tc selçuk üniversitesi sosyal bilimler enstitüsü temel islam bilimleri

advertisement
T.C.
SELÇUK ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
TEMEL İSLAM BİLİMLERİ ANABİLİM DALI
KELAM BİLİM DALI
İLK DÖNEM SÜNNÎ KELAMINDA ULÛHİYET ANLAYIŞI
-Tahâvî ve Mâtürîdî Örneği-
HAZIRLAYAN
M. ŞÜKRÜ KILIÇ
DANIŞMAN
PROF. DR. ŞERAFEDDİN GÖLCÜK
KONYA-2011
T.C.
SELÇUK ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
TEMEL İSLAM BİLİMLERİ ANABİLİM DALI
KELAM BİLİM DALI
İLK DÖNEM SÜNNÎ KELAMINDA ULÛHİYET ANLAYIŞI
-Tahâvî ve Mâtürîdî Örneği-
HAZIRLAYAN
M. ŞÜKRÜ KILIÇ
DANIŞMAN
PROF. DR. ŞERAFEDDİN GÖLCÜK
KONYA-2011
T.C..
SELÇU
UK ÜNİVERSİİTESİ
Sosyal Bilim
mler Enstitüsü Müdürlüğü
M
BİLİMSE
EL ETİK SAYF
FASI
Adı Soyadı
M.Şükrü KILIÇ
Numarası
044144051003
Öğrencinin
Ana Bilim / Biilim Dalı
Programı
TEMEL İSLA
AM BİLİMLERİİ ANABİLİM DALI
D
KELAM BİLİİM DALI
Tezli Yüksek Lisans
L
Doktoraa
İLK DÖNEM
M SÜNNÎ KELA
AMINDA
Tezin Adı
ULÛHİYET ANLAYIŞI
A
-Tahâvî ve Mâtürîdî Örneği-
Buu tezin proje saffhasından sonuççlanmasına kaddarki bütün süreeçlerde bilimsell
etiğe ve akkademik kurallaara özenle riayeet edildiğini, tezz içindeki bütün
n bilgilerin etikk
davranış ve
v akademik kuurallar çerçevesinde elde edillerek sunulduğu
unu, ayrıca tezz
yazım kurrallarına uygunn olarak hazırlaanan bu çalışm
mada başkalarının eserlerindenn
yararlanılm
ması durumundda bilimsel kuraallara uygun olaarak atıf yapıldığ
ğını bildiririm.
Öğrrencinin imzasıı
(İmza))
T.C.
SELÇU
UK ÜNİVERSİİTESİ
Sosyal Bilim
mler Enstitüsü Müdürlüğü
M
Adı Soyadı
M.Şükrü KILIÇ
Numarası
044144051003
Öğrencinin
Ana Bilim / Biilim Dalı
TEMEL İSLA
AM BİLİMLERİİ ANABİLİM DALI
D
KELAM BİLİİM DALI
Programı
Tezli Yüksek Lisans
L
Tez Danışmaanı
Prof. Dr. Şeraffeddin GÖLCÜ
ÜK
Doktoraa
İLK DÖNEM
M SÜNNÎ KELA
AMINDA
Tezin Adı
ULÛHİYET ANLAYIŞI
A
-Tahâvî ve Mâtürîdî ÖrneğiÖ
ÖZET
İL
LK DÖNEM SÜNNÎ
S
KELA
AMINDA ULÛ
ÛHİYET ANLA
AYIŞI
-Tahâvî ve Mâtürîdî
M
Örneğ
ğiB tezde ilk döönem Sünnî kelamında ulûhiyeet anlayışı Mâtü
Bu
ürîdî ve Tahâvîî
örneği üzeerinden işlenmeektedir. Bunun için Mâtürîdî ve
v Tahâvî’nin isbat-ı
i
vacib ilee
ilgili görüüşleri, onların isbat-ı vacib sahasında kulllanmış olduklaarı deliller gözz
önünde bulundurularak Allah’ın varlıığının isbatı evvela
e
ortaya konulmaktadır.
k
.
h iki müelliffin görüşlerinee
Bunun yaanında Allah’ınn bütün sıfatlaarı ile ilgili her
değinilmekktedir. Bazen konularla ilgili her iki alim
min görüşlerinin mukayesesii
yapılmaktaadır. Yine bu tezde Mâtürîddî ve Tahâvî arasında
a
bulunaan farklar, herr
ikisinin ulûûhiyet konusunnda takip ettikleeri metod üzerinnde durulmaktaadır.
Y
Yine
bu tezde ulûhiyetle ilgili konularda kelamî
k
mezhep
plerin görüşlerii
karşılaştırm
malı olarak veerilmektedir. Bu
B yapılırken Ehl-i Sünnet’iin görüşlerininn
detaylandırılmasına daha önem verilmiştir. Çünkü bu mezhebin görüşleri bizim için
daha önemlidir. Bu mezhebe mensup alimlerin ulûhiyet konusu içinde yer alan
mevzulara yaklaşım tarzı ve bu mevzuları işleme tarzları tezimizin önemli hedefleri
arasında yer almaktadır. Tezimizde çeşitli ulûhiyet anlayışları, isbat-ı vacib, Allah’ın
sıfatları,
rü’yetullah,
zat-sıfat
ilişkisi,
sıfatlarla
ilgili
diğer
meselelere
değinilmektedir.
Anahtar kelimeler: Allah’ın sıfatları, ulûhiyet, isbat-ı vacib, Mâtürîdî,
Tahâvî...
T.C.
SELÇU
UK ÜNİVERSİİTESİ
Sosyal Bilim
mler Enstitüsü Müdürlüğü
M
Adı Soyadı
M.Şükrü KILIÇ
Numarası
044144051003
Öğrencinin
Ana Bilim / Biilim Dalı
TEMEL İSLA
AM BİLİMLERİİ ANABİLİM DALI
D
KELAM BİLİİM DALI
Programı
Tezli Yüksek Lisans
L
Tez Danışmaanı
Prof. Dr. Şeraffeddin GÖLCÜ
ÜK
Tezin İngilizcee Adı
Doktoraa
CONC
CEPTİON OF DEİTY
D
İN FİR
RST PERİOD SUNNİ
S
KALAM
M
-Exam
mple Tahavi and
d Maturidi-
SUM
MMARY
Concception of Deitty in First Periiod Sunni Kala
am
-Example Tahavi and MaturidiM
In this thesis, Connception of Deeity in First Periiod Sunni Kalaam is processedd
through thhe example Taahâvî and Matuuridi. For this, first, Maturidii and Tahavi’ss
views relaated the prove of the wajib, Prove the exisstence of God is revealed byy
considerinng the evidences that had ussed the field of
o their proved
d of wajib. Inn
addition, with
w all the attriibutes of God are
a addressed inn both the views of the author..
Sometimes, the issues aree made the com
mparison of the views
v
of both scholars.
M
and aree
Aggain, this thesiss, the differencees between the Tahavi and Maturidi
focused onn both the metthod that they follow in the Deity. In addiition, views onn
issues relaated to the wordd of divinity seccts are given in the comparativ
ve. While doingg
this, attention has been given in some detail the views of the Ahl al-Sunnah. Because
the views of this sect is important to us. Approach to issues and topics of scholars
belonging to this sect forms of processing are among the important objectives of our
thesis.
In our thesis, understanding of the various Deity, prove of wajib, attributes
of God, to see of God, relationship between person-adjective and other issues related
adjectives are addressed. In this context, views of Maturidi and Tahavi related issues
such as whether there are any illness of acts of God, the wisdom of the creation of
the universe, the wisdom of order and prohibition and the wisdom of the creation of
harmful assets are put forward.
Key words: the attributes of God, Conception of Deity, the prove of vacib,
Mâtürîdî, Tahâvî...
T.C..
SELÇU
UK ÜNİVERSİİTESİ
Sosyal Bilim
mler Enstitüsü Müdürlüğü
M
DO
OKTORA TEZİİ KABUL FOR
RMU
Adı Soyadı
M.Şükrü KILIÇ
Numarası
044144051003
Öğrencinin
Ana Bilim / Biilim Dalı
TEMEL İSLA
AM BİLİMLERİİ ANABİLİM DALI
D
KELAM BİLİİM DALI
Programı
Tezli Yüksek Lisans
L
Tez Danışmaanı
Prof. Dr. Şeraffeddin GÖLCÜ
ÜK
Doktoraa
İLK DÖNEM
M SÜNNÎ KELA
AMINDA
Tezin Adı
ULÛHİYET ANLAYIŞI
A
-Tahâvî ve Mâtürîdî Örneği-
g
öğrenci tarafından haazırlanan İlk Dönem Sünnîî
Yuukarıda adı geçen
Kelamindaa Ulûhiyet Anlayişi -Tahâvî Ve Mâtürîdî Örneği- başlık
klı bu çalışmaa
08/07/2011 tarihinde yaapılan savunm
ma sınavı sonuucunda oybirliği ile başarılıı
bulunarak,, jürimiz tarafınndan doktora tezzi olarak kabul edilmiştir.
Danışman ve
v Üyeler
A Soyadı
Ünvanı, Adı
Prof. Dr. Ş.
Ş GÖLCÜK
Danışman
Prof. Dr. S.
S TOPRAK
Üye
Prof. Dr. A.G.ASLAN
A
Üye
Doç. Dr. S.
S BAHÇIVAN
N
Üye
Doç. Dr. K.
K Güneş
Üye
İmza
İÇİNDEKİLER
KISALTMALAR….....................................................................................................1
ÖNSÖZ...…….............................................................................................................3
GİRİŞ….......................................................................................................................5
I.ÇALIŞMANIN KONUSU VE AMACI………........................................................5
II. KONUNUN SINIRLANDIRILMASI…................................................................5
III. ÇALIŞMADA TAKİP EDİLEN YÖNTEM …....................................................6
IV. ÇALIŞMA İLE İLGİLİ KAYNAKLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ................7
V. EBU CA’FER ET-TAHÂVİ’NİN HAYATI.............. ...........................................9
VI. EBU MANSÛR EL-MÂTÜRÎDÎ’NİN HAYATI…...........................................20
VII. KAVRAMSAL ÇERÇEVENİN TESPİTİ.........................................................30
A. Ulûhiyet. ...............................................................................................30
B. Ehl-i Sünnet ve Sünnî Kelamı...............................................................32
1. Selef........................................................................................41
2. Eş’arîlik..................................................................................43
3. Mâtürîdîlik..............................................................................44
BİRİNCİ BÖLÜM
FARKLI ULÛHİYET ANLAYIŞLARI VE ALLAH’IN VARLIĞI’NIN
İSBATI
I. FARKLI ULÛHİYET ANLAYIŞLARI............................................................45 A. Yahudilerin Ulûhiyet Anlayışı .............................................................47
B. Hıristiyanların Ulûhiyet Anlayışı.........................................................51
C. Politeistlerin (Müşriklerin) Ulûhiyet Anlayışı…………...………..…..55
D. Dehrilerin Ulûhiyet Anlayışı……………….....………………..……..55
aa. Kur’an’ın Nazil Olduğu Ortamdaki Dehrilerin Ulûhiyet
Anlayışı………………………………………………………………......55
bb. Hicri Dördüncü Asırdaki Dehrilerin Ulûhiyet
Anlayışı…….….........................................................................................58
E. Seneviyye’nin Ulûhiyet Anlayışı …………………….…...............…..67
II. ALLAH’IN VARLIĞININ İSBATINDA KULLANILAN DELİLLER………..69
A. ALLAH’IN VARLIĞININ İSPATINDA KULLANILAN NAKLİ
DELİLLER…………………………..................................................................…..70
B. ALLAH’IN VARLIĞININ İSPATINDA KULLANILAN AKLİ
DELİLLER................................................................................................................73
1. Hudûs Delili ...........................................................................76
aa.Cevher-A’râz Delili................................................80
bb. İhtiyaç Delili.........................................................82
cc. Zıtlık Delili............................................................83
dd. Değişim Delili.......................................................85
ee. Hareket ve Sükûn Delili....………………………86
ff. Sebep-İllet Delili. .............………………………87
2. Gaye - Nizam Delili.............……... ………………………...88
3. Kabul-i Âmme (Genel Kabul) Delili………………………..90
III. ALLAH’IN BİLİNMESİ.....................................................................................91
İKİNCİ BÖLÜM
ALLAH’IN SIFATLARI
I. DÜŞÜNCE TARİHİNDE SIFAT MESELESİ......................................................97
A. Mücessime/Müşebbihe .........................................................................98
B. Muattıla................................................................................................101
II. SIFATLARIN TESBİTİ VE TAKSİMİ..............................................................104
A. Allah’ın Sıfatlarının Tesbiti ...............................................................104
B. Allah’ın Sıfatlarında Zaman Sorunu………………………………...107
C. Allah’ın Sıfatlarının Taksimi…….......................................................108
1. Nefsi Sıfatlar: Vücûd...........................................................110
2. Selbi Sıfatlar.........................................................................111
a. Vahdaniyet ...........................................................111
b. Kıdem…….....................………………………..116
c. Bekâ……………...…..............……………….…118
d. Kıyam bi Nefsih…………………………………118
e. Muhalefetün li’l-Havadis.. …………...…………120
3. Subutî Sıfatlar……………………..…………………...…..123
a. Hayat……………………...……………...……...123
b. İlim…………………………..…………………..125
c. Kudret …………………………………………..131
d. İrade……………………………………………..135
e. Basar …………………………….………….......139
f. Sem’i…………………………………………….141
g. Kelam ve Halku’l-Kur’an Problemi…………….142
4. Fiilî Sıfatlar………………………...……………………...151
a. Tekvin…………………………………………...151
aa. Rızk………………………..................154
bb. İhya ve İmate………………………...155
b. Sebeblilik Kanunu İçinde Allah’in Fiilleri...........157
aa. Kainatın Yaratılması............................158
bb. Emir Ve Nehyin Hikmeti....................161
cc. Zararlı Varlıkların Yaratılmasının
Hikmeti.....................................................................163
5. Haberi Sıfatlar………………………………………..........167
a. İstiva……………………………..……………....168
b. Yed........................................................................174
c. Vech......................................................................177
d. Ayn.......................................................................178
e. Allah İle Mekan Arasındaki İlişki ………...........180
f. Kabz……………………..……………………....191
g. Esef/Gazab……….........………..………............193
h. Allah’ın Gelmesi/Meci…………….…….....…..194
III. ALLAH’IN İSİMLERİ VE İSİM-MÜSEMMA PROBLEMİ...........................196
A. Allah’a ‘Cisim’ Denilip Denilmemesi …............……………….......201
B. Allah’a ‘Şey’ Denilip Denilmemesi ....………………………...........203
C. Bazı Kavramların Allah’a Nıspet Edılmesı…....................……..…...205
1. Mahiyet…………………………………..……………...…205
2. Keyfiyet………………………….…………………….......207
IV. SIFATLARIN MAHİYETİ...............................................................................207
V. ZAT-SIFAT İLİŞKİSİ........................................................................................210
VI. RÜYETULLAH................................................................................................212
SONUÇ....................................................................................................................224
BİBLİYOGRAFYA.................................................................................................227
KISALTMALAR
a.g.e
: Adı geçen eser
a.g.m
: Adı geçen makale
a.g.md
: Adı geçen madde
AÜİF
: Ankara Üniversitesi İlahiyyat Fakültesi
b.
: Bin
bkz.
: Bakınız
c.
: Cilt
CÜİFD
: Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi
Çev.
: Çeviren
ÇÜİFD
: Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi
DBAAD
: Din Bilimleri Akademik Araştırma Dergisi
DİA
: Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi
DİB
: Diyanet İşleri Başkanlığı
FÜİFD
: Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi
H.
: Hicri
Haz.
: Hazırlayan
İFAV
: Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı
İSAM
: İslam Araştırmaları Merkezi
DEÜİF.
: Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Krş.
: Karşılaştır
İA
: Milli Eğitim Bakanlığı İslam Ansiklopedisi
MEB
:Milli Eğitim Bakanlığı
MÜİF
: Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Nşr.
: Neşreden
v.
: Vefatı
s.
: Sayfa no
sad.
: Sadeleştiren
SBED
: Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi
1
sy.
: Sayı
Şamil İA
: Şamil İslam Ansiklopedisi
Şrh.
: Şerh eden
v.
: Vefat tarihi
vb.
: Ve benzeri
vs.
: Ve saire
Tert.
: Tertip eden
Thk.
: Tahkik eden
Trs.
: Tarihsiz
TCKB
: Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanlığı
TDV
: Türkiye Diyanet Vakfı
UÜİFD
: Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi
Yay. Haz.
: Yayına Hazırlayan
2
ÖNSÖZ
Ulûhiyet, kelamın ana konularından biridir. Ulûhiyetin merkezinde ise Allah’ın
zatı, sıfatları, isbat-ı vacib, isbat-ı vacible ilgili deliller yer almaktadır. Kelamın olduğu
gibi inanç esaslarının da başında ulûhiyet gelmektedir. Ulûhiyet aynı zamanda diğer inanç
esaslarının da temelini oluşturmaktadır.
Ulûhiyet konusunda çeşitli yaklaşımlar vardır. Ulûhiyetle ilgili farklı
yaklaşımlar hem dinler için hem de her bir dinin farklı mezhepleri için mevzu bahistir.
Meseleye İslam mezhepleri açısından yaklaşıldığında ulûhiyet konusunda farklı görüşlere
sahip olma bir realite olarak önümüzde durmaktadır. Çünkü ulûhiyetle alakalı temel bazı
kabuller dışında her hangi bir meselede Mu’tezilî alimlerin anladıkları ile Ehl-i Sünnet
alimlerinin anladıkları şeyler bir değildir. Vakıa böyle olduğundan dolayı her mezhebin
konuyla ilgili kendine özgü farklı bir duruşu oluşmuştur.
Tezimiz, iki bölüm halinde planlanmıştır. Birinci bölümde farklı ulûhiyet
anlayışlarına, kelam ilmi için önem arzeden ve ulûhiyetin önemli basamaklarından biri
olan Allah’ın varlığının isbatı için kullanılan delillere ve marifetullah konusuna temas
edilecektir. Farklı ulûhiyet anlayışlarına değinilirken Mâtürîdî ve Tahâvî’nin eserlerine
konu olmuş, onlar tarafından işlenmiş olan ulûhiyet anlayışlarıyla ilgili bilgi verilecektir.
Bu meyanda başta Yahudilerin olmak üzere, Hıristiyanların, müşriklerin, Dehrilerin,
Seneviyye’nin ulûhiyet anlayışları işlenecektir. Yine bu bölümde isbat-ı vacib ile ilgili
Mâtürîdî ve Tahâvî tarafından kullanılan delillere değinilecektir. Bunun dışında diğer
alimler tarafından isbat-ı vacib ile ilgili kullanılmış olan delillere ise sadece ismen bazı
atıflarda bulunulacaktır.
İkinci bölümde ise ulûhiyet konusu sıfatlarla ilgili konular esas alınarak
işlenecektir. Bu bölümde gerek Mâtürîd’nin ve gerekse Tahâvî’nin sıfatlarla ilgili
görüşleri, düşünceleri ve sıfatları işleme şekilleri ön plana alınacaktır. Sıfatların tesbiti,
taksimi, sayısı, zat-sıfat ilişkisi, isim-müsemma sorunu gibi konular da ikinci bölümde ele
alınacaktır. Ulûhiyet konusu işlenirken her iki müellif öncesi Sünnî kelamcıların sıfatlarla
3
ilgili görüşleri de göz önünde bulundurulacaktır. Yine ikinci bölümde sıfatlarla ilgili bazı
tartışmalı konulara ve rü’yetullah mevzuuna da temas edilecektir. Bu bağlamda Allah’ın
fiillerinin illetlendirilip illetlendirilmeyeceği, kainatın yaratılmasının hikmeti, emir ve
nehyin hikmeti ile zararlı varlıkların yaratılmasının hikmeti konuları incelenecektir.
Çalışmamız boyunca desteklerini bizden esirgemeyen, tezin her aşamasında
bana yol gösteren Prof. Dr. Şerafeddin GÖLCÜK’e, Prof Dr. Süleyman TOPRAK’a, Doç.
Dr. Seyit BAHÇIVAN’a teşekkürlerimi arz ederim.
M. Şükrü KILIÇ
4
GİRİŞ
I. ÇALIŞMANIN KONUSU VE AMACI
Mâtürîdî ve Tahâvî hicri dördüncü asırda yaşamışlardır. Bu alimler her ne kadar
çağdaş olsalar da coğrafi olarak birbirinden çok uzaktırlar. Bununla birlikte her iki alimin
İslamî ilimlerde geniş bir birikime sahip oldukları görülmektedir. Ancak her ikisinin
İslamî ilimlerde temayüz ettikleri sahalar farklıdır. Mâtürîdî, birçok İslam ilminde her ne
kadar meşhur ise de en çok temayüz ettiği saha kelamdır. Buna karşılık Tahâvî’nin
eserlerinde fıkıh ve hadis ilimleri daha ağır basmaktadır.
İlk Dönem Sünnî Kelamında Ulûhiyet Anlayışı -Mâtürîdî ve Tahâvî Örneğikonusu seçilirken birbirine yakın kanaatlere sahip iki müellifin aynı konuyu nasıl
anladıklarının ortaya çıkarılması hedeflenmektedir.
Diğer bir hedef ise her iki müellifin düşüncelerinde önemli bir etkiye sahip olan
Ebu Hanife’nin Mâtürîdî ve Tahâvî tarafından nasıl anlaşıldığıdır. Gerek Mâtürîdî ve
gerekse Tahâvî üzerlerindeki Ebu Hanife’nin etkisini açıkça ifade etmektedirler. O halde
Ebu Hanife’nin ulûhiyet ile ilgili ortaya koymuş olduğu fikirler her iki müellif tarafından
nasıl anlaşılmıştır? Bununla birlikte Ebu Hanife’nin ulûhiyet konusuna yaklaşım tarzı ve
metodunun Mâtüridî ve Tahâvî üzerindeki etkilerine ayrıca değinilecektir.
İtikadi noktalarda Ebû Hanife’den oldukça etkilenen Mâtürîdî ve Tahâvî’nin
ulûhiyet konusunda ortaya koydukları metot nasıldır? Her iki müellifin ulûhiyet
konusunda kullandıkları yöntemin ortaya konulması da ulaşılmak istenen hedeflerden bir
tanesidir.
II. KONUNUN SINIRLANDIRILMASI
Ulûhiyetten bahsederken çok geniş bir konuyla karşı karşıya bulunduğumuzun
farkındayız. Çünkü her dinin kendine göre bir ulûhiyet anlayışı vardır. Bunlar içinde
5
özellikle semâvî dinlerin ulûhiyet anlayışlarını vurgulamak gerekir. Bu dinlerin davet
ettikleri Tanrı anlayışı nasıldır? Bu dinlerdeki Tanrının nitelikleri nelerdir? Dinlerin
ulûhiyet anlayışlarında nasıl bir paralellik vardır?
Semavî
dinlerin
kaynaklarına
bakıldığında
Tanrı
anlayışlarına
ilişkin
sorulabilecek soruların cavaplarının verildiği görülecektir. O halde araştırma kapsamına
girmeye müsait birden fazla dinin ulûhiyet anlayışı bulunmaktadır. Bütün dinlerin ulûhiyet
anlayışlarının araştırılması zor olup, uzun bir süreye ihtiyaç duymaktadır. Onun için başka
bir dinin ulûhiyet anlayışının araştırılması değil de biz sadece İslam dininin ulûhiyet
anlayışının araştırılıp incelenmesini seçiyoruz. İslam’ın ulûhiyet anlayışını, Kur’an ve
hadisi baz alarak, bütün kelamî mezheplerin görüşlerine başvurarak incelemekte ayrı bir
zorluk sözkonusudur. Çünkü ulûhiyet ile ilgili kelamî mezheplerde bazı noktalarda
birbirinden farklı düşünceler vardır. Her mezhebin ulûhiyet anlayışını ortaya koyma yerine
sadece o mezhepler içinden biri olan Ehl-i Sünnet’in ilk dönem alimlerinden Mâtürîdî ve
Tahâvi’nin ulûhiyet anlayışları incelenip karşılaştırılacaktır.
II. ÇALIŞMADA TAKİP EDİLEN YÖNTEM
Araştırmamız kapsamında öncelikle kavramsal çerçeve oluşturulacaktır. Tezin
anahtar kavramı ise ulûhiyettir. Bu yüzden öncelikle ulûhiyet nedir? sorusu üzerinde
durulacak; sonra çalışmanın ana eksenini oluşturan Sünnîlik, Sünnî kelamı, Ehl-i Sünnet
vb. kavramlar tahlil edilecektir. Kavram tespitiyle birlikte Ehl- i Sünnet’i oluşturan
mezheplerden de ayrıca bahsedilecektir.
Her araştırmada olduğu gibi uzun olmamak kaydıyla Mâtürîdî ve Tahâvî’nin
hayatları ile ilgili bilgiler verilecektir. Tahâvî’nin akaidle ilgili risalesine yapılmış şerhlere
de atıflarda bulunulacaktır. Çünkü bu şerhlerden bazıları Tahâvî’nin akaidle ilgili
düşüncelerinin selef çizgisi içindeki gelişimini ortaya koymaktadır.
6
IV. ÇALIŞMA İLE İLGİLİ KAYNAKLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ
Mâtürîdî ve Tahâvî ile ilgili geçmişte ve günümüzde yazılmış birçok eser vardır.
Başta müelliflerin kendi eserlerine yapılan şerhler ve bu eserlerin tahkikini yapan ilim
adamları, Tahâvî ve Mâtürîdî ile ilgili birçok bilgi vermişlerdir. Mâtürîdî’nin hayatı ve
eserleri ile ilgili bilgi veren kaynaklardan Ebu’l-Muîn Meymûn b. Muhammed en-Nesefî
(v. 508/1114)’nin Tabsiratü’l-Edille’si¸ Ebu Muhammed Abdulkadir b. Muhammed b.
Muhammed
el-Kureşî
(v.
775/1374)’nin
el-Cevâhirü’l-Mudiyye
fî
Tabakâti’l-
Hanefiyye’si, Taşköprüzade olarak bilinen Ahmed b. Mustafa (v. 962/1553)’nın
Miftâhu’s-Saâde ve Misbâhu’s-Siyâde fi Mevdûâti’l-Ulûm adlı eserleri bunlardan
birkaçıdır.
Bunların yanında günümüzde sırf bu alanla ilgili birçok bilimsel araştırma
yapılmıştır. Bu araştırmalardan bir kısmı da ülkemizde yapılmıştır. Mâtürîdî üzerine
Türkiye’de Kemal Işık tarafından Mâtürîdî’nin Kelam Sisteminde İman Allah ve
Peygamberlik Anlayışı ismiyle bir doçentlik tezi yapılmıştır. Bu tez kısa ve özlü olarak
Mâtürîdî’nin kelam sistemi hakkında bilgi vermektedir. Mâtürîdî’nin kelamcılığının
yanında onun tefsirci yönüyle ilgili olarak da bazı çalışmalar yapılmıştır. Bu çalışmalardan
M. Ragıp İmamoğlu’nun İmâm Ebu Mansûr el-Mâtürîdî ve Te’vîlâtü’l-Kur’an’daki Tefsir
Metodu ile Talip Özdeş’in Mâtürîdî ve Tefsir Anlayışı adlı çalışmalarını zikretmemiz
yerinde olur. Yine Mâtürîdî’nin kelamcılığı ile ilgili olarak Emine Öğük’ün Mâtürîdî'nin
Düşünce Sisteminde Şer-Hikmet İlişkisi adlı doktora çalışmasını hatırlatmamız gerekir.
Ehl-i Sünnet’in bu önemli şahsiyeti hakkında her ne kadar bazı çalışmalar yapılmış
olsa da bu onun yıllarca ihmal edilmiş olduğu gerçeğini ortadan kaldırmayacaktır. Ancak
günümüz ilim dünyasında Mâtürîdî ile ilgili ilgi uyandırıcı ilmi faaliyetler yapılmaktadır.
Gerek Mâtürîdî’nin kitaplarının tahkik çalışmaları ve gerekse bu eserlerin tercüme
edilmelerinin yanında Mâtürîdî ile ilgili yapılan paneller ve konferanslar bize son
dönemlerde Mâtürîdî’ye karşı uyanan ilginin belirtileri olarak gözükmektedir. Bu
çalışmalardan biri Bekir Topaloğlu ve Muhammed Aruçi tarafından Kitabü’t- Tevhid’in
hem tahkik ve hem de tercüme edilmesidir. Mâtürîdî’nin en önemli eseri olan Kitâbu’tTevhîd daha önce Fethullah Huleyf tarafından tahkik edilerek neşredilmiştir. Bunun
7
yanında Mâtürîdî’nin, Te’vîlâtü’l-Kur’an adlı tefsiri de Fatıma Yusuf el-Haymî tarafından
tahkik edilerek beş cilt halinde yayınlanmıştır. Türkiye’de de Bekir Topaloğlu ve
Muhammed Aruçi Te’vîlâtü’l-Kur’an’ı tahkik etmektedirler. Bu eserin bir kısmı 1971’li
yıllarda Te’vilatü Ehli's- Sünne Tefsiru'l-Mâtürîdî ismiyle İbrahim Avadayn tarafından
tahkik edilmiştir. Yine ülkemizde Sönmez Kutlu’nun İmâm Mâtürîdî ve Mâtürîdîlik adlı
çalışmasını da zikretmek gerekir. Bu çalışma birçok konuda Mâtürîdî ile ilgili zengin
kaynak ve literatür vermesi açısından önemlidir. Mâtürîdî ile ilgili İslam dünyasında da
bazı araştırmalar yapılmıştır. Bunların içinde zikredebileceğimiz en önemli çalışmalar
Ebu’l-Hayr Eyyüp Ali’nin Akidetu’l-İslam ve’l-İmâm el-Mâtürîdî ile Belkasım el-Ğâlî’nin
Ebu Mansûr el-Mâtürîdî Hayatühü ve Arâühü’l-Akîdiyye adlı eserlerdir. Bunların yanında
Ahmed b. Avedullah b. Dahil el-Harbî’nin el-Mâtürîdiyye Dırâseten ve Takvîmen adlı
eseri de bizim için önem arzetmektedir. Bu tarz objektif çalışmaların yanında tamamen
subjektif amaçlara matuf çalışmalar da yok değil. Bunlardan bir tanesi Şemsu’s-Selefî elAfganî tarafından yapılan A’dau’l-Mâtürîdîyye li’l-Akideti’s-Selefiyye el-Mâtürîdiyye ve
Mevkifuhum mine’l-Esmâ ve’s-Sıfati’l-İlâhiyye adlı çalışmadır.
Araştırmamızda yukarıda bahsettiğimiz ve bahsedemediğimiz birçok kaynaktan yeri
geldiğince istifade edilecektir. Ancak özellikle şunu ifade etmek gerekir: Mâtürîdî’nin
kullandığı dil ağırdır. Bunda elbetteki onun kültürel çevresinin farklılığı gibi birçok neden
etkilidir. Bu sebeple araştırmamızda Bekir Topaloğlu’nun Kitâbu’t-Tevhid tercümesinden
çokça istifade ettiğimizi belirtmek isterim.
Çalışmamızın önemli bir kısmını teşkil eden Ebu Ca’fer et-Tahâvî ile ilgili de çok
sayıda bilimsel araştırma yapılmıştır. Bunlardan biri Abdulmecid Mahmud’un Tahâvî'nin
hadisçiliğini konu alan Ebu Ca’fer et-Tahâvî ve Eseruhu fi’l-Hadîs adlı eseridir. Bunun
yanında Abdullah el-Hererî’nin İzhâru’l-Akîdeti’s-Sünnîyye bi Şerhi’l-Akideti’t-Tahâvîyye
isimli çalışması da kayda değerdir. Daha önceki yıllarda Muhammed Zahid Kevserî’nin
el-Havî fi Sîreti’l-İmâm Ebi Ca’fer et-Tahâvî adlı eseri Tahâvî’nin hayatıyla ilgili kıymetli
bir çalışmadır. Türkiye’de Arif Aytekin tarafından hazırlanan Ebu Ca’fer et-Tahâvî’nin
Akidesi ve Selef Akidesindeki Yeri adlı çalışması da önemlidir.
Gerek Mâtürîdî ve gerekse Tahâvî ile ilgili daha sayamayacağımız birçok çalışma
vardır. Ancak genel bir kanaat oluşturması babından biz bu kadarını vermekle yetiniyoruz.
8
Diğer bilimsel çalışmalardan da yeri geldiğince tezimiz içinde gerekli atıflar yapılarak
istifade edilmeye çalışılacaktır. İsmi anılan bu kaynaklardan da istifade edilerek Tahâvî ve
Mâtürîdî’nin hayatları hakkında biraz bilgi verelim.
V. EBU CA’FER ET-TAHÂVÎ’NİN HAYATI
Ebu Ca’fer et-Tahâvî başta fıkıh olmak üzere, tefsir, kelam gibi birçok İslamî
ilimde kendini yetiştirmiş ve bu alanlarda önemli eserler yazmış bir şahsiyettir.
Ebu Ca’fer et-Tahâvî’nin tam adı Ahmed b. Muhammed b. Selâme b. Seleme b.
Abdi’l-Melik el-Ezdî el-Hacrî el-Mısrî et-Tahâvî’dir.1 Ebu Ca’fer et-Tahâvî yerine ilim
dünyasında genelde sadece Tahâvî ismi kullanılmıştır. Ona Tahâvî denilmesinin sebebi ise
doğduğu yer olan Tahâ’ya nisbetten dolayıdır. Tahâ, Mısır’ın Saîd bölgesinde yer
almaktadır.2 Ezdî ise Ezd’e nispetten dolayıdır. Ezd, Yemen’in kadîm kabilelerinden
biridir. Mısır fethedildikten sonra bu kabile Mısır’a göçmüş ve oraya yerleşmiştir. Hacr da
Ezd kabilesinin bir koludur.3
Ebu Cafer et-Tahâvî’nin doğduğu zamanla ilgili çeşitli tarihler zikredilmektedir.
İbn Asâkir (v. 571/1176)’e göre Tahâvî 239/854 yılında dünyaya gelmiştir.4 Bedrüddin elAynî ise Semânî’den naklettiğine göre Tahâvî’nin doğum tarihinin 229/844 olduğunu
ifade etmektedir. İbn Hallikân(v. 681/1282) ise Tahâvî’nin 238/853 yılında doğduğunu
1
Kevserî, Muhammed Zahid, el-Havî fi Sîreti’l-İmâm Ebi Ca’fer et-Tahâvî, Matbaatu’l-Envâri’lMuhammediyye, Kahire, 1368, s. 4.
2
İbnü’l-Cevzî, Ebu’l-Ferec Abdurrahman b. Alî b. Muhammed (v. 597/1200), el-Muntazam fî Târîhi’l-Ümem
ve’l-Mülûk, (Thk. Muhammed Abdulkadir A’tâ-Mustafa Abdulkadir A’tâ), I-XVII, Beyrut, 1992, XIII,
318; İbn Hallıkân, Şemsüddîn (v. 681/1282), Vefeyâtü’l-A’yân ve Enbâü Ebnâi’z-Zemân, I-VII, Beyrut,
1968, III, 264; İbn Manzûr, Muhammed b. Mükerrem (v. 711/1311), Muhtasarü Tarihi Dımaşk, Daru’lFikr, I-XXIX, Dımaşk, 1984, I, 406; İbn Hacer el-Askalânî (v. 852/1448), Lisânü’l-Mizân, I-VII, Beyrut,
1986, I, 274.
3
Kevserî, el-Havî, s. 4.
4
İbn Asâkir, Ebu’l-Kâsım Ali b. el-Hasen b. Hibetullah (v. 571/1176), Târîhü Medîneti Dımaşk, I-LXXIV,
Daru’l-Fikr, Beyrut, 1995, V, 368.
9
ileri sürmektedir.5
Zahid el-Kevserî zikredilen bu tarihlerin içinde en doğru tarihin
229/844 olduğu kanaatini taşımaktadır.6
Ebu Ca’fer et-Tahâvî 321/933 yılında vefat etmiştir. Tahâvî’nin vefat tarihi
konusunda alimler arasında tam bir ittifak vardır.7
Ebu Ca’fer et-Tahâvî Abbasi hilafeti zamanında yaşamıştır. Tahâvî’nin yaşadığı
dönemde Abbasi idaresinde genellikle İran unsuru ağırlıktaydı. Bu yüzden Abbasiler idari
noktalarda İran kökenli görevlilerden faydalanıyorlardı. Bunun yanında olabildiğince
Araplara karşı bir soğukluk söz konusuydu. Ancak zaman içerisinde siyasi şartların
değişmesi neticesinde Farisîlere karşı idare tarafından müsamahasızlık başgöstermiş,
idaredeki bütün İran kökenli görevliler vazifelerinden alınmışlardır. Bu dönemden itibaren
ordu ve idari kadrolarda Türkler ağırlık kazanmaya başladılar. Türklerin idari pozisyonları
o kadar yaygın bir hal almıştı ki bu ağırlıktan dolayı bu asra Türk asrı denilmeye
başlandı.8
Tahâvî’nin yaşadığı dönemde yaklaşık on tane Abbâsi halifesi idareye gelmiştir.
Bunların ilki Mütevekkil (v. 232/847) sonuncusu ise Râzi billlah (v. 322/934)’tır.9
Ancak zaman içerisinde Abbasi halifeliğinin otoritesi zayıfladığından önceleri
Abbasilere bağlı olan bölgeler zamanla yarı bağımsız bir hal almaya başladılar. Bu
bölgelerde Abbasilere bağlılık sadece birkaç göstermelik unsurdan ibarettir. O da
hutbelerde halifelerin isimlerinin zikredilmesi vb. şeylerdir. Diğer durumlarda ise bu
emirlikler kendi başlarına hareket ediyorlardı.10
5
İbn Hallıkân, a.g.e., I, 72.
Kevserî, el-Havî, s. 4.
İbnü’l-Cevzî, Ebu’l-Ferec, a.g.e., XIII, 318; İbn Hallıkân, a.g.e., I, 71-72; İbnu’l-İmâd el-Hanbelî, Ebu’lFelâh Abdülhayy (v. 1089/1697), Şezerâtü’z-Zeheb fî Ahbâri men Zeheb, I-VIII, Dâru’l-Fikr, 1979, II, 288;
Muhammad Saghir Hasan Ma’sûmî, “İmâm Tahâvî’s İkhtilâf al-Fuqahâ-II”, İslamic Studies, Vol: VIII, 4,
1996, s. 264; Kevserî, Makâlâtü’l- Kevserî, Kahire, 1373, s. 408-409.
8
Hasan İbrahim Hasan, Tarihu’l-İslam, I-IV, Dâru’l-Cîl-Dâru’n-Nahdati’l-Mısriyye, Kahire-Beyrut, 1996,
III, 288.
9
Yıldız, Hakkı Dursun , “Abbasîler”, DİA., I, TDV. Yayınları, İstanbul, 1989, 36.
10
Yıldız, Hakkı Dursun , “a.g.md.”, DİA., I, 38.
6
7
10
Tahâvî’nin doğduğu yer olan Mısır da bu tip yarı bağımsız bölgelerden biridir.
Önceleri halife tarafından tayin edilen emirler veya valiler tarafından yönetilen bu bölge
zamanla valilerin kendi başlarına hareket etmeleri ile farklı bir idari yapıya kavuştu. Gelen
valilerden biri olan Tolunoğlu Ahmed (v. 240/855) Mısır’da Tolunoğlu devletini kurdu.
Bu devletin en mamur zamanı da Tolunoğlu Ahmed dönemidir. Tolunoğlu devleti
yıkılınca (295/908) yerine İhşid devleti kuruldu (323/934).11 Tahâvî hayatının neredeyse
tamamını Tolunoğlu devleti zamanında yaşamıştır. Tolunoğlu devletinin mümtaz
idarecilerinden Tolunoğlu Ahmed ilme ve alimlere son derece önem vermiş onun bu
çabası alimleri Mısır’a çekmiştir.12 Tahâvî’nin Ahmed b. Tolun ile güzel bir ilişkisi vardır.
Hatta Tahâvî, Ahmed b. Tolun’un özel adamlarından biridir.13
Ebu Ca’fer et-Tahâvî, ilmi faaliyetlerin yaygın olduğu bir çevrede doğup
büyümüştür. Bu çevre içinde Tahâvî’nin en fazla etkisi altında kaldığı kimselerin içinde
yakın akrabaları da vardır. Tahâvî’nin böyle etraflı bir birikime sahip olmasında aile
katkısının zikredilmesi gerekir. Özellikle babası Muhammed b. Selâme ehl-i ilimden olup
şiir ve rivayette Mısır’da önemli bir yere sahipti. Tahâvî’nin babası ilim erbabından
olduğu gibi annesi de ilmi birikime sahip bir hanımdı. Tahâvî’nin annesi İmam Şafiî’nin
ilim meclisine iştirak eden ve bu meclisten istifade etmeye çalışan birisiydi. Tahâvî’nin
dayısı ise ünlü Şafiî alim İbrahim b. ismail b. Yahya el-Müzeni (v. 264/878) dir. Müzenî,
Şafiî fukahası içinde önemli bir yere sahiptir. Tahâvî dayısından birçok rivayette
bulunmuştur. Tahâvî’nin ilim ve kültür altyapısı işte böyle önemli bir muhitte atılmıştır.
O, yakın akrabalarından ilim tahsil ettikten sonra çevredeki ders halkalarına iştirak etmeye
başlamıştır. Tahâvî’nin kendisi hafız olup hıfzını da Ebu Zekeriyya Yahya b. Muhammed
gözetiminde tamamlamıştır. Tahâvî, devrindeki Mısır kadılarıyla çeşitli münazaralar
11
Yıldız, Hakkı Dursun , “a.g.md.”, DİA., I, 38.
Zehebî, Şemsüddîn Muhammed b. Ahmed b. Osmân (v. 748/1348), Siyerü A’lâmi’n-Nübelâ, I-XXV,
Müessesetü’r-Risâle, Beyrut, 1990, XIII, 94-95.
13
Ziriklî, Hayreddin, el-A’lâm Kâmûsu Terâcim li Eşheri’r-Ricâl ve’n-Nisâ mine’l-Arab ve’l-Müste’ribîn
ve’l-Müsteşrikîn, I-VIII, Daru’l-İlm li’l-Melâyîn, Beyrut, 2002, I, 206.
12
11
yapmıştır. Örneğin, Kadı Ebu Hazım’la Tolunoğlu Ahmed’in isteği üzerine görüşmüş ve
onunla fikir teatisinde bulunmuştur.14
Ebu Cafer et-Tahâvî’nin hocalarının sayısı ihtilaf konusudur. Kevserî,
Tahâvî’nin 143 tane hocasının ismini zikreder.15 İbrahim b. İsmail b. Yahya el-Müzenî (v.
264/878), Ebu Ca’fer Ahmed b. İmran (v. 280/893), Ebu Hazım Abdulhamid b. Abdilaziz
(v. 292/905), Ebu Bekre Bekkar b. Kuteybe (v. 270/884), Ebu Ubeyd Ali b. el-Hasen b.
Harb (v. 319/931), Ebu Abdirrahman Ahmed b. Şuayb (v. 303/915), Rebi’ b. Süleyman
(v. 270/884), Ebu Zura’ Abdurrahman b. Amr b. Abdillah (v. 281/894), Ebu İshak İbrahim
b. Ebi Davud (v. 270/884)16 Tahâvî’nin hocalarından sadece birkaç tanesidir.
Bunun yanısıra Tahâvî, meşhur hadis alimleriyle aynı çağda yaşamıştır. Buharî
(v. 256/870) vefat ettiğinde Tahâvî yirmi yedi; Müslim (v. 261/875) vefat ettiğinde otuz
iki; Ebu Davud (v. 275/888) vefat ettiğinde ise kırk altı yaşındaydı.17 Bazıları ile aynı
senetlerle, aynı rivayetleri ortak olarak kaydetmiştir.18
Tahâvî, el-Müzenî’den “Kitâbü’s-Sünen” adlı eseri okumuş ve rivayet etmiştir.
Ki o da bunu İmam Şafiî’den rivayet etmiştir. Bunun yanında Tahâvî, devrinin büyük
hadis alimlerinden hadis öğrenmiştir. Bunlar arasında İbn Uyeyne (v. 198/813)’nin ilim
arkadaşlarından olan Yunus b. Abdila’la, Harûn b. Said, Muhammed b. Abdillah gibi
kişiler yer almaktadır.19
Tahâvî değişik alimlerden ilim tahsili için Beytü’l-Makdis, Gazze, Askalân gibi
birçok ilim merkezine seyahatlerde bulunmuştur. Dımaşk’ta Kadı Ebu Hâzım
Abdulhamid’den fıkıh ilmini öğrenmiştir.20
14
Kureşî, Ebu Muhammed Abdulkadir b. Muhammed b. Muhammed (v. 775/1374), el-Cevâhirü’l-Mudiyye
fî Tabakâti’l-Hanefiyye, (Thk. Abdulfettah Muhammed), I-V, Hacer, 1993, I, 273-275.
Kevserî, el-Havî, s. 8-11.
16
Kevserî, el-Havî, s. 8-11; Mukrî, Ebu’l-Fadl, Ehâdisü fî Zemmi’l-Kelam ve Ehlihi, I-V, Riyad, 1996, I, 82.
17
Kevserî, Makâlâtü’l-Kevserî, s. 410.
18
İbn Hacer el-Askalânî, Lisânü’l-Mizân, I, 274-275.
19
Kevserî, el-Havî, s. 7.
20
Kevserî, el-Havî, s. 20.
15
12
Ayrıca Tahâvî, Mısır bölgesinin kadısı Ebu Ca’fer b. Ebî İmrân’dan da fıkıh
okumuştur.21 Bu ilmi seyahatlerden sonra Tahâvî, Mısır’a gelmiş ve alimlerin ihtilafları,
resmî ve hukukî yazışmaları, senetleri vb. vesikaları ihtiva eden eş-Şurût ilminde kitaplar,
Meâni’l-Âsâr ve Ahkâmü’l-Kur’an gibi eserler yazmıştır.22
Önceleri Şafiî mezhebine mensupken dayısı ile arasında meydana gelen bir
münakaşa neticesinde Tahâvî, Hanefi mezhebine geçmiştir. Rivayete göre dayısı onu
aşağılayarak “vallahi sen bir şey bilmiyorsun” demiştir.23 İlmi düzeyi yükselen Tahâvî
“Muhtasar” adlı eserini yazmış ve “vallahi eğer dayım yaşamış olsaydı etmiş olduğu
yeminden dolayı mutlaka keffaret vermesi gerekirdi.”24 demiştir.
Yirmi yaşına kadar Şafiî mezhebine mensup olan Tahâvî, bundan sonra Hanefî
mezhebine intisap etmiştir. Onun mezhep değişiminde şu faktörlerin rol oynadığı tahmin
edilmektedir.25
1-İmam Şafiî mezhebini bırakıp Ebu Hanife’nin görüşlerini tercih etmesinde en
büyük amillerden biri hocası ve aynı zamanda dayısı olan Müzenî’nin Ebu Hanife’nin
görüşlerini sıkça mütalaa etmesi zikredilmektedir.26
2- İki mezhebin ileri gelenleri arasında meydana gelen ilmi tartışmaların onun
gözü önünde cereyan etmesi ve her iki mezhebin delillerini dinleme fırsatı bulması ve
bunlardan ciddi manada etkilenmesi de onun mezhep değiştirmesindeki amillerden bir
tanesidir.27
21
Meydani, Abdulganî el-Ğüneymî (v. 1297/1881), Şerhü’l-Akdîdeti’t-Tahâvîyye, (Thk. Muhammed Mut’î
el-Hâfız- Muhammed Reyyâd el-Mâlik), Dımaşk, 1995, s. 17.
22
Kureşî, a.g.e., I, 274.
23
Meydani, a.g.e., s. 17.
24
Bkz. İbn Hacer el-Askalânî, Lisânü’l-Mizân, I, 274-275.
25
Bkz. Arnavut, Şuayb, Şerhü Müşkili’l-Âsâr Mukaddimesi, Müessesetü’r-Risale, Beyrut, 1994, I, 38.
26
Bkz. İbn Hallıkân, a.g.e., I, 71; İbn Ebi’l-İzz (v. 792/1390), Şerhü’l-Akîdeti’t-Tahâvîyye, (Thk. Abdullah b.
Abdilmuhsin et-Türkî- Şuayb el-Arnavût), I-II, Müessesetü’r-Risale, Beyrut, 1996, I, 52-53; İbn Hacer elAskalânî, Lisânü’l-Mizân, I, 275; Kevserî, Makâlâtü’l- Kevserî, s. 410.
27
Bkz. İbn Ebi’l-İzz, Şerhü’l-Akîdeti’t-Tahâviyye, (Thk. et-Türkî- el-Arnavut), I, 52-53; Arnavut,
Mukaddime, I, 37-38.
13
3- Yine her iki mezhep temsilcileri arasında meydana gelen tartışmalar
neticesinde birbirlerine karşı yazmış oldukları reddiyelere Tahâvî’nin vakıf olması da
onun Ebu Hanife’nin mezhebine meyletmesinde etkili olmuştur. Örneğin el-Müzenî "elMuhtasar" adlı eserini telif etmiş ve birçok meselede Ebu Hanife’nin görüşlerini
reddetmiştir. Bunun üzerine Kadı Bekkâr b. Kuteybe ortaya çıkarak İsmail b. Yahya elMüzeni’nin görüşlerini reddeden bir kitap telif etmiştir.28
4- Mısır ve Şam bölgelerine gelen kadıların genelde Hanefi ekolüne mensup
olması da Tahâvî’nin fikir dünyasının değişmesi üzerinde etkili olmuştur.29
Bu vb. sebeplerden dolayı Tahâvî ilim dünyasında cereyan eden tartışmalara
vakıf olmuş, mezheplerin metotlarını müşahede etmiş ve sonuçta tercihini Ebu Hanife
mezhebi yönünde yapmıştır.
Şafiî mezhebinden Hanefî mezhebine yönelen Ebu Ca’fer et-Tahâvî’nin fikriyatı
üzerinde Ebu Hanife’nin etkisi belirgindir. Bu etki öyle bir seviyededir ki birçok şerhi
yazılmış ve İslam düşüncesinin belli bir kesiminde dikkatle takip edilen el-Akidetü’t–
Tahâvîyye olarak bilinen akaide dair risalesinin ismini Tahâvî, Beyanu İ’tikadi Ehli’s–
Sünne ve’l–Cema’a alâ Mezhebi Fukahai’l-Mille: Ebî Hanife ve Ebî Yusuf el–Ensârî ve
Muhammed b. Hasen şeklinde koymuştur. Bu eser, Tahâvî’nin kelamla ilgili konularda
Ebu Hanife ve onun talabelerine ait olan itikadî düşüncelerini desteklemesi açısından
önemlidir. Bu risalesini yazmasında “Onun tek gayesi, Ebu Hanife’nin görüşlerinin bir
özetini vermek ve bunların Ehl–i Sünnet’in an’anevî görüşleriyle uyum içinde olduklarını
göstermeye çalışmaktır. Tahâvî, şüphe ve karışıklıkları gidermede değerli hizmetlerde
bulunmuş ve Ebu Hanife’nin tutumunu açık bir dille izah etmiştir. Onun akidesinin önemi,
28
Bkz. İbn Ebi’l-İzz, Şerhü’l-Akîdeti’t-Tahâviyye, (Thk. et-Türkî- el-Arnavut), I, 52-53; Arnavut,
Mukaddime, I, 37-38.
29
Bkz. İbn Asâkir, a.g.e., V, 369; İbn Ebi’l-İzz, Şerhü’l-Akîdeti’t-Tahâviyye, (Thk. et-Türkî- el-Arnavut), I,
52-53; Arnavut, Mukaddime, I, 37-38.
14
Ehl–i Sünnet’in ilk kelam ekolünü kuran, kendisinin de sadık bir takipçisi olduğu İmam
Ebu Hanife’nin, görüşlerini sunmasında görülür.”30
Ancak Tahâvî Ebu Hanîfe’nin körükörüne bir takipçisi ve taklitçisi de değildir.
Gerektiği yerlerde Ebu Hanife’den farklı düşündüğü noktalar da olmuştur. Ebu Hanife’nin
görüşlerine katılmadığı durumlarda ise başka müctehidlerin fikirlerine müracaat etmiştir.31
Tahâvî’ye göre Ebu Hanife’nin metodu fakihler içinde en fazla takdire şayan olanıdır.
Ancak az önce de ifade ettiğimiz gibi Tahâvî’nin, “Meâni’l-Asâr”’ında Ebu Hanife’nin
görüşleri dışında başka görüşler de ileri sürdüğü görülmektedir.32
Tahâvî akide, tefsir, hadis, fıkıh, şurût (şartlar) ve tarihe dair pek çok eser telif
etmiştir. Bunlar oldukça güzel, köklü ve son derece faydalı eserlerdir.33
Bu eserlerden bazıları şunlardır:
Şerhu Meâni’l-Âsâr34
Şerhu Müşkili’l-Âsâr35
Muhtasaru’t-Tahâvî36
İhtilâfü’l-Fukahâ
Sünenü’ş-Şafii’
30
Coşkun,
Akif,
İslam
İtikadında
Ebu
Hanife’nin
Tesiri
ve
İmam
Mâtürîdî
,
httpwww.geocities.comMâtürîdîmezhebiMâtürîdîMâtürîdî-hanefi.htm; Fığlalı, Ethem Ruhi, Çağımızda
İtikâdî İslam Mezhepleri, Selçuk Yayınları, İstanbul, 1996, s. 69.
31
İbn Ebi’l-İzz, Şerhü’t-Tahâvîyye fi’l-Akideti’s-Selefiyye, (Thk. Ahmed Muhammed Şakir), Riyad, 1418, s.
11.
32
İbn Ebi’l-İzz, Şerhü’t-Tahâvîyye fi’l-Akideti’s-Selefiyye, (Thk. Ahmed Muhammed Şakir), s. 11.
33
İbnü’l-İmâd el-Hanbelî, a.g.e., II, 288.
34
Tahâvî’nin bu eseri, beş cilt halinde Alemu’l-Kütüb tarafından Muhammed Zehrî en-Neccâr ve
Muhammed Seyyid Câdelhak tarafından tahkik edilerek 1994’ te Beyrut’ta basılmıştır.
35
Şuayb Arnavut tarafından tahkik edilen Şerhü Müşkili’l-Âsâr XVI cilt halinde Müessesetü’r-Risale
tarafından Beyrut’ta 1994 yılında basılmıştır.
36
Bu eser, hicri 1370 yılında Ebu’l-Vefâ el-Afgânî tarafından tahkik edilerek Mısır’da basılmıştır.
15
Nakdü Kitâbi’l-Müdellisîn
el-Akîdetü’t-Tahâvîyye37
et-Tesviyye beyne Haddesenâ ve Ahberenâ
eş-Şurûtu’s-Sağîr
eş-Şurûtü’l-Evsat
eş-Şurûtü’l-Kebîr
et-Tarihü’l-Kebîr
Ahkâmü’l-Kur’an38
en-Nevâdirü’l-Fıkhiyye
en-Nevâdir ve’l-Hikayât
Hükmü Arâzi Mekke
Cüzü fî Kasmi’l-Fey’ ve’l-Ğenâim
Ahbarü Ebî Hanîfe ve Ashâbih
Kitabü’l-Eşribe
el-Hitâbât fi’l-Furu’
Kitabü’l-Vesayâ ve’l-Ferâiz
37
Tahâvî’nin bu eseri, Daru İbn Hazm tarafından 1995 yılında Beyrut’ta basılmıştır.
Tahâvî’nin bu eserini, Sadettin Ünal tahkik etmiş ve bu eser, iki cilt halinde 1998 yılında İSAM yayınları
tarafından İstanbul’da basılmıştır.
38
16
Şerhü’l-Camii’l-Kebîr
İhtilâfü’r-Rivâyât alâ Mezhebi’l-Kûfiyyîn
Kitâbü’s-Sicillât
el- Kitâb fi’n-Nihal vb. kitapları bulunmaktadır.39
Ebu Cafer et-Tahâvî’nin itikatla ilgili görüşlerine müracaat ederken bizim için
en önemli kaynak, kendisine ait olan ve itikatla ilgili görüşlerini bize aktaran “elAkidatü’t-Tahâvîyye” adlı risalesidir. Özlü ve kısa olmasına rağmen birçok müellif
tarfından şerh edilmiştir. Bu şerhlerden bazıları şunlardır: 1. İsmail b. İbrahim b. Ahmed
eş-Şeybânî (v. 629/1232)’nin yazdığı şerh; 2. Necmuddîn Menkûbars (v. 652/1254)’ın
"en-Nuru’l-Lâmi’ ve’l-Burhanu’s-Sati’" adındaki şerhi;40 3. Hibetullah b. Ahmed (v.
733/1333)’ın şerhi;41 4. Ali b. Muhammed b. Ebi’l-İzz el-Hanefî (v. 746/1345)’nin yazdığı
“Şerhü’l-Akideti’t-Tahâvîyye” adlı şerhidir. Bu şerh üzerine birçok tahkik çalışması
yapılmıştır. Günümüzde el-Akidetu’t-Tahaviyye’nin en meşhur şerhi olarak İbn Ebi`lİzz`in şerhi göze çarpmaktadır. Şarihin Selefî çizgisi dolayısıyla Selefîler bu şerhe hayli
ihtimam göstermiş ve yayılmasını sağlamışlardır.
6. Mahmud b. Ahmed b. Mes’ûd el-Konevî (v. 771/1370)’nin “el-Kalâid fi
Şerhi’l-Akâid" adındaki şerhi;42 5. Ömer b. İshak el-Hindî el-Gaznevî (v. 774/1372)’nin
şerhi; 7. Abdu’l-Ganî b. Talib b. Hammade el-Ğuneymî (v. 1298/1881)’nin “Şerhu’lAkîdeti’t-Tahâviyye”adındaki şerhidir.43 Şerhlerin en meşhurları bunlardır.44
39
İbn Nedîm, Muhammed b. İshak (v. 385/995), el-Fihrist, (Thk. Rıza Teceddüd), Tahran, 1971, s. 260;
İbn Hallıkân, a.g.e., I, 71; Arnavut, Mukaddime, I, 101; Nar, Ali, İmâm-ı A’zâm’dan Günümüze Ehl-i
Sünnet’in En Meşhur Akâid Risâleleri, Ankara, 1994, s. 64.
39
İbn Hacer el-Askalânî, Lisânü’l-Mizân, I, 277.
40
İbn Ebi’l-İzz, Şerhü’l-Akîdeti’t-Tahâviyye, (Thk. et-Türkî- el-Arnavut), I, 46-50; Meydânî, a.g.e., s. 10.
41
İbn Ebi’l-İzz, Şerhü’l-Akîdeti’t-Tahâviyye, (Thk. et-Türkî- el-Arnavut), I, 46-50; Meydânî, a.g.e., s. 10.
42
İbn Ebi’l-İzz, Şerhü’l-Akîdeti’t-Tahâviyye, (Thk. et-Türkî- el-Arnavut), I, 46-50.
43
Bkz. İbn Ebi’l-İzz, Şerhü’l-Akîdeti’t-Tahâviyye, (Thk. et-Türkî- el-Arnavut), I, 46-50; Meydânî, a.g.e., s.
10-11.
44
Meydânî, a.g.e., s. 10-11; İbn Ebi’l-İzz, el-Akidetu’t-Tahâviyye ve Şerhi, (Thk. et-Türkî- el-Arnavut),
(Çev. M. Beşir Eryarsoy, Guraba Yayınları, İstanbul, 2008, s. 16-17.
17
Tahâvî görüldüğü gibi İslam ilimlerinde mümtaz bir konuma sahiptir. Hakikaten
de hayatıyla ilgili bilgi veren kaynakların müellifleri ondan övgüyle bahsetmişlerdir. İbn
Asâkir, İbn Hacer (v. 852/1448), Sem’anî, İbnü’l-Cevzî, İbnü’l-Esir, Zehebî (v.
748/1348), İbn Kesir (v. 774/1373) ve daha sayamayacağımız birçok alim Tahâvî’nin ne
kadar faziletli bir kişi olduğunu ifade etmişlerdir.45
Ebu Ca’fer et-Tahâvî 321/933 yılında Mısır’da bir perşembe gecesi vefat etmiş
ve el-Karâfe’deki Benu’l-Eş’as mezarlığına defnedilmiştir.46 Ebu Ca’fer et-Tahâvî’nin
kabri Mısır’dadır.
Gerek Ehl-i Sünnet içerisindeki konumu gerekse te’lifâtı bakımından Ebu Ca’fer
et-Tahâvî, Hanefî mezhebinde ve Ehl-i Sünnet içinde önemli bir alimdir. Aslında Tahâvî
hakkında daha çok detaylı bilgi verilebilir. Ancak hayatından çok onun itikadi alanla ilgili
görüşleri bizim için önemlidir. Tahâvî’nin biyografisinden sonra Mâtürîdî’nin hayatıyla
ilgili biraz bilgi verelim.
45
Bkz. Semânî, Ebu Sa’d Abdülkerim b. Muhammed b. Mansûr et-Temîmî (v. 562/1167), el-Ensâb, I-V,
Beyrut, 1988, IV, 53; İbn Asâkir, a.g.e., V, 368; İbnü’l-Cevzî, a.g.e., XIII, 318; Bkz. Zehebî, Siyerü
A’lâmi’n-Nübelâ, XV, 27-30; İbn Kesir, Ebu’l-Fidâ Hafız (v. 774/1373), el-Bidâye ve’n-Nihâye, I-XIV,
Beyrut, 1990, XI, 174; İbn Hacer el-Askalânî, Lisânü’l-Mizân, I, 276; Bkz. Arnavut, Mukaddime, I, 64.
46
Arnavut, Mukaddime, I, 101.
18
EBU CA'FER ET-TAHÂVÎ'NİN KABRİ
19
VI. EBU MANSÛR EL-MÂTÜRİDÎ’NİN HAYATI
Hidayet rehberi (imâmü’l-hüdâ), Ehl-i Sünnet’in önderi (reisü Ehli’s-Sünne),
kelamcıların önderi (İmâmü’l-mütekellimîn), hidayet sancağı (alemü’l-hüda) gibi
lakaplar47 verilen Ebu Mansûr Muhammed b. Mahmud el-Mâturidî es-Semerkandî,
takriben
238/852
yıllarında
Semerkand’ın
Mâturid48
kasabasında
doğmuştur.49
Mâtürîdî’nin doğum yılı olarak zikredilen bu tarih tahmini olup Matürîdî’nin hocalarından
biri olan ve 248/862 yılında vefat eden Muhammed b. Mukatil er-Razi’nin vefatından
çıkarılmaktadır.50 Ehl-i Sünnet’in bu büyük aliminin hayatı hakkında maalesef pek fazla
bilgiye sahip bulunmamaktayız. Mâtürîdî, Ehl-i Sünnet mezhebini oluşturan iki ana
mezhepten biri olan Maturidîliğin kurucusudur.51
Ancak böyle önemli bir sima ile ilgili olarak “gerçekten üzüntü verici bir
durumdur ki tarih ve tabakat kitapları onun çağdaşlarından olan tefsir, kelam, fıkıh
alimlerinin hayatlarına dikkatle eğilmişlerken ne yazık ki Matürîdî’nin hayatına hemen
hemen hiç değinmemişlerdir. Buna karşılık aynı saha müellifleri telif ettikleri eserlerinde
Eş’arî’nin hayatına çokça yer vermişlerdir. Mâtürîdî’nin bu şekilde ihmal edilmesinin
çeşitli nedenlerinden bahsedilebilir. Bunlardan biri olarak Eş’arî’nin İslam coğrafyasının
tam merkezinde yer almış olması gösterilebilir. Buna karşılık Mâtürîdî ise Eş’arî’ye göre
daha kenarda kalmış olan bir mühitte yaşamıştır. Bu yüzden merkezde olan Eş’arî,
Mâtürîdî’ye nazaran daha fazla gündeme gelmiştir. Bu anlamda ileri sürülebilecek başka
bir sebep ise uzunca bir müddet belki Hanefî alimler arasında Mâtürîdî, bir mezhep
müessisi olarak kabul görmemiştir. Bu biraz da Hanefilerden kaynaklanan bir durumdur.
47
Kureşî, a.g.e., III, 360; Gölcük, Şerafettin-Toprak, Süleyman, Kelam (Tarih-Ekoller-Problemler), Konya,
2001, s. 53; Cafer es-Sübhânî, Buhûsün fî’l-Milel ve’n-Nihal, I-VII, Beyrut, 1991, III, 9; Pekcan, Ali, “İmâm
Mâtürîdî’ (v. 333/ nin “Usûl-i Fıkha Dair Görüşleri Ya da “Meâhızü’ş-Şerâi”i Yeniden Kurmaya
Çalışmak”, DBAAD, Samsun, 2004, (Sy. 2), s. 151.
48
“Mâtürîd (Mâtürît) bugün Özbekistan Cumhuriyeti sınırları içinde bulunan Semerkant’ın dış mahallesidir.”
Semânî, a.g.e., V, 155; İbnü’l-Esir el-Cezerî (v. 630/1233), el-Lübâb fî Tehzîbi’l-Ensâb, I-III, Dâru Sâdir,
Beyrut, trs., III, 140; Özen, Şükrü, “Mâtürîdî”, DİA., Ankara, 2003, XXVIII, 146; Macdonald, D. b.,
“Mâtürîdî”, İA., I-XIII, İstanbul, 1995, VII, 404.
49
Topaloğlu, Bekir, Kelam İlmi Giriş, Damla Yayınevi, İstanbul, 1996, s. 121.
50
Işık, Kemal, Mâtürîdî’nin Kelam Sisteminde İman Allah ve Peygamberlik Anlayışı, Ankara, 1980, s. 9;
Özdeş, Talip, Mâturîdî’nin Tefsir Anlayışı”, İstanbul, 2003, s. 42.
51
Sezgin, Fuad, Tarihu’t-Türâsi’l-Arabî, (Trc. Mahmud Fehmî Hicâzî), I-II (Dokuz Cüz), Camiatu’l-İmam
Muhammed b. Suud el-İslâmiyye, Suudi Arabistan, 1991, IV, 40-41.
20
Çünkü bu mezhebe mensup alimler hal ve tercüme geleneğine Şafiî ve Eş’arîlere nazaran
daha az ilgi gösteriyorlardı.52 Mâtürîdî’nin ilim dünyasında tanınmamasının sebeplerini
daha da fazlalaştırmak mümkündür.
Mâtürîdî’ye duyulan bu ilgisizliğe örnek olması bakımından bazı müelliflerden
bahsetmek istiyoruz. İbn Nedim (v. 385/995) el-Fihrist’inde Mâtürîdî’den hiç
bahsetmemiştir. İbn Nedim’in bu ilgisizliğini İbn Hallıkân (v. 681/1282) gibi bir tarihçide
de görebiliyoruz. İbn Haldûn (v. 808/1406) Mukaddime’sinde kelam ilmine ayırdığı
bölümde Mâtürîdî’den önemli bir kelamcı olmasına53, Suyûtî (v. 911/1505) Tabakâtü’lMüfessirîn54 adlı eserinde Matürîdî’nin müfessirliğine rağmen ondan bahsetmemişlerdir.55
Bu ilgisizliğe Mâtürîdî akidesini savunanlarda da rastlayabiliyoruz. Mesela Ömer enNesefî (v. 537/1142) el-Akâidü’n-Nesefîyye adlı eserinde Mâtürîdî’den hiç bahsetmemiştir.
Mâtürîdî’ye karşı mütekaddim alimlerde şahit olduğumuz aynı ilgisizliği çağdaş
müelliflerden bazılarında da görebiliyoruz. Mesela geçmişte ve günümüzde yaşayan
mezhep ve akımlar üzerinde araştırma yapmış olan Abdullah el-Emin Mâtürîdilikten hiç
bahsetmemiştir.56
Şükrü Özen’in tespitine göre; “Mâtürîdî’nin kelamî görüşlerine ve onun
hayatıyla ilgili bir kısım anekdotlara yer veren en eski kaynak, Mâtürîdî’nin öğrencisi
Ebu’l-Hasen Ali b. Said er-Rüstüfeğnî (v.345/956),’nin bir öğrencisine ait olup bu eser
Semerkant Sünnî kelam ekolüne mensup Ebu Seleme’nin “Cümelü Usûliddin” adlı eserine
yazılan bir şerhtir… Hanefî olmayan tarihi kaynaklarda ise Mâtürîdî’nin adı tespit
edebildiğimiz kadarıyla ilk olarak Şafiî alimlerden Ebu Asım Muhammed b. Ahmed el-
52
Kutlu, Sönmez, İmâm Mâtürîdî ve Mâtürîdîlik, Kitabiyât Yayınları, Ankara, 2003, s. 152-154.
İbn Haldûn, Abdurrahman b. Muhammed (v. 808/1406), Mukaddime, (Çev. Zakir Kadiri Ugan), I-III,
MEB., Yayınları, İstanbul, 1991, II, 460-470, 515-540.
54
Bkz. Suyûtî, Celâleddin b. Abdirrahman (v. 911/1505), Tabakâtu’l-Müfessirîn, (Thk. Ali Muhammed
Ömer), Mektebetu Vehbe, Kahire, 1976.
55
Cafer es-Sübhânî, a.g.e., III, s. 9; Özen, “a.g.md.”, DİA., XXVIII, 147-148; Macdonald, D. b., “a.g.md.”,
İA., VII, 404-405.
56
Abdullah el-Emîn, Dırâsât fi’l-Fırak ve’l-Mezâhibi’l-Kadîme ve’l-Muâsıra, Dâru’l-Hakîka, Beyrut, 1991.
53
21
Herevî
(v.
458/1066)…Kitâbü
Tabakâti’l-Fukahâi’ş-Şafi’iyye
adlı
eserinde
57
geçmektedir.”
Bu ilgisizliğe rağmen zaman içerisinde Mâtürîdî ve onu takip eden alimler ilim
dünyasında hakkettikleri yeri almışlardır. Günümüzde Mâtürîdî ile ilgili heyecan verici
çalışmalar yapılmaktadır.
Mâtürîdî ile ilgili bu bilgiler verildikten sonra Mâtürîdî’nin kitaplarına
bakıldığında onun farklı sahalarda birbirinden önemli eserler ortaya koyduğu görülecektir.
Mâtürîdî’nin eserleri şu şekilde tasnif edilebilir:
a) Mâtürîdî’nin kelam ve mezheplerle ilgili eserleri:
Kitâbü’t-Tevhîd 58
Kitâbü’l-Makalât
Reddu Evâili’l-Edille li’l-Kâ’bî
Reddu Tehzîbi’l-Cedel li’l-Kâbî
Reddu Kitâbi’l-Kâ’bî fi Va’îdi’l-Füssâk
Reddu Usûli’l-Hamse li’l-Bâhilî
Beyanu Vehmi’l-Mu’tezile
Reddu Kitâbi’l-İmâme li Ba’dı’r-Ravâfıd
er-Redd ale’l-Karâmıta (fi’l-Usûl)
57
Özen, “Yeterince Tanınmayan Bir İmam: Mâtürîdî”, Marife, sy., 3, Konya, 2005, s. 411.
Bekir Topaloğlu ve Muhammed Aruçi tarafından Kitabü’t- Tevhid, tahkik ve tercüme edilmiştir.
Mâtürîdî’nin bu eseri daha önce Fethullah Huleyf tarafından tahkik edilerek neşredilmiştir.
58
22
Kitâbu’l-Usûl (Bu eser Mâtürîdî’ye nispet edilmektedir).59
b) Mâtürîdî’nin fıkıh ilmi ile ilgili eserleri:
Me’âhizu’ş- Şerâi’ fî Usûli’l-Fıkh
el-Cedel fi Usûli’l-Fıkh
ed-Dürer fi Usûli’d-Dîn
Şerhu’l-Camii’s-Sağîr
er-Redd ale’l-Karâmıta (fi’l-Furu’).60
c) Mâtürîdî’nin tefsir ve Kur’an ilimlerine dair eserleri:
Te’vîlâtü’l-Kur’an61
Risâle fi mâ la Yecûzü’l Vakfu aleyhi fi’l Kur’an (Bu kitap Mâtürîdî’ye nispet
edilmektedir).62
d) Mâtürîdî’nin vasâya ve münâcâta dair eseri:
Pendnâme (Bu eser Mâtürîdî’ye nispet edilmektedir). Bunların dışında bir takım
eserler de Mâtürîdî’ye nispet edilmektedir.63
59
Nesefî, Ebu’l-Muîn Meymûn b. Muhammed (v. 508/1114), Tabsiratü’l-Edille, (Nşr. Hüseyin Atay), I-II,
DİB. Yayınları, Ankara, 1993, I, 472-474; Taşköprüzade, Ahmed b. Mustafa (v. 968/1561), Miftâhu’sSeâde ve Misbâhu’s-Siyâde fî Mevzûâti’l-Ulûm, I-III, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1985, II, 86; 133134; Özen, “a.g.md”, DİA., XXVIII, 149-150; İmamoğlu, M. Ragıp, İmâm Ebu Mansûr el-Mâtürîdî ve
Te’vîlâtül’l-Kur’an’daki Tefsir Metodu, Ankara, 1991, s. 19-20.
60
Nesefî, Tabsiratü’l-Edille, I, 472-474; Özen, “a.g.md.”, DİA., XXVIII, 149-150.
61
Mâtürîdî’nin, Te’vîlâtü’l-Kur’an adlı tefsiri Fatıma Yusuf el-Haymî tarafından tahkik edilerek beş cilt
halinde yayınlanmış bulunmaktadır. Türkiye’de de Bekir Topaloğlu ve Muhammed Aruçi Te’vîlâtü’lKur’an’ı tahkik etmektedirler. Bu eserin bir kısmı 1971’li yıllarda Te’vilatü Ehli's- Sünne Tefsiru'l-Mâtürîdî
ismiyle İbrahim Avadayn tarafından tahkik edilmiştir.
62
Nesefî, Tabsiratü’l-Edille, I, 472-474; Özen, “a.g.md.”, DİA., XXVIII, 149-150.
23
Görüldüğü gibi Mâtürîdî’nin tefsir, akaid, başka mezheplere verdiği cevaplar vb.
çeşitli alanlarda yazılmış birçok eseri mevcuttur. “İmam Mâtürîdî’ye nispet edilen
eserlerden, onun kelam, mezhepler tarihi, usûl-i fıkh ve tefsir sahalarında mütehassıs
olduğu görülmektedir.”64 Mâtürîdî’nin bu kıymetli eserlerini yetiştirmiş olduğu öğrencileri
sonraki nesillere aktarmışlardır.
Mâtürîdî’nin yetiştirdiği ve onun görüşlerini sonraki nesillere aktaran
öğrencilerden bazıları şunlardır: Ebu'l-Kasım İshak b.Muhammed b. İsmail b. el-Hakim
es-Semerkandi (v. 390/951), Ebü'l-Hasan Ali b. Said er-Rüstüfeğnî, Ebü'l-Leys Nasr b.
Muhammed b. Ahmed b. İbrahim el-Buhari es-Semerkandi (v. 383/993) ve Ebu
Muhammed Abdulkerim b. Musa el-Pezdevi (v. 390/1000) gibi birçok alim onun
talebelerinden sadece birkaç tanesidir.65
Mâtürîdî’nin fikir sisteminin birçok noktasında Ebu Hanife’nin etkisi rahatlıkla
görülebilir. Zira Ebu Hanife’nin el-Fıkhü’l-Ebsat, er-Risale ila Osman el-Bettî, el-Vasiyye
gibi eserlerini bizzat kendisi rivayet etmiştir. Bunun yanında Mâtürîdî’nin hocalarına
bakıldığı zaman yine Ebu Hanife ve onun öğrencilerine uzanan bir silsilenin olduğu
görülecektir. Bu silsilede yer alan kişiler aynı zamanda Mâtürîdî’nin Ebu Hanife’nin
kitaplarını kendilerinden naklettiği kimselerdir.66 Ebu Bekir Ahmed b. İshak b. Salih elCüzcânî, Ebu Nasr Ahmed b. el-Abbâs b. el-Hüseyn el-İyazî el-Ensâri, Nüsayr b. Yahya
el-Belhî, Muhammed b. Mukatil er-Razî gibi alimler Mâtürîdî ile Ebu Hanife arasındaki
ilmi köprüyü kurmuşlardır.67
Muhyiddin Bağçeci, Ebu Hanife ile Mâtürîdî arasındaki ilişkiyi şöyle ifade
etmektedir: “Mâtürîdî’nin hocaları, ilimleri Ebu Hanife'ye uzanan Ebu Nasr el-İyazi, Ebu
63
Brockelman, C., Tarihu’l-Edebi’l-Arabî, (Trc. Abdulhalim en-Neccâr), I-VI, Dâru’l-Meârif, Kahire, 1959,
IV, 41-43; Sezgin, a.g.e., IV, 40-41; Özen, “a.g.md.”, DİA., XXVIII, 149-150.
64
Topaloğlu, Bekir, Kelam İlmi Giriş, s. 121.
65
Bağçeci, Muhyiddin, “Matüridiyye”, Şamil İA., İstanbul, 1991, IV, 76.
66
Belkasım el-Ğâlî, Ebu Mansûr el-Mâtürîdî Hayatuhu ve Arâuhu’l-Akîdiyye, Tunus, 1989, s. 45.
67
Bkz. Beyâzîzâde, Ahmed Efendi (v. 1098/1686), İşârâtü’l-Merâm min İbârâti’l-İmâm, (Thk. Muhammed
Zâhid el-Kevserî), Dâru’l-Kitâbi’l-İslâmî, İstanbul, 1949, s. 6; Ebu’l-Hayr, Muhammed Eyyüb Ali,
Akidetu’l-İslam ve’l-İmâm el-Mâtürîdî, el-Müessesetu’l-İslamiyye, Dakka, 1983, s. 269; Kutlu, Sönmez,
a.g.e., s. 131.
24
Bekr Ahmed el-Cürcânî ve Muhammed b. Mukatil er-Râzî'dir. Bunların hocası ise İmam
Ebu Yusuf ve İmam Muhammed'den okumuş olan Ebu Süleyman b. Musa el-Cüzcânî'dir.
İmameyn lakabıyla tanınan İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed, İmam A'zam'ın en
seçkin talebeleriydi. Mâtürîdî, hocalarından İmam A'zam'ın akaide dair el-Fıkhü'l-Ekber,
er-Risale, el-Vasiyye, el-Fıkhü'l-Ebsat, el-Âlim ve'l-Müteallim isimli risalelerini de okuyup
rivayet etmiştir.”68
Mâtürîdî’nin hocalarından Muhammed b. Mukatil er-Râzî, Ebu Hanife’nin
akaidle ilgili görüşlerini nakledenlerden biridir. Muhammed b. Mukatil er-Râzî’nin önemli
bir özelliği de Ebu Ca’fer et-Tahâvî’nin de bundan rivayette bulunmuş olmasıdır.69
Mâtürîdî’nin
hocalarından
Ebu
Nasr
el-Iyâzî
Semerkant’ın
önemli
fakihlerindendir. Ahmed b. Esed b. Saman zamanında şehit olmuştur. İlmini Ebu Bekir
Ahmed b. İshak el-Cüzcânî’den tahsil etmiştir. Bu zat için alimler “Ebu Hanife
mezhebinin sıhhatinin en büyük delili Ebu Nasr el-Iyâzî’nin bu mezhep üzere
olmasıdır.”70 şeklinde görüş beyan etmişlerdir.
Yukarıdaki alimlerin tamamı Hanefi mezhebinin önemli alimlerindendir. O
halde Mâtürîdî, Hanefî mezhebine ait birikimi evvela bu alimlerden elde etmiştir.
Mâtürîdî, amelde ve itikatta Ebu Hanîfe’ye bağlı bulunduğu gibi aynı şekilde
Hanefî bir mühit içinde yetişmiştir. Ebu Hanife ise fıkıhtan başka, itikadi meselelerde de
büyük bir müktesebâta sahipti. Devrindeki bid’at ehli ile mücadele ve münazaralarda
bulunmuş, talebeleri ondan akaide dair çeşitli risâleler rivayet etmiştir. Aynı risaleleri
Mâtürîdî de rivayet etmiştir.71
68
Bağçeci, Muhyiddin, “Matüridiyye”, Şamil İA., IV, 76; Yeprem, M. Saim, Mâturîdî’nin Akaid Risalesi ve
Şerhi, İstanbul, 2000, s. 15.
69
Belkasım el-Ğâlî, a.g.e., s. 45.
70
Belkasım el-Ğâlî, a.g.e., s. 46.
71
Ebu Zehra, Muhammed, Tarîhü’l-Mezâhibi’l-İslâmiyye fi’s-Siyâse ve’l-Akâid ve Tarihü’l-Mezâhibi’lFıkhiyye, Dâru’l-Fikri’l-Arabî, Kahire, s. 164-165.
25
Bu sebeple kelam alimleri ve araştırmacılar ‘Mâtürîdîyye’ diye anılan bu Ehl-i
Sünnet mezhebinin asıl kurucusunun Ebu Hanife olduğunu, Mâtûrîdî’nin ise Ebu
Hanife’nin vaz’ettiği esasları aklı ve nakli delillerle tahkik ve tafsil ettiğini kaydederler…
Mâtürîdî, Eş’arî’den önce Ehl-i Sünnet mezhebini tesis eden Ebu Hanife ve arkadaşlarının
mezhebini teyid ve tafsil etmiştir.”72
Mâtürîdî’nin fikri altyıpısıyla ilgili daha iyi bilgilere sahip olmak için onun
yaşadığı coğrafyayı tanımak, sosyo-kültürel şartlara ve fikri atmosfere değinmek gerekir.
Mâtürîdî zamanında Orta Asya’ya bakıldığında merkezi otoriteden bağımsızlığını kazanan
devlet ve devletçiklerin ortaya çıktığı görülmektedir. Bu devletlerin kurucularının tamamı
Abbasi devletinin hizmetinde bulunmuş ve valilik yapmış kimselerdir. Zaman içerisinde
bu bölgelere atanan valiler bağımsızlıklarını ilan etmişlerdir. Bu şekilde oluşmuş olan
devletlerin başında Samanoğulları, Tahiroğulları, Karahanlılar, Gazneliler ve Safarileri
sayabiliriz.73
Abbasilerin merkezi otoritelerine itibar ve saygı göstermelerine rağmen süreç
içerisinde kendi istiklallerini kazanan bu küçük devletler, etnisiteleri her ne kadar farklı ve
siyasi sahada nüfuz mücadelesi vermiş olsalar da İslam’ın, ilme vermiş olduğu teşvikkar
prensiplerine son derece bağlılardı. Gerek saray ve gerekse ilim dünyası elinden
geldiğince entellektüel faaliyetlerde bulunuyordu. Bilime meraklı yöneticiler bizzat bu
meraklarını yaptıkları birbirinden kıymetli çalışmalarla gidermeye çalışıyorlardı. Böyle
faaliyetlerde bulunamadıkları zaman da yanlarında bu boşluğu kapatacak ilim erbabını
eksik etmiyorlardı. Orta ve Ön Asya hakikaten bir ilim, bilim, hikmet ve felsefe havzası
gibiydi. Sadece dini ilimlerde değil diğer alanlarda da kayda değer çalışmalara imza
atılıyordu. Bunun yanında sadece bir alanda değil çok çeşitli sahalarda kendilerini isbat
eden mümtaz düşünürler yetişiyordu.74
72
Topaloğlu, Bekir, Kelam İlmi Giriş, s. 122; Ebu Zehra, Muhammed, Tarîhü’l-Mezâhibi’l-İslâmiyye , s.
164-165.
Hasan İbrahim Hasan, a.g.e., III, 71; Kurt, Hasan, “Devlet Kurma Sürecinde Samanoğulları” AÜİFD., c.
XLIV (2003) sy. 2, s. 114-115; Işık, Kemal, a.g.e., s. 10-11.
74
Bkz. Özdeş, a.g.e., s. 38-39; Hitti, Pihilip K., Siyasi ve Kültürel İslam Tarihi, (Çev. Salih Tuğ), I-IV,
İstanbul, 1995, III, 727; Bağçeci, Muhyiddin, “Matüridiyye”, Şamil İA., IV, 76; Işık, Kemal, a.g.e., s. 12-13.
73
26
Mâtürîdî’nin yetiştiği mühitte fikir hayatı da ilmi araştırmalar kadar hareketliydi.
Bu dönemde yetişmiş olan alimlerin te’lifâtına bakıldığında devirlerinin siyasi, ilmi ve
fikri hayatı hakkında tatmin edici bilgiler edinebiliriz. Devrinin konjönktürel vaziyetine
ışık tutması açısından Mâtürîdî’nin Kitâbü’t-Tevhîd’i bunların en tipik örneğidir. Kitâbü’tTevhid’in içeriğine vakıf olunduğunda bu kitabın tam bir fikir mücadelesi kitabı olduğu
görülecektir. Bu eserde hicri dördüncü yüzyıldaki fikri cereyanlara karşı verilmiş
reddiyeler ve devrin fikir yapısı gözler önüne serilmiştir. Onuncu yüzyıl Bağdat’ına
bakıldığında bu bölgenin eski cazibesini kaybedip, yerini yavaş yavaş Buhara, Semerkant,
Herat vs. gibi diğer İslam merkezlerine bıraktığını görüyoruz. Aslında bunun temelinde
yatan nedenlerden biri de bu bölgede diğer İslam idarelerine nazaran daha özgürlükçü ve
bağımsız bir yapının var olmasıdır. Çok farklı kaynaklı cereyanlar bu bölgeye kadar
gelmiştir. Aslında bu akımların ana kaynakları her ne kadar Ortadoğu eksenliyse de zaman
içerisinde Buhara, Semerkant gibi bölgelerde de varlıklarını hissettirmişlerdir. Bu
hareketlerin içinde en çok da batınî kökenli mezhepler göze çarpmaktadır. Ehl-i Sünnet
kelamcıları da bu fırkalara karşı Sünnî düşünceyi savunmak üzere kitaplar yazmışlardır.
Başta Mâtürîdî olmak üzere birçok alanda temayüz etmiş kelamcılar, müfessirler
Maveraünnehir'e kadar gelen dini veya din dışı mezheplere karşı mantıklı ve istikrarlı
mücadeleler vermişlerdir. Maveraünnehir’de Mu’tezile, Seneviyye, Karamita, Dehriyye
vs. bu fırkalardan bazılarıdır. Mâtürîdî, zamanındaki fikri cereyanlardan Mu’tezilî
alimlere, Seneviyye’ye, Dehriyye’ye, filozoflara, Deysaniyye’ye karşı reddiyeler
yazmıştır. Mâtürîdî’nin Kitâbu't Tevhid'ine bakıldığında o dönemdeki fırkaların
düşüncelerine ve bunlara yazılmış olan reddiyelere vakıf olma imkanı bulunulacaktır.75
Hicri 333/944 yılında vefat eden Mâtürîdî Semerkant'ın Çâkerdîze Mezarlığı'na
defnedildi. Arkadaşı ve öğrencisi Hakîm es-Semerkandî mezar taşına şu anlamda bir ibare
yazdırtır: "Burası bütün hayatını ilme adayan, gücünü ilmin yaygınlaşması ve öğretilmesi
yolunda tüketen, din yolundaki eserleri övgüyle anılan ve ömrünün meyvelerini devşiren
75
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, (Thk. Bekir Topaloğlu-Muhammed Aruçi), İSAM Yayınları, Ankara, 2005, s.
216-260; Özdeş, a.g.e., s. 39; Bağçeci, “Matüridiyye”, Şamil İA., IV, 76.
27
kişinin mezarıdır".76 Şükrü Özen’in aktardığına göre “Barthold, 1920'de Semerkant'a
yaptığı seyahatte Çâkerdîze Mezarlığı'nda Mâtürîdî'nin türbesini gördüğünü kaydeder.
Ancak bu mezarlık Soyvetler Birliği döneminde iskâna açılmış ve türbenin bulunduğu yer
bir evin bahçesinde kalmıştır. 1991 yılında Semerkant'ı ziyaret eden bir grup Türk ilim
adamı sözü edilen yerde türbe bulunmadığını, kabrinin üzerine beton atılıp avlu olarak
kullanıldığını ifade etmiştir. Mâtürîdî'nin şimdi Semerkant'ın Siyab merkez ilçesinin İkinci
Şark mahallesi Gucdüvân sokağında yer alan mezarının bulunduğu alana 2000 yılında
tamamlanan yeni bir türbe ve etrafına da bir külliye inşa edilmiştir.”77
Çalışmamızın temel dayanaklarından olan Tahâvî ve Mâtürîdî’nin hayatlarıyla
ilgili bu kısa bilgileri verdikten sonra yine çalışmamız için önemli olan ve birçok yerde
sıkça kullanacağımız bazı anahtar kavramlara değineceğiz.
76
77
Nesefî, Tabsiratü’l-Edille, I, 472-474.
Özen, “a.g.md.”, DİA., XXVIII, 147.
28
EBU MANSUR EL-MÂTÜRÎDÎ'NİN KABRİ
29
VII. KAVRAMSAL ÇERÇEVENİN TESPİTİ
A. Ulûhiyet
Bir konu ile ilgili kavramların anlamları, kökenleri ve bu kavramlar arasındaki
bağlantılar üzerinde durmak o mevzuda fikir beyan etmek için önemlidir. Araştırmamızın
ana kavramı ulûhiyettir. Çünkü tezimiz bu kavram etrafında şekillenecektir.
Ulûhiyet, “‫( ”اله‬elihe) fiilinin masdarıdır. Bu durumda “‫( ” اله‬elihe) fiilinin
anlamı üzerinde durmak gerekir. Bu kelimeden türemiş olan “‫( ”اإلله‬el-ilâh) ın bütün
türevlerinde “kulluk etme, birini koruma, himaye etme, hayranlık duyma, korkudan birine
sığınma, üstün bir güç, olağanüstü bir varlık karşısında aciz kalma, gizlenme, saklanmak
maksadıyla başkalarına karşı kendini göstermeme, örtünme, ibadet etme” anlamları vardır.
