T.C. ÇUKUROVA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ FELSEFE VE DİN BİLİMLERİ ANABİLİM DALI ADANA ORGANİZE SANAYİ BÖLGESİNDE SANAYİLEŞME VE DİN İLİŞKİLERİ Yakub Ömer YANBAY YÜKSEK LİSANS TEZİ ADANA -2009 T.C. ÇUKUROVA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ FELSEFE VE DİN BİLİMLERİ ANABİLİM DALI ADANA ORGANİZE SANAYİ BÖLGESİNDE SANAYİLEŞME VE DİN İLİŞKİLERİ Yakub Ömer YANBAY Danışman, Yrd. Doç. Dr. Abdullah ALPEREN YÜKSEK LİSANS TEZİ ADANA -2009 Çukurova Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğüne, Bu çalışma, jürimiz tarafından Felsefe ve Din Bilimleri Anabilim Dalında YÜKSEK LİSANS TEZİ olarak kabul edilmiştir. Başkan, Yrd. Doç. Dr. Abdullah ALPEREN (Danışman) Üye, Doç. Dr. Asım YAPICI Üye, Yrd. Doç. Dr. Hayri KAPLAN ONAY Yukarıdaki imzaların, adı geçen öğretim elemanlarına ait olduklarını onaylarım. …/…/2009 Prof. Dr. Nihat KÜÇÜKSAVAŞ Enstitü Müdürü NOT, Bu tezde kullanılan özgün ve başka kaynaktan yapılan bildirişlerin, çizelge, şekil ve fotoğrafların kaynak gösterilmeden kullanımı, 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’ndaki hükümlere tabidir i ÖZET ADANA ORGANİZE SANAYİ BÖLGESİNDE SANAYİLEŞME VE DİN İLİŞKİLERİ Yakub Ömer YANBAY Yüksek Lisans Tezi, Felsefe ve Din Bilimleri Anabilim Dalı Danışman: Yrd. Doç. Dr. Abdullah ALPEREN Ocak 2009, 231 Sayfa Bu çalışma ile sanayileşme ve din ilişkileri bağlamında işçi dindarlığı Adana Organize Sanayi Bölgesi örneğinde açıklanmaya çalışıldı. Bu bağlamda ilk olarak çalışmaya ilişkin olarak kuramsal yapı üzerinde duruldu. Bu çerçevede sosyal tabakalaşma içerisinde işçiler Karl Marx, Max Weber ve Emile Durkheim’in kuramsal çerçeveleriyle değerlendirildi. Sanayileşme, toplumsal tabakalaşma ve din ilişkisi açıklanmaya çalışıldı. Daha sonra araştırma ve yöntemle ilgili bilgiler sunularak işçilere uygulanan anket çalışmasının sonuçları değerlendirilerek varsayımlar ve hipotezler ışığında ulaşılan sonuçlar açıklanmaya çalışıldı. Anahtar Kelimeler: İşçi Sınıfı, Toplumsal Tabakalaşma, Sanayileşme, Din, Dindarlık, Din ve Toplum, İşçi Dindarlığı ii ABSTRACT THE RELATIONSHIP BETWEEN INDUSTRIALIZATION AND RELIGION IN ADANA ORGANIZED INDUSTRIAL ZONE Yakub Ömer YANBAY Master Degree Thesis, The Department of Philosophical and Religious Sciences Supervisor: Yrd. Doç. Dr. Abdullah ALPEREN January 2009, 231 Pages In this study, we tried to explainthe religionship of the workers in the context of ındustrializm and religion. For this, firstly, we reviewed the artifical background. In this perspective, the workers were evaluated according to social classes in Karl Marx, Max Weber and Emile Durkheim’s theories. We tried to explain the relationship between social classes, İndustrialization and religion. After that, the information aboutthe method and the study were given. Then we evaluated the questoonaries that have been applied to the workers and arguedthe results in the context of the theories. Keywords: Worker Class, Social Class, Industrialization, Religion, Religionship, Religion and Social, Worker Believing Style iii ÖNSÖZ Sanayileşme ve din ilişkisini işçilerden yola çıkarak araştırdığımız bu çalışma, alanındaki dini yaşayış gerçeklerini ortaya çıkarma amacını gerçekleştirme idealini taşımaktadır. Batı toplumlarında başlayan sanayileşme sürecinin diğer etkenlerle birlikte daha önce rastlanmayan bir dönüşüme yol açması ve bunun etkilerinin tüm dünyayı sarması sonucunda ortaya çıkan durum sosyolojik olarak analiz edilmeye başlanmış ve bu analiz belirli kuramsal çerçevelerle sunulmuştur. Sanayileşmenin ortaya çıkardığı değişim ve dönüşümün etkilerinin sosyal hayatın her yanını kapladığı ve geleneksel hayatın tüm alanlarına müdahale ettiği gerçeğiyle karşı karşıya bulunmaktayız. Modernleşme yoluyla kendisini sosyal olarak ifade eden sanayileşmenin bu bağlamda, farklı kültürlerde algılanması, ifade edilmesi ve sonuçlarının değerlendirilmesi farklılaşmaktadır. Batı toplumlarının gelişme süreci içerisinde ortaya çıkan sanayileşmenin kültürel temellerini bu toplumların dayandığı dini-dünya görüşleriyle ifade etmenin ortaya çıkaracağı sorunların mevcudiyetinin yanında günümüzde sanayi olgusunun aldığı durum özellikle sonuçları bağlamında sosyologlar tarafından değerlendirilmekte ve sanayileşmenin her ne kadar Batı’da başlayan bir süreç olsa da evrenselleşmesi ve ortaya çıkardığı problemlerin ekolojiden bireye bireyden topluma uzanan bir düzlemde cereyan etmesi nedeniyle, farklı branşlarda ki bilim insanları değişik saiklerle olaya eğilerek çözüm üretmeye çalışmışlardır. Bu noktada sanayileşmenin sadece ekonomik bir problem olarak algılanmamasının yanında sanayi toplumu olma yolunda ortaya çıkan problemlere de sadece batı ideolojisinin ürünü ve diğer toplumların meselesi değil şeklinde bakılması da doğru değildir. Ayrıca sanayi devriminin nedenlerini ve sonuçlarını tek bir kültürel bağlamla ifade etmenin problemleri daha da zorlaştıracağı ortadadır. Sanayileşmenin kültürel temellerini batıyla özdeşleştirmenin ortaya çıkardığı problemlerin başında benzerlikleri yakalama sorunu var olmakta öte yandan tarihsel sürecin özellikle bu yönde tek bir bakış açısıyla farklılaşmanın alabildiğine mevcut olduğu dünyamıza aktarılma süreciyle karşı karşıya kalmaktayız. Çağdaş sanayi toplumları, süreci kendi dinamikleriyle işletmeye ve çözmeye çalışırken dünyanın geri kalanı özellikle sanayileşme yolunda olanlar bu süreci aktarma iv çabasına girmekte ve tam da bu noktada toplumsal hayatın dinamiklerinde olumluolumsuz farklılaşmalar ortaya çıkmaktadır. Ama her halükarda değişimin sancılı olmadan gerçekleşmediği bir sürecin var olmadığı dünyamızda böylesine farklı bir durumun meydana getirdiği dönüşümün etkisi muhakkak ki şiddetli olacaktır. Fakat süreç içerisinde durumun daha sağlıklı değerlendirilmesiyle problemler ve çözüm yollarına dair üretkenlikler daha mantıklı ve uygulanabilir şekilde ortaya çıkacaktır. Sanayileşmenin kültürel temellerinin yanında bir de toplumsal sistemde ortaya çıkardığı toplumsal işbölümüne bağlı olarak beliren statülerde farklılaşmıştır. Toplumsal tabakalaşmanın yeni görünümlerini ifade eden bu statülerin, rollerde ortaya çıkardığı dönüşümlerin yanında daha önce görülmeyen kesimleri de hayatımıza sokmuştur. Sanayileşme ile birlikte artan nüfusun ihtiyacını karşılamak, modern kentlere sanayileşmenin sebep ve sonucu olarak yığılan kitleleri donatmak ve modernleşme çabalarını görünür hale getirmek için kurulan fabrika sisteminin çarkı yeni bir sınıf olarak çıkan, çıkmaya çalışan veya çıkamayan işçilerin doğuşuna neden olduğunu görmekteyiz. Fabrika sisteminin kentlerde yaygınlaşmasıyla birlikte insanlar toplumsal hareketliliğin yönünü buralara çevirmiş ve modernleşme projesinin problemleri de ciddi boyutlarda kentlileri sarsmaya başlamıştır. Bu noktada mahrumiyetin pençesinde çırpınan ve kentin yükünü taşımaya zorlanan işçilerin bilinçlenme süreci ve hak arayışı farklı düzlemlerde cereyan eden mücadelelerle belirgin bir harekete dönüşmüştür. Araştırmamızda bu hareketlerin ideolojik boyutlarının yanında insani ve toplumsal alanda kendini görünür kılmanın emellerini taşımalarına dair değerlendirmeleri çeşitli bağlamlarda ifade edilen açıklamalarla belirlemekteyiz. Bunun yanında işçilerin toplumsal tabakalaşma da mevcut konumlarının farklılaşmasıyla birlikte işçi sınıfına dair öngörülerin değiştiğini ve ortaya çıkan çok değişik düzlemdeki statülerle birlikte farklılaşmanın yön değiştirdiğini, yine toplumsal hareketlenmenin baskın bir öğesi olarak ortaya çıkan işçi sınıfının fabrika sisteminin dışında da değişik alanlarda daha farklı koşullarda temsil edildiğini, öte yandan işçi sınıfı hareketlerinin yeni toplumsal hareketlerle birlikte bağlam değiştirdiğini veya birçok işçinin aynı zamanda kendisi için sınıf bilincini aşarak ortaya çıkan çağdaş hareketlenmelerin ve işçiler için sivil olarak tabir edebileceğimiz yapılanmaların içinde yer aldığını belirlemekteyiz. Sonuçta toplumsal hayatın döngüsünü tek bir boyutta değerlendirmelerin sakıncalarının işçilerin kendi yapısal farklılaşmalarının yanında varlıklarını ifade v ettikleri pratiklerde de ortaya çıkan dönüşümlerin özellikle post-modern eğilimlerin veya farklı bakış açısıyla post-endüstriyel ilerlemenin görünümlerinde dahi mevcut olduğunu ifade edebiliriz. Bu noktada zamanın hangi süreçleri tersine çevirdiğini ve ulaşılan durumun toplumsal statülerde ne gibi yeni rolleri beraberinde getirdiğini doğru okuyabilmek en büyük problemimiz olarak karşımızda durmaktadır. Bu problemlerin çözümünde ortaya çıkan görüşlerin ideolojik, kültürel ve dinî yansımaları olmakta ve bunların etkisi toplumsal alanda görülmektedir. Toplumumuzun kendi tarihsel sürecinin dinî geleneksel boyutu ortaya çıkan bu süreci değerlendirme de hâlâ başat bir rol oynamakta ve genel olarak küreselleşmenin kültürel boyutlarından da etkilenerek kendisini konumlandırmaya devam etmektedir. Özellikle modernleşmenin seküler boyutunun en çok etkilediği sınıf olarak ifade edilen işçilerin Türk toplum yapısının dinamiklerini kendi bütünsel varlıkları içerisinde barındırmaya devam etmeleri ve bunun yansımalarını toplumsal alanda ki temayülleriyle belirlemeleri gözlenen bir durum olmaktadır. Sürecin değişkenlerin gücüne bağlı olarak farklı boyutlarda kültürlerarası bir düzleme kayıp kaymayacağı veya Türk işçilerinin kendilerini tanımlama ve tanıtmada varoluşlarında ki kültürel kodlarını sunmaya devam edip-etmeyeceklerinin işaretleri aslında bu araştırmada da ifade edilen öngörülerle açıklığa kavuşmaktadır. Bu öngörülerin çerçevesi bilimsel sınırları aşmamak çabasının bir ürünü olarak değerlendirilmelidir. Araştırmamız Giriş dâhil üç bölüm, Sonuç ve Kaynakça’dan oluşmaktadır. Birinci Bölüm’de toplumsal tabakalaşma konusu işçi sınıfı bağlamında farklı kuramsal çerçeveler değerlendirilerek sunulmaya çalışılmıştır. Ayrıca toplumsal tabakalaşmanın sanayileşme ve dinle ilgili olan boyutları analiz edilmiştir. Ayrıca din ve sanayileşme ilişkisi ayrıntılı olarak analiz edilmiştir. Din, dindarlık, boyutları ve tipolojileri açıklanmaya çalışılmış, din ve toplum ilişkileri sosyolojik ve din sosyolojik bakış açısıyla incelenmiş ve sonunda da sanayileşme açıklanarak din ve toplumla ilişkisi farklı tipolojilerde ki görünümleriyle aydınlatılmıştır. Sanayi ve sanayileşmenin sosyolojik olarak ne anlama geldiği ve din sosyolojik bağlamda değerlendirilmesi bu bölümde yer almıştır. İkinci Bölüm’de ise araştırmanın konusu, bakış açısı ve problem ortaya konularak kapsam ve sınırlılıklara değinilmiştir. Ayrıca uygulanan yöntem ve teknikler belirtilmiş ve araştırmayla ilgili olarak veri toplanması ve değerlendirilmesi süreci kısaca ifade edilmiştir. Araştırmanın varsayımları ve hipotezleri belirlenerek bu çalışmanın amacı da aydınlığa kavuşturulmuştur. vi Üçüncü Bölüm’de ise işçiler üzerine yaptığımız ampirik çalışmamızın bulguları verilmiştir. Çalışmanın bulguları yorumlarıyla birlikte sunulmuş ve bulgularla ilgili açıklamalar yapılmıştır. Sonuçta ise araştırmanın varsayım ve hipotezlerinden yola çıkılarak değerlendirmeler yapılmıştır. Bu değerlendirmeler çalışmanın bulguları ışığında diğer benzer çalışmalarda göz önünde bulundurularak yapılmıştır. Son olarak sanayileşme ve din ilişkisini işçiler bağlamında incelediğimiz bu eserin ortaya çıkması yorucu bir çabayla gerçekleşmiş ve bu çabaya çok değerli insanların katkıları olmuştur. Öncelikle çalışmanın hazırlanması bir okuma sürecinin sonunda gerçekleşmiştir. Bu süreç kıymetli hocam ve tez danışmanım Yrd. Doç. Dr. Abdullah ALPEREN ve benimle birlikte verimli bir çalışma gerçekleştiren Murat ÇELİK’le beraber geçmiştir. Hem hocam hem de arkadaşıma destek ve katkılarından dolayı teşekkür etmek isterim. Çalışmanın anket ve istatistikle ilgili yönü başta olmak üzere çeşitli vesilelerle yardım ve desteğini gördüğüm hocam Doç. Dr. Asım YAPICI ve yine desteklerinden dolayı hocalarım Doç. Dr. Hasan KAYIKLIK ve Yrd. Doç. Dr. Hayri KAPLAN’a da teşekkür ederim. Bu çalışmanın maddi ve manevi destekçileri çok değerli eşim Buşra Nur’a, aileme, gönlümde yaşayan büyüklerime ve arkadaşlarıma da müteşekkir olduğumu belirtmek isterim. vii İÇİNDEKİLER ÖZET ............................................................................................................................ i ABSTRACT................................................................................................................. ii ÖNSÖZ ....................................................................................................................... iii TABLOLAR LİSTESİ ................................................................................................ x GİRİŞ I. BÖLÜM KURAMSAL ÇERÇEVE 1.1 Toplumsal Tabakalaşma .......................................................................................... 6 1.1.1. Toplumsal Tabakalaşma ve İşçi Sınıfı ........................................................... 6 1.1.2. Kast Sistemi .................................................................................................. 8 1.1.3. Feodal Sistem ............................................................................................... 9 1.1.4. Sosyal Sınıflar ............................................................................................. 11 1.1.5. Sınıf Kuramları ........................................................................................... 11 1.1.6. Marksizm ve Çatışma Kuramı ..................................................................... 13 1.1.7. Max Weber ve Uzlaşma Teorisi .................................................................. 19 1.1.8. Emile Durkheim ve Toplumsal İşbölümü .................................................... 21 1.2. Toplumsal Tabakalaşma ve Din ............................................................................ 28 1.3. Toplumsal Tabakalaşma ve Sanayileşme .............................................................. 35 1.4. Sanayileşme ......................................................................................................... 39 1.4.1. Sanayi Nedir?............................................................................................. 39 1.4.2. Sanayileşme ve Modernleşme .................................................................... 41 1.5. Din ve Sanayileşme .............................................................................................. 52 1.5.1. Din ve Sanayileşme İlişkisi ........................................................................ 52 1.5.2. Sosyolojik Bakımdan Din .......................................................................... 52 1.5.3. Dindarlık Nedir? ........................................................................................ 61 1.5.4. Dindarlığın Boyutları ................................................................................. 62 viii 1.5.5. Dindarlık Tipolojileri ................................................................................. 65 1.5.6. Din ve Toplum ........................................................................................... 69 1.5.7. Dinin Toplumsal Görünümleri ................................................................... 75 1.5.7.1. Geleneksel Toplumlarda Din ......................................................... 75 1.5.7.2. Modern Sanayi Toplumlarında Din................................................ 78 II. BÖLÜM ARAŞTIRMA VE YÖNTEM 2.1. Araştırmada Temel Bakış Açısı ............................................................................ 84 2.2. Problem ................................................................................................................ 87 2.3. Araştırmanın Varsayımları ................................................................................... 88 2.4. Araştırmanın Hipotezleri ...................................................................................... 91 2.5. Evren ve Örneklem............................................................................................... 93 2.6. Veri Toplama Teknikleri ve Verilerin Değerlendirilmesi ...................................... 94 2.7. Araştırmanın Sınırlılıkları..................................................................................... 95 2.8. Tanımlar ............................................................................................................... 95 2.8.1. Fabrika ....................................................................................................... 95 2.8.2. Fabrika İşçisi.............................................................................................. 96 III. BÖLÜM ARAŞTIRMANIN BULGU, DEĞERLENDİRME VE YORUMLARI 3.1. Araştırmaya Katılanların Demografik Özellikleri ................................................. 98 3.2. Araştırmaya Katılanların Öznel Gelir Algıları .................................................... 109 3.3. Araştırmaya Katılanların Öznel Kimlik Algıları ................................................. 112 3.4. Araştırmaya Katılanların Öznel Dindarlık Algıları.............................................. 115 3.5. Araştırmaya Katılanların Dine Verdikleri Önem ................................................. 120 3.6. Araştırmaya katılanların Dini Bilgi Durumları .................................................... 128 3.7. Araştırmaya Katılanların Halk İnançları İle İlgili Durumları ............................... 133 3.8. Araştırmaya Katılanların İnsanî ve Sosyal İlişkilerine Bakışları .......................... 139 3.9. Araştırmaya Katılanların Dinî İnançla İlgili Durumları ....................................... 144 ix 3.10. Araştırmaya Katılanların İbadetle İlgili Durumları ............................................ 161 3.11. Araştırmaya Katılanların Dinin Etkisini Hissetme Durumları............................ 191 IV.BÖLÜM SONUÇ VE DEĞERLENDİRME .......................................................................... 206 KAYNAKÇA ........................................................................................................... 217 EK ............................................................................................................................ 226 ÖZGEÇMİŞ………………………………………………………………………….231 x TABLOLAR LİSTESİ Tablo 1. Örneklem Grubunun Cinsiyete Göre Dağılımı ................................................... 98 Tablo 2. Örneklem Grubunun Yaşa Göre Dağılımı .......................................................... 99 Tablo 3. Örneklem Grubunun Medeni Haline Göre Dağılımı ........................................ 100 Tablo 4. Örneklem Grubunun Öğrenim Durumuna Göre Dağılımı ................................ 101 Tablo 5. Örneklem Grubunun Mesleki Statüsüne Göre Dağılımı ................................... 102 Tablo 6. Örneklem Grubunun İşkoluna Göre Dağılımı .................................................. 104 Tablo 7. Örneklem Grubunun Çalışma Yılına Göre Dağılımı ........................................ 105 Tablo 8. Örneklem Grubunun Günlük Çalışma Süresine Göre Dağılımı ........................ 106 Tablo 9. Örneklem Grubunun İş Memnuniyetine Göre Dağılımı ................................... 106 Tablo 10. Günlük Çalışma Süresine Göre İş Memnuniyeti Durumu (Ki-kare) ............... 107 Tablo 11. Örneklem Grubunun Mesleğini Tercih Etme Sebebine Göre Dağılımı ........... 108 Tablo 12. Örneklem Gurubunun Gelir Düzeyine Göre Dağılımı .................................... 109 Tablo 13. Cinsiyete Göre Öznel Kimlik Algısı (Ki-kare) ............................................... 112 Tablo 14. Cinsiyete Göre Öznel Dindarlık Algısı (Ki-kare) ........................................... 116 Tablo 15. Yaşa Göre Öznel Dindarlık Algısı (Ki-kare) .................................................. 117 Tablo 16. Gelire Göre Öznel Dindarlık Algısı (Ki-kare) ................................................ 118 Tablo 17. Mesleki Statüye Göre Öznel Dindarlık Algısı (Ki-kare) ................................. 119 Tablo 18. Öğrenim Durumuna Göre Öznel Dindarlık Algısı (Ki-kare) .......................... 120 Tablo 19. Cinsiyete Göre Din-Önem Düşüncesi (Ki-kare) ............................................. 121 Tablo 20. Gelire Göre Din-Önem Düşüncesi (Ki-kare) .................................................. 121 Tablo 21. Yaşa Göre Din-Önem Düşüncesi (Ki-kare).................................................... 122 Tablo 22. Mesleki Statüye Göre Din-Önem Düşüncesi (Ki-kare) .................................. 123 Tablo 23. Öğrenim Durumuna Göre Din-Önem Düşüncesi (Ki-kare) ............................ 123 Tablo 24. Öznel Dindarlık Algısı Bağlamında Din-Önem Düşüncesi (Ki-kare) ............. 124 Tablo 25. Örneklem Grubunun Din-Önem Düşüncesinin Sebebine Göre Dağılımı ........ 125 Tablo 26. Cinsiyete Göre Dini Bilgi Yeterlilik Durumu (Ki-kare) ................................. 128 Tablo 27. Öğrenim Durumuna Göre Dini Bilgi Yeterlilik Durumu (Ki-kare) ................. 129 Tablo 28. Örneklem Grubunun Dini Bilgi Kaynağına Göre Dağılımı ............................ 130 Tablo 29. Örneklem Grubunun Dini Problemlerine Çözüm Arama Mercisi ................... 132 Tablo 30. Cinsiyet Bağımsız Değişkeni ile Popüler İnanç Durumu ................................ 134 Tablo 31. Dini Bilgi Yeterlilik Bağımsız Değişkeni ile Popüler İnanç Durumu .............. 135 Tablo 32. Cinsiyete Göre Kabir ve Türbe Ziyareti (Ki-kare) .......................................... 136 xi Tablo 33. Öğrenim Durumuna Göre Kabir ve Türbe Ziyareti (Ki-kare) ......................... 137 Tablo 34. Örneklem Grubunun Kabir ve Türbe Ziyaret Sebebine Göre Dağılımı ........... 138 Tablo 35. Cinsiyete Göre İnsanî ve Sosyal İlişkiye Bakış (Ki-kare) ............................... 140 Tablo 36. Günlük Çalışma Süresine Göre Sosyal İlişkiye Bakış (Ki- kare) .................... 141 Tablo 37. Gelire Göre İnsanî ve Sosyal İlişkiye Bakış (Ki-kare) .................................... 142 Tablo 38. İş Memnuniyetine Göre İnsanî ve Sosyal İlişkiye Bakış (Ki-kare) ................. 143 Tablo 39. Dini Yaşayışın İnanç Boyutunun Cinsiyete Göre Analizi (t-testi) .................. 149 Tablo 40. Dini Yaşayışın İnanç Boyutunun Medeni Hale Göre Analizi (t-testi) ............. 150 Tablo 41. Dini Yaşayışın İnanç Boyutunun Yaşa Göre Analizi (t-testi) ......................... 151 Tablo 42. Dini Yaşayışın İnanç Boyutunun Öğrenim Durumuna Göre Analizi (t-testi) .. 152 Tablo 43. Dini Yaşayışın İnanç Boyutunun Gelire Göre Analizi (t-testi) ....................... 153 Tablo 44. Dini Yaşayışın İnanç Boyutunun Mesleki Statüye Göre Analizi (t-testi) ........ 154 Tablo 45. Dini Yaşayışın İnanç Boyutunun İşkoluna Göre Analizi (Tek Yönlü ANOVA) ....................................................................................................................... 154 Tablo 46. Öznel Kimlik Algısına Göre İnanç Boyutu (Tek Yönlü ANOVA) ................. 157 Tablo 47. Öznel Dindarlık Algısına Göre İnanç Boyutu (Tek Yönlü ANOVA) ............. 158 Tablo 48. Dine Önem Verme Düşüncesine Göre İnanç Boyutu (Tek Yönlü ANOVA) .. 159 Tablo 49. Çalışma Yılına Göre İnanç Boyutu (Tek Yönlü ANOVA) ............................. 160 Tablo 50. Cinsiyete Göre İbadetleri Yerine Getirme Durumu (Ki-kare) ......................... 162 Tablo 51. Cinsiyete Göre Namaz Kılma Durumu (Ki-kare) ........................................... 163 Tablo 52. Cinsiyete Göre Oruç Tutma Durumu (Ki-kare) .............................................. 164 Tablo 53. Cinsiyete Göre Zekât Verme Durumu (Ki-kare) ............................................ 165 Tablo 54. Cinsiyete Göre Hac İbadeti Durumu (Ki-kare)............................................... 166 Tablo 55. Cinsiyete Göre Kutsal Gün ve Geceleri Değerlendirme Durumu (Ki-kare) .... 167 Tablo 56. Cinsiyete Göre Nafile İbadet Durumu (Ki-kare) ............................................ 168 Tablo 57. Cinsiyete Göre Dinsel Yayınları İzleme Durumu (Ki-kare)............................ 169 Tablo 58. Cinsiyete Göre Dinsel Yayınları Okuma Durumu (Ki-kare) ........................... 170 Tablo 59. Cinsiyete Göre Cenaze Merasimlerine Katılma Durumu (Ki-kare) ................ 171 Tablo 60. Cinsiyete Göre Mevlit, Hatim Gibi Dinsel Programlara Katılma Durumu (Ki-kare) ....................................................................................................... 171 Tablo 61. Cinsiyete Göre Kur’an-ı Kerim Okuma Durumu (Ki-kare) ............................ 172 Tablo 62. Cinsiyete Göre Dua Etme Durumu (Ki-kare) ................................................. 173 Tablo 63. Cinsiyete Göre Kurban İbadeti Durumu (Ki-kare) ......................................... 174 Tablo 64. Cinsiyete Göre İbadetleri Yapmak İçin Camiye Gitme Durumu (Ki-kare) ..... 175 xii Tablo 65. Cinsiyete Göre Dindarlığın İbadet Boyutunun Analizi (t-testi)....................... 176 Tablo 66. Medeni Hale Göre Dindarlığın İbadet Boyutunun Analizi (t-testi) ................. 178 Tablo 67. Gelir Durumuna Göre Dindarlığın İbadet Boyutunun Analizi (t-testi) ............ 179 Tablo 68. Yaşa Göre Dindarlığın İbadet Boyutunun Analizi (t-testi) ............................. 181 Tablo 69. Mesleki Statüye Göre Dindarlığın İbadet Boyutunun Analizi (t-testi) ............ 182 Tablo 70. Öğrenim Durumuna Göre Dindarlığın İbadet Boyutunun Analizi (t-testi) ...... 182 Tablo 71. Çalışma Yılına Göre Dindarlığın İbadet Boyutu (Tek Yönlü ANOVA) ......... 183 Tablo 72. İşkoluna Göre Dindarlığın İbadet Boyutu (Tek Yönlü ANOVA) ................... 184 Tablo 73. Öznel Kimlik Algısına Göre Dindarlığın İbadet Boyutu (Tek Yönlü ANOVA) ..................................................................................................................... 185 Tablo 74. Öznel Dindarlık Algısına Göre Dindarlığın İbadet Boyutun (Tek Yönlü ANOVA) ...................................................................................................... 186 Tablo 75. Dine Önem Verme Düşüncesine Göre Dindarlığın İbadet Boyutu (Tek Yönlü ANOVA) ...................................................................................................... 188 Tablo 76. Dinî Bilgi Yeterlilik Bağlamında Dinsel Yayınları Okuma Durumu (Ki-kare) ....................................................................................................................... 189 Tablo 77. Dini Bilgi Yeterliliğine Göre Kur’an-ı Kerim Okuma Durumu (Ki-kare) ....... 190 Tablo 78. Cinsiyete Göre Dinin Etkisini Hissetme Durumu (t-testi)............................... 191 Tablo 79. Medeni Hale Göre Dinin Etkisini Hissetme Durumu (t-testi) ......................... 192 Tablo 80. Yaşa Göre Dinin Etkisini Hissetme Durumu (t-testi) ..................................... 192 Tablo 81. Gelir Durumuna Göre Dinin Etkisini Hissetme Durumu (t-testi) .................... 193 Tablo 82. İşkoluna Göre Dinin Etkisini Hissetme Durumu (Tek Yönlü ANOVA) ......... 194 Tablo 83. Öznel Kimlik Algısına Göre Dinin Etkisini Hissetme Durumu (Tek Yönlü ANOVA) ...................................................................................................... 195 Tablo 84. Öznel Kimlik Algısına Göre Dinin Etkisini Hissetme Durumu (Tek Yönlü ANOVA) ...................................................................................................... 196 Tablo 85. Dine Önem Verme Düşüncesine Göre Dinin Etkisini Hissetme Durumu (Tek Yönlü ANOVA) ............................................................................................ 197 Tablo 86. Mesleki Statü Durumuna Göre Dinin Etkisini Hissetme (t-testi) .................... 198 Tablo 87. Öğrenim Durumu Göre Dinin Etkisini Hissetme Durumu (Tek Yönlü ANOVA) ..................................................................................................................... 199 Tablo 88. Çalışma Yılına Göre Dinin Etkisini Hissetme Durumu (Tek Yönlü ANOVA) ..................................................................................................................... 200 Tablo 89. Dini Bilgi Yeterliliğine Göre Dinin Etkisini Hissetme (Tek Yönlü ANOVA) 200 xiii Tablo 90. Cinsiyete Göre Müslüman Olmayanlara Kız Verme Durumu (Ki-kare) ......... 201 Tablo 91. Cinsiyete Göre Müslüman Olmayan Biriyle Evlenmenin Onun Müslüman Olmasına Bağlanması Durumu (Ki-kare) ........................................................ 202 Tablo 92. Cinsiyete Göre Hıristiyanlar Tarafından Kurban Edilen Bir Hayvanın Etini Yeme Durumu (Ki-kare) ............................................................................... 203 Tablo 93. İşçilerimizin Yardımlaşmaya Verdikleri Önem Durumu ................................ 204 Tablo 94. Cinsiyete Göre Yardımlaşma Durumunun Analizi (t-testi) ............................. 204 Tablo 95. Cinsiyete Göre Sıkıntı Altında Kalanlar İçin Üzülme Durumu (t-testi) .......... 205 GİRİŞ İnsana dair çalışma yapmanın zorluğunu hissetmemek mümkün değildir. İnsanlığın tarihsel olarak geçirdiği değişimin ve dönüşümün ortaya çıkardığı mevcut zamanı değerlendirmenin insana yüklediği sorumluluğun ağırlığı doğrulara ulaşma çabasından kaynaklanmaktadır. İnsan tarihsel süreci farklı açılardan okuyabilir ve sonuçta insana, yaşamını gerçekleştirdiği topluma ve toplumsal mekânı doğaya dair kendi argümanlarını hakikat penceresinden aktarabilir. Bu pencerelerin mekânı benliğin ve toplumun kuramsal özünden bir bakış sunar mı bilemiyoruz ama bildiğimiz hakikatin özü bu benliğin sırlı dünyasından çok uzaklara ait bir cevher gibi gözükmesidir. İnsanlığın parçalanmış veya bölünmüş örüntülerini hangi açıdan değerlendirdiğimiz gerçekten çok büyük önem arz etmektedir. Takdir edilmelidir ki bilimsel çabaların insani ve toplumsal vicdana yansımaları devrin kuruluşuna öncülük edebilmektedir. İnsanlık tarihinin süreci bir de bu açıdan değerlendirilmelidir. Eğer sürece tek bir bakış açısını sunarak o noktadan hakikat ve bilincini insanlara yaşam felsefesi olarak göstermeye çalışırsak Edward Said’in Marx’a yönelttiği şu eleştiriye ulaşırız, “O insanlar acı çekmez- onlar doğuludur” (Said, 1995, 155) İnsanlık tarihi bu bağlamdan sunulan anlayışlarla, baskın grupların kendi hissettikleri acı, sıkıntı ve yabancılaşma gibi şeyleri, onlara tabi grupların hissetmediğini söyledikleri –ve buna gerçekten inandıkları!- örneklerle doludur (Nichols & Suğur, 2005, 59). Araştırmamız bu değerlendirmelerin ışığında sosyolojik bağlamda çalışma, emek ve üretim sürecinin aktörlerine bakmaktadır. Bu aktörlerin çalışma sürecinin değerlendirilmesi sosyolojide farklı bağlamlarda gerçekleşmiştir. Durkheim bu durumu toplumsal işbölümü ve toplumsal dayanışma bakımından değerlendirirken Weber için ise önemli olan belli rasyonalist formların gelişmesi ve kapitalizmin kökeninde dinin (yani Kalvinizmin) oynadığı roldür. Marx çalışma hayatına ve işçilere sermaye ile emeğin, “sömürü ve sınıf bilincinin” oluşumu açısından önem vermekte iken kuramsal çerçevelerde dinin değerlendirilmesi süreçte kendisine biçilen statü ve rollerde ortaya konulan farklılaşmayla ortaya çıkmaktadır. Ortaya çıkan değerlendirmelerin meydana getirdiği yapılanmaların sadece çıktığı bağlam ve değerlendirmelerin yerine göre kendisini bağlayan düzleminden yayılma gösteren bir eğilemle küresel çapta gerginliklere yol açması özellikle çalışma hayatının emektarlarını toplumsal alanda varlık tartışmalarının içerisinde, kendilerini sunma noktasında, mücadele meydanına 2 atılma mecburiyetine sürüklemiştir. Küresel arenada cereyan eden fikri ve kuramsal mücadeleleri aşan ve yer yer varoluş mücadelesi olarak sunulan bu bakış açısının din sosyolojisi açısından ifade ettiği anlamı sorgulamaktayız. Öncelikle işçilere bakış açılarının farklılaşmasının kaynağında tarihsel sürecin okunmasında ki kuramsal yanlılığı görmekteyiz. Binaenaleyh bu sürecin ortaya çıkmasında bu kuramların katkısını görmemekteyiz. Yine de her ne kadar insanlar belli öngörülerle yola çıksalar da objektif değerlendirmelerin bu sürecin insani ve toplumsal zihinlerde bulduğu karşılıkla ve katkılarla ileriye dönük olarak aşamalar katettiğini ve kuramın, tarihsel olarak kendisini yerine göre yeniden üretse dahi artık aynı zaman mefhumunu içermediği veya karşıt-zıt etki-tepkilerin çekim ve itim meydanında yeni şekillere büründüğü hususu tam da ifade etmek istediğimiz nokta olmaktadır. 18. yüzyıl insanlık tarihinde yeni bir dönem açtı. Bu dönem modern çağın başlangıcını ifade ediyordu. Bunun temelinde yer alan fabrikalar ve bütün ihtişamıyla eskiden eşine rastlanmayan makineler ve ürettiği koca binalar insanları şaşkına çevirmişti. Sürecin sancısı bütün ağırlığıyla milyonları sarıyordu. Taşımanın yük olarak algılanmadığı bilakis hayatı kazanma olarak görüldüğü insani eylemin tarihsel süreci yeni bir aşamadan daha geçecekti. Her ne kadar sancılı başlayan bir süreçte ortaya çıksalar da bu emekçiler aydınlık geleceğin harcı olarak tarihte yerlerini alacaktı. Kendilerini beş liraya hayatın yükünü taşımaya aday kılan şey toplumsal alanda ki rollerini ortaya çıkaran statülerinde gizliydi bu insanların. Gerçekten orada çalışıyor olmak sınıf bilincinin temellerini sarsıyordu ama nedense ekmek beş liranın altında saklıydı. Sınıf bilinci doyan karınların üzerinde sis perdesi gibi duruyorsa da bu ifade edilen diyalektiğin manevi alandaki anlamını bize sunmalıydı. İş yaşamının değiştiğini ifade eden bir çağa girmiş bulunmaktayız. 21. yüzyıl değişimin yeni bir boyuta evrildiğini ifade etse de sanayileşmenin temellerinde yer alan anlamlar bu çağa taşındı ve çağın dili bunu yeniden üretme çabasına girdi. Her ne kadar sanayi küreselleşen dünyanın kültür temellerini de makineleştirdiyse de yine de evrensel dil makinenin ulaşamayacağı boyutları içerisinde barındırmaya devam edeceğe benziyor. Peki, insanın en temel boyutunu ifade eden din, bireysel ve toplumsal alandaki ifadesini sanayileşmenin makineleştiren etkisinden kurtaran bir söylemle taşımaya devam edebilecek mi yoksa o da sürecin en temel müdavimi haline mi gelecek. Bu soru değişimin etkin gücünü ölçebilmek kadar zor bir içeriğe sahip olmakla birlikte yine de kuramsal temellerin tekellerinde kendisini aletlerin altında mı bulacak. İşte bu noktayı 3 farklı kültürel ve dinsel bağlamlarda ne kadar da değişik şekillerde okusak ta yine insanın farklı boyutlarını sanayileşmenin makinevari söyleminden ve bu minvalde üretilmiş nazariyelerinden kurtaracak öngörülere sahip olmaya muktedir görünmekteyiz. Sanayileşmenin ortaya çıktığı dönemde geliştirilen nazariyelerin modernleşme yönünde ki etkisi bugün yeniden tartışılmakta ve farklılaşmaların etkisi ortaya çıkan kuramsal çerçevelere de yansımaktadır. Özellikle işçiler üzerinden yürütülen kuramsal tartışmaların heterojen yapı arz eden bu olguya bakışında yeni modeller geçerlilik kazanmış ve işçilerin evrimci model de tanımlanmasının gerçekleşmediği vurgulanmıştır. Günümüzde sanayileşmenin sadece teknolojik ve ekonomik bir olay olmadığı ve toplumun tüm kurumlarını değiştiren ve dönüştüren bir olgu olduğu görülmekte ve bunun işçi kesiminde ortaya çıkan heterojen durumu açıklamakta oluşu durumun tahmin edilen boyutları aşan yönlerini göz önüne almamızı gerektirmektedir. Modernleşmenin seküler öngörülerinin bu farklılaşmayı göz önünde bulundurması gerekmekle beraber olaya normatif yaklaşımların yönlendirme endişeleriyle birlikte bilimsel çerçeveleri daralttığı ifade edilebilir. Tespit edilen durumun öngörülerin aksine çıkması ulaşılan bilimsel noktaları da yıkması düşünülemez. Bu noktada işçi sınıfının çözümlenmesinde işçi sınıfına biçilen rollerin farklılaşması veya toplumsal işbölümünün dayanışmanın zıtlarını da içinde barındırması veya çalışmanın temellerinin dinsel eğilimlerden kaynaklanıyor olmasının tek bir dine hasredilerek açıklanması günümüzde ulaşılan noktanın gerisinde kalmakta ve yerel unsurların gücünün yanında insani eylemlerin temelindeki faktörlerin net olarak tespit edilememesinde veya farklılaşmanın dayanaklarını tek bir noktada düğümleme kolaycılığında görünmektedir. Bu hususta her şeyin merkezi olarak belli bir bağlamın atıf noktası veya istenilen amaca ulaşmada merkezi çıkış noktası olarak kullanılması adil bir bakış açısından bizleri uzaklaştırabilir. Çalışma hayatının işçiler bağlamında değerlendirilmesi çok boyutlu bir problem olarak karşımızda durmaktadır. Öncelikle işçilerin sanayileşmenin hangi boyutunda yer aldıkları ve ardından toplumsal konuşlanmaları ve nihayetinde bilinçlenmiş bireylerden oluşan bir toplum olmaları gibi problemler karşımızda durmaktadır. İşçilerin kültürel algılamalarının temel yönlendirici güç olduğu bu süreçte sanayileşmenin temellerinden soyutlanan din ve dindarlığın varlığı veya ifadesi de bu noktada farklı anlamlar kazanacaktır. 4 Fabrika sistemiyle birlikte ortaya çıkan işçi sınıfı sanayileşme sürecinin bir parçası ve dolayısıyla modernleşmenin temel görünümlerini üzerlerinde taşıyan örnekler olması değerlendirmelerin bağlamını ifade edecektir. Bu bağlamdan yola çıkarsak, işçilerin günümüzde nasıl bir görünüm sergilediklerine dair algılamaların etkisi özellikle dinsel olgularda kendisini göstermektedir. Batı’da ortaya çıkan ve gelişen sanayileşme olgusunun ve toplumsal sonuçlarının günümüzde küreselleştiğini ve etkilerinin aynı anda tüm dünyayı sardığını ifade edebiliriz. Özellikle Batı kaynaklı olarak ortaya çıkan bu etkilerin kendi kültürünü de tüm dünyaya taşımaya çalışması diğer kültürler üzerinde ciddi bir baskı oluşturmakta dolayısıyla bu durum kültürel çatışmaların yanında uyum, entegrizm, adaptasyon ve aynılaşma bağlamlarında değerlendirilmektedir. İşin diğer bir yanı ise bu algılamaların toplumsal olarak gerçekleşme durumlarıdır. Bu noktada ulaşılan durum da küresel yapının etkin olduğunu ve artık hiçbir toplumun kendisi olarak kalamadığını gözlemlemekteyiz. Sanayileşmeyle birlikte toplumsal hayatın olgularında ortaya çıkan değişimlere bağlı olarak dini kurumlarında değiştiğini ve genel olarak zayıfladığını ifade etmeliyiz. Bu durumun nasıl bir sonuca doğru gittiğine dair öngörülerin en önemlisi dinin zamanla zayıflayıp kaybolacağına dair görüştür. Sanayileşmenin ortaya çıkaracağı rasyonel bakış açısının sekülerleşme lehine ilerleyeceği ve sonuçta dinin toplumsal alandan silineceğine dair ileri sürülen görüşlerin özellikle sanayi kesimi işçileri arasında araştırılması önem kazanmaktadır. Bu noktada dinin modernleşmeyle birlikte ortaya çıkan algılamalarının tarihsel köklerinin yansımalarını sadece sanayileşme olgusuyla birlikte açıklamanın farklı toplumlarda ki etkisini göz ardı etmek anlamına gelebileceği vurgulanmalıdır. Bunun en temel argümanlarına sosyal hayatın farklı kesimlerinde gözlemlemek mümkün olmakla birlikte dinî hayatın şiddet ve kesafetine yönelik değerlendirmeler her zaman için farklılaşmaya devam etmektedir. Araştırmamızın sanayi kesimi işçilerine yönelik olarak ortaya çıkardığı temel sonuçların dinin anlaşılması ve uygulanmasına yönelik geleneksel vurgulamaları göz önüne sereceği ifade edilebilir. Sanayi kesimi işçilerine yönelik olarak Batı’da yapılan çalışmaların sonuçları genel olarak dine karşı ilgisizliği yansıtmakla birlikte dinin bireysel ve sosyal görünümlerinin dinin ve toplumun farklılaşmasıyla birlikte bu kesime yönelik olarak ne gibi değişik görünümleri bize sunacağı önem arz etmektedir. Bu noktada Türk toplumunda yer alan işçilerin dinsel görünümlerinin anlaşılması önem arz etmektedir. 5 Sanayileşme ile birlikte sosyo-kültürel tabaka ve çevrelerin din olayları karşısında ki değişik tutumları bu sosyo-kültürel tabakaların oluşum ve gelişim süreçleriyle dahi birlikte değerlendirilmiş ve özellikle fabrika işçilerinin toplumsal tabaka içerisinde ki rol ve statüleri dinsel görünümlerine varana değin belirlenmiştir. Her ne kadar fabrika işçilerinin sürecin başından itibaren dinsel görünümleri farklılaşsa da bu kuramların olayın kapsamına dair duruşları da değişik görünümler arz etmiştir. Bu noktada işçilerimizin dinsel görünümlerinin toplumsal tabakalaşma stratejilerine uygun bir görünüm sergilemekte olup-olmadığı veya ifade edilen kuramların toplumsal tabaka anlayışıyla uyuşup-uyuşmadığı da araştırmamız açısından önem arz etmektedir. Araştırmamız toplumsal tabakalaşmanın görünümlerine kuramsal açıdan yaklaşmakta ve özellikle sanayileşmenin ortaya çıkardığı görünümlerin ana eksenini oluşturan işçilere dair farklı bakış açılarını sunmaktadır. Weber’den beri kuramsal olarak çözümlenen farklı tabakalara karşılık gelen dinsel görünümlere dair bakış açılarının işçi sınıfı veya tabakalaşmanın işçiler açısından görünümü noktasında farklılaştığı bilinmektedir. Bu noktada işçi dindarlığına dair Türk toplumunda ki görünümler ölçülmek istenmiştir. Batı’da her ne kadar işçiler dine karşı en ilgisiz kesim olarak algılansa da Türk toplumunda bu algılamanın farklılaşabileceğini göstermek amaçlanmıştır. Bu çalışma işçi sınıfı, din ve dindarlık kavramlarına dair bakış açılarını sunmakta ve bu noktada işçi sınıfı algılamalarını ve işçi sınıfının dinsel görünümünü tartışmakta ve sanayileşmeyle birlikte ortaya çıkan dinî toplumsal görünümleri tipolojik olarak açıklamaya çalışmaktadır. Özellikle Batı’da yapılan çalışmalarda kendilerine has bir dindarlık görünümü sergilemeyen işçilerin Türk toplumunda ki görünümleri Adana örneğinde belirlenmeye çalışılacaktır. Çalışmanın uygulama ve bulgular kısmında ise dinsel hayatın boyutlarının işçilerin farklı özelliklerinden oluşan değişkenlerle birlikte değerlendirilmesiyle ortaya çıkan sonuçların anlamlı farklılaşmayı yansıtıp yansıtmayacağı ve işçilerin dinsel görünümlerinin seviyesinin hangi boyutta olduğunu sunmak amacındayız. Sonuçta değerlendirmeleri işçi dindarlığının göz gösterilmeye çalışılmıştır. önünde görünümleri, bulundurularak kuramsal kendi bakış kültürel açılarının bağlamımızda I. BÖLÜM KURAMSAL ÇERÇEVE 1.1 Toplumsal Tabakalaşma 1.1.1. Toplumsal Tabakalaşma ve İşçi Sınıfı Sanayileşme ve bilimsel devrimlerle ortaya çıkan Batı tarzı bilimsel çözümlemelerin ilk devrelerinde yeni bir bilim dalı olarak ortaya çıkan sosyolojinin kuramsal çerçevelerinin oluşumunda farklı sosyologların katkıları olmuştur. O dönemde ortaya çıkan toplum çözümlemelerinde mevcut Batı toplumlarının durumu bu sosyologların genel anlamda çıkış noktalarını oluşturmuştur. Ritzer bu noktayı sosyal etkiyle açıklamakta ve kuramların oluşmasında “politik devrimleri, sanayi devrimi, kapitalizmin ortaya çıkışı, sosyalizmin ortaya çıkışı, kentleşme, din olgusundaki değişme, bilimin gelişmesi” gibi durumları belirlemektedir (Ritzer, 1983, 3). Nitekim Marx’ın kuramsal bakış açısını oluştururken “örneklerini hep İngiltere’den aldığını, çünkü incelediği hastalığın İngiltere’de en ilerlemiş olduğunu” ifade etmesi ilginçtir (Sezen, 1990, 219). Sanayileşmeyi anlatırken ifade edeceğimiz gibi işçi kesiminin o dönemde ifade edilen ülkede ki hali içler acısıdır ve hatta ülkenin durumu içler acısıdır ve öyle ki milyonlarca insan açlıktan ölmekte ve hükümetin çıkardığı yoksulluk yasası yeterli gelmemektedir (Hobsbawm, 2005, 73-89). Doğal olarak Marx’ın kuramı da aynı sertlikte bir karşıt duruş sergilemiştir. Bizim için önemli olan nokta şudur ki, çatışma kuramının işçi sınıfına uygulanışı ne ifade edecektir ve ne gibi sonuçlar doğuracaktır? Bunun yansımalarının ülkemiz işçilerinde ne tür bir akis bulduğu da önemlidir. Diğer bir noktada aşağıda açıklanacak olan tarihsel sürecin doğurduğu bir toplumsal deneyimin kuramı olan Marksist teorinin dine bakış açısının bizler için ifade ettiği anlamdır. Bu anlam inceleyeceğimiz işçiler üzerinde nasıl gerçekleşmiştir bunu yorumlayacağız. Yine Max Weber’in o dönemde ortaya çıkan sanayileşme hamlelerinden güç alarak ortaya koyduğu teorinin din sosyolojisi açısından ifade ettiği anlam Marksizm’in karşısındadır. Ayrıca dine toplumsal açıdan biçtiği rolde teorik olarak bize yol gösterici olmasının yanında, gerçekten önemli olan ise işçi sınıfı bağlamında ortaya bir ideoloji koymanın toplumsal anlamı teorik olarak nasıl reddedilebilir bunu göreceğiz. 7 Ayrıca o dönemde Durkheim’in Rönesans ve Reform sürecinin dini kurumsal olarak toplum hayatının dışına itmiş olmasının verdiği bir bakış açısıyla yeni bir seküler anlam projesi yaratabilmek için dinin toplumsal konumunun kökenine inerek araştırmasının yanında ortaya çıkan modern-aydınlanmış toplum çözümlemelerinde hayatın karmaşıklaşmasına binaen işbölümünde ortaya çıkan değişim, dönüşüm ve farklılaşmanın işçiler açısından ifade ettiği anlam fonksiyonel bir bakış açısıyla bize yeni bir yol çizecektir. Bu bağlamda toplum da yeknesak bir düzen arz etmemektedir. Toplumlarda ilk insanlardan bugüne ulaşan farklılaşmalardan kaynaklanan toplumsal eşitsizliklerin yol açtığı tabakalaşma farklı şekillerde isimlendirilmiş ve değerlendirilmiştir. Tüm bu noktaları da göz önünde bulundurarak tabakalaşma kavramını ve onun anlaşılma biçimlerini tarihsel sürecinden başlayarak ve farklı dinlerden ve toplumlardan örnekler vererek inceleyebiliriz. Sosyolojide tabakalaşma terimi genellikle yapılaşmış toplumsal eşitsizlik araştırmaları; yani, insan grupları arasında, toplumsal süreçlerle ilişkilerin maksat dışı sonuçlarından kaynaklanan sistematik eşitsizlikleri inceleyen araştırmalar için kullanılmaktadır (Marshall, 1999, 710). Tarihi süreç içerisinde toplumlarda gözlenen farklılaşmalar genel anlamda bu sosyolojik kavram içerisinde değerlendirilmiştir. Fakat burada terimin ifade ettiği anlama bakacak olursak toplum içerisinde mevcut olan farklılaşmaların bir değer ifade edecek biçimde vurgulanmasını görmekteyiz. İnsanlar arasındaki bir eşitsizlik sistemini ifade eden toplumsal tabakalaşma arzulanan toplumsal ödüllere sahip olmada daha az veya daha çok paya sahip olmaya dayanır. Bu ödüller servet, gelir, mesleki prestij, eğitim ve de servetin özel bir türü olarak dinî olabilir. Bu noktada arzu edilen malların az olması ve bu nedenle toplumun bütün üyelerinin nihai doyuma ulaşamamaları toplumsal tabakalaşma için şart olarak gözükmektedir (Kehrer, 1996, 70-71). Bir toplum veya grup içinde sosyal statü farklılaşmalarını ifade eden (Türkdoğan, 2004, 398) tabakalaşma sert, bariz ve oturaklı veya aksine biraz gevşek ve çalkantılı olabilir. Kişinin yeteneği, gücü ve becerikliliğinin ölçüt olduğu yerde, sınıfların kararlılığı daha az bariz olmak eğilimindedir; fakat kriterin sülale veya doğum olduğu yerde o, donmaya yüz tutar (Wach, 1995, 267). Ayrıca tabakalaşma olgusunun, esas olarak, gerek “tabii”, gerekse “sosyal” “eşitsizlik”lerin varlığına dayandığı görülmekte, yine zaman ve mekân itibariyle tüm toplumlarda görülen, sayısı ve belirleyiciliği değişiklik arz eden çeşitli sosyal faktörlerin 8 etkisiyle ortaya çıkan, nüfusun hiyerarşik bir tarzda farklılaşması olgusu da kastedilmektedir (Aslantürk & Amman, 1999, 334-335). 1.1.2. Kast Sistemi Özellikle dar anlamı ile bir Hindu tabakalaşma sistemi, daha geniş bir anlamda kişileri farklı toplumsal düzeylerde donduran, hiyerarşik ve sosyal bir teşkilata işaret eden “kast sistemi” bunun tipik örneğini oluşturmaktadır (Nottıngham, 1964, 47; Wach, 1995, 265; Aron, 1992, 17). Hindistan’daki kast sistemi organik bir “çoklu toplum” oluşturur.(Sprott, 2002, 91). Şöyle ki “Kast, toplumda insanları ırk, etnisite gibi aidiyet bağlarına veya toplumdaki unvan ve prestij ölçütlerine göre ayıran ve yine kişinin içinde doğduğu bir durum(ascriptive) olarak algılanan bir sistemdir” (Sezal, 2002, 300). Sonuçta bu ayrımın toplumsal yaşam içerisinde bir meslekî ayrım olarak görülmesi yanında özellikle farklı kastlarda yer alan insanların yaşam biçimlerinde de farklılaşmanın yer aldığını görüyoruz. Yine Hindu inanışında yer alan reenkarnasyon inancının da kast sistemi içinde ki farklılaşmayı göz önünde bulunduran bir anlayışı içinde barındırması da önem arz etmektedir. Şöyle ki bu inancın fatalist bir yaklaşımla insanları, içinde bulundukları durumu tabi karşılar bir yoruma götürmesi hiyerarşik düzenin devamı için olan bir zemini ifade etmektedir. Sonuçta Hint dininin belli başlı özelliklerinden biri olarak kastların varlığı, ruh göçü inancıyla desteklenmesinin yanında boyun eğme anlayışıyla da bütünleşmiştir. Bu inancın toplumdaki yansıması Hindistan’a has bir durum ortaya çıkarmaktadır. Hindistan, beslenme imkânları çok büyük değişiklikler gösteren bir ülkedir. Toplum içinde, toprağın insana değişik beslenme imkânı tanımasının ifadesi de kast sistemi olacaktır. Su boylarında doğan kimseler nasıl doğuştan Tanrı eliyle avantajlı oluyorsa üst kastlarda doğanlarda öyle olacaklardır (Sezer, 1981, 49). Çünkü doğumun doğal bir süreç değil, aynı zamanda doğaüstü güçlerce belirlenen bir süreç olduğuna inanılıyordu (Erbaş, 2007, 132; Weber, 1998, 162). Hint uygarlık modelinin teolojik dille ifadesi olan Brahmanizm, kast sistemi ile içinde geliştiği toplumsal ve ekonomik düzeni ideoloji düzeyinde onaylarken kurulu düzenin dini olarak görülmektedir. Bu arada Brahmanizm’in “kast dışı” olarak dışladığı halkın Buddhizm’in kurduğu manastır yaşayışı içinde disiplin altına alınmasından, kurulu düzenin hoşnut olduğunu görüyoruz. Böylece Buddhizm tarihte özel bir rol oynayarak Hindistan toplumunda işsiz, üretici olmayan halkların toplumsal intiharlarına 9 araç ödevini yüklenmiştir. Gerçekte Buddhizm “kast dışı” halkın sefaletine manevi bir destek kazandırarak içinde yaşadıkları perişan durumun sürmesine yol açmakta ve bu duruma dini bir açıklama getirerek “kast dışı” halkın kabullenmesine izin vermektedir (Sezer, 1981, 52-55; Kehrer, 1996, 65). Sosyal tabakalaşma sürecinin olduğu yerde, dini kavramlar, takva şekilleri ve ibadet teşkilatı, sosyal şartların ve toplumsal değişikliklerin kendilerinde meydana getirdikleri etkileri tezahür ettirebilirler ve bu sonuncular bir uyarıcı ve bir dini saiklenmenin etkisinin varlığını tam olarak ortaya çıkarabilirler (Wach, 1995, 263) derken Wach’da bu duruma işaret etmektedir. Kısacası, Hind kast sistemi dinî inançlar temeli üzerine oturmuş bulunan bir sosyal farklılaşma ve tabakalaşma örneğidir ve bu örnekte din, bir toplumsal farklılaşma veya toplumsal farklılıkları meşrulaştırma fonksiyonu görmektedir (Günay, 2003, 323324; Kehrer, 1996, 64). 1.1.3. Feodal Sistem Ortaçağ Avrupası’nda görülen feodal sistem de toplumsal tabakalaşmanın diğer bir örneğini teşkil eder. Asiller, rahipler ve serflerden oluşan bu sistemde her bir grubun hukuken tanınmış hakları görevleri ve imtiyazları vardır. Bunlar krallık tarafından saptanan yazılı kanunlarla belirlenmektedir. En üstte krallık, monarşi ve asiller olmak üzere, krallığa bağlı toprak sahipleri ve derebeyleri bulunur. Geleneksel tabakalaşma sistemlerinin hepsinde görülen bir özellik olarak, hiyerarşinin en üst basamağında toprak sahipliği sistemine paralel ancak bu sistemden ayrı olarak yer alanlar; Tanrı’nın elçileri olarak kabul edilen din adamlarıdır. [Ortaçağda servetin üçte biri ruhban sınıfının elinde bulunuyordu ve rahipler buralarda köylüleri toprağa bağlı köle olarak çalıştırıyorlardı.] (Aron, 1992, 18). Son olarak ise büyük çoğunluğunu çalışan kulların (serfs) oluşturduğu, ancak içinde bağımsız köylülerin, zanaatkârların, küçük ticaret erbabının da bulunduğu avam tabaka gelir (Sezal, 2002, 301-302; Aslantürk & Amman, 1999, 341-342; Aron, 1992, 16). Feodalizm’in Avrupa’nın Batı dışı halkların baskısına karşı kendisini korumak için aldığı bir toplum biçimi olduğunu belirten Sezer, feodalizmin temelinde de belirli toprak noktalarına yerleşmiş kalelerle korunan ufak üretim birimlerinin yer aldığını ifade eder. Kölelik düzeninin iç çelişkilerinin feodalizmi hazırlayıcı nedenlerin doğuş koşullarını çıkardığını kabul eden Sezer, kölelik düzeninin çıkmazlarının, mutlaka 10 belirli bir tarihte Batı Avrupa’da olduğu gibi feodal bir biçimde de çözülmesini gerektirmezdi, der. Şöyle ki Roma (Batı) üzerine yoğunlaşan barbar baskılarına karşı kendi kişiliğini bir bütün olarak koruyamayınca kendini koruma içgüdüsüyle küçük birimlere bölünmüştür. Siyasi güç de, barbar baskısı karşısında üretimin sürmesini sağlayan, savunma üstünlükleri olan noktaları elinde tutan ve barbarlara karşı küçük birimler halinde savaş imkânını ortaya çıkaran feodallerin elinde toplanmaktadır. Serfliğin ise üretim birimleri dışında saldırılardan dolayı üretim yapamayan köylünün savunulabilir bu alanlardaki toprağa bağlanmasıyla ortaya çıktığını görüyoruz. Serflerin kölelerden farkı ise mülk olmakla birlikte artık mal olmamasında yatmaktadır. Bir senyörden diğerine alınıp satılabilen serfler eğer üretici olarak devam etmek istiyorlarsa toprağı terk edemezlerdi. Serflik zaten köleliğe benzeyen bir şekilde toprağa bağlılık anlamına gelmektedir (Sezer, 1981, 123-125; Sprott, 2002, 90; Aslantürk & Amman, 1999, 341; Marshall, 1999, 650). Krala karşı vergi ve asker vermekle yükümlü olan derebeyleri, kullarına toprağı kullandırır ve onlardan belirlediği oranda vergi alır ve askerlik görevi isterdi (Sezal, 2002, 302). Weberci terimlerle, feodalizm, geleneksel bir tahakküm tarzı bağlamında karizmanın rutinleşmesinin bir örneğini temsil etmekteydi. Dolayısıyla iktidar, bir fieflik sistemiyle desteklenmiş olarak patrimonyal şekilde örgütleniyor ve serflerin toprağı işleme hakkı karşılığında lordlarına değişen oranlarda ve genellikle çok çeşitli biçimlerde rant ödemeye zorlandıkları bir sömürü sistemine dayanıyordu. Weber’e göre, sistemin iç dinamiğini kazandıran etken rant mücadeleleriydi (Marshall, 1999, 243). Feodal dönemlerde özgür olmayan, bir anlamda özgür olanla karışır, ancak keyfi bir hat çizer ve bunun üzerinden bakarsak, ya da bütün insanların yasa karşısında özgür olduğu bir toplumu dikkate alırsak, kölelik görevlerinin varlığı veya yokluğuna değil, kabul edilen veya hissedilen üstünlük ve aşağılık düşüncelerine dayanan bir tabakalaşmayla karşılaşırız. Aslında eşitsizlik esas olarak ekonomik değil hukuksaldı ve büyük servet farklılıklarına karşın, sadece gelire değil, yasal statüye dayanıyordu. Siyasal haklar bir yana, medeni haklar bile herkes için eşit değildi ve sınıftan sınıfa farklılık gösteriyordu. (Sprott, 2002, 90-92). 11 1.1.4. Sosyal Sınıflar Diğer tüm toplumsal tabakalanma sistemlerinden farklı olarak kişinin içinde doğduğu mevkiyi/statüyü değiştirebilme özelliğine sahip olduğu, bunu da kendi yetenekleri ve kazanımları ile yapabileceği için (Aron, 1992, 17) değişime ve dinamizme en açık sistem olarak tanımlanır. Sosyal sınıf, genel olarak ekonomik kaynaklara aynı uzaklıkta veya yakınlıkta olan, bu ortaklığında üyelerinin siyasi ve toplumsal yaşam tarzlarını, tercihlerini belirleyen büyük bir topluluk kesiti olarak tanımlayabiliriz (Sezal, 2002, 303). 1.1.5. Sınıf Kuramları Toplumsal tabakalaşmanın tarihi süreç içerisinde devam eden bir eşitsizlik örneği olduğu ve sürecin farklı bakış açılarıyla ve farklı çıkış noktaları sağlayan kültürel dinamiklerden ve/veya ideolojik perspektiften değerlendirilmeye tabi tutulduğuna şahit oluyoruz. Sosyal tabakalaşmanın daima bir eşitsizlik halinin ifadesi olduğu üst tabakalara gidildikçe insanların alt tabakalarda bulunanlara göre daha fazla hak sahibi olduğu veya bazı haklardan daha fazla yararlandığı görülmektedir (Aron, 1992, 5). Şurası bir gerçek ki bütün toplumlarda bazı gruplar, zenginlik, saygınlık ve güç gibi maddi ve maddi olmayan değerli mallara sahip olma konusunda sistemli olarak dışlanırlar (Erbaş, 2007, 131). Basit teknoloji ve üretim sistemine sahip olan toplumlardan başlayan eşitsizliğin, farklılaşmanın, üretim vasıtalarının alabildiğine çeşitlendiği günümüz toplumuna uzanan tarihinde farklı boyutlar ve özellikler sergilediğine şahit olmaktayız. Eşitsizliğin boyutlarının toplumlarda değişik ölçülerde olmasının yanında aynı şekilde işleyişinde farklılaştığına şahit olmaktayız. Mesela bütün ortaçağ Avrupası’nı feodal sistem içerisinde ileriye dönük olarak evrilen bir yapı içerisinde görmemiz tek boyutlu bir bakış açısının sakıncasını taşıyorsa aynı şekilde Hint Toplumu’nun tümünü de sadece kast sisteminin katı, geçirgen olmayan bir genellemesi içerisinde değerlendirmemiz de mümkün olmasa gerektir. F. Braudel’in XI. İle XV. yy. arasını sadece “Feodalizm” ile ifade etmenin yanlışlığına dikkat çekmesi ve “tek bir sistem değil de sistemler; tek bir hiyerarşi değil, hiyerarşiler; tek bir üretim tarzı değil, üretim tarzları; tek bir kültür değil, kültürler, bilinçlenmeler, diller, yaşama sanatları. Her şey çoğul hale getirilmelidir” (Aslantürk & Amman, 1999, 342), sözünün önemli olduğunu 12 düşünüyoruz. Özellikle de bu bakış açısının günümüzde ifade ettiği anlamın, Lenski’nin ifadesiyle Modern sanayi toplumlarında çok boyutlu çözümlemeye duyulan gereksinime uyarlanması, çoğulculuğu daha çok içerecektir (Poloma, 1993, 136). Bu noktada aynı toplum içerisinde yaşayan insanlar arasındaki etkilenmeleri göz ardı etmemekle birlikte mesela J. Wach’ın Hint kast sisteminden etkilenen Müslümanların Hindistan’da iki tabakaya (Şerif zatlar, Ajlat zatlar) ayrıldığını söylemesi ve bunu direk o sistemin devamı içerisinde değerlendirmesi yanlış anlamalara meydan verebilmektedir (Wach, 1995, 270). Genel anlamda bakış açısının önemini vurgulayan bu değerlendirmeden sonra sınıf tartışmalarında da görüleceği gibi sınıf tanımlamalarının ve çeşitli değişkenlere göre belirlenen sınıf yapılarının farklı bölge, deneyim ve dönem içerisinde bulunan sosyologlar tarafından özellikle konunun ideolojik boyutdan da etkilenmesiyle farklılıklar arz ettiğini belirtmemiz gerekir. Modern zamanlar da, geleneksel ve değişmez kastların yerine daha esnek zümrelerin geçtiği görülmektedir. Aslında süreç içerisinde en katı toplumsal yapılar bile yeteneklilerden faydalanmak ister, alt kastta doğup ve gerekli becerilere sahip olanların sistemi zorladığı görülmüştür. Genel anlamda, objektif veya sübjektif olarak sülale, meşguliyet benzerliği, zenginlik, eğitim, yaşam biçimi, kavramlar ve duygular, tutumlar ve davranışlar tarafından karakterize edilen sınıflar ilk önce Batı’da gelişmişlerdir (Wach, 1995, 270). “Sınıf” kavramı, ilk kez 19. yy’da Fransız devrimi sonrasında oluşan kargaşa ortamında ve sanayinin ilerlemesi ile Avrupa toplumunda oluşmaya başlayan yeni gruplaşmalar onucunda ortaya çıktı. Aslında Wallerstain’in ifadesiyle bu kavram Yunanlılar zamanında biliniyordu ve 18. yüzyıl Avrupa toplumsal düşüncesinde ve Fransız Devrimi’nden sonra yazılan eserlerde yeniden ortaya çıktı (Wallerstain, 2007, 141). Nitekim Marx’da, “sınıflar” kavramını ilk kez kendisinin keşfetmemiş olduğunu ifade ederek bu kavramın ortaya atılışının Fransız tarihçisi Guizot tarafından gerçekleştirildiğini söyler. Marx’ın çalışmalarını takip eden yıllarda, siyasal bir nitelik taşımayan akademik sosyolojinin gelişmesiyle sınıf kavramı politik anlamından soyutlanarak da kullanılmaya başlandı. İçerdiği sosyal bilinç ya da siyasal saflaşma anlamından uzaklaşarak, üretim süreci içerisinde birbirine benzer roller oynayan herhangi bir grup anlamı kazandı. Üretim sürecinde yapılan iş ya da mesleki gruplaşma, bu süreçte alınacak konumun genel bir ölçeği haline geldi (Birnbaum, 2002, 14-15). 13 Modern toplumların başlangıcında 1789 Fransız İhtilâlinin prensiplerinin neticesi olarak hukuki sınıf ve asalet farklarının kalkması ve sanayi inkılâbının ekonomik sonuçları sınıf ayrımının da muhtevasını değiştirmiştir. Bu büyük değişim, sosyal ayrımdaki sertliği azaltmıştır. Ayrım belirli hukuk kaidelerine, bir siyasi teşkilata hatta dini prensiplere dayanır olmaktan çıkınca, bizzat ekonomik hayatın kendisi gibi daha yumuşak, daha kararsız bir özellik almış; sosyal sınıflar arasındaki sınırlar daha belirsiz, bir sınıftan diğerine geçmek daha kolay hale gelmiştir (Laroque, 1969, 23-25; Sezen, 1990, 26). Aslında toplumsal sınıflar kesinlikle ekonomik işbölümünün farklılaşmasından kaynaklanıyor ve onu pekiştiriyor olmakla beraber, iş ilişkileri gibi ekonomik ilişkilerle direkt olarak sınırlanamaz. Sınıflar, ana babaların çocuklarını nasıl yetiştirdiklerinden dinsel tutumlara kadar yaşamın bütün alanlarına ilişkin davranışları şekillendirir. Toplumsal sınıf bu yönüyle işten daha kapsamlı bir şeydir. Hem resmi ve akademik çözümlemelerde hem de popüler düşüncede on binlerce mesleğin hepsi bir sınıfa indirgenebilir; çünkü Marx’ın belirttiği gibi “üretim araçlarıyla olan ilişki” çerçevesinde bazıları işçi bazıları da sahip olarak ortak bir vaziyet alırlar. Yani sınıflar sadece gözlemcinin kurguları değildir ve sınıflara ait insanlar normalde bu gerçekliğin bilincindedir (Erbaş, 2007, 140; Öğütle & Çeğin, 2007, 20). Genel bir gözlem olarak, yirminci yüzyıldan başlayarak Batı dünyasının belli başlı kapitalist toplumları, asıl olarak, en dikkate değer biçimde kentsel ücretli emekçiler ile kapitalist girişimciler arasındaki ekonomik sınıf bölünmelerine göre örgütlemişlerdir. Toplumsal tabakalaşmanın kültürel (hayat tarzları) ve hukuksal-politik (statü) yönleri, politik ve sosyal olarak, üretim araçlarına sahip olanlar ile emek gücü sağlayanlar arasındaki temel bölünmeden daha az önemli olmuştur (Turner, 2001, 58). Bu sınıf değerlendirmelerinin açtığı kuramsal farklılaşmaların toplumsal hayatın farklı cephelerini aydınlattığını (Wallace & Wolf, 2004, 16) düşünerek kuramsal bakış açılarına geçebiliriz. 1.1.6. Marksizm ve Çatışma Kuramı Sınıf kavramı Marksist gelenekte esas olarak sınıf çatışması ve değişme analizlerinin içeriğine yerleştirilmişti. Sınıf, hem sermaye ve emeğin zıt çıkarlarıyla oluşmuş toplumsal gerilimlerin yapısal kaynaklarına, hem de bu gerilimlerle eklemlenen toplumsal kategorilere (bilinçlilik ve örgütlenmenin değişen oranlarına) 14 işaret eder. (Erbaş, 2007, 36). Marx’a göre sınıf, hangi cemiyette olursa olsun, mertebeli olarak mevcut bulunan grupları ifade eder ve sosyal sınıfların kaynağı da istihsal organizasyonunda bulunabilir. Ayrıca bu sosyal sınıf kendi şuuruna varır, diğer sosyal gruplarla münasebetinde ve onlarla mücadele içinde kendi birliğini fark eder. Marx’ın doktrininin ikinci cephesi ise tarih felsefesidir; merkezinde sınıf kavramı bulunan bu felsefeye göre her cemiyet, istihsal vasıtalarına sahip olan, siyasi hâkimiyeti elinde bulunduran ve diğerlerini istismar eden bir hâkim sınıfa sahiptir. Sonuçta kapitalist cemiyet geliştiği ölçüde çeşitli sosyal guruplar iki esas sınıf etrafında kutuplaşırsa, burjuvazi ile proleterya arasında mücadele olacaktır ve bütün iş bu iki gruptan birini tercih etme meselesinden ibarettir (Aron, 1992, 51-68). Marx insanlık tarihinin sınıf mücadeleleri tarihinden ibaret bulunduğunu söyler (Fındıkoğlu, 1975, 71, 379). Her cemiyet üretim güçleri ve üretim ilişkilerinin neticesi olarak ortaya çıkan sınıflar halinde organize olmuştur (Aron, 1992, 7-50; Wallace & Wolf, 2004, 97; Aron, 1994, 109; Türkdoğan, 2004, 399). Yalnız sınıf, hiçbir zaman tek bir homojen birlik değil, tam tersine, benzer bir işlevi, değerleri, özlemleri ve çıkarları paylaşan bir gruplar yani fraksiyonlar kümesidir (Swingewood, 1998, 112). Aslında Marx, sınıfı daha genel anlamda ekonomik olarak, mülkiyet ile olan ilişkileri birbirine benzeyen insanlardan oluşan ve bu açıdan da ya mülk sahibi olmayan ya da aynı mülk tipine sahip olan insanlar olarak tarif etmektedir (Wallace & Wolf, 2004, 97-98; Aron, 1992, 8). Marx 1946’da yazdığı Alman İdeolojisi’nde insanlık tarihini ifade ettiğimiz bağlamda kapsayan dört ayrı toplum biçimini saptamıştı, ilkel komünizm, antik ya da köleci toplum, feodalizm ve kapitalizm. Marx, bu toplum biçimlerinin birbirlerini ne şekilde izlediklerini de araştırmıştır ve her toplum biçiminde, mülkiyete egemen olan ideolojilerin üretici güçlerin gelişmesine dayattığı sınırlamalar yüzünden yavaş yavaş bir takım çelişkiler ortaya çıktığına dikkat çekmiştir. Bu çelişkiler tüm toplumlarda (komünist toplum hariç) işbölümü örgütlenmesiyle yaratılan sınıflar arasında ortaya çıkan artı değer -Bir ürün üretilirken onun üretiminde yer alan bütün öğelerin payı çıkarıldıktan sonra geriye kalan şeydir (Ozankaya, 1976, 135). Artı değer olanağını ise, işçinin kendini geçindirme değerinin(zaruri emek) normal şartlarda, çalışılan saat toplamından daha fazla zamanda üretilmesi gerekliliğidir (Marshall, 1999, 184). Marx mülkiyet esasına dayalı olarak kapitalist toplumları da burjuvazi ve proleterya olarak tanımladığı iki sınıflı bir toplum modeli içerisinde düşünerek insanlığın esas tabiatını gerçekleştireceği bir komünist ütopyaya doğru evrimleştiği bir tarih kuramı 15 geliştirmiştir (Marshall, 1999, 478; Swingewood, 1998, 109-110; Wallace & Wolf, 2004, 94-185). Marx’ın sınıf kuramı, görüldüğü gibi, yalnızca toplumsal yapı kuramı değil aynı zamanda da değişim kuramıdır (Wallace & Wolf, 2004, 97). Nitekim Marx’ın kapitalist toplumlar için “sermayenin büyümesi ve proleteryadaki artış aynı sürecin –zıt olsa bilebirbirine bağlı sonuçları olarak görünmektedir” (Munck, 1995, 53) ifadesi de sürecin devam ettiğine ve işçi sınıfının oluşumuna dair belirlemesine işaret olarak görülebilir. Marx bir sosyal sınıftan bahsedebilmek için ifade edilen hususların haricinde kendi birliklerinin şuuruna vararak kendisini diğer sınıflara karşı yürüteceği bir mücadele alanında gören bir anlayışın olması gerektiğini savunur (Aron, 1992, 52-53). Herhangi bir sosyal kategorinin sınıf sayılabilmesi için bu kategorideki insanların sadece üretim vasıtaları bakımından aynı durumda bulunması (objektif sınıf mevkii) yetmez, aynı zamanda bu grubun kendini başka gruplardan ayrı tutması ve onlarla zıt menfaat ilişkileri içinde olduğunu bilmesi (sübjektif sınıf şuuru) da gerekir (Aron,1992, 8). Burada ifade edilen kendinde sınıf ile kendisi için sınıf ayrımı, Marksist literatürdeki diğer adıyla sınıf yapısı ile sınıf oluşumu arasındaki ayrıma tekabül etmektedir. Bu hususta Wright şunu ifade eder: ”Klasik Marksizm’de genel olarak sınıf yapısı ile sınıf oluşumu arasındaki ilişkinin görece sorunsuz olduğu düşünüldü. Bilhassa işçi sınıfı analizinde, yapısal olarak tanımlanan proleterya ile mücadele içindeki kolektif bir aktör olarak proleterya arasında birebir ilişki olduğu varsayıldı çoğu zaman. İşçi sınıfının kendinde sınıftan (yapısal olarak belirlenmiş sınıftan) kendisi için sınıfa (kolektif mücadeleye girişmiş sınıfa) dönüşmesi, pürüzsüz ve sorunsuz bir süreç olmayabilecekse de kaçınılmaz bir süreçti.” Bu belirlenimciliğe karşı çıkan Wright: ”Sınıf yapısı, tek bir sınıf oluşumu modeli doğurmaz; daha ziyade o, farklı türlerdeki sınıf oluşumlarına temel olan olasılıkları belirler” der (Wright, 1998, 29). Sonuçta Marx’a göre; kendisi için olan sınıf, devrimci bir parti olarak politik örgütlenmesini gerçekleştirerek kapitalist sistemin çöküşüne yol açacaktı. Görüldüğü gibi Marx, sınıf ilişkilerinin kültürel, ideolojik ve eğitsel özelliklerinin önemini kabul etmekle birlikte, kapitalist toplumun ekonomik örgütlenmesine ve sınıfların ekonomik açıdan tanımlanmasına özel bir önem atfetmiştir. Bu noktada da Marx, genelde, sınıf içindeki statü farklılaşmalarını önemsiz, geçici ya da ekonomik açıdan üretilmiş olarak ele aldı (Turner, 2001, 64). 16 Hâlbuki günümüzde emek genel kategorisinin, emek hizmetlerini satanların piyasa durumlarındaki değişmeleri ve sahip oldukları yaşam fırsatlarını yansıtamayacak kadar geniş kapsamlı olduğunu görmekteyiz. Sınıf çatışmasının merkezkaç güçlerinin bütün ara tabakaları ya bir tarafa ya da diğerine itmesiyle burjuvazi ile proleterya arasındaki boşluğun giderek daralması durumu ortaya çıkmamaktadır. Ayrıca diğer açıdan modern korporasyonların ortaya çıkışı ve mülkiyet ile denetimin birbirinden ayrılışından sonra artık ayrı bir kapitalist girişimciler sınıfının varolmadığı şeklinde görüşlerde vardır. Bu gelişmenin kendisi –en iyi Burnham ve Dahrendorf’un yapıtlarında ortaya konduğu gibi- sınıf egemenliğinin temel gerçeği olarak mülkiyet haklarının alınmasına karşı menajeryel (yönetsel) otoriteyi çıkaran çeşitli kuramların üretilmesine esin kaynağı oldu (Bottomore & Nisbet, 2002, 601). Marksist çatışma kuramına yöneltilen eleştirilerin özellikle işçi sınıfının günümüzde aldığı konumlanmaya yönelik olmasının yanında Marksist felsefenin işçi sınıfına biçtiği kıymet hükümlerine yönelik olduğunu da görüyoruz. Marx’ın özellikle Hegel’in felsefesinden yola çıkarak ekonomik merkezli uyarlaması olan yabancılaşma kavramı da sosyolojisinde değerlendirilmeye değer. Yabancılaşma kapitalizmin toplumsal ve iktisadi düzenlemelerine içkin olan nesnel bir durumdur (Marshall, 1999, 798). Şöyle ki; Marx, sınıf toplumunun sömürü ve yapay bilinçliliği beslemekten başka, bu toplumun ekonomik hayatının yapısının yabancılaşmayı yarattığına inanır. İş bölümü, özel mülkiyet kurumu ve ticari ilişkilerin bütün nakit para bağlantıları, insanları yalnız ürettiklerine ve üretim işine karşı değil, kendilerine ve arkadaşlarına karşı da yabancılaştırır (Wallace & Wolf, 2004, 104; Kızılçelik, 1994, 307-308). Emek gücü insanlığı -“tür olma”yı- tanımlar; bu şekilde ihtiyaçların karşılanması insanların yetilerini ve potansiyelini geliştirir. Fakat üretimin tüm biçimleri “nesneleşme”yle sonuçlanır ve insanlar bu süreçte, kendi yaratıcı yeteneklerinin somut ürünleri olan, ancak yaratıcılarından fiilen ayrılmaya başlayan malları imal ederler. Yabancılaşma, işte insanlığın türsel varlığıyla nesneleşmesinin kapitalizmde büründüğü çarpık biçimidir (Marshall, 1999, 798). Görüldüğü gibi; emeğin kendisi gibi, emeğin yabancılaşması da, Marx için, sadece düşünsel ya da tinsel alanda değil, insanın fiziksel varoluş ve maddi üretim dünyasında yer alan bir süreçtir. “Yabancılaşmış emek”, bazı insanlara başkalarının zorladıkları bir çalışma, özgür yaratıcı etkinliğe karşıt olarak “zoraki emek”tir; ayrıca, işçi tarafından onunla üretilenlere, başkalarınca, yani “üretim sisteminin efendileri”nce el konulan emek türüdür (Bottomore & Nisbet, 2002, 131). 17 Marksist çatışma kuramında işçi sınıfı ise bu noktada “insanlığı yitirtiyor olma”nın bilincindedir ve bu sorunun üstesinden gelmenin yollarını arayan tek sınıftır. İşçi sınıfı, deyim yerindeyse, meta’nın kendine yabancılaşmasıdır, fakat kendine yabancılaşarak bir eleştirel devrimci bilinç, bir sınıf bilinci geliştirir (Löwith, 1999, 161). Bottomore tarafından aktarılan Marx’ın şu sözüyle çatışma kuramının temel bakış açısının alt yapı ve üst yapı bağlamında cereyan ettiğini ve sonucun ise kaçınılmaz bir sonuç gibi sunulduğunu görüyoruz. Öyle ki kuramın insana bakış açısı da, gördüğümüz gibi, insanın kurtuluşu, yabancılaşma gibi hümanist kavramların bu düzlemde ifade edilen yorumlarında bilinçli insan öznesini özellikle kitlesel katılımlı bir varlık anlayışıyla kendisine dayanak yapıyor. “Yaptıkları toplumsal üretimde insanlar kaçınılmaz ve iradelerinden bağımsız belirli ilişkilere girerler: Bu üretim ilişkileri, onların maddi üretim güçlerinin gelişmesinin belirli bir aşamasına karşılıktır. