Kur’an Araştırmaları Vakfı KURAV Zekât Nisabı ve Fitre Miktarının Çağdaş Parasal Değeri [SEMPOZYUM TEBLİĞ VE MÜZAKERELERİ] 02-03 Ekim 2004 Hotel Montania, Mudanya-BURSA Editör Yunus Vehbi YAVUZ KURAV YAYINLARI BURSA 2006 ZEKÂT NİSABININ AMACI DİKKATE ALINARAK GÜNÜMÜZ HAYAT STANDARTLARINA GÖRE YENİDEN BELİRLENMESİ Prof.Dr. Mehmet ERDOĞAN MÜ İlâhiyat Fakültesi İslam, ucunda âhiret olan bir dünya hayatı öngörür ve hayatı bir bütün olarak ele alır. Kendine özgü bir duruşu, bakışı ve amacı vardır. Buna göre müslüman, içinde yaşadığı dünyanın bir ürünü ve doğal bir parçası olmadığı gibi sahip ve maliki de değildir. Ebedî huzuru devşirebileceği bir “yeni dünya” inşa edebilmek için burasını bir “ekenek” olarak kullanmak durumunda olduğunun bilincini taşır. Ebedî huzurun elde edilebilmesi, ancak burada nüvesinin oluşturulabilmesi şartına bağlıdır. İnsan, bulunduğu yerin, maliki değil ama “halifesi” olmak itibariyle sorumluluk taşır. Bu sorumluluk kendi özünden başlayarak dalga dalga genişleyecek şekilde kendi hem cinslerine ve tüm doğaya yöneliktir. Bunun sonucu olarak insanın, herkesi kendisine yaratılışta eş, ayrıca inananları kardeş görmesi gerekir. Doğaya, şefkatle yaklaşır. Kardeşler arasındaki huzursuzluk, aileyi tedirgin eder. Ailelerin huzursuzluğu toplumu yıldırır. Bu durum genişleyerek etkisini gösterir. Bu durumda yetkili ve sorumlu herkesin huzur ortamının oluşmasında katkısı olması gerekir. İnsanlığın yaratılıştan medenî/ sosyal olduğu kabul edilir. Müstağnî olan ancak Allah’tır. Herkes bir şekilde başkasına muhtaçtır. Herkesin ihtiyacını giderebilmesi için insanlık arasında iş bölümü zarureti vardır. İnsanlar sahip oldukları yetenekler ve meyiller itibariyle iş bölümüne müheyya kılınmışlardır. Bunun sonucunda gizli bir el her şeyi düzenler gibidir. İnsan, her ne kadar mülkün gerçek maliki olmasa da, onu sahiplenmeye karşı çok güçlü bir motifle donatılmıştır. Bu durum, dünyanın bayındır kılınmasının adeta teminatıdır. Bu güçlü motifin zorbalığa dönüşmemesi ve zararlı hale gelmemesi için Mülkün gerçek sahibi tarafından meşruiyet kuralları konulmuştur. Söz konusu kurallara uyarak insanların koşuşturmaları sonucunda, sözü edilen iş bölümü ve kabiliyet farklılıklarının, çaba ve gayretlerin sonucu, aralarında maddî anlamda bir farklılık olması ve bunun sosyal yapıya yansıması kaçınılmazdır. İşte bu durumun “dengeli” bir noktada tutulabilmesi gene dışarıdan bir müdahaleyi gerekli kılmaktadır. İnsanlar arasındaki eşlik ve kardeşlik ilişkisi sürdürülebilmeli ve bunun sonucu toplumsal yapılanma, kast sistemleri gibi toplumu katı katmanlara bölen durumlara imkan 159 Zekât Nisabı ve Fitre Miktarının Çağdaş Parasal Değeri Sempozyumu vermemelidir. İçinde akışkanlığa, geçişkenliğe imkan veren dengeli bir toplum yapısı öngörülmelidir. İktisadî anlamda dengeli toplum modeli, piramitsel bir yapı olamaz. Bu modelde, en tepede çok az sayıda zengin bulunur, ama kontrol ettikleri servet, kendi sayılarına nispetle ters orantılıdır; sözgelimi % 20 nispetindeki zenginler kümesi, dünya servetinin %80’ine hükmeder. En altta ise kümelenmiş bir yoksullar yığını bulunur ve bunların sayısı günümüz gerçeğinde milyarlarla ve hatta açlıktan ölenlerin sayısı bile milyonlarla ifade edilir. Bu modelin tersinin imkanı ise yoktur. İslam’ın “denge (vasat) toplumu” diye nitelediği toplum yapısı, beyzî bir durum arz etmelidir. Yani yumurta/küp gibi, her iki ucu basık, ortası şişkin bir yapı ideal