“‫( ” اله‬elihe) fiili, ismi mef'ul “‫( ” مألوه‬me’lûh) olarak alındığında kendisine “ibadet edilen
varlık, mabud” anlamlarına gelir. Bu durumda ulûhiyet de "ilahlık, tanrılık" anlamına
gelir.78
Hangi varlık için kullanılırsa kullanılsın ilah kavramının kapsamında tapınma,
ibadet etme, yüceltme anlamları vardır. Eğer bir varlığa karşı tazim ve tapınma amacı
yoksa o ilah olamaz. İlkel dinlerin tanrı alayışından Semavî dinlerin Tanrı anlayışına
kadar, ilah anlayışlarının bütününde tapınma duygusu kendini gösterir.79
İslam inancına göre ilk din Allah’ın göndermiş olduğu tevhid dini olup Allah’ın
birliği esasına dayanır. Bu hakikat dini dayanaklara göre böyle olduğu gibi yapılan
78
Cevherî, İsmail b. Hammâd (v. 393/1002), es-Sıhâh Tâcu’l-Luğa ve Sıhahu’l-Arabiyye, (Thk. Ahmed
Abdulğafur Attar), Dâru’l-İlm li’l-Melâyîn, I-VI, Beyrut, 1990, VI, 2224-2225; İbn Manzûr, Muhammed b.
Mükrim (v. 711/1311), Lisânü’l-Arab, Dâru’l-Meârif, (Thk. Abdullah Ali el-Kebir, Muhammed Ahmed,
Hâşim Muhammed eş-Şâzilî), I-VI, Kahire, 1401, I, 114-116; Ebu’s-Suûd, Muhammed b. Muhammed (v.
982/1574), İrşâdü’l-Akli’s-Selîm ilâ Mezâyâ’l-Kur’ani’l-Kerîm, I-IX, Beyrut, trs., I, 10; Zebîdî,
Muhammed Murteza el-Hüseynî (v. 1205/1791), Tâcu’l-Arûs min Cevâhiri’l-Kâmûs, (Thk. Abdulkerim elĞırbâvî), Matbaatu Hukûmeti’l-Kuveyt, Kuveyt, 1987, XXXVI, 320; Ahmed b. İbrahim b. İsa, Tavdîhü’lMakâsid fî Şerhi Kasîdeti’l-İmâm İbni’l-Kayyım, I-II, (Thk. Züheyr Şaviş), Beyrut, 1406, I, 12-13; Kızmaz,
Fedakâr, “Ulûhiyet”, Şamil İA., İstanbul, 1994, VI, 244-248; Abdulhâdî el-Fadlî, Hulâsetü İlmi’l-Kelam,
Beyrut, 1993, s. 65-66.
79
Helebî, Muhammed b. Süleyman (v. 1228), Nuhbetu’l- Leâlî Şerhu Bedi’l- Emâlî, İhlas Yayınları,
İstanbul, 1996, s. 8.
30
bilimsel çalışmalara göre de aynıdır.80 Bu din insan için gönderilmiştir. Bu dinin öğretileri
de yine insan soyundan olan ve Allah tarafından seçilmiş elçiler tarafından
öğretilmektedir. Bu yüzden Allah tarafından peygamberlere tebliğ edilmiş öğretilerde
çizilmiş olan Allah anlayışının sınırları bellidir. Bu sınırlar zaman içerisinde aşılmış ve saf
ulûhiyet anlayışı yerini değişik ilah telakkilerine bırakmıştır.81
Her halükarda insan zihni Allah ya da daha genel anlamda kutsal olanla
ilgilenme ihtiyacı içinde olmuştur. Çünkü o sahayla ilgilenme insan varlığının bir
gereğidir. İnsan inanma ihtiyacı ve kabiliyeti üzerine doğar.82 Yüce bir güce inanmadan
insanın varlığını sağlam bir şekilde konumlandırması mümkün değildir. Bu ihtiyaç üzere
olan insan, her zaman ulûhiyet konusunda bir arayış içerisinde olmuş ve ihtiyacın bir
belirtisi olan sorgulamalarına tatminkar cevaplar bulmaya çalışmıştır. Bu çabalar doğru bir
metotla yapılırsa sağlam bir ulûhiyet anlayışının ortaya çıkması gayet mümkündür. Ancak
tersi bir durumun varlığından da söz etmemiz gerekir. Çünkü Allah’ın ortaya koymuş
olduğu rab anlayışı, genelde insanlar tarafından unutulmaya bırakılmıştır. Bu durumda
Allah’ı inkar eden, O’nu insan şekline sokan, ulaşılmaz hale getiren, bilinmezliğe gömen,
tabiatın içine katan birçok ilah anlayışı türemiştir.83
Bütün ilahi dinlerin temelini sağlam bir Allah inancı ve anlayışı oluşturur. Bu
dinlerdeki inancın ilk prensibi Allah’ın varlığıdır. Bu varlık, gönülden kabul edilmeden
dinin diğer unsurlarından bahsetmek mümkün değildir. Zira diğer prensiplerin dayandığı
temel de Allah’ın varlığının kabulünden geçer.84
Madem ki Allah’ın varlığını kabul etme bu kadar önemli ve hayatidir; o halde
nasıl bir ilah anlayışı sorusuna da doğru yerde ve doğru metotlarla cevap aramak gerekir.
Bu sorunun cevabının en iyi yeri de mukaddes kitaplar ve onların şarihleri hükmünde olan
80
Günay, Ünver-Güngör, Harun, Türk Din Tarihi, Laçin Yayınları, İstanbul, 1998, s. 33.
Aydın, Hüseyin, “İbn Teymiye’de Allah Tasavvuru”, Kelam Araştırmaları 4 : 2 (2006), s. 39-40.
Gölcük, Şerafettin-Toprak, Süleyman, Kelam (Tarih-Ekoller-Problemler), s. 156-157.
83
Aydın, Hüseyin, “a.g.m.”, Kelam Araştırmaları 4 : 2 (2006), s. 39-40.
84
Gölcük, Şerafettin-Toprak, Süleyman, Kelam (Tarih-Ekoller-Problemler), s. 156-157.
81
82
31
peygamberlerdir. Ulûhiyet anlayışı, inşa edilirken bu kaynakları doğru okumama biçimi
insanların zihninde yanlış sonuçların doğmasına sebep olacaktır.
Birçok disiplin özellikle kelam ve felsefe ulûhiyet konusuna değinmektedir.85 Bu
disiplinlerde bahsedilen ulûhiyete bakılarak şöyle bir tanımlama yapılabilir: Özellikle
itikada dair eserlerde Allah’ın varlığından, varlığının akli ve nakli delillerle ortaya
konulmasından, birliğinden ve bu birliğin zorunluluğundan, sıfatlarından ve bu sıfatlarla
ilgili tali konulardan, fiillerinden bahsedilen konudur. Tezimizde önem arzeden diğer
kavramlar ise Ehl-i Sünnet ve Sünnî kelamıdır.
B. Ehl-i Sünnet ve Sünnî Kelamı
Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat, İslam dünyasında varlığını en güçlü bir biçimde
devam ettiren mezheplerden biridir. Ehl-i Sünnet ve Sünnî kavramları üzerinde durmadan
önce İslam dünyasında meydana gelen fırkalaşma hadisesine temas edilecektir.
Dinler tarihine bakıldığında bütün semavi dinler kaynak itibariyle tek bir kişiye
dayanırlar. O kişi de peygamberdir. Peygamberin davetine muhatap olanlarla birlikte
dinler yavaş yavaş ferdilikten kurtularak toplumsal bir boyut kazanırlar. Dinin ilk
müntesipleri bir ihvan anlayışı içerisinde hareket ederler. Bu anlayış dinin ilk nesillerinde
çok güçlüdür. İlk nesli, bir bakıma çevreden merkeze yönelen yıkıcı tesirlere karşı
koruyan da bu bilinç ve samimiyettir. Dinin ilk müntesipleri nazarında, meydana gelecek
en ufak ihtilaf bile cemaatin birliğini zedeler düşüncesiyle asla hoşgörüyle
karşılanmamıştır. Yine bu ilk nesil dinin tebliğcisiyle birlikte bütün yaşanan süreçleri
tecrübe ettiklerinden dolayı ittihat anlayışları çok daha baskındır. Onun için bu nesilde,
somut ve soyut herhangi bir mevzuda toplumun fertlerini gözetme düşüncesi kendi
menfaatlerini düşünmelerinden çok daha ön plandadır. Bu tarz bir anlayış neticesinde ise
her bakımdan birbiriyle uyum içinde hareket eden bir cemaat oluşur.
85
Şirâzî, Ebu İshak (v. 476/1083), el-İşâre ilâ Mezhebi Ehli’l-Hakk, (Thk. Muhammed Seyyid el-Cüleyn),
Kahire, 1999, s. 30.
32
Dinin ilk mürşidi zamanında merkezi altyapıdan herhangi bir kopma söz konusu
değildir. Ancak hemen hemen her dinin bünyesinde ilk dönemden sonraki kuşaklar
arasında bazı fikri ayrılmalar ve kopmalar olmuştur. Ancak merkezden ayrılan bütün
haraketler din ve toplum tarafından onaylanmış değildir. Bunlardan bir kısmı ortodoks86
bir çizgide yer alırken bazıları da heterodoks 87 karektere sahip olabilmektedir.88
Her dinde cereyan eden bu toplumsal realite İslam toplumu için de geçerlidir.
Gerek Kur’an ve gerekse sünnet her ne kadar birliğe, birlikte yaşamaya, kardeşliğe,
toplumun bütünlüğünün önemine vurgu yapsa da müslümanlar zaman içerisinde bölünme
hadisesiyle karşı karşıya gelmişlerdir. Bu şekilde fırkalara ayrılma olgusu neredeyse
toplumlar için zorunlu bir kural gibi görünmektedir.89
Her ne kadar biz toplumsal çözülmeleri bir zorunluluk olarak ifade etsek de bu
hadiselerin meydana gelmesinde müessir olan bazı unsurlar vardır. Genelde bütün dinlerde
özelde ise İslam dininde bazı mezhebi ayrılıkların temelinde yatan nedenler iç ve dış
etkenler olmak üzere ikiye ayrılırlar. İç etkenler herhangi bir harici tesirin sözkonusu
olmadığı, tamamen iç dinamiklere dayanan sebeplerdir. Bunların başında İslam
toplumunun bir bakıma banisi sayılan Hz. Peygamberin vefatıyla birlikte meydana gelen
ve belki de İslam toplumunun birliğinin şifresi olan vahyin kesilmesi olayını
zikredebiliriz.90 Vahyin sona ermesinin anlamı çok derindir. Zira vahiy ile toplumun
dönüşümü arasında organik bir bağ vardır. Toplum ve vahiy birçok yerde aynı minvalde
gelişiyordu. Bu gerçeğin izdüşümünü ayetlerin taksiminde bulabiliriz.91
Vahyin kesilmesi ve toplumun birliğinin sembolü olan Hz. Peygamberin
vefatından sonraki süreçlerde her ne kadar Hz. Peygamber’i görmüş olsalar da yetişen
86
Ortodox: Yunanca "orthos" sözcüğünün karşılığı “doğru”, “doksa” nın karşılığı ise “inanç” demektir.
Böylece Orthodox kavramı da “doğru inanç” anlamına gelmektedir. Bu açıdan Sünnî kelimesi ile benzer bir
anlam içeriğine sahiptir. Bkz. Bolay, Süleyman Hayri, Felsefî Doktrinler ve Terimler Sözlüğü, Akçağ
Yayınları, Ankara, 1999, s. 351.
87
Heterodoks: Kabul edilmiş dini esaslara aykırı olan, kabul edilmiş doktirinlere muhalefet anlamlarına gelir.
Bu anlamıyla Heterodox, bidat kavramıyla benzer bir içeriğe sahiptir. Doğan, D. Mehmet, Büyük Türkçe
Sözlük, Pınar Yayınları, İstanbul, 2005, s. 548.
88
İsferâyînî, Ebu’l-Muzaffer (v. 471/1078), et-Tabsîr fi’d-Dîn ve Temyîzü Fırkati’n-Nâciyyeti ani’l-Fıraki’lHâlikîn, (Thk. Kemâl Yusûf el-Hût), Alemü’l-Kütüb, Beyrut, 1983, s. 20-21.
89
Şura, 42/ 13.
90
Güneş, Kamil, İslamî Düşüncenin Şekillenişinde Akıl ve Nass Bakıllânî ve Kâdı Abdülcebbâr’da
Kelamullah Meselesi Örneği, İnsan Yayınları, İstanbul, 2003, s. 129.
91
Derveze, İzzet, Kur’anu’l-Mecid, (Çev. Vahdettin İnce), Ekin Yayınları, İstanbul, 1997, s. 252-255.
33
yeni nesillerin dini tecrübe keyfiyetleri seleflerine göre farklıdır.
Bunun yanında
müslüman toplumu yeni bir dönem bekliyordu. Bu yeni dönemde toplum değiştiği gibi bu
değişen toplumun da ihtiyaçları farklılaşmıştır. Bu süreçte Müslümanlar arasında bazı
siyasi ve idari kadrolara yönelik bir takım taleplerin varlığını görüyoruz. Cemel ve Sıffın
savaşlarına bu talebi gerçekleştirme girişimi olarak bakılması gerektiği kanaatindeyiz.92
Gerek oluşum dönemlerinde ve gerekse sonraki süreçlerde mezheplerin siyasi ortamla çok
sıkı ilişkileri vardır. Ali Sami en-Neşşâr bu ilişkiye sıkça değinmektedir. Ona göre birçok
itikadi mezhebin fikri arka planında siyasi emelleri gerçekleştirme arzusu yatmaktadır. Bu
arzunun en belirgin olduğu fırkaların başında da Şia gelmektedir. Neşşâr’a göre Şia, bütün
düşüncelerini siyasi amaçlar etrafında oluşturmuş bir mezheptir. Siyaset ve otorite ile
ilişki içinde olma sadece Şia’ya özgü bir özellik değildir. Şia gibi Hariciler, Mu’tezile,
Mürcie, Cebriye gibi fırkalarda da bu mülahazalara rastlanılabilir.93
İslam düşünce tarihine bakıldığında akide problemi olmamasına rağmen bazı
meselelerin akidevî bir kimliğe büründürüldüğü görülmektedir. Yani akide kitapları içinde
akaidle ilgisi olmayan mevzuların varlığı insanı ister istemez mezhepler arasında
tepkiselliğin varlığına götürmektedir. İslam mezheplerinden biri, fikir sistemleri içinde
zikrettikleri ve kendilerince bir yoruma tabi tuttukları bir mesele, her ne kadar itikadi bir
boyut arzetmese de diğer muarız fırkalar tarafından da sırf o konuya bir cevapları olması
açısından gündeme alındığı görülmektedir.94
İslam toplumunda meydana gelen bölünmelerin sebeplerine değinen ilim erbabı
bu meyanda Kur’an’ın muhtevası ve üslûbunun da, meydana gelen fırkalaşmalarda etken
olduğunu ifade etmişlerdir. Her mezhebin İslam havzasında muhatap olduğu kutsal metin
bir olmasına rağmen İslam mezheplerinin bu metinden anladıkları diğerlerinden farklı
olabilmektedir. Mesela; Mu’tezilî bir fikri altyapıya sahip olan müellif ile Mücessimî bir
anlayışa sahip olan müellif arasında bazı konularda tamamen birbirine zıt mülahazalar
görebiliyoruz. Bu iki fırkayı zikretmemizin sebebi her ikisinin de benzer konularda uç
92
Neşşâr, Ali Sâmî, İslam’da Felsefi Düşüncenin Doğuşu, (Çev. Osman Tunç), I-II, İnsan Yayınları,
İstanbul, 1999, I, 312.
Neşşâr, a.g.e., I, 312.
94
Wafî, İbrahim Hilmi İbn Husayn, es-Sülemü’l-Ahkam ala’s-Savâdi’l-A’zam, Ahtar Matbaası, İstanbul,
1313, s. 185.
93
34
noktalarda bulunmalarındandır. Bunun en bariz örneği sıfatlar konusunda göze
çarpmaktadır. Sıfatlarla ilgili yapılan değerlendirmelerin çeşitliliği bize Kur’an’ın
kullandığı dilin, üslûbun ve bu üslûbun anlaşılma biçim ve metodunun mezheplerin
oluşmasında ne kadar önemli bir role sahip olduğunu ortaya koymaktadır. Zira her mezhep
için Kur’an en iyi dayanaktır. Ona sırt dönmek ve ondan mustağni kalmak mümkün
değildir. Bunun bilincinde olan fırkalar, Kur’an’ı kendi görüşlerine göre tevil ve tefsir
etmişlerdir.95
İslam’da fırkalaşma olgusunu başlatan diğer etken ise dış kaynaklı unsurlara
dayanmaktadır. İslam toplumu, zaman içerisinde bir şehir devletinden çıkıp yavaş yavaş
Arap yarımadasında söz sahibi bir kuvvet haline gelmiştir. Bu yeni güç artık basit bedevi
kabilerle
uğraşmıyordu.
Bedevi
kabilelerin
hepsi
itaat
altına
alınmış,
büyük
imparatorluklarla siyasi ilişkiler dönemi başlamıştır. Medine şehir devletinde müslümanlar
Yahudilik, Hıristiyanlık, Mecusilik, Sabiîlik gibi bazı dini inançlardan haberdardılar.
Ancak zaman içerisinde müslümanlar, özellikle Hıristiyanlığın çeşitli disiplinleri,
Mazdekiyye, Seneviyye, Zerdüşlük ve batini karakterli birçok düşünce, inanç ve fikir
akımıyla aynı coğrafyayı, aynı şehri ve mahalleyi paylaşmak durumunda kaldılar. Artık
müslümanların gündelik hayatlarındaki komşuları bir müslüman olduğu gibi bir Zerdüşt
de olabilmektedir. Bu dinlere mensup olan insanlar zaman içerisinde meydana gelen
etkileşim sonucunda yeni dini benimseme yoluna gittiler. Ancak din değiştirme hadisesi
tabiri caiz ise elbise çıkarma gibi basit ve sıradan bir mesele değildir.96 Durum böyle
olunca bu din müntesipleri yeni din ile ilgili tam bir bilgiye sahip olamayınca
karşılaştıkları sorunlar karşısında hem eski hem de yeni yaşantılarından destek alarak
çözümler arama yoluna gitmişlerdir. Yine bu din müntesipleri önceki dinlerinde
karşılaştıkları sorunların cevaplarını da yeni dinde bulmaya ve tartışmaya başlamışlardır.
İslam düşünce tarihine bakıldığında tartışılan konuların önceki dinlerde tartışılan konularla
ne kadar benzerlik arzettiği ortaya çıkacaktır.97
95
Cerrahoğlu, İsmail, Tefsir Usûlü, TDV. Yayınları, Ankara, 1995, s. 295.
Makdisî, Hisâmuddîn, Tebyînu Kezibi’l-Müfterî fîmâ Nusibe ila’l-İmâm Ebi’l-Hasen el-Eş’arî
Mukaddimesi, Dâru’l-Kitabi’l-Arabî, Beyrut, 1979, s. 10.
97
Gölcük, Şerafettin-Toprak, Süleyman, Kelam (Tarih-Ekoller-Problemler), s. 31.
96
35
İslam’ı daha yeni seçen diğer din müntesiplerinin elbetteki hepsi aynı samimi
duygular içinde değildi. Bunlardan bazıları her ne kadar yeni dine karşı açıktan bir
muhalefet hareketine girişmeseler de gizli bazı örgütlenmelere ve itiraz hareketlerine
girişiyorlardı. Bu itiraz hareketleri zaman içerisinde güçlenerek İslam cemaatini içten
çözmeye varacak kadar kuvvetlenmiştir.98
İslam’ın hakimiyet sahasına giren topraklarda yaşayan Hıristiyanlar ve
Yahudiler elbetteki Medine toplumunda yaşayan Hıristiyan ve Yahudilerle aynı safiyeti
taşımıyorlardı. Bunların bulundukları yerler aynı zamanda fikri çatışmaların çokça
meydana geldiği, özellikle Antik Yunan felsefesiyle İslam düşüncesinin yeni yeni
buluştuğu yerlerdir. Birbirinden farklı düşüncelerin karşılaşması neticesinde elbetteki bazı
değişimlerin meydana gelmesi kaçınılmaz oluyor.99 Müslümanlar bir yandan değiştiren
taraf olurken aynı zamanda da değişen taraf konumunda bulunuyorlardı.
Mezheplere ayrılma olgusunun arkasında yatan nedenleri kısaca aktarmaya
çalıştık. Gerek iç, gerek dış etkenler sonucunda İslam toplumunda bazı çözülmeler
meydana gelmiştir. İslam toplumundaki fırkalaşma hadisesi statik olmayıp dinamik bir
yapı arzetmektedir. Çünkü bu süreç durmuş değildir. Aslında dinlerin tarihi serüvenlerinde
ikinci, üçüncü ve sonraki kuşaklarda yorumsal sorunlara yol açan dini doneler ilk nesil
arasında ihtilafa sebep teşkil etmemiştir. Bunun nedeni sonraki nesillerin dini metinleri
algılayış keyfiyetlerinde aranmalıdır. Toplumsal çözülme sürecinde meydana gelen
grupların tipolojilerine bakıldığında bir homojenlikten çok hetorojen bir yapıyla
karşılaşıyoruz. Oluşan mezheplerden bazıları toplum tarafından kabul görürken bazıları da
hüsn-ü kabul görmemişlerdir.100
Din kaynaklı toplum modellerinde bahsedilen bu realite her dinde vuku
bulmuştur. Vahiy kaynaklı dinlerden Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet’in cemaat
yapıları analiz edildiğinde dinin tebliğcilerinin ilk talebe grubundan sonraki halkalarda,
büyük çoğunluğu temsil eden merkezi bünyeden kopmaların olduğu görülecektir.101
98
Makdisî, Hisâmuddîn, Mukaddime, s. 9.
Bayrakdar, Mehmet, İslam Felsefesine Giriş, TDV. Yayınları, Ankara, 1997, s. 70-74.
Karadaş, Cağfer-Kadir Recep Muhammed, “Ebü’l-Muîn en-Nesefî’ye Göre Allah ve Mekân”, UÜİFD, c.
17, sy. 1, 2008, s. 247-248.
101
Gündüz, Şinasi, Hıristiyanlık, İSAM Yayınları, İstanbul, 2006, s. 105-106.
99
100
36
Yahudilikteki Ferisiler, Sadukiler, Esseniler, Zelotlar gibi mezhepler;102 Hıristiyanlıkta
yaşanan ciddi iç doktrinel çatışmalar sonucunda teşekkül eden mezhepler103 ve en
nihayetinde İslam cemaatinin bünyesinde oluşan mezhepler bunun bir göstergesidir.
Dini cemaatin ana gövdesinden ayrılan bu mezhepler, kendi varlıklarını muhalif
mezhepler tarafından gelecek eleştirilere karşı muhafaza etmek için meşruiyet sorunu ile
karşı karşıya kalmış ve yine çözümü de dinin ana kaynaklarına dayanmakta bulmuşlardır.
Bu mezhepler öncelikle kendilerine toplum nezdinde saygınlık kazandıracak bir isim
arayışı içinde olmuşlardır. Hakikaten mezhep literatürü üzerinde analizler yapıldığında
isimler konusunda ciddi polemiklerin yaşandığı görülecektir. Mezheplerden biri, kendine
olumlu bir bakış açısı kazandıracak bir isim kullanırken bu isim muhalifler tarafından
kabul görmemiştir. Muhalif gruplar, bu isim yerine dinde hoş karşılanmayan bir isimle
onları isimlendirmiştir.104
İslam mezhepleri için de aynı durum söz konusudur. Hz. Peygamberin –
ümmetin fırkalara ayrılacağı- hadisine105 istinaden mezhepler tasnife tabi tutulmuştur.
Hangi mezhebin müntesibi olursa olsun sahanın müellifleri genelde mezhepleri hak ve
batıl diye ikiye ayırmışlardır.106 İslam’da sünnet ehli olmak yani Hz. Peygamberin
sünnetine ve onun ashabının geleneklerine tabi olma övgüye mazhar bir durumdur. Çünkü
İslam medeniyet tarihinde Hz. Peygamberin sünnetine açık bir muhalefet, müslümanların
nazarında hoş karşılanan bir durum değildir. Bütün mezhepler onun yolunu temsil
ettiklerinin iddiasındadırlar.107
Ehl-i Sünnet’ten bahsederken bütün konularda olduğu gibi bu konuda da
kavramın arka planını irdelemeyi ve geçmişini analiz etmeyi düşünüyoruz. İlk kez kimin
tarafından kullanıldığı tam olarak tespit edilmesi zor olsa da yine de konu ile ilgili bir
102
Aydın, Mahmut, “Hıristiyanlık”, Yaşayan Dünya Dinleri, DİB. Yayınları, Ankara, 2007, s. 78.
Aydın, Mahmut, “Hıristiyanlık”, Yaşayan Dünya Dinleri, s.78.
Lâlekâî, Ebu’l-Kasım Hibetüllah b. el-Hasen b. Mansûr (v. 418/1027), Şerhü Usûli İ’tikâdi Ehli’s-Sünne
ve’l-Cemaa, (Thk. Ahmed Sa’d Hemdânî), I-VIII, Dâru Tayyibe li’n-Neşr, Riyad, 1411, I, 182;Yavuz,
Yusuf Şevki, “Ehl-i Sünnet Mezhebi”, İslam’a Giriş, DİB. Yayınları, Ankara, 2008, s. 230; Bkz. Bahçıvan,
Seyid, “İrca Fikri ve Ebu Hanife’nin İrca ile İthamına Bir Bakış”, SÜİFD., yıl. 1998, sy. 8, s. 171.
105
Tirmizî, İman, 18; İbn Mâce, Fiten, 17; Darimî, Siyer, 75; Hakim, Müstedrek, I, 217.
106
Bkz. Bağdâdî, Abdulkahir (v. 429/1038), el-Fark beyne’l-Fırak, (Thk. Muhmmed Muhyiddîn
Abdulhamîd), el-Mektebetu’l-Asriyye, Beyrut, 1990.
107
Hamed es-Sinân- Fevzî el-Ancerî, Kitâbü Ehli’s-Sünneti’l-Eşâire, 2005, s. 80; Câsim, Faysal b. Kazzâr,
el-Eşâire fî Mizâni Ehli’s-Sünne, el-Müberretü’l-Hayriyye, Kuveyt, 2007, s. 61-63.
103
104
37
takım araştırmalar ışığında bazı şeyler söylenebilir. Ehl-i Sünnet kavramının kullanımının
geçmişi tespit edilse bile bu sefer ilk kez bu kavramı kullanan ile sonraki zamanlardaki
kullanımı arasında kastedilen içerik bakımından bir farklılık sözkonusu mudur? konusu bir
sorun teşkil etmektedir.108
İlk dönemlere bakıldığında ilk olarak İbn Sirin109 hatta ondan daha önce İbn
Abbas tarafından kullanılan Ehl-i Sünnet kavramının110 bu ilk dönemlerde kullanıldığı
anlam genel anlamda İslam’ın ana cemaatinden kopmayan, Kur’an ve sünnete tabii olan,
fırkalaşma hareketlerine meyletmeyen çoğunluğun kastedilmiş olduğu görülür.111 Bazen
Ehl-i Sünnet kavramından ilk dönemlerde Ehl-i hadisin de kastedilmiş olduğuna şahit
olmaktayız.112 Ancak mezhepler tarihinde kastedilen Ehl-i Sünnet ile bu ilk kullanım
arasında çokça bir benzerlikten bahsetmemiz mümkün değildir. Bakıllanî Ehl-i Sünnet
kavramını, Eş’arî ve onun müntesiplerinin görüşlerinin bütünü için kullanmaktadır. Her ne
kadar Bakıllanî böyle bir ifade kullanmışsa da bu çatı altında Mâtürîdî kelamcıları da yer
almaktadır.113
Ehl-i Sünnet kavramının yanında üzerinde durmamız gereken diğer bir kavram
da Sünnî kelamıdır. Aslında bize göre Ehl-i Sünnet ve Sünnî kavramları aynı şeyi ifade
etmektedir. Zira Sünnî olmak, sünnete tabi olmak ve sünnete ait olmak demektir. Bu
açıdan bakılınca Sünnîlik ifadesi, Sünnet ehli olma ile aynı anlam içeriğine sahiptir.
Ancak şunu da ifade edelim ki Sünnî kavramı, çağdaş bir kullanıma sahiptir. Evvel emirde
Ehl-i Sünnet’e mensup olanlar için böyle bir tabirin kullanılması meşhur değildir. Ancak
günümüzde genelde Şii fikriyatından ayrı olanları nitelemek için Sünnî kavramının
kullanımı şuyu bulmuştur. Ancak Sünnî kavramının kullanılmasında herhangi bir
olumsuzluk yoktur. Sünnî kelamı ise; İslam düşünce havzasında Ehl-i Sünnet kelamcıları
tarafından bina edilen itikadi sistemdir.
108
Esen, Muammer, Ehl-i Sünne, Ankara Okulu Yayınları, Ankara, 2009, s. 84-85.
Tirmizî, İlel, 12.
Lâlekâî, a.g.e., I, 60.
111
Korkmaz, Sıddık, “Sınırları Belirlenemeyen Dini Bir Oluşum: Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat”, Marife, yıl. 5,
sy. 3, Kış, 2005, s. 379.
112
Esen, Muammer, a.g.e., s. 82.
113
Esen, Muammer, a.g.e., s. 84; Bkz. Mısrî, Muhammed Abdulhâdî, Ehli’s-Sünne ve’l-Cemaa Mealimu
İntilâketi’l-Kübrâ, Kahire, 1996, s. 44-45.
109
110
38
Tüm bunlardan sonra şöyle bir tartışma ile de karşı karşıyayız: Ehl-i Sünnet veya
ehl-i bidat olmanın kriteri nedir? Hiçbir fırka kendini Sünnet karşıtı bir yerde
konumlandırmak istemez. Öyle ise Ehl-i Sünnet’ten kastımız nedir? Biz bu kavramla
büyük halk kitlelerine hitap etmeyi, İslam düşüncesinde uçlarda yer almayı reddederek
toplumu birleştirmeyi kendine hedef olarak seçmiş çoğunluğu kastediyoruz. Bu
çoğunluğun kimlerden müteşekkil olduğu ve prensiplerinin neler olduğuyla ilgili müstakil
eserler yazılmıştır.114 Her mezhep böyle bir iddiada bulunabilir. Ancak Sünnî olmanın
mutlaka bir takım kriterleri olmalıdır.
Ehl-i Sünnet’in tarihi kökeni ile ilgili tartışmalar mevcuttur. Tarihi olarak
fırkaların temellendirilmesi sadece Ehl-i Sünnet için değil diğer İslam mezhepleri için de
mevz-u bahistir. Ehl-i Sünnet’in aslını Ahmed b. Hanbel ve İbn Teymiyye gibi alimler Hz.
Peygamber ve onun asahabına kadar dayandırırlar.115 Ehl-i Sünnet’in temsil ettiği çizginin
nüveleri Hz. Peygamberin ashabı arasında görülebilir.116 Ashap arasında meydana gelen
siyasi temelli ihtilaflar sırasında yine ashaptan bazıları karışıklıklara taraf olmayı
reddetmiş ve ellerinden geldiğince ılımlı bir yol takip etmeye çalışmışlardır.117 Bunlar
arasında Abdullah b. Ömer (v. 74/693), Sa’d b. Ebî Vakkas ( v. 54/674), Muhammed b.
Mesleme (v. 42/663), Usame b. Zeyd (v. 54/674), Zeyd b. Sabit (v. 45/666) vs. birçok ismi
zikredebiliriz.118 İsimlerini andığımız bu sahabi grubu elbetteki İslam cemaatinin düşmüş
olduğu toplumsal krizlerin farkındalardı. Ama bu farkındalık hali onları sorunun bir
parçası haline dönüştürmemiştir. Bununla birlikte aynı kişiler İslam cemaatinin birliğini
tehdit eden sorunların çözülmesini de arzu ediyorlardı. Çözüm üretemediklerine
inandıklarında ise en azından bu toplumsal bunalımda kendi paylarının olmamasına özen
göstermişlerdir. Ashab neslinden sonraki kuşaklarda da aynı çizgiyi takip etmiş güçlü
Sünnî temsilciler vardır. Bunların içinde Hasan el-Basrî (v. 110/728)’nin isminin ifade
edilmesi gerekir. Daha sonraki dönemlerde ise Ebu Hanife, İmam Şafiî gibi alimler bu
114
Semerkândî, Ebu Leys (v. 383/993), es-Sevâdü’l-A’zâm, Eşheru’l-Akaid Resail li Ehli’s-Sünne min
Ahdi’l-İmâm A’zam hatta ilâ Asrinâ’l-Hadır, (Cem’. Ali Nar), İstanbul, 1411.
115
İbn Teymiyye, Ahmed b. Abdilhalim (v. 728/1328), Minhâcu’s-Sünneti’n-Nebeviyye, (Thk. Muhammed
Râşid Sâlim), Müessesetu Kurtuba, I-VIII, Mısır, 1986, II, 601; Esen, Muammer, a.g.e., s. 87.
116
Yavuz, Yusuf Şevki, “Ehl-i Sünnet”, DİA., İstanbul, 1994, X, 526.
117
Esen, Muammer, a.g.e., s. 91.
118
Korkmaz, Sıddık, “a.g.m.”, Marife, Yıl: 5, sy., 3, Kış, 2005, s. 382.
39
çizgiyi akli ve nakli yönlerden temsil etmeye ve kriz dönemlerinde toplumu bir arada
tutmaya çalışmışlardır. Bu dönemlerde gerek müslüman fırkalar ve gerekse İslam dışı fikir
cereyanları ile mücadeleler yapılmış ve İslam akidesi temellendirilmeye çalışılmıştır. Bu
tabakadan kısa bir süre sonrasında Ahmed b. Hanbel (v. 241/855), Abdullah b. Küllab (v.
240/854), Haris el-Muhâsibî (v. 243/857), Ebu’l-Abbâs Ahmed b. Abdirrahman elKalânisî (v. 255/869), İbn Kuteybe (v. 276/889) gibi alimler farklı metotlarla inanç
sahasında fikir üretmişlerdir. Ancak bu kişilerin temsil ettiği çizgi daha sonraları Selef
diye meşhur olacaktır. Ancak mezhep anlamında bir Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’ten
bahsedebilmek için üçüncü ve dördüncü asrın beklenmesi gerekir. Özellikle Mâtürîdî ve
Eş’arî’nin geliştirdikleri metot ve yorumlarla Ehl-i Sünnet daha sistemli bir hal almıştır.119
Aslında Ehl-i Sünnet için teşekkül etmiştir tabirini kullanmak biraz zordur.
Çünkü Sünnî süreci tamamlanmış değildir. Daha çok bu mezhepten bahsederken oluşumu
devam eden, gelişimi süren bir süreçten bahsetmemiz daha uygun olacaktır. İçinde
barındırdığı fikir yelpazesinin büyüklüğünden dolayı bu mezhebin sınırlarını çizmek zor
gözükmektedir. Çünkü Ehl-i Sünnet diğer fırkalarda olduğu gibi kesin sınırlarıyla
toplumdan ayrılmış bir realite değildir. Ehl-i Sünnet, süregelen ve toplumla birlikte var
olan bir süreçtir. Ehl-i Sünnet İslam ümmetinin ana ekseni olarak kabul edilirse Havaric,
Cebriyye, Mu’tezile, Şia vb. birçok mezhebe, aslında bir bakıma bu ana gövdeden kopup
ayrılan fırkalar olarak bakılabilir. Burada Ehl-i Sünnet’in halkı temsil ettiği ve ayrılan
fırkalardan geriye kalan kısım olduğu söylenirse yanlış olmaz.120
Halk kısmı böyle olan mezhebin entellektüel fikir çatısına değinecek olursak,
elbette ki önceleri sistemleşmiş bir fikir hareketinden bahsetmek mümkün değildir. Ama
sonraki asırlarda bu anlayışın ilk temsilcileri tarafından ortaya konulan fikirlerin avam
tarafından sağduyuyla ve husn-ü kabulle karşılanması, mezhebin selefinin fikirlerinin daha
sonraki kuşak alimleri tarafından daha da genişletilerek sistemleştirilmesi sonucu böyle bir
mezhep oluşmuştur.121
119
120
121
Korkmaz, Sıddık, “a.g.m.”, Marife, yıl. 5, sy., 3, Kış, 2005, s. 382-384.
Korkmaz, Sıddık, “a.g.m.”, s. 382; Esen, Muammer, a.g.e., s. 96.
Bkz. Yavuz, Yusuf Şevki, “Ehl-i Sünnet”, DİA., X, 525-530.
40
Ehl-i Sünnet çerçevesinin ne kadar geniş olduğu Abdulkahir el-Bağdâdî’nin elFark beyne’l-Fırak adlı eserinin son bölümünde Ehl-i Sünnet çatısı altındaki sınıflardan
bahsederken anlıyoruz. Oradan anladığımız şu ki bu mezhep herhangi bir kelamî fırkanın
görüşlerine meyletmemiş ve doğru yolda olan mütekellim, fakîh, muhaddis, dilci, Kur’an
kârîleri, mütassavvıflar, mücahidler ve halk katmanlarından oluşmaktadır.122 En son
grupta yer alan ifadeden anlıyoruz ki Ehl-i Sünnet halk katmanlarının ve ümmetin
ekseriyetinin mezhebidir.
Ehl-i Sünnet denilince karşımıza üç ana mezhep çıkmaktadır.
1. Selef
İlk alimler, geçmiş İslam büyükleri manasına gelen bu terim123, “akaidde, nasta
vârid olanı, müteşâbihâtı ile birlikte aynen kabul edip teşbih ve tecsime düşmemekle
beraber te'vîle de gitmeyen Ehl-i Sünnet-i Hâssa’yı ifade eder. Şüphe yok ki Rasûlüllah
(s.a.v) ile ashâb-ı kiramın akaidde takip ettikleri yolu doğrudan doğruya izleyen
Selefiyyedir. Tabiîn, mezhep imamları ve büyük fukahâ, muhaddisler Selefiyyedir. İlk
asırlarda İslâm dünyasında hâkim olan akide, selef akidesiydi. Hicretin ikinci asrından
itibaren bid'at fırkaları ilmî mânâda teşekkül etmeye başlamış, üçüncü asırdan sonra da
Ehl-i Sünnet’in kelam fırkaları zuhur ederek İslâm dünyasına yayılmıştır… Selefiyye
Allah Teâlânın zâtî, fiilî ve haberi sıfatlarının hepsini, naslarda vârid olduğu gibi, te’vile
tabi tutmaksızın aynen kabul eder… Bilahare zuhur eden Ehl-i Sünnet kelamcıları da
Sıfâtiyye’den kabul edilmiştir. Selefiyye’nin şiarı akaid sahasında akla rol vermemek ve
müteşabihâtın te’vîline girişmemektir. Bununla beraber Halık’ı hiçbir vechiyle mahlûka
benzetmez, teşbîhin her çeşidinden büyük bir titizlikle kaçınırlardı.”124
Önce gelen, öndeki gibi anlamlara gelen selef kavramıyla genel anlamda ilk
dönem müslüman kuşaklarından sahabe, tabiîn ve üçüncü kuşak müslümanları
122
Bağdâdî , Abdulkahir, a.g.e., s. 313-318.
Zebîdî, a.g.e., XXIII, 454.
Topaloğlu, Bekir, Kelam İlmi Giriş, s.113; İslam Kelamcılarına ve Filozoflarına Göre Allah’ın
Varlığı(İsbât-ı Vâcib), DİB. Yayınları, Ankara, 2001, s. 32; Temîmî, Muhammed b. Halife, Mü’tekedu Ehli’s-Sünne ve’l-Cemaa’ fî Tevhîdi’l-Esmâ ve’s-Sıfât, Daru Îlâfi’d-Düveliyye, Kuveyt, trs., s. 53-55; Bûtî, Said
Ramazan, es-Selefefiyye, Dâru’l-Fikr, Dımaşk, 1988, s. 9.
123
124
41
kastedilmiştir. Ama bu başlık altında ismi zikredilecek alimlere bakıldığında hemen
Ma’mer b. Raşid (v. 152/769), Evzaî (v. 159/775), Süfyan es-Sevrî (v. 161/777), Malik b.
Enes (v. 179/795) vb. alimlerin olduğu görülür. Bu alimlere müteakip Ahmed b. Hanbel
(241/855), Abdullah b. Küllab(v. 240/854), Haris el-Muhâsibî (v. 243/857), Ebu’l-Abbâs
el-Kalânisî (v. 255/869), İbn Kuteybe (v. 276/889) gibi alimler gelir. Bu silsile ile birlikte
ilk dönem alimleri selef sayılmaktadır.125
Selef akidesi her asırda bir şekilde özgün çizgisiyle var olagelmiştir. Ancak bu
noktada karışıklığa sebep verebilecek bir hususun da açıklığa kavuşturulması gerekir. Her
ne kadar aralarında isim benzerliği varsa da zamanımızdaki çağdaş akım olan Selefiyye ile
az önce söz konusu ettiğimiz Selefiyye aynı değildir. Gerçi mütekaddim alimler için
genelde Selef kavramı kullanılmakla birlikte yine bu kuşak için Selefiyye kavramını
kullanan kelamcılar da yok değil. Yukarıda zikrettiğimiz alimlerden özellikle Ahmed b.
Hanbel kendi zamanında önceki alimlerin yolunu daha da katı uygulayarak bir bakıma
çağdaş Selefiyye’nin öncüsü olmuştur.126 Ahmed b. Hanbel, Selef’in çizgisini, anlayışını,
metodunu çok daha sertleştirerek uygulamış ve kendi zamanında neredeyse muhalif
olmadığı kimse bırakmamıştır.127 İbn Hanbel’in bu katı tutumu daha sonraki dönemlerde
İbn Teymiyye (v. 728/1328) ve talebesi İbn Kayyım el-Cevziyye (v. 751/1350) tarafından
geliştirilmiş ve savunulmuştur. Ahmed b. Hanbel, İbn Teymiyye ve İbn Kayyım
çizgisinden etkilenen ve bu alimlerin görüşlerinin yeniden canlandırılması hareketi de
Muhammed b. Abdilvahhâb (v. 1247/1831) tarafından sağlanmıştır.128 Selefiyye’nin tekrar
canlandırılması hareketi sonraki zamanlarda çağdaş Mısır İslamî düşüncesine büyük
etkileri olan Muhammed Abduh (v. 1905), Reşid Rıza (v. 1935) gibi düşünürler tarafından
sürdürülmüştür.129
Selef alimleri kendilerine özgü yukarıda da ifade ettiğimiz gibi farklı bir anlayış
ve itikad metoduna sahiptiler. Gazalî selefin bu anlayışını şöyle sıralamaktadır.
125
Şehristânî, Muhammed b. Abdilkerim (v. 548/1153), el-Milel ve’n-Nihal, (Thk. Muhammed b.
Abdulkadir el-Fâdilî), I-II, el-Mektebetü’l-Asriyye, Beyrut, 2000, I, 74.
Fığlalı, Ethem Ruhi, a.g.e., s. 70-71.
127
Melchert, Cristopher, “Ahmed b. Hanbel’in Muhalifleri”, (Çev. Hakan Çavuşoğlu), Marife, Yıl: 5, sy., 3,
Kış, 2005, s. 400-403.
128
Vahhabilik için bkz. Eyyüb Sabri Paşa, Tarih-i Vahhâbiyan, Bedir Yayınları, İstanbul, 1992.
129
Fığlalı, Ethem Ruhi, a.g.e., s. 73.
126
42
1. Takdis; Allah’ı zatına ve azametine layık olmayacak şeylerden tenzih
etmektir.
2. Tasdik; Allah’ın isim ve sıfatları hakkında Kur’an ve sünnette varid olan
lafızları kabul etmek ve bunların Allah’ın şanına layık manalar ifade ettiklerine
inanmaktır.
3. Acz-i itiraf; Kur’an ve sünnette geçen müteşâbihâttan maksadın ne olduğunu
kişinin bilmeyeceğini itiraf etmektir.
4. Sükût; Müteşabihâtı anlama konusunda kişinin susması ve konu ile ilgili soru
sormamasıdır.
5. İmsak; Kur’an ve sünnette geçen müteşabihât üzerinde yorum yapmaktan
kaçınmaktır.
6. Keff; Müteşabihât üzerinde hiçbir surette durup düşünmemektir.
7.Marifet ehline teslim; Müteşabihât konusunda yetkili kişilerin alimler
olduğunu kişinin kabul etmesidir. Bu görüşleri beyan eden Gazzâlî, en doğru düşünce
tarzının da bu olduğunu ifade etmektedir.130
2. Eş’arîlik
Ehl-i Sünnet mezhebini oluşturan diğer grup ise Eş’arî mezhebidir. Hayatının
önemli bir kısmını Mu’tezilî bir çevrede geçirmiş olan ve sonra dönüş yaparak Mu’tezile
karşıtı bir fikir sistemi geliştiren Ebu’l-Hasen el-Eş’arî’ye nispet edilen bu mezhep başta
fikir banisi Ebu’l-Hasen el-Eş’arî (v. 324/936) olmak üzere Ebu Bekir el-Bakıllânî (v.
403/1013), İbn Furek (v. 406/1016), Ebu İshâk el-İsferâyinî (v. 418/1027), Abdulkahir elBağdâdî (v. 429/1037), Ebu Bekir el-Beyhâkî (v. 458/1065), Ebu’l-Kasım eş-Şirâzî (v.
476/1083), Ebu’l-Mealî Abdulmelik b. Abdullah b. Yûsuf el-Cüveynî (v. 478/1085), Ebu
Hamid el-Gazzâlî (v. 505/1111), Ebu’l-Feth Abdulkerim eş-Şehristânî (v. 548/1153),
Fahrettin er-Râzî (v. 606/1210), Kadı el-Beydâvî (v. 685/1286), Adudiddîn el-İcî (v.
130
Bkz. Gazzâlî, Ebu Hamîd (v. 505/1111), İlcâmü’l-A’vâm an İlmi’l-Kelam, Mecmuâtu Resâili’l-İmâm elGazzâlî, (Thk. İbrahim Emin Muhammed), el-Mektebetu’t-Tevfikiyye, Kahire, trs., s. 320; Adnan b.
Abdulkadir, Berâetu’s-Selef mimmâ Nusibe ileyhim min İnhirâfi fi’l-İ’tikâd, Dâru’l-İmân, İskenderiye, 2002,
s. 17.
43
755/1354), Saduddîn et-Taftazânî (v. 791/1390), Seyyid Şerif el-Cürcânî (v. 816/1413),131
gibi alimler tarafından temsil edilmektedir.
3. Mâtürîdîlik
Ehl-i Sünnet’i oluşturan mezheplerden biri de Mâtürîdîliktir. Başta mezhebin
müessisi Ebu Mansûr el-Mâtürîdî (v. 333/944) olmak üzere, Hakim es-Semerkandî (v.
342/953), Sadru’l-İslam Muhammed el-Pezdevî (v. 493/1099), Ebu’l-Muin en-Nesefî (v.
508/1114), Ömer en-Nesefî (v. 537/1142), Ferğanalı Ali b. Osman el-Ûşî (v. 575/1179),
Nureddin es-Sâbûnî (v. 580/1184), Burhaneddin en-Nesefî (v. 687), Ebu’l-Berekat enNesefî (v. 710/1310), İbnu’l-Hümam es-Sivâsî (v. 861/1456), Hızır Bey (v. 863/1458),
Kemaleddin el-Beyâzî (v. 1098/1686),132 gibi alimlerin İslam gelenek ve düşüncesine
çokça katkıları olmuştur.
Ancak mezhebî bazı saiklerden dolayı bazen bu mezhepler de kendi aralarında
ihtilaf etmiş133 ve mensupları tarafından Ehl-i Sünnet’in yegâne temsilcileri oldukları
zehabına kapılmışlardır. Mâtürîdî kelamcılar, Ehl-i Sünnet’ten bahsederken bu mezhebin
temsilcilerinin Mâtürîdîler olduğunu ileri sürerken; diğer fırkaların da kendilerini bu
mezhebe nispet etmeye çalıştıklarını ifade etmektedirler.134 Buna karşılık Eş’arî
kelamcıları da aynı iddiayı kendileri için dile getirmektedirler.135 Mesela Şehristânî
Sıfâtiye’den bahsederken Eş’arîliğin bu mezhebin bir alt kolu olduğunu yazmıştır. Ancak
Şehristanî, aynı başlık altında Mâtürîdî’den hiç bahsetmemiştir.136
İslam düşüncesinin Sünnî bölümü bu üç mezhepten oluşmaktadır.
131
Gölcük, Şerafettin-Toprak, Süleyman, Kelam (Tarih-Ekoller-Problemler), s. 57; Ayrıca Bkz. Gölcük,
Şerafeddin, Kelam Tarihi, Esra Yayınları, İstanbul, 1998, 105,123, 139, 147, 165; Seyyid, Muhammed Salih
Muhammed, el-Madhal ilâ İlmi’l-Kelam, Dâru Kubâ, Kahire, 2001, s. 271; Abdulhâdî el-Fadlî, a.g.e., s.
15-16.
132
Gölcük, Şerafettin-Toprak, Süleyman, Kelam (Tarih-Ekoller-Problemler), s. 56.
133
Bkz. İbn Kemâl Paşâ, Şemsuddîn Ahmed b. Süleyman (v. 940/1534), “Risale fi’l-İhtilâf beyne’l-Eşâire
ve’l-Mâtüridiyye”, Hamsu Resâil fi’l-Fırak ve’l-Mezâhib, (Thk. Seyit Bahçıvan), Dâru’s-Selâm, Kahire,
2005, s. 67-78.
134
Yavuz, Yusuf Şevki, “Ehl-i Sünnet”, DİA., X, 528.
135
Yavuz, Yusuf Şevki, “Ehl-i Sünnet”, DİA., X, 528.
136
Şehristâni, a.g.e., I, 73-90.
44
BİRİNCİ BÖLÜM
FARKLI ULÛHİYET ANLAYIŞLARI VE ALLAH’IN VARLIĞININ
İSBATI
I. FARKLI ULÛHİYET ANLAYIŞLARI
Farklı anlayışlara sahip olma insanın varoluşsal gereklerinden biridir. Bu
gerçeklik bütün sahalarda kendini göstermektedir. Bu anlayışların teşekkülünde bireylerin
zihinlerinin arka planlarında oluşmuş olan bireysel bakışın önemli rolü vardır. Bu sahanın
oluşumunda din, kültür, dil, antropoloji vb. birçok fonksiyondan söz etmek mümkündür.
Subjektif bakış her alanda olduğu gibi metafizik alanda da görülmektedir.
Neredeyse her felsefi disiplin farklı bir metafizik perspektifi çizmektedir. Sadece felsefi
sistemlerde değil itikadi alt yapıları yoğun olan branşlarda da aynı bireysellikten söz
etmek mümkündür. Bu bireysel anlayışların en fazla etkin olduğu ilimlerin başında da
kelam gelmektedir.
Ulûhiyet kavramına ve içeriğine bakıldığında tüm dünyada çok farklı
anlayışların olduğu görülecektir. Karşılaştırmalı dinler tarihçilerinin belirtiklerine göre
ilkel kabileler Politeism, Henoteism1 ve Monoteism olmak üzere üç çeşit Tanrı anlayışını
yaşamışlardır. Çok tanrıcılıkla başlayan bu süreç zaman içerisinde politeist yapısını
muhafaza etmekle birlikte baskın olan kabilenin tanrısının seleksiyonu ile galip ilah
anlayışına ulaşmıştır. Ancak bu devre de zaman içerisinde yerini Tek Tanrı anlayışına
bırakmıştır.
Bazı pozitivist filozoflara göre ise insanların Tanrı ile ilgili olan fikirleri
zaman içerisinde evrim geçirmiş ve günümüzdeki seviyesine gelmiştir.2
1
Henoteism: Kainatı, her şeyi yaratan ulu bir Tanrının varlığına inanılmakla beraber, kendisine kadın ve
çocuklar isnat edilen inanç sistemidir. Sarıkçıoğlu, Ekrem, Başlangıçtan Günümüze Dinler Tarihi, Kardelen
Kitabevi, Isparta, 1999, s. 92.
2
Akkâd, Abbâs Mahmûd, Allah, Kahire, trs., s. 20-30
45
İslam öğretisine göre ise din, başta tevhiddir. Ancak zaman içerisinde
Monotesim’den Politeism’in çeşitli görüntülerine doğru bir kayış ve sapma söz konusu
olmuştur.3
İnsnların sahip oldukları dinler, kabul ettikleri Tanrının sayısına göre kategorize
edildiği gibi Tanrının kabul edilip edilmemesi bakımından da taksim edilebilirler.4
Bunların da başında dini onaylayan ve reddeden hareketler gelir. Bu ifademizi açacak
olursak metafiziği tamamen reddeden hareketler insanlığın fikir tarihinde olduğu gibi onu
kabul eden hareket ve düşünceler de varolmuştur. Metafizikle ilgili konularda her sistem,
kendine özgü bir yapı geliştirmiştir. Bu yapı içerisinde bu sahanın bütün argümanları
konuldukları akli çerçevenin vazifesine hizmet etmektedir.
Konumuz İslam kelamıyla ilgili olduğundan biz burada İslam’da nasıl bir
ulûhiyet anlayışının ortaya konulduğunu ve başka dinlere nasıl reddiyeler gönderildiğini
ortaya koymaya gayret edeceğiz. Bunun için İslam’ın ulûhiyet sistemi temellendirilirken
ilk başvuru kaynağımız Kur’an olacaktır. Kur’an’da çerçevesi çizilen ilah anlayışı tetkik
edildiğinde mutlak ve ekmel bir Allah anlayışının ortaya konulduğu görülecektir.5
Kur’an’ın bütün ayetlerinin ortak noktası eksik tanrı anlayışını nakzedip konu ile ilgili
eksiksiz bir ulûhiyet perspektifi ortaya koymaktır.6 Kur’an, doğru bir Allah anlayışını
ortaya koyarken konuyla ilgili olan yanlışlıkları -çoğu yerde paganizm ve politeizme varan
sapkınlıkları- da açıklamaktadır. Bu meyanda Kur’an’da Allah, her türlü versiyonu ile
müşriklerin, Yahudilerin, Hiristiyanların ve Dehrilerin ulûhiyet anlayışlarını şiddetle
redetmektedir.
Şunu kabul etmek gerekir ki Kur’an’da ulûhiyet, bile başlı başına geniş bir
mevzu olup başka bir araştırmaya ihtiyaç duyar. Zaten konu ile ilgili bağımsız araştırmalar
da yapılmıştır.7 Biz Ehl-i Sünnet’in ulûhiyet anlayışını ortaya koyarken mevzuyla ilgili
tafsilatlı bilgiler vereceğimizden dolayı burada sadece bu bilgiler ile iktifa ederek İslam’ın
doğduğu ve geliştiği dönemdeki ulûhiyet anlayışlarına göz atalım. 3
Akkâd, Abbâs Mahmûd, a.g.e., s. 20-30.
Şehristânî, Muhammed b. Abdilkerim (v. 548/1153), el-Milel ve’n-Nihal, (Thk. Muhammed b. Abdulkadir
el-Fâdilî), I-II, el-Mektebetü’l-Asriyye, Beyrut, 2000, I, 29.
5
İsra, 17/111.
6
Necm, 53/19-23; Krş. Al-i İmran, 3/64.
7
Yıldırım, Suat, Kur’an’da Ulûhiyyet, Kayıhan Yayınları, İstanbul, 1987.
4
46
A. Yahudilerin Ulûhiyet Anlayışı
Her dinin kendine göre sınırlarını çizdiği bir kutsal anlayışı vardır. Bu anlayış
ilkel, medenî, evrensel ve lokal bütün dinlerde mevcuttur. Eldeki verilere göre dinlerin
tarihi süreçlerine bakıldığında ciddi bir ulûhiyet anlayışına sahip olan dinlerden biri
Yahudiliktir.
Semâvî ve müesses ilk din olması hasebiyle Yahudiliğin Tanrı anlayışı
önemlidir. Bu dinin mübelliğinden önce de birçok peygamber gelmiştir. Bütün
peyamberlerin davetlerinin ortak noktası Allah’ın varlığı ve birliğidir.8 Allah’ın varlığı ve
tevhidi noktasında hiçbir peygamber taviz vermemiştir. Peygamberler en zor durumlarda
bile vahdaniyet düşüncesini yayma gayreti içinde olmuşlardır.
Yahudilik yeryüzünde halen yaşamakta olan ve dünyaya dair iddiası olan bir
dindir. Özellikle sahip oldukları siyasi nüfuzlarıyla durumu mütalaa edecek olursak
Yahudiliğin Tanrı anlayışı üzerinde daha dikkatle durmanın önemi ortaya çıkacaktır. Konu
Yahudi teolojisi olunca, üzerinde ciddi araştırmalar gerektirir.
Yukarıda da izah edildiği gibi Kur’an her ayetiyle mükemmel bir tevhid
düşüncesini ortaya koymaktadır.9 Bunun için Yahudilerin bazı iddiaları Kur’an tarafından
çizilen bu kutsi anlayışa ters düşmektedir. Beni İsrail’in Tanrı anlayışları gerek Kur’an’ın
ve gerekse Tevrat’ın bize vermiş olduğu bilgilere göre çok karışıklık arzetmektedir. Çünkü
verilen bilgilerden anlaşılan o dur ki gerek Hz. Musa öncesi gerek Hz. Musa ile10 ve
gerekse Musa sonrası dönemlerde Yahudiler yaşamış oldukları toplumların inanç
sistemlerinden etkilenmekten kendilerini alıkoyamamışlardır.11 Bunun bir örneği çölde
Hz. Musa’nın Allah ile buluşmasının akabinde İsrailoğullarının buzağıya tapmalarıdır. Bu
hadiseden sonra çöldeki kabileler arasında karışıklıklar baş göstermiş ve bu sırada
meydana gelen kaosta Ahdi Kadîm’ın verdiği verilere göre Hz. Musa’nın emriyle üç bin
8
Enbiya, 21/35.
İhlas, 112/1-4.
Çölde Sayım, 25/1-3.
11
Araf, 7/138-140; Mısırdan Çıkış, 32/1.
9
10
47
civarında insanın öldürülmüş olduğu rivayet edilmektedir.12 Yahudi toplumundaki dini
dejenerasyonlardan dolayı Yahudi tarihinin çeşitli evrelerinde birçok peygamber
gönderilmiştir. Peygamberlerin gönderilişlerinin en büyük sebebi de Yahudi milletinin
içine düştükleri politeist inançlar ve Allah’ın da onları bu durumdan kurtarmak
istemesidir.13
Yahudilerin inandıkları Tanrının iki ismi bulunmaktadır. Bu isimlerden Yahova,
inanılan Tanrının merhamet edici özelliğini ifade ederken; Elohim ise gazap tarafını temsil
etmektedir. Bunun için Yahudiler günlük hayatlarında Elohim ismini çokça zikrederler.14
Yahudi inancının Tanrı anlayışını ortaya koymak için Tevrat’a bakılmalıdır.
Tevrat’ta İslam’ın ortaya koymuş olduğu Allah inancının benzeri bir tevhid anlayışının
umdelerini görebildiğimiz gibi İslam’ın ulûhiyet anlayışına uymayan metinler de
bulabiliyoruz. Yahudiliğin amentüsüne de kaynaklık eden on emre bakıldığında İslam’la
ne kadar benzerliğin olduğu görülür. On emirden ilki “Seni Mısır’dan köle olduğun
diyardan çıkaran Tanrın RAB benim. Benden başka Tanr’ın olmayacak. Kendine yukarıda
gökyüzünde, aşağıda yeryüzünde ya da yer altındaki sularda yaşayan herhangi bir canlıya
benzer put yapmayacaksın. Putların önünde eğilmeyecek, onlara tapmayacaksın. Çünkü
Tanr’ın Rab, kıskanç bir Tanrıyım. Benden nefret edenin babasının işlediği suçun hesabını
çocuklarından, dördüncü kuşaklardan sorarım...”15
Tevrat’ın aynı kitabının bir önceki babında da putatapıcılıkla ilgili kesin ifadeler
kullanılmaktadır. “Kendiniz için erkek ya da kadın, yerde yaşayan hayvan ya da gökte
uçan kuş, küçük kara hayvanı ya da aşağıda suda yaşayan balık suretinde, heykel
biçiminde put yaparak yoldan sapmayacaksınız. Gözlerinizi göklere kaldırıp güneşi, ayı,
12
Mısırdan Çıkış, 32/28.
Çelebi, Ahmed, Mukarenetu’l-Edyân el-Yehûdiyye, Mektebetu’n-Nahdati’l-Mısriyye, Kahire, 1998, s.
173.
14
Davison, V. T., “God (Biblical and Cristian)” Encyclopaedia of Religion and Ethics, I-XIII, MorrisonGibe Limited, Edinburgh, 1908, VI, 255; Adam, Baki, “Yahudilik”, Yaşayan Dünya Dinleri, DİB. Yayınları,
Ankara, 2007, s. 220.
15
Yasanın Tekrarı, 5/6-9.
13
48
yıldızları-gök cisimlerini- görünce sakın aldanmayın. Tanrınız Rab bunları göğün
altındaki halklara pay olarak vermiştir.”16
Her ne kadar kutsal kitaplarında bu metinler yer almışsa da Yahudiliğin belli bir
inanç sistemi bulunmamaktaydı. Bu durum da tabi olarak bazı karışıklıklara sebebiyet
veriyordu. Bunun için Musa b. Meymun İslam ve Hıristiyan inanç sisteminden de
faydalanarak
Yahudilerin
amentüsünü
sistemleştirdi.17
Bu
sisteme
bakıldığında
Yahudiliğin inanç sisteminin en önemli unsuru, Allah’ın varlığına ve birliğine iman
olduğu görülecektir.18 On üç maddelik bu amentünün ilk maddeleri Allah’ın bir ve her
şeyin yaratıcısı olduğu, O’nun tasvir edilemeyeceği, başlangıcı, sonu ve bedeninin
olmadığını ifade etmektedir.19
Yukarıdaki ifadeler ve Yahudi amentüsü Kur’an’ın Allah ile ilgili ayetleriyle
parelellik arzetmektedir. Ancak Tevrat’a bakıldığında Tanrıya, teşbihi çağrıştıran birçok
özelliğin verildiği görülecektir. Bunlar arasında Tanrının suretinin olduğu, Turi Sina’ya
indiği, cehri olarak konuştuğu, arşa istikrar anlamında istiva ettiği, gözle görüldüğü vs.
birçok insani özellikleri çağrıştıran unsurlar Tanrıya atfedilmiştir.20
Müşkil ifadelerden bir tanesi de Tanrı Yahova’nın Beni İsrail’in önünde
yürümesidir. Yürümek değişimin bir tezahürüdür.21 Tevrat’taki şu ifadeler de son derece
açıklanmaya muhtaçtır: “Sonra Musa, Harun, Nadav, Avihu ve İsrail ileri gelenlerinden
yetmiş kişi dağa çıkarak İsrail’in Tanrısını gördüler. Tanrının ayakları altında
laciverttaşını andıran bir döşeme vardı. Gök gibi duruyordu.”22 Yine insani özellikleri
çağrıştıran Tanrının pişmanlık duyması,23 çalmayı emretmesi, gaddar ve sinirli olması gibi
16
Yasanın Tekrarı, 4/16-18.
İrfan Abdulhamid Fettâh, el-Yehûdiyye Ardün Tarihiyyün ve’l-Harekâtü’l-Hadîse fi’l-Yahûdiyye, Dâru
Ammâr, Amman, 1996, s. 87; Adam, “Yahudilik”, Yaşayan Dünya Dinleri, s. 236.
18
Sarıkçıoğlu, a.g.e., s. 228.
19
Cilacı, Osman, Günümüz Dünya Dinleri, DİB. Yayınları, Ankara, 2002, s. 66.
20
Şehristâni, a.g.e., I, 178; Tekvin, 11/1-3.
21
Mısırdan Çıkış, 13/20-22.
22
Mısırdan Çıkış, 24/9-10.
23
Tekvin, 6/5.
17
49
sırf insanlara ait sıfatların Allah’a isnat edilmesi elbette izahat isteyen durumlardır.
Tanrıya isnat edilen bu insan biçimci sıfatlar daha da çoğaltılabilir.24
Tevrat’ın yer yer Tanrının mutlaklığını ihlal eden insan biçimci Tanrı profilinin
daha müşahhaslaşmıs şeklinin anlatımı Talmud’da yer almaktadır. Talmud’a göre Tanrı
yapmış olduğu bazı eylemlerinden dolayı pişman olabilmektedir. Oysa pişmanlık duygusu
insanlara özgü bir özelliktir. İnsanın yapmış olduğu ve genelde sonucunu benimsemediği
durumlarda hissedilir. Bunun sebebi ise insandaki yanılma özelliğindendir. Zira
Talmud’da Tanrının ismet sıfatı yoktur. Durum böyle olunca Tanrının yanılmazlığı da
sözkonusu olmayacaktır. Mesela, Tanrı bir keresinde İsrailoğullarına kızdı ve onları ebedi
hayattan mahrum bırakmaya yemin etti. Ancak kızgınlığı gittiğinde bu yemininden caydı.
Çünkü adaletle hüküm vermediğini anladı. Hayrın da şerrin de kaynağı Tanrıdır. Bu
yüzden Kral Davud, komutanını öldürüp eşini almakla hata etmemiştir. Çünkü bu
kötülüğün sebebi Tanrıdır.25 Talmud’da çizilen ve resmedilen Tanrı portresi tamamen
insan ürünü, ilahi menşeli olmaktan uzak birçok noksanlık barındıran bir tablodur.26
Tevrat ve Talmud’da anlatılan Yahudi Tanrı anlayışının bir varyantı da
Kur’an’da geçmektedir. Kur’an’a göre Yahudiler "Üzeyr, Allah'ın oğludur." dediler. Bu,
onların ağızlarıyle geveledikleri sözleridir. (Sözlerini), önceden inkâr etmiş(olan
müşrik)lerin sözlerine benzetiyorlar. Allah onları kahretsin, nasıl da (haktan batıla)
çevriliyorlar!?”
27
Her ne kadar Yahudi düşünürler Yahudilikte böyle bir görüşün
olmadığını ifade etseler de ciddi ve objektif analizler sonucunda bazı Yahudi
mezheplerinde Allah’a soy isnat etme anlayışının olduğu ortaya konulmuştur.28
Antropomorfist Yahudi anlayışında bazı insani nitelemelerin Allah’a yakıştırılması gibi
durumlar söz konusudur.29 İnsan biçimci Tanrı telakkisinin Yahudi geleneğindeki
24
Çelebi, Ahmed, a.g.e., s. 176-179.
Çelebi, Ahmed, a.g.e., s. 267.
26
Sa’duddîn es-Seyyid Sâlih, el-Akidetu’l-Yehûdiyye ve Hateruha ala’l-İnsaniyye, Dâru’s-Safâ, Kahire,
1990, s. 164.
27
Tevbe, 9/30; Bkz. Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 185.
28
Adam, “Yahudilik”, Yaşayan Dünya Dinleri, 220.
29
Tevbe, 9/30.
25
50
versiyonlarından biri de Allah’a yapılan “eli sıkıdır”30 iddiasıdır. Yahudi anlayışına göre
Tanrı, cimrilik sıfatına sahiptir. Bu yüzden Tanrı, bazen Yahudi ırkına karşı cimrilik
yapabilmektedir. Yahudilerin ilah anlayışı içinde Tanrının insan suretinde resmedilmesi de
yatmaktadır.31
Yahudi tarihindeki olumsuzlukların onların teolojik anlayışlarına nasıl yansıdığı
bu ve aşağıdaki ayetler ile daha rahat anlaşılabilir. “Yahudiler… "Biz Allah'ın oğulları ve
sevgilileriyiz" dediler. De ki: Öyleyse günahlarınızdan dolayı size niçin azap ediyor?
Doğrusu siz de O'nun yarattığı insanlardansınız…”32
Nasıl bir tefsir ve yoruma tabi tutulursa tutulsun insani unsurların atfedildiği ve
Tanrının da insani vasıflarla vasıflandırıldığı Tanrı anlıyışında bir takım sorunlar vardır.
Buna benzer sorunlu ifadeler Hıristiyanlık’ta da vardır. B. Hıristiyanların Ulûhiyet Anlayışı
Allah, Kur’an’ın nazil olduğu ortamda yanlış ulûhiyet telakkilerinden biri olarak
Hıristiyan teolojisini reddetmektedir. Dinler tarihi şu hakikate şahittir ki hiçbir dini
düşünce yoktur ki süreç içerisinde bazı dejenerasyonlara, başkalaşımlara ve fesatlere
uğramış olmasın. Dinin ilk temsilcisi tarafından yapılan salt dini yorumlar ile ikinci ve
daha sonraki jenerasyonlar tarafından yapılan tefsirler arasında çok ciddi farklar
sözkonusudur.
Hz. İsa’ya gönderilen din ile ondan sonra müesseseleştirilen din arasında çok
fark vardır. Hz. İsa’dan sonra yazılan İncil’ler her ne kadar Hz. İsa’ya indirilen asıl
hakikatleri yansıtmasa da yine de tevhid kalıntılarını içinde barındırmaktadır. Bu
metinlerden görülen o ki asıl olan Allah’ın birliği ve Hz. İsa’nın kulluğudur. Şeytan ile
Hz. İsa arasında geçen bir diyalog buna örnektir. Hz. İsa şeytana: “Çekil git, şeytan!
30
Maide, 5/ 64; Bkz. Tekvin, 1-2, 11/5, 32/28-32, Mısır’dan Çıkış, 20-6; Mevdûdî, Ebu’l-Alâ, Tefhîmü’lKur’an, (Trc. Ahmet Asrar), I-VII, Bengisu, İstanbul, 1977, I, 516-517.
Nesefî, Tabsiratü’l-Edille, I, 158.
32
Tevbe, 9/30; bkz. Maide, 5/18.
31
51
Tanrın Rabbe tapacak yalnız O’na kulluk edeceksin diye yazılmıştır.”33 Bir başka İncil
metninde şöyle bir ifade yer almaktadır: “Dinle ey İsrail! Tanrınız Rab tek bir Rabdir.”34
“Sonsuz yaşam, tek gerçek Tanrı olan seni ve gönderdiğin İsa Mesih’i tanımalarıdır.”35
“Yoksa Tanrı yalnız Yahudilerin Tanrısı mı? Öteki ulusların da Tanrısı değil mi? Elbet
öteki ulusların Tanrısıdır. Çünkü sünnetlileri imanları sayesinde sünnetsizleri de aynı
imanla aklayacak olan Tanrı tektir.”36 İncil’lerde geçen ve tevhid anlayışını ifade eden
daha pek çok metin bulunabilir.37
Kur’an, Hz. İsa’nın davetinin niteliğiyle ilgili bize detaylı bilgiler sunmaktadır.38
“Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Öyle ise O'na kulluk edin. İşte bu doğru
yoldur.”39 Kur’an, Hz. İsa’nın insani özelliğine sürekli vurgu yapmaktadır.40 Kur’an’ın
konuyla ilgili neredeyse her ayeti Hıristiyan ulûhiyet anlayışına bir reddiye niteliği
taşımaktadır. Allah, Hz. İsa’ya atfedilen doğa üstü özelliklerin geçersiz olduğunu,
doğumundaki mucizeviliğin o kadar yüceltilmemesi gerektiğini Hz. Adem’in yaratılışını
örnek göstererek bize ifade etmektedir.41
İncil’lerdeki tevhid ifadelerinin Hıristiyan ulûhiyet anlayışında pek bir etkisinin
olmadığı görülmektedir. Hıristiyan teolojisine bakıldığında Hıristiyanlık’taki Tanrı
anlayışının, Yahudilerin Tanrı anlayışına göre çok daha karmaşık bir halde olduğu
müşahede edilir. Çünkü Hıristiyanlıkta bir Tanrıdan söz etmek çok zor gözükmektedir.
Yeni Ahit’ten anlaşılan ve birlikte üçlük veya üçlükte birlik denilen bir üçlü inanç sistemi
vardır.42 Bu sistemin ana umdeleri, Tanrı, oğul ve kutsal ruhun varlığından oluşmaktadır.43
33
Matta, 4/10.
Markos, 12/29.
35
Yuhanna, 17/3.
36
Romalılar, 3/29-30.
37
Bkz. Luka, 10/21; Galatyalılar, 3/20; Yakub, 2/19.
38
Meryem, 19/16-33; Al-i İmran, 3/48-62; Ebu Zehra, Muhammed, Muhâderât fi’n-Nasraniyye, Dâru’lFikri’l-Arabi, Kahire, 1961, s. 12.
39
Al-i İmran, 3/51.
40
Meryem, 19/19.
41
Al-i İmran, 3/51.
42
Aydın, Mahmut, “Hıristiyanlık”, Yaşayan Dünya Dinleri, s. 95.
43
Tevbe, 9/30; Maide, 5/17.
34
52
Böyle bir anlayışın meydana gelmesinde Tarsuslu Pavlus’un inkar edilemez katkıları söz
konusudur.44
Petrus şöyle demektedir: "Bu İsa'yı Allah kıyam ettirdi ve biz hepimiz bunun
şahitleriyiz. İmdi Allah'ın sağ eliyle yükseltilmiş. Babadan ruhulkudüs vaadini almış olup
sizin bu gördüğünüzü ve işittiğinizi döktü... İmdi bütün İsrail evi gerçekten bilsin ki
kendisini haça gerdiğiniz bu İsâ'yı Allah hem Rab hem Mesîh etmiştir."45 Buna göre
havariler, Tanrının ölülerden dirilterek Rab ve Mesîh yaptığı İsa'ya inanıyorlardı; diğer bir
ifadeyle Hıristiyan inanç ve doktrininin özünü Tanrının Mesîh'te bedenleşmesi teşkil
ediyor ve diğer dinlerden farklı olarak Hıristiyanlık, kurucusunun yani kişi olarak İsa'nın
etrafında örülen bir inanç sistemi üzerine temelleniyor. Hıristiyan inanç esasları Hz. İsa
tarafından değil daha sonra gelen din bilginleri tarafından oluşturulduğu için bu esaslar ve
açıklamalar ancak kutsal yazılara uydukları sürece geçerlidir.”46
Hıristiyanlığın
temelinde
olmamasına
rağmen
bu
görüşlerin
sonradan
Hıristiyanlığa geçmesinde üç etken söz konusudur. Bunlardan biri o dönemde yaygın olan
ve genelde paganizm ile meczolmuş felsefi akımlardır. Yine o zamandaki mevcut siyasi
baskılar da Hıristiyanlığın dejenerasyonunda önemli rol oynamıştır. Diğer üçüncü amil ise
Romalıların sahip oldukları dini inançlardır. Bu inanç bütün Roma toplumunda
putperestliğin çeşitli versiyonlarından oluşuyordu. Putperestlik anlayışı zaman içerisinde
Hıristiyanlığa sirayet etmiştir.47 Tabiidir ki büyük güç ve nüfuz sahibi devletler ve
imparatorluklar
hakimiyetleri
altına
aldıkları
memleketlerin
kültürlerini,
fikri
gelişimlerini, sosyal ve dini hayatlarını da şekillendirme yoluna gitmişlerdir. Hemen
hemen her zaman medeniyet kuramamış toplumlar büyük güç odaklarından birçok
noktada etkilenmişlerdir. Bunu biz Hıristiyanlıkta görebiliyoruz. Hıristiyanlığın ortaya
çıktığı dönemde Roma imparatorluğunda hakim olan inanç sistemi paganizmdir. Bu
44
Şeybe, Abdulkadir, Çağdaş Dünya Dinleri ve Mezhepleri, (Notlarla Çev. Osman Cilacı), Beyan
Yayınları, İstanbul, 1995, s. 58.
45
Resullerin İşleri, 2/32-36.
46
Aydın, Mehmet, “Hıristiyanlık”, DİA., TDV. Yayınları, İstanbul, 1998, XVII, 346.
47
Hacc, Muhammed Ahmed, Nasraniyye mine’t-Tevhîd ile’t-Teslîs, Dâru’l-Kalem-Dâru’ş-Şamiyye,
Dımaşk-Beyrut, 1992, s. 95.
53
anlayış yeni çıkan Hıristiyanlığa karşı çok müsamahasız bir politika izlemiştir.
Hıristiyanlığa uygulanan Roma imparatorluğunun önüne geçilmez baskıları sonucu
Pavlus, Hıristiyanlığı diğer milletlere kabul ettirebilmek için tevhid anlayışının formunda
değişime gitti. Pavlus, kendi zamanındaki inanç sistemlerinin çeşitli renklerinden istifade
ederek yeni bir dini inanç formu ortaya koydu. Kısaca Pavlus ile birlikte Hıristiyanlık
anlayışında tevhid anlayışı yerini teslis inancına bırakmıştır.
Teslis anlayışı Pavlus tarafından yeni icat edilmiş bir şey değildi. O zamanın
yerel dinlerinde bu tür anlayışların çeşitli versiyonları mevcut ve yaygındı. Kadîm Avrupa
barbar kavimlerinde, Hint, Çin ve Mısır dinlerinde bir ilahlar sistemine inanılıyordu. Bu
inanç sistemi içinde bazen tek bir ilah kabul edilir. Kabul edilen o ilahın da üç formu
olduğuna inanılıyordu. Bazen de ilahlık üç ayrı tanrı arasında taksim edilebiliyordu.48
Yine böyle bir ilah üçlemesi, bu ilahın kendi cevherinden olan birini dünyaya
göndermesi, gönderilen bu ilahi parçanın da insanların günahlarına keffaret olarak
öldürülmesi ve tekrar beklenmesi aslında Ortadoğudaki sır dinlerinde meşhur olan bir
şeydir. Hayatını tevhidi açıklamaya adayan İsa’nın sonradan nasıl olup da ilah düzeyine
yükseldiği ve bu çok tanrılı ilah sisteminin nasıl izah edileceği Hıristiyan ilahiyatçılar
tarafından bile açıklanamamaktadır. Bu yüzden teslis inancının açıklanmasına yönelik
sorulan her sorunun karşılığında verilen cevap: Bu bir inanç konusudur. Akılla
algılanamaz olmuştur.49
Yine Kur’an’ın vermiş olduğu bilgilere dönecek olursak Yahudilere yapılan
tenkidin Hıristiyanlara da yapıldığı görülecektir. Çünkü Yahudiler tarafından iddia edilen
üstünlük anlayışı bu dinde de mevcuttur.50 İşte bu seçilmiş millet anlayışı Kur’an
tarafından reddedilmiştir.51
48
Beyrûtî, Muhammed b. Tâhir, el-Akîdetü’l-Veseniyye fi’d-Diyânâti’n-Nasrâniyye, Mektebetu İmrân,
Beyrut, 1993, s. 54-67.
49
Aydın, Mahmut, “Hıristiyanlık”, Yaşayan Dünya Dinleri, s. 87-88, 95-96.
50
Maide, 5/ 17.
51
Maide, 5/ 18.
54
Sonuç itibariyle Hıristiyan uluhiyet anlayışı da, içinde bazı sorunlar
barındırmaktadır.
C. Politeistlerin (Müşriklerin) Ulûhiyet Anlayışı
İslam’ın neşet ettiği konjönktürde dini sahada yaşanan en büyük bozulmalardan
biri Mekke ve civarlarında hakim olan putatapıcılıktır. Putperestliğin Tanrı anlayışının
sınırlarının çizilmesi mümkün değildir. Tarihçilerin aktardıklarına göre sadece Mekke
muhitinde yüzlerce puttan bahsedilmektedir. Yine Arabistan bölgesinde her kabilenin
kendine göre tapındığı ve kutsadığı bir tanrısı vardı.52 Bu politeist anlayışta sadece Allah’a
ortak ihdas etmekle kalınmıyor; bilakis başka teolojik sapkınlıklar da söz konusudur.
Allah’a soy ve nesil isnat etme bunun göstergelerinden biridir.53 Allah’a soyun isnat
edilmesi Mekkeli müşriklerin yanılgılarından ibarettir. Allah onların bu yanlışlarını ve
düşmüş oldukları durumun ne kadar tehlikeli olduğunu ortaya koymaktadır.54
Kur’an, nasıl ki müşriklerin dini inançlarını tenkit etmişse aynı şekilde
Kur’an’ın eleştirdiği diğer görüş sahipleri ise Dehr’e inananlardır.
D. Dehrilerin Ulûhiyet Anlayışları
aa. Kur’an’ın Nazil Olduğu Ortamdaki Dehrilerin Ulûhiyet Anlayışları
Dehriyyûnun inançlarını ve niçin tenkit edilmiş olduğunu anlamak için hem
Kur’an, hem de hadislere bakmamız gerekir. Ancak ondan önce dehrin ne anlama
geldiği üzerinde durmak gerekir. Dehr, zaman anlamına gelir.55 Bu kavramın bütün
türevlerinde uzun zaman, sonu gelmeyen müddet, felaket, adet, gaye, bin sene, dünyanın
yaratılışından beri, dünyanın sonuna kadar gibi anlamları görebiliriz.56 Her ne kadar
52
Şehristânî, a.g.e., II, 217.
Enam, 6/100; İsra, 17/40.
Necm, 53/23.
55
Cevherî, a.g.e., II, 661.
56
Zebîdî, a.g.e., XI, 347-348.
53
54
55
dehr kavramını zaman olarak açıklasak da aslında zaman ile dehr kavramı kapsam
açısından farklıdır. Zaman olsa olsa dehrin içinde bir süreci ancak ifade edebilir. Bir
başka ifadeyle, zaman, iki ay ile altı ay arası bir periyodu kapsamaktadır.57 Dehrin
mastar veya isim olarak gelmesi arasında da fark vardır. Mastar olarak geldiğinde
kahretmek, yenmek ve istila etmek manasına gelir. İsim olduğu vakit bütün zaman
dilimlerini kapsama anlamına gelir. Bu anlama gelen dehr de genelde marife olarak
kullanılır. Nekire kullanıldığında ise çok uzun zaman dilimi anlamına gelir.58
Kur’an ve hadislerde verilen bilgilere göre Arap yarımadasında bu anlayışta
insanlar vardır. Kur’an’da dehr ile ilgili olarak Casiye ve İnsan sûrelerinde bilgi
verilmektedir. Ancak bizim mevumuzla ilgili olan kısım Casiye sûresindeki
geçmektedir. Bu sûrede Allah, Arapların şu iddiasınının geçersizliğini izhar etmektedir.
Onlar Allah’ı inkar babında aşağıda kaydedeceğimiz ayetteki ifadeleri söylüyorlar.59
Araplar “Dediler ki: "Ne varsa dünya hayatımızdır, başka bir şey yoktur. Ölürüz,
yaşarız. Bizi zamandan başkası helak etmiyor." Fakat onların bu hususta hiçbir bilgileri
yoktur. Onlar sadece zannediyorlar.”60
Bazı hadislerde ise ayette yerilmiş olan durumun Allah hakkında kullanıldığı
anlaşılmaktadır. Rivayetlere göre Allah, kendisinin dehr olduğunu ifade ediyor ve bu
yüzden dehre sövülmemesi gerektiği belirtiliyor.61 Bundan yola çıkan bazı müellifler dehri
de Esma-i Hüsna içinde zikrediyorlar. Dehrin Esma-i Hüsna içinde yer alıp almayacağı
ayrı bir tartışma konusudur.62
İbn Hacer, dehre sövülmemesiyle ilgili olarak üç ihtimalden bahsetmektedir.
Buna göre, dehre sövüldüğünde aslında insanın uğradığı felaketlerin kaynağı dehr değil
57
Zebîdî, a.g.e., XI, 347.
Yazır, Elmalılı Muhammed Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili, (Sad. Komisyon), I-X, Azim Yayıncılık,
İstanbul, 1992, s. 92.
59
İbn Kesir, Ebu’l-Fida (v. 774/1373), Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azîm, (Thk. Komisyon), Müessesetu Kurtuba, IXIV, Kahire, 2000, XII, 362-363.
60
Casiye, 45/24.
61
Buharî, Edeb, 101; Müslim, Elfaz, 4.
62
Zebîdî, Muhammed Murteza el-Hüseynî (v. 1205/1791), Tâcu’l-Arûs min Cevâhiri’l-Kâmûs, (Thk.
Abdulkerim el-Ğırbâvî), Matbaatu Hukûmeti’l-Kuveyt, Kuveyt, 1987, XI, 344.
58
56
bizzat hem dehrin hem de musibetlerin faili olan Allah’a sövülmüş oluyor. Diğer bir
ihtimal, dehrin müzafının hazfedilmiş olduğu ihtimalidir ki mahzuf olan kısmın takdiri
sahibu’d-dehr (dehrin sahibi) demektir. Yani hadislerden dehrin sahibine sövmeyiniz
anlamı çıkmaktadır. Diğer bir ihtimal ise rivayetten dehrin çekip çeviricisine sövmeyiniz
anlamı çıkmaktadır.63 İbn Hacer’e göre bu şekildeki bir yorum neticesinde rivayetlerde
geçen dehrden maksadın bizzat Allah değil, dehrin yaratıcısı olan Allah olduğu
anlaşılıyor.
Araplar kendi başlarına gelen felaketlerden dehri sorumlu tutuyorlardı. Bu
sorumlu tutmanın içinde biraz sitem, yergi, kabullenmeme, karşı gelme düşüncesi vardır.
Kur’an’da kullanılan dehr ile Türkçe’de günlük yaşamda üzüntülü olaylar esnasında
kullanılan felek arasında benzerlik göze çarpmaktadır. Türkçe’de felek, gök, sema,
yörünge, dairevi hareketle dönen küre, alem, dünya gibi anlamlara geldiği gibi talih, baht
ve kader anlamlarına da gelir. Bir türküde geçen “gülüm gonca iken soldurdun felek”
sözünde feleğin kader, talih ve baht olan anlamına bir vurgu görülmektedir. Feleğin bu
anlamıyla ilgili olarak günlük yaşamda birçok deyim vardır. Feleğin sillesini yemek, felek
düşkünü gibi deyimler bunlardan bir kaçıdır.64
Dehrin fonksiyonuyla ilgili anlatılan şu olay dehr hakkında Arapların hangi
kanaati taşıdıklarını ortaya koymaktadır. Mekke’nin en güzel kadını yaşlandığında bir
baba oğluna “Oğulcuğum bu kadının kim olduğunu biliyor musun? Bu kadından daha
güzeli Mekke’de yoktu. Ancak bak şimdiki haline ki dehr onu ne hale getirdi.”65 diyerek
Mekkelilerin dehr ile ilgili tasavvurlarını ortaya koymuştur.
Şehristânî, Dehr anlayışına sahip olanları Muattılatü’l-Arab başlığı altında
zikretmektedir. Dehrîlerin görüşlerini aktarırken onların yaratıcı bir varlığa, haşre
63
İbn Hacer el-Askalânî, Fethu’l-Bârî Şerhu Sahî’l-Buhârî, I-XIII, Dâru’l-Marife, Beyrut, 1379, s. X, 565.
Doğan, D. Mehmet, Büyük Türkçe Sözlük, Pınar Yayınları, İstanbul, 2005, s. 414.
Mekkî, Ebu Abdullah Muhammed b. İshak (v. 272/886), Ahbâru Mekke fi Kadîmi’d-Dehr ve Hadîsîh,
(Thk. Abdülmelik Abdullah Düheyş), I-III, Dâru Hadr, Beyrut, 1414, I, 310.
64
65
57
inanmadıklarını, tabiatın ve dehrin ölüm sebebi olduğuna inandıklarını izah etmektedir.
Dehrilerin telakkilerine göre ölüm ve yaşam, tabiat ve dehre endeksleniyor.66
Ancak Kur’an’nın nazil olduğu ortamda Dehriyye isminde müstakil bir fırka
yoktu. Sadece Kur’an’ın çerçevesini çizdiği inançta insanlar vardı. Sonraki dönemlerde
Dehriyye’ye bu ismin verilmesi cahiliye dönemi insanlarının sahip oldukları inançlara
paralel inançlara sahip olmalarından dolayıdır. Ancak Dehriyye başlığının altında bir tane
fırkadan ziyade birden çok fırkanın varlığından sözedilmesi gerekir.67 Dehriyye’nin ne
kadar geniş bir çerçeveye sahip olduğunu hicri dördüncü asırdaki Dehrilerin görüşlerine
değinirken göreceğiz.
bb. Hicri Dördüncü Asırdaki Dehrilerin Ulûhiyet Anlayışları
Dehriyye kavramını karşılamak üzere bazen ‘Tabiatçılar’; bazen de Maddiyûn
kavramı kullanılmıştır.68 Maddiyûn kavramı ise madde kelimesinden türemiştir. Bu kelime
de “sözlükte "eklendiği şeye bitişik olan ziyade" anlamına gelen ve Farsça'da mâye
kelimesiyle karşılanan madde, "ahşap eşyanın kendisinden yapıldığı kereste ve inşaatta
kullanılan diğer malzeme" mânasındaki Grekçe hyle (Arapça'da heyûlâ) kelimesinin
karşılığı olarak kullanılmaktadır. Latince'si materiadir. Düşünce tarihinde bir felsefe terimi
olarak madde üç ayrı anlamda kullanılmaktadır. Bunlardan birincisi, tamamen metafizik
anlamda "cisimlerin duyu verileriyle algılanamayan aslı" mânasına gelmektedir ve heyûlâ
ile eş anlamlıdır Bunun metafizikteki karşılığı surettir. Bu anlamıyla madde, mevcudu
tahlil ederken diğeri suret olarak kabul edilen cisimlerin mütemmim cüzlerinden biridir.
Madde ikinci anlamında üç boyutlu olan ve yer kaplayan mevcudu ifade etmekte, üçüncü
olarak da kıyasta önermeler ve onların muhtevasına "kıyasın maddesi" denilmektedir”69
66
Şehristânî, a.g.e., II, 215.
Ökten, Sadettin, “Dehriyye”, DİA., İstanbul, 1994, IX, 107; Bkz. Karagöz, İsmail (Yay. Haz.), İslami
Terimler Sözlüğü, DİB. Yayınları, Ankara, 2005, s. 116-17.
