bilgi ahlakı - Diyanet İşleri Başkanlığı Müdürlükler

advertisement
Aylık Dergi
Eylül 2015
Sayı 297
BİLGİ AHLAKI
Kur’an ve Sünnet
Perspektİfİnden Bİlgİ Ahlakı
İlİm, Marİfet ve
Hİkmet İlİşkİsİ
Bilim kadar bilim ahlakı anlayışını da geliştirmeli.
Bununla ilgili temel ilkeler ve değerler Kur’an-ı
Kerim ve Hz. Peygamber’in sünnetinde mevcuttur.
Hikmeti bulan hikmet konuşmaya,
hikmetle bakmaya ve hikmetle yaşamaya
başlar. Hikmet müminin yitiğidir.
Bİlgİ-Âlİm İlİşkİsİ
Kul, Allah karşısındaki konumunu ilim
sayesinde kavrar. Bunun bir sonucu olarak da “Allah’a karşı ancak; kulları içinden
âlim olanlar derin saygı duyarlar.”
Prof. Dr. Şaban Alİ Düzgün İle
BİLGİ AHLAKI ÜZERİNE Söyleşİ
Bilginin ahlakla irtibatını kurduğumuz zaman şu
soruyu sorduruyor bize: Bilgilerimle nasıl yaşayabilirim? Yani bilgi bana nasıl bir yaşam alanı inşa eder?
Yurt içinde Diyanet Yayınları satış
yerlerinden, yurt
dışında Müşavirlik ve Ataşeliklerimizden temin
edebilirsiniz.
Hz.Peygamber ve
İnsan Yetiştirme Düzeni
EDİTÖRDEN
Bilgi, yolumuzu aydınlatan, hayatın ve ebedî yurdun hakikatini gösteren ve bize her alanda rehberlik
eden çok değerli bir hazinedir. Bilgi temelli olmayan, kaynağını sahih doğru bilgiden almayan her şey bozulmaya, başarısız olmaya mahkûmdur. Bu yüzden İslam hep bilgi üzerinde hassasiyetle durmuş, bilginin
değerine, yol göstericiliğine ve ilim sahiplerinin üstünlüğüne dikkat çekmiştir.
Bilgi aynı zamanda bir güçtür. Kullanılış amacına göre iyiye de kötüye de zemin hazırlayabilir. Bu yüzden
tarih boyunca bilgi ahlakına dikkat çekilmiş, ilmi amacı dışında kullanmanın yanlışlığından söz edilmiştir.
Bugün bilginin endüstriye dönüştüğü, ticari bir meta, bir silah olarak kullanıldığı bir çağda yaşıyoruz.
Bilgiyi güce dönüştürenler, onu kendi emelleri uğruna kullananlar ne yazık ki dünyayı yaşanamaz bir hâle
getirdiler. Yirminci yüzyılın ikinci büyük savaşında tüm dünya ahlaktan, merhametten yoksun bir bilginin
insanlık için nasıl felaketlere sebebiyet verdiğini gördü. İnsanoğlunun bilgisi atomu parçalamayı başardı,
ancak bu bilgi iyi, hayır yolunda kullanılmadığında ve ahlakla bütünleşmediğinde nasıl da felaketlerin ve
acıların müsebbibi hâline gelebildiğini de gösterdi.
İnsana Allah tarafından verilmiş en büyük nimetlerden olan bilgi, bir meta olmaktan çıkarılıp, insanlığın
faydasına, hayrına, iyi ve doğru alanlarda kullanıldığında anlamlı hâle gelecektir. Bu da ancak bilgiyi üretenlerin, bilgi ahlakı ile donanmış olmalarıyla mümkündür. Bilgili insan, çok bilen değil, Allah’tan en çok
sakınan insandır. Nitekim bu hususa işaret eden bir ayette; Allah’tan gerçek manada korkanların ancak
âlimler olduğu belirtilmektedir. (Fatır, 35/28.) Ahlaktan soyutlanmış, merhameti ve insani değerleri dikkate almayan bir bilgi anlayışının dünyayı sıkıntıların ve acıların merkezi hâline getireceğini unutmamak gerekir.
Bu yüzden bilim insanı ürettiği bilgi ve değerin yanı sıra, manevi ve ahlaki olarak da kendini geliştirdiği,
yani ilmi ile amil olduğu zaman insanlığa gerçek anlamda katkı sunacaktır.
Bir bilgi medeniyeti olan İslam’ın bilginin elde edilmesi ve kullanılması esnasında kendine özgü birtakım
değer ve ilkeleri vardır. Bilim insanları, Allah’ın en büyük nimeti olan hakiki bilgiye uygun bilinç, bakış
açısı ve yaşam tarzı geliştirmek durumundadırlar. Ürettikleri ya da edindikleri bilgiyi yaşayarak örnek olmak durumundadırlar. Bilim insanları, ilimleriyle amil olduklarında ancak peygamberlerin varisleri olacak
ve topluma örnek olabileceklerdir. Yunus’un: “İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir / Sen kendini
bilmezsin, ya nice okumaktır. / Okumaktan mana ne, kişi Hakk’ı bilmektir / Çün okudun bilmezsin, ha
bir kuru emektir.” dizeleriyle dile getirdiği gibi ilim, önce kişinin kendisini sonra Rabbini bilmesine vesile
olmalıdır. Bunun için: “Kendini bilen, Rabbini bilir.” denilmiştir.
Bu ay sizler için hazırladığımız “Bilgi ahlakı” dosyamızla, bilginin endüstriye dönüştüğü modern zamanlarda, doğruya ve gerçeğe ulaşmada en önemli araç olan bilgiyi nasıl kullanmamız gerektiğinin sorgulamasını yaptık. Bu çerçevede oluşturduğumuz dosyamız, Doç. Dr. Ayşe Sıdıka Oktay’ın “Kur’an ve Sünnet
Perspektifinden Bilgi Ahlakı” başlıklı, bilim kadar bilim ahlakı anlayışının da geliştirilip bu konuda ilkeler
konulmasını vurguladığı makale ile başlıyor. Prof. Dr. Hasan Kâmil Yılmaz, marifet ve hikmeti kavrayabilmek için tezkiye ve manevi arınmaya ihtiyaç olduğunu belirttiği yazısı, “İlim, Marifet ve Hikmet İlişkisi”
başlığını taşıyor. Prof. Dr. Cafer Sadık Yaran ise “Bilgi-Ahlak İlişkisi”nin önemine değindi. Doç. Dr. Halil
Altuntaş “Bilgi-Âlim İlişkisi” başlıklı yazısında âlimin, ürettiği bilginin yaşayan modeli olmak durumunda
olduğunu dile getirdi. “Bilgi ahlakı, yanlış olanı kaldırıp bir kenara atmayı gerektirir.” ifadesinin yer aldığı
bilgi ahlakı söyleşisini, Prof. Dr. Şaban Ali Düzgün’le Dr. Lamia Levent gerçekleştirdi.
Dünyadaki bütün Müslümanların bir araya gelip tanıştıkları evrensel bir kongre olan hac mevsimindeyiz. Bu vesileyle varlığın merkezine yolculuk edenlerin, haclarının mebrur, ibadetlerinin makbul olmasını
Rabbimizden niyaz ediyorum. Nihayet hep birlikte idrak edeceğimiz Kurban Bayramı’nın, hem hacılarımız hem de tüm Müslümanlar için bir diriliş mesabesinde olduğunu gözden kaçırmamalıyız. Bu duygu
ve düşüncelerle dergimizi ilginize sunarken, başta milletimiz olmak üzere bütün İslam âleminin Kurban
Bayramı’nı tebrik ediyor, bayramın birlik, beraberlik ve dayanışma ruhumuzu güçlendirmesini, kalplerimiz arasındaki yakınlaşmayı artırmasını Cenab-ı Allah’tan niyaz ediyorum.
lman
a
S
l
e
s
k
ü
Y
D r.
297
06
Kur’an ve Sünnet Perspektifinden Bilgi Ahlakı
14
İlim, Marifet ve Hikmet İlişkisi
17
Bilgi-Ahlak İlişkisi
21
Bilgi-Âlim İlişkisi
26
Prof. Dr. Şaban Ali Düzgün ile Söyleşi
21
Doç. Dr. Ayşe Sıdıka Oktay
Prof. Dr. H. Kâmil YILMAZ
Prof. Dr. Cafer Sadık Yaran
Doç. Dr. Halil ALTUNTAŞ
Dr. Lamia LEVENT
33
Haccın Evrensel Boyutu
38
Bir Rüyanın Peşinde: Kurban
41
Yakın Dönem Siyer Âlimi ve Muallimi
Mehmet Zekâi Konrapa
44
İnsan Merkezli Şehri Düşünmek
48
Zaman, İnsan ve Ziyan
Prof. Dr. Ali ERBAŞ
Dr. Halide Yenen
44
Kâmil BÜYÜKER
Mahmut Bıyıklı
Doç. Dr. Halil ALTUNTAŞ
Diyanet İşleri Başkanlığı Adına
Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni
Dr. Yüksel SALMAN
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
Dr. Faruk GÖRGÜLÜ
Mali İşler ve Dağıtım Sorumlusu
Mustafa BAYRAKTAR
2 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2015
Yayın Koordinatörleri
Mustafa BEKTAŞOĞLU
Dr. Lamia LEVENT
Ali AYGÜN
Tashih
Mesut ÖZÜNLÜ
Görsel Sorumlu
Burhan ÇİMEN
Muhammed Kâmil YAYKAN
Arşiv
Ali Duran DEMİRCİOĞLU
[email protected]
Kapak: Emine Navruz
İletişim
Dini Yayınlar Genel Müdürlüğü
Üniversiteler Mah. Dumlupınar Blv.
No: 147/A 06800 Çankaya/Ankara
Tel : 0312 295 86 61
Faks: 0312 295 61 92
[email protected]
facebook.com/diyanetaylikdergi
twitter.com/DiyanetDergisi
26
50
Söz mü Sükût mu?
52
Yaşamak Bir Umuttur
54
Annem Size Emanet Hocam!
56
Merhaba ile Elveda Arasında
57
Akıl/lar ve İslam Aklı
61
Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu
Rukiye Aydoğdu DEMİR
64
66
70
72
Şair Nabi ve Hikmet Şiiri
Prof. Dr. Namık Açıkgöz
Bu Yağmurlar Bize Ne Söyler?
Muhammet Emin GÜrdamur
Göklerden Köklere Çağrı
Meral Günel
Her Müşkülü Giderip
Hayır Kapılarını Açan Fettah
Fatma BAYRAM
74
Kurban Psikolojisi Üzerine
Prof. Dr. Erol Göka ile Söyleşi
77
Hayır Hizmetlerinin Öncüsü
Hamid Hamideddin Ateş
79
İslam’da İman Esasları
Muhammed Kâmil Yaykan
Musa Tektaş
Yrd. Doç. Dr. İsa Kayaalp
Mustafa UÇURUM
Yunus Özdamar
Av. Ayşe YILDIRIM
66
Prof. Dr. Mustafa TEKİN
Prof. Dr. Osman KÖSE
70
Abone İşleri
Tel : 0312 295 71 96-97
Faks : 0312 285 18 54
e-mail: [email protected]
Abone kaydı için, ücretin Döner Sermaye İşletme Müdürlüğü’nün T.C. Ziraat Bankası, Ankara Kamu Girişimci Şubesi
IBAN: TR08 000 1 00 25 330 599 4308 5019 nolu hesabına yatırılması ve makbuzun fotokopisi ile abonenin hangi
sayıdan başlayacağını bildirir bir dilekçe, mektup, yazı, faks veya e-mailin Diyanet İşleri Başkanlığı Döner Sermaye
İşletmesi Müdürlüğü Üniversiteler Mah. Dumlupınar Blv. No: 147/A 06800 Çankaya/Ankara adresine gönderilmesi gerekir.
Abone Şartları
Yurtiçi yıllık: 60.00 TL
Yurtdışı yıllık: ABD: 30 ABD Doları
AB Ülkeleri: 30 Euro
Avustralya: 50 Avustralya Doları
İsveç ve Danimarka: 250 Kron
İsviçre: 45 Frank
Temsilcilikler; Yurtiçi: İl Müftülükleri, İlçe Müftülükleri - Yurtdışı: Din Hizmetleri Müşavirlikleri, Din Hizmetleri
Ataşelikleri / Yayınlanacak yazılarda düzeltme ve çıkartmalar yapılabilir. Yazıların bilimsel sorumluluğu yazarlarına aittir.
Tasarım: Aral Grup www.aral.org Fidanlı›k Mahallesi Ataç 1 Sokak No:25 / 11 Yenişflehir / Ankara Tel: +90.312 433 2725
Baskı: A4 Grafik Matbaa Yay. Rekl. Bilg. Hiz. Ltd.Şfi ti. Tel: 0212 452 40 99 Fax: 0212 639 50 49 mail: [email protected] www.a4grafik.com.tr
Yayın Türü: Aylık, Yerel, Süreli Yayın, Diyanet Aylık Dergi (Türkçe)
Basım Tarihi: 31/08/2015 ISSN-1300-8471
B A Ş M A K A L E
Prof. Dr. Mehmet Görmez
Diyanet İşleri Başkanı
İlim, Hikmet ve Marifet Yolculuğumuz
İnsan için uğrunda yorulmaya, sıkıntı çekmeye değer en hayırlı gaye marifettir. Marifet yoluna
adanmak, bilgelik uğrunda ortaya konulan iradî bir tavra işaret etmekte olup, gönüllü girilen
bu yolda gerekirse pek çok dünyevi zevk ve menfaatten mahrum kalmayı, çile ve zorluklara göğüs germeyi gerektirmektedir. Medeniyetimizi kuran bilgi tasavvurumuz ilim, hikmet ve marifet
kavramlarıyla özetlenebilir. İlim sahibine âlim, hikmet sahibine hakîm ve irfan sahibine de ârif
denilmektedir.
Ancak medeniyet tarihimizde “ilim” kavramı iki kez daralma ve iki defa da kırılma yaşamıştır.
Birinci daralma tamamen dinî kaygılarla meydana gelmiştir. İslam’ın ilk asırlarında âlime ve ilme
yüklenen mana sınırlıdır. Bir kısmına göre ilim; sadece hadislerden ve rivayetlerden, bazılarına
göre sadece fıkıhtan ve istinbattan, diğer bir kısmına göre ise sadece Kur’an kıraatinden ibarettir.
Bu tariflere göre çok hadis bilen veya çok güzel Kur’an okuyan ya da iyi fakih ancak âlimdir. Müslümanların daha sonraki dönemlerde diğer medeniyetlerle karşılaşması ve onlardaki hikmeti de
kendi bünyesine alması neticesinde muhakkik denilen ulema ortaya çıkmış, bu da sadece bilginin
malzemesine sahip olan değil aynı zamanda bilgiye ulaşmanın yollarını bileni âlim kabul etmemize sebep olmuştur. Bu aşamada âlimle müçtehit aynı kabul edilmiş ve sadece bilgi toplayan değil
aynı zamanda o bilginin arka planına geçebilen hikmetini kavrayan ve o bilgiyle amel etmenin
yollarını öğrenen olarak değerlendirilmiştir. Müçtehitle âlim eşitlenince içtihat kapısı kapatılarak, yeniden açılmasının şartları ağırlaştırılmış, ilimle içtihadın ayrışması yaşanmış, herkesin ben
“âlimim” diyerek ortaya çıkması engellenmiş ve böylece ilim kavramı ilk daralmayı yaşamıştır.
İlim kavramındaki ikinci daralma ise ahlaki endişelerle yaşanmıştır. İlmiyle amel etmeyene âlim
denilir mi tartışılmaya başlanmıştır. İlim, amel ve ihlas bütün olarak ele alınmış ve kimlere âlim
denilip denilmeyeceği gündeme gelmiştir. Bu aşamada tekke ve medrese tartışmaları gündeme
gelmiş ve tekke medreseyi öze vâkıf olmamakla suçlarken, medrese tekkeyi zahiri bilmemekle
itham etmiştir. Bilgi yüklenen insan gerçekten bütün ilimlere vâkıf olsa “meleklerin kanatlarını
gerdiği ve denizdeki balıkların bile dua ettiği” (Tirmizi, İlim, 19.) kişi olacak mı, olmayacak mı? Âlimin
maksadı dünya mıdır? Yoksa ilahî hakikate vasıl olmak, ilahî rızaya nail olmak mıdır? Takva ile
ilim-amel ilişkisi nedir? tartışmaları ilmin ve âlimin yaşadığı ikinci daralmadır.
İlim kavramında yaşanan iki kırılmanın birincisi ilmi dinî ve gayridine ayrılmasıdır. Bu kırılmalar ilimle hikmeti, hikmetle marifeti birbirinden ayırarak gerçekleştirilmiştir. İlim tasavvurumuza
aykırı olarak gerçekleşen bu tasnif, kâinat kitabı ile küçük kâinat demek olan insan kitabını, ezeli
kitap Kur’an-ı Kerim’den ayırmıştır. “Âlim kullar ancak Allah’a en büyük saygıyı gösterir.” (Fatır,
35/28.) ayet-i kerimesinin siyak ve sibakına bakmadan saygıyı gösterecek âlimler sadece İslami ilim-
Bir bütün olarak medeniyetimize baktığımızda âlim, din ile hayat, akılla vahiy,
kâinatla insan, insanla Kur’an arasında ilişkiyi kurabilmektir. Gaye ilimle
hikmeti, hikmetle irfanı birleştirebilmektir. Sadece dinî bilgiye götüren değil
insanlığa faydalı olan her türlü bilgi ve yönteme götüren bilgi kıymetlidir.
lerle tahdit edilmiştir. Hâlbuki fıkıh, hadis, siyer vs. ne kadar İslami ise matematik, coğrafya, biyoloji de o kadar
İslami ilimdir. Yaşanılan bu zihni parçalanma birinci kırılmayı işaret eder.
İkinci kırılma ise modern zamanlarda pozitivizmin de etkisiyle “bilgiyi bir güç olarak” görmüş ve sadece tecrübi
bilgiyi ilim kabul etmiştir. Vahyi, aşkın olanı bilginin içinden çıkararak “Habibim deki; hiç bilenlerle bilmeyenler
bir olur mu?” (Zümer, 39/9.) ayet-i kerimesi kâinat ve insanı dışarda bırakarak ilim sınırlandırılmıştır. Bu da ilim
medeniyetimizde yaşanılan ikinci kırılmadır.
Hâlbuki bir bütün olarak medeniyetimize baktığımızda âlim, din ile hayat, akılla vahiy, kâinatla insan, insanla
Kur’an arasında ilişkiyi kurabilmektir. Gaye ilimle hikmeti, hikmetle irfanı birleştirebilmektir. Sadece dinî bilgiye
götüren değil insanlığa faydalı olan her türlü bilgi ve yönteme götüren bilgi kıymetlidir. Nitekim İmam Şafii “İlim
ezberlenen malumat değildir. İlim faydalanılandır.” der. İlim, bizim hakikat ile doğrudan ilişki kurmamızı sağlamalıdır. İslam’da âlimin ve ilmin zıddı cahil olmadığı gibi, ilim ve âlim de sadece bilgiye sahip olmaktan ibaret
değildir. Öyleyse âlim kime denilir? İlim nedir? İlmi sadece bir merak olarak kabul edersek âlim kelimesine
haksızlık yapmış oluruz. İlim hakikatin peşinde olmak, hakikati bulmaktır. Sadece teorik olarak hakikate ermek
de değildir. Aynı zamanda ulaştığımız hakikate ram olmaktır. Âlim, erdem, adalet, fazilet, bütün güzellikler ve
iyiliklere erme çabası içinde olan kimsedir.
Allah Teala En’am suresinde güneşe, aya ve yıldızlara bakarak Hz. İbrahim’in (a.s.) ilahî bilginin hakikatine
ulaşabilmesini temsili olarak anlatmaktadır. Buradan hareketle bizim de hikmet yıldızına, ilim ayına ve marifet
güneşine ihtiyacımız vardır. Bilgi usul ve vusul olmadan sadece bir malumat yığını hâline dönüşür. Oysa ki hikmet bize usul, marifet bize vusul vermektedir. Bilginin gayesi hakikat yolunda olmak, hikmetin gayesi hakikate
ulaşmanın yolunu bulmak, marifetin gayesi ise hakikate vasıl olmanın yollarını göstermektir. İlim hikmet ve
marifet bu yolun birbirinden ayrılmaz parçalarıdır.
Üzülerek belirteyim ki; “ilim nedir? âlim kimdir?” tartışması İslam âleminin en önemli tartışmalarından biridir.
Bu sorulara çözüm bulunmadığı sürece Türkiye’de sayıları 100’ü aşan ilahiyat fakültesi ve bunlara alternatif olma
iddiasındaki kurumsallaşmamış bireysel çabaları dikkate aldığımızda yirmi birinci asra bir medeniyet sunmamız
çok da mümkün görülmemektedir. İslam dünyası olarak “dinle hayat ve nasla gerçeklik arasında ilişki kurabilen” âlimler yetiştiremediğimiz takdirde günümüz insanının sorunlarına çözüm bulamaz ve âlimlerin en büyük
görevi olan toplumumuza yön vermemiz mümkün görülmemektedir. Bir an önce âlimin efradını cami ağyarını
mani bir tarifini yaparak ilim, hikmet ve marifet birlikteliğini sağlamalıyız.
EYLÜL 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
5
G Ü N D E M
Kur’an ve Sünnet
Perspektifinden
Bilgi AhlAkı
Doç. Dr. Ayşe Sıdıka Oktay
Süleyman Demirel Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Bugün hâlâ bilimin ahlakı veya etiği olur mu tarzı sorulara farklı cevaplar verenler
olsa da en azından bilimsel bilgiye ulaşma ve onu insanlığın yararına kullanma
konusunda değerlere dolayısıyla bir bilim etiğinin varlığına ihtiyaç duyulduğu
ortadadır. Bu ihtiyaca binaen bu konuları tartışan bilim ahlakı veya bilim etiği adıyla
meslek veya uygulamalı etik alanında bir bilim dalı vardır.
6 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2015
Bilgiden ahlaka:
Bir bilim ahlakı ihtiyacı
Klasik felsefe anlayışı içinde bilgi
ve bilim değerlerden bağımsız değildi hatta onlarla iç içeydi. Ancak
Batı’da Aydınlanma felsefesiyle
birlikte bilim anlayışında yaşanan
gelişmeler ve meydana gelen değişimler değerlerden arınmış bir
bilim anlayışını öne çıkardı. Bu
“bilim kendi başına saf kuramsal
bilgi etkinliğidir.” (A. Kadir Çüçen, Bilim Felsefesine Giriş, Sentez Yayıncılık, Ankara
Bundan dolayı ahlak
ve manevi değerler insana ait bir
2012, s. 199.)
olgu olup bilim ve teknoloji bunlara sahip değildir, iyi-kötü, fayda-zarar gibi değerler ancak bilim
ve onun uygulaması olan teknolojiyi kullanan insanların niyetinde
açığa çıkar şeklinde özetlenebilecek bir anlayış benimsenmiştir.
(Çüçen, Bilim Felsefesi, s. 199-200.) Ancak
EYLÜL 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
7
G Ü N D E M
bilime ‘nesnel hakikat’mış gibi bakan bu anlayış, onu kullananların
elinde siyasi amaca hizmet eden
bir efsaneye dönüşmüş, bilim ve
teknoloji bu anlamda tarafsızlığını yitirip iyi veya kötü değerlerle
yüklü hâle gelmiştir. (Glyn Ford, “İslam
Biliminin Yeniden Doğuşu”, İslam Bilim Tartışmaları, ed. Mustafa Armağan, İnsan yayınları,
İstanbul 1990, s. 46.) Bunun sonucunda
kişisel, siyasi veya ideolojik sebeplerle bilimin kötüye kullanımı
insanlara zarar vermeye başlamıştır. Bu süreç çevre kirliliği, savaş,
göç, nükleer ve biyolojik silahlar
vb. küresel problemlere dönüşerek devam etmektedir.
Bugün hâlâ bilimin ahlakı veya
etiği olur mu tarzı sorulara farklı
cevaplar verenler olsa da en azından bilimsel bilgiye ulaşma ve
onu insanlığın yararına kullanma
konusunda değerlere dolayısıyla
bir bilim etiğinin varlığına ihtiyaç
duyulduğu ortadadır. Bu ihtiyaca
binaen bu konuları tartışan bilim
ahlakı veya bilim etiği adıyla meslek veya uygulamalı etik alanında
bir bilim dalı vardır.
Modern Batı düşüncesindeki bilgi, değer ve varlık düşüncesindeki
derin ayrışmanın sonucu ortaya
çıkan bu yaklaşım tarzı yeni olsa
da hem İslam dünyasında hem
de Batı dünyasındaki temelleri oldukça eskidir. Bilim ahlakı bilgi,
bilim ve bilim adamlarıyla ahlak
arasında bir ilişki ve etkileşim
olduğu düşüncesine dayanır. Ayrıca bilimin genel ahlakı yanında
tıp vb. her bir bilim dalının kendisine ait bir ahlakının olması
gereğini savunur. (Mehmet Bayraktar,
“İslam’da Bilim Ahlakı”, İslam Ahlakı ve Sevgi
8 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2015
2006 Yılı Kutlu Doğum Sempozyumu Bildirileri
ve Müzakereleri, Türkiye Diyanet Vakfı Ya-
Bu yazıda
Batı düşüncesindeki tartışmalardan bağımsız olarak doğrudan
İslam’da bilgi ahlakına gidiş ve bir
bilim ahlakının temelleri üzerinde
durulacaktır.
yınları, Ankara 2007, s. 141.)
İslam’da bilgi ve bilim anlayışı
İslami terminolojide bilgi kelimesi ilim ile karşılansa da ilim teori, eylem ve eğitim bakımından
bilgiden daha geniş bir anlam
bütünlüğüne sahiptir. (Absar Ahmed,
“İslam Bilgi Kuramını Keşfetmek”, Dini Bilginin
İmkanı, der. Temel Yeşilyurt, İnsan Yayınları,
İstanbul 2003, s. 57.) Ayrıca
ilim İslami
terminolojide sadece bilgiyi değil
bilginin sistematik olarak bir araya getirilmiş hâli olan bilim kavramını da içerir. (İlhan Kutluer, İlim ve Hik-
metin Aydınlığında, İz yayıncılık, İstanbul 2001,
s. 88.) Bu anlamda ilim hem bütün
boyutlarıyla bilme tecrübesini
hem de bu tecrübenin ürünü olan
dini, dünyevi, felsefi, akli bütün
ilimleri kuşatmaktadır. Nitekim
Müslüman düşünürler Aristotesçi
bilim anlayışının ürünü olarak felsefi ilimler sınıflandırmasını altında yer alan ilimlerin hepsini ‘ilim’
kabul etmişlerdir.
İslam düşüncesinde bütün bilgilerin kaynağı Allah ve onun gönderdiği vahiydir. Nitekim Hz. Âdem
yaratıldıktan hemen sonra Allah
ona eşyanın isimlerini öğretmiş ve
meleklerden ona secde etmesini
istemiştir. (Bakara, 2/30-34.) Kur’an’da
anlatılan bu olay insanın meleklerden üstün olduğuna işaret etmektedir. Allah melekleri Hz. Âdem’e
secde ettirerek onun eşref-i mahlukat olduğunu, insan türünün
yaratılanlar içinde en değerli varlık olduğunu belirlemiş olmaktadır. Diğer yandan bu alegorik
hikâye insanın sahip olduğu bilginin kaynağının Allah olduğunu
gösterdiği kadar diğer varlıklardan üstünlüğünün gerekçesini de
açıklamaktadır. Çünkü hikâyeye
göre Hz. Âdem’in üstünlüğü ve
secde edilmeye layık olması
Allah’ın kendisine öğrettiği isimlerden kaynaklanmaktadır. Melekler takva bakımından ondan
daha iyi konumda olmalarına rağmen o kendisine öğretilen bilgi
dolayısıyla secde edilmeye layık
bir varlık haline gelmektedir. (C.
A. Kadir, “İslamî Bilgi Teorisi”, İslam’da Bilgi
ve Felsefe, Kindî’den İkbal’e İslam Düşünürleri,
Haz. Mustafa Armağan, İz Yayıncılık, İstanbul
Ancak insan bu bilgiyi
Allah sayesinde elde etmektedir
ve bilgisinin sınırı vardır. Çünkü
Allah’ın bilgisi her şeyi kuşatmışken insana ilminden dilediği kadarını vermektedir. (“O, kulların ön1997, s. 25.)
lerindekileri ve arkalarındakileri (yaptıklarını
ve yapacaklarını) bilir. Onlar onun ilminden,
kendisinin dilediği kadarından başka bir şey
kavrayamazlar. Onun kürsüsü bütün gökleri
ve yeri kaplayıp kuşatmıştır.” Bakara, 2/255.)
İnsanın kendi bilgisinin yetersizliğinin, mutlak bilgiye sahip olmadığının ve bir bilenin üstünde
başka bir bilen olduğunun bilincinde (“…İşte biz Yûsuf’a böyle bir plan öğrettik. Yoksa kralın kanunlarına göre kardeşini
alıkoyamazdı. Ancak Allah’ın dilemesi başka.
Biz dilediğimiz kimsenin derecelerini yükseltiriz. Her ilim sahibinin üstünde daha iyi bir bilen
vardır.” Yusuf, 12/76.)
olması gerekir.
(Mevlüt Uyanık, Bilginin İslamileştirilmesi ve
Çağdaş İslam Düşüncesi, Ankara Okulu Yayınları, Ankara 1999, s. 96, 151.) Bunun
için
bilim adamı insanın en değerli
G Ü N D E M
Duvardaki delikten gelen güneş ışığının dışarıdaki görüntüyü karşı duvara ters biçimde yansıttığını keşfeden matematikçi İbni Haytam’ın
mucidi olduğu Kamera Obscura (karanlık oda)
varlık olduğunu, bu değerin bilgisinden kaynaklandığını, ancak
bunun Allah’ın bilgisiyle kıyaslandığında sınırlı olduğunu ve
kendisinden daha fazla bilen bir
varlık olduğunu idrak etmelidir.
Kendisinden üstün bilenin olması
onu daha fazla öğrenme ve araştırma yapmaya sevk ederken, insanî
bilgi kapasitesinin farkında olması
araştırma ve öğrenme konusunda
ölçülü olmaya, elde ettiği sonuçların hakikatin sadece bir boyutu
olduğunun idrakine ve âlemdeki
hikmeti kavramaya yöneltir.
Ayrıca Kur’an-ı Kerim’de, “O, ka-
lemle yazmayı öğretendir, insana
bilmediğini öğretendir.” (Alak, 96/45.) ayeti bilginin kaynağını verirken ilk vahiy “Allah’ın adıyla oku”
(Alak, 96/1.) emri okumanın yani bilginin içeriğini ve hedefini de belirlemektedir. Böylece bilgiye sadece kaynağı olma değil aynı zamanda elde edilirken Allah adına
veya onun uğruna sahip olma yükümlüğünü de getirmektedir. (Kadir, a.g.m., s. 25.) Dolayısıyla bilgi sadece sahip olma bakımından değil
amacı ve hedefi acısından da bir
değer içerir. Onu değerli veya değersiz kılan şey Allah adına, rızası
gözetilerek, âlemdeki hükmünü
anlamaya çalışarak yapılıp yapılmadığına bağlı olarak değişir.
Müslüman düşünürler ilim tabirinden sadece vahye dayanan
dinî ilimleri anlamamışlardır.
Çünkü Hz. Âdem’e secde edilmesini sağlayan, kendisine öğretilen
eşyanın isimleri -ki bununla kavramsal bilgi anlaşılır- dinî dünyevi tüm bilgileri içerir. Dolayısıyla
İslam’da sanatlar ve gözlem, deney
ve araştırmaya dayalı akli ve felsefi
ilimler de dâhil bütün ilimler vahyin özü olan tevhit düşüncesine
dayanır ve tabiattaki vahdeti ser-
EYLÜL 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
9
G Ü N D E M
giler.
1895 yılında
‘Dictionary
of Words
and Things’
adlı yayında
tasvir edilen
Osmanlı
uleması.
(Seyyid Hüseyin Nasr, İslam’da Bilim
ve Medeniyet, İnsan yayınları, İstanbul 1991,
s. 18.) Bunun
için Müslüman düşünürler âlemle Kur’an arasında bir
uyum olduğunu düşünürler. (Faz-
lur Rahman, Ana Konularıyla Kur’an, çev. Alparslan Açıkgenç, Fecr Yayınları, Ankara 1987,
s.164; Uyanık, a.g.e., s. 128; Ayşe Sıdıka Oktay,
Din Felsefesinde Vahiy ve Mucize Kavramları,
Nokta Digital Yayınları, Isparta 2013, s. 3240.) Ancak Allah tabiattaki bilgileri bazı sembollerle anlatmıştır ve
bunu ancak âlimler anlayıp değerlendirebilecek durumdadırlar. (Ankebut, 29/43.) Bundan dolayı vahyin
dışında kalan akli ilimlerden de
âlemdeki gizlenmiş işaretlerden
tevhit akidesinin sırrına ulaştırması beklenir. (Buna işaret eden ayete
örnek Fussılet, 41/53; Seyyid Hüseyin Nasr,
İslam’da Bilim ve Medeniyet, İnsan yayınları,
İstanbul 1991, s. 20-21; Osman Bakar, Gelenek ve Bilim, İslam’da Bilim Tarihi ve Felsefesi
Üzerine, çev. Ercüment Asil, Gelenek yayıncılık,
İstanbul 2003, s. 17-18, 54-58.) Bu
anlayış
insanın âlemdeki düzeni, çokluktaki birliği görmesi, ilimle bunu
anlamasını gerektirir. Dolayısıyla tevhit veya vahdet ilkesi İslam
bilim ahlakı açısından en önemli
ilkelerden birisi konumundadır.
İslam’a göre ilmin amacı hakkı
ve hakikati bulmaktır. Kur’an’da
Allah ilim sahibi anlamında elAlîm ve el-Hak olarak geçer. Çünkü bütün ilimlerin ve vahiyden
kaynaklanan her türlü hakikatin
kaynağıdır. Müminden beklenen
Allah’ın bu sıfatların kudreti ölçüsünde elde etmektir. Dolayısıyla
ilimde hak ve hakikati aramak ve
bulmaya çalışmak bilgi ve bilimde
bir başka iyi ve olumlu ilke ve değer olarak karşımıza çıkmaktadır.
10 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2015
İlimde sadece hak ve hakikati aramak ve ona bağlı olmak insanı
düşünce özgürlüğüne de götürmektedir. Çünkü Kur’an insanı
bilimsel çalışmalar konusunda,
kısıtlamamakta hatta göklerin,
yerin yapılarına bakarak düşünmesini, araştırmasını emrederek
(Bu konudaki ayetler için bkz. Gâşiye, 88/1720; Bakara, 2/164; Zâriyât, 51/20-21; Ra’d,
dinî bir boyut kazandırarak
teşvik etmektedir. (Mehmet Aydın, “İlim
13/4.)
G Ü N D E M
Ancak iki kişiye gıpta edilir: Onlardan biri, Allah’ın kendisine
mal verdiği ve Hak yolunda harcamasına imkan tanınan kimse,
diğeri Allah tarafından kendisine hikmet/ilim verilip de onunla
hükmeden ve onu başkalarına öğreten kimsedir.
– İslam Münasebeti”, Bilgi, Bilim ve İslam I-II,
Böylelikle bilgi ve bilim herhangi bir
insani ideoloji, görüş veya siyasi
amaçlara ulaşmak için değil, hakikati ortaya çıkarmak için yapılmaktadır. Bu yaklaşım tarzı insanı
çevreleyip saran diğer bağlardan
kurtulmasını sağlamakta, insanı
evrensel hakikatler, değerler peşinde koşmaya, onları araştırmaya
yönlendirmektedir. Dolayısıyla
hak ve hakikati arama ve ona bağlılık ilkesi aynı zamanda özgürlük
ve evrensellik gibi diğer ilkelerin
varlığına da yol açar.
Ensar Neşriyat, İstanbul 2005, s. 89.)
İslam düşüncesinde bilgi ile
ahlak arasındaki ilişkiden
bilim ahlakına
İslam’da ilim sahibi olmak ve hakkı aramak Allah’a özgü bir sıfat
kabul edildiği için bu sıfatları elde
etme ve bu uğurda gayret övülen
bir davranış olarak görülmüştür.
Nitekim Hz. Peygamber’in “İlim
talep etmek her Müslümana farzdır.” (İbn Mace, Mukaddime, 17.) hadisiyle ilim öğrenmenin önemi vurgulanmıştır. Kur’an ayetleri ve hadislerde ilim sahibi olmak kadar o
ilmin gerektirdiği şekilde davranmanın gereği üzerinde de durulmuştur. Kur’an’da, “De ki hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?
Ancak akıl sahipleri öğüt alırlar.”
(Zümer, 39/9; benzer anlam için İsra, 17/107.)
denilerek bilginin insana imanını
kazandırma ile iyi ve doğru davranışlara yönlendirme konusundaki
ayırt edici rolüne işaret edilirken
başka ayetlerde (Mesela; “İnsanlardan
kimi vardır ki, hiçbir bilgisi olmadığı halde Allah
hakkında tartışmaya girer ve her azgın şeytanın
ardına düşer.” Hac, 22/3; Benzer anlama sahip
ayetler için bkz. Hac, 22/8, 71; Nisa, 4/157;
Maide, 5/104; En’am, 6/100, 108, 119, 140,
144, 148; Tevbe, 9/93; Rûm, 30/29-30; Lokman, 31/20; Necm, 53/28.) bilgisizliğin
doğru imana ve onun gerektirdiği
davranışlara mani olup kötülüğe
sebep olduğuna işaret edilmektedir. Bunun için Kur’an’da, “Allah’a
karşı ancak; kulları içinden âlim
olanlar derin saygı duyarlar.” (Fatır, 35/28.) ayetiyle Allah’ı bilme ve
O’na gösterilmesi gereken saygının ilim sahipleri tarafından gereğince yapılacağına işaret edilerek
nasıl bir iman ve bunun gerektirdiği ahlaki duruşa sahip olması
gerektiğinin ancak âlimler tarafından bilinebileceği vurgulanmıştır. Bunun için Hz. Peygamber,
“Âlimler peygamberlerin varisleridir.” (Buhari, İlim, 10; Tirmizi, İlim, 19.)
hadisiyle böyle bir bilgiye, imana
ve bunların getirdiği ahlaki değerlere sahip olan âlimlerin Allah
katındaki yeri belirtilmiştir. Nitekim bir başka ayette, “Rabbinden
sana indirilenin gerçek olduğunu bilen kimse, (onu bilemeyen)
kör gibi olur mu? (Bunu) ancak
akıl sahipleri anlar. Onlar, Allah’a
verdikleri sözü yerine getiren ve
sözleşmeyi bozmayanlardır.” (Ra’d,
13/19-20.) denilmektedir. Ayet bütün olarak değerlendirildiğinde
Allah’tan gönderilenin hakikatini
kavrayabilecek ve bunun gereği
olan eylemleri yerine getirebilecek
ve hayatını buna göre yönlendirme ve yönetme bilincine sahip
kimselerin âlimler olduğuna işaret
edilmektedir. Yani bilmek onun
gereği olan bir hayat tarzını yaşamayı dolayısıyla ahlaki seçimleri
de içermektedir. Rasulüllah da bir
hadisinde “Ancak iki kişiye gıpta
edilir: Onlardan biri, Allah’ın kendisine mal verdiği ve Hak yolunda
harcamasına imkan tanınan kimse, diğeri Allah tarafından kendisine hikmet/ilim verilip de onunla
hükmeden ve onu başkalarına
öğreten kimsedir.” (Buhari, İlim, 15.)
demektedir. Bu hadis ilim öğrenmek ve öğretmek kadar o ilme
uygun davranmayı, hayatı o ilmin
gerektirdiği gibi yaşamayı tavsiye
etmektedir. Hoca ilmiyle hayatını yönlendirdiği gibi bu bilinci
öğrencisine de aşılamalıdır. Buna
karşılık ilim sahibi olup o ilmin
gerektirdiği amelleri, davranışları yapmayan kişiler kitap yükü
taşıyan merkeplere benzetilerek
(“Tevrat’la yükümlü tutulup da onunla amel
etmeyenlerin durumu, ciltlerle kitap taşıyan
eşeğin durumu gibidir. Allah’ın âyetlerini inkâr
eden topluluğun hâli ne kötüdür! Allah, zalim-
EYLÜL 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
11
G Ü N D E M
ler topluluğunu hidayete erdirmez.” Cuma,
eleştirilmiş, bilip yapmayıp
başkalarına yapmasını tavsiye etmek kınanmıştır. (“Siz Kitabı (Tevrat’ı)
62/ 5.)
okuyup durduğunuz halde, kendinizi unutup
başkalarına iyiliği mi emrediyorsunuz? (Yaptığınızın çirkinliğini) anlamıyor musunuz?”
