Şeker-İş Dergisi 120.sayısını okumak için tıklayınız.

advertisement
başyazı
Türkiye’de
Yeni Anayasa,
Dışarıda Bahar
İsa GÖK
2
şeker-iş dergisi • ocak 2011
Şeker-İş Sendikası Genel Başkanı
başyazı
Türkiye’de seçimlerden önce başlayan yeni anayasa tartışmaları nihayet meclisin
gündeminde yer almaya başladı. Seçim öncesi bütün partilerin ülkenin yeni bir anayasaya ihtiyacı olduğu konusundaki söylemleri, sanki herkes bir ihtiyacı görmüş de, ona
cevap arıyormuş gibi bir yanılma yaratmamalıdır. Bütün partilerin yeni Anayasadan söz
ederken aslında farklı şeyleri talep ettiklerini görmek için bir çok sebep bulunmaktadır.
Bu sebepler arasında partilerin, politik olarak durdukları yer, ülke gündemine dair ortaya koydukları siyasal tavırlar, siyasal söylemleri ve ideolojileri sayılabilir.
Siyasi partiler yeni anayasa ihtiyacından söz ederken kendi görüşlerini dikkate alan
eleştirileri birbirlerine yöneltmek yerine, öncelikle nasıl bir anayasa istediklerini, bu
isteklerinin anayasanın felsefesiyle ilgisini ortaya koymak durumundadırlar. Anayasaların maddeleri sistematiği çok önemli sayılabilir ama unutulmamalıdır ki, birçok
anayasa’da yer alan ve birbirine benzeyen maddelerin esasını teşkil eden dünya görüşü ya da anayasal felsefe onları birbirinden farklılaştıracak, ülkeye ve topluma ait kılacak temel unsurdur.
Sivil toplum kuruluşları veya çeşitli partilerin maddeler halinde sıraladığı önerilerin derlenerek bir anayasa metni oluşturulması, bu açıdan çok fazla bir anlam ifade etmeyecektir. Bu bakımdan Türkiye’nin yeni anayasa meselesi, her şeyden önce nasıl ve
niçin yeni bir anayasa sorusunu karşılayacak anayasanın dayandığı dünya görüşünü ifade edecek bir cevap olmalıdır.
Türkiye’deki anayasa tartışmalarında çoğu kere ihmal edilen husus, anayasa yapma
geleneğimizin neredeyse bütünüyle devletten topluma doğru işleyen bir mekanizma
olmasıyla ilgilidir. Bu hususun görmezden gelinmesi ve genel olarak bir toplumsal sözleşme ibaresinden bahsedilmesi, sorunun aşılması bakımından ciddi bir engel teşkil etmektedir. Şimdi Türkiye, devletle toplumun sözleşmesine değil toplumun devletle sözleşmesine ihtiyaç duymaktadır. Bunun anlamı açıktır, ülkemizde toplum şimdiye kadar
devleti bir sözleşme yapmaya zorlayacak güce hiçbir zaman kavuşmadığı için, yapılan
sözleşmeler hep siyasi nitelikli sözleşmeler olmuş, bir bakıma yukarıdan aşağıya toplumun kabul etmeye mecbur olduğu siyasal metinler ortaya çıkmıştır.
Bugün yapılacak yeni anayasanın, sivil toplumu özgürleştirecek bir nitelik taşıyıp
taşımaması anayasanın toplumdan devlete doğru yürüyen bir süreçte inşa edildiğinin
veya edilmediğinin de göstergesi olacaktır. Yeni anayasayı sivil toplumsal güçlerinin talebiyle hazırlayacak olan meclis, eğer bu sivil unsurların özgürleşmesine katkı yapacak
taleplerin örgütlenmesini mümkün kılacak bir anlayışla anayasayı düzenlemeyi başaramazsa ,o zaman sorun eski anayasanın dayandığı ideolojik ve söylemsel üstünlüğün devam etmesi şeklinde ortaya çıkabilir.
Bu noktada anayasal düzenlemede sivil topluma ve bunların içerisinde, sendikalara
nasıl bakıldığı meselesi önem arz etmektedir. Sendikal özgürlüklerin düzenlenmesinin
www.sekeris.org.tr
3
başyazı
doğrudan anayasada yer alması gerekmeyebilir ancak bu mesele iş kanunu, sendikalar
kanunu, grev ve toplu sözleşme kanunu gibi yasama faaliyetlerine bırakılacaksa mutlaka sosyal devlet ve sosyal politikaların niteliği anayasada açık bir şekilde tanımlanmalı
ve yasal mevzuatın dayanacağı ilkeler anayasada bu şekliyle yer almalıdır.
Sendikal özgürlüklerin sivil toplumun dinamiğini oluşturacağını görmek durumundayız. Zaten henüz sanayileşme ve modernleşme soranlarını aşamamış bir ülkenin, işçi sınıfı gelişmemiş bir toplumun demokrasi ve özgürlüklerin toplumsal temellerine katkı yapmasının sorunlu olduğu bir yapıda bu özgürlüklerin dayanağı olan sosyal
politika anlayışının anayasa dışı bırakılması çok ciddi bir eksiklik olacaktır. Bu meselenin kısaca yaratacağı sorunların en başında yer alacak husus, sivil anayasanın sivil topluma katkısının sınırlı olması çelişkisi şeklinde meydana gelecektir. Sivil anayasanın sivil
topluma ve onun özgürlük alanına katkı yapmadan ülkeye katkı yapması beklenemez.
Bugün küresel süreçte anayasaların bir başka hususiyeti, ülkenin kimliğini ve değerlerini temsil etmesidir. Anayasalar, insanlarla kurumların ilişkilerini düzenlerken, o insanların üzerinde yaşadıkları ülkeyle, yurtla olan hukuklarını ve bağlarını da temsil edecek nitelikte olmalıdırlar. Yurttaşlık veya vatandaşlık kavramı ülkeye referans verilerek
tanımlanan bir durumdur. Bu bakımdan ülkenin kimliği varoluşu ve bağımsızlığı yurttaşlar topluluğu olarak milletin hukuku, yeni anayasada hassasiyetle gözetilmesi gereken bir mesele olmalıdır.
Biz, sosyal haklar yanında vatanımızın birliğini, milletimizin kimliğini ve hukukunu anayasanın felsefesinin temel parametreleri olarak görüyoruz. Ülkesinin taşıdığı değerlere, sahip çıkan bir anlayışla yaklaşmayan anayasaların, o ülkenin değerleriyle vatandaş olmuş insanları temsil etmesi ve onların hayatlarına katkı yapacak bir anayasa olması beklenemez.
Türkiye anayasal meselesini tartışırken, yeni bir anayasa yaparak bugünkü
Türkiye’nin sorunlarının aşılmasında mesafe kat etmek isterken, aslında Türkiye’nin
toplumsal ekonomik yapısında meydana gelen değişmelerin siyasal sistemle tamamlanarak entegre edilmesi arayışına girmiş bulunmaktadır. Toplumsal sistemin değişim hızıyla çelişen siyasal yapının en üst çerçevesi durumunda bulunan anayasanın, bu çelişkilerin ifade edildiği bir metin olmasının değişim taleplerinin esas sebebi olduğunu göz
ardı etmemek gerekir.
Ülkenin toplumsal ekonomik değişimini siyasal bakımdan da destekleyecek bir
toplumsal sözleşme arayışı yaşandığı dönemde, içinde bulunduğumuz coğrafyada adına bahar denilen yeni bir süreç yaşanmaktadır. Ortadoğu toplumlarının kapalı rejimlerden çıkma arayışını ifade eden bu sürecin, ilk belirtileri birçok ülkede yaşanmış ve
yaşanmaya devam etmektedir. Sömürgecilik sonrası Ortadoğu dünyasında, birçoğu sömürgeciler tarafından kurulan bazıları ise sömürge karşıtlığı ekseninde ortaya çıkan
Saygılarımla...
başyazı
otokratik baskı rejimlerinin, Kuzey Afrika’dan Arap Yarımadası’na, Yemen’den bütün
bölgeye sirayet etmesinin bir zaman meselesi haline geldiği anlaşılmaktadır.
Ortadoğu’daki bahar rüzgarı, uluslararası sistemde ekonomisiyle modernleşme seviyesiyle demokratik sistemiyle Türkiye’nin öneminin yeniden dikkate alındığı değerlendirmelerine yol açmıştır. Çünkü bütün Ortadoğu toplumlarında Türkiye sadece aydınlar düzeyinde değil, halkta da özellikle değişim için ayağa kalkmış insanlarda da bir
rol olmaktan öteye, ortak bir tarihin ve kültürün değişim modeli haline dönüşmüştür.
Türkiye’nin bölgedeki ekonomik gücünün her geçen gün dış ticaret yoluyla hissedildiği yatırımlar ve teknolojik bakımdan işbirliği imkanlarının gelişmesiyle yayıldığı
bir dönemde, bu hareketlerin ortaya çıkması Türkiye’nin gelişme fikrini temsil etmesinde önemli bir rol oynamıştır.
Uluslararası sistemde yaşanan değişmelerin Ortadoğu bölgesini olumlu etkilediğini
gösteren bir çok işaretten söz edilebilir. Bu işaretlerin başında, bölgede yaşanan ekonomik genişleme, bölgesel gelirin yükselişi, petro dolarların yurt dışından ülke içine başta
turizm, finans olmak üzere çeşitli yatırımlara yönelmiş olması bulunmaktadır.
Ortadoğu coğrafyasındaki toplumsal yapılarda yaşanan kentleşme, okur-yazar oranının artması, meslek yapılarının değişimi, eğitimin yükselmesi gibi birçok faktörle
birlikte düşünüldüğünde, küresel sistemde Ortadoğu’nun yerinin neden yükseldiğini
daha iyi görebiliriz. Bir anlamda bölge yükselmektedir, yükselen bu bölgede de Türkiye ön plana çıkmaktadır.
Günümüzde yaşadığımız terör olaylarının artık bir bölgesel güç olma yolundaki
Türkiye’ye karşı bir politika olma ihtimalinin ne kadar arttığını düşündürmesi lazımdır. Terör örgütünün tek başına Türkiye’ye verebileceği zararın çok ötesine geçen bir
organizasyonla karşı karşıya bulunulduğu mutlaka değerlendirilmelidir.
Mübarek Kurban Bayramı’nın başta işçimiz ve çiftçimiz olmak üzere değerli basınımıza, KKTC’den Kazakistan’a, Kırgızistan’a, Türkmenistan’a, Azerbaycan’a,
Tacikistan’a, Doğu Türkistan’a tüm Yüce Türk alemine hayırlara vesile olmasını temenni eder, ülke için canını siper eden aziz şehitlerimize ve depremde hayatını kaybeden
vatandaşlarımıza bir kez daha Allah’tan rahmet dilerim.
içindekiler
9 > kısa-kısa
haber
10 >
16 > şubelerden kısa kısa
gündem
22 >
Şeker-İş’ten Şeker Fabrikalarının Özelleştirilmesine
Polonya Modeli Önerisi
ŞEKER-İŞ SENDİKASI ADINA
İMTİYAZ SAHİBİ
İsa GÖK
Genel Başkan
3 Soya Geni Dışında Gdo İthalatına İzin Verilmedi
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
Hasan Basri GÜZEL
Editör
Önsel ÜNAL
Yönetim Yeri
Şeker-İş Sendikası Genel Merkezi
Karanfil Sk. No: 59
Bakanlıklar/ANKARA
Tel: 0.312 418 42 73-74
Faks: 0.312 425 92 58
www.sekeris.org.tr
[email protected]
Organizasyon ve Hazırlık
Aren Tanıtım Hizmetleri Tic.Ltd. Şti.
Dr. Mediha Eldem Sok. 38/15
Kızılay / ANKARA
Tel: (0.312) 430 70 81
www.arentanitim.com.tr
[email protected]
Baskı:
Aydoğdu Ofset Matbaacılık
Ambalaj San. ve Tic. Ltd. Şti.
İvedik Organize Sanayi Ağaç İşleri
Sitesi 21. Cad. 598 Sk. No: 20
Yenimahalle/ANKARA
Tel: 0.312 395 81 44
Faks: 0.312 395 81 45
www.aydogduofset.com
[email protected]
Baskı Tarihi: 24.11.2011
Yayın Türü: Yaygın süreli
Ücretsiz Dağıtılmaktadır.
(3 aylık dergi)
Şeker-İş Dergisi Basın Meslek İlkelerine Uyar
12 >
gündem
Şeker-İş Sendikası GDO’lu
Ürünlerin İthalatına Karşı
< 20
iş dünyası
< 23
sağlık
8 Çalışandan Biri Kamuda Görev Yapıyor
ekonomi
< 28
tarım
< 32
Kayıt Dışı Ekonomiye Karşı
47 Maddelik Eylem Planı
Çiftçi Küresel Baronlara Mahküm Edildi
köşe yazısı
Yavuz Dizdar
< 34
Şeker-İş Hakkari ve Çukurca’daki Terör Saldırısını
Lanetledi
< 36
şubelerden
< 38
basından < 41
Şeker-İş Sendikası Başkanlar Kurulu
Genel Merkezde Gerçekleştirildi
Anayasa ÖZEL
< 44
• Neden Yeni Anayasa Yapılır?
Prof. Dr. Vedat Bilgin
• Anayasa Değişikliğini Insan Hak Ve
Hürriyetleri Açısından Fırsata Çevirme
Doç. Dr. Aydın Başbuğ
• Yenilenen Türkiye ve Anayasa’nın
Yenilenmesi Arayışı
Prof. Dr. Ender Ethem Atay
• AB Anayasa Hazırlık Sürecinin Türkiye
İçin Anlamı
Prof. Dr. İhsan Bal - Mustafa Kutlay - Ceren Mutuş
• Sosyal Haklar Ekseninden Yeni
Anayasa Tartışmaları
Av. Gökhan Candoğan
• Anayasa Hazırlık Süreciyle İlgili Örnekler
ve Türkiye Açısından Çıkarılabilecek Dersler
Prof. Dr. Ercüment Tezcan
• Nasıl Bir Anayasa?
Prof. Dr. Beril Dedeoğlu
• Yeni Anayasanın Ayırdedici Özellikleri
Neler Olmalıdır?
Dr. Fevzi Bilgin
• Anayasaların Temeli: Meşruiyet
Buğrahan Bilgin
içindekiler
gündem
kısa-kısa
Şeker-İş Sendikası Genel Başkanı İsa Gök’ün, Erciş
depreminin ilk gününde deprem bölgesinden notları…
Tek Vücutta Deprem ve Terör
Henüz şehitlerimize ağlarken, Van-Erciş depremi ile
yıkıldık.
Bir yandan teröre lanet mitingleri yaparken diğer yandan depremin yaralarını sarmak için seferber olduk. Depremin olduğu gün bölgeyi gezdiğimde; devleti devlet yapan olgunun millet olduğuna bizzat şahit oldum. Devletimizin hiçbir kargaşaya mahal vermeden bölge için verdiği mücadeleyi gördüm, millet olmanın bilincini iliklerinde hisseden ve bu yönde tüm benlikleriyle seferber olan
vatandaşlarımızı, bir milletin nasıl tek vücut olabildiğini
gördüm.
Türkiye, yıllardan beri terörün meydan verdiği acıları
yaşayarak bugünlere gelmiş bir ülke.
Yaşananlara baktığımızda; var olan veya devam eden
daha da önemlisi millet olarak üzüntümüzü yıllardır canlı
tutan olayların adını koymakta zorlanmaktayız. Hem devlet olarak, hem de millet olarak artık sözün bittiği yerdeyiz.
Asırlar boyu yaşadığımız bu topraklar üzerinde sahip
olduğumuz kültürümüz; dünü bugüne, bugünü yarına
bağlarken, ait olduğu toplumun sürekliliğini sağlamaktaki
görevinin hakkını vermektedir. Terör örgütü ise, ne yaptığının bilincinde Türklerin bu topraklar üzerinde var olan
bağımsızlığını ve bütünlüğünü parçalama amaçlı bir strateji
izlemekte, yıllardır Güneydoğu Anadolu bölgesinde, devlet
otoritesinden kurtarılmış bir alan yaratma çabası içerisindedirler. Bölge insanımıza bir yandan; “Devlet sizi kurtaramaz, varlığınızı ve güvenliğinizi bize borçlusunuz” ideolojisini aşılarlarken, terör örgütüne sığınmalarını sağlama yolundaki ayak oyunlarını da sürdürmektedirler. Bir sonraki
aşamada ise, ülkemiz genelinde etnik ayrımcılık duygusunu
kışkırtmak amacıyla cinayetlerini arttırarak, etnik çatışmayı batı bölgelerimizde de körüklemek ve geçmişten bugüne
bir bütün halinde yaşayan vatansever etnik kesimleri birbirini kırdırmak temel hedefleri olmuştur.
Gelişmişlik farklarının en derin şekilde açıldığı başta
doğu illerimizde olmak üzere ülkemizin en ciddi sorunlarından olan işsizlik, terör örgütünün tam da aradığı şartları sağlamakta, bugün çaresizlik içerisinde iş arayan gençlerimizi bünyesine katarak onları “vatandaş” olma bilincinden uzaklaştırmaktadırlar. Özellikle gençlerimizin içine
çekildiği bu tuzağın bedelini bugün hepimiz ödemekteyiz. Ülkemizin siyasi, sosyal ve ekonomik alanlarında yaşanan birçok problemin kaynağı olan işsizlik; yeni istihdam alanlarının oluşturulması ve daha da önemlisi büyük
güçlüklerle kurulmuş mevcut sanayi kuruluşlarımızın yarattığı istihdam alanlarının korunması politikalarıyla aşılabilecektir. Bu noktada; başta Şeker Fabrikalarımız ol-
8 şeker-iş dergisi • eylül-ekim 2011
mak üzere tüm özelleştirme alanlarında atılacak adımların, son derece büyük, altından kalkılamaz sorunları daha
da arttıracağı ve mücadele alanını genişleteceği bilinmesi
gereken bir gerçektir.
Bugün yaşadığımız Van depreminde; terör örgütünün bölücü tüm çalışmalarına rağmen kardeşlik duygularıyla Edirne’den Kars’a, Sinop’tan Hatay’a 81 vilayetimizde tarihin en güçlü dayanışması sergilenmiştir. Irkçılığa,
ayrımcılığa prim vermeyen ve bunu şiddetle kınayan 74
milyon insanımızın gösterdiği dayanışma ve kucaklaşma;
aslında teröre verilecek en güzel cevap olmuştur. Milletimiz; mağduriyetin rengine, ırkına ve coğrafyasına bakmayacak kadar fedakâr bir millettir. Van depreminden sonra yaşananlar bin yıllık kardeşlik duygularımızın ne kadar
güçlü olduğunu bir kez daha ortaya koymuştur. Tek vücut olmuş milletimizin dayanışması üzerine PKK yandaşı
kesimlerin, oyunlarına deprem bölgesine giden yardımları
sabote etme çalışmalarıyla devam etmesi vicdandan ve insanlıktan ne kadar uzak olduklarının göstergesi olmuştur.
Türkiye’nin terör karşısındaki duruşu ve mücadelesi
noktasında yeni bir aşamaya gelinmiştir. Bu aşamada bilhassa, ABD’nin Irak’tan çekilmesiyle İran, Irak ve Kuzey
Irak yönetimleri başta olmak üzere tüm bölge ülkelerinin
PKK terörüne karşı işbirliği yapma çalışmaları hızlanmıştır. Oysa PKK terör örgütünün tasfiye edilmesi; bölgemizde istikrarsızlık kaynağı olması, katliamları yapan bir
örgüt olması açısından sadece Türkiye için değil, bölge
barışını sağlamak açısından da zorunlu bir girişim olmalıdır. Ortadoğu’da Arap baharı ile başlayan dalganın ardından açık demokratik ve modern bir gücü olan Türkiye’nin
bölgedeki rolünü bilen bölgedeki yönetimlerin terör önlemlerinden yoksun oluşları, PKK terör örgütünün desteklenmesi anlamı taşımaktadır. Fakat tarihsel olarak terörün yaşama şartlarını sürdürmesinin mümkün olmadığı
bir sürece dâhil olduğumuz da bilinmelidir.
Bu ülke doğusuyla batısıyla hepimizindir. Başımıza
gelecek felaketlere karşı bizleri koruyacak, yaşatacak ve
sürekliliğimizi sürdürecek köklü ve hayranlık uyandıracak değerler içeren bir kültürümüz vardır. Dünyanın en
hoşgörülü kültürü içinde yaşamak yerine bizi ayrıştıran,
birbirimize düşman etmeye çalışan, insanlara hayat hakkı
tanımayan aşırı ve karanlık düşüncelerin esiri olmayalım.
Ülkemizin birlik ve beraberliği ile vatanın bölünmez
bütünlüğü uğruna canlarını feda eden şehitlerimize, depremde hayatını kaybeden vatandaşlarımıza Allah’tan rahmet, yaralılara acil şifalar ve yakınlarına başsağlığı diler,
milletçe yaşadığımız acıların son bulmasını ümit ederim.
kısa-kısa
Diyet Koladaki Şişmanlık Tehlikesi
Kilo almamak için kullanılan diyet kola, diyet reçel,
diyet şekerlemelerde yüksek şeker tehlikesi ortaya çıktı. Fatih Üniversitesi Tıp Fakültesi hekimlerinin yaptığı
incelemede diyet ürünlerde normal şekere göre 200 kat
daha fazla tatlandırıcı bulunuyor. Diyet ürünlerde kullanılan aspartam insanda baş ağrısı, şişmanlık, unutkanlık,
bulantı, depresyon, yorgunluk, uykusuzluk, çarpıntı, panik atak ve kulak çınlaması gibi rahatsızlıklara sebep oluyor. Fatih Üniversitesi Tıp Fakültesi doktorlarından Prof.
Dr. Ramazan Yiğitoğlu ile Prof. Dr. Şenol Dane’nin “Farkına varamadığımız tehlikeler, gazlı içecekler, enerji içeceği meyve suları” başlıklı makalesi ilginç bilgileri ortaya koydu. İki hekimin makalesinde verdiği bilgiye göre,
ketçap, toz kahve kreması, kola, gazoz, şekerleme, meyve
suyu, hazır çorba, çikolata, puding, hazır kek gibi ürünlerde şeker yerine mısır şurubu kullanılıyor. Bir diğer adı
nişasta bazlı sıvı şeker olan mısır şurubunda fruktoz oranı yüzde 80 oranında bulunuyor. Fazla fruktoz tüketimi
diyabet, kan yağı, kalp hastalığı, karaciğer yağlanması ve
yüksek tansiyona yol açıyor. Diyet kola, diyet reçel, diyet
şekerlemelerde kullanılan aspartam adlı tatlandırıcı tehlikesine dikkat çeken Prof. Yiğitoğlu, bu maddede 200 kat
daha fazla tatlandırıcı İçerdiğini belirtti. “Bir bavul aspartam 1 kamyon şekere denk geliyor.” diye konuşan Yiğitoğlu, bazı baklavacılarda yarı yarıya ucuz satılan baklavaların
ucuz olmasının nedeninin de aspartam olduğunu dile getirdi. Fareler üzerinde 2 yıl süren çalışmada aspartam verilen farelerde 3 kat fazla beyin tümörü tespit edildiğini aktaran Yiğitoğlu, “Kilo almamak için içilen diyet kola, zero
kolada tatlandırıcı aspartam kullanılıyor. Aspartam vücuda girdiğinde insülün salgısına yol açıyor. Böylece kan şekerimiz düşüyor ve acıkıyoruz. Sonuçta daha fazla yiyecek
kilo alıyoruz.” uyarısında bulundu. Yiğitoğlu, aspartamın
kansere yol açma riski de taşıdığına işaret etti.
M
Z
İ
L
O
K
U
S
;
k
ı
l
ı
l
Yeni bağım
bir yenisi
gibi bağımlılıklara
Uyuşturucu, alkol
lizm
sına su badaha eklendi: Suko
ı tehlike atma paha
ın
ığ
ğl
sa
çe
ik
çt
ge
yayımGün
ı artıyor. İngiltere’de
yıs
sa
ın
ar
nl
dı
ka
an
itiraf
ğımlısı ol
ğımlısı oldukalarını
ba
su
e
sin
te
ze
ga
n
lanan The Su
nyasında ciddiye
lizmin günümüz dü
eden iki kadın, suko
ldiğini açıkça orr bağımlılık haline ge
bi
n
ke
re
ge
ı
as
nm
alı
taya koyuyor.
9 bardak su içyetişkinin günde 8r
bi
lı
ık
ğl
sa
e
eld
en
G
da üç katı
nlar normalin iki ya
dı
ka
bu
en
rk
ili
er
salar da
mesi ön
ıklarının farkında ol
lıl
m
ğı
Ba
.
or
tiy
ke
Ancak
kadar su tü
larını söylüyorlar.
ık
ad
m
ol
z
tsı
ha
ra
bundan pek
ğımlılarını uyarınmesine karşı su ba
rle
hi
ze
su
lar
or
kt
do
n beri su bar (24), küçüklüğ ünde
tte
Bu
na
An
liz
gi
İn
yor.
nde su şişer. Butter, bir saat içi
ıyo
lat
an
nu
ğu
du
ol
ı
ceğini beğımlıs
ndisini eksik hissede
ke
se
ez
rm
tü
gö
a
sini ağ zın
lirtiyor.
tter, doktorueden duramayan Bu
Günde 9 litre su içm
tulmuş. Diyabetbir dizi teste tabi tu
nun uyarısı üzerine
n bulamamış anoru şimdilik bir soru
kt
do
n
ne
ele
ph
şü
n
te
nusunda uyabet olabilecekleri ko
ya
di
i
er
nl
içe
su
k
ço
5 aylık hacak
daki Chloe Gordon
şın
ya
20
an
nd
ya
te
Ö
kendisini
rıyor.
e 6 litre su içmezse
nd
gü
en
ğm
ra
a
ın
as
mile olm
mutsuz hissediyor.
www.sekeris.org.tr
9
haber
Şeker-İş’ten
Şeker Fabrikalarının Özelleştirilmesine
Polonya Modeli Önerisi…
Şeker-İş Sendikası Genel Başkanı İsa Gök:
“Şeker Sektörünün kurtuluşu
Polonya modelinde”
Şeker-İş Sendikası Özelleştirme İdaresi’nin geçtiğimiz
ay B ve C portföyündeki 10 şeker fabrikasının özelleştirilmesine yönelik ihale ilanı açıklamasının ardından harekete geçti. İhaleye ilişkin teklif verme süresinde sona yaklaşılırken, aynı dertten muzdarip olan AB ülkelerini incelemeye alana Şeker-İş Sendikası “Polonya örneği” üzerine
çalışmalara başladı. Bu ülkede şeker sektöründen temsilcilerle görüşen Şeker-İş Sendikası uzman ekibi önemli bilgilerle döndü.
Türk-İş Genel Eğitim Sekreteri ve Şeker-İş Sendikası
Genel Başkanı İsa Gök, şeker fabrikalarının özelleştirilme
sürecinde hükümete Polonya örneğini gösterdi. Geçmişte
Polonya’nın yaptığı özelleştirmelerden ağzının yandığını,
daha sonra bu kararlarından vazgeçerek şeker fabrikalarını çalışanlara ve çiftçilere devrettiğinin altını çizen Gök,
benzer uygulamanın Türkiye’de de hayata geçirilmesinin
sektörden ekmek yiyen milyonlarca insanın geleceği açısından önemli olduğunu kaydetti.
Gök, “Şeker fabrikalarının bilinçsiz bir şekilde özelleştirilmesine karşı hukuki mücadelemizi sürdürüyoruz.
Özellikle Fransa ve Polonya’nın geçmişte düştüğü hatalar-
10 şeker-iş dergisi • eylül-ekim 2011
dan Türkiye’nin ders çıkarmasını gerekmektedir. Fransa ve
Almanya’dan sonra Avrupa Birliği’nin en büyük üçüncü pancar üreticisi olan ve geçmişte sütten ağzı yanan Polonya’da da
Türkiye olduğu gibi benzer bir özelleştirme sürecinin yaşanması ve bu ülkenin yeni stratejisini yerinde görmek üzere uzman ekibimizi bu ülkeye gönderdik. Yaptığımız araştırmalar
öyle inanıyorum ki Türkiye’nin şeker sektörüne ışık tutacaktır. Pancar tarımı ve şeker sektörü Türkiye ile bire bir örtüşen
Polonya’da başta üretici ve işçiler olmak üzere, şeker sektörünün bütün tarafları ile görüşüldü. Buradaki bilgi ve belgeleri
özelleştirme ihalesinin yapılacağı bugünlerde Türkiye kamuoyu ile paylaşacağız” diye konuştu.
İhale sürecinin sadece bu fabrikaların geleceğini değil, 250 bin pancar üreticisi ile birlikte ülke ekonomisine
3 milyar dolar civarında katma değer sağlayan şeker sektörünün tamamını yakından ilgilendirdiğine vurgu yapan
Gök, Özelleştirme İdaresi’nin bugünkü mantığı ile fabrikaların özelleştirilmesi durumunda Türk Şeker bünyesindeki 25 şeker fabrikasının önemli bir bölümünün üretimlerini durdurma tehlikesi ile karşı karşıya kalacağını iddia
etti. Gök şöyle konuştu:
“Polonya şekerine sahip çıkıyor biz ise satıyoruz”
Türkiye’de olduğu gibi şeker fabrikalarının özelleştirilmesinde benzer bir süreci yaşayan Polonya’nın, kamunun elindeki şeker fabrikalarının tamamını pancar üreticisi ile şeker fabrikalarındaki işçilere devretmeye hazırlandığını ifade eden Gök, Türkiye’nin ise şeker fabrikalarını ‘bakkal dükkânı’ satar gibi yüksek parayı veren kişi ve
sermaye gruplarına satma hazırlığında olduğunu söyledi.
“Polonya, özelleştirmeyi şeker ve pancarına sahip çıkmak
için yaparken, Türkiye bu değerlerini elden çıkarmak için
yapıyor” diye konuşan Şeker-İş Sendikası Genel Başkanı
İsa Gök, “Polonya, sektöre sahip çıkmak için kılı kırk yaran bir özelleştirme süreci yaşarken Türkiye ise bir hiç uğruna şeker fabrikalarım elinden çıkarma gayreti içerisinde. Fransa ve Almanya’dan sonra AB’nin en büyük üçüncü
şeker üreticisi olan ve şeker sektöründe özelleştirme deneyimini ilk olarak 1989 yılında yaşayan Polonya, yaptığı bu
özelleştirmelerden ciddi bir şekilde ağzı yanmış durumda. Geçmişte yapılan bu özelleştirmelerle, bugünkü 18 şeker fabrikasının ll’ini 3 farklı Alman yatırımcı gruba satan Polonya’nın bu süreçte yaşadıkları, Türkiye için önemli bir ders niteliği taşıyor.” diye konuştu.
“Polonya bizim düştüğümüz hataya
siz düşmeyin diyor”
Polonya Tarım Bakanlığı üst düzey yetkilileri ve Şeker
Pancarı Üreticileri Birliği’nin şeker fabrikalarının özelleştirilmesi sürecine yönelik uyarılarının ülkemizin şeker
sektörü adına dikkate alınması gerektiğinin altını çizen
Gök, “Bizim düştüğümüz hataya siz düşmeyin diyorlar.
Türkiye’nin ekonomik olarak bu fabrikaları satmasını gerektirecek bir durumun da olmadığını, eğer geçmişte kendilerinin yaptığı gibi bir satış olursa bundan Türkiye Devleti ve milletinin çok şey kaybedeceğine dikkat çekiyorlar.
Ayrıca fabrikaların özelleştirilmesi gerekiyorsa da bizim
sürekli olarak üzerine bastığımız gibi işçi ve pancar üreticisine verilmesi gerektiğini vurguluyorlar” dedi.
TBMM’yi acilen toplanmaya davet ediyoruz
Türkiye’de de Polonya Modeli’ne benzer bir modelin uygulanmadığı taktirde bu fabrikaları alan firmaların uzun vadede üretimden çekilerek fabrikaları kapatma yoluna gideceklerini Polonya’lı yetkililerin kilometrelerce uzaklıktan
gördüklerini ancak Özelleştirme İdaresi’nin bu hassas konuyu görmezlikten geldiğinin altını çizen Gök şöyle konuştu:
“Bu özelleştirmelerden ciddi sıkıntı yaşayan Polonya,
elinde kalan 7 fabrikanın kesinlikle yabancıya ve özel sektöre satılmaması için 2001 yılında Meclis kararı aldı. Fabrikaların, pancar üreticisine ve fabrikalardaki işçiye satılması şartını da içeren bu karar doğrultusunda özelleştirme sürecini yürüten Polonya Hükümeti, geçtiğimiz Eylül ayında
fabrikaların işçiye ve üreticiye devir tarihini açıklamasıyla
birlikte sürecin sonuna gelmiş durumda. Özelleştirme sürecinin 10 yıl uzamasının nedeni de, gerekli yatırımları yaptıktan sonra fabrikaları işçi ve üreticiye karlı bir halde devretmek istemesinden kaynaklanıyor. Polonyalı pancar üreticisi ve şeker işçisi, bir anlamda fabrikalardan aldıkları kar
paylarıyla fabrikaların sahibi olacaklar. Biz neden Polonya
kadar milli duygularla hareket etmiyoruz? Meclisimizi bu
konuda acilen toplanarak şeker fabrikalarının mutlak surette pancar işçisinin, sektör çalışanların ve devletin elinde
kalması yönünde karar almaya davet ediyoruz.”
www.sekeris.org.tr
11
haber
“Piyasa ise tamamen şeker kartellerinin ve tatlandırıcı lobilerini kontrolüne girmiş olacak. Sektörde bundan
önce yapılan ancak Şeker-İş Sendikası’nın hukuk mücadelesi sonucunda satışı gerçekleşmeyen ihalelerde, şeker fabrikalarının üretimlerinde devamlılığı sağlayacak yaptırımlar bulunmamıştı. İhale şartnamelerinde göstermelik olarak 5 yıl üretim şartı getirilmiş ancak bu şartın bile uygulanması için ağır cezai müeyyidelere yer verilmemişti. 25
şeker fabrikasında çalışan işçinin temsilcisi olan Şeker-İş
Sendikası, fabrikaların kesinlikle ‘parayı veren fabrikaları alır’ mantığı ile özelleştirilmesine karşıdır. Bu karşı çıkışımızın haklı gerekçelerini de ortaya koyduk. Dünyanın en liberal ekonomisi olarak bilinen ABD ile AB’nin
en büyük pancar üreticisi olan Fransa ve Almanya’da olduğu gibi sektörü, içinde devletinde olduğu bir yapıda ‘sahibine’ verilmesinin taraftarı.”
gündem
Şeker İş Sendikası
’lu
Ürünlerin
İthalatına Karşı
Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar (GDO) Türkiye
pazarındaki yerini hızla almaya başlarken, 10 mısır çeşidinin daha ithalatı “yeterli itiraz olmaması durumunda” 12
Ekim günü saat 17 itibarı ile yasal hale gelecek.
21 Eylül tarihinde Biyogüvenlik Kurulu’nun web sayfasında, genetiği değiştirilmiş on ayrı mısır çeşidine ilişkin Risk Değerlendirme Komitesi ve Sosyo-Ekonomik
Değerlendirme Komitesi Raporları kamuoyu görüşüne
sunulmuş, bu konudaki Usul ve Esaslar gereği, görüş verme süresi 21 gün olarak belirlenmişti. Şeker-İş Sendikası
GDO’ların insan sağlığı üzerindeki tehlikeli sonuçlarına
ilişkin değerlendirmesini Sendika Vekili Avukat Gökhan
Candoğan, Biyogüvenlik Kurulu Başkanlığı’na gönderdi.
Şeker-İş Sendikası’ndan yapılan açıklamada, şu anda
Türkiye’de GDO’lu tarımsal üretim yapılması yasak olduğu ancak bir süre önce Biyogüvenlik Kurulu, genetiği değiştirilmiş 10 mısır çeşidinin daha yem amaçlı kullanılmak üzere ithal edilmesiyle ilgili olarak hazırlanan bilimsel risk ve sosyo-ekonomik değerlendirme raporlarını sitesinde yayınlayarak halkın görüşüne açtığı bildirildi. Açıklamada, dünyada genetiği değiştirilmiş organizmaların insan sağlığı üzerinde oluşturduğu olumsuzluklarının tartışıldığ Türkiye’de, itiraz süresi boyunca 50 bin
imzanın toplanamaması halinde GDO’lu ürünlerin ithalatının önü açılmış olacak. Daha önce Biyogüvenlik Kanunu çerçevesinde kurulan Biyogüvenlik Kurulu’nun izniyle 2010 yılında soya ithalatına izin verilmiş, 2011 yılının ocak ayından itibaren GDO’lu 3 soya türü Türkiye’ye
girmeye başladığı bildirildi.
“Biyogüvenlik Kurulu Roporu Gdo’da
Kansere Vurgu Yapiliyor”
Biyogüvenlik Değişim Kurulu’na sunulmak üzere
12 şeker-iş dergisi • eylül-ekim 2011
değerlendirme komitesi tarafından hazırlanan raporda,
GDO’lu ürünlerin halk sağlığı açından ne gibi etkileri olduğu açıklandı. Halk sağlığını yakından ilgilendiren gıdanın bol, ucuz, kaliteli ve sağlıklı olmasına dikkat çekilen raporda, yapılan çalışmalarda GDO’lu bitkilerin insan
sağlığına olumsuz etkilerinin olabileceği vurgulandı. Raporda, mısırın genetiğinin değiştirilmesiyle oluşan yeni
DNA’nın insan bağırsağında sindirilmeyip, hücrelerde
değişim yarattığı belirtildi. Raporda, hayvanlar için yem
olarak ithal edilecek mısırın kanserojen etkisinin yanı
sıra, böbrek ve karaciğerde yaratacağı tahribatın da insanlar için risk oluşturduğu yer aldı.
Şeker-İş’in Gdo’lara İlişkin Biyogüvenlik Kurulu
Başkanlığı’na Sunduğu 6 Maddelik Rapor Şöyle:
“1- Kamuoyu görüşüne, on ayrı genetiği değiştirilmiş mısır çeşidi ile ilgili Risk Değerlendirme Komitesi ve
Sosyo-Ekonomik Değerlendirme Komitesi’nin, ayrı ayrı
olmak üzere toplam yirmi (20) Raporu sunulmuştur. Değişik yönlerden değerlendirme içerir bu raporlara ilişkin
olarak görüş oluşturulabilmesi için 21 günlük sürenin yeterli olmadığı düşünülmektedir.
2- Sosyo-Ekonomik Değerlendirme Komitesi tarafından hazırlanan Raporlarda, ‘..besinler yoluyla alınan
transgenik DNA’ların sindirim sisteminde sindirilmediğini ..’ gösterir araştırmaların varlığından bahisle insan/
hayvan sağlığını olumsuz etkileme olasılığının varlığından söz edilirken, Risk Değerlendirme Raporunda, bu
duruma değinilmeksizin, herhangi bir sağlık riski oluşmadığı, ileri sürülmüştür. (Sosyo-Ekonomik Değerlendirme
Komitesi Raporunun 3’üncü sayfasında yer verilen/kay-
gündem
nak gösterilen (Goodman 2005 ve Agodi ve ark 2006)
araştırmalarına Risk Değerlendirme Raporunda yer dahi
verilmediği görülmüştür) Bu çelişkili yaklaşım Risk Değerlendirme Raporu’nun objektif bilimsel bir temeli olmadığı şüphesini doğurmaktadır.
3- GDO’lu ürünlerle ilgili olarak “hedef olmayan organizmalara gen kaçışı” konusunda, yaşanan süreçlere dayalı olumsuz sonuçlar mevcutken, Risk Değerlendirme
Raporunda, genel geçer ve yüzeysel bir yaklaşımla, sıkıntı/sorun yaşanmayacağı öngörüsü mevcuttur.
4- Her iki Rapor’da da (Sosyo-Ekonomik Değerlendirme Raporu’nda daha detaylı olmak üzere) olası risklere karşı önlemler alınması gerektiği bildirilerek, sonuçta GDO’lu mısır çeşidinin ithaline izin verilmesi istemi
mevcuttur. İnsan sağlığı ile tüketicinin seçim hakkının garanti altına alınması amacıyla, besin zincirinin tümü gözetilerek, GDO’lu yemler kullanılarak üretilen son ürünlerin etiketlerinde bu durumu açık/seçik belirtir bilgilendirmelerin yer alması gerektiği tartışmasızdır. Bu zorunluluğa rağmen, ithalat izninin hemen verilmesine karşılık,
ürün etiketleri ile ilgili “mevzuat değişikliğinin en kısa zamanda yapılması” temennisinde bulunulmuştur. İthalat
hemen başlayıp GDO’lu ürünler besin zincirine katılırken, bu ürünleri, GDO’lu yemler kullanılarak üretilen beyaz eti, sütü, yumurtayı kullanmak istemeyen, bu ürünleri bebek/çocuklarına yedirmek istemeyen kişi/tüketicilerin seçim hakkının belirsiz bir geleceğe bırakılması oldukça düşündürücüdür. Bu tür GDO’lu ürünlerin ithali
söz konusu olacak olsa da, kullanmak istemeyen ve hiç de
azımsanmayacak bir kitlenin haklarının elinden alınması, farkında olmaksızın bu tür ürünler kullanmak zorun-
da bırakılması, bu kararı verecek kamu görevlilerin hukuki, mali ve cezai sorumluluklarını doğuracaktır. Tüketiciyi besin zincirinin son halkasına kadar kullanılan yemin
GDO’lu olduğu konusunda uyaracak etiketleme ile ilgili yasal düzenlemeler yapılıp yürürlüğe sokulmaksızın ithalata izin verilmesi hukuken ve vicdanen kabul edilemez
bir yargıdır.
5- GDO’lu ürünler konusunda ülkemiz mevzuatı oldukça yeni olup bu tür şikayet/denetimlerle ilgili tüketici/yurttaşları koruyucu, istenen durumlarda gerekli, analizleri objektif bir şekilde yapıp kamuoyuna sağlıklı sonuç verecek mekanizmaların varlığından söz etmek pek
de mümkün değildir. Kağıt üzerinde varolan tedbirlerin
sonuç vermeyeceği aşikardır. Dolayısıyla, bu tür denetim
mekanizmaları, laboratuvarlar ve başvuru yolları etkin bir
şekilde tesis edilerek bu sürece başlanması gerekirken, ithalata izin verilerek geri dönüşsüz bir yola girilmesi kabul
edilemez bir uygulama olacaktır.
6- Sosyo Ekonomik Değerlendirme Raporunda, ithalata gerek kalmaksızın yem ihtiyacının karşılanması ve ithalatın minimum düzeyde tutulması için görüş ve öneriler ortaya konulmuştur. Sosyal tarafların katılımı ile bu
görüş/önerilerin yaşama geçirilmesi ile bir kaç uluslararası kartele mahkum kalmaksızın sorunun çözümü yoluna
gidilebilecekken, ithalat yolunun açılması düşündürücüdür. Bu tür kartelci yapılar, herhangi bir şekilde bir ülkeye
giriş yaptıklarında, sürecin geriye döndürülmesi mümkün
olmamaktadır. Nitekim, pancar şekeri üreticisi ülkemizde, bir şekilde üretim yapma izni alan Nişasta Bazlı Şeker
(NBŞ) lobisi, bugün Avrupa’nın çok- çok üzerinde bir düzeyde üretimi ülkemizde rahatça yapabilmektedir.”
www.sekeris.org.tr
13
gündem
Şeker-İş Sendikası Burdur Şubesi Başkanı Mustafa
Onay, vatandaşları, tatlı tüketiminin arttığı Ramazan
ayında yapay tatlandırıcılı ürünlere karşı dikkatli olmaları
konusunda uyardı.
