numeyri el-Basri, Kitabu Tarih’l
Medineti’l Münevvere, Tah:Fehim Muhammed Şeltut, Cidde-1979, c.IV, s.
1229
(120)İbni Sad, Ebu Abdillah Muhammed, et- Tabakat’ül Kübra, c.VIII, s. 296
(121)İbni Sad, a.g.e., c.VIII, s. 296
(122)İbni Sad, a.g.e., c.V, s. 444
(123)et–Taberi, Muhammed bin Cerir, Tarih’ul Umemi ve’l Muluk, Tah: Muhammed Ebu’l Fadl İbrahim, Beyrut-1967, c.IV, s. 221; İbni Asakir, Ebu’l
Hakim Ali bin el-Hasan Hibetullah, Tarih-u Medinet-i Dimaşk (Teracim’un
–Nisa, kısmı) , s. 457
AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 93
Buna rağmen aynı dönem içinde kadınların gereksiz
haksızlıklara uğradıklarına bir örnek de şudur: Sahabe
döneminde Medine’ye hicret etmiş olan Muhammed bin
Hatib oğlu, İbrahim’e ve onun soyundan gelen erkeklere bir
ev bağışlar. Bu evden kadınlara bir pay verilmemesi gerektiğini belirtir.124 Bütün bu rivayetler de gösteriyor ki kadının
durumu gitgide vahim bir hal almaktadır. Aynı dönem
içerisinde Hz. Aişe’nin pek çok kız ve erkek talebeleri vardır.
Amre Binti Abdurrahman, Amre’nin kız kardeşleri, Hafsa
binti Abdurrahman, Esma binti Abdurrahman, Aişe binti
Talha, Fatma binti Muhammed onun kız öğrencilerinden
bir kısmı; Urve bin Zübeyr, kardeşi Muhammed Bin Ebi
Bekir’in oğulları el-Kasım ve kardeşi Muhammed, Abdurrahman bin el-Esved, Ebu Lubane, Süleyman bin Ümeyye
es-Sakafi, Ebu Seleme bin Abdirrahman, Abdulaziz bin
Refi onun erkek öğrencileridir.125 Müslüman hanımlar
daha sonraki dönemde de toplumda özellikle eğitim ve
öğretim hayatında yerlerin almaya devam etmişlerdir.
Konuyla yani kadınların İslam Eğitim-Öğretim tarihinde
yer alıp almadıklarıyla ve eğitim yapıp yapmadıklarıyla
ilgili en geniş malumatı Türkçe kaynak olarak Muhammed
Tayyip Okiç, “İslamiyet’te Kadın Öğretimi” adlı eserinde
Ömer Rıza Kehhale’den naklen vermektedir. Biz hem araştırmayı gereksiz olarak uzatmamak hem de araştırmanın
boyutları ve meramımızı ifade açısından yeterli olduğunu
düşündüğümüz için Tayyip Okiç’in Kehhale’den gerekli görüp de naklettiği isimlerden yalnızca araştırmamız açısından elzem olduğunu düşündüğümüz isimleri Kehhale’nin
eserine de başvurup Kehhale’nin hangi ciltlerde zikrettiğine
bakmak suretiyle buraya almayı tercih ettik. Ömer Rıza
Kehhale “A’lamu’n Nisa fi Alameyi’l Arap ve’l İslam” adlı
(124)İbni Şebbe, a.g.e., c.I, s. 250 – 251; İbni Sad, a.g.e., c. IV, s. 201
(125)Rıza Savaş, Raşid Halifeler Devrinde Kadın, Ravza Yay., İstanbul – Nisan
1996
94 | Emine Öz türk
eserinde tarih boyunca değişik ilim dallarında olmak üzere
İslami ilimlerle ilgilenen şu isimleri zikretmiştir.
“1- Tefsir: Yasemine bint Sa’d ibn Muhammed esSiravendiyye (502-1108); Fatma bint Katbay el-Umeri
(892-1487); Esma bint Musa ed-Dicai (904-1498) 126
2- Fıkıh: Şafii fıkhı ile meşgul olan Zeliha bint İsmail
Yusuf, Emet’ul Vahid bint’l Hüseyin el-Mehamili (377987), Hatice bint Muhammed el-Cüzcani (372-982),
Sittü’l Vüzera bint Muhammed (736-1333) ki kendisi
hanefi fakihelerindendir. Ayrıca dört mezhebe göre hac
menasikine dair ayrıntılı bir eser meydana getirdiği rivayet
edilen Mekke fakihelerinden Zeyneb (1220-1805), şia
kadınlarından da Bint Ali el-Minşar el-Amili (1031-1622)
, Fatıma bint Muhammed el-Amili el-Cüzini (786-1384),
bundan başka kocasını dahi fıkhi meseleler de kendisine
danıştığı Fatma bint Ahmed ibn Yahya (849- 1436) .127
3- Vaaz-İrşad-Tasavvuf: Hamde bint Vasık (466-1073),
Hatice bint Muhammed eş-Şahcaniyye (460-1068), Hatice
bint Musa (437-1045), Zeynep bint Ebi’l Berekat, Sittü’l
Ulema (712-1321), Aişe bint Muhammed İbn Ali (6411243), Fatıma bint Abbas el-Bağdadiyye (714-1314), ayrıca
çok sayıda zahidenin varlığı dikkati çekiyor. Hicab bint
Abdillah (725-1325 ), Basra’lı Habibe el-Adeviyye, Hasene
el-Abide, Yemenli Hasna bint Ruhidam, Basra’lı Rahibe
Ümmü Osman ibni Sevde, Rahibe el-Mevsıliyye, Basra’lı
Rabia el-Kaysiyye, Zeynep bint Ahmed er-Rıfai (630-1233),
Şa’vane, Fatma en-Neysaburiyye, Fatma bintu’l Müsenna, Şems Ümmu’l Fukara, Rabia bint İsmail el-Adeviyye
(135-752), Hz. Ali’nin torunu olan Nefise bintu’l Hasan
(126)Ömer Rıza Kahhale, A’ lamü’ – Nisa, fi alemeyi’ l – Arabi, ve’l İslam, Dimaşk
– 1378 - 1959, c.V., s. 295; c.IV, s. 90-91; c.II, s. 65
(127)Ömer Rıza Kehhale, a.g.e., Bu kadınların isimleri sırasıyla şu ciltlerde yer
alır : c.I, s. 89; c. I, s. 341; c. II, s. 174; c. II, s. 45; c.III, s. 332-338; c.IV, s. 139;
c.IV, s. 31-32
AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 95
(762-823) .128
4- İlmü’l Kıraat: “Meşhur Türk seyyahı Evliya
Çelebi’nin seyahatnamesinde naklettiğine göre yalnız
İstanbul’da mevcut dokuz bin hafızdan üçte birini kadınlar
teşkil ediyordu. Yani yalnız İstanbul da üç bin hafız kadın
vardı”.129 Beyrutlu bir ana-kız olan Beyrem bint Ahmed ve
Fatıma bint Muhammed, Şicistan’lı Celile bint Ali eş-Şeceri
(485-1092), Bünane bint Ebi Yezid el-Ezdi (68-687), Hakime bint Mahmud ibn Muhammed (698-1299), Dımaşklı
Hatice bintu’l Hassan el-Kureyşiyye ed-Dimaşkıyye (6411243), Hatice bint’ul Kayyim el-Bağdadiyye (699-1300),
Ümmü’l Hayr bint Ahmed, Mağribli Hatice bint Harun
(695-1296), Seyyide bint Abdilğani el-Ahberi (647-1249),
Şerefu’l Eşraf bint ali et-Tavusiyye, VII/XIII. asırda yaşamış olan üç Endülüslü kadın vardır ki bunlar Ümmü’l-Izz
bint Ahmed (636-1238), Ümmü’l-Izz bint Muhammed
el-Abderi ed-Dani (610-1213), Kurtubalı Fatıma bint Abdirrahman (613-1216), ayrıca yakın bir zamanda yaşamış
bulunan Faslı Hatice bint Ahmed (1323-1905 ).130
5- Hadis: Tabiundan Cesre bint Decace el-Amiriyye
el-Kufiyye, Kerime bint Sirin, Kerime bint Hüman, Hayre
bint Muhammed, Habibe bint Meysere, Fatıma bintu’l
Huseyn, Ümmülhıyar er-Rubey bintü’n-Nasr el-Ensariyye,
Abide el-Medeniyye, Kerime bint Ahmed el-Merveziyye elKuşmeyheniyye, Kerime bint Abdi’l-Vehhab el-Kureşiyye,
(128)Ömer Rıza Kehhale, a.g.e., Bu kadınların isimleri sırasıyla şu ciltlerde yer
alır : c.I, s. 294 –343 – 344; c.II, s. 57 – 160; c.III, s. 168; c.IV, s. 66-67; c. I, s.
248-242-263-359-433-438-494; c.II, s. 46-299-300; c.IV, s. 147-148-93; c. II,
s. 304; c.I, s. 430-432; c. V, s. 187-190
(129)Muhammed Tayyip Okiç, İslamiyet’te Kadın Öğretimi, Diyanet
İşleri Başkanlığı Yayınları, Ay yıldız Matbaası, 1984
(130)Ömer Rıza Kehhale, a.g.e., Bu kadınların isimleri sırasıyla şu ciltlerde yer
alır., c.I, s. 161; c.IV, s. 141;c.I, s. 201;c.I, s. 148; c.I s. 287- 325- 339 –326 –
338 – 389 – 345; c.II, s. 275 – 292; c.III, s. 268 – 269- 269; c.IV, s. 72 –73; c.I,
s. 322
96 | Emine Öz türk
Fatıma bint Ali el-Kebudencekşi (380), Fatıma bintu’lHasen ibn Ali ed-Dekkak (480), Setite el-Beceli (447),
Bintü’ş-Şerif el-Mürteda, Huceste bint Ebi’l Vefa (571),
Habibe bint el-Makdisi (656-713), Zeyneb bint Ahmed,
ayrıca el-Medreset’ül Hatuniyye’de hadis dersleri okutmuş
olan Aişe bint Seyfiddin (793-1390) gibi pek çok icazet
sahibesi olan yahut hadis sahasında eserler de vermiş olan
pek çok alime hanım yetişmiştir”.131
Bununla beraber Allah bizi yanılmaktan korusun ama
öyle sanıyoruz ki bu hanımlar genel de çoğunluğu teşkil etmemiş, bir anlamda zengin ama dinini öğrenmeye meraklı
bir kitlenin arasından çıkmış olan hanımlardır ve genelde
yaşadıkları dönemin entelijansiyasına mensupturlar; sıradan halk tabakasından olan hanımlar bu kitle arasına girmişlerse de tarih boyunca olduğu gibi onların bu allameler
arasındaki sayısı arzu edildiği kadar yüksek olmasa gerektir.
Ancak Batıda İncil’e el vurması günah sayılan kadının İslam
toplumlarında özellikle dini ilimler sahasında bu kadar alim
yetiştirmiş olması gurur vericidir. Ancak zamanla bu hanımların sayısında da bir azalma olduğu söz konusu bilgelerin
doğum ve ölüm tarihlerine bakıldıkça görülecektir. İslam
Tarihinde kadınların eğitimsiz kalıp kalmadıkları ya da eğitilenlerin neden zengin ve entelijensiyaya mensup oldukları
probleminin tamamıyla o dönemin sosyal sınıf sistemine ve
gene söz konusu dönemde kültürün sözlü kültüre dayanan
bir sosyo-kültürel ortam bulunmasına bağlı bir sosyolojik
vaka olduğu, yoksa sırf kadınları toplumdan dışlamaya
yönelik bir tavır olmadığı kanaatini taşımaktayım.
İslam kadınları ilmi ilimler sahasında olduğundan
daha az da olsa zaman zaman yönetimde de söz hakkı
(131)Ömer Rıza Kehhale, a.g.e., Bu kadınların isimleri sırasıyla şu ciltlerde yer
alır ., c. I, s. 193; c. IV, s. 241 – 244; c. I, s. 307-243; c.IV, s. 46 - 47; c. I, s. 387443; c. III, s. 199; c. IV, s. 242 –243 – 84-42; c. II, s. 175-295; c. I, 318 - 243;
c.II, s. 53; c.III, s. 136
AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 97
sahibi olmuşlar, ülkeler yönetmişlerdir.