görülmektedir. Buna göre sağlıklı bir toplumda mesela %20 nispetinde zengin, ona yakın nispette fakir kimseler bulunmalı, buna mukabil olabildiğince geniş bir orta tabaka oluşturulmalıdır. Ucunda âhiret bulunan yolculuğumuz sırasında tökezleyen her bir fakirin elinden tutabilecek bir zenginin olması ebedî huzurumuzun devşirilebilmesinin imkanı için gerekli görülmektedir. Bu da ancak sözü edilen modelde bire bir nispetinde eşleşebilmenin imkanı halinde mümkün gözükmektedir. İslam beş esas üzerine kurulmuştur. Bunlardan birisi de zekattır. Nasıl ki namaz İslam’ın direği ise, zekat da köprüsüdür (Kantaratü’l-İslam). Bu, toplumun varlıklı kesiminden yoksul kesimine mal ve beraberinde ilgi ve alaka (saygı ve sevgi) akışını sağlayan bir köprüdür. Bir toplumda hem zengin hem de yoksul kimselerin bulunması doğaldır. Ancak doğal olmayan bunların birbirlerine olan nispetleri arasında uçurumun oluşmasıdır. Günümüzde olan maalesef budur. Bu durum, üst tabakalara karşı küresel ölçekte bir kin, nefret ve düşmanlık doğurmakta, aradaki gerilim giderek artmaktadır. İslam’ın köprüsü olarak nitelenen zekat, işte bu gerilimi azaltmayı ve toplum yapısını olması gereken beyzî hale dönüştürmeyi ve o normal halini korumayı amaçlamaktadır. “Key lâ tekûne dûleten beyne’l-ağnîyâi minküm= (Servet) içinizden zenginler arasında dönüp dolaşan bir devlet olmasın” . Yüce Allah, Kur'ân’da faizsiz verilen krediyi, Allah’a verilmiş güzel bir borç olarak niteler. Sadakayı da ribaya alternatif görür. “Allah, ribayı mahveder, sadakaları artırır” . Riba, paranın parayı çekmesinin en etkin aracıdır ve bunun sonucunda sermaye belirli ellerde temerküz eder. Bu, istihdam yaratsa da, toplumu işçi ve patron olarak iki sınıfa böler ve bunların kardeş olmaları zordur. İslam’ın nihaî amaçlarından olan kardeşlik ilkesi bu yüzden giderek zayıflar. Sermayenin temerküzü ise, piramitsel oluşuma sebep olur ve bunun sonunda korunması amaçlanan doğal toplumsal beyzî yapıdan uzaklaşılır. İşte İslam, vazgeçilmez olan bu amaçlarının gerçekleşmesi için “sa’y”e olan bunca vurgu yanında hem riba yasağını getirmiş, hem de zekatın işlevsel olarak devreye sokulmasını emretmiştir. 160 Zekât Nisabının Amacı Dikkate Alınarak Günümüz … - Tebliğ : Prof.Dr. Mehmet Erdoğan Zekat kelimesinin anlamlarından birinin “arınmak” olduğunu da dikkate aldığımızda, bu ibadetle insanların nefsanî saplantılarından arındırılmalarının ve böylece bireysel ahlak üzerinden toplumsal ahlaka geçilmesinin amaçlandığından da bahsedebiliriz. Nitekim Yüce Allah bu bağlamda şöyle buyurmaktadır: “Onların mallarından bir sadaka al. Onunla kendilerini temizlemiş ve özlerini arındırmış olursun”. İslam telakkisinde müslümanlar, bir bedenin organları gibidir, birinin çektiği acı ve ızdıraptan diğerlerinin de benzer şekilde etkilenmesi gerekir. Yada bir yapıyı oluşturan tuğlalar gibidirler, birbirlerine harç ile kenetlenmiş oldukları gibi, onların da aynı şekilde birbirlerine sevgi ile kenetlenmeleri ve böylece birlikte müslümanlık binasını (İslam toplumunu) oluşturmaları gerekir. Onları bir arada tutan bağları güçlendiren unsurların başında da elbette ki zekat gelecektir. Zekat ve benzeri diğer sadakalar sayesinde müminler arasında bir bağ oluşacak, sınıf farkının doğal olarak oluşturacağı gerilim bu sayede azaltılmış olacaktır. Bu genel tasvirde de ortaya koymaya çalıştığımız gibi İslam tasavvurunda toplumun ana gövdesinin iki uç kısmı bulunmakta ve bunlar birbirine zekat