küreselleşme ve genişletilmiş ortadoğu projesi nato ve

advertisement
TMMOB
HARİTA VE KADASTRO MÜHENDİSLERİ ODASI
İSTANBUL ŞUBESİ
ORTADOĞU PROJESİ SÖYLEŞİLERİ
KÜRESELLEŞME VE GENİŞLETİLMİŞ ORTADOĞU
PROJESİ
Dr. ERGİN YILDIZOĞLU
14 Mayıs 2005
*
**
NATO VE BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ
Yard.Doç.Dr. Özgür Müftüoğlu (Marmara Ünv.)
Suat Parlar (Araştırmacı Yazar)
05 Haziran 2005
Aralık /2007
İstanbul
Yayın Adı
ISBN
Genel Baskı
Yayımlayan
İletişim
Baskı
:
:
:
:
:
Ortadoğu Projesi Söyleşileri
978-9944-89-450-0
Aralık 2007, 500 Adet
TMMOB Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi
TMMOB Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi
19 Mayıs Mh. Samanyolu Sk. No: 116/1 D:2 Onur Apt.
Şişli / İstanbul
Tel: 0212.232 89 89 (3 hat), Faks:0212.232 94 28
www.hkmo.org.tr; e-posta: [email protected]
: Yapım Tanıtım Basım Yayın Ltd. Şti., İstanbul
Kaynak gösterilerek yapılacak kısa alıntılar dışında, yayımcının yazılı izni olmadan hiçbir yolla
çoğaltılamaz.
ORTADOĞU PROJESİ SÖYLEŞİLERİ
2005
İçindekiler
Sayfa No
Önsöz ………………………………………………………………………... 1
Küreselleşme Ve Genişletilmiş Ortadoğu Projesi …………………………... 3
Nato Ve Büyük Ortadoğu Projesi …………………………………………... 51
Önsöz
Özü itibari ile kapitalist sistemin sürekliliğini sağlamak ve ABD’nin kapitalist
sistem üzerindeki egemenliğini sürdürmek amacını taşıyan Yeni Dünya Düzeni
ve onun parçası olan BOP, Türkiye’de mevcut iktidar başta olmak üzere devlet
içindeki kimi yapılarca da desteklenmektedir. BOP’ un (Büyük Ortadoğu
Projesi) ana çerçevesinin çizildiği NATO toplantısı 2004 yılı Haziran ayında
İstanbul’da Türkiye’nin ev sahipliğinde gerçekleştirilmiştir. Öte yandan,
Türkiye’nin Başbakanı hâli hazırda BOP’ un eş başkanıdır ve bu durum her
vesile ile kendisi ve yandaşları tarafından bir övünç kaynağı olarak
dillendirilmektedir.
Yeni Dünya Düzeni ve onun parçası olan BOP’ un dünyanın birçok coğrafyası
gibi Anadolu topraklarının üzerinde de bir kardeş kavgasına dönüşeceği
endişesini bu ülkenin emekçileri, sosyalistleri ve kapitalizm belasının farkına
varmış namuslu insanlar yıllardır haykırmıştır. Ama bu ülkenin iktidar
sahipleri, kişisel ya da siyasi çıkarları uğruna bu haykırışa kulak vermek bir
yana bu haykırışı kesmek için olmadık baskı yöntemleri uygulamışlardır. Bu
baskıları destekleyen ya da baskılara karşı çıkmayan yığınlar da maalesef
bugün milliyetçi duygularla sokaklarda bu oyunun bir parçası haline
gelmektedir.
Türkiye üzerinden oynanan oyunun anlaşılabilmesi ve buna karşı
konulabilmesi ancak bu oyunun ardındaki büyük planın algılanması ve
sorgulanması ile mümkündür.
Ortadoğu Projesi Söyleşileri kapsamında, 2005 yılının Mayıs ve Haziran
aylarında gerçekleştirdiğimiz “Küreselleşme ve Genişletilmiş Ortadoğu
Projesi” ve “NATO ve Büyük Ortadoğu Projesi” konulu söyleşilerin yayın
haline getirilmesinde emeği geçen herkese teşekkür ederiz.
Saygılarımızla,
19. Dönem Yönetim Kurulu
1
2
SÖYLEŞİ:
KÜRESELLEŞME VE GENİŞLETİLMİŞ ORTADOĞU PROJESİ
Dr. ERGİN YILDIZOĞLU
14 Mayıs 2005
HKMO İSTANBUL ŞUBE TOPLANTI SALONU
3
4
KÜRESELLEŞME VE GENİŞLETİLMİŞ ORTADOĞU PROJESİ
-I-
Dr. ERGİN YILDIZOĞLU- Davetiniz için çok teşekkür ederim, benim için
bu toplantılar tartışma ortamı açısından çok verimli, faydalı oluyor. Bu
toplantılar sayesinde geliştirmekte olduğum görüşlerimi sınamak şansına sahip
oluyorum. Aslında ben küçük toplantıları daha çok seviyorum, çünkü daha
fazla tartışma fırsatı oluyor. Umarım benim açımdan faydalı geçer, ben de
buraya beni dinlemeye gelmiş insanlardan, bu gruptan nemalanmaya
çalışacağım.
İki bölümden oluşacak bir sunum yapmak istiyorum. İlk bölüm
Küreselleşmeden Büyük Ortadoğu Projesine (BOP) geçişle ilgili olacak. Yarım
saatlik bir aradan sonra, ikinci bölümde Küreselleşme ve Büyük Ortadoğu
Projesinin dünyanın genel durumu içerisinde ve içinde bulunduğumuz uygarlık
açısından bize sunduklarını tartışmak istiyorum; böyle bir yöntem izlemeye
çalışacağım.
Şöyle bir noktadan başlamak istiyorum. Bir an aklımızı geriye doğru
1990’ların başına gönderelim ve Alman’ların “Zeitgeist” dedikleri zamanın
ruhunu hatırlamaya çalışalım ve içinde yaşamakta olduğumuz zamanın ruhuyla
karşılaştıralım. Aralarında çok büyük farklılıklar olduğunu göreceğiz.
1990’ların başında Birinci Körfez Savaşı oldu, ama yine de küreselleşiyorduk,
Yeni Dünya düzenine ve sözüm ona ‘’barışa’’ açılan bir döneme girmiştik.
Küresel entegrasyon ve demokrasi gelişecekti, tarihin sonu gelmişti, jeopolitik
gündemden çıkmıştı, ideolojinin ve Rus Devletinin sonu geliyordu. Teknolojik
devrim sayesinde de artık sınıfların sonu geliyordu, bu bağlamda da sosyal
demokrasi içinde yavaş yavaş “Üçüncü Yol” diye bir şey şekilleniyordu ve bu
sağ ve solun dışında ayrı sentetik, yeni bir sol, yeni işçi partisi olacaktı zaman
içinde. Bu yaklaşımı önce Clinton geliştirmeye başladı, sonra İngiltere’de
benimsendi, Almanya’da v.s hatta bizim burada bile yankısını buldu.
Şimdi bir on yıl sıçrayalım ve günümüze bakalım. Terörizme karşı savaş var,
jeopolitik neredeyse günlük hayatın bir parçası oldu, küreselleşme çıktı, yerine
jeopolitik kavramı girdi, herkes jeopolitik analist oldu, sabahtan akşama kadar
5
bütün televizyonlar jeopolitikçilerle doldu. Geçtiğimiz dönemde bir sürü yeni
ulus-devlet oluştu. Hatta bunların bir kısmı etnik temelde oluştular. Ulus-devlet
kendini, sınırlarını ve ulusunu güçlendirmeye başladı.
Afganistan ve Irak’ın işgalini yaşadık. İklimsel kriz, küresel ısınma gibi
sorunlarla beraber bir felaket beklentisi günlük konuşmamızın içine girdi.
Kökten dincilik hem Müslüman, hem Hıristiyan, hem de Hindu dinlerinde çok
arttı, günlük yaşamın bir parçası oldu ve şiddet olaylarına kaynaklık etmeye
başladı. Dolayısıyla bence zamanın ruhu açısından 1990’ların başıyla
2000’lerin arasında ciddi farklılıklar var. Nasıl oldu ve nasıl geldik buraya?
Küreselleşmeyle başladık, jeopolitik ve terörizme karşı savaşın içinde bulduk
kendimizi ve nasıl oldu? İster istemez küreselleşmeden Büyük Ortadoğu’ya
girdiğimize göre küreselleşmeden başlamak istiyorum ve hemen bir sorunla
karşılaşıyoruz. İyi de ne kastediyoruz küreselleşmeden? Bir sürü kavram var,
bir sürü tarif var ortada. Ben bir tanesini alarak başlayacağım, üçüncü yolun
teorisyenlerinden Anthony Giddens’ in tarifini seçeceğim. Galiba en basit ve
indirgemeci tarif bu, o nedenle onu seçiyorum.
Giddens küreselleşmeyi “insan ilişkilerinde küresel çapta yoğunlaşma” olarak
tarif ediyor. Tabii ondan sonra bunlara toplum v.s. bazı kavramlar ekliyor, ama
bu kısmı önemli ve ben konuşmama buradan başlamak istiyorum. Tabii bu
benim işime de geliyor. Buradan başladığım anda, bu yeni bir şey değil ki
diyorum. Nasıl yeni bir şey değil? Bu çok eski bir şey; peki ne kadar eski?
Yani ilk insanlara kadar giden bir eskiliği var bu küreselleşmenin. Çünkü
biliyorsunuz insan sembol kullanan bir yaratık, sosyal bir yaratık, zaten ilk
anda toplumsal ilişkilerle birlikte var olan bir yaratık. Dolayısıyla ilk insan
topluluklarıyla birlikte dünyada küresel çapta o zaman ne kadar sınırlıysa insan
ilişkileri, ilişkiler yoğunlaşmaya, yayılmaya başlıyor. Teknolojinin yardımıyla
da on binlerce yıllar boyunca insanlar kürenin etrafını, tüm dünyayı gittikçe
kendi ilişkileriyle sarıyorlar; imparatorluklar kuruyorlar, devletler kuruyorlar,
savaşıyorlar, kültürler birbirlerini karşılıklı olarak polenliyor, Çin’den
Avrupa’ya, Avrupa’dan Çin’e kültürler birbirlerini tanıyor,
böyle bir
kargaşadır gidiyor. Her üretim tarzı içinde bu küreselleşme yeni biçimler alıyor
ve devam ediyor. Küreselleşme dediğimizde bunu kastetmiyoruz, çünkü bu hep
vardı ve bugüne kadar hiç konuşmamıştık. Üstelik bunun bir öznesi de yok.
Çünkü bu insan uygarlığının bir özelliğidir, ilişki kurarak ve küreselleşerek
devam etmek bağlamında. Bu olmadığına göre bizim bugün konuştuğumuz
küreselleşme acaba nedir?
15. yüzyılda Amerika’nın keşfiyle başlayan bir başka küreselleşme daha var.
Beyaz adam Avrupa’dan çıkmış ve kendi etkinliğine uygun bir şekilde dünyayı
kullanımına açmaya başlamış. Zaten küreselleşme sözcüğüne baktığımızda
6
küre biçiminde örgütlemek, küreye çevirmek demek. İşte dünyayı engelsiz,
sürekli bir yüzey halinde kendi kullanımı için şekillendirmeye başlamanın
sömürgecilikten, soykırımdan, talana kadar bir sürü de hikayesi vardır.
Dolayısıyla bu küreselleşmeyle birlikte -kapitalizmin bir parçası olan bir
küreselleşme- daha ilk andan itibaren kan, revan, soykırım beraber gelmiş.
Ama bunu da konuşmuyoruz, küreselleşmeyle bunu da kastetmiyoruz.
Küreselleşme deyince başka bir şeyi kastediyoruz. Çünkü bu küreselleşmeyi
90’ların sonunda konuşmaya başladık. Biraz önce konuştuğum iki
küreselleşme çok eski olgulardır. Asıl konumuz olan küreselleşmeyi;
‘’Malların ve sermayenin dolaşımında hızlanma, yayılma ve teknolojik gelişme,
yeni bölgelerin -örneğin Doğu Avrupa’nın, Çin’in- sermaye dolaşımının içine
çekilmesi ve tüm dünyanın sınırsız bir serbest piyasa projesi halinde
örgütlenmesi’’ olarak konuştuk.
Bu tanıma dikkatle baktığımızda mali sermaye özellikle ön plana çıkıyor.
Ticarette ve uluslararası yatırımlarda bir gelişme var, ama mali sermaye yani
borsalar ve türevlerin dolaşımındaki hızlanma ve hacmindeki büyümeye
baktığınızda bunun diğerlerini kat kat aştığını görüyoruz. Bu olgu diğerlerinden
farklı olarak ilginç bir şekilde şöyle sunuldu: ‘’İlk kez oluyor tarihte, bu
engellenemez bir süreçtir, buna karşı durulamaz, bu son aşamadır’’. Tarihin
sonu söylemi ve metafizik bir boyutu da var bize sunulan bu küreselleşmenin.
Peki, daha önce oldu mu bu? Tarihe baktığımızda buna benzer bir-iki tane daha
küreselleşme var; olmuşlar- bitmişler.
En sonuncusuna bakalım, bu da şöyle:birtakım tarihçiler ve ekonomistler var
bu konuyla ilgilenen. Bir tanesini tavsiye ederim eğer okumadıysanız:
Giovanni Arrighi’nin “Kapitalizmin Uzun Yüzyılı” çalışması, diğeri de tarihçi
olarak Brodel’ in “Akdeniz Medeniyetleri” adlı 4 ciltlik tarih kitabı. Her iki
kitapta da önemli bir gözlem var. Kapitalist dünya ekonomisinin her genişleme
döneminin arkasından bir mali genişleme, spekülatif dönem, spekülatif
hızlanma yaşanmış. Kapitalizm hızla yeni alanlara dalmış, yeni teknolojik
buluşlar o dönemde hızlanmışlar, ondan sonra da bu süreç kırılmıştır.
Bu sürecin alt başlıkları şöyle sıralanabilir: Yeni bölgelerin dünya pazarına
çekilmesi -ki 19. yüzyılın sonunda ikinci sömürgecilik dalgası olarak da
söylenebilir- bugünkü teknolojik devrimi fersah fersah aşan bir teknolojik
devrim. Küresel serbest piyasa projesi, proje olarak değil, zaten küresel serbest
piyasaya, liberalizm hakim ve bu süreç mali krizle sonuçlanıyor. Çünkü dünya
ekonomisinde büyük bir kapasite fazlası ortaya çıkıyor mali krizle birlikte,
deflasyon, depresyon denilen ortam, “büyük depresyon” dedikleri 1929-1933
arasındaki döneme geliyoruz yani büyük güçler arasındaki rekabetin
keskinleştiği ve paylaşım savaşlarının yaşandığı bir dönem.
7
Bugünkü küreselleşmenin de böyle bir süreci yaşadığını görmek mümkün.
Küresel serbest piyasa projesi var, teknolojik devrim, -internet, cep telefonları,
uydu televizyonları v.s.- yeni bölgelerin dünya pazarının içine çekilmesi var Doğu Avrupa, Çin- sonra 90’lar boyunca yaşanan seri mali krizler, borsa
krizleri, 90’ların sonunda ve 2000’lerin başında 1930’lara mı dönüyoruz
kaygısı var. Tam 11 Eylülden az önce var olan tartışmalara baktığımızda -biraz
sonra daha ayrıntılı değineceğim onlara- 1930’larda da oldu diye bir kaygı var,
muazzam bir kapasite fazlası var, fiyatlar düşüyor dünyanın birçok büyük
ülkesinde ve deflasyon korkusu ve aynı anda büyük güçler rekabetinde
hızlanma var. Avrupa Birliği acaba bir blok mu oluyor? Avrupa arasındaki
tartışma ve bir Avrupa-Atlantik çatlağından bahsediliyor ve yine savaşlardan.
Biliyorsunuzdur önce Balkanlar’daki savaşlarla Yugoslavya’nın parçalanması
ve beraberinde tüm bölgenin sömürgeleştirilmesi oldu. Ondan sonra Afganistan
var, sonra da Irak. O arada biliyorsunuz Somali’de de birtakım başarısız
operasyonlar yapıldı. Gördüğünüz gibi büyük bir benzerlik var iki küreselleşme
sürecinde ve birincisinin sonu bir felaketle sonuçlanmış, ikincisi de şu anda çok
farklı bir yerde durmuyor.
Burada bir noktayı daha vurgulamak istiyorum. Her iki döneme de
baktığımızda şöyle ilginç bir şey görüyoruz. Her iki dönemin başında da
kapitalizmin krize girdiğinden bahsediliyor ve geriye doğru analiz ettiğimizde
kriz işaretleri görüyoruz. Her iki dönemin başında, yani küreselleşmenin
başladığı dönemde sermayenin üretken alanlardan spekülatif alanlara doğru,
borç piyasalarına, uluslararası krizlere kaçmakta olduğunu görüyoruz.
Dolayısıyla biraz sonra değineceğim böyle bir benzerlik de var. Şimdi bu
konuyu sonra tekrar dönmek üzere bırakacağım ve Büyük Ortadoğu Projesine
(BOP) geçeceğim ve ikisini biraz sonra bağlamaya çalışacağım.
Bildiğiniz gibi son yıllarda BOP çok konuşulan yaygın bir kavram oldu.
Üzerinde sempozyumlar, konferanslar v.s. yapılıyor. Çok muazzam bir bölgeyi
kapsıyor. Kuzey Afrika’dan başlıyor, Ortadoğu’dan geçiyor, Hazar Bölgesi’ne
kadar uzanıyor, bir hesaba göre Afganistan’ı kapsıyor-kapsamıyor, ama büyük
bir coğrafya. Rivayete göre bu bölge olduğu gibi demokratikleştirilecek ve
yeniden düzenlenecek. Çünkü terörizmin kaynağı burası, çünkü Müslümanlar
burada yaşıyorlar. Şimdi bu hiç ikna edici bir açıklama değil, tabii tüm
bölgenin yeniden demokratikleştirilmesi gibi bir proje, terörizmin engellenmesi
hiç kimse bunu yemiyor ve şöyle bir açıklama genel olarak ortaya çıkıyor:
Burada muazzam enerji kaynakları var, aslında bütün bu operasyonlar o
yüzden var. Bu indirgemenin haklı bir yanı var, yani gerçekten burası enerji
kaynakları açısından çok önemli, ama bu çok dar bir bakış açısı. Yani sırf
enerji kaynaklarından dolayı önemli bir bölge değil burası, başka açılardan da
8
çok önemli bir bölge ve az önce değindiğim küreselleşmenin en son dönemi,
yani şimdiki küreselleşmenin son döneminde karşılaştığı ekonomik sorunlarla
da yakında ilgili bir bölgedir. Ama buna dönmeden önce enerji boyutuna
kısaca bir bakalım ve çıksın aradan.
Dünya enerji kaynaklarının yaklaşık %70’i bu bölgede. Bulunması olası
kaynakların %47’si bu geniş Ortadoğu’da. Yani Kuzey Afrika’dan başlayarak
düşünüyorum. Diğer taraftan yeni büyük petrol rezervleri bulma olasılığı
hemen hemen hiç yok. Son otuz yılda bir ya da iki büyük rezerv bulundu. Hep
küçük rezervler çıkıyor ortaya. Dolayısıyla böyle bir dizi sorun var, yani yeni
rezerv bulunmasını kimse beklemiyor. Çok büyük havzalar yaşlı ve bunların
bir kısmı zirve yaptı. Tam olarak bilemiyoruz, çünkü veriler karışık, bunlar
gizli veriler. Ancak yapılan hesaplar bunların zirve yaptığını göstermeye
başlıyor. Mesela, Kuzey Denizi daha açık olduğu için biliyoruz, zirve yaptı,
bitiyor. Ortadoğu’da, Suudi Arabistan’da ve Körfez bölgesinde birkaç tane
büyük kuyunun zirve yapmış olma olasılığı var. Önceki sene bir tanesi çöktü.
O zaman bu kanılar kanıtlandı, çünkü zirveye yaklaşmaya başlayan aşağıdaki
petrolü yukarı çıkarabilmek için su basılıyor ve kritik bir durum oluşuyor bu
ortamda. Bir noktadan öte su basıldığı zaman bir aşamada, beklenmedik bir
noktada bütün kuyu çökebiliyor ve tabii ki oradaki kalan petrol de
kurtarılamıyor. Ama bir kuyuya su basılmaya başlanılması, kuyunun optimum
sürecini arkasında bıraktığı anlamına geliyor.
Dolayısıyla eğer böyleyse durum -ki çok veri bunu gösteriyor- enerji arzı
önümüzdeki dönemde hangi hızda olacağını bilemem, ama azalacak. Buna
karşılıksa küreselleşmenin de bir etkisiyle -daha sona ikinci bölümde daha
ayrıntılı döneceğim- kitlesel tüketim yollarının yaygınlaşmasıyla enerji
talebinin artacağı anlaşılıyor, dolayısıyla burada makas açılacak. Durum çok
daha kritik aslında. Çünkü nükleer silahlara sahip olan iki ülke Hindistan ve
Çin’in enerji gereksinimi çok hızlı artmaya başladı.
Çin’de şöyle bir manzarayla karşı karşıyayız: 2000 yılında 50 milyon ton ithal
etmiş, 2004’te 120 milyon ton ithal etmiş, 2003 yılında Japonya’yı geride
bırakmış, ikinci büyük enerji tüketicisi olmuş Amerika’dan sonra.
Hindistan’a bakarsak eğer, Hindistan 2000 yılında 67 milyon ton ithal
ediyormuş, 2020’ye gelindiğinde ithalat gereksiniminin 250 milyon tonu
geçmesi bekleniyor.
Buna karşılık ABD’nin durumu çok enteresan, Amerikan petrol kaynakları
kendi kuyularından 1970’de günde 9,6 milyon varil üretiyormuş, 2002’de bu
üretim 3,5 milyon varile gerilemiş, yani Amerikan petrollerinde olağanüstü bir
gerileme söz konusu. Dolayısıyla ithalat gereksinimi artıyor ve Cheney’ in
9
enerji raporunda vurguladığı gibi petrol ithalatı açısından Ortadoğu’ya
bağımlılık da gittikçe artacak. Şu anda yüzde 30’lar civarında, ama 50 sene
sonra bunun yüzde 60’a çıkması gibi bir durum var. Ne kadar doğru
bilmiyorum. Bunlar olayı kızıştırmak için de verilmiş şeyler olabilir, ama belli
ki artacak.
Küreselleşme söylemi açısından şöyle bir problemle karşı karşıya kalıyoruz; ne
diyor küreselleşme söylemi; serbest piyasa içinde mallar ekonomik ilişkiler
içinde alınacak ve satılacaklar. İyi de gittikçe kıtlaşmakta olan bir malı serbest
piyasa içine bıraktığınız zaman kimin parası varsa, kaynağı kim yakalıyorsa o
satın alır ve kaynaklara sahip olanlar da bunun fiyatlarını istedikleri gibi
artırabilirler. Şu anda Uzakdoğu’da olağanüstü büyük tasarruflar birikmiş.
Sadece Çin’de 600 milyar dolarlık döviz rezervi var, Japonya’da benzer bir
döviz rezervi var. Dolayısıyla eğer dünya piyasalarında serbestçe alınıp
satılacaksa petrol, Amerika’yla Avrupa’nın bu büyük rezervlere, yani bu döviz
rezervlerine sahip olanlarla, gittikçe ihtiyacı artan ülkelerle rekabet etmesi
gerekiyor. Ekonomik koşullarda da bu kimsenin işine gelmiyor. Özelikle
Amerikan ekonomisi açısından çok hayati bir önemi sahip petrol. Bugün param
vardı, aldım-alamadım gibi bir seçenekle karşı karşıya kalması mümkün değil.
Üstelik işaretlerini görüyoruz Çin Latin Amerika’da Venezüella’yla anlaşma
yapıyor, Amerika’ya giden petrolün bir kısmını satın almaya başlıyor,
Kanada’yla anlaşma yapıyor, Amerika’ya giden petrolün bir kısmını satın
almaya başlıyor, yani Amerika’ya petrol satanların petrollerini almaya başlıyor.
Dolayısıyla bu koşullarda enerji tedarikinin serbest piyasa ilişkilerine
bırakılmayacağını söylemek mümkün. Enerjinin durumu böylece özetlenebilir.
Ortadoğu’yu özgün bir coğrafya olarak tasarlamaya neden olan enerjiden öte
çok daha köklü nedenler var. Şimdi onlara geçmek istiyorum. Bu nedenler
dünya kapitalist ekonomisinin içinde bulunduğu krizle, bu aşırı üretim kriziyle
beraber küreselleşmenin yerini giderek klasik emperyalizme ve jeopolitiğe
bırakmaya başlamasıyla ilgilidir.
Buna geçmeden önce bir parantez açıp çok kısa, büyük olasılıkla coğrafyacı
olduğunuz için sizin bildiğiniz bir noktayı hatırlatmak istiyorum. Davit Harby’
nin tezlerinden faydalanarak oluşturulmuş küçük bir şema aktaracağım burada
size. Sermaye birikiminin gerçekleşebilmesi için belli bir sosyal, kurumsal
ortam olması gerekir. Yani içinde bulunduğumuz mekanın, zamanın bu
sermaye birikimi sürecine göre düzenlenmesi ve bir uyumluluk yaratılması
gerekiyor. Aynı zamanda belirli sınıf ilişkilerini de gerektiriyor. Bu
uyumluluk yaratılıyor ve bir müddet sonra sermaye birikimi öyle bir noktaya
geliyor ki, uyumluluk yarattığı bu alanda yatırabileceğinden daha fazla
üretmeye başlıyor, istihdam edeceğinden daha fazla emek gücü oluşmaya
10
başlıyor ve tüketebileceğinden daha fazla mallar üretilmeye başlanıyor, yani
bildiğiniz aşırı üretim kriziyle karşı karşıya kalıyoruz.
Nasıl geliyoruz bu noktaya? Bu tartışmalı bir konu, çok çeşitli teoriler var, onu
boş verelim, ama hemen hemen bütün kriz teorilerinin anlaştığı bir nokta,
krizin nedenini aşırı üretim olarak gösteriyor. Yani yatırılamayan sermaye,
fabrikalarda fazla kapasite, satılamayan mallar, piyasa edilemeyen bir miktar
likit para ve emek tarafında da işsizlik ve eksik tüketim olarak kendini
gösteriyor. Bu durum analiz edildiği zaman, tarihsel olarak da baktığımızda
belli çözümleri var ve bu çözümler otomatik olarak harekete geçirilmeye
başlanıyor ve büyük ölçüde devletler bu işte aracı oluyorlar.
Bu çözümler için Davit Hurby “Special and Temporial Fix” kavramını
kullanıyor. Kitabı Türkçe’ ye “Sabite” olarak çevrilmiş. Aslında biraz eksik bir
çeviridir. Şöyle demek istiyor Hurby: Zamana ve mekana ilişkin bir çözüm
kısaca bir yere yerleşmek ve orada kalmak anlamında. İhracat olarak burada
satamadığınızı başka mekanlara gönderiyorsunuz, burada üretemediğiniz
kapasiteyi söküp başka yere götürüp orada çalıştırmaya çalışıyorsunuz, burada
yapılamayan parayı başka bölgelere gönderiyorsunuz. Bu para kısmı özellikle
hem zamana, hem mekana ilişkin bir çözüm oluyor, yani buradaki para başka
bir mekana gidip orada değerleniyor, hem de zamana ilişkin çözümler
üretiyorsunuz. Paranın getiri sorununu uzun vadeli verebildiğiniz ölçüde, uzun
vadeye yayarak değerlendirme ve zamana katarak çözmeye çalışıyorsunuz.
Mali sermaye de özgün bir sermaye, mülksüzleştirme kapasitesi olan bir
sermaye, fahiş faizlerle, ucuza kapatmayla ve spekülasyonla normal ekonomik
ilişkilerin dışında birikmiş servetlere de el koymak olanağına sahip, dolayısıyla
mülksüzleştirerek de buraya servet transfer edebiliyorsunuz.
Ama bu bazen yetmiyor, devletler araya giriyorlar, askeri operasyonlar
gerçekleştiriyorlar, yani ilhak ediyorlar, işgal ediyorlar, talan etmelerine olanak
veriyorlar. Netice itibariyle bazı coğrafyalar bu işlerin olabilmesi için gerek
siyasi araçlarla, gerek askeri araçlarla gerekse ekonomik araçlarla kontrol
altına alınıyor. Mesela IMF programları, Avrupa’nın dayattığı bu Kopenhag
Kriterlerine uyum süreci paketleri hep bunlara dikkatle baktığınızda,
uygulandıkları bölgedeki ilişkileri değiştirmeye başlıyorlar; ekonomik, sosyal
ilişkileri değiştirmeye başlıyorlar, yani yeni bir yapısal, kurumsal uyarlılık
oluşturmaya çalışıyorlar ki sermaye buraya geldiğinde rahatça çalışabilsin ve
değerlenebilsin.
Buradan küreselleşmeye dönersem şunu söylemek istiyorum: Bize 90’ların
başında küreselleşme diye tanıtılan olay, aslında 1980’lerin ortasında başlayan
ve küresel düzeyde zamansal ve mekansal bir düzenleme, yani kredi yönetme
11
politikasından başka bir şey değildir. Bize sundukları mitolojik özelliklere de
hiçbir şekilde sahip değil. Şimdi bunu göstermeye çalışacağım.
Çok geriye gitmeyeceğim, 1968-1973 arasını hemen bir hatırlayalım. Ne var
1968-1973 arasında? Büyük sosyal hareketler var. Neredeyse 1848
devrimlerini andıran bir şekilde -o şiddette olmasa bile- Avrupa’nın her
tarafında aynı zamanda Türkiye’ye, Latin Amerika’ya da bulaşık bir toplumsal
sarsıntı var.
Tarihe baktığımızda her büyük krizin böyle açıldığını görüyoruz; büyük
toplumsal kargaşayla başlıyor bu iş. Bunun teorik nedenleri var aslında ve krizi
nasıl tetiklediğine ilişkin açıklamaları da mümkünse tartışabiliriz, ama bunu
şimdilik bir tarafa bırakalım.
1970’lerin başına geldiğimizde ciddi problemlerle karşı karşıya kaldık. Petrol
krizi var, çok ciddi bir resesyon söz konusu, para sistemi sarsıldı ve dolar
altından koptu, demek ki 70’lerin başında garip bir dönem başladı. Nitekim
Economist dergisinin 1974’te yayınladığı “Kemerlerinizi Bağlayın İnişe
Geçiyoruz” diye çok tarihi bir makalesi vardır, bazen ben de yazılarımda
çalarım o başlığı. Kısaca “50’den beri süren dönem bitti, şimdi çok kasisli bir
yola girdik, bu dönem uzun bir süre devam edecek” diyordu. Gerçekten de
geriye dönüp baktığımızda bir yapısal krize girdiğimizi ve o zamandan beri de
bunun devam etmekte olduğunu görüyoruz.
Peki, 70’lerde ne oldu? Mekansal ve zamansal çözüme ilişkin benzer işler
olmaya başladı. Merkez ülkelerden çevre ülkelere borç halinde büyük miktarda
para transfer edilmeye başlanıldı. Çok uluslu şirketlerde çevre ülkelere doğru
büyük bir hareketlenme var ve o zamanın literatürüne bakarsanız, 70’lerin
sonunda, 80’lerin başındaki sanayileşme, emperyalizm gibi literatüre
bakarsınız, çokuluslu şirketlerin analizleri üzerine, dünya fabrikaları, üretim
platformları gibi tartışmaların egemen olduğunu görürsünüz, çünkü gerçekten
ciddi bir patlama vardır ve aynı zamanda o dönemde yeni sanayileşmekte olan
ülkeler yani “New Industry Country” kavramı girdi ve merkez ülkeler
“buradan gelen mallar bize ne yapacak?” gibi tartışmalara başladılar. Çünkü
çok uluslu şirketler gittikleri yerlerde fabrikalar kuruyorlar, üretim yapıyorlar
ve oradaki sanayiyi hızlandırıyorlardı. Bu süreç döviz piyasalarında dolarla
altın koptuğu için oluşmaya başladı ve 1982’de kırıldı. Yani nedir 1982’de bu
süreci kıran olay? 1982’de Meksika moratoryum ilan etti, “borcumu
ödemiyorum” dedi ve bütün dünya bir borç kriziyle karşı karşıya kaldı. Çünkü
bu çevreye kaçış birden bire çevrede uyumlu bir mekanla karşı karşıya
kalmadı. Gelen para buraya gömülüyor, fakat çıkamıyor bir daha buradan.
12
İşte bu borç krizi nasıl çözülecek şeklinde tartışılırken,1980’lerin ortasında
bunun yolunu buldular. 1985-1986’da IMF’nin görevi değiştirildi, Dünya
Bankasının görevi değişti ve bunların ikisi “yapısal uyum” kavramını
kullanmaya başladılar. Yani bu ülkeleri borç ödeyebilecek biçimde yeniden
düzenleyeceklerdi.
80’nin başında enteresan bir gelişme var, Reagen Amerika’da, Thatcher
İngiltere’de, ülke içinde yapısal uyumu değiştirmeye çalışıyorlar. Yeni
liberalizm geliyor, Keynesçilik gidiyor, emek hareketine ciddi saldırı var,
emeğin kazanılmış hakları gidiyor. Sendikalara saldırı var, özelleştirmeler
hızlanıyor. Yani onlar merkez ülkedeki kurumsal yapıyı değiştirmeye
çalışırken, IMF ve Dünya Bankası 1985-1986’dan itibaren kolları sıvayıp
dünyanın geri kalanında borçlu ülkelerin yapılarını şekillendirmeye başlıyorlar.
O zamanki söylem şu: “Bu ekonomileri borçlarını ödeyecek hale getireceğiz,
gelişmeye uyduracağız”; aradan uzun yıllar geçmesine rağmen hiçbiri borcunu
ödeyecek hale gelmedi, büyük bir kısmı da battı. Sık sık battı üstelik, hatta bu
1980-1994 Meksika krizinde Meksikalı bir iktisatçı diyor ki “yetti yahu,
kurtarıla kurtarıla bir hal olduk. 1980’den beri tam kurtarıyorlar, 10 yıl sonra
yine batıyoruz, bir kurtarıyorlar yine batıyoruz.’’ Çünkü IMF’nin görevi
aslında buraları borç ödeyecek hale değil, borç verebilecek hale, borçların
çevrilebileceği hale getirmekti ve aynı zamanda da buralardaki coğrafyayı
sermayenin serbestçe girip çıkabileceği ve gerektiğinde istediğini satın
alabileceği, istediğini üretilebileceği sürekli, kesintisiz, sınıfsız bir alana
dönüştürmekti, yani küreselleşme denilen olayı gerçekleştirmekti.
Bu böyle süregeldi, 90’larda bu hızlandı. Yükselen piyasalar kavramını
hatırlayın. Washington Konsensi ya da Washington mutabakatı, yani IMF
kavramı politikaları yaygınlaştı, 90’ların sonuna doğru MAI, yani Çok Taraflı
Yatırım Anlaşması Dünya Ticaret Örgütüne doğru bu süreç gittikçe değişti,
hatta Çok Taraflı Yatırım Anlaşması adeta tüm bu dünyanın anayasası olacaktı,
olmadı. Ama 70’lerin başında başlayan yapısal krize, 80’lerde başlayan ve
1990’larda hızlanan yapısal uyum süreci eklendi. Ama 1990’larda başka bir
olguyla karşılaştık, hatırlarsanız 90’larda neredeyse her yıl kriz oldu. 1992’de
Sterlin krizi oldu, 1993’te bir daha oldu, 1993-1994’te Meksika krizi oldu,
sonra Türkiye’de bir kriz oldu, 3 sene sonra 1997’de Asya krizi oldu, 1998’de
devam etti, Brezilya’da kriz oldu, 1999-2000’lere geldik Arjantin’de kriz oldu,
ondan sonra Türkiye’de bir daha kriz oldu. Sürekli krizler içinde yaşıyor
dünya ekonomisi, ama burada esas 1997 krizi çok önemlidir. Çünkü 1997’deki
Asya krizi tüm bu yeniden mekan düzenleme politikası olarak karşımıza gelen
küreselleşmenin de enerjisinin tükendiğini ve artık görevini yerine getiremez
hale geldiğini bize gösteren ilk önemli işaret oldu. Çünkü aynı anda da
küreselleşmenin temel prensipleri bu krizle beraber tartışılmaya başlanıldı.
13
Bir tanesi nedir? Sermayenin serbestçe dolaşımı, hemen makaleler ortaya
çıkmaya başladı. Hem de sağ taraftan çıktı, solcular zaten baştan beri bu işin
sonunun felaket olacağından şikâyet ediyordu. Sermayenin serbest
dolaşmasının hatalı olduğu anlatılmaya başlandı. İki sene önce Economist
uyandı ve “biz hiçbir zaman serbest dolaşım dememiştik ki nereden çıktı?’’
diye bir görüş ifade etti. Sermayenin serbest dolaşması konusunda bir problem
var, ama mallar serbestçe dolaşabilir diyor. Eli kulağındadır, Çin ekonomisi
hızla yavaşlasın ve
bir fazlalık ortaya çıksın, onu da tartışmaya
başlayacağımıza hiç şüphem yok benim.