Mustafa Onay yaptığı açıklamada, pancardan elde
edilen şekerin yerini almaya çalışan yapay ya da kimyasal tatlandırıcıların, son yıllarda gündelik hayatta kontrolsüzce yaygınlaştığını bildirdi. Özellikle Ramazan
ayında tatlı tüketiminin artmasına paralel olarak yapay
tatlandırıcıların tüketiminin de giderek arttığına dikkati
çeken Onay, “Şekerden yüzlerce kat daha tatlı olan alternatif tatlandırıcıların 20 kuruşluk miktarının, 2 TL
civarındaki bir kilogram şekerin işlevini görürken, insan
bedeninde yaptığı tahribatın boyutlarının büyüklüğü
sağlık çevreleri tarafından da sürekli olarak gündeme getirilmektedir” dedi.
Tamamı ithal edilen yapay tatlandırıcıların market
raflarındaki diyet kola, düşük kalorili yoğurt ve şekersiz
sakızın yanı sıra açıktan satılan baklava, reçel, hetva
ve sütlü tatlılar gibi birçok üründe kullanıldığını aktaran Onay, vatandaşların aldıkları ürünlerde kimyasal
tatlandırıcıların kullanıldığını bilmeden bu ürünleri
tüketmeye devam ettiklerini vurguladı. Fransa, Hollanda ve İngiltere’nin “nişasta bazlı şeker” (NBŞ) olarak da
adlandırılan Mısır şurubu üretimini durdurduğunu, en
büyük üretici ABD’nin ise üretim kotasını düşürdüğüne
işaret eden Onay, Türkiye’de ise Danıştay’ın kesinleşmiş
kararına rağmen Bakanlar Kurulu’nun kotayı her yıl
NBŞler lehinde artırmaya devam ettiğini savundu. Onay,
genellikle Çin, Singapur, Tayvan, Hollanda, ABD. Almanya gibi ülkelerden ithalat ya da bavul ticareti yoluyla
gelen yapay tatlandırıcıların ihtiyacının çok üzerinde
ithal edildiğine dikkati çekerek. şunları kaydetti: “Genellikle yiyecek ve içeceklerde gıda kodeksi ve üretim
standartları hiçe sayılarak büyük oranda kullanılan bu
tatlandırıcılar ve gıda katkı maddeleri maalesef sağlıksız
nesillerin yetişmesinin de zeminini oluşturmaktadır Tatlı
tüketiminin çok fazla olduğu ülkemizde Özellikle Ramazan ayında sofralarımızın vazgeçilmezi olan baklava tarzı
tatlılar insanların ekonomik zaafından faydalanan bazı
merdiven altı imalatçılar tarafından emsallerinden düşük
fiyatlarda piyasaya sürülmektedir Vatandaşlarımız mutlak
surette pastanelerde pancar şekerinden üretilen kaliteli
tatlıları tercih etmelidirler” diye konuştu.
Burdur Şeker-İş’ten
Yapay Tatlandırıcı Uyarısı
14 şeker-iş dergisi • eylül-ekim 2011
Bor şeker Fabrikasında 09.05.2011-09.06.2011 tarihleri arasında fabrika Müdürü ,Şube Başkanı ve Şeker Spor un
destekleri ile geleneksel olarak düzenlenen voleybol turnuvası 8 takımın katılımıyla büyük dostluk ve coşku ile yapıldı.
Turnuva sonunda Kazan Dairesi takımı 1.liği, Ham fabrika takımı 2.liği, boru hane takımı 3.lüğü kazandı. Kazanan takımlara kupalarını fabrika yönetimi ve Şube yönetimi birlikte taktim ettiler.
Bor Şeker-İş’ten
Üyelere Hizmet Yılı Ödülü
Bor Şeker Fabrikasında 20 ve 30 hizmet yılını dolduran üyelere, düzenlenen bir törenle hatıra Cumhuriyet altını verildi. Fabrika yönetimi ve Şeker-İş Sendikası yönetimi tarafından hizmetlerinden dolayı üylere teşekkür edildi.
www.sekeris.org.tr
15
şubelerden
Borşeker’den Voleybol Turnuvası
şubelerden
Şeker-İş Adapazarı Başkanı Oğuz Kalay:
“Kota Sorunu Çözülsün”
Şeker-İş Sakarya Şubesi AK Parti İl Başkanlığını ziyaret etti. Şeker-İş Sendikası Sakarya Başkanı Oğuz Kalay,
AK Parti İl Başkanı Recep Uncuoğlu’nu ziyaretinde Adapazarı Şeker Fabrikası’nın içinde bulunduğu kota sorunun çözümü için destek istedi. AK Parti İl Başkanı Recep
Uncuoğlu’ndan kota sorununu üstlenmesini isteyen Kalay, seçim öncesinde milletvekillerinin de kotanın çözümüne yönelik verdiği sözleri hatırlatarak, “Sizlere inanıyor ve güveniyoruz. Siz istemeden bu sorunun çözülmeyeceğinin de bilincindeyiz. Bu fabrika yüzde 99 çalışma
kapasitesine sahipken, bugün yüzde 70 eksik kapasite ile
çalıştırılıyor. Bu sorun çözülmezse, bu fabrika yok olmakla yüz yüze gelecek. Bu fabrikadan çalışanın yanında onların aileleri, bu şehrin çiftçisi, esnafı binlerce kişi ekmek yiyor. Bu fabrikanın yok olmasına göz yumamazsınız” dedi.
15 bin ton kota istiyoruz
Şeker Kurulu tarafından yapılan yanlış kota hesaplamalarından doğan 15 bin tonluk kota kayıplarının bulunduğunun da altını çizen Kalay, “’Biz en azından bu haksızlığın giderilmesini ve hakkımız olan 15 bin ton kotanın
16 şeker-iş dergisi • eylül-ekim 2011
verilmesini istiyoruz. 15 bin kota onlar için çok bir şey değil ama borç ödeyen bir fabrika için çok şey. Adapazarı Şeker Fabrikası, Sakarya’nın elinde kalan tek milli sermayedir. Bu milli sermayeye hep birlikte sahip çıkalım” şeklinde konuştu. AK Parti İl Başkanı Recep Uncuoğlu da Adapazarı Şeker Fabrikası’nın, Sakarya için öneminin farkında olduklarını belirterek, “Yeter ki niyetler ve hedefler bir
olsun. Çözülmeyecek sorun yoktur. Hükümetimiz tarafından ekim alanları ile ilgili sıkıntı giderilmiş, kola sorunu
da inşallah çözülecektir. Kota hesaplamalarında C şekeri
olarak sayılan o kısım, ekim alanlarının önünün açılması
ile artık kotanıza dahil edilecek. Kota hesaplaması, Şeker
Kurulu’nun kendi kanun ve yönetmeliği ile belirlenip, belli usul ve esaslara göre hazırlanıyor. Bu kurul biliyorsunuz
2002 kriziyle dönemin hükümeti tarafından alel acele hazırlanmış kanun ve yönetmeliklerin ürünü. Bu yapının değişmesi şart. Bunun için çalışmalar devam ediyor. Yeni yasama yılı ile birlikte Şeker Kanunu, Şeker Kurulu’nun yapısı yeniden ele alınacak ve yapılacak yeni düzenlemeler ile
bu sorunlar çözülecek. Bugün bir defaya mahsus kota artırımı, bu fabrikanın sorununu çözmez” diye konuştu.
İftar Yemeği
Burdur Şeker Fabrikası personeli iftar yemeğinde buluştu. Ev sahipliğini fabrika müdürü
Abdulkadir Gülsün ve Şube başkanı Mustafa Onay’ın yaptığı yemeğe, işçisiyle memuruyla
geniş bir katılım oldu. Personelin ailelerinin de katıldığı ve canlı tasavvuf müzüği eşliğinde
düzenlenen yemek, birlik ve beraberliğin sergilendiği, dayanışmanın ön planda olduğu hoş
anlara sahne oldu.
www.sekeris.org.tr
17
şubelerden
Burdur Şeker Fabrikasında
şubelerden
CHP Malatya Milletvekili Ağbaba’dan muş şeker Fabrikasını ziyaret…
Şeker-İş Muş Şube Başkanı Sancar:
“Fabrika Muş’un Malı Olarak Kalmalı”
Ağbaba:
“Özelleştirmeler halkın zararına olmuştur”
Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Malatya Milletvekili Veli Ağbaba, birtakım incelemelerde bulunmak üzere
Muş’a geldi. Şeker fabrikasını gezen Ağbaba, şekerin özelleştirilmesine tepki gösterdi.
CHP Malatya Milletvekili Veli Ağbaba, geldiği
Muş’ta şeker fabrikasını ziyaret ederek, Şeker-İş Sendikası Muş Şube Başkanı Fikret Sancar’dan çalışmalar ile ilgili bilgi aldı. Fabrikanın Muş’a ve bölgedeki illere sağlamış
olduğu faydalarla ilgili olarak Milletvekili Ağbaba’ya bilgi
veren Sendika Başkanı Sancar, fabrikanın özelleştirilmesi ile ilgili duymuş oldukları endişeyi dile getirdi. Şeker-İş
Sendikası Muş Şube Başkanı Fikret Sancar, “Muş Şeker
Fabrikası’nın bölgeye ve özellikle de ilimize faydaları ortadadır. Taşeron işçileri ile birlikte fabrikamızda bin kişi
çalışıyor. 8 bin 500 çiftçimiz ile 4 il, 10 ilçe ve 102 köyde pancar tarımı yapıyoruz. Muş’a ve bölgedeki birkaç ile
katkı sağlayan fabrikamızın yine Muş’un malı olarak kalmasını istiyoruz” dedi.
Günlük ortalama 3 bin 500 ile 4 bin ton civarında
pancar işlediklerini belirten Sancar, “Fabrikamız oldukça verimli. Başta esnaf ve Muş halkının bu fabrikaya sahip çıkmasını bekliyoruz. Bu anlamda ana muhalefet partisi olarak sizlere desteklerinizden ötürü teşekkür ediyoruz. Bu konuyu sıcak ve gündemde tutmanızı bekliyoruz.
Biz şeker çalışanları olara mücadelemize devam edeceğiz.
18 şeker-iş dergisi • eylül-ekim 2011
İnanıyoruz ki bir şekilde Muş Şeker Fabrikası’nın önemi fark edilir. Bu fabrikalar sosyal amaçla kurulmuş fabrikalardır. Bölgede barış
ortamının sağlanması lazım. Bunun içinde işsizliği bitirmek gerekiyor. Fabrikamızın bölgede 250
bin işsiz insana faydası oluyor” diye
konuştu.
CHP Malatya Milletvekili Veli
Ağbaba ise Muş’ta böyle bir fabrikanın olmasından dolayı mutlu olduğunu belirterek, Şeker
Fabrikası’nda yeni yapılan arıtma
tesisinin fabrikaya ve Muş’a verdiği katkının büyük olduğunu söyledi. Hükümetin bölgelerdeki şeker
fabrikalarını özelleştireceğini vurgulayan Ağbaba, “Fabrikalar A-B
portföy olmak üzere 2 gruba ayrılmıştır. Muş ise A portföyündedir. Muş dahil olmak üzere Erzincan, Elazığ ve Ağrı
fabrikalarının özelleştirilmesi için uğraş veriliyor. Buna
benzer özelleştirmeler halkın zararına, birilerinin yararına
olmuştur. Özelleştirme hiçbir zaman halkın yararına olmamıştır. Arıtması yeni yapılmış, toplam bin kişinin istihdam edildiği, 8 bin 500 ailenin ekim yaparak geçimini sağladığı ve her alanda ekonomik olarak fayda sağlayan bir fabrikanın satışının kime faydası olacak? Eğer şeker fabrikası satılırsa bilinsin ki Muş halkı ve esnafı açlıkla
karşı karşıya gelecektir. Muş Şeker Fabrikası’nın satılması
bir cinayettir. Buranın satışını desteklemekte cinayete ortak olmaktır. Bu fabrikanın satışını istemek Muş’a ihanet
etmektir. Bu nedenle Muş bu fabrikaya sahip çıkmalıdır.
Hem iktidar hem de muhalefet bu fabrikaya sahip çıkmalıdır ve bu satış önlenmelidir” diye konuştu.
Şeker fabrikalarının satılmaması konusunda çalışma
yapacaklarını dile getiren Veli Ağbaba, “Bu fabrikanın satılması halinde Muş’un kalbine hançer saplanır, Muş’un
ciğeri yok edilmiş olur. Kalbi ve ciğeri olmayan bir yerde yaşanılmaz. Bu satışı yapacak olanları vicdanlı olmaya
davet ediyorum. Ben Malatya Milletvekili ve Muş’un gönüllü milletvekili olarak bunun her zaman takipçisi olacağım. Şeker fabrikasının satışının yapılmaması için yapılması gereken ne varsa yapacağım. Şeker fabrikalarının satışı ile ilgili olarak meclis araştırması vereceğiz” dedi. Ağbaba, daha sonra fabrikadan ayrıldı.
“Fabrikaların
Özelleştirilmesine
Karşıyız”
Şeker-İş Sendikası Uşak Şube Başkanı Kenan Tatar,
kimyasal tatlandırıcıların insan sağlığını tehdit ettiğini
ifade etti. Devlete ait 10 şeker fabrikasının satışının gündemde olduğunu da hatırlatan Tatar, fabrikaların özelleştirilmesine karşı olduklarını söyledi.
Sentetik şeker olarak adlandırılan kimyasal tatlandırıcıların; alerji, kanser ve alzheimer gibi hastalıklara neden olduğunu ifade eden Kenan Tatar, Türkiye’de kimyasal tatlandırıcı kullanımının her geçen gün arttığını kaydetti. Uşak
Gazeteciler Cemiyeti’ni ziyaret eden Kenan Tatar, fabrikaların özelleştirilmesini istemediklerini belirterek özelleştirmeye karşı sivil toplum kuruluşlarından ve yerel basından
destek istediklerini kaydetti. Türkiye’de devlete ait 22 şeker
fabrikasının bulunduğunu ve bu fabrikaların etaplar halinde özelleştirileceğini anlatan Kenan Tatar, ilk etap satış için
Kasım ayında ihale düzenleneceğini bildirdi.
Türkiye’nin ilk şeker fabrikası olan Uşak Şeker
Fabrikası’nın ilk etapta yer almadığını ancak özelleştirme
takviminin işlemesi halinde en geç Mart ayına kadar özelleştirilebileceğini belirten Kenan Tatar, “Uşak Şeker Fabrikası kentin simgesi ve ülkemizin sektördeki ilk fabrikasıdır. Bu özelliğinin yanı sıra kent ekonomisine yıllık 43
milyon TL katkı sunmaktadır. Yaklaşık 25 bin aile pancar üretiminden geçimini sağlıyor. 407 daimi ve geçici işçi
çalışıyor. Hem tarihi ve hem ekonomik katkısı nedeniyle
fabrikanın özelleştirilmesini istemiyoruz. Bu konuda kamuoyundan, sivil toplum örgütlerinden ve yerel basından
destek istiyoruz” dedi.
Kimyasal tatlandırıcıların kullanılmasının artmasına
bağlı olarak bazı hastalıkların daha sık görülmeye başlandığını da savunan Kenan Tatar, şeker fabrikalarının tamamının özelleştirilmesi halinde tatlandırıcı kullanımının
hat safhaya ulaşacağını iddia etti. Şeker sanayinin özelleştirmelerle birlikte ciddi bir çıkmazın içine girdiğini de
öne süren Tatar, “Şeker fabrikaları bugün eski teknolojilerle ve yetersiz çalışan sayısı ile üretim yapmaya çalışıyor.
Bu nedenle ülke ihtiyacının altında üretim yapılıyor. Ancak kaçak şeker üretimi ve tatlandırıcılar yüzünden stoklar hat safhaya ulaştı. Pancar şekeri üretimi yapan tüm ülkelerde bu sektör desteklenirken ülkemizde destekleme
kapsamından çıkarılmaktadır. Ülkemizdeki pancar tarımı biterse 6 milyon insan zarar görecek ve köyden kente göç artacaktır. Özelleştirilen fabrikalarda ise bir süre
sonra mısırdan şeker üretimine geçiliyor. GDO’lu mısırdan şeker üretimi ise halk sağlığını daha da olumsuz etkileyecektir. Bu nedenle şeker fabrikalarının özelleştirilerek
pancar üretimini yok saymanın hiçbir anlamı yoktur. Biz
bu nedenle şeker fabrikalarının özelleştirme kapsamında
çıkartılmasını istiyoruz” dedi.
Uşak Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Abdurrahman
Yavuz ise önceki hafta düzenledikleri çalıştayda yayınladıkları bildiriye dikkat çekerek Uşak Şeker Fabrikası’nın
özelleştirilmemesi için ellerinden gelen desteği sağlayacaklarını sözünü verdi. (İHA)
www.sekeris.org.tr
19
şubelerden
Şeker-İş Sendikası
Uşak Şube Başkanı Kenan Tatar:
sağlık
Obez Olarak Yaşanan Her Yıl
Ölüm Riskini Artırıyor
ABD’de yapılan bir araştırmaya göre, obez olarak geçirilen her iki yılda ölüm riski yüzde 7 artarken, uzmanlar,
obez olma yaşının gittikçe düştüğünü belirterek, bugünün çocuklarının yaşam sürelerinin geçmiş nesillere göre
kısalabileceği uyarısını yaptılar.
LONDRA (ANKA) - Obezite, insan sağlığını tehdit etmeye devam ediyor. ABD’de yapılan bir araştırmaya göre, obez olarak geçirilen her iki yılda ölüm riski yüzde 7 artarken, uzmanlar, obez olma yaşının gittikçe düştüğünü belirterek, bugünün çocuklarının yaşam sürelerinin
geçmiş nesillere göre kısalabileceği konusunda uyardılar.
ABD’de yaşayan 5 bin 36 kişinin onlarca yıl iki yılda
bir incelendiği araştırmada, obez olarak geçirilen her iki
yılda ölüm riski yüzde 7 artarken, 15-25 yaşları arasında
obez kişilerin ölüm riskinin hiç obez olmayanlarla karşılaştırıldığında iki kat fazla olduğu belirlendi.
Uluslararası Epidemoloji Dergisine konuşan araştırmacılar, obez olarak geçirilen yılları belirlemek için yeni
bir ölçüme ihtiyaç olduğuna dikkat çekerek, obezitenin
sağlığa verdiği zararın küçümsenebileceğini çünkü durumun yeterli bir biçimde ölçülemediğini belirtti.
BBC’nin yansıttığı araştırmada, son çalışmaların obez
olarak yaşanan her 10 yılda ölüm riskinin iki kat arttığı-
20 şeker-iş dergisi • eylül-ekim 2011
nı gösterdiği belirtilerek, bu araştırmanın yaş gibi diğer
faktörlere de bağlı olarak obez geçen sürenin ölüm riskini
doğrudan etkilediğini gösterdiği ifade edildi.
“Bugünün Çocukları Daha Kısa Yaşayabilir”
Uzmanlar, obez olma yaşanın gittikçe düştüğünü belirterek, bugünün çocuklarının yaşam sürelerinin geçmiş
nesillere göre kısalabileceği uyarısını yaptılar.
Ulusal Obezite Forum’undan Tam Fry da, “Obezite
çok genç yaşlarda bir problem olmaya başladı. İnsanların
obezite yüzünden ebeveyinlerinden önce öldüğünü görüyoruz” dedi.
Kilo vermek için kullanılan yapay tatlandırıcıların,
kilo verdirmediği gibi alınmasına yol açabildiği belirtildi.
Araştırmacılar, insan vücudunun kalorisi?, yapay tatlandırıcılarla gerçek şekeri ayırt edemediğini, bu tatlandırıcıların da tıpkı şeker gibi, glikozun emildiği bağırsaklardaki sensörleri harekete geçirerek şekerle aynı etkiyi gösterdiği bildirildi Bu nedenle rejim yapan bir kişinin kilo kaybetmediği gibi zaman içinde kilo bile alabileceği belirtildi. Daily Mail gazetesinin haberine göre, Liverpool Üniversitesi profesörü Soraya Shirazi-Beechey, ince bağırsaklardaki sindirim süreci üzerinde yaptığı incelemede, şekeri
tanıyarak bağırsaktan kana geçmesini sağlayan hormonları salgılayan hücreleri tespit etti. Araştırmada, bu hücrelerin yapay tatlandırıcılarla karşılaştığında da aynı hormonları salgıladığı anlaşıldı. Shirazi-Beechey, “Yapay tatlandırıcılar da glikoz sensörünü harekete geçiriyor ve bağırsağın daha fazla şeker emme kapasitesini artırıyor. Zayıf
kalmak için diyet kola içersiniz ancak, yapay tatlandırıcılar bu sensörü harekete geçirebildiği için daha fazla şeker
almış olursunuz” dedi. Prof. Shirazi-Beechey, “Yapay tatlandırıcıların kilo kaybetmek isteyenlerin işine yarayacağını düşünmüyorum. Benim tavsiyem doğal gıdalar alsınlar, ancak bunları az miktarda tüketsinler” diye konuştu.
www.sekeris.org.tr
21
sağlık
Yapay Tatlandırıcı
Kullananlar Dikkat!
gündem
“3 Soya Geni Dışında
Gdo İthalatına İzin Verilmedi”
“3 soya geni dışında GDO ithalatına izin verilmedi” ANKARA - DÜNYA Biyogüvenlik Kurulu Başkanı
Prof. Dr. Hakan Yardımcı, yasal prosedürde bakıldığında
Türkiye’de şu anda sadece yem amaçlı 3 soya genine izin
verildiğini, bunların dışında GDO (Genetiği Değiştirilmiş Organizma) ithalatı ile ilgili bir kararlarının olmadığını söyledi. 5977 sayılı Biyogüvenlik Kanunu’nun 26
Eylül 2010’da yürürlüğe girdiğini, kanun uyarınca kurulan Biyogüvenlik Kurulu’nun eş zamanlı olarak çalışmalara başladığı hatırlatan Yardımcı, kurulun yapısına ilişkin bilgi verdi. Türkiye’nin GDO’lar konusunda hazırladığı kanunun AB kuralları ile karşılaştırıldığında oldukça
katı olduğunu da belirten Hakan Yardımcı, Biyogüvenlik
Kurulu’nun bugüne kadar Türkiye Yem Sanayicileri Birliği Derneği İktisadi İşletmesinin başvurusunu yaptığı yalnızca 3 soya geninin yem amaçlı kullanılması hakkında
olumlu karar verdiğini hatırlattı. Yardımcı, şöyle konuştu:
“Bunların dışında GDO ithalatı ile bir kararı yoktur. Bu
22 şeker-iş dergisi • eylül-ekim 2011
başvurudan sonra Türkiye Gıda ve İçecek Sanayi Dernekleri Federasyonu ve ÜNAK Gıda ve Kimyevi Maddeler
San. Tic. Ltd. Şti’nin gıda amaçlı başvurularında genetiği değiştirilmiş 3 soya (ÜNAK), 21 mısır, 3 kolza, 1 şeker
pancarı, 1 patates, Türkiye Yem Sanayicileri Birliği Derneği İktisadı İşletmesi ve Beyaz Et Sanayicileri ve Damızlıkçılar Birliği’nin (BESD-BİR) ve Yumurta Üreticileri
Merkez Birliği’nin (YUM-BİR) yemlerde kullanım amacıyla 22 mısır, 3 kolza ve 1 şeker pancarı (YUM-BİR hariç) yaptıkları basitleştirilmiş işlem başvuruları ret edilerek normal süreçte değerlendirilmek üzere bilimsel komitelere gönderilmiştir.” Yardımcı, komitelerden gelen sonuçların kamu görüşün açılmas dasında nihai kararın verileceğini ifade etti.
Kamuda Görev Yapıyor
Türkiye’de, kamu istihdamı, Haziran
sonu itibariyle 3 milyon 64 bin 980 kişiye ulaştı. 6 aylık dönemde istihdam, 51
bin 368 kişi arttı.
Ülkedeki toplam istihdam da 24 milyon 445 bin’e çıktı. Buna göre, 8 çalışandan 1’ini (yüzde 12,5) kamuda görev yapanlar oluşturuyor.
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre,
kamuda 30 Haziran itibariyle 2 milyon 181 bin 556 kadrolu, 331 bin 702 sözleşmeli personel görev yapıyor. Kamuda, ayrıca 414 bin 335 işçi çalışıyor. Bunun 385 bin
48’ini sürekli, 29 bin 287’sini de geçici statüdeki işçiler
oluşturuyor.
Geçici personel sayısı 21 bin 546’yı, muhtarlar, geçici köy korucuları gibi ‘’diğer’’ pozisyonlardaki çalışanların
sayısı da 115 bin 841’i buluyor.
münün, genel bütçe kapsamındaki kamu idarelerinde görev yaptığı görüldü. Üniversiteler, yüksek teknoloji enstitüleri ve Yükseköğretim Kurumu’nda çalışanların sayısı,
184 bin 397 oldu. Sosyal Güvenlik Kurumlarındaki toplam kamu istihdamı 27 bin 951, döner sermayeler ve kefalet sandıklarında da 60 bin 879 kişi olarak belirlendi.
Kamu bankaları olan Ziraat Bankası, Halkbank, Eximbank ve Kalkınma Bankası’nda 39 bin 524 kamu çalışanı bulunuyor. Bunun, 37 bin 377’sini sürekli işçiler oluşturdu. Özel Kanunu olan TRT ve TÜRKSAT A.Ş’deki
kamu istihdamı da 8 bin 305 kişiye ulaştı.
Yerel Yönetimlerdeki Kamu İstihdam
306 Bin Kişiyi Buluyor
Yerel yönetimlerdeki kamu istihdamı da 305 bin 944
oldu. Belediyeler, bağlı kuruluşları ile mahalli idare birliklerinde 242 bin 852, il özel idarelerinde 38 bin 500, Belediye İktisadi Teşekküllerinde (BİT’ler) 24 bin 592 kamu
çalışanı görev yapıyor.
Kamu Bankalarında 39 Bin 524 Kamu Çalışanı Var
Kamu istihdamının kurumsal dağılımına bakıldığında da çalışanların 2 milyon 171,8 bin gibi büyük bir bölü-
www.sekeris.org.tr
23
iş dünyası
8 Çalışandan 1’i
şubelerden
Susurluk Şeker-İş
a
r
a
c
n
a
P
Şeker fabrikalarının devlet desteği olmadan yaşamasının mümkün olmadığını belirten Şeker -İş Sendikası Susurluk Şube Başkanı İsmail Karadayı, şeker fabrikalarının
özeleştirilmemesi gerektiğini söyledi. Karadayı, bugün
desteklenmeyerek adeta kaderine terk edilen şeker fabrikalarının gerçekte ülke ekonomisine katma değerinin
otomobil fabrikalarından fazla olduğunu bildirdi.
Belediye-İş Sendikası’nda düzenlenen basın toplantısında bir açıklama yapan Şeker-İş Sendikası Şube Başkanı İsmail Karadayı, pancar tarımına hiç destekleme yapılmamasından şikayet etti. Pancardaki rekoltenin az olması nedeniyle kampanya yapılmayacağını kaydeden İsmail
Karadayı, 2000 yılında çıkarılan şeker yasası ile birtakım
değişiklikler yapıldığını, şeker pancarına kota getirilerek
sınırlandığını bildirdi. Şeker pancarındaki taban fiyatın
kasıtlı olarak düşük tutulduğunu da ileri süren Karadayı,
bunun sonucunda çiftçinin küstürüldüğünü, pancar üre-
24 şeker-iş dergisi • eylül-ekim 2011
Devlet
Desteği
İstedi
timinin yüzde 50 oranında yan yanya düştüğünü, düşük
fiyat ve desteklemesi olmadığı için de Türkiye’deki pancar
tarımının bitmek üzere olduğunu vurguladı.
Balıkesir’in Susurluk ilçesindeki Susurluk Şeker
Fabrikası’nda sadece geçen sene zarar edildiğini anlatan
İsmail Karadayı, “Şeker fabrikalarının sağladığı katma değer otomobil fabrikalarından daha fazla. Türkiye’de şeker bazlı üretim bitirilmek isteniyor. Pancar tarımı etkiledi. Pancar tarımı devlet tarafından desteklenmeli” dedi.
Türkiye’nin kotasını mutlaka koruması gerektiğini aksi
halde pancar tarımının tamamen biteceğinin altını çizen
Şeker-İş Sendikası şube başkanı İsmail Karadayı, “Şeker
fabrikalarının özelleştirilmemesi lazım. Devlet desteği olmadan şeker fabrikalarının yaşaması mümkün değil. Pancar tarımının az olması, kampanya sürelerinin de az olması en önemli neden” diye konuştu.
şubelerden
Şeker-İş Genel Merkez
Denetimi yapıldı
Şeker-İş Sendikası Genel Merkez Denetim 5-17 Eylül
tarihleri arasında Başkan Salih Ünal, Üye Veli İlkay ve Raportör Osman Erik tarafından gerçekleştirildi. Denetim
sonrası tutulan tutanakta bütün kayıtların incelenerek kayıt ve kararların yönetmelik ve tüzüğe uygun olarak zamanında yapıldığı, kayıt ve evraklarda herhangi bir eksikliğe
rastlanmadığına vurgu yapılarak yönetim kurulunun yaptığı çalışmalara teşekkür edildi.
Çarşamba Şeker-İş’den
Üniversiteyi Kazanan
Öğrencilere Ödül
Çarşamba Şeker-İş Sendikası 4 yıllık üniversiteyi kazanan çalışan personel çocuklarına İmza Mağazalarının sponsorluğunda çeşitli hediyeler dağıttı. Amaçlarının üniversiteyi kazanan öğrencilere moral, diğer çocukları da bu manada
okumaya teşvik etmek olduğunu ifade eden Çarşamba Şeker-İş Sendikası Şube Başkanı Sinan Türe, bu tür uygulamaları önümüzdeki dönemlerde de sürdüreceklerinin altını çizdi.
www.sekeris.org.tr
25
gündem
Şeker-İş Sendikası
Personelleriyle İftar Yemeği
Şeker-İş Sendikası çalışanları Genel Merkez yönetimiyle iftar yaptı. Şeker-İş Anadolu Mutfağı’nda gerçekleştirilen
iftara eğitim, AR-GE-muhaberat-vakıf-basın yayın-muhasebe-ulaştırma ve idari kısım personeli katıldı.
Şeker-İş Sendikası şeker sektörüne ışık tutacak bir çalışmaya imza attı…
Şeker-İş’ten ‘Şekerin Geleceği’ Kitabı
Şeker-İş Sendikası sofralarımızın vazgeçilmezi, insanların temel beslenme kaynaklarından olan ve yarattığı katma değer ile ülke ekonomisinin lokomotifi stratejik ürün
şeker için bir kitap yayınladı.
Kitapta kısa vadeli çıkarlar peşinde koşan, teknolojik ve
ekonomik bir perspektife sahip olmayan ve rant haline getirilmeye çalışılan özelleştirme politikalarına değinilirken,
şeker sanayinde uygulanacak yeni ekonomi politikalarıyla
da ülkemizin coğrafik olarak bulunduğu bölgesinde güçlü bir üretim kuruluşu haline dönüşmesinin uzak olmadığına vurgu yapıldı. Şeker endüstrisinin yeniden yapılanmasında pancar üreticisinden sektör çalışanlarına hatta yem ve
hayvancılık alanındaki sivil toplum kuruluşlarına kadar bütün aktörlerin kamu ile birlikte sorumluluk alacağı bir örgütlenmeye ihtiyaç duyulduğuna da kitapta açıklık getirilirken, güncel istatiksel veriler tablolarla desteklendi.
‘Şekerin Geleceği’ isimli kitapta ülkemizin geleceği açısından şeker sanayinin sorunlarına geniş kapsamlı yer verilirken, ülkemizi dışa bağımlılıktan kurtaracak önerilere de değinildi. Pancar tarımının istihdama katkısı, Dünya
ve Türkiye şeker sanayilerinin tarihsel gelişimi, dünyada ve
Türkiye’de şeker fiyatları, AB şeker reformu, geleceğin yakıtı biyoetanol üretimi, sağlık açısından özellikle çocuklarımız için tehlikeli olduğu iddia edilen tatlandırıcılar ve NBŞ
26 şeker-iş dergisi • eylül-ekim 2011
politikaları ile Şeker-İş Sendikası’nın NBŞ kotalarının artırılmasına karşı vermiş olduğu hukuki mücadele ve özelleştirme stratejilerine kitapta büyük yer verildi.
İlk baskısı 15 bin adet olan kitap, Başta Cumhurbaşkanı olmak üzere Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Bakanlar Kurulu, Milletvekilleri, Özelleştirme İdaresi, Yüksek Yargı, sivil toplum kuruluşları, üniversiteler, sektör
temsilcileri ile ulusal ve yerel medya kuruluşlarına gönderildi. Yoğun ilgi gören kitabın önümüzdeki günlerde yenilenmiş haliyle 10 bin adet daha basılması planlanıyor.
Özelleştirme İdaresi Başkan Vekili Ahmet Aksu’nun
şeker fabrikalarında B ve C portföylerinde bir iki hafta
içinde ihaleye çıkılacağını bildirmesi, Şeker İş Elbistan Şubesi Başkanı İsmail Şahin tepkisine neden oldu.
Şahin, “Elbistan Şeker Fabrikası’nın özelleştirilmemesi için sendika olarak hukuki mücadelemizi sonuna kadar
vereceğiz. “ diye konuştu.
Özelleştirme çalışmalarıyla ilgili olarak görüş belirten
Şeker-İş Sendikası Başkanı Şahin, “Türk Şeker Sanayi’ne
ait bugün 10 fabrika B ve C portföylerinde ihaleye çıkarılacak. Daha önce de bu fabrikalar Özelleştirme kapsamında idi. Özelleştirmenin durdurulması için açılan davalar
neticesinde Yargıtay, Özelleştirme şart namesini gerekçe
göstermiş ve iptal kararı vermişti. Özelleştirme İdaresi, yeniden şart name hazırlayarak, bu fabrikaları yeniden satışa
sunmayı düşünmektedir. Tabi ki bu da böyle kolay olmayacak. Bizde sendika olarak netice alana kadar mücadelemizi dün olduğu gibi bugünde devam ettireceğiz. “ ifadesini kullandı.
Başkan Şahin, “Özelleştirmenin bu şartlarda yapılma-
sı demek, bu fabrikaların yüzde 90’ının kapanması demektedir. Kapandığı zaman da bölge
ekonomisinin, yöre ekonomisinin, Türkiye’nin
menfaatine olmayacağını daha önce de söyledik, şimdi de söylüyoruz, söylemeye de devam
edeceğiz. Burada sadece
işçiler kaybetmeyecek, aynı zaman da çiftçiler, besiciler,
petrolcüler, nakliyeciler, çapacılar, çalışanlar kısacası hepsi kaybedecek. Bu bölgede yaklaşık 500 bin ton pancar yetiştiriliyor. Tabi ki bu emek demek istihdam demektir. Bu
pancar, bu fabrikada işleniyor. 60 bin ton şeker, 110 bin
ton küspe, 15 bin ton melas ve bunun yan girdileri ile birlikte bölge ekonomisine katkısı 150 milyon liradır. Bu gelirden bu ülke, bu bölge insanı mahrum kalacaktır. “ görüşlerini dile getirdi.
Yapay Tatlandırıcı” Uyarısı
Şeker-İş Sendikası Ereğli Şubesi Başkanı Yüksel İlaslan, yapay tatlandırıcılara karşı dikkatli olunması gerektiğini bildirdi. İlaslan, gazetecilere yaptığı açıklamada, pancardan elde edilen şekerin yerini almaya çalışan yapay ya
da kimyasal tatlandırıcıların son yıllarda günlük hayatta
kontrolsüzce yaygınlaştığını ifade etti. Tamamı ithal edilen yapay tatlandırıcıların ‘aspartam’ ve ‘sakarin’in, diyet
kola, düşük kalorili yoğurt ve şekersiz sakızın yanı sıra
açıkta satılan reçel, helva, sütlü tatlılar ve baklava gibi, birçok üründe kullanıldığını açıklayan İlaslan, şunları kaydetti: “Fransa, Hollanda ve İngiltere tedbir alarak, nişasta bazlı şeker olarak da adlandırılan mısır şurubunun üretimini sıfırlamıştır. En büyük üretici ABD ise üretim kapasitesini düşürmüştür. Genellikle Çin, Singapur, Tayvan,
Hollanda, Amerika, Almanya gibi ülkelerden ithalat ya da
bavul ticareti yoluyla gelen bu tatlandırıcılar, ülkemiz ihtiyacının çok üzerinde ithal edilmektedir. Yiyecek ve içeceklerde gıda kodeksi ve üretim standartları hiçe sayıla-
rak büyük oranda kullanılan bu tatlandırıcılar ve gıda katkı maddeleri, maalesef sağlıksız nesillerin yetişmesinin de
zeminini hazırlamaktadır.”
www.sekeris.org.tr
27
şubelerden
Şahin: Özelleştirme Olmaması için
Hukuki Mücadelemizi Vereceğiz
ekonomi
Kayıt Dışı
Ekonomiye
Karşı
47 Maddelik
Eylem Planı
Devleti sadece akaryakıtta 3 milyar TL’lik kayba
uğratan kayıt dışılığa karşı sert tedbirler geliyor.
Ekonomi yönetiminin hazırladığı 47 maddelik eylem
planına göre doğalgaz, su ve elektrik abonesi olan işyerlerinin verileri SGK ile paylaşılacak. POS cihazları yazarkasaya bağlı çalışacak. İnternet üzerinden ticaret kayıt altına
alınırken, noterlerin yaptığı işlemler kurumlarca elektronik ortamda görülebilecek. Türkiye ekonomisini milyarlarca liralık zarara uğratan kayıt dışı ile mücadelede yeni
yol haritası netleşti. Sadece sigara ve akaryakıtta 5 milyar
liralık kaybın oluştuğu kayıt dışına 47 farklı yöntemle çözüm aranacak.
Ekonomi yönetiminin hazırladığı eylem planı ile internet üzerinden yasa dışı ticarete neşter vurulmasının
yanı sıra kayıtlı istihdamın artırılması da planlanıyor.
Öncelikli olarak kayıt dışı istihdamla mücadele için Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) denetim elemanı sayısı bin
500’e çıkarılacak. Kurumlar arasında işbirliği yapılarak
28 şeker-iş dergisi • eylül-ekim 2011
doğalgaz-su-elektrik abonesi olan işyeri verileri SGK kayıtları ile karşılaştırılacak. POS cihazlarının yazarkasalar
ile uyumlaştırılması hedeflenen eylem planı ile yolcu taşıyan firmaların yolcu listesi bildirimi yükümlülükleri de
kontrolden geçirilecek. Türkiye’ye gelen ve giden konteyner bilgilerine ilişkin sistem, liman işletmecisi kuruluşlarca Gümrük Müsteşarlığına aktarılacak. 2011-2013 dönemini kapsayan Kayıt Dışı Ekonomiyle Mücadele Stratejisi Eylem Planı ile inşaat sektörü de mercek altına alınıyor.
Yapı kooperatifçiliği sektöründeki aktörler kayıt altına alınırken, yapı malzemeleri üreticileri de Yapı Malze-
Merkez Bankası bünyesindeki ‘Risk Merkezinin Bankalar Birliği nezdinde yeniden yapılandırılmasının 2012
sonuna kadar tamamlanması planlanan eylem planında
sebze ve meyve ile diğer tarım ürünlerinin de sıkı takip
edilmesi yer alıyor. İşte plandan bazı başlıklar Gümrük
işlemleri elektronik imza ile yapılacak. Akaryakıt, tütün
ve alkolde elektronik defter kullanılacak. İnternet üzerinden ticaret kayıt altına alınacak. SGK’nın denetim elemanı sayısı bin 500’e çıkarılacak. Doğalgaz-su ve elektrik faturası ile SGK kayıtları karşılaştırılacak. POS cihazları yazarkasalarla uyumlu hale getirilecek. Yolcu taşıyan firmalara ‘yolcu listesi ön bildirimi’ yükümlülüğü getirilecek.
Türkiye’ye gelip giden konteyner bilgileri sıkı takip edilecek. Kayıt dışı istihdamla mücadele için risk analiz merkezi kurulacak. İnşaat sektöründeki aktörler kayıt altına alınıp izlenecek. Binalarda enerji verimliliği işi yapan şirketler kayıt altına almacak. Yurtdışından yapılan alışverişler
izlenerek 150 Euro muafiyet hükümleri ihlali tespit edilecek. Fuel oil, gazyağı ve nafta türlerine de ulusal marker uygulaması başlatılacak. Kozmetik ürünler takip sistemi uygulamaya konulacak. Sebze ve meyve ile diğer tarım ürünlerinin takip sistemi hayata geçirilecek. Araçların tüketiciye ulaşana kadar tüm aşamaları yakından takip
edilecek. Tapu verileri çevrimiçi paylaşılabilir hale getirilecek. Sıvı şeker üretimi yapan şirketlerin verilerinin takibine yönelik sistem kurulacak. Noterlerin yaptığı işlemler kurumlarca elektronik ortamda görülebilecek. Merkez
Bankasının ‘RiskMerkezi’ Bankalar Birliği tarafından yeniden yapılandırılacak. Kayıt dışı ekonominin büyüklüğü
ölçülerek, medya desteği sağlanacak.
www.sekeris.org.tr
29
ekonomi
meleri Denetim Sistemi ile izlenecek. Akaryakıt sektörüne ilişkin kapsamlı denetim ve inceleme başlatılacak. Gönüllü uyumun artırılması ve denetim kapasitesinin güçlendirilmesi başta olmak üzere eylem planında yaptırımların caydırıcılığının artırılması, vergi tabanı paylaşımı ve
toplumsal farkındalığın artırılması gibi beş farklı amaç
belirlendi.
Kayıt dışı ile mücadele programına göre fuel oil, gazyağı ve nafta türlerinde de üç yıl içerisinde ulusal marker
uygulaması başlatılması planlanıyor. Bu kapsamda akaryakıt analizleri için ilave 3 akredite laboratuvar kurulmasının yanı sıra satış istasyonlarındaki satış verileri çevrimiçi olarak Gelir İdaresi Başkanlığına gönderilecek. Her bir
eylem için belirlenen koordinatör kuruluşun, eylemleri izleyerek Gelir İdaresi Başkanlığına üçer aylık dönemler itibarıyla raporlaması gerekiyor.
Başbakan’ın başkanlığında toplanacak olan Kayıtdışı ile Mücadele Yüksek Kurulu da yılda bir kez toplanarak eylem planını değerlendirecek. Denetim, inceleme ve
veri paylaşımının ön planda tutulduğu eylem planı ile kayıt dışına yönelik toplumsal farkındalığın artırılması da
hedefleniyor. Bu kapsamda ilköğretim okullarının 3,4 ve
5. sınıf öğrencilerine yönelik başlatılan eğitimlere 6, 7 ve
8. sınıflar da dahil edilecek. ‘Vergi bilinci’ ve ‘iş ve sosyal
güvenlik konularının Milli Eğitim müfredatına eklenmesi sağlanacak. Türkiye’de kayıt dışı ekonominin büyüklüğünün ölçülmesinin yanı sıra kamuoyunun da bilinçlendirilmesi amaçlanıyor. Bu kapsamda medya organları aracılığıyla tanıtım çalışmaları yapılacak.