Bu ülkelerde yöneticilik etmiş kadınların isimlerini
vermeden önce kadınların yönetici olmalarıyla ilgili klasik
İslam bilginlerinin konuyla ilgili yaptıkları yorumlara ilişkin Bahriye Üçok’un verdiği kısa ve özet bilgiyi nakletmek
yerinde olacaktır. “İslam Devlet hukukunun ana kitapları
arasında sayılan el-Maverdi’nin el–Ahkam’us–Sultaniyye’sinde hükümdarlık anlamına gelen imamlığın 7 şartı
arasında erkek ve ergen olmanın bulunmadığı görülmektedir. Bu iki şart sonradan Kadı Beyzavi’nin Tevali’ül–Enver
ve Gazali’nin İhyau Ulum’unda ilave edilmiştir. Haricilerin
bir kolu olan Şebibiyye mezhebi ise, kurucusu Şebib’in
karısı Gazale’ye duyulan saygıdan ötürü, kadınların da
imam olabileceklerini açıkça kabul etmiştir. Buna karşılık
kadınların hükümdar olmasını kabul etmek istemeyenler
ise, Hz. Peygamber’in İran’da II. Hüsrev Perviz’in kızının
tahta çıkarılmış olduğunu duyunca söylediği, “Devlet
işlerini bir kadının eline teslim eden kavim felah bulmaz”
anlamına gelen hadisine dayanmaktadırlar. Demek ki nazariyatta ileri gelen fıkıhçılar kadınların hükümdar olabilip
olmaması hakkında aynı fikirde değildirler”.132
Şimdi bu kadın hükümdarlardan bir kaçına bakalım,
Büveyh Oğulları devleti yıkıldıktan sonra Rey, Hamedan ve
İsfehan’da çeşitli prenslikler kuruldu, bu devletlerden Rey’de
kurulan devlete Seyyide Hatun önce oğlu iktidara geçinceye kadar daha sonra da oğlunu baştan indirerek niyabet
etmiştir. Bu niyabet 34 yıl sürdü.133 Aynı şekilde Haleb Eyyubilerine Naibe İnnaç Hatun 634-640 yılları arasında altı
yıl torunu Nasır Yusuf ’un yerine niyabet etmiştir. Altı yıl
(132)Bahriye Üçok, İslam Devletlerinde Türk Naibeler ve Kadın Hü-
kümdarlar, Kültür Bakanlığı
Ya., Ankara -1993, s. 22
(133)Bahriye Üçok, a.g.e., s. 28-30
98 | Emine Öz türk
ülkeyi yönetmiştir.134 Hama prensliğine niyabet etmiş olan
Gaziye Hatun gibi pek çok isim zikredilebilir.135 Müslüman
ülkelerde hükümdarlık yapıp da Türk kökenli olmayan kadınlardan bir kaçı ise şunlardır. “Hükümdar Hatice Sultan
(1347-1379), Hükümdar Meryem Sultan (1380–1383),
Hükümdar Fatma Dain Sultan (1383-1388), Hükümdar
Safiyetüddin Tac’ül Alem, Hükümdar Nakiyyetüddin
Nur Alem (1675–1678), Hükümdar Zekiyyetüddin İnayet
Şah, Hükümdar Zekiiyyetüddin Kemalatşah (1688-1699),
Hükümdar İskender Begüm 1868, Hükümdar Şah Cihan
Begüm (1868-1901).”136 “Bu kadınlardan bir kısmı Maldiv
Adaları, bir kısmı Açe Sultanlığı, bir kısmı da Hindistan’da
Bhopall’de hükümdarlık yapmışlardır. Naibe İnanç Hatun
Ahlat’ta 1100 yılında kurulan Ermenşahlar devletini yönetti, ondan başka Hindistan’daki Delhi Türk sultanlığını
babasının kendisini tahta 1232 senesinde veliaht olarak
bırakmasıyla, babasının ardından ülkeyi bir müddet yöneten kardeşi Rüknüddin’in yerine tahta oturan, 1236’da
hükümdar olan Raziye Sultan’dır. Sultan Raziye 1240’ta
şehit edilerek öldü. Ayrıca Memluk Hanedanının kurucusu Şecer’üd-Dürr de kocası Melik Salih ve altı yaşındaki
oğlunu kaybettikten sonra oğulluğu Turan Şah’ın gelip
tahtına oturması için büyük çaba harcadı. Turan Şah ülkeyi
düzgün yönetemeyince Şecer’üd-Dürr komutanların
seçimi yoluyla Mısır sultanlığına geldi. Daha sonra da
Meliketü’l Müslimin olarak anılmaya başlandı. Ancak üç ay
süren bir saltanattan sonra Abbasi Halifesinin, “Eğer aranızda Mısır’a sultanlık edecek erkek kalmadıysa biz size bir
sultan gönderelim. Tekmil umur-i devleti bir kadının eline
teslim eden kavim felah bulmaz, hadis-i şerifini hiç duymadınız mı?” şeklindeki mektubu üzerine devlet yönetimin(134)Bahriye Üçok, a.g.e., s. 31-32
(135)Bahriye Üçok, a.g.e., s. 33-34
(136)Bahriye Üçok, a.g.e., s. 34-35
AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 99
den azledilerek o esnada ordu başkumandanı olan İzzüddin
Aybek ile evlenmesi sağlanarak Aybek sultanlığa geçirildi.
Ondan başka Kirman’da Kutluk devletinde Türkan Hatun
(1257-1283), gene Kirman’da Kutluk devletinde Safvetüddin Padişah Hatun ve bundan başka İran Salgurlu devletinde Naibe Bibi Türkan, gene aynı devlette olmak üzere
Ebeş Hatun İran’da Luristan’da Devlet Hatun, İran İlhanlı
devletinde Sultan Satı Bey Han, Kazan Hanlığında Naibe
Süyün Bike Hatun -ki Kazan şehrinde ondan hatıra olmak
üzere bir Süyün Bike Minaresi vardır-, Kasım Hanlığında
Sultan Fatma Bike gibi kadınlar zaman zaman hükümdarlık
yapmışlar ve İslam ülkelerini yönetmişlerdir”.137 Yani hiç
de sanıldığı gibi kadınlar hayatın her sahasından çekilmiş
değillerdir. Peygamber’in vefatını müteakip kadınların eve
kapanmalarıyla farklı bir süreç her ne kadar yaşandıysa da,
gene de Müslüman kadınlar tek tük de olsa özellikle sosyal
hayatta varlıklarını sürdürmeye devam ettirdiler. Sosyal
açıdan Bahriye Üçok konuyu şöyle yorumlar, “Gerçekten
de, Hint Adaları dışında tahta çıkmış olan kadınların hepsi
ya Türk ya da Moğol hanedanlarına mensupturlar. Hind
Adaları dışındaki hükümdar kadınların hepsinin Türk ve
Moğol olmaları bu milletlerin kamu hukukunda kadınlara verdikleri büyük değerin canlı belirtisidir”.138 Osmanlı
dönemiyle ilgili Bahriye Üçok’un naklettiği enteresan
bir anekdot vardır, buna göre; “Kasım 1809’daki Yeniçeri
ayaklanmasında II. Mahmud kardeşi IV. Mustafa’yı öldürttüğü zaman Yeniçeriler Osmanlı tahtının sahibi ve tek
varisi II. Mahmud’u tahtından indirmeğe karar verdiler.
Bunun üzerine onlara: ‘Peki kimi Padişah edeceksiniz?’
(137)Bu kadın hükümdarların hayatları, hükümdarlık süreleri için, hangi devletlere hükümdarlık yaptıklarını öğrenmek için ve aynı İslam Tarihindeki diğer
kadın hükümdarların gene hayatları hükümdarlık süreleri ve hükümdarlık
yaptıkları devletleri öğrenmek için bkz . Bahriye Üçok, a.g.e., s . 35 – 203
(138)Bahriye Üçok, a.g.e., s .205
100 | Emine Öz türk
diye soruldu. Onlar: ‘Esma Sultan olsun, Padişah da bir
dam değil mi? Kim olursa olsun; Allah ocağımıza zeval
vermesin’ diye bağırarak cevap vermişlerdir. Görülüyor
ki, XIX. yüzyıl başında bile bir kadının, hem de Osmanlı
tahtı gibi hilafet unvanıyla da süslü bir tahta oturabileceği
düşüncesi, Yeniçeri Ocağı gibi taassubu ile ün yapmış bir
müessesenin mensuplarına hiç de yabancı gelmemiştir”.139
Bahriye Üçok’un yorumuyla birlikte naklettiğimiz yukarıdaki hadise aslında Türk belleğinde kadının Orta Asya’daki
imgesini az da olsa hala koruduğunun bir işaretidir.
Bundan da öte bir takım kadın imgeleri de vardır ki
kadının dününü ve bugününü ve bu çerçevede kadın-erkek
ilişkilerini de daha iyi değerlendirmek için bu imgeleri de
konumuzun daha iyi anlaşılması açısından zikre mecburuz.
Bugün üzerinde yaşadığımız coğrafya olan Anadolu coğrafyasına seleflerimiz gelip yerleşirken; onların İslamlaşma
süreci de bir taraftan devam etmekteydi. Bu İslamlaşma
süreci çok iyi bilindiği gibi çoğu kere bilhassa tasavvuf ve
tarikatlar yoluyla ve de sözlü kültür vasıtasıyla olmuştur.
İşte bu sözlü kültürde, özellikle Tasavvufta kadın imgesi çok
önemlidir. Tasavvufta kadın imgesinin akılda kalıcı olması
hasebiyle sık sık, özellikle erkek topluluğu eğitme amaçlı
bir takım anekdotlara, kıssalara ve mazmunlara konu yapılması bilhassa bugün bu mazmun, kıssa ve anekdotlarla
ilgili pek çok yanlış yorumların yapılmasına sebebiyet
vermektedir. Örneğin Fetna Ayt Sabbah adlı Batılı bir
kadın müellif, “İslam’ın Bilinçaltında Kadın” adlı eserinde
söz konusu mazmunlarla ilgili olarak ve İslam Dünyası’nda
cinsellik üzerine yazılmış bulunan eserleri ve bu eserlerde
kadınlarla ilgili zikredilen mazmunları ele alarak, İslam
dünyasını ve Müslümanların kadın anlayışını sert bir dille
eleştirmektedir. Onun eleştirirken baz aldığı özellikle üç
(139)Bahriye Üçok, a.g.e., s .208
AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 101
eser vardır. Bir tanesi Şeyh Sidi Muhammed Nefvazi’ye
ait “Asir fi Nuzhetu’l Hatir” adlı eseri, ikincisi Fetna Ayt
Sabbah’ın İbni Kemal’e ait olduğunu söylediği ancak Sayın
Dalkıran’ın M.A.Yekta Saraç’tan naklettiğine göre İbni
Kemal’e ait olma ihtimali olmayan bir eser olmakla beraber
gene Yekta Saraç’ın Nihal Atsız’dan naklettiğine göre İbni
Kemal’in sadece tercüme etmiş olması ihtimali bulunan,
“Tercüme-i Rücuu’ş Şeyh ila Sibah fi’l Kuvve Ale’l Bah ”
adlı eser, bir diğeri de Selahaddin Müneccid’in El –Hayatu’l
Cinsiyye inde’l Arab adlı eserlerdir. Fetna Ayt Sabbah bu
eserlerde yer alan en marjinal örnekleri seçerek bütün
İslam dünyasını sapık gibi gösterme çabası içerisindedir.
Özellikle bir Şeyhü’l İslam olan İbni Kemal’e ait olduğunu
söylediği -ancak Yekta Saraç’a göre üslup olarak da İbni
Kemal’e ait olma ihtimali bulunmayan- eserden bolca nakil
yaparak ve en marjinal örnekleri seçerek Müslümanların
o zamanki dini lideri konumunda bulunan bir insanın
ne kadar sapık ve Müslümanların kadına bakış açısının
ne kadar sakat olduğunu göstermeye çalışmıştır. Ancak
bu örneklerden bazılarında insanların hayvanlarla cinsi
münasebet kurması ilişkilerinden bahis olunmaktadır.140
Halbuki aslında ne Müslümanlar böylesine sapık ne de
söz konusu eser İbni Kemal’e aittir. Ayrıca bütün bir İslam
Medeniyetinin kadına yaklaşımını sadece bir kitapla özdeşleştirip değerlendirmenin yanlış olacağı kanaatindeyiz.
Söz konusu marjinal örnekler Batı Medeniyeti için daha
fazla, kat kat daha fazla örneklerle çoğaltılarak verilebilir.
Zira dünyada pornoyu sanayi haline getiren tek medeniyet
Batı Medeniyetidir.
(140)Konuyla ilgili bkz. Fetna Ayt Sabbah, İslam’ın Bilinçaltında Kadın, çev.Ayşegül Sönmez Ay, Ayrıntı Yay., İstanbul –1993; ayrıca bkz. Sayın Dalkıran,
İbni Kemal ve Düşünce Tarihimiz, Osmanlı Araştırmaları Vakfı (OSAV) ,
İstanbul – Haziran 1997, s. 62 ( 7. Dipnotta İbni Kemal’in söz konusu eseriyle ilgili bilgi bulabilirsiniz.)
102 | Emine Öz türk
İslam Tarihindeki allame kadınlardan verdiğimiz
örnekler kadının geçmişte İslam Medeniyetinde hiç de
aslında o kadar kötü konumda olmadığını; dini ilimler
sahasında söz sahibi bile olduğunu açıkça gösteriyor, zira
aynı dönemde Batıda kadınlar o kadar da iyi durumda
değildir. Bunu Ney Bendason “Başlangıcından Günümüze
Kadın Hakları” adlı eserinde şöyle vurgular. “Kilise hukukundan söz ederken, kilisenin daima erkekler tarafından
yönetildiğini vurgulamak gerekir”.141 Oysa İslam Tarihinde
Ayşelerin sayısı hiç de az değildir. Konuyla ilgili bilhassa
kadınların hadis ilminde ne derecede ilerlediklerini anlatan Nusrettin Bolelli’nin, “Kadınların Hadis İlmindeki
Yeri” adlı eserinde yer alan pek çok isim -ki biz daha önce
bu isimlerden bir kaçını zikrettiğimiz için bunlara tekrar
değinme gereği duymamaktayız- ve Müslüman kadınların
İslam tarihinde nasıl eğitim gördüklerine dair ilgili kaynaklardan isimlerini zikrettiğimiz kadınlara ait bilgiler söz
konusu dönemde Batı kadının konumuyla ilgili söylenenlerle özellikle Bendason’un yukarıdaki sözleriyle kıyaslanacak olursa ortaya şu çıkar ki; İslam Tarihinde kadınlar
kendi dönemlerinde dünyanın herhangi bir bölgesindeki
kadından kat kat iyi durumdaydılar. Bütün bunlarla birlikte
şunu tekrar belirtmek gerekir ki bu kadınların çoğu sosyal
durumları iyi olan kadınlardı ve ailelerinin teşvikiyle ilim
yapmaktaydılar. Onların dışında sosyal sınıf farklılıkları, ekonomik imkansızlıklar gibi pek çok nedenle ilim
yapamayan pek çok hanım da vardı. Ki o dönem İslam
toplumlarında cariyelik gibi bir kurum da vardı ki bu da
Müslüman kadınları pek çok faaliyetten alıkoymaktaydı.
Bu faaliyetlere ilim de dahildi. Buradan tekrar kadınlarla
ilgili olarak Müslüman müelliflerin kitaplarındaki maz(141)Ney Bendason, Başlangıcından Günümüze Kadın Hakları, çev.Şirin Tekeli,
İletişim Yay., Yeni Yüzyıl Kitaplığı, s. 28; Nusrettin Boleli, Kadınların Hadis
İlmindeki Yeri, İlahiyat Fakültesi Vakfı Yay. (İFAV) , İstanbul – 1998
AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 103
munlara geçersek şunları rahatlıkla söyleyebiliriz.
Bu mazmunlar genelde konusunu nefis terbiyesinin
oluşturduğu ve tasavvufa yönelik eserlerde örneklerine
pekala rastlanabilecek mazmunlardır. Süleyman Uludağ’ın,
“Sufi Gözüyle Kadın” adlı eserinde pek çoğu zikredilmiştir. Süleyman Ateş bu mazmun ve benzetmelerden şöyle
bahseder. “Kadın Tasavvuf ’ta nefse ve dünyaya benzetilir.
Gazali’ye göre kadın nefse benzer ve eğer yularını gevşek
tutarsan seni ardından sürükler, sıkı tutarsan ona sahip
olursun. (İhya, II, 46) Zahidler ve Sufiler öteden beri
çok ağır bir dille kötüledikleri, bazen bir leşe, bazen bir
domuza benzettikleri dünyayı bazen de kadına benzetirler, bu kadın bazen bir cadı (sehhare), bazen ihanet
eden bir kadın (gaddare), bazen baştan çıkaran bir fahişe
(mekhare), bazen aklı çelen, gönlü sevdaya düşüren bir
gelindir”.142 Bu örnekler, okuduğumuzda bizi kendileri
hakkında yanlış bile düşündürtebilecek kadar müstehcen
olan Hz. Peygamber ve Mevlana ile ilgili olan rivayetler
de dahil olmak üzere, tüm diğer rivayetler aslında yalnız
eğitsel amaçlı ve alegorik olarak zikredilen rivayetlerdir,
kıssalardır; bunlardan tek maksat toplumun eğitilmesidir.