68
Bkz. Bayrakdar, Mehmet, İslam Felsefesine Giriş, TDV. Yayınları, Ankara, 1997, s. 76.
69
Kaya, Mahmut, “Madde”, DİA., TDV. Yayınları, Ankara, 2003, XXVII, 302.
67
58
Maddiyûn ise; her şeyin aslını maddeye indirgeyen, maddeyi ilk ve son unsur
olarak kabul eden görüştür.70 Buna göre Maddiyûn felsefesi içinde bir yaratıcıdan
bahsedilemez. Bu düşüncenin tarihi kökenine bakıldığında, Allah’ın varlığına, O’nun tek
ve bir yaratıcı olduğu realitesine karşı İslam’ın ilk dönemlerinden itibaren bazı karşı
çıkışların olduğu görülmektedir. Sünnîliğin önemli temsilcilerinden biri olan Ebu Hanife
zamanında günümüz anlamında sistematik bir düşünce yapısına sahip olmasalarda bazı
ateist, tabiatçı fikir adamlarına ve düşüncelere rastlanılmaktadır.71 Bu dönemlerde,
Allah’ın varlığının inkarı, alemin herhangi bir var edicisinin bulunmadığı şeklinde bazı
inkarcı fikirler toplum tarafından bilinmektedir. Bu fikir sahipleri düşüncelerini her
mecliste rahatlıkla ortaya koymuşlardır. Bundan dolayı bu fikir ve düşünce erbabı
herhangi bir takikabata maruz kalmamış, fikirlerini ifade etmelerinde bir engelle
karşılaşmamışlardır. Herhangi bir ilim meclisinde inkarcı düşünceler sıradanmış gibi
halkın önünde tartışılabiliyordu. Ebu Hanife de ilim meclislerinde bu görüş sahipleriyle
bazı münazaralarda bulunmuştur.72
Bir yandan İslam dünyasında özellikle ana merkezlerde ilhadi fikirler rahatlıkla
konuşulabiliyorken diğer yandan da İslam’ın itikadi prensiplerinin savunulması ile ilgili
çalışmalar da hızla devam ediyordu. Bu açıdan kelam ilmi Mu’tezilî alimlerce bir
savunma metodu olarak kurulup sistemleştiriliyordu.73 Bu savunma düşüncesi içinde olan
elbette ki sadece Mu’tezile değildi. Kendisi ile ilgili aktarılan rivayetin bir kısmı üzerinde
bazı tartışmalar olsa da rivayetin kendisinden anlaşılan Cehm b. Safvan’ın da bazı İslam
dışı akımlarla tartıştığıdır.74
Ebu Hanife’nin ortaya koyduğu münazara şekli daha sonraki Sünnî kelamcılar
tarafından daha da sistemli hale getirilmiştir. Bu alimlerin başında Mâtürîdî gelmektedir.
70
İbrahim Medkûr, el-Mu’cemü’l-Felsefi, Mecmeu’l-Luğati’l-Arabiyye, Kahire, 1983, s. 208.
Semerkandî, Ebu Leys (v. 383/993), Şerhu’l-Fıkhi’l-Ekber, Matbaatu Meclisi Dâireti’l-Mearifi’nNizâmiyye, Haydarabad, 1321, s. 43.
72
Semerkandî, Şerhu’l-Fıkhi’l-Ekber, s. 43
73
Fazlurrahman, İslam, (Çev. Mehmet Dağ-Mehmet Aydın), Ankara Okulu Yayınları, Ankara, 2000, s. 147.
74
Lâlekâî, Ebu’l-Kasım Hibetüllah b. el-Hasen b. Mansûr (v. 418/1027), Şerhü Usûli İ’tikâdi Ehli’s-Sünne
ve’l-Cemaa, (Thk. Ahmed Sa’d Hemdânî), I-VIII, Dâru Tayyibe li’n-Neşr, Riyad, 1411, II, 421.
71
59
Kitâbu’t-Tevhîd’de Mâtürîdî bu görüş sahiplerinin fikirlerini tafsilatlı bir şekilde anlattığı
gibi onların görüşlerinin kritiğini de ihmal etmemiştir.
Mâtürîdî’ye göre, Maddiyûn felsefesi içerisinde bazı noktalarda birbirinin aynı,
bazı noktalarda ise birbirinden tamamen farklı fikirlere sahip görüşler vardır. Bu
düşüncedeki insanların en temel tezleri tabiatı oluşturan ana maddenin öncesiz olmasıdır.
Maddecilerin ayrıldıkları nokta ise oluşumun öncesizliği ve sonradanlığı konusudur.75
Tabiatçılara göre madde dört temel özelliğe sahiptir. Sıcaklık, soğukluk, yaşlık ve kuruluk.
Bunlar tabâi’-ı erbaa’ olarak isimlendirilmişlerdir. Tabiatın oluşumu bu dört temel
maddenin karışımı oranlarına göre olmaktadır. Bu dört unsurun itidal noktasında
birleşmesi maddenin mutedil halde oluşmasına; artı veya eksi yönde birleşmeleri de
maddenin olumlu ya da olumsuz yönde şekillenmesine sebep olur. Tabiatçılar maddenin
oluşumunun tabâi’-ı erbaa’ya bağlı olduğunu renklerin durumuyla ortaya koymaya
çalışmışlardır. Onlara göre asıl renkler beyaz, kırmızı, yeşil ve siyahtır. Bunlar dışındaki
renkler ise bu ana renklerin birleşmelerinden ibarettir. Buna göre aslında ortada dört renk
dışında başka bir renk yoktur. Madde de dört unsura indirgenmektedir.76
Mâtürîdî’ye göre Dehrilerin bu görüşü aslında Allah’ın varlığını ortaya
koymaktadır. Çünkü onların da ifade ettikleri gibi dört temel renk belli bir oranda
birleştiği zaman başka bir renk oluşabiliyor. Zira renkler kendi başlarına karışamazlar.
Doğru renklerin oluşabilmesi için temel renkleri belli bir muvazeneye göre karıştıracak
akıl, hikmet ve hesap sahibi birine ihtiyaç vardır. O da Allah’tır. 77
Dehrilerin görüşlerine yine kendi düşüncelerinden delil getiren Mâtürîdî, bu
temelden yola çıkarak alemin de Allah tarafından yaratıldığını ispat etmektedir. Ona göre
kainat bir şaheserdir. Nasil ki renkler tek başına karışıp yeni bir renk oluşturamıyorlarsa
75
Mâtürîdî, Kitâbu’t-Tevhîd, (Thk. Bekir Topaloğlu-Muhammed Arûcî), İSAM Yayınları, Ankara, 2005, s.
185, 216.
Mâtürîdî, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 185, 216.
77
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 216.
76
60
renklerden daha fazla karışık bir yapı ve detaya sahip olan kainat da tek başına meydana
gelemez. O halde kainatı yaratan hikmet sahibi bir yaratıcı vardır.78
Mâtürîdî’ye göre, temel renklerin oluşmasında yukarıda bahsi geçen dört tabiatın
hiçbir etkisi yoktur. Zira sıcak ve soğuk tabiata sahip varlıklar aynı renge sahip
olabiliyorlar. Eğer tabiatçıların dedikleri doğru olsaydı sıcak tabiata sahip varlıkların rengi
ile soğuk varlıkların renginin farklı olması gerekirdi.79
Dehriyye düşüncesinin fikir çatısı altında mütalaa edilebilecek diğer bir görüş
ise Heyula taraftarlarının sahip oldukları fikirlerdir. Bu filozoflara göre aleme ait temel
madde, kadîm olan Heyula’dır. Yunanca bir kelimenin Arapçalaşmış hali olan Heyûlâ,
ilk madde demektir. Bu madde şekil kabul etme yapısına sahiptir. Kendisinden dolayı
meydana gelen oluş ve ayrılışları kabul eder.80 Buna alemin cevheri de denilir. Heyula
iradesi ile değil de yapısı itibariyle kuvvete dönüştürülmüş ve bu durumda a’râzlar ortaya
çıkmıştır. A’razların ortaya çıktığı merhalede ise Heyula’ya cevher denilmiştir.81
Mâtürîdî, Heyula fikrine sahip olanlardan Aristo’nun görüşlerini eleştirmiştir.
Ona göre Aristo peygamberlerin getirdiği mesajların farkındadır. Ancak peygamberlerin
Allah hakkında kullandıkları sıfatları Aristo, Heyula’ya uygulamıştır. Ona göre Aristo zatı
itibariyle a’razlara mahal olmaktan münezzeh olan Allah’ı cevher konumuna getirmiş,
ondan bir cevher, ardından da birden fazla cevherler üretmiştir. Bu durumda asıl olan
cevher ise ortadan kaybolmuştur. Mâtürîdî’ye göre bu şekilde yapısal değişime maruz
kalan ve nihayetinde ortandan koybolan asıl maddenin sonradan oluştuğu ortadadır. Asıl
cevher sonradan olmuşsa ondan oluşan alem de sonradan oluşmuştur.82
Mâtürîdî’nin Dehriyye içinde değerlendirdiği fikir akımlarından biri de tıynetin
kadim olduğunu kabul edenlerdir. Bunlara göre maddenin temel taşı olan tıynet kadim,
78
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 216-217.
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 217.
80
İbrahim Medkûr, el-Mu’cemü’l-Felsefi, s. 208; Falih, Ebu Abdullah Amir Abullah, Mu’cemu Elfâzi’lAkîde, Mektebetü Übeykân, Riyad, 1997, s. 432.
81
Mâtürîdî, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 224.
82
Mâtürîdî, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 224-225.
79
61
oluşum ise hadistir. Bu görüşe göre başka bir nesneden meydana gelen her şey ancak o ilk
nesnenin başka bir varlığa dönüşmesi ve ilk haliyle yok olması halinde olur. Bunun örneği
yumurtadan çıkan civciv, nutfeden çıkan insan ve çekirdekten çıkan ağaç gibidir.83
Mâtürîdî’ye göre sözkonusu temel madde : “1) Ya (zaman, mekan ve ihtiyaç
gibi) bu manaların cevherlerinden oluşmuştur ki bu pozisyonda tabiata gelip eklenen
özellikler kendisine de gelir ve temel maddenin cevheri kendi aczini ve bağımlılığını
sergilemiş olur, bunlarsa tabiatın yaratılmışlığının ve başka bir varlık sayesinde
oluşmuşluğunun iki göstergesidir, bu durumda başka maddelerde bulunan hususiyetler söz
konusu temel madde de bulunmuş olur. 2) Yahut da temel madde söz konusu cevherin
dışında kalan bir yapıya sahip bulunup, müstağni ve güçlü olur; öyle ki ihtiyaçlara mahal
teşkil etmez, kendisini sayesinde müstağni ve güçlü tasavvur edebileceği dış bir faktöre
sığınma teşebbüslerine sevkedecek arzulara da konu teşkil etmez. Buna göre sözkonusu
madde: a) Ya birçok arizi şeye mahal olmuş olur ki böyle bir duruma gelen ise o
özellikleri taşıyan konumuna gelmiş olur. b) Ya da bu temel madde öz yapısını korur.
Ancak tabiat onun içinde bilkuvve bulunuyorken sonra fiil haline gelmiş olur ki bu heyula
taraftarlarının görüşüdür. Her şeyin diğerinde bilkuvve bulunması ve fiilen ondan türemesi
halinde tabiattaki her nesnenin öz yapısının değişmesi söz konusudur. Mesela ruhun
nutfede, yeşil yaprağın tanede ve ağacın çekirdekte olduğunu ileri sürmeleri gibi... Evet bu
yapısal değişim, taraftarlarının sözünü ettiği temel madde (tıynet)in fiilen ortadan
kalkmasını gerektirir. Çünkü bunlar bütün tabiatın oluşmasına kaynaklık etmektedir.”84
Yine İslamî bir ulûhiyet anlayışına aykırı olan başka bir görüşe göre ise hakim
bir yaratıcı vardır. Ama şeylerin her biri diğerini sonsuza kadar meydana getirmektedir.
Yaratıcının buradaki rolü şeylerin illeti olmasıdır. Oysa ezelde illetin bulunup da malulün
bulunmaması muhaldir. Ayrıca yaratıcının alemin illeti olarak kabul edilmesi ve alemin de
zorunlu olarak bu yaratıcıdan çıkmış olması yaratıcıyı iradesiz kılar. Alem yapı itibariyle
83
84
Mâtürîdî, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 51-52.
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 96-97.
62
içinde zıtlıkları barındıran bir durumdadır. Böyle çeşitli özelliklere sahip bir alemin tek bir
özelliğe sahip yaratıcıdan çıkmış olması düşünülemez.85
Tabiatın ezeliliği fikri çerçevesinde yine Dehriyye’den sayılan bir diğer zümre
ise Sümeniyye’dir.86 Bu fırka taraftarları Horasan taraflarında yaşıyorlardı.87 Bunlar da
nesnelerin ezelde oluştuğunu ifade ediyorlar. Bunlara göre yerküre üzerindekilerle birlikte
sürekli aşağı doğru düşüş yapmaktadır. Mâtürîdî, Sümeniyye’nin görüşlerine karşı
çıkarken Nazzâm’dan istifade etmiştir. Çünkü Nazzâm’ın Sümeniyye’ye karşı reddiyeleri
vardır. Nazzam’a göre bir kuş tüyü ile bir taş farklı ağırlıklara sahip olmasına rağmen
birlikte düştükleri zaman yeryüzüne farklı zamanlarda da olsa ulaşıyorlar. Oysa her iki
cisme göre daha ağır olan yeryüzünün çok daha hızlı düşmesi gerekirdi. Demek ki
yeryüzüne bu özelliği bahşeden bir yaratıcı vardır. Bu yaratıcı sayesinde her şey yerli
yerinde durmakta ve kendisi için yaratılmış olan kanunlara göre hareket etmektedir.88
Mâtürîdî’nin
Dehriyye’den
saydığı
diğer
fırka
ise
Müneccime’dir.
Müneccime’ye göre dünyada meydana gelen her şey yıldızlar sayesinde olmaktadır.
Yıldızların aralarındaki uyumlu veya uyumsuz halleri alemin mutlu veya mutsuz olmasına
sebep olmaktadır. Müneccime varoluş ve yok oluşu da yıldızların hareketine
bağlamaktadır. Buna göre yumurtadan civcivin çıkması ancak bu gök cisimlerinin
hareketiyle olabilmektedir. Yıldızlar ezelden beri hareket halinde olup bunların her
hareketinden farklı bir sonuç çıkmaktadır. Müneccime’ye göre hareket ezelidir. O halde
hareket sahibi felekler de ezelidir.89
Mâtürîdî, Müneccime’nin görüşlerini tenkit ederken hareketin hudûsundan yola
çıkmaktadır. Ona göre seyrini bitirmiş olan bir hareket önceki bir hareketin de sonunu
bildirmektedir. Bu durumda önceki hareketlerden hiçbir şey kalmaz. Öyleyse hareket
85
Mâtürîdî, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 51, 55.
Bağdâdî, Abdulkahir (v. 429/1038), el-Fark beyne’l-Fırak, (Thk. Muhmmed Muhyiddîn Abdulhamîd),
el-Mektebetu’l-Asriyye, Beyrut, 1990, s. 324.
87
Malatî, Ebu’l-Hüseyin (v. 377/987), et-Tenbîh ve’r-Redd alâ Ehli’l-Ehvâ ve’l-Bida’, (Thk. Muhammed
Zahid el-Kevserî), Kahire, 1949, s. 96.
88
Mâtürîdî, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 232.
89
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 219.
86
63
sonlu bir şeydir. Hareketin sonlu olduğu ortaya çıkınca harekete sahip varlıkların da sonlu
olduğu isbatlanmış olur.90
Mâtürîdî’nin Dehriyye içinde mütalaa ettiği diğer görüşlere göre, özellikleri ile
birlikte cisimler tabiat ve gıdalar sayesinde var olmuşlardır. Başka bir fırkaya göre ise
kainatın bir kısmı güneşin, bir kısmı ayın, bir kısmı da gökyüzünün (felek) dairevi
hareketinden meydana gelmiştir. Allah’ın alemin yaratıcısı olduğu fikrini inkar eden başka
bir görüşe göre ise meydana gelen hayat-ı beşer ancak anne ve bababın rolüyle
gerçekleşmektedir.91
Allah’ın inkarı düşüncesinde olanlara göre eğer alemin bir başlangıcı varsa o
zaman bunun kendi başına vücûd bulması imkansız olur. Çünkü böyle bir şeyin kendini
meydana getirmesi: a) Ya yokluğu halinde olacaktır ki bu muhaldir. Yani kendisi yok iken
icat meydana gelmiş olacaktır ki bu akla muğayirdir. Bununla birlikte her şeyin yaratılıp
yönetilmesi kendisine bağlı olduğuna göre ona yokluğun gelme ihtimali olmamalıdır.
Ayrıca yaratıcı durumundaki şeyin kendini icat etmesi mümkünse aynı anda kendini yok
etmesi de mümkün olmalıdır. Bu ise çelişkili bir durumdur. b) Yahut da kendini meydana
getirmesi mevcutken olacaktır, bu durumda varlığının başkası sayesinde gerçekleştiği
ortaya çıkar.92
Tabiata bakıldığında tabiatın oluşumu için zikredilenlerin hepsi anne-baba
dışında cansız varlıklardır. Anne-baba da kendisinden doğacak çocuğun yapısal özellikleri
konusunda son derece kısıtlı etkilere sahiptirler. Canlı ve akıl sahibi olan anne-baba bile
kendi evladı konusunda çok bilgisiz ve az bir beceriye sahipken akıldan mahrum olan
varlıkların eşya üzerinde bir tasarruflarının olması nasıl düşünülebilir?93 Nitekim annebaba hiç istememelerine rağmen kendi öz çocukları birçok rahatsızlık ve kusurlarla
birlikte dünyaya gelebiliyorlar. Ya da tamamen sağlıklı, biyolojik olarak kusursuz olan
çocuklar da zaman içerisinde rahatsızlanıp özürlü hale gelebiliyorlar. Böyle istenmeyen
90
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 220.
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 93.
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 93.
93
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 93.
91
92
64
durumların meydana gelmemesi için anne-babanın ne kadar çaresiz olduğu ise ortadadır.
Kısaca şunu diyebiliriz ki, mahlukatın meydana gelmesini ne gıdalara, ne tabiata ve ne de
anne-babaya bağlayabiliriz. Ortadaki manzara bizi mutlak surette her şeye gücü yeten, her
şeyi bilen bir yaratıcının varlığına götürmektedir.94
Şunu da ifade etmek gerekir ki, canlıların öyle özellikleri vardır ki bu özellikler
canlıların oluşumunun sebepleri olarak zikredilen gıda vb. maddelerde bile söz konusu
değildir. Gıdalarda bulunmayan bu özellikler yeni doğan bir bebekte yok iken, verilen
gıdalar sayesinde çocuğun akli, ruhî ve fizikî gelişimi sağlanmakta ve bu özelliklere sahip
olması sağlanmaktadır. Ancak çocukta bu olumlu etkiye sahip olan gıdalar, yaşlanmaya
yüz tutmuş ebeveynlerinde aynı pozitif etkiyi gösterememektedirler.95 İnsanların
hayatlarını idame ettirmeleri için yaratılmış olan gıdaların insanlar üzerinde herhangi bir
tasarrufu olmuş olsaydı bu tasarrufun etkisinin yaşlılık döneminde de devam etmesi
gerekirdi. Oysa çocukluk ve gençlik döneminde insanı geliştiren gıdaların yaşlanan
insanların yaşlanmalarını engelleyemediği görülmektedir. O halde gıdalar tek başına
insanlar üzerinde etki sahibi şeyler değildir.
Allah’ın varlığına inanmayan Dehriyyûn içinde mütalaa edilmesi gereken diğer
bir fırka ise Karmatilerdir. Onlara göre bütün tabiat ilk yaratıcıda mevcuttu. Nefs-i kül
ondan alıp heyulayı desteklemiş ve tabiat bundan oluşmuştur. Zira onların bu görüşü ilkin
ortadan kalkmasını gerektirir. Çünkü bu bir şeyin diğerinin içinde bil kuvve mevcut olup
fiil haline gelmesi mekanizmasının gereğidir.96
Dehriyyûn her ne kadar birbirinden bazı alanlarda farklılık arzetse de bu isim
altında yer alan düşünce sahiplerinin ortak görüşü, bir olan Allah’ın mevcudiyetinin
inkarıdır. Mâtürîdî bu görüşleri aktardıktan sonra konuyla ilgili düşüncesini şu şekilde
özetler: “Biz “Aziz ve celil olan Allah ezelden beri bilen, gücü yeten, işleyen ve cömert
olandır” deriz, bunun aklen isabetli görüldüğü ve tabiat yönetiminin sayesinde
94
95
96
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 93-94.
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 94-95.
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 98.
65
gerçekleştiği şekillerde olduğunu kabul ederiz. Allah ezelden beri böyledir, şunun için ki
olacak her şey, olacağı zamanda O’nun fiili sayesinde vücut bulmuş olsun; hem de
yaratılmaktan (tekvin) müstağni kalmak, kendisine harici bir kudretin uygulanmasına karşı
direnmek ve varlık alanına çıkmak için kendi kendine yeterli olup yaratıcıya ihtiyaç
duymamak gibi vasıflarla nitelenmesine imkan vermeyecek şekilde…”97
Yukarıda ifade ettiğimiz gibi tüm bu görüşlerin temel esası bir şeyin başka bir
şey vasıtasıyla meydana geldiği fikrine dayanmaktadır. Alemin öncesizliği paydasında
müşahede edildiği gibi birden fazla fikirden bahsetmemiz mümkündür. Arada bazı nüans
farklılıkları olsa da hepsi, ifade edildiği üzere alemin ezeli olduğuna inanıyorlar. Bunlara
göre Alem dışı bir müessir güçten söz etmek muhaldir. Durum böyle olunca Allah’ın
varlığına bu düşüncelerde rastlamamız mümkün değildir.
Alemin ezeliliği temelinden hareket eden hiçbir fikir İslam düşünce havzasından
hüsn-ü kabul görmemiş ve şiddetli tenkitlere maruz kalmıştır. Mesela, bu tenkitlerin içinde
en şiddetlilerinden biri de Gazâlî tarafından ortaya konulmuştur.98
Varsayıldığı gibi alemin bir yaratıcısı yoksa ve alem de kendi kendine veya
başka bir şeyden meydana gelmişse bu muhaldir. Çünkü mantıken böyle bir durumun
olması mümkün değildir. Zira böyle bir durum bizi devir ve teselsüle götürür. Faydalı
olacağı kanaatiyle burada devir ve teselsülün ne anlama geldiğini birkaç cümleyle
anlatmak istiyoruz. Devir: İki şeyden her birinin diğerinin nedeni, faili, illeti ve mücidi
olmasıdır. Yani A, B’nin B de A’nın müsebbibidir. Bu da sonsuza kadar devam eder ki
böyle bir durumun olması muhaldir. Teselsül ise unsurların zincirleme bir biçimde
birbirinin müsebbibi ve mühdisi olması durumudur. Bu halde A, B’nin B, C’nin C, D’nin
mühdisi olur.99
97
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 56.
Gazâlî, Tehâfütü’l-Felâsife, (Thk. Süleyman Dünya), Dâru’l-Mearif, Kahire, 1972, s. 307.
Hanbelî, Abdulbaki el-Mevâhibi, el-Ayn ve’l-Eser fi Akâidi Ehli’l-Eser, (Thk. Fuad İsâm Kala’cî), Dâru’lMe’mûn li’t-Türâs, Dımaşk, 1987, s. 51.
98
99
66
Kainatın varlık sahasına çıkması için ortaya konulan görüşlerin hiçbiri
Mâtürîdî’nin tenkitlerinden kurtulamamıştır. Mâtürîdî’nin bu konuda takip ettiği metot
nakli değildir. Bilakis genelde mantıkî önermeler üzerine bina edilmiş ve tabiatın
özelliklerinden örnekler verilerek bu konudaki görüşlerin tezleri çürütülmeye çalışılmıştır.
Mâtürîdî’nin tenkitlerine maruz kalan diğer fırka ise Sümeniyye’dir.
E. Seneviyye’nin Ulûhiyet Anlayışı
Müslümanlar kısa bir süre içinde çok geniş topraklara sahip oldular. Daha Hz.
Ömer döneminde dünyanın süper güçlerinden biri olan Sasani İmparatorluğu İslam
topraklarına katıldı.100 Bu imparatorluğu diğer yerler takip etti. Özellikle, Sasani
İmparatorluğunun müslümanlar tarafından fethedilmesi, birçok alanda İslam toplumunu
olumlu yönde etkilemiştir. Ancak yapılan bu fetihlerin İslam devleti için bazı
dezavantajlara da sebep olduğunu görmekteyiz. Zira Sasani imparatorluğu, çok geniş
topraklara ve bu topraklarda yaşayan çok çeşitli dini kültürlere sahipti. Yine Sasani
imparatorluğu, Hint kıtasına, Orta Asyanın steplerinde yaşayan Türklere ve diğer kadîm
medeniyetlere karşı da bir set görevi görüyordu.101 Gerek İran’da ve gerekse Hindistan’da
kökleri derin, birçok dini kalıntı mevcuttu. Mecûsilik, Maniheizm, Sâbiîlik, Budizm, Hint
Fakirzm’i vs. birçok din ve mezhep buralarda yaşıyordu. Bu dinler her ne kadar ilahi
menşeli olmasalar da hayata, kainata vs. birçok alana dair fikre sahiptirler.102
İslam dünyasının genişlemesi ile İslam medeniyetinin sınırlarının içine giren
dinlerden biri de Mecûsilik’tir. Mecûsilik şemsiyesi altında birçok alt mezhep yer
almaktadır. Zerdüştlük, Tenasuh fikrine inananlar, Markuniyye, Mezdekiyye ve Seneviyye
bunlardan birkaçıdır. Mecûsilere göre alemin temelini iki asıl oluşturmaktadır. Bunlar nur
ilahı ve hayrın yaratıcısı olan Yezdan ile zulmetin ilahı ve şerrin yaratıcısı olan
Ehriman’dır.103
100
Heykel, Muhammed Hüseyin, el-Fârûk Ömer, Dâru’l-Mearif, Mısır, 2000, s. 167-168.
Bayrakdar, Mehmet, a.g.e., s. 67-68.
Bayrakdar, Mehmet, a.g.e., s. 76-77.
103
Nesefî, Tabsiratü’l-Edille, I, 124.
101
102
67
Seneviyye’ye mensup olanlar da, iki ezeli varlığın mevcudiyetine inanıyorlar.104
Bunlara göre alem ezelidir. Buna göre zulmetle nur önceleri birbirinden ayrı iken sonradan
birleşip karışmış, alem de onların karışmasından meydana gelmiştir.105
Mâtürîdî’ye göre böyle bir tez bile Seneviyye müntesiplerinin görüşlerinin
çürüklüğünü ve tutarsızlığını ortaya koymaktadır. Çünkü karışmanın kendisi zaten
hadistir.106 Zira nur ile zulmetin ayrılığı önceydi ve o zaman bunlar alem diye
isimlendirilmiyorlardı. Ancak bir sebepten dolayı bunlar karışarak alemi meydana
getirmiş oluyorlar. Bu görüşe göre nur, zulmetin parçalarının kendisine sirayet ettiğini
görünce kendi parçalarının zulmetinkinden ayrılması amacıyla alemi yaratmıştır. Yani
alem meydana gelen karışımdan sonra vücut buluyor ve bundan sonra kadîm oluyor. Oysa
bunun ne kadar gayr-i mantıki olduğu ortadadır. Zira böyle bir düşünce başlangıçta kendi
kendini çürütmektedir. Çünkü bu durumda nurun acziyeti ve cehaleti ortaya çıkmaktadır.
Aciz ve cahil olan bir şey de elbette ki Tanrı olmaktan uzaktır.107
Mâtürîdî’ye göre; “Gerek zulmet gerek nur değişime ve başkalaşıma, cüzlere ve
parçalara ayrılmaya, güzelliğe ve çirkinliğe, iyiliğe ve kötülüğe ve bunlardan başka her
şeye eşit olarak müsait bulunma konumundadır. Eğer bu ikisi tabiat ünitelerine karışırlarsa
onunla birlikte vücut bulur, onunla birlikte yok olurlar. Kaldı ki bunların hiçbirinin
ulûhiyete sahip olması mümkün değildir. Çünkü nur ve zulmetin kudretsizlik ve
bilgisizlikleri ortadadır. Tabiatın bizzat kendisi ise ilim ve hikmet sahibi bir yaratıcının
kudretinin delilidir, nurla zulmet de bu ilahi kudret vasıtaları arasında yer almaktadır.”108
Mâtürîdî’ye göre nurla zulmetin sonradan yaratılmış olduğunun bir delili de
bunların hiçbiri kendisini kanıtlayabilecek herhangi bir güce sahip değildir. Bundan
104
Şehristânî, a.g.e., I, 243; İbn Ebi’l-İzz, Şerhü’t-Tahâviyye fi’l-Akîdeti’s-Selefiyye, (Thk. Ahmed
Muhammed Şâkir), Riyad, 1418, s. 29.
105
Nesefî, Tabsiratü’l-Edille, I, 132, 135; 19; Âmidî, Seyfüddin (v. 631/1234), Ğâyetü’l-Merâm fi İlmi’lKelam, Meclisu’l-A’la li Şuûni’l-İslâmiyye, Kahire, 1391, s. 206; Taftazânî, Sa’du’d-Dîn (v. 791/1390),
Şerhu’l-Makâsıd, (Thk. Abdurrahman Umeyra), I-IV, Alemu’l-Kütüb, Lübnan, 1998, III, 109; IV, 138.
106
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 57; Nesefî, Tabsiratü’l-Edille, I,135.
107
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 57; Nesefî, Tabsiratü’l-Edille, I, 136.
108
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 58-59.
68
anlaşılıyor ki nur ve zulmet faal değil meful konumundadır. Nur ve zulmetin hadis
olmasının diğer bir delili de bunların öz yapıları itibariyle kendilerinde zıt olan şeyleri
barındırmalarıdır. Yani nur kendisinde zulmeti; zulmet de kendisinde nuru taşımaktadır.
Bu da bir şey yüzde yüz hayır veya yüzde yüz şer değildir demektir. Böyle bir kainat ise
ancak bir yaratıcıya muhtaçtır.109
Çalışmamızın bu bölümünde farklı ulûhiyet tasavvurlarını Mâtürîdî’yi temel
alarak incelemeye çalıştık. Mâtürîdî eksenli bir çalışmanın ortaya çıkmasının temelinde
yatan en önemli sebep Mâtürîdî’nin konuya özel bir biçimde eğilmiş olmasıdır. Çünkü
Kitâbü’t-Tevhîd’e bakıldığında konuyla ilgili tafsilatlı bilgilerin verilmiş olduğu
görülecektir.
II. ALLAH’IN VARLIĞININ İSBATINDA KULLANILAN DELİLLER
Allah’ın varlığı ve bu varlığın isbat edilmesi kısaca isbat-ı vacib kelamın önemli
konuları arasında yer almaktadır. Bu mevzu etrafında çeşitli tartışmalar da yapılmıştır.
Tartışmaların başında isbat-ı vacibin mümkün olup olmaması gelmektedir. Acaba insan
Allah’ın varlığını isbat edebilir mi? Böyle bir düşünme ameliyesinin olumlu bir neticesi
olabilir mi? Diğer taraftan Allah’ın varlığı ispatlanacaksa bu hangi metotlarla
yapılacaktır?110
Bazı mantıkçı pozitivistler hariç -ki onlara göre dini önermeler üzerinde
konuşmak
anlamsızdır.
Çünkü
bu
tip
önermelerin
doğrulanabilmeleri
veya
yanlışlanabilmeleri mümkün değildir. Bunun için dini kaynaklı önermeler mantık
sınırlarının dışındadırlar. Böyle olmalarından dolayı bir anlam ifade etmezler- birçok
ilahiyatçı ve filozof bu hususla ilgilenme ihtiyacı hissetmiştir.111 Hatta ağırlıklı olarak bir
kelam kitabı olmamasına rağmen Gazzali İhya’sında konuya değinmekten kendini
alamamıştır.112
109
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 59.
Topaloğlu, Bekir, Allah’ın Varlığı (İsbât-ı Vâcib), s. 126.
Aydın, Mehmet, Din Felsefesi, DEÜİF. Yayınları, İzmir, 2002, s. 19.
112
Gazzâlî, Ebu Hamid (v. 505/1111), İhyâu’ Ulûmi’d-Din, (Trc. Abdullah Aydın), Ayfa Basın, I-IV,
İstanbul, I, 297.
110
111
69
İsbat-ı vacible ilgili mütekaddim dönemlerde işlenmiş önermeler zaman
içerisinde farklı ilim erbabınca geliştirilmiş ve daha sistematik hale getirilmişlerdir. Bu
yöntemler, sadece bir dinin, medeniyetin, ilmin erbabına münhasır kalmamış bilakis çok
çeşitli düşünce müntesipleri tarafından kullanılmıştır.113
İsbat-ı vacible ilgili hususi birçok kitap yazılmıştır.114 Bu kitaplarda konunun tarihi
arka planı analiz edilmiştir. Özellikle bu sahada yazılmış çağdaş eserlerde günümüzde
konunun almış olduğu mahiyet de göz önünde bulundurularak içerik daha da
zenginleştirilmiş ve güncelleştirilmiştir. İlk dönem kelam problemlerinde olmayan ama
günümüzde güncel kelam problemleri arasında yer alan yeni akımlara (Ateizm,
Materyalizm, Panteizm, Deizm, Determinizm, Sekülerizm, Darvinizm, RasyonalizmPozitivizm)115 karşı da bu eserlerde yeni perspektifler geliştirilmeye çalışılmıştır.116
İsbat-ı vacib alanında akli ve nakli delillerden istifade edilmiştir.
A. ALLAH’IN VARLIĞININ İSPATINDA KULLANILAN NAKLİ
DELİLLER
Allah’ın varlığının isbatı ile ilgili ilk ve en önemli kaynak Kur’an’dır. Allah’ın
varlığının Kur’an’daki isbatıyla ilgili birçok ayet vardır. Kur’an’da konu serdedilirken
Yahudi, Hıristiyan ve putperestlerin Tanrı anlayışları muhatap alınmıştır. Kur’an’ın konu
ile ilgili ayetleri bize başta Allah’ın varlığını isbat etmektedir. Kelamda kullanılan soyut
akli ameliyeler ve mantiki önermeler yerine Kur’an direkt insanın sağduyusuna ve
vicdanına hitap ederek muhalif düşüncedeki insanlara susturucu ve ikna edici cevaplar
113
Topaloğlu, Bekir, “Allah”, DİA., TDV. Yayınları, İstanbul, 1989, II, 475 .
Bunlara örnek olarak şu kitapları sayabiliriz: Kasım b. İbrahim er-Ressî’nin ed-Delîlü'1-Kebîr’i; İbnü'lVezîr'in el-Burhânü'l-Kâtı’ fî İsbâti’s-Sâni', Molla Câmîî'nin ed Dürretü'l-Fâhire, Devvânî'nin Risâle fî
İsbâti’l-Vâcib ve er-Risâletü'1-Cedîde fî İsbâti'l-Vâcib; Molla Sadra'nın Risale fî İsbâti'l-Bârî Te'âlâ ve
Sıfâtihi'l-Hüsnâ, Kemalpaşazâde'nin Risale fî Tahkiki Vücûbi'l-Vâcib, Halîl b. Ali es-Sofyevî'nin Vücûhu
Berâhîni İsbâti'l-Vâcib ve't-Tevhîd, Filibeli Ahmed Hilmi'nin Allah'ı İnkâr Mümkün müdür?; Mehmet
Şemsettin'in Felsefe-i Ûlâ: İsbât-ı Vâcib ve Ruh Nazariyeleri, Abdülazîz b. Abdurrahman Câballah'ın edDelîlü's-Sâdık alâ Vücûdi'l-Hâlik ve Butlâni Mezhebi'1-Felâsife ve Münkiri'l-Havârik; Bekir Topaloğlu,
Allah’ın Varlığı (İsbât-ı Vâcib); Kâsimî, Muhammed Cemaluddin, Delâilu’t-Tevhîd; Çubukçu, İbrahim
Agah, İslam Felsefesinde Allah’ın Varlığının Delilleri… Bkz. Özervarlı, M. Sait, “İsbât-ı Vâcib”, DİA.,
İstanbul, 2000, XXII, 497.
115
Çelebi, İlyas, “Kelam İlminin Yeniden İnşâsında İlke ve İçerik”, Kelamıın İşlevselliği ve Günümüz Kelam
Problemleri, DEÜİF. Yayınları, İzmir, 2007, s. 93.
116
Bkz. Topaloğlu, Aydın, Ateizm ve Eleştirisi, DİB. Yayınları, Ankara, 2004.
114
70
vermektedir.117 Bu ayetlerde genellikle insanın önüne yaşamış olduğu, hayatını geçirdiği,
tarihi tecrübelerine şahit olduğu, günlük yaşamda birebir muhatap olduğu şeyler
konulmaktadır. Bu deliller vahye muhatap olan herkesin rahatlıkla kavrayabilecekleri
düzey ve sadeliktedir.118
Kur’an’ın isbat-ı vacible ilgili ayetlerini kategorize edecek olursak karşımıza
yedi grup ayet çıkmaktadır:
1. İnsanın yaratılması ve insana verilmiş nimetler,
2. Hayvanların yaratılması ve insanın hizmetine verilmesi,
3. Kainattaki düzen ve ahenk ve bunun insanoğlunun yaşamına uygun halde
yaratılması,
4. Su, ateş ve bunların insanlığın terakkisindeki etkinliği,
5. Uzay hayatı, zaman ve bunlardaki mucizevî nizam,
6. İnsanın emrine verilmiş binekler, yiyecekler, denizler,
7. Nihayetinde gururundan sıyrılabilen insanın fıtratındaki istidat eğiliminde
Allah’a yönelmesi…119
Kur’an, Allah’ın varlığını hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak şekilde izah
etmektedir.120 Normal bir tabiata sahip olan insanlar bu ayetlerle muhatap oldukları zaman
Allah’ın varlığını ikrar etmek zorunda kalıyorlar.121 Bu gerçeklik birçok tarafından ifade
edilmektedir.122
Ayetlerde mevzu bahis olan hususlar bir realitedir. Nakli deliller göz önüne
alındığında Allah’ın varlığı konusunda düşünce fakültelerinde herhangi bir versiyonuyla
şüphe veya belirsizlik içinde olan muhalifler direkt olarak muhatap alınmışlardır. Allah,
Kur’an ve elçisi diliyle onları inkar ettiklerini kabule zorlamıştır. Takip edilen bu metot
117
Topaloğlu, Bekir, Allah’ın Varlığı (İsbât-ı Vâcib), s. 21.
Bkz. Mu’minûn, 84/ 90; Fatır, 35/ 3, 27; Murselât, 77/ 20, 27; Nebe, 78/6-16; Bakara, 2/164; Nuh, 71/1518; Vakıa, 56/58-73 vb. ayetler... Bkz. Topaloğlu, Bekir, Allah’ın Varlığı (İsbât-ı Vâcib), s. 25-26.
119
Topaloğlu, Bekir, Allah’ın Varlığı (İsbât-ı Vâcib), s. 23-24; Bkz. Bolay, Süleyman Hayri, Kur’an’da
İman, TDV. Yayınları, Ankara, 2000, s. 38-40.
120
Gazzâlî, İhyâu Ulûmi’d-Din, I, 294.
121
Gazzâlî, İhyâu Ulûmi’d-Din, I, 296.
122
Mu’minûn, 84/ 90; Fatır, 35/ 3, 27; Murselât, 77/ 20, 27; Nebe, 6-16; Bakara, 2/164; Nuh, 15-18; Vakıa,
56/ 58-73.
118
71
sayesinde muarızların ileri sürebilecekleri başka bir argümanlarının kalmadığı görülür.123
Yine Allah, peygamberlerin diliyle de çarpık tanrı tasavvurlarına cevap vermiştir.
Peygamberlerin o durumları bizim için Allah’ın varlığına götüren delillerdendir.124
İsbat-ı vacib konusundaki en güzel örnek Hz. İbrahim’dir. Hz. İbrahim’in
metodu hakkında bir fikir vermesi açısından şu ayetleri örnek olarak gösterebiliriz: “Allah
kendisine mülk verdi diye İbrahim ile Rabbi hakkında tartışanı görmedin mi? İbrahim:
«Rabbim, dirilten ve öldürendir» demişti. «Ben de diriltir ve öldürürüm» dedi; İbrahim,
«Şüphesiz Allah güneşi doğudan getiriyor, sen de batıdan getirsene» dedi. İnkar eden
şaşırıp kaldı. Allah zulmeden kimseleri doğru yola eriştirmez.”125 Babertî ayetlerde geçen
Hz. İbrahim’in metodunu dört bölümde incelemiştir.126 Ayetin kapsamından ve tarihi
bilgilerden anladığımız odur ki Hz. İbrahim ile tartışan kişi, Allah’ın varlığını kabul etme
bir yana kendisi rablık taslayan bir kişidir. Ayetlerden de anlaşıldığı gibi Hz. İbrahim’in
tartıştığı kişi Allah’ın tasarruf yetkisinin kendisinde bulunduğunu vehmetmektedir. Böyle
birinin Hz. İbrahim tarafından getirilen ve son derece hayret uyandıran ifadelerle
susturulduğu görülmektedir. Aslında Hz. İbrahim bir bakıma Allah’ın varlığının isbatı
konusunda son derece kesin delillere sahip olan ve bu delilleri en iyi şekilde kullanan
birisidir. Hz. İbrahim’in kavminin putları ile olan mücadelede de izlemiş olduğu yöntemin
ne kadar ikna edici olduğu ortadadır. Bu tarz ikna edici ifadeleri başka peygamberlerin de
kullandıklarına şahit olmaktayız. Onlardan biri de Yusuf (a.s)’dır. Zindanda iken
arkadaşlarının rüyalarını tevil etmeden önce söylemiş olduğu hususlar aslında insanı
sükûtî bir kabule götürmektedir.127
Mâtürîdî’nin Allah’ın varlığının isbatı ile ilgili başvurduğu ilk kaynak
Kur’an’dır. Ancak haber yöntemiyle Allah’ın varlığının isbatı Mâtürîdî’de ciddi bir yer
tutmamaktadır.
128
Mâtürîdî’nin istidlalde bulunduğu ayetlerden bazıları şunlardır: “İşte
123
Enbiya, 21/ 63-64. Bkz. Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 25.
Saffât, 37/ 88-96.
125
Bakara, 2/258.
126
Bâbertî, Ekmeleddîn Muhammed b. Muhammed (v. 786/1384), Şerhu Akideti Ehli’s-Sünne, (Thk. Arif
Aytekin), 1989, s. 32.
127
Yusuf, 12/39.
128
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 25.
124
72
sizin Rabbiniz Allah. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O, her şeyin yaratıcısıdır.”129 “De
ki: “Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?” “Allah’tır” de. De ki: “O'nu bırakıp da kendilerine
(bile) bir faydası ve zararı olmayan dostlar (mabutlar) mı edindiniz?” De ki: “Kör ile
gören bir olur mu? Ya da karanlıklarla aydınlık bir olur mu? Yoksa Allah’a, O’nun
yarattığı gibi yaratan ortaklar buldular da bu yaratma ile Allah’ın yaratması onlara göre
birbirine mi benzedi?” De ki: “Her şeyin yaratıcısı Allah’tır. O, birdir, mutlak hâkimiyet
sahibidir.”130 Mâtürîdî bunlar dışında aynı manaya gelen bazı ayetleri daha delil olarak
getirmiştir. Ancak Mâtürîdî’nin esas önem verdiği isbat-ı vacib delilleri akla
dayanmaktadır.
B.
ALLAH’IN
VARLIĞININ
İSPATINDA
KULLANILAN
AKLİ
DELİLLER
Kelam ilminin gayesi dini esasları savunmaktır. Kelam ilmi için yapılan
tanımlarda bu özellik ön plana çıkmaktadır. Kelam ilminin savunduğu hususların başında
ise Allah’ın varlığı gelmektedir.131 Gerek İslam filozofları gerekse mütekellimler ve
gerekse diğer İslamî disiplinlerde söz sahibi olanlar bu hususa eğilmiş ve birbiriyle bazı
noktalarda benzerlik, bazı noktalarda ise farklılık gösteren deliller ortaya koymuşlardır.
İslam filozofları açısından olaya bakıldığında genelde:
1. Hudûs, 2. İmkan, 3. Gaye-nizam,4. İlk sebep, 5. Hareket ve 6. Ekmel varlık
gibi deliller kullanılmıştır.132
Her nekadar İslam dünyasına yabancı olsa da Batı düşüncesinde konuyla ilgili
yapılan çalışmalarda isbat-ı vacible ilgili bir merakın sözkonusu olduğu ve batı
düşünürlerinin de kendi sistemlerine özgü bazı deliller ortaya koyduklarını müşahede
etmekteyiz. Sadece bir bilgi olsun diye Batı felsefesinde isbat-ı vacib alanında kullanılmış
olan delillerin isimlerini zikretmekle iktifa edeceğiz. Batıda genel anlamda:
129
En’am, 6/102.
Rad, 13/16.
Îcî, Adudiddin el-Mevâkıf fi İlmi’l-Kelam, Alemu’l-Kütüb, Beyrut, trs., s. 7-8.
132
Gölcük, Şerafettin-Toprak, Süleyman, Kelam (Tarih-Ekoller-Problemler), s. 172.
130
131
73
1. Ontolojik, 2. Kozmolojik, 3. Ahlak, 4. Gaye-nizam gibi deliller
kullanılmıştır.133
İsbat-ı vacible ilgili olarak en fazla gayretin ve araştırmanın İslam kelamcıları
tarafından ortaya konulduğuna şahit olmaktayız. İslam kelamcıları:
1. Hudûs, 2. İmkan, 2. Gaye-nizam, 3. Kabul-i amme, 4. İlm-i evvel gibi
delilleri kullanmışlardır.134
Hz. Peygambere ilk inananların İslam’ı, İslam’ın ulûhiyet anlayışını kabul etmek
için akli muhakemelere, mantiki delillere ihtiyaçları yoktu. Çünkü bu dönemde
inananların niyetleri saftı. Ancak bu onların tamamen istidlali bir yetenekten mahrum
oldukları anlamına da gelmez.135
Bu dönemde yaşayan insanlar Kur’an’ın insanı düşüncelere sevk eden
ayetleriyle ve Hz. Peygamber’in kişisel karizmasıyla karşılaştıklarında önlerinde iki yol
vardı: Ya Hz. Peygamberi ve Kur’an’ı kabul edip onunla birlikte olmak veya ona cephe
alıp onun getirdiklerini reddetmektir. Mutlak anlamda insanların iradeleri kabul veya ret
şeklinde tezahür edince bu ameliyenin içinde düşünsel boyut yoktur denilemez. Ama bu
boyutta bile bir sadelik sözkonusuydu.136
Müslümanların bu şekildeki saf ve duru düşünce durumları fazla sürmedi.
Çünkü hızlı gelişen İslam toplumu kısa bir müddet içinde şehir devletinden sıyrılıp
onlarca farklı kültür, etnisite, din ve inancın barındığı bir imparatorluk halini aldı. Bu
tablo kendisiyle birlikte düşüncede de başkalaşımları getirdi. Toplumun bu şekilde
değişmesi kendisiyle beraber fikir dünyasının da değişmesi sonucunu doğurdu. Bu
dönemde İslam’ın hakimiyeti altında çeşitli ilim, fikir, felsefe ve hikmet merkezleri oluştu.
Bunların başında Basra, Bağdat, Kufe, Şam gibi açık bilim sahalarını zikretmek gerekir.137
Burada müslüman ilim adamları ile çok değişik fikirdeki bilim adamları arasında halka
açık düşünsel tartışmalar yapılıyordu. Ebu Hanife bu tartışmalarda çokça bulunan
133
Gölcük, Şerafettin-Toprak, Süleyman, Kelam (Tarih-Ekoller-Problemler), s. 175.
Gölcük, Şerafettin-Toprak, Süleyman, Kelam (Tarih-Ekoller-Problemler), s. 161.
135
Topaloğlu, Bekir, Kelam İlmi, s. 19-20; Allah’ın Varlığı (İsbât-ı Vâcib), DİB. Yayınları, Ankara, 2002, s.
32.
136
Muhammed Mühyiddin Abdulhamid, Makalatü’l-İslâmiyyîn Mükaddimesi, I, 8-9; Neşşâr, a.g.e., s. 27-28.
137
Watt, W. Montgomery, İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri, (Çev. Ethem Ruhi Fığlalı), Ankara, 1981, s.
229.
134
74
alimlerdendir. Ebu Hanife’nin sırf ilmi münazaralar için gençliğinde Basra’ya yirminin
üzerinde seferde bulunduğu rivayet edilmektedir. Gittiği ve katıldığı ilmi toplantılarda
birbirinden ayrı birçok farklı dini düşünceye sahip kişilerle münazaraya girişiyordu.
Ebu Hanife’nin tartıştığı fırkalardan biri de günümüzün Materyalist akımı
diyebileceğimiz Dehriyyûn mezhebidir. Bunlar Allah’ın varlığını inkar babında Ebu
Hanife ile tartışmışlardır. Ebu Hanife aklî istidlallerle onların görüşlerini iptal etmiştir.
Tartıştığı kimselere çevrelerinde şahit oldukları nesnelerden onların inkar edemiyecekleri
deliller getirmiştir.138 Ebu Hanife alemin hudûsundan Allah’ın varlığını isbata giden bir
yol izlemiştir.139 Ona göre, “Nasıl ki akıl, dalgalı ve fırtınalı bir deniz içinde yüklü bir
geminin kaptansız olarak, doğru seyretmesini muhal görürse, aynen bunun gibi çeşitli
halleri ve değişik durumları ile bu alemin, hikmetli iş yapan bir sanii, yaratanı, koruyanı
ve her şeyini bileni olmadan mevcudiyetini de imkansız görür. Yine akıl ana karnından en
güzel surette çıkan çocuğun, yıldızların ve tabiatın tesiri ile değil, belki yaratıcı ve hikmet
sahibi bir zatın takdiri ile meydana geldiğine hükmeder. Bu alem devamlı değişmektedir.
Değişim ise bir değiştiricinin olmasını gerektirir. Nasıl ki boş olan bir arsa üzerinde
yapılan muhkem bir bina, onun bir usta tarafından yapıldığına delalet ediyorsa, bu alemin
değişmesi de onu değiştiren, hükmünde galip bir değiştiricinin bulunduğuna delalet eder.
O da Allah’tır.”140 Ebu Hanife el-Fıkhü’l-Ekber’de alem içindeki değişimden çokça
istifade etmiş ve bu değişimden Allah’ın varlığına giden bir yol izlemiştir.141 Ancak
sonraki zamanlarda bu husus daha fazla hususi bir hal almış bunun için de İslam
kelamcıları farklı yollar izlemek durumunda kalmışlardır.
Ebu Hanife’nin bu metodu onun önemli takipçilerinden biri olan Mâtürîdî
tarafından da takip edilerek geliştirilmiştir. Mâtürîdî’de daha zengin bir deliller
138
Semerkandî, Şerhu’l-Fıkhi’l-Ekber, s. 43; Bkz. Humeyyis, Muhammed b. Abdurrahman, Usûlü’d-Dîn
inde’l-İmâm Ebî Hanîfe, Dâru’l-Sümeyî, Riyad, 1996, s. 222; Bkz. Ebu Zehra, Ebu Hanife, (Çev. Osman
Keskioğlu), DİB. Yayınları, Ankara, 2002, s. 100-101.
139
Semerkandî, Şerhu’l-Fıkhi’l-Ekber, s. 43.
140
Beyâzîzâde, Ahmed Efendi (v. 1098/1686), el-Usûlu’l-Münîfe li’l-İmâm Ebi Hanîfe, (Çev. İlyas Çelebi
Mütercim kitabı İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin İtikadî Görüşleri şeklinde tercüme etmiştir), MÜİFV.
Yayınları, İstanbul, 2000, s. 90.
141
Semerkandî, Şerhu’l-Fıkhi’l-Ekber, s. 43.
75
topluluğuna rastlamaktayız. Belkasım el-Gâlî aslında birçoğu tek bir delil altında
toplanabilecek olan şu delillerin Mâtürîdî tarafından kullanıldığını ifade etmektedir.
1. Değişim, 2. Canlı-cansız varlıklar, 3. Zıtlıklar ilkesi, 4. Cevher-a’râz, 5.
İlliyyet, 6. Hareket, 7. Alemin sonlu olması, 8. Alemde şerrin olması, 9. İnayet, 10. Gaye
ve nizam, 11. Yaratma, 12. İnsanın yaratılması gibi delillerden oluşmaktadır.142
Mâtürîdî’nin isbat-ı vacib konusunda en fazla önem verdiği delil alemin
sonradan yaratılması üzerine bina edilen hudûs delilidir.
1. Hudûs Delili Alem hakkında çeşitli görüşler vardır. Mâtürîdî bu görüşleri detaylı bir biçimde
incelemiş ve eleştirmiştir. Bazılarına göre müşahede edilen alem aynen kendisi gibi olan
başka bir alemin tezahürüdür. Burada fiziki alem ile metafizik alem arasında herhangi bir
fark yoktur. Fark olmadığından dolayı da kesintisiz bir süreçten söz edilebilir. Alemler
arasında mümaselet sözkonusu ise önceki alemin de bu alemin de sonradan meydana
geldiğinden bahsedilemez. Bunlara göre alem ezelidir.143 Durum böyle olunca alem için
bir zamansal başlangıçtan bahsetmek de zordur. Çünkü başlangıç diye belirleyeceğimiz
zaman aynı özelliklere sahip bir zamanın da varlığının göstergesidir.144
Bazı düşünürlere göre ise var olan alemin herhangi bir gerçekliği yoktur. Bizim
ona dair olan bilgilerimiz bir yanılgıdan ibarettir. Bunlara göre alemde herkese göre bir
bilgi vardır. Ancak herkesin üzerinde ittifak edebilecekleri bir bilgi yoktur. Bunlara
sofistaiye de denilir.145 “Sofistaiyeden bir kısmı, eşyanın hakikatini inkar edip, eşyanın
boş vehm ve hayal olduğunu iddia etmişlerdir. Bu görüşte olanlara İnadiyye denir. Bu
fırkadan olan başka bir gruba göre eşyanın subutu (varlığı) yoktur. Eşyanın hakikatinin
142
Belkasım el-Ğâlî, Ebu Mansûr el-Mâtürîdî Hayatuhu ve Arâuhu’l-Akîdiyye, Tunus, 1989, s. 102-123.
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 47.
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 47.
145
İbnu’l-Cevzî, Ebu’l-Ferec Abdurrahman b. Ali b. Muhammed (v. 597/1200), Telbîsu İblîs, Dâru’l-Fikr,
Beyrut, 2001, s. 38.
143
144
76
itikada (inanma şekline) bağlı olduğunu söylerler. Mesela; bir şeyin cevher olduğu itikad
edilirse, cevher; a’râz olduğuna itikad edilirse, a’râz; kadîm (başlangıcı olmayan) veya
hâdis (sonradan var olan) olduğuna itikad edilirse, hâdis veya kadîmdir derler. Bunlara da
İndiyye denir. Bir şeyin varlığını ve yokluğunu ikisini de inkar edip, şüpheci olanlara La
Edriyye denir.”146 Bu fikirlere müntesip insanlar varlığın ne zihni boyutunu ne de maddi
boyutunu kabul etmektedirler.
Mâtürîdî göre akıldan yoksun olan hayvanlar dahi kendilerince hayatlarında
faydalı olan, hayatlarını idame ettirmede kendilerine yol gösterecek olan hususları yapma,
yaşamlarını zora sokacak, kendilerine elem verecek hususlardan kaçma şeklinde bir tavır
takınırken; eşyanın hakikatı konusunda bu şekilde bir metoda sahip olanlara fiili bazı
cezalar verilmelidir. Darbeye maruz kalmış olan bu kişiler acı duyacaklardır. Bunun
neticesinde ise acı bilgisi hiçbir hakikatı kabul etmeyen bu kişilerce kabul edilmiş
olacaktır.147
Alemin realitesi konusunda şüphesi olanlara göre alem üzerine bina edilecek ve
alemi temele alacak bütün fikirlerin de gerçekliği olmayacaktır. Aleme bir gerçeklik
değeri atfeden, onu bilginin temeli olarak görenlere göre ise alemden yola çıkılarak bazı
gerçeklerden bahsedilebilir.
Hudûs delili de aleme dair böyle bir kabulden yola çıkılarak ortaya
konulmaktadır. Bu delil alemden yola çıkılarak Allah’ın varlığını isbat etmeye dayanır.148
Hudûs delili düşünürlerin kullanmış olduğu delillerden sadece bir tanesidir. Hudûs
delilinden bahsederken bir delilden ziyade birden fazla delilin iç içe yer aldığı deliller
topluluğu tabiri kullanılsa yerinde olur. Çünkü bu delilin alt başlıklarında alemin
hudûsundan, gaye ve nizamından, hareketinden, alemdeki değişimden hareketle Allah’ın
146
İbn Hazm (v. 456/1064), el-Usûl ve’l-Fur’u, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1984, s. 152-154; Altıntaş,
Ramazan,
“Kelamî
Epistemolojide
Aklın
Değeri”,
http://www.cumhuriyet.edu.tr/akademik/fak_ilahiyat/der52/04.htm.; Bkz. Vorlander, Karl, Felsefe Tarihi,
(Çev. Mehmet İzzet-Orhan Sadeddin, Günümüz Diline Aktaran, Yüksel Kanar), İz Yayıncılık, İstanbul,
2008, s. 81-87.
147
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 11.
148
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 27.
77
varlığı isbat edilmeye çalışılmıştır.149 Temeline alemi alan bütün deliller bir şekilde diğer
deliller ile ilintilidir. Bu yüzden deliller arasında hem mukaddimeler bazında hem de
tasavvur bazında bir parelellikten söz etmemiz gerekir.
Hudûs, kavram olarak sonradan meydana gelme, var olmayan bir şeyin oluşması
anlamına gelir.150 Akaid sahasında yazılmış olan eserlere, felsefe kitaplarına bakıldığında
bu delilin alimler tarafından ne kadar sık kullanılageldiği görülecektir. Hudûs delilinin
kullanımına göz atıldığında çok farklı branşlardaki alimler tarafından bu delilin isbat-ı
vacib sahasında kullanılmış olduğu müşahede edilecektir. Gerek kelamcılar ve gerekse
filozoflar bu delilden istifade etmişlerdir.151
İslam düşünce tarihinde bu delilin ilk kez kimin tarafından kullanıldığı
konusunda tam bir netlik sözkonusu değildir. Çünkü Mu’tezile ile Ehl-i Sünnet
kelamcıları bu konuda aynı düşünmemektedirler.152 Hatta delilin sadece İslam
düşüncesindeki tartışma boyutuna bir de felsefe tarihinde ilkin kimin tarafından
kullanıldığı sorusunu da eklediğimizde tartışmanın boyutunu biraz daha genişletmiş
oluruz. Zira Grek felsefesinde hudûs delili ile ilgili bilgiler mevcuttur.153
Hudûs delili, İslam düşünce tarihinde ilk defa Cehm b. Safvan (v. 128/) 745) ve
Ca’d b. Dirhem (v. 118/736) tarafından kullanıldığı ifade edilmektedir.154 Cehm’in
kullandığı bu metot daha sonraları Ebu’l-Hüzeyl el-Allâf (v. 235/849), İbrahim enNazzâm (v. 231/845) gibi Mu’tezilî alimler tarafından kullanılmıştır.155 Bu metot
Mu’tezilî alimlerden yüzyıl sonra vefat eden Sünnî kelamcı Mâtürîdî tarafından da
kullanılmıştır.
149
Aydın, Mehmet, a.g.e., s. 41.
Zebîdî, a.g.e., V, 206.
151
Bağdâdi, Ebu’l-Hayr Hasan b. Sivar, “Alemin Hudûsuna İlişkin Yahya en-Nahvî İle Kelamcıların
Delilleri’nin Karşılaştırılması”, (Çev. Cemalettin Erdemci), Kelam Araştırmaları, 2:2 (2004), s. 156.
152
Seyyid, Muhammed Salih Muhammed, el-Madhal ilâ İlmi’l-Kelam, s. 300.
153
Kılavuz, Ulvi Murat, Kelamda Kozmolojik Delil, İz Yayıncılık, İstanbul, 2009, s. 30.
154
Topaloğlu, Bekir, “Hudûs” DİA., TDV. Yayınları, İstanbul, 1998, XVIII, 304-305.
155
Hayyât, Ebu’l-Hüseyn (v. 300/912), Kitabü’l-İntisâr ve’r-Reddü ala İbni’r-Râvendî el-Mülhid,
Mektebetü’d-Dâri’l-Arabiyye li’l-Kitab, Beyrut, 1993, s. 45-46; Bağdâdi, Ebu’l-Hayr Hasan b. Sivar,
“a.g.m.”, Kelam Araştırmaları, 2:2 (2004), s. 155-156.
150
78
Ancak şunu belirtmek gerekir ki Ebu Hanife’nin eserlerine bakıldığında onun da
alemden ve onun içindeki değişim ve hallerden yola çıkarak Allah’ın varlığını isbat
etmeye çalıştığını müşahede edebiliyoruz.156
Hudûs delili varlığın sonradanlığı düşüncesi üzerine dayanır. Bu delil için zahir
olan ve olmayan, varlığını tasavvur ettiğimiz veya edemediğimiz alemin sonradanlığının
isbat edilmesi veya kabul edilmesi gerekir. Bu kabul edilmediği zaman delilin temeline
şüphe girmiş olur. Her ne kadar insanlığın düşünce mirasında alemin ezeliliği ile ilgili
farklı düşünce ve tasavvurlar var olmuşsa da157 ortaya konulan akli ve mantiki delillerle
alemin sonradan meydana geldiği ve bu olgunun da bir süreç içinde devam ettiği isbat
edilmiştir.158
Varlıklar kategorize edilirken genelde ikili bir tasnife gidilmiştir. Varlığı
kendisinden olan, varlığını hiçbir şeye borçlu olmayan varlık ile varlığını devam ettirmede
başka şeylere muhtaç olan varlık... Varlığı kendinden olana Vacibu’l-Vücûd denilir. Bu
varlığın yokluğu tasavvur edilemez. Ancak mümkinu’l-vücûd olan varlığın varlığı ile
yokluğu biribirinden farksızdır. Vacibu’l-Vücûd olan tek varlık Allah’tır. Allah dışında
var olan her şey mümkin birer varlıktır.159 Bu yüzden varoluşun olabilmesi için iç
dinamiklerden değil de harici bir müessire mutlaka ihtiyaç duyulur.
Hudûs deliline bakıldığında onun şu mukaddimelerden oluştuğu görülecektir.
1. Alem bütün parçalarıyla hadistir
2. Her hadis olanın bir mühdise ihtiyacı vardır.
3. O halde bu alemin de bir muhdisi vardır. O da Allah’tır.160
Hudûs delilinin mukaddimelerinin dayandığı temel, alemdir. Alem ise Allah
dışında bütün varlıklara verilen genel addır. Yerler, gökler, duyular ve duyu ötesi bütün
varlıklar bu kavramın içinde yer almaktadır. Kainatın alem olarak isimlendirilme sebebi
bağlamında bazı görüşler mevcuttur. Bunlardan birine göre alem yaratıcısının varlığına,
156
Semerkandî, Şerhu’l-Fıkhi’l-Ekber, s. 43.
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 51-57.
158
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 27, 51.
159
Râzî, Fahrettin, Kelam’a Giriş (el-Muhassal), (Çev. Hüseyin Atay), TCKB. Yayınları, Ankara, 2002, s.
147.
160
Pezdevî, Ebu’l-Yusr Muhammed (v. 493/1099), Ehl-i Sünnet Akaidî, (Çev. Şerafettin Gölcük), Kayıhan
Yayınları, İstanbul, 1988, s. 20, 26.
157
79
birliğine ve hikmet sahibi olduğuna işaret anlamına gelsin diye bu şekilde
isimlendirilmiştir.161
Mâtürîdî hudûs delili kapsamında yine kaynağı aleme dayanan birçok delil
kullanmıştır.
aa. Cevher-A’râz Delili
Mâtürîdî hudûs delili kapsamında alem üzerinde dururken alemi oluşturan
unsurların analizinden yola çıkarak alemin sonradanlığını ispata çalışmıştır. Alemde
tecrübe sahamıza giren bütün varlıkların yapılarına bakıldığında onların cevher ve
a’râzlardan müteşekkil olduğu görülmektedir.
Cevherin tanımı konusunda birbirinden farklı tarifler sözkonusudur. Bazılarına
göre; Cevher, yer kaplayan şeydir. Başka bir tarife göre ise cevher, tek başına var olan
şeydir.162 Bir başka tarife göre ise bir yer kaplamadan varolan şeydir.163 Cevherin cisim
olduğunu ileri sürenler vardır. Bu fikirde olanların cevhere bu şekilde bakmaları yaptıkları
tariften dolayıdır. Onlara göre cevher, yer kaplayan şeydir. Cismin en önemli özelliği ise
yer kaplamasıdır. Ancak felsefeciler cevherin yer kaplayan bir şey olarak tanımlanmasına
karşı çıkıyorlar. Zira onlara göre akıl, heyula, nefs gibi şeyler bu durumda bu tanıma
girmez. Bazı kelamcılar; cevheri, cisim ve cevher-i ferd diye ikiye ayırırlar. Cevher-i ferd
parçalanmayan cüz diye tanımlanır. Çünkü cevher-i ferd maddenin sahip olduğu üç
özellikten de halidir.164
A’razın tanımını yapanlar cevherin tanımına göre bir kanaat ifade ederler.
Genelde yaygın olan tanım; a’râz kendi kendine var olması mümkün olmayan, var olması
için başka bir unsura ihtiyaç duyan şey demektir.165 Alemin cisim, cevher ve a’râz olmak
161
Nesefî, Tabsiratü’l-Edille, I, 62; Râzi, Fahreddin (v. 606/1210), el-Erbain fi Usûliddîn, I, 19.
Zâğûnî, Ebu’l-Hasen b. Ali (v. 527/1133), el-İzâh fi Usûliddîn, (Thk. İ’sâm es-Seyyid Mahmud),
Merkezü’l-Melik Faysal, Riyad, 2003, s. 187.
163
Medkûr, İbrahim, Mu’cemu Elfâzi’l-Kur’ani’l-Kerîm, Mecmeu’l-Lugati’l-Arabiyye, Mısır, 1989, s. 64.
164
Nesefî, Kitabü’t-Temhîd li Kavâidi’t-Tevhîd, (Thk. Ubeydullah Hasan Ahmed), Dâru’t-Tabaati’lMuhammediyye, Kahire, 1986, s. 123-124; Zâğûnî, a.g.e., s. 187; Abdulhâdî el-Fadlî, Hulâsetü İlmi’lKelam, Beyrut, 1993, s. 34-36; Karadaş, Cağfer, “Atomcu Düşünceler Ve Kelam Atomculuğu” Kelam
Araştırmaları Dergisi, 2:1 (2004), s. 70.
165
Abdulhâdî el-Fadlî, a.g.e., s. 34-36.
162
80
üzere üç kısımdan oluştuğunu söyleyen alimler de vardır. Ancak Mâtürîdî, alemin iki
cüzden oluştuğunu ifade etmektedir. Onlar da a’râz ve a’yândır. Mâtürîdî cevher yerine
a’yan kavramını tercih etmektedir.166
Şunu ifade edelim ki hudûs delili kapsamında kelamcılar tarafından en çok
başvurulan cevahir metodudur. Bunun temeli, alemi oluşturan en küçük birimler olan
cevher ve a’râzların sonradanlığının isbatı üzerine dayanır. Bunların sonradanlığı isbat
edilince onların terkibinden müteşekkil olan maddenin de sonradan oluştuğu isbat edilmiş
olur. Cevherlerin sonradanlığını ise haber, duyu organları ve akıl ortaya koymaktadır.167
Mâtürîdî cevherlerin yaratılmışlığı ile ilgili olarak şunları söylemektedir: Allah
dışında hiçbir varlık kendisinin ezeli olduğunu iddia edemez. Çünkü böyle bir iddiada
bulunan kişi en başta çevresi tarafından yalanlanacaktır. Zira onu tanıyan herkes onun bir
başlangıcının yani doğumunun olduğunu söyleyecektir. Böyle bir insan en basitinden bir
anne ve babadan dünyaya gelmiştir. Yani varlığı için bir müsebbibe ihtiyaç
duymaktadır.168 Yine bu kişi yaşamı boyunca değişik evrelerden geçmektedir. Bu
evrelerin hiçbirini kendi iradesi ile gerçekleştirememektedir.169
Mâtürîdî cevherlerin yaratılmış olduğuna dair getirmiş olduğu diğer delil ise
duyu organlarımızdır. Beş duyu organımızla elde ettiğimiz malumatla biz Allah dışındaki
her şeyin sonradan yaratılmış oduğunu müşahede ediyoruz.170 Bunun için eşyaya
bakıldığında onların yapı itibariyle varlıklarını devam ettirmede başka şeylere muhtaç
oldukları görülür. Mâtürîdî cevherlerin sonradanlığı üzerinde dururken onların
yapılarındaki muhtaçlık özelliklerinden yola çıkmıştır.
166
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 25; Nesefî, Tabsiratü’l-Edille, I, 62.
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 25; Nureddin es-Sâbûnî (v. 580/1184), el-Bidâye mine’l-Kifâye fi’l-Hidâye fi
Usûliddin, (Thk. Fethullah Huleyf), Dâru’l-Mearif, Mısır, 1969, s. 29-30; Işık, Kemal, a.g.e., s. 67-68.
168
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 25.
169
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 25.
170
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 25-26.
167
81
bb. İhtiyaç Delili
Ebu Mansûr el-Mâtürîdî cevherlerin yaratılmış olduklarına dair getirmiş olduğu
diğer bir delil de cevherlerin tamamının var olmalarında başka unsurlara ihtiyaç
duymalarıdır. Mümkin varlıklar bilinen ve bilinmeyen yönleri itibariyle ihtiyaç içinde var
olmuşlardır.171 Bu, varlığı yokluktan var edenin kâinata koymuş olduğu temel kanundur.
Başka bir varlığa muhtaç olmama özelliği sadece Allah’a mahsustur. Maddeyi oluşturan
yapı taşları olmazsa maddenin varlığından bahsedilmesi mümkün değildir. Alemin her
unsuru atomlardan oluşmuştur. Atomlar olmadan maddenin meydana gelişinden
bahsedilemez. Atomları da oluşturan başka unsurlar vardır. Bu halkayı uzatabiliriz. İslam
kelamcıları maddenin özünü cevherlere indirgemişlerdir. Cevherlerin sonradan meydana
geldiğinin isbat edilmesi ile varlığın sonradanlığı ispatlanmış olacak. Arazların sonradan
meydana geldikleri apaçıktır. Çünkü a’râzların kendi başlarına var olmaları düşünülemez.
Cevherler de a’râzların varlık sahasına çıkmaları için gerekli olan unsurlardır.
Bu
durumda hem cevher hem de a’râzlar kendi başlarına meydana gelemezler. Burada dikkat
edilmesi gereken husus eşyanın bizzat kaim olamamasıdır. Var olmak ve varlığını devam
ettirmek için harici bir dayanağa ihtiyaç duyulmaktadır. Başka bir şeye ihtiyaç duyan bir
varlık ise kadîm olamaz. Muhtaçlık hususu cevherlerin ve a’râzların yaratılmışlığını isbat
eder.172
Mâtürîdî’ye göre cevher olsun a’râz olsun farketmez bütün alem kendi
mebdeinden habersizdir. Kendi geçmişini bilmeyenin kadîm varlık olması tahayyül
edilebilir mi? Madde: Nasıl meydana geldiğine? Meydana gelirken geçirmiş olduğu
evrelerin neler olduğuna? vb. sorulara cevap veremez. Bunun yanında varlık aleminde en
mükemmel donanıma sahip olan insan dahi kendisinden ayrılıp kopan parçalarına engel
olamamakta, hayatın her devresinde geçirmiş olduğu süreçlerin hiçbirine müdahale
edememektedir. İster istemez hayat için konulan bütün aşamalardan geçmek zorunda
kalmaktadır. O zaman kişinin istememesine rağmen bir takım değişim ve dönüşümlere
171
172
Muhammed, 47/38.
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 25; Nesefî, Tabsiratü’l-Edille, I, 89.
82
mahal olması onun hudûsiyetini ortaya koymaktadır.173 O halde Allah dışında bütün
varlıkların mevcudiyeti ancak kendi dışındaki bir varlıkla mümkün olabilmektedir.
Mâtürîdî’ye göre “tabiat canlı ve cansız olarak iki kısımdır. Ondaki her canlı
kendi başlangıcını bilemediği gibi güç ve yetkinlik bulduğu dönemde bile benzerini icat
etmek ve bünyesinden bozulan kısımları düzeltmekten acizdir. Böylece onun başkası
sayesinde varlık kazandığı ortaya çıkmış olur.”174
Cevherlerin yapılarına bakıldığında ise “Alemdeki her bir aynın taşıyabileceği
a’râzlardan ayrı kalması imkansızdır. Ayna gelen a’râzların ise kendisi olmaksızın varlık
kazanmaları ve varlıklarını sürdürmeleri sözkonusu değildir. Bu durumda ayn ile
a’râzlardan her birinin diğerine muhtaç bulunduğu anlaşılmaktadır. Şu halde alemin,
sayesinde varlık kazanıp mevcudiyetini sürdüreceği başka bir faktöre muhtaç iken, kendi
kendine var olmasının temelsizliği ortaya çıkmış bulunmaktadır.”175
İhtiyacın kendisi zaten varlığın yetkinliğini ortadan kaldırır. Anlattıklarımızı şu
şekilde mukaddimelendirebiliriz:
1. Alemde görülen her şey ihtiyaç içindedir.
2. İhtiyaç içinde olma hadis olmanın bir belirtisidir.
3. O halde alemin yaratıcısı hiçbir şeye ihtiyacı olmayan bir varlıktır. O da
Allah’tır.
cc. Zıtlık Delili
Mâtürîdî, cevherlerin hadis olduklarına dair getirdiği ikinci delil ise hiçbir
cevherin zıtlıklardan uzak olmamasıdır. Alemdeki her şey zıttıyla kaimdir. Eşyanın tabiatı
173
174
175
Bkz. Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 34.
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 34.
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 34, 42.
83
ister bağımsız olsun ister bağımlı olsun zıtlıklarla doludur. Zıt olan şeylerin bir arada
bulunmaları, yakınlaşmaları, uzaklaşmaları otomotik bir hadise olamaz. Kainattaki bu
zıtlıklar harici bir güce delalet etmektedir. Normalde zıt olan nesne ve varlıkların haliyle
birbirini itmeleri gerekirken kainatta zıt olan birçok varlık yanyana bulunabilmektedir. Bu
da bize zıt kutupluların kendi istekleri ile değil de harici bir müessir vasıtasıyla cem
olunduklarını göstermektedir.176
Mâtürîdî, kainattaki zıtlıkların bir arada bulunması gerçeğine değinirken şu ayeti
delil getirmektedir: “O sizin için yeşil ağaçtan ateş yaratandır. Şimdi siz ondan yakıp
duruyorsunuz.”177 Ayette yeşil olan ağaç ile onun tam zıttı bir madde olan ateşin yanyana
bulunduğu ifade edilmektedir. Yeşil ağacın kaynağı sudur. Su ise ateşi sündürmeye yarar.
Ateş ise odunu yakar. Ancak bütün bu zıt şeyler bir arada bulunmaktadır. Bunları bir arada
tutmaya gücü yeten kimdir? Normal hallerde birbirinden tamamen uzak duran bu unsurları
bir arada tutan Allah, un ufak olduktan sonra insanları diriltmeye de kadir.178
Mâtürîdî tabiattaki zıtlıkların tabiatın hudûsuna işaret ettğini şu mantıki
önermelerle ispat etmeye çalışmaktadır. Ona göre tabiat şu alternatiflerden uzak değildir.
a) Ya sahip olduğu özelliklerle (kirli-temiz, güzel çirkin, fazla-eksik) kainat kadîm olur.
Oysa hem duyu ve hem de aklımızla bu özelliklerin sonradan yaratılmış olduğunu
görüyoruz. Yani her bakımdan tabiattaki bu özellikler sonradan yaratılmıştır. b) Ya da
kainat bu özellikleri taşımayan bir umdeden icat edilmiş bu özellikler ise ona sonradan
sirayet etmiştir. Bu durumda da alemin sonradan meydana gelmiş olduğu ortaya çıkar. 179
Sünnetullah gereği birbirine tabiatları itibariyle ters olan unsurlar bir arada
bulunmaktadırlar. Bu sayede insanlar için istifade edilebilir nimetler ortaya çıkmaktadır.
Su, bu nimetlerin başında gelmektedir. Çünkü suyun oluşumu da zıt olan unsurların
birleşmesiyla olmaktadır. O halde varlıkların oluşması için bir arada bulunan zıt unsurlar
istekleri ile değil harici bir müessir ile cem’ olmaktadırlar. O harici müessir de Allah’tır.
176
Mâtürîdî, Tevilâtu’l-Kur’an, I, 345-346; V, 190.
Yasin, 36/80.
Mâtürîdî, Tevilâtu’l-Kur’an, IV, 215.
179
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 28.
177
178
84
dd. Değişim Delili
Mâtürîdî’ye göre tabiata bakıldığında iyi ile kötünün, çirkin ile güzelin, acı ile
tatlının, gece ile gündüzün bulunması ve bunların birbirini takip etmesi bir varoluşun ve
yokoluşun belirtisidir. Her yerde bir değişim hüküm sürmektedir. Allah, kainattaki bu
değişimin kendi ayetlerinden olduğunu belirtmektedir.180
Gece her yeri kapladığında gündüzden bir eser kalmaz, gündüz vakti ise geceden
bir belirti kalmaz. Gece ve gündüzün dönüşümü yaratıldıkları dönemden beri
süregelmektedir.181 Gece ile gündüzün böyle bir sınırda bulunması bunların tesadüf eseri
olmadığını ortaya koymaktadır. Gece ile gündüzün bu durumu var olma ve yok olmanın
belirtisidir. Yokluktan sonra varlık ve varlıktan sonra yokluk ise sonradan meydana
gelmenin belirtisidir.182
Kainat müşahede edildiği zaman onda sürekli birbirini takip eden bir değişim
sürecinin olduğu görülecektir.183 Bâbertî değişim metoduyla ilgili şunları söylemektedir:
Farklı mevsimlerin meydana gelişi, doğuş ve yok oluş, gök gürültüsü, şimşeklerin çakması
ve bulutların meydana gelmesi hep bir değişimin ifadesidir.184 Bu sürecin kendi başına
devam etmesi düşünülemez. Şöyleki eğer alem kendi kendine vücût bulmuş olsaydı onda
herhangi bir değişimin olmaması gerekirdi. Yine alem harici bir varlık tarafından
yaratılmamış olsaydı o zaman alemde her şeyin en güzelinin mevcut olması gerekirdi.
Oysa ki böyle bir durum söz konusu değildir. Tüm bunlar evrenin kendi dışında bir varlık
tarafından yaratıldığını ortaya koymaktadır.185
Bâbertî, kainattaki değişimi şu şekilde formülize etmiştir. Alemde bir değişimin
olduğu görülmektedir. Her değişen ise hadistir. Her hadis de mutlaka kendini yaratan
180
Bakara, 2/164; Al-i İmran, 3/190; Rum, 30/22.
Bakara, 2/ 164.
182
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 26; Işık, Kemal, a.g.e., s. 72; Belkasım el-Ğâlî, a.g.e., s. 106.
183
Mâtürîdî, Te’vîlâtü Ehli’s-Sünne, (Thk. Fatıma Yusuf el-Haymî), I-V, Müessesetü’r-Risâle, Beyrut, 2004,
I, 114.
184
Bâbertî, a.g.e., s. 31.
185
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 34; Nesefî, Tabsiratü’l-Edille, I, 106.
181
85
kadîm bir varlığı ihtiyaç duymaktadır. Eğer hadis varlıkların kaynağı, kadîm bir varlığa
dayandırılmazsa bu durum devir ve teselsüle sebep olur ki bu iki durum da muhaldir.186
Değişime maruz kalmak sonradanlık belirtisidir. Sonradan yaratılmış olan
varlıkların tamamında değişim yaşanmaktadır. Birçok kabiliyete sahip olan insan bile
doğar, büyür, güçlenir, gücü zirveye ulaşır, durağanlaşır ve zayıflamaya yüz tutar. Bu
durum diğer varlıklar için de söz konusudur. Öyleyse değişen her varlık sonradan
yaratılmıştır. Yaratılmış varlıkların diğer bir özelliği ise hareket ve sükûndur.
ee. Hareket ve Sükûn Delili
Gerek cevherlerin ve gerekse alemin sonradan meydana gelmesi ile ilgi Mâtürîdî
tarafından ileri sürülen delillerden biri de cisimlerde var olan hareket ve sükûn
özelliğidir.187 Ona göre cisimlere bakıldığı zaman onların mutlaka ya hareket ya da sükûn
halinde bulundukları müşahade edilir. Bu iki halin bir nesnede aynı anda hüküm sürmesi
düşünülemez. O halde cisim için zaman, hareket ve sükûnun toplamından ibarettir. Yarım
kavramı ile nitelenebilecek her şey sonludur.
Hareket
Sükûn
Zaman
Hareket ve sükûn ezelde beraber bulunamayacağına göre bu iki halden birinin
mutlaka sonradan yaratılmış olması gerekir. Birinin hadis olduğu tespit edilince diğerinin
de sonradan oluştuğu ortaya çıkmış olur. Hareket ve sükûnün ezelde bulunamayacağını
186
187
Bâbertî, a.g.e., s. 31; Belkasım el-Ğâlî, a.g.e.,s. 102.
Işık, Kemal, a.g.e., s. 69.
86
isbat eden Mâtürîdî’ye göre hareket ve sükûnün yaratılmışlığı, onlar olmadan olamayan
cismin de sonradan yaratılmış olduğunu gösterir.188
Varoluş ve yok oluşun bir sebebinin olması gerektiği zaruridir. Ancak evrendeki
yaratılış ve yokoluşun hadis varlıklara bağlanması aklı sonu gelmez yaratıcı zincirler
bulmaya sevkedecektir. Bu mahluk zincirin de mutlaka bir noktada sona ermesi ve varlığı
bir sebebe bağlı olmayan bir Yaratıcı’da son bulması gerekir. O yaratıcı da Allah’tır.
ff. Sebeb-İllet Delili
Kainatta her şey kendisini ortaya koyan bir varlığa işaret etmektedir. Bu yüzden
hiçbir harici güce ihtiyaç kalmadan bir şeyin oluşması mümkün değildir. Her şey önceden
belirlenmiş kanunlar çerçevesinde cereyan etmektedir. Hiçbir şey, müsebbibsiz meydana
gelemez.
Kainatın ihtişamı bir Bani-i Mutlak’ın varlığına delil teşkil etmektedir. Yazı
tesadüf eseri olarak oluşmaz. Yazıda bulunan ahengin hiçbir kalem ve katip olmadan
uygun manalar topluluğu haline geldiği nasıl iddia edilebilir? Mektup üzerine yazılmış bir
şiir kendisini kalemle oraya yazan bir katibin varlığına delalet etmektedir. Bir bina için
tuğlaların herhangi bir kuvvet olmaksızın topraktan yoğrulup balçık yapıldığı, sonra
fırınlarda belli bir sıcaklıkta pişirildiği, sonra kendiliğinden sırayla dizilip arsaya
getirildiği ve uygun şekilde üst üste dizildiği ve binanın bu şekliyle oluşmuş olduğu ifade
edilse hiç kimsenin buna inanmayacağı bellidir.189
Alemdeki kevn ve fesadın kaynağının kadir-i mutlak olan Allah’a bağlı olduğu
ile ilgili Ebu Hanife tarafından birçok örnek verilmiştir. Ebu Hanife, alemin bir yaratıcısı
olduğunu inkar eden ve kainatın kendi başına hareket ettiğine inanan Dehriyye’ye mensup
biriyle tartışmış ve ona şu örneği vermiştir: Dalgalı bir denizde yüklü bir gemi kaptansız
188
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 26; Nesefî, Kitabü’t-Temhîd li Kavâidi’t-Tevhîd, s. 125-127; Tabsiratü’lEdille, I, 89-92; Bkz. Zevâhirî, Muhammed el-Hüseyin, et-Tahkîku’t-Tam fi İlmi’l-Kelâm, Matbaatu’lHicâzî, Kahire, 1939, s. 44.
189
Bkz. Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 31.
87
olarak kendi kendine yol almaktadır. Bu yolda gemi hiçbir sorunla karşılaşmamış ve
nihayetinde varmak istediği hedefe varmıştır. Böyle bir şey mümkün mü değil mi? Dehri,
bir geminin kaptansız olarak hedefine şaşmadan varmasının mümkünsüzlüğünü kabul
etmek zorunda kalmıştır. Ebu Hanife bunun üzerine gemiye nazaren çok daha büyük olan
bu kainatın harici bir müessir olmadan bir başına hareket etmesinin de muhal olduğunu
Dehriyye’ye mensup olana kabul ettirmiştir.190
Nasıl ki kainata göre çok daha basit olan bir geminin bu şekilde kaptansız,
pusulasız, dalgalı bir denizde alabora olmadan seyri mümkün gözükmüyorsa; içinde
sayısız, hesapsız ve hacimsiz alemleri, gök cisimlerini, güneş sistemlerini, yıldızları,
galaksileri vs. barındıran kainatın hiçbir kaosa sebebiyet vermeden kendi kendine
seyretmesi nasıl düşünülebilir. Elbette ki akl-ı selim sahibi hiç kimse böyle gayr-i mantiki
bir iddiayı öne süremez.
2. Gaye-Nizam Delili
Mâtürîdî tarafından isbat-ı vacib bağlamında getirilen diğer bir delil ise gayenizam delilidir. Ona göre “Tabiatta gözlenebilen her şeyde mutlaka akıllara hayret veren
bir hikmet ve yaratıcısına sanatkarane bir işaret bulunmaktadır. Düşünürler bunun iç
yüzünü anlamaktan ve yapısının düzenini açıklamaktan aciz kalmaktadırlar. Her bir
düşünür, sahip olduğu bunca hikmet ve bilgiye rağmen bunun mahiyetine akıl
erdiremediğinin farkındadır. Bu ve benzeri zaruretler kainata ait fevkaledeliklerin mucit ve
yaratıcısının hikmetini delillendirmektedir.”191
Kainatın yaratılmasının anlamsız olduğu düşünülemez. Çünkü böyle bir iddia
insanı Allah’ın fiillerinin hikmetsizliği düşüncesine götürür. Oysa Allah, Kur’an’da
mümin kulların özelliklerinden bahsederken onların yerlerin ve göklerin yaratılışına
bakarak “Allah’ım sen bunları boşuna yaratmadın”192 dediklerini ifade etmektedir.
190
191
192
Humeyyis, Usûlü’d-Dîn inde’l-İmâm Ebî Hanîfe, s. 222
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 35.
Al-i İmran, 3/191.
88
Mâtürîdî de Al-i İmran sûresi 191. ayeti tefsir ederken yaratılmış olan bu kainatın Allah’ın
vahdaniyetine ve rübûbiyetine delil teşkil ettiğini söylemektedir.193 Mâtürîdî başka ayetleri
de Allah’ın vahdaniyetine delil olarak getirmiştir.
194
Onlardan biri de Yunus süresi 5.
ayettir. “Güneşi ışıklı ve ayı nurlu yapan; yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için, aya
konak yerleri düzenleyen O'dur. Allah bunları ancak gerçeğe göre yaratmıştır; bilen
millete ayetleri uzun uzadıya açıklıyor.” Kainatın yaratılmasının Allah’ın varlığına delil
teşkil ettiğine dair Kur’an’da birçok ayet vardır.195
Gaye-nizam delili şu mukaddimelerden oluşmaktadır:
1. Alemde varlıklarına muttali olduğumuz her şeyde bir düzen görmekteyiz.
2. Alemde görülen bu düzenin belli bir amacı vardır. O da yaşamı yaşanabilir
kılmaktır. Yani düzen gayesiz değildir.
3. Alemde görülen bu düzenin kendi kendine ve tesadüf eseri oluşması
düşünülemez.
4. O halde aleme bu düzeni veren ilim, kudret, hikmet sahibi bir varlığa ihtiyaç
vardır. O da Allah’tır.196
Diğer kelami delillere göre gaye-nizam delilinin anlaşılması çok daha kolaydır.
Delilin üzerine bina edildiği mukaddimeler genelde herkesin rahatlıkla kabul
edebilecekleri hususlara dayanmakatdır. Gaye-nizam delili, çoğunlukla insanın günlük
yaşamında gördükleri, duyu organlarıyla kavradıkları çevreye dikkat çekmektedir. Dikkat
çekilen bu çevrede akıl sahibi hiç kimsenin reddedemeyeceği bir düzen göze
çarpmaktadır. Kur’an herkesin anlayabileceği, inkar edemeyeceği bu realiteyi defalarca
193
Mâtürîdî, Te’vîlâtü Ehli’s-Sünne, (Thk. Fatıma Yusuf el-Haymî), Müessesetü’r-Risâle, I-V, Beyrut, 2004,
I, 346.
Mâtürîdî, Te’vîlâtü Ehli’s-Sünne, II, 465.
195
Al-i İmran, 3/190-191; Rad, 13/34; Ğaşiye, 88/14-20.
196
Aydın, Mehmet, a.g.e., s. 62-63.
194
89
farklı farklı yerlerde insanların önüne koyup insanları Allah’ın varlığını ve birliğini kabule
davet etmektedir.