şubelerden
Kırşehir
Yaşını Şeker-İş’ten
Kutladı
Siyasilere
Özelleştirme
Dosyası
Afyon Şeker Fabrikası
35.
Afyon Şeker Fabrikası 35. yaşını kutladı. Afyon Şeker
Fabrikası’nın 35’inci İşletme Yılı’nın açılışında konuşan
fabrika müdürü Ali Uslu, bu yıl 625 bin ton pancar işleyeceklerini bildirdi
Kampanyanın başlaması nedeniyle düzenlenen törende konuşan Fabrika Müdürü Ali Uslu, fabrikanın geçmişi ve bugünü hakkında bilgiler verdi. Uslu, geçen yıl
734 bin ton pancar işlendiğini belirterek bu işlenen pancardan 105 bin 125 ton kristal şeker, 27 bin 747 ton yüzde 50 polariı melas, 226 bin 87 ton pancar posası üretimi yapıldığım kaydetti. Uslu, “Ziraat bölge şefliklerimizin üretim alanlarındaki, 160 köyde, 7 bin 15 üreticimizle
660 bin ton kota sözleşmesi yapılmış, 120 bin 450 dekar
pancar ekimi gerçekleşmiş olup 680 bin ton tesellüm edilecek pancar üretilecekti. Fabrikamızda toplam 625 bin
ton pancar işlenecektir” diye konuştu.
Şeker-lş Afyonkarahisar Şube Başkanı Murat Karamoçu ise şeker sektöründe yapılması planlanan özeleştirmelerin önüne geçilmesi gerektiğini söyledi. Afyonkarahisar
Pancar Ekicileri Kooperatifi Yönetim Kurulu Başkanı Hulusi Türkmen ise bu sene, daha önceki kampanya açılış törenlerine göre daha çok katılım olduğunun altını çizdi Adalet ve Kalkınma Partisi Afyonkarahisar Milletvekili Halil
Ürün de Afyon Şeker Fabrikası’nın özelleştirme şartnamesinin en geç 2012’nin Şubat ayında açıklanacağım söyledi.
Ürün, “Birlik ve beraberlik içinde, bu fabrikayı özelleştirme
İdaresi’nden almalıyız” şeklinde konuştu.
30 şeker-iş dergisi • eylül-ekim 2011
24. Ahilik Haftası Kırşehir’de düzenlenen çeşitli etkinliklerle kutlandı. Kutlamalara TBMM Başkanı Cemil Çiçek, Gümrük ve Ticaret Bakanı Hayati Yazıcı, AKP Genel Başkan Yardımcısı Abdülkadir Aksu ve TESK Başkanı
Bendevi Palandöken katıldı. Şeker-İş Kırşehir Baştemsilcisi
Işık Şimşek, protokole şeker fabrikalarının özelleştirilmesine ilişkin bir dosya verdi.
Şeker-İş Sendikası Genel Başkanı İsa Gök:
“Özelleştirme İdaresi Cinnetİklimine Girdi”
Türk-İş Genel Eğitim Sekreteri ve Şeker-İş Sendikası Genel Başkanı İsa Gök, mantık dışı özelleştirme girişimlere yönelik olarak Türkiye’nin günü kurtaracak ideolojilere teslim olduğunu söyledi. Türkiye Şeker Fabrikaları A.Ş.’nin yeniden özelleştirme gündemine alınmasının Danıştay kararlarını tanımamak anlamını taşıdığının altını çizen Gök, Türkşeker’e ait portföy B gurubunda yer alan Elazığ, Malatya, Erzincan, Elbistan ile portföy
C gurubunda bulunan Kastamonu, Kırşehir, Turhal, Yozgat, Çorum ve Çarşamba Şeker Fabrikalarının bütün halinde varlık satışı şeklinde özelleştirilmek istenmesine büyük tepki göstererek Özelleştirem İdaresi’nin cinnet iklimine girdiğini kaydetti.
Sözkonusu fabrikaların alınan özelleştirme kararı sonrasında, yasal mevzuatta ve ÖYK kararlarında bir değişiklik yapılmadığı halde, Özelleştirme İdaresi’nin, yeni bir
ihale süreci başlattığını ifade eden Şeker-İş Sendikası Genel Başkanı Gök, Danıştay iptal gerekçelerine de uyulacağı konusunda yapılan açıklamalara rağmen, aksi bir tutum
sergilendiği kaydetti. Gök şöyle konuştu:
“Danıştay’ın son verdiği iptal kararı gerekçelerinin yerine getirilmesi, asgari olarak; tüm şeker fabrikalarında
özelleştirme sonrasında da üretimin sürdürülmesini garanti altına alan, şekerde dışa bağımlılık yaratmayacak düzenlemeler yapılmasını gerektirmektedir. Bu yönde atılmış bir adım var mıdır? Hayır. Özelleştirme İdaresi, şeker fabrikalarının özelleştirilmesi sürecini alelade bir özelleştirme/fabrika satışı olarak algılayarak baştan hata yapmakta ve siyasi iradeyi de yanıltmaktadır.”
Başarısız özelleştirmenin hesabını kim verecek?
Özelleştirme İdaresi’nin özelleştirme için hazırlanan
“strateji raporu”na uymakta güçlük çektiğine vurgu yapan Gök, idarenin iptal kararları sonrasında mevcut durumda hiçbir değişiklik olmadan yeni ihale sürecini başla-
tarak, tarım sektöründe yapılan diğer başarısız özelleştirme işlemlerine yeni bir halka daha eklemek istediğini vurguladı. Gök, “Ancak bu başarısızlığın hesabını kim verecektir? Son yıllarda artan ithalat rakamları ve benimsenen
dışa bağımlı büyüme modelinden kurtulmanın tek yolunun yerli üretimden geçtiğinin farkına varan siyasi otorite, geçtiğimiz günlerde yerli ürün kullanılmasının desteklenmesi adına bir genelgeyle yayımlayarak yerli üretimden
doğan katma değerin ülkemize kazandırılması yönünde
önemli bir adım atmıştır” diye konuştu. Gök, şöyle devam etti:
Özelleştirme İdaresi gerçekleri çarpıtmaktadır
“Şeker sektöründe son yedi sekiz yıl içinde yaşanan değişimleri tanımlamak ve anlamaktan yoksun Özelleştirme
İdaresi, ezber kalıplara dayalı açıklamalarla, kamuoyunu
ve siyasi karar vericileri bile bile yanıltmayı dahi göze alarak gerçekleri çarpıtmaktadır. Avrupa Birliği’nin, başarısız olduğu son yayımlanan raporlarla ortaya konan “şeker
reformu”nu başarı hikâyesi olarak sunan özelleştirme otoritesi, yapılacak özelleştirmeler sonrasında pek çok şeker
fabrikasının kapanacağını, binlerce işçinin ve çiftçinin işsiz kalacağını ama bunu ekonominin gereği olduğunu rahatlıkla savunabilecek kadar, akla ve vicdana aykırı düşüncelerle ile adeta cinnet iklimine girmiş ve buradan çıkamamıştır.
NBŞ lobilerine karşı Türkşeker savunmasız bırakıldı
Özelleştirme gerekçesi ile Türkşeker’in ihtiyaç duyduğu yatırımlara onay vermeyen, kadrolu personel istihdamı
yerine verimsizlik aracı olan alt işveren uygulamasını teşvik eden, şeker pancarı sektörünü olumsuz etkileyen dünyada insan sağlığı açısından tartışmaları devam eden NBŞ
lobisine karşı Türkşeker’i savunmasız bırakan özelleştirme otoritesi kamuya büyük zararlar vermektedir.
www.sekeris.org.tr
31
gündem
Türkiye Şeker fabrikalarının yeniden satışa
çıkartılmasına Şeker-İş’ten büyük tepki…
tarım
Çiftçi küresel baronlara mahkum edildi…
Yerli Tohum
!
u
d
l
O
k
o
Y
Tarımda dünyanın önde
gelen üreticilerinden
olmamıza rağmen
domatesten hıyara,
lahanadan havuca ve
pamuktan ayçiçeğe kadar
birçok tarım ürününün
tohumunu ithal ediyoruz
Tohumda yüzde 90
bağımlıyız 1 kilo tohuma 20
bin dolar ödüyoruz.
32 şeker-iş dergisi • eylül-ekim 2011
Türkiye tohumda yüzde 90 dışa bağımlı bir durumda. Mutlaka yerli tohumların kullanılması gerektiğini belirten uzmanlar, siyasileri bu konuda gerekli olan yasal düzenlemeleri bir an önce hayata geçirmeye çağırdı. Tarım
üreticisi ülkeler arasında ilk sıralarda yer alan Türkiye, tarıma hak ettiği önemi vermemesinin bedelini 2002-2009
yılları arasında 860 milyon dolarlık tohum ithal ederek
ödedi. Türkiye, karpuz tohumunu Amerika’dan, domates tohumunu Fransa, ABD ve Hollanda’dan satın alıyor.
Bir kilogram domates tohumu için Türk çiftçisi 18- 20
bin dolar ödemek zorunda kalıyor. Türkiye tohum I pazarı, küresel firmalar ve onların I yerli ortaklarının denetiminde. Tohumculuk Yasası’yla çiftçinin tohum satması elinden alınmış f durumda. Bir çiftçinin ürettiği tohumu kayıt altına aldırabilmesi için, başvuru inceleme ücreti
dâhil en az on kalem ücret ödemesi gerekiyor. Bu durum
çiftçilerin tohum üretmesinin önündeki en büyük engel.
Türkiye’de büyük tohum firmalarının çoğu yabancıların
eline geçmiş durumda.
yon 745 bin ton domates üretimi yapılan Türkiye’de, 22
bin 970 kilogramı hibrit olmak üzere toplam 47 bin 15
kilogram domates tohumluğu ithal edildi. Hibrit tohumlardan elde edilen domateslerin raf ömürleri uzun oluyor.
Bu tür domatesler aynı zamanda uzun nakliye şartlarına
karşı dayanıklı oluyorlar. Bu özelliklerinden ötürü tercih
edilen ithal hibrit tohumlardan elde edilen domateslerde
tüketiciler eski lezzetleri bulamadıklarından şikâyetçiler.
Salatalık tohumu Amerika’dan Türkiye’nin en fazla ithal
hibrit tohumluk kullandığı ikinci sebze hıyar oldu. Türkiye, 2009 yılında 29 bin 353 kilogramı hibrit olmak üzere toplam 37 bin 244 kilogram hıyar tohumluğu ithal etti.
Türkiye’de 2009 yılında 3 milyon 810 bin ton karpuz üretilirken aynı yıl yapılan karpuz tohumluk ithalatı da 58
bin 827 kilogram olarak gerçekleşti.
860 milyon dolarlık tohumluk ithal edildi
Tarım ve Köyişleri Bakanlığı, Tohumculuk Daire Başkanlığı verilerine göre, Türkiye 2002-2009 yıllarını kapsayan dönemde toplam 860 milyon dolarlık tohumluk ithalatı yaptı. Şeker pancarı tohumunun da içinde yer aldığı toplam 11 bin 155 tonluk endüstri bitkileri tohumluğu için de 29 milyon 705 bin dolar ödedi. Domatesin tohumu Fransız Türkiye’nin toplam sebze üretiminde büyük yer tutan domates, üretiminde hibrit tohumluğu tercih edilen sebzelerden en önemlisi. 2009 yılında 10 mil-
www.sekeris.org.tr
33
tarım
Tarımda dünyanın önde gelen üreticilerinden olmamıza rağmen domatesten hıyara, lahanadan havuca ve pamuktan ayçiçeğe kadar birçok tarım ürününün tohumunu
ithal ediyoruz. Gıda güvenliği için mutlaka yerli tohumların kullanılması gerektiğini belirten uzmanlar, siyasileri bu konuda gerekli olan yasal düzenlemeleri bir an önce
hayata geçirmeye çağırdı. Dünyanın sayılı tarım üreticisi ülkeleri arasında ilk sıralarda yer alan Türkiye, tarıma
hak ettiği önemi vermemesinin bedelini 2002-2009 yılları arasında 860 milyon dolarlık tohum ithal ederek ödedi. Türkiye, karpuz tohumunu Amerika’dan, domates tohumunu Fransa, ABD ve Hollanda’dan, lahana tohumunu Almanya ve Hollanda’dan, turşuluk hıyar tohumunu
ise ABD’den satın alıyor. Tohumluk üretimi hızla düşüyor Bir kilogram domates tohumu için Türk çiftçisi 18- 20
bin dolar ödemek zorunda kalıyor. Türkiye tohum pazarı,
küresel firmalar ve onların yerli ortaklarının denetiminde. Tohumculuk Yasası’yla çiftçinin tohum satması elinden alınmış durumda. Bir çiftçinin ürettiği tohumu kayıt
altına aldırabilmesi için, başvuru inceleme ücreti dâhil en
az on kalem ücret ödemesi gerekiyor. Bu durum çiftçilerin
tohum üretmesinin önündeki en büyük engel. Türkiye’de
büyük tohum firmalarının çoğu yabancıların eline geçmiş
durumda. Türkiye 2009 yılında, 4 bin 860 tonluk buğday arpa, hibrit mısır ve çeltikten oluşan tarla bitkileri tohumluğu ithalatına 17 milyon 117 bin dolar ödedi. İthalat içinde en büyük payı 97 milyon 995 bin dolar ile 2 bin
498 tonluk sebze bitkileri tohumluğu oluşturdu.
köşe yazısı
Fruktoz konusunda
yeni veriler
Nişasta bazlı şeker (mısır
şurubu) nedeniyle aşırı tüketilen früktozun neden olduğu
sağlık riskleri konusunda özellikle ABD’de çok daha fazla
endişe bulunmakta. Bağımsız bilimsel kaynaklar früktozun bunamaya da (demans)
neden olabileceği konusunda
uyarılarını dile getirirken, endüstriyle doğrudan ilişkisi bulunan görüşler ise ABD’de
Dr. Yavuz DİZDAR artmakta olan sağlık sorunlarının bütününden fruktozun sorumlu tutulması- nın kuşkulu olduğunu vurgulamaktalar. Früktoz ve sağlık sorunları arasındaki ilişkinin en sıkıntılı boyutu ise endişelerin ispatlanabilmesindeki teknik kısıtlılık. Bu konuda kısa sürede sonuç verebilecek araştırma yapılabilmesi ne yazık ki mümkün görülmüyor. Ancak özellikle ABD’de ortaya çıkan sağlık sal-
34 şeker-iş dergisi • eylül-ekim 2011
gınının mısır şurubuyla ilişkilendirilmesinin haksız olmadığını ortaya koyan (a) zamansal paralellik ve (b) olası
mekanizmalar göz ardı edilemeyecek kadar güçlü deliller
sunuyor. Sinir sistemi dejenerasyonu olası bir mekanizma Demansın mekanizması hayli karışık ve tek bir faktörün sorumlu tutulması mümkün değil. Buna karşılık Akdeniz usulü diyetle karşılaştırıldığında, Batı tarzı diyetin
demans riskini artırdığı açık. Özellikle son 20 yılda kişi
başı NBŞ tüketimindeki aşırı artış, früktozun metabolizmasının insan için uygun olmadığı bilgileriyle birleştirildiğinde, kolay kolay reddedilemeyecek bir paralellik ortaya çıkmakta. Früktozun halka oluşturmayan “açık” moleküler yapısı proteinlerle aşırı reaksiyona girme eğiliminde, buna Maillard reaksiyonu adı veriliyor. Maillard reaksiyonu sonuç olarak protein dejenerasyonuna yol açtığından, vücudun işlevsel proteinlerinin görev yapamamasına
da neden oluyor. Früktozun hücre içine taşınması da insülinden bağımsız bir mekanizmayla gerçekleşiyor. Bütün
bu durumun uzun sürmesi halinde ise insülin direnci, diyabet ve damar hastalıklarıyla kendini gösteren metabolik
köşe yazısı
Özellikle büyük hamburger
zincirlerinde satılan kola vb.
içeceklerin toplam şeker içerikleri
bildirilenin yüzde 30 fazlasına
varan sapma göstermekte.
Dolayısıyla ABD’de topluma
(bilerek ya da bilmeyerek) früktoz
yüklemesi yapıldığını söylemek
mümkün görünüyor
sendrom ortaya çıkıyor. Metabolik sendroma ilişkin değişiklikler elbette beyinde de gerçekleşiyor. Bugüne dek yapılmış pek çok deneysel araştırma, NBŞ (yüksek früktozlu mısır şurubu, HFCS) ile beslenen farelerde algılamada zayıflamanın ortaya çıktığını göstermiş. NBŞ kullanımına bağlı olarak Alzheimer benzeri sinir sistemi dejenerasyonu ortaya çıkmakta ve bunun farklı mekanizmaları
bulunmakta. Verileri değerlendiren ABD’li bilim insanları toplumdaki demans sıklığındaki artışın hem bu mekanizmaları hem de metabolik sendromu kapsadığın, daha
doğrusu iç içe geçmiş olduğunu dile getirmekteler. Bunun
ABD toplumu için gelecekte ne kadar ciddi bir risk getireceğinin ötesinde, NBŞ kullanımı bütün dünyada artış eğiliminde olduğundan, diğer ülkeleri de uyarmaktalar
(1). Piyasadaki içeceklerin NBŞ içerikleri bildirilenlerden
yüksek olabilir. Şimdi gelelim meselenin bir diğer boyutuna, bu çalışma da Güney Kaliforniya Üniversitesi tarafından yine ABD’de yapılmış. Araştırmacılar piyasada tüketilmekte olan NBŞ’li içeceklerin früktoz içeriklerinin etiket üzerinde belirtilen değerleri tutup tutmadığını değer-
lendirmişler. Buna göre içeceklerin NBŞ miktarları etikette belirtilenin yüzde 85 ‘ ila 125’i arasında
oynamakta, yani bazı içeceklerde belirtilenden çok
daha fazla früktoz alımı da söz konusu. Özellikle
büyük hamburger zincirlerinde satılan kola vb. içeceklerin toplam şeker içerikleri bildirilenin yüzde 30
fazlasına varan sapma göstermekte. Bu veriler HCFS için
standart olan früktoz/glikoz oranının çok üzerine çıkmakta. Dolayısıyla ABD’de topluma (bilerek ya da bilmeyerek) früktoz yüklemesi yapıldığını söylemek mümkün
görünüyor. Söz konusu verilerin ülkemizde nasıl olduğunu gösteren herhangi bir araştırma bulunmuyor. Önümüz
Ramazan, reklamlarda özellikle kolalı içeceklerin “iftar
sofraların ayrılmaz bir parçası” olduğu vurgulanacak. Kolalı içeceklerin iftar sofralarındaki yerinin sorgulanmasını size bırakıyorum. Ancak mevcut “aşırı yedirme, iştahı
artırma” özellikleri dikkate alındığında Ramazan’dan kilo
almadan çıkmanın önemli bir yönteminin NBŞ’yi özellikle aç karnına aşırı tüketmemek olduğu açıktır. Aç karnına
içilen NBŞ çok daha fazla acıktırır.
Kaynaklar: (1) Stephan BCM, Wells JCK, Brayne C,
Albanese E, Siervo M. Increased fructose İntaka as a risk
factor for dementia. Journal of Gerantology 2010; Special Issue: Biology of Aglng Summit Perspective. (2) Ventura EE, Davis JN, Goran MI. Sugarcontent of popular sweetened beverages on objective laboratory analysis: Focus on
fructose content. Obesity 2010.
www.sekeris.org.tr
35
gündem
Türk-İş Genel Eğitim. Sekreteri ve Şeker-İş Sendikası Genel Başkanı İsa Gök, ‘’Türkiye Cumhuriyeti devletini silahla hizaya getirmeyi düşünen bir avuç çapulcu şunu
unutmasın ki bu hesapları dün tutmadığı gibi bugün de
yarın da tutmayacaktır’’ görüşünü bildirdi.
Hakkari’nin Çukurca ilçesinde teröristlerce gerçekleştirilen hain saldırıya ilişkin yaptığı açıklamada Gök, Kürt
sorununu öne sürerek Türkiye’yi bölmeye, insanlar arasına
nifak tohumları ekmeye yönelik gayretlere önceden olduğu gibi bundan sonra da en güzel cevabı Türk Milleti’nin
ve Türk Silahlı Kuvvetlerinin vereceğini belirtti.
36 şeker-iş dergisi • eylül-ekim 2011
Gök, ‘’Türkiye Cumhuriyeti devletini silahla hizaya
getirmeyi düşünen bir avuç çapulcu şunu unutmasın ki bu
hesapları dün tutmadığı gibi bugün de, yarın da tutmayacaktır’’ ifadesini kullandı.’’Devlete meydan okuyan katillerin siyaset yapmasına izin verilmemesini’’ isteyen Gök,
TBMM’nin bu konuda acilen toplanması ve alınacak kararları bir önce hayata geçirmesi gerektiğini belirtti. Gök,
şehitlere Allah’tan rahmet, ailelerine başsağlığı diledi.
Şeker-İş Sendikası Genel Başkanı İsa Gök’ün mesajı şöyle:
“Hakkari’nin Çukurca ilçesinde askeri konvoyun geçişi sırasında teröristlerce düzenlenen mayınlı saldırıda 7 as-
destek veren, Türkiye Cumhuriyeti Devletine açıkça meydan okuyan evlatlarımızın katillerinin siyaset yapmasına
ve bu ülkeden beslenmesine izin verilmemelidir. Bu konuda TBMM’nin acil olarak toplanması ve alınacak kararları bir an önce hayata geçirmesi gerekmektedir.
Ateş düştüğü yeri yakar misali bizler, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bir vatandaşı olarak her ne kadar konuşursak konuşalım, yine de şehit ailelerinin yüreklerine bıçak gibi saplanan acılarını onlar gibi hissetmemiz mümkün değildir. Ancak, dualarımız sınır bekçiliği yapan kahraman Mehmetçiklerimizedir, dualarımız, şehitlik mertebesine erişmiş şanlı askerlerimizedir. Şeker-İş Sendikası
olarak tüm Türkiye’yi sükunet içerisinde ancak daha duyarlı olmaya davet ediyoruz.
Bu Mübarek Ramazan Ayı’nda ülkesi ve milletinin aydınlık yarınları adına bugüne kadar çekinmeden göğsünü
düşmana siper ederek şehitlik mertebesine erişmiş askerimiz, polisimiz ve tüm güvenlik birimlerimize Allah’tan
rahmet, ailelerine, Türk Silahlı Kuvvetlerimize, Polis Teşkilatımıza ve ulusumuza başsağlığı ve sabır, yaralı askerlerimize ise acil şifalar dileriz. Yüce Allah, bu ülkenin evlatlarını korusun.”
www.sekeris.org.tr
37
gündem
kerimizin şehit olduğu, 11 askerimizin de yaralandığı haberi yüreğimize bir kez daha kor alev gibi düşmüştür.
Ülke olarak artık sözün bittiği noktaya gelmiş bulunmaktayız. Mübarek Ramazan Ayı’nda dahi kan akıtmaktan çekinmeyen, 74 milyonluk Türkiye Cumhuriyeti
Devletini silahla hizaya getirmeyi düşünen bir avuç çapulcu şunu unutmasınlar ki bu hesapları dün tutmadığı gibi
bugün de, yarında tutmayacaktır. Hain teröristlerin ve onların siyasi uzantılarının sözde Kürt sorununu öne sürerek ülkemizi bölmeye, insanlar arasına nifak tohumları
ekmeye yönelik gayretlerine önceden olduğu gibi bundan
sonra da en güzel cevabı yine milletimizin ve Türk Silahlı
Kuvvetlerimizin kararlılığı verecektir.
Ülke olarak bundan sonra yapılması gereken tek iş; şehitlerimizin bıraktığı emanete leke sürdürmemek adına
sınır ötesini de kapsayan harekatla teröristlere balyoz darbesini indirmek olmalıdır. Artık ülkemizin bir şehit vermeye dahi tahammülü kalmamıştır. Sabırlar taşmış, şehit
anaları bağrına kara taş basmaktan usanmıştır. Bundan
böyle özellikle terör örgütü PKK’ya söylemleriyle sürekli
şubelerden
Şeker-İş Sendikası Başkanlar Kurulu
Genel Merkez Toplantı Salonu’nda
gerçekleştirildi
Türk-İş Genel Eğitim Sekreteri ve Şeker-İş Sendikası Genel Başkanı İsa Gök:
“Sanayimizin kuruluş yapısından
kaynaklanan bozukluğun faturasını
çalışanlar ödüyor”
Toplantıya Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler
Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Vedat Bilgin, Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Bölümü Öğretim Üyesi Doç.
Dr. Aydın Başbuğ da katıldı. Toplantının açılış konuşmasını yapan Türk-İş Genel Eğitim Sekreteri ve Şeker-İş Sendikası Genel Başkanı İsa Gök, Diyarbakır’da gerçekleşen
13 askerimizin şehit edildiği ve 7 askerimizin yaralandığı
hain terör saldırısını kınayarak sözlerine başladı.
Türkiye’nin bir genel seçimi büyük ölçüde sorunsuz
bir şekilde tamamladığının altını çizen Gök, çalışanlar
olarak, seçimleri ve demokratik süreçleri herkesten daha
fazla dikkatle izlemek ve değerlendirmek durumunda olduklarını kaydetti. Gök, ekonomide yakalanan yüzde
11’lik büyüme oranının kriz sonrası Avrupa ekonomileri içerisinde hayal bile edilemeyecek bir gelişmeyi ifade ettiğinin altını çizerken, bugün Türk sanayisinin hala düzeltilemeyen kuruluş yapısından kaynaklanan bozuklukların
maliyetini Türkiye’nin ve çalışanların ödediğini söyledi.
Gök, demokrasinin sadece hayatı kolaylaştıran bir yö-
38 şeker-iş dergisi • eylül-ekim 2011
netim tarzı değil, bir hayat üslubu, ekmek ve hakların kazanılmasında temel prensipleri oluşturan bir siyasal rejim
olduğunu söyledi. Seçim sonrasında ortaya çıkan tabloya,
milletin iradesini yansıttığı için itiraz edilmemesi gerektiğini ifade eden Gök, demokrasiye inananların, kuvvetler
ayrılığına ve yargı bağımsızlığına da inanmak ve saygı göstermek durumunda olduklarını söyledi.
Konuşmasında son günlerde yeniden artış gösteren terör olaylarına da değinen Gök, seçimlerden sonra ortaya
çıkan terör saldırılarını vahşet olarak niteledi. Terör örgütünün katliamlar yaparak çaresizliğinin bedelini, kan ve
gözyaşı üzerinden milletimize ödetmeye çalıştığını iddia
eden Gök şöyle konuştu:
“Burada kısaca terör meselesinin bazı hususiyetlerine
dikkat çekmek istiyorum. Bilindiği gibi terör örgütü ve
onun yan kuruluşları konumunda bulunan örgütler son
yıllarda Türkiye’nin demokratikleşme sürecinde ilerlemesini kendileri için bir fırsat sanarak her türlü cinayet, baskı
ve şiddeti kullanarak ülkede istikrarsızlık havası estirmek
istemektedirler. İstikrarsızlığın yaygınlaşması, korkunun
şubelerden
toplumda yaygınlık kazanması, bu örgütün siyasal hedeflerine ulaşmak açısından, uygun ortamın yaratılması olarak değerlendirilmektedir. Bu bakımdan terörü ve örgütün faaliyetlerini dikkatlice analiz etmek gerekir. Bunun
için terör örgütünün uyguladığı stratejiyi doğru değerlendirmek durumundayız.”
Ekonomide yaşanan son gelişmeler hakkında da değerlendirmede bulunan Gök, son günlerde çokça konuşulan kıdem tazminatı konusu ve şeker sektörüyle ilgili açıklamada bulundu. Gök şunları söyledi:
“Geçtiğimiz günlerde Türkiye İstatistik Kurumu büyüme rakamlarını açıladı. Birçok gazetemizde bu rakamlar sevinç ifadeleriyle yer aldı. Elbette ki büyüme de dünya
birincisi olmak, Arjantin’i ve Çin’i geride bırakacak büyüme oranlarına ulaşmak fevkalade önemlidir. Ekonomide
yakalanan yüzde 11’lik büyüme oranı kriz sonrası Avrupa
ekonomileri içerisinde hayal bile edilemeyecek bir gelişmeyi ifade etmektedir. Bugün maalesef, Türk sanayisinin
hala düzeltilemeyen kuruluş yapısından kaynaklanan bozuklukların maliyetini Türkiye ve çalışanlar ödemektedir.
Sektörel dış ticaret açıkları, ülkemizin ödemeler dengesini bozmakta, müzmin cari açık sorununa yol açmaktadır.
Bunun sürdürülebilirliği yoktur, mümkün değildir. Düşünebiliyor musunuz, öyle bir sanayi kurulmuş ki sözde üretim yaptıkça memleket döviz kaybediyor.
Konuşmasının son bölümünde son yıllarda ülkemizde büyük artış gösteren ve insan sağlığına olumsuz etkileri olduğu iddia edilen Nişasta Bazlı Şekerler(NBŞ) konusuna da değinen Gök, Ramazan sofralarının vazgeçilmezi
olan tatlılar konusunda da uyarıda bulundu.
www.sekeris.org.tr
39
şubelerden
Vefat
Erzurum Şeker Fabrikası’nda
Ham fabrika filtreci ustası olarak
çalışan Metin Çaykesen geçirdiği ani rahatsızlık sonucu hayatını kaybetmiştir. Evli ve üç çocuk
babası olan Çaykesen’e Allah’tan
rahmet, ailesi ve yakınlarına başsağlığı ve sabırlar diliyoruz.
Turhal Şeker Fabrikası Park
bahçe çalışanlarımızdan Sümer
Boran, 01.07.2011 tarihinde geçirmiş olduğu kalp krizi sonucu
hayatını kaybetmiştir. Merhuma
Allah’tan rahmet, ailesi ve tüm
sevenlerine başsağlığı ve sabırlar
diliyoruz.
Teşekkür
Geçirmiş olduğum rahatsızlık süresince her türlü yardımı esirgemeyen başta Genel Başkanımız İsa Gök ve Genel Teşkilatlanma Sekreterimiz İlhan Özyurt’a, ayrıca Merkez Yönetim Kurulumuza, bizzat gelerek, çiçek gönderen ve telefonla arayarak geçmiş olsun dileklerinde bulunan tüm dostlarıma ve Turhal Şubesine teşekkür eder, saygılar sunarım. Necattin ÇOBAN
40 şeker-iş dergisi • eylül-ekim 2011
basından
www.sekeris.org.tr
41
basından
42 şeker-iş dergisi • eylül-ekim 2011
basından
www.sekeris.org.tr
43
gündem
44
şeker-iş dergisi • haziran 2011
Böyle bir sorunun cevabını hangi toplumda arıyorsak,
cevabı o toplumun yaşadığı sorunlardan kalkarak araştırmak daha doğru olacaktır. Darbeler yaşayan bir toplumda, normal siyasal sürecin işleyişinde yapılan her şey müdahalelerin izlerini taşıyorsa, elbette ki cevap farklı olacaktır. Demokratikleşme sürecinin sorunlu olduğu, sivil
dinamiklerin devlet içerisindeki örgütlü güçlerin ilişkilerini değiştiremediği durumlarda darbelerin ve müdahalelerin, hem yarattığı kurumlar hem de bu kurumlara hayatiyet veren hukuki mevzuat ciddi bir politik engel haline
dönüşebilir.
Daha ilk adımda, Türkiye’deki darbelerin 27 Mayıs’tan
itibaren nasıl bir kurumsal yapıyı, bir hukuksal sistemi,
devlete egemen kıldığı düşünülürse, yeni anayasa yapmak ihtiyacının başka hiçbir sebebi olmadan bunun tek
başına yeterli bir sebep olduğu söylenebilir. Bir anlamda,
Türkiye’nin 27 Mayıs’tan 12 Eylül’e uzanan, devletin ve
hukukun militarizm tarafından ele geçirilmesi sürecinin
devam etmesi, yeni anayasanın yapımı için fazlasıyla yeterli bir neden oluşturmaktadır.
Burada ben daha farklı bir şey söylemek, bir başka hususa dikkat çekmek istiyorum. Darbeler ve müdahalelerin
yaşanmadığı durumlarda dahi yeni anayasa yapma ihtiyacı doğabilir. Üzerinde çokça durulduğu gibi, Türkiye’nin
toplumsal yapısı, tarımsal bir karakterden endüstriye ve
endüstri ötesinin etkisini taşıyan yeni ilişkilere doğru sarsıntılı bir değişim yaşamaktadır. Böyle bir ortamda, toplumsal yapıyı değiştiren kadrolar dikkate alındığında, kurumsal yapılarda yaşanan değişim ve toplumsal ilişkilerde
ortaya çıkan yeni biçimler göz önüne getirildiğinde, yeni
bir anayasa yapma ihtiyacı tartışmasız hissedilecektir. Kısaca ifade etmek gerekirse, dünkü toplumun her kalıbı bugün dar gelmektedir. Yeni bir toplumsal yapıya yeni bir
anayasa gereği ortaya çıkmıştır.
Yeni toplum, Yeni Anayasa
Yeni bir toplumda yaşamak derken, ne kastedildiğini kısaca açıklamak gerekirse, şunlar söylenebilir. Birincisi, Türk toplumunun toplumsal ilişkiler düzeninde bütünüyle yeni bir aktörler grubunun söz sahibi olduğunu belirtmek gerekir. Toplumsal sınıflardan toplumsal zümreler, cemaatlere ve çeşitli gruplara dayanan toplumsal ilişkiler sistemi son çeyrek yüzyılda neredeyse bütünüyle yenilenmiştir.
Prof. Dr. Vedat BİLGİN
Gazi Üniversitesi Öğretim Üyesi
Türkiye’nin toplumsal yapısında esas belirleyici durumda bulunan aktörler kadrosunun, devlete dayandığını, bunların da sivil bürokrasi ve militer unsurlar ile yargı
mensuplarından oluştuğunu biliyoruz. Darbeler, bu toplumsal kadrolar içerisinde sivil yargı bürokrasisini ikinci plana iterken, militer bürokrasiyi baskın konuma taşımıştır. Bir başka söyleyişle, militer bürokrasi hem ideolojik olarak, bütün topluma hükmetme statüsünü ele geçirmiş hem de politik olarak tartışmasız üst bir konum elde
etmiştir. Devletin dışındaki örgütlenmeler, bilhassa sivil
alandaki en önemli fonksiyonel grubu, sanayici ve tüccarlar oluşmaktadır. Geleneksel olarak bu zümrelerin politik yapıya egemen olanların karşısında, bir siyasal zâtiyet
haline gelmeleri uzun süre mümkün olmamıştır. Bunda
Türkiye’nin sivil sektörlerinin gelişmemesinin olduğu kadar, kentli sınıfların toplumsal sistem içerisinde, ideolojik
hegemonya kurmaya yönelik hem bir taleplerinin olmamasını hem de böyle bir toplumsal iktidara sahip olmayışlarının rolü açıktır.
Bugün karşılaştığımız yeni durum, bir anlamda bu
bahsettiğimiz toplumsal aktörlerin yapısında yaşanan değişimin sonucudur. Sivil sektörün, kentli sınıfların yaşadığı değişim bir yönüyle, politik toplumun içerisindeki hegemonyaya karşı bir üstünlük elde edecek pozisyon elde
ederken bir yönüyle de kendi kültürel varlıklarından ve
hayat tarzlarından kalkarak siyasal sistemin demokratikleşmesine dönük talepleriyle güçlendirdikleri bir değişim
dinamiği yaratmışlardır. Türkiye’nin kentlerinin giderek
toplumsal hayatın merkezine yerleşmesi, kentlerde yaşa-
www.sekeris.org.tr
45
anayasa
Neden
Yeni Anayasa Yapılır?
anayasa
nan değişimin eski esnaf-tüccar-sanayici ittifakının yerine,
yeni bir yapıyı ikame etmesi bu değişimde temel belirleyici faktör haline gelmiştir. Eski yapının esnaf-tüccar–sanayicisi, politik toplumun militarist ideolojik hegemonyası dâhilinde bir toplum anlayışına ve meşruiyet kavramına sahipken, yeni girişimciler dışa açık tüccar ve sanayiciler ve yeni orta sınıfları oluşturan kadrolar, demokratik
meşruiyet kavramı etrafında, gelenekle modernlik arasında yeni bir sentez yaratmaya yönelmişlerdir. Bu kadronun
geleneksel olanla modern olan arasında kurduğu ilişki benim muhafazakâr modernlik dediğim bir modelin yarattığı sonuç olarak değerlendirilebilir.
Bu modelin esas özelliği, geleneksel olanın kültür ve
yaşama tarzından vaz geçmeyerek modernleşmeye, yenilikçiliğe yönelmiş olmasıdır. Bir başka ifadeyle Mümtaz
Turhan’ın söylediği, zorla değiştirilmeye kalkılan kültürden kendi hayat tarzını muhafaza ederek yenilik yaratmaya yönelen bir tavra ve tutuma muhafazakâr modernlik
diyebiliriz. En tipik örneğini, dindar geleneksel esnaftüccar tipinin yatırımcı yeni teknolojilere yönelmiş işadamına dönüşmesinde görebiliriz.
Devletin eski toplumsal kadroyla yaratmak istediği
batıcı-kapitalist girişimci yerine, böyle bir modelin baskın hale gelmesi, bu değişimin en önemli göstergelerinden biridir. Toplumsal yapıdaki değişimin sınıflaşmaya yönelmesi yeni toplumsal sınıflar üzerinden okunması, bir toplumun çoğulculaşmasının ifadesi olarak değerlendirilebileceği gibi, toplumsal taleplerin farklılaşması toplumun çeşitli kurumları arasındaki ilişkilerin değişmesi gibi kendileri de doğrudan yeni değişim dinamikleri yaratacak çok yönlü, yeni bir durumu ifade etmektedir.
Meseleye böyle bakıldığı zaman sadece dünyada yaşanan
değişmeler değil, toplumun kendi iç işleyişinde, kurumlar arasındaki ilişkilerinde ve kurumların bizatihi içyapılarında bütünüyle yeni bir ilişki biçiminin ortaya çıktığı
fark edilebilir.
Değişimin çok önemli boyutlarından bir diğeri de,
ekonomide, üretim yapısından tüketim yapısına, çalışma
biçimlerinden yönetim biçimlerine kadar tesir eden yeniliklerdir. Ortaya çıkan bütün bu yenilikler, Türkiye’nin tarımsal üretime dayanan geri teknolojili basit üretim yapı-
46 şeker-iş dergisi • eylül-ekim 2011
sının, sanayi teknolojisi etrafında köklü bir dönüşüme uğramasıyla ilgilidir.
Türkiye’nin 1980’e kadar, toplam üretim hacminin
darlığı bir tarafa, bu üretim yapısı içerisinde endüstriyel üretimin payı çok düşük oranlardayken, bugün toplam üretim içinde, endüstriyel mal ve hizmet üretiminin
2/3’ten fazla bir orana ulaşmış olması, oldukça önemli
bir gösterge olarak kabul edilebilir. Türkiye sanayi ürünleri ihraç eden üretim yapısıyla, köyde yaşayanların sayısını hızla azaltan nüfus yapısıyla, nüfusları bir milyonu
aşan şehirlerinin sayısının her yıl arttığı bir ülke görünümü kazanırken, eski toplumsal kadronun politik ideolojik
ve hukuki düzeninin devam etmesini beklemek neredeyse
akıl dışı bir tutum olacaktır.
Yeni Türkiye’yi oluşturan ilişkilerin geliştiği bir başka
alan uluslararası sistemle ilgilidir. Türkiye’nin dünya sistemine bağlantısının eski merkez-çevre kutuplaşmasının dışına çıktığı yeni bir süreç yaşanmaktadır. Bu sürecin kısaca iki eğilimi içinde barındırdığını ifade etmek gerekirse,
bunlardan ilki küreselleşme, ikincisi ise bölgeselleşme etrafında şekillenmektedir. Türkiye bölgesel bir güç oldukça
küreselleşmekte küresel sisteme daha etkili bir şekilde katılmakta, sisteme daha fazla katıldıkça da bölgesel ağırlığı
artan bir konuma gelmektedir.
Bütün bu boyutlarıyla yenilenen Türkiye’nin artık
eski siyasal hukuksal sözleşme metnine sığması, onun belirlediği parametreler etrafında hareket kabiliyeti kazanması mümkün görünmemektedir. Yeni, bir Türkiye vardır
ve yeni bir anayasaya yeni bir sözleşme yöntemine ve metnine ihtiyaç bulunmaktadır.
Yeni Siyasal Sözleşme
Anayasaların bir toplumsal sözleşme olduğu söylenegelir, ancak anayasalar toplumla yapılan siyasal sözleşmelerdir. Bunun anlamı şudur; devletin güçlü olduğu yerlerde devlet, toplumla güç eşitsizliğini yansıtan, toplumun
güçsüzlüğünü denetim altına alan sözleşme yapma eğilimindedir. Böyle durumlarda devletle toplum arasında yapılmış olan sözleşmede, devletin toplumsal alandan gelen
her türlü girişimi, talebin örgütlenmesini, kısıtlayıcı düzenleme yapması bu sözleşmenin temel özelliğini oluştu-
rur.
Yeni Anayasanın Parametreleri
Her anayasa temel olarak belli soruların cevabını vermek üzere hazırlanır, bu sorulardan birincisi, devletle toplum arasındaki ilişkilerin nasıl olacağına dairdir. İkincisi,
devletle birey arasındaki ilişkileri, üçüncüsü ise, bireyle
toplum arasındaki ilişkilerin düzenlenmesiyle ilgilidir.
Devletle toplum arasındaki ilişkiler, devletin kurumlarıyla toplumun diğer kurumları arasındaki ilişkileri kapsayacağı gibi, devletin kurumları arasındaki ilişkilerin birbirlerine göre nasıl konumlanacağının fonksiyonlarını
da kapsar. Devlet, örgütlenmiş bir yapı olarak, bürokrasiyi kurumlar arası ilişkiler itibariyle de, başta yasamayürütme-yargı olmak üzere bütün resmi alanın unsurlarını içinde barındıran bir özellik taşır. Devletin toplum
karşısındaki konumu, esas olarak ideolojik bir meseledir.
Devlet merkezli bir dünya görüşüyle bakıldığında, devletin toplumun kurucu unsuru olduğunu varsayan bir yaklaşımla ulaşılsa ulaşılsa, devletin kurucusu olarak da orduyu kabul eden militarizme varılır ki, bu anlayışla oluşturulacak devlet düzeninin demokrasiye açılması veya ulaşması imkânsızdır.
Toplumun devlet karşısındaki önceliğini kabul eden
bir anlayışla, devleti kurumsal hiyerarşisiyle toplumsal talepleri karşılayan bir yapıya götürmek, yani demokratik
devlet formasyonunu inşa etmek, bir anayasal anlayış açısından hem mümkün olan hem de gerekli olan bir tavır
olacaktır. Toplumun kurumlarının devlet tarafından meşru ve özgür yapılar olarak görülmesi, bunları eşit özgürlük ekseninde düzenlemesi, bir anlamda devletin ideolojik tercihte bulunmaması ve toplumsal çoğulculuğu kabul
etmesini de ifade eder.