En akılda kalıcı örnekler de daha çok kadına ilişkin örneklerdir. Özellikle erkeklerin zihin dünyasında bu örnekler
şüphesiz daha kalıcıdır. Bu örneklerin okuyanın zihninde
oluşturduğu izlenimin tersine kadın, Tasavvufta oldukça
iyi bir yere sahiptir. Tasavvufta kadının konumunu daha
iyi anlatması sebebiyle aşağıdaki satırları zikretme gereği
duymaktayız. “İlk asırlarda yazılan tasavvufi eserlerde
bazı zahid kadınlardan bahsedilirse de ayrı bir başlık altında ele alınıp incelenmemişlerdir. Kuşeyri Risalesi’nin ve
Keşf ’ul Mahcub’un tabakat kısmında Rabiat’ül Adeviyye
dahi yoktur. Ferdiduddin-i Attar ise (öl. 618- 1221) meş(142)Süleyman Uludağ, Sufi Gözüyle Kadın, s. 25
104 | Emine Öz türk
hur Tezkiretü’l-Evliya adlı eserinde kadın olarak sadece
Rabia’dan bahsetmiştir. Ancak ilk satırlarda kendisinin
sorup cevapladığı bir soruda söz konusu tavrın devam
ettiği anlaşılmaktadır.” “Biri çıkıp ona, ‘Niçin erkekler
safında zikrettin?’ diye sorarsa, derim ki Hace-i Enbiya
(s.a.v.) ‘Allah sizin suretinize bakmaz.’ buyurmuşlardır.”
İmdi, amel, surete göre olmayıp iyi niyete göredir. Şayet
dinimizin üçte birini Aişe-i Sıddıka’dan (r.a.) almak caiz
ise, aynı şekilde onun cariyelerinden, (yani halefleri olan
veliye hanımlarından) dinimizi öğrenmek ve feyz almak da
caizdir. Bir kadın Allah-u Teala’nın yolunda er olursa, artık
ona kadın denemez. Nitekim Abbase-i Tusi, ‘Yarın Arasat
meydanında, ‘Ey erler!’ diye nida edildiği vakit, rical safına
ilk önce ayağını basacak olan Hz. Meryem’dir. Bir şahıs ki o
mecliste hazır olmayınca Hasan-ı Basri konuşmazdı. Öyle
bir şahsın mutlaka erkeler arasında yad edilmesi lazım gelir.
Belki hakikat açısından bakılınca, görülür ki bu zümrenin
bulunduğu makamda herkes tevhidde yok, (İlahi Vahdette
fani) olmuştur. Şu halde “ben” ve “sen” namına bir şey
kalmamış olduğundan “erkek” ve “kadın” ayrımından söz
edilemez.” demiştir. İmdi velayet de aynen öyledir, hele
bahis konusu olan Rabia olursa”143
Bu anlatılanlar da gösteriyor ki gerek tasavvufta ve gerekse diğer İslami sahalarda asıl olan Allah yolunda, Tevhid
yolunda er olmaktır. Kadın ya da erkek olmak değil. Neticede İslam tarihinde kadının konumunun hiç de sanıldığı
kadar kötü olmadığını söyleyebiliriz. Ayrıca söz konusu
erlik kavramı Allah yolunda çalışan salih amel işleyen bir
kimse olmak anlamındadır. Yoksa erkeklik anlamında değil. Bu erlik kavramı da sosyal hayatta kadın ve erkeğin ortak çabasıyla oluşturulmuştur. Yoksa erkek bu kavramı tek
(143)Feridüddin Attar, Tezkiretü’l Evliya, çev.Süleyman Uludağ, Bursa 1984, s.
110-127
AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 105
başına oluşturuyor değildir. Sosyal hayat erkek ve kadının
ortak ürünüdür. Tıpkı kadınlık kavramının ortak bir ürün
olması gibi. Bunun da ötesinde kadın konusu asla aileden
bağımsız olarak ele alınamaz, bu konuda bir sosyolog ya
da herhangi bir sahada araştırma yapan bir araştırmacı
tarafından söylenecek en ufak bir sözcüğün bile toplumun
çekirdeğini oluşturan ailenin varlığı ve toplumdan topluma
değişen hususiyetleri göz önüne alınarak söylenmesi gerekir. Yani böyle bir konuda rahat konuşabilmenin ve çözüm
üretebilmenin yolu, hakkında konuştuğunuz toplumun
sosyal hayatını iyi bilmemizden ve bu çerçevede sağlıklı
değerlendirmeler yapabilmemizden geçecektir.
Bu açıdan Müslüman kadınlar Peygamber devrindeki
rahatlıklarını daha sonra erkek egemen toplumun baskısıyla yitirmiş olsalar da, asla Avrupa’daki kadar kötü bir
duruma düşmüş değildirler. Ancak bilim de yapsalar, farklı
işlerle de uğraşsalar bu uğraşlarını genellikle ev içinde
sürdüreceklerdir. Onların ev dışına çıkmaları zamanın
getireceği bir süreçte, bir sosyal değişim süreci neticesinde
gerçekleşecektir. Ancak Müslüman kadınların çoğunlukla
ev içinde bulunmaları onların sosyal faaliyetlerine asla
engel olmamıştır. Müslüman hanımlar sosyal faaliyetlerini ev içinde de aynı yoğunlukla devam ettirmişlerdir.
Ancak şurası belirtilmeli ki Hulefa-i Raşidin devrinden
sonraki dönemden XVIII. ila XIX. yüzyıllara kadar geçen
dönemde ilimle veya sanatla uğraşan kadınlar çoğunlukla
entelijansiyaya mensup kadınlardır. Yani ailelerinin makam
ve mevkileri iyi olan kadınlardır. Bunlar dışında şehirlerde
yaşayan kadınlar eğer aileleri mevki bakımından iyi değilse
çoğunlukla eğitim şansından uzak kalabiliyorlardı. Bilaistisna bütün kadınların aynı eğitimi alabilmeleri, zengin
fakir tüm kadınların eğitim görebilmesi için uzun bir süreç
gerekiyordu. Ayrıca kırsaldaki kadın da tüm faaliyetleriyle
106 | Emine Öz türk
hayatın sonuna kadar içindeydi, ancak onun da eğitim
şansı yoktu.
Kadının geçirdiği sosyal değişim sürecini iyice anlamak
için kadınların Osmanlıdaki konumuna iyice bakmak
gerekiyor. Osmanlı kadınının sosyal hayatta aldığı rolle
ilgili olarak Kadriye Yılmaz Koca, “Osmanlı’da Kadın ve
İktisat” adlı esrinde şunları söylüyor. “Aşık Paşazade’nin
Anadolu’da sosyal zümreler arasında saydığı Bacıyan-ı
Rum teşkilatını ilk defa Fuat Köprülü, Anadolu Selçuklu
Devri’nde ve sonrasında Osmanlı Devleti’nin kuruluşu
döneminde Türkmen kadınlarının mensup olduğu bir
teşkilat olarak zikreder. XIII. yüzyılda kurulan Bacıyan-ı
Rum Teşkilatı, Ahi Teşkilatı’nın kadınlar ve genç kızlar
koludur. Kadınların üretimde ve sosyal hayatta organize
olmasını sağlayan bu teşkilatın Ahi Teşkilatı’nın kurucusu
Ahi Evren’in eşi Fatma Bacı tarafından kurulduğu rivayet
edilmektedir.”144 “Moğol baskısı Bacıların ve Ahilerin uçlara
ve köylere göç etmelerine neden oldu. Köylerde dokumacılık sanatının gelişmesinde Bacıların rolü büyüktür”.145
“Yerleşik hayatın ve kurumsallaşmanın sınırlamaları
getirilinceye kadar göçebe Türkmen aşiretleri arasında kadının kamu hayatına katılımı söz konusudur”.146 “Anadolu
kadını, iktisadi faaliyetleri günlük işi olarak telakki eder.
Evi, ailesi için çalışmayı hayatının bütününden ayırmadığı
gibi, bu faaliyetleri kolektif bir üretim bilinciyle gerçekleştirir. Asıl olan evin ve ailenin ihtiyaçlarını karşılamak
olsa da zaman zaman ürettiklerini pazarda satan Anadolu
kadınları da mevcuttur. Osmanlı devrinde Karacahisar
olarak bilinen Afyon’da şehirde kurulan dört büyük pazar
bölgedeki ticari faaliyetlerin miğferini teşkil ediyordu.
(144)Kadriye Yılmaz Koca, Osmanlı’da Kadın ve İktisat, Beyan Yay., İstanbul, s.
37
(145)Kadriye Yılmaz Koca, a.g.e., s. 43
(146)Kadriye Yılmaz Koca, a.g.e., s. 45
AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 107
‘Kadınlar Pazarı’ denilen pazar da bunlardan biriydi”.147
Kadriye Yılmaz Koca’nın anlattığına göre Osmanlı kadını
evde dokuduklarını satarak hem ülke ekonomisine hem de
aile bütçesine katkıda bulunuyordu. “Kırsal kesimde kadınların ekonomik yaşama katılımının doğal hayat şartları
çerçevesinde olduğunu kadınların gerek işbölümü gerek
mülk sahipliği olarak hayatın içerisinde yer aldıklarını
tespit edebiliyoruz”.148 “Osmanlı’nın fetihlerde topraklarına toprak kattığı dönemlerden XVI. yüzyıla kadar kız
çocuklarının ve kadınların toprakta söz sahibi olmalarına
müsaade edilmemiş, aile içerisinde yalnız erkeğin toprağa
malik olması sağlanmıştır.”149 “1567-68 yıllarında yapılan
miri rejimle toprak kız evlada da tapu bedeli geçmeye
başlamıştır”.150 “Tahrir defterlerinde, “Bive” adıyla zikredilen ve kocasından kalan çiftliği işletebilen dul kadınlara da
rastlanmaktadır”151 Osmanlı kadını dilediği gibi elindeki
malı alıp satabiliyordu. “Geniş topraklara sahip şehirli aileler mülklerini ailenin müşterek tasarrufunda olmak üzere
evlatlık vakıflar olarak vakfetmişler ve bu vakıf mülklerinin
yönetimine de zaman zaman ailenin kadınlarından birini
getirmişleridir. Taşrada yaşayan ailelerden pek çoğu mülklerini evlatlık vakıf haline dönüştürmüşlerdir. Bu vakıflar
tamamen erkek evlada vakfedilmediği gibi, belirtildiği üzere ‘neslen ba’de neslin batnen ba’de batnın’ olarak vakfedilen
mülkler aile mülkünden ve iş idaresinden kadınları uzak
tutmamış, bilakis yönetim kademelerinde çeşitli görevlerle
onların da aile içerisinde söz sahibi olmaları sağlanmıştır.
Divriği kazasında Selvi Hatun, Armutak Ermeniyan ve Gümüşgördi köylerindeki hisselerini erkek kardeşleri Bayram
(147)Kadriye Yılmaz Koca, a.g.e., s. 48
(148)Kadriye Yılmaz Koca, a.g.e., s. 67
(149)Kadriye Yılmaz Koca, a.g.e., s. 73
(150)Kadriye Yılmaz Koca, a.g.e., s. 72
(151)Kadriye Yılmaz Koca, a.g.e., s. 80
108 | Emine Öz türk
Hoca, Beyazıt, Celal ve kız kardeşleri Bilgay Hatun, Nusret
Hatun ve Gülçin Hatun’a vakfetmiştir.”152
Zenaat faaliyetlerinde kadınlara gelince, 1678’de
Bursa’da mevcut 300 iplik eğirme atölyesinin yarısından
fazlası kadınlara ait olduğu gibi, bu atölyelerde dokunan
ev eşyaları bütün evleri süslemişti. Evlerinde dokuma ve
işleme yapan kadınların yanı sıra şehirde değirmen ve fırın
sahibi kadınlar da mevcuttu.153
Osmanlı’da kadın, altını çizerek söylemekte yarar var
örgün öğretim dışında eğer maddi imkanları yerindeyse
pek çok sahada sosyal hayatta yerini almıştı. Ancak özellikle XVII. ve XIX. yüzyıllardan itibaren Batı etkisiyle Osmanlı toplumunda da feminist söylemler baş göstermekle
beraber Osmanlı’da aralarında adı yıllar sonrasında hala
aynı ün ve şöhretle anılan kadın muharrirlerin de bulunduğu geniş bir muharrirler ve entelektüeller kitlesi tarafından
tartışılmıştır. Bunu Aynur Demirdirek şöyle ifade etmekte:
“Cumhuriyet’e kadar niteliklerine göre ayırmadan bakarsak, 1868’de Terakki gazetesinin eki Muhadarat’tan başlayarak varlığını bildiğimiz 40’ı aşkın kadınlara yönelik yayın
var: Şukufezar, Aile, Ayine, Hanımlara Mahsus Gazete,
Demet, Mehasin, Kadın (Selanik), Kadın (İstanbul),
Musavver Kadın, Parça Bohçası, Kadınlık, Kadın Duygusu,
Hanımlar Alemi, Kadınlar Dünyası ...” 154
Şefika Kurnaz ise bu yayın organlarında makaleler,
yazılar kaleme alan iki ismi özellikle zikretmektedir.