3. Kabul-i Âmme (Genel Kabul) Delili
İnanmak insanın sahip olduğu karakteristik özelliklerinden bir tanesidir. İnsan
bu özellik üzerine doğar, yaşar ve ölür. Tetkik edildiği zaman bütün toplumlarda farklı
şekillerde de olsa mutlaka bir inancın varlığına rastlanılabilir.197
Semâvî bir Yüce Tanrıya inanç, ilkel toplumlarda oldukça yaygındır. Öyle ki,
Viyana Etnografik Ekolü ve özellikle de bu mektebin önde gelen ismi olan W. Schmidt,
bu vakıaya dayanarak insanlık tarihi içerisinde menşei bir monoteizmin varlığını bilimsel
olarak isbata çalışmıştır.198 Dinin menşei tek Tanrılı mı yoksa çok Tanrılı mı konusu farklı
kesimler tarafından tartışılmıştır. Farklı kültürel ve dini altyapılara sahip olan
araştırmacılar konu ile ilgili farklı sonuçlara ulaşmışlardır.199 Ancak kimi toplumlarda
güçlü kimilerinde ise zayıf olmakla birlikte tek Tanrı anlayışının izi her toplumda göze
çarpmaktadır. Bu gerçek Kur’an tarafından da teyit edilmektedir. “Dağlar gibi dalgalar
insanları kuşattığı zaman, dini tamamen Allah'a has kılarak O'na yalvarırlar; onları
karaya çıkararak kurtardığında, içlerinden bir kısmı doğru yolda kalır. Zaten ayetlerimizi
bilerek ancak hain nankörler inkar eder.”200
İsbat-ı vacib konusunda Mâtürîdî’nin başvurduğu delillerden biri de kabul-i
âmme delilidir. Mâtürîdî’ye göre, Allah’ın varlığının içten kabullenilmesi ayette de ifade
edildiği gibi zorunlu olarak vuku bulmaktadır. Yani Allah’ın varlığını normal zamanlarda
kabul etmeyen veya etmek istemeyenler, gördükleri ve şahit oldukları manzaralar
197
Mâtürîdî, Kitâbu’t-Tevhîd, s. 31
Günay, Ünver-Güngör, Harun, Türk Din Tarihi, Laçin Yayınları, İstanbul, 1998, s. 33.
Bkz. Eliade, Mircae, Dinin Anlamı ve Sosyal Fonksiyonu, (Çev. Mehmet Aydın), Din Bilimleri Yayınları,
Konya, 1995, s. 47-61.
200
Lokman, 31/32.
198
199
90
karşısında Allah’ın varlığını kabul etmek zorunda kalıyor ve önceki dini inanışlarındaki
yanlışlıklardan da uzaklaşıyorlar.201
İnsanın inanabilir bir varlık kabiliyeti üzerine doğması aslında onun doğasına
kodlanmış bir şeydir. İnsanlar bir varlığa inanma paydasında müttefik; ancak inanılan
varlığın doğası noktasında ise farklılık arz etmektedirler. Bunun için Tahâvî akaide dair
risalesinde “Allah’ın Ademîn kendisinden ve zürriyetinden almış olduğu ant haktır”
202
ifadesini kullanarak bireyin genlerindeki bu istidada vurgu yapmak istemiştir.
III. ALLAH’IN BİLİNMESİ
Marifetullah’tan maksat Allah’ın varlığının zorunlu olduğu, Allah’ın selbi ve
subutî sıfatlarının var olduğunun kabul edilmesidir. Marifetullah’tan kasıt Allah’ın zatının
hakikatine ve künhüne vakıf olmak değildir.203
Mâtürîdî, marifetullah konusundaki görüşlerini takdim etmeden önce bu
konudaki düşüncelere değinmektedir. Müşebbihe: Rab cisimdir. Çünkü duyular ile elde
edilen bilgi ancak cisme ait olan bilgidir. Cehm b. Safvan ise: İnsan bir zaman yok iken
sonradan var edildiğini, bir şeyin, cisim, işiten ve gören olduğunu anladığında kendini
yaratan için böyle bir şeyin düşünülmeyeceğinin şuuruna varır. Seneviyye’ye mensup
birine göre, kişi, iyi ile kötülük tanrısını ve bunların kendi özünde olduğunu anladığı
zaman marifete ulaşmış olur. Yahudiler ise rabbi birkaç cüzün bileşimi olarak kabul
etmişlerdir. Bu yüzden onlara göre marifete dair olan bilgi cisme ait olan bilgidir. 204
201
202
203
Mâtürîdî, Tevilâtu’l-Kur’an, IV, 79.
Tahâvî, el-Akîdetü’t-Tahâviyye, s. 16.
Bahçıvan, Seyit, Şeyhü’l-İslam İbn Kemâl Başa ve Arâühü’l-İ’tikâdiyye, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut,
1426, s. 181; İbn Kemâl Paşâ, Şemsuddîn Ahmed b. Süleyman (v. 940/1534), “Risale fi’l-İhtilâf beyne’lEşâire ve’l-Mâtüridiyye”, Hamsu Resâil fi’l-Fırak ve’l-Mezâhib, (Thk. Seyit Bahçıvan), Dâru’s-Selâm,
Kahire, 2005, s. 69; Beyâzîzâde, Ahmed Efendi (v. 1098/1686), İşârâtü’l-Merâm min İbârâti’l-İmâm,(Thk.
Muhammed Zâhid el-Kevserî), Dâru’l-Kitâbi’l-İslâmî, İstanbul, 1949; 75, 100, 102.
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 159.
204
91
Tasavvuf ve tarikat ehli marifetullahın insanda ortaya çıkabilmesi için bazı
hususların yerine getirilmesi gerekir. Bu hususların başında da kişinin bir takım nefsi
terbiyelerden geçmesi şarttır. Kişi bu eğitimden sonra cismani kirlerin ağırlığından
kurtularak saf bir nefse ve ruha sahip olur. Bu durumda olan kişide ise marifettullah
güneşi doğmuş olur. Ehl-i tarike mensup olanlardan bir kısmına göre ise marifetullah
ancak insanda ilham ile hasıl olabilir.205
İslam’ın ilk dönemlerinde marifetullah konusunda kayda değer bir tartışmaya
rastlamak mümkün değildir. İslam’ın konuyla ilgili sunduğu hususlar tam bir imanla kabul
edilmekteydi. Ancak sağlam bir iman ve ihlasa rağmen ashabın aklına marifetullah ile
ilgili yine de bazı sorular geliyordu.206 Bu sorulara karşılık Hz. Peygamber, ashabın
kalbinde oluşabilecek şüphe ve tereddütlerin önüne geçmek için sözleriyle ve
davranışlarıyla onlara rehberlik etmiştir. Hz. Peygamber, ashabına: “Allah’ın zatı
hakkında düşünmeyin. Düşünecekseniz Allah’ın yaratmış olduğu varlıklar üzerinde
tefekkür ediniz.”207 diyerek Allah’ın zatı ile ilgili düşünmenin faydasızlığına dikkat
çekmiştir. Ebu Hüreyre’den rivayet edilen bir hadiste ise Hz. Peygamber şöyle
buyurmuştur: “İnsanlar, aralarında Allah’ın zatı üzerinde: Bunları Allah yaratmıştır. Ya
Allah’ı kim yaratmıştır? şeklinde sorular soracaklar. Kim bu ifadelerden birini duyarsa
Allah’a iman ettim desin.”208
Hz. Peygamber, marifetullah konusunda tabilerine kalpten inanmayı tavsiye
etmektedir. Çünkü bu hususta düşünme sonucunda bir faydanın meydana gelebilmesi
şüphelidir. Hz. Peyamberin amacı da şüphelerden uzak bir toplum meydana getirmektir.
Bunun için ilk dönem müminleri Allah’ın zatı yerine Allah’ın yaratmış olduğu varlıklar
205
İbn Rüşd, Mahammed b. Ahmed b. Muhammed (v. 595/1198), el-Keşf ani’l-Menâhici’l-Edille fî Akaidi’lMille, Merkezu Dırasâti’l-Vahdeti’l-Arabiyye, Beyrut, 1998, s. 117; Bâbertî, a.g.e., s. 41; Bkz. Taftazânî,
Ebu’l-Vefâ el-Ğüneymî, İlmül-Kelam ve Ba’du Müşkilâtih, Dâru’s-Sakâfe, Kahire, trs., s. 98.
206
Müslim, İman, 209.
207
Suyûtî, Celalüddin Abdurrahman (v. 911/1505), Camiu’l-Ehâdis, (Thk. Abbas Ahmed Sakr-Ahmed
Abdulcevvad), I-XXI, Beyrut, 1414, IV, 114.
208
Müttakî, Alauddin Ali b. Hüsamüddin (v. 975/1567), Kenzu’l-Ummâl fi Süneni’l-Akvâl ve Efâl, (Thk.
Bekri Heyyânî-Safve es-Saka), Müessesetu’r-Risâle, I-XVI, Beyrut, 1981, I, 245.
92
üzerinde tefekkür ederek hayatlarına pratik bazı katkılar sağlamaya çalışmışlardır.209
Çünkü bir yanda bütün noksan sıfatlardan münezzeh, hiç kimsenin görmediği, hayal ve
tasavvur edemediği Allah’ın zatı yer alırken öbür tarafta düşünme kabiliyeti mahdut bir
akıl bulunmaktadır. Bu aklın müteal bir yaratıcıyı düşünmesi, O’nun zatını idrak etmesi
mümkün değildir.
Tahâvî’ye göre ise, “hiçbir vehm ve fehm Allah’ı kavrayamaz ve O’na
ulaşamaz.”210 Bu cümlede geçen fehm ve vehm karamları üzerinde durmak gerekir. Vehm,
tahmin, zan, hayal gibi anlamlara gelir.211 Yine bu kavram, vehm etme, yanılma, kalbin
meyletmesi, düşünme gibi değişik anlamlara gelir. Töhmetin de bu kökten geldiği
unutulmamalıdır.212 Fehm ise akletme, anlama, tanıma213 anlamlarına gelir. Bâbertî’ye
göre ise vehm cüziyyâtı; fehm ise külliyyâtı anlamaya yarayan kabiliyyettir.214 O halde
Allah’ın zatı hakkında hiçbir şekilde zanda, tahminde ve akıl yürütmede bulunulamaz.
O’nun zatı mukaddestir. Dil ile herhangi bir biçimde tasvir edilemez. Biz ancak Allah’ı
Kur’an’da ve sahih hadislerde belirtilen sıfatlarından, fiillerinden tanıyabiliriz.215 Bir şeyin
akılla kavranabilmesi için onun belli sınırlar içinde olması, belli bir şekilde yer alması,
nihayetinin ve bidayetinin olması gerekir. Ama Allah tüm bu noksan şeylerden
münezzehtir.216
Tahâvî’nin bu cümlesinden birçok İslam fırkasına reddiye de görebiliriz. Bu
cümle Mücessime, Mu’tezile ve bazı tasavvufi anlayışlara bir cevap niteliği taşımaktadır.
Zira Mücessime görülmeyen, işitilmeyen, aşkın olan Allah’a cisim atfederek O’nu zihnin
sınır ve kalıpları içine sokmaya çalışmıştır. Muattıla ise Allah’ın kendi nefsi için zikrettiği
vasıfları farklı şekilde tevil ettiğinden dolayı Tahâvî tarafından eleştirilmiştir.
209
Lâlekâî, a.g.e., II, 580.
Tahâvî, el-Akîdetü’t-Tahâviyye, s. 8.
211
İbn Manzûr, Muhammed b. Mükrim (v. 711/1311), Lisânü’l-Arab, Dâru’l-Meârif, (Thk. Abdullah Ali elKebir, Muhammed Ahmed, Hâşim Muhammed eş-Şâzilî), I-VI, Kahire, 1401, VI, 4933 - 4934.
212
İbn Manzûr, a.g.e., VI, 4933 - 4934.
213
İbn Manzûr, a.g.e., V, 3481.
214
Bâbertî, a.g.e., s. 41.
215
Bâbertî, a.g.e., s. 97.
216
Bâbertî, a.g.e., s. 41.
210
93
Marifetullah konusunda şöyle bir ifade üzerinde de durulması gerekir. “Allah ile
igili zihnine her ne geliyorsa Allah ondan farklıdır.” Allah’la ilgili olarak insanın zihnine
ve hatırına gelen şeyler üç kategoride tasnif edilebilir. Berâk’a göre: Bunlar ya caiz olan,
ya caiz olmayan veya caiz olup olmadığı bilinmeyen şeylerdir. Allah ile ilgili insanın
zihninde oluşan ve O’nun hakkında kullanılması caiz olmayan şeylerin Allah’ın zatı için
kullanılması doğru ve caiz değildir. Allah hakkında kullanılıp kullanılmayacağı şüpheli
olan şeyler konusunda ise ihtiyatlı davranmak gerekir. Allah’ın zatı ile ilgili insanın aklına
gelip de caiz olan şeylerin kullanılmasında ise bir sakınca yoktur.217
Direkt Allah’ın zatı üzerinde salt akıl eksenli yapılan akıl yürütmeler ve zihni
faaliyetler genelde Allah’ın zatıyla pek mütenasip olmayan bazı sonuçlar doğurmuştur.218
O halde Allah’ın zatı ile ilgili fikri ameliyelerde sadece akıl değil nassın da ışığından
istifade edilmelidir. Çünkü metafizik saha salt aklın hareket alanı değildir. Akıl
bağlantılardan yola çıkarak bilgiler üretmeye çalışır. Metafizik ile ilgili tecrübe sahasına
girebilecek fazla bir şey yoktur. Böyle bir yol ve yöntem yerine kutsal kitapları ve
peygamberlerin gösterdikleri yolu takip etmek aklı ve zihni selamete erdirir.219
Nassın ışığıyla birlikte olaylar, sebepler ve sonuçlar arasında önemli bağlantılar
kurmaya yarayan akıl, Allah’ın zatı yerine O’nun her bir isminin ve sıfatının tecellisi olan
mahlukatın yaratılmışlığına baktığında Allah’ın azametini ve benzersizliğini kavrar. İslam
düşüncesinde önemli bir geleneğe atıfta bulunan “kendi nefsini tanıyan rabbini tanımış
olur”220 ifadesi aslında bize marifetullah konusunda bir yöntem ortaya koymaktadır.221
Zira akl-ı selim sahibi olan bir insan günümüzde tıp ilminin verilerini de göz önüne alarak
sahip olduğu özellikler üzerinde düşündüğü zaman ne kadar büyük yeteneklere sahip
olduğunu anlayacaktır. Bu sistemin işleyişinin ihtişamı karşısında her işi hikmete mebni
217
Berâk, Abdurrahman b. Nasır, Şerhü’l-Akîdeti’t-Tahâviyye, Dâru’t-Tedmüriyye, Riyad, 2008, s. 45-46.
Ebu’l-Hayr, Muhammed Eyyüb Ali, Akidetu’l-İslam ve’l-İmâm el-Mâtürîdî, el-Müessesetu’l-İslamiyye,
Dakka, 1983, s. 359.
219
Bâbertî, a.g.e.,s. 97.
220
Rivayetle ilgili bkz. Zerkeşî, Bedrüddin Ebu Abdillah Muhammed b. Abdillah (v. 794/1391), el-Leâliu’lMensûre fi’l-Ehâdisi’l-Meşhûre, (Thk. Mustafa Abdulkadir Ata), Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1986, s.
129.
221
Isferâiyinî, et-Tabsîr fi’d-Dîn, s. 162.
218
94
bir yaratıcının varlığı zorunlu olarak ortaya çıkmaktadır. Ancak sahip olduğu bu
muhteşem düzene rağmen insan birçok konuda da acziyet içerisindedir. Karşılaştığı maddi
ve manevi sorunlar karşısında insanın ne kadar aciz kaldığı ortadadır. Zaman içerisinde
geçirmiş olduğu yaşam evrelerinde başına gelen sıkıntılar karşısında anlıyoruz ki
kainattaki en akıllı varlık olan insan yüce bir kudretin ürünüdür. O kudretin kanunlarının
dışına hiç kimsenin çıkması mümkün değildir.222
Politeist ve pagan tanrı tasavvurları incelendiğinde genelde insan biçimci bir
tanrısal yapıdan bahsedilebilir. İnsanları irşatla vazifeli peygamberlerin tebliğlerinin
üzerinden uzun süre geçince insanlar görmedikleri, duymadıkları Allah’ı kendi zihinlerine
göre şekillendirme yoluna gitmişlerdir. Bu tasvirlerin şekli çok değişik olabilmektedir. Bu
durumda kabile, birey, fert ve belli bir coğrafyanın subjektif şuuruna göre tanrı
biçimlendirilmektedir. Aradan geçen zamanlarda ise nesiller tarafından bu tanrısal
anlayışa eklemelerde bulunulabilir. Tanrı anlayışının bu şekilde resimlenmesinin altında
yatan en önemli nedenlerden biri insanlarda var olan metafiziği biçimlendirme arzusudur.
Tanrı hakkındaki konuşmalarımızın O’nun yapısıyla ilgili olmadığı görülür. Bu
konuşmalar O’nun zatının kendisi, sıfatları değil, bunların yansımaları üzerinde olacaktır.
Çünkü Allah’ın zatını bir kenara bırakalım O’nun ilmi veya kudreti nedir? diye
sorulduğunda direkt O’nun ilminin kendisiyle ilgili bir fikrin yürütülemeyeceği
görülecektir. Bunun yerine ilmin müteallıkları üzerinde konuşmalar olacaktır.223 Tanrı
nedir? sorusunun karşılığı tanımlama kuralları çerçevesinde bulunamaz. Bunun yanında
Tanrı ne değildir? sorusuna da bazı olumsuzlama cevapları verilebilir. Ancak tüm bu
cevaplar Tanrının zatıyla ve O’nun ilintileriyle değil, bunların akisleriyle ilgili olacaktır.
Her bakımdan aşkın bir yaratıcı olan Allah’ın varlığının künhüne hiçbir mahluk varamaz.
224
222
223
224
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 159.
Râzî, Fahrettin, Kelam’a Giriş (el-Muhassal), s. 199-200.
Yeşilyurt, Temel, “Teolojik Söylemde Sembolik Öğelerin Yeri”, FÜİFD., 4 (1999), s. 46.
95
Allah’ın zatı üzerinde düşünme aklın sınırlarını aşan bir konudur. Ancak bu,
Allah’la ilgili hiçbir ifadede bulunulamaz anlamına gelmemektedir
Son olarak bu bölümde gerek Allah’ın varlığının isbat edilmesi, gerek isbat-ı
vacib ile ilgili deliller ve gerekse marifetullah konusunda Matûrîdî ağırlıklı bazı
incelemelerde bulunuldu. Konunun Mâtürîdî eksenli işlenmesi Mâtürîdî’de mevzu ile ilgili
çokça malzemenin bulunmasından dolayıdır. Ancak tezimizin diğer önemli örneği olan
Tahâvî’den de gerekli noktalarda istifade edilmeye çalışıldı. Ancak Tahâvî’ye fazla
vurgunun yapılmaması Tahâvî’nin hem özgün çizgisinden hem de itikatla ilgili başlıca
eseri olan el-Akîdetu’t-Tahâviyye adlı eserinde konuyla ilgili fazla malumatın
bulunmamasındandır. Akli istidlallere yer verilmemesi gerçeği Tahâvî’de olduğu gibi
onun şarihleri için de geçerlidir. Gerek İbn Ebi’l-İzz gerek Berrâk, gerekse Babertî gibi
şarihlerde isbat-ı vacib konusuyla ilgili malumatın ya hiç olmadığı ya da az olduğu
görülmektedir.
96
İKİNCİ BÖLÜM
ALLAH’IN SIFATLARI
I. DÜŞÜNCE TARİHİNDE SIFAT MESELESİ
Sıfat problemi sadece İslam düşüncesine özgü bir husus değildir. Bilakis İslam
öncesi din ve düşüncelerde de bu soruna rastlanmaktadır. Keyfiyeti farklılık arzetse de
Sabiiler, Yahudiler ve
Hıristiyanlar da aynı sorun etrafında bazı tartışmalarda
bulunmuşlardır.
Bu kısımda genel hatları ile sıfatlar konusundaki yaklaşımlara değinilecektir.
Ancak buna geçmeden önce sıfat meselesinin çıkışıyle ilgili birkaç şeyin söylenmesi
gerekir.
İlk müslümanların sıfat diye bir problemi yoktu. Zira onların bu konuda her
hangi bir şüpheleri mevcut değildi. Ashab, teşbihe düşmeden Allah’ın sıfatlarını kabul
etmiş ve yine ta’tile düşmeden Allah’ı tenzih etmişlerdir.1
Düşünce tarihinde genel hatları ile sıfatlar konusunda iki yaklaşım söz
konusudur. Birinci yaklaşım sıfatların nefyedilmesi veya tevil edilmesine kanaat getirenler
tarafından temsil edilmektedir. İkinci yaklaşım ise sıfatların kabul edilmesi gerektiğine
kail olanlar tarafından ortaya konmaktadır. Ancak detayda ne sıfatları kabul edenler ne de
kabul etmeyenler arasında herhangi bir fikir birliği söz konusu değildir.2 Sıfatlar
konusunda iki uç nokta görülmektedir. Bunlardan biri Mücessime/Müşebbihe diğeri ise
Muattıla’dır
1
Taftazânî, Ebu’l-Vefâ el-Ğüneymî, İlmül-Kelam ve Ba’du Müşkilâtih, Dâru’s-Sakâfe, Kahire, trs., s. 100101.
2
Zühdî Cârüllah, el-Mu’tezile, el-Ehliyye, Beyrut, 1974, s. 61.
97
A. Mücessime/Müşebbihe
Allah’ı cisim ve varlıklara benzeten3, Kurân-ı Kerim’deki müteşabih ayetleri
zahir (görünüşteki) manasına göre açıklayıp, Allah’ın el, yüz gibi organlarının olduğunu
iddia eden fırkadır. İslam mezhepleri içindeki bu mezhep genelde iki grupta mütalaa
edilmektedir. Birincisi, Allah’ın zatını insana benzetenlerdir. Bunlara Mücessime
denilmektedir. İkincisi ise, Allah’ın sıfatlarını insanların ve diğer yaratılmışların sıfatlarına
benzetenlerdir. Bunlara ise Müşebbihe denilmektedir.4
Mücessime’nin iddialarına göre; “Mabudları cisimdir, sonu ve sınırı vardır.
Uzunluk, genişlik ve derinlik sahibidir. O parlak bir ışıktır. Her tarafına ışık saçan
yuvarlak bir inci misali parlayan saf altın gibidir. Rengi, tadı, kokusu vardır. Rab, gidengelen bir cisimdir. Bazen hareket eder, bazen da hareketsiz durur. O, kendi karışıyla yedi
karıştır.”5
Allah’ı başka varlıklara benzeten, teşbîh ve tecsîm fikrini ilk defâ ortaya atan
Abdullah b. Sebe ile, hicrî birinci asrın sonunda ve ikinci asrın başlarında yaşayan Hişâm
b. Sâlim-el-Cevâlikî ve Hişâm bin el-Hakem (v. 195/810)’dir.6 İbn Sebe ile ilgili verilen
haberlerde onun Hz. Ali ile ilgili söyledikleri bize bu fikrin, ilk defa onun tarafından
ortaya atıldığını göstermektedir.
Her ne kadar insanları Allah’a Allah’ı da insanlara benzetme fikri Abdullah b.
Sebe ile başlamış olsa da bu fikirlerin bir mezhep olarak mütalaa edilmesi Cehm b. Safvan
(v. 128/746) ile başlamaktadır. Allah'ın sıfatlarının inkâr edilip ta’til fikri benimsendikten
sonra buna bir tepki olarak Allah'ı insanlara benzetme hareketi başlamıştır. Allah'ın zatını
3
Harputî, Abdullatif, Kelam Tarihi, Ankara Okulu, (Sad. ve Notlandıran: Muammer Esen), Ankara, 2005, s.
78.
4
İsferâyînî, Ebu’l-Muzaffer (v. 471/1078), et-Tabsîr fi’d-Dîn ve Temyîzü Fırkati’n-Nâciyyeti ani’l-Fıraki’lHâlikîn, (Thk. Kemâl Yusûf el-Hût), Alemü’l-Kütüb, Beyrut, 1983, s. 119.
5
Şehristânî, el-Milel ve’n-Nihal, I, 83-84; Hafenî, Abdulmün’im, Mevsûtatu’l-Fırak ve’l-Cemaat ve’lMezâhibi’l-İslamiyye, Dâru’r-Reşâd, Kahire, 1993, s. 340.
6
Bağdâdî, Abdulkahir (v. 429/1038), el-Fark beyne’l-Fırak, (Thk. Muhmmed Muhyiddîn Abdulhamîd), elMektebetu’l-Asriyye, Beyrut, 1990, s. 225.
98
insanlara benzetenler içinde, Şia'nın gulat fırkaları da yer almaktadır. Bunların yanında
Müşebbihe'nin daha birçok fırkası vardır.7
Hişâm b. el-Hakem, Mutezilî Ebu'l-Hüzeyl ile aralarında geçen bir tartışmada
Allah'ın cisim olup boyutlarının bulunduğunu, boyunun kendi karışıyla yedi karış
olduğunu iddia etmiştir. Hişam’ın söyledikleri fırak kitaplarında anlatıldığı gibi ise
anlatılan mabud, tamamen duyular dünyasınının sınırları içinde olan bir mabuddur.8
Kerrâmiyye fırkası da Mücessime’den sayılmıştır.9 Muhamed b. Kerram(v. 256/869) ve
onun mezhebinin müntesipleri de Hişam b. Hakem’e benzer görüşler ortaya koymuşlardır.
Abdulkahir el-Bağdâdî, Kerrâmiyye’nin mabudlarının arşa bitişik olduğu, sınırının
bulunduğu, cisim ve cevher olduğu, suretinin bulunduğu, arşa dokunduğu vs. birçok
görüşünden bahsetmektedir.10
İbn Şihab ez-Zührî (v. 124/742), Süfyan-ı Sevrî (v. 161/777) gibi Ehl-i Sünnet
alimleri, teşbih ve tecsim fikrini savunanlara cevap vermişler, müslümanları onlara
aldanmaktan sakındırmışlardır. Bu düşünce tarzı, hicrî üçüncü asır boyunca devâm etti.
Ahmed bin Hanbel ile Yahya bin Main (v. 234/847), İshak bin Raheveyh(v. 238/852) gibi
Ehl-i Sünnet alimleri Mücessime ve Müşebbihe’ye ait fikirleri reddedip bu mezhebin
müntesipleri ile mücadele etmişlerdir. Ahmed b. Hanbel (v. 241/855)’in11 ve İbn Kuteybe
(v. 276/889)’nin12 Cehmiyye’ye karşı kaleme aldıkları eserleri bulunmaktadır.
Tahâvî ise, Allah ile mahlukat arasında benzerlik olduğu gibi bir düşünceye
sahip olanları küfürle itham etmiştir. Ona göre ne zatta ne de sıfatta Allah ile hadis
varlıklar arasında herhangi bir benzerlik söz konusu değildir.13 Selef alimleri teşbihe
7
Şehristânî, a.g.e., I, 82-83; Sinanoğlu, Abdulhamit, “İslâm Düşüncesinde Benzetmeci Gurupların Allah
Tasavvurları”, ÇÜİFD., 5, sy. 1, Ocak-Haziran 2005, s. 68.
8
Bağdâdî, a.g.e., s. 65.
9
Nureddin es-Sâbûnî (v. 580/1184), el-Bidâye mine’l-Kifâye fi’l-Hidâye fi Usûliddin, (Thk. Fethullah
Huleyf), Dâru’l-Mearif, Mısır, 1969, s. 44.
10
Bağdâdî, a.g.e., s. 225.
11
Ahmed b. Hanbel (v. 241/855), er-Red ala’l-Cehmiyye ve’z-Zenâdika, (Thk. Sabri b. Selâme Şahîn),
Dâru’s-Sebât, Riyad, 1424.
12
İbn Kuteybe, Muhammed Abdullah b. Müslim (v. 276/889), el-İhtilâf fi’l-Lafz ve’r-Red ala’l-Cehmiyye
ve’z-Zenâdika, (Thk. Muhammed Zahid el-Kevserî), el-Mektebu’l-Ezheriyye li’t-Türâs, Mısır, 2001.
13
Tahâvî, el-Akîdetü’t-Tahâviyye, s. 13.
99
düşmemek için çok dikkatli davranmaya çalışmışlardır. Bunun için müteşabih ayetlerin
tevili ve tefsiri konusunda ihtiyatlı davranmışlardır.14
Bazı sebeplerden dolayı, bazı fırkalar diğerlerini Müşebbihe olmakla
şuçlamışlardır. Mesela, Mu’tezile, Ehl-i Sünnet mensuplarını ahirette Allah'ın görüleceğini
ifade etmeleri ve Allah'ın sıfatlarını kabul ettikleri gerekçesiyle Müşebbihe olmakla
suçlamışlardır. Onlara göre Allah'ın görüleceğini söylemek, aynı zamanda Allah'ın cisim
olduğunu, belli bir mekanda ve belli bir yönde olduğunu öne sürmekle eş anlamlıdır. Bu
sebeple de Allah'ın görüleceğini söyleyenler hem Müşebbihe ve hem de Mücessime’dirler.
15
Pezdevî’ye göre ise, Mücessime birçok fırkadan oluşur. Bunlar Ahmed b.
Hanbel’in, Muhammed b. Kerram’ın, Mukatil b. Süleyman(v. 150/767)’ın ve Hişam b. elHakem’in mensuplarıdır. Anlaşılan o ki Pezdevî’ye göre Ahmed b. Hanbel’in bazı
taraftarları bir kısım görüşlerindan dolayı tecsim fikrine sahiptirler.16
Yine Mu’tezile'nin etkisinde kalan bazı kelamcılar ve onlara tabi olanlar,
Allah'ın yukarıda olduğunu; arşın üzerine istivâ ettiğini kabul eden ve nüzûl ettiğini
söyleyenleri "teşbih" ile itham etmişlerdir. Bu meyanda Fahruddin er-Râzî de Kur’an'da
müteşabih ayetlerde Allah hakkında kullanılan yed, vech gibi haberî sıfatları te'vil
etmemenin kişiyi Mücessime mezhebine sürükleyeceğini söylemektedir17
Tecsim anlayışı sadece İslam düşüncesinde belli bir gruba özgü bir olgu değildir.
İslam öncesi dönemlerde de bu düşüncenin kalıntılarına rastlanılabilir. Mesela, bu babda
Yahudi ve Hıristiyanlar Mücessime’den sayılmışlardır. Yahudilerin ulûhiyet anlayışı
mevzuunda değinildiği gibi gerek Tevrat’ta ve gerekse Talmud’da Allah’a birçok
14
Şehristânî, a.g.e., I, 83.
Kermî, Meri’ b. Yusûf el-Makdisî (v. 1033/1624), Ekâvilu’s-Sikât, (Thk. Şuayb Arnavut), Müessesetu’rRisâle, Beyrut, 1406, s. 115.
16
Pezdevî, Ebu’l-Yusr Muhammed (v. 493/1099), Ehl-i Sünnet Akaidî, (Çev. Şerafettin Gölcük), Kayıhan
Yayınları, İstanbul, 1988, s 362.
17
Razi, Fahreddin, Esâsü’t-Takdis, (Ahmet Hicâzî), Mektebetü’l-Küliyyâti’l-Ezheriyye, Kahire, 1986, s.
101.
15
100
antropomorfist benzetmelerin yapıldığı görülecektir. Sadece bu konu ile ilgili bilimsel
araştırmalar yapılmış ve Ahdı Kadîm’ın birçok yerinde Allah’a insanların sahip oldukları
niteliklerin atfedilmiş olduğu görülmektedir.18 Hıristiyan inancında da mezhepler arasında
bir takım farklılıklar olmasına rağmen neredeyse tamamen insanımsı bir Tanrı figürü
çizilmektedir.19
Keyfiyetleri noktasında farklılık arzetse de temelde Allah’ın sıfatlarını bir
şekilde kabul etme paydasında birleşen müşebbihi düşünceyle ilgili yukarıdaki bilgilerden
sonra bu düşünceye tepki olarak doğmuş olan ve Allah’ın zatından bütün nitelemeleri
ta’til eden, işlevsiz gören ya da bir şekilde tevil eden görüşler yer almaktadır.
B. Muattıla
Allah’ın sıfatlarının işlevsizliği ile ilgili olarak İslam düşüncesinde ta’til kavramı
kullanılmıştır. Ta’til fikri altında birçok mezhepten bahsedilebilir. Bu görüşte olanlar
Muattıla olarak isimlendirilmişlerdir. Muattıla denilince akla gelenler Mu’tezile, İslam
filozofları, Cehmiyye gibi görüş sahipleridir. Mesela, Ehl-i Sünnet, Mu’tezile tarafından
sıfatları kabul ettiği gerekçesiyle nasıl ki Müşebbihe olarak isimlendirilmişse, sıfatları
Allah’tan nefyettiği veya tevil ettiği gerekçesiyle Ehl-i Sünnet de, Mu’tezile’yi Muattıla
olarak isimlendirmiştir.20
Muattıla’nın en karakteristik özelliklerinden biri Allah’tan sıfatları nefyetmektir
veya bu sıfatları tevil etmektir. Allah ile birlikte Ehl-i Sünnet mezhebinin ifade ettiği gibi
kadîm sıfatlar isbat ederlerse kadîm varlıkların çokluğuna sebep olacağından dolayı
Mu’tezile bu konuda olumsuz bir tavır takınmıştır. Cehmiyye de mezhep tarihçileri
tarafından Muattıla olarak isimlendirilmiştir. Çünkü sıfatların nefyedilmesi mütalaasına
İslam fikir havzasında ilk defa Cehm b. Safvan ile karşılaşıyoruz.21 Doğruluk derecesi
18
Bkz. Bâr, Muhammed Ali, Allah ve’l-Enbiyâ fi’t-Tevrât ve’l-Ahdi’l-Kadîm, ed-Dâru’ş-Şâmiyye, Beyrut,
1990.
Sakâ, Ahmed Hicâzî, Edilletu’l-Kitâbiyye ala Fesâdi’n-Nasrâniyye, Dâru’l-Fadîle, Kahire, 1990, s. 155.
20
Sinanoğlu, Mustafa, “Muattıla”, DİA., TDV. Yayınları, İstanbul, 2005, XXX, 330-331.
21
İsferâyînî, a.g.e., s. 107.
19
101
konusunda tereddütler olan bazı rivayetlere göre Cehm b. Safvan da bu görüşü, İslam dışı
akımlarla girdiği münazaralar sonucu edinmiştir.22 Bu münazaralardan birinde Cehm,
Sümeniyye fırkasından kimselerle görüşmüş, onların Allah hakkındaki sorularına muhatap
olmuştur. Rivayetlerde Cehm’in fikirsel dönüşümünün bu noktada başladığı ifade
edilmektedir.23
İslam filozofları da genelde Allah’ın zatından ayrı müstakil sıfatların kabul
edilmesi fikrine sıcak bakmamışlardır.24
Mücessime’nin Allah hakkında ortaya koyduğu antropomorfist anlayışa karşı
şiddetli tepki Muattıla tarafından ortaya konulmuştur. Muattıla’ya mensup olanlar,
Allah’ın tenzihi noktasında öyle aşırıya gitmişler ki Allah’ın Kur’an’da kendisi için isbat
etmiş olduğu belirgin sıfatları bile tecsimden sakınmak için tevil yoluna gitmişlerdir. Bu
fikre sahip olanların düşünce yapıları Allah’ın arşa istiva etmesi, Allah’a nispet edilen el,
yüz, göz, parmak gibi haberi sıfatların değerlendirilmesinde kendini apaçık ortaya
koymaktadır. Bu cümleden Muattıla’nın haberi sıfatlar dışındaki Allah’ın diğer sıfatlarını
kabul ettiği anlaşılmamalıdır.25
Sıfatların Allah’tan soyutlanması fikri Cehmiyye, Mu’tezile ve İslam
filozoflarıyla sınırlı kalmamıştır. Zaman içerisinde bazı Sünnî kelamcıların yöntemlerinde
de bu ihtiyatlı tavır kendini göstermiştir. Mesela Fahreddin er-Razî ayet ve hadislerde
Allah’a izafe edilen haberi sıfatlarla ilgili müstakil bir eser kaleme almış ve Allah’ın bu
meyandaki sıfatlarını tevil etmeye çalışmıştır.26
22
Lâlekâî, Ebu’l-Kasım Hibetüllah b. el-Hasen b. Mansûr (v. 418/1027), Şerhü Usûli İ’tikâdi Ehli’s-Sünne
ve’l-Cemaa, (Thk. Ahmed Sa’d Hemdânî), I-VIII, Dâru Tayyibe li’n-Neşr, Riyad, 1411, II, 421; Hafız b.
Ahmed Hükemî, Meâricu’l-Kabûl bi Şerhi Süllemi’l-Vusûl ila İlmi’l-Usûl, (Tkh. Ömer b. Mahmûd Ebu
Ömer), Dâru İbni’l-Kayyım, Demmâm, 1990, I, 370; Krş. Abdulaziz b. Muhammed el-Abdullatif, “Cehm b.
Safvân: Hakâik ve Ebâtil”, Makâlât fi’l-Mezâhib ve’l-Fırak, Dâru’l-Vatan li’n-Neşr, Riyad, 1413, s. 54-56.
23
Neşşâr, Ali Sâmî, İslam’da Felsefi Düşüncenin Doğuşu, (Çev. Osman Tunç), I-II, İnsan Yayınları,
İstanbul, 1999, II, 93-97.
24
Mustafa Galib, “el-Fârâbî”, Fi Sebili Mevsua Felsefiye, Dâru Mektebeti’l-Hilâl, Beyrut, 1998, s. 59-60.
25
Bkz. Hayyât, Ebu’l-Hüseyn (v. 300/912), Kitabü’l-İntisâr ve’r-Reddü ala İbni’r-Râvendî el-Mülhid,
Mektebetü’d-Dâri’l-Arabiyye li’l-Kitab, Beyrut, 1993, s. 78.
26
Razi, Esâsü’t-Takdis, s. 111.
102
Filhakika ta’til anlayışı sadece İslam düşüncesinde doğmuş bir olgu değildir.
İslam öncesi din ve fikirlerde de konu ile ilgili bazı kanaatlere rastlayabiliyoruz. Mesela,
Sabiîlerin fikirlerine değinen kitaplara bakıldığında onların bir çeşit ta’til görüşüne sahip
oldukları anlaşılmaktadır. Birûnî’nin aktardığına göre Harrân Sabiîleri bir çeşit
Mu’tezile’nin sahip oldukları görüşleri ortaya koymuşlardır. Bu din mensupları Allah’tan
bütün olumsuz sıfatları nefyederken olumlu vasıfları da O’nun zatına izafe etmişlerdir.
Örneğin Harran Sabiîlerine göre Allah’ın sınırı yoktur; Allah görülmez ve kimseye
zulmetmez. Sabiîlik anlayışına göre gerçek anlamda Allah sıfatlarla vasıflanamaz. Bunlara
göre alemlerin yönetilmesi ve idare edilmesi felekler ve diğer gök cisimleri tarafından
gerçekleştirilmektedir. Allah’tan kainatın idaresinin alınıp başka varlıkların denetimine
verilmesi, Allah’ı işlevsiz hale getirmektir. Ta’til anlayışının en bariz özelliği de budur.27
Mâtürîdî’ye göre Allah ile insanlar arasında ortak bazı isim ve sıfatların
kullanlıması bir zorunluluktan kaynaklanmaktadır. Zira, Allah’ın muhatapları insanlar
olduğu için kullanacağı dil de elbette insanların kullandıkları dil kalıpları olacaktır. Ancak
bu insani nedenlerden dolayı kaynaklanan zorunluluğun iki taraf arasında teşbih anlayışını
doğurmaması gerekir. 28
İslam düşüncesinde ta’til ile teşbih arasındaki ilişkiden sonra diğer bir grup ise
orta yolu bulmaya çalışmıştır. O da bütün alt kollarıyla birlikte Ehl-i Sünnet’tir. Selef
alimleri Allah’ın sıfatlarının varlığını kabul etmişlerdir. Zaten tevhid çeşitlerinden biri de
Allah’ın isim ve sıfatlarında bir olmasıdır. Bunun anlamı Kur’an ve sünnette Allah’ın zatı
için hangi sıfatlar tespit edilmişse onlara ve onların gerektirdiği her türlü şeye iman
etmektir. Allah’ın isim ve sıfatları tevkifidir. Bunun için O’na keyfi olarak sıfat ve isim
ihdas edilemez.29
27
Bîrûnî, Ebu Reyhan Muhammed b. Ahmed (v. 443/1050), Fî Tahkik ma li’l- Hind, Matbaatu Daireti’lMaarifi’l-Osmaniyye, Haydarabad, 1957, s. 94-95.
28
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 147.
29
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, (Thk. Bekir Topaloğlu-Muhammed Arûcî), İSAM Yayınları, Ankara, 2005, s.
119; İsmâilî, Ebi Bekr Ahmed b. İbrahim (v. 371/982), Kitâbü İ’tikâdi Ehli’s-Sünne, Mektebetü Dâri İbn
Hazm, Riyad, 1999, s. 35; Humeyyis, Muhammed b. Abdurrahman, Usûlü’d-Dîn inde’l-İmâm Ebî Hanîfe,
Dâru’l-Sümeyî, Riyad, 1996, s. 283; Ahmed b. Avedullah b. Dahil, el-Mâtürîdiyye Drâseten ve Takvîmen,
Dâru’l-Asıme, Riyad, 1413, s. 219.
103
Selef Allah’ın sıfatlarını tespit ederken sıfatlar konusunu karıştıracak her türlü
faaliyetten de uzak durmuşlardır.30 Onlar, Kur’an ve sünnette ifadesini bulan Allah’ın her
şeyi bilen, her şeye kadir, kendinden başka ilah olmayan, meşiet sahibi ve meşieti yerine
gelen, arşa istiva eden, her nerede olursa olsun kullarıyla birlikte olan gibi sıfatlara sahip
olduğu anlayışındadırlar. Bununla beraber Allah, fiillerinde, sıfatlarında ve zatında hiçbir
mahluka benzemez.31
O halde insanlık düşünce tarihinde sıfatlar konusunda temelde iki ana grup
bulunmaktadır. Ancak bunlar da kendi aralarında farklı düşüncelere sahiptirler. Sıfatları
kabul etme ve etmeme noktasında iki aşırı uçta yer alanlar eksik kanaatlere sahiptirler. Ne
sıfatları kabul ederken Allah’ı bir forma sokma anlayışı ne de Allah’ın kendisi için
zikretmiş olduğu sıfat ve isimlerin tamamını O’ndan soyutlama düşüncesi doğru olmasa
gerektir.
II. SIFATLARININ TESBİTİ VE TAKSİMİ
A. Allah’ın Sıfatlarının Tesbiti
Akli ve nakli deliller, Allah’ın isim ve sıfatlarının olduğunu ortaya
koymaktadır. Kur’an, hadis, önceki kutsal kitaplar ve bütün peygamberler,
Allah’ın isim ve sıfatlarının olduğunu söylemektedir. 32
Kur’an’da Allah: “Derken onlardan korkmaya başladı. "Korkma" dediler ve
ona bilgin bir oğlan çocuğu müjdelediler.”33; “Andolsun size kendinizden öyle bir
Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün,
30
Humeyyis, Usûlü’d-Dîn inde’l-İmâm Ebî Hanîfe, s. 284.
İbn Teymiyye (v. 728/1328), Mecmuu’l-Fetevâ, I-XXXVII, (Thk. Enver Baz-Amir el-Cezzâr), Dâru’lVefâ, Mensure, 2005, III, 17-18; Seksekî, Abbâs b. Mahmûd (v. 683/1284), el-Burhân fî Akâidi Ehli’lEdyân,Ürdun, 1996, s. 96.
32
Mâtürîdî, Te’vîlâtü Ehli’s-Sünne, (Thk. Fatıma Yusuf el-Haymî), Müessesetü’r-Risâle, I-V, Beyrut, 2004,
V, 101; Bkz. Taftazânî, Şerhu’l-Makâsıd, IV, 138; Bkz. Zehebî, Şemsuddin Muhammed b. Ahmed (v. 748),
el-Erbaî’n fi Sıfâti Rabbi’l-Alemîn, (Thk. Abdulkadir b. Muhammed), Mektebetu’l-Ulûm ve’l-Hikem,
Medine, 1413, s. 165.
33
Zariyat, 51/28.
31
104
müminlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir.”34 buyurmaktadır. Bu ayetlerde Allah
hakkında kullanılan alim, rauf ve rahim isimlerinin Allah’tan başka kimseler için de
kullanıldığı görülmektedir. Allah bir çocuk için alim ismini kullanmaktadır. Allah için
kullanılan alim ismi eğer benzetmeye sebebiyet vermiş olsaydı insan hakkında
kullanılmamış olmalıydı. Ancak durum ayetlerin de ifade ettiği gibi böyle değildir.
Hz. Peygamberin hadislerine bakıldığında orada da Allah için masdar
anlamında bazı sıfatların kullanılmış olduğu müşahede edilmektedir.
“Allah Rasulü bütün işlerde Kur’an’dan bir sure öğretir gibi istihareyi öğretti.
Sizden biriniz bir işe girişeceği zaman iki rekat namaz kılsın ve sonra “Allah’ım ilmin ile
hayırlı olanı, kudretinle işlere güç yettirmeyi ve senin büyük fazlından diliyorum.”35
Hadiste açıkça Allah’ın kendine has bir ilminin varlığından bahsediliyor ve bu ilimle
Allah’a istiharede bulunulması tavsiye ediliyor. Görülüyor ki Allah Rasûlü de Allah
hakkında mastar anlamında bir sıfattan bahsetmektedir. Eğer teşbihe sebebiyet vermiş
olsaydı Hz. Peygamberin Allah hakkında ilmi mastar şekliyle kullanmaması gerekirdi.
Bazen de Allah, sıfatları nefyedenlerin iddia ettikleri ilim, kuvvet gibi sıfatları
kendi zatı için kullanmıştır. “Şüphesiz rızık veren, güç ve kuvvet sahibi olan ancak
Allah'tır.”36; “insanlar O'nun ilminden hiçbir şeyi tam olarak bilemezler.”37
Allah’ın sıfatlarının tesbiti ile ilgili gerek Mâtürîdî’de gerekse Tahâvî’de birçok
malumat bulunmaktadır. Mâtürîdî ve Tahâvî’ye göre Allah ezelden beri kemal sıfatları ile
muttasıftır. Varlık aleminde hiçbir şey yok iken de Allah o sıfatların tamamıyla
mevsuftu.38 Çünkü sıfatların ezeli olarak kabul edilmeyip sonradan olduğuna kanaat
getirmek Allah’ın zatını hadis unsurlara mahal hale getirmektir. Bu ise Allah’ın zatına
noksanlık getirir.
34
Tevbe, 9/128.
Buharî, Dea’vât, 48/6019.
Zariyat, 51/58.
37
Bakara, 2/255.
38
Tahâvî, el-Akîdetü’t-Tahâviyye, s. 9-10; Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 70.
35
36
105
Allah’ın zatından sıfatları nefyedenlerin görüşlerinin altında yatan etken, Allah
ile diğer varlıklar arasında teşbihin ortaya çıkması endişesidir. Çünkü Allah ile insanlar
arasındaki sıfat benzerliği vahdaniyete aykırıdır. Mâtürîdî ise, Allah’ın sıfatlarının kabul
edilmemesi durumunda da teşbihin doğacağını ileri sürmektedir. Çünkü bu durumda
Allah, hiçbir sıfata sahip olmayan varlıklarla aynı kategoriye konulmuş olur. Nihayetinde
Allah ile hadis varlıklar arasında yine benzerlik meydana gelmiş olur.39
Mâtürîdî, sıfatların tesbiti babında nakli delillerle ilgili pek fazla bilgi
vermemektedir. O’nun herhangi bir sıfatın varlığını ortaya koyarken ayet ve hadislerden
istifade ettiği nadir görülmektedir. Çünkü Mâtürîdî, konuyu isbat ederken daha çok akli
delillerden istifade etmektedir.40
Tahâvî ise külli kaideler şeklinde özlü olarak konuyla ilgili söylenmesi
gerekenleri söylemekte, sıfatların varlığını ortaya koymakta ve gerektiği yerlerde de
görüşlerini ayetlerle desteklemektedir.41
Mâtürîdî’ye göre akıl Allah’ın sıfatlarla mevsuf olduğuna hükmektedir. O, irade,
kudret, tekvin, kelam, semi’, basar, cömertlik gibi birçok sıfatı getirdiği akli delillerle ispat
etmektedir. Mâtürîdî sıfatları tesbit ederken genellikle Mu’tezilî alim Ka’bî’nin
görüşlerinin tenkidini yaparak konuyu konumlandımaktadır.42
Mâtürîdî’nin sıfatların tesbiti ile ilgili getirmiş olduğu akli delillere yeri
geldiğince değinilecektir.
39
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 70.
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 70-71.
Tahâvî, el-Akîdetü’t-Tahâviyye, s. 8-10.
42
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s.78-90
40
41
106
B. Allah’ın Sıfatlarında Zaman Sorunu
Başta Mu’tezile olmak üzere bazı görüşlere göre Allah’ın, zatından ayrı ezeli
sıfatları yoktur.43 Mu’tezile’nin bu konudaki çekincesi Allah’ın zatıyla birlikte ezeli
sıfatların kabul edilmesi durumunda bunun kadim olan varlıkların çokluğuna sebep
olacağıdır. Bu durum da Hıristiyanların ezeli üç uknumuna benzer ki bunun sonucunda
şirk doğar. Onlara göre Alla’ın zatıyla kaim ezeli sıfatlar isbat edilirse bu durumda iki
ezeli varlık olmuş olur. Bu ise tevhide aykırıdır.44 Mu’tezile’ye göre sıfatlar zâtî ve fiilî
sıfatlar olmak üzere ikiye ayrılırlar. Onlara göre zâtî sıfatlar Allah’ın, zıtlarıyla muttasıf
olmasının mümkün olmadığı ve Allah’ın kudretinin taalluk etmediği sıfatlardır. İlim,
kudret, hikmet, kıdem bu sıfatlardandır. Fiilî sıfatlar ise, Allah’ın zıtlarıyla muttasıf
olmasının mümkün olduğu ve kudretin taalluk ettiği sıfatlardır.45
Ancak Mâtürîdî’ye göre her ne türden olursa olsun Allah’ın bütün sıfatları
kadîmdir. Hadis olmaları düşünülürse o zaman Allah’ın ezeldeki mükemmeliyeti
gerçekleşmiş olmaz. Örneğin Allah’ın ilmi ve kudreti ezelde yok idiyse o zaman Allah
hakkında bunların zıddı olan cehalet ve acizlik söz konusu olmuş olur ki bu muhaldir.46
Aynı durum Allah’ın diğer sıfatları için de geçerlidir.
Tahâvî’ye göre de Allah’ın sıfatları ezelidir. Ona göre Allah herhangi bir varlığı
yaratmadan önce halık ismine, herhangi bir canlının canını almadan önce mümit ismine
sahipti. Diğer sıfatların hepsi de bu açıdan değerlendirilmelidir. Tahâvî’ye göre Allah’ın
sıfatları zamansallık sorunundan beridir. 47
43
Seyyid, Muhammed Salih Muhammed, Ebu Ca’fer el-İskâfî ve Arâühu’l-Kelamiyye ve’l-Felsefiyye, Dâru
Kubâ, Kahire, 1994, s. 115.
44
Elbeyr Nasrî Nadir, Felsefetu’l-Mu’tezile, Dâru Neşri’s-Sakafe, I-II, İskenderiye, trs., I, 37-39.
45
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s.78.
46
Aliyyü’l-Kârî, Nureddîn Alî b. Sultan (v. 1014/1605), Davu’l-Meâ’lî li Bedi’l-Emâlî, (Thk. Muhammed
Adnan Derviş), Dâru İkra, Dımaşk, 2002, s. 21; Yeprem, M. Saim, Mâtürîdî’nin Akîde Risâlesi ve Şerhi,
MÜİF. Yayınları, İstanbul, 2000, s. 24.
47
Tahâvî, el-Akîdetü’t-Tahâviyye, s. 9.
107
Aslında bütün sıfatlarının ezeliliği fikrini Mâtürîdî ve Tahâvî’den önce Ebu
Hanife savunmuştur.
48
Mâtürîdî ve Tahâvî onun bu görüşünü olduğu gibi devam
ettirmişlerdir.
Eş’arîlere göre ise, Allah’ın zâtî sıfatları kadîm; halk, terzik, tekvin, icad gibi
fiili sıfatları ise hadistir.49 Eş’arîler ile Mâtürîdîler arasında yaşanan ihtilaflardan biri fiilî
sıfatlar konusudur. Allah’ın fiilî sıfatlarının kadîm olup olmaması tartışma konusu olunca
bu sıfatların isbat edilmesi için bazı deliller ileri sürülmüştür. Kur’an’a bakıldığında
Allah’ın ezelde kendi zatını el-Hâlık, el-Bârî, el-Musavvir50 gibi fiilî sıfatlarla tavsif ettiği
görülecektir. O halde bu sıfatların da kadîm olması gerekir.51
Bu sıfatların Allah’a nasıl verildiği veya Allah’ın bu sıfatlarla nasıl muttasıf
olduğu konusunda ise Mâtürîdî, bu hususun bilinemeyeceğini ifade etmektedir. Çünkü
Allah’a sıfatların verilmesinin keyfiyetinin bilinebilmesi için bu sıfatlarla muttasıf başka
varlıkların olması gerekir. 52 Ona bakılarak bu konuda bir hüküm verilebilir. Bu ise insanı
Allah’a eş ihdas etmeye götürür.
Sonuç olarak Allah’ın sıfatları için bir başlangıçtan bahsedilemez. Bu konuda
Mâtürîdî ve Tahâvî fikir birliği halindedir. Tahâvî ve Mâtürîdî bu konuda olduğu gibi
sıfatların taksimi konusunda da birbirine yakın kanaatlere sahiptirler.
C. Allah’ın Sıfatlarının Taksimi
Özellikle kelam ilminde mütekellimler arasında sıfatlarla ilgili birden çok konuda
tartışmalar vuku bulmuştur. Az önce de ifade ettiğimiz gibi sıfatların kabul edilip
edilmemesi, ediliyorsa sıfatların taksimi ve adedi, sıfat/zat ilişkisi gibi sıfat meselesiyle
direkt alakalı birçok konu kelamcılar arasında tartışılmıştır. Ancak detaylı, kategorik ve
48
Humeyyis, Usûlü’d-Dîn inde’l-İmâm Ebî Hanîfe, s. 349.
Bâbertî, a.g.e. , s. 50.
Haşr, 59/24.
51
Baktır, Mehmet, “Allah’ın Fiili Sıfatlarında Zaman Sorunu”, Kelam Araştırmaları 1: 2 (2003), s. 95.
52
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 147.
49
50
108
özlü olması hasebiyle aşağıdaki taksimatı araştırmamıza almayı uygun gördük. Buna göre
sıfatları beş grupta sınıflandırabiliriz.
“1. Sıfat-ı nefsiyye: Vücûd sıfatı; 2. Sıfat-ı selbiyye: a) Kıdem, b) Beka, c)
Muhalefetun li’l-hevâdis, d) Kıyam binefsih e) Vahdaniyet;
3. Sıfat-ı subûtiyye: Sıfat-ı me’ani ve Sıfat-ı ikrâm isimleri de verilen subutî
sıfatlardır. Mâtürîdilere göre sekiz tanedir.
a) Hayat, b)
İlim, c) İrâde, d) Kudret, e) Semi’, f) Basar, g) Kelam gibi
sıfatlardır.
4. Sıfat-ı haberiyye: Ayet ve hadislerde bildirilmiş olan yed, vech, istiva, sâk
gibi sıfatlardır. ”53
5. Sıfat-ı fiiliyye: Tekvin sıfatının kaynaklık ettiği fiilî sıfatların tamamıdır.
Allah’ın kendisiyle vasıflanması da, vasıflanmaması da caiz olan yaratma, rızık verme,
öldürme, diriltme gibi sıfatlardır.
Allah’ın sıfatları konusunda başka taksimatlar da yapılmıştır. Buna göre Allah’ın
sıfatları sadece fiilî ve zâtî olmak üzere ikiye ayrılır. Allah’ın zâtî sıfatları O’nun zatından
ayrılmayan, zatında her zaman bulunması gereken sıfatlardır. Bunlar ilim, sem’i, basar,
kudret, hayat, izzet, rahmet, kayyumiyyet gibi sıfatlardır. Fiilî sıfatlar ise arşa istiva,
Allah’ın yer semasına nuzûlü, meci ve gazab gibi sıfatlardır. Allah’ın zâtî ve fiilî sıfatları
arasında şöyle bir ayırımdan bahsedilebilir. Allah’ın zâtî sıfatları “O şu hal üzere olmaya
devam etti” diyebileceğimiz sıfatlardır. Bu sıfatlara meşiet taalluk etmez. O halde Allah
dilediği zaman alimdir, basirdir, izzet sahibidir denilemez. Ama fiilî sıfatlara meşiet
taalluk eder. Mesela Allah dilediği zaman gazab eder dilediği zaman gazab etmez.54
53
Gölcük, Şerafettin-Toprak, Süleyman, Kelam (Tarih-Ekoller-Problemler), s. 222; Bûtî, Said Ramazan,
İslam Akaidi, (Çev. Mehmet Yolcu-Hüseyin Altınalan), Madve Yayınları, İstanbul, 1996, s. 115-137.
54
Berâk, Abdurrahman b. Nasır, Şerhü’l-Akîdeti’t-Tahâviyye, Dâru’t-Tedmüriyye, Riyad, 2008, s. 56.
109
Tahâvî’ye göre ise Allah’ın, vahdaniyet, muhalefetün lil havadis, kudret, kıdem,
beka, irade, hayat, kıyam bi nefsih, halk, rızk, ihya, imate, ba’s, bârî, ilim, kelam, meşiet
gibi sıfatları vardır.55 Mâtürîdî’ye göre ise beka, kıdem, vücûd, vahdaniyet, muhalefetün
lil havâdis, irade, kudret, ilim, kelam, tekvin, semi’, basar, cömertlik, hayat, halk vs.
Allah’ın sıfatlarından bazılarıdır.56
Tahâvî’de sıfatların tamamı bunlardan ibaretken, Mâtürîdî’de gerek Kitâbu’tTevhid gerekse Te’vîlâtü’l-Kur’an’da daha birçok sıfat bulabiliriz.
1. Nefsi Sıfatlar: Vücûd
Vücûd kelime anlamı itibariyle var olmak demektir. Bu sıfat Allah’ın var
olduğunu ortaya koymaktadır. Ancak O’nun vücûdu başkasından değildir. Bu yüzden
O’nun vücûdu için ‘vâcibü’l-vücûd’ denilmiştir. Yani Allah’ın varlığının kendinden
olması demektir.57
Ehl-i Sünnet alimlerinin ekseriyetine göre Allah’ın vücûd sıfatı zatın üzerine
kaim ezeli bir sıfattır.58 Allah, varlığı kendi zatının gereği olandır. Varlık kategorik olarak
ikiye ayrılır. Bu kategorinin içinde yer alan varlıklardan biri Vacip diğeri ise mümkindür.
Allah’ın varlığı ilk kategoride yer alırken Allah dışında bütün varlıkların statüsü ise
mümkindir. Çünkü var olmaları ile yok olmaları arasında bir fark yoktur. Varlıklarını da
kendi zatlarından başka bir güçten almaktadırlar. Varlık sıfatının zıttı ise yokluktur.
Mutlak yetkinliğe sahip olan Allah için yokluğun düşünülmesi akla aykırıdır.59
Yine varlıklar kamil ve nakıs varlık olmak üzere de taksim edilmiştir. Bu
taksimatta Allah’ın bütün noksanlıklardan münezzeh olduğu görülmektedir.60 Aslında
Allah’ın varlığı bütün varlıkların anlam kazanması için elzem olan temel kaidedir. Diğer
varlıkların mevcudiyetinden bahsetmek için Allah’ın varlığının kabul edilmesi gerekir.
55
Tahâvî, el-Akîdetü’t-Tahâviyye, s. 8-20.
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 38, 43, 70, 71, 73, 75.
57
Nesefî, Tabsiratü’l-Edille, I, 105.
58
Gölcük, Şerafettin-Toprak, Süleyman, Kelam (Tarih-Ekoller-Problemler), s. 223.
59
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 35; Nesefî, Tabsiratü’l-Edille, I, 105.
60
Bûtî, Said Ramazan, İslam Akaidi, 116-117.
56
110
2. Selbi Sıfatlar
a. Vahdaniyet
Allah’ın sıfatlarından olan vahdaniyet Allah’ın mahiyet ve sıfatlarında hiçbir
şekilde ortağının bulunmaması, yaratma ve meydana getirmede biricik olması ve etki
altında kalmaması demektir.61
Tevhid anlayışı bütün ilahi dinlerin merkezini teşkil eder. Dejenerasyona
uğramamış
haliyle
Yahudilik
ve
Hıristiyanlığın
temeli
Allah’ın
birlenmesine
dayanmaktadır. Hatta değişim geçirmiş halleriyle bile bu iki dinin kutsal metinlerinde
tevhid akidesi ile ilgili bilgiler bulunabilir. Gerek Tevrat62 gerekse İncil’lerde63 birçok ayet
dinlerin bu merkezi düşüncesine direkt veya dolaylı olarak atıflarda bulunmaktadır.
Evrensel din konumunda olmasalar bile üç semavi din öncesi peygamberlerin ortak
misyonu da tevhid akidesinin kökleştirilmesi, yagınlaştırılması, bu akide ile ilgili
yanlışların düzeltilmesidir. Kur’an’ın bize bildirdiği, bütün peygamberlerin tevhid ile ilgili
aynı sözleri söyledikleridir.64
Aslında bütün peygamberlerin aynı şeyleri söylemiş olmaları bize vahdaniyet ile
ilgili bir delil niteliğindedir. Aynı mesaj, farklı kişiler tarafından farklı zamanlarda farklı
dillerle hiç değişmeden insanlara iletiliyorsa bu mesajın kaynağının mutlak manada
birliğini ortaya koymaktadır. Bu ortak mesajın kaynağı Allah’tır. Konu ile ilgili olan
ayetlerin
tamamı
65
göstermektedir.
bütün
peygamberlerin
aynı
ortak
mefkurede
birleştiklerini
Eğer peygamberlerin kaynakları bir değil de farklı olsaydı bu, bizi
mesajın keyfiyetinde de başkalaşıma götürürdü. Peygamberlerin ortak bir görevi yerine
getirmek üzere gönderildikleriyle ilgili birçok ayet vardır: “Andolsun Biz Nuh’u kavmine
gönderdik de: Ey kavmim Allah’a ibadet edin. Sizin O’ndan başka hiçbir ilahınız yoktur...
61
Abdulhâdî el-Fadlî, Hulâsetü İlmi’l-Kelam, Beyrut, 1993, s. 82; Güzel, Abdurrahman, “Kelam ve Tasavvuf
Açısından Tevhid”, SBED., sy., 11 Yıl : 2001, s. 195.
62
Yasanın Tekrarı, 5/6-9.
63
Matta, 4/10.
64
A’raf, 7/59.
65
Nahl, 16/36.
111
dedi."66; Hûd (as) da kavmine: "Ey kavmim, Allah’a ibadet ediniz. O’ndan başka hiçbir
ilahınız yoktur."67; demiştir. Salih (as) da kavmine: "Ey kavmim, Allah’a ibadet edin. Sizin
O’ndan başka hiçbir ilahınız yoktur."68 demiştir. Şuayb (as) da kavmine: "Ey kavmim,
Allah’a ibadet edin. O’ndan başka hiçbir ilahınız yoktur."69 dedi. Yüce Allah da şöyle
buyurmaktadır: "Andolsun Biz her ümmet arasında: Allah’a ibadet edin ve tağuttan
kaçının
diyen
bir
peygamber
göndermişizdir."70
Bir
başka
yerde
de
şöyle
buyurulmaktadır: "Senden önce gönderdiğimiz her bir peygambere mutlaka şunu
vahyederdik: Benden başka ilah yoktur. O halde yalnız Bana ibadet edin."71 Bu ayetler
bütün peygamberlerin aynı çağrıda buluştuklarını ortaya koymaktadır.
Bunun yanında bütün dini doneler tevhid düşüncesi etrafında ifadesini bulur.
Zarurat-ı diniyye gibi evrensel prensiplerin bütün peygamberlerce uygun görülmesi ve
insanlara iletilmesi de ilk peygamberden son peygambere kadar ki peygamberlik zincirinin
insicamını ve bu kurumun kaynağının birliğini göstermektedir. Düşünce, birlik felsefesini
ifade etse ancak dini ritüeller farklı bir felsefeyi çağrıştırsa bu teorik ve pratik zıtlıklara
sebep olacaktır.
İslam’ın bütün çerçevesi tevhid etrafında çizilmiştir. İslam’ın toplumdaki pratiği
de kendini bu fikir etrafında şekillendirmiştir. Bunun için edebiyattan sanata kadar bütün
alanlarda İslam’ın tevhid anlayışı kendini izhar eder. Her şey Allah’ın bir olduğunu ifade
ediyorsa da yine de kelamcılar tarafından Allah’ın vahdaniyetinin isbatı ile ilgili deliller
ortaya konulmuştur.
Mâtürîdî tarafından vahdaniyet sıfatı isbat edilirken nakli ve akli delillerden
istifade edilmiştir. Nakil yönünden Allah’ın birliği meselesine bakıldığında; Mâtürîdî
66
Araf, 7/59.
A’raf, 7/65.
68
A’râf, 7/73.
69
A’râf, 7/85.
70
Nahl, 16/36.
71
Enbiya, 21/ 25.
67
112
Allah’ın birliğini üç delille ispat etmektedir. Birincisi çeşitli insan gruplarının Allah’ın
birliği fikri etrafında ittifak ettikleri görülmektedir.72
İkincisi, bir olan Allah’tan başka ilahlık taslamaya kalkışan hiç kimse yoktur.
Varlıklar içerisinde böyle bir iddia ile ortaya çıkanlar sonuçta ulûhiyetlerinde başarısız
olmuşlardır. Bu konuda en iyi örnek Nemrut73 ve Firavun’dur.74 Her ikisi de ilahlık
taslamış ama tarih onların düştükleri duruma şahittir. Bütün imkanları seferber etmelerine,
insanların mutlak itaatlerine rağmen tanrılık iddialarının başarısızlıkla sonuçlandığı
görülmektedir.75
Üçüncüsü ise peygamberlerin getirdikleri mucizeler, kainatın yaratıcısının bir
olduğunu ortaya koymaktadır.76 Allah tarafından gönderilen peygamberlerin tamamı
çeşitli sebeplerden ötürü mucizeler gösterme durumunda kalmışlardır. Allah’tan başka
tanrılar kabul edildiği takdirde, bu ortaklar mucize gösterecek olan peygambere engel
olmak isteyeceklerdir. Ancak dinler tarihi bize göstermiştir ki bütün engellemelere ve
birçok putun varlığına rağmen hiçbir peygamber mucize göstermekten alıkonulamamıştır.
Bu da bize mucize gösteren peygamberlerin tek bir Allah tarafından gönderildiğini ortaya
koymaktadır.77
Kelamcılar, Allah’ın vahdaniyetini isbat konusunda nakli delillerle birlikte akli
delillerden de istifade etmişlerdir. Akli delillerin içinde en mühim olanı Bürhan-ı temanü’
delilidir.78 Her akl-ı selim sâhibi bilir ki, ulûhiyet sıfatına sahip olan ve vücudu hariçten
bir varlığın değil de, zatının gereği bulunan varlık, tam bir kudrete malik, mutlak bir
hüküm ve galebe sahibidir. Bu hal, ulûhiyetin icabıdır. O halde ilah olan varlığın kudret ve
72
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 37.
Bakara, 2/258.
74
Naziat, 79/23.
75
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 38.
76
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 37; Topaloğlu, Bekir, Allah’ın Varlığı, s. 79.
77
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 32.
78
İbn Ebi’l-İzz, Şerhü’l-Akîdeti’t-Tahâviyye, (Thk. et-Türkî- el-Arnavut), I, 28.
73
113
kuvveti karşısında durabilecek bir rakibin bulunmaması gerekir. Aksi takdirde kudreti
noksan, kendisi nakıs bir varlık olur. Böyle bir varlık da ilah olamaz.79
Burhan-ı temanu’ delilinde bir faraziyeden yola çıkılarak çeşitli olasılıkların
butlanı ortaya konularak Allah’ın varlığı ispat edilmeye çalışılır. Şimdi her bakımdan
birbirine denk iki ilah bulunduğunu farz edelim. İlah olmanın bir gereği olarak yaratma ve
hükmetme konusunda mutlak hükümranlık sahibi olmaları icab eden bu iki ilahın her
zaman ittifak edip anlaşmaları imkansızdır. Tam bir kudret ve galebe sahibi olan her bir
ilahın, kendi arzusuna muhalefet edilmesine rıza göstermesi de muhaldir. Şu halde, her
bakımdan birbirine eşit iki ilahın bulunduğunu farzettiğimizde, aralarında ihtilaf ve
arzularında çatışma olması kesindir. Hareket ve sükûn üzerinden bu delili şöyle
mukaddimelendirebiliriz:
1. Ya her iki ilahın da dediği olacaktır.
2. Veya her iki ilahın istediği olmayacaktır.
3.Yahut ilahlardan birinin istediği olurken, diğerininki olmayacaktır.80
Mâtürîdî bu ihtimallerin butlanını şu şekilde detaylandırmaktadır: Eğer her iki
ilahın da istediği olsa, bir anda bir şeyin hem olması, hem de olmaması, yani, vücûd ve
a’dem gibi iki zıddın bir araya gelmesi durumu ortaya çıkar ki, bu mantıken imkânsızdır.
İkinci ihtimal ise her iki ilahın da istediklerinin olmaması durumudur. Buna göre bir anda
bir şeyin hem vücûddan, hem de a’demden mahrum kalması, yani zıtların ortadan
kalkması demektir ki, bu da aklen ve mantıken muhaldir. Bundan başka, istekleri yerine
gelmeyen ilahların acziyete düşmeleri de söz konusudur. Aciz olan varlıklar ise, ilah
olamazlar, bir şey yaratamazlar. Üçüncü ihtimal gereğince, ilahlardan birinin arzusu
tahakkuk eder, diğerinin talebi tahakkuk etmezse; arzusu yerine gelmeyen ilah aciz olur,
aciz olan ise ilah olamaz. Ayrıca ulûhiyet sıfatlarında eşit olduklarını zikrettiğimiz iki
79
80
Mâtürîdî, Te’vîlâtü Ehli’s-Sünne, III, 323; Nesefî, Tabsiratu’l-Edille, I, 109.
Taftazânî, Şerhu’l-Akideti’n-Nesefiyye, 29.
114
ilahtan birinin aciz olduğu sabit olunca, aciz olana eşit olan diğerinin de aciz olacağı sabit
olur. Böylece her iki ilahın da aczi gerekir. Aciz olan varlıklar da ilah olamazlar. Bu
şekilde bütün ihtimallerin batıl olduğu ortaya çıkınca, iki ilah faraziyesinin bâtıl olduğu da
kendiliğinden sabit olur.81 O halde ilah tektir. O da vücûdu ezelî, ebedî, zatının gereği,
mutlak kemal, kudret ve azamet sahibi olan Allah’tır. Bu delile, Bürhan-ı temânü` adı
verilmiştir.
Bu delil, Kur’an’da şu ayete dayanmaktadır: “Eğer yerde, gökte Allah'tan başka
tanrılar olsaydı, ikisi de (yer de, gök de) bozulup gitmişti. Arş'ın sâhibi Allâh, onların
nitelendirmelerinden yüce(münezzeh)dir.”82 “Aksi takdirde her tanrı kendi yarattığını
sevk ve idare eder ve mutlaka onlardan biri diğerine galebe çalardı. Allah, onların
(müşriklerin) yakıştırdıkları şeylerden münezzehtir.”83
Mâtürîdî, Allah’ın vahdaniyet sıfatını isbat ederken evrenin sahip olduğu
özellikleri de delil göstermiştir. Aleme bakıldığında akl-ı selim sahibi herkesin hayretle
müşahade edeceği harikaları görmek mümkündür. Alemin kendi kendine böyle bir sistem
ve düzene sahip olması elbette ki düşünülecek bir iş değildir. Bu ahengi yapsa yapsa
sonsuz kudret, ilim ve hikmete sahip bir varlık yapar. Alemde hiçbir şeyin birbirine zıt
olmaması ve birinin diğerinin sahasına müdahale etmemesi, her şeyin kendi mecrasında
yürümesi de alemlerin yaratıcısının tek olduğunun kanıtlarından biridir. 84
Mâtürîdî vahdaniyet sıfatını isbat ederken hem akli hem de nakli delillerden
istifade etmiştir. Buna karşın Tahâvî de vahdaniyet sıfatını kabul etmektedir. Ancak
Tahâvî, bu sıfatın isbatını, çeşitli delillerle destekleme yoluna gitmemiştir. Ona göre Allah
birdir. O’nun her hangi bir ortağı, eşi ve benzeri yoktur.85 Tahâvî, gerek mühiti itibariyle
gerekse ağırlıklı olarak temayüz ettiği saha itibariyle kelami istidlallere pek iltifat
etmemiştir. Onun bu metodu diğer sıfatlarda da görülebilir.
81
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 32-33.
Enbiya, 21/22.
Muminun, 23/91.
84
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 37-42.
85
Tahâvî, el-Akîdetü’t-Tahâviyye, s. 8, 11.
82
83
115
b. Kıdem
Kıdem: Bir varlığın evvelinin olmaması, her şeyden önce var olması anlamlarına
86
gelir. Kıdem, bekanın zıddı bir anlam içeriğine sahiptir.
Allah hakkında konuşulduğunda O’nun zamansallıktan öte bir varlık olduğunu
kabul etmek gerekir. Zira zaman içinde olan her varlık mükemmellikten uzaktır. Allah’ın
evveliyeti aslında bütün delillerin de dayanak noktasıdır. Çünkü isbât-ı vâcibte kullanılan
delillerin hareket noktası Allah’ın kıdemi kabulüne dayanmaktadır.87 Bu sebeptendir ki
Mâtürîdî, Allah’ın kıdemi için kainatın kıdemini öne sürenlerle tartışmış ve onlara birçok
akli delil getirmiştir.88
Tahâvî de Allah’ın başlangıcı olmayan kadim bir varlık olduğunu söyleyerek
Allah’ın kıdem sıfatına sahip olduğunu ortaya koymaktadır.89 Mâtürîdî ise Hadid sûresi
57. ayeti tefsir ederken kıdem yerine evveliyet sıfatını kullanmaktadır.90 Allah’ın kadîm
olduğunun delili hem aklen hem de nakli olarak sabittir. Akli olarak eğer Allah hadis
olmuş olsaydı mutlaka kendini meydana getiren bir varlığa ihtiyaç duyardı. Öyleyse
Allah’ın kadîm olması vaciptir.91 Bu sıfat Allah’ın kemal sıfatlarındandır. Bunun zıttının
Allah’ta mevcut olması O’nun mutlak ilah olmasına halel getirir. Kıdem sıfatının nakli
deliline gelince, Allah Kur’an’da “O her şeyden öncedir; kendisinden sonraya hiçbir
şeyin kalmayacağı sondur; varlığı aşikardır; gerçek mahiyeti insan için gizlidir. O her
şeyi bilir.” ayetinde zatının evvelinin olmadığını vurgulamaktadır.92
Bâbertî kıdem sıfatı ile ilgili şunları ifade etmektedir: Allah dışında her şeyin
mutlaka bir muhdisi vardır. Dünyadaki nesnelerin meydana gelişlerine bakarak hiçbir
şeyin müsebbipsiz olmadığı kanaatine varılabilir. Örneğin bir bina, banisi olmadan
86
Tahâvî, el-Akîdetü’t-Tahâviyye, s. 8; Bkz. Nesefî, Ebu’l-Berekât (v. 710/1310), Medâriku’t-Tenzîl ve
Hakâiku’t-Te’vîl, (Thk. Mervan Muhammed eş-Şear), I-IV, Dâru’n-Nefâis, Beyrut, 2005, III, 397.
87
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 184; Aydın, Mehmet, Din Felsefesi, DEÜİF. Yayınları, İzmir, 2002, s. 139.
88
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 51-62.
89
Tahâvî, el-Akîdetü’t-Tahâviyye, s. 8.
90
Mâtürîdî, Te’vîlâtü Ehli’s-Sünne, V, 38.
91
Esedî, Kadı Abdulcabbâr b. Ahmed (v. 415/1025), el-Usûlu’l-Hamse, (Thk. Faysal Bedir Avn), Kuveyt,
1998, s. 73; Nesefî, Tabsiratu’l-Edille, I, 144.
92
Hadid, 57/3; Nesaî, Kitabu Ameli’l-Yevm ve’l-Leyl, 10625.
116
meydana gelemez. Her bina kendisini yapan bir ustaya, her yazı kendini yazan bir katibin
varlığına delildir. Ancak bu, ihdas etme zincirinin sonsuza dek sürüp gideceği anlamına
gelmez. Meydana gelme olgusunun yaratılmayan bir varlıkta son bulması gerekir. Yoksa
kelamda teselsül denilen olay meydana gelir ki bu da aklın kabul edebileceği bir durum
değildir. O zaman her şeyi yaratan bir yaratıcıya ihtiyaç vardır ki bu yaratıcının da ekmel
bir yaratıcı olabilmesi için bidayetsiz ve nihayetsiz olması gerekir. Zira hem bidayet ve
hem de nihayet sonradan yaratılmışlığın bir delilidir.93
Berâk ise kıdemi; kıdem-i nisbi ve kıdem-i mutlak diye ikiye ayırmıştır. Kıdem-i
nisbi mahlukatın kendi aralarındaki öncelik ve sonradanlığını ifade etmek için
kullanılırken; kıdem-i mutlak ise bütün kıdemlerden öte sadece Allah için kullanılır.94
Allah’ın kıdem sıfatının sonucu olarak O’nun varlığı için asla kesinti söz konusu
değildir.95 Allah düşünebildiğimiz ve düşünemediğimiz bütün zaman dilimlerinde ve
zamanların ötesinde varlığı olan ve varlığı olacak olan yegane varlıktır.96
Kıdem sıfatı Kur’an ve hadiste belirtilen Allah’ın isimleri arasında direkt olarak
yer almamaktadır. Kıdem sıfatını kelamcılar Allah’a izafe etmişlerdir. Arapça’da kıdem
kavramı genelde nesneler arasında önde olan için kullanılmıştır. İki şeyden zaman
açısından eski olana kadîm; yeni olana ise cedid ismi verilmiştir.97
Mu’tezile mezhebi sırf kadîmlerin çokluğunun önüne geçmek için Allah’ın
sıfatlarını tevil etme yoluna gitmişlerdir. Mu’tezilî alimlere göre Allah’ın zatından ayrı
mastar haliyle bazı sıfatların kabul edilmesi ‘taaddüd-i kudema’yı gerektirir. Bu ise
Allah’ın kıdemine tersttir.98
93
Bâbertî, a.g.e., s. 39.
Berâk, a.g.e., s. 39.
95
Tahâvî, el-Akîdetü’t-Tahâviyye, s. 8.
96
“Ancak, yüce ve cömert olan Rabbinin varlığı bakidir… Göklerde ve yerde olan kimseler her şeyi O'ndan
isterler; O her an kainata tasarruf etmektedir.” Rahman, 55/27, 29.
97
İbn Ebi’l-İzz, Şerhü’l-Akideti’t-Tahâviyye, (Thk. et-Türkî- el-Arnavut), I, 77.
98
Seyyid, Muhammed Salih Muhammed, Ebu Ca’fer el-İskâfî, s. 115.
94
117
Sonuç olarak kıdem şeklinde olmasa da Allah’ın evveliyetinden önce hiçbir
varlığın olmadığını ifade eden el-Evvel ismi Allah için sabittir. Allah kendisinden evvel
hiçbir varlığın olmadığı tek varlıktır.
c. Beka
Allah’ın varlığının sonunun ve nihayetinin olmaması; zaman olarak Allah’ın her
şeyin bittiği, tükendiği ve son bulduğu noktadan sonra da var olması demektir. Beka sıfatı,
Allah’ın zatında bulunması vacip sıfatlardın biridir. Tahâvî Allah’ın, sonu olmayan,
varlığı devamlı olan bir varlık olduğunu ve bu anlama gelen bekanın O’nun sıfatı
olduğunu ifade etmektedir.99
Aslında zamansallık mümkin varlıklar için mevzu bahistir. Çünkü zaman
sınırlamak demektir. Sınırlara, ekmel bir varlığın sokulması ilahi yetkinlik anlayışına
terstir. Allah’ın ezeliliği kabul edilince O’nun hiçbir şekilde yokluğu da tahayyül
edilemez. Zaman rölatiftir. Aynı saat diliminde yaşayan kişilere yaşadıkları şartlara göre
zaman çok farklı boyutta gelebilmektedir. Bir kısım insanlar yaşadığı an için ‘geçmek
bilmeyen zaman’ ifadesini kullanırken diğerleri ‘ne kadar da erken geçti’ ifadesini
kullanabilmektedir. Böyle göreceli bir unsuru Allah ile ilintilemenin ne kadar sakıncalı
olduğu ortadadır.
d. Kıyam bi Nefsih
Mutlak ulûhiyet anlayışı istiğnayı gerektirir. Nicelik ve niteliğine bakılmaksızın
herhangi bir alanda ihtiyaç hissine sahip olma muhdes varlıkların bir özelliğidir. Onun için
Allah’ın ekmel sıfatlarından biri de kıyam bi nefsihdir. Bu sıfatın içeriği ile Allah’ın
kayyûm isminin kapsamı aynıdır. Kayyûm kendi kendine ayakta duran, başkalarının
varlığının kendisi ile ayakta durduğu, her şeye olması gereken durumu kazandıran
anlamına gelir.100 Kayyûm kelimesinin bundan başka anlamları da vardır. Allah’ın 99
99
Tahâvî, el-Akîdetü’t-Tahâviyye, s. 8.
Tahâvî, el-Akîdetü’t-Tahâviyye, s. 9.
100
118
isminden biri olan bu isim Allah’ın, kulların rızıklarını verme, sevk ve idarelerini
düzenleme, her şeyin üzerine kaim olma, O’nsuz hiçbir şeyin varlığının ayakta
duramaması gibi anlamlara gelmektedir.101
Mümkin varlıklar mevcudiyetlerini devam ettirmekten acizdirler. Böyle bir
durumdan kurtulmaları için harici bir varlığın yardımına ihtiyaç duyarlar. Vacibu’l-vücûd
olan Allah dışındaki bütün varlıklar herhangi bir şekilde beslenme gereksinimine
sahiptirler. Bunu aşarak müstakilleşen herhangi bir şey mevcut değildir. Mümkin varlıklar
içinde akıl sahibi insan bile düşündüğü zaman ne kadar aciz olduğunu görecektir.
İnsanoğlu, çocukluktan itibaren başkalarına bağımlı bir kişiliğe sahiptir. Bu husus hem
fizyolojik hem de psikolojik yönden böyledir. Yorulma, dinlenme, uyuma ihtiyacı hep
hadis varlıklara has özelliklerdir. Ancak Allah tüm bunlardan münezzehtir.
Allah’ın nasıl olup da uyumadığını merak eden Hz. Musa’ya Allah, meleklerden
birini iki bardakla gönderir. Melekler bardakları Hz. Musa’ya vererek onları birbirine
değdirmemesini söylerler. Ancak, Hz. Musa’ya uyku galebe çalınca elleri birbirine dolaşır.
Bardaklar bibirine çarpıp yere düşerek kırılır. Bunun üzerine Hz. Musa’ya: Eğer Allah’ı
uyku tutmuş olsaydı yer ve göklerin düzeninin hali düşen o bardaklar gibi olurdu denilir.
Allah göklerin ve yerlerin kendisiyle kaim olduğu varlıktır.102
Allah’ın kıyam bi nefsih sıfatıyla ilintili olarak samed ismine de değinmek
gerekir. Bu ismin açılımına göre her şey Allah’a muhtaçtır. Allah ise, kendi nefsini
ihtiyaçlardan münezzeh olarak tavsif etmektedir.103 Bunun için filologlar harpte
acıkmayan ve susamayan, kavmin önde gelen kişisine samed isminin verildiğini
söylemişlerdir.104
101
İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, Dâru’l-Meârif, (Thk. Abdullah Ali el-Kebir, Muhammed Ahmed, Hâşim
Muhammed eş-Şâzilî), I-VI, Kahire, 1401, V, 3785-3786; Enbârî, Ebu Bekir Muhammed b. el-Kâsım, ezZâhir fi Mea’ni Kelimâti’n-Nâs, (Thk. Hâtim Salih ed-Dâmin), Muessesetu’r-Risâle, Beyrut, 1992, I, 84.
102
Fatır, 35/41.
103
Mâtürîdî, Te’vîlâtü Ehli’s-Sünne, V, 540-541.
104
Bkz. Sa’lebî, Ahmed b. Muhammed, el-Keşf ve’l-Beyân, (Thk. Muhammed b. Aşûr), Dâru İhyâi’tTurâsi’l-Arabî, I-X, Beyrut, 2002, X, 335; Firuzâbâdî, Muhammed b. Ya’kûb(v. 817/1414), Kâmusu’lMuhît, I-IV, el-Heyetu’l-Mısriyye, Mısır, 1979, I, 375.
119
Ganî isminin de bu sıfatla çok sıkı bir ilişkisi bulunmaktadır. Allah bu ismiyle
ihtiyaç çağrıştıran bütün unsurlardan beridir. Bu meyanda Allah’ın kullarına ibadeti farz
kılmasıyla ihtiyaç telakkisi arasında belki bir ilişkinin olduğu düşünülebilir. Ancak bu
doğru değildir. Zira ibadetlerle kulların mevkileri yükselmektedir. Yoksa Allah’ın,
kulların ibadetine ihtiyacı yoktur.105
Allah’ın kayyûm ismi Kur’an’da üç yerde hay ismiyle birlikte geçmektedir.106
Allah’ın hayat sıfatı ile kıyam sıfatı arasında çok sıkı bir ilişki vardır. Zaten Allah’ın bütün
sıfatları birbirinden ayrılmaz bir bütünün parçaları gibidirler.
Tahâvî şarihlerine göre Allah’ın birçok fiilî sıfatının temelinde ve istinadında
kayyûm ismi yer almaktadır. Kainattaki işlerin idare edilmesi ile ilgili Allah’ın yüceltme,
alçaltma, diriltme, öldürme, rızık verme vb. sıfatları da kayyûm sıfatına bağlıdır.107
Allah, varlığını idame ettirmede başkasına muhtaç değildir. Çünkü böyle bir
durum ihtiyaç içinde bulunmanın tezahürüdür. Hadis olan varlıklara bakıldığında bunların
her halükarda birbirine muhtaç oldukları görülür. Allah ise her bakımdan ekmel varlık
olduğundan bu konuda da muhdes olan varlıkların özelliklerinden uzaktır.
e. Muhalefetün li’l-Hevâdis
Allah zatı itibariyle aşkın bir varlıktır. Bu aşkınlık, O’nun zatının gereğidir.
Aşkın bir varlıkla cevher ve a’râzlardan oluşmuş varlıklar arasında herhangi bir benzerlik
olur mu? Bu soruya belki ilk bakışta hemen cevap verilebilir. Ancak sorunun cevabı
verilmeden kelam tarihine bakıldığında konunun çok problemli olduğu ortaya çıkacaktır.
Tecsim ve teşbih konusundaki tartışmalar geniş halk kitlelerinin itikadi
dünyalarını etkilemeye başlayınca İslam toplumunun merkezine hitap eden ve genel
105
Şenkıtî, Muhammed el-Emin b. Muhammed, Edvâu’l-Beyân fi İdâhi’l-Kur’an bi’l-Kur’an, Dâru’l-Fikr, IIX, Beyrut, 1995, I, 202.
Bakara, 2/255; 3. Al-i İmran, 3/ 2; Taha, 20/111; Berâk, a.g.e., s. 49.
107
Berâk, a.g.e., s. 50; İbn Ebi’l-İzz, Şerhü’l-Akideti’t-Tahâviyye, (Thk. et-Türkî-el-Arnavut), I, 91-92.
106
120
alamda da bu hedefi gerçekleştiren Ehl-i Sünnet de konu ile ilgili kendi bağımsız duruşunu
Kur’an ve sünnet ekseninde konumlandırmaya çalışmıştır. Bunun için Allah’ın selbi
sıfatları kategorisine muhalefetün lil havâdisi yerleştirmiştir. Tahâvî’nin de dediği gibi
Allah, zatında, fiillerinde ve sıfatlarında hadis olan varlıklara benzemez. O’nun eşi,
benzeri, dengi yoktur. O, sınırlanmaktan, azalardan, cihetlerden ve diğer yaratılmış
özelliklerden münezzehtir.108 Bu kaide ve sıfatın temeli de Kur’an’dan alınmıştır.
Kur’an’da özellikle birkaç ayet Allah’ın benzersizliğini net olarak ortaya koymaktadır.
Bütün müslümanlar da aslında Kur’an’ın bu öğretisi doğrultusunda bir tefekküre
sahiptirler. Çünkü Allah, Kur’an’da “Hiçbir şey Allah’ın benzeri değildir. O işiten ve
görendir.”109 Başka bir ayette ise “Hiçbir şey O’nun dengi değildir”110 buyurmaktadır.
