türkiye`nin yakın tarihi

advertisement
http://genclikcephesi.blogspot.com
ANA ÇİZGİLERİYLE
TÜRKİYE'NİN YAKIN TARİHİ
1789-1980
1. CİLT
http://genclikcephesi.blogspot.com
Dizgi - Baskı - Yayımlayan:
Yenigün Haber Ajansı
Basın ve Yayıncılık A.Ş.
Temmuz 1997
http://genclikcephesi.blogspot.com
ANA ÇİZGİLERİYLE
TÜRKİYE'NİN
YAKIN TARİHİ
l.CİLT
PROF. DR. SİNA AKSİN
Cumhuriyet
GAZETESININ
OKURLARıNA A R M A Ğ A N ı D ı R .
http://genclikcephesi.blogspot.com
İÇİNDEKİLER
I.
II.
Osmanlı Öncesi Türkler
7
Klasik Osmanlı Toplum Düzeni
13
III.
Klasik Osmanlı Düzeninin Değişimi
18
IV
Osmanlı-Türk Kültür Hayatının
V
VI.
VII.
VIII.
IX.
Bazı Sorunları
24
Tanzimata Gidiş ve Tanzimat
27
Islahat Fermanı ve Yeni Osmanlılar
39
I. Meşrutiyet ve Büyük Bunalım
45
Abdülhamit Dönemi
52
İttihat ve Terakki'nin Yapı Özellikleri,
31 Mart Olayı
31 Mart'tan 1913'e Değin
İT'nin Denetleme İktidarı
II. Meşrutiyet Döneminde
Başlıca Düşünce Akımları
İT'nin Tam İktidarı ve
I. Dünya Savaşı'na Giriş
103
XIII.
Tam Bağımsızlık Mücadelesi
113
XIV
I. Dünya Savaşı'nda Olup Bitenler
118
X.
XI.
XII.
XV
XVI.
XVII.
Savaşın Sonu ve Bırakışma
(19 Mayıs 1919'a değin)
Samsun'dan Damat Ferit Hükümetinin
Düşmesine-Değin
Üçüncü Meşrutiyet
http://genclikcephesi.blogspot.com
63
79
96
129
146
163
I. Osmanlı Öncesi Türkler
Türklerin Üç Yurdu: Türklerin ilk tarih sahnesine çık­
maları Hun Hükümdarlığı ile olmuştur. Bu kuruluş için ve­
rilen ortaya çıkış ve son buluş tarihleri M.Ö. 220 ile M.S.
216'dır. Bu tarihlerden ortaya çıkan bir şey var. O da Türk­
lerin tarih sahnesine 'geç' çıkmış olduklarıdır. Yani Türkler
bu bakımdan görece 'genç' bir halktır. Şu tarihlere bakar­
sak bunu daha iyi anlarız:
M.Ö. 9000-8000: Tarımın başlaması, hayvanın evcilleş­
tirilmesi
M.Ö. 6250: Anadolu'da Çatalhöyük kenti kuruluyor
M.Ö. 3500: Mısır'da yelken ve tekerleğin icadı
M.Ö. 3000: Mezopotamya'da Sümer yazısının icadı
Hun Hükümdarlığı doğduğunda eski Yunan uygarlığı,
İskender İmparatorluğu olmuş bitmiş, Roma İmparatorluğu
3. yüzyılını yaşıyordu.
Hun Hükümdarlığı'ran ortaya çıktığı bölgeye (1. ana­
yurt) bizde "Orta Asya" denirse de aslında burası Çin'in ku­
zeyindeki bölgedir. Hun halkı göçebe hayvancılık yapıyor­
du. Yani, yurt denen çadırlarda yaşıyor, hayvanlarını mev­
simine göre otun bol olduğu yerlere götürüyorlardı. Yazın
yaylalar ve dağlara gidiliyor, kışın düzlere iniliyordu. Hun
boylarının göçebe hayvancılık yapmalarının nedeni, bulun­
dukları bölgede topraklarının tarıma elverişli olmaması, ve7
rimsiz oluşuydu. Yani, göçebe hayvancılık bir zorunluluk­
tu. Tarıma evlerişli topraklar güneyde, Çin'deydi. Ama gö­
çebelerin oraya geçmesi kolay değildi, zira Çinliler verimli
toprakların bittiği yerde Çin Şeddi adı verilen 6000 kilomet­
relik bir savunma hattı kurmuşlardı. Çin Şeddi basit bir sur
değildi. Belirli aralıklarda burçları olan, üstünde araba yo­
lu bulunan hayli karmaşık bir yapıydı. Uzunluğu konusun­
da bir fikir vermek için Edirne'den Ardahan'a Türkiye'nin
uzunluğunun 1500 km. dolayında olduğunu hatırlatayım.