Bakara, 2/44.) Bu vb. ayetler âlimler/
bilim adamlarına birtakım sorumluluklar yüklemektedir. Bilen
bildiğine göre hareket etmek zorundadır. Dolayısıyla bilim adamları Allah’tan gelen hakiki bilgi ve
bu bilgiye uygun eylemleri içeren
İslam’ın gerektirdiği bakış açısı
ve hayat tarzına uygun bir bilinç
geliştirmek, buna uygun yaşamak ve örnek olmak, bu bilincin
yaygınlaşması için gayret etmek
zorundadırlar. Mesela İslam bir
12 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2015
barış dinidir. Öyleyse bilim adamı
kendi ailesi, kurumundan başlayarak toplumda barışın yaygınlaşması, insanların huzur içinde
yaşaması için çalışmak zorundadır. Aynı şey doğruluk için de
geçerlidir. Bilim adamı doğru ve
dürüst olmalı, yalan söylememeli,
iftira atmamalı, hırsızlık yapmamalıdır. Doğruluk ilkesine bağlı
bilim adamı en basitinden kendi
bilimsel çalışmalarında bilgi aşırma/akademik hırsızlık, bilgileri
çarpıtma, verileri değiştirme ve
yalan söyleme vb. bilimsel suçlara
teşebbüs etmeyeceği gibi başkalarının da buna benzer suçlarına
izin vermez, toplumda doğruluk
ilkesinin yaygınlaşmasına kendi-
si uygulayarak katkıda bulunur.
Benzer şekilde bilim adamı emin/
güvenilir olma, adil olma ve toplumda barış ve adaleti sağlama,
doğruluk gibi İslam’ın temel ahlaki değerlerine ve ilkelerine bağlılık göstermeli, eylemlerini buna
göre düzenlemeli İslam dininin
beklediği ahlaklı ve adaletli bir
toplum hayatının oluşması için
gayret etmelidir. Bilim adamları
ancak ilimleriyle amel ettiklerinde
yani teorik bilgilerini pratiğe, bilgi
ve bilimlerini teknolojiye dönüştürme sırasında aldıkları tutumla gerçek anlamda hâkim/bilge
hâline gelirler. Çünkü teoriyi pratiğe aktarma o bilgiyi benimseyip,
içselleştirmeyi gerektirir ve ancak
G Ü N D E M
bu şekilde peygamberlerin varisleri olup topluma model ve örnek
olabilirler.
Hz. Peygamber, “Allah’ım bana
öğrettiklerinle beni faydalandır.
Bana fayda verecek ilmi öğret ve
ilmimi artır.” (Tirmizi, Deavat, 128.)
hadisiyle dua ederek, arzulanan
“faydasız ilimden sana sığınırım.”
(Nesai, İstiaze, 21.), “Allah’ım fayda
vermeyen ilimden kabul olmayan
duadan, korkmayan kalpten ve
doymayan nefisten sana sığınırım.” (İbn Mace, Sünne, 23.) hadisleriyle
kaçınılması gereken bilginin nasıl
olması gerektiğini ifade etmiştir.
Bu hadisler topluca değerlendirildiğinde ilmin kendisinin doğruluk veya hakikat değeri kadar
fayda değerine de sahip olduğu
ve ayrıca bunun yanında ilimlerin olumlu yönde kullanılmasıyla
insanlara fayda sağlayabileceğine
işaret edilmektedir. Çünkü yine
sevgili Peygamberimiz “Aziz ve
Yüce olan Allah’ın rızası için öğrenilmesi gereken bir ilmi, sırf
dünya menfaati elde etmek için
öğrenen bir kimse kıyamet günü
cennetin kokusunu dahi alamayacaktır.” (Ebu Davud, İlim, 12. Ayrıca
bk. İbn Mace, Mukaddime, 23.) demektedir. Dolayısıyla burada kesinlikle
bireysel, kişinin kendi dünyevi
menfaatine dayalı bir fayda söz
konusu değildir.
Bilginin ve bilimin sonuçları güzel
ve doğru olabilir. Ancak bir şeyin
doğru veya güzel olması onun faydalı olması anlamına gelmez. Bunun için “faydalı ilim” ile “Allah’a
derin saygı duyan âlimler” ayeti
İslam bilim ahlakı açısından bir
arada değerlendirilmelidir. Özellikle Allah’a derin saygı duyma-
“Faydalı ilim” ile “Allah’a
derin saygı duyan alimler”
ayeti İslam bilim ahlakı
açısından bir arada
değerlendirilmelidir.
Özellikle Allah’a derin saygı
duymayan bilim adamları
elinde faydasız ilim kötü
sonuçlara sebep olabilir.
yan bilim adamları elinde faydasız
ilim kötü sonuçlara sebep olabilir.
(Bayraktar, a.g.m., s. 143.) Bilim ve teknolojinin günümüz insanlığına
verdiği atom bombası, nükleer
silahlar, çevre kirliği ve atıklar,
vb. zararlar dikkate alındığında
ve özellikle İslam’ın emin olma,
insanın en değerli varlık olması
ve elinden, dilinden insanların
zarar görmemesi ilkeleri bir arada
düşünüldüğünde bu hadislerin
anlamı daha iyi idrak edilir. Bir
Müslüman bilim ahlakı açısından
en faydalı olanı en az zararlı olanı seçme durumundadır. Mesela
âlemin kendisine emanet olarak
verildiği bilincinde olan insan diğer varlıklara ve çevresine zarar
verecek şekilde bilgisini kullanamaz. Faydalı olma ve zarardan
kaçınma ilkeleri de İslam bilim
ahlakı içerisinde değerlendirilebilecek en temel ilkeler arasındadır. Ancak hadislerde geçen fayda
kavramının bugün faydacılık ve
pragmatizm gibi felsefi akımlarda
ele alınan fayda ilkesinden çok
farklı olduğu unutulmamalıdır.
Sonuç olarak İslam ilme dayanan
bir dindir ve onun meydana getirdiği medeniyet bir ilim medeniyetidir. Dolayısıyla ilmin elde
edilmesi, kullanılması, uygulanması ve başkalarına aktarılması
sırasında kendisine özgü birtakım
ilke ve değerleri içermesi kaçınılmazdır. Bilimin değerlerden arındırılmış olması gereği tezi günümüz şartlarında geçersiz kalmıştır
ve bilimi kötüye kullananlar elinde zararlı sonuçlar doğurmuştur.
Bunu önlemek için geliştirilmeye
çalışılan bilim etiği kavramı da
‘evrensel ilkeler ve değerlere bağlı olmalı’ tezine sahiptir. Ancak
bilim gibi bilim etiğinin de onu
yorumlayanların elinde olumsuz
sonuçlar doğurduğu gözlemlenmektedir. İslam kendi iç dinamikleri ve değerleriyle kendi bilim ahlakını geliştirmelidir. Bilim
ahlakı bağlamında Müslüman bilim adamlarının bağlı olması gereken en önemli ilkeler yukarıda
sıralanmaya çalışılmıştır. İslam’a
göre insan yeryüzünde Allah’ın
halifesidir ve o kimsenin yüklenmek istemediği emaneti yüklenmiştir. Bu bilinçle insan, âlemin
kendisine verilen bir emanet olduğunu, bilme, anlama ve koruma
gücünün kendisinde olduğunun
farkında olarak bilgi eylem dengesini kurmalıdır. Dolayısıyla bilgi
ve bilimini ahlaki değerlerden, evrensel ilkelerden arındırmış olarak
kullanamaz. Onun için bilim kadar bilim ahlakı anlayışını da geliştirmeli ve bu konuda ilkeler ve
değerler oluşturmalıdır. Bununla ilgili temel ilkeler ve değerler
İslam’ın iki ana kaynağı Kur’an-ı
Kerim ve Hz. Peygamber’in sünnetinde mevcuttur.
EYLÜL 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
13
G Ü N D E M
İlim, Marifet
ve Hikmet
İlişkisi
Prof. Dr. H. Kâmil YILMAZ
Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı
14 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2015
İnsan hikmet ilişkisi, hikmeti
aramakla başlar; hikmeti görmek ve bulmak şeklinde devam
eder. Hikmeti bulan hikmet
konuşmaya, hikmetle bakmaya
ve hikmetle yaşamaya başlar.
Hikmet müminin yitiğidir.
G Ü N D E M
Bilgi ve bilim karşılığı olarak
kullanılan “ilim”, bir şeyi akıl ve
zekâ vasıtasıyla gerçek yönüyle kavramak, gerçekle örtüşen
kesin inanç/itikat, bir nesnenin
şeklinin zihinde oluşması, nesneyi olduğu gibi bilmek, eşyadaki gizliliğin ortadan kalkması
gibi manalara gelir.
Bilmek, tanımak, tecrübe ile algılamak ve ikrar etmek anlamına
gelen “marifet” ilimle eş anlamlı
kullanılmakla birlikte aralarında
farklar vardır. İlim, genel bilgileri, marifet ise özel ve ayrıntılı
bilgileri ifade eder. İlmin mukabili cehldir; marifetin karşıtı ise
inkârdır. Bu sebeple ilim kelimesi marifetin yerini tutmaz. Marifet bilgidir; ancak yaşanılan, his
ve duygu ile sezilen irfani bilgi ve
tanımayı ifade eder. İlim, daha
geniş bir alanı, nazar ve istidlal
yoluyla öğrenilerek elde edilen
her türlü bilgiyi kapsar.
“Hikmet” ise varlık ve olaylarla
ilgili olarak insana huzur ve mutluluk veren, deruni bir seziş ve
idrakin adıdır. Hikmet, marifet
gibi ilimden farklıdır. Hikmet
olayların arka planını kavramak
için sebepler üzerine kafa yormak, eşya ve olayları gönül gözüyle yorumlamaktır.
İnsan hikmet ilişkisi, hikmeti
aramakla başlar; hikmeti görmek
ve bulmak şeklinde devam eder.
Hikmeti bulan hikmet konuşmaya, hikmetle bakmaya ve hikmetle yaşamaya başlar. Hikmet
müminin yitiğidir. (Tirmizi, İlim, 19.)
Nitekim ilim, marifet ve hikmet-
le elde edilecek hususiyetler şöyle anlatılır:
Gönül semâsına ilk doğan ışık,
hikmet yıldızıdır
Daha sonra ilim ayı ve mârifet
güneşi doğar
Hikmet yıldızının ışığı ile eşyânın
hakîkati müşâhede edilir
İlim ayının zıyâsı ile mânâ âlemi
müşâhede edilir
Mârifet güneşinin ışığı ile
Hz. Mevlâ müşâhede edilir
Hikmeti bulamayan, aczini itiraf eder. Nitekim Türkçede kullandığımız: “Hikmetinden sual
olunmaz” sözü, hikmet arayışında acze düştüğümüzde yapacağımız bir itiraftır. Çünkü insan
olayların ve varlık âleminin gidişatındaki hikmetler konusunda
verilecek cevap bulamazsa: “Hikmetinden sual olunmaz.” diyerek
külli iradeye teslim olur ki bu da
bir hikmettir.
Ârifler ilk dönemlerden itibaren
âlimlerin ulaştıkları bilgilerden
farklı ve kendilerine has bir bilgiye sahip olduklarına inanmışlar
ve bu bilgiyi “hikmet”, “marifet”,
“irfan”, “yakin” gibi yine kendilerine has terimlerle ifade etmişlerdir. Hikmet, marifet ve irfanın başlangıcı ilimdir. Nitekim
ârifler, “ilimsiz marifet muhal,
marifetsiz ilim vebaldir” demişlerdir. Ya da bir başka ifade ile:
“İlimsiz marifet güdük, marifetsiz ilim kütüktür.”
İrfan ehli, “Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet (kulluk)
etsinler diye yarattım.” (Zariyat,
51/56.) mealindeki ayette geçen
“ibadet etsinler” ifadesini, “beni
tanısınlar” şeklinde yorumlayarak ilim ve kulluğun başlangıcını
marifet olarak görür. Kulluğun
başlangıcı marifet; yani Hakk’ı
tanımak, sonra kendisini sayısız
nimetlerle perverde kılan Rabbı müteâli sevmek; nihâyet O’na
kullukta fani olmaktır. Çünkü
kul, Allah’ı bildiği ve tanıdığı nispette sever, O’ndan korkar, O’na
ümitle bağlanır, O’na tevekkül
eder, O’na rücu eder, O’nun zikriyle meşgul olur, O’na kavuşmayı özler, O’ndan hayâ eder, O’na
olan marifeti kadar O’nu tazim
eder. Böylece insanın hilkat gayesini ifade eden ayetin manası,
tahakkuk etmiş olur. Çünkü insanın bu dünyaya gelişinin gayesi ikbal ve makam beklentisi
değil; Hakk’a kul olmaktır.
Marifet ve hikmeti kavramak için
tezkiye ve manevi arınmaya ihtiyaç vardır. Allah Teala Kur’an-ı
Kerim’de sevgili Peygamberimiz’i
takdim ederken şöyle buyurur:
“Size kendi içinizden ayetlerimizi
okuyan, sizi kötülüklerden arındıran/tezkiye, size kitabı ve hikmeti talim ederek bilmediklerinizi öğreten bir peygamber gönderdik.” (Bakara, 2/151.) Bu ayette ince
manalar saklıdır. Ayetteki hikmet
sözde ve özde isabetli davranmaktır. Bu vasfı taşıyan kimse
hakîm olarak isimlendirilir.
İnsanda fıtri olan hikmet arayışı, varlık ve olayları sorgulamayı
gerekli kılmaktadır. Nitekim yukarıdaki ayet, hikmet arayışının
yolunu şöyle öğretmektedir:
EYLÜL 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
15
G Ü N D E M
Eşyanın hikmet, sır ve inceliklerini kavramak insana basiret kazandırır
ve insanı marifete erdirir. Ya da bir başka ifadeyle basiret nazarı,
insan gönlünü hikmetle buluşturur. Bu yüzden ehlidil insanlar sürekli
hikmet arayışı içerisinde olmuş ve marifete ermeyi gaye edinmişlerdir.
1- Önce kevnî ayetleri okumak
için insanın kendinden başlayarak topyekûn kâinat kitabını ibretle incelemesi; bakmaktan çok
görmeye ve anlamaya çalışması,
2- Sonra kendini okuyup zaaf ve
kusurlarını gördükçe arınma çabası içinde olması ve başkalarıyla
iletişimde farkındalık bilincine
ermesi,
3- İbretle okunan kâinat ayetlerinin ardından tezkiye duygusuna
ererek ilâhî kitabı okuması,
4- Hem kevnî kitabı, hem ilahî
kelamı kitabı okurken hikmeti
yakalamaya çalışması.
Eşyanın hikmet, sır ve inceliklerini kavramak insana basiret
kazandırır ve insanı marifete
erdirir. Ya da bir başka ifadeyle basiret nazarı, insan gönlünü
hikmetle buluşturur. Bu yüzden
ehlidil insanlar sürekli hikmet
arayışı içerisinde olmuş ve marifete ermeyi gaye edinmişlerdir.
Hikmet ve marifetin başı Allah
korkusudur. Nefsani duygulardan sıyrılamayan, kendini
aşamayan, öfkesini kontrol edemeyen, duygularını yenemeyen
insandan hikmet ummak ve marifete ermesini beklemek tekeden
süt çıkmasını beklemek gibidir.
16 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2015
Hikmete ermek ve marifete ulaşmak nefsin arındırılmasına bağlıdır.
Bilmek, bulmak ve olmak anlamına gelen ilme’l-yakîn, ayne’lyakîn ve hakka’l-yakîn irfan geleneğinde önemli menzillerdir.
İlme’l-yakîn, ölçüleri içerisinde
Hakk’ı, hakikati, varlığı ve varlığın sahibini tanımaktır. Bu
menzil sonuçları itibariyle motivasyon tesiri olmayan, bununla birlikte kalbî irfana açılan bir
pencere niteliğindedir. Bu ayne’lyakîn penceresinden gelen ışık,
insana aradığını bulma imkânı
sunar.
Ayne’l-yakîn sayesinde açılan
basiret gözü ibadet ve taatlardaki manevi haz, ruhanî aşk ve
şevk ile hakka’l-yakîn sayesinde
olmayı ve kemale ermeyi gerçekleştirir. Böylece Allah yolunun
yolcusu, gerçek tevhit ile sonuçlanacak marifet, irfan ve aşk yolculuğunda ilme’l-yakîn/bilmek,
ayne’l-yakîn/bulmak ve hakka’lyakîn/olmak menzillerinden geçmiş olur.
Hikmet, marifet ve irfan, dille anlatılan ve öğretilen bir şey
olmaktan çok, sükût, idrak ve
derin bir kavrayış ile anlaşılan
ve öğrenilen husustur. Önemli olan sadece dilin değil, nefsin
ve zihnin de susmasıdır. Hak’tan
başkasıyla meşgul olmamasıdır.
Sükût, tefekkürü temin ettiği ölçüde marifet tahsil etmenin aracıdır.
Dilin söylediği sözleri kulak anlar, ama gönülden çıkan hikmet
ve marifet sözlerini ise ancak aklı
aşmış; gönül sermestliğine ulaşmış aşk ve coşkusu yüksek olan
ehlihikmet ve ehliirfan anlar.
İnsanın manevi hayatı, içine
iman, ibadet ve ahlak tohumunun ekildiği bir tarla gibidir. Bu
tarlanın mutlaka ilim, hikmet ve
marifet çapası ile çapalanması;
ibadet ve taat suyu ile sulanması gerekir. İlim, hikmet ve irfan
çapası ile çapalanmayan manevi
hayatın, kısa zamanda yoz ayrık
otlarıyla bozulacağından şüphe
yoktur. Yoz otların kendini göstermeye başladığı bir tarlanın nasıl bütün fidanlarıyla sökülmesi
gerekmiyor; aksine görülen yabani ve yoz otların temizlenmesi
yeterli oluyorsa manevi hayatımız da böyledir. Önce masiva
denilen yoz ayrık otlardan temizlenmelidir ki hikmet ve marifet
çimeni yeşersin, kalp hikmet pınarı hâline gelsin.
G Ü N D E M
Bilgi-Ahlak İlişkisi
Gerek bilgi gerekse ahlak, bizim kültürümüzde ekseriyetle sadece olumlu yönleriyle çağrışım
yapan pozitif kavramlardır. Bilgi dendiğinde aklımıza, doğru bilgi; ahlak dendiğinde de aklımıza, iyi ahlak gelir. Biz de bu kısa yazıda sadece bu ikisi arasındaki ilişki üzerinde duracağız.
Prof. Dr. Cafer Sadık Yaran
OMÜ İlahiyat Fakültesi
EYLÜL 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
17
G Ü N D E M
Bilgi, varlık ve oluş süreçlerinin nasıllığı ve niçinliği konusunda akıllı varlıkların sahip olduğu, genellikle gerçeğe uygun
ve gerekçelendirilebilir görüşlere
denir. Doğru veya yanlış olduğu iddia edilebilecek önermeler
hâlinde öne sürülen görüşler, iddia ettikleri olgularla karşılaştırıldıklarında onlarla uyuşuyorlarsa,
ortada bilgi ve hatta doğru bilgi
var demektir. Öne sürülen görüş ve nesnesi arasında uyuşma
olmayıp, karşıtı var ise, bu kez
yanlış bilgi veya kasıtlı bir yanıltmaca söz konusudur. Doğru bilgi
ile yanlış bilgi arasında ise zanni
veya ihtimali bilginin güçlü veya
zayıf pek çok derecesi bulunur.
Bilgi, ontolojik nesnesine uygun
olma veya olmama açısından
doğru veya yanlış olarak değerlendirilebildiği gibi, ilgili olduğu
dini veya felsefi öğretiler sisteminin bütününe uygun olup olmaması bakımından, tutarlı ve
tutarsız olarak; insanlığa bir yarar
sağlayıp sağlamaması açısından
da, faydalı ve faydasız olarak ayırt edilebilmektedir. Söylemeye
gerek yoktur ki, gerek gündelik
bilgi, gerek bilimsel bilgi, gerekse
dini bilgide, bilgi dendiğinde asıl
akla gelen ve murat edilen; yanlış, tutarsız ve faydasız olan değil,
doğru, tutarlı ve faydalı olan bilgidir.
Ahlak, akıllı ve özgür irade sahibi
varlıkların, bütün hayatlarında ve
bilhassa birbirleriyle ilişkilerinde,
iyi duygu, düşünce ve davranışlar içinde bulunmaları amacıyla
ilahî vahiy ve nebevi örneklik-
18 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2015
Öğreniminin ve
üretiminin başından
sonuna kadar ahlaki
değerleri ve denetlemeleri
dikkate alan ‘ahlaklı bilgi’,
öğrencinin, doğruluk
ve dürüstlüğü esas alan
sağlıklı bir şahsiyet
oluşturmasını sağlar.
lerle geliştirilip, toplumsallaşma
sürecinde yeni nesillere aktarılan
değerler, erdemler ve kurallar bütünüdür. Ahlakın özü, içimizdeki
iyi huy ve temiz vicdan; meyvesi
ise, oradan dışımıza yansıyan iyi
davranışlar ve güzel amellerdir.
Bilginin doğrusundan ve yanlışından bahsedilebildiği gibi, ahlakın
da, bazen, iyisinden (ahlak-ı hamide) ve kötüsünden (ahlak-ı seyyie) söz edilebilmektedir. Kötü ahlaktan kasıt, insanın içindeki kötü
huy ve düşünceler ile onlardan ve
zayıf bir iradeden kaynaklanan
kötü ve zararlı davranışlardır. Bununla birlikte, gerek bilgi gerekse
ahlak, bizim kültürümüzde ekseriyetle sadece olumlu yönleriyle
çağrışım yapan pozitif kavramlardır. Bilgi dendiğinde aklımıza,
doğru bilgi; ahlak dendiğinde de
aklımıza, iyi ahlak gelir. Biz de bu
kısa yazıda sadece bu ikisi arasındaki ilişki üzerinde duracağız.
İlişki kelimesi, iki somut varlık
veya -burada olduğu gibi- iki
soyut kavram arasındaki bağlantının boyutlarını gösterir.
Mantıkta, iki kavram arasında
kaplamları açısından dört türlü
ilişki olabileceği söylenir: Eşitlik, ayrıklık, tam girişimlik, eksik
girişimlik. Bunu bilgi ve ahlak
kavramlarına kısaca uyguladığımızda görürüz ki; bu iki kavram arasında eşitlik yoktur (‘her
bilgi ahlaktır ve her ahlak bilgidir’ diyemeyiz); bunlar arasında
ayrıklık da yoktur (‘hiçbir bilgi
ahlak değildir ve hiçbir ahlak bilgi değildir’ de diyemeyiz); biraz
tartışmaya açık da olsa, bu ikisi
arasında tam-girişimlik de yoktur
(‘her bilgi ahlaktır veya her ahlak
bilgidir’ de diyemeyiz). O hâlde,
bu iki kavram arasında, mantık
terimleri açıdan bakıldığında, eksik girişimlik ilişkisi vardır. Zira
‘bazı bilgiler ahlakla ilgilidir’ ve
‘ahlakın önemli bir kısmı da bilgiden oluşur’ diyebiliriz.
İki kavram arasındaki ilişkinin
ele alınışının farklı bir tasnifi, din
felsefesinde görülür. Burada genellikle şu üç kavrama dayalı bir
analiz yapılır: Çatışma, ayrışma,
(tamamlayıcı bir) uyuşma. Bilgi-ahlak ilişkisini bu üçlü tasnif
üzerinden irdelemek daha uygun
gibi gözükmektedir. Bilgi ve ahlak arasında bir çatışma var mıdır? Bu sorunun kısa cevabı, bilgiden kasıt ‘doğru bilgi’, ahlaktan
kasıt da ‘iyi ahlak’ olduğu sürece,
bu iki temel değer arasında bir
çatışma olmadığı, olamayacağıdır. Yanlış bilgi ile iyi ahlak, ya
da doğru bilgi ile kötü ahlak çatışabilir; ama ikisi de en temel değerlerden olan doğru bilgi ile iyi
ahlak çatışmazlar. Peki, bunlar a-
Enderun
G Ü N D E M
rasında ayrışma mı esastır; bunlar
birbirinden apayrı şeyler midir?
Hayır. Bilginin ahlakla, ahlakın
da bilgiyle yakından ilişkili olduğu aşikârdır. Bu durumda geriye,
en doğru seçenek olarak, sonuncusu kalmaktadır: Bilgi ve ahlak
birbiriyle ilişkilidir ve bu ilişkiyi
belirleyen temel kavramlar, bir-
biriyle uyuşma ve diğerine yararlı
olma anlamında birbirini tamamlamadır. Ne var ki, geleneksel İslam düşüncesine uygun düşen bu
ilişki biçimi, modern dönemlerde
ve bilhassa Batı dünyasında varlığını sürdürmekte zorlanmakta,
aşağıda kısaca analiz etmeye çalışacağımız tarzda sorunlar ve zararlar ortaya çıkmaktadır.
Bilgi-ahlak ilişkisizliğinin zararları, aslında saymakla bitmeyecek kadar çoktur. Bilgi ve ahlak
arasında ilişkisizlik veya çatışma,
karşılıklı olarak, her iki tarafa da
büyük zarar verir. Önce ahlaki değerlerden bağımsız, ahlaki kuralların çizdiği sınırları tanımayan,
ahlakı hiçe sayan, kısaca –deyim
yerindeyse- ‘ahlaksız bilgi’yi bir
düşünelim! Ahlaktan yoksun bilgi, daha öğrenme ve öğretme aşamasında, öğrenenin de öğretenin
de insani yüce değerlerle ilgili halis niyetlerden ve erdem ilkelerinden uzak, öğrenende kopya türü
haksızlıkların, öğretende öğrenciye baskıların, araştırmada intihal
denilen başkasına ait bilimsel bilgileri aşırmaların, projelendirmede haksız kazançların yapılabildiği bayağı bir alana dönüşebilmektedir. Ahlak sınırlarından yoksun
her tür bilgi, her zaman insanlığa
zarar verebileceği gibi geçmişte de
fazlasıyla vermiştir. Örneğin, son
otuz kırk yıldır yoğun bir şekilde
yaşanan çevre felaketlerinin çoğunda, ahlak sınırlarını yeterince
dikkate almayan bilimsel bilgi ve
özellikle teknolojik bilginin küçümsenemeyecek derecede rolü
olduğu bilinen bir gerçektir. Keza
ahlaki değerlerden yoksun sosyal
yahut ideolojik bilgilerin, sözgelimi Marksizmin 20. yüzyılda yüzbinlerce insan için nasıl bir zulüm
ve ölüm tuzağına dönüştüğü tarihsel bir realitedir. Sadece bilimsel bilgi değil, dini bilgi dahi ahlaki değerlerden soyutlandığında,
sahibine bir fayda sağlamamakta,
zarar bile verebilmektedir. (Bu konuda bkz. Cum’a, 62/5; A’raf, /7/175-76.)
EYLÜL 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
19
G Ü N D E M
Ahlaksız bilginin insanlığa fazla bir fayda sağlamayıp, pek çok
zarar dahi verebildiği gibi, tersi
düşünüldüğünde –deyim yerindeyse- ‘bilgisiz ahlak’ dikkate
alındığında da, durum pek farklı olmamaktadır. Bilgi temeline
dayanmayan, sağlam bilgilerden
destek almayan, kuru bir taklide
dayanan ahlak anlayışları, çoğu
yerde insanların ahlak adına birbirlerine aşırı derecede baskı yapmalarına, hürriyetlerini gereksiz
yere kısıtlamalarına, asla hoşgörü
göstermemelerine, empati ve anlayış bir yana birbirlerine zulüm
dahi edebilmelerine yol açabilmektedir. Tarih boyunca görüldüğü üzere, sözde ahlak adına
yapılan cahilce dedikodular ve
iftiralar, çıkarılan fitne ve fesat-
lar, nice canların yanmasına, nice
ocakların yıkılmasına sebep olabilmektedir. Dolayısıyla, ahlaksız
bilgi kadar, bilgisiz ahlak da tehlikelidir ve zararlı olabilmektedir.
Bilgi-ahlak ilişkisinin yararları ise
saymakla bitmeyecek kadar çoktur ve bu ikisi arasında uyumlu
ve tamamlayıcı bir ilişki türü elzemdir. Bilgi, her zaman ahlaki
değerleri dikkate alarak işlemeli
ve ilerlemeli; ahlak da bilgi temeline dayalı olarak kurulmalı
ve korunmalıdır. İlişkisizliğin
zararları karşılıklı olduğu gibi,
uyumlu bir ilişkinin faydaları da
karşılıklıdır ve bundan kazançlı
çıkacak olan her iki etkinlik ve
esas itibarıyla da insanlıktır. Örneğin, öğreniminin ve üretiminin
başından sonuna kadar ahlaki
Bilgi, her zaman ahlaki değerleri dikkate alarak işlemeli ve ilerlemeli; ahlak da bilgi temeline dayalı olarak kurulmalı ve korunmalıdır. İlişkisizliğin zararları karşılıklı olduğu gibi, uyumlu
bir ilişkinin faydaları da karşılıklıdır.
değerleri ve denetlemeleri dikkate alan ‘ahlaklı bilgi’, öğrencinin,
doğruluk ve dürüstlüğü esas alan
sağlıklı bir şahsiyet oluşturmasını
sağlar; öğreteni, öğrencinin gözünde ideal bir insan modeline
dönüştürür; araştırma sürecini,
ibadet aşkıyla yapılan kutlu bir
hak ve hakikat yolculuğu kılar ve
nihayet yeni keşif ve icatları, insanların huzur ve mutluluk arayışlarının yeni bir adımı ve ilerlemesi yapar.
Benzer şekilde, taklidi ahlaktan
ziyade, sağlam bilgi temelli olan
ve bilgi ile irtibatını hiç kesmeyen
‘bilgili ahlak’ da, ahlakı; zorunlu
olarak kabullenilen eskilere ait
kurallar yığını değil, gönüllü olarak benimsenen çağdaş değerler
buketi haline getirir. Böylece ahlaklılık da, bilmeden boyun eğme
ve eğdirme değil, kendi vicdanının ve iz’anının sesine kulak vererek özgürleşmeye ve insanlar arasında örnekleşmeye dönüşür. Bilgili ahlak sahipleri, doğal olarak
sadece kendileri ahlaklı olmakla
kalmaz, ‘emr-i bi’l-maruf’ görevini de en iyi bir biçimde yerine
getirirler.
Sonuç olarak, bilgi-ahlak ilişkisi
yahut ahlaklı bilgi ve bilgili ahlak
birlikteliği; ahlaki ve ilmi değerlerine kolay kolay paha biçilemeyen yüksek bilgi ve erdem abidesi
insanlardan müteşekkil temiz bir
bilgi toplumu ve yetkin bir insanlık ailesi oluşturmak için, çok
daha sağlam bir temel, çok daha
güçlü bir yapı, çok daha parlak bir
umut ışığı ve hepsinden önemlisi
çok daha müstakim bir yoldur.
20 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2015
G Ü N D E M
Şemseddin Sami’nin
çalışma odası
Bilgi-Âlim İlişkisi
Doç. Dr. Halil ALTUNTAŞ
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi
Kul, Allah karşısındaki
konumunu ilim sayesinde kavrar. Bunun bir
soncu olarak da “Allah’a
karşı ancak; kulları
içinden âlim olanlar
derin saygı duyarlar.”
Maddeci bakış açısıyla ilim;
eşya ya da olayların iç yüzünün ve
mahiyetinin öğrenilmesi yolunda
belli usul ve esaslar çerçevesinde
sarf edilen çabaların ulaştığı sonuçtur. Burada içyüzü ve mahiyet kavramları tamamıyla maddi
olanla ya da onun yansımaları
ile sınırlı olup aşkın olanla ilgisi
yoktur. Duyu organları yanında
vahyi de bilgi kaynağı olarak işaretleyen İslam, ilimi algı ise aşkın
alanı kapsamına alır. İşte âlim bu
geniş düzlemde eşyanın maddi
yüzü kadar onun kökeni ve akıbeti ile de ilgilenir. Nitekim İslam ilim geleneğinde dinî ilimler
“nakli ilimler” ya da “şeri ilimler”
diye etiketlenirken akli ilimler
“tabii ilimler” yahut “maddi ilimler” diye ya da “ulûm”(ilimler)
genellemesi ile kategorize edilmişlerdir. Bu ayırım kategoriler
arasında bir derecelendirme tesisinden çok dayanaklarının vurgulanması hedefini güder.
İslami algıda bilginin en yüce
EYLÜL 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
21
G Ü N D E M
İbn-i Sina Müzesi, Hamedan
katmanını Allah’ı bilmek oluşturur. Güncel hayatımızda sahip
olmamız gereken her türlü bilgi
sonuçta Allah bilgisine götüren
birer kılavuz konumundadır. Bu
sebeple dinî geleneğimizde ilim
rütbesi, rütbelerin en üstünüdür.
Çünkü kul, Allah karşısındaki
konumunu ilim sayesinde kavrar. Bunun bir sonucu olarak da
“Allah’a karşı ancak; kulları içinden âlim olanlar derin saygı duyarlar.” (Fâtır, 35/28.)
Hakikat bizatihi hakikattir; niteliğini kişilerden ve kişisellikten
almaz. Bu sebeple âlim, “Bir kimse böyle söyledi, o hâlde hakikat
budur.” yerine “Filanca kişinin
sözü gerçeğe uygundur/uygun
değildir.” tutumunu benimser.
22 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2015
Hz. Ali’ye isnat edilen söz de
tam bunu vurguluyor: “Hakikat
insanlara bakarak öğrenilmez.
Önce hakikati öğren, hakikat üzere olanları da tanırsın.”
İlim adamı durmadan değişen ve
dönüşen olgular karşısında gerekli zihniyet yenilenmesini gerçekleştirebilmelidir. Zihniyetin
değişmesi bakış açılarının şartlara
ve ihtiyaçlara göre yenilenmesi,
bir ufuk tazelenmesidir. Bu yenilenmenin sağlanamadığı durumlarda zihinsel durgunluk ilmî
sürece hâkim olabilir ve artık yetersiz olan mevcut hâl kabullenilebilir. Daha da kötüsü bu tutum,
zamanla topluma da yansıyacak
şekilde, var olan eskinin mutlak
olarak “iyi” görüldüğü taassup
olgusunun fideliğine dönüşebilir.
Zihniyetin yenilenmemesi taassup olgusunun sebebi olabileceği gibi sonucu da olabilir. Bir
meseleye çözüm aranırken sahip
olunan ön yargılar, mensubu bulunulan dünya görüşü, mezhep
ya da cemaatin zihin alanına takılıp kalmak gerçeğin o alanın tekelinde olduğunu zımnen kabul
ve iddia etmek olur. Bu durum
karşısında ilim erbabına düşen,
hakikate götüren yolun başka bir
yöntemde, başka bir algı biçiminde olabileceğini dikkate almaktır.
İlmin faydalı olması, pratiğe aktarılması ile mümkün olduğuna göre Allah’ın Rasulü faydasız
ilimden Allah’a sığınırken gerçek-
G Ü N D E M
te sakındığı şey uygulanmayan,
gereği yapılmayan ilimdir. Öte
yandan bilgi yerinde ve usulünce kullanılmadığı için de faydasız
hale gelebilir. Fayda olgusunda
önceliğin belirleyici bir rolü vardır. Faydalı, ama neye göre ve
ne zaman ve ne kadar gerekli?
“Hangi bilginin gerekli, hangisinin daha az öncelikli ve hangisinin de önemsiz olduğunu bilmek
daha önemlidir.” (Tolstoy, Bilgelik Takvimi, [Kaknüs, ikinci basım, İst. 2003] s. 352.)
faaliyet alanında yer alır.
Âlim mesaisini olabildiğince verimli kılmak, enerjisini ve üretim
kabiliyetini insanlığın yararına
olacak alanlarda sarf etmek yükümlülüğündedir. O bilir ki Hz.
Peygamber (s.a.s.) Allah’tan faydalı ilim istemiş (İbn Mace, İkametü’sSalat, 32.) faydasız ilimden O’na
sığınmıştır. (Ebu Davud, Salat, 365.)
Üretilen bilgi üretenin ya da belli
bir zümrenin tekelinde tutulmamalı, insanlığın ondan yararlanmasına ortam hazırlanmalıdır.
Aksine tutum ilmi yok olmaya
mahkûm etmek olur. Kur’an’ın,
“Sizden, hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten men
eden bir topluluk bulunsun.” (Âli İmran, 3/104.) ayeti bu gerekliliği
ortaya koymaktadır. Büyük fakih
ve mutasavvıf İbnü’l-Mübarek
(ö.181/797) İslam âlimi ile ilim arasındaki ilişkiyi, sonuncusu ilmi
yaymak olan altı aşamada çerçeveler: “İlmin başlangıcı niyettir.
Sonra dinlemek, sonra anlamak,
sonra hıfzetmek, sonra uygulama, sonra da onu yaymak gelir.”
Hz. Peygamber (s.a.s.) “Âlimler
İlmin faydalı olması,
pratiğe aktarılması ile
mümkün olduğuna göre
Allah’ın Rasulü faydasız
ilimden Allah’a sığınırken
gerçekte sakındığı şey
uygulanmayan, gereği
yapılmayan ilimdir. Öte
yandan bilgi yerinde ve
usulünce kullanılmadığı için
de faydasız hâle gelebilir.
peygamberlerin varisleridir. O
mirası kim alırsa büyük bir pay
almış olur.” (Buhari, Fadlu’l-ilm, 9.)