Allah’ın insanlara kutsal kitap ve peygamberleri ile öğrettiği ilahi mesaj, kendi
zatının mukaddes ve benzersiz olduğudur. Allah her bakımdan tevhid anlayışının bir
gereği olarak birdir, benzeri, dengi ve rakibi yoktur. Çünkü dengi ve benzeri olan her şey
çokluk statüsüne girer ve iki sayısı ile başlar. Zıddı (rakip) bulunan her şey de yok oluş
(fena) statüsüne girer, çünkü rakibi onun varlığını ortadan kaldırabilir. Zira Allah dışında
bütün varlıkların hem bir benzeri ve hem de bir zıttı söz konusudur. Mâtürîdî’ye göre
vahdaniyet sadece Allah’ın ontolojik olarak tekliğini değil aynı zamanda O’nun kendi
dışındaki bütün varlıklara benzemekten münezzeh olduğunu da gerektirir.111
Allah’ın başka hiçbir şeye benzemediğinin ifadesi olan muhalefetün li’l-havadis
sıfatı ekseninde birçok tartışma vuku bulmuştur. Bu tartışmalar kelam literatüründe iki zıt
kutbun oluşmasına sebep olmuştur. Bu uçlardan birine -ki bunlar aşırı tenzihçi kanaati
temsil ediyorlar- göre Allah hiçbir şeye benzemez. Bunlara göre Şura sûresi 11. ayet tam
da bu konuya delalet etmektedir. Çünkü ayet mutlak olup Allah’ın hiçbir şeye
benzemediğini ifade ediyor. Tabi bu anlayış tarzı kendisiyle birlikte bazı sıkıntıları da
getirmektedir. Ayetin ilk kısmı Allah için tenzihi vurgularken son bölümü ise bize başka
108
Tahâvî, el-Akîdetü’t-Tahâviyye, s. 8.
Şura, 42/11.
İhlas, 112/4.
111
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 43-44.
109
110
121
bir hakikati izhar ediyor. O da Allah’ın görücü ve işitici olduğudur. Ancak ayete parçacı
yaklaşım, düşünce mirasımızda yer alan bazı mezhepleri sıfatları nefyetme veya tevil etme
noktasına götürmüştür. Bunlara göre Allah’a hadisiyeti çağrıştıracak herhangi bir sıfatın
eklenmesi doğru değildir.112 Allah için bazı sıfatların kabul edilmesi anlayışı Allah ile
insanlar arasında benzerliğe sebep olur ki bu durum Allah’ın münezzehliğine aykırıdır. Bu
ihtiyatlı tavır bu görüş sahiplerini Allah’tan bütün sıfatları nefyetmeye götürmüştür. Genel
anlamda kendi bünyesinde çeşitlilik arzetmesine rağmen sıfatları reddeden veya tevil
edenlere Muattıla denilir. İslam düşüncesinde ta’til anlayışının en önemli temsilcisi
Mu’tezile’dir. Şia’dan İsna Aşeriyye de Mu’tezile’nin sıfatlar konusundaki görüşlerini
benimsemiştir.113 Ulûhiyet meselesinde, özellikle de Allah’ın sıfatları konusunda
Mu’tezile, Ehl-i Sünnet’ten ayrı düşünmüştür. “Bilindiği üzere Mu’tezile’nin önemli iki
esası tevhid ve adalettir. Birincisi Allah’ın zatı ve sıfatlarıyla, ikincisi de fiilleriyle
ilgilidir. Her ikisinde de hedef Allah’ın birliğini ve adaletini korumaktır. Mezhebin
kurucusu kabul edilen Vasıl b. Ata'ya göre Allah'a ezeli sıfatlar nisbet etmek, tevhide
aykırıdır. Çünkü Zât-ı Bârî'nin ezeli sıfatlara sahip olması durumunda, taaddüd-i kudema
(kadîm olan varlıkların çokluğu) meydana gelmiş olur. Vasıl'dan sonra gelen Mu’tezilîler
de
onun
bu
konudaki
görüşlerini
işleyerek
mezhebin
ulûhiyet
teorisini
114
oluşturmuşlardır.”
Mu’tezile Allah’tan sıfatların nefyi konusunda hareket noktası olarak sıfatların
Allah’ın zatına zaitliği meselesini önemsemektedir. Onlara göre bu sıfatlar Allah’ın zatı
üzerine zait ise bunlar ya sonradan yaratılmışlar veya kadîmdirler. Eğer sonradan
yaratılmışlarsa Allah muhdes olan şeylere mahal olmuş olur ki bu muhaldir. Ya da sıfatlar
112
Ahmedî, Abdullah b. Selmân b. Sâlim, el-Mesâil ve’r-Resâil el-Merviyyetu ani’l-İmâm Ahmed b. Hanbel
fî’l-Akîde, I-II, Riyad, 1991, I, 271; İbn Teymiyye, Mecmuu’l- Fetevâ, III, 8; ez-Zehebî, el-Erbain fi Sıfâti
Rabbi’l-Alemîn, s. 167.
113
Taftazânî, Ebu’l-Vefâ el-Ğüneymî, a.g.e., s. 121.
114
Çelebi, İlyas, “Mu'tezile'nin Klasik İslâm Düşüncesindeki Yeri ve Modern Döneme Etkileri”, Kelam
Araştırmaları, 2: 2 (2004), s. 9.
122
kadîm unsurlardır. Bu ise Allah’ın zatı ile birlikte birçok şeyin kadîm (taaddüd-i kudemâ)
olmasına götürür ki bu şirktir.115
Genellikle Mu’tezile’nin sıfatlarla ilgili düşüncelerine yer veren eserler
Mu’tezile’nin sıfatları kabul etmediklerini ifade ederler. Ancak bu bir dereceye kadar
doğrudur. Çünkü Mu’tezile Allah’ın zatından ayrı ezeli sıfatları kabul etmemektedir.
Kabul edilmeyen bu sıfatlar mastar şekliyledir. Yoksa Allah’ın zatında mündemic, O’nun
zatından ontolojik olarak ayrı olmayan birçok şeyi Mu’tezile kabul etmektedir.
3. Subutî Sıfatlar
Allah’ın zâtî sıfatlarının yanında bazı subutî sıfatları da vardır. Bu sıfatlar hariçte
varlığı olmayan, itibari mefhumlar değildir. Bilakis bu sıfatlar, Zât-ı Barî’ye yeni bir
mefhum ve mukaddes bir mana ilave eden, ezelde mevcut ve O’nunla kaim olan zâtî,
subutî ve hakiki sıfatlardır.116
Subutî sıfatların sayısı konusunda çeşitli görüşler varsa da Mâtürîdîlere göre
bunlar sekiz tanedir. Ancak ne Mâtürîdî ne de Tahâvî’de sıfatlar ile ilgili kategorik bir
çalışma sözkonusu değildir. Her iki müellif, eserlerinde sıfatlara değinmişlerdir. Özellikle
Mâtürîdî, hakkında çokça ihtilaf bulunan sıfatlar konusuna geniş yer ayırmıştır. İlgili
bölümlere bakıldığında tekvin, kelam gibi sıfatlar sayfalarca tartışılmışken basar ve sem’i
gibi sıfatlara ise çok az yer verilmiştir. Şimdi bu sıfatlarla ilgili olarak Mâtürîdî ve
Tahâvî’den yola çıkarak bazı değerlendirmelerde bulunmaya çalışalım.
a. Hayat
Allah’ın ezeli sıfatlarından biridir. Allah’ın zatıyla kaimdir. İlim, kudret, irade gibi
birçok sıfatın da kendisiyle kaim olduğu sıfattır.117 Allah’ın hayat sahibi olduğu ile ilgili
115
Abbâs Süleyman, Tatavvuru İlmi’l-Kelam ile’l-Felsefe ve Menhecihâ, Dâru’l-Ma’rifeti’l-Cam’iyye,
İskenderiyye, 1994, s. 41.
116
Gölcük, Şerafettin-Toprak, Süleyman, Kelam (Tarih-Ekoller-Problemler), s. 233.
117
Nesefî, Tabsiratü’l-Edille, I, 248; Aliyyü’l-Kârî, Davu’l-Meâ’lî li Bedi’l-Emâlî, s. 21.
123
Kur’an’da birçok ayet vardır.118 İbn Ebi’l-İzz’e göre Allah’ın hayat sıfatı vardır. Ona göre
alemin yaratılması, kainata konulmuş olan düzenin nizam ve intizam içinde devam etmesi
ölümlü bir varlığın yapabileceği bir şey değildir. Ölmek, yok olmak, fena bulmak aynı
zamanda acziyetin ifadesidir. Ölümle muttasıf olan bir varlığın başka varlıklara hayat
vermesi beklenemez. Ancak Allah’ın hay olması mümkün varlıkların sahip olduğu
hayattan farklıdır. Zira insanların ve mümkin bütün varlıkların sahip oldukları hayat ruh
ile bedenin birleşmesi ile husûle gelebilir. Yine mümkin varlıkların sahip oldukları hayat
geçicidir. Bunun için belirlenen sürenin sonunda bu süreç sona erer ve hayat sahibi olan
varlık ölür. Ama Allah için böyle bir şeyden bahsetmek tevhid ve tenzih akidesine
terstir.119
Allah zatı itibariyle haydır. Hadis varlıklarda olduğu gibi kendinden bağımsız ve
ayrı bir hayat ile hayat sahibi değildir. Zatı itabariyle hay olduğundan dolayı da ölümün,
değişimin ve yokluğun ona arız olması düşünülemez. Mâtürîdî’ye göre Allah’ın hay ve
hayat sahibi olması azamet ve yücelik anlamlarına da gelir. Mâtürîdî, hay ile azamet
arasındaki ilişkiye şehitleri ve toprağı örnek vermektedir. Allah, toprağı yağmurlarla ıslanıp
bitkilerin günyüzüne çıkması ile yaşanan süreci ‘hayye’ diye isimlendirmiştir. Bunun
yanında şehitleri de ‘ahya’ diye vasıflandırmıştır. Her iki durumda da kastedilen, bu iki
makamın yüceliğidir. Mâtürîdî’ye göre Allah’ın hayat sahibi olması aynı zamanda Allah’tan
unutkanlığın ve gafletin nefyi anlamına da gelir. Allah’tan gökyüzünde ve yeryüzünde hiçbir
şeyin gizli kalmaması da bu sıfatla açıklanmaktadır.120
Allah’ın hay olduğu ayetlerle sabittir. Tartışma ise Allah’a hayat diye bir sıfat
atfedilebilir mi noktasında başlamaktadır. Nesefî’ye göre, hayat ancak hayat sahibi olan
birinde mevcut olur. Birine kadir diyebilmemiz için onun kudret sahibi olması gerekir.
Hareket eden birine haraket sahibi denilir ya da oturan birine oturma eylemi sahibi denilir.
118
Bakara, 2/255; Al-i İmran, 3/2; Yunus, 10/31; Ra’d, 13/2; Furkan, 25/50.
İbn Ebi’l-İzz, Şerhü’l-Akideti’t-Tahâviyye, (Thk. et-Türkî-el-Arnavut), I, 89-90. Bkz. Gölcük, ŞerafettinToprak, Süleyman, Kelam (Tarih-Ekoller-Problemler), s. 233.
120
Mâtürîdî, Te’vîlâtü Ehli’s-Sünne, I, 213, 245.
119
124
Bu apaçık bir gerçektir. Ancak Mu’tezile, Allah’ın hay olduğunu kabul eder ama O’nun
hayat sıfatını kabul etmez.121
Hayat sıfatı zâtî sıfatların tamamının olabilmesi için gereklidir. Allah’ın ilim,
kudret, basar, sem’i, kelam, izzet, hikmet, rahmet gibi sıfatları hayat sıfatının içinde yer
almaktadır.122 Yani Allah’ın, yukarıda zikri geçen sfatlarından bahsedebilmemiz için hayat
sıfatını başta kabul etmemiz gerekir. Hayat sahibi olmayan bir varlıkta diğer sıfatların
bulunmasını düşünmemiz akla aykırıdır.
b. İlim
İlim, Allah’ın subutî sıfatlardından biridir. Sözlükte ilim "bir şeyin hakikat ve
mahiyetini kavrayıp idrak etmek" demektir. İlâhî bir sıfat olarak "Allah'ın gerek duyular
alemine gerekse duyu ötesine ait bütün nesne ve olayları bilmesi" diye tanımlanabilir.
Kur'an'da Allah'ın en yetkin şekliyle bilen bir varlık olduğu, alim, habir, şehid, hafız,
muhsî, vâsi' gibi isimlerle ifade edilmiştir. Bu kavramlar çerçevesinde ilim "zaman ve
mekân sınırı olmaksızın küçük büyük, gizli aşikâr her şeyi ve her hadiseyi müşahede
etmişçesine hakkıyla bilmek" mânasına gelir.”123
Her ne kadar yukarıda ilmin tanımı kısaca verilmiş olsa da bu, üzerinde ittifak
edilmiş bir tanım değildir. Zira yapılacak ilim tarifleri hem hadis hem de ezeli ilmi
kapsama gerçeğiyle karşı karşıyadır.
Aslında ilim tanımı ile sıfat problemi bir bakıma birbirinin basamaklarını teşkil
etmektedir. Bu yüzden ilim tanımıyla tanımın ait olduğu kelamcı arasında sıkı bir bağ
sözkonusudur. Mesela, Cüveynî ve Bakıllânî tarafından kabul edilmiş olan “ilim
ma’lumun olduğu gibi marifetidir” tarifi Mâtürîdî kelamcılardan Nesefi, tarafından kabul
121
Nesefî, Kitabü’t-Temhîd li Kavâidi’t-Tevhîd, s. 167-168.
Muhammed Abduh, Tevhid Risâlesi, (Çev. Sabri Hizmetli), Fecr Yayınları, Ankara, 1986, s. 95.
Beyhakî, Ahmed b. Hüseyin (v. 458/1065), el-Esmâ ve’s-Sıfat, (Abdullah b. Muhammed el-Heşâdî), I-II,
Mektebetu’s-Sevâdî, Cidde, I, 294; Yavuz, Yusuf Şevki, “İlim”, DİA., TDV. Yayınları, İstanbul, 2000,
XXII, 108.
122
123
125
edilmemiştir. Çünkü eğer ilim marifet olsaydı Allah için arif denilmesi gerekirdi. Oysa
Allah için alim ismi kullanıldığı halde arif ismi kullanılmamaktadır.124
Mu’tezile’den Ali el-Cübbâî ilmi tarif ederken “kendisiyle kadir olandan, fiilin
ihkam ve itkanının meydana geldiği sıfattır.” ifadesini kullanmıştır. Ancak bu tanım
Nesefî tarafından eleştirilmiştir. Çünkü ona göre, bizim kadîm, sıfatları ve muhal şeylerle
ilgili bilgimiz bunlarla ilgili bir fiili meydana getirmez. O halde ilmin bu türünün fiilin
düzenli ve sağlam olarak yapılmasında (ihkam ve itkanında) tesiri yoktur. Eş’arî ilmi tarif
ederken; sahip olana alim vasfını veren şeydir diye bir değerlendirmede bulunur.125
Genelde Mu’tezilî alimlerde ilim ile itikad arasında bir ilişki kurulmaya çalışılır.
Mesela Ka’bî’nin ilim tanımı ‘bir şeye olduğu hal üzere inanmaktır’ şeklindedir. Başka
Mütezilî alimler bu tarif üzerine bir takım ziyadelerde bulunmuşlardır. Ebu Haşim bu
tanımdaki eksiklikleri gidermek için nefsin sükûnünden bahsetmiştir. Bu tanımlar da
Nesefî tarafından eleştirilmiştir.126
İlmin tarifindeki bu tartışma yerini birazdan detaylıca göreceğimiz daha
karmaşık tartışmalara bırakacaktır. Eski Yunan felsefesinde, İslam felsefesinde ve
kelamında, Batı felsefesinde Allah’ın bilen bir varlık olduğu kabul edilir. Bu kabul
elbetteki bütün disiplinler için geçerli değildir. Allah’ın alim olduğunu Aristo da, Farabi
de, Eş’arî de, Descartes de kabul etmektedir. Bu ittifak hali nasıl bir ilim sorusu sorulana
kadar ancak devam eder. Bu soru sorulduktan sonra mütefekkirler arasında herhangi bir
müştereklikten bahsedemeyiz. Zira Aristo’nun tanrısı sadece özünü bilir. Bu yüzden onun
alemle ilgili herhangi bir farkındalığından söz etmemiz mümkün değildir.127
İslam düşüncesinin önemli mütefekkir ve filozoflarından biri olan İbn Sinâ’ya
göre ise Allah, “özü gereği (bizâtihî) âlimdir. O'nun ilmi, bilinmesi (malûmiyet) ve
124
Nesefî, Tabsiratü’l-Edille, I, 13.
Nesefî, Tabsiratü’l-Edille, I, 14; Keskin, Halife, İslam Düşüncesinde Bilgi Teorisi, Beyan Yayınları,
İstanbul, 1997, s. 19-37.
126
Nesefî, Tabsiratü’l-Edille, I, 9-13.
127
Aydın, Mehmet, a.g.e., s. 144-145.
125
126
bilginliği (âlimiyet) tek (aynı) şeydir. O başkasını ve bilinebilir olan her şeyi bilendir. O
her şeyi bir (aynı) ilmiyle bilir. Üstelik O, O’nun bilgisinin, bilinenin varlığı ve
yokluğuyla değişmediği bir tarzda bilir.”128
İbn Sina (v. 428/1037)’nın bu görüşünün yanında genel anlamda, “İslam
filozofları, ilahî ilmin sadece prensipler niteliğindeki küllilere yönelik olduğunu, temel
vasfı değişiklikten ibaret bulunan tek tek olaylara (cüz'iyyât) taalluk etmediğini ileri
sürmüşlerdir. Zira realitede gerçekleşen her olay sonradanlık özelliği taşır, ona taalluk
edecek olan ilim de aynı statüde bulunur, bu durumun ise Allah'a izafe edilmesi mümkün
değildir.” İslam filozofları, “tevhid ilkesini tam anlamıyla gerçekleştirebilmek için zâtı
daha çok selbî sıfatlarla nitelemeyi tercih ederek Allah'ın alim olmasını bilgisizlikten
münezzeh bulunması mânasına almışlardır.129
Mutezile kelâmcılarının çoğuna göre ise, sadece zihinde de olsa zâttan bağımsız
olarak düşünülecek kavramların zâta atfedilmesinin kadîmlerin çoğalmasına sebep teşkil
edeceğini kabul ederek mâna sıfatlarını varit görmemiş ve Allah'ın zâtıyla âlim olduğunu,
başka bir ifadeyle ilmin zâtta mündemiç bulunduğunu söylemişlerdir.130
Ehl-i Sünnet’e göre ise ilim, Allah'ın zâtına nisbet edilen subutî sıfatlar içinde
yer alır ve bunların en kapsamlısını oluşturur.
131
“Bu sıfatın zât ile münasebeti ve
dolayısıyla mahiyeti hakkında ileri sürülen görüşleri şöyle özetlemek mümkündür. Selef
âlimleriyle Sünnî kelâmcılar, bütün subutî sıfatları ve bu arada ilmi zihnen müstakil bir
"mâna" olarak düşünmüş ve bunları zâta izafe etmişlerdir. Bu bağlamda sözü edilen
kavramlar "hayat, ilim ..." şeklinde mâna sıfatları ve "hay, âlim ..." şeklinde manevî
128
İbn Sina, Ebu Ali el-Hüseyin (v. 428/1037), “Ârş Risâlesi”, (Çev. Enver Uysal), UÜİF., sy., IX, 2000, IX,
6-7; Bkz. Tunçbilek, Hasan Hüseyin, İslam Düşüncesinde Allah’ın İlmi, İstanbul, 2003, s. 26-29.
129
Yavuz, Yusuf Şevki, “Ehl-i Sünnet”, DİA., TDV. Yayınları, İstanbul, 2000, XXII, 108.
130
Hayyât, a.g.e., s. 111; Yavuz, Yusuf Şevki, “a.g.md.”, DİA., XXII, 108.
131
Humeyyis, İ’tikâdü Ehli’s-Sünne Şerhü Ehli’l-Hadis, Dâru’l-İmân, İskenderiye, 2000, s. 41; İsmailî, Ebu
Bekir Ahmed b. İbrahim (v. 381), Kitâbü’l-İ’tikâdi Ehli’s-Sünne, (Thk. Cemal Azzûn), Mektebetü Dari İbn
Hazm, Riyad, 1420, s. 39.
127
sıfatlar grubuna ayrılmıştır. Zira zât-ı ilâhiyyeye "alîm" sıfatını nisbet edip de O'nun
ilminin olmadığını söylemek mümkün değildir.”132
Ehl-i Sünnet, tartışmanın odak noktasında yer alan mastar şeklinde Allah’ın ilim
sıfatına sahip olmadığı iddialarına da ayetlerle cevap vermektedir. Mesela şu ayet onlardan
bir tanesidir. “…Onu kendi ilmiyle indirmiştir...”133 Şu ayet de Allah’ın ilim sıfatına sahip
olduğunun göstergesidir. “O'nun ilmi olmaksızın hiçbir dişi gebe olamaz.”134
Tahâvî’ye göre, Allah bütün mahlukatı bir ilim ve bilgi üzere yaratmıştır. Bir
bilgi ve ilme göre yaratmış olduğu mahlukatın her biri için bir ecel ve kader tayin etmiştir.
Onları yaratmadan önce hiçbir şey Allah’a gizli değildi. Onları yarattıktan sonra da ilmi ile
onların ne yapacağını bilir.135
Allah olanları, olmakta olanları (mevcud) ve olmadan olacak olanların (madum)
hepsini bilir. Tüm bunlara delalet eden ayetler vardır. Örneğin Allah’ın olacakları
bildiğine dair şu ayeti zikredebiliriz: “Hayır, önceden saklı tuttukları kendilerine
açıklandı. Şayet (dünyaya) geri çevrilseler bile, kendisinden sakındırıldıkları şeylere
şüphesiz yine döneceklerdir. Çünkü onlar, gerçekten kâfirlerdir.”136 Burada zikri geçen
zümrelerin bizi dünyaya dönder taleplerinin geri çevriliş sebebi, onların döndürüldükleri
zamanki tavırlarının Allah tarafından biliniyor olmasıdır. Oysa dünyaya çevrilmeyi arzu
eden insanlar dünyaya dönmüş değillerdi. Yani bu talepte bulunanların dünyaya
dönderilme isteği gerçekleşmemiştir. Ancak buna rağmen Allah onların dönderilecekleri
durumlarından bahsetmektedir. Bir başka ayette de Allah yine olacak olan bir durumdan
bahsederken şöyle buyuruyor: “Eğer Allah, onlarda bir hayır görseydi muhakkak onlara
işittirirdi. İşittirseydi bile, sırtını çevirenler olarak (yine) yüz çevirirlerdi.”137
132
Yavuz, Yusuf Şevki, “a.g.md.”, DİA., XXII, 108.
Nisâ, 4/166.
134
Fatır, 35/11.
135
Tahâvî, el-Akîdetü’t-Tahâviyye, s. 10-11.
136
En’am, 6/28.
137
Enfal, 8/23.
133
128
Bu
ayetlerden Kaderiyye ve Rafizîlerin “Allah bir şeyi yaratmadan önce onu bilemez”
iddialarına bir reddiye söz konusudur.138
Allah’ın alim ve ilim sahibi olduğunun nakli delilleri olduğu gibi akli delilleri de
vardır. Bu delilleri sıralandıracak olursak;
1. Akli delillerin başında kainatın kendisi ve kainata Allah tarafından konulmuş
olan düzen gelmektedir. İnsanlardan bile ticaret, yazı ve dokuma gibi herhangi bir fiilin
ilim ve bilgi olmadan sadır olması nasıl mümkün değilse herhangi bir sanat eserinden veya
en büyük insan yapımı şaheserlerden daha büyüleyici bir düzen ve nizamla karşı karşıya
bulunduğumuz şu alem de bizim için sonsuz bir ilme ve hikmete sahip olan bir Rabbin
olduğuna delalet etmektedir.139
Mâtürîdî ilim sıfatı ile ilgili çeşitli deliller getirmektedir. Ona göre kainatın
içindeki her şeyin bir nizam içinde, kaosa meydan vermeksizin mecrasında seyretmesi
ancak yüce bir ilmin neticesinde olabilir. Kainattaki her şey aklın anlamakta zorlandığı
belli prensipler çerçevesinde cereyan etmektedir. Bunların akılsız bir varlıktan çıkmış
olması tahayyül edilemez. O halde bu düzeni sağlayan prensipleri yaratan mutlak ilme
sahip bir Yaratıcı vardır.140
2. Allah’ın ilim sahibi olduğunun delillerinden biri de kainatın, mümkin olan
bütün varlıkların ihtiyaçlarını giderecek şekilde yaratılmış ve dizayn edilmiş olmasıdır.141
Yapılan araştırmalarda dünyanın sahip olduğu nimetler halen yaşamakta olan dünya
nüfusundan çok daha fazlasına yetecek düzeydedir. Ancak gezegen ölçeğinde var olan
küresel gelir dengesizliği, insanların ve hayat sahiplerinin bu anlamda çeşitli yokluklarla
mücadele etmelerine sebep olmaktadır. Ancak Allah, doğan her bir insan için bu dünyayı
138
İbn Ebi’l-İzz, Şerhü’l-Akîdeti’t-Tahâviyye, (Thk. et-Türkî- el-Arnavut), I, 132.
Bakıllânî, Ebu Bekir Muhammed b. et-Tayyib (v. 403/1013), Kitâbü Temhîdi’l-Evâil ve Telhisi’l-Delâil,
(Thk. İmâdüddîn Ahmed Haydar), Müessesetü’l-Kütübi’s-Sakâfiyye, Beyrut, 1987, s. 46.
140
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 72; Yeprem, M. Saim, Mâtürîdî’nin Akîde Risâlesi ve Şerhi, MÜİF.
Yayınları, İstanbul, 2000, s. 26; Bkz. Muhammed Abduh, Tevhid Risâlesi, (Çev. Sabri Hizmetli), Fecr
Yayınları, Ankara, 1986, s. 97.
141
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 71-72.
139
129
donanımlı olarak yaratmıştır. Bu da O’nun ne kadar sonsuz bir ilme sahip olduğunun
göstergelerindendir.142
3. Allah’ın ilim sıfatıyla muttasıf olduğunun bir başka delili de Allah, kainatı
kendi varlığına delalet etmek üzere dizayn etmiştir. Eğer Allah, ilim sıfatıyla muttasıf
olmasaydı O’nun yarattığından kendi ulûhiyetine delalet edecek herhangi bir unsurun
çıkmış olması beklenemezdi. Ancak kainatın bütün cüzleri Allah’ın ilim sıfatıyla muttasıf
olduğuna işaret etmektedir.143
4. Mâtürîdî, ilim sıfatının subutu ile ilgili olarak getirmiş olduğu diğer bir delil
ise peygamberlerin risaletleridir. Ona göre peygamberlerin aynı davayı savunmuş
olmaları, aynı ilkelerle gelmeleri ve bu ilkeler sonucunda insanlığın vahdete kavuşmuş
olmaları Allah’ın ilim sıfatı ile muttasıf olduğunun bir delilidir. Cehalet eseri olan
kanunlardan insanların düştükleri kaos dünyada rahatlıkla görülebiliyor.144 Ancak
peygamberlik mesleğinin her bir ferdi aynı prensiplerle insanlığı muhattap almıştır.
Birinin söylediğini diğeri nakzetmemiştir. Eğer Peygamberlerin getirmiş olduğu
mesajların kaynağında ihtilaf, cehalet ve bilgisizlik olmuş olsaydı bu durum, elçiler
arasında söylenen sözlerin farklılık arzetmesine, bunun neticesinde ise insanlar arasında
ciddi ihtilaflar ve uçurumlar oluşmasına sebebiyet verirdi.
Mâtürîdî Allah’ın ilim sıfatını nefyedenlere şu soruyu sormaktadır: İlmi
yaratmadan evvel Allah’ın durumu nasıldı? Allah zatını ve fiillerini biliyor muydu yoksa
bilmiyor muydu? Bilmiyor idiyse demek ki Allah önceleri cahil, bilgisiz ve ilimden
mahrum iken bu ismi yarattıktan sonra alim olmuş oluyor. Eğer biliyor idiyse o zaman
kendi zatını alim olarak biliyor muydu yoksa bilmiyor muydu? diye sorulur. Eğer zatını
alim olarak biliyor idiyse o zaman bu ismin de O’nunla birlikte ezeli olduğuna hükmetmek
142
143
144
Bağçeci, Muhyiddin, “Rızık”, Şamil İA., İstanbul, 1991, V, 254.
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 72.
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 71-72.
130
gerekir. Yok eğer ilmi hadis farzedersek o zaman Allah’ın zatı hadis olan şeylere mahal
olmuş olur.145
İlim, gerek Mâtürîdî gerekse Tahâvî tarafından Allah’ın subutî bir sıfatı olarak
kabul edilmektedir. Mâtürîdî getirdiği delillerle bu gerçeği isbat etmektedir.
c. Kudret
Allah’ın subutî sıfatlarından biri de O’nun sonsuz güç ve kudret sahibi
olmasıdır. Bu sıfat da diğer sıfatlar gibi Allah’ta bulunması gerekli olan sıfatlardan biridir.
Kudret sıfatı kapsamında Allah’ı aciz, güçsüz, atıl, işlevsiz, fonksiyonsuz bırakacak hiçbir
varlık yoktur.146
Allah’ın kudret sıfatıyla muttasıf olduğu Kur’an’la sabittir. "Muhakkak Allah
herbir şeye güç yetendir."147; "Allah herşeye muktedir olandır."148; "Göklerde olsun, yerde
olsun hiçbir şey Allah’ı âciz bırakacak değildir. Muhakkak O en iyi bilendir, herşeye güç
yetirendir."149; "O’nun Kürsî’si gökleri ve yeri kuşatmıştır. Onları koruması O’na ağır
gelmez. O çok yücedir, çok büyüktür."150
Allah’ın mutlak kudretinden dolayı kudret mefhumuna aykırı bir unsurun
Allah’ın zatında bulunması Kur’an’ın çerçevesini çizdiği ulûhiyet anlayışına aykırıdır. Bu
sebeple Allah’a hiçbir şeyin gizli kalmaması O’nun kudretinin bir neticesidir. Zira
herhangi bir olayın veya durumun Allah’a gizli kalması O’nu aciz bırakmış olur.
Allah her an yaratma halindedir. Bu yaratma neticesinde mahluklar gibi
herhangi bir yorgunluk belirtisinden de münezzehtir. Allah dinlenme ihtiyacından beridir.
145
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 103; Yeprem, M. Saim, a.g.e., s. 26.
Tahâvî, el-Akîdetü’t-Tahâviyye, s. 8.
147
Bakara, 2/ 20.
148
Kehf, 18/45.
149
Fâtır, 35/44.
150
Bakara, 2/255.
146
131
Bu durum, Kur’an’da şu ayetlerle sabittir. "Bize bir yorgunluk da dokunmadı."151
Yaptıklarından dolayı yorgunluk çekmeyen bir Allah’ın uyku ihiyacının olması
düşünülemez. "O’nu ne bir uyuklama alır, ne de bir uyku…"152
Allah’ın dilemediği hiçbir şey meydana gelmez. Göklerin ve yerin
hükümranlığını elinde tutan Allah’ın istemediği bir durum veya hadisenin ortaya çıkması
mutlak ilah olma anlayışına ters düşer. Böyle bir noksanlığın Allah’tan nefyedilmesi
tevhid anlayışının da bir gereğidir. Allah’ın istemediği bir şeyin meydana gelmemesi
Allah’ın zatında şöyle bir özelliği de isbata götürür.153 O da Allah’ın dilediği her şeyin
meydana geleceği mevzuudur.154 Bunların hepsi aslında yine mutlak tevhid anlayışına
racidir. Allah işlerin tedbirinde hiçbir şekilde ortak anlayışını kabul etmiyor. “Göklerin ve
yerin mülkü O'nundur. O bir çocuk edinmemiştir, mülkünde ortağı yoktur. Her şeyi
yaratmış, ona ölçü, biçim ve düzen vermiştir.”155 “Çocuk edinmeyen, mülkte ortağı
olmayan, acze düşüp de yardımcıya ihtiyacı bulunmayan Allah'a hamdolsun! de ve O'nu
gereği gibi tekbir et (saygı ve tekbir ile an).156 Kainata yerleştirilmiş ahenk ve düzenin
idaresinde bazı aksaklıklar olmuş olsaydı o zaman Allah’ın kendine bazı yardımcılar
edinmesi gerekirdi. Allah ile birlikte kainatta bazı ortakların tasarruf imkanlarının olması
Kur’an’ın anlatımıyla kaosa sebep olur: “Eğer yer ile gökte Allah'tan başka ilahlar
olsaydı, bunların ikisi de muhakkak fesada uğrar yok olurdu. O halde Arş'ın Rabbi olan
Allah, onların vasfetmekte oldukları şeylerden (bütün noksanlıklardan) beridir,
münezzehtir.”157 Bilinen ve bilinmeyen yönleriyle kainatın idamesi ancak her yönüyle
mutlak ve mükemmel bir yaratıcının tasarrufu ile mümkün olur.
Tahâvî akideye ait risalesinde Allah’ın bu mutlak kudretine özellikle vurgu
yapmıştır: Allah, her şeye gücü yeten tek varlıktır. O’nun güç ve tasarrufta hiçbir şeye
151
Kâf, 50/38.
Bakara, 2/ 255; Mâtürîdî, Te’vîlâtü Ehli’s-Sünne, I, 76; IV, 569-570.
153
Tahâvî, el-Akîdetü’t-Tahâviyye, s. 8.
154
Buruc, 85/16.
155
Furkan, 25/2.
156
İsra, 17/111.
157
Enbiya, 21/22.
152
132
ihtiyacı yoktur. Allah dışındaki her şey ise muhtaçtır. Allah’ın kudret sıfatından dolayı
bütün işler O’na kolaydır.158
Allah’ın sıfatlarını nefyedenlere göre Allah kadirdir denilmez. Ancak O aciz
değildir denilebilir. Oysa aklen ve tecrübe ile bilinir ki kudret sahibi olmayan birinden bir
fiilin meydana gelmemesi düşünülemez. Şurası da muhakkak ki hem akli ve hem de nakli
deliller Allah’ın bu alemin yaratıcı olduğunu isbat etmektedir. Allah’ın yaratıcı olabilmesi
için de O’nun kudret sıfatına sahip olması gerekir.159
Ehl-i Sünnet ise Allah’ın her şeye gücünün yettiğini kabul etmektedir. Allah’ın
kudret sıfatı ile muttasıf olduğunu da hem akli hem de nakli deliller ile ortaya
koymaktadır. Mesela, Mâtürîdî’ye göre duyulur âlemde eylemde bulunmaya güçü yeten
bir varlığın önünde herhangi bir engel yok ise şu veya bu şekilde ondan o gücün eseri
olarak fiillerin meydana geldiği görülecektir. Allah için ise herhangi bir engelden
bahsetmek mümkün değildir. O halde Allah’tan sadır olan fiiller O’nun kudretinin bir
göstergesidir.160 Yine ona göre muhteşem bir düzene sahip olan alemin yaratılmasındaki
ihtişam bize Allah’ın sonsuz bir kudret, güç ve kuvvete sahip olduğunu göstermektedir.
Yerlerin ve göklerin yaratılması tamamen Allah’ın kendi gücüyle olmuş bir hadisedir.
Bunların yaratılmasında başka birinin yardımı sözkonusu olmadığı gibi zorlaması da
mevzu bahis değildir. Allah ‘fail-i muhtar’dır. Tüm bunların yaratılmasına gücü yeten
Allah’ın aynı zamanda bunları hiçbir yardıma ihtiyaç duymaksızın yok etmeye de gücü ve
kudreti vardır. Bunlar, bize Allah’ın ezelde kudret sıfatıyla muttasıf olduğunu
göstermektedir.161
Ehl-i Sünnet, Allah’ın her şeye gücü yettiğini ifade ederken şey kavramı ile ilgili
herhangi bir kayıtta bulunmuyor. Ancak Mehmet Aydın’ın da dediği gibi buradaki şey
kavramını sağduyu ve akl-ı selim çerçevesinde anlamak ve değerlendirmek gerekir. Çünkü
158
Tahâvî, el-Akîdetü’t-Tahâviyye, s. 10.
Zâğûnî, el-İzâh fi Usûliddîn, s. 262.
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 73.
161
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 72; Te’vîlâtü Ehli’s-Sünne, I, 76; III, 474, 509; Yeprem, M. Saim, a.g.e., s.
25.
159
160
133
şey kavramının kapsamı çok geniştir. Bu kapsamın içindeki bazı hususların vuku bulması
aklen muhaldir. İlmi ve bilimsel kriterleri gözetmeyen kişiler tarafından şey kavramının da
içinde olduğu bazı sorular sorulmaktadır. Mesela, Allah zıt şeyleri bir arada
bulundurmaya, dünyayı çok küçük bir cismin içine sıkıştırmaya, kendini yok etmeye ya da
kendi misli bir varlığı yaratmaya kadir midir? gibi sorular bunlardan bir kaçıdır. Bu ve
bunlara benzer sorular, inançsızlar tarafından özellikle dini inançları zayıf olan kişilere
yöneltilmektedir. Bu tip sorulara karşılık şunu söylemek gerekir: Allah kendi kudreti,
hikmeti ve adaleti ile bağdaşmayan işler yapmaz. Allah, aklın ve mantığın muhal gördüğü
şeyleri yapıp kendisiyle çelişmez. Allah, tutarlıdır ve O’nun bir sıfatını diğer sıfatlarından
soyutlamak Allah’ı işlevsizleştirmek ve anlamsızlaştırmaktan ibarettir. Onun için bu tip
sorular soru kalıbı içinde sorulmuş safsatalardır.162 O halde “Allah’ın kudretinin, adalet ve
hikmetle sıkı ilişkisi vardır. Kudret sıfatı bu sıfatlara tabidir.”163
Mu’zile mezhebi, kudret mefhumunun kapsamı ile ilgil bazı endişeler
taşıdığından dolayı kudretin sınırlarını çizme gereği hissetmiştir. Zira Mu’tezile
mezhebine göre Allah ancak kendisi için güç yetirilmesi mümkün olan şeyleri yapmaya
kadirdir. Yani O’nun kudret alanının sınırları bellidir. Bu sınırlar içine insanların fiilleri
girmez. Bu yüzden Mu’tezile’ye göre Allah, kulların fiillerine güç yetiremez.164 Yani
Allah, oturan birini kaldırmaya ve kalkmış olanı oturmaya, inanan birini küfre götürmeye
veya canlıların fiillerine müdahale etmeye kadir değildir. Mu’tezilî alimlere göre insanlar
arasında meydana gelen savaşlar çeşitli sebeplerden dolayı meydana gelmektedir. Yoksa
bunların vuku bulmasında Allah’ın meşieti ve kudreti ile ilgili herhangi bir şey söz konusu
değildir.165 Mu’tezile, Allah’ın kadir olduğunu kabul etmektedir.166 Zemahşerî, Allah’ın
her şeye gücünün yettiğini ifade eden ayetle ilgili olarak yaptığı yorumda imkansız olan
şeylerin Allah’ın kudret sahasında yer almadığını ifade eder. Ona göre "Muhakkak Allah
162
Aydın, Mehmet, a.g.e., s. 148-149.
Ebu’l-Hayr, Muhammed Eyyüb Ali, Akidetu’l-İslam ve’l-İmâm el-Mâtürîdî, el-Müessesetu’l-İslamiyye,
Dakka, 1983, s. 414.
164
İbn Ebi’l-İzz, Şerhü’l-Akîdeti’t-Tahâviyye, (Thk. et-Türkî- el-Arnavut), I, 117.
165
Berâk, a.g.e., s. 64.
166
Kadı Abdulcabbâr, el-Usûlu’l-Hamse, s. 72; “Fıraku Ğayre’l-İslâmiyye” el-Muğnî fi Ebvâbi’t-Tevhid
ve’l-Adl, (Thk. Mahmud Muhammed Kâsım), s. 204.
163
134
herbir şeye güç yetendir" ayeti Allah’ın sadece ‘doğru şeyler’ e gücünün yettiği şeklinde
değerlendirilmelidir.167
Bütün müslümanlar Allah’ın kadir olduğunda ittifak etmişlerdir. Mâtürîdî ve
Tahâvî kudreti Allah’ın subutî sıfatları içinde kabul etmişlerdir. Kudret sıfatının zıttı olan
acziyetin Allah’ın zatından nefyi için bu sıfatın kabul edilmesi gerekir.
d. İrade
İrade, kelime anlamı itibariyle caiz olan iki şeyden birinin yapılması veya
terkedilmesini sağlayan duygudur.168 Allah’ın mümkin varlıklardan birini herhangi bir
vakit ve şekilde değil de o vakit ve şekillerin içinden bir tanesinde yaratmayı irade
etmesidir.169 Ancak farklı mezhepler tarafından irade muhtelif şekillerde tarif edilmiştir.170
Tahâvî’ye göre irade, Allah’ın zatıyla kaim ezeli sıfatlardan biridir. O’nun dilediği
meydana gelecektir. Dilemediği de asla meydana gelmez. O’na göre, ayrıca Allah’ın
meşiet sıfatı vardır. O’nun meşieti de mutlaka gerçekleşir. 171
Mu’tezile’ye göre Allah hakikatte müriddir. O’nun irade sahibi olması irade sahibi
olduğu bir andan sonradır. Yani Allah hadis bir iradeye sahiptir.172 Bu irade aynı zamanda
mürad edilen şey demektir. Mâtürîdî’ye göre ise irade ve mürad edilen şey birbirinden
farklıdır.173 Mu’tezile’nin Allah’a hadis bir irade yakıştırması doğrusu kabul görür bir
düşünce değildir. Çünkü o zaman Allah hadis şeylere mahal hale getirilmiş olur.174 Eğer
167
Zemâhşerî, Ebu’l-Kâsım Mahmûd b. Ömer (v. 538/1144), el-Keşşâf an Hakâiki’t-Tenzîl ve Uyûni’lEkâvil fi Vucûhi’t-Te’vîl, (Thk. Abdurrazzak el-Mehdî), I-IV, Dâru İhyâi’t-Turâsi’l-Arabi, Beyrut, trs., I,
120.
168
Aliyyü’l-Kârî, Davu’l-Meâ’lî li Bedi’l-Emâlî, s. 21.
169
Âmidî, Seyfüddin (v. 631/1234), el-Mübîn fî Şerhi Meâni’l-Elfâzi’l-Hükemâ ve’l-Mütekellimîn, (Thk.
Hasen Mahmûd eş-Şâfiî), Mektebetü Vehbe, Kahire, 1993, s. 120.
170
Bkz. Cürcânî, et-Ta’rifât, Matbaatü’l-Hayriyye, Mısır, 1306, s. 6.
171
Tahâvî, el-Akîdetü’t-Tahâviyye, s. 8, 11.
172
Gölcük, Şerafeddin, Bâkıllânî ve İnsan Fiilleri, TDV. Yayınları, Ankara, 1997, s. 68
173
Mâtürîdî, Te’vîlâtü Ehli’s-Sünne, III, 143.
174
Nureddin es-Sâbûnî, a.g.e., s. 82-83.
135
Allah’tan irade nefyedilmiş olsa o zaman Allah için cebr sözkonusu olur. Bu da her türlü
noksanlıklardan münezzeh bir ulûhiyet anlayışına terstir.175
Kur'ân-ı Kerîm'de irade kavramı hem Allah'a hem de insana nisbet edilerek 139
yerde geçer.176 Bu âyetlerin önemli bir kısmında ilâhî iradenin mutlak, özgür ve önüne
geçilemez olduğu, dolayısıyla kulun iradesini sınırladığı;177 hayır veya şer olarak olup
biten her şeyin Allah'ın iradesi istikametinde gerçekleştiği;178 fakat O'nun iradesinin
mutlaka amaçlı, anlamlı, hikmetli ve adil olduğu, kulları için asla zulmü, kötülüğü ve meşakkati murad etmediği;179 bildirilmektedir.180
İrade ile ilgili kelam mezhepleri arasında birçok tartışma vuku bulmuştur. İrade
sıfatı bağlamındaki tartışma insanların iman etmelerinin istenilip istenilmediği noktasında
yoğunlaşmaktadır. Bu husustaki tartışma Mu’tezile (Kaderiyye), Cebriyye ve Ehl-i Sünnet
arasında cereyan etmiştir. İbn Ebi’l-İzz irade sıfatı konusundaki görüşleri şu şekilde
özetlemektedir: Kaderiyye bu konuda Allah’ın bütün insanların iman etmesini istemesine
rağmen kafirler, küfrü tercih ettiler ve bunun neticesinde de kafir oldular derken; Cebriyye
ise Kaderiyye’nin tersi bir yol takip etmiştir. Cebriyye’ye mensup olanlara göre ise kişinin
iman ve küfür konularında herhangi bir müdahalesi yoktur. Ehl-i Sünnet ise Allah’ın küfrü
takdir ettiği ancak küfre razı olmadığı, küfrü sevmediği, ondan nehyettiği görüşündedir.181
Yukarıda kısaca anlattığımız tartışma tarzı kelam fırkalarının çokça düştükleri
bir yanılgıyı ortaya koymaktadır. O da bu konuda en önemli kaynak olan Kur’an’ın
anlaşılma biçimidir. Fazlurrahman’a göre, Kur’an, her iki grubun fikirlerine işaret eden
ayetleri içinde barındırmaktadır. Kur’an’da hem tamamen insan iradesine hem de Allah’ın
mutlak iradesine vurgu yapan ayetler vardır. Zahirden yola çıkan ve sırf tarafgirlik hissiyle
175
Nureddin es-Sâbûnî, a.g.e., s. 83.
Abdulbâkî, Muhammed Fuad, el-Mu’cemü’l-Müfehres li Elfâzi’l-Kur’ani’l-Kerîm, (Tert. Muhammed
Said el-Lahhâm), Dâru’l-Meârif, Beyrut, 2008, 414-417.
177
Bakara 2/253; Ra'd 13/11; Ahzâb 33/17.
178
En'âm 6/125; İsrâ 17/16; Cin 72/10.
179
Bakara 2/26, 185; Âl-i İmrân 3/108; Mü'-min 40/31.
180
Çağrıcı, Mustafa - Hökelekli, Hayati, “İrade”, DİA, DİB. Yayınları, İstanbul, 2000, XXII, 380.
181
İbn Ebi’l-İzz, Şerhü’l-Akideti’t-Tahâviyye,(Thk. et-Türkî-el-Arnavut), I, 78-79.
176
136
hareket eden mezhepler orta yolu bulma konusunda sorun yaşamışlardır. Genelde yapılan
Allah’ın ve insanın iki rakip olduğu şeklindeki yanlış algılamadır. Bu iki rakip de
birbiriyle mücadeleye sokuşturulmuşlardır. Algı böyle olunca sonuçta yanlış neticelere
varılmaktadır. Oysa bütüncül bir bakış ve anlayış, Kur’an’ın kesinlikle insafsız, katı,
gaddar, insanları cehenneme sevk etme konusunda son derece istekli bir Tanrı anlayışını
ortaya
koymadığını
izhar
edecektir.
Kur’an
Allah’ın
insanları
saptırdığından
bahsetmektedir. Ancak Kur’an’daki bu ayetlerin hemen akabinde saptırılan bu insanların
saptırılma gerekçeleri de birbir anlatılmaktadır.182 Muhammed Gazali’ye göre Allah’ın
iradesi keyfilikten, mantıksızlıktan uzak, akl-ı selim ve sağduyudan da mahrum
değildir.183
Mâtürîdî Allah’ın irade sıfatıyla ilgili görüşlerini genellikle Te’vilât’nda ilgili
ayetlerin tefsirinde ifade etmektedir. İlgili yerlere bakıldığında gerek Fazlurrahman’ın
gerekse Muhammed Gazali’nin söylemiş olduğu ilkelerin Mâtürîdî’nin yorumlarında
uygulandığı görülmektedir. Mesela, “Size ne oluyor da münafıklar hakkında iki gruba
ayrıldınız? Allah, onların yaptıkları işlerden dolayı baş aşağı ederek eski konumlarına
döndürmüştür. Allah’ın saptırdığını yola getirmek mi istiyorsunuz? Allah kimi saptırırsa
sen onun için asla bir çıkış yolu bulamazsın”
184
ayetinde Allah direkt insanları delalete
sevketmiyor. Bilakis, Allah onların küfrü tercih ettiklerini bilgidiğinden dolayı onları
saptırmıştır. Buradan Mâtürîdî’nin direkt Allah’ın insanları saptırdığı görüşüne mesafeli
olduğu ortaya çıkmaktadır.185
Yine Mâtürîdî’ye göre Hud sûresinde Allah’ın azdırmak istediği kimselere hiç
kimsenin nasihatının fayda vermeyeceğini ifade eden 34. ayette Allah’ın azdırmasından
182
Fazlurrahman, Ana Konularıyla Kur’an, Ankara Okulu Yayınları, (Çev. Alparslan Açıkgenç), Ankara,
1996, s. 52-53.
183
Bkz. Muhammed Gazali, Fıkıhçılar ve Hadisçilere Göre Nebevî Sünnet, (Trc. Ali Özek), Ekin Yayınları,
İstanbul, 1998, s. 208-216.
184
Nisa, 4/88.
185
Mâtürîdî, Te’vîlâtü Ehli’s-Sünne, I, 469.
137
maksat Allah’ın kendisinden azgınlığın çıkacağını bildiği bir kişinin hidayete ermesini
istememesidir. Çünkü böyle birinin hidayetini istemek, zaafın belirtisidir.186
Mâtürîdî’de direkt Allah’ın insanları küfre veya delalete sürüklemesi sözkonusu
değildir. Bilakis insanlarda bu yönde bir seçim ortaya çıktıktan sonra Allah onları
saptırmaktadır.187
Mâtürîdî, Burûc sûresi 16. ayetinin tefsiriyle ilgili şunları söylemektedir: “Allah
dilediğini yapandır” ayeti iki manaya hamledilebilir. Onlardan biri bu ayet kulların
fiillerinin yaratılması ile ilgili sorulmuş olan bir soruya yönelik olarak verilmiş bir
cevaptır. Allah, her şeyi kuşatan ilmiyle bir insandan sadır olacakları istemiştir. Çünkü bu
şekilde Allah nefsini medhetmiştir. Eğer kulların fiilleri ile ilgili herhangi bir tasarrufu
olmamış olsaydı Allah’ın zatını böyle medhetmesinin bir anlamı olmazdı. Öyleyse bütün
eşyanın yaratılmasında Allah’ın bir tasarrufu vardır. İkinci ihtimal ise bir hükümdarın
egemenliğinde bulunan ülkesinde istememesine rağmen başka bir hükümdarın isteklerinin
meydana gelmesi zaafın belirtisidir. Bu yüzden Allah’ın irade sıfatına sahip olması
gerekir.”188
Allah’ın iradesi kevnî ve şer’î irade şeklinde ikiye ayrılmıştır: Kevni irade:
Bütün olayların olmasını isteyen genel iradeye verilen addır. Şer’î irade ise sadece
istenilen ve gerçekleşmesi arzu edilen hususları talep eden iradedir. Mesela şu ayetler
kevnî iradeye delil olarak gösterilmiştir: “Allah kimi doğru yola koymak isterse onun
kalbini İslamiyet'e açar, kimi de saptırmak isterse, göğe yükseliyormuş gibi, kalbini dar ve
sıkıntılı kılar. Allah böylece, inanmayanları küfür bataklığında bırakır.”189 “Allah sizi
azdırmak isterse, ben size öğüt vermek istesem de faydası olmaz. O, sizin Rabbinizdir,
O'na döndürüleceksiniz" dedi.”190
186
Mâtürîdî, Te’vîlâtü Ehli’s-Sünne, II, 524.
Mâtürîdî, Te’vîlâtü Ehli’s-Sünne, IV, 47.
Mâtürîdî, Te’vîlâtü Ehli’s-Sünne, V, 428.
189
Enâm, 6/125.
190
Hud, 11/34.
187
188
138
Şeri’ iradeye de şu ayetler delil olarak gösterilmiştir: “Allah size kolaylık ister,
zorluk istemez. Bu kolaylıkları, sayıyı tamamlamanız ve size yol gösterdiğine karşılık O'nu
ululamanız için meşru kılmıştır; ola ki şükredersiniz.”191 “Allah sizi zorlamak istemez,
Allah sizi arıtıp üzerinize olan nimetini tamamlamak ister ki şükredesiniz.”192 Kevni irade
icbar edicidir. Bu iradeye karşı konulmaz. Uyulmak üzere vardır. Teşrii iradede ise insan
tamamen özgürdür. Uyup uymama konusu kendisine kalmıştır.193
Ehl-i Sünnet’e göre irade ile meşiet aynı sıfattır. Allah’ın iradeden başka meşiet
isminde ayrı bir sıfatı yoktur. Her iki kavram da aynı sıfat içinde mütalaa edilmiştir. Bu
genelde mütekellimlerin çoğunun mesleğidir. Ancak Kerrâmiye mezhebi meşiet ile
iradenin bir olmadığı kanaatindedir. Onlara göre meşiet Allah’ın ezeli sıfatlarından biri
iken irade ise irade edilen şeylere göre değişiklik arz eden hadis bir sıfattır.194
Allah’ın meşiet ve iradesinin olmaması düşünülemez. Çünkü bu durum acziyetin
ifadesidir. Kainatta Allah’ın dilemesi dışında bazı şeylerin meydana gelmesi İslam’ın
ulûhiyet anlayışına terstir.
e. Basar
Sünnî kelamında sıfatların isbatı babında ilk müracaat edeceğimiz kaynak Ebu
Hanife’dir. Ebu Hanife, Allah’ın kemal sıfatlarını sayarken onlar içinde basar sıfatını da
zikretmektedir.195 Buna karşılık Nazzam ve Ka’bî gibi Mu’tezilî alimler Allah’ın işitici ve
görücü olmadığı kanaatindedirler. Ancak bütün Mu’tezilî bilginler aynı görüşte değildir.
Ebu’l-Hüzeyl el-Allaf (v. 235/849), Ebu Ali el-Cübbaî (v. 303/915) gibi bir kısım
191
Bakara, 2/185.
Maide, 5/6.
193
Şimşek, Sait, Şimşek, Sait, Kur’an’ın Ana Konuları, Beyan Yayınları, İstanbul, 2001, s. 83.
194
Beyâzîzâde, Ahmed Efendi (v. 1098/1686), İşârâtü’l-Merâm min İbârâti’l-İmâm,(Thk. Muhammed Zâhid
el-Kevserî), Dâru’l-Kitâbi’l-İslâmî, İstanbul, 1949, 150-151.
195
Ustuvâî, Ebu’l-Alâ Said b. Muhammed b. Ahmed (v. 432/1041), Kitâbu’l-İ’tikâd, (Thk. Seyit Bahçıvan),
Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 2005, s. 125; Mığnisâvî, Ebu’l-Münteha Ahmed b. Muhammed, Şerhu’lFıkhi’l-Ekber, Dâru’l-Nîl, İstanbul, 2007, s. 22.
192
139
Mu’tezilî alimler ise Allah’ın görücü olduğunu kabul etmişlerdir.196 Kur’an’da Allah’ın
görmesi ile ilgli birçok ayet vardır.197
Mâtürîdî’ye göre ise görme eyleminin meydana gelmesi için de Allah’ın görme
sıfatıyla muttasıf olması gerekir.198 Basar, Allah tarafından görülmesi doğru olan şeylerin
insanda meydana gelen görme eyleminden farklı olarak görülmesidir.199 Allah’ın görmesi
için gözlere veya herhangi bir alete ihtiyacı yoktur.
Kur’an-ı Kerim’de Allah’ın görmesi ile ilgili hem basar hem de rü’ye kavramları
kullanılmıştır. Her iki kavram da aynı anlamdadır.200 Allah’ın görmesinin mümkin
varlıklarınkinden farklı olmasının bir diğer yönü de insanın bakış açısının sınırlılığıdır.
İnsan ancak göz önünde bulunan varlıkları görme kabiliyetine sahiptir. Göz vasıtasıyla
görülecek nesne ile insan arasına bir engel girdiğinde görülen varlığın görülme imkanı
ortadan kalkar. Yine bazı varlıklar vardır ki mevcudiyetlerine rağmen görülmezler. Çünkü
insanın görme duyusu, belli sınırlar içinde muayyen özelliklere sahip varlıkları görebilir.
Tüm bu noksanlıklar Allah için söz konusu değildir. Allah her nerede olursa olsun her
şeye muttali olandır.
Görme eyleminin meydana gelmesi için gözün olması gerekir. Gözün yapısı ise
ehlince malumdur. Zaman içerisinde nelere maruz kaldığı da bilinmektedir. En ufak bir
afette göz, görme eyleminden mahrum kalabiliyor. Bunlara bakarak şunu diyebiliriz:
Sahip olduğumuz göze verilen görme kabiliyeti kendinden değil Allah tarafından ona
verilmiştir. Allah ise böyle noksanlıklardan münezzehtir.
196
Pezdevî, a.g.e., s. 47.
Mü’min, 40/20; Fatır, 35/31; İsra, 17/30; Tevbe, 9/105; Alak, 96/14; Taha, 20/46; Buhari, Deavât, 5905.
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 75.
199
Beyâzîzâde, İşârâtü’l-Merâm min İbârâti’l-İmâm, s. 118.
200
Beyhakî, el-Esmâ ve’s-Sıfat, I, 461.
197
198
140
f. Sem’i
Allah’ın işitme sıfatıyla tavsif edilmesi Kur’an’la sabittir.201 Mâtürîdî, bu
ayetlerden hareket ederek Allah’ın sem’i sıfatının olduğunu ifade etmişlerdir.202 Allah’ın
kemal sıfatlarından biridir. Allah sem’i sıfatı ile evrendeki her şeyin sesini işitmektedir.
Çünkü diğer bütün sıfatlara sahip olan Allah’ın semi’ sıfatının zıttıyla tavsif edilmesi
İslam’ın ulûhiyet anlayışına terstir. Kainatta ne olup bittiğinden haberi olmayan, sesleri
işitmeyen bir varlığın mutlak ilah olması beklenemez.203
Allah kainatta ses düzeyleri ne kadar alçak veya yüksek olursa olsun fark etmez
bütün sesleri işitir. Allah’ın sem’i sıfatı diğer sıfatlar gibi ezelidir. Ezeli sıfatın hadis
varlıklarla ilişkisi onun ezeliliğine zarar vermez. İşitilen şeyler ne kadar değişirse değişsin
bu durum işitme sıfatını etkilemez.
Bu ve bazı sıfatlar konusunda sıfatların ezeliliğine kail olan Sünnî ekole karşılık
şu soru sorulmaktadır: Madem siz sıfatların ezeli olduğunu savunuyorsunuz. O halde bu
sıfatların taalluk ettiği şeyler de ezelidir.204 Bu konuya tekvin sıfatını işlerken değineceğiz.
Bu mevzuda şunların da söylenmesi gerekir: İşitme sıfatı vardır derken Allah’ın kulaklara
sahip olduğunu ima etmek istemiyoruz.205 “Tanrı dua edenleri “işitirken” bu, O’nun ses
dalgalarını alan bir organa sahip olduğu anlamında değil, fakat şu veya bu şekilde, niyazda
bulunan insanların arzularının farkında olduğu anlamına gelir. Öyle ki burada “farkında
olmak” bile ikincil anlamda kalmaktadır. Burada ağırlıklı olarak üstünde durulan husus,
bu tür terimlerin katı bir tasvir edici anlamda olmayıp sadece çağrıştırıcı, yani kesin
mahiyeti bizim kavrayışımızın ötesinde olana ilişkin bir şeyler akla getiren veya ima eden
terimler olduklarıdır. Bunlar her şeyden önce, bizim, hayatın kendisine dayandığı güçle
anlamlı bir ilişkiye girmemizi mümkün kılar. Öyleyse dinin yaşanmasında, bu terimleri ya
201
Al-i İmran, 3/181; Mücadele, 58/1.
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 75.
203
Taftazânî, Şerhu’l-Makâsıd, IV, 138.
204
Taftazânî, Şerhu’l-Makâsıd, IV, 138.
205
Katib, Seyfüddin, “Kitabu’l-Adl ve’t-Tevhîd ve Nefyu’t-Teşbîh ani’l-Allahi’l-Hamîd”, Resâil fi’l-Adl
ve’t-Tevhid, Menşuratu Dâri Mektebeti’l-Hayat, Beyrut, trs., s. 265.
202
141
itibari değerleriyle veya “nasıl ve nice olduklarını sormaksızın” kabul etmek
durumundayız.”206
Allah ile insanlar arasında teşbihe sebep olacak yorumlardan kaçınmak amacıyla
şunu ifade etmek gerekir. Allah’ın işitmesi ile insanların işitmesi aynı değildir. Allah,
insanların işitmesinden farklı olarak işitendir.
g. Kelam ve Halku’l-Kur’an Problemi
Kelam tarihinde üzerinde tartışmanın en çok vuku bulduğu meselelerden biri de
Allah’ın kelam sıfatına sahip olup olmamasıdır. Hatta kelam ilmine bu isminin verilmesi
de bir görüşe göre bu meseleden kaynaklanmaktadır.207 Kelam sıfatı çevresinde yaşanan
bu tartışma aynı zamanda Kur’an’ın mahluk olup olmaması konusuyla da yakından
ilgilidir.208
Bu konudaki tartışma Allah’ın müstakil olarak kelam diye bir sıfatının olup
olmaması noktasına odaklanmaktadır. Aslında bütün alimler, Allah’ın konuştuğunu kabul
ediyorlar. Bu ittifak sadece Allah mütekellimdir lafzında söz konusudur. Kelamın
mahiyeti konusunda ise alimler farklı düşünmektedirler.209 Yine O’nun mütekellim
oluşundan ayrı müstakil kelam diye bir sıfatı var mıdır yok mudur? konusu da
tartışılmıştır.
İbn Ebi’l-İzz kelam sıfatı ile ilgili görüşleri dokuz sınıfta mutalaa eder:
1. Allah’ın kelamı feyz yoluyla insanların nefislerine ulaşan manalardır. Bu, bir
kısım filozofların görüşüdür.
206
Yeşilyurt, Temel, “Teolojik Söylemde Sembolik Öğelerin Yeri”, FÜİFD. 4 (1999), s. 52.
Ahmed Mahmud Sübhî, Fi İlmi’l-Kelam, I-III, Dâru’n-Nahdati’l-Arabiyye, Beyrut, 1985, s. 18-20.
Öge, Sinan, İlâhî Kelamın Yapısı, İnsan Yayınları, İstanbul, 2008, s. 144.
209
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 88.
207
208
142
2. Kelam, Allah’ın yaratmış olduğu mahluk bir şeydir. Bu sıfat, yaratılmış
olması hasebiyle de Allah’tan ayrıdır. İslam mezheplerinden Mu’tezile bu görüşü
savunmuştur.
3. Kelam, Allah’ın zatıyla kaim başlı başına bir manadır. Bu mana İbranice ifade
edilirse Tevrat, Arapça ifade edilirse Kur’an olur. İbn Küllab ve Eş’arî bu görüştedir.
4. Kelam ezelde bir araya toplanmış harf ve sesler toplamıdır. Bu,
kelamcılarlarla hadisçilerin bir kısmının görüşüdür.
5. Kelam bir takım harf ve sesler olup Allah’ın önceleri mütekellim değilken
daha sonraları söylemiş olduğu sözlerdir. Kerrâmiyye bu görüştedir.
6. Allah’ın kelamı, O’nun ihdas ettiği ve zatı ile kaim olan ilim ve iradesidir.
Razî bu görüşe meyletmiştir.
7. Allah ezelden beri dilediği takdirde ne zaman ister ve nasıl dilerse öyle
konuşur. Hadis ve sünnet imamlarından nakledilen görüş de budur.
8. Kelam, kadîm ve ilahi zat ile kaim bir mana ile O’nun başkalarında halkettiği
sesler hakkında ortak olarak kullanılan tabirdir. Ebu’l-Me’alî bu görüştedir.
9. Allah’ın kelamı, kendi zatıyla kaim bir manayı ifade eder. Bu da O’nun
başkasında halkettiğidir. Mâtürîdî bu görüştedir.210
Kelam sıfatı ile ilgili olarak Mu’tezile ve Ehl-i Sünnet kelamcıları arasında ciddi
tartışmalar yaşanmıştır. Bu hususla ilgili tarihte düşünce özgürlüğü bağlamında ciddi
sıkıntılar sözkonusu olmuştur. Devlet desteğini de arkasına alan Mutezilî düşünce kendine
210
İbn Ebi’l-İzz, Şerhü’l-Akîdetü’t-Tahâvîyye, (Thk. et-Türkî- el-Arnâvût), I, 173-174.
143
bazı Sünnî alimleri hedef seçmiş ve bu alimlere karşı müsamahasız bir tavır
sergilemiştir.211
Genelde
212
görüşündedirler.
Mu’tezilî
kelamcılar
Allah’ın
kelamının
mahluk
olduğu
Mu’tezile bu görüşünü çeşitli tezlerle desteklemiştir. Mesela Mutezilî
düşünce sisteminde önemli bir yere sahip olan Ka’bî’ye göre Allah’ın kelam diye ezeli bir
sıfatı yoktur. Ka’bî Allah’ın kelamının hadis oluşuna, Kur’an’da geçen “gelmek” (ityan ve
mecî’) kavramlarıyla istidlalde bulunmuştur. Ka’bî’nin bu konu ile ilgili kendine delil
olarak almış olduğu ayetler şunlardır: “Biz, bir âyetin hükmünü yürürlükten kaldırır veya
onu unutturursak (ertelersek) mutlaka daha iyisini veya benzerini getiririz. Bilmez misin ki
Allah her şeye kadirdir.”213 “De ki: Musa’nın getirdiği kitabı kim indirmiştir?”214
“Rabbin geldiği, melekler de saf saf olduğu zaman…”215 Ka’bî’ye göre bu sıfatlar nasıl ki
hadis olup hudûsiyet özelliği gösteriyorsa Allah’ın konuşması da aynı şekilde hadis olup
olmayan bir zamandan sonra oluşmuştur.216
Ancak Mâtürîdî’ye göre bu istidlal biçimi doğru değildir. Çünkü yukarıdaki
ayetlerde geçen ifadelerin Allah hakkında kullanılması Allah’ın zatında kesinlikle
herhangi bir değişikliğin meydana geldiği anlamına gelmez. Çünkü bu kavramların geçtiği
ayetler Allah’ın zatına sonradan olmuşluk çağrıştıracak anlamlardan uzak bir şekilde
yorumlanmıştır.217 Ayetlerin zahir anlamlarına bakılarak örneğin Allah’ın bir yerden başka
bir yere intikal ettiği hususu çıkarılmamalıdır. Ya da bu ayetlerde geçen ‘meci ve ityan’
gibi fiillerden cismani varlıkların hal ve tavırları Allah için tasavvur edilmemelidir.218
Mâtürîdî’ye göre Allah ezelde kelam sıfatıyla muttasıftır. Ancak bu sıfat O’nun
zatının ne aynı ne de gayrıdır. Yani bu sıfat Allah’ın zatına sonradan eklenmiş değildir.
211
Ahmed Emin, Duhâ’l-İslâm, I-III, Mektebetu’n-Nahdati’l-Mısriyye, Kahire, 1973, III, 161-197.
Zühdî Cârüllah, el-Mu’tezile, el-Ehliyye, Beyrut, 1973, s. 77.
213
Bakara, 2/106.
214
Enam, 6/91.
215
Fecr, 89/22.
216
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 78.
217
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 83.
218
Mâtürîdî, Te’vîlâtü Ehli’s-Sünne, I, 156; V, 453.
212
144
Allah zatı itibariyle ezelde kelam sıfatına sahip olup bu sıfatla konuşuyordu. Yoksa
konuşma durumu hasıl olduğunda bu sıfat yaratılıp onunla konuşmuş değildir.219
Mâtürîdî, Allah’ın kelam sıfatına sahip olduğunu getirdiği birçok delille
ispatlamaktadır. Allah’ın kelam sıfatıyla muttasıf olduğunun Kur’an’da birçok delili
vardır:
1. “Allah Musa ile doğrudan konuştu.”220 ayetinde Allah, Musa ile konuşmasını
masdarla (meful-i mutlak) tekit etmiştir.
2. “Allah, bizimle konuşmalı değil midir?”221 diyen inkarcıları Allah, temelden
reddetmemiş, sadece kibirlenmek ve hadlerini bilmemekle onları vasıflandırmıştır.
3. “Onlardan bir zümre vardır ki Allah’ın kelamını dinler…”222 Bu vb. ayetlerde
Allah kendisini her ne kadar mastar şeklinde kelam sıfatıyla tavsif etmese de Allah çeşitli
zamanlarda çeşitli varlıklarla bir şekilde konuşmuştur.
Mâtürîdî yukarıdaki ayetlerden başka Allah’ın kelam sıfatıyla muttasıf olduğunu
bir takım akli delillerle de ispatlamaya çalışmıştır. Buna göre, “alim ve kadir olduğu halde
konuşmayan herkes, aciz bulunmak veya engel olunmak türünden bir afet sebebiyle
konuşmamış olur. Allah bunlara benzer noksanlıklardan münezzeh olduğuna göre O’nun
mütekellim olduğu sabit olur.”223
Mu’tezilî alimler Allah ile insanları arasında teşbihe sebep olur düşüncesiyle
sıfatları hadis kabul etmişlerdir. Mâtürîdî Mu’tezilî alimlerin bu iddialarına karşılık şöyle
cevap vermektedir: “Allah’ın kelamı, hadis kabul edildiği takdirde başkalarının kelamı
statüsünde bulunmaktan kurtulamaz. Bu durumda da Allah ile yaratmış olduğu varlıklar
219
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 90.
Nisa, 4/164; Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 88.
Bakara, 2/118.
222
Bakara, 2/75.
223
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 85; Nureddin es-Sâbûnî, a.g.e., s. 60.
220
221
145
arasında benzeşme ortaya çıkar. Halbuki “Hiçbir şey O’nun benzeri değildir.”224 ayet
Allah’ın gerek sıfatında gerekse zatında benzeşme olamayacağını dile getirmektedir.
Ayrıca “Yoksa O’nun yarattığı gibi yaratan ortaklar buldular da yaratma işi onlarca
birbirine benzer mi göründü?”225 ayeti de bunu destekler mahiyette fiil benzerliğin zat
benzerliğini gerektirdiğine işaret etmiştir. Buna mukabil bütün yaratıklar bir araya gelse
onun (Kur’an) mislini meydana getiremeyecekleri yönünde ilahi beyan vardır.226 Böylece
de misliyet unsuru taşıyan benzerlik ortadan kalkmıştır. Netice olarak zat-ı ilahiyeye
mahsus olan kelamın bütün yaratıklara ait kelamdan farklı olduğu sabit olmuştur.”227
Yine Mâtürîdî’ye göre bir kimse “Allah, Musa ile doğrudan konuştu”228 ayeti
ile ilgili Allah, Hz. Musa’ya kendi kelamını duyurmuş mudur? diye bir soru sorsa ona
şöyle cevap verilir: “Allah, kelamını Hz. Musa’ya onun diliyle ve yarattığı ses ve harfler
vasıtasıyla duyurmuştur. O, bu yolla Hz. Musa’ya yaratılmamış bir şeyi yaratılmış bir şey
vasıtasıyla duyurmuştur.”229
Nassta geçen Allah’ın insanlarla bir elçi ile, perde arkasından veya vahiy
aracılığıyla konuştuğudur.230 Hadisler, mevzuyu biraz daha açıklamaktadır. Gelen elçinin
durumu veya daha başka vahiy vasıtaları hadis aracılığıyla öğrenilebilmektedir. Ama
hakikat şu ki Rabbânî vahiy mahiyeti itibariyle başkaları için bir sırdır. Nihayetinde çeşitli
varlıkların bir şekilde iletişim içinde oldukları sabittir. Bunların konuşmalarını
algılamaktan aciz kalan insanın ilahi kelamı algılaması imkansızdır. Çünkü o tabiatı
itibarilya muhdes olan kelamlardan farklıdır.231
224
Şura, 42/11.
Ra’d, 13/16.
226
“De ki: “Andolsun, insanlar ve cinler bu Kur’an’ın bir benzerini getirmek üzere toplansalar ve
birbirlerine de destek olsalar, yine onun benzerini getiremezler.” İsra, 17/88.
227
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 89.
228
Nisa, 4/164
229
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 91; Te’vîlâtü Ehli’s-Sünne, I, 528.
230
Şura, 42/51.
231
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 90; Derveze, M.İzzet, Kur’anü’l-Mecîd, (Çev. Vahdettin İnce), Ekin
Yayınları, İstanbul, 1997, s. 17.
225
146
Kelam sıfatı konusundaki tartışmalar yukarıda da izah ettiğimiz gibi halku’lKur’an ile yakından ilgilidir. Aslında sıfat meselesinin odak noktasında bu mevzu yer
almaktadır. Sorun şudur: Kur’an yaratılmış bir şey midir? Yoksa yaratılmamış mıdır? Bu
mevzu, İslam düşüncesinin belli bir kesitine damgasını vurmuştur. Abbasilerin kudretli
günleri bu mesele etrafında yaşanan entellektüel münakaşalarla geçmiştir.232 Bu konudaki
tartışmaya taraf olanlar, her türlü imkanı kullanarak fikriyatlarını destekleyecek
argümanlar ortaya koymuşlardır.
Kur’an’ın mahluk olup olmaması kelam ekolleri arasında birçok tartışmaya
sebep olmuştur. Bu ekollerden bir kısmı Kur’an’ın mahluk oluşunu hararetle savunurken
bazıları onun gayr-i mahluk oluşunu isbat etmeye çalışmışlardır. Ehl-i Sünnet -ki bunların
içinde Selef alimleri, Eş’arî, Mâtürîdî vs. kelamcılar yer almaktadır- Kur’an’ın mahluk
olduğu fikrini kökten reddetmişlerdir. Aslında bu alimler arasında köktenci ve uzlaşmacı
tavır geliştirenler de olmuştur. Sünnî kelam sistemi içinde halku’l-Kur’an konusunda en
şiddetli tepki Ahmed b. Hanbel tarafından geliştirilmiştir. Hatta bunun için kendi
bulunduğu sistemin çerçevesi içinde yer alan kişilere karşı da güçlü eleştirilerde
bulunmuştur.233
Sünnî anlayıştaki Ahmed b. Hanbel, Kur’an’ın gayr-i mahluk olduğu
düşüncesini öyle içselleştirmiştir ki Kur’an’ın -söz, yazı, iki kapak arasında olması gibiher şeyiyle gayr-i mahluk olduğunu savunmuştur. Görülüyor ki İbn Hanbel tartışmanın
taraflarından birinde ve en uç noktada yer almaktadır.234
Mu’tezile, Şia, Cehmiyye gibi fırkalar ise Kur’an’ın mahluk oluşunu
delillendirmeye çalışmışlardır. Kur’an’ın mahluk olduğu fikri fırak edebiyatına dair
eserlerin bize aktardıklarına göre ilk defa Ca’d b. Dirhem tarafından ortaya atılmıştır.
Ca’d’dan sonra bu düşünce Cehmiyye tarafından dillendirilmiş ve nihayetinde Mu’tezilî
232
Ahmed Emin, a.g.e., III, 161-197.
Melchert, Cristopher, “Ahmed b. Hanbel’in Muhalifleri”, (Çev. Hakan Çavuşoğlu), Marife, yıl, 5, sy., 3,
Kış, 2005, s. 400.
234
Zümerlî, Fevvâz Ahmed, Akâidu Eimmeti’s-Selef, Dâru’l-Kitabi’l-Arabî, Tırablus, 1995, s. 44-45.
233
147
sistemde halku’l-Kur’an meselesi olgunlaştırılmıştır.235 Bütün mezhepler, halku’l-Kur’an
meselesinde kendilerini destekleyecek deliller ortaya koymuşlardır. Nasil ki Sünnî
kelamcılar kelam sıfatının varlığına ve Kur’an’ın yaratılmamışlığına dair akli ve nakli
deliller getirmişlerse aynı şekilde Mu’tezile’ye mensup kelamcılar da mevzu ile ilgili bazı
deliller öne sürmüşlerdir. Getirilen bu delillerin başında Enbiya sûresindeki “Rablerinden
kendilerine gelen her yeni ihtarı mutlaka, gönülleri gaflet içinde eğlenerek dinlerler.”
ayetidir.236 Bu ayette geçen zikrin, muhdes yani sonradan meydana geldiği görülmektedir.
Kur’an-ı Kerim’in bir ismi de zikirdir.237 Böyle olunca Kur’an’ın da mahluk olduğu ortaya
çıkmaktadır.
Mu’tezilî kelamcıların kendilerine delil olarak aldıkları diğer bir ayet de
“Allah'ın buyruğu yerine gelecektir.” dir.238 Bu ayette geçen emr, Mu’tezile’ye göre
Kur’an’a tekabül etmektedir. Görüldüğü gibi Kur’an için meful denilmiştir ki bu da
muhdeslik alametidir.239 “Allah, ayetleri birbirine benzeyen ve yer yer tekrar eden Kitap'ı
sözlerin en güzeli olarak indirmiştir.”
240
ayeti de Kur’an’ın hadisiyetine delil olarak ileri
sürülmüştür. Çünkü Kur’an için sonradan meydana gelme anlamında hadis kavramı
kullanılmıştır. Her hadis de mutlaka bir muhdise muhtaçtır. Bütün ümmet Allah dışında
bütün varlıkların sonradan yaratılmış olduğu konusunda ittifak etmiştir.241 Mu’tezile’ye
göre Allah’ın bazı ayetlerde242 müşrikleri Kur’an’ın bir benzerini getirmeye çağırması ve
bu konuda meydan okuması da Kur’an’ın mahluk olduğunun bir delilidir. Bu meydan
okuma kadîm bir varlık konusunda söz konusu olamaz. Çünkü kadîmin benzeri, kadîm bir
varlığın getirilmesi muhaldir.243 Ancak Kur’an’ın bir benzeri Allah tarafından getirilebilir.
Allah’ın getirdikleri de sonradan yaratılmıştır. Konu ile ilgili daha birçok nakli ve akli
235
Bkz. Malatî, Ebu’l-Hüseyin, et-Tenbîh ve’r-Redd alâ Ehli’l-Ehvâ ve’l-Bida’, (Thk. Muhammed Zahid elKevserî), Kahire, 1949, s. 123-124; Mustafa Hilmî, Menhecu Ulemâi’l-Hadîs ve’s-Sünne fi Usûli’d-Dîn,
Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 2005, s. 15.
236
Enbiya, 21/2.
237
Enbiya, 21/50.
238
Ahzab, 33/37.
239
Kadı Abdulcabbâr, el-Usûlu’l-Hamse, s. 86.
240
Zümer, 39/23.
241
Kadı Abdulcabbâr, el-Usûlu’l-Hamse, s. 87.
242
İsra, 17/18.
243
Kadı Abdulcabbâr, el-Usûlu’l-Hamse, s. 87.
148
delil öne sürülmüştür.
244
Ancak maksadın hasıl olduğu kanaatiyle biz bu kadar delili
zikretmekle iktifa ediyoruz.
Mu’tezile’nin
önemli
alimlerinden
biri
olan
Ka’bî’
kelam
sıfatının
sonradanlığını iddia ederken, Kur’an’ın hadisliği varsayımından yola çıkmıştır. Ona göre
Kur’an’ın hıfzedilebilir ve ezberlenebilir olması onun yaratılmış olduğunun bir
göstergesidir. Çünkü böylece Kur’an sınırlandırılmış oluyor. Mâtürîdî ise hıfz kavramının
Allah için de kullanıldığını ifade ederek Ka’bî’nin bu delilini çürütmeye çalışmıştır.245
Ka’bi bunlar dışında da bazı delillerle Kur’an’nın yaratılmışlığına istidlalde
bulunmaya çalışmıştır. Onlardan biri de Kur’an’da neshin vaki olması, onun sure ve ayet
gibi
parçalara
ayrılmasıdır.
Bu
yüzden
ona
göre
Allah
böyle
bir
kelamla
246
nitelendirilemez.
Mâtürîdî, ise Kur’an’ın mahluk olmadığını şu şekilde savunur: “İnsanlardan
dinlenen metne “kelamullah” denilmesi, Allah’ın zatıyla kaim bulunan aslına uygunluğu
sebebiyledir, nitekim (ediplere ve alimlere ait) risale, kaside ve kaviller hakkında da aynı
hüküm verilebilir. Bunun delili şudur ki dinlenen Kur’an metni yaratılmış şeylerden biri
olup Allah’ın zatına ait bulunması ihtimal dahilinde değildir. Burada işitilen şeyin a’râz
veya cisim olma alternatifi vardır, a’râzın da cismin de aynı anda iki mekanda (hem
Allah’ın zatında hem de okuyanda) bulunması imkansızdır. İşitilen şeyin a’râz da cisim de
olmama alternatifi söz konusudur. Bu durumda da mekanda bulunması muhaldir, halbuki
mekandan işitilmektedir. Binaenaleyh insanlardan dinlenen metnin Allah’a nisbeti
andığımız uygunluk kuralına bağlıdır. Şu da var ki Allah Teala’nın kendi kelamını, kelamı
olmayan bir şeyle bize duyurması mümkündür.”247
244
Bkz. Râzî, Fahreddin, Halku’l-Kur’an beyne’l-Mu’tezile ve Ehli’s-Sünne, (Ahmed Hicâzî es-Sekâ),
Dâru’l-Cîl, Beyrut, 1996, s. 63-70.
245
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 83; Nureddin es-Sâbûnî, a.g.e., s. 61-62.
246
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 84.
247
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 91; Bkz. Muhammed Abduh, a.g.e., s. 103.
149
Mâtürîdî’nin düşüncelerine parelel olarak Cüveynî’de de benzer görüşler
bulabiliriz. Cüveynî meseleyi izah ederken şu örneği verir: Bir melikten haber getiren
elçinin söyledikleri sözler için bunlar melikin ses ve sözleridir demek mümkün olur mu?
Çünkü söylenenler lafız olarak melikin sözleri değildir. Yani her bakımdan yeni bir
durumdan bahsedilebilir. Ancak mefhum olarak bu sözler melikin sözleridir. Elçi sadece
nakletme vazifesini yerine getirmektedir.248
Bu şekilde bir yöntem ortaya koyan Mâtürîdî’ye nazaran Tahâvî kelamullah
konusunda daha keskin çizgilere sahiptir. Tahâvî, kelam konusundaki tartışmalara
risalesinde kısaca değinmiştir. Bunu yaparken de konuya Kur’an bağlamında yaklaşmaya
çalışmıştır. Tahâvî konu ile ilgili şunları söylemektedir: “Kur’an Allah’ın kelamıdır. Sözlü
olarak keyfiyeti bizce bilinmeyen bir biçimde Allah’tan gelmiştir. Allah bu kelamını vahiy
olarak Hz. Peygambere göndermiş, müminler de bunun hak ve gerçek olduğuna iman
etmişlerdir. İnsan sözü gibi mahluk değildir. Kim Kur’an’ı işittikten sonra onun insan sözü
olduğunu iddia ederse kafir olur.”249 Tahâvî bu görüşlerini şu ayetle delillendirmektedir.
“Muhakkak onu yakıcı bir ateşe sokacağım”250 Bu ayetteki ceza Kur’an’ın insan sözü
olduğunu ifade edenlere verilecektir.251 Bu da bize gösteriyor ki Kur’an Allah’ın sözüdür
ve insan sözüne benzemez.252 Tahâvî görüşlerine şu şekilde devam etmektedir: “Kim
Allah’ı beşeri vasıflarla vasıflandırırsa muhakkak küfre girer. Kim de hakikati görürse
ibret almış, kafirlerin sözlerinden uzaklaşmış ve Allah’ın beşeri vasıflardan uzak olduğunu
anlamış olur.”253
Sonuç olarak gerek kelam sıfatı gerekse halku’l-Kur’an meselesi kendi
zamanının siyasi şartlarının izini taşımaktadır. İslam’ın ilk nesli nezdinde hiçbir tartışmaya
konu edilmemiş olan bu meselelerin sonraki dönemlerde müslümanlar tarafından
tartışılıyor olmasında gerek farklı kültürlerle karşılaşma ve gerekse siyasi bazı
248
Cüveynî, Ebu’l-Mealî Abdulmelik b. Abdullah (v. 478/1085), el-Akidetu’n-Nizâmiyye, İFAV. Yayınları,
İstanbul, trs., s. 28-29.
249
Tahâvî, el-Akîdetü’t-Tahâviyye, s. 12-13.
250
Müddessir, 74/26.
251
Müddessir, 74/25.
252
Tahâvî, el-Akîdetü’t-Tahâviyye, s. 13.
253
Tahâvî, el-Akîdetü’t-Tahâviyye, s. 13.
150
mülahazaların etkisinin zikredilmesi gerekir. Esef verici bir şeydir ki İslam düşüncesinin
akılcı yönünü temsil eden bir fırkanın bu meseledeki tavırları onları yapı itibariyle tarihten
silmiştir.
4.Fiilî Sıfatlar
Allah’ın diğer bir grup sıfatı ise fiilî sıfatlardır. Nasslarda Allah için ihya, imate,
rızk, halk, inşa, bast, azab, rıza vs. birçok sıfat kullanılmaktadır.
Gerek Ebu Hanife gerek Mâtürîdî ve gerekse Tahâvî’ye göre Allah’ın fiilî
sıfatlarının tamamı ezelidir. Tıpkı failin ezeli olması gibi. Ancak meful muhdestir,
sonradan yaratılmıştır.
Mu’tezilî alim Ka’bî’ye göre: Halin ve şahsın değişmesini kabul eden (yani
hallerin ve şahısların değişmesiyle müsbet veya menfi olarak kullanılabilen) sıfat fiilî
sıfattır. Mesela, “Allah filanı rızıklandırır (da filanı rızıklandırmaz), bir durumda
merhamet eder de diğer durumda merhamet etmez” ifadesinde olduğu gibi.254
Bütün fiilî sıfatların kaynağı tekvin olduğundan dolayı, fiilî sıfatlar tekvin
başlığı altında incelenecektir.
a. Tekvin
Tekvin,
‫( كان‬kane) fiilinden tefil vezninde bir şeyin meydana gelmesi255,
parçalarını birleştirmek, bir şeyi var etmek, ihdas etmek, oldurmak, meydana getirmek,
yapmak ve yaratmak anlamlarına gelir. Bu kelime Allah hakkında kullanıldığı zaman
ihdas, icad, yaratma ve yoktan var etme manalarını ifede etmektedir. Tekvin aynı zamanda
önceki bir formdan yeni bir maddenin yaratılması anlamında da kullanılır.256
254
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 78.
İbn Faris, Ebu’l-Hüseyin Ahmed (v. 395/1004), Mu’cemu Mekâyisi’l-Lüğa, (Thk. Abdusselam
Muhammed Harun), I-VI, Dâru’l-Fikr, Beyrut, 1979, V, 149.
256
Falih, Ebu Abdullah Amir Abullah, Mu’cemu Elfâzi’l-Akîde, Mektebetü Übeykân, Riyad, 1997, s. 97.
255
151
Kelamcılar tekvini Allah’ın eşyayı yoktan yaratması anlamında kullanmışlardır.
Bu kelimeye yakın halk, icâd, ihdas, ihtira, izhar, ihdas, inşa, ibda, sun’ gibi fiiller de bu
anlamda kullanılmıştır. Bunların tamamı Allah’ın bir şeyi yoktan var etmesi anlamında
kullanılmıştır.257 Tekvin kelimesini Allah’ın sıfatı olarak ilk defa kullanan ise
Mâtürîdî’dir.258
Sünnî kelamın çatısını oluşturan iki önemli mezhep olan Mâtürîdîyye ile
Eş’arîyye arasındaki ayrılıklardan (hatta Mâtürîdî kelamcı Pezdevî iki ekol arasındaki bu
ayrılığa değinirken Eş’arî’nin sahip olduğu en hatalı görüş şeklinde bir kanaat ifade
etmektedir)259 biri olan tekvin, Mâtürîdî’ye göre Allah’ın ezeli sıfatlarından biridir. Allah
ezelde tekvin ve ihdas sıfatlarına sahiptir. Kur’an’da Allah’ın yaratma eylemiyle ilgili
çeşitli fiiller kullanılmıştır. Tekvin de bunlardan bir tanesidir. Yani tekvin, Allah’ın
eylemlilik halini belirten niteliklerdendir. Allah’ın, yaratılmasını murat ettiği şey zamanı
geldiğinde bu sıfatının bir tecellisi olarak yaratılır.260 Tekvin sıfatı aslında Kur’an’da bir
kaç yerde geçen “ol” emrinden ibarettir.261 O’nun ilminde konumu belli olan her şey
“kün” emriyle vücut bulur. Allah her şeyi nasıl ve ne zaman meydana gelmesi gerekiyorsa
o zamanda meydana getirir. Bütün ilahi emir, nehiy, va’d ve vaidler “kün” emrine
dahildir. Ayrıca bu emir meydana gelecek şeylerin zamanları ve mekanları sürekli
değişmesine rağmen olmuş ve olacak her şeyi de haber vermektedir.262
Tekvin sıfatı konusunda sadece Mâtürîdî ile Eş’arîler arasında ihtilaf vuku
bulmuş değildir. Aynı zamanda Mu’tezile de bu hususta farklı düşünmektedir. Mu’tezile
ve Eş’arî’ye göre Allah’ın tekvin sıfatı mahluktur. Bu yaratılmışlık durumu Allah’ın diğer
fiilî sıfatları için de söz konusudur. Eş’arî’ye göre tekvin sıfatının işlevini kudret sıfatı
257
Râzî, Muhammed b. Ebi Bekir (v. 666/1268), Muhtaru’s-Sıhah, (Thk. Mahmud Hatır), Mektebetu
Lübnan, Beyrut, 1995.
258
Yücedoğru, Tevfik, “Ehli Sünnet Kelamcılarında Tekvin Tartışması”, UÜİF., sy. 2, c. II, yıl, 2, 1987, s.
253.
259
Pezdevî, a.g.e. , s. 101; İbn Kemâl Paşâ, Şemsuddîn Ahmed b. Süleyman (v. 940/1534), “Risale fi’lİhtilâf beyne’l-Eşâire ve’l-Mâtüridiyye”, Hamsu Resâil fi’l-Fırak ve’l-Mezâhib, (Thk. Seyit Bahçıvan),
Dâru’s-Selâm, Kahire, 2005, s. 69.
260
Mâtürîdî, Te’vîlâtü Ehli’s-Sünne, I, 76; IV, 216.
261
Bakara, 2/117; Al-i İmran, 3/47; Yasin, 36/82; Mü’min, 40/68; Mâtürîdî, Te’vîlâtü Ehli’s-Sünne, IV, 216.