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun ekonomik yapısını, yani belirli toplumsal bilinç biçimlerinin karşılık olduğu ve yasal ve siyasal üst yapıların yükseldiği gerçek temeli oluşturur. Maddi yaşamın üretim tarzı, yaşamın toplumsal, yasal ve tinsel süreçlerinin genel niteliğini belirler… Gelişmelerinin belirli bir aşamasında, toplumdaki maddi üretim güçleri varolan üretim ilişkileriyle ya da –aynı şeyin yasa diliyle anlatımından başka bir şey olamayan- o zamana dek içinde işledikleri mülkiyet ilişkileriyle çatışırlar… O zaman bir toplumsal devrim dönemi başlar” (Bottomore & Nisbet, 2002, 132). Bu toplumsal devrim döneminin mantığı işçi sınıfının insanında kendisini gösterir. Çünkü ücretli işçi, iş gücünü satan ve kahramanlaştıran ve böylece de kişiselleştirilmiş bir meta olmasıyla burjuva toplumunun anatomisi haline gelir. Sonuçta savunacağı özel bir çıkarı olmayan evrensel bir katman olarak, işçi sınıfının kendini özgürleştirmesiyle, özel kapitalist ekonomi ve özel mülkiyetle birlikte, insan varoluşunun niteliklerinin temel öğelerini oluşturan özel tarz da sona ermektedir. Bu sorun, evrensel insan topluluğunda, tüm üyelerin katıldığı toplumsal ekonomi ve toplumsal mülkiyetle aşılır. Burjuva bireyinin saf bağımsızlığı, yerel toplumun en küçük formlar topluluğu, ya da bireyler arasındaki dolaysız ilişkiler olmayan, ama kamu yaşamının topluluğu durumunda olan toplumun en ileri aşamada sahip olduğu olumlu özgürlükle yer değiştirir (Löwith, 1999, 163). Genel anlamda Marx’ın bu çözümlemelerine eleştiriler gelmiştir. Marx dinin felsefi eleştirisini üstlenir, sonra politik eleştirisini daha sonra da felsefeyi, politikayı ve tüm diğer ideolojileri. Tabi ki onun bu eleştirilerinde temel çıkış noktasının ekonomi oluşu birçok açıdan dinin ve farklı birçok ideolojinin insana bakış açısını 18 yaralamaktadır. Ama sosyolojinin içerisinde kuramsal bir bakış açısı olarak görülen Marksizm’in özellikle işçi sınıfını içerisine soktuğu tarihi bir etken unsur anlayışıyla belirlenen yapısıyla mücadele meydanı birçok düzlemde taraftar bulmuştur. Dini açıdan soyutlanan işçi sınıfı kendisine verilen ve Marx’ta ifadesini bulan ideoloji tarafından desteklenmeye devam etmekle birlikte özellikle Marx’ın kendi döneminde zamanının ruhunu aksettiren bir yapılanmayı günümüzde pek mümkün görmemekteyiz. Kuramsal açıdan işçi sınıfının tarihî konumunu aksettirmekle birlikte özellikle temelde insan öngörüsünden başlayarak dine biçtiği rol haksız bir durum arz etmektedir. İşçi sınıfının toplumsal konumunu iyileştirmeye yönelik olarak yaptığı ezenler ve ezilenler bağlamındaki mücadele vurgusu sadece ekonomik bir çıkış noktasıyla sağlanmamalıydı. Ayrıca kültürü ve ideolojiyi ekonomik altyapının bir yansıması olarak gören Marx’a karşın çağdaş toplumbilimciler genellikle üst yapının kendi başına aynı önemde olduğunu düşünürler. Nitekim Avrupa’da ki birçok Yeni-Marx’çı da, kültürel faktörlerin, sınıf eşitsizliğini sürdürmekte ve gizil olarak devrimsel değişimi yaratmakta bağımsız bir rol oynadığına inanmaktadırlar (Wallace & Wolf, 2004, 105; Hamilton, 2001, 95-97). Diğer açıdan Marx’ın sınıf mücadelelerinin sonucunu bir kâhin gibi belirlemesi de önemlidir. Aron’un da ifade ettiği gibi bu gerçekleşmemiştir. Özellikle Rusya uygulaması bunun örneğini oluşturmaktadır (Aron, 1997). Toplumun bir yüzü çatışma diğeri ise işbirliği olan bir madalyona benzeten Dahrendorf ise, Marx’ı reddederken, ondokuzuncu yüzyıldan bu yana sanayi toplumlarında ortaya çıkan değişmelerden kimini ele alır. İlk olarak sermayenin ayrışması yani, üretim araçlarının mülkiyeti ve onlar üzerindeki kontrolün aynı bireylerde olmayışı, sermayenin mülkiyetini ve kontrolünü elinde tutan burjuvazinin belirlenmesini zorlaştırmaktadır. İkinci olarak emeğin parçalanması yani, proleteryanın homojen olmayışı, sınıfsal bir devrimin gerçekleşmesine engel olmaktadır. Son olarak ta yeni orta sınıfın ortaya çıkışı da öngörüldüğü gibi onları proleteryaya yaklaştırmamış aksine ayrıştırmıştır. Bu noktada Dahrendorf toplumsal eşitliğin yaygınlaşması ve toplumsal hareketliliğin artışının çağdaş kapitalist toplumlarda devrimlerin mayalanmasına engel olduğu görüşündedir. Dahrendorf sınıfların ortaya çıkmasında hükmetme ve hükmedilmenin ortaya çıkardığı otorite ilişkilerinden bahseder ve sınıf yapısının da üretim araçlarını mülkiyetinden daha çok otoriteye dayandığını söyler. Sonuçta çabalar toplumsal çatışmayı bastırmak yerine, onu etkin bir kurumsallaştırma sayesinde düzenleme yönünde yoğunlaştırılmalıdır. Çünkü Dahrendorf’a göre de çatışma toplumdan 19 silinemez ve toplumsal yapının değişimi ve gelişimi için işlevseldir. Önemli olan çatışmanın, bastırılmak yerine etkin bir kurumsallaştırma ile düzenlenmesidir (Poloma, 1993, 116-126; Aslantürk & Amman, 1999, 343). 1.1.7. Max Weber ve Uzlaşma Teorisi Tek yanlı nedensellik ilkesini benimseyen Marksizm’e karşı, çeşitli ekonomi olaylarıyla diğer toplumsal olaylar arasındaki ilişkilerin çok daha karmaşık olduğunu gösteren Weber, gerçeğin bir öğesinin, gerçeğin öteki yönlerinin onlardan etkilenmeden belirleyicisi olarak değerlendirilmesini reddeder. Bu nokta da Weber, ilk olarak bilimsel nedenlerle Marksizm’e karşı çıkar; “sıkı ekonomik indirgemecilik, bizatihi ekonomik olgu konusunda bile hiçbir açıdan sorunu kavramaya yetmez” (Freund, 2002, 187-188). Açıkçası Weber’in özellikle “Kapitalizmin Ruhu ve Protestan Ahlakı” adlı eseri Parsons tarafından Marksizm karşısında bir kontratak olarak yorumlanmıştır. Weber’in bu konuda Marksizm’in tarihsel yapıdaki maddi unsurların anlaşılmasına katkıda bulunduğunu da belirtmeliyiz (Weber, 1964, XX). Max Weber, sosyolojik ve ekonomik materyalizmin tek yanlı peşin tasavvurlarına karşı duranların ilki olmuş ve o, “bir dini tutumun karakteristik özelliğinin, sadece bir sosyal tabakanın tasviri olarak tezahür eden toplumsal durumunun fonksiyonu olabileceği ve buna göre bu tutumun yalnızca onun “ideolojik” anlatımı veya maddi ve manevi menfaatlerinin yansıması olacağı” şeklindeki bir açıklamayı şiddetle reddetmiştir (Wach, 1995, 35). Weber’in, Marx’tan farklı olarak tarihî materyalizmi reddetmeye ve dinlerin, altyapısı üretim ilişkileri tarafından belirlenmiş bir toplumun üstyapısı olduğunu belirtmek yerine ekonomik davranışı dinlerle açıklamaya çalıştığı söylenmiştir (Hamilton, 2001, 164-165). Marksist söylemde, ekonomi doğrudan doğruya bir üst yapı kurumu olan inancı biçimlendirmektedir. Marx insandaki psiko-spiritüel güdüleri de üretim ilişkilerinin etkisine bağlı ele aldığından, her türlü “ideal”, spiritüel verileri somut yaşam ilişkileriyle açıkladığından, önsel olarak inanç boyutunu reddetmektedir (Karagöz, 2003, 193-194). İnsan hayatını düzenlemeyi, insan hayatı da toplumsal düzlemde cereyan ettiği için toplumsal hayatı dönüştürmeyi, toplumsal hayatta doğa örgüsü içerisinde gerçekleştiği için doğaya çeki düzen vermeyi amaçlayan Marksist söylem toplumun yapısını yalnızca kısmen özerk sayması –ayrıca kısmen insanın doğal çevresiyle, daha doğrusu maddi çevresiyle değişen ilişkisinin sonucu olarak görmesi- 20 nedeniyle dinsel inancın mevcut yapısını bireylerle gruplar arasında yapılanmış bir ilişkinin doğrudan bir yansıması olarak görmez, fakat spesifik etkileşim sürecinden doğmuş olarak görür. İnsanın çevreyle ilişkisi öyle bir şeydir ki, onu kendi ihtiyaçlarının hizmetine sokma çabası belirli grup yapıları –özellikle ekonomik üretime dayanan yapıları- yaratır. Dolayısıyla dinin ortaya çıktığı şartları yaratan da üretim sürecinin doğası ve üretim sürecine katılan başlıca gruplar (Sosyo-ekonomik sınıflar) arasındaki ilişkilerdir. Sosyalizm öncesi bir toplumda insanlar kendi üretimlerinin hem araçlarına hem de sonuçlarına oldukları gibi birbirlerine de yabancı bir ilişkide dururlar. Böylesine yaygın bir yabancılaşma içinde dinsel inançlar ve pratikler yükselmeye devam eder. Bunlar, insanın kaderi üzerindeki denetim eksikliğinden kaynaklanan genel duyguyu karşılarlar; dinin sürmesi de hem geniş kapsamlı yabancılaşmanın bir işaretidir hem de toplumsal yapıdaki dengesizlikler ve eşitsizliklerin devam etmesini sağlayan bir “afyon”dur. Görüldüğü gibi Marksistler dini, insanın teorik olarak yetkin olduğu toplumsallıktan mahrum olduğu kabul edilen bir durumda bir telafi mekanizması olarak görürler. Böylece din, insanları Marksistin yetersiz saydığı ilişkiler etrafında bütünleştirir. Sonuçta dinin zorunlu bulunması ölçüsünce, insanın tamamlanmamış olduğu ve insan ilişkilerinin toplumsallığının da yetersiz olacağı iddia edilmiştir (Robertson, 1996, 127-128). Weber, dinin kültürel sistemler içinde “yaratıcı yenilik“ kaynağı olabileceği koşulları göstermiştir. Nitekim Weber, çeşitli toplumlardaki insan davranışlarının bu insanların varoluş konusundaki genel anlayışları çerçevesinde anlaşılabilir olduğunu; dinsel dogmaların ve bunların yorumlarının dünyanın bu görüşünün ayrılmaz parçası olduğunu, bireylerin ve grupların davranışlarını ve özellikle ekonomik davranışlarını anlamak için bunları anlamak gerektiğini kanıtlamak istemiştir. Öte yandan Max Weber, dinsel anlayışların ekonomik davranışların gerçekten bir belirleyicisi olduğunu ve bu bakımdan toplumların ekonomik değişimlerinin nedenlerinden biri olduğunu göstermek istemiştir (Aron, 1994, 359, 367). Aslında Weber, Marx’ın insan davranışının arkasında, bilinmese bile, çok zaman ekonomik çıkarlar olduğu görüşüne karşı değildir. Ancak, ekonomik nitelikleri toplumsal yapının ve insanın hayattaki şanslarının tek ve en önemli belirleyici etkeni olarak tanımlamasında Marx’ın yanıldığına inanır. Ona göre, insanın dini, eğitimi ya da politik grubu, onun için bir başarı ve erk kaynağı olabilir. 21 Ayrıca rasyonel bürokrasi kavramını Marx’ın “sınıf mücadelesi” kavramının karşısına diken Weber, Marx’ın sınıf kategorisine dayanacak yerde, hepsi de insanların hayatında az çok önemli olan, topluluk örgütlenmesinde ve çatışmada odak noktası olarak hizmet gören “sınıflar, statü grupları ve partiler” arasında ayrım yapmıştır. Weber bir sınıf ile Marx’ın tanımına göre, ister mülkiyet ya da pazarlanabilen beceriler olsun, ekonomik hayatta aynı mevkiyi paylaşan insanları kastetmektedir. Bir parti, “hukuken birleşmiş bir topluluk içerisinde, aktif üyelerine ideal veya maddi faydalar temin için liderlerine güç sağlamak üzere” var olan bir topluluktur. Son olarak, Weber’in “bir kimsenin bulunduğu yer” (stande) terimi karşılığında tercümede kullanılan statü grupları, ekonomik mevkilerine göre değil, genellikle ortak bir eğitime sahip olarak paylaştıkları hayat biçimi veya tevarüs edilmiş olan aristokrasi gibi doğuma ve aileye bağlı saygınlığa dayalıdır (Wallace & Wolf, 2004, 88). Genel olarak Weber’in bütün nedensel düşüncesi olasılık ya da şans terimleriyle açıklanır. Çünkü sosyolojinin nedensel ilişkilerini kısmi ve olası ilişkiler olarak anlar. Şöyle ki gerçeğin belirli bir parçası, bir başka parçayı olası ya da kuşkulu kılar. Din konusunda bile, dinin toplumsal süreç içerisinde başka şeylere indirgenemeyen bağımsız bir değişken olup olmaması değil, yaygın toplumsal norm sisteminin dinî ve ekonomik unsurlarının tesir sahalarını önemli görmüştür (Aron, 1994, 359,367; Kehrer, 1996, 75). Weber, sınıfın toplumsal değişimle tarihsel bir ilişki içinde olduğu görüşünü de (toplumsal gelişmenin tarihsel açıdan zorunlu nesnel yasaları bulunduğu anlayışını) benimsemiyordu. Dolayısıyla bilincin yapısı, kesinlikle, şimdiki zamanda, ampirik piyasa koşulları içinde şekillenmişti ve Weber’in sosyolojisinin “kendisi için sınıf” (kendi tarihsel çıkarlarının tamamen bilincinde olan sınıf) gibi nosyonlara aldırış etmediği apaçıktı (Swingewood, 1998, 221). 1.1.8. Emile Durkheim ve Toplumsal İşbölümü “İnsani tutkular, sadece saygı duydukları manevi bir güç önünde dururlar. Bu tür bir otorite olmayınca en kuvvetlinin sözü geçer ve gizli ya da açık savaş durumu zorunlu olarak sürüp gider… Ekonomik işlevler bir zamanlar ikinci derecede rol oynarken şimdi birinci sıradadırlar. Askeri, idari, dinî işlevlerin önemleri onların yanında giderek azalmaktadır. Sadece bilimsel işlevler önem konusunda onlarla yarışacak durumdadır. Ancak bugün bilim de uygulamaya, yani büyük ölçüde ekonomik 22 uğraşlara hizmet edebildiği ölçüde saygınlık sahibidir. Bu yüzden toplumlarımızın esas olarak sanayi toplumu olduğu ya da olacağı hiç de nedensiz olmadan söylenebilmiştir. Toplumsal hayatın bütününde böyle bir yer tutan bir etkinlik biçimindeki düzensizlik elbette çok derin sorunlar yaratır. Genel bir moral bozukluğunun kaynağı özellikle budur” (Aron, 1994, 225). Toplumsal işbölümü kitabına bu önsözle başlayan Durkheim, evrenselleştirici ahlaki normların toplumsal gerçekliği ifade eden ana unsurlar olduğunu belirleyerek özellikle de toplumsal ve kültürel yaşamın ekonomik güçlerin basit türevlerini oluşturduğu, toplumsal değişimin maddi koşulların otomatik ürünü olduğu doğrultusundaki Marksist teze karşıt olarak, “Başlangıçta her şey dinseldir” diye yazıyordu. Nitekim toplumsal yaşam bunu aşan bir şeydir; dinsel değerler ve fikirler üstünde yükselen evrensel ön kabullerden oluşan bir ahlaki yapıdır (Swingewood, 1998, 139). Öyle ki dinin tözünü, kökenini bireysel imanda, inançta veya bir tanrıyla olan bağlantıda bulmayan Durkheim, dini –yani kutsal olanı- toplumdan ayrı düşünmemekte ve aynı şekilde toplumu dinin diğer yüzü olarak görmektedir (Nisbet, 2002, 126-127). Sanayi toplumunu ifade ettiğimiz anlayıştan yoksun gören Durkheim’in onda mevcut olan derin sorunların çözümünde kendi sosyolojik yöntemini çıkış noktası olarak benimsemesini, toplumsal işbölümünde ortaya koyacağımız temel amacını göstermesi bakımından da önemsemekteyiz. Metodolojik olarak baktığımızda, toplumsal süreci yorumlama da tarihsel metodun ince ince işlenerek belli bir kuramsal amaca binaen yorumlanmasının işbölümü çözümlemelerinde de mevcut olduğu görülmektedir. Nitekim daha baştan ifade etmek gerekirse Durkheim, işbölümünün “gerçek” işlevinin “iki ya da daha fazla insan arasında bir dayanışma duygusu yaratmak” olduğunu söyler (Swingewood, 1998, 140). Daha açık bir ifadeyle Durkheim’de toplumsal dünya, ahlaki bir varlık olarak görülmekte ve bu dünyanın yapısı, örgütlenmesi akılcı düşünceyle kavranabilmektedir. Durkheim’in bu düşüncesi Dinsel Yaşamın İlkel Biçimleri adlı eserinde belirginleşmektedir. Orada ki anlayış toplumun kendi kendini yeniden doğurduğu, dönemsel toplumsal kaynaşmaların, yoğun toplumsal etkileşim esnasında kutsal-olanı kendiliğinden yeniden yarattığı ve böylece toplumsal örgütlenmeyi yeniden inşa ettiği şeklindedir. Aslında Durkheim’in amacına dönük olarak baktığımızda bu düşüncesini daha açık ve net bir biçimde de ifade ettiğini görmekteyiz. Şöyle ki, toplumsal yaşamın iki zıt eylem biçiminin olduğunu öne sürmektedir: Ekonomik yaşam ve dinî yaşam. Ekonomik yaşam donuk ve tek düzedir; “genel olarak orta derecede bir yoğunluğu vardır” ve 23 toplumsal cemaate güç uygularlar. Merkezden uzak bir yaşamın tekdüze, soluk ve donuk hale gelmesine yol açan törensel ve dramatik bir nedenle bir araya gelen cemaatin doğurduğu dinî yaşam tamamen farklı türden bir duygudur, Bu bir festivaldir, bir coşkunluk dönemidir. Uyarma yönündeki kollektif duygular taşkınlığa varıp yücelirler; içinde yaşadığımız dünya olağanüstü bir dünyaya dönüşür ve burada bireylerarası sınırlar ortadan kalkar, dayanışma giderek güçlenir ve bu süreç içinde birbiriyle çelişen davranışlar bile meydana gelebilir (Durkheim, 2005, 262; Tiryakian, 2002, 233). Durkheim ekonomik etkinliği sanayi toplumu olan çağdaş toplumların özelliği olarak düşünür. Anlaşılan o ki ekonominin örgütlenmesi toplumun bütünü üzerinde kesin bir etki yapmalıdır. Ama toplumsal istikrarın koşulu olan istem birliği, bireysel çıkarların rekabeti ya da bu çıkarlar arasında önceden uyum sağlamakla yaratılamaz. Toplum da ekonomik öznelerin sözde akılcı davranışları ile açıklanamaz. Toplumsal sorun önce ekonomik sorun değildir; özellikle düşünce birliği yani çatışmaları yatıştıran, bencillikleri frenleyen ve barışı koruyan bireylerde ortak duygular sorunudur. Söz konusu olan bireyi topluluğun bir üyesi yapmak, toplu yaşam için zorunlu olan ödevler, yasaklar ve zorunluluklara saygıyı kafasına iyice yerleştirmektir. Eskiden bütün toplumlarda ekonomik işlevler maddi ve manevi güçlere bağlıydı. Maddi güçlerin özü, askeri ya da feodal, manevi güçlerin ise dinseldir. Bugün çağdaş sanayi toplumlarında ekonomik işlevler kendi kendilerine bırakılmışlardır, ne düzenlenirler, ne de ahlaka uygunluk bakımından yükseltilirler. Bu noktada özellikle eski güçlerin ekonomik işlevlerin gerekli düzenlemelerine uyum sağlayamadığını görünce, bu ekonomik işlevlerin kendi kendilerine bırakılmaları gerektiğini ve bunların bir güce bağımlı olmaya gereksinimleri olmadığını düşünenlerin yanıldığını belirleyen Durkheim, ekonomik işlevlerin bir güce, hem siyasal hem de ahlakî olması gereken bir güce bağlı olmaya gereksinimleri olduğunu göstermeye çalışır (Aron, 1994, 262-267). Görüleceği üzere ekonomik etkinliklerde ortaya çıkan anarşik durumun veya toplumsal anomi şeklinde ifade edilen çözülmelerin ve kargaşanın temelinde özellikle günümüz sanayi toplumlarının yeni bir sosyolojik değerlendirmeye tabi tutularak ortaya konulan çözümlerin ancak ahlaki boyutta gerçekleşmesiyle toplumsal hayatın düzeninin sağlanacağına olan inanç her zaman vurgulanmaktadır. Durkheim’in toplumsal dayanışma bağlamında incelediği işbölümünün temel amacının bu sonuçta görülebileceğini belirterek devam edebiliriz. 24 Nitekim Durkheim’e göre işbölümünün asıl etkisi onun ahlaki sonuçlarında görülür; yani, bireysel egoizmi, acımasızlığı ve yetkiyi kısıtlaması gereken toplumun temeldeki dayanışması üzerinde yaptığı etkidir (Marshall, 2003, 357; Swingewood, 1998, 140). Diğer açıdan ise, bireyin toplumla ilişkisinde bireyin ve toplumun konumunun bilimsel açıdan izahının spekülatif yollardan ayrılmasına dair yapılan bir çözümlemenin özellikle toplumsal farklılaşmanın işçi sınıfı bağlamında ortaya çıkardığı işçi ve toplumsal konumuna dair yapılan hem bireysel hem de sınıfsal konum dayatmalarına karşılık olarak ortaya konulmaya çalışılan farklı bir sosyolojik perspektifin işlevsel olabileceğini görmekteyiz. Özellikle Durkheim’in temel çıkış noktalarından birisi şudur ki; bireyciliğin yüce yasa haline geldiği bir toplumda ortak bilince yeterince geniş bir içerik ve yeterli bir otorite verilmesi noktasıdır. Bu amacını özellikle işbölümü çözümlemesinde ortaya koyduğu dayanışma halindeki bir toplumun sonuçta olabileceği durum hakkındaki öngörülerinde ifade edilmektedir. Çünkü özellikle “sivil din” anlayışında da vurgulamak istediği ana noktanın ulaşılan toplumsal süreçte toplum bütünlüğünün yeni bir hayat anlayışıyla sağlanması çabaları öne çıkmaktadır. Bu bağlamda toplumsal hayatın yeni görünümleri geleneksel birlikteliği yıkmadan ama mevcut durumda çözülmeye yol açan ahlakî buhranlara sürüklenmeden nasıl aşılacaktır. Veya toplumsal hayatın fotoğrafı hangi bakış açısıyla çekilecektir ki bu bakış açısı bilimsellikten ilham alan akılcılıkla ortaya konulmalı ki, kollektif hayatın parçası olan bireyler yukarıda da ifade edildiği gibi bilime gereken önemi veren ve çözümlemelerinde birincil sıraya yerleştiren bir anlayışa ulaşmışlardır. Zaten yukarıda ifade ettiğimiz gibi işbölümünün asıl işlevine olan vurguyu kitabının sonunda görmekteyiz. Durkheim kitabını: “Kısacası büyük bir değişikliğe uğrayan toplumların ahlakı henüz tam olarak kurulamamıştır. Ruhlarımızı derin bir boşluk sarmaktadır. Bu durum karşısında bizlere düşen ödev, bu yeni ahlakın yönünü belirtmektir. Biz de zaten bunu denedik” (Kösemihal, 2002, 185). Bu noktayı vurguladıktan sonra işbölümünün başlangıçtan günümüze hangi toplumsal tiplere tekabül ettiğine ve nasıl bir yapı ortaya koyduğuna bakabiliriz. Öncelikle Durkheim işbölümü bağlamında ifade etmemiz gereken toplumsal dayanışmayı iki farklı sosyal tipte incelemektedir. İlk tip, geçmişteki toplumlar siyasal örgütlenmeden yoksun olan “biçimsiz” toplumlardır ve oradan oraya gezinen akraba topluluklarından kentlerde yaşayan gruplara kadar uzanırlar; ikinci tip, siyasal örgütlenme veya devlet ile tanımlanmaktadır ve bu toplum tipi kentlerde ortaya çıkıp 25 son nokta olan büyük çağdaş uluslara kadar uzanmaktadır. Her iki toplum tipi farklı bir toplumsal dayanışma biçimi taşımaktadır, Biri zihinlerin benzerliğine ve fikirler ile duygular birliğine, öbürü ise işlevlerin farklılaşmasına ve işbölümüne dayanır. Yine ikincisinde toplumsal yapı, ileri düzeyde bir karşılıklı bağımlılık, sanayinin gelişmesi, yüksek nüfus oranı, ahlaki ve maddi yoğunlukla karakterize edilmiştir. İlkinin etkisi altında bireyler, deyim yerindeyse, kitlenin içerisinde erirler, öbüründe ise her bir bireyin bütünün refahı için başkalarının yaptığı özel katkılara bağımlı olan kendi eylem alanları vardır. Durkheim ilkini “mekanik”, ikincisini “organik” olarak adlandırmıştır (Tiryakian, 2002, 204; Marshall, 2003, 357; Kösemihal, 2002, 182-184). Her ne kadar biri ilkel, öbürü modern toplumlarda hâkim olsa da bunu analitik bir ayrım olarak ele alınması gerektiğini belirten Durkheim, toplum ne kadar küçük olursa, benzerlikler farklılıklardan daha fazla olacağını ve bireylerin zihninin birbirine benzeyeceğini vurgulamaktadır. Aynı şekilde (hem nüfus, hem toplumsal bağlar bakımından) toplum genişledikçe bireyler arasındaki kıt kaynaklar uğruna rekabet artar, hayatta kalmak için önemli olan toplumsal farklılaşma da o aranda gerekli olur ve böylece “işbölümü toplumsal dengenin en temel koşulu haline gelir.” Toplumsal dayanışmanın dönüşümlerinin ve tüm tarihin ardında yatan temel faktör, o halde, “toplumların hacim ve yoğunluklarının aynı anda büyümesidir” (Tiryakian, 2002, 205; Aron, 1994, 255). Günümüzde toplumsal benzerlik aracılığıyla sağlanan dayanışmanın yerini, farklılıkla ve toplumsal bağların kuvvetlendirilmesiyle sağlanan dayanışma almıştır. Birey artık bütünüyle kollektif bilincin kıskacında değildir, daha fazla bireysellik ve kişilik sergilemektedir. Bu durumda, “kollektifin, orada özel işlevlerin – düzenleyemediği işlevlerin- yerleştirilebilmesi için, bireysel bilincin bir öğesine açık yer bırakması” zorunlu olmaktadır. Bu bölge ne kadar geniş olursa, bu dayanışmadan kaynaklanan birlik de o kadar güçlü olur… Tek tek herkes, iş daha fazla bölündükçe, topluma çok daha kesin bir biçimde bağımlı hale gelir; öbür yandan, her birinin faaliyeti de daha fazla uzmanlaşmayla birlikte çok daha kişisel olmaktadır. Kısaca işin bölünmesi, normal olarak, toplumsal dayanışma, toplumsal karşılıklılık ve ortak ahlaki değerleri yaratmakta, bunlar da sanayinin ve genel olarak toplum yaşamının çeşitli bölümlerini düzenlemektedir (Swingewood, 1998, 141-143; Aron, 1994, 263). Görüldüğü gibi Durkheim’in iddiasına göre, modern toplumlar, inançların ve değerlerin bireyselliği öne çıkardığı, tek tek bireylerin uzmanlaşmalarını özendiren ve kurumlar içindeki faaliyetleri farklılaştıran organik dayanışmanın gelişmesini 26 gerektirmişti. İktisadi işbölümü böyle bir yaşam tarzının kıvılcımını yakmış olabilirdi, oysa düzenden yoksun olan piyasa bireysel arzuların önündeki kısıtlamaları gevşetiyor, toplumsal güvenin kurulmasının temellerini yıkıyor ve işbölümünde anormal biçimler üretiyordu. Durkheim’in anomi olarak vurguladığı husus ve ayrıca sınıf ve siyasal çatışma kavramlarıyla birlikte anılan mecburi işbölümünün kaynağı budur. İşte bu noktada organik dayanışma buna uygun bir eğitim sistemini, miras hukukunda ve diğer adil olmayan sözleşmelerde kısıtlamalar getirilmesini, kişilerin mesleki ve endüstriyel yaşamla bütünleşmelerini sağlayacak ara kurumların oluşturulmasını gerektirecektir (Marshall, 1999, 358; Aron, 1994, 262-263; Swingewood, 1998, 144-145). Organik dayanışmanın bozulduğu durumları “anormal biçimlere” bağlayan Durkheim, özellikle yaşamda düzensizliğin en belirgin biçimde görüldüğü alan olan ticaret ve sanayiye dikkat çekmiştir. Nitekim o anormal kavramını, öz olarak modern sanayi için, ekonomik kriz ve sınıfsal çatışmada örneklenen işbölümünün kapitalist biçimleri için kullanmaktadır. Böylece Durkheim, toplumsal eşitsizliğin anormal biçiminin başlıca kaynağını bu şekilde saptıyor, “dışsal eşitsizlik”in, toplumsal statüyle uyum içinde hareket etmeyi sağlayan doğal yeteneği artık harekete geçiremediği için, organik dayanışmayı tehdit etmek gibi bir sonuç doğurduğunu düşünüyordu. Hâlbuki ona göre, normal üretim tarzı, bir kurumda her çalışanın işinin işlevsel düzeyde koordine edilip birliğin sağlanmış olduğu bir biçimdi. Bu noktada Durkheim, sınıf çatışması ile sanayideki krizlerden, organik dayanışmanın yerini alan anomik bir işbölümünün sorumlu olduğunu belirlemektedir (Swingewood, 1998, 144; Aron, 1994, 263). Aslında Durkheim organik dayanışmanın egemen olduğu her çağdaş toplumun dağılma ve anomi tehlikesi taşıdığını kabul eder. Fakat işçi sınıfının çatışmaları bağlamında günümüz toplumunun temel öğesi olarak, hatta tarihsel gelişmenin gücü olarak sınıf mücadelesini kabul etmez. Görüldüğü gibi Durkheim’e göre bu çatışma, çağdaş toplumun düzeltilmesi gereken örgütsüzlüğünün ya da kısmi bir anominin kanıtıdır. Hiç de tamamen farklı toplumsal ya da ekonomik bir rejime geçişin habercisi değildir. Durkheim’e göre buradaki toplumsal sorun hiçbir zaman ekonomik reformlarla çözüme kavuşturulamaz. Bu hususta o daha da ileri giderek özellikle işçilere tanınacak hakların, işçilerin isteklerini azaltmayacağını aksine yeni isteklere kapı açacağını vurgulamakta bunu da isteklerde sınırın olmamasıyla açıklamakta ve eğer sorun bu şekilde çözülecekse onu çözülemez ilan etmek daha iyi bir iştir demektedir. Fakat bu 27 husus belki onun toplumsal ve ahlaki otoriteye olan vurgusunu pekiştirmek amacını taşısa da kabul edilebilir bir durum olarak gözükmemektedir. Sonuçta her halükarda toplumsal dayanışmayı yıpratıcı bu işçi isteklerinin toplumsal ve ahlaki otorite altında ezilmesi gerekmektedir. Fakat bu noktada Durkheim, toplumsal ve ahlaka uygun nitelikli reformların zorunluluğuna inanmaktadır (Aron, 1994, 263-267). Sonuç olarak işçi sınıfı bağlamında ortaya çıkan tartışmaların temelinde işçilerin içinde bulunduğu şartların nasıl değerlendirileceğine dair farklı bilimsel bakış açılarının var olduğunu görmekteyiz. Durkheim’in özellikle toplumsal dayanışmaya olan eğilimi işçilerin mevcut durumlarına rıza göstermelerinin toplumsal düzenin devamı hususundaki önemine olan vurgusu, onun işbölümünün onları böyle bir konuma sürüklemesi sonucunda ortaya çıkan yeni duruma bir adaptasyon mantığına sahip olmaları konusundaki yönlendirmelerini içermektedir. Çünkü toplumsal düzenin devamı için gereken şey çoğunluğun durumundan memnun olması ve daha fazlasına haklarının olup olmadığına inanıp inanmamalarıdır. Burada bunu sağlayacak şey bellidir, Ortak bilincin ortaya çıkardığı ahlak. Tabii ki Durkheim için ahlak toplumsal bir olgudur (Tiryakian, 2002, 230). Karşılıklı ilişki içinde toplumun belirlediği ahlak normatif yaşamın ana unsuru olarak bu problemde de düzenin toplum lehine olarak devamını sağlayacaktır. Böylece tekrar başta vurguladığımız noktaya dönecek olursak işbölümünün asıl amacı ahlaki olarak ortaya çıkmakta ve bizde işçileri bu bağlamda değerlendirmek durumunda kalmaktayız. Fakat burada ahlakın toplumla birlikte genişler nitelikte oluşu ve kuramsal düzenlemeleri ne olursa olsun ve hangi gelişme aşamasında olursa olsun, toplumsal düzenin gerçek bir ahlaki olgu olarak ifade edilmesi bize değişik toplumlarda farklı ahlakilik ve ahlaki olmayan tanımlamalarını ortaya koyacaktır. Batı toplumlarının tarihsel süreçteki ahlaki farklılaşmalarında sanayileşmenin ortaya çıkardığı dönüşümün, özellikle sanayileşmenin temel motoru olan işçilerin toplumsal durumlarına olan bakış açılarındaki eğilime yansımasını yönetecek olan bir bakış açısıyla karşı karşıya bulunmaktayız. Bu noktada özellikle kendi toplumsal hayatlarının ürünleri olan işçilerin ahlaki bakış açılarının da farklı toplumlarda değişiklik arz edeceğini göz önünde bulundurarak kendi durumumuzu değerlendirmek için sanayileşme sürecini iyi okumamız gerekmektedir. Fakat her halükarda işçiler toplumsal düzenin içerisinde sömürü ağının parçası olarak mevcut ahlaki normları reddedecek bir Marksist konumda olmadıkları bilakis toplumsal gövdenin gerçekliğini oluşturan ilişkilere sahip olarak mevcut yapıya olan katkılarının sadece üretim ilişkileri 28 olmadığının bilincinde olan bir düzlemde bulundukları bilinciyle kendilerini tarih önünde gerçekleştirecek inanca sahip midirler? Aslında Türk toplumu bağlamında işçilerin ahlaki bağlamlarını oluşturan temel argümanlar, toplumsal harcın temel dinamiklerini oluşturan ilkelerdir. Bu noktada bireyciliği net olarak yaşamayan bizlerin ve ayrıca özellikle Weber’in vurguladığı bireysel gelişime olan ahlaki-dini katkılara olan eğilimin bizde ki algılanışının farklı bir süreçte gerçekleşiyor oluşu da bu noktada işbölümünün ortaya çıkardığı dayanışmanın dinamiklerini farklı okumamız gerektiğine dair bir bakış açısı oluşturmaktadır. Yani Durkheim’in ahlak normlarına olan vurgusu ilke olarak organik dayanışmanın temelini ve sonucunu oluşturacak bir açıklamayı tezimizde de gerçekleştirecektir. 1.2. Toplumsal Tabakalaşma ve Din Toplumsal gerçekliklerin asli öğelerinden olan dini fenomenler, sosyal tabakalaşma, ekonomik davranış, toplumsal değişme gibi tezahürlerle birlikte tüm toplumsal sistemin birer parçası durumundadırlar. Toplumsal hayatta mevcut olan olguların yorumlanması ve bu bağlamda ilişkilerin çözümlenmesi sosyolojik analizle mümkün olmaktadır. Bu bağlamda toplumsal tabakalaşma din ilişkisinden tezimiz açısından ne anladığımız kuramsal bakış açımıza ışık tutacaktır. Toplumda ortaya çıkan bir takım farklılaşma ve tabakalaşmanın mevcudiyeti toplumsal bir realitedir. İşçi dindarlığını incelediğimiz bu tezimizde işçilerin farklı bir tabaka ve farklılaşma sergilediğini görmekteyiz. Her ne kadar işçilerin tabakalaşma olgusu sınıf, statü veya toplumsal işbölümünün her ne konumda olurlarsa olsunlar kendilerine yüklediği anlama bakma noktasında değişik bakış açılarıyla yorumlanıyor olsa da sonuçta bu kesiminde kendilerine has bir yapısal durum sergiledikleri ve bu bağlamda dindarlıklarının boyutu ve türü noktasında veya farklı bir bilinç sergileyip sergilemedikleri konularında din sosyolojik bir değerlendirmeye tabi tutulmaları bilimsel bir gereklilik olarak karşımızda durmaktadır. Bilindiği gibi toplumsal hayattaki bir takım farklılaşma ve tabakalaşmalar, toplumun dini hayatına da yansımakta, bu farklılığa paralel olarak toplumun dini hayatında da farklılaşmalar ortaya çıkmaktadır. Bu sebeple toplumsal farklılaşmaya paralel olarak toplumun dini hayatında farklı dindarlık tipleri oluşmaktadır (Arslan, 2004, 85). Bu bağlamda işçilerin kendilerine özgü farklı bir dindarlık biçimi sergileyip 29 sergilemedikleri tezimizin sonucunda ortaya çıkacaktır. Fakat kuramsal olarak din ve tabakalaşma realitelerinin toplumsal alanda karşılıklı duruşlarını farklı yönlerden incelememiz çalışmamızı yararlı kılacaktır. Öncelikle sosyal tabakalaşmanın insanlar arası eşitsizlik sistemi olduğunu, bu sistemin arzu edilen toplumsal ödüllere sahip olmada daha az ya da daha fazla paya sahip olmaya dayandığını ve bu ödüllerinde; servet, gelir, mesleki saygınlık, eğitim ve de servetin özel bir türü olarak dini bilgi gibi -ayrı ayrı veya terkip içinde ortaya çıkabilirler- çeşitli biçimlerde ortaya çıktığını belirlemiştik. Bu noktada tarihsel süreç içerisinde ortaya çıkan farklı dinlere mensup toplumların farklı tabakalaşma türleri sergilediğini görmekteyiz. Tabakalaşmanın çok bariz bir biçimde görüldüğü toplumlardan esnek tabakalaşmaya sahip toplumlara uzanan değişik çizgilerin hemen hemen hepsinde içinde bulunulan duruma dair dini meşrulaştırmaların özellikle toplumsal bütünlüğü sağlamada veya dinin bir afyon olma işlevini sürdürmede ne kadar etkin olduğu şüphe götürmez bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır. Özellikle günümüzde, toplumsal işbölümünün artmasına bağlı olarak meslekî faaliyetler alanındaki ayrılıklar da kendilerini daha güçlü hissettirdiklerinden, artık ilkel toplumlardaki gibi tabiî cinsiyet ve yaş farklılıklarının ötesinde kesin sosyal statü farklılıkları toplumu çeşitli kategorilere bölmekte, bu durum karşısında ise gayri mütecanis bir toplumdaki sosyal bütünleşmeyi sağlamak ihtiyacı kendini daha da kuvvetle hissettirmektedir (Günay, 2003, 323). Tam da burada dine yüklenen fonksiyon veya dinin toplumsal bütünleştirici işlevi devamlı vurgulanan bir nokta olarak karşımıza çıkmaktadır. Yine toplumsal olanın Durkheim’in bakış açısıyla kendisini zorunlu olarak kabul ettirmesi (Durkheim, 2004, 154-155), süreç içerisinde her ne kadar istisnaları olsa da toplumların kendilerini oldukları gibi ifade etmede mevcut durumlarının kabulüyle yola çıktıklarını bize göstermektedir. Özellikle toplum hayatında baskın olan sınıfların ideoloji belirleme eğiliminin doğrusunun hep kendileri tarafından çizilmesi ve sömürü mekanizmasının kurulması (Aron, 1997, 78) karşısında, bu baskının sonucu olarak sinik durumu düşen tabakaların kabullenici eğilimleri sanki bu güçsüz tabakaların veya sınıfların karakteristik bir duruşu gibi gözükmektedir. Dolayısıyla farklı şekillerde sağlanan konsensüsle birlikte farklı bir toplum olma noktasına ulaşan bir yapıyla karşılaşıyoruz ki zaten bunu sağlanan fikri çoğunlukta bu şekilde ifade etmektedir. Veya kendilerini mevcut durumlarıyla kabullenen ve eylemsizlik durumuna geçen tabakaların oluşturduğu bir yapı olarak toplumu görmekteyiz. 30 Böylece her tabakalaşmanın temel özelliği olarak, mevcut farklılıkların meşrulaştırılmasını görmekteyiz (Kehrer, 1996, 64). Bu meşrulaştırma meselesinin toplumun dini sistemiyle veya toplumun dinden ne anladığıyla doğru orantılı olduğunu özellikle belirgin örnek olan kast sistemiyle ifade etmiştik. Aslında eşitliği temel alan dinlere mensup olan toplumlar da bile mevcut farklılaşmaların meşrulaştırılması idealden yoksun bir bakış açısıyla sunulmakta ve bir şekilde yine toplumsal birliktelik göz önünde bulundurularak dinin bütünleştirici fonksiyonu genel anlamda istisnaları olmakla birlikte daha ağır basmaktadır. Yine de farklılaşmaların olmadığı bir toplum özellikle mevcut dünyevi yapıda dinlerin işaret ettiği bir noktaya ulaşamayacak olsa gerektir. Tabi bu arada farklılaşmaların yönü de dinlerin göz önünde bulundurduğu temel hususlardan biridir. Özellikle hak ve adalet ölçülerinin yaşanılan hayatta temel ahlaki ölçütler olarak vurgulanması elde edilen durumdan ziyade sürece vurgu yapsa gerektir. Tabii ki ilkel dinlerden kompleks dinlere durumun değişim arz ettiğini ve günümüze yansımalarıyla birlikte bunun devam ettiğini belirlemekteyiz. Tarihsel süreç içerisinde tabakalaşması dini kriterlere dayanan toplumların daha az olduğunu görmekteyiz. Bu anlayışta toplumun merkezi değerlerinin özellikle tabakalaşma bağlamında din tarafından belirlenmesi söz konusudur. Tabi bu yapının diğer bir veçheside tabakalaşmanın durumuna olan şu noktayı akla getirmektedir. Tabakalaşma sert, bariz ve oturaklı veya aksine biraz gevşek ve çalkantılı olabilir. Kişinin yeteneği, gücü ve becerikliliğinin kriter olduğu yerde, sınıfların kararlılığı daha az bariz olmak eğilimindedir; fakat kriterin sülale veya doğum olduğu yerde o, donmaya yüz tutuyor (Wach, 1995, 267). Bu bakış açılarıyla aslında tabakalaşmanın nasıl, ne zaman ve ne şekilde dini kriterlere dayandığından ziyade mevcut durumunda dinin tabaklaşmayla nasıl bir yapısal bağımlılığa ve bakış açılarında birlikteliğe sahip olduğu göz önünde bulundurulsa gerektir. Bu hususta şu ayrıntıyı kaçırmamak gerekir; dini niteliklere dayalı bir tabakalaşma düzeni ile dini merciler yoluyla mevcut eşitsizlikleri savunma aynı şey değildir. Aslında ilki diğerini gerektirir durumda ancak dinlerin farklılaşmasının farklı toplumlarda aynı süreci gerçekleştireceğinden emin olamayız. Şöyle ki, sosyal farklılaşmalardan etkilenen öncelikle objektif dindir. Bu da farklı toplumlarda sürecin duruma göre değişeceğini ifade edebilir. Ayrıca diğer açıdan din tarafından belirlenen her tabaka sisteminin de kast düzenine dönüşeceğini söylemek yanlış olur (Kehrer, 1996, 65). 31 Dinî niteliklere dayalı bir tabakalaşmanın olmadığı tabakalaşmada dinin mevcut sosyal farklılaşmaya tepkisinin mahiyeti tartışılmıştır. Özellikle mevcut statü ilişkilerinde bir değişiklik yapmayı deneyerek sosyal değişmeyi sağlamak yerine, dinin sosyal tabakalaşma için ahlakî temellendirmeler yapması görülen bir durumdur. Tabi bu durumunun dinlerin ortaya çıkmalarının temel nedeni olduğunu iddia eden çatışma kuramcılarının yanında bu durumu içerisinde bulunulan düzenin özellikle birey açısından sosyal bir oluşumun anlamlandırılması ve aynı zamanda kendi statüsünün tasdiki anlamına geldiğini ifade edenler de olmuştur. Fakat olayın diğer bir yönü ise dinlerin içerisinde bulunulan durumu her zaman ve her şartta meşrulaştırıp ona anlam kazandırmak için çeşitli argümanlar üretip üretmediği meselesidir. Nitekim tarihte mevcut eşitsizlikleri kabullenmeyip sosyal hayatı değişime zorlayan dini hareketlere rastlamaktayız. Süreç içerisinde, protestocu, reformcu, itizali veya mezhepçi grupların gelişmesine meslekî, ekonomik ve sosyal grupların iddia ve isteklerinin cesaretlendirici etkilerini de burada zikretmeliyiz. Karşıt olarak ise özellikle tabakalaşma sistemi edinilmiş statüye dayanan toplumların, eşitsizliğin açıkça dinî bir meşruiyetini tanıdıklarını görmekteyiz. Böylece insan, kendi dinî yaşantısı içerisinde, her tabakalaşmada bulunan ahlakî tutarsızlıklarında dinî bir yorum kazanması münasebetiyle mevcut durumu savunmayı öğrenir (Kehrer, 1996, 65-66; Wach, 1995, 295). Olayın diğer bir yönü ise dinin kendisinin belirlenimi meselesidir. Aslında tarihi maddecilerin dini sosyo-ekonomik sınıf farklılıklarıyla açıklamaları yanında Durkheim tarafından toplumsal şartlardan hareketle dini ifade etmek arasında bir fark görmemekteyiz. Her iki okumanın da insanî öngörüleri aşabilen bir bilimselliğe matuf olarak değil de mevcut duruma peygamberane bir yön verme çabasının etkileri olarak gözüktüğünü ifade etmeliyiz. Din toplumsal bir olgudur. Fakat metodolojik olarak sadece bireysel bilinç durumlarını aşan toplumsal kaynaklı bir olgu (Durkheim, 2004, 222-223) değildir. Özellikle sosyolojik açıklama çabalarının ulaştığı sınırın vardığı noktanın insan ve toplumu aşabilen yönleri olan bu realiteye (dine) (Günay, 2003, 338) bu kadar kesin çizgi çizmek doğru olmasa gerek. Diğer yönden toplumun kutsalla kurulan bağla belirlenen dini realitesi ve onun vasıf ve muhtevasının, içinden çıktığı ve yaşadığı toplumsal statü ve sınıf farklılıklarının basit bir fonksiyonundan ibaret olmayacağını belirten Weber, dinlerin farklı toplumsal statü, tabaka ve çevrelerden kimselere hitap eden yönünü ifade ederken durumun Materyalistlerin ifade ettiği gibi olmadığını ortaya koymaktadır. Weber’in düşüncesi Marksistlerin aksine burada bir 32 zorunluluk görmemektedir. Şöyle ki zaten o, pek çok durumlarda ekonomik bakımdan imtiyaz sahibi olan ve durumları gereğince kurtuluş ihtiyacını duymaya en az meyyal bulunan tüm grupların dine, kendi durumlarını “meşrulaştıran” ve davranışlarının gerekçesini temin eden bir güç olarak baktıklarını ifade etmiştir. Bununla birlikte Weber, sosyal mülahazalar üzerine kurulmuş olan dinî programın demagojik, sistematik ve şuurlu tipi ile bir dinî idealle bir sosyal grup arasında bulunabilen isteksiz, nazik ve daha az belirlenmiş ilişkiler arasında bir fark gözetmenin yerinde olduğu kanaatindedir (Wach, 1995, 295). Dinin ve tabakalaşmanın bu karşılıklı durumlarından sonra hemen ilk anda toplumsal farklılaşma ve tabakalaşmanın dini tecrübenin anlatımı üzerinde gayet net bir etkisinin olduğunu fark ediyoruz (Wach, 1995, 293; Weber, 1996, 365). Yalnız Wach’ın da belirttiği gibi bu etki subjektif din değil objektif din üzerinedir (Wach, 1995, 297; Günay, 2003, 328) ve özellikle dinin anlaşılması ve yorumlanmasında söz konusudur (Arslan, 2004, 89). Doğrudan doğruya ferdi ilgilendiren subjektif din toplumsal farklılaşmadan etkilenmediği içindir ki, aynı devir ve aynı medeniyet içinde yaşayan iki kişi sosyal mevki, meslek ve zenginlik bakımından farklı da olsalar, benzer dini tecrübelere sahip olabilmektedirler. Çünkü temel bir hadise olarak dini tecrübe, oldukça içten bir karaktere sahip bulunan bir birliğin esasını teşkil etmekte ve bütün insanlarda müşterek olan düşünce, duygu ve heyecanlar tabakasını derinliğine delmek suretiyle soy, meslek, zenginlik ve mevki bakımından oldukça farklı olan insanları dinî inanç etrafında birleştirerek bütünleştirmekte, yekvücut hale getirmektedir (Wach, 1995, 292293; Günay, 2003, 327). Ampirik deliller toplumsal sınıflar arasında dinsel münasebetler, stil ve pratik konusunda önemli dinsel farkları vurgulamaktadır (Turner,1998, 249). Özellikle Weber, farklı tabakalara farklı dindarlık tiplerinin karşılık geldiği üzerinde önemle durmuştur. Tabi bu karşılıklı etkinin zorunlu olmadığını ifade eden Günay, “yine de toplumsal tabakalaşmanın dini tutum ve davranışlar üzerinde belli bir etkisinin olduğunu önemle belirtelim” demektedir (Günay, 2003, 329). Yine Weber’in “üstad dindarlığı”nın tezahürünü, her şeyden önce dindar insanın içinden çıktığı sosyal tabakadan bağımsız sayması bu hususu daha iyi açıklamaktadır. Bu noktada belli bir tabakaya mensubiyetin, özel dini tutumlara denk düştüğünü tespit etmek de çok zordur (Kehrer, 1996, 29, 68). Aslında her din başlangıçta içinde doğduğu toplumsal çevrenin kültürünün etkisi altındadır. Bu bağlamda özellikle evrensel olmayan dinlerde bariz olarak zümreler ve sınıflar akidenin biçimlenişinde etkin rol oynarken evrensel dinlerde durum 33 farklılaşmaktadır. Bu dinlerin mensupları başlangıçta belirli toplumsal tabakalardan gelmelerine rağmen toplumun her meslek ve tabakadan kesimleriyle aynı etkileşimde bulunmaktadırlar. Max Weber’e göre de bir dinin vasıf ve muhtevası, onun karakteristik temsilcisi olan toplumsal tabakaların ekonomik ve toplumsal menfaatlerine göre teşekkül etmez. Çünkü ilkel dinlerin aksine evrensel dinler yayılma eğiliminde olduğu için, bütün insanlığa hitap eder ve onlara hitap ederken mesleklerine veya toplumsal tabakalarına göre sınıflandırmaz, bilakis onlara fert olarak hitap eder. Yine Weber bu süreci ifade ederken “ekonomik ve siyasi olarak belirlenen toplumsal etkilerin, belli koşullarda dini ahlak üzerinde ne kadar çok ağırlığı olursa olsun, asıl damgasını yine dinsel kaynaklardan, en başta da o dinin açıklanan amaç ve vaatlerinin muhtevasından almaktadır” der (Weber, 1996, 342-343). Ancak diğer açıdan, sosyal tabakalaşma sürecinin olduğu yerde, dini kavramlar, takva şekilleri ve ibadet teşkilatı, sosyal şartların ve toplumsal değişikliklerin kendilerinde meydana getirdikleri etkileri ortaya çıkarabilirler ve bu sonuncular bir uyarıcı ve bir dini saiklenmenin etkisinin varlığını tam bir şekilde açığa çıkarabilirler (Wach, 1995, 263). Öyle ki zenginliğin, mesleğin ve sosyal mertebenin artan farkları bile dini düşünce fiil ve teşkilatta mukabil değişiklikleri de desteklemektedirler (Wach, 1995, 153). Böylelikle sosyal ve kültürel farklılaşmanın ilerlediği günümüzde dini anlatımın şekilleri de bununla doğru orantılı olarak çeşitlenmiştir. Bu anlamda bugünün büyük dinlerinden hiçbirisi fakir sınıfla, zengin sınıfla, üst sınıfla yahut işçi sınıfı ile sınırlanmış olmayıp farklı ekonomik, sosyal ve kültürel gruplarına hitap edebilmek için yeni kavramlar, yeni uygulamalar ve yeni şekiller ortaya koymuşlardır. Mesela Almanya’da ilk devrimcilerin hala muhafaza eder gibi göründükleri tüm dini kavramlardan sıyrılmış sınıfsız bir toplum şeklindeki Marksist düşünce, işçi dünyasının sayısız unsurlarını kazandı ve onları, mevcut toplumsal düzen içerisinde yeniden bütünleştirmede oldukça ağır kalan devlet kilisesinden uzaklaştırdı. Buna karşılık Roma Katolikliği, Katolik İşçilerin Hareketi gibi özel girişimler yahut cemiyetlerin teşkiline müsaade etmiş ve hatta onları teşvik etmiştir. İslamiyet açısından bakarsak, Hz. Muhammed’in tebliği doğrudan doğruya ve kudretli idi; ümmetin teolojik normları ve ahlaki kuralları sıkı ve gayet güzel tespit edilmişlerdi. Böylelikle fiiliyatta İslamiyet, çevrelerin ve şartların bütün bir çeşitliliğine adapte olabilecek esnekliğe sahip olduğunu temel ilkeleri bağlamında ispat etmiştir. Ve böylece o, kendisi açısından meşru olan tüm meslekî faaliyet şekillerini ve en geniş zenginlik ve mevki çeşitliliğini içine alabilmiştir (Wach, 1995, 331-332). 34 Zaten İslam dininin tarihsel süreç içerisindeki uygulamaları da bize batılı anlamda bir sınıf oluşumuna örnekler vermez. Bu noktada İslam dininin yapısı göz önünde bulundurulmalıdır. İslam dini, değişen sosyal ve kültürel şartlara ve farklara uymada harikulade bir intibak kabiliyetine sahip olup, bu dinin akidesinin temelini oluşturan “Tevhit” yani “Birlik” inancı en mükemmel ve ideal bir sosyal kaynaşma, kenetlenme, birleşme ve bütünleşme prensibidir. Profan bir süreçle gelişen batılı sınıfsal yapılar sekülerleşmenin ve dolayısıyla dinî değerlerin içinin boşaltılması sonucu ortaya çıkan bu sınıf çatışmalarının yarattığı dinî boşluğu doldurmak istememiş ve toplumu bu bağlamda birleştirecek farklı argümanlar arama yolunu seçmiştir. Özellikle dinsel değerlerin farklı yapılara uyum sağlama sürecine vurgu yapan ve bunu sınıf değil de statü farklılıklarının ortaya çıkardığı anlamlar olarak algılanması gerektiğini ileri süren anlayışlar toplumsal birlikteliğe farklılaşmış bir yön vermek istemişlerdir. Bu noktada işçilerin Avrupa toplumundaki sınıf görüntüsü reddedilemeyecek bir noktaya ulaştığında ve onlara nasyonal sosyalist devlet içerisinde kendi menfaatlerini temsile yönelik olarak sadece profan prensiplerle hedef çizildiğinde işçilerinde kendileri için bir tür dindarlığa sahip olabileceği fikri herhalde tutmamıştır. Ayrıca Marksist eğilimin, belirli dini formları, özellikle doktriner formları, sosyo-ekonomik altyapının sınıflar arasındaki ilişkilerin- yansımaları veya tezahürleridir şeklindeki ciddi muhalefeti de göz önünde bulundurulmalıdır. Çünkü bu durum bir tür üst tabakanın, yönetici sınıfların Hıristiyanlığı, dindarlık anlayışının da etkisinin sanayileşme sürecinde işçiler üzerinde sadece iş ahlakına (çalışma etiği) olan vurgusu dolayısıyla (Bauman, 1999, 14) işçilerin kendilerine yönelik bir dindarlık anlayışı sergilemelerine engel olmuştur. Nitekim dinî davranış beklentilerinin yerine getirilmesi konusunda Avrupa’da yapılan bütün araştırmaların verilerinden, meslek vasıtasıyla sahip olunan sosyal tabakalaşma ile dinî ilgi ve davranışla ilgili tabakalaşma arasında sıkı ilişki olduğu sonucu çıkarılabilir. Bu kriterlere göre kilise cemaatine en yabancılaşmış olanlar işçiler olarak gözükmektedir (Kehrer, 1996, 60). Ayrıca Günay’da işçilerin şimdiye kadar kendilerine mahsus bir dindarlık tarzı gösteremediklerini ve modern proleteryanın dine karşı ilgisiz olduğunu ifade etmektedir (Günay, 2003, 332). Weber’de modern proleteryanın ayırt edici bir dini pozisyona sahip olduğu ölçüde, bu, modern burjuvazinin geniş gruplarında ortak olan dine karşı bir kayıtsızlık veya reddedişle karakterize edileceğini vurgulamıştır. Modern proleterya için, kendi başarılarına güvenme duygusu yerini toplumsal faktörler, 35 ekonomik konjonktür ve hukuk tarafından güvence altına alınan güç ilişkilerine güvenme duygusuna bıraktı. Böylece dinî olan süreçleri reddeden proleteryanın rasyonalizmi kolayca dinsel bir karaktere sahip olamaz ve kesinlikle kolayca bir din meydana getiremez. Bundan dolayı, proleter rasyonalizmi alanında, dinin yerini başka ideolojik vekiller almaktadır (Weber, 1998, 157). Özellikle Marksist sınıf teorisyenlerinin dine karşı olan yanlış tutumunun etkisi bunda her zaman için temel etken olmaya devam edeceğe benziyor. Bu konuda o kadar ileri gidildi ki dinin sınıflaşma savaşının bir silahı olduğu ve savaştan sonra kılıç ve zırhın bir köşeye indirildiği gibi bu savaş bittikten sonra dinin de müzeye kalkacağı ifade edildi. Ayrıca Marx, alt yapı olarak belirlediği iktisadi bütün içinden tekniği çıkarıp soyutlamış ve onda bazı metafizik güçler aramıştır (Erkal, 1995, 82). Yani endüstriyi veya teknolojiyi bizzat kendisini besleyen bir güç merkezi olarak kabul etti. Bu anlamda sosyal değişmeleri ise, üretim araçlarına bağımlı olarak gerçekleşen değişmeler olarak açıkladı (Duran, 2002, 3). Hatta bu nokta da insanlık tarihinin gelişim aşamaları bile bir zorunluluk gibi sunularak öyle inanmaya ve davranmaya bilimselliğin aracı statüsüyle insanlar ikna edilmeye çalışıldı. Sürecin siyasallaşmasının da durumun değişik görünümler almasına yardım ettiğini söyleyebiliriz. Ama her halükarda emekçilerimiz emek sarf etmeye o günde bu günde değişik siyasal yapılar altında da olsa devam etmektedir. İşçilerimizin ürettikleri artı değerler farklı kalemlerde harcanmaya ve işçilik işçi statüsüyle varolmaya devam etmektedir. Bu noktada insan olmanın değerlerinin, maddi savaşımların ötesinden bu âleme aktarılarak kullanım alanı bulmaya çeşitli şekillerde işçilerimiz arasında da devam etmekte olduğunu görüyoruz. Özellikle dinin sunumu ve anlaşılması noktasında ki gerekli özenin ve dinin doğru anlaşılması ve uygulanması hususunda ki katkıların gereği bu konuda daha da bir önem arz etmektedir. Sonuçta bir sınıf veya statü bağlamında incelendiğinde toplumların sanayileşme sürecinin ve geleneksel değerlerin sürece olan ahlaki katkısının işçi dindarlığına olan etkisi yadsınamaz. Süreç Avrupa’da ve ülkemizde farklı geliştiği için değerlendirmelerde bu noktada farklı sonuçlar ortaya koyabilecektir. 1.3. Toplumsal Tabakalaşma ve Sanayileşme Sosyal tabakalaşmanın tarihsel sürecini inceledikten sonra özellikle sanayileşme bağlamında ortaya çıkan yeni tabakalaşma türlerinin olduğunu görmekteyiz. Avrupa’da 36 sanayileşmenin başladığı 18. ve 19. yüzyılda eski aristokrasi ve feodaliteye dayalı tabakalaşmanın yıkıldığı belirtilmişti. Yeni sanayi burjuvazisinin ortaya çıkışı, büyük bir işçi sınıfının oluşması, büro işçilerinden, memurlardan oluşan bir orta sınıfın oluşması yeni gelişmelerdi (Freyer, 1954, 23-26). Sanayi devriminden bu yana gerçekleştirilen ekonomik ve toplumsal gelişmenin temelinde teknoloji kadar, bilim kadar önemli bir öğenin de yeni bir toplumsal örgütlenme olduğunun gözden kaçırılmaması gerekir (Ayata, 1991, 211). Özellikle değişen iş hayatının doğurduğu yeni sosyal yapının sanayi tipi organizasyonlarla farklı bağlamlarda etkileşime yol açtığı görülmektedir. Böylece toplumda her yönü ile farklılaşmakta “cemaat” hayatı yerine “cemiyet” hayatı geçmekte yine “kırsal” hayattan “sanayi-kent” toplumuna geçiş söz konusu olmaktadır. Sonuçta sanayileşmeyle birlikte ortaya çıkan yeni yapının ana unsurlarını sanayi işçi sınıfı oluşturmaktadır. İşte bu da o güne kadar görülmemiş yeni bir sosyal tabakalaşmaya işaret etmektedir (Atalay, 983, 24; Eyüpoğlu, 1996, 61-62). Bu çalkantılı dönemde siyasi, sosyal ve ekonomik gelişmelere bağlı olarak köylülerin vasıfsız işçi, küçük esnafında yarı vasıflı işçi olarak fabrikalara geçtiğini ve böylece fabrikaların kurumsallaşmasını sağladığını görüyoruz (Mutioğlu, 1993, 96; Atalay, 1983, 23). Bunun nedenini Aron, “bir sektörden diğer bir sektöre geçişin; yani tarımdan endüstriye akışın sebebi, sanayi sektöründe nüfus başına düşen kazancın tarım sektöründen fazla olması sebebiyle meydana gelmektedir” şeklinde açıklar (Aron, 1997, 116). Yine bu dönemde sanayi devriminin fabrika üretimini ön plana çıkarmasıyla birlikte, mekanik üretimden geçimini sağlamakta zorlanan zanaatkârlarında bu yeni işgücü pazarının içerisine çekilmesi söz konusudur (Güzel, 2008, 50-51; Aron, 1992, 19). Böylece sanayileşme, vasıflı işgücünü zanaat hayatından, vasıfsız işgücünü de kırsal bölgelerden kentlere akın edenlerden devşirerek yepyeni bir sanayi işçi sınıfının ortaya çıkmasını sağladı. Bu noktada modernleşmenin temel itici gücünden olan eğitimin, sanayileşme bağlamında gelişmesinin noktasında yeni organizasyonlarla birlikte yeni statüler de oluşturduğunu görmekteyiz. Mesela, sanayi işyerinde, fabrikada mal sahibi, yönetici, yüksek teknik elemanlar şeklinde üst sınıfı teşkil eden farklı “üst statüler” belirmiştir. Orta seviyede, bazı teknik elemanlar, “beyaz yakalı” işçiler, ustabaşları vardır. Alt seviyede ise, bütün diğer işçiler, “mavi yakalı” işçiler (ki, bunlar da vasıflı, yarı vasıflı, vasıfsız veya kalifiye, düz işçi gibi gruplara ayrılır) yer alır. Bunların hepsinin birbiri arasında farklı hayat şansları, eğitim, yaşayış stili, sağlık, güç bakımından farklılıklar 37 mevcuttur. Şüphesiz, bunların oturdukları mahallelerde gelirlerine göre seçilecek, aynı sınıf veya statüde olanların eş ve çocukları da yakın yaşayacak ve benzer kültür oluşacaktır. Böylece “sınıf kültürü bir defa çıkmaya başlayınca bir nesilden diğerine intikal edecektir”. Sanayileşmeyle birlikte eski sınıflardan bazıları kaybolup, yeni sınıflar doğarken, tabakalaşma da giriftlik göstermeye başlamıştır. Olaya Durkheim’in bakış açısıyla bakarsak işbölümünün farklılaşmayı dolayısıyla hem faaliyet türüne (sanayi, ziraat, hizmetler gibi), hem de sosyo ekonomik seviyelere (profesyonel, büro işçisi, vasıflı işçi gibi) göre farklı dağılımları meydana getirdiğini görüyoruz. Yani toplum karmaşık işbölümüne dayandığı için tabakalaşma da çok basamaklıdır (Atalay, 1983, 25, 39-40). Sanayi toplumunda ki tabakalaşmanın anlamının yanında yapılan ayrımlarda farklılaşmalar göstermektedir. Her sosyolog kendi kuramsal bakış açısıyla farklı sınıflamalar yapmaktadır. Bu noktada ilmi çalışmalara, kalıplaşmış paradigmaların hâkim olması (Kuhn, 1970, 10) her ne kadar konunun çetrefilleşmesine ve zor anlaşılmasına neden oluyorsa da özellikle Marx ve kuramsal çerçevesi güçlü olan diğer kuramcıların, kuramlarını temel bir ilkeye ve önermeye göre meydana getirdiklerini ve bunu bir düşünce sistemi olarak sunduklarını (Mills, 1970, 33) görmekteyiz. Bu bakış açısıyla tabakalaşmanın en keskin ve en sistemli sınıflamalarından birinin Marx’a ait olduğunu görüyoruz. Marx Kapital isimli eserinde, işgücünün sahipleri, sermaye ve toprak olmak üzere üç genel toplumsal sınıf saptamakta, bunların kaynaklarının gelir, ücretler, kâr ve toprak rantından oluştuğunu belirtmektedir. Bunlar “Kapitalist üretim tarzına dayalı olan modern toplumun üç büyük sınıfı”dır (Swingewood, 1998, 111). Tabi ki Marx’ın sınıf teorisinin sadece dikotomik olduğuna dair görüşüyle çelişmektedir bu sınıflandırma ama daha bilimsel ve tarihi incelemelerinde kapitalizm içerisinde sınıf oluşumunun ve yapısının karmaşıklığını vurgulamış ve basit iki sınıflı modelin tarihsel bir olgu olduğunu iddia etmemişti. Örneğin Marx, kapitalizmin temel eğiliminin, kendiliğinden sınıf kutuplaşmasına doğru ilerlemek değil, orta sınıfların, özellikle de profesyonel gruplar gibi önemli “toplumsal işlevler”i yerine getirenlerin çoğalması yönünde olduğunu, çünkü bu kesimlerin burjuva toplumunun varlığının sürdürülmesinde ciddi roller üstlendiğini ileri sürer (Swingewood, 1998, 110-111). Aynı şekilde Weber’de kapitalist üretim için yeni hizmet işlevlerinin oluşumuyla ilişkili olarak gelişen yeni bir sınıfın yani ifade edilen “yeni orta sınıf”ın doğuşuna işaret 38 etmiştir. Weber’e göre, bu profesyonel ve yarı profesyonel çalışanlar grubunun ortaya çıkışı, kapitalist üretim ve dağıtımın artan ussallaşmasına yol açan kapitalist üretim sistemlerinin giderek bürokratikleşmesiyle yakından ilişkiliydi (Turner, 2001, 66). Weber ise farklı bir bakış açısıyla, ekonomik sınıflara, yani önemli bir miktarda sermaye ve endüstriyel üretim veya ticari mal olarak ya da daha somut biçimde kapitalin sahibi olanların oluşturduğu gruplara ek olarak, tarihsel gelişmeleri etkileyecek biçimde hareket edebilecek başka gruplarında olmasının kaçınılmaz olduğunu vurgulamakta ve sosyal statü grupları ile politik partileri bu bağlamda işaret etmektedir. Görüldüğü gibi Weber, ekonomi kadar insanların sahip oldukları güç ve saygınlığında önemine değinmekte, hatta bu iki olgunun, farklı bir tabakalaşma sistemi yarattığını ileri sürmektedir. Bu analiz, farklı toplumsal yapıları çözümleyebilmemiz açısından, ortak bir yaşam tarzı ve tüketim kalıbıyla nitelenen gerçek topluluklar olarak statü gruplarını öne çıkarmasından ve gücün dağılımının, tabakalaşmada oynadığı rolü göstermesi açısından önemlidir (Weber, 1996, 278-289; Güçer, 2005, 5-6). Sanayileşmenin değişik varyasyonlarını temel alarak tabakalaşma kuramlarını belirleyen sosyologlardan biriside Dahrendorf’dur. Üretim araçlarının mülkiyeti bağlamından çıkarak meşru otoriteyi çıkış noktası yapan ve sanayi toplumlarında ortaya çıkan değişmeleri de göz önünde bulunduran Dahrendorf, sermayenin ayrışması, emeğin parçalanması ve yeni orta sınıfın ortaya çıkışını Marx’ın reddi için temel olarak ele alırken yeni bir sınıf kuramı çerçevesinde çabaların, toplumsal çatışmayı bastırmak yerine, onu etkin bir kurumsallaştırma sayesinde düzenleme yönünde yoğunlaşması gereğini ifade etmiştir (Poloma, 1993, 115-127). Bu noktada Dahrendorf, toplumsal yarılmanın birçok biçiminin sınıf çatışması kaynaklı olmadığını da vurgulamaktadır (Clark & Lipset, 2007, 76) ki bu durum ortaya çıkan heterojen yapının doğallığına işaret olarak ta yorumlanabilir. Lenski ise karmaşık sanayi toplumlarının, tarımsal toplumlardan daha az katı tabakalaştığını düşünür ve bireyler, sınıflar ve sınıf sistemleri dediği üç yapısal birimin birbirleriyle kıt kaynaklar için verdikleri mücadeleye olan ilişkileri ile varolacağını belirtir. Modern sanayi toplumlarında çok boyutlu çözümleme taraftarı olan Lenski, “bir birey mal varlığı açısından orta sınıf, bir fabrikada çalışıyor olmasından dolayı işçi sınıfı ve aynı zamanda siyah “kastı”nın da üyesi olabilir. Mülkiyet hiyerarşisindeki statüsüyle birlikte yerine getirdiği başlıca rollerin tümü, hayatta istediği şeyleri elde etme şansını etkiler ve onu özgül bir sınıfa yerleştirir. Bu kaynaklar arasındaki bağıntının el vermemesi nedeniyle bir birey bir tek sınıfa yerleştirilemez. Bu bağlamda, teknolojik 39 olarak ilkel toplumlardan gelişmiş toplumlara gidildikçe bu eğilimin daha bariz bir şekilde ortaya çıkacağını belirtmek uygun düşecektir” (Poloma, 1993, 136). Sonuç olarak Lenski tabakalaşma sistemi tablosunu, karşılıklı bağlılık ve bağımlılığın açık bir yapısal işlevselci imajı içinde, “tekerlekler içinde tekerlekler sistemi” olarak değerlendirir (Poloma, 1993, 137). Bu ve benzeri görüşlerin sanayi toplumuna olan bakış açısının ötesinde, hizmet sektöründeki büyüme, bilgi ve haber işleme sistemlerinin artan önemi, bilgisayarın yükselen egemenliği ve emek gücü içindeki profesyonelleşmenin toplumsal önemi gibi hususlar, bazı sosyologların post-endüstriyel bir topluma doğru gittiğimizi öne sürmelerine yol açmıştır. Bu bağlamda yirminci yüzyılın son on yıllarında, kitle tüketiminin daha ileri gelişimi ve postmodern kültüre yönelik eğilimle ayrılmış bir başka sosyal ilişkiler yapısına giriyor gibi görünüyoruz. Kültürel sistem içindeki geleneksel hiyerarşiler, önceki herhangi bir döneme göre daha parçalanıyor ve değişiyor görünmektedir. Kültürel alanın, ekonomik ve politik sistemlerle ilişkisi biraz kesilmiş olmakta ve kültürel alan içindeki rekabetçi mücadele, bir kültürel işaretler ve hayat tarzları ahenksizliği patlaması üretmektedir (Turner, 2001, 77, 102). Sonuç olarak işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki klasik çatışma, yirminci yüzyılda kentsel, endüstriyel işçi sınıfının görece çöküşü, sermaye sahipliğinde yeniden yapılanma ve liberal demokratik bir çerçeve içinde formel yurttaşlık haklarının genişlemesiyle ortadan kalkıyor görünmektedir. Sınıflar arasındaki yalın bölünmelerin yerini, statü toplulukları ile statü bloklarının devletin himayesinde refah pastasından pay kapmayı içeren çok daha karmaşık bir toplumsal yapı almıştır (Turner, 2001, 73). Bu noktada ortaya çıkan yeni sosyal hareketlerin sebep ve saiklerinin de modern sanayi toplumlarının içinde bulunduğu durumu açıklayıcı olduğu ifade edilebilir. Bu bağlamda dinsel, ırksal, cinsel, çevresel ve diğer sivil hareketlerin daha bir önem kazandığını ve klasik kuramların öngörülerini aşan bir düzlemde kendilerini sunduklarını görmekteyiz. 1.4. Sanayileşme 1.4.1. Sanayi Nedir? Dilimizde Latince “Industria” kökünden gelen “Endüstri” ile Arapça “Sana’a” kökünden gelen “Sanayi” eşanlamlı olarak kullanılan iki kavramdır. Latince’de “Industria”nın sözlük anlamı maharet, hüner, marifettir. Arapça’dan dilimize geçen 40 “Sanayi”nin sözlük anlamı ise bir şey yapmak, bir eser meydana koymak; bunun için gerekli bilgiye, maharete, tecrübeye sahip olma; yapma, başarma azmine sahip olma; bir işi başarılı sonuca ulaştırma gayretine malik olma anlamlarına gelmektedir( Efe, 1997, 43). Sanayi için bugüne kadar üzerinde karar verilip anlaşılmış bir tanım olmamasına karşın Türk Dil Kurumu sözlüğünde şu şekilde tarif edilmektedir: ”Hammaddeleri yapılı bir hale sokmak için uygulanan eylemlerin ve eylemleri uygulamak için kullanılan araçların tümüdür” (Ağakay, 1973, Sanayi maddesi). Sanayi kavramının, çağdaş sosyologların çoğunluğu tarafından genel kabul görebilen tanımlarından birisi şudur: “İnsanların çeşitli ihtiyaçlarını karşılamak için tabiattan aldıkları hammaddeleri çoğunlukla makine gücüne dayanan araç ve gereçlerle üretme, biçim ve/veya bazı özelliklerini değiştirerek kullanma faaliyetidir” (Küçük, 1994, 12). Wilbert Moore ise sanayiyi şu şekilde tanımlamaktadır: “Hammaddelerin cansız enerji gücü ve kaynaklarına dayanan temel mekanik araçlarla ara mamullere ya da hazır ürünlere dönüştürülmesidir” (Mutioğlu, 1993, 63). Moore burada, mevcut bir güç sayesinde doğadan elde edilen “hammaddelerin” ya da “yarımamül” ürünlerin makineler ve otomasyon ağı vasıtasıyla işlenerek, “yarımamul” ya da “mamul” haline getirilmesi sürecini sanayi olarak isimlendirirken geçmişten farklı olarak sürecin makineler vasıtasıyla mekanikleşmesine özel vurgu yapmaktadır. Çelebi ise şöyle bir tanım öne sürmektedir: “Sanayi bireylerin kendilerinin veya diğer bireylerin gereksinmelerini karşılamak için birbirleriyle işbirliği yaparak, bir enerji kaynağından elde edilen güç yardımıyla bir veya birden çok alet(ler) kullanarak, bilgi ve deneyimlerinin ışığında doğadan çıkardıkları hammaddeleri işleyip yarımamul veya mamul ürünler haline getirmeleridir. Bu açıdan sanayi, ilk çağlardan günümüze değin süregelen ve bilim ile tekniğin etkileşimi ile ortaya çıkan teknolojik ilerlemelere paralel olarak gelişen bir faaliyetler dizisi olmaktadır (Çelebi, 1983, 1). Sanayi başlıca dört öğeden oluşmaktadır: 1. Doğal kaynaklar: Hammadde ve enerji kaynaklarıdır. 2. Emek: Nitelikli ve niteliksiz işgücüne bağlı olarak sanayinin varlığı. 3. Sermaye: Mali kaynağı ifade eder. 4. Yönetim: Hammadde sermaye ilişkisinin verimli olarak kullanımını sağlar (Küçük, 1994, 13). Aron ise sanayinin karakteristik özellikleri olarak, üretimin toplumsal birimi olan ve seri üretim yapılan fabrikaya, 41 üretim faktörleri arasındaki ilişkilerin özelliklerine ve ekonomik ve teknik rasyonaliteye vurgu yapmıştır (Aron, 1997, 65-67). Sonuç olarak burada geleneksel üretim tarzında olduğu gibi sadece “emeğin” ve “insan ilişkilerinin” değil, “makinelerin”, “bilgisayarlı otomasyonun” ve günümüzde bilgi ve iletişim aygıtlarının örgütlenmesinden bahsetmekte ve sürecin gelişmesinin baş döndürücü bir hızla akmaya devam ettiğini vurgulamaktayız. 1.4.2. Sanayileşme ve Modernleşme Teknoloji sahasında ilerlemenin ortaya çıkardığı yeni teknik dünya ve bu teknik yeniliklerle kendine özgü bir biçime kavuşan “Sanayi Devrimi” ile birlikte meydana gelen sosyal, dini, kültürel ve ekonomik değişmeler insanlık tarihinde eşine ender rastlanan bir değişim ve dönüşüme işaret etmektedir. Sanayileşme olarak kabul edilen bu değişime sadece ekonomik faktörlerin değil ama bu bağlamda ortaya çıkan yeniliklerin diğer bütün toplumsal realiteleri dönüşüme uğratma potansiyel ve gücünü elinde bulundurur bir durumda olmasıyla karşılaşmaktayız. Sosyolojinin büyük boy kuramcılarının da, sanayileşmenin ortaya çıkardığı veya sanayileşmeyi doğuran etkenleri analiz etme çabalarında ana mihver olarak kullandıkları husus sanayileşmenin kendi içinde barındırdığı değişim ve farklılaştırma özelliğidir. Öyle ki; sanayileşme bir taraftan işbölümü, zenginlik hiyerarşisi ve sosyal sınıflar meydana getirirken diğer taraftan da toplumsal farklılaşmanın boyutlarını değiştirmiştir (Aron, 1997, 73). Toplumsal işbölümünün artışına paralel olarak da, yeni işkollarının ve mesleklerin ortaya çıkışına neden olmuş böylece toplumsal mobiliteyi artırarak iletişimin ulaştığı noktayı günümüze ulaşan baş döndürücü boyutlarına taşımıştır (Günay, 1986, 54). Böylece toplumsal ilişkilerde sosyal hayatın aktifleşmesine dolayısıyla da statü farklılıklarının değerlendirilmesinde yeni ve farklı anlayışların ortaya çıkmasına yol açmıştır. Makinelerin yaygınlaşması ile yığın üretimine geçilmesi sonucu işçi sınıfının oluşumu (Ozankaya, 1976, 364) ve böylece farklılaşan sınıf ilişkilerinin belirginleşip yoğunlaşmasıyla ortaya çıkan karmaşık ilişkilerin farklı değerlendirmelerine bu bağlamda şahit olmaktayız. Halen yaşadığımız sanayileşme ve uygarlık hareketinin tarihteki benzeri uygarlık ve endüstri atılımlarından farklı bir şekilde “Sanayi Devrimi” olarak adlandırılmasının birinci nedeni; bu hareketin gerisinde bulunan duygunun ve maşeri ruhun çok güçlü ve tabana yayılmış olması, ikincisi; sanayileşen toplumlardaki 42 geleneksel dini ve sosyal kurumların fonksiyonel olmaktan çıkması, üçüncüsü; sanayileşme hareketinin çok hızlı bir şekilde dünyayı etkisi altına alması, dördüncüsü; bilimsel bilgiyi üretimde ve sanayide kullanma kapasitesinin yüksek olması, beşincisi; çalışmanın başkaları tarafından tanımlanması, takdir edilmesi, şahsi bir ihtiyaç olmaktan çıkartılması, bedeni bir eylem olmaktan öte araçlaştırılması, mekanikleştirilmesi, müşterekleştirilmesi ve kutsallaştırılması, altıncı olarak da sanayinin, milletlerarası hâkimiyet mücadelelerinin amaçlarını ve ilkelerini, değiştirdiği yapısal ve fonksiyonel unsurlara bağlı olarak değiştirmesidir (Duran, 2002, 17-18). Bu kadar büyük etkileri olan ve devrim olarak adlandırılan bu sürecin ne zaman başladığı kesin olarak belirlenememektedir. Sanayi Devrimi, Britanya’da 18.yüzyılın ikinci yarısından 19. yüzyılın ilk yarısına kadar olan dönemde gerçekleşen hızlı toplumsal, iktisadi, demografik ve teknolojik değişiklikleri anlatmak üzere kullanılan bir terimdir (Marshall, 1999, 632; Hobsbawm, 2005, 32-33). Bilindiği gibi, bugünkü anlamda bir sanayinin doğuşu ve etkinlik göstermesi 19. yüzyıl Avrupa’sının bir ürünüdür. Bu sebeple sanayi çağı 18. yüzyıl ile başlatılır. Freyer bu tarihi 1792 yılı olarak vermektedir (Atalay, 1983, 20). Özellikle Batı Avrupa’da birkaç yüzyıldan beri oluşmakta olan zihni gelişmenin sonucu sayılan büyük sanayi devrimi (Hobsbawm, 2005, 33; Turhan, 1969, 29) sadece makine tekniğinin doğup gelişmiş olmasıyla belirlenmemektedir. Onun yanında, iktisadi yaşayış ve çalışma biçiminde, toplum ve kültür yapısında meydana gelen köklü değişmeleri de belirtmek gerekir (Freyer, 1954, 5-8, 18-25; Hobsbawm, 2005, 32-36, 74). Öyle ki bu çağın doğup ortaya çıktığı Batı Avrupa toplumlarında insanın değişik varlık alanlarıyla bağlılıkta insanlar arası bağlanışlarını birkaç yüzyılda kökünden değiştiren derin sarsılmalar, devrimler (Hümanizma, Reformasyon, Aydınlanma, Liberalizm v. b.) sanayi çağının kaynağını teşkil etmiş; bu çağın insanlarına “dinamizm” anlayışını adeta değişmez bir değer olarak vermiştir (Ayas, 1994, 9). Sonuçta sanayileşme öncesinin gelenekleri, kaçınılmaz biçimde yükselen sanayi toplumunda varlığını sürdürememiş ve yerini mevcut sürece bırakmıştır (Hobsbawm, 2005, 84). Yeni dünya görüşü, insanlarda, çalışma ve kazanma hevesini artırmıştır. Üretim ve imalat görülmedik bir gelişme safhasına girmiştir. Çalışma ve kazanma yollarını aramaya koyulan insanlar, nispeten kısa bir zamanda, dünyanın o zamana değin bilinmeyen bölgelerinden önemli bir kısmını bu yolda kullanmağa girişmişler, böylece, bu faaliyetin merkezi durumunda olan Batı Avrupa ülkeleri aynı zamanda birer bilgi, 43 servet ve refah merkezi durumuna gelmişlerdir. Gittikçe gelişen teknik rasyonellik yardımıyla iktisadi rasyonellik ilerlemiş, rasyonalite toplum yaşamının bütün alanlarına yayılıp bir yaşama ve davranış ilkesi olarak benimsenmiştir. Çağın doğumunu hazırlayan ve bugüne kadar gelen süreç içinde, bilim tekniği geliştirmiş, teknik de bilimin gelişmesine yardımcı olmuş; her ikisi birden, zihin ve maddi kültür verilerini, özellikle iktisadi yaratma ve örgütlenme alanlarında görülen gelişmeleri sağlamış, kültür ve yaşama seviyesi de buna bağlı olarak hızla yükselmiştir (Ayas, 1994, 9; Atalay, 1983, 22). Sosyoloji geleneğinde öteden beri ele alınan sanayileşme olgusu, doğal kaynakların dönüştürülmesi ile yakından ilişkilidir. Doğayı en üstün kazanç sağlayacak şekilde dönüştürmesinin sosyal fenomende ciddi bir birikim süreci olarak değerlendirilmesi, sanayi devriminin diğer değişim süreçlerinden farklılığının temel göstergesidir (Güzel, 2008, 87). Bu bağlamdan yola çıkarak sanayileşmenin özünü, üretim için gerekli toplam işgücünü azaltan kompleks makinelerin ve diğer araçların kullanılması şeklinde ifade edebiliriz (Russell, 1979, 30). Bu da yoğun teknolojiye dayalı ve geniş çapta üretimle sonuçlanmaktadır. Yani, fabrikalaşma bunun belirgin görüntüsüdür. Fabrika endüstri devrimi ile şekillenirken, endüstri devriminin toplumsal etkileri de “fabrika ile daha da somutlaşmıştır.” Bu iki süreç fabrikaların etkisinin sadece üretim süreci ile sınırlı kalmamasına, toplumsal değişimi de kapsayacak kadar geniş bir alana yayılmasına yol açmıştır (Güzel, 2008, 88). Ağır teknolojiye dayalı bu fabrikalar ise, çalışanların fazlalığı, işbölümünün gelişmesi, üretimin büyüklüğü gibi ölçülerle ifade edilmektedir (Atalay, 1983, 20). Burada ticari toplumun fabrika üretimine dönüşümünü ifade etmekteyiz (Güzel, 2008, 95; Sarıöz Ete, 2002, 13). Fabrika üretimine dönüşümü ifade eden sanayi devriminin belirleyiciliği ise “insan-insan ilişkisine göre şekillenen diğer kurumların aksine insan-doğa ilişkisine göre şekillenmesinden ileri gelmektedir” (Çelebi, 2001, 86-88). Fabrikanın sosyal hareketliliğin artması, sermayenin daha geniş kesimlere yayılarak merkezileşmesi, işgücü pazarlarının öneminin artması, kol gücüne dayalı üretimden makine gücüne dayalı üretime geçilmesi, ücretli işgücünün yaygınlaşması, nüfus hareketlerinin artması, yeni endüstri kasabalarının ortaya çıkması, modern pazar ve endüstri örgütlerinin oluşumu gibi toplumsal sonuçları, büyük ölçüde üretimi tek çatı altında toplayan girişimcinin makine üretimine geçmesinden kaynaklanmıştır (Türkdoğan, 1981, 60). Yine de söz konusu toplumsal etkenlerden hiçbiri, geleneksel 44 dönemdeki mevcut insan kümeleşmesini değiştirerek “proleteryayı” ortaya çıkarması kadar etkili olamamıştır (Mardin, 1997, 28). Böylece toplumsal yaşamı geniş ölçüde etkileyen fabrikaların sanayi devrimine ivme kazandıran ana unsurlar olduğunu ifade etmekteyiz. Yine bu bağlamda Theodorson’da sanayileşmeyi “güç üreten makinelerin ortaya çıkması ve yaygınlaşması ile sonuçlanan üretim, ekonomi ve sosyal örgütlenme yöntemlerinde ki köklü değişmeler ve bunun sonucunda fabrika sisteminin ortaya çıkması sürecidir” şeklinde tarif etmektedir (Efe, 1997, 44). Aslında sanayileşme daha geniş anlamda, tarımsal faaliyetlerin veya temelinde küçük üreticiliğin yer aldığı (Hobsbawm, 2005, 28; Efe, 1997, 44) faaliyetlerin büyük üretim faaliyetlerine dönüştürülmesinden ziyade modernleşme diye de adlandırılan daha genel bir süreçle ilişkili olarak değerlendirilmektedir. Böylece Fransız ihtilali ve sanayi devriminin gerekli kıldığı değişim süreci “modernleşme”; dönem ise “modern dönem” şeklinde kavramsallaştırılmaktadır. Modernliğin getirdiği değişim ise hem yaygınlık hem de yoğunluk açısından modern öncesi değişim süreçlerinden farklıdır. Nitekim sanayi devriminin etkilerinin yukarıda ifade ettiğimiz üretim süreci ile sınırlı kalmaması bu farklılığı açıkça ortaya koymaktadır. Literatürün, sanayi devriminden önce sosyal yaşamın bu kadar farklılaşmadığına dair dikkate değer sayıda örnekler sunması, sanayi devriminin etkilerinin üretim sürecini aşarak (Güzel, 2008, 72) insan-toplum-doğa bağlamında cereyan eden bütün süreçlerin öncüllerinden başlayarak sonuçlarına kadar olan her şeyi farklılaştırması durumun bir göstergesidir. Modernliğin farklılığı görüşü, büyük ölçüde onu oluşturan büyük dönüşümlerin gerçekleştiği “toplumsal an”a dayanır. Bu toplumsal anın hazırlayıcısı özelde aydınlanma çağı düşüncesinde belirginleşen ve büyük bilimsel devrimlerin kendisine eşlik ettiği paradigma (Shayegan, 2002, 59) ve genelde, geçmişin otoriter yapılarını alt üst etmenin verdiği devrimci ruhtur. Bu çerçevede modern yaşam biçimi, entelektüel, siyasal, ekonomik ve kültürel alanlarda gerçekleşen dönüşümlerin etkileşimi aracılığıyla ortaya çıkmıştır (Sarıöz Ete, 2002, 16). Bu bağlamda ortaya çıkan süreçte sanayileşmenin itici gücü bu etkileşimleri güçlendirmiş ve süreç içerisinde modernleşme projelerinde kaynak olarak kullanımında ortaya çıkan verilerin toplumsal dönüşümdeki etkilerini belirgin hale getirmekle kalmamış, özellikle bu sürece katılmak isteyen toplumların temel çıkış noktalarını oluşturmanın yanında idealleşen bir konuma yükselerek bireyciliğin ve bireyselliğin onursal ruhlarına atıf yapan sonul görüşüyle 45 (Wagner, 1996, 26) modernliğin, özgürlük ve özerkliği kentleşme ve demokratikleşme süreçlerine olan şaşaalı bağlayışıyla kendisine sağlam bir yer edinmiştir. Blumer de sanayileşme- modernleşme sürecini şöyle ifade etmektedir: “ Geçmişte olduğu gibi günümüzde de sanayileşme, modernleşme çeşitlerinden biri olarak değerlendirilir. Bu eğilim de endüstrileşme kavramının belirsizliğine yol açmaktadır. Modernleşmenin gelişmiş dış dünyadan gelen “norm”, “standart” ve “modeller” olarak değerlendirilmesinden yanayım… (Yine de) modernleşmenin halk eğitimi, kanunlaşma, yeni tüketim eğilimleri, yeni ilgi alanları, yeni formel kurumlar, yeni politik düşünceler gibi oldukça farklı anlamları vardır. Bu sayılan yenilikler, bir bölgeye sanayileşmenin etkisiyle girer. Sanayileşme dış dünyanın etkilerini sanayileşen bölgeye getirir. Kapılar, insanların değer verdikleri yeni norm, model ve üretimlere ardına kadar açılır ve sosyal yaşamda da önemli değişmeler görülür. Yeni yaşam şekilleri bölgeye sanayileşme süreci ile girdiği için “sanayileşme ile modernleşmenin aynı şeyler” olduğu düşünülür (Blumer, 1990, 22). Berman’da benzer şekilde sürecin içerisinde değişik unsurların karşılıklı etkileşiminin bir bütün olarak ortaya çıkardığı yaşam biçiminin farklılaşmasına vurgusu şöyledir: ”Fiziksel bilimlerde gerçekleşen, evrene ve onun içindeki yerimize dair fikirlerimizi değiştiren büyük keşifler, bilimsel bilgiyi teknolojiye dönüştüren, yeni insan ortamları yaratıp eskilerini ortadan kaldıran, hayatın tüm temposunu hızlandıran, yeni tekelci iktidar ve sınıf mücadelesi biçimleri yaratan sanayileşme; milyonlarca insanı atalarından kalma doğal çevrelerinden koparıp dünyanın başka bir yerinde yeni hayatlara sürükleyen muazzam demografik altüst oluşlar; hızlı ve çoğu kez sarsıntılı kentleşme; dinamik bir gelişme içinde birbirinden çok farklı insanları ve toplumları birbirine bağlayan, kapsayan kitle iletişim sistemleri; yapı ve işleyiş açısından bürokratik diye tanımlanan, her an güçlerini daha da artırmak için çabalayan ve giderek güçlenen ulus devletler; siyasal ve ekonomik alandaki egemenlere karşı direnen, kendi hayatları üzerinde biraz olsun denetim sağlayabilmek için çabalayan insanların kitlesel toplumsal hareketleri; son olarak, tüm bu insanları ve kurumları biraraya getiren ve yönlendiren, keskin dalgalanmalar içindeki kapitalist dünya pazarı” (Berman, 2001, 28). Bu ifadelerden yola çıkarak modernleşmeyi, genellikle siyasal, ekonomik ve kültürel görüntüleriyle birlikte tüm toplumsal yapının, gelişen teknolojiye bağlı kalarak sanayileşmesinin etkileri olarak ele alabiliriz (Kongar, 1979, 249). Süreci çift taraflı okuyarak bir taraftan bizlere, “serüven, güç, coşku, gelişme, kendini ve dünyayı dönüştürme olanakları vaat eden,” diğer yandan da “sahip 46 olduğumuz her şeyi, olduğumuz her şeyi yok etmekle tehdit eden bir ortam” yaratan modernliği, “paradoksal bir birlik, bölünmüşlüğün birliği” olarak tanımlayan Berman, Marx’ın kavramsallaştırmasına başvurarak, modern olmak; “katı olan her şeyin buharlaşıp gittiği bir evrenin parçası olmaktır” demektedir. Kendi olumsuzlayıcı düşüncesinin bu bağlamında modern hayatın “girdabı(nın) birçok kaynaktan beslene geldiği”ne dikkat çekerek içerisinde sanayileşmenin de yer aldığı yukarıda ki hususları ifade etmiştir (Berman, 2001, 11-31; Sevil, 1999, 18; Shayegan, 2002, 174). Giddens’ın da ifadesinde vücut bulan, ”geleneklerin kalıntıları silindikçe, toplumlar ne kadar çok sanayileşirlerse birbirine o kadar çok benzeyecekler” şeklindeki görüşler sanayileşme ile modernleşme arasındaki yakın ilişkiye değinmektedir (Sevil, 1999, 54). Aynı şekilde Giddens modernleşmenin ilk olarak, dünyaya karşı belli yerleşik tutumları insanın müdahalesiyle şekil almaya açık bir dünya fikrini, ikincisi, ekonomik kurumların karmaşık bir bileşimini, özellikle sanayi üretimi ve pazar ekonomisini, son olarak da, ulus-devlet ve kitle demokrasisi başta olmak üzere, belirli siyasal kurumları göstermekte olduğunu vurgulamaktadır (Giddens, 2001, 81). Böylece modernite, ekonomik, toplumsal ve siyasal boyutlarıyla son yüzyılların teknolojik buluşlarıyla gündeme getirilen dünyanın dönüşümünü ifade etmektedir. “Bu aynı zamanda insan bilinci düzeyinde inançları, değerleri ve hatta yaşamın duygusal yapısını bile yerinden oynatan bir devrim de getirmiştir” (Poloma, 1993, 268). Bu değerlendirmelerden sonra yalın bir süreç olmadığını gördüğümüz modernleşmenin (Akgül, 2002, 63) temeline ekonomik gelişme kavramını koyduğumuz zaman (Sevil, 1999, 41) değerlendirmelerimizin çıkış noktasında değer yargılı ve yönü belirlenmiş olan bir kavrama ulaşmaktayız. Özellikle Batı toplumlarının sanayileşme süreci ile girdikleri dönüşümün ortaya çıkardığı yeni durumun ifadesinde kullanılan modernleşme bu anlamda toplumsal değişmenin özel bir yönünü yani batı toplumlarının ulaştığı yönü ifade etmektedir. Bu noktada modernleşme sadece bu ekonomik gelişme sonucunda ulaşılan toplumsal duruma sahip olan batı toplumları için değil bu bağlamda üretilen ilerleme ve gelişme süreçlerine aday olarak değerlendirilen toplumlar içinde geçerli olabilecek süreci ifade etmektedir. Böylece modernleşme batılı toplum bilimciler tarafından bütün gelişmekte olan toplumların, batı toplumlarına benzer merhaleleri geçireceklerine (Efe, 1997, 49) dair bir anlayışı da içerisinde barındırmaktadır. Sosyologların değişim sürecine dair yapmış oldukları kavramsallaştırmaların temelinde (Durkheim: Organik toplum ve mekanik toplum; Tönnies: Cemaat ve 47 cemiyet; Marx: Kapitalist toplumdan sosyalist topluma; Weber: Kapitalist rasyonel toplum) batı’nın vardığı noktalar göz önünde bulundurulmaktadır. Burada hedeflenen, Batı’nın ulaştığı veya ulaşması gereken düzeydir (Sevil, 1999, 38). Demek ki teknoloji olarak adlandırılan ve bu denli dillere düşmüş olan şeyin sadece makine ve fabrika demek olmadığını, Batılı insanın bakışında ve bilincinde meydana gelen değişimin doğrudan sonucu olduğunu görmekteyiz. Ne ki beraberinde teknolojiyi getiren bakıştaki değişim yeni bir olgu değildir. 