Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Psikoloji Anabilim Dalı Klinik Psikoloji Bilim Dalı SOSYAL ANKSİYETE BOZUKLUĞU BELİRTİ DÜZEYİ YÜKSEK VE DÜŞÜK OLAN BİREYLERİN ÇEŞİTLİ PSİKOLOJİK DEĞİŞKENLER VE BİLİŞSEL YANLILIKLAR AÇISINDAN KARŞILAŞTIRILMASI: BİR BİLGECE FARKINDALIK TEMELLİ PSİKOEĞİTİM PROGRAMI ÖNERİSİ Dilay Eldoğan Doktora Tezi Ankara, 2017 SOSYAL ANKSİYETE BOZUKLUĞU BELİRTİ DÜZEYİ YÜKSEK VE DÜŞÜK OLAN BİREYLERİN ÇEŞİTLİ PSİKOLOJİK DEĞİŞKENLER VE BİLİŞSEL YANLILIKLAR AÇISINDAN KARŞILAŞTIRILMASI: BİR BİLGECE FARKINDALIK TEMELLİ PSİKOEĞİTİM PROGRAMI ÖNERİSİ Dilay Eldoğan Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Psikoloji Anabilim Dalı Klinik Psikoloji Bilim Dalı Doktora Tezi Ankara, 2017 TEŞEKKÜR Tez danışmanım ve sevgili hocam Doç. Dr. Müjgan İnözü’ye doktora tez sürecimdeki önemli katkıları ve üzerimdeki büyük emeği için yürekten teşekkür ediyorum. Yaşadığım pek çok sıkıntıda önerdiği hızlı ve yapıcı çözümler için kendisine çok şey borçluyum. Akademik bilgisi ve birikimlerinin yanı sıra bana her zaman destek olan değerli hocalarım Prof. Dr. Ferhunde Öktem, Prof. Dr. Gonca Soygüt, Doç. Dr. Sait Uluç’a çok teşekkür ederim. Ayrıca, Prof. Dr. Nesrin Hisli Şahin’e çok şey borçluyum. Doktora tez sürecimde varlığını hep hissettim ve ondan çok şey öğrendim. Tüm lisansüstü öğrenim sürecimde akademik bilgisi ve birikiminin yanı sıra manevi desteğini her zaman hissettiğim Prof. Dr. Elif Barışkın’a ise ayrıca teşekkür ederim. Yaşadığım ve yaşayabileceğim pek çok başarıda ve hayatımda aldığım pek çok kararda çok büyük payı vardır. İyi ki varsınız. Her zaman desteğini, sevgisini ve yardımlarını hissettiğim dönem arkadaşlarım Klinik Psk. Ece Ataman Temizel, Klinik Psk. Özge Yılmaz Cengiz ve Klinik Psk. Merve Kılıç Yıldız’a çok teşekkür ederim. Hayata karşı şükran duygumun sebebi sizsiniz. Doktora yeterliliğimden mezuniyetime kadar her daim yanımda olan ve desteklerini sonsuz hissettiğim başta Yrd. Doç. Dr. Zuhal Yeniçeri Kökdemir ve Prof. Dr. Doğan Kökdemir olmak üzere tüm Başkent Üniversitesi Psikoloji Bölümü ailesine ne kadar teşekkür etsem azdır. Tez yazma sürecimde tüm stresime katlanan, benimle birlikte stres yaşayan ve bu süreçte beni hiç yalnız bırakmayan Dr. Aykut Eken’e çok teşekkür ederim. İyi ki hayatımdasın. Son olarak, sevgilerini ve desteklerini hayatım boyunca bana hissettiren sevgili babam Veysel Eldoğan’a, sevgili annem Mehtap Eldoğan’a, ablam Dr. Selay Doğan’a ve sevgili ağabeylerime ne kadar teşekkür etsem azdır. Doktora eğitimim süresince sağladığı maddi olanaklar ile bu süreci daha kolay geçirmemi sağlayan TÜBİTAK’a çok teşekkür ederim. vi ÖZET ELDOĞAN, Dilay. Sosyal Anksiyete Bozukluğu Belirti Düzeyi Yüksek ve Düşük Olan Bireylerin Çeşitli Psikolojik Değişkenler ve Bilişsel Yanlılıklar Açısından Karşılaştırılması: Bir Bilgece Farkındalık Temelli Psikoeğitim Programı Önerisi, Doktora Tezi, Ankara, 2017. Bu araştırma kapsamında, sosyal anksiyete bozukluğu (SAB) belirtileri deneyimleyen bireylerin psikolojik belirtileri, duygu düzenleme güçlükleri, bilgece farkındalık düzeyleri ile çalışma belleği ve dikkat süreçlerine ilişkin yanlılıkları incelenmiştir. Ayrıca, bireylerin bilişsel işlevselliği ve esnekliği ile ilişkili olduğu bilinen bilgece farkındalık kavramının entegre edildiği bir psikoeğitim programı hazırlanmış ve yapılan pilot çalışma ile Bilgece Farkındalık Temelli Psikoeğitim Programı’nın SAB belirtileri ve dikkat yanlılığı üzerindeki etkililiği değerlendirilmiştir. İlk aşamada, 941 üniversitesi öğrencisinin SAB belirti düzeyleri değerlendirilmiş, SAB belirti düzeyi yüksek ve düşük gruplar oluşturulmuş, bu gruplar çeşitli psikolojik belirtiler açısından karşılaştırılmıştır. İkinci aşamada, SAB belirti düzeyi yüksek ve düşük olan gruplar duygu düzenleme güçlüğü, bilgece farkındalık, çalışma belleği ve dikkat yanlılığı açısından karşılaştırılmıştır. Üçüncü aşamada ise araştırma kapsamında hazırlanmış olan Bilgece Farkındalık Temelli Psikoeğitim Programı, bir pilot çalışma ile SAB belirti düzeyi yüksek 7 katılımcıya uygulanmış ve katılımcıların SAB belirtileri ile dikkat yanlılıklarındaki değişim incelenmiştir. Araştırma sonuçlarına göre, ilk olarak SAB belirti düzeyi yüksek grubun düşük gruba kıyasla somatizasyon, depresyon, obsesif-kompulsif, kişilerarası duyarlılık, öfke/saldırganlık, paranoya ve psikotizm belirti düzeyi ile duygu düzenleme güçlüğü düzeyinin yüksek, bilgece farkındalık düzeyinin ise düşük olduğu görülmüştür. İkinci olarak, tüm katılımcıların nötr, kızgınlık, korku ve üzüntü ifadelerine şaşkınlık ifadesine kıyasla daha uzun sürede tepki verdikleri, SAB belirti düzeyi yüksek kadınların ise düşük kadınlara kıyasla nötr ifadeye daha uzun sürede tepki verdikleri görülmüştür. Ayrıca, SAB belirti düzeyi yüksek kadınlar düşük kadınlara kıyasla tüm kelime türlerine daha uzun sürede tepki vermişlerdir. Son olarak, Bilgece Farkındalık Temelli vii Psikoeğitim Programı’nın SAB belirtilerini azaltmada etkili olduğu, dikkat yanlılığını azaltmada ise eğilim düzeyinde bir farklılık yaratabildiği bulgusuna ulaşılmıştır. Araştırmada elde edilen bulgular ve araştırmanın katkıları ilgili alan yazın ışığında tartışılmıştır. Anahtar Sözcükler Sosyal anksiyete bozukluğu, duygu düzenleme, bilgece farkındalık, bilişsel yanlılıklar viii ABSTRACT ELDOĞAN, Dilay. The Comparison of Individuals with High Social Anxiety Disorder Symptoms with Individuals with Low Social Anxiety Disorder Symptoms in terms of Psychological Variables and Cognitive Biases: Proposal for a Mindfulness Based Psychoeducation Program, PhD Thesis, Ankara, 2017. In the current study, people who experience different degree of social anxiety disorder symptoms were examined in terms of psychological symptoms, emotion regulation difficulties, level of mindfulness, and biases in working memory and attention process. Moreover, a psychoeducation program based on mindfulness which is known as a concept related to cognitive functioning and flexibility, was prepared and its effectiveness on SAD symptoms and attention bias was investigated in a pilot study. The present study was composed of three different phases. In the first phase, SAD symptom level of 941 university students were examined and low and high level groups were formed. Then, these groups were compared in terms of other psychological symptoms. In the second phase of the study, high and low groups were compared in terms of their emotion regulation difficulties, level of mindfulness and biases in working memory and attention processes. In the last phase of the study, Mindfulness Based Psychoeducation Program (MBPP), which was prepared in the current study, was administered to 7 participants with high level of SAD symptoms and the effectiveness of the psychoeducation program on the symptoms and attention bias were examined. According to the result of the study, firstly high level of SAD symptoms group had higher levels of somatization, depression, obsession-compulsion, interpersonal sensitivity, hostility, paranoia, psychotism and emotion regulation difficulties but lower levels of mindfulness as compared with low level of SAD symptoms group. Secondly, reaction time of all participants is higher for neutral, aggressive, sad, fearful faces than surprised faces. Furthermore, women with high level of SAD symptoms had higher reaction time for neutral faces and all types of words than women with low level of ix SAD symptoms. Lastly, according to result of the pilot study, MBPP was effective in the reduction of SAD symptoms. However, the program’s effectiveness for reducing attention bias was only marginally significant. The result of the study and their contribution to the theory and practice of clinical psychology is discussed in light of the current literature. Keywords Social anxiety disorder, emotion regulation, mindfulness, cognitive biases x İÇİNDEKİLER KABUL VE ONAY ............................................................................................... i BİLDİRİM ............................................................................................................ ii YAYIMLAMA VE FİKRİ MÜLKİYET HAKLARI ...................................... iii ETİK BEYAN ..................................................................................................... iv TEŞEKKÜR ......................................................................................................... v ÖZET ................................................................................................................... vi ABSTARCT....................................................................................................... viii İÇİNDEKİLER .................................................................................................... x TABLOLAR DİZİNİ ........................................................................................ xiv ŞEKİLLER DİZİNİ ........................................................................................... xv GİRİŞ .................................................................................................................... 1 1. BÖLÜM: SOSYAL ANKSİYETE BOZUKLUĞU ...................................... 2 1.1. DSM’DE SOSYAL FOBİ VE SOSYAL ANKSİYETE BOZUKLUĞU ......... 2 1.2. SOSYAL FOBİNİN VE SOSYAL ANKSİYETE BOZUKLUĞUNUN ALT GRUPLARI ................................................................................................................. 4 1.3. SOSYAL ANKSİYETE BOZUKLUĞUNUN YAYGINLIĞI ......................... 6 1.4. SOSYAL ANKSİYETE BOZUKLUĞU BELİRTİLERİ DENEYİMLEYEN BİREYLERİN DEMOGRAFİK ÖZELLİKLERİ ................................................... 7 1.5. SOSYAL ANKSİYETE BOZUKLUĞU İLE BİRLİKTE GÖRÜLEN PSİKOLOJİK SORUNLAR, EŞ TANI..................................................................... 8 2. BÖLÜM: SOSYAL ANKSİYETE BOZUKLUĞUNUN ETİYOLOJİSİNE YÖNELİK KURAMSAL YAKLAŞIMLAR ................................................... 10 2.1. GENETİK FAKTÖRLERE ODAKLANAN BİYOLOJİK MODELLER ... 10 2.2. DİĞER BİYOLOJİK FAKTÖRLER............................................................... 12 2.3. SOSYO-GELİŞİMSEL MODELLER.............................................................. 13 2.3.1. Ebeveyn İlişkileri ....................................................................................... 13 2.3.2. Travma, İstismar ve Olumsuz Yaşam Olayları ...................................... 15 2.3.3. Akran İlişkileri ve Okul ............................................................................ 16 xi 2.4. BİLİŞSEL VE BİLİŞSEL DAVRANIŞÇI MODELLER ............................... 18 2.4.1. Clark ve Wells’in Bilişsel Modeli (1995) .................................................. 18 2.4.2. Rapee ve Heimberg’in Bilişsel Davranışçı Modeli (1997) ...................... 20 2.4.3. Sosyal Anksiyeteyi Açıklamaya Yönelik Geliştirilen Yeni Bilişsel Davranışçı Modeller ............................................................................................ 23 3. BÖLÜM: SOSYAL ANKSİYETE BOZUKLUĞUNDA BİLGİ İŞLEME SÜREÇLERİ ...................................................................................................... 27 3.1. YORUMLAMA VE YARGILARA VARMA ................................................. 28 3.2. OLAY SONRASI SÜREÇLER VE BELLEK ................................................. 29 3.3. SEÇİCİ DİKKAT VE DİKKAT YANLILIĞI ................................................ 31 4. BÖLÜM: SOSYAL ANKSİYETE BOZUKLUĞUNDA BİLİŞSEL YANLILIKLARA ODAKLANAN YAKLAŞIMLAR ................................... 36 4.1. BİLİŞSEL YANLILIK DÜZELTMESİ (COGNITIVE BIAS MODIFICATION) .................................................................................................... 36 4.2. BİLGECE FARKINDALIK VE BİLGİ İŞLEME SÜREÇLERİ .................. 38 4.2.1. Bilgece Farkındalık.................................................................................... 38 4.2.2. Bilgece Farkındalık Odaklı Klinik Uygulamalar ................................... 39 5. BÖLÜM: ALAN YAZINDAKİ KISITLILIKLAR, ARAŞTIRMANIN ÖNEMİ, AMACI, ARAŞTIRMA SORULARI VE HİPOTEZLER............... 43 5.1. MEVCUT ALAN YAZINDAKİ KISITLILIKLAR VE ARAŞTIRMANIN ÖNEMİ ....................................................................................................................... 43 5.2. ARAŞTIRMANIN AMACI VE ARAŞTIRMA SORULARI ........................ 43 6. BÖLÜM: BİRİNCİ AŞAMA ........................................................................ 43 6.1. YÖNTEM ............................................................................................................ 50 6.1.1. Örneklem .................................................................................................... 50 6.1.2. Veri Toplama Araçları .............................................................................. 51 6.1.2.1 Demografik Bilgi Formu ......................................................................... 52 6.1.2.2. Liebowitz Sosyal Kaygı Ölçeği (LSKÖ) ............................................... 52 6.1.2.3. Belirti Tarama Listesi (SCL-90-R) ........................................................ 53 6.1.3. İşlem ............................................................................................................ 53 6.1.4. Verilerin Analizi ........................................................................................ 54 7. BÖLÜM: BULGULAR ................................................................................. 55 xii 8. BÖLÜM: İKİNCİ AŞAMA ........................................................................... 60 8.1. YÖNTEM ............................................................................................................ 60 8.1.1 Örneklem ..................................................................................................... 60 8.1.2. Veri Toplama Araçları .............................................................................. 61 8.1.2.1 Duygu Düzenleme Güçlüğü Ölçeği (DDGÖ) ......................................... 62 8.1.2.3. Çalışma Belleği Performans Görevi ...................................................... 63 8.1.2.4. Duygusal Stroop ..................................................................................... 65 8.1.3. İşlem ............................................................................................................ 67 8.1.4. Verilerin Analizi ........................................................................................ 69 9. BÖLÜM: BULGULAR ................................................................................. 70 9.1. SAB BELİRTİ DÜZEYİ YÜKSEK VE DÜŞÜK GRUPLARIN PSİKOLOJİK DEĞİŞKENLER AÇISINDAN İNCELENMESİ......................... 70 9.1.1. SAB Belirti Düzeyi Yüksek ve Düşük Grupların Duygu Düzenleme Güçlüğü ve Bilgece Farkındalık Değişkenleri Açısından Karşılaştırılması ... 70 9.2. ÇALIŞMA BELLEĞİ PERFORMANS GÖREVİ ARACILIĞI İLE SAB BELİRTİ DÜZEYİ YÜKSEK VE DÜŞÜK GRUPLARIN BİLİŞSEL YANLILIKLARININ DEĞERLENDİRİLMESİ .................................................. 73 9.3. DUYGUSAL STROOP ARACILIĞI İLE SAB BELİRTİ DÜZEYİ YÜKSEK VE DÜŞÜK GRUPLARIN DİKKAT YANLILIKLARININ DEĞERLENDİRİLMESİ......................................................................................... 82 10. BÖLÜM: ÜÇÜNCÜ AŞAMA ..................................................................... 88 10.1. YÖNTEM .......................................................................................................... 88 10.1.1 Örneklem ................................................................................................... 88 10.1.2. Veri Toplama Araçları ............................................................................ 88 10.1.2.1. Bilgece Farkındalık Temelli Psikoeğitim Programı Kapsamında Uygulanan Egzersizler ........................................................................................ 89 10.1.2.1.1. Nefes Egzersizi.............................................................................. 89 10.1.2.1.2. Kasma-Gevşetme Egzersizi .......................................................... 90 10.1.2.1.3. Üzüm Meditasyonu ....................................................................... 91 10.1.2.1.4. Dağ Meditasyonu .......................................................................... 91 10.2. BİLGECE FARKINDALIK TEMELLİ PSİKOEĞİTİM PROGRAMI.... 92 10.2.1. Birinci Oturum......................................................................................... 92 xiii 10.2.2. İkinci Oturum .......................................................................................... 93 10.2.3. Üçüncü Oturum ....................................................................................... 95 10.2.4. Dördüncü Oturum ................................................................................... 96 10.2.5. İşlem .......................................................................................................... 98 10.2.6. Verilerin Analizi ...................................................................................... 99 11. BÖLÜM: BULGULAR ............................................................................. 100 12. BÖLÜM: TARTIŞMA .............................................................................. 104 12.1. SAB BELİRTİ DÜZEYİ YÜKSEK VE DÜŞÜK OLAN BİREYLERİN SAB İLE İLİŞKİLİ PSİKOLOJİK DEĞİŞKENLER AÇISINDAN KARŞILAŞTIRILMASINA İLİŞKİN BULGULARIN TARTIŞILMASI ........ 104 12.2. SAB BELİRTİ DÜZEYİ YÜKSEK VE DÜŞÜK OLAN BİREYLERİN DUYGU DÜZENLEME GÜÇLÜĞÜ VE BİLGECE FARKINDALIK DEĞİŞKENLERİ AÇISINDAN KARŞILAŞTIRILMASINA İLİŞKİN BULGULARIN TARTIŞILMASI ......................................................................... 107 12.3. SAB BELİRTİ DÜZEYLERİ YÜKSEK OLAN BİREYLERİN BİLİŞSEL YANLILIKLARINA İLİŞKİN BULGULARIN TARTIŞILMASI.................... 113 12.4. BİLGECE FARKINDALIK TEMELLİ PSİKOEĞİTİM PROGRAMININ SAB BELİRTİLERİ VE DİKKAT YANLILIĞI ÜZERİNDEKİ ETKİLİLİĞİNE İLİŞKİN YÜRÜTÜLEN PİLOT ÇALIŞMA BULGULARININ TARTIŞILMASI ..................................................................................................... 118 13. BÖLÜM: SONUÇLAR VE KLİNİK ÖNEMİ ........................................ 130 13.1. SINIRLILIKLAR VE ÖNERİLER .............................................................. 130 KAYNAKÇA .................................................................................................... 136 EK 1: Demografik Bilgi Formu ............................................................................. 151 EK 2: Liebowitz Sosyal Kaygı Ölçeği .................................................................... 152 EK 3: Kısa Semptom Envanteri............................................................................. 154 EK 4: Psikoeğitim Programı Ev Ödevleri ............................................................. 157 Orijinallik Raporu .................................................................................................. 162 Etik Kurul Onay Yazısı .......................................................................................... 163 Özgeçmiş .................................................................................................................. 164 xv TABLOLAR DİZİNİ Tablo 1 Örnekleme İlişkin Sosyodemografik Değerler ................................................... 51 Tablo 2 Örneklemin SAB, Psikolojik Belirtileri Toplam Puanları ve Standart Sapma Değerleri ........................................................................................................................ 56 Tablo 3 LSKÖ Toplam Puanlarına göre Yüksek ve Düşük SAB Gruplarının Ortalama ve Standart Sapma Değerleri .............................................................................................. 57 Tablo 4 Yüksek ve Düşük SAB gruplarının Psikolojik Belirti Düzeyleri Açısından Karşılaştırılması ............................................................................................................. 58 Tablo 5 SAB Belirti Düzeyi Yüksek ve Düşük Grupların Psikolojik Belirti Alt Boyutları Açısından Ortalama ve Standart Sapma Değerleri ........................................................ 59 Tablo 6 Örnekleme İlişkin Özellikler .............................................................................. 61 Tablo 7 Duygusal Stroop Görevi Kapsamında Katılımcılara Gösterilen Kelimeler ...... 66 Tablo 8 SAB Belirti Düzeyi Yüksek ve Düşük Grupların Duygu Düzenleme Güçlüğü Açısından Karşılaştırılması ............................................................................................. 71 Tablo 9 SAB Belirti Düzeyi Yüksek ve Düşük Grupların Duygu Düzenleme Güçlüğü Alt Boyutları Açısından Karşılaştırılması............................................................................. 72 Tablo 10 SAB Belirti Düzeyi Yüksek ve Düşük Grupların Duygu Düzenleme Güçlüğü Alt Boyutları Açısından Karşılaştırılması............................................................................. 73 Tablo 11 Hata Puanlarına İlişkin Ortalama ve Standart Sapma Değerleri ................... 74 Tablo 12 SAB Belirti Düzeyleri Farklılaşan Erkek ve Kadın Katılımcıların Duygu İfadelerine Göre Hata Puanı Ortalamaları .................................................................... 76 Tablo 13 Tüm Katılımcılar ile SAB Belirti Düzeyleri Farklılaşan Erkek ve Kadın Katılımcıların Duygu İfadelerine Göre Tepki Süresi Ortalama ve Standart Sapma Değerleri ......................................................................................................................... 81 Tablo 14 Tüm Katılımcılar ile SAB Belirti Düzeyleri Farklılaşan Erkek ve Kadın Katılımcıların Duygu İfadelerine Göre Tepki Süresi Ortalama ve Standart Sapma Değerleri ......................................................................................................................... 86 Tablo 15 LSKÖ, DDGÖ ve TBFÖ Ön ve Son Test Karşılaştırmaları için Wilcoxon İşaretli Sıralar Testi Sonuçları...................................................................................... 101 Tablo 16 Ön veSon ÖlçümlerdeFarklı Kelime Türlerine Göre Tepki Süresi Ortalama ve Standart Sapma Değerleri............................................................................................. 103 xvi ŞEKİLLER DİZİNİ Şekil 1. Clark ve Wells’in (1995) sosyal anksiyete bozukluğu belirtilerini açıklamaya yönelik geliştirdikleri bilişsel model ............................................................................... 19 Şekil 2. Rapee ve Heimberg’in (1997) sosyal anksiyete bozukluğu belirtilerini açıklamaya yönelik olarak geliştirdikleri bilişsel davranışçı model ............................... 21 Şekil 3. Spence ve Rapee’nin (2016) sosyal anksiyete bozukluğu belirtilerini açıklamaya yönelik olarak geliştirdikleri bilişsel davranışçı model .................................................. 26 Şekil 4. Çalışma Belleği Performans Görevi denem I ..................................................... 64 Şekil 5. Tüm katılımcıların duygu ifadelerine göre tepki süreleri ................................... 78 Şekil 6. Erkek katılımcıların duygu ifadelerine göre tepki süreleri ................................. 79 Şekil 7. Kadın katılımcıların duygu ifadelerine göre tepki süreleri ................................ 80 Şekil 8. Tüm katılımcıların kelime türlerine göre tepki süreleri ..................................... 84 Şekil 9. Erkek katılımcıların kelime türlerine göre tepki süreleri ................................... 85 Şekil 10. Kadın katılımcıların kelime türlerine göre tepki süreleri ................................. 85 Şekil 11. Katılımcıların ön ve son ölçümlerde kelime türlerine göre tepki süreleri ...... 103 1 GİRİŞ İzleyici önünde performans sergilenmesi gereken durumlarda ya da genel olarak sosyal ortamlarda bireylerin korku yaşamaları tarih boyunca araştırmacıların ilgisini çekmiştir. Ancak bilindiği kadarıyla, sosyal anksiyete tanımı ilk defa 1966’da Marks ve Gelder tarafından, insanların başkaları tarafından dikkatle izlendiklerini düşündükleri ya da performans sergilemeleri gereken durumlarda deneyimledikleri yoğun kaygı şeklinde yapılmıştır. Yapılan genel tanımların aksine, sosyal anksiyete bozukluğu (SAB) belirtileri deneyimleyen bireylerde ciddi bir farklılığın söz konusu olduğu bilinmektedir. Bazı bireylerin kaygı yaşadıkları ortamlar değişiklik gösterebilmekte, bazılarının ise kaygı yaşadıkları ortamların sayısı değişebilmektedir. SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin en yaygın şekilde kaygı yaşadıkları ortam türünün performans sergilenmesi gereken ortamlar olduğu ifade edilse de (Pollard ve Henderson, 1988), bu bireylerin yemek yerken, kamuya ait tuvaletleri kullanırken, yazı yazarken, bir partiye gittiklerinde ya da yeni insanlarla tanışırken yoğun kaygı yaşayabildikleri bilinmektedir (Liebowitz, 1987). Sosyal ya da performans gerektiren ortamlarda yaşanılan kaygının sosyal anksiyete bozukluğu tanısı alabilmesi için gerekli olan kriterler Mental Bozukların Tanısal ve İstatistiksel El Kitabında [Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders (DSM)] sıralanmıştır. 2 1. BÖLÜM SOSYAL ANKSİYETE BOZUKLUĞU 1.1. DSM’DE SOSYAL FOBİ VE SOSYAL ANKSİYETE BOZUKLUĞU DSM’nin ilk (Amerikan Psikiyatri Birliği [APA], 1952) ve ikinci edisyonlarında (APA, 1968) psikanalitik kuramın fobilerin oluşmasında kabul edilemeyen içgüdüsel dürtüler (Freud, 1926/1961) olması varsayımından yola çıkılarak sosyal fobi1 dâhil tüm fobiler aynı başlık altında toplanmıştır. Kuramsal etiyolojiden nispeten bağımsız olan DSM’nin üçüncü edisyonunda (APA, 1980) ise sosyal fobi ayrı bir tanı grubu olarak yer bulmuştur. Sosyal fobi, bireylerin başkaları tarafından dikkatlice izlenildikleri ya da performans sergilemeleri gereken ortamlarda yoğun gözlenme kaygısı yaşamaları kriteri ile ifade edilmiştir. Ayrıca DSM-III’te tanının konulabilmesi için bireylerin kaçıngan kişilik bozukluğu tanı kriterlerini karşılamamaları ve yaşadıkları stresi “aşırı ve nedensiz” olarak tanımlanmalarının gerekliliği belirtilmiştir. Sosyal fobi için belirtilen tanımlama ve kriter ölçütlerini takiben yapılan araştırmalarda, bazı bireylerin korku ve kaygı yaşadıkları sosyal ortamların sayısının oldukça fazla olabildiği bulgusuna ulaşılmıştır (Liebowitz, Gorman, Fyer ve Klein, 1985). Bu sebeple, DSM-III-TR (APA, 1987)’ye pek çok sosyal ortamda yoğun kaygı ve korku deneyimleme ile karakterize sosyal fobinin “genellenmiş alt tipi” eklenmiş, ayrıca bireylerin kaçıngan kişilik bozukluğu kriterlerini karşılamaları koşulu bu edisyondan çıkarılmıştır. Ancak kaçıngan kişilik bozukluğu ile sosyal fobi arasındaki örtüşme devam etmiş ve pek çok araştırmacı iki farklı eksende yer alan, iki farklı psikopatolojinin varlığını sorgulamıştır. DSM-III-TR’den DSM-IV’e (APA, 1994) geçilme sürecinde tanı kriterlerine ilişkin herhangi bir değişiklik yapılmamıştır. Ancak, DSM-IV çalışma grupları genellenmiş alt tip için “sosyal ortamların pek çoğu” ifadesinin yeterince somut olmadığını belirtmiş ve “fobi” teriminin bu psikopatolojinin özellikleri ile uyuşmadığını ifade etmişlerdir (Heimberg, Liebowitz, Hobe ve Schneier, 1DSM’nin ilk edisyonunda “sosyal fobi” terminolojisi kullanılmış, DSM-V-TR itibariyle sosyal fobinin yerini “sosyal anksiyete bozukluğu” terimi almıştır. Bu sebeple araştırmanın bu ve bir sonraki bölümünde sosyal fobi ve daha sonra sosyal anksiyete bozukluğu tarihsel terimlerinin kullanımı tarihsel akış dikkate alınarak verilmiştir. 3 1995). DSM-IV ve DSM-IV-TR’de (APA, 2000) genellenmiş alt tipin ifade etmek istediği “sosyal ortamların pek çoğu” ifadesi objektif bir temele oturtulamamış ancak sosyal fobi teriminden sosyal anksiyete bozukluğu terimine geçiş süreci başlamıştır. DSM-5’te (APA, 2013) ise sosyal fobi teriminin yerini sosyal anksiyete bozukluğu (SAB) almış, tanı kategorisine ilişkin isimsel değişiklik ile sosyal koşullara ilişkin yaşanılan kaygının daha iyi ifade edilebildiği belirtilmiştir. DSM-5’te ayrıca önceki edisyonlarda yer alan performans gerektiren koşullarda yoğun korku ve kaygı yaşamanın yerini, bireylerin sosyal ortamlarda verdikleri tepkiler almıştır. DSM-5’te yetişkinler için yer alan sosyal anksiyete bozukluğu tanı kriterleri aşağıdaki gibidir: “A. Kişi, başkalarınca değerlendirilebilecek olduğu bir ya da birden çok toplumsal durumda belirgin bir korku ya da kaygı yaşar. Örnekler arasında toplumsal etkileşimler (örn. Karşılıklı konuşma, tanımadık insanlarla karşılaşma), gözlenme (örn. Yemek yerken ya da içerken) ve başkalarının önünde bir eylemi gerçekleştirme (örn, Bir konuşma yapma) vardır. B. Kişi, olumsuz olarak değerlendirilebilecek bir şekilde davranmaktan ya da kaygı duyduğuna ilişkin belirtiler göstermekten korkar (küçük düşeceği ya da utanç duyacağı bir biçimde; başkaları tarafından dışlanacağı ya da başkalarının kırılmasına yol açacak bir biçimde). C. Söz konusu toplumsal durumlar, neredeyse her zaman, korku ya da kaygı doğurur. D. Söz konusu toplumsal durumlardan kaçınılır ya da yoğun bir korku ya da kaygı ile bunlara katlanılır. E. Duyulan korku ya da kaygı, söz konusu toplumsal ortamlarda çekinilen duruma ve toplumsal-kültürel bağlama göre orantısızdır. F. Korku, kaygı ya da kaçınma sürekli bir durumdur, 6 ay veya daha uzun sürer. G. Korku, kaygı ya da kaçınma klinik açıdan belirgin bir sıkıntıya ya da toplumsal, işle ilgili alanlarda ya da önemli diğer işlevsellik alanlarında düşmeye neden olur. H. Korku, kaygı ya da kaçınma bir maddenin (örn. Kötüye kullanılabilen bir madde, bir ilaç) ya da başka bir sağlık durumunun fizyoloji ile ilgili etkilerine bağlanamaz. I. Korku, kaygı ya da kaçınma, panik bozukluğu, beden algısı bozukluğu ya da otizm açılımı kapsamında bozukluk gibi başka bir ruhsal bozukla daha iyi açıklanamaz. İ. Sağlığı ilgilendiren başka bir durum varsa (örn. Parkinson hastalığı, şişmanlık, yanık ya da yaralanmadan kaynaklanan biçimsel bozukluk), korku, kaygı ya da kaçınma bu durumla açıkça ilişkisizdir ya da aşırı düzeydedir. Belirleyici: Yalnızca Eylem Gerçekleştirme Sırasında: Korku toplum içinde konuşma ya da performans sergileme ile sınırlıysa” (APA, 2013, s. 203-204). DSM-IV-TR’dan DSM-5’e geçiş sürecinde “genellenmiş” belirleyicisinin yerini, “yalnızca eylem gerçekleştirme sırasında” belirleyicisi almıştır. Bu değişikliğin gerekçesinin “genellenmiş” teriminin güvenilir bir biçimde belirlenememesi olduğu 4 belirtilmiştir. “Yalnızca eylem gerçekleştirme sırasında” belirleyicisinin özellikle müzisyenler, dansçılar, performans sanatçıları ya da düzenli olarak halka hitap etmek zorunda kalan bireyler için uygun bir belirleyici olduğu ifade edilmiştir. Ayrıca DSMIV’te yer alan yaşanılan kaygı ve korkunun “aşırı ve nedensiz” olmasına ilişkin kriter kaldırılarak bu değerlendirme klinisyene bırakılmıştır. 1.2. SOSYAL FOBİNİN VE SOSYAL ANKSİYETE BOZUKLUĞUNUN ALT GRUPLARI İlk kez DSM-III’te yer aldıktan sonra sosyal fobi ile ilgili pek çok araştırma yapılmış ve sosyal fobi belirtileri gösteren bireylerin heterojen bir grup olduğu sonucuna varılmıştır (Heimberg, Holt, Schneier, Spitzer ve Liebowitz, 1993). DSM-III-R, DSM-IV ve DSMIV-TR’da sosyal fobiye genellenmiş tip (pek çok sosyal ortam ve etkileşimde kaygı ve korku yaşayanlar) şeklinde bir belirleyici eklenmiştir. Genellenmiş tip bireyin içinde bulunduğu neredeyse tüm sosyal ortamlarda korku ve kaygı yaşaması olarak ifade edilmiş ancak korku ve kaygı yaşanılan ortamların sayısına ya da türüne ilişkin somut ifadelere yer verilmemiştir. Bu durumun bir sonucu olarak çeşitli araştırma grupları sosyal fobinin genellenmiş alt tipi ve sosyal fobi belirtileri gösteren fakat genellenmiş alt tip kriterlerini karşılamayan tip için çeşitli operasyonel tanımlar yapmışlardır. Ancak bu durum ampirik verilerin karşılaştırılması sürecinde çeşitli zorluklara yol açmıştır (Hoffman, Heinrichs ve Moscovitzh, 2004). Turner, Beidel ve Townsley (1992) ve Stemberger, Turner, Beidel ve Calhaun (1995) sosyal fobi belirtileri deneyimleyen bireylerin sosyal etkileşim sırasında (partiye katılma), iletişim başlatma ya da sürdürme süreçlerinde kaygı yaşamaları durumunda genellenmiş tipte yer alabileceklerini, performans gerektiren durumlarda (ör. bir topluluk önünde konuşma), başkalarının önünde yazı yazma, kamuya açık tuvaletleri kullanma gibi koşullarda kaygı ve korku yaşanması durumunda ise belirlenmiş (spesifik) alt tipte yer alabileceklerini belirtmişlerdir. Diğer bir değişle, belirlenmiş (spesifik) alt tipte yer alan bireylerin spesifik sosyal ortamlarda ve performans sergileme koşulunda kaygı deneyimledikleri, iletişim başlatma, sürdürme gibi sosyal durumlarda kaygı yaşamadıkları ifade edilerek bir ayrıştırma yoluna gidilmiştir. Heimberg, Holtz, Schneier, Spitzer ve Liebowitz (1993) ise sosyal fobinin genellenmiş, genellenmemiş ve sınırlanmış (circumscribed) alt 5 tiplerinin olduğunu savunmuşlardır. Araştırmacılar tarafından yapılan tanımlara göre genellenmemiş sosyal fobi alt tipinde yer alan bireyler en az bir sosyal alanda sosyal kaygı yaşamaktadır ve bu kaygının düzeyi klinik olarak anlamlı düzeyde değildir. Sınırlanmış (circumscribed) alt tip ile ise başkalarının önünde bir konuşma yapma gibi belli başlı bir ya da iki sosyal alanda yaşanılan sosyal kaygı ifade edilmektedir. Ancak çoğu araştırmada sınırlanmış tipin ya hiç çalışılmadığı ya da genellenmemiş sosyal fobi başlığı altında değerlendirildiği görülmektedir (Brown, Heimberg ve Juster, 1995; Hofmann, Newman, Ehlers ve Roth, 1995; Hofmann ve Roth, 1996; Holt, Heimberg ve Hope, 1992). Sosyal fobinin alt gruplarına ilişkin çalışmalarda kaygı ve kaçınma deneyimlenen sosyal ortamların sayısı ve türüne odaklanılması, sosyal fobiyi bu açılardan değerlendiren değerlendirme araçlarının geliştirilmesine olanak sağlanmıştır. Ancak sosyal fobi deneyimleyen bireylerin kaygı ve kaçınma deneyimledikleri olası sosyal ortamların türlerine ilişkin de alan yazında bir fikir birliği sağlanamamıştır. Diğer bir değişle, bazı araştırmacılar sosyal fobiyi resmi konuşma/etkileşim, resmi olmayan konuşma/etkileşim, girişken sosyal etkileşim ve başkaları tarafından gözlenme durumlarında yaşanılan yoğun kaygı ve kaçınma olarak tanımlarken (Liebowitz, 1987), bazı araştırmacıların daha farklı bir kategori sistemini kullandığı görülmektedir. Bu farklılaşma incelendiğinde, sosyal etkileşim, başkalarına sunum/konuşma yapma, başkaları tarafından gözlenme, başkalarının önünde bir şeyler yiyip içmede yaşanılan kaygı (Safren, Heimberg, Hofner ve ark., 1999) ya da sosyal etkileşimde yaşanılan, sözel olmayan performans sergilemede, yiyip/içmede ve girişken olunması gereken durumlarda yaşanılan kaygı (Baker, Heinrichs, Kim ve Hofmann, 2002) olarak kategorize edildiği dikkat çekmektedir. . Sosyal anksiyete bozukluğunun bu şekilde alt tiplere ayrılma girişimine alternatif olarak, Sosyal fobinin ya da güncel ismi ile sosyal anksiyete bozukluğunun niceliksel ya da durumsal farklılıkları dikkate alarak alt tiplere göre ayrılmasının eleştirildiği ciddi bir alan yazın da mevcuttur. Stein, Tolgrud ve Walker (2000) tarafından 2000 kişilik bir örneklemle yapılan çalışmada sosyal kaygı yaşanılan ortamların sayısı arttıkça bireylerin deneyimledikleri sosyal kaygı düzeyinin arttığı gözlenmiş olsa da, Hook ve Valentier (2002) tarafından yapılan gözden geçirme çalışmasında sosyal anksiyete bozukluğunun olası alt gruplarının ve fenotiplerinin 6 ancak niteliksel olarak birbirlerinden ayrışabilecekleri, bunun semptom düzeyinde bir artış ile paralel gitmeyebileceği savunulmaktadır. 1.3. SOSYAL ANKSİYETE BOZUKLUĞUNUN YAYGINLIĞI Sosyal anksiyete bozukluğu ilk kez DSM-III’te sosyal fobi adıyla resmi bir tanı kategorisi olarak yer aldıktan sonra sosyal anksiyete bozukluğunun yaygınlığına ilişkin farklı kültürlerde pek çok epidemiyolojik araştırma yapılmıştır. Amerika Birleşik Devletleri’nde 2005 yılında yapılan yaygınlık araştırmasına göre sosyal anksiyete bozukluğunun %12.1’lik yaşam boyu görülme sıklığı ile özgül fobiden sonra en yaygın görülen anksiyete bozukluğu olduğu belirtilmiştir (Kessler, Berglund, Demler, Merikangas ve Walter , 2005). Tüm mental bozukluklar arasında ise SAB majör depresif bozukluk, alkol kötüye kullanımı ve özgül fobiden sonra dördüncü sıradaki en yaygın psikolojik sorun olarak göze çarpmaktadır (Liebowitz, Heimberg, Fresco, Travers ve Stein, 2000). Sosyal anksiyete bozukluğunun yaşam boyu görülme sıklığına ilişkin alınan verilerin Kanada ve Avustralya için de benzer oranlarda olduğu görülmektedir (Ianchu ve ark., 2009). Klinik olarak SAB tanı ölçütlerini karşılamasa da SAB benzeri belirtilerin de toplumda görülme sıklığının yüksek olduğu bilinmektedir. Sosyal anksiyete bozukluğunun bir benzeri olan “topluma karşı konuşma anksiyetesinin” (Bu anksiyete DSM-V’e göre değerlendirildiğinde “yalnızca eylem gerçekleşme sırasında” belirleyicisine örnek olarak verilebilir.) görülme oranı (%34), klinik SAB oranından çok daha yüksektir (Stein ve ark. 1996). Kanada’da yapılan bir kamu araştırmasında ise bireylerin %15’inin bir konuşma yaptıklarında, %14’ünün bir toplantıya katıldıklarında, %13’ünün tanımadıkları insanlarla konuştuklarında orta düzey sosyal kaygı yaşadıkları görülmüştür (Stein ve ark. 2000). Epidemiyolojik çalışmalarda sosyal anksiyete bozukluğunun alt tiplerine ya da spesifik bazı SAB tanı kriterine göre SAB yaygınlığının değişim göstermesi sosyal anksiyete bozukluğunun yaygınlığına ilişkin yapılan epidemiyolojik çalışmaların alt tiplere göre yapılmasını gerekli kılmıştır. Alan yazın bulguları ise bu araştırmalarda SAB belirtileri gösteren bireylerin yaklaşık yarısının genellenmiş SAB tanı kategorisinde yer aldığını göstermiştir. Örneğin, Manuzza ve ark. (1994) 129 SAB tanısı almış birey ile 7 görüşmeler yapmış ve bu bireylerin %52’sinin genellenmiş SAB tanı kriterlerini karşıladığını belirtmişlerdir. Türkiye’de yapılmış olan Türkiye Ruh Sağlığı Profili Araştırması’na göre yetişkinlerde SAB görülme sıklığının son 12 ayda %1.8 olduğu saptanmıştır (Kılıç, 1997). Üniversite öğrencileriyle yapılmış̧ üç farklı çalışmada ise SAB yaygınlığının %9.8-21.7 arasında değiştiği bulunmuştur (Dilbaz, 2002; Gültekin ve Dereboy, 2011; İzgiç ve ark. 2000). Ayrıca Türkiye’de üniversite öğrencilerinin SAB belirtilerini tespit etmeye yönelik yapılan bir çalışmada son bir yılda SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin %74.6’sının, yaşam boyu SAB deneyimleyenlerin ise %76.5’inin belirlenmiş (spesifik, özgül sosyal anksiyete) alt tip belirtileri gösterdikleri bulgusuna ulaşılmıştır (Gültekin ve Dereboy, 2011). 1.4. SOSYAL ANKSİYETE BOZUKLUĞU BELİRTİLERİ DENEYİMLEYEN BİREYLERİN DEMOGRAFİK ÖZELLİKLERİ Sosyal anksiyete bozukluğu belirtileri deneyimleyen bireylerin demografik özelliklerinin incelendiği pek çok araştırmada sosyal anksiyete bozukluğunun kadınlarda erkeklere kıyasla daha fazla görüldüğü (Kadın:Erkek oranı 1:1.5-1:2.2 aralığında değişebilmektedir) (DSM V, 2013), kronik olduğu, belirtilerin gençlik döneminden yetişkinlik dönemine kadar varlığını koruduğu (Cairney ve ark., 2007), ancak artan yaşla birlikte kadınlarda ve erkeklerde belirtilerin görülme oranının eşitlenebildiği belirtilmektedir (DSM V, 2013). Fakat, kadınlarda sosyal anksiyete bozukluğunun yaygınlık oranlarına bakılırken erkeklerin psikolojik sorunlarını kadınlara kıyasla daha fazla saklama eğiliminde olmaları göz ardı edilmemelidir. Özellikle genellenmiş sosyal anksiyete bozukluğunda başlangıç yaşının erken olabildiği, belirtilerin erken çocukluk ve ergenlik döneminde görülmeye başlandığı bilinmektedir (Chavira ve Stein, 2005). Yapılan çalışmalar ise sosyal anksiyete bozukluğunun başlangıç yaşının ortalama 15.1 olduğunu ve genellikle belirtilerin 25 yaşından önce görüldüğünü göstermektedir (Chavira, Stein, Bailey ve Stein, 2004). Bazı kaynaklar ise sosyal anksiyete bozukluğunun başlangıç yaşının 13 olduğunu, ancak bu belirtileri 8 deneyimleyen bireylerin büyük çoğunluğunun belirtilerin ortaya çıkışından yaklaşık 10 yıl sonra yardım arayışında bulunduğunu rapor etmektedir (Anxiety and Depression Association of America [ADAA], 2016). SAB belirtilerinin farklı yaş gurupları için görülme oranı incelendiğinde, belirtilerin en sık 30-44 yaşları arasında görüldüğü belirtilmektedir (Kessler, Chiu, Demler ve Walters, 2005). Sosyal anksiyetenin yarattığı zorluk erken çocukluk döneminde okul reddi ya da okulu erken yaşta bırakma ile sonuçlanabilmektedir (Stein ve Kean, 2000). Deneyimlenen belirtilerin kronikliğini koruyor olması, eğitim ve kariyerin bu durumdan zarar görmesi, düşük eğitim ve gelir düzeyine sahip olma, akademik başarısızlık ve yüksek oranda işsizlik ile ilişkili olabilmektedir (Witchen ve Fehm, 2001). Bu durum, SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin yaşam kalitelerindeki düşüşü beraberinde getirebilmektedir (Stein ve ark., 2005). 