262
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 77; Bkz. Nureddin es-Sâbûnî, a.g.e., s. 67-73 .
152
görmektedir. Allah’ın, var olmasını bildiği bir husus yine O’nun meydana gelmesini irade
ettiği bir zamanda kudretiyle meydana gelir.263
Tekvin sıfatı konusundaki tartışma sadece bu sıfatın yaratılmış olup olmaması
ile ilgili değildir. Bundan başka Mâtürîdî’nin, Kitâbu’t-Tevhîd’inde genişçe yer verdiği
başka ihtilaflara da tesadüf ediyoruz. Konuyla ilgili farklı görüşler ortaya konulmuştur.
Bunlardan birine göre “Ezelde Allah vardı fakat yaratma yoktu, sonra tekvin sıfatının
aracılığı bahis konusu olmaksızın yaratıklar vücut buldu, zaten tekvin yaratılmışın
gayridir.”264
Mâtürîdi tekvin sıfatını isbat etmeye çalışırken şunları söylemektedir:
“Müşahede edilen alemde eylemde bulunma kabiliyeti bulunan hiçbir varlık bulunmasın
ki eylemde bulunmuş olmasın ve yine konuşma gücüne sahip bulunan hiçbir varlık yoktur
ki konuşmuş olmasın. Bu da bize Allah’ın tekvin sıfatına sahip olduğunu göstermektedir.
Yaratıklar bazen fesat, şer, çirkinlik ve kötülüklerle nitelendirilebiliyorlar. Bunlarla
Allah’ın zatının isimlendirilmesi ise küfürdür. Ancak bunlar tekvin sayesinde O’nun
zatından ayrı düşünülebilir.”265
Başka bir görüşe sahip olanlar ise şöyle bir soru sormaktadırlar: Allah ezelde
tekvin sıfatına sahip olmakla nitelendirildiğine göre yaratıklar neden ezelde mevcut
olmasın? Mâtürîdî bu soruya şöyle cevap vermektedir: Nesnelerin güzel bir şekilde
meydana gelebilmesi için Allah ezelde tekvinle isimlendirilmiştir. Bu, nesnelere ilahi
kudretin, iradenin ve ilmin taalluk ettiğini kabul etmeye benzer, ta ki her şey Allah’ın
planladığı şekilde meydana gelebilsin. Burada sonradan olmuşluk sonradan vücut
bulmuşla ilgilidir yoksa ilahi isim ve sıfatlarla ilgili değildir. Sonradan olmuş olan şeyin
Allah’ın sıfatları konusunda herhangi bir etkisi söz konusu değildir. Şunu da ifade etmek
gerekir ki Allah’ın ilmi ve buna benzer isimleri ezelde var idi. Ancak bu kapsama giren
fiillerin de ezelde var olduğunun anlaşılmaması için bu fiillerle birlikte “zamanı veya vakti
263
Nureddin es-Sâbûnî, a.g.e., s. 67-68; Belkasım el-Ğâlî, a.g.e.,s. 174; Taftazânî, Şerhu’l-Akideti’nNesefiyye, (Thk. Ahmed Hicâzî), Mektebetu’l-Kulliyâti’l-Ezheriyye, Kahire, 1988, s. 47.
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 73.
265
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 73.
264
153
gelince”denilir.266 Tekvin için de Allah’ın tekvin sıfatı vardır. Ancak bu alana giren
taallukât zamanı gelince meydana getirildi.
Bir başka görüşe göre bir mükevven olmaksızın tekvini gündeme getirmek
Allah’a acziyet nispet etmek anlamına gelir. Mâtürîdî bu soruya ise şöyle cevap
vermektedir: “Acziyet tekvinin sahasına giren varlıkların meydana gelmesi gereken
zamanda meydana gelmemesi durumunda olur. Eğer sonradan yaratılmış olan varlıklar
planlanan zamanda ve belli bir bilgi neticesinde meydana gelmişse bu durumda acziyetten
söz edilmesi mümkün değildir. Söz edilen bu durumlar sadece tekvin sıfatı için değil diğer
sıfatlar için de söz konusudur.”267
Bazı görüşlere göre mükevven ve tekvin arasında bir birlikten söz edilmektedir.
Yani bu görüşe göre tekvin ve mükevven birdir. Bu görüş sahiplerinin temel dayanakları
fiilî sıfatların hadis olduklarıdır.268 Ancak onlara şu örnek verilerek cevap verilebilir. Bir
kağıdın üzerine bazı bilgiler yazan birinin yazma eylemi ile kağıdın üzerine yazdığı
yazılar arasında bir birlikten söz edilebilir mi? Yine buna benzer bir örnek de bir adama
vurulan darbe ile vurulan kimse bir olabilir mi? Elbetti her iki örnekte de yazma ile
yazılan; vurma ile vurulan birbirinden ayrı şeylerdir. Belki bir nedensellikten
bahsedilebilir. Çünkü yaratma olmadan bir mahlukun meydana gelmesi düşünülemez.
aa. Rızk
Allah Kur’an’da kendi zatı için birçok isim kullanmıştır. Bunlardan biri de
Rezzâk’tır. Rezzâk’ın mastarı olan r-z-k da Allah’ın fiilî sıfatı olarak kabul edilmiştir.
Allah’ın Razzâk ismi yaratılışın dizayn edilmesi ve devam etmesi için gereklidir. Çünkü
alem müşahede edildiği üzere süreklilik göstermektedir. Ancak, bilinir ve bilinmez
yönleriyle bu süreklilik kendisiyle birlikte kaynak sorununu da getirmektedir. Her doğan
varlık için tabiri caiz ise istihdam sahasının yaratılması ve o canlının hayatının idame
266
267
268
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 75.
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 75.
Nesefî, Tabsiratü’l-Edille, I, 400.
154
ettirilmesi için uygun ortamın oluşturulması gerekir. Bu da Allah’ın rızık verme fiiliyle
gerçekleşebilecektir. Allah’ın bu sıfatıyla alemdeki canlıların hayatlarının devamı
sağlanmaktadır.
Ebu Cafer et-Tahâvî’ye göre Allah, rızk sıfatına ezelden beri sahiptir. Rızk,
sonradan O’nun zatında oluşmuş olan bir sıfat değildir.269 Allah bütün canlıların enerjisini
onlara bahşederken kendi zatını bundan takdis ediyor. “De ki: "O, gökleri ve yeri
yaratırken ve O, hep) besleyen (hiç) beslenmezken, ben Allah'tan başkasını mı veli
edineceğim?" De ki: "Bana gerçekten müslüman olanların ilki olmam emredildi ve: Sakın
müşriklerden olma." (denildi.)”270 Allah rızıklanmaktan münezzehtir. Çünkü böyle bir
durum O’nun zatını başka varlıklara muhtaç ve bağımlı hale getirecektir.
bb. İhya ve İmate
Allah’ın fiilî sıfatlarından olan ihya ve imate Allah’ın canları alması ve can
vermesi anlamına gelir. Allah var iken hiçbir varlık yoktu. Allah insanları veya herhangi
bir varlığı ona ihtiyaç duyduğundan dolayı yaratmış değildir. Sadece insanlar değil bütün
kainatın yaratılması da herhangi bir ihtiyaç hissinden dolayı değildir. Zaten ihtiyaç hissi
içinde olan bir varlığın ilah olması düşünülemez. Çünkü ihtiyaç duyma acziyetin
ifadesidir.
Allah madem ki hiçbir şeye ihtiyaç duymadan yaratmayı gerçekleştiriyorsa o
zaman niye “Ve ben, insanları ve cinleri ancak bana kulluk etsinler diye yarattım. Ben
onlardan bir rızk istemiyorum, beni yedirip içirmelerini de istemiyorum. Şüphe yok ki
Allah, rezzak, kuvvet sahibidir.”
271
buyurarak insanların ve cinlerin yaratılmasında bir
amacının olduğunu izhar etmiştir? Bu soruya Babertî şöyle vermektedir: Öncelikle Allah
her şeyden müstağnidir. Allah’ın bu kavli şöyle anlaşılabilir: Ben insanları ve cinleri
onlara iyiliği emretmek, kötülüklerden sakındırmak ve onlar da bunlara uydukları takdirde
269
270
271
Tahâvî, el-Akîdetü’t-Tahâviyye, s. 10.
Enam, 6/14.
Zariyat, 51/56.
155
onlara karşılığını vermek için yarattım.272 Zaten ayetin son kısmı da Allah’ın mutlaklığına
ve yetkinliğine vurgu yapmaktadır.
Hz. Peygamber de bir hadis-i şerifte Allah’ın bu istiğna durumunu şu şekilde
izah ediyor: “Ey kullarım! İlk ferdinizden son ferdinize kadar bütün insanlar ve cinler,
sizden en takva sahibi bir adamın kalbi üzere olsalar, bu benim mülkümü hiçbir şekilde
artırmaz. Ey kullarım! İlk ferdinizden son ferdinize kadar bütün insan ve cinler, en sapık
bir adamın kalbi üzere olsalar, bu benim mülkümden bir şey eksiltmez. Ey kullarım! Sizin
evveliniz, âhiriniz, insanınız ve cinnîniz bir toprağın üzerinde ayağa kalkarak benden
isteseler, ben de her insana dilediğini versem; bu bende olandan ancak iğnenin denize
batırıldığı vakit azalttığı kadar azaltır. Ey kullarım! Bunlar ancak sizin amellerinizdir.
Onları size sayıyorum. Sonra onların karşılığını size tastamam veriyorum. (verileni) kim
hayır bulursa Allah'a hamdetsîn! Hayırdan başka bulan ancak kendini hesaba çeksin.”273
Tahâvî’ye göre Allah nasıl ki insanların dünyaya gelmelerini yani ihyalarını
sağlıyorsa ve bu fiilî sıfatla muttasıf ise aynı şekilde onların canlarını almakla da yani
imate ile de muttasıftır. Allah hiçbir şeyi yaratmadan önce bu isimle nefsini
vasıflandırmıştır. Bu sıfatlar bir bakıma evrenin yenilenme mekanizmasının kaynağıdır.
Kainattaki düzen Allah’ın bu fiillerinin bir tezahürü olarak sürekli güncelleniyor.
Öldürme ve diriltme büyük bir olaydır. Bunların da sadece tek bir faili vardır o da
Allah’tır. Allah’tan başka can verecek ve canı alacak kimse yoktur. Bunu yaparken Allah
hiçbir şekilde korku duygusuna kapılmaz. Allah insanların canlarını aldıktan sonra,
bedenleri un ufak olduktan sonra Allah meşakkatsiz olarak onları tekrar diriltecek olandır.
274
Allah dilerse bütün kainatı yok etmeye, tüm insanların canlarını almaya kadirdir.
Nitekim herhangi bir doğal afette yüzbinlerce insanın canını alan da Allah’tır. Allah için
272
273
274
Bâbertî, a.g.e., s. 45.
Müslim, Kitabü’l-Birr ve’s-Sıla, 2577.
Tahâvî, el-Akîdetü’t-Tahâviyye, s. 9.
156
bir kişinin canının alınması ile birden çok kişinin canının kabzedilmesi arasında herhangi
bir fark yoktur. Tüm bunlar Allah’ın bir emri ile gerçekleşecek olan hadiselerdir. Bunun
yanında Allah, insanlar öldükten sonra onları tekrar diriltecektir.275 Bu ise Allah’a zor
gelen bir şey değildir.276 Zira Allah nasıl ki insanı karmakarışık bir nutfeden277 yaratmaya
kadir ise yine aynı şekilde onu toprak olduktan sonra tekrar diriltmeye de kadirdir.278
Allah’ın fiilî sıfatlarının tamamında olduğu gibi halk, ihya ve imate gibi
sıfatlarda da Mu’tezilî alim Ka’bî’nin tavrı yine Mu’tezilî sistemle mütenasiptir. Ona göre
Allah ezelde bu sıfatlar ile muttasıf değildi. Allah ezelde rahman, halık değildi. Ancak
O’nun kudreti bilahare zatını rahman ve halık yapmaya taallük etti. O zaman ancak Allah,
halık oldu.279
Ehl-i Sünnet’e göre, Allah ezelde fiilî sıfatların tamamına sahiptir. Bu sıfatlar
O’nun zatında sonradan oluşmuş değildir. Bu konuda Mâtürîdî, Tahâvî hem fikirdirler.
Ancak Eş’arî fiilî sıfatların ezeli olmadığı görüşündedir.
b. Sebeblilik Kanunu İçinde Allah’ın Fiilleri
Allah’ın fiilleri için illetin takdir edilip edilmeyeceği veya böyle bir şeyden
bahsedilmesinin Allah için doğru olup olmayacağı kelam ekolleri arasında tartışma
konusu yapılmıştır.280
Acaba Allah’ın fiilleri için niçin sorusu sorulabilir mi? Bu tartışmanın altında
yatan en önemli neden Allah’ın yetkinliğinin sınırlandırılıp sınırlandırılmayacağı
konusudur. Allah şu varlığı niye yarattı, şunu niye yaratmadı gibi sorular elbetteki bütün
varlıklar için sorulabilecek türdendir. Neden sorusu ile başlayan soruların çerçevesinin
nerede biteceğinin de bilinmemesini bu tartışmanın problemli noktalarından biri olarak
275
Yasin, 36/51-52.
Ankebut, 29/ 19.
277
İnsan,72/ 2.
278
Yasin, 36/79.
279
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 82.
280
Mağribî, Ali Abdulfettâh, Hakîkatu’l-Hilâf beyne’l-Mutekellimîn, Mektebetu Vuheybe, Kahire, 1994, s.
74.
276
157
kaydetmek gerekir. Çünkü sorulan bazı sorular direkt olarak Allah’ın kudretinin çok
yanlış mecralara çekilmesiyle neticelenmektedir. Mesele sadece kainattaki yararlı ve
faydalı varlıklarla ilgili olduğu müddetçe bir problem yoktur. Ancak özellikle zararlı
varlıkların meydana gelmesi ile ilgili olarak Allah niçin yarattı? sorusu sorulunca tartışma
o noktada başlamaktadır. Bu tartışmaların arka planında yatan nedenler çok farklı
olabilmektedir.
İslam dünyasında konunun çokça tartışılmasından dolayı Allah’ın fiillerinin
illetlerinin arka planları ile ilgili hususi kitaplar yazılmıştır. Özellikle Gazzalî’yi bu
konuda zikretmek gerekir. Gazzalî gördüğü ve hayret uyandıran varlıkların arka planlarına
inerek bu varlıkların yaratılmasındaki hikmeti ortaya çıkarmak için müstakil bir kitap
yazmıştır.281
Allah’ın fiilerindeki hikmetle ilgili olarak kayda değer diğer bir çalışma da elHikme ve’t-Ta’lil fî Ef’ali’l-lahi Teâlâ adıyla yayınlanan Muhammed Rabi’ Hâdî elMadhalî’nin eseridir.282 Bu alanda daha birçok eser yazılmıştır.
aa. Kainatın Yaratılması
Bütün mükemmeliyeti ve cüzleriyle alemler Allah tarafından yaratılmıştır.
Yaratılan bu alemlere bakıldığında her şeyiyle insanın maslahatının gözetildiği açıktır.
Kur’an’ın birçok ayeti kainatın insan için Allah tarafından nasıl yaşanılır bir hale
getirildiğinden bahsetmektedir.283
Kur’an perspektifinden olaya bakıldığında mutlu bir insan profili için bütün
imkanlarıyla kainatın emre itaat ettiği anlaşılıyor.284 Yani insan hedefli bir eylemliliğin
sözkonusu olduğu söylenebilir. Ancak tüm bunlara karşılık yine de alemin yaratılmasının
nedenselliği mevzuu İslam düşüncesinde tartışılmıştır. Alemler yok iken Allah var idi.
281
Bkz. Gazzâlî, Ebu Hamid (v. 505/1111), el-Hikme fi Mahlûkati’l-lahi Teâlâ, (Thk. Muhammed Reşid
Kabbânî), Matbaatu Finûs, Beyrut, 1978.
282
Madhalî, Muhammed Rabi’ Hâdî, el-Hikme ve’t-Ta’lil fî Ef’ali’l-lahi Teâlâ, Mektebetu Leyyîne,
Dımenhur, 1988.
283
Nahl, 16/14; Yasin, 36/4142; Casiye, 45/12; Nebe, 78/7.
284
Fussilet, 41/11.
158
Allah, zaman ve mekan üstü bir varlıktır. Ancak tüm bu ön kabullere rağmen acaba Allah
kainatı niçin yaratmıştır? Allah’ın fiillerinin herhangi bir illeti söz konusu mudur?
Sebeblilik ilkeleri içinde hareket etme Allah için mevz-u bahis olur mu? soruları
çerçevesinde tartışmalar yaşanmıştır.
1. Bir kısım bilginlere göre Allah’ın fiilleri için niçin ve neden sorusunu sormak
veya Allah kainatı veya başka bir şeyi niçin yaratmıştır demek doğru değildir. Bu anlama
gelebilecek sorular Allah hakkında sorulamaz.285 Çünkü bu görüşte olanlara göre, Allah
her zaman en iyi olanı yaratandır. Allah’tan kulların zararına olacak herhangi bir şeyin
sadır olması mümkün değildir. Alemin yaratılması da kulların menfaatine olduğundan
dolayı ve Allah da bunu bildiğinden alemi bu şekilde yaratmıştır. Bunun için alem bundan
daha üstün yaratılamaz. Zira bu Allah’ın adaletine uygun değildir.286 Bu düşüncenin
sonucu olarak, Kur’an’da normalde lütuf ve merhamet babında söylenen şeyler sırf adalet
ilkesi zedelenmesin diye Allah için bir zorunluluk hükmüne sokulmuştur.287
2. Diğer bir gruba göre ise Allah’ın kainatı yaratmasının nedeni şudur: Allah,
Kur’an’da kendisini lutüf ve kerem sahibi olarak tanıtmaktadır. Allah bu sıfatlarının bir
tecellisi olarak nimetlerini kullarına dağıtmak, lütûf ve kerem sıfatlarıyla vasıflanmak
istemiştir. Nasıl ki Allah kendini latîf ve kerîm olarak vasıflandırmışsa aynı şekilde kadîr
olarak da isimlendirmiştir. Ancak Allah’ın kudretinin bulunup da kudret sıfatının
tecellilerinin olmaması bu sıfatı anlamsız hale getirir. Bu sebepten dolayı Allah kainatı
yaratmıştır.288
285
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 151; Akgüç, Ahmet, “Gaye Neden Ve Kelam İlminde Gelişim Seyri”,
Elektronik Sosyal Bilimler Dergisi, Güz-2009, 8, 30, s. 281-282.
286
Brunschvig, Robert, “Mu’tezile ve Aslah”, (Çev. Hulusi Arslan ), DBAAD. II (2002), Sayı: 4, s. 236;
Gölcük, Şerafettin-Toprak, Süleyman, Kelam (Tarih-Ekoller-Problemler), s. 278.
287
Fazlurrahman, İslam, (Çev. Mehmet Dağ-Mehmet Aydın), Ankara Okulu Yayınları, Ankara, 2000, s.
147-148.
288
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 153.
159
3. Bir başka görüşe göre ise Allah hakkında böyle bir soru sormak imkansızdır.
Zira Allah niçin yaratmıştır sorusu Allah’ın yarattığı şeylerden önce bir illetin bulunmasını
gerektirir ki bu muhaldir.289
4. Başka bir görüşe göre ise bu sorunun birçok manası vardır. Mesela soruyu
soran kişi Allah niçin bu alem yerine başka bir alem yaratmadı? Ya da mahlukatı niçin
yarattığından önceki bir zamanda yaratmadı? gibi anlamlar kastetmiş olabilir.290 Onun
için bu soruların cevapları da farklı farklıdır.
5. Bazıları da Allah kainatı bazı sebeplere binaen yaratmıştır. Bu sebepler
çerçevesinde alem yaratılmıştır. Ancak alemin hangi sebeplerden dolayı yaratılmış olduğu
hususu ise tartışılmıştır.291
6. Bazıları ise şöyle demişlerdir: Tüm varlıklar için bir sebebin zikredilmesi
zordur. O halde Allah bazı şeyleri sebebe bağlı olarak yaratmıştır. Bunlara göre Allah bazı
varlıkları başka bazı şeyler için yaratmıştır.292
7. Hüseyin b. Muhammed en-Neccar ise kainatın birçok sebepten ötürü
yaratılmış olduğunu ifade etmiştir.293
Allah alemi abesle iştiğal olsun diye yaratmamıştır. O’nun işleri bir hikmete
binaendir. Alemlerin yaratılmasında Allah’ın bir kasdı ve hedefi vardır.294 O da bu
alemlerde yaşayanların imtihana çekilmeleridir. Zira görünür alemde hedefsiz işler
gerçekleştiren kişi için boş işlerle uğraşan denilir. Bu durum Allah için söz konusu
olamaz.295
289
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 153.
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 153.
291
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 154.
292
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 154.
293
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 153. Enbiya 21/16-23; Topaloğlu, Bekir, Kelam İlmi, s. 265.
294
Al-i İmran, 3/190.
295
Mü’minun, 23/116; Kıyamet, 75/ 36; Talak, 65/12; Zariyat, 51/56.
290
160
Yine alemin yaratılmasının sebeplerinden biri de onun Allah’ın vahdaniyetine
delalet etmesidir.296 Ancak Allah’ın yaptıklarının her biri için bir illet takdir etmek
mümkün değildir. İnsan, Allah’ın yaratmış olduğu şeylerin isimlerini ortaya koymaktan
acizdir. Bu zayıflık ortada iken yaratıkların yaratılma hikmetlerini ortaya koymanın ne
kadar güç olduğu ortadadır.297 Bunun yanında Allah’ın her şeyi bir hikmete binaen yapma
zorunluluğu da yoktur. Çünkü o kendi yaptıklarından sorguya çekilmez.298
Netice itibariyle Allah’ın fiilleri hikmetsiz değildir. Ancak, Allah’ın fiillerini
sebeplere mahkum etmek de doğru değildir. Bu son cümleden hareketle Allah hiçbir
hikmet gözetmeksizin herhangi bir şeyi yaratmaz demek de Allah’ın kudretini sınırlamaya
yönelik bir iddia olur.
bb. Emir ve Nehyin Hikmeti
İnsanı yaratan Allah, onun fıtratını da en iyi bilendir. O, doğru yoldan
sapmaması için her türlü bilgiyi insana sunmuştur. İnsan içten gelen yönelimleri ile
sağlıklı yolu bulabilir.299 Bu doğru yolun oluşması için yapılması ve yapılmaması
gerekenler vardır. Yapılması istenilen hususlar emir; yapılması arzu edilmeyen mevzular
da nehiy alanını teşkil etmektedir.
Allah’ın bazı şeyleri emretmesi ve bir kısım şeylerden de sakındırmasının bazı
hikmetleri vardır. Elbetteki bu hikmetlerin tamamını bizim bilme imkanımız ve ufkumuz
yoktur. Ama yine İslam dünyasında konuya ilgi duyan bazı ilim erbabı bir takım
çalışmalarda bulunmuşlardır. Bu çalışmalarda emir ve nehiylerin sebep ve hikmet
296
Mâtürîdî, Te’vîlâtü Ehli’s-Sünne, III, 321.
Lokman, 31/27.
Mâtürîdî, Te’vîlâtü Ehli’s-Sünne, III, 323; Gölcük, Şerafettin-Toprak, Süleyman, Kelam (Tarih-EkollerProblemler), s. 279; Bağçeci, Muhyiddin, “Matüridiyye”, Şamil İA., IV, 78.
299
Şems, 91/7-8.
297
298
161
perdeleri aralanmak istenmiştir.300 Alimler her bir emir ve nehiy için bir takım hikmetler
ortaya koydukları gibi genel anlamda da bazı kategorik çalışmalar yapmışlardır.301
Mâtürîdî emir ve nehyin hikmetleri ile ilgili Kitâbu’t-Tevhîd’de ayrı bir başlık
açmıştır. Mâtürîdî’nin konu ile ilgili vermiş olduğu bilgilerden yola çıkarak emir ve nehiy
için şu hikmetlerden bahsedilebilir: Başta insanı yaratan Allah bu kurallar ve ilkeler
sayesinde beşer tarafından tanınmak istemektedir. Bu da ancak emir ve yasaklarla
gerçekleşebilir.302 Beşeri ilişkilerin her safhasında bir takım norm ve değerler vardır. Hele
hayatın gittikçe karmaşıklaştığı modern zamanlarda ortak yaşama alanı ancak yazılı olsun
veya olmasın bazı kurallar sayesinde düzenlenebilir. Allah tarafından yaratılmış evrenin
devamının sağlıklı bir biçimde sürmesi ancak düzeni gerektiren, kaosu önleyen kurallar
sayesinde olabilmektedir.303 Bütün kainatın yaratıcısı olan Allah evrende geçmişten
geleceğe kadar bütün süreçlerdeki her ince detayı bilen varlıktır. Varlıklar içinde Allah’ın
tabii kanun ve prensiplerine karşı gelme kudreti verilmiş tek varlık insandır.304 İnsanların
ise tamamı aynı anlayış ve hassasiyette değildirler. Bunlar ancak kanunlar sayesinde bir
nizam dahilinde tutulabilirler. Kainata Allah tarafından konulmuş kanun ve nizam
sayesinde iyi ile kötünün arasının tefrik edilmesi ve herkesin yerli yerinde muamele
görmesi mümkün olmaktadır.305
Emir ve nehiylerin eğitici ve öğretici yönlerinin de dikkate alınması gerekir.
Emirler çerçevesinde işlemler yapıldığı zaman mükafata ve ödüle, nehiyler de yapıldığı
zaman cezaya sebebiyet verdiğinden bu durumda insanın iyiye doğru bir teşviki
sözkonusudur. İnsan fıtratı itibariyle yaptığının karşılığını hemen görme arzusu ve
düşüncesindedir. Onun için neyin ne karşılığında olduğunu bildiğinden dolayı her zaman
300
Bkz. İzzeddin b. Abdisselâm (v. 660/1262), İslâmî Hükümlerin Esas ve Hikmetleri,(Süleyman KayaSoner Duman), İz Yayıncılık, İstanbul, 2006; Şâtıbî, Ebu İshak (v. 790/1388), el-Muvâfakât, (Çev. Mehmet
Erdoğan), I-IV, İz Yayıncılık, İstanbul, 1999.
301
Bkz. Pekcan, Ali, İslam Hukukunda Gaye Problemi, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2003.
302
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 156-157.
303
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 156-157.
304
Fazlurrahman, Ana Konularıyla Kur’an, s. 68.
305
Dıhlevî, Şah Veliyullah, Hücetullahi’l-Bâliğa, (Çev. Mehmet Erdoğan), I-II, İz Yayıncılık, İstanbul, 1994,
I, 347.
162
olmasa bile genel anlamda kendini iyiye doğru sevketmesi sözkonusu olabilir. Zaten insan
da yaptıklarının karşısında bir hedef görmezse istenilen eylemlerde bulunmayabilir.306
Toplumsal bazda sayılamayacak kadar faydası olan emir ve nehiylerin bireysel
hayatta da birçok hikmeti vardır. Başta can, mal, namus, akıl ve dinin korunması olmak
üzere daha feri’ birçok menfaat, emir ve nehiyler sayesinde gerçekleşmiştir.
cc. Zararlı Varlıkların Yaratılmasının Hikmeti
Ateist akımlar tarafından Teizm’e karşı öne sürülen en büyük ve güçlü tez
evrendeki kötülük sorunudur. Her halükarda kulların iyiliğini, maslahatını isteyen ve
gözeten, mutlak güç, hikmet ve sınırsız ilim sahibi olan Tanrının yaratmış olduğu evrende
nasıl oluyor da insanlara acı, üzüntü, keder ve ızdırap veren olaylar olabiliyor. Teolojinin
ve felsefenin önemli sorunlarından biri olan bu iddianın tarihi kökenleri çok geçmişe
dayanmaktadır.307 Ancak esas olarak ilk defa David Hume tarafından bu görüş yüksek
sesle ve ciddi önermelerle dile getirilmiştir. Kısaca ona göre;
1. Tanrının gücüne rağmen dünyada kötülük varsa bu Tanrının kötü niyetli
olduğunu;
2. Eğer kainatta kötülük var ve Tanrının bu kötülükleri kaldırmaya gücü
yetmiyorsa bu O’nun güçsüz olduğunu;
3. Evrende hem kötülük var ve hem de Tanrı bunu kaldırmak istiyorsa o zaman
bunca kötülük nereden kaynaklanıyor.308 Görüldüğü gibi bu önermeler Teizm’e karşı çok
ciddi tenkitler içermektedir. Hume’nin bu önermelerine paralellik arzetmesinden dolayı
dünyadaki kötülük sorununa ilişkin şunların da söylenmesi gerekir: Dünyadaki kötülükleri
ifade etmek için “dört mantıksal seçenekten söz edilebilir:
306
Dıhlevî, a.g.e., I, 347-348.
Kazanç, Fethi Kerim, “Kelamî Düşüncede Kötülük Sorununa Kısa Bir Bakış”, Kelam Araştırmaları 6 : 1
(2008), s. 79.
308
Aydın, Mehmet, a.g.e., s. 215.
307
163
1) Tanrı ne tam iyidir, ne de tam güçlüdür (Buna Tanrı denilemeyeceği
gerekçesiyle genelde dışlanan bir seçenektir);
2) Tanrı tam iyidir, fakat tam güçlü değildir;
3) Tanrı tam güçlüdür, fakat tam iyi değildir,
4) Tanrı hem tam iyidir, hem de tam güçlüdür. Yahudi-Hıristiyan-İslâm
geleneğinde bu son seçenek benimsenmiştir.”309
Böyle bir anlayışın tarihi kökenlerinin uzun bir geçmişi olacak ki kötülük
problemini Tanrısal anlayışlarına yakıştırmayan bazı görüş sahipleri kötülüğün kaynağını
başka varlıklara dayandırmaya çalışmışlardır. Buna en güzel örnek Mecusilerdir.
Mecusilere göre dünyada kötülük, zararlı unsurlar ve çirkinlikler mevcuttur. Bunların, her
işi hikmete mebni iyilik tanrısı tarafından yaratılması mümkün değildir. Bu kötülükler
ebedi değildir. O halde bunların bir icad edeninin olması gerekir ki o da mahza kötülük
olan Ehriman’dır. Böylece Mecusiler dünyadaki kötülüklerin kaynağını isbat etmeyi
kendilerince çözdüler.310 Dualist tanrı anlayışında mutlak iyi ve mutlak kötü olan vardır.
Her ikisinin de alanı ayrıdır. Bu sebepledir ki mutlak iyiden kötülüğün sadır olması
düşünülemez.
İslam düşünce mirasında da konu enine boyuna irdelenmiştir. İslam anlayışında
her ne kadar kötülüğün kaynağı sorununa ilişkin bir takım unsurlar ileri sürülmüşse de
nihayetinde bunların da kaynağı bellidir.311 Başta mücerred kötülük olan şeytan312,
bununla birlikte mümkin varlıklar arasındaki zararlı yaratıklar kendi kendilerine var
309
Kazanç, “a.g.m.”, Kelam Araştırmaları 6 : 1 (2008), s. 79.
Nesefî, Tabsiratü’l-Edille, I, 125.
311
İsra, 17/53; Yasin, 36/60-62; Beyhakî, Şüabu’l-İmân, (Thk. Abdu’l-Alî Abdurrahman Hamid), I-XIV,
Mektebetu’r-Rüşd, Riyad, 2003,VII, 407.
312
“Kendisinden sığınılan bir varlık olarak şeytan, Allah’ın özel amaç için yarattığı bir varlıktır. Bu özel
amaç, kötü fiilleri insana güzel göstermek suretiyle onu saptırmaktır. Kötülüğün kaynağı olan şeytanın insanı
kötülüklere teşvik etmesi, insan fiillerindeki dürtülerin dengelenmesi açısındandır. Bununla birlikte şeytanın
insan fiillerinde mutlak yaptırım gücü mevcut değildir.” Yar, Erkan, “Sözün Başlangıcı Ya Da Başlangıcın
Sözü”, Kelam Araştırmaları 4 : 1 (2006), s. 76.
310
164
olmamışlardır. Bunların Allah’ın takdiri dışında meydana geldikleri hiçbir mümin
tarafından ifade edilmeyeceğine göre zararlı varlıkların yaratılmasındaki hikmet perdesi
insanlar tarafından hep aralanmak istenmiştir. Allah’a teslim olmuş bir mümin, Allah’ın
fiillerinin mutlaka bir illete mebni olduğu fikrine şüpheyle yaklaşır. Çünkü Allah
sorgulanamaz tek varlıktır.313 Sorgu ve hesap verebilirlik Allah’ın mutlaklığına zıttır. O
zaman bu konuda nasıl bir yöntem izlenmelidir? Görüldüğü gibi eşyanın yaratılmasının
makasıdına yönelik İslam alimleri tarafından bazı kitaplar yazılmıştır. Ancak sebep, illet
ve sonuç ilişkisi döngüsünde Allah hareket etmez. Yani Allah için eşyanın aktivitelerinin
olumlu ya da olumsuz sonucu, eşyanın iyi ve kötü olması söz konusu değildir.314
Aslında bir şeyin ne için yaratıldığı ve yaratılışındaki hikmetin ne olduğu
konusu tam olarak tespit edilebilinen bir mevzu değildir. Bu durum zararlı ve yararlı
varlıkların yaratılışındaki hikmet için de sözkonusudur. Ancak buna rağmen zararlı
varlıkların mevcudiyeti ile ilgili bazı şeyler söylenebilir. Mâtürîdî’ye göre:
1. Zararlı varlıkların yaratılması imtihan içindir. Bu sayede insan, itaat edene
sevabın; günah işleyene cezanın verileceğinin bilincine varmaktadır.315
2. İnsanın yaşadığı hayat birçok sıkıntıyla doludur. İnsana da bu sıkıntılarla baş
etme görevi verilmiştir. Bunu yaparken birçok olaydan ve varlıktan istidlalde bulunması
gerekir. Hayatta insanın dostları ve düşmanları vardır. İnsan, düşmanlarına ve dostlarına
nasıl davranacağını yine bir takım istidlallerde bulunarak tespit edebilmektedir.316
3. Zararlı varlıkların yaratılmasındaki diğer bir hikmet de bunların Allah’ın
varlığına bir delil teşkil etmeleridir. Sadece hayvanlar aleminden insanları ürküten,
korkutan o kadar çok canlı türü vardır ki insanların durup bunlar üzerinde düşünmesi
313
Enbiya, 21/23; Bkz. Ahmed b. Hanbel, Şerhu Usûli’s-Sünne, (Şrh. Abdullah b. Abdirrahman el-Cibrin),
Riyad, 1420, s. 56.
Akgüç, “a.g.m.”, Elektronik Sosyal Bilimler Dergisi, Güz-2009, 283.
315
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 168.
316
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 168.
314
165
gerekir. Zira bu kadar yırtıcı, korkutucu hayvan ancak Allah tarafından verilen ilhamla
durdurulabilmektedir.317
4. Zararlı varlıkların yaratılmasındaki bir başka hikmet de zorba insanlara boyun
eğdirmek içindir. Bu varlıkların yaratılışındaki hikmete bakılarak zorba yöneticiler
ordularına güvenip Allah’ın hudutlarını çiğnemesinler diye… Zira hayvanlar alemine
bakıldığında en korkunç sahnelerin arkasında bile belli bazı kanunların olduğu
görülecektir. Yani tabiatın hiçbir cüzü dilediği gibi hareket etme salahiyetine sahip
değildir. Eğer zararlı varlıklardan biri bir eylemde bulunuyorsa bu bir nizam içinde
cereyan etmektedir. Bunun adaletsiz kimseler tarafından bilinmesi, görülmesi gerekir.
Böylece evrenin, adalet ilkesinin çiğnenmesine müsait bir yer olmadığının farkına
varabilsinler.318
5. Zararlı varlıkların yaratılmasındaki diğer bir hikmet de Allah’ın her şeyden
mustağni olduğuna delil olmalarıdır. Çünkü zayıf olan varlıklar sadece kendilerine
menfaat sağlayacak şeyleri yaparlar. Oysa Allah’ın böyle bir şeye ihtiyacı yoktur. İnsan
nazarından olaya bakılacak olursa birey başkalarını genelde düşünmeden kendine fayda
sağlayacak şeyleri icat etme peşindedir. Bunu yaparken genelde zahir kanunlara itibar
eder. Yine bu tip icatları yaptığında kısmi düşünür. Buna benzer şeyler Allah için geçerli
değildir. Allah sadece insanı değil bütün evreni hatta bizim bilmediğimiz bütün kozmik
sistemi en hikmetli düzen üzerine yaratmıştır. İnsanın, bu düzen içinde zararlı gözüken
varlıklara bakarak Allah’ın hiçbir şeye ihtiyacının olmadığını idrak etmesi, Allah’ın
azameti karşısında eğilmesi ve O’nun emirlerine karşı gelmekten sakınması gerekir.
Çünkü kendilerine karşı savunmasız olduğu zararlı varlıkların her an Allah’a nasıl da
teslim olduklarını görmesi gerekir.319 İnsan hariç bütün evren zararlısıyla, zararsızıyla
317
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 169.
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 169.
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 168; Işık, Kemal, a.g.e., s. 90. Bkz. Kam, Ömer Ferit, Dinî Felsefî
Sohbetler, (Sad. Süleyaman Hayri Bolay), DİB. Yayınları, Ankara, 2003, s. 142.
318
319
166
müslümandır. Yani Allah’ın başlangıçta kendisi için koymuş olduğu kanun ve prensipler
çerçevesinde hareket etmektedir.320 İnsanın bundan ibret alması gerekir.
Ama tüm bunlara rağmen hiçbir zararlı nesne yoktur ki fayda veren bir tarafı
bulunmuş olmasın. Mesela, ateş zararlı olmakla birlikte insanlara birçok faydası vardır. Bu
su için de mevz-u bahistir.321
Kötülük ve çirkinlik, fayda ve zarar tabii kanunlar içinde geçerlidir. Bir varlığın
zararlı veya faydalı olduğunun bilinmesi insanla veya tabiatla olan ilişkisinin akabinden
keşfedilebilir. Bu durum ortaya konduktan sonra o varlık bazı nitelemelere tabi tutulur.
Yılan, akrep, örümcek gibi insan perspektifinden sırf varlığı zararlı gözüken mahlukatın
bu şekilde tavsif edilmesi bunların fonksiyonları ve işlevleriyle ilgilidir. Aslında zararlı
olarak bilinen bu varlıkların bütün yönlerine insanlar vakıf değiller. İnsanlar ancak
kendilerine bakan yönlerine nazar ederek mahlukata bu sıfatları vermektedirler.322
Sonuçta gerek bilinen ekolojik sistemde gerekse farkına varamadığımız daha
büyük sistemlerin tamamında her şey kendine çizilen dairede hareket etmektedir. Hiçbir
şey gereksiz değildir. Gereksiz görülenler ise gereksizlikleri tamamen hangi zaviyeden
bakıldığına göredir.
5. Haberi Sıfatlar
Ayet ve hadislerde geçen, akılla bilinmesi mümkün olmayan sıfatlardır. Bu sıfatlar
akli veya semi’ sıfatlar olarak da isimlendirilirler.323 Yed, vech, sak, ısba’ gibi ayet ve
hadislerde Allah’a atfedilen ve zahir anlamları üzere alındıklarında Allah’ın insanlara
benzetilmesine yol açan sıfatlardır.324 Kur’an ve hadislerde Allah’ın elinden, yüzünden,
320
Fazlurrahman, Ana Konularıyla Kur’an, s. 68.
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 169; Arslan, Ahmet, Felsefeye Giriş, Vadi Yayınları, Ankara, 1996, s. 228.
322
Ebu Zehra, el-Akîdetu’l-İslâmiyye kemâ Câe bihâ’l-Kur’anu’l-Kerîm, Mecmeu’l-Buhûsi’l-İslâmiyye,
1969, s. 61-63.
323
Câmî, Muhammed Emân b. Ali, es-Sıfâtu’l-İlâhiyye fi’l-Kitâb ve’s-Sünne fi Davi’l-İsbat ve’t-Tenzih,
Suud-i Arabistan, 1403, s. 207.
324
Gölcük, Şerafettin-Toprak, Süleyman, Kelam (Tarih-Ekoller-Problemler), s. 243.
321
167
gelmesinden, arşa istiva etmesinden, yakınlığından, kullarıyla beraber olduğundan,
bacaklarından vs. birçok husustan bahsedilmektedir. Nassta zikri geçen bu unsurlar
Allah’a atfedildiği gibi insanların organları olarak da bilinmektedir. Literal anlamları
üzere alındıkları takdirde cismani bir varlık olarak Allah tasavvur edilebilir. Yorumlanıp
yorumlanmaması konusunda İslam alimleri kendi aralarında ihtilaf etmişlerdir. Mesela bu
alimlerden Ebu Hanife’ye göre, nassta geçen bu sıfatların anlamlarını ve bunlardan kasdın
ne olduğunu bilemeyiz. Çünkü bu sıfatların manalarını Allah bize bildirmemiştir. Onun
için Allah’ın haberi sıfatlarının keyfiyetinden bahsedemeyiz.325 Ebû Hanife’nin bu
görüşüne Eş’arî’de katılmaktadır. Ona göre bu sıfatların keyfiyetinin sorgulanmadan kabul
edilmesi gerekir.326
Fahreddin er-Râzî’ye göre ise Kur’an ve sünnette varid olan bu sıfatların tevil
edilmesi gerekir. Râzi ve onun gibi düşünenler her bir sıfatı, uygun olan diğer muhtemel
manalara hamlederek Allah’a teşbih ve tecsimi çağrıştıracak manalar isnat etmekten
imtina ettiler.327
Ancak sonraki dönem Sünnî kelamcıları geniş halk kitlelerinin haber-i sıfatlar
konusunda Allah’a cisim atfedecekleri endişesiyle bu sıfatları mecaz anlamlarına
hamletmişlerdir.328 Bu durumda Allah’ın haberi sıfatları yine O’nun azamet ve celaline
uygun bir biçimde akla gelen literal anlamları yerine başka manalara hamledilerek tevil
edilmiştir.
a. İstiva
Arş, çatı, serir, bina,329 taht, hüküm ve iktidar makamı, iktidar ve kudret
makamı,330 asılı olan şey, kadın için yapılan hevdec, iktidar meclisindeki resmi kürsü,331
gibi anlamlara gelir.
325
Beyâzîzâde, el-Usûlu’l-Münîfe li’l-İmâm Ebi Hanîfe, s. 99-101.
Eş’arî, Ebu’l-Hasen, (v. 324/936), el-İbâne an Usûli’d-Diyâne, (Thk. Fevkiye Hüseyin Mahmud), Dâru’lEnsâr, Mısır, 1977, s. 107.
327
Razi, Fahreddin, Esâsü’t-Takdis, s. 105; Bkz. Karagöz, İsmail, İslami Terimler Sözlüğü, s. 208.
328
Bkz. Pezdevî, a.g.e., s. 37-38.
329
Dâmeğânî, el-Hüseyin b. Muhammed, Kâmusü’l-Kur’an, (Thk. Abdulaziz Seyyid el-Ehl), Dâru’l-İlm li’lMelâyîn, Lübnan, 1980, s. 321.
326
168
Kur’an’da arşın insanlarla ilgili olarak kullanımlarına bakıldığı zaman onun
hüküm, iktidar, yönetim sahibi insanların oturdukları, yerleştikleri yer anlamında
kullanıldığı görülmektedir.332
Kur’an’da farklı şekillerde yirmi altı yerde arş kelimesi geçmektedir.333
Kur’an’da geçen arşın, beş tanesi insanlar için kullanılmış geriye kalanları ise Allah için
kullanılmıştır.334 Bu ayetlerden yedi tanesi Allah’ın arşa istivasından bahsetmektedir.335
Allah’ın arşa istiva etmesinden bahseden ayetlerin dördünde istivadan hemen sonra muzari
bir fiil ile Allah’ın yaptığı işlerden bahsedilmektedir. Altı yerde Allah’ın arşın rabbi
olduğu ifade edilirken; dört yerde Allah’ın arşın sahibi olduğu zikredilmektedir.336 Arşın
geçtiği üç ayette ise meleklerin arşı taşıdıklarından bahsedilmektedir.337
O zaman bu ayetleri topluca gözönünde bulundurduğumuz zaman Allah’ın arşın
sahibi ile rabbi olması arasında bir farkın olmadığını ifade edebiliriz. Allah, Kur’an’da
bahsedilen arşın sahibi olup o arşa istiva etmiştir. Eğer ayetteki sırayı bir tertib olarak
330
Esed, Muhammed, Kur’an Mesajı, (Çev. Cahit Koytak-Ahmet Ertürk), İşaret Yayınları, İstanbul, 1999, s.
281-282.
331
Rıza, Muhammed Reşit, Tefsiru’l-Menâr, el-Heyetu’l-Mısriyyetu’l-Ammetu li’l-Kitab, I-XII, Mısır,
1990, VIII, 451; Merâğî, Ahmed Muhammed, Tefsirü’l-Merâğî, Şirketü ve Mektebetü Mustafa el-Bâbî, IXXX, Mısır, 1946, VIII, 168-169.
332
Yusuf, 12/100; Neml, 27/42; Medkûr, İbrahim, Mu’cemu Elfâzi’l-Kur’ani’l-Kerîm, s. 756.
333
Abdülbâkî, Muhammed Fuad, el-Mu’cemü’l-Müfehres li Elfâzi’l-Kur’ani’l-Kerîm, (Tert. Muhammed Said
el-Lahhâm), Dâru’l-Meârif, Beyrut, 2008, s. 679; Medkûr, İbrahim, Mu’cemu Elfâzi’l-Kur’ani’l-Kerîm,
Mecmeu’l-Lugati’l-Arabiyye, Mısır, 1989, s. 756.
334
Abdülbâkî, Muhammed Fuad, a.g.e., s. 679.
335
Abdülbâkî, a.g.e., s. 679.
336
Abdülbâkî, a.g.e., s. 679.
337
Abdülbâkî, a.g.e., s. 679.
Arş ile ilgili olan bazı ayetleri burada ziretmenin uygun olduğu kanaatindeyiz. “Melekler onun
kıyılarındadır. O gün Rabbinin Arş’ını, bunların da üstünde sekiz taşıyıcı taşır.” Hakka, 69/17;
“Melekleri de, Rablerini hamd ile tesbih edip yücelterek Arş’ın etrafını kuşatmış hâlde
görürsün. Artık kulların arasında adaletle hüküm verilmiş ve “Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah’a
mahsustur” denilmiştir.” Zümer, 39/75;
“Arş’ı taşıyanlar ve onun çevresinde bulunanlar (melekler) Rablerini hamd ederek tespih
ederler, O’na inanırlar ve inananlar için (şöyle diyerek) bağışlanma dilerler: “Ey Rabbimiz! Senin rahmetin
ve ilmin her şeyi kuşatmıştır. O hâlde tövbe eden ve senin yoluna uyanları bağışla ve onları cehennem
azâbından koru.” Mümin, 40/7;
“Rahmân, Arş’a kurulmuştur.” Taha, 20/5;
“Şüphesiz sizin Rabbiniz, gökleri ve yeri altı gün içinde (altı evrede) yaratan ve Arş’a kurulan,
geceyi, kendisini durmadan takip eden gündüze katan, güneşi, ayı ve bütün yıldızları da buyruğuna tabi
olarak yaratan Allah’tır. Dikkat edin, yaratmak da, emretmek de yalnız O’na mahsustur. Âlemlerin Rabbi
olan Allah’ın şanı yücedir.” Araf, 7/54.
169
alırsak Allah’ın bu istiva vakti, yerleri ve gökleri yaratmasından sonrasına tekabül
etmektedir.338 Ancak ‫( ﰒ‬sümma) her zaman sıralamaya delalet etmez. Bazen basit bir atıf
edatı işlevi de görebilir. Onun için burada her hangi bir zamansallıktan bahsedemeyiz.339
Allah, mecid ve azim gibi sıfatlarla tavsif edilen arşa istiva etmiştir. Ancak yukarıda da
anlattığımız gibi Kur’an, bu arşın melekler tarafından taşındığını da ifade etmektedir.340
Başka bir ayette ise Allah’ın arşının su üzerinde olduğu bilgisi bize verilmektedir.341 O
zaman önümüze şu muhtemel sorular çıkmaktadır: Arş nedir? Arşa istiva etmek ne
demektir? Meleklerin arşı taşıması hangi anlamlara gelmektedir?
Kur’an’da Allah ve arş ilişkisi bir takım antropomorfist çağrışımlar yapmaktadır.
Çünkü Kur’an’ın Allah için kullandığı kavram ile insanlar için kullandığı kavram birdir.
Durum böyle olunca İslam mezhepleri meseleyi tartışma konusu yapmışlardır. Ayetlerde
takdim edilen bilgiler olduğu gibi kabul edildiği takdirde Allah’ın zatına bazı mekansal
unsurlar izafe edilmiş olacaktır. Yukarıda aktardığımız ayetlerdeki bilgiler ışığında şöyle
bir tablo ortaya çıkacaktır. Allah belli bir süre içinde yaratma ile ilgili yapılması
gerekenleri yaparak arşına istiva etmiştir. Hatta Tevrat’taki bilgileri göz önüne alırsak bu
antropomorfist anlayışı şu şekilde tamamlayabiliriz: Allah tekvini bitirdikten sonra arşa
istiva ederek dinlenmeye çekilmiştir. Böyle bir tasavvur tamamen teşbihçi bir fikrin
yansımasından ibarettir. Bu tarz bir düşüncenin ne kadar sakıncalı ve tevhide aykırı
olduğu ise ortadadır.
Hadislere bakıldığında arşla ilgili daha tafsilatlı malumatın verilmiş olduğu
görülmektedir. Bazı hadislerde arşın, göklerin üzerinde olduğu, arş ile gökler arasındaki
mesefe, ona ait direklerin olduğu,342 arşın Allah dışında her şeyin üzerinde olduğundan
bahsedilmektedir.343 Başka rivayetlerde ise Hz. Peygamber’in mahşerde arşın altında elini
338
Araf, 7/54; Yunus, 10/3; Ra’d, 13/2; Furkan, 25/59; Secde, 32/4; Hadid, 57/4.
Esed, a.g.e., s. 281-281.
340
Mü’min, 40/7; Hakka, 69/17; Zümer, 39/75.
341
Hud, 11/7.
342
Buharî, Husûmât, 2411.
343
Buharî, Bedü’l-Halk, 3199.
339
170
açıp şefaat hakkı isteyeceği,344 arşın suyun üzerinde olduğu,345 cennetteki kandillerin arşın
gölgesine bağlı olduğu,346 cennetin üstünde Allah’ın arşının olduğu ve cennet nehirlerinin
oradan doğduğu,347 vs. bilgilere yer verilmiştir.
Arşa istivanın anlaşılma biçimi ile mezheplerin metotları arasında sıkı bir bağın
var olduğu görülmektedir. İstiva ile ilgili hemen hemen bütün mezhepler görüş beyan
etmişlerdir. Selef’in kendine has bir özelliği vardır. Mütekaddim alimlerin, hassas ve
itiyatlı çizgilerini bu konuda da koruduklarına şahit olmaktayız. Selef, bu hususta
olabildiğince arşın keyfiyetini sorgulamaktan ve onu tevil etmekten imtina etmiştir.348
Selefî düşünce metodu, genel anlamda Malik b. Enes, Süfyan b. Uyeyne (v. 198/813),
Süfyan es-Sevrî, Evzâî, Ebu Ubeyd el-Kâsım b. Sellâm (v. 224/838), İbn Abdilber (v.
463/1071) gibi alimlerin fikirlerinde müşahhaslaşmıştır.349 Bu alimlerin içinden de en
meşhuru büyük hadisçi ve mezhep imamı İmam Malik’i zikretmemiz gerekir.
Arşa istiva konusunda Selef alimleri herhangi bir tevile gitmemiş, istivanın nasıl
olduğunu sormamış ve meseleyi olduğu hal üzere tasdik etmişlerdir. Nassta arş ile ilgili
gelen haberlerin bilgisini de Allah’a havale etmişlerdir.350 İmam Malik, Allah’ın arşa
istiva etmesinin hak olduğunu, keyfiyetinin meçhul ve bu konuda sual sormanın ise bidat
olduğunu ifade etmiştir.351
Ebu Cafer et-Tahâvî ise arş ve kürsünün hak olduğunu, Allah’ın ise ne arşa ne
de başka bir şeye ihtiyacı olduğunu, her şeyi kuşattığını hiçbir şeyin ise O’nu ihata
edemeyeceğini ifade ederek arş konusunda keyfiyeti sorgulamaktan uzak bir metot ortaya
344
Buharî, Enbiya, 4341.
Buharî, Tefsir, 4684.
346
Ebu Davûd, Cihad, 27; Darimi, Cihad, 19.
347
Buharî, Cihad, 2790.
348
Şevkânî, Muhammed b. Ali b. Muhammed (v. 1250/1834), et-Tuhaf fi Mezâhibi’s-Selef, (Thk. Seyyid
Asım Ali), Dâru’s-Sahabe li’t-Turâs, Tanta, 1989, s. 26.
349
Adnan b. Abdulkadir, Berâetu’s-Selef mima Nusibe ileyhim min İnhirâfi fi’l-İ’tikâd, Dâru’l-İmân,
İskenderiye, 2002, s. 17.
350
Kermî, a.g.e., s. 120.
351
İbn Ebi’l-İzz, Şerhü’t-Taâviyye fi’l-Akîdeti’s-Selefiyye, (Thk. Ahmed Muhammed Şâkir), s. 227; Bkz.
Alevî b. Abdulkadir es-Sakkâf, Sıfâtullah azze ve celle el-Vâridetu fi’l-Kitâb ve’s-Sünne, Dâru’l-Hicre,
Sakabe, 2001, s. 52.
345
171
koymuştur.352 Görünen o ki İslam dünyasının fikri çalkantılardan geçtiği bir dönemde bu
ifadeler tartışmanın önünün kapatılması anlamında önemli işlevler görmüştür. Yani konu,
bu anlayıştaki alimler tarafından çözülmüştür. Onun için bu alimlere göre bu konuda
konuşmak sağlıklı görülmemektedir.
Ancak her ne kadar böyle bir yol, çatışmalardan ve fikri bunalımlardan uzak
olsa da “sonuçta “bu niteliklerin nasıllıklarını bilemeyeceğimizi” söylemek, Tanrıyı
günlük tecrübe içinde anlamlandıramadığım anlamına gelmektedir. Daha açık bir
anlatımla benim günlük tecrübemde hem beşerî varlığa hem de Aşkın Varlığa
uygulanabilecek bir anlam kategorisi bulamadığım bir takım terimlerin Tanrıya
atfedilmesi demektir. Bu ise Tanrı hakkında pozitif bir nitelendirmede bulunma anlamına
gelmeyebilir.”353
Mu’tezile ve Cehmiyye ise arşı olduğu gibi kabul etmeyip mülk şeklinde tevil
emiş ve istivayı da isti’la şeklinde yorumlamışlardır.354 Bu yorum biçimi sadece sıfatlar
hususunda yorumlamacı bir metot geliştiren alimlere özgü değildir.355
Çağdaş düşünürlerden Muhammed Esed’e göre ise “klasik ve modern, bütün
müslüman müfessirler ittifakla, sözcüğün Kur’an’da geçen bu mecazi kullanımının,
Allah’ın bütün yaratıkları üzerindeki mutlak hüküm ve iktidarını ifade ettiği
görüşündedirler.”356
Öncelikle bu konuda gerçeğin sadece Allah tarafından bilinebileceğini teslim
etmek gerekir. Eğer arş konusunda gerçeğe isabet edilmiş ve konu ile ilgili ikna edici
cevaplar bulunmuş olsaydı her halde bu kadar polemik söz konusu olmazdı. Bir tarafta
nasslarda geçen ifadeler; öbür tarafta Allah’ın tenzihi problemi yer almaktadır. Bu ikisi
352
Tahâvî, el-Akîdetü’t-Tahâviyye, s. 19.
Yeşilyurt, Temel, “Teolojik Söylemde Sembolik Öğelerin Yeri”, FÜİFD., 4 (1999), s. 51.
Bkz. Malatî, a.g.e., s. 95; Berâk, a.g.e., s. 189.
355
Isferâiyinî, a.g.e., s. 158.
356
Esed, a.g.e., s. 282.
353
354
172
arasında bir yorum nasıl yapılabilir? Hakikaten arşa istiva meselesi çok dikkat gerektiren
bir konudur.
Mâtürîdî, Te’vîlat’ında arşla ilgili şunları söylemektedir: Kur’an’da Allah’ın arşa
istiva ettiği sabittir. Bu subutiyetin Allah’ın hiçbir şeye benzemediğini357 ifade eden ayet
çerçevesinde anlaşılması gerekir.358 Bu şekilde selefin çizgisine yakın bir metot ortaya
koyan Mâtürîdî, daha sonra konuyla ilgili bazı akli çıkarımlarda bulunmuştur. Ona göre,
Allah’ın arşa istiva etmesi birkaç ihtimali akla getirmektedir: Ya arş Allah’ın zatını
kuşatmış veya O’na eşit olmuş veya Allah arşı kuşatmış olur. Birinci ihtimal batıldır.
Çünkü bu Allah’ın zatını sınırlandırır. Eşit olduğu ihtimaline gelince eğer arşa herhangi
bir ziyade gerçekleşirse bu birinci ihtimaldeki durumu ortaya çıkarır ki o zaman yine
Allah’ın ulviyetine halel gelmiş olur. Üçüncü ihtimale gelince bu arzu edilmeyen ihtiyaca
ve zatının kendisinden fazla (büyük) olmayacağı bir şey yaratmaktan aciz olduğuna delalet
eden bir durumdur. Yani haşa Allah’ın bir kısmı arşa denk gelmiş olacak ve bir kısmı da
onu geçmiş olacak ki bu ulûhiyete aykırı bir durumdur.359
Araf sûresinde istiva ile ilgili bilgi veren “Şüphesiz sizin Rabbiniz, gökleri ve
yeri altı gün içinde (altı evrede) yaratan ve Arş’a kurulan, geceyi, kendisini durmadan
takip eden gündüze katan, güneşi, ayı ve bütün yıldızları da buyruğuna tabi olarak
yaratan Allah’tır. Dikkat edin, yaratmak da, emretmek de yalnız O’na mahsustur.
Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın şanı yücedir.”360 ayetin manasını maddi yüksekliğe
hamletmek isabetli değildir. Ayette anlatılmak istenen arşın ne kadar güzel olduğu
hususudur. Bu ayette arşın zikredilmesi iki sebebe bağlıdır. Birincisi arşın yüceltilmesi söz
konusudur. İkincisi ise arş zikredilen şeylerin en azametlisi olduğundan dolayı özellikle
burada anlatılmıştır.361 Bu ayetin, Allah’ı mekanla nitelemeyi nefyetmeyi amaçlamış
olması da muhtemeldir. Zira arş insanların tasavvurlarının düşünebilecekleri en son
357
Şûra, 42/11.
Mâtürîdî, Te’vîlâtü Ehli’s-Sünne, II, 242.
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 107; Te’vîlâtü Ehli’s-Sünne, II, 241.
360
Araf, 7/54.
361
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 109.
358
359
173
noktadır. Oysa bu ayetle Allah’ın arşa istiva etmiş olduğu zikredilerek O’nun tasavvurlar
ötesi olduğu anlatılmak istenilmiştir.362
Mâtürîdî, arşa istiva ile ilgili burada aktarılmasında fayda gördüğümüz daha
başka malumatlar da vermektedir. Ona göre istivanın hakimiyet altına almak, yukarı
çıkmak, kemale ermek gibi üç anlamı vardır. Bunlardan başka istivanın kasdetmek, irade
etmek ve yaratmak gibi başka anlamları da vardır.363 Eğer istiva kelimesi hakimiyet altına
alma anlamına alınırsa o zaman bu konuda şunlar söylenir: “Allah bütün yaratıklarını
hakimiyet ve yönetimi altına alandır.”364 Kemale erme anlamına alınırsa o zaman yerleri
ve gökleri yaratan Allah’ın mülkünün Allah tarafından halkı tamamlanmıştır anlamına
gelir.365
Allah’ın arşa istivası İmam Malik’in ifade ettiği gibi haktır. Ancak arşla ilgili
herhangi bir soru sorulmadığı müddetçe arşın keyfiyeti ile ilgili bir açıklama yapılmasına
gerek yoktur. Ancak arşın nasıllığına dair bir soru ile karşılaşıldığı zaman da konunun
Allah’ın azamet ve celaline uygun bir manaya hamledilmesi ve olabildiğince
antropomorfist bir bakış açısından uzak durulması gerekir. Çünkü arşa istiva mevzusunun
literal anlamı düşünce bazında bazı sorunlu anlamalara sebebiyet verebilir. Bu bakış
açısının, bir sonraki haberi sıfat olan Allah’ın yedi konusunda görüleceği üzere ne kadar
önemli olduğu müşahade edilecektir.
b. Yed
Kur’an’da Allah’ın elinden bahseden birçok ayet vardır. Mesela şu ayette: “Ey
İblis, ellerimle (kudretimle) yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir?”366 Allah’ın
ellerinden bahsedilmektedir. Bazı ayetlerde Allah’ın tek elinden bahsedilirken bazılarında
362
İbn Ebi’l-İzz, Şerhü’t-Tahâvîyye fi’l-Akideti’s-Selefiyye, (Thk. Ahmed b. Ali), Dâru’l-Hadis, Kahire,
2000, s. 218.
363
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 111; Nureddin es-Sâbûnî, a.g.e., s. 45-46.
364
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 112-113; Nureddin es-Sâbûnî, a.g.e., s. 45-46.
365
Mâtürîdî, Te’vîlâtü Ehli’s-Sünne, I, 76; IV, 569.
366
Sad, 38/75.
174
ise iki elinin mevcudiyetinden haber verilmektedir.367 Allah’ın elinden bahseden ayetler
olduğu gibi, aynı mevzu ile ilgili bilgi veren birçok hadis de mevcuttur.368
Elin zahiri anlamı hiç şüphesiz insanın sahip olduğu organ olarak bilinmektedir.
Bu organ sayesinde insan birçok işini görebilmektedir. Uzuvların hepsi önemlidir. Ancak
elin fonksiyonelliğinden dolayı önemi daha fazladır. Ancak etten, sinirlerden, kemikten,
hücrelerden ve deriden oluşmuş olan böyle bir uzvun Allah hakkında kullanılması doğru
mudur? Sırf bu konu üzerinde birçok tartışma vuku bulmuştur.
El kavramına bakıldığında onun mecaz olarak birçok anlamda kullanıldığı
görülmektedir. Türkçe sözlüklerde, elin organ olarak kullanılmasının yanında birçok yerde
de mecazi kullanımlarına rastlıyoruz.369 Bu ikincil anlama alınma durumu sadece
Türkçe’ye mahsus bir durum değildir. Arapça’da da elin değişik kullanımları vardır.
Mesela, Arapça’da el bazen kudret anlamına gelir.370 Örneğin, bir memleketin sultanı için
velev ki eli kesik olsa da (Bu belde emirin elindedir) denilir. Burada aslında geniş bir
toprak parçasının bir insanın eline ve avucuna sığmayacağı bellidir. Onun için bu ifadede
anlatılmak istenen o memleketin, sultanın idaresi altında bulunmasıdır. El kavramından
bazen nimet anlamı kastedilebilir. Çünkü nimet, ihsan ve hediyeler el vasıtasıyla
verilmektedir. Bundan dolayı direkt nimet verdi yerine deyim olarak bu eylem el kavramı
ile ifade edilmektedir.371
Elin ilgili ayetlerdeki kullanımı direkt organ anlamına gelmemektedir. Mesela,
Fetih sûresindeki “Allah’ın eli onların elinin üstündedir’372den maksat elbetteki direkt
organ anlamındaki el değildir. Mâtürîdî’nin haberi sıfatlar konusundaki genel tavır ve
düşüncesini bu ayette de görebiliyoruz. Mâtürîdî, Te’vîlâtu’l-Kur’an’da bu ayeti tefsir
ederken Allah’a organ izafesini çağrıştıracak yorumlardan dikkatle kaçınmıştır.
Mâtürîdî’nin naklettiği bütün görüşlerde bu dikkatin izi görülmektedir. Buna göre ayette
geçen Allah’ın elinden maksat şunlar olabilir:
367
Maide, 5/64.
İbn Mace, Zühd, 1; Tirmizi, Fiten, 7.
369
Doğan, D. Mehmet, Büyük Türkçe Sözlük, Pınar Yayınları, İstanbul, 2005, s. 369-370.
370
Katib, Seyfüddin, “a.g.m.”, Resâil fi’l-Adl ve’t-Tevhid, s. 362.
371
Isfahânî, Rağıb Ebu’l-Kâsım el-Hüseyin b. Muhammed b. el-Müfaddıl (v. 502/1108), Mu’cemu
Müfredâti’l-Kur’an, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 2004, s. 611-612; İbn Âşûr, Muhammed et-Tahir b.
Muhammed, et-Tahrîr ve’t-Tenvîr, Müessesetu Tarihi’l-Arabi, I-XXX, Beyrut, 2000, V, 145.
372
Fetih, 48/10.
368
175
1. Müslümanlar, Hz. Muhammed’e biat ettikleri zaman Allah onların bu
samimiyet ve ihlaslarının karşılığını verecektir.
2. Bunun yanında muhtemel diğer bir anlam ise müslümanlar, yaptıkları bu biat
ile Hz. Muhammed’in yanında kendilerine bir güvence ve karşılık elde etmiş oldular.
3. Ayette geçen Allah’ın elinden kastedilmek istenen diğer bir anlam ise Allah
rasûlünün elidir.
4. Bir başka muhtemel anlam ise Allah rasûlüne yapılan bu biatle Allah’ın tevfik
ve yardımının biate katılanlar ile birlikte olduğu kastedilmek istenilmiştir.373
Mâtürîdî’ye göre Allah’ın elinden bahseden diğer bir ayet olan Maide sûresinde
“Allah’ın iki eli geniştir”den374 maksat da nimet anlamındadır. Allah’ın nimeti,
geçen
ihsanı boldur. Allah’ın elinin bağlı olması375 ise O’nun nimetlerinin inkitaya uğraması ve
kullardan esirgenmesi anlamındadır. Ayette Yahudilerin Allah hakkında yanlış bir kanaate
sahip oldukları izhar edilmektedir. Çünkü Yahudiler insanlar içinde Allah’ın nimetlerine
en fazla mazhar olan kavimdir. Ancak Hz. Peygamberin risaletine karşı cephe alıp
yaptıkları nankörlükler yüzünden verilen bu nimetlerden bir kısmı Allah tarafından geri
alınınca Yahudiler Allah hakkında böyle bir kanaate vardılar. Aslında Yahudilerin bu
ifadelerinden maksatları da Allah’ın elinin var olduğu değildir. Kur’an’da kullanıldığı
yerlere göre değişmesine rağmen genelde el kavramı literal anlamıyla kullanılmamıştır.
Bu konuda Mâtürîdî birçok örnek vermektedir. Allah’ın elinin geniş ve kapalı olmasının
muhtemel diğer bir anlamı ise Allah’ın azabının gelip gelmemesi şeklindedir.376
Eğer ayetler zahiri anlamlarına hamledilecek olursa anlaşılacak olan şudur:
Allah’ın iki eli vardır. Bu iki el, Yahudilerin düşündükleri gibi kapalıdır. Yani yumruk
halinde sımsıkı bağlıdır. Kur’an’ın ifadesine göre ise bu eller bilakis açıktır. Ayetin akla
gelen ilk anlamı her ne kadar böyle bir tavavvura müsait ise de Allah’ın insanımsı bir
organ ile tavsif edilmesinin doğru olmadığı açıktır. Çünkü Kur’an’ın temel ulûhiyet esprisi
Allah’ı bu şekilde nitelemeye müsait değildir.377
373
Mâtürîdî, Te’vîlâtü Ehli’s-Sünne, IV, 522-523; Bkz. Zemâhşerî, el-Keşşâf, IV, 445.
Maide, 5/64.
Maide, 5/64.
376
Mâtürîdî, Te’vîlâtü Ehli’s-Sünne, II, 52; Katib, Seyfüddin, “a.g.m.”, Resâil fi’l-Adl ve’t-Tevhid, s. 26.
377
Rıza, Muhammed Reşit, Tefsiru’l-Menâr, III, 172.
374
375
176
Eş’arî, ayetlerde bahsedilen iki elin Allah’ın zait iki subutî sıfatı olduğunu ancak
bunların aza anlamına gelmediğini ifade etmektedir. Müşebbihe ise yedden maksadın aza
olduğunu bu sebeple Allah’ın insana benzer ellerinin olduğu kanaatindedirler.378
Sonuç olarak Allah’ın, zahiri anlamı itibariyle insanın sahip olduğu organlar gibi
ellere sahip olduğunu ifade etmek, İslam’ın Allah’ın, noksan sıfatlardan münezzeh olduğu
anlayışına ters düşmektedir. Zaten aktardığımız gibi dil kalıpları içinde ayetlerde geçen
yed ifadesinin mecaz olarak anlaşılması gayet tabidir. Mecaz olarak anlaşılabilecek olan
Allah’ın eli ifadesinin hakikate hamledilmesine gerek yoktur.
c. Vech
Kur’an’ı
Kerim’in
bazı
ayetlerinde
Allah’ın
yüzünün
varlığından
bahsedilmektedir. Allah’ın yüzü için kullanılan kavram ‫( وجه‬vech) tir. Vech kavramı
Arapça’da yüz anlamına gelmektedir. Bu da insanın sahip olduğu ve kendisiyle bir şeye
veya tarafa yöneldiği organdır. Bu anlamlardan başka vechin, yön, zamanın başlangıcı,
sözden kastedilen, kişinin kendisi, kavmin önde gelenleri, makam ve saygı gibi bir takım
hakiki ve mecaz anlamları da bulunmaktadır.379
Vech kavramının geniş bir kullanımı bulunmaktadır. Ragıp el-Isfehânî’ye göre
gerek Rahman sûresinde geçen vech ve gerekse diğer ayetlerde geçen vech genelde zat
anlamında kullanılmıştır.380 Müfredât sahibi, vechin Allah’ın zatı, O’nun rızası
anlamlarına geldiğini ve bundan yola çıkarak bu vb. ayetleri Allah’ın rızası hariç
insanların başka amaçlar için yaptıkları fiillerın yok olmaya mahkum olduğu şeklinde
yorumlamak gerektiğini ifade etmiştir.381
378
Âmidî, Seyfuddin (v. 631/1234), Ebkâru’l-Efkâr, (Thk. Almed Muhammed el-Mehdî), Dâru’l-Kütüb
ve’l-Vesâiki’l-Kavmiyye, I-V, Kahire, 2004, I, 453
379
Zebîdî, Tacu’l-Arûs min Cevâhiri’l-Kâmûs, XXXIII, 536-535.
380
İsfehânî, Ragıb Ebu’l-Kasım el-Hüseyn b. Muhammed (v. 502/1108), el-Müfredât fî Ğarîbi’l-Kur’an,
(Thk. Muhammed Seyyid Keylânî), Dâru’l-Ma’rife, Beyrut, s. 513.
381
İsfehânî, a.g.e., s. 513; Bkz. Dâmeğânî, a.g.e., s. 482.
177
Kur’an’da geçen vech, Allah’ın haberi sıfatlarından biridir. Bu sıfat gerek
anlamı gerekse tevil edilip edilmemesi noktasında birçok tartışmaya konu olmuştur.
Mesela, Mâtürîdî’ye göre, “Nereye dönerseniz dönün Allah o yöndedir.”382
ayetinde geçen ‫( ﻓَـﺜَ ﱠﻢ َو ْﺟﻪُ اﻟﻠّ ِﻪ‬fe semme vechullah) ifadesinin muhtemel anlamı, Allah’ın vechi,
kıblesi, zatı ve rızasıdır.383 Yine Mâtürîdî’ye göre Allah’ın vechinin baki kalacağını ifade
eden Rahman sûresi 55/27. ayette geçen vech ifadesi de Allah’ın rızası anlamına
gelmektir.384 Mâtürîdî, Kasas sûresi 28/88. ayetin tefsirinde de vech mefhumunu ikincil
anlamına hamletmiştir.385
Mu’tezile de Kur’an’da geçen vech ifadesini organ şeklinde anlamamış onu
uygun başka anlamlara hamletmişlerdir. Ebu’l-Hüzeyl’e göre Allah’ın vechi O’nun kendi
zatını işaret etmektedir. Bu görüşüne de Arapların ‘Lev la vechuke lem af’al’ ifadesini
delil olarak getirmişlerdir. Ona göre burada geçen ‘eğer senin vechin olmasa ben
yapmam’dan kasıt ‘sen kendin olmasan bunu yapmam’ demektir.386
Sonuç itabariyle Allah’ın vechinden maksat bizim ilk bakışta anladığımız organ
olan yüz değil; Allah’ın rızası ve matlabı gibi Allah’a ulaştırıcı ve yakınlaştırıcı başka bir
şeydir.
d. Ayn
Kur’an’da Allah için kullanılan haberi sıfatlardan biri de ayn (göz) dir. Birkaç
ayette bu sıfat geçmektedir. “Gözlerimizin önünde ve vahyimiz (emrimiz) uyarınca gemiyi
yap ve zulmedenler hakkında bana (bir şey) söyleme! Onlar mutlaka boğulacaklardır!”387 “Benim nezaretimde yetiştirilmen için sana kendimden sevgi verdim.”388
382
Bakara, 2/115.
Mâtürîdî, Te’vîlâtü Ehli’s-Sünne, II, 84.
384
Mâtürîdî, Te’vîlâtü Ehli’s-Sünne, V, 12.
385
Mâtürîdî, Te’vîlâtü Ehli’s-Sünne, IV, 620.
386
Eş’arî, Ebu’l-Hasen, Makâlâtu’l-İslamiyyîn, (Thk. Muhammed Muhyiddin Abdulhamid), I-II, elMektebetu’l-Asriyye, Beyrut, 1995, I, 265-266.
387
Hud, 11/37.
388
Taha, 20/39.
383
178
“Rabbinin hükmü yerine gelinceye kadar sabret; doğrusu sen, Bizim nezaretimiz
altındasın; kalkarken Rabbini överek tesbih et;”389 buyurmaktadır.
Allah,
yukarıdaki
ayetlerde
kendisinin
gözlere
sahip
olduğundan
bahsetmektedir. Literal anlamı ile bu ifade Allah için kullanıldığında aşağıda da ‘ayn’ın
anlamı üzerinde dururken göreceğimiz gibi bazı problemlere yol açacaktır.
Aynın karşılığı olan gözler, istisnasız insanların sahip oldukları ve görmeyi
sağlayan duyulardır. Allah’ın basar sıfatından bahsedilirken de genelde insanın zihninde
basar sıfatı ile ayn sıfatı arasında bir ilişki kurulmaktadır. Allah görücüdür. Ancak
Allah’ın görücü olması, bizim zihnimizde ve tasavvurumuzda Allah’ın bazı organlara
sahip olduğu ve bu organlar sayesinde görme eyleminin gerçekleştiği şeklinde bir intiba
uyandırmamalıdır. Çünkü böyle bir durum Allah’ın yüceliğiyle zıtlık teşkil eder. Onun
için Allah’ın gözlerinin olduğunu ifade eden ayetlerde geçen ayn mefhumu genelde
yorumlanmaya, ilk anlamı değil de muhtemel diğer anlamlara hamledilmeye ve Allah’ın
ulûhiyetine aykırı olmayacak şekilde tevil edilmeye çalışılmıştır. Mesela, Mukatil b.
Süleyman burada geçen aynın ilim anlamında olduğunu ifade etmektedir.390
Mâtürîdî, bu meyandaki ayetlerde geçen ayn ifadesinin Allah’ın koruması,
murakabesi, gözetimi gibi anlamlara geldiğini söylemektedir. Araplar bir gözün
görmesinden genelde kast, amaç, gaye gibi anlamları hedeflemişlerdir. Eğer ayn kelimesi
tekil değil de çoğul halde kullanılırsa bu eylemlerdeki mübalağa kastedilmiş olur.391
Sonuç olarak çeşitli sinir, doku, hücre vs. şeylerden müteşekkil, insana has bir
organın ayetlerden yola çıkılarak Allah’a isnat edilmesi doğru bir yaklaşım tarzı değildir.
Gözün hakikat anlamı kadar her dilde onun mecaz anlamdaki kullanımlarına da
rastlayabiliyoruz. 389
Tur, 52/48.
Mukatil b. Süleyman, Tefsîru Mukatil b. Süleyman, (Thk. Ahmed Ferîd), I-III, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye,
Beyrut, 2003, II, 117.
391
Mâtürîdî, Te’vîlâtü Ehli’s-Sünne, II, 525-526; Rıza, Muhammed Reşid, Tefsiru’l-Kur’ani’l-Hakîm
(Tefsiru’l-Menâr), XII, 62,
390
179
e. Allah İle Mekan Arasındaki İlişki
Allah’ın mekanla ilişkisine değinen ayetlerden bazılarında Allah’ın gökte olduğu
anlamı çıkarılabilir. “Sonra duman halinde bulunan göğe yöneldi.”392 Bu ayetin zahiri,
Allah’ın zatında hem bir değişimi ve hem de bir yönü izhar etmektedir. Mâtürîdî
Tevilâtu’l-Kur’an’da bu ayeti literal anlamıyla almamış uygun bir manaya hamlederek
yorumlamıştır. Ona göre burdaki istivadan maksat, yer ile gök arasındaki atmosferin
dizayn edilmesi, yeryüzünde yaşayan canlıların menfaatlerinin gökyüzüne bağlı olması
demektir.393
Allah için mekan mefhumu çağrıştıran ayetlerden birinde ise “Her kim izzet
istiyorsa bilsin ki izzet tamamıyla Allah'ındır. O'na hoş kelimeler yükselir, onu da salih
amel yükseltir.”394 buyrulmaktadır. Allah’a kelimelerin güzel olanlarının yükseltilmesi
zahiri itibariyle O’nu bir mekana nispet ettirmektedir ki o da gökyüzüdür. Çünkü bütün
dillerde yükseltilmekten kasıt bellidir. Ancak bu ayetin zahiri noktada tecsime
götürdüğünü gören Mâtürîdî kelamcı Pezdevî ayeti muhtemel diğer bir anlama hamletme
yoluna gitmiştir. Ona göre ayette kastedilen, belki kişinin söylemiş olduğu güzel sözün
Allah katında makbul olması, sahibine değer kazandırması ve bu şekilde söz sahibinin
Allah katındaki derecesinin yükselmesidir.395
Konumuzla ilgili diğer ayetler ise şunlardır:
“Gökte olanın, sizi yere batırmayacağından emin misiniz? O zaman yer, birden
sallanmağa başlar (ve siz yerin dibine geçersiniz). Yoksa siz, gökte olanın, üzerine taş
yağdıran (bir fırtına) göndermeyeceğinden emin misiniz? (O zaman) tehdidimin nasıl
olduğunu bileceksiniz.”
396
Her iki ayette geçen ‘gökte olan’ ifadesinden Allah’ın
gökyüzünde olduğu anlamı anlaşılmamalıdır. Çünkü Mâtürîdî ‘gökte olan’ ifadesini farklı
392
Fussilet, 41/11.
Mâtürîdî, Te’vîlâtü Ehli’s-Sünne, IV, 328-329.
Fatır, 35/10.
395
Mâtürîdî, Te’vîlâtü Ehli’s-Sünne, IV, 328-329; IV, 172; Pezdevî, a.g.e., 44.
396
Mülk, 67/16-17.
393
394
180
bir şekilde tevil etmiştir. Ona göre bu ayet, Allah’ın sadece yerin değil aynı zamanda
göklerin de rabbi olduğu anlamına gelmektedir. Çünkü yeryüzünde hüküm süren
sultanların hükümranlıkları sadece yeryüzüyle sınırlıdır. Oysa Allah’ın saltanatı ise hem
yerleri hem de gökleri kapsamaktadır.397
“Üstlerindeki Rablerinden korkarlar ve emredildikleri şeyi yaparlar.”398 Nahl
sûresindeki bu ayetin literal anlamı mealde de görüldüğü üzere üst demektir. Üst
kavramından neyin anlaşılacağı ise bellidir. Ancak Allah için üst, alt, yan, arka, ön gibi
yön ifade eden hususların kullanılmasının sakıncaları malumdur. O halde, Allah hakkında
kullanıldığı zaman bir takım sorunlara sebep olan bu ifadeleri nasıl anlamamız gerekir?
Mâtürîdî’ye göre ayette zikri geçen favk (üst) kavramı Allah’a bir mekan izafe etmek için
kullanılmamıştır. Çünkü beşer bazında düşünüldüğünde izzet, şeref ve üstünlüğün bir
mecliste baş köşede ya da yüksek yerde oturmakla hasıl olmayacağı bellidir. Yüksek bir
tepeye çıkan birinin şan ve şöhret sahibi olması nasıl düşünülebilir? Ayette kastedilen
Allah’ın insanların üstünde olduğu değildir. “Filan kişi Horasan’ın emiridir”
ifadesi
ayetin içeriğiyle aynıdır. Irak veya Horasan’ın emiri ifadesinden nasıl ki uzamsal bir
anlam çıkmıyorsa yukarıda bahsi geçen ayatten de Allah’a mekansal bir anlam izafe
edilemez.399
Mâtürîdî’nin yukarıdaki ayetin yorumlanmasında takip ettiği metot biçimi Allah
ile mekan arasında ilişki kuran diğer ayetlerde de kendini göstermektedir.400 “Melekler ve
Rûh, miktarı elli bin yıl süren bir gün içinde O'na çıkar.”401 Allah’ın bir mekanda
olduğunu savunanlar, bu ayeti şu iki bakımdan görüşlerine delil getirmişlerdir:
1) Ayet, Allah'ın, "me'âric sahibi" diye mevsuf olduğunu göstermektedir ki bu
ancak, Allah'ın üstte bir yerde olması durumunda söz konusu olur.402
397
Mâtürîdî, Te’vîlâtü Ehli’s-Sünne, V, 196.
Nahl, 16/50.
399
Mâtürîdî, Te’vîlâtü Ehli’s-Sünne, III, 90.
400
Mâtürîdî, Te’vîlâtü Ehli’s-Sünne, IV, 84-85.
401
Mearic, 70/ 4
402
Râzî, Fahreddin, Mefâtihu’l-Ğayb, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, I-XXXII, Beyrut, 2000, XXXI, 109.
398
181
2) Allah, "Melekler ve Ruh ona... çıkarlar" buyurmuştur. Böylece meleklerin
çıkış ve yükselişlerinin "O'na" doğru olduğunu beyan etmiştir ki bu da Allah’ın üst tarafta
olmasını gerektirir.403
Müşebbihe’nin bu iddilarına şu şekilde cevap vermektedir: “Allah’ın bir
mekanda olduğunu çağrıştıran bu ayetin tevil edilmesi gerektiği kanaatindeyiz. “Ona, ona
doğru” ifâdesinde, ‫( اﱃ‬ila) harf-i cerrinin yer alışından, Allah’ın bir mekanda olduğu
manası kastedilmemiş, aksine her şeyin O'nun iradesine varıp dayandığı kastedilmiştir.
Bu, "Bütün işler, O'na döndürülür”404 ayetiyle aynı anlam içeriğine sahiptir. Bu ifadeyle
de, "izzet ve şerefin bulunduğu yere yükselip varır" manası kastedilmiştir. Bu manasıyla
ayet, tıpkı, "Ben Rabbime gidiyorum. O bana hidayet edecektir"405 ifadesi gibi olur ve bu
mükâfaat yurdu (cennetin) en yüce ve en üstün mekan olduğuna bir işaret olmuş olur.”406
Allah’a mekan izafe eden ayetlerden biri de Al-i İmran sûresindeki “Allâh
demişti ki: "Ey Îsâ, ben senin canını alacağım, seni bana yükselteceğim”407 ayetidir. Bu
ayetle ilgili olarak Mâtürîdî, Müşebbihe’nin görüşlerinde yanıldıklarını ifade etmektedir.
Müşebbihe bu ayete dayanarak Allah’ın bir mekanda olduğunu iddia etmektedir.
Mâtürîdî’ye göre ise ayette anlatılan olaydan maksat Hz. İsa’nın Allah’ın bulunduğu bir
mekana yükseltilmesi değil, değerinin ve kıymetinin yüceltilmesidir. Mâtürîdî bu
görüşüne delil olarak da Hz. İbrahim kıssasını getirmiştir. Hz. İbrahim’in ‘ben Rabbime
gideceğim’ ifadesi bunun göstergesidir. Eğer Müşebbihe’nin söyledikleri doğru olmuş
olsaydı Şam ehlinin Allah’a daha yakın olması gerekirdi. Allah bazı özel şeyleri kendine
izafe ettiğinde bu tebcil ve tazim içindir. 408
403
Râzî, Mefâtihu’l-Ğayb, XXXI, 109.
Hud, 11/123.
405
Saffat, 37/ 99.
406
Râzî, Mefâtihu’l-Ğayb, XXXI, 109.
407
Al-i İmran, 3/55.
408
Mâtürîdî, Te’vîlâtü Ehli’s-Sünne, I, 273.
404
182
Allah’ın sema ile olan ilişkisini konu edinen birçok rivayet vardır. Bu
rivayetlerde Allah’ın semada yer aldığı söylenmektedir.409 Hatta Zehebî bu haberlerin
lafzen mütevatir düzeyinde olduğunu ifade etmektedir.410 Ancak Zehebî bu ayet ve
rivayetlerde geçen semanın gökyüzü anlamında değil de arş olduğu kanaatindedir.411
Aktardığımız ayet ve rivayetlerin yanında Allah’ın gökyüzünde olduğuna kail
olanların kendilerine dayanak olarak aldıkları delillerden biri de mümin kulların duada
ellerini gökyüzüne doğru kaldırmalarıdır. Duada ellerin gökyüzüne doğru kaldırılması
Allah’ın gökyüzünde olduğu anlamına gelir mi? Birçok kültür, din ve medeniyette aynı
ritüele rastlanılır. Genelde insanlar farklı dini altyapılara sahip olmalarına rağmen sahip
oldukları tanrı anlayışı göksel nitelikler arzetmektedir. Bunların nazarında gök kutsanmış
bir motiftir.412 İslam’da dua ibadetinde eller genelde semaya doğrultulmaktadır.413 Bu
husus aslında delil olarak getirilmeyecek bir hususa menşe teşkil edince tartışma mevzuu
olmuştur. Buradaki soru şudur: Duada ellerin semaya kaldırılması Allah için ne anlam
ifade ediyor? Allah gökyüzünde midir ki eller semaya doğru kaldırılmaktadır?
Mâtürîdî’ye göre duada ellerin kaldırılması Allah’a kulluk etme ile ilgilidir. Dua
ibadetten bir parça olup ibadetin tamamlayıcısı, ibadetten sonra kulun, Rabbine isteklerini
ifade etmesidir. Nasıl ki mümin, Kabe’ye yöneldiği zaman karşısında Allah yoksa ve
müminin Kabe’ye yönelişindeki amacı Allah ile iletişim sağlamak ise dua da buna
benzerdir. Yoksa kulların ellerini semaya kaldırmaları Allah’ın semada olduğunu
göstermez.414 Namazda kulların alınlarını secdeye koymalarının da bu zaviyede mutalaa
edilmesi gerekir. Nasıl ki secde halinde hiç kimse Allah’ın alnın hizasında, yerin
derinliklerine doğru bir yerde olduğu ve bu yüzden kulun oraya yöneldiğini iddia
409
Ebu Davud, Edeb, 85; Tirmizî, Birr ve Sıla, 16.
Zehebî, el-Erbain fi Sıfâti Rabbi’l-Alemîn, s. 53.
411
Zehebî, el-Erbain fi Sıfâti Rabbi’l-Alemîn, s. 53.
412
Günay, Ünver-Güngör, Harun, Türk Din Tarihi, s. 37-39.
413
Tahhân, Mahmûd, Teysîru Mustalahi’l-Hadîs, Dersaadet, Kuveyt, 1985, s. 21.
414
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 116.
410
183
etmiyorsa; ellerin semaya kaldırılması da Allah’ın göklerde olduğu anlamına
gelmemektedir.415
Duada kulların ellerini semaya açmalarının muhtemel anlamlarından biri de
semanın sahip olduğu unsurlarla ilgilidir. Bilindiği üzere sema vahiy ve bereket
kaynağıdır. İnsanların hayatlarında etkili olan, en büyük dönüşümleri gerçekleştiren
sebeplerin kaynağı hep gök merkezlidir. Bu yüzden gökyüzüne ayrı bir değer
atfedilmiştir.416 Sema ve yer zıt anlamlılar olup her biri insanların tasavvurunda farklı
manalar çağrıştırmaktadır. Semanın anlamına bakıldığında yücelik, yükseklik ve buna
benzer bir içeriğe sahip olduğu görülür. Yine insanın üstünde olan, yukarıda yer alan her
şey de sema anlamında isimlendirilmiştir.417 Allah ile gökyüzü arasında bağlantının
kurulmasında insanların gökyüzüyle ilgili sahip oldukları olumlu düşüncelerin belki bir
tesiri olabilir.
Allah’ın gökte yer aldığıyla ilgili olarak üzerinde durulması gereken diğer dini
fenomen ise Mirac hadisesidir. Mirac gecesinde Hz. Muhammed’in semanın derinliklerine
doğru kutsal bir yolculuğa çıkması da antropomorfist bir anlayışla açıklandığı takdirde
İslam’ın tenzih anlayışına ters düşer. Hz. Muhammed’in miraca çıkmasını mekan olarak
Allah’ın semada olduğu anlamında anlamamak gerekir. Eğer rivayetler olduğu hal üzere
kabul edilirse o zaman Allah’ın gökyüzünde hiç kimsenin aklının almayacağı bir yerlerde
olduğu, orada durduğu ve Hz. Muhammed’in de Allah’ı orada ziyaret ettiği vehmi
insanlarda uyanacaktır.418 Bu ise genel Kur’an düşüncesine aykırıdır.