14. ve 15. yüzyıllarda dünyanın büyük uygarlıkları üç aşağı beş yukarı aynı teknik düzeye sahipken, bu olgunun sadece Batı kültürünün içinde gerçekleşmesinin nedeni de bu noktada önemlidir (Shayegan, 2005, 271). Bu bağlamda geleneksel toplumdan modern topluma geçişi ifade eden modernleşmenin hemen hemen daima eski usullerin yerini yeni ve daha etkin usullerin alması veya tamamen yeni ürünlerin üretilmesi ve yeni yaşantı tarzlarının ortaya çıkarılması anlamına gelmektedir. Doğal olarak bu süreç toplumsal değişmenin farklı toplumlarda veya medeniyetlerde farklı biçimlerde ortaya çıkaracağı değişimleri göz önünde bulundurmadan sadece batı tipi bir değişim ve dönüşümün anahtarı olarak değerlendirilebilir. Nitekim Wallerstain’de, değişmekte olan dünyayı belli sınırlara çekebilmek için Batılı bilginlerin “gelişmeyi”, “Üçüncü Dünyayı” ve “modernleşmeyi” icat ettiklerini vurgulamaktadır. Oysa ona göre “modernleşmekte olan bir dünyada değil, kapitalist bir dünyada” yaşamaktayız (Wallerstain, 1995, 244-245). Bu noktada Weber’in kuramının tarihsel gelişimi içerisinde Batı’nın bir ürünü olan kapitalizme özel bir vurgu yapmalıyız. Gerçekte teknolojik rasyonalite bir Batı olgusudur ve Çin’de, Hindistan’da ya da İslam dünyasında doğamazdı (Shayegan, 2002, 96). Bu noktada ortaya çıkan toplumun yorumu da kendi dinsel geleneğinden devşirilmiş olacak ve diğer toplumlara “işte durum tam da benim izah ettiğim gibidir” denilecekti. Bu hususta her ne kadar Bendix, tam anlamıyla modernleşmiş ve de modernleşmek isteyen bir toplumun, geleneksel unsurlardan arınmış olduğu veya olması gerektiği anlamsız bir soyutlamadan başka bir şey değildir (Bendix, 1983, 81-82) dese de Weber, bugünkü sanayi toplumlarının ekonomik başarısının nedenini, Protestan mezhebinin ahlaki değerleri olarak göstermektedir (Weber, 1997, 34; Lenski, 1962, 113-114). Hâlbuki olayın “tarihsel rastlantılarla” açıklanamayacak çok farklı boyutları vardır. Ayrıca sanayileşmenin yegâne unsurları sadece bilimsel devrimler veya coğrafi keşiflerle ortaya çıkan hammadde ve pazar oluşumu da değildir. Yine sürece katkı 48 yapan iktisadi ve toplumsal gelişmeler farklı yönlerden etkin olmuşlardır. Fakat bunlarda sonuca dair kesin bildirimlerde bulunamamaktadır. Bu noktada Protestan Reformu’nun da ne doğrudan doğruya, ne de dolaylı olarak –Protestanlığın neden olduğu özel bir “kapitalist ruh” ya da iktisadi davranış biçimlerindeki başka bir değişikliğin- Sanayi Devrimi’ne yol açtığı söylenebilir. Hatta bunlar, Sanayi Devrimi’nin neden Fransa’da değil de, İngiltere’de gerçekleştiğini bile açıklayamaz. Bu reform Sanayi Devrimi’nden iki yüzyıl önce meydana gelmiştir. Protestanlığa geçen tüm bölgelerin sanayi devriminin öncüsü olduğu hiçbir zaman söylenemez ve –çok belirgin bir örnek vermek gerekirse- Hollanda’nın Katolikliği sürdüren bölümü (Belçika) Protestanlığa geçen bölümünden (Hollanda) daha önce sanayileşmiştir (Hobsbawm, 2005, 35; Baykan, 1981, 138-139). Bütün bu tartışmaların sonucunda modernleşmenin farklı bağlamlarda sosyologlar tarafından tahlil ediliyor oluşunda kendi toplumsal durumlarına olan atıf noktalarını ve görmek istedikleri toplumsal dünyanın çözümlenmesinin yanında anlam arayışına olan bilimsel katkıyı sunma çabalarının ideolojik boyutlardaki yansımalarının bilime olan etkilerini müşahade etmekteyiz. Bütün bu sürece rağmen gelişmekte olduğu söylenen ülkelerin sanayileşme ve dolayısıyla modernleşme serüveninde, Batı toplumlarının kendi yapısında anlamlı fonksiyonlar oluşturan kültürel unsurlarının tarihsel tecrübeleriyle birleşerek ortaya çıkardığı teknoloji ve kurumlarının harfi harfine ve metazori bir sistemle kendi toplumlarına kabul ettirmeye çalışmaları başarısızlığa neden olmaktadır (Kaya, 1993, 22). Bu yetmezmiş gibi bir de modern uygarlığın tüketim düzeyine en kestirme yollardan tırmanma kurnazlığı, bir saplantı olarak, gelişme halindeki ülkeleri kültürden eğitime, siyasetten yönetime, iktisat ve maliye politikalarına ve dış ilişkilere varıncaya kadar, her alanda kıskacına almıştır (Efe, 1997, 49). Gerçekte ise bütün toplumların kendine has kültürel yapı özellikleri vardır. Bununla beraber, bütün medeniyetlerin oluşmasını gerçekleştiren, ampirik bilgi birikimini -ki maddi kültürde ki ilerleme bunun sonucu olarak meydana gelebilmektedir- (Turhan, !969, 317) kabul etmekteyiz. Yalnız göz önünde bulundurulması gereken önemli hususlardan birisi de toplumların, tarihsel gelişim süreci içerisinde geliştirdikleri manevi kültür unsurları da dinleri ile veya dinlerin yeni yorumlarıyla bir bütün halinde ilişki içerisindedir (Kaya, 1993, 27). Bu ilişkinin farklılaşmasını göz önünde bulundurarak sürecin tek yönlü ve düz çizgi halinde ve sadece din ve yansımaları şeklinde değerlendirilemeyeceği açıktır. 49 Bu noktada Batı uygarlığınca hava veya su kadar “doğal” olan kurallar ve algı dayanaklarından farklı olan kural ve algı dayanaklarının diğer kültürlerde mevcut olduğuna müşahidiz. Bu noktada her kültürün bireylerinde yöresel-merkezcilik vardır. Eğer bir sosyolog kendi yöresel merkezci değerlerini çalışmalarında önde tutarak diğer insanların yöresel-merkezciliğine kabul ettirmeye kalkışırsa, sonuç içinden çıkılmaz bir karmaşıklık olur (Şerif, 1985, 24-28). Bu hususta sosyoloji toplum mühendisliği olarak ifade edilmemelidir. Özellikle Comte’un düşüncesinde mevcut olan, “ artık; insanın tarihsel süreçte edindiği ve günün bilimlerinin kazandırdığı kuramsal bütün bilgileri birleştirerek dünyaya yeniden şekil vermek ve onu yeni bir düzene koymak gibi, insanın uygulanımsal çabaları için yol göstericilik vazifesini sosyoloji yüklenecekti” (Çiftçi, 2002, 31) fikri yeni teoloji çabalarının bilimsel kılıfı gibi durmaktadır. Yine Weber’in yapmak istediği de, “kapitalizmi, çağdaş batı dünyasının uygarlığı olarak anlamaya çalışmak”tır. Weber’e göre “kapitalist eylemler, toplumlarda evrensel olan bir özellikten ibarettir.” Kapitalizmin biçimsel tanımlaması da onun böyle düşündüğünü göstermektedir, “Endüstriyel arz, özel talepleri gözetmeksizin, bir insan grubunun ihtiyaçlarını girişimcilik yöntemlerini sağlıyorsa, orada kapitalizm var demektedir (Sevil, 1999, 30-31). Görüldüğü gibi modernliğin tarihsel süreci 17 yüzyıl Avrupa’sında başlayan ve sonrasında hemen hemen bütün dünyayı etkisi altına alan toplumsal yaşam ve örgütlenme biçimidir. Bu sürecin tanımlamalarına bakarak onu anlamaya çalışmak sorunlarla doludur. Biz bütün bu algılama sorunlarının üzerinde yine modern kelimesinin en yoğun olarak kullanıldığı alan olan endüstriyi görüyoruz. Endüstrileşmenin devrimine sahip olan Batı toplumlarının teknik hegemonyalarının kültürel boyutunu modernleşmenin farklı bağlamlarda ifade edilen kodlarında aramaktayız. Bilindiği gibi endüstri devriminin inkişafı bu sürecin diğer toplumlar tarafından içselleştirilmesiyle gerçekleşecek ve gerçek mecrasına yerelliğin küreselleşme ideolojisi bağlamında kaybolmasıyla tek çizgi halinde ifade edilecek insanlığın ilerleme ve evrim tarihine olan sıkı bağımlılığıyla ifade edilecektir. Nitekim Eisenstadt modernleşmeyi “tarihsel olarak Batı Avrupa’da ve Kuzey Amerika’da geliştirilmiş olan toplumsal ve siyasal sistemlere doğru bir değişme süreci olarak tanımlarken; Lerner’da “modernleşmenin batılılaşmak olduğunu…” söylerken batı toplumlarını veri olarak çıkış noktası yapmışlardır (Kongar, 1999, 406). Bu bağlamda Batı’da ortaya çıkan bütün bu tartışmaların yerel unsurlar tarafından merkeze olan atıfla mı yoksa kendi yerelliği içinde mi değerlendirileceği yoğun tartışmalar içermektedir. Ve 50 süreç farklı bakış açılarıyla ilerlemeye ama hep de modernizm bağlamında tartışılmaya devam etmektedir. Diğer açıdan modernliğin kendi içsel tanımlamalarında da içerdiği çelişkilerin farklı kuramsal çıkış noktalarıyla değerlendirilmeye devam ettiğine şahit olmaktayız. Yeni bir modernlik anlayışının tanımlanması gerektiğine inanan Touraine, eğer bunu yapmazsak: ”Eski düzen’lerin yıkılışı ve sanayileşme sırasında yaşanmış olanlardan çok daha şiddetli tufanlar yaşayacağız” diye uyarır (Touraine, 1994, 222). Touraine göre, modernliği en iyi tanımlayan, ne teknik ilerlemeler ne de tüketicilerin giderek artan bireyciliği değil, özgürlük talebi ve bu talebin insanı mutlak bir araca, bir nesneye ya da bir yabancıya dönüştüren her şeye karşı kendini savunmasıdır (Touraine, 1994, 222). Ne ki Touraine, modern olarak adlandırılması gerekenin, “geçmişi ve inançları silip atan bir toplum değil, eskiyi yıkmaksızın moderne dönüştüren” ama dinin sadece -tanımını yapmadığı bir- “vicdana çağrı” haline dönüştürüldüğü bir toplumsal yapıdan söz ederek (Touraine, 1994, 354) aslında ulaşılmak istenen modern hedefe dair seleflerine bir katkı yapmaktadır (Sezer, 1981, 14-15). Olayın farklı bir boyutu da modern okumalara karşı çıkan post-modern süreçlerin yarattığı travmadır. Gerçek bir büyü bozumuna yapısal unsurlardan başlayarak aslında kendi temellerini de yıkan post modern söylemi ulaşılan kültürel boyutun naifliğine vurgu yapması bakımından önemsemekteyiz. Çünkü bu söylemde yapıbozum baskıcı olmayan bir “düzen” anlayışı sunar ve köklere inme anlamında radikaldir (Rosenau, 2004, 232). Ve bunun modernliğin içerisinde çıkış noktasını oluşturan özgür bireysel benliğin oluşturulması ve sonucunda Parsons’çu söylemle, bu bireysel benliğin istikrarlı toplumsal sistem için toplumsal rol ve toplumsal bütünleşme içerisinde eritilerek (Wagner, 1996, 224) örgütleyici modernliğin kendi toplumsal kimliğimizin milliyet veya sınıf bilincine gönderme yapan etkin kitle olmanın sonucunda ulaşılan noktada inşa edilen kitle kültürü olma sürecinin yıkılmasına yol açan bir anlayışa yol açması da marjinal gruplara, kadınlara, batılı olmayan gruplara vs. yeni açılımlar sunmaktadır. Fakat bu sürecin sonucunu kestirmek tam da olmasını istediğimiz toplumsal erdemlerin bitmez tükenmez tartışmaların girdabında temellendirilemeyen ama sadece yaşanan ve çıkan yeni yapısal anlayışın insani olmayan bir noktaya bizleri sürüklemesi korkunç sonuçlar doğuracak bir durumdur. Tarihsel akışımızı göz önünde bulundurduğumuzda sanayileşme ve modernleşmenin çeşitli bağlamlarda tartışıldığına ve bir sonuca bağlanamadığına şahit olmaktayız. Mesela Tütengil çalışmalarında az gelişmiş toplumların yapısal sorunlarının 51 çözümü için “Batılılaşmayı” önerirken (Kongar, 1999, 406) Tanyol ise Batılılaşma hareketinin Türkiye’de kapitalist bir modeli oluşturma çabaları olduğuna dikkati çekerek, kapitalist modelin toplumsal yapımıza uymadığını ifade etmektedir (Kongar, 1999, 366). Diğer taraftan sanayileşme ve modernleşmenin ayrı süreçler olduğunu ifade ederek sanayileşelim ama batılılaşmayalım düşüncelerinin yanında Batı’nın bütün unsurlarının etkileşim içinde olduğunu ifade ederek sanayileşmenin yanında kültürel unsurların sentezlenerek yapısal unsurlarımızın geliştirilmesi gerektiğini ifade eden görüşlere de rastlamaktayız. Olayın bir diğer yönü ise toplumların bu süreçten azade kalamayacağı özellikle küreselleşme bağlamında Batı’nın her türlü unsurlarının tüm dünyayı sardığı olgusudur. Bu bağlamda Shayegan’ın batılılaşma ve kendine yabancılaşma durumunda olduğunu iddia ettiği doğu toplumlarına ait olan betimlemesi kayda değer bulunmaktadır. “Batılılaşma, batı uygarlığının gerçek niteliğinden habersiz olmaktır. Bu bilgisizlik, durumun dış yüzünü özüyle karıştırmamıza, Batı uygarlığının görünümlerini onun teknolojik ürünlerinin şaşırtıcı kullanışlılığıyla sınırlamamıza ve bu ilerlemenin ardında cereyan eden düşünceden gafil olmamıza neden olmaktadır. Bu gaflet ve bu uygarlığın itici düşüncesini o düşüncenin pratiğinden ayırt etmemek, bizim deneyimimizin sadece uygulamalı bilimlerin kullanımı çerçevesinde gerçekleşmesine ve söz konusu bilimlerin kaynağına yol bulamayışımıza neden olmaktadır. Bu müthiş çarkı döndüren kaynakla irtibat kurmamız mümkün değildir. Çünkü onun ortaya çıkışına yola açan değişimde bizim payımız yoktur. Biz onunla karşılaştığımızda bu büyük çark çoktan harekete geçmiş ve bizi de dişlilerinin arasına almıştı. Batı düşüncesinin itici kaynağına yol bulamayış, hayranlığa yol açar, bu hayranlık da zihinsel felce. Zihinsel felçte yaratıcı güçlerimizi her alanda durdurarak düşünce yolumuzu tıkar. Bu düşünce çıkmazı, düşüncenin muhtemelen kendisine açık olan iki yolda da, yani Batı düşüncesinin itici gücü ve ulusal hatıranın kaynağıyla bağlantı yolunda seyretmesine izin vermez. Batı düşünce dairesine yol bulmaktaki aczimiz, ulusal hatıramıza sırt çevirmemiz ve o mirasa yabancılaşmamız, kelimenin tam anlamıyla ne İsa’ya ne de Musa’ya yaranmamıza yol açar” (Shayegan, 2005, 19-20, 57-62). Toplumlar kendi kültürlerinin farklılığını bu süreçte nasıl ortaya koyabilecektir. Batı kültürünü kendi bağlamı içinde tanıyıp, ulusal hatırasının da kavramlarını yeniden ifade edebilecek (Shayegan, 2005, 277) bir düşünce yapısı ortaya koyabilecek mi? Böylece Türk Toplumunun da kendi tarihsel köklerini kültürel olarak devam ettirip ettiremeyeceği de süreç içerisinde görülecektir. Bu tanımlamaların ve çözümlemelerin ışığında geleneksel ve modern sanayi toplumlarında dinin nasıl bir görünüm arz ettiğine 52 bakabiliriz. Bu görünümlerin işlevsel olarak yapacağımız analiz ve değerlendirmelerde önem arz ettiğini ve bu değerlendirmelerin tipolojik olarak vurgulandığını belirtmeliyiz. Bu noktada yapılacak olan analizlerin farklı tarihsel birikimde ve ulaşılan mevcut görünümde farklılıklara gösterdiğini ve tipolojik analizlerin değişen oranlarda farklılaşmış olarak ta bulunabileceğini ifade etmeliyiz. 1.5. Din ve Sanayileşme 1.5.1. Din ve Sanayileşme İlişkisi Bu bölümde genel anlamda din ve sanayileşmenin karşılıklı etkileşimlerinin teorik olarak incelenmesi amaçlanmaktadır. Din sosyolojisinin temel konularından biriside din ve diğer ekonomik olayların karşılıklı ilişkilerinin, etki ve tepkilerinin incelenmesidir. Ekonominin temel çıkış noktalarından birisini oluşturan sanayileşme, geleneksel toplumsal hayata binaen günümüz toplum hayatında birçok önemli farklılıklar meydana getirmiştir. Toplumsal farklılaşmanın ileri boyutlara ulaştığı günümüz sanayi toplumlarında ve sanayileşen toplumlarda dininde bu değişim ve dönüşümden etkileneceği aşikârdır. Bu noktada dinin nasıl anlaşıldığı ve yaşandığı hususunda çok çeşitli kuramlar bağlamında araştırmalar yapılmış ve sanayileşmenin dine etkisi toplumsal bağlamda gözlenmeye ve anlaşılmaya çalışılmıştır. Bu araştırmanın temel amaçlarından biriside din ve sanayileşmeyi bu bağlamda anlamaya çalışmaktır. Çünkü sanayileşmeyle birlikte ortaya çıkan gelişmeler insanları geleneksel bağlardan kopararak farklı çözümlemelere sürüklemiş ve bunun etkisi de tüm toplumsal alanlarda hissedilmiştir. Öncelikle din nedir, dindarlık ne anlam ifade etmektedir, din ve toplum ilişkileri nasıldır, modern toplumlarda din, sanayileşme, sanayileşme ve din ilişkileri problemleri incelenecektir. 1.5.2. Sosyolojik Bakımdan Din Din; insanın tutum ve davranışlarını, insanlar arası ilişkilerini, fert ve toplum hayatını etkileyen ve belirleyen temel kurumlardan biridir. İnsan ve toplum hayatında son derece önemli ve etkili bir kurum olması hasebiyle din, her devirde düşünürlerin, sosyal bilimcilerin ilgi odağı olmuştur. Nitekim Durkheim’e göre din, bütün insan toplumlarında karşılaştığımız evrensel sosyal bir fenomendir. Dolayısıyla sosyolojinin ilgi alanında dinin olması yalnız hakkı değil, aynı zamanda görevidir (Köktaş, 1993, 11). Aynı zamanda insanları ve toplumları doğru anlamanın temel anahtarlarından birisi 53 dindir. Dinin doğru anlaşılmasının toplumunda doğru anlaşılmasına bir katkısı olacağı muhakkaktır. Çünkü din gerçek anlamını toplumla bize göstermektedir. Bu açıdan öncelikle dinin ne anlama geldiği ifade edilmelidir. Din, farklı dinî ve kültürel formlarda farklı anlaşılmış ve tarif edilmiştir. Nitekim sosyal bilimcilerinde üzerinde hemfikir oldukları bir din tarifi ortaya çıkmamıştır. Sosyolojisi açısından din kavramının tarifi özellikle bu ilmin ortaya çıkışıyla birlikte kendi bakış açısıyla farklı bir anlam kazanmıştır. Aslında sosyolojide din, kendisi olmak bakımından değil de, incelenen toplumsal boyutta ele alınan bir olgu olarak araştırılmıştır. Bu bakımdan din bilimsel araştırma konusu olan sosyal bir gerçeklik olarak ele alınmış (Kehrer, 1996, 7) ve dinin objektif toplumsal bir olgu olması göz önünde bulundurulmuştur (Efe, 1997, 50). Sonuçta din sosyal bir fenomen olduğu sürece incelenmiştir. Din sosyale tabi bir tezahürdür veya en azından sosyal bir öneme sahiptir şeklinde anlaşıldığı gibi sosyal hayatın içerisinde din ve diğer sosyal olguların birbirinden etkilenme düzeyleri veya dinin bağımlı-bağımsız değişken olarak değerlendirilmesi ise farklılıklar arz etmiştir. Nitekim din gerek ilk ortaya çıktığı dönemde gerekse daha sonraki tarihsel süreçte bir yandan mevcut sosyo-kültürel yapıdan etkilenirken, bir yandan da bizzat bu yapıyı etkileyerek şekillenmekte; böylece aynı dinsel inanış ve algılamalar farklı sosyo –kültürel ve coğrafi alanlarda farklı anlamlara bürünebilmektedir (Zückerman, 2006, 68). Bu bakımdan sosyal bilimcilerin görüş birliği içerisinde oldukları bir din tanımı bulamamaktayız. Çünkü yeryüzünde sayılamayacak kadar çok dinî deneyim (Yıldırım, 1999, 27) ve tecrübenin yanında, objektif bir gerçeklik olarak toplumların bağlandıkları inanç ve davranışlardan oluşan (objektif din) dinî sistemlerinde tarihsel süreç içerisinde ve günümüzde farklılaşmasının çokluğunu da göz önünde bulundurarak ve yine bilim adamlarının değişen paradikmatik duruşlarının ve farklı branşlarından dolayı oluşan bakış açısı döngüsünün de bu hususta etkili olduğu kanaatini taşımaktayız. Bu nokta da insani bakış açısının kültürel ve dinî süreçlerden etkilenen sübjektif ve objektif yönlerinin bilim dünyasına etkisi yadsınamaz bir gerçektir. Çünkü insanların dinden ne anladığı da en az dinin ne olduğu kadar önem arz etmektedir. Yeni bir din bilimi metodolojisi oluşturma süreci içerisine giren batılı bilim adamlarının doğal olarak dinin normatif gücünün şüpheli duruma düşmesi sürecinde dinin kendisini ifade ettiği bakış açısından ayrılarak dinin kendilerince asıl anlamını keşif sürecine çıkmalarına şahit olmaktayız. Öte yandan dinin evrenselliğinin, çeşitli şekillerde tezahür etmesi ve heterojenliği, kapsamlı, yeterli ve özenli bir tanım bulmayı da güçleştirmektedir 54 (Kehrer, 1996, 9). Bu bakımdan sosyolojik din tanımı belli bir dini değil de zaman ve mekân itibariyle insanlar arasında her yerde ve devirde görülen ilahi olsun olmasın bütün dinleri göz önüne almaktadır (Günay, 2006, 14). Bu noktadan yola çıkarak özellikle metodolojik olarak ta tezimizin başında toplumsal işbölümüne dair sosyolojik katkısıyla faydalandığımız Emile Durkheim’in “Dini Hayatın İlkel Biçimleri” isimli eserinden dine bakış açısını ve tanımlayışını çözümleyebiliriz. Durkheim, özellikle dinler söz konusu olduğunda tarihsel çözümlemenin en iyi açıklama yolu olduğunu ifade ederken (Kehrer, 1996, 21, 141) başlangıç noktası olarak dinlerin en ilkelini seçmiştir. “Çünkü ilkel dinler yalnızca dinin kurucu unsurlarını ortaya çıkarmamıza izin vermekle kalmazlar; onların en büyük faydaları da, dinin açıklanmasına yardım etmeleridir” der. Fakat burada özenle vurgulanan hususta şu ki “din şu anda başlamıştır denilebilecek olan kesin bir an yoktur.” (Durkheim, 2005, 24-25). Dininde diğer beşeri kurumlar gibi eşyanın doğasında bir temelinin olduğunu dolayısıyla yalana veya hataya dayanmayacağını ifade ederken Durkheim, “dinin açıkça toplumsal bir şey” olduğunu genel bir sonuç olarak çıkarmıştır. Ayrıca insanın dinî doğasının insanlığın temel ve daimi bir yönünü gösterdiğini vurgularken dinin bilim öncesi düşüncenin bir ürünü olduğu şeklindeki evrimci teorinin özünü kesin olarak çürütür. Böylece din toplumun yapısal bir elementi olarak görülür ve din sosyal bir fenomen olduğu sürece toplum da dinî olarak ifade edilir (Durkheim, 2005, 18, 27; Kehrer, 1996, 22; Topçu, 2006, 103-104). Çünkü din sosyolojik olarak tabiatüstü, özerk ve toplumdan aşkın bir etkinlik olmayıp insani bir eylem olarak görülmelidir. Böylece din, toplumların kendilerini tanıma ve tanıtma aracıdır (Sezer, 1981, 32-34, 212). Sosyal gerçeklikler olarak tezahür eden din incelenirken de dinî bir bakışın önceliğinden de hareket edilmez (Yıldırım, 1999, 31). Durkheim tarafından ise din şu şekilde tarif edilmiştir: ”Kutsal şeylere ilişkin inançlar ve pratiklerden oluşan birleşik bir sistem; kutsal şeyler, ayrı tutulan ve yasaklanan şeyler; inançlar ve pratikler ise, benimseyenlerin tümünü biraraya getiren ve kilise/cemaat diye isimlendirilen tek moral bir topluluk halinde biraraya getiren öğelerdir” (Durkheim, 2005, 67; Kehrer, 1999, 21; Kösemihal, 2002, 191). Din olayının nesnel karakterlerine dayanılarak yapılan bu tanımla “dinle hiç ilgisi olmayan birtakım olaylara din demekten ve gerçek din olaylarının yanından 55 geçildiği halde onları fark edememekten” kurtulmuş olunmaktadır (Kösemihal, 2002, 190). Bu tanımda dikkat çeken önemli noktalardan biri de Durkheim tarafından kutsal ve kutsal-dışı arasında yapılan ayrımdır. Aslında bu ayrım günümüzde ortaya çıkan inanç temelli tartışmaların toplumsal boyutlarını belirlemede temel problem olarak ta ortaya çıkmaktadır. Nitekim dinin özünü bu ayrıma dayandıran Durkheim’de kutsalın sosyal menşeli olduğunu kabul ederek dinin özünü toplum kalıpları içerisine hapsetmek suretiyle, dinin süjesini ve objesini birbirine karıştırma hatasına düşmekle itham edilmiştir. Durkheim’in tanrı kavramı hakkındaki görüşü de bu durumu ortaya koymaktadır. Ona göre, insan, dinî bir duyguyla kendisini aşan bir varlık karşısında korku ve ümit içinde beklerken, aslında Tanrı adı verilen evrenin ötesindeki bir varlık karşısında değil, kendini çepeçevre saran “toplum realitesi” karşısında durmaktadır. Dolayısıyla Tanrı fikri, toplumun yaptırım güç ve işlevini gösteren sembolden başka bir şey değildir (Aydın, 1990, 172). Bu noktada toplumsal yaşamı asıl itibariyle dinsel olarak ifade eden Durkheim, dinsel seremonileri de toplumsal yaşamın kutlamaları olarak görmekte ve buna göre de dinin toplumsal yaşam içerisinde kutsal şeylerle, yani varoluşun dindışı (profane) zorunluluklarından ayrı olan şeylerle ilgilenmek zorunda olduğunu belirlemektedir (Kehrer, 1996, 22, 121). Burada bu durumun daha iyi anlaşılması için vurgulamamız gereken nokta da şudur; özellikle Marksist eğilim, belirli dinî formları, özellikle doktriner formları, sosyo-ekonomik altyapının -özellikle sınıflar arasındaki ilişkilerin- yansımaları veya tezahürleri olarak açıklamaya çalışıyorlardı. Böylece Marksistler dini, insanın teorik olarak yetkin olduğu toplumsallıktan mahrum olduğu kabul edilen bir durumda bir telafi mekanizması olarak görürlerken; Durkheimciler ise dini tamamen bu toplumsallığın bir ifadesi olarak görürler (Kehrer, 1996, 119, 128). Sonuçta dine olan bu bakış açısının toplumsal olarak ifade ettiği fonksiyon günümüz din sosyologları arasında temel tartışma noktalarından birini oluşturmuştur. Özellikle Durkheim’in kutsal şeylerin toplumsal birliğin sembolü olduğunu vurgulaması ve tüm dinleri aynı sınıfın türleri olarak aynı nesnel anlama sahip olup aynı işlevi yerine getiriyor olarak belirlemesi fonksiyonel bir din anlayışına olan vurguyu göstermektedir. Çünkü din sosyal bir fenomen olduğu ölçüde, toplumda dini bir fenomendir anlayışından yola çıkan Durkheim modern toplumu dahi dinî olarak ifade ederken 56 bunun millî ve politik sembollerde bulunabileceğini göstermiştir (Durkheim, 2005, 21; Kehrer, 1996, 22; Günay, 2003, 226). Daha açık bir ifadeyle dinin sosyal dayanışma, birlik ve bütünlüğü sağlayıcı bir temel faktör ve aynı zamanda dinin bizzat insanın kendisini kuşatan kollektif sosyal hayata bağımlılığının ve ona boyun eğişinin bir tezahürü olduğu konuları üzerinde duran Durkheim; dinsel inanç ve etkinliği sosyal sistemlerin tümü için bir önkoşul – insanları biraraya toplayan ve toplumun istikrarlı işleyişi için temel bilişsel, değersel ve anlamlı düsturlar sağlayan başat bir güç- olarak görmeye yönelen fonksiyonalist eğilimli sosyologları etkilemiştir (Kehrer, 1996, 115, 125). Bu etkilenmelerin karşısında teorisinin özellikle bilgi sosyolojisi boyutundan başlanarak eleştirildiğine de şahit oluyoruz. Özellikle dini kollektif şuurla açıklarken bunun dışında bir takım etmenlere dayanması eleştirilmiştir. Şöyle ki zaman, mekân, nedensellik kavramlarının kökeni hakkındaki açıklamalarında toplumsal etkenlerden başka etkenlere başvurduğu görülür (Kösemihal, 2002, 194). Durkheim, bu kategorilerin her birinin çok eski tarihlerden itibaren toplumun birey üzerindeki egemenliği sonucunda ortaya çıktığını görmemiz gerektiğini savunur. Aklın ve toplumun olağanüstü otoriteleri zihnin toplumsal boyutundan kaynaklanır. Bu boyut akılda olan olağanüstü otoritenin kaynağı gibi gözükmekte ve bu otoritenin önerilerini güvenle kabullenmemizi sağlamaktadır (Bottomore & Nisbet, 2002, 566; Durkheim, 2005, 35). Gustav Mensching ise Durkheim’i, dini toplumun bir işlevi olarak gören Comte’un pozitivizminden ilhamını alarak dinin özü ve başlangıcını tamamen akıl yoluyla açıklamaya çalışmakla suçlamakta ve eleştirmektedir. Mensching’e göre dinin tek yanlı ve sınırlı karakteri ile yapılacak bir din sosyolojisi, sosyolojik şartlardan çıkarılacak olan dinin özünü de tamamen bozacaktır (Mensching, 1994, 1-3). Nitekim Mircea Eliade’da dinin birey ve toplumla ilişkilerini salt işlevleri açısından ele almanın indirgemecilik olduğunu ifade etmiştir (Günay, 2003, 223). Wach ise daha sert bir eleştiriyle özellikle dinin sosyolojik yönlerini inceleyenlerin çalışmalarının, kendilerine dinin tabiatı ve cevherini izaha yeteceğini hayal edenlerin aldandığını ifade ederek Marx ve Comte felsefelerini ikaz ederken, Durkheim’in ise delilsiz olarak dinî süje ve dinin objesinin ayniyeti hususunda peşin hükümlere sahip olmasını reddetmiştir. Bu noktada Wach, kendi metodunu, dinle sosyal olaylar arasındaki karşılıklı pek çok ilişkilerin incelenmesi sayesinde, dinin belki ilk rolü değil fakat şüphesiz esas rolünün daha iyi 57 takdir edilmesine katkıda bulunacağını ümit ettiği şeklinde açıklamıştır (Wach, 1995, 27). Ayrıca ifade edilmesi gereken bir başka hususta şudur ki özellikle çalışmasını dini hayatın ortak temelini bulmaya (Durkheim, 2005, 22) hasreden Durkheim’in ilkel addettiği dinlere yönelerek bu işlemi, gelişmiş addettiği ve ilkelden tek farkı biraz daha karmaşıklaşmış olmalarına bağladığı günümüz evrensel dinlerine bir açıklama getirmeğe çalışarak kendi sivil dinine bir atıf noktası bulmaya çalışması manidar oluşudur. Çünkü Durkheim, ayinleri ve inanç ilkeleri bilim ötesi ve aynı zamanda modern toplumun aksiyon temeli ve bütünleşme mekanizması olacak yeni bir dinin, bir tür “sivil din”in (Rousseau) ortaya çıkacağına inanıyordu. Ona göre milli bayramlar, politik olarak önemli olayların anılması, geleneksel Hıristiyan ayinlerinin yerine geçecekti (Kehrer, 1996, 96; Tiryakian, 2002, 197; Turner, 1998, 246). İlk dinlere başvurmamızın nedeni dini değerden düşürmek gibi bir amaca matuf değil, aslında onlarda saygındırlar sadece aynı gereksinimlere karşılık verirler, aynı rolü oynarlar, aynı nedenlere dayanırlar; ayrıca dinsel yaşamın doğasını göstermek ve sonuçta irdelemek istediğimiz sorunu çözmeye de yardımcı olurlar (Durkheim, 2005, 19) gibi bir öncülle hareket eden Durkheim, gerçekten de bir ceninle olgunlaşmış bir insanı aynı kategoriye koyuyor gibidir. Ayrıca inanç ve davranışların kökeninin ilkel toplumlarda bulunabileceğini savunan Durkheim tek kökenli bir bakış açısını savunmaktadır. Hâlbuki Giambatista Vico bu görüşe karşı çıkarak, inanç ve davranış benzerliklerinin çok kökenlilikle (polygenesis) pekâlâ bağdaşabileceğini; bilakis her yerde bu benzerliklerin insanların zihnine yerleşmiş bazı bilgi edinme ve saklama yeteneklerine işaret ettiğini ve bu yeteneklerin aşağı yukarı aynı coğrafi, sosyal ya da ekonomik uyarılarla karşı karşıya kalınca benzer sonuçlar doğurduğunu savunmuştu (Bottomore & Nisbet, 2002, 562). Sonuçta din, Durkheim ve onun yolundan gidenlerin öne sürdükleri gibi sosyal hayatın basit bir salgısından ibaret değildir. Zira, yapısı ne olursa olsun her toplumda ve insan ruhunda bir “yücelme ihtiyacı, transandantal ve ilahi âleme yönelme arzusu ve eğilimi” mevcuttur ki, bunu sadece fert ya da toplum kalıpları içerisine sıkıştırılmış bir kutsal kategorisiyle anlamaya ve açıklamaya çalışan her teşebbüsün başarısızlıkla sonuçlanacağına şüphe yoktur (Günay, 2003, 223). Esasen, din, birey ve toplum hayatında varoluşsal bir gerçekliğe sahip olmakla birlikte, bu gerçekliğin zamanı ve mekânı aşan boyutuyla dini, sosyal hayatta ve özellikle maddi hayatta rastlanan olaylara indirgemek tek yanlı bir bakış açısı olarak değerlendirilebilir. Bu noktada temelinde dini 58 “daha müspet düşünce şekilleri karşısında silinip ortadan kalkmaya mahkûm, ilkel ve büyüsel bir düşünce tarzı” olarak kabul eden A. Comte ve onun takipçisi pozitivistlerin görüşü de yanıltıcı, yanlış çıkmıştır. Hâlbuki bugün anlaşılmıştır ki dinin gelecekte varoluş ve yayılma imkânları konusunda, onun ifadelerinin mantıki statüsü değil, değişen bir toplumda onun fonksiyonu karar verecektir (Kehrer, 1996, 10). Din sosyologları kısaca, “korkutucu ve büyüleyici sır” olarak vasıflandırılan “kutsalın tecrübesi” veya “yaşanması” şeklinde dini tanımlamaktadırlar. Rudolf Otto ve M. Eliade’nin bu tariflerine Mensching’in, “Din kutsalla hayati bir karşılaşmadır” sözüyle yaptığı katkıda güzeldir. Dinin bu şekilde anlaşılması dini tecrübenin objektif özelliği üzerinde ısrar etmekte ve dinin çok boyutlu bir şekilde gerçekleşebileceğine vurgu yapmaktadır (Günay, 2003, 225; Wach, 1995, 37; Sezen, 1990, 169; Yapıcı, 2007, 10; Kehrer, 1996, 10). Dine dair yapılan bu özsel tanımın yanında bir de fonksiyonel bir din anlayışına yönelik olarak yapılan bir tanım vardır. Bu meyanda J. M. Yinger’in “Din, bir halk grubunun onun vasıtasıyla beşer hayatının temel problemlerine çözümler aradığı bir inanç ve pratikler sistemidir” şeklindeki din tarifi önemlidir (Günay, 2003, 226; Yapıcı, 2007, 11; Kehrer, 1996, 10). B. Malinowski ise dini, toplumsal grupların duygusal olarak taşıyamadıkları gerilimli durumların çözümü olarak görmektedir (Kehrer, 1996, 99). Lane’nin ifadesiyle gidişine uymak zorunda oldukları bir dünyada psikolojik bir denge kurmanın yollarından biridir (Mardin, 2005, 30). Bu tanımlarda din, bir dünyayı anlama ve kendini o dünyada belirli bir yere yerleştirme modeli olarak fonksiyon görmektedir (Mardin, 2005, 30). Şöyle ki Berger’in de belirttiği gibi her insan topluluğu bir dünya-kurma teşebbüsüdür. Bu teşebbüste yer alan çeşitli olgu ve unsurlar arasında din özel bir yer işgal eder (Okumuş, 2003, 98). Bu tür işlevselci tanım ve yaklaşımların tezimiz açısından ifade ettiği anlam önemlidir. Özellikle ileride de vurgulanacağı gibi işçilerin din anlayışlarında göze çarpan noktalardan birisi de onların dine, toplumun ve bireylerin hayatında yer alan temel harçlardan birisi olarak bakmalarıdır. Bu noktada sanayileşmenin temel itici gücü olan işçilerimizin dine bu anlamda kendilerini anlamlandırmada ve toplumsal birlikteliği sağlamanın yanında ortak bir anlayış oluşturmada ortaya çıkan işlevine dikkat ettikleri görülmüştür. Özellikle kendilerini tanımlamada sınıf bilinci ve diğer unsurlardan ziyade genel anlamda Türk ve Müslüman kimliğine vurgu yapmaları dikkat çekicidir. 59 Bunu özellikle vurgulamamızın nedeni ise Marx’ın din tanımının işçilerimize farklı bir işlevsel bakış açısı sunmasıdır. Çünkü Marx dini, “kalpsiz bir dünyanın kalbi ve halkın afyonu”(Marx, 1998, 120) olarak değerlendirirken dinin özüne değil, sosyokültürel tabakalaşmayı meşrulaştırması ve hayal kırıklıkları, engellenmişlikler yaşayan insanlara durumu kabullenebilme gücü vermesine atıf yapmaktadır (Yapıcı, 2007, 1213; Kehrer, 1996, 127-128). Nitekim Marx’tan öncede tarihi maddeciler dini iktisadi hayatın basit bir fonksiyonu, bir “gölge olay”a (epiphenomene) indirgemişlerdi. Ayrıca dini ilkel ya da geleneksel kültürlerin bir artığı ve dini hayatı bir kültür gecikmesine indirgeyen ve öyle görenler de olmuştur (Günay, 2006, 19). Ayrıca Marx’ın dine bakış açısının çok fantastik olduğunu da belirtmek gerekir. Anti Dühring’de dini şöyle ifade etmiştir: ”Bütün dinler insanların gündelik hayatlarını kontrol eden dışsal güçlerin insan beynindeki fantastik bir yansımasından başka bir şey değildir ki bu yansımada dünyevi güçler doğaüstü güçlerin formunu varsayarlar. Başlangıçta sadece doğanın gizemli güçlerini yansıtan fantastik figürler, bu noktada toplumsal nitelikler kazanır, tarihin güçlerinin temsilcisi olur. Din, insanların kendilerine hükmeden doğal ve toplumsal güçlere yabancı ilişkinin dolaysız, yani, duygusal formu var olmayı sürdürebilir. Bununla birlikte insanlar, kendilerinin yarattığı ekonomik koşullar tarafından, kendilerinin ürettikleri üretim araçları tarafından sanki bunlar yabancı güçlermiş gibi yönetilirler. Dinin oluşumuna sebep olan bu yansıtıcı etkinliğin fiili temeli, böylece varolmaya devam eder ve bununla da dinsel yansıma kendi varoluşunu devam ettirir. Bu noktada sosyal güçleri toplumun idaresi altına sokmak önce zorunlu olan toplumsal bir kanundur. Bu toplumsal kanun tamamlandığında, toplum, üretimin bütün araçlarını ele almak ve onları planlı bir amaçta kullanmak suretiyle, kendini ve bütün üyelerini kendileri tarafından üretilen fakat karşılarına direnilemeyen bir yabancı güç olarak çıkan bütün üretim araçlarının esaretinden kurtulduğunda; böylece insan sadece talep etmeyip aynı zamanda tanzim ettiğinde işte ancak o zaman hala dinde yansıyan bu yabancı güç yok olacak ve onunla birlikte dinsel yansımanın kendiside yok olacak, çünkü basitçe, geride yansıyacak bir şey kalmayacak” (Marx, 1998, 125-126). Bu tür işlevselci tanımların her dini veya genel anlamda dinleri tam olarak karşılamamasının yanında özellikle farklı tarihi dönemlerde dinin böyle bir fonksiyon izlemek zorunluluğu altına sokulması gibi bir durumla da karşılaşabiliriz. Nitekim din tarafından icra edilen fonksiyonlarda zamana ve mekâna göre değişmektedir (Yapıcı, 2007, 17). Ayrıca Wach’ın da ifade ettiği gibi din denen fenomeni toplum ile basit bir fonksiyon içinde ele alamayacağımızı belirtmekte yarar vardır. Çünkü din pozitivist 60 varsayımın aksine, yalnız zamana bağlı olmayıp, aynı zamanda insanın “ebedi” planına da uygundur. Belli bir toplumsal yapı ve ekonomik düzenle de kaim değildir (Wach, 1995, 35). Özellikle araştırmamız esnasında dinin kaderci yorumlarının mevcut olanı algılamaya zorlaması hususundaki din anlayışlarının varlığı yanında işçileri gerektiği şartlarda çalıştırmamakla birlikte onlara dindar görünerek durumunu meşrulaştırmak isteyen sermaye sahiplerine de bu bakış açısı teşmil edilebilir. Fakat bu ifade ettiğimiz tanımın bütün bu algılamaların yanında dine bütüncül bir bakış açısıyla zıt olduğunu ifade etmemiz gerekir. Aynı şekilde özsel din anlayışlarının da insan hayatında çokta fark edilmeyecek anlarda bile kutsal ayrımına zorluyor gibi görünmesinin yanında insanî olanı soyutlayıcı bir tavra dair oluşu da işçiler tarafından çokta belirgin bir bakış açısına ulaşmamaktadır. Özellikle deruni bilginin içsel bir dindarlıktan yola çıkılarak dünya hayatında yaşanması anlamında bir dindarlık, ifade edilen özsel tanımla işçi kesimine çokta yansımamış görünmektedir. Yine din algısının daha pratik anlaşılmaya çalışılması süreci, kutsal ve karşıtlarına bölünmeyi zorlaştırmaktadır. Bu anlamda yapılan bu tanımlar belli noktalarda tespit edilse de özellikle araştırmamız açısından kuşatıcı olmamaktadır. Son olarak bu bakış açılarından sonra dinin özsel ve işlevsel bakış açılarıyla tanımını yapanlar da olmuştur. Aslında konumuzun başında tartışmasını yaptığımız Durkheim’in tanımı dine böyle bir bakış açısını da yansıtır. Yine bu minvalde en iyi tanımlardan biriside Campiche ve arkadaşlarına aittir. Bu yazarlar dini; “tecrübe üstü aşkın bir hakikatle bağlantılı olarak belirli bir toplumda bireysel ve sosyal hayatın yapısal açıdan kararsız karakterine cevap verme kabilinden uyum, kimlik ve kolektif tecrübenin ifadesi gibi çeşitli işlevlerden birini ya da bir kaçını gerçekleştiren, az ya da çok organize edilmiş inançlar ve ameller toplamı” şeklinde tarif etmektedirler (Yapıcı, 2007; 15). Dinin varlığı aşan bir boyuttan neşet edişine vurgunun başlangıç noktası olduğu bu tanımda birey ve toplum hayatındaki işlevinin de ameli olarak ortaya çıktığı ifade edilmektedir. Özellikle dinin toplumsal görünümüne bakış atan bu tanımların bağımsız bir bakış açısıyla kendi hareket tarzlarını belirlemek amacıyla sosyal bilimciler tarafından yapıldığını görüyoruz. Böylece dini, ”insanların veya toplumların takdis ettikleri birtakım değerler etrafında birleştikleri ve kendilerini ifade ederek bir yaşam çizgisi oluşturdukları, bireysel ve toplumsal varlık alanı sunan sistemli yapı” olarak ifade edebiliriz. Görüldüğü gibi sosyolojik bakış açısıyla yapılan din tariflerinde insanlara ve topluma dair vurgulamalarla ortaya çıkan kurum ifade edilmektedir. Şu halde insanların 61 dinin objesi olması ve subjektif din yaşayışlarının objektifleşmesi dikkatlerimizi bu çift yönlü anlaşılan ve sonucunda yaşanan dine çevirmektedir. Böylece dindarlığın tezimizin ana mihverini oluşturması açısından ne ifade ettiğini, nasıl anlaşılıp anlatıldığını tartışabiliriz. 1.5.3. Dindarlık Nedir? Din kavramının tanımı hususunda yaptığımız tartışmaların farklılaşması dindarlık kavramını tanımlama ve dindarlığı tezahürleri açısından sınıflandırmada da karşımıza çıkmaktadır. Dindarlık, yaşama ve hissetme yönüyle bireysel, tezahürleri açısından ise toplumsal bir olgudur. Bu bakımdan dindarlık, bireysel yönüyle ne kadar sübjektif bir karaktere sahip ise, sosyal yansımaları açısından da o kadar objektif ve gözlenebilir bir özelliğe sahiptir (Taş, 2006; 175). Deruni tecrübenin anlaşılması, ancak onun objektif anlatımının açıklanmasıyla mümkündür. Nitekim “Dinî” diye adlandırdığımız temel ve gerçek tecrübe çeşitli şekillerde anlatımını bulmaya yahut objektifleşmeye eğilim göstermektedir. Sonuçta ortaya çeşitli şekillere bürünerek çıkan bu dinî tecrübe “yaşanan din” olarak tanımlayabileceğimiz dindarlığı ifade etmektedir (Wach, 1995, 38; Günay, 2006, 22). Günay dindarlığı; “kutsal olanın yahut onun özel bir formu olmak itibariyle belli bir dinin muayyen bir zaman ve şartlarda belli bir kişi veya grup ya da toplum tarafından yaşanması” şeklinde ifade etmektedir (Günay, 1996, 22). Din sosyolojisi açısından ise yaşayan bir din, tabiatı icabı sosyal münasebetler yaratmak ve gözetmek zorundadır (Wach, 1995, 54). Dolayısıyla ortaya çıkan ve yaşanan dinin boyutları bu sosyal münasebetler içerisinde aranmalıdır. Bu açıdan dindarlığın pratik bir bakış açısıyla toplumda dinî olarak ortaya konulan sosyal davranışlarda aranması mümkün olmaktadır. Burada ki süreç dini tecrübenin hareketler, sözler ve fiillerle ifadesinin gerekliliğini vurgulamaktadır. Çünkü sübjektif tecrübe olarak din, somut bir atmosfer, bir tutum veya bir şekil halinde objektifleşmedikçe gerçek üzerine etkide bulunamaz. Sırf şahsi olan bir din sübjektifliğin dışına çıkmaya muvaffak olamaz. Anlaşılmış olmak ve toplumsal bir etki meydana getirmek için, düşüncenin ve heyecanın çeşitli şekillerde ifade edilmesi gerekmektedir. Aynı tecrübenin konusu olan iki arasında birliğin mevcut olabilmesi içinse bu tecrübenin hareket, söz ve fiile dökülmesi lazımdır (Wach, 1995, 76). 62 Her ne kadar genel anlamda dinin dindarlığın kaynağı olduğunu ifade ediyorsak ta bu süreçte ortaya çıkacak olan değişmelerin etkisinin din ve dindarlığa yaklaşımlarda bireysel ve toplumsal açıdan dönüşüme ve farklılaşmaya yol açması muhtemeldir. Din nasıl farklı şekillerde anlaşılıyorsa buradan hareketle dindarlıkta farklı şekillerde anlaşılmış ve din gibi dindarlıkta istenilen kalıplara sokulmaya çalışılmıştır. Mesela kendisi açısından tanımladığınız bir dine mensup olanların bu din açısından yorumlandığında dindar olup olmaması ortaya konmakla birlikte, dini kendi zaviyesinden tanımlamaları ve ona göre bir dindarlık algısı ve biçimi geliştirmeleri açısından çok farklı birey ve gruplarla karşılaşabilmekteyiz. Bu noktada her grubun veya kişinin dindarlık anlayışları farklı olabilmektedir. Dolayısıyla görece bir kavram olan dindarlığa birbirinden çok farklı anlamlar yüklenebilmektedir. Çünkü dindarlığın sınırlarını tam olarak belirlemenin ve tüm yönlerini kuşatacak bir yaklaşım belirlemenin zorluğuna bir de her dini yaşantının farklı bir kültürel ve sosyo-ekonomik çevrede yer alması eklenince dindarlığın ölçüsünü tam olarak belirlemekte mümkün olmamaktadır (Taş, 1996, 176-177). Sonuç olarak belli bir dinin insanlar tarafından ve insan topluluklarında kendi şartlarında yaşanması anlamında dindarlık beşeri ve fakat aynı zamanda evrensel bir fenomen olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu şekli altında o, bir yönüyle bireysel, bir başka yönüyle toplumsal ve kültürel, fakat aynı zamanda hem aşkın ve hem de içkin bir karakteristiğe sahip bir olgudur. Gerçekte, onun bu çok yönlü özellikleri birbirlerini tamamlıyor görünmekte, fakat aynı zamanda çelişki ve çatışmalara yol açmaktan da geri durmamaktadır. Başka bir deyişle dindarlık tüm muhafazakâr eğilimlerine rağmen, dinamik ve dikotomik bir olgudur. Böyle olduğu için de orada değişim, çeşitlik ve çatışmalar eksik değildir. Esasen insan topluluklarında dinin evrensel bir fenomen olmasına karşılık, dinî inanışların, düşüncelerin, tutum ve davranışların yani dindarlıkların ya da dindar olma yollarının kişiden kişiye, toplumdan topluma, bir çevreden ötekine, bir devirden bir başkasına farklılıklar arz etmesi ve değişmesi oradan kaynaklanmaktadır (Günay, 2006, 51). 1.5.4. Dindarlığın Boyutları Dindarlığın tanımlanmasının ardından araştırma açısından bir diğer önemli konu dindarlığın boyutları meselesidir. Dindarlığı tek boyutlu kavramlaştırma ve ona göre 63 ölçekler geliştirme sürecinin yanında çok boyutlu bakış açıları da ortaya çıkmıştır (Yapıcı, 2007, 24). Dini tecrübenin dinamik ve diyalektik karakteri beşeri ve dünyevi ortamda onun çeşitli tezahürlere bürünmesine imkân sağlamaktadır. Nitekim tarihî ve sosyolojik olarak dinler, dinî hayat ve dindarlık, bir toplum ve kültür ortamında, çeşitli iç ve dış etkenler çerçevesinde bu yapısal unsurların dinamiğine göre şekilleniyor ve hatta değişime uğrayarak yeni formlara yöneliyor. Bu da dindarlık olgusunun türlü form ve boyutlarda tezahür ettiğini gösterir (Günay, 2006, 30). Durkheim’le başlayan gelenek, öncelikle dinin ve buna bağlı olarak dindarlığın inançlar ve törenler olmak üzere iki farklı görüntüsünün olduğu hususunda ısrar etmiştir. Durkheim’in bu çok boyutlu yaklaşımı dindarlığın çok boyutluluğuna dikkat çeken sosyologların ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır (Durkheim, 2005, 56; Yapıcı, 2007, 24). Wach ise, “Dinî diye adlandırdığımız temel ve gerçek tecrübe çeşitli şekillerde anlatımını bulmaya yahut objektifleşmeye eğilim göstermektedir” der. Gerçekte yaratıcı dinî tecrübe nihayetsizdir; o daima yeni ve daha zengin gerçekleştirmelere doğru uzanmaktadır. Dinî tecrübe ilk anda açık ve seçik bir biçimde anlatımını bulmamaktadır; bununla birlikte öte yandan, ancak bu tecrübenin büründüğü şekiller sayesindedir ki, onun özelliğini tam anlamıyla tasvir etmek ve anlamak mümkün olmaktadır. Peki dinî tecrübenin anlatımının boyutları nelerdir diye sorduğumuzda Wach’ın anlatımı şu boyutları ifade etmektedir: 1. Teorik Anlatım, Akide (Doktrin) 2. Pratik Anlatım, İbadet 3. Sosyolojik Anlatım, Dini Cemaat. Aslında bu durum dinî ifadenin iman, amel ve sosyolojik alan gibi üç temel üzerinde göründüğüne dair bir yol gösterici haritadır (Wach, 1995, 43-61). Biz de aslında genel anlamda geleneksel anlamda dinin iman, amel ve toplumsal boyutunun insan hayatında ki temel bölümler olduğunu ifade edebiliriz. Doğal olarak İslam Dini açısından temel çıkış noktalarımızdan birisi olarak bu anlatım tarzını Wach’ın ifade ettiği boyutlarda bulabilir ve bu şekilde bir yöntem seçebiliriz ki biz de tezimiz de genel anlamda dinin inanç, ibadet ve sosyal hayatla ilgili kanaatlerinin işçiler üzerindeki görünümünü araştırdık. Anketle ilgili bulgularımızda da yeri geldikçe bu boyutları açıklayacağız. Günay ise, Hans Freyer’in, Wach’ın bu dindarlık boyutlarına, Weber’in “dini zihniyet” veya “ahlak” adını verdiği bir dördüncü boyutu da ilave etmenin önemine işaret ettiğini belirtirken, kendi din sosyolojisinde de bu yolu takip etmiştir (Günay, 2006, 30; Günay, 2003, 233). 64 Aslında Wach da “Ahlaki düşüncelerin kaynağı, saiklenmesi ve teşkili kararlı bir dinî tecrübeden sudûr etmektedir” derken özellikle dini doktrinin ilerlemesiyle kanun ve adetten ayrılan ahlakın, bağımsız bir ahlaki sistem olarak neşet etmesinde kaynağına işaret ettiği bu dini tecrübenin başka bir boyutuna zımnen atıf yapmaktadır diyebiliriz (Wach, 1995, 84-85). Aslında İslam Hukuku’nun tarihsel süreç içerisinde İslam Âlimleri tarafından bir doktrin olarak sunulmaya başlamasından sonra dinin ahlakî boyutunun bireysel ve toplumsal yansımalarının farklı bir başlık altında sistemleştirilmesi ve özellikle “ahlak ve muamelat” diye öğretiminin yapılması bu durumu ifade ediyor olsa gerektir. Özellikle dinî tecrübenin derûnî boyutuna vurgu yapan tasavvufun temel amaçlarından birisi olarak ahlakı, dinî tecrübenin asıl vurgusu ve yansıması ve hatta amacı olarak sunması da ayrı bir durum olarak değerlendirilebilir. Fakat yeni yönelişler bu süreci tekrar başlangıç noktasına çevirerek ahlakın dinî tecrübenin bu üç boyutunda mündemiç olduğunu ve ayrı bir tecrübe alanı olmaktan ziyade bu boyutlarda gerçekleşmiş olmasının dindarlığın kendisini ifade ettiğini çünkü onun teoriden ziyade pratik bir alan olarak vurgulanmasını ifade etmektedir. Aslında farklı dönemlerde ortaya çıkan derunî ahlâkî tecrübe girişimlerinin dinin hukukunun hayatta gerçekleştirilmeden yaşanmak istenmesinin hem bilgi hem de amel boyutunda sapmalara yol açabileceği de ifade edilmiştir. Her halükarda bizde inanç, ibadet ve sosyolojik dinî anlatımın ahlâkla iç içe bir gidişat serdettiğini ve ayrılamayacağını en azından pratik olarak vurgulayabiliriz. Yani ayrı bir ahlâkî yaşantı yoktur çünkü yaşam ifade edilen boyutlarda ahlâkî olarak yaşanmalıdır vurgusuna teorik olarak katılmaktayız. Bu nokta da Wach da “dini tecrübenin ahlâkî düşünceler üzerindeki yansıma derecesi, toplumsal etkileri ve karakteristik toplum anlayışları ve teşkilatı üzerine tesirleri ile din tarafından empoze edilen emirlerin gerçeği hakkında öğrenmemiz gereken çok şey bulunmaktadır” ifadesiyle değişik ahlâk anlayışlarının tipleri ve gelişim üzerinde noksansız incelemeden mahrum olduğumuzu ifade etmektedir. Ayrıca bu alanda ortaya çıkan aşırı maneviyatçılarla, nazariyeleri “maddi” olayların salt bir bileşkesine indirgeyen yüzeysel materyalizmin entrikacı iki doktrin olarak ideal ve gerçek arasındaki tarihi anlayışımızı bozmasına da dikkatlerimizi çekmektedir (Wach, 1995, 85). Gustave Le Bras ise, Dindarlığın sosyolojisini gerçekleştirme bağlamında dinî yaşantı içerisinde üç ana boyut ayırt etmektedir ki bunlar “komüniyel”,”sivil” ve “süpranatürel” alanlardır. Dindarlığın “komüniyel boyut”u, belli bir dinî tecrübe 65 etrafında birleşmiş bulunan “müminler cemaati”ne –ki din sosyolojisi bu cemaatin terkibi, yapısı ve dinamizmini araştıracaktır-, “sivil boyut” dinin dini olmayan toplumlarla olan karşılıklı münasebetlerinin yer aldığı alana ve nihayet “süpranatürel boyut” da Kutsal’ın gözlenebilir tezahürleri aracılığı ile yönelme imkânı doğan “görülmeyen âlem”e tekabül etmektedir (Günay, 2006, 32). Bunların haricinde dindarlığın boyutlarını değişik ölçütlerden hareketle farklı tarzlarda tasnif ve analiz edenler de olmuştur. Bu analizlerin farklı ölçeklerden yola çıkılarak da gerçekleştirildiği ve sonuçların buna göre değerlendirildiği görülmektedir. Araştırmamızda dindarlığın inanç, ibadet ve son olarak etki boyutunu tespit etmeye yönelik olarak üç ölçek kullanıp değerlendirmelerimizi buna göre yaptık. Bu ölçeklerin haricinde bağımsız bazı sorularla da işçi dindarlığı anlaşılmaya çalışıldı. Sonuçta tezimizin amacı bakımından ifade ettiğimiz bu ayrımların, işçi dindarlığının gerçekleştiği boyutları ayırt etme bakımından ifade edilen üç boyuta tekabül ettiğini ifade edebiliriz. Bu üç boyut Glock’un yaptığı beşli ayrımın üçünü içerisine almakta ve dinin inanç, ibadet ve etki boyutunu belirleyebilecek sorularla işçi dindarlığı ölçülmeye çalışılmaktadır (Glock, 1998). 1.5.5. Dindarlık Tipolojileri Araştırmacılar dindarlığın hangi boyutlarda gerçekleştiği yanında dindarlık tipleri üzerinde de çalışmalar yapmışlardır. Bu alanda yapılan birçok tipleştirme olmakla beraber birçoğunu aslında gerçeğin farklı isimlendirmeleri şeklinde değerlendirebiliriz. Bu noktada tezimiz açısından hangi dindarlık tipleri gözlenmektedir bunları da ifade edeceğiz. Bir toplumda aynı dine inandıkları halde, farklı dindarlık tiplerinin olmasına şahit oluyoruz. Burada kişilerin şahsiyet ve karakter yapılarındaki farklılıkların yanında (Uysal, 1996, 85) her insanın genetik özelliklerinin farklı oluşu, alınan din eğitimi doğrultusunda geliştirilen dini tutum ve davranış (Taş, 2006, 178), farklı dini gelenek (Yapıcı, 2007, 25), içinde bulunulan sosyo-kültürel ortamın insan üzerinde oluşturduğu şuur (kollektif din anlayışının etkisi), özellikle günümüzde etkin olan medya ve diğer basın yayın organlarının yadsınamaz etkisi, ekonomik ve kültürel bağımlılığın süre giden şekillendirme atakları, bağlı olunan grupların amaçlarına göre şekillendirici etkisi, hayat boyu öğrenme sürecinin tecrübede yol açtığı değişikliklerin insanda ki yansıması 66 ve son olarak insanın hayat boyu yaşam alanının psikolojik ve sosyolojik olarak değişim göstermesi etkili olabilmektedir. Neticede dindarlık yönünden insanların oldukça çeşitlilik göstermesi sebebiyle, benzer özelliklerden yola çıkılarak dindarlıkları belli sınıflara ayırmak mümkündür. Dindarlık tipolojileri genel olarak asli ve nitelendirici tarzda yapılır. Birinci anlayış bizzat dindarlıktan veya din farklılığından hareket ederken, ikinci anlayışta ise, somut dindarlık şekillerinin analizinde kullanılmak üzere kavramsal bir vasıta geliştirmek söz konusudur (Köktaş, 1993, 47-48). Tezimizin içerdiği metot açısından faydalandığımız Max Weber, Farklı toplumsal tabakalara göre farklı dindarlık tiplerinin olduğunu belirterek, bu ayrımı ”statü tabakalaşması” olarak kavramlaştırmış ve bu doğrultuda değişik meslek gruplarının ve sosyal sınıfların dindarlığı ile ilgili birçok tipleştirmeler yapmıştır. Entelektüellerin ve aydınların, köy, şehir, çiftçi, şövalye ruhlu savaşçıların, burjuva, tüccar ve zanaatkârların, ayinci, büyüsel dindarlık-dindarlığı gibi kategoriler mevcuttur (Weber, 1996, 277-286). Nitekim Weber, dinsel farklılaşma olgusundan ve din içindeki bir statü tabakalaşmasından bahsederken şöyle der: ”Bizim için önemli olan ampirik gerçek, dinler tarihinin başlarından beri insanların dinsel bakımdan farklı yaratıldıklarının düşünülmüş olmasıdır. En makul kutsal değerlere, şamanların, büyücülerin, çilecilerin ve her türlü maneviyatçıların coşku ve hayal kudretlerine herkes sahip olamaz. Böyle yeteneklere sahip olmak da bir karizmadır ve herkeste değil ancak bazılarında uyandırılabilir. Dolayısıyla koyu dindarlığın genel eğilimi, karizmatik yetenek farklarına göre, bir çeşit statü farklılaşması yaratmaktadır. “Virtüose” dindarlık “kitle” dindarlığının karşıtıdır. “Kitle” ile kastedilen “dinsel” müzikaliteye sahip olmayandır yoksa dünyevi statü sıralamasında altta yer alanları kastetmiyoruz.” (Weber, 1996, 339). Weber burada farklı toplumsal tabakalara farklı dindarlık tiplerinin karşılık geldiğini vurgularken, din içerisinde meydana gelen bir statü farklılaşmasının dindarlık tiplerine olan karşılığını vurgulamıştır. Dolayısıyla bir toplumdaki dini çeşitliliği anlamak, “ dini farklılaşma ve tabakalaşma” olgusunu ve bunun sonucu ortaya çıkan dindarlık çeşitlerini anlamayı gerektirmektedir (Arslan, 2006; 293; Arslan, 2004, 2324). Ayrıca bu noktada belirtilmelidir ki dini ve sosyal bakımdan yaratıcı olan asla “kitlesel dindarlık” değil, dindar insanın “üstat (Virtüose) dindarlığı”dır. Virtüose dindarlığın tezahürü, her şeyden önce içinden çıktığı toplumsal tabakadan bağımsızdır (Kehrer, 1996, 29). Bu özellikle örnek alınan peygamberlerin, velilerin, azizlerin vs. 67 yaşadığı dindarlık şekline karşılık gelir. Günümüzde halkın yaşadığı dindarlık ise kitle dindarlığına karşılık gelmektedir. Nitekim biz kendi kültürümüz içerisinde de buna benzer bir ayrım olan, avamın (halkın) ve havassın (seçkinlerin) dindarlığını görmekteyiz (Yapıcı, 2007, 27). Weber’in bu ayrımından yola çıkarak değerlendirirsek görürüz ki tarihsel süreç içerisinde kendilerine has bir dindarlık tarzı gösteremeyen işçileri (Chalfant, Beckley & Palmer, 1994, 344-368; Günay, 2003, 332) kitlesel dindarlık kategorisinde değerlendirebiliriz. Nitekim biz işçilerle yaptığımız anket sonuçlarında da inceleyeceğimiz gibi işçilerin dini statü tabakalaşmasında kitlesel dindarlığın tipik tezahürleri ile karşı karşıya kalmaktayız. Bunun yanında dindarlığın farklı boyutları da işçilerde farklılıklar arz etmesine karşın ifade edeceğimiz dindarlık sınıflamaları içerisinde de işçi dindarlığına yaklaşımlar değişiklik arz edebilir. Diğer bir din sosyoloğu Mensching, sosyal sınıfları esas alarak geliştirdiği tipolojide göçebe ve asillerin, köylü ve burjuvazi dindarlığından bahsetmektedir (Mensching, 1994, 253-259). M. Taplamacıoğlu ise, dini hayatın şiddet ve yoğunluğunu ölçü alarak beşli bir dindarlık tipolojisi oluşturmuştur. Bunlar, namaz kılmayan, oruç tutmayan ve cenaze törenleri dışında başka bir törene katılmayan gayri amil dindarlar; içinde bulunduğu topluma göre dini davranışlarını belirleyen idare-i maslahatçı dindarlar; namazlarını kılan, oruçlarını tutan ve bunların dışında kendi işleriyle uğraşan dini bütün veya amil dindarlar; sünnet ve bunların yanında nafile ibadetlerini de yerine getiren, vakitlerinin çoğunu ibadetle geçiren, yenilikleri tenkit eden zarar verici davranışları olmayan sofu dindarlar; normal karşılanacak çoğu şeyi haram olarak kabul eden, yeniliklere karşı olan, şüpheci ve karamsar bir tutumla dinin ve imanın dünyadan bu gidişle silineceğini düşünen softa veya yobaz dindarlar şeklindedir (Taş, 2006, 181). Günümüzde modernitenin temellerini oluşturan akılcılık, dünyevileşme, sanayileşme ve şehirleşme olguları bağlamında ortaya çıkan yeni dindarlık biçimlerinin geleneksel, modern ve bu ikisi arasında bocalayan tranzisyonel (geçiş) toplumlarda görünümlerinin farklı olduğunu ifade etmek gerekir (Yapıcı, 2007, 31). Bu bağlamda ortaya çıkan farklı dindarlıkların özellikle Türk toplumu açısından bakarsak modernitenin ülkemize olan etkilerine karşı ortaya çıkan farklı din anlayışları bağlamında (Alperen, 2003, 45-59) bu din anlayışlarının yarattığı dindarlık tipolojilerine de atıf yapılabilir. Özellikle İslam dünyasındaki bölünmüşlüklerin ve dini yaşam farklılıklarının temelinde modernitenin dine bakış açısının yarattığı travma 68 yanında batılı-oryantalist akımların etkilerinin yarattığı bölünme ve farklılaşmanın etkisini de vurgulayabiliriz. Fakat günümüzde ortaya çıkan postmodernist akımların modernitenin paradigmalarına karşı bir yapı-sökümüne girerek farklılıklara olan vurguyu çoğulculuk şeklinde belirlemesi belki olumlu olsa da nihayetinde dini birliği daha da farklılaştırıp sonuçta teke ve birliğe yönelik olan dinin yapısını da sarsma yönünde geliştiğini ifade edebiliriz. Tabiî ki sosyal değişme olgusunun tarihsel süreç içerisinde başat toplumların kültürleri tarafından yönlendirildiği göz önünde bulundurulduğunda -ki bugün ibre batılılaşma yönünde Türk Toplumunda cereyan etmektedir- bunun dindarlıklara olan etkisi de göz ardı edilemez. Sonuçta bütün bu akımlar bağlamında farklı dindarlıklara vurgu yapılmaya devam edilecektir. Nitekim Günay bu bağlamda Türk toplumunda ortaya çıkan dindarlıklarda bu noktalardan hareketle kendi dindarlık tiplerine vurgu yapmıştır. Erzurum’da gerçekleştirdiği çalışmasında dört farklı dindarlık tipine vurgu yapmaktadır. Bunlar; 1) kültürel yapı içerisinde geleneksel ve kalıplaşmış unsurların çoğunlukta olduğu geleneksel halk dindarlığı, 2) İslam bilginlerince hurafe ve batıl inanç diye adlandırılan unsurlara yer verilmeyen seçkinlerin dindarlığı, 3) dini sadece Allah ile kul arasında kutsal bir bağ olarak gören ve dinsel düşüncelerini günlük hayatına yansıtmayan kişilerin yaşadığı laik dindarlık, 4) geleneksel tip ile laik tip arasında geçiş teşkil eden tranzisyonel dindarlıktır (Günay, 1987, 263-264). Buna göre sosyal değişme, laiklik ve modernleşme olgularının devreye girmesiyle birlikte kurumsal dindarlığın zayıflayıp yerine bireysel dindarlık biçimlerinin ön plana çıkması sonucunda klasik İslâm kültüründe dile getirilen halkın (avamın) ve seçkinlerin (havassın) dindarlığı şeklindeki ikili tiplemeye laik dindar ve tranzisyonel dindar tipleri eklenerek dörtlü bir kategori meydana getirilmektedir. Görüldüğü gibi bu durum sosyo-kültürel yapıda meydana gelen ve insanların dini anlayış ve yaşayış biçimlerini derinden etkileyen köklü değişimler yeni bir takım dindarlık formlarının ortaya çıkmasına zemin hazırlamaktadır (Yapıcı, 2007, 31-32). Yapılan bu dindarlık ayrımların metodolojik bakış açılarıyla araştırma yapılan alanlara dair bir dindarlık çözümlemesi olduğunu ifade ederken toplumları kategorize etmede özellikle belirli tipleştirmelerin kullanılması bilimsel araştırmalarda kolaylık sağlamaktadır. Bu bağlamda biz işçilerimiz üzerine belirli kıstaslardan hareketle direk belirlemiş olduğumuz tipoloji içerisinde değerlendireceğimiz dindarlık ölçeği uygulamadık. Fakat genel anlamda dindarlığın inanç, ibadet boyutunun derecesini ortaya koymaya çalışmanın yanında kendilerini ve dini nasıl değerlendirdikleri ve bu 69 bağlamda dini-sosyal hayata dair bir takım kanaatlerin kendileri için ne ifade ettiğini belirlemek amacıyla bir takım sorulardan oluşan bir anket uyguladık. Fakat belirtmemiz gerekir ki işçiler çalışma hayatının kendine mahsus bir takım problemleri ve sosyal davranış kalıplarından ötürü kendilerine has bir tabaka dindarlığı dahi geliştirme amacından yoksun olmalarının gözükmesi özellikle İslam toplumlarında dinin geleneksel karakterinin kültürasyon sürecine tabi olan insanlara aktarımında ciddi güce tabi olduğunu düşünüyoruz. Bu bağlamda toplumumuzda baskın din anlayışının toplum ve devlet birlikteliğiyle insanlara sunuluyor oluşu ve bunun eğitim-öğretim süreciyle (okul-aile çevre) destekleniyor olması da insanlara sunulan din anlayışının nasıl bir dindarlık tipi ortaya çıkartacağı malumdur. Fakat özellikle küreselleşmenin getirilerinin toplumsal değişim ve dönüşüme etkisinin her ne kadar insanlar kendileri eğitilmekten uzak dursa da eğitici ve dolayısıyla yönlendirici etkisi yadsınamaz bir gerçektir. Bunun geleneksel halk dindarlığında yapacağı etki özellikle iletişimin çok güçlü etkisiyle negatif düzeyde cereyan etmektedir. Tabiî ki bunda etkisi olan diğer bir neden de araştırmamızda da görüleceği gibi dinsel okuma ve iletişimin düşüklüğünün etkisi çok önemlidir. Özellikle okumanın ve eğitilmenin karşılıklı sabır ve güç gerektiren yönü tek taraflı modern iletişim araçlarının sunduğu eğitim ve öğretime kendisini terk etmiştir. Ayrıca özellikle ulaşamadık ama başka din ve inançların eleştirel ve kazanımcı çalışmaları da dindarlığı negatif yönde etkilemektedir. Yeri gelmişken ifade edilmesi gereken dindarlaşma eğilimini değiştiren diğer bir süreçte özellikle bağlı olunan çalışma ortamının ve çalıştırıcıların dinsel eğilimlerinin işçi üzerine yaptığı baskıda öne çıkmaktadır. Bütün bu sebep-sonuçlara rağmen işçilerimizin yukarıda belirlediğimiz dindarlık tipolojileri içerisinde özellikle Günay’ın ifade ettiği hususların işçi dindarlığının çözümlenmesinde işlevsel olabileceği görülmektedir. Bu bağlamda Günay’ın dörtlü tipolojisi açıklayıcı olmaktadır. 1.5.6. Din ve Toplum Dinsiz bir toplumun olamayacağı önkabülünden hareket edersek dinin toplumsal düzlemde cereyan eden bir müessese olarak farklı tarihi, toplumsal süreçlerde ifade ettiği anlamın yanında nasıl konumlandırıldığı da önem arz etmektedir. Din ve toplum arasındaki karşılıklı ilişkileri çözümlemek bu tezin kapsamı dışındadır. Yalnız toplumsal bir tabakanın din anlayışının incelenmesi temelde böyle bir noktayı nasıl anladığımızı ifade etmemiz hususunda bir gereklilik olarak ortaya çıkmaktadır. Genelde 70 din ve toplum ilişkisi özelde ise işçi tabakasının din anlayışı bu bağlamda açıklanmaya çalışılacaktır. İnsanların toplumsal varlık oldukları ve toplu halde yaşadıkları batıdan doğuya bilim adamları tarafından vurgulanan bir olgudur. Fakat sosyolojik olarak toplum kavramının bu genellemenin dışında olduğunu vurgulamak gerekir. Bu bağlamda toplum tanımı üzerine görüşler aynı din tanımında olduğu gibi farklılaşmaktadır. Marshall tarafından toplum, ortak bir kültürü paylaşan, belli bir toprak parçasında yerleşik ve kendilerini birleşik ve özgün bir varlık olarak gören insanlardan oluşan bir grup şeklinde tarif edilmiştir. Topluma kendi ayakları üzerinde duran bir gerçeklik olarak bakan Durkheim’in karşısında toplum diye bir şeyin olmadığını bilakis toplum, hakkında bilgi sahibi olmadığımız ya da doğru anlayamadığımız şeyleri kapsayan yararlı bir terimdir şeklinde bakan sembolik etkileşimciler de olmuştur (Marshall, 1999, 732). Marx ve Dahrendorf ise “toplumu uzlaşmaz sınıfların çatışmaları sonunda belirlenen bir etkileşim süreci” olarak görürler. Ancak Marx’da sınıfların çatışması sonucu (tez-antitez) birinin diğerini ortadan kaldırması suretiyle yeni bir yapıya (senteze) geçilirken, Dahrendorf’da sınıfların birbirlerini ortadan kaldırması gerekmez. Ona göre çatışmayı düzenleyen kurumlar vasıtasıyla sınıflar arası bir dengeye varılır ve sürekli çatışma halinde bir toplumun bütünlüğü korunur (Aslantürk & Amman, 1999, 174). Fichter ise toplumu, sosyal gereksinmelerini karşılamak için etkileşen ve ortak bir kültürü paylaşan çok sayıdaki insanın oluşturduğu birlikteliktir (Fichter, 2004, 86). Bu tanımlarda dikkat çeken noktaların başında birbirleriyle ilişkiler kuran insanların etkileşimi sonucu ortaya çıkan bir yapıya atıf yapılması önemlidir. Sosyolojik olarak bir toplumun olabilmesi için insanlar arasındaki ilişkilerin bir takım sonuçlar doğurması ve bu sonuçların genel bir çerçeve içerisinde yapı ve fonksiyonlarıyla ifade edilebilecek bir takım şartları doğurması önemlidir. Sosyal bir sistem olarak bakabileceğimiz toplumun bir takım kurumlardan oluştuğuna vurgu yapılması konumuzu açıklamaktadır. Toplumun temel oluşturucu kurumlarından biri de dindir. Tarihsel süreç içerisinde inceleyebileceğimiz hiçbir toplumun dinsiz olmadığının bilakis Sezer’in de vurguladığı gibi her toplumun “kendini tanıma ve tanıtma aracı” olarak “toplum içinde kişinin ya da doğrudan doğruya toplumun kendisi üzerinde bilinçlenmesi ve yeryüzünde kendisine bir yer tayin etmesi” (Sezer, 1981, 32, 34, 212) 71 amacıyla bir dine sahip olmasının sosyologlarca değerlendirildiği ve bunun üzerine çok çeşitli bakış açılarıyla eserler verildiği görülmektedir. Öyle ki hemen her din yaşadığı toplumun sosyal gerçekliğine uygundur. Hiçbir toplum, sosyolojik dinamikleriyle örtüşmeyen dinleri benimsememiştir. Toplumca mukaddes sayılan ve değer ifade eden şeyler, saygınlıklarını yine bizzat toplumun kendisinden almaktadır. Böylelikle din, toplumsal olarak kurulu bu dünyanın gerçekliğini ve önemini günlük hayatlarını yaşamakta olan insanların içerisinde/arasında korumaya yardım eder (Berger, 1993, 77). Toplumsal yaşam içerisinde din faktörünün toplumsal olayları nasıl etkilediğini ve kendisinin de nasıl etkilendiğini tespite çalışan birçok araştırma vardır. Aslında din fenomenini çıkış noktası yapan bizim bu araştırmamız da, insanı ve insan toplumlarını etkileyen bu kurumun sanayileşme bağlamında toplumsal dinamiklerine ait görüntülerini ortaya koymaya çalışmamızın temelinde din ve toplumun karşılıklı etki ve tepkiye sahip olduğunu ve birbirini kendi geniş boyutlarında şekillendirdiği görüşü bulunmaktadır. Bu noktada metodolojik olarak Durkheim’in bütünleşmeci toplum modeline olan atfımız özellikle sanayileşme bağlamında ortaya çıkan ilişkilerin din ve toplum bağlamında nasıl cereyan ettiği ve geleneksel toplumdan modern sanayi toplumuna geçişte dinin fonksiyonel durumunun tezahürlerinin bu kuramda nasıl göründüğü bizim için yol gösterici olacaktır. Tabi ki diğer yandan temel toplumsal yapıların tek bir sistemin parçaları olduğu göz önünde bulundurulduğunda özellikle sanayileşmeyle birlikte ortaya çıkan toplumsal yapının sistematiği içinde bu yapının dinle olan karşılıklı fonksiyonel ve yapısal bağımlılığı teorik olarak göz önünde bulundurulacaktır (Günay, 2003, 234-235). Sonuçta sosyal tabakalaşma, ekonomik davranış, toplumsal değişme ve din gibi tezahürler birbirinden ayrılmış özerk fenomenler olmayıp, tüm toplumsal sistemin birer parçası durumundadır (Kehrer, 1996, 63). Burada dinin sosyal bir fenomen olarak hem toplumsal bir form içinde tezahür eden bir olgu olduğu hem de aynı zamanda dinî fenomenlerin toplumsal gerçekliğin asli öğeleri olduğu belirtilmelidir (Kehrer, 1996, 62; Okumuş, 2003, 97). Diğer açıdan ise Bellah’ın da ifade ettiği gibi din kendine özgü bir gerçeklik olarak durmaktadır (Turner, 1998,243). İnsan toplumlarının evrensel bir boyutu olarak karşımıza çıkan dinlerin tarihsel süreç içerisinde çeşitli toplumlarda -özellikle insan toplumlar arasında görülen ilk farklılaşmalarla ortaya çıkarak (Sezer, 1981, 34)- farklı görünümlere sahip olarak bulunmuş ve günümüze değin ulaşmış olduğunu görmekteyiz. 