1.5. SOSYAL ANKSİYETE BOZUKLUĞU İLE BİRLİKTE GÖRÜLEN PSİKOLOJİK SORUNLAR, EŞ TANI Alan yazındaki araştırmalar incelendiğinde SAB tanısı alan bireylerin bir ya da birden çok eş tanıya sahip oldukları gözlenmektedir (Kessler ve ark., 2005). Lepine ve Pelissolo (1996) tarafından yapılan bir çalışmada, SAB tanısı alan 5 bireyden sadece 1 tanesinin sosyal anksiyete bozukluğuna ek bir psikopatoloji tariflemediği, başka bir araştırmada ise katılımcıların %66.2’sinin SAB belirtilerine ek bir tanı alacak düzeyde psikolojik sorunlar rapor ettikleri gözlenmiştir (Acartürk, De Graaf, van Straten, den Have ve Cuijpers, 2008). Sosyal anksiyete bozukluğunda eş tanıya ilişkin yapılan araştırmaların çoğunlukla diğer anksiyete bozukluklarına, duygudurum bozukluklarına ve kişilik bozuklarına odaklandığı görülmektedir. SAB ile eş tanı oranı en yüksek anksiyete bozukluğunun genellenmiş anksiyete bozukluğu olduğu ifade edilmektedir (Sanderson, DiNardo, Rapee ve Barlow, 1990). SAB tanısı alan bireylerde %4.3 oranında obsesif-kompulsif bozukluk (Acartürk ve ark., 2008), %5.8 ile %12.8 arasında değişen oranlarda panik bozukluk (Chartier ve ark., 2003), %7 oranında travma sonrası stres bozukluğu (Zayfert, DeViva ve Hoffman, 2005) görülebilmektedir. SAB ile majör depresif bozukluk eş tanısı ise oldukça yaygın olarak görülen bir örüntü olabilmektedir 9 ve majör depresif bozukluk belirtileri çoğunlukla genellenmiş sosyal anksiyete bozukluğuna eşlik etmektedir (Hughes ve ark., 2006). Ancak SAB ve majör depresif bozukluğun birlikte görülme oranı ilerleyen yaşla birlikte azalabilmektedir (Ohayon ve Schatzberg, 2010). Bipolar bozukluk ve SAB eş tanısı için ise araştırmalar bipolar bozukluk belirtileri deneyimleyen bireylerin yaklaşık yarısının yaşamlarının bir döneminde SAB belirtileri deneyimleyebildiklerini belirtmektedir (Krishnan, 2005). Kişilik bozuklukları arasında ise kaçıngan kişilik bozukluğu ile özellikle genellenmiş SAB arasındaki yüksek eş tanı oranları dikkat çekicidir; SAB tanısı alan bireyler, yaklaşık %25-%73 arasında değişen oranlarda kaçıngan kişilik bozukluğu tanısı da alabilmektedir (Chambless, Fydrich ve Roadbaugh, 2008). SAB belirtileri deneyimleyen bireylerde madde kötüye kullanımının da oldukça yaygın olabildiği bilinmektedir (Kessler ve ark., 1997). SAB belirtileri deneyimleyen bireylerde alkol ve tütün ürünleri kötüye kullanımının artan yaşla birlikte (60 yaşından sonra) artış gösterdiği de elde edilen başka bir bulgudur (Chou, 2009). Bireylerin, SAB belirtilerine ek psikolojik sorunlarının olması klinisyenleri tanı koyma, etiyolojik varsayımlarda bulunma ya da tedavi planlama konusunda oldukça zorlayabilmektedir (Marrie ve ark., 2009). Sosyal anksiyete bozukluğuna ek bir tanıya sahip olmak bireylerin yaşamındaki işlevselliği azaltmakta, yaşam kalitesini düşürmekte, yaşanılan psikolojik yükü arttırabilmekte ve tedavi sonucunu olumsuz yönde etkileyebilmektedir (Klein Hofmeijer-Sevink ve ark., 2012). 10 2. BÖLÜM SOSYAL ANKSİYETE BOZUKLUĞUNUN ETİYOLOJİSİNE YÖNELİK KURAMSAL YAKLAŞIMLAR 2.1. GENETİK FAKTÖRLERE ODAKLANAN BİYOLOJİK MODELLER Sosyal anksiyete bozukluğunun pek çok farklı psikopatoloji ile yüksek eş tanı göstermesi (majör depresif bozukluk, panik bozukluk vb.), SAB belirtilerinin içe dönüklük, utangaçlık gibi genetik temelleri olan kişilik özellikleri (Flint, 2004) ile ilişkili olması, bozukluğun belirtilerinin bireyler tarafından deneyimlenmesinde kalıtımsal faktörlerin rolü olabileceğini düşündürmektedir. Sosyal anksiyete bozukluğunun tek yumurta ikizlerinde çift yumurta ikizlerine kıyasla daha fazla birlikte görülüyor olması da sosyal anksiyete bozukluğunun genetik temelleri olabileceğini destekler niteliktedir (Kendler, Myers, Presscott ve Neale, 2001). Ayrıca, SAB belirtileri deneyimleyen çocukların ebeveynlerinde ya da SAB deneyimleyen ebeveynlerin çocuklarında da SAB belirtilerinin gözlendiğini görülmüştür (Elizabeth ve ark., 2006). Ancak bu ortaklığın paylaşılan çevresel koşulların ortak olmasında mı yoksa genetik faktörler ile çevre etkileşiminin mi bir sonucu olduğu alan yazında bir tartışma konusu olarak yer bulmaktadır. Scaini, Belotti ve Ogliari (2014) tarafından sosyal anksiyete bozukluğunda genetik faktörlerin rolüne ilişkin yapılan meta-analiz çalışmasında, SAB belirtileri için tahmini kalıtım oranlarının çeşitli araştırmalarda 0.13 ile 0.60 olduğu, paylaşılmayan çevresel koşullar göz önünde bulundurulduğu koşullarda ise 0.31 ile 0.78 arasında değiştiğini ifade edilmiştir. Elde edilen bulgu, paylaşılan çevresel koşulların SAB belirtilerinin ortaya çıkmasında küçük bir etkisi olabileceği şeklinde yorumlanmıştır. Bu meta-analiz çalışmasında ayrıca, sosyal anksiyete bozukluğunun bir tanı olarak genetik yükünün sosyal anksiyete belirtilerine kıyasla daha düşük olabileceği belirtilmiştir (Scaniti ve ark., 2014). Spence ve Rappe (2016) ise bu bulguyu, sosyal anksiyete belirtilerinin SAB tanısından farklı değerlendirilmesi gereken ve genetik yükü olan bir kişilik yapısı olarak 11 yorumlamışlardır. Yapılan araştırmalar özellikle genellenmiş sosyal anksiyete bozukluğunun genetik temellerinin olabileceğini göstermektedir (Stein, Cahrtier, Hazen ve ark., 1998). Bazı araştırmalarda ise sosyal etkileşim kaygısının genetik temelleri olabileceği bulgusuna ulaşılmış ve sosyal anksiyete bozukluğundan ziyade SAB endofenotiplerinin genetik bir temeli olabileceği savunulmuştur (Stein, Chartier, Lizak ve Jang, 2001). Genetik bağlantı kromozomda yer alan bazı genlerin birbirine oldukça yakın olması ve mayoz bölünme sırasında birlikte aktarılmaları anlamına gelmektedir. Birbirine yakın olan genler, kromozomal çaprazlama sırasında birbirinden ayrılmama eğilimindedirler ve birbirlerine bağlıdırlar (Strachan, 2010). LOD skoru da belli bir kişilik özelliği ya da kişilik örüntüsü ile genetik işaret arasındaki bağlantıyı gösteren bir tür istatistiksel testtir. Pozitif LOD skoru genetik işaret ile kişilik özelliği arasında bir bağlantı olduğunu, negatif LOD skoru ise bir bağlantının azaldığına işaret etmektedir. Yaklaşık 160 sosyal anksiyete bozukluğu tanısı almış bireyle yapılan bir çalışmada kromozom 16 ile 3.46 LOD skoru değerinde bir bağlantı gözlenmiştir. Genetik haritada ise SCL6A2’nin (norepinefrin transporter protein nucleus) varlığı dikkat çekmiştir (Glertner, Page, Stein ve Woods, 20014). Bu durum SAB ile bağlantılı olabilecek bir genetik alt yapıdan söz edilebilmesini destekler nitelikte bir bulgu ortaya çıkarmıştır. Yapılan başka bir araştırmada ise 13 genin 6’sının anksiyete bozuklukları ile ilişkili olduğu bulgusuna ulaşılmış, SAB ile en güçlü ilişki ALAD (delta aminolevulinate dehydratese) ile bulunmuştur (Donner ve ark., 2008). Bazı araştırmalarda ise SAB tanısından ziyade sosyal anksiyete ile ilişkili kişilik özelliklerinin genetik alt yapısına değinilmiştir. Örneğin, yeterince aktif olmayan 5-HTTLPR genotipi anksiyeteye bağlı yüz kızarması (Domschke ve ark., 2009) ve utangaçlık (Arbelle ve ark., 2013) ile ilişkilendirilebilmektedir. Elde edilen bu bulgulara rağmen, SAB belirtilerinin genetik temellerine tutarlı olarak işaret eden spesifik genlerden söz etmek şuan için çok mümkün görünmemektedir. Ancak araştırmacıların sosyal anksiyete belirtilerini açıklamaya çalışırken çalışmalarını seratonerjik ve dopaminerjik yolaklardaki sorunlara yönelttikleri gözlenmektedir (Spence ve Rapee, 2014). 12 2.2. DİĞER BİYOLOJİK FAKTÖRLER Günümüz araştırmaları, SAB belirtileri ile ilişkili biyolojik süreçlere ilişkin henüz tutarlı bulgular öne sürmekten uzak olsalar da, yapılan araştırmalar genetik faktörlerin yanı sıra çoğunlukla SAB belirtileri deneyimleyen bireylerde beyin yapılarına, nöral yolaklara, nörotransmiterlere ve psikofizyolojik süreçlere odaklanmaktadırlar. Sosyal anksiyete bozukluğu belirtileri deneyimleyen bireylerde bu belirtiler ile ilişkili beyin yapıları ve nöral yolaklar incelendiğinde araştırmacıların çoğunlukla amigdala ve prefrontal kortekse odaklandıkları görülmektedir (Fox ve Kalin, 2014). Bu beyin yapılarının en temelde duygusal tepki yaratan uyaranlara ilişkin bilgi işleme ve üst düzey bilişsel işlemlemeden, duygu düzenlemeden ve davranışsal tepkilerden sorumlu beyin bölgeleri oldukları bilinmektedir (Detweiler ve ark., 2014). Yapılan nörogörüntüleme araştırmaları sosyal tehlike olarak algılanan bir uyaran karşısında sosyal anksiyete bozukluğuna sahip bireylerde özellikle bilateral amigdalada aktivasyon artışı olduğu tespit edilmiştir (Syal ve ark., 2012). Prefrontal korteksin sosyal tehdit algısındaki süreçlerine ilişkin bulgular ise tutarlı değildir; bazı durumlarda prefrontal kortekste bir aktivasyon artışından söz edilirken, bazı durumlarda aktivasyonun azaldığı görülmektedir (Yokoyama ve ark., 2015). Caoutte ve Guyer (2014), SAB belirtileri deneyimleyen çocuklar ve ergenler ile yapılan beyin görüntüleme çalışmalarına ilişkin yazdıkları derleme makalesinde, tehdit içeren yüz ifadesine dikkatin yönelmesi sürecinde amigdalada aktivasyon artışı olduğuna değinmişlerdir. Ancak benzer bir bulguya, yani sağ amigdaladaki aktivasyon artışına komorbiditeden bağımsız olarak genellenmiş kaygı bozukluğu belirtileri deneyimleyen bireylerde de rastlanmış olması (Monk ve ark., 2008), araştırmacıları bu bulgunun sosyal anksiyete bozukluğuna özgü bir bulgu olabileceği fikrinden uzaklaştırmıştır. Araştırma bulguları SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin ayrıca motivasyonel davranış ve ödül ile ilişkili uyaranların işlemlenmesi süreçlerinde özellikle frontal kortikal bölgeler, basal ganglia, hipokampüs, amigdala ve arterier singulatı kapsayan 13 yolaklarda aktivasyon deneyimlediklerine işaret etmektedir. Bu aktivasyonun ise ödüle duyarlılık, performansın değerlendirilmesine karşı aşırı uyarılmışlık ve olumlu sonuç elde etmeye fazlasıyla değer atfetme ile ilişkili olduğu belirtilmektedir (Caoutte ve Guyer, 2014). Ayrıca bu bulguya genellenmiş anksiyete bozukluğunda rastlanmamış olması sosyal anksiyete bozukluğuna özgü olabileceğini düşündürmüştür. Sosyal anksiyete bozukluğu belirtilerinin biyolojik süreçlerine ilişkin araştırmalar, bu belirtileri deneyimleyen çocuklarda sempatik aktivite taban düzeyinin (baseline) (kalp atım hızı, elektrodermal aktivite vb.) yüksek olduğunu, parasempatik aktivite düzeyinin (solunum aritmisi) ise düşük olduğunu göstermektedir (Kramer ve ark., 2012). Diğer bir değişle, çocuklarla yapılan bir araştırmada sosyal tehdit karşısında sosyal anksiyete belirtileri deneyimleyen çocuklar kontrol grubu ile benzer düzeyde kalp atım hızı deneyimlerken, parasempatik sistem aktivitesine geçiş sürecinin (kalp atımının normale dönmesi vb.) sosyal anksiyete belirtileri deneyimleyen çocukların kontrol grubuna kıyasla yavaş olduğu görülmüştür (Schmitz ve ark., 2011). Sosyal anksiyete bozukluğunda biyolojik süreçlerin incelendiği çalışmaların henüz oldukça sınırlı olduğu görülmektedir. Ayrıca yapılan araştırmaların psikopatolojik bir süreci değerlendiren pek çok araştırmada olduğu gibi doğası gereği kesitsel araştırmalar olması bu araştırmalara ilişkin önemli bir sınırlılıktır. Bu alanda farklı yaş gruplarını yapılacak ve farklı belirtisel süreçleri inceleyen araştırmalara ihtiyaç duyulmaktadır. 2.3. SOSYO-GELİŞİMSEL MODELLER 2.3.1. Ebeveyn İlişkileri Sosyal anksiyete bozukluğu belirtileri deneyimleyen pek çok bireyin çocukluk ve ergenlik döneminde de benzer problemler deneyimlediklerini belirtmeleri yaşamın ilk yıllarında çocuğun özelliklerinin, deneyimlerinin, ev ortamının, okulun ve ebeveynlerle olan ilişkilerin incelenmesini gerekli kılmaktadır. Sosyal anksiyete bozukluğunun gelişimsel kökenlerini inceleyen yeni modellerde 14 ebeveyn tutumlarının mizaç özellikleri üzerindeki rolü incelenmekte ve davranışsal olarak baskılanmış (behavioral inhibition) çocukların güvensiz bağlanma geliştirmeleri sonucunda sosyal anksiyete bozukluğunun gelişebildiği savunulmaktadır (Ollendick, Benoit ve Grills-Taquechel, 2014). Diğer bir değişle, çocuğun mizaç özellikleri üzerinde ebeveyn tutumlarının koruyucu ya da zarar verici etkileşimsel bir rolü olabilmektedir. Davranışsal olarak baskılanmış mizaç özelliğine sahip bir çocuk destekleyici, teşvik edici bir ebeveyn stili ile yetiştiğinde yeniliklere ve sosyalleşmeye açık, yapıcı baş etme mekanizmalarını kullanabilen bir birey olarak yetişebilmektedir. Aşırı kontrolcü, müdahaleci, endişeli, eleştirel/dışlayan bir ebeveyn stiline maruz kaldığında ise SAB belirtileri geliştirebilmektedir (Ollendick, Benoit, Grills-Taquechel ve Weeks, 2014). Gelişimsel modellerde benzer şekilde, ebeveynlerin kendi anksiyetelerinin ve bilgi işleme yanlılıklarının, çocukların SAB belirtilerini yordayabileceği, diğer bir ifadeyle nesiller arası bir geçişin söz konusu olabileceği belirtilmektedir (Ollendick, Benoit ve Grills-Taquechel, 2014). Bu argümanlarla tutarlı olarak, yapılan deneysel bir çalışmada, 7-13 yaş arasındaki çocukların, yapılacak bir sunum öncesi anneleri tarafından aşırı uyarılmaları ve annelerin çocukların yapacağı sunuma ilişkin kontrolü eline almaları koşulunda sunum öncesi kaygı düzeylerinin, anneleri tarafından sunum öncesi otonomileri desteklenen çocuklara kıyasla daha fazla olduğu bulunmuştur (de Wilde ve Rapee, 2008). Mizaç özellikleri ile ebeveyn tutumları etkileşimini inceleyen araştırmalarda vurgulanan bir diğer unsur, tıpkı ebeveynlerin tutumlarının çocuğun davranışlarını etkilediği gibi, çocuğun mizacının da ebeveynlerde aşırı kontrol gerektiren bir tutum ortaya çıkarabildiği yani bu süreçte karşılıklı bir ilişkinin söz konusu olduğudur (Rubin, Coplan ve Bowker, 2009). Diğer bir değişle araştırmalarda, mizaç özelliği olarak içe dönük çocukların ebeveynlerinin kendilerini aşırı kontrol etme davranışlarını tetikliyor olabilecekleri ileri sürülmekte, erken dönemde aşırı utangaçlığın aşırı kontrolcü ebeveynlik stilinin ortaya çıkmasının bir yordayıcısı olabileceği belirtilmektedir (Edward, Rapee ve Kennedy, 2010). Sosyal anksiyete bozukluğunda gelişimsel süreçleri inceleyen araştırmalarda ise sadece anne tutumlarına odaklanılmaması gerektiği, babaların ebeveyn tutumlarının 15 incelenmesinin de önemli olduğu ileri sürülmektedir (ör. Möller, Majdandzic ve Bögels, 2015). Örneğin, annenin aşırı korumacılığı ile babanın reddediciliği ve duygusal soğukluğunun etkileşiminin SAB için bir risk oluşturabileceğine işaret eden araştırma bulguları bulunmaktadır (Knappe, Baesdo-Baum, Fehm, Lieb ve Wittchen, 2012). Bir başka araştırmada, sosyal belirsizliğin hakim olduğu koşullarda annelerin kaygılı yaklaşımındansa babaların kaygılı yaklaşımının çocukların sosyal anksiyetesini tetikleyebildiği savunulmaktadır (Bögels, Stevens ve Majdandzic, 2011). Benzer şekilde bağımsızlığı, merak etmeyi, yarışmayı teşvik edici baba tutumunun (mücadeleci ebeveynlik) sosyal anksiyete riskini azalttığı ifade edilmektedir (Majdandzic, Möller Bögels, Wente ve Boom, 2014). Ancak aynı araştırmada mücadeleci ebeveynlik stiline sahip annelerin sosyal anksiyete belirtileri için bir risk faktörü olabileceği de belirtilmiştir. Özetle, SAB belirtilerinin ortaya çıkmasında aşırı kontrolcü ebeveyn tutumlarının önemine vurgu yapılmasına rağmen araştırmalarda: (1) aşırı kontrolcü ebeveyn tutumunun farklı araştırmalarda farklı şekillerde operasyonel tanımının yapılıyor olması, (2) araştırmaların metodolojik eksikliklerinin bulunması, (3) araştırma verilerinin boylamsal yöntem yerine kesitsel yönteme dayanması, (4) ebeveyn tutumlarına ilişkin bulguların aslında sosyal anksiyete bozukluğuna özgü olmaktan ziyade tüm anksiyete bozuklukları için geçerli olması gibi bir dizi sınırlılıkların bulunduğuna dikkat çekilmektedir (Spencer ve Rapee, 2016). 2.3.2. Travma, İstismar ve Olumsuz Yaşam Olayları Travma, istismar ve olumsuz/stresli yaşam olaylarının SAB belirtilerini tetiklediği bilinmektedir. Ancak cinsel ve fiziksel istismar, duygusal ihmal ve istismar, ebeveynlerden erken yaşta ayrılma, ebeveynlerin boşanması, aile içi şiddet, çocukluk döneminde ciddi hastalık geçirilmesi ve ebeveynlerin psikopatolojisi diğer psikopatolojilerde olduğu gibi SAB için de risk faktörleri olarak değerlendirilmektedir (McLaughlin ve Nolen-Hoeksema, 2012). Bu faktörlerden sosyal anksiyete bozukluğuna özgü olanlar incelendiğinde her ne kadar retrospektif ölçümler alınıyor olsa da çocukluk döneminde fiziksel istismardan ziyade duygusal istismarın 16 yetişkinlerde görülen SAB belirtilerinin bir yordayıcısı olabileceği belirtilmektedir (Kuo ve ark., 2011). Alan yazında SAB belirtileri ile ilişkili çocukluk çağı yaşantılarını inceleyen araştırmalara ilişkin bir eksiklik olduğu gözlenmiştir. Dolayısıyla, çocukluk çağı yaşantıları ile SAB belirtileri ilişkisini inceleyen boylamsal çalışmalara ihtiyaç duyulmaktadır. Yapılacak olan çalışmalarda SAB belirtilerinin ortaya çıkmasını tetikleyebilecek risk faktörlerinin ya da bireylerin SAB belirtileri deneyimlemelerine engel olabilecek koruyucu faktörlerin incelenmesinin alan yazına katkı sağlayacağı düşünülmektedir. 2.3.3. Akran İlişkileri ve Okul Sosyal anksiyete bozukluğu belirtileri deneyimleyen çocuk ve ergenler için korku ve kaygı yaratan pek çok koşulun (tahtaya yazı yazmak, öğretmenden bir şey istemek, ders aralarında akranlarla vakit geçirmek vb.) okul ile ilişkili olduğu bilinmektedir (Blote, Miers, Heyne ve ark., 2015).Yapılan araştırmalar sosyal anksiyete bozukluğunun ortaya çıkmasında ve sürdürülmesinde akran ilişkileri ve okulun rolünü vurgulamaktadır. Diğer bir değişle, özellikle Batı kültüründe yapılan çalışmalar SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin daha az arkadaşları olduğunu, arkadaşları tarafından daha az sevilip daha az kabul edildiklerini, sıklıkla olumsuz arkadaş ilişkileri geliştirdiklerini, pasif olarak da olsa reddedilebildiklerini ve akran zorbalığına daha fazla maruz kaldıklarını göstermektedir (Ranta, Kaltiala-Heino, Pelkonen ve Marttunen, 2009, 2013). Bu durum, SAB belirtileri deneyimleyen çocuklar ve yetişkinler için sosyal anksiyete tepkisini ortaya çıkaracak bir döngü yaratmakta, diğerleri tarafından reddedileceği, beğenilmeyeceği, istenmeyeceği düşüncesini pekiştirmekte ve kaçınma davranışını beraberinde getirmektedir (Miers, Blote ve Westenberg, 2010). Bu döngünün daha başında SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin düşük sosyal performans sergiledikleri de görülmektedir. Blote, Miers ve Westenberg (2015) tarafından yapılan araştırmada ergen katılımcıların yaptıkları bir konuşmanın video kaydı alınmış ve bu kayıtlar katılımcıları tanımayan yetişkin ve katlımcılar ile yaşıt yargıcılara izletilmiştir. Hem yetişkinlik hem ergenlik dönemindeki yargıcılar SAB olan 17 katılımcıların konuşmalarını, anksiyete belirtileri deneyimlemeyen konuşmacılara kıyasla daha düşük olarak puanlamışlardır. Ayrıca ergenlik dönemindeki yargıcılar bu konuşmaları daha az çekici olarak değerlendirmişlerdir. Dolayısıyla bu araştırmada, SAB ve akranlar tarafından reddedilme arasındaki aracı değişkenlerin sosyal performanstaki başarısızlık ve akranlar tarafından yeterince çekici bulunmama olabileceği sonucuna ulaşılmıştır (Blote, Miers ve Westenberg, 2015). Başka bir araştırmada ise SAB belirtileri deneyimleyen ergen katılımcıların sadece çekici bulunmamakla kalmayıp, akranları tarafından “farklı” olarak da nitelendirildikleri gözlenmiş, bu farklılık, onların aşırı tedirgin olmaları ile ilişkilendirilmiştir (Blote, Bokhorst, Miers ve Westenberg, 2012). Yapılan kesitsel araştırmalar, SAB belirtileri deneyimleyen ergen ve çocukların daha fazla akran zorbalığına maruz kaldıklarını göstermektedir (Ranta ve ark., 2009). Ancak bu zorbalığın türüne ilişkin alan yazında çelişen bulgulara rastlanmaktadır. Bazı araştırmalarda açık zorbalıktan ziyade ilişkisel zorbalığa (dedikodusunu yapma, dışlama, sosyal ilişkilerini manipüle etme vb.) maruz kalmanın SAB belirtileri için risk faktörü olabileceği belirtilirken (Storch, Masia-Warner, Crisp ve Klein, 2005), bazı araştırmalarda ise açık zorbalığın (tehdit etme, hakaret etme, fiziksel zarar verme vb.) SAB belirtilerinin yordayıcısı olduğu belirtilmektedir (Loukas ve Pasch, 2013). Ranta ve arkadaşları (2013) tarafından yapılan güncel bir araştırmada ise açık zorbalığın 17 yaşındaki erkeklerde, ilişkisel zorbalığın ise 17 yaşındaki kız çocuklarında SAB belirtileri için risk oluşturabildiği bulgusuna ulaşılmıştır. Bu noktada esas ilgi çeken bulgu ise bu yaşlarda SAB belirtileri deneyimleyen ergenlik dönemindeki katılımcıların akranlarının bu çocukların zorbalığa maruz kalmayı hak ettiklerini düşünmeleridir. Luchetti ve Rapee (2014) tarafından yapılan bir araştırmada, yargıcı çocuklara yaşları 12 ile 14 arasında değişen bazı çocuklara ilişkin vinyetler gösterilmiş, bu vinyetlerde yer alan, sosyal ortamlarda daha suskun olan ya da başkalarının olumsuz değerlendirmekten korkan çocuklar, yargıcı çocuklar tarafından daha az sevilebilir ve zorbalığı daha fazla hak eden çocuklar olarak belirtilmişlerdir. Okul ortamında deneyimlenen kaygının ve bu durumun bir sonucu olarak akranlar tarafından zorbalığa, dışlanmaya, sevilmemeye maruz kalmanın yetişkinlik dönemi 18 SAB belirtileri için kaçınılmaz olduğu düşünülmektedir. Calvete (2014), okul döneminde yaşanan böyle bir sürecin yetişkinler için fonksiyonel olmayan anılar, duygular, bilişler, sosyal ilişkilerde deneyimlenebilecek bedensel duyumların öncüllerini oluşturacağını ifade etmektedir. Ancak bu noktada yer alan araştırmaların Doğu kültüründen örneklem grupları ile de çalışılmasına ihtiyaç duyulmaktadır, çünkü bazı araştırmalarda özellikle Doğu Asya kültüründe okulda suskun olmanın, içe dönük olmanın daha olumlu değerlendirilebildiğini belirtilmektedir (Chen ve Tse, 2008). Özetle, SAB belirtilerinin ortaya çıkmasında nesiller arası gen aktarımının, aşırı kontrolcü, kaygılı ebeveyn tutumlarının, bireylerin maruz kaldığı duygusal istismarın ve örseleyici okul deneyimleri/akran ilişkilerinin rol oynayabildiği görülmektedir. Sosyal anksiyete bozukluğu belirtilerinin ortaya çıkışından ziyade sürdürülmesinde rol oynayan zihinsel süreçlere ilişkin yaklaşımlar da alan yazında sıklıkla yer bulmaktadır. Bu yaklaşımlar arasında bilişsel ve bilişsel davranışçı yaklaşım pek çok araştırmanın çıkış noktasını oluşturmaktadır. 2.4. BİLİŞSEL VE BİLİŞSEL DAVRANIŞÇI MODELLER 2.4.1. Clark ve Wells’in Bilişsel Modeli (1995) Clark ve Wells (1995) sosyal anksiyete bozukluğunda kaçınılan ve korku tepkisini ortaya çıkaran uyaran ve ortamlara maruz kalmanın sosyal anksiyete bozukluğunun tedavisinde yeterli olmadığının gözlenmesi üzerine sosyal anksiyete bozukluğuna yönelik bilişsel bir model geliştirmişlerdir. Clark ve Wells’in (1995) SAB modelinin temelini benlik sunumu modeli (self presentation model) oluşturmaktadır. Modele göre birey başkaları üzerinde mükemmel bir izlenim bırakmaya çalışırken bir taraftan da bu izlenimi bırakmaya ilişkin yetilerinin yetersiz olduğunu düşünmektedir. Bu düşünce bireyde girişimde bulunacağı her alanda davranışlarının kendisi için olumsuz, katastrofik sonuçlar doğuracağı, bu durumun beraberinde statü kaybı ve reddedilme getireceğine ilişkin düşünceler doğurabilmektedir. Bu modele göre SAB belirtileri yaşayan bireyler için doğuştan gelen bazı davranışsal yatkınlıklar ile yaşam deneyimleri çatışmakta, yaşanılan sosyal dünya tehlikeli bir yer olarak, bu tehlike ile baş edebilecek 19 kaynaklar ise yetersiz olarak algılanmaktadır. Clark ve Wells’in (1995) sosyal anksiyete bozukluğuna ilişkin geliştirdikleri bilişsel modelin şematik görünümü Şekil 1’de yer almaktadır: Şekil 1. Clark ve Wells’in (1995) sosyal anksiyete bozukluğu belirtilerini açıklamaya yönelik geliştirdikleri bilişsel model Şekil 1’den de görülebileceği gibi, Clark ve Wells’e (1995) göre sosyal anksiyetede iki işlevsel olmayan örüntünün birbirleriyle etkileşim halinde süreçleri bulunmaktadır. İlk süreç kaygı yaratan ortama maruz kalınması, bu ortamın tehlikeli ve bireyin eleştirilip reddedileceği bir ortam olarak algılaması ile başlamaktadır. Bu algı ile bireyler, dikkatlerini kendilerine yöneltmekte ve kendi performanslarına ilişkin başkalarının kendilerini nasıl görüyor olabileceklerine ilişkin (gözlemci perspektifi) belirli yargılarda bulunmaktadırlar. Ancak bu yargılar çoğunlukla olumsuz, eleştirel ve reddedici, bir 20 diğer değişle çarpıtılmış yargılar olmaktadırlar. Kaygı yaratan ortamlarda da dikkat, “ben”e döndürülmekte ve benlik sosyal bir nesne olarak algılanmaktadır. İkinci süreç ise bireylerin negatif değerlendirilme, eleştirilme veya reddedilmeden kaçınmak için gerçekleştirdiği güvenlik davranışları ile devam etmektedir. Ancak sosyal anksiyete yaratan ortamlardan kaçma ya da kaçınma ile birlikte gelen güvenlik davranışları deneyimlenen kaygıyı uzun vadede arttırmaktadır. Üçüncü süreç yargılayıcı, değerlendirici olarak atfedilen diğerlerinin SAB belirtisi deneyimleyen bireylerin performansına yönelik düşüncelerine yapılan olumsuz atıfların abartılması ile devam etmektedir. Bu durum bireylerin kendi performanslarına ilişkin aşırı kontrolleri ve gözlemleri ile devam etmekte ve bireylerin performansına gerçekten zarar verebilmektedir. SAB belirtileri deneyimleyen bireyler korktukları durum ile karşı karşıya kalmakta, somatik ve bilişsel kaygı belirtileri göstermekte ve başkaları tarafından başarısız ve uzak olarak tanımlanabilmektedir. Modelin son süreci ise SAB belirtileri deneyimleyen bireyler sosyal uyaran içeren ortama girmeden önce ya da girdikten sonra gerçekleşmektedir. Bireyler önceki performanslarına ilişkin olumsuz algıları ile sosyal ortamlardan tamamen kaçınabilmektedir. Başka bir seçenek ise yeniden olumsuz değerlendirilme beklentisi ile dikkat tamamen “ben”’e yönelmişken, yeniden kaygı yaşama beklentisi ile sosyal ortamda yer alınması olabilmektedir. Ancak bu durumda bireylerin çevreden gelebilecek olumlu reaksiyonları da gözden kaçırmaları oldukça muhtemeldir. Sosyal uyarana maruz kalındıktan sonra da bireylerin kendi performaslarına ilişkin olumsuz yargıları devam etmektedir. Bu durum hem kendilerinin performansı hem de başkalarının düşüncelerine ilişkin çarpıtılmış bilişler ile devam etmekte, gelecekte sosyal uyaranlarla karşı karşıya kalınma ihtimalini azaltmakta, kaçınmaları arttırabilmekte ve SAB belirtilerinin devam etmesine zemin hazırlamaktadır. 2.4.2. Rapee ve Heimberg’in Bilişsel Davranışçı Modeli (1997) Alan yazında en çok vurgulanan sosyal anksiyete modellerinden bir diğerini ise Rapee ve Heimberg’in (1997) bilişsel davranışçı modeli oluşturmaktadır. Modelde sosyal anksiyete dereceli bir kavram olarak değerlendirilmektedir ve sosyal anksiyetenin düzeyi SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin karşılaştıkları sosyal uyaranları ne 21 derece tehlikeli ya da tehdit içeren bir uyaran olarak algıladıklarına göre değişmektedir (Rapee ve Heimberg, 1997). Bu algının oluşmasında ve bireylerin dikkatlerini tehlike yarattığı düşünülen uyaranlara yöneltmelerinde genetik faktörlerin, çevresel faktörlerin, ebeveyn tutumlarının vb. rolü olabileceği öne sürülmektedir. Bu algı bireylerin diğerleri tarafından olumsuz olarak değerlendirilecekleri algısını da beraberinde getirmektedir. Ayrıca SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin bu “tehlikeli” dünyada başkaları tarafından kabul görmeyi oldukça ön planda tuttukları varsayılmaktadır. Rapee ve Heimberg’in (1997) sosyal anksiyete bozukluğuna ilişkin geliştirdikleri bilişsel davranışçı modelin şematik görünümü Şekil 2’de yer almaktadır: Şekil 2. Rapee ve Heimberg’in (1997) sosyal anksiyete bozukluğu belirtilerini açıklamaya yönelik olarak geliştirdikleri bilişsel davranışçı model 22 Model kapsamında sosyal anksiyete bozukluğuna ilişkin fonksiyonel olmayan döngü değerlendirildiğinde, benliğin zihinsel temsili ile diğerlerinin beklentisi arasındaki ayrımın vurgulandığı görülmektedir. Bu modele göre SAB belirtileri deneyimleyen bireyler sosyal bir ortamda bulunduğu ya da sosyal ortama maruz kaldıkları durumlarda hem kendileri hem de diğerleri (kendisini izleyenler) ile ilgili zihinsel temsiller oluşturmaktadır. Nasıl göründükleri, nasıl davrandıkları ile ilgili olan temsillerin oluşumunda kendileriyle ilgili genel düşünceleri, o anki fiziksel ve ruhsal durumları ve diğerlerinden aldıkları geri bildirimler etkili olmaktadır. Fakat, temel inançları sebebiyle bireyler kendileriyle ilgili genellikle olumsuz zihinsel temsiller oluştururken, sosyal ortamdaki diğer insanların kendilerinden çok üstün performans bekledikleri varsayımına sahip olmaktadırlar. Bu durum sosyal anksiyeteye ilişkin davranışsal, bilişsel ve fiziksel belirtileri beraberinde getirmektedir. Kaçınma ve kaçma tepkisi ortaya çıkarak sıklıkla bu döngüyü beslemektedir. Rapee ve ve Heimberg’in (1997) sosyal anksiyeteyi açıklamaya yönelik olarak geliştirmiş oldukları bilişsel davranışçı model, Heimberg, Brozovitch ve Rapee (2010) tarafından güncellenmiş ve sosyal anksiyeteye ilişkin güncel bulgular modele entegre edilmiştir. Modele entegre edilen bileşenlerin ilkini SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin benliklerine yönelik geliştirmiş oldukları zihinsel temsillere ek olumsuz zihinsel imajların bu süreçlerde anlamlı yer tutuyor olması oluşturmaktadır (Hackman, Surawy ve Clark, 1998). Bu olumsuz zihinsel imajlar ise izleyicilerin bireylere ve performanslarına yönelik bakış açısını yansıtan imajlar olmaktadır (Hackman ve ark., 1998). Ayrıca modelin eski versiyonunda SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin başkaları tarafından olumsuz değerlendirmeye ilişkin bir korku deneyimledikleri vurgulanırken, modelin güncellenmiş halinde SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin sadece olumsuz değerlendirmeye değil aynı zamanda olumlu değerlendirmeye ilişkin de korku yaşanabildiğine işaret edilmektedir (Weeks, Heimberg, Rodebaugh ve Norton, 2008). Olumlu değerlendirilme korkusu, başarılı performans sonucunda SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin izleyiciler üzerinde yarattıkları etkiyi sürdüremeyeceği ve yeniden başarılı bir performans sergileyip sergileyemeyeceklerine ilişkin şüphe duyma ile açıklanmaktadır (Weeks, Heimberg, Rodebaugh ve Norton, 2008). Evrimsel modeller ise olumlu değerlendirme korkusuna, sosyal anksiyete belirtileri deneyimleyen 23 bireylerin sahip oldukları düşük statüyü koruyabilmek için (Bu statü bireylere düşük olmasına rağmen güvenli gelmektedir.) dikkatin olumlu ya da olumsuz olarak kendilerine yönelmesini engellemeye çalışıyor olabilecekleri şeklinde açıklamaktadır (Gilbert, 2001). Son olarak modele bireylerin olay sonrası düşünce süreçleri de eklenmiş, bireylerin kaygı deneyimi yaşadıkları sosyal olaya ilişkin düşüncelerinin olay sonrasında da devam ettiği, kendi performanslarına ilişkin düşüncelerinin zihinlerinde çarpıtılmış bir süreçten geçiriyor olmaları ve bu durumun kaçınma davranışı üzerindeki olası etkisi de modelin güncel halinde yer almıştır. Clark ve Wells’in (1995) modeli ile Rapee ve Heimberg’in (1997) modelini birbirinden ayrıştıran en önemli nokta, ilk modelde bireyin kendisi ve içsel tepkilerine dikkatini yöneltmesi, ikinci modelde ise dikkatin hem bireye hem de çevresel uyaranlara yönelmesidir. Ancak iki model için de ortak olan en önemli noktalardan biri sosyal anksiyete belirtileri deneyimleyen bireylerin tehlike olarak algıladıkları uyaranlara ve kendi tepkilerine yönelttikleri dikkatin, kaygı belirtilerinin artması ile sonuçlanmasıdır. 2.4.3. Sosyal Anksiyeteyi Açıklamaya Yönelik Geliştirilen Yeni Bilişsel Davranışçı Modeller Sosyal anksiyete bozukluğu belirtilerini açıklamaya yönelik olarak geliştirilen modellere geçtiğimiz son 10 yıl içerisinde yeni modeller de eklenmiştir. Örneğin, Hoffman (2007) sosyal anksiyete bozukluğunu devam ettiren bilişsel faktörleri içeren bir model önermiştir. Hoffman’ın modeli (2007), Clark ve Wells’in (1995) bilişsel modeline benzemektedir, ancak modele bazı eklemeler yapılmıştır. Hoffman (2007)’in modeline Clark ve Wells’in (1995) modeline performanslarına ilişkin beklentiyi yükseltmemek amacıyla bireylerin bilinçli ve farkında olarak kötü performans sergileyebildiğine ilişkin bir hipotez eklenmiştir. Modele göre birey, bilinçli ve farkında olarak kötü performans sergilemekte, böylelikle başkalarının kendisinden olumlu performans beklentisini bilinçli olarak engellemiş olmaktadır. Diğer bir değişle, bireyler, başkaları tarafından performanslarının beğenilmeyeceğine ilişkin korkularını kendi kontrolleri altına almaktadırlar. Buna ek olarak, Hoffman (2007), hem Clark ve Wells (1995) hem de Rapee ve Heimberg’in (1997) modellerinde vurguladıkları gibi, 24 SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin yeterli düzeyde sosyal beceriye sahip olduklarını, sahip oldukları sosyal beceriye ilişkin algılarının ise olumsuz olduğuna değinmektedir. Moscovitch’in (2009), sosyal anksiyete belirtileri deneyimleyen bireylerin korkularını temel alan modeli ise hem sosyal anksiyete belirtilerinin doğasına hem de bu belirtilerin tedavisine ışık tutmaktadır. Moscovitch (2009) modelinde, başkaları tarafından olumsuz değerlendirilmeyi ve mahcubiyeti korkulan uyaran olarak kabul eden bilişsel davranışçı terapistlere karşı çıkmıştır ve eleştirilme, olumsuz değerlendirilme ya da mahcup olmayı gerçekleşmesinden korkulan sonuç olarak kavramsallaştırmıştır. Moscovitch (2009), SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin temel korkusunu kendisini yetersiz algılayan ve sosyal beklentileri karşılayamayacağını düşünen benlik özellikleri olarak tanımlamıştır. Diğer bir değişle, sosyal kaygıyı ortaya çıkaran temel korkunun benlik özellikleri olduğunu savunmuş ve bu özelliklerin kişilik özellikleri gibi süreğen (stabil) özellikler olduğunu ifade etmiştir. Moscovitch’in (2009) modeline göre benlikle ilgili korkulan uyaranlar (1) sosyal beceri ve davranışlara ilişkin yetersizlik algısı, (2 ) kaygının başkaları tarafından gözlenebilen özelikleri, (3) bireyin kendi fiziksel özelliklerine ilişkin çarpıtılmış algısı ve (4) bireyin kendi karakterine ilişkin çarpıtılmış algısı olmak üzere dört boyutludur. Moscovitch (2009) modeli kapsamında klinisyenlere, SAB belirtileri deneyimleyen danışanlarını sosyal ortamlara maruz bırakmak yerine bu dört boyutu ortaya çıkaran durumlara maruz bırakmayı tedavi yöntemi olarak önermiştir. Ancak, bazı araştırmacılar Moscovitch’in (2009) bu modelini eleştirmiş, korku duyulan uyaran ya da korku duyulan sonucun birbirleriyle iç içe olduğunu ve ayrıştırılmalarını zor olabileceğini savunmuşlardır (ör. Heimberg, 2009). Sosyal anksiyete bozukluğu belirtilerini açıklamaya yönelik geliştirilmiş olan modellerde benlik algısının ve benlik özelliklerinin merkezi bir yer tuttuğu görülmektedir, ancak benliğe ne şekilde değinildiği ve benliğin, belirtilerin ortaya çıkma sürecinde ne kadar merkezi rol oynadığı modeller arasında değişiklik göstermektedir. Belirtilerin ortaya çıkışında benliğe vurgu yapan bir diğer model ise Stopa (2009) tarafından geliştirilmiştir. Stopa (2009) modelinde, SAB belirtilerini açıklarken çoklu benlik temsillerine odaklanarak yaşanılan kaygıya sosyal psikolojik bir 25 perspektiften bakmıştır. Modele göre bireyler belli koşullarda aktif olan ve koşullara göre değişebilen birden çok benlik temsiline sahiptirler. Sosyal anksiyete bozukluğu belirtileri deneyimleyen bireylerin ise olumsuz ve çarpıtılmış imajlardan oluşan benlik temsilleri sosyal uyaranların varlığında aktif hale gelmektedir. Dolayısıyla terapide amacın sosyal uyaranların varlığında daha pozitif benlik temsillerinin ortaya çıkmasını sağlamak olması gerektiği önerilmektedir. Stopa (2010), aynı zamanda bilişsel davranışçı terapistleri terapi sürecinde benliğin tam olarak ele alınmadığı gerekçesiyle eleştirmektedir. Benliğin içerik (benliğe ilişkin bilgi), süreç (benliğe ilişkin bilgiye dikkatin nasıl yöneltildiği) ve yapı (benliğe ilişkin bilginin nasıl organize edildiği) olmak üzere üç bileşen şeklinde incelenmesi gerektiğini savunmaktadır. Stopa (2009), özellikle bilişsel davranışçı terapistlerin benlik yapısını yok saydıklarını öne sürmekte ancak benlik yapısının benliğe ilişkin bilgiye kişinin belli koşullarda daha kolay ulaşabilmesini sağlaması bakımından oldukça önemli olduğunu belirtmektedir. Bu modellerin yanı sıra Spence ve Rapee (2016) yeni makalelerinde 11 yıl önce sosyal anksiyete bozukluğuna ilişkin elde edilen bulgulara ilişkin yazdıkları makaleyi güncellemiş ve sosyal anksiyete bozukluğuna yönelik kapsamlı bir model geliştirmişlerdir. Spence be Rapee (2016) tarafından sunulan güncel modelin şematik görünümü Şekil 3’te sunulmuştur. 26 Şekil 3. Spence ve Rapee’nin (2016) sosyal anksiyete bozukluğu belirtilerini açıklamaya yönelik olarak geliştirdikleri bilişsel davranışçı model Şekil 3’ten de görülebileceği gibi model, sosyal anksiyete belirtilerinin ortaya çıkmasını ve sürdürülmesini, genetik/mizaç, çevre, davranış, biliş, kültür ve kişisel faktörleri içerecek şekilde formüle edilmiştir. Bu modelde hem SAB olarak klinik bir tanı hem de sosyal anksiyete belirtileri ile sonuçlanan aracı ve düzenleyici değişkenlerin yer aldığı bir sürece değinmişlerdir. Model, SAB belirtilerini açıklamaya yönelik olarak geliştirilmiş bilişsel ve bilişsel davranışçı modellerin özeti niteliğini taşımaktadır. Söz konusu bilişsel davranışçı kuramlar kapsamında değinildiği gibi SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin gerek sosyal uyaranları gerekse içsel, bedensel, bilişsel ve duygusal tepkileri yorumlamada bazı çarpıtılmış algıları, diğer bir değişle bilgi işleme süreçlerinde bazı yanlılıkları olabilmektedir. Bu bağlamda bir sonraki bölümde SAB belirtilerinin ortaya çıkmasında rol oynadığı düşünülen bilgi işleme süreci yanlılıklarına değinilecektir. 27 3. BÖLÜM SOSYAL ANKSİYETE BOZUKLUĞUNDA BİLGİ İŞLEME SÜREÇLERİ Bilişsel ve bilişsel davranışçı modeller incelendiğinde sosyal anksiyete belirtilerinin ortaya çıkmasında bireylerin kendi benliklerinin sosyal ortamdaki görünümüne ilişkin çarpıtılmış bilişlerinin rol oynadığı görülmektedir. Bu bilişler benlikle ilgili yüksek performans beklentileri (ör. Kesinlikle yanlış bir şey söylememeliyim), diğerlerinin kendilerini kabul etmesinin ya da olumsuz değerlendirmesinin belli koşullara bağlanmış olması (ör. Şu an terlediğimi fark ederlerse beni aralarında istemezler), benlikle ilgili algının koşulsuz ve genellenmiş olması (ör. Ben sevilecek biri değilim) çerçevesinde toplanmaktadır. Belirtileri açıklayan bazı modellerde dikkatin içsel uyaranlara yönelmiş (Clark ve Wells, 1995) bazılarında ise dışsal çevresel uyaranlara yönelmiş (Heimberg ve ark., 2010; Rapee ve Heimberg, 1995) olduğu ifade edilmektedir. Sosyal ortamlara maruz kalma süreci sonrasında da olumsuz bilişsel süreçlerin devam ettiği, bireylerin sosyal duruma ilişkin bilişleri üzerinden ruminasyon yapma ve duruma ile kendi benliklerine ilişkin olumsuz yorumlamalar yapmaya devam ettikleri belirtilmektedir. Bu modellerden hareketle, elde edilebilecek genel yargı SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin gerek çevresel (izleyiciler, sosyal ortamdaki diğer insanların tepkileri, değerlendirmeleri vb.) gerekse içsel (bedensel, bilişsel, duygusal) uyaranlara ilişkin bilgiyi işleme süreçlerinde bir takım yanlılıklarının olabileceği şeklindedir. Diğer bir değişle, SAB belirtileri deneyimleyen bireyler çevresel ve içsel uyaranları yorumlarken hatalar yapabilmekte, çevresel ve kendileri için tehdit olarak nitelendirebilecekleri uyaranlara yönelik bilişsel yanlılıklara sahip olabilmekte ve çeşitli çıkarımlarda bulunarak sosyal anksiyete belirtilerini devam ettirebilmektedir (Wong, Gordon ve Heimberg, 2014). Alan yazın incelendiğinde SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin yorumlama ve yargılara varma, olay sonrası süreçler ve bellek ile seçici dikkat gibi bilgi işleme süreçlerine ilişkin yanlılıklarının olabildiği görülmektedir. 28 3.1. YORUMLAMA VE YARGILARA VARMA Sosyal ortamlarda bireylerin performansları ile ilgili doğrudan, belirgin bir şekilde geribildirim almaları mümkün olmayabilmektedir. Örneğin bir sunum yapıldığında anında diğer insanların sunumu beğendiği ya da beğenmeyip sıkıldığı ile ilgili bir geribildirim alınamayabilmektedir. Sosyal anksiyete bozukluğu belirtileri deneyimleyen bireyler ise sosyal ortamlarda bulunduklarında olumlu ya da olumsuzluğu belirgin olmayan uyaranları dahi kendi benlikleri ve performanslarına ilişkin olumsuz bir değerlendirme olarak yorumlama eğiliminde olabilmektedirler (Amir, Beard ve Bower, 2005; Heuer, Lange, Isaac, Rinck ve Becker, 2010). Amir, Foa ve Cole (1998) tarafından yapılan bir araştırmada katılımcılara bazı belirsiz sosyal senaryolar gösterilmiş ve katılımcıların bu senaryoları olumlu, olumsuz ya da nötr olarak değerlendirmeleri beklenmiştir. Araştırma sonucuna göre, SAB belirti düzeyi yüksek olan bireyler bu senaryoları çoğunlukla olumsuz senaryolar olarak değerlendirirken, obsesif kompulsif bozukluk belirtileri gösteren ya da herhangi bir kaygı bozukluğu belirtisine sahip olmayan bireyler senaryoları olumsuz olarak değerlendirme konusunda bir yanlılık göstermemişlerdir (Amir, Foa ve Cole, 1998). Bu durum belirsiz sosyal durumlara yönelik bir yanlılığın özellikle sosyal anksiyete bozukluğuna özgü olabileceğini düşündürmüştür. Sosyal anksiyete bozukluğu belirtileri deneyimleyen bireylerin belirsiz durumları olumsuz olarak yorumlama ve olumsuz yargılara varma yatkınlığı pek çok araştırma kapsamında ve farklı koşullar altında tekrar edilmiştir. Sosyal anksiyete bozukluğu belirtileri deneyimleyen bireyler dinledikleri bir semineri değerlendirirken, performansa ilişkin herhangi bir belirleyicinin bulunmadığı koşulda belirsiz ifadeleri eleştirel ya da reddedici olarak yorumlama eğiliminde olabilmektedirler (Kanai, Sasagawa, Chen, Shimada ve Sakano, 2010). Benzer şekilde, video kaydı aracılığı ile izledikleri bir performansı değerlendirirken de yorumlama ve yargıya varma yanlılığı gösterebilmektedirler (Amir, Beard ve Bower, 2005). Sosyal anksiyete bozukluğu ve diğer anksiyete bozuklukları karşılaştırıldığında, SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin herkes tarafından olumsuz olarak değerlendirilen durumları diğer anksiyete bozukluklarının belirtilerini deneyimleyen bireylere kıyasla 29 daha fazla felaketleştirme eğiliminde oldukları görülmektedir (Alden, Taylor, Mellings ve Laposa, 2008). Örneğin, SAB belirtileri deneyimleyen bireyler, olumsuz olarak değerlendirildikleri koşullarda, olumlu durumları görmezden gelebilmektedirler (Kashdan, Weeks ve Savostyanova, 2011). Sosyal anksiyete bozukluğu belirtileri deneyimleyen bireylerin belirsiz ve olumsuz uyaranlara ilişkin yorumlama ve yargıya varma yanlılıkları kendi performanslarına ilişkin olumsuzlukları felaketleştirme (ör. bedensel kaygı tepkilerinin herkes tarafından gözlendiğini düşünme) ve olumsuzlukları ise görmezden gelme eğilimlerini açıklar niteliktedir. Özetle, SAB belirtileri deneyimleyen bireyler sosyal geribildirim almadıkları koşullarda dahi gerek kendi performanslarına gerekse başkalarının performansına ilişkin bir takım yorumlar getirebilmektedirler. Yapılan yorumlarda ise SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin belirsiz uyaranları olumsuz olarak yorumlama ya da uyaranların olumlu yönlerini görmezden gelme eğiliminde olabildikleri gözlenmektedir. 