köprüsü ile bağlanmaya çalışılmaktadır. Bu köprünün birinci ayağını zenginler ikincisini de yoksullar oluşturur. Peki yoksul kimdir, yoksulluğun bir tanımı ve sınırı var mıdır? Zengin kimdir ve bunun ölçüsü nedir? Esas itibariyle yoksulluk ve zenginlik gibi kavramlar itibarîdir. Zaman ve mekana hatta insandan insana göre değişiklik arz edebilir. O itibarla da tanım getirmek ve sınır koymak zordur. Buna rağmen yoksulluğun çeşitli tanımlarının yapılmaya çalışıldığı görülmektedir. T.C. BAŞBAKANLIK AİLE ARAŞTIRMA KURUMU BAŞKANLIĞI IV. AİLE ŞURASI’nın (18-20 MAYIS 2004) “2000’Lİ YILLARDA YOKSULLUK VE YOKSULLUK ARAŞTIRMALARI” raporuna göre Dünya Bankası tarafından önerilen ve “Binyıl Kalkınma Hedefleri” arasında da yer alan “günlük ortalama geliri, satın alma gücü paritesine göre 1 (bir) ABD Dolarının altında olan nüfusun oranı” göstergesi hem uluslararası hem de ulusal düzeyde “gelir yoksulluğu”nu ölçmekte sıklıkla kullanılmakta ve buna “mutlak yoksulluk” denilmektedir . Gelir merkezli olan Mutlak yoksulluk, bir insanın yaşamını minimum düzeyde sürdürebilmesi için gerekli en az kalori miktarını (2400 k/cal) ve diğer besin bileşenlerini sağlayacak beslenmeyi gerçekleştirmemesine dayalı olarak tanımlanmaktadır. Gelirleri ve tüketimleri bu temel gereksinimleri karşılamakta yetersiz olanlar mutlak yoksulluk kapsamına girmektedir. Gelir merkezli yaklaşıma karşın, yoksulluğa yeni bir bakış açısı getiren ihtiyaç merkezli yaklaşıma göre ise "göreli yoksulluk" veya "insani yoksulluk" kavramından söz edilmektedir. 161 Zekât Nisabı ve Fitre Miktarının Çağdaş Parasal Değeri Sempozyumu Mutlak yoksulluk kavramında biyolojik kişi, göreli yoksullukta ise sosyal varlık olarak birey anlayışı hakimdir. Göreli yoksulluk bireyi, sadece biyolojik olarak yaşamını sürdüren değil sosyal bir varlık olarak kendisini yeniden üretebilmesi için gerekli yaşam düzeyinin saptanmasını ifade eder. Bu durumda belli bir toplumda, kabul edilebilir minimum gelir ve tüketim düzeyinin altında olanlar göreli yoksul olarak adlandırılır. İhtiyaç merkezli yaklaşımda, bireyin ihtiyaçları sadece beslenme ile sınırlandırılmamaktadır. Beslenmenin yanı sıra, barınma ve giyim gibi temel ihtiyaçlara ek olarak, güvenli içme suyu, kanalizasyon, elektrik, sağlık ve eğitim gibi hizmetlerle ulaşım, yönetime katılma, temel insan hak ve özgürlüklerinden yararlanma, sigortalı bir işte çalışma gibi unsurlar da hesaba katılmaktadır. Burada 'toplumsal dışlanma' kavramı da kilit rol oynamaktadır. Toplumsal dışlanmaya yol açan ihtiyaçların giderilmeme durumu da dikkate alınmaktadır; zira bu durum, bireyin sosyal varlık olma özelliklerini gerçekleştirebilmesine engel teşkil etmektedir. Ayrıca cinsiyet ayrımcılığı gibi olguların yoksulluk üzerinde önemli etkileri olabileceği de dikkate alınmaktadır. Yoksulluğun ölçülmesinde 2000’li yıllarda “gelir yoksulluğu” kavramından “insani yoksulluk“ kavramına; “tek boyutlu” yoksulluk tanımlarından “bileşik endeks”lere doğru bir geçiş yaşanmaktadır. Örneğin, “İnsani Yoksulluk Endeksi”, yoksulluğun gelir dışındaki farklı boyutlarını dikkate alan (eğitim, hayatta kalma, sağlıklı içme suyuna ulaşma vb.) bir bileşik endeks olarak United Nations Development Programme (UNDP) tarafından önerilmiş ve yoksulluğa ilişkin politika önceliklerini belirlemede oldukça geniş bir kullanım alanı bulmuştur. İşçi ücretlerinin asgarî ücretin altında olmaması anayasal bir zorunluluk olmaktadır (Anayasa, md. 55) ve bunun, bir