72 İnsanlığın din ile olan bu ayrılmazlığı, bizi, dinin insanın hem bireysel hem de sosyal boyutuyla ilişkisine götürmektedir. Sosyolojik olarak dinin bu durumunu toplumsal anlamda ifade etmemiz gerekmektedir. Toplum, objektif verilerle subjektif anlamlar arasında kurulan diyalektik ilişkileri ifade eder. Toplum, nesnel gerçeklik ve öznel gerçeklikle birlikte ele alınabilir (Berger & Luckmann, 2008, 92). İnsanın ferdi ve sosyal yönleri olduğuna göre, insanla sıkı yakınlığı olan dinin de, doğal olarak insanla hem bireysel hem de sosyal ilişkileri olacaktır. Çünkü din her iki anlamıyla hem ferdi hem de sosyal bir olgudur. Bu noktada din hem sübjektif hem de objektif yönleriyle –ki bunlar bir madalyonun iki yüzü gibidir- kendini ortaya koymaktadır. Pinard de la Boullaye, subjektif din ve objektif din arasındaki ayrımın analitik ve suni bir ayrım olduğuna işaret etmekte; objektif olarak din “objektif bir realite veya öyle bilinen bir realite ile ilgili fakat belli bir ölçüde ve aynı şekilde belli bir tarzda şahsi olan bir realite; insanın şu veya bu şekilde ona bağlı bulunduğunu kabul ettiği ve onunla münasebette kalmak istediği realite ile ilgili bir inanç ve uygulamalar (veya uygulamalı tutumlar) bütününden ibarettir”; sübjektif anlamda din ise “yukarıda işaret ettiğimiz inançlara ve davranışlara tekabül eden düşünüş, duyuş ve davranış tarzı yani kısacası zihniyet şeklinde anlaşılmak zorundadır.”şeklinde bir tariflendirmeye bizi götürmektedir (Günay, 2003, 228; Wach, 1995, 55). Görüldüğü gibi “dini” diye adlandırdığımız temel ve gerçek tecrübe çeşitli şekillerde anlatımını bulmaya yahut objektifleşmeye eğilim göstermektedir (Wach, 1995, 38-54). Bu durumda, kutsalla kurulan bağla belirlenen din, yaşanan ve objektifleşen bir şey olmak nedeni ile bir toplum olayı, sosyal bir realite ve tecrübe olarak karşımıza çıkmaktadır. Sonuçta her din bir toplum içinde ortaya çıkıp gelişir (Günay, 2003, 232). Dinî tecrübenin hangi tarzlarda objektifleşerek toplumsal anlatım şekillerine büründüğüne dinin sosyal boyutlarında değinmiştik. Bu noktada dinin sosyal boyutlarından soyutlanarak anlaşılması mümkün görünmemektedir. Burada belirtilmelidir ki; dinî bir doktrin, bir dua veya bir mensek, bir kanuna yahut sanayinin bir ürününe oranla daha az objektifleşmiştir. Sonuçta dinle diğer toplumsal münasebetlerin karşılıklı tetkiki güçlüklerle doludur (Wach, 1995, 39). Dinin objektifleşip sosyalleşmesi yani bir topluma mal olması, bir cemaati ortaya çıkarması demek, dini olaylarında belli ölçülerde ve karşılıklı olarak öteki sosyal, 73 kültürel ve coğrafi değişkenlere bağlı bulunması demektir ki bu durum bizi din ve toplum ilişkilerine götürecektir. Din, sosyal hayatın hemen her alanında insanları etki altında bırakır. Wach’a göre din ve toplum arasındaki karşılıklı ilişki iyi incelenirse, dinin toplum üzerindeki etkisinin birinci derecede olduğu görülür (Okumuş, 2003, 99). Nitekim H. Bergson da, “din şu veya bu tarzda tefsir edilebilir, özce veya arızi olarak içtimai olabilir, fakat ne olursa olsun, bir nokta muhakkaktır, o da her zaman içtimai bir rol oynadığıdır” şeklinde bir açıklama yapmaktadır (Bergson, 1986, 9). Dinin insan topluluklarının bilgi, inanç, ahlak ve zihniyetleri ile örgütlenmeleri üzerinde güçlü etkileri olmaktadır. Bu etkileri geçmiş topluluklarda görmek mümkün olduğu gibi günümüz modern topluluklarda da çeşitli biçimlerde görmek mümkündür. Dinin tabii grup veya birlikler üzerinde etkisi olduğu gibi sırf dini olarak adlandırılan gruplar üzerinde de merkezi etkisi bulunmaktadır. Din, aile, ekonomi, siyaset, eğitim, boş zamanlar, hukuk ve ahlak gibi kurumlar, sosyal sınıf ve tabakalar, kültür, kimlik, yerel birlikler, dernek, kulüp, mesleki kuruluşlar vb. üzerinde çeşitli etkileri olan bir fenomendir (Mensching, 1994, 82-130; Wach, 1995, 89-90; Günay, 2003, 230). Toplumun da din üzerinde etkileri bulunmaktadır. Din, örneğin dominant kültür kalıpları tarafından etki altına alınır, Dinin belli bir yerdeki organizasyonu ve teolojisi, bir ölçüde dinin içinde çıkıp kurumlaştığı toplumun özelliklerince paylaşılır. Nitekim ABD’de hissedilen komünist tehdit, bir kısım dinsel hareketleri bu tehdide muhalif yapmıştır Her din başlangıçta içinden çıktığı sosyolojik çevrenin etkisi altında kalır. Kültürel gelişimin daha sonraki aşamalarında dahi peygamber, dinin kurucusu ve ilk taraftarları, sosyolojik kökenlerine uygun olarak yumuşak determinizm prensibine uyarlar. Toplum hayatının az farklılaştığı şartlarda rit, mit, inanç ve ibadetler bariz bir biçimde toplum yapısının damgasını taşırlar. Sonuçta din ve toplum ilişkilerine bakıldığında, dinle toplumun ilişkilerinin tek yanlı olarak din tarafından veya toplum tarafından bakılarak anlaşılamayacağı, zira dinle toplum arasındaki ilişkilerin karşılıklı olduğu görülmektedir (Günay, 1978, 11). Din ve toplum ilişkilerine metodolojik olarak bu karşılıklı etkileşim açısından bakmazsak dinin indirgenmesi söz konusu olur. Dini salt sosyal boyutuna indirgemek; dinin mahiyetini sosyolojik anlamda dinin toplumsallığına indirgemek, dini, sadece gerçekliğin sosyal inşasının bir bölümü olarak görmek, dini sosyal gerçekliğin bir ürünü biçiminde ele almak demektir. Durkheim’in ve Marx’ın yaklaşımında dinin toplumsala indirgenmesi söz konusudur. Durkheim, dini toplumun minyatürleşmiş modelini veren 74 bir kurum olarak kabul eder. Toplumun tüm varlığını belirleyen düzen ve yapı taşları dinden kaynaklanır. Dinî töre ve gelenekler ise bu kuralların anayasasını oluşturur (Türkdoğan, 1998, 142). Yine Sezer’de dinin toplum farklılaşmalarına indirgenmesi mevcuttur (Okumuş, 2003, 100-102). Fakat her halükarda din ve toplum ilişkileri, fonksiyonel etkileşimle veya çatışmanın yol açtığı farklılaşmaların etkin üretkenliğiyle ama nihayetinde toplumların ve dinlerin birbirleriyle kendilerini izah etme eğilim ve etkileşimleriyle gözlemlenmektedir Diğer açıdan ise dinin sosyal yapıyı belirlemede önemli bir etken olduğunu savunan Weber’i vurgulamalıyız. Weber’in çalışmalarının genelinde bu yaklaşımı kanıtlayıcı bir çaba içerisinde olduğunu görmekteyiz. Nitekim Weber Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu adlı eserinde, kapitalizmin gelişmesinde en önemli saik olarak Protestanlığı görmektedir. Ona göre Protestanlık çalışmayı ve başarılı olmayı bir ibadet olarak görmekte ve zenginleşmeyi teşvik edip, israf ve lüks içinde yaşamayı da yasaklayarak müntesiplerinin bir yaşam standardı oluşturmalarında onlara rehberlik etmektedir (Weber, 1997, 138-140,143; Parsons, 1978, 58-60; Lenski, 1962, 92; Mardin, 2005, 34-35). Kısaca, din ve toplum ilişkileri açısından bakıldığında beşerî ve toplumsal faaliyetin öteki alanlarında olduğu gibi, bir yandan din toplum içinde önemli bir fonksiyon görür ve başka toplumsal kurumlar ve olaylara etkide bulunurken, öte yandan da, dinî formlar, kurumlar, tutumlar ve davranışların tabiat ve belli bir toplumda etkili olan güçler ve atmosfer tarafından koşullandırıldığı, dinî hayat ve onun şekillerinin farklılaşmasında ve grubun dinî yaşayışının şiddetinin azalıp artmasında toplumsal güçler, tabakalaşma, hareketlilik ve farklılaşmanın (toplumun cinsiyet, yaş, meslek, mülkiyet, toplumsal mevki ve prestije bölünmesi) önemli bir payının bulunduğu görülmektedir. Çünkü din kurumunu toplumsal sistem içinde düşününce, toplumun yapısı ve kültürüyle dini ilgi, inançlar ve pratikler arasında bir takım ilişkiler vardır demektir (Günay, 1978, 34). Bu ilişkilerin çözümlenmesinde bütüncül bakış açısının önemli olduğu ve dini olgu ve olayların toplumsal açıdan konumlanmasının yanında toplumsal olanın dine karşı durumunun da önemli olduğunu görmekteyiz. 75 1.5.7. Dinin Toplumsal Görünümleri 1.5.7.1. Geleneksel Toplumlarda Din Sosyologlar toplumları bilimsel yöntemlerle inceleyebilmek için sınıflama veya tipleştirme yoluna başvurmaktadırlar. Sosyologlar tarafından duyuş, düşünüş ve davranış şekillerinin farklılaşması açısından genellikle iki farklı toplum tipine dikkat çekilmektedir. Tabi ki bu ayrım bir ideal tip olarak ele alınmakta ve bu tipleştirmeye uygun örnekler seçilmekte veya görünümler bu tipleştirmeye uygun olarak yorumlanmaya çalışılmaktadır. Her ne kadar değer yüklü olmayıp bilimsel bir ayrışmanın ifadesi olarak sunulsa da bu ayrımlar temelde belli ön kabullerden yola çıkılarak yapılmaktadır. Örneğin Weber’in tarihteki devrimci güç olarak gördüğü rasyonalizasyonu, modern toplumlarda ki dine baktığımızda görmekteyiz. Rasyonalizasyonun etkisi altında dinin hem geniş toplumsal işlevleri hem de toplumsal içyapısı köklü dönüşüme uğramıştır. Rasyonalizasyonun devrimsel gücüyle toplumun geleneksel yapıları, gelenekleri ve adetleri tek tek dönüşüme uğrarlar ve amaçlarla araçların akli/mantıksal tutarlılıkla birbirine bağlı olduğu davranış örgülerine ve kalıplarına yerlerini bırakırlar. Bu süreç gayet tabiî ki toplumun ekonomik ve teknolojik alanlarında başlamıştır. Bu arada dinsel dönüşümün ortaya çıkardığı Protestanlıktaki dünyevi zahitliğin, “Modern Batı’nın” rasyonalizasyonu üzerinde en kuvvetli etkiyi oluşturduğuna da inanmalıyız (Berger, 2002, 144-146). Peki, bu tipleştirmenin değer yüksüz olduğunu hangi argümanlarla ifade edeceğiz? Bu pek mümkün görünmemekle beraber her tipleştirmenin olayı belli yönlerden aydınlattığına da vurgu yapmalıyız. Bu arada Durkheim’de her ne kadar ilkel dinler tabiriyle eski dinleri incelemeye başlayarak değer yüklü kavram olarak kullanmıyorum sadece dinlerin ilk hallerine ulaşmak amacıyla bu kavrama dayanıyorum dese de ulaşılan sonuçlar ortadadır. Özellikle bizdeki yansımalarının bu savunmadan ne kadar uzak algılamalarla oluştuğunu ve ifadenin tam da alçaltıcı bir kavramsallaştırmaya yol açılarak kullanıldığı görülmektedir. Öyle ki çağımızın belirgin özelliği olan zihni kargaşanın bir sonucu olarak “gelenek” kelimesi de, hiçbir anlamı olmayan, birbirinden değişik ve çoğunlukla da önemsiz şeyler için hiçbir ayrım gözetmeksizin kullanılıvermektedir. Yani kargaşa sadece “din” kavramının farklı bağlamlarda yanlış kullanılması değil eski-yeni her tür kavramsallaştırmanın belirlenmiş bilimsel yeni edinilmiş kalıplarda ideolojiler pişirilerek bağlamında sunulmaya değerlendirilerek çalışılmasında ortaya 76 çıkabilmektedir. Özellikle modern bilimlerin çıkarsız bilgi peşinde olmayan yönü işin daha da karmaşıklaşmasına yol açtığına şahit oluyoruz. Şöyle ki endüstri bilimin bir uygulaması sayılırken bir de bakıyoruz ki endüstri giderek bilimin en önde gelen amacı ve meşruiyeti olmaktadır. Sonuçta iş insanın araçlar yapan bir araç konumuna uzanmasına hatta bütün “entelektüel tutkular”ını makineler bulup yapmakla sınırlaması değil, aynı zamanda, kendisinin de bir makine olup çıkmasına kadar uzanabilmektedir. Bu bağlamda modern uygarlık niceliksel (kantitatif) bir süreç işlevi görmektedir (Guenon, 1991, 40, 109-122). Bu tartışmaların ışığında bu kavrama sosyolojik bir ideal tip olarak bakacağız ve sadece görünümlerle yetinerek sanayi öncesi dinin genel durumuna dair ışık tutmaya çalışacağız. Öncelikle “Geleneksel Toplum” genellikle endüstriyel, kentleşmiş ve kapitalist “modern” topluma karşıt olarak kullanılır (Marshall, 1999, 259). Sosyoekonomik yapısı itibariyle, üyelerinin tabiatın kendilerine sunduğu mallardan doğrudan doğruya ihtiyaçlarını karşıladıkları ve onları sadece cüzi bir şekilde işledikleri basit bir yapıya, kendi kendine yeterli bir ekonomiye ve arkaik bir teknolojiye sahip bulunan ve bu bakımdan da bazı işkollarında ki uzmanlaşmaya rağmen, fazla gelişmemiş bir işbölümünün rastlandığı, üretimin son derecede sınırlı olduğu, esasen toplumun bizzat demografik yapısının ve sosyal hareketliliğin oldukça sınırlı bulunduğu toplumsal organizasyonun genellikle karmaşık bir akrabalık sistemi ve yaş gruplarına dayandığı ve içerisinde dinî olanla sosyo-kültürel faaliyetlerin birbirine karıştığı global bir durum arz eden geleneksel toplumun sosyal organizasyonu, kutsalla sıkı bir bağlılık ile karakterize olmaktadır (Günay, 2003, 394-395). Öyle ki dinî olan ile öteki sosyal faaliyetler birbirine karışmıştır (Turhan, 1969, 124). Günümüzde olduğu gibi “din ve “…” şeklinde yapılan ayrımlardan ziyade toplumlarda ki hâkim tezahür dinin kurumsal olarak belirginleşmemesi veya özelleşmemesi, tersine toplumun genel kurumsal sistemi içinde gömülü olmasıydı. Bu noktada örneğin Batı medeniyeti tarihi, dinin kurumsal hususileşmesinin sürekli genişlemesiyle dikkat çekerek (Luckmann, 2003, 86) mecranın tarihsel yönünü ortaya koyan bir yapıdadır. Böylece bütün insan faaliyetleri dinsel sembol ya da uygulamalardan dolaylı veya doğrudan etkilenmekteydi. Oldukça erken dönemlerden itibaren dinsel hizmetlerde uzmanlaşmış kişiler var idiyse de, bugünkü gibi ayrı bir “din alanı”,”özel bir konu, alan” (Luckmann, 2003, 88) mevcut değildi (Berger, 2002, 135-136). Böyle olunca toplumda kutsal ile kutsal-dışı birbiri ile sarmaş dolaş olup, bütün seviyelerde iktidar, aile akrabalık ve tüm sosyal faaliyetler aynı zamanda dini bir anlam 77 taşımaktadırlar (Günay, 2003, 395). Eliade’nin dediği gibi, yaygın kadim model, küçük evren olarak toplumun, büyük evren olarak mutlak dinsel evren düzenine bağlanması şeklindeydi (Berger, 2002, 157). Modernleşmeye doğru akan süreçte sosyal ve dini faktörler adeta mükemmel bir karışım meydana getiriyormuş gibi görünüyorlar. Toplumun bütünleşmesine şu veya bu şekilde hizmet eden tüm toplumsal fonksiyonlar, yüksek değerlere sadakatin ifadesi olarak düşünülebilirler ve sonuçta yarı dinî bir anlam kazanabilirler (Wach, 1995, 147). Dinin sosyal hayat içinde en hâkim bir vaziyette bulunduğu (Sezer, 1981, 37) ve öteki sosyo kültürel faaliyet alanlarının hemen hepsini etkisi altında bulundurduğu geleneksel toplumda üyeler arasında dini bakımdan tam bir inanç ve ibadet birlik ve beraberliği mevcuttur. Toplumun her tabakası ve kesimindeki fertlerin dinî emirlere, yasaklara, ibadet, ayin ve uygulamalara olan riayeti genelde tamdır. Esasen bu toplum tipinde dinin en önemli toplumsal fonksiyonlarından biri hatta belki de en başta geleni, grup ahlakının korunması ve ayakta tutulmasıdır. Hakikaten geleneksel toplumda din, ahlakın, örf ve adetlerin ve kültürün resmi koruyucusudur. Toplum fertlerinin bütün manevi ve sosyal hayat problemlerinin çözümünü kendisinden bekledikleri din, böylece geleneksel toplumda grubun ve onun kültürünün, onun vasıtasıyla kemale ermeyi umdukları ve çalıştıkları ideal olmaktadır. Böyle bir toplumda da din adamı en büyük manevi ve sosyal otoriteye sahip olmaktadır (Günay, 2003, 395-396; 1987, 47-49). Bu bağlamda modern öncesi toplumlarda siyasetin, kozmik gücün insanın faaliyetlerinde kendini göstermesi olduğunu söyleyebiliriz. Böylece siyaset dine en yakın alansa, ekonomi genel olarak en uzak olanıdır. Bu elbette modern öncesi toplumlarda ekonomik meselelerin günümüzde ki anlamda dünyevileşip dinden ayrı bir sahaya kaydığını göstermez; fakat zamanın dinî sembollerden ayrılıp kendine has ekonomik bir mantık geliştirmeye eğilimi vardır. Ayrıca siyasi alanda mevcut otoritelerin kendilerini meşrulaştırma ve otorite sağlamada araç olarak dini kullanma eğilimleri, ekonomik problemlerin ise insanlardan ziyade nesneler üzerinde ve birtakım rasyonel işlemlerle yoğrulması durumun farklılığını ortaya koymaktadır (Berger, 2002, 139-140). Bu ve benzeri şekillerde modern öncesi döneme ait tipleştirmelerin bazı noktalarının bazı dinlerde baskın olmasına ve durumun evrensel veya yerel dinlerde farklı toplumsal görünümler ortaya çıkarmasına rağmen genel anlamda olgunun sosyolojik olarak din bağlamında değerlendirilmesi, tipleştirmede ki kuramsal yaklaşımında burada hesaba katılması daha doğru sonuçlar ortaya koyacaktır 78 kanaatindeyiz. Bu noktada dinin toplumla olan karşılıklı ilişkilerinin evrensel görünümleri ise küreselleşme bağlamında daha da bir önem kazanmakta olduğu ama yerelliğin veya farklı dinlerin yerel görüntülerinin her zaman için tipleştirmelerde önem kazandığı da vurgulanmalıdır. 1.5.7.2. Modern Sanayi Toplumlarında Din Öncelikle sadece bir halkın siyasi ve sosyal yapısının evrimi ve değişmeleri ve bunların geleneksel dinde ortaya çıkardığı etkileri yanında, bağımsız dini gelişmelerinde tarihsel süreçteki değişim ve dönüşümlere ne büyük katkılarının olduğu göz ardı edilmemelidir. Sosyal tabakalaşma bağlamında zikrettiğimiz gibi özellikle evrensel dinlerin kendilerini oluşturmada ki bağımsız etkin süreçlerinin toplumsal yapının işlevleriyle birlikte istenilen yön ve mecraya akıtılması konusundaki güçlü sosyal mücadeleleriyle desteklenmesi sonucu oluşan durumlar tarihte her zaman yer etmiştir. Bu öncüllerin ışığında din-toplum ilişkileri bağlamında ifade ettiğimiz gibi karşılıklı etkileşimin sanayileşme sürecinde devam etmekte olduğunun önemi sürecin her zaman farklı bakış açılarıyla okunmasından dolayı değişik görünümler ortaya çıkarması ve zikredeceğimiz ideolojik eğilimlerin tahmini, spekülatif öngörülerinin niceliksel değerlendirmelerinin göz ardı ettiği nitelik vurgulamalarının her zaman için toplumsal hayatın değişen görünümlerine akseden yapısının zorunlu olarak daha farklı kuramsal bakış açılarına kapı açmasının doğal olduğu ve bilimselliğinde böyle bir yönde cereyan ettiği gerçeğiyle değişiklikler arz etmesi ve realitenin günümüz dünyasında kendisini önceki algılamaların üstünde bir aleniyetle göstermesi yolumuzu aydınlatacaktır. Bu bağlamda modern sanayi toplumlarında sanayileşme ve onun beraberinde sürüklediği sosyal değişmelerin, toplumların geleneksel dini yaşayışını etkilediği (Çiftçi, 2002, 53) temel varsayımından hareket ederek sanayileşmenin ve ona paralel olarak gözlenen sosyal değişmelerin tezahür alanları olan eğitim-öğretim, mesleki ve sosyo-ekonomik statü ve kentleşme gibi belli değişkenlerle dinin durumuyla ilgili ilişkileri açıklamaya çalışacağız. Geleneksel topluma göre modern sanayi toplumlarının farklı ayırt edici özeliklerinin dinin durumunda ortaya çıkardığı değişik görünümü toplumsal yapılar, şartlar ve olgulardaki değişmelerle açıklamaya çalışacağız. Tekniğin son derece geliştiği 79 modern sanayi toplumunda insanla tabiat arasına, makineler, karmaşık teknikler, bilgiler, fabrikasyon eşyalar, kitle iletişim araç ve yöntemleri karmaşık bir ağ örerek girmişlerdir. Üretim ve tüketimin esnekleştiği ve fazlalaştığı bu toplumda sosyal organizasyonda buna bağlı olarak karmaşık bir yapıya bürünmüştür. Aile, akrabalık ve yaş grupları eski ve değişik yeni fonksiyonları ile varlığını sürdürmekle birlikte yeni sosyal organizasyonların da –toplumsal sınıflar, yeni meslekler ve bunlarla ilgili teşekküller, dernekler, siyasi partiler, sendikalar, öteki menfaat grup ve kuruluşlarıortaya çıkmasıyla birlikte uzmanlaşmış ekonomik, siyasi ve hukuki vs. teşekküllerin ön plana çıkışına şahit olmaktayız. Böylece bu toplum yapısında kişiler doğuştan kazandığı statülerden farklı olarak birçok kazanılmış statülere ve mevkilere erişebilmektedir. Sonuçta kişiler birçok farklı sosyal rolleri üstlenebilmekte ve davranış kalıpları geliştirebilmektedir. Toplumsal işbölümünün artışına paralel olarak birçok yeni işkolları ve meslekler ortaya çıkmakta bürokratlaşma, sosyal sınıfların oluşumu, ekonomik yapının hâkimiyeti nüfusun da artışına paralel olarak modern kentlerde kendisini göstermektedir. Yatay ve dikey hareketlilik gelişen ve değişen eğitim imkânlarıyla da doğru orantılı olarak artmış böylece farklı toplumsal yapı ve organizasyonların gelişimiyle birlikte geleneksel toplumda ki sosyal münasebetler bambaşka bir manzaraya bürünmüştür. Ayrıca sosyal farklılaşmanın ileri bir dereceye vararak insan eylemlerinin ve yeni normların teşekkülü yanında değişik kültürel unsurların yan yana gelmesiyle birlikte heterojen bir yapı ortaya çıkmış, yine, kutsal ve kutsal-dışının ayrılışı, laikleşme, olayları daima bilimsel ve akli açıdan değerlendirme eğitim-öğretimin yaygınlaşmasıyla genel bir görünüm haline gelmiştir (Günay, 1986, 53-55; Kehrer, 1996, 95-96). Geleneksel topluma nazaran ayırt edici birtakım özelliklerini ideal tip olarak zikrettiğimiz modern sanayi toplumunun dinle olan ilişkileri de kendisi gibi karmaşık bir durum arz etmektedir. Sanayileşmenin İngiltere’de başlayıp diğer batı ülkelerini de etkisi altına alması sonucu ortaya çıkan modernleşme sürecinin sanayileşme bağlamı kesin olmamakla birlikte farklı ülkelerde değişik görünümler arz ederek hayatiyetini sürdürmektedir. Sosyo-kültürel yapının farklılaşması sonucu rotanın yönünün de kendi bağlamından koparılmadan belirlenmiş modern hedeflere sanayileşme, ilerleme, ana temalarıyla devam ediyor oluşu her zaman sürece hep aynı sosyal dinamiklerle bakacağımız anlamını taşımamaktadır. Bu noktada J. Nef’in Katolik Kilisesi’ni ve dini, hayat dışı bırakan sanayi zihniyetini eleştirerek, ele aldığı Katolik kilisesinin sanat ve 80 iktisat anlayışını pek çok Avrupa memleketindeki sanayinin tamamlayıcısı sayarken, sanayileşmeyi insana ati manevi kuvvetlere bağlamaktan geri durmamıştır (Nef, 1980, 175). Yine Weber’in, Kapitalist veya endüstri toplumunun doğmasında zorunlu şart olarak gördüğü Protestanlıkta, uygarlık meydana getirme ruhuyla ekonomik teşkilatlanmadan önce ideolojik faktörlerin etkisine vurgu yapan bir bakış açısını yansıtmaktadır (Duran, 2002, 49-52; Bendix, 1998, 211; Kehrer, 1996, 76-77). İktisadi hayatla sosyal yapı arasındaki derin ve karmaşık etkileşim üzerinde duran Ülgener’in, Weber’in kapitalist batı toplumu için söylediklerini teyit etmenin yanında Weberyen metodolojiyle bizde kapitalist bir sürece yol açmayan dinî anlayışların zihnî arka planını deşifre etmek suretiyle anlamaya ve açıklamaya çalışması (Yavuz, 2002, 88) ise batıda sanayileşme sürecinin temel dinamikleri hususundaki çeşitliliği yakalayamamanın, gerçekten ortaya çıkan süreç yeni bir olguya mı işaret ediyor yoksa farklı dinamiklerin bütüncül bir yansıması mı veya çok farklı etkenler devreye girmiştir de böyle bir sonuca ulaşılmıştır gibi argümanların devreye sokulmamasını yansıtıyor gibi durumları göz ardı ettiğini göstermektedir. Görüldüğü gibi modern toplumun oluşumundaki dinamiklerin farklılaşması sonuçlarda da kendini göstermekte dolayısıyla dinin mevcut görünümleri farklı sanayi toplumlarında değişiklikler arz etmektedir. Diğer yandan sanayileşen toplumların genel anlamda batı kültürel bölgesinden farklı oluşunun dinsel kökenlerde de kendini ifade ediyor oluşu da bu toplumlarda yoğun tartışmaları özellikle kendi kültürel dinamiklerine pejoratif yaklaşımların yanında dikotomik bir duruş sergileyenlere veya sürecin olumsuzluklarıyla nemalanan geri dönüş çabalarına rastlamaktayız. Her halükarda toplumsal hayattaki dini görünümlerin tranzisyonel (geçiş) toplumlarda daha farklı bir durum arz etmeye devam ettiğine şahit olmaktayız. Bu farklılığın anlaşılması ve yorumlanmasındaki değişikliklerin daha işin başındaki öncüllerden yola çıkılarak sonuçlandırılmaya çalışılması da işin rengini değiştirmektedir. Bu noktada Ülgener’in bazı dini oluşumların Weber’in Kalvenizm’ini aratmadıklarını dile getirmesi önemlidir (Ülgener, 1983, 81). Ama her halükarda batı tipi bir modernleşme ve sanayileşmenin diğer toplumlarda aldığı konumun kendi kültürel bağlamlarından soyutlanmadan farklı bir yapılaşma arz ediyor oluşu gözden kaçmamalıdır. Bu değerlendirmelerin ışığında her ne kadar dini sanayileşmenin temel itici gücü saysakta sonuçta ortaya çıkan modern yapıda din “özel bir alan, konu” (Luckmann, 2003, 88) olarak çeşitli değişkenlerle farklı boyutlardaki ilişkileriyle ele alınmaya 81 başlamıştır. Öyle ki artık dinin sekülarizasyon (dünyevileşme) sonucu ferdileşerek (Akdoğan, 2002, 61-62), birçok toplumsal tesirlerinden arınmaya ve kendi öz alanı olarak ifade edilen belirlenmiş sınırlarına çekilerek kişilerin özel yaşantılarıyla ilgili bir vicdan ve şahsi seçim hüviyetine bürünmeye başladığına bu süreçte şahit olmaktayız. Tabi bu süreci oluşturan diğer bir saikte ilkel ve çok tanrılı dinlerin kollektif dindarlık anlayışına karşılık, evrensel dinlerin dini ferdileştirerek bir vicdan meselesi haline getirmelerinin, toplum hayatında kutsal ve kutsal-dışı ayırımının ve böylece laikleşmenin yerleşip kökleşmesi için önemli bir zemin oluşturduğu öngörüsüdür. Sonucu temelden ifade edersek sanayi devrimi, hem modern sanayi toplumu dediğimiz toplum tipinin var oluş nedenini ve hem de bu toplumlarda yerleşmiş bulunan geleneksel dindarlıkların sarsıntıya uğraması, dine karşı ilgisizliğin yaygınlaşması ve sekülarizasyon süreçlerinin temel faktörü gibi görünmektedir. Bu süreç içerisinde bilim adamının elde ettiği bilgiler ve teknik elemanın tabiat, hayat ve maddenin güçlerine hâkim oluşu, toplumda akılcı ve laik bir zihniyeti de beraberinde getirmekte, olaylarla ilgili tabiatüstü âleme atıf suretiyle yapılan dinî, sıhrî ve efsanevî birçok açıklamalar yerini bilim ve tekniğin buluşlarına bırakmakta; din kendi öz kutsal alanına doğru çekilip içe atılarak bir vicdan ve kanaat meselesi haline gelirken, toplumda profan ve maddi hedeflere yöneliş de büyük bir önem kazanmakta ve hatta temel değerler arasında ilk sırayı almaktadır (Günay, 1987, 47-50). Öte yandan, modern sanayi toplumunda dini inançlara ve uygulamalara olan rağbette eskiye oranla büyük bir düşüş kaydetmiştir. Bu düşüş özellikle şehirlerde hat safhaya ulaşmıştır. Şehirlerdeki sosyal tabakalar arasından hususiyle sanayi kesiminde çalışanların arasında dine olan rağbetin düşük olması yine kırsal alanda da sanayileşme ve şehirleşmenin etkilerine açık olan yörelerde bu nispetin diğerlerine oranla hissedilir düşüklüğü, sanayileşmenin geleneksel dindarlık şekilleri üzerindeki olumsuz etkilerinin göstergeleri olmaktadır. Özellikle sanayi kesiminde çalışan işçilerin arasında dine ilgisizliğin öteki meslek gruplarına nispetle daha yüksek oluşu, sanayileşme ile dine ilgisizlik arasında bir sebep-sonuç kurmada etkili olmuştur. Nitekim Marx ve Weber de, modern toplumda dinin, üst tabakaların durumunu meşrulaştırıcı bir fonksiyon görmesi sebebiyle, işçi kesiminin dine en azından ilgisiz kaldığı vakıasına dikkat çekmektedir (Günay, 2003, 401; Marx, 1998, 128-129). Esasen, modern sanayi toplumlarında alt tabakaların ve özellikle de sanayi işçilerinin dinî ilgilerinin azalması ve de dinin ayırt edici bir türünün taşıyıcısı olmaması (Weber, 1998, 156; Kehrer, 1996, 60) konusunda çok çeşitli varsayımlar öne sürülmüş 82 bulunmaktadır. Dini teşkilatın ve din eğitiminin yetersizliği ve fonksiyonunu yerine getirememesi, değişen sosyal şartlarda dini teşkilatın, alt tabakaların ve özellikle işçilerin ferdi ve toplumsal beklentilerini karşılamak üzere gerekli değişim ve adaptasyonu sağlayamaması, zaten dinin tarihen şehirlerde yerleşmiş olup, kırsal kesimlere hiçbir zaman tam anlamıyla ulaşamamış olması ve eski inançlar ve dindarlıkların oralarda halk dindarlığı şeklinde yaşanmakta oluşu ve sanayi işçilerinin de oralardan kente göç etmiş kitlelerden oluşması, öteden beri bu çevrelerde antiklerikalizm ve anti- eklezyanizm gibi dine karşı menfi propagandaların yapılmakta oluşu, işçilerin psikolojik olarak pratik meselelere daha çok ilgi duydukları, din eğitiminin korkutucu ve ürkütücü bir din imajına göre düzenlendiği ve bunun da alt tabakadan kişileri dinden soğuttuğu, tekniğin insanları Tanrının inayetine bağlılıktan kurtarmış olması sebebiyle bu kesimde dini ilgisizliğin arttığı ve nihayet grup psikolojisinin dinî aidiyet konusunda işçiler arasında olumsuz sonuçlar doğurduğu vs. şeklindeki görüşler bunların belli başlılarını oluşturmaktadır (Kehrer, 1996, 33; Günay, 2003, 401; 1987, 36-37). Modern medeniyetle birlikte, şehirlerden hareketle teknik, akılcı ve tenkitçi bir zihniyet yayılmaya başlamış, endüstri, fabrikalar ve makineler bu zihniyetin yayılıcıları olmuşlardır. Böylece geleneksel hayat anlayışları, dünya görüşleri, norm ve değer sistemleri, örf ve adetler, geleneksel toplumsal yapılar ve dayanışma duyguları sarsılmış, modern toplumda insanların kutsiyete olan inançları azalmaya (veya kutsal kozmos’u değişmeye yön tutmuştur (Luckmann, 2003, 93; Günay, 2003, 402). Modern sanayi toplumlarında dinin geçirmekte olduğu bu değişim ve dönüşümü farklı şekillerde yorumlayarak sürecin akışına dair görüşlerle durumun yönlendirilmesi hususundaki etkin çabaların sonuçlarına dair fikirlerle sonuca dair öngörülerde bulunmak istiyoruz. Tarihsel süreç okunduğu zaman dinin farklı dönemlerden geçerek farklı şekillerde hayatiyetini sürdürdüğü ve sürdürmeye devam edeceği gerçeği değişmeyeceğe benziyor. Bu bağlamda esasen modern sanayi toplumlarında da dinin geçirmekte olduğu sarsıntı, sanayileşme, kentleşme ve modernleşme öncesi bir toplum, kültür ve uygarlık düzeninde hayatiyet bulmuş olan geleneksel dinlerin ve dindarlık şekillerinin yeni ve modern bir toplum düzenine uyum probleminden başka bir şey olmasa gerektir (Günay, 1987, 57). Şu halde dini, modernleşmenin tamamen zıddına değerlendiren kuramların dine biçtiği konum doğru çıkmamakta dinin modernleşmenin zıddı olmadığı da ortaya çıkmaktadır. 83 Özellikle modernite, bir taraftan geleneksel dini formları dejenere ederken diğer taraftan dinî canlanmayı doğurmakta, yeni dinî akımlara, yeni dinî formlara ve hatta fundamentalizme yol açmaktadır (Köse, 2001, 206). Diğer yandan modern dönemde geleneksel dindarlıkların geçirmekte oldukları sarsıntının bir intibak problemi olduğunu, sanayileşme öncesi bir kültür ve medeniyet temelleri üzerine oturmuş geleneksel, taklitçi, şekilci, korkuya dayalı, konformist ve klerikalist dindarlıkların sanayileşme ile birlikte sarsıntıya uğramasına karşılık, bu günün modern cemiyetlerinde daha şahsi, daha akılcı ve daha içten yaşanan yeni bir dindarlık şeklinin özellikle şehirlerden başlayarak yayılma eğilimi göstermesi vakıasında görmek mümkündür (Günay, 1987, 58; 1986, 87). Sonuçta tarihsel sürecin farklı kültürel bağlamlardan veya ulaşılmak istenen hedeflerden yola çıkılarak değerlendirilmesi, sosyolojik olarak ortaya çıkan yeni toplumsal olguları değerlendirmede de kendisini göstermekte ve modern sanayi toplumlarında dinin varlığı, konumu ve geleceği ile ilgili tartışmalarda kuramsal bakış açılarının yoğun etkilerinin farklı bilimsel paradigmalarda kendisini sunmaya devam edeceği görülmektedir. Bu noktada toplumların kendilerine dair çizdikleri hedeflerde toplumsal olguları şekillendirme güçlerine katkı sunmaya devam etmektedir. Din ve toplum ilişkilerinin de, kavramın ifade boyutundan başlayarak modern sanayi toplumlarının başat belirleyici özelliği olarak sunulmaya kaçınılmaz olarak devam edeceği de ayrıca ifade edilmelidir. II. BÖLÜM ARAŞTIRMA VE YÖNTEM 2.1. Araştırmada Temel Bakış Açısı “Adana Organize Sanayi Bölgesinde Sanayileşme ve Din İlişkileri” isimli bu çalışmamızda Adana örneğinden hareketle sanayileşme ile din arasındaki karşılıklı ilişki ve etkileşimleri sosyolojik açıdan ele almayı hedefliyoruz. Özellikle sanayileşmenin bir sonucu olarak değerlendirilebilecek işçi sınıfının dini hayatının incelenmesi sosyolojik açıdan önem taşımaktadır. Toplumun diğer kesimlerinden ayrı olarak işçi sınıfının kendine has bir din anlayışı ve dini hayatından söz edilebilir mi sorusuna cevap aramak amacındayız. Heterojen bir yapı arz eden işçi sınıfının taşıdıkları vasıflar dikkate alındığında ne tür farklılıklar tespit edilebilir sorusuna araştırmamız çerçevesinde cevap aramaya çalışacağız. Sosyolojik açıdan sanayileşme ve din ilişkisi oldukça kompleks ve geniş bir konudur. Sanayileşmenin din üzerinde etkileri olduğu gibi dinin de sanayileşme üzerinde etkilerinin olduğunu biliyoruz. Öncelikle dinin sosyal bir olgu olarak değerlendirilmesi, onun diğer toplumsal olgularla etki-tepki içerisinde olduğunu ve dolayısıyla dinin bir taraftan sosyo kültürel çevreyle etkileşiminden doğan yeni yapılanması, değişimi, dönüşümü ortaya çıkmakta, diğer taraftan ise belli ölçülerde sosyokültürel olgulardan etkilenerek biçimlenmesi söz konusu olmaktadır. İşte, dini olayların bu sosyal özelliği dolayısıyla, modern medeniyetin ortaya çıkardığı sanayi toplumu ve onun beraberinde getirdiği yeni hayat tarzı, günümüz toplumlarının dini yaşayışında önemli değişikliklere neden olmuş bulunmaktadır. Zaten sosyoloji ve özellikle onun sosyal olaylar olarak dini olayları inceleyen uzmanlık dalı olan din sosyolojisi bile menşelerini, Batı’da büyük endüstrinin ortaya çıkışı sırasında meydana gelen sosyal değişme gerçeğinin şuuruna eriş ve felsefe ve teolojinin bu değişmeyi açıklamaktan aciz kalmalarından almaktadırlar. Bilindiği gibi, bilim ve teknolojinin son birkaç yüzyıl içerisinde kaydettikleri baş döndürücü gelişmeler, içinde yaşadığımız XXI. yüzyıla erişmiş bulunan günümüz toplumlarında yeni boyutlara ulaşırken, insanlık da, dünyanın her yerinde benzer hız ve oranlarda olmamakla birlikte, yeni buluşların beraberinde getirdiği modern medeniyetin gerekleri karşısında köklü değişmelere sahne olmaktadır. Öyle ki, bu değişiklikler sadece bilimsel ve teknolojik alanda kalmamakta, fakat aynı şekilde toplumların ekonomik, 85 demografik ve kültürel yapılarında da önemli değişmelere şahit olunmaktadır. Böylece, bir yandan toplumların öteden beri alışılagelmiş hayat tarzları, özellikle XIX. yüzyılın başlarından itibaren Batı ülkelerinde ortaya çıkan sanayileşme ve kentleşme süreçlerinin dinamiği altında sarsılır ve yeni şekillere bürünürken, öte yandan toplum içinde sosyal hayatın en hâkim noktasında bulunan din de, ister istemez bu değişmelerden etkilenmektedir (Günay, 1986, 43). Dinin bu değişimden etkilenmesinin farklı kültür ve medeniyetlerde ki boyutları farklılaşmakla birlikte, özellikle sanayileşmenin dinamiklerini kendi içerisinde barındıran ve süreci yönlendiren ülkelerde ki konumlanması daha da bir farklılaşmakta, öte yandan, sanayileşmeyi temel çıkış noktası yaparsak bunda rol oynayan dini ve kültürel dinamikler noktasında da farklı bakış açıları doğmaktadır. Sanayileşmenin çıkmasıyla başlayan değişim sürecinin küreselleşmeyle birlikte tüm dünyayı etkisi altına aldığını ve özellikle kitle iletişim araçları ve türlü propagandalar vasıtasıyla sanayileşen ülkelerin kültürleme faaliyetlerinin etkisinin güçlü bir biçimde hissedildiği günümüzde, farklı kültürel dinamiklerin tek tipleşmeye yüz tuttuğu veya sadece belli kalıplarla değerlendirildiği görülmekte ve bunun sonuçlarının toplumları belli yönlere kanalize etmek şeklinde belirdiği ortadadır. Sanayileşmenin günümüzde aldığı durumunun sosyo-kültürel bağlamlarda nasıl değerlendirildiği önemli olmakla birlikte öncelikle bu bağlamı oluşturan temellerin aidiyet noktasında bir atıfla ortaya çıkarılması ve sonucunda belli bir öngörünün oluşturularak toplumlara sunulması belli bir yaklaşımın ürünü olmaktan ziyade genel düşüncenin özellikle Batı bilim çevrelerinde oluşan yansımaları olarak gözükmektedir. Bu noktada sanayileşmenin temellerinden tutunda sürecin ulaştığı farklı boyutlara kadar belli bir kültürel bağlamda değerlendirilmeye çalışılması ve hatta bunun ideolojilere varan bir düşünceyle sunulması özellikle bizim ülkemiz gibi durumu geriden takip eden veya geçiş dönemini yaşayan toplumlarda farklı veya özünden kopan bakış açılarına yol açmakta ve sonuçta gerçekten kendisine yabancılaşan bir bakış açısı ortaya çıkmaktadır. Görülen o ki ülkemizde ki sanayileşme sürecinin Batı’da ki gelişim sürecinden farklı bir yapı ve gelişmeyle ortaya çıktığı, dolayısıyla etkilerinin de farklılaşacağı göz önünde bulundurulmaktadır. Bu noktada olayı tek boyutlu okumanın veya maddi kültür temellerini tek bir manevi çıkış noktasıyla tanımlamanın doğru olmayacağı ortadadır. Böylece Batı toplumlarında sanayileşme ve süreci belli bir görüşle ifade edilmekte ve özellikle sonuçta ortaya çıkan kültürel bağlamın ifadesi ve yönlendirilmesi söz konusu olmaktadır. Bu bakış açısının farklı uyarlamaları Batı dışında ki veya batılılaşmaya çalışan 86 ülkeler için de söz konusu edilmekte ve süreç aynı bakış açısıyla okunup, yorumlanıp mevcut durumda ona göre değerlendirilmeye çalışılmaktadır. Sanayileşmenin Türk toplumunda ki gelişim sürecinin Batılı anlamda değerlendirilemeyeceği çünkü hem maddi olarak aynı yapı ve gelişmeyi içerisinde barındırmadığı hem de manevi olarak aynı kültür kodlarına sahip olmadığı göz önünde bulundurulmakta, dolayısıyla sanayileşmenin kültürel boyutlarının Batı’da yaptığı etkiyle Türk toplumunda yaptığı etkinin farklı olacağı değerlendirilmektedir.. Bu bağlamda her ne kadar Batı’da sanayileşmenin yapısal unsurları belli manevi kültür unsurlarına bağlansa da bunların spekülatif ve kendine özgü durumlar olduğu ifade edilmelidir. Fakat olayın küreselleşme bağlamında değerlendirilmesiyle ortaya çıkan yeni durumun değişik kültürlerin birbirini etkilemesiyle daha farklı bir boyuta taşındığını da göz önünde bulundurmalıyız (Yapıcı & Yıldırım, 2003, 117). Öte yandan sanayileşmeyle birlikte ortaya çıkan ve sanayileşmenin yükünü omuzlayarak temel itici gücü oluşturan emekçilerin değerlendirilmesi ve belli konumlara yerleştirilmesi de ayrı bir problem alanını oluşturmaktadır. Özellikle sanayileşmenin ilk dönemlerinde ki ciddi problemlerin işçilerin üzerindeki yükü ağırlaştırdığını ve onların çok zor şartlardan geçerek günümüze geldiğini görüyoruz. Gerçi hala formel ve enformel çalışma koşulları arasında ciddi farklılaşmalar olsa da ve elde edilen kazanımlar formel sektörde de tatmin edici düzeyde olmasa da yine de işçiler sanayileşmenin en dinamik kesimi olmaya devam etmektedirler. Özellikle ilk dönemlerden başlayarak işçileri belli bir toplumsal tabakaya yerleştirme ve çekilen sıkıntıları belli bir bilince sevk etme çabalarının olduğunu ve bu çabaların işçilerin bireysel ve sosyal kazanımlarının çok ötesine giderek doktriner bir bilgi yapısıyla insani bir bilinç oluşumuna öncülük ettiğini görmekteyiz. Diğer yönden bu çıkışlara karşıt duruşların olduğunu ve toplumsal yapılaşmayı farklı biçimlerde ifade ettiklerini görmekteyiz. Sanayileşme sürecinin ifadesinde olduğu gibi sanayileşmenin itici gücü olan işçilerde de farklı ideolojik çıkışlarla yönlendirme ve onları toplumsal alanda maddi ve manevi olarak konumlandırmaya çalışma çabalarının da olduğunu ifade edebiliriz. Dikkat çeken husus ise bu çabaların kültürel bağlamının hep Batı kültürüyle donatılmış olmasıydı. Bu noktada sanayileşme ve işçilerin, bilimsel çabaların ürünü olarak sunulan ve onlara yön veren bakış açılarının etkisiyle donatılmış olan bir ideolojik bağlamla sınırlandırılmaya çalışıldığını ifade etmeliyiz. Araştırmamızda özellikle Türk toplumunda yer alan işçilerin sanayileşmenin etkilerini hissetme de farklılaştığını ifade etmekteyiz. Şöyle ki sanayileşme ve 87 modernleşme sürecinin toplumumuzun geleneksel dini yaşayışını etkilediği temel varsayımından hareketle, dinin durumunu, mümkün olduğu kadar geniş sosyografik detaylara dalmaksızın, işçiler bazında inceleyeceğiz. Bu incelemenin kuramsal çerçevesi ise dinin, sanayileşmenin toplumsal tabakalaşmayı farklılaştırması ve yeni işbölümlerine yol açması sonucunda aldığı yeni durumunun görünür olduğunu din sosyolojisi bağlamında analiz etmek şeklinde olacaktır. Sonuçta bu çözümleme, problemin çözümünde toplumsal dinamiklerin farklılaşmasında kültürel ve dini bağlamların öneminden yola çıkarak değerlendirmelerin yapılmasının gerekliliğine de yer yer atıflar içermektedir. Bu noktada sosyo kültürel tabakalaşmanın da toplumsal kökenlerini o toplumun kendi öz yapısı içerisinde değerlendirmenin yanında, genel kuramların farklı toplumsal yapıları çözümlemede etkinliğinin sınırlarını keşfetmede sarf edilecek gayretlerde önemli olmaktadır. Özellikle yaklaşımlarının yanında yapısal-fonksiyonel çatışmacı kuramların kuramında dini materyalist açıdan ve yine indirgemeci indirgeyen yaklaşımlarından uzak durmaya çalışmaktayız. 2.2. Problem Sanayileşme olgusu insanlığın gelişme safhalarının en önemlisi olup ortaya çıkardığı problemler açısından da en şümullüsüdür. Sanayileşmenin insanların ve toplumların hayatında yol açtığı değişim ve dönüşümler bütün toplumları etkisi altına almış ve ortaya çıkardığı problemler tüm dünyayı ilgilendirir hale gelmiştir. Özellikle Avrupa’da başlayan Rönesans ve Reformlarla hızlanan dini ve sosyal değişmeler sanayileşmenin de güçlü etkisiyle tüm dünyayı sarmış ve bunun etkisi Batı’yla yakın ilişkileri olan Müslüman toplumlarına da ulaşmış ve onlarda da sosyal değişimlere yol açmıştır. Ortaya çıkan bu değişikliklere paralel olarak, toplumun içinde yaşanan dinde de birtakım değişmelerin ve çeşitlenmelerin, türlü etki ve tepkilerin ortaya çıktığı görüldüğünden, çeşitli toplumlarda dinin yer ve rolünün de değiştiği dikkat çekmektedir. Bu bağlamda geleneksel dini yaşayışın bu değişimlerden etkilendiği ve bunun sonucunda dini açıdan farklı şartlar ve durumların ortaya çıktığı gözlemlenmekte ve genel olarak geleneksel değer ve müesseselerin boşluk yaratacak biçimde ihmal edilmesi veya kaybolması dikkat çekici boyutlara ulaşmaktadır. Bu değişimin toplumumuzda yarattığı boşluğun çeşitli toplumsal problemlere yol açtığı düşünülmekte ve fakat bu problemlerin, 88 dini olayın zaman ve mekân içerisinde birbirinden oldukça farklı şekillerde tezahür etmesinden ötürü boyutlarının farklılaştığı varsayılmaktadır. Sanayileşmeyle birlikte ortaya çıkan toplumsal değişimin etkisi toplumsal eşitsizliklerin farklılaşmasında da kendisini göstermiş ve bu noktada toplumların yeniden yapılanmalarının yanında yeni işbölümlerine bağlı olarak toplumsal hiyerarşilerde farklı anlam kalıplarını barındıran farklılaşmış statülerle ifade edilen meslekler belirmiştir. Bu noktada sanayileşmenin etkin kesimi olan fabrika işçileri ortaya çıkmış ve bunların toplumsal hiyerarşideki varoluş anlamları çeşitli mücadele alanlarında ifade edilmiştir. İşçilerin sanayileşmenin ağır koşullarını taşıyan bir konumda olmaları, onlar üzerinden farklı bakış açılarının meydana getirilmesi çabaları, çeşitli ideolojilerin yanında sosyolojik değerlendirmelerinde ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu bağlamda işçilerin sanayileşme içerisinde nasıl bir konumda oldukları, toplumsal açıdan hangi rol ve statüyü taşıdıkları ve bu anlamda bu rol ve statülerinin bir sınıf bağlamında değerlendirilip değerlendirilemeyeceği ve ayrıca işçilerin sanayileşmeyle birlikte başlayan dini yaşamdaki değişimlerden ne derece etkilendikleri ve bu husustaki hissiyatlarının boyutlarını temel problemlerimiz olarak değerlendireceğiz. İşçilerin toplumsal statü ve yapılarının ne oranda değer kaybına uğradığı ve gerçekten Batı toplumlarında ortaya çıkan dini analiz sonuçlarıyla değerlendirilen bir durumda olup olmadıkları ve bu noktada dinî kaynaklarının ne olduğu önem arz etmektedir. 2.3. Araştırmanın Varsayımları Sanayileşme süreci farklı toplumlarda farklı boyutlarda olduğu gibi aynı toplumun bizzat kendi içerisinde de farklılıklar arz etmektedir. Dolayısıyla bu sürecin ortaya çıkardığı ve değişme, gelişme ve ilerleme bağlamında değerlendirilen dönüşümlerin de farklı toplumlarda farklı boyutlarda ve şekillerde gerçekleşeceği öngörülmektedir. Farklı toplumsal dinamiklerin birbirini etkileme boyutunu da bu sürece dâhil edersek farklılaşmanın görünümlerini değişik olguların akışı içerisinde değerlendirme zorunluluğu da ortaya çıkmaktadır. Diğer bir nokta da sanayileşme ile birlikte gelişen modernleşmenin seküler bir düzlemde cereyan ediyor oluşudur. Bu bağlamda sekülerleşme tartışmalarında önemli bir yeri olan Berger’in de belirttiği gibi, din sosyolojisi alanında yapılan araştırmaların verileri, sekülerleşmenin etkilerinin kadınlardan ziyade erkekler, çok genç veya yaşlılardan ziyade orta yaş tabakasında bulunanlar, kırsal kesimden ziyade şehirler, esnaf ve zanaatkâr 89 gibi geleneksel işlerle uğraşanlardan ziyade “modern sanayi üretimiyle doğrudan ilgili olan sınıflar, özellikle işçi sınıfı üzerinde daha güçlü olduğunu ortaya koymaktadır (Kirman, 2005, 103-104). Yine Johnstone’da yapılan araştırmalarda din probleminin alt sınıflarda ve işçi sınıfında daha belirgin olduğunu vurgulamaktadır (Johnstone, 2002, 205). Dolayısıyla sekülerleşmenin etkilerinin farklı düzeylerde hissedildiği ülkemizde yaşanan toplumsal değişmenin modernleşme hedefine bağlı olarak değerlendirilmesiyle birlikte, ortaya özellikle dini olgularda artan düzeyde geleneksellikten uzaklaşma ve modernleşmenin temel dinamiklerinden olan rasyonelleşmenin de bir eğilim olarak hayatımızı farklı biçimlerde düzenlemesinin etkilerinin dini alanda da hissedilmesi sonucunda işçi kesimininde çeşitli değişkenlere bağlı olarak dini inanç, tutum ve davranışların da farklılaşmalarının yönünün sekülerleşme olduğunu tahmin etmekteyiz. Fakat durum Türk Toplumu’nun farklılığı göz önünde bulundurularak değerlendirilmelidir. Bu bakış açısıyla şu varsayımları ifade edebiliriz. 1. Batı toplumlarında başlayan sanayileşme sürecinin ülkemizde de yaşanmaya başlamasıyla meydana gelen sosyal değişmeler, geleneksel dini inanç, düşünce ve davranışları da etkilemiş ve bu alanda da bir dönüşüm ve farklılaşma ortaya çıkarmıştır. Böylece sanayi alanında çalışan işçilerimizde de dini inanç, davranış ve kanaatlerde bu durum gözlenmektedir. 2. Cinsiyetlere ve yaşlara göre, dini inanç, ibadet ve tutumlarda farklılık görülebileceği; kadınların erkeklerden daha fazla irrasyonel inanç ve geleneksel dini yaşayışa sahip olacağı ve yine kadınların dinin sosyal boyutuna daha az katılım sergileyecekleri tahmin edilmektedir. Ayrıca gençlikte de dini yaşayışın diğer yaş gruplarına nazaran daha zayıf olacağı farz edilmektedir. 3. Sanayileşme toplumun ihtiyaçları doğrultusunda işbölümüne, ihtisaslaşmaya, öğrenim seviyesinin yükselmesine neden teşkil ederek, sosyal hareketliliğe ve tabakalaşmaya yol açmaktadır. Bu bağlamda kendisini farklı tabakalara ait hissedenlerin eğitim durumlarına bağlı olarak ta dini inanç ve tutumlarda farklılaşabileceği ve üst tabakalarla eğitim durumu daha yüksek olanların dini alanda zayıf bir durum sergileyebileceği düşünülmektedir. Fakat özellikle kendisini alt sınıf veya işçi sınıfı bağlamında değerlendiren işçilerimizde dini inanç, davranış ve tutumlara dair bir gevşekliğin olabileceği farz edilmektedir. Sonuçta sosyoekonomik statüye bağlı olarak dini inanç, ibadet ve düşüncelerde kısmi farklılıkların bulunabileceği öncülünü varsayıyoruz. 90 4. Dinî bilginin seviyesi dindarlık düzeyinde farklılaşmalara neden olabileceği gibi alınan dini bilginin kaynağı ve bu bağlamda ortaya çıkan ve bilgi otoritesi olarak görülenlerin farklılığı da dini inanç, ibadet ve tutumlardaki değişim ve seviyeye etki edeceği varsayılmaktadır. 5. Okuma eylemini gerçekleştiren işçilerimizde dini inanç ve yaşayışta olumlu tutum geliştirmenin yanında rasyonel bakış açısının da daha ileri seviyede olduğu düşünülmektedir. Fakat özellikle işçi kesiminde dini yayınlara ilgisizliğin yanında asli dini kaynaklara ulaşmada da zayıflığın olduğu varsayılmaktadır. Bu noktada Kuranı Kerim öğreniminin de düşük olduğunu varsaymaktayız. 6. Dinle-toplum arasında karşılıklı etki tepkinin, işçilerimiz üzerinde de yoğun etkisinin olduğunu, bu bağlamda işçilerimizin din ve dini değerlere büyük önem verdiğini, kendilerini ait oldukları geleneksel dini kalıplarla ifade etme eğiliminin kimlik edinme veya kendilerini tanıma ve tanıtma aracı bağlamında sundukları varsayılmaktadır. Özellikle Türk toplumunun geleneksel yapısında etkin bir konumda olan dinin geleneksel özelliklerini muhafaza ederek modern söylemler içerisinde ifade edilmesinin işçilerimiz üzerinde de etkin olduğunu varsayıyoruz. 7. Özellikle dini inançlar noktasında Türk toplumunun da yapısı göz önünde bulundurularak ifade edilebilir ki; işçiler inançlar noktasında değil de ibadetler ve düşünceler noktasında yukarıda da vurguladığımız değişkenlere bağlı olarak farklılaşacaktır ve ibadet seviyesinin çalışma hayatına ve sosyal çevreye bağlı olarak azalacağı varsayılmaktadır. 8. Sanayi hayatının gereklerinden olan yoğun çalışma hayatı ve insan-makine ilişkisi, insani duygu ve düşünceler ve sosyal ilişkileri yer yer zayıflatmaktadır. Böylece insanların kendilerine ve sosyal değerlere yabancılaştığı varsayılmaktadır. 9. Sanayi alanında çalışan insanlarımızın özellikle sanayileşmenin ortaya çıkardığı cemiyet hayatının ferdiyetçi ilişkilerine rağmen sosyal yardımlaşma ve dayanışma duygusunun dini boyutta cereyan etmesine dair bir olguyu göz önünde bulundurmaya devam ettikleri ama bu noktada dini öğretilerin teşvik ettiği sosyal ilişkilere dair daha rasyonel ve seküler bir eğilim sergileyecekleri farz edilmektedir. Ayrıca bu bağlamda, toplumun temeli olan aile olma eğiliminin de yüksek olduğunu varsaymaktayız. 10. Özellikle modernleşmenin yücelttiği hümanizmanın inanç hürriyeti bağlamında da değerlendirilmesinin toplumsal boyutunu ifade eden laik değerlendirmelerin farklı inançlara karşı toleransı işçilerimizde de göreceğimizi farz etmekteyiz. 91 11. Türk Toplumunda da güçlü etkilerini hissettiğimiz evrensel din olan İslam Dini’nin dünya genelindeki bağlılarına olan dini-duygusal bağlılığın, bir aidiyet düzlemi içerisinde özellikle dine bağlılıkla doğru orantılı olarak işçilerimizde de cereyan edeceği düşünülmektedir. 12. İşçilerimizde kimlik algısının bu bağlamda dini aidiyet noktasıyla birlikte, milli değerlere inancın yüksek olduğu ve toplumsal birlikteliğin kültürel boyutunun Batı’ya oranla bireysellikten uzak yaşandığı toplumumuzda ırki aidiyetinde atıf noktası olarak belirgin biçimde kullanıldığı varsayılmaktadır. 13. Fakat genel anlamda din atıf noktası olarak kullanılsa da işçilerimizin hayatında dinin belirgin bir etki alanı oluşturmadığını varsaymaktayız. Bunun dindarlık algılamalarından ziyade belirginleşen dini seremoni ve ayinle ilgili azalmanın oluşturduğu görüntü olduğu kanaatini taşımanın yanında dinin belirli özel alanlara bağlanmasının da genel bir eğilim olarak işçilerde de belirginleştiği kanaatini taşımamızdır. Bu noktada Türk Toplumunda da belirginleşen kader anlayışının uygulamalara yansımasının farklılaşmasıyla ortaya çıkan dikotomiyi örnek olarak verebiliriz. 2.4. Araştırmanın Hipotezleri Araştırmamızda işçilerle ilgili olarak şu hipotezleri sınamak istiyoruz, A- Cinsiyete göre dindarlık düzeyi farklılaşacaktır. Bu bağlamda kadınların; (1) dinin etkisini hissetme, (2) dine önem verme, (3) öznel dindarlık algısı, (4) popüler dini inançlar, (5) dinsel yaşayışın ibadet boyutunu gerçekleştirme, (6) namaz kılma, oruç tutma, hacca gitme, (7) dua ve nafile ibadetler, (8) Kuranı Kerim okuma, (9) genel dinsel yaşayış durumu bakımından erkeklerden farklılaşacağı, dolayısıyla kadınların dini hayatın farklı boyutlarında daha dindar bir görüntü sergileyecekleri öngörülmektedir. Diğer yandan dini hayatın; (10) zekât verme, camiye gitme, (11) cenaze ve dinsel programlara katılma gibi yönlerden erkeklerin daha etkin bir görünüm sergileyecekleri öngörülmektedir. Son olarak ise (12) dinsel yaşayışın inanç boyutunda, (13) diğer din mensuplarına olan tavırla, (14) öznel kimlik algısı noktalarında erkeklerle kadınlar arasında herhangi bir farklılaşma öngörülmemektedir. Genel anlamda ise (15) kadın olsun erkek olsun işçilerimizin çalışma hayatının da etkisiyle dini pratikler açısından zayıf bir görünüm 92 sergileyecekleri düşünülmektedir. Ayrıca (16) kadınların erkeklere göre sanayileşmenin olumsuz etkilerini daha fazla hissedecekleri düşünülmektedir. B- Öznel gelir algılarına göre işçilerimizde dini anlayış farklılaşacaktır. Alt seviyede gelire sahip olanların; (1) dinin etkisini hissetme, (2) dine önem verme, (3) öznel dindarlık algısı, (4) kader algısı, (5) dini tecrübenin ibadet boyutunu yaşama noktalarında orta gelir grubuna göre farklılaşacağı bu kapsamda alt gelir grubuna sahip olanların daha dindar bir görünüm sergileyeceği, (6) fakat dinin inanç boyutunda bir farklılaşma olmayacağı (7) yine işçilerin gelir durumu arttıkça sanayi alanında çalışmanın etkilerini daha olumlu olarak hissedecekleri, (8) ayrıca işinden memnun olan işçilerin de sanayi alanında çalışmanın etkilerini olumlu olarak hissedecekleri düşünülmektedir. (9) Son olarak inanç durumunda herhangi bir farklılaşmanın olmayacağı görülecektir. C- İşçilerimizin dini bilgi açısından yetersiz olduğu bu bağlamda özellikle Kuranı Kerim okuma oranının düşük olduğu bununda özellikle popüler dindarlık düzeyinde bir artışa ve dinin etkisinde bir azalmaya yol açtığını düşünmekteyiz. D- Sanayileşme süreci cemaatvari ilişkileri öğütleyen değer ve müesseselerin önemini azaltmaktadır. Böylece bireysel temayüllerin artışına paralel olarak sosyal yardımlaşma ve dayanışma duygusunda bir azalma görülmektedir. Fakat yine de Türk Toplumunun yapısını da göz önünde bulundurarak dinin sosyal yardımlaşma yönüne verilen değerin işçilerimizde etkin olduğunu ileri sürülebilir. E- Farklı yaş gruplarına sahip işçiler arasında; (1) inanç bakımından bir farklılaşma görülmeyecektir, (2) yaşla dinsel yaşayışın ibadet boyutu arasında pozitif bir ilişki olduğundan dolayı yaş yükseldikçe ibadet puanı yükselecektir, (3) yaş yükseldikçe dinin etkisini hissetme durumunun artacağı. (4) öznel dinarlık algısı ve dine verilen önemin olumlu yönde farklılaşacağı öngörülmektedir. F- Mesleki statünün dindarlık anlayışını farklılaştıracağını; (1) statü arttıkça öznel dindarlık algısıyla birlikte dine verilen öneminde azalacağı, (2) dini ibadetlerde düşüş veya ilgisizlik görüleceği, (3) dinin etkisini hissetmenin anlamlı bir şekilde azalacağı (4) ama inanç konusunda bir farklılaşma olmayacağı öngörülmektedir. G- Öğrenim düzeyine göre işçilerimizde; (1) inanç boyutunda bir farklılaşma olmayacağı, (2) öğrenim düzeyi arttıkça ibadet puanlarının düşeceği, (3) dinin etkisini hissetme düzeyinin azalacağı, (4) öğrenim düzeyiyle dini bilgi düzeyinin artacağı (5) dindarlık algısının olumsuz yönde faklılaşacağı, (6) dine verilen önemin azalacağı öngörülmektedir. 93 H- Günlük çalışma süresi arttıkça dini ritüellerde bir azalma olacağı, insani ve sosyal ilişkilerin olumsuz yönde etkileneceği düşünülmektedir. İ- Çalışma hayatının süresine göre; (1) dinin etkisinin azalacağı, (2) dine verilen önemin azalacağı, (3) ibadetlerde düşüş görüleceği öngörülmektedir. J- Medeni duruma göre; (1) inanç boyutunda bir farklılaşma olmayacağı, (2) ibadetlerin evlilerde daha yüksek görüleceği, (3) dinin etkisinin daha fazla hissedileceği, (4) genel dinsel yaşayış puanının daha yüksek olacaktır. K- Öznel dindarlık algısına göre; (1) dinsel yaşayışın inanç boyutunda bir farklılaşma olmayacağı, (2) ibadet boyutunda algısı yüksek olanların daha yüksek puan alacağı, (3) dinin etkisini böylece daha fazla hissedecekleri, (4) dine daha fazla önem verecekleri öngörülmektedir. L- Din-önem düşüncesine göre; (1) inanç boyutunda bir farklılaşma olmayacağı, (2) dinin çok önemli olduğunu düşünenlerin dinin ibadet boyutunda anlamlı olarak farklılaşacağı, (3) dinin etkisini daha fazla hissedecekleri, (4) dindarlık algılarının yüksek olacağı, (4) diğer inançlara karşı mesafeli olacakları, (5) genel dinsel yaşayıştan daha fazla puan alacakları düşünülmektedir. 2.5. Evren ve Örneklem Bir araştırmanın veya gözlemin alanına giren objeler ya da fertlerin tümü evreni meydana getirir. Karasar, “evren”i ikiye ayırır. Birisi “genel evren”, öteki ise “çalışma evreni”dir. Genel evreni soyut bir kavram olduğunu ve tanımlanmasının kolay fakat ulaşılmasının güç hatta imkânsız olduğunu belirtir. Çalışma evreninin ise, pratikte araştırıcının ulaşabildiği, ya doğrudan ya da seçilmiş örnek bir küme üzerinde gözlemler yaparak, hakkında görüş bildirebildiği evren olduğunu açıklar (Karasar, 2004, 115-116). Çalışmamızın genel evreni, bütün sanayi kollarında çalışan işçiler olup, çalışma evreni ise Adana organize sanayisinde çalışan işçilerdir. Örneklem ise, bir bütünün, kendi içinden seçilmiş bir parçasıyla temsil edilmesidir (Sencer, 1989, 356-357). Örnekleme faaliyeti, incelenecek olan büyük grubun bütün vasıflarını temsil eden bir küçük nüfusun belirli kurallara uyulmak suretiyle seçilmesi işleminden ibarettir. Örneklem grubumuzu ise çeşitli fabrikalarda çalışan toplam 301 kişidir. Bu 301 kişinin çalışmamıza katılması ise yalın rastlantılı örnekleme yoluyla olmuştur. Örneklem grubumuzun sayı açısından temsil yeteneğine sahip ve yeterli olduğunu düşünmekteyiz. 94 2.6. Veri Toplama Teknikleri ve Verilerin Değerlendirilmesi Çalışmamız iki ana bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümü oluşturan teorik kısımda konuyla ilgili olarak yazılı kaynaklardan yararlanılmıştır. Çalışmamızın ikinci ana bölümünü ise, uygulamalı alan araştırması oluşturmaktadır. Çalışmamızın temelini oluşturan bu kısımda ise yazılı kaynakların dışında veri toplama tekniği olarak, daha dar boyutlu ve daha yalın olması dolayısıyla anket seçilmiştir. Anket sorularının hazırlanmasında yakın ve uzak çalışmalardan faydalanılmış, özellikle Kayıklık (2003) ve Yapıcı (2007) tarafından kullanılan üç ölçek kullanılmıştır. Bu ölçeklerden ilk ikisi Kayıklık (2003) tarafından kullanılan ve dinsel yaşayış ölçeği olarak adlandırılan ölçeğin inanç ve ibadetle ilgili kısımlarıdır. İbadet boyutuna eklenen birkaç maddeyle soru sayısı on beşe çıkmıştır. Ölçeğin inanç boyutunda ise on iki soru kullanılmıştır. Ölçeklerin üçüncüsü ise Yapıcı’dan (2007) aldığımız dinin etkisini hissetme ölçeğidir. Bu ölçekte iki madde eklem yapılarak kullanılmış daha sonra bu maddeler gerekli ölçümü yapmadığı için çıkarılmıştır. Sonuçta bu ölçeğimizde toplam on yedi soru değerlendirilmeye alınmıştır. Araştırmamızın temelini oluşturan anketimizde kullandığımız ölçeklerden önce toplam yirmi dört soru sorulmuş ve bu soruların birçoğu bağımsız değişken, bir kısmı ise hem bağımlı hem de bağımsız değişken, bir kısmı ise bilgi toplama amaçlı olarak sorulmuştur. Bu yirmi dört soru içerisinde dini değişkenlerde yer almıştır. Bu değişkenler, öznel dindarlık algısı, din önem düşüncesi, öznel kimlik algısı, dini bilgi yeterlilik durumu, dini bilgi kaynağı ve problem çözme mercii, popüler dindarlık durumları ve sanayileşmenin insani ve sosyal hayata etkisi olarak yer almıştır. Bazı sonuçlar Atalay’ın (1983) çalışmasına benzer olarak yüzdelerle verilmekler yetinilmiştir. Anket verilerinin hem girilmesinde hem de bunların farklı istatiksel tekniklerle analiz edilmesinde SPSS (12.0) programı kullanılmıştır. Veriler çözümlenirken ise yüzdelerin verilmesiyle yetinilen sonuçların yanında ki-kare, t-testi ve son olarak tek yönlü varyans analizi (ANOVA) kullanılmıştır. Tek yönlü varyans analizi (ANOVA) sonuçlarında p<.05 düzeyinde farklılık görüldüğü zaman, bunun nereden kaynaklandığını anlamak için öncelikle post hoc scheffe analizi yapılmıştır. Ancak tek yönlü ANOVA, ortaya çıkan sonucu anlamlılık düzeyine ulaştığını tespit ettiği halde, scheffe analizi gruplar arasında farklılık göstermediği zaman, gruplar arasında ikili karşılaştırmalar yapan Tukey HSD analizi değerine bakılmıştır. 95 2.7. Araştırmanın Sınırlılıkları Bu araştırmadan elde edilen bulgular üç temel sınırlılığa sahiptir. İlk olarak araştırmamız kapsamında seçtiğimiz örneklemle ilgili sınırlılıklardır. Yaparel’in de belirttiği gibi “her araştırma bir ölçüde kendi örneklemiyle sınırlıdır” (Yapıcı, 2007, 175) görüşüne uygun olarak ifade edeceğimiz bu sınırlılığı, yapacağımız genellemelerde göz önünde bulundurmak durumundayız. Öncelikle sanayi alanında çalışan işçilere ulaşmanın çok ciddi zorlukları aşmanın sonucunda gerçekleştiğini ifade etmeliyiz. Özellikle fabrika yöneticilerinin işçilere ulaşmayı zorlaştırması bunda temel etkenlerden biri olarak ortadadır. Diğer yandan örneklemin temsil ve yeterliliğinden her zaman yüzde yüz emin olmakta mümkün olmamaktadır. Ayrıca örneklemin kendisini ne derece yansıttığı da ayrı bir problem olarak karşımızda durmaktadır. Çalışmanın ikinci sınırlılığı ise boylamsal değil de kesitsel olmasından kaynaklanabilir. Konusu insan olan birçok araştırmada, boylamsal çalışmanın güçlükleri, araştırmacıları kesitsel araştırmaya yöneltmektedir (Kayıklık, 2003, 113). Bu noktada araştırmamız yapıldığı 2008 yılını ve Adana ilini göz önünde bulundurarak yorumlanabilir. Çalışmamızın üçüncü sınırlılığı ise araştırmamızda kullandığımız veri toplama araçlarıyla ilgilidir. Öncelikle kullandığımız değişkenler ve ölçeklerle ilgili olarak geçerlilik ve güvenilirlik sorunudur. Kullanılan ölçeklerin henüz standart ölçekler haline gelmemesi bu konuda çeşitli soruları beraberinde getirmektedir. Bu ölçeklerin daha önce kullanılmış olmasına rağmen tamamen standart hale geldiğini hala söyleyemiyoruz. Özellikle dinsel yaşayışın ibadet boyutuna eklediğimiz ve dinin etkisini hissetme ölçeğinde ise çıkardığımız sorularla ölçekler değişik bir durumla uygulanmış ve sonuçları yorumlanmaya çalışılmıştır. Bu noktada standart olmayan ölçeklerin araştırma açısından sınırlılık oluşturduğunu ifade etmeliyiz. Yine ölçeklerin ve diğer soruların muhteva açısından problemin çözümüne ne derecede katkıda bulunduğu da ayrı bir problem oluşturmaktadır. 2.8. Tanımlar 2.8.1. Fabrika Malzemelerin bir yerde toplanmasını, bağlı sermayeyi ve işgücü topluluğunu gerektiren bir imalat mekânıdır (Marshall, 1999, 231). Bilindiği gibi sanayi devriminin ürünü olan modern toplum, yeni bir üretim çeşidini de beraberinde getirmiştir. Böylece modern toplumu daha öncekilerden farklılaştıran temel ölçütün, üretim faktörlerini tek çatı 96 altında toplayan fabrika olduğu açıkça ortaya çıkar. Bu haliyle fabrika, makine işçi etkileşimini ön plana çıkaran sosyal organizasyon yapısına denk düşmektedir. Bu sosyal organizasyonun zaman ilişkisi etrafında belli sürelere göre gerçekleştiğini ve iş yaşamı içerisinde belirlendiğini ifade etmeliyiz (Goodenough, 1966, 484-488). Bu noktada fabrikaların oluşmasını sağlayan etkenlerden başlıcaları “girişimci”, “Pazar” ve “makineleşme”dir. Fabrikayı iki bileşen çerçevesinde açıklamak daha aydınlatıcı olacaktır. Pazar mekanizması ve girişimcinin rolünü içeren ilk bileşen, fabrikayı ortay çıkaran temel koşullara denk düşer. Üretimin makineleşmesine ilişkin ikinci bileşen ise, birinci bileşendeki koşulların gelişmesini sağlayan yan etkenlerdir (Güzel, 2008, 98). Ayrıca modern-endüstrinin oluşmasında etkin bir rol üstlenen işçilerin önemi bu sistemin iç ve dış etkenleriyle birlikte değerlendirilmelidir. Gerçek şu ki, modern fabrika üretiminin özelliği üreticilerin üretim araçlarından kopması veya kopartılması (Ayata, 1991, 124) olarak karşımıza çıkmakta ve işçiler sürecin yerine göre pazarı konumunda dahi bulunmaktadırlar. Bu noktada işçileri tanımlayabiliriz. 2.8.2. Fabrika İşçisi Sanayileşmeyle birlikte ortaya çıkan fabrikaların zanaatkârları tek çatı altında toplandığını görmekteyiz. Bu yeni durumda, köklü bir dönüşüm süreci olarak değerlendirilen sanayi devriminin ilk kez modern anlamda “ücretli emek”i ortaya çıkardığını görmekteyiz. Fabrika işçisi olarak ta ifade edebileceğimiz bu emek gücü sadece fabrikalardan elde ettiği ücrete bağımlı olarak yaşamını sürdürmektedir. Bu noktada ücret karşılığı istihdam edilen işçilerin ürettiği oranda kazandığı ve kazandığı oranda da işe ve işverene bağımlılığının arttığını söyleyebiliriz. Applebaum’un ifadesiyle tanımlamamızı bağlayabiliriz: “19. yy. endüstrileşme dönemidir. Bilindiği gibi iş endüstri kültürüne göre şekillenmiştir. Endüstri toplumunda iş, bireyin sosyal yaşamında merkezi öneme sahiptir ve işçi, ona düzenli olarak ücret ödenen bir organizasyon yapısında çalışır… (Üstelik) Organizasyonel yapılarda çalışmak, bireye sosyal varlık ve sosyal kimlik kazandırır. İş, insanların kendilerini diğerleri ile karşılaştırdığı en somut ağ durumuna gelmiştir (Applebaum, 1995, 59). Sonuçta modern toplumda iş veya çalışma yaşamının iki yönüyle karşılaşıyoruz. İlk olarak sanayi devriminin gerekli kıldığı fabrika üretiminin modern öncesi dönemdeki ev içi üretim ve/ ya da malikâne üretiminin şeklini belirgin bir şekilde değiştirmesidir. İkinci olarak ise iş yaşamının önemini artıran ücret karşılığı çalışmanın yaygınlaşması ve insanları kitle halinde fabrikalarda çalışmaya başlamasıdır (Güzel, 2008, 97 21). Bu yeni durumda iş yaşamında sürekli istihdama kavuşan işçi, makinelerle etkileşime girerek üretim yapması sonucu elde edilen gelirden payına verileni alması ve iş hayatının dışında modern sürecin gereklerini ifade eden bir yaşam sergilemesi beklenen durum olarak ifade edilmektedir. Bu noktada işçilerin farklı toplumsal düzenlerde farklı kimlik ve beklentilerle kendilerini ifade etme imkânı bulduklarını görmekteyiz. Özellikle işçi sınıfı bilincinin günümüzde orta sınıfa yönelik argümanlarla kendisini ifade ediyor oluşu bu durumu daha iyi açıklamaktadır. III. BÖLÜM ARAŞTIRMANIN BULGU, DEĞERLENDİRME VE YORUMLARI 3.1. Araştırmaya Katılanların Demografik Özellikleri Araştırma grubu hakkında verilecek olan genel bilgiler, araştırmamızın bağımsız değişkenlerini oluşturmaktadır. Özellikle bu bilgiler verilerin anlaşılmasında ortaya çıkacak farklılıkların temellerine olan atfımızı oluşturmaktadır. Böylece farklı kullanım alanlarında konunun anlaşılması için gerekli olan bu bilgilerin konuyu değişik yönleriyle bize aydınlatacağını ifade edebiliriz. Tablo 1.Örneklem Grubunun Cinsiyete Göre Dağılımı Cinsiyet N % Erkek Kadın Toplam 259 42 301 86,0 14,0 100,0 Tablo 1’den anlaşılacağı üzere araştırmamıza katılan katılımcıların tamamı 301 kişi olup, bunlardan %86’sını erkek, %14’ünü kadın katılımcılar oluşturmaktadır. Böylece 259 erkek, 42 kadın işçimize ulaşmış bulunmaktayız. Kadın işçilerimizin sayısının az oluşu hem ulaşamayışımızdan hem de genelde sanayi kesiminde anket yaptığımız ortamlarda kadın işçilerin az olmasından kaynaklanmaktadır. Bilindiği gibi ekonomik zorlukların daha fazla hissedildiği durumlarda erkekler eşlerinin dışarıda çalışmasına rıza gösterebilmektedir. Ama geleneksel bakış açısının verdiği etkiyle eşinin dışarıda çalışmasına asla rıza gösteremeyeceğini veya zorla, mecburen rıza gösterdiğini ifade eden işçilerimizle de karşılaştık. Kadının dışarıda çalışması göç ve kentleşme süreçlerinde hemen ortaya çıkan bir durum değildir. Özellikle erkekler kadınlardan geleneksel rollerini geldikleri kentlerde de sürdürmelerini talep etmektedirler (Nichols & Suğur, 2005, 36, 71-72). Ev hayatının gereklerini yerine getirmekle sorumlu tutulan ve namus mefhumunun şartlarını üzerinde taşıyan kadın, başkaları adına emeğini sarf etmemeli ve asıl görevlerini unutmamalıdır. Ama kent hayatının yüklediği yaşam standartları işbölümünün zorlamasıyla farklı ihtiyaçların dağılımını ve elde edilmesini farklılaştırmış dolayısıyla “ne yapalım geçim standardını tek başıma sağlayamıyorum bari eşimde yuvamıza katkıda bulunsun” diyen 99 işçilerimizi ortaya çıkarmıştır. Kadın işçilerimiz ise maaş ödemelerinin getirdiği ekonomik bağımsızlığın yanında sigorta güvencesini de çalışmalarında bir etken olarak görmektedirler. Bununla beraber diğer bir yön ise, dışarıda ücretli çalışmanın kadına evden çıkış olanağı sunması ve ekonomik yönden kendi ayakları üzerinde durabilmenin getirdiği bir güce kavuşması, toplumsal cinsiyet ilişkilerinde önemli değişimlerin habercisi olarak karşımıza çıkmaktadır. Nichols ve Suğur’un araştırmalarında da kadın işçilerin hemen hepsi çalışmaları gerektiğini benzer sebeplerle ifade etmektedirler (Nichols & Suğur, 2005, 77). Fakat yine de örneklem grubumuzda ki kadınların bazıları imkânı olduğunda çalışma hayatını bırakacaklarını ifade etmişlerdir. Tablo 2. Örneklem Grubunun Yaşa Göre Dağılımı Yaş N % 15–25 Yaş 26–35 Yaş 36–45 Yaş 46 ve + Yaş Toplam 34 160 91 16 301 11,3 53,2 30,2 5,3 100,0 Tablo 2’de görüldüğü gibi örneklem grubumuz 4 ana gruba ayrılmış 15–25 yaş arası, 26–35 ve 36–45, 46 ve üzeri olarak belirlenmiştir. Katılımcıların %11,3’ünü 15– 25 yaş arası, %53,2’sini 26–35 yaş arası, 36–45 yaş arası ise %30,2’sini oluştururken son olarak 46 yaş ve üzeri %5,3’tür. Araştırmamızda 16 yaşından küçük kimse bulunmazken çok yaşlı insanlarda bulunmamaktadır. Bu durum sanayideki istihdam şartlarının yanında işe göre işçide aranan niteliklerden de kaynaklanmaktadır. Erkekler yaş sıralamasına göre 34, 160, 91 ve 16 kişiden oluşurken kadınlar 9, 21 ve 12 kişiden oluşup 46 yaş ve üzeri kadın işçi çalışmamızda bulunmamaktadır. Görüldüğü gibi orta yaşta olan işçilerimizin sayısı çoğunluktadır. Yaş insan hayatı üzerinde önemli bir role sahiptir. Gençlikte oluşmaya başlayan fikri hayatın toplumsal olgulara yönelik bakış açısındaki değişimleri de ortaya koyacağını düşünmekteyiz. Ayrıca yapmış olduğumuz bu tasnifle belli dönemlerden geçerek ömrünü tamamlayan insanoğlunun din anlayışındaki farklılaşmalarda ortaya çıkacaktır. Bu konuda yapılan araştırmalar yaş değişkeninin dini anlayış ve yaşayıştaki farklılıkların temelinde yer alan önemli bir değişken olduğunu belirtmektedir. Araştırmamız da da buna dair farklılaşmaları ortaya çıkmaktadır. 