Bunlardan bir tanesi Ahmet Cevdet Paşa’nın kızı Fatma
Aliye, diğeri de Nigar bint-i Osman’dır. Türk kadınının
cemiyetteki meselelerinin tartışılmasını, 1891’de yayınladığı Nisvan-ı İslam adlı eseriyle o başlatmıştır. Burada şu
(152)Kadriye Yılmaz Koca, a.g.e., s. 92
(153)Kadriye Yılmaz Koca, a.g.e., s. 95
(154)Aynur Demirdirek, Osmanlı Kadınlarının Hayat Hakkı Arayışının Bir Hikayesi, İmge Kitabevi, Ankara –Ocak/1993, s. 8
AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 109
mühimdir ki söz konusu dönemde kadın hususunda tartışılanlar daha sonra Cumhuriyet kadınının sosyal statüsünü
belirleyecektir. Bu dönemdeki üç grubun, yani Batıcılar,
Türkçüler ve İslamcıların kadın hakkındaki görüşü kısaca
şöyledir. İslamcıların kadın görüşünü Peyami Safa şöyle
özetler. “Şeriatın emrettiği şeylerin hepsi faydalı, yasak
ettiği şeylerin hepsi zararlıdır. Şeriat kadınların kendilerine mahrem olmayan erkelerden kaçmalarını emrediyor:
Saçları dahil olduğu halde vücutlarını ziynetten ari bir
şeyle calibi şehvet olmayacak bir libasla örtmelidirler. Fakat tesettür hiçbir meşru hakkını kaybettirmez. Kadın da
erkek malını istediği gibi tasarruf eder Namus dairesinde
gezmeye gider eğlenir; kendi aralarında teşkil ettikleri
cemiyetlere giderek konferans verebilir ve dinleyebilir. İbtidai, rüşdi ve idadi derecesinde tahsil görebilir. (Fazlasına
ev ve analık vazifeleri müsait değildir) ”.155
Bu konuda Şefika Kurnaz, Türkçülerin görüşlerini
şöyle özetliyor. “Türkçülerin en önemlisi olan Ziya Gökalp’e
göre kadın, devletin temeli, ailenin merkezidir. Kadınla
işbirliği olamadan toplumsal hayat yürümez. Kadınlar da
tahsil görüp, cemiyet idaresinde rol aldıkları takdirde yeni
bir hayat başlayacaktır.”156
Bundan başka bir de Batıcı görüş vardır ki kadın konusunda Tevfik Fikret ve Selahaddin Asım’ın görüşleri dikkat
çekicidir. Ş. Kurnaz, Fikret’ten şu beyti nakleder:
“Elbet değil nasibi mezellet kadınlığın
Elbet sefil olursa kadın, alçalır beşer”157
“Ayrıca S. Asım da örtünmenin kadını sosyal hayattan
kopardığını düşünür ve ona göre manevi örtünmenin
sağlanmadığı yerlerde maddi örtünme önem kazanır, bu
nedenle ilk önce manevi örtünmeyi sağlamak için kızlar
(155)Peyami Safa, Türk İnkılabına Bakışlar, Ankara -1981, s. 57
(156)Şefika Kurnaz, Cumhuriyet Öncesinde Türk Kadını, s. 70
(157)Şefika Kurnaz, a.g.e., s. 67
110 | Emine Öz türk
maddi örtülerinden sıyrılarak sosyal hayata karışmalıdırlar.
Asıl olan manevi örtünmenin sağlanmasıdır.” 158
Burada gerek bu konular tartışılırken gerek daha sonra
bu konuların direk uygulamaya konulduğu dönmelerde
unutulan önemli bir sosyolojik gerçek vardır, hiçbir toplumsal reform veya yenilik birdenbire gerçekleşmez. Bu
yeniliklerin gerçekleşebilmesi için öncelikle uygun zaman
ve zeminin oluşması gereklidir. Ve de bir problemin halli
için öncelikle tüm toplum tarafından aynı ölçüde kabul
görmüş olması gereklidir. Kadın meselesi için şu söylenebilir ki, Osmanlı kadınının genelinin, en azından o gün
için, böylesi bir problemi yoktur. Problemin temelinde
şu nokta var ki kadın konusunun o dönemde tartışıldığı
ortamlar genellikle zengin çevrelerdir. Halk için böyle bir
sorunun varlığı yahut yokluğu bile su götürür bir konudur.
1926 yılında İsviçre Medeni Kanununun kabulü ve 3 Nisan
1930’da seçme ve seçilme hakkını kadına tanıyan Belediye
Kanunun kabulü ile 1934’te kadınlara Mebusan Meclisine
seçilmesi için gereken imkan tanındı, bundan sonra da 1
Mart 1935’te kadınlar 18 milletvekiliyle meclise girdiler.
Kurtuluş Savaşı’nda pek çok acıları erkeklerle birlikte
göğüsleyen Türk kadını bu emeklerinin semeresini belki
de ilk defa alıyor ve tarihinde ilk defa yönetime, bilfiil
ona tanınan bir haktan yararlanarak iştirak ediyordu.
Osmanlı’nın peşine kurulan bir devlet olan Cumhuriyet
tarihimiz içinde kadın problemi de Osmanlı Devleti’ndeki
kadın probleminden kopuk değildi. Ve belki de bir kısım
Osmanlı aydının düşündüğü kadın tipi Cumhuriyetle
birlikte açığa çıktı. Bütün inkılaplarda olduğu gibi Türk
İnkılabında da kadınlar ön sıradaydı. Ancak diğer toplumlardaki inkılaplardan farklı olarak kadın bu sefer hakikaten
hak ettiği yeri yavaş yavaş almaya başlamıştı toplumda.
(158)Şefika Kurnaz, a.g.e., s. 66
AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 111
Bu dönemin idealize edilen kadın anlayışını vurgulamadan önce asıl şunu vurgulamak lazım ki, kadın tarih
boyunca pek çok “-izm”in malzemesi yapılmıştır. Buna
bütün -izmler dahildir, reformlarda hep, “ Beşiği sallayan
el kalem tutmalıdır”, denilerek kadın tehlike anında ön
planda tutulmuş ve bu emeğinin karşılığını çoğunlukla
alamamıştır. Ancak bu kez farklı olmuş ve kadın yönetime
ortak da olmuştur. Yeni savaştan çıkan Türk devleti yalnız
kadınlara bir takım haklar tanımıyor, aynı zamanda onların
önüne idealize edilmiş bir örnek -ki Halide Edip ve ilk meclisteki on sekiz kadın bu örneklerin başta gelenleridir- de
koyarak onların eğitimine de bir noktada yön veriyordu.
Bu idealize edilen kadın tipini Mediha Şensancakoğlu beste
ve güftesi kendine ait olan mahur makamında bestelediği,
“Türk Kadını Marşı” adlı bir şarkıda şöyle anlatıyordu.
112 | Emine Öz türk
TÜRK KADINI MARŞI
Atatürk’ün sayesinde özgürlüğün adımıyım
Türk kadını payesinde aydın bir Türk kadınıyım
İster yetmiş olsun yaşım
İlerici ve çağdaşım
Yoksa haram olur yaşım
Aydın bir Türk kadınıyım
Mukaddestir mücadelem
Yurt ağlarken nasıl gülem
Son bulsun ıstırap elem
Aydın bir Türk kadınıyım
Allah’ımın izni ile
Hayatımı versem bile
Cahil diye düşmem dile
Aydın bir Türk kadınıyım
Şükür ben de Müslümanım
Tanrı’ya tamdır imanım
Türkiyeme kurban canım
Aydın bir Türk kadınıyım
Meşaleyiz sönemeyiz
Başka rejim denemeyiz
Hilafete dönemeyiz
Aydın bir Türk kadınıyım
1) Tarihsel süreçte, bu bilgiler ışığında karşımıza üç
tip kadın çıktı. Bunlardan ilki Batı olsun Doğu olsun daha
çok gelenekte ifadesini bulan klasik anne rolündeki kadındır. Bu kadın tipi evinin hanımı, tüm hayatı evinde vücut
bulan, yaşamdan tek beklentileri çocukları için mutlu bir
yaşam olan kadınlar. Sosyal hayatta hem erkeklerin yapı
itibariyle daha organizatör, sistemleştirici olması hem de
AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 113
kadınların daha çok sistem içinde yer alan bir yapıya sahip
olmaları nedeniyle hayatlarını ve varlıklarını evlerinde
devam ettiren kadınlar.
2) İkinci grup kadınlar da ne sebeple ve ne şekilde olursa olsun erkeklerin tuzağına düşerek ya da başka biçimlerde
kullanılmış olan ve tarih boyunca cariye, köle ya da cinsel
bir araç mahiyetinde hayatını sürdürmek zorunda kalmış
olan kadınlar. Bu kadınlara belki de çeşitli -izmlerle size
hak vereceğiz diye kandırılıp kadınlığın özüne bile aykırı
biçimde pek çok maceralara sürüklenen çeşitli görüşlerin
çığırtkanlığını yapmak zorunda bırakılan kadınları da
ekleyebiliriz. Çünkü her iki grup kadın da kullanılmıştır.
Ama ne şekilde olursa olsun ister cinsel açıdan, ister fikirsel
açıdan .
3) Üçüncü grup ise İslam Tarihinden örneklemeye
çalıştığımız Batıda da özellikle Fransız Devrimi ve Birinci
Dünya Savaşı sonrasında açığa çıkmış bulunan bilimle
uğraşan ve Marie Curie de en iyi örneğini bulan bilim
kadınlarıdır.
Kadınlar kuşkusuz kadın erkek ilişkileri baz alınınca
ancak böyle sınıflanabilir kanaatindeyiz.
Bütün bu sosyal değişim neticesinde Müslüman Türk
toplumunda erkekler iki tip kadınla karşı karşıya kalırlar,
biri kendi anneleridir ki, çoğunlukla evinde, okumayan,
okumuşsa da üniversite mezunu olmayan, mezun olmuş
ise de çalışmayan kadınlardır; diğeri de okuyan, yazan,
çoğunlukla erkeklerin üniversitedeki kız arkadaşlarıdır.
Erkekler genellikle birinci tip kızları tercih ederler. Üniversite öğrenimi sırasında gezer, sonra da bırakırlar, her
zaman böyle olmasa da bu genelin bir vakıasıdır. Bunun
sebebi toplumun erkeği evlenilecek kız, eğlenilecek kız
gibi bir ayrıma sürüklemesidir. Erkek ise çoğunlukla kendi
çevresinden okumamış bir kızı tercih etmektedir. Burada
114 | Emine Öz türk
kadına düşen, kullanılan bir araç olma konumuna düşmemektir. Ne bir -izmin çığırtkanlık aracı, ne bir reklam
firmasının reklam aracı, ne de bir erkeğin zevk aracı haline
düşmemek gerekir.
Ancak bugün işe bir de bizim çoğu zaman kaile almadığımız veya önemsiz olduğunu sandığımız medyanın
etkisi de karışmıştır. Son on yıldır medya, özellikle cinsellik olgusunu haber bültenlerine dahi taşıyan ve maalesef
ki izlenme rekorları kıran, belden aşağı konuşmalarıyla
yarışma sunup ya bilinçsiz ya da Freud’un tabiriyle çok
biçimli cinsel sapıklar olan bireylerden oluşan milyonlarca
insanın teşkil ettiği bir kitleyi de hemen her akşam ekrana
bağlayan medya canavarlarının toplumsal belleği belirlemede temel rolü oynadığı bir toplumda yaşadığımızı da
unutmamalıyız. İyiyi izleyip kötüyü reddetme konumunda
olan seyirci ise kendisine her verileni alan, boş bellekli bir
insanlar sürüsü olduğunu kabullenircesine, enteresan bir
özlemle bu saçmalardan seçmeleri izlemektedir. Bununla
beraber cinselliğin en masum aile dizilerine bile konu
yapıldığı bir medya, ne yazık ki bu konuda ailevi yahut
bilimsel bilinçlendirilmişlikten yoksun olan gençliği işine
geldiği gibi deneme tahtası olarak kullanıp, daha hayatın
ve kendinin bile farkına varamayan gençlerin zihnini, hem
de bu kadar hassas bir mevzuda işine geldiği gibi yıkayarak,
toplumsal ahlakın temel dinamiklerine dinamit koymaktadır. Deminden beri söz edegeldiğimiz sosyal değişim
sürecini maalesef bu sorumsuz medya, sosyal yozlaşma
süreci haline getirmektedir. Ahlakın önemsizleştiği, her
türlü insani değerin alabora olduğu bir ortamda dolayısıyla
toplu bir yozlaşma, değersizleşme süreci yaşanıyor ve yine
dolayısıyla böyle bir ortamda sadece değerler değerini
kaybetmiyor. Ahlakın değerini kaybettiği bir toplumda
buna bağlı olarak o toplumun çalışma, üretme, doğrulukla
AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 115
kazanma gibi değerleri kaybolduğundan, parasının değeri
de düşüyor ve peş peşe krizler yaşanıyor. Yine aynı toplumda dürüstçe yaşanan sevgiler kaybolduğu için, insanlar
birbirini çok çabuk bırakıp kaçabildiği için, sorumluluk ve
sonuna kadar gidebilmek güç geldiği için ya evlendikten
birkaç ay sonra boşanıyorlar, ya da kimi zaman gizlice,
kimi zaman açıkça nikahsız beraberlikleri tercih ediyorlar.
Neticede dünyaya gelen çocuk, çoğu zaman ister boşanma
sonucu ister beraberlik neticesi doğmuş olsun ya ortada
kalıyor ya da artık cami önüne bırakılmıyor ancak bazen
çöplüğe bazen de karakol önlerine bırakılıyor. Dolayısıyla
insanlar çöplüğe bırakıldığı için insanların değeri düşüyor.
Değersizleşme paradan insana kadar tüm toplumsal uzuvları kaplıyor. Bunda erkeklerin evlenilecek, eğlenilecek kız
ayrımının payı da yadsınmayacak kadar çoktur.
Buraya kadar anlattıklarımız genel olarak insanlık tarihi içindeki dünyada dünya toplumları içinde ve Türkiye’de
de Türk toplumu içerisinde yaşanagelen cinsiyet eksenli
yahut cinsiyet ile ilgili değişmeleri anlatmak içindi. Biz
bu değişimleri bilhassa kadınlar açısından ele aldık, zira
toplumsal cinsiyetteki bu tanımlama farkları bilhassa
kadınlar cephesinde ve kadınların büyük oranda etkisi ve
etkinliğiyle gerçekleşmiştir. Şimdi bu yeni toplumsal cinsiyet algılamalarıyla, yani evinde oturan çocuğuna bakan
kadınlardan hem evi hem çalışma hayatını birlikte yürüten
kadınların dış dünyayı yeniden ve farklı anlayışları, dış
dünyanın da onları farklı anlamaya başlamalarıyla oluşan
toplumsal cinsiyet tanımlarının flörtü nasıl etkilediğine
bakarak, bu değişimlerin flörte etkilerini özet olarak izaha
çalışalım.
Türk toplumu son yüzyıl içinde, özellikle Cumhuriyet
döneminden bu yana, çeşitli psiko-sosyal gelişme ve değişimlere sahne olmuştur. Hiç şüphesiz bunların en önemlile-
116 | Emine Öz türk
AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 117
rinden biri de cinsiyet rollerindeki değişmelerdir. Özellikle
kadınlar söz konusu olunca bu değişme, Kadın Hakları
temeli üzerinde son derece çarpıcı ve hızlı olmuştur.159
Rol değişmeler genellikle cinsel farklılıkların kaynağı
olması bakımından önemlidir. Rol kavramı toplumda
belli pozisyonda olan insanlara özgü davranış şekillerini
kapsamına alır. Bu, kişinin kendinden nasıl bir davranış
beklendiğini belirler. Toplumun belli yönlerdeki bekleyişleri beraberlerinde getirdikleri mükafat ve cezaların da
yardımıyla farklı davranış şekillerini bireylere öğretirler.