kimsenin insanî ihtiyaçlarının karşılanması anlayışı ile yakın ilgisi vardır. Bilindiği gibi asgarî ücret, normal bir çalışma günü karşılığı olarak ödenen ve işçinin besin, konut, giyim, sağlık, ulaşım ve kültür gibi zorunlu ihtiyaçlarını günün fiyatları üzerinden asgari düzeyde karşılamaya yetecek ücret kabul edilmektedir (B. Larousse, II, 877). En geç iki yılda bir ilgili komisyonca tespit edilmesi zorunlu olan asgarî ücret, işçilerin toplumsal bakımdan belirli bir düzeyde yaşamalarını sağlamak amacıyla saptanır. Asgarî ücretin tespitinde ülkenin ekonomik ve sosyal durumu göz önünde bulundurulur ve yerel, bölgesel ya da ülke düzeyinde olmak üzere bir, birden çok ya da tüm iş kollarını kapsayacak şekilde saptanır. Asgarî ücret Temmuz 2004 itibariyle net 318 milyon TL.dir. Yaygın olan bu uygulamaya göre, asgarî ücret, insanca yaşayabilmek için gerekli olan harcamaların en alt sınırı sayılmakta, refah ancak bu sınırın üzerine çıkıldıkça artabilmektedir. Günümüzde, ücret politikalarının belirlenmesine ışık tutabilmesi ve hayat standartlarının tespitine medar olabilmesi için aylık olarak hazırlanmakta olan iki endeks vardır. Bunlardan biri açlık, diğeri de yoksulluk endeksi olmaktadır. 10.6.2004 tarihli Tercüman gazetesinin haberine göre Türkiye Kamu-Sen tarafından 162 Zekât Nisabının Amacı Dikkate Alınarak Günümüz … - Tebliğ : Prof.Dr. Mehmet Erdoğan yapılan çalışmada dört kişilik bir ailenin Haziran 2004 ayı için yoksulluk sınırı 1.668.000.00, açlık sınırı da 611.500.000.00 TL olarak tespit edilmiştir. Türk-iş’in hesaplamalarına göre yoksulluk sınırı 1.457.000, açlık sınırı da 479.000. TL’dir. Bu iki endeksin varlığı, açlık sınırını temsil eden mutlak yoksullukla, insanî/nisbî yoksulluk sınırı arasında dünya nüfusunun önemli bir kütlesinin bulunduğunu gösteriyor. Gelir yoksulluğu tanımından hareketle yapılan tahminlere göre, dünya nüfusunun yaklaşık beşte biri günlük olarak 1 (bir) doların altında; yaklaşık yarısı ise günlük olarak iki doların altında bir gelir elde ediyor. Türkiye nüfusunun yaklaşık % 15’i “göreli yoksulluk” % 1.36’sı gıda yoksulu (açlık sınırının altında), % 27’si ise gıda ve gıda dışı yoksulluk sınırının altında bulunuyor. Türkiye’deki reel durumda, asgarî ücretle, karın tokluğuna çalışma (yoksulluk sınırı) arasında önemli bir nispetsizlik vardır. Hatta, verilen asgarî ücretler açlık sınırının bile altında bulunmaktadır. (Örneğin Temmuz 2004 rakamlarına göre en düşük memur aylığı 481.400, SSK en düşük emekli aylığı 400.797, Bağ-kur en düşük emekli aylığı 285.000, Emekli Sandığı en düşük emekli aylığı 512.930 TL iken asgarî ücret net 318 milyon TL.dir. Açlık sınırı ise Türk-iş’e ait en düşük hesaplama ile 479 milyon TL.dir. Bu durumda asgarî ücretin, yoksulluk ve zenginlik için bir sınır olarak belirlenmesinde esas alınmasının imkânı yoktur. Bu istatikî veriler zekât köprüsünün iki ayağını aslında belirliyor olmalıdır. Birinci ayağı, açlık sınırının altında olan mutlak yoksullar, ikinci ayağını da insanî/nisbî yoksulluk sınırının üzerinde bir refah düzeyi tutturmuş olan “zenginler”dir. Tabiî buradaki “zengin” kavramını “zekât yükümlüsü” anlamında kullandığımızı belirtmeliyim. Buna göre ortaya şöyle bir tablo çıkacaktır: İnsanî ihtiyaçlarını belirlenmiş olan en alt sınırlar üzerinde karşılayabilen ve bunun yanında artı bir değeri elinde bulunduran her kişi, açlık sınırı altında kalan ve gerekli besin harcamalarını dahi karşılayamayan insanların