Yani Çin Şeddi 4 Türkiye uzunluğundadır.
Hunlar göçebe hayvancı oldukları için kent hayatları
yoktu. Yazılan da yoktu. Bu durumda kimi tarihçiler Hun Hükümdarlığı'nm devlet sayılamıyacağmı, buna ancak kabile
(boy) konfederasyonu denilebileceğini söylemektedirler.
Hun Hükümdarlığı'nm dağılmasından sonra Türk boy­
lan uzun bir süre üst örgütlenmeye gitmediler. M.S. 552'de
Türklerin 1. anayurdu olan bölgede Göktürk Hükümdarlığı
kuruldu ve 745'e değin sürdü. Göktürkleri Hunlardan ayı­
ran önemli bir özellik, Göktürkler döneminde, ama sonuna
çok yakın bir tarihte, yazının ortaya çıkmasıdır. (Ötüken,
730). Ama genelde, Hunlar için söylediklerimiz Göktürkler
için de geçerlidir. Bundan sonra büyük çapta, uzun mesafe­
li göçleri görüyoruz. Göçebe hayvancılık yapanlann neden
göçe zorlandıklan konusunda çeşitli tahminler söz konusu­
dur. Örneğin kuraklık, hayvan hastalıklan, olağan dışı nü­
fus artışı...
Tik göçlerle Türklerin I. anayurtlannm biraz batısında
ilk dört başı mamur devlet kuruldu: Uygurlar (745-940). Uygurlarda yazı da vardı, kentler de vardı, tanm da. Ama gö­
çebe hayvancılık yine egemendi. Uygurlar Şaman dininden
Budist dinine geçmişlerdi. Bir kısım Türk boylannm daha
8
da batıya göçüyle Türkler 2. anayurtlarına geldiler. Burası
kabaca Hazar Denizi'nin doğusu, Aral Gölü'nün güneyi
oluyordu. Maveraünnehir diye de bilinir. Buradaki Türkler
900-1150 tarihleri arasında yavaş yavaş Müslümanlığa geç­
meğe başladılar. Üç önemli devlet kuruldu: Karahanlılar
(940-1211), Gazneliler (963-1186), Büyük Selçuklular
(1038-1157). Karahanlılar döneminde önemli bir edebiyat
başlangıcı görüyoruz. 1070'deYusuf Has Hacip'in Kutadgu Bilik yapıtı, 1074'te Kaşgarlı Mahmut'un Divan-ü Lügat-it Türk'ü ortaya çıkıyor.
Büyük Selçuklular ve Malazgirt zaferiyle birlikte Oğuz
Türklerinin 3. anayurt olan Anadolu ve Rumeli'ye göçünün
başladığım görüyoruz. Anadolu'daki ilk Türk devleti Ana­
dolu Selçuklu Devleti'dir. (1077-1308). 3. anayurt ilk ikisin­
den çok farklıydı. 2. anayurt 1. anayurda göre tarıma elve­
rişli alanlar bakımından daha verimli bir alandı. Ama yine
de burada birçok alanların çorak olduğu, büyük çöllerin yer aldığı görülüyor. Üçüncü anayurtta ise hiç çöl yoktu. Bü­
tün düzlüklerde yağmurla buğday tarımı yapılabiliyordu.
