İSLÂM MEDENİYETİNDE BİRLİKTE YAŞAMA TECRÜBESİ ÖZET: Yıldırım Beyazıt Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi Hadis Anabilim dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet Yıldırım: “Başka bir millet, başka bir din, başka bir dini yaşayan insanlarla, başka bir medeniyetle birlikte yaşamaya çalışan her Müslümanın üç tane görevi vardır: 1- Kendi kimliğini muhafaza edecek, 2- Yaşadığı toplumla, komşularla iyi geçinmek, barış ve huzur içinde yaşamak, 3- İslam’ın bütün güzelliklerini, Hz. Muhammed Mustafa’nın (S.A) bütün örnek ahlâkını kendi hayatında gösterecek. Sonuç olarak dinimiz İslam, kendisinin zorla kabul ettirilmesini isteyen bir din değildir. Serbest bir ortam içerisinde hür bir irade ile benimsenmesi halinde ideal bir Müslüman ortaya çıkar” dedi. ABSTRACT: Prof. Ahmet Yıldırım, the academician at Islamic Sciences Faculty Hadith Department of Yıldırım Beyazıt University, reports ‘There are three missions of a Muslim who lives with other nations, other religions and other civilizations; 1- To protect his/her own identity, 2- To get along well with the community and the neighbors and to live in peace and serenity, 3- To represent all the beauty of Islam and the exemplary moral of Mohammed Mustafa (p.b.u.h.).’ (Translated by BURDİL) Göller Bölgesi Aylık Hakemli Ekonomi ve Kültür Dergisi Ayrıntı/ 27 İ nsanlık tarihine bakıldığında farklı din ve kültür mensuplarının birbiriyle bir arada yaşama tecrübesiyle ilgili –sınırlı da olsa- örnekleri görmek mümkündür. Gücü ve fırsatı ele geçirdiğinde din fanatizmini uygulayanlara rağmen, başka din ve kültür mensuplarıyla bir arada yaşayıp ortak medeniyet oluşturmanın en güzel örneğini Müslümanlar vermiştir. İslam dini ortaya koyduğu öğretileriyle diğer dinlere en açık olan ve iletişim kurabilen bir dindir. Ayrıca İslam temel esasları, sabiteleri değişmeyen fakat zamana, coğrafyalara ve bulunulan şartlara göre farklı yorumlara imkân sağlayan bir özelliğe sahiptir. Bu sebeple bizim coğrafyalarımız İslam’ın farklı yorumlarının tezahürlerinin şahididir. Nitekim Medîne’de başlayan asr-ı saâdet döneminden itibaren Emevî ve Abbâsî hilâfetinden günümüze kadar Asya, Avrupa ve Afrika’da yer alan pek çok şehirde görüldüğü üzere başka dinlerin ve kültürlerin tarihinde eşine rastlanmayacak müsamaha ve hoşgörü ortamı içerisinde yaşamaları birlikte yaşamanın en güzel örneklerini oluşturmaktadır. Yani her birimizin yaşadığı ülkelerdeki İslam, sabiteleri, yani temel unsurları aynı olmak kaydıyla kültür farklılıklarını bünyesinde hazmedebilmiş ve İslam medeniyetinin merkezi kabul edilen coğrafya ve şehirlerde her dinden insan huzur içinde yaşamıştır. Bu şehirlerin tarihini inceleGöller Bölgesi Aylık Hakemli Ekonomi ve Kültür Dergisi Ayrıntı/ 28 diğimiz zaman farklı dinlerin, milletlerin, ırkların, renklerin, mezhep ve meşreplerin huzur içinde bir arada yaşadığını görme imkânına sahibiz. Birlikte yaşamanın dinimizdeki temellerine baktığımızda Mekke’de başlayan İslâm dâveti, insanları sevgi ve kardeşlik duyguları ile kaynaştırmış, düşmanlıklarını sona erdirmişti. İslâm Medîne’ye ulaştığında kurduğu “Kardeşlik” köprüsü sâyesinde Mekkeli muhâcirlerle Medîneli ensârı kaynaştırdığı gibi Medîne’de yıllar yılı birbirleriyle boğuşan Evs ve