elinden tutacak ve kendisinde mevcut bulunan fazlalıktan, onlara bir mal transferinde bulunacak, bunun aracı da zekât köprüsü olacaktır. Bu sayede, toplumun iki ucu arasında bağ tesis edilmiş olacak, mal akışı ile birlikte ilgi, alaka, sevgi akışı da sağlanacak ve böylece bu iki uç arasındaki gelirim azaltılacak, seviye farkı makul bir düzeyde tutulmuş olacaktır. Burada yeri gelmişken hemen söyleyelim ki, zekat ne sınıf farklılıklarını ortadan kaldıracak ve herkesi (yoksullukta) eşitleyecek bir sistem, nede fakirliği tümden yok edecek bir üretim faktörü, ya da sihirli bir değnektir. Üretimi (sa’y) ihmal ederek, fakirlik sorununu ne riba yasağı ile ne de zekât emri ile aşmak mümkün değildir. Günümüzde artık bütün dünyanın kullanmakta olduğu ölçütlerle belirlenmesi gereğine kani olduğumuz “zenginlik” eskiden, “nisab” adı verilen kavramlarla açıklanmaktaydı. Nisab, zekât vermek için gerekli zenginliğin alt sınırı olarak algılanıyordu. Esasen 163 Zekât Nisabı ve Fitre Miktarının Çağdaş Parasal Değeri Sempozyumu itibarî olan zenginlik, “nisab” kavramıyla belirli (açık, munzabıt, nesnel) bir hale getirilmeye çalışılıyordu. Hz. Peygamber (s.a.v.) zamanında zenginlik, pratik bir çözüm olmak üzere bazı zekâta tabi mallar üzerinden belirlenme yoluna gidilmişti. Nisab, kısaca altından yirmi miskal (85 gr.), gümüşten ikiyüz dirhem (595 gr.), hayvanlardan beş deve, kırk davar (koyun ya da keçi), otuz sığır, tahıldan beş vesk (652.8 kg. buğday (81 şinik) olarak belirlenmişti. Bunların daha azına sahip olanlar, zekât vermekle yükümlü zengin sayılmamaktaydı. Hz. Peygamber (s.a.v.) dönemine ve o günkü refah düzeyine baktığımızda, belirlenen bu miktarların en küçük bir ailenin bir sene boyunca temel ihtiyaçlarını karşılayabilecek düzeyde olduğu görülür . Ayrıca bir devenin en az sekiz koyuna denk tutulduğunu, beş dirheme bir koyunun alınabildiğini dikkate aldığımızda belirlenen nisap miktarları arasında da yuvarlak bir eşitliğin olduğu görülür. Nisab olarak belirlenen malların, o günkü toplumun geçimine medar olan ve ekonomik değer taşıyan mallar olduğu dikkatlerden uzak tutulmamalıdır. Nisabın belirlenmesine yaşam için gerekli olan temel ihtiyaçların ayrılmasından sonra başlanılmaktadır. Yani kişi önce kendisi ve bakmakla yükümlü olduğu tüm aile efradı ve hatta hayvanları için asgarî düzeyde bir yıl süre ile yetecek kadar temel gereksinimlerini karşılayacak bir miktarı ayıracak, zekâta tabi olacak nisab ondan sonra hesap edilecektir. Bu oldukça ileri bir anlayıştır. Sözü edilen temel gereksinimlere havaic-i asliyye tabir edilmektedir. Bir şeyin temel ihtiyaç olup olmaması da aynı şekilde görecelidir. Tarım ekonomisine dayalı dünkü yaşam tarzında örneğin hizmetçi (kâhya, uşak, köle gibi) bulundurmak temel bir ihtiyaç sayılmaktaydı. Ev, ev eşyası, binek hayvanı, damızlık hayvan, meslek erbabının işini sürdürebilmesi için kullanacağı araç gereçleri, iş âletleri, ilim adamının kitapları, kişisel silahlar…, bir yıl boyunca yetecek kadar ayrılmış yiyecek maddesi bu tür temel ihtiyaçların listesini oluşturmaktaydı. Bu liste günümüzde de benzer şekilde güncelleştirilerek oluşturulabilir. Mesela ev sahibi olmak ya da kirasını verebilecek güçte olmak, araba sahibi olmak ya da toplu taşıma araçlarından yararlanabilme imkanına sahip olmak, bir yıl boyunca yetecek kadar gıda maddesine ya da yıl boyunca alacağı ücret ya da maaşla bunları satın alabilecek ekonomik güce sahip olmak, iş makineleri, meslek