şeklindeki tespiti bir yandan
ilim sahiplerinin toplum içinde
yüksek konumunu belirlerken
aynı zamanda onların görev ve
sorumluluklarının da büyük olduğunu ortaya koymuş oluyor.
Hadiste kastedilen miras Hz.
Peygamber’in vahiy yolu ile aldığı bilgiyi yani bir bütün olarak
İslam’ı temsil ediyor. Dolayısı ile
ilim yoluna koyulan kimse gerçekte peygamberlik makamının
uygulama ve tebliğ sorumluluklarını üstlenmiş demektir. Böylesine ağır ve önemli bir sorumluluğu üstlenenin onun hakkını veren kişinin değeri elbette büyük
olacaktır. Peygamberler icra ettikleri bu “öğrenme” ve öğretme
işi (tebliğ) üzerinden Allah rızası
dışında bir karşılık beklemedikleri gibi âlimin ilmî faaliyetlerinin
temelinde de Allah’ın rızasının
yer alması gerekir. Nitekim İslam
ilim geleneğinde yerleşmiş temel
ilke bilginin dünyalık menfaatler
uğrunda değil, Allah rızası için
üretilmesi şeklindedir. Bu temel
şarta uyulması ve asıl amacın ahiret yurdu yararı olmak kaydı ile
ilimin sağlayacağı dünyevi yararlar meşru sayılır.
Âlimin madde ve kâinata dair
alanlarda ürettiği bilgi evrensel
olup hayatın kolaylaşmasını ve
dünyanın imarı görevine katkı
sağlayan bir niteliğe sahiptir. O,
kevnî kanunlar çerçevesindeki
bilgiyi ortaya koyar ve “alın, yararlanın” der. Bir bakıma görevi
burada bitmiştir. Din eksenli bilgiler noktasında ise, üretilen bilgi
öncelikle üreteni yani âlimi bağlar. O, ürettiği bilginin yaşayan
modeli olmak durumundadır.
İslami gelenekte “ilmi ile amil olmak” diye ifade edilen nitelik budur. Peygamber aldığı “bilgi”yi
öncelikle kendisi yaşamadıkça
davasını ispat edemeyeceğine
göre bildiğini yaşamayan kimseye “bilgili kimse” denebilirse de
“âlim” demek mümkün olamaz.
İnsan, ilim ve amel basamaklarından geçerek takva noktasına gelir. İlim, amel ve takva üçlüsünde
ilk ikisi eylem kökenli, takva ise
bunlara sahip olan kişinin davranış biçimi ve niyeti ile ilgilidir.
Buna göre âlimin ilimle ilişkisinde amel ve takvayı anahtar kelimeler olarak işaretlemek gerekiyor. Bildiğini fiilen yaşamayan
kimse bilgili kişi, “alanının uzmanı” olabilir ama o “âlim” sıfa-
EYLÜL 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
23
G Ü N D E M
tını hak etmiştir denilemez. Bilgi
üretmek yahut bilgi sahibi olmak,
öncelikle bunun gereğini yapmayı gerektirir. Bunu atlayarak uygulamayı başkalarına bırakmak,
bunu onlardan beklemek tutarsızlık olur. İlim elbette bir özgül
ağırlığa sahiptir, tek başına değer
ifade eder. Fakat ilmin amele,
pratiğe dönüşmemesi onun var
oluş sebebine, hikmete aykırıdır.
Âlim ürettiği ya da edindiği bilgiyi uygulayarak örnek olmak durumundadır. Aksine tutum açık
bir tutarsızlıktır. Kur’an-ı Kerim
böyle bir tutarsızlığa şiddetle kaşı
çıkar. Tevrat’ı okuyup durdukları
hâlde edindikleri bilgileri uygulamayan fakat halka uygulamalarını emreden Yahudi din âlimlerini
azarlar. (Bakara, 2/44.) Daha ağır
bir eleştiri yine uygulamakla
yükümlü tutuldukları Tevrat’ın
hükümlerini bildikleri halde onları uygulamayan, çeşitli tevillere
giderek bu yükümlülüğünden
kurtulmaya çalışan Yahudi toplumuna yöneltilmiştir. (Cumu’a,
62/5.) Şüphesiz ki, bu tarihi olguya
Kur’an’da yer verilmesi aynı mesajın Müslümanlar için de geçerli
olduğu vurgusunu içerir.
Âlimin çabası inceleme alanı ile
ilgili hakikati ortaya koymaya
yöneliktir. Hakikati bulmak için
düşünmeye, fikir üretmeye, bunun için de bilgiye ihtiyaç vardır.
Hakikat yolunda bilgi bir araç
konumundadır. Bu noktanın gözden kaçırılması bilginin alt düzey
yararlara indirgenmesi ile sonuçlanır. Ulaşılan nimetler sahip olunan bilgi ile temellendirilir ve işin
24 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2015
ilahi irade ve kudret yönü yok sayılır. Bilgi edinme ile ilahi rızaya
ulaşma amacı arasındaki organik
bağ kopar. İlimde niyet ve ihlas
unsuru devre dışı kalır, bir dünyevileşme hali söz konusu olur.
İlim ve âlim yerini “bilgi yüklü
adam”a, “entelektüel”e bırakır.
Bu durumda kişiyi itibar, şöhret
ve maddi imkân sahibi olmak
gibi bıçak sırtı durumlar kıskaca
alabilir; ben duygusu tutum ve
davranışlara hâkim olabilir. İlim
kisvesinin yüklediği tevazu ve
edep sorumluluğu yitirilir. Oysa
“Bir dirhem ilim, bin okka edebe
muhtaçtır.” der Ebubekir Razi (öl.
312/925).
Yunus’un ilimde edep yolundan
çıkmanın önemli bir göstergesi
olarak kendini, ilim okyanusu
içindeki yerini ve haddini bilmemeyi muhayyel muhatabı üzerinden ne güzel eleştirir:
Sizin tanımlamanıza göre “İlim
ilim bilmektir.” Bu yüzeysel ve
öylesine bir açıklamadır. Zira
bütün ilmî çalışmalar sonuçta
kâinatın sırlarını keşfetme yolunda verilen çabaların genel
adıdır. Kâinatın en mükemmel
bir unsuru olarak insan bu keşif
faaliyetinin hem öznesi, hem de
konusudur. Yani insan gerçekte
kendini keşfetmenin çabasını veriyor. Kendini keşfeden insan yaratıcısını da keşfeder. O sebeple
“İlim kendin bilmektir.” noktasına gelmek gerekir. Kendini bilen
insan haddini ve yerini bilir, aczini bilir, teslimiyeti tam olur. Ömrünü okumakla, “ilim” tahsili ile
geçirdiğin halde bu hakikati kav-
G Ü N D E M
İnsan ne kadar
büyük âlim olursa
olsun bildikleri
bilmediklerinin
yanında okyanusta
damla bile olamaz.
ramamışsın. Her şeyi bildiğini
zannedersin ama daha “Sen kendini bilmezsin”. Edindiğin birkaç
malumat kırıntısı burnunu kaf
dağlarına çıkarmış. Bunca gayretin sonucu, kendi mahiyetini
bilmemek ve kendinde bir varlık
hissetmek olacaksa ve Hakk’ı bulamayacaksan “Bu nice okumaktır. Okumaktan murat ne? Kişi
Hakk’ı bilmektir. Çün okudun
bilmezsin, ha bir kuru emektir.”
“İlmin sonu yoktur.” sözü, “insan
ne kadar büyük âlim olursa olsun
bildikleri bilmediklerinin yanında okyanusta damla bile olamaz.
O hâlde bildikleri insan için, ne
kadar çok şeyi bilmedikleri konusunda ölçü olmalıdır. Bu gerçeğin farkında olarak gerektiğinde bilmiyorum diyebilme cesaretine sahip olmalıdır gibi ince bir
mesaj içerir. Kendisine yöneltilen
soru karşısında “bilmiyorum” cevabını veren Şabi’ye, “Bu durum
seni mahcup etmiyor mu?” diye
solunca o, “Niçin mahcup olayım ki. Melekler bile, Rabbimiz,
senin bize öğrettiğinden başka
bilgimiz yoktur, o sebeple eşyanın isimlerini bilmiyoruz.” (Bakara, 2/32.) diye karşılık vermişlerken
ben ne diye mahcup olayım?” cevabını vermiştir. Ebu Hanife’nin
şu ifadesine bakınız: “Eğer bilmediklerim ayağımın atında olsaydı, başım göğün en yüksek
katına değerdi.”
Âlimin sınandığı önemli konulardan biri de itkan yani ürettiği
bilginin gerekli özen ve ilmî incelik süzgecinden geçmiş olup
olmadığıdır. İlmî nitelik taşıyan,
belli bir konuda çözüm yahut
yeni bir bakış açısı getiren bir
“küçük” çalışma yığma yöntemi
ile “kendince” yazılmış yüzlerce
sayfa yazıdan elbette değerlidir.
“Bilgide önemli olan nicelik değil
niteliktir.” (Tolstoy, aynı yer) Gerçekte
itkan âlimlik sıfatına layık olabilmenin şartlarından biridir. İtkan
ile bağlantılı meselelerden biri de
âlimin ilim ahlakı ilkelerine bağlı
kalmasıdır. Ne yazık ki bu ilkeler
zaman zaman çeşitli şekillerde
ihlal edilmekte ve bu da genellikle bir kimsenin başkasına ait bilgi ya da düşünceleri kendi etiketi
altında takdim etmesi (intihal)
şeklinde ortaya çıkmaktadır.
Âlim hakikati araştırma yolunda
hata yapma riski ile karşı karşıya
bulunduğu için yazıp çizdikleri,
söyleyip ettikleri eleştiriye açık
durumdadır. Eleştiriye tahammül ilim yolculuğunun temel
ilkeleri arasında yer alır. İslam
ilim geleneğinde ilmî eleştirinin
yeri büyüktür. Ebu Hanife, “Bu
bilgi benim görüşümü yansıtmaktadır. Birisi bana bundan
daha iyisini getirirse onu kabul
ederim.” sözü ile bu ilkeyi tablolaştırmıştır. Buna karşılık eleştiri
de yapıcı olmalı, üretilen ilmî
ürünün daha iyi ve daha yararlı
olmasına hakikatin ortaya çıkmasına yardımcı olma niyetine
ve niteliğine sahip olmalıdır. Bu
gerekçe ile sırf hasmı susturmak
hedefini güden cedel yöntemi iyi
karşılanmaz. Kısaca, “beşer sözü
ise eleştirilebilir, ama usulünce”
anlayışı âlimin tutumunu temsil
eder.
EYLÜL 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
25
SÖYLEŞİ
Fotoğraflar: Muhammed Kâmil YAYKAN
Prof. Dr. Şaban Ali Düzgün:
“Bilgi ahlakı, yanlış olanı kaldırıp
bir kenara atmayı gerektirir.”
Söyleşi: Dr. Lamia LEVENT
Sayın Hocam, Dergimizin bu
sayısında bilgi ahlakını ele aldık. Ahlak konusuna girmeden
önce İslam düşüncesinde bilginin kaynağı nedir? Vahiy akıl
ilişkisi bağlamında bize neler
söylersiniz?
Biz bilgiyi sistematik olarak beşerî
bilgi ve ilahî bilgi olmak üzere
26 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2015
ikiye ayırıyoruz. Bu, bilgiyi sadece insana bağlamayan bilgimizin
kaynağını sadece fiziki dünyaya,
tabiata ve doğal olana sınırlamayan bir bilgi ahlakı veriyor aslında
bize. Yani bilgiyi sadece insanın
elde edebildiği biraz kapalı bir sistem bilgisi gibi tanımlamak olur.
Bilgi sadece benim elde edebildik-
SÖYLEŞİ
lerimdir. Oysa insan yapısı gereği
bilgiyi kendisine aktarabilen daha
başka, üst mercilere sürekli muhtaçtır. Onun için söyle diyebiliriz:
Beşerî bilgi beşerin yani insanın
yapısından kaynaklanır. Aynen bir
kaplumbağanın bazı şeyleri bilmesi gibi. Yani kaplumbağa yavrularının yumurtadan çıkınca suya
doğru gitmesi gibi. Bu da bir bilgi
fakat bu bilgi kendisinin keşfettiği bilgi değil. Bu fıtri bir bilgidir.
Benzer bir fıtri bilgi insanın yapısında biyolojisinde, fizyolojisinde,
fıtratında var. Fakat hayatı bu bilgi
ile idare etmek mümkün değil.
Bilginin ahlakla irtibatını
kurduğumuz zaman
şu soruyu sorduruyor
bize: Bilgilerimle nasıl
yaşayabilirim? Yani bilgi
bana nasıl bir yaşam alanı
inşa eder? Öyle bilgilerimiz
olmalı ki size doğru
yaşanabilir yaşamaya değer
bir yaşam, bir hayat önerir.
Sınırlı bir varlık olan insanın
bilgisinin de sınırlı olması ile
alakalı bir konu değil mi?
Bilginin kaynağı konusunun
yanı sıra ahlak konusunda konuşmak istiyorum. Biliyorsunuz ahlak felsefesinin konularından biri de etik bilgi anlayışını içermekte ve bu bilgiyi
hangi yöntemlerle ulaşılacağı
konusunda birtakım tartışmaların da bu çerçevede yapıldığını
görmekteyiz. Bu anlamda bilgi
ahlak ilişkisi hususunda bize
neler söylersiniz?
Sınırlılık insanın yapısında var.
Fakat insanın zihni sınırsızlık
peşindedir. Onun için iki yönümüz var. Biyolojimizle sınırlıyız.
Örneğin uçamayız, nefes almadan suyun altında havasız yaşayamayız. Bunlar bizim biyolojik
sınırlarımız fakat zihnimiz, emellerimiz, arzularımız, isteklerimiz,
işte onlar bizim biyolojik yapımıza bağlı olmayan tarafımız. Onlar
bu sınırlı yapıyı aşmak istiyor.
Onu aşmak için dışarıdan gelen
bilgilere açıklık lazım. Onun için
biz beşerî bilgiye ek olarak beşerî
bilgiyi destekleyen, onu dışlayan,
küçülten, küçümseyen değil, onu
destekleyen ve kendisine koyduğu amaçları gerçekleştirmesi için
arkadan onu iten, motive eden
bir ilahi bilgiyi de kabul ediyoruz.
Varlık ve bilgi birbirine yakın şeyler, onu da istiyoruz. Onun için
bilgi hem beşerî bilgi hem de ilahî
bilgi olarak İslam kültüründe, İslam düşünce geleneğinde bu şekilde karşılık bulur.
Bilginin ahlakla irtibatını kurduğumuz zaman şu soruyu sorduruyor bize: Bilgilerimle nasıl yaşayabilirim? Yani bilgi bana nasıl bir
yaşam alanı inşa eder? Öyle bilgilerimiz olmalı ki size doğru yaşanabilir yaşamaya değer bir yaşam,
bir hayat önerir. Yanlış bilgi ayağınızı tökezletir. Dolayısıyla bilginin
ahlakla irtibatının kurulması yani
bilginin ahlakı dediğimiz zaman
biz yaşamamıza hem de insani
yaşamamıza, salt bir yaşam değil
insani yaşama kaynaklık eden bir
bilgiden bahsediyoruz demektir.
Bu bilgi bize eğer sadece şöyle
denir mesela: bilgi doğrudur ve
yanlıştır. Size birisi bir şey söyler:
işte dünya yuvarlaktır denir ve bu
bir veridir. Siz buna doğru ya da
yanlış dersiniz. Bunlara biz ihbari
yani haber veren bilgiler diyoruz.
Fakat bazı bilgiler sadece ihbari
değildir, inşaidir. Sizden bir şey
ister. Mesela hırsızlık yapmayınız
bir taleptir. Bu hukuki bir taleptir.
Bunu bir yargı diliyle, hukuk diliyle ifade ederseniz bu hukuki bir
ifadedir. Fakat biz şunu da biliriz.
Bütün hukuki ilkelerin, yargıların
arkasında bir ahlak var. İşte bilginin ahlakı dediğimiz olay orda
ortaya çıkıyor. O zaman “hırsızlık yapmayınız” aynı zamanda bir
ahlakı ve o ahlakın temelindeki
bilgiyi içerir. Şunu biliyoruz kimsenin kimseden güvende olmadığı
bir toplumda hiç kimse güvende
değildir. Hırsız da.
Felsefede ethos denilen, (ethos
oturulan yer demek) bilgi ethosu
denen bir şey var ki şöyle bir şey.
Atmosfer hava aldığımız yer demek yani biz istesek de istemesek
de şu anda atmosferik bir yaşam
sürüyoruz ve farkında olmadan
havayı soluyoruz. Buna benzer
bir şekilde ethosphere denilen bir
şey var. Yani farkında olarak veya
olmayarak ahlaki bir yaşam sürdüğümüz yer. Aynı atmosfer gibi.
O ethospherein olduğu yerde öyle
bir eğitim, o eğitime yön veren
öyle ilkeler, o ilkeleri pekiştiren,
güçlendiren öyle felsefi, dini veriler vardır ki o sürecin sonunda
ortaya çıkan insanlar ister istemez
o etospherein ya besleyicileridir
ya da o ethospheri soluyan, onu
tüketen erdemli kişilerdir.
Şunu sormak istiyorum: Ethosu
belirleyen kimdir?
Şimdi ahlakı da etik olarak aldı-
EYLÜL 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
27
SÖYLEŞİ
ğımız zaman evrensellik var. Moralite gibi değil, etikle moral arasındaki farka şöyle diyelim: mesela sokağa tükürmek. Ankara’da
İstanbul’da yürürken sokağa tükürdüğünüzde insanlar sizi kınarlar fakat ormanda yürürken bunu
yaptığınız zaman sizi kimse kınamaz. O zaman mesele tükürmekte değil mekânla ilgilidir. Buna biz
moral diyoruz.
Etik evrenseldir. Adam öldürmek
günahtır ve kötüdür. Ankara’da
caddede adam öldürme ile ormanda adam öldürme arasında
fark yoktur. Bunu ormanda da yapamazsın. Aynı kökten gelen ethosta ve etikte evrensellik vardır.
Onun için insanın doğasına yaslanan bu doğayı da besleyen vahyi
bir birikimle pekiştirilen bir ahlaktan bahsediyoruz. Ben ahlakın
evrensel olduğuna inanıyorum.
Bu anlamda da evrensel ahlakın
doğru bilgi ile pekiştirildiğini düşündüğüm için doğru bilgi bizi
doğru inanca, doğru inanç doğru
eyleme götürecek. Bu doğru eylemin adı ahlak ve doğru eylemin
yarattığı ahlaki ortama da ethos
diyoruz. Yani şu üçlüyü ben çok
önemsiyorum: doğru bilgi olmadan doğru inanç olamaz. Yani bilgi olmadan bir şeye iman ederseniz Kur’an’ın ifadesidir: “İmanınız
size ne kötü şey emrediyor. (Bakara,
2/93.)” Noktasına gelebiliriz. Onun
için eğer eylemlerimiz salt, sadece imanımızdan kaynaklanıyorsa
yani doğru bilgiye dayanmayan
imandan kaynaklanıyorsa hayatımız keşkelerin toplamından oluşur. Çünkü bilmeden yaptığımız
işin sonuçlarını göremediğimiz
için bilgi eksikliği, benim inancımın, bir şeye bağlılığımın eylem-
28 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2015
lere yansımasına yol açar. Onun
için Kur’an-ı Kerim’de İsra suresi
36. ayet, “Hakkında bilgi sahibi olmadığın bir şeyin peşinden
gitme.” Dolayısıyla ister bireysel
eylem ister toplumsal eylem, birilerinin canını yakıyor, ortaya
sorun çıkarıyorsa, özellikle bizim
gibi çok kültürlü, çok dinli, çok
mezhepli yapıları olan ülkelerde
bizim yaptığımız benim ya da bir
başkasının canını yakıyorsa burada bu eylemlerin sadece temelsiz
temellendirilmemiş bir beyyineye,
bir hüccete, bir delile dayanmayan salt bağlılıklarımızdan, inancımızdan oluştuğunu söylememiz
lazım.
İslam ahlakında bilginin gayesi
insanı hakikate ve iyiliğe ulaştırmak ve hayatını bu bilgiler
ışığında yönlendirmektir şeklinde ifade eder. Dolayısıyla insana
yüklenen bu sorumluluk açısından bilgi amel arasındaki irtibat
hususunda neler söylersiniz?
Bu çok ciddi bir soru. Ciddi bir
soru olduğu için de ihmali ciddi sorunlar yaratıyor. Şimdi bilgi, iman ve amel, eylem. Bizim
felsefemiz bu üçüne dayanıyor.
Kelamın temel felsefesi bu. Biz
insan eylemlerinden bahsediyoruz. Ef’alü’l-ibad. Böyle bir bahis
var kelamda. Yani insanların fiilleri, eylemleri. İnsanın bir eylemi yapabilmesi için yani sokakta düşmüş bir adamı benim “ya
elinden tutup bunu kaldırayım”
demek bir eylemdir. Elinden tutup o insanı kaldırayım eylemine
girişebilmem için düşen bir insanı
kaldırmanın gerektiğine inanmam
gerekir. Bakın düşen bir insanın
yanından elli kişi geçer bir kişi,
iki kişi tutar kaldırır. Oysa herkes
bilir ki düşen bir insanı kaldırmak
iyidir. Ama bir şeyin iyi olduğunu
bilmek tek başına insanı eyleme
yönlendirmez. İman eden bir insan bizim gözümüzde mümindir.
Bitti. Eylemlerde bulunur ya da
bulunmaz. Biz iman ettiğimiz bir
konunun amelini de eylemini de
yapmakla sorumluyuz. Ama yapmayan bir insan mümindir, hâlâ
mümindir. Şimdi amelle iman
arasındaki ayrımın felsefesini burada görmek lazım.
Malumunuz aydınlanma ile birlikte ahlaktan arındırılmış, sırf
enformasyona dayanan bir bilgi,
indirgenen bir bilgi söz konusu.
Aydınlanma ve onların bilgiye
yaklaşımları bağlamında bilgi
insan ilişkisi hakkında neler
söylersiniz.
Şimdi aydınlanma Batı dünyası
için gerçekten bir dönüm noktası ve modernizm, kapitalizm,
sanayi devrimi vs. bütün bunlar
da aydınlanmanın türevleri. Yani
salt aydınlanma olarak aldığımızda onun yarattığı artçıları kaybedebiliriz, gözümüzden onlar
kaçabilir. Çok olumlu tarafları
olduğunu düşünüyorum ben aydınlanmanın. Olumsuz taraflarını da yarattığı onun türevlerinin
yarattığı savaşlarda görebiliriz.
Ki onu da eleştiren mesela modernite diyelim. Modernizm sorunlar yarattı ama içinden çıkan
post-moderizm onun yarattığı sorunları eleştiriyor. Burada aydınlanmanın en büyük katkısı hem
avantajı hem de dezavantajı sizin
sorunuzda var olan insan algınız,
insanın insanla ilişkisi, insanın
Allah ile ilişkisi, insanın varlıkla,
SÖYLEŞİ
Biz iman ettiğimiz bir konunun amelini de eylemini de yapmakla
sorumluyuz. Ama yapmayan bir insan mümindir, hâlâ mümindir. Şimdi
amelle iman arasındaki ayrımın felsefesini burada görmek lazım.
tabiatla, dış dünyayla ilişkisi. Bu
konularda hem avantaj hem de
dezavantajlar var. Aydınlanmanın
bir tepki hareketi olduğunu düşündüğünüzde o zamana kadar
insanın insanla ilişkisinde bence
sorun vardı. O da şuydu. İnsan
başka insanların tahakkümü altındaydı. Şöyle düşünün: mesela
bilgi ahlakından bahsediyoruz.
Bilgiyi sadece birilerinin tekeline verdiğimiz, siz bunu kilise ve
ruhban sınıfı olarak düşünün ya
da kaynağı bile çok net olamayan bir kutsal kitap geleneği yani
İncil’den, Tevrat’tan bahsediyorum. İncil’den bahsettiğin zaman
yazarları belli. Tevrat’tan bahsettin zaman Yahudi Spinoza’nın
belirttiği gibi “Bunun çoğu Yahudi
hahamların uydurmasıdır.” dediği
kitaplardan bahsediyoruz.
Şimdi bu geleneklerin dogma
olarak öne çıkarıldığı ve insanın
her türlü bilgi üretiminin var olan
bu geleneksel bilgi bloklarıyla
denetlendiği bir dönemde birileri çıkıyor ve diyor ki: “Bu doğru
değil. Yani bilginin sadece bir kısım insanların tekelinde olması ve
üretilen her bilginin de bu bloklar
tarafından denetlenmesi olmaz.
Dolayısıyla önce insanın insanla
ilişkisinde bütün insanların bilgiye erişimde, bilgiyi üretmede,
bilgiyi kullanmada, bilgiyi dönüştürmede, bilgiyi bilgi ahlakı gereği
yararsız olduğu düşünülen bilgiyi
kenara koyup atmada bilgi ahlakı bunu gerektirir. Bilginin üzerindeki bu tekeli bu monopolü
kaldırmak aydınlanmanın başarısıdır. Diyeceksiniz ki bilginin üzerinden kaldırılan bu tekelin yerine
aydınlanma kendi tekelini koymuştur. Yani siz kartel dünyasına
isyan ediyorsunuz, kendi tekelinizi kuruyorsunuz. Burada eleştirimiz var. Aydınlanmanın kutsal
bilgi havuzu olarak öne çıkarılan,
diyelim ki Galileo diyor ki dünya
yuvarlaktır, İncil’de dünya düzdür dediği için adamın canına okunmuştur. Şimdi bilginin denetlenmesi gereken bilgi ahlakı bilginin yeniden üretilmesini, bilginin
gerekirse yanlışlandığı zaman
kaldırılıp bir kenara atılmasını da
gerektirir. Bilgi ahlakı bu. Çünkü
evimizde biz manavdan çürümüş
elma, armut almıyoruz. Ama yanlış bilgileri zihnimize bir virüs gibi
yerleştirip hayatımızı onunla zehir
edebiliyoruz. Onun için bilgi ahlakı da yanlış olanı kaldırıp bir kenara bırakmayı gerektirir. Bilginin
kimliği var. Dini bilgi, ilahi bilgi,
kutsal bilgi vs diye. Bernard Shaw
İrlandalı oyun yazarı ve filozof
diyor ki “İncil’i, kutsal kitabı bir
adam hıfzetse, ezberlese hayatına
uygulamaya kalksa evlenmesine
bile izin verilmez. Onunla bir aileyi bile idare edemezsiniz.” Bakın
İncil için Shaw’ın Kara Kız kitabında dile getirdiği hakikat bu.
Yani tamamen arkaik olmuş, hayatla bağı kopmuş birçok veri var
orada. Kur’an-ı Kerim’in de müheymin özelliği var. Yani yanlışlanması ve bir kenara bırakılması
gereken bilgiler veriler için Kur’an
diyor ki bunlar kutsal kitapların
ve eski kültürlerin devrettiği verilerdir. Bunların geçerliliği yoktur.
Bu müheymin sıfatıdır. Yani kritik
eder, eleştiri ve bir kenara bırakır.
Aslında aydınlanma bilginin
kutsaldan arındırılıp onun sadece insana endekslemek ya
da dış dünyaya pozitif ilimlere
indirgenmesi, bir anlamda bu
kutsalla olan bağlantıyı kesmedi mi?
Bu genel bir yargı. Aydınlanmanın kutsalla bağı kestiği yargısı biraz abartılmış bir yargıdır bence.
Çünkü aydınlanma filozoflarının
tamamı tanrısız filozoflar değildir.
Tanrının mutlak bir varlık olarak
insanların hayatın odağında olması gerektiğini söyler aydınlanma.
Fakat Batı’nın düşünce geleneğinin itiraz ettiği ilahi geleneğin
dinin Hristiyanlık olduğunu, bu
Hristiyanlığın odağında tanrıdan
ziyade İsa figürünün bulunduğu
ve İsa’nın doğuştan günahkâr sayılarak mahkûm edildiğini, her
insanın teker teker kendi yaşamını inşa etmesinin imkânsızlığını,
her bir insanın ancak İsa tarafından redemption dediğimiz kefaret
EYLÜL 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
29
SÖYLEŞİ
yani o çarmıha gerilerek insanlığın günahının kefaretini ödemiştir. Allah da kendi oğlunu işte bu
şekilde bütün insanlık için kurban ederek sizin İbrahimi geleneğini dışlayan bir gelenektir o. Yani
İbrahim peygamber burada Tanrı
kendi oğlunu bizatihi kurban ediyor. İbrahim geleneğinde kurban
edilme yok. Dolayısıyla siz ilelebet
İsa’ya bu şekilde mahkûmsunuz.
Şimdi bunu yanlış olan bir akide
üzerine ne doğa bilimini kurabilirsiniz ne insan bilimini kurabilirsiniz. Yani bilim geleneğini
böyle bir yanlışın üzerine kuramazsınız. Buna itiraz eden aydınlanmayı da biz bir Müslüman
perspektifinden baktığımız zaman
ayrı bir aydınlanma var, Hristiyanlık açısından bakarsanız ayrı
bir aydınlanma var. Hristiyanların
mahkûm ettiği aydınlanma Müslümanlar için mahkûm edilecek
bir aydınlanma değil bana sorarsanız. Çünkü orada doğal hâli ile
insan yani günahkâr olan insan ve
o insanın üreteceği bilgi ve o bilginin yaratacağı bir ahlaki yaşam
var. Unutmayalım aydınlanma
düşüncesi hep doğal olana vurgu
yapar. Mesela doğal hukuk, doğal
din, insanın doğası. Neden? Çünkü Hristiyanlığın bunları dejenere
ettiğine inanırlar. Peki yanlış mı?
İsa’nın pozisyonu peygamberliğin
doğasının dejenere edilmesi değil
mi? Öyledir. Peki İsa’yı doğuran
ilahî ana Meryem bir kadının doğasının dejenere edilmiş hâli değil
midir?
Diyelim ki bunları bir tarafa
koyup ayrıştırdı. Onun yerine koyduğu bilginin ahlakiliği
veya onun yerine koyduğu bilginin hakikati noktasında ne di-
30 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2015
Batı tarihin sonu olarak
kavramsallaştırdığı şeyde
şunu söyler: insanlığın
bütün tarih boyunca hedefi
yaşayıp liberal, demokratik
bir kültür üretmekti o da
geldi ve üretildi. Bundan
sonra alternatif ya da
paralel herhangi bir şey
üretmenin imkânı yoktur.
Çünkü Batı tarihin sonu olarak
kavramsallaştırdığı şeyde şunu
söyler: insanlığın bütün tarih boyunca hedefi yaşayıp liberal, demokratik bir kültür üretmekti o
da geldi ve üretildi. Bundan sonra
alternatif ya da paralel herhangi
bir şey üretmenin imkânı yoktur.
Şimdi bu insan her insanın her
adımı yeni bir başlangıçtır diyen
aydınlanmanın ve modernitenin
kendi kendini çökertmesidir.
yebiliriz? Aydınlanma doğru bir
yerde mi?
Bu Batı düşüncesi ile Batı yaşamı
arasında bir simetri yok. Şöyle diyelim. Mesela Batı’nın insan algısı
çok pozitiftir fakat bu Batılı insan
için böyledir. Batı’nın dışındaki
Doğulu insan için, sömürdükleri
insan için bu hak ve hukuk söz
konusu olmamıştır. Onun için biz
koloni dönemlerinden, sömürge
dönemlerinden bahsederiz. Edward Said’in oryantalizmi yazmasının sebebi budur. Hayatının
büyük bir kısmını Amerika’da yaşamış birisi olarak Batı’dan bahsederken Batı’nın Orient yani Doğu
algısını inanılmaz bir şekilde eleştirir. Şöyle denir “West and the
rest (Batı ve geri kalanı).” Bu korkunç bir paradigmadır. Batı’nın
kendi dışındaki toplumlarla ilişkisini çarpık bir şekilde kurmasının
arkasında bana sorarsanız Yahudilik açısından bakarsanız sürgün
hayatının getirdiği bir saldırganlık, Hristiyan açısından bakarsanız Yahudi inancı ile Roma’nın
siyaseti arasında sıkışmış olmanın
getirdiği, burada Filistin’den bahsediyorum, ilk doğuş ortamında
katı Yahudi inancı ve diktatör bir
Roma siyaseti arasındaki o sıkış-
Güzel bir soru. Orada aydınlanmanın kendisi değil ama aydınlanmanın bir türevi olarak modernizmin yarattığı bir sorun var. O
da şu: aydınlanma ve modernizm
Batı’da üretilen bir düşünme ve
yaşam biçimi ve kendisi dışındaki yani Batı toplumları dışındaki
insanlarla ilgili algısı sakat doğdu.
Kendisini merkeze koydu yani
ben ve öteki yahut merkez ve çevre terimleri üzerinden bir yaşam
kurdu. Bu da bir tekel oluşturdu
ve tek tip modernlik algısı yarattı.
Meşhur Kur’an mütercimi Muhammed Esed’in oğlu Talal Esed
antropologdur. O tek bir modernlik mi yoksa çoklu modernlikler
mi diye bir tartışma açar ve Batı
dışında da Batı’nın getirdiği aydınlanma, Batı’nın getirdiği bilgi
anlayışının dışında çok farklı modernlikte, çok farklı gelişmişliklerin mümkün olduğunu ve bunların da meşru olarak görülmesi
gerektiğini söyler. Niye böyle bir
savunmaya gidiyoruz biz, niye
böyle bir talepte bulunuyoruz biz.
Aslında bu bir anlamda kendi
kendilerini imha etmeyi ve bitişi de gösteriyor değil mi hocam?
SÖYLEŞİ
mışlık, gerilim onların genetiğine
sinmiştir ve tarih boyunca o azınlık psikolojisi ile sürekli kendi dışındaki toplumları ötekileştiren,
imkân bulduğunda sömüren,
onların yokluğunu kendi varlığının sebebi sayan bir Batı anlayışı
maalesef gelişmiştir. Anglosakson
kültürü de böyledir, continental
dediğimiz kıta Avrupası kültürü
de maalesef böyledir. İşin güzel
tarafı postmodernite dediğimiz
modernite sonrası felsefe Batı’nın
bu yıkıcı, tahrip edici tarafını
kendi içinden eleştirmiştir. Yani
Cezayir’de Fransızların bir milyon
insanı öldürmesine ilk karşı çıkan
Fransız postmodernistleri ve varoluşçularıdır. Bakın Batı’nın orada
avantajı bence kendi içerisinde
bilgi ahlakı gereği bu isyanı…
ilerleme ile birlikte biliyorsunuz bir bilgi elde edildi ve bu
bilgi ile de inanılmaz gelişmeler yaşandı bütün dünyada. Sonuçta bizim geldiğimiz nokta
Hobbs’un da ifade ettiği gibi bilgi güçtür. Yani bilginin yüceltilmesi ve gerçekten de bilgili olan
da güçlüdür şeklinde bizim geleneğimizde de karşılığı olan
bir şeye evrildi diyebiliriz. Peki,
Batı dünyasının bilgiyi iktidarın aracı olarak görürken İslam
dünyasında bugün bilginin gücünün farkında olamaması mı
söz konusu yoksa Müslümanlar olarak biz bu bilgelik ahlakından ödün mü verdik? Nasıl
bu duruma geldik? Bunun bir
kıyaslamasını yaparsak neler
söylersiniz.
İlim sahibi olanların ahlakına
da geleceğiz ama burada onların
aydınlanma ile birlikte oluşan o
O da çok yanlış anlaşılan ve yorumlanan bir şey bana sorarsanız. Yani bilgi güçtür şöyle anla-
şılmalı bence. Bilge kime gelir,
sirayet ederse, kime oturursa,
kimi mesken edinirse onu güçlü
kılar. Bunda yadırganacak bir şey
yok Allah’ın isimlerini koyun yan
yana. Allah’ın üç tane hem kelam
geleneği hem de yunan geleneği
hem de İslam düşüncesi geleneği
Allah’ın üç sıfatını özellikle yan
yana koyar ve bunlarsız sistem
kurulmaz der. Bunlardan bir tanesi Allah’ın ilmi (saintia), ikincisi
Allah’ın kudreti (potentia), üçüncüsü Allah’ın iradesi (voluntas)’tır.
Önce saintia yani bilgisi, ilmi var.
Ondan sonra potentia yani o bilgi
kudretle birleşir, o kudret voluntas yani ona bir şey yaptırır, onu
irade eder. Şimdi âlemi yaratmayı irade eden bir Allah. Âlem çok
büyük bir olay, bunu yapmak için
bu iradeyi göstermek için bunu
yapacak kudretin olması lazım, o
kudret olmadan girişin, yapamazsınız. Çöker. Bütün bu kudretin
EYLÜL 2015 DİYANET AYLIK DERGİ 31
SÖYLEŞİ
Türkçe’de çok güzel bir söz var: yapa-bilmek, ede-bilmek, göre-bilmek… Bilmek
son eki, yapıp ettiğimiz her şeyin, eylemlerimizin bir bilgi temelinden aslında
hareket ettiğini ama herkesin göre-bilmediğini, yapa-bilemediğini de biliyoruz.
de sağlanabilmesi için bilgi lazımdır. Bilmediğiniz bir şeyi yapabilir misiniz? O bilgi, o kuşatıcılık.
Dersiniz ki bu yapmaya değer,
öyle bir dünya tasarımladınız ki
gezegenler, yıldızlar muhteşem.
Bu yapmaya değer diyorsunuz. O
bilgi sizi yapmaya itiyor. Diyorsunuz ki mesela çıksam da ben beş
on fakire bugün kumanya götürsem. Sonra kumanyayı verdiğiniz
zaman yüzlerindeki o sevinci,
hissi, minnettarlığı gözünüzün
önüne getiriyorsunuz ve diyorsunuz ki ben bunu yapayım. Bilmek
yetmedi. O yüzdeki his, o güzellik
sizi bunu yapmaya itti. Kalktınız
gittiniz irade ettiniz ve onu yaptınız. Bilgi güçtür bu demektir.
Hocam ben de tam oraya geldim. Kur’an-ı Kerim’de biliyorsunuz Bakara suresinde Allah:
“Allah bütün isimleri Âdem’e
öğretti.” buyuruyor. Ve bunun
neticesinde insanların kavramları öğrenen ve yeni kavramlar
üreten yönüne de işaret ediyor.
Dolayısıyla İslam ahlakına göre
insan aynı zamanda bilgiyi elde
ettiği kadar bunu üretmekle de
yükümlü bir varlıktır. Peki, bu
bilgi üretmenin ahlaki yükümlülüğünü biz yerine getiremedik mi, insan bununla ne kadar
sorumludur? Biz bunu nasıl
kaybettik?
İnsanın asgari ihtiyacı nedir? İnsan karnını doyuracak yani bes-
32 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2015
lenecek. Şöyledir. Alman oyun
yazarı Brecht’in sözüdür: “Önce
gelir tıkınmak sonra gelir ahlak.”
diye. Burada tıkınma kelimesini
kasıtlı olarak kullanıyor. Diyor ki
karnını doyurmadığınız insanlardan ahlaklı olun diye slogan atmanızı beklemiyor. Ayrıca aç olup
ahlaklı olanlar için ise erdemdir
diyor. Ama aç olan insanlardan
bunu beklemeyin. Bence dünyanın şu anda temel sorunu çevre
felaketleri, savaşlar, güvensizlik.