3.2. OLAY SONRASI SÜREÇLER VE BELLEK Sosyal anksiyete bozukluğu belirtileri deneyimleyen bireylerin benliklerine ve performanslarına yönelik olumsuz düşünceleri yalnızca sosyal durumlarla sınırlı kalmayıp, olay sonrasında da devam edebilmektedir (Brozovich ve Heimberg, 2008). Bu duruma, Clark ve Wells’in (1995) modelinde “olay sonrası işlemleme” (post event processing) olarak yer verilmekte ve modelde sosyal durum sonrası bellekte yer alan durumun değerlendirilmesinde çeşitli yanlılıkların söz konusu olabileceğine değinilmektedir. Yapılan araştırmalar, SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin yaşadıkları sosyal durumu diğer kaygı bozukluğu belirtileri deneyimlemeyen bireylere kıyasla daha olumsuz değerlendirme eğiliminde olduklarını, bu işlemleme sürecinin ise gelecekteki sosyal durumlardan kaçınmanın güçlü bir yordayıcısı olduğunu göstermektedir (Rachman, Grüter-Andrew ve Shafran, 2000). Sosyal anksiyete belirtileri deneyimleyen bireylerin sosyal durumlara ilişkin olumsuz uyaran ve durumları olumlu ya da nötr olanlara kıyasla daha fazla hatırlayıp hatırlamadıklarına ilişkin araştırma bulgularında ise tam bir tutarlılık elde 30 edilememiştir. Araştırma sonuçları, sosyal uyaranın sözel mi ya da görsel mi olduğuna, nasıl kodlandığına (örtük ya da açık) ya da nasıl geri alındığına (hatırlama/tanıma) göre değişiklik gösterebilmektedir (Mitte, 2008). Örtük bellek (implicit memory) ve tanımaya (recognition) ilişkin yapılan araştırmalarda, SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin, anksiyete belirtileri deneyimlemeyen bireylere kıyasla sadece kızgın yüzleri tanımaya ilişkin bir yanlılık gösterdiği bulunmuştur (Mitte, 2008). Ayrıca, sosyal kaygının ortaya çıktığı koşullarda bireyler kendileri ile ilgili bilgiyi daha fazla hatırlama eğilimi gösterebilmektedirler (Amir, Coles, Brigidi ve Foa, 2001). Ancak böyle bir bellek yanlılığının var olmadığını savunan araştırmalar da alan yazında mevcuttur (ör. Morgan, 2010). Sosyal anksiyete belirtileri deneyimleyen bireylerin performans sergiledikleri durumlarda aldıkları geri bildirimleri nasıl hatırladıklarına ilişkin yapılan çalışmalarda ise diğer anksiyete bozukluklarının belirtileri deneyimlemeyen bireylere kıyasla performanslarına ilişkin olumsuz bilgiyi daha da olumsuz hatırlama, olumlu bilgiyi ise daha az hatırlama eğilimi gösterdikleri görülmektedir (Cody ve Teachman, 2010). Ayrıca sosyal anksiyete belirtileri deneyimleyen bireylerin hatırladıklarının daha duruma özgü bilgiler (ör. “Kaç defa “ııııı, şeyyyy” dedim?”) olmaktan ziyade daha genel bilgiler (ör. Çok kötü bir konuşma yaptım) olabildiği görülmektedir (Cody ve Teachman, 2011). Bireylerin performanslarına ilişkin belleklerinde yer eden bilginin zaman içinde nasıl değiştiği de alan yazında araştırılan başka bir konu olmaktadır. Sosyal anksiyete bozukluğu belirtileri deneyimleyen bireylerin sosyal kaygı yaratan durumlardaki performanslarına ilişkin hatırladıkları bilgiler zaman içinde stabil bir şekilde olumsuz olarak kalırken sağlıklı kontrol grubundaki bireylerde zaman içinde daha olumlu bir seviyeye gelebilmektedir (Abbott ve Rappe, 2004). Unutma açısından bakıldığında ise sosyal anksiyete belirtileri deneyimleyen bireylerin kontrol grubuna kıyasla özellikle olumlu bilgiyi daha hızlı unutma eğiliminde oldukları görülmektedir (Liang, Hsu, Hung, Wang ve Lin, 2011). Sosyal anksiyete bozukluğu belirtileri deneyimleyen bireylerin özellikle olumsuz 31 bilgiye yönelik bir bellek yanlılıklarının olabileceğini savunan araştırmalar olduğu gibi, bu bilgiyi bastırma ve bu tür bilgilerden kaçınma eğiliminde olabileceklerini savunan araştırmalar da bulunmaktadır. LeMoult ve Joorman (2012) çalışmalarında SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin özellikle kızgın, üzgün ya da tiksinmiş yüz ifadelerini daha az tanıdıklarını (recognition) belirtmişlerdir. Benzer bir çalışmada ise sosyal anksiyete bozukluğu belirtileri deneyimleyen bireylerin sosyal tehdit olarak algıladıkları bilgiyi kontrol grubuna kıyasla daha fazla bastırma eğiliminde olabildikleri ifade edilmektedir (Kingsep ve Page, 2010). Bu bulgular göz önünde bulundurulduğunda SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin olay sonrası işlemleme süreçlerinin daha derinlemesine çalışılmasına ve yapılan araştırmaların farklı örneklem grupları ile tekrar edilmesine ihtiyaç duyulduğu gözlenmektedir. Özetle, SAB belirtilerini devam ettiren en önemli unsurlardan biri kaçınma davranışlarıdır ve önceki deneyimlere ilişkin bellek süreçleri kaçınma davranışlarının önemli bir yordayıcısı olabilmektedir. Sosyal anksiyete bozukluğu belirtileri deneyimleyen bireylerin sosyal deneyimlerine ilişkin bellek süreçleri incelendiğinde, olumsuz uyaranları hatırlamaya ve hatırladıkları olumsuz bilgiyi tüm performanslarına genellemeye ilişkin bir yanlılıklarının olabildiği gözlenmiştir. Ayrıca, SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin olumlu deneyimlerini görmezden gelme, bastırma eğiliminde olduklarına ilişkin tutarlı bulgular elde edildiği görülmektedir. Ancak, farklı yüz ifadelerine ilişkin bellek yanlılıklarına ilişkin yapılacak detaylı araştırmalara ihtiyaç duyulmaktadır. 3.3. SEÇİCİ DİKKAT VE DİKKAT YANLILIĞI Evrimsel olarak değerlendirildiğinde insanların hayatta kalmak için çevrelerinde tehlike yaratma olasılığı olan ya da tehdit edici sinyaller veren uyaranlara karşı aşırı duyarlı oldukları, tam olarak bilinç düzeyinde olmasa dahi bu uyaranları kolaylıkla fark edebildikleri bilinmektedir (Öhman ve Mineka, 2001). Dolayısıyla, SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin de tehlikeli olarak algıladıkları sosyal uyaranlara karşı tetikte oldukları ve bu uyaranlara karşı dikkat yanlılıklarının olabildiği düşünülmektedir (Heeren, Mogoaşe, Philippot ve McNelly, 2015). Yapılan araştırmalarda ise SAB 32 belirtileri deneyimleyen bireylerin, dikkat yanlılıklarına ilişkin hem bilinçli (Putman, Hermans ve van Honk, 2004) hem de bilinçdışı, örtük (Mogg ve Bradley, 2002) süreçlere odaklanılmaktadır. Olumsuz duyguları yansıtan yüz ifadeleri gibi sosyal tehlike ipuçları taşıyan uyaranları bilinçdışı olarak işlemleme süreçlerine odaklanan araştırmalarda en çok kullanılan iki görevin Dot Probe Görevi ve Duygusal Stroop Görevi olduğu görülmektedir. Dot Probe Görevi’nde, sosyal tehlike ipucu ile eşleştirilen bir uyaranın yeri ya da bir okun yönü, Duygusal Stroop Görevi’nde ise sosyal tehlike ipucu ile eşleştirilen bir kelimenin hangi renkte yazıldığını seçilmektedir. Bilişsel işlemleme sürecini bilinçdışı ya da örtük hale getiren, sosyal tehlike ipucu içeren uyaranların bireylere gösterilme süresinin çok kısa olması ya da bu uyaranların maskelenmiş olarak gösterilmesidir. Yapılan bazı araştırmalar sosyal anksiyete belirtileri gösteren bireylerin maskelenmiş sosyal tehlike ipucu taşıyan (ör. kızgın yüz ifadesi) ve sadece 7-14 ms gösterilen uyaranlara nötr uyaranlara kıyasla daha hızlı tepki verdiklerini göstermektedir (Mogg ve Bradley, 2002). Ancak Putman, Hermans ve van Honk (2004) tarafından yapılan bir araştırmada, 25 ms uyarana maruz kalmanın daha hızlı tepki verip sosyal tehlike içeren uyarana (ör. kızgın yüz ifadesi) karşı aşırı duyarlı olunmasından ziyade SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin bu uyaranlardan kaçınma eğilimi gösterdikleri bulgusuna ulaşılmıştır. Alan yazında SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin sosyal tehlike ipucu içeren uyaranlara verdikleri tepkilere ilişkin bulgularda bir tutarlılık olmadığı gözlenmektedir. Bu noktada, yapılacak yeni araştırmalarda SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin sosyal tehlike ipuçları içeren uyaranlara aşırı duyarlılık gösterme ya da bu uyaranlardan kaçınma eğilimlerinin incelenmesi faydalı olacaktır. Sosyal anksiyete bozukluğu belirtileri deneyimleyen bireylerin sosyal tehlike ipuçları taşıyan uyaranları bilinç düzeyinde algıladıklarında sahip oldukları dikkat yanlılıklarına ilişkin ise alan yazında daha tutarlı bulgular olduğu görülmektedir. Bilinç düzeyinde dikkat yanlılıklarının değerlendirildiği araştırmalarda da çoğunlukla aynı deneysel görevler kullanılmakta (Dot Probe Görevi ve Duygusal Stroop) ancak herhangi bir maskeleme yapılmamakta ve bireylerin bu uyaranlara maruz kalma süreleri uzamaktadır (genellikle ≥ 500ms olmakta ama daha kısa da olabilmektedir). Yapılan pek çok 33 araştırmada SAB belirti düzeyleri yüksek olan bireylerin anksiyete düzeyleri düşük olan bireylere kıyasla Duygusal Stroop Görevinde sosyal tehlike ipuçları taşıyan sözcüklerin rengini daha yavaş seçtikleri görülmektedir (ör. Kim, Lundh ve Harvey, 2002). Diğer bir değişle kelimenin içeriği SAB belirtileri deneyimleyen bireylerde bir dikkat yanlılığı yaratmakta, bu da asıl görev olan kelimenin hangi renkte yazıldığını seçme süresini uzatabilmektedir. Sosyal anksiyete bozukluğu belirtileri deneyimleyen bireylerin dikkat yanlılıklarını kelimelerden ziyade farklı duyguları yansıtan yüz ifadeleri aracılığı ile incelenmesine de sıklıkla rastlanmaktadır. Ancak bu araştırmalarda nadir de olsa benzer bir dikkat yanlılığı bulgusuna ulaşılmadığı (Putman, Hermans ve van Honk, 2004) ya da SAB belirti düzeyleri yüksek olan bireylerin bu yüz ifadelerinden kaçınma eğiliminde olduğunu gösteren (Mansell, Clark, Ehler ve Chen, 1999) araştırma bulguları bulunmaktadır. Bazı araştırmalarda ise dikkat yanlılığının sosyal tehlike içeren uyaran 500ms gösterildiğinde ortaya çıkabildiğini, 1250ms gösterildiğinde ise ortaya çıkmadığı savunulmaktadır (Mogg ve ark., 2004). Bu noktada araştırmacıları düşündüren konu SAB belirti düzeyleri yüksek olan bireylerin sosyal tehdit içeren uyaranlara hızlıca dikkatlerini yöneltmek (vigilance for threat) konusunda mı yoksa dikkatlerini bu uyarandan çekip farklı bir uyarana yöneltmek (disengaging from threat) konusunda mı zorlandıkları olmuştur. Amir, Elias, Klump ve Prezeworski (2003) bu eğilimi değerlendirmek amacıyla Posner paradigmasını (Posner Paradigm, 1988) kullanmışlardır. Posner paradigması kapsamında her bir denemede bilgisayar ekranının sağ ya da sol bölümünde sosyal tehdit içeren, nötr ya da pozitif kelimeler gösterilmiş, kelimeleri takiben ya kelimenin görüldüğü bölümde (geçerli deneme) ya da kelimenin tersi bölümde (geçersiz deneme) katılımcılara bir uyaran [probe (“*”)] gösterilmiştir. Sosyal anksiyete belirtileri deneyimleyen bireylerin, sosyal tehdit içeren kelimeleri takip eden geçersiz denemelere tepki vermelerine kadar geçen sürenin (response latency) kontrol grubuna kıyasla daha uzun olduğu bulgusuna ulaşılmıştır. Bu bulgu, SAB belirti düzeyi yüksek olan bireylerin tehlike içeren uyarandan dikkatlerini çekme süresinin daha uzun olabildiği şeklinde yorumlanmıştır (Amir, Elias, Klump ve Prezeworski, 2003). 34 Sosyal anksiyete bozukluğunda dikkat yanlılığını değerlendirmede kullanılan farklı görevler de bulunmaktadır. Bu görevlerden biri Kalabalıkta Yüz Görevi (Face in the Crowd)’dir. Bu görevde katılımcılara farklı duygusal ve nötr ifadelerin yer aldığı yüzler gösterilmekte ve katılımcılardan bazı yüz ifadelerini seçmeleri beklenmektedir. Örneğin pek çok olumlu duygu ifadesine sahip yüz ifadesi arasından olumsuz duygu ifadelerini ayırt edip seçerek görev gerçekleştirilebilmektedir. Bu görev kapsamında SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin özellikte kızgın yüz ifadelerini kontrol grubuna kıyasla daha hızlı tespit edebildikleri gözlenmiştir (Gilboa-Schechtman, Foa ve Amir, 1999). Bu bulguya ilişkin olarak, bu bireylerin kızgın yüzleri mi daha hızlı tespit ettikleri yoksa mutlu yüzleri tespit etmeleri için geçen zamanın mı daha yavaş olduğu konusu henüz netlik kazanmamıştır. Dikkat yanlılığını değerlendirmede kullanılan bir diğer görev dikkat yanıp sönmesi (attentional blink) etkisini ortaya çıkaran görevlerdir. Bir görevde bireylere ardarda pek çok uyaran gösterilmekte ve bu uyaranların daha sonra tanınması beklenmektedir. İlk gösterilen uyaranın ikinci gösterilen uyaranın tanınma ihtimalini etkilemesi beklenirken, bazen ikinci uyaranın yarattığı yanlılık bu duruma engel olmaktadır. Sosyal anksiyete bozukluğu belirtileri deneyimleyen bireylerde ikinci uyaranın mutlu ya da kızgın yüz ifadesi olması koşulları arasında anlamlı bir fark elde edilmemiştir (de Jong ve ark., 2009). Moser, Huppert, Duval ve Simons (2008) ise SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin dikkat yanlılıklarını değerlendirirken “Flanker Görevi” kullanmışlardır. Bu görevde ise bilgisayar ekranının merkezinde bir yüz ifadesi, bu yüz ifadesinin iki yanında ise aynı yüzün farklı duyguları temsil eden iki ifadesi yer almaktadır. Katılımcılardan ekranın merkezinde yer alan yüz ifadesinin yansıttığı duyguyu belirtmeleri beklenmektedir, ancak merkezdeki ifadenin yanındaki ifadelerden bir tanesinin tehdit içeren bir ifade (kızgın, eleştirel vb.) olması durumuna katılımcının tepkisinin yavaşlayacağı düşünülmektedir. Sosyal anksiyete bozukluğu için Flanker Görevi’nde herhangi bir dikkat yanlılığına rastlanmamıştır (Moser, Huppert, Duval ve Simons, 2008). Özetle, SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin dikkat yanlılıklarının değerlendirildiği araştırmalarda hem bilinçdışı (örtük) hem de bilinçli dikkat süreçlerine değinildiği görülmektedir. Katılımcıların sosyal tehdit içeren uyaranlara örtük olarak maruz kaldığı çalışmalarda, SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin olumsuz uyaranlara nötr ve 35 olumlu uyaranlara kıyasla daha hızlı tepki verilebildiğine ilişkin araştırma bulguları yer almaktadır. Ancak katılımcıların olumsuz uyaranlara daha uzun süre maruz kaldıkları ve bilinçli dikkat süreçlerinin değerlendirildiği çalışmalarda, olumsuz uyaranlara verilen tepki sürelerinde bir artış olduğu ve SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin olumsuz uyaranlara olumlu uyaranlara kıyasla daha uzun sürede tepki verdikleri gözlenmiştir. Ancak alan yazındaki bulgular incelendiğinde SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin örtük ve bilinçli dikkat süreçlerine ilişkin elde edilen bulguların tutarlı bulgular olmadığı gözlenmektedir ve bu alanda yapılacak yeni araştırmalara ihtiyaç duyulmaktadır. 36 4. BÖLÜM SOSYAL ANKSİYETE BOZUKLUĞUNDA BİLİŞSEL YANLILIKLARA ODAKLANAN YAKLAŞIMLAR 4.1. BİLİŞSEL YANLILIK DÜZELTMESİ (COGNITIVE BIAS MODIFICATION) Klasik bilişsel davranışçı terapilerin anksiyete bozukluklarının tedavisinde üç temel yol izledikleri görülmektedir: (1) anksiyete düzeyinin artmasında zihinden geçen düşüncelerin (bilişlerin) rolü hakkında farkındalık kazanılmasını sağlamak, (2) anksiyete belirtilerini tetikleyen düşünce ve inançlarını bulmak konusunda yardımcı olmak, (3) bireylerin zihinlerinden geçen düşüncelere meydan okumalarını sağlamak ve böylelikle anksiyete belirtilerinin azalması konusunda bireyleri cesaretlendirmek (Clark ve Beck, 2010). Diğer taraftan ise, bilişsel davranışçı modeller kapsamında, anksiyete bozukluklarının ortaya çıkışında bireylerin bilgi işleme süreçlerindeki yanlılıklara ortak bir nokta olarak değinildiği, bireylerin farkındalık alanında dahi olmayan bir takım yanlılıkların anksiyete belirtilerinin ortaya çıkmasında, sürdürülmesinde hatta etiyolojisinde başat rol oynayabildiği vurgulanmaktadır (Mathews and Macleod, 2005; Morrison ve Heimberg, 2013). Özellikle son 30 yılda, anksiyete bozukluklarında bilgi işleme süreçleri yanlılıklarının rolüne yapılan vurgu klasik bilişsel davranışçı terapilerin yerine bilgi işleme süreçlerindeki yanlılıklara ve bu yanlılıkları ortadan kaldırmaya çalışan sağaltım yöntemlerinin geliştirilmesine olanak tanımıştır. Bilişsel Yanlılık Düzeltmesi (Cognitive Bias Modification) olarak adlandırılan ve yorumlama, bellek ve dikkat gibi bilişsel yanlılıklara odaklanan yöntemlerin üç temel amacı olduğu görülmektedir: (1) anksiyete bozuklukları ve bilişsel yanlılıklar arasındaki neden-sonuç ilişkisini açıklamak, (2) bilişsel yanlılıkların düzeltilmesinin anksiyete bozukluklarındaki terapötik potansiyelini ortaya koymak, (3) anksiyete bozukluklarında bilişsel yanlılık mekanizmasını ilişkin alan yazın bilgisine ışık tutmaktır (MacLeod ve Mathews, 2012). Sosyal anksiyete bouzkluğu belirtileri ve dikkat yanlılığı (seçici 37 dikkat) süreçlerine odaklanan bilişsel yanlılık düzeltmesi yöntemleri arasında Dikkat Yanlılığı Düzeltmesi Programının (MacLeod ve ark., 1986) sıklıkla kullanıldığı görülmektedir. Bu program katılımcılara bilgisayar ortamında uygulanmakta ve ekranın ortasında konumlanmış bir çarpı işareti ile başlamaktadır. Bir sonraki ekranda ise katılımcılara yatay olarak ikiye bölünmüş ekranda nötr ve tehdit içeren yüz ifadeleri (kızgın, korkulu, tiksinmiş vb.) aynı anda gösterilmektedir. Bir sonraki ekranda ise katılımcılardan ekranda gördükleri harfin E ya da F olduğuna karar vermeleri beklenmektedir. Katılımcıların karar verme sürecinin sonucu olan harf, çoğunlukla bir önceki ekranda nötr uyaranın bulunduğu bölümde yer almaktadır. Bu durum katılımcılarda örtük olarak nötr ya da pozitif uyarandan sonra bir karar verme süreci gerçekleştirecekleri algısı yarattığı için katılımcıların tüm uygulama boyunca tehdit içeren uyarandan dikkatlerini uzaklaştırma (avoid-negative stimuli) koşulunu gerçekleştirmeleri sağlanmaktadır. Alan yazın incelendiğinde, SAB belirtileri deneyimleyen ve Bilişsel Yanlılık Düzeltmesi uygulanan bireylerde elde edilen sonuçların oldukça olumlu olduğu gözlenmektedir. Bilişsel Yanlılık Düzeltmesi’nin, SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin belirtilerinin azaltılmasında etkin olduğu pek çok araştırma kapsamında vurgulanmıştır (Amir, Weber, Beard, Bomyea ve Taylor, 2008; Amir ve ark., 2009; Heeren, Reese, McNally ve Philippot, 2012). Ayrıca, SAB belirtilerine yönelik olan yapılan uygulamalarda tek seansta olumlu sonuçların alındığı dahi görülmüştür. Örneğin, Amir ve arkadaşları (2008) tarafından yürütülen bir çalışmada, yüksek SAB belirti düzeyi grubuna Bilişsel Yanlılık Düzeltmesi uygulanmış, benzer özellikteki bir gruba ise herhangi bir uygulama yapılmayıp, bu grup kontrol grubu olarak atanmıştır. Yapılan tek seanslık uygulama sonunda, katılımcıların dikkat yanlılıklarında olumlu gelişmeler olduğu, kendilerinden istenilen izleyici karşısında konuşma görevinde kontrol grubuna kıyasla düşük düzeyde kaygı belirtileri deneyimledikleri ve katılımcıların konuşma performanslarının kontrol grubuna kıyasla yargıcılar tarafından daha iyi olarak değerlendirildiği bulgularına ulaşılmıştır (Amir ve ark., 2008). Schmidt, Richey, Buckner ve Timpani (2009) tarafından yapılan haftada iki defa, 15’er dakika olarak gerçekleştirilen toplam sekiz Bilişsel Yanlılık Düzeltmesi sonunda da bireylerin SAB belirti düzeylerinde azalma olduğu görülmüştür. Daha önemlisi, uygulamaların bitiminden 1 hafta sonra alınan ölçümlerde uygulama yapılan katılımcıların %72’sinin artık genellenmiş SAB belirtilerini deneyimlemedikleri 38 (kontrol grubu için bu oran %11 olarak belirtilmiştir) ve elde edilen bu klinik kazanımın 4 ay sonra yapılan takip çalışmasında da devam ettiğidir. Sosyal anksiyete bozukluğu belirtilerine yönelik olarak hazırlanan Bilişsel Yanlılık Düzeltmesi uygulaması oldukça pratik, uygulamacıya ve SAB belirtileri deneyimleyen bireylere uygulama kolaylığı sağlayan ve zamansal açısından ekonomik bir uygulama olması sebebiyle pek çok uygulamacı ve araştırmacının oldukça ilgisini çekmiştir. Ancak, son 4 yılda yapılan çalışmalarda önceki çalışmalarda elde edilen olumlu sonuçlara rastlanılmaması şüphe uyandırmıştır (ör. Boettcher, Berger ve Renneberg, 2012; Boettcher ve ark., 2013; Carlbring ve ark., 2012; McNally, Enock, Tsai ve Tousian, 2013). Emmelkamp (2012) tarafından yazılan değerlendirme yazısında Bilişsel Yanlılık Düzeltmesi uygulamalarının son yıllarda yapılan araştırmalardaki popülaritesi İmparatorun Yeni Kıyafeti (Emperor’s New Suit) yakıştırması ile eleştirilmiş, bu uygulamanın klinik tanı kriterlerini karşılamayan fakat SAB belirtileri deneyimleyen bireylerde işlevsel olabileceği belirtilmiştir. Ayrıca, SAB belirtilerine yönelik olarak hazırlanan çevrimiçi programları aracılığıyla, Bilişsel Yanlılık Düzeltmesi uygulamalarına kıyasla daha olumlu sonuçlar edilebileceğine değinilmiştir. Bu bağlamda sosyal anksiyete bozukluğunda dikkat yanlılığına yönelik olarak geliştirilen yöntemlerin etkililiğine ilişkin elde edilen çelişkili bulgular yapılan bu uygulamalarla ilgili araştırmaların sürdürülmesini gerekli kılmaktadır. Diğer taraftan, bilişsel yanlılıkların önemli bir bölümünü oluşturan dikkat yanlılıklarının SAB psikopatolojisindeki rolüne yapılacak klinik uygulamalarda odaklanılmasının önemli olduğu düşünülmüştür. Bireylerin dikkat süreçleri üzerinde olumlu etkileri olduğu bilinen bir değişken ise Bilgece Farkındalık (Mindfulness)’tır (Piet, Hougaard, Hecksher ve Rosenberg, 2010). 4.2. BİLGECE FARKINDALIK VE BİLGİ İŞLEME SÜREÇLERİ 4.2.1. Bilgece Farkındalık Bilgece farkındalık; içinde bulunulan an’ın yargılanmadan, farkında olarak yaşanması, deneyimlenmesi olarak tanımlanmaktadır (Kabat-Zinn, 1990). Bu sürecin bireylerin 39 psikolojik iyilik halleri üzerindeki olumlu etkisi alan yazında sıklıkla incelenmiş, pek çok klinik uygulamaya bilgece farkındalık etkin bir bileşen olarak entegre edilmiş, böylelikle bireylerin deneyimledikleri stresin azaldığı, iyilik hallerinin arttığı gözlenmiştir (Chambers, Gullone ve Allen, 2009). Bilgece farkındalık kavramının ve bilgece farkındalık egzersizlerinin temellerinin 2500 yıl öncesine dayandığı bilinmektedir. Bilindiği kadarıyla, bilgece farkındalık felsefesini ve öğretilerini yaşamına ilk entegre eden kişi ise Buda’dır. Son 2500 yılda bu felsefe, Asya’daki Budist manastırların fikir ve uygulamalarının temelini oluşturmuştur (Almond, 1988). Bilgece farkındalık kavramı ile Avrupa’nın tanışması, 19. yüzyılın sonlarına doğru gerçekleşmiş, Avrupalı kaşif, şair ve ressamlar aracılığı ile bilgece farkındalık kavramı ve öğretileri Avrupalılara tanıtılmıştır. 1960-1970’lerde dünyanın, üzerindeki tüm canlılara ait olduğunu kabul eden ve komün hayatı savunan Hippi yaşam tarzı ile bilgece farkındalık Amerika’da ilgi görmüştür (Chaskalson, 2014). Ancak bilgece farkındalığın bilim dünyası ile tanışması 1970’lerin sonlarına doğru John Kabat-Zinn aracılığı ile gerçekleşmiştir (Kabat-Zinn, 1995). Çalıştığı hastanede hastaların çoğunluğunun medikal tedaviden tamamıyla fayda göremediğini gören Kabat Zinn, üniversite yıllarında tanıştığı bir Tibetli rahip aracılığı öğrendiği bireysel bilgece farkındalık uygulamalarını medikal tedavi gören hastalara uygulamaya başlamıştır (Kabat-Zinn, 1995). John Kabat Zinn’in geliştirmiş olduğu Bilgece Farkındalık Temelli Stres Azaltma (Mindfullness Based Stress Reduction [MBSR] programının fiziksel ve psikolojik hastalıklar deneyimleyen insanlar üzerindeki olumlu etkileri, nörobilim çalışan bilim insanlarının oldukça ilgisini çekmiş ve uzmanlar 90’lı yıllarda Budist rahiplerin beyin aktivitelerini görüntülemeye başlamışlardır (Chaskalson, 2014). Bilgece farkındalık kavramı ile Batı’nın temasını arttıran önemli bir figür ise Dalai Lama olmuş, 2001 yılında Dalai Lama’nın yardımıyla Tibetli Budist rahiplerin beyin aktiviteleri görüntülenmeye başlanmıştır (Chaskalson, 2014) . 4.2.2. Bilgece Farkındalık Odaklı Klinik Uygulamalar 40 Bilgece farkındalık odaklı klinik uygulamalar “bilişsel davranışçı terapiler ailesinin yeni üyeleri” olarak alan yazında yer bulmaktadırlar (Herbert ve Hoffman, 2011). Bu uygulamalardaki temel hedefin ise davranış değişikliği sağlamak ve bireylere daha doyurucu bir yaşam olanağı sunmak olduğu belirtilmekte, bilgece farkındalık bir teknikten ziyade psikolojik bir zihinsel süreç olarak ifade edilmektedir. Bilgece farkındalığa odaklanan farklı klinik uygulamalar olsa da pek çok psikopatolojinin sağaltımında Bilgece Farkındalık Temelli Stres Azaltma (MBSR; Kabat-Zinn, 1990) ve Bilgece Farkındalık Bilişsel Davranışçı Terapi (MBCT; Segal, Williams ve Teasdale, 2011) kullanılmaktadır. Bilgece Farkındalık Temelli Stres Azaltma programının SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin duygusal tepkilerini ve kendilerini referans aldıkları zihinsel süreçlerini düzenleyici etkisinin olduğu ve bu olumlu değişimin fMRI taraması ile de gözlenebildiği belirtilmektedir (Goldin, Ramel ve Gross, 2009). Bilgece farkındalık temelli bilişsel davranışçı terapilerin ise bireylerin SAB belirtilerine ilişkin öz bildirimlerinde olumlu değişiklikler ile sonuçlandığı, bu değişimlerin ise iki ay sonra yapılan takip çalışmalarında dahi devam ettiği (Bögels, Sijber, Voncken, 2006; Piet, Hougaard, Hecksher ve Rosenberg, 2010) bulgularına ulaşılmaktadır. Ancak alan yazında hala tam olarak netlik kazanmamış konular da yer almaktadır. Yapılan bir araştırmada aerobik egzersizi yapan bireyler ve bilgece farkındalık odaklı stres azaltma programına katılan bireylerin SAB belirti düzeyi değişimleri arasında anlamlı bir farka rastlanmamış olması (Jazaieri, Goldin, Werner, Ziv ve Gross, 2012) ya da Bilişsel Davranışçı Grup Terapisinin, bilgece farkındalık odaklı stres azaltma programına belirti düzeyinde bir azalma yaratma açısından daha üstün olduğunun gözlenmesi (Koszycki, Benger, Shlik ve Bradwejn, 2007) gibi bulgular bu uygulamaların etkililiğinden ziyade etkinlik mekanizmalarının çalışılmasını gerekli kılmaktadır. Alan yazında bilgece farkındalığın etkililiğine ilişkin yapılan çok sayıda araştırmanın yanı sıra nasıl işe yaradığını ya da bu işlevselliğin çalışma mekanizmasını inceleyen araştırmalara oldukça nadir olarak rastlanılmaktadır. Az sayıdaki araştırmada, bilgece farkındalık mekanizmasının bireylerin otomatikleşme, otomatik pilotta yaşama devam etme döngüsünü kırdığı, bu yolla değişim yarattığı ileri sürülmektedir (Kang, Gruber ve Gray, 2013). Bilgece farkındalığın işlevsellik mekanizmasını araştırmaya yönelik olarak geliştirilen modellerden biri Kang, Gruber ve Gray (2013) tarafından geliştirilmiştir ve 41 modelde bilgece farkındalığın “farkındalık”, “dikkat”, “an’a odaklanma” ve “kabul” olmak üzere dört bileşeninin olduğu ileri sürülmüştür. Bilgece farkındalığın bu bileşenleri harekete geçirerek otomatikleşmeyi azalttığı ve psikolojik iyilik halini artırdığı savunulmaktadır. Kang ve arkadaşlarının (2009) otomatikleşme üzerine oluşturdukları model, SAB belirtilerine uyarlandığında da bir psikopatoloji ve model örtüşmesine rastlanmaktadır. Kang ve arkadaşları (2009) modellerinde ilk olarak “farkındalığın” diğer bir değişle, bireyin bedensel duyumları, duyguları, düşünceleri ve çevrelerindeki uyaranlara ilişkin bilinçlilik hallerinin (Brown ve Ryan, 2003) otomatikleşmeyi azaltabildiğini öne sürmüştür. Çevresel tetikleyicilerin (prime) varlığının, bireyler farkında dahi olmadan zihinsel süzgeçten geçirilerek işlenebildiğine ve bu tetikleyicilere dikkatin yöneliminin verilen tepkileri şekillendirebildiğine (Tetikleyici etkisi (Priming effect); Salanick ve Pfeffer, 1977) değinilmiştir. Sosyal anksiyete bozukluğu belirtileri deneyimleyen bireyler açısından düşünüldüğünde, bireylerin dikkatlerinin tetikleyicilere hızla yöneldiği, tetikleyicilere yönelen dikkatin duygu, düşünce ve bedensel tepkileri ortaya çıkarabildiği, arada geçen sürede tetikleyiciye yönelik bir kaçınma tepkisi gösterildiği ve bu defa dikkatin bedensel duyumlar ve zihinsel süreçlere yönelip çevresel uyaranların göz ardı edildiği görülmektedir. Modelde bilgece farkındalığın ikinci bileşeni olarak dikkate değinilmekte, bilgece farkındalık düzeyi yüksek olan bireylerin dikkatlerini esas uyarana yönlendirmek ve bu uyaran üzerindeki dikkatlerini sürdürmek konusunda gerekli bilişsel kontrol ve esnekliğe sahip olabildikleri belirtilmektedir (Shapiro ve Schwartz, 2000). Bilgece farkındalık düzeylerine göre bireyler, Stroop görevindeki performansları açısından karşılaştırıldıklarında 6 haftalık meditasyon uygulamasını tamamlayanların daha iyi performans sergiledikleri bulgusuna ulaşılmıştır (Moore ve Malinowski, 2009). Sosyal anksiyete belirtileri deneyimleyen bireyler açısından düşünüldüğünde sosyal uyaranların varlığında dikkatlerini esas uyaran (ör. izleyici önünde yapılan sunuma odaklanma) yerine sosyal uyaranlardan gelebilecek olası tehditlere (beğenilmeme, eleştirilme vb.) odakladıkları ve dikkati sürdürme konusunda zorlandıkları görülmektedir. Modelde bilgece farkındalığın üçüncü bileşeni olarak “an’a odaklanma”, zihnimizden geçen düşünceler ile gerçeğin ne olduğunun birbirinden farklı süreçler olabileceğinin (Segal, Williams ve Teasdale, 2002) farkında vararak 42 şimdiye odaklanma oluşturmaktadır. An’a odaklanma bileşeninde, tetikleyicilerin etkisiyle otomatikleşmiş bir şekilde zihinden geçen düşüncelere ve duygulara ilişkin odağın merkezi kaydırılarak bu duygu ve düşüncelere uzaktan bakılmakta, etkilenmeden izlenmekte (decentering), dikkat şimdiye çekilerek ruminasyon engellenmekte ve içinde bulunulan süreç üzerine yapılan yorumlamalar durdurulmaktadır. Sosyal anksiyete bozukluğu belirtileri deneyimleyen bireyler açısından düşünüldüğünde de bireylerin kendi sosyal etkileşimlerine ve kendi performanslarına ilişkin zihinlerinden geçen olumsuz düşüncelerin sosyal etkileşim ile sınırlı kalmadığı, bu olaylar üzerine ruminasyonun sıklıkla yapıldığı ve bu durumun da gelecek sosyal etkileşimler için kaçınma davranışını beraberinde getirebildiği düşünülmektedir. Diğer bir değişle, SAB belirtileri deneyimleyen bireyler her yeni sosyal etkileşim sürecine yeni, bir etkileşimmiş gibi yaklaşmaktan ziyade önceki sosyal etkileşimin etkisinde ve gelecek sosyal etkileşimlerin beklentisi ile bilişsel süreçlerini şekillendirerek yaklaşabilmektedirler. Bilgece farkındalığın son bileşenini ise “kabul” oluşturmaktadır. Kabul, bireyin zihinden geçen düşüncelerini, deneyimledikleri duyguları, davranışlarına yönelik arzularını yargılamadan ve kaçınmadan benimsemeleri olarak tanımlanmakta ve bilgece farkındalıktan beslenen kabul ve kararlılık terapilerinin temel odağını oluşturmaktadır (Baer, 2003). Sosyal anksiyete bozukluğu belirtileri deneyimleyen bireyler açısından düşünüldüğünde de bireylerin gerek kendi düşünceleri, gerek deneyimledikleri kaygı, gerekse kaçınma davranışlarına ilişkin kendilerini yargıladıkları ve bu bilişsel süreçlerin peşinden gittikleri görülmektedir. Aksine, bilgece farkındalık, bu bilişsel süreçlerini kabul ile yargılamadan dışarıdan izlenmesinin kaygı duyulan ya da korkulan uyaranların daha az tehlikeli olarak algılanmasına olanak tanıyabilmektedir. Bilgece farkındalık bileşenleri birlikte incelendiğinde bu bileşenlerin aslında bireylerin bilgi işleme süreçlerini ve bu süreçlerdeki yanlılıkları hedef alarak bir sağaltım sağlayabildikleri görülmektedir. Diğer bir değişle, bilgece farkındalık temeli klinik uygulamaların sağaltım mekanizmasının bireylerin bilgi işleme süreçlerine ilişkin yanlılıklarını giderme üzerine kurulu bir mekanizma olduğu düşünülebilir. 43 5. BÖLÜM ALAN YAZINDAKİ KISITLILIKLAR, ARAŞTIRMANIN ÖNEMİ, AMACI, ARAŞTIRMA SORULARI VE HİPOTEZLER 5.1. MEVCUT ALAN YAZINDAKİ KISITLILIKLAR VE ARAŞTIRMANIN ÖNEMİ Alan yazındaki araştırmalar incelendiğinde, SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin olayları yorumlama, olaylara ilişkin yargılara varma ile bellek ve dikkat süreçlerine ilişkin bazı bilişsel yanlılıklarının olduğu görülmektedir. Bireylerin yaşadıkları sosyal anksiyete belirtilerinin ortaya çıkmasında ise sosyal tehdit içeren uyaranlara yönelik aşırı duyarlılık mı gösterdikleri ya da bu uyaranlara yönelik bir kaçınma eğilimi gösterip dikkatlerini kendilerine mi döndürdüklerine ilişkin tutarlı bilgi mevcut değildir. SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin bilişsel yanlılıklarını inceleyen araştırmalarda SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin sosyal tehdit içeren olumsuz uyaranları olumlu uyaranlara göre daha hızlı tespit etme (ör. Mogg ve Bradley, 2002) ya da bu uyaranlardan kaçınma eğilimi göstermelerine (ör. Mansell, Clark, Ehler ve Chen, 1999) ilişkin bulgular yer almaktadır. Benzer şekilde, sosyal tehdit içeren uyaranlara maruz kalınma süresinin, ne şekilde maruz kalındığının (maskelenmiş ya da açık), ne tür uyaranlara maruz kalındığının deneyimlenen bilişsel yanlılığı etkileyebildiği de görülmektedir. Ancak, farklı görev ve farklı koşullar ile sınanmış olsa da alan yazındaki araştırmalarda SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin bilişsel yanlılıklarına ilişkin tutarlı bulgulara rastlanmamıştır. Yapılan araştırmalarda kullanılan görevlerde çoğu koşulda sosyal tehdit içeren ve içermeyen sözcüklere yer verildiği görülmüştür (ör. Amir, Elias, Klump ve Prezeworski, 2003). Bazı araştırmalarda SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin farklı yüz ifadelerine yönelik bellek yanlılıklarına yer verilmiş olsa da yüz ifadeleri ile yansıtılan duygu yelpazesinin yeterince geniş olmadığı gözlenmiştir (ör. Putman, Hermans ve van Honk, 2004). Diğer bir değişle, mutlu, üzgün, kızgın yüz ifadelerine sıklıkla yer verilmiş ancak farklı duygulara yönelik 44 yanlılık aynı koşular altında çok nadir olarak çalışılmıştır. Ayrıca, alan yazın incelendiğinde SAB belirtileri deneyimleyen bireylerde çalışma belleğine ilişkin yanlılıkların çok az sayıda çalışma aracılığı ile incelendiği görülmektedir ve bu çalışmalarda çoğunlukla sözel uyaranlara ilişkin yanlılıklar çalışılmıştır. Bu bilgiler ışığında mevcut araştırma kapsamında SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin çalışma belleği ve dikkat yanlılıklarının; şaşkınlık, kızgınlık, korku, mutluluk, üzüntü ve nötr ifadeyi yansıtan yüz ifadeleri ve olumlu, olumsuz, nötr ve belirsiz sözel uyaranlar aracılığıyla incelenmesi amaçlanmıştır. Araştırmanın çalışma belleği ve dikkat süreçlerine ilişkin yanlılıkları birlikte değerlendirmeyi amaçlaması, sözel ve görsel uyaranlar aracılığıyla bilişsel yanlılığın değerlendirilmesi ve farklı duygu ifadelerine yönelik yanlılıkların aynı koşullar altında değerlendirilmesi açısından önemli olduğu düşünülmektedir. Ayrıca alan yazındaki araştırmalar incelendiğinde bu çalışma, ulaşılan alan yazın bulguları dikkate alındığında, SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin bilişsel yanlılıklarını Türkiye örnekleminde değerlendiren ilk araştırma olma özelliğine sahiptir. Son olarak, alan yazın incelendiğinde SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin bilişsel yanlılıklarına ilişkin yapılan incelemelerde cinsiyet değişkenine bilişsel yanlılık düzeyini etkileyebilecek bir değişken olarak yer verilmediği görülmüştür. Bu araştırma kapsamıda, araştırmanın kesitsel doğasına bağlı olarak cinsiyet değişkeninin olası bilişsel yanlılıklar ile ilişkisinin de incelenmesi amaçlanmış, elde edilen bulguların alan yazına katkı sağlayacağı düşünülmüştür. Bu araştırma kapsamında da değinildiği gibi, SAB belirtilerine yönelik olarak hem bireysel hem de grup düzeyinde pek çok tedavi programı geliştirilmiştir ve bu programlarının etkililik çalışmaları yapılmıştır. 2000’li yıllara gelindiğinde SAB belirtilerine yönelik olarak uygulanan tedavi programlarının da psikoterapi alanındaki gelişmelerden etkilendiği, yapılan uygulamalarda üçüncü dalga psikoterapi uygulamalarının odak noktası olan duygu, düşünce ve davranışları yargılamadan, şefkatle kabul etmeye odaklanan bilgece farkındalık bileşeninden faydalanıldığı gözlenmiştir. Bu kapsamda SAB belirtileri deneyimleyen bireylere bilgece farkındalık odaklı psikolojik müdahaleler uygulanmış ve bireyler bu uygulamalardan fayda görmüşlerdir (Bögels, Sijber, Voncken, 2006; Piet, Hougaard, Hecksher ve Rosenberg, 45 2010). Bilgece farkındalığın psikolojik belirtilerin azaltılması, beyin düzeyinde sağladığı değişim (Bögels, Sijber, Voncken, 2006) ve dikkat süreçleri üzerindeki geliştirici etkisi (Chiesa, Calati ve Serretti, 2011) biliniyor olmasına rağmen, alan yazın incelendiğinde SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin bilgece farkındalık odaklı psikolojik müdahaleler aracılığı ile bilişsel yanlılıklar açısından elde ettikleri sağaltıma ilişkin detaylı araştırmalara rastlanmamaktadır. Alan yazındaki bu eksikliği gidermek amacıyla mevcut araştırma kapsamında SAB belirtilerine yönelik olarak Bilgece Farkındalık Temelli Psikoeğitim programı geliştirilmiş ve yapılan bir pilot çalışma ile geliştirilen psikoeğitim programının SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin hem dikkat yanlılıkları hem de SAB belirtileri üzerindeki sağaltıcı etkisi incelenmiştir. Ayrıca, alan yazında yer alıyor olmasına rağmen mevcut araştırma kapsamında veri elde edilen örneklem grubunun psikolojik özelliklerini anlamak ve bilgece farkındalık temelli psikoğitim programının yapısını oluşturmak amacıyla katılımcılardan çeşitli psikolojik ölçümlerin de alınması sağlanmıştır. Özetle, mevcut araştırma kapsamında, ilk olarak, SAB belirtilerine ilişkin alan yazında sıklıkla vurgulanan bilişsel yanlılıklar bu alanda çalışılmamış iki farklı deneysel yöntem aracılığıyla incelenmiştir. İkinci olarak, bu araştırma ile Türkiye’deki klinik uygulama alanına SAB belirtilerine yönelik olarak hazırlanmış bir müdahale programı kazandırılmıştır. Son olarak, bu araştırma aracılığı ile SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin SAB belirtilerine yönelik olarak hazırlanmış Bilgece Farkındalık Temelli Psikoeğitim Programından hangi belirtiler açısından fayda gördüklerinin incelenmesi amaçlanmıştır. 5.2. ARAŞTIRMANIN AMACI VE ARAŞTIRMA SORULARI Sosyal anksiyete bozukluğu belirtileri deneyimleyen bireylerin bilişsel süreçleri ve SAB belirtilerinin sağaltımına ilişkin önerilen tedavi yöntemlerine ilişkin bulgular ışığında mevcut araştırmanın amaçları: 1. Sosyal anksiyete bozukluğu belirti düzeyi yüksek ve düşük olan bireyleri psikolojik belirti, duygu düzenleme güçlüğü ve bilgece farkındalık düzeyleri açısından 46 karşılaştırmak, 2. Sosyal anksiyete bozukluğu belirtileri deneyimleyen kadın ve erkeklerin çalışma belleği ve dikkat yanlılıklarını bu alanda çalışılmak üzere henüz kullanılmamış iki deneysel görev ile değerlendirmek, 3. Sosyal anksiyete bozukluğu belirtileri deneyimleyen kadın ve erkeklerin deneyimledikleri belirtiler ve olası dikkat yanlılıklarına yönelik olarak bir psikoeğitim programı hazırlamak, 4. Bir pilot çalışma aracılığı ile sosyal anksiyete bozukluğu belirtileri deneyimleyen bireylere yönelik olarak hazırlanan Bilgece Farkındalık Temelli Psikoğitim Programının dikkat yanlılığı ve sosyal anksiyete bozukluğu belirtilerini azaltmadaki rolünü incelemektir. Mevcut araştırmanın soruları ve test edilmesi hedeflenen hipotezleri aşağıdaki gibi sıralanabilir: Araştırma Sorusu 1: Sosyal anksiyete bozukluğu (SAB) belirti düzeyi düşük olan bireyler ile yüksek olan bireyler psikolojik belirtiler, duygu düzenleme güçlüğü ve bilgece farkındalık düzeyleri açısından farklılaşmakta mıdır? a) SAB belirti düzeyleri yüksek ve düşük olan bireyler toplam psikolojik belirti puanları ile somatizasyon, obsesyon-kompulsiyon, kişilerarası duyarlılık, depresyon, öfke/düşmanlık, paranoya, psikotizm boyutlarından aldıkları puanlara göre farklılaşmakta mıdır? H1: SAB belirti düzeyi yüksek olan bireylerin toplam psikolojik belirti puanları ve somatizasyon, obsesyon-kompulsiyon, kişilerarası duyarlılık, depresyon, öfke/düşmanlık, paranoya, psikotizm boyutlarından aldıkları puanlar SAB belirti düzeyi düşük olan bireylere kıyasla daha yüksek olacaktır. b) SAB belirti düzeyleri yüksek ve düşük olan bireyler duygu düzenleme güçlüğü toplam puanları ile duygu düzenleme güçlüğünün farkındalık, açıklık, duyguları kabul etmeme, uygun stratejilere yönelme, dürtü kontrolü ve amaç odaklı davranma boyutlarından aldıkları puanlara göre farklılaşmakta mıdır? 