Hemen 1997’e getirip şöyle devam edeyim. Asya krizi biliyorsunuz
Tayland’da başladı ve hızla yayıldı. Hatta o zaman bu krizin bulaşıcılığından
konuşuldu. 1999-2000’de “yeni ekonomi” diye bir şey vardı Amerika’da
biliyorsunuz teknolojik devrimle birlikte ve herkes oraya doğru gidiyordu,
onun hisse senetleri borsası çöktü, ondan sonra peş peşe genel olarak sanayiyi
izleyen büyük borsalar çöktüler, hemen 1999-2001 arasında şirket skandalları
başladı, Enron, Wordcom, gibi peş peşe gelmeye başladı ve dünya
ekonomisinde âdeta böyle bir frene basma gibi, acı bir fren sesi var 2001
yılında. Neredeyse camdan çıkılacak. Ticaret hızı düştü. Büyüme hızı 7.4’den,
2.4’de düştü ki, 2.4 ülke ekonomilerinde negatif büyüme, resesyon sınırı olarak
gözükürken dünya ekonomisinde 2.5 resesyon sınırı olarak kabul edilir.
Dolayısıyla resesyon sınırına indi ve tartışma şuna döndü. Bir anda köpükler
patladı, köpük sonrası ekonomi kavramı geldi, borsa köpükleri patladı ve
ortada olağanüstü bir fazla kapasite olduğu ortaya çıktı. Mesela herkes fiber
optik kablo yapıyordu, olağanüstü bir telekomünikasyon hareketliliği var
90’ların ortasında. Her tarafta internet kuruluyor hesabı.
Borsalar çökünce bir baktık ki 700 milyar dolar borcun altında duruyor kablo
şirketleri. Yani kendi ürettikleri kablolara dolaşmış vaziyette kalmışlar ortada.
Ne yapacaklarını bilmiyorlar bu kabloları. O aralarda cep telefonları yeni
olmasına rağmen birden bire çok fazlalık olduğu ortaya çıktı, mikro çipte
fazlalılık olduğu ortaya çıktı. Zaten otomobil demir, çelik v.s.’de fazlalık vardı.
“30’lara mı dönüyoruz, resesyon mu başladı, deflasyon mu oldu denilmeye
başlanıldı. Hatta Federal Reserver’ in bu konuda bir raporu var “olabilir” diye.
O dönem herkes, gördüğünüz gibi dünyada bir talep yetersizliği var, merkez
ülkelerden talep yetersizliğini karşılamak mümkün değil, çevre ülkelerde
talebin güçlenmesi gerekiyor, dedi. IMF politikasını uyguladığınız yerde talep
düşüyor, yoksullaşıyor bu insanlar, tüketim yapamaz hale geliyorlar. IMF
politikaları aslında krizi derinleştiriyor. Metzel Raporu var 2000’de, Amerikan
Kongresi tarafından hazırlanan, IMF’yi yerden yere vuruyor ve “bunu
kapatmak lazım, bu bir beladır, şu andaki koşullara uygun değildir” diyordu,
ama kapanmadı. Ama Latin Amerika’da mesela kimse IMF’yi dinlemiyor,
14
bizim gibi kelepir ülkeler birkaç tane kaldı dünyada IMF’yi dinleyen ve onunla
beraber hareket eden.
Sonra Uzakdoğu’da iç pazara yönelik bir deneme başladı. Tayland’da başladı
ilk önce, ardından Çin ve Filipinlerde uygulanmaya başlanıldı, yani hükümetler
döndüler kendi halklarının tüketim kapasitesini artırabilecek, talebini
artırabilecek politikalar uygulamaya. Tarıma dayalı sanayileri güçlendirmeye
başladılar, ev sektörünü güçlendirmeye başladılar ve nihayet bu manzarayı
tamamlamak için 1999 Seattle’ ı hatırlamak lazım. Küreselleşmeye karşı
muhalefet ortaya çıktı, Dünya Ticaret Örgütünün gelişmesi tıkandı ve iki sene
boyunca sürekli bu muhalefet büyüdü. Dolayısıyla bir mekan düzenleme
operasyonu olarak küreselleşmenin fazla kapasitenin yeniden ortaya
çıkmasıyla, aşırı üretim krizinin yeniden su yüzüne çıkmasıyla beraber artık
miladını doldurduğu söylenebilir. Burada şöyle bir sorunla karşı karşıya
kalıyoruz ve buradan Ortadoğu’ya tekrar dönebiliriz.
Esas sorun aslında fazla kapasite sorunu, yani aşırı üretilmiş sabite haline
dönüşmüş sermaye. Tarihte böyle durumlar olduğunda büyük savaşlar olmuş.
Örneğin 1929’daki büyük kriz fazla kapasite sorunudur. Avrupa’nın dümdüz
edilmesiyle çözülmüş ve yeniden inşası süreci başlamış. Yani ne diyorlar buna,
yaratıcı yıkım süreci yaşanıyor kapitalizmde zaman zaman. Bunun yavaş yavaş
ekonomik koşullarda olması mümkün, ama bazen de tarihte çok sık ve çok
büyük felaketler halinde ve büyük çaplı gerçekleşiyor. Çünkü hiç kimse kendi
bölgesindeki kapasitenin ortadan kaldırılmasına izin vermek istemiyor. Çünkü
kendi bölgenizde kapasitenin ortadan kaldırılması demek, fabrikaların
kapanması, insanların işsiz kalması demektir. Peş peşe gelen hükümetlerseniz,
bunun yaratacağı sosyal sorunlarla ilgilenmek zorundasınız. İşsizlere bakmanız
lazım, iflas edenlerin borçlarıyla uğraşmanız lazım ve sosyal muhalefete hesap
vermeniz lazım “bu rezalet neden oluyor” diye açıklama yapmak
durumundasınız. Bundan dolayı büyük ülkeler, başka ülkelerdeki kapasiteleri
yok etmeye çalışıyorlar ki, kendilerine yeni alan açabilsinler. Örneğin bir
tekstil firması Güney Afrika ülkesi Nijerya’daki tekstil sektöründeki üç
fabrikayı tamamen satın aldı ve sonra da kapatıp gitti. Çünkü bu fabrikalar
kendisine rakip ve Afrika’da kendi ürettiği malı satmak istiyor.
Daha büyük çapta gelişleri de oluyor, mesela ellerindeki parayla yeni yatırım
yapmak yerine gelip sizin fabrikanızı satın alıyorlar, aldıkları bu fabrikayı ya
kapatıp arazisini de kesip biçip satıyorlar ya da sizi kendi üretim kapasitesine
katıyorlar. Böylece kapasiteyi yeniden düzenlemeye başlıyor ve dağıtıyorlar.
Sürekli olarak yeni bir alan bulunacak ve sermaye o alana doğru gidecek ve o
alan yeniden düzenlenecek. Yıkım olasılığı büyük devletler arasındaki rekabeti
hızlandırıyor, herkes birbirinin pazarına dalmak istiyor, mekana ve zamana
15
kaçışta aynı coğrafyalara göz dikiliyor. Yeniden paylaşım, sömürgeleştirme
dinamiği burada söz konusu olmaya başlıyor.
Yeni bir mekansal ve zamansal çözüm var, peki bakalım nerede bulunabilir bu?
Avrupa böyle bir alan değil, ağzına kadar fazla kapasiteyle dolu, krizin
merkezlerinden biri. Amerika mümkün değil, fazla kapasitenin yoğun olduğu
bir yer zaten, kendi kapasitesini dışarıdan aldığı parayla sürdürmeye çalışıyor.
Japonya 90’lardan beri deflasyon ortamında, sırtında büyük bir fazla kapasite
var, bu fazla kapasiteyi dışarıya kendi bölgesine göndermeye çalışıyor. Çin’de
gerçekten bir zamansal ve mekânsal düzenleme için büyük bir alan var, ama
Çin’in bunu kimseye kullandırmaya niyeti yok. Kendi pazarını planlı bir
şekilde yavaş yavaş açıyor ve kendi kapitalizmini güçlendirmek için
kullanıyor. Çünkü ileriye dönük hegemonya gibi bir güç olmak projesiyle
kendini düzenliyor. Öyle girip kolay kolay kullanılabilecek bir alan değil.
Putin’ den önce Rusya olabilirdi, ama petrol fiyatlarının da yardımıyla
Rusya’da restorasyon yaşanıyor, devlet güçlendiriliyor, özel enerji
kaynaklarına el konulmaya başlandı, kendi yönetimi altında toplamaya
başlıyor, merkezileşiyor. Dolayısıyla buraya da girip de kimse babasının
çiftliği gibi kullanmak şansına sahip değil.
Afrika korunaklı bir bölge. Ama Kuzey Afrika’nın altına böyle baktığınızda
yangın yeri gibidir, orada bir şey yapmak mümkün değil. Zaten derinliği yok
ekonomisinin, emebileceği sermaye çok sınırlı, altyapı çok zayıf, tasfiye
edecek kapasite de yok orada.
Latin Amerika uygun bir bölge, ama anti IMF, anti Amerikan bir dalga var,
hemen hemen son 5 yılda bütün hükümetler sol eğilimli hale geldi ve IMF
politikalarını dikkate almıyorlar. Serbest piyasa politikasını kendilerine göre
kesip biçip düzenlemeye çalışıyorlar. Yani nereye doğru gittiğini fark ettiniz
siz de, geriye sadece Kuzey Afrika, Ortadoğu ve Kafkaslar kalıyor. Tam bu
sırada bu teorik konuyu konuşurken, yani bu teorik konu gündeme geldiğinde
birtakım fiili değişiklikler ortaya çıktı. Bir 11 Eylül oldu ve hemen arkasından
yeni savunma stratejisi devreye girdi ve bu savunma stratejisinin genel
özellikleri şöyle: Yeni bir gücün Amerika’ya karşı yükselmesini kesin bir
şekilde engellemek, tamamen mutlak olarak rakipsiz ve askeri teknolojik
üstünlük oluşturmak, enerji güvenliği dolayısıyla hareketini denetim altına
almak, yeni bir güvenlik paradigması oluşturmak, Avrupa’yla Amerika’yı
birbirine kilitlemek ve bu beşincisi benim en çok sevdiğim, tüm coğrafyaları
değişik zamanda ve derinlikte Amerika’nın girmesine açık tutmak. Yani
ordumuz, “Başkanımızın emri üzerine istediği coğrafyaya istediği zamanda
kalmak ve istediği derinlikte girebilecek koşulda olmalıdır” diye tam da
zamana ve mekansal sabiteye uygun bir madde koymuşlar.
16
Peki, o zaman ne oluyor diye düşündüğümüzde hemen gayet açıklıkla
söyleyeyim: Daha önce de hegemonyacı konumda olan Amerika, yani hem
ekonomik kültürel liderliğiyle kapitalist dünyayı peşinden sürükleyen ve bunu
da askeri kapasitesiyle koruyan Amerika, askeriyle ekonomik ve kültürel
sürükleme özelliğini ve liderliğini kabul ettirme gücünü yavaş yavaş
kaybetmeye başlayınca ayakta kalabilmek için askeri gücüne dayanmaya
başlamaya karar vermiş, şuan da iktidarda olan muhafazakar ekip 1990’ın
başından beri bunu savunuyor. Bu ekip iktidara geldi ve bu politika hayata
sürüldü. Bu hegemonyacılıktan farklı olarak kabul ettirmeye değil, dayatmaya
ve ilhak etmeye, katmaya yönelik bir politika veyahut da buna bir imparatorluk
refleksi demek mümkün. Zaten kendileri “American Imperail” kavramını 90’ın
ikinci yarısında kullanmaya başlamışlardır.
Büyük Ortadoğu Projesine Orta Asya’yı da eklediğiniz zaman şöyle özellikleri
var buranın: Burası jeopolitik olarak özel bir yerde duruyor. Yani dünyanın en
büyük kara kütlesi denilen Avrasya’nın tam altında duruyor. Haritanız olsaydı
belki daha kolay gösterebilirdik. Bu kara kütlesine şöyle baktığımızda burada
Avrupa var, burada Rusya var, Çin var ve bunun arkasında da enerji kaynakları
bu bölge üzerinde, ama sadece enerji kaynakları değil, enerji yolları da hem
Batı Asya üzerinden, hem de Doğu Akdeniz üzerinden bu bölgeye ait. Ama
ilginç bir şekilde Amerika’nın hinterlandı değil burası. Amerika’nın hinterlandı
Atlas Okyanusu’nun öbür tarafında yer alıyor.Oradan imparatorluk kurmak ve
bunu kontrol etmek çok zor. Yani deniz kuvvetlerinde buna ilişkin yüzer
platform projeleri falan var, ama bunlar ileriye dönük kurgubilim gibi
şeylerden öteye gitmiyor. Dolayısıyla bu bölgede üsler sahibi olmak gerekiyor;
yani Amerika’nın kendi emperyal politikasını sürdürebilmesi için ayak izi
olması gerekiyor bu bölgede.
Bölgenin ekonomik olarak da şöyle özellikleri var: Çok genç bir nüfusu var.
Nüfusun %45’i 15 yaşın altında. Yoksul bir bölge, üstelik de 80’lerden bu yana
özellikle Arap bölgelerinde, Körfez bölgelerinde ciddi gelir kayıpları söz
konusu oldu. Burada gecikmiş ve tatmin edilmeyi bekleyen bir tüketim var ve
bu tüketim ikinci yarıda bahsedeceğim gibi bir kültürel bombardıman altında
televizyonla, basınla, yayınla sürekli canlı tutuluyor. Yani malları görüyorlar,
ama alacak imkanları yok. Ama dünyada malların olduğunu biliyorlar. Burada
bir gecikmiş tüketim kapasitesi var. Demek ki buraya bir kredi mekanizmasıyla
parayı sokarsak eğer, hem para burada değerlenir, kredi olarak zamana
yaymaya başlarız, hem de bu gelen para burada tüketim kapasitesi yaratır ve bu
tüketim kapasitesi hem Amerika, hem Avrupa ve dünyanın geri kalanı için bir
talep yaratır ve mal çekmeye başlar. Dolayısıyla fazla kapasiteye bir çare
olabilir.
17
Özelleştirilecek çok işletme ve kaynak var burada; başta petrol olmak üzere ve
çoğu bunların devlet işletmesi durumunda. Dolayısıyla buraları özelleştirilerek,
çok ucuza kapatılarak, el değiştirilerek imha edilip yerine büyük şirketlerin
mekanizmaları kurulabilir; çünkü üretken sermayenin değerlendirebileceği bir
alan burası. Aynı zamanda yeni bir alan olduğu için altyapı yatırımları çok
zayıf dedim, dolayısıyla devletlerin serbest piyasaya uyum sağlaması için bir
sürü altyapı yapması gerekecek, yollar, telekomünikasyon, internet, su,
kanalizasyon gibi bunlar için çok ciddi yatırım alanı bu ve dünyada en büyük
fazla kapasite şu anda gayrimenkul piyasalarında var. İşte Burton gibi bir
büyük şirket bu bölgeye girerse, liman yapacak, yol yapacak, havaalanı
yapacak, belediye işlerini üstlenecek. Muazzam bir iş kapasitesi var. Irak’ın
yeniden inşası gerçekleşebilir ve tatbik edilebilirse sermayenin götürülebileceği
ve değerlendirilebileceği alanlar açısından, müthiş bir merkez olma özelliği
var.
Dünyanın enerji kaynaklarının burada oturduğunu biliyoruz. Hem enerji
kaynaklarının üzerine oturuyor burası hem de demografik anlamda saatli
bomba gibi. Şunu kastediyorum, nüfusu büyük bir hızla artıyor buranın ve bu
nüfusu doyuracak petrolden başka kaynağı yok buranın. Dolayısıyla bu nüfus,
üstelik de rejimler demokratik özellikleri olmayan rejimler, yani nüfusu
uyutma şansına pek sahip değiller. Nüfusun enerjisini demokratik kanallarla
çekecek durumda değiller. Dolayısıyla bir noktada bu yükselen genç nüfusla bu
rejimlerin kafa kafaya gelmesi kaçınılmazdır.
Zaten Usame bin Ladin’in de uzun vadeli stratejisi burayı bu şekilde
dinamitlemek ve ele geçirmek şeklinde ki bunun da herkes farkında.
Dolayısıyla hegemonyacı, imparatorlukçu bir harekete başladığınız zaman,
müdahale edeceğiniz hiçbir neden olmasa bile sırf bu demografik saatli
bombanın enerji kaynaklarının üzerinde oturuyor olmasından dolayı buraya bir
şey yapmak gerektiğini düşünürsünüz.
Dolayısıyla Büyük Ortadoğu Projesi tüm bu nedenlerden dolayı çok uygun bir
projedir. Hem zamana ve mekana kaçışa ilişkin, hem imparatorluk projesinin
dünyayı kontrol etmesine ilişkin bir proje ve küreselleşmenin iflas etmeye
başlamasıyla ya da yetersiz kalmaya başlamasıyla beraber gündeme gelmiş bir
projedir. Dolayısıyla küreselleşmeden Büyük Ortadoğu Projesine böyle
geçmek mümkündür.
Burada bitirirken şöyle bir şey söylemek istiyorum: Çok ironik bir durum var
ortada. İkinci bölümde de değineceğim gibi küreselleşme tüketimi çok
hızlandırdı ve çevresel sorunlara neden oluyor. Tüm bu bölgeyi serbest
piyasaya açarak tüketiminin arttırılmasına hazırlanılıyor, ama daha ironik olanı
şu: Küresel ısınma açısından petrol tüketimi, yani hidrokarbon tüketimi önemli
18
bir bela, insanlar gezegenin başını belaya sokacak, yani tüketildikçe gezegeni
yok etmekte olan bir malı daha kolay tüketmek için birbirlerini öldürmeye
çalışıyorlar. Bunu da ikinci bölümde anlatmaya çalışacağım.
19
KÜRESELLEŞME VE GENİŞLETİLMİŞ ORTADOĞU PROJESİ
- II -
Dr. ERGİN YILDIZOĞLU- İlk bölümde anlattıklarıma şöyle bir tepkide
bulunmak olanaklı. Ne olacak yani işte kapitalizm de zaten sık sık krize
giriyor, işte bu da krizlerinden bir tanesi. İsmet İnönü’nün dediği gibi “yeni bir
dünya kurulur, biz de yerimizi alırız bu krizin içinden” Bildiğiniz gibi kriz
zaten sadece yıkıcı değil, aynı zamanda yeni olasılıkların doğmaya başladığı
bir ortamdır; bu da geçer ve yeni bir döneme yeni olasılıklarla birlikte
açılabiliriz. Küreselleşme gider, yerine daha istikrarlı bir dünya gelir gibi şeyler
olabilir. Evet, uzun bir karışıklık dönemi olabilir önümüzde, ama sonunda
buradan çıkarız. Çünkü tarihte hep böyle olmuştur. Yani uzun karışıklık
dönemlerinin ardından kapitalizm kendisini yenilemiş olarak çıkmış ve yoluna
devam etmiştir.
1911-1946 arasına bakarsanız iki büyük savaş, faşizm, devrimler, iç savaşlar
var. Bütün bunların ardından 25-30 senelik sakin bir dönem yaşanmış, çok
büyük çaplı savaşlar yok, Irak’ın başında boza pişiyor, ama dünyanın geri
kalanı da pek bir şey yok diye düşünülebilir.
Bunun çok iyimser bir yaklaşım olduğunu düşünüyorum. Çünkü bu seferki
küreselleşme dalgası öyle bir yere getirip kilitledi ki bizi, zaman çok hızla
geçiyor ve buradan çıkma şansımızı hızla kaybediyoruz diye düşünüyorum.
Yani çok ağır bir şey bu söylediğim. 500 yıllık burjuva ya da kapitalist
medeniyetin sonunun gelmiş olabileceğini düşünüyorum. Bu da sorun değil, ne
olacak denilebilir. Geçmişte de feodal medeniyetler yıkıldı, yerine kapitalist
medeniyet geldi. Kapitalist medeniyet de yıkılır, çöker gider yerine post
kapitalist bir şey olur, belki de sosyalist, hatta komünist bile olur. Dolayısıyla
yeni dünya kurulur, yerimizi alırız diye de düşünebiliriz. Fakat biraz sonra
dilim döndüğü kadar anlatmaya çalışacağım öyle bir sorun var ki, buradaki
özgür uygarlık sorunu genel bir uygarlık sorunuyla çakışmaya başladı. Yani
dünyanın tümünün, yani insanlığın tarihsel olarak uygarlığını tehdit eden, bu
türün devamını tehdit eden bir noktaya gelmeye başladı. Hani bu vahim lafını
kullanıyorum, ama durum bu açıdan vahimdir. Bunu anlatmaya çalışacağım.
20
Bunun da esas faturasını bir taraftan kapitalizme çıkaracağım tabii ki, ama bir
taraftan da son 25-30 yılda küresel serbest piyasa oluşturma çılgınlığıyla
başlayan büyük metalaşma ve sermaye dolaşımı süreciyle ilişkilendirmeye
çalışacağım.
Yine belki bir iki şeyi hatırlamakta fayda var. Bunları biliyorsunuz,
kapitalizmin doğası olan şeyler, bildiğimiz şeyler, ama bir altını çizelim.
Kapitalizm piyasa içinde üretir, ücretli emek kullanır ve karını sürekli
arttıramadığı müddetçe krize girmeye ve dağılmaya başlayan bir üretim
tarzıdır. Dolayısıyla sürekli kar etmek zorunda. Kar edebilmesi için de sürekli
üretmek zorunda. Üretimi devam ettirebilmek içinse ürettiği malları satması
lazım. Bunun için de sürekli olarak tüketimi körüklemesi lazım. Ama insan
ihtiyaçları sınırlı, dolayısıyla bu sınırlara doğru yaklaşmaya başladığında bu
sefer yeni gereksinimler üretmeye başlaması lazım ve dolayısıyla hem tüketim
artmalı, hem tüketim gereksinimi artmalı. Kapitalizmin böyle bir dinamiği var.
Hatta Marx, Grundrisse’ de çok büyük bir öngörüyle bunu saptıyor, diyor ki
“kapitalizm önce yeni üretim noktaları kurarak genişler ve ondan sonraki
aşamada yeni tüketim noktaları üretmeye başlayarak, yeni ihtiyaçlar üretmeye
başlayarak genişler”. Adam 150 sene sonra içine düşeceğimiz dinamiği o
zaman mantıksal olarak yakalamış. Kapital’de yok bu tespiti, ama kendi notları
arasında var.
Bir özelliği daha var kapitalizmin; yaptıklarını sık sık yıkıyor ki yeni yatırım
alanları açılsın. Binalar yapılıyor, yıkılıyor, ama bir taraftan da fazla
ürettiklerini de tüketmek zorunda, ya da tüketemezse bir yerlere tıkıp
bekletmek zorunda. İşte biliyorsunuz, hala oluyor mu bilmiyorum, ama
çocukluğumda fiyatlar düşmesin diye denize domates, patates vb. dökülürdü
fazla üretildiği için. Şimdi ise daha trajik bir durum var: Afrika’da millet
açlıktan ölürken Avrupa Birliği’nin gıda depolarında etler, sütler duruyor ve
oraya kimse bunları tüketsinler diye göndermiyor. Amerika ve Avrupa’da aşırı
tüketimden dolayı, aşırı beslenmeden dolayı ortaya çıkan sorunları çözmek için
sadece Amerika’da yılda 11 milyar dolar harcanıyor. Öbür tarafta ise insanlar
malum açlıktan ölüyor. Kapitalizm yani bildiğiniz çok genel bir kurum, ama
bu olayın tuhaflığını göstermek açısından önemlidir.
Küreselleşme döneminde ne oldu diye tekrar geri dönersek, kapitalist ilişkiler
daha da yaygınlaştılar ve derinleştiler. Bu demektir ki, üretim ve tüketim
süreçleri ve normları daha da yaygınlaştı ve derinleşti, dolayısıyla kapitalizmin
sorunları daha da yaygınlaştı, derinleşti. Bir sonraki krizle karşı karşıya
kaldığımızda da çok daha geniş çaplı kalmak durumundayız. Bu noktada
kapitalizmin geldiği üretim, tüketim ve enerji gereksinimi üzerinde
yaşadığımız gezegenin kaynakları üzerinde dayanılmaz bir baskı yapmaya
21
başladı. Yani madenlerin çıkarılması, enerjinin çıkarılması, kerestenin
sağlanması, suyun kullanılması, gıdanın üretilmesi devam edemeyecek bir
noktaya, üzerindeki nüfusu taşıyamayacak bir noktaya gelmeye başladı. Bir de
buna ek olarak küresel ısınma diye bir sorunla karşı karşıya kaldık. Geçtiğimiz
50-60 yıl içinde, çevre kirlenmesi olmasa bile bu başlı başına büyük bir bela.
Çünkü bunun etkisiyle su kaynakları tahıl üretimi, kimi canlıların yaşadıkları
eko sistem yok oluyor. Ayrıca, küresel ısınmanın etkisiyle iklim sisteminde
istikrarsızlıklar oluşmaya başlıyor. Dediğim gibi çevresel kirlenme olmasa bile,
küresel ısınmadaki trend başlı başına gezegen üzerindeki tüm canlıları,belki
karafatmalar filan hariç yok etmek kapasitesine sahip.
Çok çarpıcı bir istatistik vermek istiyorum: Bugünkü trendler devam ederse,
önümüzdeki yüzyılın sonuna kadar dünyanın ısısının 6 derece yükselmesi
bekleniliyor. Ama bundan önce, yani 600 milyon yıl önce dünyanın ısısı 6
derece arttığı zaman üzerinde yaşayan türlerin yüzde 95’i yok olmuş; böyle bir
fark yaratmış 6 derece. 1 veya 2 derece arttığı zaman tüm tarım sistemleri allak
bullak olmaya başlıyor. Bu yılın başında artık bu konuda borazanla
bağırılmaya başladı. Birleşmiş Milletler bünyesinde Hükümetler Arası İklim
Değişikliği Panelinin Başkanı Dr. Rajendra K Pachauri bir oturumda şöyle
diyor: “Çevre kirlenmesinin neden olduğu küresel ısınma çok tehlikeli bir
düzeye ulaştı, neredeyse gecikeceğiz, engelleme noktasını geçecek.” Bugüne
kadarki en geniş iklim araştırması Oxford Üniversitesi’nde yapılmış deniliyor.
Bu araştırmanın sonuçları durumun, Hükümetler arası Panelin vurgularından
iki kez daha kötü olduğunu gösteriyor. Şubat ayında dünyanın önde gelen 200
iklim değişikliği uzmanı, bizim Tony Blair’ in çağrısıyla, -adam hiçbir işe
yaramaz, ama buna yaramış besbelli ki- Excite Üniversitesinde toplandı. Bu
uzmanlar bir rapor hazırladılar ve insanlık gözlerini kapatmış bir biçimde
dünyanın sonuna doğru yürüyor dediler. Mart sonunda doksan beş ülkeden
1300 bilim adamının altında imzası olan bir rapor yayınlandı ve “dünyanın
uçurumun kenarına geldiği” söylendi. Çünkü dünya için yaşamsal öneme tabi
24 ekosistemden 15’i ciddi ölçüde, belki de bir daha onarılamaz biçimde hasar
gördü diyor rapor. Bunun son 50 yılda ve özellikle son 20 yılda gerçekleştiğini,
ekonomik gelişmelerin etkisiyle, aşırı tüketimin ve kaynakların hesapsız
kullanımının etkisiyle oluştuğunu ifade ediyor ve şöyle devam ediyor: “Aşırı
tüketim ve kaynakların hesapsız kullanımı insanlığı bir felaketin eşiğine
getirmiştir.”
Washington’da Worldwatch Institute var, “Dünya Gözlem Enstitüsü”, ilk kez
15 yıl önce ekonomik koşullarla çevre koşulları arasındaki ilişkileri araştıran
bir değerlendirme yapmış ve Enstitünün o zamanki başkanı şöyle demişti:
“Önümüzde en fazla 40 yıl kaldı, eğer 40 yıl içinde tedbir alamazsak, geri
dönülemez bir noktaya geleceğiz”. Açıklamanın üzerinden 15 yıl geçti, hiçbir
22
tedbir yok ortada. Kyoto Antlaşması var, ama imzalayanlar bile uymuyorlar.
İmzalamış olanların çalışmaları hedeflerin ancak %30’u ile %47’si arasında.
Alman Hükümeti’nin bu konuda bir araştırması oldu: “Bugünkü düzeyi
koruyabilmemiz için Kyoto’ nun hedeflerini 4 kat arttırmanız lazım ” diyor.
Peki, bu kuramsal işler bizi nasıl etkiliyor bugün? Geleceğe ilişkin sorunlar
bunlar diye düşünmek mümkün ve bugün pratikte bizi etkiliyor. Ani ve şiddetli
yağışlarla, gittikçe sıklaşan sel felaketleriyle, sertleşen ve mevsim dışında
oluşan fırtınalarla etkiliyor. İlk defa örneğin, bu sene güney yarım kürede
kasırga oluştu. Güney yarımkürenin tarihinde mümkün değil, kasırga olmaması
gerekiyor. Ani ısı değişikliklerinden dolayı insanlar, özellikle yaşlı nüfus
arasında ani ölümler oluyor, çok büyük can ve mal kaybına yol açıyor. Üstelik
birtakım veriler var, sigorta şirketleri bu işlerle uğraşmaya başladılar. İlginçtir
sigorta şirketleri şimdi yeşilleşmeye başladılar, küresel ısınmaya karşı çare
üretilmesi için çaba gösteriyorlar, çünkü çok fena halde batmaya başladılar.
Bu arada tabii ki kutuplardaki buzlar eriyor. Dünyanın en büyük buzdağı
çatladı ve denize düştü. Bu sene Afrika’daki Klimanjaro’ nun karları erimiş,
daha doğrusu buzullar eriyor, dolayısıyla bu sular bir yere gidiyor, denize
gidiyor ve denizin seviyesi yükselmeye başladı. Çok kötümser olmayan bir
hesaba göre 50 yıl sonra ortalama 5 m yükselebilir deniz suyu seviyesi. Bu
demektir ki Amsterdam, Venedik yok olacak. Londra’nın büyük bir kısmı yok
olacak, New York’un büyük bir kısmı, yani dolayısıyla çok büyük bir maddi ve
yaşamsal problemle karşı karşıyayız. Bu da yetmiyor, bu sular yükseldiği
zaman tatlı su kaynaklarına da karışacak, o zamanda temiz su kaynakları
tuzlanacak ve kirlenecek.
Tabii ki bu arada ısınmadan dolayı doğal rezervuarlar da düşmeye başlamış
olacak ve okyanuslara yağan asitli sular okyanuslardaki yaşama koşullarını
gittikçe bozacak, dolayısıyla bizim balık stoklarımızı etkilemeye başlayacaktır.
Okyanuslardaki balıkları bir tarafa bırakalım şimdilik. Önemli, ama tatlı su
seviyesinin gerilemesinin çok daha acil sonuçları var ve hemen onları görmeye
başladık. Tahıl üretimini çok olumsuz etkiliyor. Mesela, tahılların büyüme
mevsiminde 1 derecilik sapma yüzde 11 verim düşüklüğüne yol açıyor ki,
önümüzdeki dönemde 1 derece artması çok olağan bir şey. Yani her sene bu
değişiklikler olmaya başladı. Buysa gıda arzında istikrarsızlık yaratacak. Buna
karşılık nüfus, yani Malthus denklemi var burada, buğday üretimi nüfusun
tüketim talebini karşılayamaz bir duruma gelmeye başladı. Arz-talep arasında 8
milyon ton gibi bir fark oluşmaya başladı.
Buraya önemli bir jeopolitik faktör olarak Çin giriyor. Çin kendi ihtiyacının
dışında ilk defa buğday ithal etmeye başladı ve basınç yaratmaya başlıyor.
Dolayısıyla yine aynı şeyi vurgulayacağım: Yani burada gıda, beslenme ve
23
çevre koşullarından dolayı karşı karşıya kaldığımız bir uygarlık sorunu var.
Yani var olacak mıyız, olmayacak mıyız?
Tarihte ilk uygarlık biz değiliz. Dolayısıyla geçmişteki uygarlıklara ne oldu,
nasıl yaşadılar, acaba nasıl yok oldular, nasıl yaşamaya devam ettiler diye bir
araştırma yapmakta fayda var, yapanlar da var. Bu sene Prof. Jared Diamond’
un “Çöküş:Toplumlar Başarılı ya da Başarısız Olmayı Nasıl Seçiyorlar?” adlı
ilginç bir kitabı elime geçti. Çok ilgi çekti kitap, çok bilimsel bir çalışmaydı ve
buldukları da neredeyse bayağı, ama bayağı olduğu ölçüde korkutucuydu.
Çünkü kitabında şöyle söylüyor kısaca: “Çöküşler hemen her zaman toplumun
kendi varlığını sürdürmesine olanak sağlayan doğal koşulları tüketmesiyle
başlıyor” diyor. Evet, bunu biliyoruz zaten, ama tarihte bunun karşımıza
birçok örneğiyle gelmesi başka bir şey. Hemen şu soruyu soruyor o zaman:
“Peki, iyi de o toplumun egemen sınıfları, yöneticiler niye tehlikeyi
görmüyorlar ve gereken tedbirleri almıyorlar?” Yine bunun üzerine yaptığı
araştırmanın bulguları çok bildik, çok aşina olduğumuz için zaten korkutucu.
Çünkü yine aynı şeylerin olduğunu görüyoruz. Yöneticiler, zengin sınıfın
üyeleri dikkatlerini zenginleşmeye, birbiriyle rekabet etmeye, savaşlar, anıtlar
dikmeye ve tüm bu etkinlikleri desteklemek için köylüyü, üreticiyi mümkün
olduğu kadar çok sömürmek gibi kısa bir hedefin üzerinde yoğunlaştırıyorlar.
Böyle olunca ellerindeki kaynakları tüketiyorlar. Bir uygarlık gelişmesinin
zirvesine ulaştıktan sonra 15-20 yıl gibi bir süre içinde trend dönmeye
başlayabiliyor ve biz de trendin döndüğü bir noktadayız diyor.
Devam eden uygarlıklar da var. Hem devam eden uygarlıklara, hem çöken
uygarlıklara iki çarpıcı örnek var. Bu örneklerden biri çok çarpıcı; Solomon
Adaları. Kocaman heykeller vardır bu adada. Uzunca bir süre insanlar, “niye
hiç insanlar yok, bu heykeller buraya nasıl geldi?” diye sordular. Uzun
araştırmalardan sonra adada bir medeniyetin olduğu ve adanın ağaçlık bir yer
olduğu tespit edildi. Bu adanın insanları yemişler, içmişler, ağaçları da sonuna
kadar kesmişler, adada yiyecek içecek kalmayınca adadan kaçmaya karar
verdiklerinde, bakmışlar ki gemi yapacak ağaç yok ve sonunda birbirlerini
yemişler ve kaçamadıkları için de yok olmuşlar.
İkincisi de Japonya, tam tersi bir örnek, Şogun Savaşları. Feodal dönemin sonu
ve Japonya yangın yerine dönmüş. Muazzam savaşlar olmuş ve nihayet Şogun’
lar arasındaki barış imzalanmış. Barış imzalandıktan sonra Japon feodal sınıfı
durmuş, bakmış etrafına yeniden inşaat sürecine başlamış. Ağaçlar dikilmeye
başlanmış, yollar, su yolları yapılmış ve dolayısıyla tüm Şogun savaşları
dönemindeki tüm yıkımı yememişler, içmemişler, onarmışlar.
Peki, biz ne durumdayız burada? Küresel serbest piyasa kurmak projesi Dünya
Ticaret Örgütü ve IMF programları bizi nereye getirdi? Şöyle bir yere getirdi:
24
20-25 yılda meta üretimi, dolaşımı ve tüketimi, ayrıca bunları taşıyan kültürel
biçimler daha önce ulaşmadıkları yerlere ulaştılar, hızla yaygınlaştılar,
derinleştiler ve tüketim arttı. İyi de kim tüketiyor? Dünyada yaklaşık 3 milyar
insan, yani toplam nüfusun yaklaşık yarısı günde 1 Dolardan daha düşük bir
düzeyde yaşıyor. Demek ki bunlar değil tüketenler. Üstelik bunların 1,1
milyarının ise temiz suya erişimi yok, yani pis suyla yaşıyorlar. Peki, kim
tüketiyor? Dünya Gözlem Enstitüsü bir araştırma yapmış, başka bir yerden
bakmış; televizyon, telefon, Internet kullananlar ve bunların taşıdığı
düşüncelere erişen nüfus üzerinden tüketiciyi hesaplamış ve dünyada küresel
düzeyde 1,7 milyar nüfuslu bir tüketici sınıfının olduğuna karar vermiş. Yani
dünya nüfusunun yüzde 30’u aslında küresel normlarda tüketici ve bunlar
üzerinden birtakım veriler üretmiş. Örneğin, bunların tüketim kapasitesi
1960’larda 4,8 trilyon Dolarmış, 2000 yılında 20 trilyon Doların üstüne çıkmış.
Küresel ısınma 1970’lerin ikinci yarısından bu yana giderek hızlanmış,
Birleşmiş Milletler su raporuna göre dünyada kişi başına temiz su miktarı
1970’de 13.000 m³ iken, 2003’e geldiğimizde bu 6600 m³’e gerilemiştir. Bu
verilerdeki değişim küreselleşme dediğimiz döneme denk düşüyor.
Tüketicilere dönelim bakalım yine, bu 1,7 milyar tüketiciye. Dünya Gözlem
Enstitüsü’nün hesaplarına göre, dünya nüfusunun yalnızcı yüzde 11.6’sının
yaşadığı Amerika, Avrupa ve Kanada’da dünya tüketiminin yüzde 60’ı
gerçekleştiriliyor. Dünya nüfusunun yüzde 45’inin yaşadığı yoksul ülkelerde
ise yüzde 7.9’ı gerçekleştiriliyor.