Türkiye’de uzunca yıllar tartışılan devlet ve toplum
arasındaki ilişkilerin en sorunlu alanı olarak, bir siyasal
kurum olan devletin, bir toplumsal kurum olan dinle çatışması bu çerçevede ele alınabilir. Devlet din kurumuyla olan ilişkilerini, devlet merkezli bir ideoloji eksinde düzenlediği zaman, ancak devletin yorumladığı bir din anlayışına varılır ki, bu da laiklik yerine devletleştirilmiş bir
din yorumundan başka bir yere ulaşmaz. Bunu “laikratik”
kavramı daha iyi nitelendirecektir. Oysa toplumu temel
alan ve özgürlükçü bir bakış açısıyla, din-devlet ilişkilerini
düzenleyen bir anlayışta ise, devlet din karşısında bütün
inanan ve inanmayanların hukuklarını koruyacak eşitlik
mesafesinde bulunarak, kendisi dine müdahale etmeyeceği gibi dinsel bir tercihte yapmaz.
Aynı şekilde devlet ve toplum arasındaki ilişkilerin bir
siyasal sözleşme metninde düzenlenmesi, mutlaka sivil toplumun yapısal unsurlarını devlet karşısında özerkleştirecek
ve özgürleştirecek bir anlayışta gerçekleştirilmelidir. Türk
toplumsal geleneğinde vakıf, cemaat ve benzeri örgütlenmeler önemli bir yer tutar, bu yapıların anayasal güvence altına alınmadığı dönemlerde, hatta doğrudan doğruya
yok sayıldığı uygulamalar yaygın bir şekilde meydana geldiği için, sivil toplum oldukça büyük engellerle karşılaşmıştır. Sivil toplumun kendisini kabul etmeyen, böyle bir antidemokratik yaklaşımın, son yüzyılda devlet zihniyetinde
ve pratiğinde geniş bir uygulamasının olduğu düşünülünce,
anayasal çerçevede meseleyi ele almak ve toplumsal özgürlüklerin önünü açmak zorunlu hale gelmektedir.
Bu çerçevede siyasi partiler, dernekler, sendikalar ve
www.sekeris.org.tr
47
anayasa
Türkiye’de anayasal gelişmelere baktığımız zaman,
1924 anayasası hariç bütün anayasaların yapım süreçlerinde anayasa yapma teşebbüsü devletten gelmiştir ve
toplumsal taleplerin belirlediği bir işlem söz konusu olmamıştır. Böyle durumlarda ortaya çıkan siyasal sözleşmenin niteliği açıktır. Devlet, siyasal hukuki metinle, toplumsal alan üzerinde baskısını en üst düzeyde belirleyerek, toplumla olan ilişkilerini hiyerarşik bir kalıba dökmüş olmaktadır.
1961 Anayasası, devletin toplum karşısındaki üstünlüğünü en üst düzeyde sert biçimde dile getirdiği, tek taraflı
bir sözleşme özelliğini göstermektedir. Bu anayasayla devletin içindeki kurumların işleyişi düzenlenirken, siyasal güç
merkezi militer unsurların alanına kaymıştır. Bir yönüyle
1961 anayasasına ideolojik karakterini veren esas kurum,
ordu ve bunun dünya görüşü olarak militarizmdir.
Yukarıda da analiz edilmeye çalışıldığı gibi 1961’den
sonra yapılan bütün düzenlemeler Türk anayasal sisteminde siyasal bir değişim düzeyine ulaşmamıştır. Bütün düzenlemelere ancak militarizmin dünya görüşünün
izin verdiği hukuksal çerçevenin sınırları içinde kalmıştır.
Hatta daha ileri giderek söylenebilir ki, demokratik sürecin iyi kötü işlemeye başladığı dönemlerde dahi yapılan
birçok değişiklik, anayasaların bu karakterini yani ideolojik niteliğini değiştirecek bir düzeye ulaşamamıştır.
Yeni siyasal sözleşmenin toplumsal bir nitelik kazanması, hem anayasanın yapım yönetiminin hem de dayandığı ideolojik yapının değişmesiyle mümkündür. Ortaya
çıkan toplumsal değişim dinamikleri ,Türkiye için ilk defa
aşağıdan yukarıya, bir diğer söyleyişle toplumsalın siyasalı inşa ettiği yeni bir sözleşme metni olarak anayasa yapımına imkân hazırlamaktadır. Yapılacak bu yeni anayasanın, devletin topluma karşı üstünlüğünü vurgulamak yerine esas özne olarak toplumun devlete verdiği yeni fonksiyonları belirlemek biçiminde özetleyeceğimiz mantığı,
bütünüyle yapım sürecinin tersine döndüğü bir tarihsel
dönemden geçilmesinin sonucudur.
Bugün Türkiye’de anayasa tartışmaları etrafında konuşulanların esas mesele olarak yeni anayasanın politik ve
ideolojik niteliğinin göz ardı edilmesi, yeni anayasa yapım
sürecinin bütünüyle aktüel bazı sorunlara odaklanmış olması, anayasayı etnik kimlikler ekseninde bir tartışmanın
içerisinden değerlendirilmeye çalışılmış olması, demokrasi ve yurttaşlar arasındaki bir toplumsal ilişki olarak siyasal sözleşmenin yapısının önemini ihmal ederek, hatta
yurttaşların hukukunun üstünde başka siyasal zâtiyet arayışına girişilmesi ve bunlara anayasal bir çerçevede yer verilme talebi ciddi bir sorun teşkil etmektedir.
anayasa
benzeri sivil örgütlenmelerin geniş bir toplumsal temele
dayanması şekli unsurlar olmaktan çıkarak, toplumsal bir
zâtiyet temsil etmesinin yolu açılacaktır.
Devlet ve toplum arasındaki ilişkilerde, devleti sadece
sınırlandırmak değil, devletin toplum için üretim yapan
politik bir mekanizmaya dönüştürülmesi de önem arz etmektedir. Devletin böyle bir işlevi gerçekleştirebilmesi
için, etkin bir sosyal haklar düzenlemesinin anayasada güvence altına alınması gerekmektedir. Modern toplumlar
sınıflı toplumlardır. Esas itibariyle, modern toplumun çoğulcu sivil karakterinin de yaratıcısı büyük ölçüde sınıfsal
farklılaşmalardır. Bu bakımdan sınıf ya da farklılaşmış unsurların örgütlenmesinin anayasada açıkça düzenlenmesi, bir haklar sistemi olarak, siyasal hukuk kavramı içerisinde yer alması gerekmektedir. Sosyal hakların gelişmesi
ve anayasal teminata kavuşması aslında sivil toplumun gelenekselden moderne değişim çizgisini de belirleyecektir.
Başka bir ifadeyle modern toplum, sosyal haklar ekseninde örgütlendikçe mezhep, etnik kimlik gibi unsurların siyasal bakımdan göreli ağırlığı kaybolacak, modern toplumun fonksiyonları ön plana çıkacaktır. Sosyal haklara dayalı örgütlenmeler ,devletin fonksiyonlarını sosyal harcamalar veya sosyal çıktılara yöneltirken, aynı zamanda devleti sınırlandıracak bir sivil örgütlenmenin de gerçekleşmesine imkân sağlayacaktır. Demokrasinin bu tür güçlü
toplumsal dayanakları olması, devlet ve toplum arasındaki dengesizlikleri giderecek yeni bir toplumsal dengenin
kurulmasına fırsat verecektir.
Devlet ve toplum arasındaki ilişkilerin bu şeklide düzenlenmesi, bir başka yönüyle, bireyle devlet arasına geniş
bir alanın girmesi anlamını taşımaktadır. Toplumsal örgütlenmeler toplum-devlet ilişkilerinin özgürlük eksenli düzenlenmesi, siyasal hak ve özgürlükler gibi çok sayıda mekanizmanın devreye girmesiyle bireyin devlet karşısındaki güçsüzlüğünü birey lehine değiştirecek etkiler yaratacaktır. Totaliter ya da otoriter rejimlerde sıkça gördüğümüz devlet karşısında herhangi bir toplumsal mekanizma ya da tampondan mahrum bireyin çaresizliği, temelde
bu tür bir düzenlemeyle ortadan kaldırılacağı için, bireyin
devletle olan, ilişkisi sağlıklı bir zeminde gerçekleştirilir.
Kısaca açıklamak gerekirse sosyal haklarla, siyasal haklarla kuşatılmış olan devlet karşısında birey, rahatlıkla kendisiyle ilgi hak ve özgürlükleri talep edip, devletin bunları ihlal etmesine karşı önlem alma gücüne kavuşacaktır.
Birey ve devlet arasındaki ilişkileri, toplum ve devlet
arasındaki ilişkileri demokratize eden bir sürecin parçası
olarak ele almak gerekir. Toplumsal örgütlenmenin bireyden devlete doğru işlediği ve özgürlüklerin aşağıdan yukarıya güçlü bir şekilde yaşandığı bir siyasal rejimin, esasında bu tür bir anlayış yatmaktadır.
Bireyin devletle ilişkilerinin sağlıklı bir zemine kavuşturulmasında, toplumsal alanın sahip olduğu hak ve özgürlüklerin rolüne vurgu yaptıktan sonra, toplumun birey karşısındaki konumunun da anayasada düzenlenmesi
ihtiyacı vardır. Devlet ve toplum arasında var olan muta-
48 şeker-iş dergisi • eylül-ekim 2011
bakatın bireye karşı bir hal aldığı durumlarda, totaliter bir
yapılanmanın belirtilerini görmek çok zor değildir. İdeolojik olarak sosyalist ya da kamusalcı toplum teorileri, bu
zaaflarından dolayı söylemsel olarak özgürlüklere çok fazla anlam yükledikleri halde, kaçınılmaz olarak özgürlük
düşmanı rejimler yaratmışlardır. Bu tehlikeden kaçınmak
totaliteryan eğilimler karşısında demokratik değerlere dayalı bir siyasal anlayışı savunmak, devlet karşısında olduğu gibi, toplum karşısında da bireysel hak ve özgürlükleri koruyacak ve geliştirecek bir anlayışı anayasada düzenlemeyi gerektirmektedir.
Sonuç
Toplumların gelişmesini ekonomik, siyasal ve sivil yapılar arasındaki uyumun ya da entegrasyonun varlığıyla
hissetmek mümkündür. Toplumsal teoride gelişme fikri,
daha çok sınıfsal çoğulculuk, siyasal çoğulculuk ve piyasa
mekanizmasının rekabete dayalı işleyip işlemediği düzeyde tartışılır. Şüphesiz anayasalar bu gelişmelerin yaşanması için zorunlu şartlar değillerdir.
Çağımızda anayasası olmadan bu ilişki ve dengeleri kurmuş çeşitli örnekler rastlamak mümkündür. Buna
rağmen anayasaların düzenleyici etkisini inkâr etmemek
gerekir, bilhassa siyasal sistemleriyle toplumsal sistemleri
arasında farklılaşmaların, ideolojik ve kültürel temellerde derinleştiği, batılılaşma sorunu yaşamış batı dışı toplumlarda, anayasanın düzenleyici etkisine daha çok ihtiyaç hissedilmektedir.
Siyasal sistemin, sivil alana karşı ideolojik ve politik
güç merkezi haline geldiği yapılarda, demokratikleşeme
sorununun aşılması birçok faktöre bağlıdır. Nihayetinde
antidemokratik yapıların, devletten topluma yansıyan hukuk metinleri, bu sürecin önündeki en önemli engellerdir.
Türkiye değişimini başarıyla tamamlamak için sadece bu
antidemokratik metinlerden kurtulmak üzere değil, aynı
zamanda siyasal ve toplumsal alan arasındaki sorunları aşmada da bireyi özgürleştirmede de, yeni siyasal hukuksal
düzenlemeler yapmak durumundadır. Yapılacak yeni anayasanın düzenleyici yani siyasal ,ekonomik ve sivil yapılar arasındaki ilişkileri demokratik esaslarda inşa edici bir
anayasa olabilmesi için bütünüyle politik toplum ideolojisi etrafında oluşmuş eski anlayışın terk edilmesi gerekir.
Bu anlayışın ürettiği militarist kültürün, devlet merkezli
toplum felsefesinin ve benzeri tortuların tasfiye edilmesi
bütünüyle özgürlükçü bir felsefeye dayanan anayasayı zorunlu kılmaktadır.
Anayasalar bütün toplum sorunlarının çözüm adresi
değildir, fakat anayasaları sorunlu olan siyasal rejimler, ülkenin sorunlarını çözme gücünü zaafa uğratan etkiler yaratırlar. Hem bu etkileri ortadan kaldırmak, hem de ülkenin yaşadığı değişime olumlu katkılar yaratmak için,
bugün Türkiye’nin çözüm kabiliyetini arttıracak yeni bir
anayasa yapmak ,ertelenemez bir hale gelmiştir.
Yeni dönem ile birlikte gündeme gelen yeni baştan bir
sivil Anayasa yapma tartışmaları, demokratikleşme sürecimiz açısından önemli bir adımdır. Çünkü 1786 tarihi
ile başlayan ve bu güne kadar devam eden Anayasal rejim
sürecimizde; olağan yollarla ortaya çıkan bir siyasal oluşuma bağlı, sivil bir Anayasa yapılamamıştır. Bu nedenle
yeni bir Anayasa hazırlama konusu gündeme getirildiğinde; bunun, bütün sivil toplumun örgütleri ile bu sürece
katkı sağlaması ve aynı şekilde siyasilerce de bu önerilerin
dikkate alınması önemli bir yer tutmaktadır.
Anayasalar, kişilere hak ve hürriyetler veren bir hukuk
metni değildir. Kişinin insan olması nedeniyle sahip olduğu hak ve hürriyetler, siyasal iktidarın, devletin iradesine
bağlı kalınmaksızın doğuştan elde edilen doğal haklardır.
İşte Anayasa, kişinin zaten sahip olduğu bu hak ve hürriyet alanının kurucusu değil; teminat altına alınarak bir
güvenceye kavuşturulduğu bir hukuk kaynağıdır.
Temel hak ve hürriyetlerin devlete ve topluma karşı
korunması ihtiyacı, Anayasa kavramının doğmasına yol
açmıştır. Anayasaların bir diğer fonksiyonu olan devlet
kurumlarının nasıl ve şekilde işleyeceğinin düzenlenmesi,
insan haklarının korunması karşısında ikinci derece öneme sahiptir.
Askeri darbeler ile şekillenen Anayasalarla çok iyi bir
idari teşkilat yapısı kurulabilir. Ancak birey hakları ve
hürriyetleri ile demokratik kurumların işleyişi açısından
aynı şeyleri söylemek mümkün değildir. Bu nedenle askeri darbeler, başta insan hakları ve hukukun evrensel ilkelerinin askıya alındığı dönemlerdir. Bu olumsuz etki sadece askeri yönetim dönemi ile sınırlı kalmamktadır. Bu dönemde şekillenen yazılı (pozitif ) hukuk, sivil dönemlerde
de uzun bir dönem etkisini devam ettirir. Bu nedenle demokratikleşme süreci, bir çok engellerle örülü olduğu için
uzun bir zaman dilimini almaktadır. Bazen de bu süreç tamamlanmamaktadır.
Yürürlükte bulunan 1982 Anayasasının en çok eleştirilen yönü, temel hak ve hürriyetler ve demokrasi anlayı-
Doç. Dr. Aydın Başbuğ
Gazi Üniversitesi Öğretim Üyesi
şındaki olumsuz tavrıdır. Temel hak ve hürriyetlerin uluslararası alanda genel kabul görmüş sınırlandırılma nedenlerini aşacak şekilde daraltılarak kısıtlanması ve kurucu
iradesi ile demokrasi kültürünün yerleşmemesine 1982
Anaysasası neden olmuştur. Bu nedenle demokratisi geleneğinin, başta devlet işleyisi olmak üzere, sivil ve resmi bütün örgüt yapılarında yerleşmemiş ve gelişmemiştir.
Öyle ki, geçmiş dönemlerde yapılan değişikliklere rağmen
bu durum değiştirilememiştir. Dolayısıyla Türk halkı için
şimdikine bağlı kalmaksızın yeni bir Anayasa yapma zorunluluğu bulunmaktadır.
Sivil taleplerin hakim olduğu yeni Anayasanın temel
felsefesi, bireyin zaten sahip olduğu hak ve hürriyetler alanını oldukça geniş tutarak, Anayasada sayılmayan temel
insani değerlerin de bulunduğunu kabul etmek olmalıdır.
Böylece hak ve hürriyetler alanının önü açılmalıdır. Diğer
taraftan bu hak ve hürriyetlerin sınırlandırılmasının bir istisna olduğu kabul edilerek, bunun sınırlılığı ve sınırlandırma nedenleri uluslararası hukuka ve demokratik anlayışa uygun olarak nasıl sınırlanacağı herkesin ortak olarak
kabul edebileceği ilke ve esaslara bağlanmalıdır.
Bu çerçevede hazırlanacak Anayasaya ilişkin olarak
dikkate alınmasını düşündüğümüz temel esaslar şu şekilde sıralanabilir;
www.sekeris.org.tr
49
anayasa
Anayasa Değişikliğini
İnsan Hak ve Hürriyetleri
Açısından Fırsata Çevirme
anayasa
1- Yeni Anayasa Bireysel Hak Ve Hürriyetleri
Esas Alan Bir Anayasa Olmalıdır
Anayasanın temel işlevi de budur. Yani bireyi devlet ve
topluma karşı korumaktır. Yoksa kişiye hangi hakların ve
hürriyetlerin “verildiği” ve ne derece” insan” olarak kabul
edildiği bir metin olmamalıdır. Çünkü temel insan hakları, aynı zamanda insanın maddi ve manevi varlığını ortaya
koyan bir kavramdır. İnsanın var olma hali, siyasal iktidarlar, devlet tarafından verildiği ölçüde şekilenen bir durum
değildir. Aksine insan, insan olduğu için doğuştan ahip
olduğu hak ve hürriyetlerin asıl sahibidir. Hukuk metinleri, var olanı tespit eden bir kaynaktır.
İnsan hakları, sadece Anayasada yer alan hak hürriyetlerden ibaret değildir. Yeni haklar ve hürriyetler alanı toplum geliştikçe var olandan tespit edilerek ortaya konulmaktadır. Hukuk, bu hak ve hürriyetlerin, toplum hayatında diğer bireylerin kişilik hakkını ilgilendirdiği oranda
devreye girerek bunları güvence altına almaktadır.
Son zamanlarda gündeme gelen çok kültürlülük tartışmaları dikkate alındığında, kişi hak ve hürriyetleri dışında, çok kültürlülüğü esas alan bir Anayasa hazırlanması ihtiyacı bulunmakta mıdır?
Kuşkusuz toplumun kendisi homojen bir yapıda değildir. Toplum dediğimiz sosyal yapı, çeşitli din, mezhep,
ırk, cemaat, grup ve yerel kültürel özellikler taşımakta;
değişik düşünce ve inanç sisteminde insanları bir arada
barındırmaktadır. Aslında dünya üzerindeki bütün devlet şeklinde örgütlenmiş toplumlar da hep aynı durumdadır. Bundan hareket ederek, Anayasaların da çok kültürlülüğün getirdiği bu çeşitliliği koruması gereklidir. Ancak
şunu da unutmamak gerekir ki Anayasa, hakim olan kültürün izlerini taşımamalıdır. Nitekim, üzerinde çok tartışılan 1982 Anayasası da böyledir. Eğer toplumdaki hakim
kültürün dayatıldığı Anayasal rejimlerde demokrasi geleneği gelişmediği ve bireysel hak ve hürriyetler teminat altına alınmamış demektir. Dolayısıyla sorun çok kültürlü
bir Anayasa yapmak değil, demokratik gelenek ve bireysel
hak ve hürriyetlerin teminat altına alınmasıdır. Ancak bu
durumda çok çeşitlilik ve değişik yapıdaki insanların birarada yaşaması gerçekleşebilir. Demokrasi geleneğini geliştirmeden ve birey hak ve hürriyetlerini teminat altına almadan yapılacak çok kültürlülük bir başka anti demokratik gelişmelere yol açacaktır.
Hak ve hürriyetlere sahip olma bakımından, etnik,
ırkı, dini, düşünce farklılığı ne olursa olsun herkesin eşit
olması gerçeği bu ihtiyacı karşılamaktadır. Sorunun kaynağı birey hak ve hürriyetlerinin Anayasada gereğince güvence altına alınmamasından kaynaklanmaktadır. Anayasada “herkes” kelimesiyle ifade edilen de bu hakikattir.
Herkes, dilediği siyasi düşünce, felse ve dine inanmakta eşit derecede hakka sahiptir. Devlet, bu düşünce ve
inançların içeriğine karışamayacağı gibi, hangisinin doğru, hangisinin yanlış veya sapık olduğunu belirleme yetkisinde değildir. Konu dini inançlar bakımından ele alındı-
50 şeker-iş dergisi • eylül-ekim 2011
ğında; kişinin tek tanrılı bir dine inanması ne derece hakkı ise, çok tanrılı veya tanrısız bir inanca sahip olması da
aynı drecede hakkıdır. Kişinin inandığı siyasi düşünceyi,
felsefeyi ya da inancı yaşamak, eğitmek ve öğretmek; doğal sınırlılığı ve meşru sınırlandırma sebepleri çerçevesinde kalan doğal bir haktır.
Din eğitimi bakımından, devletin belli bir dini veya
inancı kabul etmesi ve diğerlerini yok sayması mümkün
olmadığı gibi bunlardan birini öğrenmeyi zorunlu kılması da aynı derecede doğru değildir. Bu nedenle dini veya
inancı öğrenmek, eğitmek ve öğretmek, kişiler için doğal
bir haktır. Bu hakkını örgütlenme hürriyeti çerçevesinde
bir grup ya da cemaat olarak organize etmesi de gayet tabiidir. Devletin fonksiyonu, bu çeşitli din ve inancın eğitimi ve öğretimini denetlemesi ve gözetlemesidir. Bu denetim ve gözetim içeriğe ilişkin değildir. Aksine fiziksel ortam ve modern eğitimin zorunlu olarak öngördüğü şartların yeterliliği ile başkalarının hak ve hürriyetlerinin korunması amacıyla gerçekleştirilecek olan bir eğitim ve öğretim ortamının sağlanıp sağlanmadığının denetimi olmalıdır.
Din ve inançların eğitimi ve öğretimi bakımından, zorunlu olarak herhangi bir dinin eğitimi ve öğretiminin,
temel insan haklarına aykırı olduğu, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesince de kabul edilmiştir. Zorunluluğun kaldırılarak, başvuru üzerine bu tür eğitimden istisna tutulma da yerinde değildir. Çünkü kişinin kendi dini ve inanç
kimliğini açıklamak zorunda bırakılması, kişi üzerindeki bir başka baskı aracı olacaktır. Devletin hakim din ve
inanç sistemleri için sağladığı kamusal hizmet, diğer din
ve inançlarla aynı kapsamda olmalıdır. Bu eşitlik, bütçe
bakımından olmadığı; tanınan hakların ve sağlanan idari hizmetlerin türü bakımından olacağı açıktır. Aksi tartışma işin doğasına ters olacaktır.
Kullanılan dil bakımından, toplumun kullandığı dil
ile devletin resmi dili arasında bir ayrım yaparak konuya
yaklaşmak zorunludur. Kuşkusuz toplumun bütün fertlerini ortak bir zeminde bir araya getirebilmek için devletin resmi bir idari dili olacaktır. Ancak idari yapı dışında
sivil alanda kişilerin ana dilini kullanması, bu dilde iletişim vasıtalarını kullanması, bu dili öğrenmesi ve öğretmesi bir temel haktır.
Devletin eğitim kurumlarında eğitim dilinin Türkçe olması da aynı şekilde bir zorunluluktur. Vatandaşlık
haklarının kullanılabilmesi ve devlet işleyişinde yer alabilmek için bu Türkçenin öğretilmesi, devlet için; vatandaşlar için de öğrenilmesi bir yükümlülüktür.
Türkçe dışında bir yabancı dilin veya yerel mahalli dilin eğitimi ve öğretimi, kişilerin özel hayat ve organizasyonunda gerçekleşen, devlet işleyişinin dışında kalan bir konudur. Devlet bu tür eğitim ve öğretim kurumlarını, tıpkı
din ve inancın öğretilmesinde olduğu gibi kişilerin hak ve
hürriyetlerini korumak amacıyla gözetim ve denetim altında tutmalıdır.
3- Kişi Hak ve Hürriyetleri Anyasada
Sayılanlarla Sınırlı Tutulmamadan ve Alt Başlıklara
Ayırmadan Düzenlenmedir
Temel hak ve hürriyetler Anayasada sayılanlarla sınırlı
değildir. “İinsanın madddi ve manevi varlığını geliştirme”
hakkı çerçevesinde, bu geliştirme kelimesinden hareketler
insan haklarını geliştirme ve yeni hakların varlığını kabul
ettirme hakkı bulunduğu ifade edilemktedir. Bu evrensel
hakikat, yeni Anayasada yorum yoluyla değil de doğrudan
doğruya açık bir hükümle düzenlenmelidir.
Anayasada yer almayan çevre hakkı ve hasta hakkı gibi
yeni kuşak haklar bulunmaktadır. Anayasada bazı hakların sayılması, bunların gelişmesinin önünü tıkamak değil;
bir kuşkuya yer bırakmamak, varsa özel sınırlama sebebini göstermektir.
Anayasamız kişi temel hak ve hürriyetlerini; “kişi hakları”, “sosyal ve ekonomik haklar” ve “siyasi haklar” olarak
üç bölümde ele almıştır. Bu ayrımdaki sorun, bazen “insan
hakkı” olarak sadece kişi haklarının anlaşılması gibi bir
yanlış anlayışa yol açmasında görülmüştür. Örneği sendika hakkı ve toplu görüşme hakkı, uzun bir süre Anayasamızın 90. Maddesi çerçevesinde insan haklarından kabul
edilmediği için onaylanan 87 ve 98 sayılı ILO’nun sözleşmelerine rağmen iç hukukta tanınmamıştır. Anayasanın
90. maddesi, konusu insan hakları ile ilgili olan uluslararası antlaşma ile iç hukukun çatışması durumunda iç hukukun üstün olacağını düzenlemiştir. Sendika ve toplu sözleşme hakkı uluslararası hukukta insan hakkının bir parçası olarak kabul edilmesine rağmen, Türk hukukunda bu
tür sosyal hakların insan haklarından anlaşılamayacağı gerekçesi ile uygulanmamıştır. Ancak Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesinin bunun insan haklarından olduğunun kabul edilmesi ile birlikte, Türk hukukunda memur sendikalarının belediyeler ile imzaladığı sözleşmelerin toplu
sözleşme olduğu kabul edilmeye başlanmıştır.
Temel kişi hak ve hürriyetlerinin Anayasamızdaki gibi
alt başlıklara ayrılması sun’i nedenlere dayanmaktadır.
Örneğin mülkiyet hakkı 1961 Anayasasında sosyal hak
kabul edilmişken, 1982 Anayasasında kişi hakları arasında yer almıştır. Bunun gibi bir hak ve hürriyetin hangi kısma ait olduğu tartışmalı olabilmektedir. Diğer taraftan bu
kısımda yer alan bazı düzenlemelerin kişi hak ve hürriyeti ile de ilgisi bulunmadığı görülmektedir. Örneğin, vatan
hizmeti, vergi mükellefliği, özelleeştirme, siyasi partilarin
uyacakları esaslar, tarih kültür ve tabiat varlıklarının korunması gibi bazı düzenlemelerin kişi hak ve hürriyetlerinin içeriği ile ilgisi bulunup bulunmadığı tartışmalıdır.
4- Devlete Yükümlülük Getiren Sosyal Haklara
İklişkin Sınırlandırma Daraltılmalı ve Bazı Sosyal
Haklar Bu Sınırlamadan Uzak Tutulmalıdır.
Sosyal haklara sınır getiren Anayasanın 65. maddesi,
“Devlet, sosyal ve ekonomik alanlarda Anayasa ile belirlenen görevlerini, bu görevlerin amaçlarına uygun öncelikleri gözeterek malî kaynaklarının yeterliliği ölçüsünde yerine getirir”
hükmünü içermektedir.
Bu düzenleme çeşitli tartışmalara yol açmaktadır. Bir
anlayışa göre sosyal hakların tamamı için geçerli olan bu
hüküm, devlete maddi edim yükümlülüğü getirmeyen
sendika, toplu pazarlık ve grev gibi hakların da devletin
mali imkanları çerçevesinde yerine getirilebileceğini göstermektedir. Yani devlete bir mali yükümlülük getirmeyen özel hukuk ilişkilerinde de bu hakkın kapsamı devletin mali imkanları ölçüsünde yerine getirilecektir.
Bu konuda ileri sürülen ikinci bir görüşe göre, devlete edim yükümlülüğü getirmeyen sosyal haklar ile edim
yükümlülüğü getiren sosyal haklar arasında ayrım yapılmalıdır. Devlete edim yükümlülüğü getiren sosyal hakların yerine geitrilmesinde davlatın mali imkanları dikakte alınmaz. Bu tür sosyal haklar, tıpkı diğer bireysel haklar gibi kişi hak ve hürriyetlerinden sayılır. Anayasanın getirdiği sınırlılık, devlete edim yükümlülüğü getiren haklar için geçerlidir. Çünkü bu tür sosyal hakların diğer kişi
hakları gibi doğal olarak kendiliğinden var olduğu kabul
edilmez. Bu tür haklar devletin tanıdığı kadardır. Dolayısıyla bir sınırlandırma da söz konusu değildir. Devlet ne
kadar tanırsa o kadardır.
Bu tartışmalar dahi, temel kişi hak ve hürriyetlerinin
alt başlıklara neden ayrılmaması gereğini ortaya koymaktadır. Devletin mali imkanları ölçüsünde yerine getirilen;
doğal haklardan farklı olarak kabul edilen bu tür sosyal
hakların, sadece devlete edim yükümlülüğü getiren haklarla sınırlı olduğunu ifade etmek için bu ifadenin Anayasa metnine girmesi gerekmektedir.
Devietin mali imkanları ölçüsünde var olduğu kabul
edilen edim yükümlülüğü getiren sosyal haklar arasında
da bazı haklar bu sınırlandırma dışında tutulmalıdır. Örneğin eğitim ve sağlık hakkı gibi haklar devlete edim yükümlülüğü yüklemekle birlikte, bu hakların yerine getirilmesi devletin mali imkanları ölçüsüne bağlanmamalıdır.
www.sekeris.org.tr
51
anayasa
2- Hak ve Hürriyetlerin Aynı Zamanda bir Ödev
Olduğu Anlayışı Terk Edilmelidir
Yürürlükte bulunan 1982 Anayasanının eleştirilen
yönlerinden birisi de, hak ve hürriyeti aynı zamanda bir
ödev olarak algılmasıdır. Ödev olgusu, hakkın içeriğinin
ancak topluma karşı yerine getirilen ödevler ölçüsünde olduğunu ifade etmektedir. Bu yönüyle de hak ve özgürlükleri sınırlamaktadır. Çalışma hakkının aynı zamanda bir
ödev olması; bu ödevin yerine getirildiği oranda çalışma
hak ve hürriyetinin bulunduğunu anlatmaktadır.
Hak ve hürriyetlerin bir teminatı olan Anayasada ödev
olgusunun çıkarılması gereklidir. Birey olarak kişinin topluma karşı yükümlülüğü vatan hizmeti ve vergi vermekle
sınırlı olup, bu yükümlülüklerin bütün hak ve hürriyetlere şamil kılarak kısıtlanması doğru değildir.
anayasa
5- Sendikal Örgütlenme Hakkı Çerçevesinde
Memur Sendikalarının Toplu Sözleşme
Hakkının Kapsamı Genişletilmelidir
12 Eylül 2010’da gerçekleşen Anayasa değişikliği ile
memurlara toplu sözleşme hakkı tanınmıştır. Ancak Anayasanın 128. maddesi kapsamında bu hak, sadece mali koulara hasredilmiştir. Oysa uluslararası hukukta kabul edilen toplu pazarlık hakkı ile Anayasanın düzenlemesinin
örtüşmesi mümkün değildir.
Sendikal örgütlenme hakkının doğal uzantısı olan
toplu sözleşme hakkı bakımından memur sendikalarına
tanınan bu hak, genişletilerek tıpkı işçi sendikalarında olduğu bütün çalışma ilişkilerini içine almalıdır.
6- İnsan Haklarını Konu Edinen Uluslararası
Antlaşmalara Tanınan Üstünlük Yeniden Ele
Alınmalıdır
Anayasanın 90. maddesine göre öngörülen;
“Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların
aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır”
şeklindeki hüküm olumlu bir adımdır. Ancak, uluslararası antlaşma ile iç hukukta olabileceği kabul edilen bu
çatışma halinde, uluslararsı antlaşmanın getirdiği hükmün her zaman iç hukuktan daha ileri olması gibi bir durum söz konusu değildir. Bu durumda uluslararası hukuktan daha ileri olan iç hukukun uygulanmaması gibi bir sonuç meydana gelecektir.
İç hukukta uluslsrası hukuktan daha ileri düzenlemelerin olabileceği haller de göz ardı edilmeden usulüne
göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda
farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda kişi hak ve hürriyetleri lehine olan hükmün üstün
tutulacağı belirtilmelidir.
7- Hak ve Hürriyetlerin Sınırlılığı İle
Sınırlandırılması Sorunu
Bu çerçevede;
a- Hak ve hürriyet kavramı ile bağdaşmayan “ödev”
olgusu terk edilmelidir,
b- Kişinin hak ve hürriyetinin, başkalarının hak ve
hürriyetlerinin başladığı noktada söz konusu olamayacağı bir sınırlandırma değil, hakkın ve hürriyetin doğal hali
olan sınırlılığı meydana getirdiği açıkça vurgulanmalıdır.
c- İnsan haklarına ilişkin düzenlemelerin tarihi gelişimi ve uluslararası hukukta, kişi hak ve hürriyetleri karşısında devlete karşı bir sınırlama getirmesi söz konusu iken
Anayasamız, kişiler açısından da hak ve özgürlüklerin kötüye kullanılabileceği düşüncesi ile Anaysamızın 14. maddesinde bir sınırlandırmaya gitmiştir. Buna göre, “Anayasa-
52 şeker-iş dergisi • eylül-ekim 2011
da yer alan hak ve hürriyetlerden hiçbiri, Devletin ülkesi ve
milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmayı ve insan haklarına dayanan demokratik ve lâik Cumhuriyeti ortadan kaldırmayı amaçlayan faaliyetler biçiminde kullanılamaz” ifadesine yer verilmiştir. Şunu belirtmek gerekir ki bir hakkın
kötüye kullanılması sadece kişi hak ve hürriyetleri açısından
söz konusu olmayıp, bu durum bütün haklar için mümkündür. Hukukukun genel ilkeleri çerçevesinde bu durumun
hukuki sonucu kanunla düzenlenmiştir. Böyle bir hükmün
Anayasada yer alması, hürriyetlerin genel olarak sınırlandırma sebebine dönüşmesine yol açmaktadır. Bu hükmün
Anyasa metninden çıkarılması gerekmeketdir.
Anayasanın 14. maddesinde yer alan,
“Anayasa hükümlerinden hiçbiri, Devlete veya kişilere, Anayasayla tanınan temel hak ve hürriyetlerin yok
edilmesini veya Anayasada belirtilenden daha geniş şekilde sınırlandırılmasını amaçlayan bir faaliyette bulunmayı
mümkün kılacak şekilde yorumlanamaz”
hükmü, temel hak ve hürriyetlerin teminat latına alınması olup, Anyasada kalmalıdır. Aksi durumda yukarıdaki gibi hükmün yer alması, güvenceyi sınırlandırmaya dönüştürecektir.
d- Hak ve hürriyetlerin sınrılandırılmasında sebep
olarak, “kamu yararı”, “milli güvenlik” ya da “genel ahlak”
gibi ne anlama geldiği üzerinde ittifat sağlanamayan kelime ve kavramlar kullanılmamalıdır. Gerçi 2001 değişikliği ile bu kelimeler terk edilmişse de, genel ahlak ifadesinin
kaldırılması nedeniyle, insan ticareti, uyuşturucu satışı ve
fuhuş gibi fiillerin hangi gerekçe ile sınırlanabileceği sorusu ileri sürülerek bu kavramların tekrar getirilmesi savunulmaktadır. Anayasada yer alan ve tek sınırlama hükmü
olan “Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın
yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir” düzenlemesinin bu hallerde yeterli olmayacağı belirtilmiştir. Söz
konusu davrnaışları yasaklayan Anayasa hükmü bulunmadığı için ahlaka aykırı bu davranışların sınırlanamayacağı dile getirilmiştir. Hak ve hürriyetlerin sınırlandırılması
sadedinde olarak, sınırlandırmanın uluslar arası hukukta
kabul edilen genel esaslar ve hakkın özünün hiçbir şekilde
ortadan kaldırılamayacağı biçimindeki düzenlemenin yerinde olacağı kanaatindeyiz.
8- Sonuç
Hak ve hürriyetler açısından değerlendirdiğimiz yeni
Anayasa tartışmalarına katkı sağlamayı hedeflediğimiz bu
yazımızda, hazırlanan Anayasanın toplumun bütün kesiminin katılımı ile beklenen ihtiyaçlara cevap vereceği temennisindeyiz. Bu sonuca ulaşılmasında siyasilerin demokratik katılımı esas alan yaklaşımın katkı sağlayacağı
kuşkusuzdur. Bu sürecin Türk halkının demokrasi anlayışının da bir sınavı niteliğinde olduğunu unutmamamız
gereklidir.
“Anayasamıza…demokrasi adı verilir;
çünkü iktidar azınlığın değil, çoğunluğun
elindedir.”
Ünlü Yunan tarihçi Tukidides
Anayasanın Tanımı ve İşlevi
Kavramının ilk anlamına göre üst norm niteliği taşıyan kuralların bir metin içinde toplanması anayasayı oluşturur. Bu tanım kavramı şekli açıdan açıklar. Kavramın diğer tanımı ise içeriği yani maddi anlamına göre yapılmaktadır. Buna göre devletin türü (tekçi devlet, federal devlet)
ve temele organlarının (yasama, yürütme ve yargı) oluşumu, görev, yetki ve aralarındaki ilişkiler ile bireyin temel
hak ve hürriyetlerine ilişkin kuralların tamamı anayasayı
tanımlar. Dolayısıyla anayasa devletin üst yönetimini, siyasal sistemini bireyin hak ve hürriyetlerini düzenleyen
kural olarak tek, bazen de birden fazla metinde öngörülen hukuk sisteminde diğer kuralların kaynağı ve kendisine uygun olması zorunluluğunu öngördüğü ve sağlattığı
kurallar bütünüdür.
Anayasa örgütlenmiş toplumda bireylerin bir arada yaşamasının sosyal, siyasi ve hukuki zeminini hazırlar. Getirdiği düzenleme ve öngördüğü kurumlarla toplumun bir arada yaşamasının ortak kodudur. Ortak yaşamayı gerçekleştirdiği için toplum sözleşmesidir. Toplumun bir arada yaşamasında harç olma, birleştirme özelliğini taşır. Anayasa devlet yönetiminde ve toplumsal yaşamda karşılaşılan her sorunun çözümünde sihirli değnek rolü oynamaz. Ancak anayasa toplumsal gelişimin hızına uyamayan, gelişimine engelleyici bir özellik taşıyabilir. Bu durum özellikle anayasanın maddi içeriğinin dışında kalan alanları da düzenlemesi ve bu düzenlemeyi kazuistik yöntemle mufassal olarak yaptığı durumlarda daha
sık gözlemlenir. Bununla birlikte çerçeve anayasaya sahip
olunması halinde bu tür sorunların yaşanmayacağını kesin bir dille söylemek de mümkün değildir. Özetle anayasalar ilgili ülkenin sosyal, siyasal, ekonomik, tarihi ve kültürel yapısına bağlı olarak her toplum için kendine özgü
değişkenlikleri içinde barındırması gereken; ancak devletin temel yapısı ve yönetimi ile bireyin hak ve hürriyetine
ilişkin kuralları içermesi gereken metinlerdir. Bu metinlerin oluşumunda demokratik bir atmosfer söz konusu olur
ve hürriyetçi bir anlayışla hazırlanır yani halkın geniş katılımına imkân tanıyarak hazırlanması halinde hazırlandığı dönemin kuşaklarının olduğu kadar gelecekteki kuşak-
Prof. Dr. Ender Ethem ATAY
Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi
İdare Hukuku ABD Öğretim Üyesi
larında kabullenmesi ve saygı gösterilmesi yani meşruiyeti anlamında sorun yaşamaz. Bu durum anayasanın hukuki anlamda sorunsuz olduğu kadar meşruiyeti anlamında
da uygulanacağı toplumda kabul edildiği anlamını taşır.
Modern devletlerde köklü siyasal değişimler yeni bir
anayasanın bu değişime eşlik ettirilmesi suretiyle gerçekleştirilir. Bu yolla değişikliğin mahiyetine bağlı olarak siyasi ve hukuki yapının yeniden oluşumu sağlanır. Devlet
olmanın ilk göstergesi bir anayasa dayanma ve buna bağlı olarak eşzamanlı bir şekilde bir bayrak, milli marş, para
gibi egemenliği simgeleyen hususlara sahip olmak gerekliliğidir. Bu nokta bizlere her devletin bir anayasası olması
gerekir mi sorusunun cevabını aramaya yöneltir. Bu sorunun cevabı evet ve fakat bu anayasanın tek bir metinde olmak zorunluluğu bulunmadığı şeklindedir.
Anayasanın hukuki anlamda normların en üstünde
yer alma şeklindeki hukuki değeri yani anayasanın bağlayıcılı ve üstünlüğü ilkesi ile birlikte bir de sembolik bir
değerinden söz edilir. Çünkü anayasa bir devletin kuruluşu veya varlığı ya da sürekliliğinin de bir gereğidir. Bu
bağlamda anayasanın devletin kimlik kartı (nüfus kâğıdı)
olduğu rahatlıkla söylenebilir. Kimlik kartı bilindiği üzere doğum sonrasında tanzim edilir ve gerektiği durumlarda üzerinde bazı değişiklikler yapılabilir. Yeni kimlik kartı çıkarma veya kimlik kartını tamamıyla yenileme günlük hayatta nasıl olağanüstü şart ve dönemlerde sıkı şartlara bağlı olarak gerçekleştirilebiliyorsa, aynı durum anayasalar için de geçerlidir.
Bilindiği gibi anayasaların büyük bir çoğunluğu ihtilalların yani olağanüstü bir dönemin sonucunda oluşturulmuştur. Bu anlamda olmak üzere bağımsızlık savaşı sonrasında ABD Anayasası ve 1960’lı yıllar sonrasında
www.sekeris.org.tr
53
anayasa
Yenilenen Türkiye ve
Anayasanın Yenilenmesi Arayışı
anayasa
kolonilere son verilmek suretiyle Afrika’da birçok devlet
ve anayasaları ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda olmak üzere bağımsızlık veya bir askeri darbe ya da devrim neticesinde eski nitelikte bir devlet olsa da, yeni bir anayasa ihtiyaç duyarlar. Bu gibi durumlarda yeni olan devlet değil,
rejimdir.
Yukarıdaki genel açıklamalardan hareketle anayasayı yeni hukuki ve siyasal düzenin doğumu veya yeniden
şekillenmenin bir sonucu temel norm olarak tanımlayabiliriz. Genel olarak anayasalar gelecek için hazırlanır ve
fakat aynı zamanda da geçmişi reddeder. Çünkü anayasa
var olan anayasal metne karşı bir reaksiyon sonucunda hayatiyet kazanmıştır. Yeni anayasa geçmişe bir tepki olma
zorunluluğunu işin mahiyetinden kaynaklanır. Bu husus
aynı zamanda yeni anayasanın meşruiyetinin de bir aracıdır. Yeni ya da esaslı bir şekilde yenilenen anayasa, eski
anayasaya olan tepkisini nesnel ölçüde sağduyu ile gerçekleştiremezse, orta ve uzun vadede sürekli eleştirilerin odağı ve sorun üreten bir metin olma niteliği ve riskini bünyesinde taşır.