47 H2: SAB belirti düzeyi yüksek olan bireylerin duygu düzenleme güçlüğü toplam puanları ve duygu düzenleme güçlüğünün farkındalık, açıklık, duyguları kabul etmeme, uygun stratejilere yönelme, dürtü kontrolü ve amaç odaklı davranma boyutlarından aldıkları puanlar SAB belirti düzeyi düşük olan bireylere kıyasla daha yüksek olacaktır. c) SAB belirti düzeyleri yüksek ve düşük olan bireyler bilgece farkındalık toplam puanları ile bilgece farkındalığın etkilenmeden izleme ve merak boyutlarından aldıkları puanlara göre farklılaşmakta mıdır? H3: SAB belirti düzeyi yüksek olan bireylerin bilgece farkındalık toplam puanları ile bilgece farkındalığın etkilenmeden izleme ve merak boyutlarından aldıkları puanlar SAB belirti düzeyi düşük olan bireylere kıyasla daha yüksek olacaktır. Araştırma Sorusu 2: Sosyal anksiyete bozukluğu (SAB) belirti düzeyi düşük olan bireyler ile yüksek olan bireyler cinsiyet değişkeni göz önünde bulundurulduğunda bilişsel yanlılıklar açısından farklılaşmakta mıdır? a) SAB belirti düzeyi yüksek ve düşük olan bireylerin tüm duygu ifadeleri için hata puanları cinsiyet değişkeni göz önünde bulundurulduğunda farklılaşmakta mıdır? H4: SAB belirti düzeyi yüksek olan erkeklerin tüm duygu ifadeleri için hata puanları SAB belirti düzeyi düşük erkeklere kıyasla daha fazla olacaktır. H5: SAB belirti düzeyi yüksek olan kadınların tüm duygu ifadeleri için hata puanları SAB belirti düzeyi düşük kadınlara kıyasla daha fazla olacaktır. b) SAB belirti düzeyi yüksek ve düşük olan bireylerin olumsuz (kızgınlık, korku, üzüntü) ve olumsuz olmayan (mutluluk, şaşkınlık, nötr) ifadeler için hata puanları farklılaşmakta mıdır? H6: SAB belirti düzeyi yüksek olan bireylerin kızgınlık, korku, üzüntü ifadelerindeki hata puanları SAB belirti düzeyi düşük olan bireylere kıyasla daha fazla olacaktır. H7: SAB belirti düzeyi yüksek olan bireylerin mutluluk, şaşkınlık ifadeleri ve nötr ifadeler için hata puanları SAB belirti düzeyi düşük olan bireylerle aynı olacaktır. c) SAB belirti düzeyi yüksek ve düşük olan bireylerin, tüm duygu ifadelerine tepki süreleri cinsiyet değişkeni göz önünde bulundurulduğunda farklılaşmakta mıdır? H8: SAB belirti düzeyi yüksek olan erkeklerin tüm duygu ifadelerine tepki süreleri 48 SAB belirti düzeyi düşük olan erkeklerden daha fazla olacaktır. H9: SAB belirti düzeyi yüksek olan kadınların tüm duygu ifadelerine tepki süreleri SAB belirti düzeyi düşük olan kadınlardan daha fazla olacaktır. d) SAB belirti düzeyi yüksek ve düşük olan bireylerin olumsuz (kızgınlık, korku, üzüntü) ve olumsuz olmayan (şaşkınlık, mutluluk, nötr) ifadeleri tanıyıp tepki verme süreleri cinsiyet değişkeni göz önünde bulundurulduğunda farklılaşmakta mıdır? H10: SAB belirti düzeyi yüksek olan erkeklerin kızgınlık, korku, üzüntü ifadelerine tepki süreleri SAB belirti düzeyi düşük olan erkeklere kıyasla daha fazla olacaktır. H11: SAB belirti düzeyi yüksek olan kadınların kızgınlık, korku, üzüntü ifadelerine tepki süreleri SAB belirti düzeyi düşük olan kadınlara kıyasla daha fazla olacaktır. H12: SAB belirti düzeyi yüksek olan erkeklerin şaşkınlık, mutluluk ifadeleri ile nötr ifadeye tepki süreleri SAB belirti düzeyi düşük olan erkeklerle aynı olacaktır. H13: SAB belirti düzeyi yüksek olan kadınların şaşkınlık, mutluluk ifadeleri ile nötr ifadeye tepki süreleri SAB belirti düzeyi düşük olan kadınlarla aynı olacaktır. e) SAB belirti düzeyi yüksek ve düşük olan bireylerin tüm kelimelerin rengine toplam tepki verme süreleri cinsiyet değişkeni göz önünde bulundurulduğunda farklılaşmakta mıdır? H14: SAB belirti düzeyi yüksek olan erkeklerin tüm kelimelerin rengine tepki verme süreleri SAB belirti düzeyi düşük olan erkeklere kıyasla daha fazla olacaktır. H15: SAB belirti düzeyi yüksek olan kadınların tüm kelimelerin rengine tepki verme süreleri SAB belirti düzeyi düşük olan kadınlara kıyasla daha fazla olacaktır. f) SAB belirti düzeyi yüksek ve düşük olan bireylerin olumlu, olumsuz, nötr ve belirsiz kelimelerin rengine tepki verme süreleri cinsiyet değişkeni göz önünde bulundurulduğunda farklılaşmakta mıdır? H16: SAB belirti düzeyi yüksek olan erkeklerin olumsuz kelimelerin rengine tepki verme süresi SAB belirti düzeyi düşük olan erkeklere kıyasla daha fazla olacaktır. H17: SAB belirti düzeyi yüksek olan kadınların olumsuz kelimelerin rengine tepki verme süresi SAB belirti düzeyi düşük olan kadınlara kıyasla daha fazla olacaktır. H18: SAB belirti düzeyi yüksek olan erkeklerin nötr ve belirsiz kelimelerin rengine tepki süreleri SAB belirti düzeyi düşük olan erkeklerle aynı olacaktır. H19: SAB belirti düzeyi yüksek olan kadınların nötr ve belirsiz kelimelerin rengine 49 tepki süreleri SAB belirti düzeyi düşük olan kadınlarla aynı olacaktır. Araştırma Sorusu 3: Bilgece Farkındalık Temelli Psikoeğitim Programı sosyal anksiyete bozukluğu belirti düzeyi yüksek olan bireylerin sosyal anksiyete bozukluğu belirtileri, duygu düzenleme güçlüğü ve bilgece farkındalık düzeyi ile dikkat yanlılığını azaltmada rolü var mıdır? a) Bilgece Farkındalık Temelli Psikoeğitim Programı’na katılan bireylerin SAB belirti düzeyi, duygu düzenleme güçlüğü ve bilgece farkındalık ön ölçüm ve son ölçüm puanları farklılaşmakta mıdır? H20: Bilgece Farkındalık Temelli Psikoeğitim Programı’na katılan bireylerin SAB belirtileri, bilgece farkındalık ve duygu düzenleme güçlüğü düzeyleri program sonunda azalacaktır. b) Bilgece Farkındalık Temelli Psikoeğitim Programı’na katılan bireylerin dikkat yanlılığı ön ölçüm ve son ölçüm puanları farklılaşmakta mıdır? H21: Bilgece Farkındalık Temelli Psikoeğitim Programı’na katılan bireylerin dikkat ölçümlerindeki tepki süreleri program sonunda azalacaktır. 50 6. BÖLÜM BİRİNCİ AŞAMA Araştırmanın bu aşamasında Ankara’daki üniversitelerde eğitimlerine devam eden üniversite öğrencilerinin sosyal anksiyete bozukluğu (SAB) belirti düzeyleri ile deneyimledikleri psikolojik belirtiler incelenmiştir. Bu aşamada elde edilen bulgular doğrultusunda araştırmanın ikinci ve üçüncü aşamasında yer alacak olan, SAB belirti düzeyi yüksek ve düşük olan gruplar belirlenmiştir. 6.1. YÖNTEM 6.1.1. Örneklem Araştırmanın ilk aşamasının örneklemini Ankara’daki üniversitelerde hazırlık, lisans ve lisansüstü eğitimine devam eden 941 üniversite öğrencisi oluşturmuştur. Katılımcıların 564’ünü (%59.9) kadın, 356’sını (%37.8) erkek katılımcılar oluşturmuş, 21 (%2.23) katılımcıdan ise cinsiyet bilgisi alınamamıştır. Örneklemi oluşturan katılımcıların yaş aralığı 17-30 arasında değişmiştir ve yaş ortalamaları 19.58 (SS=1.38) olarak hesaplanmıştır. Araştırma örneklemine ilişkin diğer sosyo-demografik özellikler Tablo 1’de sıklık (F) ve yüzdelik (%) değerler olarak verilmiştir. 51 Tablo 1 Örnekleme İlişkin Sosyo-Demografik Değerler Değişken Sıklık (F) Cinsiyet Yüzde (%) Kadın 564 59.9 Erkek 356 37.8 Kayıp Değer 21 2.23 Üniversite Hacettepe Üniversitesi 363 38.57 Başkent Üniversitesi 458 48.67 Diğer 120 12.76 Fakülte Fen Edebiyat 228 24.22 Sağlık Bilimleri 586 62.27 Diğer 127 13.51 Birlikte Yaşanılan Kişi Var 573 60.89 Yok 229 24.34 Kayıp Değer 139 14.77 941 %100 Ortalama (N=941) Standart Sapma 19.84 1.2 Toplam Yaş 6.1.2. Veri Toplama Araçları Araştırmada yer alan katılımcılara sosyo-demografik özelliklerini değerlendirmek amacıyla Demografik Bilgi Formu (Ek 1) verilmiştir. Demografik Bilgi Formu’na ek olarak araştırmanın değişkenleri göz önünde bulundurularak katılımcılara SAB belirti düzeylerini değerlendirmek amacıyla Liebowitz Sosyal Kaygı Ölçeği (LSKÖ) (Ek 2), yaşadıkları olası psikolojik sorunları değerlendirmek amacıyla SCL-90-R (Ek 3) uygulanmıştır. 52 6.1.2.1 Demografik Bilgi Formu Örneklemi oluşturan katılımcılara ilişkin çeşitli sosyo-demografik özellikleri (yaş, cinsiyet, eğitim durumu vb.) belirlemek amacıyla araştırmacı tarafından oluşturulan bir demografik bilgi formu katılımcılara uygulanmıştır. 6.1.2.2. Liebowitz Sosyal Kaygı Ölçeği (LSKÖ) LSKÖ sosyal etkileşim ve performans durumlarında sosyal anksiyete bozukluğu deneyimleyen kişilerin korku ve kaçınma düzeylerini belirlemek amacıyla geliştirilmiştir (Liebowitz, 1987). Ölçeğin geçerlik ve güvenirlik çalışmaları Heimberg, Horner, Juster, Safren ve arkadaşları (1999) tarafından yürütülmüştür. Ölçek, 11’i sosyal etkileşimi ve 13’ü performansı değerlendiren 24 maddeden ve iki alt ölçekten oluşmaktadır. Tüm maddeler 4’lü Likert tipi ölçekleme yöntemi ile ayrı ayrı kaygı ve kaçınma alt başlıkları için değerlendirilmektedir. Uygulama sonrası toplam korku, “Sosyal Etkileşim Korkusu”, “Performans Korkusu”, toplam kaçınma, “Sosyal Etkileşimden Kaçınma” ve “Performanstan Kaçınma” olmak üzere farklı alanlarda puan elde edilmektedir. Ölçekten alınabilecek toplam puan 0 ile 144 arasında değişebilmekte ve alınan puanın yüksek olması sosyal anksiyete belirti düzeyinin yüksek olduğu anlamına gelmektedir. Ölçeğin Cronbach alfa değeri .81 ile .92 arasında değişmektedir (Heimberg ve ark., 1999). Ayrıca ölçeğin sosyal kaygı ve kaçınma düzeylerini belirleme konusunda kullanışlı bir ölçek olduğu belirtilmektedir (Holt ve ark., 1992). Ülkemizde ölçeğin Türkçe formu için geçerlik ve güvenirlik çalışmaları Soykan, Özgüven ve Gençöz (2003) tarafından yapılmıştır. “Sosyal Kaygı” alt ölçeği maddeleri için Cronbach alfa kat sayısı .96, “Sosyal Kaçınma” alt ölçeği için .95 ve bütün ölçek için .98 olarak bulunmuştur. LSKÖ, klinisyen tarafından uygulanan bir ölçek olmasına rağmen araştırmalarda öz bildirim ölçeği olarak kullanıldığında da ölçekten oldukça güvenilir ve geçerli sonuçlar elde edilebilmektedir (Fresco, Coles, Heimberg, Liebowitz ve ark., 2001). LSKÖ, Soykan ve arkadaşları (2003) tarafından özbildirim formu olarak kullanıldığında Cronbach alfa katsayısı “Sosyal Kaygı” alt ölçeği için .90, “Sosyal Kaçınma” alt ölçeği için .89 ve bütün ölçek maddeleri için .94 olarak hesaplanmıştır. 53 YBu sonuçlar, ölçeğin öz bildirim için de geçerlilik ve güvenirlilik değerlerinin istatistiksel olarak kabul edilebilir düzeyde olduğuna işaret etmiştir. Bu araştırmada LSKÖ, katılımcıların SAB belirti düzeylerini değerlendirmek amacıyla kullanılmıştır. Bu araştırmada LSKÖ’nün Cronbach alfa katsayısı “Sosyal Kaygı” alt ölçeği için .89, “Sosyal Kaçınma” alt ölçeği için .87 ve tüm ölçek için .93 olarak bulunmuştur. 6.1.2.3. Belirti Tarama Listesi (SCL-90-R) Belirti Tarama Listesi (Symptom Check List, SCL - 90 - R), Derogatis (1977) tarafından geliştirilen ve 90 maddeden oluşan bir öz bildirim ölçeğidir. Psikiyatrik bir tarama aracı olarak geliştirilen ölçek, 9 ayrı belirti boyutuna ait maddelerden oluşmaktadır. Ölçek, “Somatizasyon”, “Obsesif Kompulsif Belirtiler”, “Kişilerarası Duyarlılık”, “Depresyon”, “Kaygı”, “Düşmanlık”, “Fobik Kaygı”, “Paranoid Düşünce” ve “Psikotizm” belirti boyutlarından oluşmaktadır. Her bir madde, madde ile ifade edilen belirtinin son on beş gün içinde ne derece rahatsızlık verdiği göz önünde bulundurularak ve 0 (hiç) ile 4 (çok fazla) arasında puan verilerek değerlendirilmektedir. Ölçekten alınan puan değerlendirilirken uygulama yapılan kişinin her bir belirti boyutu için aldığı toplam puanın o boyutu oluşturan madde sayısına bölünmesi ile hesaplanan “genel belirti düzeyi” puanı dikkate alınmaktadır. Genel belirti düzeyi 0 ile 4 arasında değişmektedir ve artan puan belirti düzeyinin arttığına işaret etmektedir. Ölçeğin, Türkçe formu için geçerlik ve güvenirlik çalışması, Dağ (1991) tarafından yapılmıştır. Üniversite öğrencileri örnekleminde yapılan çalışmada ölçeğin iç tutarlık katsayısı .97 olarak hesaplanmıştır. Bu araştırmada SCL90-R katılımcıların SAB dışındaki psikolojik belirtilerini sorgulamak amacıyla kullanılmıştır ve mevcut araştırmada ölçeğin Cronbach alfa katsayısı .98 olarak hesaplanmıştır. 6.1.3. İşlem Araştırmada veri toplama amaçlı olarak kullanılan ölçekler, Hacettepe Üniversitesi Etik Komitesi’nden alınan izin sonrası Ankara’daki üniversitelerde eğitimlerine devam eden hazırlık, lisans ve lisansüstü öğrencilerine, 2015-2016 akademik yılı Güz ve Bahar 54 dönemleri ile 2016-2017 akademik yılı Güz döneminde uygulanmıştır. Ölçek uygulamaları çoğunlukla sınıf ortamında grup uygulamaları şeklinde gerçekleştirilmiştir. Bazı katılımcıların ise ölçek setini internet ortamında çevrim içi olarak doldurmaları sağlanmıştır. Veri toplama öncesinde katılımcılara araştırma amacı açıklandıktan sonra bilgilendirilmiş onam formu aracılığı ile katılımcıların araştırmaya gönüllü katılımları sağlanmıştır. Bu aşamada katılımcılara araştırmanın diğer aşamalarına katılmak isteyip istemedikleri sorulmuş ve araştırmanın diğer aşamaları için kendilerine ulaşılmasını kabul eden katılımcılardan adlarının ve soyadlarının baş harfleri ve telefon numaralarının son üç rakamından oluşan bir kod (örn., DE512) ve iletişim bilgilerini yazmaları istenmiştir. 6.1.4. Verilerin Analizi Katılımcılardan elde edilen veriler Statistical Package for Social Science (SPSS V. 23) programına aktarılmıştır. Araştırmada yer alan katılımcılardan alınan verilerin dağılımı incelenmiş ve ortalamanın bir standart sapma üstünde yer alan puanları kapsayan veriler SAB belirti düzeyi yüksek, ortalamanın bir standart sapma altında yer alan puanları kapsayan veriler ise SAB belirti düzeyi düşük grubu oluşturmuşlardır. Katılımcılardan alınan veriler aracılığı ile SAB belirti düzeyi toplam puanlarını ve psikolojik belirtiler toplam puanlarını karşılaştırmak amacıyla Bağımsız Gruplar için t testi, psikolojik belirtiler değişkeninin alt boyutlarını karşılaştırmak amacıyla Çok Değişkenli Varyans Analizi (Multivariate Analysis of Variance [MANOVA]) uygulanmıştır. 55 7. BÖLÜM BULGULAR Araştırmanın bu aşamasında ilk olarak araştırmada katılan katılımcıların sosyal kaygı, sosyal kaçınma ve sosyal anksiyete bozukluğu (SAB) belirti düzeyleri ile deneyimledikleri somatizasyon, obsesif-kompulsif belirtiler, kişilerarası duyarlılık, depresyon, öfke/düşmanlık, paranoya ve psikotizm gibi diğer psikolojik belirti düzeylerinin incelenmesi amaçlanmıştır. Araştırmanın bu aşamasının ikinci amacı ise katılımcılar arasında yer alan düşük ve yüksek SAB belirti düzeyi gruplarının tespit edilmesi ve bu grupların psikolojik belirti düzeyleri açısından karşılaştırılması oluşturmuştur. İlk olarak, araştırma katılımcılarının sosyal kaygı, sosyal kaçınma, sosyal anksiyete bozukluğu, somatizasyon, obsesyon-kompulsiyon, kişilerarası duyarlılık, depresyon, öfke/düşmanlık, paranoya ve psikotizm toplam puanları hesaplanmıştır. Katılımcılarının bu değişkenlere ilişkin ortalama toplam puanları ve bu puanlara ilişkin standart sapma değerleri Tablo 2’de verilmiştir. 56 Tablo 2 Örneklemin SAB, Psikolojik Belirtiler Toplam Puanları ve Standart Sapma Değerleri Ortalama Standart Sapma En Düşük En Yüksek SAB Belirtileri 90.39 19.83 48 170 Somatizasyon 10.99 8.00 0 34 Obsesyon-Kompulsiyon 15.52 7.08 0 37 Kişilerarası Duyarlılık 12.26 7.20 0 33 Depresyon 18.00 10.80 0 48 Öfke/Düşmanlık 6.41 4.94 0 23 Paranoya 7.77 4.82 0 22 Psikotizm 8.12 6.71 0 36 103.01 56.22 5 300 Psikolojik Belirtiler SAB = Sosyal Anksiyete Bozukluğu İkinci olarak, Liebowitz Sosyal Kaygı Ölçeği (LSKÖ)’nden alınan toplam puanlar esas alınarak yüksek ve düşük SAB belirti düzeyine sahip gruplar belirlenmiştir. Mevcut araştırma kapsamında LSKÖ’den alınan ortalama toplam puanın en az 1 standart sapma üstünde puan alan bireyler (LSKÖ toplam puanı 110.22 ve üstü olanlar) yüksek SAB belirti düzeyi grubunu, en fazla 1 standart sapma altında puan alan bireyler (LSKÖ toplam puanı 70.56 ve altında olan bireyler) ise düşük SAB belirti düzeyi grubunu oluşturmuştur. Yüksek ve düşük SAB belirti düzeyi gruplarına ilişkin özellikler Tablo 3’te yer almaktadır. 57 Tablo 3 LSKÖ Toplam Puanlarına Göre Yüksek ve Düşük SAB Gruplarının Ortalama ve Standart Sapma Değerleri SAB Belirti Düzeyi Düşük SAB (n = 122) Yüksek Grup (n = 133) (Ort, SS) (Ort, SS) Sosyal Kaygı (33.05, 3.36) (65.08, 7.21) Sosyal Kaçınma (30.44, 3.03) (59.14, 7.55) SAB Toplam Puan (63.49, 5.14) (124.21, 12.04) LSKÖ = Liebowitz Sosyal Kaygı Ölçeği, SAB = Sosyal Anksiyete Bozukluğu Tablo 3’ten görülebileceği gibi LSKÖ toplam puanlarına göre mevcut araştırmada düşük SAB belirti düzeyine sahip 122, yüksek SAB belirti düzeyine sahip 133 katılımcı belirlenmiştir. Düşük SAB belirti düzeyine sahip bireylerin LSKÖ toplam puanları 60 ile 66, yüksek SAB belirti düzeyine sahip bireylerin LSKÖ toplam puanları ise 113 ile 148 aralığında değişmiştir. Bu araştırmanın ilk araştırma sorusunun ilk alt sorusunu, SAB belirti düzeyleri yüksek ve düşük olan bireylerin toplam psikolojik belirti puanları ile somatizasyon, obsesyonkompulsiyon, kişilerarası duyarlılık, depresyon, öfke/düşmanlık, paranoya, psikotizm boyutlarından aldıkları puanlar açısından farklılaşıp farklılaşmadığı oluşturmuştur (Araştırma Sorusu 1-a). Bu araştırma sorusunun incelenmesi amacıyla, ilk olarak düşük ve yüksek SAB grupları psikolojik belirtiler toplam puanları açısından Bağımsız Gruplar için t testi aracılığı ile karşılaştırılmıştır. Analiz sonuçları Tablo 4’te yer almaktadır. 58 Tablo 4 Yüksek ve Düşük SAB Gruplarının Psikolojik Belirti Düzeyleri Açısından Karşılaştırılması Sosyal Anksiyete Bozukluğu Belirti Düzeyi Düşük SAB N Psikolojik Belirtiler 81 Ort Yüksek SAB SS 67.63 45.60 N 92 Ort t Testi SS 148.07 63.01 t 9.51 df p 171 .00 *SAB = Sosyal Anksiyete Bozukluğu Tablo 4’ten de görülebileceği gibi yüksek SAB belirti düzeyine sahip bireyler düşük SAB belirti düzeyine sahip bireylerden diğer psikolojik belirtiler açısından istatistiksel olarak anlamlı olarak yüksek puan almışlardır, bir diğer değişle söz konusu belirtileri daha fazla yaşadıklarını belirtmişlerdir. İkinci olarak, düşük ve yüksek SAB belirti düzeyi gruplarını psikolojik belirtiler değişkeninin alt boyutları (somatizasyon, obsesyon-kompulsiyon, kişilerarası duyarlılık, depresyon, öfke/düşmanlık, paranoya, psikotizm) açısından karşılaştırmak amacıyla Çok Değişkenli Varyans Analizi (MANOVA) yapılmıştır. Yapılan ikili karşılaştırmalarda Tip I hatayı önlemek amacıyla, Bonferroni düzeltmesi yapılmış ve anlamlılık değeri 0.007 (0.05/7) olarak kabul edilmiştir. MANOVA sonucuna göre, SAB belirti düzeyi yüksek ve düşük olan grupların somatizasyon, (F[1, 218] = 54.15, p < .001, η2 kısmi = .20), obsesyon-kompulsiyon, (F[1, 218] = 91.91, p < .001, η2 .30), kişilerarası duyarlılık, (F[1, 218] = 185.99, p < .001, η2 kısmi kısmi = = .46), depresyon (F[1, 218] = 79.26, p < .001, η2 kısmi = .27), öfke/düşmanlık (F[1, 218] = 29.75, p < .001, η2 kısmi = .12), paranoya (F[1, 218] = 66.41, p < .001, η2 kısmi = .23), ve psikotizm, (F[1, 218] = 58.28, p < .001, η2 kısmi = .21), açısından farklılaştığı bulgusuna ulaşılmıştır. SAB belirti düzeyi yüksek ve düşük olan grupların psikolojik belirtiler alt boyutlarına göre ortalama ve standart sapmaları Tablo 5’te verilmiştir. 59 Tablo 5 SAB Belirti Düzeyi Yüksek ve Düşük Gruplarının Psikolojik Belirti Alt Boyutları Açısından Ortalama ve Standart Sapma Değerleri SAB Belirti Düzeyi Düşük SAB (n = 106) Yüksek SAB (n = 114) Ort SS Ort SS Somatizasyon 7.56a 7.08 15.49b 18.72 Obsesyon-Kompulsiyon 11.40a 6.55 20.20b 7.02 Kişilerarası Duyarlılık 6.50a 4.89 18.59b 7.81 Depresyon 11.76a 9.04 24.79b 12.29 Öfke/Düşmanlık 5.09a 4.85 8.78b 5.14 Paranoya 5.50a 4.85 10.71b 5.25 Psikotizm 4.85a 4.73 12.17b 8.74 *Her bir satırda, aynı hafin yer aldığı ortalama değerler birbirlerinden farklılaşmamaktadır. *SAB = Sosyal Anksiyete Bozukluğu Tablo 5’ten takip edilebileceği gibi, SAB belirti düzeyi yüksek ve düşük olan grupların psikolojik belirti alt boyutlarına ilişkin ortalamaları göz önünde bulundurulduğunda SAB belirti düzeyi yüksek grubun, SAB belirti düzeyi düşük gruba kıyasla psikolojik belirti alt boyutlarından daha yüksek puan aldıkları görülmüştür. 60 8. BÖLÜM İKİNCİ AŞAMA Araştırmanın bu aşamasında ilk olarak mevcut araştırmada yer alan sosyal anksiyete bozukluğu (SAB) belirti düzeyi yüksek ve düşük gruplara ilişkin özelliklere yer verilmiştir. Ayrıca bu aşamada, SAB belirti düzeyi yüksek ve düşük olan gruplar duygu düzenleme güçlüğü ve bilgece farkındalık değişkenleri açısından karşılaştırılmışlardır. Son olarak, bu aşamada SAB belirti düzeyleri yüksek ve düşük olan grupların bilişsel yanlılıkları, hem farklı duyguları yansıtan yüz ifadelerinin hem de olumsuz, olumlu, nötr ve belirsiz kelimelerin kullanıldığı iki farklı deneysel görev aracılığı ile incelenmiştir. 8.1. YÖNTEM 8.1.1 Örneklem Araştırmanın bu aşamasının örneklemini SAB belirti düzeyi yüksek (n = 50) ve SAB belirti düzeyi düşük (n = 53), 2015-2016 ve 2016-2017 öğretim yıllarında Ankara’daki üniversitelerde hazırlık, lisans ve lisansüstü eğitimine devam eden 103 üniversite öğrencisi oluşturmuştur. Araştırmanın bu aşamasının katılımcılarını ilk aşamada LSKÖ aracılığı ile SAB belirti düzeyleri değerlendirilen ve araştırmanın ikinci aşamasına katılmayı kabul SAB belirti düzeyi yüksek ve düşük katılıcımlar oluşturmuştur. Araştırmanın bu aşamasında yer alan katılımcıların 20’si erkek (%19.4), 83’ü (%80.6) kadın katılımcıdır. Katılımcıların yaş aralığı17 - 25 arasında değişmiştir ve yaş ortalaması 19.25 (SS = 1.56) olarak hesaplanmıştır. Araştırma örnekleminin cinsiyetlere göre dağılımı ile sosyal kaygı, sosyal kaçınma ve SAB toplam puanlarına ilişkin bilgileri Tablo 6’da verilmiştir. 61 Tablo 6 Örnekleme İlişkin Özellikler SAB Belirti Düzeyi Düşük SAB (n = 53) Kadın (n = 41) Yüksek SAB (n = 50) Erkek (n=12) Kadın (n=42) Erkek (n=8) Ort SS Ort SS Ort SS Ort SS Sosyal Kaygı 32.43 3.18 35 7.38 65.72 7.40 69.50 7.40 Sosyal Kaçınma 31.51 5.13 33.08 7.20 58.10 9.75 61.57 4.65 SAB Toplam Puan 64.26 6.96 68.08 13.48 123.97 14.79 129.28 6.52 *SAB = Sosyal Anksiyete Bozukluğu 8.1.2. Veri Toplama Araçları 8.1.2.1 Duygu Düzenleme Güçlüğü Ölçeği (DDGÖ) Bu çalışmada katılımcıların duygu düzenleme güçlüğü düzeylerini belirlemek amacıyla Gratz ve Roemer (2004) tarafından geliştirilen Duygu Düzenleme Güçlüğü Ölçeği (DDGÖ) kullanılmıştır. DDGÖ, duygusal tepkilere ilişkin farkındalığın olmaması (Farkındalık), duygusal tepkilerin anlaşılmaması (Açıklık), duygusal tepkilerin kabul edilmemesi (Kabul Etmeme), etkili olarak algılanan duygu düzenleme stratejilerine sınırlı erişim (Stratejiler), olumsuz duygular deneyimlerken dürtülerin kontrolünde güçlük yaşama (Dürtü), olumsuz duygular deneyimlerken amaç odaklı davranışlarda bulunmada güçlük yaşama (Amaçlar) alt boyutlarından oluşan bir öz bildirim ölçeğidir. Otuz altı maddeden oluşan ölçeğin her bir maddesi 5’li Likert tipi ölçekleme yöntemi kullanılarak (1= hemen hemen hiç, 5 = hemen hemen her zaman) değerlendirilmektedir. Ölçeğin özgün formuna ilişkin geçerlik ve güvenirlik çalışmaları Gratz ve Roemer (2004) tarafından yapılmış ve bu çalışmada iç tutarlık katsayısı .93 olarak 62 hesaplanmıştır. Ölçeğin alt boyutlarının iç tutarlılık katsayılarının .88 ile .89 arasında değiştiği, test tekrar test güvenirliğinin ise .88 olduğu belirtilmiştir (Gratz ve Roemer, 2004). Ölçeğin Türkçe uyarlanması, geçerlilik ve güvenirlik çalışmaları Rugancı (2008) tarafından yapılmıştır. Ölçeğin özgün formundaki 10. madde, tüm ölçek ile çok düşük bir korelasyona (r = .06) sahip olması nedeniyle çıkarılmış, ölçeğe aynı içeriğe sahip başka bir madde eklenmiştir. Böylece, DDGÖ’nün faktör sayısı ve yapısı ölçeğin özgün formuyla aynı bulunarak yapı geçerliliği sağlanmıştır. Ölçeğin Türkçe formunun iç tutarlılık kat sayısı .94 olarak hesaplanmış, alt boyutlarının iç tutarlılık kat sayılarının ise .75 ile .90 arasında değiştiği gözlenmiştir. Ölçeğin Türkçe formunun test - tekrar test güvenirliği . 83, iki yarım test güvenirliği ise .95 olarak bulunmuştur. Ölçeğin ülkemizde yapılan geçerlik çalışmasında DDGÖ ile Kısa Semptom Envanteri (KSE) arasındaki korelasyon katsayısı .62 olarak hesaplanmıştır (Rugancı, 2008). Ayrıca, DDGÖ’nün “Farkındalık” alt boyutu dışında kalan boyutlarının KSE ile .37 - .58 arasında değişen düzeylerde korelasyon gösterdiği, “Farkındalık” alt boyutunun ise KSE ile .18 düzeyinde korelasyon gösterdiği tespit edilmiştir. Bu ilişkiler psikolojik sorunlar ve duygu düzenleme güçlüğü arasındaki ilişkiye işaret etmektedir. Mevcut araştırma kapsamında DDGÖ araştırma katılımcılarının deneyimledikleri duygu düzenleme problemlerini tespit etmek ve geliştirilmesi planlanan psikoeğitim programının içeriğine yön vermek amacıyla kullanılmıştır. Bu araştırmada, DDGÖ’nün Cronbach alfa katsayısı .86 olarak bulunmuştur. 8.1.2.2. Toronto Bilgece Farkındalık Ölçeği (TBFÖ) Toronto Bilgece Farkındalık Ölçeği (TBFÖ), bilgece farkındalığa dayalı terapilerin etkililiğinin hangi mekanizmalara bağlı olduğunun incelenmesi amacıyla Lau ve arkadaşları (2006) tarafından geliştirilmiştir. TBFÖ 5’li Likert tipinde (1 = kesinlikle katılmıyorum, 5 = kesinlikle katılıyorum) değerlendirilen 13 maddeden oluşan bir ölçektir. Ölçeğin, “Etkilenmeden İzleme” (Decentering) ve “Merak” (Curiosity) olmak üzere iki alt boyutu bulunmaktadır. Ölçekten alınan puan bireylerin bir kişilik özelliği olarak sürekli (trait) bilgece farkındalık düzeyi hakkında bilgi vermektedir. Ölçeğin, iki boyutunun diğer bilgece farkındalık ölçekleriyle (örn., Mindful Attention Awareness Scale [MAAS], Brown ve Ryan, 2003; Freiburg Mindfulness Inventory [FMI], Wallach, 63 Buchheld, Buttenmuller, Kleinknecht ve Schmidt, 2006; Cognitive and Affective Mindfulness Scale [CAMS-R], Feldman, Hayes, Kumar, Greeson ve Laurenceau, 2007) .22 ve .74 arasında değişen oranlarda korelasyonu olduğu görülmektedir. TBFÖ’nin psikolojik belirtilerle ilişkilerinin incelendiği bir çalışmada tedavi öncesi ve sonrası puan değişmelerinin her iki boyut için de anlamlı olduğu, tedavi sonrası psikolojik belirti (KSE) puanlarıyla tedavi sonrası Algılanan Stres Ölçeği (PSS) puanlarını yordamada ise sadece “Etkilenmeden İzleme” boyutunun yordayıcı gücü olduğu bulgusuna ulaşılmıştır. Ancak “Merak” boyutu için benzer bir durum gözlenmemiştir. Bu sonuç da, ölçeğin değişime duyarlılığının, özellikle “Etkilenmeden İzleme” boyutuyla açıklanabileceğini düşündürmektedir. Ülkemizde, TBFÖ’nün Türkçe uyarlama çalışması Şahin ve Yeniçeri-Kökdemir (2016) tarafından yapılmıştır. Bu çalışmada ölçeğin Türkçe formunun Cronbach alfa katsayısının ölçeğin tamamı için .60, “Etkilemeden İzleme” alt boyutu için . 71, “Merak” alt boyutu için .41 olduğu gözlenmiştir. Mevcut araştırmada TBFÖ, katılımcıların bir kişilik özelliği olarak bilgece farkındalık düzeylerini değerlendirmek ve hazırlanan psikoeğitim programına bağlı olarak katılımcıların bilgece farkındalık düzeylerindeki değişimi incelemek amacıyla kullanılmıştır. Bu araştırmada TBFÖ’nin Cronbach alfa katsayısı .59 olarak bulunmuştur. 8.1.2.3. Çalışma Belleği Performans Görevi Çalışma Belleği Performans Görevi, görsel kısa süreli bellek, bölünmüş dikkat gibi becerileri içeren bir çalışma belleği görevi aracılığıyla farklı duyguları yansıtan yüz ifadelerinin algılanma sürecini değerlendirmek amacıyla geliştirilmiştir (Adaklı, 2013). Görev, mutluluk, öfke, korku, şaşkınlık, üzüntü, nötr olmak üzere 6 ifadeyi içeren 6’şar yüz ifadesini (her bir duygu ifadesi 3 defa aynı erkek fotoğrafında, 3 defa aynı kadın fotoğrafında sunulmaktadır) içeren fotoğraflar kullanılarak hazırlanmıştır. Çalışma Belleği Performans Görevi dikey olarak ikiye ayrılmış bir bilgisayar ekranında uygulanmıştır. Katılımcılara sunulan ilk ekranın sağ tarafında başla komutu, sol tarafında ise bir yüz ifadesi yer almıştır. Katılımcılar başla komutunu tıkladığında ekran 64 değişmiş, ekranın sağ tarafında bir önceki ekranda ekranın sol tarafında görülen yüz ifadesini de içeren dört yüz ifadesi, sol tarafında ise yeni bir yüz ifadesi görmüştür. Katılımcılardan beklenen bir önceki ekranda ekranın sol tarafında görülen yüz ifadesini akıllarında tutmak, yeni gördükleri ekrandaki dört fotoğraf arasından bir önceki ekranda, ekranın solunda yer alan yüz ifadesini seçerek fare ile fotoğrafa bir kez tıklamak olmuştur. Katılımcılar, fare ile fotoğrafa tıkladıklarında, ekran değişmiş, ekranın sol tarafında bir yüz ifadesi ve sağ tarafında bir önceki ekranda, sol tarafta görülen yüz ifadesini içeren 4 yüz ifadesi görülmüştür. Ekranın, sol tarafında bulunan fotoğraflar 12.4 × 11.3 cm, sağ tarafında bulunan fotoğraflar ise 6.8 × 6 cm boyutlarında katılımcılara gösterilmiştir. Katılımcıların her bir denemede olabildiğince hızlı tepki vermeleri ve bir önceki ekranda ekranın solunda gördükleri yüz ifadesini yeni ekranda ekranın sağında bulunun dört fotoğraf arasından seçmeleri beklenmiştir. Katılımcılardan toplamda 36 deneme tamamlamaları istenmiştir. Katılımcıların her bir yüz ifadesine tepki süreleri ile yanıtlarının doğruluğu/yanlışlığı kaydedilmiştir. Katılımcıların tepki süreleri milisaniye olarak, doğru yanıtlar ise 1 puan olarak veri setinde yer almıştır. Çalışma Belleği Performans Görevi’nin ilk ve ikinci denemelerinin bilgisayar ekranındaki görüntüsü Şekil 4’te görülmektedir. Şekil 4. Çalışma Belleği Performans Görevi deneme I 65 Görev, süreci katılımcıya öğretmek amacıyla alıştırma aşaması ile başlamıştır. Alıştırma aşamasında katılımcılara asıl görevde yer almayan yüz ifadeleri gösterilmiş ve asıl görevden farklı olarak katılımcılara her bir alıştırma denemesini doğru ya da yanlış yaptıklarına ilişkin geri bildirim verilmiştir (Doğru tamamlanan denemeler için yeşil, yanlış tamamlanan denemeler için kırmızı uyaran gösterilmiştir). Üç denemede üst üste doğru yanıt verildiğinde katılımcıların görevi öğrendikleri varsayılmıştır. Mevcut araştırma kapsamında katılımcıların farklı duyguları içeren yüz ifadelerindeki hata sayıları ve farklı yüz ifadelerine tepki sürelerindeki farklılıklar SAB belirti düzeyi ve cinsiyet değişkenleri açısından karşılaştırılmıştır. 8.1.2.4. Duygusal Stroop Mevcut araştırma kapsamında Baran, Özel-Kızıl ve Cangöz (2012) tarafından geliştirilmiş olan Duygusal Stroop görevi kullanılmıştır. Görev kapsamında katılımcılardan sarı, kırmızı, yeşil ve mavi renkte yazılmış toplam 63 kelime ile 63 kontrol uyaranının renklerini klavye üzerindeki sarı, kırmızı, yeşil ve mavi renkte boyanmış tuşlara basarak belirtmeleri beklenmiştir. Görevde yer alan 63 kelimenin 21’i olumlu bir ifadeyi, 21’i olumsuz bir ifadeyi ve 21’i ise nötr bir ifadeyi temsil etmiştir. Duygusal Stroop kapsamında, görevde yer alan anlamlı her bir kelimeyi takiben bir kontrol uyaranı gösterilmiştir. Duygusal Stroop görevi kapsamında katılımcılara gösterilen kelimeler Tablo 7’de gösterilmiştir. 66 Tablo 7 Duygusal Stroop Görevi Kapsamında Katılımcılara Gösterilen Kelimeler Olumlu Kelimeler Olumsuz Kelimeler Nötr Kelimeler Kontrol Uyaranları* YARATICI GÜVENSİZ BİLEŞİK ÇÇÇÇÇÇÇÇ DAYANIKLI SIKINTILI GENEL PPPPPPP DÜRÜST ZAVALLI BİTİŞİK BBBBBBB GİRİŞKEN ÜZGÜN YEREL TTTTTTTT ÇEKİCİ ÇİLELİ BEDENSEL CCCCC CESUR KÖTÜMSER ZİHİNSEL AAAAAA NEŞELİ ÇARESİZ ANONİM DDDDDDDD KONUŞKAN KEYİFSİZ SOYUT GGGGGGGG SEVİNÇLİ SALDIRGAN SANAL SSSSSSSSS YETERLİ KIZGIN SİLİNDİR ÇÇÇÇÇÇÇ BAŞARILI KIRILGAN GÖRSEL BBBBBBBBB MUTLU YORGUN HAFTALIK YYYYYYYY ÇALIŞKAN TÜKENMİŞ DENEYSEL TTTTTTTT DEĞERLİ TEDİRGİN YUVARLAK BBBBBBBB HEVESLİ KORKAK İLİŞKİLİ KKKKKK HAREKETLİ PERİŞAN SİMETRİK BBBBBBBB AKILLI İŞTAHSIZ OLASILIK NNNNNN HUZURLU BUNALMIŞ SABİT BBBBBBBB MESUT KARAMSAR NESNEL OOOOOOOO ŞAKACI ENDİŞELİ DESENLİ SSSSSSSS BECERİKLİ TALİHSİZ BELGESEL ZZZZZZZZ * Tabloda Duygusal Stroop kapsamında yer alan toplam 63 kontrol uyaranının sadece 21 tanesi yer almaktadır. E-Prime bilgisayar programı kullanılarak geliştirilmiş olan Duygusal Stroop, katılımcılara 17” bilgisayar ekranı aracılığı ile uygulanmıştır. Görev kapsamında yer alan kelimeler her bir katılımcıya farklı sırada uygulanmış ve duygusal yükü olan her 67 bir kelimeyi bir kontrol uyaranı takip etmiştir. Kontrol uyaranları bu araştırmada “Belirsiz Kelime” ismi verilerek analize dahil edilmiştir. Her bir katılımcının uygulaması yaklaşık 15 dakika sürmüş ve katılımcıların uyaranlara verdikleri tepki süreleri kaydedilmiştir. 8.1.3. İşlem Araştırmanın ilk aşamasında elde edilen veriler doğrultusunda SAB belirti düzeyi ortalamanın bir standart sapma üstünde ve bir standart sapma altında olan katılımcılar araştırmanın ikinci aşamasını gerçekleştirmek amacıyla deney ortamına davet edilmişlerdir. Mevcut araştırma kapsamında bilişsel yanlılıklarını değerlendirmek üzere deney ortamına davet edilen katılımcıların ilk olarak araştırmanın bu aşamasına gönüllü katılımları teyit edilmiştir. Katılımcılara, bilgisayar ekranı aracılığı ile uygulanacak olan görevlerin bireylerde herhangi bir rahatsızlık hissi yaratmadığı ve istedikleri zaman deneyin sonlandırılabileceği bilgisi verilmiştir. Katılımcıları dikkat yanlılıklarını değerlendirmek amacıyla yürütülecek olan deney aşamasında yer alacak Çalışma Belleği Performans Görevi ve Duygusal Stroop’un katılımcılar tarafından anlaşılıp anlaşılmadığını ve uygulamaya ilişkin olası aksaklıkları test etmek amacıyla 10 kişilik bir katılımcı grubu ile pilot çalışma yapılmıştır. Pilot çalışmada yer alan katılımcıların araştırmanın esas proje katılımcılarından farklı bireyler olmaları sağlanmıştır. Bu aşama aracılığı ile Çalışma Belleği Performans Görevi ve Duygusal Stroop’a ilişkin olası aksaklıkların giderilmesi hedeflenmiştir. Çalışma Belleği Performans Görevi’ne ilişkin verilen yönerge kapsamında görevin bir alıştırma aşaması ile başladığı bilgisi aktarılmıştır. Katılımcılara bilgisayar ekranının sol tarafında bir fotoğraf, sağ tarafında ise BAŞLA yazısı görecekleri söylenmiştir. Bilgisayar ekranının sağ tarafında yer alan BAŞLA yazısına fare aracılığı ile tıklanması koşulunda, ekranın sol tarafında yer alan fotoğrafın değişeceği, ekranın sağ tarafında ise dört farklı fotoğrafın yer alacağı bilgisi aktarılmıştır. Ekranın sağ tarafında yer alan fotoğraflardan bir tanesinin bir önceki ekranda, ekranın sol tarafında yer alan fotoğraf olacağı ve katılımcıların bu fotoğrafı belleklerinde tutmaya çalışarak dört fotoğraf 68 arasından seçmeleri istenmiştir. Ekranın sol tarafında yer alan fotoğrafın bellekte tutulup bir sonraki ekranda, ekranın sağ tarafında yer alan dört fotoğraf arasından seçim sürecinin her bir deneme için tekrarlanacağı söylenmiştir. Alıştırma aşamasında, her bir denemeye doğru ya da yanlış yanıt verildiğinde bu tepkiye ilişkin geribildirim alacakları bilgisi aktarılmış ve alıştırma aşamasına başlanmıştır. Katılımcılar kendilerini hazır hissettiklerinde alıştırma denemeleri uygulanmaya başlanmıştır. Alıştırma aşamasında katılımcılar doğru yanıt verdiklerinde ekranda seçilen fotoğraf için yeşil, yanlış yanıt verdiklerinde ise kırmızı çerçeve oluşmuştur. Alıştırma denemelerine üç defa üst üste doğru yanıt veren katılımcıların görevi öğrendiği varsayılmıştır. Alıştırma denemelerinde üçten fazla hata yapan katılımcılara ise alıştırma denemeleri yeniden uygulanmıştır. Görevin anlaşıldığından emin olduktan sonra asıl görev aşamasına geçilmiş ve katılımcılara aynı görevin farklı fotoğraflar ile gerçekleşeceği fakat bu defa denemelere doğru ya da yanlış yanıt verildiğine ilişkin geribildirim alınmayacağı, verdikleri tepkilerin kaydının tutulduğu bilgisi verilmiştir. Ek olarak katılımcılara denemelere olabildiğince hızlı tepki vermeleri söylenmiş ve uygulamaya geçilmiştir. Uygulama yaklaşık 20 dakika sürmüştür. Duygusal Stroop görevine ilişkin verilen yönerge kapsamında ilk olarak katılımcılara klavye üzerinde yer alan kırmızı, mavi, sarı ve yeşil tuşlar tanıtılmıştır. Katılımcılara bu görevde kendilerine bilgisayar ekranında kelimeler gösterileceği, bu kelimelerin kırmızı, mavi, sarı ya da yeşil renkte yazılmış olduğu bilgisi aktarılmıştır. Katılımcılardan bilgisayar ekranında gördükleri kelime ile aynı renkteki tuşa, olabildiğince hızlı basmaları istenmiştir. Katılımcıların herhangi bir tuşa basmaları koşulunda görevin başlayacağı söylenmiş ve katılımcılar hazır hissettiklerinde göreve başlamışlardır. Uygulama yaklaşık 15 dakika sürmüştür. Her bir katılımcıya Çalışma Belleği Performans Görevi ve Duygusal Stroop bireysel olarak uygulanmış ve görevler farklı sıralarda uygulanarak sıra etkisi önlenmeye çalışılmıştır. Görev uygulamaları sırasında araştırmacı deney odasında katılımcıların yanında ayakta beklemiş ve görevin tamamlanışını gözlemlemiştir. Görevler her bir katılımcı için aynı deney ortamında 17” masaüstü bilgisayar ekranı ve E-Prime 69 bilgisayar programı kullanılarak uygulanmıştır. Bilgisayar ortamında tamamlanan görevler sonrasında katılımcılardan bu aşamada yer alan ve yukarıda psikometrik özellikleri verilen ilgili ölçekleri (DDGÖ ve TBFÖ) doldurmaları istenmiştir. 8.1.4. Verilerin Analizi Katılımcılardan elde edilen verilerin kaydı E-Prime bilgisayar programı aracılığı ile tutulmuştur ve veriler analiz için SPSS programına aktarılmıştır. Üç katılımcıdan alınan verinin ise uç değer olduğu tespit edilmiş ve bu katılımcılardan alınan veriler analiz öncesi veri setinden çıkarılmıştır. SAB belirti düzeyi yüksek ve düşük olan bireylerin duygu düzenleme güçlüğü ve bilgece farkındalık toplam puanlarını karşılaştırmak amacıyla Bağımsız Gruplar için t testi, duygu düzenleme güçlüğü ve bilgece farkındalık değişkenlerinin alt boyutlarını karşılaştırmak amacıyla Çok Değişkenli Varyans Analizi (Multivariate Analysis of Variance [MANOVA]) yapılmıştır. Ayrıca, katılımcıların Çalışma Belleği Performans Görevindeki hatalı deneme sayısını SAB belirti düzeyi ve cinsiyet değişkenlerini göz önünde bulundurarak karşılaştırmak amacıyla araştırma verilerine İki Yönlü Varyans Analizi (Two Way ANOVA) uygulanmıştır. Son olarak Çalışma Belleği Performans Görevi ve Duygusal Stroop görevlerindeki farklı duyguları içeren yüz ifadeleri ya da kelimelere göre tepki sürelerindeki farklılıkları SAB belirti düzeyi ve cinsiyet değişkenlerini göz önünde bulundurarak karşılaştırmak amacıyla Karma Desen Varyans Analizi (Mixed Design ANOVA) uygulanmıştır. 70 9. BÖLÜM BULGULAR Mevcut araştırma kapsamında katılımcıların bilişsel yanlılıklarını değerlendirmek amacıyla Çalışma Belleği Performans Görevi ve Duygusal Stroop Testi uygulanmıştır. Ayrıca, bu görevlere katılan katılımcıların deneyimledikleri psikopatolojilerle ilişkili özelliklerini değerlendirmek ve elde edilen bilgiler ışığında geliştirilen müdahale programının içeriğini belirlemek amacıyla katılımcıların deneyimledikleri duygu düzenleme problemleri ve bilgece farkındalık düzeyleri incelenmiştir. Katılımcıların duygu düzenleme güçlüğü ve bilgece farkındalık düzeyleri ile farklı görevler aracılığı ile değerlendirilen bilişsel yanlılıklarına ilişkin bulgular aşağıda sunulmuştur. 9.1. SAB BELİRTİ DÜZEYİ YÜKSEK VE DÜŞÜK GRUPLARIN PSİKOLOJİK DEĞİŞKENLER AÇISINDAN İNCELENMESİ 9.1.1. SAB Belirti Düzeyi Yüksek ve Düşük Grupların Duygu Düzenleme Güçlüğü ve Bilgece Farkındalık Değişkenleri Açısından Karşılaştırılması Bu araştırmanın ilk araştırma sorusunun ikinci ve üçüncü alt sorusunu, SAB belirti düzeyleri yüksek ve düşük olan bireylerin duygu düzenleme güçlüğü toplam puanları ve duygu düzenleme güçlüğü alt boyutları açısından farklılaşıp farklılaşmadığı (Araştırma Sorusu 1-b) ile bilgece farkındalık toplam puanı ve bilgece farkındalığın alt boyutları açısından farklılaşıp farklılaşmadığı (Araştırma Sorusu 1-c) oluşturmuştur. Bu araştırma sorularını incelemek amacıyla, ilk olarak SAB belirti düzeyi yüksek ve düşük olan gruplar duygu düzenleme güçlüğü ve bilgece farkındalık düzeyleri açısından Bağımsız Gruplar için t Testi aracılığı ile karşılaştırılmıştır. Analiz sonuçlarına göre duygu düzenleme güçlüğü toplam puanı (t[101] = -5.26, p < .01) ile bilgece farkındalık toplam puanı (t[99] = 2.31, p < .05) açısından gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı düzeyde farka rastlanmıştır. Analiz sonuçları Tablo 8’de verilmiştir. 71 Tablo 8 SAB Belirti Düzeyi Yüksek ve Düşük Grupların Duygu Düzenleme Güçlüğü Açısından Karşılaştırılması SAB Belirti Düzeyi Düşük SAB Yüksek SAB t Testi N Ort SS N Ort SS t df p DDGÖ 52 2.54 .40 51 2.97 .44 5.26 101 .00 TBFÖ 51 3.60 .37 50 3.42 .38 2.31 99 .02 *SAB = Sosyal Anksiyete Bozukluğu, DDGÖ = Duygu Düzenleme Güçlüğü Ölçeği, TBFÖ = Toronto Bilgece Farkındalık Ölçeği Tablo 8 incelendiğinde SAB belirti düzeyi yüksek olan bireylerin düşük olan bireylere kıyasla duygu düzenleme güçlüğü toplam puanlarının daha yüksek olduğu, bilgece farkındalık toplam puanlarının ise daha düşük olduğu görülmektedir. İkinci olarak, SAB belirti düzeyi düşük ve yüksek olan grupları DDGÖ’nün alt boyutları (duygusal tepkilere ilişkin farkındalığın olmaması (Farkındalık), duygusal tepkilerin anlaşılmaması (Açıklık), duygusal tepkilerin kabul edilmemesi (Kabul Etmeme), etkili olarak algılanan duygu düzenleme stratejilerine sınırlı erişim (Stratejiler), olumsuz duygular deneyimlerken dürtülerin kontrolünde güçlük yaşama (Dürtü), olumsuz duygular deneyimlerken amaç odaklı davranışlarda bulunmada güçlük yaşama (Amaçlar)) açısından karşılaştırmak amacıyla Çok Değişkenli Varyans Analizi (MANOVA) yapılmıştır. Yapılan karşılaştırmalarda Tip I hatayı önlemek amacıyla, Bonferroni düzeltmesi yapılmış ve anlamlılık değeri 0.008 (0.05/6) olarak kabul edilmiştir. MANOVA sonucuna göre, SAB belirti düzeyi yüksek ve düşük olan grupların duygu düzenleme güçlüğünün “Açıklık” (F[1, 90] = 16.81, p < .001, η2 kısmi = .16), “Kabul Etmeme” (F[1, 90] = 19.83, p < .001, η2 kısmi = .18), “Stratejiler” (F[1, 90] = 36.78, p < .001, η2 kısmi = .29), “Amaçlar” (F[1, 90] = 37.14, p < .001, η2 kısmi = .29) boyutları açısından farklılaştığı bulgusuna ulaşılmıştır. Duygu düzenleme güçlüğünün “Farkındalık” (F[1, 90] = 1.13, p = .29) ve “Dürtü” (F[1, 90] = 4.94, p = .03) boyutları açısından ise gruplar arası istatistiksel olarak anlamlı düzeyde farka rastlanmamıştır. 72 SAB belirti düzeyi yüksek ve düşük olan grupların DDGÖ alt boyutlarına göre ortalama ve standart sapma değerleri Tablo 9’da verilmiştir. Tablo 9 SAB Belirti Düzeyi Yüksek ve Düşük Olan Bireylerin Duygu Düzenleme Güçlüğü Alt Boyutları Açısından Karşılaştırılması SAB Belirti Düzeyi Düşük SAB (n = 48) Yüksek SAB (n = 44) Ort SS Ort SS Farkındalık 2.52a .59 2.65a .57 Açıklık 2.10a .71 2.83b .99 Kabul Etmeme 1.73a .70 2.50b .93 Strateji 2.23a .63 3.11b .78 Dürtü 2.36a .74 2.70a .72 Amaç 2.93a .88 3.94b .68 *Her bir satırda, aynı hafin yer aldığı ortalama değerler birbirlerinden farklılaşmamaktadır. *SAB = Sosyal Anksiyete Bozukluğu Tablo 9’dan görülebileceği gibi SAB belirti düzeyi yüksek olan bireyler düşük olan bireylere kıyasla duygu düzenleme problemlerinin “Açıklık”, “Kabul Etmeme”, “Stratejiler” ve “Amaçlar” boyutlarından daha yüksek puan almışlardır. “Farkındalık” ve “Dürtü” boyutları için ise gruplar arası fark istatistiksel olarak anlamlı düzeye ulaşmamıştır. Benzer şekilde SAB belirti düzeyi yüksek ve düşük olan grupları TBFÖ’nin alt boyutları olan “Etkilenmeden İzleme” ve “Merak” açısından karşılaştırmak amacıyla Çok Değişkenli Varyans Analizi (MANOVA) yapılmıştır. Yapılan karşılaştırmalarda Tip I hatayı önlemek amacıyla, Bonferroni düzeltmesi yapılmış ve anlamlılık değeri 0.03 (0.05/2) olarak kabul edilmiştir. MANOVA sonucuna göre, SAB belirti düzeyi yüksek ve düşük olan gruplar arasında “Etkilenmeden İzleme” boyutu açısından 73 istatistiksel olarak anlamlı düzeyde farka rastlanmıştır (F[1, 97] = 9.04, p < .01, η2 kısmi = .09). “Merak” boyutu açısından ise grupların birbirlerinden farklılaşmadığı gözlenmiştir (F[1, 97] = .38, p = .54). SAB belirti düzeyi yüksek ve düşük olan grupların TBFÖ alt boyutlarına göre ortalama ve standart sapma değerleri Tablo 10’da verilmiştir. Tablo 10 SAB Belirti Düzeyi Yüksek ve Düşük Olan Bireylerin TBFÖ Alt Boyutları Açısından Karşılaştırılması SAB Belirti Düzeyi Düşük SAB (n = 49) Yüksek SAB (n = 50) Ort SS Ort SS Etkilenmeden İzleme 3.34a .46 3.06b .44 Merak 3.92a .55 3.85a .56 *Her bir satırda, aynı hafin yer aldığı ortalama değerler birbirlerinden farklılaşmamaktadır. *SAB = Sosyal Anksiyete Bozukluğu, TBFÖ = Toronto Bilgece Farkındalık Ölçeği Tablo 10’dan görülebileceği gibi SAB belirti düzeyi yüksek olan bireyler (X = 3.06, SS = .44) düşük olan bireylere (X = 3.34, SS = .46) kıyasla TBFÖ’nin “Etkilenmeden İzleme” boyutundan daha düşük puan almışlardır. “Merak” boyutu için ise gruplar arası fark istatistiksel olarak anlamlı düzeye ulaşmamıştır. 