Bütün bunların temelinde ekonomi var. İnsanların çok büyük
bir kısmı aç ve bu insanların çok
büyük bir kısmı dünyada bir adaletin olmadığına inanıyor. Dünya
adil bir dünya değil diyorlar. İşte
biz burada bunu kaybettik diyebiliriz.
Sorunuzun diğer kısmı bilginlere
ulemaya düşen nedir? Sorumluluğumuz nedir? Tespiti yaptık,
teşhisi bu: Bu Batı geleneğinde iki
teolojiden bahsediliyor. Birisi görkem teolojisi, diğeri de haç teorisi
yani İsa’nın çarmıha gerilmesi. Ya
acılardan bahsedersiniz. Acılar,
ıstıraplar, karnımız aç dersiniz.
Bunu Latin ülkeler yapar. Aç ülkeler, açlık edebiyatı yapar. Bir de
görkem teolojisi. Bu teolojide çok
lüks sorunlar tartışılır. Üst düzey
felsefi sorunlar tartışılır. Çünkü adamların karnı toktur, sırtı
pektir. Aslında bu güzeldir. Keşke herkesin karnı tok olsa ve hiç
kimse açlık tartışmasa. Müslüman
ulema iki sorunu da tartışıp beraber götürecek bir söylem bir retorik geliştirmesi lazım. Müslüman
ülkelerin içinde bulunduğu toplumsal sorunları, çocuk ölümlerini, kadınlarla ilgili algıyı, her şeyi
bir kenara bırakıp da salt felsefi
tartışmalar yapalım demek olmaz.
Maalesef oraya henüz geçemedik.
Çünkü bizim ayağımızı bağlayan
çok sayıda toplumsal sorunlar
var. Ve biz bunlardan kurtulamadık henüz. Dolayısıyla dünyanın
daha iyi bir dünya olmasında bizim rolümüz nedir.
Bence bilgi ahlakı da çok güzel bir
başlık. Bir şey biliyoruz. Herkes
bunu biliyor ama bildiğimizin gereğini yapmak için ya yeteri kadar
irademiz ya da yeteri kadar gücümüz yok. Az önce andığımız üç
sıfatın birlikte düşünülmesi lazım.
Allah’ın ilim, irade ve kudreti. Bütün insanlar sahip oldukları ilmin
mutlaka onlara bir şey yaptırması gerektiğini düşünmesi lazım.
Böyle bir irade geliştirmek lazım.
Yapabileceğimiz mutlaka bir şey
var. Bir sivil toplum kuruluşunda
bir şey yapabiliriz. Siyasal partide
bir şey yapabiliriz. Üniversitede
bir şey yapabiliriz. Türkçede çok
güzel bir söz var: yapa-bilmek, ede-bilmek, göre-bilmek… Bilmek
son eki, yapıp ettiğimiz her şeyin,
eylemlerimizin bir bilgi temelinden aslında hareket ettiğini ama
herkesin göre-bilmediğini, yapabilemediğini de biliyoruz.
DİN DÜŞÜNCE YORUM
İstanbul’dan Mekke’ye gönderilen
imparatorluk hediyeleri (1860)
Haccın Evrensel Boyutu
Prof. Dr. Ali ERBAŞ
DİB Eğitim Hizmetleri Genel Müdürü
Kutsal mekân, kutsal zaman ve
bu mekânların ibadet maksadıyla ziyaret edilmesi anlayışı tarih
boyunca kabile dinlerinden millî
ve evrensel dinlere kadar pek çok
inançta hep olagelmiştir. Yakın
Doğu’da milattan önce ikinci bin
yıldan itibaren hac mekânları
özellikle şehir kültürünün yaşadığı yerlerde teşekkül etmiştir.
Eski Mısır’da büyük tapınakların duvarlarındaki birçok resim
ve yazı ve ayrıca bu tapınakların
çatılarında bulunan “hacılara ait
ayak izleri” gibi bulgulardan hareketle eski Mısırlıların hac uygulamalarının mevcut olduğu
kanaati ortaya çıkmaktadır. (Ömer
Faruk Harman, “Hac”, DİA, XIV, 383.) Eski
Yunan’da Delos, Delphes, Eleusis, Efes, Epidaure, Olimpus gibi
yerler bu tür tapınakların bulunduğu en büyük panhellenik merkezlerdir. (A. Motte, “Pelerinages Grecs”,
EYLÜL 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
33
DİN DÜŞÜNCE YORUM
Hindular, mesleğine ya da iş durumuna göre senede bir sefer iş sıkıntılarından, aile kaygılarından
ve kast kurallarından uzak bir
hayatı teneffüs etmek için ilahiler eşliğinde kalabalıklar hâlinde
birkaç günlüğüne hac merkezi
olarak kabul edilen yerlere doğru hac yolculuğuna çıkarlar. (Guy
Dictionnaire des Religions, II, 1556.)
Deleury, “Pelerinages Hindous”, Dictionnaire
Budist hac geleneğinin en karakteristik özelliği,
Buda’nın hatıralarının saklandığı
stupaların (içinde kutsal emanetlerin saklandığı anıtlar) veya
diğer kutsal yerlerin etrafında
des Religions, II, 1558.)
34 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2015
saygıyla dönmektir. Eski Ahit’in
bazı metinlerinden, Yahudi erkeklerinin yılda üç defa Kudüs’te
Yahve’nin huzurunda bulunmak
zorunda olduğu anlaşılmaktadır.
(bk. Çıkış, 23:14, 17; 34:23.) Hristiyanlıkta ise pek çok hac mekânı yılın
her gününde ziyaret edilerek hac
görevi yerine getirilir.
Kısaca söylemek gerekirse İslam öncesine ait neredeyse tüm
inançlarda şu ya da bu şekilde
haccın mevcudiyeti evrensel bir
ibadet oluşunun bariz bir kanıtıdır. Ancak İslam’daki gibi zamanı
ve mekânı vahiyle belirlenmiş,
belli ölçüde zengin olanlar için
farz kılınmış, edasının ve kabulünün şartları ortaya konulmuş
düzenli bir hac uygulamasına
diğer dinlerde rastlanılmamaktadır. Hac mekânları olarak kabul
edilen yerler senenin her günü ziyaret edilerek hac yapılabilmektedir.
Kur’an’da her ümmete bir peygamberin gönderildiğinden bahsedilmektedir. (Yunus, 10/47.) Dolayısıyla kendilerine gönderildikleri
toplumlara tebliğ ettikleri inanç
ve ibadet esaslarından bir kısmının bazı değişikliklerle devam
ettiği bir vakıadır. Bu konuda
elimizdeki en önemli iki kriter
DİN DÜŞÜNCE YORUM
Milyonlarca Müslüman her yıl “Lebbeyk Allahümme lebbeyk. Lebbeyke lâ şerîke leke lebbeyk. İnne’l-hamde venni’mete leke ve’l-mülk. Lâ şerîke lek.” diyerek bu evrensel ibadet
için Kâbe’de, Safa ve Merve’de, Arafat’ta, Müzdelife’de, Mina’da bir araya gelir.
Kur’an ve sünnettir. Bu esasların
hangilerinin ne kadar değişikliğe
uğradığını, Kur’an ve sünnete ne
kadar uygun olup olmadığına bakarak anlamaya çalışırız. Tahrife
uğrayarak da olsa haccın neredeyse bütün inançlarda mevcut
olması; önceki peygamberlerden
miras olarak gelen, Kur’an ve
sünnet ile tashih edilerek İslam’a
intikal eden evrensel bir ibadet
olduğunu göstermektedir.
O zaman Kur’an ve sünnet bağlamında haccın evrensel özelliklerini tahlil etmeye çalışalım. Bu
bağlamda mekân olarak evrensel
özelliği olan Kâbe’yi ilk önce ele
almamız gerekecektir. Kur’an-ı
Kerim bu hususa şöyle işaret
etmektedir: “Şüphesiz insanlar
için kurulan ilk ibadet evi elbette Mekke’de, âlemlere rahmet ve
hidayet kaynağı olarak kurulan
beyt (Kâbe)’dir. Onda apaçık deliller, Makam-ı İbrahim, vardır.
Oraya kim girerse güven içinde
olur. Yolculuğuna gücü yetenlerin haccetmesi Allah’ın insanlar
üzerinde bir hakkıdır. Kim inkâr
ederse (bu hakkı tanımazsa),
şüphesiz Allah bütün âlemlerden
müstağnidir. (Kimseye muhtaç
değildir, herkes ona muhtaçtır.)”
(Âl-i İmran, 3/96-97.)
Ayet-i kerimede haccın evrenselliğini teyit eden en önemli husus
hac mekânı Kâbe’nin, göklerde
meleklerin tavaf ettiği “el-Beytü’lMa’mur”un (Tûr, 52/4.) izdüşümü
olarak müminlerin ilk ibadet evi
olması ve pek çok peygamber ile
ilişkisinin bulunmasıdır. İsrailoğulları ve İsmailoğullarının en
ulu ataları olan Hz. İbrahim ve
oğlu Hz. İsmail tarafından yapılmış olması ve “Makam-ı İbrahim”
diye anılan bir bölümün Kâbe’nin
kapısının önünde bulunması da
bunu desteklemektedir. Yani tarihsel olarak da hac mekânı belli
bir ırka ait değil, asırlar boyunca
pek çok ırkın kutsal olarak ibadet yeri olmuştur. Her korkan
için Kâbe’nin bir sığınak olması
dolayısıyla buraya giren herkesin güven içinde bulunması, Hz.
İbrahim ve Hz. İsmail’in inşa ettikleri günden beri bunun böyle
olduğu, hatta Arap cahiliyesinde
de aynı özelliğini korumuş olması hac ibadetinin kalbi olmasının
en önemli hikmetlerinden sayılmaktadır.
Hz. İbrahim’in dininden ve bu
dinin temsil ettiği saf tevhitten
uzaklaşılan dönemlerde bile bu
yüce evin dokunulmazlığına saygı gösterilmiştir. “Çevrelerinde
insanların zorla yakalanıp kapılmasına rağmen orayı emin bir yer
yaptığımızı görmediler mi?” (Ankebut, 29/67.) ayeti bu hususu açıkça
ortaya koymaktadır. Çevresinde
avlanmanın, hayvanları yuvasından kovmanın ve ağaçları kes-
menin haram olması da Kâbe’nin
üstünlüklerindendir. Bu kadar
özelliği kendisinde toplayan ve
“Beytullah” (Allah’ın evi) isimlendirmesiyle özel bir taltife layık
görülen bu en mukaddes mekân,
“Yolculuğuna gücü yeten herkesin Kâbe’yi haccetmesi insanlar
üzerinde Allah’ın bir hakkıdır.”
(Âl-i İmran 3/97.) ifadesiyle Allah tarafından farz kılınan bir ibadetin
merkezi olarak takdir edilmiştir.
Haccın, Müslümanların yıllık genel kongresi olarak değerlendirilmesi onun evrensel boyutunu
ortaya koyan en önemli taraflarından birisidir. “Hani biz Kâbe’yi
insanlara toplantı ve güven yeri
kılmıştık…” (Bakara, 2/125.) ayeti ile
dünyanın her tarafından Müslümanlar; davalarının doğduğu, babaları İbrahim’in eliyle Hanif dininin başladığı ve yüce Allah’ın,
yeryüzünde kendisine ibadet
edilen ilk ev kıldığı Kâbe’nin yanında yıllık genel kongrelerini
gerçekleştirmeye davet edilmektedir. İnsanları bu yüce mananın
etrafında toplayan ve onları Rablerine bağlayan haccın böylesine
bir amacı ve hatırası vardır. (bk.
Seyyid Kutub, Fîzilâli’l-Kur’an, Bakara 125’in
tefsiri.)
Bu sebeple milyonlarca Müslüman her yıl “Lebbeyk Allahümme lebbeyk. Lebbeyke lâ şerîke
leke lebbeyk. İnne’l-hamde ven-
EYLÜL 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
35
DİN DÜŞÜNCE YORUM
ni’mete leke ve’l-mülk. Lâ şerîke
lek.” (Buyur Allah’ım buyur, işte
buradayım, kapına geldim. Senin eşin, benzerin yoktur. Her
türlü hamt ve nimet sana aittir.
Mülk senindir. Senin eşin, benzerin yoktur.) diyerek bu evrensel ibadet için Kâbe’de, Safa ve
Merve’de, Arafat’ta, Müzdelife’de,
Mina’da bir araya gelir. Etnik
kökeni, dili, rengi, maddi durumu, eğitim seviyesi vs. pek çok
özelliği farklı olmasına rağmen
dünyanın merkezi Kâbe’nin etrafında omuz omuza tavaf etmeleri, kâinattaki her şeyin âlemlerin
Rabbinin takdir etmiş olduğu
ecel doğrultusunda O’na doğru
sürekli bir hareket hâlinde olduğunun sembolik bir ifadesidir.
Allah’ın şeairinden olan Safa ve
Merve (bk. Bakara, 2/158.) arası yapılan sa’y Hz. Hacer’in, yavrusu
İsmail’e su bulmak için çırpındığı
gibi Müslümanların da aç-susuz,
fakir-fukara, mazlum ve mağdur
insanları içinde bulundukları
durumdan kurtarmak için çırpınmaları gerekliliğini sembolize
eder. Her ırktan, her renkten,
her dilden, her seviyeden insanın bembeyaz ihramlar içerisinde Arafat’ta vakfeye durması bir
mahşer provasıdır ve evrensellik
adına insanoğlunun ulaşabileceği
zirve noktadır. Allah Rasulü’nün
Arafat’ta okuduğu Veda Hutbesi’ndeki “Ey insanlar! Rabbiniz
birdir. Babanız da birdir. Hepiniz
Âdem’in çocuklarısınız. Âdem ise
topraktandır. Arap’ın Arap olmayana Arap olmayanın da Arap
üzerine üstünlüğü olmadığı gibi
kırmızı tenlinin siyah tenli üzerine siyah tenlinin de kırmızı tenli
36 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2015
Dünyevileşme hastalığının
çepeçevre kuşattığı
günümüz müslümanının
yaratılış gayesini yeniden
hatırlaması için en uygun
yer ve zamandır hac.
üzerine bir üstünlüğü yoktur.
Üstünlük ancak takvadadır. Allah yanında en kıymetli olanınız,
en muttaki olanınızdır.” sözlerindeki evrensel boyut gerçekten de
sınırları zorlamaktadır.
Pek çok inançta kötülüğün temsilcisi olarak telakki edilen; Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam’da
ise “şeytan” olarak isimlendirilen
varlığın Allah’ın lanetine uğradığında söylediği “…yemin ederim
ki ben de onları saptırmak için
senin dosdoğru yolun üzerinde
oturacağım, sonra onlara pusu
kurup önlerinden, arkalarından,
sağlarından ve sollarından sokulacağım ve sen onların çoğunu
şükreden (kimse)ler bulmayacaksın” (Araf, 7/16-17.) sözüne karşı gelişlerini göstermek ve canlı
tutmak için Müslümanların tıpkı
Hz. İbrahim, Hz. Hacer ve Hz.
İsmail gibi onu taşlayarak göstermeleri ibadetlerdeki sembolizmin yine zirve noktalarından birisidir. Müslümanlar şeytanın orada olmadığını, “eğer Rahman’ın
zikrinden uzak yaşarlarsa her an
şeytanın kendi yanı başlarında”
(bk. Zuhruf, 43/36.) olacağını bilmektedirler. Tavaf, sa’y, Arafat vakfesi
vs. nasıl sembolik özellikler taşıyorsa şeytan taşlamanın da ben-
zer sembolik bir anlamı vardır.
Böylece Müslümanlar, şeytanı
her zaman ve her yerde yanlarından uzaklaştırmayı zihinlerine
mıhlarcasına unutmamak için
böyle bir uygulama gerçekleştirmektedirler.
Allah’ın (dininin) şeairinden (nişanelerinden) olan (bk. Bakara, 2/158.)
hac tüm boyutlarıyla yeniden
bir akitleşmektir. Dünyevileşme
hastalığının çepeçevre kuşattığı
günümüz Müslümanının yaratılış gayesini yeniden hatırlaması,
yüzlerce farklı ırktan, renkten,
seviyeden Müslümanın yüz yüze
görüşerek birbirlerinin dertlerini, hüzünlerini, problemlerini,
başarılarını, mutluluklarını vs.
paylaşmaları, mazlumların, mağdurların, açların, susuzların, fakir
fukaranın, garip gurebanın, savaş
ve terör mağdurlarının dertlerine
çözüm aramanın en uygun yeri
ve zamanıdır hac.
Şimdi günümüzde yapılan hac ile
ilgili bir özeleştiri yapalım. Öncelikle şu hususu ifade etmemiz gerekir ki, yukarıda temas ettiğimiz
teorik planda “Müslümanların yıllık genel kongresi” olarak değerlendirdiğimiz haccı pratiğe pek
yansıtabildiğimiz
söylenemez.
Müslümanların yaşadığı topraklar
kanla, ölümle, açlıkla, susuzlukla,
terör örgütleriyle yangın yerine
dönmüşken bu yangını söndürmek için yapılması gerekenlerle ilgili bir program, proje yıllık genel
kongrede Müslümanların gündeminde maalesef yer almamaktadır.
Dünyada her üç buçuk saniyede
bir insan -ki bunların tamamına
yakını Müslüman- açlıktan ölü-
DİN DÜŞÜNCE YORUM
yor. Bu insanları açlıktan kurtarmak için neler yapılmalı diye dert
edinip çözüm üretme noktasında
imkân ve iktidar sahiplerinin herhangi bir projesi bulunmamaktadır. Tam aksine aşiret reislerinin
birisinin bile serveti milyonlarca
Müslümanı açlıktan kurtarabilecek durumda iken özel uçaklarıyla aşiret boyu tatil mekânlarında
yaptıkları israflar hiç gündeme getirilmiyor. Gelişmişliğin en önemli üç ayağı sağlık, eğitim ve ekonomi alanlarında İslam ülkeleri-
nin durumunu iyileştirme ile ilgili
herhangi bir projeden bahsedilmiyor. Paylaşım medeniyetini kuran İslam’ın zekât, sadaka, infak,
isar, karz-ı hasen, yardımlaşma vs.
geliştirdiği sosyal denge kanalları
yeterince çalıştırılmıyor. AB’nin
zorda olan üye ülkelere yaptığı
yardıma benzer yardım kararları
zengin Müslüman ülkeler tarafından fakir Müslüman ülkeler için
alınmıyor. Batılılar 40 parçayı bir
araya getirip AB’yi kurarak büyük
bir güç odağı hâline getirmeye
çalışırken, 40 parçaya bölünmüş
İslam milletinin bu parçalarından
her birini de bölmeyi hedefleyen
projelere karşı Müslümanların
yıllık kongresi diye iftihar ettiğimiz hac günlerinde kimsenin kılı
kıpırdamıyor. İç savaşlar ve terör
olayları yüzünden evini, yurdunu
terk edip başka ülkelere sığınan
muhacirlerin problemleri masaya yatırılıp, hem Müslümanların
birbirlerini öldürmemeleri hem
de muhacirlerin durumları gibi
konular müzakere edilmiyor ve
böylece hac günleri gereği gibi
değerlendirilmiyor. Kimse dönüp
de Türkiye’ye “İki milyonu aşkın
Suriyeliyi ülkende nasıl barındırabiliyorsun, bu konuda bir ihtiyacın var mı?” diye sormuyor.
Birleşmiş Milletler Teşkilatı’ndan
sonra ikinci büyük uluslararası
teşkilat olduğu iddia edilen İslam
İşbirliği Teşkilatı’nın dahi Müslümanların yıllık genel kongresi
hac günlerinde bu sorunlarla ilgili herhangi bir etkinliğine şahit
olamıyoruz.
Peygamberimizin
“Bir kimse bir müminin dünya
sıkıntılarından birini giderirse,
Allah da kıyamet gününde onun
sıkıntılarından birini giderir. Bir
kimse darda kalana kolaylık gösterirse Allah da ona dünya ve ahirette kolaylık gösterir. Bir kimse
bir Müslümanın ayıbını örterse,
Allah da onun dünya ve ahiretteki ayıplarını örter. Mümin kul,
din kardeşinin yardımında olduğu sürece Allah da o kulun yardımındadır…” (Müslim, Zikir, 38.) sözündeki paylaşım ruhu, evrensel
özellikler taşıyan nebevi ilke hac
günlerinde gündeme gelmeyecek
de ne zaman gelecek!
EYLÜL 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
37
DİN DÜŞÜNCE YORUM
Bir Rüyanın Peşinde
K u rba n
Dr. Halide Yenen
Uzman Vaiz
“Oğulcuğum! Rüyamda seni boğazladığımı görüyorum.” (Saffat,
37/100.) demişti bir gün biricik oğluna Hz. İbrahim, “Bir düşün, sen
ne görüyorsun.”
Hz. İsmail’in ne gördüğüne ilişkin
bilgi verilmez Kur’an-ı Kerim’de.
Sadece şu cevabı nakledilir: “Babacığım! Emrolunduğun şeyi
yap. Beni inşallah sabredenlerden
bulacaksın.”
Hz. İbrahim rüyasında görmüştü oğlunu kurban ettiğini. Hangi
hâlet-i ruhiye içinde uyanmıştı,
anlatılmaz Kitabımızda. Tabir
etmemiş, olduğu gibi aktarmıştı
38 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2015
rüyasını oğluna. Duyduğunda,
iç dünyasında neler olup bitmişti
Hz. İsmail’in, bunu da bilmiyoruz. O da yorumlamak yerine teslim olmuştu babasının düşüne.
İbnü’l-Arabi, rüyanın mekânının
hayal âlemi olduğunu, duyu ile
mana arasındaki bu âlemin anlamı dilediği surette biçimlendirdiğini söyler. Rüyanın tabir
edilmesinin nedeni işte tam da
budur; gerçekte falan tarzda olan
bir şeyin rüyada başka bir tarzda
görünmüş olması. Tabir ise, görünen suretten başka bir şeye, asıl
anlama geçmek demektir. Örneğin bilgi, rüyada ‘süt’ şeklinde görünebilir. Doğru bir tabirde, tabir
eden kimse, rüyada görünen suretten gerçekteki duruma geçer
ve onu ‘bilgi’ diye yorumlar.
Tabiri gerektirmeyen rüyalar da
vardır elbet. Düşte görünen olduğu gibi çıkarsa, bu tabiri olmayan rüyadır. İbnü’l-Arabi, Hz.
İbrahim’in rüyasını tabir etme
yerine tasdik ettiğini belirtir. O,
rüyasında oğlunu boğazladığını görmüştü. Oğlu bir metafordu; aslında, kurbanlık bir koçtu
görünen. Hayal onu, oğlunun
suretinde biçimlendirmişti. Hz.
İbrahim ise rüyasını tabir etmek
yerine tasdik etmişti.
Tabir etseydi ne olurdu, bilmiyoruz. Gösterilen oğuldu, gösteren
ise Rabbi. Rüyasında, hayal gözüne göstermişti oğlunu boğazladığını Rabbi. Belki de Rabbi
tarafından yorumlanmasını istedi
rüyasının. Hayal gözüyle gördüğü şeyin aslını beden gözüyle de
göstermesi için rüyasını gösterene teslim olmayı tercih etti.
DİN DÜŞÜNCE YORUM
Yıllar önce Urfa’da, Nemrut’un
emriyle ateşe atılırken takındığı
tavrın aynısı değil miydi bu tutumu? Devasa bir odun yığını tutuşturulmuş, alevler kısa sürede her
taraftan yükselmiş, âdeta bir ateş
dağına dönüşmüştü. Yanmakta
olan bu kuvvetli ateşe uzaktan,
mancınıklarla atılmıştı Hz. İbrahim. Ateşe atılmak üzereyken “Allah bize yeter, O ne güzel vekildir”
duasıyla sadece ve sadece Rabbine
sığınmıştı. Her şey O’nun emrinde değil miydi! Ne ateşin hükmü
olurdu ne de tanrılık iddiasındaki Nemrut’un emirlerinin. “Ol”
derdi O, oluverirdi her şey. Ateş
yakmaz olurdu, su boğmaz. Allah
Teala ateşe, “Ey Ateş! İbrahim’e
serinlik ve esenlik ol!” demişti de
ateş ona hiçbir zarar vermemişti.
Bu sefer de öyle yaptı belki de Hz.
İbrahim. Bıçağın hakiki sahibine,
oğlunu ve ona karşı kalbinde taşıdığı sevgiyi kendine verene, rüyasını gösterene sığınıp teslim oldu.
O dilerse, bıçak kesmez olurdu.
Kesmeyi dilemişse Halilullah’a
teslim olmak düşerdi.
Babasının Babil’de, Ur, Harran
ve Urfa’da yaşadıklarından habersiz olamazdı oğlu Hz. İsmail;
onun teslimiyetinden de. Annesi
Hacer’in o ıssız, kuş uçmaz kervan
göçmez çorak, susuz topraklarda
bebeğiyle bir başına kaldığında
gösterdiği metanetten ve teslimiyetten de. Allah emretmişti orada
bırakılmalarını; böyle söylemişti
eşi Hz. İbrahim. O hâlde Hacer’e
düşen “Allah bize yeter, O bizi korur” teslimiyetiydi. Ve şimdi aynı
teslimiyeti Hz. İsmail gösteriyordu: “Babacığım! Emrolunduğun
şeyi yap. Beni inşallah sabredenlerden bulacaksın.” diyerek.
Baba oğul, her ikisi de Rablerine
sığınıp bir rüyaya, rüyayı gös-
Tabir etseydi ne olurdu,
bilmiyoruz. Gösterilen
oğuldu, gösteren ise
Rabbi. Rüyasında, hayal
gözüne göstermişti
oğlunu boğazladığını
Rabbi. Belki de Rabbi
tarafından yorumlanmasını
istedi rüyasının.
terene teslim olduklarında, “Ey
İbrahim!” diye seslenmişti Allah
Teala, “Rüyana gerçekten sadakat
gösterdin. Biz ihsan sahiplerini
böyle mükâfatlandırırız. Bu kesinlikle apaçık bir imtihandı.” (Saffat,
37/104-106.)
Hz. İbrahim bu sefer oğluyla birlikte geçmişti bir sınavın içinden
ve yine kazananlardan olmuştu.
Oğluna bedel olarak büyük bir
kurbanlık verilmişti kendisine ve
onu boğazlamıştı Allah’ın adıyla
Hz. İbrahim.
Kurbanlarımızı izlerken
Peygamberimiz, Hz. Fatıma’dan
kurbanı kesilirken onu izlemesini istemiş ve “onun akıtılan ilk
damlası ile senin geçmiş günahların affedilecek” demiştir. (İbn Mace,
Edahi, 3.)
Hz. Fatıma ne hissetmişti, ne düşünmüştü kurbanını izlerken bilmiyorum.
Kalabalıklaşan, yükselen binalarla
yerin üzerinde çok katlı mekânlar
oluşturduğumuz şehirlerde topraktan, tabiattan hatta insandan
ve gökyüzünden uzak mekanik
bir hayatın içindeyiz. Kesilirken
görmediğimiz kurbanlarımız paketlenmiş et olarak geliyor kapı-
mıza; kasaptan almış gibi. Ya da
bize hiç uğramadan ekranlarda
gördüğümüz ülkelerde yaşayan
insanlara ulaşıyor. Kurbanımızdan akan o ilk damla kanı hiç
görmüyoruz. Görebilseydik, kan
ve toprak ve Allah arasında bir
bağ kurabilseydik bir şeyler değişir miydi yaşantımızda?
Çocukluğumda, evimizin avlusunda kesilen kurbanımıza bakıyorum hayal penceremden.
Elimizde büyümüştü. Biberonla
beslemiştik annesini kaybettiğinde. Daha dün el değmemiş
yapraklarla beslemiştim onu. O
bayram sabahı, onu, toprak üzerinde, gözleri bağlı kıbleye doğru
yatırılmış olarak gördüğümde Hacer annemizin hüznü müydü kalbimdeki bilmiyorum. Ama o an,
bıçağın şah damarına dayandığı
o anda, “Bismillahi Allahü ekber”
nidasının kulaklarda yankılandığı
o anda, işte o anda bir İsmail olup
hayat bulmuştu sanki kuzumuz.
Kan dökülüyordu açılmış küçük
çukura, balçığa dönüşüyordu
toprak. Kan/su ve toprak, bedenimizin ham maddesi. İlahî bir
el dokunuyor ve şekil veriyordu
balçığa; rahmani bir nefes can veriyordu ona. Kurbanımızın yüce
amacıydık biz, yani insan.
Televizyondan gelen sesle irkiliyorum. “18 günde 62 can teröre
kurban verildi.” Terör cana kıyma,
malı telef etme, yüreklere korku
salmanın adıydı; kurban ise, yaklaşmanın. “Cinayete kurban gitti.
Trafik canavarına kurban gitti.
Cehalete kurban gitti. Canlı bomba olarak kendini kurban etti…”
İnsanın kurban edilmesine ilişkin
daha nice haberler sökün ediyor
belleğimde.
Kuzumuz kurban olarak insana
yaklaşmıştı. O artık hayvanlar-
EYLÜL 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
39
DİN DÜŞÜNCE YORUM
Kan o kadar çok akıyor ki kurban kesen toplumlarda! Hayır,
kurbanlık hayvanların kanından bahsetmiyorum. Kardeş
kanıdır, insan kanıdır akan! Oysa galibi ve mağlubu olmayan
bir savaştan arta kalan köleliktir sadece.
dan bir hayvan değildi; bizim
kurbanımızdı, bizi Allah’a, ilk
yaratılışımıza, ilk insana ve insaniyete yaklaştıran bir bağdı. Ahirette karşılaşacaktık onunla; bizi
bekleyecekti orada. Peki, insan
nasıl olur da Allah’a giden yoldan uzaklaşarak insanı yok eden
eylemlere kurban olurdu, kurban
edilirdi. Kuzumuzdaki İbrahimî,
İsmailî ve Hacerî teslimiyeti idrak
yoksunluğundan mı?
Biz her Kurban Bayramı hangi rüyanın ardına düştük? İbrahim’in
(a.s.) rüyasının izini sürebildik mi?
Hangi düşle, hangi düşünceyle aldık bıçağı elimize?
İnsan kanı akıtılmasın duasıyla düşebildik mi Hz. İbrahim’in
rüyasının ardına? Evrimsel paradigmanın üzerimize bulaşmış
tozlarını silkeleyip alt kimliklerin oluşturduğu kalın derilerin
ardındaki insana ulaşabildik mi?
Bıçağı kurbanlığımızın şah damarına dayadığımızda görebildik
mi insanı? Ve elimizi silahlardan,
bombalardan çekip insanı yaşatmak için kurban edebildik mi
koçlarımızı? Egolarımızı şişiren
heva ve heveslerimizi de bırakabildik mi kurbanlarımızdan
akan kanlarla toprağa?
Ne etiydi ulaşacak olan Allah’a ne
de kanıydı kurbanlarımızın; takvamızdı, teslimiyetimizdi. O’nun
adını anarak kestiğimiz hayvanların kanından derisine kadar
40 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2015
bütün bedenini bize rızık olarak
veriyor Rabbimiz. “Yiyin!” diyor
ondan, “sıkıntı içindeki yoksulları da doyurun.” Şükredelim diye.
(Hac, 22/28-36-37.) Altını, gümüşü,
şanı, şöhreti, gücü, makamı kazanma hırsıyla kararan gözlerimizi açabilelim diye. Ne ki ‘var’
diyoruz ve elde etmek için yöneliyoruz, O’nun mülkü değil mi?
Veriyor mülkünden yeryüzündeki bütün insanlara yetecek kadar
yiyecek, içecek; yaşayacak kadar
mal mülk. Yeter ki gasp edilmesin zorbalar tarafından.
Kimdir galibi yeryüzü zenginliklerini tekelimize almak, hırslarımızı tatmin etmek, müreffeh
hayatımızı sürdürebilmek için
giriştiğimiz savaşların? Kazanmış
mıdır zalim, mazlum kaybetmiş
midir, neyi? Kabil’in elde ettiği
bir şey var mıydı elini kardeşinin kanına bulayarak? Habil’in
kaybettiği bir şey var mıydı kardeşini öldürmekten uzak durarak? Hangisinden bir iz var,
hangisi yaşamakta hâlâ! Haksız
yere akıtılan her insanın kanından bir hisse düştü Kabil’in nasibine. (Tecrid-i Sarih Tercemesi, IX, 83.)
Habil’den Allah’a ulaşan takvası
kaldı iyi nam olarak.
Kan o kadar çok akıyor ki kurban kesen toplumlarda! Hayır,
kurbanlık hayvanların kanından
bahsetmiyorum. Kardeş kanıdır,
insan kanıdır akan! Oysa galibi
ve mağlubu olmayan bir savaş-
tan arta kalan köleliktir sadece.
Hz. İbrahim, takvasıyla teslimiyetiyle özgürlük alanı açmıştı
kendisine. Hz. İsmail de, Habil
de. Yeryüzü, uçsuz bucaksız şu
evren, gönül evi beytullah kılınmış insan için ne kadar geniş
olabilir ki! İnsana, bu kâinatın
sınırlarını aşan bir imkân lazım.
Aklını, yeteneklerini maddenin
esaretinden hür kılan bir imkân.
İmandan başka hangi güç gökleri delebilir ki! Göklerin ve yerin
yegâne sahibi ve yöneticisi Allah
Teala’ya teslimiyetten başka hangi güç ona bu hürriyeti verebilir
ki! Onsuz yaşayamayız, nefes
bile alamayız çünkü. Ne kadar
yaşarsak yaşayalım, öleceğiz ve
O’nun huzuruna çıkacağız çünkü. O’nun mülkünden ne çıkış
var ne de kaçış!
Bu bayram, Allah için keselim
kurbanımızı kendi ellerimizle.
Yahut Allah için kesilen kurbanımızı izlemek, tefekkür etmek
için ortam oluşturalım et kaygısından, ortaklık kaygısından
uzak. Rabbimize bağlılığımızı,
teslimiyetimizi hissedebilmek
için özgür bırakalım ruhlarımızı
bakarken toprakla karışan kana.
İnsaniyet denilen, yeryüzü makam ve mevkilerinin çok çok üstünde bir makam var ki her şeyin
gerçek sahibini idrak edip O’na
teslim olanlara özgü. Bu bayram,
bırakalım ruhlarımız kanat çırpsın o yüce makama.
MÜSLÜMAN BİLGİNLER
Yakın Dönem Siyer Âlimi ve Muallimi
MEHMET ZEKÂİ KONRAPA
Kâmil BÜYÜKER
“Okulumuzu oldukça seven,
dersinde hiçbir zaman ciddiyetten ayrılmayan, devamlı
olarak ders anlatan, konularına oldukça hâkim bir hoca
idi. Bazı kişilere özel zaafı
vardı. Bunların başında Mehmet Akif’in damadı ve Tanrı
Buyruğu adlı mealin müellifi
Ömer Rıza Doğrul gelirdi.”
Yakın dönem siyer kitaplarına ve
literatürüne aşina olanların gözlerinden kaçmayacak bir isimdir
Zekâi Konrapa. Tam ismi Mehmet Zekâi Konrapa’dır. Muhtelif
mahfillerde yazılar yazmış, İslam
medeniyeti üzerine kafa yormuş
bu kıymetli isim, hayat çizgisine
bakıldığında hem âlim hem de
muallim vasfıyla öne çıkmıştır.
Zekâi Konrapa ismi bende, “Peygamberimiz-İslam Dini ve Aşerei Mübeşşere” ve “PeygamberimizSiyer-i Nebi” adlı eserleri ile
babamın kütüphanesinde rastladığım daha ilk günden bu yana
büyük bir alaka ve dikkat uyandırmıştı. Peygamberimizin Hayatı (I-II, İstanbul 1958-1959, 1964, 1968,
1980, 1982, 1983) farklı tarihlerde yapılan baskıları ile öncelikli olarak
imam hatip okullarının birinci
dönemi için ders kitabı olarak
hazırlanmıştı. Daha şümullü olan
“Peygamberimiz, İslam Dini ve
Aşere-i Mübeşşere” (İstanbul 1968,
1999) eser ise siyer literatürümüze bambaşka bir ufuk getirmişti.
Eserde Efendimizin (s.a.s.) hayatı
hakkında geniş bilgi verildikten
sonra ashabın dereceleri, Rasul-i
Ekrem’in hanımları, İslam dininin esasları, Hulefa-i Raşidin,
EYLÜL 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
41
MÜSLÜMAN BİLGİNLER
Emeviler, Abbasiler ve hilafetin
Osmanlılara intikalinden bahsedilmekte idi.
Muallimlikle geçen bir ömür
Ömrünü ilme ve talebe yetiştirmeye vakfeden Konrapa, 1888
tarihinde Bolu’nun Akmescit
(Tabaklar) mahallesinde doğmuş, 1899’da İmaret İptidaisini,
1905’de altı yıllık Bolu İdadisini bitirdikten sonra İstanbul’a
gitmiş, burada Mercan İdadisi ve 1911 yılında ise İstanbul
Darülfünun’u, Darülmuallimin-i
Âliye Edebiyat Şubesi’nden mezun olmuştur. Çankırı İdadisi ile
Şam Sultanisi’nde bir müddet öğretmenlik yaptıktan sonra, tekrar
Anadolu’ya tayini çıkmış, sırası
ile Bolu, Düzce, Yalvaç, Denizli,
Uşak, Konya ve İstanbul’da öğretmenlik vazifesinde bulunmuştur. Çeşitli orta öğretim kurumlarında öğretmen ve yönetici olarak görev yapan Konrapa, 1953
yılında emekli olduktan sonra
İstanbul İmam-Hatip Okulu ve
Yüksek İslam Enstitüsü’nde ahlak ve siyer-i nebi dersleri vererek öğretmenlik hayatını sürdürmüştür. (“Mehmet Zekâi Konrapa”, İ. Bedri
Bilgin, DİA, c:26, s. 175.)
“Bir namevcut, bir sıfır evladım”
Özellikle imam hatip ve Yüksek
İslam Enstitüsündeki muallimlik
yıllarında yetiştirdiği talebelerinin hatıratlarında Zekâi Konrapa
hoca hatırı sayılır bir yere sahiptir. Bunlardan İsmail Karaçam
“Hatıralar” isimli kitapta hocasını
şöyle anlatır: “Dikkat çeken bir
diğer hocamız da Siyer-i Nebi
dersine gelen Zekâi Konrapa
42 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2015
Hazreti Peygamber’in
doğduğu gün, ay ve yıl
üzerindeki bu ihtilafların
hikmetini anlamak için,
İslam’ın ruhuna nüfuz
etmek lazım. Bütün bu
ihtilafları kaldırmak mümkündü. Çünkü Peygamberimiz devrinde, bu değerli
hadise tahkik edilir ve kati
tarihlere bağlanabilirdi.
oldu. Orta boylu, beyaz tenli,
yeşil gözlü, tertemiz giyinen,
fevkalade disiplinli bir hocaydı.