Anayasa siyasi erklerin örgütlenmesini gösteren ve
bunlara empoze edilen normların bütünüdür. Anayasa
aynı zamanda siyasi etkinliklerin üzerinde cereyan ettiği
bir alan ve hukuk düzeninin oluşum şartların tespit edildiği bir mekândır. Hukukun ve siyasi erklerin etkinliklerine yönelik bahse konu bu kurallar yöneticilerin statülerini, atanma, seçilme, belirlenme ve yetkileri ile yönetenler ile yönetilenler arasındaki ilişkiyi tanımlar. Anayasa siyasi ve hukuki erklerin ve düzenin çerçevesini oluşturur.
Anayasa siyasi toplumun kurucusu yani toplumu organize
eder. Siyasal topluma devlet olma özelliği tanır. Bu özelliğine bağlı olarak kanun önünde eşitlik, ekonomik anlamda liberalizm veya üretim araçlarının devletleştirilmesi, devletin dini veya laiklik gibi temel ilkeleri ihtiva eder.
Bu anlamda siyasi erklerin örgütlenmesi anlamındaki “siyasi anayasa” ile bu tür bir toplumu belirlemeyi hedefleyen “sosyal anayasa” arasında bir ayırım yapılması mümkündür. Siyasi olma özelliği anayasanın siyasi erkelerine
ilişkin boyutuna işaret eder. Sosyal anayasa olma ise kişiyi hak ve hürriyetleri olan vatandaş olma seviyesine yükseltir.
Anayasa temel norm olma özelliğinin sonucu devlet
içindeki bütün hukuk kurallarının en üstünde, tepesinde
yer alır ve bu durum hukuk terminolojisinde bilinen ifadesiyle “normlar hiyerarşisi”ni oluşturur. Bir başka ifadeyle anayasa normlar hiyerarşisine hayatiyet verir ve bütün
normların üstünde, en üst noktasında bir yer işgal eder.
Diğer normların varlık sebebi ve buna bağlı olarak ta diğer normların lâfzen ve esas itibariyle kendisine uygun olması zorunluluğunu ortaya koyar. Bu husus “anayasaların bağlayıcılığı ve üstünlüğü ilkesi” olarak ifade edilmektedir. Anayasanın diğer normlara olan üstünlüğü hukuk
devleti ilkesinin gereklerinden biridir. Çünkü anayasa diğer hukuk kurallarının oluşumuna ilişkin esasları öngörür. Bu çerçevede anayasa kanunun kim tarafından, han-
54 şeker-iş dergisi • eylül-ekim 2011
gi usullerle, tek bir meclis mi yoksa iki meclis tarafından
mı oylanması gerekir, birden fazla meclis olması halinde “mekik yöntemi”nde hangi meclisin dominant olacağı gibi hususlara ilişkin kurallar öngörür. Anayasa hukuk
düzeninde var olan kurallar arasında normlar hiyerarşisinin nasıl gerçekleşeceğini de öngörür.
Anayasanın Hazırlanması ve Değiştirilmesi
Anayasa temel ve ilk olma özelliğine bağlı olarak oluşturulma veya değiştirilme de diğer hukuk kurallarından
farklı kendine özgü usul ve esaslara riayet edilmek suretiyle oluşturulur. Bu yapılmadığı takdirde değeri yani meşruiyeti anlamında bir zayıflık söz konusu olur. Anayasanın
kaleme alınması bu anlamda büyük bir ehemmiyeti haizdir. Üst norm olma özelliği anayasaya anayasanın korunmasına ilişkin mekanizmalara da sahip olmayı zorunlu kılar. Bu nedenledir ki modern devlet anayasalarında devlet
organlarının işlerinin yargısal denetimi ilkesi benimseniştir. Bu ilkenin anayasayı koruyucu etkisi, anayasa üzerindeki yansıması kanunların anayasaya uygunluğunu sağlayan mekanizmalara yer vermesidir.
Kurucu norm özelliği anayasanın içeriğinde devleti
yöneten ve yönlendiren önemli ilkeleri içermeyi de gerektirir. Anayasa normlar anlamında ilk olduğu için “özel bir
norm”dur. Dolayısıyla yeni bir anayasanın yapımı her zaman her toplumda özgün sorunların ortaya çıkmasına sebebiyet vermiştir. Benzer bir durum yeni bir anayasa yapımı sürecinin başladığı veya en azında güçlü bir şekilde kamuoyunun gündemini işgal ettiği Ülkemizde söz konusudur. Bu nokta diğer hukuk kurallarının oluşumdaki kuralların anayasa yapımında da aynen uygulanamamasının bir
sonucudur. Hatta anayasanın değiştirilmesi dahi anayasayı yapan veya yeniden yapacak otorite tarafından bu işlevin ifa edilebileceği anlamına gelen kamu hukukunun temel ilkesi olan “yetki ve usulde paralellik ilkesi”nin gereklerine uyulması yoluyla olabilir diye dile getirilmektedir.
Anayasanın hazırlanmasında sorun “kurucu güç” kavramından kaynaklanır. Kurucu güç genel kabule göre öncelikle bir devlette egemenliğin kullanılmasında hukuki
anlamında hiçbir sınırlamaya tabi değildir. Bir başka ifadeyle yeni bir anayasa yapacak organın yetkilerini tamamıyla sınırlayan bir pozitif hukuk kuralı mevcut olmamakla birlikte, bu organı sosyolojik ve politik şartlar ile
ülkenin uluslararası hukuktan kaynaklanan yükümlülükleri ve insan hakları sınırlayıcı bir rol oynamaktadır.
Kurucu güç kural olarak devlette kesinti veya köklü
değişikliklerin yaşandığı dönemlerde söz konusudur. Herhangi bir hukuki sınırlamaya bağlı olmaması yeni devletlerde bağımsızlık sonrası oluşturulma, devletin devamlılığı söz konusu ise devrim, askeri darbe veya bir diktatörlüğün yıkılması durumunda belirmesinin sonucudur. Bu tür
bir atmosferde iktidardaki erk kendisini herhangi bir hukuk kuralıyla bağlı hissetmez; sınırsız bir erki elinde bulundurduğu varsayımına dayanır. Çünkü söz konusu erk,
siyasi erkleri oluşturacak ve hukuk düzenini yaratacaktır.
Anayasa Yapım Yöntemleri
Anayasa hazırlanmasında otoriter yöntemlerde halk
anayasa hazırlanması sürecinin dışındadır. İktidar sahipleri
yeni bir anayasa yapılması, kaleme alınması, yürürlüğe girebilmesi için halkoyuna sunulması gibi konularda bizzat karar verirler. Bu anayasalarda tek taraflı olma özelliği dolayısıyla bahşetme (lütuf olma özelliği) özelliği ön planda olup,
iktidar sahibinin siyasi anlamda içinde bulunduğu bir zorunluluk söz konusudur. Tarihi tecrübeye göre hiçbir diktatörlükte veya otoriter rejimde erk sahipleri kendiliğinden
erklerini sınırlama gibi bir yöntemi kullanmamıştır. Çünkü bu tür bir tercih veya kabul erkin bir kısmının uhdesinden çıkma, kaybedilme anlamını taşır. Bahşetme halinde
bir müzakere ve pazarlık süreci yaşanılır. Bu süreç sonrasında uzlaşılan bir metin kamuoyuna açıklanır.
Anayasanın demokratik hazırlanması yönteminde,
demokrasinin yöneticilerin tercih ve kabullerinin halk tarafından benimsenmesi ve onaylanması noktası ön plana
çıkar. Bu çerçevede devletin kurucuları halka anayasa hazırlanması sürecinde önemli bir rol verir. Çünkü demokrasilerde halkın iradesi, egemenliğin ve erklerin kaynağıdır. Egemenliğin dış dünyadaki ilk kullanıcısı olarak ni-
telendirilen kurucu güç yani anayasayı yapabilme yetki ve
yeteneği, halka aittir. Halk bu yetkisini genel oy ilkesi gereğince kullanır. Burada halk veya millet anayasayı kabul
eder, onaylar. Burada anayasanın hazırlanması anlamında
birçok yöntemin varlığından söz edilir.
Demokratik yöntemlerden ilki, anayasanın referandum ile kabul edilmesidir. Referandum halkın genel oy
ilkesi uyarınca genellikle yürütme organınca hazırlanan
ve fakat hazırlanmasında katkısı bulunmayan hazırlanmış metni evet veya hayır şeklinde ifade edeceği oyuyla
kabul etmesidir. Bu yöntemde demokrasi kavramı göstermelik özelliğiyle kendini gösterir. Zira halkın seçimi red
şeklinde görülebilir ve fakat anayasanın hazırlanmasına,
kaleme alınmasına müdahalesi söz konusu değildir. Bu
yöntemin demokratik niteliğinin ön plana çıkarılabilmesi, halkın gerçek anlamda herhangi bir baskı ve tehdit altında olmaksızın hür iradesiyle oyunu kullanabilmesi durumunda anlamlı olacağı kuşkusuzdur. Yani halk iradesinin olumsuz olması halinde kurucu meclis yoluyla anayasanın yapılmasının hazırlanacağı seçeneği önceden açıklanmış olmalıdır. Bu yönde bir düzenlemenin bulunmaması 1982 Anayasası’nın en önemli nakisası ve eleştiriye
tabi tutulmasının başlıca amilidir.
Demokratik bir yol olarak kurucu meclis seçimi yöntemi benimsenebilir. Bu yöntemde halk bir anayasayı hazırlamakla yetkilendirilecek kurucu meclisi belirlemek
üzere davet edilir. Bu yöntemde anayasanın kaleme alınması kamunun gözü önünde cereyan eder. Metin değiştirilir, tartışılır, oylanır ve bazen de hazırlık çalışmaları anayasanın yorumlanması ve anlaşılmasına yardımcı olur. Bu
yöntemin önemli bir sakıncası vardır. Bu da, kurucu meclis üyelerinin gelecekteki mecliste üye olabilmelerinin yolunu açacak düzenlemeler öngörmesidir. Bu sakıncanın
bertaraf edilmesi için kurucu meclis üyelerine gelecekteki mecliste üye olmayı belirli bir süre veya kaydı hayat boyunca yasaklayan hükümler getirilmektedir. Bu yöntemde
kurucu meclise sadece anayasa hazırlama yetkisi verilebileceği gibi, bu yetkisiyle birlikte genel yasama yetkisi kullanma imkânı da tanınabilir.
Yarı demokrasinin bir uygulaması olarak karşımıza çıkan kurucu meclis ve referandum kurumlarının birlikteliğinde kurucu meclis teknik nitelikteki bir rol üstlenmek
suretiyle bir anayasa tasarısı hazırlar, halk ise bu çalışmayı
kabul veya reddeder. Burada altı çizilmesi gereken husus;
halkın seçim ve tercihinin gerçekten etkili olabilme özelliğini taşıyıp taşımadığıdır. Bu da meclisçe hazırlanılıp onaya sunulan tasarı üzerinde halkın tasarrufta bulunup bulunmama anlamında bir yetkisinin varlığı veya yokluğuyla
ortaya konulabilir. Meclisin rolü halka kabul etmesi için
bir tasarı sunma ile sınırlı ise sorun söz konusu değildir.
Ancak meclisin işlevi ve yetkisi tasarı sunmanın ötesinde,
tasarıyı empoze etme şeklinde ise; en demokratik kabul
edilen bu yöntem özelliğini kaybeder. Bu yöntemin en demokratik olabilmesi için genel oy ilkesinin halka başvuruda kullanılması şartına bağlı olmasıdır.
www.sekeris.org.tr
55
anayasa
Bu çerçevede bir anayasanın kurucu niteliği önemli bir
olaydan çıktıktan sonra kurucu erk gelecekte ne gibi olaylarla karşılaşacağını bilmediği için her durumda farklılıklar gösterir. Genel olarak ta bu gibi durumlarda erki elinde
bulunduranların anayasanın yapılmasına ilişkin bir tepkisi veya en azından bu tür faaliyeti küçümseme ve gerektiği ehemmiyeti vermeme tavrı sergilemeleri söz konusudur. Anayasa yapımına ehemmiyet vermeme bilinçli veya
bilinçsiz olarak bazen de geçmiş metinlerin taklidi olma
şeklinde kendini gösterebilmektedir. Bu nokta Ülkemizde yapılacak veya yenilenecek anayasanın gerçekleştirilmesi sürecinde önem kazanmıştır. Anayasanın yapımının
sadece iktidardaki partinin patronajına verilmesi veya bu
anlamdaki bir uygulamayla anayasanın veya değişikliğin
yapılması anayasanın en büyük handikabı olacaktır. Bir
anayasanın uygulama aşamasında karşılaştığı en büyük
sorunu kural olarak olağanüstü şartlarda anti demokratik
bir ortamda hazırlanması ve kabul edilmesidir. Aynı şekilde demokratik bir atmosferde sadece belli bir görüşün
ağırlığı, diğer görüşlerin göstermelik olarak alınması; değiştirilen anayasaya yapılan eleştiriler ve adlandırmaların
yenilenen anayasaya da yakıştırılması onun için söylenmesi sonucunu doğuracaktır.
Yeni anayasa yeni rejim veya yeni devlette erki elinde bulunduranların açıkladıkları istek ve tercihlerine göre
hazırlanır. Anayasa metninin hazırlanmasına ilişkin hukuki süreç iktidardakilerin serbest iradeleriyle belirledikleri seçime göre gerçekleşir. Dolayısıyla hiçbir kural
şu veya bu yolun takip edilmesi anlamında iktidardakilere zorlamada bulunamaz. Ancak burada işin doğasından
kaynaklanan bir takım sınırlamalar söz konusu olup bunlar hukuki niteliği haiz değildir.
anayasa
Zamanın yıpratması, yani günün şartlarına artık cevap verememe, günün şartlarının gerisinde kalma ve güncel siyasi ve hukuki uygulamalarla uyum sağlayamama bazen zorunluluk, bazen de iyileştirme anlamında anayasanın değişikliği ile sonuçlanmaktadır. Bu değişiklikte tercih edilen yol, yöntem; anayasanın öngördüğü usul ve
esaslardan hareketle ve onlara uygun değişikliğin gerçekleştirilmesidir. Ayrıca bu süreçte yeğlenen kısmi bir değişikliktir. Zira anayasanın tamamıyla yenilenmesi ihtilal ve
askeri darbe gibi bir olayın akabinde yaşanan ve karmaşıklık arz eden bir durum olarak değerlendirilir. Bu bağlamda Fransız anayasa hukuku geleneğinden gelen ve anayasayı tamamıyla değiştirmek isteyenlerin sürekli nakarat
olarak tekrarladıkları bir görüş vardır. Söz konusu görüşe göre; “halk anayasayı tekrar yapmak, gözden geçirmek
hakkını her zaman elinde bulundurur ve hiçbir nesil gelecek nesillerin anayasa yapma anlamındaki hakkını sınırlama, bu hakkı üzerine ipotek koyma hakkına sahip değildir.” Bu ifade anayasayı değiştirme sürecinde talep sahiplerince sık sık referans alınma ve tekrarlanmasına rağmen,
anayasanın metninde anayasanın değişikliğinin çok sıkı
şartlara bağlanması gerçeğini engelleyememektedir.
Anayasayı Hazırlayan veya Değiştiren Güç
Böyle bir süreç içinde mevcut anayasayı değiştirmek
için harekete gecen güç, asli kurucu güce oranla tali (ikincil – türev) nitelik taşır. Tali olma özelliği mevcut anayasanın metninde öngörülmesinden ve anayasayı değiştirmedeki yetkisinin teklif etme, kabul etmedeki normal
yasama işleminden farklı çoğunluk usulüne tabi kılınma gibi farklı usul ve esaslara göre cereyan edebilmesinden kaynaklanmaktadır. Bazen de anayasanın bazı düzenlemelerinin hiçbir şekilde değişikliğe konu edilememesi,
bazı durumlarda da mevcut anayasanın kabulünden belli bir süre geçmedikçe anayasanın tamamı veya bir kısmına ilişkin değişikliğin yapılamayacağına yönelik düzenlemeler söz konusu olabilmektedir. Bu çerçeve içinde akla
tali iktidarın asli iktidardan daha az bir yetkiye mi sahip
olduğu sorusu akla gelir. Bu sorunun cevabı anayasayı değiştirecek gücün öngörülen şartlara riayet etmemesi durumunda bir yaptırımla karşılaşıp karşılamayacağı hususunun sorgulanması ile açıklığa kavuşturulabilir. Anayasa
değişikliğinin kolaylık ve zorluğu anayasanın katı veya yumuşak olma özelliği ile bağlantılı olan bir husustur.
Bazı durumlarda anayasanın değiştirilmesi öngörülen
şartların varlığı ve onlara uygun hareket etme zorunluluğuna tabi kılınır. Anayasa kanunlara oranla güçlendirilmiş bir özelliğe sahiptir. Bu özellik doğal olarak değiştirilmesi sürecinde etki gösterir ve diğer kanunlardan farklı değiştirilme usul ve esaslarına tabi kılınır. Eğer anayasa
diğer kanunlarda olduğu gibi aynı usul ve esasların izlenmesi sonucunda rahatlıkla değiştirilebiliyorsa, anayasanın
üstünlüğü nispidir. Aksi durumda ise değiştirme sürecinin katılığı anayasaya gerçek üstünlük özelliği kazandırır.
İster yazılı, isterse geleneksel olsun yumuşak anayasa
56 şeker-iş dergisi • eylül-ekim 2011
olarak adlandırılan anayasalar normal kanunların tabi olduğu şekil ve usul kuralları uyarınca değiştirilir ve bu değişikte normal kanunların kabulü için gerekli olan karar
sayısı yeterlidir. Bu açıklama egemenlik yetkisini tam anlamıyla elinde bulunduran ve erkeği kadın, kadını erkek
yapma dışında her türlü yetkiye sahip olduğu ifade edilen parlamentoların bulunduğu ülkeler için geçerli sayılır.
Bu anlamda İngiltere, Yeni Zelanda, Çin ve belirli ölçüde İsrail’de durum bu yöndedir. Ancak anayasanın değiştirilmesinin bu anlamdaki kolaylığı anayasa değişikliğinin
gerçekleşeceği andaki çoğunluğu elinde bulunduranların
tercih ve inisiyatifine bağlı olacağından temel hak ve hürriyetler açısından tehlikeli, riskli bir durumu ifade eder.
Buna karşılık katı anayasa en genel ifadesiyle anayasanın normal kanunların tabi olduğu usul ve şartlardan farklı ve onlara oranla ağırlaştırılmış, zorlaştırılmış şekil ve usullere göre değiştirilebildiği anayasalardır. Bu tür anayasanın var olduğu ülkelerde anayasa değişiklikleri için ilk olarak normal kanunların teklif, oylama ve kabulünden farklı usullere göre mevcut parlamentonun bu yetkiyi kullanması şeklinde olmaktadır. İkinci olarak özel bir parlamento yani kurucu meclis yöntemi uygulaması söz konusudur.
Üçüncü olarak ise ilk iki yöntemle birlikte hazırlanan metnin kabulünü halkın kabulü yani referanduma sunma yöntemi kabul edilmektedir. Bu yöntemin uygulanması sonucunda anayasanın kanunlara üstünlüğü ilkesi hayata geçirilmiş olur. Katı anayasa bireysel ve kolektif ölçekte azınlığı
çoğunluğa karşı koruyucu bir özelliğe sahiptir.
Mukayeseli hukuktaki örnekler dikkate alındığında
bu anlamda anayasal gerçeklik ve uygulamanın yumuşak
anayasa ile mutlak katılık arasında bir yere oturtulmak ve
değişiklik prosedürünün belli ölçüde bir katılığını uygulamak suretiyle gerçekleştirildiği yönündedir. Mutlak bir
katılık gelişimin önüne çekilmiş bir set olarak karşılaşılan
sorunların aşılması, çözümünde kilitleyici bir işlev sergiler. İdeal çözüm kuşkusuz toplumsal uzlaşma ve diyaloga
bağlı bir anayasa değişikliğinde yatmaktadır. Bu arada yazılı anayasaların mutlaka katı anayasa, geleneksel anayasaların da yumuşak anayasa olması şeklinde bir zorunluluğun bulunmadığının altının çizilmesi gerekir.
Asli kurucu güç ile tali kurucu güç a piriori olarak biri
birinden farklıdır. Asli kurucu güç hukuki anlamda anayasayı hiçbir kurala bağlı kalmadan, tali kurucu güç ise
mevcut anayasanın bizzat öngördüğü usul ve prosedüre
göre anayasa yapımında yetki kullanabilmektedir. Tali kurucu gücün yetkisi, asli kurucu gücün bu alanda kendisine tanıdığı ölçü ve içerikle sınırlıdır. Anayasayı değiştirecek güç, her türlü zamansız ve hızlı anayasa değişikliklerine anayasa metninin maruz bırakılmasının önüne geçmek ve fakat her halükarda değişikliğe yeşil ışık yakmış
olarak ağır usul ve prosedür kurallarıyla anayasayı değiştirme yetkisini sınırlandırılır. Anayasa değişikliklerinin
tamamıyla önünün kapatılması veya yasaklanması sistemin kilitlenmesi ve mevcut anayasa hükümlerinin gelenek kuralları oluşturularak aşılması yönteminin kullanıl-
Yeni/Yenilenen Anayasanın Yapım ve İçeriği
1982 Anayasasının askeri müdahale neticesinde hazırlanması ve daha sonradan yapılan değişikliklerle insicamının bozulması dolayısıyla neredeyse siyasal arenada
oybirliğiyle değiştirilmesi ifade edildiği için Türkiye’nin
ciddi bir anayasa sorunu söz konusudur. Ancak bu sorunda anayasanın değiştirilmesi yöntemi uygulanmalı yoksa
yeni bir anayasa mı yapılmalıdır sorularının cevabına ortak bir anlayışla ulaşılamadığından önemli bir çıkmazla
karşı karşıya kalınmıştır.
Ülkemizdeki yenilenecek veya hazırlanacak yeni anayasa dini referanslara yer veremeyeceği gibi inanç hürriyetini gerçekçi olarak sağlamak için din ve inançlara aynı
uzaklıkta ve fakat saygılı olmalıdır. Etnisite hiçbir şekilde ön plana çıkacak bir düzenleme içermemelidir. Eğitim dilinin resmi dil ile aynı olma özelliği korunmalı talebe bağlı olarak yöresel dillerin öğretilmesi kabul edilebilir. Temel hak ve hürriyetleri çağdaş insan hakları anlayışına uygun olarak düzenlemelerine yansıtmalı ve temel hak
ve hürriyetleri etkili bir şekilde güvence altına almalıdır.
Ülkemizde her kesimin yeni anayasadan beklentisinin
farklı olup, yeni anayasaya kendi önceliklerine göre anlam
yüklemesi olgusu karşısında anayasanın katılımcı ve uzlaşmacı bir yöntem uygulanmak suretiyle hazırlanması yerinde olacaktır.
Anayasanın yenilenmesi veya tamamıyla yeni bir anayasanın hazırlanıp kabul edilmesi halinde Ülkemizdeki
sosyal, siyasal, ekonomik ve diğer tüm sorunların çözümü
gerçekleşmeyecek ancak, toplumun gelişmesinin, dönüşümünün, hak ve hürriyetlerinin önünü açma, eşit, hür ve
adil bir toplumsal yaşamın örgütlenmesi için önemli bir
adım atılmış olacaktır.
Yenilenecek veya yeni hazırlanacak anayasada insan
hakları evrensel ilkelerine, düşünce ve inanç hürriyetine,
laik sosyal hukuk devletine, katılımcı demokrasi anlayışına genel esaslar kısmında yer verilmesi gerekir.
Anayasanın yenilenmesi sürecinde çözümlenmesi,
aşılması ya da cevap aranması gereken temel sorunlar aşağıdaki noktalar üzerinde yoğunlaşacaktır. Bunlar; • anayasanın yapım yöntemi, • anayasanın temel ilke, kurum
ve kuralları, • kuvvetler ayrılığı nasıl formüle edileceği ve
buna bağlı olarak hükümet sistemi parlamenter rejimin
dışında bir sisteme doğru kaymalı mıdır, cumhurbaşkanının seçimi ve sistemdeki rolünün yeniden tanımlanması
nasıl olacaktır • düşünce, kanaat, din ve vicdan ile eğitim
ve öğretim hürriyetine ilişkin düzenlemenin nasıl olacağı,
• siyasi hürriyetlerden siyasi partiler ve yasaklanma rejimi
ile seçimlere ilişkin temel ilke ve ölçütler ve • idari örgütlenme anlamında merkezi yönetim yerel yönetim ilke ve
ilişkisi nasıl sağlanacağıdır.
Anayasanın yapım yöntemi hususunda aktüel anlamda iki ana görüş ortaya atılmış olup ilk görüş, anayasanın
taslak metninin, teknik ifadesiyle “Kurucu Meclis” olarak adlandırılan, sadece anayasanın yapım sürecinde görev yapacak bir organ tarafından hazırlanmasını savunmaktadır. Bu meclisçe hazırlanacak taslak metin sonradan TBMM’nce de görüşülüp onaylanmalıdır. İkinci görüşe göre anayasa TBMM’nce hazırlanmalıdır. Çünkü 12
Eylül seçimi sürecinde iktidar ve muhalefet partilerinin
tamamı anayasanın değiştirilmesi hususunda halktan destek istemiştir ve halk mevcut TBMM’nin kompozisyonunu bu anlamda yetkilendirmiştir. TBMM yasama işleviyle
birlikte anayasa yapma işlevi hususunda halktan onay almıştır. Bu görüş taraftarları ekseriyetle, önceki anayasa değişiklik tekliflerinin hazırlanmasında uygulanan “Partiler
Arası Uzlaşma Komisyonu” kurulmasını önermektedirler. Bu ikinci görüşün TBMM Başkanının istişari amaçlı
akil adamlar olarak anayasa hukuku profesörleri ile yaptığı toplantıda somutlaştığı basına yansımıştır. Ancak halktan anayasa değişikliği yapılması anlamında seçim sürecinde konunun dile getirildiği doğru olmakla birlikte, içeriği hususunda ve anayasa değişikliğine ilişkin temel konularda bilgilendirilmemiş olması bu argüman ve kabulü
zayıflatmakta, istikbalde mevcut anayasaya yapılan yakıştırmanın benzerinin “AKP veya Erdoğan Anayasası” şeklinde dile getirilmesi riski mevcuttur. Böyle bir sonuç oluşacak anayasanın orta ve uzun vadede meşruiyetini ciddi
derecede zedeleyebilecektir. Bizimde önerdiğimiz üçüncü yöntemde TBMM’nin anayasayı yapacak meclisin geniş tabanlı bir şekilde ekseriyeti seçimle bir bölümü de sivil toplum kuruluşları temsilcilerinden oluşacak bir meclisi oluşturmasıdır.
Anayasanın genelinde ve özelliklede temel hak ve hürriyetlere ilişkin düzenlemelerde kullanılan dilin açık, tutarlı ve herkesçe rahatlıkla ve tereddüt uyandırmadan anlaşılır olmalıdır. Anayasa metninde terminoloji ve dil bütünlüğünün sağlanması gerekir.
Anayasa birey odaklı olmalı ve bireysel ve kolektif hürriyetler ile otorite arasındaki dengeyi iyi tesis etmelidir.
Sadece hürriyetlerden bahsedip devlet otoritesinin zedelenmesi, ortadan kalkması anlamına gelecek ifade ve düzenlemeler içermemelidir.
Anayasanın düzenlemelerinde hiçbir ayrıcalığa yer verilmemeli ve bu anlama sebebiyet verecek ifadelerin kullanılmasından özellikle kaçınılmalıdır.
Kuvvetler ayrılığı ilkesi günümüz anlayışına ve parlamenter sistemin ruhuna uygun bir biçimde ifade edilmelidir. Kuvvetler arasında üstlük-altlık anlamına gelecek düzenlemeler yapılmamalıdır. Kuvvetler ayrılığının devlet
erkleri arasında yatay anlamda bir paylaşım olduğu gerçeği göz ardı edilmemelidir.
www.sekeris.org.tr
57
anayasa
masına yol açar ve bu yöntemle zımni bir anayasa değişikliğine gidilmiş olur. Bir başka ifadeyle anayasanın belirli
hükümlerinden sapmalar bunların sorun kaynağı, engelleyici ve günün şartları ile uyumsuzluğu dolayısıyla uygulanamayacağının de facto kabulü yolu açılır. Öyleyse orta
yol, anayasa değişikliğinde özel usul ve prosedürün kabulü ve fakat bu kabulün hiçbir zaman değişikliği imkânsız
veya çok sıkı şartlara kılma arasında olmasıdır.
anayasa
Yeni anayasa çoğulcu ve parlamenter sistemi esas almalıdır.
Anayasanın bir “başlangıç” içermesi zorunluluğu bulunmamakla birlikte, II. Dünya Savaşı sonrası hazırlanan anayasaların ekseriyetinde bu yöntemin uygulanması ve Ülkemizin son iki anayasasında bu yöntemin tercih edilmesi gerçeği dolayısıyla bir başlangıcının olması faydalı olacaktır. Başlangıcın kısa ve özlü fakat muğlâk
ve farklı yorumlara yol açabilecek ifadelere yer vermeden anayasanın yapılma zorunluluğundan kısaca söz etmesi, Atatürk’ün şahsiyetine ve tarihi rolüne saygı ve şükran içeren ifade içermesi; demokrasi, hukukun üstünlüğü
ve insan haklarına yollamada bulunması yerinde olacaktır.
Eşitlik İlkesi ve Ayrımcılık Yasağı
Mevcut Anayasanın konuya ilişkin düzenlemesi muhafaza edilip, ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve benzeri yaklaşımların koruma görmeyeceği ve devletin bu konulara
yönelik çalışma yürüteceği ayrıca vurgulanabilir.
Ulusalüstü kuruluşlara üyeliğin, TBMM’nin anayasayı değiştirme gücüne sahip nitelikli çoğunlukla onaylaması ve/veya halkoylamasında kabul edilmesi durumunda gerçekleşebileceği ve egemenlik yetkisinin bu kuruluşlarla paylaşılabileceği düzenlenmelidir.
Temel Hak ve Hürriyetler
İnsan haklarının pozitif hukukta yer alan kısmı için
insan haklarına ilişkin uluslararası metinler dikkate alınmalıdır. Hürriyetlerin kısa, özlü tanımı yapılıp ayrıntılı düzenlemelerden kaçınılmalı bu alanda kanun koyucuya serbesti tanınmalıdır. Anayasa “insan haklarına dayanan devlet” ilkesi yer almalı ve temel hak ve hürriyetleri
evrensel bir anlayışla düzenlenip güvence altına alınmalıdır. Temel hak ve hürriyetlerin anayasada yer almasa dahi
insan onurunun bir gereği olması dolaysıyla yargı ve yargı
dışı mekanizmaların koruması altında olduğu belirtilmelidir. Bir başka deyişle metin içinde temel hak ve hürriyetlerin bu anayasada yer alan düzenlenenlerle sınırlı olmadığı vurgulanmalıdır.
Temel hak ve hürriyetler düzenlenirken birbiriyle çok
yakından bağlantılı hak ve hürriyetler aynı madde içerisinde düzenlenmelidir.
İnsan haklarının uluslararası standartlara uygunluğu
bu tür düzenlemelerde örnek alınması ile öncelikle sağlanmalıdır. Ayrıca Türkiye’nin taraf olduğu insan haklarına ilişkin sözleşme hükümlerinin doğrudan uygulanabilirliği ile birlikte kanunların anayasaya uygunluğunda
da kullanılması öngörülmeli ve bu yöntem itiraz davaları içinde benimsenmelidir. Bu yolla anayasa şikâyeti etkinleştirilebilir.
Temel hak ve hürriyetlerin sınırlandırılması
Bu konuda anayasada genel sınırlama nedenlerine yer
verilmemeli, hak ve hürriyetler sadece ilgili maddede öngörülen özel sebeplerle sınırlandırılabilmelidir. Özel sı-
58 şeker-iş dergisi • eylül-ekim 2011
nırlama nedenleri belirlenirken evrensel düzenlemeler
dikkate alınmalı ve muğlâklığı yoğun ifadeler kullanılmamalı böyle bir zorunluluk halinde kavramın içeriğini belirlemedeki ölçütler öngörülmelidir.
Anayasada genel olarak hak ve hürriyetlerin varlığının
kural, sınırlandırılmasının istisna olduğu ilkesi vurgulanmalıdır. İnsan hakları güvenceleriyle birlikte yer almalıdır.
Sınırlamanın istisnai nitelik taşıdığı sadece zorunlu olması durumunda ve gerektiği ölçüde kullanılabileceği belirtilmelidir. Bu bakımdan, ölçülülük ilkesinin alt unsurları
ile birlikte sınırlama rejiminin de göz önünde tutulmasının; ayrıca sınırlayıcı tedbirlerin demokratik toplum düzeninin gereklerine aykırı olmamasının ve bu sınırlamaların hakkın özüne dokunmayacak biçimde yapılmasının
insan hakları açısından önemli bir güvence olacağı vurgulanmalıdır. Bu anlamda mevcut anayasadaki (madde 13)
yol gösterici olabilir.
Vatandaşlık
Mevcut Anayasanın 66. maddesindeki vatandaşlığa
ilişkin düzenleme çeşitli çevrelerce eleştiriye tabi tutulmaktadır. Yapılan eleştirilerin haklılığından pek söz etmek mümkün olmamakla birlikte; sorunun giderilmesinde bu konuda bir düzenlemede bulunulmaması bir çözüm
gibi görülebilir. Ancak istikrar kazanan anayasa geleneğimizde vatandaşlık düzenleme konusu olduğundan bu gelenekten sapılmamalıdır. Konuya ilişkin aşağıdaki düzenleme eleştirileri giderebilecek niteliktedir: “Türkiye Cumhuriyeti Devleti vatandaşlığı ırk, dil, din farkı gözetilmeksizin doğuştan ve sonradan kanunda öngörülen şartların
taşınması ile kazanılır ve ancak kanunda belirtilen hallerin varlığında kaybedilir. Vatandaşlıktan çıkarılma karar
ve işlemlerine karşı yargı yolu kapatılamaz.”
Laiklik, Dinsel Simge Kullanımı, Eğitim ve Kamu
Hizmetine Girme Hakkına Bu Hususun Yansıması
Laiklik tanımı yapılmayıp ilk olarak devletin temel
hukuki, ekonomik, sosyal, siyasi düzeninin din esaslarına
dayandırılamayacağı hükmü öngörülmeli ve ikinci olarak
da dini inanç ve ibadet hürriyeti tanınıp, güvenceleri belirtilmelidir. Din eğitimi kaldırılmamalı ve fakat seçimlik
hale getirilmelidir.
Ülkemizde sürekli tartışma konusu yapılan başörtü sorununu sadece bu başlık altında çözümlemek yerinde olmaz. Konu, genel ifade ile dinsel simgenin nerelerde
kullanılabileceği sorunudur. Bu anlamda kural olarak dinsel simge kullanımında serbesti ilkesi benimsenmeli ancak
egemenliğin kullanılması anlamında doğrudan kamusal
yetki kullanılan mesleklerde kısıtlama getirilebileceği kabul edilmelidir. İfa edilen mesleğin doğasından kaynaklanan sınırlamaların bu serbestîyi çiğnemediği de vurgulanmalıdır.
Siyasi Partiler ve Yasaklanması
Çoğulcu demokratik rejimlerde siyasi partiler, sayasal
Yargı Bağımsızlığı ve Tarafsızlığı
Mevcut Anayasada yargının bağımsızlığından söz
edilmekte ve fakat tarafsızlığı öngörülmemektedir. Yargılama işlevi içinde doğal olarak taraf olmama özelliği bulunmaktadır. Yargı hukukun ve normatif düzenlemelerin
uygulanmasının tarafıdır. Uyuşmalıkta davanın taraflarından birinin yanında yer almaz, bu anlama gelecek tutum ve davranışlardan hassasiyetle kaçınır.
Yargı üzerinde kuşku uyandıran, tarafsızlığı etkilediği yönünde görüşlere dayanak teşkil edecek bütün uygulamaların giderilmesi, HSYK ve Anayasa Mahkemesi’nin
üyelerinin belirlenmesinde mevcut uygulamanın kuşku
duyulması ve hoşnutsuzluğa yol açması dolayısıyla yeni ve
tarafsızlığı sağlayacak yöntemler getirilmelidir.
Hukuk devletinin olmazsa olmazı olan devlet organlarının işlemlerini yargısal denetlemesini zayıflatacak, etkisizleştirecek her uygulamanın önüne geçilmeli-
dir. HSYK kararlarının tamamının yargısal denetimi getirilmelidir. Olağanüstü yönetim usulleri korunmalı ve fakat olağanüstü yönetim sürecinde alınan kararlarına karşı
yargı yolu açık olmalıdır.
Askeri yargının salt askeri suçlar ve disiplin mahkemelerine indirgemek suretiyle muhafaza edilmesi, Askeri
Yargıtay’ın Yargıtay’da bir daire, AYİM’in ise Danıştay’da
özel bir daireye dönüştürülmesi yerinde olacaktır.
Sayıştay’ın kararlarının Danıştay’da denetlenebileceği yönünde düzenleme gereklidir.
Yasama dokunulmazlığının kürsü dokunulmazlığı anlamında muhafazası ve fakat diğer anlamdaki dokunulmazlıkların yeni düzenlemeye konu edilmesi yerinde olacaktır.
Hükümet Sistemi Alanındaki Düzenlemeler
Cumhurbaşkanının parlamenter sistemdeki konumuna ve seçimine uygun genel anlayış ve uygulamanın anayasa değişikliği veya yeni anayasa yapımında göz önünde
bulundurulması gereklidir. Cumhurbaşkanının temsili ve
sembolik yetkilerinin dışındaki yasama yürütme ve yargıya ilişkin icrai yetkileri kaldırılmalıdır. Dolayısıyla Cumhurbaşkanının kanunları iade, Anayasa Mahkemesinde
iptal davası açmak, Meclis’te açış konuşması gibi sembolik yetkilerle donatılması yeterlidir.
Başkanlık sistemi Türkiye’nin anayasal geçmişi ve uygulamalarına uygun olmadığından tartışma konusu dahi
edilmemelidir. Parlamenter sistemde yürütmenin istikrarını sağlayacak yöntemlere öncelik tanınmalıdır.
Ülkemizde başkanlık sistemi taraftarlarının temelde
iki gerekçesi söz konusudur. İlk olarak, gerek ulusal, gerekse uluslararası platformlarda hızlı ve etkili karar alabilmek için güçlü bir yürütmeye olan ihtiyaç hükümet sisteminin değişimiyle sağlanabilir. Ülkemizde hükümetler,
parlamentodaki çoğunluğa dayanarak görev yapmaktadırlar. Buna göre uygulamada hükümetlerin parlamentonun engeline takıldığı durumlar oldukça sınırlıdır. Aynı
şekilde hükümetlerin parlamentonun denetim mekanizmalarından fazlaca etkilendikleri söylenemez. Hükümetlerin asıl sıkıntısı, anayasaya ve hukuka aykırı olarak çıkardıkları kanun ve kanun hükmünde kararnamelerin Anayasa Mahkemesi, diğer düzenleyici işlem ve kararların idari yargı ve özellikle de Danıştay’ın engeli ile karşılaşmalarıdır. Nitekim bu durum “yargıç devleti”, “yargıçlar hükümeti” ve “juristokrasi” deyimleri kullanılarak eleştirilmiştir.
Anayasa Mahkemesi engelinin aşılabilmesi için başkanlık sisteminin istenmesi sistemin uygulandığı ABD’de
Yüksek Mahkeme’nin rolü ve işlevi değerlendirildiğinde
gerçeği yansıtmadığı rahatlıkla anlaşılır. Çünkü ABD’de
Yüksek Mahkemenin gücü ve etkinliği oldukça fazla ve tartışmanın dışındadır. Nitekim Yüksek Mahkeme hâkimlerinden Huges “Yüksek Mahkeme nasıl anlarsa anayasa odur” diyerek yetkisinin büyüklüğünü ortaya
koymuştur.
ABD’nde başkanın, yasama organı üzerindeki etki-
www.sekeris.org.tr
59
anayasa
katılımın temel ve vazgeçilmez araçlarıdır. Bu sebeple siyasal partilerin parti içi demokrasi ilkelerine uygun işleyişlerinin anayasal ve yasal garantileri sağlanmalıdır. Aksi
takdirde bunlar siyasal sistemin demokratik işleyişini sağlayamazlar. Seçimlerde aday belirlenmesinde parti merkezinin yetkisinin sınırlandırılmasına ilişkin bir ölçütün
anayasada öngörülmesi yerinde olacaktır. Bu yolla siyasi partilerin iç işleyişinde demokrasinin ilkelerine işlerlik
sağlanabilir.
Anayasada siyasi partilere üye olma hakkının kapsamı
genişletilmelidir. Hâkim ve savcılar, kolluk kuvveti ile silahlı kuvvetler mensupları hariç, herkes siyasi partilere üye
olabilmelidir.
Seçme hakkına getirilen sınırlamaların kapsamı daraltılmalıdır. Er ve erbaşlar ile askeri öğrencilere oy hakkı tanınmalıdır.
Parti finansmanında siyasi partiler açısından adil yöntem uygulanmalı ve finansmanın asgari ve azami sınırına
ilişkin ölçütler belirtilmeli, harcamalara sınırlar öngörülmeli ve denetimi için etkin bir denetim yöntemi öngörülmelidir.
Şiddeti savunan veya şiddet yöntemlerine başvuran
partilerin kapatılabileceği öngörülmelidir. Siyasi partilerin teokrasiyi, faşizmi, diktatörlüğü, ırkçılığı, ayrımcılığı
savunmaları, nefret söylemine başvurmaları yasaklanmalıdır. Parti kapatma yönteminde suç ve cezaların kişiselliği ilkesiyle tüzel kişilerin organlarının bu ilke açısından
nasıl yorumlanacağına ilişkin evrensel anlayış birlikte göz
önünde bulundurulmalıdır. Fiil ile yaptırım arasında ölçülülük ilkesinin uygulanması açısından failin yaptırıma
muhatap tutulması siyasal haklarından mahrum bırakma
şeklinde uygulanması, siyasi parti açısından kısmi ve tamamıyla belli süre için hazine yardımından mahrumiyet,
seçime katılamama ve nihayet kapatılma yaptırımı uygulanmalıdır. Kapatılma anlamında odak olduğu ispatlanıp,
kapatılan partinin herhangi bir şekilde devamı niteliğindeki parti oluşumuna müsaade edilmemelidir.
anayasa
si yukarıda belirtildiği gibi olup Ülkemizde de koalisyon
dönemleri de dâhil olmak üzere hükümetlerin kanun çıkarmada parlamentoda önemli bir direnişle karşılaştıkları söylenemez. Dolayısıyla bu anlamda sistem değişikliği
Türkiye açısından bir yarar sağlamayacaktır.