Bu nedenle cinsiyet rolündeki çeşitli değişmeler, davranış
ve özelliklerde cinsiyet farkları meydana getirecek ve bunların karşılaştırılması da önemli bir sorun olarak ortaya
çıkacaktır.160
Kadın hakları, çok yönlü kültürel devrim hareketi
içinde özel yeri olan bir kültürel devrim teşkil etmektedir.
Türk kadını evlenme, boşanma, miras, oy hakkı, kıyafet,
çalışma ve eğitim fırsatları vb. konularda erkeklerle eşit
duruma gelmiştir. Bu hakların kullanımı değer yargılarıyla sınırlanmış olsa da, gelişmenin yönü olumludur ve
temposu hızlıdır.161
Daha ılımlı derecesiyle cinsellik rolünü etkileyen kültürel değişme, esasen içinde yaşadığımız garp kültürünün
de belirli özelliklerinden birisidir. Ayrıca, bütün dünyada, özellikle II. Dünya Savaşı’ndan sonra feminenlik ve
maskülenlik (kadınsılık ve erkeksilik) ile ilgili geleneksel
kavramlarda süratli değişmeler kaydedilmiştir. Değişen
kültürel şekiller şüphesiz bireylerin, grupların ve kurumların davranışları üzerinde doğrudan doğruya veya dolaylı
olarak bir çok muhtemel etkiler ve sonuçlar doğuracaktır.162
Feminen ve maskülen (kadınsı ve erkeksi) davranış biçimlerinin genel nüfus içinde dağılışı ve niteliği nedir? İlgi,
kişilik özellikleri ve yeteneklerde cinselliğe bağlı farkların
niteliği ve derecesi nedir? Cinsel farkların büyük ölçüde
kaynağını teşkil eden cinsel rolün niteliği nedir ve cinsel
rolü belirleyen etkenler nelerdir?163
Cinsel farkların sebeplerine inmeden önce söz konusu
cinsel farklara değinmemiz gerekiyor. Bilindiği gibi kadın
ve erkek, çoğalma sürecindeki rollerinde birbirlerinden
ayrılırlar. Bu fizyolojik farkın dışında bir çok beceri, tutum,
ilgi, mizaç, yetenek ve davranış şekilleri bakımından da
birbirlerinden farklı oldukları kabul edilir. Şüphesiz bu
fizyolojik farklılıkların sonuç bağlantısı düşünülemez. Bu
konuda sosyal etkenlerin ağır bastığını gösteren birçok
bilgi toplanmıştır.164
Kadın ve erkek arasındaki farklar, grup eğilimleri olarak kabul edilebilir. Bireylerin hepsine genelleştirilemez.
Çünkü görülmektedir ki, her cins grubu içinde, öteki cinsin
normlarına genellikle kendi cinsiyetinin normlarına olan
benzerliğinden daha büyük bir benzerlik taşıyan bazı
kimseleri ayırt etmek mümkündür.165
Maskülinite-feminite yani erkeksilik ve kadınsılık derecesini saptamaya yarayan bazı ölçütler vardır. Envanter
puanlarına dayanan faktör analizlerinin ortaya koyduğu
bazı meskülinite ve feminite göstergeleri şunlardır.166
Maskülen olanlarla ilgili göstergeler: Maskülen mesleki
ilgilere sahiptir. Yani, bir çiçekçi olmaktan çok bir kamyon
şoförü olmak ister. Mesleki olmayan ilgilerde de maskülen
(159)Cavit Ünal, “Cinsiyete Bağlı Psikolojik Farklar ve Türk Çocukları Üzerinde Bir Karşılaştırma”, Aile Yazıları/III, Birey Kişilik ve Toplum, Derleyenler:
Beylü Dilekçigil, Ahmet Çiğdem, Ankara-1990, s. 43
(160)Cavit Ünal, a.g.m., a.g.e., 43.
(161)Cavit Ünal, a.g.m., a.g.e., 43.
(162)Cavit Ünal, a.g.m., a.g.e., 43-44.
(163)Cavit Ünal, “Cinsiyete Bağlı Psikolojik Farklar ve Türk Çocukları Üzerinde
Bir Karşılaştırma”, a.g.e., s. 44.
(164)Cavit Ünal, a.g.m., a.g.e., s. 44.
(165)Cavit Ünal, a.g.m., a.g.e., s. 44.
(166)Cavit Ünal, a.g.m., a.g.e., gös.yer.
118 | Emine Öz türk
AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 119
olanlarını tercih eder. Örneğin, dansa gitmekten çok futbol
maçına gitmeyi ister. Heyecansal ifadelerini baskı altında
tutar, yani, kolaylıkla ağlamaz.167
Feminen olanlarla ilgili göstergeler: Duygu iştirakine
sahiptir. Yani çaresiz bir kuş için üzüntü duyar. Kolaylıkla
tiksinti duyabilir; örneğin ter kokusundan. Dikkat merkezi
olmayı, toplumun ilgisini üzerinde toplamayı sever.168
Görüldüğü gibi bayanlar daha çok hayatın duygusal
yanlarını seçerken ve her şeyden çok emniyet duygusu
ararken; erkekler ise daha çok macera aramakta ve güç
gerektiren işlere ilgi göstermektedirler. Aynı şekilde erkek
bayan münasebetlerinde de kızlar daha çok işin duygusal
yanıyla ilgilenirken erkekler yapıları gereği daha çok bir
macera peşinde koşmaktadırlar desek sanırız çok büyük
yanılgıya düşmüş olmayız. Ayrıca kızlar daha çok ve daha
çabuk inanan varlıklardır. Bu nedenle flört gibi çoğunlukla
ciddiyetten uzak bir münasebette kolaylıkla kandırılabilmektedirler. Şimdi kızlarla erkekler arasındaki bu ikna
edilebilme farklarına göz atalım.
İkna edilebilme, süjeden kendisi ile karşısındaki
arasında mutabakat ifade eden bir tepki sağlama olanağı
olarak tanımlanabilir. Erkeklerin ikan edilebilirlik ortalama puanları kadınlarınkinden anlamlı derecede düşüktür.
Erkek çocukların kızlardan ortalama olarak daha az kandırılabilir olmaları, belki de kültürümüzdeki cins farklılığı
ile yorumlanabilir. Farklı cinsel gruplar özellikle günlük
hayatın birçok faaliyetlerinde entelektüel bağımsızlık ve yumuşak başlılık bakımlarından farklı tutum içindedirler.169
Kişilikle ilgili faktörler de, bu konudaki cins farkları
üzerindeki etki gruplarından birini teşkil eder. Deneme-
lerde kadın ve erkek, yanıltıcı görsel nitelikleri, yanıltıcı
ipuçlarıyla karşılaştırıldığı zaman, kadın süjeler, erkek süjelerden daha fazla yanıltıcı süjelerden etkilenme eğiliminde
olmuşlardır. Dolayısıyla, algı alanına tabi oluş eğilimleri
daha yüksek demektir. Ayrıca kadınlar, erkeklere göre,
benliklerinde daha az tutarlılık ortaya koymuşlardır. Algı
alanı ile ilgili verdikleri çeşitli yargılar arasındaki korelasyonlar, erkeklere oranla daha düşüktür. Bu da kendine
güven ve saygının düşük olmasıyla pozitif olarak bağlantılı
görünmektedir.170
Şimdi konuyla ilgili cinsel olgunluk yaşına bağlı
farklara değinelim. Gelişmenin duygusal, sosyal, zihni, çeşitli yönlerinde kızlar genel olarak erkeklerden daha erken
gelişirler. Aradaki mesafe gittikçe açılarak ergenlik çağına
kadar devam eder. Aradaki fark altı yaşlarında ortalama altı
aydır. Ergenlik çağının başlarında ise ortalama iki yıldır.
Ergenlikten sonra fark yavaş yavaş kapanır. Beden gelişimi
bunun dışındadır.171
Kızların erkeklerden önce gelişmiş olması, ergenlik
yaşlarında güç durumlar yaratabilir. Erkek çocukların
kültürel normlarımıza göre daha hakim durumda olmayı
istemeleri nedeniyle bu fark her iki grup için de rahatsız
edici olabilir. Bu nedenle kız çocuklarda pek öyle olmasa da
erkek çocuklarda erken olgunlaşma avantaj sağlayabilir. Bu
konuda daha ileriki yıllara da değinmek istersek görürüz ki,
evliliğin ilk yıllarında daha hakim durumda olan erkeğin
bu hakimiyeti zayıflamaya başlar. Karı-kocanın rolleri zamanla değişmeye tabi olur ve yaşlılıkta kadın daha hakim
duruma geçmeye başlar. Başta bedensel koşullar olmak
üzere, bunun çeşitli nedenlerini düşünmek mümkündür.172
(167)Cavit Ünal, a.g.m., a.g.e., gös.yer.
(168)Cavit Ünal, a.g.m., a.g.e., gös.yer.
(169)Cavit Ünal, “Cinsiyete Bağlı Psikolojik Farklar ve Türk Çocukları Üzerinde
Bir Karşılaştırma”, a.g.e., s. 46.
(170)Cavit Ünal, a.g.m., a.g.e., s. 46.
(171)Cavit Ünal, a.g.m., a.g.e., s. 47.
(172)Cavit Ünal, “Cinsiyete Bağlı Psikolojik Farklar ve Türk Çocukları Üzerinde
Bir Karşılaştırma”, a.g.e., s. 47.
120 | Emine Öz türk
Bunların sonucunu birkaç cümleyle şöyle ifade edebiliriz: İkna edilebilir, duygusal ve etkiye açık psikolojisiyle kadın, erkekle girdiği herhangi bir münasebetinde
daima kullanılmaya müsait bir varlıktır. Bunu önlemenin
yolu belki özgüveni ve kendine saygısı yeterince gelişmiş
bireyler yetiştirmekten başkası olamaz. Ancak kadın ve
erkeklerle ilgili verdiğimiz bütün bu cinsel farklarla ilgili
bilgilerin konumuz açısından bir değer ifade etmesi için
bunların gençlerin arkadaşlığına nasıl yansıdığına sonuç
olarak bakmamız gerekmektedir.
Arkadaş ilişkileri, özellikle kız erkek arkadaşlığı, kişiliğin gelişmesinde, olgunlaşmasında, toplumsallaşmasında,
cinsel kimliğin kazanılmasında büyük önem taşır. Gençler
çoğu kez kendi cinsinden arkadaş bulmak sorunu yanında,
karşı cinsten arkadaş bulmak ve ilişki kurmak sorunuyla
karşı karşıya kalırlar. Bilindiği gibi arkadaşlık ortak amaç,
beklenti, değer, güven, ilgi, sevgi ve saygıya dayanır. Toplumsal ruhbilim açısından arkadaş grubu gençlerin ya
kendi istekleriyle ya da zorunlu olarak içinde bulundukları
iletişim grubudur. 173
Arkadaş grubu içinde olmak, konuşmak, dertleşmek,
tartışmak, birlikte çalışmak, eğlenmek ya da gezmek
gençlerde bir yandan davranış ve tutum değişmesine yol
açarken öte yandan bireysel sorunların çözümünde endişe,
kaygı, gerilim, sıkıntı ve tedirginliğin azalmasında önemli
rol oynar. Arkadaş grubu içinde bulunan gencin düşünme,
karar verme, girişim ve yaratıcılık gücü artar. Genel olarak arkadaşlıkta karşılıklı ilgi, sevgi, saygı, güven iletişim,
etkileşim derecelerine göre farklı yakınlıklar olabilir.174
En yakın arkadaşlık derecesi sırdaşlıktır. Sırdaş dere(173)Özcan Köknel, “Gençlik Çağında Kız-Erkek Arkadaşlığı”, Aile Yazıları/III,
Birey Kişilik ve Toplum, Derleyenler: Beylü Dilekçigil, Ahmet Çiğdem, Ankara-1990, s. 277
(174)Özcan Köknel, a.g.m., a.g.e., s. 277
AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 121
cesinde yakın olan arkadaşlar her zaman birlikte olmak
isterler. Tüm duygu ve düşüncelerini aktarır, sorunlarına
birlikte çözüm ararlar. Birbirlerini kolay ve çabuk etkilerler.
Birbirlerinde davranış ve tutum değişikliği yaparlar. İster
kız, ister erkek olsun, her gencin bir sırdaşı vardır, ancak
yüzeysel ilişkiler kurabilen, aşinalık, az görüşülen tanıdıklık, adı yüzü anımsanan uzak arkadaşlıklar da vardır. Ünlü
bir düşünür arkadaşlığı şöyle tanımlamış: “Gerçek bir arkadaşlık, iki gövdede yaşayan bir ruhtur.” Bir diğeri de şöyle
diyor, “Arkadaş edinmenin tek yolu arkadaş olmaktır.”175
Kız erkek arkadaşlığı genel olarak arkadaşlığın ve arkadaş gruplarının bütün özelliklerini taşır. Ayrıca cinsel
kimliğin kazanılması, başka bir deyişle gençlerin cinsel yapılarına uygun biçimde davranmaları, sağlıklı özdeşleşme
yapıları, karşı cinse, insanlara, hatta bütün insanlığa ilgi,
sevgi, saygı ve güven duyabilmeleri için gerekli gelişme ve
olgunlaşmayı sağlar.176
Kız ve erkeğin birlikte bulunduğu arkadaş grupları
içinde, gençler giyimlerine, oturmalarına, yürümelerine,
konuşmalarına dikkat eder, özen gösterirler. Duygu,
düşünce, davranış ve tutumlarını denetlemeyi, dengelemeyi, düzenlemeyi öğrenirler. Kız erkek arkadaşlığında
paylaşılan ortak amaçlar, beklentiler, değerler, duygu ve
düşünceler daha kolay benimsenir. Davranış ve tutumda
daha çabuk ve kolay değişmeler yapar. Çalışma çabasını
ve gücünü artırır. Engellerin aşılmasında, sorunların çözülmesinde yaratıcılığın artmasında olumlu etkileri olur.
Buna karşılık, kız erkek arkadaşlığı birçok aile tarafından
hala hoş karşılanmamaktadır. Hatta bu ailelerin içinde
yetişmiş gençlerin büyük çoğunluğu kendileri bile bu tür
arkadaşlığı hoş karşılamayabilir. Bu durum kimi kez gençle
(175)Özcan Köknel, “Gençlik Çağında Kız-Erkek Arkadaşlığı”, a.g.e., s. 277-278.