icrası için gerekli araç gereçler…, kişinin ekmek teknesi itibar ettiği teçhizat… bugün için de temel ihtiyaçlarımız olarak belirmektedir. Kiralık bir evde oturan, ancak güzel bir geliri olduğu için kendisini zengin gören bir kimsenin zekât verebilmesi için, illâ da ev sahibi olması gerekmez. Önemli olan bu tür ihtiyaçlarını sühuletle karşılayabiliyor olmasıdır. İşte böyle birinin temel gereksinimlerini karşıladıktan sonra ilave bir malvarlığı bulunursa ve bu sözü edilen nisap ile takdir edilen asgarî zenginlik sınırına ulaşmışsa, artık biz o kimseye zekât yükümlüsü gözüyle bakacağız. Zekât yükümlüsünün, zekât borçlusu olabilmesi için nisab üzerinden bir yıl geçmiş 164 Zekât Nisabının Amacı Dikkate Alınarak Günümüz … - Tebliğ : Prof.Dr. Mehmet Erdoğan olması şartı da vardı. İlmihal kitaplarımızda buna “havl-i havelân” adı verilir. Yani, temel gereksinimlerimiz karşılandıktan sonra fazladan bizi zengin kılacak kadar bir mal varlığımız olacak ve üzerinden de bir sene geçtiği halde ona ihtiyacımız olmamış bulunacak. İşte bu şartlarda üzerinden bir (kamerî) tam yıl geçen nisabın zekatı tahakkuk edecek ve ödenmesi gerekecekti. O günkü tarım ve hayvancılığa dayalı hayat tarzı durağan bir biçimde asırlar boyu devam etmiştir. Sanayi devrimi akabinde çok hızlı bir değişim sürecine girilmiş ve artık refah düzeyinin nisab olarak esas alınan belirli kalemlerle belirtilmesinin imkân ve anlamı kalmamış, literatürde hiç yeri olmayan hizmet sektörü, bugünün ekonomisinin en büyük gelir getiren sektörleri arasında yer almıştır. Sınaî ve teknolojik üretimin yanında ziraî üretimin nispeti oldukça düşük hale gelmiştir. Hayvancılık, mera otlakçılığından besiciliğe inkılâp etmiştir. Bütün bu gelişmeler sonucunda ülkelerin zenginliği ya da yoksulluğu o ülkede kişi başına düşen millî hasıla ile ölçülmeye başlanmıştır. Hal böyle olunca esas itibariyle göreceli olduğunu kabul ettiğimiz zenginliğin artık günümüzde, vaktiyle belirlenmiş kalemler üzerinden değil, ülkelerin gelişmişlik düzeylerinden, hayat standartlarından yararlanılarak belirlenmesi gereği vardır. Bu da kısaca şöyle ifade edilebilir: Her ülkede kişi başına düşen ortalama millî gelir esas alınır. Pratik bir çözüm olarak ülke ekonomisini izleyen aylık endekslerden yararlanılır. Bu endekslerden biri yoksulluk sınırını, diğeri açlık sınırını belirlemeyi amaçlar. Açlık sınırı ile yoksulluk sınırı arasında kalanlar, kendi yağı ile kavrulabilen orta tabakayı oluşturur, bunlar zekât ile yükümlü olmazlar, sadece fıtır sadakası verirler ve kurban keserler. Bunlar, zekât da kabul edemezler. Açlık sınırının altında hayat sürenler ise fakir sayılır ve bunlar zekât ve fitrenin sarf edileceği en esaslı grubu oluştururlar. Hayat standartlarının belirlenmesinde çağdaş yöntem ve araçların kullanılması Bir tür sosyal güvenlik ve dayanışma vergisi mahiyetinde olan zekâtın nisap ve nispetlerinin belirlenmesinde çağdaş veri ve ölçütlerden yararlanılması gereği vardır. Eğer, İslam hayata cevap olacaksa bu durum kaçınılmazdır. Hz. Peygamber’in kendi döneminde hep hayatın içinden bir çözüm önerdiğini, getirdiği hükümlerin ve uygulamanın bilfiil yaşanan hayatta yer bulduğunu hepimiz biliyoruz. Ribevî malları sayarken kendi fizik çevresine atıfla bunu yapması, kile ile ölçülen malları kile ile, tartılan malları tartı ile ifade etmesi böyledir. Keza “Ölçü, Medine ölçüsü, tartı Mekke tartısı” (Ebu Dâvûd, “Büyû‘”, 8) buyurması, kendi dönemindeki çağdaş ve gelişmiş araçları esas almasına bir örnektir. Bilindiği gibi Mekke ticarette, Medine de ziraatta ileri durumda idi. Bunun doğal sonucu olarak Mekke’de tartı, Medine’de de ölçü birimleri gelişmiş ve standart bir hal almıştı. Yoksa Allah’ın dinine nispetle bütün yeryüzü ve mikyaslar aynıdır. Bu durumda önemli olan gelişmiş çağdaş ölçütlerin esas alınmasıdır. 