İkinci olarak başkanlık sistemini savunanların, bu sistemin Ülkemiz koşullarına uygunluğunu siyasi tarihimizdeki deneyimlere dayandırmaktadırlar. Ancak tarihsel anlamda dayanak noktası olarak alınan Osmanlı İmparatorluğu uygulamasının başkanlık sistemi olduğunu söylemek bazı unsurları dışarıda kalmak şartıyla pek mümkün değil gibidir. Ayrıca ülkemizde demokratikleşmeye
yönelik anayasalcılık hareketleri hep parlamenter sisteme bir yönelme şeklinde ortaya çıkmış ve gerçekleşmiştir. Bu anlamdaki deneyim, birikim ve anlayıştan bir anda
vazgeçmenin doğuracağı sakıncalar izah edilmesine gerek bulunmayan bir gerçekliktir. 1876 yılından bu yana
ülkemizdeki uygulama parlamenter rejime yöneliktir. Bu
özellik 1982 Anayasası ile her ne kadar belirli ölçüde zedelense de varlığını korumuştur. Merhum Özal ve Sayın
Erdoğan’ın örnek gösterildiği güçlü hükümet ve karizmatik liderlerin başbakanlık görevini yürüttüğü dönemlerde
ise “başbakancı parlamenter rejim” uygulaması söz konusu olmuştur. Konunun son zamanlarda tekrar gündeme
gelmesi Başbakan Erdoğan’ın, ‘evet’le sonuçlanan referandumun ardından yaptığı ilk değerlendirmede yeni anayasanın işaretlerini ve başkanlık sisteminin halk tarafından
tasvibi halinde Ülkemiz açısından iyi bir tercih olacağı yönündeki değerlendirmeleri olmuştur.
ABD’de devlet yapısına bağlı olarak yasama çift kanatlı olup, federalizmin bir gereği olarak eyalet sistemi vardır.
Eyalet valilerini ve meclislerinin seçiminde başkanın rolü
ve etkisi söz konusu olmayıp, eyalet halkının iradesi ve tercihi ön plana çıkar. Başkanın partisine hükmetmesi parti disiplinin bulunmaması dolayısıyla söz konusu değildir.
Senatör ve temsilciler kendilerini başkana karşı değil, seçmenlerine karşı sorumlu görürler. Dolayısıyla bağımsızlık
ve hareket serbestîsine sahip üyelerden oluşan ve ayrı kuvvet niteliği taşıyan çift meclisli yasama organı yani Kongre, başkanı frenler, gerek duyduğunda sorgulayabilir. Diğer çok önemli bir fren ve denge mekanizması Ülkemizde bulunmayan Yüksek Mahkeme sistemidir. ABD’de olduğu gibi bahse konu fren ve denge mekanizmalarına sahip olmadan başkanlık sistemine geçmek; yasamada meclis çoğunluğuna hükmeden, yürütmede bütün yüksek askeri ve sivil bürokratları atayabilecek başkan tipini, yani
diktatörleri yaratabilir.
Ülkemizdeki Hükümet-Cumhurbaşkanlığı ayrılığını
yok etme talep ve iradesi, ancak ‘İktidar iktidarı çağrıştırır’ formülü ile açıklanabilir. Yürütmeyi bütün olarak tek
başına elinde bulundurma istemi, son yıllarda belirginleşen cumhurbaşkanı ile hükümet ve parlamento arasındaki dengeyi pekiştirme yerine, kaldırma iradesini de örtülü
bir biçimde yansıtmaktadır.
İdari Örgütlenme Alanında Olmazsa
60 şeker-iş dergisi • eylül-ekim 2011
Olmaz Düzenleme İlkeleri
İdari örgütlenmede kanuni idare ve idarenin bütünlüğü ilkelerini kuvvetlendirerek muhafaza edilmesi yerinde olur. Mahalli idarelerin özerkliğinin kapsamı üniter yapıyla bağdaştırılacak bir surette öngörülmelidir. Mevcut
anayasada yer alan bazı kuruluşların yeni anayasada tekrar
öngörülmesine gerek bulunmamaktadır. Konunun kanun
koyucun takdirine bırakılması daha akılcı ve gerçekçi olacaktır. Genel Kurmay’ın Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanması yerinde bir tercih olacaktır.
İdari teşkilatlanmada merkezi idare yerinden yönetim örgütlenmesiyle birlikte düzenleyici ve denetleyici
kuruluşlara ilişkin bir fıkranın da bulunması yerinde olur.
Bu fıkra aşağıdaki şekilde olabilir: “Temel hak ve hürriyetlerin idare karşısında güvencelerinin artırılması, piyasa ekonomisinin düzenlenmesi, enerji, haberleşme ve iletişim alanlarında merkezi yönetimin hiyerarşi ve vesayet
denetimine tâbi olmayan bağımsız, idari ve mali bakımdan özerk kuruluşların oluşturulması kanunla düzenlenir.
Kanunda kuruluşun teşekkülünde, görev ve yetkilerinin
ifasında bağımsızlığını ve özerkliğini sağlayıcı hükümler
gösterilir. Bu tür kuruluşlara görev ve yetkileriyle orantılı
olarak gelir sağlanır.”
Sonuç
Anayasa hazırlanması geri dönüşü mümkün olmayan
bir realite olarak Türk siyasi hayatının ve vatandaşın gündemine oturmuş bir konudur. Ancak bu süreçte karar verecek organın ne olması gerektiği sorunun netleştirilmemesi yeni anayasanın bir handikabı olacaktır. Anayasanın
kısaltılması yönünde ciddi bir eğilim olmakla birlikte mukayeseli hukuktaki anlamında bir çerçeve anayasanın hazırlanıp, kabul edilmesi pek mümkün olmayacak gibi görünmektedir. Anayasa ile mevcut devlet sisteminin iskeletinin yeniden yapılamaması, devletin kuruluşundaki temel felsefeden sapılmasının pek mümkün olamayacağını
belirtmek gerekir.
Anayasanın temel hakların standartlarının yükseltilmesi, evrensel insan hakları belgelerindeki güvencelere sahip olunma, bu alandaki güvencelerinin güçlendirilmesi,
hukuk devleti üzerindeki kısıtlamaların kaldırılması ilkelerine dayandırılması şarttır. Anayasa halkın katılımı ve siyasi aktörlerin işbirliği mahsulü, konsensusa dayanan toplumsal sözleşme niteliğini haiz, demokratik, insan hakları standartlarını evrensel düzeye yükselten, devlet kurumları arasındaki ilişkiyi parlamenter rejime göre düzenleyen
bir metin olmalıdır.
Anayasanın hazırlanmasında, uluslararası insan hakları belgelerinden, özellikle Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinden ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihatlarından, Avrupa Birliği Anayasası, Avrupa Sosyal Şartı, belli başlı Batı demokrasileri anayasaları ile Ülkemizin
geçmişteki anayasalarından, çeşitli sivil toplum kuruluşlarınca hazırlanmış anayasa taslakları ve raporlardan ve bilimsel çalışmalardan büyük ölçüde yararlanılmalıdır.
Türkiye İçin Anlamı
1. Giriş
Charles Tilly, Demokrasi isimli çalışmasında rejimlerin demokratiklik derecesini tartışırken dört temel kriteri esas almaktadır.1 Bu kriterler genişlik, eşitlik, koruma
ve karşılıklı istişaredir. Genişlik, nüfusun ne kadarlık bir
kısmının kapsamlı haklardan yararlandığını ve geri kalanının kamu politikalarından hangi oranda dışlandıklarını ortaya koyar. Eşitlik ise toplumun değişik kesimlerinin
herhangi bir etnik, dinsel, dilsel yahut başka aidiyetlerden
dolayı hangi oranda demokratik süreçlerden faydalanabildiklerini ifade eder. Bu iki kriter, demokratik rejimler açısından hayati olmakla birlikte, “genişlik ve eşitlik tek başlarına” demokrasiyi tesis etmezler. “Dolayısıyla”, der Tilly,
“bu iki unsur koruma ve karşılıklı bağlayıcı istişare ile desteklenmelidir.” Koruma, devletin keyfi eylemlerine karşı
vatandaşların güven derecesine işaret eder. Devlet yetkililerinin kamu kaynaklarını iktidarlarını daimi kılmak için
kullanmaları, korumanın düşük olduğu aksak demokrasilere neden olabilir. Bunun engellenmesi için son kriter
karşılıklı bağlayıcı istişaredir. Buna göre devlet ve toplum
arasındaki istişarenin karşılıklı bağımlılık içinde olması,
devletin yükümlülüklerinin farkında hareket etmesi ve
bunları yasal güvence altına alması gerekir.
Tilly’nin analizi bir yönüyle Türkiye’deki anayasa tartışmalarına katkı sağlayacak açılımlar içeriyor. Zira
Türkiye’nin temel amacı demokratikleşmektir ve bu konuda Tilly kapsamlı sayılabilecek bir çerçeve çiziyor. Ancak konumuz açısından daha önemli olanı, tüm bu çerçevenin hayat bulabilmesi için yeni bir anayasa yapmanın ve yukarıdaki prensipleri anayasal güvence altına almanın gerekli olduğu gerçeği. Dolayısıyla, yeni anayasa
Türkiye’nin demokratikleşmesi için yeter şart olmamakla
birlikte mutlaka gerekli bir ön şarttır. Bu nedenle Cum1
Prof. Dr. İhsan Bal
Mustafa Kutlay
Ceren Mutuş
hurbaşkanı Abdullah Gül’ün TBMM açılış konuşmasında belirttiği nokta önemlidir: Terör faaliyetleri başta olmak üzere ülkemizi ve bölgemizi istikrarsızlaştırmaya yönelik atılan hiçbir adım, Türkiye’nin yeni anayasa yapımını gündemden düşürmesine ya da ikinci plana atmasına
gerekçe olamaz. Zira demokrasiye ilişkin sorunların çözülebilmesi için yeni bir anayasa çalışmalarına bir an önce
başlanılması gerekmektedir.
Özü itibarıyla anayasa, bireylerin devletle ve diğer bireylerle olan ilişkilerinde hak ve sorumluluklarını belirleyen, bu ilişkinin kurumsal altyapısı kuran ve bu nedenle de “toplumsal sözleşme” mahiyetindeki temel metindir. Türkiye de seçimlerin ertesinde böylesi bir yeni bir
anayasa hazırlık sürecine girmiş bulunmaktadır. Bugün
için Türkiye’de yeni anayasanın yapılmasının gerekli olduğu hemen herkes tarafından kabul edilen ve desteklenen bir husus haline gelmiş bulunmaktadır. Bu nedenle, Türkiye’nin yakaladığı bu fırsatı iyi değerlendirebilmesi, bu konuda farklı ülkelerin tecrübelerinden istifade
edebilmesi yerinde olacaktır. Bu çalışmada, Avrupa Birli-
Charles Tilly, Demokrasi, Çeviren: Ebru Arıcan, Ankara: Phoenix Yayınevi, 2011.
www.sekeris.org.tr
61
anayasa
AB Anayasa Hazırlık Sürecinin
anayasa
ği (AB)’nin ciddi bir hazırlık sürecinin mahsulü olan, ancak Fransa ve Hollanda’daki referandumlar sonucunda
reddedilen Anayasa hazırlama süreci ana hatlarıyla ele alınacaktır. İkinci bölümde, AB’de anayasallaşma sürecinde
izlenen metot incelenecek, üçüncü bölümde bu süreçten
Türkiye için hangi derslerin çıkarılabileceği tartışılacaktır.
Sonuçta çalışmanın argümanı odur ki, her ne kadar kendine has uluslararası bütünleşme modeli ortaya koymuş
olan AB’nin anayasa hazırlık süreci, bir ulus-devlet olan
Türkiye’den doğal farklılıklar arz etse de, AB’de izlenen
demokratik yöntem birçok açıdan Türkiye için önemli
dersler içermektedir.
2. AB’de Anayasallaşma Süreci2
Günümüzün Avrupa Birliği, 60 yıllık tarihi boyunca
birçok kez revize edilen kurucu antlaşmalar temelinde faaliyet göstermektedir. Her ne kadar bu antlaşmalar, hükümetlerarasıcıların başını çektiği adım adım bütünleşme modeli çerçevesinde hayata geçirilen uluslararası antlaşmalar olsalar da, doğaları ve işlevleri itibariyle “anayasal
nitelik” taşıdıkları iddia edilmektedir. Zira kurucu antlaşmalar ve bunlarda bir takım değişiklikler öngören revizyon antlaşmaları AB’nin işleyiş mekanizmasını, kurumlarını, yetkilerini ve Birliğin üzerine inşa olduğu temel ilkeleri düzenlemeleri itibariyle birer “anayasa” olarak kabul
edilmişlerdir.
Fakat Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve akabinde benimsenen eski Doğu Bloku ülkelerinin Batı sistemine entegre edilmesi hedefi doğrultusunda Birlik, büyük bir genişleme dalgası ile karşı karşıya kalmıştır.3 Bu genişleme perspektifiyle gündeme gelen “AB’nin Geleceği Tartışması”,
zamanında altı ülke için dizayn edilmiş ve süreç içerisinde
yüzeysel değişikliklere maruz kalmış mevcut kurumsal sistemin gelecekte yeterince etkin bir şekilde işleyemeyeceği
düşüncesine dayanmıştır.4 Öte yandan, her geçen gün derinleşmekte olan ve Birliğe siyasi meşruiyet açısından giderek daha fazla kan kaybettiren “demokrasi açığı” sorununu aşabilmek adına köklü değişikliklere imkan tanıyacak yeni bir kurucu antlaşma hazırlanması görüşü 2000
sonrası dönemde ağırlık kazanmıştır.5
10 Aralık 2000 tarihinde Nice’de bir araya gelen AB
Konseyi Devlet ve Hükümet Başkanları, AB’nin geleceğine ilişkin bir tartışma ortamı oluşturulması ve kurucu antlaşmaların yerini alacak ve Birliğe gerek kurumsal anlamda güç katacak, gerekse ona daha demokratik, daha şeffaf,
daha etkin bir nitelik kazandıracak reformlar gerçekleştirilmesi konusunda mutabakata varmışlardır. Bu çerçevede, Nice Zirvesi Sonuç Bildirgesi’ne ekli 23 No’lu Bildiri
(Avrupa Birliği’nin Geleceğine Dair Bildiri) ile bu hedefe
ulaşılabilmesi için üç aşamadan oluşan bir yol haritası sunulmuştur. Buna göre; birinci aşamada tüm çıkar gruplarının katılıma açık kapsamlı bir tartışma ortamı tesis edilecektir. İkinci aşama, 2002-2003 yıllarına ilişkin olacak
ve Anayasa taslağının hazırlanma süreci 2001 yılında yapılacak olan Laeken Zirvesi’nde düzenlenecektir. Son olarak üçüncü aşamada, taslak metin, 2004 yılında yapılacak
olan Hükümetlerarası Konferans’ta karara bağlanacaktır.6
14-15 Aralık 2001 tarihlerinde gerçekleştirilen Laeken Zirvesi, anayasa hazırlık sürecinin nasıl bir otorite çatısı altında yürütüleceğini düzenlemesi açısından oldukça büyük önem arz etmektedir. O güne kadar ele alınan
tüm revizyon antlaşması çalışmalarında, üye devlet hükümet temsilcilerinin bir araya geldikleri ve oybirliği ile karar verdikleri Hükümetlerarası Konferans (HAK) yöntemi benimsenmiş olmasına rağmen, tarihinde ilk defa Birlik, anayasa çalışmalarının temsil ettiği anlam ve önemi
göz önünde bulundurarak Konvansiyon metodunun işletilmesine karar vermiştir. 7
2
Bu bölümde yazarların Dernekler dergisinin 14. sayısında (2011/1) kaleme aldıkları yazının ilgili bölümünden kapsamlı biçimde yararlanılmıştır. Ayrıntılar için bkz. İhsan Bal, Ceren Mutuş, Mustafa Kutlay, “AB’de Anayasallaşma Süreci ve Türkiye İçin Dersler”, Dernekler,
Sayı: 14, 2011/1, ss. 36-40.
3
Ian Bache and Stephen George, Politics in the EU, Oxford: Oxford University Press, 2006.
4
Ali İhsan İzbul, “Avrupa Birliği’nin Geleceği: Konvansiyon, Taslak Anayasal Antlaşma ve Hükümetlerarası Konferans”, Sayıştay Dergisi, No:
49, Nisan-Haziran 2003, s. 83.
5
AB’de demokrasi açığı üzerine bir tartışma için bkz. Andreas Follesdal and Simon Hix, “Why there is a Democratic Deficit in the EU: A Response to Majone and Moravcsik”, Journal of Common Market Studies, Vol. 44, No. 3, pp. 533-562.
6
Erman Akıllı, “Laeken Zirvesi’nden Lizbon Antlaşmasına: Anayasalaşamayan Anayasallaşma Süreci”, Uluslararası Hukuk ve Politika Dergisi, Cilt: 6, Sayı: 24, 2010, ss. 38-39.
7
Sürece ilişkin detaylı bir analiz için bkz. Mehmet Özcan, “Avrupa Birliği Anayasası’nın AB Kurumsal Yapısı Üzerine Etkileri”, Erzincan Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt: IX, Sayı: 1-2, ss. 207-239.
62 şeker-iş dergisi • eylül-ekim 2011
lanacak olan Hükümetlerarası Konferans’a kadar Birli-
nin, aynı şekilde aday ülke temsilcilerinin, üniversitele-
ğin büyük genişleme sonrasındaki konumu ve yeni şartla-
rin, sendikaların, sivil toplum örgütlerinin ve diğer çıkar
ra uyum sağlayabildiği yeni bir kurumsal sistem konusun-
gruplarının katılımına açık Konvansiyon oluşumu, Lae-
da fikir üretmek olmuştur.
ken Zirvesi Sonuç Bildirgesi’ne ekli “Avrupa Birliği’nin
Konvansiyonun çalışma yöntemleri incelendiğinde, üş
Geleceğine Dair Bildirge”de detaylandırılmıştır. Buna
aşamadan oluştuğu görülmektedir. İlk aşama “Dinleme”
göre;
olarak adlandırılmış, üye devletlerin ve Avrupa halkları-
8
1. Konvansiyon Başkanı, Fransa eski Cumhurbaşkanı
nın yeni Anayasadan beklentilerinin ne olduğunun açıklı-
Valéry Giscard d’Estaing olarak belirlenmiştir. Öte yan-
ğa kavuşturulması amacı üzerine kurulmuştur. İkinci aşa-
dan kendisine yardımcı olmaları için İtalya eski Başbakanı
mada, ortaya konan düşüncelerin etraflıca değerlendiril-
Guliano Amato ve Belçika eski Başbakanı Jean-Luc De-
mesi, bir tartışma ortamının yaratılması öngörülmüştür.
hane Konsey tarafından başkan yardımcılığına atanmış-
Son aşamada ise tartışmalar neticesinde şekillenen öneri-
lardır.
lerin Anayasa taslak metnine işleneceği ifade edilmiştir.
2. Konvansiyon çalışmalarının merkezi Brüksel olarak
tayin edilmiştir.
“Avrupa’nın Geleceği Konvansiyonu”nu önceki revizyon antlaşmaları çalışmalarından farklı kılan yönü, sü-
3. Konvansiyona her bir üye devlet hükümetinden 1,
recin şeffaf ve halk ile birlikte yürütülebilmesi için bü-
ulusal parlamentolarından 2 kişi davet edilmiştir. Aday
yük çaba sarfedilmiş olmasıdır. Demokratik katılım ilke-
ülkeler de aynı şekilde toplamda 3 temsilci ile çalışmala-
si çerçevesinde Konvansiyonun bütün Genel Kurul top-
ra iştirak etmişlerdir. Fakat her türlü karara katılabilme
lantıları halka açık bir şekilde gerçekleştirilmiş, bilhas-
imkânına sahip olan aday ülkeler, veto hakkından ve oy-
sa sivil toplum örgütleri için eleştirilerini ve önerileri-
daşmayı bozacak her türlü girişimden yoksun bırakılmış-
ni rahatlıkla ifade edebilecekleri zeminler oluşturulmuş-
lardır.
tur.9 Keza, AB’nin geleceği tartışmasının başlatıldığı Nice
4. Avrupa Parlamentosu’ndan 16 üye ile 2 Avrupa Ko-
Zirvesi’nin hemen ardından Avrupa Komisyonu tarafın-
misyonu üyesi Konvansiyon çalışmalarda yerlerini almış-
dan “Debate of the Future of Europe” başlıklı bir inter-
lardır.
net sitesi faaliyete geçirilmiş, söz konusu platformda sade-
5. Bunun yanı sıra Ekonomik ve Sosyal Komite 3 üye
ce resmi kurum temsilcileri değil aynı zamanda STK’lar
ile temsil edilirken, Avrupa sosyal ortaklarından 3 üye,
ve bireyler tarafından getirilen öneriler de kamuoyunun
Bölgeler Komistesi’nden 6 temsilci ve AB Ombudsmanı
bilgisine sunulmuştur. Bunun yanı sıra gençler de müm-
gözlemci statüsünde çalışmalara katılmışlardır.
kün mertebede sürece dahil edilmeye çalışılmıştır. Eğitim,
6. AB Adalet Divanı Başkanı ile Avrupa Sayıştayı Baş-
meslek ve cinsiyetleri bakımından farklılıklar arz eden
kanı, çalışmalara hukuki ve mali denetim boytlarından
18-25 arasındaki 210 genç, 9-14 Temmuz 2002 tarihinde
katkı sunmak amacıyla hazır bulunmuşlardır.
gerçekleştirilen Gençlik Kurultayına katılmıştır. En niha-
7. Aynı zamanda sürecin devamlılığını sağlayabilmek
adına her bir üyenin yedeği belirlenmiştir.
Böylelikle Konvansiyon, 15’i gözlemci, 105’i de ak-
yetinde Konvansiyon çalışmaları 1,5 yıllık bir sürenin ardından 20 Temmuz 2003 tarihinde bir taslak metnin ortaya konmasıyla sona ermiştir.
tif katılımcı olmak üzere 120 kişiden oluşan çalışma grubuyla birlikte 28 Şubat 2002 tarihinde çalışmalarına baş-
3. Türkiye için Dersler
lamıştır. Komisyonun temel misyonu, 2004 yılında top-
AB anayasa hazırlık sürecinden Türkiye’nin çıkartabi-
“Laeken Declaration on the Future of the European Union”, in Laeken Summit Presidency Conclusions, 14-15 December 2001, http://
ec.europa.eu/governance/impact/background/docs/laeken_concl_en.pdf
9
Hasan Erdoğan, “Avrupa Birliği’nde Anayasa Hazırlık ve Onay Sürecinin Değerlendirilmesi”, Süleyman Demirel Üniversitesi İktisadi ve
İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, Cilt: 13, Sayı: 3, 2008, s. 348.
8
www.sekeris.org.tr
63
anayasa
Üye ülke hükümet ve ulusal parlamento temsilcileri-
anayasa
leceği önemli dersler bulunmaktadır. Türkiye’nin bu sü-
larından da dersler çıkartılması yerinde olur. Zira tüm ti-
reçten alabileceği dersleri üç madde halinde incelemek
tizlenmelere ve dikkatli süreç yönetimine rağmen anaya-
mümkündür. İlk olarak, AB anayasallaşma süreci toplu-
sa Fransa ve Hollanda’da yapılan referandumlarda redde-
mun geniş kesimlerinin katılımının sağlandığı bir metin
dilmiştir. Buradan iletişimin ve toplumun anayasayı sa-
olmuştur. Farklı komisyonlarda, teknolojinin her türlü
hiplenmesinin ne kadar hassas bir süreç olduğu sonucu-
nimetinden faydalanmak suretiyle ortak bir havuz oluştu-
na varmak mümkündür. Halkın geniş kesimlerinin ye-
rulmuş, bu havuzda toplumdaki değişik çıkar gruplarının
terince bilgilendirilmediği anayasalar, ne kadar demok-
seslerini duyurabilmeleri mümkün hale gelmiştir. Üstelik
ratik olursa olsun halk tarafından benimsenmeyecek-
AB üyesi ülkelerin her birinin dilinin ve siyasi kültürünün
tir. Tam tersine bu tarz bir yaklaşım, halkın yabancılaş-
farklı olmasına rağmen bu başarı sağlanabilmiştir. Türkiye
masını beraberinde getirme riskini barındırmaktadır. Bu
açısından da yeni anayasa yapım süreci benzer kapsayıcılığı içermek durumundadır. Sadece siyasi partilerin temsili
açısından değil, siyasetin marjında kalan toplumsal grupların dâhil edilmesi açısından da yeni anayasa yapım süreci hayatidir. Zira yeni anayasa demek, toplumsal uzlaşı demektir ve toplumun belli kesimlerinin kategorik olarak dışlandığı bir yapı, uzlaşının tam olarak tesis edilmesi önünde büyük bir engel oluşturacaktır. Ancak herkesin
isteklerinin anayasaya yansıtılması gibi ütopik bir hedefin
peşinden de koşmamak gerekir. Burada asıl kriter gönüllü
katılım ve sağduyulu diyalog olacaktır. Makulün sınırları
içinde her görüşe açık olmak, yine aynı sınırlarda her türlü görüşü tartışabilmek şarttır.
İkinci nokta, sorumluluk sahiplerinin anayasa yapım
sürecini günlük siyasetin bir parçası olarak değerlendirmekten uzak durması gerektiğidir. Birçok siyasi tartışmaya ve partiler arasında sert münakaşalara sahne olsa da AB
anayasa hazırlama sürecinde, AB üyesi ülkelerdeki siyasi
hareketler asgari diyalog seviyesini muhafaza etmeyi başarmış; diyalog kapılarını kapatmaktan ısrarla kaçınmışlardır. Benzer bir durumun Türkiye için de geçerli olduğunu belirtmek gerekir. Zira hem iktidar hem de muhalefet
nokta Türkiye’nin 1961 anayasasında açıkça görülmektedir. Zamanın ölçülerinde gerçekten liberal ve özgürlükçü
olan bir anayasa olmasına rağmen 1961 anayasası kamuoyu tarafından benimsenmemiştir. Çünkü darbe koşullarında yapılan anayasa en başından sakat doğmuş, halkın
nezdinde de itibar görmemiştir.
4. Sonuç
Türkiye, anayasa tarihi açısından bakıldığında önemli bir dönüm noktasına gelmiş bulunmaktadır. 1961 ve
1982 Anayasalarının her ikisinin de darbe dönemine ait
anayasalar olması ve Türkiye’nin, her ne kadar pek çok revizyona uğrasa da, neredeyse 30 yıldır bir darbe anayasasıyla yönetilmesi tarihsel olarak anakronik, Türkiye’nin
ulaştığı ekonomik ve siyasi dinamizm açısından ise kısıtlayıcı bir mahiyet arz etmektedir. Bu nedenle 1982 Anayasasının tamamen değiştirilmesi gerekmektedir. Bunu
yaparken esastan daha önce gelen unsurun usul olduğunun altı çizilmelidir. Anayasanın toplumsal açıdan kapsayıcı olması ve hazırlık sürecinde mümkün olan en geniş
toplumsal mutabakatın sağlanması hayatidir. AB Anaya-
partileri için yeni anayasa siyasi ihtiraslara ya da günlük
sallaşma süreci işte tüm bu açılardan incelenmesinde fay-
siyasi polemiklerin girdabına kurban edilemeyecek dere-
da görülen bir örnek olarak değerlendirilmektedir. Son
cede önemli ve fedakârlık isteyen bir konudur. Bu nokta-
olarak, anayasa hazırlık sürecinin usulünü ve kapsayıcı-
da gereken azami gayretin sadece iktidar partisi değil, aynı
lık seviyesini belirledikten sonra kararlılıkla atılması gere-
zamanda muhalefet hareketleri tarafından da gösterilme-
ken adımlar da bulunmaktadır. Bu adımlar, başta terör ol-
si gerekmektedir. Türkiye’nin hızla kutuplaşmaya müsait
mak üzere, her türlü istikrarsızlaştırma faaliyetlerine rağ-
siyasi atmosferi düşünüldüğünde, anayasa yapım sürecin-
men atılmalı ve sonuç verene kadar ısrarla takip edilmeli-
de kullanılan dilin esnek ve yapıcı olmasının önemi daha
dir. Zira Türkiye’nin yeni anayasadan daha acil bir soru-
açık ortaya çıkmaktadır.
nu bulunmamaktadır. Anayasa sorunu çözülmeden diğer
Son olarak AB anayasa hazırlık sürecinin başarısızlık-
64 şeker-iş dergisi • eylül-ekim 2011
sorunlarına kalıcı çözümler üretmesi de beklenmemelidir.
Sivilleşeceğiz Derken Toplumsal
anayasa
Barış/Uzlaşıdan Uzaklaşmak;
Sosyal Haklar Ekseninde
Yeni Anayasa Tartışmaları
Kasım 2002’de Adalet ve Kalkınma Partisi’nin iktidara gelmesiyle başlayan süreçte yaşananlar, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bir dönemin sona erdiğine dair (olumlu/olumsuz) bir genel kanı oluşturmuştur. Bu anlamda, 12 Haziran 2011 seçimlerinin varolan iktidar gücünü pekiştiren sonucu, değişim sürecinin yeni bir anayasa
ile sonlandırılması isteğinin yaşama geçirilmesine imkan
sağlayacak görünmektedir.
Nitekim, seçimin ertesinde yeni anayasa için çalışmalara başlanmış ve Meclis’de temsil edilen her siyasi partiden üç milletvekilinin katılımı ile Anayasa Uzlaşma Komisyonu oluşturulmuştur. Bu Komisyon öncesinde
TBMM Başkanı Anayasa hukukçuları ile 19.09.2011’de
bir toplantı yapmış ve özellikle Meclisin yeni bir anayasa
yapma hakkı olup olmadığı tartışması bu toplantı sonucunda kamuoyuna yansımıştır.
19 Ekim 2011 tarihinde Anayasa Uzlaşma Komisyonu ilk toplantısını yapmıştır. Bu sürecin nasıl gelişeceği
Meclis Başkanı Cemil Çiçek tarafından ifade edilmiştir.
Buna göre;
1. Katılım/veri toplama/değerlendirme,
2. İlkelerin belirlenmesi ve metin oluşturulması,
3. Metnin kamuoyuna sunulması/tartışılması
4. Taslağın teklif haline dönüştürülmesi
olmak üzere dört aşamalı bir sürecin sonunda, 2012
yılı sonu itibariyle yeni bir anayasa yapımı gerçekleştirilmek istenmektedir.
…..
Meclis Başkanlığı, Anayasa tartışmasını toplumun geniş bir kesimine yayma anlayışı ve/veya görüntüsü ile bu
başlıkla bir web sayfası açmış (http://yenianayasa.tbmm.
gov.tr/default.aspx) ve yapılan çalışmalar, anayasalarımız,
anayasa değişiklikleri, dünya anayasaları başlıkları altında
bilgilendirme yaparken, bir yandan da “anayasa taslakları” başlığı altında siyasi partilerden ve sivil toplum örgütlerinden gelen değişiklik öneri/taslaklarını yayımlamaya
başlamıştır. 4 Kasım 2011 itibariyle bu kısımda yayımlanan taslaklar ve sahipleri şu şekildedir;
Av. Gökhan CANDOĞAN
• Anayasa Kadın Platformu - Kadınlar Nasıl Bir Anayasa İstiyor? 2011
• BİLGESAM - Yeni Anayasadan Toplumsal Beklentiler 2011
• Diyarbakır Barosu - Yeni Bir Anayasada İnsan Haklarına Yeni Bir Bakış 2007
• Düşünce Suçuna Karşı Girişim - Yeni bir Anayasa’ya
Doğru Sivil Önermeler 2008
• Marmara Grubu Stratejik ve Sosyal Araştırmalar
Vakfı - Yeni Anayasa İle İlgili Görüş ve Öneriler 2011
• TESEV - Türkiye’nin Yeni Anayasasına Doğru 2011
• TESİAD - Yeni Anayasa Teklifi 2011
• TESİAD - Yeni Anayasa Teklifiyle Getirilen Yenilikler 2011
• TÜSİAD - Yeni Anayasa Yuvarlak Masa Toplantıları Dizisi: Yeni Anayasanın Beş Temel Boyutu 2011
• TİSK - Ekonomik Anayasa Raporu 2011
• Türkiye Barolar Birliği - Türkiye Cumhuriyeti Anayasa Önerisi 2007
• Türkiye Devrimici İşçi Sendikaları Konfederasyonu
- Yeni Bir Anayasa İçin Temel İlkeler 2009
• Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği - Anayasa 2000
• Yeni Anayasa Platformu - Anayasa Çalışma Gru-
www.sekeris.org.tr
65
anayasa
bu Türkiye’nin Anayasası İçin Genel Esaslar Raporu 2011
Anayasalar, kurucu/temel metinler olarak her zaman
ve her dönemde, yapıcısının izlerini/ideolojik yönelimini taşıyan belgelerdir. Dolayısıyla, Anayasa, başlangıç kısmından (dibace) başlamak üzere, kurulan her cümlesinden, seçilen kavram/terimine kadar, yazanların ve/veya
yazanları belirleyenlerin ideolojik bakış açısının ürünü
olacak, hakim/egemen bakış açısını kabul edip/ettirip kalıcılaştırma işlevini yerine getirmesi beklenecektir.
Bu çerçevede; anayasa tartışmalarının neoliberal/iktidar gücüne dayanan kesimler ve bu kesimi temsil eden
sivil toplum örgütleri/isimler üzerinden yürümesi (yukarıda belirtilen/TBMM sayfasında yer verilen taslakların
çoğunluğu sermaye örgütleri ile iktidar partisine doğrudan/dolaylı bağlı sivil toplum örgütleri/neferlerine aittir), özgürlük, hak ve adalete en fazla ihtiyaç duyan kesimleri temsil eden başta sendikalar olmak üzere çalışanlara
ait bağımsız/özerk yapıların geri planda kalması, geleceğe yön verecek temel bir metin üzerinde belirleyici olma
hakkından baştan vazgeçme anlamına gelmektedir.
Bu şekilde, tek yanlı olarak, “sivilleşme” teması/vurgusuna dayalı olarak başlayan “yeni anayasa yapım süreci” kendiliğinden/doğrudan bir özgürleşme vaadetmemesi bir yana, insan haklarının bütüncüllüğü ilkesi temelinde, sosyal hakları uygulanabilir düzeye getirme noktasında mevcut Anayasa ile belirlenenden daha iyi bir hedefe
sahip görünmemektedir. Böylelikle, sivillik vurgusu/örtüsü ile toplumun geniş kesimlerini doğrudan etkileyen
yaşamsal sıkıntılarla ilgili egemen/ideolojik bakış açısının
çözümsüzlüğü –sanki- gözden kaçırılmak istenmektedir.
Kaldı ki, 2010 yılında yine “sivilleşme” vurgusu ile yapılan anayasa değişikliklerinin ne kadar özgürleştirici uygulamalara yol açtığı da gözetildiğinde, bu vurgu/yapı tarafından getirilen önermelere karşı kuşkulu davranmak
gerekmektedir.
Bu temelde; çalışanlar, işsizler, daha doğrusu toplumun güçsüz kesimleri açısından Anayasa ve sosyal hakların önemine değinen, bu “önemi” toplumsal gerçeğe dönüştüren “kabullerin” anayasa metni/ruhuna yansımasını hedefleyen, “ideolojisiz anayasa” vb saçmalıkları teşhir
eden, özünde çalışanların mücadeleleri ile “hak” kategorisine girmiş “sosyal hakları” dışlayan, tali/ikincil gören zihniyetin elleriyle yazılacak bir anayasa ile neleri kaybedebileceğimizi vurgulayan bir “anayasa çalışması”nın Sendikalar tarafından üretilerek kamuoyu ile paylaşılması zorunluluğu vardır.
….
Sosyal hakları, toplumun “umuda en çok ihtiyaç duyan” kesimine yönelik hak demeti olarak görebiliriz. Bireyi “insan” olarak kabul eden birinci kuşak/klasik insan hakları, varlığı kabul edilen bu bireyin “insan onuruna yaraşır” bir yaşama ulaşmasına yönelik sosyal haklar ve
çevre hakkı gibi üçüncü kuşak haklar ile bütünleşmeksizin bir anlam ifade etmeyecektir. Bu yaklaşım çerçevesinde “insan haklarının bütünlüğü” ilkesi, giderek daha faz-
66 şeker-iş dergisi • eylül-ekim 2011
la kabul görse de, liberal öğreti tarafından şiddetle eleştirilmiştir. Hayek’e göre, “..köylülere, Eskimolara ve hatta Himalaya’nın Kar adamına ‘ücretli periyodik tatil”i garanti eden bir ‘evrensel hak’ anlayışı tümüyle saçmalıktır..”
(aktaran Uygun, 2000: 35)
Sosyal hakları tali kabul eden liberal anlayış, küreselleşme olgusu ile çekince/sakınımlarını bir kenara bırakıp
neoliberal düşünceye evrilmiş ve sosyal hakların –neredeyse- yoksayılması noktasına gelmiştir. TESEV (Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı) Anayasa Komisyonu tarafından hazırlanan “Türkiye’nin Yeni Anayasasına
Doğru” başlıklı Rapor’da (Nisan 2011) “sosyal” kelimesi, Vakıf adı dışında sadece iki yerde geçmekte olup burada da “sosyal hak” anlamı dışında kullanım söz konusudur. Yani, TESEV’e göre, Türkiye’de “sosyal haklar” sorunu “yoktur”, dolayısıyla da Anayasası’nda sosyal haklara
yer vermek gerekli değildir.
Oysa, sosyal haklar, güçsüz, savunmasız ve dezavantajlı grup/kesimler için öngörülmüş hak demetidir. Liberal
ekonomik düzenin gelir dağıtımı adaletsizliği yarattığı,
gelirin bölüşümünde oluşturduğu uçurumlar nedeniyle
toplumsal barışı zedelediği bilinen/yaşanan bir gerçektir.
Nihayetinde, liberallerin “toplumsal refah hedefi” de yoktur; “..yeni liberalci yaklaşımlar, çalışma koşulları, sosyal
veya çevre standartları söz konusu olduğunda açık veya
dolaylı şekilde sermaye lehine soyutlamalara başvurmakta, adet; serbest piyasa ekonomisi anlayışının hiçbir kaybedeninin olmadığı intibaı veren bir etik yaklaşım sergilemektedir.. Oysa böyle bir mantığın kapitalizmle uyuşması beklenemez. Bir başka ifade ile kapitalist ekonomi anlayışında nihai bir sosyal refah eşitliği hedefi söz konusu değildir. Bu nedenle kaybedenleri olmayan bir dünyada kapitalizmin işlemesi olanaksızdır…” (Doç.Dr. İlyas Doğan,
Parçalayan Küreselleşme, 2006;208)
Sosyal haklar, liberal/kapitalist ekonomik yapının
kaybedenlerine “meşru” mücadele zemini sunan, bu anlamda da toplumsal bölünmenin derinleşmesini engellemeye yönelmiş bir dizi somutlaştırılmış talepleri içerir.
Avrupa Sosyal Şartı’nın geliştirilmesi temelinde hazırlanan ve Avrupa Konseyi tarafından 3 Mayıs 1996 tarihinde kabul edilen (Gözden Geçirilmiş) Avrupa Sosyal
Şartı ile imzacı devletler; haklarının, yaşam standartlarını ve sosyal refah düzeyini yükseltmek için, Sözleşme’nin
II.bölümünde sayılan aşağıdaki hakların Sözleşme ile belirlenen asgari bölümünü sağlamayı kabul ve taahhüt etmişlerdir:
• Çalışma hakkı
• Adil çalışma koşulları hakkı
• Güvenli ve sağlıklı çalışma koşulları hakkı
• Adil bir ücret hakkı
• Örgütlenme hakkı
• Toplu pazarlık hakkı
• Çocukların ve gençlerin korunması hakkı
• Çalışan kadınların analığının korunması hakkı
• Mesleğe yöneltilme hakkı
mek, birinci kuşak insan hakları ile arasında bir “uygulanabilirlik” farkı oluşturmak anlamına geleceğinden, Türkiye Barolar Birliği (TBB) tarafından hazırlanan 2001 ve
2007 Anayasa taslaklarında olduğu gibi, “insan haklarının bütünlüğünü” vurgulayan bir genel hükme yer verilmelidir. (TBB Anayasa Taslağı 2007 (aktaran Hakan Sabri Çelikyay, 2011)- madde 13: Temel hak ve özgürlükler
onurlu ve insanca bir yaşamın vazgeçilmez unsurları olarak bir bütün oluşturur. Devlet her bir temel hak ve özgürlüğün korunmasını ve gerçekleştirilmesini sağlamakla
yükümlüdür.)
Mevcut Anayasa’nın “devletin iktisadi ve sosyal ödevlerinin sınırları” başlıklı 65. maddesinde, “Devlet, sosyal
ve ekonomik alanlarda Anayasa ile belirlenen görevlerini, bu görevlerin amaçlarına uygun öncelikleri gözeterek
malî kaynaklarının yeterliliği ölçüsünde yerine getirir” denilerek, sosyal haklara dair her yükümlülükleri yerine getirmekten kaçınma imkanı sağlayan bir düzenleme tesis
edilmiştir. Bu düzenleme, sosyal hakları işlevsizleştirmeye yönelik olduğundan, yeni anayasada kendisine yer bulmamalıdır.
Sosyal haklara ve dolayısıyla sosyal devlete yönelik siyasi ve hukuki eleştiri / uygulamalar arttıkça, meşru mücadeleler ile elde edilen kazanımlar pazarlık nesnesi haline dönüşmektedir. Uluslararası sözleşmeler ve Anayasa
ile koruma altına alınmış temel sosyal haklar görünürde
varlığını sürdürüyor olsa da, yeni araç / yöntemlerle haklardan yararlanan kesimlerin sayısında ciddi düşüşler olmaktadır. Örneğin, kamuda, güvencesiz/sosyal haklardan mahrum geçici personel ve alt işveren işçiliği giderek
yaygınlaştırılmakta ve çalışma barışı bozulmak istenmektedir. Aynı işyerinde, yan yana çalışan iki farklı statüdeki
grup arasında yaşanmaya başlayan olumsuzluklar huzurlu bir çalışma ortamı hakkını etkisizleştirirken, ideolojik
yönlendirme aygıtları ile işsizlerin çalışanları hedef haline getirmesi sonucunda toplumsal barış da tehlikeye düşmektedir.