Hazrec kabîleleri arasındaki düşmanlığı da sona erdirmişti. Kur’ân bu konuya şu âyetle işâret eder: “Allah’ın size olan nimetini anın: Düşmandınız, kalblerinizin arasını uzlaştırdı da onun nimeti sayesinde kardeş oldunuz.” (Âl-i İmrân, 3/103) Kutsal Kitabımızda bunun gibi başka ayetler de bulunmaktadır. “O takva sahipleri ki, bollukta da, darlıkta da Allah için harcarlar; öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah da güzel davranışta bulunanları sever.” (Al-i İmran 3/134) “İyilik ve takva üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın. Allah’tan korkun, çünkü Allah’ın cezası çetindir.” (Mâide 5/2) “Mü’minler ancak kardeştir. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun ki esirgenesiniz.” (Hucurât 49/10) “Ey iman edenler! Eşlerinizden ve çocuklarınızdan size düşman olanlar vardır. Onlardan sakının. Ama affeder, kusurlarını başlarına kakmaz, hoş gö- rür ve bağışlarsanız, bilin ki, Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir.” (Teğabun 64/14) Hz.Peygamber (s.a) her konuda olduğu gibi bu konuda da en güzel örnekleri bizlere göstermiş, etrafında bulunan insanlara son derece müsamahalı ve anlayışlı olmuş; her zaman sabırlı ve yapıcı bir tavır sergilemiştir. Bir gün Rasûlullah (s.a), Ashâbıyla Mescid’de otururken oraya bir bedevî geldi ve kalkıp Mescid’in bir köşesine işemeye başladı. Ashâb-ı Kirâm öfkeyle bağrışarak adamı engellemek istediler. Fakat Rasûlullah (s.a), derhal Ashâbına müdahale ederek: “Bırakın adamı, görsün işini!” buyurdu ve oraya bir kova su getirilip dökülmesini emretti. Sonra bedevîyi çağırıp burasının Mescid olduğunu, pisletmenin, kirletmenin doğru olmayacağını anlattı. Mescidlerde Allah’ın zikredildiğini, namaz kılındığını, Kur’an okunduğunu güzel bir lisanla ve tatlılıkla ifade edip adamı ikna etti. (Buhârî, Vudû, 61; Müslim, Tahâret, 100.) Hz.Peygamber (s.a) herkesin hidayete erip hem bu dünyada hem de ahirette mutlu ve huzurlu olmasını arzu etmiştir. Kendisine düşman olanları örneğin Hz. Hamza’nın katili Vahşi’yi Müslüman olup kurtulması için defalarca çağrıda bulunmuştur. Bundan daha azılı birisi olan Ebu Cehil’in oğlu İkrime’nin hidayeti için de aynı hırsı gösterir ve sonuca ulaşır. Taif’te uğradığı çirkin saldırıdan kurtulup taif dışında bir yerde yaralı bereli vücudu kanlar içinde dinlenirken Cebraili’in Taif’in altını üstüne getireceğini söylemesi üzerine o buna razı olmaz ve onların çocuklarından birisinin Müslüman olmasının bu zahmete değeceğini ifade eder. (Tecrid-i Sarih Tercümesi, Hadis no: 1333). Uhud savaşında kendisini öldürmek isteyen müşriklerin helak edilmesinden endişe edince, “Allahım! Kavmimi bağışla; çünkü onlar bilmiyorlar”diye dua eder. (Buhârî, Enbiyâ, 34; Müslim, Cihâd, 104, 105.) Başlangıçtan beri İslâm toplumunda diğer din mensûplarının ayrı bir yeri ve statüsü vardır. Nitekim Medîne’deki Yahûdîler ile Müslümanların müşterek yaşantısını düzenleyen “Medîne Vesîkası” diye bilinen ilk yazılı metin, ortak hak ve sorumlulukları belirlemekteydi. Metinde Yahûdî ve Müslüman toplumların sâhip oldukları din ve vicdan hürriyeti açıkça belirtilmişti. Anayasada yürütme ve yargı fonksiyonlarına âid hükümler getirildiği halde kanun koyma konusunda bir hüküm yoktu. Çünkü İslâm hukûkuna göre kanun koyma Allah