100 Tablo 3. Örneklem Grubunun Medeni Haline Göre Dağılımı Medeni Hal N % Evli Bekâr Toplam 233 68 301 77,4 22,6 100,0 Tablo 3’ten de anlaşılacağı gibi katılımcılarımızın %77,4 gibi büyük bir çoğunluğu evlilerden oluşurken %22,6’sı bekârlardan oluşmaktadır. Evlilerin oranında erkeklerin çok büyük oranda olduğunu görmekteyiz. Erkeklerin %80’i evliyken %20’si bekârlardan oluşmaktadır. Kadınların ise %64,3’ü evlilerden oluşurken %35,7’si bekârlardan oluşmaktadır. Fabrika işçiliğinin belli bir deneyim gerektirmesi yaş ortalamasının yükselmesine neden olmaktadır. Başka bir tabirle iş hayatın kendisini atan insanımız ardından evliliği tercih etmekte ve sağlıklı, mutlu yuva kurma hedefine yönelik olarak çaba sarf etmektedir. Ayrıca toplumumuzda önem verilen aile kurumunun kurulmasına yönelik olarak ortaya çıkan teşviklerin bir sonucu olarak ta araştırma yaptığımız fabrikalarda evli oranlarının yüksekliğiyle karşılaştık. Bu sonuçları da göz önünde bulundurarak işçilerimizin her şeye rağmen nikâhlı bir hayatı büyük çoğunlukla tercih ettiğini ve evliliğe dair önemi her daim vurguladıklarını belirtmeliyiz. Bunda insanların medeni statülerinin, onların toplumda oynayacağı rol ve beklentileri açısından sonuçları olması bağlamında değerlendirilmesi de göz önünde bulundurulmalıdır. Bu değerlendirmelerin ötesine uzandığımızda ise evlilik dışı ilişkilerin de işçiler arasında hoş karşılanmadığına şahit olmaktayız. Araştırmamızda erkeklerin %35,4’ü evlilik öncesi cinsel deneyimleri kabul ederken, %64,6’sı reddetmektedir. Kadınların ise %11,9’u kabul ederken, %88,1’i reddetmektedir. Sonuçta toplam 203 katılımcımız evlilik öncesi dinsel deneyimler haram olduğu için bu fiillere yaklaşmadığını ifade etmiştir. Bu sonuçlar genel olarak dindarlık algılamalarıyla paralellik arz etmektedir. Bu noktada Bilgin’in “dindarlaşmanın arttığı oranda nikâhsız birlikteliğin azalabileceği yönünde” ki din sosyolojik tespitini önemli bulmaktayız (Bilgin, 1997, 115). Modernleşme sürecinin toplumsal değişime paralel olarak ev ve aile hayatında hem evin ve ailenin yapısında hem de aile bireylerinin ilişkileri ve toplumsal konumlarıyla ilgili olarak rol ve beklentiler farklılaşmıştır (Meriç, 2000, 171). Bu değişimin boyutları farklı oranlarda kendisini göstermekte ve işçilerin aile durumlarında 101 da modern dönüşümlerin etkisi gözlenmekle birlikte aile yapımızın geleneksel boyutları genel olarak yaşatılmaya çalışılmaktadır. Görüldüğü gibi işçilerimizin büyük çoğunluğu kadın-erkek ilişkilerinin bu boyutuna önem vermekte ve toplumca da hoş karşılanmayan sağlıksız ilişkilere mesafeli durmaktadır. Toplumumuzun aile yapısının oluşmasında insanların geleneksel anlayışları bu noktada etkin olmaktadır. Özellikle ailenin oluşumunda görülen uygulamalarda bunu yansıtmaktadır. Tablo 4. Örneklem Grubunun Öğrenim Durumuna Göre Dağılımı Öğrenim Durumu N % Okur-Yazar Değil Okur-Yazar İlkokul Ortaokul Lise ve Dengi Okul Fakülte veya Yüksekokul Toplam 4 8 95 70 107 17 301 1,3 2,7 31,6 23,3 35,5 5,6 100,0 Sanayi devrimiyle birlikte ivme kazanan dönüşümlerin eğitim alanına etkisi büyük olmuş özellikle modernleşme sürecinin etkin itici gücü olarak eğitilmiş insan figürü ön plana çıkarılarak toplumların sanayileşme ve modernleşme süreçlerinin bireylerinin anlayışlarındaki köklü değişmelerden kaynaklandığı her zaman bir eğilim olarak belirlenmiştir. Böylece eğitim ortaya çıkan girift bir işbölümünün varlığına da bağlı olarak sanayi toplumu ihtiyaçlarına göre şekillenirken kendisi de bazı toplumsal sonuçlar doğurmaktadır. Özellikle mesleki hareketlilikte etkin olan eğitimin bu bağlamda sosyal hareketliliğin de temel etkenlerinden birini oluşturmaktadır. Açık toplumda maharet ve vasfa dayalı meslek edinme geliştiği için resmi eğitim sosyal hareketliliği hızlandırmıştır. Öte yandan sosyal tabakalaşma bağlamında eğitimin ortaya koyduğu sonuçlar sosyal statü ve mesleklerde büyük hareketlilik olarak ta gözükmektedir (Atalay, 1983, 36-37). Eğitimin toplumsal statüyü belirlemedeki belirgin etkisinin fertler üzerindeki toplumsal fonksiyonlarını yerine getirebilmedeki önemine binaen yansıması, her zaman için bu olgunun insanın gelişmesinde ve toplumun kalkınmasında dinamik bir güç kaynağı olmaya devam edeceği özellikle bilgi toplumu bağlamında daha iyi anlaşılmaktadır. 102 Bu minvalde sanayi çalışanlarında da eğitimin, statü belirlemede ve bunun toplumsal sınıflara olan etkisinde hem sanayi içi hem de dışında ortaya çıkardığı farklılaşmaların sosyo-ekonomik düzeydeki sınıf ayrımlarına yol açarak dolayısıyla kültürel ve sembolik ayrımlar yarattığını ve bunun statü ilişkilerini yeniden ürettiğini ifade edebiliriz. Sonuçta eğitimin önemi ve işlevlerinin yadsınamaz etkisi işçilerimiz tarafından da hissedilmekte ve fakat geri dönüş imkânı bulamamaktan, çalışma hayatından yakınarak mevcut durumları ile yetinmekte veya iş içi eğitimle kendisini doyurmakta olup asıl eğitim etkinliğini yeni nesillerde daha etkin bir süreç olarak işletme eğilimi görülmektedir. Tablo 4’te de görüldüğü gibi işçilerimizin %1,3’ü okur-yazar değil, %2,7’si okur-yazar, %31,6’sı ilkokul, %23,3’ü ortaokul, %35,5’i lise ve dengi okul, %5,6’sı ise fakülte veya yüksekokul mezunu olup genli ortaöğretim seviyesindeki işçiler oluşturmaktadır. Tablo 5. Örneklem Grubunun Mesleki Statüsüne Göre Dağılımı Mesleki Statü N % Düz İşçi Kalifiye İşçi Usta Ustabaşı Toplam 110 91 78 22 301 36,5 30,3 25,9 7,3 100,0 Çizelgemizde görüldüğü gibi işçilerin %36,5’i düz işçilerden oluşurken %30,2’si kalifiye işçilerden oluşmaktadır. Geri kalan %33,2’si ise usta ve ustabaşlarından oluşmaktadır. Böylece işçilerimizin genelde bantlarda çalışan ve fabrika üretimine ait olduğu bölümün deneyimlerine bağlı olarak katılan vasıflı ve vasıfsız işçilerden oluşan bir örneklemi temsil ettiğini ifade edebiliriz. Diğer tarafta ise formel olarak kısım şefi ya da atölye şefi sıfatlarıyla anılan ustabaşlarının yanında ustaların da ifade edilen işçilerden sonra % 26’lık oranla önemli bir örneklem grubunu temsil ettiğini görmekteyiz. Geleneksel işletmelerde görülen kategoriler olan çırak, kalfa ve usta sıfatlarının zanaat üretimine ait özgül bir vasıf ve otorite ilişkisinin tipik temsilleri olduğuna ve büyük sanayi işletmelerinin ortaya çıkışıyla birlikte bu konumlar biçimsel ve piyasanın 103 iktisadi olarak elverişli olduğu durumlarda konumunu devam ettirse de toplumsal zeminlerinin yanında özgül içeriklerinin de değiştiğine ve yapısal dönüşümlere uğradığına şahit olmaktayız (Geniş, 2006, 122-124; Ayata, 1987, 34). Öyle ki sanayileşme, fabrikaların özellikle zanaatkârların “tek çatı altında toplanması”nı gerekli kılmıştır. Böylece zanaat hayatının teknik beceriye sahip usta ve kalfaları yeni oluşan fabrikalarda yarı vasıflı ve vasıflı işçiler haline gelmiştir. Bununla birlikte sanayileşmenin sürece yayılmasıyla birlikte yeni iş biçimi kendi elemanını yetiştirmek ve artan işbölümüne bağlı olarak ortaya çıkan farklılaşmaları aşabilmek için eğitime önem vermeyi gerektirmiş böylece teknik alanda becerili insan yetiştirilerek fabrika üreticiliğine kazandırılmıştır. Diğer yönden fabrikanın kendi iç dinamiklerinin de ihtiyacı olan elemanı yetiştirme de önemli olduğunu böylece vasıfsız olarak alınan işçilerin yukarı yönlü olarak farklı dinamiklere bağlı bir şekilde geliştirildiğini görmekteyiz. Sanayileşmeyle birlikte çekim merkezleri haline gelen fabrikaların kendi hiyerarşilerini genellikle mavi yakalılarda bu minval üzere oluşturmaları bizi bu dörtlü ayrıma götürmektedir. Araştırmamızın temel çıkış noktası açısından ise bireylerin sahip oldukları mesleki statü ve iş hayatındaki konumlarının bireysel ve toplumsal yansımalarının dini görünümlerde farklılaşmalar ortaya çıkardığına ve bu işbölümünün sosyal ve dini yaşayışı temelden etkilediğine şahit olmaktayız. Ayrıca sınıf tartışmaları bağlamında işçilerin bu şekilde beceri düzeylerine göre ayrımlaşmaları klasik Marksist öngörüleri bozmaktadır. Marksist bir devrim için, işçi sınıfı giderek daha kötü koşullara sahip olmalı ve homojenleşmeli; kapitalistlerde işçi sınıfına karşı bir mücadeleye girişmelidir. Hâlbuki homojenleşme ayrışmalara dönüşmekte ve işyerindeki statünün toplumsal hayata yansımaları bu farklılığı gelir düzeyinden ve dolayısıyla yaşam standartları açısından göstermekte ve sonuçta tabakalaşmanın farklı boyutları ortaya çıkmaktadır. Ayrıca yeni sosyal hareketler bağlamında iş dışındaki yaşamında bu statü tarafından desteklenen yönleri olmakla birlikte toplumsal tercihlerin genişlemesi modern hayatın tezahürleri olarak işçileri de etkilemekte ve bu da işçinin bilincinde bölünmelere veya kendisine önerilen sınıf bilincine dair bir öngörüsünün olmamasına yol açmaktadır. Dini veya sosyal yaşam içinde bulunulan bu statü durumundan etkilenmekte dolayısıyla farklı dindarlık tipolojileri ortaya çıkmaktadır. Sonuçta dine en uzak duran kesim olarak gösterilen işçiler arsındaki farklılaşmaların yansımaları dini hayatlarında da görülmekte ve bu hususta yeni dini eğilimli statü gruplarına yönelim sergileyebilmektedirler. Özellikle Türk toplumunun kendi kültürel ortamı da bu farklılaşmaları desteklemekte ve daha 104 dinsel yönelimli bir işçi görüntüsü ortaya koyabilmektedir. Araştırmamızda dindarlığın farklı boyutlarından elde edilen puanların ortalamadan yüksek oluşu da bu durumu desteklemekte ve fakat dindarlığın işçiler üzerindeki görünümleri farklılaşmaktadır. Genel olarak dindarlığın içsel olarak ifade edilmesi yoğun bir şekilde gözlenirken bunun dışavurumu aynı oranlarda gözükmemekte ve işçiler bu noktada kendi aralarında değişkenlerin de etkisiyle farklılaşmaktadır. Tablo 6. Örneklem Grubunun İşkoluna Göre Dağılımı İşkolu N % Gıda Tekstil Makine-imalat Plastik Yapı-İnşaat Mobilya Matbaa-Basım Toplam 101 48 54 3 46 45 4 301 33,6 15,9 17,9 1,0 15,3 15,0 1,3 100,0 Araştırmamızın gerçekleştirildiği sanayi kolları tablomuzda da görüldüğü gibi öncelikle gıda sektöründe ki işçiler üzerinde yoğunlaşmaktadır. %33,6’lık bir orana ulaşılan bu alanda ki işçilerimizin anketimizde temel belirleyiciler olarak gözükmektedir. Gıda sektörünün yanında tekstil, makine-imalat, yapı-inşaat ve mobilya sektörleri de ortalama % 15’lerle temsil edilmektedir. Bunlara ilaveten az da olsa plastik ve matbaa sektöründeki birkaç işçiye ulaşma olanağımız da oldu. Toplamda ise tüm bu işkollarında farklı fabrikalardan ulaşılan işçilerin değerlendirmeleri örneklemimiz olarak temsil gücünü yansıtmaktadır. Endüstriyel organizasyonun sadece belirli mal ve hizmetlerin üretildiği bir faaliyet alanı olmadığını bilakis farklı faaliyet alanlarında ortaya çıkan işbölümünün işçilerin sosyo-ekonomik hayatına da yansımasının olacağını ve böylece dini bakış açısının da farklılaşacağını öngörmekteyiz. Toplumsal işbölümünün artışıyla ortaya çıkan farklı mesleklerin dini tutum ve kanaatlerde, yapılan mesleğin yapısına ve ortaya çıkan toplumsal görünümüne bağlı olarak farklılaşmaları beraberinde getirdiğine ifade edebiliriz. Bu bağlamda çalışılan farklı sektörlerin ve fabrikaların dahi kendi kültürünü ortaya çıkardığına her ne kadar boyutları farklı olsa da şahit olmaktayız. Etkileyen ve 105 etkilenen varlık olan insanın farklı fabrikaların kültürlerine farklı sosyal davranışlarla uyum veya uyumsuzluk sağladığına şahit olmaktayız. Özellikle dinî davranışlar açısından olumlu veya olumsuz bir kültürü yansıtan fabrika ortamının ekonomik hayatın çetin mücadelelerinde çabalayan işçilerimizde farklı etkilere neden olacağını belirtmeliyiz. Yine fabrikalarda etkin olan sendikaların kendi anlayışlarını işçilere aktarma çabaları ve bu meyanda çıkan değerlendirmelerin belli bir yönelime neden olması da değerlendirilmektedir. Tablo 7. Örneklem Grubunun Çalışma Yılına Göre Dağılımı Çalışma Yılı N % 0–1 Yıl 2–3 Yıl 4–5 Yıl 6–10 Yıl 11–15 Yıl 16 + Yıl Toplam 13 44 36 97 56 55 301 4,3 14,6 12,0 32,2 18,6 18,3 100,0 Araştırmamıza katılanların çalışma yılları farklılıklar arz etmektedir. İşçilerimizin yaklaşık olarak % 31’i beş yıllık bir çalışma süresine sahipken, %32,2’si on yıllık bir çalışma süresine sahip olup geri kalan %37’lik bir oranda ise on yılın üzerinde bir çalışma süresine sahip olduklarını görmekteyiz. Yukarıda işçilerimizin yaşıyla ilgili verdiğimiz istatistiki bilgilerde de işçilerimizin genel anlamda genç bir profil çizdiklerini görmekteyiz. Özellikle Batı ülkelerinin aksine Türkiye’de ortalama aile büyüklüğünde, genellikle sanayileşme ve kentleşmenin bir işlevi olduğu düşünülen bir azalma olmasına rağmen, nüfus da, işgücü de nispeten gençtir (Nichols&Suğur, 2005, 234). Bu bağlamda sanayinin yeni müdavimlerinin çoğunlukta olduğu katılımcılarımızın genel anlamda genç ve dinamik bir görüşün yansımalarını bize sunacağını söyleyebiliriz. 106 Tablo 8. Örneklem Grubunun Günlük Çalışma Süresine Göre Dağılımı Günlük Çalışma Suresi N % 8 Saat 10 Saat 12 Saat 14 saat Toplam 181 81 37 2 301 60,1 26,9 12,3 0,7 100,0 Sanayi sektöründeki çalışma koşullarının yorucu ve ağır olduğu bilinmektedir. Bu bağlamda özellikle emek yoğun sektörlerdeki çalışma koşullarının daha ağır olduğu ve bantlarda çalışanlarda da sürekli aynı işi yapmanın verdiği bir yorgunluk olduğu gözlenmektedir. Tabii ki çalışma süresinin belirlenmiş standardı olan sekiz saat genel olarak uygulanmaktadır (vardiyalı veya sadece gündüz vardiyalı çalışılan işletmeler). Fakat fazla mesailerin standartlaştığı, enformel çalışma koşullarının gerçekleştiği veya talep yoğunluğunda artan çalışma sürelerinin gerçekleştiği durumlarda artan çalışma sürelerine şahit olmaktayız. Öte yandan işyerinde yönetici işçi konumunda olanların sürelerinin daha da arttığı anlamlı bir şekilde belirlenmiştir. Öyle ki statü arttıkça çalışma süresi de buna bağlı olarak atmaktadır (ki-kare=p<,030). Sonuçta işçilerimizin %60’ı sekiz saatlik standart çalışma süresine sahipken, %26,9’u on saat, %12,3’ü on iki saat geri kalanlar ise on dört saatlik çalışma süresine sahiptir. Tablo 9. Örneklem Grubunun İş Memnuniyetine Göre Dağılımı İş Memnuniyeti N % Evet Hayır Toplam 251 50 301 83,4 16,6 100,0 Araştırmamıza katılanların genel olarak işlerinden memnun olduğunu görmekteyiz. İşçilerimizin %83,4’ü bu durumda olduğunu ifade ederken, %16,6’sı ise genel olarak memnuniyetsizliğini belirtmiştir. Her ne kadar işleri ve işyerleriyle ilgili olarak farklı problemler zikretseler de özellikle iş bulmanın ve iş sahibi olarak kalmanın zorlaştığı günümüzde mevcut işlerinden memnun olmanın bir zorunluluk olarak karşılarına çıktığını ifade etmektedirler. Bunun yanında mevcut durumuyla işini kıyaslayıp memnuniyetini ifade edenler de azımsanmayacak bir sayıdadır. Ekonominin başat olduğu günümüzde 107 değerlendirmelerinde buna yönelik olarak yapılması göze çarpmaktadır. İşçilerimizle yaptığımız görüşmelerde genel memnuniyetsizliği genel olarak ücretler kaynaklı olarak tespit etmekteyiz. Bunun dışında çalışma koşulları, sanayinin yorucu makine ortamı, daha iyi hayat şartlarına sahip olma özlemine yönelik beklentilerin –özellikle gençlerdeyüksek olması yanında mevcut siyasal-politik ortama yönelik eleştirilerini iş hayatlarına yansıtmaları, fabrika yönetsel erklerinin baskısının yoğunluğu gibi durumlarda memnuniyetsizlik sebebi olarak ifade edilmektedir. Ama her şeye rağmen “bir işimiz var az da olsa geçimimizi sağlayacak konumdayız, ya buda olmazsa” diyerek durumunu kabullenen işçilerimizin de memnuniyet yönünde tercihte bulunduklarına şahit olmaktayız. Bu noktada Nichols ve Suğur’un yaptığı çalışmada da işçilerin büyük bir bölümünün mevcut işlerinden memnun olduklarını göstermektedir (Nichols&Suğur, 2005, 259). Tablo 10. Günlük Çalışma Süresine Göre İş Memnuniyeti Durumu (Ki-kare) İş Memnuniyeti Evet Hayır Toplam Günlük Çalışma Süresi 8 Saat 10 Saat 12 Saat N 155 65 29 % 85,6 80,2 78,4 N 26 16 8 % 14,4 19,8 21,6 N 181 81 37 2 Chi-Square X =2,306 sd=3 p<,511 14 saat 2 100,0 0 ,0 2 Toplam 251 83,4 50 16,6 301 İş memnuniyeti ile çalışma süresi arasında bir ilişkinin olup olmadığı yönündeki sorumuz böyle bir ilişkinin anlamlı olarak mevcut olmadığını göstermektedir. Her ne kadar çalışma süresi arttıkça iş memnuniyeti azalsa da böyle bir ilişki anlamlılık seviyesine ulaşmamıştır. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi iş memnuniyetinin çeşitli psikolojik ve sosyolojik nedenlerin yanında özellikle ekonomik olanın başat olarak öne çıktığı bir durum olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu bağlamda ki-kare analizi sonucunda görüldüğü gibi öncelikle çalışma koşulları veya saatlerinden ziyade diğer nedenler iş memnuniyetini etkilemede öncelikli olmaktadır. Fakat her şeye rağmen mevcut şartların durumunu ifade etmelerine bakarak işçilerin bu kadar yüksek oranda memnuniyet bildirmiş olmaları o anda ki subjektif durumlarının bir yansıması olarak okumaktayız. Çünkü yaptığımız konuşmalarda genellikle şikâyet konusu olabilecek durumlar dinle de ilişkilendirilerek anlatılmaktaydı. Mesela “dine, vicdana sığar mı?”,”Allah kabul etmez 108 bu durumu”,”bir de Müslüman olduklarını iddia ediyorlar” gibi tanımlamalarla şikâyet konularının iletilmesi durumun farklılığını ortaya koyuyor olsa gerektir. Fakat bunun yanında bir işletme sahibinin de asgari ücretle çalıştırdığı işçilerinin durumundan büyük üzüntü duyması “ölmeyecekleri kadar işte” diyerek ücret politikalarından rahatsız olması ve bunun nedeni olarak ta mevcut ekonomik şartları örnek göstermesi ise olayın işveren açısından da değerlendirildiğini göstermektedir. Ayrıca yönetici konumda olan işçilerin daha fazla mesai harcadıkları ve genel olarak imkân ve şartlarının iyi olmasından ötürü memnuniyetlerini ifade etmeleri anlamlı bir farklılaşmanın ortaya çıkmamasına neden olmamaktadır. Tablo 11. Örneklem Grubunun Mesleğini Tercih Etme Sebebine Göre Dağılımı Mesleği Tercih Etme Sebebi N % Bu mesleği çok sevdiğim için Kısa yoldan hayata atılmak için Bir meslek sahibi olmak için Zengin olmak ve daha iyi yaşamak için Annem-babam istediği için Başka... Toplam 37 84 106 16 11 47 301 12,3 27,9 35,2 5,3 3,7 15,6 100,0 Araştırmamızda işçilerin neden işçi olmayı seçtiklerine dair sorduğumuz soruya %35,2 gibi bir çoğunluk işine bir meslek olarak baktığını gösterir şıkkı işaretleyerek meslek sahibi olmanın önemine de atıf yapmışlardır. %27,9 oranında ki bir katılımcı ise kısa yoldan hayata atılmak için işçi olmayı seçtiğini ifade ederken, %12,3’ü mesleğini çok sevdiğini, %5,3’ü zengin olmak ve daha iyi yaşamak için, %3,7’si ise anne-baba isteğiyle mevcut işini seçtiğini belirtmiştir. %15,6’lık bir bölüm ise başka seçeneğini işaretlemiştir. Başka seçeneğini işaretleyenlerden bazıları “zorunluluk”, “hayat şartları bizi buraya sürükledi”, “kaderimiz itti, ne yapalım” gibi görüşler öne sürmüşlerdir. Başka seçeneğini işaretleyenlerin kendi iradelerini yok sayan veya kendi ellerinde olmayan şartlara ağır vurgu yapan dini açıda ise kaderci bir bakış açısını anımsatan görüşler öne sürmeleri dikkat çekicidir. Diğer bir husus ise iş bulmanın önemli etkenlerinden birisi olan tavsiye yöntemidir. Bu durumda olan bir işçi “fabrikada ki bir akrabasının etkisiyle”, başka bir işçi “sendika aracılığıyla” gibi nedenlerle hasbelkader mevcut işlerine girdiklerini ifade etmişlerdir. İnsan hayatında ekonominin önemi her zaman başat bir rol oynamış ve belli bir 109 yaştan sonra insanın toplumsal hayatına katkı sağlamak ve daha düzenli ve genel olarak yaşamak için çalışması öngörülmüştür. Çalışmak insanın onsuz olamayacağı ve insani olanı dahi aşan bir olgu olarak hayatımızın varoluşuna yerleşmekte ve bize yaşam tarzı sunmaktadır. Her ne kadar günümüzde çalışmanın yapısı ve değerlendirilmesi farklılaşmışsa da yine etken unsur çalışma ve üretme olarak kabul görmektedir. Bu bağlamda iş yaşamını insan hayatının toplumsal varoluşunu etkileyen bir değişken olarak görmekteyiz. Bu değişkenin yol açtığı dindarlık farklılaşmaları iş dışı yaşamı da farklılaştıran bir etken olarak karşımıza çıkmaktadır. 3.2. Araştırmaya Katılanların Öznel Gelir Algıları Tablo 12. Örneklem Gurubunun Gelir Düzeyine Göre Dağılımı Gelir Düzeyi N % Alt Orta Üst Toplam 144 157 0 301 47,8 52,2 0,0 100,0 Araştırmamıza katılanların gelir durumlarına göre dağılımı temel değişkenlerimizden birini oluşturmaktadır. Tablomuzdan da anlaşılacağı üzere işçilerimiz iki grupta toplanmıştır. Çoğunluk % 52,2 gibi bir oranla kendisini orta gelir düzeyinde ifade ederken, %47,8’i ise kendisini alt gelir grubunda ifade etmektedir. Araştırmamıza katılanların üst gelir grubundan olmadıklarını ve bu şıkkı işaretlemediklerini görmekteyiz. Sanayileşme insanların ve toplumların hayatında çok köklü değişimlerin taşıyıcısı olmuş bu bağlamda da ekonomik faaliyetlerin ve tartışmaların insan hayatında merkezi yer edinmesini sağlamıştır. Bugün bilimsel çalışmalar dahi ekonomik katkıları göz önünde bulundurularak yapılır hale gelmiş ve ekonomi çalışmaların merkezi konumuna yükselmiştir. Böylece ekonomik hayatın değişimine bağlı olarak insanlar eski üretim yöntemlerini terk ederek (ekonomik olmadığı için), yeni açılan fabrikalarda hayatlarını kazanmaya girişmişlerdir. Sanayileşmenin ilk dönemlerinde çekilen zorlukların (Bkz. Keyder, 1995, 145) uzun mücadelelerden geçilerek aşılmaya çalışılması sürecinin ortaya çıkardığı tarihsel yükün taşıdıklarıyla işçiler günümüze birçok sorunla gelmişlerdir. Özellikle dünyamızın geçirdiği büyük yıkımlara yol açan 110 savaşlarda örneğin ülkemizde işçiler iyice köşeye sıkıştırılmış ellerinde ki hakları kısıtlanarak iş ve işçi koşulları unutulmuştur. Öyle ki Milli Koruma Kanunu kapsamında ki düzenlemelerle azami ücret belirleme yetkisi hükümete verilmiş ve bu yetki gerektiğinde ticaret odaları ve sanayiye de devredilebiliyordu. O dönemdeki sıkıntılarla ilgili olarak Güzel,”işçiler ter döküyor, kapitalistler servetlerine servet katıyorlardı” şeklinde bir görüş beyan etmiştir (Güzel, 1998, 215; Keyder, 1995, 205). Tarihsel sürecin içerisinde barındırdığı bu sıkıntıların yanında reel ücretlerinde ki artışı sağlayabilen ve özellikle modern sanayide imtiyaz elde ederek pazarlığa oturup ücretlerini ve sosyal haklarını arttırarak işçi aristokrasisinde belli bir noktaya ulaşan işçileri de göz ardı etmemekteyiz. Buna karşın sermayenin sömürüyü artıran farklı girişimi ise, fason iş vermekle ve parça başı esasına göre işi dışarıya ihale etmekle, tam istihdamlı, düzenli, sigortalı ücretli işçilerin toplam istihdamdaki oranını düşürmek olmuştur. Yine küreselleşmenin artması ve sermayenin hareketlilik kazanması sonucunda işçilerin pazarlık gücü iyice zayıflamıştır. Öte yandan, işe talip olanların sayısının mevcut iş imkânlarını kat kat aşması yüzünden herkes iş peşinde koşuyor ki bu iş ne olursa olsun önemli değil. Bu durumda da uzun vadeli tam istihdamı yakalama şansı yüksek görünmemektedir (Keyder, 1998, 229, 235, 237; Keyder, 1995, 218-220). Ülkemizde ve diğer sanayiye sahip ülkelerde bu benzeri durumların analizinde işçilerin genel emek sürecine katılımı ve üretim ilişkilerindeki olumlu-olumsuz durumları hakkındaki örneklerin ve yargıların çoğaltılabileceği meselesidir. Öncelikle işçilerin tarihine katkıda bulunmuş ideolojik yaklaşımların onları belli bir kategoride kendileri için varolup belli hedeflere kanalize etme çabalarının süreç içerisindeki başkalaşımlardan etkilendiğini göz önünde bulundurmalıyız. Binaenaleyh onların kendilerini tanımladıkları gelir algılamalarının sosyo-kültürel süreçlerden etkilenme derecelerinin bilinç düzeylerini aşan bir konumda gerçekleştiğini ortaya koymaktadır. İşçi sınıfı bağlamında yönlendirilen emekçilerin sürece olan müdahalelerinin kendi iradî eylemlerinden etkilenme derecelerinin farklı faktörlerin ortaya koyduğu güç erklerinin yönlendirmelerine karşın ortaya koyabilecekleri uyum ve/veya uyumsuzluk yönündeki evrilmelerine olan bakış açımız ideolojik yaklaşımları bazen üst alanlara taşımaktadır ki bizzat bu ideolojilerce tehlikeli olarak ifade edilen ve asla kabullenilemeyen durumda bu olsa gerektir. Özellikle insan düşüncesinin bizzat evrim sürecince de onaylanan durdurulamaz ilerleyişi emeğe bakışı dolayısıyla da sınıf kavramının yapı, fonksiyon ve boyutlarını farklılaştırmıştır. Değişen hayatın işçi kesimi üzerinde bıraktığı izlenimlerde tecrübe 111 olarak değerlendirilmekte ve araştırmacılarca da bu farklı biçimlerde okunmaktadır. Özellikle günümüzde sınıfları sadece ekonomik olarak değil de, aynı zamanda politik, toplumsal, ideolojik ve kültürel bir süreç olan toplumsal işbölümünde ki rollerine göre tanımlanırlar (Munck, 1995, 149-151). Emeğin parçalandığı günümüzde emekçi sınıflarının bölge, cinsiyet, ırk, yaş, istihdam alanı ve dine göre bölündüğünü hesaba katmamız gerekir. Aslında yaptığımız bu küçük araştırma bile yekpare bir sınıf bilincinin olmadığını özellikle gelir bağlamında bile göstermektedir. Bu noktada literatürü diğer yönden değerlendiren Geniş ise işçi sınıfının değişen yapısının klasik tanımlamaları aştığını ifade etmekte benzer koşullarda ki işçilerin eğitim, yeniden üretim alanları, ilişkileri ve toplumsal geçmişleri bakımından farklılaştığına dikkat çekerek bu farklılaşmalara yönelik yeni bir gündeme ihtiyaç olduğunu vurgulamaktadır (Geniş, 2006, 29-31). İşçilerin her ne kadar çalışmalarının küçük bir kısmını almalarına rağmen sanayi kuruluşları içinde biraraya gelmeleri, onları, kendilerini bir disiplin altına sokmaya, uğradıkları sömürünün bilincine varmaya ve siyasal dayanışmalarını geliştirmeye, ya da Marx’ın deyişiyle toplumsallaşmaya yöneltiyorsa da (Galbraıth & Salınger, 1991, 39) bu durum ifade edildiği gibi birbirine yaklaşan işçilerde disiplinli bir güç olarak çıkmaya ve iktidar olmaya götüren bir sürece girmeye yol açabileceğine dair görüşlere net olarak kaynaklık edemese gerektir. Özellikle yekpareliğin sosyal dayanışma halinde oluşması daha başında farklı zihniyetlerle ortaya çıkan sendikal hareketlerde bile ciddi bölünmelerle ortadan kalkmakta özellikle tarihsel süreçte birçok örneği olan patronaj ilişkilerine varan bozulmaların mevcut olduğu gözlenmektedir. Tabi bu olumsuzluk sınıf bilincine engel olsa da işçilerin elde ettiği haklar onları orta sınıfta bile temsil edebilecek bir konumda göstermektedir. Aslında enteresan olan şu ki ülkemiz işçilerinin örgütlenme ve grev hakkını mücadeleci bir işçi hareketi sonucunda elde etmemiş olmasıdır (Keyder, 1995, 271). Ayrıca özellikle büyük fabrikalarda çalışma isteği vasıflı işçiler için önemli bir hale gelmiştir. Ekonomik, sosyal ve kültürel olanakları onların işçiler için bir çekim merkezi haline gelmelerine neden olmaktadır. Bu bağlamda formel sektörde çalışmaları işçileri orta gelir seviyesine çıkarmaktadır. Sonuç olarak bu tartışmaların ışığında belirlemeliyiz ki işçiler için proleterleşme gerçekleşmemekte ve işçiler kendilerini bu sürecin içerisinde görmemekteler. Bu alanda yapılan çalışmalarda da özellikle Nichols ve Suğur’un çalışmasında işçilerde yerleşmiş sınıfsal-muhalif bilinci rastlanmamaktadır (Nichols & Suğur, 2005, 218, 249). Bu bağlamda Keyder’de mevcut durumda işçi olmaya aday kişilerin proleter statüsüne 112 kavuşup, evrimci modelde tanımlandığı şekilde bir “işçi” kimliğine kavuşması pek olası görünmüyor tespitinin ardından çeşitli istihdam ve çalışma şekillerinin ortay çıkacağına ve çok sayıda grubun sermayenin çekim alanı dışında kalıp, emekçi kesimlerin heterojen bir yapı kazanacağına dair birtakım işaretlerin ortaya çıktığı hususunda belirlemede bulunmaktadır (Keyder, 1995, 242). Son olarak Quataert’de ülkemizde ki büyük bir işçi kütlesinin sınıf bilincinden yoksun olduğunu ve işçi örgütlerinde yer almadığını vurgulamaktadır (Quataert & Zürcher, 1998, 24). Bu vurgulama da bize özellikle işçi sınıfı bağlamında proleterleşmenin gerçekleşmeyeceğinin farklı coğrafyalarda okunmasına rağmen işçi sınıfına seslenişin kuramsal okuyuşların zorunlu bir yansıması olarak literatüre bağlılık ifadesinin yanında bir taktik olarak gözükmekte ve bu okuyuşunda sosyal adalet vurgusunun çeşitli görünümleriyle genelleştirilebilmesi çabalarının farklı düzlemlere aktarılarak sunulması, evrilmelerin yeni yüzyıla bakışta farklılıklara olan atfın genişliğine dair açılım olarak anlaşılmaktadır. Süreci, ideolojilerin yeni okuyuşlarla sosyal adalet görünümlerine uyum sağlama çabalarında savrulmalarını ve maddi bakış açılarının dar kalıplarının insan hayatının bütünsel noktalarını kaçırmalarının tipik görünümleri olarak okumakta ve insani yaşamın çıtasının eşit tutulmasına dair saygıyı ideolojilerin farklı kalıplarda eritme çabalarının üzerinde ve insanlığın fevkinde olarak anlamaktayız. Dinin bu bağlamda ki yerinin insan hayatının anlaşılması ve değerlendirilmesi açısından ifa ettiği rollerle birlikte doğru olarak okunabilmesi açısından önemli olduğunu görmekteyiz. 3.3. Araştırmaya Katılanların Öznel Kimlik Algıları Tablo 13. Cinsiyete Göre Öznel Kimlik Algısı (Ki-kare) Cinsiyet Kendinizi ne olarak hissediyorsunuz. Erkek Kadın N 9 3 Türk % 3,5 7,1 N 44 10 Müslüman % 17,0 23,8 N 160 21 Müslüman-Türk % 61,8 50,0 N 46 8 İnsan % 17,8 19,0 Toplam N 259 42 2 Chi-Square X =3,024 sd=3 p<0.388 Toplam 12 4,0 54 17,9 181 60,1 54 17,9 301 Araştırmamız da öznel kimlik algısına yönelik olarak sorduğumuz bu soru 113 işçilerimizin kendilerini nasıl gördüğüne dair önemli bir veri olarak karşımızda durmaktadır. Bilindiği gibi, insanların belli bir grup, kültür, din, ırk vs.ye aidiyetlerini belirleyen kimlikler, bireyleri duygusal, bilişsel ve davranışsal açıdan etkilemekte ve yönlendirmektedir. Bu bağlamda kimliğin belirli bir kültürel yapının oluşumunu ve devamlılığını sağlama hususunda önemli bir işlev üstlendiğini görmekteyiz. Temelde ise bireysel kimlikle sosyal kimlik diyalektik bir ilişki içerisinde sürekli birbirini beslemektedir (Yapıcı, 2006, 207). Sonuçta sosyal kimliğe atıf yaptığımız bu soruda bireyin dinsel ve etnik aidiyetine yönelik algısını öğrenmekteyiz. Kimlik sadece bir aidiyet değil, bununla birlikte bireyi varoluşsal açıdan kavrayan, onun dünyaya bakışını belirleyen, dış dünyada yaşadığı hadiseleri anlama ve anlamlandırmasını kolaylaştıran bir olgudur (Yapıcı, 2006, 224; Mardin, 2005, 30). Bu bağlamda din de sadece kutsalla kurulan bir ilişki değil toplumların kendilerini tanıma ve tanımlamasında bir anlam çerçevesi oluşturma aracıdır. Kendi istediği modele göre bireyler yetiştirme arzusunda olan dinler, mensuplarının zihinsel yapılarını etkileyerek öncelikle onlara dış dünyayı ve oradaki sosyal realiteyi yorumlama imkânı sunmakta ve verdiği kimlik duygusu ile bireyi söz konusu sosyal realite içerisine yerleştirmektedir (Yapıcı, 2004, 126). Bu noktada İslamiyet’in yalnız bir din olarak değil, bir sosyal kimlik aracı olarak ta etkin olduğunu görmekteyiz (Mardin, 2005, 77). Bu noktada özellikle vurgulanmalıdır ki; dinsel kimlik başat bir hale geldiği zaman, ferdin diğer aidiyetlerinin yönü ve yoğunluğu dinden açıkça etkilenmektedir (Yapıcı, 2006, 223). Bu çerçeve de sanayileşen ülkemizde geleneksel yapıdan koparak büyük şehirlere gelen işçilerin fabrika hayatına katılmalarıyla birlikte eski geleneksel yapılarından soyutlanmakta genel olarak şehrin varoş diye tabir edilen daha düşük gelirli yerlerinde yaşamaya çalışmakta ve şehrin genel olarak modernleşmeye çalışan hayatı içerisinde yalnızlaşmaktadır. Özellikle geleneksel bağları aidiyet unsuru olarak algılayan ve cemaatçi eğilimleri ağır basan bizim toplumumuzda (Kağıtçıbaşı, 1999, 367; Mardin, 2005, 78) modern hayatın yalnızlaştırdığı insanların cemaatçi eğilimlerden kopmaya, dayanışma bağlarını kaybetmeye doğru bir yönelime sürüklenmekte olduğunu gözlemlemekteyiz. Dolayısıyla kendisini soyutlanmış hisseden insanlarımızda kimlik problemi baş göstermektedir. Öte yandan bilişsel olarak kendisini her zaman bir yerlere ait hisseden insanımızın modern hayatın çelişkileri karşısında savunmacı bir yaklaşımla kendi aidiyetlerini ifade ediyor oluşlarını doğumlarından itibaren aile, akrabalık ilişkileri ve eğitimle kazanmış oldukları sosyalleşme olgusunda devamlı suretle 114 vurgulanan ve sosyalleşmelerinin temel direği haline getirilen noktalarda aramaktayız. Bu bağlamda belli bir kültürün yansımalarının çalışan sınıfta da belirgin olarak gözüküyor oluşu ifade ettiğimiz (sınıf tartışmaları) farklı aidiyet noktalarının da onlarda bilinç noktası oluşturmadığını bize göstermektedir. Tabii ki Batı toplumları ile Türk toplumunu burada ayrı tarihsel süreçten geçmeleri ve farklı sanayileşme süreçleri yaşıyor olmaları bağlamında değerlendirmek gerekir. Fakat gözüken o ki batı toplumlarında maşeri vicdanı oluşturan dini ve milli değerler olurken Türk toplumu çalışanlarının da maşeri vicdanını kendi milli ve manevi değerleri şekillendirmekte ve kendine has bir bakış açısı ve kimlik algısı ortaya çıkarmaktadır. Özellikle Ülgener’in bu bağlamda zikrettikleri önem arz etmektedir,”İktisadi yaşayış nerede ve hangi yüz yılda olursa olsun, yalnız dış verilerin bir araya gelişinden ibaret bir madde dünyası değildir. Bütün o yığınların altında ve gerisinde kendine has tavır ve davranışları ile insan gerçeği yatar. Kapitalizmi, kapitalizm yapan yalnız dış görünüşü ile para, sermaye akımı, ya da o akımların gövdeleştirdiği kuruluşlar değil; aynı zamanda ve belki daha önemli ölçüde çağın tipik insanının davranış biçimi, tercihleri ve bütün bunların toplam ifadesi olan yaşayış normlarıdır. Pre-kapitalist insan için de aynı şeyler söylenebilir. O da içinde yaşadığı dış kalıpların basit bir fonksiyonu olmaktan çok çevreye ve eşyaya belli bir bakış açısı ile kısaca bütün bir iç dünyası ile karşımıza çıkar” (Ülgener, 1981, 12–13). Bu tartışmaların ışığında anketimizi uyguladığımız işçilerin %4’ü kendisini Türk olarak görürken, %17,9’u Müslüman olarak görmekte, %60,1 gibi büyük bir çoğunluk ise kendisini Müslüman-Türk olarak tanımlamakta, geriye kalan %17,9’luk kısım ise kendisini insan olarak belirlemektedir. Bu arada vurgulamalıyız ki Müslüman-Türk şıkkının ters çevrilse kendisini daha iyi ifade edeceğini belirten işçilerimizde olmuştur. Görüldüğü gibi genel olarak din ve aidiyet duygusu kimlik ifadesinde öne çıkmakta ve din başat olarak etkileyici vasfını sürdürürken etnik aidiyete olan vurgu da belirleyici olmaktadır. Ayrıca yapılan analizde kadın ve erkekler arasında anlamlı bir farklılığa da ulaşılmamıştır (p<0.388) Bu hususta yapılmış önemli araştırmalardan biri olan Mardin’in araştırması İzmir Sümerbank işçileri üzerine 1960’larda yapılmış olup: “kendinize baktığınızda, kendinizi ne olarak görüyorsunuz?”sorusuna deneklerin %37,5’i kendilerini (Müslüman), % 50,3’ü (Türk), % 6’sı (işçi) ve % 3,6’sı da (İzmirli) olarak algıladıklarının belirtmişlerdir. Şıklarda Müslüman-Türk yer almamakla birlikte çıkan sonuçların işçilerin kimlik algılamasına yönelik olarak Mardin’e şu yorumu 115 yaptırmıştır: “Sonuçlar dinsel inancın hala bu grup içinde bir “dünya görüşü” sağladığını gösterdiği derecede çok ilginç olmuştur” (Mardin, 2005, 161–164).Yine Türkdoğan’ın Gebze, Denizli ve Sakarya’da ki belirlenen fabrikalarda yaptığı ankette işçilere, “kendinizi ne olarak hissediyorsunuz?” sorusunu yöneterek aldığı cevaplarda, % 35 gibi bir çoğunluk Müslüman-Türk olarak kendilerini görürken, insan, Müslüman ve Türk şıkları ikincil olarak işaretlenmiştir. Kendilerini işçi olarak gören ise çıkmamıştır (Türkdoğan, 1998, 67). Nichols ve Suğur’un yaptıkları araştırmada da genç işçilerin %18’i kendisini işçi, %20’si muhafazakâr, %58’i ise diğer seçeneğini işaretleyerek tanımlamıştır. Yazarlar yaptıkları yorumda, “işçilerin, çoğunlukla kendilerini “işçi” olarak tanımlamayıp buna karşın geleneksel ve muhafazakâr kimlikleri tercih etmesi bakımından, işçi sınıfının sınıfsal bilincinin yetersizliğine işaret etmektedir” demektedirler (Nichols&Suğur, 2005, 246). 3.4. Araştırmaya Katılanların Öznel Dindarlık Algıları Araştırmamıza katılanlara, “Kendinizi ne kadar dindar hissediyorsunuz?” diye sorulmuş ve “hiç dindar değil”, “biraz dindar”, “dindar”, “çok dindar” seçenekleri sunulmuştur. Bu soruyla katılımcıların kendilerini ne kadar dindar gördüklerini öğrenmeyi amaçlamaktayız. Sonuçlar öznel dindarlık algısı olarak değerlendirilmiştir. Dindarlık kişilerin kendilerini temel almalarıyla ortaya çıkan bir durum olmamakla birlikte insanların her zaman için kendilerini dini açıdan nasıl gördükleri önem arz etmektedir. Dinin objektifleşmesi bireylerin kendilerine ait olan subjektif hallerin bir yansıması olarak gerçekleşmekle birlikte bireysel temayülleri de aşan bir sosyal olgu olan dinle ilgili yaklaşımlar sosyolojik olarak toplumsal hayata yansıyan yönleriyle ele alınmaktadır. Bu bağlamda çeşitli değişkenlerle birlikte öznel dindarlık algısı tespit edilmeye çalışılırken bu algıya sahip olan insanların kullandığımız ölçeklerde elde edecekleri puanlarla karşılaştırması yapılarak olayın subjektif yönünün olup olmadığı veya dinin boyutlarıyla kişisel algılamaların uyuşup uyuşmadığı ortaya konulacaktır. 116 Tablo 14. Cinsiyete Göre Öznel Dindarlık Algısı (Ki-kare) Kendinizi ne kadar dindar hissediyorsunuz? Hiç dindar değil Biraz dindar Dindar Çok dindar Toplam Cinsiyet Erkek Kadın N 18 4 % 6,9 9,5 N 85 23 % 32,8 54,8 N 128 14 % 49,4 33,3 N 28 1 % 10,8 2,4 N 259 42 2 Chi-Square X =9,826 sd=3 p<0.020 Toplam 22 7,3 108 35,9 142 47,2 29 9,6 301 Katılımcılarımızın büyük çoğunluğunun kendilerini dindar olarak gördüğünü ortaya toplam %47,2’lik sonuçla söyleyebiliriz. Kadınların %33,3’ü kendilerini dindar olarak nitelerken bu oran erkeklerde %49,4’e çıkmaktadır. Kadınların %2,4’ü çok dindar olduğunu, erkeklerin ise %10,8’inin çok dindar şıkkını işaretlediğini görmekteyiz. Biraz dindarlık seçeneğinde kadınlar % 54,8, erkekler ise %32,8’lik orana ulaşmıştır. Kadınlar %9,8, erkekler ise %6,9 gibi bir oranla kendilerini hiç dindar değil kategorisine yerleştirmiştir. Toplamda ise işçilerin %35,9’u kendisini biraz dindar olarak nitelerken, %7,3’ü ise hiç dindar değil olarak kendisini görmektedir. Kadınlarla erkekler arasında öznel dindarlık algısı bağlamında anlamlı bir farklılaşmanın (p<0.020) olduğuna şahit olmaktayız. Erkekler yüzdeler açısından kadınlardan daha dindar bir algıya sahip gözükmektedirler. Erkeklerde yoğunlaşma dindar olmada gözlemlenirken, kadınlarda biraz dindar olma da gözlenmektedir. Bu durumun yansımalarını dindarlığın boyutlarında göreceğiz. 117 Tablo 15. Yaşa Göre Öznel Dindarlık Algısı (Ki-kare) Kendinizi ne kadar dindar hissediyorsunuz? Hiç dindar değil Biraz dindar Dindar Çok dindar Toplam N % N % N % N % N 15–25 aş 4 Yaş Durumu 26–35 36–45 Yaş Yaş 10 7 11,8 6,3 7,7 11 62 31 32,4 38,8 34,1 16 72 44 47,1 45,0 48,4 3 16 9 8,8 10,0 9,9 34 160 91 2 Chi-Square X =3,534 sd=9 p<,939 Toplam 46 ve + Yaş 1 6,3 4 25,0 10 62,5 1 6,3 16 22 7,3 108 35,9 142 47,2 29 9,6 301 Örneklemimizin genelini 26–35 yaş arası oluşturmaktadır. %45’i kendilerini dindar olarak görürken, %38,8’i biraz dindar, %10’u çok dindar, % 6,3’ü ise hiç dindar değil seçeneğini işaretlemiştir. Bu oranlar daha küçük yaştakilerde %47,1, %32,4, %11,8, %8,8 olarak gerçekleşmekte, 46 ve üzeri yaşlarda ise dindarlık seviyesi %62,5’e çıkmakla birlikte diğer seçeneklerdeki oranlardan dolayı işçilerimizde yaş bakımından öznel dindarlık algısında anlamlı bir farklılığa ulaşılamamaktadır (p<,939). Aslında yaş değişkeninin dindarlık algılamalarında önemli bir değişken olduğunu düşünmekteyken böyle bir sonuçla karşılaşmamı bize iş hayatının genel olarak bütün işçileri saran bir yaşam olduğunu göstermektedir. Normal hayatta farklı işlerde çalışan insanların hayatında görülen farklı yaş dönemine ait değişimlerin özellikle belirgin yaş farklılıklarında görülecek dindarlık algılamalarında da ortaya çıkacağını düşünmekteyiz. Fakat dindarlık algılamasında seçilen örneklemin yapısından kaynaklanan nedenler bir yana yapılan analizde iş hayatının insanları belli bir algılama da tuttuğunu görmekteyiz. 118 Tablo 16. Gelire Göre Öznel Dindarlık Algısı (Ki-kare) Kendinizi ne kadar dindar hissediyorsunuz? Gelir Alt Orta N 12 10 Hiç dindar değil % 8,3 6,5 N 57 51 Biraz dindar % 39,6 32,9 N 59 83 Dindar % 41,0 52,9 N 16 13 Çok dindar % 11,1 8,4 Toplam N 144 157 2 Chi-Square X =4,328sd=3 p<,228 Toplam 22 7,3 108 35,9 142 47,2 29 9,6 301 Gelir bağlamında öznel dindarlık algısına baktığımızda alt gelir grubunda olanların % 41’inin dindar olduğunu ifade ederken %39,6’sı biraz dindar, %11,1’i çok dindar, %8,3’ü hiç dindar değil şıkkını işaretlemiştir. Orta gelir grubunda ise %47,2 dindar, %32,9 biraz dindar, % 8,4’ü çok dindar, % 6,5’i ise hiç dindar olmadığını ifade etmiştir. Gelir bağlamında öznel dindarlık algısı anlamlı bir farklılığa ulaşmamıştır. Bu sonuçlarla aslında farklı değişkenler bağlamında analiz ettiğimiz dindarlık algısından ortalama aynı sonuçlara ulaşmaktayız. Genel olarak işçilerimizin hangi statüde olursa olsun içsel olarak dine önem verdikleri ve bunun yanında kendilerini dine önem verenler olarak dindar, dine saygılı, dini duyguları güçlü, dinî davranışları ifade etmeye çalışan veya dini kendi hayatında ifadelerine aktaran olarak belirlemektedirler. Fakat ölçeklerimizde durumun yer yer farklılaşması içsel olanla dışsal olanın veya düşünülenle uygulananın her zaman aynı olmadığını göstermektedir. Bunda farklı dindarlık tipolojilerinin varlığını işaret edebiliriz. Her insanın din anlayışı kendisini bağlamakta ve bunun anlaşılması ve yansıması farklılaşmaktadır. Dindarlığın içsel ve dışsal olarak yaşanması bu farklılaşmada önem kazanmaktadır. Günümüzde genel olarak gösterişçi dindarlığın daha dışa dönük bir eğilim sergilemesi görülürken içe dönük olarak yaşanan ve ya vurgusu pek görülmeyen dindarlığın hayata yansımaları daha sönük bir durum arz etmektedir. Bu noktada dinin dışa dönük olarak yaşanması örneklemimizde pek gözlenen bir durum olmazken daha çok dindarlığın içsel ifadesine önem verilmekte ve dindarlığı dışa dönük olarak yaşayan insanlarda her zaman için dikkate şayan bir durum arz etmektedir. Özellikle bu yansımaların çelişkilerle ortaya konulması dindarlık zedelenmelerine yol açmakta ve 119 kötü örnek olarak daha fazla yaygınlık kazanmaktadır. İnsanların bu noktada dindarlık vurgulamalarında birbirine karşı objektif değerlendirmelerin yanında çelişkilere düşülme endişesi de önem kazanmaktadır. Öte yandan dönemsel etkilerin bu yansımaları kökten değiştirebileceğine de şahit olmaktayız. Tablo 17. Mesleki Statüye Göre Öznel Dindarlık Algısı (Ki-kare) Mesleki Statü Öznel Dindarlık Algısı Hiç dindar değil Biraz dindar Dindar Çok dindar Toplam Düz İşçi Kalifiye İşçi Usta N 5 14 2 % 4,5 15,4 2,6 N 35 31 32 % 31,8 34,1 41,0 N 55 42 35 % 50,0 46,2 44,9 N 15 4 9 % 13,6 4,4 11,5 N 110 91 78 2 Chi-Square X =19,242 sd=9 p<,023 Ustabaşı Toplam 1 4,5 10 45,5 10 45,5 1 4,5 22 22 7,3 108 35,9 142 47,2 29 9,6 301 Mesleki statü bağımsız değişkeni ile öznel dindarlık algısı arasındaki ilişkiyi analiz ettiğimizde dindar seçeneğini düz işçilerin % 50’si işaretlerken, diğer statüdekilerde ortalama %45 oranında işaretlemişlerdir. Kalifiye işçilerin %15,4’ü hiç dindar değil şıkkını en yüksek oranda işaretlerken, düz işçiler %13,6 ile çok dindar seçeneğini en yüksek oranda işaretlemişlerdir. Bu verilerin ışığında mesleki statünün farklılaşmasıyla öznel dindarlık anlayışı arasında anlamlı bir farklılık(p<,023) göze çarpmaktadır. Araştırmanın diğer sonuçlarında da görüleceği gibi özellikle yönetici konumda olan işçilerin daha yüksek puanlar almalarına karşın düz işçilerinde yakın puanlar aldıkları görülmektedir. Bu noktada kalifiye işçilerin dindarlık algılamalarının diğer statülere göre daha düşük düzeyde olduğunu ifade etmeliyiz. Mesleki statünün işçilerin dinî yaşantılarında etkili olması her ne kadar diğer değişkenlerden de etkilense de gözlenen bir durum olmaktadır. Bu noktada sanayinin duayenleri ile sanayide belli konumlara ulaşmış işçilerin davranışları farklılaşacak ve bu noktada sanayinin yükünü henüz sırtlayan ve iş hayatına yeni atılan işçilerin durumu da daha farklı olacaktır. Bu işçilerin iş hayatına alışmaları ve durumlarını kanıksamalarıyla birlikte şartları daha 120 nesnel olarak değerlendirecekleri ifade edilebilir. Tablo 18. Öğrenim Durumuna Göre Öznel Dindarlık Algısı (Ki-kare) Öğrenim Durumu Öznel Dindarlık Algısı Hiç dindar değil Biraz dindar Dindar Çok dindar Toplam N % N % N % N % N Okur Okur İlk Orta Lise Değil 1 0 6 7 7 25,0 ,0 6,3 10,0 6,5 2 6 31 21 41 50,0 75,0 32,6 30,0 38,3 0 1 42 34 57 ,0 12,5 44,2 48,6 53,3 1 1 16 8 2 25,0 12,5 16,8 11,4 1,9 4 8 95 70 107 2 Chi-Square X =26,476 sd=15 p<,033 Toplam Fakülte 1 5,9 7 41,2 8 47,1 1 5,9 17 22 7,3 108 35,9 142 47,2 29 9,6 301 Araştırmamıza katılanların öğrenim durumu açısından lise ve dengi okullarda yoğunlaştığı görülmekte ve dindar oranının %53,3 olduğu görülmektedir. Üniversite mezunlarında bu oran %47,1 olurken ortaokul mezunlarında %48,6 olarak ölçülmüştür. Ortaokuldan mezun olanların %10’u hiç dindar değil cevabını verirken genel olarak ilkokul mezunları % 16,8’le çok dindar seçeneğini işaretlemişlerdir. Bu sonuçların analizine baktığımızda öğrenim durumunun anlamlı bir şekilde (p<,033) öznel dindarlık algısında farklılaşmaya yol açmaktadır. Yoğunlaşma dindar (47,2) ve biraz dindar (35,9) seçeneklerinde mevcuttur. Hiç dindar olmayanların oranı % 7,3 oranında geçekleşirken, kendisini çok dindar olarak görenlerin oranı %9,6’da kalmaktadır. Eğitimin dindarlığa olan etkisi hususunda sadece resmi olarak gerçekleşen eğitimle değerlendirme yapmak doğru olmamaktadır. Ülkemizde dini bilgilerin ve kültürün alındığı özellikle aile ve çevreden anlamlı bir şekilde etkilenildiği açıktır. Bu noktada yine de eğitim seviyesinin artması bilgi ve anlayışın artmasına ve görüşlerin keskinleşmesine bunun da algıların farklılaşmasına yol açtığı bilinmektedir. Bu anlamda dindarlığın bilinç boyutu da eğitimle daha iyi anlaşılacak ve gerçekleştirilebilecek bir durumdur. 3.5. Araştırmaya Katılanların Dine Verdikleri Önem İşçilerimize “din sizin için ne kadar önemlidir” ifadesi yöneltilerek karşılığında “hiç önemli değil, biraz önemli, önemli ve çok önemli” şıklarından birini işaretlemeleri 121 istenmiştir. Böylece işçilerin dine verdikleri önem ölçülmek istenmiştir. Tablo 19. Cinsiyete Göre Din-Önem Düşüncesi (Ki-kare) Cinsiyet Erkek Kadın N 3 1 % 1,2 2,4 N 18 6 % 6,9 14,3 N 40 14 % 15,5 33,3 N 198 21 % 76,7 50,0 N 259 42 2 Chi-Square X =12,767 sd=3 p<0.005 Din sizin için ne kadar önemlidir? Hiç önemli değil Biraz önemli Önemli Çok önemli Toplam Toplam 4 1,3 24 8,0 54 18,0 219 73,0 301 Cinsiyeti kadın olanların %50’si dini çok önemli görürken bu oran erkeklerde %76,7’ye ulaşmaktadır. Önemli diyenlerin kadınlarda %33’e ulaştığını erkeklerde ise %15’te kaldığını görmekteyiz. Yine kadınların %14’ü biraz önemli seçeneğini işaretlerken, erkeklerin %6,9’u bu şıkkı seçmişlerdir. Bu bağlamda dine önem verme düşüncesinin erkeklerde kadınlardan anlamlı bir şekilde (p<0.005) fazla olduğu analizden anlaşılmaktadır. Toplamda ise %73 çok önemli görürken, %18 ise önemli görmektedir. Bu oran dine verilen önemin %90’ları aşması açısından önemli bir oran olarak gözükmektedir. Aslında yapılan çalışmalarda din kadınlar için daha önemli görünmekte ve bu özellikle kadınların yapısıyla açıklanmaktadır. Fakat görüldüğü gibi analizimizde dine önem verme bakımından erkekler anlamlı bir şekilde farklılaşmakta ve dine önem verme açısından kadınlardan daha fazla bir yüzdeye sahip olmaktadır. Tablo 20. Gelire Göre Din-Önem Düşüncesi (Ki-kare) Din sizin için ne kadar önemlidir? Hiç önemli değil Biraz önemli Önemli Çok önemli Toplam Gelir Alt Orta N 3 1 % 2,1 0,6 N 16 8 % 11,1 5,2 N 19 35 % 13,2 22,6 N 106 113 % 73,6 72,0 N 144 157 Chi-Square X2=8,085 sd=3 p<,044 Toplam 4 1,3 24 8,0 54 17,9 219 72,8 301 122 Tablo20’ye göre gelir gurubu bağlamında dine verilen önemi analiz ettiğimizde yine anlamlı bir sonuçlar (p<,044) karşılaşmaktayız. Alt gelir grubunda olanları %2,1’i hiç önemli değil derken bu oran orta gelir grubuna mensup olanlarda %0,6’da kalmaktadır. Alt gelir grubunda biraz önemli diyenlerin oranı %11, orta gelir grubunda ise %5,2’dir. Din önemli diyenlerin %13,2’s, alt gelir grubuna bağlıyken, %22,6’sı orta gelir grubuna kendisini ait hissetmektedir. Son olarak din çok önemli diyenlerin alt gelir grubundaki oranı %73,6’ya ulaşırken bu oran orta gelir grubunda %72’de kalmaktadır. Bir bütün olarak sonuçları değerlendirdiğimizde orta gelir grubunda olanların din önem düşüncesi açısından olumlu olarak alt gelir grubunda olanlardan farklılaştığı görülmektedir. Araştırmamızın diğer sonuçlarında da bu farklılaşmanın boyutları daha net olarak ortaya çıkacaktır. Tablo 21. Yaşa Göre Din-Önem Düşüncesi (Ki-kare) Dine Verilen Önem Hiç önemli değil Biraz önemli Önemli Çok önemli Toplam Yaş Durumu 15–25 26–35 36–45 N 1 2 1 % 2,9 1,3 1,1 N 5 10 7 % 14,7 6,3 7,7 N 5 23 21 % 14,7 14,4 23,1 N 23 125 62 % 67,6 78,1 68,1 N 34 160 91 2 Chi-Square X =9,743 sd=9 p<,372 46 ve + Toplam 0 ,0 2 12,5 5 31,3 9 56,3 16 4 1,3 24 8,0 54 17,9 219 72,8 301 Dine verilen önemi yaş durumu bağımsız değişkeni bağlamında çözümlediğimiz zaman anlamlı bir faklılığa (p<,372) ulaşmamaktayız. Fakat genel olarak yaş grupları arasında farklılaşmalar mevcuttur. Dini hiçi önemli görmeyenlerin gençlerde %3 oranında çıkması ve çok önemli görenler 26-35 yaş grubunda %78’e ulaşması bu farklılıkları işaret etmektedir. Genel anlamda her yaştan insanın dinin önemi hususunda belli bir fikre sahip olduğunu ve bununda önemli ve çok önemli görme noktasında yoğunlaştığını ifade etmeliyiz. Özellikle dine verilen önemin son iki şık temel alındığında ulaştığı okta %90’ı aşmakta ve bu da dine bakışın değeri yanında dinin insan hayatındaki ne gibi fonksiyonlar icra edeceğine dair önemli bir atıf noktasını 123 oluşturmaktadır. Tablo 22. Mesleki Statüye Göre Din-Önem Düşüncesi (Ki-kare) Din Sizin İçin Ne Kadar Önemlidir? N Hiç önemli değil % N Biraz önemli % N Önemli % N Çok önemli % Toplam N Mesleki Statü Düz İşçi Kalifiye İ. Usta 2 2 0 1,8 2,2 ,0 6 13 4 5,5 14,3 5,1 17 18 11 15,5 19,8 14,1 85 58 63 77,3 63,7 80,8 110 91 78 2 Chi-Square X =16,515 sd=9 p<,057 Ustabaşı 0 ,0 1 4,5 8 36,4 13 59,1 22 Toplam 4 1,3 24 8,0 54 17,9 219 72,8 301 Mesleki statünün din önem düşüncesine etki ettiğini gördüğümüz bu analizde özellikle statüsü usta olanların %80,8’lik bir oranda dini çok önemli görmesi diğer statülerden onları farklılaştırmaktadır. %60’ı kendisini orta gelir grubunda gören ustaların bu bakış açısı önemlidir. Orta gelir grubunda olanların dindarlık algıları da alt gelir grubunda olanlarda olumlu olarak farklılaşmıştı. Fakat %90’ı orta gelir grubunda olan ustabaşların din önem düşüncesi diğer statülerden daha düşük çıkmıştır. Dindarlık algısında da durum bu minvaldeydi. Ayıca düz işçilerde kalifiye işçilerden din önem düşüncesine göre olumlu yönde farklılaştığı da görülmektedir. Sonuçta önemli ve çok önemli görme noktasında bir yoğunlaşmanın işçilerde görüldüğü ortaya çıkmıştır. Tablo 23. Öğrenim Durumuna Göre Din-Önem Düşüncesi (Ki-kare) Öğrenim Durumu Okur Okur İlk Orta Lise Değil N 1 1 0 0 2 % 25,0 12,5 ,0 ,0 1,9 N 0 0 6 9 8 % ,0 ,0 6,3 12,9 7,5 N 0 2 14 12 23 % ,0 25,0 14,7 17,1 21,5 N 3 5 75 49 74 % 75,0 62,5 78,9 70,0 69,2 N 4 8 95 70 107 2 Chi-Square X =33,714 sd=15 p<,004 Din sizin için ne kadar önemlidir? Hiç önemli değil Biraz önemli Önemli Çok önemli Toplam Fakülte 0 ,0 1 5,9 3 17,6 13 76,5 17 Toplam 4 1,3 24 8,0 54 17,9 219 72,8 301 124 Tablo 23’e göre öğrenim durumu değişkeniyle din önem düşüncesi analizinde anlamlı bir farklılığın (p<,004) ortaya çıktığını görmekteyiz. Yüksek öğrenim görenlerin %76,5 oranında dini çok önemli görmelerine karşın bu oran sadece okur-yazar olanlarda % 62,5’e düşmektedir. Lise öğrenimi görenlerin %17’si dini önemli görürken, bu oran ilkokul mezunlarında %14,7’ye düşmektedir. Ortaokul mezunlarının %12,9’u dini biraz önemli olarak değerlendirirken bu oran yüksek öğrenim görenlerde %5,9’a düşmektedir. Lise mezunlarının %1,9’u din hiç önemli değil derken bu oran diğer öğrenim görmüşlerde 0 olarak gözükmektedir. Bu bağlamda ortalama olarak farklılaşmalar mevcut olmakla birlikte katılımcıların %73’ü dini çok önemli görürken, %18’i ise önemli olarak değerlendirmiştir. Bu oran dine verilen önemin ne kadar yüksek olduğuna işaret etmektedir. Din az önemli ve önemsiz görenlerin oranı ise %10’larda kalmaktadır. Tablo 24. Öznel Dindarlık Algısı Bağlamında Din-Önem Düşüncesi (Ki-kare) Din Sizin İçin Ne Kadar Önemlidir? Hiç önemli değil Biraz önemli Önemli Çok önemli Toplam Öznel Dindarlık Algısı Hiç dindar Biraz değil dindar Dindar N 2 1 0 % 9,1 0,9 ,0 N 9 15 0 % 40,9 13,9 ,0 N 4 29 21 % 18,2 26,9 14,8 N 7 63 121 % 31,8 58,3 85,2 N 22 108 142 2 Chi-Square X =89,319 sd=9 p<,000 Çok dindar 0 ,0 0 ,0 0 ,0 29 100,0 29 Toplam 3 1,0 24 8,0 54 17,9 220 73,1 301 Öznel dindarlık algısı bağlamında katılımcıların dine verdikleri önemi analiz ettiğimizde dindarlık algısı yüksek olanlarda dine verdikleri önemde yüksek olmaktadır. Bu noktada ki farklılaşma anlamlılık seviyesine (p<,000) ulaşmıştır. Kendisini dindar olarak tanımlayanların %15’i dini önemli,%85’i ise çok önemli görürken, kendisini çok dindar olarak tanımlayanların %100’ü dini çok önemli görmektedir. Kendisini biraz dindar olarak niteleyenlerin %58’i dini çok önemli, %27’si önemli, %14’ü biraz önemli, %1’i ise önemsiz görmekte iken bu oranlar hiç dindar olmayanlarda %31,8, %18’2, %40,9, %9,1 şeklinde gerçekleşmektedir. Sonuçta dindarlık algısı yükseldikçe dine verilen önem yükselmekte, dindarlık algısı azaldıkça dine verilen önemde azalmaktadır. 125 Ama genel anlamda din önem düşüncesi de dindarlık algısı gibi yüksek bir oranda gerçekleşmektedir. Dinin önemli görülmesi dindarlığın algılanmasında anlamlı düzeye ulaşan bir farklılaşmaya neden olmakta ve bu noktada din önem düşüncesinin her zaman için dindarlık algılamalarından değil de farklı nedenlerden kaynaklanacağı öngörülmektedir. Diğer yandan bazı işçilerimiz dini çok önemli görseler de ve dini sevseler de dindar olmadıklarını veya yeterli, istediği seviyede dindar olamadıklarını ifade etmektedirler. Aslında bunun nedenlerinin çözümlenmesinde dindarlığın farklı boyutlarından alınan puanlarda açıklayıcı olabileceği ifade edilebilir. Ayrıca geleneksel olarak dinin Türk toplumundaki konumlanışının da insanların din önem algılamalarını etkileyebileceği düşünülebilir. Bu noktada bazı toplumsal davranışların geleneksel-dini bağlamları her kesimden insanları bağlamakta ve yaşanılan hayatın bir gereği olarak bunlar ifade edilmektedir. Tablo 25. Örneklem Grubunun Din-Önem Düşüncesinin Sebebine Göre Dağılımı Din niçin önemlidir? 1-Her iki dünya için din önemlidir 2-Bu dünyada mutluluk için dinin önemi vardır 3-Din yalnızca öbür dünyada gereklidir 4-Geçmişlerimizden miras aldığımız için 5-Din toplumu bir arada tutan değerdir 6-Din kötü günlerde teselli kaynağıdır N % 231 26 11 22 36 8 76,7 8,6 3,7 7,3 12,0 2,7 Katılımcılara din önem düşüncesine olumlu cevap verdilerse bunun nedeni olarak “din niçin önemlidir” ifadesini yönelttik. Diledikleri seçenekleri işaretlemekte serbest oldukları bu soruda genel olarak yığılma ilk şıkta gerçekleşmektedir. Bilindiği gibi din toplumsal hayatta çok önemli fonksiyonlar icra etmektedir. Dini bu fonksiyonlara irca etmeden genel anlamda insanları dine verdikleri önemin sebebini araştırdığımız bu soruda katılımcıların %76,7’si “her iki dünya için din önemlidir” şıkkını işaretleyerek dinin dünya ve ahiret vurgusuna olan katılımlarını ifade etmektedirler. Mersin’de işçiler üzerine yapılan bir araştırmada ise dini “hem dünya hem ahiret” için kabul edenlerin oranı %50’lerde seyretmekteyken dine gerek yoktur diyenlerin oranı %0,68’de kalmıştır (Karaman, 2000, 144). Özellikle İslam Dini açısından dünya ve ahiret hayatına verilen değerin yansımasının dine verilen önemle 126 birlikte yaşanılan hayatta bir takım etkilerinin farklı boyutlarda görülmesi dindarlığı farklı biçimlerde de olsa ortaya koymaktadır. Dinin insan hayatına dair sunduğu bakış açısının olumlu algılanmasında ki bu önemi, yaşanılan hayatla sınırlı olmayan bir perspektifle kendisini sunmasında yatmaktadır. İşçiler bağlamında buna olan inancın hayata tek boyutlu değil de ahiret boyutunu da içeren ve böylece değerlendirmelerde dine önem verilmesi gereken bir noktada algılanması önemlidir. Dinin bu dünyaya dair dindarlığı vurgulamasının temelinden ahiret olgusunu dolayısıyla bu soyut inancın somut yansımalarını çekip alınca geriye farklılaştırılabilecek ve bağlamından koparılıp ideolojiler meyanında değerlendirilebilecek bir fikirler yığını kalmaktadır. Bu noktada dinin dünyevi ve uhrevi yönlerinin birlikte değerlendirilip dinin hem bu dünyaya hem de öte dünyaya dair sunduğu açılımların dine verilen önem bağlamında değerlendirilmesi önem kazanırken içeriğinin hangi bilinç düzeylerine tekabül ettiğinin ortaya konulması farklı açılımlar sunacaktır. Özellikle Weber’in bu dünya dindarlığını önemseyerek onu Batı’nın temeline yerleştirmesi ve ulaşılan seviyenin sebebini de ona bağlaması anlayış olarak bizde de yansımalar bulmakla birlikte, ortaya çıkan ve sekülerleşme diye ifade edilen durumda dinin öneminin mevcut fonksiyonuyla anlaşılması ve böyle bir perspektife hapsedilmesi tehlikesiyle karşı karşıyadır. Her şeyden önce tek tipleştirici din anlayışının farklı toplumlardaki aynı yansımaları öngörmesine farklı bir bakış açısı sunsa da uhrevileşen bir dinin dünyevileşmesinin övülmesi fikirlerinin yüceltilmesi bizde aynı akisleri uyandırmamaktadır. Bunlara binaen işçilerin dünya ve ahiret açısından dini önemli saymaları kendi geleneğimizde ki insani hayatın bütünlüğünü yakalama hususundaki dengeli görüşü yansıtıyor olsa gerektir. Öte yandan bilinçlerin farklı beklentilerle değerlendirdiği dinin kültürel olarak sunumunun da ilke olarak böyle bir görüşü yansıttığını da iddia edebiliriz. Ama her halükarda dine bakışın genel anlamda sosyolojik fonksiyonların ötesine taştığı görülmektedir. Öte yandan dine farklı işlevleriyle bakanlarda mevcuttur. Katılımcılarımızın %8,6’sı dinin bu dünya da mutluluk için önemli olduğunu, %2,7’si kötü günlerde teselli kaynağı olduğunu, %3,7’si ise dinin yalnızca öbür dünyada gerekli olduğunu vurgulamaktadır. Dinin kendi modeline göre yetiştirdiği insanlara mutluluk vaadinin nihai amaçlarda sunulduğunu görmekteyiz. Fakat İslam Dini açısından din sadece bu hayatla ilgili olmayıp diğer dünyaya yönelikte bir takım inanç ve etkinliklere insanları katmak istemektedir. Dinin insan hayatına bir anlam ve amaç yükleme hususunda çok güçlü bir etkide 127 bulunduğu, dinsel tecrübenin kişiye mutluluk verdiği, dinî inanç ve ibadetlerin kişiyi içsel huzura götürecek olan bireysel kontrol hissi ve iyimserliği artırdığı yapılan araştırmalarda özellikle vurgulanmaktadır (Yapıcı & Kayıklık, 2005). Diğer etkilerinin yanında dinin insanları mutlu kılması işçilerde de algılanan bir durum olmaktadır. Bu mutluluğun an önemli yansıması insanın kendisini çaresiz ve yalnız hissettiği durumlarda dinin sunduğu çözümlemeler olsa gerektir. Özellikle ölüm, hastalık, stres gibi durumlarda dinin temel atıf noktasını oluşturması insanlara inandıkları bir çıkış noktası sağlamaktadır. Ve böylece din kötü günlerin teselli kaynağı olarak algılanmaktadır. Dinin bireysel ve toplumsal öneminin azalması olarak değerlendirdiğimiz sekülerleşmenin en önemli etkilerinden biri dinin insanlar ve toplumlar üzerindeki fonksiyonlarının ihmal edilmesi olarak gözükmektedir. Bu bağlamda dinin sadece öte dünya bağlamında değerlendirilebilecek bir vicdan olgusu olarak kaşımıza çıktığına şahit olmaktayız. Böylelikle din hayatın sekülerleşmesiyle uhrevi mecrasına çekilmiş ve sadece öte dünyaya ait bir algılamanın yaratacağı fonksiyonları kültürel olarak icra etmeye başlamıştır. Bu bağlamda katılımcılarımızın küçük bir kısmı dini yalnızca öte dünyaya hasretmişlerdir. Katılımcılarımızın %12’si dini toplumu bir arada tutan değer olarak görürken, %7,3’ü dini geçmişlerimizden miras aldığımız için değerli görmektedir. Dinin toplumsal hayatı ortak bir anlam çerçevesi içerisinde düzenleyerek toplumsal birlikteliği sağlaması önemli işlevlerinden biri olarak değerlendirilmektedir. Her ne kadar sosyologlar dinin yıkıcı etkilerine değinseler de genel anlamda özellikle Durkheim’de örneğini gördüğümüz gibi toplumsal bütünlüğü sağlamak gibi en önemli fonksiyonunu her zaman icra edecek konumda değerlendirilmelidir. Radcliffe-Brown, dinin toplumsal fonksiyonunu dayanışma duygusunu sürekli olarak desteklemek yolu ile yerine getirdiğini ifade ederken (Mardin, 2005, 49) Marx’ın aksine dini bir avutma değil, fakat insanların içinde yaşadıkları toplumsal yapının genel çizgilerini anlamalarına yarayan bir model olarak belirdiğini göstermekte ve aynı zamanda dinin, toplumun şeklini destekleyen “duygu”lar yarattığı derecede, toplumun devamlılığını sağladığını belirlemektedir. Diğer yönden ise dini davranışlar kendi başına yapısal bir önem kazanabilir ve böylece kendi başına çalışan bir unsur haline gelebilir (Mardin, 2005, 49). Bu bağlamda toplumların kendilerini anlamlandırmalarında temel harcı oluşturan dinin toplumun bütünlüğünü ve devamlılığını sağlama hususunda oluşturduğu ortak değerler bazı işçilerimiz tarafından 128 önemsenmekte ve bu noktaya vurgu yapılmaktadır. Öte yandan insanların kendilerini ait hissettikleri geçmişlerini referans noktası yaparak dini önemli sayması ifade ettiğimiz biraradalığın kültürel kökenine olan vurguyu ifade etmektedir. Yine toplumsal birlikteliğin önemli anları olan bayramların, düğünlerin, cenazelerin ve diğer bazı birliktelik anlarının toplumumuzda dini kökenleri olan ve bu kökenlere mutlaka atıf yapılarak anlaşılan ve uygulamalarda da bunun etkisiyle görüntüler sergilenen olgular olduğunu ifade etmeliyiz. Bu olguların işçilerde ki yansımaları alınan sonuçlarda ifade edilmektedir. 3.6. Araştırmaya katılanların Dini Bilgi Durumları Tablo 26. Cinsiyete Göre Dini Bilgi Yeterlilik Durumu (Ki-kare) Cinsiyet Erkek Kadın N 55 3 Evet, yeterli görüyorum % 21,2 7,1 N 98 10 Kısmen yeterli diyebilirim % 37,8 23,8 N 102 29 Yeterli olduğunu düşünmüyorum % 39,4 69,0 N 4 0 Dini bilgi almanın gereksiz olduğu kanaatindeyim % 1,5 ,0 Toplam N 259 42 2 Chi-Square X =13,663 sd=3 p<0.003 Dini bilginizi yeterli görüyor musunuz? Toplam 58 19,3 108 35,9 131 43,5 4 1,3 301 Dinî bilgi seviyesini öğrenmek için sorduğumuz “dini konular hakkındaki bilginizi yeterli görüyor musunuz?”şeklindeki soruya katılımcılarımızın % 19,3’ü “evet, yeterli görüyorum”, %35,9’u “kısmen yeterli diyebilirim”, %43,5’si yeterli olduğunu düşünmüyorum”, %1,3’ü ise dini bilgi almanın gereksiz olduğu kanaatindeyim” şıklarını işaretlemişlerdir. Tablomuzda kadınlara erkeklere nazaran dini bilgi açısından kendisini yetersiz görmektedirler. Bu durumda kadınlarla erkekler arasında ortaya çıkan farklılaşma anlamlılık seviyesine ulaşmaktadır. Dini bilginin insanların sahip olacakları inanç, ibadet ve kanaatlerle ilgili temel argümanları etkileyeceği bir gerçektir. Dini bilgisi yeterli olan insanların dinin mahiyetini daha iyi kavrayacağı ve böylece bilgiyle donanmış olarak bilinçli bir dindarlık sergileyecekleri düşünülmektedir. Günümüzde doğru kaynaklardan doğru ve güvenilir dini bilgi edinmenin önemi daha iyi anlaşılmaktadır. Bu noktada işçilerinde 129 dini bilgi elde etmenin önemini bildikleri ve bu noktada içlerinde bir özlem taşıdıklarını gözlemekteyiz. Fakat sekülerleşmenin ciddi oranda insanları etkilediği günümüzde dini bilginin anlam ve mahiyetine bakışlarda farklılaşmış ve görünene meyilli bir dindarlığın sergilendiği günümüzde bu bilginin karşılığı ve maddi getirileri göz önünde bulundurularak bakış açıları oluşturulmuştur. Bu da dini elde etmeye dair algılamaları olumsuz yönde etkilediği gibi bu konuda herhangi bir imkân ve çaba sarf edilmesini de anlamsızlaştırmıştır. Bu durumların farklı boyutlarda gözlenmesine rağmen ortak olarak kabul edilen bir şey var ki, o da dinin doğru bilgisinin her şeye rağmen elde edilmesi ve dinin bu doğru bilgiyle yaşanması ve sunulmasıdır. Dinin özel bir alan olarak algılandığı günümüzde dini bilgi almanın yol ve yöntemleri de farklılaşmıştır. Bu farklılıklara binaen elde edilen bilginin çeşitli ölçütlerden etkilendiği ve bağlamlarının farklılığından ötürü değişiklikler gösterdiği ve bununda alınan dini eğitimin yeterli olup olmamasına dahi etkide bulunduğu bir gerçektir. Örneğin dini bilgisini yeterli görenlerin gerçekten yeterli olup olmadığı veya hangi ölçülerle eğitim aldığı gibi sorular temel problem olmakla birlikte biz verilen cevapları göz önünde bulundurarak ve bunu bir değişken olarak kullanarak dindarlığın boyutlarını değerlendireceğiz. Tablo 27. Öğrenim Durumuna Göre Dini Bilgi Yeterlilik Durumu (Ki-kare) Öğrenim Durumu Okur Okur İlk Orta Lise Değil N 0 0 16 15 23 Evet, yeterli görüyorum % ,0 ,0 16,8 21,4 21,5 N 1 2 33 17 47 Kısmen yeterli diyebilirim % 25,0 25,0 34,7 24,3 43,9 N 3 6 43 37 37 Yeterli olduğunu düşünmüyorum % 75,0 75,0 45,3 52,9 34,6 N 0 0 3 1 0 Dini bilgi almanın gereksiz olduğu kanaatindeyim % ,0 ,0 3,2 1,4 ,0 Toplam N 4 8 95 70 107 2 Chi-Square X =18,335 sd=15 p<,245 Dini Bilgi Yeterlilik Durumu Fakülte Toplam 4 58 23,5 19,3 8 108 47,1 35,9 5 131 29,4 43,5 0 4 ,0 1,3 17 301 Katılımcılarımızın öğrenim durumlarını göz önünde bulundurarak dini bilgi yeterlilik durumlarını ki-kare ile analiz ettiğimizde anlamlı bir farklılığın (p<,245) mevcut olmadığını görmekteyiz. Tabii ki dini bilginin boyutlarını ölçmemiz mümkün olmasa da insanların öznel algılarına güvenerek duruma baktığımızda yeterli ve kısmen 130 yeterli diyenlerin oranı eğitim seviyesi yükseldikçe artmaktadır. Yeterli olduğunu düşünmeyenlerin oranı ise eğitim durumu azaldıkça artmaktadır. İlkokul ve ortaokul mezunu olan toplam dört kişi ise dini bilgi almanın gereksiz olduğu kanaatini taşımaktadır. Bu veriler ışığında dini bilgi yeterlilik durumunun eğitim seviyesi bağlamında simetrik bir durum sergilediğini söyleyebiliriz. Okullarda verilen din eğitiminin dini bilgilerde yeterlilik sağlayıp sağlayamadığı hususu kişisel olarak değişmekle birlikte dini eğitimin alınmasına etki eden faktörlerin çeşitlendiğini göz önünde bulundurmak gerekir. Diğer bir yön ise dini bilgi almanın gerekli olup olmadığı hususudur. Bu noktada olumsuz tavır takınanların yüzdesinin azlığını göz önünde bulundurduğumuzda.%2’lik bir oranı karşın %98 oranında insanların olumlu bir tavırda olduğu sonucunu çıkarabiliriz. Şahsiyetin oluşumunda ve topluma kazandırılacak bireylerin sağlıklı olarak sosyalleşebilmesinde dinî eğitimin önemi yadsınmamakla birlikte doğru bilgilerin elde edilmesi noktasında birtakım tartışmaların olduğunu bunun yanında genel olarak işçilerin din eğitimiyle tanıştığına ve bunu çeşitli şekillerde aldığına şahit olmaktayız. Tablo 28. Örneklem Grubunun Dini Bilgi Kaynağına Göre Dağılımı Dini bilgilerinizi en çok nereden aldınız? N % Ailemden Diyanete bağlı görevlilerden Okuldan Dini yayınlardan Hiçbir yerden dini bilgi almadım Başka... 192 95 72 27 10 8 63,8 31,6 23,9 9,0 3,3 2,7 Dini bilginin kaynağı göz önünde bulundurulduğunda formel eğitimin %23,9’la üçüncü sırada yer aldığını görmekteyiz. Önceki tabloda öğrenim durumu ile dini bilgi yeterlilik durumu arasında ki farklılaşmanın anlamlılık seviyesine ulaşmaması bunu doğrulamakla birlikte eğitim seviyesinin yükselmesi insanların anlayış ve kabiliyetlerine etki etmekte bunun yanında bilgi boyutunun seviyesini daha iyi anlamlandırmaktadırlar. Öyle ki eğitim seviyesi arttıkça elde edilen bilgilerin yeterliliği hususunda ki şüpheler artmakta ve bilinmeyenler yanında bilinenlerin ne seviye de olduğu daha iyi anlaşılmaktadır. Bu bağlam da okuldan elde edilen bilgilerin eğitim 131 seviyesiyle birlikte daha iyi anlaşılacağı düşünülmektedir. Türk toplumunun güçlü olduğu olgulardan birisi de ailedir. Aile kurumunun muhafazası hususunda ki çabaların modernleşme sürecinde de aktif bir şekilde insanlarımız tarafından sürdürüldüğüne şahit oluyoruz. Ayrıca insanlarımız ailenin kendileri için ifade ettiği anlamı mevcut durumlarıyla kıyaslamakta ve önemine devamlı atıf yapmaktalar. Bu noktada dini eğitimin de başlangıç noktasını aile kurumu oluşturmaktadır. Katılımcılarımızın %63,8’i bu durumu ifade etmekte aileden alınan geleneksel değerlerin sürdürülebilir olduğunu göstermektedirler. Ailenin sosyalleşmenin temelinde yer aldığı ve insanı yetiştiren ana okullar olduğu bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır. Hayata gözlerini açan insanların dinle yoğrulmuş bir kültürle hayata başlıyor oluşu onun ailesine olan kültürel bağlılığı da sosyalleşme sürecinde aldığına işarettir. Şahsiyetin oluşumunda dinin etkisinin çok daha fazla olduğu Türk toplumunda ailenin birinci etken olduğunu genel anlamda göz önünde bulundurmaktayız. Böylece insanlar dinle ilgili bilgilerin büyük bir kısmını aileden almaktadır. Bu hususu Mardin, özdeşleştirme süreciyle açıklarken Yahya Kemal’in şu sözlerini aktarmıştır: “Ezansız ve minaresiz semtlerde büyüyen, oynayan Türk çocukları milliyetlerinden tam bir derecede nasip alabiliyorlar mı? O semtlerde ki, minare görülmez, ezanlar işitilmez, Ramazan günleri hissedilmez, çocuklar Müslümanlığın çocukluk rüyasını nasıl görürler? İşte bu rüya, çocukluk dediğimiz bu Müslüman rüyasıdır ki, bizi, henüz bir millet halinde tutuyor. Bugünkü Türk babaları havası ve toprağı Müslümanlık rüyası ile dolu semtlerde doğdular, doğarken kulaklarına ezan okundu, evlerinin odalarında namaza durmuş ihtiyar nineler gördüler, mübarek günlerin akşamları bir minderin köşesinden okunan Kuran’ın sesini işittiler. Bir raf üzerinde duran Kitabullah’ı indirdiler, küçücük elleri ile açtılar, gülyağı gibi bir ruh olan sarı sahifelerini kokladılar. İlk ders olarak besmeleyi öğrendiler. Kandil günlerinin kandilleri yanarken, Ramazanların, bayramların topları atılırken sevindiler” (Mardin, 2005, 8384). Ailenin güçlü etkisini vurgulayanlardan sonra katılımcılarımızın %31,6’sı ise dinî bilgilerini Diyanet Teşkilatı’ndan aldığını ifade etmekte ve bu teşkilat tarafından açılan kurslardan bilgilerini elde etmeye veya direk din görevlilerinden bilgi almaya çalıştıklarını belirtmişlerdir. Bilindiği gibi yaz kursları veya yıl boyu açılan kurslarla halkımıza dini bilgiler verilmekte ve insanlarımız eğitilmeye çalışılmaktadır. Yine katılımcıların %9’u bilgilerini dini yayınlardan aldığını ifade etmektedirler. Genel anlamda ölçeklerde de göreceğimiz gibi kitap okuma oranı düşük çıkmaktadır. Bu 132 bağlamda da dini yayınlardan da dini bilgi elde etmenin düşük seyrettiği görülmektedir. Katılımcıların %3,3’ü hiçbir yerden dini bilgi almadığını ifade etmektedir. Son olarak ise %2,7’lik bir kısım dini bilgilerini başka yerlerden aldığını ifade etmekte ve bununla ilgili olarak çeşitli vakıf, dernek veya arkadaş gruplarını ifade etmektedirler. Tablo 29. Örneklem Grubunun Dini Problemlerine Çözüm Arama Mercisi Dini konularda problem olursa çözmek için kime danışırsınız? Müftü Cami görevlileri Din dersi öğretmenlerine Aile büyükleri Bu konuda bilgili arkadaşlara Hiç kimseye danışmam N % 84 149 41 63 51 13 27,9 49,5 13,6 20,9 16,9 4,3 İnsanlarımız dinî konularla ilgili her zaman için çeşitli problemlerle karşılaşmaktadır. Bu problemlerin çözümünde farklı kaynaklara yönelmekte ve çözüm yolları aramaktadırlar. Bu hususla ilgili olarak sorduğumuz soruya en yüksek oranda (%49,5) cami görevlileri şeklinde cevap verilmiştir. Günümüzde hemen her mahallede camiler bulunmakta ve insanlar kolayca onlara ulaşabilmekte ve dini problemlerini çözmeye çalışmaktadırlar. İkinci sırada ise yine diyanet teşkilatına bağlı olan müftülük (%27,9 oranında) yer almaktadır. Bu bağlamda problemlerle ilgili olarak telefonla veya bizzat görüşerek bilgi alınabilmektedir. Katılımcıların %20,9’u ise aile büyüklerine danışarak problemlerini çözme yoluna giderken, %16,9’u bu konuda bilgili olduğu arkadaşlarına danışmaktadır. Aslında aile ve arkadaş çevresi özellikle dini konuların genel olarak mantık çerçevesinde tartışıldığına ve çözüm bulunmaya çalışıldığına şahit olmaktayız. Bu noktada televizyon programlarının da önemli bir etkisinin olduğu ve çözümlemeler üzerinde tartışıldığını gözlemlemekteyiz. Araştırmamızda dini bilgiler din dersi öğretmenlerine %13,6 gibi düşük bir oranda danışılmaktadır. Son olarak %4,3’lük bir kısım ise hiç kimseye danışmamayı tercih etmiştir. Bu sonuçlarda dikkat çeken ise din dersi öğretmenlerine dinî konularda danışma oranının diğerlerine nazaran çok düşük oranda kalmasıdır. Din kültürü öğretmenlerinin eğitimci yönü bu noktada dini danışma mercisi olmalarının önüne geçiyor olarak görünmektedir. 