9.2. ÇALIŞMA BELLEĞİ PERFORMANS GÖREVİ ARACILIĞI İLE SAB BELİRTİ DÜZEYİ YÜKSEK VE DÜŞÜK GRUPLARIN BİLİŞSEL YANLILIKLARININ DEĞERLENDİRİLMESİ Bu araştırmanın ikinci araştırma sorusunun ilk alt sorusunu, SAB belirti düzeyi yüksek ve düşük olan bireylerin tüm duygu ifadeleri için toplam hata puanlarının cinsiyet değişkeni göz önünde bulundurulduğunda farklılaşıp farklılaşmadığı oluşturmuştur (Araştırma Sorusu 2-a). Bu araştırma sorusunu incelemek amacıyla, yapılan ilk karşılaştırmada yüksek ve düşük SAB belirti düzeyi grupları, cinsiyet değişkeni göz 74 önünde bulundurularak Çalışma Belleği Performans Görevi’ndeki hata puanları açısından İki Yönlü Varyans Analizi (Two Way ANOVA) aracılığı ile karşılaştırılmıştır. Yapılan 2 (Cinsiyet: Kadın ve Erkek) x 2 (SAB belirti düzeyi: Yüksek ve Düşük) ANOVA’da, bağımsız değişkenler cinsiyet (kadın ve erkek) ve SAB belirti düzeyi (düşük ve yüksek), bağımlı değişken ise hatalı cevaplanan deneme sayısını ifade eden hata puanı olarak belirlenmiştir. Hata puanlarının, SAB belirti düzeyi ve cinsiyet değişkenlerine göre ortalama ve standart sapma değerleri Tablo 11’de verilmiştir. Tablo 11 Hata Puanlarına İlişkin Ortalama ve Standart Sapma Değerleri SAB Belirti Düzeyi Yüksek SAB Düşük SAB Cinsiyet Ortalama Standart Sapma Erkek (n = 9) 10.78 6.08 Kadın (n = 42) 8.45 5.11 Erkek (n = 13) 5.08 4.11 Kadın (n = 41) 7.41 6.00 *SAB = Sosyal Anksiyete Bozukluğu 2 X 2 ANOVA sonucuna göre SAB belirti düzeyi için temel etki gözlenmiştir (F[1, 101] = 6.45, p < .05, η2 kısmi = .06). Ancak cinsiyet temel etkisi (F[1, 101] = .00, p = .99) ile cinsiyet x SAB belirti düzeyi ortak etkileşim etkisi istatistiksel olarak anlamlı düzeye ulaşmamıştır (F[1, 101] = 3.08, p = .08, η2 kısmi = .03). SAB belirti düzeyi için elde edilen temel etki, SAB belirti düzeyi yüksek olan bireylerin (X = 8.86, SS = 5.30) düşük olan bireylere (X = 6.85, SS = 5.66) kıyasla Çalışma Belleği Performans Görevi’nde daha fazla denemede hatalı cevap verdiklerini göstermiştir. Araştırmanın ikinci araştırma sorusunun ikinci alt sorusunu, SAB belirti düzeyi yüksek ve düşük olan bireylerin olumsuz (kızgınlık, korku, üzüntü) ve olumsuz olmayan (mutluluk, şaşkınlık, nötr) ifadelerdeki hata puanlarının farklılaşıp farklılaşmadığı oluşturmuştur (Araştırma Sorusu 2-b). Bu soruyu incelemek amacıyla yüksek ve düşük SAB belirti düzeyine sahip olan bireylerin, Çalışma Belleği Performans Görevinin 75 denemelerindeki hata puanları cinsiyet ve duygu ifadesi değişkenleri göz önünde bulundurularak Karma Desen Faktöriyel ANOVA aracılığıyla karşılaştırılmıştır. Yapılan 2 (Cinsiyet: Erkek ve Kadın) x 2 (SAB Belirti Düzeyi: Düşük ve Yüksek) x 6 (Duygu İfadesi: Şaşkınlık, Mutluluk, Üzüntü, Kızgınlık, Korku ve Nötr) Karma Desen ANOVA (Mixed Design ANOVA)’da, “cinsiyet” (erkek ve kadın), “SAB belirti düzeyi” (düşük ve yüksek) ile “duygu ifadesi” (şaşkınlık, mutluluk, üzüntü, kızgınlık, korku ve nötr) bağımsız değişkenleri, katılımcıların yanlış cevapladıkları denemelerden elde edilen “hata puanları” ise bağımlı değişkeni oluşturmuştur. “Cinsiyet” ve “SAB belirti düzeyi” araştırma deseninin denekler arası (between subject) bölümünü, “duygu ifadesi” değişkeni ise denek içi (within subject) bölümünü oluşturmuştur. Analiz sonuçlarına göre, denemelerdeki hata puanı açısından duygu ifadesi temel etkisinin, (F[5, 101] = 7.02, p < .001, η2 kısmi = .07), istatistiksel olarak anlamlı olduğu, fakat cinsiyet x duygu ifadesi, (F[5, 101] = 2.16, p = .06), ile SAB belirti düzeyi x duygu ifadesi, (F[5, 101] = .32, p = .89), cinsiyet x SAB belirti düzeyi x duygu ifadesi ortak etkileşim etkisinin, (F[5, 101] = .48, p = .79) istatiksel olarak anlamlı düzeye ulaşmadığı gözlenmiştir. Çalışma Belleği Performans Görevi denemelerinde hata puanı açısından elde edilen anlamlı duygu ifadesi temel etkisinin hangi duygu ifadeleri arasında olduğunu belirlemek amacıyla Bonferonni yöntemi kullanılarak ileri analiz yapılmıştır. Analiz sonuçlarına göre, tüm katılımcılar nötr (X = 1.55, SS = 1.29), kızgınlık (X = 1.34, SS = 1.44), korku (X = 1.77, SS = 1.25) ve üzüntü (X = 1.48, SS = 1.34) ifadesi denemelerinde şaşkınlık (X = .83, SS = 1.02) ve mutluluk ifadesi (X = .85, SS = 1.21) denemelerine kıyasla daha yüksek hata puanına elde etmişlerdir. . Katılımcıların duygu ifadelerine göre hata puanlarındaki değişim Tablo 12’de verilmiştir. 76 Tablo 12 SAB Belirti Düzeyleri Farklılaşan Erkek ve Kadın Katılımcıların Duygu İfadelerine Göre Hata Puanı Ortalamaları Cinsiyet SAB Belirti Düzeyi Duygu İfadesi Şaşkınlık Mutluluk Erkek (n = 21) Kadın (n = 81) Üzüntü Korku Kızgınlık Nötr Düşük SAB (n = 13) Ort SS .53 .87 .61 .96 1.07 1.32 1 1 .77 .83 1.08 .75 Yüksek SAB (n = 8) Ort SS 1.33 1 1.88 2.08 1.77 1.09 1.66 1 2 1.65 2.11 1.69 Düşük SAB (n = 41) Ort SS .75 1.06 .68 1.14 1.44 1.50 1.78 1.40 1.37 1.47 1.39 1.35 Yüksek SAB (n =40) Ort SS .90 1.03 .85 1.02 1.57 1.25 2.02 1.13 1.35 1.47 1.73 1.21 Ort SS .83 1.02 .85 1.21 1.48 1.34 1.77 1.25 1.34 1.44 1.55 1.29 Tüm Katılımcılar (N = 105) *SAB = Sosyal Anksiyete Bozukluğu Tablo 12’den görülebileceği gibi Çalışma Belleği Performans Görevi denemelerinde hata puanları farklı duygular açısından karşılaştırıldığında SAB belirti düzeyi yüksek olan bireylerin hata puanlarının yüksek olmasına ilişkin bir eğilim gözlenmiş, bu eğilim farklı duygu ifadelerinde istatistiksel olarak anlamlılığa ulaşmamış, tüm katılımcıların olumsuz ve nötr ifadelerde olumsuz olmayan ifadelere kıyasla daha fazla hata yapabildikleri gözlenmiştir. Araştırmanın ikinci araştırma sorusunun üçüncü alt sorusunu, SAB belirti düzeyi yüksek ve düşük olan bireylerin, tüm duygu ifadelerine verdileri toplam tepki süresinin cinsiyet değişkeni göz önünde bulundurulduğunda farklılaşıp farklılaşmadığı oluşturmuştur (Araştırma Sorusu 2-c). Bu araştırma sorusunu incelemek amacıyla yüksek ve düşük SAB belirti düzeyine sahip olan bireylerin, Çalışma Belleği Performans Görevinin tüm denemelerindeki ortalama toplam tepki süreleri cinsiyet değişkeni göz önünde bulundurularak İki Yönlü Varyans Analizi (Two Way ANOVA) aracılığı ile karşılaştırılmıştır. Yapılan 2 (Cinsiyet: Kadın ve Erkek) x 2 (SAB belirti düzeyi: Yüksek ve Düşük) ANOVA’da, cinsiyet (erkek ve kadın) ve SAB belirti düzeyi 77 (düşük ve yüksek) değişkenleri bağımsız değişkenleri, ortalama toplam tepki süresi ise bağımlı değişkeni temsil etmiştir. Analiz sonuçlarına göre tüm denemelerdeki ortalama toplam tepki süresi açısından SAB belirti düzeyi (F[1, 101] = .80, p = .37), cinsiyet temel etkisine (F[1, 101] = .05, p = .83) ya da cinsiyet x SAB belirti düzeyi ortak etkileşim etkisine (F[1, 101] = .19, p = .66) rastlanmamıştır. Araştırmanın ikinci sorusunun dördüncü alt sorusunu, SAB belirti düzeyi yüksek ve düşük olan bireylerin olumsuz (kızgınlık, korku, üzüntü) ve olumsuz olmayan (şaşkınlık, mutluluk, nötr) ifadeleri tanıyıp tepki verme sürelerinin cinsiyet değişkeni göz önünde bulundurulduğunda farklılaşıp farklılaşmadığı oluşturmuştur. (Araştırma Sorusu 2-d). Bu soruyu incelemek amacıyla yüksek ve düşük SAB belirti düzeyine sahip olan bireylerin, Çalışma Belleği Performans Görevinin denemelerindeki tepki süreleri cinsiyet ve duygu ifadesi değişkenleri göz önünde bulundurularak Karma Desen Faktöriyel ANOVA aracılığıyla karşılaştırılmıştır. Yapılan 2 (Cinsiyet: Erkek ve Kadın) x 2 (SAB Belirti Düzeyi: Düşük ve Yüksek) x 6 (Duygu İfadesi: Şaşkınlık, Mutluluk, Üzüntü, Kızgınlık, Korku ve Nötr) Karma Desen ANOVA (Mixed Design ANOVA)’da, “cinsiyet” (erkek ve kadın), “SAB belirti düzeyi” (düşük ve yüksek) ile “duygu ifadesi” (şaşkınlık, mutluluk, üzüntü, kızgınlık, korku ve nötr) bağımsız değişkenleri, katılımcıların doğru yanıtlarındaki “tepki süresi” ise bağımlı değişkeni oluşturmuştur. “Cinsiyet” ve “SAB belirti düzeyi” araştırma deseninin denekler arası (between subject) bölümünü, “duygu ifadesi” değişkeni ise denek içi (within subject) bölümünü oluşturmuştur. Analiz sonuçlarına göre, denemelerdeki tepki süresi açısından duygu ifadesi temel etkisi, (F[5, 98] = 6.09, p < .001, η2 kısmi = .06), ile cinsiyet x SAB belirti düzeyi x duygu ifadesi ortak etkileşim etkisinin anlamlı olduğu, (F[5, 98] = 42.59, p < .03, η2 kısmi = .03), fakat cinsiyet x duygu ifadesi ortak etkileşim etkisi, (F[5, 98] = 1.05, p = .38), ile SAB belirti düzeyi x duygu ifadesi ortak etkileşim etkisinin, (F[5, 98] = 1.01, p = .41), istatiksel olarak anlamlı düzeye ulaşmadığı gözlenmiştir. Çalışma Belleği Performans Görevi denemelerinde tepki süresi açısından elde edilen anlamlı duygu ifadesi temel etkisinin ve cinsiyet x SAB belirti düzeyi x duygu ifadesi ortak etkileşim etkisinin hangi duygu ifadeleri ve SAB belirti düzeyi grupları arasında olduğunu belirlemek amacıyla Bonferonni yöntemi kullanılarak ileri analiz yapılmıştır. 78 Analiz sonuçlarına göre, tüm katılımcıların nötr (X = 2766ms, SS = 752), kızgınlık (X = 2671ms, SS = 661), korku (X = 2625ms, SS = 726) ve üzüntü (X = 2619, SS = 754) ifadelerini içeren uyaranlara, şaşkınlık ifadesine (X = 2258ms, SS = 610) kıyasla daha uzun sürede tepki verdikleri gözlenmiştir. Katılımcıların duygu ifadelerine göre tepki sürelerindeki değişim Şekil 5’te verilmiştir. Şekil 5. Tüm katılımcıların duygu ifadelerine göre tepki süreleri SAB belirti düzeyi düşük olan erkekler incelendiğinde nötr (X = 2808ms, SS = 372) ve korku (X = 2824ms, SS = 653) ifadelerine, şaşkınlık (X = 2097ms, SS = 480) ifadesine kıyasla daha uzun sürede tepki verdikleri gözlenmiştir. SAB belirti düzeyi yüksek olan erkeklerin denemelerdeki tepki süreleri açısından duygu ifadeleri arasında anlamlı bir farka rastlanmamıştır. SAB belirti düzeyi yüksek ve düşük erkek katılımcılar, farklı duygu ifadelerine tepki süreleri açısından karşılaştırıldığında ise, herhangi bir duygu ifadesi için gruplar arasında istatiksel olarak anlamlı düzeyde bir farka rastlanmamıştır. Araştırmada yer alan erkek katılımcıların duygu ifadelerine göre tepki sürelerindeki değişim Şekil 6’da verilmiştir. 79 Şekil 6. Erkek katılımcıların duygu ifadelerine göre tepki süreleri SAB belirti düzeyi düşük olan kadınlar incelendiğinde nötr (X = 2590ms, SS = 691) ve üzüntü (X = 2635ms, SS = 766) ifadelerine, şaşkınlık (X = 2266ms, SS = 544) ve mutluluk (X = 2166ms, SS = 632) ifadelerine kıyasla daha uzun sürede tepki verdikleri görülmüştür. SAB belirti düzeyi yüksek olan kadınların ise nötr (X = 2985ms, SS = 893), üzüntü (X = 2673ms, SS = 741), korku (X = 2663ms, SS = 840) ve kızgınlık (X = 2792ms, SS = 790) ifadelerine, şaşkınlık (X = 2241ms, SS = 635) ifadesine kıyasla daha uzun sürede tepki verdikleri gözlenmiştir. SAB belirti düzeyi yüksek ve düşük kadın katılımcılar, farklı duygu ifadelerine tepki süreleri açısından karşılaştırıldığında ise SAB belirti düzeyi yüksek olan kadın katılımcıların (X = 2985ms, SS = 893), nötr ifadeye SAB belirti düzeyi düşük kadın katılımcılara (X = 2590ms, SS = 691) kıyasla daha uzun sürede tepki verdikleri gözlenmiştir. Araştırmada yer alan kadın katılımcıların duygu ifadesine göre tepki sürelerindeki değişim Şekil 7’de verilmiştir. 80 Şekil 7. Kadın katılımcıların duygu ifadelerine göre tepki süreleri Tüm katılımcılar ile SAB belirti düzeyleri farklılaşan erkek ve kadın katılımcıların duygu ifadelerine göre tepki süresi ortalama ve standart sapma değerleri Tablo 13’te verilmiştir. 81 Tablo 13 Tüm Katılımcılar ile SAB Belirti Düzeyleri Farklılaşan Erkek ve Kadın Katılımcıların Duygu İfadelerine Göre Tepki Süresi Ortalama ve Standart Sapma Değerleri Cinsiyet SAB Belirti Düzeyi Düşük SAB (n = 13) Erkek (n = 21) Yüksek SAB (n = 8) Düşük SAB (n = 41) Kadın (n = 81) Yüksek SAB (n = 40) Ort SS Ort SS Ort SS Ort SS Duygu İfadesi Toplam Tepki Süresi Şaşkınlık Mutluluk Üzüntü Korku Kızgınlık Nötr 2541 2097a 2551a,b 2369a,b 2824b 2595a,b 2808b 399 480 1260 773 653 541 372 2595 2559a 2470a 2740a 2440a 2775a 2513a 570 938 1086 624 656 859 477 2462 2266b,c 2166b 2635a 2561a,b 2555a,b 2590a 430 544 632 766 645 499 691 2622 2241c 2286b,c 2659a,b 2663a,b 2795a 2985a 560 635 698 769 840 787 893 Tüm Katılımcılar Ort 2547 2258c 2286b,c 2619a,b 2671a 2625a,b 2766a N = 102 SS 493 610 796 754 661 726 752 *Her bir satırda, aynı hafin yer aldığı ortalama değerler birbirlerinden farklılaşmamaktadır. *SAB = Sosyal Anksiyete Bozukluğu 82 Elde edilen bulgular incelendiğinde, tüm katılımcılar birlikte değerlendirildiklerinde korku, kızgınlık, üzüntü ve nötr duygu ifadelerine şaşkınlık ifadesine kıyasla daha uzun sürede tepki verdikleri gözlenmiştir. SAB belirti düzeyi düşük erkek katılımcılar nötr ve korku ifadelerine şaşkınlık ifadesine kıyasla daha uzun sürede tepki verirken, SAB belirti düzeyi yüksek erkekler duygu farklı duygu ifadelerine tepki süreleri açısından farklılaşmamıştır. Ayrıca, SAB belirti düzeyi düşük ve yüksek erkek katılımcılar karşılaştırıldıklarında, herhangi bir duygu ifadesine yönelik tepki sürelerindeki fark istatistiksel olarak anlamlı düzeye ulaşmamıştır. SAB belirti düzeyi düşük kadın katılımcılar ise nötr, üzüntü ifadelerine şaşkınlık ve mutluluk ifadelerine kıyasla daha uzun sürede tepki verirken, SAB belirti düzeyi yüksek kadın katılımcılar nötr, üzüntü, korku ve kızgınlık ifadelerine şaşkınlık ifadesine kıyasla daha uzun sürede tepki vermişlerdir. Son olarak, SAB belirti düzeyi düşük ve yüksek kadın katılımcılar kendi aralarında karşılaştırıldıklarında SAB belirti düzeyi yüksek kadın katılımcıların, düşük kadın katılımcılara kıyasla nötr ifadeye istatistiksel olarak anlamlı düzeyde daha uzun sürede tepki verdikleri gözlenmiştir. 9.3. DUYGUSAL STROOP ARACILIĞI İLE SAB BELİRTİ DÜZEYİ YÜKSEK VE DÜŞÜK GRUPLARIN DİKKAT YANLILIKLARININ DEĞERLENDİRİLMESİ Araştırmanın ikinci araştırma sorusunun beşinci alt sorusunu, SAB belirti düzeyi yüksek ve düşük olan bireylerin tüm kelimelerin rengine toplam tepki verme sürelerinin cinsiyet değişkeni göz önünde bulundurulduğunda farklılaşıp farklılaşmadığı oluşturmuştur (Araştırma Sorusu 2-e). Bu araştırma sorusunu incelemek amacıyla Duygusal Stroop Testi aracılığı ile dikkat yanlılıkları değerlendirilen katılımcıların Duygusal Stroop denemelerindeki ortalama toplam tepki süreleri, cinsiyet ve SAB belirti düzeyi değişkenleri göz önünde bulundurularak İki Yönlü Varyans Analizi (Two Way ANOVA) aracılığı ile karşılaştırılmıştır. Araştırmanın bu aşamasının bağımsız değişkenlerini cinsiyet (kadın ve erkek) ile SAB belirti düzeyi (düşük ve yüksek), bağımlı değişkenini ise tüm denemelerdeki ortalama tepki süresi oluşturmuştur. Yapılan 2 (Cinsiyet: Erkek ve Kadın) X 2 (SAB belirti düzeyi: Yüksek ve Düşük) ANOVA sonuçlarına göre, SAB belirti düzeyi, (F[1, 86] = 1.83, p = .18, η2 kısmi = .02) ve cinsiyet 83 temel etkisine (F[1, 86] = .00, p = .99, η2 kısmi = .00) ya da cinsiyet x SAB belirti düzeyi ortak etkileşim etkisine (F[1, 86] = 1.04, p = .31, η2 kısmi = .01) rastlanmamıştır. Araştırmanın ikinci araştırma sorusunun altıncı alt sorusunu, SAB belirti düzeyi yüksek ve düşük olan bireylerin olumlu, olumsuz, nötr ve belirsiz kelimelerin rengine tepki verme sürelerinin cinsiyet değişkeni göz önünde bulundurulduğunda farklılaşıp farklılaşmadığı oluşturmuştur (Araştırma Sorusu 2-f). Bu araştırma sorusunu incelemek amacıyla, SAB belirti düzeyi yüksek ve düşük olan bireylerin Duygusal Stroop denemelerindeki tepki süreleri cinsiyet ve kelime türü değişkenleri göz önünde bulundurularak Karma Desen ANOVA (Mixed Design ANOVA) aracılığı ile karşılaştırılmıştır. Yapılan 2 (Cinsiyet: Erkek ve Kadın) X 2 (SAB Belirti Düzeyi: Yüksek ve Düşük) X 4 (Kelime Türü: Olumlu, Olumsuz, Nötr ve Belirsiz) Karma Desen ANOVA’da cinsiyet (erkek ve kadın), SAB belirti düzeyi (düşük ve yüksek) ile kelime türü (olumlu, olumsuz, nötr ve belirsiz) bu aşamanın bağımsız değişkenlerini, katılımcıların denemelerdeki ortalama tepki süreleri ise bağımlı değişkeni oluşturmuştur. Cinsiyet ve SAB belirti düzeyi desenin denekler arası (between subject) bölümünü, kelime türü değişkeni ise denek içi (within subject) bölümünü oluşturmuştur. Analiz sonuçlarına göre denemelerdeki tepki süresi açısından kelime türü temel etkisine, (F[3, 84] = .39, p = .76, η2kısmi = .01), cinsiyet temel etkisine, (F[1, 86] = .01, p = .94, η2kısmi = .00) ve SAB belirti düzeyi temel etkisine, (F[1, 86] = 1.89, p = .17, η2kısmi = .02), rastlanmamıştır. Benzer şekilde, SAB belirti düzeyi x kelime türü ortak etkileşim etkisinin, (F[3, 84] = .48, p = .70, η2kısmi = .02) ya da kelime türü x SAB belirti düzeyi x cinsiyet etkileşim etkisinin, (F(3, 84) = 2.36, p = .08, η2kısmi = .08) istatistiksel olarak anlamlı düzeye ulaşmadığı gözlenmiştir. Tüm katılımcılar birlikte değerlendirildiklerinde farklı kelime türlerine verdikleri tepki süresindeki değişim Şekil 8’de gösterilmiştir. 84 Şekil 8. Tüm katılımcıların kelime türlerine göre tepki süreleri Analiz sonuçları incelendiğinde kelime türü x SAB belirti düzeyi x cinsiyet etkileşim etkisinin istatistiksel olarak anlamlılık düzeyine ulaşmadığı ancak elde edilen etki büyüklüğünün .03’ten yüksek olduğu görülmüştür. Etki büyüklüğünün .03’ten yüksek olmasının evrende olası bir farkın var olabileceğine işaret etmesi varsayımından yola çıkılarak kelime türü x SAB belirti düzeyi x cinsiyet etkileşim etkisi için Bonferroni yöntemi kullanılarak ileri analiz yapılmıştır. Analiz sonuçlarına göre SAB belirti düzeyi yüksek ve düşük erkek katılımcıların farklı kelime türlerine tepki süreleri arasında istatistiksel anlamlılık düzeyinde bir farka rastlanmazken, SAB belirti düzeyi yüksek kadın katılımcıların (sırasıyla X = 839ms, SS = 112; X = 830ms, SS = 109; X = 822ms, SS = 114; X = 819ms, SS = 102) olumlu, olumsuz, nötr ve belirsiz kelimelere SAB belirti düzeyi düşük kadın katılımcılara (sırasıyla X = 749ms, SS = 121; X = 758ms, SS = 109; X = 750ms, SS = 111; X = 762ms, SS = 119) kıyasla daha uzun sürede tepki verdikleri görülmüştür. SAB belirti düzeyi ve cinsiyet değişkenleri göz önünde bulundurulduğunda farklı kelime türleri arasındaki tepki süresi farkı ise istatistiksel anlamlılık düzeyine ulaşmamıştır. SAB belirti düzeylerine göre kadın ve erkek katılımcıların farklı kelime türlerine tepki süreleri Şekil 9 ve Şekil 10’da verilmiştir. 85 Şekil 9. Kadın katılımcıların kelime türlerine göre tepki süreleri Şekil 10. Erkek katılımcıların kelime türlerine göre tepki süreleri SAB belirti düzeyleri ve cinsiyet değişkenleri göz önünde bulundurulduğunda kelime türüne göre katılımcıların tepki sürelerine ilişkin ortalama ve standart sapma değerleri Tablo 14’te verilmiştir. 86 Tablo 14 SAB Belirti Düzeyleri Farklılaşan Erkek ve Kadın Katılımcıların Kelime Türüne Göre Tepki Süresi Ortalama ve Standart Sapma Değerleri Cinsiyet SAB Belirti Düzeyi Kelime Türü Toplam Tepki Süresi Olumlu Kelime Olumsuz Kelime Nötr Kelime Belirsiz Kelime Düşük SAB (n = 11) Ort 786 804a 772a 786a 785a SS 68 79 74 70 76 Yüksek SAB (n = 6) Ort 796 782a 804a 778a 803a SS 95 94 121 87 93 Düşük SAB (n = 33) Ort 757 749a 758a 750a 762a SS 141 121 109 103 119 Yüksek SAB (n = 40) Ort 825 839a 830a 817a 819a SS 103 112 109 111 102 Tüm Katılımcılar Ort 793 798a 795a 788a 793a N = 90 SS 104 117 109 110 107 Erkek (n = 17) Kadın (n = 77) *Her bir satırda, aynı hafin yer aldığı ortalama değerler birbirlerinden farklılaşmamaktadır. *SAB = Sosyal Anksiyete Bozukluğu 87 Elde edilen bulgular incelendiğinde, tüm katılımcılar birlikte değerlendirildiğinde tüm kelime türlerine neredeyse aynı sürede tepki verdikleri görülmüştür. Katılımcıların tepki süreleri, cinsiyet, SAB belirti düzeyi ve kelime türü göz önünde bulundurularak karşılaştırıldığında ise SAB belirti düzeyi yüksek kadınların tüm kelime türlerine SAB belirti düzeyi düşük olan kadınlara kıyasla daha uzun sürede tepki verdikleri görülmüştür. Erkek katılımcılar için ise kelime türlerine tepki süresi açısından gruplar arası farka rastlanmamıştır. 88 10. BÖLÜM ÜÇÜNCÜ AŞAMA Araştırmanın bu aşamasında ilk olarak, mevcut araştırma kapsamında sosyal anksiyete bozukluğu (SAB) belirtileri ve sosyal anksiyete bozukluğunda deneyimlenen dikkat yanlılığına yönelik olarak geliştirilmiş olan dört haftalık Bilgece Farkındalık Temelli Psikoeğitim programı tanıtılmıştır. İkinci olarak ise mevcut araştırma kapsamında geliştirilmiş olan psikoeğitim programının etkililiğini incelemek amacıyla yapılmış olan pilot çalışma bulgularına yer verilmiştir. 10.1. YÖNTEM 10.1.1 Örneklem Araştırmanın üçüncü aşamasının örneklemini Başkent Üniversitesi’nde eğitimlerine devam etmekte olan SAB belirti düzeyi yüksek katılımcılar oluşturmuştur. Dört psikoeğitim oturumundan oluşan Bilgece Farkındalık Temelli Psikoeğitim Programı’nın ilk oturumunda 8’i kadın, 1’i erkek olmak üzere toplam 9 katılımcı yer almıştır. Ancak 2 katılımcı ikinci oturum itibariyle psikoeğitim programına devam etmeme kararı almıştır. Son durumda, psikoeğitim programı SAB belirti düzeyi yüksek (Sosyal Kaygı X = 59.29, SS = 8.61; Sosyal Kaçınma X = 54.42, SS = 9.88; SAB toplam X = 113.71, SS = 18.22) olan 7 katılımcı ile tamamlanmıştır. Araştırmanın bu aşamasında yer alan katılımcıların 1’ini erkek (%14.3), 6’sını (%85.7) ise kadın katılımcılar oluşturmuştur. Katılımcıların yaş aralığı 17-20, yaş ortalaması ise 19.25 (SS = 1.2) olarak hesaplanmıştır. 10.1.2. Veri Toplama Araçları Araştırmanın bu aşamasında, katılımcıların SAB belirti düzeylerindeki değişimi değerlendirmek amacıyla Liebowitz Sosyal Kaygı Ölçeği (LSKÖ), duygu düzenleme güçlüğü düzeylerindeki değişimi değerlendirmek amacıyla Duygu Düzenleme Güçlüğü 89 Ölçeği (DDGÖ), bilgece farkındalık düzeylerindeki değişimi değerlendirmek amacıyla ise Toronto Bilgece Farkındalık Ölçeği (TBFÖ) psikoeğitim programı öncesinde ve sonrasında uygulanmıştır. Ayrıca, deneyimlenen dikkat yanlılığı düzeyindeki değişimi değerlendirmek amacıyla katılımcılardan Duygusal Stroop Görevi’ni psikoeğitim programı öncesinde ve sonrasında yeniden tamamlamaları beklenmiştir. Araştırmanın bu aşamasında kullanılan ölçüm araçlarının psikometrik özellikleri ile Duygusal Stroop Görevi’nin içeriği ve uygulanışına ilişkin bilgilere, mevcut araştırmanın ikinci aşamasında yer verilmiştir. 10.1.2.1. Bilgece Farkındalık Temelli Psikoeğitim Programı Kapsamında Uygulanan Egzersizler Günümüzde kullanılan bilgece farkındalık odaklı müdahale yöntemlerinde ilk olarak Budist manastırlarda yer verilen egzersizlere ve bu egzersizlerden yola çıkılarak oluşturulmuş yeni uygulamalara yer verilmeye devam edilmiştir. Mevcut araştırma kapsamında da bilgece farkındalık temelli uygulamalarda yer verilen meditasyon ve gevşeme odaklı egzersizlerden faydalanılmıştır. Mevcut psikoeğitim programının oturumlarında katılımcılar ile nefes egzersizi, gevşeme egzersizi, üzüm meditasyonu ve dağ meditasyonu uygulamaları yapılmıştır. 10.1.2.1.1. Nefes Egzersizi Nefes egzersizi, neredeyse tüm bilgece farkındalık meditasyonlarının temelini oluşturmaktadır. Diyafram nefesinin uygulanması ile başlamakta ve sürdürülmektedir. Nefes egzersizi uygulamasının temel amacı dikkatin zihinden geçen düşünceler yerine içinde bulunulan a’na şefkatle odaklanılmasıdır. Nefes egzersizinin tamamlanması yaklaşık 10 dakika sürmektedir. Egzersizin uygulama aşamaları aşağıdaki gibidir: 1. Sandalyenin üzerinde oturarak ya da uzanarak yapılabilen bir egzersizdir. Sandalye üzerinde dik, iki ayak yere basacak şekilde oturulması gerekmektedir. 2. Katılımcılardan diyafram nefesi almaları istenir. Diyafram nefesi alınırken, nefesin burundan alınması (yaklaşık 3 sn sürecek şekilde) ve ağızdan verilmesi (yaklaşık 7 sn sürecek şekilde) istenir. Burundan alınan nefes ile birlikte karın bölgesinin şişmesi, verilen nefes ile karnın inmesi beklenir. İlk uygulama sırasında katılımcılar tek ellerini karın bölgelerinin üzerinde tutarak bu süreci takip edebilirler. 90 3. Nefesin burundan girip, ağızdan çıkması sürecinde tüm dikkat şefkatle nefese yönelir, nefesin burunda ve ağızda yarattığı hisse odaklanılır. 4. Katılımcılara nefes egzersizi sırasında zihinlerinden düşünceler geçebileceği, çeşitli duygular deneyimlediklerini fark edebilecekleri ya da bedensel duyumlarının değişebileceği bilgisi verilir. Bu durumu fark ettikleri anda kendilerini yargılamadan, şefkatle dikkatlerini yeniden nefeslerine yönlendirmeleri söylenir. Bu süreç tüm egzersiz boyunca birkaç defa tekrar edilebilir (Williams, Teasdale, Segal ve Kabat Zinn, 2007). 10.1.2.1.2. Kasma-Gevşetme Egzersizi Kasma-gevşetme egzersizi, stres ve kaygı tepkisi ile tetikte ve gergin olan bedende gevşeme tepkisinin ortaya çıkarılmasını amaçlayan bir egzersizdir. Diyafram nefesi uygulaması ile başlayan egzersiz, her nefes alındığında bir beden bölgesinin kasılması, her nefes verildiğinde ise o beden bölgesinin gevşetilmesi ve kasma ve gevşeme tepkisi arasındaki farkın, fark edilmesi ile devam eder. Kasma-gevşetme egzersizi yaklaşık 20 dakika sürmektedir. Egzersizin uygulama aşamaları aşağıdaki gibidir: 1. Egzersizin başlangıcı nefes egzersizinin başlangıcında olduğu gibidir. Aynı oturma pozisyonu alınır ve diyafram nefesine başlanır. 2. Katılımcılardan birkaç diyafram nefesi alındıktan sonra burunlarından nefes alırken bir taraftan da yumruklarını sıkmaları, nefeslerini verirken ise yumruklarını gevşetmeleri istenir. Yumruklarda gevşeme tepkisinin ortaya çıkmasını takiben katılımcılardan dikkatlerini kasma ve gevşetme tepkisi arasındaki farka vermeleri beklenmektedir. 3. Her bir beden bölgesi için kasma ve gevşetme süreci iki defa gerçekleşir. Yumrukları, kollar, omuz, yüz, göğüs bölgesi, karın bölgesi, kalça, üst bacak, alt bacak, ayaklar takip eder. Her bir beden bölgesi ikişer defa kasılır, gevşetilir ve aradaki farka odaklanılır. 4. Katılımcılardan son olarak bedenlerindeki tüm bölgeleri birden kasmaları ve gevşetmeleri istenir. Bu süreç de iki defa tekrarlanır (Kabat-Zinn, 1995). 10.1.2.1.3. Üzüm Meditasyonu Üzüm meditasyonu, bir çekirdeksiz kuru üzüm tanesinin bilgece farkında olarak duyu organları aracılığı ile algılanmasına odaklanmaktadır. Tüm dikkatin üzüm tanesi üzerinde olduğu egzersiz yaklaşık 15 dakika sürmektedir. Üzüm meditasyonunun amacı, dikkatin belli bir süre belli bir uyaran üzerinde tutulması, uyaranın fark edildiğinin fark edilmesi ve a’na odaklanılmasıdır. Egzersizin uygulama aşamaları aşağıdaki gibidir: 1. Elde Tutma 91 Üzüm tanesi avuç içinde tutulur. Bir süre üzüm tanesinin ağırlığı fark edilir. Daha sonra üzüm tanesinin ısısı – sıcaklığı, soğukluğu- fark edilir. 2. Bakma Tüm dikkat üzüm tanesine verilerek, bakılır. Şekli, rengi fark edilir. 3. Dokunma Üzüm tanesi baş parmak ve işaret parmağı arasında tutulur. Dokusu fark edilir. 4. Görme Üzüm tanesi dikkatlice incelenir, görünen ve görünmeyen kıvrımları fark edilmeye çalışılır. 5. Koklama Üzüm tanesinin kokusu fark edilir. Kokuyla birlikte midede ve ağızda olan değişimler (salya vb.) fark edilir. 6. Ağza Yerleştirme Üzüm tanesi, önce dudaklar değdirilerek, daha sonra ise ağız içine konularak fark edilir. Herhangi bir çiğneme gerçekleşmez. 7. Tadına Bakma Üzüm tanesi ısırılır ve tadı fark edilir. 8. Çiğneme Üzüm tanesi yavaşça çiğnenir, yutulmadan çok ufak parçalar haline getirilir. 9. Yutma Çiğnenecek parça kalmadığında üzüm tanesi yutulur. Mideye doğru hareketi fark edilir (Chaskalson, 2014). 10.1.2.1.4. Dağ Meditasyonu Dağ meditasyonunun amacı, özellikle stres deneyimlenen zamanlarda, bu durumun geçici bir süreç olduğu ve içsel gücün her daim sabit ve kalıcı olduğunun fark edilmesini sağlamaktır. Dağ meditasyonunun uygulanma süresi yaklaşık 20 dakikadır. Egzersizin uygulama aşamaları aşağıdaki gibidir: 1. Sandalyenin üzerinde gözler kapalı ya da açık iken rahat bir şekilde fakat dik olarak oturulur. 2. Diyafram nefesi ile meditasyona başlanır. Birkaç nefes sonra katılımcılardan oldukça görkemli, büyük bir dağı olabildiğince tüm detaylarıyla gözlerinde canlandırmaları istenir. 3. Dağ tüm detayları ile zihinden canlandırıldıktan sonra, katılımcılardan o dağın kendileri olduğunu hayal etmeleri istenir. Katılımcılar kendilerini o dağ olarak düşünürler. 4. Katılımcılar kendilerini görkemli bir dağ olarak hayal ederken, pek çok doğa olayının gerçekleştiğini, mevsimlerin değiştiğini fakat dağ olarak kendilerinin görkemliliklerinden bir şey kaybetmediklerini imgelerler. Dağ üzerinde pek çok şey değişmekte, fakat dağ hala sağlam, görkemli olarak kalmakta ve tüm olanları sakinlikle etkilenmeden izlemektedir. 5. Katılımcılar kendilerini görkemli bir dağ olarak düşünürken, kendilerine bir taraftan zihinlerinden düşünceler geçebileceği, çeşitli duygular deneyimleyebilecekleri bilgisi verilir. Ancak katılımcılara bu deneyimleri görkemli dağın üzerinde olanlara baktığı gibi dışarıdan izlemeleri ve geçip gitmesine izin vermeleri söylenir. 6. Katılımcılar sakin, dingin ve hazır hissettiklerinde egzersiz sonlandırılır (Kabat Zinn, 1995). 92 10.2. BİLGECE FARKINDALIK TEMELLİ PSİKOEĞİTİM PROGRAMI Bilgece Farkındalık Temelli Psiko-eğitim Programı, SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin SAB belirtilerini ve olası bilişsel yanlılıklarını azaltmaya ve bu belirtileri ile başa çıkma becerileri kazanmalarını sağlamaya yönelik olarak hazırlanmış bir psikoeğitim programıdır. Psikoeğitim programı 4 hafta boyunca haftalık 2 saatlik oturumlar ile grup uygulaması şeklinde yürütülmüştür. Her bir oturum seans içi uygulamalar ve seanslar arası ödevlerle gerçekleştirilmiştir. Dört hafta süren psikoeğitim programının her bir seansı için planlanmış olan içerik aşağıda sunulmuştur: 10.2.1. Birinci Oturum Birinci oturum katılımcılardan alınan ön ölçümü takiben katılımcıların kendilerini grup üyelerine tanıtmaları ve yaşadıkları sosyal anksiyete bozukluğu belirtilerini kısaca paylaşmaları ile başlamıştır. İlk oturum; stres, stres faktörleri, sosyal uyaranların bireyler için bir stres faktörü haline gelmesi ve böylece sosyal kaygı belirtilerinin ortaya çıkması üzerine bir psikoeğitim süreci ile başlamıştır. Bu psikoeğitim sürecinde kaygı tepkilerinin düşük düzeyde olduğunda insanlar için oldukça işlevsel olabildiği ancak yüksek düzeye çıktığı anda işlevselliğe zarar verebildiği ve bireylerde rahatsızlık hissi uyandıran bedensel semptomları ortaya çıkarabildiği bilgisi aktarılmıştır. Oturumda, sosyal uyaranların tehdit unsuru olarak algılanıp sosyal kaygı tepkisinin ortaya çıkması ve bireylerin işlevselliğinin bozulması süreci sosyal anksiyete bozukluğu olarak kavramsallaştırılmıştır. Oturum boyunca katılımcıların sosyal uyaranların tehdit unsuru olarak algılanmasına ilişkin deneyimlerini aktarmaları sağlanmıştır. Bu oturumda katılımcılara, bireylerin sosyal kaygı belirtilerinin ortaya çıkmasını engellemek için kaçınma davranışları gösterilebildiği ancak kaçınmanın sosyal kaygıyı azaltmak yerine arttırabildiği anlatılmıştır. Katılımcılara sosyal uyaranlar karşısında deneyimleyebilecekleri bilişsel, duygusal, bedensel ve bilişsel belirtiler ile baş etmelerine yardımcı olabilecek “nefes egzersizi” seans sırasında uygulaması yapılarak öğretilmiştir. 93 Oturum Sırasında Alınan Ölçümler: Oturum öncesinde alınan ölçümlere ek olarak ilk olarak oturum başında katılımcılardan o anki sosyal kaygı düzeylerini 10’lu Likert tipinde değerlendirilen tek bir madde ile derecelendirmeleri istenmiştir. Seans sonunda ise katılımcılardan sosyal kaygı düzeylerini yeniden belirtmeleri istenmiş, ayrıca bu oturumdan akıllarında kalanları, oturumla ilgili kendilerine iyi gelen unsurları, deneyimledikleri sosyal kaygıya ilişkin farkındalık düzeylerindeki değişimi, yapılan nefes egzersizi uygulamasının zorluğunu ve günlük hayatta uygulamak için uygunluğunu değerlendirmeleri istenmiştir. Ev Ödevleri: Katılımcılardan ilk olarak bir hafta boyunca günde beş defa, on beşer kez olmak üzere nefes egzersizi yapmaları ve yaptıkları egzersizi kendilerine verilen Egzersiz Tablosu’na (Ek 4) not almaları istenmiştir. İkinci olarak katılımcılardan günlük yaşamlarında kendilerinde sosyal kaygı belirtilerini ortaya çıkaran faktörleri ve hali hazırda kullandıkları başa çıkma yollarını ve bu başa çıkma yollarının ne kadar işe yaradığını kendilerine verilen Sosyal Kaygı Tepkisini Ortaya Çıkaran Durumlar Tablosu’na (Ek 4) not almaları istenmiştir. Son olarak katılımcılardan kendileri için bir kaçınma hiyerarşisi oluşturmaları, günlük yaşamlarında sosyal kaygı yaşamamak adına kaçındıkları durumları ve kaçınılan durumların kendilerinde ne kadar kaygı yarattığını 100 üzerinden bir puan vererek Kaçınma Hiyerarşisi Tablosu’na (Ek 4) yazmaları istenmiştir. Katılımcılara verilen ödevlerin yapılabilirliği katılımcılar ile tartışılmış ve kendilerinin onay vermesi üzerine ödevlerde herhangi bir değişiklik yapılmamıştır. 10.2.2. İkinci Oturum Bu oturumda ilk olarak katılımcıların yaptıkları ödevler alınmış ve ödevleri yapmakla ilgili yaşadıkları sorunlar konuşulmuştur. Katılımcıların ödevlerini yaparken ne tür zorluklar yaşadıkları not edilmiştir. İkinci oturumun içeriğine başlanılmadan önce birinci oturumda üzerine konuşulan sosyal tehdit, kaygı, kaygı ve kaçınma ilişkisi tekrar edilerek katılımcıların iki oturum arasında bağlantı kurmaları sağlanmıştır. Bu oturumun temel konusunu kaygı tepkisini ortaya çıkaran durumlarda bilişsel süreçlerin rolü oluşturmuştur. İlk olarak katılımcılara bireylerin kendileri ile ilgili 94 yüksek beklentileri olabileceği ve bu yüksek beklentilerin sosyal uyaranlar karşısında aktif hale gelebileceği bilgisi aktarılmıştır. Bu tür koşullarda bireylerin dikkatlerinin “ben’e” yönelebildiği, dikkatin “ben’e” yönelmesinin ise kendi benlik algıları, bedensel duyumları ve performanslarının sonuçlarına ilişkin olumsuz beklentiler yaratabileceği, bu beklentilerin duygu düzenlemeyi güçleştirebileceği anlatılmıştır. Çoğu zaman bireylerin bu tepkilerle karşılaşmamak amacıyla güvenlik davranışlarına yönelebildiği ve sosyal uyaranın varlığı sona erdikten sonra dahi bireylerin ruminasyon yapma eğilimlerinin devam edebildiği aktarılmıştır. Bu modelin şematik gösterimi kolay takip edebilmeleri açısından katılımcılara dağıtılmıştır. Modelin aktarımı sırasında ve sonrasında katılımcıların kendi sosyal deneyimlerini model ile ilişkilendirmeleri ve grup içinde paylaşmaları beklenilmiştir. Modelin aktarımından sonra kaygı deneyiminin dikkat yönetimi ve dikkatin “ben’e” yöneltilmesi ile ilişkisi anlatılmış, dikkati uygun yönetmenin ve beynimize bu beceriyi kazandırmanın kaygı ve duygu düzenlemedeki rolü anlatılmıştır. Katılımcılara dikkat yönetimi uygulamaları gösterilmiştir. Bu oturumun seans için egzersizini “üzüm meditasyonu” oluşturmuştur. Oturum Sırasında Alınan Ölçümler: İlk olarak oturum başında katılımcılardan sosyal kaygı düzeylerini 10’lu Likert tipinde değerlendirilen tek bir madde ile belirtmeleri istenmiştir. Seans sonunda ise katılımcılardan kaygı düzeylerine ilişkin ölçüm yeniden alınmıştır. Ayrıca bu oturumdan akıllarında kalanları, oturumla ilgili kendilerine iyi gelen unsurları, deneyimledikleri sosyal kaygıya ilişkin farkındalık düzeylerindeki değişimi, yapılan üzüm meditasyonunun zorluğunu ve günlük hayatta uygulamak için uygunluğunu belirtmeleri istenmiştir. Ev Ödevleri: Katılımcılara Egzersiz Tablosu (Ek 4) yeniden verilmiş ancak tabloya nefes egzersizine ek olarak üzüm meditasyonuna ilişkin bir satır eklenmiştir ve katılımcılardan hafta içinde yaptıkları nefes egzersizi ve meditasyon sıklığını not almaları istenmiştir. İkinci olarak katılımcılardan günlük yaşamlarında, hayatlarında doyum almalarını sağlayan özelliklerinin ne olduğunu, bu özellikleri ile ilgili kanıtları ile birlikte Hayattan Doyum Alma Tablosu’na (Ek 4) not almaları beklenmiştir. Böylelikle güçlü yönlerinin kendileriyle ilgili yüksek beklentiler engeline takılmadan farkına varmaları amaçlanmıştır. Katılımcılara verilen ödevlerin yapılabilirliği 95 katılımcılar ile tartışılmış ve kendilerinin onay vermesi üzerine ödevlerde herhangi bir değişiklik yapılmamıştır. 10.2.3. Üçüncü Oturum Oturum başında katılımcılara bir önceki hafta yaptıkları ödevlerle ilgili yazılı geribildirim verilmiş ve ödevlerin psikoeğitim sürecinin oldukça önemli bir parçası olduğu vurgulanmıştır. Ayrıca, katılımcıların ödevlerini yaparken ne tür zorluklar yaşayabildikleri tartışılmıştır. Üçüncü oturumun içeriğine başlanılmadan önce ikinci oturumda üzerine konuşulan yüksek standartlar, sosyal tehdit, kaygı, dikkat yönetimi ilişkisi tekrar edilerek katılımcıların zihin setleri üçüncü oturum için hazırlanmıştır. Bu oturumun temel konusunu kaygı tepkisini ortaya çıkaran durumların anlamlandırılması oluşturmuştur. Katılımcıların deneyimledikleri ve kendilerinde sosyal tehdit algısı yaratan olaylarla ilgili “Bu olayla ilgili zihnimde nasıl bir görüntü var?, “Olay sırasında aklımdan ne geçti?”, “En çok kaygı duyduğum anda başına gelmesinden korktuğum durum ne idi?” “Olay bittikten sonra zihnimden ne geçti?” gibi soruları sorgulamaları ve bu şekilde yaşadıkları olayları anlamlandırma becerisi kazanmaları amaçlanmıştır. Bu oturumda, olaylara ilişkin yapılan yorumların hatalı olabileceği varsayımından yola çıkılarak sosyal anksiyete bozukluğu belirtileri deneyimleyen bireylerde sıklıkla rastlanan bilişsel çarpıtmalar katılımcılara aktarılmıştır. Katılımcıların kolay takip edebilmeleri ve daha sonra okuyabilmeleri açısından kendilerine bilişsel çarpıtmalar listesi verilmiştir. Zihnimizden geçen düşüncelerin duygularımızı değiştirme gücü, bilişsel çarpıtmaların varlığında ortaya çıkan duygunun kaygı duygusu olabileceği bilgisi verilmiştir. Katılımcılarda ikinci nesil bilişsel davranışçı terapiler de olduğu gibi zihinlerinden geçen ve bilişsel çarpıtma içeren düşünceyi rasyonel düşünce ile yer değiştirmek yerine üçüncü nesil bilgece farkındalık odaklı bilişsel davranışçı terapilerde olduğu gibi fark etme, kendilerini yargılamadan düşünceyi kabul ederek, düşüncelerini dışarıdan izleyerek geçip gitmesine izin verme becerisinin kazandırılması amaçlanmıştır. Bu oturumun seans içi uygulaması gevşeme egzersizi olarak belirlenmiş ve sosyal kaygı ve bilişsel çarpıtmalarla birlikte gelen bedensel tepkileri yönetme becerisinin kazanılması hedeflenmiştir. 96 Oturum Sırasında Alınan Ölçümler: Oturum başında katılımcılardan sosyal kaygı düzeylerini 10’lu Likert tipinde değerlendirilen tek bir madde ile belirtmeleri istenmiştir. Seans sonunda ise katılımcıların kaygı düzeylerine ilişkin ölçüm yeniden alınmıştır. Ayrıca bu oturumdan akıllarında kalanları, oturumla ilgili kendilerine iyi gelen unsurları, deneyimledikleri sosyal kaygıya ilişkin farkındalık düzeylerindeki değişimi, yapılan gevşeme egzersizinin zorluğunu ve günlük hayatta uygulamak için uygunluğunu belirtmeleri istenmiştir. Ev Ödevleri: Katılımcılara Egzersiz Tablosu (Ek 4) yeniden verilmiş ancak tabloya nefes egzersizi ve üzüm meditasyonuna ek olarak gevşeme egzersizine ilişkin bir satır eklenmiştir ve katılımcılardan hafta içinde yaptıkları nefes egzersizi, üzüm meditasyonu ve gevşeme egzersizi sıklığını not almaları istenmiştir. İkinci olarak katılımcılardan hafta içinde sosyal kaygı deneyimledikleri durumları takip ederek olay, duygu, düşünce, bilişsel çarpıtma ve tekrar duygu sütunlarını içeren Bilişsel Çarpıtma Takip Formunu (Ek 4) doldurmaları istenmiştir. Katılımcılara verilen ödevlerin yapılabilirliği katılımcılar ile tartışılmış ve kendilerinin onay vermesi üzerine ödevlerde herhangi bir değişiklik yapılmamıştır. 10.2.4. Dördüncü Oturum Oturum başında katılımcılara bir önceki hafta yaptıkları ödevlerle ilgili yazılı geribildirim verilmiş ve ödevlerin psikoeğitim sürecinin oldukça önemli bir parçası olduğu vurgulanmıştır. Ayrıca, katılımcıların ödevlerini yaparken ne tür zorluklar yaşayabildikleri tartışılmıştır. Dördüncü oturumun içeriğine başlanılmadan önce üçüncü oturumda üzerine konuşulan düşünce, bilişsel çarpıtmalar, düşüncelerin kabul edilip dışarıdan izlenilmesi ve duygu yönetimi ilişkisi tekrar edilerek katılımcıların zihin setleri dördüncü oturum için hazırlanmıştır. Bu oturumun temel konusunu sosyal anksiyete bozukluğu belirtileri deneyimleyen bireylerin deneyimledikleri bilişsel çarpıtmaların kökenlerinin neler olabileceği oluşturmuş ve çocuk, ebeveyn ve sağlıklı yetişkin modları katılımcılara aktarılmıştır. İlk olarak modların nasıl gelişmiş olabileceği anlatılmıştır. Katılımcılardan anlatılan bilgiler 97 ışığında kendi yaşamlarından örnekler üretmeleri beklenilmiştir. Daha sonra, bireylerin sosyal uyaranlar karşısında kendi benliklerine ilişkin zihinlerinden geçirdikleri düşüncelerin genel olarak belli başlı temalarının olabileceği, bu temaların çoğu zaman eleştirel ve cezalandırıcı ebeveyn modlarından olmak üzere zaman zaman da öfkeli, yalnız, kırılgan çocuk modlarında gelebileceği bilgisi aktarılmıştır. Asıl ulaşılmak istenilen ve çoğu koşulda benliğimize hâkim olmasını beklediğimiz modun ise sağlıklı yetişkin mod olduğu belirtilmiştir. Bu mod aracılığıyla üretilen düşüncelerin daha rasyonel ve duyguları olumlu yönde şekillendiren düşünceler olabildiği bilgisi verilmiştir. Bilgece farkındalık temelli terapilerin fark etmeye ve yargılamadan kabul etmeye odaklı doğası göz önünde bulundurularak, bu modların bireylerde görülme süre ve sıklıklarının değişebildiği, bu konuda psikolojik esnekliğe sahip olunabildiği anlatılmıştır. Modların aktarımı sırasında katılımcıların ebeveynlerine ilişkin suçlayıcı bir takım düşünceleri olabileceği varsayımından yola çıkılarak ebeveynlerinin kendilerine yönelik tutumlarına ilişkin atıfları sorgulanmış, ebeveynlerinin bildikleri en iyi ebeveynlik stilini uygulamış olabilecekleri özellikle vurgulanmıştır. Bu seans sonunda seans içi egzersiz olarak dağ meditasyonu yapılmış ve sağlıklı yetişkin modunun farkındalığının arttırılması amaçlanmıştır. Dördüncü oturumun son oturum olmasına bağlı olarak katılımcıların tüm oturumlarla ilgili görüşleri, oturumlardan sağladıkları yararlar, kazanabildikleri baş etme becerileri ve oturumlara ilişkin yorumları alınarak oturum tamamlanmıştır. Oturum Sırasında Alınan Ölçümler: Oturum başında katılımcılardan sosyal kaygı düzeylerini 10’lu Likert tipinde değerlendirilen tek bir madde ile belirtmeleri istenmiştir. Seans sonunda ise katılımcıların kaygı düzeylerine ilişkin ölçüm yeniden alınmıştır. Ayrıca bu oturumdan akıllarında kalanları, oturumla ilgili kendilerine iyi gelen unsurları, deneyimledikleri sosyal kaygıya ilişkin farkındalık düzeylerindeki değişimi, yapılan dağ meditasyonunun zorluğunu ve günlük hayatta uygulamak için uygunluğunu belirtmeleri istenmiştir. Psikoeğitim programının son oturumu olmasına bağlı olarak katılımcılardan ayrıca tüm oturumları olumlu ve olumsuz yönleri ile yazılı olarak değerlendirmeleri istenmiştir. Oturum sonunda katılımcılardan ilk oturum 98 öncesinde alınan tüm ölçümler yeniden alınmış ve bu ölçümler mevcut araştırmanın son ölçümlerini oluşturmuştur. Ev Ödevleri: Katılımcılardan Egzersiz Tablosu (Ek 4) yeniden verilmiş ancak tabloya nefes egzersizi, üzüm meditasyonuna ve gevşeme egzersizine ek olarak dağ meditasyonunu içeren bir satır eklenmiştir ve katılımcılardan hafta içinde yaptıkları egzersiz ile meditasyon çeşidi ve sıklığını not almaları istenmiştir. Katılımcılardan üçüncü oturum sonunda kendilerine verilen Bilişsel Çarpıtma Takip Formunu (Ek 4) yeniden doldurmaları ve düşünceleri ve başa çıkma stillerini takip etmeleri beklenmiştir. Son olarak katılımcılara Ego Durumları Egzersizi Formu (Ek 4) verilmiş ve deneyimlenen olay, zihinden geçen düşünce, bu düşüncenin hangi moddan gelmiş olabileceği, davranış ve davranışın hangi mod tarafından yapılmış olabileceğini takip ederek not almaları beklenmiştir. Katılımcılara verilen ödevlerin yapılabilirliği katılımcılar ile tartışılmış ve kendilerinin onay vermesi üzerine ödevlerde herhangi bir değişiklik yapılmamıştır. Bu oturum son oturum olduğu için katılımcılar dördüncü oturum sonunda kendilerine verilen ödevleri bir hafta sonra uygulamacıya iletmişlerdir. 