Çok ilginç küçük bir tablom var, onu da aktarayım sizlere: Karbondioksit
üretimi mega gram . Avrupa Topluluğu 1990’da 3.3 milyon mega gram
üretiyormuş, 2000 yılında hâlâ 3,3 milyon mega gram üretiyor. Kanada 471
milyon mega gram üretiyormuş, 571’e çıkmış, Amerika 4,9 milyon mega gram
karbondioksit üretiyormuş, 2000 yılına geldiğimizde 5.8 milyon mega grama
çıkmış. Demek ki Batıdaki, özellikle Amerika’nın burada gördüğünüz gibi
karbondioksit tüketimi kapasitesini görmek mümkün. İşte tüketim kapasitesini
karşılama için gezegenin geri alanı kurban ediliyor.
Biraz yakından bakarsak, sömürgecilik dönemine kadar gidelim. Konfisadorlar
var, hani gidiyorlar, Latin Amerika’yı filan talan ediyorlar. Onların talanını
biliyoruz, çünkü onlar Astek ve İnkaları yok etmişler, arkasından gelen
sömürgeciler yerli halkın birikmiş servetlerine el koymuş, madenlerini almış,
köle olarak kullanmış, dolayısıyla modern kapitalist uygarlık böyle başlamış.
Bunları biliyoruz, ama bunlar eskiden oldu, artık böyle bir talan yok diye
düşünüyoruz. Ama var aslında ve daha felaket bir talan var.
1980’lerden bu yana neoliberal politikalar GATS, Dünya Ticaret Örgütü,
IMF’nin getirdiği serbestleştirme gibi bütün bu paket çokuluslu şirketlere
25
büyük imtiyazlar getirdi. Tabii bunlar ortada işgal ve askeri güç olmadığı için
sessiz bir şekilde hareket ediyorlar, ama geldikleri bölgelerde altın, bakır,
uranyum, petrol ve kereste gibi alanlarda olağanüstü talan yapıyorlar, çevreyi
kirletiyorlar, milyonlarca insanın sağlığını tehdit ediyorlar, su rezervlerini
kirletiyorlar, ekolojik sistemin yıkıntısına katkıda buluyorlar ve gidiyorlar.
Karşılık verenleri, direnenleri de ya yerel bir asker, orduyla yahut da kendi özel
kuvvetlerini kullanarak silahı da işin içine sokarak öldürüyorlar. İşte Nijerya’da
bunun çatışması oldu, Brezilya’da sık sık köylülerle, madencilerle şirketler
arasında çatışmalar çıkar. Shell’ in başı şiddet kullanmasına yol açtığı için
belaya girdi.
Şimdi iyi de bir de madalyonun öbür yüzü var. Dünyanın küçük bir kısmı
acayip tüketiyor. Peki, dünyanın büyük bir kısmının da tüketmeye hakkı yok
mu, onların da tüketmeye hakkı var. Yani dünyanın üçte biri, yüzde 11’i yüzde
60’ını tüketiyor, geri kalanı da tüketsin diye düşünmek mümkün ve haklarıdır.
Ama biri çıkar der ki “yahu, ne alakası var? Afrika’nın Avrupa’dakinin tüketim
kapasitesine ulaşması gibi bir şansları yok.” Küreselleşmenin dışına düşmüş
yerlerde böyle bir olasılık yok, ama başka bir şey var. Doğu Avrupa’da 100
milyon insan, 10-15 sene içinde Avrupa’nın ortalama tüketim düzeyine
ulaşacak. Şimdi Hindistan hızla geliyor, petrol ithalatı artıyor, Çin’in tahıl
ithalatı artıyor.
Somut bir örnek vereyim: Bugün Çin’de 20 milyon otomobil var, 2050 yılına
kadar bu sayı 120 milyona çıkacak. Buna televizyon, cep telefonu, ev için
kereste, sanayide kullanmak üzere madenleri ve suyu da ekleyin, bunların
üreteceği karbondioksiti, klor gazlarını, bunları üretmek için oluşan atıklarının
çevre üzerindeki etkilerini düşünün, ondan sonra da dönün buna 1.1 milyar
insanın yaşadığı büyük Ortadoğu’yu da ekleyin. Yeniden yapılandıracaklar,
piyasa, demokratikleşme, v.s.bunun altında kalkmak mümkün değil. Yani bu
gezegen, bu medeniyet bunun altından asla ve asla kalkamaz. İyi de peki ne
olacak? Şöyle bir yere kilitlenme durumundayız. Bu medeniyet kendisini
yeniden üreten ve yaşatan kurumları da imha ediyor bir taraftan. Bana düşmez
burjuva medeniyeti destekleyen kurumların kendini nasıl imha edip etmediğini
açıklamak, onun için üç tane muhafazakar yazarın gözlemlerini aktaracağım.
Katolik tarihçi-felsefeci Jhon Lucas ve Amerikalı bir kent yaşam araştırmacı
Janette Jakopson. İkisinin de bu konuda çalışmaları var, ikisinin de ulaştığı
sonuç aynı: Uygarlık kendini destekleyen ve yeniden üreten kurumları hızla
yıpratıyor diyor ve örnek veriyorlar. Devlet yönetimi, kamu alanları yok
oluyor, vergi sistemi dejenere oluyor, paralar istikrarsız, demokrasi dejenere
oluyor, çünkü hükümetler alınıp satılmaya başlanıyor, aile hayatı
sürdürülemiyor. Burjuva medeniyetlerinin en önemli alanlarından birisi,
kişisel, özel alan yaratmış olmasıdır; bu imha olmaya başlıyor.
26
Burjuva medeniyetinin önemli bir özelliği kurumsal eğitimidir. Ama akademik
eğitim yok olmaya başlıyor. Çünkü akademik eğitim bilimsel araştırmaya
değil, iş bulmak için sertifika üretmeye kurgulandı artık diyorlar. “Kitle
iletişimin getirdiği ilişkilerden bir de okuma alışkanlığı -bu medeniyet bir
okuma medeniyetidir, çünkü okuma, televizyon, sinemadan farklı bir şey, çok
özel, sübjektif bir yanı olan bir şey okuma- kayboluyor, yazma alışkanlığı
gidiyor. Bilimsel metodolojinin içine yabancı disiplinlerden yani rasyonalizme
uymayan, sosyolojiden gelen, felsefeden, teolojiden gelen unsurlar girmeye
başlıyor ve sulandırıyor metodu” diyor. Tarih bilinci zayıflamaya başlıyor.
Yani nereden geliyoruz, gelenek kimdir, ne oldu filan diye buna gelecek
kavramını da ekleyebiliriz. Modernitenin ya da burjuva medeniyetinin en
önemli bulgularından birinin, gelecek diye bir coğrafyayı yakalaması ve oranın
daha iyi olacağını varsaymasıdır. Bütün bunları bir araya koyduklarında ikisi
de kent uygarlığının çökmekte olduğunu söylüyorlar.
Bütün bunları bir araya koyduğumuzda şöyle bir şey çıkıyor karşımıza:
Gerçekten küresel düzeyde çözülmesi gereken, küresel düzeyde müdahale
edilmesi gereken sorunlar var. Örneğin, karbondioksit yayılmasını tek tek
ülkelerin engellemesi mümkün değil, tek tek araba sahiplerinin arabalarını
bırakıp bisiklete binmeleriyle çözülebilecek bir sorun değil. Küresel bir
koordinasyon gerekiyor. Gıda kaynaklarının, su kaynaklarının düzenlenmesi
için küresel bir koordinasyon ve işbirliği gerekiyor, ama ne yazık ki şu andaki
medeniyet, burjuva uygarlığı bizi bu işbirliği yapabileceğimiz noktadan öteye
doğru, uzağa doğru götürüyor. Niye uzağa götürüyor? Şundan dolayı; birlikte
davranmak için birlikte davranma refleksi, kolektif davranma refleksi
kültürünün gelişmesi lazım. Dayanışma kültürünün ve toplumsal bilincin
gelişmesi zorunlu. Halbuki, serbest piyasa, meta ekonomisi yaygınlaştıkça
beraber kendi tüketim normlarını da getiriyor, kendine uygun öznellikler
yaratmaya başlıyor.
İlk bölümde örnek vermiştim gecikmiş taleple ilgili olarak; şimdi Latin
Amerika, Hindistan ve Çin’de ve Türkiye’de köylerde insanlar televizyonları
seyrediyorlar, bir sürü malla tanışıyorlar ve bu malları istiyorlar. Çok haklılar,
birileri kullanıyor, ben de kullanmak istiyorum diye bir kısmı kalkıp o
ekonomik koşulların olduğu yerlere doğru yollara düşüyor. Bunların bir kısmı
ise, iyi bir politikacı çıkıyor ve diyor ki “ben bu malları sana sağlarım, çağ
atlayacağız” diyor ve hepsi ona oy vermeye başlıyorlar. Gelen politikacı da
açıyor kapıları, yığıyor malları içeri. Yani tabiri caizse bir taraftan ihtiyaçlar
yaratıyor sistem, bunları karşılamaya gelince insanların eline içine 5 mermi
konulmuş bir tabanca verip piyasaya gönderiyor. Rus ruleti oynatıyor. Herkes
mutlaka kendini vuruyor, başka bir çare de yok. Kastettiğim şu; bu sürece giren
bireyin özelliği de değişmeye başlıyor, bu süreci destekleyen, kafası öyle
27
çalışan bir birey haline geliyor. Köyden gelmiş eski dayanışmacı ya da ne
bileyim bir dönem yaşanmış popülist dayanışmacı öznellikler parçalanıyor,
onun yerine metalara yönelik, ama daha önemlisi anında tatmin edilebilecek
arzulara yönelik bir refleks geliştirmeye başlıyor. Zaten biliyorsunuz bunların
neler olduğunu. Bunların birincisi mal satın almaktır, ikincisi seks yapmaktır,
üçüncüsü uyuşturucu madde kullanmaktır. Gerçekten bu üçü anında tatmin
eder ihtiyaçları. Yani bu üç ihtiyaç anında tatmin edilebilir ve bu üçünde de
olağanüstü bir patlama ve yayılma olduğundan -herkes seks yapmıyor, yani
böyle bir heyecan içinde değil medeniyet, aksine bu kışkırtılıyor, ama bu
olasılık da ona sunulmuyor aslında. Burada başka bir dinamik daha çalışıyor,
seks satılıyor, ama sekse ulaşmak mümkün değil bir taraftan da; böyle bir
topluluk, insan türü içinde yaşamaya başlıyoruz. Bu insan türünün üzerine ne
geliyor? Piyasa popülizmi gelip oturuyor, dinamik popülizm yani dayanışmacı
halkçılık ise kötü bir şey olarak sürekli mahkum edilmeye başlanıyor,
dolayısıyla da işin içinde çıkılmaz bir noktaya gelinmeye başlıyor. Üç trendi
söyleyip bağlayıp bitireceğim.
Birincisi, gittikçe keskinleşen jeopolitik ilişkiler. Önce şunu bir daha
vurgulayayım: Önümüzde küresel çapta müdahale edilmesi gereken ve kolektif
bir davranışla çözülebilecek sorunlar varken öznel yaklaşımlarla uygarlık
olarak uzaklaşıyoruz bundan. Gittikçe keskinleşen jeopolitik çelişkiler uluslar
arasındaki güvenlik ve işbirliği olasılıklarını eritiyor; kuşkucu, düşmanca,
şoven, milliyetçi militarizmi azdırıyor, burada ulusal işbirliği mümkün
gözükmüyor.
İkincisi, ekolojik sistem gittikçe bozuluyor, kaynak savaşları, yani kaynaklar
üzerinde savaşlar, çatışmalar artıyor ve beraberinde bir göçmenlik dalgası
yaratıyor. Göçmenlik dalgası da gidiyor doğal olarak daha varsıl ülkelerin
sınırlarına, kıyılarına çarpıyor ve oradaki ülkeler birden bire bu dış nüfusla
karşılaşınca bir müddet sonra ırkçılık, yabancı düşmanlığı, milliyetçilik
gelişiyor. Bunlar bir kere geliştiği zaman da bunları başka türlü militarist
operasyonlara kanalize etmek mümkün oluyor.
Üçüncüsünü söyledim, bireysel olarak sübjektivitelerimiz gelişiyor. Ortak
çıkara, genel türün ihtiyaçlarına odaklanmak yerine anında satın alınabilecek
arzulara yönelmek üzere kurgulanıyoruz. Dolayısıyla iki evrim birden çıkıyor
karşımıza. Bir tarafta, uyuşturucu madde, seks ve alışverişe odaklanmış bir
insan türü var, öbür tarafta da bir başka insan türü yani tüketemeyen insanlar
var. Bu süreç içinde insan giderek yerinin boş olduğunu fark ediyor, bunun
yerine koyacak bir şey aramaya başlıyor, bir anlam arıyor bunun yerine.
Toplumsal anlam şu anda ortalıkta bulunmadığı için bu sefer ilahi anlamlar
önem kazanmaya başlıyor ve son derece haklı olarak insanlar oraya doğru
28
yönelmeye başlıyor. Buraya doğru yöneldiğiniz zaman da bu sefer de cennetin
yeri değişmeye başlıyor, cennet başka bir dünyadaki, öte dünyadaki bir cennet
haline geliyor ve dünya çile çekilecek bir yer haline dönüşüyor. Halbuki
modernitenin bize getirdiği cennet burada, biz kurabiliriz. Dolayısıyla hep
birlikte çalışalım ve yapalım. Bu sefer abartmıyorum bunu Müslümanlardan
değil, Amerikalılardan örnek vermek istiyorum: Bir kopuş teorisi var, bunun
filmleri v.s. de gösteriliyor, kitapları, sergileri var. Filmde çocuk sabahleyin
kalkıyor boşluk var etrafında birtakım insanlar yok olmuş. Kopuş olmuş, yani
Tanrı gelmiş ve Tanrının iradesi bazı insanları kaldırmış ve cennete götürmüş,
yerine günahkarlar kalmış sadece, onların da başlarına belli ki bir şey gelecek.
Mahalleye çıkıyor birtakım insanlar yok. Bu çok yaygın olarak bugün Bush
Hükümetini destekleyen kalabalığın içinde çok yaygın, yani internette rastgele
ararsanız karşınıza çıkan sayfa sayısı gözünüzü döndürür. Ama haklı insanlar,
umut olmadığı zaman mutlaka bir umut ve anlamla yaşamak durumundayız.
Mal ise bize anlam ve umut vermiyor, seks de bunu vermiyor. Uyuşturucuysa
hayatı tüketip bitiriyor. Dolayısıyla ya toplumsal bir mücadele -geçmişte
olduğu gibi- bize anlam verecek ya da ister istemez metafizik. Çünkü bizi aşan
iki tane şey var: Birincisi, toplumsal ve tarihsel amaçlar var bizi aşan, ikincisi
metafizik dünyalar var bizi aşan; bir üçüncüsü yok. İkisinden birini tercih
etmek durumundayız. Ya bununla ilişkili olarak dinle ilişkilendirip paçayı
kurtaracağız ya da toplumsal hedeflere yönelip insanlığımızı kurtarmaya
çalışacağız. Birincisinde gezegeni kaybetmek gibi bir durum söz konusu
olabilir. İkincisinde şansımız olabilir, ama ne yazık ki dediğim gibi ikincisini
de kavramak için zaman çok hızla geçiyor ve galiba tren de kaçmak üzere.
Kötümser bir konuşma oldu, ama ben de böyle düşünüyorum.
Sorularınızı alalım; buyurun.
SORU- Yani hiç umut yok mu?
ERGİN YILDIZOĞLU- Bunu bana sordukları zaman Kafka’nın bir lafı
aklıma geliyor: “Umut var, ama bir sürü şeye” Yani umut var mutlaka, bunu
düşünüyorum, umut olmak zorunda da, öbür taraftan da beni çok korkutan
kapitalizmin yarattığı kültürel dinamiğin hem ekolojik, hem jeopolitik, hem
siyasi dinamikleriyle çok fena kilitlenmeye başlaması , ama en büyük tehlike
açıkçası bakın ne emperyalizm, ne kapitalizm, en büyük tehlike bence ekolojik
kriz ve kapitalizm bunu derinleştiriyor. Yaşattığı, ürettiği öznelliklerle bu
sorunun çözülmesine olanak sağlamayan bir insan türü ortaya çıkarıyor.
Bir bilim adamının şöyle bir saptaması vardı; evrim teorisinde şöyle bir şey
olduğunu söylüyor -ben onun yalancısıyım- “Her tür, kendi evrimsel sürecinin
yumuşak karnına denk düşen bir çelişkiyle karşılaştığı zaman gerilemeye
başlıyor ve yok oluyor. İnsanlığın da yumuşak karnı ortak davranma
29
zorluğudur. İnsan türü bir taraftan beraber yaşıyor ancak hep kısa vadeli
yaşamaya alışmış bir tür olarak karşımıza çıkıyor. Uzun vadeli hedeflere
yönelik kitlesel davranmak için bilinç sıçraması göstermiyor. Bunu yapamadığı
zamanlarda başı belaya giriyor. Dolayısıyla bu onun yumuşak karnıdır. Tabii
insan diğer türlerden farklı, insanın aklı var, dolayısıyla karşılıklı konuşma,
iletişim kurma şansı var. İnsanların ilk derslerinden birisi; maymunların
kıskançlıktan vazgeçmesi olmuş, bir arada yaşamayı becerebilmeleri için. Yani
bir sürüde bir erkek yerine bir sürü erkek, bir kadınla bir arada yaşamayı
becermişler ve dolayısıyla o yumuşak karna denk düşen kısmı aşmış esasında
geçmişte. Fakat uzun zamanlar gerekmiş bunu aşabilmesi için. Şimdi zaman
çok sıkışmış durumda. 50 sene sonra durumun geri dönülemez noktalara
geleceğini biliyoruz, üstelik son 10 senedeki ekoloji değişiklikler çarpıcı hale
gelmeye başladı.
Bu arada geçmişte az çok sosyalizm, solculuk, popülizm, halkçılık gibi şeyler
vardı. Görüyorsunuz bunları son zamanlarda dünyada pek alıp satan yok.
SORU- Ama bir taraftan olup bitenler de orayı anımsatıyor o yöne doğru
götürüyor. Dünyanın bu durumu bir bütün olarak böyle bir durum içinde
olması mesela komünizmi anımsatıyor mu?
ERGİN YILDIZOĞLU- Mantıksal olarak hatırlatıyor. Ama mantıksal
gerekliliklerle fiziki gereklilikler her zaman birbiriyle örtüşmeyebilir. Hani
malum barbarlıkla sosyalizm ayrımı yapılır ya Alman ideolojisinde. Bu
manzaraya baktığın zaman bir süre önce sanki böyle dönmüş de barbarlığa
gidiyormuş gibi gözüküyor.
Ayrıca metafiziğe saplanmamakta fayda var. Yani her uygarlık ilelebet
yaşayacak diye bir kural yok evrende. Belki de insanlık da yok olacak ben
bilemem, aklını başına devşirip de toparlamazsa kendini.
SORU- Aslında bugün dünyaya baktığımızda her yerde kapitalist ilişkiler
hakim ve kapitalizm egemen sistem durumda. Daha önce sadece Avrupa’da ve
başka yerlerde vardı. Bu da bizlere Marx’ ın ‘’dünya komünizme gidiyor’’
lafını hatırlatıyor. Bugün dünya üzerinde böyle bir kurgunun, böyle bir
düşüncenin ortaya çıkması boşuna değilmiş gibi bir sonuç ortaya çıkarmıyor
mu?
ERGİN YILDIZOĞLU- Boşuna lafını kullanırsak metafizik bir durum olur.
Şöyle bir durum var karşımızda şu sorun duruyor; Önümüzdeki 30-40 yıl
içinde bu durumdan vazife çıkacak mı, yoksa çıkmayacak mı? Durumdan
vazife çıkarsa bir şans var, durumdan vazife çıkmazsa ilkel komünizme
dönülecek. Medeniyet böyle bir durumla karşı karşıya kalacak.
30
Bir de şöyle bir olgu var, basına da yansıdı. Pentagon’unun iklim çöküşüyle
ilgili hazırladığı bir raporu var. O rapor çok hassas bir noktaya değiniyor. Nasıl
çözüleceğine, neler olacağına ilişkin söylediklerine ayrıca değiniriz, ama çok
doğru bir şey söylüyor. İklim dinamik bir sistem, şu andaki gidiş devam ederse,
100 yıl sonuna kadar ısının altı derece kadar artacağını hesap ediyoruz, ama
dinamik sistem olduğu için dinamik sistemde bir dönüşmeye başlar ve bizim
100 yılda olmasını beklediğimiz gelişmeler 10 yıl içinde gerçekleşebilir.
Pentagon bunun hesabını yapıyor. “Başladığı an biz ne yapacağız?” diye karar
veriyor. Korkutucu olan iki şey; birincisi küresel ısınmayı engellemek gibi bir
önermesi yok zaten raporun, ikincisi de bu kadar silahla gider ne var ne yok el
koyarız diyor. Buna göre kendini ayarlamaya başlıyor. Şimdi bir de düşünün
ki, böyle büyük bir güç tam böyle bir ortamda vurmaya başladı, işte
Armegedon dedikleri böyle bir şey olacak yani.
SORU- Engellenemez mi?
ERGİN YILDIZOĞLU- Engellenemez değil, engellenir. Ona karşı başkası
savaşacak, bir de bunun küresel çapta milletin birbiriyle savaşması gibi bir olgu
çıkar Savaşla ilgili bütün yaptığımız konuşmaları savaşların olmadığını
varsayarak düşünüyoruz, ama şimdi savaş var ve hep devrimden önce ve büyük
bir sıçramayla sonrası dönemler düşünülerek konuşuluyor. Arada ne kadar
süreceği belli olmayan bir dönem var. Savaşlar ve devrimler olduğu sürece
kıyamet kopuyor. Kıyametin koptuğu ortam, yani Moskova ve Petersburg’ ta
koptuğu zaman sorun değil, ama bir anda bütün her yerde birden kıyametin
kopmaya başladığını düşün ve diğer taraftan da bir imparatorluğun bunları
vurmaya kalktığını düşünün, diğer taraftan ekolojik sistemin durumu ortada. O
zaman oyun teorisini yeniden kurmak gerekiyor. Böyle düzenli bir şekilde
gidersek, 6 derece artmadan önce bu yasayı çıkarırız, bu anlaşmayı yaparız, bu
koordinasyonu yaparız şöyle bir iş değişikliği olur, engelleriz gibi düşünmek
varken bambaşka bir manzara karşısında durup peki şimdi ne yapacağız gibi
apayrı bir durum ortaya çıkıyor. Dolayısıyla bir şeyi ifade etmek, bir anlamda
bir tavır almaktır aynı zamanda. Bu durum böyle oluyor, haberiniz var mı
batıyor gibi düşünmeye başlamak belki bir olasılıktır.
SORU- Umut olamaz mı? İnsanlık tarihinde burjuva egemenliğinden sonra
ulaşılabilecek farklı sistemler yok mu? Yani onu düşünüyorum. O kadar da
aymazlık olmaz herhalde?
ERGİN YILDIZOĞLU- Solomon Adaları örneği çok çarpıcı bir örnektir.
Gerçekten ağaçları da kesip yemişler ve adadan kaçmaya sıra geldiğinde kayık
yapacak ağaç bulamamışlar.
SORU- Ama onlar çok ilkel uygarlık değil mi?
31
ERGİN YILDIZOĞLU- Ümit vardır derken, ümit var, ama şu anda
gözükmüyor açıkçası, ama bu, bu ana ait bir şey. Biraz sonraki anda başka bir
şey olabilir. Ben şimdi bu anı konuşuyorum. Bunu derste konuşuyorum, bizim
çocuklardan biri “geçmişte yaptığı gibi teknoloji bu sorunları çözer” demesi
gibi. Başımıza ne geldiyse bu teknolojiden geldi.
SORU- Umut var demek, meseleye el koymak demek anlamına da geliyor bir
taraftan. Sadece bu veriler değil.
ERGİN YILDIZOĞLU- Belki şöyle demek daha doğru olur: Turgut Uyar’ın
şöyle bir sözü var: “Umutsuz adamdan çıkar ne çıkarsa.” Belki de umut yok
ve bir şey yapmak demek gerekiyor. Yani böyle umut yoktur diye bitmiyor.
Umut var dediğin zaman bu şekilde çözülür demen de gerekir, ama şu anda
herhangi bir yerde herhangi bir çözüm yok. Gerçekten çözüm ya da yapılacak
bir şey yok. İnsanlar kendi saatlerini kendileri yaparlar dediğim numara bu, bir
şey yapacak ve kendini kurtaracaklar ya da hep beraber yok olacağız bu
gezenin üstünde. Buradaki en önemli noktada bence şu, biz bu bulunduğumuz
noktaya tesadüfen gelmedik. Biz bu noktaya kapitalist üretim tarzının son 2030 yıldaki hızlanmasıyla geldik. Zaten endüstri devriminden 1960’lara kadar ısı
1,5 derece artmış, endüstri devriminin başlamasıyla. Zaten dünya o tarafa
doğru gidiyormuş, ama son hızlanmada üstelik bu bize öyle bir allanıp ballanıp
satıldı ki bu “küreselleşiyoruz, her tarafta her şey tüketiliyor, her yere ulaştık,
medeniyet” ıvır zıvır diye tam afyonlanmış bir vaziyette çağ atladık derken
manzara şuna benziyor: Şirkette genel müdürün gelişinin birinci yılında
toplantı yapılmış. Yeni yetmelerden bir tanesi kendini yarandırmak için
“şirketimiz uçurumun kenarındaydı genel müdürümüz geldiğinde ve genel
müdürümüz ileriye doğru muazzam bir adım attı” diye bir konuşma yapmış.
Küreselleşme böyle bir şey. İleri doğru bir adım atıyoruz medeniyet içinde,
ama tabii uçurumun kenarına geldikten sonra.
SORU- Hidrojen çağı konusunda bilginiz var mı? Özellikle Uzakdoğu
ülkelerinde araştırmalar var. Bu kapitalist ülkeler, süper ülkeler ekosistem
konusunda bir çözüm düşünüyorlar mı? Hidrojen daha temiz bir yakıt.
ERGİN YILDIZOĞLU- Bu konuda çalışmalar yapılıyor. Biz hidrojen
sistemine geçersek eğer, arabalardan çıkan pislikten kurtuluruz, ama araba
denilen meretten kurtulmadığımız müddetçe başımızda ciddi bir sorun vardır.
Bu arabada metal kullanılır, cam kullanılır, plastik kullanılır. Yani araba başlı
başına bir sorun. Bu uygarlığın önemli sorunlarından biridir. Bir kişilik mekan
yaratıyor ve bu mekan yolda gittiği müddetçe bir kişiden çok daha büyük bir
alanı kilitleyerek gidiyor. Eğer araba üzerinden çözüm üreteceklerse çözüm
yok aslında. Yine netice itibariyle aynı pislikle karşı karşıyayız. Çünkü metal
kullanılacak, lastik kullanılacak ve bunlar ayrıca eskisini ne yapacaklar? Şöyle
32
olabilir büyük ihtimalle, matbaa sektöründe olduğu gibi eskiyenleri buraya
gönderip kendileri daha yeni modeli kullanabilirler. Gerçi olmaz tabii artık,
şimdi hemen satılıyor. Sevmediğim için tipleri öyle geldi aklıma. Çok pahalı
bir kere. Şu andaki çok pahalı, ama bu önemli tabii. Bu tip teknolojilerin
gelişmesinde fayda var, ama olay bir yaşam tarzı olayıdır.
SALONDAN- 100 yıl sonra nasıl olsa petrol de bitecek.
ERGİN YILDIZOĞLU- Ama gazın bitmesi yok, yani gaz sürüyor, daha az
kirleten bir şey, sadece petrol değil, kereste bitiyor, su bitiyor. Bir de kapalı
devre sistemi var, ısı belli bir yere gelince -bölgelere göre 1 -1,5 derecebataklıklardaki metan gazını serbest bırakmaya başlıyor. Bataklıklardaki metan
gazını serbest bırakmaya başlamasıyla beraber bir lup oluşmaya başlıyor orada.
Çıkan metan gazı daha çok ısıtıyor, çıktıkça daha çok çıkıyor ve buradan çıkış
mümkün değil. O yüzden her noktada ucu ucuna aslında her şey. 25
ekosistemden 15’i çöktü demek çok korkutucu bir şeydir aslında.
SORU- Hidrojen gazına yönelik arayışlar petrolde yaşanan krizle ilgili. Yoksa
bence burjuvazi en azından şunu düzeltelim de şu dünya daha iyi olsun diye
düşünmüyor.
ERGİN YILDIZOĞLU- Burjuvaların da kabahati değil bu, sermayenin
mantığı böyledir. Sermayenin üstüne bindiyseniz, bu atın yiyeceği bir yem var,
onu vermek zorundasınız, ya da gitmeyecektir. Çok iyi bir insan olabilirsiniz,
ama kar yapmak zorundasınız. Başka çaresi yok bu işin. Yani kâr neredeyse o
da oradadır.
SORU- Ben bir dergide okumuştum. Son 15 yıldır bilgisayar teknolojisindeki
gelişme eğer otomobil sektöründe olsaydı, şu anda 1 damla benzinle 1 000 km
giden otomobillerin yapılması mümkündü. Tüketim o kadar almış ki içine,
ticari kazançları sağlayacak şekilde sürekli azar azar teknoloji verilerek
piyasaya sürülüyor. Bunu kökten çözelim ve bunu kurtaralım tarzında bir şey
değil de kazanç ön planda olduğu için karını alıp daha sonra yeni teknolojiyi
piyasaya sürmek var. Bunun en ilginç tarafı da bulunduğumuz coğrafyayı
etkileyen bir şey, bu yakıt bizim bulunduğumuz çevreden çıkıyor, ama üretim
Avrupa, Amerika ve Japonya’da. Yani coğrafi olarak da etkilendiğimiz bir
bölge. Bu Ortadoğu Projesi’nin arkasındaki fikir mimarı kim, ya da kaç yıldır
böyle bir proje gündemde var? Yoksa Yahudilerin kutsal topraklarla ilgili bir
projesiyle ilgisi var mı, yok mu? Bu konuyu biraz açar mısınız?
ERGİN YILDIZOĞLU- Büyük Ortadoğu projesi daha öne İngiliz
emperyalizmi döneminde Yakındoğu Projesi olarak vardı, yani Yakındoğu’ydu
buranın ismi ve Yakındoğu projesi ve Yakındoğu sorunu olarak
33
değerlendiriliyordu. Churchil’ in bu bölgenin denetimini almak girişimleri,
daha önce Arabistanlı Lawrence’ in buradaki macera filmleri var. Yani bunu
devraldı öbürü. Çünkü burası dediğim jeopolitik anlamda çok önemli bir bölge.
Petrol olmasa bile burada yine jeopolitik olarak çok önemlidir. Bir de petrol
çıktı. Hatta petrol diye bakmamak lazım, çünkü petrol gözü karartıyor,
yanıltıyor. Sorun petrolden değil, sorun var olan uygarlığın örgütlenme
tarzından. Var olan uygarlık bu yakıtı kullanmak üzere örgütlendiği için petrol
sorun oluyor. Eğer var olan uygarlık enerji olarak su kullansaydı su bela
olacaktı, su üzerinde bu kavgayı sürdürüyor olacaktık. Petrol sorunu denilince
sanki bu petrolün metafizik bir özelliği varmış gibi oluyor. Petrolden
kaynaklanmıyor bu kapitalist uygarlık ve bunun en yaygın ve derin olduğu yer
olan Amerika’ya baktığınız zaman da en büyük petrol tüketiminin orada
yapıldığını görüyoruz.
Büyük Ortadoğu Projesi’ni araştırdım, tarttım, ilk önce 1997’de Amerikan
Harp Akademileri Dergisinde rastladım, ama daha öncesinde başka isimlerde
vardır mutlaka, ama aynen böyle tarif ediyordu. Jeopolitik önemi, petrol
kaynakları ve yolları üzerinde önemi üzerinden tarif ediyordu, ama bir proje
lafı geçmiyordu. Büyük Ortadoğu diye bir bölüm var o Yıllık Strateji
Raporunda. Bütün dünyanın bütün bölgelerini anlatırken bunu ayrı bir bölüm
olarak ayırmış ve burada anlatıyor, şurası böyledir, burası böyledir diye.
Amerika’nın gerçekten çok ciddi bir enerji krizi var. 2000 yılında Bush
gelmeden önce, CPR diye bir kuruluş vardır Amerika’nın en önemli dış
politika timsahlarından bir tanesidir. Bu kuruluş Baker Ensititüsü ile beraber ki bu da eski Reagen’ ın politikacılarından- bir enerji raporu yayınladılar ve
zaten Cheney’ in de enerji şirketlerinin yöneticileriyle yaptığı toplantı
sonucunda hazırladığı rapor da ona çok benziyor. Neoliberalizm ve
küreselleşmenin sonunun geldiğine dair çok önemli bir saptama var raporun
içinde. Böyle açıkça söylemiyor tabii. İki noktasına değinmek istiyorum.
Raporda “enerji çok özel bir maldır’’ diyor. Herhangi bir mal gibi alınıp
satılamaz. Enerji sosyal ve stratejik özellikleri olan bir maldır. Bu anlamda
enerji serbest bırakıldığı takdirde ekonomik ve siyasi riskler yaratmaya başlar
ve nitekim de yaratmıştır. Bütün 90’lar boyunca enerji piyasaları serbest
bırakıldı, şirketler doğrudan kara kilitlenmiş oldukları için var olan kapasiteleri
kullanmayı tercih ettiler, yeni kapasite kurulumuna gitmediler diye ekliyor.
Kurulu kapasite eskidi, şu anda 1990’ların sonuna geldiğimiz noktada büyük
bir kapasite yetersizliği var. Devletin buraya girmesi ve bu kapasiteyi inşa
etmesi gerekir. Çünkü petrol alanında kapasiteyi inşa ettiğiniz zaman 10
milyarlardan bahsediyorsunuz ve bir şirket bunu üstlenmek istemiyor. Bu
malın serbest piyasaya uymadığına ilişkin bir saptama var ve devletin rolüne
değiniliyor.
34
İkincisi, fazla kapasite üretilecek de, kapasite kurulması gereken en optimal
yerlere baktığınızda Ortadoğu Bölgesi karşımıza çıkıyor. Ortadoğu Bölgesi
istikrarsız bir bölge, yani Amerika’yla halkının dost olmadığı bir bölge.
Dolayısıyla bize gittikçe düşman olan bir bölgeden petrolü tedarik etmek
durumundayız, buna bir çare bulmak gerekir diyor. Bu ikisi ondan sonraki
yönelimi de belirtmiş oluyor. Ama şöyle haksızlık etmemek lazım, yani bütün
faturayı Bush’a çıkarmayalım, bu konuda ilk önemli adımlar Clinton
döneminde atıldı, askeri örgütlenme değişiklikleri yapıldı. Projenin başı da
Carter, yani bir başka demokrat devlet başkanıdır. Bush ve ekibini suçlamak
kolay geliyor, yeni muhafazakar yamyamlar geldi, bu işi bilmem ne yapıyorlar
filan diye. Öbürleri zaten başlamışlar, bu işin için gerekli adımları atmaya.
Yani Büyük Ortadoğu Projesi’ne İsrail şuradan giriyor, o bölgede Amerika’nın
yüzde yüz ittifak olarak gördüğü tek güvendiği yer. İsrail’in de kendi
bölgesinde Büyük İsrail Projesi diye bir projesi var. İsrail’i genişletmek değil
de kendi bölgesinde büyük devletlerin İsrail ile rekabet edemeyecek bir duruma
düşürülmesi, indirgenmesi şeklinde ifade edilebilir. Irak’ın parçalanması,
Suriye’nin zayıflatılması, İran’ın bilmem ne olması gibi. Bu ikisi birbiriyle
örtüştü ve zaten yeni muhafazakarlar denilen ekipte bir kısmı “New American
Security” den gelen, bir kısmı da jirkalar yani, İsrail stratejik örgütü, bir de
Amerikalıların 1998’de kurulmuş strateji örgütü var, ikisinin de yöneticilerine
bakıyorsunuz üç aşağı beş yukarı aynı kişiler. Dolayısıyla orada Amerikan ve
İsrail sanayi, askeri kompleksleri örtüşmüşler orada. Bunu bir Yahudi sorunu
gibi görmemek lazım. Bu iki ülkedeki çok özel iki egemen sınıf fraksiyonunun
çakışmasıyla ilgili bir olaydır. Buradan antisemetik bir yere doğru gitmemek
gerekiyor; doğru değil, çünkü İsrail’de bu projeye karşı çıkan ve mücadele
eden oldukça yaygın bir kamuoyu da var üstelik.
SORU- Türkiye neresinde bu projenin?
ERGİN YILDIZOĞLU- Tayyip Bey Başbakan olduktan biraz sonra
Amerika’da bir konuşma yaptı. Internet’te var, onu tavsiye ederim. İngilizceniz
yoksa bile resimlerini, videosunu görmenizde yarar var. Çünkü Richard Tower’
ın kolları altında geldi masaya. Richard Tower getirdi, ondan sonra “sizin
memleketiniz ne siyasetçiler yaratıyor. Siz yaratın gönderin, ben her zaman
toplantıya başkanlık ederim” filan diye bir de onu pohpohladı. Ondan sonra
bizimki “Derin Demokrasi” diye bir konuşma yaptı. Derin demokrasi kısmı
önemli değil, çünkü saçma sapan normal liberal demokrasiyi anlattı aslında.
Anlaşılan İslam olunca derin oluyor demokrasinin o kısmı. Ama ikinci kısmı
çok hoştu. Çünkü Amerikalılara tereciye tere satar gibi Büyük Ortadoğu
Projesi’ni anlattı, sanki kendi projesiymiş gibi, öneriyormuş gibi, “böyle
yapmak gerekir burada” diye anlattı. Yani biz bunu düşündük aslında demeye
35
getiriyor. Buna karşılık da “ben bu göreve hazırım” demeye getiriyor,
konuşmanın özü bu.