Daha ilk derslerinde eğitimde
ciddiyetin ne kadar mühim olduğundan bahsederek, kendisinin
taviz vermeyen bir disiplin taraflısı olduğundan söz etti. Uzun seneler tarih öğretmenliği yaptığını
ve bu mesleğe o tarihte Osmanlı
vilayeti olan Şam’da başladığını,
öğrenci için devamsızlığın bir
mazeret sayılamayacağını, şayet
devamsızlık eden olursa buna
kendisinin asla ceza vermekten
çekinmeyeceğini ifade ederek,
daima tekrar ettiği, “bir namevcut, bir sıfır evladım” sözüyle
tanışmasını noktaladı. Hakikaten derse devam ettiği müddetçe dediğini yaptı. Okulumuzu
oldukça seven, dersinde hiçbir
zaman ciddiyetten ayrılmayan,
devamlı olarak ders anlatan,
konularına oldukça hâkim bir
hoca idi. Bazı kişilere özel zaafı
vardı. Bunların başında Mehmet
Akif’in damadı ve Tanrı Buyruğu
adlı mealin müellifi Ömer Rıza
Doğrul gelirdi. Zaman zaman
İsmail Hakkı İzmirli’yi de yâd
ederdi. Derse başlamadan önce
konunun tahtaya şeması yapılır.
O şema üzerinden güzel bir plan
dairesinde dersini işlerdi. Böylece ders derste öğrenilmiş olurdu.
Zekâi Bey orta, lise ve Yüksek İslam Enstitüsü’nde hocalığımıza
devam etti.” (Hatıralar, Çamlıca yay. 2.
Baskı, 2015, s.148.)
Daha bunun gibi dönemi anlatan pek çok hatıratta hocanın
ilim konusunda tavizsiz oluşu
ve disiplini dile getirilmiştir. Bu
vakardan kaynaklanan ciddiyet
onun eserlerine de yansımıştır.
Akif’in derslerinde tutulmuş notlar
Konrapa ile ilgili yakın zamanda
çıkan eser ise onun ilim mevzu
bahis olduğunda bir başka titizliğini gösterir mahiyettedir. Mehmet Akif’in Darülfünun’da talebesi olan Konrapa, Akif’in 1908
yılından itibaren Darülfünun’da
“Osmanlı Edebiyatı” dersi verdi-
MÜSLÜMAN BİLGİNLER
ği zamanlarda büyük bir ciddiyet
ve titizlikle “Osmanlı Edebiyatı”
derslerini takip etmiş ve bunları
“Osmanlı Edebiyatı Ders Notları”
(Bağcılar Belediyesi, 2014.) olarak yazılı hâliyle muhafaza etmiştir. Bu
metnin yeniden yayını dolayısıyladır ki hem Mehmet Akif hakkında hiç bilinmeyen bir metinle
tanışmış, Akif’in muallimliğini
müşahede etmiş hem de Zekâi
Konrapa’da talebeliğin ehemmiyetini idrak etmiş olduk.
Bolu tarihine kayıt düşmek
Darülfünun’un son sınıfında iken
M. Kâmil adlı bir arkadaşıyla birlikte hocaları Abdurrahman Şeref
Efendi’nin ders notlarını Târîh-i
Asr-ı Hâzır adıyla yayıma hazırlayan Konrapa, aynı zamanda
Bolu’da çıkan Bolu, Dertli, Kürsii Millet gazeteleriyle Millî Gaye,
Altun Yaprak ve Abant, Çele mecmualarında, İzmir’de yayımlanan
Fikirler Dergisi’nde, Konya Yeni
Anadolu Gazetesi’nde mesleki
makaleler yazmış, İstanbul’da çıkan Tarihten Sesler, Bilgi, Öğretmen Dergisi, Her Hafta, Resimli
Tarih, Hilal ve Tohum mecmualarında İslam medeniyeti tarihiyle ilgili makaleler neşretmiştir.
Tarih ilmine karşı olan merakı sebebi ile bilhassa Bolu tarihi üzerine çalışmalarını yürütürken “ayaklı kütüphane” olarak bilinip,
tanınmıştır. Nitekim Bolu Sultanisi hocalığı sırasında Bolu’da
salname çıkarılması fikrini ortaya
atmış ve hazırlama komitesinde
yer almıştır. 1916 ve 1925 yıllarında iki kez yayınlanan Bolu
Salnameleri Zekâi Konrapa hocanın gayretleri ile ortaya çıkmış ve
Pek çok hatıratta
hocanın ilim
konusunda tavizsiz
oluşu ve disiplini
dile getirilmiştir. Bu
vakardan kaynaklanan
ciddiyet onun eserlerine
de yansımıştır.
tarih bölümlerini bizzat kendisi
kaleme almıştır.
Konrapa’nın, Bolu tarihine yaptığı en önemli katkı Bolu Tarihi
(Bolu Vilayet Matbaası, 1964.) adlı kalıcı
eseridir. Millî mücadele yıllarında Bolu halkının yaşadıklarını
yazdığı bir diğer günlük ise İsyan
Günlerinde Bolu (Haz. Hamdi Birgören, Bolu Belediyesi yay. 2009.) ismi ile
yayınlandı.
“Kıymet günde ve saatte
değil, şahsiyettedir”
Merhum Zekâi Konrapa, talebelerine Peygamberimizi doğru
şekilde okuyup, anlamaları için
gayret sarf etmiştir. Peygamberimiz isimli eserinde önemli bir
uyarı yer alır. Konrapa eserinde
Ömer Rıza Doğrul’dan şu pasajı
aktarır:
“Hazreti Peygamber’in doğduğu
gün, ay ve yıl üzerindeki bu ihtilafların hikmetini anlamak için,
İslam’ın ruhuna nüfuz etmek
lazım. Bütün bu ihtilafları kaldırmak mümkündü. Çünkü Peygamberimiz devrinde, bu değerli
hadise tahkik edilir ve kati tarihlere bağlanabilirdi. Peygamberlerin hayatını en ince noktalarına
varıncaya kadar inceleyen ashap
için, bundan kolay bir şey düşünülemezdi. O hâlde bu kolay
iş niçin yapılmadı? (…) Asrısaadet Müslümanları, daha sonraki
Müslümanlar, puta tapıcılığın
herhangi şekline saptıracak hareketten sakınmışlar, Müslümanların birtakım görenekler vücuda getirmelerine engel olacak
her tedbiri önceden almışlardır.
İlk Müslümanların çok derin ve
yüksek manalar taşıyan bu hareketi, hakikaten tebcile layıktır.
Daha sonraki Müslümanlarsa,
Peygamber’in doğduğu güne
kutsiyet vermek arzusuyla hareket ederek araştırmalarda bulunmuşlar, bu yüzden ihtilaflara
düşmüşlerdir.
Hazreti Peygamber’i anmak ve
onu tebcil etmek isteyen bir
Müslüman’ın herhangi bir güne
saplanmasına lüzum yoktur. Kıymet günde ve saatte değil, şahsiyettedir ve o şahsın örnek tanınmasındadır. O şahsiyete karşı
gösterilecek hürmet, şu veya bu
günde merasim yapılmakla ifa edilmiş olmaz. Belki ona, en samimi bağlarla bağlanmak ve onun
ruhunu yaşatmakla mümkün
olabilir.” (Zekâi Konrapa, Peygamberimiz,
s. 42-44.)
Efendimizi anlamayı bir zamana
tahsis etmenin kendi içinde doğurduğu sıkıntılar aşikârdır. Hâl
böyle olunca bizler onun hayatını
daha fazla okumaya ve anlamaya
mecburuz. İşte merhum Zekâi
Konrapa bu yolda bir kilometre
taşıdır. 15 Haziran 1969 tarihinde aramızdan ayrılan bu kıymetli
âlimimizin ruhu şâd olsun.
EYLÜL 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
43
ŞEHİR VE KÜLTÜR
İnsan Merkezli
Şehri Düşünmek
Mahmut Bıyıklı
44 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2015
ŞEHİR VE KÜLTÜR
Biz bugün kadim şehirlerin çarşılarına, mabetlerine, sokaklarına bakarak bu şehirleri kuranların,
içinde hayat sürenlerin nasıl bir zevke sahip olduklarını, dünya ve ahiret dengesini nasıl kurduklarını,
hangi medeniyetin izini sürdüklerini açıkça görebiliyoruz. Taşa işlenen, ahşaba gizlenen, mabede
nakşedilen zarafeti müşahede edip hayranlığımızı gizleyemiyoruz.
EYLÜL 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
45
ŞEHİR VE KÜLTÜR
Bugünün mimarlarının hangi ruhu yansıttığını biraz düşünelim. Hayatın
merkezi olması gereken şehirlerin rantın merkezi konumuna getirilmesinin
istikbale vurulmuş büyük bir darbe olduğunu hatırımızdan çıkarmayalım.
Latif esmasının sırrına vâkıf olan
müminlerin yaptıkları her işte
letafet ve güzelliğin yansımaları
bulunur. Mümin çevresiyle barışıktır. Yaşadığı coğrafyaya dosttur. Ürettiği her eserde inancının
aydınlık izleri vardır. Bu sebeple
hayatın hakikatini kavrayan ecdadımızın kurduğu şehirlerde meydana getirdiği bütün eserlerde bir
mükemmellik kendini gösterir.
Bu mükemmelliğin formülü de
‘’kâmil’’ bir bakış açısı ve yaşayış
tarzıdır. Örnek bir incelikli hayat
modeli sunan medeniyet kurucu-
46 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2015
su atalarımızın her eyleminde ve
eserinde tam manasıyla huzur ve
sükûn hâli mevcuttur.
İslam mimarisi diye büyük bir gerçeklik ortaya koyan insanlar bunu
İslam insanı olmanın güzelliklerini yaşayarak kendi hâllerinde tatbik ederek başarmışlardır.
Biz bugün kadim şehirlerin çarşılarına, mabetlerine, sokaklarına
bakarak bu şehirleri kuranların,
içinde hayat sürenlerin nasıl bir
zevke sahip olduklarını, dünya
ve ahiret dengesini nasıl kurduk-
larını, hangi medeniyetin izini
sürdüklerini açıkça görebiliyoruz.
Taşa işlenen, ahşaba gizlenen,
mabede nakşedilen zarafeti müşahede edip hayranlığımızı gizleyemiyoruz.
Şehirler daima sakinlerinin aynası olmuştur. Sakinlerinin sükûn
bulduğu eski şehirlerimizde cennet huzuru yaşayan ecdadın ahfadının modern şehirlerde nasıl bir
cinnet geçirdiğini üzülerek izlemekteyiz.
Üstad Sezai Karakoç ne güzel
ŞEHİR VE KÜLTÜR
ifade ediyor ‘’Şehir, medine, site
veya kent, hangi kelimeyle ifade
edersek edelim, bir medeniyetin
canlı ve toplu sergisi demek olan
bu eserler, her şeyden önce bir ruhun ifadesidirler. Her bir medeniyet, kurmuş olduğu şehirlerde ve
bunların mimarilerinde kendisini
gösterir.’’
Bugünün mimarlarının hangi ruhu
yansıttığını biraz düşünelim. Hayatın merkezi olması gereken şehirlerin rantın merkezi konumuna
getirilmesinin istikbale vurulmuş
büyük bir darbe olduğunu hatırımızdan çıkarmayalım. Yaratılış
gayesinin uzağında, benmerkezci,
nefsinin kölesi konumunda sadece maddeye ve kazanmaya odaklı
bir anlayışla inşa edilen şehirlerde
ne huzur ne huşu ne tabiat ne de
insan kalır.
İslam mimarisi, insani olan bir
anlayışı benimsemiştir. İnsanın
ruhuna uygundur. Gayriinsani bir
unsura rastlanmaz. Hep ümitvar,
daima taze bir hayat sunan huzurlu aydınlık bir mimaridir. Batı’nın
iç karartıcı güç sarhoşluğu içindeki insanı ümitsizliğe sevk eden
mimarisinden uzaktır.
Pekiyi, bu muhteşem mimari mirastan faydalanarak çağa uygun
yeni üsluplar da katarak bu örnekliği bugüne taşımak konusunda
neden bir başarı sağlayamadık.
Bu soruya Mustafa Armağan’ın
şu müthiş örneği en güzel cevabı
veriyor: ‘’Bir Karaçelebizade Abdülaziz Efendi’nin, Bursa’da ‘’eşki çeşmiyle’’ gözyaşları döke döke
Uludağ’ın gümrah ormanlarından
bulup şehre getirttiği sulardan
içenlerden sadece dua istemesini düşünün, bir de bugünün tamamen piyasa mantığına teslim
olmuş üreticilerini. Bu iki insan
tipinin ortaya koyacağı şehirlerin
‘’aynı’’ ya da benzer olabileceği
tasavvur edilebilir mi? Kendisini
gizlemeye, mahfiyetkârlığa, tevazua, mahremiyete vb. dayanan bir
toplumsal düzenle kendisini ispatlamaya, gurura, rekabete dayanan
bir toplumsal düzen, aynı şehri
kurabilirler mi?’’
Şehir ve mimari üzerine yeteri
kadar kafa yorulmadığını ve bu
hayati meseleye ciddi bir şekilde
eğilinmediğini görüyoruz. Bunun
acı sonuçlarını da ne yazık ki her
alanda hissediyor, yaşıyoruz.
Modern insan, günümüzde en çok
ihtiyacını duyduğu huzur ortamını maalesef modern şehirlerde bulamıyor. Bu açlığın giderilmemesi
de sosyal hayatın her alanında bir
bunalıma sebep oluyor. İrfan öncülerinin alınan her nefeste huzuru muhafaza etme formülü yani
‘’huş derdem’’ bir türlü mümkün
olmuyor.
Kültürümüze sevdalı kalemlerden
Yazar Semiha Ayverdi’nin şu sözleri ne kadar da manidar.
‘’Yeryüzünde dehânın ve zevkin
infilakı denecek şahsi bir mimarimiz vardı; bugün ise şehirlerimizin çehresi soysuz ve utanılacak
taş ve tuğla yığınları ile gülünç bir
maske takmış bulunuyor.”
Estetik zevklerimizi, değerlerimizi,
hayallerimizi, medeniyet birikimimizi yansıtamadığımız şehirlerde
Sinan gibi düşünen Yunus gibi yaşayan aklıselim, kalbiselim, zevkiselim sahibi nesiller yetiştirebilme
gayreti her zaman eksik kalacaktır.
Az da olsa şehir üzerine söz söyleyen düşünce üreten düşünür,
yazar ve sanatçılarımız var. Yine
mimarlar, sosyologlar, iktisatçılar
da günümüzde çeşitli vesilelerle şehri konuşuyor, şehir üzerine
tezler üretiyor. Fıtrata uygun insan
merkezli bir şehir anlayışı için artık din adamlarının, âlimlerin, ila-
hiyatçıların da şehir üzerine daha
çok konuşmaları seslerini yükseltmeleri gerekiyor.
Din adamlarımızın sürekli hatırlarımızda tutmaya çalıştığı ‘’Aranızda selamı yayınız.’’ hadis-i
şerifini insanı insandan koparan
şehirlerde nasıl hayata geçireceğiz.
Çarşının bereketli, yüzün yüze
döndüğü, sözün kıymete büründüğü ortamında selamı yayabilir,
kardeşliğimizi pekiştirebiliriz. Fakat aynı sıcaklığı aynı samimiyeti
insanı ve insani olanı sürekli tüketen AVM’lerde nasıl yakalayacağız.
Ürün alıp para vermenin hızlı ve
hırslı havasında ne zaman selam
alıp vereceğiz. Ya da o hengâmede
selamı nasıl yayıp nasıl duyuracağız.
Yine hocalarımızın sohbetlerinde sıkça zikrettikleri ‘’Komşusu
açken tok yatan bizden değildir.’’
hadisini günümüz şehirlerinde
sitelerin içinde araya konulmuş
büyük duvarları aşıp nasıl hayata
geçireceğiz. Alt kattakinin cenaze
feryadının, üst kattakinin yüksek
sesle dinlediği müzik sesine karıştığı birbirinden kopuk dünyalar
oluşturdu modern şehir.
Cemil Meriç’in ifade ettiği gibi
‘’Aynı mahalledeki insanlar birbirine yabancı. Her ev meçhule giden
bir kompartıman. Kompartımandakiler tesadüfün bir araya topladığı üç beş yolcu.’’
Hülasa inanç değerlerimizden toplumsal değerlerimize kadar hayat
tarzımızın şekillendiği şehirleri
şehirleşmeyi her zamankinden
daha çok konuşmaya, tartışmaya,
düşünmeye ihtiyacımız var. Yukarıdaki örneklerde de açıkça ifade
ettiğimiz üzere, şehir meselesi sadece mimar ve iktisatçıların değil
aynı zamanda ilahiyatçıların da
ana gündem maddelerinden birisi
olmalıdır.
EYLÜL 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
47
VAHYİN AYDINLIĞINDA
Zaman, İnsan ve Ziyan
Doç. Dr. Halil ALTUNTAŞ
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi
“Andolsun zamana ki, insan gerçekten ziyan içindedir. Ancak, iman edip de salih amelleri
işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler, birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka.
(Onlar ziyanda değillerdir.)” (Asr, 103/1-3.)
Zaman diye bir olgunun içine doğuyoruz ama
onu tanımlamaktan bile aciziz. Yapılan tanımların her biri kendince ve işi bir tarafından
tutuyor. Yaşayıp hissettiğimiz ama “şudur”
diyemediğimiz bir muamma zaman. Evrenin
hareketlerine bağlı itibari bir algıdır, diyenler
de var; yaratılmış ve gerçekliği olan bir şeydir
diyenler de. Durum ne olursa olsun kesin olan
şu ki, insan zaman ile zorunlu bir ilişki yaşıyor
ve bu ilişkiyi düzenleme sorumluluğu da kendi omuzlarında. İnsanın hayatı bu konudaki
başarısı oranında anlam kazanacak.
Kur’an genel olarak zamana (asr) yaptığı vurgudan başka, zaman içinde yaşanan yıl, ay,
gün, saat gibi genel adlarıyla “vakit” dediğimiz
başı sonu belli süreçlere de merkezî bir konum
verir. Külli bir mahiyet arz eden zaman kâinata
sindirilmiş ilahî azamete işaret ederken, zaman
içinde yer alan vakit olgusu insan hayatına şekil
vermesi planlanan nizamın yapı taşı olarak rol
oynar. Ömür dediğimiz süreç, zamanın ürünü
olan vakit kavramı sınırları içinde yaşanır. Bir
bakıma vakit, ilahî kudretin, “ürün”e dönüştürmemiz için bize emanet ettiği ham maddedir.
Mesajın temel vurgusu ise Asr suresi ikinci
ayetinin içeriğini oluşturan “İnsan gerçekten
ziyan içindedir.” cümlesi ile yapılmıştır. Bu
yargı insan için öylesine önemli bir gerçeği
yansıtmaktadır ki dikkate alınmaz ve gereği
yapılmazsa geri dönüşü olmayan bir yola girilmiş, mutlak ziyan içine düşülmüş olacaktır.
48 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2015
Surenin yeminle başlaması bu konuya dikkat
çekmeyi amaçlarken, yeminin asır/ zaman üzerine yapılmış olması da haber verilen ziyanın
zaman ile ilgili olacağına işaret etmektedir.
“İnsan gerçekten ziyan içindedir.” (Asr, 103/2.)
cümlesindeki genel ifadeden, üçüncü ayette
ayrı tutulanlar dışında herkesin bu mutlak ziyan olgusunu yaşayacağını, bu hükmün bütün
zamanları kapsadığını ve bunun değişmez bir
kural olduğunu anlıyoruz. “Ancak, iman edip
de salih amelleri işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler, birbirlerine sabrı tavsiye
edenler başka. (Onlar ziyanda değillerdir.)”
anlamındaki üçüncü ayetin işaretinden ise bu
mutlak ziyanın tevhit inancından uzak olmak,
dolayısı ile onun gerektirdiği salih amelleri işlememek sebebiyle gerçekleşeceği anlaşılıyor.
Aynı şekilde ayet, ömür adıyla emanetimize
bırakılmış olan zaman dilimini ilahî iradeye
uygun bir hayatla değerlendirmenin, bu ziyana
uğramaktan kurtulmanın tek yolu olduğunu
bildiriyor. Salih ameller ise, kulluğa layık olmamızı sağlayacak ibadet eylemlerinden, bizi
hayat, çevre ve toplumla barışık kılacak yapıcı,
verimli faaliyet, tutum ve davranışları içeren
geniş bir daire oluşturur. Zamanı yönetebilmek salih amel yolunda başarıya ulaşmanın
temel şartıdır.
Zaman fiilî gerçekliğini, evrendeki varlıkların
hareketlerinin nispeti ile kazanır. İnsan hayatı
açısından zamanın gerçekliği ise, daha pratik
bir alt yapıya sahiptir: İnsan, içinde yaşadığı
zaman sürecine yapıp etmeleri ile bir şekil vererek kendi hayatını ve olayları düzenler. Bu
konuda aktif ve etkili olabildiği ölçüde zamanına hâkim olmuş demektir. Zamanın nesnesi
olmakla öznesi olmak arasındaki fark burada
yatar. Hayatın rengi, tadı ve kokusu sizin dünya görüşünüzü yansıtıyor, değerlerinizi korumuş olarak rahat rahat soluyacağınız bir hava
bulabiliyorsanız zamanı özünden yakalamışsınız demektir.
İnsanın ziyana uğraması, zamanı yönetmek
yerine zaman tarafından yönetilmesi devamında ortaya çıkar. Zamanın yönettiği insan planlı
bir hayat anlayışından yoksundur ve bu sebeple “zaman dışı bir hayat” yaşar. Üretemez,
üretimsizliğin sermayesi hâline gelir. Bu süreç
içinde dakika ve saniyeler hızla tüketilirken
kişi de “tükenir” ve ömür süresi bitmeden zaman tükenir, kişi yaşayan bir ölüye döner.
Asır suresinde temel mesaj, zamanla ilişkileri
noktasında ziyana düşmeyen kimseler üzerinden verilmektedir. Bunların temel niteliği
iman etmiş olmak kaydıyla hayat süreçlerini
salih ameller işlemek, birbirlerine hakkı ve
sabrı tavsiye ederek değerlendirmektir. İnsanı Allah’a kul yapan ilkelerden habersizce bir
hayat sürmek ise ömrü ziyan etmektir. Dünya-ahiret dengesinin bozulduğu her yerde ziyan olgusu bir boyutu ile mutlaka vardır. Bu
durum da “dünyayı düzene koyma” çabasının
ölüm ötesine hazırlık yapmayı unutturması
ile yaşanır. Kur’an’ın insana, özelikle mümine
yaptığı çağrı böyle bir tuzağa düşmemek yönündedir. (Nur, 24/36-37.) Nihai mutluluğu, ilahî
ilkeleri dikkate alarak bu tuzağa düşmeyip hayat yolculuğunu itaatle geçirenler yaşayacaktır. Bu dile getirdiği yolculuğun nasıl katedileceğine dair bütün detaylar Kur’an ve sünnette
verilmiştir. Asr suresinin yanında, zamanı
heba etme konusunda insanın yaşadığı yaygın
zaafı Hz. Peygamber (s.a.s.) de çok açık ve net
ifadelerle ortaya koymuş, insanların çoğunun
zaman konusunda aldanış içinde olduklarına
dikkat çekmiştir. (Tirmizi, Zühd, 1.)
İyi bir Müslümanın yaşadığı hayat, Rahman’a
ulaştıran kesintisiz bir süreci ifade eter. Ziyana uğrayanlar ise karşılarında “kendi elleriyle
yaptıklarını” bulacaklardır. (İnşikak, 84/6.) Bu hassasiyetin yaşandığı İslam toplumunda zaman
bizzat hayat olarak, alınıp satılması, biriktirilmesi ve devredilmesi mümkün olmayan bir
değer olarak algılanmıştır. Hayatın sermayesi
olarak zaman “dirhem ve dinar”dan daha çok
ihtimam görmüştür. “Batı’nın aceleci, telaşlı
insan tipi ile İslam’ın mütevekkil insanı arasında iki fark vardır. Birincisi, vaktin kurbanı
iken, ikincisi vakti tasarrufu altına alır. Birincisi, doğal vakitleri -dolayısıyla zamanı- unutmuş olarak boyuna dönen çarklara yetişmek
kaygısıyla telaşlı bir yaşama ortamına germişken, ikincisi vakti tasarrufunun remzi olarak
saati icat etmiştir.” (Rasim Özdenören, Yumurtayı Hangi Ucundan Kırmalı?, İz yayıncılık, 4. Baskı, İstanbul 1999, s.
189.) Ne var ki çizilen bu tablo artık günümüz
Müslümanı için özlem kaynağı bir durumdan
başka şeyi yansıtmıyor. Günümüz Müslümanı
geride kalan o örnek zamanların ruhunu taşımaktan uzak bulunuyor. Günümüz Müslümanı zaman yönetimi zaafını ağır bir şekilde yaşamaktadır. Zamanı yönetmek, onda cereyan
eden olayların akışına kapılıp gitmek yerine,
o olaylara yön verecek irade, plan ve etkinliklerin öznesi olmak; ahlakı, kültürü, sanatı,
ekonomisi ile onun ruhunu üretmek gerekmektedir. Müslümanların yaşaya geldiği son
üç asırlık ziyan ve hüsran heyelanı, bu konuda
iliklere kadar işlemiş bir acizlik ve çözülmüşlük hâlinin göstergesidir.
Zamana teslim olmanın en açık örneği onu
ilahlaştırmaktır. Her şeyin öznesi olarak gördüğünüz zamanın elinde kendinizi masum
ve çaresiz hissedersiniz, her şeyi “zamana
bırak”ırsınız ve bundan hoşlanırsınız. Gerçekte bir kaçıştır bu, insanın kendi iradesinden ve haysiyetinden kaçışıdır. Cahiliye
Arap’ının, maruz kaldığı olumsuz olaylar
karşısında suçu zamana yüklemesi bu kaçışın
damgasını taşır. (bk. Müslim, Kitabu’l-elfaz mineddehri
ve gayriha, 1.) Sahabiler ise aksine zamanlarını
Asr suresi bilinci ile değerlendirme gayretinde
idiler. Bu konuda bir hatırlatma olmak üzere, birbirlerinden ayrılırlarken Asır suresini
okurlardı. (Taberani, Evsat, No. 5124.)
Bizim de Kur’an ve sünnetin önderliği ve sahabilerin örnekliğinde değerler üreterek hayatın
akışına hâkim olmamız gerekiyor. “Değer”den
kastımız en geniş anlamı ile insanı durağanlığa, gerilemeye düşmekten koruyacak maddi
manevi her türlü “yararlı iş”tir.
EYLÜL 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
49
HADİSLERİN IŞIĞINDA
Söz mü Sükût mu?
Rukiye Aydoğdu DEMİR
Diyanet İşleri Uzmanı
Ebu Hüreyre’nin (r.a.) rivayet ettiğine göre, Allah Rasulü (s.a.s.)
şöyle buyurmuştur: “Her kim Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsa,
ya hayır konuşsun yahut sussun.” (Buhari, Rikak, 23; Müslim, İman, 74.)
Her biri birer canlı aslında. Ayak seslerini
işitmemiz ondan bazılarının. Bazılarının
soğukluğunu içimizde hissetmemiz ondan. Her biri birer canlı aslında. Yapan,
yıkan, onaran, yaralayan, yara saran…
Yeri geldiğinde savaşı, yeri geldiğinde
başı kesen… İçimize atılan, içimizde büyüyen, içimize dert olan… Evet, kelimelerin de ruhu var, sözler yaşıyor aramızda; kimi can çekişiyor, kiminin tabutu
omuzlarımızda…
Kendi ruhundan üfler insan sözlerine, bu
yüzden ait olduğu ruh kadar yücedir sözler, kimi ulvi kimi süflidir. Bu yüzden Allah kelamı bu kadar eşsizken peygamber
kelamı bu kadar vecizdir. Ruhun sesidir
sözler, bu yüzden yüce sözler ancak yüce
ruhlardan işitilir.
- Nasıl yücelir ki söz, ruhun sesi nasıl güzelleşir, bağırarak mı?
- Hayır!
- Sürekli konuşarak mı?
- Hayır!
- Söze yalan katarak mı güzelleşir ruhun
sesi, sürekli başkaları hakkında konuşarak mı yoksa her işittiğini aktararak mı?
- Ah bir susabilsen işiteceksin, kulak ver
sözlerin yücesine bak ne diyor peygamber?
- Hangisi?
- Kendisine sözün özü verilen, cevamiu’lkelim olan (Müslim, Mesacit, 5.) son nebi
(s.a.s.) buyurdu ki:
“Her kim Allah’a ve ahiret gününe inanı-
yorsa, ya hayır konuşsun yahut sussun.”
(Buhari, Rikak, 23; Müslim, İman, 74.)
Konuşmanın da bir ritmi olduğunu söylüyor nebi, söz ve sükûtun dengesinden
bahsediyor. Bu denge kurulduğunda
sözdeki notalar yerli yerine oturuyor ve
melodi ritmini buluyor. O zaman laf kalabalığından yükselen kuru gürültüden
ibaret olmuyor konuşmalarımız, o zaman
hoş bir seda kalıyor gök kubbemizde. O
zaman ruhumuzun yüceliği sözümüze
yansıyor. Ruhumuzun derinliği kadar
derinleşiyor sözlerimiz, doluluğu kadar
doluyor, inceliği kadar inceliyor.
Öyle ki kendisine sözün özü lütfedilen
ve sözün en özlü hâllerini zarafetle nakledebilen Nebi konuştuğu zaman, kâinat
susuyor. Ashabı onu dinlerken âdeta başlarının üstündeki kuşları ürkütmekten
çekiniyor. O konuşuyor, hak ve hakikate
dair söz sayfalarındaki boşluklar bir bir
doluyor. O konuşuyor, şairlerin, ediplerin övüncü olan mısralar yalın kalıyor. O
konuşuyor, iyilik ve güzelliğe dair söylenecek yeni sözlere ilham oluyor.
Allah Rasulü konuştuğu zaman herkes
kendi kabınca nasiplenirdi onun ikramından. Onun söz bahçesinden herkes
kendi nasibince bir şeyler devşirirdi.
Onun her bir sözü ile karanlığın bir yönü
aydınlanırdı, şehirler üzerindeki kara bulutlar dağılırdı o konuştuğu zaman. İşitildiği her çağda muhataplarının üzerinde
hoş bir koku bırakırdı onun sözleri. Sadeliği ile dinleyenleri büyülerdi; hikmetinin yanında zarafeti ile de muhataplarını
etkilerdi. Onun sözlerinde tevazuun yüceliği hissedilirdi. Bazen susarak en etkili
sözleri söylerdi, onun tek bir susuşu kelimelere sığmayan nice mesajlar verirdi.
Konuşması hayır olduğu gibi sükûtu da
hayırdı onun, sözleri boş olmadığı gibi
susması da çok şey ifade ederdi. Onun
sükûtundan ashabı neler öğrenmişti.
Kaab b. Malik’e susarak neler söylemiş,
ne dersler vermişti. Söz ve sükûtun muhteşem dengesi onun şahsında bir araya
gelmişti. Sadece sözün değil sükûtun da
bir değerinin olduğunu, sözü de sükûtu
da yerli yerinde kullanmak gerektiğini
öğretmişti Nebi (s.a.s.).
Buna göre her bir değerli susuş aslında
bir peygamber tavsiyesi. Eğer ağzımızdan
şer çıkacaksa, sözlerimiz işiteni incitecekse, yaralayacaksa, karalayacaksa susmak
daha hayırlı. Hayra dair bir söz dökülmeyecekse dudaklarımızdan, ağzımızdan
çıkanlar kalbimizde kirli tortular bırakacaksa ve bir zaman sonra sırf bu yüzden
kalbimiz kaskatı kesilecekse susmak daha
hayırlı. Sözlerimiz ağzımızda iğrenç bir
tat bırakacaksa, her bir sözümüz bir basamak olup bizi cehenneme bir adım daha
yaklaştıracaksa, konuştukça bakırdan tırnaklarımız uzayacaksa, susmak daha hayırlı. Ağzımızdan çıkan her bir kelime ile
yalandan iftiradan köprüler inşa edeceksek, sözlerimiz kini nefreti besleyecekse,
susmak daha hayırlı. Her bir sözümüz
ruz-i mahşerde ete kemiğe bürünüp karşımıza dikildiğinde, hiçbirini görmeye
cesaret edemeyeceksek, gözlerimizi kaçıracaksak sözlerimizden ve o anda ‘keşke toprak olsaydım’ diyeceksek susmak
daha hayırlı. Her söylediğimizi görmeye,
her bir sözümüzle yüzleşmeye tahammül
gösteremeyeceksek, ağzımızdan çıkan her
bir söz bize söylendiğinde onları dinlemeye takat yetiremeyeceksek, susmak daha
hayırlı. Kendi sözlerimizden kaçmak isteyeceksek bunca laf kalabalığı niye? Neyin
muhabbetini ediyoruz? Dudaklarımızla
kendi kuyumuzu kazmak mı niyetimiz?
Kendi sözlerimizle kendimizi esaret altına
alıyoruz farkında olmadan. Kırmak lazım
zincirleri o vakit, kurtulmalıyız söz esaretinden! Bize düşen değerli bir sükût yahut
hayrı söylemek! Ancak bu sanıldığı kadar
kolay değil. Zira incelmeden ince, doğrulmadan doğru konuşamaz insan. Hayırsızken de hayır dökülemez dudaklarından. Hayırla aramızdaki mesafe bu kadar
artmışken nasıl hayır konuşsun dilimiz?
Hâlimiz nefret ettirirken nasıl müjdelesin
kâlimiz? Hayra dair konuşabilmesi için
yeterince hayrı olmalı insanın. Öyle ya
içinde ne varsa dışına da o sızar küpün!
Bize ait olan her bir kelime ve dahi her
bir harf ağzımızdan çıktığı andan itibaren
bir ‘biz’ inşa etmeye başlar. Ve aslında biz
nasılsak ona göre kelimeler dökülür ağzımızdan. Derinliğimiz kadar, bilgeliğimiz
kadar, inancımız kadar. Manayla, hakla, hakikatle ilişkimiz kadar. Bu yüzden
manasını yitirmiş her bir söz uzaklaştırıyor bizi kendimizden. Hakikat kaybı,
mana yoksunluğu kelimeler kadar bizim
de içimizi boşaltıyor. Yalan, gıybet, iftira
kimyamızı bozuyor. Şahsiyetimiz, insaniyetimiz, inancımız yara alıyor ve kırk
yamaya dönmüş bir şahsiyetten de hayır
gelmiyor. Çöp yığınları gibi söz yığınları
birikiyor etrafımızda. İnsanlar bize kulak
kesildiğinde hayır namına tek bir esaslı
söz bulamıyoruz konuşacak. Müminden
beklenen sözler söyleyemiyoruz söz sırası
bize geldiğinde. Ceplerimizi yokladığımızda yıllar yılı biriktirdiğimiz malayani
kırıntılarıyla karşılaşıyoruz. İdrakimize
giydirdiğimiz gömlekleri yırtıp da hakikate dair tek kelime edemiyoruz. Herkesin kapıldığı o sele mümin olarak biz de
kapılıp onca gürültünün içinde sesimizi
duyuramıyoruz. Günübirlik telaşların
ortasında bizden, bize dair, bize ait, sadra şifa değerli bir söz ve dahi sükût sunamıyoruz. Oysa kendisini başkalarının
gürültüsüne kaptırıp da kendi şarkısını
söyleyememesi ne acıdır insanın! İnandığı gibi yaşamayınca yaşadığı gibi konuşması ne acıdır! Konuşması için kendisi
işaret edildiğinde sağına ve soluna bakıp
ürkek gözlerle ‘ben mi’ demesi ne acıdır
eğer biriktirdiği sadece laf kırıntılarıysa.
Kulak kesilecek söz bulamaması ne acıdır
eğer kulaklar hep işgal altındaysa. Ve ne
acıdır söz terazileri kurulduğunda sözlerinin incir çekirdeğini doldurmadığını
görmesi. Sadece sözlerinin değil ve dahi
sükûtunun!
EYLÜL 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
51
SÖZÜN YANKISI
Yaşamak Bir Umuttur
Mustafa UÇURUM
olarak köşe başlarındaki yerini alıyor. Bir Hayat Bilgisi kitabındaki
fotoğraflara imrenerek bakıyoruz.
Mutlu aileler, bir dedenin etrafına
toplanmış torunlar ve onun ağzından çıkacak her cümleyi merakla
bekleyen herkes.
Geçmişe özlem duymak, geçmişten günümüze uzanan çizgide
hassas noktaları gözeterek geleceğe uzanmak, sağlam kuşanılacak bir ömrün sarsılmaz temelini
oluşturmaktadır. İnsan kendine
yaklaştıkça değerlerinin takipçisi olur, kendiyle olan bağını
kuvvetlendirdikçe yıkılmaz bir
iradenin mimarı hâline gelir. İnsan önce kendini bilmeli. Her şey
kendini tanımakla başlar. Aynaya
bakar gibi ezberlemektir içinin
kuytularını.
Geçmiş zaman öyle bir hâl aldı ki
onu yâd etmek artık günümüzü
kurtarmaya yetmiyor. “Biz eskiden” diyerek başlayan her cümlenin masal anlatıcıları zamanının
girizgâhı olmaktan öteye gidemiyor. Ne yazık ki günümüzde artık
ne masallar ne de o masalları anlatacak masalcılar kaldı. “Geçmiş”,
elimizdeki en büyük hazinedir.
Oradan devşirebileceğimiz her
hassas nokta bizim için bir ışık
niteliğindedir. Başarıların yanında yenilgiler de, atılacak adımlar
da ne kadar hassas davranılması
gerektiğini gösteren ipuçları olmaktadır.
Ne olduğunu, nereden gelip nereye gittiğini bilmeyen kişi önce
kendinin sonra da herkesin yabancısı olur. Eğreti olur hayata
karşı. Sosyal bir figür gibi yaşamın
çetrefilli sokaklarında bir pervane
gibi döner durur. Menzilini bulmak için, önce kendinin kâşifi olmalı insan. Kendini tanımayanın
ya da kendini tanımlamayanın
bir başkasına yol göstermesi kara
mizahın ötesine geçemez. İnsan,
bütün parçalarıyla geçmişinden
geleceğine kadar her ayrıntıyı çok
iyi kavrayarak geleceğe uzanabilecektir.
Hızlı bir dönüşümün tam içindeyiz. Dönüyoruz ve döndükçe
yiten yanlarımız için ağıt yakacak
vakit bile bulamıyoruz. Bugün yaşadığımız yarına “eski” yaftasını alıyor boynuna. O kadar büyük bir
hızla yenileniyoruz ki birkaç yıllık
geçmişimiz bile nostaljik unsur
52 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2015
Sağlam damarları bulup onlar
üzerinden yeni bir gelecek inşa
etmek, içinde kaygı taşıyan herkesin meselesi olmalı. “Kök” önemlidir. Nerede olursa olsun hangi
alanda karşımıza çıkarsa çıksın
kök demek asıl demektir. Köklere
sımsıkı tutunmak gerek. Geçmişi
görmezden gelerek, sadece yeni
olanın ardına düşmek yarı yolda
kalacak bir hareketin ilk işaretçisidir. Kiminle yola çıktığına dikkat
ederek, kiminle yarıştığının farkında olarak yeni bir dünya düzeninin içine girmek gerekir.