10.2.5. İşlem Araştırmanın bu aşamasında araştırmaya gönüllü katılımları teyit edilen katılımcılara 4 hafta boyunca haftada 2 saat süren Bilgece Farkındalık Temelli Psikoeğitim Programı uygulanmıştır. Uygulama, Başkent Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nde, her hafta Pazartesi Günleri 17:00-19:00 saatleri arasında, aynı salonda klinik psikoloji doktora programı öğrencisi tarafından gerçekleştirilmiştir. Psikoeğitim programının etkililiğini incelemek amacıyla Psikoeğitim Programı’nın ilk oturumu öncesinde katılımcıların uygulama salonuna yarım saat erken gelmeleri istenmiş, katılımcılardan LSKÖ, DDGÖ ve TBFÖ’ni grup uygulaması şeklinde doldurmaları beklenmiştir. Bu ölçümler alınırken katılımcılara deney odasında bireysel olarak Duygusal Stroop uygulanmıştır. Bilgece Farkındalık Temelli Psikoeğitim Programı seans içi uygulamalar ve seanslar arası ödevler ile 4 hafta boyunca devam etmiştir. Uygulamalar sırasında katılımcıların psikoeğitim içeriğini kolay takip edebilmeleri için sunu dosyaları kullanılmış, projeksiyon cihazı aracılığı ile sununun yansıtılması sağlanmış, gerekli durumlarda 99 katılımcılara ayrıca oturum içeriğine ilişkin yazılı materyaller verilmiştir. Son oturumun sonunda katılımcılardan yeniden LSKÖ, DDGÖ ve TBFÖ’ni doldurmaları beklenmiş ve kendilerine yeniden Duygusal Stroop uygulanmıştır. Psikoeğitim programı başında kendilerine belirtildiği gibi katılımcıların psikoeğitim programına devamlılıklarını sağlamak amacıyla her bir oturum için 10 TL katılım ücreti ödenmiştir. Ücret programın sonunda katılımcıların banka hesaplarına yatırılmıştır. Ayrıca Bilgece Farkındalık Temelli Psikoeğitim Programını’nı takip eden 15 gün içerisinde müdahale programının etkililiğine ilişkin araştırma bulguları katılımcılar ile paylaşılmıştır. 10.2.6. Verilerin Analizi Araştırmanın bu aşamasında katılımcılar tarafından doldurulan ölçekler aracılığıyla elde edilen veri ile Duygusal Stroop aracılığıyla elde edilen veri SPSS programı aracılığı ile analiz edilmiştir. Araştırmanın bu aşamasında yer alan katılımcı sayısının az olması sebebiyle parametrik test sayıltıları karşılanmamıştır. Bu sebeple araştırma verileri bu aşamada Wilcoxon İşaretli Sıralar Testi aracılığı ile analiz edilmiştir. 100 11. BÖLÜM BULGULAR Araştırmanın üçüncü araştırma sorusunun ilk alt sorusunu Bilgece Farkındalık Temelli Psikoeğitim Programı’na katılan bireylerin SAB belirti düzeyi, bilgece farkındalık ve duygu düzenleme güçlüğü ön ölçüm ve son ölçüm puanlarının farklılaşıp farklılaşmadığı oluşturmuştur (Araştırma Sorusu 3-a). Bu araştırma sorusunu incelemek amacıyla, Bilgece Farkındalık Temelli Psikoeğitim Programına katılan katılımcıların sosyal kaygı, sosyal kaçınma, SAB belirtileri ile duygu düzenleme güçlüğü ve bilgece farkındalık düzeylerindeki değişimi değerlendirmek amacıyla ön ve son test ölçümlerinden aldıkları toplam puanlar üzerinden Wilcoxon İşaretli Sıralar Testi yapılmıştır. Test sonuçları katılımcıların SAB belirti, z = -1.99, p < .05, ve sosyal kaçınma düzeyleri, z = -2.22, p < .05, ile duygu düzenleme güçlüğü, z = -1.99, p < .05 ve amaç odaklı davranışlara yönelme toplam puanlarında, z = -2.12, p < .05, ön test ve son test ölçümleri arasında istatistiksel olarak anlamlı düzeyde fark olduğunu göstermiştir. Sosyal kaygı, duygu düzenleme güçlüğünün diğer alt boyutları (duygusal tepkilere ilişkin farkındalığın olmaması [Farkındalık], duygusal tepkilerin anlaşılmaması [Açıklık], duygusal tepkilerin kabul edilmemesi [Kabul Etmeme], etkili olarak algılanan duygu düzenleme stratejilerine sınırlı erişim [Stratejiler], olumsuz duygular deneyimlerken dürtülerin kontrolünde güçlük yaşama [Dürtü]) açısından ön test ve son test ölçümleri arasında ise istatistiksel olarak anlamlı düzeyde bir farka rastlanmamıştır. Wilcoxon İşaretli Sıralar Testi sonuçları Tablo 15’te verilmiştir. 101 Tablo 15 LSKÖ, DDGÖ ve TBFÖ Ön ve Son Test Karşılaştırmaları için Wilcoxon İşaretli Sıralar Testi Sonuçları Değişken Ön Test/Son Test n Sosyal Kaygı Negatif Sıra 5 4.30 21.50 Pozitif Sıra 2 3.25 6.50 Sosyal Negatif Sıra 6 4.50 27 Kaçınma Pozitif Sıra 1 1 1 LSKÖ Negatif Sıra 5 4 20 Pozitif Sıra 1 1 1 Eşit 1 Negatif Sıra 3 3.50 10.50 Pozitif Sıra 3 3.50 10.50 Eşit 1 Kabul Negatif Sıra 4 4.42 26.50 Etmeme Pozitif Sıra 2 1.50 1.50 Eşit 1 Negatif Sıra 6 4.42 26.50 Pozitif Sıra 1 1.50 1.50 Negatif Sıra 5 4.60 23.00 Pozitif Sıra 2 2.50 1.50 Negatif Sıra 3 4.33 13.00 Pozitif Sıra 4 3.75 15.00 Negatif Sıra 3 2.83 8.50 Pozitif Sıra 1 1.50 1.50 Farkındalık Amaç Stratejiler Dürtü Açıklık Sıra Ortalaması Sıra Toplamı z p -1.27 .03 -2.22 .20 -1.99 .04 .00 1.00 -1.38 .17 -2.12 .03 -1.55 .12 -.17 .87 -1.30 .19 102 Eşit 3 Negatif Sıra 5 4 20.00 Pozitif Sıra 1 1 1 Eşit 1 Etkilenmeden Negatif Sıra 3 3.67 11.00 İzleme Pozitif Sıra 3 3.33 10.00 Eşit 1 Negatif Sıra 4 4.25 17.00 Pozitif Sıra 2 2.00 4.00 Eşit 1 Negatif Sıra 5 3.30 16.50 Pozitif Sıra 2 5.75 11.50 DDGÖ Merak TBFÖ -1.99 .04 -.11 .91 -1.38 .17 -.42 .67 *SAB = Sosyal Anksiyete Bozukluğu, DDGÖ = Duygu Düzenleme Güçlüğü Ölçeği, TBFÖ = Toronto Bilgece Farkındalık Ölçeği Tablo 15’ten görüleceği gibi, fark puanlarının sıra ortalamaları dikkate alındığında bu farkın negatif sıralar lehine olduğu görülmüştür. Diğer bir değişle, Bilgece Farkındalık Temelli Psikoeğitim Programı sonunda katılımcıların sosyal kaçınma ve SAB belirti düzeyleri ile amaç odaklı davranışlara yönelme ve duygu düzenleme güçlüğü toplam puanlarında azalma gözlenmiştir. Bu araştırmanın üçüncü araştırma sorusunun ikinci alt sorusunun Bilgece Farkındalık Temelli Psikoeğitim Programı’na katılan bireylerin dikkat yanlılığı ön ölçüm ve son ölçüm puanlarının farklılaşıp farklılaşmadığı oluşturmuştur (Araştırma Sorusu 3-b). Bu araştırma sorusunun incelemek amacıyla, Bilgece Farkındalık Temelli Psikoeğitim Programı’na katılan katılımcıların Duygusal Stroop ön ve son ölçümlerinden aldıkları toplam puanlar üzerinden bir Wilcoxon İşaretli Sıralar Testi daha yapılmıştır. Analiz sonuçları incelendiğinde katılımcıların olumlu, olumsuz, nötr ve belirsiz kelimeler ile toplam tepki sürelerine ilişkin alınan ön ve son ölçüm arasında istatistiksel olarak 103 anlamlı düzeyde farka rastlanmamıştır. Katılımcıların tepki sürelerine ilişkin değişim Şekil 11’de verilmiştir. Şekil 11. Katılımcıların ön ve son ölçümlerde kelime türlerine göre tepki süreleri Katılımcılardan Duygusal Stroop Testi aracılığı ile alınan ön ve son ölçümlerde farklı kelime türlerine göre tepki sürelerine ilişkin ortalama ve standart sapma değerleri Tablo 16’da verilmiştir. Tablo 16 Ön ve Son Ölçümlerde Farklı Kelime Türlerine Göre Tepki Süresi Ortalama ve Standart Sapma Değerleri Toplam Olumlu Kelime Olumsuz Kelime Nötr Kelime Belirsiz Kelime Tepki Süresi Ort (SS) Ort (SS) Ort (SS) Ort (SS) Ort (SS) Ön Ölçüm 862 (87) 880 (130) 866 (84) 838 (120) 862 (81) Son Ölçüm 800 (62) 809 (70) 824 (70) 786 (82) 794 (78) Elde edilen bulgular incelendiğinde, Duygusal Stroop ön ve son ölçümleri arasında katılımcıların toplam tepki süresi ile olumlu kelimeler, olumsuz kelimeler ve nötr kelimelere verdikleri tepki süreleri azalan bir eğilim göstermiştir. Ancak bu azalma istatistiksel olarak anlamlı düzeye ulaşmamıştır. 104 12. BÖLÜM TARTIŞMA Bu araştırmanın ilk aşamasında sosyal anksiyete bozukluğu (SAB) ile ilişkili psikolojik değişkenler incelenmiş, ikinci aşamasında SAB belirti düzeyi yüksek ve düşük olan gruplar bilişsel yanlılıklar açısından karşılaştırılmıştır. Araştırmanın son aşamasında ise elde edilen bulgular ışığında SAB belirtilerine ve SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin bilişsel yanlılıklarına yönelik olarak Bilgece Farkındalık Temelli Psikoeğitim programı hazırlanarak bir pilot çalışma aracılığı ile bu psikoeğitim programının etkililiği araştırılmıştır. Bu bölümde, mevcut araştırmada elde edilen bulgular ilgili literatür ışığında tartışılmış, çalışmanın genel sonuçları ve sınırlılıkları ile gelecek araştırmalar için öneriler sunulmuştur. 12.1. SAB BELİRTİ DÜZEYİ YÜKSEK VE DÜŞÜK OLAN BİREYLERİN SAB İLE İLİŞKİLİ PSİKOLOJİK DEĞİŞKENLER AÇISINDAN KARŞILAŞTIRILMASINA İLİŞKİN BULGULARIN TARTIŞILMASI Mevcut araştırma kapsamında elde edilen bulgular incelendiğinde SAB belirti düzeyi yüksek olan bireylerin SAB belirti düzeyi düşük olan bireylere kıyasla somatizasyon, obsesif-kompulsif, kişilerarası duyarlılık/duyarsızlık, depresyon, öfke/düşmanlık, paranoya ve psikotizm belirti düzeylerinin daha yüksek olduğu görülmüştür. Somatizasyon belirtileri ve SAB belirtileri ilişkisi incelendiğinde, somatik belirtilerin SAB belirtilerinin önemli bir bileşeni olduğu göze çarpmaktadır. Clark ve Wells’in (1995) SAB modelinde de yer verildiği gibi, somatik belirtiler SAB belirtilerinin devam etmesinin önemli yordayıcılarından biri olarak tanımlanmıştır. Diğer bir değişle, SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin kaygı deneyimleri sırasında somatik belirtilerinin diğerleri tarafından görüleceğine ilişkin yaşadıkları korku ve çoğu zaman somatik belirtilerini hatalı yorumlama eğilimleri, SAB belirtilerinin sürdürülmesi ile ilişkili olabilmektedir (Clark ve Wells, 1995). Dolayısıyla, çoğu anksiyete bozukluğunun olduğu gibi (Gupta ve Perez-Edgar, 2012) sosyal anksiyete bozukluğunun da 105 somatizasyon belirtileri ile ilişkili olması alan yazın ile tutarlı bir bulgu olma özelliği taşımıştır. Ayrıca, alan yazında somatizasyon belirtilerinin deneyimlenmesinde cinsiyet farkından söz edilmiş ve kadınların erkeklere kıyasla daha fazla somatizasyon belirtileri deneyimledikleri not edilmiştir (Romero-Acosta, Penelo ve Noorian, 2013). Mevcut araştırma katılımcılarının çoğunluğunu kadın katılımcıların oluşturması, elde edilen somatizasyon ve SAB belirtileri ilişkisi için açıklayıcı bir faktör olarak değerlendirilebilmektedir. SAB belirti düzeyi yüksek olan bireylerin düşük olan bireylere kıyasla obsesifkompulsif belirti düzeylerinin de yüksek olması yönündeki araştırma bulgusu incelediğinde, sosyal anksiyete ile ilgili düşüncelerin obsesif belirtiler, sosyal anksiyete belirtilerinden kaçınmak için gerçekleştirilen güvenlik davranışlarının ise kompulsif belirtiler ile ilişkilendirildiği görülmüştür (Bjornnson ve Phillips, 2014). SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin sosyal ortamlarda karşılaştıkları zorluklarla ilişkili rahatsız edici imgelere (sunum sırasında her şeyi unutmak, izleyicilere rezil olmak vb.) maruz kalabildikleri bilinmektedir. Araştırma bulguları, yüksek SAB belirti düzeyine sahip bireylerin zihinlerinden geçen gerçek ve hayali imgelerin obsesyonlara benzer nitelik taşıyabildiğini ve bireyleri bu imgelerden kurtulmak için belli cümleleri tekrar etmek, ellerinde bir bardak tutup devamlı su içmek gibi güvenlik davranışlarına, yani kompulsiyonlara yönelebildiğini göstermiştir (Bjornnson ve Phillips, 2014). Benzer şekilde obsesif kompulsif bozukluk (OKB) ve SAB eş tanı oranları incelendiğinde OKB belirtileri deneyimleyen bireylerin yaşam boyu SAB belirtileri deneyimleme oranlarının yaklaşık %33 ile %43 (Asuncao ve ark., 2012), SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin OKB belirtileri deneyimleme oranının ise %2 ile %11 arasında değiştiği belirtilmiştir (Brown, Campell, Lehman, Grisham ve Mancill, 2001). Yüksek eş tanı oranları göz önünde bulundurulduğunda bu araştırmada elde edilen bulgunun alan yazın ile tutarlı olduğu düşünülmüştür. Major depresif bozukluk, SAB belirtileri deneyimleyen bireyler tarafından sıklıkla eş tanı olarak (%41 - %48) deneyimlenmektedir (Brown, Campell, Lehman, Grisham ve Mancill, 2001). Ayrıca, depresyona eğilimli kişilik örüntüsüne sahip bireylerdeki yüksek düzey kişilerarası duyarlılığın (kişilerarası ilişkilerle ilgili yoğun bilişsel uğraş, ruminasyon, reddedilmeye duyarlılık) SAB belirtileri deneyimleyen bireylerde de 106 gözlenebildiğine ilişkin araştırma bulgularına rastlanmıştır (Vidyanidhi ve Sudhir, 2009). Dolayısıyla, SAB belirtileri deneyimleyen bireyler gerek deneyimledikleri psikopatolojinin doğası gereği gerekse komorbid olarak deneyimledikleri depresif belirtilere bağlı olarak yüksek düzey kişilerarası duyarlılık yaşayabilmektedirler. Ancak benliğe döndürülmüş öfke olarak tanımlanabilecek depresyonun, çevreye döndürülen öfke ve saldırganlık şeklindeki görünümü ile SAB belirtilerinin ilişkilendirilmesine alan yazında pek sık rastlanılmamasına rağmen mevcut araştırmada SAB belirti düzeyi yüksek olan bireylerin düşük olan bireylere kıyasla öfke/düşmanlık düzeylerinin de yüksek olduğu gözlenmiştir. Kendini düzenleme kuramı açısından bakıldığında, reddedilme (gerçek ya da algılanan) ile agresif ve dürtüsel davranışlar arasında bir ilişki olduğu görülmektedir (Leary, Twenge ve Quinlivan, 2006). Başkaları tarafından kabul edilme arzusunun bir göstergesi olarak reddedilmeye ilişkin kaygılar, bireylerin yoğun öfke deneyimlemeleri ya da öfkelerini saldırganca davranışlar ile ifade etmeleri şeklinde görülebilmektedir (Ayduk, Downey, Testa ve Yen, 1999). SAB belirtileri deneyimleyen bireyler açısından düşünüldüğünde ise belirsiz durumlar dahi sosyal bir tehdit, reddedilme ya da benliğe, performansa ilişkin olumsuz değerlendirilme olarak algılanabilmektedir (Amir, Foa ve Coles, 1998). Dolayısıyla SAB belirtileri deneyimleyen tüm bireyler olmasa da bir grup bireyin yüksek düzeyde reddedilme algılarına paralel olarak saldırganca ve dürtüsel davranışlar sergileyebildikleri düşünülmektedir. SAB belirtileri deneyimleyen bireyler yaşadıkları kaygıyı ve reddedilme hassasiyetini öfke, düşmanlık ya da saldırganlıkla ifade edebildikleri gibi psikotik özellikli olmayan paranoid belirtiler ile de ifade edebilmektedirler. Diğer bir değişle, SAB belirtileri deneyimleyen bireyler paranoya yaşantısındaki başkalarından zarar görme düşüncesinde olduğu gibi başkaları tarafından eleştirilme, reddedilme korkusu deneyimleyebilmektedirler (Hoffman ve ark., 2004). Örneğin, SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin ses tonundaki titreme diğerleri tarafından kabul edilmeyeceği, reddedileceği veya beğenilmeyeceği düşüncesini ve başkalarının kendilerine yönelik tutumuna ilişkin olumsuz atıflarını beraberinde getirebilmektedir. Ancak bu araştırma kapsamında, SAB belirti düzeyi yüksek olan bireylerin düşük olan bireylere kıyasla paranoya belirti düzeylerinin yüksek olduğu bulgusu elde edilmiş olsa da, alan yazın paranoyanın çok boyutlu değerlendirilmesi gereken bir kavram olduğunu ve normal 107 kabul edilebilir aralıktaki paranoya ile psikotik özellikli paranoyanın birbirlerinden ayırt edilmesi gerektiğini savunmaktadır (Tone, Goulding ve Compton, 2011). Mevcut araştırmada elde edilen benzer bir bulguyu, SAB belirti düzeyi yüksek olan bireylerin psikotizm belirti düzeylerinin de yüksek olduğu bulgusu olmuştur. Yapılan araştırmalarda, psikotik bozukluklar ile anksiyete bozukluklarının eş tanı oranlarının yüksek olduğu ve anksiyete bozuklukları arasında sosyal anksiyete bozukluğunun psikotik bozukluklarla birlikte en sık görülen anksiyete bozukluğu olduğu vurgulanmıştır (Pallantini, Quercioli ve Hollander, 2004). Ancak mevcut araştırma kapsamında elde edilen bulgunun, psikotik bozukluk ve SAB eş tanısından ziyade çoğunlukla psikotik bozuklukların davranışsal inhibisyonu ve sosyal etkileşimdeki azalmayı içeren psikozun negatif belirtileri ile örtüşmeden kaynaklandığı düşünülmüştür. Mevcut araştırma kapsamında SAB belirti düzeyi yüksek olan bireylerin düşük olan bireylere kıyasla, somatizasyon, obsesyon-kompulsiyon, depresyon, paranoya ve psikotizm belirtileri gibi psikolojik belirtiler açısından da yüksek belirti düzeyine sahip olmaları alan yazın ile oldukça tutarlıdır. Ancak SAB belirti düzeyi yüksek olan bireylerin yüksek öfke/saldırganlık düzeyine sahip olabildiklerine ilişkin bulguya sınırlı sayıda araştırmada yer verilmiştir (örn. Kashdan ve Hoffman, 2007). Dolayısıyla, yapılacak yeni araştırmalar ile bu bulgunun incelenmesine ihtiyaç duyulmaktadır. 12.2. SAB BELİRTİ DÜZEYİ YÜKSEK VE DÜŞÜK OLAN BİREYLERİN DUYGU DÜZENLEME GÜÇLÜĞÜ VE BİLGECE FARKINDALIK DEĞİŞKENLERİ AÇISINDAN KARŞILAŞTIRILMASINA İLİŞKİN BULGULARIN TARTIŞILMASI Mevcut araştırma kapsamında SAB belirti düzeyi yüksek ve düşük grupların karşılaştırıldığı değişkenlerden biri ise duygu düzenleme güçlüğüdür. Duygu düzenleme, bireyin, deneyimlediği duyguları ne zaman, hangi şiddette, nasıl deneyimleyeceğine ve bu duyguları nasıl ifade edeceğine ilişkin çabası olarak tanımlanmaktadır (Gross, 1998). Duygu düzenleme güçlüğünde ise bireylerin 108 duygularına yönelik bilinçli ya da bilinçdışı olarak gerçekleşen çabası sonuçsuz kalmakta ve istenilen amaca ulaşılamamaktadır. Duygu düzenlemeye ilişkin yaşanan problemlerin psikopatolojilerle ilişkili olduğunu savunan alan yazın bulguları mevcuttur ve SAB bu psikopatolojiler arasında yer almıştır (Aldao ve ark., 2010). Aldao ve arkadaşları (2010) tarafından yapılan derleme çalışmasında SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin davranışsal ve duygusal olarak kaçınma, duyguları bastırma, ifade edememe ve ruminasyon eğilimleri olduğu, duyguları kabul etmeye, karşılaşılan durumu yeniden değerlendirmeye ya da problemi çözmeye ilişkin işlevsel çabalarının ise yetersiz kaldığı belirtilmiştir. Başka bir araştırmada ise SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin duygu düzenleme problemleri; sosyal uyaranlara yönelik kaçınma davranışları göstermeleri (ortam seçimi), sosyal uyaranların varlığında güvenlik davranışlarında bulunmaları (ortam düzenlemesi), dikkatlerini olumsuz uyarandan çekememeleri ya da dikkatlerini fazlaca “ben”e yönelmeleri (dikkat dağılımı), sosyal uyaranlara ilişkin bilişsel yeniden değerlendirmede zorluk yaşamaları (bilişsel değişim) ve kaygılarına ifade etmekten kaçınmaları (tepki düzenlemesi) ile ilişkilendirilmiştir (Jazaiere, Morrison, Goldin ve Gross, 2015). Benzer şekilde, bu araştırmada da SAB belirti düzeyi yüksek olan bireyler düşük olan bireylere kıyasla duygu düzenleme güçlüğünün, duygusal tepkilerin anlaşılmaması (Açıklık), duygusal tepkilerin kabul edilmemesi (Kabul etmeme), etkili olarak algılanan duygu düzenleme stratejilerine sınırlı erişimin olması (Stratejiler), olumsuz duygular deneyimlerken amaç odaklı davranışlarda bulunmada güçlük yaşanması (Amaçlar) boyutlarından daha yüksek puan almışlardır. Mevcut araştırma kapsamında duygulara ilişkin farkındalık için gruplar arası farka rastlanmazken, alan yazında SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin sağlıklı kontrol grubuna kıyasla duygularına ilişkin farkındalık düzeylerinin daha düşük olduğu bulgusuna sıklıkla rastlanmaktadır (Blalock, Kashdan ve Farmer, 2016; Turk, Heimberg, Lutherek, Mennin ve Fresco, 2005). Ancak, yapılan meta-analiz çalışmalarında, özellikle SAB ile sağlıklı kontrol grubunun duygulara ilişkin farkındalık ve açıklık değişkenleri açısından karşılaştırıldıkları çalışmalarda elde edilen etki büyüklüğünün düşük olduğunu (r = -.18) belirtmiştir (Otoole, Hougaard ve Mennin, 2013). Ayrıca, Turk ve arkadaşları (2005) tarafından yapılan başka bir çalışmada ise duygulara ilişkin farkındalığın yüksek ya da düşük düzeyde olmasının psikopatolojilerle ilişkilendirilmesinde temkinli olunması gerektiği, işlevsel olanın uygun yer ve zamanda 109 duygulara ilişkin uygun düzeyde farkındalığa sahip olmak olduğu ifade edilmiştir. Son olarak, ölçeğin Türkçe formunda, bu alt ölçeğin ayırt edici geçerliliği şüphe uyandırmıştır. Diğer bir değişle, ölçeğin uyarlama çalışmasında “farkındalık” alt ölçeğinin Kısa Semptom Envanteri ile düşük düzeyde korelasyon göstermiştir ve ölçeğin uyarlama çalışmasında elde edilen bulgu ile bu araştırmada elde dilen bulgunun birbirlerini destekler nitelikte olduğu düşünülmüştür. Mevcut araştırma kapsamında gruplar arası istatistiksel olarak anlamlı düzeyde farka rastlanmayan bir diğer duygu düzenleme güçlüğü boyutu ise dürtü kontrolüdür. Alan yazın incelendiğinde, sosyal anksiyete bozukluğunun dürtü kontrolünde zorluk yaşayan ve risk alma eğilimi yüksek olan küçük bir alt grubunun varlığından söz ediliyor olsa da (Kashdan ve Hoffman, 2007), Sosyal anksiyete bouzkluğu fenotipik farklılıklardan bağımsız olarak incelendiğinde, dürtü kontrolüne ilişkin zorluklardan ziyade davranışsal inhibisyon ile ilişkili bulunan (Gray ve McNaughton, 1996) bir psikopatoloji olarak alan yazında yer bulmaktadır. Dolayısıyla bu araştırmada SAB belirti düzeyi yüksek olan grubun dürtü kontrolün açısından SAB belirti düzeyi düşük gruptan farklılaşmamasının alan yazın ile tutarlı bir bulgu olduğu düşünülmektedir. Duygu düzenleme güçlüğü ve SAB belirtileri ilişkisinde bireylerin içinde bulundukları an’a yargılamadan, kabul ile dikkatlerini yöneltmeleri olarak tanımlanabilecek bilgece farkındalığın (Kabat-Zinn, 2003) önemli bir rolünün olabileceği düşünülmektedir. Alan yazın bulguları incelendiğinde bireylerin bilgece farkındalık düzeyleri ile yaşadıkları psikolojik belirtiler arasındaki ilişkide duyguları kabul etmeme ve uygun duygu düzenleme stratejilerine yönelmede zorluk yaşamalarının rolünün olduğu belirtilmektedir (Pepping, O’Donovan, Zimmer-Gembeck ve Hanisch, 2014). Ancak, alan yazında bireylerin bilgece farkındalık düzeyleri ile SAB belirtileri arasındaki negatif ilişkiye değinilmiş olsa da (Rasmussen ve Pidgeon, 2011), bilgece farkındalık ile SAB belirtileri ilişkisinde duygu düzenleme güçlüğünün rolüne odaklanan araştırmalara rastlanmamıştır. Mevcut araştırma bulguları incelendiğinde ise SAB belirti düzeyleri yüksek olan bireylerin bilgece farkındalık düzeylerinin daha düşük olduğu, ancak elde edilen bulguların bilgece farkındalığın “Etkilenmeden İzleme” ve “Merak” alt boyutları için farklılık gösterdiği görülmüştür. Diğer bir değişle, SAB belirti düzeyi yüksek olan bireyler düşük olan bireylere kıyasla bilgece farkındalığın “Etkilenmeden İzleme” alt boyutundan daha düşük puan alırken, “Merak” boyutunda gruplar arası 110 farka rastlanmamıştır. SAB belirtilerini açıklayan modeller düşünüldüğünde, Rapee ve Heimberg (1997)’in SAB belirtilerini, sosyal uyaranların tehdit olarak algılanması, “ben” ve performansa ilişkin olumsuz beklentiler içine girilmesi, beklentilerin gerçek sonuçlarmış gibi kabul edilmesi ve bu durumun bilişsel, fizyolojik ve duygusal olarak kaygı belirtilerini ortaya çıkarması ile kavramsallaştırdıkları görülmüştür. Herbert ve Cardaciotto (2005) ise SAB belirtilerini sosyal tehdit algılandığında dikkatin “ben”e yönelmesi ve fark edilen fizyolojik, bilişsel ve duygusal tepkilerin felaketleştirilmesi, bu tepkilerden kurtulmaya yönelik çaba sarf edilmesi şeklinde açıklamıştır. Sosyal anksiyete bouzkluğu belirtilerini açıklamaya yönelik olarak geliştirilen iki modelde de bireylerin sosyal uyaranlar karşısında gösterdikleri tepkiler ile bütünleştikleri dikkat çekmiştir. Diğer bir değişle, bireylerin bilgece farkındalığın öngördüğü gibi kaygı tepkilerini şefkatle, kendilerini yargılamadan ve düşüncelerini kabul ederek dışarıdan izlemekte zorlandıkları, düşüncelerine ve yaşadıkları durumla ilgili olumsuz zihinsel temsillerine “gerçeklik” gözü ile baktıkları düşünülmüştür. Dolayısıyla mevcut araştırmada elde edilen SAB belirti düzeyi yüksek olan bireylerin düşük olan bireylere kıyasla “Etkilenmeden İzleme” boyutundan daha düşük puan almış olmaları alan yazın ile uyumlu (Hayes-Skelton ve Graham, 2013) bir bulgudur. Bilgece farkındalığın “Merak” boyutunda, gruplar arasında farka rastlanmamış olmasına ilişkin elde edilen bulguya ise psikolojik belirtiler ile “Merak” ilişkisinin çalışıldığı araştırmalarda rastlanıldığı görülmüştür. Toronto Bilgece Farkındalık Ölçeği’nin uyarlama çalışmasında psikolojik belirti düzeyi farklılaşan gruplar arasında “Merak” boyutunda anlamlı farka rastlanmamış (Şahin ve Yeniçeri-Kökdemir, 2015), ölçeğin orijinal çalışmasında ise “Merak” boyutu ile diğer bilgece farkındalık ölçümleri arasında ilişki bulunurken, merak boyutunun aleksitimi ile ve depresyon ile arasında istatistiksel olarak anlamlı düzeyde bir ilişki göstermediği gözlenmiştir (Davis, Lau ve Cairns, 2009). David ve arkadaşları (2009) tarafından yapılan çalışmada elde edilen bu bulgu, “Merak” boyutunun, bireylerin kendilerini ve kendi deneyimlerini anlamaya, anlamlandırmaya ne kadar istekli oldukları, dolayısıyla da psikolojik belirtiler ile olan ilişkisinden ziyade bireylerin bilgece farkındalık düzeylerini arttırmaya ne kadar hazır oldukları ile ilişkili bir boyut olduğu şeklinde açıklanmıştır. Dolayısıyla mevcut araştırmada da “Merak” boyutu açısından gruplar arasında farka rastlanmamış olmaması, bilgece farkında bireyler olmak için ne kadar hazır olunduğunun SAB belirti düzeyine göre 111 farklılaşmadığı şeklinde açıklanabilir. Özetle, mevcut araştırma bulguları ile de desteklendiği gibi SAB belirtileri deneyimleyen bireyler duygu düzenleme güçlüğünün pek çok alt alanında sorunlar yaşamaktadırlar. Benzer şekilde bir kişilik özelliği olarak deneyimledikleri duygusal yaşantıları şefkatle, kendilerini yargılamadan kabul etme ve bu yaşantıları etkilenmeden izleme konusunda zorluklar deneyimlemektedirler. Bu araştırma ile elde edilen, alan yazın ile tutarlı bulgular göz önünde bulundurulduğunda, SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin bilgece farkındalık düzeyleri ve yaşadıkları duygu düzenleme problemlerinin birbirleriyle ilişkili kavramlar olabilecekleri düşünülmüştür. Yapılacak araştırmalarda bu ilişkilerin incelenmesine ihtiyaç duyulmaktadır. 12.3. SAB BELİRTİ DÜZEYLERİ YÜKSEK OLAN BİREYLERİN BİLİŞSEL YANLILIKLARINA İLİŞKİN BULGULARIN TARTIŞILMASI Mevcut araştırma kapsamında SAB belirti düzeyi yüksek olan bireylerin deneyimledikleri bilişsel yanlılık hem çalışma belleği hem de dikkat süreçleri göz önünde bulundurularak incelenmiştir. İlk olarak çalışma belleği yanlılıklarına ilişkin bulgular incelendiğinde, bu araştırmada SAB belirti düzeyi yüksek olan bireylerin düşük olan bireylere kıyasla çalışma belleği performansını değerlendiren görevde daha fazla denemeye hatalı yanıt verdikleri, özellikle korku ifadesi içeren denemelerde SAB belirti düzeyi yüksek olan bireylerin hata yapma sıklığının SAB belirti düzeyi düşük olan bireylere kıyasla daha fazla olduğu görülmüştür. Yapılan araştırmalarda anksiyetenin bireylerin çeşitli koşullarda iyi performans göstermelerini sağlayacak çalışma belleği kapasitesini işgal ettiği savunulmuştur (Beilock ve Carr, 2005). Çalışma belleği kapasitesinin endişeye bağlı olarak azalması bir kişilik özelliği olarak kaygı düzeyi yüksek olan bireylerde de gözlenmiştir (Hayes, Hirsch ve Mathews, 2008). Bu bulgudan yola çıkarak, Amir ve Bomyea (2011), SAB ile çalışma belleği kapasitesinin ilişkisini incelemek amacıyla SAB belirti düzeyi yüksek ve düşük olan bireylere bazı sözcükler göstermiş ve bu sözcükleri belli bir sırada hatırlamalarını beklemiştir. Araştırma sonuçlarına göre SAB belirti düzeyi yüksek olan 112 bireyler düşük olan bireylere kıyasla daha az sözcüğü doğru olarak hatırlayabilmişlerdir (Amir ve Bomyea, 2011). Amir ve Bomyea’nın (2011) araştırması ile mevcut araştırmada elde edilen bulgu tutarlılık göstermiş, SAB belirti düzeyi yüksek olan bireyler Çalışma Belleği Performans Görevi’nde daha az ifadeyi doğru olarak tanıyabilmişlerdir. SAB belirti düzeyi yüksek olan bireylerin çalışma belleği performansı açısından deneyimledikleri yanlılığın sözel ve görsel uyaranlara (Moriya ve Siguira, 2012) ya da maruz kalınan uyaranın olumlu, olumsuz ya da nötr olmasına (Yoon, Kutz, Lemoult ve Joormann, 2016) göre değişebileceğini savunan araştırmaların da alan yazında yer bulduğu görülmüştür. Dikkat Kontrol Kuramı’na göre Eysenck (2007), tehdit altında kaygı deneyimlendiğini ve kaygı deneyimine bağlı olarak görsel dikkat kapasitesinde bir artış sağlandığına dikkat çekmiştir. Örneğin, SAB belirti düzeyi yüksek olan bireylerin olumsuz, olumlu ve nötr yüz ifadelerine yönelik çalışma belleği performanslarının incelendiği bir çalışmada SAB belirti düzeyi yüksek olan bireylerin nötr yüz ifadelerini içeren uyaranlardaki hata düzeylerinin olumsuz duygu ifadeleri içeren uyaranlara kıyasla daha fazla olduğu bulgusuna ulaşılmış, bu bulgu SAB belirti düzeyi yüksek olan bireylerin duygu yüklü uyaranlara dikkatlerini daha fazla yöneltip daha iyi performans gösteriyor olabilecekleri ile açıklanmıştır (Yoon, Kutz, Lemoult ve Joormann, 2016). Algısal Yük Kuramı’nda (Lavie, 2005) ise dikkatin sınırlı bir kapasitesi olduğu ve bireylerin hem tehdit içeren hem de tehdit içermeyen uyaranları aynı anda algılamasının zor olduğundan söz edilmiş, dolayısıyla tehdit içeren uyaranlara yönelen dikkatin çalışma belleği performansını düşürebildiği öngörülmüştür. Mevcut araştırmada SAB belirti düzeyi yüksek olan bireylerin hata yapma sıklıklarının özellikle korku ifadesi içeren denemelerde SAB belirti düzeyi düşük olan bireylere kıyasla daha fazla olması Algısal Yük Kuramı’nı (Eyscenk, 2007) ve tehdit içeren olumsuz uyaranların bireylerin çalışma belleği performansını düşürebileceğine ilişkin düşünceyi (Lavie, 2005) destekleyen bir bulgudur. Ancak bu konuya ilişkin yapılacak yeni çalışmalara ihtiyaç duyulmaktadır çünkü mevcut araştırmada yer alan kızgınlık ve üzüntü ifadeleri de olumsuz ifadeler olmalarına rağmen SAB belirti düzeyleri farklılaşan grupların hata yapma sıklığına ilişkin benzer bir eğilim gözlenmemiştir. Bu araştırma kapsamında SAB belirti düzeyi yüksek olan bireylerin çalışma belleğine 113 ilişkin yanlılıkları incelenirken farklı duygu ifadeleri içeren uyaranları tanımaya yönelik tepki süreleri de incelenmiştir. Tepki süresine yönelik incelemede, SAB belirti düzeyi ayırt etmeksizin tüm katılımcıların özellikle nötr, kızgınlık, korku ve üzüntü ifadelerini içeren denemelerdeki tepki süresinin şaşkınlık ifadesi içeren denemelere kıyasla daha fazla olduğu bulgusuna ulaşılmıştır. Mutluluk ifadesine verilen tepki süresinin ise şaşkınlık ifadesine yakın bir tepki süresinde olduğu gözlenmiştir. Elde edilen bulgu, Dikkat Kontrol Kuramı (Eysenck, 2007) ve Algısal Yük Kuramı’nın (Lavie, 2005) varsayımları ile örtüşmüştür. Diğer bir değişle, Dikkat Kontrol Kuramı’nın da öngördüğü gibi bireyler, duygu yüklü olmayan uyaranlara (nötr duygu ifadesi) duygu yüklü uyaranlara kıyasla daha uzun sürede tepki vermişlerdir. Ayrıca duygu yüklü uyaranlar kendi aralarında sınıflandırıldığında da algısal yük kuramının öngördüğü gibi tehdit içeren uyaranlara (kızgınlık, korku, üzüntü ifadesi) tehdit içermeyen uyaranlara (mutluluk, şaşkınlık ifadesi) kıyasla tepki süresinin daha fazla olduğu görülmüştür. Leppanen ve Hietanen (2004) de Algısal Yük Kuramı’nda (Lavie, 2004) olduğu gibi insanların olumlu yüz ifadelerini olumsuz ifadelere kıyasla daha hızlı tanımalarının olumsuz ifadelerin işlemleme sürecinde daha fazla dikkat kapasitesine ihtiyaç duyuluyor olması şeklinde açıklamıştır. Strenberg ve arkadaşlarının (1998) daha fazla dikkat kapasitesine ihtiyaç duymanın daha hızlı tanıma ile eşdeğer olmadığı, tehdit içeren uyaranların daha fazla bilişsel işlemleme gerektirdiği ve bu yüzden tepki süresinin uzadığı şeklindeki araştırma bulguları da dikkat çekmiştir. Mevcut araştırmada elde edilen bulguların alan yazında yer alan diğer duygusal yüz tanıma (face recognition) çalışmaları ile benzer olduğu da gözlenmiştir. Yapılan duygusal yüz tanıma çalışmalarında katılımcılar mutlu yüz ifadelerine, üzgün (Crews ve Harrison, 1994), kızgın (Silvia, Allen, Beauchamp, Maschauer ve Workman, 2006) ve nötr (Hugdahl ve ark., 1993) ifadelere kıyasla daha hızlı tepki vermişlerdir. Nötr ifade içeren uyaranlara verilen tepki süresinin de olumsuz duygu ifadesine benzer sürede olması, bazı araştırmacılar tarafından nötr yüz ifadesinin sosyal tehlike içeren ve daha uzun sürede tepki verilen uyaranlar arasında yer alması (Foa ve ark., 2000), nötr uyaranların sağlıklı kontrol grubu ve SAB belirtileri deneyimleyen bireyler tarafından afektif uyaran olarak algılanması ve bu durumun SAB belirtileri deneyimleyen bireylerde sağ, sağlıklı kontrol grubunda ise sol amigdala aktivasyonu ile sonuçlanabilmesi (Cooney ve ark., 2006) şeklinde açıklanmıştır. Ayrıca, başka bir 114 çalışmada ise bilişsel olarak nötr ifadelerin bireylerde yarattığı bilişsel yükün üzgün ve kızgın ifadeye benzer düzeyde olduğu (Johnston, Katsikitis ve Carr, 2001) vurgulanmıştır. İnsanların niçin olumlu yüz ifadelerini olumsuz yüz ifadelerine kıyasla daha kısa sürede tanıdığı ve hatırladığı sorusu da alan yazında sıklıkla tartışılmıştır ve farklı araştırmalarda bu soruya cevap bulunmaya çalışılmıştır. Leppanen ve Hietanen (2004), olumlu ifadelere daha hızlı tepki verilmesinin olumlu ifadede algılanan yüz ifadesi tonunun olumsuz ifadeye kıyasla daha fazla olabileceği düşüncesinden hareketle, yüz ifadelerini şematik hale getirerek (ör. insan yüzü yerine emoji kullanmak) bireylerin tepki süresini incelemiştir. Katılımcıların tepki süresi yine olumlu ifadelerin avantajına olmuş, ancak şematik ifadeler katılımcılar tarafından gerçek yüzlerden daha yavaş tanınmış ve araştırmacıların hipotezi kısmen desteklenmiştir. Öhman ve arkadaşları (2001), olumlu yüz ifadelerine hızlı tepki verilmesini, bireylerin günlük hayatlarında çoğunlukla olumu yüz ifadelerine maruz kalıyor olmaları, çoğunlukla olumlu bir ruh halinde olmaları ve dolayısıyla olumlu ifadeleri daha hızlı tanıyor olmaları ile açıklamıştır. Duygusal yüz ifadesi tanımayı SAB belirtilerinin varlığında inceleyen araştırmalarda da benzer bulgulara ulaşılmıştır. Silvia ve arkadaşları (2006) tarafından yapılan çalışmada SAB belirti düzeyi yüksek olan bireylerin düşük olan bireylere kıyasla olumlu (ör. mutlu) yüz ifadelerine olumsuz (ör. üzgün, kızgın) yüz ifadelerine kıyasla daha hızlı tepki verdikleri bulgusuna ulaşılmıştır. Mevcut araştırmada ise benzer bir bulgu cinsiyet değişkeninin varlığında elde edilmiştir. Diğer bir değişle, SAB belirti düzeyi, cinsiyet ve duygu ifadesi değişkenleri birlikte değerlendirildiğinde, SAB belirti düzeyi düşük erkeklerin, nötr ve korku ifadelerine şaşkınlık ifadesine kıyasla daha uzun sürede tepki verdikleri görülmüş, SAB belirti düzeyi yüksek erkeklerin farklı duygu ifadelerine tepki sürelerine ilişkin ise istatistiksel olarak anlamlı düzeyde farka rastlanmamıştır. SAB belirti düzeyi düşük kadınların ise nötr, korku ve üzüntü ifadelerine tepki süreleri, şaşkınlık ifadesine kıyasla daha yüksek bulunmuş, SAB belirti düzeyi yüksek kadınların ise bu ifadelere ek olarak kızgınlık ifadesine de tepki süresinin yüksek olduğu görülmüştür. Mevcut araştırma kapsamında elde edilen bulgular değerlendirildiğinde tüm insanlar için gözlenen olumlu ifadelere olumsuz ifadelere kıyasla daha hızlı tepki verme eğiliminin SAB belirti düzeyi yüksek bireyler için de geçerli olduğu görülmüştür. Yüksek SAB belirti düzeyine sahip kadın katılımcıların düşük SAB belirti düzeyine 115 sahip kadın katılımcılara kıyasla özellikle olumsuz ifadelerdeki tepki sürelerindeki artan eğilim, tüm insanlarda gözlenen olumsuz ifadelere uzun sürede tepki verme eğiliminin artan SAB belirti düzeyi ile birlikte daha da arttığını göstermiştir, ancak düşük ve yüksek SAB belirti düzeyine sahip kadın katılımcılar arasındaki tepki süresi farkı sadece nötr ifade için istatistiksel olarak anlamlı düzeye ulaşmıştır. Strenberg ve arkadaşları (1998) bu durumu tehdit içeren uyaranlara bireylerin daha fazla dikkat yöneltmeleri, daha fazla dikkatin yöneltildiği uyaranlarda daha fazla bilişsel işlemlemeye ihtiyaç duyulması ve buna bağlı olarak tepki süresinin uzaması şeklinde açıklamışlardır. Bu bulgudan hareketle, bu araştırmada SAB belirti düzeyi yüksek olan bireylerin olumsuz yüz ifadelerine ilişkin tehlike atfının fazla olmasının bilgi işlemleme sürecini uzatıyor olabildiği düşünülmüştür. Benzer şekilde, nötr yüz ifadesinin yarattığı belirsizliğe de tehlike atfının yapılıp, olumsuz yüz ifadesi olarak değerlendirilebildiği ve tehlike atfı ile birlikte gelen uzun işlemleme süresinin tepki süresini arttırdığı görülmüştür. Kızgınlık, korku, nötr, üzüntü gibi olumsuz ifadelerine yönelik tepki süresinin fazla olması, Clark ve Wells’in (1995) modellerinde açıkladıkları gibi SAB belirtileri deneyimleyen bireylerde sosyal tehdit algısı deneyimi ile birlikte dikkatin zihinsel ve fizyolojik süreçlere döndürülmesi ve bu durumun tepki süresini artırması ile açıklanabilmektedir. Diğer bir değişle, tehdit algısının bireylerin tepkilerini yavaşlatabildiği, SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin tehdit algılarının fazla olmasına bağlı olarak tepki sürelerinin daha fazla yavaşlayabildiği düşünülmüştür. Nötr ifadeye yönelik tepki süresinde SAB belirti düzeyi yüksek ve düşük kadın katılımcılar arasındaki istatistiksel olarak anlamlı düzeyde elde edilen fark, Johnston ve arkadaşlarının (2001) bilişsel olarak nötr ifadelerin bireylerde yarattığı bilişsel yükün üzgün ve kızgın ifadeye benzer düzeyde olduğu bulgusu ile açıklanmıştır. Ayrıca, nötr ifadenin olumsuz bir uyaran olarak algılanmasının yanı sıra nötr ifade, SAB belirti düzeyi yüksek olan bireyler tarafından belirsizlik içeren bir uyaran olarak algılanıyor ve bu durumun kaygı düzeylerini arttırmasına bağlı olarak kaçınma eğilimlerini tetikliyor olabilir. Mevcut araştırmada kadın ve erkek katılımcılara ilişkin elde edilen bulgular ise dikkat çekicidir. Erkekler katılımcılar ve kadın katılımcılar arasında farklı uyaranlara yönelik tepki sürelerindeki farklılık bu araştırmada SAB belirti düzeyi yüksek erkek katılımcıların (n = 8) kadın katılımcılara (n = 41) kıyasla sayıca az olması ile açıklanmıştır. Diğer bir değişle, bu araştırmada erkek katılımcı sayısının düşük olması, 116 erkek katılımcılar aracılığı ile elde edilen bulguların genellenebilirliğini düşürmüştür. Ancak, elde edilen bulgulara göre çalışma belleği yanlılığı açısından SAB belirti düzeyi yüksek kadın ve erkeklerin farklı bir örüntü gösteriyor olması, sosyal anksiyete bozukluğunun erkek ve kadınlardaki görünümünde farklılıklar olabileceğini düşündürmüştür. SAB, kadınlarda erkeklere kıyasla yaklaşık 1.5 – 2 kat daha fazla görülen bir bozukluk olarak değerlendirilmesine rağmen (APA, 2013), SAB belirtileri deneyimleyen daha fazla erkek katılımcıyla benzer çalışmaların yapılması sonucunda daha güvenilir ve genellenebilir bulguların elde edilebileceği düşünülmüştür. Bu aşamada elde edilebilecek güvenilir bulguların, katılımcı sayısı göz önünde bulundurulduğunda kadın katılımcılardan elde edildiği görülmüştür. Yürütülmüş olan bu araştırmanın amaçlarından bir diğerini ise SAB belirti düzeyi yüksek olan bireylerin bilişsel yanlılıklarının dikkat süreçleri göz önünde bulundurularak incelenmesi oluşturmuştur. Bu amaç doğrultusunda katılımcılara Duygusal Stroop Görevi uygulanmış, tüm katılımcıların olumlu, olumsuz ve belirsiz kelimelere tepki süresinin nötr kelimelere kıyasla daha yüksek olma eğilimi gösterdiği gözlenmiştir. Cinsiyet, SAB belirti düzeyi ve kelime türü birlikte değerlendirilerek tepki süresindeki farklılıklar incelendiğinde ise tüm kelime türlerine SAB belirti düzeyi yüksek kadın katılımcıların SAB belirti düzeyi düşük kadın katılımcılara kıyasla daha uzun sürede tepki verdikleri, tepki süresi farkının en fazla olduğu kelime türlerinin ise olumlu ve olumsuz kelimeler olduğu görülmüştür. Erkek katılımcılarda ise gruplar arası tepki süresi farkının istatistiksel anlamlılık düzeyine ulaşmadığı gözlenmiştir. Sosyal anksiyete bozukluğunda dikkat yanlılığını inceleyen araştırmalar, SAB belirti düzeyi yüksek olan bireylerin SAB belirti düzeyleri düşük olanlara kıyasla Duygusal Stroop görevinde sosyal tehlike ipuçları taşıyan sözcüklerin rengini nötr sözcüklere kıyasla daha yavaş seçtiklerini göstermiştir (Anderson, Westö, Johansson ve Carlbring, 2006). Algısal yük kuramında (Lavie, 2005) da değinildiği gibi bireylerin dikkat kapasiteleri sınırlıdır ve dikkatin farklı bir uyarana yönelmesi (ör. sosyal tehdit algısı yaratan kelimenin anlamı) bireylerin amaç odaklı davranışları gerçekleştirmelerini (ör. renk seçimi) yavaşlatabilmektedir. Sosyal anksiyete bozukluğuna ilişkin son yıllarda yapılan araştırmalar ayrıca, SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin olumsuz uyaranların yanı sıra olumlu uyaranları da tehdit olarak algılayabildiklerini, olumlu değerlendirilmeye ilişkin de kaygı yaşayabildiklerini göstermiştir (Weeks, Heimberg, Rodebaugh ve 117 Norton, 2008). Dolayısıyla, SAB belirti düzeyi yüksek olan bireylerin olumlu uyaranlara ilişkin de dikkat yanlılığı gösteriyor olmaları, olumlu uyaranların da algısal bir yük yaratarak tepki süresini uzatabilmesi ise açıklanabilir. Diğer bir değişle, Duygusal Stroop Görevi kapsamında bireylere gösterilen olumlu kelimeler “başarı, cesur, dayanıklı” gibi kelimelerdir ve bu kelimeler bireylerin performans kaygısını tetiklemiş olabilir. Bu araştırmada, alan yazında farklı olarak SAB belirti düzeyi yüksek olan kadın katılımcıların nötr ya da belirsiz kelimelere de SAB belirti düzeyi düşük kadınlara kıyasla daha uzun sürede tepki vermiş olmaları, genel olarak performans sergilenmesi gereken bir görevi gerçekleştirmenin ve bu durumun bireylerde yarattığı kaygının tüm kelime türlerine tepki süresini azaltabildiğini, genel olarak performansı düşürebildiği de düşündürmüştür. Sosyal anksiyete bozukluğu belirtileri deneyimleyen bireylerin çalışma belleği ve dikkat süreçlerine ilişkin yanlılıklar birlikte değerlendirildiğinde çalışma belleği yanlılığına ilişkin SAB belirti düzeyi yüksek özellikle kadın katılımcıların olumsuz ve nötr uyaranlara ilişkin çalışma belleği yanlılıklarının olabildiğini ve bu durumun bu uyaranlara yönelik tepki süresinin artma eğilimi göstermesi ile sonuçlanabildiğini göstermektedir. Dikkat yanlılığına ilişkin ise çalışma belleği yanlılığındaki örüntüye ek olarak olumlu, nötr ve belirsiz uyaranlara ilişkin de bir yanlılık gözlenmiş, SAB belirti düzeyi yüksek kadın katılımcılar tüm kelime türlerine SAB belirti düzeyi düşük katılımcılara kıyasla daha uzun sürede tepki vermiş olmaları çalışma belleği ve dikkat yanlılığının bireylerde farklı bir bilişsel süreç ile gerçekleşiyor olabileceğini düşündürmüştür. Benzer şekilde, çalışma belleği ve dikkat yanlılığına ilişkin elde edilen bulguların çoğu noktada paralellik göstermesine karşın görevler arasında elde edilen farklılıkların görevlerin yüz ifadesi ve kelime içeren görevler olmasına bağlı olabileceğine de dikkat çekmiştir. Özetle, SAB belirtileri deneyimleyen kadınlar olumsuz ve nötr görsel uyaranlar ile olumlu, olumsuz, nötr ve belirsiz sözel uyaranlara uzun sürede tepki verme eğiliminde olabilmektedir. Bu bulgu, SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin deneyimledikleri kaygının çevrelerindeki bireylerin olumlu ve olumsuz yüz ifadeleri ya da kendilerine söyledikleri olumlu, olumsuz ya da nötr sözler ile tetiklenebileceğini destekler nitelikte olmuştur. Ancak mevcut araştırmada dikkat yanlılığına ilişkin elde edilen bulguların 118 belli bir etki büyüklüğüne sahip olmasına rağmen istatistiksel anlamlılık düzeyine ulaşmamış olması, mevcut bulguların yeni araştırmalar ile tekrar edilmesini gerekli kılmıştır. 