Böylece buralara yerleşen Türk'Tİn geniş çapta yerleşme­
ye başladıktan, tanm yaparak köylüleştikleri görülüyor. Yal­
nız Anadolu'nun Rumeli'den önemli bir farkı vardır. Ana­
dolu çok engebeli bir alandır, yani dağlan, yaylalan çoktur.
Onun için göçebe hayvancılığı sürdürmek isteyen oymak ve
boylar (aşiret ve kabileler) buna elverişli mekânlan bulabi­
liyorlardı. Üstelik zaman zaman Anadolu'da kanşıklık ve
asayişsizlik yoğunlaştığı zamanlar, yağma edilmekten bıkan
köylüler, köylerini terk edip dağlarda eşkıyalığa ya da gö­
çebe hayvancılığa başlamışlardır. Demek ki kimi dönemler­
de ve kimi yörelerde köylülüğün çoğaldığını, kimi dönem
ve yörelerde göçebe hayvancılığın ağır bastığını görüyoruz.
9
Örneğin 1865'te Osmanlı hükümeti Fırka-yı islahiye adın­
da bir ordu göndermek zorunda kaldı Çukurova bölgesine.
Amaç, daha önce de birkaç kez "oturtulmuş" olan Avşar ve
diğer oymakları yeniden oturtmaktı. Söylendiğine göre gö­
çebeler yüzünden Türkiye'nin en verimli oyalarından Çu­
kurova'nın Adana doğusunda kalan bölümü bu sırada ya­
ban bitkileriyle örtülüymüş.
Türklerin Anadolu'ya yerleşmesiyle ilgili bir konu şu­
dur: Tarihçi Zeki Velidî Togan'a göre Türkler büyük ölçü­
de boş bir Anadolu'ya yeleştiler, zira Arap akınları sonucun­
da Anadolu'nun Hıristiyan halkı kıyılara kaçmıştı. Böyle bir
görüşten çıkan sonuç, Türklerin Anadolu'nun Hıristiyan
halkıyla karışmamış olduklarıdır. Başka bir deyişle, Türk­
ler karışmadıkları için ırk saflıklarını büyük ölçüde korumuş­
lardır. Oysa Hıristiyanlardan ne kadarının kıyılara kaçtığı­
nı saptamak kolay değildir. Bana öyle geliyor ki, evlenme,
İslamiyeti kabul, devşirme, kölelik gibi yollardan Türkler
yerli halkla büyük ölçüde kaynaşmışlardır. Türklerin Orta
Asyalı soydaşlanyla fazla benzeşmemeleri, Türkiye Türk­
lerinin de kendi aralarında birörnek fiziksel özellikler taşı­
mamaları, karışmanın kanıtı gibi gözüküyor. Böyle olmak­
la birlikte, ırk durumu ne olursa olsun Türkçenin, Hıristiyanları bile kısmen içine alarak Anadolu'nun ortak dili ha­
line gelmesi, bu halkı Orta Asya'ya bağlayan önemli bir bağ
sayılabilir.
Tarih Çağları Üzerine Bir Not: Özellikle Fransa'da
yaygın olan ve bizi de etkilemiş olan anlayışa göre tarih çağ­
ları (yani yazının çıkmasından sonra insanlık tarihi) dörde
ayrılır:
M.Ö. 3000-M.S. 476 (Batı Roma'nm yıkılışı)- İlkçağ
476-1453-Ortaçağ
10
1453-1789-Yeniçağ
1789 sonrası- Son ya da Yakınçağ.
Burada hemen belirtmek gerekir ki, bizde bu çağ ayı­
rımını benimseyenler 1453 'ü Fatih'in Rönesans prensi kim­
liğini ve/ya da fethin İslamiyet, Türklük bakımından öne­
mini vurgularlar. Bu yaklaşım doğru ve Osmanlı Devleti'nin İstanbul'un fethiyle beylikten imparatorluğa diye özet­
lenebilecek çok kökten bir dönüşüm geçirmiş olduğu mu­
hakkak olmakla birlikte, bunu Türkler bakımından bir çağ
değişikliği olarak değerlendirebilir miyiz? Ben sanmıyo­
rum. Baüllar 1453'ü çağ değişimi noktası olarak değerlen­
dirirken Osmanlılara çok da olumlu sayılamayacak bir rol
veriyorlar. Buna göre fetihle birlikte İstanbul'dan İtalya'ya
kaçan Bizanslı bilim adamları orada Hümanizmi ve Rönesansı başlatmışlardır. Yani, bu görüşe göre, Osmanlılarınla
bir tür "iteleme" işlevinden ibarettir.