Belki bu kapsamda şu hususun da değerlendirilmesi gerekir: Ka’be yılda
milyonlarca müslüman tarafından ziyaret edilmektedir. Mekke’ye gidip Kabe’yi tavaf
415
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 116.
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 119; Pezdevî, a.g.e., 46.
Cevherî, İsmail b. Hammad (v. 393/1002), es-Sıhâh Tâcu’l-Luğa ve Sıhahu’l-Arabiyye, (Thk. Ahmed
Abdulğafur Attâr), Dâru’l-İlm li’l-Melâyîn, I-VI, Beyrut, 1984, VI, 2383.
418
Pezdevi, a.g.e., s. 46.
416
417
184
eden insanların amacı orada Allah’ı ziyaret etmek değildir. Çünkü Allah, Kabe’nin içinde
değildir. Bu ibadetten kasıt Allah’ın rızasına uygun bir davranış biçimi sergilemektir.419
Allah’ın bir mekanda olduğu kanaatini taşıyanlar genelde Allah’ın zatına
cismani özellikler atfedenlerdir. Kelam’da Mücessime mezhebine mensup olanlar aynı
zamanda bu görüşün bir uzantısı olarak Allah’a mekan nispet edenlerdir. Pezdevî,
Hanbelilerin bir kısmının, Kerrâmiyye ve Yahudilerin bu görüşte olduklarını
söylemektedir.420
Allah’ın bir yerde bulunduğunu iddia edenlere karşılık bazı alimlere göre ise
Allah her yerde mevcuttur. Genelde Mu’tezile mezhebi ile İslam filozofları bu
görüştedirler.421 Bunların da dayandıkları bir takım deliller vardır. Bu görüşe mensup
olanlar, Allah’ın her mekanda cismi ile değil ilmiyle mevcut olduğu kanaatindedirler.422
Allah’ın mekanla ilişkisini anımsatan ayetler daha pek çoktur: “Göklerdeki ve
yerdeki her şeyi Allah’ın bildiğini görmüyor musun? Üç kişi gizlice konuşmaz ki,
dördüncüleri O olmasın. Beş kişi gizlice konuşmaz ki altıncıları O olmasın. Bundan daha
az, yahut daha çok da olsalar, nerede olurlarsa olsunlar, O mutlaka onlarla beraberdir.
Sonra onlara yaptıklarını Kıyamet günü haber verecektir. Allah, her şeyi hakkıyla
bilir.”423 Bu ayette geçen necva iki kişinin gizli bir biçimde fısıldaşması ve konuşması
anlamında kullanılmaktadır.424 Gizli konuşan iki kişinin yanında Allah’ın olmasını nasıl
anlamak gerekir? Meseleye yine antropomorfist bir yaklaşımla yaklaşılırsa ayetten
Allah’ın iki veya daha fazla kişinin yanında olduğu anlaşılabilir. Ancak ayet umum ifade
ettiğine göre Allah’ın her mekanda ve herkesin yanında olduğu anlamı çıkmaktadır.425
Ehl-i Sünnet’e göre böyle bir ifadenin Allah için kullanılması sakıncalıdır. Sünnî
419
Pezdevî, s. 46; Bkz. Mürtezâ, Şerif, Resâilu’ş-Şerif el-Mürtezâ, Menşûrâtu Dari’l-Kur’ani’l-Kerîm, Kum,
trs., s. 283.
420
Pezdevî, a.g.e., s. 42.
421
Pezdevî, a.g.e., s. 42-43.
422
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 104; Nureddin es-Sâbûnî, a.g.e., s. 44-46.
423
Mücadele, 58/7.
424
Cevherî, a.g.e., VI, 2503.
425
Dârimî, Osman b. Said (v. 280/893), er-Red ala’l-Cehmiyye, ed-Dâru’s-Selefiyye, Kuveyt, 1985, s. 3435.
185
kelamcılara göre ayette geçen necvanın mekanla ilgisi yoktur. Allah bu ayette mekandan
müstağni olduğunu izah etmektedir. Bu gerçeği belirtikten sonra hiçbir şeyin de kendisine
gizli kalmayacağını ortaya koymuştur.426 Selef alimlerinden Süfyan es-Sevrî’ye Allah’ın
yukarıdaki ayette geçen necvadan maksadı nedir? diye sorulunca Süfyan, Allah’ın ilmiyle
orada mevcut olduğu kastedilmektedir diye cevap verir.427 Dârimî de bu konuda Süfyan
es-Sevrî’ye paralel bir kanaate sahiptir. Dârimî Allah’a mekan atfeden diğer ayetleri de
delil getirerek Allah’ın insanlarla beraber olmasını şöyle açıklamaktadır: Allah arşın
üzerinden ama arşa bitişik olmadan ilmiyle ve görmesiyle kullarını bilir ve kullarıyla
beraberdir.428
Mâtürîdî ayette bahsedilen maiyyetin, Allah’ın onları görmesi, kendi aralarında
konuştukları, kurguladıkları meseleleri ve tuzakları boşa çıkarması ve müminlere yardım
etmesi anlamına geldiği görüşündedir.429
Allah’a mekansal mefhumlar atfeden ayetlerden bir kısmı da şunlardır: Allah:
“Kullarım, beni senden sorarlarsa, (bilsinler ki), gerçekten ben (onlara çok) yakınım.
Bana dua edince, dua edenin duasına cevap veririm. O hâlde, doğru yolu bulmaları için
benim davetime uysunlar, bana iman etsinler.”430 buyurmaktadır. Başka ayetlerde de
Allah’ın mekanlar üstü olduğu ve her yerde kullarıyla beraber olduğuna dair bilgiler
verilmektedir. “Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona verdiği vesveseyi de biz
biliriz. Çünkü biz, ona şah damarından daha yakınız.”431 Başka bir ayette de “Biz ise ona
sizden daha yakınız. Fakat siz göremezsiniz.”432 ifadeleri yer almaktadır.
426
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 110; Nesefî, Tabsiretu’l-Edille, I, 244.
Makdisî, Abdullah b. Ahmed b. Muhammed b. Kudâme (v. 620/1223), Sıfatu’l-Uluv li’llahî’l-Vâhidi’lKahhâr, Dâru’s-Sahabe li’t-Türâs, Tanta, 1993, s. 88.
428
Dârimî, a.g.e., s. 35.
429
Mâtürîdî, Te’vîlâtü Ehli’s-Sünne, V, 75.
430
Bakara, 2/186.
431
Kaf, 50/16.
432
Vakıa, 56/16.
427
186
Hadislere bakıldığında Hz. Peygamberden gelen bazı rivayetlerde Allah’ın
kullarına olan kurbiyetlerinden haber verilmektedir.433 Bunlardan birinde Hz. Muhammed
insanların yüksek sesle Allah’a nida ettiklerini duyunca “O sizinle bineklerinizin başları
arası mesafededir.” buyurmuştur.434
Görüldüğü üzere ayet ve hadislerde Allah’ın kullarına olan yakınlığından haber
verilmektedir. Ancak birçok mevzuda olduğu gibi kurbiyet mevzuunda da birincil ve
ikincil ya da hakiki ve mecaz anlamlar sözkonusudur. O halde kurbiyetin anlamı üzerinde
durulmalıdır. ‫ القرب‬: (el-Kurb) Genel anlamda iki nesne arasındaki mesafenin kısalığı için
kullanılır. Bu anlamda olmak üzere bu kavramın çok çeşitli kullanımları bulunmaktadır.
Ancak bazen bu kelime başka hususları ifade etmek için de kullanılabilmektedir. Mesela
bu kavram, bir insanın Allah’a yakınlaştığını ifade etmek üzere kullanılabilir. Bundan
kastedilen mesafe değil kulun bazı güzel eylemlerde bulunarak Allah katında bir değer
kazandığı ve bu şekilde manevi olarak O’na yakın olduğu ifade edilmektedir.435
Kurbiyetin hem hakiki hem de mecazi anlamını da göz önünde bulundurarak söz
konusu ayetlerde ve hadiste anlatılmak istenen Allah ile insanın bir mekanda bulundukları
ve bu mekanda birbirine yakın oldukları değildir. Böyle bir anlayış Allah’a nakıslık
getirir. Bu, hadis varlıkların bir özelliğidir. Mekanda yakın olanın uzak olma ihtimali de
vardır. Uzaklaşan ve yakınlaşan bir varlık ta elbetteki değişim geçirmektedir. Nasslarda
geçen kurbiyyetten maksat Allah’ın kullarının isteklerine kolaylıkla karşılık verdiği ve
azametinin ne boyutta olduğudur.436
Bu nasslarda zahir olarak Allah’a mekansallık izafe edilmiştir. Ancak Allah
hakiki anlamda mesafeyi ifade eden bütün unsurlardan münezzehtir. Allah’a bu açıdan
yakınlık, uzaklık, bitişiklik izafe edilmez. Ancak Allah’ın kullara yardım etmesi, onları
433
İbnu’l-Esîr el-Cezerî (v. 606/1210), Câmiu’l-Usûl fi Ehâdisi’r-Rasul, (Thk. Abdulkadir Arnavut),
Mektebetu’l-Hulvânî-Mektebetu Dari’l-Beyân, 1969, II, 24.
434
Nesâi, Amelu’l-Yevm ve’l-Leyl, 10188.
435
Cevherî, a.g.e., I, 198; Zemahşerî, Esâsu’l-Belâğe, (Thk. Muhammed Bâsil Ayûn es-Sûd), Dâru’lKütübi’l-İlmiyye, I-II, Beyrut, 1998, II, 64; Zebidî, a.g.e., IV, 5, 13, 23.
436
Zemâhşerî, el-Keşşâf, I, 255.
187
şereflendirmesi anlamında bir yakınlığın Allah’a izafe edilmesi düşünülebilir. Allah’a
mekan isnat eden nassların bu şekilde yorumlanması genel bir kanaat olarak husule
gelmiştir. Çünkü birbirinden düşünce olarak uzak duran Ehl-i Sünnet ve Mu’tezile’nin bu
konuda aynı noktada birleştikleri görülmektedir.
Örnek olsun diye tezimizde Allah’ın yakınlığından bahseden bir ayet için
yapılan tevil ve yorumlara bakılmalıdır. Bunun için Bakara sûresinde geçen ve Allah’ın
kullarına yakın olduğunu haber veren ayete bakalım. Ayette geçen kurb kavramı
Mâtürîdî’ye göre, iyilik, ihsan, birr gibi anlamlara hamledilecebileceği gibi bilme ve
davete icabet etme anlamlarına da hamledilebilir.437 Aslında ayetin bağlamına
bakıldığında ayetten zâtî anlamda bir mekandan bahsedilmediği anlaşılacaktır. Ayet tahlil
edilirken kulun Allah’a kurbiyeti ile Allah’ın kula olan kurbiyeti arasında bir
korelasyondan bahsedilebilir. Kulun Allah’a kurbiyetinden onun yaptığı iyilikler, Allah’ın
emirlerine itaat, Allah’a ibadet anlaşılır. Allah’ın kula olan kurbiyetinin de bu çerçevede
ele alınması gerekir. O zaman Allah’ın kurbiyetinden de kulun yaptıklarına karşılık
vermesi, dualarını, namazlarını kabul etmesi anlaşılmalıdır.438 Yine Mâtürîdî’ye göre
Allah’ın yakın olması O’nun kullarına yardım etmesi, her şeyi koruması, her şeyi bilmesi
ile gerçekleşebilir.439
Öte yandan bir insanın bir insana yakın olduğundan bahsedildiği zaman bundan
bazen mesafe kastedilirken bazen de onların birbiriyle olan iletişimlerinin samimiyeti
kastedilir. Dilde hangisinin kastedildiğini ise karineler gösterir. Yakınlık eğer bir istek
anlamına karşılık söyleniyorsa o zaman bu isteğe verilen cevap anlamına gelir. Eğer
gizlenen bir durumla ilgili olarak ifade ediliyorsa o zaman yakınlıktan kasıt gizlenen bu
meselelerin bilindiğidir. O zaman Kaf sûresi 50/16. ve Vakıa sûresi 56/85. ayetlerinde
geçen kurb kavramı yardım etme veya bilme anlamlarına gelir.
“O, bana bir karış
yaklaşırsa ben ona bir arşın yaklaşırım. O bana bir arşın yaklaşırsa, ben ona bir kulaç
437
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 167; Te’vîlâtü Ehli’s-Sünne, I, 138-139; Zemâhşerî, el-Keşşâf, I, 255.
Mâtürîdî, Te’vîlâtü Ehli’s-Sünne, IV, 558-559; Kitâbü’t-Tevhîd, s. 117; Râzî, Fahreddin, Esâsü’t-Takdis,
s. 134.
439
Bakara, 2/186. Mâtürîdî’nin bu vb. ayetlerle ilgili tevilleri çoktur. Mesela Mâtürîdî şu ayetleri de tevil
etmiştir: Nahl, 16/128; Alak, 96/19; Maide, 5/35; Sebe, 34/21; Enam, 6/102; Rad, 13/33; Enam, 6/3.
438
188
yaklaşırım”440 hadisinde de kastedilen mekansal bir yakınlık değildir. Allah’ın buradaki
yakınlaşmasının amacı kulların arzu edip kendisine olan teveccühleri, Allah’ın da onlara
yardım etmesi ve onların isteklerine icabet etmesidir.441
Allah’ın tüm mekanlarda olduğuna delil olarak alınan ayetlerden biri de: “O,
gökte de ilah olandır, yerde de ilah olandır. O, hüküm ve hikmet sahibidir, hakkıyla
bilendir.”442 ayetidir. Zuhruf sûresinde geçen ve tecsim anlayışına sahip olanlar tarafından
Allah’a cisim atfetmede delil olarak gösterilen bu ayet Nesefî’ye göre Allah’ın
hükümranlık ve saltanatının hem gökyüzünde hem de yeryüzünde geçerli olduğu
anlamında anlaşılmalıdır. Yoksa ayetten kastedilen Allah’ın zatıyla orada ikame ettiği
anlaşılmamalıdır. Mesela bir hükmüdar için Buhara ve Semerkant emiri denildiğinde bu
sözden kastedilen o kişinin zatıyla oralarda olduğu değil otoritesinin oralara hakim
olduğudur.443
Allah’ın her yerde olduğu kanaatine sahip olan alimlere göre Allah’a herhangi
bir yer izafe etmek O’nun aşkın olan varlığını belli kalıp ve sınırlar içine sokma anlamına
gelir ki bu durum hadis olan varlıkların bir özelliğidir. Allah ise bundan münezzehtir.444
Mâtürîdî’ye göre Allah’ın bir mekanda veya her mekanda olduğunu ifade
edenler doğru bir kanaate sahip değildirler. Ona göre, Allah’ın her şeyin rabbi olduğu veya
her yerde olduğu gibi ifadeler Allah’ın azametini ortaya koyma babında söylenmiştir.
Tamamen Allah’ı ululamaya ve takdis etmeye matuf ifadelerin genel Kur’an perspektifi
içinde, akl-i selim müvacehesinde mütalaa edilmesi gerekir. Bu şekilde bir metot takip
edilmediği takdirde ayetlerden yola çıkılarak Allah’ın, azametine yakışmayan yerlere
sokulması sonucuna varılır. Oysa ayetlerde kastedilen amaç Allah’ın zatının ta’zim
edilmesidir.445
440
Tirmizi, Deavat, 131/3603
Mâtürîdî, Te’vîlâtü Ehli’s-Sünne, IV, 559
442
Zuhruf, 43/84.
443
Nesefî, Tabsiretu’l-Edille, I, 244.
444
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 105; Nureddin es-Sâbûnî, a.g.e., s. 44-46.
445
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 165.
441
189
Mâtürîdî’ye göre bütün nesnelerin Allah’a ve Allah’ın da nesnelere izafesi
Allah’ın yüceltilmesi ve O’nun zatının ta’zim edilmesi açısındandır.446 Bunun Kur’an’da
birçok delili vardır. “Bilmez misin ki, göklerin ve yerin hükümranlığı Allah’ındır. Sizin
için Allah’tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı vardır.”447 “O, göklerin ve
yeryüzünün mülkü (hükümranlığı) kendisine ait olandır. Çocuk edinmemiştir. Mülkünde
hiçbir ortağı da yoktur. O, her şeyi yaratmış ve yarattığı o şeyleri bir ölçüye göre takdir
etmiştir.”448 Bu ayetlerle birlikte yine Allah göklerin ve yerin rabbi,449 varlıklar içinde
sadece kendisi yaratmaya kadir,450 bütün alemlerin sahibi,451 her şeyin üstünde
bulunduğunu452 ifade eden ayetler de Allah’ı ululama kapsamında anlaşılmalıdır.453
Kur’an’da Allah’a bazı nesne ve şeylerin atfedilmesinin insanın zihninde
Allah’a mekansal çağrışımlar yapmaması gerekir. Allah’a nispet edilen bu hususlar,
Allah’a nispetlerinden dolayı ayrıcalıklı bir duruma gelirler. Buna karşın Allah’ın zatını
herhangi bir mekana hasretmezler.454 Çünkü Allah ezelde varken mekanlar yoktu.
Mekanlar hali hazırda olmasa Allah yine var olacaktır. Allah, ezelde şu anda olduğu hal
üzere vardı. Şu anda olduğu gibi de ezelde böyle idi. Allah her türlü değişiklikten
münezzehtir.
Mâtürîdî’ye göre, “Allah’a mekan nisbet etmek ve O’nu zatıyla her yerde
bulunmakla niteleme durumunda, Cenâb-ı Hakk’ı durup yerleşeceği bir şeye muhtaç
gösterme anlayışı vardır. Tıpkı varlığına mekanlar sayesinde sahip olabilen ve birinden
öbürüne intikal eden, karar kılan bütün cisim ve a’râzlar gibi; cisim ve a’râzların
bütünüyle mekan nisbetinin haricinde bulunmuş olması ise bu statüyü değiştirmez. Cisim
ve a’râzları ibtidaen yaratan ve onları bütünüyle mekana mensubiyetleri olmadan
nizamında tutan Allah ise elbette mekana muhtaç olmaktan münezzeh bulunuşunun
446
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 105.
Bakara, 2/107.
448
Furkan, 25/2.
449
Rad, 13/16; Saffat, 37/5.
450
Enam, 6/102; Araf, 7/54.
451
Fatiha, 1/2.
452
Enam, 6/18.
453
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 105.
454
Nahl, 16/128; Cin, 72/18; Şems, 91/13; Hac, 22/26.
447
190
yanında bütünüyle mekana mensubiyeti söz konusu olmayıp tek tek üniteleriyle yer işgal
eden alemin statüsüyle de nitelenmekten beridir.”455
Sonuç itibariyle gerek Allah’ın bir yerde olduğunu iddia eden ve gerekse bu
görüşün aksi bir kanaate sahip olanlar kendilerine nassı delil alarak böyle bir kabule
ulaşmışlardır. Ancak burada unutulmaması gereken Allah için ihtiyaç hissi uyandıran her
türlü şeyden Allah münezzehtir. Allah’ın bir mekanda olduğuna delil olarak getirilen bazı
ibadetlerin, eksik veya yanlış telakki edildiğini düşünüyoruz. Gerek ibadetler ve gerekse
nassta Allah’a mekan izafe etme görüntüsü veren ifadelerin İslam’ın tenzih anlayışı
çerçevesinde yorumlanması gerektiği kanaatindeyiz.
f. Kabz
Müteşabih ayetler konusunda te’vil ile tesbit, tecsim ile ta’til ilişkisinde
mezhepler arasında birçok sorun yaşanmıştır.
Mezhepler arasında farklı yorumlara ve sorunlara yol açan ayetlerden biri de
aşağıda aktaracağımız ve içinde Allah’a kabz kavramının atfedildiği ayettir. Kabz;
Kur’an’da geçtiği yerlere bakıldığında genelde tutma anlamında kullanılmıştır.456
Zikredeceğimiz ayette de Allah’ın tutmasından bahsedilmektedir. “Bütün yeryüzü, kıyamet
günü O'nun avucundadır; gökler O'nun kudretiyle dürülmüş olacaktır. O, putperestlerin
ortak koşmalarından yüce ve münezzehtir.”457 Mu’tezile ayette geçen kabz ifadesini literal
anlamına hamletmemiştir. Bu düşüncede olanlar genelde ayetin kastını Allah’ın azameti
şeklinde yorumlamaya çalışmışlardır. Zemahşerî (v. 538/1144) ayetin maksadının, ne
kadar büyük olursa olsun bütün eşyanın Allah’ın kudreti karşısında aciz ve güçsüz olduğu
görüşündedir. Bu ayette Allah’ın otoritesi temsil edilmiştir.458 Bu tevil biçimi sadece
Mu’tezilî düşünce ile sınırlı kalmamış Sünnî tefsir alimlerinde de kendini göstermektedir.
Mâtürîdî, bu ayette geçen ve teşbih fikrini çağrıştıran ifadelerin farklı anlamlara
455
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 107.
Bkz. Taha, 20/96, Furkan, 25/46; Zümer, 39/46;
Zümer, 39/67.
458
Zemahşerî, el-Keşşâf, V, 144.
456
457
191
hamledilmesi gerektiğini söylemektedir.
459
Râzî de bu ayetin olduğu hal üzere
anlaşılmaması gerektiğini, bu şekilde anlaşıldığı takdirde ise Allah için tecsime yol
açacağını söyleyerek ayetin zahiri anlamının neden kabul edilmemesine ise yeryüzünde
mevcut olan olumsuzlukları (pislikleri) göstermektedir. Allah’ın ise olumsuz (pis) şeylerle
dolu olan bir varlığı elinde tutmasının mümkün ve doğru olmayacığını ileri sürmektedir.460
Hadislerde de kabz ile ilgili bilgilere yer verilmektedir. Hadis metinlerinde yer
verilen bilgiler konuyu daha da somutlaştırmaktadır. Hadislerde Allah’ın Hz. Adem’in
toprağını dünyadaki değişik kara parçalarından alıp yoğurduğu anlatılmaktadır.461 Bir
başka rivayette ise Allah’ın insanlardan bir kabza alıp cennete koyduktan sonra bu
davranış benim rahmetimdir; diğer bir grubu da alıp cehenneme koyduğunda bunlar da
benim gazabımdır dediği nakledilmektedir.462 Râzî, bu nassları uygun bazı anlamlara
hamlederek yorumlama yoluna gitmiştir.463
Selef bu vb. sıfatları kabul ederken bir insan organı anlamını çağrıştıracak
anlamalardan uzak durmaya çalışmıştır. Mesela müteşabih ayetlerin tevilinde çok ihtiyatlı
davrananlardan biri de Ahmed b. Hanbel’dir. Lâlekâî (v. 418/1027)’nin aktardığına göre
İbn Hanbel’in yanındaki biri Zümer sûresi 39/67. ayeti okuduktan sonra ayette geçen kabz
ve yeminden bir organımız olan elin ima edildiğini ifade etmeye çalışmıştır. Bunun
üzerine Ahmed b. Hanbel: Allah o eli kessin, şeklinde şiddetli bir tepki vermiştir.464
Alimler arasındaki genel kanaat kabz ifadesinin insanın aklına gelen anlamıyla
Allah hakkında kullanılmaması gerektiği şeklindedir. Çünkü bu ifade literal anlamıyla
Allah hakkında kullanıldığı takdirde antropomorfist bazı yorumlara sebep olacaktır. Bu
yüzden alimler bu ifadeyi te’vil etmişlerdir.
459
Mâtürîdî, Te’vîlâtü Ehli’s-Sünne, IV, 322.
Râzî, Esâsü’t-Takdîs, s. 168-169.
461
Tirmizî, Tefsiru’l-Kur’an, 2; Ebu Davud, Sünnet, 16.
462
Zebîdî, a.g.e., III, 485.
463
Râzî, Esâsü’t-Takdîs, s. 168-169.
464
Lâlekâî, a.g.e., (Thk. Ahmed Sa’d Hamdân), Dâru Tayyibe, Riyad, 1402, III, 432.
460
192
g. Esef/Gazab
Kur’an’da müteaddit ayette Allah’ın gazab sıfatına değinilmektedir.465 Gazab
bilindiği üzere kızma anlamında kullanılmaktadır. Ancak bu kızma eyleminin içinde öfke
ve hiddet eksik değildir. Bunun da kendi içinde çeşitli şekilleri vardır. Nasıl ki Türkçe’de
kızma, öfkelenme, hiddetlenme, sinirlenme, sinirleri tepesine çıkma vs. çeşitli ifadeler
gazab için kullanılıyorsa Arapça’da da aynı ruhsal durum için değişik kelimeler
kullanılmıştır. Zebîdî bu durumu tarif ederken kalbin kanının yükselmesi tabirini
kullanmaktadır.466 Bu tabirin mefhumundan da anlaşılan, istenilmeyen durumlar
karşısında kişide görülen psikolojik temelli fiziki değişimlerdir.
“Size rızık olarak verdiğimiz şeylerin temiz ve helal olanlarından yiyin. Bu
konuda aşırı da gitmeyin, yoksa size gazabım iner.”467 Bu ayette geçen gazab Mâtürîdî
tarafından azab şeklinde tevil edilmiştir.468
“Böyle vaktâ ki bizi gazaba da'vet ettiler biz de kendilerinden intikam aldık
hepsini birden gark ediverdik.”469 Ayette geçen ‫( اءﺳﻔﻮﻧﺎ‬asefuna) kelimesi yukarıda mealini
verdiğimiz şeklinde Allah’ın gazab etmesi anlamında yorumlanmıştır.470
Zuhruf sûresindeki bu ayet bağlamında Allah’ın gazab sıfatı hakkında
konuşacak olursak bilindiği üzere gazab hadis olan varlıkların ortaya koydukları bir
eylemdir. Bu da mümkin varlıkların, istemedikleri bir durumun ortaya çıkması halinde
gösterdikleri tepkininin ifadesidir. Bu tepki kendini fiilde ve duyguda izhar eder. Bu,
özellikle insanlara arız olan bir halin göstergesidir. Allah da Kur’an’da insanlara arız olan
bir durumu kendi zatı için kullanmıştır. Ancak insandaki anlamıyla böyle bir sıfatın Allah
hakkında kullanılması nasıl anlaşılmalıdır?
465
Nisa, 4/93; Maide, 5/60; Fetih, 48/6.
Zebidî, a.g.e., III, 485; Sâbûnî, Muhammed Ali, Safvetu’t-Tefâsir, Dersaadet, I-III, İstanbul, 1399, III,
222.
467
Taha, 20/81.
468
Mâtürîdî, Te’vîlâtü Ehli’s-Sünne, III, 301.
469
Zuhruf, 43/55.
470
Bakara, 90;
466
193
Bu sıfat, Te’vîlâtu’l-Kur’an’da Mâtürîdî tarafından te’vil edilmiştir. Mâtürîdî,
ayeti yorumlarken muhtemel iki anlamdan bahsetmektedir. Bunlardan birincisi: Onlar,
gazabı gerektiren eylemlerde bulundular da bunun üzerine gazabın eseri ve azabın
gerekliliği ortaya çıkmıştır. İkinci ihtimal ise gazab ifadesinde mahzuf bir muzaf vardır.
Bu ihtimal dikkate alınarak ayete verilecek anlam ‘onlar bizim dostlarımızı üzdüler’
şeklindedir. Mâtürîdî bu kanaatini şu ayetle de desteklemektedir. Ona göre, “Allah’ı
kandırıyorlar”471 ayetinden kasıt Allah’ın kandırılması ve aldatılması değil Allah
dostlarının aldatılmasıdır.472
Ayetlerde ve hadislerde bahsi geçen ve insani bazı özellikler çağrıştıran bu
ifadelerin Allah’ın zatı hakkında literal anlamı ile kullanılmasının bir takım sakıncaları
vardır. Onun için bu ifadelerin Allah’ın zatına mütenasip bir biçimde tevil edilmesi
gerekmektedir.
h. Allah’ın Gelmesi/Meci
Meci, kavramından bir nesnenin bir yerden bir yere gitmesi yani intikali
anlaşılır. Bu anlamıyla meci ve ityan tamamen mümkin varlıkların sahip oldukları
özelliklerdir. Gelme hareketinin olabilmesi için muhdes varlıklarda şahit olduğumuz gibi
belli başlı mekanizmaların devreye girmesi gerekir. Bu tarz fiilî durum ancak yaratılmış
varlıklara özgüdür. Ancak Kur’an’a bakıldığında sonradan yaratılmış mümkin
varlıklardaki bir takım hareket ve özelliklerin Allah hakkında kullanılmış olduğu
görülmektedir. Hadisiyet çağrıştıran bu fiillerin Allah hakkında kullanılması tenzih
anlayışı çerçevesinde nasıl anlaşılmalıdır? Bir kere muhdes olan ve muhdes olanlara bir
nitelik olarak verilen bu sıfatların olduğu hal üzere, zahir anlamları itibariyle Allah
hakkında kullanılması muhaldir. Herhangi bir yoruma tabi tutulmadan Allah bu sıfatlarla
471
472
Bakara, 2/9.
Mâtürîdî, Te’vîlâtü Ehli’s-Sünne, IV, 439.
194
tavsif edildiği zaman ciddi anlamda Allah’ın ulûhiyeti ile ilgili bazı sıkıntılar ortaya
çıkacaktır.473
Allah için gelme eylemi ile ilgili ifadaler Bakara, Enam ve Fecr sûrelerinde
geçmektedir. İlgili ayetler şunlardır: “Onlar, ille buluttan gölgeler içinde Allâh'ın ve
meleklerin gelmesini ve işin bitirilmesini mi bekliyorlar?”474 Mâtürîdî, ayette geçen
“buluttan gölgeler içinde Allâh'ın ve meleklerin gelmesini”
ile ilgili olarak teşbih
çağrıştıracak bütün yorumlardan kaçınmaya çalışmış ve “Allâh'ın gelmesini” ifadesini
“Allah’ın emrinin gelmesi” şeklinde te’vil etmiştir. Mâtürîdî, ayette geçen ifadelerin
literal anlamlarının, Allah’ın muhdes varlıkların sıfatlarıyla sıfatlanmasından münezzeh
olduğu anlayışına ters düştüğü görüşündedir. O böyle derken de başka ayetlerden
görüşlerini destekleyecek deliller getirmektedir. Mesela ayette geçen “Allâh'ın gelmesini”
ifadenin “Allah’ın emrinin gelmesi” şeklinde anlaşılabilmesinin bir delili Nahl sûresinde
“Onlar kendilerine meleklerin veya Rabbinin emrinin gelmesini mi bekliyorlar” ayetinde
geçmektedir. Aslında ibare olarak da iki ayet birbirine çok yakındır. Bu delillerden sonra
Mâtürîdî, bir yerden intikal anlamına gelecek olan ityan ve mecinin sebepleri üzerinde
durmaktadır. Ona göre bu eylemler ya bir ihtiyaç ya da bir bir korku eseri olarak
gerçekleşir. Oysa Allah her iki duygudan da münezzehtir.475 Mâtürîdî’nin Bakara
sûresindeki bu ayet ile ilgili ortaya koyduğu anlama ve yorumlama biçimi diğer ayetlerde
de kendini göstermektedir. “Onlar, ancak kendilerine meleklerin gelmesini veya Rabbinin
gelmesini ya da Rablerinin bir takım alametlerinin gelmesini gözetliyorlar.”476 ayetinde
geçen Allah’ın ‘ityan’ından maksat Mâtürîdî’ye göre Allah’ın emir veya azabıdır. Bu ayet
kampsamında Allah’ın beşeri bir vasıf olan gelme eylemiyle vasıflanmasını Mâtürîdî
tasvip etmemektedir.477
473
Bkz. Âmidî, Ebkâru’l-Efkâr, I, 464.
Bakara, 2/210.
Mâtürîdî, Te’vîlâtü Ehli’s-Sünne, I, 156.
476
Enam, 6/158.
477
Mâtürîdî, Te’vîlâtü Ehli’s-Sünne, II, 197.
474
475
195
Allah’ın gelmesi alamına gelecek bir kelime olan meci sıfatı da Allah hakkında
Fecr sûresindeki “Allah ve melekler saf saf geldiler”478 ayetinde geçmektedir. Mâtürîdî’ye
göre bu ayette geçen ‘Allah’ın gelmesi’nin muhtemel anlamları, Allah’ın meleklerini
göndermesi, vaad ve vaid, Allah’ın emri,479 iktidarının nişanelerinin zuhur etmesi,
kahrının eserlerinin meydana gelmesidir.480 Ancak ayeti literal anlamıyla kabul eden
alimler de yok değil…481
Sadece Mâtürîdî değil diğer alimler de buna benzer tevil ve yorumlarda
bulunmuşlardır. Çünkü ayetlerin zahirleri gerçek anlamda Allah hakkında teşbihi
içermektedir. Fahreddin er-Râzî nasslardaki bu ifadelerin olduğu şekliyle Allah hakkında
kullanılmasının sakıncaları ile ilgili bir eser kaleme almıştır. Esâsü’t-Takdîs adını verdiği
eserde Allah hakkında gelme kavramının kullanılmayacağını getirdiği dört delille isbat
etmektedir. Bundan sonra da Allah’ın gelmesinden maksadın ne olduğunu ve bununla
ilgili muhtemel anlamları ortaya koymaktadır.482
Gelme, hadis varlıkların en temel özelliklerinden biridir. Bu eylemin her
aşamasında sonradan olmuşluk özellikleri görülmektedir. Onun için bu sıfata sahip olanlar
da hadis varlıklardır. Çünkü gelme eyleminin arkasında bir ihtiyaç hissi vardır. Allah ise
böyle bir sıfatla sıfatlanmaktan münezzehtir.
III. ALLAH’IN İSİMLERİ VE İSİM-MÜSEMMA SORUNU
Allah, zatı hakkında-genelinin bir yönünün evrene baktığı-birçok isim
kullanmaktadır. Anılan bu isimlerin anlam içeriklerine bakıldığında aslında işlevsel, atıl
olmayan, süreklilik arzeden, her bakımdan kainatın düzenini sağlayan bir ulûhiyet
perspektifinin çizildiği görülmektedir. Allah’ın bu isimleri nasıl bir ulûhiyet anlayışı ile
ilgili de bize doyurucu bilgiler sunmaktadır. Nasıl bir Allah? sorusunun karşılığı elbette
478
Fecr, 89/22.
Mâtürîdî, Te’vîlâtü Ehli’s-Sünne, V, 453.
Zemâhşerî, el-Keşşâf, IV, 754; Razi, Fahreddin. Esâsü’t-Takdis, s. 137-138.
481
Mukatil b. Süleyman, a.g.e., III, 483.
482
Bkz. Razi, Fahreddin, Esâsü’t-Takdis, s. 136-146.
479
480
196
tanımı olmayan bir cevap olacaktır. Bütün kutsal kitaplar, peygamberler Allah’ın bu
isimleri hakkında konuşmuşlardır. Zaten kitapların gönderilişindeki amaç da bir bakıma
kaynak sahibinin tanıtılmasıdır. Allah’ı tanıtma anlamında kitaplar ve peygamberler en
önemli bilgi dayanaklarıdır. Çünkü bunlar dışında ulûhiyet sahası üzerinde yapılan
konuşmalar ve ortaya konulacak fikirlerin sıhhatleri tartışma konusu olacaktır. Bu alan
üzerinde çeşitli nedenlerden dolayı tartışmalar vuku bulmuştur. İnsanlar ulûhiyet
konusuyla ilgili yaşadıkları ve yaşamaları muhtemel sorunların çözümleri peşinde
olmuşlardır.
Bilindiği gibi ulûhiyet sahası ile ilgili olarak marifetullah konusunda bazı şeyler
söylenmişti. Allah tamamen ontolojik olarak bilinmez olsa da bu bilinmezliğin örtüsü
yaratmış olduğu eserleri ile inkişaf etmektedir. Çünkü hiçbir şekilde hakkında
konuşulmayan, varlığı sürekli giz olan bir Tanrı anlayışı elbetteki Allah tarafından
istenilmemiştir. Bunun için kitapların ve peygamberlerin yaptıkları da mutlak anlamda
müteal ve aşkın olan Allah’ın insanların zihinlerine yakınlaştırılmasından ve akıl
tarafından anlaşılabilir olmasından ibarettir. Allah’ın soyut ve mücerretliği yine Allah
tarafından fiziki dünya modları kullanılarak bir dereceye kadar ortadan kaldırılmıştır.
Kur’an bağlamında düşünüldüğünde Allah’ın kendine mahsus Allah lafzı
dışında pek çok isminden bahsedilmektedir.483 Kur’an’da zikredilen bu isimlerin en
önemli işlevi insanlara Allah’ı, bu isimler sayesinde tanıma imkanı sunmuş olmalarıdır.
Bu ise kullanıldığı duruma göre bazı sınırlamalar getirmektedir. Çünkü kullanılan isim
bize zihin dünyamızda Allah ile ilgili bazı bilgi ve kayıtlar ortaya koymaktadır.484 Her ne
kadar isimler ile birlikte Allah hakkında bazı bilgilere sahip olabiliyorsak da ontolojik
anlamda Allah ile ilgili sahip olduğumuz tasavvurlar subjektiflikten uzak değildir. Durum
böyle tartışmalı olunca Allah’ın varlığıyla ilgili elde edilen sonuçlar da nihayetinde
Allah’ın istediği tip bilgiler olmayacaktır.
483
484
Said Havva, Allah, Dâru’s-Selâm, 1990, s. 138-139.
Gölcük, Şerafettin-Toprak, Süleyman, Kelam (Tarih-Ekoller-Problemler), s. 207.
197
Allah’ın isimleri birçok yönden mezhepler arasında anlamsal problemlere sebep
olmuştur. Bu alandaki her bir sorunun aslında ayrı birer başlık altında ele alınması gerekir.
Fazla tafsilata inmeden bu hususla ilgili olarak Allah’ın isimlerinin sayısı, Allah’ı
isimlendirmedeki kıstas, isim-müsemma gibi hususlar tartışılmıştır.
İsim-müsemma konusuna geçmeden önce şunun ifade edilmesi gerekir.
Fırkaların isim-müsemma ilişkisinden anladıkları ve kastettikleri birbirinden farklı
şeylerdir. Mesela Selefin isim-müsemma konusundan anladığı ile Mu’tezile’nin anladığı
ayrı hususlardır. Selef’ten gelen isim ve müsemma birdir kavlinin anlamı Allah’ın isim ve
sıfatlarının hadis olmadığı; ezeli olduğudur. Bir Mu’tezilî alimin isim ve müsemma
birlikteliğinden anladığı ise Allah’ın zatından ayrı ezeli anlamda herhangi bir sıfatının
olmadığıdır. Allah herhangi bir ilimle alim değildir. O bilakis zatı itibariyle alimdir. Bu
durumda Mu’tezile’nin böyle bir metot geliştirmesinin temeli Allah’ın kıdemine halel
getirmemeye dayanmaktadır. İbn Hazm (v. 456/1064), İbn Hacer gibi alimlerin isim
müsemmadan farklıdır düşüncesinin altında yatan ise bunlara göre isim ile onun delelat
ettiği şey bir değildir. Bir kağıt üzerine Ahmet ismi yazıldığında bunun tamamen real
dünyada delalet ettiği şahıstan farklı olduğu bilinmektedir. Mu’tezile’den ismin müsemma
dışı bir şey olduğunu ifade edene göre ise Allah’ın isimleri mahluktur. Tıpkı Kur’an’ın
mahluk olması gibi. Bu görüşe göre Allah isimleri yarattı sonra o isimler ile kendi nefsini
isimlendirdi.485
İsim müsemma ilişkisini Nureddin es-Sâbûnî (v. 580/1184) ise şu şekilde
özetlemektedir: Ehl-i Sünnet’ten Mâtürîdîyye’ye göre isim ve müsemma birdir. Buna
örnek olarak Allah’ın zikredilmesi ve isminin anılması durumunda kastedilen Allah’ın
zatının kendisidir. Mu’tezile ve Cehmiyye’ye göre ise isim ve müsemma birbirinden farklı
şeylerdir. Bazı Eş’arîler’e göre ise isim hem tesmiyenin ve hemde müsemmanın gayrı bir
şeydir.
İsim-müsemma ilişkisiyle ilgili görüşleri üç grupta kategorize edebiliriz:
485
Mağribî, Abdulfettah, Hakîkatu’l-Hilâf beyne’l-Mütekellimîn, Mektebetu Vuheybe, Kahire, 1994, s. 69-
73.
198
1. İsim müsemmanın aynıdır
2. İsim müsemmanın gayridir.
3. İsim müsemmanın ne aynı ne de gayrıdır.486
Eş’arî, konu ile ilgili şöyle bir örnek verir: At dediği zaman hiçbir akıllı bundan
neyin kastedildiğinden şüphe etmez. Yani bundan kastedilen hayvanın kendisidir.487
Allah’in ismini tesbih et denildiğinde aslında arzulanan Allah’ın kendi zatının
zikredilmesidir.488
Allah’ın isimleri konusundaki bu tartışmalara değindikten sonra Esmâu’l-Hüsnâ
ile ilgili şu konunun da izah edilmesi gerekir. Allah, Kur’an’da kendisinin en güzel
isimlere sahip olduğunu ifade etmektedir. “En güzel isimler Allah'ındır, O'na o isimlerle
dua edin, O'nun isimleri konusunda eğriliğe sapanları bırakın. Onlar yaptıklarının
cezasını göreceklerdir.”489 “De ki: “İster Allah deyin, ister Rahman deyin, hangisini
derseniz deyin, en güzel isimler O'nundur.”490 Allah’ın isimleri ile ilgili daha birçok ayet
vardır.491 Ayetlerle birlikte yine Allah’ın isimlerinin sayısını izah eden hadisler de vardır.
Bu hadislerde Allah’ın doksan dokuz isminin olduğu ve bunların ashab tarafından
ezberlendiği ifade edilmektedir.492 Allah’a bu isimlerle ibadet ve tazimde bulunulması
gerekir.
Çünkü O’nun şanına en layık olanı yine kendisi ifade etmiştir.493 Mâtürîdî
yukarıdaki ayetlerin arka planında şöyle bir sorunun bulunduğunu ifade etmektedir.
İnsanlardan bazıları Allah’ı kendisine izafe edilmesi doğru olmayan isimlerle
486
Nureddin es-Sâbûnî, a.g.e., s. 54.
Îcî, Adudiddin, a.g.e., s. 333.
488
Nureddin es-Sâbûnî, a.g.e., s. 54.
489
Araf, 7/180
490
İsra, 17/110.
491
Taha, 20/ 8; Haşr, 59/ 4.
492
Buhârî, Tevhid, 12.
493
Mâtürîdî, Te’vîlâtü Ehli’s-Sünne, II, 311.
487
199
isimlendirme yoluna gitmişlerdir. Mesela “Ey Domuzların Rabbi!” gibi… Bunun üzerine
Allah kendisinin en güzel isimlerle çağrılmasını emretmektedir.494
Mâtürîdî’ye göre Allah’ın isimlerinin çeşitli olması O’nun zatının da çeşitli
olduğu anlamına gelmez. Bu tıpkı bir kişinin birden çok isimle vasıflandırılması gibidir.
Nasıl ki çeşitli isimlerle isimlendirilen birinin zatında herhangi bir artma olmuyorsa;
birçok isimle isimlendirilmesi de Allah’ın zatında çokluğa ve kesrete sebebiyet vermez.495
Allah’ın isimleriyle ilgili nazil olan ayetler bağlamında şöyle bir duruma da işaret
edilmiştir: Hz. Peygamberin secde anında Ya Rahman Ya Rahim! diye niyazda
bulunduğunu gören müşrikler onun bu durumunu tenkit etmişler ve şimdiye kadar
Muhammed tek bir ilaha çağırdığını iddia ediyordu; ancak bu sözlerinden onun iki
rabbinin olduğu görülüyor demişler.496 Az önce de değindiğimiz gibi Allah’ın isimleriyle
muhatap alınıp O’nun zatına duada bulunulması O’nun vahdaniyeti açısından bir sorun
teşkil etmez. Yeter ki bu konuda keyfilikten uzak durulsun. Onun için Allah’a her
istediğimiz gibi isimlendirmede bulunamayız. Konuyla ilgili temel kıstas nasstır. Kur’an
veya ayetlerde Allah hakkında varid olan isimlerle ancak Allah tesmiye edilebilir.497
Allah’ın isimleri çeşitli şekillerde gruplandırılabilir.498 İsimlerden bazıları
diğeriyle eş anlamlı; bazıları ise birbirinden farklı anlamlara sahip olabilir. Mesela O’nun
için alim deyişimiz kadir deyişimizden farklıdır. Bu isimler Allah’ın yaratmış olduğu
şeyler vesilesiyle O’nun zatında oluşmuş değildir. Bilakis Allah zatı itibariyle o isimlerle
muttasıf olduğundan dolayı o varlıklar meydana gelmiş oluyor. Mesela ibadetler için
“onlar Allah’ın emridir” denilir. Buradan kastedilen Allah’ın emrinin kendisi değil
Allah’ın emrinden dolayı ibadetler o statüye kavuşuyorlar. Bu ilim ve kudret için de
494
Mâtürîdî, Te’vîlâtü Ehli’s-Sünne, II, 311.
Mâtürîdî, Te’vîlâtü Ehli’s-Sünne, II, 311.
496
Taberî, Muhammed b. Cerîr (v. 310/922), Câmiü’l-Beyân an Te’vîli Ayi’l-Kuran, (Thk. Abdullah b.
Abdilmuhsin et-Turkî), I-XXVI, Kahire, 2001, XV, 123; Krş., Mâtürîdî, Te’vîlâtü Ehli’s-Sünne, II, 312.
497
Geylânî, Abdulkadir (v. 562/1160), Gunyetu’t-Tâlibîn, (Trc. A. Faruk Meyan), I-II, Bereket Yayınları,
İstanbul, 1975, I, 124-125.
498
Topaloğlu, Bekir, “Allah”, DİA., TDV. Yayınları, İstanbul, 1989, II, 485; Gölcük, Şerafettin-Toprak,
Süleyman, Kelam (Tarih-Ekoller-Problemler), s. 207.
495
200
böyledir. Mesela “Allah’ın ilim ve kudretine bak” denildiğinde aslında bu sözden maksat
ilmin ve kudretin kendisi değil bu ikisinin eseri olarak meydana gelen şeylerdir.499
Allah’ın bir kısım isimleri de vardır ki manaları Allah’ın zatına racidir. Bunlar,
kendisi bildirmeksizin zat-ı ilahiyeden muradın ne olduğunu bilmekten insanların aciz
kalacağı türden isimlerdir.500
Allah ezelden itibaren alim, kadir ve diğer isimlere sahipti. Bu isimler de ilim
ve kudret sıfatlarından türemiştir. Ancak şunu bilmek gerekir ki Allah’ın alim ve kadir
oluşu ezelden beridir. Yoksa O sonradan bu isimleri kesbetmiş değildir. Böyle olmuş olsa
Allah’ın zatı tağayyürata mahal hale getirilmiş olur.501
Bu bölümde Allah’ın isimleri ile ilgili çeşitli tartışmalara değinildi.
Tartışmaların entellektüel bir hüviyette olduğu ve halk katmanlarını pek ilgilendirmediği
açıktır. Allah’a dua edilirken ve O’nun zatından bir şey istenilirken Allah’a hangi ismiyle
dua edilirse edilsin Allah’ın kulların dualarına icabet ettiğini ifade eden ayette Allah,
kulları ile arasındaki iletişimin çok da kolay olduğunu izah etmektedir.
A. Allah’a ‘Cisim’ Denilip Denilmemesi
Allah’ın isimleri konusunda belki üzerinde durulması gereken hususlardan biri
de Allah’ın isimlerinin tevkifi olup olmadığı meselesidir. Yani Allah ve peygamberler
dışında O’nun zatı için başkaları isim verebilir mi veremez mi? Dehr kavramından
bahsederken biz bu hususla ilgili bazı görüşleri anlatmıştık.
Bu bölümde ise cisim
bağlamında Allah’ın isimleri konusunu irdeleyeceğiz. İsimlerin tevkifi olup olmadığı
meselesi tartışmalıdır. Genel kanaat Allah’ın isimlerinin yine Allah tarafından
belirlendiğidir. Bu temel prensipten dolayı Allah için cisim kavramının kullanılıp
kullanılmaması tartışılmıştır. Allah’ın isimleri arasında cisim kavramı bulunmamaktadır.
499
500
501
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 100-101.
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 101.
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 100-101.
201
Ancak buna rağmen cismin Allah için kullanılması mevz-u bahis olmuştur. Durum böyle
olunca Mâtürîdî Kitâbu’t-Tevhid’de konuyla ilgili ayrı bir başlık açmıştır. Bu hususta
yapılması gereken en doğru şey cisim kavramının tanımını ortaya koymak olacaktır.
Mâtürîdî’ye göre cisim: Duyular aleminde algılanabilen, üç boyutu olan, yer kaplayan
nesnenin ismidir. Mu’tezile de cisim için yapılan böyle bir tanıma katılmaktadır.502
Tanımını aktardığımız şekliyle cismin, Allah’a izafe edilmesi doğru değildir. Çünkü
cismin sahip olduğu bu özellikler yaratılmışlığın göstergeleri ve sonradan olmanın
belirtileridir. Bu yüzden Allah Teala böyle bir şeyle nitelendirilmekten münezzehtir.503
Ancak bu anlamların ötesinde bir anlamda cisim kavramı kullanılırsa o algı
dünyasından öte bir şey anlamına gelir. O zaman bu mahiyetteki cismi akılla ve istidlalle
anlama imkanı ortadan kalkmış olur. Cismin Allah’a izafe edilebilmesi için onun isbat
anlamının dışında ve insanlarca bilinen anlamın haricinde bir anlam ve mahiyet
taşımaması gerekir.504
Bu meselede tartışma olmasının sebebi ne Allah’tan ne de Hz.
Peygamber’den böyle bir naklin gelmemesidir. Bu yüzden cisim kavramını Allah’a izafe
etmemiz doğru değildir.505
Eğer insanlardan biri Allah hakkında cisim kavramının kullanılması için ‘fail’
veya ‘alim’ vb. isimleri delil getirmeye çalışırsa ona şöyle denilir: Allah için fail ve alim
kavramının kullanımı ile ilgili nass vardır. Oysa cisim konusunda nass yoktur. Yine fail ve
alim kavramlarının anlamları duyulur alemde bilinmekte olup bunda yaratılmışlara delalet
edecek herhangi bir kanıt yoktur. Bu yüzden de Allah bunlarla nitelenebilir.506
Netice itibariyle cisim, cevher ve a’râzlardan müteşekkil bir nesnedir. Her
şeyiyle duyulur aleme ait özellikler taşımaktadır. Bu durumdaki bir şeyin isminin Allah’a
verilmesi ile ilgili olarak nassta da herhangi bir kayıt yoktur. Bu zaviyeden bakılacak
olursa Allah hakkında cisim ifadesinin kullanılması doğru değildir.
502
Zâğûnî, a.g.e., s. 189.
Nesefî, Tabsiratü’l-Edille, I, 158; Ahmed b. Avedullah b. Dahil, a.g.e., s. 219-220.
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 62; Işık, Kemal, a.g.e., s. 86.
505
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 62.
506
Îcî, Adudiddin, a.g.e., s. 333; Işık, Kemal, a.g.e., s. 85.
503
504
202
B. Allah’a ‘Şey’ Denilip Denilmemesi
Cisim kavramının Allah’a izafe edilip edilmemesindeki tartışmanın bir benzeri
de şey kavramı çerçevesinde yaşanmıştır. Allah’a şey denilir mi? sorusu hakkında İslam
mezhepleri literatüründe farklı görüşlere rastlamak mümkündür. Şey kavramı bir şeyi isbat
etmeyi ifade eder. Onun için bir şey değil denildiğinde bu yokluk anlamına gelir. İnsan
Allah’ın, şey olduğunu ve bunu zatından nefyetmediğini bilir.
Mâtürîdî, Allah’a şey denilmesi hususunda sorulmuş olan “Allah hakkında
‘diğer şeylere benzemeyen şey’ dediğiniz halde ‘cisimlere benzemeyen cisim’ neden
demediniz?” sorusuna karşılık şunları söylemektedir: “Allah’a şey dememizi gerektiren
sebep cisimde bulunmadığından bunu söyleme yoluna girmedik. Bizim “diğer şeylere
benzemeyen şey” tarzındaki sözümüzün manası şeylere ait mahiyeti Allah’tan
nefyetmekten ibarettir.”507
Mâtürîdî Allah hakkında şey denmesinin iki açıklaması olduğunu ifade ediyor:
Bunlardan biri “şey”in isim olarak kabul edilmesidir. İsimlerdeki benzerlik ise teşbih
gerektirmez.508 Allah’la ilgili şey denilmesinin iki delili vardır. Birincisi, nakli delillerdir.
Allah hakkında birkaç ayette şey kavramı kullanılmıştır. O ayetlerden birinde: “Hiçbir şey
O’nun benzeri değildir.”509 buyrulmaktadır. Başka bir ayette ise: “De ki hangi şey şahitlik
etme açısından en büyüktür? De ki o şahit Allah’tır.”510 denilmektedir.
Allah’a şey demenin isbat edilmesi noktasında Mâtürîdî nakli delillerin yanında
akli deliller de ileri sürmüştür ki onlar da şöyledir:
507
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 64; Nesefî, Tabsiratü’l-Edille, I, 205-206; Ahmed b. Avedullah b. Dahil,
a.g.e., s. 220.
Nesefî, Tabsiratü’l-Edille, I, 205-206.
509
Şura, 42/11.
510
Enam, 6/19.
508
203
1. Örf açısından şeyiyet sadece bir şeyin varlığının isbatını ifade etmek için
kullanılır. Yani bir varlık için şey kavramı kullanılıyorsa onun var olduğu ve ondan
yokluğun giderildiği kastediliyor demektir.511
2. Din dilinde insanın idrakinin ve havsalasının algılayamadığı durumlar ancak
onun algıladığı bir takım şeylerle ifade edilerek anlaşılır vaziyete getirilmeye çalışılır. Bu
zaruretten kaynaklanmaktadır. Allah için kullanılan bir takım sıfatların insanlar için de
kullanılıyor olması sadece Allah’ın o vaziyetinin daha iyi anlaşılması içindir. Ancak
aradaki isim benzerliği mahiyette bir birlikteliği gerektirmez. Onun için Allah bilendir
ama sıradan varlıkların bilgisi gibi değil denilmektedir.512
Allah’a şey demenin ikinci açıklaması ise şudur: “Şey kelimesi isim değildir.
Çünkü her ismin kendisine has bir özelliği vardır. Bu özellik dile getirildiğinde onun
mahiyetini bildirir. Mesela cisim nedir? diye sorulur, sen de “üç boyutlu nesne” diye
cevap verirsin… Ancak Allah için alim denildiğinde alimlik onun zatını kesinlikle
kastetmek için kullanılmış değildir. Ya da kadir denildiğinde bu onun yüce zatının tam
anlamıdır demek değildir. Bunlar sadece O’nun yüce zatının içinde bulunması elzem olan
sıfatlardan bir tanesi olduğu kastedilir. Bunlarla diğer varlıklar arasında bir birliktelik
oluşmasın diye yukarıda da ifade edildiği gibi bu sıfatların peşine “ancak diğer varlıklar
gibi değil” ibaresi eklenir.513
Allah’ın isimleri arasında tevkifi olarak şey ismi bulunmamaktadır. Ebu Mansur
el-Mâtürîdî’ye göre Allah’a şey denilebilir.
511
512
513
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 66; Te’vîlâtü Ehli’s-Sünne, IV, 397-398.
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 67.
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 68; Te’vîlâtü Ehli’s-Sünne, IV, 397-398; Işık, Kemal, a.g.e., s. 89.
204
C. Bazı Kavramların Allah’a Nispet Edilmesi
1. Mahiyet
Allah hakkında mahiyet kavramının kullanılıp kullanılamayacağı kelamcılar
tarafından tartışılmıştır. Konuya geçmeden önce mahiyet kavramı üzerinde kısaca durmak
istiyoruz: “Bir mevcudun veya ma'dûmun küllî kavramı, bir varlığın özü, onun kendisiyle
o olduğu şey anlamında felsefi bir terimdir. Arapça'da "mâ hüve" (Bu nedir?) sorusundan
oluşturulmuş yapma (ca'lî) bir isimdir. Tehânevî bu terimin "mâ hiye"den gelmiş olduğu
görüşünü zayıf bulur. "Mâ" edatına, nisbet ifade eden "yâ" ile isim yapmak için kullanılan
"tâ" harfinin eklenmesiyle oluşan mâiyyet de mâhiyet ile eş anlamlı olarak
kullanılmaktadır. İsâmüddin İbn Arabşah keyfiyet, kemmiyet ve şahsiyet terimlerinin
keyfe, kem ve şahs kelimelerinden türetildiği gibi mâhiyetin de mâ edatından türetildiği
görüşünü savunmaktadır. Ancak mâhiyetin "mâ hüve"den geldiği görüşü yaygın kabul
olarak benimsenmiştir.”514
Bazı kitaplarda Ebu Hanife’den “Allah maiyettir. Ondan başkası da maiyetin ne
olduğunu bilemez” şeklinde bir rivayetin gelmiş oduğu zikredilmektedir.515 Ancak ne Ebu
Hanife’den ve ne de onun tabiilerinden böyle bir rivayetin geldiği görülmemiştir. Hatta
onun kitaplarının nâkili ve görüşlerinin takipçisi olan Mâtürîdî bu konuda Allah’a
maiyetin nispet edilmeyeceğini getirdiği delillerle isbat etmektedir.516
Mâtürîdî’ye göre insanlar tarafından Allah hakkında sorulan böyle bir sorunun
muhtemel bazı hedefleri vardır.
1. Sorulan ‫( ما ھو‬ma huve) “o nedir” sorusundan bazen ‫( ما اسمه‬ma ismuhu) “ismi
nedir” kastedilmiş olabilir.517 Buna örnek olarak Firavun’un, Hz. Musa’ya, akılsız
varlıklar için kullanılan “ma” edatıyla yönelttiği soru ve ondan aldığı cevabı dile getiren
514
Görgün, Tahsin, “Mahiyet”, DİA., TDV. Yayınları, Ankara, 2003, XXVII, 336.
Nesefî, Tabsiratü’l-Edille, I, 209.
Nesefî, Tabsiratü’l-Edille, I, 209.
517
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 166.
515
516
205
ayet-i kerimeleri gösterebiliriz. O ayetlerde Firavun: “Alemlerin rabbi dediğin nedir ki?
şeklinde bir soru sormuştur. Bu soruya karşılık Hz. Musa şöyle cevap vermiştir: Allah
“Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan her şeyin rabbi”518 dir. Görüldüğü üzere bu
ayetlerdeki “ma huve” sorusunun cevabı O rahmandır, rahimdir, takdirine uygun
halkeden, ibtidaen yaratan ve hakkıyla bilen rab”dır. Bu soru bu şekliyle hem akıllı
varlıklar ve hem de akılsız varlıklar için kullanılabilir.519
2. Bazen bu sorudan “sıfatı nedir?” anlamı çıkar. Bu durumda da soruya
verilecek cevap: “semi’, basir” dir şeklinde olacak.520
3. Eğer ‫( ﻣﺎ ﻫﻮ‬ma huve) den maksat O’nun maiyeti ise o zaman şöyle cevap
verilir: O cinsi ve misali olmaktan yücedir.521
O nedir cümlesi genelde yaratılmış varlıklar için sorulan bir sorudur. Allah ise
bundan münezzehtir.
4. “O nedir” sorusundan maksat O’nun “fiili nedir?” anlamında kullanılmış
olabilir. Bunun cevabı da O “mahlukatı yaratan ve her şeyi yerli yerine koyandır.”
5. Yine bu soru ile “kimden neşet etmiştir” anlamı kastedilmiş olabilir. Ne var ki
böyle bir durum Allah için söz konusu değildir.522
Ma huve ekseriyetle bir şeyin cinsini ortaya çıkarmak için sorulmaktadır. Oysa
Allah için bir benzerinden bahsetmek elbette mümkün değildir.523
Tüm bu anlatılanlardan anlaşılıyor ki mahiyet kavramının farklı karşılıkları
vardır. Bunlardan bir kısmının Allah hakkında kullanılması doğru değildir. Ancak genel
518
Şuara, 26/24-25.
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 166; Te’vîlâtü Ehli’s-Sünne, III, 294; Nesefî, Tabsiratü’l-Edille, I, 212.
520
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd , s. 166; Nesefî, Tabsiratü’l-Edille, I, 212.
521
Nesefî, Tabsiratü’l-Edille, I, 212.
522
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 166; Nesefî, Tabsiratü’l-Edille, I, 212.
523
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 166.
519
206
bir çerçeve çizecek olursak mahiye ile Allah’ın farklı sıfatlarına yönelik bazı sorular
sorulmakta ve onların da cevabı alınabilmektedir. Durum böyle olunca Allah hakkında
mahiye ile başlayan bazı sorular sorulabilir. Ancak bu soruların hiçbiri O’nun zatının
künhüne yönelik değildir.
2. Keyfiyet
Mahiyet ile ilgili tartışmanın bir benzerini keyfiyet konusunda yaşıyoruz. Sorun,
Allah hakkında keyfiyet ifadesi kullanılabilir mi? Mâtürîdî’ye göre bir şeyin keyfiyetini
sormak iki anlama gelmektedir. Birincisi onun benzerini irdeleyip başka varlıklarla
karşılaştırarak dengini bulmaya çalışmaktır ki bu Allah için muhaldir. İkincisi “sıfatı
nasıldır” anlamına gelir ki bunda da başka varlıklarla karşılaştırma sözkonusu olur. Bu da
Allah için caiz değildir. Ancak söz konusu soruyla Allah nitelendirilebilir mi? diye bir
mana kastedilirse buna evet denilir. Zira Allah kendi zatını rahmet, ilim ve kudret gibi
sıfatlarla nitelendiriyor.524
Mahiyet ile ilgili tartışmada olduğu gibi keyfiyet sorgulamasının da Allah’ın
zatına yönelik olmadığı görülmektedir. Özellikle hadislerde Hz. Peygamber Allah’a ait
olan bir niteliği duyular aleminden getirdiği örneklerle ashabına izah ettiği görülmektedir.
Böyle bir anlatım tarzında Allah’ın ulûhiyetini zedeleyici herhangi bir şey yoktur.
IV. SIFATLARIN MAHİYETİ
Allah, her zaman bir faaliyet halindedir.525 O’nun varlığında hiçbir şekilde bir
durgunluk ve durağanlığa rastlamak mümkün değildir. Allah, yaptığı ve yarattığı
şeylerden dolayı yorgunluk hissetmez.526 O’nun yorulduğunu ve bu yorgunluktan dolayı
dinlendiğini iddia etmek İslam’ın ulûhiyet anlayışına tersttir. İslam’ın bu mutlak ulûhiyet
anlayışında aslında hem Yahudiliğin ve hem de Hıristiyanlığın ilah anlayışına bir reddiye
524
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 166.
“Ancak, yüce ve cömert olan Rabbinin varlığı bakidir… Göklerde ve yerde olan kimseler her şeyi O'ndan
isterler; O her an kainata tasarruf etmektedir.” Rahman, 55/27, 29.
526
Bakara, 2/255.
525
207
sözkonusudur. Çünkü Yahudilikte Allah’ın güreş tuttuğu ve yenildiği, Allah’ın kainatı altı
günde yarattığı ve yedinci günde istirahata çekildiği gibi Allah’ın yüce zatına yakışmayan
şeyler söz konusudur.527
Allah’ın her zaman bir faaliyette olması yine O’nun sıfatlarıyla ilgilidir. Bir
şeyin yaratılması hayat, ilim, irade, kudret, tekvin vb. sıfatların tamamıyla doğrudan
ilintilidir. Tahâvî’ye göre, Allah’ın bir varlığı yaratması O’nun ne zatında ve ne de
sıfatlarında herhangi bir değişme meydana getirmez. Allah bütün sıfatlarına ezelde sahipti.
Ezelde sahip olduğu bütün sıfatlara da ebede kadar sahip olacaktır. Allah’ın sıfatlarının
müteallık olduğu konuların değişmesi, gelişmesi, artması O’nun sıfatlarını etkilemez. 528
Tahâvî akideye dair risalesinde sıfatların değişmezliği ile ilgili olarak şunları
kaydeder. "O mahlukatı yaratmadan önce de sıfatları ile kadîm idi. Onları var etmekle
birlikte önceden sahip olmadığı bir sıfata yeniden sahip olmamıştır. Sıfatları ile ezelî
olduğu gibi aynı sıfatlara sahip olarak ebedîdir."529 "O Halık ismini mahlukatı
yarattığından itibaren kazanmadığı gibi, "el-Bâri’" ismini bütün yaratıkları meydana
getirmekle de kazanmış değildir."530 "O, kendisine ibadet edecek hiçbir varlık yokken
rubûbiyetin manasına sahipti. "O hayat verdikten sonra da ölüleri dirilten olduğu gibi
onlara hayat vermeden önce de bu ismi hakediyordu."531
Tahâvî’ye göre, Allah ezelde bütün kemal sıfatlarıyla muttasıftır. Sonradan
olmuş olanların hiçbir şekilde O’nun varlığında bir tesiri söz konusu değildir.
Ancak aynı düşünce tarzını diğer fırkalarda görmek mümkün değildir. Mu’tezile
ve Cehmiyye Allah’ın sıfatlarının sonradan oluştuğunu ifade ederler. Onlara göre
527
Mâtürîdî, Te’vîlâtü Ehli’s-Sünne, I, 76; IV, 569; Suûd b. Abdilaziz el-Halef, Dırâsât fi’l-Edyân elYehudiyye ve’n-Nasrâniyye, Edvâu’s-Selef, Riyad, 1997, s. 90-92; Said Havva, a.g.e., s. 140.
528
Tahâvî, el-Akîdetü’t-Tahâviyye, s. 9; Bâbertî, a.g.e., s. 47; İbn Sina, “Arş Risâlesi”, (Çev. Enver Uysal),
UÜİFD., sy. IX, Bursa, 2000, IX, 6-7.
529
Tahâvî, el-Akîdetü’t-Tahâviyye, s. 9; Nisâbûrî, Ebu Said Abdurrahman (v. 478), el-Günye fî Usûli’d-Dîn,
(Thk. İmâdüddîn Ahmed Haydar), Müessesetü’l-Kütüb es-Sekâfiyye, Beyrut, 1987, s. 142.
530
Tahâvî, el-Akîdetü’t-Tahâviyye, s. 10.
531
Tahâvî, el-Akîdetü’t-Tahâviyye, s. 10.
208
yaratılmış olan şeyler yaratıldıktan sonra Allah o sıfatla muttasıf olur. Zira bu fırkalara
göre Allah’ın sıfatları mahluktur.532
Eş’arî ve Mâtürîdîlere göre ise Allah ezelde bu sıfatlara sahipti. Bir müddet bu
sıfatların taalluk ettiği hiçbir şey yok idi. Bu durumda Allah uzun bir müddet Halık ismine
sahipti ama hiçbir şey yaratmamıştır.533
Ehl-i hadis ve Ehl-i Sünnet’ten bazıları ise Allah’ın evvelden kemal sıfatları ile
muttasıf olduğunu ve bu sıfatların da eserlerinin mutlaka ortaya çıkması gerektiği
görüşündedirler. Onlara göre Allah gördüğümüz ve şahit olduğumuz bu alemden önce de
yaratma halindeydi. Allah’ın yaratma sıfatı sadece bilinir alemle sınırlı değildir. O,
bilmediğimiz başka alemleri de yaratmıştır.534
Allah’ın sıfatları, olması gereken en mükemmel seviyedeler. Sonradan
yaratılanlarda geçerli olan ilerleme veya gelişme Allah’ın sıfatları için söz konusu
değildir. Böyle bir şey noksanlığın belirtisidir ki Allah bundan münezzehtir.
Kur’an’da Allah zatından bahsederken insan dilinin kalıplarını kullanmaktadır.
Allah her peygambere aynı dille mesajı iletmiş değildir. Peygamberlere kendi lisanıyla
seslenmiştir. Durum böyle olunca Adem (as)’den itibaren gelen bütün peygamberler vahye
mazhar olmuşlardır. Peygamberlerin en önemli misyonu ise Allah’ı tanıtmaktır. Tanrı
anlaşılmayan değildir. Allah kendini, toplumların sahip oldukları dil kalıpları içinde
tanıtmıştır. Kendi zatına gazab, rahmet gibi sıfatları izafe eden Allah, aynı dilde bulunan
tağyir sıfatından ise nefsini takdis etmiştir. Zira değişmezlik ve yücelik birbirini
tamamlamaktadır.535 Nassın bütünün ortak gayesi mutlak, değişmeyen Allah anlayışını
kökleştirmektir. Bunun için İslam’da Allah’ın bu mutlak yetkinliğine ters gelen düşünceler
tasvip edilmemiştir.
532
Nesefî, Kitabü’t-Temhîd li Kavâidi’t-Tevhîd, s. 171.
Salih b. Abdilaziz b. Muhammed , el-Vâfî fi İhtisâri Şerhi Akideti Ebî Ca’fer et-Tahâvî, Riyad, 2006, s.
33.
534
Salih b. Abdilaziz b. Muhammed , a.g.e.,s. 33.
535
Aydın, Mehmet, a.g.e., s. 142.
533
209
V. ZAT-SIFAT İLİŞKİSİ
Allah’ın zatı ile sıfatları arasındaki ilişki kelam ekolleri arasında sorun olmuştur.
Bu sorun, sıfatların ezeliliği, sıfatların taksimi, Allah’ın zatıyla ayniliği ve gayriliği
meselesinde kendini göstermektedir. Aslında Mu’tezilî kelam sisteminde tevhid ilkesine
aşırı vurgunun yapılmasının altında yatan sebep, bir bakıma Allah ile birlikte bazı
sıfatların kabul edilmesi durumunda yaratacağı sorundur. Konunun, Mu’tezile nezdinde
Allah’a ortaklık bağlamında ele alınması Mu’tezile’yi sıfatlar konusunda çok ihtiyatlı bir
metot ortaya koymaya götürmüştür.536
Mu’tezile’nin Basra ekolü Allah’ın sıfatlarının zattan ayrı olduğunu kabul
ederler. Onlara göre Allah’ın işitmesi ve görmesi hayat sıfatından ayrı ve onun üzerine
ilave bir sıfattır. Mu’tezile’nin Bağdat ekolüne göre ise Allah’ın zatından ayrı bir sıfatı
yoktur. O, zatıyla bilir, işitir ve yaratır. Mu’tezile’nin Bağdat ekolü sıfatları Allah’ın
zatının aynısı kabul etmekle ezeli varlıkların sayısının artması sorunundan böylece
kurtulmuş olduğuna kanaat getirdi. Ancak bu şekilde hareket eden Mu’tezile’nin bu kolu,
sıfatların hâdis etkilerinin izahı sorunuyla karşı karşıya kaldı. Bu sorunu gidermek için de
Allah’ın fiilî sıfatlarını teke indirgedi. Onlara göre Allah’ın tek bir fiilî sıfatı vardır. O da
yaratmadır. Allah diğer sıfatların işlevlerini bu sıfatıyla yaratır.537
Mu’tezile’den Ka’bî’ye göre Allah’ın zâtî sıfatları halden hale, kişiden kişiye
değişmeyen, sürekli Allah’ın zatında var olan ve selbi mümkün olmayan sıfatlardır.
Kudret, ilim ve hayat sıfatları böyledir. Çünkü Allah hakkında filan zamanda biliyordu
filan zamanda bilmiyordu denilemez.538
Ehl-i Sünnet kelamcılarına göre Allah’ın zatı da sıfatları da ezelidir. Fakat
sıfatlar O’nun zatı ile kaimdir. O’na sonradan bir özelliğin eklenmesi doğru değildir.
Çünkü Allah’ın zatına sonradan meydana gelen bir şeyin eklenmesi O’nun zatında
eksikliğin bulunduğu ve var olan bu eksikliğin de zata sonradan katılan sıfatla giderildiği
536
537
538
Sabri Osman Muhammed, Metâfizikâ inde’l-Mu’tizele, Dâru’l-Hidâye, trs., s 19.
Baktır, Mehmet, “Allah’ın Fiili Sıfatlarında Zaman Sorunu”, Kelam Araştırmaları 1: 2 (2003), s. 94-95.
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 78.
210
anlamına gelir. Bu nedenle Allah’ın zatı gibi sıfatları da ezelidir. Aynı zamanda O’nun
zatı ve sıfatları birbirinin ne tıpa tıp aynısı ne de gayrısıdır.539
Ehl-i Sünnet alimlerinin zat-sıfat arasında böyle bir ilişki kurmalarının sebebi
şudur: Allah’ın sıfatlarının zatın aynı olmaması ile Allah’ın sıfatlardan mürekkep bir
varlık olmadığını, gayrı olmaması ifadesiyle de Allah’ın sıfatlarının zatı gibi ezeli olması
vurgulanmıştır. Ehl-i Sünnet’e göre Allah’ın sıfatları, zatının aynıdır denilmesi
durumunda, zatın birden fazla parçadan meydana geldiği anlaşılabilir. Parçalardan oluşan
bir varlığın ise parçalarına muhtaç olmadan varlığını sürdürmesi mümkün değildir. Çünkü
bütün olan, parçalardan ayrılamaz ve ona daima muhtaçtır. Kendinden başka bir varlığa
muhtaç olan bir varlığın ise ilah olması imkansızdır. Bu nedenle Allah’ın sıfatları zatının
aynı değildir.540
Ehl-i Sünnet alimlerine göre Allah’ın sıfatlarının zatının gayrı olması
durumunda sıfatlar müstakil bir varlık kazanacaklardır. Müstakil varlığa sahip olan sıfatlar
da ya ezelî ya da hâdis olacaktır. Müstakil varlığı bulunan sıfatların ezelî olması ezelilerin
sayısını çoğaltacaktır. Bu durum, Allah’ın tevhid sıfatına aykırıdır. Müstakil varlığa sahip
olan sıfatların hâdis kabul edilmesi durumda ise ezelî bir varlığın sonradan bir sıfat
kazandığı anlamı ortaya çıkacaktır. Bu da Allah’ın ezelilik vasfına zarar verir. Çünkü
sonradan kazanılan özellikler bir gelişmeyi ifade eder. Elbette tamam olmayan ve
gelişmeye ihtiyaç duyan varlık eksik bir varlıktır. Dolayısıyla Allah’ın sıfatlarının
zatından ayrı ve hâdis olduğunu kabul edemeyiz.541
Gerek Mu’tezile ve gerekse Ehl-i Sünnet’in zat-sıfat ilişkisindeki tavırlarının
ortak paydası Allah’ın tevhidi ve tenzihi noktasına odaklanmaktadır. Mu’tezile sıfatların
ezeli olarak kabul edilmesi durumunda Allah’ın tevhidine halel ve noksanlık geleceği
endişesiyle hareket ettiği gibi Ehl-i Sünnet de sıfatların hadis kabul edilmesi durumunda
Allah’ın hadis varlıklara mahal hale getirileceği endişesi taşımaktadır.
Yani her iki
görüşün de ortak noktası Allah’ın, zatına layık olmayan unsurlardan arındırılması esasına
dayanmaktadır. Ancak her iki mezhep de Allah’ın sıfatlarının mefhumlarını kabul
539
540
541
Nureddin es-Sâbûnî, a.g.e., s. 25.
Topaloğlu, Bekir, “Esma-i Hüsnâ”, DİA., TDV. Yayınları, İstanbul, 1995, XI, 405-406.
Topaloğlu, Bekir, “a.g.md.”, DİA., XI, 405-406.
211
etmektedirler. Mu’tezile sadece Allah’ın sıfatlarını tevil etme yoluna gitmiştir. Yoksa
hiçbir İslam fırkası Allah’ın alim, kadir, semi olmadığını iddia etmiş değildir542.
İslam mezheplerinden gerek Mu’tezile’nin gerekse Ehl-i Sünnet’in bu konuda
almış oldukları pozisyonların tamamen Allah’a karşı olan ihlaslarından kaynaklandığını
düşünüyoruz. Bu mezhepler sahip oldukları tefekkür gereği inşa ettikleri ulûhiyet
anlayışlarına aykırı gördükleri hususları Allah’a izafe etmekten imtina etmişlerdir.
Sıfatların yorumlanmasının arkasında böyle bir titizliğin dışında başka bir şeyin aranması
doğru olmasa gerektir.
II. RÜ’YETULLAH
Rü’yet, Arapça bir kelime olup ‫ راى‬- ‫( رؤية – يرى‬rea-yera-rü’yetun) şeklinde
gelmektedir. ‫( راى‬rea) nın mastarı olarak gelen bu kelime direkt görme anlamına gelir.
Bazı alimlere göre bu kelime hem kalbi hem de ayni görme anlamlarını kapsamaktadır.543
Yine bu kelime bilme, müşahede etme, farkına varma, bakma, haber verme ve itibar etme
gibi değişik anlamlara da gelmektedir.544
Istılahta ise; Allah’ın cennet ehline nimetlerin en büyüğü olarak, keyfiyetine
vakıf olamayacağımız bir biçimde aralarında mesafe olmaksızın görülme hadisesidir.545
Rü’yetullah konusu İslam mezhepleri arasında bazı noktalarda tartışma konusu
edilmiştir. Bu tartışma rü’yetin meydana gelip gelmemesinde yaşandığı gibi, meydana
gelmesi halinde geliş keyfiyetinde kendini göstermektedir. Rü’yetin meydana gelip
gelmemesi noktasına odaklı tartışmalarda Mu’tezile, Hariciler, Rafiziler, Zeydiyye,
Cehmiyye ve Mürcie’nin çoğunluğu Allah’ın zatının görülmesinin mümkün olmadığı
görüşündedirler. Ancak Mu’tezile’den Dırar b. Amr bu görüşte değildir. Ona göre
542
Bkz. Çelebi, İlyas, “Mu'tezile'nin Klasik İslâm Düşüncesindeki Yeri ve Modern Döneme Etkileri”, Kelam
Araştırmaları, 2: 2 (2004), s. 9.
543
İbn Manzûr Lisânü’l-Arab, III, 1537.
544
Dâmeğânî, a.g.e., s. 188-189.
545
Beyâzîzâde, Ahmed Efendi, el-Usûlu’l-Münîfe li’l-İmâm Ebi Hanîfe, s. 90; Salih b. Abdilaziz b.
Muhammed, a.g.e., s. 62.
212
Allah’ın görülmesi imkansız değildir. Hübbiyye, Kerramiyye, Müccesime ise Allah, diğer
yaratıklar nasıl görülüyorsa öyle görülür kanaatindedirler.546
İlk dönem Sünnî alimlerinden Ebu Ca’fer et-Tahâvî ve Mâtürîdî’ye göre ise
rü’yet cennet ehli için aklen sahih; gelen nass ve haberler bakımından da bir va’d olarak
vaciptir. Ancak Allah’ın görülmesi ihatasız ve keyfiyetsiz meydana gelecektir.547 Sünnî
kelamcılara göre rü’yetullahın vuku konusunda herhangi bir kuşku ve şüphe
bulunmamaktadır. Ancak rü’yetullah vuku bulurken insanın zihnine gelebilecek ve
Allah’a bir takım noksanlıklar izafe etmeye sebep olabilecek hususlardan da Allah’ın
tenzih edilmesi gerekir. Onun için rü’yet meydana gelirken özellikle ihatasız olacaktır
ifadesi kullanılmaktadır. Çünkü ihata, korumak, kapsamak, bütün aksamı ve cihetleri ile
bilinmek gibi değişik anlamlara gelmektedir. Bir evi veya bir bahçeyi çevreleyen duvara
verilen adın da bu kökten geldiği unutulmamalıdır.548 O halde rü’yet gerçekleşirken
ihatanın anlamı düşünülerek ihatasız olacağının ifade edilmesinin ne kadar önemli olduğu
şimdi daha iyi anlaşılmaktadır. Rü’yetle ilgili anlatılan diğer husus da bunun keyfiyetsiz
meydana geleceği mevzuudur. Allah keyfiyet ve kemiyetlerin tamamından münezzehtir.
Bu nimet müninlere verilirken Kur’an ve sünnetin belirttiği vech üzere gerçekleşecektir.549
Menfi ve müspet görüş beyan eden mezhepler ayet ve hadislerden kendilerine
bazı deliller getirmişlerdir. Rü’yetullahın vaki olmasının muhal olduğunu iddia eden görüş
sahipleri kendilerine delil olarak aldıkları Enam sûresindeki “Gözler O’nu idrak edemez
ama O, gözleri idrak eder. O, en gizli şeyleri bilendir, (her şeyden) hakkıyla haberdar
olandır.”550 ayetidir. Bu ayette Allah gözlerin kendisini göremeyeceğini ifade etmektedir.
Mu’tezile konuyla ilgili temel savlarını bu ayet üzerine bina etmektedir. Kur’an’ın bu
ayetinde Allah’ın insanlar tarafından görülemeyeceği/idrak edilemeyeceği ifade edilmiştir.
Mu’tezilî alimlerin böyle bir görüşe sahip olmalarının altında yatan sebep ise onların sahip
546
Ahmed b. Hanbel, Şerhu Usûli’s-Sünne, s. 56; Pezdevî, a.g.e., s. 111.
Tahâvî, el-Akîdetü’t-Tahâviyye, s. 13; Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 120; Te’vîlâtü Ehli’s-Sünne, II, 156.
548
İbn Manzûr, a.g.e., II, 1052.
549
Ebu Hanife, Fıkh-ı Ekber, (Trc. Hasan Basri Çantay), DİB. Yayınları, Ankara, 1985, s. 12. Bkz. Salih b.
Abdilaziz b. Muhammed , a.g.e., s. 62.
550
Enam, 6/10.
547
213
oldukları ihtiyatı aşan tenzihçi ulûhiyet anlayışlarıdır. Zira onlar olayı ampirist bir
anlayışla ele almış, kabul etmiş ve o şekilde görüş ortaya koymuşlardır. Onlara göre
görülen her şey bir cihette yer almaktadır. Uzamsal bir karaktere sahip olan her şey buna
dahildir. Ancak Allah için böyle bir durumun söz konusu olması Allah’ı bir yere ve
mekana muhtaç hale getirir ki bu Allah hakkında muhaldir.551
Ayet bağlamında yaşanan tartışmanın odağında idrak kelimesi yer almaktadır.
Mu’tezile’ye göre Allah’ın gözlerin kendisini idrak etmesinin mümkün olmadığını ifade
etmesi rü’yetin imkansızlığını ortaya koymaktadır. Mu’tezile bu konuda icma etmiş
vaziyettedir.552 Mu’tezile’nin rü’yet karşıtı olmasının altında yatan sebeplerden biri de
rü’yetullahın kabul edilmesi durumunda bunun insanı Allah’ı idrak etme durumuna
götüreceği kaygısı yatmaktadır. Allah’ın insanlar tarafından idrak edilmesi ise muhaldir.
Mâtürîdî’ye göre ise şayet Allah prensip olarak görülemez olsaydı burada gözle
idrakinin nefyedilmesinin bir hikmeti kalmazdı. Çünkü O’nun dışındakiler zaten rü’yetsiz
algılanamaz.”553 Allah bu ayette dünyadaki bir hakikatten bahsetmektedir. Ayetin konsepti
onu gerektirmektedir.554 Ancak rü’yet vardır denilirken bundan Allah’ın idrak edileceği
anlaşılmamalıdır. Çünkü bu Kur’an tarafından reddediliyor.555 Bu şekilde Allah rü’yeti
değil idrakı nefyederek zatını övmüştür. Çünkü idrak sınırlı bir varlığın ihata edilmesi
demektir. Allah ise sınırlandırılmaktan ve bir hacim içine sığdırılmaktan münezzehtir.
Şu da belirtilmelidir ki her şeyin, yolunca algılanabileceği bir statüsü mevcuttur.
Mesela tat, renk, koku ve nesnelere özgü diğer ayrıcılar gibi... Allah bunların her biri için
algılanıp ihata edilebilecekleri bir mekanizma yaratmıştır. Bu durum akıl ve a’râzların
551
Kadı Abdulcebbâr, el-Usulü’l-Hamse, s. 74.
İbn Hazm, el-Fasl fi’l-Milel ve’l-Ehvâ ve’-Nihal, (Thk. Muhammed İbrahim Nusayr- Abdurrahman
Umayra), Dâru’l-Cîl, Beyrut, 1996, III, 7.
553
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 120; Te’vîlâtü Ehli’s-Sünne, II, 281.
554
Pezdevî, a.g.e., s. 123.
555
Enam, 6/103.
552
214
idrak edilişi için bile sözkonusudur. Allah ise kendinin herhangi bir metot ve yöntemle
algılanmaktan münezzeh olduğunu yani idrak edilemeyeceğini ifade etmiştir.556
Mâtürîdî bundan sonra Mu’tezilî alim Ka’bi’nin bu konudaki görüşlerini tenkit
etmeye çalışmıştır. Ka’bi’ye göre rü’yet idrakten ibarettir. Görme fiilinin gerçekleşmesi
için bazı şeylerin mutlaka gerçekleşmesi gerekir. O da bir varlığın belli bir mekanda
olması, gören ile görülecek nesne arasında herhangi bir engelin olmaması, görülmeye
konu olan varlığın çok büyük veya küçük olmaması vb. şeyler... Eğer bu şartlar
olmaksızın görmek mümkün olsaydı şartları gerçekleşmeksizin bilmek de mümkün
olurdu.557
Mâtürîdî’ye göre Ka’bi olayı beşeri algı düzeyine indirgemiştir. Oysa bizim
vücûdumuz dahil sahip olduğumuz duyu oganlarıyla görmekten ve anlamaktan aciz
olduğumuz birçok şey vardır. Ka’bi bunları düşünmediğinden hata etmiştir. Her şey beş
duyu organıyla kavranılabilen hususlardan ibaret değildir. Duyu ötesi alemin de var
olduğu su götürmez bir gerçektir.558
Mâtürîdî, görmenin kişiden kişiye değişebileceğini ifade etmektektedir. Örneğin
önünden görme engellerinin kalktığı kimse hiç kimsenin göremediği şeyleri görebilir.
Buna örnek olarak ta Mâtürîdî ölüm meleğini göstermektedir. Çünkü ölüm meleği
dünyanın her yerindeki insanları görebilmektedir.559
Bu ayeti değerlendiren Ka’bî ayetin kapsamını Allah’ın kendini övmesi
çerçevesinden ibaret görmüştür. Mâtürîdî ise ona kendi sistemlerinden bir cevap ile
karşılık vermiştir. Mâtürîdî Mu’tezile’ye “O, her şeyin yaratıcısıdır”560 ve “O, her şeye
kadirdir”561 ayetlerini niye Allah’ın kendi nefsini övme manasında algılamıyorsun diye
556
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 126-127.
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 127.
558
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 127-128.
559
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 130.
560
Enam, 6/102.
561
Hud, 11/4.
557
215
bir soru sormuştur. Zira Ka’bi bu ayetlerin kendi görüşlerine ters düştüğünü bildiğinden
bunları tevil etmeye çalışmıştır.562
Görüldüğü gibi bu ayet ile igili ileri sürülen görüşlerden anlaşılan o ki bu delil
her iki tarafça mesnet alınmıştır. Aynı delilden farklı anlayışların çıkması tarzı diğer
deliller için de geçerlidir. Mesela rü’yetullah için hem olumlu hem de olumsuz kanaat
ortaya koyan mezheplerin kendilerine delil olarak aldıkları diğer bir ayet te Hz. Musa’ın
Tur dağına çıkma hadisesidir. “Mûsâ, belirlediğimiz yere (Tûr’a) gelip te Rabbi onunla
konuşunca, “Rabbim! Bana (kendini) göster, sana bakayım” dedi. Allah da, “Beni
(dünyada) katiyen göremezsin. Fakat (şu) dağa bak, eğer o yerinde durursa sen de beni
görebilirsin.” dedi. Rabbi, dağa tecelli edince onu darmadağın ediverdi. Mûsâ da baygın
düştü. Ayılınca, “Seni eksikliklerden uzak tutarım Allah’ım! Sana tövbe ettim. Ben
inananların ilkiyim” dedi.”563
Bu ayet Mu’tezile tarafından rü’yetullahın nefyi için delil olarak getirilirken Ehli Sünnet tarafından mevzuun isbatı için kullanılmıştır. Mu’tezile’nin önemli alimlerinden
biri olan Ka’bi rü’yetullaha karşı çıkarken bazı deliller ortaya koymuştur. Onlardan biri
Allah’ın dünyada iken hiç görülmemesi, diğer bir delil ise Hz. Musa’nın Araf sûresi
7/143. ayetinde anlatılan kıssasıdır. Ona göre Hz. Musa’nın Allah’ın zatı konusundaki
talebi ayetler vasıtasıyla Allah’ın ilmen ihata edilmesi manasına gelmektedir.564 Getirdiği
bir başka delil ise “Allah, Musa’nın talebi üzerine aklı olana değil, akılsız olan dağa
görünmüştür. Dağ ise akla sahip bir varlık değildir ki O’nu bilmiş ve görmüş olsun (bu da
rüyetin imkansızlığını gösterir)”565 Mu’tezile’ye göre burada istenilen ilmen ihatadır.
Ancak Mâtürîdî ayetten Mu’tezile’nin anladığı algının çıkmayacağını Hz. Musa’nın bizzat
Allah’ın cemal ve celalini görmek istediğini bu sayede Allah indindeki derecesini
öğrenmeyi veya insanlığın kurtuluşuna vesile olabilecek bir harikuladeliğin ortaya
çıkmasını bekliyordu. Bu konuda Mu’tezile tarafından ileri sürülen diğer bir görüş ise Hz.
562
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 134.
Araf, 7/143.
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 131-132.
565
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 131-132.