SALONDAN- İsrail kadar olmak demektir yani?
ERGİN YILDIZOĞLU- Partinin tümü bu işe ne kadar yatıyor bilmiyorum.
Ben birkaç kere de yazdım, bunun Müslümanlıkla bir alakası yok. Yani ılımlı
İslam olmaz, azıcık hamile kalınmaz. Din inançla ilgili bir şeydir, bir şeye
azıcık inanılmaz, bir şeye ya inanılır, ya inanılmaz. Eğer inandığınız bir şeyin
içine akıl karıştırıp ılımlandırıyorsanız zaten gitti o, yani başka bir şey oldu
orada. Bunlar o yüzden inançlı kısma bence girmiyorlar. Belki oportünist
olarak düşünüyorlar, bunlar ikbal peşinde bir ekip gibi geliyor bana. Yani
İslam kısmını unutup da bakarsak eğer, normal burjuva siyasetçi nasıl çalışır
diye, çok olağan çalışıyorlar.
SALONDAN- Çok daha entegre çalışıyorlar.
ERGİN YILDIZOĞLU- Burada entegre kısmı ayrı, doğrudur çok entegre
olmuş olabilirler. önerdikleri kısaca; bize bir görev verin, ama biz de bu
görevden nemalanalım. Türkiye ekonomisinin bir çıkmazı var, kaynak
yaratamıyor. Borçla gidiyor sürekli. Bir ihtimal, bu memleketi yöneten sınıfları
içinde birileri bir nevi çevre ülkelerden otlanmayı düşünüyor olabilir. Aç tavuk
kendini buğday ambarında sanır hesabı, Irak’tan biraz kapatsak, oradan biraz
şunu kapatsak, buradan bunu kapatsak gibi. Çünkü böyle anlatıldı, “Ortadoğu
yeniden düzenlenecek biz de gidelim”. Ondan sonra Nichalos Bird Münih
Güvenlik Konferansında konuşma yapıyor,yeniden düzenlenecek istikrasız
ülkeleri sayarken bir bakıyoruz Türkiye’nin de adı geçiyor. Şimdi bir dakika,
masada mı oturuyoruz, menüde mi oturuyoruz? Durumumuz da belli değil.
Dolayısıyla bunu istiyorlar, ama giderek galiba birtakım yönetici kesimin yani
eski tabiriyle oligarşinin içinde bir kesim bu işten huzursuz olmaya başladı.
Galiba bu gidişle Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olacak diye bir
korku hissediliyor. Hani işte böyle bir TÜSİAD’ ın birden bire arada sırada
laiklik hareketlerinde bulunması , satarız satmayız mallarımızı gibi delikanlı
hareketler yapmaları… Bir de MÜSİAD’ la beraber yükselmekte olan bir başka
sınıf fraksiyonu var, o da tabii daha önceki yerleşik olanları rahatsız ediyor.
Burada bir karışıklık var, ama eğer Türkiye, Büyük Ortadoğu Projesi’ne
Başbakanımızın ifade ettiği çapta girerse yanmışız yani.
Mesela, eğer Irak’a girselerdi de Kerkük’e bilmem nereye kadar gitselerdi, çok
felaket olurdu durum. Orduyu oraya kadar götürmek bir şeydir, orada bakmak
ayrı bir şeydir, onu orada savaştırmak da bambaşka bir şeydir. Sonra
gerektiğinde geri getirmek ayrı bir sorundur da. Bunların üçünün de kaynağı
yok bu ülkede. Yani musluk burada, birinin elinde musluk var. Siz petrolünüzü
36
de bundan alarak savaşmaya gideceksiniz. Askeri malzemenizi, enerjinizi,
yedek parçanızı, her şeyinizi birisi verecek size. Ondan sonra sizi oraya götürür
gömerler, istedikleri gibi de oynarlar. Hani vardı ya Arjantin’de General
Galtieri olacaklardı. Şansları yaver gitti ve oraya gitmek zorunda kalmadılar.
Yoksa başka bir dünyada yaşıyor olacaktık şimdi.
Ayrıca orada oyun iki defa değişti. Birincisi, ilk anda açılsaydı -kimse Kürtlere
sormuyordu zaten ne oluyor diye- bunlar giriyorlardı içeri. Ama bizimkiler
giremeyince Kürtlerin tüm jeopolitik durumu orada yeniden şekillenmeye
başladı ve söz sahibi oldular. Onlar da haklı olarak istemiyorlar, “ne işi var bu
askerin burada şimdi? Benimle beraber olacak çünkü gelip oturduğu zaman”
diyor. Tahmin ediyorum sadece Kürtler değil, bölgedeki diğer ülkelerin de
huzursuz olacağını düşünmüş olabilirler.
SALONDAN- Daha da önemlisi, oraya gitmek isteyenlerin dışında, iradesinin
dışında bir irade göstermeleri mümkün değildir diye düşünüyorum.
ERGİN YILDIZOĞLU- Yani gitmek istiyorlardı, onlar da gelsin diye
istiyorlardı zaten, ona bir itirazım yok. Gelsin istiyorlardı, ama şöyle bir sorun
var; Eğer oraya soksalardı, galiba kolordu filan götüreceklerdi, çok enteresan
bir stratejik problem oluşacaktı. Kürtlerin ortasında büyük bir askeri güç. Bu
bölgede sadece Amerikalılar yok ki, bu bölgede görünmeyen olarak Ruslar var,
görünmeyen olarak Fransızlar var, görünmeyen olarak Almanlar var; herkes
karıştırıyor bölgeyi. Orası bir kibrit çakılması kolay bir yere de dönüşecek.
Bütün bunları kollamak zorunda. İtalyanlar karıştırıyor.
Geçenlerde Amerikalılar direnişçilerin yoğun olduğu bir bölgede operasyon
yaptı, direnişçilerin bir kısmını bir yerde kıstırmışlardı. Orada iki yerde fena
halde pusuya düştüler. O pusunun hikâyesini belki de okudunuz bilmiyorum.
Evin betonunun altına yatmış gerillalar ve ellerinde öyle bir mermi var ki,
betonun üstüne de Amerikan askeri geliyor, betonun altından ateş ediyor ve
imha ediyor yukarıdakini. Bu mermiler var, biliyoruz, ama bunlar çok yeni
mermiler, yani Irak Ordusundan kalmış mermiler olamaz bunlar. İki defa
patlayan mermiler bunlar ve Amerikalılar neye uğradıklarını şaşırmışlar, çünkü
o mermi onlarda yok. Adam dışarıdan ateş ediyor mermisi duvardan içeri
girmiyor. Öbürü evin içinden, duvarın içinden ateş ediyor, duvarı delip
dışarıdaki herifi vuruyor. Amerikan askeri duvarın arkasına saklanmış, elindeki
tüfekle onu duvarın arkasından vuruyor.New York Times’ de kocaman
hikayesi vardır, Amerikan askeri diyor ki “bizim mermiler hiçbir işe yaramadı,
adamlar delik deşik ettiler ortalığı. Sağdan soldan ateş edildiğini gördük de,
yerin altından mermi çıktığını görmemiştik.”
37
Bir taraftan da bu silahlar nerden geliyor buraya? Yani karışık işler.
Dolayısıyla büyük bir macera olurdu herhalde bizi oraya götürselerdi.
Diğer kesimin şöyle bir problemi var: Dolar onlar için çok önemli, bütün
Amerikan sistemi için Dolar önemli. Amerikan Dolarının rezerv para olarak
kalmaya devam etmesi gerekiyor. Doların rezerv para olarak kalmaya devam
etmesinin bugün tek olasılığı var, arkasındaki sopa sağlam olursa, yoksa
kalmayacak. Eğer Amerika askeriyle, jeopolitik gücü korkutmasa bence Çin
elindeki rezervlerle çoktan teslim almıştı Amerika’yı. Uzakdoğu bugün
Amerika’nın Dolarını ve borsasını sadece dedikoduyla çökertebilir.
Geçtiğimiz aylarda da oldu. Kore Merkez Bankası elindeki dolar
rezervlerinden biraz değiştirecekmiş dedikodusu çıktı, paldır kültür gitti ortalık.
Sonradan öyle bir şey yok, yalan, “nerden çıktı” denildi. Dolayısıyla Amerikan
burjuva sınıfı içinde bir çatışma var. Özellikle kamu diplomasisi dedikleri
alanda, dünyaya kendimizi nasıl tanıtacağız? Yanlış tanıtıyoruz, olmuyor bu iş
gibi yürütülen bir tartışma var, ama öbür taraftan da dünyada sürdürebilecekleri
ikna edici bir jeopolitik strateji henüz yok ortada, muhafazakarlarınkinden
başka. Brezinsky’ nin yaklaşımları var, ama en kritik noktalarda bakıyorsunuz
dönüp destekliyor. Irak olayında destekledi, Afganistan olayında destekledi.
Avrupa’yla beraber yapmak gerekir’i anlatıyor başka bir şey anlatmıyor.
Aralarında bir gerginlik olsa bile yani şöyle bakılabilir bu işe; sermaye sadece
ekonomik bir ilişki değil, aynı zamanda bir güç ilişkisi. Şu andaki askeri sınai
kompleks hem ekonomik gücü hem de siyasi gücü birleştiriyor, anladığım
kadarıyla kadrolarıyla, kontrol ettiği yerlerle, iki sene üst üste kazanmasıyla
birleştirmeyi başardı. Bunun karşısında direnmek için belli bir örgütlenme
gerekiyor, yine burjuva içinde ve muhalefet olması gerekir.
Hiç unutmayalım, birinci seçimlerde demokratlar gerçekten isteselerdi Bush’un
seçilmesini engellerlerdi. Çünkü Kongreye yeniden sayım yapılması
doğrultusunda verilen önergeyi Meclisteki demokratlar imzaladılar, Al Gore da
dahil Kongreden bir tane demokrat imzalamadı. Çünkü mekanizma şöyle
çalışıyor: Kongredeki tüm demokratlar imzalasa bile, hatta bütün Kongre
üyeleri imzalasalar bile, Kongreden birisi imzalamamışsa eğer, bir tane bile
imza yoksa o geçmiyor; önerge halinde birleşik oturumda okunmuyor. Bunu
yaptırmadılar, Al Gore Başkan adayıydı ve altını imzalamadı; çok açık yani.
Dolayısıyla o işin ucu oradan bağlanmış belli ki, bir kutsal ittifakla bağlanmış,
şimdilik üzerinde anlaşılmış bir yanı var. Doğru bir tespit, Amerikan mallarına
olan talep düşüyor. Coca Cola’ nınki düşüyor, McDonalds’ da düşüyor, Nike’
ye düşüyor, Gerth’ inkiler düştü, Amerikan filmlerinin satışlarında azalma var,
Amerikan dizilerinde azalma var, yani böyle şeyler var, dünyada buna karşı bir
38
tepki var. Bizde bile şimdi hakim olan yerli diziler artık. Bundan 10 sene önce
Amerikan dizileri daha çoktu.
İşçi sınıfı nerede derseniz? Şu sırada Latin Amerika’da galiba. Latin
Amerika’da sürekli sokaklarda, sürekli gösteri yapılıyor. Seçiyor birilerini,
gelenler de beş dakika sonra ne var ne yok satıyor. Satıyorlar dediğim şöyle:
Tabii ki muhafazakarlardan daha iyi bir yerde duruyorlar, daha popülist
birtakım tedbirler alıyorlar, ama vaat ettiklerinin yanında yaptıkları devede
kulak, yine de genel bir sol eğilim gibi duruyor.
Dolayısıyla oradaki öyle, ama buradakini ben görmüyorum. Tabii ki bir işçi
sınıfı var; ondan bir şüphem yok da; işçi sınıfı kıpırdamadığı zaman
gözükmeyen bir şey. Kıpırdamadığı zaman teknik işçiler gözüküyor,
kıpırdadığı zaman sınıf gözüküyor ve hakkında bir şey söylemek mümkün.
İşte, bu sınıf şöyle yapıyor ya da böyle yapıyor, talebi şudur veya budur demek
mümkün. Atomize olmuş bir sınıf hakkında bir şey söylemek çok zor. O
yüzden hiç lafı bile geçmiyor. Hele hele jeopolitik konuşulurken zaten hiç
geçmiyor. Jeopolitikte realist yaklaşım denilen yaklaşıma uygun. Ben biraz onu
yeni Gramsci görüşle biraz düzelterek kendi jeopolitik modelimi kurmaya
çalışıyorum, ama bu maddesinin içinde yok açıkçası.
Uluslararası dayanışmanın örnekleri var mı diye soruldu. Ben bir-iki defa
İngiliz ve Fransız kamyoncular arasında gördüm, sendikacılar arasında oluyor
bir tür dayanışma, ama sendikalar arasında ve büyük kitleler arasında uzun
zamandır bir dayanışma görmedim. En sonunda ne zaman vardı diye
düşünüyorum, onu da hatırlamıyorum açıkçası. İkinci Dünya Savaşında bile
yoktu bu. Herkes birbirini kesti, Birinci Dünya Savaşında yoktu; birbirleriyle
savaştılar. Bu ulusalcılığın işçi sınıfının üzerindeki etkisini azımsamamak
lazım, çok ağır ve çok güçlü. Bir varsayımla, işçi sınıfının vatanı yoktur,
uluslararası enternasyonal dayanışma filan bu maddiyat düzeyinde böyle, ama
sosyal psikoloji düzeyinde böyle değil. Bu inşaa edilmesi gereken bir şey. Yani
bir sınıf şekillenmesiyle ilgili. Sınıf şekillenmesi derken şunu kastediyorum:
Sınıfın bölgede yoğunlaşma kapasitesi, ortak davranma geleneği, kurumlarının
güçlülüğü, sendikalar, dayanışma sandıkları ve partileri. Bunların hepsinde
gelişmişlik belli bir düzeye geldiği zaman belki bu dayanışmanın inşaa
edilmesi mümkün, aksi takdirde olmuyor. Kendiliğinden olan bir şey değil bu
uluslararası dayanışma. Aksine çok kolaylıkla birbirlerinin gırtlağına
çöküveriyorlar.
SORU- Anti küresel eylemler ve dayanışma hakkında ne söyleyebilirsiniz?
39
ERGİN YILDIZOĞLU- Anti küresel eylemler o zaman gerçekten iyi bir
kabarıştı, ama anti küresel eylemler de Latin Amerika’da yine. İşçi sınıfı
nerede, Latin Amerika’da dememin sebebi o. Orada gerçekten işçi sınıfı ve
köylülerin çok yoğun katıldığı bir şey, ama Avrupa böyle bir şey yok. Yani
Avrupa’da gördüğüm kadarıyla bol miktarda öğrenci, bol miktarda aydın,
sendikacı, işçi sınıfından da tek tük gelen oluyor. Seatle’ de vardı. Ben
konferansa gitmiştim gösteriler olduğunda, o sırada tesadüfen oradaydım.
Mesela, madenciler, Metal-İş Sendikası oradaydı ve mükemmel bir moraldi
onların olması. Çünkü Amerikalı metalcileri düşünürseniz, hem boylar, hem
enler şişman ve iriyarı tipler. Mavi yağmurluklar giymişler, öyle beton blokları
gibi geliyorlardı. Bir de uzun demir çubuklar vardı ellerinde. Dolayısıyla onlara
bulaşmadı hiç kimse, öğrenciler kahramanlar gibi savaştılar, sonra da
arkalarına saklandılar onların. Polis de onlara bulaşamadı. Çünkü tehlikeli bir
şey, ceketin altından tüfek de çıkar, orası Amerika olduğu için. Onlar olduğu
zaman hoş oluyor tabii. Onları orada gören diğer gençler de ona göre gaza
geliyorlar, saldırıyorlar. Oradaki küreselleşme, bowling muhabbetleri olduğu
için büyük bir kısmı da oradaydı. Durumu fazla zorlamamak lazım, durum şu
anda böyle, ama yarın böyle olmaz değişir. Ama bir süredir kötü bir dönemde
yaşıyoruz. Tarihe bakmakta fayda var. Tarihte bu kötü zamanlar değişir hep.
Hiçbir zaman sürekli kötü kalmaz, sürekli iyi de kalmaz.
İki savaş arası, Birinci Dünya Savaşı ve İkinci Dünya Savaşı arasındaki
dönemin çok yavaşlatılmış bir anını yaşıyoruz gibi bir halimiz var. İşçi hareketi
kötü, siyasal örgütlenmeler kötü, ruh hali kötü, vur patlasın çal oynasın bir
taraftan. Ama biliyoruz ki insanlık tarihi bir çizgide gitmez. Kitle ya da toplum
denilen yaratık böyle bir şey. Bilmek mümkün değil, büyük bir kitleden büyük
kopuşmaların, çatışmaların olmaya başladığı zamanı, hareket olmadan bir hafta
önceden bilmek mümkün değil. Pat diye olmaya başlıyor yani.
SORU- İş hayatından dolayı kendi içimize bakıyorum , dünya üzerindeki bu
tip projeleri gerçekleştiren veya gerçekleştirecek projeleri ortaya koyan ve
arkalarında çok büyük bir maddi serveti sürekli ellerinde tutan ve son birkaç
yüz yılda diyeyim, hatta son 1000 yılda diyeyim, bu kadar gücü hep devam
ettiren kurum mu diyeyim, kitle mi diyeyim, bilmiyorum. Şu an dünya
üzerindeki toplam paranın 32 trilyon dolar olduğu söyleniliyor. Bunun da 28
trilyon doları yüzde 15’lik bir nüfusta. Avrupa, Japonya ve Amerika’da. Yalnız
paranın yüzde 85’i bunlarda. Dünya üzerinde her şeyi değiştirebilecek
faktörlerle de oynayabiliyorlar istedikleri gibi. Pazarı daha değerlendirebilmek
için proje üretmeye başlıyor, yani değerlendirilecek ortam yaratmaya da
çalışıyorlar. Savaşsa savaş, başka bir şeyse başka bir şekilde iktidarda,
yönetimde her şeyi değiştirebilecek güçleri de var. Bilemiyorum, ben fazla
40
çözüm bulamıyorum. Her ne kadar kendini değerlendirecekse, ne kadar temiz
olacaksa.
ERGİN YILDIZOĞLU- Birincisi aslında daha küçük bir grup, nüfusun yüzde
15’inin içinde de mesela Amerika’da nüfusun yüzde 1’i, yüzde 40’ını elinde
tutuyor servetin. Parayı gerçekten çok ufak bir grup kontrol ediyor. Şöyle bir
durum var. Bir kere dünya gerçekten çok kompleks. Yani çok küçük bir gruba
indirgense bile yönetilemeyecek kadar karmaşık dünya. Asya krizi başladığı
zaman bunu görmeye başlıyoruz. Bir mali kriz başladığı zaman ne Soros’ un
aklı, ne Morgan Stanley gibi bir yatırımcısının becerisi bunun içinde
çentiklemeden çıkmaya izin vermiyor. İşte Berring krizinde bir tane serseri
oyuncu 1 milyarını götürdü ve Bering bankası yok oldu. Burada öyle bir
karmaşıklık var ki bu diyalekt sistemin içinde, bunu birisinin bir yerden
programlayıp yönetmesi mümkün değil. Sistemin, kapitalizmin verdiği budur.
Bu yüzden bu iş daraldıkça ve yoğunlaştıkça tehlike de hep büyüyor. Kırıldığı
zaman kötü kuruluyor. 32 trilyondan bahsediyoruz, ama 32 trilyonluk hiçbir
şey aslında. Çünkü şu anda 32 trilyon üzerinden kurulmuş kağıttan kulenin
miktarı, 100 trilyondan fazla, borç piyasalarında dolaşan miktarla beraber. Bu
şu demektir ki, birisi 100 milyonla giriyor, 10 tane kontratla 1 milyarlık
borçlanabiliyor. Ödeyemediği zaman parasını 10 kontrat 1 milyon ve Berring
de öyle gitti zaten.
Şöyle bir örnek vereyim: Tayland’daki bankacılık krizinin, Asya krizi
başlarken nasıl başladığını, nasıl geliştiğini anlatan bir video var ve İngiltere’de
televizyonda göstermişlerdi. Ben de çektim, benim öğrencilere gösteriyorum.
Orada yatırımcıyla konuşuyorlar, adam diyor ki “Olayın boku çıktı, biz
farkındayız iki sene öncesinden. Yani uçaklara binip Nepal’a gidiyoruz, acaba
burada da yükselmekte olan piyasa var mı diye. Her akşam şampanyalar,
muazzam partiler, yiyoruz, içiyoruz. Bir parti gidiyor hep beraber, ama herkes
de bir şeyin farkında. Yahu, bu böyle gitmez diyorlar. Ben mesela, şimdi
farkındayım bu böyle gitmez. Ama ne kadar daha gitmez, onu bilmiyorum. O
yüzden ben böyle gitmez diye çıkarım buradan. Ama yanımdaki rakibim olan
3 ay daha kalır, pastayı da 2,5’a katlar, ben işimden olurum ondan sonra. Oysa
hep birlikte “bu iş böyle gitmez” diye diye gidiyoruz beraber. Daha çok
yatırıyorsun, daha çok gömüyorsun, birazcık daha kâr ediyorsun. Herkes
birbirini kolluyor ve bir gün geliyor bakıyorsun pat diye gidiyor her şey.
Çıkıyor Merkez Bankası dövizimi devalüe etmeyeceğiz diyor. Ben bir haftadır
bekliyorum. Dövizimizi devalüe etmeyeceğiz der demez hemen pozisyonumu
aldım ve başladım satmaya. Gidecektir demektir çünkü bu. Ama herkes böyle
gidiyor” diyor. Yani o paranın büyük bir kısmı fiktif zaten ve o iktidar çok
sağlam bir iktidar değil. Yani Polany’ nin “Büyük Dönüşüm” kitabının ilk
başında 100 yıllık barış diye bir bölüm var. Orada şöyle bir şey anlatır: Büyük
41
sermaye, mali sermaye o finansı yönetir, barışı egemen kılar, büyük savaşları
engeller, küçük savaşları yönetir, her tarafı yönetir ve 15 tane isim bunlar: GP
Morgan, Rotschild, gibi. Ama sonunda geliyor bir duvara çarpıyor, bir mali
krize çarpıyor. Mali krize çarptığı an bunların gücünde bir kırılma oluyor, o
ana kadar geri bastırılmış sanayici ekip öne çıkıyor, onlar öne çıktığı zaman da
aynı şimdiki gibi -yani bu 100 sene önce yapılmış bir hikayeyi anlatıyor, ama
onların derdi para-pul değil, onların derdi arazi, taş, toprak, maden, emek ve
onların derdi de ancak silahla sağlanabiliyor. Dolayısıyla savaşçı militarist güç
öne çıkıyor, o pazarı kapatmaya çalışıyor. Bu madenlere, işte petrole el
koymaya çalışıyor. Burjuva politik strateji “bu bölge benim olacak” demeye
başlıyor ve ondan sonra Polany dediği gibi “mali sermayenin gücü bir kere
kırıldıktan sonra savaşı artık kimse engelleyemez.” Onun üzerine mali sermaye
dönüp savaşı finanse etmeye başlıyor ondan sonra başka yapacak bir şey
kalmadığı için, ama inisiyatif el değiştirmiş oluyor.
Dolayısıyla paraya çok fazla şey yapmamak lazım. Evet, aristokrasiden
devralarak gelen gerçekten çok büyük egemen bir sınıf var, ama şunun
şurasında 200 yıllık bir devletin üretim tarzında yaşıyoruz, bin bile değil.
Bizim hayatımız kısa, ama genç bir üretim tarzı aslında. Bakmayın, hani
feodalite gibi 700 sene 1000 sene yaşamış değil. Düşünün Mısır’da birinci
krallık 5000 sene filandır. Dolayısıyla çökebilir de, ama çökecek gibi gözüyor;
korkutucu olan o.
Amerikan ironisi şurada: Büyük Ortadoğu Projesi başarılı olsa, başarısız
olmasından daha iyi aslında. Bu işi yapmaya kalkıp da başarısız kalmak çok
daha büyük bir yıkıma ve felakete yol açmak durumunda. Hani girse bir
emperyal güç, bir ucundan girip öbür ucundan 3-5 ayda çıksa ortalık süt liman
olur, herkes işine bakar yine. Ama bu öyle olmuyor ki, oradan bir girecek, orası
dağılıyor, burası dağılıyor, o tutarken burası kaçıyor ve insan faturası ve kan
revan artıyor. En tehlikeli emperyal güç; güçsüz imparatorluklar en tehlikeli
imparatorluklar. Güçlü olanlar istikrar getiriyorlar, barış getiriyorlar. Hani
sömürücü baskı da getiriyor, ama istikrar da getiriyor aynı zamanda. Bu ise zor
bir imparatorluk.
SORU- Amerika Ortadoğu’ya girebilmek için AB’nin desteğini aldı, ama
İtalya oradaki askerini geri çekme kararı aldı. Bu durumda Amerika tek başına
mı kalacak? Amerika orada uzun vadeli mi kalacak, yoksa kısa vadede oradan
çıkacak mı?
ERGİN YILDIZOĞLU- Bilmiyorum. Amerika’nın oradaki durumu iyi
gitmiyor. İtalya önemli değil, 1 200- 1 500 askeri var; çıksa ne olur, çıkmasa ne
olur? Diplomatik olarak önemli. Avrupalılara istediklerini vermedi bu saate
kadar Amerika. Vermediği için de en önemlisi Fransa ve Almanya’dan destek
42
alamıyor. Fransa ve Almanya’dan destek alması için ortak etmesi lazım bunu.
Ama bu yönetimle mümkün değildir. Amerika’daki şu andaki yönetimin
ideolojik formasyonu buna uygun değil. Kadroların önemini göz ardı etmemek
lazım. Şu andaki kadrolar Bulton gibi aklı çok çalışmayan Birleşmiş Milletlere
Amerikan Elçisi yapmaya çalışıyorlar. Adam psikopat, bugüne kadar yaptığı
işlerden çok besbelli böyle olduğu. Ama illa oraya gelsin istiyorlar, çünkü
Birleşmiş Milletleri sabote etmek istiyorlar. Bunu kullanarak yapacaklar.
Dolayısıyla bu ekibin Avrupalılarla beraber iş yapmasının, Avrupalılara
birtakım tavizler vermesinin şu anda ortamı yok. Çünkü bunların aynı zamanda
kendi silahlarıyla da gözleri çok kamaşmış vaziyette. Dolaysıyla bu böyle
sürerse eğer, başlarına bir bela gelmezse Irak’ta -ki olabilir- toplumsal
muhalefet yükselebilir. Çünkü çok ciddi huzursuzluk var Amerika’da. Yüzde
35’e kadar düşmüş “savaş iyi oldu” diyenlerin oranı. Askerden kaçma oranı
çok hızlı artıyor. Gönüllü askerlik olduğu ve gittikleri halde kaçıyor insanlar.
Yeteri kadar asker bulamıyor, askere yeni insan alamıyor. Dolayısıyla mecburi
askerliği getirmek gibi bir öneriyle oynuyorlar şu sırada. Mecburi askerliği
getirirse o zaman da Vietnam gibi olacak. O zaman burjuvazinin çocukları da
gidecek askere, başka çaresi yok. Şu anda Amerikan Ordusu işçi sınıfından
oluşuyor. Hatta işçi sınıfının da göçmen kısmından oluşuyor. Yerleşik işçi
sınıfının ve orta sınıfın çocukları askere gitmeye başlayacak ve bu zamanda
bunları savaşa götürmeleri zor. Dolayısıyla içerideki direniş hükümeti bir
şekilde zorlayabilir ya da iki sene sonra seçimlerde başka bir durum olabilirse
belki Avrupalılarla yakınlaşma şansları olabilir. Hele İngilizlerin Irak’ta 50 000
askeri var, bütün bölgeyi kontrol ediyorlar. Eğer onlar çekilirse diplomatik
darbesi de çok büyük olur Amerika’ya. Bu anlamda bir başarısızlık var. Ama
Amerikalılar orada başarısızlığı yönetebiliyorlar şu anda.
Politikacılar arasında bir anlaşmazlık var, ama iki devletin arasındaki bağlar,
gizli servisinden ordusuna kadar çok derin, mali bağlar çok derin. İngiltere’nin
şu anda Amerika’dan kopması bütün uluslararası stratejini değiştirip Avrupa’ya
dönmesi demektir ki, bu neredeyse 100 yıllık bir geleneğin değişmesi demektir.
Olmaz olmaz değil, ama çok olasılık görmüyorum, zor değişimi.
SORU- Uluslararası tekellerin özellikle Amerika’ lı tekellerin kökeni de
İngiliz’dir aslında. Şu anda Irak’ta organize ve silahlı muhalif güç yok.
Bunların bölgesel özellikte olduğu gözlemleniyor. Buradan hareketle şu
söylenebilir: Şu anda terör hareketleri olmasa, halka refah sağlansa Amerikan
askerlerinin orada kalmasının bir anlamı da kalmayacaktır.
ERGİN YILDIZOĞLU- Irak’taki direnişle ilgili bir-iki numara var. Birincisi,
BAAS Partisi yeniden kurulmuş ve yeniden örgütleniyor bölgesel olarak;
bunun haberleri geliyor. Dolayısıyla BAAS Partisinin böyle örgütlenmesi çok
43
önemli bir gelişme; çünkü Amerikalılar pazarlık yapmak istiyorlar direnişle,
ama bir türlü muhatap bulamıyorlar. BAAS Partisi bir noktadan sonra eğer
ortaya “ben temsilcilik ediyorum direnişte” diye çıkarsa, bir başka türlü
pazarlık ortamı olabilir. Ama artık şöyle düşünmemek lazım: Oradaki direnişi
geçen 19. veya 20. yüzyıldaki direnişlere benzetmemek lazım. Hani
Vietnam’daki gibi olması mümkün değil, çünkü Vietnam kırsal bir alanda,
orman savaşıydı. Bu şehir savaşıdır ve bunu biraz Cezayir’e benzetmek lazım,
şehir gerillası savaşıdır bu. Bir de Fransız rezistansına, direnişine benzetilebilir.
Bir partizan savaşı aynı zamanda. Bu yüzden bunun merkezi olması
gerekmiyor. Kendi bulunduğu yerde iyi örgütlenmiş olması ve iyi
koordinasyon sürdürmesi yeterli ve aslında daha da avantajlı bir durum. Bu
dördüncü kuşak savaşlar denilen, şehir içinde asimetrik güçlerin savaşmasıdır.
Karşı tarafın olağanüstü büyük silahları var, ama kullanamıyor silahları.
Amerikan askerini sokağın içine soktuğunuz zaman ne tank işe yarıyor orada,
ne roket işe yarıyor. Sizin de elinizde kaleşnikof var, onun da elinde M-16 var.
O paralı asker, sen ise ölmeyi zaten göze almışsın. Dolayısıyla denge burada
değişmeye başlıyor. Siz biliyorsunuz girdisini çıktısını, ne var ne yok
olduğunu. Halk sizi destekliyor. Bu yüzden de her içeri girdiklerinde, böyle bir
huruç hareketi yaptıklarında nüfusun içine, fena halde zedeleniyorlar ve darbe
yiyor Amerikalılar. Bu yüzden oradaki direnişin ben çok önemli olduğunu
düşünüyorum. İki nedenden dolayı: Bir kere çok büyük bir tarihsel önemi var.
Dünyanın teknolojik olarak en ileri, en zengin ordusu bir avuç çapulcuyla baş
edemiyor. Bu çok önemlidir. Bu demektir ki, hala şu yasa geçerlidir:
Başkasının toprağına girdiğin zaman orada sana rahat yok arkadaş bu zamanda
ve dünyanın en büyük ordusuna karşı bile bir direniş örgütlenebilir ve neticede
bir tür süreklilik sağlanabilir bu savaşta. Burada olan budur ve bu çok
önemlidir. Bu dünyanın geri kalanı açısından ise büyük ders demektir aynı
zamanda. Şimdi, 100 000 kaleşnikof satın almış Rusya’dan geçtiğimiz aylarda.
“Niye alıyor 100 000 kaleşnikofu ne yapacak?” diye soruyor Rumsfeld.
Brezilya Dışişleri Bakanı da “her ülkenin kendini koruma hakkı vardır” diyor.
Olay şu: Şavet korkuyor Amerika buraya bulaşacak yakında diye. Dağıtacak
100 000 Kaleşnikof’ u oraya ve dolayısıyla hani “hattı müdafaa yoktur, sathı
müdafaa vardır” şeklinde çatışmaya hazırlanacak. Saddam da bunun hazırlığını
yapıyordu o zaman ve o zaman da öyle oldu.
Bizim de çok düşünmemiz gereken çok garip bir durum var burada. Zamanın
İspanya iç savaşı oldu, millet akın akın gitti. Irak’ta çok önemli bir savaş var,
kimse gitmiyor. Yani gidenler var da, hani sol nerede? Niye gitmiyor sol? Yani
niye buradan toplayıp Amerika’dan, Avrupa’dan çatışmaya gitmiyor. Çünkü
silahlı mücadelenin bir anlamı yok kimsenin kafasında. Bu mesele silahlı
mücadeleye yeni bir anlam kazandırmaya başladı. Olayın bütün pisliğine,
vahşetine, yani çarşının içine sokup arabayı patlatıyor adam, bir sürü sivili
44
öldürüyor filan, ama şu gözükmeye başladı ki, silahlı mücadele diplomatik
sonuçlara da yol açabilir. Hele bir aşamada görüşmeye başlarlarsa herkes şöyle
okuyacak: Ha demek ki sıkacaksın dişini, savaşacaksın, gelecek seninle
pazarlığa masada. Başka çaresi yok bu işin diyecek. Bu tüm Batı açısından en
iyi çözümdür. Onun için Jacque Chirac Amerikalılara hem engel oluyor, hem
de öbür taraftan “sakın çıkmayın oradan, aman ha bırakıp giderseniz çok kötü
olur.” diyor. Çünkü Amerika oradan bir çıkarsa bir daha bir başka bir yere
girmek kolay değil ya da girdikleri her yerde çok daha büyük çaplı operasyon
yapmak zorunda kalacaktır. Orada tarih şu anda yazılıyor, çok büyük dersler
var orada şehir gerillası açısından, yani partizan savaşı açısından. Lojistik,
ideolojik, teorik, örgütsel, ama sol bunların hiçbirini öğrenmiyor mesela şu
anda bilmiyor. Ama Müslümanlar biliyorlar, öğreniyorlar. Bir başka yerlerde
uyguluyorlar. Yani enternasyonal bir dayanışma var aslında yoksullar arasında
da komşuda oluyor şu sırada; bizim tarafta olmuyor. Bizim taraftan birileri de
kolları sıvayıp -varmış aslında dışarıdan giderek Irak’ta savaşan 2-3 tane ufak
tefek komünist grup varmış, ama gözükmüyor bile hiç. Ama mesela
Avrupalılardan oluşan küçük bir grubun çatıştığını düşünsenize orada
İspanya’da olduğu gibi. Yani birtakım insanları öldürecekler Amerikalılar,
gidip bakacaklar hepsi sarışın kızlarla erkekler. Yani şimdi bunun yaratacağı
şok ve tepki bambaşka olur dünyanın geri kalanında, ama yok böyle bir şey
şimdilik. Yani neredeyse Kızıl Tugaylar, Mader Meinhof filan nerede bunlar
diyesi geliyor insanın.
SORU- Siz bu tip söyleşilere, panellere gidiyorsunuz, bu konuda gözlemleriniz
var. Buraya katılımı siz de gözlemliyorsunuz. Katılımsızlık, duyarsızlık için ne
söyleyebilirsiniz?
ERGİN YILDIZOĞLU- Bunun bir cevabını bir şekilde ikinci sunuşumun
içinde yaptım aslında. İnsanlar ilgilenmiyorlar, böyle bir ruh hali var. Yani
böyle bir toplantıya katılmak için dünyanın, evrenin durumu ve olası çözümler
konusunda ilgi sahibi olması lazım, kendi dışında bir şeyle ilgileniyor olması
lazım. İnsanlar daha çok bugün ne yiyeceğim, çarşıdan ne satın alacağım?
Acaba şu arabayı mı alsam, bu arabayı mı alsam. Bu akşam şu vatandaşla mı
buluşacağım, yok bilmem ne gibi hayat gailesiyle de alakası olmayan bir
durum. Hayatın çok olmasından kaynaklanan bir şey değil, bu bir ruh halidir.
Günlük sadece kendi çevresiyle ilgilenen bir dinamik içine kilitlenmiş insanlar.
Dolayısıyla geleceğiz, büyük Ortadoğu’dan bilmem ne, ne alakası var, benim
bugün hayatıma ne etki yapacak bu? İki saatimi orada geçireceğim ve kafam
şişecek diyor. Çünkü merak etmiyorsa kafası şişecek demektir, gerçekten
bunalacaktır.
45
Üstelik bir de şöyle bir dünya var: Benim sık sık toplantılarda değil de, daha
böyle dar çevrelerde ya da dost çevrelerinde başıma geliyor. Bir konuşma
açılıyor, durumu anlatmaya başlıyorsunuz, karşınızdaki sizden, duyduklarından
dolayı çok huzursuz olmaya başlıyor. Duymak istemiyor bunları. Birinin gelip
de “dünyanın durumu şöyle, orada da böyle, başımıza yarın bu gelecek”
deyince, bunları duyan birinin “ne yapmak gerekir?” diye düşünmesi gerekir.