ve Rasûlü’ne âiddi. Yahûdîlere kendi hukuk sistemlerine göre problemlerini çözme hakkı verilmişti. İslâm’ın yüce peygamberi diğer din mensuplarıyla yüksek bir müsamaha ve güzel bir iletişim içinde bulunmayı tercih etmiştir. Herkese öncelikle Allah’ın yarattığı en değerli varlık; yâni insan olmanın gereği saygı duymuş ve onlarla eşit seviyede ilişki içinde bulunmayı tercih etmiştir. Onun bu tavrı ferdî planda olduğu gibi ictimâî planda da aynı olmuştur. Müslümanlara açıkça düşmanlık yapan, maddî ve mânevî zarar veren ve harp hukûkunun gereği savaş hâlinde bulunanlar müstesnâ diğerleriyle iyi geçinilmesi yolunu izlemiştir. Nitekim önce Peygamberimiz, ardından halîfe Hz. Ebû Bekir Üsâme ordusunu gönderirken as- kerlere savaş sırasında yaşlı, çocuk, kadın ve din adamlarına dokunulmaması talimatını vermişti. Hz. Peygamber’den (s.a) sonraki Hulefâ-i Râşidîn döneminde diğer din mensûplarının hukûkunun, savaşlarda ve diğer zamanlarda çok ciddi biçimde korunduğu gözlenmektedir. Nitekim ilk halife Hz. Ebû Bekir’in orduya yaptığı şu tenbihât dikkat çekicidir: “Adil olunuz, felah bulursunuz. Cesur olun, teslim olmaktansa ölmeyi tercih edin. Merhametli olun. Yaşlı erkekleri, çocukları ve kadınları öldürmeyin.” Müslümanların diğer din mensuplarına tanıdığı insanî hakların, dini özgürlük ve müsamahanın pek çok örnekleri vardır. Nitekim bunlardan biri Hz. Ömer’in şu uygulamasında görülmektedir. Hz. Ömer bizzat Mescid-i Haram’da cuma namazı sırasında hutbe okurken gelen bir Hristiyan’ı kabul ile şikâyetini dinledi. Hz. Ömer, hudûddaki Müslüman gümrükçülerin muâmelelerinden şikâyet eden bu zâtın mürâcaatı üzerine derhal olaya müdâhale ile adâleti sağladı. Sûriye’nin fethinden beş yıl sonra bir Nastûrî papazı bir arkadaşına şu mektubu yazmıştı: “Araplar bizim efendilerimiz oldular; fakat onlar Hristiyan dîni ile hiç savaşmadıkları gibi, bizim dînimizi müdâfaa etmekte, din adamlarımıza ve ulularımıza hürmet etmekte, bizim kilise ve mânâstırlarımıza bağışta bulunmaktadırlar.” Halkı Hıristiyan olan Suriye topraklarında şöyle bir olay cereyan etmiştir: Müslüman ordusunun komutanı Hz. Ömer’in komutanlarından Ebu Ubeyde b. Cerrah Fihl kasabasında karargâh kurduğu sırada Suriye Hıristiyanlarından bir mektup alır. Bu mektupta aynen şu ifadeler yer almaktadır: “Ey Müslümanlar! Bizanslılar bizim dindaşlarımız olmakla beraber, idareci olarak sizi onlara tercih ediyoruz. Zira siz bize verdiğiniz sözde durdunuz. Bize dindaşlarımızdan daha merhametli ve daha adaletli davrandınız. Onun için sizin idareniz onların (Bizanslıların) idaresinden elbette daha iyidir. Onlar bizim evlerimizi, mal ve mülklerimizi zor kullanarak bizden aldılar.” (Thomas Arnold, İntişar-ı İslam Tarihi, s. 58.). İslâm Medeniyetinde birlikte yaşama tecrübesinin çokça örneklerini Os- Göller Bölgesi Aylık Hakemli Ekonomi ve Kültür Dergisi Ayrıntı/ 29 manlı Devleti zamanında da görmekteyiz. 