12.4. BİLGECE FARKINDALIK TEMELLİ PSİKOEĞİTİM PROGRAMININ SAB BELİRTİLERİ VE DİKKAT YANLILIĞI ÜZERİNDEKİ ETKİLİLİĞİNE İLİŞKİN YÜRÜTÜLEN PİLOT ÇALIŞMA BULGULARININ TARTIŞILMASI Bu araştırma kapsamında SAB belirti düzeyi yüksek bireylerin belirtilerini ve yaşadıkları dikkat yanlılığını azaltmaya yönelik Bilgece Farkındalık Temelli Psikoeğitim programı hazırlanmış ve bu program bir pilot çalışma kapsamında katılımcılara uygulanmıştır. Yapılan pilot çalışmaya ilişkin katılımcılardan geribildirimler alınmış ve alınan ön ve son ölçümlerle katılımcıların deneyimledikleri belirtilerdeki değişim ve dikkat yanlılıklarındaki değişim incelenmiştir. Yapılan pilot çalışma sonuçlarına göre dört haftalık psikoeğitim programı sonunda katılımcıların deneyimledikleri değişim psikolojik değişkenler açısından değerlendirildiğinde katılımcıların sosyal kaçınma ve SAB belirti düzeylerinin azaldığı, duygu düzenleme güçlüğü toplam ve duygu düzenleme güçlüğünün amaç odaklı davranışlarda bulunma(ma) alt boyutu puanlarının düştüğü gözlenmiştir. Araştırmanın diğer değişkenleri olan sosyal kaygı, duygu düzenleme güçlüğünün diğer alt boyutlarına ya da bilgece farkındalığa ilişkin alınan ölçümlerde istatistiksek olarak anlamlı düzeyde bir azalmaya rastlanmamıştır. Araştırma sonuçları incelendiğinde katılımcılardan alınan psikolojik ölçümlerde belirli bir azalmanın yaşandığı değişkenlerin çoğunlukla sosyal anksiyete bozukluğunun davranışsal boyutuna ilişkin değişkenler olduğu gözlenmiştir. Katılımcılara uygulanan psikoeğitim programının içeriği göz önünde bulundurulduğunda elde edilen değişimin beklenen yönde olduğu görülmüştür. Diğer bir değişle, katılımcılara psikoeğitim programının birinci oturumundan itibaren kaçınma davranışlarının sosyal kaygıyı arttırıcı bir olumsuz pekiştireç olma özelliği taşıdığı aktarılmıştır. Psikoeğitim sürecinde aktarılan bu bilginin katılımcıların sosyal kaçınma düzeylerinde, buna bağlı olarak da istatiksel olarak anlamlı düzeyde olmasa dahi sosyal kaygı düzeylerinde azalma sağlaması kaçınılmaz olmuştur. Benzer şekilde, psikoeğitim programının ilk oturumunda verilen “Kaçınma Hiyerarşisi” ödevi, katılımcıların günlük hayatlarında deneyimledikleri kaçınma davranışlarına yönelik bir farkındalık 119 kazanmalarına olanak sağlamış olabilir. Katılımcılara uygulanan psikoeğitim programının temel amacını bilgece farkındalık aracılığı ile katılımcıların sosyal anksiyete ile başa çıkmalarını sağlayabilecekleri baş etme yollarını tanıtmak oluşturmuştur. Bu kapsamda katılımcıların bilgece farkındalık düzeylerini arttıracak ve günlük yaşamda deneyimledikleri kaygı ile baş etmelerini sağlayacak egzersiz ve yöntemler dört hafta boyunca aktarılmıştır. Yapılan uygulamaların temelinin sosyal kaygı ile başa çıkmaya yönelik olması katılımcıların özellikle duygu düzenleme güçlüğünün amaç odaklı davranışlarda bulunma boyutunda sağladıkları olumlu değişimi açıklar niteliktedir. Diğer bir değişle, katılımcılar dört haftalık psikoeğitim sürecinde öğrenmiş oldukları sosyal kaygı ile başa çıkma yöntemlerini günlük hayatlarına uygulama becerisi kazanmış ve sosyal tehdit olarak algıladıkları durumlarda dahi amaç odaklı davranışlarda bulunma becerisi kazanmışlardır. Ayrıca, katılımcılardan psikoeğitim programının her bir oturumunun sonunda, o günkü oturumda kendilerine en iyi gelen bileşenin ne olduğu sorulduğunda, bu soruya çoğunlukla oturumda yapılan bilgece farkındalık temelli egzersizler yanıtı alınmıştır. Dolayısıyla, her bir oturumda yapılan bilgece farkındalık temelli egzersizler ile katılımcılara hem sosyal kaygı ile başa çıkma hem de bilgece farkındalık temelli egzersizler aracılığı ile içinde bulunulan an’a odaklanarak amaç odaklı davranışlarda bulunma becerisi kazandırılmış olabileceği düşünülmüştür. Katılımcılarının bilgece farkındalık aracılığıyla deneyimledikleri sosyal kaygı ile baş etmeye yönelik beceri kazandıklarına ve program kapsamında yapılan egzersizlerin faydasına olan olumlu atfı bir katılımcının psikoeğitim programına ilişkin yaptığı aşağıdaki değerlendirmeden anlaşılabilmektedir: “Gevşeme egzersizi insanı rahatlatıyor. Oturumda öğrendiğim kaygı anında nefese odaklan önerisinin çok faydasını gördüm. Sosyal sıkıntıları yıllardır yaşayan biri olarak ilaç tedavisinin yanında bu egzersizler yapılırsa insana daha kalıcı etki bırakabilir. Sosyal olmayı içselleştirince ilacı kesip egzersizlerle devam edebiliriz.” Katılımcılarda bilgece farkındalık temelli psikoeğitim programı sonunda sağlanan psikolojik belirtilere ilişkin olumlu değişimde, Norcross, Krebs ve Prochaska’nın (2011) 120 da önerdiği gibi bireylerin değişime hazır olmalarının ve yüksek motivasyonlarının da rolü olabileceği düşünülmüştür. Ayrıca neredeyse tüm katılımcılardan alınan ortak geribildirimin sosyal kaygı yaşayan başka insanların da olmasının kendilerine iyi geldiği şeklinde olması, yapılan grup uygulamasının psikolojik belirtilerin normalleşme sürecini kolaylaştırdığını düşündürmüştür. Program katılımcılarından biri psikoeğitim sürecinin kendisine iyi gelen yönlerini aşağıdaki ifade ile aktarmıştır: “Benim için çok iyi geldi. Yararlı olduğunu düşünüyorum. Yaşadıklarımla ilgili bir farkındalık yaşadım, sebeplerini öğrendim ve bu durumları sadece benim yaşamadığımı fark ettim. Arkadaşlarımla birçok aynı şey yaşadığımızı fark ederek bunları herkesin yaşayabileceğini fark ettim. Dört oturumla beraber kaygılandığımda, bir durumla karşılaştığımda kendimi sakinleştirebiliyorum. Bu bana gerçekten iyi gelmeye başladı. Teşekkür ederim.” Psikoeğitim programının sonunda katılımcılarda davranışsal olarak birtakım değişiklikler sağlanmış olsa da (ör. kaçınma davranışlarının azalması, amaç odaklı davranışlarda bulunma), bilişsel süreçleri içeren duygu düzenleme bileşenlerinde ve yine bilişsel süreçlerle ilişkili olarak katılımcıların bilgece farkındalık düzeylerinde istatistiksek olarak anlamlı bir değişme gözlenmemiştir. Hjeltnes, Moltu, Schanche, Jansen ve Binder (2016) tarafından yapılan bir çalışmada bilgece farkındalık temelli psikolojik müdahalelerin bireylerde beklenilen olumlu değişimi getirmemesinin olası nedenleri tartışılmıştır. Bu araştırmada, değişime hazır olunmadığının ya da bilgece farkındalık temelli uygulamaların kendileri için uygun olmadığını düşünmenin, psikoeğitim programının uygulandığı grup üyeleri ile yeterli bağ kurulamamasını, bilgece farkındalık egzersizlerini yaparken yaşanan yetersizlik hissinin ve psikoeğitim sırasında dahi günlük yaşamın zorluklarını düşünmekten vazgeçememenin beklenen değişimin önünde engel teşkil edebileceği belirtilmiştir (Hjeltnes, Moltu, Schanche, Jansen ve Binder, 2016). Mevcut araştırma kapsamında sayılan değişkenlere ilişkin katılımcılardan geribildirim alınmamış olmasına karşın, beklenen değişimin tam anlamıyla gerçekleşmemiş olması psikoeğitim programının süresinin yeterince uzun olmaması ile ilişkilendirilmiştir. Bu konuya ilişkin psikoeğitim programına katılan bir katılımcının yorumu aşağıdaki gibidir: 121 “Gevşeme egzersizleri ve nefes egzersizleri çok olumlu idi. Kaygımı azaltabileceğimi öğrenmek beni mutlu etti. Fakat daha uzun bir eğitim olmasını isterdim, 4 hafta az geldi. Bir de daha çok müdahaleye yönelik öneriler almak isterdim.” Başka bir katılımcı ise psikoeğitim programının süresine ilişkin düşüncesini aşağıdaki şekilde ifade etmiştir: “Farkındalık yaşattığını düşünüyorum. Olayları yaşarken biraz da olsa fark edebiliyorum. Fakat davranışlarımı değiştirebilecek kadar etkili oldu mu emin değilim. Süremiz kısıtlıydı çünkü. Ama katıldığım oturumların pozitif etkisi olduğunu düşünüyorum. En azından o günün sonunda kendimi iyi hissederek dönüyorum yurduma.” Alan yazın incelendiğinde bilgece farkındalık temelli uygulamaların yapıldığı çoğu araştırmada Kabat-Zinn (1985, 1992) tarafından, stres ve kaygıyı azaltmak üzere hazırlanmış olan Bilgece Farkındalık Temelli Stres Azaltma [Mindfulness Based Stress Reduction (MBSR)] ya da Teasdale, Segal ve Williams (1995) tarafından depresyonu azaltmak ve depresyonun nüksünü önlemek üzere hazırlanmış olan Bilgece Farkındalık Temelli Bilişsel Terapi [Mindfulness Based Cognitive Therapy, (MBCT)] protokollerin uygulandığı görülmüştür. Bu protokollerden Bilgece Farkındalık Temelli Stres Azaltma iki buçuk saatlik sekiz oturum ve 1 tam günlük oturumdan, Bilgece Farkındalık Temelli Bilişsel Terapi ise 2 saatlik 8 oturumdan oluşmaktadır. Bu protokoller seans içi meditasyonları, psikoeğitimi ve katılımcıların her gün en az 45 dakikalarını ayırdıkları ev ödevlerini içermektedir. Süre ve içerik itibariyle incelendiğinde mevcut araştırma kapsamında uygulanan protokolün alan yazında mevcut protokollere benzer özellik taşıdığı ancak süre olarak bu protokollerden kısa olduğu görülmüştür. Mevcut araştırmada 4 haftalık psikoeğitim programı sonunda belirtisel değişimin beklenilen düzeyde olmaması süre etkisi ile açıklanabilir. Ayrıca, bilgece farkındalık temelli uygulamaların bireylerin bilişsel süreçleri ile seçici, sürdürülmüş ve yürütücü dikkat becerilerini (zihin seti değişimi, güncelleme/gözden geçirme, inhibisyon) geliştirici etkisinin olduğuna ilişkin alan yazın bilgisi olmasına rağmen (Chiesa, Calati ve Serretti, 2011), mevcut araştırmada SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin Duygusal Stroop Testi ile yapılan dikkat yanlılığı ölçümlerinde istatistiksel olarak anlamlı düzeyde bir 122 azalma gözlenmemiş, ancak program sonunda katılımcıların Duygusal Stroop’ta yer alan tüm kelime türlerine yönelik tepki sürelerinin azalan bir eğilim gösterdiği görülmüştür. Alan yazın incelendiğinde bilgece farkındalık temelli uygulamaların SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin yaşadıkları dikkat yanlılığı üzerindeki rolünü inceleyen araştırmalara rastlanmamıştır. Ancak, Lao, Kissane ve Meadows (2016) tarafından yapılan derleme çalışmasında MBSR ve MBCT uygulamalarının bilişsel süreçler üzerindeki etkisinin çalışıldığı araştırmalar incelenmiştir. Bu derlemede ilk olarak bilgece farkındalık uygulamalarının odaklanmış/sürdürülmüş dikkat üzerindeki etkisini inceleyen üç çalışmaya rastlanılmış ve bu çalışmalardan sadece bir tanesinin (Oken ve ark., 2010) düşük etki büyüklüğü ile katılımcıların dikkati üzerinde olumlu sonuçlar doğurabildiği gözlenmiştir. İkinci olarak, bilgece farkındalık uygulamalarının seçici dikkat üzerindeki etkisine odaklanan üç çalışma incelenmiş ve bu çalışmalardan da sadece bir tanesi (Jha ve ark., 2007) düşük etki büyüklüğü ile seçici dikkat üzerinde olumlu sonuçlar doğurmuştur. Üçüncü olarak araştırmada Stroop etkisini de kapsayan yürütücü dikkat üzerinde bilgece farkındalığın rolü incelenmiş ve bu konuda yapılan üç araştırmada da anlamlı bulgular elde edilememiştir. Elde edilen bulgular ışığında Lao, Kissane ve Meadows (2016) çalışmalarında, bilgece farkındalık temelli sekiz haftalık uygulamaların çalışma belleği, bilişsel esneklik, üst-farkındalık, yürütücü işlevler üzerinde olumlu yönde değişim sağlayabileceğini ancak dikkat süreçlerine ilişkin değişimin süreli uygulamalardan ziyade bilgece farkındalığın yaşam stili haline gelip, uzun süreli olarak devam ettirilmesi koşulunda dikkat süreçleri ve yanlılıkları üzerinde etkili olabileceğini belirtmişlerdir. Yapılan kesitsel çalışmalarda düzenli meditasyon yapan bireyler ile yapmayan bireylerin dikkat süreçlerinin karşılaştırılması sonucu elde edilen olumlu bulgular (Chiesa ve ark., 2011) araştırmacıların bu düşüncesini destekler niteliktedir. Dolayısıyla mevcut araştırmada elde edilen dört haftalık Bilgece Farkındalık Temelli Psikoeğitim Programı’nın farklı duygusal yükü olan uyaranlara yönelik tepki süresinde azalma olması fakat bu azalmanın istatistiksel olarak anlamlı düzeye ulaşmamış olması alan yazın ile tutarlı bir bulgu olmuştur. Özetle, mevcut araştırma kapsamında uygulanmış olan psikoeğitim programından gerek belirtisel düzeyde gerekse bilişsel yanlılıklar açısından katılımcıların fayda gördükleri düşünülmüştür. Ancak müdahale programlarının süresinin uzaması ve bilgece 123 farkındalık temelli uygulamaların bir yaşam stili haline gelmesi ile beklenilen düzeyde değişimin elde edilebileceği düşünülmüştür. 124 13. BÖLÜM SONUÇLAR VE KLİNİK ÖNEMİ Araştırmanın bu bölümünde araştırmaya ilişkin sonuçlar ve sonuçların alan yazına katkıları aktarılmaktadır. Mevcut araştırma kapsamında elde edilen bulgular aşağıdaki gibidir: 1. SAB belirti düzeyi yüksek olan bireyler, SAB belirti düzeyi düşük olan bireylere kıyasla psikolojik belirtiler, duygu düzenleme güçlüğü ve bilgece farkındalık düzeyleri açısından farklılaşmıştır. a) SAB belirti düzeyi yüksek olan bireylerin SAB belirti düzeyi düşük olan bireylere kıyasla somatizasyon, obsesyon kompulsiyon, depresif belirti, kişilerarası duyarlılık, öfke/düşmanlık, paranoya ve psikotizm düzeyleri daha yüksek bulunmuştur. b) SAB belirti düzeyi yüksek olan bireylerin SAB belirti düzeyi düşük olan bireylere kıyasla daha fazla duygu düzenleme güçlüğü deneyimledikleri, duygu düzenleme güçlüğünün duygusal tepkilerin anlaşılmaması (Açıklık), duygusal tepkilerin kabul edilmemesi (Kabul Etmeme), etkili olarak algılanan duygu düzenleme stratejilerine sınırlı erişim (Stratejiler), olumsuz duygular deneyimlerken amaç odaklı davranışlarda bulunmada güçlük yaşama (Amaçlar) boyutlarında daha fazla sorun deneyimledikleri görülmüştür. Duygulara ilişkin farkındalığın olmaması (Farkındalık) ve olumsuz duygular deneyimlerken dürtülerin kontrolünde güçlük yaşama (Dürtü) boyutlarında ise gruplar arası farka rastlanmamıştır. c) SAB belirti düzeyi yüksek olan bireylerin bilgece farkındalık düzeylerinin SAB belirti düzeyi düşük olan bireylere kıyasla daha düşük olduğu, SAB belirti düzeyi yüksek olan bireylerin bilgece farkındalığın etkilenmeden izleme boyutunda daha fazla sorun yaşadıkları gözlenmiştir. Bilgece farkındalığın merak boyutunda ise gruplar arası farka rastlanmamıştır. Elde edilen bulgular değerlendirildiğinde, SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin komorbid olarak deneyimledikleri psikolojik belirtilerin, duygu düzenleme güçlüğünün ve düşük bilgece farkındalık düzeyinin mevcut araştırma ile de desteklendiği görülmüştür. Bu bulgu SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin yaşadığı güçlüğün 125 boyutunu gözler önüne sermiştir. SAB belirtilerine yönelik olarak yapılacak olan müdahale çalışmalarında depresyon, somatizasyon, obsesif-kompulsif belirtiler ile yüksek düzey öfke/saldırganlık ve kişilerarası ilişkilerde aşırı duyarlılığın değerlendirilmesinin tedavi sürecinin planlanmasını daha güvenilir hale getirebileceği düşünülmüştür. Ayrıca, son dönemde yapılan epidemiyolojik çalışmalarda, sosyal anksiyete bozukluğunun alt gruplara ayrıştırılma sürecinde alt grupların kaygı duyulan ve kaçınılan sosyal ortamların sayısına ilişkin doğrusal bir artış göz önünde bulundurularak yapılan bir sınıflamadan ziyade sosyal anksiyete bozukluğunun kalitatif yöntemlerle incelenerek ayrıştırılmasının daha güvenilir sonuçlar doğuracağı savunulmaktadırlar (Hoffman, Heinreichs ve Moskovitch, 2004; Kollman, Brown, Liverant ve Hoffman, 2006). Diğer bir değişle, sosyal anksiyete bozukluğunun alt gruplara ayrışma sürecinde kaygı ve kaçınma yaşanılan sosyal ortamların sayısı, türü ve yaygınlığına göre yapılacak olan bir sınıflamadan ziyade alt grupların özelliklerinin kalitatif yöntemlerle, detaylı çalışılmasının daha yol gösterici olacağı düşünülmektedir. Dolayısıyla sosyal anskiyete bozukluğunun alt gruplarına ayrıştırılması sürecinde SAB belirtilerine ek olarak deneyimlenen psikolojik belirtilerin varlığının göz önünde bulundurulduğu bir alt grup belirleme yöntemi kullanılabilir. Küme analizi yöntemiyle yapılacak olan ayrıştırma ile elde edilen bulgular, farklı özellikteki SAB alt grupları ile ilgili alan yazına önemli katkılar sağlayabilir. Bu araştırma ile de görüldüğü gibi SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin depresif belirtilerden psikotik belirtilere doğru genişleyen bir yelpazede belirtiler deneyimliyor olması bu düşünceyi destekler niteliktedir. Benzer şekilde, SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin yaşadıkları duygu düzenleme güçlüklerinde de bir takım farklılıklar olduğu görülmüştür. Bazı araştırmalar duygu düzenlemenin her boyutu için yaşanılan sorunlara vurgu yaparken (Eldoğan ve Barışkın, 2014), bazı araştırmalarda bu araştırmada da olduğu gibi SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin duygu düzenlemenin her alt boyutunda sorun yaşamıyor olabileceklerine değinilmektedir. Benzer klinik görünüme sahip ancak farklı bulguların elde edildiği araştırmalar SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin fenotipik farklılıkları olabileceğine ilişkin düşünceyi destekler niteliktedir. 2. SAB belirti düzeyi yüksek olan bireyler ile SAB belirti düzeyi düşük olan bireyler SAB belirti düzeyi, cinsiyet ve uyaran türü birlikte değerlendirildiğinde farklı uyaranlara verdikleri tepki süreleri bakımından farklılaşmıştır. 126 a) SAB belirti düzeyi yüksek olan bireyler SAB belirti düzeyi düşük olanlara kıyasla çalışma belleği performansına ilişkin denemelerde daha fazla hata yapmışlardır. Farklı duygular açısından değerlendirildiğinde SAB belirti düzeyi yüksek olan bireylerin düşük olan bireylere kıyasla özellikle korku duygusunu içeren denemelerde çalışma belleği performanslarının daha düşük olduğu görülmüştür. Tüm katılımcıların olumsuz yüz ifadelerini (korku, kızgınlık, üzüntü, nötr) tanıyıp tepki verme süresi ise şaşkınlık ifadesine kıyasla daha uzundur. b) SAB belirti düzeyi yüksek ve düşük gruplar incelendiğinde, yüksek SAB belirti düzeyine sahip bireylerin korku, üzüntü, kızgınlık ve nötr yüz ifadelerini tanıma sürelerinin şaşkınlık ve mutluluk ifadesine kıyasla daha fazla olma eğilimi gösterdiği gözlenmiştir. Ancak bu eğilim cinsiyet değişkeninin varlığında istatistiksel anlamlılık düzeyine ulaşabilmiştir. SAB belirti düzeyi yüksek erkek katılımcıların farklı duygu ifadelerine tepki süresine ilişkin istatistiksel olarak anlamlı düzeyde farka rastlanmazken, SAB belirti düzeyi yüksek kadın katılımcıların korku, üzüntü, kızgınlık ve nötr yüz ifadelerine şaşkınlık ifadesine kıyasla daha uzun sürede tepki verdikleri görülmüştür. SAB belirti düzeyi yüksek ve düşük gruplar karşılaştırıldığında ise SAB belirti düzeyi yüksek kadınların SAB belirti düzeyi düşük kadınlara kıyasla nötr ifadeye daha uzun sürede tepki verdikleri gözlenmiştir. SAB belirti düzeyi yüksek ve düşük erkeklerin farklı duygu ifadelerine tepki süreleri arasında ise istatiksel olarak anlamlı düzeyde bir farka rastlanmamıştır. c) Tüm katılımcıların kelime türlerine tepki süreleri incelendiğinde tüm kelimelere neredeyse aynı sürede tepki verme eğiliminde oldukları gözlenmiştir. Katılımcıların kelime türlerine tepki süreleri cinsiyet, SAB belirti düzeyi ve kelime türü göz önünde bulundurularak karşılaştırıldığında ise SAB belirti düzeyi yüksek kadın katılımcıların tüm kelime türlerine SAB belirti düzeyi düşük kadın katılımcılara kıyasla daha uzun sürede tepki verdikleri görülmüştür. Erkek katılımcılarda kelime türlerine tepki süresine ilişkin gruplar arası farka rastlanmamıştır. Alan yazın bulguları incelendiğinde, SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin dikkat yanlılıklarının sıklıkla çalışıldığı, ancak çalışma belleği yanlılıklarına ilişkin sınırlı sayıda araştırma bulgusunun alan yazında yer aldığı görülmüştür. Yapılan araştırmalarda ise SAB belirtileri farklı duygulardan ziyade olumlu ve olumsuz kelimeler ya da yüz ifadeleri ile değerlendirilmiş, yapılan araştırmalarda uyaran türleri oldukça sınırlı tutulmuştur. Mevcut araştırma kapsamında SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin çalışma belleği yanlılıklarının kızgınlık, korku, üzüntü, mutluluk, şaşkınlık ve nötr ifade olmak üzere geniş bir duygu ifadesi yelpazesi açısından incelenmiş olması bu araştırmanın önemli bir yönüne işaret etmiştir. Tüm bireylerin olumsuz yüz ifadelerine 127 yönelik çalışma belleği yanlılıklarının olabildiği, SAB belirtileri ile birlikte bu yanlılığın artabildiği görülmüştür. Bu bulgunun SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin günlük yaşamlarına yansıması düşünüldüğünde yüz ifadesi olumsuz ya da nötr olan bireylere karşı önce bu ifadeleri hızlıca seçme daha sonra da ifadenin yarattığı duygusal yaşantı ile kaygı deneyimleme eğilimi gösterebilecekleri düşünülebilmektedir. Diğer bir değişle, söz konusu bilişsel sürecin ilk olarak olumsuz ifadelerin seçilmesi ve olumsuz uyaranlara karşı aşırı tetikte olunması ile başladığı, tehlike algısı ile birlikte bireylerin kaygı düzeylerinin artarak, kendi bedensel ve zihinsel süreçlerine odaklanmaları ile devam ettiği ve bu durumun sosyal ortamdaki performansın zarar görmesi ve SAB belirtilerinin sürdürülmesi ile sonuçlandığı düşünülebilir. Bu yanlılığın ise üzüntü, kızgınlık, korku gibi duygu ifadelerinin yanı sıra nötr duygu ifadesinde de benzer bir tepki yaratıyor olmasının SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin yaşamlarını oldukça güçleştirebildiği düşünülmektedir. Çünkü çok geniş bir yelpazede olan olumsuz ve belirsiz duygu ifadeleri ile sosyal ortamlarda pek çok koşulda karşılaşılması kaçınılmaz bir durumdur. SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin gerek kendileri ile ilgili gerekse sosyal ortamda bulunan bireylerin kendi zihinsel süreçleri ile ilgili yüz ifadelerini bir tehdit olarak algılayıp, tepki vermeleri sosyal anksiyete bozukluğunun bireylerin yaşamına getirdiği yükü ve bireylerdeki kaçınma davranışlarının sıklığını açıklar niteliktedir. Araştırma kapsamında elde edilen bulgular değerlendirildiğinde SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin deneyimledikleri çalışma belleği yanlılığının cinsiyet değişkeninin varlığında farklılaşabildiği görülmüştür. Bu araştırmada katılımcıların cinsiyetlere göre dağılımının dengeli olmadığı ve erkek katılımcı sayısının oldukça az olduğu biliniyor olsa da elde edilen bulgular SAB yaşantısının ve söz konusu bilişsel yanlılıkların cinsiyetlere göre değişiklik gösterebileceğini düşündürmüştür. Örneğin, bu araştırmada SAB belirti düzeyi yüksek kadın katılımcıların aksine SAB belirti düzeyi yüksek erkek katılımcıların farklı duygu ifadelerine yönelik tepki sürelerinde herhangi bir farklılaşma gözlenmemiştir. Bu durum kadın katılımcılara benzer bir yanlılığın SAB belirti düzeyi yüksek erkeklerde yaşanmıyor olabileceğini düşündürebileceği gibi SAB belirtileri deneyimleyen erkek ve kadınlarda fenotipik bir takım farklılıklar olabileceğini de düşündürebilir. Ancak mevcut araştırmada SAB belirti düzeyi yüksek erkek katılımcı 128 sayısı genelleme yapmak ve bilimsel bir çıkarımda bulunmak konusunda temkinli olunmasını gerektirecek kadar düşüktür. Bu araştırma aracılığı ile ayrıca, sosyal anksiyete bozukluğunun bilişsel modellerinde belirtildiği gibi SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin eleştiriye, başkaları tarafından olumsuz değerlendirilmeye ilişkin hassasiyetleri, SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin olumlu, olumsuz ve nötr kelimelere (sözel uyaranlara) tepki sürelerini değerlendiren deneysel bir araştırma deseni ile incelenmiştir. Araştırma sonucuna göre, SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin kaygılarını tetikleyen, performanslarını düşüren çevresel uyaranlar arasında olumsuz ya da belirsiz duyguları yansıtan yüz ifadelerinin yanı sıra sözel ifadelerin de olabildiği görülmüştür. Bu araştırmada kadın katılımcılarda artan SAB belirti düzeyi ile paralel olarak artan olumlu, olumsuz, nötr ve belirsiz kelimelere tepki süresi araştırmacı ve klinisyenler için önemli bir ipucu niteliği taşımıştır. Diğer bir ifadeyle, SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin farklı yüz ifadelerinde olduğu gibi sosyal ortamlarda olumlu, olumsuz ya da nötr sözel uyaranları da tehdit olarak algıladıkları, bu durumun kaygı düzeylerini ve tepki sürelerini artırdığı düşünülmüştür. Son dönemde yapılan araştırma bulgularına paralel şekilde SAB belirtileri deneyimleyen özellikle kadınların olumlu ifadeler için tepki sürelerinin fazla olması, sosyal anksiyete bozukluğunun değerlendirme ve tedavi sürecinde eleştiriye hassasiyetin yanı sıra bireylere mercek altında olma hissi yaratan beğeni, övgü ifadelerinin varlığında da ortaya çıkan kaygı tepkisine yer verilmesinin önemini göstermiştir. Ayrıca, bu araştırmada SAB belirti düzeyi yüksek erkek katılımcılarda kadın katılımcılara benzer bir gruplar arası farka rastlanmamış olması SAB belirtileri deneyimleyen erkek ve kadınların olumlu değerlendirilmeye ilişkin tepkilerinin gelecek araştırmalarda incelenmesini gerekli kılmıştır. Ayrıca SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin çalışma belleği ve dikkat yanlılıkları, yapılan pek çok araştırma ile incelenmiş olsa da, mevcut araştırmanın Türkiye örnekleminde SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin çalışma belleği ve dikkat yanlılıklarını inceleyen ilk araştırma olması açısından önem taşıdığı düşünülmüştür. 129 3. Bilgece Farkındalık Temelli Psikoeğitim Programı sonunda katılımcıların sosyal kaçınma ve SAB belirti düzeyleri ile amaç odaklı davranışlara yönelme ve duygu düzenleme güçlüğü toplam puanlarının azaldığı gözlenmiştir. Ayrıca katılımcıların program sonunda olumlu, olumsuz, nötr ve belirsiz kelimelere tepki süreleri azalmış ancak bu azalma istatistiksel olarak anlamlılık düzeyine ulaşmamıştır. Mevcut araştırma kapsamında SAB belirtilerine yönelik olarak dört hafta süren Bilgece Farkındalık Temelli Psikoeğitim Programı geliştirilmiştir. Geliştirilen programının SAB belirtileri deneyimleyen bireylere kısa sürede başa çıkma becerisi kazandırması, bilgece farkındalığın bir yaşam felsefesine haline gelmesinin başlangıç noktası olması açısından önemli ve pratik olduğu düşünülmüştür. Ancak mevcut araştırma kapsamında SAB belirtileri deneyimleyen bireylerde istenilen düzeyde bir değişim sağlanamamıştır. Dolayısıyla, bu araştırma kapsamında hazırlanmış olan psikoeğitim programının yapılan pilot çalışma sonucunda gözlenmiş olan eksikliklerinin giderilmesinin ardından klinik uygulamalar arasında yer almasının klinik psikoloji uygulama alanına katkı sağlayacağı düşünülmüştür. Ayrıca, alan yazın incelendiğinde SAB belirtilerine yönelik olarak hazırlanmış, bilgece farkındalık temelli müdahale programlarının olduğu, bu müdahale programlarının SAB belirtileri üzerinde olumlu etkilerinin olduğu (Norton, Abbott, Norber ve Hunt, 2015), ancak bilişsel yanlılıklara ilişkin bir incelemede bulunulmadığı görülmüştür. Diğer taraftan, sosyal anksiyete bozukluğunda görülen bilişsel yanlılıklara yönelik olarak geliştirilmiş olan Bilişsel Yanlılık Düzeltmesinin (Cognitive Bias Modification, MacLeod ve Mathews, 2012) ise sosyal anksiyete bozukluğunda görülen bilişsel yanlılıklara odaklanmak ile sınırlı kaldığı, psikolojik belirtilere yönelik bir müdahaleyi kapsamadığı bilinmektedir. Dolayısıyla mevcut araştırma kapsamında geliştirilmiş olan psikoeğitim programının SAB belirtileri, bilişsel yanlılıklar ve yaşam felsefesi değişikliği adına değişim sağlamayı hedeflemesi açısından önemli olduğu düşünülmüştür. Ayrıca, sosyal anksiyete bozukluğunda deneyimlenen bilişsel yanlılıklara yönelik etkililik çalışmaları incelendiğinde, genel olarak bilgece farkındalık temelli uygulamaların bilişsel yanlılık üzerindeki etkililiğini inceleyen araştırmalara alan yazında rastlanmamıştır. Bu sebeple bu araştırma ile bir pilot çalışma kapsamında dahi olsa bilgece farkındalık temelli bir uygulamanın bilişsel yanlılık üzerindeki etkililiğinin incelenmesinin önemli olduğu düşünülmüştür. Ayrıca Türkiye 130 örnekleminde bilgece farkındalık temelli bir uygulamanın SAB belirtileri üzerindeki etkililiğini inceleyen bir araştırmaya rastlanmamıştır. Dolayısıyla, bu araştırma ile elde edilen bulguların Türkiye örnekleminde hem SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin bilişsel yanlılıklar hem de bilgece farkındalık temelli uygulamaların etkililiği açısından klinik psikoloji alan yazınına katkı sağladığı düşünülmüştür. 13.1. SINIRLILIKLAR VE ÖNERİLER Mevcut araştırmanın alan yazına sağladığı katkıların yanı sıra bazı sınırlılıklarının olduğu görülmüştür. Bu bölümde bu araştırmada bulunan ve giderilmesi önerilen sınırlılıklar ile sosyal anksiyete bozukluğunda gözlenen bilişsel yanlılıklara ilişkin yapılacak yeni araştırmalar için önerilere yer verilmiştir. Araştırmanın ilk sınırlılığını katılımcı profili oluşturmuştur. Mevcut araştırma kapsamında üniversitesi öğrencileri ile çalışılmıştır. Üniversitesi öğrencilerinin SAB belirti düzeyleri objektif bir ölçüm aracılığı ile ölçülmüş, bu ölçüm aracından ortalamanın üstünde puan alan katılımcılar yüksek SAB belirti düzeyi grubunu, ortalamanın altında puan alan katılımcılar düşük SAB belirti düzeyi grubunu oluşturmuştur. Bu araştırma kapsamında çok sayıda öğrenciye, dolayısıyla büyük bir örneklem grubuna ulaşılmış (n = 941) ve SAB belirtilerini değerlendirmede güvenilir olarak kullanılan bir ölçüm aracı uygulanmıştır. Ancak, gerekli önlemler alınmış olsa da (örneklem büyüklüğü, ölçüm aracı seçimi vb.) araştırmada SAB tanısı almış klinik örneklem ile çalışılmamıştır. Katılımcıların SAB belirtileri objektif, geçerli ve güvenilir bir ölçüm aracı aracılığı ile değerlendirildiğinde SAB belirti düzeyi oldukça yüksek olan katılımcıların örneklem grubu arasında olduğu görülmüştür ancak SAB tanısı detaylı klinik değerlendirme sonucunda konulması gereken bir tanıdır. Dolayısıyla, mevcut araştırmada klinik bir tanı kategorisi araştırılırken, klinik olmayan bir örneklem ile çalışılmış olmasının araştırmanın önemli bir sınırlılığı olduğu düşünülmüştür. Bu araştırmada örneklem grubuna ilişkin bir diğer eksikliğin ise kadın ve erkek katılımcı sayısındaki dengesizlik olduğu düşünülmüştür. Araştırmada yer alan erkek katılımcı sayısı kadın katılımcı sayısına kıyasla oldukça düşüktür ve bu durum SAB belirti düzeyi yüksek erkeklere ilişkin elde edilen araştırma bulgularının güvenirliğini ve genellenebilirliğini düşürmüştür. 131 Araştırmanın diğer sınırlılığının Çalışma Belleği Performans Görevine ilişkin olduğu düşünülmüştür. Çalışma Belleği Performans Görevi kapsamında katılımcılardan kendilerine gösterilen yüz ifadelerini belleklerinde tutup dört fotoğraf arasından seçmeleri beklenmiştir. Araştırma kapsamında katılımcılar seçim yaparken olumsuz fotoğrafları tanıma ve tepki verme sürelerinin olumlu fotoğraflara kıyasla daha uzun olacağı, katılımcıların belleklerinde tuttukları olumsuz ifadelerin yarattığı duygusal yükle birlikte gelen bir yanlılıklarının olacağı düşünülmüştür. Ancak katılımcıların dört fotoğraf arasından seçim yaptıkları koşulda, seçilmesi gereken doğru fotoğraf dışındaki diğer üç fotoğrafın katılımcılarda yaratacağı duygusal yük ve bilişsel yanlılık kontrol edilmemiştir. Diğer bir ifadeyle, katılımcıların dört fotoğraf arasından seçim yaptıkları koşulda diğer üç fotoğraftan herhangi bir ya da birkaçının olumsuz ya da nötr yüz ifadesi içermesi de katılımcıların seçimlerini ve seçim süresini etkilemiş olabilir. Bu koşul, Çalışma Belleği Performans Görevi aracılığı ile SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin çalışma belleği yanlılıklarını değerlendirme süreci öncesinde araştırmacı tarafından değerlendirmeye alınmamıştır ancak araştırma bulguları doğrultusunda kontrol edilmesi gereken bir değişken olduğu düşünülmüştür. Benzer şekilde katılımcıların dört fotoğraf arasından yanlış olarak seçtikleri fotoğrafların hangi duygu ifadelerini yansıttıkları araştırma kapsamında kaydedilmiştir. Ancak yapılan yanlış seçimler ile elde edilebilecek sistematik bir örüntünün (örn. Düzenli olarak katılımcılar tarafından mutlu ifade yerine olumsuz bir ifadenin seçilmesi) alan yazına katkı sağlayacağı düşünülmüştür. Araştırmanın bir diğer sınırlılığının bu araştırmada geliştirilmiş olan Bilgece Farkındalık Temelli Psikoeğitim Programı’na ilişkin olduğu görülmüştür. Hazırlanmış olan psikoeğitim programının en önemli kısıtlılıklarından birini psikoeğitim programının süresi oluşturmuştur. Pilot çalışmada elde dilen bulgular çerçevesinde programın süresinin alan yazındaki diğer etkililik araştırmalarına bağlı kalınarak en az sekiz hafta süresince uygulanmasının bu eksikliği giderebileceği düşünülmüştür. Sekiz hafta şeklinde hazırlanacak olan psikoeeğitim programında ise ele alınan konulara ilişkin daha fazla uygulama yapılmasının ve sosyal anksiyete bozukluğuna ilişkin yeni konulara yer verilmesinin katılımcılar için oldukça işlevsel olacağı düşünülmüştür. 132 Süresi uzatılan psikoeğitim programı kapsamında öncelikle katılımcıların otomatik düşüncelerini ve bu düşüncelerindeki bilişsel hataları bulmaya yönelik daha fazla uygulama yapma şansı bulmalarına olanak sağlanabilecektir. Ayrıca mevcut psikoeğitim programının son oturumunda katılımcıların söz konusu otomatik düşüncelerinin nasıl ortaya çıktığını anlamlandırmalarını sağlamak amacıyla eleştirel/cezalandırıcı/suçlayıcı ebeveyn modlarından yalnız/kırılgan çocuk modları tartışılmıştır. Modlar, bireylerin hayatını geniş bir yelpazede etkileyen, değiştirilmesi ve fark edilmesi oldukça zor kavramlardır. Dolayısıyla Bilgece Farkındalık Temelli Psikoeğitim Programı kapsamında katılımcıların günlük yaşamında hangi modların çoğunlukla hakim olduğu, bu modların nasıl fark edildiği, hangi koşulda hangi modların tetiklenip psikolojik süreçlerini etkileyebildiği yeterince tartışılamamış, süre kısıtına bağlı olarak bu konuda yeterince uygulama yapılamamış ve oturumlar arasında katılımcıların kendi hayat deneyimlerinde modlarını fark etme süreçlerine yer verilememiştir. Ayrıca hazırlanmış olan psikoeğitim programının en önemli bileşenini bilgece farkındalık kavramı oluşturmuş, bireylerin tetiklenen otomatik düşünce ve modları ile bilgece farkındalık aracılığı ile başa çıkma becerisi kazanmaları hedeflenmiştir. Bireylerin bilgece farkındalık düzeylerini arttırmanın bu psikoeğitim programı kapsamında yer verilen bileşenlerini an’a odaklanma, etkilenemeden izleme, şefkatle kabul etme ve düşüncelerin geçip gitmesine izin verme oluşturmuştur. Ancak bu bileşenlerin gelişmesi süreci kolay olmamakta, belirtisel bir değişimin sağlanması ise düzenli uygulama gerektirmekte, bu bileşenlerin yaşam felsefesi halini almasını gerekli kılmaktadır. Bu araştırma kapsamında özellikle artan bilgece farkındalık düzeyinin katılımcıların bilişsel yanlılıkları üzerinde olumlu etkileri olabileceği düşünülürken, süre kısıtına bağlı olarak geliştirilmiş olan psikoeğitim programı kapsamında söz konusu becerinin kazanılmasını sağlayacak yeterli seans içi uygulama ve seanslara arası ödevlere yer verilememiştir. Bu araştırma kapsamında gerçekleştirilmiş olan pilot çalışmaya ilişkin de bazı kısıtlılıkların olduğu görülmüştür. Öncelikle, pilot çalışma kapsamında SAB belirti düzeyi yüksek grubu temsil ettiği düşünülen, ancak oldukça sınırlı sayıda katılımcıya Bilgece Farkındalık Temelli Psikoeğitim Programı uygulanmış ve psikoeğitim programına katılacak olan katılımcıların seçiminde rastgele seçim yapılması mümkün 133 olmamıştır. Bu durum yapılan pilot çalışmanın dış geçerliğini, yani bu çalışma ile elde edilen bulguların genellenebilirliğini düşürmüştür. Ayrıca yapılan pilot çalışmada bir kontrol grubu yer almamıştır. Bu durum katılımcıların deneyimledikleri psikolojik belirtilere ilişkin değişimin etki mekanizmasına ilişkin yapılacak olan tahminleri güçleştirmiş, katılımcılarda gözlenen değişimin uygulanan psikoeğitim programı, uygulamacı ile kurulan terapötik ilişki, zaman etkisi ya da farklı bir karıştırıcı değişkenin etkisi sonucunda ya da tüm bu faktörlerin ortak etkileşimi sonucunda gerçekleşmiş olabileceği ihtimallerini doğurmuştur. Son olarak, psikoeğitim programlarının bir tür eğitim süreci olduğu, hızlı bir değişimden ziyade bireylerin beceri kazanımlarını sağladığı ve kazanılan becerilerin günlük hayatta uygulanması sonucu beklenen değişimin gerçekleşebildiği bilinmektedir. Bu araştırma kapsamında ise katılımcılardan alınan ölçümler psikoeğitim programı öncesi ve sonrası ile sınırlı kalmış, takip çalışmasına yer verilememiştir. Bu durum araştırmanın bir diğer kısıtlılığını oluşturmuştur. Araştırmanın kısıtlılıkları göz önünde bulundurulduğunda yapılacak olan yeni çalışmalarda klinik örneklem grubu ile çalışılmasının alan yazına önemli katkılar sağlayacağı düşünülmüştür. Bu araştırmada, klinik örneklem grubu ile çalışılmasının yanı sıra SAB belirtilerinin deneyimlenmesinde kadın ve erkekler arasındaki farkların incelenmesinin önemli olduğu görülmüştür. Sosyal anksiyete bozukluğu kadınlarda erkeklere kıyasla daha fazla görülen bir psikopatoloji olmasına rağmen, gerek bilişsel yanlılıklar gerekse diğer fenotipik özellikler açısından SAB belirti düzeyi yüksek erkek katılımcıların incelenmesine ihtiyaç duyulmaktadır. Bu incelemenin ise ancak SAB belirtileri deneyimleyen daha fazla erkek katılımcı ile gerçekleşebileceği düşünülmüştür. Benzer şekilde yapılacak olan araştırmalarda SAB belirtileri deneyimleyen erkek katılımcı sayısının artırılması erkek ve kadın katılımcıların farklı cinsiyetler tarafından yansıtılan duygu ifadeleri açısından da karşılaştırılmasını sağalayabilir. Diğer bir değişle, yapılacak olan araştırmalarda SAB belirti düzeyi yüksek erkek katılımcı sayısının artırılması SAB belirti düzeyi yüksek erkek katılımcıların kadın fotoğraflarına tepki sürelerinin ya da SAB belirti düzeyi yüksek kadın katılımcıların erkek fotoğraflarına tepki sürelerinin incelenmesine olanak tanıyabilir. 