Onlarla uğraşmak istemezse o zaman bütün bu bilgiyle yaşamak gibi bir
sıkıntısı olacaktır. İstemiyorlar insanlar, bunları bilmek canım. Çok açık, hani
Aziz Nesin’in Arsız Eşekler hikâyesindeki gibi, sesi duyuyor uzaktan
“köpektir, köpektir” diyor kurdun sesini duydukça, ta ki kurt gelip ısırdığı
zaman “aa, kurtmuş” diyecek, ama geçmiş olacak ondan sonra. Haksız da
demiyorum, nasıl olsun ki başka türlü. Şöyle bir baksanıza etrafınıza,
televizyonundan, günlük yaşamına, siyasetçisinden sanatçısına kadar ortada
çok az sayıda insan, çok özel bir çabayla -ben de anlamıyorum- işte bir şekilde
direniyoruz, bir şekilde ilgilimiz var, kaynağını da bir türlü bilmiyorum, niye
var, onu da bilmiyorum, ama işte bir şekilde var; asgariden birtakım insan
ilgileniyor bu işlerle, çok büyük sayıda insan da ilgilenmiyor.
SORU- Yanlış bir yöntem mi bu acaba?
ERGİN YILDIZOĞLU- Bunun yöntemle alakası yok. Burada şöyle bir
problem var: Bu olayın tartışması ilk defa olmuyor, 1930’larda kültür
endüstrisi tartışması etrafında Teodor Adolman, Wolter Banjemin’ in filan bu
kapitalist toplum kitlesel üretime geçmeye başladıktan sonra özel bir durum
oluştu ortalıkta. İnsan öznelliğini kurgulayan özel bir durum oluştu. Bunun
üzerinde özel kitle iletişim ve medya da yerleşmeye başladıktan sonra
1960’ların sonunda Gildabor’ un Türkçe’ ye de var tercümesi “Gösteri
Toplumu” diye anlattığı bir durum oluştu. İmajlar her şeyin yerine geçmeye
başladı ortalıkta. Realiteyi bir türlü göremiyorsunuz, hep realiteyi taklit eden,
aslında kopyası da olmayan taktikler geziyor ortalıkta ve ekonomiyle kültür
birbirine kaynaşmış vaziyette. Dolayısıyla buna müdahale etmek için tartışma
sürüyor. 1930’lardan beri sürer bu tartışma: “Buna nasıl müdahale edebiliriz?”
diye. Daha çok sanatçı ilgileniyor nasıl müdahale edileceği konusunda.
Gerçekçi mi olmalı, yoksa gerçeküstücü mü olmalı, yoksa negatif diyalektif
gibi bunun tersini mi kurgulamaya çalışmalı sürekli? Açıkçası bu tartışmanın
içinden çıkılamadığı gibi, solun uyguladığı, kullandığı propaganda yöntemleri
sıfır, çalışmıyor burada. Sabahtan akşama kadar doğruyu tekrar etmek, o
doğrunun karşı tarafta algılanmasına izin vermiyor, yol açmıyor. Çünkü sizin o
doğru ağzınızdan çıkıp onun kulağına girene kadar araya başka bir şey giriyor,
onu tasfiye ediyor ve başka bir hale dönüşüyor. Yani farklılaşmış vaziyette.
46
Şöyle söyleyeyim açıkçası: Eskiden insanlar bir şeyler yapıyorlardı,
yaptıklarını bilmiyorlardı. İnsanlara gidilip anlatıldığı zaman insanlar “Aa,
hakikaten ben şimdi ne yaparım?” diye celalleniyordu. İnsanlara şimdi
anlattığınızda “bilmiyorum yahu” diyor; durum bu. Bilmediğim bir şeyi nasıl
öğreteceksin ki bana? Bilmiyorum, ama yapmaya devam ediyorum, kusura
bakma yani.
Bu ayrı bir tartışma konusu. Bu konuda bir sürü çalışma yapan, kafa patlatan
insanlar var. Dünyada aslında bilip bilmemek değildir ideoloji olan, yapmakta
olmak (“olan” kelimesi olmalı) ideolojiyi üretiyor yeni baştan. Dolayısıyla öyle
bir siyaset tarzı, öyle bir propaganda sanat tarzı olması gerekiyor ki, yapma
sürecini kısa devreye uzattığınızda insanlar bunu yapmaktan vazgeçsinler. Ama
şu anda bunun bir karşıtı yok. Çok açık olarak görebilirsiniz, bir sürü sol parti
var ortalıkta, topladıkları insan sayısı bellidir. Böyle neredeyse kritik kitle
vardır ve kritik kitle yok olur tekrar oluşur, yok olur tekrar oluşur; ama kritik
kitlenin üstüne çıkmaz bir türlü bu kalabalık. Ama 70’lerde mesela kritik
kitlenin üstüne çıktı, çok büyük kalabalıklar oluştu, ama 80’lerde başka bir
dünya oluştu. Bu metalar dünyası, gösteri toplumu, “cilalı imaj devri” filan
diye kitaplar vardı Ozanoğlu’ nun, mesela onları şimdi dönüp okumak çok
enteresan oluyor. Gerçekten toplumun yaşayış tarzı, ideolojinin yaşanış tarzı
değişti 80’lerden sonra. Tüm dünyada değiştiği gibi burada da değişti. Bu
yüzden böyle zor bir durum var.
Şimdi bunları burada konuştuk. Diyelim ki ben hepinizi ikna ettim, dünya
böyle giderse 50 sene sonra batacak, çıkıp gideceğiz buradan. Bu bilgiyi
öğrenmiş olarak gideceğiz sadece. Herhangi birisi bu kapıdan “ben bir şey
yaparım” diye girip örgüt kurmaya çalışmayacak, “ben bilmem ne yaparım”
deyip gidip Green Peace’ a katılmayacak ya da ne bileyim ”ben bunun bir
yolunu bulayım” demeyecek. Bir adam vardı Amerika’da, milleti çevrecilik
konusunda kışkırtmak için bombalı paketler gönderiyordu. Kimse oturup gizli
bombalı paketler gönderip kendi başına anarşizan bir şey de yapmayacak.
Kendi hayatımıza geri döneceğiz buradan çıktıktan sonra; durum bu.
OTURUM BAŞKANI- Efendim, çok teşekkür ederim değerli konuşmanız
için.
ERGİN YILDIZOĞLU- Ben teşekkür ederim; sağ olun.
47
48
NATO VE BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ
Yard. Doç. Dr. Özgür Müftüoğlu
Marmara Ünv.
Suat Parlar
Araştırmacı Yazar
05 Haziran 2005
MAKİNA MÜHENDİSLERİ ODASI
İSTANBUL ŞUBESİ TOPLANTI SALONU
49
50
NATO VE BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ
MEFTUN GÜRDALLAR (Oturum Başkanı)- Değerli konuklar; hepiniz hoş
geldiniz. Marmara Üniversitesinden Yrd. Doç. Dr. Özgür Müftüoğlu’ nun
konuşma içeriği, NATO’nun gerekliliği veya neden gerekli olup olmadığı,
Büyük Ortadoğu Projesi’nin gündeme gelme nedeni, NATO zirvesinin
İstanbul’da yapılma nedeni ve Türkiye’nin NATO’daki yeri. Sayın Müftüoğlu,
bu konularda bizleri bilgilendirecek. Diğer konuğumuz, araştırmacı yazar Suat
Parlar. Suat Parlar, son 20 yıllık süreci irdeleyecek. İlk sözü Özgür beye
veriyoruz. Buyurun Sayın hocam.
Yrd. Doç. Dr. ÖZGÜR MÜFTÜOĞLU- Çok teşekkür ederim. Herkese
merhaba.
Konu, NATO ve Büyük Ortadoğu Projesi. NATO deyince, akla ne geliyor?
Benim oğlum ilkokulda. Bir yardımcı kitap almıştım bir zamanlar. Kitabın
ismi, “Belirli Günler ve Haftalar.” Burada, 4 Nisan günü NATO Günü; yani
Atatürk’ü Anma Günü, Kızılay Haftası vesaire gibi günlerden bir tanesi de
NATO Günü. Ne diyor burada; NATO’yu kısaca anlattıktan sonra, “Üye
devletlerin birinin güvenliği tehlikeye girerse, NATO onu korumak için
harekete geçer” diyor. Sayfanın karşısında da iki tane şiir var; bunlardan bir
tanesi “Kim”, onu kısaca okumak istiyorum.
“Savaşı kim ister; barışı bilmeyen
Ya barışı kim ister; savaştan çok çeken
Savaşta açan çiçekler renksizdir
Çocukları tanımamıştır
Onları görmemiştir bile
Yazık değil mi güneşe, buluta ve yeryüzüne”
NATO ve barış, ikisi karşı karşıya! Bunu okuyan çocuklar NATO’yu bir barış
gücü, -zaten ismi de öyle geçer- barışı koruyan bir güç olarak tanıyorlar. Peki,
şimdi ne oluyor; Filistin’de, Irak’ta, Afganistan’da binlerce insanı öldüren,
ölümüne neden olan ve ona seyirci kalanlar, bu NATO’yu oluşturan ülkelerin
temsilcileri İstanbul’a geliyorlar ve İstanbul’da bir zirve yapıyorlar. Bunu şu
açıdan söyledim: Bizde toplum olarak NATO’ya bakış, büyük ölçüde bu
51
okuduğum çerçeve içerisinde. NATO’yu herkes gayet olumlu bir örgüt,
kuruluş olarak biliyor. O zaman, niye Amerika gitti, Irak’ta bu kadar çocuğu,
bu kadar insanı öldürdü; neler oluyor? Elbette, bunları bağdaştırmak, ne
olduğunun altını şöyle bir karıştırmak ihtiyacı ortaya çıkıyor. Ben, biraz geniş
bir çerçeve içerisinde NATO’yu değerlendirmeye çalışacağım. Geniş çerçeve
dediğim zaman da, büyük ölçüde içinde yer aldığımız, bugün dünyada geçerli
olan kapitalist sistemle bütünleştirerek, onun içerisinden bakarak, onun içinde
nerede, nasıl yer alıyor ve bugün ne yapılmak isteniyor, konuyu oradan ele
almaya çalışacağım.
Her sistem gibi, kapitalist sistem de varlığını sürdürebilmek için, ekonomik,
siyasal, ideolojik olarak egemenliğini sağlamak, egemenliğini kabul ettirmek
ister. Tabiatıyla, bu sistemin sürmesini isteyecektir. Ancak, kapitalist sistemin
kendi içerisinde öyle içsel çelişkiler vardır ki, bu sistem içerisinde, büyük
ölçüde sermaye dışındaki toplum kesimleri, kapitalist sistemin temel mantığı
içerisinde hareket edildiği zaman, önemli ölçüde sıkıntılar içerisine düşmekte,
bu kesimler üzerine yoğun bir sömürü olmakta; bu, giderek genişletilmekte ve
yoksulluk, yokluk durumları büyük ölçüde ortaya çıkmakta.
Bununla beraber -kapitalist sistemindeki çelişki esas burada- toplumsal yokluk,
açlık, işsizlik ortaya çıktıktan sonra, kapitalist sistem içerisinde bir süre
sermayenin kar hadleri düşer, sermaye birikim süreci kendisini yenileyemez ve
kapitalist sistem krize girer. Kapitalist sistemin kendi özü itibariyle baktığımız
zaman, kendi kendisini bir şekilde yok eder; ama ondan sonra tekrar yaratıp
devam ettirmeye çalışan bir sistem olarak ortaya çıkar.
Bildiğiniz gibi, örneğin, 1929 dünya ekonomik krizinden çıkış için, bu yokluk
ve işsizlik meselelerini ortadan kaldırmak için, talep yönlü ekonomi
politikalarını uygulamıştı. Bu süreçte devlet, ekonomiye müdahale etmiş,
sosyal harcamaları artırmış ve sosyal devlet uygulamalarını ön plana getirmişti.
Bu arada, kapitalist sistem bunu yaparken, bir taraftan da kendi sermaye
birikim sürecini devam ettirmek için talep yaratıyor. Ama öbür taraftan bir
başka gayesi daha vardı; o da, bu dönemde, kapitalist sistemden farklı bir
sistemin, kapitalist sisteme alternatif bir sistemin dünyanın belli bir bölgesinde
yönetime gelmesiydi, yani Sovyetler Birliğinin varlığıydı. Dünya iki kutuplu
olmuştu. Artık hem sistem kendi içindeki çelişkileri ortadan kaldırmaya
çalışacak, hem de diğer kutba; yani sosyalist bloğa karşı savunma
mekanizmasını oluşturmak zorunda kalacaktı.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında bu durum daha belirgin bir şekilde ortaya çıktı
ve sistem, siyasal, ekonomik, ideolojik üstünlüğünü sağlamak üzere birtakım
örgütler kurdu. Bunlardan bir tanesi Birleşmiş Milletlerdi, bir tanesi
Uluslararası Para Fonu IMF’ydi, Bir diğeri Dünya Bankası ve bunlarla beraber
52
var olan bir diğeri de, bu noktada silahlı güçleri temsil eden NATO’ydu. Bu
örgütleri, kendi yapısını korumak, sistemi korumak ve yaygınlaştırmak için
kullanıyordu.
IMF’yi nasıl kullandı? Büyük ölçüde politikalarını özellikle azgelişmiş
ülkelere, çevre ülkelere yaygınlaştırmak için borçlandırdı ve bu borçlar
karşılığında yapmış olduğu sözleşmelerle -şu anda bizim Türkiye’de büyük
ölçüde yaşadığımız süreç- bu sisteme entegre etti, uyumlu hale getirmeye
çalıştı.
Birleşmiş Milletlerle ne yaptı; yaptığı birçok uygulamayı Birleşmiş Milletler
üzerinden meşrulaştırmaya çalıştı. Örneğin, Irak meselesi, Birleşmiş
Milletlerden karar çıkmasını bekliyordu. Neydi süreç? Hatırlarsınız, Türkiye'de
de Hükümet, Irak Savaşına karşıydı. Ama Birleşmiş Milletlerden karar
çıksaydı, o zaman katılabilirdi; ama çıkmadı. Burada ne değişmişti; hiçbir şey
değişmemişti. Birleşmiş Milletler, burada sadece gelişen süreci meşrulaştırma
aracı olarak kullanılmıştı ki, bu, tarih süreç içerisinde birçok defa
kullanılmıştır.
Dünya Bankası dediğimiz zaman, Dünya Bankası, büyük ölçüde kapitalist
sistemin ortaya çıkardığı sorunları sözde ortadan kaldırma maskesi altında,
yine özellikle çevre ülkelere uygulamalarını yaygınlaştırmak amacıyla, Dünya
Bankası kredileri karşılığında imza atmış olduğu sözleşmelerle, yapmış olduğu
anlaşmalarla yaygınlaştırma hedefine doğru yönelmişti.
Ekonomik ve siyasal anlamda bu aktörlerin yanında bir de askeri bir güç
oluşturmak gerekiyordu. Çünkü burada bir sosyalist blok vardı; buna karşı,
sosyalist bloğa karşı, komünizme karşı savunma adı altında bir askeri örgüt
kurdu. NATO, özellikle 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkıldığı sürece kadar,
soğuk savaş dediğimiz dönem içerisinde varlığını bu doğrultuda sürdürdü;
soğuk savaşta, komünizm, sosyalizm karşıtı bir savunma mekanizması olarak
sürdürdü. Ancak, 1989’a geldiğimiz zaman Berlin Duvarı yıkıldı, büyük ölçüde
Doğu bloğu dağıldı ve NATO birden işlevsiz hale geldi. Yani karşısında kime
karşı bir birlik oluşturacaksınız, kime karşı silah kullanacaksınız? Silahlar da
var elde, birçok stratejiler geliştirilmiş, tatbikatlar yapılmış bir yapı var; ama
karşıda bir düşman kalmadı.
Bu süreç içerisinde, şöyle bir baktığımızda, özellikle 1970’lerin başında
kapitalist sistemde ortaya çıkan krizin ardından uygulamaya konulan yeni
liberal politikalarına baktığımızda, hatırlayacağımız gibi, üretim sürecinde
esneklik, çalışma yaşamında esneklik ve buna bağlı olarak üretim sürecindeki
kontrolün bütün olarak sermayenin eline geçmesi gereken bir sistem getirdi.
Sosyal devleti tamamen ortadan kaldırarak, bir piyasa devleti haline
53
dönüştürüldü. Küreselleşmeyle tüm dünyayı ucuz emek pazarı haline getirerek,
buralardan artı değer elde etmeye çalıştı. Bu sürecin sonrasına baktığımızda,
gerek uluslararası düzeyde, ülkeler arasında, gerekse ülkelerin içerisinde çok
büyük gelir uçurumları ortaya çıktı. Bu süreçte, özellikle küreselleşme
sonrasında ortaya çıkan duruma baktığımızda, büyük ölçüde Güney ve Kuzey
olarak tanımlanabilecek ülkeler arasında; yani Avrupa ve Amerika Birleşik
Devletleri’yle öbür tarafta Afrika ve Asya’nın büyük bir bölümünü alan bir
kesim arasında müthiş farklılıklar açıldı. Bu süreç içerisinde Kuzey giderek
zenginleşirken, Güney giderek yoksullaşmaya başladı. Ama tabii şunu da
hemen parantez içerisinde belirtiyorum: Kuzey’deki ülkelerin de kendi
içlerinde aynı dengesizlik yine oldu; Amerika Birleşik Devletlerinin kendi
halkı arasında da gelir dağılımında bozukluk oldu veya Avrupa ülkelerinde bu
süreç bu şekilde yaşandı.
Bu sürecin sonrasında gelinen bir yer, 11 Eylül meselesi. 11 Eylül olduğu
zaman, o zamanki tartışmalar da hatırlanacağı üzere, büyük ölçüde bu Kuzey
ve Güney arasındaki farklılaşma, giderek açılan yapı özellikle ön plana kondu.
Bu yapıyla birlikte, artık dünyada “Küresel terör” denilen bir mesele, bir
kavram ortaya çıkartıldı. Bunun üzerine NATO, 1989’dan beri işlevsiz hale
gelen NATO, kendisine yeni bir düşman buldu; terörizm. “Küresel terörizme
karşı, NATO bir araya gelmeli ve buna karşı mücadele etmeli” diye bir yapıyı
kendisine görev olarak ortaya koydu. Peki, yeni hedef terörizm. Ama bu
terörist kim? Daha önce tanınıyordu; Sovyetler, komünist ülkeler, sosyalist
ülkeler vardı, düşman onlardı. Bu gayet açık, bilinen ve net bir şeydi. Peki,
burada terörist kim? İlk bakışta terörist, büyük ölçüde Güney ülkeler; yani bu
küreselleşme sürecinden olumsuz şekilde etkilenen ülkeler büyük ölçüde
terörist ülkeler olarak tanımlandı; ama, bu tek başına yeterli değildi. Sonuçta,
bu yapının daha da genişletilip, mevcut kapitalist sisteme karşı olan, kapitalist
sistemin bugünkü uygulamalarına karşı olan herkes, her ülke, her toplum
terörist olarak algılanmaya başlandı. Yani kendisinin yarattığı yeni şey,
“sisteme karşı olan herkes teröristtir, ona karşı mücadele etmek gerekir.”
Hatırlarsınız, 11 Eylülün sonrasındaydı sanıyorum, Bush’un bir konuşması
vardı; “iki şey vardır; ya bizdensinizdir, ya da değilsinizdir, teröristsinizdir”
gibi bir açıklaması vardı. Bu süreç içerisinde yeni düşman belirlendi,
tanımlandı. “Ne yapmak gerekir; yapılması gereken, birilerini bulup, bu
terörizmin başı veya yöneticisi olduğu düşünülen birilerini bulup, onlara karşı
bir harekata geçmek gerekir.” Usame bin Ladin “şey” olarak bulundu,
Afganistan’dadır diye oraya gidildi. Arkasından Irak’a, Saddam Hüseyin’e
karşı bir harekat yapıldı, oraya gidildi. Tüm bu süreçler içerisinde kullanılan
askeri güç, büyük ölçüde Amerika Birleşik Devletleri tarafından yönlendirildi
ki, bu son derece doğaldır. Çünkü kapitalist sistemde her zaman bir hegemon,
54
egemen bir devlet, düzenleyici bir devlet gerekir ve askeri konularda jandarma
olarak tanımlayabileceğimiz bir devletin varlığı gerekir. Kapitalist sistem
içerisinde şu andaki süreç, ulusal şeylerin çok belirleyici olduğu bir süreç
değildir; sonuçta, uluslararası sermayenin büyük ölçüde egemen olduğu bir
süreçtir. Ama yine de orada bir ulus gerekiyordu ve onun jandarmalığı altında
bu mücadele yürütülmeye başlandı.
Son derece tehlikeli bir konuma doğru gidildi; çünkü ilk başta terörist olarak
tanımlanan ülkeler veya kesimler Müslüman’dı, İslam dünyasındandı. Hatta
doğrudan burayı hedef aldığınız zaman, ortaya ciddi bir problem çıkabilirdi;
yani bu, sanki dinler çatışmasıymış gibi görülebilirdi. O zaman, bunun mutlaka
ortadan kaldırılması lazım. Bu, birinci neden. İkincisi, Amerika Birleşik
Devletleri, doğrudan kendisi bu işe müdahale ettiği zaman; herhangi bir örgütü,
kurumu kullanmadan, bir aracı kullanmadan gittiği zaman, Amerika Birleşik
Devletleri tek hedef haline gelecekti. Ki, bildiğiniz gibi, Irak’ta büyük ölçüde
böyle oldu. O yüzden, bunların da bir şekilde meşrulaştırılması lazım. O zaman
ne yapmak lazım? Burada Türkiye’ye önemli görevler düştü. Çünkü bu dinler
arası bir çatışmaymış, kültürler arasında bir çatışmaymış meselesini önlemek
için, Türkiye, biçilmiş bir kaftandı, bir ülkeydi; Müslüman bir toplum. Öbür
taraftan, jeopolitik olarak son derece kritik bir yerdeydi. Daha önceki süreçte,
Amerika Birleşik Devletleri NATO’yla çok iyi siyasal ve askeri anlaşmaları,
planları, programları olan bir ülkeydi; yeniden programlar yapmaya çok gerek
yoktu, üzerinde birtakım değişiklikler yapılabilirdi. Türkiye, bu yüzden büyük
ölçüde bu yapıda uygun bir yerde yer aldı.
Öbür taraftan, biraz önce de söylediğimiz gibi, Amerika Birleşik Devletleri bu
yaptıklarını bir şekilde meşrulaştırmak durumunda. Tek başına kendisi giderse,
dünyada çok büyük bir Amerika düşmanlığı zaten yayılıyor. O zaman, bunu
önlemek için, hem de genişletilmiş bir NATO içerisinde bunun yapılması,
Amerika’yı da burada hedef olmaktan büyük ölçüde kurtaracak ve yapılmış
olanları, gerçekleştirilmiş olanları da büyük ölçüde meşrulaştıracaktı. Temel
hedeflerden bir tanesi de buydu.
Bugüne gelmek istiyorum. “Büyük Ortadoğu Projesi” diye ortaya çıkan proje
nedir, nasıl geldi? Türkiye-NATO meselesine biraz daha değinebilir miyim,
zamanımız var mı?
OTURUM BAŞKANI- Başlayalı 20 dakika kadar oldu. Bir 10 dakika daha
süreniz var.
Yrd. Doç. Dr. ÖZGÜR MÜFTÜOĞLU- Tamam. Büyük Ortadoğu Projesi,
bildiğiniz gibi, Tunus’tan Çin’e kadar olan çok geniş, çok büyük bir alanın
özgürleşmesi ve buralara demokrasinin gelmesi adına gerçekleştirilen bir proje;
55
yani özgürlüğü ve demokrasiyi getirmek için Büyük Ortadoğu Projesi büyük
ölçüde ortaya atıldı. Nasıl özgürlük, barış ve demokrasi gelecek; Irak’a geldiği,
Afganistan’a geldiği gibi gelecek. Ama burada temel niyet ne? Ben birkaç tane
şey olduğunu düşünüyorum. Bu bölge, büyük ölçüde kapitalist sistemin
bugünkü gereklerine doğrudan ayak uyduran bir bölge değil. Bu, sadece gidip
oralarda kültürünü yaymak falan değil. Bunlar da var, ama oradaki temel
neden, bu bölgelerin kapitalist sistem içerisine alınması, dahil edilmesi. Nasıl
dahil edilecek? Şöyle bir baktığımız zaman, bu ülkelerin büyük bir
çoğunluğunda işgücü eğitimsiz, mevcut kapitalist sistemin gelişen koşullarına
ayak uydurabilecek ve gidip de üretimin doğrudan yapılabileceği bir ortam
yok. Küreselleşme sürecinde, 1970’lerde, 1980’lerde merkezdeki ülkeler ne
yapmıştı; Yugoslavya’da, Brezilya’da, Tayvan’da, üretimlerini oraya kaydırıp,
oraları bir şekilde ucuz emek pazarı olarak kullanabilmişlerdir. Ama Ortadoğu
ülkelerini bu bakımdan kullanamadılar; hem yönetimler buna çok müsait
değildi, hem oradaki işgücünün niteliği buna çok müsait değildi. O zaman,
buraları ele geçirmek gerekiyor, buralarda bu yapının oluşmasını sağlamak
gerekiyor; yani buraların ucuz emeğe dahil edilmesi gerekiyor. İkincisi,
buraların pazar olarak kullanılması gerekiyor, yani üretilen her şeyin buralarda
satılması gerekiyor. Bugün, Afrika’da, Irak’ta, Suriye’de; çıkartılan
teknolojinin çok fazlaca çok hızlı bir şekilde kullanıldığı, yaygın bir şekilde
kullanıldığı söylenemez; yani iyi bir tüketici olmadıkları ortada. Buraların biraz
daha pazara katılması gerekiyor. Ama bunun ötesinde önemli bir etken de,
giderek sıkıntısı duyulan enerji kaynaklarına yine bu yollarla ulaşılması.
Çünkü buralarda büyük ölçüde doğal kaynaklar, petrol ve diğer doğal
kaynaklar oldukça zengin. Bunun da aynı şekilde bu süreç içerisinde
ekonomiye katmak -genel olarak böyle tabir ediliyor- gerekiyor; çünkü onlar
orada atıl duruyor ve kullanılması gerekiyor, hem de en ucuz şekilde bunların
alınması ve kullanılması gerekiyor.
Bu arada, Türkiye için özellikle suyu da unutmamak lazım. Sadece enerji değil,
su da burada son derece önemli. Su kaynaklarına ulaşmak bakımından da bu
projenin önemli bir yeri var. Bu yapı içerisinde, Türkiye’nin NATO içindeki
yerine şöyle bir bakmak gerekirse; bildiğiniz gibi, Türkiye, 1952 Kore Savaşı
sonrasında NATO’ya dahil ediliyor. Ondan sonraki sürece bakıldığında, askeri
anlamda veya siyasal anlamda Türkiye’nin stratejik egemenliğini büyük ölçüde
NATO’ya devrettiği görülmekte; yani alınan kararlarda, uygulanacak
politikalarda, stratejilerde, askeri anlamda da büyük ölçüde NATO’nun
kontrolü içerisinde kalınıyor ve onun çizmiş olduğu perspektif içinden
geçiliyor. Peki, bu süreçte Türkiye, NATO içinde aktif olarak söz hakkına
sahip mi? Ona baktığınız zaman, onun da söz sahibi olmadığını görüyoruz;
çünkü diğer belirleyiciler temel politikalarını ortaya koyuyor, Türkiye sadece
uygulayıcı pozisyonunda kalıyor.
56
Türkiye'nin bu süreç içerisindeki pozisyonunda ilginç şeyler var tabii. Örneğin,
1962 yılında Küba krizi ortaya çıktığı zaman, Amerika, Sovyetler Birliği’nden,
Küba’daki nükleer silahlarını çekmesini istiyor; buna karşılık olarak, Sovyetler
Birliği de Türkiye’deki nükleer silahların çekilmesini istiyor. Bu tarihe kadar
Türkiye’de toplum, halk, insanlar, Türkiye’de nükleer silah olduğunu bilmiyor.
Toplum, bu kriz sayesinde anlıyor ki, Türkiye’de nükleer silah varmış; yani
toplumdan tamamen habersiz bir şekilde birtakım politikaların içerisine
giriliyor.
Yine 1989 yılında Berlin Duvarı yıkılmadan hemen önce, NATO’nun bir
manevrası, bir tatbikatı var. Tatbikat sırasında, bir işgal halinde Türk
topraklarının kurtarılması için, Türkiye sınırları içinde nükleer silah
kullanılacağı ortaya çıkıyor. Ama bizim bundan haberimiz yok. Türkiye
toprakları içerisinde bir nükleer silah kullanılacak, bunun sonucu olarak da çok
sayıda Türkiye vatandaşı yaşamını kaybedecek; ama bundan bizim haberimiz
yok, bunda bir söz hakkımız yok, olup olmaması konusunda bize de hiçbir şey
sorulmuş değil! Ama bu yapı içerisinde, büyük ölçüde hem ulusal egemenlik
ortadan kaldırılmış oluyor; öbür tarafta da Türkiye, kapitalizmin bu sürecindeki
yapıya, kendisinin çok da çıkarı olmadan, pasif bir uygulayıcı halinde
eklemlenmiş oluyor.
Son olarak şunları söylemek istiyorum: NATO, Büyük Ortadoğu Projesi
kapitalist sistemle bütünlüklüdür, büyük ölçüde sermayenin söz sahipliğinde
gelişmiştir. Çünkü NATO’nun, Büyük Ortadoğu Projesiyle beraber ortaya
çıkacak durumda veya Irak’taki savaşta, Afganistan’daki savaşta, diğer
savaşlarda, yenik çıkacak olan savaşlarda oraya gidip de savaşacak olanlar
hiçbir zaman sermaye kesiminin, bu kararları verenlerin çocukları
olmayacaktır. Buraya gidecek olanlar, işçilerin, memurların, emekçilerin,
köylülerin; yani sermayenin dışındaki toplum kesimlerinin çocukları olacaktır,
onlar gidecektir.
Bugün Amerikan askerlerine kızıyoruz, ama ayrıntıya inildiğinde ne görülüyor;
Amerikan askerlerinin çoğunun Amerikalı göçmenler, işsizler, güvencesizler
olduğunu ve bunların mecburen gittikleri bir yer olduğunu görüyoruz. Irak’ta
ölenlerin de, öldürenlerin de bir şekilde aslında bu sistemde hiç de kendilerine
söz hakkı verilmemiş, tamamen kullanılan kesimler olduğu görülüyor.
NATO Toplantısı Türkiye'de yapılacak. Buradan “NATO’nun Türkiye'de
yapılacak olan bu toplantısını kim destekliyor?” diye bakıyoruz; bu toplantıyı
destekleyecek olan, Toplum Gönüllüleri Vakfı, Türkiye Eğitim Gönüllüleri
Vakfı gibi sivil toplum örgütleri, yapılacak bu toplantıyı desteklemekte.
Sponsorlar, Garanti Bankası, Motorola, Shell, Nokia gibi uluslararası sermaye
57
kuruluşları. Yine bunlar sivil toplum örgütleri adı altından gidiyor. TÜSİAD,
büyük ölçüde destek oluyor.
Bu toplantının dünya için bir dönüm noktası olacağını, NATO’nun ve bununla
beraber de Kazakistan’daki siyasallaşma sürecinde ciddi bir yeni dönüşüm
noktası olacağını düşünüyorum. Onun için son derece önemli. Burada alınacak
kararların kısa dönemde ve uzun dönemde büyük ölçüde bizim yaşamımızı
doğrudan etkileyeceğini, son derece olumsuz şekilde etkileyeceğini
düşünüyorum. Bu nedenle, toplum için, kendi çocuklarımız için, Türkiye'de
yapılacak olan bu NATO Toplantısının bir şekilde başarıya ulaştırılmaması için
elimizden gelenin yapılması gerektiğini düşünüyorum. Teşekkür ederim.
OTURUM BAŞKANI- Özgür bey bize, NATO’nun başlangıcını ve kapitalist
sistem itibarıyla gerekliliğini, giderek ülkemizde düzenlenen NATO
Toplantısında hedeflenenleri anlattı.
Kısa bir bilgiyi sizlerle paylaşmak istiyorum. Mesleğe ilk başladığım yıllarda,
tesisat yapmak üzere, Hadımköy Çakmaklı’ da bir NATO tesisinde, Arı
İnşaatta çalışıyordum. Orada, yakın bir bölgede birtakım silah depolarının
olduğunu öğrendim. Bu silah deposu, Büyükçekmece Gölü’ne bakan rampa
üzerinde 8 tane, toprağa gömülü kümbet. Sohbetler sırasında iş gelişince
anlaşıldı ki, 60’lı yılarda Küba krizi sırasında konuşulan nükleer silah depoları,
İstanbul'un hemen yanı başındaki Büyükçekmece’de. O zamanki teknolojiyle
yerleştirilmiş olan silahların menzili 200 kilometre; yani buradan attıkları
zaman Çorlu’ya düşüyor. İlk konuluş anından itibaren NATO, Sovyetlere karşı
veya karşıt kutba karşı nükleer silah kullanmaya karar verdiği zaman, vuruşma
alanı bizim ülkemiz. Bu silahla, İstanbul'dan attıkları zaman, ancak Çorlu’ya
kadar varabiliyor ve hedeften de 20 kilometre sapma ihtimali var, yani 200
kilometre menzilde de 20 kilometre sapma ihtimali var; yani her halükarda biz
vuruluyoruz, başka bir şans yok.
Bu arada, panelimize destek telgrafı var; İstanbul Baro Başkanı Sayın Avukat
Kazım Kolcuoğlu, başka bir toplantısından dolayı katılamadığını ve panelimize
başarı dilediklerini iletmişler. Kendilerine teşekkür ediyoruz. Suat bey, söz
sizde.
SUAT PARLAR- 20. Yüzyıl, aşırılıklar çağı olarak nitelendirilmişti.
Sanıyorum, 21. Yüzyıl da taammüden soykırımlar çağı olarak nitelendirilecek.
“Aşırılıklar çağı” derken, belki bu nitelendirmeyi yapanların aklında 20.
Yüzyılın o müthiş savaş pratiği vardı. Bütün insanlığın gelişim evresi
düşünüldüğünde, hakikaten 20. Yüzyıl korkunç derecede kanlı geçmişti. 19.
Yüzyılda yaklaşık olarak 300 civarında savaşta söz edilirken, 20. Yüzyılda
dünyada 3 080 savaş yaşandı. Resmi rakamlara göre, bu
3 080 savaşta da
58
100 milyondan fazla insan hayatını kaybetti. Sakat kalanları, insani tahribatın
boyutunu veya uygarlık krizi olarak neler yaşandığını halen daha bilmiyoruz,
bildiklerimiz de zaten bizi irkiltmeye yetiyor. “Ne kastediyorsun, nasıl bir
örnek verebilirsin?” denilebilir. Vereceğim örnek, hem militarizmin boyutlarını
göstermesi açısından, hem de ABD’nin insanlığın geleceğinde yaratacağı
tehlike ve tehditleri daha 1960’lardan itibaren ortaya koyan bir örnek olması
açısından çok önemli.
1964 yılında bir uydu kazası meydana geldi. Çok az miktarda, 4 libre civarında
plütonyumu yakıt olarak içeren bir uydu, atmosferde infilak etti. Sonuç: 1990
yılında Berkeley Üniversitesinin yaptığı bir araştırma, bütün enlemlere
radyasyon saçıldığını ve dünyada akciğer kanserinin patlamasından bu kazanın
sorumlu olduğunu gösterdi.
Benzer bir kaza, yine uzayın askeri amaçlarla ABD tarafından kullanılması
programının parçası olarak, Katinya adı verilen uyduda meydana geldi. 75 litre
plütonyum taşıyordu. Büyük bir şans eseri, infilak atmosfer içerisinde
gerçekleşmedi. Atmosferde geçerleşmiş olması durumunda 20-25 milyon
ölümden söz ediliyordu. NASA’nın tespitleri de şu doğrultudaydı:
Radyasyonun saçıldığı tarım alanlarının bir daha ekime açılmaması; hayvanlar
üzerinde etki varsa, hayvanların itlaf edilmesi; kentler üzerine bu radyasyon
saçılmışsa, o kentlerin bir daha asla kullanılmaması ve binaların yıkılması.
Bunu bir parantez olarak aklımızda tutalım.
Uzayın askerileştirilmesi programı yine yürürlükte. Bush’un iktidarıyla birlikte
Anti-Balistik Füze Anlaşması iptal edildi ve bununla birlikte, uzayda savaş
programı gündeme alındı. Bu, ne anlama geliyor? Bu, şu anlama geliyor: Artık
yeryüzünün parsellenmesini bırakın, uzayın askeri amaçlarla ABD tarafından
kullanılması gündemde. Buradan hemen bir teorik sonuç çıkarmamız
gerekiyor. Son 20 yıllık ABD askeri stratejilerinin hepsinde tek yanlılık esastır;
tıpkı, bu uzay programında olduğu gibi. Bunu nereden çıkarıyoruz; Birleşmiş
Milletlerdeki oylamalardan çıkartıyoruz.
Birleşmiş Milletlerle ilgili kendi tarifimi yapayım da, o konuda ne düşündüğüm
belli olsun. Birleşmiş Milletler bir hırsız mutfağıdır veya isteyenler, Birleşmiş
Milletleri, bütün dişleri çekilmiş bir köpek olarak da değerlendirebilir. Onun
dışında başka bir anlamı yoktur.
Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda 163 ülke, uzayın silahlandırılması
konusunda “hayır” oyu kullanırken, Amerika Birleşik Devletleri, İsrail ve bu
araştırmaların yapıldığı Mikromedia adı verilen bir bellekçik çekimser kaldılar.