600 yıl dünya siyasetine yön vermiş olan Osmanlı Devleti, bugün hemen her ülkenin yakından ilgisini çekmekte ve özellikle çokuluslu devletlerin bir tecrübe kaynağı olarak gördükleri ibret alıcı bir hüviyet taşımaktadır. Onun bu kadar ilgi çekmesi, sadece Avrupa, Asya ve Afrika’da sahip olduğu geniş stratejik topraklar değil, yönetiminde çok farklı milletleri ve dinleri bir araya getirmesidir. Osmanlı Devletinin birlikte yaşamayla ilgili pek çok örnek olmakla birlikte dikkat çekici misali, Sırp kralı Brankoviç’in Macar İmparatoru’na yazdığı “Osmanlı bizi güneyden, siz de kuzeyden sıkıştırıyorsunuz. Biz Hıristiyan olan sizlere itaat etmek istiyoruz. Acaba Ortodoks kiliseler konusunda nasıl bir muamelede bulunacaksınız?” sorusuna verilen cevap çok enteresandır: “Bütün Ortodoks Kiliseleri yıkılacak, yerine yeni kiliseler inşa edilecektir.” Bunun üzerine aynı heyet Fatih Sultan Mehmed’e gönderilmiştir. Fatih’in cevabı şudur: “Herkes kendi Hâlikına (İnandığı Yaratıcısına), kendi mabedinde ibadet etmeye devam edecektir.” Eğer bugün Kumkapı’da, özellikle Cumartesi ve Pazar günleri çan Göller Bölgesi Aylık Hakemli Ekonomi ve Kültür Dergisi Ayrıntı/ 30 sesleri duyulurken, ikindi namazında Allahuekber sesleri yükseliyorsa, eğer Mihrimah Sultan Camii’nin hemen yanında kilise inşasına müsaade edilmişse, bu ruhun önemli bir tezahürüdür. Birlikte yaşama tecrübesinden Orta Asya coğrafyası da nasibini almıştır. Orta Asya’nın en önemli kültür ve medeniyet şehri olan Buhara, Müslümanların bu tecrübeyi en yüksek seviyede yaşadığı merkezlerden biridir. Müslümanlarla birlikte bir arada yaşama tecrübesinin örneğini Buhara Yahudileri vermiştir. Orta Asya’daki en büyük etnik-din gruplarından biri olarak tanınan Buhara Yahudileri, Yahudiliğin ve Yahudi dünyasının bir parçasıdır. Uzun yıllar bu coğrafyaya Müslümanlar hâkim olmasına rağmen sahip oldukları kültür özellikleri; aile yapısı, dini uygulamaları, folkloru, giysileri, sanat eserlerini kaybetmemişler, devam ettirmişlerdir. Bu durum onları burada kendine özgü bir grup olarak değerlendirilmesine zemin hazırlamıştır. Gücü ve fırsatı ele geçirdiğinde din fanatizmini uygulayanlara rağmen Buhara Yahudileri Müslümanlarla birlikte yaşamış, ortak medeniyet oluşturmanın en güzel örneğini vermişlerdir. Bu, İslam’ın ortaya koy- duğu öğretileriyle diğer dinlere en açık olan ve iletişim kurabilen bir din olmasından kaynaklanmaktadır. Bunun bir tezahürü olarak Ahmed Yesevî’nin hocası Yusuf el Hamedânî’nin yaşadığı dönemde, Hıristiyan ve Mecûsîlerin evlerini ziyaret edip, tatlı dil ve aklî delillerle onlara İslâm’ı anlatmıştır. Hoca Ahmet Yesevî de, tıpkı hocası gibi muhatap kitlesini mümkün olduğu kadar geniş tutmuş; gayr-i müslimlere gösterdiği tahammul ve müsamaha ile onların kalplerini kazanmasını bilmiştir. Aşağıdaki hikmetler, onun müsamahasını yansıtmaktadır: Sünnet imiş, kâfir de olsa, verme zarar Gönlü katı, gönül incitenden Allah şikâyetçi; Allah şâhid öyle kula siccîn hazır Bilgelerden işitip bu sözü söyledim ben işte. (Ahmed Yesevî, Divân-ı Hikmet, s. 65, (Hikmet, 1) Hoca Ahmet Yesevî’nin bu hikmetlerinde Hz. Peygamber’in (s.a) “Kâfir de olsa, mazlûmun âhından sakınınız” (Bkz. Ahmed bin Hanbel, III, 153) hadisine bir telmih ve işaret bulunmaktadır. İslam düşünce geleneğinde benzeri örnekleri bulmak mümkündür. Ancak mutasavvıflar bir taraftan gayr-i müslimlere böyle müsamaha ile yaklaşırken, diğer taraftan da şu satırlarda İslâm’a olan bağlılığını ifade etmektedirler: “Dünyada başında tacı, boynunda gerdanlığı, üstünde hil’atı olan; fermanları, tahtları, memleketleri ve halkları bulunan padişahlar var. Şimdi