Bu nedenle, örgütlü işçi kesimi, öncelikli hedef/amacı
olan sosyal hakları yeni anayasa tartışmalarında ön planda
tutmalıdır. Anayasanın başlangıç kısmından hakların sistematiğine kadar her nokta, bu anayasaya dayalı meşru/
hukuki mücadelede belirleyici olacağından, geçersiz argümanlara dayalı ama egemen olan neoliberal bakış açısının anayasanın lafzı ve ruhuna sızmasına engel olunmalıdır. “İdeolojisiz Anayasa” savsatası ile katıksız bir neoliberal Anayasa değildir Türkiye’nin ihtiyacı.. Yurttaş/toplum ile devlet arasında bir “sözleşme” kurulacaksa, öncelik, her bir Türkiye Cumhuriyeti yurttaşının insan onuruna yaraşır bir yaşam seviyesine ulaşmasını sağlamak olmalıdır. Öncelik, artan gelirin bölüşülmesinde giderek büyüyen eşitsizliği giderici politikalar olmalıdır. Öncelik, “sivilleşme” mefhumu ile özgürlüğün içinin boşaltılması değil, sosyal haklar ile özgürlüğün derinleştirilmesidir; “hemen” ve “şimdi”.
www.sekeris.org.tr
67
anayasa
• Mesleki eğitim hakkı
• Sağlığın korunması hakkı
• Sosyal Güvenlik hakkı
• Sosyal ve tıbbi yardım hakkı
• Sosyal refah hizmetlerinden yararlanma hakkı
• Özürlülerin toplumsal yaşamda bağımsız olma, sosyal bütünleşme ve katılma hakkı
• Ailenin sosyal, yasal ve ekonomik korunma hakkı
• Çocukların ve gençlerin sosyal, yasal ve ekonomik
korunma hakkı
• Diğer âkit tarafların ülkelerinde gelir getirici bir iş
edinme hakkı
• Çalışan göçmenlerin ve ailelerinin korunma ve yardım hakkı
• İstihdam ve meslek konularında cinsiyete dayalı ayrım yapılmaksızın fırsat eşitliği ve eşit muamele görme
hakkı
• Bilgilendirilme ve danışılma hakkı
• Çalışma koşullarının ve çalışma ortamının düzenlenmesine ve iyileştirilmesine katılma hakkı
• Yaşlıların sosyal korunma hakkı
• İş akdinin sona erdiği durumlarda korunma hakkı
• İşverenlerinin iflası halinde çalışanların haklarının
korunması hakkı
• Onurlu çalışma hakkı
• Ailevi sorumlulukları olan çalışanların fırsat eşitliği
ve eşit muamele görme hakkı
• Çalışanların temsilcilerinin işletmede korunma ve
kolaylıklardan yararlanma hakkı
• Çalışanların toplu işten çıkarma sürecinde bilgilendirilme ve danışılma hakkı
• Toplumsal dışlanma ve yoksulluğa karşı korunma
hakkı
• Konut hakkı
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 16 Aralık 1966 tarihli toplantısında alınan kararla kabul edilen, Türkiye’nin 15 Ağustos 2000 tarihinde imzaladığı ve 10.07.2003 tarih ve 5923 sayılı Kanun ile onayladığı Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Uluslararası Sözleşmesi’nin “maddi haklar” başlıklı bölümünde de,
aşağıdaki sosyal haklar güvenceye alınmıştır:
• Çalışma hakkı,
• Adil ve uygun işte çalışma şartları,
• Sendikal haklar,
• Sosyal güvenlik hakkı,
• Ailenin, anneliğin, çocukların ve gençlerin korunması,
• Yaşama standartı hakkı,
• Sağlık standartı hakkı,
• Eğitim hakkı,
• Zorunlu ilköğretimi sağlama yükümlülüğü,
• Kültürel yaşama katılma hakkı.
Bu iki uluslararası sözleşmede belirtilen sosyal haklar,
kanımızca, yeni anayasa tarafından da temel alınmalıdır.
Ötesinde, sosyal hakları Anayasada tanımlamakla yetin-
anayasa
Anayasa Hazırlık Süreciyle İlgili
Örnekler ve Türkiye Açısından
Çıkarılabilecek Dersler
Giriş
Anayasalar ya da daha geniş ifadeyle anayasal metinler,
bir devletin temel kurallarını ve kurumlarını içeren yazılı ve resmi hukuki belgelerdir. Türkçemizde yasaların aslı,
anası anlamında “anayasa” denmesi de bu yüzdendir. Benzer biçimde gerek batı dillerinde, gerekse doğu dillerinde anayasa kelimesi bu temel konsepti yansıtacak biçimde
kurgulanmıştır. Batı dillerinde kurmak, yapmak anlamında “constituer” fiilinden türetilmiş “constitution” kelimesi anayasaya karşılık kullanılmaktadır. Osmanlı döneminde kullanılan “Teşkilatı Esasiye Kanunu” ya da “Kanun-u
Esasi” kavramı da aynı içeriğe sahiptir.
Anayasalar son derece önemli metinler oldukları için,
bu metinlerin hazırlanma süreci de önem arz etmektedir.
Zira bu metinler dünden bugüne bir çırpıda kolayca değiştirilecek metinler değildir. Belirli bir sürekliliğe ve dayanıklılığa sahip olmalıdır.
Tıpkı anayasal metinlerin bizzat kendileri gibi anayasaların pratikte uygulanmaları da her ülkenin kendi özel
şartlarına göre şekillenmekte ve özel nitelikler arz etmektedir. Benzer biçimde anayasaların hazırlanış süreci de
aynı koşullar altında şekillenmektedir.
Bununla birlikte bir anayasa hazırlanırken gerek metin düzeyinde gerekse hazırlık sürecinin organize edilmesinde diğer ülkelerdeki uygulamalara bakmak sık başvurulan bir yoldur. Bir başka deyişle, anayasa hazırlık sürecinde karşılaştırmalı perspektif yer yer son derece faydalı çözümler sunmakta ve anayasa hazırlık sürecindeki devletler de bundan yararlanmaktadırlar.
Bu çalışmada tam da bu konu üzerinde durulacaktır.
Daha açık bir ifadeyle, “Türkiye’de hazırlanması düşünülen yeni anayasa için diğer ülkelerden ne tür örnekler sunulabilir?” ve “bu örneklerden ne tür dersler çıkarılabilir?” soruları bu çalışmada tartışılacaktır. Yazıda Avrupa
ağırlıklı örnekler önemli bir yer teşkil etse de dünyanın
daha farklı ülkelerinden de örnekler verilecektir. Çalışmada metnin bizzat hazırlık süreciyle ilgili örneklerin yanı
sıra (I), bizzat anayasa metniyle ilgili hususlar (II) üzerinde de durulacaktır.
I. Metnin Bizzat Hazirlik Süreciyle İlgili Örnekler
Metnin bizzat hazırlık süreciyle ilgili olarak öncelikle
68 şeker-iş dergisi • eylül-ekim 2011
Prof. Dr. Ercüment TEZCAN
Galatasaray Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi
yetki konusu gündeme gelecektir. Bu noktada TBMM tarafından alınacak bir karar hukuken yeni anayasanın hazırlık sürecinde yetkiyle ilgili tartışmaların önünü alacaktır. Bu noktada İzlanda’da 2009’daki seçimlerin ardından
başlatılan, hâlihazırda da devam eden ve 2012’de sona ermesi beklenen anayasa hazırlık sürecinde bu yönde uygulamalar yapılmıştır. Aynı biçimde Macaristan’da 2010 seçimleri sonrasında benzer bir formülle çözüm bulunmuş
ve Nisan 2011’de kabul edilen anayasa hazırlanmıştır.
Konu 2002-2004 arası hazırlanan Avrupa Birliği Anayasası bağlamında daha farklı bir boyutta tartışılmıştır. Zira
orada devletsel bir yapı olmadığı için Kurultay’ın hangi
yetkiye dayanarak bir anayasal metin hazırladığı sorgulanmıştır. Ancak bu soruya gereken cevap verilmiş ve bu yetkinin Kurultay’a üye devletleri en üst düzeyde temsil eden
kişilerden oluşan Devlet ve Hükümet Başkanları (Avrupa Konseyi) tarafından verildiği yönünde bir yaklaşım benimsenmiştir.
Aslında bu çerçevede TBMM’nin yetkisini tartışmak
son derece anlamsızdır. Ancak ne var ki Türkiye’nin anayasa tarihi ve anayasa hazırlık süreçleri askeri darbelerle
yoğrulmuş ve şekillenmiştir. Dolayısıyla neredeyse normal yollardan yapılmış bir anayasası olmayan bir ülkede,
anayasa hazırlanması olağanüstü dönemlerde yapılırmış
ve anayasalar o dönemlerin ürünüymüş gibi bir izlenim
oluşmuştur. Bu algı sonucu Türkiye, hiç de yan yana gelmek ya da adının onlarla anılmasını istemediği, diktatör-
ta bu anayasa referandumda % 95 gibi rekor sayılabilecek
bir oranla kabul edilmiştir.
Kötü örneklere bakılacak olursa öncelikli olarak 1
Temmuz 2011 tarihli Fas anayasasını vermek gerekir. Başlangıçta hayli demokratik ve çoğulcu bir havada başlayan
anayasa hazırlık süreci sonraki dönemde bu niteliğini kaybetmiş ve her ne kadar referandumla kabul edilmiş olsa
da ciddi eleştirilere konu olmuştur. Aynı şekilde 25 Ekim
2005’te kabul edilen Irak anayasası da bu bağlamda kötü
bir örnek oluşturur. Sünni kesimin genel seçimleri boykot etmesi sonucu anayasa hazırlık sürecinde Sünni kesim açısından düşük katılımlı bir anayasa hazırlık süreci
yaşanmıştır. Sonuçta yüzde 78 evet oyuyla anayasa kabul
edilmiştir. Ancak Sünni kesimin yoğun olduğu bölgelerde yüksek oranda “hayır” oyları çıkmıştır.
Bu çerçevedeki bir başka kötü örnek Nepal örneğidir.
1990 anayasasının hazırlık sürecine halkın katılımının
sağlanması için insanların istekleri alınmıştır. 100.000’in
üstünde insan bu sürece aktif biçimde katılarak taleplerini dile getirmişlerdir. Ancak sonuçta bu kişilerin taleplerinin neredeyse tamamının dikkate alınmadığı görülmüştür. Sonuçta anayasa kabul edilmiştir. Ancak toplumda bu
anayasaya karşı büyük bir sempatiyle bakılmamıştır.
Nisan 2011’de kabul edilen Macar anayasası da bu
çerçevede kötü bir örnek teşkil etmektedir. Bu anayasanın
hazırlık sürecinde de başlangıçta redaksiyon komitesinde
muhalefetteki partilerden temsilciler yer almıştır. Ancak
daha sonra anlaşmazlık çıkmış ve muhalefet partilerinin
temsilcileri bu komiteden ayrılmışlardır. Sonuçta anayasa
kabul edilmesine edilmiş, ancak Başbakan ve iktidardaki
Fidesz partisinin lideri olan Victor Orban’ın ismine izafeten bu anayasaya “Orban anayasası” yaftası anında yapıştırılmıştır.
Türkiye açısından bu örnek son derece anlamlıdır.
Zira Türkiye’de çözüm bekleyen birçok sorun açısından
yeni anayasa bir umut ışığı olma potansiyelini taşımaktadır. İnsan hakları, sivil-asker ilişkileri, Kürt sorunu, ya da
kurumsal dizayn vb. belli başlı konu başlıklarıdır. Bu noktada şayet iktidardaki siyasi kadro yeterince kapsayıcı ve
çoğulcu olmazsa, gerekli anlayışı ve esnekliği göstermezse, muhalefet partilerini anayasa hazırlık sürecinden dışlarsa Anayasa ne kadar iyi bir metin olsa da “AKP anayasası” ya da “Tayyip anayasası” şeklinde yaftalanmaktan kurtulamayacaktır. Şayet iktidardaki siyasi kadro Türkiye’de
kalıcı bir anayasa yapmak istiyorsa bu hususa azami dikkat etmelidir.
Buna paralel olarak Türkiye’deki anayasa hazırlık süreci son derece şeffaf olmalıdır. 1982 anayasasının oluşturulması süreci hatırlanacak olursa, her ne kadar olağanüstü dönemde hazırlanmış olsa da gün boyunca Danışma Meclisi’nde tartışılan konuların her akşam TV’den ayrıntılı bir şekilde işlenmesi aslında iyi bir gelişmedir. Benzer biçimde AB örneğinden gidilecek olursa anayasa ha-
www.sekeris.org.tr
69
anayasa
lüklerin hüküm sürdüğü Afrika ya da Latin Amerika ülkeleriyle aynı kapsamda yer almaktadır.
Yetki konusunun dışında metnin bizzat redaksiyonunun organizasyonu konusu da oldukça önemlidir. Bu
noktada çalışmaların çok yavaş ilerlemesi süreci bıktırıcı bir hale getirebilir. Bu konuda en çok eleştirilecek aktör de yeni anayasa hazırlama işine soyunan siyasi irade olacaktır. Dolayısıyla çalışmaların yeterince hızlı ilerlemesi hem çalışmanın bitirilmesi hem de sürecin tavsamaması ve bıktırıcı olmaması açısından oldukça önemlidir. Avrupa Birliği örneğinden gidilecek olursa, bu noktada 2002-2004 arasındaki anayasa hazırlık sürecinde çeşitli konularda uzmanlardan oluşturulmuş çalışma grupları,
Türkiye açısından bir model oluşturabilir. Bu gruplar tematik (insan hakları, kurumlar vs.) olarak tasarlanabileceği gibi daha farklı bir konseptte de tasarlanabilir. Çalışma
gruplarının ana işlevi, uzmanlık alanlarıyla ilgili maddelerin nasıl bir konseptte hazırlanması gerektiğinden, bizzat
taslak madde metinleri kaleme almaya kadar uzanabilir.
Benzer biçimde her ne kadar madde metinleri üzerinde son sözü söyleme yetkisi TBMM’de olacak olsa da
taslak metnin oluşturulması sürecinde Kurultay türü yapılardan da yararlanılabilir. İsimlendirmeler farklı olsa
da (örneğin Anayasa Konseyi, Anayasa Meclisi, Kurucu Meclis vb.) bunların ortak özelliği TBMM’ye sunulacak metni hazırlamak olacaktır. AB örneğinden gidilecek olursa farklı kurumlardan ya da birimlerden gelecek
temsilcilerin yer alacağı Kurultay’da (ya da bu tür bir oluşumda) çalışma gruplarından gelecek öntaslak madde metinleri üzerinde çalışılabilir. Gerekirse Kurultay içinde bir
Başkanlık Divanı oluşturularak koordinasyon çalışmaları
bu çatı altında yürütülebilir. Gene kurultay ya da benzeri
yapı içinde sivil toplum kuruluşlarının, sendikaların, meslek kuruluşlarının, siyasi partilerin, derneklerin, üniversitelerin temsilcilerinin yanı sıra sade (normal) vatandaşlar da bulunabilir. Halen anayasa hazırlık sürecinde olan
İzlanda’da belirli sayıda sade vatandaşın bu süreçte yer aldığı bilinmektedir.
Hazırlık süreci çerçevesinde üzerinde durulması gereken son nokta anayasa hazırlık sürecinin çoğulcu bir yapıda sürdürülmesidir. Bu noktada iyi örnekler olduğu gibi
kötü örnekler de mevcuttur. İyi örneklerden gidilecek
olursa AB Anayasasının hazırlık sürecinde sivil toplum
kuruluşlarının en küçük bir yasaklamaya konu olmaksızın sürece katılmış olabilmeleri ilginçtir. Bu noktada en
aşırı uçta yer alanlar da dâhil olmak üzere bin 300’ün üzerinde sivil toplum kuruluşu bu sürece katılmış ve nasıl bir
anayasa düşündükleri konusunda hazırladıkları raporları
Kurultay’a sunma fırsatı bulmuşlardır. 1996 yılında kabul
edilen ve apartheid uygulamalarına son veren Güney Afrika anayasası da bu çerçevede güzel bir örnektir. Bu anayasa hazırlanırken olabildiğince kapsamlı bir yaklaşım benimsenmiş ve süreçten hiçbir aktör dışlanmamıştır. Bu süreçte Nelson Mandela uzlaştırıcı bir aktör olarak yer almış ve oldukça da olumlu sonuçlar elde edilmiştir. Sonuç-
anayasa
zırlık sürecinde istisnalar saklı kalmak kaydıyla her türlü bilgi ve belgeye erişimin web ortamında sağlanması oldukça önemlidir.
Türkiye’de yaşanacak süreçte de bu noktaya azami dikkat edilerek gerekli altyapı çalışmalarının şimdiden yapılması gerekir. Hatta bu noktada AB’de daha da ilerici bir
uygulama yapılmıştır. Şöyle ki: AB anayasasının hazırlık
sürecinde AB’nin web sayfasında özel bir mail kutucuğu açılmış ve bu siteye giren kişilere süreçle ilgili düşüncelerini ifade etmeleri istenmiştir. Bir başka ilginç örnek
İzlanda’da yaşanmaktadır. Hâlihazırda anayasa hazırlık
sürecini yaşayan İzlanda’da Facebook ve Twitter gibi sosyal paylaşım siteleri ve olanakları şeffaflık açısından devreye sokulmuştur. Anayasa gibi ciddi bir metnin hazırlık süreci bağlamında bu tür uygulamalar ilk bakışta biraz fantezi gibi gelebilir. Ancak toplumdaki genel eğilime paralel
olarak bu tür olanakların aktif katılıma olanak sağlayacağı da unutulmamalıdır.
II. Bizzat Anayasa Metniyle İlgili Hususlar
Bizzat anayasa metniyle ilgili hususların başında anayasanın otoriter bir yaklaşıma sahip olmaması hususu gelmektedir. Bu noktada Türk toplumunda otoriter bir yaklaşımın var olduğu unutulmamalıdır. Hatta bir derece
daha ileri gidilirse devletin güçlü olması gerektiği yönünde bir yaklaşım da mevcuttur. Bu noktada ayrıca şimdiye
kadarki anayasalarımız arasında tamamen zıt yaklaşımlar
da mevcuttur.
Daha somut konuşmak gerekirse, 1961 anayasası temel hak ve özgürlüklerden yana tavır alırken, 1982 anayasası devletin (ya da yürütmenin) güçlü olması yönünde tercihini kullanmıştır. Yapılacak yeni anayasa birbirine
zıtmış gibi görünen bu iki uç arasında bir uzlaşmayı sağlayabilecek potansiyele sahip olmalıdır. Ancak unutulmamalıdır ki otoriter yaklaşımlar geçmişte kalmıştır, yapılacak yeni anayasa böyle bir hataya düşmemelidir. Aslında
bu durum sadece Türkiye’ye özgü bir durum değildir. Bu
noktada Nisan 2011’de kabul edilen Macaristan anayasası otoriter olduğu gerekçesiyle ciddi eleştirilere uğramıştır.
Türkiye açısından düşünülecek olursa böyle bir yanlışın
yapılması durumunda başta AB olmak üzere uluslararası
kurum ve kuruluşların tepkileri gecikmeyecektir.
Bunun yanı sıra hazırlanacak yeni metnin bir uzlaşı
metni olması belki de en doğrusudur. Yukarıda da belirtildiği gibi Türkiye’deki anayasal gelişmeler tıpkı Fransa’da
olduğu gibi bir uçtan diğerine adeta bir sarkaç hareketi yapar. Bu noktada 1961 anayasası temel hak ve özgürlüklerden yana bir uçta yer alırken, 1982 anayasası yürütmenin güçlendirilmesi adına bunları kısıtlamada karşı uçta
yer almıştır. Ancak yeni anayasanın hazırlık sürecinde
Türkiye orta noktayı bulma adına tarihi bir fırsat yakalayacaktır. Ancak her halükarda yeni anayasanın kodları
arasında temel hak ve özgürlüklerin özel bir yeri olması
70 şeker-iş dergisi • eylül-ekim 2011
Türkiye’nin yararınadır.
Benzer biçimde yeni anayasanın Türkiye’nin uluslararası yükümlülüklerine ve özellikle de AB müktesebatına
uyumlu olması, ya da en azından bunlara ters düşecek bir
tarz ve yaklaşımda olmaması ya da hükümler içermemesi en doğrusudur. Şayet tersi yapılırsa Türkiye’nin üyelik
sürecine zaten pek sıcak bakmayan AB’nin eline yeni bir
koz verilmiş olacaktır. Bu noktada AB üyesi olmasına rağmen yeni anayasası nedeniyle Macaristan’ın ciddi eleştirilere hedef olduğu unutulmamalıdır.
Bu noktada “bir ülke kendi anayasasını kendi istediği türde ve konseptte hazırlayabilir mi? Yoksa bu konuda
global sistemin bir belirleyiciliği söz konusu mudur?” sorusu ortaya çıkmaktadır. Bu noktada evet ya da hayır türü
kesin bir cevaptan daha ziyade şunu belirtmek gerekir: AB
başta olmak üzere global sistem artık ülkelerin hukuk sistemlerini hatta anayasal metinlerini etkileyen bir konuma
gelmiştir. Bu noktada AB Adalet Divanı tarafından 2000
yılında verilen Tanja Kreil kararı nedeniyle, Almanya’da
bayanların silahlı kuvvetlerde çalışmalarına imkân vermeyen en temel metinlerin değiştirilmek zorunda kalındığını belirtmek gerekir. Dolayısıyla yapılacak yeni anayasanın global sisteme uyumlu olması ya da en azından onunla çelişmemesi Türkiye adına önem kazanmaktadır.
Yeni anayasa bağlamında bir başka önemli nokta anayasanın değiştirilmesi noktasındadır. Bu noktada anayasaların kolay değiştirilebilmeleri açısından sert ve yumuşak anayasalar olmak üzere ikiye ayrıldığını belirtmek gerekir. Her iki modelin kendine göre avantaj ya da dezavantajları mevcuttur. Bu noktada hazırlanacak yeni anayasanın çok sert ya da çok yumuşak gibi uç noktalarda yer almaktansa makul sertlikte ya da makul yumuşaklıkta olması en doğrusudur.
Metnin düzenleniş açısından ise model olarak Macar
Anayasası örnek alınabilir. Bilindiği gibi söz konusu anayasa giriş ve ana metin olmak üzere toplam 2 ana bölümden oluşmaktadır. Toplam 2 sayfa uzunlukta bir girişin ardından asıl anayasa metni gelmektedir. Ana metin de kendi içinde 3’e ayrılmaktadır. En başta İlkeler bölümü yer almakta olup, bu bölümde yeni anayasaya yön veren ilkeler
yer almaktadır. Bu bölüm harfle (A, B, C şeklinde) numaralandırılmış olup toplam 19 maddedir. Özgürlükler ve
Sorumluluklar başlığını taşıyan ikinci bölüm temel haklara ilişkin düzenlemelerin yer aldığı bölümdür. Bu bölüm
romen rakamlarıyla numaralandırılmış olup toplam 29
maddeden oluşmaktadır. Devlet organlarıyla ilgili düzenlemelerin yer aldığı son bölüm ise toplam 53 maddeden
oluşmaktadır. Ancak tabi Türkiye’de şimdiye kadar yapılan uygulama muhafaza edilerek daha farklı bir model de
benimsenebilir.
Anayasa metninin içeriği her ne kadar Türkiye’nin
özel şartları dikkate alınarak ve bu konuda uzmanların
görüşü alınarak şekillenecek olsa da eğilim olarak keskin
çizgiler içermemesi en doğrusudur. Macar örneğinde yeni
anayasa aşırı muhafazakârlıkla, otoriterlikle ve dinsel öğe-
Benzer durum 2002-2007 arasında Türkiye’de yaşanmıştır. 2002’de iktidara gelen AKP, 2000 yılında Cumhurbaşkanı seçilen Ahmet Necdet Sezer ile devletin yönetimini saygı ve nezaket kurallarına riayetle çok büyük
sorun yaşamadan yürütmüşlerdir. Hazırlanacak yeni anayasada öncelikle bu tür hassas dengelere dikkat edilmesi,
bu tür durumlar ortaya çıktığında devreye sokulabilecek
önlemlerin öngörülmesi gerekir. Bu noktada taraflar arasında uzlaşı arama ve karşılıklı taviz verebilme kültürünün
mutlaka oturtulması gerekir. Hele bir de yeni anayasada
başkanlık sistemi türü bir model düşünülüyorsa bu durum daha da önemli bir hale gelmektedir.
Bunun tam tersine birlikte yaşama (cohabitation) kültürünün tam oturmadığı sistemlerde kopma ve ayrışma
kaçınılmaz olmaktadır. Belçika bu çerçevedeki en acı örneklerden biridir. Avrupa kıtasının ortasında ve AB’nin
kalbi durumundaki bu ülkede Wallonlarla Flamanlar arasında yıllardır süren krizler ve sorunlar nedeniyle ülke bölünmenin eşiğindedir. Bu çerçevede yapılan onca anayasa değişikliği vs. hiç işe yaramamıştır. Kürt sorununun çözüme kavuşturulması bağlamında bu duruma dikkat edilmelidir.
SONUÇ
Anayasalarla ilgili olarak bu çalışmanın sonucunda
şunlar söylenebilir:
Anayasalar herkesi tatmin etme amacına yönelik metinler değillerdir. Böyle bir şart da yoktur. Ne olursa olsun mutlaka tatmin olmayan birileri olacak ve eleştireceklerdir. Kuşkusuz anayasalar olabildiğince kapsayıcı olmalıdır. Ancak herkesin istediği mutlaka yerine gelmelidir
şeklinde bir yaklaşım pek de tutarlı bir yaklaşım değildir.
İkinci husus anayasalar realist metinler olmalı ve gerçekleştirilebilir hedefler koymalıdır. Bu noktada anayasaya gerçekleşmeyecek boş vaatlerin konması ona yapılacak en büyük ihanettir. Bu noktada 1936 tarihli SSCB
anayasası ilginç bir örnek oluşturur. Bu anayasaya komünist ideolojinin de etkisiyle oldukça yüksek hedefler konmuş, ancak bunların hiçbiri gerçekleştirilememiştir. Benzer biçimde Güney Afrika anayasası çok müthiş bir kurumsal dizayn getirmiştir. Ancak maddi imkânsızlık nedeniyle bu kurumsal yapı hiçbir zaman efektif olarak çalışamamıştır.
Bunun dışında anayasa hazırlık sürecinin ne çok hızlı ne de çok yavaş yürütülmesi gerekir. Bizce böylesine
önemli bir metnin aceleye getirilmemesi gerekir. Şayet
altyapı çalışmaları hazırsa Başbakanın Eylül sonu ifade ettiği “9 ayda anayasa tamam” beyanı gerçekleşebilir. Ancak
tersi durumda bu süre kısa gelebilir.
Son olarak yeni anayasanın hazırlık sürecinde tarafgir
bir tutum sergileyip zafer naraları atmak (triomphalisme),
son derece tehlikeli ve toplum içinde geri döndürülemeyecek ayrışmalara sebebiyet verebilir. Gerek siyasi, gerek
etnik, gerekse dini konularda bu tür aşırılıklardan uzak
durmak Türkiye için en yararlısı olacaktır.
www.sekeris.org.tr
71
anayasa
lere aşırı vurgu yapması nedeniyle eleştirilmişti. Bu eleştiriler birtakım noktalarda haklı olabilir. Ancak tam tersine bir devletin anayasası yapılırken o ülkeye ya da o millete özgü birtakım değerlerin temel bir metin içinde kesinlikle yer almamasını gerektiren nedenin ne olduğu ya da
olacağı sorgulanmalıdır. Bunun tam tersi yönünde ciddi
örnekler de mevcuttur. AB anayasasının en başlangıcında Avrupa’nın temel değerlerine referans yapılması her ne
kadar eleştirilse de bu konuda ilginç bir örnek oluşturur.
Bu nokta da gene Türkiye’de hazırlanacak anayasa bağlamında dikkate alınmalıdır. Tıpkı Macaristan’da olduğu
gibi, Türkiye’de de hazırlanan yeni anayasaya örneğin “İslamcı anayasa” türü bir kulp takmak çok kolay olacaktır.
Metin hazırlandıktan sonra asıl mesele onun kamuoyuna duyurulması, tartışılmasının sağlanması, tabir caizse
pazarlanmasıdır. Bu noktada çok iyi örnekler olduğu gibi
kötü örnekler de mevcuttur. Yukarıda anılan 1996 tarihli Güney Afrika Anayasası yüzde 95’lik bir kabul oranıyla güzel bir örnek oluşturmaktadır. Bunun tersine o kadar
şaşaalı bir şekilde, hiçbir masraftan kaçınılmadan hazırlanan ve 10,5 milyon Avro gibi astronomik bir rakama mal
olan AB anayasası ne yazık ki yeterli tanıtım yapılamaması yüzünden –başka nedenler saklı kalmak kaydıyla- Fransa ve Hollanda’da yapılan referandumların olumsuz sonuçlanması nedeniyle yürürlüğe girememiştir.
Bu konunun da gene iktidardaki siyasi kadro tarafından çok dikkatle ele alınması gerekir. Bu noktada “ben iktidarım, benim istediğim olur” mantığı yeni anayasanın
kabul sürecinde pek tutarlı bir mantık değildir. Kaldı ki
yapılmak istenen yeni anayasa, askeri darbe sonrası hazırlanan ve Türkiye’ye artık dar geldiği iddia edilen bir anayasayı yürürlükten kaldırmak içindir. O zaman dayatma
mantığının bu bağlamda en küçük bir belirtisinin dahi
ifade edilmemesi gerekir.
Metnin hazırlanması ve kabul edilmesi sonrası bir de
uygulama aşaması gelmektedir ki bu konu da aslında devlet kültürü ya da kurum kültürü şeklinde ifade edilebilecek durumla ilgilidir. Bu konudaki çarpıcı örnek 1958 (V.
Cumhuriyet) Fransa anayasasıdır. Bu anayasa Fransa’nın
asker kökenli lideri General Charles de Gaulle tarafından
kurgulanan mantığa göre redakte edilmiştir. Güçsüz hükümetlerin Meclis’teki değişen çoğunlukların oyuncağı
olduğu IV. Cumhuriyet anayasasına tepki olarak hazırlanmıştır. Bu anayasada halk tarafından seçilen Cumhurbaşkanı güçlü yetkilerle donatılmıştır. Bu anayasadaki sıkıntı tıpkı ABD’deki başkanlık sisteminde olduğu gibi Cumhurbaşkanıyla Meclisteki çoğunluğun farklı siyasi eğilimlerde olması durumunda sistemin çok iyi işleyememesi
riskidir. Farklı eğilimdeki Cumhurbaşkanı ve Meclis senaryosu 1986’daki genel seçimler sonrası ortaya çıkmıştır. Bu süreci her ne kadar siyasi olarak birbirlerinin rakibi
olsalar ve birtakım sorunlar yaşasalar da Cumhurbaşkanı
François Mitterand ve Başbakan Jacques Chirac nezaket
kuralları içinde 1988 yılındaki Cumhurbaşkanlığı seçimlerine kadar sürdürmüşlerdir.
anayasa
Nasıl Bir
Anayasa?
Prof. Dr. Beril DEDEOĞLU
Galatasaray Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi
Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı
Anayasa konusunda öneride bulunanlar, konuyu genel olarak iki ana kategoride ele almaktalar. Birinci kategoride, Anayasa’da olması gerekenlere ağırlık verenlerle
olmaması gerekenlere ağırlık verenlerin önerileri bulunuyor. İkinci kategori ise, her ne olursa olsun yapılacak yeni
anayasanın eskisinden iyi olacağından hareket eden ve
esas itibarıyla anayasa yapım süreciyle ilgilenenlerin önerilerinden oluşuyor.
72 şeker-iş dergisi • eylül-ekim 2011
Türkiye’de demokratik, şeffaf bir hukuk devleti kurulması için yeni bir anayasaya ihtiyaç olduğu açık. Demokratikleşme konusunda atılacak adımlar ve yapılacak
reformlar konusunda 1982 Anayasa’sının ciddi bir engel
oluşturduğu belirtilmeli. Bununla birlikte, demokratik
hukuk devleti çerçevesinde yol alınamamasının tek nedenini anayasaya da bağlamak mümkün olamaz. Zira en
mükemmel anayasa yapılsa bile ülkenin anti demokratik
teamül ve kurallarla yönetilmesi; tersine çok da demokratik olmayan bir anayasayla da pekala demokratik faaliyetlerde bulunulması olanaklıdır. Ayrıca, yazılı normlar toplumsal gelişim süreçlerinin gerisinde kalmaya mahkumdur, çünkü toplumlar çok hızlı değişir ve muhtemelen en
iyi anayasa bile yürürlüğe girdiği anda eskimiş olabilir.
Bununla birlikte, Türkiye’deki yeni anayasa konusu
hem yapım süreci hem de nihai belge açısından demokratik, şeffaf hukuk devletinin konsolidasyonu açısından kaçınılmaz bir eşik haline gelmiştir. Bu çerçevede yeni bir
anayasada nelerin olması ya da olmaması konusunda bazı
önerilerde bulunmak mümkündür.
Teknik özellikler
Anayasa’nın, anayasa hukuku uzmanlarının alanına
giren teknik boyutları bulunsa da esas olarak rejimin yapı
Rejime ilişkin özellikler
Anayasa’nın teminat altına alacağı temel konu, rejimin türüdür. Bu çerçevede cumhuriyet olmaktan çok demokratik cumhuriyet tarifi yapılması gerekir. Güçler ayrılığı esasından hareket edilecek modelde, yargı, yasama
ve yürütme kapsamı dışındaki kurum ve kuruluşların yetkileri ile sorumlulukları demokratik gelişmiş ülkelerdeki
gibi düzenlenmelidir.
Bu çerçevede TSK gibi kurumlar yürütmeye bağlanırken, Merkez bankası gibi özerk kurumların şeffaf, katılımcı yapılara dönüşmeleri sağlanmalıdır.
YÖK, Diyanet İşleri gibi kuruluşların anayasal kurumlar olmasından vaz geçilmesi ve her birinin ihtiyaçlar
doğrultusunda ya faaliyet alanındaki sivil topluma bırakılması ya da kanunla düzenlenmesi gerekir. Bu çerçevede
özerk kurumların idari kadrolarının da atama ile değil seçimle belirlenmesi gerekir.
Demokratik rejimin teminatı olan katılımcılık ve şeffaflık ilkesi, her kurum için belirtilmeli ve bu çerçevede,
demokratik ilkeler, hak ve özgürlükler ile mali saydamlık
konularında denetim yetkileri artırılmalıdır.
Anayasa, kurum ve kuruluşlar ile işlevleri konularında
olabildiğince ademi merkeziyetçi bir yapı öngörmeli, yerinden yönetim ve iyi yönetişim temel alınmalıdır.
Topluma-bireye ilişkin özellikler
Anayasa, herhangi bir ırk, din, dil ya da yaşam biçimi-
ni esas alan tüm imalardan ve vurgulardan arınmış olmalıdır. Anayasa yoluyla devlet “iyi vatandaş-kötü vatandaş”
ayırımı yapamaz, tüm vatandaşlara eşit mesafede duran
bir çerçeve çizer. Bu durumda anayasa,öncelikle bireydevlet ilişkisini düzenler ve bu çerçevede devleti bireyden
değil, bireyi devletten korumayı garanti eder.
Anayasa, devlet kurumlarının hangi ideolojik kurallara bağlı çalıştığını değil hangi evrensel kurallarla çalıştığını belirtmelidir. Bu, bireyi devletten korumanın ilk adımını oluşturacaktır.
Kişi hak ve özgürlükleri ile toplu hakların anayasada
ayrıca belirtilmesine gerek yoktur. Zira kaleme alınan her
hak ve özgürlük konusu, yazılmayan hakları gündeme getirebilir. Bireysel hak ve özgürlükler ile toplu hakların alanı her geçen gün genişlemektedir; teknolojik gelişmelerle
de bu alana başka başlıklar dahil olmaktadır. Dolayısıyla
hak ve özgürlüklerin neler olduğunun sıralanması, kısıtlayıcı bir etkiyaratabilir.
Bunun yerine, daha önce belirtildiği gibi Anayasa’da
uluslararası anlaşma ve sözleşme ilkelerinin temel alındığının belirtilmesi yeterli olur.
Anayasa, kişisel ve toplu haklar çerçevesinde sadece
devlete karşı koruma geliştirmemeli, aynı oranda bireybirey ilişkilerini de yine evrensel kurallara gönderme yaparak şekillendirmelidir. Zira Türkiye’de demokrasi her ne kadar devlet-birey ilişkilerinden ve devletin kurumsal ve işlevsel yapsından kaynaklanan sorunlara sahipse de, demokrasi
sadece bunları içeren bir konu değildir. Dolayısıyla bireybirey ve birey-toplum ilişkilerindeki demokratik, şeffaf, adil
ve eşit mekanizmaların Anayasa ile teminat altına alınması
ve denetleyici mekanizmaların kurulması gerekir.
Denetleyici mekanizmalar, hak, özgürlük, adalet, eşitlik konularının dışında bir de mali şeffaflığı esas almalı;
bunun dışında bir işleve sahip olmamalıdır.
Sonuç olarak, kaleme alınacak yeni anayasa hali hazırda yürürlükte olan anayasanın tümüyle unutulmasını gerektirmektedir. 1982 Anayasası üzerinde yapılacak oynalamaların yeni ve çağdaş bir anayasaya karşılık gelmeyeceği açıktır. İster yeni anayasa başkanlık sistemini öngörsün ister parlamenter sistemi sürdürsün, esası kurumlar
arasında “denetleme-dengeleme” yaratacak mekanizmaların kurulmasını sağlamaktır. Hiç bir erkin diğeri üzerinde
egemenlik sağlayamadığı sistemler mevcuttur, dolayısıyla
yeni keşifler yapmaya da ihtiyaç bulunmamaktadır.
Anayasa, ileride siyasal iktidarı kimin elinde bulunduacağı kaygısıyla değil, kim iktidarı alırsa alsın tek otorite olamayacak biçimde düzenlenmelidir. Anayasa, çoğunluğun iradesinin önündeki engelleri kaldırırken, azınlığın
haklarını garanti altına almalıdır. Anayasa’daki her madde, Anayasa’nın evrensel ilkeler doğrultusundaki ruhuna
uygun olmalı ve bu anayasaya göre değişmesi kaçınılmaz
olan bir dizi yasa ve uygulamanın caydırıcı baskısı altında kalmamalıdır.
www.sekeris.org.tr
73
anayasa
ve işleyişini ortaya koyması bakımından önemi olduğundan siyasi bir metin olarak kabul edilmelidir.
Anayasa, sadece hukukçuların okuyunca anladığı, anlaşılması için uzmanlara başvurmaya gerek duyulduğu bir
metin olmamalı, sade, anlaşılır bir dile sahip olmalıdır.
Anayasa kısa olmalı, yasalarla düzenlenebilecek bir
dizi konu kapsam dışı bırakılmalıdır. Nelerin yapılamayacağı, nelerin yasak olduğu türünden maddeler bulunmamalı, ceza hukukuna gönderme yapmayı olanaklı kılacak
hiç bir ima bulunmamalıdır. Maddeler içinde “....ancak,...”
türü ibarelere yer verilmemeli, dolayısıyla istisnalar, sınırlamalar ve koşullar belirtilmemelidir.
Başka ülke anayasalarından yararlanılsa bile esas olarak uluslararası hukuk belgeleri, insan hak ve özgürlüklerine ilişkin sözleşmeleri ve AİHM karar ve teamülleri esas
alınmalıdır.
Anayasa’da, nasıl kaleme alınırsa alınsın her durumda
ideolojik bir çerçeve çizilmesine yol açabileceğinden giriş
bölümü bulunmamalıdır.
Anayasa’nın maddeleri arasında birbirini hükümsüz
kılacak çelişkiler bulunmamalıdır.
Anayasa’da değiştirilemez hükümler bulunmamalıdır;
bulunacaksa bu da demokratik çoğulcu, insan hak ve özgürlüklerine saygılı ve evrensel sözleşmelere bağlı bir rejim ibaresi değiştirilemez kılınmalıdır.
anayasa
Yeni Anayasanın Ayırdedici
Özellikleri Neler Olmalıdır?
Giriş
Anayasaların hukuki bir metin olduğu ve konunun
uzmanları tarafından hazırlanıp toplumun oyuna sunulması gerektiği, henüz kendi anayasasını kendisi hazırlamamış olan toplumumuzda genel kabul gören bir görüştür. Halbuki, bir anayasanın yapılması herşeyden önce siyasal bir eylemdir. Toplumların siyasal hayatlarını ilgilendiren en temel kavramlar konusunda tercihte bulundukları, iktidarın niteliği, temsil ve meşruiyet, ve özgürlük ve
eşitlik ilişkilerini tanımladıkları en hayati siyasal eylemdir.
Anayasa yapımı sürecinin bu siyasi niteliği onun aynı zamanda çekişme ve anlaşmazlıklara maruz bir süreç olduğunu gösterir. Birbiriyle rekabet halindeki siyasal güçlerin
bu süreç içerisinde aktif rol alması, yoğun siyasi pazarlıklara girmesi gayet normaldir.
Türkiye Cumhuriyetinin mevcut anayasasının siyaseti
yönlendirmek yerine siyasi çatışmaların merkezine oturduğu, 1987’de yapılan ilk anayasa değişikliğinden bu yana
yapılan değişikliklerle kendi içinde tutarsız bir metin halini aldığı ve bu açıdan pratik olarak miadını doldurduğu açıktır. Anayasanın bu pratik sorunları yanında asli sorunları da bulunmaktadır. Herşeyden önce yukarıdan aşağıya sunulmuş ve halkımıza empoze edilmiş bir metindir.
Dünyada halen yaşamakta olan birkaç ideolojik anayasadan biridir, dolayısıyla zamanın gerisinde kalmıştır. Demokratik devlet ilkesini değiştirelemez bir ilke olarak kabul etmiş olmasına rağmen demokrasinin boğazını sıkan bir vesayet rejimi kurmuştur. Özetle, 1982 Anayasası ömrünü doldurmuştur ve Türk halkının en kısa zamanda yeni bir anayasa yapması gerekmektedir. Hatta bu konuda fazlasıyla geç kalınmış ve siyasetin mevcut haliye aşırı derecede kutuplaşmasına imkan verilmiştir. Bu noktada
olması gereken, halkımızın bu işi üstüne alması ve kendi
toplumsal sözleşmesini kendisinin yapması ve tez zamanda uygulamaya koymasıdır.
Yeni Bir Toplumsal Sözleşme Olarak Yeni Anayasa
Sivil ve demokratik bir anayasaya olan ihtiyaç ortadadır. Haddi zatında bu konu üzerinde tartışmanın artık gereksiz olduğu kanısına sahibiz. Bunun yanında yeni anayasa gerçekten yeni bir anayasa olmalıdır. Zaten kendi
içinde çelişkili ve karmaşık bir metne dönüşmüş mevcut
anayasanın revize edilmesi ile toplumda oluşan bu hissiyatı tatmin etmek mümkün değildir. 1982 Anayasasının
Türk halkına layık gördüğü, devletini milletinden koru-
74 şeker-iş dergisi • eylül-ekim 2011
Dr. Fevzi Bilgin
Siyaset Bilimi Öğretim Üyesi
St. Mary’s College of Maryland, ABD
yan ideolojisi, ne anlama geldiğini ancak kendilerini bu
ideolojinin muhafızları olarak gören elitlerin bildiği vatandaşlık, laiklik ve demokrasi kavramları ve son tahlilde parlamenter veya yarı-başkanlık sistemi olup olmadığı belli olmayan bir siyasal sistem hususunda milletin beklediği ölçülerde değişiklik yapacak bir anayasa yapılmayacaksa, hiç yapılmasın daha iyidir.
Dolayısıyla, bugün dikkatimizi yeni anayasanın yapımı ve nitelikleri konusuna vermeliyiz. Anayasa yapımı sürecinin siyasi tabiatı teslim edilmeli ve halkımız bu sürece hazırlanmalıdır. Makul ölçüler içerinde anlaşmazlık ve
çekişmelerin olması sürecin yapısı gereğidir. Bununla birlikte, anayasa yapımı süreci ne kadar saydam, katılımcı ve
uzlaşmaya açık olursa ortaya çıkacak metnin ve bu metnin
vaz ettiği siyasal sistemin meşruiyeti ve kalıcılığı da o kadar sağlam olacaktır. Bunın dışında, dünyada 1975’ten bu
yana yaklaşık 200 yeni anayasa yazılmıştır ve bu kümülatif
tecrübenin Türkiye gerçeğine yansıtılması gerekir.
Yeni anayasa yapıcıları, herşeyden önce halkımızın büyük çoğunluğunun benimseyeceği bir siyasal sistemi öngören bir anayasa yapma gayreti içerisinde olmalıdırlar.