Bu oylama 2000 yılında gerçekleşti. Peki, buradan çıkarılacak sonuç neydi;
ABD’nin tek taraflı davranma konusunda malum olanı ilan etmesi. Bununla
59
yetinilmedi, başka bir ilan daha vardı; Uluslararası Ceza Mahkemesinin
yetkisini kabul etmediklerini açıkladılar. Bu, şu anlama gelir: Dünyada askeri
bir imparatorluk inşa etmek üzere harekete geçen güç, işkence de yapar, ırza da
geçer, katliam da düzenler. Askerlerini ve görevlilerini bundan muaf tutma
konusunda tek yanlı davranışını bir de Uluslararası Ceza Mahkemesi
konusunda ilan etti, “Ben bu yetkiyi tanımıyorum” dedi. Peki, onun dışında,
başka buna benzer ilanlar var mıydı? O malum ilanlarından bir tanesi de
Wolfovitz tarafından 11 Eylülden 2 gün sonra bir açıklamayla gündeme
getirildi. Herkes son zamanlarda keyfi milatlar ilan ediyor. Spekülasyon olsun,
bir milat da ben ilan edeyim. Bence, Wolfovitz’ in açıklaması milattı. “Niye?”
diye sorulabilir. 11 Eylül, malum, İkiz Kulelerin vurulması. 13 Eylül tarihli
New York Times Gazetesi’nde yayınlanan Wolfovitz’ in açıklaması aynen şu:
“Bazı devletlerin varlığına son verilecektir.” Kastettiği alan Avrasya
coğrafyası. Devletlerin varlığına son vermekten söz ediyor. Bu açıklamayı
diğerlerinin açıklaması takip etti. Anlaşıldı ki, Wolfovitz, kariyerinde bir
sıçrama yapmak istiyor; bir askeri planı, yıllardır hazırlanmakta olan bir askeri
planı inşa ediyor.
Dünyada hiçbir genelkurmay, bir gün içerisinde bazı devletleri ortadan
kaldıracak ve coğrafi, jeopolitik alan belirleyecek kadar usta olamaz. Bu,
mümkün değil, bir gün içerisinde bu planlar oluşmaz. Bu planlar, çok önceden
hazırlanmış olan planlardı. Dediğim gibi, Wolfovitz, 13 Eylül günü bunu ifşa
etti ve Avrasya’yı işaret ederek ifşa etti. Aslında hazırlık eskiye dayanıyordu,
oldukça eskiye dayanıyordu; çünkü Amerika Birleşik Devletlerinin emperyalist
bir güç olarak doğuşundan itibaren Britanya İmparatorluğundan tevarüs ettiği
emperyal bilinç ve emperyal stratejilerin odağında Avrasya’nın kontrolü yatar.
Avrasya’yı kontrol etmeyen bir gücün, dünyada önemli bir güç haline gelmesi
mümkün değildir; hele bu güç bir ada devletse, hele bu güç denizlerle çevrili
bir devletse –malum, Britanya da böyleydi- bu kaçınılmazdır. Kabaca, karasal,
kıtasal olanla denizci olanın karşı karşıya gelmesi anlamında bir jeopolitik söz
konusudur. Bu konuda ABD’nin son 150 yıllık çalışmaları incelendiği zaman,
temel hedefin Avrasya’nın kontrolü olduğu görülür.
Şu soru sorulabilir: Neden Avrasya? Çok basit birkaç tane nedeni sıralayayım.
Bu yüzyılın başında olan nedenler tabii ki değişti, ama günümüz itibarıyla
geçerli olanlarını sıralayayım.
Dünya petrol kaynaklarının yüzde 67’si Körfez’de, dünya doğalgazının yüzde
41’i yine bu bölgede, dünyanın ikinci büyük nükleer gücü olan Rusya bu
bölgede; Çin, Hindistan ve Pakistan gibi üç önemli nükleer güç bu bölgededir.
Onun yanı sıra, dünyanın en kalabalık Müslüman nüfusunun ülkesi bu bölgede.
60
Sadece bu kadar değil, nikelden kobalta, uranyumdan altına kadar değerli
madenlerin hemen hemen önemlice bir bölümünün rezervleri bu bölgede.
ABD’nin çok zengin birtakım öz varlıklara sahip olduğuna dair iddialar vardır.
ABD, sanıldığı gibi muazzam kaynaklara sahip değildir; halen daha Afrika,
Ortadoğu ve Avrasya’nın mineral kaynaklarına büyük ölçüde bağımlıdır ve
bunları kontrol altında tutar. Bu bağımlılık iki türlü bir bağımlılıktır. Bu
bağımlılığın birincisi doğrudan doğruya üretimle ilgilidir, ikincisi enerji ve
üçüncüsü de spekülasyonla ilgilidir. Çünkü dünyada şu anda finansal ölçekler
içerisinde işleyen piyasalar bu minerallerin de bu finansal spekülasyona konu
olmasını beraberinde getirir. Yani üretimin dışında, dünya piyasalarında da
bunun rolü büyüktür ve dünya piyasaları şu anda zaten dünya ticaret hacminin
iki misli üzerinde, 1990’ların sonu itibarıyla 100 trilyon dolarlık spekülatif bir
hacim söz konusuydu. Bu söz konusu olan mineraller böyle bir ticaretin de,
böyle bir finansal spekülasyonun da konusu olur. Bu açıdan da son derece
önemlidir.
Rusya ve Çin, malum, dünyanın en büyük ülkeleri, güçleri. “Avrasya’yı
kontrol etmek” dedik. Avrasya’yı kontrol etmek, aynı zamanda Rusya’nın
çarpılmasıyla yakından bağlantılı. 1990’lardan bu yana, hatta daha öncesinden
bu yana, ABD’nin tüm stratejik belgelerinde yer alan bir yaklaşım var; “eğer
bu bölgede, yani Avrasya’da, bizim egemenlik alanımızda bize yönelik
herhangi bir koalisyon oluşursa, biz bu koalisyonu önlemekle mükellefiz. Bunu
yapamazsak, bizim dünya üzerindeki bütün çıkarlarımız tartışmalı hale gelir.
Bu anlamda, bütün güçlere uyarımız, böyle koalisyonlara güvenmesinler.”
1992 yılında baba Bush Yönetimi giderken, basına sızdırılan bir belge vardı;
ABD’nin Savunma Planlama Rehberi. Bu yaklaşım orada değerlendirildi. Daha
sonra, 1997 yılında yine ABD’nin önemli stratejik kurumlarının hepsinin önde
gelen üyelerinin hazırladıkları bir Uluslararası Savunma Strateji Belgesinde
yine buna vurgu yapıldı ve orada daha başka bir açılıma gidildi. Bu, Türkiye
açısından da önemli olan bir açılımdır. “Kıyı şeritlerini tutmalıyız” denildi.
Zaten bir Avrasya stratejisi söz konusuysa, bu bölgeye egemen olmak söz
konusuysa, kıyı şeridi bağlamı içerisinde, Ortadoğu’nun, Türkiye'nin,
Afrika’nın bazı bölgelerinin kontrol altına alınması şart, bundan vazgeçilmez.
Daha ilginci, bu belgede, “bugüne kadar uçak gemileri -ABD’nin 17 uçak
gemisi filosu vardır- dolaştırdık, dünyanın dört bir yanında bayrak gösterdik.
Bu, bizim açımızdan pahalı. Kıyı şeritlerine yerleşmemiz ve bu anlamda da
Avrasya’yı kontrol altına almamız gerekir” denildi. ABD’nin bütün güç
dizilişinin -Hava Kuvvetleri, Deniz Kuvvetleri, Uzay Komutanlığı- buna göre
yeniden yapılandırılması gündeme geldi.
61
Şöyle bir stratejik karlılıktan söz ettiler hep: “Almanya’nın teknolojisi ve
sermayesiyle Rusya’nın insan gücü ve o muazzam pazarı, stratejik gücü bir
araya gelirse, sonuç ne olur?” Demin dediğim gibi, sonuç, ABD açısından
sonun başlangıcı olur. Bunu çok iyi tahlil ettikleri için, 1990’lardan itibaren bu
iki gücün arasına kama sokmaya başladılar. Yani bizim Yugoslavya Savaşı
dediğimiz ve NATO’nun 78 günlük Yugoslavya bombardımanıyla gündeme
getirilen savaş ve daha sonra NATO’nun genişleme politikası aslında bu
stratejik kabusun önlenmesine dönüktü.
Haritayı şöyle bir gözden geçirdiğiniz zaman, bütün Doğu ve Orta Avrupa'da
Amerikan üslerini görüyorsunuz. Makedonya’da, Kosova’da, Bulgaristan’da,
Romanya’da, Polonya’da, bunların hepsinde Amerikan üsleri vardır. Orta
Doğu Avrupa ülkelerinin bir bölümü, NATO’nun genişleme projesi çerçevesi
içerisinde NATO şemsiyesi altına alındı. Eşdeğer bir genişleme de Avrupa
Birliğiyle gerçekleştirildi. Ama orada yine ABD’nin onayı vardı; ama ABD,
Avrupa Birliğinin NATO’ya rağmen ve NATO’ya karşıt bir askeri yapılanma
olarak örgütlenmesine müsaade etmeyeceğini belirtti. Bu anlamda, Fransa’yla
Almanya’nın 1990’larda, Kosova Savaşının bitiminin ertesi gün 35 bin kişilik
bir tugay oluşturmasına hemen ABD’den itiraz geldi, “böyle bir güç
oluşumunu asla kabullenemem” dedi. Britanya açısından da böyledir.
Rusya’yla Almanya'nın bir ittifakı ve bu ittifakın, bölgedeki bu iki gücün
jeopolitik alandaki ülkeleri de kapsaması çok karlı bir iş olarak değerlendirilir.
O zaman, Büyük Ortadoğu Projesini de, NATO’nun genişleme projesini de,
Avrupa Birliğinin genişleme politikasını, bunların hepsini Avrasya çerçevesi
içerisinde değerlendirmekte fayda var.
Yine haritayı gözümüzde canlandırdığımız zaman, dünyanın bir ucunda
Japonya’yı görüyoruz, diğer ucunda ABD açısından Almanya’yı görüyoruz ve
tüm bu ara bölgelerin kontrol altına alınması söz konusu. “Avrupa ve Japonya
ne anlam ifade ediyor?” denilebilir. Müttefiktirler, evet, doğru; ama onun
ötesinde can düşmanıdırlar. Çünkü ikisi de önemli küresel emperyalist
rakiplerdir. Hele hele Japonya, şu anda ABD’nin en büyük alacaklısı
durumundadır. 90’lardan itibaren, Amerikan devlet tahvillerine ve hazine
bonolarına her yıl 90-100 milyar dolar arasında yatırım yapmış durumdadır.
Dünyada eğer kapitalist rekabet sadece ve sadece teknoloji, piyasalar, pazar
paylaşımı alanında olsa, ABD askeri gücünü devreye sokmasa, ABD, üçüncü
sınıf bir ekonomik güce dönüşmüş durumdadır. ABD’nin çok büyük çokuluslu
şirketlere sahip olmasının hiçbir anlamı yok; çünkü bu denizaşırı şirketlerin
sübvanse edilmesi için, ABD, deyim yerindeyse, çürüyen bir cumhuriyete,
genişleyen ve şişen bir imparatorluğa dönüştü. Bunu onarmanın yolu olarak da
bir ideolojiyi ortaya attılar; “küreselleşme ideolojisi” dediler. Öznesiz bir
62
ideoloji, hiçbir anlamı yok. Doğru olan, bu konuyu yine emperyalizm açısından
değerlendirmek.
Peki, ABD bir hegemon gücü temsil ediyor mu; asla. ABD hegemonyası sona
ermiş vaziyette. Hegemonya bittiği için de, ABD, bir imparatorluk olarak, bir
askeri imparatorluk inşa sürecini başlatan ve bir imparatorluk özlemi çeken güç
olarak varlığını duyurmaya çalışıyor. Çünkü hegemonya olabilmeniz için,
kabul gören hukuk kodlarınız, piyasaları düzenleyen birtakım kurumlarınız,
bunların ideolojik düzeyde kabul görmesi ve kültürel açıdan dünyanın size bir
anlamda gıptayla bakması, sahip olduğunuz bütün ticari sembollerin
kullanılıyor olması gerekir. Peki, ABD’ne sunuyor; bunların hiçbirini
sunmuyor. Bunun yerine, bir internet sinerjiliğini üçüncü sanayi devrimi olarak
sunuyor. İkincisi, dünyada sermayenin inanılmaz ölçekte yoğun bir dolaşımı
olduğunu gündeme getiriyor. Çok büyük bir yalandır, çünkü dünyada şu anda
doğrudan yatırımların yüzde 87’si üç büyük ticari blok içerisindedir; Avrupa
Birliği, Japonya ve ABD bloğu içerisindedir. Geri kalan yatırımlar, dünyanın
geri kalan 60-70 ülkesi tarafından paylaşılmaktadır. Bu anlamda da sermayenin
küreselleşmesinden söz edilemez ve bütün uluslararası şirketler ulusa
yerleşiktir. Motorola bir Amerikan şirketidir, Sony bir Japon şirketidir. Ticaret
yapacakları zaman da güvenli bölgeleri seçerler. Bu da şunu gösterir:
Emperyalizmler arasındaki çelişki sona ermemiştir. Demek ki, bir üçüncü
dünya savaşı zembereğine girmiş vaziyetteyiz, düşük yoğunluklu bir dünya
savaşının içerisindeyiz. Ama önümüzdeki süreçte bir üçüncü dünya savaşı
gündemdedir.
Şu söylenebilir: Rakiplerinin gücü yok, doğru, askeri açıdan Almanya ve
Japonya bir tarafta ama Rusya ve Çin’in -ki, bu kuşatma tamamıyla onlarla
ilgilidir, onların askeri blokajıyla ilgilidir, siyasi blokajıyla ilgilidir- ilanihaye
buna sessiz kalmaları düşünülemez; her ne kadar Çin’in ABD’ye bu anlamda
yoğun ekonomik ihtiyacı varsa da, sermaye girişi veya teknolojiye ihtiyacı
varsa da.
Dediğim gibi, Ortadoğu’yu bu kapsam içinde yerli yerine oturtmak lazım ve
kodlarla oturması lazım. Irak denildiği zaman akla Rusya gelmeli, Kuzey Kore
denildi zaman da akla Çin gelmeli. Hakikaten de kodlar buna göre ve rakamlar
da bunu gösteriyor. Amerika Birleşik Devletlerinin 2005 yılından itibaren
savunma bütçesi 470 milyar Dolar olacak. Bu sene 403 milyar Dolara bağlandı,
fakat bu rakam da bir anlam ifade etmiyor; çünkü NASA’nın veyahut da
üslerin ya da pahalı birtakım askeri projelerin bu rakama dahil edilmediğini
görüyoruz. Bu rakama onlar da dahil edildiği zaman 700 milyar Dolarlık bir
silahlanma bütçesi var.
63
NATO’nun tamamının silahlanma bütçesine gelince, 140 milyar Dolar; yani
ABD, dünyada şu anda tek başına tüm askeri harcamaların yüzde 35-yüzde
40’ını gerçekleştiriyor. Bu, muazzam bir rakam. Askeri açıdan, şu anda
ABD’nin gücüne meydan okuyabilecek bir ülke veya ülkeler topluluğundan
söz etmek mümkün değil; ABD, bunun bilincini de taşıyor. Açıkçası, şunu
söylüyorlar: “Biz, rekabet avantajlarımızı yitirdiğimiz ölçüde askeri gücümüzü
kullanmalıyız. Ne yapmalıyız; dünyayı askeri açıdan tehdit etmeliyiz.” Bu
anlamda da bütün dünyayı bir askeri üsler kuşağıyla sarmış vaziyette. Şu anda,
ABD’nin 130 ülkede 702 üssü var. Ama ben, bu rakamın düşük olduğu
inancındayım; bu üsler 1 000 civarında olmalı. Özbekistan, Kırgızistan,
Romanya, Bulgaristan, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri, Umman, Türkiye,
buralarda son dönemlerde çok sayıda üs inşa edildi.
Onun dışında, klasik üs yapılanmaları Japonya’da duruyor. Almanya'dan asker
çekeceklerini söylediler. Stuttgart başta olmak üzere, halen daha yüzde 80
oranında Almanya'daki Amerikan askerleri de varlığını sürdürüyor. Bu üslerin
dünyanın dört bir yanına yayılmış olması, ABD’nin aynı zamanda ekonomik
politikalarıyla da yakından bağlantılı. Hem bu ülkelerin iç işlerine karışmayı
garanti ediyor, hem de dünyada ABD’nin giderek rekabet avantajını
yitirmesinin getirdiği problemlerin telafi edilmesinde, halkların başının üstünde
Demokles’ in kılıcı gibi sallanıyor.
Gelelim Büyük Ortadoğu Projesine. Büyük Ortadoğu Projesi bir paket projedir.
Resmi olarak ilk dile getirilmesi, 2003 yılında NATO’nun Prag Toplantısında
oldu. Raice’ ın geçen sene New York Times’ ta çıkan bir yazısı vardı; o, o
kadar önemli değil, resmi bir açıklama değil. Prag Toplantısında, NATO Daimi
Temsilcisi Nicholas Burns, “NATO’ya soğuk savaştaki hizmetlerinden dolayı
teşekkür ederiz. NATO’nun yeni işlevleri olmalıdır ve bu yeni işlevler
çerçevesi içerisinde de NATO artık gözlerini Ortadoğu’ya, Kuzey Afrika’ya
çevirmelidir” değerlendirmesini yaptı.
Daha sonra Davos Toplantısında Rumsfeld’ in bu konuya girdiğini ve çok hoş
denilebilecek bir açıklama getirdiğini gördük. Biliyorsunuz, son dönem bütün
açıklamalarını demokrasi, insan hakları ve serbest piyasa üzerine
kurguluyorlar. Bu bölgede refah açığı olduğunu, kadın haklarında büyük
gerilikler olduğunu söyledi ve “biz, bu bölgeye demokrasiyi getireceğiz” dedi.
Ne ilginçtir ki, o konuşmasını 60’larda da, o bölgedeki şeyhliklere ve
monarşilere yaptı.
Prag Toplantısında, NATO’nun yeni işlevlerinin Ortadoğu’ya dönük olmasıyla
birlikte Büyük Ortadoğu Projesinin ilk şekillenmelerini gördük. Benim çok
sevdiğim bir tabirle, Rusların meşhur Rasputin’i vardır. Orada yine Amerikan
Rasputin’i Zbigniew Brezinski’nin, bu bölgeye yönelik olarak “Global
64
Balkanlar, global bataklık” formülasyonunun aslında projenin ana mantığını
özetlediğini gördük. Brezinski, bu bölge için, “Global bataklık, global
Balkanlar” derken, çok açık bir şekilde askeri, dini, etnik, stratejik bir söylem
kullandı. Yani Rumsfeld’in o çok hoşa gidebilecek, bazılarının hoşuna
gidebilecek demokrasi söyleminin gerçeğe tercüme edilmesini sağladı. Onun
konuşmalarıyla diğerleri bir araya geldiğinde görüldü ki, birincisi, bu bölgede
İsrail’in varlığının güvence altına alınması esas unsurdur. İkincisi, bölgede
İsrail’in merkezinde durduğu yeni bir ekonomik yapılanma ve yeni bir
düzenleme, finansal ölçekler içerisinde veya doğalgaz boru hatlarında İsrail’in
garantör olması gündeme gelecektir.
Üçüncü bir nokta olarak şu söylendi: “Biz, bu projeyi Avrupa Birliğiyle birlikte
yürütmek istiyoruz, müttefiklerimizle birlikte yürütmek istiyoruz” denildi.
Projenin en tehlikeli tarafı budur; çünkü bu bölge, dünya açısından muazzam
bir stratejik ve ekonomik ödüldür. Demin sözünü ettiğimiz rakamların dışında,
dünyanın en önemli su kaynakları buradadır. Sadece Fırat ve Dicle’yi
kastetmiyorum; Nubyan Akiferi buradadır. Şöyle söyleyeyim: Yeraltı suları
anlamında, Kuzey Afrika veya Sahra Çölü’nün altı da dahil olmak üzere,
muazzam ölçekte bir su kaynağı vardır. Amerika'da şu anda bir kilo domatesin
4-6 Dolar olduğu, ama benzinin fiyatının bundan daha düşük olduğu
düşünülürse, gelecekte tarımın ve bu anlamda sulamanın önemi ortaya çıkar.
Dolayısıyla, bunu bir de şöyle değerlendirmek lazım: Eğer Mart tezkeresi
çıkmış olsaydı, ABD’nin üslendiği alanın önemli su kaynaklarının yolu
üzerinde bulunduğu görülecekti. Dolayısıyla, bu bölge, aynı zamanda böyle bir
ödüldür.
Bir de benim hep spekülasyonunu yaptığım bir konu var; bence, sadece
Ukrayna, iyi önlemlerle Avrasya’yı besleyebilecek kadar muazzam bir tarımsal
potansiyele sahip. Onun dışında, Sibirya, geleceğin insanlığa büyük bir ödülü;
çünkü halen daha Sibirya’nın yeraltı kaynakları üzerine yapılmış ciddi
araştırmalar yok. Sadece doğalgaz ve petrol anlamında bile muazzam bir ödül.
Bence, geleceğin stratejik hazinesi. Bütün jeopolitik uzmanları da bunu
yüzyılın başından itibaren söylüyorlar. Bunların hepsi değerlendirildiğinde, bu
bölge, hakikaten büyük bir ödül.
Büyük Ortadoğu Projesi, bütün bu demokrasi, insan hakları kisvesi altında
böyle bir yaklaşım içerisinde. Öze indiğimizde de şunu görüyoruz:
Müttefiklerle danışma mekanizmasını yapıyormuş görünme, işletiyormuş
görünme tarzında yapıyor. Bush, tek yanlılığını ilan etti; demin bunun
örneklerini verdim. Ama Clinton’da şu vardı: Bazı askeri operasyonlara
girişeceği zaman, müttefiklerine danışıyormuş görüntüsü verirdi. Avrupa
Birliğinin özellikle Münih’te yapılan Güvenlik Toplantısında yapılan
65
açıklamalarla birlikte, Büyük Ortadoğu Projesini hakikaten hararetle
desteklediğini görüyoruz. Yani NATO’nun bu bölgede yeni işlevler edinmesi
konusunda Avrupa Birliğinin bazı çekinceleri olmakla birlikte, pek de büyük
bir problemi yok.
22 İslam ülkesine gelince, geçenlerde yapılan İslam Konferansında zaten bu
konuda bazı adımlar atılacağı söylendi. Burada söz konusu olan demokrasi, bir
düşük yoğunluklu demokrasi olacak. Dediğim gibi, İsrail’in varlığı güvence
altına alınacak. En önemlisi de, bu, aynı zamanda dini bir proje. Açıkçası,
İslam’ın yenilenmesi doğrultusunda bir çaba da gündemde. Bu doğrultuda da
faaliyetler var. Bunu da gerçekleştirirken, özellikle Türkiye başta olmak üzere,
kendileriyle ortak hareket eden ve Hindistan’daki Kabiyani Hareketine
benzeyen, sömürgecilerle uzlaşmış olan İslami birtakım cemaatleri veya
tarikatları sonuna kadar kullanıyorlar. Tabii tek destekleri bu değil; ağırlıklı
olarak son dönemde neoliberal cephe içerisinde bir dayanak haline gelmiş,
neoliberalizmin solu olan tablolar da aslında bu projenin utangaç
destekleyicileri konumunda. İşin böyle bir yanı var.
Tabii ki, NATO Toplantısı ki tek gündemli bir toplantı değil; ama deyim
yerindeyse, buradaki toplantı da sembolik bir toplantı. Çünkü bütün kararlar
tekno-bürokratik mekanizmalar tarafından 2003 Toplantısında görüşüldü,
ağırlıklı olarak karara bağlandı.
Farkındaysanız, işkence resimlerinin basına sızdırılmasıyla birlikte, Bush
Yönetimi için de zaten sonun başlangıcı gündemdedir. Bu, bir bakıma ABD
egemenlik sisteminin Bush Yönetimini, Bush iktidarını altın bir tepsi üzerinde
müttefiklerine sunmasındır. Hem Şaron kliğinden, hem de bunlardan kurtulma
doğrultusunda bir program gündemdedir. Muhtemelen de, son dakikada büyük
bir kriz yaşanmayıp Büyük Ortadoğu Projesi gündeme gelirse, demokrat bir
kongre tarafından uygulanacaktır ve en tehlikelisi de budur.
Buradan Türkiye'nin payına düşenlere değinecek olursak, hemen bunu bir
örnekle değerlendirmek mümkün. Diğer NATO ülkelerinin Afganistan’da
asker göndermesi söz konusu olduğu zaman, parlamentolarına getirmediler. Şu
nedenle parlamentolarına getirmediler: Hepsinin sömürgecilik döneminden
kalma birlikleri vardı; İngilizlerin Durka’ları, Hollandalıların Surinamlıları.
Belki çok talihsiz olacak, ama Türkiye'de silahlı bürokrasi hızla Durka’laşmaya
doğru gidiyor, bir Durka’laşma süreci içerisinde. Dolayısıyla, Türkiye'yi bir
biçimde tarif etmek gerekirse, Türkiye'ye “bir egemenlik Disneyland’ı” demek
mümkün. Türkiye'nin zaten şu anda ulusal egemenliğinin çok da fazla değer
taşımadığı görülüyor. Büyük Ortadoğu Projesi çerçevesi içerisinde Türkiye'nin
müdahil ülke olması; yani deyim yerindeyse, Türkiye'nin, burada Ortadoğu’ya
dayatılacak olan bu yeni sömürgeci politikanın dini, kültürel ve siyasi
66
ayaklarının oluşturulmasında kendine uygun bir bedel ödenmesi karşılığında
istekli bir politik özne olması mümkün görünüyor. Bu, normal hükümet etme
yollarıyla gerçekleşecek bir işlem değildir. Böyle bakarsak, Türkiye,
önümüzdeki süreçte, dünya finans oligarşisinin de desteklediği çok ciddi bir
politik kaynaşmayla ve hatta adı darbe olmayan darbelerle bile karşı karşıya
kalabilir. Buna hiç de şaşırmamak lazım; çünkü Büyük Ortadoğu Projesi
dediğimiz proje -ki, buradaki büyüğü de Büyük Ortadoğu Projesi değil,
Genişletilmiş Ortadoğu Projesi olarak değerlendirmekte fayda var; haritanın
genişlemesi anlamında- eğer Brezinski’ye dönüp de onun kavramlarıyla
düşünürsek, global Balkanlar olarak nitelendirilen bir bölgede, kıtlıklar, düşük
yoğunluklu çatışmalar, kontrgerilla savaşları, haklar arasında etnik ve dini
temellerde boğazlaşmalar biçiminde yürüyeceği gayet açık. Ama bu süreçten
ABD açısından ne kalacak? ABD, sadece Irak’ın petrollerini kontrol etse bile,
bu andaki petrol ithalat kotası sabit düşünülse, 98 senelik petrol ihtiyacını
sadece Irak’tan karşılayabilir. Çünkü Irak, şu anda 112 milyar varil rezerve
sahip, 100 milyar varilin üzerinde de tahmini rezervleri bulunmakta. Suudi
Arabistan’ın 260 milyar variliyle karşılaştırıldığında, Irak’ın dünyada bir
numaralı petrol rezervlerine sahip olduğunu önümüzdeki birkaç sene içerisinde
göreceğiz. Böyle bir manivelanın ABD’nin elinde olmasının ona sağlayacağı
avantajlar çok büyük; çünkü eğer oradaki petrol sistemi onarılırsa, ABD, günde
10 milyon varillik bir ek üretimle istediği anda OPEC’ in omurgasını
paramparça eder, kırar.
Dolayısıyla, dünyayı ucuz petrole boğma konusunda veya petrolün pahalı
kullanımı konusunda da ABD’nin elinde çok ciddi bir manivela var. “Peki, bu
devam edecek mi?” diye sorulabilir. Size şunu söyleyeyim: Irak’ta kalıcı üsleri
olacak. Şimdiden sonra Irak’tan çekilmesi mümkün değil. Amerika açısından,
bu anlamda çıkış yok. Bunun dışında, Bağdat Havaalanı büyük bir hale
getirildi. Kuveyt sınırında aşağı yukarı 6 900 kilometrekare Kuveyt toprağı -ki,
Kuveyt açısından çok önemli- kontrol altında tutan üsleri var, Samara’da bir
üsleri var; bu üslerin hepsi sabit hale gelecek. Tahmin ediyorum, bir müddet
sonra buralara füze rampaları da yerleştirilecek. İşin böyle bir boyutu da var.
Çünkü bir sonraki adımın İran olduğuna dair ciddi değerlendirmeler var. ABD,
burada kalıcıdır ve burada kalıcı olması da kaçınılmaz. Burada kalıcı olması
yeterli de değildir; ABD, dünyadaki her milimetrekare enerjiyi de kontrolü
altına almak mecburiyetindedir. Bu, kendisi açısından kaçınılmazdır. Bunun
anlamını söyleyeceğim ve sözlerimi tamamlayacağım.
Sistem açısından değerlendirildiğinde, birim maliyetleri etkileyen iki önemli
girdi var; enerji ve teknoloji. Teknoloji, halen daha çok ucuza enerji elde
edilmesini sağlayacak boyutta değil. Dolayısıyla, bu birim maliyetlerin
düşürülmesi anlamında enerji kaynaklarının kontrolü ve rakiplere öldürücü
67
darbe vurulması çok önemli hale geliyor. Bu, şudur: Büyük enerji
kaynaklarının kontrolü anlamında, dünyada artık emperyalist savaşlar aynen
19. Yüzyıldaki gibi coğrafi bölgeleri elde etme biçiminde yoğunlaşmaya
başlamıştır.
Bir de bunun teknolojiyle ilgili yanı var. Hele ABD açısından düşünüldüğünde,
savaş, sürekli olarak silah sektöründeki araştırma-geliştirme harcamalarını
desteklemektedir. Yani bir bakıma, sivil alanda çok pahalı olacak yatırımlar
askeri bir örtü altında gerçekleştirilmektedir. Hemen hemen bütün önemli
buluşlar da, bütün teknolojik buluşlar da bu askeri yapı altında gerçekleşiyor.
Dolayısıyla ABD, sistem içerisinde bir yanıyla bu muazzam silahlanma
faaliyetiyle teknolojiyi, diğer yanıyla da enerjiyi kontrolü altında tutmaya
çalışıyor. Ama bu çizdiğimiz çok rasyonel tablo bizi aldatmamalı. Mutlak
surette bunun işlemesi de mümkün değil; çünkü bu ölçekte bir savaş faaliyeti,
ister istemez sosyal alanda muazzam bir kanamayı beraberinde getiriyor. ABD
açısından da, dünya açısından da rakamlara yansıyanlar bile artık bir facia
boyutunda.
Bir tek örnek verip, konuşmamı bitireceğim. Şu anda ABD’nin üç Dolar
milyarderinin serveti, 48 ülkenin gayri safi milli hasılasından fazla. Bu bile
ortadaki kutuplaşmanın boyutlarını göstermesi açısından dehşet bir durum.
Dolayısıyla, şunu söylemek mümkün: ABD, bu şekilde devam ederse, orta
vadede kendi içine doğru patlayacaktır. Umalım ki, dünyayı beraberinde
sürüklemesin. O anlamda, hocamın dileğine katılıyorum; yani insanların
hakikaten yapacakları bir şeyler olmalı. Ama onun adı nedir, ona da hazır
cevap bulmak çok mümkün görünmüyor. Benim söyleyeceklerim bu kadar.
OTURUM BAŞKANI- Teşekkür ederiz. Aslında bir soru-cevap kısmı
öngörmüştük; ama isterseniz, bir çay arası verelim, ikinci turda soru-cevaplara
başlayalım.
- ARA -
OTURUM BAŞKANI- Arkadaşlar; ikinci kısma soru-cevap şeklinde devam
etmeyi öngörüyoruz.
Bu kısma başlamadan önce, bir-iki duyurumuz var; bu duyuruları yapmak
istiyorum. TMMOB etkinlikleri içerisinde Odamızın düzenlediği bir söyleşi
var. Erol Manisalı hocamız, “Avrupa Birliği ve Gümrük Birliğinin Türkiye
Ekonomileri etkileri konusunda, 16 Haziran Çarşamba günü, saat 19.00’da,
Cumhuriyet Kitap Kulübü Toplantı Salonunda bir söyleşi yapacak.
68
Biliyorsunuz, Cumhuriyet Kitap Kulübü, Fransız Konsolosluğunun köşesinde.
Tüm TMMOB üyelerini bekliyoruz; katılıma açıktır. Bir ikinci duyurumuz,
bugün yukarıda, lokalimizde, “NATO Öldürür” ismiyle bir karikatür sergisi
düzenledik. Yukarıda karikatürlerimizi de görebilirsiniz. Toplantı bitiminde
hepinizi lokale bekliyoruz. Bunun dışında, birçok yerde birçok etkinlikler
oluyor, NATO ve Bush karşıtı etkinlikler. Örneğin, yarın saat 14.00’te,
Açıkhava Tiyatrosu’nda, geçen hafta ertelenen “NATO’ya Karşı Notalar”
etkinliği var. Bu etkinlik, geçen hafta yağmur nedeniyle ertelenen bir etkinlik.
Sanıyorum, bu tür başka etkinlikler var. Duyuru yapmak isteyen arkadaşlar
varsa, bunları paylaşalım, ondan sonra soruları alalım. Bu arada duyurular
gelirse, onları da alabiliriz. Bir de, soru sormadan önce arkadaşların kendilerini
tanıtmalarını rica ediyorum. Buyurun Mete bey.
METE BEY- Ben, Makine Mühendisleri İstanbul Şubesinin sade bir üyesiyim.
1954 yılı İTÜ yılı mezunuyum. Sayın panelistlere, değerli görüşlerini bizimle
paylaştıkları için içtenlikle teşekkür ediyorum.
Benim kanımca, son derece önemli bir süreçten geçmekteyiz. Birinci sorum,
Sayın Müftüoğlu hocamıza olacak. Bilindiği gibi, birçok kırılmalar yaşıyoruz.
Sayın Parlar da işaret ettiler; aslında kararlar Prag’daki toplantıda alındı.
Burada daha çok uygulamaya yönelik ya da daha çok Türkiye'ye görev
vermeye yönelik şeyler üzerinde duruldu. Bu yeniden yapılanmanın bazı teknik
kısımları var; Sayın Parlar buna değindi. NATO’nun askeri kuvvetlerinin
kaydırılması var; maalesef, bu kapsamda da Türkiye’mize önemli
yükümlülükler veriyor. O konuya biraz daha açıklık getirip somut şeyler
söylerse, müteşekkir olacağım.
Türkiye, bugün yuvarlak bir rakamla 300 milyar Dolar bir borç stoku içindedir.
Son hükümetlerle, Türkiye'nin bağımsızlığı neredeyse parçalanacak şekilde,
borç stokundan ötürü, IMF’nin, Dünya Bankasının, bir ölçüde de ABD ve
Avrupa Birliğinin... Hükümetler âdeta hazır ola geçmiş bürokratlar gibidir.
Bunun somut örneği, IMF yetkilileri, daha 3 sene önce, TELEKOM’ un
Yönetim Kurulunu beğenmedikleri için, bu Yönetim Kurulunu yeniden
oluşturdular, istedikleri adamları getirdiler. Demek ki, Türkiye'de
bağımsızlığımızdan bahsedemiyoruz; şahsen ben bahsedemiyorum.
Bu kırılma noktaları Osmanlı döneminden değil; ama 1954’te son Osmanlı
borcu ödendi. Yanlış anımsamıyorsam, 1958’de IMF’ye ilk başvuru
yapılmıştır. Bu, Türkiye'nin iktisadi tarihinde ikinci büyük devalüasyondur.
Dolar, 80 kuruştan 9 liraya çıkarılmıştır. Hocamızdan, özellikle bu başlıca
kırılma noktaları zincirinden bahsetmesini rica ediyorum. Bu, yeni bir proje
değildir aslında. Yeni bir kırılma noktası mı getirecektir? Çünkü Türkiye'de
69
işsizlik süratle tırmanmaktadır. Türkiye'deki borçlar, azalmak bir yana,
kabarmaktadır. Bu konjonktür yeni kırılma noktalarına gebe midir? Bu
değerlendirmeyi yaparken de, maalesef, 1994’te dış baskılarla; onun bir kolu
olan, bir uzantısı olan işsizliği yeni rekorlara çıkaracak olan bir oluşumdan da
kısaca bahseder misiniz? Ayrıca, bu süreçte 24 Ocak 80 Kararları da yeni bir
milattır. Liberal ekonomiye geçiş, Türk halkı aldatılmakla o zaman başlamıştır.
Bunlar hep bir bütünün parçalarıdır. Hocama teşekkür ediyorum.
Sayın Parlar’dan, birtakım açıklamalar getirmesi için bir ricam var.
Dünyadaki oluşumun temel noktası dünya egemenliğine sahip çıkmaktır.
Bunun için de, son derece güçlü kuvvetlere sahip olması gerekir. Bütün bunları
değerlendirirken, kamuoyuna pek açıklanmayan Şanghay Beşlisi oluşumu var.
Şanghay Beşlisi’nin yakın zamanda yapılan toplantılarına, Avrupa Birliğinin
baş aktörleri katıldı. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Bahsettiğim gibi, 1
Kasım 2001’de, Türkiye, Rusya’yla çok yönlü işbirliği anlaşması yaptı. Bu da
kamuoyuna yansıtılmıyor. Bu iki hususu nasıl değerlendiriyorsunuz?
İzninizle, küçük bir hatırlatma yapmak istiyorum. Zaten Amerika'nın Dışişleri
Bakanlarından Kissinger’in, çok açık bir şekilde, 1980’li yılların başlarında,
“Küreselleşme, Amerika Birleşik Devletlerinin dünya egemenliğidir” diye bir
tanımlaması var. Brezinski’nin de bir tepkisi var-biliyorsunuz, Ulusal Güvenlik
Danışmanıydı- “Avrasya’ya egemen olan, dünyaya egemen olur. Teşekkür
ederim.