(176)Özcan Köknel, a.g.m., a.g.e., s. 278
122 | Emine Öz türk
AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 123
aile arasında, kimi kez de gencin iç dünyasında ve gençle
çevresi arasında ruh sağlığını bozacak boyutlara erişen
büyük çatışma ve sürtüşmelere neden olur.177
Ülkemizde kız erkek arkadaşlığı büyük kentlerde, orta
ya da yüksek öğrenim kesimiyle, çalışma ve işyerinde ortaya çıkan bir durumdur. Bilindiği gibi kırsal kesimde gençlik
çağındaki yaş dilimleri içinde, 15-19 yaş diliminde bulunan
gençlerin yüzde yirmi yedisi evli olup, bunların yüzde altısı
kadın, yüzde elli yedisi erkektir. 20-24 yaş diliminde, evli
gençlerin toplamı yüzde yetmiş dört olup, bunların yüzde
seksen yedisi kadın, yüzde elli yedisi erkektir. Bunun dışında, özellikle, kız çocuklarda, on beş yaşın altında evli
olanlar çoktur.178
Kırsal kesimde, erken yaşta evlilik, o güne dek baskı
altında kalmış duyguların cinsel yaşamda sorunlar doğurmasına yol açar. Bu sorunlar ruhsal bunalımlara kadar
varabilir. Ayrıca çocuk olmasını önleyici bilginin olmaması
bir yandan doğum ve düşük sayısının artmasına neden
olurken, öte yandan kadının beden ve ruh sağlığını bozan
ciddi hastalık ve sakatlıklara yol açar.179
Kırsal bölgelerde, küçük kentlerde, hatta büyük kentlerin birçok kesiminde kimi yerli roman ya da filmlerde dile
getirilen aşkların, sevgilerin, ilgilerin, duygusal düzeyde
de olsa özgürce, sağlıklı biçimde, çevreden, toplumdan
çekinmeden, korkmadan sürdürülmesine olanak yoktur.
Bu tür ilişkiler çoğunlukla ailenin baskısı, çevrenin etkisiyle
son bulur. Ekonomik nedenlerle kız beğendiği delikanlıya
verilmez. Delikanlının kızı kaçırma girişimleri tatsız bir
dizi olayla sonlanır.180
Kırsal kesimde delikanlı erkek evlenme isteğini bil-
dirmek için sık sık, “Gurbete çıkmak isteğini” dile getirir.
Kızlar papatya ile niyet tutarlar, karınca duası ve muska
taşımaya başlarlar.181
Kimi kez kız-erkek arkadaşlığı zamanla karşılıklı ilgi
ve sevgi artması ve coşkuyla duygusal bağlantıya dönüşür.
Böylece, doğuştan gelen, doğal ve evrensel olan, cinsel dürtü ve coşkudan kaynaklanan duygusal bağlantıya dayanan
kız-erkek yakınlaşması ortaya çıkar.182
Bu tür bir yakınlaşma gençlik çağında sık olur. Doğaldır. Kimisi çabuk gelir geçer. Kimisi uzun sürer. Kimisi
platonik ve romantiktir. Kimisi daha yakın ilişkilere neden
olur.183
Kız ve erkeğin birbirlerine ilgi ve sevgi göstermeleri,
beğenilerini ortaya koymaları, övgülerini dile getirmeleri,
birbirlerini anlamaları, desteklemeleri, korumaları, kişiliğin gelişmesinde ve cinsel kimliğin kazanılmasında olumlu
ve önemli rol oynar. Ayrıca cinsel dürtüye bağlı duyguların
incelemesi, işlenmesi, yücelmesi, biçim ve renk kazanmasını sağlar. Ancak, bu yakınlaşmanın sınırı iyi çizilmezse,
gencin içinde yaşadığı toplumun geleneği, göreneği, değer
yargılarıyla ters düşerse, gençler için büyük sorunlara ve
ruhsal bunalımlara yol açar. Öte yandan, gençlik çağının
duygusal yapısı da göz önüne alınırsa, bu tür duygusal
bağlantıların kısa zamanda son bulması da olasıdır. Böyle
bir olasılık çoğu kez gençlerde, bizim toplumda özellikle
kızlarda büyük sıkıntılara, üzüntülere çöküntülere, bunalımlara neden olur. Aile ve toplumda çözümü güç sorunlar
yaratır.184
Bildiğiniz gibi, cinsel yaşam iki cins arasındaki ilişkinin, özellikle evliliğin belli başlı temel taşlardan biridir.
(177)Özcan Köknel, a.g.m., a.g.e., s. 278
(178)Özcan Köknel, a.g.m., a.g.e., gös.yer.
(179)Özcan Köknel, a.g.m., a.g.e., s. 278-279.
(180)Özcan Köknel, a.g.m., a.g.e., s. 279.
(181)Özcan Köknel, a.g.m., a.g.e., gös.yer.
(182)Özcan Köknel, a.g.m., a.g.e., gös.yer.
(183)Özcan Köknel, a.g.m., a.g.e., gös.yer.
(184)Özcan Köknel, a.g.m., a.g.e., gös.yer.
124 | Emine Öz türk
Cinsel uyum, cinsel yaşamın sağlıklı biçimde başlaması
ve sürdürülmesi gereklidir.185
Cinsel yaşam, cinsel içgüdünün doğuştan itibaren
gelişip olgunlaşacak cinsel isteğe dönüşmesi sonucu buluğ
(erinlik) yaşından sonra başlar. Erkek ve kadının birbirlerine karşı duydukları ilgi ve sevgi de önemli bir yer tutar.186
Cinsel yaşamla, cinsel istek ve ilişkiyi birbirinden
ayırmak gerekir. Cinsel isteğin erinlik (buluğ) çağından
sonra ortaya çıkmasına karşın sağlıklı bedensel ve ruhsal
cinsel ilişki ancak kız için 19-20, erkek için 22-23 yaşından
sonra olabilir. 187
Erinlik, (buluğ) çağından sonra karşı cinse yönelmeyen
ya da karşı cinsle ilişki kuramayan kişilerde derece derece
değişebilen cinsel sorunların ya da sapma ve sapıklıkların
bulunduğundan söz edilebilir.188
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki, kızların bu konuda
kullanılmaya müsait tabiatlarını vurgulayarak diyoruz ki,
yapılması gereken, özgüveni gelişmiş, duygularını değil
aklını ön plana çıkararak yaşayan bireyler yetiştirmektir.
Bununla beraber erkeklerin bu konularda gerçekten de
kızları kullanma amaçlı hareket edip etmedikleri sosyal
hayata bakıldığında daha da net açığa çıkacaktır.
(185)Özcan Köknel, a.g.m., a.g.e., gös.yer.
(186)Özcan Köknel, a.g.m., a.g.e., s. 279.
(187)Özcan Köknel, a.g.m., a.g.e., s. 280.
(188)Özcan Köknel, a.g.m., a.g.e., s. 280.
SONUÇ
DİN ve AHLAK FAKTÖRÜ
VE BU FAKTÖRÜN AŞK VE FLÖRT
OLGULARINA ETKİSİ
T
arih boyunca insanlar hayatlarını inandıkları dinin
emirlerini gözeterek, bu dinin emirlerine uyarak
yaşamayı istemişlerdir. İnsanlar hiçbir zaman başkalarının karışmasına izin vermeyecekleri özel hayatlarını,
en özel yaşantılarını hep dinin emirleri yönünde düzenlemeye çalışmışlardır. Dolayısıyla aslında toplumların
inandıkları din ve bu dinin etkisiyle oluşmuş bulunan gene
o toplumun ahlak kuralları, erkek kadın ilişkilerinde tarih
boyunca fevkalade etkin olmuştur ve bugün hala etkindir.
Ta İlkçağ toplumlarından beri toplumun din ve ahlak anlayışı kadın erkek arası ilişkileri etkilemiştir. Kaynaklarda
gerek Sümerlerde, gerek Babillilerde, gerekse Romalılarda
kendisini tapınağa adayarak fahişelik yapanlardan söz
edilir. Bu kadınlar tapınak için fahişelik yaparlar ve onlara
kurban ayininde verilen para aslında tapınağa verilmiş
sayıldığından para tapınağa bırakılırdı. Bunlara “Kutsal
Fahişe” denirdi. Kutsal Fahişeliğin nasıl ortaya çıktığına
126 | Emine Öz türk
AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 127
gelince; “Kadim toplumlarda toplum daha anaerkil olduğundan ve doğayla daha iç içe yaşandığından bu toplumlarda kadının ve erkeğin cinsel doğaları ile dinsel tutumları
birbirinden ayrılmaz nitelikteydi. Şükran ve övgülerinde
ya da niyazlarında, aşk ve tutkuya saygı duyan tanrıçaya
seks edimi sunarlardı”.189 “Hammurabi kanunları kutsal
fahişenin haklarını koruyan özel yasalar içeriyordu; evli
bir kadının ününü yücelten yasa, kutsal fahişeyi de tıpkı
çocukları gibi iftiraya karşı koruyordu. Kutsal fahişelerin
toplumsal bir konumu vardı, eğitim görüyorlardı. Bazı
durumlarda siyasal ve yasal olarak erkeklerle eşit durumda
oluyorlardı”. 190 Belki de kadınlar en eski medeniyetlerde
dişilik özelliklerini ve cinselliklerini kullanarak anaerkil
bir düzen kurmuşlardı. Bu konuda Merlin Stone’un söyledikleri oldukça dikkat çekicidir. Anlaşıldığı kadarıyla
o dönemde Tanrıçalar büyük oranda kadındı; fakat gene
aynı dönemde kadınlar maalesef cinsel bir nesne olarak
kullanılıyordu. Anaerkil bir toplumda din, kadim medeniyetlerde kadın ve erkeklerin cinsel tutumlarını belirleyen
temel etkendi.
Öyle anlaşılıyor ki insanların Tanrıçalara taptıkları
dönemlerde yani pagan (putperest) kültürünün egemen
olduğu ve bu egemenliğin de tabiri caizse kadınlardan
yana işlediği dönemlerde, Merlin Stone’un kitabına isim
olarak koyduğu ve kadınların dışarıda çalışıp erkeklerin
evde oturdukları, çocuklara baktıkları, yün eğirdikleri,
hatta savaşa bile katılmadıkları, onların yerine kadınların
savaştıkları döneme bakınca görüyoruz ki kadınlar söz
konusu dönemde hakikaten ülkelerin yönetiminde siyasal
erki ve hatta askeri erki ellerinde bulunduruyorlardı. Örneğin Merlin Stone, Hz. İsa’nın doğumundan kırk dokuz
yıl önce Roma Sicilya’sından bir adamın Kuzey Afrika ve
Yakın Doğu’ya yaptığı seyahatlerde gittiği yerlerin kültürel
kalıplarına ait hususları büyük bir merakla kaydettiğini
söyler ve onun kaydettiklerinden bazılarını nakleder. Merlin Stone daha sonra ismini vererek Didoros’dan özellikle
Etiyopya ve Libya ile ilgili şunları nakleder. “Etiyopyalı
kadınlar silah kullanıyorlar, ortak evlilikler yapıyorlar
ve Libya’da da, bizde kadınların yaptığı işleri erkekler
yapıyorlardı. Ayrıca mesela Mısır’da Cyrus Gordon’a göre
miras babadan değil anadan geçiyordu, kadın ailenin başıydı. Kadın kocasını seçebilirdi de, boşayabilirdi de. Aynı
şekilde kadınlar Sümer’de de sosyal ve siyasi erki ellerinde
tutarlardı. Bu ülkede de yeraltında örneğin tek bir Tanrıça
egemendi”.191 Ancak toplumun anaerkil olduğu yine aynı
dönemde kadınların ahlaki seviyelerinin sosyal yapının
temel dayanaklarını ellerinde tutmalarından dolayı sahip
oldukları sosyal statünün yüksekliğiyle aynı ölçüde değildir. Bu anaerkil dönemde Nancy Qualls’in ifadelerinden
de anlaşıldığı kadarıyla Tanrıça olmayan kadınlar, Tanrıça
kadınlar ve onların tapınakları kendilerini satmaktaydılar.
Gelir de yalnız tapınağa ve tanrıçaya aitti. Bunu Qualls’in
şu yorumlarında kısaca görelim:
“Aşk, tutku ve bereket tanrıçası, farklı çağlarda ve farklı
yerlerde çeşitli adlarla biliniyordu. Gördüğümüz gibi,
Sümer’de İnanna, Babil’de İştar adını taşıyordu. Persler
Anahita’ya taparken, Kenanlılar, İbraniler ve Fenikeliler, aynı zamanda Astarte ya da Ashtart adlarını taşıyan
Anath’ın sunağı önünde diz çöküyorlardı. Mısır’da ona İsis
adı veriliyordu; daha önceleriyse Hathor adını taşımaktaydı. Libya’da Kibele olarak tanınıyor, Romalılar ise Venüs
olarak adlandırılıyordu. Yunanistan’da, o güzel Afrodit
(189)Nancy Qualls-Corbett, Kutsal Fahişe, çev. Gül Çağalı Güven, Tavanarası
Yay., İstanbul – 2001, s. 42
(190)Nancy Qualls-Corbett, a.g.e., s. 51
(191)Merlin Stone, Tanrılar Kadınken, çev. Nilgün Şarman, Payel Yay., Özal Matbaası, İstanbul – 2000, s. 64-71
128 | Emine Öz türk
idi. Afrodit bereketle özdeşleştirilmişti. Bu özellik Tanrıça
Rhea ya da Demeter’e aitti. Afrodit aşk ve tutkuya hükmediyordu ve imgesi bugün belki de en çok bu özellikleriyle
ünlüdür. Adı ya da mekanı ne olursa olsun, aşk tanrıçası,
ilkbaharla çiçeklenen doğayla uykudaki tohumların ihtişamla açtığı dönemle özdeşleştirilir. Güzellik, en kusursuz
bileşenidir; Afrodit’in çıplaklığı yüceltilir”.192
Görüldüğü üzere söz konusu anaerkil dönemde aslında adları çeşitli ülkelerde ve yerlerde değişmekle beraber
kadınlar Aşk Tanrıçası adına hem de ibadet yaptıklarına
inanarak kendilerini tapınak ve tanrıça için körü körüne
adıyorlardı. Ve bu adanmışlık ahlaksızca bir adanmışlıktı. Neticede cinselliğin ibadetle özdeşleştirildiği ahlakın
yüzüstü olduğu bir anaerkil toplum vardı. Eğer hakikaten
toplum anaerkil olduğunda ortaya çıkacak sosyal ahlaki
manzara bu olacak ise, ki yüksek bir ihtimalle böyle olacaktır, o halde toplumun olduğu gibi kalması yeğdir.