Rakibini doğru belirleyerek, hasmının ayak oyunlarını iyi tahmin
ederek ve yol arkadaşını doğru
seçerek yola revan olmak sağlam
atılmış bir temel demektir. “Biz
kimiz ve kiminleyiz?” sorusunun
Kalbimize döneceğiz
yeniden. Döndükçe renk
gelecek herkesin yüzüne.
Sustukça nehirler çağlamayacak, kuşlar göç etmeyi unutacak, bir baba
evine dönmeyecek, bir
tank gelecek ve dağıtacak
çocukların oyununu.
cevabı bütün eksiklerimizi tamamlayacak bir bulmacanın son
taşı gibidir. O taş yerine konduğu
zaman ilerledikçe bütün eksiler
artı, bütün karalar beyaz olacaktır. Yol arkadaşı ile aynı dertle
dertlenmeyenin bir yanı boşta kalır. Yeni bir nesli inşa etmek için
kendimizden başlayıp en yakınımızda olanlarla birlikte bir kurtuluş meşalesi yakmak gerekir. Biz,
iyi huylulardan olalım ve dört bir
yanımızı da kendimize benzete-
SÖZÜN YANKISI
layalım yürüyüşe. En güzel sesimiz hüznümüz olsun. İçindeki
acıları unutmayan insanlar geleceğe daha sağlam bakarlar. Aliya
İzzetbegoviç’in halkına sürekli
tekrarladığı bir telkini vardı: “Size
yapılanları ve size bunları yapanları asla unutmayın.” İnsan, gayesi
olan bir varlıktır. Yaşamak ve yaşatmak için bir gayesi olandır insan. Kendinden başlayıp insanlığı
kuşatan bir gaye…
lim ki dünya iyiye doğru gidişine
bizden başlasın.
Geçmiş iyidir ve içinde bin bir
çeşit cevher saklar. İbretler sayfasıdır tarihin her anı. Önümüzü
aydınlatan en güçlü ışık, atacağımız adımlara ahenk katan en görkemli bakıştır geçmiş. Üzerini toz
kaplamış geçmişimizi gün ışığına
çıkardıkça, geçmişin şatafatı yerine kırılma noktalarını gün yüzüne çıkarıp hayatımızın en önemli
noktalarına yerleştirdikçe bugün
için ileriye dair duvara koyacağımız her taş, sıkı bir duruşun temeli olacaktır.
Uzaklarda aramamak gerek kurtuluşu. Batı’nın çeldirici oyunlarına yüz vermemeli. Biz ne zaman
elimizi, kolumuzu, zihnimizi
Batı’ya teslim ettik, o zaman durmaya başladı heybetli yürüyüşümüz. Ne zaman kendimiz olmayı
bırakıp “başkası gibi” olduk, o
zaman ayağımız sendeledi. Şimdi
bir kez daha kendimize dönelim
yüzümüzü. İçimiz dışımız bir
olsun. Bizden olan ne varsa baş
tacı ederek; kurtuluşun, yükselişin, yeniden doğuşun bayramını
kendimizle kutlayalım. “Dost dost
diye” önce kendimize sarılalım.
Kendiyle barışık insan, geçmişiyle
de barışık olur. İleriyi daha doğru
görür, engelleri daha kolay aşar.
Kaybetmek nedir bilmeden, üstümüzdeki kumları savurarak ne kadar sur varsa bir bir aşarak üstünden, kelimelerin gölgesini alarak
üstümüze acil bir şiir gibi sözleri
sıralayacağız sevmek nedir bilmeyenlerin yüzüne. Şiir bazen şifa
olur dertlere. Binlerce cümlenin
tercümanı gibi dökülür dillerden.
Uzaktan seyretmek, bazı şeyleri doğru görmemizi zorlaştırır.
Olayların içinde olmak, olaylara dâhil olmak, dünya yeniden
yapılanırken bütün gelişmelerin
seyircisi değil yön vereni olmak
insanın elinde olan bir iradedir.
Bir başkasını beklemek, başkalarından medet ummak sonunda
çıkılmaz yollara girilecek bir sonu
hazırlayabilir. Bizim meselelerimize bizim kadar kimsenin sahip
çıkmayacağını unutmamak gerek.
“Hüzünlü zamanlardan geliyorum dostlar” diye başlayan bir
ezgiyi içimizde çoğaltarak baş-
Ne çok kül var şehirde üstümüze
yağan. Yangın yürüyor bir tufan
gibi. Biz döndükçe kumlar saçılıyor şehrin üstüne. Biz döndükçe
çöl, gül oluyor. En tatlı rüzgârlar
esiyor bir saadet şehrinden. Birden meydanlara çıkıyor sesimiz,
birden şehrin üstünde yankılanıyor. Neşeli insanların yüzünden
geçip, “mutlu olmak zorunda
değiliz” diyenlerin yüzlerine bir
tebessüm bırakarak, ey güzel insanlar ne de hazin bakıyorsunuz
öyle diyerek çiçeklerin arasından
geçerek yerini bulma telaşını üzerimizden atıp bulduğumuz her
kalbe yerleşmeyi bir tenhalık sayarak çoğaltmalıyız sesimizi.
Yoksul kentleri, yıkılmış şehirleri,
annelerin gözyaşını, çocukların
sevincini, sevmeyi, umut etmeyi,
vefayı, cennet bahçelerinden bir
bahçeyi, üstümüzü gölgeleyen
ağaçları ve bir şifa olsun diye büyüttüğümüz umutlarımızı yanımızdan hiç ayırmıyoruz.
Kalbimize döneceğiz yeniden.
Döndükçe renk gelecek herkesin
yüzüne. Sustukça nehirler çağlamayacak, kuşlar göç etmeyi unutacak, bir baba evine dönmeyecek, bir tank gelecek ve dağıtacak
çocukların oyununu. Bir yordam
vermek için şehrin karanlık sokaklarına, aydınlık yüzleri güneşe
çevirmek için, en güzel yola düşenler için ne büyük müjdeler var
sonsuz bir sesten diyeceğiz umudumuzu masmavi göklere salarak.
EYLÜL 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
53
HATIRA DEFTERİNDEN
Annem Size Emanet Hocam!
Yunus Özdamar
Eskişehir/ Odunpazarı Vaizi
Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından o yıl (2009) yürütülecek hac
organizasyonunda görevlendirilmeme doğrusu ilk anda fazla sevinemedim. Çünkü uzun zamandır
Kâbe’nin özlemi gözlerinde tüten,
üç yıldır o kutsal beldeye kurada
gitme hakkı kendisine çıkmayan
annemi geride bırakıp gitmemin
çok zor olacağını biliyordum. Bu
yıl da Hicaz’a gidemeyecek olduğundan dolayı buna çok içerlenen
annemle helalleşip vedalaşmak
için yanına gittiğimde annem beni,
“Beni yanında götüremiyorsun fakat özellikle benim gibi yaşlı ve
54 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2015
hasta hacılara yardım etmeyi sakın
ihmal etme” diyerek yolcu etti. Bu
tembih ile artık sorumluluğum
daha da artmıştı. Olur, dedim ayrılırken. İçimden ise annem gibi
yaşlı ve hasta olanlara daha fazla
mesai harcarım diyerek ilk aşamada sanki kendimi avutuyor, teselli
ediyor gibiydim.
Hacılarım ek kontenjandan hacca
gitmeye hak kazandıkları ve de
farklı yörelerden geldikleri için onlarla ilk görüşme imkânımız ancak
İstanbul Atatürk Havaalanı’nda
oldu. Burada hacıların toparlanmaya başladığı esnada bir genç
delikanlı yaklaşarak siz, dedi
bana. Üçüncü grubun sorumlusu
siz misiniz? Evet, diye karşılık
verdim. Annem, dedi, masumane
bir şekilde. Annem, size emanet
hocam! Dönüp baktığımda, tam
da annemin yaşlarında, heyecanı
her hâlinden belli, tıpkı annem
gibi mavi gözlü, bakışları temkinli,
biraz da çekinceli hâlde, beni endişeli gözlerle süzen Aynur Teyze
ile göz göze geldik. Gence dönerek “Tabii, bu hacıların hepsi
önce Allah’a sonra bana emanet.”
dedim. Fakat dedi genç ardından.
Annemin okuma yazması yok,
yakın zamanda ameliyat olması
nedeniyle fazla da yürüyemez. Anlaşılan, değil gözleri, diğer hâlleri
de anneme benziyor diye geçirdim
içimden. Annemin sözünü yerine
getirmek için tam aradığım tarzda
bir hacıydı Aynur Teyze. Peşinden
başka birkaç hacı adayının çocukları da benzer taleplerde bulundular. Hacı adaylarının yakınları
anne ve babalarının benzer zaaflarını saydıkça, onlar benim moralimin bozulacağını zannediyorlardı.
Aksine ben annemin beni yolcu e-
HATIRA DEFTERİNDEN
Hac vecibeleri ve yapılan ziyaretlerle geçen günlerin ardından o
yaşlı teyze ve amcalar, yorulmanın aksine daha da açılıyor, yolculuğun başlangıcında var olan hamlık hâlleri azalıyordu.
derken söylediklerini hatırlayarak
daha da çok rahatlıyordum. Kafilemizdeki hacıların yaş ortalaması
oldukça yüksekti. İtiraf etmeliyim
ki önceleri bu hacı adaylarıyla kırk
beş günlük hac zor biter, haccın
sonuna kadar yarısı dökülür, zamanın çoğunu hastanede, otelde
geçirir diye düşündüm. Böyle düşünmekle beraber diğer taraftan
şu hakikati de biliyordum ki, hac,
büyük bir alış veriş yeri. Burası yapılan her güzel amelin karşılığının
sonrasında fazlaca verileceği bir
mekân. Bu sebeple ne kadar hayırlı amel yapılırsa, buradan kat kat
sevap alınarak dönülür.
Sorumlu olduğum gurubumu tanıyınca, en az yirmi kişinin geride
bıraktığım anneme benzer fiziksel
vasıfta olduğunu gördüm. İşimin
bu açıdan zor olacağı görünüyordu. Uçakla Cidde’ye varıp havaalanından otobüsle Mekke’ye doğru
hareket ederken hacılarımın heyecan trendi artık zirve yapıyor, gönüllerindeki coşku gözlerine her
hâliyle yansıyordu. Hac bittikten
sonra hacılarımın bana anlattıklarına göre, o esnada otobüste yaptığım sohbetimin bir yerinde, “Burada yalnızlıktan korkmayın. Eğer
bu beldede yalnız olan kimsesiz
kalsaydı Hz. Hacer anamız ve Hz.
İsmail sahipsiz kalırdı.” sözümden
özellikle ailesinden genç olarak
yanında kimse olmayan yaşlılar
müspet yönde etkilenmiş, moral
olarak rahatlamışlar...
Mekke’ye varıp umre yaparak ihramdan çıktıktan sonra otelimize
yerleştik. Bütün hacılar bu vazifeyi
eksiksiz yerine getirdi. Sonra, öncelikli olarak her vakit namazını
Kâbe’de kılmaya çalışarak yaklaşık
on beş gün, Arafat’ı, bayramı bekledik. Bu süre içerisinde yapılan
ibadetler, Arafat’a çıkmaya ve şeytan taşlamayı ifa etmeye yönelik
bir hazırlıktı. Mekke’nin havasını
teneffüs eden, tavaf ve diğer vecibelerle ibadet ritmini her geçen
gün artıran hacılarla terviye günü
çok heyecanlı ve biraz da tedirgin
bir hâlde Arafat’a doğru yola çıktık.
Arafat’ta vakfe bitince 196 kişilik
kafileden ancak 8 kişi arabalarla otellerine dönebilecekti. Çoğunluk
yaşlılardan oluşmasına rağmen biz
180 kişi ile Müzdelife’ye oradan da
sekiz saatlik yürüyerek yapılan bir
yolculuğun ardından Mina’ya vardık. Hiçbir hacı yolda kalmamıştı.
Hacılarımız, özellikle de yaşlı ve
hasta konumundaki hacılarımız
buna inanmakta zorluk çekiyordu. Hatta hacı amcanın biri telaşlı
hâlde oteline vardığı gibi lobide
hemen Türkiye’ye çocuklarına
telefon açıp sanki yeni yürümeye başlayan bir kişinin taşıyacağı
sevinç edasıyla âdeta bir müjde
verir gibi, “Yavrum! Ben, hatta annenizle beraber Arafat’tan Mina’ya
kadar sekiz saat yürüdük.” diyordu. Ekibimizden Aynur ve Hatun
teyzenin Müzdelife ve Mina arası
mesafeyi geçmek için satın aldıkları arabayı kendileri çok az kul-
landılar. Daha çok ihtiyacı olan
diğer hacıların istifade ettikleri
arabayı, otele dönünce daha da
kullanmadılar. Türkiye’de havaalanında haccın farz ve vaciplerini
yerine getirme endişesi taşıyan Aynur Teyze ve onun gibiler, günde
en az iki tavaf yapıp beş vakit namazı Beytullah’ta kılar hatta birkaç
umre yapar duruma gelmişlerdi.
Hac vecibeleri ve yapılan ziyaretlerle geçen günlerin ardından o
yaşlı teyze ve amcalar, yorulmanın
aksine daha da açılıyor, yolculuğun başlangıcında var olan hamlık
hâlleri azalıyordu. Öyle ki artık bu
aşamada görevliler olarak bizler,
hastalanmamaları için durumlarına göre gereğinden fazla yorulmamalarını telkin ediyorduk. Yürüyemez hâlde geldikleri bu mübarek
beldeden hem manen dinamik
hâle gelmiş hem de fiziksel olarak
da dinçleşmiş olarak ayrılıyorlardı.
Bütün bunları, gidip görmeyene
hatta hissederek yaşayamayana anlatmak aslında zordur. Çünkü bu
belde, meşakkat görenin bir şekilde refakat bulduğu bir yerdir. Hac
ibadeti de, insanın ayette belirtilen
(Talâk, 65/3.) umulmadık yerden yardım bulabilmesinin en açık örneklerindendir. Allah Teala’nın ihsanı olan bu yardım, bazen bir din
görevlisi, bazen tanıdığınız bir hac
arkadaşınız bazen de hiç tanımadığınız bir kardeşiniz vesilesiyle gerçekleşir. Böylece en zor ibadetlerin
başında gelen hac, mümin için kolay bir ibadet hâline dönüşür.
EYLÜL 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
55
HATIRA DEFTERİNDEN
Merhaba ile Elveda Arasında
Av. Ayşe YILDIRIM
DİB Hukuk Müşavirliği
Kürsünün diğer yanına, karar makamına geçerken burada, ulu
çınarda kalacak süveydam…Unutulmamak değil isteğim, sadece
tatlı bir tebessümle hatırlanmak onur verecek..
Piyano kadar nazlı, keman kadar ince
nağmeli, kanun kadar asil günlerin şarkısı; ağaçların olanca güzelliği ile goncalandığı, iğdelerin buram buram koktuğu, ılık
bir bahar sabahı çalmaya başladı.
Geçen onca sıkıntılı ve zorlu sürece rağmen her gün yeni bir melodi, yeni bir
besteydi akisleri ruhumun derinliklerini
okşayan…
Susuverecek diye için için endişelendim
an be an…Her başlayan gibi bu şarkıda
bitiverecek! Geldi zamanı…Ürkek yüreğimi sızlatarak susuverecek…Ağustos
ateşinde ateş gibi yakarak…
Başkanlık benim için bir iş yerinden
öteydi. Rahle-i tedris gibi… Ruhumun
dinlencesi… Hayallerimin süsü… Her ezanla yenilenen, her rükûda kulluğunu
hatırlayan, her secdede acziyetini idrak
eden bir ruhun mektebi…
Aslında birçoklarından daha ince ruhlu
olduğu hâlde belli etmeyen… Bu inceliği
bilmediğimiz hangi sırlar içinde sır yapan
hocalarımız her gün yeni bir edep dersi
verdi iş adabıyla birlikte…
Peygamber ocağı misali ham ruhların pişirilmeye gönderildiği bu ocakta Davudi
seslerin Kur’an tilaveti gönüllerin en güçlü merhemi oldu…
56 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2015
şır davranmak durumunda. Her çalışan
kıyafetiyle, iş adabıyla, aile yaşamıyla, konuşma tarzıyla örnek olmalı topluma…
Ne kadar yoğun bir mesaiyle çalışılsa da
sonuçlarını görmek gurur ve huzur veriyor insana.. Kazanılan davalar, kadınlara
yönelik çalışmalar, hafızlık yarışmaları,
konferanslar… Ermenice Kur’an-ı Kerim Meali, Kürtçe Kur’an-ı Kerim Meali,
Azerice, İngilizce, Arnavutça Temel Dini
Bilgiler, renk renk, çeşit çeşit çocuk kitapları raflarda gönüllere yelken açmayı
bekliyor.
Ne kutlu hayallerim vardı… Hizmette
önde, mükâfatta geride durmayı bilecektim. Uzun uzun çalışacak, her hac
döneminde sıra ben de mi, bu yıl misafir olacak mıyım o kutlu mekânlara?
Altınoluğun suyuyla ıslanıp, Efendiler
Efendisi’nin eşiğine başımı koyup salavatıma cevap bekleyecek miyim gibi sorular
aklıma geldikçe hızlı hızlı çarpan yüreğimin sesi bu iş değişikliği meselesiyle
yavaşlıyor. Veda zamanı yaklaştı. Fakat
oraya kavuşma inancımı yitirmeden olacak bu veda…
Ne sal iledir, ne mal iledir,
Beyim ululuk kemal iledir.
Kürsünün diğer yanına, karar makamına geçerken burada, ulu çınarda kalacak
süveydam…Unutulmamak değil isteğim,
sadece tatlı bir tebessümle hatırlanmak
onur verecek..
Sözüyle bütünleşmiş yönetim kadrosu,
vefakâr ve cefakâr çalışanlarıyla koca bir
çınar Diyanet İşleri Başkanlığı. Ulu çınarın gölgesi ne denli geniş ise personelin
de sorumluluğu o denli geniş ve ağır. Bir
din görevlisinin temsil kabiliyetine yara-
Son demlerimi doya doya, hissede hissede
yaşadığım şu günlerde bu nezih ortamda
çalışmama imkân sunan tüm çalışanlarımıza teşekkür ve minnet duygularımı sunarım. Başka diyarlarda, mübarek sancak
altında selamlaşmak üzere elveda…
DİN VE SOSYAL HAYAT
Prof. Dr. Mustafa TEKİN
İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Akıl/lar ve
İslam Aklı
İslam’ın modern bir tarzda yeniden inşası, onu kendi metinlerinden değil modern akim zaviyesinden yapılmaktaydı. Bu anlayışa
göre İslam, bir indirgemeye tabi
tutularak vicdan sınırları içerisinde
yeniden tanımlanmakta ve bireyselleştirilmekteydi. Burada bireyin,
aydınlanma aklının çerçevesinde
dini yeniden algılamasının yolu
açılmakta ve bir meşruiyet düzlemi oluşturulmaktaydı.
Akıl, postmodern zamanların dinle bağlantılı olarak tartışmaların
odağında yer aldığı bir kavramdır. Batı modernitesine giden
süreçte doruk noktasını oluşturan aydınlanmanın akla olan
vurgusu, temelde soyut bir aklı
öne çıkarmaktan ziyade, Tanrıinsan ilişkisinin yeni bir boyut
kazanması, hakikatin kaynağının
‘insan’a doğru kayması ve bir otorite değişimine işaret etmekteydi. Bu bağlamda aydınlanma akıl
vurgusu ile daha önceki dönemin
“saçma olduğu için inanıyorum”
türünden iman olgusuna göndermelerde bulunurken, geçmiş döneme yaptığı eleştiriler üzerinde
insan aklını yüceltmekteydi.
EYLÜL 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
57
DİN VE SOSYAL HAYAT
Batı’nın kendi tarihsel süreci içerisinde sosyal, siyasal ve kültürel
karşılıkları bulunan bu tartışmalar, Batı dışı dünyada söz gelimi;
İslam dünyasında soyut bir akıl
üzerinden konuşuldu; daha da önemlisi Batı düşüncesinin din ve
irrasyonalite arasında kurduğu
ilişki, bağlamından koparılarak
ve bir veri kabul edilerek Müslü-
58 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2015
man dünyada tartışmalara dâhil
edildi. Tam da bu sebeple, Osmanlının son döneminden itibaren özellikle “İslam” içerikli konuşma ve metinlere dâhil edilen
“akıl” vurgularının, bildiğimiz
“akıl” kelimesine ilave bir anlamı
ve içerimi bulunmaktadır.
Birincisi; din ve rasyonalite ara-
sında kurulan antagonizmik ilişki, İslam’ın akla olan mesafesini
ima etmekteydi. Bu açıdan İslam
üzerine ilave bir “akıl” vurgusu
yapmak zorunlu olarak görülmüştür. Diğer yandan İslam’ın
modern bir tarzda yeniden inşası, onu kendi metinlerinden
değil modern akim zaviyesinden
yapılmaktaydı. Bu anlayışa göre
DİN VE SOSYAL HAYAT
İslam dünyasının son birkaç yüzyıldır yaşadığı sorunların temelinde, kendi aklını kaybetmesi olduğunu belirtmeliyiz. Bunun
sonucu; kendi referans çerçevesi ve kendi aklı ile dünya, insan
ve evrene bir bakış geliştirememesi ve üretim yapamamasıdır.
İslam, bir indirgemeye tabi tutularak vicdan sınırları içerisinde
yeniden tanımlanmakta ve bireyselleştirilmekteydi. Burada bireyin, aydınlanma aklının çerçevesinde dini yeniden algılamasının
yolu açılmakta ve bir meşruiyet
düzlemi oluşturulmaktaydı. Bu
bağlamda İslam’ın akıl dini olduğundan aydın bir din adamı
yetiştirme projesine kadar Müslüman dünyanın yeni bir “akıl”la
donatılmak istendiğinde kuşku
yoktur.
İkincisi, bu durum ileri düzeyde
gerek İslam’ın temel metinlerinin
gerekse İslam üzerine üretilen
tarihî ve aktüel tüm müktesebatın yeniden “modern akıl” ile gözden geçirilmesini (okunmasını)
beraberinde getirmiştir. Bunun
en bariz örneği hadis tartışmalarında izlenebilir. Tarihsel süreç
içerisinde hadislerin gerek toplanması gerekse kitaplara kaydı
sırasında hadis tenkitleri yapılmıştır. Bu tenkit noktalarının birisi de, akla ve tarihî gerçeklere
aykırılıktır. Hâl böyleyken hadislerin günümüz dünyasında yeniden gözden geçirilmesi talebinde
ortaya çıkan “akıl” vurgusu, modern akla bir göndermedir. Nihayetinde bu okumanın çok geniş
bir düzlemde hadisleri reddetme
ya da hadislerde seçmecilik eğilimlerini ortaya çıkardığını gör-
mekteyiz. Bu bağlamda, postmodern zamanlarda öne çıkan “akıl”
tartışmaları üzerine önemli bir
soru sormak lazımdır; hangi akıl?
Bu soru her paradigma/medeniyet dairesi ve belki kültürün farklı aklı olduğunu imlemektedir.
Cabiri’nin İslam ve etnik bakışın
(Arap aklı) birbiri içerisine tedahül ettiği akla bakışı, son kertede
İslam’ın farklı bir aklı olduğunu
vurgulamaktadır. Cabiri’ye göre,
“belli bir kültür vasıtasıyla düşünmek, belli bir referans sistemi
aracılığıyla düşünmek demektir.
Bu çerçevenin temel gelişmeleri,
söz konusu kültürün dinamik ve
belirleyicilerinden doğar ki, bunların başında kültürel miras, sosyal çevre ve geleceğe, dünyaya,
kâinata ve insana bakış gelir.” (M.
Âbid El-Cabiri, Arap-İslam Aklının Oluşumu,
Çev. İbrahim Akbaba, 2. Baskı, İst., Kitabevi
Bu bağlamda akıl,
bir paradigmanın insan, evren ve
Tanrı’ya bakışı çerçevesinde şekillenen sosyal, kültürel, siyasal
bütün inşa ediş biçimlerini içerir.
Dolayısıyla bir toplumun sosyal,
siyasal, kültürel vb. ürünleri, bir
akim (bakış açısının) sonucudurlar. İslam, ilahî metin üzerinden
ümmetin belli bir akıl zaviyesinden dünyayı kurmasını beklemektedir.
Yay., 2000, s. 13.)
‘Akim’in soyut tanımı ve nihayetinde hakikatin yegâne kaynağı
olarak konumlandırılması, modern zamanların bir kurgusudur.
Bu bağlamda akıl, nötr, tarafsız,
kültür ve tarih üstü bir algılayışın
konusu olmaktadır. Bu durum
aslında, Batı aklının kendisini örtük bir biçimde evrenselleştirme
temayülünden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla nötr ve tarihüstü akıl sunumunun gerçekte
kolonileştirme anlayışının parçası hâline geldiğini görmek lazımdır. Bunu özellikle aydınlanmaya
yapılan postmodern karakterli
itirazlardan izlemek önümüze
oldukça somut doneler getirecektir.
Meselenin hakikatle bağlantısını
daha kristalize bir anlatımla sunmak için, Batı tarihine kabaca bir
göz atmakta fayda vardır. Bu bağlamda Batı tarihini üç döneme ayırabiliriz. Birincisi, Orta Çağ’daki
teokratik hâkimiyet düzeni. Bu
dönemde hakikatin kaynağı vahiy; dolayısıyla Tanrı’dır. Bu düzen muharref İncil’de var olan
Tanrısal akimin bir tezahürüdür.
Tevhidin bozulması sonucu bir
yandan Tanrı’nın insansılaştırılması (Baba Allah), diğer yandan
insanın tanrılaştırılması (Oğul İsa)
söz konusu ise de, son kertede
Tanrı hakikate kaynaklık etmektedir. İkincisi; reform ve aydınlanma süreçleri ile beslenen modern
dönem. Bu dönemin konumuz
EYLÜL 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
59
DİN VE SOSYAL HAYAT
açısından en bariz karakteristiği,
hakikatin kaynağının Tanrı’dan
insana doğru değişmesidir.
Bu dönüşüm akla olan vurguları da artırmıştır. Çünkü Kant’ın
aydınlanma tanımında insanı ergin olmayış hâlinden kurtaracak
imkânın akıl olarak öne çıkması
(Immanuel Kant, Seçilmiş Yazılar, Çev. Nejat
Bozkurt, İst., Remzi Kitabevi, 1984, s. 213.)
bu vurguları zorlamaktadır. Burada açık ve örtük biçimde akıl
ile vahiy arasında antagonizmik
bir ilişki kurulur. Bu bağlamda
rasyonalizm “hayatta yol gösterici bir prensip olarak dine değil,
daha ziyade akla olan inancı” (Ed.
Julia Swannell, The Oxford Modern English
Dictionary, Oxford, Clarendon Press, 1992,
ifade etmektedir. Bu soyut
insan aklına işaret ediyormuş
gibi görünüyorsa da, yeni bir insan, evren, Tanrı tasarımı olan ve
belli bir kültür tarafından çerçevelenmiş modern akla göndermede bulunmaktadır.
s. 893.)
Teokratik ve modern dönemin
ortak niteliği, her ikisinin de tek
hakikat ve tek akla dayanmasıdır.
Farkı ise hakikatin akim kaynaklarının farklı olmasıdır. Üçüncüsü olan postmodern dönem ise,
hakikatin kaynağını yine insan
olarak görmekle birlikte hakikati
ve aklı parçalayarak tek olmaktan çıkarır. Bunun pratikteki sonucu ise, hakikatin parçalanarak
evrenselliğini yitirmesi, herkesin
kendi sınırları içerisinde doğru
olan “akıllar”a doğru evrimidir.
Parçalanmayı, kaosu öne çıkaran
bu yaklaşım, yine Batı dünyasında bir akla tekabül eder. Fakat
esas itibarıyla Tanrı ile ilişkile-
60 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2015
Geldiğimiz noktada,
farkındalığı yükseltmek,
“İslam aklı”nın temel
referans noktalarını önce
bir usul olarak tekrar
üretmek ve yeniden
tarih sahnesine bir
özne olarak girmek
önümüzde görev olarak
durmaktadır. Çünkü
başkasının aklıyla
menzile varılmaz.
rin mahiyetinde bir değişme ve
yenilik yoktur. Bu anlamda modernlik, batılı insanın aklını tek
hakikat olarak mutlaklaştırırken,
postmodernlik her bir insanı
kendi sınırları içinde tanrılaştırarak hakikati parçalar.
Tam da bu noktada İslam dünyasının son birkaç yüzyıldır yaşadığı sorunların temelinde, kendi
aklını kaybetmesi olduğunu belirtmeliyiz. Bunun sonucu; kendi
referans çerçevesi ve kendi aklı
ile dünya, insan ve evrene bir bakış geliştirememesi ve üretim yapamamasıdır. Dolayısıyla fıkıh,
hadis, tefsir ve genel anlamda
bilgi ile gündelik sosyal pratikler başka bir akim çerçevesinden
üretilerek Müslüman bedende
somutlaşıp meşrulaşmaktadır.
Onun meşrulaşmasını sağlayan
şey ise, gerçekte İslam aklı ile
üretilen bilgi olmayıp bedenin
Müslüman etiketli garantisidir.
Tüm bunları aslında içinde bu-
lunduğumuz zamanda bir farkındalık oluşturma ve Müslümanın
içinde yaşadığı zamana şahitliği
bağlamında söylemekteyiz. Farkındalık, nasıl bir nitelikle, nerede ve hangi yolda olduğumuza
dair bir tartışmayı başlatmakla
anlamlı hâle gelecektir. Bu açıdan üretimlerimizin “İslam aklı”
ile sağlamasını yapmak, en azından varmamız gereken yere mesafeyi ele vermesi bakımından
önemli olacaktır.
Modern zamanlara gelindiğinde,
Müslüman dünya yenildiğinin
farkına varmıştır. Bu yenilgiyi
kimileri reddetti, kimileri de geçmişi kutsallaştırarak cevap verdi.
Geçmişe kaçış ya da onu kutsallaştırma bugünkü sorunlarla baş
edemeyişin bir yolu olarak göründü ve diğer hiçbir sorunu da
halletmedi. Bir bakıma meydan
okuma olan bu yenilgiye kimileri
duygusal cevaplar ürettiler, kimileri de sistematik olmayan ancak
çabalar içeren cevap ve dirençlerle ortaya çıktılar. Fakat o günden
bu yana çok yol alındı. Belki geçen zamanlarda Müslüman dünyanın reaksiyoner tavırlarını ve
kendisini diğer kültür içinden
meşrulaştırma çabalarını, bu yenilgiyi aşmanın erken sosyolojik
doğası kabul etmek mümkündür. Fakat geldiğimiz noktada,
farkındalığı yükseltmek, “İslam
aklı”nın temel referans noktalarını önce bir usul olarak tekrar
üretmek ve yeniden tarih sahnesine bir özne olarak girmek
önümüzde görev olarak durmaktadır. Çünkü başkasının aklıyla
menzile varılmaz.
Osman Gazi’nin türbesi
Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu
Prof. Dr. Osman KÖSE
Polis Akademisi
13. asrın sonlarına doğru küçük
bir beylik olarak kurulan fakat
kısa bir zamanda genişleyerek büyük bir cihan devleti hâline gelen
Osmanlı devletinin hangi şartlarda kurulduğu ve geliştiği her
zaman merak konusu olmuştur.
Anadolu’da çok sayıda beylik olmasına rağmen, Osmanlı beyliğinin bu netameli ve kaotik ortamdan asırlara hükmeden bir yapı
şeklinde gelişmesi ve genişlemesi
tarihi şartlar ve meskûn coğrafyanın stratejik özelliklerinden kaynaklanmaktadır.
Orta Asya’dan batı yönünde gelen göçler ile Türkmen nüfus 11.
asrın başlarında Azerbaycan ve
az sonra da Anadolu’nun batı sınırlarına kadar dayandı. Özellikle
Azerbaycan ve çevresinde yoğun
bir Türkmen nüfus vardı. Bizans
yönetiminde olan Anadolu coğrafyasında ise Hristiyan Rum ve
Ermeniler başta olmak üzere farklı ırk ve mezheplerden bir nüfus
bulunuyordu. Bizans devletinin
içinde olduğu siyasi ve iktisadi istikrarsızlık Anadolu’ya hâkimiyeti
ve kontrolü zorlaştırıyordu. Müslüman Türkmen nüfus, ticaret ve
farklı gayelerle Bizans yönetimindeki Anadolu’da birkaç asırdır zaten yer yer görünmekteydi.
Batı’ya doğru yayılan Türkmenler
1020 yılında Azerbaycan’ı tamamen istila ettiler. Kısa bir zaman
sonra yani 1071 yılında Bizans
devletini Malazgirt’te mağlup
edince Anadolu kapıları Türklere
tamamen açıldı. Bizans’ın tarihî
hezimeti ile sonuçlanan bu zaferden sonra kitlesel göçler sonucu
Anadolu’nun demografik görünümü kısa zamanda değişmeye başladı. Malazgirt zaferini müteakip
Süleymanşah tarafından Anadolu
Selçuklu devleti kuruldu.
Osmanlı devletinin doğuşu, güçlü
bir siyasi teşekkül olarak ortaya çıkan ve hüküm süren Anadolu Selçuklu devletinin 13. asrın ilk yarılarından itibaren yaşadığı iç ve dış
gelişmelerin sonucunda olacaktır.
13. asrın başlarından itibaren Azerbaycan üzerinden Anadolu’ya
doğru yürüyen Moğollar önlerine
gelen her şeyi alt üst etmekteydi.
Güçlü bir askerî teşkilata sahip
olan Moğollar, Orta Asya’dan beri
önlerine gelen kitleleri ya katlediyor veya daha ilerilere sürüyordu. Kalabalık Türkmen grupları
da Moğol ilerleyişinin bir sonucu olarak sığınacak yer olarak
Anadolu’ya akın ediyorlardı. Anadolu Selçuklu devleti yöneticileri
doğudan gelen bu taze ve savaşçı
nüfusu belli bir düzen içinde olan
şehirlerde veya kırsallarda iskân
etmek yerine, mevcut sosyal düze-
EYLÜL 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
61
GEÇMİŞ ZAMANIN İZİNDE
ni de bozmamak adına onları Bizans sınırına doğru bir hat üzerine
sevk ediyordu. Gelen Türkmen
grupları ile asrın ilk yarılarına doğru devletin batı uç bölgeleri olan
Ege ve Marmara kıyılarında aktif,
vasıflı ve kalabalık bir nüfus kitlesi
meskûn hâle geldi.
bir Türkmen nüfusun yığılmasını
sağladı. Özellikle 1260’lı yıllar,
Anadolu’nun siyasi yapısının değişmeye, çeşitli beyliklerin doğmaya başladığı bir dönemdir. Aslında Osmanlı beyliğinin doğmaya
başlamasının tarihlerini de 1260’lı
yıllara kadar indirmek gerekir.
Moğolların, geniş otlaklara ve verimli yerleşime sahip Azerbaycan’ı
1230’lu yıllarda istila etmesi, bu
topraklardan kopan Türkmenlerin Anadolu istikametinde büyük
göçünü beraberinde getirdi. Moğolların önünden kaçan Türkmen
grupları Anadolu’ya giriyor ve batı
uç bölgeleri olan Balıkesir, Aydın,
Bilecik ve Sakarya istikametlerinde yerleşiyorlardı. Bir müddet
sonra Moğolların Anadolu’ya girmesi ve 1243 yılında Kösedağ’da
yapılan savaşta Selçuklu devletini
büyük bir mağlubiyete uğratması
büyük bir siyasi istikrasızlığı da
beraberinde getirdi. Bu tarihten
sonra Anadolu Selçuklu devleti
Moğollara tabi ve vergi veren bir
devlet hâline geldi.
Bu dönemde siyasi istikrarsızlığın
bir sonucu olarak, Osmanlıların
yanı sıra çok sayıda beyliğin ortaya
çıktığı görülür. 1270’lerde Menteşe Beyliği, 1290’larda Aydın yöresinde Saruhan Beyliği, 1290’larda
Kastamonu Beyliği ve 1250’lerde
Karamanoğulları Beyliği bunlardan birkaçıdır.
Osmanlı devletinin kurucusu Osman Bey’in babası Ertuğrul’un da
Moğolların Anadolu’ya ilerleyişi sıralarında 1260’lı yıllarda Eskişehir
– Sakarya hattına göç eden gruplardan olduğu sanılmaktadır. Batı
yönüne göç eden Ertuğrul Bey,
bir boyun başında bulunuyordu.
Onun, başında olduğu boy ile geldiği “uç” bölgesinde Anadolu’nun
diğer yörelerine göre çok canlı ticari ve sosyal bir hayat vardı.
Anadolu’nun batısı yani uç bölgeleri Türkmen dervişlerin yaşamları
ve Orta Asya Türk gelenekleri ile
renkli bir yaşamın sürdüğü yerler
olarak görülüyordu.
Anadolu’da büyük bir siyasi tahakküm oluşturan Moğollara Türkmenlerin direnişi diğer beylikler
gibi Osmanlı beyliğinin doğuşunu beraberinde getirdi. Moğollara karşı gösterilen direncin zayıf
olması batı bölgelerinde büyük
62 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2015
Osman bey ve boyunun Bilecik
– Söğüt civarına gelişinden sonra, daha önce olduğu gibi yoğun
Türkmen göçü bölgeyi doldurmaya başladı. Büyük nüfus kesafeti
sebebiyle Anadolu’nun batı kısmında ve Bizans sınırında uluslararası büyük pazarların ortaya
çıktığı görülür. Özellikle Bursa,
Yalova, İznik ve İzmit gibi Ege ve
Marmara havzasında bazı şehirler
tüccarların sık uğrak yerleri oldu.
Uç bölgelerde oturanlar gaza düşüncesine gönülden bağlı insanlardı. Gaza düşüncesinin sosyal
hayatın bir parçası hâline gelmesi
mevcut zamanda cereyan eden siyasi olayların bir yansımasıydı. Bir
taraftan Moğollar ve bir taraftan
Haçlılara karşı mücadele toplumda canlı bir ruh yapısını muhafaza
ediyordu. Bu ruh yapısı, Osmanlı
beyliğinin oluşumu ve az sonra
onun Balkanlara geçiş ve yerleşmesini beraberinde getirdi.
Ertuğrul Bey ve onun 1281 yılından sonra yerine geçen oğlu
Osman Bey dönemlerinde onun
başında olduğu topluluk, Kastamonu uç emiri Çobanoğulları komutasında Bizans’a karşı savaşan
bir boy şeklindeydi. Buna göre
Osman Beyin boyu Kastamonu
Beyliği’ne, beylik Anadolu Selçuklu devletine ve o da yüksek otorite
olan Moğollara bağlıydı. Yani yöreden toplanan vergiler Moğolların hazinesine gidiyordu.