OTURUM BAŞKANI- Buyurun.
Yrd. Doç. Dr. ÖZGÜR MÜFTÜOĞLU- Öncelikle, Mete beye çok teşekkür
ediyorum. Olaya çok önemli bir noktadan girdiler. Özellikle son dönemde, çok
bilinçli bir şekilde, “siyaseti ekonomiden ayırmak diye bir şey düşünce, bir
çaba var; yani “Ekonomi ayrı bir şeydir, siyaset ayrı bir şeydir. Ekonomiye
siyasetçiler karışmasınlar” gibi bir düşünce vardır. Bu, bilinçli olarak getirilmiş
bir yapıdır. Siyaset dediğimiz mekanizma toplumun temsiliyetidir. Bunun
içerisindeki temel niyet, toplumun ekonomik karar alma mekanizmalarından
uzaklaştırılmaları ve onun tamamen piyasa içerisindeki piyasa aktörlerin -ki, bu
aktörler büyük bir ölçüde uluslararası sermaye ve onun temsilcileri olacaktırellerinde istedikleri gibi yönlendirmek, yoğurmak üzerine getirilmiştir.
Ekonomi ve siyaset bir bütündür. Bütün uluslararası projeler -Büyük Ortadoğu
Projesi gibi- veya uygulanmakta olan tüm siyasi ve ekonomik yapılar birbiriyle
bir bütündür, hepsi bir bütünün parçalarıdır diye düşünüyorum.
Evet, Türkiye'de bu dönüşümün başlangıcı gerçekten 24 Ocaktır. Yani 70’lerin
başındaki krizin arkasından kabul gören yeni liberal politikalar yeni dünya
düzenini getiren politikaların Türkiye'ye girişi 24 Ocaktır; ama bildiğiniz gibi,
70
bunun esas uygulanışı 12 Eylül 1980’dir. Yani eğer 12 Eylül olmasa, 24 Ocak
kararlarının bir anlamı yoktur. Zaten 1980’den sonra görülmüştür ki, ilk 6-7 ay
içerisinde, bu şey bu süreç içerisinde uygulanamıyor. O zaman, bir askeri
darbeyle tüm toplumsal güçleri ortadan kaldırıp, orada rahatlıkla bu
politikaların uygulanması sağlanacaktır. Bu, sadece Türkiye için de geçerli
değildir; aynı şablon, Şili, Arjantin gibi, kapitalist sistem içerisinde Türkiye
gibi konumlanmış ülkelerde de aşağı yukarı aynı formatla getirilmiştir. Bir
askeri darbe yapılmıştır, askeri darbenin ardından müthiş yolsuzluklar olmuş,
arkasından bütçe açıkları ortaya çıkmış ve ülkeler uluslararası kuruluşlara
borçlanmak zorunda bırakılmışlar, sonra arkasından Dünya Bankası ve IMF ile
ilişkilere girilmiş ve o süreçte de bu kurumlar bu ülkeleri elinde bir sopayla
terbiye eder gibi yola getirmeye çalışmıştır. Sizin de belirtmiş olduğunuz gibi,
bugün kesinlikle bunun ikisinin birbiriyle bağlantıları vardır. Türkiye, bu süreç
içerisinde borçlandırılmış bir ülkedir. Borçlandırılmış bir ülke, aynı borçlu bir
kişi gibi, borç almış olduğuna bağımlı hale gelecektir ve bu bağımlılık
nedeniyle de istenenleri yapacaktır.
Sizin belirttiğiniz gibi, GATS Anlaşması son derece önemlidir. Bu, hizmet
ticaretinin piyasalaştırılması, serbestleştirilmesidir. Yapılmak istenen nedir;
kamu hizmetlerinin piyasaya açılmasıdır. Bu neyi getirir? Bunun getireceği
sonuç, kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi, ticarileşmesi; ama onun ötesinde,
ulusların elinde bulunan hizmet tekellerinin uluslararası tekellere devrini
getirecektir. Gaye Yılmaz arkadaşımız, Ölçü Dergisi’nin son sayısında da o
konuyu vurgulamış. Mesela, su meselesi son derece önemli. GATS Anlaşması,
uluslararası sermayenin, su kaynaklarını, maden kaynaklarını ele geçirmesini
doğrudan getiren bir süreçtir.
Onun yanında, IMF ile yaptığımız tüm stand-by anlaşmalarında -“gözden
geçirmeler” denilen, “ev ödevleri” diye öne sürülen yapılması istenenler- hep
birtakım yaptırımlar var. Dünya Bankasının, kamuda yeniden yapılanma,
Kamu Yönetimi Temel Reformunu getiren veya diğer yapısal programlarını
getiren süreçleri var. Elbette, bunların hepsi bir bütün ve bunlar kırılma
noktaları. Türkiye için temel kırılma noktası, fiili süreç 80’de başlamıştır; ama
yasal uyum süreci 2001 Şubat krizinin ardından başlamıştır.
Hatırlanacağı üzere, Kemal Derviş gelmiş, “15 günde 15 yasa çıkacak” demiş,
gerçekten 15 günde 15 yasa çıkmış ve o yasalar çıktıktan sonra, Haziran
ayında, dönemin Başbakanı Ecevit, “Ben bunları içime sindiremiyorum”
demiştir. Ki, zannediyorum, o sırada Mecliste bunlara el kaldıran
milletvekilleri de bunların ne olduğunu, içeriğini hiçbir şekilde bilmeden, o
zorlamayla, “piyasalara kötü etki yapar, piyasalar düşer. Onun için, şu yasayı
şöyle yapın, bunu böyle yapın...” gibi bir süreç yaşanmış. Örnek verdiğiniz
71
gibi, TELEKOM’ da böyle olmuş, hatta o dönemin Bakanı da istifa etmek
zorunda kalmıştı. Burada temel olarak getirilen neydi? Doğalgaz piyasası,
TELEKOM piyasası; yani üst kurullar kurularak, Parlamentonun toplumsal
denetiminden alınarak, üst kurullar sayesinde onların belirleyeceği, yine
tamamen sermayenin temsileri tarafından belirleneceği, aktörlerin onlar olduğu
bir yapıya getirilmesidir. Bu, tütünde, şekerpancarında, birçok alanda getirildi.
Bu ekonomik bağımlılık süreci içerisinde elbette Türkiye'nin kendi önüne
konulan diğer projeleri de bu bağımlılığı atıp, bağımsız bir şekilde hareket
etmesi zaten mümkün değildir. Yani ekonomik olarak bu kadar bağımlı hale
gelmiş bir ülkenin önüne Büyük Ortadoğu Projesi veya bir şey getirildiği
zaman, bunu reddetme gücü zaten yoktur.
Bugün, Afganistan’da yapılanların, Afganistan’da yaşananların Irak’ta
yaşananlardan çok daha iyi olduğunu zannetmiyorum. Haber bize daha az
geliyor. Bugün NATO’nun Afganistan’daki sivil temsilcisi kim; Hikmet Çetin.
Yani Türkiye artık bütünsel olarak oraya girmiş vaziyette. Neyin karşılığında?
Şimdi asker istiyorlar. “Yok” denilebiliyor mu; denilemiyor. 1 Mart çok
önemliydi. 1 Martta bir parlamento, çeşitli şekillerde öyle bir şey yapıldı,
reddedildi. Ama iki şey gösteriyor ki; bir, Parlamento bir şekilde burada zaten
bağlı. İki, AKP iktidarının tesadüfi olmadığını düşünüyorum; yani Ecevit’in
hastalanma süreci, arkasından DSP’nin kendi içerisinde bölünme süreci, ondan
sonra erken seçime gidilmesi, kapatılmak üzere olan bir partinin tek başına çok
güçlü bir şekilde iktidara gelmesi, cezaevine girecek olan bir kişinin Başbakan
olması ve bunu da uluslararası güçlerin çok büyük ölçüde desteklemesi vesaire.
Böylesine bağımlı bir yapı içerisinde zaten farklı bir şey beklenemez diye
düşünüyorum. Bu noktada, AKP’nin de tesadüf olmadığını düşünüyorum.
Türkiye, tüm bu ekonomik bağımlılık süreci içerisinde siyasal olarak da
bağımlı hale gelmiştir ve siyasi olarak da Amerika Birleşik Devletlerinin
güdümü altına girmiştir. Demin de söylediğim gibi, burada karşı çıkacak tek
bir şey var -belki 1 Marttaki önemli olan gösterge de oydu- bir toplumsal karşı
çıkışla, bunların hiç değilse bu kadar rahat yapılamayacağı ortaya konuluyor.
Yani bu toplantı için de o gücü göstermek gerekiyor sanıyorum.
OTURUM BAŞKANI- Buyurun Suat bey.
SUAT PARLAR- Beyefendi, NATO’nun güç kaydırmalarını sordu. Bunu iki
türlü yorumlamak lazım; birincisi, hakikaten belli üslerdeki askeri birlikleri
çekmeye başladılar. Örneğin, Güney Kore’den 4 bin askerin Irak’a aktarılması
söz konusu. Başka yerlerden de belli kaydırmalar var; ama burada asıl önemli
olan Büyük Ortadoğu Projesidir, daha doğrusu tarihsel terbiyesizlik. Tabir bana
ait değil, Sina Akşin hocamız bir programda söyledi; “Büyük Ortadoğu Projesi
72
tarihsel terbiyesizlik. Halklar ancak bu kadar küçümsenebilir” dedi. Aynen
katılıyorum. Bu tarihsel terbiyesizlik projesi çerçevesi içerisinde, güç
kaydırmalardan öte, kent savaşına yönelik olarak askeri eğitim verilmesi söz
konusu; hem Amerikan Ordusuna, hem de müttefik ordulara.
Kent savaşının ilk uygulamalarını Irak’ta gördük. Oradaki direniş, özellikle de
Türkiye gibi atalet içerisinde bulunan toplumlara, yüce, aşılmaz Amerika’yı
yerle bir edecek ikinci Vietnam savaşı gibi görülüyor. Tümüyle yanlış,
Vietnam’la asla kıyas kabil değildir ve bizi rahatlatacak ölçekler içerisinde bir
direnişten de söz edilemez. Nihayetinde, ABD açısından, hem Irak, hem de
Filistin, askeri tabirle test yatağıdır; yani kent savaşının uygulamaları
konusunda üzerinde durdukları bir test yatağıdır.
Bundan sonraki dalga, ağırlıklı olarak toplumsal direnişlerin özellikle de bu
bölgede kendini radikal İslam’a tercüme edecek, radikal milliyetçiliğe tercüme
edecek ve yer yer giderek sosyalizmin de bu yapılarla ortak hareket etmesi
doğrultusunda, sistem açısından daha da tehlikeli hale gelebilecek birtakım
cephelere, direnişlere yönelik yeni bir savaş biçimidir. Bunun adına “asimetrik
savaş” da deniliyor veyahut da kovuk savaşı diyenler de var.
İlk
uygulamalarını Irak’ta görüyoruz.
Dediğim gibi, bunu değerlendirirken, bir NATO stratejisi çerçevesinde ele
almakta fayda var. Birincisi, uzayın askerileştirilmesi ve bu anlamda birtakım
ülkelerin hava sahalarının talep edilmesinin getireceği hukuki sorunlar veya
diğerlerini aşan bir yapılanma; ama diğer yanıyla da dişe diş, göze göz bir
kontrgerilla savaşı gündemde. Bunu nereden çıkarıyoruz? Şuradan çıkarıyoruz:
Bakın, bu tecavüz görüntüleri Türkiye'de insanları çok fazla etkiledi.
Şaşıranlara da aşırı derecede şaşırmak gerekiyor; çünkü işgal eden bir ordu,
birinci olarak kutsal şeylere saldırır, tecavüz eder, mahremiyeti yerle bir eder;
kontrol etmenin başka yolu yoktur. Bunu daha önce Orta Amerika'da
uyguladılar. El Salvador’da, Amerika'nın yetiştirdiği katiller taburu vardı. Bu,
tipik bir uygulamadır. Bu, Amerika'ya özgü bir strateji de değildir. Amerika’yı
bir mantık silsilesi içerisinde 4. Nazi imparatorluğu olarak değerlendirirsek, bu,
yerli yerine de oturur. Benimki bir ahlaki yakıştırma da değil; oradan tevarüs
eder, gelir.
Böyle değerlendirildiğinde, çok ilginç bir paralelliğe dikkat çekmek istiyorum.
1996 yılında, ABD Stratejik Komutanlığı, yani ABD’nin stratejik nükleer
cephaneliğinden sorumlu olan Richard Nikson’ın, “Delilik teorisi, çılgınlık
teorisi” denilen, zamanında açıkladığı gayri resmi bir teoriyi resmi hale getirdi.
Bu, şu anlama geliyordu: “Düşmanlarımız, bizim rasyonel hareket ettiğimiz
inancında olmamalıdırlar, sahip olduğumuz şiddet kapasitesiyle onları
şaşırtmalıyız.” Bakın, buradaki formülasyonu yapan herhangi bir kontrgerilla
73
birimi değil, ABD’nin Stratejik Komutanlığı. Kendisine taarruz edilmeme, bir
misilleme yapılmama güvencesini nerede görüyor? Yıldız savaşları, yani bir
anti-balistik ağın Amerika üzerine gerilmesi, Amerika'nın müthiş bir ulusal
güvenlik devletine dönüştürülmesi, iç güvenlik aygıtının dehşet ölçekte hayatın
her alanına nüfuz etmesi, mutlak bir güvenlik sağlaması, bu temelde de
dünyanın dört bir yanında anti-terörist savaşların, onların tabiriyle asimetrik
savaşların, ABD’nin misilleme korkusu duymadan yürütülmesi ve bu
yapılırken de, hem dostları, hem düşmanları şaşırtacak tarzda müthiş bir
şiddetli tahribatın gündemde tutulması; yani kutsal mabetlerin vurulması, yani
kadınlara tecavüz edilmesi, çocuklara tecavüz edilmesi, bunların yapılması.
Amerikan askerleri kötü oldukları için, ahlaksız oldukları için bunu
yapmadılar; emir komuta zinciri içerisinde yaptılar.
Bu teori, 1950’lerde İsrail’de de kullanıldı. Bu teoriye ilişkin değerlendirmeler,
Moşe Tales’ in günlüğünde vardır. Teoriyi uygulayanlar da İsrail toplumunun
en yetişmiş, en zeki, en yetenekli insanlarıydı; yani bunun ahlakla bir ilgisi
yoktur. Biz, bütün meseleleri insan hakları koordinatlarına sıkıştıra sıkıştıra,
olayları, olguları açıklamakta aciz hale geldik. Temelde bunu da
değerlendirmek lazım.
İkincisi, kültürel dokusu da ele alındığında, dünyada en fazla tecavüz ve taciz
vakası gerçekleşen ordu Amerikan Ordusudur; sayı 14 bindir. Amerikan
Ordusunda her yıl 14 bin tecavüz vakası yaşanmış. Böyle bir ordudur; yani
başka türlüsü de beklenemez. Denilebilir ki, “bunları niye söylüyorsun?”
Şunun için söylüyorum: Amerikan halkı, bunları televizyonlarda seyretme
neticesinde bir anda büyük bir infiale kapılarak, “biz, insanlığa ne yapıyoruz”
diyecek, kamuoyu coşacak, bizim buradaki Bush kampanyalarıyla oradaki
Bush’u kampanyaları birleşecek, Bush, yerle bir olacak! Bu, saçmalık teorisi.
Böyle şey olmaz. Çünkü dünyada kimin gelip kimin gideceğine halen daha güç
merkezleri karar veriyorlar. Hele Amerika söz konusu olduğunda, askeri
endüstriyel kompleks, enerji tekelleri, dev medya tekelleri karar veriyorlar.
Eğer savaş durdurulabilseydi, 20 milyon insanın yürümesiyle durdurulabilirdi.
Bunu bir mantıksal teorik sonuca bağlarsak ne diyebiliriz? Bana sorarsanız,
artık dünyayı üretim biçimi kavramıyla açıklayamayız, bir yıkım biçimi
kavramıyla açıklamak daha doğru. Aynı zamanda bu, NATO’nun bundan
sonraki projelerini anlamamız açısından da önemli. Artık merkeze Amerikan
kapitalizmi veya Batı kapitalizmi konularak bir gelişme icat edilemez, bir
kalkınma icat edilemez; mümkün değil. Kapitalist gelişme yolları tıkanmıştır.
Bu modeli taklit etmenin, finansal, mali, ekonomik ve hammaddelerle ilgili
yönü tıkalıdır. 19. Yüzyılda, dünyada 20 tane zengin devlet vardı. 20. Yüzyılda
sayı değişmedi, 21. Yüzyılda sayı değişmeyecek. Şunu söylüyorum: İnsanlığın
74
büyük bir bölümü kendi kaderine terk edilecektir, çöpleştirilecektir. Deyim
yerindeyse, insanlığın önündeki onlar tarafından çizilen yazgı, bir
çöpleştirmedir. Yoksa, insanları birtakım ekonomik faaliyetlere dahil etmek,
insanları üretici birey haline getirmek, dolayısıyla kapitalizmin bir gelişme
motoru olarak varlığını sürdürmesi söz konusu bile değil.
Buradan yola çıkarsak, dünyada, özellikle devletler düzeyindeki muhalif
hareketlerin anlamı da kalmadı. Şanghay Beşlisi’nin hiçbir anlamı yok; niye
yok? Birincisi, Çin’de serbest bölgeler pratiği var. Şu anda, Çin’de müthiş
ölçekte bir vahşi Batı gelişmesi yaşanıyor; yani Çin’in şu andaki kapitalist
gelişmesini anlamak için, 19. Yüzyılda ABD’nin vahşi Batı olarak
nitelendirilen bölümüne bakmak kafi. Fabrikalarda işçiler yanıyor. Daha da
ilginci, serbest bölgelerinde, özellikle de 1 Mayısa denk getirilerek, isyankar
işçiler kurşuna diziliyor. Çin’deki fabrika yangınları malum; bu insanların
başına silahlı nöbetçiler dikiliyor. En fazla Çinli işçiler tercih ediyor; çünkü
müthiş itaatkarlar. Aynı zamanda, yanlarına bürokratları da katıyorlar o şekilde
çalışıyorlar, müthiş bir disiplinle çalışıyorlar. Zamanında, Deng Siao Ping’in
bir açıklaması vardı; “Zenginleşmek, şerefli bir şeydir.”
Birincisi, Çin, ABD’nin teknolojisine muhtaç. İkincisi, ABD’de, bizim de adını
bildiğimiz, Boing’inden Motorola’sına kadar, dünyada faaliyette bulunan her
şirketin Çin’de uçları var. Dediğim gibi, 268 milyonluk işsiz sayısıyla,
teknolojik geriliğiyle Çin, ne yazık ki, şu anda halen daha büyük bir ulusal güç
olmakla birlikte, böyle bir bağımlılığı yaşıyor. İkinci bir nokta da, etnik Çinli
tabir edilenlerin o bölgeye büyük ölçekli sermaye pompalaması söz konusu.
Çin, halen daha Tayvan karşısında bile yılgınlığa düşebiliyor; yani Tayvan’la
bile baş edecek durumda değil. Bir savaşı tercih etmesi mümkün değil. Bir
diğer nokta, biliyorsunuz, Yugoslavya’da büyükelçiliği bombalandı.
“Misilleme hakkımı kullanacağım” dedi, kullanamadı. Onun dışında, 7. Filo, şu
anda Çin’in hayat damarlarını kesmiş vaziyette. Yani Çin’in Körfez’den aldığı
petrol, 7. Filonun gözetim ve denetiminde, kontrolü altında gelip geçiyor.
Rusya’ya gelince, Rusya, şu anda petrol fiyatlarının yüksek olmasından müthiş
hoşnut; çünkü petrolün varilindeki her 1 Dolarlık düşüş, Rusya’ya yılda aşağı
yukarı 1-2 milyon dolara mal oluyor. Dolayısıyla, bu yüksek fiyat seviyesinden
memnun. İlanihaye böyle gider mi; asla gitmez. Çünkü bu kuşatma,
nihayetinde hem Rusya’yla, hem Çin’le ilgili. Yakın vadeli ekonomik çıkarlar
açısından bakıldığında, şu anda sessiz bir destekçi durumundalar. Hatırlardadır,
ABD’nin 11 Eylülden sonraki o ünlü anti-terörist kampanyasını en fazla
destekleyenler Çin ve Rusya’ydı. Bu anlamda, Birleşmiş Milletleri de
işletmediler, Afganistan’ın bombalanmasına da bigane kaldılar. Hatta Rusya, o
dönem, Sovyetler Birliği döneminden kalan üslerin yanına Amerikan üsleri
75
yapılmasına bile ses çıkarmadı. Dolayısıyla, bu Şanghay Beşlisi meselesini
kısa vadede önemsememek lazım.
İkincisi, Türkiye-Rusya Anlaşması. Türkiye, bölgede canhıraş bir vaziyette,
egemenlik Disneyland’ına dönüşmüş bir ülke olarak yol alıyor. Çünkü çok
açık, Büyük Ortadoğu Projesinin bir ayağı da, Türkiye'de, beğenelim ya da
beğenmeyelim, ulusal devletin ezilmesi, tasfiye edilmesidir. Çünkü bu proje,
mikro-kozmoslara, kabilelere, etnik ve dini topluluklara ayrılmış, sözde
kendisini birey olarak tarif edenlerin haklarına indirgenmiş parçalara ayırma
projesi; böyle bir yönü de var. Dolayısıyla, işin bu yönlerini görmeden,
diplomatik açılımlar çok fazla bir anlam ifade etmeyecek.
Kissinger’in söyledikleri de doğrudur. Küreselleşme, hakikaten bir özneyi
gerekli kılar ve o özde de ABD emperyalizmidir. Yani emperyalizm kavramını
kullanma konusunda hem cömert, hem de alabildiğine rahat olmak lazım;
çünkü son zamanlarda, Türkiye'de özellikle sol entelektüel camiada bu tip
kavramların kullanılması bir demodelik olarak değerlendirilmeye başlandı.
Yanlıştır; tıpkı ulus-devlet konusundaki değerlendirmelerin de demode
sayılması gibi.
OTURUM BAŞKANI- Teşekkür ederim. Başka soru var mı? Buyurun
efendim.
MURAT SEZER (Metalürji Mühendisi)- Sayın konuşmacılara çok teşekkür
ediyoruz. Ortaya çok karamsar bir tablo çıktı. Büyük Atatürk, Rusya’dan,
Bolşeviklerden büyük destek alırken, bir taraftan da kendisine sorular soruya
şöyle cevap veriyor: “Bolşevizm yaşayamaz, ölmeye mahkûmdur; çünkü insan
doğasına aykırıdır.” Biz, gerçekten mirasına sahip çıkamadığımız için,
gerçekten çok talihsiz bir pozisyona geldik. Amerika, Vietnam’da yenildi.
Aslında Rusya’da Afganistan’da yenildi. Ama Türkiye'nin şansı var. Tabii
zihinlerin değişmesi lazım diye düşünüyorum.
Bir de paranın gücüne değinilmedi. Herhalde paranın gücünü en iyi kullanan
Amerika Birleşik Devletleri. Paranın gücü, hatta bunu şöyle de özetleyebiliriz:
Günümüzde ne Müslümanlık kaldı, ne Hıristiyanlık, ne de Musevilik; herkes
paraya tapıyor. Paranın özü nedir, neye dayalıdır, onu şu anda
açıklayamıyorum. Bu konuda ne yapılmalı? Esas sorum bu. Türkiye, bu
şartlarda ne yapabilir?
OTURUM BAŞKANI- Soru genel herhalde. Bu konuda kim cevap vermek
ister. Buyurun Suat bey.
76
SUAT PARLAR- Kötümser olmakta fayda var; yani kof iyimserliklerin
bedelini hep ağır ödedik. Ne kadar kötümser olursak, gerçeği o kadar iyi
değerlendirebiliriz. İkincisi, sonu umutlu olan kavgaya rahat girilir; çünkü
garantilidir, sonu umutludur, girersiniz, sonuç da alırsınız. Önemli olan, bu
tünelin ucu görünmezken gayret içerisinde olmak.
Para meselesine gelince, ABD, dünyanın en borçlu ülkesi. Belki de şimdi
söylediklerim sizin açınızdan bir umut ışığı olabilecek. Gayri Safi Milli
Hâsılası 11 trilyon dolar civarında, borcu 9 trilyon doları buldu. Yani dünya
mal üretirken, ABD para üretiyor; ama dünya da sonuna kadar buna “evet”
demeyecektir. Peki, ABD, bu konuda müttefiklerinin mutabakatını sağlıyor?
Şöyle bir tehdidi var: “Dünyanın en büyük ithalatçısı benim. Eğer benim
pazarım yaşamazsa, benim pazarım sağlıklı olmazsa, bundan hepiniz zarar
görürsünüz” diyor. Hocamız, bu konuları benden daha iyi bilir; ama Amerikan
kapitalizminin yaklaşık olarak böyle bir değerlendirmesi var. Bu düzeyde bir
borçluluk, bir de aşırı derece şişmiş bir finansal kesimin problemleriyle, bir
sabun köpüğü ekonomisiyle birleştiği zaman, ortaya vahim bir tablo çıkıyor.
Yani çok kısa vadeli kârlara endekslenmiş, şirket hırsızlıkları üzerine kurulu,
muhasebe ve borsa oyunlarının büyük çöküşlere yol açtığı bir Amerikan
ekonomisi tablosu var. Bazı büyük şirketlerin çöküşleri bunu gösterdi. Bu,
yüzeyin görünen kısmıydı. 1990’da, ABD’de bin banka battı ve bunun halka
maliyeti 500 milyar dolar.
Hocamızın dediği gibi, ekonomideki yoğunlaşmanın bir de politik sonuçları
var. Yani bankerlerin Clinton’ u desteklemesi, yakın çevresinin onlardan
oluşması, Bush’un ağırlıklı olarak enerji sektöründen gelenlerden destek
alması, bunlar önemli. Bu, politikaya birebir yansımaları gösteriyor. Bu,
beraberinde neyi getiriyor? Demek ki, Amerika, düşük yoğunluklu bir
demokrasi, bir cumhuriyet değil; yani birkaç kişi için bir demokrasi var, bir
tekeller demokrasisi. Dolayısıyla, Amerika da bu anlamda çıkışsız. Bunun,
Amerika'nın sosyal anlamda dokusunu paramparça ettiği gerçek. Yılda 23 bin
cinayet, 85 bin yaralama vakası var, milyonlarca alkolik var, 2 milyon insan
sokaklarda yatıyor. Dünyanın en yüksek hapsetme oranları burada. Aşağı
yukarı 2 milyona yakın insan hapishanelerde yatıyor. Her gün yenisini
yapıyorlar. Hapishanelerde yatanların yüzde 60’ı da zenciler. Bu, tesadüf değil;
çünkü en dirençli kesim. Özellikle 60’larda Vietnam Savaşına direnen kesim
onlardı. Amerika, o konuda bir bakıma akıllılık etti. Körfez Savaşından sonra,
zenci toplumunun öncülerini çeşitli vesilelerle hapishanelere tıktı. Sosyal doku
bitmiş vaziyette. Amerika'da 35 milyon insan mutlak yoksulluk sınırının
altında yaşıyor; yani Amerika'da artık bir üçüncü dünyadan söz ediliyor.
77
Böyle bakıldığında, Amerikan kapitalizmi kendi içinde müthiş bir tahribat
yaratıyor. Bir defa bu, sistemin kendi içine patlamasını getirir. Bu askeri
yayılmayı amiyane tabirle yorumlarsak, şunu söyleyebiliriz: ABD, aslında
krizini küreselleşme örtüsü altında gizliyor ve sistem, askeri maceralarla ileriye
doğru kaçıyor. İç sorunlarını çözmüyor, bu doğrultuda bir hedefleme yok,
sınıflar arasında çelişkiyi yumuşatma doğrultusunda bir program yok.
30’lardan sonra birtakım uygulamaları var, Keynes uygulamaları; o yok. Ama
şu var: Bir askeri Keynesçilik var, silahlanma şirketlerine müthiş ölçekte
sübvansiyon aktarıyorlar. Ne oluyor? Bakıyorsunuz, Amerikan borsası
tepetaklak giderken, 11 Eylülden sonra, bir yıl içerisinde silah tekellerinin hisse
senetleri yüzde 10 oranında prim yapabiliyor. Bu, dehşet bir tablo. Demin
dediğim gibi, üretim biçimi değil, artık bir yıkım biçimi ve bunun yatırımı söz
konusu. Böyle bakıldığında, ABD, kendisiyle birlikte dünyayı da bir barbarlığa
sürüklüyor. Yani bu, artık bir söylem veya spekülasyon olmaktan çıktı.
Demin, uzaydan söz ettim. Şu anda, uzayda hemen hemen 110 bin uydusu,
yabancı cisim dolaşıyor ve bunun büyük bir bölümü Amerika'ya ait. Uzayı da
çöplüğe dönüştürdü. Yeryüzünün hali malum. Şu anda, su kaynaklarının binde
8’ini kullanıyoruz; yani insanlık, binde 8 üzerinden ihtiyaçlarını karşılıyor. Su
kaynakları kirlenmiş vaziyette. Onun yanı sıra, toprağı zehirlediler. Zaten
ağırlıkla Amerikan tekellerinde, Monsanto’da, Cargill’de. Mahvedip bıraktılar.
Daha da vahimi, ne yediğimiz, ne içtiğimize, her şeye bu tekeller karışıyor;
Türkiye'de de öyle. Mesela, Türkiye'de şu anda Monsanto ve Cargill, her şeye
el atmış vaziyetteler. Herhangi bir süper marketten alışveriş yapan insan
bunlara mahkûm. Kullandığımız gıdaların büyük bölümü buradan geliyor.
Bunların yeni kâr alanı da Irak. Irak’ta, Monsanto ve Cargill’ in uzun zaman
danışmanlığını yapmış bir zatı muhterem, Irak’ın gıda konusundaki politikasını
düzenliyor. Bunlar üzerinde fazla durulmuyor.
Böyle baktığımız zaman şunu görüyoruz: Muazzam ölçekte bir tekelleşme,
bunun getirdiği sosyal tahribat ve yıkım tablosu var. İnsanlık, hormonlu gıdalar
dolayı artık naylon yer hale geldi; biz bugün naylon yiyoruz. Genetik kodlarla
oynadılar. Tam bir çöpleşmeyle karşı karşıyayız. Kültürel açıdan artık
Amerikan kültürünün yarattığı şiddet öyle boyutlarda ki, bir Amerikalı çocuk,
12 yaşına, kadar televizyonlardan 80 binin üzerinde öldürme vakası izliyor.
Böyle bir toplum sağlıklı olabilir mi? Bir de bunu bütün dünyaya yayıyorlar.
Dünyada şu anda milyonlarca şizofren insan var. Dünyada her yıl, intihardan
dolayı aşağı yukarı 1 milyon ölüm vakası gerçekleşiyor. Bunlar korkunç
tablolar. Böyle baktığımızda, demek ki, o klasik yaklaşımla hakikaten kendi
mezarını kazan bir kapitalizm tablosu var ve bunun başında da ABD duruyor.
ABD, sonsuza kadar bunu götüremez.
78
Yine kötümser olduğumu söyleyeceksiniz; ama bana sorarsanız, bir üçüncü
dünya savaşına doğru hızla sürükleniyoruz. Yani şu an için onu söylemek
mümkün değil, yani insanlar açısından da ürkütücüdür; ama bir üçüncü dünya
savaşının ayak sesleri duyuluyor. Zaten böyle giderse, bir müddet sonra
izolasyon politikaları gündeme gelecek, ticari bloklarda çekilme gündeme
gelecek, küreselleşme denilen rezalet de bitecek ve zaten bitti de. Boş bir
ideolojik söylemden öte bir anlamı yoktu, hiçbir zaman da olmadı. Yani
kapitalizmin ilerici bir nosyonu yok, üretken kapasiteleri yok, insanlığa
sunacak hiçbir değeri yok.
Öyle baktığınızda da, Türkiye’nin -Mustafa Kemal’i ayırarak söylüyorum, yani
bir sistem olarak söylüyorum- 80 senelik bir programı çizilirken, acaba sürekli
olarak ekonomik model tarzında kapitalizmin hedeflenmesi, ona yetişmeye
çalışılması, Batı’nın tüketim kalıpları veya Batı’nın üretim kalıpları çerçevesi
içerisinde bir gelişme dinamiğinin yakalanmaya çalışılması bize ne getirdi?
Tabii o da ciddi bir sorgulamayı gerektiriyor.
Eşdeğerlik de şudur: Bretton Woods sistemi döneminde altınla Doların eşiti
vardı; 1 Dolar, 35 ons altın ediyordu. O sabitlikler yıkıldı. 1970’te o
sabitliklerin yıkılmasında Amerika önemli roller oynadı. O ambargo, dünyanın
en büyük komplolarından biridir. Sonrasında, petrolle bir bakıma Doların
eşdeğerliği gündeme geldi. Şu anda halen daha dünyada rezerv para yüzde 56
oranında Dolar.
Bir parantez açıp ve o parantezi hızla kapatıp, sözlerime son vermek istiyorum.
Saddam Hüseyin’in en bağışlanmaz suçlarından biri de Birleşmiş Milletlerdeki
o ünlü petrol kotası -ilaç, gıda vesaire- 2000 yılı Kasım ayında Euro’ya çevirip,
bir yıl sonra bundan yüzde 17’lik bir kazanç elde etmesi ve o tarihten sonra da
petrol satışlarının Dolar değil, Euro üzerinden yapacağını açıklamasıydı.
Çünkü bu, sepetteki çürük yumurta tepkisi yaratacaktı. Bu anlamda, petrol,
para ve askeri güç diyalektinin birlikte değerlendirilmesi fayda var.
OTURUM BAŞKANI- Söz almak isteyen var mı?
MAHİR BEY (Makine Mühendisi)- Sovyetler’de; genel olarak
tartışıldığında, her kötülüğün kaynağı Stalin, herkes Stalin’i suçlu buluyordu.
Amerika Birleşik Devletleri’nin adı geçince, her kötülüğün kaynağı Amerika
gibi geldi bana. Gerçi bütün olayların, bütün olguların içinden bir soyutlama
çıkartıp sonuca ulaşmak, bir eylemi ortaya çıkarmak doğru; fakat Amerika,
genellikle ayrımlara ya da Amerika'nın yapmak istediklerine ağırlık verdi.
Fakat Amerika, bunları dünyanın çeşitli ülkeleriyle beraber yapıyor. Mesela,
Amerika baskın diye, Avrupa Birliğinin, Japonya’nın ya da Rusya’nın masum
olmak gibi bir şeyi de ortaya çıkıyor. Yani bir Amerikancılık ya da karşı
79
Amerikancılık gibi bir şey de değil. Her kötülüğün kaynağını, ya da her şeyin
kaynağını Amerikancılığa bağlamak, bir noktadan sonra başka görmemeyi de
getiriyor. Mesela, Avrupa’nın 50 sene öncesine bakalım. Avrupa'nın, dünyaya
dehşet saçan bir görüntüsü vardı; faşizmin envai çeşidini yaşayan, katliamlar
yapan bir görüntüsü vardı. Bu yönden baktığınızda da çok dehşet bir görüntüsü
vardı Avrupa’nın.
Avrupa’da refah toplumu gibi görünen yaşamın savaşla bir bağlantısı olduğunu
düşünüyorum ya da savaşla ilgisinin olduğunu düşünüyorum. Bu ilişkiyi ortaya
çıkarmak lazım. Bu konuya pek değinilmedi.
SUAT PARLAR- Doğrudur. Bu, sürelerle ilgili bir konu. Bu konuya tabii ki
değinilmek lazım. Bir defa şunu akılda tutmamız gerekiyor: Merkezi
emperyalist ülkelerin kadife eldiveni, bizim gibi çevre ülkelerde veya yeni
sömürge ülkelerde işkencehane ve cinayethanelerin işletilmesiyle bağlantılıdır.
Dolayısıyla, “Ben Avrupa'ya gittim. Çok medeniydi, mükemmeldi. İnsan
haklarına çok itina gösteriyorlar” demek, gerçeği görmezden gelmek
anlamındadır. Avrupa Birliği, bu anlamda insan hakları ve demokrasiyle
bezenmiş medeniyet projesi değildir; tam tersine, hele de bizim gibi bölgeler
söz konusu olduğunda, insanlığın yeni afyonudur. Şu ilkeyi de hep akılda
tutmak lazım: Emperyalizmin şimdi işlediği suçlar, gelecekte işleyeceği suçlara
göre daha hafiftir. Daha ağırı her zaman için mevcuttur.
İkincisi, sizin sözünü ettiğiniz gibi, Avrupa Birliği veya Japon
emperyalizminin veya diğerlerinin şu anda güçsüz olmasının bir mazeret
sayılmaması lazım. Yani “güçsüzler, onun için bunlar baskı yapamıyorlar” gibi
bir durum söz konusu değil. Japonların trilyonlarca Dolarlık yatırımı var. Bana
sorarsanız, Japonya ve Almanya, dünyada militarist çılgınlığın doğumunu
oluşturdular. Demin de söylediğim gibi, Amerika 4.Reich’tır, yani
Almanya'dan tevarüs edip gelen bütün mirası içermiştir; Aynen Britanya’nın
mirası gibi. Bu anlamda, medeni bir Avrupa’dan söz edemeyiz. Fransızlar,
Cezayir’de 1.5 milyon insanı katletti.