133 3.7. Araştırmaya Katılanların Halk İnançları İle İlgili Durumları Araştırmamızda işçilerin halk arasında kabul gördüğünü düşündüğümüz birtakım inançlara dair görüşlerini de sorduk. “Aşağıdakilerden hangisine inanırsınız?” şeklinde ki soruya “nazar, çarpılma ve cinli olma, büyü ve sihir, muska, şans ve uğur, fal, hiçbiri” şeklindeki şıkları cevap olarak sunduk. Dilediklerini işaretledikleri şıklarda %56,8’le nazara olan inanç ilk sırayı alırken, fal inancı %0,3’le son sırayı almaktadır. Bu sonuçlardan sonra işçilerde de popüler dini inançların mevcut olduğunu görmekteyiz. Binaenaleyh işçilerin sadece %32,9’u bunlardan herhangi birine inanmadığını ifade etmiştir. Bilindiği gibi günümüzde halk içerisinde çok çeşitli inançlar mevcuttur. Geçmişten günümüze zengin bir dini çeşitliliğe sahip olan Türk toplumunun dini hayatı günümüzde de çok çeşitli ve çok boyutlu olarak cereyan etmektedir. Bu hususta kuramsal açıdan zikrettiğimiz tabakalaşma da dini çeşitliliği artıran önemli unsurlardan birisi olmaktadır. Bu bağlamda Weber’in zikrettiği “virtüöz dindarlığın” karşısında yer alan kitle veya bizdeki adıyla avam dindarlığı içerisinde birçok yerel ve kültürel unsurları barındırmakta bu da kitabi dindarlığa muhalif birçok unsurlar ortaya çıkarmaktadır. Her ne kadar dinin birçok toplumsal katmanda olduğu gibi halk inançlarının mevcut olduğu anlamlandırmaları ve soyut katmanda da bu inançlarla insanların hayatı durumları cevaplandırabilmeleri açısından birçok fonksiyonlar icra ettiği bilinmektedir. Dikkat çekici olan bir husus da İslam Toplumunun, esas itibariyle, sınırları silik katları belirsiz, yaygın (diffuse) bir toplum olsa da farklı kesimler arasında, özellikle modern hayatın ortaya çıkardığı bölünmeler anlayışları ve inançları çeşitli boyutlarda keskinleştirse de sonuçta yine de geleneksel kökleri sağlam olan ve dini anlamla dopdolu olan bu inançlar varolmaya ve çeşitli şekillerde yaşamaya devam etmektedirler. Kuramsal açıdan popüler din içerisinde değerlendirilen bu inançlar, çoğunlukla kuramsal ve tarihsel bağlamlarından yoksun olarak anlaşılmaya çalışılmaktadır. Popüler din ise, yüksek tipli, organizeli (İslam, Hıristiyanlık gibi) evrensel dinlerle bir arada yaşayan, kurumsal olmayan kitlesel inanç, ritüel ve pratikleri tanımlamada kullanılan bir terimdir. Bu bağlamda popüler din, eski kültür ve dinlere ait inanışlar yanında aynı zamanda halkın, yaşayan yüksek tipli dinleri anlama düzeylerinin bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır (Arslan, 2006, 292). Son olarak bu ve benzeri inançların modernleşme sürecinde de etkin bir şekilde 134 devam ediyor oluşunun geleneksel etkilerin yanında özellikle çözümsüz veya insana gayb ve merak konusu olan durumlarda çözüm yolu olabileceği inancıyla devam ettirildiğini müşahede etmekteyiz. Özetle bu inançların, gücünü, sembolik fonksiyonunu halk katlarında sürdürmesinden almaktadır (Mardin, 2005, 150). Ayrıca dini bilgilerini aileden alanların, bu inançlara yönelik inançlarının gayet yüksek olduğunu da ifade etmeliyiz. Arslan’ın yaptığı araştırmada da bu durum büyük oranda doğrulanmaktadır (Arslan, 2004, 236). Tablo 30. Cinsiyet Bağımsız Değişkeni ile Popüler İnanç Durumu HALK İNANÇLARI Nazar Çarpılma ve cinli olma Büyü ve sihir Muska Şans, Uğur Fal Hiçbiri N % N % N % N % N % N % N % Cinsiyet Erkek Kadın 143 28 83,6 16,4 19 1 95,0 5,0 17 15 53,1 46,9 28 11 71,8 28,2 13 2 86,7 13,3 0 1 ,0 100,0 92 7 92,9 7,1 Toplam 171 100,0 20 100,0 32 100,0 39 100,0 15 100,0 1 100,0 99 100,0 Genel Toplam 301 56,8 301 6,6 301 10,6 301 13,0 301 5,0 301 ,3 301 32,9 Cinsiyet bağımsız değişkeniyle halk inançlarına baktığımız zaman en yüksek inanç düzeyinin %56,8’le nazara inanç olduğunu ifade edebiliriz. Kadınlarda erkeklere oranla daha az oranda nazar inancının olduğunu görmekteyiz. Fakat genel olarak her iki kesimde de halk inançlarına ilginin yoğun olduğunu ve hemen hemen herkesin bulardan birine veya birkaçına inandığını görmekteyiz. Çarpılma ve cinli olmaya inananların oranı %6,6 iken, büyü ve sihire inananlar %10,6, muskaya inananlar %13, şans ve uğura inananlar %5, fala inananlar %0,3 oranındadır. Bunların hiçbirine inanmayanların oranı ise %32,9’dur. Görüldüğü gibi katılımcıların %67,1’i bu inançlardan biri veya birkaçına inanmaktadır. bu sonuçlar toplumun her kesiminde çeşitli şekillerde varolan bu inançları işçi kesiminde de yoğun bir şekilde var olduğunu göstermekte ve bu noktada dinin doğru bilgisine her zaman için ihtiyaç duyulacağı ortaya çıkmaktadır. 135 Bu inançların bir kısmının kitabi dindarlıkta ifade ediliş biçimlerinin toplumsal alanda ki algılanmaları ve uygulamalarında farklılaşmalar ortaya çıkmakta ve bunun etkileri dönemsel olarak değişmektedir. Halk dindarlığının kitabi dindarlıktaki yansımalarının tipik görünümlerini oluşturan bu inançların herkes tarafından aynı algılanmaması da önem arz etmektedir. Nazar’ı etkileme boyutuyla kabul edip inanç boyutuyla kabul etmeyenlerin yanında aynı şekilde sihir ve büyüyü Kutsal Kitap’a göre ifadelendirip uygulama olarak reddedenlerde farklılaşmanın boyutlarına örnek olarak verilebilir. Tablo 31. Dini Bilgi Yeterlilik Bağımsız Değişkeni ile Popüler İnanç Durumu Dini Bilgi Yeterlilik Seviyesi HALK İNANÇLARI Nazar Çarpılma ve cinli olma Büyü ve sihir Muska Şans, Uğur Fal Hiçbiri Evet, yeterli Kısmen yeterli Yeterli değil N % N % 32 18,7 2 10,0 62 36,3 9 45,0 75 43,9 8 40,0 N % N % N % N % N % 2 6,3 8 20,5 3 20,0 8 25,0 10 25,6 3 20,0 22 22,2 35 35,4 22 68,8 21 53,8 9 60,0 1 100,0 40 40,4 Dini bilgi almak gereksiz 2 1,2 1 5,0 2 2,0 Toplam 171 100,0 20 100,0 32 100,0 39 100,0 15 100,0 1 100,0 99 100,0 Dini bilgi yeterlilik seviyesine göre popüler inanç durumuna baktığımızda inananların oranının bilgi seviyesi azaldıkça düzenli olarak arttığını görmekteyiz. Ama bu durumu bozan diğer inançlardan bağımsız değerlendirdiğimizde “hiçbiri” seçeneğinde olmaktadır. Nazar’a inananların %18,7’si yeterli dini bilgiye sahipken, %36,3’ü kısmen yeterli bilgiye sahip, %43,9’u dini bilgisinin yeterli olduğunu düşünmüyor, %1,2’si ise dini bilgi almanın gereksiz olduğu kanaatindedir. Diğer inanç durumlarında da bu şekilde simetrik durum gözlenirken, hiçbir inanca sahip olmayanlar seçeneğinde gözlenen durum rakamsal azlıktan kaynaklanmaktadır. Sonuçta yüzdelik olarak değerlendirdiğimizde “hiçbiri” seçeneğini işaretleyenlerin %22,2’si yeterli dini bilgiye sahipken, %35,4’ü kısmen yeterli bilgiye sahip, %40,4’ü dini bilgisinin yeterli 136 olduğunu düşünmüyor, %2’si ise dini bilgi almanın gereksiz olduğu kanaatindedir. Bu noktada dini bilgi bağlamında halk inançlarına olan inancın pek te değişmediği her bilgi seviyesinde insanların bunlara inandığını görmekteyiz. Buna göre dini açıdan bilgisi yeterli olanların kültürel durumu ile yeterli olmayanların kültürel durumu birbirini etkilemekte, karşılıklı alışverişler ve kaynaşmalar olmakta dolayısıyla farklı şekillerde dini birliktelikler belli potansiyelde buluşturulmaya çalışılmaktadır. Diğer açıdan bu inançlara yönelik bir takım kitabi bilgilerin bulunması da dini bilgi edinme de etkilenmenin boyutunu da ortaya koymaktadır. Özellikle nazar, büyü-sihir, muska gibi inançların resmi-kitabi dindarlıkta da ciddi kabul görüyor oluşunun, dini bilgi alanları ciddi bir biçimde etkilediğini düşünmekteyiz. Ayrıca bu gibi inançların bilginin ötesine uzanan boyutları her kesimden insanları sarmakta ve yerine göre çok bilgili olduğunu düşünenle bilgisi olmadığını düşünen aynı şeylere inanabilmekte veya etkisini hissetmektedir. Tablo 32. Cinsiyete Göre Kabir ve Türbe Ziyareti (Ki-kare) Cinsiyet Kabir ve Türbe gibi mekânları ziyaret eder misiniz? Erkek Kadın N 225 35 Evet % 86,9 83,3 N 34 7 Hayır % 13,1 16,7 Toplam N 259 42 2 Chi-Square X =,385 sd=6 p<,535 Toplam 260 86,4 41 13,6 301 Kabir ve türbeleri ziyaret etmek toplumumuzda önemli dini davranışlardan birisi olarak görülmektedir. Popüler dindarlığın önemli görünümlerinden birisi olan kabir ve türbe ziyaretlerinin bu kadar yoğun gerçekleşmesinin temel nedenlerinin tarihsel süreç içerisinde hemen bütün toplumlarda görülen ve atalar kültü adıyla kutsallaştırılan inançların yansıması olabileceği gibi geçmişte yaşamış insanlara duyulan saygı ve sevginin de olabileceğini ve bu ikisi arasında yaşanılan gitgellerin de çeşitli şekillerde cereyan edebileceğini görmekteyiz. Kabir ve türbe gibi mekânlar, kutsal ve mübarek sayıldıkları için günlük hayattaki gelişmelerin dışında tutulur, başka bir deyişle “tabulaştırılırlar.” Çünkü kutsal ve mübarek şeyler, cismani ilişkilerden uzak tutuldukları veya kaldıkları ölçüde etkili olurlar (Arslan, 2004, 311). 137 Cinsiyet bağlamında ziyaretleri değerlendirdiğimizde anlamlı bir farklılığın mevcut olmadığını (p<,535) görmekteyiz. Kadınların daha fazla ziyaretlerde bulunacağına dair hipotezimiz gerçekleşmezken bunu sanayi hayatının kadınlarda ki ağır sorumluluğa bağlamaktayız. Ama genel anlamda kadınlarda da erkekler gibi yüksek oranda ziyaretlerde bulunmakta ve bu oran %80’leri aşmaktadır. Ziyarette bulunmayan kadınları oranı ise %16,7 olarak gözükürken, erkeklerde bu oran %13,1’de kalmaktadır. Sonuçta toplam katılımcıların %86,4’ü ziyaretlerde bulunurken, bulunmayanların oranı %13,6’da kalmaktadır. Tablo 33. Öğrenim Durumuna Göre Kabir ve Türbe Ziyareti (Ki-kare) Öğrenim Durumu Kabir ve Türbe Ziyareti Evet Hayır Toplam Okur İlk Orta Lise Fakülte Toplam N Okur Değil 3 7 90 57 90 13 260 % 75,0 87,5 94,7 81,4 84,1 76,5 86,4 N 1 1 5 13 17 4 41 % 25,0 12,5 5,3 18,6 15,9 23,5 13,6 N 4 8 95 70 107 17 301 Chi-Square X2=9,433 sd=5 p<,093 Katılımcılarımızın öğrenim durumlarına göre kabir ve türbe gibi mekânları ziyaret etmelerinin analiz sonuçlarına baktığımızda anlamlı bir farklılaşmanın olmadığını (p<,093) görmekteyiz. Fakat genel olarak baktığımızda öğrenim durumunun artmasına bağlı olarak ziyaret etmeninde azaldığını görmekle birlikte bu oran %23,5’te kalmaktadır. Katılımcılarımızın ortalama%86,4’ü ziyaretlerde bulunurken, ziyaret etmeme oranı toplamda %13,6’da kalmaktadır. Kabir ziyaretlerine ilkokul mezunlarının %94,7’si rağbet gösterirken bu oran yüksek öğrenim görenlerde %76,5’te kalmaktadır. Hayır diyenlerin oranı ilkokul mezunlarında %5,3’le en az oranda kalırken, bu oran en yüksek olarak %23,5’le üniversite mezunlarında görülmektedir. Kabri ziyaretlerine rağbette görülen bu belirgin yüksek oranların sebebini toplumların aidiyet bağlarına olan düşkünlüğünde arayabiliriz. Her ne kadar modernleşme sürecinde hurafelerin ve batıl inançların ayırt edilebilirliğinin daha fazla artması ve yapılan çalışmaların ve uyarılarında etkisiyle bu inançlara olan bakışın farklılaşması görülse de yine de insanlar farklı şekil ve inançlar altında kabir ve 138 türbelere rağbet göstermektedirler. Fakat yaptığımız bu çalışmada görüleceği üzere farklı beklentilerle ziyaret edenlerin sayısı hayli azalmış ve buraları ziyaret bir vefa ve bağlılık duygusunun eseri olarak gözükmüştür. Bu bağlamda batıl inançlarla buralara yapılan ziyaretlerin dini açıdan açacağı yaraların süreç içerisinde daha iyi anlaşılmaya başladığı ve yapılan ziyaretlerin gerçek amacının ortaya çıktığı görülmektedir. Böylece popüler dindarlığın resmi dindarlık tarafından çeki-düzen verilmeye çalışılan bir yönüne şehit olmaktayız. Dini açıdan yapılan bu değerlendirmelerin ötesinde toplumların kendilerini buldukları bu mekânların toplumsal birlikteliğe, geleceğe ilişkin olarak sunulacak bağlamlara ve kültürel yeniden üretimleri kaynaklık teşkil edebilecek bir bakış açısıyla değerlendirilebileceği düşünülmektedir. Yine sosyalleşme sürecinde kültürel olarak değeri vurgulanan bu mekânların etkinliğinin toplumların duygusal boyutunda varlığını sürdürmesinin yanında, farklı tiplerdeki eserleriyle yaşayan veya suni olarak üretilen bu mekân sahiplerine olan sevgi ve bağlılıkla devam ettiğini görmekteyiz. Tablo 34. Örneklem Grubunun Kabir ve Türbe Ziyaret Sebebine Göre Dağılımı Niçin ziyaret etme ihtiyacı hissediyorsunuz? N % Büyük insanlar olduğu için 105 34,9 Bir dileğimin gerçekleşmesi için 30 10,0 Stres ve sıkıntılardan kurtulmak için 13 4,3 Dinimizce iyi bir davranış olduğu için 138 45,8 Baska... 11 3,7 Katılımcıların %34,9’u kabir ziyaretine sebep olarak onları büyük insanlar olarak görmeleri olduğunu belirtirken bu ziyaretleri dinsel kaynaklı olarak ve güzel bir davranış kategorisinde değerlendirenlerin oranı%45,8 olarak gözükmektedir. Halk inançlarının belirgin bir yansıması olan kabir ziyaretinin belirgin etkeni olarak gözüken dilek dileme ve ihtiyaç tatmini ve çözüm arama inancının etkisi katılımcıların %10’u tarafından vurgulanmaktadır. Yine stres ve sıkıntılarından kurtulmak için ziyaret ediyorum diyen katılımcıların oranı da %4,3 olarak görünmektedir. Son olarak başka seçeneğini işaretleyen %3,7 oranındaki katılımcı vefa duygusuna, gelenek olduğuna, bayramların veya özel dini günlerin bir mecburiyeti olduğuna vurgu yapmışlardır. 139 3.8. Araştırmaya Katılanların İnsanî ve Sosyal İlişkilerine Bakışları Yeryüzünde yaşayan insan kendi başına bağımsız ve sorumsuz değildir. Birtakım görevleri hayatında yüklenmek için varolan insanoğlunun enerjisi de sınırlı olup bu enerjiyi en verimli bir şekilde arzulanır yollarda kullanması onun faydası gereğidir. İnsanoğlu tek bir gayeye odaklanmış bir varlık olmayıp çok boyutlu hayatta farklılıkları bünyesinde taşıyarak varlığını gerçekleştirmek durumundadır. Bu bağlamda kuramsal çerçevede de tartıştığımız gibi insana sadece üretim ve tüketim ilişkileri odaklı bir Marksist bakışın yanında hür teşebbüsün kar hırsı ile kamçılanarak teşvik edildiği kapitalist bakış açısı tek boyutlu olması hasebiyle insanî gerçekleri farklı şekillerde zorlamaktadır. Bu noktada batı toplumlarında ortaya çıkan sanayileşmenin toplumsal boyutta ortaya çıkardığı krizlerin yansımaları olarak gördüğümüz bu ideolojilerin bireysel ve toplumsal etkilerinin farklı toplumlarda gözlemlendiğini ve olumsuzlukların çeşitli şekillerde tarihe kaydedildiğini görmekteyiz. Bu ideolojilerin insana yüklediği kaldıramayacağı yükler sanayi toplumlarının krizleri olarak yansımalarını her daim göstermektedir. Temel ahlaki ve dini olguları bile kendi toplumsal bağlamlarından kopartarak insanoğluna biçilen rollerde kaftan gibi kullanılmasının yarattığı anlamsal boşluğun ve kaymaların her daim farklı düzlemlerde gösterime çıkarılan ideolojik kaymalarda bir akışkan yapıştırıcı gibi etken unsur haline getirilmesi ifade ettiğimiz yabancılaşmanın bizzat kendi sonucu sayılabilir. Üretim ve tüketim ilişkilerinin harcı haline getirilen insani ve sosyal değerlerin kazanç ahlakına beton haline getirilip inşa edilen binaların sarsıcı buhranlara yol açması, özgürlüğünü ruhundan alan insanın aşılamayacak bedenlerde depresyona sokulması gibi gözükmekte ve bu sürecin içinde çıkan farklı boyutlardaki yıkımların her daim çözüm yolunda kendine döndürülüp yeniden aynı şeylerin başkalaştırılmış kelimelerle sunulup reklâmlarla yedirilmesi acıları tazelemektedir. Bu tartışmaların ötesinde sınırlı olan insan enerjisinin temel ihtiyaçlarının karşılanmasının yanında insani ve sosyal ilişkileri gerçekleştirmede kullanılması önemlidir. Özellikle sanayileşmenin ortaya çıkardığı makineye bağlı iş hayatının belli bir düzen ve disiplin içerisinde zamana bağlı olarak sürüyor oluşunun işçiler üzerinde belli yorgunluklara neden olduğu görülmektedir. Bu noktada işçilerin kendilerinden kaynaklanan problemlerin yanında iş hayatından özellikle firmalardan kaynaklanan problemlerde önemlidir. Firmaların istihdam ettiği işçilere ne tür sosyal ve ekonomik 140 olanaklar sunduğu ve bu olanakların geçmişe yönelik olarak değişip değişmediğinin yanında bu olanakların firma açısından bir istihdam politikasına dönüşüp dönüşmediği de önem arz etmektedir. Bu noktaya dini olanaklara ulaşma açısından bakarsak birtakım problemlerin mevcut olduğu muhakkaktır. Kültürel açıdan belli gerçeklere sahip olan insanımızın bu kültürle alakası olmayan v fakat evrensel olarak kabul edilen birtakım yönetim metotlarıyla istihdam edilmesi de olayın diğer bir yönüdür. Öyle ki bazı fabrikalarda Cuma namazları için servisler ayarlanırken bazı fabrikalarda işçilerin açıkça ibadet edemedikleri görülmektedir. bu hususta Nichols & Suğur’un yaptığı çalışmada bazı işyerlerinde işverenlerin sekülerlik konusunda aşırı duyarlılığının olduğunu bazı işverenlerinde çalışmayı da ibadet olarak vurgulayarak bir takım dini davranışları reddettikleri aktarılmaktadır (Nichols & Suğur, 2005, 29-31). Modern çalışma hayatında firmalar yeni sosyal kurumlarla ve fabrika ortamının yanında dışarısıyla ilgili olarakta sundukları sosyal imkânlarla işçilere bir rahatlama ve kendilerini gerçekleştirme imkânı sunsalar da bunun parasal değeri her firma tarafından karşılanamamakta ve yeterince sunulamamaktadır. Ayrıca formel çalışma koşulları her işletmede yeterince işçilere ulaşmakta mıdır? Bu da ayrı bir problemi oluşturmaktadır. İşçilerin sosyal hayatla ilgili olarak yaşadıkları sıkıntıların kadınlarda daha farklı hissedildiği görülmektedir. Kadınları çalışma hayatına ilişkin beklentileri özellikle fabrikalarda ekonomik olmakla birlikte onlarında erkeklerden farklı olmayan sosyal beklentileri daha iyi yaşama arzusunun yansımaları olarak görülebilir. Sonuçta işçilerin, kendi değerleriyle birlikte yaşayabilecekleri iş hayatının özlemleri olduğu görülmekle birlikte, mevcut durumlarını kabullenip bununla tatmin olabilmenin huzurunu yaşamak durumunda kalmaları da mevcut ortam da durumu aşamamalarının sonucu olarak değerlendirilmektedir. Tablo 35. Cinsiyete Göre İnsanî ve Sosyal İlişkiye Bakış (Ki-kare) Size göre sanayi alanında çalışmak insani özellikleri ve sosyal ilişkileri nasıl etkiler? Cinsiyet Erkek N 103 % 39,8 Kısmen olumlu etkileyebileceği N 81 % 31,3% kanaatindeyim N 75 Genellikle olumsuz etkilemektedir % 29,0 Toplam N 259 2 Chi-Square X =21,027sd=2 p<,000 Kesinlikle olumlu etkilediğini düşünüyorum Kadın 2 4,8 17 40,5 23 54,8 42 Toplam 105 34,9 98 32,6 98 32,6 301 141 Araştırmamıza katılan erkeklerin %39,8’i sanayi alanında çalışmanın insani özellikleri ve sosyal ilişkileri olumlu etkilediğini düşünüyorum derken, %31,3’ü kısmen olumlu etkilediği kanaatinde olup, %29’u genellikle olumsuz etkilediği kanaatindedir. Kadınlarda olumlu kanaatte olanların oranı %4,8, kısmen olumlu düşünenler %40,5, olumsuz düşünenler ise %54,8 oranındadır. Genel toplam itibariyle %34,9 kesinlikle olumlu, %32,6 kısmen olumlu, %32,6 genellikle olumsuz kanaatte olanlardan oluşmaktadır. Bu sonuçları ki-kare analizine göre değerlendirdiğimizde kadınlarla erkekler arasında anlamlı bir farklılığın (p<,000) oluştuğunu görmekteyiz. Bu sonuçlardan kadınların daha olumsuz görüşler bildirdiğini ve çalışma hayatının zorluklarını daha fazla hissettiklerini görmekteyiz. Akgül’ün Konya’da küçük işletmelerde ki erkek işçiler üzerine yaptığı çalışma da evet oranı %23’lerde, geri kalan ve oranı %58’lerde olan kısım ise hayır diyenlerden oluşmaktadır. Bu durum da fabrikalarda yaptığımız çalışmada evet oranının nispeten daha yüksek olduğu yönünde gözükmektedir. Tablo 36. Günlük Çalışma Süresine Göre Sosyal İlişkiye Bakış (Ki- kare) Günlük Çalışma Süresi Size göre sanayi alanında çalışmak insani özellikleri ve sosyal ilişkileri nasıl etkiler? 8 Saat 10 Saat 12 Saat 14 saat N 64 27 14 0 Kesinlikle olumlu etkilediğini düşünüyorum % 35,4 33,3 37,8 ,0 N 60 27 9 2 Kısmen olumlu etkileyebileceği kanaatindeyim % 33,1 33,3 24,3 100,0 N 57 27 14 0 Genellikle olumsuz etkilemektedir % 31,5 33,3 37,8 ,0 Toplam N 181 81 37 2 2 Chi-Square X =5,503 sd=6 p<,481 Toplam 105 34,9 98 32,6 98 32,6 301 Günlük çalışma süresinin etkisini incelediğimizde ise anlamlı bir farklılıkla (p<,481) karşılaşmamaktayız. Sonuçlar tüm şıklarda ortalama % 30’ların üzerinde görülmektedir. bu sonuçlarda olumlu düşünenlerin çalışma saatleri fazla olanlarda daha yüksek olmasına karşın olumsuz düşünenlerde yine en fazla onlar çıkmaktadır. Oran her ikisinde de %37,8’dir. Günde 10 saat çalışanlarda oranlar hep %33,3 olarak çıkarken, 8 saat çalışanlarda olumlu düşünme daha fazladır. Bu sonuçlar çalışma saatlerinin uzaması durumunda insani özellikleri gerçekleştirme ve sosyal ilişkilerin azalması durumunun gözlemleneceğine dair öngörümüzü doğrulamamaktadır. Aslında bu 142 sonuçlarda çalışma süresi artan kesimin genelde yönetici işçi olanlarda olduğu gözlenmekte diğer yandan çalışma saatleri formel sektörde genel olarak düzenlendiği için pek problem olmamaktadır. Diğer yönden çalışma süresinin bu duruma bakışta diğer değişkenlerle birlikte bakıldığı zaman etkileyici olarak çıkabileceği de göz önünde bulundurulmaktadır. Tablo 37. Gelire Göre İnsanî ve Sosyal İlişkiye Bakış (Ki-kare) Gelir Size göre sanayi alanında çalışmak insani özellikleri ve sosyal ilişkileri nasıl etkiler? Alt Orta Toplam Kesinlikle olumlu etkilediğini N 41 64 105 % 28,5 40,8 34,9 düşünüyorum Kısmen olumlu etkileyebileceği N 39 59 98 % 27,1 37,6 32,6 kanaatindeyim N 64 34 98 Genellikle olumsuz etkilemektedir % 44,4 21,7 32,6 Toplam N 144 157 301 2 Chi-Square X =17,775 sd=2 p<,000 Katılımcıların gelir durumu alt seviyede olanlarının %28,5’i olumlu düşünürken bu oran orta gelir grubunda %40,8’e çıkmaktadır. Kısmen olumlu düşünenler alt gelire sahip olanların %27,1’ini oluştururken, orta gelirde olanların%37,6’sını oluşturmaktadır. Olumsuz düşünenlerde ise alt gelir grubuna mensup olanların %44,4’ü, orta gelir grubuna mensup olanların %21,7’si görülmektedir. Bu sonuçlar gelir durumuna göre anlamlı farklılaşmanın (p<,000) olduğunu göstermekte ve gelir durumu yükseldikçe olumlu bakış açısı artmaktadır. Gelir durumunun sosyal ilişkilerde ve insani özelliklerin ortaya konulmasında bir etken olmasının işçiler üzerinde de sonuçlarını görmekteyiz. Bilindiği gibi iş yaşamı, sosyal tabakalaşmanın en belirgin ve en yaygın göstergesi olmuştur. Sosyal güvencesi arttığında kendini orta sınıf yaşam standartlarında gören işçinin iş yaşamının dışında tüketim eğilimine girmesinin yanında maddi olmayan üretim dışı işlere yönelmesi de görülmektedir. Bu noktada iş, geçimi sağlama aracı olmanın ötesinde insanların toplumsal hayatta kendilerini ortaya koyabilmeleri, kimlik algısını sunabilmeleri, boş zaman etkinliklerine katılmaları ve çeşitli sosyo-kültürel faaliyetlerde etkin olabilmelerini de ifade etmektedir. Eğer iş yaşamı belli oranda geçimsel tatmin sağlıyorsa diğer alanlara yönelmekte o noktada mümkün görünmektedir. 143 Gerçekten de insanlar geçimlerini sağlayabildikleri oranlarda hayatın farklı boyutlarına yönelebilmekte ve dinî, kültürel, sanatsal ve diğer alanlarında daha üretici olabilmektedir. Sosyal hayatta ise iş yaşamının haricinde ki alanlar da farklılaşmanın artması özellikle modern kent hayatında maddi imkânların yansıması olarak görünmekte ve sonuçta maddiyat yaşam tarzlarından tutunda toplumsal hayatın görüntüsünün değişmesine kadar etkin olabilecek başat güçlerden olmaktadır. Tablo 38. İş Memnuniyetine Göre İnsanî ve Sosyal İlişkiye Bakış (Ki-kare) Size göre sanayi alanında çalışmak insani özellikleri ve sosyal ilişkileri nasıl etkiler? Kesinlikle olumlu etkilediğini Memnuniyet Evet Hayır N 96 9 % 38,2 18,0 düşünüyorum Kısmen olumlu etkileyebileceği N 92 6 % 36,7 12,0 kanaatindeyim N 63 35 Genellikle olumsuz etkilemektedir % 25,1 70,0 Toplam N 251 50 2 Chi-Square X =38,501 sd=2 p<,000 Toplam 105 34,9 98 32,6 98 32,6 301 İşinden memnun olan katılımcıların sanayi alanında çalışmanın etkilerini bireysel ve sosyal olarak daha olumlu değerlendirdiğine şahit olurken (olumlu, %38,2, kısmen olumlu, %36,7, genellikle olumsuz, %25,1), işinden memnun olmayanların ciddi oranda olumsuz (olumlu, %18, kısmen olumlu, %12, genellikle olumsuz, %70) bir görüşte olduklarını gözlemlemekteyiz. Belki de işlerinden memnun olmamalarında ki ana etkenlerden birisi de soruda ifade ettiğimiz durumdur. Bu noktada memnuniyet durumuyla sanayi alanında çalışmanın sosyal ilişkilere etkisi arasında anlamlı bir ilişki (p<,000) gözlüyoruz. Bu noktada işini sevmenin ve memnun olmanın hayatın diğer yönlerine katkısını da görmekteyiz. Çünkü iş ile iş-dışı yaşamı birbirinden net olarak ayırmak mümkün görünmemektedir. Diğer bağımsız değişkenlerle bu sorumuzu analiz ettiğimizde anlamlı ilişkiye rastlamamaktayız. Medeni hale göre p<,700, öznel dindarlık algısı bağlamında p<,680, dine verilen önem bağlamında p<,127, yaş bağlamında p<,375 sonuçlarına ulaşmaktayız. 144 3.9. Araştırmaya Katılanların Dinî İnançla İlgili Durumları Sanayileşmeyle birlikte başlayan hızlı değişimler hayatın tüm alanlarında farklılaşmalara, değişim ve dönüşümlere yol açmaktadır. Bireysel ve toplumsal hayatın farklı alanlarında ki bu değişimlerin dini olgularda da, özellikle sanayileşmenin ilk dönemlerinde etkisi hissedilen bir oranda görülmeye başlaması küreselleşmenin bir sonucu olarak ülkemizde de çeşitli şekillerde etkisini hissettirmekte, modernleşme ve sekülerleşme bağlamlarında konu tartışılmakta ve incelenmektedir. Yaşanılan değişim ve dönüşümlerin din ve dinsel değerlere olan etkisini incelemeyi amaçladığımız bu araştırmada işçilerin bakış açısını temel almış bulunmaktayız. Birey olarak işçilerin dinsel değerleri de, diğer yaşam alanlarına bağlı olarak bu değişimden etkilenmekte ve yeni bir biçim almaktadır. Bu değerlerde ki değişim ve dönüşümü temel dini argümanları kullanarak ölçmeye çalıştık. Bu bağlamda öncelikle inanç boyutundan başlayarak, ibadet ve dinin etki boyutunu kullandığımız ölçeklerle belirlemeye çalıştık. İfade ettiğimiz bu boyutlar ölçeklerimizi de bu şekilde kullanmamızı gerektirmiştir. İşçi dindarlığını ölçerken bu boyutların birlikte değerlendirilerek sonuçların elde edilmesi önemlidir. Şu halde en genel nitelikleri dikkate alındığında bir din, ona inananlarla kutsal arasında kurulan bağla belirlendiğine göre, toplum içinde objektifleşen ve üyelerin ortak malı haline gelen dini tecrübe, bir inançlar ve pratikler sistemiyle bir müminler cemaati içerisinde organize olur. Buna göre her din sisteminin toplum içinde üç türlü anlatımı söz konusudur ki, bunlar teorik, pratik ve sosyolojik anlatım yani inanç, ibadet ve cemaattir (Günay, 1978, 52). İnanç boyutu kategorisi ile dindar her insanın belli inanç ilkelerini kabul edeceğine yönelik beklentiler ifade edilmektedir. Bu inanç ilkelerinin muhtevasının kapsamı sadece farklı dinlerde değil, aynı dini geleneğin içinde de farklı olabilir. Böylece her din, inanç ilkelerinden belli bir sistem kurar ve mensuplarından bu ilkelere inanmalarını bekler (Glock, 1998, 254). Böylece dini inanç dinle ilgili, insanın kendi varlığının ve gücünün ötesinde bir dünya ve değerlerle ilgili belirli bir inanç olması hasebiyle diğer inançlardan ayrılmakta ve bu noktada dini inancı üç kısma ayırmaktayız. İlk olarak ilahi varlığa olan imandır. İkinci olarak ilahi varlıkla ilgili olarak savunulan ve korunan inanç ilkelerinin, ilahi iradenin içeriği ve amacını tartışarak, bir amaca yönelik ilahi irade bağlamında insanın rolünü tanımlayarak farklılaştırılmasıdır. Üçüncü olarak amaç belirleyen inanç ilkeleri, 145 başka bir yönüyle inanç ilkelerinden üçüncü bir kategori ortaya çıkarır. Bu kategori de ilahi iradenin amacının yerine gelmesi ve gerçekleşmesiyle ilgilidir. Her ne kadar değişik dini sistemler içinde farklı inanç ilkeleri farklı biçimlerde değerlendirilse de, aynı dini sistem içinde de kişisel inanç sistemi, özellikle ilkelerin gerçekleşmesine yönelik olan veya kişisel inanç sistemi korumayla ve/veya amaçlı ilahi iradeyle ilgili ifadelere özel bir değer veren insanlar bulabiliriz (Glock, 1998, 259-260). Bu ve benzeri vurgulamaların ötesinde dini inancın boyutları geleneksel olarak belirlenmiş öğelerle kitabi bağlamda oluşturulurken bu inancın işlevsel boyutu sınırlı olarak ölçülmeye çalışılmıştır. Araştırmamız bağlamında kişisel olarak inancın ifade ettiği anlamın boyutlarından ziyade temel inanç ilkelerinin kişisel olarak inanç ifade edip etmediği anlaşılmaya çalışılmıştır. Bilindiği gibi dini inancın önemli bir özelliği, müşahhas bir nesne ile ilgili olmadığı için tahkik edilemez oluşudur. Ancak kişisel olarak insan, iman konusu içerisine giren şeyleri objektif olarak ispat edemezse de kendini tatmin edecek şekilde ispat edebilmesinin ötesinde belli davranış ve ifadelerle bunu ortaya koyar ve aslında kendisi açısından da kafasında oluşturduğu tatminkâr duygular onun için objektifleşir. Aslında başkaları için subjektifleşen bu bilginin objektifleştirilmesi ortak dini duyguların oluşmasına olan sosyolojik etkisinin yanında belli inanç kavramları şeklinde toplumlara mal edilmektedir. Dolayısıyla davranışlarını inandığı değerler için yapan insanoğlunun ortak dini inançları bu kavramsallaştırmalar dolayısıyla ölçülebilir olmaktadır. Görüyoruz ki her din bir takım inançlara dayanmaktadır. Bu inançlar hangi din olursa olsun ayrılmaz birer parça durumundadırlar. Esasen, hemen her dinde menşei dini tecrübe, sezgi, ilham ya da vahiy asgarî bir teorik anlatıma, bir takım inançlar tasavvurlar ve fikirlere dayanır. Sırf bir dine has olan bu inançlar, tasavvurlar ve düşüncelerin muhtevası o dine inanan fertleri birbirine bağlayan bir tesir icra etmektedir. Böylece bu inançlar, o dine inananların müştereken sahip oldukları bir gizli bilgi, bir sır, bir hakikattir (Günay, 2003, 238). Bunların yanında dini inanç, yani kutsal bir varlığa inanmak, bağlanmak, insan için bir ihtiyaç olarak gözükmektedir. Çünkü bu bilgiler en temel sosyal bağı oluşturmakta ve insanın sosyal olarak ta var olmasını sağlayabilmektedir. Böylece bu inanma ihtiyacı bu etkilerin ötesinde insanın yapısında, “yaratılışında” vardır. Bu ihtiyaç nedeniyledir ki, insanlar hangi devirde olursa olsun mutlaka kutsal olarak bir varlık veya varlıklar kabul etmişler ve o varlık ve varlıklara bağlılıklarının 146 bildirmişlerdir. Sosyolojik araştırmalarda, tarih boyunca dinî inançsız bir toplumun bulunmadığını ortaya çıkarmıştır (Karaman, 2000, 68-69). Sekülerleşme tartışmalarında da gördüğümüz gibi dinî inanç günümüzde de etkin olarak varlığını sürdürmekte ve bilimsel gelişmeler arttıkça, teknoloji geliştikçe, insanlığın ulaştığı ilerleme ve gelişme düzeyi hat safhaya ulaşsa da o, toplumların temel belirleyici unsuru olarak anlam kazandırmaya devam etmektedir (Johnstone, 2002, 366-372). Son olarak dinlerin inanç boyutunu ortaya koyan temel kavramlar her dinde farklı şekillerde “değişmez temel ilkeler” olarak bilinirler. İslam dininde de temel inanç esasları Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, ahiret gününe ve kadere (hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna, öldükten sonra dirilmeye inanmak şeklinde kategorize edilmiş ve “amentü” esasları olarak tanımlanan bu temel ilkeler değişmez olarak kabul edilmiştir. Bu inanç esasları bağlamında oluşturulan ölçeğimiz, dinin inanç boyutuna dair işçilerin durumlarını bize gösterecektir. Öncelikle Allah’a olan inanç bağlamında “Allah yaptığımız her şeyi bilir” ve “Allah vardır” şeklinde iki soru sorulmuş ve “katılıyorum”, “kararsızım” ve “katılmıyorum” seçenekleri sunulmuştur. Bilindiği gibi İslam dininin temel inanç esasları Allah’a inançla başlamakta ve diğer inançlar devamında gelmektedir. İslam dini bütünüyle Allah’a inanma etrafında şekillenmekte ve inanlara tek olan, hiçbir şeye muhtaç olmayan, evlat veya baba olmayan, hiçbir şeye benzemeyen Allah’a iman etmeleri ve O’na gönülden bağlanmaları emredilmektedir. Allah’a inançla ilgili verileri bazı bağımsız değişkenler bağlamında “katılıyorum (üç puan)”, “kararsızım (iki puan)”, “katılmıyorum (bir puan)” cevap şıkları sırasıyla verilecektir. İlk olarak “Allah yaptığımız her şeyi bilir” sorusunda cinsiyet bağlamında çıkan sonuçlarda erkeklerde durum, %97,7, %2,3’dir. Kadınlarda ise, %97,6, %2,4’tür. Medeni hali evli olanlarda ise, %97,4, %98,5’tir. Bekârlarda ise %98,5, %1,5 şeklindedir. Mesleki statü bağlamında ise düz işçilerde %97,3, %2,7; kalifiye işçilerde %95,6, %4,4; usta ve ustabaşılar da ise durum %100 inanç şeklindedir. Gelir bağlamında ise alt gelir grubunda durum %96,5, %3,5 şeklinde, orta gelir grubunda ise %98,7, %1,3 şeklinde olup sonuçlarda “katılmıyorum” cevabı ve anlamlı bir farklılık olmadığı görülmüştür. “Allah vardır” sorusuna ise cevaplar erkeklerde ve evlilerde aynı sonuçla %99,6 ve %0,4 şeklinde, kadınlarda ve bekârlarda ise yine aynı sonuçla %100 şeklindedir. Mesleki statü açısından düz işçilerde sonuçlar %99,1 ve %0,9 şeklinde kalifiye işçi, usta ve ustabaşılar da ise %100 oranda katılıyorum denilmiştir. Alt gelir grubunda olanların %99,3’ü katılıyorum derken, orta gelir grubunda %100 katılıyorum sonucu çıkmış olup 147 istatiksel açıdan anlamlı bir farklılığa ulaşılmamıştır. Görüldüğü gibi Allah inancı ile ilgili sorduğumuz sorularda ortalama %98 gibi bir sonuçla inanlara rastlanmıştır. İkinci olarak meleklere olan inanç bağlamında “melekler vardır” sorusu yöneltilmiştir. Melekler temizliğin ve iyiliğin simgesi olmanın yanında Allah’a bağlılığında sembolüdürler. Bu bağlamda İslam inancı meleklere inanmayı ve onları Allah’ın çeşitli görevler için yarattığı saf, temiz ve itaatkâr kulları olarak kabul etmeyi emretmekte ve bunu meleklerle ilgili yanlış ve batıl olarak addettiği inançları eleştirerek yapmaktadır. Melek inancı ile ilgili soruya erkeklerde sonuç %98,1, %1,9, kadınlarda %95,2, %4,8 şeklinde; evlilerde %97,4, 52,6 şeklinde, bekârlarda ise %98,5, %1,5 şeklindedir. Düz işçilerin cevabının oranı %99,1 ve %0,9, kalifiye işçilerin %94,5 ve %5,5, ustaların %100, ustabaşıların %97,7 ve %4,5 şeklindedir. Alt gelir grubunda ise bu soruya katılanların oranı %97,9, orta gelir grubunda ise %97,5 olup bütün sonuçlar göz önünde bulundurulduğuna istatiksel olarak anlamlı bir farklılığa ulaşılmamıştır (p<,05 düzeyinde anlamlı). Üçüncü olarak kitaplara inanmak bağlamında İslam dininin kutsal kitabı olan Kuran’ı Kerim hakkında sorular sorulmuştur. Katılımcılara “Kuran’ı Kerim’in haber verdiği her şey doğrudur”, “Kuran’ı Kerim Allah’ın emirlerini bildirir”, “Kuran’ı Kerim Allah’ın gönderdiği kutsal kitaptır” şeklinde üç soru sorulmuş yine “katılıyorum”, “kararsızım” ve “katılmıyorum” şeklinde sunulan şıkların kendilerine uygun olanını işaretlemeleri istenmiştir. İlk soruda erkeklerin %97,3’ü, kadınların ise %97,6’sı katılıyorum şıkkını işaretlemiştir. Evliler %97,4, bekârlar %97,1; düz işçiler %97,3, kalifiye işçiler %95,6, ustalar %100, ustabaşılar %95,5; alt gelir grubu %96,5, orta gelir grubu %98,1 oranında olumlu cevap vermiştir. Sonuçlarda istatiksel olarak anlamlı bir farklılığa ulaşılmamıştır. İkinci soruda erkeklerin %98,1’,, kadınların ise %97,6’sı katılıyorum şıkkını işaretlemiştir. Evliler %98,3, bekârlar %97,1; düz işçiler %97,3, kalifiye işçiler %96,7, ustalar %100, ustabaşılar %100; alt gelir grubu %97,2, orta gelir grubu %98,7 oranında olumlu cevap vermiştir. Sonuçlarda istatiksel olarak anlamlı bir farklılığa ulaşılmamıştır. Üçüncü soruda erkeklerin %98,1’i, kadınların ise %97,6’sı katılıyorum şıkkını işaretlemiştir. Evliler %98,3, bekârlar %97,1; düz işçiler %98,2, kalifiye işçiler %95,6, ustalar %100, ustabaşılar %100; alt gelir grubu %97,2, orta gelir grubu %98,7 oranında olumlu cevap vermiştir. Sonuçlarda istatiksel olarak anlamlı bir farklılığa ulaşılmamıştır (p<,05 düzeyinde anlamlı). Dördüncü olarak Peygamberler inançla ilgili olarak “Hz. Muhammet Allah’ın peygamberidir” sorusu sorulmuş ve “katılıyorum”, “kararsızım” ve “katılmıyorum” 148 cevap şıkları sunulmuştur. Değişkenler bağlamında sonuçlara baktığımızda bu soruda erkeklerin %98,5, kadınların ise %100’ü katılıyorum şıkkını işaretlemiştir. Evliler %98,3, bekârlar %100; düz işçiler %99,1, kalifiye işçiler %96,7, ustalar %100, ustabaşılar %100; alt gelir grubu %98,6, orta gelir grubu %98,7 oranında olumlu cevap vermiştir. Sonuçlarda istatiksel olarak anlamlı bir farklılığa ulaşılmamıştır (p<,05 düzeyinde anlamlı). Beşinci olarak ahiret inancı ile ilgili olarak “Kıyamet günü vardır”, “Mahşer günü herkes Allah’a hesap verecektir”, “Öldükten sonra ahiret denen sonsuz bir hayat olacaktır”, “Cennet-cehennem diye bir şey yoktur” şeklinde sorular sorulmuş ve “katılıyorum”, “kararsızım” ve “katılmıyorum” cevap şıkları sunulmuştur. Değişkenler bağlamında sonuçlara baktığımızda ilk soruda erkeklerin %96,9’u, kadınların ise %90,5’i katılıyorum şıkkını işaretlemiştir. Evliler %97,4, bekârlar %91,2; düz işçiler %98,2, kalifiye işçiler %91,2, ustalar %98,7, ustabaşılar %95,5; alt gelir grubu %94,4, orta gelir grubu %97,5 oranında olumlu cevap vermiştir. Sonuçlarda istatiksel olarak anlamlı bir farklılığa sadece medeni hal bağlamında ulaşılmış olup anlamlılık düzeyi (p<,093) oranındadır. Evli olan işçilerin kıyamete dair inanç konusunda bekârlardan farklılaştıkları daha çok oranda evli işçinin inandığı görülmektedir. İkinci soruda ise erkeklerin %96,5’i, kadınların ise %92,9’u katılıyorum şıkkını işaretlemiştir. Evliler %96,6, bekârlar %94,1; düz işçiler %97,3, kalifiye işçiler %91,2, ustalar %98,7, ustabaşılar %100; alt gelir grubu %95,1, orta gelir grubu %96,8 oranında olumlu cevap vermiştir. Sonuçlarda istatiksel olarak anlamlı bir farklılığa ulaşılmamıştır (p<,05 düzeyinde anlamlı). Üçüncü soruda ise erkeklerin %92,7’si, kadınların ise %85,7’si katılıyorum şıkkını işaretlemiştir. Evliler %94,0, bekârlar %83,8; düz işçiler %89,1, kalifiye işçiler %87,9, ustalar %98,7, ustabaşılar %95,5; alt gelir grubu %89,6, orta gelir grubu %93,6 oranında olumlu cevap vermiştir. Sonuçlarda istatiksel olarak anlamlı bir farklılığa sadece medeni hal bağlamında ulaşılmış olup anlamlılık düzeyi (p<,016) oranındadır. Evli işçilerin Ahiretin sonsuzluğuna dair inanç konusunda çoğunlukta oldukları görülmektedir. Diğer sonuçlarda istatiksel olarak anlamlı bir farklılığa ulaşılmamıştır (p<,05 düzeyinde anlamlı). Dördüncü soruda ise “katılmıyorum” diyenlerin oranı erkeklerde %96,1, kadınlarda ise %90,5’tir. Evliler %96,6, bekârlar %91,2; düz işçiler %97,3, kalifiye işçiler %90,1, ustalar %98,7, ustabaşılar %95,5; alt gelir grubu %94,4, orta gelir grubu %96,2 oranında katılmıyorum cevabını vermiştir. Sonuçlarda istatiksel olarak anlamlı bir farklılığa ulaşılmamıştır (p<,05 düzeyinde anlamlı). 149 Son olarak kader inancını ifade eden “bir kimse ne kadar çabalarsa çabalasın alın yazısını değiştiremez” sorusu sorulmuş ve yine“katılıyorum”, “kararsızım” ve “katılmıyorum” cevap şıkları sunulmuştur. Değişkenler bağlamında sonuçlara baktığımızda bu soruda erkeklerin %74,1’i, kadınların ise %61,9’u katılıyorum şıkkını işaretlemiştir. Evliler %75,5, bekârlar %61,8; düz işçiler %77,3, kalifiye işçiler %63,7, ustalar %76,9, ustabaşılar %68,2; alt gelir grubu %71,5, orta gelir grubu %73,2 oranında olumlu cevap vermiştir. Sonuçlarda istatiksel olarak anlamlı bir farklılığa ulaşılmamıştır (p<,05 düzeyinde anlamlı). İslam dininde inanç esasları olarak ifade edilen hususları genel olarak madde bazında değerlendirmelerine baktığımızda işçilerin farklı değişkenler bağlamında anlamlı seviyeye ulaşan farklılaşmalar yaşamadıkları ve en önemli noktada inanç esaslarına olan katılımlarını belirtmeleridir. %90’lara varan oranlarda ki katılımı farklı analizlerle alınan puanlarla değerlendirebiliriz. Tablo 39. Dini Yaşayışın İnanç Boyutunun Cinsiyete Göre Analizi (t-testi) Dini Yaşayışın İnanç Boyutunun Cinsiyete Göre Analizi (t-testi) Cinsiyet n x ss İnanç Erkek 259 35,2664 2,05978 Durumu Kadın 42 34,8333 2,19663 sd t p 299 1,252 ,211 Dini yaşayışın inanç boyutunda ortaya çıkan puanların cinsiyete göre analiz edildiğinde erkeklerle kadınlar arasında anlamlı bir farklılığın ortaya çıkmadığına (,211) şahit olmaktayız. Erkeklerin ortalama 35,26 puan aldığı, kadınların ise 34,83 puan aldığı görülmektedir. Bu bağlamda erkeklerin kadınlara göre dini inanç bakımından değerlendirildiğin de daha dindar bir görünüm sergilediği görülmektedir. Fakat genel ortalamanın çok üzerinde neredeyse %98’lere varan bir inancı işçilerimizin sergilediği görülmektedir. Bu bağlamda en yüksek puanın 36,00 olduğu bu ölçekte alınan puanların ortalamaları bu inancın yüksekliğini sergilemektedir. Bu bağlamda Gardet’in şu sözünü aktarmak durumundayız, “Günümüzde doğrudan doğruya dini duygudan en uzak olanlar, mesela şehirsel merkezde oturan ve Marksizm’in en çok etkilediği işçiler bile Hz. Muhammed’in cemaatine mensup olmaktan gurur duymaktadırlar” (Mardin, 2005, 74). 150 Görüldüğü üzere insan hayatının her aşamasını etki altına alan hayatı değerlendirmede, kararlar vermede ve bu kararları ifade tarzı haline getirmede kısacası söz, fiil ve davranışlarının tümünde temel teşkil eden özelliklerin tümünde yatan genel eğilimi ifade edilen bu inançlarda görmekteyiz. Toplumsal birlikteliğin temelini teşkil eden değerlerin rengini belirten bu sonuç bu örneklem bağlamında genel bir anlayışı da yansıtmaktadır. Örneğin Mersin ve Konya’da işçiler üzerinde yapılan araştırmalarda da benzer sonuçlar çıkmaktadır (Akgül, 1991; Karaman, 2000). İnanç durumu bakımından inanmayanlarında toplumumuzda az da olsa mevcut olup bunu farklı bir din algısına sahip olma, yetişme tarzı, çevresel şartlar veya psikolojik nedenlerle açıklayabiliriz. Genel anlamda inanmayanlardan ziyade şüpheleri olan veya inancını netleştiremeyen işçilerin olduğunu ve hatta anket uygulaması esnasında bu tip sorularla karşılaştığımızı ifade etmeliyiz. Teodise (kötülük problemi) bağlamında sorulan soruların yanında bazen şüphelerinin oluştuğunu ve bunun inancı etkilediğini belirten çeşitli sorular görülmüştür. Genel de kelam problemleri, alınan dini eğitimin düşük olmasının yanında sürekli olarak dönemsel yaşanılan dini problemlerin çözümlenmemesinin yoğunlaşmasıyla ortaya çıkan durumlar olarak ta gözlemlenmektedir. Ayrıca farklı yayınların özellikle işçilerin anlayışına yansıması etkin olmakta ve yine işçilerin haklarını savunanların ideolojik eğilimlerinin inanca ket vurması etkileyici bir neden olarak ifade edilmektedir. Tablo 40. Dini Yaşayışın İnanç Boyutunun Medeni Hale Göre Analizi (t-testi) Dini Yaşayışın İnanç Boyutunun Medeni Hale Göre Analizi (t-testi) n x ss İnanç Medeni Hal Evli 233 35,3047 2,06715 Durumu Bekâr 68 34,8676 2,10830 Medeni hal insanların sahip olduğu sd t p 299 1,527 ,128 toplumsal statü ve rollerin belirginleşmesinde çok önemli bir etkendir. Özellikle Türk toplumunda evli olmanın önemli bir toplumsal konum sağladığı, aileye verilen değer bağlamında gözlemlenmektedir. Aile olmanın inançları daha da olgunlaştırdığı, düşünceye olan katkısı nedeniyle toplumsal algılamalara yönelik katılımcı bir tavır geliştirdiği düşünülmektedir. 151 İnançla ilgili kullandığımız ölçekten alınan puanları medeni hale göre değerlendirdiğimizde evli olanların ortalama 35,30 puan aldıkları, bekârların ise 34,86 puan aldıkları görülmektedir. Evlilerin inanç ölçeğinden daha yüksek puan aldığı araştırmamızda evliliğin dini inanç noktasında olumlu bir etkisi olduğunu ortaya koymaktadır. Özellikle evli insanların bekârlığa göre daha sağlam ve farklı bir bakış açısı geliştiriyor oluşu bağlamında olgunlaşma ve yaşın da etkisiyle daha farklı bir düşünceye kapı açması olağandır. Böylece evlilerin aldığı inanç puanlarının ortalaması bekârlardan yüksek olduğu görülmekte olup yalnız bunun anlamlı bir farklılığa da ulaşmadığı ortadadır. Binaenaleyh işçilerde de evli olsun bekâr olsun zaten inanç puanları çok yüksektir. Tablo 41. Dini Yaşayışın İnanç Boyutunun Yaşa Göre Analizi (t-testi) Dini Yaşayışın İnanç Boyutunun Yaşa Göre Analizi (t-testi) Yas n x ss sd t p 15–35 Yaş 195 35,3179 1,52351 İnanç 299 1,267 ,206 Durumu 36 ve + Yaş 106 35,0000 2,83179 Dini yaşayışın inanç boyutunun yaşa göre analiz edildiği tablo 41’de yine çok yüksek puanlarla karşılaşmaktayız. Anlamlı bir farklılaşma olmamakla birlikte genç yaşta olanların çok az bir farkla yaşlı olanlara göre daha yüksek puana sahip oldukları görülmektedir. 15–35 yaş arası işçilerin inanç ölçeğinden aldıkları puanların ortalaması 35,31’ken 36 yaş ve üzerinde olanların aldıkları puanların ortalaması ise 35,00’dır. İşçiler de yaşa göre inanç bakımından anlamlı bir farklılığın olmayışı diğer değişkenler bağlamında zikrettiğimiz gibidir. İnançla yetişen bu insanların yaşa göre inançları klasik bağlamda da olsa devam etmekte ve ömür boyu farklı eğitimlere de tabi olsa belli kalıplarla anlamlandırılmaya devam etmektedir. bu noktada yaş ilerledikçe dini inancın derûnî ve sosyal bağlamı değişse de veya özellikle öte dünya algılamaları farklılaşsa da yine de bu inanç kalıplarının varlığı devamlı tekrarlanmaktadır. Yaşın insanın belli dini kalıplar hususundaki bilgisinde önemli bir etken olmasının yanında özellikle değişen yaşam şartlarının etkisinin de hissedilmesinde belirleyici olması gibi hususları göz önünde bulundurduğumuzda yaşın ilerlemesiyle birlikte inancın gençlere göre biraz daha etkinliğinin artacağı düşünülmektedir. Gençlik beklentilerinin yüksek oluşu ve dünya ile ilgili düşüncelerinin yoğunluğu inancına etki etmekle birlikte görüldüğü gibi araştırmamızda yaş ilerledikçe inanç ölçeğinden alınan 152 puan düşmüştür. Fakat yine de alınan puanlar arasındaki farkın farklılaşmayı yansıtmaması önemlidir. Tablo 42. Dini Yaşayışın İnanç Boyutunun Öğrenim Durumuna Göre Analizi (t-testi) Dini Yaşayışın İnanç Boyutunun Öğrenim Durumuna Göre Analizi (t-testi) Öğrenim Durumu Okur-Yazar Değil, OkurYazar ve İlköğretim Durumu Lise ve Dengi Okul, Fakülte veya Yüksekokul İnanç n 177 124 x ss sd t p 299 1,667 ,096 35,3729 1,73760 34,9677 2,47897 Öğrenim durumunun inanç boyutuna etkisi olduğu bir gerçektir. Öğrenim seviyesi arttıkça dini inancın yapısında ve hayata etkisinde farklılaşmalara yol açacağı muhakkaktır. Alınan eğitimin kendisi önemli olmakla birlikte eğitimli insanların bilgi ve değerlendirmeleri de olumlu veya olumsuz yönde dini inancın algılanışına ve uygulamalara yönelik etkisine kaynaklık etmekte, değişik görüş ve beklentilerin oynadığı rollerin yanında özellikle seküler kurumların içerdiği kültürün de etkisi bunda rol oynayabilmektedir. Örneğin fabrikaların inançtan uzak bölgeler olduğuna dair algılamaların olduğu dönemden bugüne bunun etkisini farklı şekillerde devam etmekte olduğuna şahit olmaktayız. Diğer açıdan belli eğitim seviyesine ulaşmış insanların aldıkları pozitivist eğitim anlayışının da etkisiyle dini inançlara karşı olumsuz tutum sergileyebilmekte bu da bu insanlar arasında ortak bir kültüre yol açarak anlayışlarda farklılaşmalara neden olabilmektedir. Tabloda gördüğümüz gibi okur-yazar, okur-yazar değil, ilkokul ve ortaokul mezunlarının inanç ölçeğinden aldıkları puanların ortalaması 35,37 çıkmıştır. Tam puana (36,00) yakın olan bu puan inancın ilköğretim düzeyine kadar eğitim görenlerde çok yüksek olduğuna işaret etmektedir. Lise, fakülte ve yüksekokul mezunları ise inanç ölçeğinden 34,96 puan almıştır. İlk grubun puanına yakın olan bu puanları analiz ettiğimizde anlamlı bir farklılığa ulaşmamaktayız. Görüldüğü gibi alınan eğitimin seviyesi inanç konusunda anlamlı bir farklılığa yol açmamaktadır. Bu sonuçlar bize Türk toplumunun kültürünün inancın oluşumuna olan etkisini göstermekte ve aslında dini bilgilerin ve eğitimin toplum tarafından aileden başlayarak aktarılmasına dair önceki değerlendirmelerimizi doğrulamaktadır. Özellikle dini inanç bakımından diğer 153 araştırmaları da birlikte değerlendirdiğimizde güçlü bir eğilim sergileyen Türk toplumu bunu kültürleme yoluyla da yeni nesillere ulaştırmaktadır. Kıyaslama açısından Batı toplumlarına baktığımız da durum farklıdır. Batı medeniyetinin kökleri ve sanayi inkılâbının çıkışında önemli görevler yapan pozitivist gelişme, kurduğu ve geliştirdiği maddi kültür unsurlarına, aynı zamanda manevi bir kültür, yani bir üst sistem ideolojisi de vermiştir. Bu muhteva ile gelişen ve şekillenen sosyal sistem ve yapılar insanların zihinlerinde ve inançlarında da etkili olmuştur. Netice de semavi unsurlarla münasebetlerini koparan Batı, bütün hesap ve düşüncelerini dünya üzerine kurmuştur. Dünya ile sınırlanan vicdanlar da dine ait bütün değerler yok olma durumuna gelmiş ve dolayısıyla bütün inanç esasları hakkında şüpheler ve inanç boşlukları oluşmuştur. Batı içerisinde özellikle kültürel farklılaşmaların bu boşluklara etkisi yadsınamaz. Bu noktada Amerikan toplumunun daha dindar bir eğilim sergilemesi bunu göstermektedir. Öte yandan bilimsel gelişmeler karşısında din Batı’da kendi öz kutsal alanına doğru çekilmekte, içe atılmakta ve bir vicdan meselesi haline gelmekte iken, toplumda profan ve maddi hedeflere yönelişte büyük bir önem kazanmakta ve hatta temel değerler arasında ilk sırayı almaktadır (Günay, 1986). Bu sonuçlar Türk toplumunda inanç meselesinin kültürel bağlamlarının farklı olduğunu ve dolayısıyla düşük inanç sergileyen batı toplumlarında ki bilimsel gelişmelerin etkisinin aynı şekilde görülmediğini ortaya koymaktadır. Tablo 43. Dini Yaşayışın İnanç Boyutunun Gelire Göre Analizi (t-testi) Dini Yaşayışın İnanç Boyutunun Gelire Göre Analizi (t-testi) Gelir n x ss İnanç Alt 144 35,1250 2,10186 Durumu Orta 157 35,2803 2,06570 sd t p 299 -,646 ,519 Gelir durumuna göre dinin inanç boyutundan alınan puanların değerlendirilmesi sonucunda alt gelir gurubuna sahip olanların orta gelir grubuna göre daha az olduğu görülmektedir. Fakat bu farklılık o kadar az ki anlamlılık bakımından değerlendirmek dahi mümkün olmamaktadır. Alt gelir grubuna mensup olanlar 35,12 puan alırken, orta gelir grubuna mensup olanlar 35,28 puan almışlardır. Genel anlamda işçi sınıfı bağlamında düşük dindarlık öngörülerinin olduğunu ve özellikle alt gelir grubunda olanların bunda etkin bir duruş sergileyeceğini öngörmekteyiz. Fakat bu öngörülerin 154 Türk toplumunda çokta geçerli olmadığı özellikle inanç bağlamında daha da belirginleşmektedir. Bu noktada modern sanayi toplumlarında toplumun alt tabakalarına mensup olanların ve hususiyle büyük ve hatta orta büyüklükteki ve küçük sanayi şehirlerinde ki işçi sınıfının dine ve dini pratiklere en az ilgi duyan toplum kesimini meydan getirdikleri bir vakıadır (Chalfant, Beckley & Palmer, 1994, 344-368). Weber dinin üst tabakaların meşrulaştırıcı durumundan dolayı bunun böyle olduğunu ifade ederken Marksist nazariyeye yaklaşmaktadır. Fakat bu durumun istisnası Polonya ve İrlanda gibi bazı ülkelere ülkemizi de katmak gerekmektedir. Özellikle inanç puanları bu durumu göstermektedir. Tablo 44. Dini Yaşayışın İnanç Boyutunun Mesleki Statüye Göre Analizi (t-testi) Dinin İnanç Boyutunun Mesleki Statüye Göre Analizi (t-testi) Mesleki Statü n x ss İnanç Düz, Kalifiye İşçi 198 35,0455 2,41883 Durumu Usta, Ustabaşı 103 35,5146 1,13642 sd t p 299 -1,863 ,063 İşçilerin mesleki statülerinin dini inançlarına olan etkisini analiz ettiğimizde anlamlı bir farklılığa rastlamamaktayız. Düz işçi ve kalifiye işçilerin aldığı puanların ortalaması 35,04 olup usta ve ustabaşıların aldığı puanların ortalaması ise 35,51 oranındadır. Bu puanlara baktığımızda ustaların aldığı puanların yüksek oluşu dikkate değer. Bu puanların kendisini orta gelir grubuna mensup sayan ustaların genle duruşuyla uyumlu olduğunu ifade etmeliyiz. Böylece tabakalaşma bağlamında ifade ettiğimiz hususlarda da görüleceği gibi dindarlık puanlarının alt gelir grubunda ve mesleki statüsü düşük işçilerde azalacağı yönünde ki genel görüş ifadesini bulmaktadır. Diğer yönden bu farklılığın anlamlı bir seviyeye ulaşmaması durumun Türk işçilerde değiştiğini belirlemektedir. Tablo 45. Dini Yaşayışın İnanç Boyutunun İşkoluna Göre Analizi (Tek Yönlü ANOVA) İş Kolu N X 1.Gıda 2.Tekstil 3.Makine-imalat 4.Plastik 101 48 54 3 35,4554 35,3125 35,0185 29,0000 Standart Sapma Standart Hata 1,76932 1,67784 2,21905 10,44031 ,17605 ,24218 ,30197 6,02771 155 Tablo 45.Devamı İş Kolu 5.Yapı-İnşaat 6.Mobilya 7.Matbaa-Basım Toplam Tek Yönlü ANOVA N 46 45 4 301 X 35,3478 35,0222 35,2500 35,2060 Standart Sapma Standart Hata 1,49395 ,22027 1,81520 ,27059 ,95743 ,47871 2,08105 ,11995 Kareler Toplamı Sd Kareler Ortalaması F P Gruplar Arası 126,723 6 21,121 5,296 ,000 Gruplar İçi 1172,506 294 3,988 Toplam 1299,229 300 Varyansın kaynağı Gruplar arası anlamlı fark 4 ile diğerleri arasında. Çeşitli işkollarına bağlı olan işçiler üzerinde yaptığımız araştırmamız da işçiler arasında işkolu bağlamında dindarlık açısından farklılaşma olup olmadığını bize göstermesi için işkolları ile inanç puanlarının analizini yaptığımızda anlamlı farklılaşmalarla karşılaşmaktayız. Yalnız bu anlamlı farklılık sadece plastik sektörü ile diğer sektörler arasında görülmektedir. Tabloya göre inanç ölçeğinden en yüksek puanı gıda sektöründe yer alan işçiler almıştır (ort: 35.45). Bunları ise sırasıyla yapı-inşaat (ort: 35.34), tekstil (ort: 35.31), matbaa-basım (ort: 35.25), mobilya (ort: 35.02), makine-imalat (ort: 35.01) ve plastik (ort: 29.00) sektörü takip etmektedir. Ölçekten en düşük puan alan plastik sektörü olup yalnız değerlendirme açısından yeterli sayıyı bize sunmamaktadır. Aynı şekilde matbaa ve basım sektöründe ulaştığımız işçilerin azlığından dolayı onları da eğer değerlendirmeye almazsak gruplar arasında tek yönlü varyans analizine (ANOVA) göre p<,05 düzeyinde anlamlı bir farklılığa ulaşılmamaktadır. Zaten post hoc (scheffe) analizi çıkardığımız sektörlerden sadece plastikle diğer sektörler arasında anlamlı bir farklılık olduğunu gösterirken, bu farklılığın alınan puanlarda da açık olarak göründüğünü ifade edebiliriz. Ortalamalar açısından ise tüm işçilerin aldığı puanları ortalaması (ort: 35.20) olarak gözükmekte ve bu ortalamanın üzerinde gıda, tekstil, yapı-inşaat ve matbaabasım sektörleri gözükmektedir. Makine imalat, mobilya ve plastik sektörleri ise ortalamanın altında gözükmektedir.dindarlığı daha belirgin olarak ifade eden sektörlerin yanında bunu net olarak ifade edemeyen, belirtmeyen, dindarlığı içe dönük olarak yaşayanların yanında dini inancı yeteri kadar taşımayan veya çeşitli inanç problemleri 156 olanlarda olabilir. Özellikle Adana şehrinin gelişmiş sanayisine çektiği işgücünün çeşitli bölgelerden ve çeşitli kültürel alanlardan insanları kendisine çekmektedir. Bu noktada kozmopolit bir yapı sergileyen Adana işçileri arasında da farklı inancı taşıyanların yanında farklı değişkenlere bağlı olarak inanç hususunda özellikle de kader algısı ve hissi bağlamında şüphelerin veya kaderin tanımlanması hususunda değişik görüşlerin – mezhebi farklılaşma da olabilir- olduğu görülmektedir. Ayrıca farklı inançların Adana’nın kendi kültürel yapısında mevcut olduğunu ve bu bağlamda her ne kadar kendilerine ulaşma isteğimize olumlu cevap alamadığımızı ifade etmeliyiz. Farklı kültürel bağlamların ülkemiz içinde bir zenginlik kaynağı olduğu artık bilinen bir gerçek olmakla birlikte mevcut önyargıların yıkılması noktasında da doğru bilginin ne kadar önemli olduğu tartışılmaz bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır. Bu noktada Adana ili için yapılmış olan bir araştırmada da doğru bilgilere ulaşamamanın yanında belli kalıpların kültürel bağlamlarda oluşturularak değerlendirmelerin buna göre yapıldığına ve bunların içlerinde birçok yanlışları barındırdığına dikkat çekmektedir (Yapıcı, 2004). Farklı kültürlerin birbirini değerlendirmede kullandığı stereotiplerin tarihsel süreç içerisinde oluşmuş ve toplumların birbirlerini değerlendirmelerinde kaynak olarak kullandıkları ve daha kolay bir tanımlama sağlayan özelliklerin ifadesi olarak yansımalarını günümüzde de belirgin olarak görmekteyiz. Küreselleşmeyle birlikte yaygınlaşan kitle iletişim araçlarının bu tanımlamalarda ki yanlışlıkları düzeltebilme gücü de sağlıklı iletişim kurabilen toplumlar arasında daha kolay olurken öte yandan belli güçlere sahip ulusların bu mekanizmalara sahip olmaları süreci kendileri lehine çevirmeleri ve olumsuzluklarda katkı sağlamaları gözlenmektedir. Bu noktada güçlü propaganda tekniklerinin süreci çevirmede etkin olmasına rağmen yine de insanların kendilerini oldukları gibi tanımlamaya devam etmesi önem kazanmaktadır. Sonuçta farklı inançların kültürel olarak var olmaları toplumsal alanda ki ifade tarzlarına ve kendilerini sunabilmelerine bağlı olmakla birlikte toplumların tolerans düzeyi de duruma etki eden ana faktör olarak varolmaya devam edeceğe benzemektedir. 157 Tablo 46. Öznel Kimlik Algısına Göre İnanç Boyutu (Tek Yönlü ANOVA) 35,1667 Standart Sapma ,83485 Standart Hata ,24100 54 35,7037 ,60281 ,08203 3.Müslüman-Türk 181 35,6243 1,10165 ,08188 4.İnsan 54 33,3148 3,92296 ,53385 Toplam 301 35,2060 2,08105 ,11995 Kimlik Algısı N X 1.Türk 12 2.Müslüman Tek Yönlü ANOVA Varyansın kaynağı Kareler Toplamı Sd Kareler Ortalaması F P Gruplar arası 238,202 3 79,401 22,226 ,000 Gruplar içi 1061,027 297 3,572 Toplam 1299,229 300 Gruplar arası anlamlı fark 4 ile 1,2 ve 3 arasında Kimlik tartışmalarının yoğunlaştığı günümüz dünyasında, dinsel ve kültürel kimlik algılamalarının çok ötesinde farklı kimlik tartışmaları içerisinde kendimizi bulmaktayız. Kuramsal tartışmasını yaptığımız kimlik algısının dini ve milli olarak sunulduğu tezimizde öncelikli olarak işçilerin kendilerini hangi kimlikle ifade ettikleri değerlendirilmiştir. Modernleşme sürecinin endüstrileşme bağlamında ortaya çıkardığı problemlerin çözümünde kendi aidiyetlerinden kopmak istemeyen insanlar varoluşlarının temelinde gördükleri bir kimlik algısının yanında sıfat olarak kullandıkları veya gerektiğinde sosyal olarak tatmin buldukları bir değerlendirme biçimi olarak ta kimlik algısına sahip olabilmektedirler Kimlik algısının ideolojik boyutunun etkisi dini anlayışa da tesir etmekte olup bu durum değişken olarak ele alındığında farklı dindarlık tipolojileri ortaya çıkarmaktadır. Özellikle günümüzde kimlik tartışmalarının dinsel boyutunun yoğunlukla belirleyici oluşu dindarlığa da etki etmektedir. Böylece kimlik inanılan ve yaşanılan dinin bir ifadesi gibi de sunulmaktadır. Bu noktada kimlik algısının inanç boyutunda nasıl bir puanlamaya yol açtığını görmek için yaptığımız tek yönlü varyans analizinde (ANOVA) inanç boyutundan en yüksek puanı (ort: 35.70) kendisini “Müslüman” olarak görenler almıştır. İkinci sırada kendisini “Müslüman-Türk” olarak görenler (ort: 35.62) bulunurken, üçüncü sırada 158 kendisini “Türk” olarak görenler (ort: 35.16) bulunmakta, son sırada ise kendisini “insan” olarak görenler (ort: 33.31) yer almaktadır. Toplamda ise ortalama 35.20 puan alındığı görülmekte, 2.ve 3. grup ortalamanın üzerinde puan alırken 1. ve 4. grup ise ortalamanın altında puan almaktadır. Anlamlılık düzeyinde ise yaptığımız tek yönlü varyans analizinde (ANOVA) (p.<,000) anlamlı bir farklılaşma görülmekte ve bu farklılaşmanın hangi gruplar arasında olduğunu görmek için yaptığımız post-hoc (scheffe) analizinde ise 4. gruptaki işçilerin diğer guruplardaki işçilerle inanç bakımından anlamlı bir şekilde farklılaştığı ortaya çıkmaktadır. Sonuçta işçilerin kimlik algılamalarının dini inancına olan etkisini alınan puanlarda görmekteyiz. Öte yandan inanç açısından Türk toplumuna mahsus olan yüksek oranda ki inanç ortalamalarının kimlik bağlamında yaptığımız analizde de ortaya çıktığı görülmektedir. Bu durum da kimliğin dini duyguların ardından gelen sosyal bakış açısını ifade eden öncüller oluşturduğunu belirtebiliriz. Ve bu noktada inanç ortak kimliği yansıtabilecek oranda etkin ve güçlü olabilmektedir. Tablo 47. Öznel Dindarlık Algısına Göre İnanç Boyutu (Tek Yönlü ANOVA) Dindarlık Algısı Hiç dindar değil Biraz dindar Dindar Çok dindar Toplam Tek Yönlü ANOVA N X 22 108 142 29 301 31,1818 35,2407 35,6972 35,7241 35,2060 Varyansın kaynağı Kareler Toplamı Sd Gruplar Arası Gruplar İçi Toplam 398,444 900,785 1299,229 3 297 300 Kareler Ortalaması 132,815 3,033 Standart Sapma 5,00130 1,58775 ,64125 1,30648 2,08105 F 43,791 Standart Hata 1,06628 ,15278 ,05381 ,24261 ,11995 Gruplar P arası anlamlı fark ,000 1. ile diğerleri arasında. Tablo 47’de inanç ölçeğinden alınan puanların dindarlık algısına göre farklılaşmaktadır. Kendisini hiç dindar görmeyenlerin aldığı puan (ort: 31.18) biraz dindar görenlerin aldığı puan (ort: 35.24) dindar görenlerin aldığı puan (ort: 35.69) çok dindar görenlerin ise aldığı puan (ort: 35.72)’dir. Görüldüğü gibi dindarlık algısı arttıkça ölçekten alınan puanlarda artmakta ve sonuçta dindarlık algısıyla inanç bağlamında anlamlı bir ilişki ortaya çıkmaktadır. Tabloda ölçekten alınan ortalama puanın 35.20 olduğunu göz önünde bulundurduğumuzda hiç dindar olmayanların haricinde tüm 159 grupların aldığı puanların ortalamasının yüksek olduğunu görmekteyiz. Bu noktada gruplar arasında gözlenen bu farklılıkların tek yönlü varyans analizine göre (ANOVA) p<05 düzeyinde anlamlı olduğunu görüyoruz. Post hoc (scheffe) analizi ise söz konusu anlamlılığın hiç dindar olmayanlarla, biraz dindar, dindar ve çok dindar olanlar arasında olduğunu göstermektedir. Tablo 48. Dine Önem Verme Düşüncesine Göre İnanç Boyutu (Tek Yönlü ANOVA) Standart Standart Sapma Hata 29,7500 8,95824 4,47912 24 32,0833 3,76386 ,76830 Önemli 54 35,2593 1,62742 ,22146 Çok önemli 219 35,6347 ,95489 ,06453 Toplam 301 35,2060 2,08105 ,11995 Din önem düşüncesi N X Hiç önemli değil 4 Biraz önemli Tek Yönlü ANOVA Varyansın kaynağı Gruplar arası Gruplar içi Toplam Kareler Toplamı 393,499 905,730 1299,229 Kareler Sd Ortalama F P Gruplar arası anlamlı fark 43,011 ,000 1 ile 2, 3, 4 arasında, 2 ile 3, 4 arasında sı 3 297 300 131,166 3,050 Katılımcıların dine önem verme açısından değerlendirilmesinin ardından inanç ölçeğinden alınan puanların da din önem düşüncesine göre analiz edilmesi sonucunda anlamlı farklılıklarla karşılaşıyoruz. İnanç ölçeğinden dini hiç önemli görmeyenlerin aldığı ortalama puan 29.75 düzeyinde iken, dini biraz önemli görenlerin aldığı puan 32.08, dini önemli görenlerin 35.25, dini çok önemli görenlerin ise 35.63 ortalama puan aldıkları görülmektedir. Ölçekten toplam da 35.20 puan alındığı görülmekte ve bu ortalamanın üzerine sadece dini önemli ve çok önemli görenlerin çıktığı görülmektedir. Dini hiç önemli görmeyenlerle biraz önemli görenlerin ise bu ortalamanın altında kaldığı görülmektedir. Görüldüğü gibi din önem düşüncesi arttıkça inanç ölçeğinden alınan puanlar artmakta ve farklılaşmalar meydana gelmektedir. Bu noktada gruplar arasında gözlenen bu farklılıkların tek yönlü varyans analizine göre (ANOVA) p<05 düzeyinde anlamlı olduğunu görüyoruz. Post hoc (scheffe) analizi ise söz konusu 160 anlamlılığın dine hiç önem vermeyenlerle dine biraz önem verenler, dine önem verenler ve dine çok önem verenler arasındadır. Ayrıca dine biraz önem verenlerle dine önem verenler ve çok önem verenler arasında da farklılıkların anlamlılık seviyesine ulaştığına görmekteyiz. Tüm grupların aldığı puanların yüksekliği ise işçilerde farklı değişkenler bağlamında dahi olsa inancın yüksek bir eğilime sahip olduğunu ve dine önem vermeseler dahi dini inancın bulunduğunu görmekteyiz. Özellikle çeşitli ideolojiler bağlamında işçilerin düşük bir inanç sergileyecekleri düşünülebilir. Fakat görüldüğü gibi dinin faklı nedenlerle önem arz etmemesi onların belli esaslara olan inancını ifade etmelerine engel olmamaktadır. Dindarlığın inanç boyutunun bu dışavurumu kültürel bir unsurun yansımaları olabileceği gibi bizzat dinin kendi etkisi olma ihtimali özellikle dine az önem verenlerde gözlenen bir durum olmaktadır. Tablo 49. Çalışma Yılına Göre İnanç Boyutu (Tek Yönlü ANOVA) Standart Çalışma Yılı N X Standart Hata 0–5 Yıl 93 35,3118 1,65489 ,17160 6–10 Yıl 97 35,4021 1,39687 ,14183 11-+ Yıl 111 34,9459 2,77599 ,26349 Toplam 301 35,2060 2,08105 ,11995 Sapma Tek Yönlü ANOVA Varyansın kaynağı Gruplar Arası Gruplar İçi Toplam Kareler Toplamı 12,277 1286,952 1299,229 Sd 2 298 300 Kareler Ortalaması 6,138 4,319 F P 1,421 ,243 Gruplar arası anlamlı fark Anlamlı fark yoktur. Çalışma yılının dini inanca etki edebileceğini farz ederek oluşturduğumuz bu analiz sonucunda işçiler arasında anlamlılık seviyesine ulaşan bir farklılaşmayla karşılaşmamaktayız. Çalışma yılına göre üç gruba ayırdığımız işçilerin 0-5 yıl arasında çalışanlarının aldıkları puanların ortalamasının 35.31 olduğunu görüyoruz. 6-10 yıl arasında çalışanların inanç ölçeğinden aldıkları puanların ortalamasının ise 35.40 olduğunu görürken 11 ve üzeri yıldır işçilik yapanların aldıkları puanların ortalamasının ise 34.94’e düştüğünü görmekteyiz. Bu noktada ölçekten alınan puanların ortalamasının en yükseğini 6 ile 10 yıl arasındaki çalışanlarda görürken ikinci sırada 1 ile 5 yıl 161 arasında çalışanlarda görmekte son olarak ise ölçekten en düşük puan ortalamasının 11 ve üzeri yıldır çalışanlarda görmekteyiz. Ölçekten alınan ortalama puanların toplamı ise 35.20 düzeyinde olup tüm grupların bu ortalamanın üzerinde puan aldıklarını söyleyebiliriz. Bu da yaş bağlamında anlamlı bir farklılık olmamasının ötesinde tüm grupların ortalamanın üzerinde bir puan almaları onların dini inanç düzeyinin yüksekliğine ve güçlü bir ifade tarzına sahip olduğunu söyleyebiliriz. Türk toplumunda mevcut olan yüksek inanç oranı bu değişken bağlamında da kendisini göstermiş ve bu oran işçilerin inanç durumunda çalışma yılının önemli bir etken olmadığını göstermiştir. Dikkat çeken bir husus ise çalışma yılı arttıkça puanlar da artmaktadır. Sonuç olarak ise gruplar arasında farklılıklar gözlense de bu farklılığın tek yönlü varyans analizine göre (ANOVA) p<05 düzeyinde anlamlı olmadığını görüyoruz. 3.10. Araştırmaya Katılanların İbadetle İlgili Durumları Dinin ibadet boyutu ile ilgili olarak araştırmamızda kullandığımız ölçek toplam on beş sorudan oluşmaktadır. Bu sorular da dinin pratik yönleriyle ilgili sorulardan oluşmakta ve işçilerin dini uygulamalara verdikleri önem tespit edilmeye çalışılmaktadır. Öncelikle genel bir ifadeyle, “1. İnancımın gereği olan ibadetlerimi yerine getiriyorum”’la başlanmış ve tüm ifadelerde de verilecek olan “her zaman”, “çoğu zaman”, “bazen”, “hiç” şıkları sunulmuştur. Bağımsız değişkenlerle bu ölçeği değerlendirdiğimizde, inanç ölçeğinden çok daha farklı sonuçlarla karşılaşmaktayız. Dindarlığın değerlendirilmesinde dinin farklı boyutları göz önünde bulundurulmuş ve bu bağlamda genel olarak inanç boyutundan sonra ibadet boyutu ifade edilmiştir. İbadetler bireysel olabileceği gibi toplumsal da olabilir. Diğer yönden sadece manevi olarak yapılabileceği gibi davranışlarla da ifade edilebilir. Özellikle inancın yansıması olarak bakılan ibadetlerin dindarlığın dışa dönük olarakta yaşanmasını ifade etmektedir. 162 Tablo 50. Cinsiyete Göre İbadetleri Yerine Getirme Durumu (Ki-kare) Cinsiyet İnancımın gereği olan ibadetlerimi yerine getiriyorum Erkek Kadın N 20 5 Hiç % 7,7 11,9 N 132 25 Bazen % 51,0 59,5 N 61 11 Çoğu zaman % 23,6 26,2 N 46 1 Her zaman % 17,8 2,4 Toplam N 259 42 Chi-Square X2=6,848 sd=3 p<0.077 Toplam 25 8,3 157 52,2 72 23,9 47 15,6 301 Cinsiyet değişkeniyle bu ifadeyi değerlendirdiğimizde erkeklerin %7,7’si hiç, %51’i bazen, %23,6’sı çoğu zaman, %17,8’i her zaman şıkkını işaretlerken kadınların sırasıyla, %11,9’hiç, %59,5’i bazen, %26,2’si çoğu zaman, %2,4’ü her zaman şıkkını işaretlemiştir. Toplam da bu sonuçlar %8,3, %52,2, %23,9 ve %15,6 şeklindedir. Kikare analizine göre kadınlarla erkekler arasında anlamlı bir farklılığa ulaşılmamıştır (p<,077). Medeni hal bağımsız değişkeniyle bu soruyu ki-kare analizine göre analiz ettiğimizde yine anlamlı bir farklılığa ulaşamıyoruz (p<,632). Cinsiyet bağımsız değişkeninde toplam da ortaya çıkan benzer sonuçlarla karşılaşmaktayız. Öğrenim durumu bağlamında da yaptığımız analizde anlamlı bir farklılığa rastlamamaktayız (p<,342). Bu durum mesleki statüsü farklı olan işçiler arasında da devam ederken son olarak gelir durumuyla yaptığımız analizde (ki-kare) anlamlı bir farklılığa rastlamaktayız. Özellikle kuramsal analizlerimizle de örtüşen bu sonuç bize alt gelir gurubunda yer alan işçilerin daha az bir ibadet durumu sergilediğini ortaya koyacaktır. İlk sorumuza alt gelir grubunda olanların %12,5’i hiç, %52,8’si bazen, %19,4’ü çoğu zaman, %15,3’ü her zaman cevabını verirken, orta gelir grubunda olanların %4,5’i hiç, %51,6’sı bazen, %28’i çoğu zaman, %15,9’u her zaman cevabını vermiştir. Toplamda ise %8,3, %52,2, %23,9, %15,6 sonucu çıkmıştır. Ki-kare analizine göre anlamlı farklılık p<,042’dir. Görüldüğü gibi genel anlamda ibadetleri yerine getirme hususunda yığılma bazen seçeneğinde olmakta ve bu oran %50’yi her zaman aşmaktadır. 163 Tablo 51. Cinsiyete Göre Namaz Kılma Durumu (Ki-kare) Cinsiyet Namazlarımı kılıyorum. Erkek Kadın N 60 15 Hiç % 23,2 35,7 N 122 18 Bazen % 47,1 42,9 N 35 7 Çoğu zaman % 13,5 16,7 N 42 2 Her zaman % 16,2 4,8 Toplam N 259 42 2 Chi-Square X =5,925 sd=3 p<0.115 Toplam 75 24,9 140 46,5 42 14,0 44 14,6 301 İkinci olarak “namazlarımı kılıyorum” ifadesine yine hiç, bazen, çoğu zaman ve her zaman seçeneklerini cevap olarak sunduk. Cinsiyet bağlamında yaptığımız değerlendirmede ki-kare analizine göre anlamlı bir farklılığa (p<,115) ulaşmamakla birlikte erkeklerin namaz kılma durumu açısından yüzdelerinin kadınlardan biraz daha yüksek olduğu ortaya çıkmaktadır. Toplam da ise namaz kılma durumu %24,9 hiç, %46,5 bazen, %14 çoğu zaman ve % 14,6 her zamandır. Medeni hale göre yaptığımız ki-kare analizinde ise yine anlamlı bir farklılığa (p<,129) ulaşmamaktayız. Fakat bu analizde yüzdeler açısından erkeklerin namaza daha fazla eğildikleri ortaya çıkmaktadır. Öğrenim durumuna göre yaptığımız analizin sonucunda öğrenim durumu arttıkça namaza düzenli devam edenlerin oranı artmakla birlikte sonuçta ki-kare analizine göre anlamlı bir faklılığa (p<,636) ulaşmamaktayız. Mesleki statü bağlamında yaptığımız analizde bize anlamlı bir farklılığın (p<,105) olmadığını göstermekte ve hiç namaz kılmayanlarla (%30) her zaman namaz kılanların (%17,6) çoğunluk yüzdesini kalifiye işçilerde görmekteyiz. Gelir bağlamında yaptığımız analizde ise yine alt gelir grubunda olanların daha az namaz ibadetine devam ettikleri anlaşılmaktadır. Alt gelir grubunda olanların %31,9’u hiç, %40,3’ü bazen, %13,2’si çoğu zaman, %14,6’sı ise her zaman namaz kılarken, orta gelir grubunda olanların %18,5’i hiç, %52,2’si bazen, %14,6’sı çoğu zaman ve yine %14,6’sı her zaman namaz kılmaktadır. Toplamda ise %24,9, %46,5, %14 ve %14,6 gibi bir namaz kılma oranlarıyla karşılaşmaktayız. Yaptığımız kikare analizine göre ise sonuçlardaki bu farklılıklar anlamlılık seviyesine (p<,048) ulaşmaktadır. 164 Tablo 52. Cinsiyete Göre Oruç Tutma Durumu (Ki-kare) Cinsiyet Mazeretlerim dışında Ramazan ayında oruç tutuyorum. Erkek Kadın N 29 5 Hiç % 11,2 11,9 N 55 12 Bazen % 21,2 28,6 N 49 7 Çoğu zaman % 18,9 16,7 N 126 18 Her zaman % 48,6 42,9 Toplam N 259 42 2 Chi-Square X =1,242 sd=3 p<0.743 Toplam 34 11,3 67 22,3 56 18,6 144 47,8 301 Üçüncü olarak katılımcılara “mazeretlerim dışında Ramazan ayında oruç tutuyorum” ifadesi sorulmuştur. Cinsiyet bağlamında yaptığımız analizde erkeklerin %11,2’si hiç, %21,2’si bazen, %18,9’u çoğu zaman ve %48,6’sı ise her zaman oruç tuttuğunu ifade ederken, kadınların ise %11,9’u hiç, %28,6’sı bazen, %16,7’si çoğu zaman ve %42,9’u her zaman oruç tutmaktadır. Aslında namaz sorusunda da kadınların erkeklerden daha az olumlu yüzdeliğe sahip olduğunu görmekteyken burada da yine kadınlar daha az bir oruç tutma oranına sahip olmaktadır. Aslında bu sonuçlar kadın dindarlığına dair hipotezlerimizle de uyuşmamaktadır. Oruç ibadetine devam hususunda kadınlarla erkekler arasında böyle bir farklılık olmakla birlikte bu sonuçlar ki-kare analizine göre anlamlılık seviyesine ulaşmamaktadır (p<,743). Medeni hale göre yaptığımız analizde evlilerin %8,6’sı hiç, %21’i bazen, %18,5’i çoğu zaman, %51,9’u her zaman oruç tutma şıkkını işaretlemelerine karşın, bekârların, %20,6’sı hiç, %26,5’i bazen, %19,’i çoğu zaman ve %33,8’i her zaman oruç tuttuklarını ifade etmişlerdir. Bu sonuçlarda ki farklılaşmaların anlamlılık seviyesine ulaştığını (p<012) ve evlilerin oruç ibadetine daha devamlı olduklarını gözlemlemekteyiz. Öğrenim seviyesine göre yaptığımız ki-kare analizinde ise yine anlamlı bir farklılığa rastlamamaktayız (p<,212). Yine mesleki statü bağlamında yapılan ki-kare analizi de farklılaşmaların anlamlılık seviyesine ulaşmadığını (p<,478) göstermemekle birlikte oruç ibadetini yerine getirme oranlarının en düşüğüne kalifiye işçilerin sahip olduğu görülmektedir. Gelir durumuna göre yaptığımız analizde ise yine orta gelir grubunda olanların daha fazla oruç tuttukları anlaşılmakla birlikte bu farklılaşma ki-kare analizine göre anlamlılık seviyesine (p<,198) ulaşmamaktadır. 