165 Zekât Nisabı ve Fitre Miktarının Çağdaş Parasal Değeri Sempozyumu Fıtır sadakasında verilmesi istenilen temel gıda maddeleri, hayatın içinden alınmış maddelerdir. Fitresini Buğday olarak veren kimsenin ailesine yedirdiği şey de buğday olurdu. (Gene bundan 34-40 sene önce kırsal kesimlerimizde beslenme şöyle idi: Her öğünde karın esaslı şekilde ekmek ile doyurulurdu. Ekmek, buğdaydan un öğütülerek yapılır. Sabah yemeği genelde tarhana çorbası olurdu. Tarhana, yarmadan yapılır. Yarma, buğdayın dövülmüş şeklidir. Öğle yemeği genelde pilav olur. Pilav, bulgurdan olur. Bulgur, buğdayın kaynatılmış, kurutulmuş ve irice öğütülmüş şeklidir. Akşamleyin biraz daha hafifçe bulgur lapası yahut çorbası gibi şeylerle karın doyurulur. Tatlı da çoğu kez undan yapılırdı. Beslenmesi böyle bir kimsenin, fakire, buğday vermesi kadar tabii bir şey olamaz.) Bugün için bizim de hayatın içinden hareketle belirlemeye gitmemiz halinde, hâlâ buğday, arpa, kuru üzüm ve hurmadan hareket etme imkânımız olmayacaktır. Aksine “herkes kendi ailesine yedirdiğinin ortalamasından” (Mâide 5/89) bir değer tutturup, onun üzerinden nakit olarak bir ödeme yapması gerekmektedir. Mübadelenin çok nadir olarak para ile yapıldığı, mislî malların yerine göre “semen” ve “re’s-i mal” kabul edildiği bir ortamda, malî yükümlülüklerin aynî olarak ödenmesi, hem veren açısından hem de alan açısından bir sorun teşkil etmeyebilir. Ama bugün, dün semen ve hatta nakit kabul edilen altın ve gümüşün bile yegâne ölçüt olarak “para”ya vurulduğu ve bütün üretilen değerlerin (mal ve hizmetlerin) para ile ölçüldüğü bir ortamda, sözü edilen malî yükümlülüklerin aynî ödenmesinin ne denli sorun oluşturacağı ve hayatın dışında kalacağı dikkatten uzak tutulmamalıdır. Mesela bundan sadece 30–40 sene önce (henüz köylerimizde bütün aile üyelerinin rençperlikle uğraştıkları zamanda) ırgat yevmiyesi, çoban hakkı, değirmen hakkı, köy imamının ücreti, köy bekçisinin ücreti, köy bütçesi için salınan salma, kesilen yenik bedeli (tazminat)… hep zahire (buğday, çavdar, arpa… gibi tahıl ürünleri) üzerinden şu kadar ölçek olarak belirlenirdi. Şu anda aynı köyde, bütün bu sayılanların yerini para almış durumdadır. Mislî olduğu için bir ödeme aracı olarak kullanılan zahire, belli ki artık işlevini tamamlamış ve bizzat kendisi de “para” ile ölçülen bir meta halini almıştır. Hal böyle olunca, zekât ve fitre olarak ödemelerin aynî yapılması halinde, fakirin işi görülmemiş, onun ihtiyacı giderilmemiş ve dolayısıyla da bunlardan beklenen amaç tam anlamıyla gerçekleştirilmemiş olacaktır. İslam şeriatının arabî-ümmî karakteri, din olarak İslam’ın evrenselliğinin hem ön şartı hem de engelidir. Ön şartıdır, çünkü doğal hayatı esas almaktadır. Bu, yükümlülükte asgarî sınıra itibar anlamına gelir. Hâlâ hayatını aynı doğallıkta sürdüren ve dünyanın çeşitli yöresinde mevcudiyeti söz konusu olan insanlar olabilir. Sözgelimi Toroslar’da hâlâ kıl çadır içerisinde yaşamını sürdüren ve önüne kattığı koyun sürüsü ile geçinen yörükler bulunabilir. Bunların kırk koyun hesabıyla bir koyun zekât hesap etmeleri ve fakire onu vermeleri yerinde ve hikmetli de olur. Keza badiyede vaha vaha dolaşan ve beş devesi ile geçinen bedevî de zengin sayılabilir. Bu itibarla getirilen yükümlülüğün doğallık ve sadelik esası itibariyle ve alt sınırla ilgili olduğu görülür. 