Yahudiliğin kadın erkek ilişkileri ile ilgili tavrını Tevrat’taki çok evlilikle ilgili tutumlara değinirken zikretmiştik. Şimdi kısaca da olsa Tevrat’ın kadın görüşüne dikkat
çekelim. Tevrat’ın Yaratılış, 29:15-35; 30:1-2; Yaratılış,
16:1-4; II.Samuel, 5:13; 1.Krallar, 11:1-4’deki pasajlarında
Tevrat’ın kadınla ilgili tavrını daha net görebiliriz. Daha
önce sırf çok evlilikle ilgili değindiğimiz bu pasajlar şimdi
bizim açımızdan şunu gösteriyor ki; Yahudi kadını erkeğin
kendisine olan ilgisini bile iltifat sayıyordu. Dolayısıyla
Adem ve Havva kıssasının Tevrat’ta kadının aleyhine ele
alınışı hatırlanacak olursa, kadının Yahudi toplumunda
hiç de makbul bir varlık olmadığını anlarız. Ancak erkek
kadın münasebetlerine bakışına gelince bunları aşağıdaki
Tevrat pasajlarında görebiliriz. “Biri başka birinin karısıyla
yani komşusunun karısıyla zina ederse, hem kendisi hem
(192)Nancy Qualls-Corbett, a.g.e., s. 79
AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 129
de zina ettiği kadın kesinlikle öldürülecektir”.193 Tevrat bu
ve daha pek çok pasajda zinayı yasak etmiş olup, kadın
erkek arası münasebetlere kesinlikle tahammül yoktur.
Bununla beraber gene Tevrat’ta pek çok Peygamber de
haksız yere zina etmekle itham edilir. Örmeğin Hz. Lut
kızlarıyla birlikte olmakla suçlanır.194 Hz. Süleyman’ı ise
karılarının saptırdığı söylenir.195
Hristiyanlığa gelince, bu dinin erkek kadın arası münasebetlere bakışı şöyledir. Hristiyanlıkta çoğu zaman
evlilik değil kendini Tanrı’ya adama makbul görülmüş ve
evliliğe tercih edilmiştir. Ancak evlilik yapıldıktan sonra
da ayrılmak olmaz. “Öyle sanıyorum ki şimdiki sıkıntılar
nedeniyle insanın olduğu gibi kalması iyidir. Karın varsa
boşanmayı isteme. Karın yoksa kendine eş arama. Ama
evlenirsen günah işlemiş olmazsın, bir kız da evlenirse
günah işlemiş olmaz. Ne var ki, evlenenler bu yaşamda
sıkıntılarla karşılaşacak, ben sizi bu sıkıntılardan esirgemek
istiyorum”.196
Görüldüğü üzere Hristiyanlıkta evlilik dahi Tanrı’ya
giden yolda bir engel olarak görülüyordu. Kaldı ki arkadaşlık yahut gayrimeşru bir münasebet asla kabul görmez,
“Fuhuştan kaçının. İnsanın işlediği bütün öbür günahlar
bedenin dışındadır; fuhuş yapan, kendi bedenine karşı günah işler”. 197 Tarih boyunca din, toplumların cinsel ahlakını
belirleyen bir etken olmuştur. Özellikle Hristiyanlıkta yüzyıllar boyunca insanlar evlendikleri halde boşanamamışlar.
Ancak Reformlara ve Rönesans’a kadar bu böyle devam
etmiş. Protestanlığın kuruluşuyla pek çok şey değişmiş ve
evlilik normal olduğu kadar zamanla boşanma da normal
(193)Levililer, 20:10
(194)Yaratılış, 19 : 30-38
(195)1. Krallar, 11: 1-4 vd.
(196)Korintliler, 7/8 :6-29
(197)Korintliler, 5/6:18
130 | Emine Öz türk
AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 131
kabul edilmiştir. Özellikle tekrar zikretmek gerekirse Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’da kadınlar ve erkekler
birlikte bir arkadaşlık yahut flört dönemi geçirdikten sonra
evlenmektedirler. Bugün artık din başlı başına bir etken
olmaktan çıkmıştır. Bunlara yukarıda daha önce flört kavramının tarihçesini anlatırken değinmiştik.
İslam’ın konuyla ilgili tavrını ve buna bağlı olarak
Müslümanların bu tarz evlilik öncesi münasebetler
hususunda geliştirdikleri tavrı daha iyi anlayabilmek için bu
konuda Kuran’ın tavrına iyice bakmamız gerekiyor. Kuran
ise iffet ve sevgi hususunda şöyle diyor. “Kadınların ay
hallerinden kesilenler yani artık nikaha ümitleri kalmamış
ihtiyarlar gizli ziynetlerini erkeklere göstermemeleri şartıyla, üst elbiselerini bırakmalarında onlar için bir sakınca
yoktur. Ama bundan da çekinip örtünmeleri kendileri
için daha hayırlı olur.”198 Burada çekinip örtünmek iffet
anlamındadır. “İçinizden kendileriyle huzura kavuşacağınız eşler yaratıp, aranızda sevgi ve rahmet var etmesi
onun varlığının belgelerindendir. Bunlar da düşünen bir
toplum için dersler vardır”.199 “Böyle kadınlara üstü kapalı
bir şekilde evlenme önermenizde veya gönlünüzde olanı
saklı tutmanızda size sorumluluk yoktur. Allah onları anacağınızı bilir. Ancak töreye uygun söz söylemenin dışında
onlarla gizlice buluşmak üzere söz vermeyin. Kesin süre
sona ermeden nikah akdine kalkışmayın. Gönlünüzde
olanı Allah’ın bildiğini bilin ve ondan çekinin. Allah’ın
çok bağışlayıcı ve halim olduğunu bilin”.200 İslam’a gelince, İslam sevgiyi asla toplumsal ve bireysel yaşamdan
dışlamadığı gibi tam tersine eşlere evliliklerini sürdürme
yolunda telkinlerde bulunarak Kuran’da bir sevgi toplumu
inşa etmeye çalışmıştır. Ancak İslam’ın aradığı tek şey örfe
yani toplumun genel kabullerine aykırı düşmeden bir
münasebete girmektir. Allah’ın tek istediği bu yönde dürüst
bir yaşamdır. Öncelikle şunu iyice vurgulamak lazım ki
İslam bu konuda sevgiyi kesinlikle dışlamamakla beraber,
evlilik öncesi bir cinsel birlikteliği asla doğru bulmadığı
gibi, evlilik öncesinde zina eden bir kişinin ancak kendisi
gibi bir zina edene layık olduğunu belirterek temizlerin
ancak temizler için, bir zaninin de ancak bir zani için uygun olabileceğini ısrarla vurgulamaktadır. Bu konu 24/Nur
Suresi 3. ve 26. ayeti kerimelerde şöylece vurgulanmıştır.
“[Onların her ikisi de eşit derecede suçludur:] zina yapan
erkek ancak zina yapan bir kadınla -yani, [kendi cinsel
arzularını tanrılaştıran bir kadınla- birleşir; zina yapan
kadın da ancak zina yapan bir erkekle –yani, [kendi cinsel
arzularını] tanrılaştıran erkekle- birleşir: bu [birleşme]
müminlere yasak edilmiştir”.201 Aynı şekilde Kuran Nur
suresinin bir başka ayetinde ise gene evlilik öncesi iffete
bir kez daha şöyle vurgu yapmaktadır. “[Kural olarak]
yozlaşmış kadınlar yozlaşmış erkeklere; yozlaşmış erkekler
de yozlaşmış kadınlara yaraşır. Tıpkı lekesiz kadınların
lekesiz erkeklere; lekesiz erkeklerin de lekesiz kadınlara
yakıştığı gibi. [Allah, bu sonrakilerin] haklarında çıkarılan
söylentilerin hepsinden masum ve uzak olduklarını [bildiğine göre], günahlarından ötürü bağışlanma ve büyük
üstün rızık onların hakkıdır”.202 Bütün bu ayetler Kuranı-ı
Kerim’in ne kadar hassas olduğunu bize açıkça göstermektedir. Ayrıca gene aynı suredeki erkekleri ve kadınları
harama bakmaktan sakınsınlar diye müminleri uyaran ve
aynı zamanda başörtüsü için de delalet kabul edilen ayet,
yani Nur Suresi 31. ayeti kerime ve ondan bir önceki ayeti
kerime bu konunun yani iffetin, ruhsal ve bedensel temiz-
(198)4/Nur /60
(199)30Rum/21
(200)2/Bakara/235
(201) 24/Nur/3
(202)24/Nur/26
132 | Emine Öz türk
AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 133
liğin ne denli önemli olduğunu bize açıkça göstermektedir.
Şimdi bu ayetlere bakalım. “İnanan erkeklere söyle, gözlerini bakılması yasak olandan çevirsinler ve iffetlerini korusunlar; temiz ve erdemli kalmaları bakımından en uygun
davranış tarzı budur. [Ve] Şüphesiz Allah onların (iyi ya da
kötü) işledikleri her şeyden haberdardır. İnanan kadınlara
da söyle, onlar da gözlerini bakılması yasak olandan çevirsinler; iffetlerini korusunlar; örfen görünmesinde sakınca
olmayan yerleri dışında, cazibe ve güzelliklerini açığa vurmasınlar ve bunun için, başörtülerini yakalarının üzerine
salsınlar. Cazibe ve güzelliklerini kocalarından, babalarından, kayınpederlerinden, oğullarından, üvey oğullarından,
kardeşlerinden, erkek kardeşlerinin ya da kız kardeşlerinin
oğullarından, kendi evlerindeki kadınlardan, yahut yasal
olarak sahip oldukları kimselerden, yahut kendilerine bağlı
olup cinsel isteklerden yoksun bulunan erkeklerden, ya da
kadınların mahrem yerlerinin henüz farkında olmayan
çocuklardan başka kimsenin önünde açığa vurmasınlar;
ve [yürürken] gizli görkem ve güzelliklerini belli edecek
şekilde ayaklarını yere vurmasınlar. Ve siz ey müminler,
hepiniz topluca günahkarca davranışlardan dönüp Allah’a
yönelin ki kurtuluşa erişesiniz”.203
Bu ayetlerde bir satır arası okuma yaparsak ayetler açık
olarak ifadelendirdikleri gözlerini harama bakmaktan koruma, ziynetlerini tek tek en ince ayrıntılarıyla zikredilen
mahrem olanların dışındaki kimselere göstermeme gibi
noktaların dışında ruhsal iffetin aynı zamanda bir bedensel iffetten geçtiğini ifade etmektedirler. Yani ruhsal ahlak
ve iffetin anahtarı bedensel ahlak ve iffettir. Bu da bizim
konumuz olan flörte şu noktada ışığını yansıtır ki, flörtte
birlikte olunan kimse namahrem olan bir zattır. Yani belki
böyle bir münasebette kişi bilhassa gizli gizli buluşmayı ve
yalnız bu niyetle yani flört etmek niyetli birlikte olmayı
kabulleniyorsa, Allah’ın bu ayetlerine muhalefet etmiş
olacağı açıktır. Allah-ü Teala iffete o denli önem verir ki,
iffetli olan bir ehli kitabı, iffetli olmayan bir Müslüman’a
tercih etmektedir. “Bugün hayatın bütün güzel şeyleri size
helaldir; sizin yiyecekleriniz de onlara helaldir. Ve [bu ilahi
kelama] inanlar içindeki iffetli kadınlar ile sizden önce
kendilerine vahiy verilenler arasında bulunan kadınları
nikahlamanız; -onlara mehirlerini vermeniz şartıyla ve
onları gayrimeşru yolla ya da gizli dost tutma yoluyla
değil de meşru bir nikah ile almanız şartıyla size helaldir.
[Allah’a] inanmayı reddedene gelince; onun bütün işleri
boşa gidecek: zira o öteki zarara uğrayanlar arasında yer
alacaktır”. Gene pek çok başka ayette olduğu gibi bir ayette
de iffete şöyle vurgu yapılmaktadır. “Ve onlar ki iffetlerini korurlar”.204 Bu ve Ahzab suresi 35. ayeti kerime gibi
pek çok ayet iffete devamlı vurgular yapmaktadırlar. Bu,
Kuran-ı Kerim’in aslında bu konuda nasıl da hassas olduğunu ve sürekli vurgular yaptığını bize açıkça gösteriyor.
Bütün bunlar dolayısıyla Müslümanlar da tarih boyunca bu
konularda çok hassas davranmışlar hatta Kuran’da Allah’ın
vurguladığı bu iffeti korumak için Müslüman kadınlar Hz.
Peygamber ve bilhassa ilk dört halife döneminden sonra
kendilerine getirilen fitne döneminde, artık mescide, artık
istediğiniz her yere gidemeyeceksiniz şeklindeki yasaklara
ses çıkarmamışlardır. Bugünün şartlarıyla abartılı bulunsa da bu hareketin asıl sebebi Allah’ın hudutlarını aşma
korkusudur. Ancak İslam Tarihindeki bu yasaklamalar asla
bir takım gayrimeşru münasebetlerin olmasını önlememiştir. Çünkü her devir ve her toplumda günah ve sevap
kavramları vardır ve olacaktır.
Ayrıca İslam Tarihine bakıldığında görülecek ki, İs-
(203)24/Nur/30-31
(204)23/Mü’minun Suresi/5
134 | Emine Öz türk
lam toplumlarında bu yönde, yani cinsel münasebetler
hususunda büyük sapmalar toplumsal bazda asla olmamıştır. Bunun sebebi ise İslam’ın bu hususlar hakkında
geliştirdiği sağlam metot ve her zaman her hususta olduğu
gibi burada da itidal ve orta yolu tavsiye etmiş olmasıdır.
Ancak bugün yasalarımızda bir erkeğin birden çok kişiyle
veliliğini yasaklayan kurallar bulunduğu için ve daha önce
toplumsal değişme maddesinin sonunda da belirttiğimiz
gibi insanlara da bir ilişkide sonuna kadar gitmek zor
geldiği için, genelde halk arasında İmam Nikahı denen
ve aslında artık bir dua yapmaktan başka hiçbir hukuki
fonksiyonu kalmamış olan bir sözde nikahla birlikte
olma eğilimi göze çarpıyor. Aslında Cahiliye Devrinde de
bulunan ve Allah Resulü’nün yasakladığı bir nikah olan
Muta nikahıyla birlikte olma eğilimi göze çarpıyor, ancak
bu, İbrahim Canan’ın bu konuya ayrıca kitap tahsis ettiği
çok hassas bir konudur. Bu durumun daha çok dindar
yani dini endişesi olan çevrelerde ortaya çıktığı ise Nilüfer
Narlı’nın, “Türk Toplumunda İmam Nikahı Olgusu” adlı
makalesinde vurgulanmaktadır. Kısaca şu söylenebilir ki,
bu nikah muvakkat yani belirli bir zamanla kayıtlı olduğu
için, bu nikah yapılırken belirlenen süre sonunda sona
erdiği için, yani bir ömür boyu sürmek zorunluluğu bulunmadığı için flörte alet olarak kullanıldığı ilgili eserlerde
zikredilmektedir. Ki bu tarz ilişkilerin gençler arasında
kurulmasının özellikle son yirmi yılda açığa çıkan dini
eğilimlerin yaygınlaşmasıyla ortaya çıkmış bir davranış
olduğu görülmektedir.