165 Tablo 53. Cinsiyete Göre Zekât Verme Durumu (Ki-kare) Cinsiyet Erkek Kadın N 53 22 Hiç % 20,5 52,4 N 49 6 Bazen % 18,9 14,3 N 40 5 Çoğu zaman % 15,4 11,9 N 117 9 Her zaman % 45,2 21,4 Toplam N 259 42 2 Chi-Square X =20,371sd=3 p<0.000 Maddi gücüme göre zekâtımı veriyorum. Toplam 75 24,9 55 18,3 45 15,0 126 41,9 301 Dördüncü olarak ise “maddi gücüme göre zekâtımı veriyorum” ifadesi yer almakta olup bu ifadeye cinsiyet sürekli değişkeni bağlamında baktığımızda erkeklerin %20,5’i hiç, %18,9’u bazen, %15,4’ü çoğu zaman ve %45,2’si her zaman vereceğini söylemektedir. Kadınların ise, %52,4’ü hiç, %14,3’ü bazen, %11,9’u çoğu zaman, %2,4’ü her zaman zekât verdiğini söylerken bu oranların ortalaması toplamda, %24,9, %18,3, %15 ve %41,9 şeklindedir. Erkekler kadınlar arasında zekât verme bakımından ortaya çıkan bu farklılaşmanın ki-kare analizine göre anlamlılık seviyesine ulaştığını görmekteyiz (p<,000). Bu faklılaşmanın Türk toplumunda bu tip ibadetleri erkeklerin yerine getireceğine dair taşınılan geleneksel durumla irtibatlandırabiliriz. Geleneksel olarak toplumsal ibadetlere kadınlara erkeklere göre daha az bir katılım sergilemesinin yanında bazı ibadetlerin erkek tarafına havale edilmesi de bunun etmeni olarak görülebilir. Yine medeni hal bakımından baktığımız zaman ise evlilerin %20,2, %17,6, %15,9 ve 46,4 oranında zekât verme durumuna sahipken bekârlarda bu oranlar %41,2, %20,6, %11,8 ve %26,5 şeklindedir. Görüldüğü gibi bekârların zekât ibadetine yerine getirme oranlarının düşük olması evlilerle aralarında ki-kare analizine göre anlamlı bir farklılaşmanın ortaya çıkmasına neden olmaktadır (p<,002). Bu noktada bazı ibadetlerin genelde yerine getirilme sıklığı aile olunca artmaktadır. İslam dininin evliliğe teşvik edici yönünün de bu noktanın göz önünde bulundurulmasından kaynaklanıyor olabilir. Evliliğin faydalarından birisi de ruhî ve bedenî ibadetlere olan olumlu etkisi olabilir. Zaten genel puanlamada da evliler daha yüksek bir dindarlık puanlarına sahip olmaktadırlar. Öğrenim durumuna göre yapılan ki-kare analizinde ise öğrenim durumuna göre anlamlı bir farklılaşmaya rastlanmamaktadır (p<,786). Fakat dikkate değer bir hususta öğrenim durumu arttıkça zekât verme oranlarının artmasıdır. İşçilerin 166 mesleki statüsünü değişken olarak aldığımız ki-kare analizinde ise mesleki statünün zekât vermede farklılaşmalara neden olduğunu ve özellikle düşük zekât verme oranına sahip olan kalifiye işçilerin dikkat çektiğini söylemeliyiz. Bunun yanında statü arttıkça zekât verme oranı artarken ortaya çıkan farklılaşma (p<,035) anlamlıdır. İşçilerin gelir durumunu göz önünde bulundurarak yaptığımız analizde ise yine alt gelir grubunun daha az zekât verme oranına sahip olduğunu görmekteyiz. Yaptığımız ki-kare analizinde alt gelir ile orta gelir grubu arasında ortaya çıkan bu farklılaşma anlamlılık seviyesine ulaşmaktadır (p<,001). Çıkan yüzdeler ise alt gelir grubunda %35,4, %13,9, %13,9 ve 36,8 iken orta gelir grubunda %15,3, %22,3, %15,9 ve %46,5’tir. Görüldüğü hiçten her zamana ulaşan bu yüzdelerde ki anlamlı farklılaşma ortaya çıkmaktadır. Toplamda ise %42’si her zaman zekât verirken, %15,3’ü hiç vermemektedir. Tablo 54. Cinsiyete Göre Hac İbadeti Durumu (Ki-kare) Cinsiyet Erkek Kadın N 19 4 Hiç % 7,3 9,5 N 41 6 Bazen % 15,8 14,3 N 36 8 Çoğu zaman % 13,9 19,0 N 163 24 Her zaman % 62,9 57,1 Toplam N 259 42 2 Chi-Square X =1,132 sd=3 p<0.769 Maddi gücüm uygun olursa, hacca gitmeyi düşünürüm. Toplam 23 7,6 47 15,6 44 14,6 187 62,1 301 Beşinci olarak ise “maddi gücüm uygun olursa, hacca gitmeyi düşünürüm” ifadesi sorulmuş ve bu düşünceye hiç, bazen, çoğu zaman ve her zaman sahip olanlar belirlenmeye çalışılmıştır. Değişkenler bağlamında yaptığımız ki-kare analizlerinde anlamlı farklılaşmalara rastlamadık. Bunda özellikle hac ibadetinin gelenekle bütünleşmiş bir ibadet olmasının, toplumsal temayüllerin ferdi etkisinin, bireylerin farklı bir ibadet algılamasının, toplumsal değerlendirmede hac ibadetini yapanlara yüksek bir saygınlık verilişi gibi toplumsal ve psikolojik ihtiyaçların yanında sadece dini bir emir telakki etmenin iştiyakının olabileceğini görmekteyiz. Cinsiyet bağlamında yaptığımız analizde erkeklerin %7,3’ü hiç, %15,8’i bazen, %13,9’u çoğu zaman ve %62,9’u her zaman demekte, kadınların ise %9,5’i hiç, %14,3’ü bazen, %19,2u çoğu 167 zaman ve % 57,1’i her zaman demektedir. Toplamda ise %7,6 hiç, %15,6 bazen, %14,6 çoğu zaman ve %62,1 her zaman hacca gitmeyi düşündüğünü ifade etmiştir. Tablo 55. Cinsiyete Göre Kutsal Gün ve Geceleri Değerlendirme Durumu (Ki-kare) Cinsiyet Kutsal gün ve gecelerde dua ve ibadet yapıyorum Erkek Kadın N 27 5 Hiç % 10,4 11,9 N 88 14 Bazen % 34,0 33,3 N 44 11 Çoğu zaman % 17,0 26,2 N 100 12 Her zaman % 38,6 28,6 Toplam N 259 42 Chi-Square X2=2,732 sd=3 p<,435 Toplam 32 10,6 102 33,9 55 18,3 112 37,2 301 Altıncı olarak ise “kutsal gün ve gecelerde dua ve ibadet yapıyorum” ifadesi sorulmuş ve hiç, bazen, çoğu zaman ve her zaman seçenekleri sunulmuştur. Bağımsız değişkenlerle yaptığımız analizlerde sonuçlarda farklılaşmalar görülmüştür. Cinsiyetler ekseninde yaptığımız değerlendirmede erkeklerin %10,4’ü hiç, %34’ü bazen, %17’si çoğu zaman, %38,6’sı ise her zaman, kadınların ise, %11,9’u hiç, %33,3’ü bazen, %26,2’si çoğu zaman, %28,6’sı her zaman seçeneğini belirterek kutsal gün ve gecelerde dua ve ibadete yöneliş durumlarını ifade etmişlerdir. Toplamda ise kutsal gün ve gecelerde ibadet durumuna %10,6 hiç, % 33,9 bazen, %18,3 çoğu zaman, %37,2 ise her zaman seçenekleriyle yanıt vermiştir. Ki-kare analizine göre anlamlı bir farklılaşmayı yansıtmayan bu sonuçlar (p<,435) genel anlamda kandil geceleri, cuma geceleri, ramazan geceleri ile ilgili kadınların ve erkeklerin dua ve ibadet eğilimlerini yansıtmaktadır. Bilindiği gibi özellikle Türk toplumunda kandil geceleri çok önem verilen gecelerdir. Bu geceler çeşitli yayınlar farklı bir atmosferde geçirilir. Bunun işçilerde de akis bulduğuna şahit olmaktayız. Medeni hal değişkeni ile yaptığımız analizde ise anlamlı bir farklılaşmaya rastlamamakla birlikte (p<,207) yine evlilerin bekârlara oranla kutsal gün ve gecelere daha fazla önem verdiğini görmekteyiz. Öğrenim durumunu göz önünde bulundurduğumuzda ise yine anlamlı bir farklılığa rastlamamaktayız. Ortaokul ve lise mezunları kutsal gecelere daha fazla önem veriyor gözüküyor, üniversite mezunları ise nispeten onlara yaklaşıyorken okur-yazar ve ilkokul mezunları daha az önem veriyor gözükmektedir. Mesleki statü bağımsız değişkeninde 168 ise ki-kare analizine göre anlamlı farklılaşmaya rastlamaktayız (p<,023). Düz işçilerin %8,2’si hiç, %38,2’si bazen, %10,9’u çoğu zaman, %42,7’si ise her zaman kutsal gecelere önem verirken bu oranlar kalifiye işçilerde, %17,6, %29,7, %26,4, %26,4’tür. Ustalar da bu oran %5,1, %34,6, %19,2, %41 iken ustabaşılarda ise %13,6, %27,3, %18,2, %40,9 şeklindedir. Görüldüğü gibi kalifiye işçilerde yine diğerlerinden daha az oranlara rastlamaktayız. Usta ve ustabaşılarda ise diğerlerine göre nispeten yüksek oranları görmekteyiz. Gelir durumu bağlamında yaptığımız ki-kare analizi de işçilerin bu durumunu daha da aydınlatacaktır. Ki-kare analizinde anlamlı bir farklılaşmanın olduğu görülmekte ve orta gelir seviyesinde olanların kutsal gün ve gecelerde dua ve ibadet etme oranı da daha yüksek çıkmaktadır. Alt gelir grubunda %13,9 hiç, %36,8 bazen, %13,2 çoğu zaman, % 36,1 her zaman derken bu oranlar orta gelir grubunda %7,6, %31,2, %22,9, %38,2 şeklindedir. Ölçeğin diğer sorularının analizinde de görüldüğü gibi orta gelir grubunda olanların ibadetlerle ilgili durumlardan daha yüksek sonuçlar aldığı ortaya çıkmaktadır. Tablo 56. Cinsiyete Göre Nafile İbadet Durumu (Ki-kare) Cinsiyet Farz ibadetlerim dışında da ibadet ediyorum. Erkek Kadın N 97 27 Hiç % 37,5 64,3 N 100 12 Bazen % 38,6 28,6 N 35 2 Çoğu zaman % 13,5 4,8 N 27 1 Her zaman % 10,4 2,4 Toplam N 259 42 Chi-Square X2=12,061 sd=3 p<0.007 Toplam 124 41,2 112 37,2 37 12,3 28 9,3 301 Yedinci olarak “farz ibadetlerim dışında da ibadet ediyorum” ifadesi sorulmuştur. İbadetlerin yapılışında hüküm açısından farklılıkların göz önünde bulundurulduğu muhakkaktır. İslam dinine mensup olan insanlar, öncelikle farz olan yani din tarafından kesin olarak yapılması istenen ibadetleri yapmakta ve fırsat buldukça veya dindarlığının derinliğine ve etkinliğine göre diğer ibadetlere de yönelmektedirler. Bu noktada katılımcılar, farz ibadetlerin dışında diğer ibadetlere de yöneliyorlar mı bunu gözlemlemek için yaptığımız analizde erkeklerin %37,5’i hiç, %38,6’sı bazen, %13,5’i çoğu zaman, %10,4’ü ise her zaman derken bu oranlar 169 kadınlarda %64,3, %28,6, %4,8 ve %2,4 şeklindedir. Toplamda ise %41,2 hiç, %37,2 bazen, %12,3 çoğu zaman, %9,3 ize her zaman sonucu çıkmıştır. Bu sonuçlar da ortaya çıkan farklılaşmanın ki-kare analizine göre anlamlı bir seviyeye ulaştığını görmekteyiz (p<,007). Evlilerde ise durum yine bekârlardan yüksek çıkmakta, yalnız bu faklılaşma anlamlılık seviyesine ulaşmamaktadır. Öğrenim durumuna göre de anlamlı bir farklılaşma ortaya çıkmazken üniversite mezunları bu ibadetlere yönelik davranışlarında daha belirgin durumdadırlar. Kalifiye işçiler ise bu ibadetlere daha az devamlıyken, ustalar daha fazla devamlı görünmekte ve fakat bu farklılaşmalar anlamlı bir seviyeye ulaşmamaktadırlar. Gelir durumuna göre yaptığımız ki-kare analizi anlamlı bir farklılığı göstermekte (p<,043) ve yine orta gelir grubundakiler farz ibadetlerin dışındaki ibadetlere daha devamlı görünmektedirler. Tablo 57. Cinsiyete Göre Dinsel Yayınları İzleme Durumu (Ki-kare) Cinsiyet Erkek Kadın N 42 10 Hiç % 16,2 23,8 N 136 26 Bazen % 52,5 61,9 N 33 5 Çoğu zaman % 12,7 11,9 N 48 1 Her zaman % 18,5 2,4 Toplam N 259 42 2 Chi-Square X =7,611 sd=3 p<,055 Televizyonda yayınlanan dinsel programları seyrediyorum Toplam 52 17,3 162 53,8 38 12,6 49 16,3 301 Sekizinci olarak “televizyonda yayınlanan dinsel programları seyrediyorum” ifadesi sorulmuştur. Erkeklerin %16,2’si hiç, %52,5’i bazen, %12,7’si çoğu zaman, %18,5’i ise her zaman derken, kadınların ise, %23,8’i hiç, %61,9’u bazen, %11,9’u çoğu zaman, %2,4’ü her zaman cevabını vermiştir. Toplamda ise %17,3 hiç, %53,8 bazen, %12,6 çoğu zaman, %16,3 ise her zaman demektedir. Kadınlarla erkekler arasındaki bu farklılaşma ki-kare analizine göre anlamlı bir seviyeye ulaşmakta (p<,055) ve sonuçta çoğunlukla erkeklerin bu programları izlediği görülmektedir. Medeni hale göre yaptığımız ki-kare analizine göre de anlamlı bir farklılaşma ortaya çıkmaktadır (p<,004). Evlilerin bekârlara nazaran daha fazla dinsel yayınları izlediği ortaya çıkmaktadır. Evlilerin %13,3’ü hiç dinsel yayınları izlemezken bu oran bekârlarda %31’e çıkmaktadır. Yoğunlaşmaya baktığımızda ise ortalama %54’le dinsel 170 yayınların izlendiğini görmekteyiz. İşçilerin öğrenim durumuna, mesleki statüsüne ve gelir durumuna baktığımızda ise ki-kare analizine göre gruplar arasında anlamlı bir farklılaşma görmemekteyiz. İşçilerin dinsel yayınlara olan ilgisi düşük olmakla birlikte genel anlamda bu durumun yayınların formatlarından da kaynaklandığını ifade edebiliriz. Günümüzde kaliteli ve ilgi çekici yayınlarla sunulan dini programların izlenme seviyesi yükselirken, klasik olarak anlatım yapan dinî programlar tercih edilmemektedir. İşçilerin bu noktada çalışma hayatının yorgunluğunu atma vasıtaları olan televizyonları daha çok eğlence temelli izlediklerini birebir görüşmelerimizden edindiğimiz bilgilere dayanarak söyleyebiliriz. Tablo 58. Cinsiyete Göre Dinsel Yayınları Okuma Durumu (Ki-kare) Cinsiyet Erkek Kadın N 92 30 Hiç % 35,5 71,4 N 105 8 Bazen % 40,5 19,0 N 31 2 Çoğu zaman % 12,0 4,8 N 31 2 Her zaman % 12,0 4,8 Toplam N 259 42 2 Chi-Square X =19,368 sd=3 p<,000 Dinsel yayınlar okuyorum. Toplam 122 40,5 113 37,5 33 11,0 33 11,0 301 Dokuzuncu olarak “dinsel yayınlar okuyorum” ifadesi sorulmuştur. Erkeklerin %35,5’i hiç, %40,5’i bazen, %12’si çoğu zaman ve %12’si her zaman cevabını verirken, kadınların %71,4’ü hiç, %19’u bazen, %4,8’i ise çoğu zaman ve çoğu zaman cevabını vermişlerdir. Toplamda ise işçilerin %40’ı hiç dinsel yayınları okumazken %37’si bazen ve %11’er de çoğu zaman ve her zaman demektedir. Görüldüğü gibi erkeklerin kadınlara göre daha fazla dinsel yayınları okumaktadır. Gruplar arasındaki bu farklılaşma ki-kare analizine göre anlamlı bir farklılaşmayı ortaya çıkarmaktadır (p<,000). Medeni hale ve mesleki statüye göre ise anlamlı bir farklılaşma görülmemektedir. Öğrenim durumuna göre yapılan ki-kare analizine göre anlamlı farklılaşmalar ortaya çıkmaktadır (p<,027). Buna göre en yüksek okuma oranı üniversite mezunlarında görülmektedir. Son olarak gelir durumuna göre dini yayınları okuma oranlarına baktığımızda ise yine orta gelir grubunda olanların daha fazla yayın 171 okuma oranına sahip olduğunu görüyoruz. Hiç okumayanların oranı alt gelir grubunda %50 olurken, diğerinde %31’lerde kalmaktadır. Gruplar arasındaki bu farklılaşma kikare analizine göre anlamlı bir farklılaşmaya ulaşmaktadır (p<,010). Tablo 59. Cinsiyete Göre Cenaze Merasimlerine Katılma Durumu (Ki-kare) Cinsiyet Cenaze merasimlerine katılıyorum. Erkek Kadın N 13 2 Hiç % 5,0 4,8 N 83 16 Bazen % 32,0 38,1 N 78 18 Çoğu zaman % 30,1 42,9 N 85 6 Her zaman % 32,8 14,3 Toplam N 259 42 2 Chi-Square X =6,352 sd=3 p<0.096 Toplam 15 5,0 99 32,9 96 31,9 91 30,2 301 Onuncu olarak “cenaze merasimlerine katılıyorum” olup bu ifadeye erkeklerin %5’hariç genellikle gidildiği şeklinde görüş alınırken kadınların ise genel olarak erkeklerle aynı oranlarda cenazelere katıldığı anlaşılmaktadır. Diğer değişkenler bağlamında da sonuçları ki-kare analizine göre değerlendirdiğimizde anlamlı farklılaşmalara rastlamamaktayız. Sadece gelir durumuna göre ortaya çıkan sonuçlarda orta gelir grubunda olanların cenazelere daha fazla katılım oranına sahip oldukları ortaya çıkmakta bu da anlamlı bir farklılaşmayı ortaya koymaktadır (p<,030). Tablo 60. Cinsiyete Göre Mevlit, Hatim Gibi Dinsel Programlara Katılma Durumu (Kikare) Cinsiyet Mevlit, hatim gibi dinsel programlara katılıyorum. Erkek N 42 Hiç % 16,2 N 125 Bazen % 48,3 N 42 Çoğu zaman % 16,2 N 50 Her zaman % 19,3 Toplam N 259 2 Chi-Square X =9,428 sd=3 p<0.024 Kadın 2 4,8 20 47,6 14 33,3 6 14,3 42 Toplam 44 14,6 145 48,2 56 18,6 56 18,6 301 172 On birinci olarak “mevlit, hatim gibi dinsel programlara katılıyorum” ifadesine erkeklerin %16’sı hiç, %48,3’ü bazen, %16’sı çoğu zaman, %19’u ise her zaman derken, kadınların %5’i hiç, %47,5’i bazen, %33,3’ü çoğu zaman, %14,3’ü ise her zaman cevabını vermiştir. Genel olarak bu tip dini programlara katılımın olduğunu fakat erkeklerde ki katılım oranının kadınlara göre daha yüksek olduğunu ifade edebiliriz. Bu farklılaşma ise ki-kare analizine göre anlamlı bir seviyeye ulaşmaktadır (p<,024). Diğer bağımsız değişkenlerimize göre yaptığımız ki-kare analizlerinde ise anlamlı farklılaşmalara rastlamamaktayız. Tablo 61. Cinsiyete Göre Kur’an-ı Kerim Okuma Durumu (Ki-kare) Cinsiyet Erkek Kadın N 152 29 Hiç % 58,7 69,0 N 59 9 Bazen % 22,8 21,4 N 21 2 Çoğu zaman % 8,1 4,8 N 27 2 Her zaman % 10,4 4,8 Toplam N 259 42 2 Chi-Square X =2,407 sd=3 p<0.492 Kur’an-ı Kerim okuyorum. Toplam 181 60,1 68 22,6 23 7,6 29 9,6 301 On ikinci olarak “Kuranı Kerim okuyorum” ifadesine erkeklerin %59’u hiç, %23’ü bazen, %8’i çoğu zaman ve %10’u her zaman derken, kadınların %70’i hiç, %21’i bazen, %4,8’er de çoğu zaman ve her zaman demiştir. Toplam da ise %60 hiç, %22,7 bazen, %7,6 çoğu zaman ve %9,6 her zaman yanıtı verilmiştir. Bu sonuçlardan Kuranı Kerim okuma oranının herhangi bir farklılaşma olmaksızın ne kadar düşük olduğunu görmekteyiz. Medeni hali evli olanları bekârlara göre daha az bir sayıyla Kuranı Kerim okudukları görülmekte ve bu da ki-kare analizine göre anlamlı farklılaşmayı göstermektedir (p<,044). Diğer değişkenleri göz önünde bulundurarak yaptığımız ki-kare analizlerinde ise anlamlı farklılaşmalara rastlamamaktayız. Kuranı Kerim okuma oranının düşük olmasında ki en büyük etken alfabe sorunu olarak gözükmekte ve bu alfabenin öğrenilmesi belli bir süreç içinde zamana yaymak suretiyle gerçekleştiği için işçilerin yeterli vakit ayıramaması gözükmektedir. Diğer yönden okuyanların ise çocukluklarında bunu özellikle kurslardan öğrendikleri görülmektedir. Aslında bu neden olayın istek boyutuna değinmemizi gerektirmektedir. Çalışma 173 saatlerinin belli bir standardı olduğu örneklemimizde Kuranı Kerim okuma oranının düşük olması önem meselesinden de kaynaklanmaktadır. Özellikle günümüzde maddi bakışa açısının kapsayıcı bir durumda olması manevi durumlara karşı bir isteksizlik doğurmakta ve bunun sonucu da davranışlara yansımaktadır. Öte yandan Kuranı Kerim’in normatif yönlerinin insanların algılamalarında ki etkin değişime olan teşviki nedeniyle geri duruşlarda durumu ifade edecek güçtedir. Tablo 62. Cinsiyete Göre Dua Etme Durumu (Ki-kare) Cinsiyet Erkek Kadın N 7 1 Hiç % 2,7 2,4 N 45 7 Bazen % 17,4 16,7 N 62 8 Çoğu zaman % 23,9 19,0 N 145 26 Her zaman % 56,0 61,9 Toplam N 259 42 2 Chi-Square X =,619 sd=3 p<0.892 Dua ediyorum. Toplam 8 2,7 52 17,3 70 23,3 171 56,8 301 On üçüncü ifademiz ise “dua ediyorum”’dur. İşçilerin büyük çoğunluğu bu ibadeti hayatında önemli görerek yerine getirmekte ve bu konuda herhangi bir farklılaşma görülmemektedir. Erkeklerin %2,7’si hiç, %17,4’ü bazen, %23,9’u çoğu zaman ve %56’sı her zaman derken kadınların ise %2,4’ü hiç, %16,7’si bazen, %19’u çoğu zaman ve %61,9’u her zaman demektedir. Görüldüğü gibi işçilerin % 57’si her zaman dua ettiklerini ifade etmekte ve sadece %2,7’si hiç dua etmediğini belirtmektedir. Diğer değişkenleri göz önünde bulundurarak yaptığımız ki-kare analizinde ise gruplar arasında bir farklılaşmayı sadece öğrenim durumu bağlamında görmekteyiz. İlkokul mezunlarında diğer öğrenim gruplarına nazaran gözlenen düşük dua etme eğilimi kikare analizine göre anlamlı farklılaşma ortaya çıkarmaktadır (p<,000). Gelir durumunu göz önünde bulundurduğumuzda ise yine orta gelir grubunda olanların alt gelir grubuna nazaran daha az dua etme eğilimi sergilediği görülmektedir. Dua, özellikle insani ihtiyaçların ve ifade tarzının önemli bir yönünü oluşturmakta iletişimsel olarak kendisini farklı bağlamlara bağlamak ve dünyanın enginliğinde varlığını geliştirmek saikiyle başvurulan bir ritüel olarak yaygınlık bakımından en güçlü olma konumundadır. Günümüz toplumlarında özellikle 174 teknolojinin verdiği burukluğu aşmak isteyen dindarların veya her yaştan insanın başvurduğu temel buluşma noktasında ki varlık olgunlaşmasını ifade etmekte ve bunun yansımaları aynı yöne el açan insanların bakış açılarında ve toplumsal konumlanışlarında etkin olarak gözükmektedir. Dua’nın birleştirici gücü aynı noktaya el açan insanları kardeşliğinde okunabilmektedir. Tablo 63. Cinsiyete Göre Kurban İbadeti Durumu (Ki-kare) Cinsiyet İmkânım olduğunda kurban kesiyorum. Erkek Kadın N 41 22 Hiç % 15,8 52,4 N 54 11 Bazen % 20,8 26,2 N 45 3 Çoğu zaman % 17,4 7,1 N 119 6 Her zaman % 45,9 14,3 Toplam N 259 42 Chi-Square X2=34,641 sd=3 p<,000 Toplam 63 20,9 65 21,6 48 15,9 125 41,5 301 Ön dördüncü ifademiz “imkânım olduğunda kurban kesiyorum”’dur. Erkeklerin %15,8’i hiç, %20,8’i bazen, %17,4’ü çoğu zaman ve %45,9’u her zaman cevabını verirken kadınların ise %52,4’ü hiç, %26,2’si bazen, %7,1’i çoğu zaman ve %14,3’ü her zaman kurban kestiğini ifade etmektedir. İşçilerin genelini göz önünde bulundurduğumuzda ise %21 hiç, %21,5 bazen, %16 çoğu zaman ve %41,5 ise her zaman cevabını vermektedir. Görüldüğü gibi genel olarak %80’nin üzerinde bir oranla kurban ibadeti yerine getirilmektedir. Kurban ibadeti toplumun tüm kesimlerinde olduğu gibi işçiler nazarında da önemi takdir edilen bir ibadet olarak yerine getirilmekte ve toplumsal yardımlaşma ve kaynaşmanın temellerinde yer alan bayramlar vasıtasıyla bu ibadetler ifa edilmektedir. Katılım oranının bu yüksekliğinde bu ibadetlerin geleneksel kültürle olan kaynaşması da büyük önem arz etmektedir. Ayrıca erkeklerin kadınlara nazaran kurban kesen oranında anlamlı bir farklılaşmayla ön plana çıkmasında özellikle toplumsal olarak farz edilen bu ibadetlerin ailenin erkeğine bırakılması olgusunun ön planda oldu ve diğer toplumsal yönü ağır basan ibadetlerde de erkeklerin çok daha ön planda olduğu görülmektedir. Medeni hali göz önünde bulundurarak kurban kesme oranlarına baktığımızda evlilerin büyük farkla kurban kesen oranında bekârlardan daha fazla çıkmaktadır. Bunda genel olarak ailesinin yanında yaşayan bekârların aile büyüklerinin bu ibadeti yerine getirmesiyle kendisini bundan 175 azade sayması etken olmaktadır. Dolayısıyla yaptığımız ki-kare analizinde farklılaşma p<,000 düzeyinde anlamlılığa ulaşmaktadır. Öğrenim durumunun kurban kesmede anlamlı bir farklılaşmaya yol açıp açmadığına baktığımızda ise ki-kare analizine göre bu görülmemektedir. İşçilerin mesleki statülerini göz önünde bulundurduğumuzda ise yine kalifiye işçilerde kurban kesenler az çıkmaktadır. En fazla kurban ibadetini yerine getirenler ise ustabaşılar olarak gözükmektedir. Gruplar arasındaki bu farklılaşmalar ise ki-kare analizine göre anlamlı bir seviyededir (p<,019). Gelir durumunun kurban kesmedeki etkisine baktığımızda ise orta gelir grubunda olanların kurban kesme de daha fazla olduğu görünmektedir. Yine alt gelir grubu bu ibadete daha az katılmaktadır. Bu farklılaşma ise ki-kare analizine göre anlamlı bir seviyeye ulaşmaktadır. Tablo 64. Cinsiyete Göre İbadetleri Yapmak İçin Camiye Gitme Durumu (Ki-kare) İbadetlerimi Yapmak İçin Camiye giderim. N Hiç % N Bazen % N Çoğu zaman % N Her zaman % Toplam Cinsiyet Erkek Kadın 55 33 21,2 78,6 151 9 58,3 21,4 28 0 10, ,0 25 0 9,7 N 259 Chi-Square X2=58,475 sd=3 p<0.000 Toplam 88 29,2 160 53,2 28 9,3 25 ,0 8,3 42 301 On beşinci ifademiz ise “ibadetlerimi yapmak için camiye giderim”’dir. Bu ifadeye erkeklerin %21,2’si hiç, %58,3’ü bazen, %10,8’i çoğu zaman, %9,7’si ise her zaman cevabını verirken, kadınların ise %78,6’sı hiç, %21,4’ü ise bazen cevabını vermektedir. Genellikle camiye giden kadın işçiye rastlamadığımız araştırmamızda bunu iş hayatı kaynaklı olarak değerlendirilmemizin yanında kadınların cami ile ilgili toplumsal davranışlarında da aramaktayız. Kadınların camiye gidişinin genel olarak özel dini gün ve gecelere hasredildiği toplumumuzda bunun yansımalarını işçi kadınlarda da görmekteyiz. Ayrıca camiye gitmek için belli bir zamana ihtiyaç duyulması, iş hayatının ve diğer görevlerin sorumlulukları kendisini saran kadınlar için işin daha da zorlaşmasına sebep olduğunu söyleyebiliriz. Bunun ötesinde özel günlerde kadınlara yönelik yer ayrılması ve toplu olarak kadınların ibadethaneye gitmesi daha da kolaylaşmaktadır. Bireysel olarak camiye gitmektense özellikle kadınlar için arkadaş ve 176 komşularla camiye gitmek daha da kolaylaşmaktadır. Ayrıca bizim toplumumuzda kadınların vakit namazlarına gitmesi alışılan bir durum olarak görülmemektedir. Aslında sanki bu durum kadınların dini olarak yetişme tarzlarında var olarak gözükmektedir. Araştırmamızın sonucunda yaptığımız ki-kare analizinde kadınlarla erkekler arasında ki farklılaşmanın anlamlılık seviyesine ulaştığını görmekteyiz (p<,000). İşçilerin evli olanları da genellikle diğer ibadetlerde olduğu gibi bekârlara nazaran daha fazla camiye gitmekte olduklarını ifade ederken genellikle camiye gitme oranları %10’ların altına düşmektedir. Yine de evlilerle bekârlar arasındaki camiye gitme oranlarındaki farklılaşma ki-kare analizine göre anlamlı seviyededir (p<,003). Öğrenim durumuna göre camiye gitme oranlarına baktığımızda ise anlamlı bir farklılaşmaya rastlamamakla birlikte fakülte ve yüksekokul mezunlarının camiye devam edenlerinin diğerlerinden yüksek oranlara sahip olduğunu görmekteyiz. Mesleki statüye göre ise camiye gitme oranlarına baktığımızda yine ki-kare analizine göre anlamlı bir farklılaşmaya rastlamamakla birlikte usta ve ustabaşıların diğerlerine oranla camiye daha devamlı oldukları gözükmektedir. Son olarak gelir durumuna baktığımızda alt gelir grubunda olanların %40’ı hiç camiye gitmezken bu oran orta gelir grubunda %19’a düşmektedir. Görüldüğü gibi iki gelir grubu arasında camiye devam hususunda büyük farklılık gözlenmekte ve bu farklılıkta ki-kare analizine göre anlamlı seviyeye ulaşmaktadır (p<,000). Diğer ibadetlerde olduğu gibi camiye gitme konusunda da alt gelir grubunun ilgisiz kalması işçilerin dine dair ilgisiz durumunu yansıtan genel görüşe yakın olduğu ifade edilmelidir. Fakat yine de orta gelir grubunun durumu ve oranları da bu görüşü doğrulamamakla birlikte alt gelir grubunun oranları Batı ülkelerinde ki işçilerin dini davranışlarıyla ilgili oranlarında yüksek çıkmaktadır. Günay’ın Almanya’da yapılan araştırmada naklettiği veriler, işçilerin dini pratiklere en az ilgi duyan grup olduğunu göstermekte ve oranlar ortalama %19’larda seyretmektedir (Günay, 1987, 36). Genel olarak ibadet oranlarına baktığımızda katılımcıların dini pratiklere olan ilgisi %19’ların çok çok üzerinde seyretmektedir. Tablo 65. Cinsiyete Göre Dindarlığın İbadet Boyutunun Analizi (t-testi) Dini Yaşayışın İbadet Boyutunun Cinsiyete Göre Analizi (t-testi) İbadet Hayatı Cinsiyet n x ss Erkek 259 38,4672 10,17111 Kadın 42 32,9286 9,22984 sd t p 299 3,314 ,001 177 Yukarıda ölçekte sunulan ifadeler bağlamında yaptığımız değerlendirmelerden sonra genel olarak ölçekten alınan ibadet puanlarının çeşitli bağımsız değişkenler bağlamında değerlendirebiliriz. İlk olarak cinsiyet bağlamında yaptığımız analizde erkeklerin dinin ibadet boyutundan 38,46 puan aldıkları, kadınların ise 32,92 puan aldıkları görülmektedir. Erkeklerin kadınlara göre daha fazla puan aldıkları görülmekte ve bu farklılaşma istatiksel olarak anlamlılık seviyesine ulaşmaktadır. Cinsiyet değişkeninin insanların dindarlığının farklılaşmasında temel bir etmen olarak yer aldığı araştırmamızda cinsiyet temelinde kadın ve erkek dindarlığından kuramsal olarak söz etmemekle birlikte işçilerin cinsiyet bağlamında dindarlıklarının farklılaşacağını ifade edebiliriz. Bilindiği gibi erkeklerin ve kadınların toplumsal konumlarının farklılaşması ve ifa ettikleri rollerin hemcins ve karşı cins bağlamında farklı değişkenlere binaen değişik durumlarda kendisini göstermesi dindarlığın boyutlarında farklı sonuçlara ulaşmamızı sağlamaktadır. Bu noktada örneğin kadının sosyal statüsünün dindarlığına etkisi farklı şekillerde kendisini gösterirken bu durum erkeklerde daha farklı bir durum arz etmektedir. Kadın ve erkek dindarlığının dinin farklı boyutlarına göre değiştiği ve faklılaşmaların kadının Psiko-sosyal durumundan ciddi bir biçimde etkilendiği hususunda görüşler olmakla birlikte özellikle MüslümanTürk toplumunun kendi içsel yapısı da duruma farklı bakmamızı gerekli kılmaktadır. Dinin anlaşılma biçiminde geleneksel yapımızın erkeksi bir yön sergilemesi dindarlığın da hangi bağlamlarda, nasıl anlaşılacağına etki etmekle birlikte kadınların bu geleneksel bağlamda anlaşılan dindarlık yapısına göre bir din anlayışına adapte edilmiş olması önemlidir. Diğer yönden modernleşmeyle birlikte dindarlıkta yaşanan kırılmaların etkisini öncelikle kadınlarda görmekte ve böylece değişen toplumsal rollerin kadın ve erkek dindarlığını da ciddi bir biçimde etkilemektedir. Her insanın biyolojik olarak taşıdığı dini eğilimlerin toplumsal alandaki yansımaları da bazen klikleşme seviyesinde dahi hissedilmekte ve belli tipolojik dindarlıklara rastlanmakla birlikte karşılıklı dinsel algılamalar dindarlığı farklı boyutlara çekebilmektedir. Sonuçta farklı metodolojik bakış açılarıyla cinsiyet bağlamında dindarlıklar farklılaşmakta ve bu araştırmamızda dinin belirlediğimiz boyutlarından kadınlar daha az puan almaktadırlar. Yapıcı da yayınladığı bir makalesinde, kadın dindarlığının erkeklere nazaran daha az olduğu yönünde ki araştırma sonuçlarının olduğuna değinmekte ama kendi yaptığı çalışmada ve diğer bazı çalışmalarda anlamlı farklılaşmanın olmadığına değinmektedir (Yapıcı, 2008, 21–22). Bu noktada kadınların erkeklere nazaran seküler akımlara daha meyyal olduğu ve bunun 178 da ortaya çıkan değişim ve dönüşümlere bağlı olarak erkek ve kadın dindarlığı oranlarını etkilediğini ifade etmeliyiz. Şahin ise meslek sahibi kadınların dini pratik ve inançlara ilgisinin azaldığına dikkat çekmekte işbölümünün de kadınları daha dindar hale getirmediğini, onları dindar bıraktığını ama buna karşın erkeklerin dindarlık eğilimlerini azaltmıştır öngörüsünde bulunmaktadır (Şahin, 2006,329,334). Bu noktada Çelik’te yaptığı araştırmada meslek ve gelir durumunun geleneksel anlayışın yanında bazı dinsel inanç ve uygulamalarda sorgulamalara yol açtığını ve kadın dindarlığında algılamaların farklılaştığını vurgulamaktadır (Çelik, 2006, 99). Kayıklık ise yaş değişkenine göre dinsel eğilimleri araştırdığı eserinde kadınların erkeklere nazaran daha dindar olduğuna dair bulguları destekler mahiyette ulaştığı sonucu ifade etmektedir. Bu sonuçlar kadınların genel dinsel yaşayış puanlarının daha yüksek olduğunu göstermektedir (Kayıklık, 2003, 146, 158). Bu araştırmalarda görülen o ki kadınların ve erkeklerin dindarlığı farklı değişkenlerden etkilenmekle birlikte dindarlık kıstaslarına ve uygulanan ortama göre de farklılaşmalar ortaya çıkmaktadır. Bireysel, toplumsal ve çevresel faktörlerin dindarlığı etkilediği görülmekte ve sonuçta kadınların veya erkeklerin daha dindar olduğuna dair sonuçlar ortaya çıkmaktadır. Sonuç olarak araştırmamızda kadınların aldıkları puanların az çıkmasında çalışma hayatının kadınlar üzerindeki etkisini ifade edebiliriz. Özellikle fabrika işçiliğinin kadınlar üzerindeki etkisinin ağır olduğu ve dini yaşam için gerekli zaman ve çabayı yeteri kadar sağlayamadığı görülmekte, kent yaşamının geçim derdine dönüştürdüğü hayatları dinsel yaşamdan uzaklaştırdığını ve ayrıca modern yaşamın hayatı sekülerleştirme yönünün kadınlarda daha fazla hissedildiğini görmekteyiz. Tablo 66. Medeni Hale Göre Dindarlığın İbadet Boyutunun Analizi (t-testi) Dini Yaşayışın İbadet Boyutunun Medeni Hale Göre Analizi (t-testi) Medeni n x ss Evli 233 38,7597 9,89134 Bekâr 68 34,0441 10,52564 İbadet Hal Durumu sd t p 299 3,409 ,001 Medeni hale göre ibadet durumunu değerlendirdiğimizde evli olanların aldıkları ibadet puanlarının toplamının ortalamasının 38,75 olduğu bekârların ise 34,04 puan 179 aldıkları görülmektedir. Ayrıntılı olarak ifadelerin analizinde de değerlendirdiğimizde de gördüğümüz gibi bekârların dini pratiklere ilgisinin az olduğunu görmekteyiz. Bekârların gençliğin verdiği bir davranış tarzına sahip olmasının yanında bireysel eğilimler yönünden de evlilerden farklılaşmakta olup, görüş ve beklentileri daha çok görünenlerle ilgili olmakta ve bu da seküler eğilimlerin daha baskın olarak hayatlarında yer etmesine neden olmaktadır. Dinsel açıdan gençlerin dini pratiklere olan ilgisiyle evlilerin durumu t-testi analizine göre anlamlı bir şekilde farklılaşmaktadır. Aile olmak toplumun temel unsuru olmanın ötesinde kişinin bireysel ve toplumsal hayatının düzenlenmesinde de önemli bir etken olmakta ve sağlıklı bir aile yapısı dini açıdan da kendisini ifade edebilen ve inancını daha sağlam temellere göre düzenleyebilen insanlar olmak açısından çok önemlidir. Bilindiği dindarlığın farklı değişkenlerden etkilenmesinde sağlıklı bir aile de önemli bir yer işgal etmekte ve bu noktada evli veya bekâr olmanın dini yaşamın farklı boyutlarında kendisini gösterdiği ifade edilmektedir. Bu noktada gençlerin ergenlik sonucu ortaya çıkan kimlik ve arayış süreçlerinden etkilenerek farklı dindarlık algılamaları veya geleneksel algılamalara dair protest duruşlar sergilemeleri olağan durumlardandır. Bu noktada gençlerin daha dışa dönük ve biraz daha serbest bakış açılarının yanında modern hayata karşı daha eğilimli olmaları da dini pratiklerde ki azlığa neden olabilir. Sonuçta evli kişiler kendilerine aktarılan ve çocuklarına aktarmak durumunda oldukları değerleri önemin, daha iyi kavrayıp yaşarken bekârlarda değerlerin önemini bu derecede görmek her zaman mümkün olmamaktadır. Tablo 67. Gelir Durumuna Göre Dindarlığın İbadet Boyutunun Analizi (t-testi) Dini Yaşayışın İbadet Boyutunun Gelir Durumuna Göre Analizi (t-testi) İbadet durumu Gelir n x ss Alt 144 36,3264 10,98431 Orta 155 38,9032 9,35295 sd t p 297 -2,189 ,029 İşçilerin gelir durumuna göre ibadet puanlarına baktığımızda yine anlamlı düzeyde bir farklılaşmaya rastlamaktayız. İşçilerimizi alt gelir ve orta gelir grubu olarak iki kısımda görmekteyiz. İbadetlere devam bakımından alınan puanlara baktığımızda alt gelir grubunda olanlar 36,32, orta gelir grubunda olanlar ise 38,90 puan almışlardır. 180 Görüldüğü gibi orta gelir grubunda olanlar daha yüksek bir ibadet puanıyla alt gelir grubundan t-testi analizine göre farklılaşması anlamlılık seviyesine ulaşmaktadır. Dindarlığın diğer değişkenlerde olduğu gibi sosyo-ekonomik düzeye göre de farklılaşmakta ve genel olarak dinsel yaşayış üst gelir gurubuna doğru daha da azalmaktadır. Araştırmamızda iki temel grup bulunmakta olduğundan dolayı bunlar bağlamında değerlendirme yapacağız. Öncelikle kuramsal bağlamda tartıştığımız gibi dinin sosyo ekonomik hayatla olan değişken ilişkileri değişik bakış açılarına göre değerlendirilmekte ve genel anlamda bu bakış açıları bu iki duruma biçilen toplumsal konuma göre değişkenlik arz etmektedir. Her ne şekilde olursa olsun din farklı toplumsal statüde olan insanların hayatını etkilemekte veya bu insanların hayatlarında çıkış noktasını oluşturmaktadır. Bu noktada aslında dinin ekonomik hayatla ilişkisini insanların kendileri belirlemekte ve bu noktada kendilerine değer biçmektedirler. Onay’ın verdiği bilgiye göre, çeşitli ülkelerde yapılan araştırmalarda tespit edilmiştir ki; dinsel faaliyetlerle en fazla ilgilenenler ekonomik durum itibariyle “orta” gelir düzeyine mensup olanlardır (Onay, 2004, 115). Alt gelir düzeyinde olanlar ise daha çok dinin duygu boyutuyla ilgilenmekte olup yapılan analizlerde kendi durumlarını din aracılığıyla meşrulaştırdıkları ifade edilmektedir (Kirman, 2005, 177). Görüldüğü gibi kişilerin toplumsal statüleri onların dini davranışlar hususunda farklılıklar sergilemelerine neden olmasının yanında farklı boyutlarda değişik inanç durumları da ortaya çıkarmalarını sağlamaktadır. Bu noktada Batı’da yapılan çalışmalarda işçiler alt gelir düzeyinde dine en az ilgi duyan ve dini pratikleri en az sergileyenler olarak görünürken ülkemizde durum farklılaşmaktadır. Özellikle ideolojik farklılaşmanın yanında yerel olarak Avrupa işçilerinden farklılaşmaları doğal olarak görünmektedir. Öncelikle Türk işçilerinin proleterya bilinciyle dine yaklaşımlarının genel olmadığını ve bu noktada geleneksel duruşlarının Türk toplumuyla kaynaşmış olduğunu ifade etmeliyiz. Vatter’in bu konudaki değerlendirmesi şu şekildedir, “ son yüz yıldır çok sayıda Ortadoğulu sanayi işçisi sendika kurup greve katılmış olmasına rağmen, Marks’ın sosyalizmin ön şartı olarak gördüğü devrimci işçi sınıfı siyaseti içinde yer almış işçi sayısı pek azdır. Yine tipik bir özellik de işçilerin sınıf kimliğini milli veya dini kimlik içine hapsetmeleri, böylelikle sınıflar arası ilişkilerde “çatışmadan” ziyade “uyumu” doğal ve arzu edilir görmeleridir. Sınıf bilinci olmazsa olmaz türünden bir unsur olarak ortay çıkmamaktadır (Vatter, 1998, 76). Türkiye’de yapılan araştırmaların bazılarında gelir düzeyi arttıkça dine olan ilginin azaldığı görülmekte, bazılarında ise sosyo-ekonomik durumla dindarlık arasında anlamlı bir 181 farklılaşma bulunmamaktadır (Yapıcı, 2007, 252). Diğer açıdan gelir durumu dışında diğer değişkenlerinde dindarlık üzerinde etkide bulunarak farklılaşmaya neden olduğunu görmekteyiz. Bu değişkenler genel olarak değerlendirildiğinde durum farklılaşmaktadır. Yapıcı ise çalışmasında en dindar olanların “orta” gelir düzeyinde olduğunu belirlemekte ve ilişkinin eğrisel olduğunu ifade etmektedir. Ayrıca dindarlığın bazı boyutlarında anlamlı farklılıkların ortaya çıktığını ifade ederek genelleştirme yapmanın doğru olmadığını ifade etmektedir (Yapıcı, 2007, 252-253). Tablo 68. Yaşa Göre Dindarlığın İbadet Boyutunun Analizi (t-testi) Dini Yaşayışın İbadet Boyutunun Yaşa Göre Analizi (t-testi) Yas İbadet Durumu 15–35 Yaş 36 ve + Yaş Dindarlığın n x ss 195 38,0051 10,56765 106 37,1226 9,54858 ibadet boyutundan sd t p 299 ,715 ,475 yaş değişkenine göre alınan puanlara baktığımızda 15-35 yaş arasındaki işçilerin 38,00 puan, 36 ve üzeri yaştakilerin ise 37,12 puan aldıkları görülmektedir. Yaş bağımsız değişkeniyle yaptığımız analizlerde yaşın farklılaşmaya neden olan bir değişken olarak karşımıza çıkmadığını görüyoruz. Bu noktada yapılan t-testi analizi sonucunda anlamlı bir farklılaşmaya rastlamamaktayız. Bu durum, yani gençlerin daha dindar eğilim sergilemeleri geleneksel görüşe ters düşmektedir. Yapıcı’nın yaptığı çalışmada da buna benzer durum ortaya çıkmaktadır (Yapıcı, 2007, 256–257). Fakat Kayıklık’ın yaptığı çalışmada ise tersi bir durum ortaya çıkmakta yani, yaş ilerledikçe dine eğilim artmaktadır (Kayıklık, 2003, 139,149).Yapılan çalışmalarda genelde yaş ilerledikçe dindarlığın davranışa dönüşme ihtimalinin yükseldiği görülmekte veya yaş ilerledikçe dine dönüşün artacağı vurgulanmaktadır. Fakat işçileri incelediğimiz bu çalışmada sonucun farklı çıkmasında farklı değişkenlerin etkisi olabileceği gibi örneklem grubumuzun tercihinin bu yönde ortaya çıkması olarak ta değerlendirilebilir. 182 Tablo 69. Mesleki Statüye Göre Dindarlığın İbadet Boyutunun Analizi (t-testi) Dini Yaşayışın İbadet Boyutunun Mesleki Statüye Göre Analizi (t-testi) İbadet Durumu Mesleki Statü n x ss Düz, Kalifiye İşçi 198 37,1010 10,84594 Usta, Ustabaşı 103 38,8350 8,80853 sd t p 299 -1,400 ,163 Mesleki statünün dinsel yaşayışta anlamlı farklılaşmaya yol açmadığını gördüğümüz tablomuzda düz işçilerin ve kalifiye işçilerin 37,10, usta ve ustabaşıların ise 38,83 puan aldıkları görülmektedir. Genel olarak ifadelerde de gördüğümüz gibi dinsel yaşayış açısından en uzak olanlar kalifiye işçiler olarak gözükmekte daha sonra düz işçiler ve diğerleri gelmektedir. Bu analizimizde de farklılaşma anlamlılık seviyesine ulaşmamakla birlikte usta ve ustabaşıların daha fazla puan almaları genel eğilimi yansıtmaktadır. Özellikle işçilerin dine karşı uzak durumda olduklarına dair görüşler bunu alt gelir grubunda değerlendirmekte ve bu da kendini orta gelir grubunda değerlendiren ustalar için dini açıdan farklılaşmayı beraberinde getirmektedir. Kısmen gelir problemini halleden ve belli bir statüde rahat nefes alan ustaların biraz daha dini pratiklere eğilimli oldukları anlaşılmaktadır. Tablo 70. Öğrenim Durumuna Göre Dindarlığın İbadet Boyutunun Analizi (t-testi) Dini Yaşayışın İbadet Boyutunun Öğrenim Durumuna Göre Analizi (t-testi) İbadet Durumu Öğrenim Durumu n x ss Okur-Yazar Değil, OkurYazar, İlköğretim Lise ve Dengi Okul, Fakülte veya Yüksekokul 177 37,1921 10,39544 sd t 299 -1,019 124 38,4113 p ,309 9,94457 Öğrenim durumu değişkeni ile dini pratiklere katılma durumuna baktığımız da gruplar arasında anlamlı seviyeye ulaşan bir farklılaşmaya rastlamamaktayız. Öğrenim durumuna göre lise öğrenimine kadar olanlarla lise ve sonrası öğrenim görenleri değerlendirdiğimizde yaklaşık bir puanlık farklılaşmayla karşılaşmaktayız. Okur-yazar olmayan, olan ve ilkokul, ortaokul seviyesinde eğitim görenlerin aldıkları puan 37,19 olarak, lise ve dengi okulla fakülte veya yüksekokul öğrenimi görenlerin aldıkları puan 38,41 olarak gözükmektedir. Sonuçlar farklılaşmanın t-testi analizine göre anlamlılık 183 seviyesine ulaşmamakla birlikte öğrenim durumu arttıkça dindarlığın ibadet boyutuna devamlılığın arttığı gözlenmektedir. Genel görüşlerin aksine araştırma evrenimizde öğrenim durumunun dini yaşayışa olumlu katkısının gözlenmesi işçilerin yapısı ile ilgili olsa gerektir. Özellikle işçi kesiminde eğitimin dini anlayışa önemli katkısının olacağını düşünmekteyiz. Eğitimsizlik işçilerin anlayış ve davranışlarında ciddi problemlerin ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Eğitimin görüş ve düşünceleri daha doğru ve düzgün değerlendirmelerine katkı sağlayacağı ve dolayısıyla farklı görüş ve düşüncelere karşı daha eleştirel bir tavır takınacakları düşünülmektedir. Aksiyonun daha fazla gözlendiği iş hayatında farklı ideolojilerin geleneksel hayatın yanında dini düşünce ve yaşayışa olan olumsuz tavrı işçiler üzerinde ciddi bir biçimde etkin olabilmekte ama okuyan, kendini geliştiren ve farklı ideolojileri değerlendirebilen işçilerde durum değişmektedir. Bu bağlamda dinin neliği ve mahiyeti hususunda bilgileri değerlendirmede eğitimin önemli olduğu düşünülebilir. Sonuçta ise genel olarak baktığımızda işçilerin dini hayat hususunda olumlu bir tavır geliştirdikleri ve Türk toplumu bağlamında dini yaşayışa dair davranışlara devam ettikleri görülmektedir. Tablo 71. Çalışma Yılına Göre Dindarlığın İbadet Boyutu (Tek Yönlü ANOVA) Çalışma Süresi İbadet Boyutu 1.0–5 Yıl 2.6–10 Yıl 3.11-+ Yıl Toplam Tek Yönlü ANOVA Varyansın kaynağı İbadet Gruplar Boyutu Gruplar İçi Toplam N X 93 97 111 301 37,8387 37,9897 37,3153 37,6944 Kareler Toplamı 26,346 31265,53 31291,88 Kareler Ortalaması 2 13,173 298 104,918 300 Sd Standart Sapma 10,95772 10,46472 9,39340 10,21304 F ,126 P ,882 Standart Hata 1,13626 1,06253 ,89158 ,58867 Fark Anlamlı farklılaşma yoktur. İşçilerin çalışma yılına göre ibadet puanlarına baktığımızda tek yönlü varyans analizine (ANOVA) göre gruplar arasında anlamlı bir farklılığın olmadığını görmekteyiz (p<,882). Çalışma yılında 5. yılını dolduranlar 37.83 puan, 10. yılını dolduranlar 37.98 puan, 11. yıl ve üzeri çalışanlar 37.31 puan almışlardır. Görüldüğü gibi ibadetlere devam hususunda alınan puanlar çalışma yılına göre çok az farklılaşmaktadır. 184 Tablo 72. İşkoluna Göre Dindarlığın İbadet Boyutu (Tek Yönlü ANOVA) İş Kolu N X Standart Sapma 10,39640 9,76742 10,55696 13,31666 8,18116 10,73614 11,81807 10,21304 Standart Hata 1,03448 1,40981 1,43662 7,68838 1,20625 1,60045 5,90903 ,58867 1.Gıda 101 38,9307 2.Tekstil 48 38,7917 3.Makine-imalat 54 36,1481 İbadet 4.Plastik 3 25,6667 Boyutu 5.Yapı-İnşaat 46 35,0435 6.Mobilya 45 39,3111 7.Matbaa-Basım 4 35,5000 Toplam 301 37,6944 Tek Yönlü ANOVA Varyansın Kareler Kareler Sd F P Fark kaynağı Toplamı Ortalaması İbadet 4 ile Gruplar Arası 1235,410 6 205,902 2,014 ,064 Boyutu diğerleri Gruplar İçi 30056,470 294 102,233 arasında Toplam 31291,880 300 Farklı işkollarında çalışan işçilerin ibadetlerle ilgili kullandığımız ölçekten aldıkları puanlar tek yönlü varyans analizine (ANOVA) göre anlamlı bir şekilde farklılaşmamaktadır. Ölçeğimizden gıda sektöründe çalışan işçiler 38.93, tekstil sektöründe çalışan işçiler 38.79, makine ve imalat sektöründe çalışan işçiler 36.14, plastik sektöründe çalışan işçiler 25.66, yapı ve inşaat sektöründe çalışan işçiler 35.04, mobilya sektöründe çalışan işçiler 39.31, matbaa ve basım sektöründe çalışan işçiler ise 35.50 puan almışlardır. Mobilya sektöründe çalışan işçilerin aldığı 39.31’lik puanın en yüksek puan olduğunu, buna karşın plastik sektöründe çalışan işçilerin ise 25.66 puanla en düşük puana sahip oldukları görülmektedir. Plastik ve matbaa sektöründe çalışan işçilerin sayısının azlığı örneklemi temsil edecek düzeye ulaşmamakla birlikte diğer sektörlerin kendi aralarında ki farklılaşmaya baktığımızda, post hoc (scheffe) analizine göre, gruplar arasında anlamlı farklılaşmalar görülmemekte ve farklılaşmanın kaynağının hep plastik sektörleri ile diğer sektörler arasında gerçekleştiği görülmektedir. Sonuçta işkollarının farklı olmasının işçilerin ibadetlerine anlamlı bir seviyeye ulaşacak biçimde etki etmediğini söyleyebiliriz. 185 Tablo 73. Öznel Kimlik Algısına Göre Dindarlığın İbadet Boyutu (Tek Yönlü ANOVA) Kimlik Algısı Türk Müslüman Müslüman-Türk İnsan Toplam Tek Yönlü ANOVA İbadet Boyutu Varyansın kaynağı İbadet Boyutu Gruplar arası Gruplar içi Toplam N X 12 54 181 54 301 34,3333 41,7037 38,5138 31,6852 37,6944 Kareler Toplamı 3075,091 28216,790 31291,880 Sd 3 297 300 Standart Sapma 10,23660 10,60728 9,25359 10,35925 10,21304 Standart Hata 2,95505 1,44347 ,68781 1,40972 ,58867 Kareler F P Ortalaması 1025,030 10,789 ,000 95,006 Araştırmamıza katılan işçilerin kimlik algısı noktasında farklılaştığını ve genel tercihlerini Müslüman-Türk şıkkından yana kullandıklarını gördük. Bu analizimizde ise kimlik tercihinde bulunan işçilerin ibadetlerden aldıkları puanların ne olduğu ve diğer tercihte bulunanlarla farklılaşıp farklılaşmadıklarını bulmaktır. Genel olarak baktığımızda öznel kimlik tercihini Türk olarak ifade eden katılımcıların aldıkları puan 34.33, Müslüman olarak ifade edenlerin aldıkları puan 41.70, Müslüman-Türk olarak ifade edenlerin aldıkları puan 38.51 ve kendisini insan olarak ifade edenlerin aldıkları puan da 31.68 olarak görünmektedir. Puanların sırasıyla Müslüman, Müslüman-Türk, Türk ve insan kimlik algısına göre olduğu görülmektedir. Müslüman ve insan kimlik algısına sahip olan insanların ibadet puanlarına baktığımızda arada on puanlık bir farklılaşma görülmekte ve bu da tek yönlü varyans analizine (ANOVA) göre anlamlı bir seviyeye ulaşmaktadır. Bu anlamlı seviyeye ulaşan farklılaşmanın hangi gruplar arasında olduğunu görmek için post hoc (scheffe) analizine baktığımızda öznel kimlik algısı insan olanla diğer gruplar arasında olduğunu görmekteyiz. Yalnız öznel kimlik algısını insan olarak ifade edenlerle Türk olarak ifade edenler arasında ki farklılaşma anlamlı bir seviyeye ulaşmamaktadır. Görüldüğü gibi öznel kimlik algısı dindarlığın boyutlarında farklılaşma da etken olabilmektedir. Bu noktada işçilerimiz öznel kimlik algılarında dindarlıklarını da göz önünde bulundurmakta ve aidiyet algılamalarında dine bu şekilde yer vermektedir. Özellikle kendisini milli ve dini kavramlarla ifade etmek istemeyenlerin davranışlarında bu algılamaların etki ettiğini ve kendilerini bu kavramlarla kimliklendirmedikleri görülmektedir. Kendisine dini aidiyetine göre kimlik atfeden insanların ise dini yaşam bakımından bu aidiyetini görünür kılma eğilimi 186 taşıdıkları ve öncelikle bunu ifade edecek bir dindarlık sergiledikleri ifade edilebilir. Tablo 74. Öznel Dindarlık Algısına Göre Dindarlığın İbadet Boyutun (Tek Yönlü ANOVA) Hiç dindar değil N 22 X 24,6364 Standart Sapma 6,29849 Standart Hata 1,34284 İbadet Biraz dindar 108 33,1389 9,18395 ,88373 Boyutu Dindar 142 41,9718 7,97420 ,66918 Çok dindar 29 43,6207 10,10450 1,87636 Toplam 301 37,6944 10,21304 ,58867 Dindarlık Algısı Tek Yönlü ANOVA Varyansın kaynağı İbadet Gruplar Arası Boyutu Gruplar İçi Toplam Kareler Toplamı 9609,158 3 Kareler Ortalaması 3203,053 21682,722 297 73,006 31291,880 300 Sd F P 43,874 ,000 Öznel dindarlık algısına göre yaptığımız analizde kendisini hiç dindar değil şeklinde nitelendirenlerin aldıkları ibadet puanları 24.63, biraz dindar şeklinde nitelendirenlerin 33.13, dindar şeklinde nitelendirenlerin 41.97 ve çok dindar şeklinde nitelendirenlerin ise 43.62 olarak görülmektedir. Görüldüğü gibi öznel dindarlık algısı daha dindar olmaya doğru gittikçe ibadet puanları da doğru orantılı olarak artmaktadır. Bu noktada kendisini daha dindar görenlerin daha fazla ibadetlere yöneldiklerine dair sonuçlar aldıkları puanlardan da ortaya çıkıyor denilebilir. Zaten kişilerin dindarlık algılamalarına dinin yaşamsal boyutunun ciddi bir biçimde etki ettiği ve yaşanılan hayatın kendisi algılamaları bir şekilde biçimlendirdiği ve sonuçta algılamalarla insanın kendisini belli bir düzlemde ifade ettiği anlaşılmakta ama onunda ötesinde olayın idealize edilmiş biçimlerinin ne kadar gerçekliği yansıttığı veya kişilerin bu noktada kendilerini ne kadar denetleyebildiği de önem arz eder görülmektedir. Bu noktada toplumsal hayatın kendisi belli bir ifade tarzında insanları toparlayabilmekte ve yaşanılan ortam o şekilde bir ifade tarzına insanları zorlayabilmektedir. Özellikle şahsiyetlerin profesyonel alanlara bölünebildiği günümüzde yaşanılan hayatların ifadesinde idealize edilmiş alanlara yaklaşmaya 187 çalışmak veya kişi açısından kendisini orada görmek ironik bir duruş olarak anlaşılmakta ve bizleri gerçek sonuçlara ulaşmaktan alıkoymaktadır. Kişilerin ideallerini ortamlarına göre gerçekler olarak sunmaya kalkışmaları bir problem olarak gözükürken bunu din alanında ise gayri ciddi bir dindarlık sunumuna yol açtığı aslında kişinin kendisi tarafından bile anlaşılmaktadır. Bunun yanında yaşanılan hayatı din konusu ortaya atılınca gayet savunmacı bir yaklaşımla “uyarsa da uymasa da uyar” şeklinde sunmak cehalet olarak görülebilir. Bu anlamda dini ibadetlerin anlaşılma ve yaşanma biçiminin bireysel ve toplumsal farklılaşmalardan ciddi bir biçimde etkilendiğini ve özellikle yaşanılan hayatın dini bir kılıfla sunulabilme becerisinin de dindarlıklarda farklılaşmalara yol açabildiğini ifade edebiliriz. Çok farklı biçimlerde farklı bilgi ve yaşam verilerine sahip olan insanların kendilerini nasıl gördükleri ve nasıl bir dindarlık sergiledikleri her zaman için kendilerini bağlamakla birlikte genel bir aynileşmeye de yol açabildiğini ve ortak bir dindarlık tarzını yansıttığını söyleyebiliriz. Bu noktada en büyük problemlerden birisi olan gösterişçi dindarlığın olumsuz etkilerinin dini anlayış ve yaşamda daralmalara yol açan etkisidir. Bu olumsuzlukların doğru bilgilenmeyle aşılabileceği bilinmekle birlikte aslında daha önemli olan toplumsal katılımı zorunlu olan insanoğlunun bireysel özellikleriyle anlamlı bir şahsiyet olarak kendisini toplumunda ifade edebilmesidir. Aslında öznel dindarlık algısının etkilendiği temel özne kişinin bu şahsiyet verileridir. Bu ve benzeri problemlerin etkilediği araştırmamızda şunu da göz önünde bulundurmaktayız ki kişilerin ideallerine olan düşkünlüğü veya kendisini biran için orada görme eğilimi sonuçları etkileyebilir. Ama sonuçta ulaştığımız puanların algılamalarla gerçeklik arasında doğrusal bir sonuç ortaya koymasıdır. Toplam da ibadetlerle ilgili ifadelerden oluşan ölçeğimizden alınan 37.69 puana ortalama aynı uzaklıkta bulunan hiç dindar değil ,biraz dindar ve dindar, çok dindar gruplarının arasındaki farklılaşmanın tek yönlü varyans (ANOVA) analizine göre anlamlı bir seviyeye ulaştığı görülmekte ve bu farklılaşmanın hangi gruplar arasında gerçekleştiğini bize gösteren post hoc (scheffe) analizine baktığımızda ise farklılaşma dindar ve çok dindar gruplarının arası hariç tüm gruplar arasında ortaya çıkmaktadır. Buna göre hiç dindar olmayanlarla diğer gruplar arasında, biraz dindar olanlarla diğer gruplar arasında, dindar olanlarla hiç dindar değil ve biraz dindar arasında ve son olarak çok dindarla hiç dindar değil ve biraz dindar arasında anlamlı seviyeye ulaşan farklılaşma görülmektedir. Görüldüğü gibi ibadetlere devam hususunda kendisini dindar olarak görenler de daha bir eğilimli olmalarına karşın kendisini dindar görmeyenler ise 188 daha az ibadetlere devam etmektedirler. Tablo 75. Dine Önem Verme Düşüncesine Göre Dindarlığın İbadet Boyutu (Tek Yönlü ANOVA) Standart Standart Sapma Hata 29,7500 14,93039 7,46520 24 23,1250 5,79589 1,18308 Önemli 54 34,3333 8,00000 1,08866 Çok önemli 219 40,2648 9,34915 ,63176 Toplam 301 37,6944 10,21304 ,58867 Din önem düşüncesi İbadet Boyutu N X Hiç önemli değil 4 Biraz önemli Tek Yönlü ANOVA Varyansın İbadet Boyutu kaynağı Gruplar arası Gruplar içi Toplam Kareler Toplamı 7403,866 23888,014 31291,880 Sd 3 297 300 Kareler Ortalaması 2467,955 80,431 F P 30,684 ,000 Dine önem verme düşüncesinin ibadet puanlarında farklılaşmaya yol açtığını görmekteyiz. Öznel dindarlık algısında olduğu gibi dine önem verme düşüncesinde de dine önem verme arttıkça ibadet puanlarında da artış görülmektedir. Yalnız bu durum hiç önemli değil ve biraz önemli diyenlerde farklılaşmaktadır. Dini biraz önemli görenlerin aldıkları puan hiç önemli görmeyenlere göre yaklaşık altı puan düşmektedir. Alınan puanlara baktığımızda dini hiç önemli görmeyenler 29.75, biraz önemli görenler 23.12, önemli görenler 34.33 ve çok önemli görenler ise 40.26 puan almışlardır. Görüldüğü gibi din önem düşüncesi ibadet puanlarında ki farklılaşmaları yansıtmakta ve gruplar arasındaki bu farklılaşmalar tek yönlü varyans analizine (ANOVA) göre anlamlı bir seviyeye ulaşmaktadır. Farklılaşmanın hangi gruplar arasında olduğunu gösteren post hoc (scheffe) analizine baktığımızda ise dini hiç önemli görmeyenlerle çok önemli görenler arasında, biraz önemli görenlerle önemli ve çok önemli görenler arasında, önemli görenlerle biraz önemli ve çok önemli görenler arasında, çok önemli görenlerle diğer gruplar arasında anlamlı farklılaşmaları görmekteyiz. Bu farklılaşmalardan ötürü dini önemli görmekle ibadet puanları arasındaki ilişkiyi çözümlerken grupların temsil edilme oranlarına da bakmaktayız. Aslında hiç önemli değil diyen üç kişinin pek temsil 189 yeteneği olmamakla birlikte özellikle biraz önemli diyenlerin yirmi dört kişilik bir temsille ibadet ölçeğinden düşük puan alması aslında dine bakış açısının ibadetlere devam durumuna etki ettiğini göstermektedir. Aslında dine önem vermenin farklı bağlamlardan etkilendiğini görmekteyiz. Özellikle kişilerin sosyal ortamlarının bunda etkin olduğunu görmekteyiz. Örneğin insanların toplumsal hayatın temellerinde bir harç olarak gördükleri dini önemli görme eğilimlerinin ibadetlere ne kadar yansıyacağı önem arz etmektedir. Bunun dışında da farklı kültler içerisinde dini önemli görme eğiliminin yansımaları ibadet açısından da farklılaşacaktır. Süreç, toplumsal hayatta ortak algılama farklılıklarının dine biçilen önemli konumlarında kendisinden ziyade size aitmiş gibi bir durum ortaya çıkarmakta dolayısıyla farklı şekillere koşulan din yorulmakta ve hayatın çözüm yollarında gerçek mecrasından uzaklaştırılarak kullanılmaktadır. Bu durum teolojik ve sosyolojik açıdan farklı değerlendirilse de önemli olan dine önem verme derecesinin bu gibi bakışlardan etkilendiği ve dolayısıyla dinsel olanın bu önem verme biçimine göre farklılaştırılarak içselleştirildiği veya içselleştirilmeden kullanıldığı görülmekte sonuçta bu da ibadet boyutundaki farklılaşmaların bizzat kendisinde ortaya çıkmaktadır. Tablo 76. Dinî Bilgi Yeterlilik Bağlamında Dinsel Yayınları Okuma Durumu (Ki-kare) Dinsel yayınlar okuyorum N % N Bazen % N Çoğu zaman % N Her zaman % Toplam N Hiç Dini Bilgi Yeterlilik Toplam Evet, Kısmen Yeterli Dini bilgi yeterli yeterli değil almak gereksiz 21 32 66 3 122 35,6 29,6 50,8 75,0 40,5 18 50 44 1 113 30,5 46,3 33,8 25,0 37,5 9 16 8 0 33 15,3 14,8 6,2 ,0 11,0 11 10 12 0 33 18,6 9,3 9,2 ,0 11,0 59 108 130 4 301 2 Chi-Square X = 21,568 sd=9 p<,010 Araştırmamızda işçilerin dinsel yayınları okuma durumu ile dini bilgi yeterlilik durumları arasında anlamlı bir ilişki olup olmadığını da tespit etmek için ki-kare analizine başvurduk. Ki-kare analizine göre dinsel yayınları okuma durumu ile dinî bilgi yeterlilik seviyesi arasında anlamlı bir ilişki ortaya çıkmakta ve genel olarak dini bilgi 190 yeterlilik seviyesi arttıkça dini yayınları okuma oranı da artmaktadır. Fakat her halükarda dinsel yayınları okumanın yeteri kadar olmadığını görmekteyiz. İşçilerin toplamda %40,5’i dini yayınlar okumazken %37,5’i bazen, %11 çoğu zaman ve %11’de her zaman okumaktadır. Dini bilgisini yeterli görenlerin %35,6’sı hiç kitap okumazken %30,5’i bazen, %15,3’ü çoğu zaman, %18,6’sı ise her zaman kitap okumaktadır. Belli bir saat ve zaman belirtmediğimiz bu ifademizde genel bir anlamı kastetmekteyiz. Dini bilgisini biraz yeterli görenlerde ise bu oranlar %29,6, %46,3, %14,8, %9,3 şeklinde görünürken diğer gruplarda okuma oranları daha da azalmaktadır. Sonuçlar işçilerimizin okuma oranlarının çalışma hayatının da etkisiyle az olduğunu göstermektedir. Aslında onun da ötesinde okumanın genel olarak bir kültür olduğunu ve insanların istekleri tarafından perçinlendiğini ve bunun insanın yetiştirilmesinde kazanılan bir alışkanlık olarak geleceğe yansıdığını düşünürsek okumanın neden çok düşük seviyelerde olduğunu anlarız. Bunun yanında sebeplerden birisi olarak ta okuma işi genelde belirli karşılıklara denk gelecek şekilde yapılmaktadır. İnsanımız mesleği ve ilgi alanına göre kendisini geliştirmek veya belli alanlarda yetiştirmek için okurken dini bilginin karşılığı genel olarak hayata yansımamakta veya bu bilgiyi farklı biçimlerde elde etme yoluna gitmektedir. Bu noktada referanslar da dini bilginin okumayla elde edilmesinde azalmaya neden olduğunu görmekteyiz. Tablo 77. Dini Bilgi Yeterliliğine Göre Kur’an-ı Kerim Okuma Durumu (Ki-kare) Kur’an-ı Kerim okuyorum. Hiç Bazen Çoğu zaman Her zaman Toplam N % N % N % N % N Dini Bilgi Yeterlilik Evet, Kısmen Yeterli Dini bilgi yeterli yeterli değil almak gereksiz 34 59 85 3 57,6 54,6 65,4 75,0 12 28 27 1 20,3 25,9 20,8 25,0 7 9 7 0 11,9 8,3 5,4 ,0 6 12 11 0 10,2 11,1 8,5 ,0 59 108 130 4 2 Chi-Square X = 5,664 sd=9 p<,773 Toplam 181 60,1 68 22,6 23 7,6 29 9,6 301 Tablo 77’ye göre ise dini bilgi yeterlilik bağlamında Kuranı Kerim okuma oranlarına baktığımızda ise anlamlı bir farklılaşmayla karşılaşmamaktayız. Çünkü tüm gruplarda Kuranı Kerim okuma oranı çok düşük seviyelerde seyretmektedir. Ortalama 191 %60 oranında hiç Kuranı Kerim okumadığını ifade eden işçilerin dini bilgisini yeterli görenlerde ise bu oranın %58’ varması düşündürücüdür. Bilindiği gibi İslam dininin temel kaynağı olan Kuranı Kerimden bu kadar uzak olmanın dini bilgi ve ibadet bakımından eksiklik yaratacağı ortadadır. Ayrıca dini bilgisini kısmen yeterli görenlerin ise okuma oranlarının yeterli görenlere göre biraz daha yüksek olarak ortaya çıkmasıdır. Sonuçta toplumsal alanda da mevcut olan Kuranı Kerim okuma oranının azlığı işçilerimizde de ortaya çıkmaktadır. 3.11. Araştırmaya Katılanların Dinin Etkisini Hissetme Durumları Katılımcıların dinin etkisini hissetme durumlarını ölçtüğümüz son ölçekte toplam on dokuz soru sorulmuş ve bunların iki tanesi geçerli ölçümü sağlamadığı için değerlendirmeye alınmamıştır. Dinin etkisini hissetme ölçeği işçi dindarlığını ölçmeye yönelik olarak kullandığımız üçüncü ölçektir. Dinin etki boyutunu ölçmeyi amaçlayan bu ölçeğin işçi dindarlığında ortaya çıkacak olan farklılaşmalara ışık tutacağını ve işçilerin dinin etkisini hissetme düzeylerini farklı değişkenler bağlamında bize göstereceğini belirtmeliyiz. Tablo 78. Cinsiyete Göre Dinin Etkisini Hissetme Durumu (t-testi) Dini Tutum ve Kanaatlerin Cinsiyete Göre Analizi (t-testi) Cinsiyet n x ss sd Dinin Etkisini Erkek 259 52,2162 10,87061 Hissetme Kadın 42 51,2143 10,04511 299 t ,560 p ,576 Tabloya göre cinsiyeti erkek olanların dinin etkisini hissetme bakımından ortalama 52.21 puan alarak ortalamanın üzerine çıktıkları görülmektedir. Kadınların ise bu ölçekten ortalama 51.21 puan alarak yine ortalamanın hemen üzerinde oldukları görülmektedir. bu rakamlar erkeklerin dinin etkisini daha fazla hissettiğini ortaya koymaktadır. Fakat t-testi analizine göre iki cinsiyet arasındaki bu farklılık anlamlılık seviyesine ulaşmamaktadır. Yapıcı’nın üniversite öğrencilerine uyguladığı aynı ölçeğin t-testi analizinde kızların erkeklere göre anlamlılık seviyesine ulaşan bir farklılıkla daha dindar bir görünüm sergiledikleri görülmektedir (Yapıcı, 2007, 178-179; Kayıklık, 2003, 202-203). Kadın dindarlığı meselesinde de değindiğimiz gibi araştırmalarda benzer veya farklı sonuçlar ortaya çıkmaktadır. Araştırmaların sonuçlarının 192 farklılaşmasının birçok değişkenden etkilendiği varsayılmakta ve bu bağlamda iş hayatında aktif olan kadınların da dindarlık açısından daha düşük bir nokta da olabileceği görülmektedir. Fakat bizim araştırmamızda genel olarak anlamlılık seviyesine ulaşmayan farklılaşmalarla karşılaşmaktayız. Tablo 79, Medeni Hale Göre Dinin Etkisini Hissetme Durumu (t-testi) Dini Tutum ve Kanaatlerin Medeni Hale Göre Analizi (t-testi) Dinin Etkisini Hissetme Medeni Hal Evli n 233 x 52,3391 ss 10,80633 Bekâr 68 51,1765 10,57869 sd t p 299 ,784 ,434 Medeni halin insanların dini yaşamlarında önemli bir değişken olduğunu ve insanların bireysel ve sosyal hayatında anlamlı farklılaşmalar ortaya çıkardığını ve bunun etkisinin dini hayatta da belirginleştiğini ve özellikle evlilerin diğer değişkenlerden de etkilenmekle birlikte bekârlara göre dindarlık açısından daha olumlu bir duruş sergilediğini ifade edebiliriz. Medeni hale göre yaptığımız analize göre yine evlilerin bekârlara nazaran daha yüksek puan aldığı görülmektedir. Evlilerin 52.33 puan aldığı, bekârların ise 51.17 puan aldıkları görülen analizimizde farklılaşan bu puanları t-testi analizine göre anlamlı bir seviyeye ulaşmadığı görülmektedir. Diğer ölçek ve analizlerde de benzer sonuçlara ulaştığımızı ve evlilerin dinin etkisini bekârlardan daha fazla hissettiğini ifade etmeliyiz. Tablo 80, Yaşa Göre Dinin Etkisini Hissetme Durumu (t-testi) Dini Tutum ve Kanaatlerin Yaş Durumuna Göre Analizi (t-testi) Yaş n x ss Dinin Etkisini 15–35 Yaş 195 52,4923 10,55832 Hissetme 36 ve + Yaş 106 51,3113 11,10072 sd t 299 ,910 p ,363 Tablo 80’e göre dinin etkisini hissetme ölçeğinden alınan puanlara baktığımızda 15–35 yaş arasında olanların 52.49 puan aldıkları, 36 yaş ve üzerinde olanların ise 51.31 puan aldıkları görülmektedir. Yaş sürekli bağımsız değişkeni ile ilgili olarak yaptığımız analizlerde yaşlı olanların genel olarak düşük puan aldıkları buna karşın gençlerin anlamlı seviyelere ulaşmasa da daha yüksek puanlar aldıkları görülmektedir. Aslında 193 genel olarak yapılan araştırmalarda tam tersi sonuçlarla karşılaşılsa da bizim yaptığımız bu araştırma ortalama olarak gençlerle yaşlılar arasında anlamlı farklılaşmaların olmadığını göstermektedir. Nitekim dinin etkisini hissetme ölçeğinden alınan puanların farklılaşması t-testi analizine göre anlamlı bir farklılaşma seviyesine ulaşmamaktadır. Sonuçta yaş değişkeninin farklılaşmaya neden olmadığı çalışmamız boyunca yaptığımız analizlerde ortaya çıkmıştır. Tablo 81. Gelir Durumuna Göre Dinin Etkisini Hissetme Durumu (t-testi) Dini Tutum ve Kanaatlerin Gelir Durumuna Göre Analizi (t-testi) Gelir n x ss Dinin Etkisini Alt 144 52,1667 11,04283 Hissetme Orta 155 51,8452 10,48818 sd t p 297 ,258 ,796 Gelir durumuna göre yaptığımız önceki analizlere ek olarak işçilerin gelir durumlarının dinin etkisini hissetmede önemli bir farklılaşmaya neden olup olmayacağı meselesidir. İnanç ölçeğinde gelir durumuna göre değerlendirmede anlamlı bir farklılaşmaya rastlamadığımızı ifade etmiştik. Fakat ibadetlerle ilgili yaptığımız değerlendirmede gelir durumunun genel anlamda bir farklılaşmayı ortaya çıkardığını ve bunun anlamlılık seviyesine ulaştığını görmüştük. Dinin etkisini hissetme ölçeğinden alınan puanlara baktığımızda alt gelir grubunda olanların 52.16 puan aldığı, orta gelir grubunda olanların ise 51.84 puan aldıkları görülmektedir. Bu farklılaşma ise t-testi analizine göre anlamlı bir seviyeye ulaşmamaktadır. Bu durum önceki ölçeklerden farklı bir sonuç ortaya koymaktadır. İnanç bağlamında yaptığımız analizde puanların hemen hemen aynı olmasına karşın ibadetlerle ilgili analizde orta gelir grubunun daha fazla puan alarak alt gelir grubundan anlamlı bir şekilde farklılaştığı görülmekteydi. Bu durum alt gelir grubunun dinsel yaşayışının düşük olacağına dair işçi sınıfı analizlerine uygun bir durum gibi görünmekteydi. Yalnız sonuçta görüyoruz ki genel olarak Türk işçisi dini yaşayış ve dinin etkisini hissetme açısından da ortalama bir seviye yakalamaktadır. Bilindiği gibi yapılan analizlerde işçi sınıfı bilincinin alt gelir grubuna yönelik olarak ortaya çıkacak proleteryalaşma süreciyle olumlu yönde destekleneceği ve istenen hedefe doğru kendisi için bir sınıf olarak yürüneceği şeklinde ifade edildiğini görmüştük. Bu bağlamda kendisine yabancılaşan ve sınıf bilincinden yoksun olan bir işçinin dini yaşama bakış 194 açısı da olumlu görülmemekte ve üst sınıfların meşrulaştırma aracı olan veya hayali bir sığınak olan din işçinin hayatında yer almamaktaydı. Ama yaptığımız analizlerde gördüğümüz gibi işçi sınıfı bilincinde bu denli yer almaması gereken dinin tutum ve kanaatlerin inanç ve ibadet boyutunda da ortalamanın üzerinde kendisini göstermesi önem arz etmektedir. Nitekim kimlik tartışmalarında da işçilerin kendilerini bir sınıfsal konumdan ziyade özellikle tarihin başat güçlerini oluşturan dini ve milli aidiyetlere atıf yapılmaları önemlidir. Tablo 82. İşkoluna Göre Dinin Etkisini Hissetme Durumu (Tek Yönlü ANOVA) Dinin Etkisini Hissetme İş Kolu N X Gıda Tekstil Makine-imalat Plastik Yapı-İnşaat Mobilya Matbaa-Basım Toplam 101 48 54 3 46 45 4 301 54,2772 52,8542 51,7222 34,0000 51,9130 48,3111 49,7500 52,0764 Tek Yönlü ANOVA Varyansın kaynağı Gruplar Arası Dinin Kareler Toplamı 2166,146 Standart Sapma 10,49392 10,02335 9,81800 10,39230 9,61209 12,75614 6,29153 10,74884 6 Kareler Ortalaması 361,024 110,528 Sd Etkisini Gruplar İçi 32495,097 294 Hissetme Toplam 34661,243 300 Standart Hata 1,04418 1,44675 1,33606 6,00000 1,41723 1,90157 3,14576 ,61955 F P 3,266 ,004 İşçilerin çalıştıkları işkolunun farklılaşması dinin etkisini hissetmede etkin olup olmadığı ile ilgili olarak yaptığımız analizde anlamlı farklılaşmaya ulaşmaktayız. Tek yönlü varyans analizine (ANOVA) göre gruplar arasındaki farklılaşma anlamlılık seviyesine ulaşmaktadır. Anlamlı farklılaşmaların hangi sektörler arasında olduğunu görmek için post hoc (Tukey HSD) analizine baktığımızda gıda ile plastik ve mobilya sektörleri arasında, tekstil ile plastik sektörleri arasında olduğu görülmektedir. Sektörler arasında ciddi bir farklılığın olmamasın da bu sektörlerin formel olarak işçi çalıştırmasının yanında işçi çalıştırma şartlarının ciddi olarak farklılaşmamasında yatmaktadır. İşçilerle mülakatlarımızda gözlemlediğimiz bu durum özellikle anket yapma imkânı bulduğumuz fabrikalarda gözlemlenmektedir. Genel anlamda dini 195 özgürlüklerin mevcut olduğu bu ortamların, insanların dini yaşam bakımından kendilerini ifade etmede bir sıkıntı yaşamamalarını sağlamaktadır. Fakat ifade etmek gerekir ki dini ibadetlerin gerektiği gibi yaşanması ve ifade edilmesi hususunda da farklılaşmaların olduğunu ve bunun farklı fabrika ortamlarında farklı zorluklarla kendisini gösterdiğini ifade etmek gerekir. Tablo 83. Öznel Kimlik Algısına Göre Dinin Etkisini Hissetme Durumu (Tek Yönlü ANOVA) Kimlik Algısı Dinin Türk Müslüman Müslüman-Türk Hissetme İnsan Toplam Tek Yönlü ANOVA Dinin Varyansın Gruplar arası Etkisini Gruplar içi Hissetme Toplam Etkisini N X 12 54 181 54 301 51,5833 56,5370 53,0497 44,4630 52,0764 Kareler 4378,922 30282,321 34661,243 Sd 3 297 300 Standart Sapma 7,34177 8,92466 10,00126 11,86673 10,74884 Kareler 1459,641 101,961 F 14,316 Standart Hata 2,11939 1,21449 ,74339 1,61486 ,61955 P ,000 Tablo 83’de işçilerin kimlik algılarına göre dini yaşamın farklı boyutlarında aldıkları puanların anlamlılık seviyesinde farklılaştığını ve bu farklılaşmanın dinin etkisini hissetme ölçeğinden alınan puanlarda da kendisini ortaya koyduğunu ifade edebiliriz. Dinin etkisini hissetme ölçeğinden kendisini Müslüman olarak ifade edenlerin 56.53, Müslüman-Türk olarak ifade edenlerin 53.04, Türk olarak ifade edenlerin 51.58 ve insan olarak ifade edenlerin ise 44.46 puan aldıkları görülmektedir. Alınan bu puanların toplam da ortalaması ise 52.07’dir. Kendisini Müslüman ve Müslüman-Türk olarak ifade edenlerin aldıkları puanların ortalamanın üzerinde olduğunu ve dolayısıyla dinsel etkiyi daha fazla hissettikleri anlaşılmaktadır. Diğer grupların ise kendi içlerinde belirlenen bu ortalamanın altında bir puanda kalmaktadırlar. Dikkat çeken bir hususta kendisini Türk olarak ifade edenlerin aldıkları minimum puan kırk olurken diğer gruplarda yirmilerden başlamaktadır. Fakat kendisini Türk olarak ifade edenlerde maksimum puan 63 olurken diğerlerinde 68 olmaktadır. Tek yönlü varyans analizine (ANOVA) göre gruplar arasında görülen bu farklılaşma anlamlı bir seviyeye ulaşmaktadır. Bu farklılaşmanın hangi gruplar arasında olduğunu görmek için post hoc (scheffe) analizine baktığımızda, insanla Müslüman ve 196 Müslüman-Türk arasında görülen anlamlı bir farklılaşmayla karşılaşmaktayız. Diğer boyutlarda ortaya çıkan sonuçlarla uyuşan bu sonuçların, kimliğin dindarlığın boyutlarında değişken olduğunu ortaya koyması açısından önemli bir veri olarak görmekteyiz. Diğer yönden ise dindarlığın şiddet ve kesafeti kimlik algısına etki etmekte ve diğer değişkenlerinde etkisi olmakla birlikte genel olarak belirleyici olabilmektedir. Bu noktada özellikle kimlik aidiyetinin toplumsal ortamlarını da göz önünde bulundurmaktayız. Farklı toplumsal ortamların kimlik aidiyetini güçlendirdiğini ve özellikle aynı dünya görüşü etrafında oluşan arkadaş çevrelerinin veya daha büyük oranda sendikal hareketlerinde bu algılamalarda etkili olduğunu ifade edebiliriz. Tablo 84. Öznel Kimlik Algısına Göre Dinin Etkisini Hissetme Durumu (Tek Yönlü ANOVA) Dinin Etkisini Hissetme Dindarlık Algısı N X Hiç dindar değil Biraz dindar Dindar Çok dindar Toplam 22 108 142 29 301 39,3182 48,5370 55,2887 59,2069 52,0764 Standart Sapma 10,98218 9,25993 9,41523 9,60052 10,74884 Standart Hata 2,34141 ,89104 ,79011 1,78277 ,61955 Tek Yönlü ANOVA Varyansın kaynağı Dinin etkisini hissetme Gruplar Arası Gruplar İçi Toplam Kareler Toplamı 7873,697 26787,545 34661,243 Sd 3 297 300 Kareler Ortalaması 2624,566 90,194 F P 29,099 ,000 Öznel dindarlık algısına göre dinin etkisini hissetme ölçeğinden alınan puanlara baktığımızda kendisini hiç dindar görmeyenler 39.31, biraz dindar görenler 48.53, dindar görenler 55.28 ve çok dindar olarak görenler ise 59.20 puan almışlardır. Dindarlık algısının dinin etkisini hissetmede önemli olduğu ve farklılaşmalara yol açtığı görülmektedir. Gruplar arasında ortaya çıkan bu farklılaşmanın tek yönlü varyans analizine (ANOVA) göre anlamlılık seviyesine ulaştığını görmekteyiz. Gruplar arasında ki anlamlı farklılaşmanın hangi gruplar arasında olduğunu tespit etmek için post hoc (scheffe) analizine baktığımızda kendisini hiç dindar görmeyenlerle diğer gruplar arasında, kendisini biraz dindar görenlerle diğer gruplar arasında, dindar görenlerle hiç dindar olmayan ve biraz dindar olanlar arasında ve son olarak çok dindar olanlarla hiç dindar olmayan ve biraz dindar olanlar arasında olduğunu görmekteyiz. 