Bu bağlamda, mevcut siyasal kutuplaşmanın ana nedenleri arasında sayılabilecek sorunlar masaya yatırılmalı, laiklik, kimlik, silahlı kuvvetlerin konumu, siyasal sistemin
yapısı ve seçim sistemi gibi konularda tatmin edici sonuçlar hedeflenmelidir ama bu arada çoğunluğun hissiyatı
dikkate alınmalıdır. Mesela kamuoyu yoklamalarına bakıldığında halkımızın silahlı kuvvetlere büyük saygı gösterdiği ama askerin siyaset dışında kalmasını istediği görülmektedir. Bu durum silahlı kuvvetlerin konumu üze-
Katılımcı Anayasa Yapımı Modeli
Yeni anayasaların yapılması birkaç safhada olmakta, öncelikle bir genel anlaşmayla başlamakta, temel kurallar belirlenmekte ve halkın kabulüyle (doğrudan veya
temsilciler eliyle) uygulamaya girmektedir. Bu süreç içerisinde çeşitli yöntemler kullanılmakla beraber, uluslararası teamül bugunlerde tamamıyla katılımcı anayasa yapımı
modeline yönelmiştir. Bu bağlamda halka ve halkın tavsiye ve görüşlerine açık bir süreç içerisinde metinler hazırlanmakta, sürecin katılımcı niteliği ortaya çıkan metne de
etki etmekte ve sonuçta geniş bir kabul görmektedir. Sivil anayasasını yapmaya hazırlanan Türkiye’de uygulanacak yöntem kesinlikle katılımcı yöntem olmalı ve bu şekilde anayasanın meşruiyeti güçlendirilmelidir. Bugünlerde
partiler ve sivil toplum kuruluşları tarafından hazırlanan
taslaklar tavsiye niteliğinde sayılmalı ve bu metinlerin ne
derecede dikkate alınıp alınmayacağına anayasayı yapacak
olan halkın temsilcileri kararlaştırmalıdır. Bu şekilde yapılacak anayasanın genel kabul görmesi amaçlanmalı, reel
olarak ise, Türkiye’deki şartlar ışığında, halkın en az yüzde
65 ila 70’inin onaylayacagı bir metin olmalıdır.
Dünyada anayasa yapımı çalışmaları genellikle partilerin temsilcileri arasında yapılan forum niteliğindeki toplantılarla ile başlamakta ve bu toplantılarda yeni anayasanın niteliği konusunda az çok görüşbirliğine varılması
hedeflenmektedir. Daha sonra bu toplantılar sonucunda
anayasa yapımı sürecinin kuralları ve işleyiş biçimi ortaya çıkmakta ve süreç bu şekilde işlemektedir. Kimi zaman
bu kurallar halkoyuna sunulmakta, kimi zaman da parlamento veya iktidar tarafından uygulamaya konulmaktadır. Neticede yeni anayasayı kimin yapacağı ve kurumun
nasıl işleyeceği açık biçimde ortaya konmalıdır.
Demokratik ülkelerde kullanılan mevcut yöntemler
anahatlarıyla şu şekildedir:
• Seçimle oluşturulan bir kurucu meclis, anayasa
müzakerelerini yürütür ve nihai bir metin ortaya koyar.
Seçimlerde adaylar genel olarak siyasal partiler tarafından gösterilir. Delege sayısı mevcut yasama meclisindeki
temsilci sayısına yakın olmaktadır. Bu tür meclislerde, genelde bu meclisi temsilen bir komisyon oluşturulmakta,
meclis bu komisyonun ortaya koyduğu anayasa maddelerini tartışmaktadır. Birçok ülkede nihai metni bu meclis
kabul ettiğinde halkoyuna gerek kalmadan uygulamaya
geçmektedir.
• Sık kullanılan yöntemlerden birisi de mevcut yasama meclisinin kurucu meclis şeklinde çalışmasıdır. Bu
yöntemde yasama meclisi normal çalışma kuralları çerçevesinde komisyonlar aracılığıyla yeni anayasayı meydana
getirmekte ve bilahare halkoyuna sunmaktadır.
• Kimi zaman anayasalar, siyasal gruplar, sivil toplum
kuruluşları, mesleki örgütler ve dini cemaatlerin temsilcilerinin yeraldığı bir ulusal kongre aracılığıyla yapılmaktadır, Bu yöntem genelde askeri rejimden demokrasiye geçmekte olan ve siyasal partilerin henüz gelişmediği toplumlarda tercih edilmektedir.
Türkiye’de siyasal partilerin yerleşikliği açısından
kongre seçeneğine gerek yoktur. TBMM’nin kurucu
meclis şeklinde işlemesinin de sakıncaları vardır. Öncelikle TBMM, seçim barajı sebebiyle toplumun tüm kesimlerini tam anlamıyla temsil etmemektedir. Ayrıca,
TBMM’nin olağan yasama işlevini de yerine getirmesi gerekir. Türkiye’nin siyasal şartları itibarıyle kullanılacak
yöntem anayasa meclisi olmalıdır. Bununla birlikte, halkımız siyasal tercihini 12 Haziran seçiminde zaten belli ettiğinden ortaya çıkan irade çerçevesinde bir anayasa meclisi oluşturmaları daha makul olabilir. Ancak, dünyadaki
örneklere bakıldığında anayasa meclislerinin genelde halkoylamasını aradan çıkarmak üzere oluşturulduğu ve bu
tür meclislerde anayasa yapımını genelde meclis içerisinde çıkan küçük bir komisyonun üstlendiği görülmektedir. Türkiye’de anayasanın halkoylamasına gitmesi büyük
önem taşımaktadır ve teamüller de bu doğrultadır. Yeni
anayasanın seçimlerin hemen akabinde gündeme gelmesiyle de bir kurucu meclisten ziyade bir anayasa komisyonu üzerine eğilmek daha pratik görünmektedir.
Anayasa Komisyonu Ve İşleyiş Biçimi
Bu bağlamda yeni anayasayı yapacak kurumun özellikleri şu şekilde olabilir. Parti temsilcileri bir araya gelerek bir anayasa komisyonu oluşturma çalışması başlatmalıdır. Amaç, bir yuvarlak masa etrafında toplanıp karşılıklı konuşabilecek büyüklükte bir komisyon oluşturmaktır.
Bu şekilde komisyonun üye sayısı 20 civarında olmalıdır.
Komisyonun bu 20 üyesi siyasal partiler tarafından, genel
seçimlerde aldıkları oy oranına göre, tesbit edilmelidir. Bu
tesbitte seçim barajı dikkate alınmamalıdır. Neticede seçim sonuçlarına göre her yüzde dört-beşlik dilim için bir
delege önerilmelidir.
www.sekeris.org.tr
75
anayasa
rinde dikkatle düşünmeyi gerektirir. Benzer olarak, liberalizm gereği Diyanet İşleri Başkanlığının kaldırılmasını istemek halkımızın dini duyarlığından bihaber olmak anlamına gelir. Her silahlı kuvvetlerin siyasete müdahil olması hem de dini kurum ve eğitimin devletçi bir nitelikte olması Osmanlı’dan bu yana devam eden devlet geleneğin
bir ürünü olduğu unutulmamalıdır. Aynı şekilde, Kürt vatandaşlarımızın özgürlüklerini genişletelim derken etnik
olarak Türk olan ve çoğunluğu oluşturan vatandaşlarımızı rencide etmenin de anlamı yoktur. Bu iki hassasiyeti bir
arada değerlendirmek imkansız değildir. Bunun dışında
ileriye yönelik konular da gündeme gelmelidir (Avrupa
Birliği ve benzeri oluşumlara katılma ve egemenlik paylaşımı, başka bir toplumun Türkiye’ye katılması gibi). Kutuplaşmaların yaşandığı toplumlarda anayasaların başlangıç bölümlerinde toplumu birleştirici unsurlara yer verilerek bir şekilde en azından gelecek nesillerin barış içerisinde yaşaması amaçlanır. Türkiye gibi şu anda siyasal, sosyal
ve ekonomik açıdan kabına sığmayan ve büyük gelecek
vadeden bir ülkenin anayasası da bu ruhu yansıtmalı ve
başka toplumların örnek alabileceği bir metin olmalıdır.
anayasa
Delegelerin partiler tarafından seçiminde başarılı
uluslararası örneklere bakarak birtakım önerilerde bulunmak mümkündür. Öncelikle delegeler milletvekili seçilme yeterliğine sahip bulunmalıdır. Bunun yanında her ne
kadar süreç siyasal ise de delegelerin toplumun değer ve
taleplerini en iyi şekilde temsil eden bir akil adam ve kadınlar topluluğu olmasına özen gösterilmelidir. Delegelerin aktif siyaset içinde bulunmamaları, halen partilerde
görevli olmamaları önemlidir. Ayrıca, delegelere yeni anayasanın yürürlüğe girmesinden sonra belirli bir süre siyaset yasağı getirilebilir.
Bu türlü komisyonların çalışma şekli konusunda değişik yöntemler kullanılmaktadır. Özellikle müzakerelerin nasıl yapılacağı, her maddenin oylanıp oylanmayacağı, oylanmanın hangi kurallara göre yapılacağı önemlidir.
Bu konudaki örneklere bakıldığında müzakerelerin muhtemel maddeler üzerinden yapılması ve her bir maddenin
oylanması olduğu görülüyor. Oylama konusunda basit
veya nitelikli çoğunluk sistemi benimsenebilir. Oylamada kabul edilen maddeler taslağın bir parçası olur. Böyle
bir anayasa yapımı sürecinin ne çok uzun ne de çok kısa
olması gerekir. Türkiye’nin şartları itibariyle böyle bir anayasanın yapılıp halkoyuna sunulması bir yıldan daha kısa
bir sürede mümkündür.
Anayasa komisyonu üyelerinin anayasa yapımı konusunda uzman olması gerekmez. Önemli olan temsil niteliğini haiz ve böyle önemli bir görevin altından kalkabilecek şahsiyet ve yeteneğe sahip olmalarıdır. Bu komisyona bağlı olarak anayasa hukuku uzmanları ve siyaset bilimcilerinden oluşan bir sekreterlik oluşturulmalıdır. Bu
sekreterliğin görevi komisyona anayasanın yazılması konusunda destekte bulunmak, geçmiş ve mevcut anayasalar hakkında bilgi vermek, dünyadaki anayasa örneklerini
sunmak ve nihai metnin anlaşılır ama hukuki ve siyasi açıdan üyelerin iradesinin mükemmel bir ifadesi olarak ortaya çıkmasını sağlamaktır. Bunun dışında komisyon, siyasal, toplumsal, ekonomik, dini ve benzeri grupların temsilcileri yanında ilgili her türlü kişi ya da kişileri fikir almak üzere davet edebilmelidir.
Anayasa komisyonu yeni anayasa üzerinde müzakere ederken, bir yandan da halkın bu sürece katılımı sağlanmalıdır. Öncelikle komisyonun müzakereleri düzenli
aralıklara kamuoyunun bilgisine sunulmalıdır. Bunun yanında vatandaşların yeni anayasa çalışmaları ve tartışmalı konular hususunda devlet ve sivil toplum örgütleri aracılığıyla bilgilendirilmesi idealdir. Ayrıca, vatandaşlardan
anayasa konusunda tavsiyede bulunabilecekleri (muhtemelen internet aracılığıyla) bir sistemin geliştirlmesi ve
bu şekilde elde edilecek girdilerin komisyonu bilgisine sunulması gerekir. Dünyadaki yakın zamandaki örnekler,
bu katılım mekanizmasının halkların yoğun ilgisine mazhar olduğunu, vatandaşların anayasa konusunda eğitilmesine katkıda bulunduğunu ve anayasanın kabullenirliğini
artırdığını ortaya koymaktadır. 1990’larda Güney Afrika
halkı 1 yılda 2 milyon girdi sağlayarak son zamanların en
76 şeker-iş dergisi • eylül-ekim 2011
iyi anayasalarından birini yapmıştır. Mısır halkı ise geçtiğimiz Şubat ayında internet üzerinden 1 haftada 1 milyon
girdi sağlamıştır. Demokratik tecrübesi bu halklardan çok
öte olan halkımız bu sürece çok daha büyük bir katkı yapacaktır. Yeni anayasa müzakerelerine ve metnin içeriğine
tesir etme yanında, metinde yer alacak birçok kavramın ve
kimi maddelerin bütününün düz vatandaşlardan gelmesi
ihtimali son derece yüksektir.
Anayasa Yapımı Anayasa-Üstü Bir Süreçtir
Komisyonun yetkileri, işleyişi, mali kaynakları yasal
düzenlemeyle belirlenmelidir. Delegelerin sürecin başında kararlaştırılmış kurallaya uyup uymadığının denetimini TBMM yapabilir. Bu noktada en önemli husus komisyonun faaliyetlerinin yargı denetimi dışında bırakılması
ve mevcut anayasanın sınırlamalarının komisyon faaliyetlerine gölge düşürmemesini sağlamaktır. Mevcut anayasanın değiştirilmez hükümleri vardır ve bunları tartışmak
dahi, özellikle partiler açısından, hukuki sonuçlar doğurabilir. Kaldı ki 1. ve 3. maddelerin değişmesini teklif eden
de yoktur. Sorun daha çok 2. madde (cumhuriyetin nitelikleri) etrafında, özellikle de milliyetçilik ve laiklik kavramları etrafında yoğunlaşmaktadır. Öte yandan bu kavramları masaya yatırmadan yapılacak yeni bir anayasanın
da anlamı olmayacağı açıktır. Darbe dönemlerinde olduğu gibi mevcut anayasayı askıya alma lüksümüz olmadığına göre, yeni anayasa çalışmasını anayasa-üstü bir minvalde değerlendirmek gerekir.
Dolayısıyla, yeni anayasa çalışmaları çerçevesinde ortaya çıkacak milli irade anayasa-üstü bir iradedir ve bu tür
sınırlamalarla kayıt altına alınamaz. Mevcut anayasadaki
güçlerine dayanarak bu ve buna benzer gerekçelerle süreci askıya almak isteyenlere bu gibi tarihi dönemlerde milli egemenlik ilkesi gereği kurucu iradenin esas sahibi olan
millete geçtiğini ve millet iradesinin tek bağlayıcı irade
olduğu hatırlatılmalıdır. Gerekirse, rahatsızlık belirtileri gösteren kişi ve kurumlardan kamuoyu önünde süreci
sekteye uğratmayacaklarına dair bir teminat vermeleri istenebilir. Sürecin sağlıklı yürümesi için TBMM seferber
olmalı, tüm siyasi taraflar iyi niyetle bu sürecin başarıyla
sonlandırılması için çaba sarfetmeleri gerekir.
Yeni Anayasanın Ayırdedici Özellikleri
Neler Olmalıdır?
Bilindiği gibi yeni anayasa konusunda siyasal partiler ve
sivil toplum kuruluşları tarafından taslaklar hazırlanmaktadır ve bunların bazıları kamuoyuyla paylaşılmıştır. Bunlar
son derece faydalı çalışmalıdır ve özellikle yeni anayasa heyecanını canlı tutma konusunda önemli bir hizmet vermektedirler. Bununla birlikte, yeni anayasanın taslaklar üzerinden yapılmaması ve milletin temsilcileri tarafından müzakereler yoluyla ve halkın da katılımıyla belirli bir zaman içerisinde ortaya çıkması büyük önem taşımakatadır. Böyle
bir yöntem, yenilenmekte olan toplumsal sözleşmenin açığa çıkması, mevcut anayasal sistem ile kaygıların gündeme
Laikliğin Yeniden Tanımlanması
Mevcut anayasada laiklik cumhuriyetin temel nitelikleri arasında sayılmakta ve anayasanın çeşitli maddelerinde kendini göstermektedir. 1982 Anayasası 24. maddedeki ifadelerle çelişkili bir laiklik politikası vaz etmiştir.
Buna göre, dinen neyin doğu neyin yanlış olduğuna karar verecek merci devlettir. Din eğitimi devlet gözetimi altında yapılır. Diyanet İşleri Başkanlığı bir kamu kuruluşudur. Hangi ayinin laikliğe uygun olduğunu devlet belirler.
Bütün bunlara rağmen devlet ile din arasında bağ kurmanın ciddi sonuçları vardır. Bu bağlamda Türk tipi laiklik,
dünyada anlaşıldığı şekliyle kabaca dini otorite ile devlet
otoritesinin ayrımı anlamına gelen sekülerlikten farklıdır.
Zira Türkiye’de devlet din alanında da otoritedir.
Laisite yabancı bir kelimedir; uygulamaya bakıldığında bu yabancılık kavramın siyasal hayatımıza girdiği
1931’den bu yana hiç gitmemiş gibidir. Laikliğin tanımını elinde sopası olan yapmaktadır. Kendini laikliğin koruyucusu ve kollayıcısı olarak gören devlet kurumlarının
tam olarak neyi koruduğu belli değildir. Sonuçta ortaya
çoğunluğu dindar olan halkımızın kişisel hak ve hürriyetlerini önemli ölçüde ihlal eden bir devlet politikası çıkmıştır. Bu politika, 2008’de toplumda ciddi bir desteğe sahip olan iktidar partisine açılan kapatma davasıyla birlikte
anayasal açıdan iflas etmiştir. Bundan böyle laiklik politikasının mevcut haliyle kalması milli iradeye terstir.
Sorunun çözümü bugünlerde kamuoyunda da ifade
edildiği gibi bize yabancı kalmaya devam eden “laiklik”
lafzını anayasadan atmaktır. Böylelikle tartışmanın büyük bir bölümü kendiliğinden ortadan kalkmış olacaktır.
Bu teklifin devleti dine uydurmakla veya dini bir devlet
düzeni kurmakla alakası yoktur. Aksine, laikliğin Türkiye uygulamasındaki çelişkileri bertaraf etmenin tek yolu
budur. Bunun akabinde poziyonlarını mevcut siyasal partilerin tercihlerine borçlu olan ve her kesimi temsil eden
Anayasa komisyonu üyeleri konuyu, din ve vicdan özgürlüğü bağlamında müzakere etmeli ve bunun sonuçlarını
yeni anayasada uygun bir dille ifade etmelidir. Milli egemenliğin bir sonucu olarak halkın çoğunluğunun değerlerine saygılı ama aynı zamanda farklılıkları koruyan bir
devlet anlayışına gidilmelidir. Artık Fransa gibi halkının
din konusundaki duyarlığı tarihi sebeplerle son derece zayıf ve bu anlamda bizden farklı bir toplumu örnek almak
yerine ABD, Polonya, İtalya, Portekiz gibi hem demokratik olup hem de halkının büyük ölçüde kendini dindar
olarak tanımladığı toplumlardaki din ve devlet ilişkilerine
de bakmalıdır. Bu bağlamda yeni anayasada,
• Herkes din ve vicdan özgürlüğüne ve dinini bireysel
ya da toplu olarak alenen yaşama özgürlüğüne sahip olmalı ve bu özgürlük ancak kanunla ve kamu düzeni, genel
sağlık ve başkalarının hürriyetine tecavüz gibi gerekçelerle sınırlandırılabilmelidir,
• Ebeveynlerin çocuklarını kendi inancına göre yetiştirme hakkı olduğu teslim edilmeli ve okullardaki din
dersleri buna ilişkin olarak düzenlenmelidir.
• Devlet kurumları dini ya da felsefi her türlü inanç
ve hayat görüşüne karşı tarafsız davranmalı, aynı zamanda
din, vicdan ve ifade özgürlüğünü teminat altına almalıdır.
• Diyanet İşleri Başkanlığı kamu hizmeti gören bir
kurum olarak varlığını sürdürmeli, bununla birlikte, daha
özerk ve demokratik bir yapıya kavuşmalı ve talebe göre
diğer mezhep ve dinlerin yaşama özgürlüğüne de katkıda bulunmalıdır.
Mevcut Hükümet Sistemi Ve Sorunları
Bugün karşı karşıya olduğumuz anayasal sorunların
belki de en önemlisi işler gibi görünen, ama kendi içinde
ciddi çelişkileri ve çatışma ihtimallerini barındıran hükümet sistemizdir. 1982 Anayasası ile Kenan Evren’in cumhurbaşkanlığına göre tanzim edilmiş bir sistemin daha
sonraki dönemlerde büyük krizlere yolaçması gayet normal görülmelidir. Anayasa yapıcıları güya 1961 sisteminde güçsüz görünen yürütmeyi güçlendirmiş ve o süreçte
yaşanmış olan istikrarsızlıkları önlemeye çalışmıştır. Ne
var ki, istenen sonucun alınamadığı ortadadır.
Mevcut hükümet sisteminin çelişkileri silahlı kuvvetlerin vesayetçi rolüne katkıda bulunmaktadır. Cumhurbaşkanının olağanüstü geniş yetkileri, hükümet ile cumhurbaşkanının barışık olduğu son dört yıl haricinde başbakanların sahip olduğu yetkileri kullanmasını önlemiştir. Milli Güvenlik Kurulunda cumhurbaşkanı ile hükü-
www.sekeris.org.tr
77
anayasa
getirilmesi, yeni anayasa yapımının siyasal bir eğitim sürecine dönmesi ve neticede ortaya çıkan metnin ve onun kuracağı sistemin benimsenmesi açısından büyük önem teşkil
etmektedir. Bu açıdan, kamuoyunun bilgisine sunulmakta
olan taslakların, oluşturulacak anayasa komisyonun bilgisine sunulmuş tavsiye niteliğinde çalışmalar olduğu bilinmelidir. Buna yeni anayasanın ayırdedici özelliklerine işaret
eden takip eden ifadeler de dahildir.
Bize göre yeni anayasanın ayırdedici özellikleri mevcut
siyasal sistemin kırılma noktaları olan laiklik ilkesini yeniden tanımlamak, kimlik sorununu halletmek, hükümet sistemini mantıklı bir çerçeveye oturtmak ve silahlı kuvvetlerin konumunu yeniden düzenlemek olmalıdır. Bu sorunların hepsi birbiriyle ilintilidir; dolayısıyla bir sorunlar yumağından bahsediyoruz. Bunun dışındaki konular müzakere
sürecinde zaten çözülecektir. Buna göre, temel hak ve özgürlükler konusunda muhtemelen Avrupa Birliği kriterleri ölçü olarak alınacaksa da, anayasa yapım süreci, yukarıda anlattığımız gibi demokratik ve katılımcı olursa özgürlükleri sınırlayan bir metnin ortaya çıkması mümkün değildir. Mesela mevcut anayasanın kimlik politikası vatandaşlarımızı mağdur eden, onları sistemi yabancılaştıran bir
rol ifa etmektedir. Halbuki, Kürt vatandaşlarımızın ve haddi zatında Türklük dışında başka etnik kökenlere ait diğer
vatandaşlarımızın anadillerinde eğitim yapmaları, adının
Türkiye, resmi dilinin Türkçe olduğu ülkemizde çoğunluğu
oluşturan etnik olarak Türk vatandaşlarımızın özgürlüğünü ihlal eden bir talep değildir ve kabul görmesi normaldir.
anayasa
metin ters düştüğü durumlarda son sözü söyleyecek olan
askerdir. Ayrıca, 1980’lerde ve 2002’den sonraki tek bir
partinin parlamentoda egemen olduğu dönemlerde sanki parlamento dışı bir emniyet sübabına ihtiyaç hissi oluşmuştur. Bu durumda yine ilk tercih silahlı kuvvetler olmakta, bu da bu kurumun asli görevinden uzaklaşıp fazlasıyla siyasallaşmasına neden olmaktadır.
Öte yandan, 1982 anayasal sistemine bağlı olarak getirilen yüzde 10’luk barajın maksadına hizmet ettiği söylenemez. Baraj, 1983 ve 2002 seçimlerinde olduğu gibi şişirilmiş çoğunluklar üretmiş, öte yandan 1990’lı yılların koalisyon hükümetleriyle heba olmasına da engel olamamıştır. Koalisyon dönemlerinde yaşanan iki ekonomik kriz önceki dönemlerde elde edilen kazanımları sıfırlamış, yapılan
askeri müdahale ise siyaseti allak bullak etmiştir. Dolayısıyla bu sistem iki aşırı uç arasında gidip gelmektedir. Bununla birlikte, bize göre, ikinci sorun, yani koalisyon ihtimali, daha önemli bir sorundur ve yakın tarihte Türkiye’nin
önünü tıkamış toplumsal, ekonomik ve siyasal krizlerin baş
müsebbidir. Yeni anayasa her halukarda koalisyonları önleyecek bir hükümet sistemini benimsemelidir.
Başkanlık Sistemi Türkiye’ye Ne Getirir?
Bu bağlamda mevcut parlamenter sistemi şu ya da bu
şekilde revize etme yanında başkanlık sistemini de ciddi
biçimde düşünmeliyiz. Çünkü asıl mesele hükümet sistemimizin istikrarlı biçimde çalışan ve vesayete ihtiyaç duymayan bir sisteme dönüşmesidir. Başkanlık sistemi bizim
hükümet sistemi sorunumuzu demokratik bir doğrultuda
çözme potansiyeline sahip bir sistemdir. Buna karşın bu
kavram Türkiye’de ne zaman gündeme gelse iktidar sahiplerinin iktidarlarını daha da artırmak istediği düşünülür.
Halbuki, bize göre iktidar sahipleri sistemin nerede tıkandığını görüp ona göre bir fikir beyan etmektedirler. İşin
vesayet kısmını ise alenen ifade etmemektedirler.
Muhtemel bir başkanlık sistemine yapılan akademik
eleştiriler de kısmen haklıdır. Bir kere Türkiye’nin başından
bu yana parlamenter sistemle idare edildiği ve bu sistemin
yerleştiği, bu sistemden vazgeçmenin ciddi sorunlara yolaçacağı yolundaki eleştiri, yukarıda açıklandığı üzere, mevcut
parlamenter sistemimizin hiç de tatmin edici olmayan performansı ışığında anlamlı değildir. İkinci olarak, ABD dışındaki uygulamalarda başkanlık sistemlerinin otoriter eğilimleri güçlendirdiği ifade edilmekte ve Latin Amerika ülkeleri örnek olarak verilmektedir. 1980’lerde geçerli sayılabilecek
bu tez bugün için geçerli değildir. Parlamenter sistemle yönetilen Türkiye’nin dört askeri müdahale ve yıllarca süren sıkıyönetim uygulamalarına maruz kaldığı unutulmamalıdır.
2010 itibariyle Freedom House tarafından yayımlanan dünya özgürlük raporunda Türkiye “kısmen özgür” sayılırken,
Breziya, Arjantin, Meksika, Peru, Şili yanında Güney Afrika
gibi başkanlık sistemi ile yönetilen ülkeler diğer Batı demokrasileriyle birlikte “özgür” kategorisinde değerlendirilmiştir.
Başkanlık sistemi ile yürütme tek elde toplanır, böylelikle mevcut sistem itibariyle halk tarafından seçilecek
78 şeker-iş dergisi • eylül-ekim 2011
cumhurbaşkanı ile hükümet arasında ortaya çıkabilecek
güç paylaşımı sorunu ortadan kalkmış olur. Bu durumda
yürütme anayasal olarak—bu defa gerçekten—güçlendirilmiş olur. Bu bağlamda güçlenen yürütmenin başının halk
tarafından seçilen başkan olduğu konusu gözden kaçırılmamalıdır. Seçilmişlerin atanmışlardan üstün olması demokrasinin gereğidir. Bu şekilde, silahlı kuvvetler başkana
bağlanır, milli güvenlik kurulu gibi birimler başkanın altında olur. Bu kurumların atamalarını başkan yapar. Yine bu
sistemde koalisyon hükümetleri sorunu sistemin doğası gereği ortadan kalkar. Başkan çoğunluğun seçimiyle gerekirse iki tur halinde yapılan seçimlerle işbaşına gelmektedir.
Bu açıdan, mevcut sistemde özellikle koalisyon hükümetleri zamanında artan vesayet de ortadan kalkmış olacaktır.
Başkanlık sisteminde başkan ile meclis arasındaki ilişkinin yapısı dikkatli biçimde kurulmalıdır. Örneklere baktığımızda, başkan olan kişiye, meclislerdeki parti temsiline
bağlı olarak kimi zaman başkanın, kimi zaman da meclisin
üstünlüğüyle geçen periyotla olduğu görülmektedir. Meclisin yasamada bulunması, başkanın hükümeti ile beraber
bu yasaları uygulama yanında veto hakkını kullanabilmesi, meclisin (silahlı kuvvetler dahil) hükümetin bütçesini
kontrol altında tutması ve başkanın atadığı yüksek bürokratları onay makamı olarak hareket etmesi gibi faaliyetler
de başkanın partisi ile meclis çoğunluğuna sahip partinin
aynı olup olmaması önem taşımaktadır. Bu bağlamda zaman zaman tıkanmalar gündeme gelse de, sistem yasama ve
yürütmeyi birbiriyle uzlaşmaya zorlamaktadır.
Başkanlık sisteminde seçimlerin düzenli aralıklarla yapılması sağlanır, erken seçim baskısı ortadan kalkar.
Türkiye’deki muhtemel uygulamada, başkan 4 yılda bir seçilir, meclisin yarısı 2 yılda bir yenilenir ve ara seçim yerel
seçimlerle birleştirilirse, düzenli olarak 2 yılda bir seçim yapılarak hem yasamanın hem de yürütmenin performansı
makul aralıklarla halk tarafından değerlendirilmiş olur.
Sonuç: Makul Çoğunluğun Anayasası
Türkiye’nin yeni bir anayasaya olan ihtiyaç artık tartışma
götürmez bir gerçektir. Bununla birlikte, mesele, sadece eskisinden farklı olarak, bu defa sivillerin yazacağı bir metnin ortaya çıkması değildir. Mesele, artık kabına sığmayan, siyasal, toplumsal, ekonomik açılardan sessiz bir devrim yaşamakta olan
Türkiye’nin ve halkımızın kendini geleceğe taşıyacak yeni bir
toplumsal sözleşmeye imza atmasıdır. Bu bakımdan yeni anayasa Türkiye’yi bu kritik dönemde şiddete ve aşırılığa kaçmadan ileriye taşıyan makul çoğunluğun eseri olmalıdır. Makul
çoğunluk, kendinden farklı olsa da başkalarına hayat hakkı ve
sahası tanıyan bireylerin oluşturduğu çoğunluktur. Bir ideoloji, dini anlayış ve hatta özgürlük adına başkalarının hakkına tecavüz edenler, zor kullanarak başkalarını adam edeceklerini düşünenler ve ülkeyi şiddet ve kaosa sürüklemek isteyenler dışında kalanlar makul çoğunluğa dahildir. İşin güzel tarafı,
Türkiye’de halkımızın ezici çoğunluğun makul olmasıdır. Bu
çoğunluğun hakim olduğu bir anayasa yapım sürecinin gayrimakul bir sonuç üretmesi mümkün değildir.
anayasa
Anayasaların Temeli:
MEŞRUİYET
Anayasa; bilindiği üzere temel olarak bireyi devletten
koruyan, devletin iktidarını birey karşısında sınırlandıran, bireyin özgürlüklerini düzenleyen, bir nevi devlet ile
vatandaşı arasındaki bir sözleşmedir.
Anayasa kelime itibariyle yanlış bir anlamda kullanılmaktadır. Tarihimizin ilk Anayasaları “Kanun-ı Esasi”
(1876) sonrasında “Teşkilatı Esasiye Kanunu” (1921–
1924) başlıklıdır. Anayasa, yasaların yani kanunların anası, yani temeli anlamında kullanılmaktadır. Ancak anlam
itibariyle anayasa kanunların değil hukukun temeli olmadır. Kanun yalnızca hukukun bir konusudur. Zaten kelime itibariyle anayasanın kullanımı 1940’lı yılların ortasında başlamış olsa da yaygınlaşması 1960 döneminde
gerçekleşmiştir. Tabi yaygınlaşmış bir kullanım olmasından ötürü bunun değiştirilmesi zordur.
Anayasa, temelini birey ile devlet arasındaki ilişkiyi düzenleme amacı gütmesinden ötürü genelde devlet tarafından sınırlandırılmaya daraltılmaya çalışılan, birey tarafından ise daha fazla hak ve özgürlük için genişletilmeye çalışılan bir geçmişe sahiptir. Tabi devlet ve birey arasındaki
bu mücadele her zaman siyasi iktidarın meşruluk sorununu
ortaya çıkarmıştır. İktidarın meşruluğu sorunu Max Weber
tarafından saptanmıştır. Ancak Max Weber yalnızca meşru iktidarları incelemiştir. Ülkemiz yakın tarihi ise tümüyle siyasi iktidarlarının gayrimeşruluğuna ve buna mütekabil
yaptıkları hukuki düzenlemelere tanık olmuştur.
Siyasi iktidarın meşruluğunu kaybetmesi sorunu devlet kavramını tartışmaya açar. Bu da devlet ile birey arasındaki hukuku yani akde aykırılık yani anayasaya aykırılık anlamına gelir. Bu durumda da devlet kavramı sorgulanmaya başlar. Tarih içerisinde birçok tanımlama yapılmıştır. Nazi Almanları devleti ırkçı ve sadece kendi ırktaşlarını korumakla yükümlü kılan bir devlet olarak görürken Fransızlar devleti genelde anayasaya dayanan yönetici
yönetilen ayrımıyla demokrasi vurgusu yaparak tanımlamaktadır. Sosyalist düşüncede ise devlet bir sömürü aracı
birey ise sömürülen olarak ortaya çıkmaktadır. Yani devlet bulunduğu toprağa kültüre millete siyasi yapıya göre
şekillenir aynı zamanda şekillendirir. Ve bu nedenle de tek
bir devlet yapısı bulunmamaktadır.
Peki devlet ve hukuk yapısı meşruiyet
kavramını kaybederse?
Ülkemizde anayasaların yapımları her zaman sorun-
Buğrahan BİLGİN
lu şekillerde ortaya çıkmıştır. Dünya da genelde bireylerin çabalarıyla ortaya çıkmış ve kazanılmış hakları belirleyen anayasalar tarihimizde bir nevi lütuf olarak bireylere
sunulmuştur. Hâlbuki hukuk ve anayasalar toplumun bütününü ve değerlerini yansıtan belgeler olmalıdır.
Anayasa toplumu şekillendirmeye çalışmaktan çok
mevcut şeklin bir tezahürü olmalıdır. Aksi takdirde meşruluğunu kaybeder ve sosyal hayatta geri teperek toplumsal sorunların ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Anayasa illa ki yazılı olacak diye bir kural da yoktur. Örneğin
İngiltere’de yazılı bir anayasa yoktur. Buna ise “Teamül-i
Anayasa” denmektedir. Bu ülkede temel kurumların işleyişi
yüzlerce yıllık geleneklere, yasalara ve belgelere göre düzenlenir. İşte böyle bir Anayasa hiçbir zaman toplum tarafından meşruluğunu kaybetmez. Çünkü sosyal hayat, zaman
içerisinde topluma göre Anayasayı şekillendirmiştir.
Anayasa temel hakları ve devletin yapısını şekillendirirken bunun yanında da bireylere ve topluma haklar tanır. Bu hakların tek başlarına bir anlamları yoktur. Yasalarla ve içtihatlarla desteklenmeleri ve ayrıca toplumca kabul görmeleri gerekir. Ahlaka aykırı bir olay hak olarak tanınsa dahi toplumca dışlanır kabul görmez.
Peki Anayasalarımız?
Ülkemiz anayasaları toplumun şeklini anlatmaktan
çok toplumu şekillendirmeye yönelik olması sebebiyle çoğunlukla kabul görmemiş, eleştirilmiştir.
Kimi çevrelerce özgürlükçü haklar tanıyan anayasalarımız dünyanın siyasal ve demokratik açıdan gelişmiş ülkeleriyle kıyaslandığında çokça geri ve gerek uygulanış gerekse yapılış aşamaları sorunlu, hukuksuz ve usulsüzdür.
Bir anayasanın kaynağı bireyler ve toplum olmadığı sürece hiçbir anlam ifade etmemektedir. Genelde tarihimiz
lütuf olarak hazırlayanları tarafından nitelendirilen ve
verdiğimiz gibi alırız ifadeleriyle aslında nasıl mantıki yapılarla hazırlanıp değiştirildikleri ortadadır.
Bu düşünce yapıları yüzünden toplumun ve bireyle-
www.sekeris.org.tr
79
anayasa
rin hakları asgari ölçülerde geliştirilerek hatta kısıtlamalara gidilerek veya bütünüyle yok edilerek hukuk sisteminin
geri sığ bir yapıya sahip olmasına neden olunmaktadır.
Zaten amaçta budur. Toplum ve bireyler ne kadar geri kalır hak edinemezse anti demokratik ve gayri meşru yapılar
ayakta kalmaya devam edecektir. İnanç hukukun ve adaletin temelidir. İnsanların adalet arayışı da bundan kaynaklıdır. İnsanların yasalara ve hukuk güvenmemesi gayrimeşru devlet yönetimlerinden kaynaklanmaktadır.
Jean-Jacques Rousseau’nun da belirttiği üzere sadece
yazılı bir metinle hiçbir yere varılamaz. Ekonomik sistem,
yönetim-bürokrasi, idari kurumlar, yargı sitemi vs. hepsi
bir bütündür. Bunları bir bütün olarak ele almalı ve yapı
tamamıyla yenilenmelidir. Reform niteliği ancak bu şekilde bir anayasaya kazandırılır. Tabi zaman içerisinde yapılan değişikliklerle gayri meşru anayasamız meşrulaşmıştır.
Ancak yapılışındaki sorunlar toplumu halen rahatsız etmektedir. Bu gayri meşruluğun her ne olursa olsun toplumca kabul görmediğinin açık bir göstergesidir. Toplumun ve bireyin değerlerine ve ahlakına uygun meşru bir
anayasa toplumu her ne şekilde olursa olsun demokrasi ve
çağdaş değerler açısından ileri taşır.
Ülkemizde var olan milli egemenlik anlayışı da
Fransa’dan alındığı üzere anayasal yapının milli egemenlik üzerine kurulu olmasıdır. Milletin egemenliği krallığa
karşı yönelmiş bir harekettir. Anayasal yapının bütün varoluş sebebi millettir.
Bunun yanında ülkemizin kuruluşu da meclis yoluyla
gerçekleşmiştir. Meclis millet egemenliğinin açık bir göstergesidir. Anayasalara ve kanunlara Milletin değerlerine
aykırı kuralar yasakçı, diktatöryan, cuntacı yapılar tarafından koyulması hiçbir zaman kalıcı bir yapı oluşturamadığı gibi, istedikleri yapının kurulmasına yönelik değil, toplumun tam aksi yönde geri tepki verdiği görülebilir.
Yasalar bilindiği üzere anayasaya aykırı olamaz. Anayasanın milletin değerlerine aykırı olması hiyerarşik sırada tüm alt normlarının da meşruluğunun sorgulanmasına
sebep olur. En basit bir disiplin cezası bile bireylerce kınanır. Günümüzde yaşanan adli yapıya güvensizlik temellerini buradan almaktadır. Tabi adli yapının sağlıklı çalışması yalnızca meşruluğuna bağlı değil ekonomik gelişmişlikten bireysel hakların ve sivil örgütlerin gelişmesine
uzanan uzun bir yoldan geçer ki bunlar da temelde anayasal yapıdan kaynaklarını alır.
Sivil örgütler her ne olursa olsun bireysel gelişimin
yardımcı kaynaklarıdır. Bunlarda ancak anayasal hak olarak tanınarak ve güvence altına alınarak varlıklarını sürdürebilirler. Siyaset kurumları, sendikalar, vakıf ve dernekler vb. bireylerin haklarını savunan ortak bir paydada
gelişmelerini sağlayan yapılardır. Anayasalar bireysel hakları devlet karşısında koruduğu gibi bu yapıları da korumalıdır. Bu şekilde bireylerin kendilerine güvenleri ve yapının meşruluğu sağlanmış olacaktır.
Tabi burada kuvvetler ayrılığı sistematiği ortaya çıkacaktır ki devletin gücünü farklı kurumlarla kullanması ve
80 şeker-iş dergisi • eylül-ekim 2011
kendi içinde denetimi sağlaması bireyleri bir güç odağıyla
karşı karşıya gelmesinden koruyacaktır. Devletin bu şekilde yönetiminin devleti güçsüzleştirdiği gibi yanlış bir düşüncede olsa aksine devletin meşruluğu artmaktadır. Ancak bu kurumlar siyasallaştığında sorunlar ortaya çıkmaktadır. Ülkemizde yaşanan tartışmaların kaynağı da buna
dayanmakta. Tek parti bürokrasisinin devletin her kurumunu elinde tutma ve kadrolaşma çabası çatışmalara neden olmuş daha sonra gelen tüm iktidarlar da bu yanlışa
devam etmiştir. Devleti hukuki denetimde tutmak incelemek yeterli olacaktır ki bu da devlet içinde birbirinden
bağımsız yapılarla mevcut olacaktır. Başkanlık sisteminde
dahi başkan sınırsız hak ve güce sahip olmamakta denetim altında tutulmaktadır.
Ana fikir?
Kanun ve tüm alt normların yapısal düzen Anayasaya
dayandığı için denetim anayasada başlamaktadır. Anayasa
denetlemenin sınırlarını ve yapısını belirtir. Tabi ki bunların detayları alt normlarda yer almaktadır. Alt normların
meşruluğu gibi bir sorun olmamakla birlikte anayasanın
geçmişi ve bireylerde bıraktığı düşünceler tüm alt normları da etkilemektedir.
Bütün bunlardan anlaşılacağı üzere anayasanın kaynağını milletten alan bu şekilde birey ve toplumun meşru
gördüğü bir yapıya ve bununla kurulmuş bir devlet yapısına sahip olması sağlıklı bir toplum-devlet yaratacaktır.
Tabi ki anayasayı yapacak olan irade önemlidir. Askeri bir
cunta rejimi mi milletin seçmiş olduğu bir iktidar mı yapacak? Kaldı ki halkın seçtiği iktidarın da anayasayı nasıl
yapacağı içerik olarak vatandaşa ve milletin değerlerine ne
kadar uygun bir anayasa yapacağı önemlidir. Meşruluk bir
yolla kazanılırken bir yolla kaybedilebilir de. Burada anayasanın kimler tarafından hazırlanacağı da önemlidir. Bütün bireyler ve toplum tüm değerleriyle kapsanacak mı?
Bu sorular cevaplanmadığı sürece meşruluk sorunu her
zaman devam edebilir. Tüm kıstasları karşılayan bir anayasa yapılsa dahi bunun uygulanmasında çıkacak pürüzler
meşruluğun kaybına yol açabilir.
Demokratik sisteme bu kadar sorunlarla geçmeye çalışan bir ülke olarak geçmişimizden ders almalı tüm dünyadan başarılı örnekleri incelemeli ve devletimiz ve toplumumuza en uygun yapıyı oluşturmalıyız. Egemenliğin kayıtsız şartsız milletin olduğu fikri unutulmadan hazırlıklar yapılmalıdır.
Eğer tüm bu konuların aksine toplumdan milletten
bireylerinden uzak onları şekilden şekle sokmaya çalışan
bir anayasa yapmak veya anayasanın yapılış şekli veya uygulanmasında çıkacak sorunlar baştan bir yanlışa yani bütün bu anlattıklarımın temeli olan meşruluk meselesinin
ortaya çıkmasına sebep olacaktır.
Meşruluğun kaybı da anayasayı yani devlet ve birey
arasındaki sözleşmeyi geçersiz kılarak bozulmalara ve
problemlerin tekrar yaşanmasına yol açacaktır.
Download