Prof. İbrahim Kafesoğlu çağ ayırımının bizim bakımı­
mızdan doğrudan bir açıklayıcılığı olmadığını ilk' söyleyen­
lerdendir. Gerçekten de, Batı Roma'nın son bulmasınını
Türkler bakımından doğrudan (o sırada) bir önemi olmuş
mudur? 1789 Fransız İhtilali Türkler için de çok önemlidir
ama Türkleri, Osmanlı Devleti'nin etkilemesi için belli bir
zaman aralığının geçmesi gerekmiştir. Oysa Batı ve Orta Av­
rupa bakımından 1789 'un adeta anında bir etki yapması söz
konusudur.
Bana göre Türkiye, yani Anadolu ve Rumeli Türkleri
için daha anlamlı sayılabilecek bir çağ ayırımı şöyle olabilir:
M.Ö. 220-M.S. 1071-İlkçağ
1071-1839-Ortaçağ
1839-1908-Yeniçağ
1908 sonrası- Son ya da Yakınçağ
11
Böyle bir ayırımın Türkiye Türklerinin toplumsal ör­
gütlenme evrelerine işaret etmek bakımından anlamlı oldu­
ğunu düşünüyorum. İlkçağ Türklerin göçebe hayvancılık
dönemidir. Ortaçağ Türklerin yerleşikliğe, tarıma, köylülü­
ğe geçişi dönemidir. Yeniçağ ciddi biçimde Batılılaşmaya,
hukuk devletine adım atıldığını bize gösteriyor. Sonçağ,
Türkiye Türklerinin yaygm kentleşmeye, kapitalizme yönel­
me noktasını belirtmektedir.
12
II. Klasik Osmanlı Toplum Düzeni
"Klasik" dediğimiz Osmanlı toplum düzeni, Osmanlı
Devleti'nin en güçlü olduğu yaklaşık 1450-1550 yıllan ara­
sındaki düzendir.
Hemen baştan okullarda Osmanlı Devleti'nin dönemlendirilmesiyle ilgili bir uyanda bulunmak yerinde olacak­
tır. Bilindiği gibi bu şöyledir:
1300-1453 Kuruluş dönemi
1453-1579 (Sokullu'nun ölümü) Yükselme dönemi
1579-1699 Duraklama dönemi
1699-1922 Gerileme dönemi
Aslında bu dönemlendirme yalnızca arazi miktan ba­
kımından, aynca belki Osmanlı devlet aygıtının gücü, etkin­
liği bakımından anlamlıdır. Örneğin halkın, özellikle Türk
halkının refah ya da uygarlık ve kültür düzeyi bakımından
pek de anlamlı olmayabilir. Zira genellikle bütün insan top­
luluktan ilerledikleri gibi, kural olarak Türklerin de ilerle­
dikleri kabul edilmelidir. Araştmlsa, belki de Türk insanını
19. yüzyılda Kanunî dönemine göre ortalama ömrünün da­
ha uzun, ya da okur-yazarlık bakımından daha ilerde oldu­
ğu ortaya çıkacaktır. Aynca mimarlıkta yükselme dönemi­
ne rastlayan Mimar Sinan gibi bir dâhi varsa da, edebiyatta
18. ve 19. yüzyıllarda pek büyük isimler vardır. Klasik Türk
müziğinin asıl 17. yüzyılda ve ondan sonra geliştiği söyle­
nebilir. Büyük düşünür-yazarlar Kâtip Çelebi ve Evliya Çe13
lebi 17. yüzyıldadır. İlk kütüphane binaları 18. yüzyılda ya­
pılmıştır. Arazi miktarı bakımından işi ele alırsak, en "yok­
sulu" Türkiye Cumhuriyeti'dir. Ama biliyoruz ki bu dönem­
de iktisat, kültür, uygarlık ve hemen her alanda Osmanlı
Devleti zamanındaki Türk toplumundan çok daha ileriyiz.