166 Zekât Nisabının Amacı Dikkate Alınarak Günümüz … - Tebliğ : Prof.Dr. Mehmet Erdoğan Ancak bu durumun, inananlarca bir dönüşüm ve hayatın icaplarına uydurma gibi bir içtihadî etkinlik gösterilmediği zaman, evrensellik önünde ciddî bir engel olacağını ve bu yolla tamamen hayatın dışına atılacağını da unutmamak gerekir. Daha düne kadar, müftülüklerimizce hazırlanan fitre miktarlarının arpa, buğday, kuru üzüm ve hurma şeklinde belirlenerek cami ilan tahtalarına asıldığını (ve muhtemelen hala bazı yerlerde bu uygulamanın devam ettiğini) hepimiz biliyoruz. Keza dinî gün ve bayramların belirlenmesinde hâlâ rüyeti esas almak gerektiğini savunanların olduğunu ve bu yüzden takvimlerimizin önceden belirlenemediğini, İslam dünyasının bazı seneler üç gün farkla bayram ettiklerini yaşayarak biliyoruz. Bütün bunlar, arabî-ümmî karakterin, sözünü ettiğimiz dönüştürmenin olmaması halinde, evrensellik önünde ciddî engel olabileceğini gösteriyor. Uygulama ve bir öneri: Soru: 900 milyon maaş alan iki çocuklu bir öğretmene zekât olarak ne lazım gelir? Cevap: Dört kişilik bir ailenin yoksulluk sınırı (Türk-iş’e göre) 1.457.000.00, olduğuna göre, bu kişi zekât yükümlüsü değildir. Kendisi zekat alamaz. Ancak ailesi için açlık sınırı olan 479 milyonun üstünde bir gelire sahip olduğu için fitresini vermek ve kurbanını kesmek durumunda olacaktır. 2.250.000 maaş alan bir profesörün dört kişiden oluşan bir ailesinin var olduğunu düşünürsek, 793.000 liralık bir ilave refah payına sahip olduğunu görürüz. İşte bu kısmın zekâtını ödemelidir, diyoruz. Ödenecek zekâtın miktarı ve nispetleri de kanaatimizce ayrı bir içtihat konusudur. Hemen belirtmeliyim ki, bu konuda gerek nasslarda ve gerekse uygulamada “ihtiyaç fazlası”ndan tutun da, yarı, humus, öşür, yirmide bir ve kırkta bire (%2,5) kadar geniş bir yelpaze bulunmaktadır. Tahakkuk noktasının, herhalde ülkedeki fakirlerle zenginlerin nispetinin, iktisadî ve sosyal şartların belirleyeceği bir yerde olması gerekir. Bizim şu an için önerimiz, geleneği de dikkate alarak değerli profesörümüzün eline geçen maaşın tümü üzerinden kırkta bir nispetini zekât olarak vermesinin uygun olacağıdır. Bu da 56.250.000 TL. eder. Bir başka yol da, yoksulluk sınırı üzerinde kalan kısmın onda birini (öşür) vermesidir (79.300.000 TL.). Bu sorunun cevabı, eski ilmihal kitaplarımızda yazılanlar doğrultusunda verilecek olursa şöyle olurdu: Bu kişiler, maaşlarından zekât vermezler. İlave refah payına rağmen tasarruf etmezlerse hiçbir şey lazım gelmez. Biriktirebilmişlerse, biriktirdikleri paranın üzerinden bir yıl geçince kırkta bir hesabından zekât öderler. Tabii o zamana kadar da, zaten komşusu acından ölür. Ve bu anlayışla zekât, hiçbir zaman köprü vazifesini görememiş olur. Öneri: Yukarıda verilen ve işçi sendikaları tarafından hazırlanan endeksler abartılı ya da gerçekçi bulunmayabilir. Kaldı ki bunlar Türkiye geneli için anlamsız da olabilir. Bu yüzden müftülüklerimizin, aynen fitre miktarını hesap ettikleri gibi, zekât için esas 167 Zekât Nisabı ve Fitre Miktarının Çağdaş Parasal Değeri Sempozyumu alınacak asgarî zenginlik sınırını da kendi vilayetlerindeki hayat standartlarını esas alarak tespit etmeleri yerinde olur. 168