197 Görüldüğü gibi insanların dindarlık algılamalarıyla dinsel yaşayış ölçeklerinden aldıkları puanlarla dinin etkisini hissetme ölçeğinden aldıkları puanlar örtüşmekte ve sonuçta algılamaların yaşanılan hayatın bir yansıması olduğu ortaya çıkmaktadır. Tablo 85. Dine Önem Verme Düşüncesine Göre Dinin Etkisini Hissetme Durumu (Tek Yönlü ANOVA) Din önem düşüncesi Hiç önemli değil Biraz önemli Dinin Etkisini Önemli Hissetme Çok önemli Toplam Tek Yönlü ANOVA Varyansın kaynağı Gruplar arası Dinin Etkisini Gruplar içi Hissetme Toplam N X 4 24 54 219 301 47,2500 40,4583 46,4630 54,8219 52,0764 Kareler Toplamı 6685,053 27976,18 9 34661,24 3 Sd 3 297 300 Standart Sapma 22,79437 7,20494 9,07144 9,78251 10,74884 Kareler Ortalaması 2228,351 94,196 Standart Hata 11,39719 1,47070 1,23447 ,66104 ,61955 F P 23,657 ,000 Din önem düşüncesine göre dinin etkisini hissetme ölçeğinden alınan puanların yine anlamlılık seviyesine ulaşan bir farklılaşmayı ortaya koyduğunu görmekteyiz. Dini hiç önemli görmeyenlerin aldıkları puanların ortalaması 47.25, biraz önemli diyenlerin 40.45, önemli diyenlerin 46.46 ve din çok önemli diyenlerin ise 54.82 olarak görünmektedir. Tek yönlü varyans analizine (ANOVA) göre gruplar arasında ki farklılaşmalar anlamlılık seviyesine ulaşmaktadır. Farklılaşmanın hangi ikili gruplar arasında olduğunu görmek için post hoc (Tukey HSD) analizine baktığımızda dini hiç önemli görmeyenlerle çok önemli görenler arasında, biraz önemli görenlerle önemli ve çok önemli görenler arasında, önemli görenlerle biraz önemli ve çok önemli görenler arasında ve son olarak çok önemli görenlerle diğer gruplar arasında anlamlılık seviyesine ulaşan farklılaşmalar ortaya çıkmaktadır. Dine önem vermenin dini yaşayışta yapacağı olumlu veya olumsuz etkilerinin sonuçları önemli olmakla birlikte diğer yönden işçilerin genel anlamda dine verdikleri önemin dini inanç ve ibadetlerde olduğu gibi dinin etkisini hissetme noktasında da önemli seviyelerde gerçekleşmesidir. Her ne kadar dinin öneminin ve dolayısıyla toplum hayatında görünürlüğünün kaybolacağını ifade eden kuramlar olsa da ve bu hususta işçilerin de önemli bir veri ortaya koyacağını düşünseler de görüldüğü gibi 198 araştırma evrenimizde ki işçiler noktasında bu görüşler gerçekleşmemektedir. Dolayısıyla dine verilen önemin çeşitli seviyelerde devam etmekte ve bunun yansımaları dinin etkisini hissetmede de açık ve anlamlı bir seviyede görülmektedir. Tablo 86. Mesleki Statü Durumuna Göre Dinin Etkisini Hissetme (t-testi) Dini Tutum ve Kanaatlerin Mesleki Statü Durumuna Göre Analizi (t-testi) Dinin Etkisini Hissetme Mesleki Statü n x ss Düz, Kalifiye İşçi 198 51,7374 10,92762 Usta, Ustabaşı 103 52,7282 10,41793 sd t p 299 -,758 ,449 Mesleki statünün dinin etkisini hissetmede anlamlı farklılaşmalara yol açıp açmadığına baktığımızda t-testi analizine göre anlamlı seviyeye ulaşan bir farklılaşmaya rastlamamaktayız. Düz ve kalifiye işçilerin aldığı 51.73’lük bir puana karşın usta ve ustabaşıların 52.72 puan aldıklarını görmekteyiz. Diğer ölçeklerde olduğu gibi yine yönetici konumda ki işçilerin aldıkları puanlar yüksek çıkmakta ve fakat bu farklılaşma t-testi analizine göre anlamlılık seviyesine ulaşmamaktadır. Aslında genel olarak kalifiye işçilerin düşük puanla temsil edildiği araştırmamızda ustabaşılarına doğru gidildikçe artan bir dindarlık eğilimi görmekteyiz. Bu durum işçi sınıfı arasındaki farklılaşmaların dini eğilimlerde de kendisini ortaya koyduğunu göstermesi açısından önem kazanmakta diğer açıdan işçinin statüsünün dini yaşayışına olan etkisine baktığımızda her ne kadar anlamlı seviyeye ulaşmayan farklılaşmalar olsa da işçi sınıfı bilincinin kendisini göstermesi gerektiği alt statülerde bile ortalamanın üzerinde bir sonuç ortaya çıkmakta ve bu durum bir sığınma veya onun ötesinde bilincin ulaştığı bir değer birlikteliği olabilmekte diğer açıdan ise ideolojileri umursamayan ve kendi doktrinini anlamlı düzeyde hisseden bir bakış açısıyla geleneksel bir duruş olarak ta ifade edilebilmektedir. Dindarlığın mesleki statü bağlamında farklılaşma göstermesi özellikle işçi sınıfı bütünlüğü bağlamında yakalanan sonuca da işaret etmesine rağmen varolan bilincin her ne kadar bir avunma veya oyalanma olarak değerlendirilse de aslında bu sonuçlar maddi imkân bakımından orta da yer alan insanların ne avunma ne avutma süreciyle ifade edilemeyecek durumuna işaret olarak okunabilir. 199 Tablo 87. Öğrenim Durumu Göre Dinin Etkisini Hissetme Durumu (Tek Yönlü ANOVA) Öğrenim Durumu N Okur-Yazar Değil 4 Okur-Yazar 8 İlkokul 95 Dinin Ortaokul 70 Etkisini Lise ve Dengi Okul 107 Hissetme Fakülte veya 17 Yüksekokul Toplam 301 Tek Yönlü ANOVA Varyansın Kareler Sd kaynağı Toplamı Gruplar Arası 720,014 5 Dinin Etkisini Gruplar İçi 33941,228 295 Hissetme Toplam 34661,243 300 57,5000 53,6250 51,7684 53,7143 50,5234 Standart Sapma 9,53939 7,44384 11,44873 11,81149 9,32773 Standart Hata 4,76970 2,63179 1,17462 1,41174 ,90175 54,8235 11,48496 2,78551 52,0764 10,74884 ,61955 X Kareler F Ortalaması 144,003 1,252 115,055 P ,285 Dinin etkisini hissetmede öğrenim durumuna tek yönlü varyans analizi (ANOVA) ile baktığımızda gruplar arasında anlamlılık seviyesine ulaşan bir farklılaşmaya rastlamamaktayız. Genel olarak alınan puanların ortalamalarına baktığımızda okur-yazar olmayanların 57.50, okur-yazar olanların 53.62, ilkokul mezunları 51.76, ortaokul mezunları 53.71, lise ve dengi okul mezunları 50.52, fakülte veya yüksekokul mezunları ise 54.82 puan aldıklarını görmekteyiz. Toplam da ise alınan puanların ortalaması 52.07 olarak görünmektedir. Dolayısıyla sonuçlara baktığımızda öğrenim durumuna göre dinin etkisini hissetmede işçilerin farklılaşmadığı ortaya çıkmakta ve öğrenim durumu değişkeninin önemli olmadığı anlaşılmaktadır. Aslında anlamlı farklılaşma ortaya çıkmasa da fakülte ve yüksekokul mezunlarının diğerlerine nazaran ulaştığı seviye önemlidir. Aslında bu durum dindarlığın değerlendirilmesinde özellikle bilginin etkili olduğunu, bilgi ve bilinç arttıkça dindarlığın ortadan kalkacağını ve yerini sınıf bilincinin alacağını ifade eden görüşlere zıt bir sonuç olarak ortada durmaktadır. Dini bilginin kaynağında ailenin yüksek oranda etkisini hissettiğimiz toplumumuzda yetişme tarzının farklı kültürel bağlamları edinmede etkin bir değişken olarak durmasını ve bu etkenin algılamaları farklılaştırmasını göz önünde bulundurmaktayız. Yine özellikle dini aidiyeti güçlü olan toplumumuzda dinin tarihsel bağlamı Batı’da olduğundan farklı bir bilgiyle değerlendirilmekte ve dine bakış açısı da dinin bu tarihsel bağlamında ortaya çıkan bilgisinden etkilenmektedir. 200 Tablo 88. Çalışma Yılına Göre Dinin Etkisini Hissetme Durumu (Tek Yönlü ANOVA) Çalışma Yılı 0–5 Yıl 6–10 Yıl 11-+ Yıl Toplam Tek Yönlü ANOVA Varyansın kaynağı Gruplar Arası Dinin Etkisini Gruplar İçi Hissetme Toplam Dinin Etkisini Hissetme N X 93 97 111 301 52,5699 52,5979 51,2072 52,0764 Kareler Toplamı 132,893 34528,350 34661,243 Standart Sapma 11,52822 9,99756 10,74761 10,74884 Kareler Ortalaması 66,447 115,867 Sd 2 298 300 Standart Hata 1,19542 1,01510 1,02012 ,61955 F P ,573 ,564 Çalışma yılına göre dinin etkisini hissetmeyi değerlendirdiğimizde tek yönlü varyans analizine (ANOVA) göre anlamlı seviyeye ulaşan bir farklılaşmaya rastlamamaktayız. Grupların aldıkları puanlara baktığımızda 5 yıla kadar çalışanların 52.56, 10 yıla kadar çalışanların 52.59, 11 yıl ve üzeri çalışanların ise 51.20 puan aldıklarını görüyoruz. Toplamda ise işçilerin çalışma yılına göre dinsel eğilim ölçeğinden aldıkları puanların ortalamasının 52.07 olarak ortaya çıktığını görmekteyiz. Sonuçta çalışma yılının dinin etkisini hissetmede önemli bir etken olmadığını ifade edebiliriz. Tablo 89. Dini Bilgi Yeterliliğine Göre Dinin Etkisini Hissetme (Tek Yönlü ANOVA) Dini bilgi yeterlilik durumu Evet, yeterli görüyorum Kısmen yeterli diyebilirim Dinin Etkisini Yeterli olduğunu düşünmüyorum Hissetme Dini bilgi almak gereksizdir Toplam Tek Yönlü ANOVA Varyansın Kareler kaynağı Toplamı Gruplar Arası 419,892 Dinin Etkisini Gruplar İçi 34241,350 Hissetme Toplam 34661,243 N X 58 108 131 4 301 52,7414 53,3148 50,7557 52,2500 52,0764 Sd 3 297 300 Standart Sapma 10,69606 10,35234 10,96574 14,38460 10,74884 Kareler Ortalaması 139,964 115,291 Standart Hata 1,40446 ,99615 ,95808 7,19230 ,61955 F P 1,214 ,305 Tablo 89’da dini bilgisini yeterli görenlerin dinin etkisini hissetme ölçeğinden aldıkları ortalama puan 52.74, kısmen yeterli görenlerin 53.31, yeterli olduğunu düşünmeyenler 50.75 ve son olarak dini bilgi almanın gereksiz olduğunu düşünenlerin 201 aldıkları puan ise 52.25 olarak görünmektedir. Gruplar arasındaki bu farklılaşma tek yönlü varyans analizine (ANOVA) göre anlamlı bir seviyeye ulaşmadığı görülmektedir. Aslında dini bilgiyle dindar olmak arasında zorunlu bir ilişki bulunmamaktadır. Görüldüğü gibi dini bilgi yeterliliği dinsel yaşayışa çokta etki etmemekte veya dini yaşayışı derinliğine etkilemektedir. Zaten dini bilgi olmadan da dindarlığın derinleşmesi mümkün görünmemektedir. Bu bağlamda ölçeğimiz bağlamında değerlendirdiğimizde işçilerin dini bilgilere sahip olma veya sahip olduklarını düşünme durumu ile dinin etkisini hissetme arasında anlamlı farklılaşmayı doğuracak bir ilişki bulunmamaktadır. Tablo 90. Cinsiyete Göre Müslüman Olmayanlara Kız Verme Durumu (Ki-kare) Cinsiyet Kız kardeşimin Müslüman olmayanlarla evlenmesine müsaade etmem. Erkek Kadın Toplam N 26 1 27 Kesinlikle katılmıyorum % 10,0 2,4 9,0 N 29 8 37 Katılmıyorum % 11,2 19,0 12,3 N 85 20 105 Katılıyorum % 32,8 47,6 34,9 N 119 13 132 Tamamen katılıyorum % 45,9 31,0 43,9 Toplam N 259 42 301 2 Chi-Square X =8,297 sd=3 p<0.040 Tablo 90’a göre işçilerin Müslüman olmayanlara bakışıyla ilgili olarak sorduğumuz soruya verdikleri yanıtların analizine cinsiyet açısından baktığımızda anlamlı bir farklılaşmayla karşılaşmaktayız. Erkeklerin %10’u bu ifadeye kesinlikle katılmazken, %11,2’si katılmıyorum, %32,8’i katılıyorum ve %45,9’u ise tamamen katılıyorum şıkkını işaretleyerek görüşünü belirtmiştir. Kadınların ise %2,4’ü bu ifadeye kesinlikle katılmazken, %19’u katılmıyorum, %47,6’sı katılıyorum, %31’i tamamen katılıyorum yönünde görüş belirtmiştir. Toplamda ise işçilerin %9’u bu ifadeye kesinlikle katılmazken, %19’u katılmıyorum, %34, 9’u katılıyorum, %43,9’u ise tamamen katılıyorum şeklinden görüşünü ifade etmiştir. Görüldüğü gibi kız kardeşinin Müslüman olmayanlarla evlenmesine müsaade etmeyenlerin oranı %80’lere ulaşmaktadır. Bu ifadeye katılmayanların oranı da azımsanmayacak bir yüzdeye sahiptir. Sonuçlarda ortaya çıkan bu farklılaşmanın ki-kare analizine göre anlamlı seviyeye ulaştığını görmekteyiz (p<0,040). Müslüman kimlik algısında önemli bir veri olarak gördüğümüz bu sonucun işçilerin kendilerine dair öznel kimlik algılarıyla tutarlı bir sonuç olduğunu ifade 202 edebiliriz. Bu sonucun ortaya çıkmasında geleneksel olarak algılanan değerlerin güçlü etkisi yanında bir bilgi olarak insanlara aktarılanlarından kaynaklanan bir durum olduğunu ifade edebiliriz. Özellikle yetişme tarzının geleneksel aile yapımızla olan güçlü bağlarımızdan kaynaklanıyor oluşundan dolayı, bu sonuçları orda karşılık bulan etkilerine atıfla açıklamaktayız. Geleneksel aile yapımızın içerdiği dini değerlerin kültürel olarak içselleştirilmesi, diğer dinlere bakışımızın yanında onlarla oluşacak olan sosyal bağlarımızda da bu tip sonuçları ortaya çıkaracaktır. Tablo 91. Cinsiyete Göre Müslüman Olmayan Biriyle Evlenmenin Onun Müslüman Olmasına Bağlanması Durumu (Ki-kare) Cinsiyet Müslüman olmayan biriyle evleneceksen onun Müslüman olmasını isterim. Erkek Kadın N 20 0 Kesinlikle katılmıyorum % 7,7 ,0 N 26 2 Katılmıyorum % 10,0 4,8 N 91 26 Katılıyorum % 35,1 61,9 N 122 14 Tamamen Katılıyorum % 47,1 33,3 Toplam N 259 42 2 Chi-Square X =12,504 sd=3 p<0.006 Toplam 20 6,6 28 9,3 117 38,9 136 45,2 301 Tablo 91’de diğer ifadenin devamı olarak sunulan bu yargıya verilen cevapların cinsiyet bağlamında değişiklik arz ettiğini görmekteyiz. Bir önceki ifade de %22’lere varan katılmama durumu bu ifade de erkeklerde toplamda %18’e varırken kadınlarda ise bu oran %5’te kalmaktadır. Yine %80’lere varan katılma oranı bu ifade de %84’lere ulaşmaktadır. Bu katılma oranı kadınlarda %95’i geçmektedir. Erkeklerde ise bu oran %83’e yaklaşmaktadır. Kadınlar yüksek oranlarda kendileriyle evlenmek isteyen birisinin Müslüman olmasını çok yüksek oranlara varan bir sayıyla şart koşarken, erkeklerde bu oran nispeten gevşemektedir. Bu sonuçlarda erkeklerin daha özgüveni yüksek bir tavır takınmalarına şahit olmaktayız. Yine de farklı dinlerden olan insanlara uzak duruşun devam ettiğini görmekteyiz. Her ne kadar kadınlarla erkekler arasında bu konuda ki-kare analizine göre anlamlı bir farklılaşma düzeyine ulaşılmış olsa da elde edilen oranların yüksekliği farklı dinler ortaya çıkınca dini kimliğin vurgulanmasının daha güçlü bir biçimde vurgulanmasının ortaya çıktığına şahit olmaktayız. Özellikle kimlik algılamalarının ötekinden etkilenmesi ve öteki devreye girince daha güçlü bir 203 biçimde vurgulanması söz konusu olmaktadır. Tablo 92. Cinsiyete Göre Hıristiyanlar Tarafından Kurban Edilen Bir Hayvanın Etini Yeme Durumu (Ki-kare) Cinsiyet Hıristiyanlar tarafından kurban edilen bir hayvanın etini yemem. Erkek Kadın N 34 2 Kesinlikle katılmıyorum % 13,1 4,8 N 50 11 Katılmıyorum % 19,3 26,2 N 79 17 Katılıyorum % 30,5 40,5 N 96 12 Tamamen katılıyorum % 37,1 28,6 Toplam N 259 42 2 Chi-Square X =4,814 sd=3 p<0.186 Toplam 36 12,0 61 20,3 96 31,9 108 35,9 301 Dini kimlik algısının gücünü görebilmek için değerlendirmeye aldığımız diğer bir ifade ise “Hıristiyanlar tarafından kurban edilen bir hayvanı etini yemem”dir. Bu ifadeye katılanların oranı erkeklerde %67,6’ya ulaşırken, kadınlarda %69,1’dir. Bu ifadeye katılmayanların oranı ise erkeklerde %32,4’e çıkarken, kadınlarda %31’e ulaşmaktadır. Toplamda ise %67,8 bu ifadeye katılırken, %32,3 bu ifadeye katılmamaktadır. Sonuçlara baktığımızda cinsiyet bağlamında ki-kare analizine göre anlamlı bir seviyeye ulaşan farklılaşmaya rastlamamaktayız. Bu sonuçlar ülkemizde mevcut dini anlayışla yorumlanabileceği gibi kurban kesmenin evlilik gibi algılanmamasından da kaynaklanıyor olabilir. Genel anlamda ehli kitap olarak nitelendirilen bu dinin mensuplarının “Allah adına kurban kestikleri gibi bir yorumla bu ifadelerin değerlendirilmesi ve ona göre yanıtlanması durumu da söz konusu olmaktadır. Yani dinsel açıdan farklı dinlere bakışın yansımalarını da göz önünde bulundurmaktayız. Bunun yanında soruya tarihsel tecrübelerin yansımasıyla ifade edilen stereotiplerle yaklaşan ve olumsuz bakış açısını buna dayandıranlarda mevcuttur. 204 Tablo 93. İşçilerimizin Yardımlaşmaya Verdikleri Önem Durumu Yardım talep edenlere Allah rızası için yardım ederim. Kesinlikle katılmıyorum N % Minimum Maksimum Ortalama 13 4,3 1,00 4,00 3,2425 Katılmıyorum 17 5,6 Katılıyorum 155 51,5 Tamamen katılıyorum 116 38,5 Toplam 301 100,0 Araştırmamıza katılanların % 4,3’ü yardım taleplerini kesinlikle reddederken % 5,6’sı ise bu ifadeye katılmadığını belirtmiştir. Katılımcıların %51,5’i bu ifadeye katılırken %38,5’i ise bu ifadeye tamamen katıldığını belirtmiştir. Ölçek içerisinde değerlendirdiğimiz bu sorudan ortalama olarak işçilerin 4 üzerinden aldıkları puan ise 3,24 olarak gözükmekte ve bu durum işçiler arasında yardımlaşmanın önemine işaret etmektedir. Öte yandan bazı katılımcıların yardım hususunda herhangi bir dini saiklenmeyi kabul etmediğini ve sadece insan olarak hemcinslerini gördüğünü ve yardım etme duygusunda bunun etkin olduğunu ifade etmiş ve soruya olumsuz olarak yanıt verse de genel olarak yardımlaşmayı kabullendiğini belirtmiştir. Tablo 94. Cinsiyete Göre Yardımlaşma Durumunun Analizi (t-testi) Cinsiyete Göre Yardımlaşma Durumunun Analizi (t-testi) Cinsiyet Erkek etme Kadın Allah rızası için zor Yardım n x ss sd t p 259 3,2471 ,77306 299 ,264 ,044 42 3,2143 ,56464 durumda olanlara yardım etmeyi cinsiyet bağımsız değişkenini göz önünde bulundurarak yaptığımız t-testi analizinde erkeklerin kadınlara nazaran daha fazla puan aldıkları görülmektedir. Erkeklerin 3.24 puan aldıkları, kadınların ise 3.21 puan aldıkları görülmektedir. 4 üzerinden değerlendirdiğimizde bu puanların katılım oranının çok yüksek olduğuna dair bir veriyi sunduğunu görmekteyiz. Kadınlarla erkekler arasındaki farklılaşmaya baktığımız zaman ise t-testi analizine göre anlamlı düzeye ulaşan bir farklılaşmaya rastlamaktayız. Toplumsal olarak yapılan bir ibadet olan yardımlaşmanın bu farklılaşmaya rağmen diğer bağımsız değişkenleri de göz önünde bulundurduğumuzda çok büyük kabul gören ve insanımızın duygu dünyasının bu noktada hassas olan durumunu yansıtmaktadır. 205 Tablo 95. Cinsiyete Göre Sıkıntı Altında Kalanlar İçin Üzülme Durumu (t-testi) Cinsiyete Göre Sıkıntı Altında Kalanlar İçin Üzülme Durumu (t-testi) Dünyada sıkıntı altında Cinsiyet n x ss kalan Müslümanların Erkek 259 3,3552 ,71344 durumuna üzülme Kadın 42 3,2619 ,54368 sd t p 299 ,810 ,034 Günümüz dünyasında yardımlaşma ve dayanışmanın yüksek bir anlayışın ürünü olduğu ifade edilmekte ve insanlar buna göre değerlendirilmektedir. Araştırmamıza katılan işçilerin zor durumda kalan insanlara karşı tutumlarının, özellikle dini saiklerle de beslenen bir algılamayla, gayet olumlu olduğunu görmekteyiz. %90 gibi bir oranda Allah rızası için yardım edebileceklerini ifade eden işçilerin sadece %10’u bu ifadeye katılmadığını ifade etmiştir. Genel puanlamaya baktığımızda ise işçilerin 3.24 puan aldığını görmekteyiz. Bu sonuçlarda Türk toplumunun geleneksel kodlarında yer alan yardımlaşma duygusunun bir ifadesini bulurken diğer yanda işçilerin yaratıcı ve var edici Allah’ın rızası gözeterek yani karşılıksız olarak, hiçbir menfaat duygusu taşımadan bu yardımları yapabileceği görüşünü görmekteyiz. Ayrıca t-testi analizine göre de ortaya çıkan sonuçlar her ne kadar kadınlarla erkekler arasında anlamlı farklılaşmalara yol açsa da alınan puanlar yardımlaşma duygusunun yüksekliğini göstermektedir. Bu konuda vermek istediğimiz diğer bir sonuçta dünyada sıkıntı altında kalan Müslümanların durumuna üzülüp üzülmeme ifadesine dair katılımdır. İlk soruya göre çok az farkla daha yüksek puanların alındığı bu analizde yine erkeklerin kadınlara göre daha fazla puan aldıkları ortaya çıkmaktadır. Fakat genel anlamda baktığımızda bu ifadelere katılımın her iki grupta da kesinlik derecesine ulaştığını görmekteyiz. Bu durum Türk toplumunda mevcut olan insani duyarlılığın bir erdem olarak yerleşmesinin yanında diğer milletlerden olan ve zor duruma düşen dindaşlarına veya farklı bir dinden olsa dahi tüm insanlara olan merhamet ve barış duygusunun işçilerde de mevcut olduğuna işaret etmektedir. 206 IV.BÖLÜM SONUÇ VE DEĞERLENDİRME Sanayi devrimi sonrası Avrupa’da başlayan köklü değişmeler tüm dünyayı etkisi altına almış ve özellikle sanayileşmeye başlayan ülkeleri sanayi toplumuna evirmeye ve diğer toplumların birçoğunu da hammadde kaynağı ve sömürge olarak dönüştürmeye başlamıştır. Sanayileşmeyle birlikte toplum yapıları değişmeye başlamış feodal toplumdan sanayi toplumuna veya tarım toplumundan sanayileşmiş topluma doğru evrimleler başlamış ve bunun sonucunda nüfus hareketleri baş göstermiş köylerden kente, kırsaldan şehirlere başlayan işçi akınları kentlerin yapısının yanında sosyo-kültürel havasını da değiştirmiş ve yeni tip kentlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Dolayısıyla ortaya çıkan yapıda modern kentlere doğru bir atılımın gelişmişliğin ölçütü olarak alınmasıyla kentleşme sanayileşmenin göstergesi olarak görülmüştür. Kentlere doğru gelen işçilerin oluşturduğu yeni sosyal yapının önceki dönemlere nazaran farklı tabakalaşma tiplerini ortaya çıkardığını ve statü ve rollerin yeniden tanımlanmasını sağladığını ifade etmeliyiz. Bu noktada ortaya çıkan yeni yapılanmanın kültürel bağlamları farklılaşmış ve bu noktada geleneksel değer ve müesseseler sarsılmış ve bir kısmı var olma mücadelesine girişmiştir. Kuramsal olarak ifade ettiğimiz gibi Batı toplumlarında başlayan sanayileşme sürecinin ülkemizde de yaşanmaya başlamasıyla birlikte meydana gelen sosyal değişmeler geleneksel dini inanç ve davranışları da farklılaştırmış ve bu durum sanayi alanında çalışan işçilerde de gözlenmiştir. Araştırmamızda modernleşmenin güçlü etkilerinin işçilerimiz üzerinde de mevcut olduğunu görmekteyiz. Bu durum dini inanç ve davranışlarda bir farklılaşmaya yol açmaktaysa da özellikle inancın ifade edilmesinde geleneksel kalıpların güçlü etkisi hissedilmekte ve işçilerin inanç bakımından kendilerini ifade etmede bu geleneksel bağlılığın güçlü etkisi toplumsal bir formda gözlenmektedir. İşçilerle ilgili olarak batı ülkelerinde yapılmış olan araştırmaların geleneksel bağlamları göz önünde bulundurmadan yapılan değerlendirmeler Türk işçilerine de şamil kılınmakta ve bu süreçte işçiler bir bütün olarak değerlendirilmektedir. Her şeyden önce hiçbir ülkenin kendi tarihsel kökeni kültürel şekillenmede diğer ülkelere aynen aktarılamayacağı gibi toplumsal katmanların veya rol ve statülerin aynen farklı tarihsel süreçlerde işleme konulması pek olanaklı görülmemektedir. Nitekim özellikle inanç bağlamında ortaya çıkan farklılaşmaların farklı sosyo-kültürel bağlamlarda nasıl etkilerinin olacağı tam olarak kestirilemeyeceği gibi çok teknik olarak olayların birbirine benzetilmesi de farklı sonuçları içerecek güçte ortaya çıkmaktadır. 207 G. Le Bras’ın işaret ettiği gibi, her din, onun şekil ve muhtevasını etkileyen ve sırasında dinin de onu etkilediği bir toplumda ortaya çıkar, hayat bulur ve gelişir. Bu noktada dini olay, zaman ve mekân içerisinde, birbirinden oldukça farklı şekillerde ortaya çıkmaktadır (Günay, 1986, 48). Bu durum farklı şekillerde ortaya çıkan dini olayın özellikle farklı toplumlar bağlamında değerlendirilmesiyle de durumu iyice değişmiş bir görünüme sokmakta dolayısıyla insan ve toplum unsuru da süreci her zaman her yerde aynılaşmasına engel olmaktadır. Bu noktada işçilerinde dini yaşayışının anlaşılmasında kendi tarihi ve sosyal dinamiklerinin anlaşılması önem arz etmektedir. Bu bağlamda işçilerin geleneksel olarak da ifade edilen inançları modern hayatta da ifade etmekte ve bu inancın temel yansımaları olan veya bireysel ve toplumsal alanda bu inancı görünür kılan durumları göstermektedirler. Her ne kadar bu durum modernleşme sürecinin etkisiyle farklılaşmış ve yer yer geleneksel bağlamından soyutlanmış olsa da işçi kesiminde de görünür olan şey özellikle dinsel olarak görülen ortak ifadelerin yıpratılmaması veya kutsal alan olarak ifade edilmesidir. Bu noktada geleneksel bir duruş sergileyen işçi kesiminin çoğunluğu dinsel alanda meyden çıkan farklı kaynaklı kullanım amaçlarına da kendilerine dair bir duruş sergilemektedirler. Bu duruşun genel olarak siyasi ifadelerle şekillendiği ve farklı tezahürlerin çeşitli nedenlerle kendisini ifade ettiği söylenebilir. Öte yandan dinin diğer boyutlarında ait olunan sosyo-kültürel ortamın aynı toplum içerisinde dahi farklılaşmaları göz önünde bulundurulduğunda işçilerinde dinin etkisini bu noktalarda farklı biçim ve boyutlarda hissettiği görülmektedir. Genel olarak dini açıdan temel argümanlardan birisi olan güzel örnek meselesinin dini alanda boşlukları doldurması düşünülürken farklı şekillerde dini açıdan kötü örneklerin daha çok boşlukları doldurma anlamında işçiler tarafından da kullanıldığına müşahade etmekle birlikte dini iyi, doğru ve güzel yönleriyle ifade edip kendisini konumlandıranlara da şahit olmaktayız. Dinin bu bağlamda değerlendirilmesine dair tespitlerin genel anlamda sosyolojik olarak bir atıf ve dayanak noktası oluşturduğu belirtilmelidir (Edwards, 1969, 45). Böylece işçilerin iyi, doğru ve güzel algılamalarıyla dinin etkisini hissettikleri görülmekte ve bunun etkisi genel anlamda bir kimlik bağlamında da ifade edilmektedir. İşçilerin genelinin kimlik bağlamında da ifade ettiği dini aidiyetin işçi kimliğinin veya işçi sınıfı tartışmalarının hem kültürel ve hem de sosyal olarak önüne geçtiğini ve kendisini bu noktada ideolojik ifadelerin çokta yakınında bir duruşla belirlememektedir. Batı toplumlarında doğan ve gelişen işçi sınıfının doğu toplumlarında ortaya çıkışı ve gelişimi farklı bir konum sergilemekte ve toplumsal tabakalaşmanın yeni ve üstün gücü 208 olarak kendisini ifade etmemektedir. Bu noktada işçilerin tarihsel gelişiminde özellikle Türk işçilerine baktığımızda bu durumu net olarak görebilmekteyiz. Çünkü belli kazanımlarla ifade edilen işçi sınıfı tartışmalarının ideolojik bağlamını işçilerimiz kültürel kodlarına uygun bulmamakta ve bunu davranış olarak ifade etmemektedir. Bu nokta işçi dindarlığına yönelik olarak yapmış olduğumuz bu çalışmada sunulan verileriyle de doğrulanmaktadır. Farklı değişkenlere yönelik olarak değerlendirdiğimizde inancı ifade etmede farklılıkların pek gözlenmediği genel olarak İslam Dini’nin inanç esasları olarak ifade edilen hususların geçerli olduğu ifade edilmelidir. Öte yandan özellikle kader inancı hususunda sorduğumuz soru farklı bağlamlarda değerlendirilmiş ve bazı işçiler olumlu bir görüş sergilerken bazı işçilerde kavramı inancın berisinde anlayarak asıl kadere değil de insanın kendi etkinliğine vurgu yapmışlardır. Özellikle insan hürriyeti bağlamında tartışılan bu konularda kader’in insanı bağlayan yönü veya insanın kader karşısındaki konumu yanında sahip olduğu imkân ve kabiliyetlerin boyutu da önem arz etmektedir. Bu noktada modernleşmenin insan hürriyetine yaptığı güçlü vurgu kendisini en çok kader inancını etkileyerek göstermiş ve bu inancın eskilerden beri tartışılan bağlamı yön değiştirmiştir. Bu yönü eğer sekülerleşme olarak ifade edersek zaten ortada inanç açısından tartışılacak bir durum kalmamaktadır. Öte yandan inanç bağlamı göz önünde bulundurulsa dahi bu inançta yıpranmaların olacağı ve en azından insanın özgürlüğünün kaderin önüne geçeceği görülebilir. Fakat bu inancı tamamen reddeden ve insanı herhangi bir metafizik olguyla bağıntılandırmayan görüşlerin de olduğunu ifade etmeliyiz. İnanç hayatın temellerini oluşturan ve davranışlara yön veren eğilimlerin kaynağında yer alan olgular olarak işçilerin hayatında yer edinmekte ve bu inancın yansımaları farklı boyutlarda hissedilmekte ve görülmektedir. Öncelikle dinin ibadet boyutu işçilerin dindarlığında kendisine farklı şekillerde yer edinmekte ve işçiler dinin etkisini değişik oranlarda hissetmektedir. Araştırmanın hipotezlerini istatiksel olarak analiz ettiğimizde ulaştığımız sonuçlarda genel olarak hipotezlerimizi doğrulamakla birlikte bazı noktalarda farklı sonuçlara ulaşılmıştır. Bazı sonuçlar ise anlamlı farklılaşmaları bize sunmamakla birlikte bize durumu ifade etmiştir. Cinsiyete göre dindarlığın farklılaşacağına dair ortaya koyduğumuz ilk hipotezimize baktığımızda öncelikle dinin etkisini hissetme düzeyinde kadınlarla erkeklerin birbirine yakın olduğunu ve anlamlı bir farklılaşmanın görülmediğini söyleyebiliriz. Dine önem verme, öznel dindarlık algısı bakımından ise erkeklerin daha 209 fazla yüzdelerle temsil edildiğini görmekteyiz. Dinsel yaşayışın ibadet boyutunda erkeklerin aldığı puanın anlamlı bir şekilde yüksek olduğunu öte yandan dini inanç ve dinin etkisini hissetme ölçeklerinden yine erkeklerin daha fazla puan almalarına karşın aradaki farklılaşmanın anlamlılık seviyesine ulaşmadığını söyleyebiliriz. Halk inançları ve etkileri bağlamında yaptığımız analizde de görüldüğü erkeklerin ve kadınların genel olarak yüksek oranlarda bu inançlara bağlandıkları görülmekte ve en azından büyük çoğunluğu “nazar” başta olmak üzere ankette sunulan bir inanca sahip olmaktadır. Dini ibadetlerin temelleri olan namaz kılma, oruç tutma, hacca gitme, Kuranı Kerim okuma ve dua etme açısından kadınlarla erkekler arasında anlamlı bir farklılaşmaya rastlanmamıştır. Nafile ibadetlerde ise erkekler daha önde görünmektedir. Yine zekât verme, camiye gitme, cenaze ve dinsel programlar gibi toplumsal yönü ağır basan ibadetlerde erkekler daha öndedirler. Öznel kimlik algısı noktasında önemli bir farklılaşma olmamakla birlikte diğer din mensuplarıyla ilgili sunduğumuz ifadelerde erkekler kadınlara göre daha tavizsiz bir görünüm sergilemektedirler. Sonuçta erkeklerle kadınlar arasında dindarlığın farklı görüntüleri açısından farklılıklar ortaya çıkmakla birlikte özellikle dinin ibadet boyutunda düşük bir eğilimin varlığı görülmektedir. Sanayi alanında çalışmanın insani ve sosyal ilişkileri etkilemesine yönelik olarak kadınların genel olarak olumsuz görüş bildirdikleri ve sanayileşmenin ağır çalışma şartlarının sosyal ve insani gelişime yönelik olarak onları daha çok etkilediği vurgulanmaktadır. Bu durumda sanayi alanında çalışan kadınların çalışma hayatında ki varlıklarına bir zorunluluk ve hayatın şartları olarak bakılabileceği gibi insanımızın hayatın yüklediği sorumlulukları bütün zorluklara rağmen taşıyabileceğini ve gerekli özveriyi gösterebileceği şeklinde de anlamaktayız. Anneliğin yüklediği ulvi yükü üzerinde taşıyan kadınların birçoğu, özellikle sanayi alanında çalışmanın ekonomik ve sosyal zorunluluklarına işaret etmekte ve bu çalışmanın hayatlarından kopardığı genellikle ailevi yaşamdan, çoluk çocuklarından kopardığı zamana ve ilişkilere atıf yapmaktadırlar. İşçilerimiz arasında 16 yaşından başlayan ve genelde genç ve orta yaşla ifade edebileceğimiz bir profile sahibiz. Farklı yaşlarda olan işçilerin yaşlarına binaen ortaya konulan dindarlık görüntülerinin karşılaştırmasını yaptığımızda yine farklılaşmalara rastladık. Tabiî ki bu farklılaşma inanç boyutunda gerçekleşmemiştir. Her yaştan işçinin dini inançlarının mevcut olduğunu görmekteyiz. Geleneksel şemayla sunduğumuz dini inançlara katılım oranının çok yüksek oluşu farkı değişkenler bağlamında hep ortaya çıkan bir durum olarak gözlenmektedir. Dinsel yaşayışın ise genel anlamda yaşlara göre farklılaştığını ama yaptığımız analizlerde anlamlı bir düzeye ulaşan farklılaşmanın 210 olmadığını söyleyebiliriz. Bu noktada genel olarak hipotezimizin tersine genç ve orta yaşlarda ki işçilerin anlamlılık seviyesine ulaşmasa da daha yüksek puanlar aldığını görmekteyiz. Dinin etkisini yaş bakımından genç ve orta yaş seviyesinde olanların daha fazla hissetmesine karşın yaşlılarla olan bu farklılaşmaları analizlerde anlamlılık seviyesine ulaşmamaktadır. Yine dine önem verme ve öznel dindarlık algısında da anlamlı bir seviyeye ulaşmamış olmamız hipotezimizin tersine bir durumu ortaya koymaktadır. Öyle ki genç ve orta yaşlıların yapılan analizlerde daha fazla puan aldıkları ortaya çıkmaktadır. Sonuçta yaş değişkeninin dindarlıkla ilgili olarak anlamlı farklılaşmalara yol açan bir değişken olmadığını söyleyebiliriz. İşçileri medeni durumlarına göre değerlendirdiğimizde ise dindarlığın inanç boyutunda herhangi bir farklılaşmaya rastlamamaktayız. Fakat ibadet boyutuna göre değerlendirdiğimizde evli olan işçilerin olumlu yönde ve anlamlılık seviyesine ulaşan bir noktada bekâr işçilerden farklılaştığını görmekteyiz. Dinin etkisini hissetme durumuna baktığımızda evlilerin yine bekâr işçilerden daha yüksek puanlar aldığını görmekteyiz. Yapılan analizde her ne kadar bu farklılaşma anlamlılık seviyesine ulaşmasa da evli olanların genel anlamda yüksek puanlar aldıkları ve böylece daha dindar bir görünüm sergilediklerine şahit olmaktayız. Bu durumda genel olarak bu değişkenle ilgili olan hipotezlerimiz doğrulanmaktadır. Öğrenim düzeyinin işçilerin inanç boyutunda herhangi bir farklılaşmanın nedeni olmadığını görmekteyiz. Dindarlığın ibadet boyutuna baktığımızda, öğrenim düzeyi arttıkça ibadetlere devam düşmemekte bilakis işçilerin öğrenim düzeyi arttıkça ibadet puanları yükselmektedir. Yalnız bu farklılaşma anlamlılık seviyesine ulaşmamaktadır. Dinin etkisini hissetme bakımından neredeyse fakülte veya yüksekokul mezunlarının daha an yüksek puana ulaştığını görmekteyiz. Yine dine verilen önemin düzeyine ve öznel dindarlık algısına baktığımızda anlamlı farklılaşmalara ulaşmamakla birlikte ilkokul ve üniversite mezunlarının diğerlerine oranla daha yüksek puanlar aldığını görmekteyiz. Son olarak öğrenim durumunun artmasıyla dini bilgi seviyesinin de artacağını ifade etmiştik. Bu hipotezimiz anlamlı bir şekilde doğrulanmıştır. Modernleşmeyle birlikte önem kazanan eğitimin statülerin belirlenmesinde ki etkisini her alanda görmekteyiz. Sanayi alanında çalışan işçilerin de kendi aralarında statü farklılaşmasının olduğunu ve bunun dindarlık algılamalarında farklılaşmalara yol açtığını görmekteyiz. Yalnız bu farklılaşma dinin inanç boyutunda değil de diğer boyutlarda gözlenmektedir. Yalnız her ne kadar dinin ibadet boyutunda ve dinin etkisini hissetmede 211 bir farklılaşmaya rastlıyorsak ta bu farklılaşmanın anlamlılık seviyesine ulaşmadığını görmekteyiz. Bu farklılaşmaya baktığımız zaman ise usta ve ustabaşıların farklı düzeylerde özellikle kalifiye işçilerden daha yüksek puanlar aldıklarını görmekteyiz. Bu durum da hipotezlerimiz tam olarak doğrulanmamakla birlikte özellikle düz işçi ve kalifiye işçilerde dindarlık düzeyinin çok düşük olduğuna da işaret etmemekte onlarda da Türk toplumunda geleneksel olarak gözlenen dini yaşam boyutunun belli oranlarda varlığına şahit olmaktayız. Bu değişkenle ilgili olarak statü arttıkça dine verilen önem ve dindarlık algısının azalacağına dair öngörümüzde doğrulanmamış bilakis statü arttıkça bu durumlardaki değerlendirmeler de olumlu yönde farklılaşmıştır. Öznel gelir algısının hayatı ve hayatın sosyo-kültürel yönlerini değerlendirmede önemli bir etken olduğunu ve dindarlığın gereklerinin en iyi durumda ekonomik imkânların belli seviyelere ulaşmasıyla ifade edilebileceğini görmekteyiz. Fakat genel görünüm imkân ve kabiliyetler arttıkça dindarlık düzeyinde düşüşler gözlenmektedir. Bu bağlamda öne sürdüğümüz hipotezlerde de gelir durumu arttıkça inançta olmasa da dinin objektifleşen yönlerini hayata yansıtmada tersi bir sürecin ortaya çıkacağını düşünmekteyiz. Fakat elde ettiğimiz sonuçlarda işçilerin ibadet boyutundan elde ettikleri puanlara baktığımızda kendisini orta gelir grubunda hissedenlerin anlamlı bir şekilde farklılaştığını görmekteyiz. Dinin etkisini hissetme düzeyinin ise alt gelir grubunda daha yüksek olduğunu fakat bu farklılaşmanın anlamlılık seviyesine ulaşmadığını görmekteyiz. Dine önem verme bakımından orta gelir grubunun anlamlı bir seviyeye ulaşan farkla yüksek puan aldığını görürken öznel dindarlık algısında ise anlamlı bir farklılaşmaya rastlamamaktayız. Kader algısının alt gelir grubunda daha güçlü olacağını düşünürken elde ettiğimiz sonuçlar anlamlı bir farklılaşmanın olmadığına işaret etmektedir. Günlük çalışma süresinin artmasıyla birlikte dini ritüellerde bir azalmanın görüleceğine dair hipotezimiz doğrulanmamıştır. İbadet boyutunun bazı ifadelerinde ise tersi durumlarla karşılaşmaktayız. Zekât verme, kurban kesme, cenaze merasimlerine katılma, dinsel yayınları okuma ve seyretme ifadelerinde çalışma süreleri daha fazla olanların daha olumlu yönde farklılaştığı ve bunun anlamlılık seviyesine ulaştığını belirtmeliyiz. Aslında genel anlamda baktığımızda çalışma süreleri genelde usta kesiminde artış göstermekte ve bu bağlamda onların aldıkları puanlardan bu sonuçlar etkilenmektedir. Öte yandan yine orta gelir grubunda olanlar da usta sayısının çokluğu ve daha dindar görünüm sergilemeleri de yine böyle bir sonuçla bizi karşı karşıya bırakmaktadır. Aslında normal şartlar altında 8 saatten fazla çalışmak daha yorucu ve ibadetler için daha az zamanı ifade eder. Ama yine de farklılaşma görünmemekte ve farklılaşma olan ibadetlerde biraz 212 daha maddi durumla alakalı gibi durmaktadır. Nitekim bu sonuçlarda orta gelir grubunda olanların daha fazla çalışma saatlerini işaretlediğini de göz önünde bulundurmaktayız. Yine sanayi alanında çalışma saatlerinin fazla olmasının insani ve sosyal ilişkileri olumsuz etkileyeceğini düşünürken anlamlı bir farklılaşmayla karşılaşmaktayız. İfade ettiğimiz bağlamlar (orta gelir, usta olma gibi) bu sonucu da etkilemektedir. Dindarlığın düzeyini etkileyen önemli değişkenlerden birisi de çalışma hayatının süresi olabilir. Çalışma hayatında eskidikçe dindarlığın farklı boyutlarında azalmaların olacağını öngörmekteyiz. Çalışma hayatının süresi dine verilen önem de bir azalmaya neden olmamakta ve bu bağlamda dindarlık algısında da anlamlı bir farklılaşmaya işaret etmemektedir. Yine dinin inanç ve ibadet boyutlarında da anlamlılık seviyesine ulaşan bir farklılaşma olmamakta, sadece dinin etkisini hissetme ölçeğinde 11yıl ve üzeri çalışanlar 1 puan civarında düşük almaktalar yalnız bu da anlamlılık seviyesinde bir farklılaşmaya işaret etmemektedir. Görüldüğü gibi elde edilen sonuçlar hipotezlerimizi doğrulamamaktadır. Ve böylece çalışma yılının dindarlıkta anlamlı farklılıklara yol açan bir değişken olmadığını görüyoruz. İşçilerimizin çalıştıkları işkollarının farklı olduğunu görmekteyiz. Çalışılan işkoluna göre dindarlığın ve boyutlarının farklılaşacağını öngörmekteyken böyle bir farklılaşmanın anlamlılık seviyesine ulaşmadığını görüyoruz. Aslında plastik ve mobilya sektörü, tekstil ile plastik sektörü arasında ibadet ve dinin etkisini hissetme bakımından farklılaşma anlamlılık seviyesine ulaşsa da temsil yeterliliğine sahip işçiye bu sektörlerde ulaşmadığımız için bu farklılığı yorumlamaya gerek görmedik. Yine inanç ölçeğimizde farklı işkollarında çalışan işçilerin arasında anlamlı bir farklılaşma görülmemiştir. Din önem düşüncesine göre inanç boyutunda farklılaşmalar olduğu ve bunun dindarlığın diğer boyutlarında da görüldüğü ifade edilmelidir. Bu noktada dine önem verenlerin veya dini önemli görenlerin inanç, ibadet ve etki boyutundan daha yüksek puan aldıkları ve önem vermeyenlere göre anlamlı bir biçimde farklılaştıklarını görmekteyiz. Ayrıca dine önem verenlerin dindarlık algılamaları doğru orantılı olarak gerçekleşmektedir. Bu sonuçlar hipotezlerimizin doğrulanması anlamına gelmektedir. Öznel dindarlık algısına göre dinsel yaşayışla ilgili ölçeklerden alınan puanlarda farklılaşma görülmüştür. Bu farklılaşmanın öznel dindarlık algısına göre doğru orantılı olarak farklılaştığını görmekteyiz. Dini inanç boyutunda hiç dindar olmayanlardan başlayan anlamlı farklılaşma çok dindara kadar artan puanlarla devam etmesine karşın genel olarak kader algılaması dışında inançla ilgili pek problemle karşılaşmamaktayız. Fakat ifade edilmelidir ki özellikle inanç konusunda her zaman netleşmelerin olmadığını 213 hem ahirete inanıp hem de cennet ve cehennemle ilgili şüpheleri olanlara rastlamakla birlikte özellikle Uzakdoğu kökenli olan tenasüh inancının da ahiret inancında farklı düzeylerde bozulmalara yol açtığını görmekteyiz. İnanca dair olan bu farklılaşmanın ibadet hayatında da gözlendiğini ifade etmeliyiz. Bu noktada dindarlık algısı ibadetlere devam da önemli bir değişkeni oluşturmaktadır. Yine dinin etkisini hissetmede kendisini dindar olarak görenlerin aldıkları puan farklılaşmanın temelini oluşturmaktadır. Özne kimlik algısında da yine kendisini Müslüman olarak görenlerle MüslümanTürk, Türk ve insan olarak görenler arasında alınan puanlara açısından tüm ölçeklerde anlamlı seviyeye ulaşan farklılaşmalara ulaşmaktayız. Özellikle kendisini insan olarak görenlerde dindarlık düzeyinin düştüğü ifade edilebilir. Bu sonuçlarla öznel kimlik algısı, öznel dindarlık algısı ve dine önem verme açısından öne sürdüğümüz hipotezlerimiz doğrulanmıştır. Dini bilgi seviyesi açısından ise işçilerimiz arasında anlamlı farklılaşmaların olduğunu görmekteyiz. Her şeyden önce işçilerimiz dini bilgilerinin kaynağını ailelerine dayandırmakla dinin geleneksel olarak öğrenildiğini ve dindarlığın boyutlarında bunun ortaya konulduğunu bize göstermişlerdir. Fakat genel anlamda işçilerde dini bilginin yeterli olmadığını ve özellikle kadınlarda dini bilginin daha düşük olduğunu gözlemlemekteyiz. Bu durum Kuran’ı Kerim ve diğer dini kaynakları okumanın düşük olmasından da kaynaklanmakta ve bilgiler daha çok kulaktan duyma ve basın-yayında ki çeşitli tartışmalardan elde edilmektedir. Dindarlığın bilgi düzeyinde gözlenen bu eksikliklerin, inanç açısından farklılıkların alabildiğine yaygınlaştığı günümüzde, boşlukların bu farklılıklar tarafından doldurulması gündeme gelmektedir. Arklı isimler altında ülkemize giriş yapan bu inanç ve ideolojilerin nevi şahsına münhasır dindarlık tipleri ortaya çıkardığını ve bütünlüğünü kaybederek parçalanmış inançların sapmalara da yol açtığını görmekteyiz. Bu bağlamda dini bilginin genel olarak halk veya popüler dindarlık örüntüleri olarak da isimlendirilen inançlara karşı sağlam duruşu da beraberinde getirdiğini ama ortay çıkan eksikliklerde bu tip inançların insan ve toplum hayatına akın ettiğini görmekteyiz. Sonuçta inançlarda ortaya çıkan farklılaşmaların temelinde dinin doğru kaynaklardan elde edilmesi problemi başı çekmektedir. Dini bilgi konusunda dikkat çeken bir problemde İslam Dini’nin ana kaynağı olan Kuran’ı Kerim okuma oranının bilgi seviyesine göre anlamlılık seviyesinde bir farklılaşmaya ulaşmamasıdır. Oysa ki, özellikle dini bilgisini yeterli görenlerin anlamlı bir şekilde farklılaşacağı öngörülmüştü. Fakat dinsel yayınları okuma durumu dini bilgiyle doğru orantılı olarak artmaktadır 214 Dini bilgi düzeyinin dinin inanç ve ibadet boyutunda farklılaşmalara neden olduğunu görmekteyiz. Dinin inanç boyutunda dini bilgi almanın gereksiz olduğunu düşünenlerin dahi az puan almasına rağmen bunun diğerlerinden anlamlı seviyeye ulaşacak bir farklılaşmayı yansıtmadığını görmekteyiz. Dinin ibadet boyutunda ise dini bilgi düzeyinin artmasına paralel olarak ibadet puanlarının arttığını görmekteyiz. Bu noktada dini bilgi düzeyi gruplar arasında tek yönlü varyans analizi (ANOVA) sonucunda anlamlı bir farklılaşmayı yansıtmaktadır. Her ne kadar sayı açısından az olsa da dini bilgi almanın gereksiz olduğunu düşünenler tüm gruplarla farklılaşırken diğer gruplar arasında farklılaşma çok düşük düzeydedir. Sonuçta bu veriler hipotezlerimizi doğrulamaktadır. Modernleşmenin en önemli etkilerinden birisi de bireyselleşmenin artması ve bireysel eğilimlerin toplumsal planda önem kazanmasıdır. Bu durumun farklı noktalarda özellikle bireyler için önemli kazanımlar sunduğu bir gerçek olmakla beraber özellikle dinsel hayatın toplumsal değer ve müesseselerini yıprattığı göz önünde bulundurulmaktadır. Dinin de bu bağlamda bireysel inanç ve kutsalla kurulan öznel bağa indirgenmesi söz konusu olmakta ve dolayısıyla birey dışı olan veya bireyi aşan toplumsal tasavvurlar seküler kalıplarla ifadelendirilmekte ve değerlendirmeler bu çıkış noktasıyla yapılmaktadır. Bu çıkış noktasının dinsel olanı toplumsal olandan soyutlamakla birlikte ortaya çıkan boşluklar ya kendisi tarafından veya toplumlar tarafından üretilen tampon mekanizmalar vasıtasıyla doldurulmakta ve bunun görüntüsü de farklı toplumlarda değişik görünümler almaktadır. Bu nokta da Türk toplumunun sahip olduğu dinsel inanç ve görünümlerin seküler olanla ilişkisi başkalaşmakta ve bu durumu kendi geleneksel algılama biçimleriyle yeniden üretmektedirler. Seküler olanın her defasında farklılaşan yeniden üretimleri her ne sebeple olursa olsun varoluşun boyutlarında farklı zaman ve mekânlarda karşılık bulamamakta ve sonuçta ya bu alanda ki boşluk devam etmekte veya boşluk farklı görünümlerle yine uzaklaştırılan değerler tarafından doldurulmaktadır. Doldurulan bu değerlerin dinsel olanın yerini almakta ki mahareti onunla kurduğu ilişkinin biçimine veya kabullerin toplumsal mantıkta karşılık bulmasına bağlı olmakla birlikte bu durum sosyologlar tarafından farklı şekillerde ifade edilmektedir. Aslında toplumsal hayattan atılmaya çalışılan toplumsal asli unsurların veya toplumun kendisi olmadan kendisi olamayacağı unsurlarının cevheri ile olan ilişkisinin arızi olup olmadığı yaşama şansının ne kadar olduğunu da bize göstermekte ve bunlara binaen varoluşun boyutları ne seküler ne de dinsel algılamalar ve etkisiyle uygulamalarda birbirini çekip-itmeye devam etmektedir. Bu gerilimlerin boyutları yine farklı toplumsal tabakalarda karşılık bulmakta ve bunun boyutları ölçülmeye 215 çalışılmaktadır. Aslında bütüncül bakış açısı net olarak ayrımlar yapamamakta ve fakat genel ifadelerle olayın fotoğrafını çekmeye çalışmaktadır. Bu noktada toplumsal yardımlaşma anlayışının dini saiklerle yönlendirilmeye devam ediyor oluşu kuramsal bakış açımızı doğrulamakta ve Türk işçilerinin seçtiğimiz örnekleminde bu durum açıkça gözlenmektedir. Bu noktada Türk toplumunun kendi geleneksel yapısında yer alan unsurların dini olanla etkileşimine de atıf yapmak sürecin devam ediyor oluşuna da bir işaret olarak görülebilir. Atalay’ın (1983) Kırıkkale’de işçilere yönelttiği sorulara aldığı cevaplarda da benzer sonuçlar aldığını güncel olarak diğer şehirler de yapılan çalışmalarda da bunun doğrulandığını ifade etmeliyiz. Özellikle Akgül’ün (1992), Karaman’ın (2000) işçiler üzerine yaptıkları çalışmalarda da işçilerin benzer özellikleri daha yüksek oranda temsil edildiği görülmektedir. İşçilerin taşıdıkları benzer özelliklerin yaşanılan bölgeye ve şehre göre farklılaşmasını göz önünde bulundurmakla beraber yaşanılan döneminde işçilerin dini yaşayış ve anlayışlarına farklı düzeylerde olumlu veya olumsuz etkilerinin olduğunu diğer yandan işçilerin kendilerini ifade etmek bakımından belirtilen değişkenlerden ki özellikle belirtmek gerekirse çalışma ortamından etkilenmekte ve cevapları tam olarak istenilen objektifliğe ulaşmakta veya ulaşmamaktadır. Bütün bunlara rağmen ifade edilen değişkenlerin araştırmacılar tarafından göz önünde bulundurulduğu ve bu noktada ülkemizin değişik yerlerinde ve farklı zamanlarında yapılan çalışmalarda yukarıda ulaşılan sonuçlara benzer sonuçlara ulaşılmaktadır. Bu noktada Nichols ve Suğur’un (2005), Geniş (2006) ve Güzel’in (2008) yaptıkları çalışmalarda da işçilerin muhafazakâr duruşlarına dair sonuçlar ön plana çıkmakta ve özellikle ilk çalışmada işçilerin dini ibadetlere dair gönüllerinde taşıdıkları gereklilik duygusunun %65’leri aşmasına dair sonuçlar belirtilmekte ve bu arada sanayi alanında dini yaşama dair uygulamaların farklılaşmasına dair örneklere rağmen bu böyle gerçekleşmektedir. Nichols ve Suğur’un dinî yaşam hususunda değişik çalışma ortamlarında yaşanan ilginç durumları aktarmakta ve bazı fabrikaların bu konuda ki seküler tutumlarına vurgu yapmaktadırlar. Tezimizin varsayımında da ifade ettiğimiz gibi sekülerleşmenin, Berger’in ifadesiyle; “modern sanayi üretimiyle doğrudan ilgili olan sınıflar, özellikle işçi sınıfı üzerinde daha güçlü etkilerde bulunduğunu” görmeyi bu sonuçlardan sonra ummamaktayız. Anadolu’nun köylerinden, kasabalarından ve diğer yerlerinden gelen işçilerin Batı toplumları bağlamında ifade edilen bu sonuçla değerlendirilemeyeceği ortaya çıkmış olmakla beraber sekülerleşmenin bir proje olarak değerlendirilmesinin ötesine uzanan bir yaklaşımla, modernleşmenin etkilerinin Türk işçilerini de farklı boyutlarda 216 etkilediğini ve işçilerimizin seküler bir alanda kendilerini belirli düzeylerde gösterdiğini belirtmeliyiz. Bu durum geçiş sürecini yaşayan ülkemizde tipik olarak gözlenen bir sonuç olarak ortaya çıkmaktadır. Araştırmamızın sonucunda genel olarak işçilerimizin dinin etkilerini hissettiklerini, din ve dinî değerlere önem verdiklerini, kendilerini geleneksel dini kalıplarla ifade ettiklerini ve bunu içsel veya dışsal olarak farklı boyutlarda gösterdiklerini belirlemekteyiz. 217 KAYNAKÇA Alperen, A. (2003), Sosyolojik Açıdan Türkiye’de İslam Ve Modernleşme, Adana: Karahan Yayınları. Ağakay, M. A. (1973), Türkçe Sözlük, Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları. Akdoğan, A. (2002), Geleneksel Toplumdan Modern topluma Geçişte Dini Hayat, İstanbul: Rağbet Yayınları. Akgül, M. (1992), “Sanayileşme ve Din İlişkilerinin Konya Organize Sanayi Bölgesinden Seçilen Örnek Bir Grup Üzerinde İncelenmesi”, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Konya Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Akgül, M. (2002), Türkiye’de Din ve Değişim-Bir Erol Güngör Çözümlemesi, İstanbul: Ötüken Yayınları. Applebaum, H. (1995), The Concept of Work İn Western Thought, Editor, F. C. Gamst; Meanings of Work, New York: State University of New York Press. Atalay, B (1982), Sanayileşme ve Sosyal Değişme, Kırıkkale Araştırması, Ankara: Devlet Planlama Teşkilatı Yayınları. Ayas, M. R. (1994), Kur’an-ı Kerim’de Çalışma Kavramına Sosyolojik Bir Yaklaşma, İzmir: Akademi Kitabevi. Ayata, S. (1987), Kapitalizm Ve Küçük Üreticilik, Türkiye’de Halı Dokumacılığı, Ankara, Yurt Yayınları. Ayata, S. (1991), Sermaye Birikimi ve Toplumsal Değişim, Ankara: Gündoğan Yayınları. Aron, R. (1992), Sınıf Mücadelesi, (Çev, Erol Güngör). İstanbul: Dergâh Yayınları. Aron, R. (1994), Sosyolojik Düşüncenin Evreleri, (Çev, Korkmaz Alemdar). Ankara: Bilgi Yayınları. Aron, R. (1997), Sanayi Toplumu, (Çev, E. Gürsoy). İstanbul: Dergâh Yayınları. Arslan, M. (2006), “Dindarlık Farklılaşması ve Popüler Dindarlık”, Editör, Ü. Günay & Celaleddin Çelik; Dindarlığın Sosyo-Psikolojisi, Adana: Karahan Yayınları. Arslan, M. (2004), Türk Popüler Dindarlığı, İstanbul: Dem Yayınları. Aslantürk, Z. & Amman, T. (1999), Sosyoloji, İstanbul: Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları. Aydın, M. S. (1990), Din Felsefesi, İzmir: İzmir İlahiyat Vakfı Yayınları. Bauman, Z. (1999), Çalışma, Tüketicilik ve Yeni Yoksullar, (Çev, Ümit Öktem). İstanbul: Sarmal Yayınları. 218 Bendix, R. (1983), “Sanayileşme, Modernleşme ve Kalkınma”, (Çev. İhsan Sezal). Editör, İhsan Sezal; Sosyoloji Yazıları, Bursa: Ekin Yayıncılık Bendix, R. (1998), “Max Weber’in Din Sosyolojisi” (Çev, M. Emin Köktaş). Derleyen, Yasin Aktay & M. Emin Köktaş; Din Sosyolojisi, Konya: Vadi Yayınları. Berger, P. L. (1993), Dinin Sosyal Gerçekliği, (Çev, Ali Çoşkun). İstanbul: İnsan Yayınları. Berger, P. L. & Luckmann, T. (2008), Gerçekliğin Sosyal İnşası, Bir Bilgi Sosyolojisi İncelemesi, (Çev, Vefa Saygın Öğütle). İstanbul: Paradigma Yayıncılık Bergson, H. (1986), Ahlak ile Dinin İki Kaynağı, (Çev, M Karasan). İstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları. Berman, M. (2001), Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor, (Çev, Ü. Altuğ & B. Peker). İstanbul: İletişim Yayınları. Bilgin, V. (1997), Sosyal Çözülme ve Din, Samsun, Etüt Yayınları. Birnbaum, N. (2002), Sanayi Toplumunda Kriz, (Çev, Tarkan Karatekin & Filiz Ülgüt). İstanbul: Babil Yayınları. Blumer, H. (1990), Industrialization as an Agent of Social Change, A Critical Analysis, New York: A de Gruyter. Bottomore, T. & Nisbet, R. (2002), Sosyolojik Çözümlemenin Tarihi, (Çev, Mete Tunçay & Aydın Uğur). Ankara: Ayraç Yayınları. Chalfant, H. P., Beckley, R. E. & Palmer, C. E. (1994), Religion in Contemporary Socıety, İllinois: F. E. Peacock Publishers Inc. Clark, T. N. & Lipset, S. M. (2007), “Toplumsal Sınıflar Ölüyor mu?” (Çev, Hayriye Erbaş). Derleyen, Hayriye Erbaş, Fark/Kimlik, Sınıf, Ankara: EOS Yayınları. Çelebi, N. (1983), Aydın’daki Küçük Sanayilerin Sosyolojik Açıdan İncelenmesi, İzmir Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları No:26. Çelebi, N. (2001), Sosyoloji ve Metodoloji Yazıları, Ankara: Anı Yayınları. Çelik C. (2006), “Kentsel Dindarlık”, Editör, Ünver Günay & Celaleddin Çelik; Dindarlığın Sosyo-Psikolojisi, Adana: Karahan Yayınları. Çiftçi, A. & Wuthnow, R. J. & Berger, P. L. (2002), Din ve Modernlik, Toplumbilim Yazıları I, Ankara: Ankara Okulu Yayınları. Draz, M. A. (1982), Din ve Allah İnancı, (Çev, Bekir Karlığa). İstanbul: Bir Yayınları. Duran, H. (2002), Endüstri Çağının Dinamikleri, İstanbul: Değişim Yayınları. 219 Durkheim, E. (2005), Dini Hayatın İlkel Biçimleri, (Çev, Fuat Aydın). İstanbul: Ataç Yayınları. Durkheim, E. (2004), Sosyolojik Yöntemin Kuralları, (Çev, Cenk Saraçoğlu). İstanbul: Bordo Siyah Yayınları. Edwards, D. L. (1969), Religion and Change, London: Hodder and Stoughton. Efe, F. (1997), “Geleneksel Toplum, Sanayileşme, Sosyal Değişme ve Din İlişkileri: Bayburt ve Kocaeli Örnekleri”, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Kayseri Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. Erbaş, H. (2007), “Fark/Kimlik, Sınıf”, Editör, Hayriye Erbaş & M. Kemal Coşkun & Deniz Yüzüak; Fark/Kimlik, Sınıf, Ankara: EOS Yayınları. Erkal, E. M. (1995), Sosyoloji (Toplumbilimi), İstanbul: Der Yayınları. Eyüpoğlu, O. (1996), “Samsun İli Küçük Sanayi Sitesinin Sosyo-Ekonomik Yapısı İçinde Dinin Konumu”, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Samsun Ondokuz Mayıs Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. Fındıkoğlu, Z. F. (1975), Karl Marx ve Sistemi, İstanbul: Ötüken Yayınları. Fichter, J. (2004), Sosyoloji Nedir? (Çeviren, Nilgün Çelebi). Ankara: Anı Yayınları. Freund, J. (2002), “Max Weber Zamanında Alman Sosyolojisi”, Editör, Tom Bottomore & Robert Nisbet; Sosyolojik Çözümlemenin Tarihi, Ankara: Ayraç Yayınları. Freyer, H. (1954), Endüstri Çağı, İstanbul: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları Galbraıth, J. K. & Salınger, N. (1991), Ekonomik Yaşamın Güncel Sorunları, (Çev, Özer Ozankaya). İstanbul: Cem Yayınları. Geniş, A. (2006), İşçi Sınıfının Kıyısında, Küçük Sanayi İşçileri Üzerine Bir İnceleme, Ankara: Dipnot Yayınları. Giddens, A. & Person, C. (2001), Anthony Giddens’la Söyleşiler, Modernliği Anlamlandırmak, (Çev, Serhat Uyurkulak & Murat Sağlam). İstanbul: Alfa Yayınları. Glock, C. Y. (1998), “Dindarlığın Boyutları Üzerine”, (Çev, M. Emin Köktaş). Derleyen, Yasin Aktay & M. Emin Köktaş; Din Sosyolojisi, Konya: Vadi Yayınları. Goodenough, W. H. (1963), Cooperation in Change, New York: John Wıley & Sons, Inc. Guenon, R. (1991), Modern Dünyanın Bunalımı, (Çev, Nabi Avcı). İstanbul: Ağaç Yayınları. Güçer, M. S. (2005), “Max Weber’de Sosyal Tabakalaşma Olgusu”, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara: Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. 220 Günay, Ü. (2003), Din Sosyolojisi, İstanbul: İnsan Yayınları. Günay, Ü. (1978), “Erzurum ve Çevre Köylerinde Dini Hayat”, Yayınlanmamış Doçentlik Tezi, Erzurum: Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. Günay, Ü. (1986), “Modern Sanayi Toplumlarında Din I.”, Kayseri Erciyes Üniversitesi. İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı 3. Günay, Ü. (1987), “Modern Sanayi Toplumlarında Din II.”, Kayseri Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı 4. Günay, Ü. & Çelik, C. (Editör) (2006), Dindarlığın Sosyo-Psikolojisi, Adana: Karahan Kitabevi. Güzel, S. (2008), Çalışma Sosyolojisi, Modern İşgücünün Oluşumu, İstanbul: Literatürk Yayınları. Güzel, M. Ş. (1998), “İkinci Dünya Savaşı Boyunca Sermaye ve Emek”, Derleyen, D. Quataert & E. J. Zürcher; Osmanlı’dan Cumhuriyet Türkiyesi’ne İşçiler, İstanbul: İletişim Yayınları. Hamilton, M. (2001), The Sociology of Religion, Theoretical and Comperative Perspectives, New York: Routledge. Hobsbawm, E. J. (2005), Sanayi ve İmparatorluk, (Çev, Abdullah Ersoy). Ankara: Dost Kitabevi Yayınları. Kağıtçıbaşı, Ç. (1999), Yeni İnsan ve İnsanlar, İstanbul: Evrim Yayınları. Karagöz, E. Ö. (2003), Max Weber’de Anlayış Sosyolojisi Ve Din Olgusu, İstanbul: Derin Yayınları. Karaman, R. (2000), Sanayileşmenin Dine Etkisi, Mersin Örneği, Konya: Akın Ofset Baskısı. Karasar, N. (2004), Bilimsel Araştırma Yöntemi, İstanbul: Nobel Yayınları. Kaya, R. (1993), “Sanayileşmenin Sosyo-Kültürel Etkileri, Çerkezköy Araştırması”, Yayınlanmamış Doktora Tezi, İstanbul: İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. Kayıklık, H. (2003), Orta Yaş ve Yaşlılıkta Dinsel Eğilimler, Adana: Baki Kitabevi. Kehrer, G. & Robertson, R. & Durkheim, E. (1996), Din Sosyolojisi, (Çev, M Emin Köktaş, Abdullah Topçuoğlu). Ankara: Vadi Yayınları. Keyder, Ç. (1998), “Halk Yığınlarının Bugünkü Durumu”, Derleyen, D. Quataert & E. J. Zürcher; Osmanlı’dan Cumhuriyet Türkiyesi’ne İşçiler, İstanbul: İletişim Yayınları. Keyder, Ç. (1995), Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, İstanbul: İletişim Yayınları. 221 Kızılçelik, S. (1994), Sosyoloji Teorileri 2, Konya: Emre Yayınları. Kirman, M. A. (2005), Din ve Sekülerleşme, Üniversite Gençliği Üzerine Sosyolojik Bir Araştırma, Adana: Karahan Kitabevi. Kongar, E. (1979), Toplumsal Değişme Kuramları ve Türkiye Gerçeği, Ankara: Bilgi Yayınevi. Kongar, E.(Editor) (1999), Türk Toplum Bilimcileri I, İstanbul: Remzi Kitabevi. Kuhn, T. (1970), The Structure of Scientific Revolutions, London: The University of Chicago Press. Küçük, S. (1994), “Kentleşme Politikalarında Araç Olarak Organize Sanayi Bölgeleri”, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul: İstanbul Teknik Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü Köktaş, E. (1993), Türkiye’de Dini Hayat, İstanbul: İşaret Yayınları. Köse, A. (2001), “Modernleşme-Sekülerleşme İlişkisi Üzerine Yeni Paradigmalar”, Günümüz İnanç Problemleri İçinde, Erzurum: İlahiyat Fakülteleri Kelam Ana Bilim Dalı Sempozyumu (ss. 203–216). Kösemihal, N. Ş. (2002), Sosyoloji Tarihi, İstanbul: Remzi Kitabevi Yayınları. Laroque, P. (1969), Sosyal Sınıflar, (Çev, Yaşar Gürbüz). İstanbul: Remzi Kitabevi Yayınları. Lenski, G. (1962), The Religious Factor, New York, Anchor Books Löwith, K. (1999), Max Weber ve Karl Marx, (Çev, Nilüfer Yılmaz). Ankara: Doruk Yayınları. Johnstone, R. L. (2002), Religion in Society, A Sociology of Religion, New Jersey: Pearson Prentıce Hall Mardin, Ş. (2005), Din ve İdeoloji, İstanbul: İletişim Yayınları. Mardin, Ş. (1997), Türk Modernleşmesi, İstanbul: İletişim Yayınları. Marshall, G. (2003), Sosyoloji Sözlüğü, (Çev, Osman Akınhay & Derya Kömürcü). Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları. Marx, K. (1998), Din ve İdeoloji, (Çev, Mevlüde Ayyıldızoğlu). Derleyen, Yasin Aktay & M. Emin Köktaş; Din Sosyolojisi, Konya: Vadi Yayınları. Mensching, G. (1994), Dinî Sosyoloji, (Çev, Mehmet Aydın). Konya: Tekin Kitabevi. Meriç, N, (2005), Modernleşme, Sekülerleşme ve Protestanlaşma Sürecinde Değişen Kentte Dinî Hayat, İstanbul: Kapı Yayınları. Mills, C. W. (1970), The Sociological Imagination, New York: Oxford University Press. 222 Munck, R. (1995), Uluslararası Emek Araştırmaları, (Çev, Cenk Aygün). Ankara: Öteki Yayınları. Mutioğlu, H. (1993), “Sanayileşme-Şehirleşme Açısında Küçük Sanayi İşçisinin SosyoEkonomik Profili, Konya Örneği”, Yayınlanmamış Doktora Tezi, İstanbul: İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. Nef, J. (1980), Sanayileşmenin Kültür Temelleri, (Çev, Erol Güngör). İstanbul: Kalem Yayınları. Nichols, T. & Suğur, N. (2005), Global İşletme, Yerel Emek, Türkiye’de İşçiler ve Modern Fabrika, İstanbul: İletişim Yayınları. Nottıngham, E. K. (1964), Religion And Society, New York: Random House Okumuş, E. (2003), Toplumsal Değişme ve Din, İstanbul: İnsan Yayınları. Onay, A. (2004), Dindarlık, Etkileşim ve Değişim, İstanbul: Dem Yayınları. Ozankaya, Ö. (1979), Toplumbilime Giriş, Ankara: Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları. Öğütle, V. S. & Çeğin, G. (2007), Sosyo-Tarihsel Teorinin Sınıfla İmtihanı, İzmir: Duvar Yayınları. Parsons, T. (1978), “Religion and The Problem of Meaning”, Edıted by Roland Robertson; Socıology of Relıgıon, New York: Penguin Books Poloma, M. M. (1993), Çağdaş Sosyoloji Kuramları, (Çev, Hayriye Erbaş). Ankara: Gündoğan Yayınları. Ritzer, G. (1983), Sociological Theory, New York: Alfred A. Knopf Inc. Rosenau, P. M. (2004), Post-Modernizm ve Toplumbilimleri, (Çev. Tuncay Birkan). Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları. Russell, D. & Russell, B. (1979), Endüstri Toplumunun Geleceği, (Çev, Melih Ölçer). Ankara: Bilgi Yayınları. Said, E. (1995), Orientalism, Western Conceptions of the Orient, Pantheon: Revised Edition Penguin Sarıöz Ete, A. (2002), “Modernlik Çözümlemelerinde Nostaljik Perspektifler, Comte, Durkheim, Weber ve Simmel”, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Kırıkkale: Kırıkkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sevil, M. (1999), Türkiye’de Modernleşme ve Modernleştiriciler, Ankara: Vadi Yayınları. Sencer, M. (1989), Toplumbilimlerinde Yöntem, İstanbul: Beta Yayınları. Sezal, İ. (2002), Sosyolojiye Giriş, Ankara: Martı Yayınları. 223 Sezen, Y. (1990), Sosyolojide ve Din Sosyolojisinde Temel Bilgiler ve Tartışmalar, İstanbul: Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları. Sezen, Y. (1988), Sosyoloji Açısından Din, İstanbul: Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları. Sezer, B. (1981), Toplum Farklılaşmaları ve Din Olayı, İstanbul, Edebiyat Fakültesi Matbaası. Shayegan, D. (2002), Yaralı Bilinç, Geleneksel Toplumlarda Kültürel Şizofreni, (Çev, Haldun Bayri). İstanbul: Metis Yayınları. Shayegan, D. (2005), Batı Karşısında Asya, (Çev, Derya Örs). İstanbul: Anka Yayınları. Sprott, W. J. H. (2002), Sosyoloji, (Çev, Mehmet Karaoğlu & Ülker Yükselbaba). İstanbul: Seyir Yayınları. Swingewood, A. (1998), Sosyolojik Düşüncenin Kısa Tarihi, (Çev, Osman Akınhay). Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları. Şahin, İ. (2006), “Değişim Sürecindeki Bir Anadolu Kasabasında Kadın Dindarlığı, Boğazlayan Örneği”, Editör, Ü. Günay & Celaleddin Çelik; Dindarlığın Sosyo-Psikolojisi, Adana: Karahan Yayınları. Şerif, M. (1985), Sosyal Kuralların Psikolojisi, (Çev, İsmail Sandıkçıoğlu). İstanbul: Alan Yayıncılık. Taplamacıoğlu, M. (1983), Din Sosyolojisi, Ankara: Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları. Taş, K. (2006), “Dindarlığın Kriterleri Üzerine Tipolojik Bir Araştırma”, Editör, Ü. Günay & Celaleddin Çelik; Dindarlığın Sosyo-Psikolojisi, Adana: Karahan Yayınları. Tiryakian, E. A. (2002), “Emile Durkheim”, Editör, Bottomore, Tom & Nisbet, Robert; Sosyolojik Çözümlemenin Tarihi, Ankara: Ayraç Yayınları. Topçu, N. (2006), Sosyoloji, (Hazırlayan, Ezel Elverdi & İsmail Kara). İstanbul: Dergâh Yayınları. Touraine, A. (1994), Modernliğin Eleştirisi, (Çev, Hülya Tufan). İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. Turhan, M. (1969), Kültür Değişmeleri, İstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları. Turner, S. B. (2000), Statü, (Çev, Kemal İnal). Ankara: Doruk Yayınları. Turner, S. B. (1998), Sivil Din, (Çev, Yasin Aktay). Derleyen, Yasin Aktay & M. Emin Köktaş; Din Sosyolojisi, Konya: Vadi Yayınları. 224 Türkdoğan, O. (1981), Sanayi Sosyolojisi Türkiye’nin Sanayileşmesi-Dün-Bugün-Yarın, Ankara: Töre Devlet Yayınları. Türkdoğan, O. (2004), Sosyal Hareketlerin Sosyolojisi, İstanbul: IQ Yayınları. Türkdoğan, O. (1998), İşçi Kültürünün Yükselişi, İş Ahlakı, İstanbul: Timaş Yayınları. Quataert D.& Zürcher E. J. (Derleyen), (1998), Osmanlı’dan Cumhuriyet Türkiyesi’ne İşçiler (1839–1950), İstanbul: İletişim Yayınları. Uysal, V. (1996), Dini Tutum Davranış Ve Şahsiyet Özellikleri, İstanbul: Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları. Ülgener, F. S. (1983), Zihniyet, Aydınlar ve İzmler, Ankara, Mayaş Yayınları. Ülgener, F. S. (1981), İktisadî Çözülmenin Ahlak ve Zihniyet Dünyası, İstanbul: Der Yayınları. Vatter, S. (1998), “Şam’ın Militan Tekstil İşçileri, Ücretli Zanaatkarlar ve Osmanlı İşçi Hareketi 1850-1914”, Derleyen, Quataert D.& Zürcher E. J.; Osmanlı’dan Cumhuriyet Türkiyesi’ne İşçiler (1839-1950), İstanbul: İletişim Yayınları. Yapıcı, A. (2008), “Kadın Dindarlığı Algısal Bir Yanılgı mı, Yoksa Gerçeklik mi?”, Ankara, Diyanet Aylık Dergisi Eki, Mart, Sayı, 207. Yapıcı, A. (2007), Ruh Sağlığı ve Din, Psiko-Sosyal Uyum ve Dindarlık, Adana: Karahan Yayınları. Yapıcı, A. (2004), Din, Kimlik ve Önyargı, Biz ve Onlar, Adana: Karahan Kitabevi. Yapıcı, A. (2006), “Algısal Açıdan Müslüman Kimliği ve Dindarlık”, Editör, Ü. Günay & Celaleddin Çelik; Dindarlığın Sosyo-Psikolojisi, Adana: Karahan Yayınları. Yapıcı, A. & Kayıklık H. (2005), “Ruh Sağlığı Bağlamında Dindarlığın Öz Saygı ve Kaygı İlişkisi, Çukurova Üniversitesi Örneği”, Değerler Eğitimi Dergisi, Cilt,3, Sayı,9. Yapıcı, A & Yıldırım, M. (2003), “Küreselleşme Sürecinin Dini Kimliklere Etkisi, Sosyal Psikolojik Bir Değerlendirme”, Dini Araştırmalar, Ankara: Cilt,6, Sayı,17. Yavuz, S. (2002), “Sabri F. Ülgener’e Göre “Din-İktisat Ahlak” İlişkisi”, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara: Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. Yıldırım, E. (1999), Değişen Din Anlayışının Sosyolojisi, İstanbul, Bilge Yayınları. Wach, J. (1995), Din Sosyolojisi, (Çev, Ünver Günay), İstanbul: Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları. Wagner, P. (1996), Modernliğin Sosyolojisi, Özgürlük ve Cezalandırma, (Çev, Mehmet Küçük). İstanbul: Sarmal Yayınevi. 225 Wallace, A. R. & Wolf, A. (2004), Çağdaş Sosyoloji Kuramları, Klasik Geleneğin Geliştirilmesi, (Çev, Leyla Elburuz & M. Rami Ayas). İzmir: Punto Yayınları. Wallerstain, I. (1995), “Toprağı Bol Olası Modernleşme”, (Çev, M. Özel). Derleyen, M. Özel; Tarih Risaleleri, İstanbul: İz Yayınları. Wallerstain, İ & Balibar E. (2007), Irk Ulus Sınıf, (Çev, Nazlı Ökten). İstanbul: Metis Yayınları. Weber, M. (1998), “Din Sosyolojisi”, (Çev, Mevlüde Ayyıldızoğlu). Derleyen, Yasin Aktay & M. Emin Köktaş; Din Sosyolojisi, Konya: Vadi Yayınları. Weber, M (1964), The Sociology of Religion, (Introduction by Talcott Parsons). Boston: Beacon Press. Weber, M. (1997), Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu, (Çev, Zeynep Aruoba). İstanbul: Hil Yayınları. Weber, M. (1996), Sosyoloji Yazıları, (Çev, Taha Parla). İstanbul, İletişim Yayınları. Wright, E. O. (1998), “A General Framework for the Analysis of Class Structure”, Derleyen, Wright, M.; The Debate on Classes, New York: LondonNewyork Verso. Zuckerman, P. (2006), Din Sosyolojisine Giriş, (Çev, İ. Çapçıoğlu & H. Aydınalp). Ankara: Birleşik Kitabevi Yayınları. 226 EK, ANKET FORMU Sayın… Bu anket fabrika işçilerinin dinî anlayışlarını anlamayı ve dinî yaşantılarını ölçmeyi amaçlayan sorulardan oluşmaktadır. Hiçbir sorunun yanlış cevabı yoktur. İçinizden gelerek verdiğiniz cevaplar bizim için çok önemlidir. Adınızı yazmanıza gerek yoktur. Sorular üzerinde fazla düşünmeden size en uygun gelen şıkkı “X” ile işaretleyiniz. Çalışmamıza yapacağınız katkıdan dolayı şimdiden teşekkür ederiz. Yrd. Doç. Abdullah Alperen 1. Cinsiyetiniz, ( ) Erkek Yakub Ömer Yanbay ( ) Bayan 2. Yaşınız,…… 3. Şu an ki medeni durumunuz nedir? ( ) Evli ( ) Bekar ( ) Dul 4. Öğrenim durumunuz (en son bitirdiğiniz okul)? ( )Okur-yazar değil ( )Okur-yazar ( )ilkokul ( )Ortaokul ( )Lise ve dengi okul ( )Fakülte veya yüksekokul 5. Çalıştığınız işkolundaki mesleki statünüz nedir? ( ) Düz İşçi ( ) Kalifiye işçi ( ) Usta 6. Çalıştığınız işkolunun adı nedir? ……………………………………… 7. Kaç yıldan beri çalışıyorsunuz? .................. 8. İşyerinde günlük çalışma süreniz ne kadardır? ( ) 8 saat 9. Gelir düzeyiniz? ( ) 10 saat ( ) 12 saat ( ) Alt ( ) Orta 10. İşinizden memnun musunuz? ( ) Evet ( ) 16 saat ( ) Üst ( ) Hayır ( ) Ustabaşı 227 11. Bu mesleği niçin seçtiniz? ( ) Bu mesleği çok sevdiğim için ( ) Kısa yoldan hayata atılmak için ( ) Bir meslek sahibi olmak için ( ) Zengin olmak ve daha iyi yaşamak için ( ) Annem-babam istediği için ( ) Başka……………………………. 12. Kendinizi ne olarak hissediyorsunuz? ( ) Türk ( ) Müslüman ( ) Müslüman Türk ( ) İnsan 13. Kendinizi ne kadar dindar hissediyorsunuz? ( ) Hiç dindar değil ( ) Biraz dindar ( ) Dindar ( ) Çok dindar 14. Din sizin için ne kadar önemlidir? ( ) Çok önemli ( ) Önemli ( ) Biraz önemli ( ) Hiç önemli değil 15. Cevabınız olumluysa, niçin önemlidir? ( ) Her iki dünya için din önemlidir. ( ) Bu dünyada mutluluk için dinin önemi vardır. ( ) Din yalnızca öbür dünyada gereklidir. ( ) Geçmişlerimizden miras aldığımız için. ( ) Din toplumu bir arada tutan değerdir. ( ) Din kötü günlerde teselli kaynağıdır. 16. Dinî bilgilerinizi en çok nereden aldınız? ( ) Ailemden (Anne, baba, dede, nine, amca, hala vs.). ( ) Diyanete Bağlı Görevlilerden (İmam, müezzin, yaz Kur’an Kursları). ( ) Okuldan (Din Kültürü Ahlak Bilgisi Öğretmeninden). ( ) Dinî yayınlardan. ( ) Hiçbir yerden dinî bilgi almadım. ( ) Başka ……………………………….. 17. Dinî konular hakkındaki bilginizi yeterli görüyor musunuz? ( ) Evet, yeterli görüyorum. ( ) Kısmen yeterli diyebilirim. ( ) Yeterli olduğunu düşünmüyorum. ( ) Dinî bilgi almanın gereksiz olduğu kanaatindeyim. 228 18. Dinî konularda bir probleminiz olursa çözmek için kime danışırsınız? ( ) Müftü. ( ) Cami görevlileri. ( ) Din dersi öğretmenlerine. ( ) Aile büyükleri. ( ) Bu konuda bilgili arkadaşlara. ( ) Hiç kimseye danışmam. 19. Aşağıdakilerden hangilerine inanıyorsunuz? ( ) Nazar ( ) Çarpılma, cinli olma ( ) Şans, uğur ( ) Fal ( ) Büyü, sihir ( ) Muska ( ) Hiçbiri 22. Kabir ve türbe gibi mekânları ziyaret eder misiniz? ( ) Evet ( ) Hayır 23. Cevabınız eğer “evet” se niçin ziyaret etme ihtiyacı hissediyorsunuz? ( ) Büyük insanlar olduğu için ( ) Bir dileğimin gerçekleşmesi için ( ) Stres ve sıkıntılardan kurtulmak için ( ) Dinimizce iyi bir davranış olduğu için ( ) Başka……………………………………. 24. Size göre sanayi alanında çalışmak insanî özellikleri ve sosyal ilişkileri nasıl etkiler? ( ) Kesinlikle olumlu etkilediğini düşünüyorum. ( ) Kısmen olumlu etkileyebileceği kanaatindeyim. ( ) Genellikle olumsuz etkilemektedir. Katılıyorum Kararsızım Katılmıyorum Bazen Hiç I- Aşağıdaki ifadelerden her birini okuduktan sonra, bu ifadeye ne ölçüde katıldığınızı gösteren sütuna ait olan ve ifadenin hizasında bulunan kutucuğun içini X biçiminde işaretleyiniz. Çoğu zaman 229 II- Aşağıdaki ifadelerden her birini okuduktan sonra, bu ifadelerdeki davranışların nedenini sütuna ait olan ve ifadenin hizasında bulunan kutucuğun içini X biçiminde işaretleyiniz. 1. İnancımın gereği olan ibadetlerimi yerine getiriyorum. 2. Namazlarımı kılıyorum. 3. Mazeretlerim dışında Ramazan ayında oruç tutuyorum. 4. Maddi gücüme göre zekâtımı veriyorum. 5. Maddi gücüm uygun olursa, hacca gitmeyi düşünürüm. 6. Kutsal gün ve gecelerde dua ve ibadet yapıyorum 7. Farz ibadetlerim dışında da ibadet ediyorum. 8. Televizyonda yayınlanan dinsel programları seyrediyorum. 9. Dinsel yayınlar okuyorum. 10. Cenaze merasimlerine katılıyorum. 11. Mevlit, hatim gibi dinsel programlara katılıyorum. 12. Kur’an-ı Kerim okuyorum. 13. Dua ediyorum. 14. İmkânım olduğunda kurban kesiyorum. 15. İbadetlerimi yapmak için camiye giderim. Her zaman 1. Allah yaptığımız her şeyi bilir 2. Mahşer günü herkes Allah’a hesap verecektir 3. Kur’an-ı Kerim’in haber verdiği her şey doğrudur. 4. Kur’an-ı Kerim Allah’ın emirlerini bildirir. 5. Kıyamet günü vardır. 6. Allah vardır. 7. Cennet-cehennem diye bir şey yoktur. 8. Öldükten sonra ahiret denen sonsuz bir hayat olacaktır. 9. Kur’an Allah’ın gönderdiği kutsal kitaptır 10. Melekler vardır. 11.Hz. Muhammed Allah’ın peygamberidir 12.Bir kimse ne kadar çabalarsa çabalasın alın yazısını değiştiremez 1. İnsanlar hayatlarını dine göre şekillendirmelidir. 2. Dindar nesiller yetiştirmek gerekir. 3. Evleneceğim kişinin dindar olmasını tercih ederim. 4. Dinen haram olduğu için içki içmem. 5. Erkeklerle kadınların tokalaşması dinen sakıncalıdır. 6. Arkadaşlarımın dindar olmasını tercih ederim. 7. Evlilik öncesi cinsel deneyimler haram olduğu için bu tür fiillere yaklaşmam. 8. Sosyal çevrem tarafından iyi bir Müslüman olarak görülmem hoşuma gider. 9. Yardım talep edenlere Allah rızası için yardım ederim. 10. Dünyada sıkıntı altında kalan Müslümanların durumu beni üzer. 11. Domuz yağı içeren ürünleri kullanmakta bir sakınca görmem. 12. Dini inançlarım siyasi görüşümü etkilemez. 13. Kadın-erkek ilişkilerinde dinin belirlediği ölçülere uyulmalıdır. 14. Dinin emir ve yasaklarına dikkat eden bir insan saygıdeğer kabul edilmelidir. 15. Kız kardeşimin Müslüman olmayanlarla evlenmesine müsaade etmem. 16. Müslüman olmayan biriyle evleneceksem onun Müslüman olmasını isterim. 17. Hıristiyanlar tarafından kurban edilen bir hayvanın etini yemem. 18. Davranışlarımı Allah’ın her yerde gördüğü bilinciyle yapmaya gayret ederim 19. İnsanlarla ilişkilerde temel referans din olmamalıdır. Tamamen katılıyorum Katılıyorum Katılmıyorum III- Aşağıdaki ifadelere yönelik kanaatlerinizi X ile belirtiniz. Kesinlikle katılmıyorum 230 231 ÖZGEÇMİŞ KİŞİSEL BİLGİLER Adı Soyadı : Yakub Ömer YANBAY Doğum Yeri ve Yılı : Osmaniye, 05 09 1978 Medeni Durumu : Evli Telefon : 0505 624 71 96 Adres : Güzelyalı M. 81189 S. Başaranlar Apt. 8/15 Çukurova/ADANA e-mail Adresi : [email protected] EĞİTİM DURUMU 2005-2009 : Yüksek Lisans, Çukurova Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe ve Din Bilimleri Anabilim Dalı, ADANA. 1996-2003 : Atatürk Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, ERZURUM. 1989-1995 : İmam Hatip Lisesi, OSMANİYE. 1984-1989 : Yediocak İlkokulu, OSMANİYE Yabancı Dil : Arapça-İngilizce İŞ DURUMU 2003 - : Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmeni, Genç İşadamları Derneği İlköğretim Okulu, Çukurova/ADANA