İkinci bir nokta, Büyük Ortadoğu Projesini anlatırken de söyledim; bu proje,
bir mutabakat projesi. Bunun arkasında elbette ki Avrupa Birliği emperyalizmi
de var. Şunu net olarak vurgulamak lazım: Belki gelecekte, 21. yüzyılın
sonlarına doğru bir Japon emperyalizmi olgusuyla karşı karşıya kalacağız. Yani
burada söz konusu olan emperyalist dinamiğin varlığıdır; yoksa, ABD
emperyalizmi, Japon emperyalizmi, yani biriyle diğeri arasında belki şiddet
farklılıkları olabilir. Masum demeyelim, ama şu anda bütün projektörlerin
onların üzerine dönmesini getiren, daha çok bölgesel ve ticari imparatorluklar
kurmaları, küresel bir askeri imparatorluk inşası içerisinde ikinci planda
görünmeleri. Ama bu, şu anlama da gelmiyor: Irak petrolleri söz konusu
80
olduğunda, Fransa ve Almanya sesini yükseltti. Niye yükseltti, insanlık adına
mı; hayır, petrol kontratları adına. Yani çok net, Total’in, Elf’in, Fransız petrol
şirketlerinin yatırımları vardı, Rusya’nın kontratları vardı.
Bu bir paylaşım savaşı. İçinde bulunduğumuz, “İnsan hakları ve demokrasi
adına işkenceleri durdurun” tarzında bir Avrupa yumuşaklığı değil; tam tersine,
bu kavramlar kullanılarak, bu kavramlar öne sürülerek, bunun arkasına
gizlenerek, bu meşruiyetten istifade ederek, bu paylaşımda bölge halklarının
desteğini sağlama uğraşı…
Böyle bakıldığında çok çok haklısınız, doğru söylüyorsunuz. AB emperyalizmi
de en az ABD emperyalizmi kadar kirlidir, Japon emperyalizmi de kirlidir.
Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar sloganlar atan Türkiye egemenlik sistemi ve
burjuvazisi de kirlidir; hatta onlardan daha da fazla. Bu bir gerçeklik. Ama şu
tip yanlışlara da düşmemek lazım: Mesela, Türkiye’de böyle harcıalem
sloganlar vardır; “Ne Sam, ne Saddam!” Siz, ezilmekte olan, işgale uğrayan,
fethedilmiş bir ülkenin liderini değil; halkını desteklemekle mükellefsiniz. Çok
açık söyleyeyim; Taliban’ın Afganistan’da Amerika’ya karşı mücadelesini
destekliyorum. Bu, Taliban’ın politikaları arkasında durduğum anlamına
gelmiyor. Desteklemek, yani askeri açıdan destekliyorum. Hiç terörist
saptamam falan da yok. Başka bir ülke işgale uğrasa yine desteklerim. Yani
Yugoslavya bombalanırsa da, ben Sırpları desteklerim. Bu konularda da son
derece net olmak lazım. Emperyalist fetih savaşları söz konusu olduğunda,
yaklaşım bu olmalı ve kamp da tutmamalı.
Mesela, Marx ve Engels, zamanında Çin’e yönelik afyon savaşı döneminde
kamp tutmamıştır. “Çinliler doğru yapıyorlar, Batılıların, buldukları her
yabancının kafasını kesmekle doğru yapıyorlar” diye açıklamaları vardı.
Bunların hepsini değerlendirmekte, birini diğerinden daha masum görmemekte,
bu anlamda da sırtını özellikle de sol olarak birine yaslamamakta çok büyük
fayda var.
OTURUM BAŞKANI- Buyurun.
SALONDAN- Biliyorsunuz, kapitalizm, emperyalizmin en son aşamasıdır.
Emperyalizm, ürettiğini tüketemeyince, yani krize düşünce, dünyanın çeşitli
yerlerine, özellikle etnik ve dinsel kökenli olan bölgelere kibrit çakar;
Balkanlar’da olduğu gibi, Ortadoğu’da olduğu gibi. Ben, şahıs olarak,
Ortadoğu Projesine pek de sıcak bakmıyorum. Bunun, medyanın ve Türk
burjuvazisinin, aydın geçinen kesimin uydurduğu bir teori olduğunu
düşünüyorum. Bunun başını çeken ABD’nin, dünyanın en uç noktalarına
ilişkin programları var, planları var; yani stratejik, askeri, siyasi boyutları
vardır. Tabii ki, ABD’nin Ortadoğu’yla ilgili mutlaka bir planı vardır. Neden;
81
dünya enerjisinin yüzde 67’si bu bölgede. Bir nüfus yoğunluğu var.
Emperyalizm, ürettiğini tüketecek alanlar arar.
Kapitalizmden önce pazarlar savaşlarla el değiştirirdi. Kapitalizm geliştikçe, bu
iş daha da modernleşti; üretim ilişkileri içerisinde, daha kaliteli mal, ucuz mal
üreten sistemler yerleşmeye başladı. Sistem böyle dönünce, tabii ki ABD’nin
Ortadoğu’yla, Rusya’yla veya başka bir bölgeyle ilgili planları olacaktır.
Büyük devlet, hegemon bir devlet. Rusya’nın çöküşüyle birlikte bu daha da
netleşti. Şuna geliyorum: “Taliban’ı destekliyorum” gibi bir cümle söylendi.
Bir, düşmanımın düşmanı benim dostum mudur? İkincisi, tarihi süreç
içerisinde bu sistemlerin, Taliban yönetiminin modeli ve Saddam’ın yönetim
modeli ben şahsen tasvip etmiyorum. Bu nedenle, emperyalizmin emellerini
bildiğim için, bu insanlar emperyalizme hizmet ediyorsa, benim bunların
yanında yer almam beklenemez. Bu konuya dikkat çekmek istedim.
SUAT PARLAR- Onu netleştireyim. Bir ülkenin yönetici kliğinin veya
egemenlik sisteminin sahiplerini o ülkenin halkıyla özdeş görmeyeceğiz. Zaten
Amerika’nın yapmaya çalıştığı da buydu. Amerika, tarihsiz, kimliksiz,
kişiliksiz, hiçbir uygarlık birikimi olmayan Irak yarattı; yani öyle oldu ki,
bombalandığı zaman, Saddam Hüseyin bombalanıyor gibi değerlendirildi.
Babil, Ninova, Asur, dünyanın en görkemli uygarlıklarının yer aldığı bir
alandır; yani insanlık oradan fışkırmıştır. Tarihsiz ve kişiliksiz bir halk varmış
imgesi yaratıldı, bunun propagandasını yaptılar. Dünyanın birçok yerinde de
“demokratlar”, özellikle de Avrupa sosyal demokrat partileri hep şunu
söylediler: Örneğin, “Miloseviç, etnik arındırma yapıyor; Yugoslavya’nın
bombalanması doğrudur. Orada Yugoslav Ordusu direniş verirse, bu, insan
haklarına aykırıdır” veya “Taliban, zamanında Amerika’yla iş yapmıştır.
Dolayısıyla, Taliban vahşetini tercih edemeyiz.” Ama şöyle bir durum var:
Taliban’ın tarihsel arka planının ne olup ne olmadığı, gayet net olarak
biliniyor. Taliban rejimi ayrıdır, Taliban’ın Amerika’yla savaşını onaylamak
ayrıdır. Şu anda da hakikaten, Taliban, Amerika Birleşik Devletleriyle
Afganistan’da savaşıyor.
Şöyle bir şey söyleyeyim: Ezilmekte olan bir halkın, istediği kadar ceberut
olsun, diktatör olsun, ne olursa olsun, imparatorluk olsun, başında kimin
bulunduğu önemli değildir. Önemli olan, hiçbir hesaba girmeksizin, o noktada
dayanışma göstererek, emperyalist fetih savaşını reddetmektir. Çünkü
emperyalizm hep böyle savaşır; ya beyaz adamın misyonu gerekçesiyle, ya
insanlığa medeniyet götürme misyonuyla, ya insan hakları adına. Hiçbir zaman
doğrudan, “ben, çıkarım adına savaşıyorum” demez ve bunun yaparken de
müthiş imgeler yaratır. Mesela, Usame bin Ladin gibi kullanışlı imgeler yarattı.
Yani Usame bin Ladin’in 11 Eylül olayının içerisinde yer aldığına dair en
82
küçük bir emare yok, çıkmayacak da. Bunun yanı sıra, Taliban’ın ne olduğu
çok belli. Miloseviç’ in politik davranışları üzerine bir analiz yapılmadı hiç;
Batı basını ne dediyse –ki, medya tekelleri ellerinde, onun yanı sıra dünyanın
bilgi kaynaklarını da kontrol ediyorlar- insanlık ona inandı, onun ötesine
geçemedi.
Saddam konusunda da, Amerika'nın Saddam’a zamanında verdiği destek,
Saddam’ın bir diktatör olduğu, bir müstebit olduğu doğru, bunların hepsi
doğru; ama söylenildiği gibi, Saddam, eğer direnişin başında olsaydı, Saddam
Hüseyin o direnişin başında diye, ne Sam’ı, ne Saddam’ı beraberinde
getirmezdi. Bizim konumumuz, emperyalist gücü ve birikimi temsil edenin
fetih savaşının karşısında yer almak. Çünkü o güçler zaten bir biriyle mukayese
kabul etmez. Saddam Hüseyin, ne Bismark’tır, ne Hitler’dir.
SALONDAN- Güzel, ama benim için sebep-sonuç ilişkisi çok önemli. Eğer o,
emperyalizmin amacına hizmet ediyorsa, emperyalizm de onu vesile gösterip
araç olarak kullanıyorsa, Saddam, eşittir emperyalizm.
SUAT PARLAR- Keşke direnseydi. Anlıyorum, kabul ediyorum, doğru
söylüyorsun. Ama şunu söylüyorum: Saddam, dedikleri gibi direnişi örgütlüyor
olsaydı... Generalleri sattılar ülkeyi; bu, gayet net. Benim söylediğim odur.
Benim söylemek istediğim odur. Yani bu, Saddam’ın politik rejimine katkı
vermek anlamına gelmez. Çünkü öbür türlüsü, bizi şu tip yanlışlara götürür:
Emperyalizmin ekmeğine yağ süreriz. Fetih savaşları söz konusu olduğunda,
bu tip seçimler yapma imkânımız yok.
Tarihten daha başka örnekler de verebilirim. Demin beyefendi de söyledi;
Mustafa Kemal’e Bolşevik desteği var. Mustafa Kemal, nihayetinde Osmanlı
Ordusunda general rütbesine kadar yükselmişti ve bu ülkeyi nereye
götüreceğinin garantisi de yoktu. Milliyetçi bir lider olmasına rağmen,
Bolşevikler destek verdiler. Bu çok önemlidir.
SALONDAN- Ulusal yönü ağır bastığı için.
SUAT PARLAR- Tabii. Ama o evrim nereye gider, bu belirsiz olmasına
rağmen. Daha ilginci var; mesela, Çin’de Mao, Çan-Kay-Şek’e destek verdi.
Çan-Kay-Şek’e, Bolşevik liderler, Stalin de, Troçki de, ikisi de destek verdiler.
Bu, çok önemli. Düşünün, ne olduğu çok belli. Hatta bir dönem Japonlarla
işbirliği içerisinde oldu. Çin’de Birinci ve İkinci Afyon Savaşı olduğu zaman,
Marx da, Engels de, imparatora rağmen, dünyanın en görkemli; yani dünyayı
kendinden ibaret sayan imparatora rağmen, o gerici feodaliteye rağmen Çin
halkına destek verdiler. Bu böyle uzar gider.
83
Daha da net söyleyeyim: Arjantin, Malinas Savaşı, Falkland Savaşı. Tamam,
Arjantin’de cunta vardı; ama ben, o cuntanın, halkı tarafından devrilmesini
tercih ederim. Yani o durumda benim yerim Britanya emperyalizminin veya
Amerika’nın yanı olmaz; o mümkün değil.
Buradan Türkiye’ye gelirsek; diyelim ki, Türkiye'de müthiş bir cunta geldi,
başımıza bela oldu, bir müddet sonra da bu büyük güçlerle kapışmaya başladı,
bir mücadele yaşamaya başladı. Çok net bir biçimde yine benim yerim,
buradaki cunta devrilecek diye, emperyalizmin yanı olmadı. Benim söylemek
istediğim bu.
OTURUM BAŞKANI- Son bir soru alalım. Buyurun.
SALONDAN- Amerika, kiminle paylaşım savaşı yapıyor? Bir de Saddam,
Irak’ı bırakıp gitseydi bile bu savaş yapılmayacak mıydı?
SUAT PARLAK- Kesinlikle. Birinci Paylaşım Savaşı malum, toprak
üzerinden cereyan etti; bir harita oluşturdular. İkinci Paylaşım Savaşı ağırlıklı
olarak kaynaklar üzerinden yapıldı ve orada petrolün ağırlığı büyüktü. Üçüncü
paylaşım savaşın da, birincisi, demin sözünü ettiğim gibi, enerji alanlarının ele
geçirilmesi; ikincisi, Avrasya’nın kontrol altına alınması ve bu şekilde yeniden
hegemonya tesisi söz konusu. Bu, ister istemez çatışmalı bir süreç olacak.
Niye? ABD’nin ilişkiler kuşağına baktığımız zaman, neyi görüyoruz; Çin’i ve
Rusya’yı kuşatmaya çalışıyor, Hindistan’ı bloke etmeye, yanına çekmeye
çalışıyor, dünyanın dört bir yanında bazı devletlere rüşvetler dağıtıyor. Bütün
pazarlarda avantajlarını yitirmiş vaziyette. Dünyanın en borçlu ülkesi,
teknolojik açıdan gerilemesi var, araştırma-geliştirmede diğerleri daha öne
geçtiler, Avrupa Birliği büyük bir ihracat kapasitesine sahip. Bunların hepsi,
elbette bir problemi beraberinde getirir.
Rusya’yla Çin, henüz daha Almanya’yla veya Japonya’yla bir ittifaka sahip
değil; bu, olmayacaklar anlamına gelmez. Evet, Japonya’nın, Almanya’nın çok
büyük askeri güçleri yok; ama böyle bir teknolojik kapasiteye sahipler. Yani
bugünden silahlanmaya başlarlarsa, kısa sürede çılgın bir silahlanma yarışında
ön alabilirler. Bu, uzun vadeli bir ihtimal. Fakat dünyada stratejik nükleer
silahlara sahip ve küresel ölçekte uydulardan görüntü alabilen muazzam
konvansiyonel askeri kapasiteye sahip güçler var; Çin var, Rusya var. İlanihaye
ABD’nin bu askeri imparatorluk inşa projesine “evet” demeyecekler, bir
müddet sonra buna karşı koyacaklar.
Bunlar sadece bu iki güç değil; onun yanı sıra, orta büyüklükte ve kendi
halkları karşısında çok büyük sıkıntılar yaşayan, işsizlik problemini
84
çözemeyen, artık kalkınmadan dışlanmış; deyim yerindeyse, halkının önemli
bir bölümü çöpleşmeye başlamış halkların direnişi eklenecek.
Onun yanı sıra, dünyanın dört bir yanında çözülemeyen sorunlar var; Filistin
sorunu -tabii ki, onlar açısından sorundur- veya bu işgaller var. Bunların hepsi
bir araya geldiği zaman, dünyada bir yeni paylaşımın gündemde olduğunu
görüyoruz. Bu üçüncü paylaşım, elbette bir üçüncü dünya savaşını
tetikleyebilir. Bu üçüncü dünya savaşı, insan türünün sonunu getirebilecek
savaş olur; çünkü nükleer ölçekler içerisinde yürüyecek bir savaş olacak. Ama
bu, “kısa vade içerisinde bir üçüncü dünya savaşı olacak” anlamına gelmiyor.
Gelecekteki ittifaklara, gelecekteki ABD’nin özellikle bu askeri maceralarının
sonuçlarına yakından bağlıdır ve yine mutlak değildir; çünkü halkların verdiği
mücadele bunu geriletebilirler.
Burada aslında deminden beridir ABD’nin veya diğerlerinin yapmaya
çalıştıklarını açıklama gayreti içerisindeyiz. Yoksa, bir direniş cephesi de var;
yani dünya da bu konularda dünya da o kadar boş değil.
OTURUM BAŞKANI- Özgür beyin de bir sorusu var.
Yrd. Doç. Dr. ÖZGÜR MÜFTÜOĞLU- Üçüncü Dünya Savaşı olur mu,
bilmiyorum; ama şunun geçerli olduğunu düşünüyorum: Bugünkü savaşlar ve
burada konuştuğumuz konular içinde, sonuçta, başta benim söylemeye
çalıştığım gibi, kapitalist sistem, kendisini korumak ve geliştirmekle yükümlü,
kendisini gelişmek ve korunmak durumunda. Bunun için de her türlü yolu
kullanıyor.
Türkiye’de uzun süredir emperyalizm vardı, ekonomik anlamda emperyalizm
vardı. Savaşlar yoluyla, gelip bombalar atarak değil; ama ekonomik anlamda
emperyalizm geçerli. Şimdi, ekonomik olarak gerçekleşmeyen bu meselenin
askeri olarak çözümlenmesi, savaş yoluyla çözümlenmesi yoluna gidiliyor.
Biliyorsunuz, kapitalist sistem 70’te krize girdi ve hâlâ çıkamadı, çıkış yolunu
da bulamadı. Artık hedefi krizden çıkmak değil, krizi yönetmek. Krizler, niye
çıkar ve nasıl çözülür? Kapitalist sistemde üç tane aşırılık vardır; bir tanesi aşırı
üretim, bir tanesi aşırı birikim, biri de aşırı nüfus. Bu üçü krizi yaratır. Örneğin,
1929 krizinde yine bu nedenler büyük ölçüde ortadaydı. Biraz önce Suat beyin
de söylediği gibi, Roosevelt, 1930’ların başında, New Deal politikalarını; yani
devletin ekonomiye müdahale ettiği, talep yönlü ekonomi politikalarına soktu.
1936 yılında Keynes genel teoriyi yazdı. Fakat yaygın olarak ne zaman
uygulanabildi; İkinci Dünya Savaşından sonra. İkinci Dünya Savaşı ne yaptı
burada; bu üç aşırılığın aşırılık kısımlarını ortadan kaldırdı; yani eldeki
silahları, bombaları attı, onları kullandı. Bununla beraber, savaş sırasında
85
birçok insan öldü, o aşırılık büyük ölçüde törpülendi. Üçüncüsü, bütün yıkılan
yerler yeniden yapılacak ve bir sermaye kullanılacak; bu birikimi harcayacak
yer bulundu.
Dikkat edersek, Irak Savaşında da öyle. Ne yapıyor bizim Türkiye sermayesi
ve uluslararası diğer sermayeler? “Irak’ta ne olacak? Oradan nasıl ihale alırım
acaba? O savaşta yıkılan yerleri vesaire nasıl alırım tekrar?” gibi bir şey. Bu
niye? Elde birikmiş olan sermayeyi kullanıp tekrar karlı hale dönüştüremediği
için, bu alanlara ona dönüştürmeye çalışacak.
Bu savaş, üçüncü dünya savaşı mı olur, bilmiyorum; ama bu sürecin, ismi ne
olursa olsun, bir şekilde başladığını, Irak’la, Afganistan’la, daha önce
Balkanlar’la başladığını ve buradaki temel niyetin bir ölçüde de bu olduğunu
düşünüyorum. Çünkü kapitalist sistem krizde ve çıkamıyor, 30 yıldır bu krizin
içerisinden çıkamıyor.
Belki işi biraz daha ekonomik boyuta bağlayacağım; ama arkasında o olduğunu
düşünüyorum. Üçüncü dünya savaşı meselesinde de, ismi konulur, konulmaz,
başka şekillerde yürütülür ya da yürütülmez, orasını çok bilemiyorum; ama
sonuçta, bu çerçeveden bakıldığı zaman, tarihsel süreçle de
karşılaştırdığımızda, önümüzde böyle bir süreç olduğu düşüncesinin mantıklı
olduğunu düşünüyorum.
MAHMUT BEY- Bir şey ekleyebilir miyim?
OTURUM BAŞKANI- Mahmut bey, son soru olduğunu söylemiştik.
Arkadaşın sorusunu alalım, vakit kalırsa sizin sorunuzu alalım.
SALONDAN- İki husus vardı; bunları biraz daha konuşabilir miyiz?
“Almanya, çekincelerine rağmen Büyük Ortadoğu Projesine destek verecek”
denildi. Burada nasıl bir süreç yaşanmıştır? Şu anda ne alıp ne verdiler?
Çıkarları buna pek uygun değil gibi görünüyor.
Bir başka şey daha oldu. “Türkiye’de, hangi sırada olağan Hükümet biçimleri
yetersiz kalacak ve cuntalar zinciri tekrar başlayacak?” Bu cümle kullanıldı. Bu
iki konuyu biraz daha konuşmak mümkün mü?
SUAT PARLAR- Irak işgali sırasında, Schröder’in Amerika’yı eleştiren bir
açıklaması vardı. Schröder, iktidara gelirken de, açıkçası, popüler bir Amerikan
karşıtlığını kullandı. Bence, Almanya’nın egemenlik merkezleri buna
gülümseyerek karşılık verdiler. Schröder’in açıklamasından bir gün sonra,
Alman İşverenler Sendikası Başkanı, Amerika’yı ebedi müttefikleri ilan etti ve
86
“Amerika’yla çıkarlarımız uyuşmaktadır” dedi. Bir müddet sonra da
Schröder’e geri adım attırdılar.
Devlet politikalarıyla insan politikaları her zaman birebir örtüşmeyebilir, yer
yer böyle çatışmalar olabilir. Dünyada neo-liberal yayılmadan en fazla istifade
eden sermaye gücü, Amerika’dan sonra Almanya’dır; çünkü neredeyse,
dünyada bir numaralı ihracat kapasitesine sahiptir. Bunu sonuna kadar kullanır.
Washington mutabakatı çerçevesi içerisinde, finans piyasalarının
kuralsızlaştırılmasından tutun da, spekülatif sermayeden büyük gelirler elde
etmeye kadar hepsinden Alman egemen sınıfları yararlandılar. Örnek mi
istiyorsunuz; Türkiye’deki krizin çıkartılmasında Deutsche Bank’ın rolü.
Deutsche Bank, sadece Türkiye'de faaliyet halinde değil, dünyanın başka
yerlerinde de faaliyet gösteriyor. Dolayısıyla, Alman sermayedarlarının
çıkarlarını iyi değerlendirmek lazım.
Dünyanın, genel sermaye çıkarları açısından güvenli bir yer haline
dönüştürülmesi Alman sermayesinin de yararınadır. Burada söz konusu olan
paylaşımdaki problemler. Hocamızın dediği gibi; örneğin, Irak, yeniden imar
edilecekse, bu pastadan kimler pay alacak? Planda, 75 milyar dolarlık bir
inşaattan söz ediliyor. Bir görüldü ki, hepsi Amerikan şirketlerine zaten
verilmiş. İtiraz noktası buradan geldi.
İkinci itiraz noktası, Almanya, petrolünün yüzde 54’ünü bölgeden karşılıyor.
Bu bölgeye Amerika’dan daha fazla bağımlı. Dolayısıyla, küresel petrol arzının
tıkanıklıklarına hiç tahammülü yok. Bu, beraberinde petrol fiyatlarının artışını
getirir, birim maliyeti yükseltir; hele de Marshall yardımından itibaren tümüyle
petrole bağımlı hale getirilmiş, petrolkeş hale getirilmiş Avrupa ekonomileri
düşünüldüğünde… Bunu da değiştirmek o kadar kolay değil; yani yeni bir icat
olmadıktan sonra, petrol deyip gidecekler. Dolayısıyla, Almanya’nın şöyle bir
çıkarı da var: O bölgede petrol akışının kesintiye uğramaması, petrolün düzgün
akması, dolayısıyla Irak’ın işgalinin devam etmesi. Almanya, bölgeden
çekilmesi diye, şu anda Amerika’ya yalvarıyor. Bir-iki kere bunu ABD
Dışişleri Bakanı telaffuz etti, hemen itirazlar geldi; “Bölge büyük bir kaosa
sürüklenir, dünya petrol arzı kontrolden çıkar.”
Bana sorarsanız, Suudi Arabistan’daki son olaylar, dünya ekonomi politiğinin
en önemli dertlerinden biri. Bize hep anlatılan petrol kesintisi senaryosunun ne
olduğunu ve petrolü nasıl sıçrattığını gördük. Demek ki, daha büyük bir çapta
saldırı gündeme gelse; boru hatlarıyla ilgili veya Doğu Akdeniz’de veya
Süveyş’te bir saldırı gündeme gelse, dünya petrol arzında inanılmaz
tıkanıklıklar olacak ve büyük fiyat sıçramaları yaşanacak. Almanya, bunlardan
çok huzursuz. Örneğin, Suudi Arabistan’daki saldırı neticesinde, 50 Dolarlık
petrol fiyatı -adına ister komplo teorisi deyin, ister ne derseniz deyin- NATO
87
Toplantısından öncesine rastlatılmıştır. Bunu çok önemli buluyorum ve bu
anlamda bir ders de almışlardır; yani, gerekli sonucu çıkarmışlardır.
Almanya, uzun vadede elbette ki farklı çıkarlara sahip bir emperyalist güç. Bu
noktada ABD ile birçok yerde çarpışacak. Pazarlar üzerinde, rekabet
avantajları üzerinde, finansal ölçekler içerisinde ve birçok alanda. En önemlisi
de, Amerika’nın Avrupa’ya yönelik politikalarını da tasvip etmiyor. Biz,
görmezden geliyoruz, ama Amerika şunu yaptı: Amerika, Balkanlar ve Orta
Avrupa çerçevesi içerisinde, Doğu Avrupa çerçevesi içerisinde Avrupa’yı
parçaladı, parçalanma bitti. Şimdiden sonra tartışılan, “bölgeler Avrupa’sı mı
olsun, başka bir Avrupa mı olsun?” Avrupa Birliğinin de bu anlamda geleceği
tartışılmalı. Dolayısıyla Almanya, uzun vadede bu çatışmaların içerisine
girecek; ama şu anda, ne küresel ölçekler içerisinde Euro’nun arkasında
durabilecek bir imkâna sahip, ne küresel ölçekler içerisinde Amerika gibi bir
güçler kuşağına sahip, ne diplomatik kapasitesi buna elverişli. Yani açıkçası,
iktisadi ve ticari anlamda bir küresel aktör, bir dev; ama siyasi ve askeri
anlamda bir cüce. Dolayısıyla, ABD’nin politikalarını bu paylaşma noktasında,
başka noktalarda törpüleyerek, birtakım kısa vadeli kazanımlar elde etmeye
çalışacak; ama ciddi ataklara yöneleceğini hiç zannetmiyorum. Sanıyorum, bu
NATO Toplantısının kararları da benim bu tespitimi doğrulayacak.
Türkiye’nin konumuna gelince, Türkiye, zaten sürekli olarak adı darbe
olmayan darbeleri yaşıyor. Buna ister “örtülü darbe” diyelim, ister postmodern
darbe diyelim. Ama Türkiye hep darbe klasiklerine kendini alıştırdığı için, ille
dört yıldızlı bir generalin çıkıp bazı açıklamalar yapmasını darbe olarak
değerlendiriyor. Türkiye’de böyle bir darbe folkloru oluşmuş durumda, sol
açısından da böyle bir darbe folkloru oluşmuş durumda. Onun için, bana
sorarsanız, Türkiye’nin egemenlik merkezlerinin, TÜSİAD’ ların veya diğer
bazı önemli güç merkezlerinin açıklamalarını takip etmek, bu darbe
senaryolarını okumak açısından daha anlamlı. Yani ben, darbe derken,
“askerler gelecekler, insanları evlerinden toplayacaklar” gibi bir şey
kastetmiyorum. Ama şu var: Büyük Ortadoğu Projesi, AKP dahil olmak üzere,
zihni yönleriyle, kültürel yönleriyle, diğer yönleriyle sivil bir hükümet
tarafından uygulanamaz.
İkincisi –hocamız, demin gayet güzel anlattı- “Türkiye, şu anda bir krize gebe”
demeyelim, bir krizin eşiğinde. Dolayısıyla, olağan hükümet etme
yöntemleriyle, ne ekonomik bir düzenleme gerçekleştirebilirler, ne Türkiye’de
ordunun Durka’laşması sürecini tamamlayabilirler; çünkü, orada çok büyük
sıkıntılar yaşanmakta. Geçen seneden bu yana ordu içerisinde çok ciddi
kırılmalar yaşanıyor, çok büyük problemler var; bu geçişi tamamlayamıyorlar.
88
Üçüncüsü de, dediğim gibi, işin dini yanı da var. Yani, Büyük Ortadoğu
Projesi, aynı zamanda dinin içerisinde de bir proje. Hakikaten, bu projeler yeni
de değil. Bu projeler, 19. yüzyıldan itibaren emperyalizmin gelişme safhaları
içerisinde kavranmalıdır. Yani halen daha o dönemde oluşmuş altyapı,
jeopolitik veya jeostratejik kapsamdaki değerlendirmeler ne yazık ki
geçerliliğini korumaktadır. Bu da şu anlama geliyor: Birinci Paylaşım Savaşı,
İngiltere’nin istediği bir tarzda haritayı ortaya çıkarmıştır, şimdi haritanın
coğrafi açıdan değiştirilmesi de söz konusu.
Buradan yola çıkarsak, Türkiye’nin de bunu kolay kabul etmesi mümkün değil;
çünkü sınırlarında bir Kürt devletinin oluşumu gündemde. Dolayısıyla Türkiye,
çok rahat bir biçimde bu projelere, bu stratejilere uyum sağlayamaz. Peki, nasıl
olur bu; olağan iktidar yöntemlerinin dışına çıkarak. Bunun çok yönleri var;
Somoza tipi diktatörlükten tutun da, bizim örneğini daha önce yaşadığımız
teknokrat bir kabinenin kurulup, parlamentonun açık tutularak belli reformları
yapılmasına kadar veya bir suikastlar zincirinin gündeme getirilerek,
Türkiye'nin uzun bir istikrarsızlaştırma sürecine sokulmasına kadar. Ama –
benim için bu tespit, vazgeçmeyeceğim bir tespit- şunu görüyorum: Türkiye,
önümüzdeki dönemde, dinamikleri anlamında -coğrafi anlamında belki bu
bütünlüğü koruyabilirler- paramparça edilecek. Yani böyle bir saldırıyla, bir
kuşatmayla karşı karşıya. Bu toplantının İstanbul’da yapılmasının anlamı da
budur.
Yrd. Doç. Dr. ÖZGÜR MÜFTÜOĞLU- Bir şey ekleyebilir miyim?
OTURUM BAŞKANI- Buyurun.
Yrd. Doç. Dr. ÖZGÜR MÜFTÜOĞLU- Bana kalırsa, Türkiye’de en büyük
darbe 3 Kasım seçimlerinde yapıldı. Darbe denilen şeyi niye yapıyoruz? Biraz
önce Mete beyin belirttiği gibi, şimdiye kadar niye oldu, 12 Mart niye oldu, 12
Eylül niye oldu; mevcut sisteme Türkiye’yi entegre etmek için oldu. Bu, 24
Ocak Kararlarıyla yapılamadı, Demirel Hükümeti bunu yapamadı, daha önce
yine yapamadı. Oysa, şimdi AKP iktidarı bunların hepsini yapacağını vaat
ediyor. Şu anda herhangi bir başka güce gerek yok, yani bir darbenin olmasına
gerek yok; zaten bunları yapıyor. Ne zaman ki, Hükümet, Amerika'nın, Dünya
Bankasının isteklerine cevap vermezse, belki o zaman gerekebilir. Çünkü
bugünkü Meclisten daha iyi bir pozisyon nereden bulacaksınız; istediğiniz her
şeyi zaten geçiriyorsunuz.
Şu var: 1 Mart tekrar yaşanırsa, o zaman gerçekten yeni bir sürece gelinebilir;
ama şu anda gözüken, o 1 Martın da bir daha yaşanmayacağı. Meclisteki
tabloya bakarak söylüyorum. Şu anda Meclis, ismi demokratik düzen
89
içerisinde; ama bence, son derece antidemokratik bir darbe içerisinde gidiyor
zaten.
Yine bu NATO Toplantısında görüşülecek bir diğer önemli nokta da, 2
Nisanda Brüksel’de yapılan toplantıda görüşülmesi için karar alınan
noktalardan bir tanesi, Suat bey, toplumsal direnişlere karşı mücadele olarak
belirtti; ama bence, daha da bize yöneliniyor. Örneğin, gündemde,
Portekiz’deki Dünya Kupası ve Atina’daki Olimpiyatlarda da NATO’nun
güvenlik önlemi alması var. Nereden çıktı? Portekiz’deki Dünya Kupasında
Portekiz’in güvenlik güçleri güvenliği sağlayamıyorlar mı? Atina’daki
Olimpiyatlarda, Atina’daki güvenlik güçleri güvenliği sağlayamıyorlar mı?
Niye böyle bir uluslararası güç oralara geliyor.
Bence, bu bir provadır. Yani NATO, Portekiz’de ve Atina’da bunun bir
provasını yapacaktır. Çünkü gelen süreç de elbette toplumsal tepkileri gidecek
arttıracak. Bu toplumsal tepkiler karşısında bu hükümetlere, “demokratik
hükümetlere” güvenceyi bu uluslararası güç sağlayacaktır. “Türk Silahlı
Kuvvetlerinden bir şey beklenemez, zaten öyle beklemek de anlamsız. NATO
gücü var; NATO gücü gelir, bunun gereğini yapar zaten. O engelleri, o
önlemleri zaten alır!” Yani yavaş yavaş böyle de bir pozisyona giriyoruz gibi
geliyor bana.
MAHMUT BEY- Bir görüş ifade etmek istiyorum.
OTURUM BAŞKANI- Buyurun.
MAHMUT BEY- Panelistlerimize teşekkür ediyorum. Elbette ki,
söylediklerinde büyük haklılık payı var; teşekkür ediyorum. Mühendis, mimar
üyelerin kendi birikimleri, kendi anlayışları, kendi davranışları elbette ki
buraya kısmi olarak yansımıştır; fakat bunun ne oranda yansıdığını, ne oranda
toparlanabildiğini
takdirlerinize
bırakıyorum,
üyelerin
takdirlerine
bırakıyorum.
Elbette ki, konuşurken, bir üye olarak, onları temsilen konuşmak durumdayım.
Bu, benim kişisel tavrım değil. Dolayısıyla, bu hassas ve ince konularda,
evrensel boyuttaki alanlarda bizim yaklaşımımızın gerçekten kıldan ince
kılıçtan keskin tarzında bir yaklaşım olması gerektiği, tüm ilgili
arkadaşlarımızın pratiğiyle bu konuyu buraya taşımak istiyorum.
Bu konuyu dağıtmak, genişletmek gibi bir niyetim yok; fakat çok kısa olarak
şunu söylemek istiyorum: Bir kere, böyle konular daha geniş bir planda
görülüyor; ulusal ve uluslararası planda. Ulusal planda görülmediği zaman,
Atatürk’ün o ulusal çıkışının dışındaki tüm çıkışların bir şey ifade etmediğini
90
görmek durumundayız. Ulusal bir anlayış içinde yaklaşılmıyorsa, hiçbir esprisi
yok. Bu çerçevede, bu tür, ulusal bazda olmayan, ulusal projelerle birlikte
gerçekleşmeyen tüm davranışların başarıya ulaşamadığını düşünüyorum.
Emperyalizme karşı uluslararası mücadelenin ne olacağını hepiniz
biliyorsunuz.
Hayat değişiyor, dünya değişiyor. Bizler devrimciyiz. Şimdi, ben şunu sormak
istiyorum: Bütün bu kötülükler, bu haksızlıklar, bütün bu olumsuzluklar
olmasına rağmen; yani bunlar içinde bir insani değer, bir etik değer olmazsa, o
zaman, Hitler faşizmini de meşru görmüş olacağız. “Şartlar böyleydi, onun için
bu savaş gelişti” dersek, o zaman bunu meşru kılmış oluruz. Bunlar yanlış
şeyler. Bunlar Marksizm’in yanlışlıklarıdır, kaba yaklaşımlarıdır. Bilimsel
olarak ele alıp, bu konuları yeniden değerlendirirsek, başka başka alanlara
taşıyabiliriz. Demek istediğim, bu düşünceden vazgeçelim. Dünya şartlarının
bu kadar kötü olmasına rağmen, insanlığın yine galip geleceğini, yine savaşın
çıkmayabileceğini, yine küreselleşmenin geriletilebileceğini, yine insanların
burnunun kanamayacağı mutlu bir ortamın yine barışçıllık sayesinde
yaratılacağına ilişkin bir inancı dile getirmek istedim.
OTURUM BAŞKANI- Mahmut bey, bu bakış açısıyla yeniden başa döner
tartışırsak, Marksizm’i de yeniden irdelememiz gerekecek. Ancak, salon olarak
iyi dileklerinizi paylaşıyoruz. Aslına bakarsanız, Özgür beyin işi de vardı; ama
sağ olsun, salondan ayrılmaya içi elvermedi. Bize vakit ayırdıkları için, iki
konuşmacımıza da çok teşekkür ediyoruz. Ben de aslında yakın zamanda elime
geçen bir kitaptan birtakım şeyler okumak istiyordum; ama oldukça geciktik.
Suat Beyin de ifade ettiği gibi, Brezinski’nin, “Büyük Satranç Tahtası” diye bir
kitabı var; 1996’da, şimdi “Ortadoğu Projesi” diye ifade edilen senaryoyu
şekillendirmeye başladıkları veya yazılı hale getirdikleri dönemden kalma. Çok
net olarak birtakım şeyler söylüyorlardı.
Bu süreçte hepimizin dikkatli olması gerekiyor. Bu dikkati göstermek için
burada bulundunuz. Vakit ayırdığınız için sizlere, bizleri aydınlattıkları için de
konuşmacılara teşekkür ediyorum. Tekrar bu tür etkinliklerde görüşmek üzere.
Sağ olun.
91
Download