Osman Bey, 1281 yılından babasının ölümünden sonra boyun
yönetimini devralınca sistemli bir
şekilde sahip olduğu coğrafyayı
genişleterek bir beylik hâline getirdi. İlk zamanlar onun harekât
merkezi Söğüt’tü. Buradan genişleme yönü Anadolu Selçuklu
devletinin ilk merkezi olan İznik
ve doğal olarak Marmara havzasıydı. Boy’un başına geçtikten
sonra 1288 yılında Karacabey’i
Bizans’tan alması onun siyasi otoritesini çevrede pekiştirdi. Bu zafer
Osman Bey’i uçlarda Bizans’a karşı mücadele eden sıradan bir bey
konumundan uç beyi konumuna
yükseltti. Osman Bey’in kazandığı
askerî zaferler siyasi gücünü artırdı ve bölgede faaliyet gösteren
Turgut Alp, Aykut Alp, Konur Alp
ve Samsa Çavuş gibi bağımsız hareket eden gazilerin onun etrafında toplanmasını sağladı.
Osman Bey’in şeyhi ve hocası olan
ünlü Şeyh Edebali de diğer Türkmen dervişleri gibi bu dönemde
Anadolu’nun uçlarına göç edenlerdendi. Vefaiye şeyhi olan Baba
İlyas’ın halifelerinden olan Şeyh
Edebali, Anadolu’da hayatta olan
Babai dervişlerinin en saygınlarındandı. Şeyh Edebali’nin Osman
Bey’in üzerinde büyük bir nüfuza
sahip olduğu biliniyordu.
Aslında 13. asır Anadolu’su Türkmen şeyhleri ve dervişlerinin sosyal hayatta çok aktif oldukları bir
dönemdir. Anadolu’da Moğol baskısı, Haçlı seferleri ve batı sınırında olan Bizans devletinin varlığı
Türkmen dervişlerde gaza ve cihat
ruhunu canlı tutuyordu. Osman
Bey’in Bizans’a karşı kazandığı
zaferler, ele geçirdiği zengin ganimetler ve canlı ticari hayatın oluşturduğu iktisadi doygunluk, cihatçı ruha sahip genç ve dinamik
Türkmen dervişlerinin Osmanlı
GEÇMİŞ ZAMANIN İZİNDE
Beyliği’nin etrafında kümelenmesine sebep oldu.
Yoğun Türkmen akınıyla Anadolu 13. asırda artık bir Türk yurdu
görünümündeydi. 1279 yılında
Anadolu’dan geçen Marco Polo,
Anadolu’dan bahsederken “Turkmenia” ifadesini kullanmaktadır.
Moğolların baskısı ve Anadolu Selçuklu devletinde 1288’li yıllardan
sonra gelişen iç olaylar nedeniyle
Osman Bey daha rahat hareket
etmeye başladı. O, Anadolu’nun
batısında ve Bizans sınırında olmanın imkânlarını iyi kullanarak topraklarını genişletmeye başladı. Osman Bey, Germiyanlılar gibi etrafta olan beyliklerle mücadele etmek
yerine iç siyasi istikrasızlık içinde
olan Bizans ile mücadele etme ve
onlardan topraklar kazanma yoluna gitti. Bu politika, uçlarda olan
Türkmenler tarafından da hoş karşılanıyor ve ganimet elde etmek
amacıyla Osman Bey’in etrafında
güç birliği oluşturuyorlardı. Bu
politikanın bir sonucu olarak Osman Bey, 1298 yılında Bilecik’i fethederek topraklarına kattı. Osman
Bey’in başında olduğu boyun artık
bu tarihlerden sonra beylik hâline
geldiği kabul edilmektedir.
Osman Bey, 1301 yılında
Yenişehir’i aldı ve 1302 yılında da
Bizans devleti ile, büyük akisler
yaratan Koyunhisar muharebesini yaptı. Koyunhisar muharebesi, Marmara havzasına hâkimiyet
noktasında Osmanlı beyliğine
stratejik bir üstünlük sağladı ve İznik ile İzmit’in yolunu açtı.
Osmanlı devletinin kuruluşu bu
tarihlere rastlamaktadır. Genel
kabul gören anlayışa göre, Anadolu Selçuklu devleti sultanı II.
Mesut’un Yenişehir zaferi üzerine
Osman Bey’i Uç Beyi olarak ataması ile 1299 yılı Osmanlı devletinin
kuruluşu olarak bilinmektedir.
Fakat son yıllarda ortaya sürülen
bazı tezlerde, 1302 Koyunhisar
savaşı da Osmanlı devletinin ku-
ruluş yılı olarak zikredilmektedir.
Her iki tarihte de Osmanlı beyliği
Anadolu Selçuklu devleti ve büyük kağan olarak da Moğollara
bağlıdır. Bu nedenle Osmanlı devletinin kuruluşu için nokta bir tarih vermek zordur ve imkânsızdır.
Eğer mutlaka bir tarih vermek
gerekiyorsa Osman Bey’in Anadolu Selçuklu sultanı tarafından
Uç Beyi olarak atandığı yıl olan
1299’u vermek yerinde olacaktır.
Anadolu Selçuklu devletinin 1308
yılında siyasi hayattan tamamen
çekilmesi ile Osmanlı beyliği kısmen daha bağımsız olduysa da
hala Moğollara vergi veren bir
devlet konumundaydı. Osmanlılar, Moğollara uzun yıllar daha
vergi ödediği ve bu tarihin Orhan
Bey’in iktidarının neredeyse sonlarına kadar sürdüğü bilinmektedir.
Osman Bey, 1321 yılında da
Mudanya’yı aldı. Onun hedefi büyük bir ticari merkez olan Bursa’yı
almaktı. Bursa, hem uluslararası
ticaretin ve hem de üretimin yapıldığı önemli bir merkezdi. 1326 yılında burayı kuşattı fakat kuşatma
devam ederken 68 yaşında vefat
etti.
Osman Bey öldüğü zaman Osmanlı beyliği, kurumları, askeri
teşkilatı ve sahip olduğu coğrafya
ile küçük bir devlet görüntüsündeydi. Babasından bu mirası 45
yaşlarında büyük bir tecrübeye
sahip olarak devralan Orhan Bey,
ilkönce Bursa’nın fethini tamamladı ve burayı devletin idare merkezi
yani başkenti yaptı. Onun 1331’de
İznik, 1337 yılında İzmit ve 1345
yılında da Karesi beyliğini sınırlarına katması Osmanlı beyliğini uluslararası bir üne kavuşturdu. Kısa
zamanda ve kalıcı olarak verimli
İznik ovası ve Ankara’ya kadar
ulaşması Osmanlı beyliğinin istikrarlı yükselişinin göstergeleridir.
Orhan Bey, Bizans ile iyi ilişkiler
içinde oldu. Bizans ile ilişkileri
iyi değerlendirerek topraklarını
genişletti. Onun komşu Karesioğlu beyliğini alması bu siyasetin
bir sonucudur. Bizans sarayı ile
olan evliliğin bir sonucu olarak
da burada taht kavgalarına müdahil oldu ve 1352 yılında Çimpe
kalesini alarak Rumeli’ye kadar
uzandı. Bu tarihten sonra Gelibolu
ve Rumeli’nin peş peşe Osmanlı devletinin eline geçtiği görülmektedir. Edirne, 1363 yılında
alınınca başkent Bursa’dan buraya
nakledildi. Artık Osmanlı devleti
bir ayağı Anadolu’da ve bir ayağı
da Balkanlarda bölgenin saygın bir
devletiydi.
Osmanlı beyliği, kurucusu Osman
Gazi’ye izafeten onun adı ile anılmıştır. Bu dönemdeki genel anlayışa göre kurulan devletler ilk kurucusu veya onun babasının adı ile
anılmaktadır. Devletin ilk kurucusu Osman Bey olarak görülmesine
rağmen, teşkilat ve kurumlarının
oluşumu ve Moğol tahakkümünden kurtuluşu dikkate alındığında
Osmanlı beyliğinin bir devlet haline gelmesi Orhan Bey zamanındadır.
Osmanlı beyliği ilk zamanlardan itibaren ilim adamlarına,
sanatkârlara ve tüccarlara büyük
değer verdi. Devletin sağlam temeller üzerine kuruluşu ve asırlarca devam etmesi bu hassasiyetlerin
bir göstergesidir.
Osmanlı devletinin kuruluşunun
1453’lere kadar uzatıldığı da varsayılan görüşler arasındadır. 150
yıl kadar bir dönemin kuruluş yılları olarak adlandırılması, devletin
daha sonra gerçekleştirdiği coğrafi,
siyasi ve sosyal inkişaf ile kıyaslanmasının bir sonucudur. Bununla
beraber; 1299 veya 1302 yılları Osmanlı devletinin ilk kuruluş yılları
olarak kabul görmesine rağmen,
1402 yılında Moğollar ile yapılan
Ankara savaşından sonra yaşanılan
fetret döneminin sona erdiği tarih
olan 1413 yılı da ikinci kuruluş yılı
olarak kabul edilmektedir.
EYLÜL 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
63
kültürsanat edebiyat
Şair Nabi ve Hikmet Şiiri
Prof. Dr. Namık Açıkgöz
Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi
Nâbî, ilâhî sırların yanı sıra,
toplumsal ilişkilerin arkasında
yatan bireysel ve toplumsal
hikmetleri fark edip dile getiren bir şâirdir. Bunun yanında
Nâbî’nin zaman zaman bir
zekâ taşmasının göstergesi
olarak hikmetleri ironik bir
şekilde ifade ettiği de görülür.
Hikmet, esas itibarıyla “eşyanın
sırrına ve künhüne vâkıf olmak
ve bu vukufiyeti ifade etmek”tir.
Diğer yandan hikmet, insan zihni ile obje (şey-şeyler) arasındaki, zihin, zekâ ve keşif merkezli
bir işleyişle üretilen bir bilgidir.
Edebiyatta buna retorik/belagat da
eklenir. Retorik de zihin, zekâ ve
keşif çerçevesinde tezahür ederek
şey’lerdeki keşif ile dilsel/lisani keşif birleşir. Böylece anlam ve ifade
güzelliği ortaya çıkar. Kısaca “görme, algılama, yorumlama ve ifade
etme” merhalelerinin sonunda dile
getirilen şeydir hikmet.
Batı hikmeti eşyanın zahirî boyutunda kalmışken, Doğu hikmeti
ve özellikle İslam dünyasında hikmet, ilahî sırların kul tarafından
keşfedilmesi demektir. İslam dünyasında bazı keşifler dile getirilmiş, bazıları da dile getirilmemiştir. İlahî bilgi, ilm-i ledün sahipleri
tarafından keşfedilirken, bu sırri
bilginin faş edilip (kamusallaşıp)
faş edilmeyeceği (kamusallaşmayacağı) da öğretilir. Faş etmemesi
gerektiği hâlde sırri bilgiyi faş eden
cezalandırılır. Mesela tasavvuf ehli,
Hallac-ı Mansur’un faş edilmemesi
gereken bilgiyi faş ettiği için cezalandırıldığına inanır.
İlahî sırların yanı sıra, bir de asıl
itibarıyla ilahî sır olmakla beraber,
toplumsal yaşayışta tecelli eden
64 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2015
sırlar da vardır ki bunlar insanın
insanlarla, tabiatla, kavramlarla
ve eşya ile ilişkilerinde gizli olan
bilgilerdir. Bu tür bilgiler, gene
zekâ ve keşif merkezli bir işleyişle
fark edilir ve aynı şekilde zekâ ve
keşif ile ifade edilirler. Toplumsal
tecrübelerle fark edilen bu sırların
bir kısmı, atasözü olarak dillerde
dolaşır. Bireysel keşif ve ifade olan
hikmetlerin bir kısmına “vecize”
denmektedir. Bu tür keşif ve ifadelerin en yoğun olduğu bir alan
da şiirdir.
Şiirde, keşfe dayanan kelimeler
arası ilişki özgünlüğü ile beraber,
eşyanın künhüne vakıf olanların
keşfi bir araya geldiğinde, “şiirde
hikmet” ortaya çıkar. Klasik Türk
şiiri döneminde de bunun en büyük örneği şair Nabi ve şiirleridir.
Nabi, yeryüzünün ve gökyüzünün
tamamen hikmetli sırlarla dolu
olduğunu ve bunları fark etmek
için, başta keşif zihniyeti olması
gerektiğini, bunun yanı sıra bu sırrı görecek göz ve ifade edecek ağız
gerektiğini şöyle söyler:
Leb-â-lebdür zemîn ü âsmân
esrar-ı hikmetden
Velîkin keşf ü tahkîka sezâ
çeşm ü dehen gerekdür
Nabi, bir başka beytinde kâinat kitabının hikmet sırlarıyla dopdolu
olduğunu ama cihanın onları anlayıp idrak edemeyecek cahillerle
dolu olduğunu; esas bunlardan
KÜLTÜR-SANAT-EDEBİYAT
şikâyetçi olduğunu söyler:
Kitâb-ı kâ’inât esrâr-ı
hikmetle leb-â-lebdür
Şikâyet cehlden feryâd
bi-idrâkliklerden
Varlık dünyasının sırlarla dolu
olduğunu bilen Nabi, şiirlerinde,
daha çok insan ve toplum, insan
ve kavram arası ilişkilerdeki sırları
ifade etmiştir.
Bugün dilimizde birer vecize gibi
dolaşan hikmetli beyit ve mısralar
söyleyen Nabi’nin meşhur beyit ve
mısralarından bazıları şunlardır:
Bâğ-ı dehrin hem hazânın
hem bahârın görmüşüz
Biz neşâtın da gamın da
rûzigârın görmüşüz
Hayat tecrübesine ve yaşanmışlığa dayanan bir ömrün insani birikiminin zenginliğini anlatan bu
beyit, aynı zamanda, seçilen kelimeler ve bunların birbiriyle ilişkisi
açısından, bir retorik/belagat harikasıdır. Şair, ilk mısrada hüznün
sembolü olarak hazanı, sevinç ve
mutluluğun sembolü olarak baharı zikreder; bunlara paralel bir
şekilde, ikinci mısrada neşat (sevinç) ve üzüntü (gam) kelimelerini zikreder.
Nabi’nin dillerde dolaşan bir başka hikmetli mısraı ise şudur:
Sitem hep âşinâlardan
gelür bîgâneden gelmez
Bu mısrada Nabi, yaşanmışlık eseri
olan bir sonucu dile getiriyor. Bilindiği gibi, insanlar arası ilişkide,
zaman zaman husumet, düşmanlık, kızgınlık, öfke gibi olumsuz
duyguların varlığı beslemesi söz
konusudur. Bunlardan birisi, sitemdir. Birisini nazikçe eleştirmek
demek olan sitem, aşinalara, yani
nazının geçeceklerine edilir; hiç
tanınmayan birine sitem edilmez.
Düşmana zaten sitem edilmez.
Nabi’nin bir başka meşhur mısraı
da şöyledir:
Kenârun dilberi nâzik de olsa
nâzenîn olmaz
Nabi, bu mısraında, kenar
(taşra)’nın güzeli ile şehrin güzelini mukayese eder ve şehirdeki işlenmiş hâl-hareket ve tavrın, taşraya göre daha ince ve daha işlenmiş
olduğunu belirtir.
Nabi, merkez-taşra (kırsallık-kentsellik) farkını, köklü ve kadim bir
ayrım olan, kırsalda “emek yoğun”, kentte “bilgi yoğun” bir oluşum sergilendiğini, “arif-bahadır”
mukayesesinde şöyle belirtir:
Hünerün var ise
bir şehrde bir ârif bul
Yoksa her karyede
bir nice bahadır bulınur
İnsanlığın, her dönemde doğruya
yönelmek yerine maddiyata yöneldiğini ise Nabi, şöyle söyler:
Kâfir-dilân-ı hırs
ferâamûş idüp Hak’ı
Şimdi sanem-misâl
perestiş guruşadur
Nabi, maddiyat düşkünlüğünü eleştirdiği bir başka beytinde, aslında hiçbir maddi zenginliğe rağbet
etmemesi gereken Müslümanların
dahi, caminin vakıftan mahrum
eski olanına değil, zengin vakıflı
olanına rağbet ettiklerini şu beytinde ifade eder:
Şöhreti mâl iledür
ma’bed-i İslâmun da
Câmi’-i köhne-i bî-vakfa
cemâ’at gelmez
Nabi, inançlı bir Müslüman olarak, devrinin Müslümanlarının
tavırlarını da hikemi bir şekilde
eleştirir. Mesela aşağıdaki beytinde Nabi, camilerin ramazanlarda
ağzına kadar dolduğunu ve bu
yüzden normal zamanda camilere
gelenlerin ramazan ayında yer bu-
lamadıklarını söyler:
Zihâm o gûne
cevâmi’de rûz-ı rûzede kim
Mülâzımân-ı kadîmü’z-zamâna
yir kalmaz
Cenneti, baba mirası bir ev olarak
gören Nabi, kendisini bu mirastan
kimsenin mahrum edemeyeceğini,
ironik bir şekilde şöyle dile getirir:
Kimdür bizi men’ eyleyecek
bağ-ı cinândan
Mevrûs-ı pederdür girerüz
hâne bizümdür
Nabi, bu dünyaya tamah etmeme
fikrini açıkladığı şu beytinde, öyle
bir fakirlik anlayışından bahseder
ki, en müflisler için bile iki cihanı
bir zekât olarak vermek, bir alçaklıktır; çünkü sahip olunan muhabbetullahtır ve zekâtın kırk katı bile
bu zenginliğin yanında hiçbir değer ifade etmez:
Biz ol fukarâyuz k’olınur
add-i denâ’et
Kevneyni zekât eylemek
en müflisümüzde
Toplumda, boş konuşanların hoş
karşılanmadığını bilen Nabi, boş
konuşma ile horozun ötmesini
mukayese eder ve horozun ötmesini, boş konuşmaya tercih eder.
Çünkü horoz, ötmesinin anlamını
bilmezse de hiç olmazsa ne zaman
öteceğini bilir:
Sühan-ı bîhûdeden hoş gelür
avaz-ı horûs
Bari ma’nasını bilmez ise de
hengâmı bilür
Verilen örneklerden de anlaşılacağı üzere Nabi, ilahî sırların yanı
sıra toplumsal ilişkilerin arkasında
yatan bireysel ve toplumsal hikmetleri fark edip dile getiren bir
şairdir. Bunun yanında Nabi’nin
zaman zaman bir zekâ taşmasının
göstergesi olarak hikmetleri ironik
bir şekilde ifade ettiği de görülür.
EYLÜL 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
65
kültürsanat edebiyat
Bu Yağmurlar
Bize Ne Söyler?
Muhammet Emin GÜrdamur
Efendimiz bir defasında yolda ashabıyla yürürken yağmur yağmaya başlamış. O da mübarek
başını açıp yağmurun tenine, yüzüne yağmasına izin vermiş. Neden böyle yaptığını soranlara da “çünkü” demiş, yağmuru göstererek, “Onun Rabbiyle ahdi benden daha taze.”
66 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2015
KÜLTÜR-SANAT-EDEBİYAT
varların, bu
eskitilmiş
kelimelerin ağırbaşlı
Eskiden
kalma
eskitilememiş
“Bana eşyanın
hakikatini göster.”
Anlamak
içinama
dikkat
gereklidir. Dikkat,
sakin
bir yaklaşımla,
bir düşümuhatabı insandır. Boyna asılan ibir sorudur; eşyanın hakikatinin
Âlemlere
olarak gönderinüşle
gerçekleşir. Yani anlamakradenin,
için sessizlik,
sessizlik
anında da
dikkatrahmet
gerekir.
ne olduğu.
ayaklara dolanan
kaosun,
len Efendimiz bu duayı yaparak,
elinden tuttuğu kaderin ve ciğere
meseleyi salt zihinsel bir devinim
Her şeyin ölçüsü insan mıdır bioturan firakın muhatabı insandır.
olmaktan çıkartıp bizzat hakikat
linmez ama her şeyin muhatabı
kıvılcımına dönüştürmüştür. Buinsandır. Uzayıp giden yolların,
Her doğum kitabın ortasından başradan mülhem, eşyanın, varlığın
solan güllerin, kuş uçmaz kervan
lamak gibidir. Öyle değil midir?
ve insanın hakikati aynı yöne kıgeçmez dağların, birbirini tekrar
Öncesi ve sonrasına dair pek az şey
yam duran ayçiçekleri gibi bize
edip duran ve bunu bir marifet
bilen tarafıyla, bilmediğinin farkınbir istikamet sunmaktadır. Yer,
sayan çöllerin, akreplerin, çıyanda olan tarafıyla en cerbezeli varlığa
gök ve içindekiler kendilerinden
dönüşüvermez mi insan? Gezegenların, krizantemlerin, okyanus didaha büyük sorularla idrakimizin
bindeki karanlıkların, savaşlarda
ler onun etrafında döner, kuşlar ya
sinir uçlarını ayartırken, zihinleribombalanan şehirlerin, titreyerek
ona doğru ya ondan öte uçarlar.
miz kelimelerin kifayetsiz kaldığı
ölen çocukların, onların kamerada
Âlem bir dekordur artık. İnsan o
duran gözlerinin, kan sıçramış dudekorun kalbi, “zübde-i âlemdir.”
mayın tarlalarına sürüklenirken,
EYLÜL 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
67
kültürsanat edebiyat
“Bana eşyanın hakikatini göster.” diye dua eden Peygamber (s.a.s.),
sadece eşyaya değil, sadece hakikate değil, varlığın da yokluğun da
sahibi Allah’ı kâmilen bilmeye taliptir. Bir insan için ufku değil, ufkun
ardını değil, ufkun sahibini bilmek en büyük marifet olsa gerektir.
insanlığın en bilge yol göstericisi
Efendimiz, neyi nerede aramamız,
neyi kimden istememiz gerektiği
konusunda altın bir öğüdü kulaklarımıza küpe yapmakla kalmamış, bizlere hakikatin istikametini
göstermiştir.
Nedir bu olup bitenler etrafımızda, nedir bu yağmur, bu toprak
nedir? Şu yeryüzünün çukurlarını
dolduran okyanuslar, gece ve gündüz nedir? Mukayyet olduğumuz
şu zaman nedir? Geri dönülmez
bu gidiş nedir? Bir dağ köyünde
yıldızları sayan şu çocuk nedir?
Kentlerin günah kokan dehlizlerine tempo tutan bu ağır aksak müzik nedir? Soruların teker teker değil, üst üste, iç içe gelmesi nedir?
Hayat delirtici alaşımıyla hiçbir
şeyi kendi başına bırakmaz. İnsan
bir su kuyusuna düşüp renkleri
akan, birbirine karışan resimlere
benzer. Şimdilerde ona “kelebek
etkisi” diyorlar. Bizler rastgele
kanat çırpar ve yolumuza devam
ederiz. Ancak o kanat çırpışımız,
geride bıraktığımız o minicik iz
büyür büyür ve bir kasırgaya sebep olur.
“Gerçekten biz ölüleri mutlaka
diriltiriz, onların önceden yapıp
gönderdiklerini ve bıraktıkları
eserlerini yazarız.” (Yasin, 36/12.)
Kur’an bize, geride bıraktığımız
izlerden de sorumlu olduğumuzu
hatırlatır değil mi? Acaba tebessüme sadaka payesini bu yüzden
68 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2015
mi vermiştir Efendimiz? Sözgelimi
yanından geçtiğimiz simitçinin,
evine yorgun dönerken gözü bize
ilişen delikanlının, caminin çay
ocağında oturup çocuklarının istikbaliyle dertlenen orlon fesli ihtiyarın, sokak başında dilenen, en
çok da insanlık dilenen bir mültecinin, herkesin, bütün yeryüzü
sakinlerinin durgun ve karamsar
denizine dokunuveren bir tebessüm... Biz geçip gittikten sonra
bizden habersiz halelenerek yaşama ümidine, kulluk sevincine, bir
lokma ekmeğe dönüşecek o sıcak
tebessüm... Hiç yoktan bu imkânı
içinde barındıran tebessüm… İnsanlar bedenlerinin eksikliklerini
söylemekte ustadırlar. Ama çoğu
zaman ruhlarının ihtiyaçlarından
habersizdirler.
Kendisinden habersizken eşyanın
hakikatinden nasıl haberdar olsun
insan? Bir insanı bir filmle, bir romanla, bir biyografiyle anlatabilir
miyiz? Kim kimi özetleyebilir? Bütün bıraktığı ve aldığı izlerle insanı
kim anlatabilir? Kim anlayabilir
insanı? Ne hayat sanıldığı kadar
panoramik, ne insan tek zamanlı.
Bin bir çeşit izlerden, bin bir çeşit
rüzgârlardan ve bin bir çeşit rüyalardan beslenen insanı ancak ve
ancak ona şahdamarından yakın
olan Rabbi (c.c.) anlar. Ne güzel
demişler; ağaca yaslanma kurur,
duvara yaslanma yıkılır, insana
yaslanma ölür, diye. Bu tecrübeli
ses yankılanmaya devam ediyor.
Varlığa yaslanma yok olur, yokluğa yaslanma var olur. Zamana yaslanma o da kuldur!
İnsan dünyanın gideremeyeceği
yalnızlığa sahiptir, çünkü kalp sahibidir. Kalp sahibi olmak şairin
dediği gibidir; “Kalp yaralanmaz
çünkü yaradır.” O kalbin sahibi de
şifası da yalnız ve yalnız, ancak ve
ancak Allah’tır.
“Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah’ı
anmakla huzur bulur.” (Ra’d, 13/28.)
O’nu anmak kalplere şifa, O’nu
bilmekse ebedî devadır. Mutasavvıflar, varlık âlemini Allah
Teala’nın isim ve sıfatlarıyla tecelli
ettiği aynaya benzetirler. Ayna dedikleri eşyadır.
“Bana eşyanın hakikatini göster.”
diye dua eden Peygamber (s.a.s.),
sadece eşyaya değil, sadece hakikate değil, varlığın da yokluğun
da sahibi Allah’ı kâmilen bilmeye
taliptir. Bir insan için ufku değil,
ufkun ardını değil, ufkun sahibini
bilmek en büyük marifet olsa gerektir.
İnsana varlık âlemindeki tecelliler
rehberdir. En başta insanın kendisi bir hakikat fragmanıdır. Karaya
düşmüş bir ahtapotun yuvarlanarak, gelişigüzel her şeye tutunarak
okyanusa varmak istemesine benzeyen trajedisiyle insan, saniyede
yirmi dört kareye sığmayan bir
fragmandır. Doğan her gün bir
öncekini nasıl temize çekerse, na-
KÜLTÜR-SANAT-EDEBİYAT
Duralım ve yağmuru dinleyelim. Eşyayı dinleyelim.
Kâinatı dinleyelim. Her ses bir tohumdur. Tohum
bir ayettir, kuru bir odun parçası yemyeşil etekler
giyinir. Bu dünyadan kam almak ham hayaldir.
sıl başkalaşırsa bildikleri insan da
öyle akıp durmaktadır. İşte burada
insana lazım gelen bir edeptir, bir
metottur. Bir anlam sıçramasıdır.
Efendimiz bir defasında yolda
ashabıyla yürürken yağmur yağmaya başlamış. O da mübarek
başını açıp yağmurun tenine, yüzüne yağmasına izin vermiş. Neden böyle yaptığını soranlara da
“çünkü” demiş, yağmuru göstererek, “Onun Rabbiyle ahdi benden
daha taze.”
O gün yağmur bugünkü gibi yağmıştı; tane tane. Bugünkü gibi sıcaklığın etkisiyle gökyüzüne yükselen su buharı soğuyarak yoğunlaşmıştı. O gün çölün tepesinde
bunlar olmuştu. Yoğunlaşmanın
ardından küçük su damlacıkları
meydana gelmiş ve yağmura dönüşmüştü. Yağmur yağmış, hurma
dalları gevremiş, her yağmur sonrası olduğu gibi topraktan o kadim
koku yayılmış, kuşlar sevinmiş,
karıncalar yuvalarına çekilmişti.
Sadece Efendimiz, bir idrak kalası
olarak, yeryüzünün bütün evrelerini içine alan, sadece gözlemlenebilir tarafından değil, kalple bilinmesi gereken tarafından da tutup,
bildikleri insanı esir almasın diye,
neye nasıl bakacağını, neyi nasıl
göreceğini unutmasın diye, ama olabildiğince sakin ve alabildiğince
insana dair bir haşyetle yağmuru
okumuştu.
O günden önce olduğu gibi o
günden sonra da insan yağmura
muhatap olmaya devam etti. Ama
“her şeyin ölçüsünü insan” bilenler, insanı aşan anlamlara düğüm
atanlar, yağmurdan kaçmaya devam ederek en başta hayretlerini,
sonra haşyetlerini ziyan edenler,
kendi iradeleriyle kalplerini kurutmayı seçenler, ne yağmurun
ne eşyanın ne de insanın Rabbiyle
ahdine kulak verenler, derin bir
anlamsızlık ve formüllerle dolu bir
beyinle bu dünyadan geçip gitmeyi seçtiler.
Duralım ve yağmuru dinleyelim.
Eşyayı dinleyelim. Kâinatı dinleyelim. Her ses bir tohumdur. Tohum
bir ayettir, kuru bir odun parçası
yemyeşil etekler giyinir. Bu dünyadan kam almak ham hayaldir. İyisi
mi duralım ve yağmuru dinleyelim. Bugün değilse bile bir gün,
elbette bir gün kalplerimiz o derin
haşyeti duyup gözlerimizi nemlendirecek. Eşyanın hakikatine giden
yolda kalplerimize bir kıvılcım çakacak. O kıvılcım dualarla çoğalacak ve yolumuzu aydınlatacak.
EYLÜL 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
69
kültürsanat edebiyat
Göklerden Köklere Çağrı
Meral Günel
Maltepe Vaizi
Yöneliş
İbadetler Allahın, ruhu korumak
üzere insana bahşettiği sığınaklardır, der Sezai Karakoç. Namaz
benliğin direncini, oruç şehvetin
gücünü, zekât mülkiyetin kibrini
kırar. Hac bütün bunları bünyesinde harmanlayarak yeniden inşa
eder Müslümanı. Bireysel benliğinin elinden tutar ideal benliğe
taşır, hatta onu da aşırtır. Uzlete
meraklı olanları, tek başına ötelere
ulaşmaya çalışanları, öğrettikleriyle sükût-i hayale uğratır. Değerleri
altüst eder, ezber bozar, gerçeklik
duygusunu sorgulatır her adımda.
Bunu da bilgiyle şuurun iç içe geçmesiyle sağlar. Şuursuz bilgi kalbi
katılaştırır, bilgisiz şuur ayağı kaydırır zira.
Hac, kulun rabbiyle arasında-
70 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2015
ki kulluk zincirinin test edildiği
muhteşem bir ibadettir. Zincirin
sağlamlığı en zayıf halkanın direnci kadardır, malum. Hac yolculuğu zayıf halkalarınızı ifşa eder tek
tek. Kendinizde var olup da farkına varamadığınız iyi kötü türlü
yönleriniz uykudan uyanır, başlarını uzatır, size göz kırpar. Bu yüzden daha yola çıkmadan uyarıcı
işaretler gelir: rafes, füsuk ve cidal
(şehvet, kötülük ve tartışma)den
uzak durun (Bakara, 2/197.), üç ana
çeldiriciden… bu yolda azığınız
takva olsun… akıllıca hesap yapın; korkulup çekinilecek merkezi
doğru tespit edin.
Hac, İbrahim ailesinin insanlığa
hatırası; zaman, mekân ve insanın
kucaklaştığı bayram. Göklerden
gelen çağrıya köklere dönerek
verilen cevap. Sabırla tevekkül,
hoşgörüyle tefekkür, tebessümle
gözyaşı, pişmanlıkla bağışla(n)ma,
hasretle muhabbet…
Duyuş
İlk müezzini İbrahim as olan bir
davettir gelen (Hac, 22/27)… Davet
sahibi Allah, davet edilen, kul…
Herkese ulaşan bu çağrıyı sadece
alıcılarını o yöne ayarlayanlar mı
duyar ya da çağrı kulaktan gönle
düşmeyince ilgi mi görmez, bilinmez. Dualar hep bu çağrıya yazılıdır bazı ömürlerde. Şuura yöneliş,
dilden dökülen “buyur Allah’ım”
tekmiliyle başlar, insanı kendindeki irade gücüne şaşırtan ihramla
devam eder. Azmedildiğinde ne
kadar dikkatli olabildiğini keşfetmek ilginçtir. Yolculuk başlamıştır, ilerlemek için yola düşmek
gerek. Yıldızların ayak izlerini aramalı gece gündüz vahyin sağanak
sağanak indiği bu mekânda…
Görüş
Yücelere ermek, ilerlemek ister insan. (Vücudumuzun, bakışımızın
öne doğru oluşu sanki bu meylimizdendir.) Yücelerin de daima
yükseklerde olduğunu sanır. İnsanı en yüceye taşıyan merdiven bazen bir vadide saklı olabilir oysa.
Bağrı yanık dağların, ekin bitmez
bir arazinin orta yerinde. Sonsuzluğa çıkış basamağı önce derinlere
çağırır sizi. İnmeden çıkamazsınız.
Bütün eğreti makyaj ve etiket-
KÜLTÜR-SANAT-EDEBİYAT
lerden ihramla sıyrılabilen insan
görece yüksekleri de ardında bırakır. Bundan sonra göreceklerinin
hiç biri için beden gözü kâfi gelmeyecek, bilgi ve hikmetle yoğrulmuş aklın, gönlün kılavuzluğuna
muhtaç kalacaktır. Sadelik ve yalınlıkta gizli ihtişama şahit olacak,
gerçek izzet ve şerefin nerelerde
aranması gerektiğini anlayacaktır
usul usul.
Yokluk âleminden varlığa seçilmişliğimizi unutmak insan/nisyan
ile malül oluşumuzun doğasında
var. Kâbe’ye varmak bu “seçilmiş
olmak”lığı gün yüzüne çıkarıverir.
Seçilmiş olduğunu fark edebilmek
ağır bir şükran borcu bırakır müminin omzuna. Heyecan, şükran,
utanç, sevinç… tarif edilebilen
edilemeyen bütün duygular her
bir kılcal damarı sarsar, titretir;
çoğu kez gözden billur olur akar.
İhtiramda kusur ediveririm endişesiyle atılır ilk adımlar. Ömürlük ibadetin bir ömre değecek ilk
adımları.
Dönüş
Kâbe’ye vardınız mı artık her şey
sıradanlık esvabından soyunmuş,
anlamlar hırkasına bürünmüştür.
Attığınız her adım sizi sizden alır,
döndürür dolaştırır yine size getirir; anlarsınız ki derdin kaynağı da
dermanı da sizdedir. Rab’den gelip Rabb’e dönecek oluşumuz gibi
kendine, özüne döndüğünde tamamlanır insan. Kendisi gibi ama
kendi dışındaki binlerle kâinat
korosuna katılır, bütünleşir, modern hayatın bütün sanrılarından
sıyrılarak...
Tavafta birbirine dolaşan adımlar her dönüşle nefsin yüreklere
bindirdiği ağır katmanları burgu
burgu aralar, kendi içinde devirler
devirerek derine daha derine sevk
eder insanı. Arınmak, hafiflemek
için başlangıçtaki tertemiz oluşa
varma arzusu kıpırdar yüreklerde.
Tevhit merkezine sabitlenen kalbi
odağından, dili tesbih ve zikirden
ayırmayarak. Böylelikle her istilam
yeni başlangıçlar için ahitleşme
olur rabbiyle kul arasında.
Dokunuş
Her bir menzilinde ruhun yeniden
dirildiği bir yolculuktur hac ibadeti. Kimi zaman dikey kimi zaman
yatay düzlemlerde konuşur sizinle menziller… kâh köklerinize
uzanır, İbrahim milleti kimliğinizi
ören anlam kıyılarına demir atarsınız, kâh yanı başınızda hem tamamen sizden hem size yabancı olana dokunur dünyanın lezzetlerini
tadarsınız, kâh geleceğin kaderine
tuzu da benden olsun misali, bir
tuğla da siz koyarsınız.
Hac, hiçbir şeyin artık eskisi gibi
olamayacağı bir başlangıçlar silsilesidir. Kalbe, bedene, zihne
dokunarak insanı içindeki kanlı,
kirli yönüyle yüzleştiren, içindeki iyilik ve kötülük potansiyeliyle
karşı karşıya getiren bir ibadet…
ferdin bütüne (topluma) dokunarak yapboz parçası gibi tamamlayıcı yönüyle karşılaşması… eksiği
ve fazlasıyla, olan ve olması gerekenle, ideal ve gerçekle… aynı
gayeyle aynı merkezde bu kadar
farklı olanın muhteşem uyumunu
yakalayarak ümmet benim içimde
ben ümmetin parçasıyım diyebilmek… ortak paydaları aramaya
ortak duygulardan başlamak…
ümmetin profilini, büyük kültür mozaiğini resmin tamamında
görmek… sorumlulukları kucaklamak… İnsan benliğini yerelden
evrensele taşıyan, her ritüelinde
iki taraf arasındaki geçişkenliğe
şahit olduğunuz köprüdür hac…
Arayış
Arayış sa’y olur Safa Merve arasında. Ab-ı hayata kavuşmak için
atılacak adımlar bitmemişse durmamak gerek. Yaşadıklarınızın
kucağınıza bıraktığı endişe sizi
dövünmeye değil arayışa sevk etmeli. Hz. Hacer’in ördüğü sekinet,
gayret, tevekkül ve teslimiyet hırkasını giyerek.
Duruş
Deruna vâkıf olabilmek için, hızla tüketilen hayatın ritmine karşı
dik duruşun adı Arafat… Durmak ama geçici bir süre… Yerinde, zamanında ve yeteri kadar…
Ne erken ne geç, ne az ne çok…
“hac arafattır” hadisince bakılırsa
haccın omurgası vakfe. Kulluğun,
şuurun demlenmesi… marifeti intac edecek iltifat için mola… rabbin karşısında kulluğun acziyetini
ikrar eden ademin adam olduğu
zirve… İrfana açılan pencere.
Yürüyüş
Yürüyüş, insanı kendi içine yoğunlaştıran bir dönemeç. Arafat’ın
yüklediği enerjiyle Mina’ya odaklanan insan hedefe kilitlenmiş kurşun gibi kararlı ve etkili ilerler. Bu
yürüyüş, her tür tıkanmışlıkların
açıldığı vakumlu bir hareketle sizi
çeker en azılı düşmanınıza doğru.
Gide gide gördüğünüz şey, o dışarıda sandığınızın aslında tam da
içinizde olduğudur. Mina’da taşlar
insanı Allah’tan uzaklaştıran cehalet, bencillik, kibir ne varsa alaşağı
edebilmek için atılır. Hedefin aslında karşıda değil tam da içinde
olduğunu bilerek; bilenerek, bilinçlenerek…
Geçiş
Kendinden ve sevdiğinden… bedenen ve zihnen… İnsanı bağlayan tüm bağların tereddüt etmeden kurban edilişi… aşkın sınanışı…
Hac, dünyadaki yolcuğu bir düşüşle başlayan insanın yükseliş
hikâyesi…
“Rabbimiz! Ben çocuklarımdan
bazısını, senin kutsal evinin
(Kâbe’nin) yanında ekin bitmez
bir vadiye yerleştirdim. Rabbimiz!
Namazı dosdoğru kılmaları için
(böyle yaptım). Sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir, onları ürünlerden rızıklandır, umulur ki şükrederler.”
(İbrahim, 314/7.)