134 Bu araştırmada özellikle çalışma belleği ve dikkat yanlılığına ilişkin yanlılıklara ilişkin gözlenen gruplar arası farkın, klinik örneklem grubu ile araştırmanın tekrar edilmesi koşulunda istatistiksel olarak anlamlı düzeye ulaşılabileceği düşünülmüştür. Ancak yukarıda belirtilen kısıtlılıklar doğrultusunda çalışma belleği ve dikkat yanlılığına ilişkin yapılacak yeni çalışmalarda kullanılacak çalışma belleği görevinde bir takım değişiklikler yapılabilir. Örneğin, çalışma belleğinde tutulan duygu ifadesinin fotoğraflar arasından seçilmesi koşulunda, seçilmesi beklenen uyaran dışında SAB belirtileri deneyimleyen bireylerde yanlılık oluşturacak herhangi bir uyaranın yer almaması araştırma sonuçlarının güvenirliğini artıracak önemli bir kontrol yöntemi olacaktır. Ayrıca bireylerin SAB belirtilerinden bağımsız olarak çalışma belleği kapasitelerinin ölçülüp kontrol edilmesi daha güvenilir sonuçlar doğurabilir. Benzer şekilde dikkat yanlılığına ilişkin alınacak ölçümlerde katılımcıların baskı olarak sağ el ya da sol el kullanmaları klavye tuşlarına basma ve tepki verme sürelerini etkileyebilir. Yapılacak olan araştırmalarda bu değişkenlerin kontrol edilmesi güvenilir sonuçlar elde edilmesini sağlayacaktır. Bu araştırmada SAB belirtileri deneyimleyen bireylerin öfke ve saldırganlık düzeylerinin de yüksek olduğu bulgusuna ulaşılmıştır. Davranışsal inhibisyonun sıklıkla görüldüğü sosyal anksiyete bozukluğunda öfke ve saldırganlığın hakim olduğu bir alt grubun olabileceğine ilişkin araştırma bulgularına rastlanmıştır (Kashdan ve Hoffman, 2007). Dolayısıyla, bu olası alt grubun belirtisel ve gelişimsel özellikler açısından detaylı incelenmesinin alan yazına katkı sağlayacağı düşünülmüştür. Ayrıca bu araştırmada sosyal anksiyete bozukluğunun hem bilgece farkındalık ile hem de duygu düzenleme güçlüğü ile ilişkili bir bozukluk olduğu gözlenmiştir. Bilgece farkındalık ve duygu düzenlemenin, doğaları gereği birbirleriyle ilişkili kavramlar olması bilgece farkındalık düzeyi düşük olan bireylerin SAB belirtileri deneyimlemelerinde etkin rol oynayan faktörlerden birinin duygu düzenleme ile ilişkili sorunlar olabileceği hipotezini akla getirmiştir. Yapılacak araştırmalar ile bu hipotezin sınanmasına ihtiyaç duyulmuştur. Son olarak mevcut araştırma kapsamında geliştirilmiş olan psikoeğitim programına 135 ilişkin bir takım eksiklikler olduğu belirlenmiş ve bu eksiklikler yukarıda belirtilmiştir. Bu eksiklikler doğrultusunda, bu alanda yapılmış olan psikoeğitim programlarına ve bu programların etkililik araştırmalarının bulgularına bağlı kalınarak, psikoeğitim programı süresinin en az sekiz hafta sürecek şekilde planlanması önerilmektedir. Süresi uzatılan psikoeğitim programı kapsamında katılımcıların otomatik düşüncelerini ve bu düşüncelerindeki bilişsel hataları bulmaya yönelik daha fazla uygulama yapılabilecektir. Bilgece Farkındalık Temelli Psikoeğitim Programı kapsamında katılımcıların günlük yaşamlarında çoğunlukla hakim olan modlarını (eleştirel, suçlayıcı, cezalandırıcı vb.) tespit etmeye ve bu modların hangi koşullarda tetiklendiğine odaklanan bilgi aktarımı, uygulama ve seanslar arası ödevlere yer verilebilecektir. Ayrıca, hazırlanmış olan psikoeğitim programının en önemli bileşenini bilgece farkındalık kavramı oluşturmuş olmasına bağlı olarak, söz konusu psikolojik belirtiler, otomatik düşünceler, bedensel duyumlar ile başa çıkmak için bilgece farkındalığın an’a odaklanma, etkilenemeden izleme, şefkatle kabul etme ve düşüncelerin geçip gitmesine izin verme gibi becerilerin kazanımına program süresinin uzaması ile birlikte psikoeğitim programı kapsamında daha fazla yer verilebilecektir. Bilgece Farkındalık Temelli Psikoeğitim Programı’nın yanı sıra söz konusu programın etkililiğinin incelenme yöntemine ilişkin de bazı eksikliklerin olduğu belirtilmiştir. Dolayısıyla, yapılacak olan deneysel bir çalışma ile bu araştırma ile tespit edilmiş ve yukarıda belirtilmiş olan eksikliklerinin giderilmiş olduğu Bilgece Farkındalık Temelli Psikoeğitim Programının etkililiğinin incelenmesinin düşünülmüştür. Yapılacak olan etkililik çalışmasında, oldukça önemli olduğu klinik olarak SAB tanı kriterlerini karşılayan katılımcı grubuna ve kontrol grubunun var olduğu bir araştırma desenine yer verilmesi önerilmektedir. Ayrıca bilgece farkındalığın bir yaşam felsefesi haline gelmesi ile işlevselliği arttıran doğası gereği yapılacak olan deneysel çalışmanın takip çalışmasının yapılmasının da alana katkı sağlayacağı düşünülmüştür. Özetle, mevcut araştırma ile elde edilen bulguların gerek kuramsal gerekse klinik uygulama düzeyinde SAB alan yazınına katkı sağladığı düşünülmüştür. Ancak araştırmanın söz konusu kısıtlılıklarının giderilerek çalışılması ile alan yazına sağlanan katkının arttırılabileceği öngörülmektedir. 136 KAYNAKÇA Abbott, M. J. ve Rapee, R. M. (2004). Post-event rumination and negative self-appraisal in social phobia before and after treatment. Journal of Abnormal Psychology, 113(1), 136–144. Acarturk, C., Cuijpers, P., van Straten, A. ve de Graaf, R. (2009). Psychological treatment of social anxiety disorder: A meta-analysis. Psychological Medicine, 39, 241–254. Aldao, A. ve Nolen-Hoeksema, S. (2010). Specificity of cognitive emotion regulation strategies: A transdiagnostic examination. Behavior Research and Therapy, 48, 974-983. Alden, L. E., Taylor, C. T., Mellings, T. M. J. B. ve Laposa, J. M. (2008). Social anxiety and the interpretation of positive social events. Journal of Anxiety Disorders, 22(4), 577–90. American Psychiatric Association (1952). Diagnostic and statistical manual for mental disorders. Washington, DC: Author. American Psychiatric Association (1968). Diagnostic and statistical manual for mental disorders (2.baskı—Gözden geçirilmiş). Washington, DC: Author. American Psychiatric Association (1980). Diagnostic and statistical manual for mental disorders (3. baskı). Washington, DC: Author. American Psychiatric Association (1987). Diagnostic and statistical manual for mental disorders (3. baskı—Gözden geçirilmiş). Washington, DC: Author. American Psychiatric Association (1994). Diagnostic and statistical manual for mental disorders (4th edition). Washington, DC: Author. American Psychiatric Association (2000). Diagnostic and statistical manual for mental disorders (4th edition—Gözden geçirilmiş). Washington, DC: Author. 137 American Psychiatric Association (2013). Diagnostic and statistical manual for mental disorders (5th edition). Washington, DC: Author. Amir, N., Beard, C. ve Bower, E. (2005). Interpretation bias and social anxiety. Cognitive Therapy and Research, 29(4), 433–443. Amir, N., Coles, M. E., Brigidi, B. ve Foa, E. B. (2001). The effect of practice on recall of emotional information in individuals with generalized social phobia. Journal of Abnormal Psychology, 110, 713–720. Amir, N., Elias, J., Klumpp, H. ve Przeworski, A. (2003). Attentional bias to threat in social phobia: Facilitated processing of threat or difficulty disengaging attention from threat? Behaviour Research and Therapy, 41(11), 1325–1335 Amir, N., Foa, E. B. ve Coles, M. E. (1998). Negative interpretation bias in social phobia. Behaviour Research and Therapy, 36, 945–957. Arbelle, S., Benjamin, J., Golin, M., Kremer, I., Belmaker, R. H. ve Ebstein, R. P. (2003). Relation of shyness in grade school children to the genotype for the long form of the serotonin transporter promoter region polymorphism. American Journal of Psychiatry, 160(4), 671–676. Assuncao, M. C., Lucas da Conceica, Costa, D., Mathis, M. A. D, Gedanke Shavitt, R., Arzeno Ferra, Y., Rosario, M. C. D. ve Rodrigues Torres, A. (2012). Social phobia in obsessive–compulsive disorder: Prevalence and correlates. Journal of Affective Disorders, 143, 138 – 147. Ayduk, O., Downey, G., Testa, A. ve Yen, Y. (1999). Does rejection elicit hostility in rejection sensitive women? Social Cognition, 17, 245–271. Baker, S. L., Heinrichs, N., Kim, H. J. ve Hofmann, S. G. (2002). The Liebowitz Social Anxiety Scale as a self-report instrument: A preliminary psychometric analysis. 138 Behaviour Research and Therapy, 40, 701–715. Beilock, S. L. ve Carr, T. H. (2005). When high-powered people fail: Working memory and ‘‘choking under pressure’’ in math. Psychological Science, 16, 101–105. Blote, A. W., Miers, A. C., Heyne, D. A. ve Westenberg, P. (2015). Social anxiety and the school environment of adolescents. In K. Ranta, A. M. La Greca, L.-J. Garcia- Lopez ve M. Marttunen (Eds.), Social anxiety and phobia in adolescents: Devel- opment, manifestation and intervention strategies (s. 151181) xi, 325 Cham, Switzerland (s. 151-181). Switzerland: Springer International Publishing. Blote, A. W., Bokhorst, C. L., Miers, A. C. ve Westenberg, P. (2012). Why are socially anxious adolescents rejected by peers? The role of subject-group similarity characteristics. Journal of Research on Adolescence, 22(1), 123-134. Boettcher, J., Berger, T. ve Renneberg, B. (2012a). Internet-based attention training for social anxiety: A randomized controlled trial. Cognitive Therapy and Research, 36(5), 522–536. Miers, A. C., Blote, A. W. ve Westenberg, P. (2010). Peer perceptions of social skills in socially anxious and nonanxious adolescents. Journal of Abnormal Child Psychology, 38(1), 33-41. Brown, T. A., Campbell, L. A., Lehman, C. L., Grisham, J. R. ve Mancill, R. B. (2001). Current and lifetime comorbidity of the DSM-IV anxiety and mood disorders in a large clinical sample. Journal of Abnormal Psychology, 110, 585 – 599. Brown, E. J., Heimberg, R. G. ve Juster, H. R. (1995). Social phobia subtype and avoidant personality disorder: Effect on severity of social phobia, impairment, and outcome of cognitive behavioral treatment. Behavior Therapy, 26, 467–489. Brown, K. W. ve Ryan, R. M. (2003). The benefits of being present: Mindfulness and its role in psychological well-being. Journal of Personality and Social 139 Psychology, 84(4), 822–848. Brozovich, F. ve Heimberg, R. G. (2008). An analysis of post-event processing in social anxiety disorder. Clinical Psychology Review, 28(6), 891–903. Calvete, E. (2014). Emotional abuse as a predictor of early maladaptive schemas in adolescents: Contributions to the development of depressive and social anxiety symptoms. Child Abuse and Neglect, 38(4), 735-746. Carlbring, P., Apelstrand, M., Sehlin, H., Amir, N., Rousseau, A., Hofmann, S. ve Andersson, G. (2012). Internet-delivered attention training in individuals with social anxiety disorder—a double blind randomized controlled trial. BMC Psychiatry, 12, 66. Chavira, D. A., Stein, M. B., Bailey, K. ve Stein, M. T. (2004). Comorbidity of generalized social anxiety disorder and depression in a pediatric primary care sample. Journal of Affective Disorders, 80, 163–171. Chen, X. ve Tse, H. C. H. (2008). Social functioning and adjustment in Canadian-born children with Chinese and European backgrounds. Developmental Psychology, 44(4), 1184-1189. Clark, D. M. ve Wells, A. (1995). A cognitive model of social phobia. In R. G. Heimberg ve M. R. Liebowitz (Eds.), Social phobia: Diagnosis, assessment, and treatment (s. 69-93). New York, NY, US: Guilford Press. Chiesa, A., Calati, R. ve Serretti, A. (2011). Does mindfulness training improve cognitive abilities? A systematic review of neuropsychological findings. Clinical Psychology Review, 31(3), 449–464. Cody, M. W. ve Teachman, B. A. (2010). Post-event processing and memory bias for performance feedback in social anxiety. Journal of Anxiety Disorders, 24, 468– 479. Davis, K. M., Lau, M. A. ve Cairns, D. R. (2009). Development and preliminary 140 validation of a trait version of the Toronto mindfulness scale. Journal of Cognitive Psycho- therapy, 23, 185-197. Dilbaz, N. (2002). The prevelance of social phobia among the Turkish university students. XII. World Congress of Psychiatry, Yokohama, August 24-29, 2002. Domschke, K., Stevens, S., Beck, B., Baffa, A., Hohoff, C., Deckert, J. ve Gerlach, A. L. (2009). Blushing propensity in social anxiety disorder: Influence of serotonin transporter gene variation. Journal of Neural Transmission, 116(6), 663–666. Donner, J., Pirkola, S., Silander, K., Kananen, L., Terwilliger, J. D., Lonnqvist, J., . . . Hovatta, I. (2008). An association analysis of murine anxiety genes in humans implicates novel candidate genes for anxiety disorders. Biological Psychiatry, 64(8), 672–680. Edwards, S. L., Rapee, R. M. ve Kennedy, S. (2010). Prediction of anxiety symptoms in preschool-aged children: Examination of maternal and paternal perspectives. Journal of Child Psychology and Psychiatry, 51, 313–321. Erol-Adaklı, S. (2013). Otizm Tanısı Almış ve Almamış Kişilerde Duygu İfadelerine İlişkin Çalışma Belleği ve Duygu İfadelerinin Anlamlandırılması. Yayınlanmamış yüksek lisans tezi, Hacetepe Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü. Eysenck, M. W., Derakshan, N., Santos, R. ve Calvo, M. G. (2007). Anxiety and cognitive performance: Attentional control theory. Emotion, 7(2), 336–353. Gelernter, J., Page, G. P., Stein, M. B. ve Woods, S. W. (2004). Genome-wide linkage scan for loci predisposing to social phobia: Evidence for a chromosome 16 risk locus. American Journal of Psychiatry, 161(1), 59–66. Gratz, K. L. ve Roemer, L. (2004). Multidimensional assessment of emotion regulation and dysregulation: Development, factor structure, and initial validation of the Difficulties in Emotion Regulation Scale. Journal of Psychopathology and 141 Behavioral Assessment, 26, 41-54. Gupta, D. ve Perez-Edgar, K. (2012). The role of temperament in somatic complaints among young female adults. Journal of Health Psychology, 17, 26–35. Gültekin, B. D. ve Dereboy, İ. F. (2011). Üniversite öğrencilerinde sosyal fobinin yaygınlığı ve sosyal fobinin yaşam kalitesi, akademik başarı ve kimlik oluşumu üzerine etkileri, Türk Psikiyatri Dergisi, 22, 1-10. Gray, J. A. ve McNaughton, N. (1996) ‘The neuropsychology of anxiety: Reprise’, in D.A. Hope (ed.), Perspectives on Anxiety, Panic and Fear (pp. 61–134). Nebraska: University of Nebraska Press. Gross, J. J. (1998). The emerging field of emotion regulation: An integrative review. Review of General Psychology, 2(3), 271–299. Flint, A. J. (1994) Epidemiology and comorbidity of anxiety disorders in the elderly. American Journal of Psychiatry, 151, 640- 649. Hayes-Skelton, S. ve Graham, J. (2013). Decentering as a common link among mindfulness, cognitive reappraisal, and social anxiety. Behavioral and Cognitive Psychotherapy, 41, 317–328. Heeren, A., Mogoaşe, C., Philippot, P. ve McNally, R. J. (2015). Attention bias modification for social anxiety: A systematic review and meta-analysis. Clinical Psychology Review, 40, 76-90. Heimberg, R. G., Brozovich, F. A. ve Rapee, R. M. (2010). A cognitive behavioral model of social anxiety disorder: Update and extension. In S. G. Hofmann ve P. M. DiBartolo (Eds.), Social anxiety (2nd ed., s. 395-422). San Diego: Academic Press. Heimberg, R. G., Holt, C. S., Schneier, F. R., Spitzer, R. L. ve Liebowitz, M. R. (1993). The issue of subtypes in the diagnosis of social phobia. Journal of Anxiety 142 Disorders, 7, 249–269. Herbert, J. D. ve Cardaciotto, L. (2005). A mindfulness and acceptance-based perspective on social anxiety disorder. In S. Orsill ve L. Roemer (Eds.), Acceptance and mindfulness- based approaches to anxiety: Conceptualization and treatment (s. 189–212). New York, NY: Springer. Heuer, K., Lange, W.-G., Isaac, L., Rinck, M. ve Becker, E. S. (2010). Morphed emotional faces: Emotion detection and misinterpretation in social anxiety. Journal of Behavior Therapy and Experimental Psychiatry, 41(4), 418–425. Hjeltnes, A., Molde, H., Schanche, E., Vøllestad, J., Svendsen, J. L., Moltu, C., ve Binder, P. E. (2016). An open trial of mindful- ness-based stress reduction for young adults with social anxiety disorder. Manuscript submitted for publication. Hofmann, S. G. (2007). Cognitive factors that maintain social anxiety disorder: A comprehensive model and its treatment implications. Cognitive Behaviour Therapy, 36, 195–209. Hofmann, S. G., Newman, M. G., Ehlers, A. ve Roth, W. T. (1995). Psychophysiological differences between subtypes of social phobia. Journal of Abnormal Psychology, 104, 224–231. Hofmann, S. G. ve Roth, W. T. (1996). Issues related to social anxiety among controls in social phobia research. Behavior Therapy, 27, 79–91. Holt, C. S., Heimberg, R. G. ve Hope, D. A. (1992). Avoidant personality disorder and the generalized subtype of social phobia. Journal of Abnormal Psychology, 101, 318–325. Hook, J. N. ve Valentiner, D. P. (2002). Are specific and generalized social phobias qualitatively distinct? Clinical Psychology: Science and Practice, 9, 379–395. Jazaieri, H., Goldin, P., Werner, K., Ziv, M. ve Gross, J. (2012). A randomized trial of 143 MBSR versus aerobic exercise for social anxiety disorder. Journal of Clinical Psychology, 68(7), 715–731. Jha, A. P., Krompinger, J. ve Baime, M. J. (2007). Mindfulness training modifies subsystems of attention. Cognitive, Affective and Behavioral Neuroscience, 7(2), 109–119. Johnston, P. J., Katsikitis, M. ve Carr, V. J. (2001). A generalized deficit can account for problems in facial emotion recognition in schizophrenia. Biological Psychology, 58, 203–227. Kabat-Zinn, J. (1990). Full catastrophe living: Using the wisdom of your mind and body to face stress, pain, and illness. New York, NY: Delacorte. Kabat-Zinn, J. (2005). Full catastrophe living (15th ed.). New York: Delta Random House. Kanai, Y., Sasagawa, S., Chen, J., Shimada, H. ve Sakano, Y. (2010). Interpretation bias for ambiguous social behavior among individuals with high and low levels of social anxiety. Cognitive Therapy and Research, 34, 229–240. Kang, Y., Gruber, J. ve Gray, J. R. (2013). Mindfulness and de-automatization. Emotion Review, 5, 192–201. Kashdan, T. B., Weeks, J. W. ve Savostyanova, A. A. (2011). Whether, how, and when social anxiety shapes positive experiences and events: A self-regulatory framework and treatment implications. Clinical Psychology Review, 31(5), 786– 799. Kessler, R. C., Berglund, P., Demler, O., Jin, R., Merikangas, K. R. ve Walters, E. E. (2005). Lifetime prevalence and age-of-onset distributions of DSM-IV disorders in the National Comorbidity Survey Replication. Archives of General Psychiatry, 62, 593–602. Kessler, R. C., Chiu, W., Demler, O. ve Walters, E. E. (2005). Prevalence, severity, and 144 comorbidity of 12-month DSM-IV disorders in the National Comorbidity Survey Replication. Archives of General Psychiatry, 62, 617–627. Kılıç, C. (1997). Türkiye Ruh Sağlığı Profili: Erişkin Nüfusla İlgili Sonuçlar. Türkiye Ruh Sağlığı Profili, Ön Rapor. Erol N, Kılıç C, Ulusoy M, Keçeci M, Şimşek ZT (ed.) Ankara, Aydoğdu Ofset, T.C. Sağlık Bakanlığı. Kim, H. Y., Lundh, L. G. ve Harvey, A. (2002). The enhancement of video feedback by cognitive preparation in the treatment of social anxiety: A single-session experiment. Journal of Behavior Therapy and Experimental Psychiatry, 33, 19–37. Kingsep, P. ve Page, A. (2010). Attempted suppression of social threat thoughts: Differential effects for social phobia and healthy controls? Behaviour Research and Therapy, 48(7), 653–660. Knappe, S., Beesdo-Baum, K., Fehm, L., Lieb, R. ve Wittchen, H. U. (2012). Characterizing the association between parenting and adolescent social phobia. Journal of Anxiety Disorders, 26(5), 608-616. Koszycki, D., Benger, M., Shlik, J. ve Bradwejn, J. (2007). Randomized trial of a meditation-based stress reduction program and cognitive behavior therapy in generalized social anxiety disorder. Behavior Research and Therapy, 45, 2518– 2526. Lavie, N. (2005). Distracted and confused? Selective attention under load. Trends Cognitive Science, 9, 75–82. Leary, M. R., Twenge, J. M. ve Quinlivan, E. (2006). Interpersonal rejection as a determinant of anger and aggression. Personality and Social Psychology Review, 10, 111–132. LeMoult, J. ve Joormann, J. (2012). Attention and memory biases in social anxiety disorder: The role of comorbid depression. Cognitive Therapy and Research, 36, 145 47–57. Lepine, J. P. ve Peissolo, A. (1996) Comorbidity and social phobia: clinical and epidemiological issues. International Clinical Psychopharmacology, 11, 35-41. Liang, C.-W., Hsu, W.-Y., Hung, F.-C., Wang, W.-T. ve Lin, C.-H. (2011). Absence of a positive bias in social anxiety: The application of a directed forgetting paradigm. Journal of Behavior Therapy and Experimental Psychiatry, 42(2), 204–210. Liebowitz, M. R. (1987). Social phobia. Modern Problems of Pharmacopsychiatry, 22,141-173. Liebowitz, M. R., Gorman, J. M., Fyer, A. J. ve Klein, D. F. (1985). Social phobia: Review of a neglected anxiety disorder. Archives of General Psychiatry, 42, 729–736. Liebowitz, M. R., Heimberg, R. G., Fresco, D. M., Travers, J. ve Stein, M. B. (2000). Social phobia or social anxiety disorder: What’s in a name?. Archives of General Psychiatry, 57, 191–192. Loukas, A. ve Pasch, K. E. (2013). Does school connectedness buffer the impact of peer victimization on early adolescents’ subsequent adjustment problems? The Journal of Early Adolescence, 33(2), 245-266. Luchetti, S. ve Rapee, R. M. (2014). Liking and perceived probability of victimization of peers displaying behaviors characteristic of anxiety and depression. Journal of Experimental Psychopathology, 5(2), 212-223. MacLeod, C. ve Mathews, A. (2012). Cognitive bias modification approaches to anxiety. Annual Review of Clinical Psychology, 8, 189–217. Mansell, W., Clark, D. M., Ehlers, A. ve Chen, Y.-P. (1999). Social anxiety and attention away from emotional faces. Cognition and Emotion, 13(6), 673–690. Marks, I. M. ve Gelder, M. G. (1966). Different ages of onset in varieties of phobia. 146 American Journal of Psychiatry, 123, 218-221. Mathews, A. ve MacLeod, C. (2005). Cognitive vulnerability to emotional disorders. Annual Review of Clinical Psychology, 1(1), 167–195. Mogg, K. ve Bradley, B. P. (2002). Selective orienting of attention to masked threat faces in social anxiety. Behaviour Research and Therapy, 40, 1403–1414. Monk, C. S., Telzer, E. H., Mogg, K., Bradley, B. P., Mai, X., Louro, H. M. C. (2008). Amygdala and ventrolateral prefrontal cortex activation to masked angry faces in children and adolescents with generalized anxiety disorder. Archives of General Psychiatry, 65(5), 568-576. Morgan, J. (2010). Autobiographical memory biases in social anxiety. Clinical Psychology Review, 30, 288–297. Morrison, A. S. ve Heimberg, R. G. (2013). Social anxiety and social anxiety disorder. Annual Review of Clinical Psychology, 9, 249–274. Moscovitch, D. A. (2009). What is the core fear in social phobia? A new model to facilitate individualized case conceptualization and treatment. Cognitive and Behavioral Practice, 16, 123–134. McLaughlin, K. A. ve Nolen-Hoeksema, S. (2012). Interpersonal stress generation as a mechanism linking rumination to internalizing symptoms in early adolescents. Journal of Clinical Child and Adolescent Psychology, 41, 584–597. Mitte, K. (2008). Memory bias for threatening information in anxiety and anxiety disorders: A meta-analytic review. Psychological Bulletin, 134(6), 886–911. Öhman, A. ve Mineka, S. (2001). Fears, phobias, and preparedness: Toward an evolved module of fear and fear learning. Psychological Review, 108, 483–522. Oken, B. S., Fonareva, I., Haas, M., Wahbeh, H., Lane, J. B., Zajdel, D. ve Amen, A. (2010). Pilot controlled trial of mindfulness meditation and education for dementia caregivers. Journal of Alternative and Complementary Medicine, 147 16(10), 1031–1038. Pallanti, S., Quercioli, L. ve Hollander, E. (2004). Social anxiety in outpatients with schizophrenia: a relevant cause of disability. American Journal of Psychiatry, 161(1), 53–58. Pepping, C. A., O’Donovan, A. ve Davis, P. J. (baskıda). The differential relationship between mindfulness and attachment in experienced and inexperienced meditators. Mindfulness. Pollard, C. A. ve Henderson, J. G. (1988). Four types of social phobia in a community sample. Journal of Nervous and Mental Disease, 176, 440-445. Piet, J., Hougaard, E., Hecksher, M. S. ve Rosenberg, N. K. (2010). A randomized pilot study of mindfulness-based cognitive therapy and group cognitive-behavioral therapy for young adults with social phobia. Scandinavian Journal of Psychology, 51, 403–410. Posner, M. I. (1980). Orienting of attention. The Quarterly Journal of Experimental Psychology, 32(1), 3–25. Putman, P., Hermans, E. ve van Honk, J. (2004). Emotional Stroop performance for masked angry faces: It’s BAS, not BIS. Emotion, 4(3), 305–311. Rachman, S., Gruter-Andrew, J. ve Shafran, R. (2000). Post-event processing in social anxiety. Behaviour Research and Therapy, 38, 611–617. Ranta, K., Kaltiala-Heino, R., Frojd, S. ve Marttunen, M. (2013). Peer victimization and social phobia: A follow-up study among adolescents. Social Psychiatry and Psychiatric Epidemiology, 48(4), 533-544. Ranta, K., Kaltiala-Heino, R., Pelkonen, M. ve Marttunen, M. (2009). Associations between peer victimization, self-reported depression and social phobia among adolescents: The role of comorbidity. Journal of Adolescence, 32(1), 77-93. Rapee, R. M. ve Heimberg, R. G. (1997). A cognitive–behavioral model of anxiety in 148 social phobia. Behaviour Research and Therapy, 35(8), 741−756. Romero-Acosta K, Penelo E, Noorian Z. (2013) Racial/ethnic differences in the prevalence of internalizing symptoms: Do Latin-American immigrant show more symptomatology than Spanish native-born adolescents? Journal of Health Psychology. Rugancı, R. N. (2010). The relationship among attachment style, affect regulation,psychological distress and mental construction of the relational world. Yayınlanmamış doktora tezi, Orta Doğu Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. Safren, S. A., Heimberg, R. G., Horner, K. J., Juster, H. R., Schneier, F. R. ve Liebowitz, M. R. (1999). Factor structure of social fears: The Liebowitz Social Anxiety Scale. Journal of Anxiety Disorders, 13, 253–270. Scaini, S., Belotti, R. ve Ogliari, A. (2014). Genetic and environmental contributions to social anxiety across different ages: A meta-analytic approach to twin data. Journal of Anxiety Disorders, 28(7), 650-656. Schmidt, N. B., Richey, J. A., Buckner, J. D. ve Timpano, K. R. (2009). Attention training for generalized social anxiety disorder. Journal of Abnormal Psychology, 118, 5–14. Segal, Z. V., Williams, J. M. G. ve Teasdale, J. D. (2002). Mindfulness-Based Cognitive Therapy for Depression. New York, Guilford Press. Silvia, P. J., Allan, W. D., Beauchamp, D. L., Maschauer, E. L.ve Workman, J. O. (2006). Biased recognition of happy facial expressions in social anxiety. Journal of Social and Clinical Psychology, 25(6), 588−602. Spence, S. H. ve Rappe, R. M. (2016). The etiology of social anxiety disorder: An evidence based model. Behavior Research and Therapy, 1-18. 149 Spurr, J. M. ve Stopa, L. (2002). Self-focused attention in social phobia and social anxiety. Clinical Psychology Review, 22, 947–975. Stein, M. B., ve Kean, Y. M. (2000). Disability and quality of life in social phobia: Epidemiologic findings. American Journal of Psychiatry, 157, 1606–1613. Stein, M. B., Torgrud, L. J. ve Walker, J. (2000). Social phobia symptoms, subtypes, and severity. Archives of General Psychiatry, 57, 1046–1052. Stemberger, R. T., Turner, S. M., Beidel, D. C. ve Calhoun, K. S. (1995). Social phobia: An analysis of possible developmental factors. Journal of Abnormal Psychology, 104, 526–531. Stevens, S., Gerlach, A. L. ve Rist, F. (2008). Effects of alcohol on ratings of emotional facial expressions in social phobics. Journal of Anxiety Disorders, 22, 940–948. Stopa, L. (2009). Why is the self important in understanding and treatment social phobia? Cognitive Behaviour Therapy, 38, 48–54. Strachan, T. R. A. (2010). Human molecular genetics (4th ed.). Taylor and Francis. Syal, S., Hattingh, C. J., Fouche ́, J.-P., Spottiswoode, B., Carey, P. D., Lochner, C. ve Stein, D. J. (2012). Grey matter abnormalities in social anxiety disorder: A pilot study. Metabolic Brain Disease, 27(3), 299–309. Tone, E. B., Goulding, S. M. ve Compton, M. T. (2011). Associations among perceptual anomalies, social anxiety, and paarnoia in a college student sample. Psychiatry Research, 188, 258-263. Turner, S. M., Beidel, D. C. ve Townsley, R. M. (1992). Social phobia: A comparison of specific and generalized subtypes and avoidant personality disorder. Journal of Abnormal Psychology, 101, 326–331. Soykan, Ç., Özgüven, H. D. ve Gençöz, T. (2003). Liebowitz social anxiety scaled: turkish version. Psychological Reports, 93, 1059-69. 150 Stenberg, G., Wiking, S. ve Dahl, M. (1998). Judging words at face value: Interference in word processing reveals automatic processing of affective facial expressions. Cognition and Emotion, 12, 755–782. Hisli Şahin, N. ve Yeniçeri, Z. (2015). Farkındalık üzerine üç araç: Psikolojik Farkındalık, Bütünleyici Kendilik Farkındalığı ve Toronto Bilgece Farkındalık Ölçekleri. Türk Psikoloji Dergisi, 30(76), 48-67. Turk, C., Heimberg, R. ve Luterek, J. (2005). Emotion dysregulation in generalized anxiety disorder: A comparison with social anxiety disorder. Cognitive Therapy and Research, 29(1), 89–106. Turk, C. L., Lerner, J., Heimberg, R. G. ve Rapee, R. M. (2001). An integrated cognitive-behavioral model of social anxiety. In: S. G. Hofmann ve P. M. Dibartolo (Eds.), From social anxiety to social phobia: multiple perspectives (s. 281–303). Allyn and Bacon. Vidyanidhi, K. ve Sudhir, P. M. (2009). Interpersonal sensitivity and dysfunctional cognitions in social anxiety and depression. Asian Journal of Psychiatry, 2, 2528. Yoon, K. L., Kutz, A. M., LeMoult, J. ve Joormann, J. (2016). Working memory in social anxiety disorder: Better manipulation of emotional versus neutral material in working memory. Cognition and Emotion, 1-8. Weeks, J. W., Heimberg, R. G., Rodebaugh, T. L. ve Norton, P. J. (2008). Exploring the relationship between fear of positive evaluation and social anxiety. Journal of Anxiety Disorders, 22, 386–400. 151 EK 1: Demografik Bilgi Formu DEMOGRAFİK BİLGİ FORMU Cinsiyet: ______ Yaş: ______ Medeni Durum: ______ Doğum Yeri: ______ Şuan yaşadığınız şehir: ________ Üniversite: ________ Bölüm/Fakülte: ______ Anne Eğitim Durumu: _______ Algılanan Gelir Düzeyi: Düşük ______ Şuan nerede yaşıyorsunuz? Ev____ Sınıf: ______ Baba Eğitim Durumu: _______ Orta _____ Yurt_____ Yüksek _____ Diğer_____ Birlikte yaşadığınız kişiler var mı? Var____ Yok____ Var ise belirtiniz: Aile_____ Arkadaş _______ Akraba_______ Diğer _______ Yakın arkadaş sayısı: Kız Arkadaş ______ Erkek Arkadaş ______ Herhangi bir fiziksel hastalığınız var mı? Bu hastalığınız için ilaç kullanıyor musunuz? Herhangi bir psikiyatrik hastalığınız var mı? Bu hastalığınız için ilaç tedavisi ya da psikoterapi alıyor musunuz? 152 EK 2: Liebowitz Sosyal Kaygı Ölçeği LIEBOWITZ SOSYAL KAYGI ÖLÇEĞİ Lütfen aşağıdaki formu dikkatle okuyunuz. Sol kolondaki durumlarda duyduğunuz kaygının şiddetine göre, 1 ile 4 arasında puan veriniz. Sağ kolonda aynı durumlar tekrar sıralanmıştır. Bu defa durumlardan kaçınıyorsanız, kaçınmanın şiddetine göre yine 1 ile 4 arasında puan veriniz. Puanlamayı aşağıdaki tariflere göre yapabilirsiniz.. Kaygı 1: Yok ya da çok hafif 2: Hafif 3: Orta derecede 4: Şiddetli Kaçınma 1: Kaçınma yok ya da çok ender 2: Zaman zaman kaçınırım 3: Çoğunlukla kaçınırım 4: Her zaman kaçınırım Kaygı 1.Önceden hazırlanmaksızın bir toplantıda kalkıp konuşmak 2. Seyirci önünde hareket, gösteri ya da konuşma yapmak 3. Dikkatleri üzerinde toplamak 4. Romantik veya cinsel bir ilişki kurmak amacıyla birisiyle tanışmaya çalışmak 5. Bir gruba önceden hazırlanmış sözlü bilgi sunmak 6. Başkaları içerdeyken bir odaya girmek 7.Kendisinden daha yetkili biriyle konuşmak 8. Satın aldığı bir malı ödediği parayı geri almak üzere mağazaya iade etmek 9. Çok iyi tanımadığı birisine fikir ayrılığı veya hoşnutsuzluğun ifade edilmesi 10. Gözlendiği sırada çalışmak 11. Çok iyi tanımadığı bir kişiyle yüz yüze konuşmak 12. Bir eğlenceye gitmek 13. Çok iyi tanımadığı birisinin gözlerinin içine doğrudan bakmak 14. Yetenek, beceri ya da bilginin sınanması Kaçınma 1.Önceden hazırlanmaksızın bir toplantıda kalkıp konuşmak 2. Seyirci önünde hareket, gösteri ya da konuşma yapma 3. Dikkatleri üzerinde toplamak 4. Romantik veya cinsel bir ilişki kurmak amacıyla birisiyle tanışmaya çalışmak 5. Bir gruba önceden hazırlanmış sözlü bilgi sunmak 6. Başkaları içerdeyken bir odaya girmek 7.Kendisinden daha yetkili biriyle konuşmak 8. Satın aldığı bir malı ödediği parayı geri almak üzere mağazaya iade etmek 9. Çok iyi tanımadığı birisine fikir ayrılığı veya hoşnutsuzluğun ifade edilmesi 10. Gözlendiği sırada çalışmak 11. Çok iyi tanımadığı bir kişiyle yüz yüze konuşmak 12. Bir eğlenceye gitmek 13. Çok iyi tanımadığı birisinin gözlerinin içine doğrudan bakmak 14. Yetenek, beceri ya da bilginin sınanması 15. Gözlendiği sırada yazı yazmak 16. Çok iyi tanımadığı bir kişiyle telefonda konuşmak 17. Umumi yerlerde yemek yemek 18. Evde misafir ağırlamak 19. Küçük bir grup faaliyetine katılmak 20. Umumi yerlerde bir şeyler içmek 21. Umumi telefonları kullanmak 22. Yabancılarla konuşmak 23. Satış elemanının yoğun baskısına karşı koymak 24. Umumi tuvalette idrar yapmak 153 15. Gözlendiği sırada yazı yazmak 16. Çok iyi tanımadığı bir kişiyle telefonda konuşmak 17. Umumi yerlerde yemek yemek 18. Evde misafir ağırlamak 19. Küçük bir grup faaliyetine katılmak 20. Umumi yerlerde bir şeyler içmek 21. Umumi telefonları kullanmak 22. Yabancılarla konuşmak 23. Satış elemanının yoğun baskısına karşı koymak 24. Umumi tuvalette idrar yapmak 154 EK 3: Kısa Semptom Envanteri SCL-90 Aşağıda zaman zaman herkeste olabilecek yakınma ve sorunların bir listesi vardır. Lütfen her birini dikkatlice okuyunuz. Sonra bu durumun bugün de dahil olmak üzere son bir ay içinde sizi ne ölçüde huzursuz ve tedirgin ettiğini göz önüne alarak aşağıda belirtilen tanımlamalardan uygun olanının numarasını karşısındaki boşluğa yazınız. Düşüncenizi değiştirirseniz ilk yazdığınız numarayı tamamen siliniz. Lütfen başlangıç örneğini dikkatle okuyunuz ve anlamadığınız bir cümle ile karşılaştığınızda uygulayan kişiye danışınız. 0 Hiç 1 Çok az 2 Orta derecede 3 Oldukça fazla 4 Aşırı düzeyde 1. Baş ağrısı .......... 2. Sinirlilik ya da içinin titremesi .......... 3. Zihinden atamadığınız yineleyici (tekrarlayıcı) hoşa gitmeyen düşünceler .......... 4. Baygınlık ve baş dönmeler .......... 5. Cinsel arzuya ilginin kaybı .......... 6. Başkaları tarafından eleştirilme duygusu .......... 7. Herhangi bir kimsenin düşüncelerinizi kontrol edebileceği fikri .......... 8. Sorunlarınızdan pek çoğu için başkalarının suçlanması gerektiği fikri .......... 9. Olayları anımsamada (hatırlamada) güçlülük .......... 10. Dikkatsizlik veya sakarlıkla ilgili endişeler .......... 11. Kolayca gücenme, rahatsız olma hissi .......... 12. Göğüs veya kalp bölgesinde ağrılar .......... 13. Caddelerde veya açık alanlarda korku hissi .......... 14. Enerjinizde azalma veya yavaşlama hali .......... 15. Yaşamınızın sona ermesi düşünceleri .......... 16. Başka kişilerin duymadıkları sesleri duyma .......... 17. Titreme .......... 18. Çoğu kişiye güvenilmemesi gerektiği düşüncesi .......... 19. İştah azalması .......... 20. Kolayca ağlama .......... 21. Karşı cinsten kişilerle ilgili utangaçlık ve rahatsızlık hissi .......... 22. Tuzağa düşürülmüş veya tuzağa yakalanmış hissi .......... 155 23. Bir neden olmaksızın aniden korkuya kapılma .......... 24. Kontrol edilmeyen öfke patlamaları .......... 25. Evden dışarı yalnız çıkma korkusu .......... 26. Olanlar için kendini suçlama .......... 27. Belin alt kısmında ağrılar .......... 28. İşlerin yapılmasında erteleme düşüncesi .......... 29. Yalnız hissi .......... 30. Karamsarlık hissi .......... 31. Her şey için çok fazla endişe duyma .......... 32. Her şeye karşı ilgisizlik hali .......... 33. Korku hissi .......... 34. Duygularınızın kolayca incitilebilmesi hali .......... 35. Diğer insanların sizin düşündüklerinizi bilmesi hissi .......... 36. Başkalarının sizi anlamadığı veya hissedemeyeceği duygusu .......... 37. Başkalarının sizi sevmediği ya da dostça olmayan davranışlar gösterdiği hissi .......... 38. İşlerin doğru yapıldığından emin olabilmek için çok yavaş yapmak .......... 39. Kalbin çok hızlı çarpması .......... 40. Bulantı veya midede rahatsızlık hissi .......... 41. Kendini başkalarından aşağı görme .......... 42. Adele (kas) ağrıları .......... 43. Başkalarının sizi gözlediği veya hakkınızda konuştuğu hissi .......... 44. Uykuya dalmada güçlük .......... 45. Yaptığınız işleri bir ya da birkaç kez kontrol etme .......... 46. Karar vermede güçlük .......... 47. Otobüz, tren, metro gibi araçlarla yolculuk etme korkusu .......... 48. Nefes almada güçlük .......... 49. Soğuk ve sıcak basması .......... 50. Sizi korkutan belirli uğraş, yer veya nesnelerden kaçınma durumu .......... 51. Hiç bir şey düşünmeme hali .......... 52. Bedeninizin bazı kısımlarında uyuşma, karıncalanma olması .......... 53. Boğazınıza bir yumru tıkanmış hissi 54. Gelecek konusunda ümitsizlik .......... 55. Düşüncelerinizi bir konuya yoğunlaştırmada güçlülük .......... 56. Bedeninizin çeşitli kısımlarında zayıflılık hissi .......... 156 57. Gerginlik veya coşku hissi .......... 58. Kol ve bacaklarda ağırlık hissi .......... 59. Ölüm ya da ölme düşünceleri .......... 60. Aşırı yemek yeme .......... 61. İnsanlar size batığı veya hakkınızda konuştuğu zaman rahatsızlık duyma .......... 62. Size ait olmayan düşüncelere sahip olma .......... 63. Bir başkasına vurmak, zarar vermek, yaralamak dürtülerinin olması .......... 64. Sabahın erken saatlerinde uyanma .......... 65. Yıkanma, sayma, dokunma gibi bazı hareketleri yenileme hali .......... 66. Uykuda huzursuzluk, rahat uyuyamama .......... 67. Bazı şeyleri kırıp dökme isteği .......... 68. Başkalarının yanında kendini çok sıkılgan hissetme .......... 69. Başkalarının yanında kendini çok sıkılgan hissetme .......... 70. Çarşı, sinema gibi kalabalık yerlerde rahatsızlık hissi .......... 71. Her şeyin bir yük gibi görünmesi .......... 72. Dehşet ve panik nöbetleri .......... 73. Toplum içinde yer içerken huzursuzluk hissi .......... 74. Sık sık tartışmaya girme .......... 75. Yalnız bıraktığınızda sinirlilik hali .......... 76. Başkalarının sizi başarılarınız için yeterince takdir etmediği duygusu .......... 77. Başkalarıyla birlikte olunan durumlarda bile yalnızlık hissetme .......... 78. Yerinizde durmayacak ölçüde rahatsızlık duyma .......... 79. Değersizlik duygusu .......... 80. Size kötü bir şey olacakmış duygusu .......... 81. Bağırma ya da eşyaları fırlatma .......... 82. Topluluk içinde bayılacağınız korkusu .......... 83. Eğer izin verirseniz insanların sizi sömüreceği duygusu .......... 84. Cinsellik konusunda sizi çok rahatsız eden düşüncelerinizin olması .......... 85. Günahlarınızdan dolayı cezalandırmanız gerektiği düşüncesi .......... 86. Korkutucu türden düşünce ve hayaller .......... 87. Bedeninizde ciddi bir rahatsızlık olduğu düşüncesi .......... 88. Başka bir kişiye karşı asla yakınlık duymama .......... 89. Suçluluk duygusu .......... 90. Aklınızda bir bozukluğun olduğu düşüncesi .......... 157 EK 4: Psikoeğitim Programı Ev Ödevleri Egzersiz Tablosu Pazartesi Salı Çarşamba Perşembe Cuma Cumartesi Pazar Nefes Meditasyonu Sosyal Kaygı Tepkisini Ortaya Çıkaran Durumlar Durum O sırada aklından ne geçti? Duygu Ne yaptın? Duygu Kaçınma Hiyerarşisi Kaçınılan Durum Bu Durumun Yarattığı Kaygı (0-100 arasında derecelendiriniz) 158 EK 4: Psikoeğitim Programı Ev Ödevleri Egzersiz Tablosu Pazartesi Salı Çarşamba Perşembe Cuma Cumartesi Nefes Meditasyonu Üzüm Meditasyonu Hayattan Doyum Alma Tablosu Hayattan Doyum Almamı Kolaylaştıran Özelliklerim için Haftalık Kanıtlarım 1. (Özelliğin ne olduğu yazılacak) ___________________________________ Haftalık kanıt olayım: ______________________________________________ 2. (Özelliğin ne olduğu yazılacak) ____________________________________ Haftalık kanıt olayım:_______________________________________________ 3. (Özelliğin ne olduğu yazılacak ) ______________________________________ Haftalık kanıt olayım:__________________________________________________ Pazar 159 EK 4: Psikoeğitim Programı Ev Ödevleri Egzersiz Tablosu Pazartesi Salı Çarşamba Perşembe Cuma Cumartesi Pazar Nefes Meditasyonu Üzüm Meditasyonu Gevşeme Egzersizi Bilişsel Çarpıtma Takip Formu Olay Otomatik Düşünce Duygu Bilişsel Çarpıtma Davranış Duygu Ne oldu? Aklınızdan ne geçti? Ne hissettiniz? Nasıl bir bilişsel çarpıtma yaptınız? Ne yaptınız? Ne hissettiniz? 160 EK 4: Psikoeğitim Programı Ev Ödevleri Egzersiz Tablosu Pazartesi Salı Çarşamba Nefes Meditasyonu Üzüm Meditasyonu Gevşeme Egzersizi Dağ meditasyonu Perşembe Cuma Cumartesi Pazar 161 EK 4: Psikoeğitim Programı Ev Ödevleri EGO DURUMLARI EGZERSİZİ Geçtiğimiz hafta ya da daha önceki bir zamanda yaşadığınız ve sizde kaygı yaratan olayı hatırlayın. Ego Durumlarıyla ilgili öğrendiklerinize bakarak, olay sırasındaki ego durumunuzun ne olmuş olabileceğini belirlemeye çalışın ve yazmış olduğunuz konuşma cümlelerinin yanına yazın (örneğin, cezalandırıcı ebeveyn, kuralcı ebeveyn, isyankar çocuk, agresif çocuk vb.) OLAY: AKLINIZDAN GEÇEN DÜŞÜNCE NEYDİ? SİZCE BU DÜŞÜNCE HANGİ EGO DURUMUNDAN SÖYLENMİŞ OLABİLİR? EBEVEYN : HANGİ TÜR EBEVEYN: YETİŞKİN : ÇOCUK : HANGİ TÜR ÇOCUK: OLAY NASIL SONUÇLANDI? SİZ NE YAPTINIZ? SİZCE BU DÜŞÜNCE HANGİ EGO DURUMUNDAN SÖYLENMİŞ OLABİLİR? EBEVEYN : HANGİ TÜR EBEVEYN: YETİŞKİN : ÇOCUK : HANGİ TÜR ÇOCUK: ÖZGEÇMİŞ Kişisel Bilgiler Adı Soyadı : Dilay Eldoğan Doğum Yeri ve Tarihi : Adana/15.03.1988 Eğitim Durumu Lisans Öğrenimi : Orta Doğu Teknik Üniversitesi Psikoloji Yüksek Lisans Öğrenimi : Hacettepe Üniversitesi Klinik Psikoloji Bildiği Yabancı Diller : İngilizce Bilimsel Faaliyetleri :Eldoğan, D. Büyüklenmeci (2016). ve Hangi Kırılgan Narsizm? Narsizmin Karşılaştırılmasına İlişkin Bir Gözden Geçirme. Türk Psikoloji Yazıları, 19(37), 1-10. Eldoğan, D. ve Barışkın E. (2014). Erken dönem uyumsuz şema alanları ve sosyal fobi belirtileri: Duygu düzenleme güçlüğünün aracı rolü var mı? Türk Psikoloji Dergisi, 29(74), 108115. Tunçel E. ve Eldoğan, D. (2016). Büyüklenmeci ve kırılgan narsisizmin gelişiminde ebeveynlik stillerinin etkisi: sosyal anksiyetenin aracı rolü. 19. Ulusal Psikoloji Kongresi, 5-7 Eylül, İzmirTürkiye. Eldoğan, D. ve İnözü M. (2016). A new way to explain attention bias in social anxiety disorder. 8. World Congress of Behavioral and Cognitive Therapies, 22-25 Haziran, Melbourne- Avustralya. Eldoğan, D. ve Barışkın, E. (2015). Early maladaptive schema domains and social phobia symptoms: Is there a mediator role of emotion regulation difficulties, 1. International Congress of Clinical and Health Psychology with Children and Adolescents, 19-21 Kasım, Madrid-İspanya. Bozo, Ö., Ar, Y. ve Eldoğan, D. (2011). Meme Kanseri Hastalarında Duygusal İfadesizlik ve Depresyon İlişkisi Üzerinde Evlilik Uyumunun Etkisi. 17. Ulusal Psikoloji Kongresi, 25-28 Nisan, İstanbul-Türkiye. Karancı, N., Eldoğan, D. ve Ar, Y. (2010). Şizofreni Bilgisi : Hastalıkla ilgili Bilgi Sahibi Olmanın Olumsuz Tanımlamalara Etkisi, 16. Ulusal Psikoloji Kongresi, 14-17 Nisan, MersinTürkiye. İş Deneyimi Stajlar : Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Çalıştığı Kurumlar : Başkent Üniversitesi Psikoloji Bölümü İletişim E-Posta Adresi : [email protected] Tarih : 15.03.2017