KAYNAKÇA
•
•
•
•
•
•
•
•
•
Ahmed bin Hanbel, Müsned, Kahire-1313, c.VI, s. 405, No.2;
Ebu Davut es-Sicistani, Sünen, İmametü’n-Nisa, c.II, s. 62; İbn-i
Abdi’l –Berr, el-İstiab, Küna’n Nisa, Haydarabad-1309, No.107;
İbn Hacer el-Askalani, Metalibu’l Aliyye, Kuveyt-1393, No.4159
Akın Ayşe, Üreme Sağlığına Giriş Katılımcı Rehberi, Toplumsal
Cinsiyet Kavramı ve Sağlığa Etkileri, T.C. Sağlık Bakanlığı Ana
Çocuk Sağlığı ve Aile Planlaması Genel Müdürlüğü Katılımcı
Kitabı, Ankara, 2009, s. 14.
Aşkın Anatomisi (Derleme Kitap), Çeviren: Harmancı Mehmet ;
Derleyen: A. Krich, Say Yayınları, İstanbul, 2005, s. 58-59.
Attar Feridüddin, Tezkiretü’l Evliya, çev. Uludağ Süleyman, Bursa
1984, s. 110-127
Bardakoğlu Ali, “Cahiliye Döneminde Kadın”, Sosyal Hayatta
Kadın, İSAV, Ensar Neşriyat, İstanbul, 1996.
Baymur Feriha, Genel Psikoloji, İnkılap Yay., İstanbul, s. 62
Bozkurt Gülnihal, “Cumhuriyet Öncesi ve Sonrasında Türk Kadının Hukuki Durumu”, Kastamonu’da İlk Kadın Mitinginin 75.
Yıldönümü Uluslararası Sempozyumu, Atatürk Kültür Dil Tarih
Yüksek Kurumu, Ankara – 1996, s. 157
Cevizci Ahmet, Paradigma Felsefe Sözlüğü, Aşk Maddesi, Paradigma Yay., İstanbul / Eylül – 2000.
Chantal Quelquejay/Lemercier, “Birinci Dünya Savaşından Sonra
Fransa’da Kadın Hakları ”,
136 | Emine Öz türk
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
Çunbur Müjgan, Karaco’ğlan, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay.,
Ankara, Aralık –1985.
Demirdirek Aynur, Osmanlı Kadınlarının Hayat Hakkı Arayışının
Bir Hikayesi, İmge Kitabevi, Ankara –Ocak/1993.
Develioğlu Ferit, Osmanlıca–Türkçe Ansiklopedik Lugat, Aydın
Yay., Ankara –1997, s. 284
Doğan İsmail, Sosyoloji, Sistem Yay., İstanbul / Ocak – 2000, s.
379;Özbay Haluk – ÖztürkEmine, Gençlik, İletişim Yay., Yeni Yüzyıl Kitaplığı, s. 12; Mary . J. Gander – Harry W. Gardiner, Çocuk
ve Ergen Gelişimi, Yayına Hazırlayan: OnurBekir, çev. DönmezAli,
ÇelenNermin ve OnurBekir, İmge Kitabevi Yay., Ankara – 1998.
Hüseyin Peker, Din Psikolojisi, Aksiseda Matbaası, Samsun –2000.
Dönmezer Sulhi, Toplumbilim, Beta Basım Yayım Dağıtım A. Ş.,
İstanbul –1994.
el-Kastallani, İrşadü’s-Sari, Şerh’ul Buhari, c.III, s. 22; el– Hakim,
Müstedrek, Haydarabad Dekkan-1334; c.4, s. 25 -Zeynep bin
tu Cahş maddesine bakınız; İbni Kesir, el- Bidaye ve’n Nihaye,
Kahire-1351, c.VII.
Erol Burçin, “ Tanzimat’tan Cumhuriyete Türk Kadını ”, Kadın
Mitinginin 75.Yıldönümü Uluslararası Sempozyumu, Atatürk
Kültür Dil Tarih Yüksek Kurumu, Ankara – 1996, s. 147-152
et–Taberi, Muhammed bin Cerir, Tarih’ulUmemive’lMuluk, Tah:
Muhammed Ebu’lFadl İbrahim, Beyrut-1967, c.IV, s. 221; İbniAsakir, Ebu’l Hakim Ali bin el-Hasan Hibetullah, Tarih-u Medinet-i
Dimaşk (Teracim’un –Nisa, kısmı) , s. 457
Fındıkoğlu Ziyaeddin Fahri, “ Türklerde Aile İçtimaiyatı ”, Aile
Yazıları : Temel Kavramlar, Yapı Tarihi Süreç, Başbakanlık Aile
Araştırma Kurumu Yay.,Ankara –1991.
Giddens, A. Sosyoloji, çev. ÖzelHüseyin – GüzelCemal, Ayraç
Yay., Ankara – 2000.
GökalpZiya, Türkçülüğün Esasları, İnkılap Yay., İstanbul –2001.
GökçeBirsen; “Evlilik Kurumuna Sosyolojik Bir Yaklaşım”, Aile
Yazıları 4, Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu Yay., Ankara
–1991, s. 385-400
GümüşoğluFirdevs, “Cumhuriyet Döneminin Ders Kitaplarında
Cinsiyet Rolleri (1928-1998)”, 75 Yılda Kadınlar ve Erkekler,
Bilanço ’98, Tarih Vakfı Yayınları ve Türkiye İş Bankası Yayınları
Ortak Yayını, İstanbul / Ekim – 1998, s. 101
II. Samuel, 5:13
İbni Habib; Ebu Cafer Muhammed bin Habib bin Umeyye bin
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
Ömer el- Haşimi, Kitabu’l – Muhabbar, Beyrut.
İbni Sad, Ebu Abdillah Muhammed, et- Tabakat’ül Kübra, c. IV,
c. V, ve c. VIII.
İbniŞebbe, Kitabu Ebu Zeyd Ömer en-Numeyri el-Basri,
KitabuTarih’lMedineti’l Münevvere, Tah:Fehim Muhammed
Şeltut, Cidde-1979, c.I ve c.IV.
İbnu’lCevzi, CemaleddinEbu’lFerec, MenakıbuEmiru’lMü’minin
Ömer bin el-Hattab, Beyrut-1987.
KahhaleÖmer Rıza, A’ lamü’ – Nisa, fi alemeyi’ l – Arabi, ve’l İslam,
Dimaşk – 1378 - 1959, c.V., s. 295; c.IV, s. 90-91; c.II.
KaraerMustafa Necati, Karac’oğlan, Tercüman 1001 Temel Eser,
Kervan Kitapçılık Ofset A. Ş., s. 44-4
KocaKadriyeYılmaz, Osmanlı’da Kadın ve İktisat, Beyan Yay.,
İstanbul, s. 37
Konuyla ilgili bkz. FetnaAytSabbah, İslam’ın Bilinçaltında Kadın,
çev.SönmezAyşegül Ay, Ayrıntı Yay., İstanbul –1993; ayrıca bkz.
Sayın Dalkıran, İbni Kemal ve Düşünce Tarihimiz, Osmanlı Araştırmaları Vakfı (OSAV) , İstanbul – Haziran 1997, s. 62 ( 7. Dipnotta İbni Kemal’in söz konusu eseriyle ilgili bilgi bulabilirsiniz.)
Konuyla ilgili daha geniş malumat için bkz. NarlıNilüfer, “Türk
Toplumunda İmam Nikahı Olgusu”, Kadınların Gündemi, Yayına
Hazırlayan: AratNecla, Say Yay., İst.-1997, s. 79-88., Cananİbrahim, Namus Fitnesi Mut’a, Timaş Yay., İst-1992.
Korintliler, 5/6:18
Korintliler, 7/8 :6-29
KöknelÖzcan, “Gençlik Çağında Kız-Erkek Arkadaşlığı”, Aile
Yazıları/III, Birey Kişilik ve Toplum, Derleyenler:DilekçigilBeylü,
ÇiğdemAhmet, Ankara-1990, s. 277
KurnazŞefika, Cumhuriyet Öncesinde Türk Kadını, s. 70
Levililer, 20:10
Longman Metro, Büyük Sözlük İngilizce - Türkçe / Türkçe –
Türkçe, s. 549
Longman Metro, gös .yer
Longman Metro, gös .yer
Matta, 25: 9 -13
Matta, 25:1-8
Merlin Stone, Tanrılar Kadınken, çev. Nilgün Şarman, Payel Yay.,
Özal Matbaası, İstanbul – 2000, s. 64-71
Meydan Larousse, Aşk Maddesi, c. II, s. 225
Meydan Larousse, Büyük Lugat ve Ansiklopedi, c. VII.
138 | Emine Öz türk
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
Meydan Larousse, c.VII, 420
Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, çev.SalihTuğ, İrfan
Yayımcılık ve Ticaret, İstanbul – 1993, c.II.
MuhsinAmineVedud, Kuran ve Kadın, çev.ŞişmanNazife İz Yayıncılık, İstanbul –1997.
MunganMurathan, Mahmut İle Yezida, Ağustos –1995, s. 9-98
MutçalıSerdar, Arapça-Türkçe Sözlük, , Dağarcık Yay, İstanbul/
Aralık–1995 s. 427 - 646
Nancy Qualls-Corbett, Kutsal Fahişe, çev. Gül Çağalı Güven,
Tavanarası Yay., İstanbul – 2001.
Ney Bendason, Başlangıcından Günümüze Kadın Hakları, çev.
TekeliŞirin, İletişim Yay., Yeni Yüzzyıl Kitaplığı, s. 28; BoleliNusrettin, Kadınların Hadis İlmindeki Yeri, İlahiyat Fakültesi Vakfı
Yay. (İFAV) , İstanbul – 1998
Okiç Muhammed Tayyip, İslamiyet’te Kadın Öğretimi, Diyanet
İşleri Başkanlığı Yayınları, Ay yıldız Matbaası, 1984
Ooxford Resimli Ansiklopedik Sözlük, Yayına Hazırlayanlar :
J. Coulson, C. T. Carr, LucyHutchinson ve DorothyEagie, çev
. Resuhi Dikmen başkanlığındaki bir yayın kurulu, c. II, s. 634
ÖzakmanMemduh, Flört, Saypa Yay., Ankara, 1997.
Redhouse, İngilizce–Türkçe/Türkçe–İngilizce Sözlük., Milliyet
Yay. İstanbul-1992, s. 831
Rezan Şahinkaya, “ Gençler Arasında Yaygınlaşan Kohabitasyon’un
Geleneksel Aile Kurumuna Etkisi ”, Cumhuriyet Köye Köylü Kadına ve Türk Ailesine Neler Getirdi?,A.Ü.Ziraat Fak. Yay., Ankara
– 1977, s. 92
SafaPeyami, Kadın Aşk Aile, Ötüken Yay ., İstanbul, 1976.
SafaPeyami, Türk İnkılabına Bakışlar, Ankara, 1981.
SaranNephan, “Aile Hayatı ve Toplum”, Aile Yazıları-III, Birey
Kişilik ve Toplum, s. 140.
SaranNephan, “Aile Hayatı ve Toplum”, Aile Yazıları-III, Birey
Kişilik ve Toplum, Derleyenler: DilekçigilBeylü, ÇiğdemAhmet,
T.C. Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu, Ankara-1990.
SavaşRıza, Raşid Halifeler Devrinde Kadın, Ravza Yay., İstanbul
– Nisan 1996
Shakspeare, Romeo ve Jüliet, çev. Turan Oflazoğlu, Bilgi Yay.,
Aralık –1995, s. 136-139
Sigmund Freud, Uygarlık Din ve Toplum, çev.Budak Selçuk, Öteki
Yay ., Ankara 1997, s. 140.
Söz konusu alıntı için ve daha geniş bilgi için bkz.Şenel Alaeddin,
AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 139
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
İlkel Topluluktan Uygar Topluma, Bilim ve Sanat Yay., Ankara
–1995, s. 47-67
Tahiru’l –Mevlevi, Şerh-i Mesnevi, Selam Yay., Ahmet Said Matbaası, İstanbul , 1963.
Tok Gökhan, gös.yer, s. 45 - 46
TokGökhan, “ Eski Ama Eskimeyen Masal Tarih Boyunca Aşk ”,
Bilim ve Teknik, Mayıs – 2001, s. 43-44.
TokGökhan, gös.yer, s. 43
TümerGünay, İslam’da Kadın, Kadın Mitinginin 75.Yıldönümü
Uluslararası Sempozyumu, Atatürk Kültür Dil Tarih Yüksek
Kurumu, Ankara – 1996, s. 173-174
Türk Ailesinde Adolesanların Sorunları, T.C. Başbakanlık Aile
Araştırma Kurumu Başkanlığı Yay., Ankara, 1987.
UludağSüleyman, Sufi Gözüyle Kadın, s. 25
ÜçokBahriye, İslam Devletlerinde Türk Naibeler ve Kadın
Hükümdarlar, Kültür Bakanlığı
Ünal Cavit, “Cinsiyete Bağlı Psikolojik Farklar ve Türk Çocukları
Üzerinde Bir Karşılaştırma”, Aile Yazıları/III, Birey Kişilik ve
Toplum, Derleyenler:DilekçigilBeylü, ÇiğdemAhmet, Ankara,
1990.
Yanbastı Gülgün, Kişilik Kuramları, Ege Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi Yay., Ege Üniversitesi Basımevi, İzmir-1996, s. 16-25
140 | Emine Öz türk
AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 141
142 | Emine Öz türk
AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 143
144 | Emine Öz türk
AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 145
146 | Emine Öz türk
AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 147
148 | Emine Öz türk
AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 149
150 | Emine Öz türk
AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 151
152 | Emine Öz türk
AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 153
154 | Emine Öz türk
AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 155
156 | Emine Öz türk
AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 157
158 | Emine Öz türk
AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 159
160 | Emine Öz türk
AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 161
162 | Emine Öz türk
AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 163
164 | Emine Öz türk
AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 165
166 | Emine Öz türk
AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 167
168 | Emine Öz türk
AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 169
170 | Emine Öz türk
AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 171
172 | Emine Öz türk
AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 173
174 | Emine Öz türk
AŞK SOSYOLOJ İ Sİ | 175
Download