563
564
216
Musa’nın istediği Allah’ı görmek değil de Allah’ın bir mucize veya ayetine şahit
olmaktı.566
Ka’bî Hz. Musa’nın rü’yet hadisesinden sonra neden tövbe ettiği sorusuna cevap
aramıştır. Ona göre Hz. Musa kendisine gösterilen ayetlerden sonra rü’yeti istemenin
küçük bir günah olduğu zehabına kapılmıştır. Diğer bir ihtimal ise Hz. Musa halk arasında
büyük bir olaydan sonra yapılan tövbe yenileme düşüncesiyle tövbe etmiştir. Kitabu’tTevhid adlı eserinde Ka’bî ile fikir münakaşası yapan Mâtürîdî onun görüşlerine karşı
şöyle cevap vermiştir. “Rüyeti talep etmek küçük günah olsaydı bir peygamber hakkında
tercihe şayan olan bunun imkansızlığının bildirilmemesi değil, delilleriyle vakıf
kılınmasıydı. Bu imkansızlığın bildirilmesi baygınlık halindeyse baygınlığın vuku
bulunmadığı halde olması daha münasipti. İkincisi tövbenin gerçekleşmesi, Musa’nın
sükûnete kavuştuğu, korkusunun emniyete dönüştüğü ve baygınlıktan ayıldığı zaman
değil, o dehşetli olayı (dağın ufalanmasını) müşahede ettiği zaman isabetli olurdu. Musa,
asasının (yılan gibi) hareket ettiğini görüp de kaçtığı zaman tövbe etseydi, bu tövbe çok
daha münasip olurdu.” 567
Burada Hz. Musa aslında Allah’ın ahirette görülebileceğini biliyordu. Bunu
bildiğinden dolayı peygamber olmasından ötürü Allah’ı dünyada da görebileceğini
düşünüyordu. Bu yüzden Allah’tan böyle bir talepte bulunmuştur. Allah’ın “beni
göremezsin” ifadesiyle de Hz. Musa bu fikrinden vaz geçmiştir.568
Eğer Allah’ın görülmesi caiz olmamış olsaydı bu, Hz. Musa’nın Rabbini
bilmediğinin göstergesi olurdu. Rabbini tanımayan ve bilmeyen birinin ise Allah’ın
vahyine sadık kalması, onu koruması ve peygamber olması düşünülemez.569
Ka’bi küçük olmak ve uzakta bulunmak sebepleri ile Allah’ın görülemeyeceğini
ifade etmişse de bu hususlar Allah hakkında caiz değildir.570
566
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 106-107.
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 132.
Pezdevî, a.g.e., s. 113.
569
Mâtürîdî, Te’vîlâtü Ehli’s-Sünne, II, 282.
567
568
217
Rü’yetullah ile iligili getirilen diğer bir delil de Hz. İbrahim kıssasıdır. “Üzerine
gece karanlığı basınca, bir yıldız gördü. “İşte Rabbim!” dedi. Yıldız batınca da, “Ben öyle
batanları sevmem” dedi. Ay’ı doğarken görünce de, “İşte Rabbim!” dedi. Ay da batınca,
“Andolsun ki, Rabbim bana doğru yolu göstermezse, mutlaka ben de sapıklardan olurum”
dedi. Güneşi doğarken görünce de, “İşte benim Rabbim! Bu daha büyük” dedi. O da
batınca (kavmine dönüp), “Ey kavmim! Ben sizin Allah’a ortak koştuğunuz şeylerden
uzağım” dedi. “Ben, hakka yönelen birisi olarak yüzümü, gökleri ve yeri yaratana
döndürdüm. Ben, Allah’a ortak koşanlardan değilim.” Kavmi onunla tartışmaya girişti.
Dedi ki: “Beni doğru yola iletmişken, Allah hakkında benimle tartışmaya mı
kalkışıyorsunuz? Hem sizin O’na ortak koştuklarınızdan ben korkmam; ancak Rabbimin
bir şey dilemiş olması başka. Rabbimin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Hâlâ düşünüp öğüt
almayacak mısınız?”571
Bu ayetlerde Hz. İbrahim’in görülebilen bir Allah’ı sevmediği anlaşılmamalıdır.
Zira burada o Allah’ın görülüp kaybolan bir varlık olmadığını ve görülüp kaybolan
varlıkların ilah olamayacağını ifade etmek istemiştir.572
Rü’yetullah’a getirilen delillerden biri de Kıyame sûresindeki “O günde bir
takım yüzler parıldayıcıdır. Rablerine nazar edicidir.”573 ayetidir.
Bu ayet - ‫ الي ربھا ناظرة‬- (ila rabbiha nazira) konusunda bir takım tartışmalar
yapılmıştır. Tartışma ‫( ناظرة‬nazira) kelimesinin hangi anlama geldiği noktasındadır. Bu
tartışmaya yoğunlaşırken her iki ayeti birlikte düşünmek gerekir. Ayetlerde geçen ‫وجه‬
(vech), ‫( ناظرة‬nazira), ‫( الي‬ila), kelime ve harflerin özellikle zikredilmesi gerekir. Zira
ayetlerin anlamlandırılması bu kelimeler üzerinden ancak sağlıklı bir biçimde yapılabilir.
‫( نظر‬n-z-r) fiilinin birçok anlamı vardır. Bu kelime rahmet, intizar, itibar ve görme
anlamlarına gelir.574 ‫( نظر‬n-z-r) fiili ‫( وجه‬vech) ile zikredilmiş ve ‫( وجه‬vech) de herhangi
570
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 133.
Enam, 6/76-80.
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 122.
573
Kıyame, 75/22.
574
Dâmeğânî, a.g.e., s. 459.
571
572
218
bir kabileye veya aşirete izafe edilmemiş ve iki mefule müteaddi değilse, bir harf-i cer ile
müteaddi yapılmışsa bu mutlaka gözle bakma anlamına gelir.575 Yine ‫( نظر‬n-z-r), ‫( الي‬ila)
ile müteaddi hale gelmişse bu gözle bakma anlamına gelir.576
Mu’tezilî alimler ise ayetteki
577
bekleme anlamında algılamışlar.
‫ناظرة‬
kelimesini bakarlar anlamında değil
Ali el-Cübbâî de bu ayette geçen ‫ الي‬nın harfi cer değil
nimet anlamına gelen ‫( االاالء‬el-alâ) nın müfredi olduğunu ifade etmiştir.578 Ona göre
cennet ehli ahirette Allah’ın nimetlerinin gelmesini gözetir ve beklerler. Bu akla ve kitaba
daha uygundur.579
Bu mevzuya mesnet olmak üzere getirilen diğer bir ayet ise “Güzel iş yapanlara
(karşılık olarak) daha güzeli ve bir de fazlası vardır. Onların yüzlerine ne bir kara
bulaşır, ne de bir zillet. İşte onlar cennetliklerdir ve orada ebedî kalacaklardır.”580
Müfessirlerin kahir ekseriyeti ayette geçen ‫( الحسني‬el-hüsnâ) nın cennet, bundan
daha ziyade olanın ise Allah’ın cemalini seyretmek olduğu kanaatindedirler.581 Ancak bu
yegane tevil değildir. Mesela Mâtürîdî Kitabü’t-Tevhid’de bu ayeti rü’yetullah konusunda
önemli bir delil olarak almışken Te’vîlât’ta bunu sıradan bir görüş olarak nakletmektedir.
Ziyade konusunda ihsanın artarak devamı, kalplere sevgi ve heybetin yerleştirilmesi,
sevapların kat kat verilmesi, rü’yetullah, kötülüklerle birlikte bulunmasına rağmen
iyiliklerin kabulü, cennette elmastan bir oda582 gibi görüşler ileri sürülmüştür. Zemahşerî
(v. 538/1144) bu ifadeden Allah’ın görülmesini çıkaranların Müşebbihe olduğunu
kaydetmiştir.583
575
Bakıllânî, Kitâbü Temhîdi’l-Evâil ve Telhisi’l-Delâil, (Thk. İmadüddîn Ahmed Haydar), Müessesetü’lKütübi’s-Sakâfiyye, Beyrut, 1987, s. 303.
576
Salih b. Abdilaziz b. Muhammed , a.g.e., s. 62.
577
Zühdî Cârüllah, a.g.e., 79-83.
578
Ibn Hazm, el-Fasl fi’l-Milel ve’l-Ehvâ ve’-Nihal, III, 9.
579
Kadı Abdulcebbâr, el-Usulü’l-Hamse, s. 74.
580
Yunus, 10/26.
581
Suyûtî, Celeleddin (v. 911/1505), ed-Dürrü’l-Mensûr, I-VIII, Dâru’l-Fikr, Beyrut, 1993, IV, 356-357.
582
Mâtürîdî, Te’vîlâtü Ehli’s-Sünne, II, 476.
583
Zemâhşerî, el-Keşşâf, IV, 754; Razi, Fahreddin. Esâsü’t-Takdis, II, 326.
219
Rü’yetullah ile ilgili delil olarak ileri sürülen ayetlerden biri de “Sedirler
üzerinde (uzanarak) bakacaklar (Allah'a) ve yüzlerinde kutsanmışlığın parıltısını
göreceksin.”584 ayetidir. Ancak Mâtürîdî Tevilât’ında bu ayetin tefsiri bağlamında rü’yetle
ilgili herhangi bir bilgi vermemektedir.585 Allah, cennetliklere nimetlerin verileceğini ifade
ettiği ayetlerden birinde “Onlar orada arzu ettikleri her şeye sahip olacaklar, ama
(bilsinler ki) katımızda daha fazlası da var.”586 buyurmaktadır. Ayetin konseptine
bakıldığında Yunus 10/26. ayetiyle hemen hemen aynı anlama gelmektedir. Rü’yetullah
ile ilgili bu ayeti delil getirenlere göre cennet ehline çok çeşitli nimetler verildikten sonra
onlara artı bir şeyin aynı cinsten verilmesinin bir anlamı kalmıyor. Bunun için verilecek
nimetin sıradan bir nimet değil, harikulade bir şey olması gerekir. Bu ayeti müfessirler
hem nimetlerin devamı ve hem de Allah’ın görülmesi şeklinde yorumlamışlardır.587
Rü’yetullah ile ilgili diğer önemli bir delil ise “Hayır. Şüphe yok ki, onlar, o gün
Rabblerinden elbette hicapta kalmış kimselerdir.”588 ayetidir. Bazı müfessirlere göre bu
ayette bahsedilen hacb dünyada gerçekleşmiştir. Bu da Allah’ı inkar edenlerin Allah’a
ibadet etmemelerinden dolayı O’nun rahmetinden mahrum bırakılmalarıdır. Bazı görüşlere
göre ise ayetteki hacb ahirette Allah’ın nimetlerinden alıkonulma anlamına gelmektedir.
Bir kısım alime göre ise hacb günahkarların, Allah’ı görme nimetinden mahrum
bırakılmaları anlamına hamledilebilir. Bu son görüşü dikkate alanlar söz konusu ayetle
rü’yetullaha istidlalde bulunmuşlardır.589
Rü’yetullah ile ilgili, hadislerde daha ayrıntılı bilgiler bulmamız mümkündür.
Hz. Peygamber “Kıyamet gününde ayı gördüğünüz gibi rabbinizi göreceksiziniz, O’nu
görmekte haksızlığa uğratılmayacaksınız.”590 Yine bununla ilgili olarak Hz. Peygamber’e
584
Mütaffifîn, 83/23-24.
Mâtürîdî, Te’vîlâtü Ehli’s-Sünne, V, 410-411.
586
Kaf, 50/35.
587
Mâtürîdî, Te’vîlâtü Ehli’s-Sünne, IV, 568; İbn Atiyye, Ebu Muhammed Abdulhak b. Ğâlib (v. 542/1147),
el-Muharraru’l-Vecîz fi Tefsîri’l-Kur’ani’l-Azîz, (Thk. Abdusselâm Abduşşâfî Muhamed), I-V, Dâru’lKütübi’l-İlmiyye, Lübnan, 1993, V, 149.
588
Mütaffifin, 83/ 15.
589
Râzî, Fahreddin, Mefâtihu’l-Ğayb, XXXI, 88; Bilmen, Ömer Nasuhi, Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Meâli
Âlisi ve Tefsiri, Sentez Yayınevi, İstanbul, 1996, I-VIII, VIII, 3990.
590
Buhari, Tevhid, 42; Müslim, İman, 299-300.
585
220
sahabilerden biri “sen rabbini gördün mü” diye soru sormuş Hz. Peygamber de: “Kalbimle
gördüm” demiştir.591
Allah’ın ahirette görüleceğine dair hadis eserlerinde birçok rivayet bulabiliriz.
Bu rivayetlerin lafızları birbirinden farklılık gösterse de hepsinde anlatılan olay aynıdır. O
da mü’minlerin cennette Allah’ı görecekleri hususudur.592
Hadislerde rü’yetullah ile ilgili gelen bilgilere Mu’tezilî alimler ihtiyatla
yaklaşmışlardır. Onlara göre bu mevzuyla ilgili rivayetler ya zayıftır ya da ahad haber
türündendir. Ahad olmaları yönüyle de itikadi konuda kaynaklık teşkil edemezler.
Hadisleri, senetleri zayıftır diye kabul etmeyen Mu’tezilî alimler Kur’an ayetlerinin mecaz
olduklarını ve tevile ihtiyaç duydukları kanaatindedirler. 593
Rü’yetullahı isbat edenler kendilerine nakli delillerin yanında bir de akli deliller
getirmişlerdir. Bu alimlere göre Allah müminlere dünyada işledikleri amellerden çok daha
güzeliyle mükafat vereceğini vaad etmiştir.594 Dünyada Allah için hiçbir fedakarlıktan
kaçınmamış olan müminlerin bunu sırf Allah rızası için yaptıkları ve bunun dışında hiçbir
gaye gütmedikleri aşikardır. Hem bu dünyada hem de ahirette bunun karşılığını da
Allah’tan bulacaklardır. Allah’ın insanlara vermiş olduğu nimetlerin zirvesi ise hiç
şüphesiz ki nimetleri verenin cemalini seyretmektir.
Ehl-i Sünnet alimleri ahirette Allah’ın tereddüde mahal bırakmayan bir ilimle
bilineceği noktasında ittifak etmiştir. Bu, istidlalle değil, müşahedeye dayanan bir bilgi
olacaktır.595
591
Mâtürîdî, Te’vîlâtü Ehli’s-Sünne, IV, 606.
Buhârî, Salat, 455; Tefsir, 7434, 7435, 7436, 7437; Müslim, Mesâcid, 633, 634; Ebu Davud, Sünnet, 20;
Tirmizî, Cennet, 17; Bkz. İbn Ebi’l-İzz, Şerhü’l-Akîdetü’t-Tahâvîyye, (Thk. et-Türkî- el-Arnâvût), I, 215;
Berâk, a.g.e., s. 113.
593
Muhammed el-Abde-Tarık Abdulhalim,
el-Mu’tezile beyne’l-Kadîm ve’l-Hadîs, Dâru’l-Erkam,
Bermenciham, 1987, s. 49-50.
594
“Allah yolunda küçük, büyük bir harcama yapmazlar ve bir vadiyi katetmezler ki (bunlar), Allah’ın,
yaptıklarının daha güzeliyle kendilerini mükâfatlandırması için hesaplarına yazılmış olmasın.” Tevbe,
9/121.
595
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 126.
592
221
Nasıl ki müşahede ile oluşan bilginin istidlali bilgi olması mümkün değilse
istidlali bilginin de müşahede bilgisi gibi olması mümkün değildir. Şu halde rü’yetin
müşahede bilgisini gerektirdiği (ve dünyada istidlalle bilinen Allah’ın ahirette rü’yetle de
bilinmesinin lazım geldiği) ortaya çıkmıştır. Bir de şu var ki Allah’ın istidlalle bilinmesi
yönteminde inkarcı ile mümin eşit bir durumdadır, rü’yetle müjdelenme ise mümine has
olan bir husustur.596
Anlatılan bu bilgilerden sonra insanın zihnine şu soru gelebilir. O da Allah’ın
nasıl görüleceği konusudur. Mâtürîdî bu soruya şöyle cevap vermektedir: “Allah nasılsız
görülür, çünkü nasıllık hacimli varlıklar için söz konusudur. Aksine Allah ayakta olmak
veya oturmak, bir yere yaslanmak veya tutunmak, birleşmek veya ayrışık olmak, yüzünü
veya sırtını çevirmek, kısa veya uzun olmak, aydınlık veya karanlık, duran veya hareket
eden, temas eden veya uzak duran, dışarı çıkan veya içeri giren kavramlarıyla
nitelendirilmeden görülür. O’nun görülmesi konusunda tasavvurun kavrayacağı veya aklın
şekillendireceği hiçbir özellik yoktur, çünkü O, bunlardan münezzehtir. 597
Dünyanın fiziki kuralları dahilinde düşünüldüğünde Allah’ın görülmesinin
imkansız olduğu açıktır. Ancak her şey fizik kuralları içinde izah edilemez. Allah’ın
ahirette görülmesi hadisesinin fizik kanunları çerçevesinde açıklanmaya çalışılması
hatadır. Bunun için alimler Allah’ın nasıl görüleceği konusunda zihin yormuşlardır. Bir
kısım alimlere göre Allah insanda yaratacağı altıncı bir hisle bunu gerçekleştirecektir. Bir
başka görüşe göre ise Allah var olan görme duyumuzun görme kapasitesini artırarak
rü’yetullahı meydana getirecektir. Ancak bunun keyfiyeti bizce meçhuldur. Bu hususta
inanmak ve ya inanmamak söz konusudur.598
Sünnî kelamında gerek Mâtürîdî ve gerekse Tahâvî’de görüldüğü üzere genel
kabul Allah’ın ahirette müminler tarafından görülebileceğidir. Ancak uhrevî bir mevzu
olması hasebiyle olabildiğince konunun, keyfiliğini sorgulamaktan kaçınarak kabul
596
597
598
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 126.
Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, s. 134; Ustuvâî, a.g.e., s. 176-177.
Ibn Hazm, el-Fasl fi’l-Milel ve’l-Ehvâ ve’-Nihal, III, 8.
222
edilmesi gerektiği kanaatindeyiz. Zira bu konu tecrübe sahasına girmemektedir. Onun için
rü’yetullahın keyfiyeti ile ilgili söylenecek şeyler farazilikten ve subjektiflikten uzak
olmayacaktır.
Sonuç olarak Allah tarafından dünyada yaşamış oldukları erdemli hayatlarının
bir karşılığı olarak müminlere ahirette hesapsız nimetler bağışlanacaktır. Elbette ki arzu ve
merak edilen şeylerin başında da Allah’ın cemalini seyretmek gelmektedir. Müminlerin bu
en büyük arzularının da Allah tarafından gerçekleştirileceği kanaatindeyiz. Böylece
nimetlerin en büyüğüne müminler nail olmuş olacaklardır.
223
SONUÇ
Ulûhiyet konusunda farklı anlayışların olduğu görülmektedir. Gerek dinler
bazında gerekse o dinlere mensup mezhepler düzeyinde ulûhiyet konusu farklı şekillerde
işlenmiştir. Yahudilerin ulûhiyet anlayışı ile Hıristiyanların; bu iki dinin ulûhiyet anlayışı
ile İslam’ın ulûhiyet anlayışı birbirinden farklıdır. Semâvî olmasa da Dehrilerin,
müşriklerin, Seneviyye’nin ulûhiyet anlayışları da semâvi dinlerinkinden farklıdır.
Yeryüzündeki dinler arasından İslam’ın ulûhiyet anlayışına en yakın olanı Yahudilerin
Tanrı anlayışıdır. Çünkü her iki dinde de inanılan varlık birdir. Yani en azından Tanrının
sayısında bir birlik söz konusudur. Bunun yanında iki din de, Tanrı ile birlikte başka bir
Tanrının kabul edilmesine karşı müsamahasızdırlar.
Dinler seviyesinde çeşitlilik arzeden ulûhiyet anlayışı aynı dinin bünyesinde
bulunan mezhepler arasında da farklılık göstermektedir. İslam mezhepleri arasında sahip
olunan ulûhiyet anlayışı, temelde aynı olsa da bazı konularda farklıdır. Farklılığın en
yoğun olduğu konulardan biri ise sıfatlardır. Sıfatlarla ilgili Mû’tezile, Ehl-i Sünnet,
Cehmiyye, Müşebbihe gibi fırkalar aralarında ihtilaf etmişlerdir.
Ehl-i Sünnet’e göre Allah’ın sıfatları vardır. Bu sıfatlar O’nun zatıyla kaimdir.
Ancak Ehl-i Sünnet alimleri arasında da fiilî sıfatlar konusunda ihtilaf çıkmıştır. Çünkü
Mâtürîdî ve Tahâvî’ye göre Allah’ın zâtî olsun, fiilî olsun bütün sıfatları ezelidir. Ancak
Eş’arî’ye göre, Allah’ın fiilî sıfatları hadistir.
Mâtürîdî ile Tahâvî, her ne kadar temel noktalarda aynı düşünseler de onların da
bazı hususlarda farklı düşündükleri görülmektedir. Ehl-i Sünnet’in bu iki aliminden
Tahâvî, saf bir selefî anlayışı temsil ederken, Mâtürîdî kendi çapında akla gereken
vurguyu yapmış ve aklı biraz daha fazla ön planda tutmuştur. Mâtürîdî, birçok konuda
görüşlerinin dayanağının akli ve nakli deliller olduğunu ifade ederken nakli deliller altında
onun fazla bilgi vermediği görülmektedir. Buna karşılık o, konu ile ilgili asıl anlatmak
istediği hususları akli deliller başlığı altında anlatmaktadır.
224
Nassların yorumlanması hususunda Tahâvî ile Mâtürîdî arasındaki bu metodoloji
farklılığı kendini bariz bir şekilde izhar etmektedir. Tahâvî’nin selef çizgisindeki metodu
özellikle haberi sıfatlar mevzuunda daha belirgindir. Haberi sıfatlarla ilgili olabildiğince
te’vilden ve yorumdan uzak duruşu, Tahâvî’nin ayırıcı özelliklerindendir. Bunun yanında
Mâtürîdî, gerek çok farklı fikri sirkülasyonların cereyan ettiği bir muhitte yaşaması ve
gerekse sahip olduğu muhtelif kültürel kimlik ve birikim saikiyle çok zengin yorumlara
sahiptir. Mâtürîdî’nin farklı alanlarda sahip olduğu birikim özellikle kelam ilminde zirve
yapmıştır. Ancak Tahâvî’de kelamî kişilik diğer alanlara göre o kadar baskın
gözükmemektedir. Bu yüzden Tahâvî’nin kelamla ilgili görüşleri ancak akideye dair
risalesinden ibaret kalmaktadır. Tahâvî’nin risalesine bakıldığında sanki Ebu Hanife’nin
el-Fıkhu’l-Ekber adlı eserinin bir nüshası ile karşı karşıya olduğu zehabına kapılıyoruz.
Ebu Hanife’de bulunan akli deliller Tahâvî’de hiç yoktur. Bu bakımdan Tahâvî’nin risalesi
el-Fıkhu’l-Ekber’den de geri kalmaktadır.
Mâtürîdî’nin eserleri İslam akaidini müdafa düşüncesiyle yazılmış olup Ehl-i
Sünnet dışı görüşlere karşı cevaplar içermektedir. Ancak Tahâvî, Ebu Hanife ve
talebelerinin itikadi görüşlerini özet bir halde sunar ve öyle bırakır. Cedel kısmına
Tahâvî’de pek rastlayamıyoruz. Yine Mâtürîdî’deki ulûhiyet ile ilgili görüşler, Tahâvî’ye
nispeten daha sistematik, metodik ve şümullüdür. Tahavî’den yola çıkarak belki topyekün
bir Sünnî kelamı inşa etmek zordur. Ancak Mâtürîdî esas alınarak ulûhiyet anlayışı
eksiksiz ortaya konulabilir.
Ulûhiyet meselesindeki yaklaşımlarda görülen en önemli eksiklik meselenin ahlaki
işlevselliği boyutunun ve pratik zaviyenin hep göz ardı edilmiş olduğu noktasıdır. Nasıl
bir Tanrı anlayışı sorusu bizi nasıl bir dünya, insan, tabiat, ekoloji, felsefe, bilim, çevre ve
teknoloji anlayışına götürmesi gerekirken nasıl bir Tanrı anlayışı sadece ulûhiyet
kapsamına giren konular ekseninde çözülmeye çalışılmıştır. Bu da her ne kadar teorik
birçok çalışmaya vesile olmuşsa da toplumsal bazda pragmatist bir sonuç ortaya
koymaktan uzak kalmıştır. Çünkü Allah’ın nasıllığını ortaya koymada entelektüellerin
225
işlevsiz, zihni ameliyeleri toplumsal bir taban oluşturmaktan, insani sorunlara çözüm
sunmaktan uzak kalmıştır.
Aslında Kur’an, kendisine başvuran birey için bir ulûhiyet anlayışı ortaya
koymaktadır. Ancak, Allah, Kur’an’da kendisini anlatırken sırf kendi zatı hakkında bilgi
vermeyi hedeflemekten öte çok daha farklı amaçlar da gözetmiştir. O da anlatılan Allah
anlayışının müminin hayatına yapacağı katkıdır. Kur’anî Allah anlayışı salt bilgi eksenli
değildir. Kur’an’da ulûhiyet anlayışı inşa edilirken bireyin günlük yaşantısıyla olan
bağlantı koparılmamıştır. Yani anlatılan Allah anlayışından hedeflenen, insanın kendisi
için pratik, hayatında olumlu etkiler meydana getirici mevizeler çıkarmasıdır.
Ennihayetinde de sağlam bir ulûhiyet anlayışı Allah-insan, insan-insan ve insan-tabiat
tasavvurunu inşa ettirmelidir.
226
BİBLİYOGRAFYA
Abbâs Süleyman, Tatavvuru İlmi’l-Kelam ile’l-Felsefe ve Menhecihâ, Dâru’lMa’rifeti’l-Cam’iyye, İskenderiyye, 1994.
Abdulbâkî, Muhammed Fuad (v. 1968), el-Mu’cemü’l-Müfehres li Elfâzi’lKur’ani’l-Kerîm, (Tert. Muhammed Said el-Lahhâm), Dâru’l-Meârif, Beyrut, 2008.
Abdullah el-Emîn, Dırâsât fi’l-Fırak ve’l-Mezâhibi’l-Kadîme ve’l-Muâsıra,
Dâru’l-Hakîka, Beyrut, 1991.
Abdullah b. Süleyman, İbn Receb el-Hanbelî ve Eseruhu fî Tavdîhi Akideti’sSelef, I-II, Dâru’l-Mesîr, Riyad, 1998.
Abdulhâdî el-Fadlî, Hülâsetü İlmi’l-Kelam, Dâru’l-Müerrihi’l-Arabî, Beyrut,
1993.
Abdullatif, Abdulaziz b. Muhammed, “Cehm b. Safvân: Hakâik ve Ebâtil”,
Makâlât fi’l-Mezâhib ve’l-Fırak, Dâru’l-Vatan li’n-Neşr, Riyad, 1413.
Adam, Baki, “Yahudilik”, Yaşayan Dünya Dinleri, DİB. Yayınları, Ankara,
2007.
Adnan b. Abdulkadir, Berâetu’s-Selef mimmâ Nusibe ileyhim min İnhirâf
fi’l-İ’tikâd, Dâru’l-İmân, İskenderiye, 2002.
Ahmed b. Hanbel (v. 241/855),
—— er-Red ala’l-Cehmiyye ve’z-Zenâdika, (Thk. Sabri b. Selâme Şahîn),
Dâru’s-Sebât, Riyad, 1424.
—— Şerhu Usûli’s-Sünne, (Şrh. Abdullah b. Abdirrahman el-Cibrin), Riyad,
1420.
Ahmed Emin, Duhâ’l-İslâm, I-III, Mektebetu’n-Nahdati’l-Mısriyye, Kahire,
1973.
227
Ahmed b. İbrahim b. İsa, Tavdîhü’l-Makâsid fî Şerhi Kasîdeti’l-İmâm İbni’lKayyım, I-II, (Thk. Züheyr Şaviş), Beyrut, 1406.
Ahmed Mahmud Sübhî, Fi İlmi’l-Kelam, I-III, Dâru’n-Nahdati’l-Arabiyye,
Beyrut, 1985.
Ahmedî, Abdullah b. Selmân b. Sâlim, el-Mesâil ve’r-Resâil el-Merviyyetu
ani’l-İmâm Ahmed b. Hanbel fî’l-Akîde, I-II, Dâru Taybe, Riyad, 1991.
Akgüç, Ahmet, “Gaye Neden ve Kelam İlminde Gelişim Seyri”, Elektronik
Sosyal Bilimler Dergisi, Güz-2009, c.8 s. 30.
Akkâd, Abbâs Mahmûd, Allah, Dâru Nahdeti Mısr, Kahire, trs.
Albanî, Muhammed Nasırüddin, el-Akidetü’t-Tahâviyye, 1394.
Aliyyü’l-Kârî, Nûreddîn Alî b. Sultân Muhammed (v. 1014/1605),
—— Davu’l-Meâ’lî li Bedi’l-Emâlî, (Thk. Muhammed Adnan Derviş), Dâru
İkra, Dımaşk, 2002.
—— Şerhü Kitâbi’l-Fıkhi’l-Ekber, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1984.
——Minehu’l-Ravdi’l-Ezher
fî
Şerhi’l-Fıkhi’l-Ekber,
Dâru’l-Beşâiri’l-
İslamiyye, Beyrut, 1998.
Altıntaş,
Ramazan,
“Kelamî
Epistemolojide
Aklın
Değeri”,
http://www.cumhuriyet.edu.tr/akademik/fak_ilahiyat/der52/04.htm.
Âmidî, Seyfüddin (v. 631/1234),
—— Ebkâru’l-Efkâr, (Thk. Ahmed Muhammed el-Mehdî), Dâru’l-Kütüb ve’lVesâiki’l-Kavmiyye, I-V, Kahire, 2004.
——el-Mübîn fî Şerhi Meâni’l-Elfâzi’l-Hükemâ ve’l-Mütekellimîn, (Thk.
Hasen Mahmûd eş-Şâfiî), Mektebetü Vehbe, Kahire, 1993.
—— Ğâyetü’l-Merâm fi İlmi’l-Kelam, Meclisu’l-A’la li Şuûni’l-İslâmiyye,
Kahire, 1391.
228
Arıcan, M. Kazım, “Spinoza’nın Tanrı-Âlem İlişkisinde İçkinlik Aşkınlık
Problemi”, CÜİFD, c. X/1, Haziran 2006.
Arnavut, Şuayb, Şerhü Müşkili’l-Âsâr Mukaddimesi, Müessesetü’r-Risale,
Beyrut, 1994.
Arslan, Ahmet, Felsefeye Giriş, Vadi Yayınları, Ankara, 1996.
Askalânî, Ahmed b. Ali b. Hacer (v. 852/1448),
—— Lisânü’l-Mizân, I-VII, Müessesetü’l-A’lem li’l-Matbû’ât, Beyrut, 1986.
——
Fethu’l-Bârî Şerhu Sahîhi’l-Buhârî, I-XIII, Dâru’l-Ma’rife, Beyrut,
1379.
Aydın, Hüseyin, “İbn Teymiye’de Allah Tasavvuru”, Kelam Araştırmaları 4 :
2 (2006).
Aydın, Mahmut, “Hıristiyanlık”, Yaşayan Dünya Dinleri, DİB. Yayınları,
Ankara, 2007.
Aydın, Mehmet S., Din Felsefesi, DEÜİF. Yayınları, İzmir, 2002.
Aydın, Mehmet, “Hıristiyanlık”, DİA., XVII, TDV. Yayınları, İstanbul, 1998
Aytekin, Arif (Haz.), Ebu Ca’fer et-Tahâvî’nin Akidesi ve Selef Akidesindeki
Yeri, Kitabevi, İstanbul, 1996.
Bâbertî, Ekmeleddîn Muhammed b. Muhammed (v. 786/1384), Şerhu Akideti
Ehli’s-Sünne, (Thk. Arif Aytekin), Vizaretu’l-Evkâf ve’ş-Şuûni’d-Diniyye, Kuveyt,
1989.
Bağçeci, Muhyiddin,
—— “Maturidiyye”, Şamil İA., IV, Şamil Yayınları, İstanbul, 1991.
—— “Sıfat-ı İlahiyye”, Şamil İA., V, Şamil Yayınları, İstanbul, 1991.
Bağdâdî, Abdulkahir (v. 429/1038), el-Fark beyne’l-Fırak, (Thk. Muhammed
Muhyiddin Abdulhamid), el-Mektebetu’l-Asriyye, Beyrut, 1990.
229
Bağdâdi, Ebu’l-Hayr Hasan b. Sivar, “Alemin Hudûsuna İlişkin Yahya enNahvî İle Kelamcıların Delilleri’nin Karşılaştırılması”, (Çev. Cemalettin Erdemci),
Kelam Araştırmaları, 2:2 (2004).
Bahçıvan, Seyit,
—— Şeyhü’l-İslam İbn Kemâl Başa ve Arâühü’l-İ’tikâdiyye, Dâru’l-Kütübi’lİlmiyye, Beyrut, 1426.
—— “İrca Fikri ve Ebu Hanife’nin İrca ile İthamına Bir Bakış”, SÜİFD, sy. 8,
yıl, 1998.
Bakıllânî, Ebu Bekir Muhammed b. et-Tayyib (v. 403/1013), Kitâbü
Temhîdi’l-Evâil ve Telhisi’d-Delâil, (Thk. İmâdüddîn Ahmed Haydar), Müessesetü’lKütübi’s-Sakâfiyye, Beyrut, 1987.
Baktır, Mehmet, “Allah’ın Fiilî Sıfatlarında Zaman Sorunu”, Kelam
Araştırmaları 1: 2 (2003).
Bâr, Muhammed Ali, Allah ve’l-Enbiyâ fi’t-Tevrât ve’l-Ahdi’l-Kadîm, edDâru’ş-Şâmiyye, Beyrut, 1990.
Bayrakdar, Mehmet, İslam Felsefesine Giriş, TDV. Yayınları, Ankara, 1997.
Belkasım el-Ğâlî, Ebu Mansûr el-Mâtürîdî Hayatuhu ve Arâuhu’l-Akîdiyye,
Dâru’t-Türkî, Tunus, 1989.
Berâk,
Abdurrahman
b.
Nasır,
Şerhü’l-Akîdeti’t-Tahâviyye,
Dâru’t-
Tedmüriyye, Riyad, 2008.
Beyâzîzâde, Ahmed Efendi (v. 1098/1686),
—— el-Usûlu’l-Münîfe li’l-İmâm Ebi Hanîfe, (Çev. İlyas Çelebi. Mütercim
kitabı İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin İtikadî Görüşleri şeklinde tercüme etmiştir),
MÜİFV., Yayınları, İstanbul, 2000.
—— İşârâtü’l-Merâm min İbârâti’l-İmâm,(Thk. Muhammed Zâhid elKevserî), Dâru’l-Kitâbi’l-İslâmî, İstanbul, 1949.
Beyhakî, Ahmed b. Hüseyin (v. 458/1065),
230
—— el-Esmâ ve’s-Sıfat, (Abdullah b. Muhammed el-Heşâdî), I-II,
Mektebetu’s-Sevâdî, Cidde, trs.
—— Şüabu’l-İmân, (Thk. Abdu’l-Alî Abdurrahman Hamid), I-XIV,
Mektebetu’r-Rüşd, Riyad, 2003.
Beyrûtî, Muhammed b. Tâhir, el-Akîdetü’l-Veseniyye fi’d-Diyânâti’nNasrâniyye, Mektebetü İmrân, Beyrut, 1993.
Bilmen, Ömer Nasuhi, Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Meâli Âlisi ve Tefsiri, Sentez
Yayınevi, İstanbul, 1996.
Bîrûnî, Ebu Reyhan Muhammed b. Ahmed (v. 443/1050), Fî Tahkik ma li’lHind, Matbaatu Daireti’l-Maarifi’l-Osmaniyye, Haydarabad, 1957.
Brockelman, C., Tarihu’l-Edebi’l-Arabî, (Trc. Abdulhalim en-Neccâr), I-VI,
Dâru’l-Meârif, Kahire, 1959.
Brunschvig, Robert, “Mu’tezile ve Aslah”, (Çev. Hulusi Arslan ), DAAD., II
(2002), sy. 4.
Bolay, Süleyman Hayri,
—— Kur’an’da İman, TDV. Yayınları, Ankara, 2000.
—— Felsefî Doktrinler ve Terimler Sözlüğü, Akçağ Yayınları, Ankara, 1999.
Buhârî, Muhammed b. İsmail (v. 256/870), el-Câmiü’s-Sahîh, (Thk.
Mühibbüddîn el-Hatîb), el-Matbaatüs’s-Selefiyye, I-IV, Kahire, 1400.
Bûtî, Said Ramazan,
—— es-Selefefiyye, Dâru’l-Fikr, Dımaşk, 1988.
—— İslam Akaidi, (Çev. Mehmet Yolcu-Hüseyin Altınalan), Madve
Yayınları, İstanbul, 1996.
Cafer es-Sübhânî, Buhûsün fî’l-Milel ve’n-Nihal, ed-Dâru’l-İslâmiyye, I-VII,
Beyrut, 1991.
Câmî, Muhammed Emân b. Ali, es-Sıfâtu’l-İlâhiyye fi’l-Kitâb ve’s-Sünne fi
Davi’l-İsbat ve’t-Tenzih, Suud-i Arabistan, 1403.
Câsim, Faysal b. Kazzâr, el-Eşâire fî Mizâni Ehli’s-Sünne, el-Müberretü’lHayriyye, Kuveyt, 2007.
Cerrahoğlu, İsmail, Tefsir Usûlü, TDV. Yayınları, Ankara, 1995
231
Cevherî, İsmail b. Hammâd (v. 393/1002), es-Sıhâh Tâcu’l-Luğa ve Sıhahu’lArabiyye, (Thk. Ahmed Abdulğafur Attar), Dâru’l-İlm li’l-Melâyîn, I-VI, Beyrut, 1990.
Cezerî, İzzüddîn b. el-Esîr (v. 630/1233), el-Lübâb fî Tehzîbi’l-Ensâb, I-III,
Dâru Sâdir, Beyrut, trs.
Cezerî, İbnu’l-Esîr (v. 606/1210), Câmiu’l-Usûl fi Ehâdisi’r-Rasul, (Thk.
Abdulkadir Arnavut), Mektebetu’l-Hulvânî-Mektebetü’l-Melah, I-XXXIII, 1969.
Cilacı, Osman, Günümüz Dünya Dinleri, DİB. Yayınları, Ankara, 2002.
Coşkun, Akif, İslam İtikadında Ebu Hanife’nin Tesiri ve İmam Mâtürîdî ,
httpwww.geocities.comMâtürîdîmezhebiMâtürîdîMâtürîdî-hanefi.htm.
Cürcânî, Ali b. Muhammed b. Ali (v. 816/1413),
—— et-Ta’rîfât, (Thk. İbrahim el-Ebyârî), Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, Beyrut,
1405.
—— et-Ta’rifât, Matbaatü’l-Hayriyye, Mısır, 1306.
Cüveynî, Ebu’l-Mealî Abdulmelik b. Abdullah (v. 478/1085), el-Akidetu’nNizâmiyye, İFAV, İstanbul, trs.
Çağatay, Neşet-Çubukçu, İbrahim Agâh, İslâm Mezhepleri Tarihi I, Ankara
Üniversitesi Basımevi, Ankara, 1965.
Çağrıcı, Mustafa - Hökelekli, Hayati, “İrade”, DİA., XXII, DİB. Yayınları,
İstanbul, 2000.
Çelebi, Ahmed, Mukarenetu’l-Edyân el-Yehûdiyye, Mektebetu’n-Nahdati’lMısriyye, Kahire, 1998.
Çelebi, İlyas,
—— “Mu'tezile'nin Klasik İslâm Düşüncesindeki Yeri ve Modern Döneme
Etkileri”, Kelam Araştırmaları, 2: 2 (2004).
—— “Kelam İlminin Yeniden İnşâsında İlke ve İçerik”, Kelamıın İşlevselliği
ve Günümüz Kelam Problemleri, DEÜİF. Yayınları, İzmir, 2007.
232
Çubukçu, İbrahim Agâh,
—— İslâm Düşünürleri, AÜİF.,
Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara,
1977.
——İslam Felsefesinde Allah’ın Varlığının Delilleri, Ankara Üniversitesi
Basımevi, Ankara, 1967.
Davison, V. T., “God (Biblical and Cristian)” Encyclopaedia of Religion and
Ethics, I-XIII, Morrison-Gibe Limited, Edinburgh, 1908.
Dâmeğânî, el-Hüseyin b. Muhammed, Kâmusü’l-Kur’an, (Thk. Abdulaziz
Seyyid el-Ehl), Dâru’l-İlm li’l-Melâyîn, Lübnan, 1980.
Dârimî, Abdullah b. Abdurrahman b. el-Fadl (v. 255/869), Sünenü’d-Dârimî,
(Thk. Hüseyin Selim Esed), I-IV, Dâru’l-Müğnî, Riyad, 2000.
Dârimî, Osman b. Said (v. 280/893), er-Red ala’l-Cehmiyye, ed-Dâru’sSelefiyye, Kuveyt, 1985.
D. B. Macdonald, “Mâtürîdî”, İA., I-XIII, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul,
1995.
Derveze, İzzet, Kur’anu’l-Mecid, (Çev. Vahdettin İnce), Ekin Yayınları,
İstanbul, 1997.
Dıhlevî, Şah Veliyullah (v. 1176/1762), Hücetullahi’l-Bâliğa, (Çev. Mehmet
Erdoğan), I-II, İz Yayıncılık, İstanbul, 1994.
Doğan, D. Mehmet, Büyük Türkçe Sözlük, Pınar Yayınları, İstanbul, 2005.
Ebu Abdillah Âmir Abdullah, Mu’cemü’l-Elfâzi’l-Akîde, Mektebetü’lUbeykân, Riyad, 1997.
Ebu Davud, Süleyman b. el-Eşas es-Sicistânî (v. 275/888), Sünenü Ebi
Davud, I-V, Dâru İbn Hazm, Beyrut, 1997.
Ebu’l-Fadl el-Mukrî, Ehâdis fî Zemmi’l-Kelam ve Ehlih, I-V, Riyad, 1996.
Ebu Hanife, Numan b. Sabit (v. 150/767),
—— el-Fıkhu’l-Ekber, (Cem’. Ali Nar), Misak, İstanbul, 1411.
—— Fıkh-ı Ekber, (Terc. Hasan Basri Çantay), DİB. Yayınları, Ankara,
1985.
233
Ebu’l-Hayr, Muhammed Eyyüb Ali, Akidetu’l-İslam ve’l-İmâm el-Mâtürîdî,
el-Müessesetu’l-İslamiyye, Dakka, 1983.
Ebu’s-Suûd, Muhammed b. Muhammed (v. 982/1574), İrşâdü’l-Akli’s-Selîm
ilâ Mezâyâ’l-Kur’ani’l-Kerim, (Thk. Abdulkadir Ahmed Âtâ), I-V, Mektebetü’r-Riyâd
el-Hadise, Riyad, 1971.
Ebu Zehra, Muhammed,
——el-Akîdetu’l-İslâmiyye kemâ Câe bihâ’l-Kur’anu’l-Kerîm, Mecmeu’lBuhûsi’l-İslâmiyye, 1969.
—— Ebu Hanife, (Çev. Osman Keskioğlu), DİB. Yayınları, Ankara, 2002.
—— Muhâderât fi’n-Nasraniyye, Dâru’l-Fikri’l-Arabî, Kahire, 1961.
——Tarîhü’l-Mezâhibi’l-İslâmiyye
fi’s-Siyâse
ve’l-Akâid
ve
Tarihü’l-
Mezâhibi’l-Fıkhiyye, Dâru’l-Fikri’l-Arabî, Kahire, trs.
Elbeyr Nasrî Nadir, Felsefetu’l-Mu’tezile, Dâru Neşri’s-Sakafe, I-II,
İskenderiye, trs.
Eliade, Mircae, Dinin Anlamı ve Sosyal Fonksiyonu, (Çev. Mehmet Aydın),
Din Bilimler Yayınları, Konya, 1995.
Enbârî, Ebu Bekir Muhammed b. el-Kâsım, ez-Zâhir fi Mea’ni Kelimâti’nNâs, (Thk. Hâtim Salih ed-Dâmin), Müessesetu’r-Risâle, Beyrut, 1992.
Endelusî, Ebu Hayyân (v. 745/1344), el-Bahru’l-Muhît, (Thk. Adil AhmedAli Muhammed), Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, I-VIII, Beyrut, 1993.
Esed, Muhammed, Kur’an Mesajı, (Çev. Cahit Koytak-Ahmet Ertürk), İşaret
Yayınları, İstanbul, 1999.
Esedî, Kadı Abdulcabbâr b. Ahmed (v. 415/1025),
—— el-Usûlu’l-Hamse, (Thk. Faysal Bedir Avn), Meclisü’n-Neşri’l-İlmî,
Kuveyt, 1998.
—— “Fıraku Ğayre’l-İslâmiyye” el-Muğnî fi Ebvâbi’t-Tevhid ve’l-Adl, (Thk.
Mahmud Muhammed Kâsım), 1958.
234
Eş’arî, Ebu’l-Hasen Ali b. İsmail (v. 324/936),
el-İbâne an Usûli’d-Diyâne, (Thk. Fevkiye Hüseyin Mahmud), Dâru’lEnsâr, Mısır, 1977.
Makâlâtu’l-İslamiyyîn, (Thk. Muhammed Muhyiddin Abdulhamid), I-II,
el-Mektebetu’l-Asriyye, Beyrut, 1995.
Eyyüb Sabri Paşa, Tarih-i Vahhâbiyan, Bedir Yayınları, İstanbul, 1992.
Falih, Ebu Abdullah Amir Abullah, Mu’cemu Elfâzi’l-Akîde, Mektebetü
Übeykân, Riyad, 1997.
Fazlurrahman,
—— İslam, (Çev. Mehmet Dağ-Mehmet Aydın), Ankara Okulu Yayınları,
Ankara, 2000.
—— Ana Konularıyla Kur’an, Ankara Okulu Yayınları, (Çev. Alparslan
Açıkgenç), Ankara, 1996.
Fığlalı, Ethem Ruhi, Çağımızda İtikâdî İslam Mezhepleri, Selçuk Yayıları,
İstanbul, 1996.
Firuzâbâdî, Muhammed b. Ya’kûb (v. 817/1414), Kâmusu’l-Muhît, I-IV, elHeyetü’l-Mısriyye, Mısır, 1979.
Gazzalî, Ebu Hamid (v. 505/1111),
—— el-Hikme fi Mahlûkati’l-lahi Teâlâ, (Thk. Muhammed Reşid Kabbânî),
Matbaatü Finûs, Beyrut, 1978.
—— İlcâmü’l-A’vâm an İlmi’l-Kelam, Mecmuatu Resâili’l-İmâm el-Gazzâlî,
(Thk. İbrahim Emin Muhammed), el-Mektebetu’t-Tevfikiyye, Kahire, trs.
—— İtikad’da Orta Yol, (Çev. Kemal Işık), AÜİF., Ankara, 1971.
—— İhyâu Ulûmi’d-Din, (Trc. Abdullah Aydın), Ayfa Basın, I-IV, İstanabul,
trs.
—— Tehâfü’l-Felâsife, (Thk. Süleyman Dünya), Dâru’l-Mearif, Kahire, 1972.
Geylânî, Abdulkadir (v. 562/1160), Gunyetu’t-Tâlibîn, (Trc. A. Faruk
Meyan), I-II, Bereket Yayınları, İstanbul, 1975.
Gölcük, Şerafeddin,
235
—— Kelam Tarihi, EsraYayınları, Konya, 1992.
—— Kelam, (Süleyman Toprak’la birlikte), Tekin Yayınevi, Konya, 2001.
—— Bâkıllânî ve İnsan Fiilleri, TDV. Yayınları, Ankara, 1997.
Görgün, Tahsin, “Mahiyet”, DİA., XXVII, TDV. Yayınları, Ankara, 2003.
Günay, Ünver-Güngör, Harun, Türk Din Tarihi, Laçin Yayınları, İstanbul,
1998.
Gündüz, Şinasi, Hıristiyanlık, İsam Yayınları, İstanbul, 2006.
Güneş, Kamil, İslamî Düşüncenin Şekillenişinde Akıl ve Nass Bakıllânî ve
Kâdı Abdülcebbâr’da Kelamullah Meselesi Örneği, İnsan Yayınları, İstanbul, 2003.
Güzel, Abdurrahman, “Kelam ve Tasavvuf Açısından Tevhid”, SBED, sy. 11
yıl. 2001.
Hacc, Muhammed Ahmed, Nasraniyye mine’t-Tevhîd ile’t-Teslîs, Dâru’lKalem-Dâru’ş-Şamiyye, Dımaşk-Beyrut, 1992.
Hafenî,
Abdulmün’im,
Mevsûatu’l-Fırak
ve’l-Cemaat
ve’l-Mezâhibi’l-
İslamiyye, Dâru’r-Reşâd, Kahire, 1993.
Hafız b. Ahmed Hükemî, Meâricu’l-Kabûl bi Şerhi Süllemi’l-Vusûl ila
İlmi’l-Usûl, (Tkh. Ömer b. Mahmûd Ebu Ömer), Dâru İbni’l-Kayyım, Demmâm, 1990.
Hamed es-Sinân- Fevzî el-Ancerî, Kitâbü Ehli’s-Sünneti’l-Eşâire, 2005
Hanbelî, Abdulbaki el-Mevâhibi, el-Ayn ve’l-Eser fi Akâidi Ehli’l-Eser, (Thk.
Fuad İsâm Kala’cî), Dâru’l-Me’mûn li’t-Türâs, Dımaşk, 1987.
Harbî, Ahmed b. Avedullah b. Dahil, el-Mâtürîdiyye Drâseten ve Takvîmen,
Dâru’l-Asıme, Riyad, 1413.
Harputî, Abdullatif (v. 1332/1916), Kelam Tarihi, Ankara Okulu Yayınları,
(Sad. ve Notlandıran: Muammer Esen), Ankara, 2005.
Hasan İbrahim Hasan, Tarihu’l-İslam, I-IV, Daru’l-Cîl-Daru’n-Nahdati’lMısriyye, Kahire-Beyrut, 1996.
236
Hatiboğlu, İbrahim (Editör), İmâm-ı Âzam Ebu Hanîfe ve Düşünce Sistemi, (III), Kurav Yayınları, Bursa, 16-19 Ekim 2003.
Hayyât, Ebu’l-Hüseyn Abdurrahim b. Muhammed b. Osman (v. 300/912),
Kitabü’l-İntisâr ve’r-Redd ala İbni’-Râvendî el-Mülhid, Mektebetü’d-Dâri’l-Arabiyye
li’l-Kitab, Beyrut, 1993.
Helebî, Muhammed b. Süleyman (v. 1228), Nuhbetu’l- Leâlî Şerhu Bedi’lEmâlî, İhlas Yayınları, İstanbul, 1996.
Heykel, Muhammed Hüseyin, el-Fârûk Ömer, Dâru’l-Mearif, Mısır, 2000.
Hitti, Pihilip K., Siyasi ve Kültürel İslam Tarihi, (Çev. Salih Tuğ), I-IV,
İstanbul, 1995.
Humeyyis, Muhammed b. Abdurrahman
—— Usûlü’d-Dîn inde’l-İmâm Ebî Hanîfe, Dâru’l-Sümeyî, Riyad, 1996.
—— Tevdîhü Ba’di Mustalahâti’l-İ’lmiyye fi Şerhi’l-Akîdeti’t-Tahaviyye,
Kuveyt, 1999.
—— İ’tikâdü Ehli’s-Sünne Şerhü Ehli’l-Hadis, Dâru’l-İmân, İskenderiyye,
2000.
Işık, Kemal, Mâtürîdî’nin Kelam Sisteminde İman Allah ve Peygamberlik
Anlayışı, Ankara, 1980.
İbn Asâkir, Ebu’l-Kâsım Ali b. el-Hasen b. Hibetüllah (v. 571/1176),
— Târîhü Medîneti Dımaşk, I-LXXIV, Dâru’l-Fikr, Beyrut, 1995.
—Tebyînu Kezibi’l-Müfterî fîmâ Nusibe ila’l-İmâm Ebi’l-Hasen el-Eş’arî,
Dâru’l-Kitabi’l-Arabî, Beyrut, 1979.
İbn Âşûr, Muhammed et-Tahir b. Muhammed (v. 1973), et-Tahrîr ve’tTenvîr, I-XXX, Müessesetü Tarihi’l-Arabi, Beyrut, 2000.
İbn Atiyye, Ebu Muhammed Abdulhak b. Ğâlib (v. 542/1147), elMuharrarü’l-Vecîz fi Tefsîri’l-Kur’ani’l-Azîz, (Thk. Abdusselâm Abduşşâfî Muhamed),
I-V, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Lübnan, 1993.
237
İbnü’l-Cevzî, Ebu’l-Ferec Abdurrahman b. Alî b. Muhammed (v. 597/1200),
——el-Muntazam fî Târîhi’l-Ümem ve’l-Mülûk, (Thk. Muhammed Abdulkadir
A’tâ-Mustafa Abdulkadir A’tâ), I-XVII, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1992.
—— Telbîsu İblîs, Dâru’l-Fikr, Beyrut, 2001.
İbn Ebi’l-İzz, Alî b. Alî b. Muhammed (v. 792/1390),
—— Şerhü’l-Akîdetü’t-Tahâvîyye, (Thk. Abdullah b. Abdilmuhsin et-TürkîŞüayb el-Arnâvût), I-II, Müessesetü’r-Risâle, Beyrut, 1996.
—— el-Akidetu’t-Tahâviyye ve Şerhi, (Thk. Abdullah b. Abdulmühsin etTürkî-Şuayb el-Arnavut), (Çev. M. Beşir Eryarsoy), Guraba Yayınları, İstanbul, 2008.
——Şerhü’t-Tahâvîyye fi’l-Akideti’s-Selefiyye (Thk. Ahmed Muhammed
Şakir) , Riyad, 1418.
——Şerhü’t-Tahâvîyye fi’l-Akideti’s-Selefiyye, (Thk. Ahmed b. Ali), Dâru’lHadis, Kahire, 2000.
İbn Faris, Ebu’l-Hüseyin Ahmed (v. 395/1004), Mu’cemu Mekâyisi’l-Lüğa,
(Thk. Abdusselam Muhammed Harun), I-VI, Dâru’l-Fikr, Beyrut, 1979.
İbn Haldûn, Abdurrahman b. Muhammed (v. 808/1406), Mukaddime, (Çev.
Zakir Kadiri Ugan), I-III, MEB. Yayınları, İstanbul 1991
İbn Hallıkân, Şemsüddîn (v. 681/1282), Vefeyâtü’l-A’yân ve Enbâü Ebnâi’zZemân, I-VII, Dâru Sâdır, Beyrut, 1994.
İbn Hazm, Ebu Muhammed Ali b. Ahmed (v. 456/1064),
——el-Fasl fi’l-Milel ve’l-Ehvâ ve’-Nihal, (Thk. Muhammed İbrahim NusayrAbdurrahman Umayra), Dâru’l-Cîl, Beyrut, 1996.
——el-Usûl ve’l-Fur’u, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1984.
İbnu’l-İmâd el-Hanbelî, Ebu’l-Felâh Abdülhayy (v. 1089/1697), Şezerâtü’zZeheb fî Ahbâri men Zeheb, I-VIII, Dâru’l-Fikr, 1979.
İbn Kemâl Paşâ, Şemsuddîn Ahmed b. Süleyman (v. 940/1534), “Risale fi’lİhtilâf beyne’l-Eşâire ve’l-Mâtüridiyye”, Hamsu Resâil fi’l-Fırak ve’l-Mezâhib, (Thk.
Seyit Bahçıvan), Dâru’s-Selâm, Kahire, 2005.
İbn Kesir, Ebu’l-Fidâ Hafız (v. 774/1373),
238
el-Bidâye ve’n-Nihâye, I-XIV, Mektebetü’l-Meâ’rif, Beyrut, 1990.
Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azîm,
(Thk.
Komisyon),
I-XIV,
Müessesetu
Kurtuba, Kahire, 2000.
İbn Kuteybe, Muhammed Abdullah b. Müslim (v. 276/889), el-İhtilâf fi’lLafz ve’r-Red ala’l-Cehmiyye ve’z-Zenâdika, (Thk. Muhammed Zahid el-Kevserî), elMektebu’l-Ezheriyye li’t-Türâs, Mısır, 2001.
İbn Manzûr, Muhammed b. Mukerrem, (v. 711/1311),
——Lisânü’l-Arab, (Abdullah Ali el-Kebir, Muhammed Ahmed, Hâşim
Muhammed eş-Şâzilî), I-VI, Dâru’l-Meârif, Kahire, 1401.
——Muhtasarü Tarihi Dımaşk, Daru’l-Fikr, I-XXIX, Dımaşk, 1984, I, 406
İbnü’l-Halife Uleyvî, Hazihi Akidetü’s-Selef ve’l-Halef fî Zâtillahi Tealâ ve
Sıfâtihi ve Efâ’lihi ve’l-Cevâbi’s-Sahih, Matbaatü Zeyd b. Sabit, Dımaşk, 1398.
İcî, Adudiddin Abdurrahman b. Ahmed (v. 755/1354), el-Mevâkıf fi İlmi’lKelam, Alemu’l-Kütüb, Beyrut, trs.
İbn Rüşd, Mahammed b. Ahmed b. Muhammed (v. 595/1198), el-Keşf ani’lMenâhici’l-Edille fî Akaidi’l-Mille, Merkezu Dırasâti’l-Vahdeti’l-Arabiyye, Beyrut,
1998.
İbn Sina, Ebu Ali el-Hüseyin b. Abdillah (v. 428/1037), “Arş Risâlesi”, (Çev.
Enver Uysal), UÜİFD., c. IX, sy. IX, Bursa, 2000.
İbn Teymiyye, Ahmed b. Abdulhalim, (v. 728/1328),
—— Deru Tearuzi’l-Akl ve’n-Nakl, (Thk. Mahammed Reşad Salim), I-XI,
Suudi Arabistan, 1991.
—— Mecmuu’l-Fetevâ, I-XXXVII, (Thk. Enver Baz-Amir el-Cezzâr), Dâru’lVefâ, Mensure, 2005.
——Minhâcu’s-Sünneti’n-Nebeviyye,
Müessesetü Kurtuba, I-VIII, Mısır, 1986.
239
(Thk.
Muhammed
Râşid
Sâlim),
İmamoğlu, M. Ragıp, İmâm Ebu Mansûr el-Mâtürîdî ve Te’vîlâtül’lKur’an’daki Tefsir Metodu, DİB. Yayınları, Ankara, 1991.
İsfehânî, Ragıb Ebu’l-Kasım el-Hüseyn b. Muhammed (v. 502/1108),
—— el-Müfredât fî Ğarîbi’l-Kur’an, (Thk. Muhammed Seyyid Keylânî),
Dâru’l-Ma’rife, Beyrut, trs.
—— Mu’cemu Müfredâti’l-Kur’an, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 2004
İsferâyînî, Ebu’l-Muzaffer (v. 471/1078), et-Tabsîr fi’d-Dîn ve Temyîzü
Fırkâti’n-Nâciyyeti ani’l-Fıraki’l-Hâlikîn, (Thk. Kemâl Yusûf el-Hût), Alemü’l-Kütüb,
Beyrut, 1983.
İsmailî, Ebu Bekir Ahmed b. İbrahim (v. 371/982)) Kitâbü İ’tikâdi Ehli’sSünne, (Thk. Cemal Azzûn), Mektebetu Darı İbn Hazm, Riyad, 1999.
İrfan Abdulhamid Fettâh, el-Yehûdiyye Ardün Tarihiyyün ve’l-Harekâtü’lHadîse fi’l-Yahûdiyye, Dâru Ammâr, Amman, 1996.
İzzeddin b. Abdisselâm (v. 660/1262), İslâmî Hükümlerin Esas ve
Hikmetleri, (Çev. Süleyman Kaya-Soner Duman), İz Yayıncılık, İstanbul, 2006.
Kam, Ömer Ferit, Dinî Felsefî Sohbetler, (Sad. Süleyaman Hayri Bolay), DİB.
Yayınları, Ankara, 2003.
Karadaş, Cağfer-Kadir Recep Muhammed,
—— “Atomcu Düşünceler vee Kelam Atomculuğu”, Kelam Araştırmaları
Dergisi, 2:1 (2004).
—— “Ebü’l-Muîn en-Nesefî’ye Göre Allah ve Mekân”, UÜİFD., c. 17, sy. 1,
2008.
Karagöz, İsmail (Yay. Haz.), İslami Terimler Sözlüğü, DİB. Yayınları,
Ankara, 2005.
Kara, Mustafa, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, Dergah Yayınları, İstanbul,
1999.
240
Kâsimî, Muhammed Cemaluddin, Delâilu’t-Tevhîd, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye,
Beyrut, 1405.
Katib, Seyfüddin, “Kitabu’l-Adl ve’t-Tevhîd ve Nefyu’t-Teşbîh ani’l-lahi’lHamîd”, Resâil fi’l-Adl ve’t-Tevhid, Menşuratu Dârı Mektebeti’l-Hayat, Beyrut, trs.
Kaya, Mahmut, “Madde”, DİA., XXVII, TDV. Yayınları, Ankara, 2003.
Kazanç, Fethi Kerim, “Kelamî Düşüncede Kötülük Sorununa Kısa Bir Bakış”,
Kelam Araştırmaları 6 : 1 (2008).
Kermî, Meri’ b. Yusûf el-Makdisî (v. 1033/1624) Ekâvilu’s-Sikât fi Te’vili’lEsmâ ve’s-Sıfat ve’l-Ayâti’l-Muhkemât ve’l-Müteşabihât, (Thk. Şuayb el-Arnavut),
Muessesetu’r-Risâle, Beyrut, 1973.
Keskin, Halife, İslam Düşüncesinde Bilgi Teorisi, Beyan Yayınları, İstanbul,
1997.
Kevserî, Muhammed Zahid (v. 1952),
—— Makâlâtü’l- Kevserî, el-Mektebetu’t-Tevfikiyye, Kahire, 1373.
——el-Havî fi Sîreti’l-İmâm Ebi Ca’fer et-Tahâvî, Matbaatu’l-Envâri’lMuhammediyye, Kahire, 1368.
Kılavuz, Ulvi Murat, Kelamda Kozmolojik Delil, İz Yayıncılık, İstanbul,
2009.
Kızmaz, Fedakar, “Ulûhiyet”, Şamil İA., VI, Şamil Yayınevi, İstanbul, 1994.
Korkmaz, Sıddık, “Sınırları Belirlenemeyen Dini Bir Oluşum: Ehl-i Sünnet
ve’l-Cemaat”, Marife, yıl, 5, sy. 3 kış 2005.
Kureşî, Ebu Muhammed Abdulkadir b. Muhammed b. Muhammed (v.
775/1374),
el-Cevâhirü’l-Mudiyye
fî
Tabakâti’l-Hanefiyye,
(Thk.
Abdulfettah
Muhammed), I-V, Hacer, 1993.
Kurt, Hasan, “Devlet Kurma Sürecinde Samanoğulları” AÜİFD., c. XLIV
(2003) sy. 2.
Kutlu, Sönmez, İmâm Mâtürîdî ve Mâtürîdîlik, Kitabiyât Yayınları, Ankara,
2003.
Ahdi Kadîm ve Ahdi Cedîd, Orhan Matbaacılık, İstanbul, 2001.
Lâlekâî, Ebu’l-Kasım Hibetüllah b. el-Hasen b. Mansûr (v. 418/1027),
241
—— Şerhü Usûli İ’tikâdi Ehli’s-Sünne ve’l-Cemaa,(Thk. Ahmed Sa’d
Hemdânî), I-VIII, Dâru Tayyibe li’n-Neşr, Riyad, 1411.
—— Şerhü Usûli İ’tikâdi Ehli’s-Sünne ve’l-Cemaa (Thk. Ahmed Sa’d
Hamdân), Dâru Tayyibe, Riyad, 1402.
Mağribî, Ali Abdulfettâh,
—— el-Fırakü’l-İslâmiyyetü’l-Kelamiyye, Mektebetü Vuheybe, Kahire, 1995.
—— Hakîkatu’l-Hilâf beyne’l-Mutekellimîn, Mektebetu Vuheybe, Kahire,
1994.
Malatî, Ebu’l-Hüseyin (v. 377/987), et-Tenbîh ve’r-Redd alâ Ehli’l-Ehvâ ve’lBida’, (Thk. Muhammed Zahid el-Kevserî), Kahire, 1949.
Makdisî, Abdullah b. Ahmed b. Muhammed b. Kudâme (v. 620/1223),
Sıfatu’l-Uluv li’llahî’l-Vâhidi’l-Kahhâr, Dâru’s-Sahabe li’t-Türâs, Tanta, 1993.
Makdisî, Hisâmuddîn,
Tebyînu Kezibi’l-Müfterî fîmâ Nusibe ila’l-İmâm
Ebi’l-Hasen el-Eş’arî Mukaddimesi, Dâru’l-Kitabi’l-Arabî, Beyrut, 1979.
Mâtürîdî, Ebu Mansûr Muhammed b. Muhammed (v. 333/944),
——Kitâbü’t-Tevhîd, (Thk. Bekir Topaloğlu-Muhammed Arûcî), İSAM
Yayınları, Ankara, 2005.
——Kitâbü’t-Tevhîd Tercümesi, (Çev., Bekir Topaloğlu), İSAM Yayınları,
Ankara, 2005.
——Te’vîlâtü Ehli’s-Sünne, (Thk. Fatıma Yusuf el-Haymî), Müessesetü’rRisâle, I-V, Beyrut, 2004.
Madhalî, Muhammed Rabi’ Hâdî, el-Hikme ve’t-Ta’lil fî Ef’ali’l-lahi Teâlâ,
Mektebetu Leyyîne, Dımenhur, 1988.
Medkûr, İbrahim,
—— Mu’cemu Elfâzi’l-Kur’ani’l-Kerîm, Mecmeu’l-Luğati’l-Arabiyye, Mısır,
1989.
—— el-Mu’cemü’l-Felsefi, Mecmeu’l-Luğati’l-Arabiyye, Kahire, 1983.
242
Melchert, Cristopher, “Ahmed b. Hanbel’in Muhalifleri”, (Çev. Hakan
Çavuşoğlu), Marife, yıl, 5, sy. 3, Konya, 2005.
Mekkî, Ebu Abdullah Muhammed b. İshak (v. 272/886), Ahbâru Mekke fi
Kadîmi’d-Dehr ve Hadîsîh, (Thk. Abdülmelik Abdullah Düheyş), I-III, Dâru Hadr,
Beyrut, 1414.
Merâğî, Ahmed Muhammed, Tefsirü’l-Merâğî,
Şirketü ve Mektebetü
Mustafa el-Bâbî, I-XXX, Mısır, 1946.
Mevdûdî, Ebu’l-Alâ, Tefhîmü’l-Kur’an, (Trc. Ahmet Asrar), I-VII, Bengisu,
İstanbul, 1997.
Meydânî,
Abdulgani
el-Ğuneymî,
(v.
1297/1881),
Şerhü’l-Akideti’t-
Tahâvîyye, (Thk. Muhammed Muti’ el-Hafız-Muhammed Reyyâd el-Mâlih), Dâru’lFikr el-Muâsır, Beyrut, 1995.
M. G. S. Hodson, İslâm’ın Serüveni, (Çev. Komisyon), I-III, İz Yayıcılık,
İstanbul, 1993.
M. İzzet Derveze, Kur’anü’l-Mecîd, (Çev. Vahdettin İnce), Ekin Yayınları,
İstanbul, 1997.
Mığnisâvî, Ebu’l-Münteha Ahmed b. Muhammed, Şerhu’l-Fıkhi’l-Ekber,
Dâru’l-Nîl, İstanbul, 2007.
Mısrî, Muhammed Abdulhâdî, Ehli’s-Sünne ve’l-Cemaa Mealimu İntilâketi’lKübrâ, Dâru’l-A’lâmi’d-Düvelî, Kahire, 1996.
Muhammed el-Abde-Tarık Abdulhalim, el-Mu’tezile beyne’l-Kadîm ve’lHadîs, Dâru’l-Erkam, Bermenciham, 1987.
Muhammed Abduh (v. 1905), Tevhid Risâlesi, (Çev. Sabri Hizmetli), Fecr
Yayınları, Ankara, 1986.
Muhammed Ammara, Risâletü’t-Tevhid, Dâru’l-Şurûk, Cize, 1989.
Muhammed Gazali, Fıkıhçılar ve Hadisçilere Göre Nebevî Sünnet, (Çev. Ali
Özek), Ekin Yayınları, İstnabul, 1998.
Muhammed Mühyiddin Abdulhamid, Makalatü’l-İslâmiyyîn Mükaddimesi,
I-II, el-Mektebetu’l-Asriyye, Beyrut, 1995.
243
Muhammad Saghir Hasan Ma’sûmî, “İmâm Tahâvî’s İkhtilâf al-Fuqahâ-II”,
İslamic Studies, Vol: VIII, 4 1996.
Mukatil b. Süleyman (v. 150/767), Tefsîru Mukatil b. Süleyman, (Thk.
Ahmed Ferîd), I-III, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 2003.
Mustafa Galib, “el-Fârâbî”, Fi Sebili Mevsua Felsefiyye, Dâru Mektebeti’lHilâl, Beyrut, 1998.
Mustafa Hilmî, Menhecu Ulemâi’l-Hadîs ve’s-Sünne fi Usûli’d-Dîn, Dâru’lKütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 2005.
Murtezâ, Şerif, Resâilu’ş-Şerif el-Mürtezâ, Menşûrâtu Dari’l-Kur’ani’lKerîm, Kum, trs.
Müslim, Ebu’l-Hüseyin Müslim b. Haccâc (v. 261/875),
—— Sahihü Müslim, (Thk. Fuad Abdulbâkî), Dâru İhyai’t-Türâsi’l-Arabî, IV, Beyrut.
—— Sahihü Müslim, I-II, Çağrı ve Sahnûn Yayınları, İstanbul, 1992.
Müttakî, Alauddin Ali b. Hüsamüddin (v. 975/1567), Kenzu’l-Ummâl fi
Süneni’l-Akvâl ve Efâl, (Thk. Bekri Heyyânî-Safve es-Saka), Müessesetu’r-Risâle, IXVI, Beyrut, 1981.
Nar, Ali, İmâm-ı A’zâm’dan Günümüze Ehl-i Sünnet’in En Meşhur Akâid
Risâleleri, Misak, Ankara, 1994.
Nesâî, Ahmed b. Şuab (v. 303/915), Sünenü’n-Nesâî, (Thk. Abdulğaffâr
Süleyman el-Bendârî- Seyyid Kesrevî Hasen), I-VI, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut,
1991.
Nesefî, Ebu’l-Muîn Meymûn b. Muhammed (v. 508/1114),
—— Tabsiratü’l-Edille, (Neşr. Hüseyin Atay), DİB. Yayınları, I-II,
Ankara,1993.
—— Kitabü’t-Temhîd li Kavâidi’t-Tevhîd, (Thk. Ubeydullah Hasan Ahmed),
Dâru’t-Tabaati’l-Muhammediyye, Kahire, 1986.
244
Nesefî, Ebu’l-Berekât (v. 710/1310), Medâriku’t-Tenzîl ve Hakâiku’t-Te’vîl,
(Thk. Mervan Muhammed eş-Şear), I-IV, Dâru’n-Nefâis, Beyrut, 2005.
Neşşâr, Ali Sâmî (v. 1980), İslam’da Felsefi Düşüncenin Doğuşu, (Çev.
Osman Tunç), I-II, İnsan Yayınları, İstanbul, 1999.
Nisâbûrî, Ebu Said Abdurrahman (v. 478/1086), el-Günye fî Usûli’d-Dîn,
(Thk. İmâdüddîn Ahmed Haydar), Müessesetü’l-Kütüb es-Sekâfiyye, Beyrut, 1987.
Nisâbûrî, Hakim (v. 405/1014), el-Müstedrek ala’s-Sahihayn, I-IV, Dâru’lKütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1990.
Nureddin es-Sâbûnî (v. 580/1184), el-Bidâye mine’l-Kifâye fi’l-Hidâye fi
Usûliddîn, (Thk. Fethullah Huleyf), Dâru’l-Meârif, Mısır, 1969.
Öge, Sinan, İlâhî Kelamın Yapısı, İnsan Yayınları, İstanbul, 2008.
Ömer Süleyman Abdullah, Esmâüllah ve Sıfatühü fî Mü’tekedi Ehli’s-Sünne
ve’l-Cemaa, Dâru’n-Nefâis, Amman, 1999.
Öz, Mustafa, İmâm-ı Âzam’ın Beş Eseri, MÜİF. Yayınları, İstanbul, 1992.
Ökten, Sadettin, “Dehriyye”, DİA., IX, TDV. Yayınları, İstanbul, 1994.
Özdeş, Talip, Mâtürîdî’nin Tefsir Anlayışı, İnsan Yayınları, İstanbul, 2003.
Özen, Şükrü,
—— “Mâtürîdî”, DİA., XXVIII, TDV. Yayınları, Ankara, 2003.
—— “Yeterince Tanınmayan Bir İmam: Mâtürîdî”, Marife, sy. 3, Konya,
2005.
—— “IV. (X.) YüzyıldaMaverâünnehir’de Ehl-i Sünnet-Mu’tezile Mücadelesi
ve Bir Ehl-i Sünnet Beyannamesi”, İslami Araştırmalar Dergisi, sy. 9, 2003.
Özervarlı, M. Sait,
—— “İsbât-ı Vâcib”, DİA., XXII, TDV. Yayınları, İstanbul, 2000.
—— “The Authenticity of tha Manuscript of Mâturidi’s Kitâb al-Tawhid: A
Re-examination”, İslami Araştırmalar Dergisi, sy. 1, 1997.
Pekcan, Ali,
245
—— “İmâm Mâtürîdî’ (v. 333/ nin “Usûl-i Fıkha Dair Görüşleri Ya da
“Meâhızü’ş-Şerâi”i Yeniden Kurmaya Çalışmak”, DBAAD., Samsun, 2004, (sy. 2).
—— İslam Hukukunda Gaye Problemi, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2003.
Pezdevî, Ebu’l-Yusr Muhammed (v. 493/1099), Ehl-i Sünnet Akaidî, (Çev.
Şerafeddin Gölcük), Kayıhan Yayınları, İst, 1988.
Râzî, Fahreddin (v. 606/1210),
—— el-Erbain fi Usûliddîn, I-II, Mektebetü’l-Külliyyâti’l-Ezheriyye, Kahire,
1986.
—— Esâsü’t-Takdis, (Ahmet Hicâzî),
Mektebetü’l-Küliyyâti’l-Ezheriyye,
Kahire, 1986.
—— Halku’l-Kur’an beyne’l-Mu’tezile ve Ehli’s-Sünne, (Ahmed Hicâzî esSekâ), Dâru’l-Cîl, Beyrut, 1996.
—— Kelam’a Giriş (el-Muhassal), (Çev. Hüseyin Atay), TCKB. Yayınları,
Ankara, 2002.
—— Mefâtihu’l-Ğayb, I-XXXII, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 2000.
Râzî, Muhammed b. Ebi Bekir (v. 666/1268), Muhtaru’s-Sıhah, (Thk.
Mahmud Hatır), Mektebetu Lübnan, Beyrut, 1995.
Rıza, Muhammed Reşid
—— Tefsirü’l-Menâr, I-XII, Dâru’l-Menâr, Kahire, 1947.
——Tefsiru’l-Kur’ani’l-Hakîm
(Tefsiru’l-Menâr),
I-XII,
el-Heyetu’l-
Mısriyyetu’l-Amme, 1990.
Sabri Osman Muhammed, Metâfizikâ inde’l-Mu’tizle, Dâru’l-Hidâye, trs.
Said Havva, Allah, Dâru’s-Selâm, 1990.
Sa’duddîn es-Seyyid Sâlih, el-Akidetu’l-Yehûdiyye ve Hateruha ala’lİnsaniyye, Dâru’s-Safâ, Kahire, 1990.
Salih b. Abdilaziz b. Muhammed, el-Vâfî fi İhtisâri Şerhi Akideti Ebî Ca’fer
et-Tahâvî, Riyad, 2006.
Sakkâ, Ahmed Hicâzî, Edilletu’l-Kitâbiyye ala Fesâdi’n-Nasrâniyye, Dâru’lFadîle, Kahire, 1990.
246
Sa’lebî, Ahmed b. Muhammed, el-Keşf ve’l-Beyân, (Thk. Muhammed b.
Aşûr), I-X, Dâru İhyâi’t-Turâsi’l-Arabî, Beyrut, 2002.
Sakkâf, Alevî b. Abdulkadir, Sıfâtullah azze ve celle el-Vâridetu fi’l-Kitâb
ve’s-Sünne, Dâru’l-Hicre, Sakabe, 2001.
Sarıkçıoğlu, Ekrem, Başlangıçtan Günümüze Dinler Tarihi, Kardelen
Kitabevi, Isparta, 1999.
Seferâyinî, Muhammed b. Ahmed b. Sâlim (v. 1188), Levâihül-Envâri’sSünnîyye ve Levâkihü’l-Efkâri’s-Sünnîyye, (Thk. Abdullah b. Muhammed b. Süleyman),
I-II, Riyad.
Seksekî, Abbâs b. Mahmûd (v. 683/1284), el-Burhân fî Akâidi Ehli’l-Edyân,
el-Mektebetü’l-Menâr, Ürdun, 1996.
Semâ’nî, Ebu Sa’d Abdülkerim b. Muhammed b. Mansûr et-Temîmî (v.
562/1167), el-Ensâb, I-V, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1988.
Semerkandî, Ebu Leys (v. 383/993),
—— Şerhu Fıkhi’l-Ekber, Matbaatu Meclisi Dâireti’l-Mearifi’n-Nizâmiyye,
Haydarabad, 1321.
—— es‐Sevâdü’l-A’zâm, Eşheru’l-Akaid Resail li Ehli’s-Sunne min Ahdi’lİmâm A’zam hatta ila Asrinâ’l-Hadır, (Cem’. Ali Nar), Misak, İstanbul, 1411.
Semih Dugyem, Mevsûatü Müstalehati İlmi’l-Kelami’l-İslâmî, I-II, Mektebetü
Lübnan Naşirûn, Lübnan, 1998.
Seyyid, Muhammed Salih Muhammed,
Ebu Ca’fer el-İskâfî ve Arâühu’l-Kelamiyye ve’l-Felsefiyye, Dâru
Kubâ, Kahire, 1994.
el-Madhal ilâ İlmi’l-Kelam, Dâru Kuba, Kahire, 2001.
Seylî, Seyyid Abdulaziz, el-Akîdetü’s-Selefiyye beyne İbn Hanbel ve’l-İmâm
İbn Teymiyye, Dâru’l-Menâr, Kahire, 1993.
247
Sezgin, Fuad, Tarihu’t-Türâsi’l-Arabî, (Trc. Mahmud Fehmî Hicâzî), I-II
(Dokuz Cüz), Camiatu’l-İmam Muhammed b. Suud el-İslâmiyye, Suudi Arabistan,
1991.
Sinanoğlu, Abdulhamit, “İslâm Düşüncesinde Benzetmeci Grupların Allah
Tasavvurları”, ÇÜİFD., c. 5, sy. 1, Ocak-Haziran 2005.
Sinanoğlu, Mustafa, “Muattıla”, DİA, XXX, TDV. Yayınları, İstanbul, 2005.
Suûd b. Abdilaziz el-Halef, Dırâsât fi’l-Edyân el-Yehudiyye ve’n-Nasrâniyye,
Edvâu’s-Selef, Riyad, 1997.
Suyûtî, Celalüddin Abdurrahman, (v. 911/1505),
—— Camiu’l-Ehâdis, (Thk. Abbas Ahmed Sakr-Ahmed Abdulcevvad), IXXI, Beyrut, 1414.
—— ed-Dürrü’l-Mensûr, I-VIII, Dâru’l-Fikr, Beyrut, 1993.
——Tabakâtu’l-Müfessirîn, (Thk. Ali Muhammed Ömer), Mektebetu Vehbe,
Kahire, 1976.
Şâtıbî, Ebu İshak (v. 790/1388), el-Muvâfakât, (Çev. Mehmet Erdoğan), I-IV,
İz Yayıncılık, İstanbul, 1999.
Şehristânî, Muhammed b. Abdilkerim (v. 548/1153), el-Milel ve’n-Nihal,
(Thk. Muhammed b. Abdulkadir el-Fâdilî), I-II, el-Mektebetü’l-Asriyye, Beyrut, 2000.
Şenkıtî, Muhammed el-Emin b. Muhammed, Edvâu’l-Beyân fi İdâhi’l-Kur’an
bi’l-Kur’an, I-IX, Dâru’l-Fikr, Beyrut, 1995.
Şevkânî, Muhammed b. Ali b. Muhammed (v. 1250/1854), et-Tuhaf fi
Mezâhibi’s-Selef, (Thk. Seyyid Asım Ali), Dâru’s-Sahabe li’t-Turâs, Tanta, 1989.
Şeybe, Abdulkadir, Çağdaş Dünya Dinleri ve Mezhepleri, (Notlarla Çev.
Osman Cilacı), Beyan Yayınları, İstanbul, 1995.
Şimşek, Sait, Kur’an’ın Ana Konuları, Beyan Yayınları, İstanbul, 2001.
Şirâzî, Ebu İshak (v. 476/1083), el-İşâre ilâ Mezhebi Ehli’l-Hakk, (Thk.
Muhammed Seyyid el-Cüleyn), Kahire, 1999.
Taberî, Muhammed b. Cerîr (v. 310/922), Câmiü’l-Beyân an Te’vîli Ayi’lKur’an, (Thk. Abdullah b. Abdilmuhsin et-Turkî), I-XXVI, Kahire, 2001.
248
Taftazânî, Ebu’l-Vefâ el-Ğüneymî, İlmül-Kelam ve Ba’du Müşkilâtih, Dâru’sSakâfe, Kahire, trs.
Taftazânî, Sa’du’d-Dîn (v. 791/1390),
—— Şerhu’l-Makâsıd, (Thk. Abdurrahman Umeyra), I-IV, Alemu’l-Kütüb,
Lübnan, 1998.
——Şerhu’l-Akideti’n-Nesefiyye,
(Thk.
Ahmed
Hicâzî),
Mektebetu’l-
Kulliyâti’l-Ezheriyye, Kahire, 1988.
Tahâvî, Ebu Cafer Ahmed b. Muhammed b. Selame (v. 321/933), elAkîdetü’t-Tahâviyye Beyânü Akîdeti Ehl-i’s-Sünne ve’l-Cemaa’, Dâru İbn Hazm, Mısır,
1995.
Tahhân, Mahmûd, Teysîru Mustalahi’l-Hadîs, Dersaadet, Kuveyt, 1985.
Taşköprüzade, Ahmed b. Mustafa (v. 968/1561), Miftâhu’s-Saâde ve
Misbâhu’s-Siyâde fî Mevzûâti’l-Ulûm, I-III, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1985.
Temîmî, Muhammed b. Halife, Mü’tekedu Ehl-i Sünne ve’l-Cemaa’ fî
Tevhîdi’l-Esmâ ve’s-Sıfât, Dâru Îlâfi’d-Düveliyye, Kuveyt, trs.
Tirmizî, Ebu İsâ Muhammed b. İsâ (v. 279/892),
—— el-Câmiü’l-Kebîr, (Thk. Beşşâr Avvâd Ma’rûf), I-IV, Dâru’l-Ğarbi’lİslâmî, Beyrut, 1996.
—— Sünenü’t-Tirmizî, I-V, Dâru Sahnûn-Çağrı Yayınları, İstanbul, 1992
Topaloğlu, Aydın, Ateizm ve Eleştirisi, DİB Yayınları, Ankara, 2004.
Topaloğlu, Bekir,
—— “Allah”, DİA., II, TDV. Yayınları, İstanbul, 1989.
—— “Esma-i Hüsnâ”, DİA., XI, TDV. Yayınları, İstanbul, 1995.
—— “Hudûs” DİA., XVIII, TDV. Yayınları, İstanbul, 1998.
—— İslam Kelamcılarına ve Filozoflarına Göre Allah’ın Varlığı (İsbât-ı
Vâcib), DİB. Yayınları, Ankara, 2001.
—— Kelam İlmi (Giriş), Damla Yayınevi, İstanbul, 1981.
—— “Mâtürîdî”, DİA., XXVIII, TDV. Yayınları, Ankara, 2003.
Tunçbilek, Hasan Hüseyin, İslam Düşüncesinde Allah’ın İlmi, İstanbul, 2003
249
Uludağ, Süleyman-Kavukçu, Fuad, kelam Dersleri, İrfan Yayınevi, İstanbul,
1971.
Ustuvâî, Ebu’l-Alâ Said b. Muhammed b. Ahmed (432/1041),
Kitâbu’l-
İ’tikâd, (Thk. Seyit Bahçıvan), Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 2005.
Uzunpostalcı, Mustafa, “Ebu Hanîfe”, DİA., X, TDV. Yayınları, İstanbul,
1994.
Vorlander, Karl, Felsefe Tarihi, (Çev. Mehmet İzzet-Orhan Sadeddin,
Günümüz Diline Aktaran, Yüksel Kanar), İz Yayıncılık, İstanbul, 2008.
Yar, Erkan, “Sözün Başlangıcı Ya Da Başlangıcın Sözü”, Kelam
Araştırmaları 4 : 1 (2006).
Yarımbaş, Emine, “Ebu Mansûr el-Mâtürîdî (v. 333/944)’nin Kitâbü’tTevhîd’i ve Türkçe Tercümesi Üzerine Bir Değerlendirme”, Kelam Araştırmaları 1 : 2
(2003).
Yavuz, Yusuf Şevki,
—— “Ebu Hanîfe”, DİA., X, TDV. Yayınları, İstanbul, 1994.
—— “Ehl-i Sünnet Mezhebi”, İslam’a Giriş, DİB. Yayınları, Ankara, 2008.
—— “Ehl-i Sünnet”, DİA., X, TDV. Yayınları, İstanbul, 1994.
—— “İlim”, DİA., XXII, TDV. Yayınları, İstanbul 2000
Yazıcıoğlu, M. Sait, Mâtürîdî ve Nesefî’ye Göre İnsan Hüriyyeti Kavramı,
MEB. Yayınları, İstanbul, 1992.
Yazır, Elmalılı Muhammed Hamdi,
—— Hak Dini Kur’an Dili, (Sad. Komisyon), I-X, Azim Yayıncılık, İstanbul,
1992.
—— Hak Dini Kur’an Dili Kur’an-ı Kerim ve Mealî, Ravza Yayınları,
İstanbul, 1993.
Yeprem, M. Saim, Mâtürîdî’nin Akîde Risâlesi ve Şerhi, MÜİF. Yayınları,
İstanbul, 2000.
250
Yeşilyurt, Temel, “Teolojik Söylemde Sembolik Öğelerin Yeri”, FİFD., 4
(1999).
Yıldırım, Suat, Kur’an’da Ulûhiyyet, Kayıhan Yayınları, İstanbul, 1987.
Yıldız, Hakkı Dursun , “Abbasîler”, DİA., I, TDV. Yayınları, İstanbul, 1989.
Yücedoğru, Tevfik, Ehli Sünnet Kelamcılarında Tekvin Tartışması”, UÜİF.,
sy. 2, c. II, yıl, 2, 1987.
Zâğûnî, Ebu’l-Hasen b. Ali (v. 527/1133), el-İzâh fi Usûliddîn, (Thk. İsâm esSeyyid Mahmud), Merkezü’l-Melik Faysal, Riyad, 2003.
Zebîdî, Muhammed Mürteza el-Hüseynî (v. 1205/1791), Tacu’l-Arûs min
Cevâhiri’l-Kâmûs, (Thk. Abdulkerim el-Ğırbâvî), Matbaatu Hukûmeti’l-Kuveyt,
Kuveyt, 1987.
Zehebî, Şemsüddîn Muhammed b. Ahmed b. Osmân (v. 748/1348),
—— Siyerü A’lâmi’n-Nübelâ, I-XXV, Müessesetü’r-Risâle, Beyrut, 1990
—— Menâkıb-ı Ebî Hanife, Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, Mısır, 1367.
——el-Erbaîn fi Sıfâti Rabbi’l-Alemîn, (Thk. Abdulkadir b. Muhammed Atâ),
Mektebetü’l-Ulûm ve’l-Hikem, Medine, 1413.
Zemâhşerî, Ebu’l-Kâsım Cârullah Mahmûd b. Ömer (v. 538/1144),
—— Esâsu’l-Belâğe, (Thk. Muhammed Bâsil Ayûn es-Sûd), Dâru’l-Kütübi’lİlmiyye, I-II, Beyrut, 1998.
—— el-Keşşâf an Hakâiki’t-Tenzîl ve Uyûni’l-Ekâvil fi Vucûhi’t-Te’vîl, (Thk.
Abdurrazzak el-Mehdî), I-IV, Dâru İhyâi’t-Turâsi’l-Arabi, Beyrut.
Zerkeşî, Bedrüddin Ebu Abdillah Muhammed b. Abdillah (v. 794/1391), elLeâliu’l-Mensûre fi’l-Ehâdisi’l-Meşhûre, (Thk. Mustafa Abdulkadir Ata), Dâru’lKütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1986.
Zevâhirî,
Muhammed
el-Hüseyin,
Matbaatu’l-Hicâzî, Kahire, 1939.
251
et-Tahkîku’t-Tam
fi
İlmi’l-Kelâm,
Ziriklî, Hayreddin, el-A’lâm Kâmûsu Terâcim li Eşheri’r-Ricâl ve’n-Nisâ
mine’l-Arab ve’l-Müste’ribîn ve’l-Müsteşrikîn, I-VIII, Dâru’l-İlm li’l-Melâyîn, Beyrut,
2002.
Zühdî Cârüllah, el-Mu’tezile, el-Ehliyye, Beyrut, 1974.
Zümerlî, Fevvâz Ahmed, Akâidu Eimmeti’s-Selef, Dâru’l-Kitabi’l-Arabî,
Tırablus, 1995.
Wafî, İbrahim Hilmi İbn Husayn, es-Sülemü’l-Ahkam ala’s-Savâdi’l-A’zam,
Ahtar Matbaası, Dersaadet, 1313.
Watt, W. Montgomery, İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri, (Çev. Ethem
Ruhi Fığlalı), Ankara, 1981.
252
Download