tevhid; tac, ibadet; gerdanlık, Müslümanlık; hil’at, ferman; iman, taht; marifet, memleket; ihsan, raiyyet; İslâm’dır: Allah katında din, şüphesiz İslâm’dır. (Al-i İmran, 3/ 19) Ârifler, raiyyeti İslâm; mülkü ihsan; fermanı iman; tahtı marifet olan yere otururlar. Çalap Tanrı’ya münâcaat ederler.” (Hacı Bektâş Velî, Makâlât, haz. Esad Coşan, Kültür Bak.Yay Ankara, 1996,., s.37) Başka bir millet, başka bir din, başka bir dini yaşayan insanlarla, başka bir medeniyetle birlikte yaşamaya çalışan her Müslümanın üç tane görevi vardır: 1- Kendi kimliğini muhafaza edecek, 2- Yaşadığı toplumla, komşularla iyi geçinmek, barış ve huzur içinde yaşamak, 3- İslam’ın bütün güzelliklerini, Hz. Muhammed Mustafa’nın (s.a) bütün örnek ahlâkını kendi hayatında gösterecek. Sonuç olarak dinimiz İslam, kendisinin zorla kabul ettirilmesini isteyen bir din değildir. Serbest bir ortam içe- risinde hür bir irade ile benimsenmesi halinde ideal bir Müslüman ortaya çıkar. Yüce Allah, baskı ve tehditle oluşan bir imanı geçerli kabul etmemektedir. Zaten Allah dilemiş olsaydı bütün insanlığı tek bir ümmet halinde yaratabilirdi. O halde İslam, insanların çeşitli kültürel ve dinsel farklılıklarını peşinen kabul etmiş ve çok kültürlülüğü benimsemiştir. Dolaysıyla İslam, çoğulculuğu göz önünde tutarak birlikte yaşama formül ve politikalarını da belirlemiştir: Yalnız İslam, toplumsal olaylara müdahil olmayan yanlışlıklar karşısında susmayı tercih eden pasif ve donuk bir din de değildir. Hayatın her evresinde insanı güzele ve doğruya çağırmıştır. Bu davet faaliyetinde sürekli güzel ve nazik yaklaşımları tercih etmiştir. Bunu yaparken hiçbir zaman kültürlerin ortadan kaldırılması gibi bir gaye gütmemiştir. Zira Kur’an-ı Kerim’de Yüce Allah, insanları çeşitli kabileler halinde yarattığını açıkça beyan etmiştir. İslam, her inanç ve kültüre birer zenginlik unsuru olarak bakmıştır. Halifeler, Osmanlı ve Orta Asya benzeri örneklerde görüldüğü üzere İslam’ın hâkimiyeti altında yaşayan guruplar, inanç ve ibadetlerinde devamlı serbest bırakılmışlardır. Böyle bir tutum ancak toplumda çoğulcu bir yapının oluşmasını sağlayabilir. Çünkü; İslam’ın varmak istediği hedef,“çokluk içinde birlikte yaşamaktır.” Kaynakça Abdurrahman Güneş, “Toplumsal Bir Zorunluluk : Bir Arada Yaşamak, Fırat Ün. İlahiyat Fakültesi Dergisi 10:2 (2005), s.89-103. Ahmed Yesevî, Divân-ı Hikmet, (Haz. Hayati Bice), Diyanet Vakfı yay. Ankara 2009. Durmuş Arık, Buhara Yahudileri, Aziz Andaç Yayınları, Ankara 2006. Fuad Köprülü Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Diyanet İşleri Başkanlığı yay., 5. Baskı, Ankara 1984 Hacı Bektâş Velî, Makâlât, (Haz. Esad Coşan), Kültür Bak.Yay Ankara, 1996. H. Musa Bağçı, İslam Medeniyetinde “Birlikte Yaşama Tecrübesi” Ve Hz. Peygamber’in Hoşgörü Anlayışı, http://musabagci.tr.gg/%26%23304%3Bslam-Medeniyetinde-Birlikte-Ya%26%23351%3Bama-Tecr.ue.besi.htm (05.06.2015) Hasan Kamil Yılmaz, “Tasavvuf Geleneğinde Birlikte Yaşama / Çoğulcu Söylem” http://hasankamilyilmaz.com/ index.php?option=com_content&task=view&id=357&Itemid=31 (03.09.2013) Osman Eğri, “Hoca Ahmet Yesevî’den Hacı Bektaş Velî’ye İnsan Eğitimi”, Asyaavrupa Dergisi, 1, 104-118, (2004) Göller Bölgesi Aylık Hakemli Ekonomi ve Kültür Dergisi Ayrıntı/ 31