EYLÜL 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
71
EN G Ü Z E L İ Sİ M L E R
Her Müşkülü Giderip
Hayır Kapılarını Açan
FETTAH
Fatma BAYRAM
Önümüzde hangi kapıların açık
olmasına muhtaç değiliz ki? Hidayet ve rahmet kapılarının, adalet
ve iyilik kapılarının, lütuf ve ihsan
kapılarının, başarı ve zafer kapılarının, huzur ve sekinet kapılarının,
rızık ve kısmet kapılarının...
İnsan sahip olduğu meziyetler
kadar zaaflarla maluldür. Ve bu
zaaflar döner dolaşır köşeye sıkıştırır insanı... İlla zaafları mı? Hayır!
Gün olur ilahî takdir ağır imtihanlarla sınar bizi... Bazen fakruzaruretin, bazen de bilinmezliğin kapıları sıkı sıkı kapatılmış olur üzerimize... Her ikisinin de yakıcılığı
şiddetlidir. Bedenin en temel ihtiyaçlarını karşılayamamakla ruhun
72 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2015
Arapça “feth” kökünden mübalağa ifade eden bir sıfat
olarak “iyilik kapılarını açan, bütün anlaşmazlıkların
en son hakemi olarak mutlak adaleti sağlayan, hak
ile batılı birbirinden ayırıp gerçeği ortaya çıkaran,
mazlumlara yardım edip mümin kullarının muzaffer
olmalarını sağlayan” anlamlarına gelir.
huzursuzluğuna çare bulamamak
bizi getirip Fettah’ın huzuruna bırakır… İki dünyamız için her neye
muhtaçsak Rabbimizin “Fettah”
ismine o kadar muhtacız... Çünkü
biz önümüzde neyin açılmasını
istiyorsak onu en hayırlı biçimde
açacak ancak O’dur. (Araf, 7/89.)
Bu isim Kur’an-ı Kerim’de çeşitli
kalıplarda 38 yerde geçer. Arapça
“feth” kökünden mübalağa ifade
eden bir sıfat olarak “iyilik kapılarını açan, bütün anlaşmazlıkların
en son hakemi olarak mutlak adaleti sağlayan, hak ile batılı birbirinden ayırıp gerçeği ortaya çıkaran,
mazlumlara yardım edip mümin
kullarının muzaffer olmalarını sağlayan” anlamlarına gelir. Kalplerin
kapısını ilim ve hikmete açan da
O’dur.
Akla gelebilecek, gelemeyecek
bütün hayır ve bereketlerin anah-
tarları Allah’ın emrindedir. (Zümer,
39/63.) Nimetini açtığında engel ola-
cak olmadığı gibi rahmet kapılarını açmazsa o nimeti bize ulaştıracak hiçbir kuvvet de yoktur. (Yunus,
10/107.) O’nun açtığı kapıyı kimse
kapatamaz; açmadığını da kimse
açamaz. (Fatır, 35/2.)
Fettah’ın tecellileri
Rezzak isminden hatırlayacağınız gibi rızıklar sadece bedenin
ihtiyaçları ile sınırlı değildi. Aynı
şekilde bazen yüzümüze kapandığını hissettiğimiz kapılar da sadece
maddi konularla sınırlı değildir.
Bitkilerin çiçek açması, tohumların çatlaması, rızık ve rahmet kapılarının açılması hep Fettah isminin
tecellisi ile olduğu gibi kalplerin
marifete, akılların hakikate, günahların tövbeye, gönüllerin ferahlığa açılması da yine bu ismin
tecellisi iledir.
Kullarına rızık ve merhamet kapılarını açan O olduğu gibi; zor
veya kördüğüm olmuş işleri çözüp
açan, hakkı görmeleri için insanların kalplerini ve gözlerini açan,
sıkıntı ve darlıktan sonra gönülleri
açıp ferahlık veren, anlaşılmayan
her sorunu kolaylıkla çözen de
O’dur. (Zümer, 39/22; Enam, 6/9.)
İnsanoğluna Allah’ın en büyük
ikramı, ilahî bilginin ona açılması
demek olan vahiydir. Fettah olan
Allah -bize kalsa hakkında hiçbir
söz söyleyemeyeceğimiz- gaybi âleminin kapısını vahiyle bize
aralamış ve ne kadar bilmemiz
gerekiyorsa o kadarını bildirerek
zihinlerdeki kapalılığı gidermiştir.
Bunun için Allah’ın kitabını bize
açan sure olduğundan ilk surenin
adı da Fatiha’dır... Araf suresi 40.
ayette bu dünyada vahye teslim
olarak Allah’ın açtığı bu kapıdan
geçmeyenlere göklerin kapılarının
açılmayacağı ve cennete ulaşamayacakları bildirilmiştir.
İbn-i Arabi Fettah’ın tecellilerinin
tüm varlığı ilgilendirecek şekilde
üç alanı kuşattığını söyler:
a) Yokluk kilidini açıp nesne ve
olaylara varlık kazandırmak;
b) Bilinmeyeni kelamı ile açıklamak ve her müşkülü çözmek;
c) Rızık ve nasip kilitlerini açmak.
Ona göre bu sonuncu tecelli kıtlıktan sonra yağmur, fakirlikten
sonra zenginlik vermek suretiyle maddi alanda olabileceği gibi
üzüntüyü sevince, sapıklığı hidayete, masiyeti taate, günahkârlığı
tövbeye, mağlubiyeti zafere ve cehaleti ilme çevirmek suretiyle manevi alanda da gerçekleşebilir.
İki hasım arasında kimin haklı
olduğu anlaşılamayan kapalı bir
meseleyi çözüme kavuşturduğu
için hâkimlerin yaptığı iş de bir
“açma”dır. Nuh (a.s.)’un kavmiyle arasındaki sıkışmışlığı çözmesi
için Allah Teala’ya yaptığı duada “iftah” ifadesinin geçmesi de
adaletin tecellisinin Fettah ismiyle
alakasını gösterir. (Şuara, 26/118.) Malumdur ki adalet bazen suçlunun
cezalandırılması yoluyla gerçekleşir. Bu nedenle Allah nimet ve
rahmet kapılarını açtığı gibi hak
edenler için bela ve azap kapılarını da açar. (Enam, 6/44-45; Kamer 54/11;
Müminun, 23/76-77.) Kıyamet gününde
bütün insanları bir araya getirerek
aralarındaki meseleleri çözecek
(fethedecek) olan da O’dur. (Sebe,
34/26.) Sorun çözmenin, kapanmış kapıları açmanın, insanlar ve
meseleler hakkında adaletle hükmetmenin ancak her şeyin önünü arkasını bilmekle, yani ilim ve
hikmetle mümkün olmasındandır
ki bu ayette Rabbimizin Fettah ve
Alîm isimleri bir arada zikredilir.
(Kasas, 22/28.)
Kula yakışan
Gazali’ye göre ise kul, kendisinin
diliyle ilahî müşküllerin çözüleceği, yine kendisinin ilim ve marifetiyle halkın hem dünyevi hem de
uhrevi meselelerinin kolaylaşacağı
bir seviyeye gelinceye kadar durmadan gayret göstermeli ve kendisini kâmil insanlar mertebesine çıkarmalıdır. Ta ki Fettah isminden
nasibini almış olsun.
Büyük mutasavvıf İmam Kuşeyri’ye göre Cenab-ı Hakk’ın elFettah ismiyle müsemma olduğunu bilen bir kul, O’nun lütuf ve
kereminin mutlaka geleceği ümidini taşır. Bilir ki, Allah’ın fetih
ve yardımı hiç kesilmez. Her an
görünmez âlemlerden bir hayır ve
bereket kapısının açılması mümkündür. Allah’tan bunu istemek
ve sebeplerine yapışmak lazımdır.
Rabbimizin Fettah ismiyle tecelli
edip hayır ve rahmet kapılarını açması için bizim yapışmamız gereken sebepler nelerdir? Ne yapmalıyız ki Fettah’ın lütfuna mazhar
olalım?
İmam Kuşeyri’nin ifadesiyle bunun yolu öncelikle kendi gibi
sıkışmışlara ferahlık vermektir.
Kur’an-ı Kerim’de bunun en güzel örneklerinden biri korku içinde Mısır’dan kaçan Hz. Musa’nın
Medyen Suyu’nun başında gidecek bir yeri olmadan otururken
hayvanlarını sulamakta zorlanan
kızlara (onların Şuayip aleyhisselamın kızları olduğunu bilmeksizin)
yardımcı olması ve çaresizlik içinde “Rabbim, şu anda bana yapacağın her yardıma muhtacım” diye
yalvarması sonucu Allah Teala’nın
Hz. Musa’ya hem sığınak, hem iş,
hem de iyi bir aile lütfetmesidir.
Bu olayda Allah Teala
Hz. Musa’ya yardımını ona bir yardım fırsatı göndererek yapmıştır.
Bizler de hayatımızdaki yardım
etme fırsatlarına bu gözle bakalım
ki, Allah da bize yardım kapılarını
açsın...
Yine Kur’an göklerin ve yerin bereket kapılarının açılmasını iman
ve takvaya bağlar: “Eğer, o memleketlerin halkları iman etseler ve
Allah’a karşı gelmekten sakınsalardı, elbette onların üstüne gökten ve yerden nice bereketler(in
kapılarını) açardık. Fakat onlar
yalanladılar, biz de kendilerini işledikleri günahlarından dolayı yakalayıverdik.” (Araf, 7/96.)
Esma-i Hüsna Şerhi müellifi Ali
Osman Tatlısu da “Senden zayıf
olanlara merhamet et ki, senden
kuvvetli olanların kahrına uğramayasın! Gücün yeterse düşmüşlere yardım et ki, düşkün vaktinde
sana da bir yardımcı bulunsun!
Hele hiç insan incitme! Zira felaket
ve musibet zamanında böylelerine kimse acımaz.” diyerek açıklar
Fettah’ın lütuflarına nasıl mazhar
olunacağını...
İdare ettiği insanların önünü açmak, bunun için onların gereken
donanıma sahip olmasını sağlamaya yönelik desteği vermek,
emri altındakilerin müşküllerini
çözmek, herkesin derdini anlatabileceği, anlattığında çözüm
bulabileceği biri olmak bu ismin
tecellisine mazhar olmuş olmanın alametlerindendir. Bu yüzden
kendisine dert anlatılan, çözüm
umulan kişi olmaktan da asla yakınılmamalıdır...
EYLÜL 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
73
BUNU KONUŞALIM
Prof. Dr. Erol Göka:
“Kurban, kan dökmenin ancak helal olması
hâlinde meşru olabileceğini, aksi hâlde yasak
olduğunu hepimize her yıl bir kez daha vurgular”
Söyleşi: Muhammed Kâmil Yaykan
74 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2015
Hocam; ilk olarak sosyolojik bir
değerlendirme ile başlayalım
isterseniz. Malumunuz kurban,
toplumdaki kaynaşmanın ve
kardeşliğin en önemli sağlayıcılarından bir tanesi. Özellikle
kurban etinin üçte ikisinin dağıtılması bu dayanışmayı nasıl
etkiler? Her iki tarafta nasıl izler
bırakır?
“Kurban”, temelinde YahudiHristiyan geleneğinin bulunduğu
Batı’dan kaynaklanan modernliğin tüm diğer kültürlere hâkim
olduğu yaşadığımız zamanlarda,
manasının anlaşılması oldukça
zorlaşmış, neredeyse hayvanlara
zulmetmeyle özdeş hâle getirilmeye çalışılan, üzerinde sürekli kara
propaganda yürütülen bir ibadet.
İslamofobinin dayandırılmaya ça-
BUNU KONUŞALIM
Kurban etinin çoğu, birlikte yaşadığımız insanlara, çevremize, muhtaçlara dağıtılmak zorunda. Kutsal, “komünyon” ile birliktedir; toplumsal yanı olmadan “kutsal”
olmaz. Zira “kurban”dan murat, Yaratıcı’yla bağımızın hep devam ettiğinin, insan
ve toplum olmamızı O’na borçlu olduğumuzun beyanı.
lışıldığı gerekçelerden bir tanesi…
Oysa “kurban” ibadeti, sayesinde insan olmamız, toplum hâline
gelmeyi başardığımız, anlamaya
mecbur olduğumuz birçok derin
anlamlar ihtiva ediyor. Niye böyle olduğunu birazdan konuşuruz.
Sorunuz kurban ibadetinin çok
yönlü işlevlerinden sadece bir tanesiyle ilgili.
Kurbanı ibadet hâline getiren en
önemli husus, “kutsal adanma”. O,
sıradan bir hayvan kesme eylemi
değil. Bu ibadeti yapan, Yaratıcı’yla
bir bağ kurmak, O’na hem şükranını hem dileğini ifade etmek istiyor. “Kurban” sözü, her dilde var.
Sözün etimolojisine baktığımızda,
“kutsal kılma” anlatılmak istendiğini görüyoruz. Mesela Latince
kökenli dillerdeki “sacrifice” terimi ile karşılanan kurban, kutsal
anlamına gelen “sacer” ile yapmak
anlamına gelen “facere” kelimelerinin bir araya getirilmesinden
oluşan “sacrificium”dan kaynaklanıyor. “Kutsal kılmak”, onu
Yaratıcı’ya takdim ederek, O’nun
mülkü hâline getirmek, daha doğrusu zaten O’nun olduğunu tasdik etmek, bu sayede Yaratıcı’yla
aramızda görünür bir bağ kurmak
manasına geliyor. Kurban ibadetindeki işlevlere bakarken bu ana
manadan hiç ayrılmamalıyız.
Sorunuza gelince… Evet, söyle-
diğiniz gibi kurban etinin çoğu,
birlikte yaşadığımız insanlara, çevremize, muhtaçlara dağıtılmak zorunda. Kutsal, “komünyon” ile birliktedir; toplumsal yanı olmadan
“kutsal” olmaz. Zira “kurban”dan
murat, Yaratıcı’yla bağımızın hep
devam ettiğinin, insan ve toplum olmamızı O’na borçlu olduğumuzun beyanı. Kurbanın bu
toplumsal yanı hep gözden kaçırılıyor. Kurban etinin dağıtılması,
toplumsallaştırılması, teşekkürümüzün yaygınlaştırılmasının yanı
sıra, insanın toplumsal bir varlık
olduğunun, toplum olabilmeyi
başarmamıza vesile olmasının bir
nişanesi olarak kutsallığın paylaşılmasını da ifade ediyor.
Hocam bu durumun sosyal psikoloji üzerindeki etkisi nelerdir?
Maneviyatın toplum üzerindeki
etkileri konusunda yabancı olanlar
tuhaf karşılayabilirler ama kurban
ibadetinin toplumsal etkisi çok
yüksektir. Aynı Yaratıcı’nın eşit
kulları olduklarını, kendilerinden
bir arada barış ve dayanışma içinde yaşamaları istendiği hissiyatı,
kurban ibadeti çerçevesinde çok
artar. Bakın, yıllardır toplumumuz etnik ve mezhebî nedenlerle
birbirine karşı kışkırtılmaya, birbirine düşürülmeye çalışılıyor.
Bu tuzaklara düşmeyişimizi haklı
olarak milletimizin ferasetine, ba-
siretine bağlıyoruz. İşte bu feraset
ve basiret, kurban gibi ibadetler
sayesinde yerleşiyor, otomatizma
kazanıyor.
Kurbanın bireyler üzerindeki
faydalarına geçelim. Kurbanın
insan psikolojisindeki arınmaya
katkıları nelerdir? Bu bağlamda
bize neler söyleyebilirsiniz?
Bu sorunuz aracılığıyla ilk başta
söylediğim, kurban sayesinde insan ve toplum olduğumuz şeklindeki iddialı cümlemi açıklamaya
geçebilirim. İnsan olabilmek, bir
kültür kurabilmek için, insanın üç
dürtüsüne yasaklar koyarak bastırması, sınırlar koyabilmesi gerekir.
Tüm dinler, bu yasakların gereğini, başka türlü ne insan ne toplum
olmanızın mümkün olmadığını
insanlara anlatmaya çalışır. Bunlardan birincisi; cinsellik alanındaki, diğeri ise yiyecek ve tüketim
alanındaki kısıtlamalardır. İnsanın
cinsel ve yeme dürtülerini “helal”
dairesinde doyurması istenir. Helal
dairesinde kalabilmek için diğerlerine yasak konulur. Herkesle evlenemez, bulduğunuz her şeyi, hele
hele insan kardeşinin etini asla ve
kata yiyemezsin. Bu temel yasaklardan üçüncüsü ise “Öldürmeyeceksin!” diye ifade edilen cinayete konulan yasaktır. Suçsuz bir
insanı öldürmenin tüm insanlığı
öldürmek manasına gelebileceğini
EYLÜL 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
75
BUNU KONUŞALIM
dinimiz buyurur. Ama bir insanın
bu buyruğu sindirebilmesi, ahlaki bir temrin hâline getirebilmesi
öyle de kolay değildir. İbadetlerle
tekrar tekrar herkese duyurulması
ve Yaratıcı’yla yapılan sözleşmenin
yenilenmesi lazımdır. Zira insan,
sözleşmeyi bozucu, fesat çıkarıcı,
kan dökücü bir varlıktır ve üstüne üstlük kendisini her yaptığı işte
haklı görür. İşlediği cinayetten dolayı güçlü bir pişmanlık hisseden
cani pek azdır. Kurban, kan dökmenin ancak helal olması hâlinde
meşru olabileceğini, aksi hâlde yasak olduğunu hepimize her yıl bir
kez daha vurgular ve bunu kulluk
bilincini artırmaya çalışarak yapar.
Habil ile Kabil’in arasındaki
gerilim aslında her
birimizin, psikolojimizin
kendi içinde de var olan
bir gerilimdir. Tüm kutsal
anlatı ve kıssalar, en
nihayetinde bize kendi
içimizdeki eğilimler
konusunda aydınlatır ve
haktan, hakikatten yana
tavır almamızı isterler.
Bilindiği üzere kurban mal ile
yapılan
ibadetlerimizdendir.
Hz. Âdem’in oğulları Habil ve
Kabil’in hikâyesinde de olduğu
gibi dünya malına karşı düşkünlüğü önlemede kurban ibadetinin yeri neresidir? Bu ibadet
dünya malı ile insanın ilişkisini
nasıl düzenler?
anlam, tüm insanlığa dalga dalga
yayılır.
Habil ile Kabil’in arasındaki gerilim aslında her birimizin, psikolojimizin kendi içinde de var olan
bir gerilimdir. Tüm kutsal anlatı ve
kıssalar, en nihayetinde bize kendi
içimizdeki eğilimler konusunda
aydınlatır ve haktan, hakikatten
yana tavır almamızı isterler. İbadetlerle de bu pekiştirilir, gözden
geçirilir. Kurban ibadetinin mal ile
yapılan bir ibadet olması, kurban
kes(e)meyenlerin süreçten nasiplenmedikleri manasına gelmez.
Hac ile birlikte düşünüldüğünde
kurban dünyanın da, hayatın da
geçici olduğunu; bunu anlamak
için merkeze yönelmek gerektiğini gösterir. İmkânı olup yapanlar
sayesinde uygulamaya geçen bu
76 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2015
Hocam; en dar çembere gelirsek,
bilindiği gibi insanın eğer muktedirse kendi kurbanını kendi
kesmesi tavsiye edilmektedir.
İslam kültüründe kurban kişinin içinde birikmiş şiddeti de
köreltmesi bakımından önemlidir. Tüm bunlardan hareketle
kurban kişide ne gibi değişikliklere yol açar?
“Şiddet” demeyelim de “agresyon”
(“hırs” diye çevirmek en doğrusu
galiba) diyelim isterseniz. “Agresyon”, hepimizde var olan, hayır
olana yöneltildiğinde azim ve kararlılık, şer olana yöneltildiğinde
ise hasislik, bencillik, şiddet ve
kan dökücülük olarak karşımıza
çıkabilir. İnsanın kurbanını kendisinin kesmesi, kendisini tanıması
ve hayır olana yönelmesi açısından
teşvik edici bir öğretmen olabilir
elbette.
Son olarak, kurbanın psikolojisi
üzerinden giderek söyleşimizi
bitirelim. Kıymetli hocam, Hz.
İsmail örneğinden hareketle
kurban ve teslimiyet psikolojisi
hakkında bizlere neler söyleyebilirsiniz?
Tam kurbanın çok işlevsel ve çok
anlamlı olduğunu hiç unutmamak,
asla anlatılan anlamlarıyla yetinmemek gerektiğini söyleyecektim,
bu güzel sorunuz geldi, teşekkür
ederim. Kurban ve teslimiyet ilişkisi, en azından tüm konuştuklarımız kadar önemli. Bu önemi daha
derinden anlayabilmek için felsefe
ve psikoloji meraklılarına varoluşçu düşüncenin kurucusu olarak
kabul edilen Sören Kierkegaard’ın
“Korku ve Titreme” kitabını öneririm. Bu küçük ama dev muhtevalı risale, Hz. İbrahim’in (ve tabii ki Hz. İsmail’in, Hristiyanlık’ta
İshak) imanına ve teslimiyetine
odaklanmıştır.
“İman” sadece
Allah’ın varlığına inanmak değil,
O’nun için her şeyi her an yapabilecek kadar arzulu ve iradeli olmaktır. Hz. İbrahim ve oğlunun
sergilediği ve başardıkları tutum
budur; bu sayede iman sınavını
geçmişlerdir. Hz. İbrahim ve oğlu,
imanımızla sadece neye inanmamız gerektiğini değil kim olmamız
gerektiğini de bize göstermişlerdir.
Hak ve hakikat için gerekirse tüm
yerleşik değerlerden radikal bir biçimde kopulması gerektiğini ilan
etmişlerdir.
Bizlerle bu kıymetli düşüncelerinizi paylaştığınız için teşekkürlerimi sunuyorum. Son
olarak eklemek istediğiniz bir
sözünüz var mı?
Söze son yok, şimdilik bu kadar
yeter, ben tekrar teşekkür ederim.
PORTRE
Hayır Hizmetlerinin Öncüsü
Hamid Hamideddin Ateş
Musa Tektaş
“Bütün ömrünü insanlığın hizmetine adayan bir babanın evladı
olarak, Hamideddin Ateş; çağımızın hizmet gereklerine göre
hareket eden, görev mefhumunu
cami ile sınırlandırmadan sağlık,
kültür, eğitim ve diğer hayri hizmetlerle genişleten, herkesi kucaklayan bir felsefe ile yetimlerin
hamisi, fakir öğrencilerin destekçisi, gariplerin eli, kimsesizlerin
kimsesi olmuştur.”
Yaşadığı topluma örnek olan, fikriyle, zikriyle, faaliyetleriyle örneklik ve önderlik eden insanlar
mutlaka ölmez eserler vücuda getirir, kendi hayatlarını toplumun
hayatı için vakfederler. İşte böyle
bir vakıf insanı da Hamid Hamideddin Ateş’tir. Çünkü o, gönülleri imar eden bir hoşgörü anlayışını hayatında yaşarken, çevresine
faydalı olmuş, büyük eserlerin
meydana getirilmesinde, şuurlu
nesillerin yetiştirilmesinde, tarihî
dokunun korunmasında ve geleceğe aktarılmasında öncülük
etmiştir. O sıra dışı bir din gönüllüsüdür.
1960 yılında Darende’de dünyaya gelmiştir. Babası mutasavvıf ve şair Osman Hulusi Ateş
Efendi’dir. 1987 yılından itibaren
Darende Şeyh Hamid-i Veli Camii
İmam Hatibi olarak görev yapan
Hamid Hamideddin Ateş, uzun
yıllardır başarıyla yürüttüğü bu
görevinden 25.09.2014 tarihinde
emekliye ayrılmıştır.
EYLÜL 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
77
PORTRE
Yaşadığı topluma örnek olan, fikriyle, zikriyle, faaliyetleriyle örneklik ve önderlik
eden insanlar mutlaka ölmez eserler vücuda getirir, kendi hayatlarını toplumun
hayatı için vakfederler. İşte böyle bir vakıf insanı da Hamid Hamideddin Ateş’tir.
Babası Seyyid Osman Hulusi Efendi’den dinî ve tasavvufi
eğitimini alan Hamideddin Ateş,
daha sonra İstanbul Beyazıt Camii İmam Hatibi kurra hafız merhum İsmail Biçer Hoca Efendi’den
Kur’an talimi; Elbistan Müftüsü
merhum müderris Ahmet Bilici
ile Abdurrahman Güzelyazıcı’nın
talebesi merhum Yusuf Deniz
Hoca Efendi’den Arapça eğitimi
almıştır.
Göreve başladığı günden itibaren Şeyh Hamid-i Veli/Somuncu
Baba Külliyesi’nin bakım onarım
ve restorasyon hizmetlerini geliştirmiş, Mütevelli Heyeti Başkanı
olduğu Seyyid Osman Hulusi Efendi Vakfı vasıtası ile camii ve civarını çok güzel bir şekilde örnek
külliyeye dönüştürmüştür. Kapalı
mekânda 5.000, namazgâhla birlikte açık alanda 10.000 kişinin
namaz kılabileceği alana sahip caminin, türbe, müze, sergi salonu,
kütüphane ve diğer müştemilatlarıyla Anadolu’nun inanç ve manevi ziyaret merkezlerinden biri
hâline getirilmesinde çok önemli
katkıları olmuştur.
Somuncu Baba Külliyesi içinde
10.000 kitap kapasiteli bir kütüphane kurarak okuyucuların hizmetine açılmasını sağlamıştır.
Ramazan-ı şerif aylarında yıllardır
her gün 1.000 kişiye külliye camii
78 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2015
avlusunda iftar yemeği ikram edilmesi, cuma ve kandil günlerinde Somuncu Baba Sebil Ekmeği
dağıtılması gibi hayri hizmetlerle
birlikte, fakir ve ihtiyaç sahiplerinin evlerine sıcak yemek ve gıda
yardımlarının ulaştırılmasındaki
emekleri onun sıra dışı din gönüllüsü olduğunun bir nişanesi olarak her türlü takdirin üstündedir.
Darende Anadolu İmam-Hatip
Lisesi başta olmak üzere ilçe ve civardaki okulların yapım, onarım
ve öğrencilerin her türlü ihtiyaçlarına nakdî burs ve ayni yardımlarla destek olmuştur.
200 yataklı Darende Hulusi Efendi Devlet Hastanesi’nin arsa temininden, inşası ve hizmete açılmasına kadar bütün safhalarında
büyük gayret göstermiş, bugün
yüzbinlerce hastaya derman sunan bir sağlık merkezinin oluşmasında öncülük etmiştir.
Millî ve manevi değerlerimize
çok önem veren Hamid Hamideddin Ateş, Hasan Gazi Şehitlik
Anıtı’nı yaptırmış, aziz vatanımız
için canlarını feda edenlerin isimlerinin unutulmaması için gayret
sarf etmiştir. Darende Müftülük
Sitesi’nin yapımında önemli katkıları olmuştur.
2000 yılında ilçemizde kurulmasına bizzat vesile olduğu Balaban
Abdurrahman Erzincani Yatılı
Hafızlık Kız Kur’an Kursu ve diğer
Kur’an kursları ile 1997 yılında
kurduğu Hulusi Efendi Yatılı Hafızlık Erkek Kur’an Kursu’nun tesisi, iaşesi gibi her türlü ihtiyacını
karşılamak sureti ile Darende’de
son 15 yılda yüzlerce hafızın yetişmesine vesile olmuş, yıllardır
Darende’de inkıtaa uğrayan hafızlık müessesesini yeniden tesis
etmiş, ilçe ve civarındaki her türlü
hayri hizmete önderlik yapmıştır.
Şeyh Hamid-i Veli Camii İmam
Hatibi olarak görev yapmış olduğu süre zarfında yürütmüş
olduğu başarılı din hizmetleri ve
müftülük hizmetlerine olan katkılarından dolayı; Diyanet İşleri
Başkanlığı, İnönü Üniversitesi
Rektörlüğü, Malatya Valiliği, Darende Kaymakamlığı ve İlçe Müftülüğünce defalarca takdir, teşekkür ve başarı belgeleri ile taltif
edilmiştir.
Darende ve civarının imar ve
ihyasında çok önemli projelere
destek veren Hamid Hamideddin
Ateş, bundan böyle Mütevelli Heyeti Başkanlığını yürüttüğü vakfı
vasıtası ile Şeyh Hamid-i Veli/
Somuncu Baba Külliyesi başta
olmak üzere, ihtiyaç duyulan her
alanda din hizmetleri ile eğitim,
kültür, sağlık ve sosyal yardım
hizmetlerinde şimdiye kadar olduğu gibi hayri faaliyetlerini devam ettirmektedir.
KİTAPLIK
İslam’da İman Esasları
Eşyanın hakikatini öğrenebilmek için bilgiye özellikle
de doğru bilgiye ihtiyacımız vardır. Eşyanın hakikatini
öğrenmek de, ‘bir’i öğrenmekle mümkündür.
Yrd. Doç. Dr. İsa Kayaalp
‘Bir’ bilinmeden ‘iki’ bilinmez düşüncesinden hareketle, gözle görülmeyip elle tutulmayan ‘bir’i,
kitap ve sünnet merkezli bilginin
yanı sıra sünnetullahtan yola çıkarak görünür kılmanın kapısını
aralamak, zihinlerde ve gönüllerde mevcut olan karşılığını ortaya
çıkartmak niyetiyle, Diyanet İşleri
Başkanlığı tarafından “İnanç Esasları Serisi” adıyla örnek bir yayın
faaliyeti gerçekleştirilmiştir.
İslam’ın temelini oluşturan imanın konusu kuşkusuz birdir, bir
Allah’tır. İki ve sonrasındaki bütün
sayıları bilebilmek için öncelikle
‘bir’in bilinmesi gerekir. Çünkü
bütün sayılar ‘bir’in katlarından
oluşur. İki, çokluktur, çokluk
birin var ettiği ve birden doğan
bütün sayılar/varlıklardır. Varlığı
anlamanın yolu ‘bir’in, yani yaratıcının, yani Allah’ın bilinmesiyle
mümkündür. Aksi hâlde çokluk
içinde ya kaybolur ya da debelenip
durur insan.
Eşyanın hakikatini öğrenmek is-
teyen insanın ‘bir’i tanımakla işe
başlaması gerekir. Bir hem yaratır
hem de öğretir, çünkü O hâlıktır,
alîmdir. Bir ilmin de irfanın da temelidir. İrfansız ilim/bilgi ruhsuzdur, ilme ruh katan irfandır. İrfan
aynı zamanda ferasetin kardeşidir,
irfan ve feraset duygusu ise insanda Allah vergisi bir melekedir. İrfan bilgi üzerine bina edilmeli ki
“bilgi” anlamlı hâle gelebilsin.
İki veya ikiler, birden doğduklarını
bilmek durumundadırlar; işte o zaman ikinin nesebi sahih olur. Anlamsız ve işe yaramayan bilgiden
onun için Allah’a sığınır insan-peygamber. Bilginin temel işlevi ‘bir’i
bilmek ve bildirmektir, yani şairin
dediği gibi “Bildim seni ey rab bilinmez meşhur” diyebilmek için…
Eşyanın hakikatini öğrenebilmek
için bilgiye özellikle de doğru bilgiye ihtiyacımız vardır. Eşyanın
hakikatini öğrenmek de, ‘bir’i öğrenmekle mümkündür. İnsanın
kendini bilebilmesi için öncelikle
Rabbini bilmesi gerekir. Çünkü
rab “koruyandır, gözetendir, yönetendir, rızık verendir, terbiye
edendir, insana bilmediğini öğretendir.” Rab birdir, birin bilgisine
ulaşabilmek için de, yine Rabbin
kılavuzluğuna ihtiyaç vardır.
Bütün kâinatı yarattıktan sonra
koruyan ve gözeten Rab, insana
“doğru yolu” bulması için kılavuzlar vermiştir. Bu bağlamda rab,
“ikra” (oku) buyruğunun yerine
getirilebilmesi için de, kitap ve
sözsüz kitap olan kâinatı insanın
istifadesine sunmuştur. Bunların
nasıl kullanılacağını göstermek
için de dönem dönem insan kılavuzlar/peygamberler görevlendirmiştir. Peygamberler insanlar
arasından seçilmiş birer “üsve-i
hasene”dir, çünkü insana, “örnek”
alıp yolundan gidebileceği insanpeygamber lâzımdır.
Kitap ve peygamber Allah’ın insana iki lütfudur, kâinat kitabını
okuyup anlayabilmesi için... Artık insan için kaynak bellidir, yol
bellidir, istikamet bellidir. Geriye
bu yolda şaşırmadan, yanlış yollara sapmadan, şeytanın iğvasına
kapılmadan, şirk koşmadan yürümek kalmaktadır.
Allah her dönem insanlara yine
onların içinden, kitap ve peygamber eksenli yolu aydınlatmaları
için sorumluluk sahibi bilginleri
ilimde behre sahibi kılmıştır; insanların doğruyu bilmelerine ve
“doğru yolu” bulmalarına yardımcı olmaları için… Ancak doğruya,
EYLÜL 2015 DİYANET AYLIK DERGİ
79
KİTAPLIK
yanlış katmanın vebalinin de büyük olacağı belirtilmiştir.
Âlim yoldaki kilometre taşı gibidir, insanlara doğru yolu gösterir.
Şayet âlim kendini merkeze alırsa
kendisine verilen ilme ihanet edip
iblise yoldaşlık etmiş olur. Bu sebeple bilgin kişinin görevi ağırdır
ve çok mesuliyetlidir. “Bin düşünüp bir söylemek” işte burada
geçerlidir. Bu arada ördeğin “vak
vak”ı ile bülbülün “şakıma”sını
birbirine karıştırmamak gerekir.
Âlim az söyler, öz söyler ve güzel
söyler. Âlim, Allah’ın ilmini esas
alır. Nefisini bu ilmin içine asla
karıştırmaz.
***
Diyanet İşleri Başkanlığı, kendisine verilen “halkı bilgilendirme görevi” bağlamında, bütün hassasiyetleri göz önünde bulundurarak,
konunun uzmanı olan hocalara
iman konusunu en öz, en yalın ve
en anlaşılır bir dille sunma isteğinin bir yansıması olarak, “İnanç
Kitapları Serisi” adıyla bilgiyi merkeze alan bir külliyatın ortaya çıkmasına vesile olmuştur.
Görsel ve işitsel iletişim araçlarının büyük çapta bilgi kirliliğine
sebep olduğu günümüzde böylesine özenli, düzenli ve hepsinden
de önemlisi “iyi niyet” ile bu yayının ortaya konması takdire şayan
bir faaliyettir.
Kuşkusuz kaynağa bağlı doğru
bilgi, sorumluluk sahibi ve vebal
duygusu taşıyan kurum ve insanlar sayesinde ortaya konabilir. Diyanet İşleri Başkanlığı kurum olarak bu sorumluluğu üstlenirken,
hocalar da aynı özeni ve duyarlılığı göstermek durumundadırlar.
“İnanç kitapları serisi” adıyla dokuz kitaptan oluşan külliyatın ilk
kitabı, hepsini de kuşatacak şekil80 DİYANET AYLIK DERGİ EYLÜL 2015
de İslam’da İman Esasları adını
taşımaktadır. Bu kitap Marmara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde
kelam dersleri bağlamında iman
konularını yıllarca öğrencileriyle
paylaşan Bekir Topaloğlu, Yusuf
Şevki Yavuz ve İlyas Çelebi tarafından kaleme alınmıştır.
Sözde ve yazıda, “zühul” olabilecek şeyleri iyi niyetle değerlendirip doğruyu bulmaya yardımcı
olan okuyucu, kitapların içeriği
açısından büyük bir şanstır. Elbette hatasız kul olmaz ve bunun
bir sonucu olarak da sürçülisandan kaçınılmaz.
Diyanet “Müslümana güzel ve güzellik yakışır” düsturundan hareketle bu seride tasarım ve sunum
olarak görsel bir şölen yaşatırken,
böylesine zevkiselim sahibi güzel
insanların varlığını da haber vermektedir. Bu şekilde “yapılabilirlik”, bilgi ve sorumluluk sahibi
hocalar tarafından “yazılabilirlik”
ile bütünleşince ortaya fevkalade
güzel ve örnek bir yayın faaliyeti
çıkmıştır.
Bütün bunlar göz önüne getirildiğinde ve böylesine iyi bir niyetle
yola çıkıldığında güzeli, bakan
(okuyan) kişi daha da güzel hâle
getirebilmektedir. Çünkü tek başına güzelliğin bir anlamı olmaz.
Güzellik güzelden anlayanın ortaya çıkarttığı bir olgudur. “Güzel
güzel değildir, güzeli gören göz/
gönül güzeldir” retoriğinde olduğu gibi…
İddiasız gibi görünen fakat sadeliği ile asil bir duruşu olan kitapların okuyucusu ile buluşması en
önemli yanı oluşturmaktadır. Bu
kitaplar mutlaka okuyucusuna
ulaşmalı ve ulaştırılmalıdır. Bu
durum hem kitaplar için hem de
okuyucu için büyük bir buluşmadır, suyu kaynağından içmek
gibi…
Güzellik İslam’ın şiarıdır. Dinî
yayıncılıkta sunum ve yazım güzelliği çok geç kalınmış bir yayın
anlayışıdır. Diyanet bir devlet kuruluşu olarak dinin doğru bir şekilde anlatılması gibi, güzellik açısından da örnek olması gerekir.
Diyanet her bakımdan bir mekteptir. Önemli olan sunum, yazım, dil gibi birtakım temel doğruların aynı ortamda/yayında bir
araya getirilebilmesidir. Bu yayın
faaliyetinde doğruların bir araya
getirildiğine tanıklık ediyoruz.
Kitaplarda verilen bilgilerin doğru
anlaşılabilmesi de doğru okuyucu
ile buluşmasıyla mümkündür.
“İnanç Kitapları Serisi”nin 518
sayfa olarak en hacimlisini oluşturan İslam’da İman Esasları kitabı
“din, iman, İslam, bilgi ve varlık”
kavramlarının açıklandığı giriş
bölümünün yanı sıra iman esaslarının ayrı ayrı anlatıldığı altı bölümden oluşmaktadır.
“Allah’a iman, kaza ve kader” Bekir Topaloğlu; “Peygamberlere ve
kitaplara iman” Yusuf Şevki Yavuz; “Meleklere ve ahirete iman”
konuları İlyas Çelebi tarafından
kaleme alınmış, bazı bölümlerin
sonuna da, o konunun daha iyi
anlaşılabilmesine yardımcı olmak
amacıyla “sorular-cevaplar” şeklinde açıklamalar konulmuştur.
Bir binanın temel birimleri gibi,
bir Müslüman için öğrenilmesi ve
anlaşılması çok önemli olan iman
konularının temel bilgilerini, kitap ve sünnet süzgecinden geçirilmiş şekilde anlatmak gayesiyle
kaleme alınmış olan bu yayın faaliyetinin görülmesi, bilinmesi,
okunması, bilgi kirliliğinin yoğun
bir şekilde yaşandığı günümüzde
büyük önem taşımaktadır.
Yurt içinde Diyanet Yayınları satış
yerlerinden, yurt
dışında Müşavirlik ve Ataşeliklerimizden temin
edebilirsiniz.
Hz.Peygamber ve
Birlikte Yaşama Ahlakı
...Allah’a karşı ancak;
kulları içinden âlim
olanlar derin saygı
duyarlar. Şüphesiz
Allah mutlak güç
sahibidir, çok
bağışlayandır.
(Fatır, 35/28)
FİYATI: 5TL
Download