Bugün çok hızlı bir gelişme süreci içindeyiz.
Klasik Osmanlı toplum düzeni şöyle özetlenebilir:
I. Yönetenler (askerîler) sınıfı
A. İcraî Askeriler
1. Maaşlılar
2. Zaimler ve tımarlı sipahiler
B. Ulema
II. Yönetilenler (reaya) sınıfı
A. Kentliler
1. Lonca esnafı
2. Tüccar ve sarraflar
B. Köylüler
C. Göçebeler
Bu dönemde kimlerin bu sınıflara dahil oldukları, ne za­
man ve şartlarda öbür sınıfa geçecekleri devlet tarafından
belirlenen iki ana sınıf vardı: Yönetenler, yönetilenler.
Yönetenler, askerlikle doğrudan ya da dolaylı bir ilgi­
leri olmasa da, (örneğin, ulema) askerî sayılırdı, zira devlet
bir fetih ve savaş makinesi olarak örgütlenmişti. Bunlara yö­
netilenlere oranla yüksek bir yaşama düzeyi sağlanırdı.
Kural olarak ülkenin en zengini padişah, ikinci en zen­
gini sadrazam olurdu, Tüccardan çok zenginleşen biri olur­
sa, müsadere yoluyla durumun 'icabına' bakılır, hizaya ge­
tirilirdi. Yönetenlerin ikinci bir ayrıcalıkları, vergi ödemek­
le yükümlü olmamalarıydı. Başı padişah olan askerî sınıfa
ulema ile icraî (yürütme ile ilgili) işler gören ve kul statü14
sündeki askerîler dahildi. Sözü edilen icraî işlerin başlıcalan yönetim ve askerliktir. Yeniçerisinden, sipahisinden sad­
razamına kadar bu işleri görürlerdi. Bunların kul statüsün­
de olmaları boyunlarının kıldan ince olması anlamına geli­
yordu. Bu, muhakeme edilmeden padişahın buyruğu ile "si­
yasetten katledilebilmeleri" demekti (siyaseten katil). Kul
olmanın ikinci bir sonucu, kulların ölümünde miraslarına elkonmasıydı ki buna, müsadere denirdi. Herhalde müsadere
daha çok müsadereye değer serveti olan yüksek görevlilere
uygulanıyor olmalıydı. Fakat bunların, ölümlerinden sonra
varislerini gözetmek için kullanabilecekleri bir imkân var­
dı. Cami, medrese vb. gibi hayır işleri yapıp, bunların sür­
dürülmesi için vakıf kurduklarında, varislerini vakıf müte­
vellisi atayıp onları bu yoldan gelir sahibi kılabilirlerdi. Zi­
ra vakıflar müsadere edilemezdi.
Yönetenler sınıfının ikinci kolu ulema idi. Âlimler dev­
letin din, yargı, eğitim işlerini görürler, icraî işlere fazla ka­
rışamazlardı. Askerî sınıfın ayrıcalıklarından yararlanırlar­
dı, yani yüksek gelir sahibiydiler ve vergi ödemezlerdi. Bu­
nunla birlikte, icraî askerî sınıf üyeleri gibi kul statüsünde
olmadıkları için, muhakeme edilmeden pek cezalandınlmazlardı, yani örneğin siyaseten katledilmezlerdi ve malla­
rı müsadere edilemezdi. Âlimler, mahalle mektebinden son­
ra medreselerde okuyarak yetişen Müslüman çocuklarıydı.
Oysa kullar, çok kez devşirme idiler, yani çocukken Hıris­
tiyan olan kişilerdi. Yüksek ulema büyük servet sahibi ola­
bildiği gibi, bu serveti çocuklarına intikal ettirebiliyorlardı.
Yüksek ulemanın da çocukları ulema oldukları takdirde ki
genellikle böyle olmuştur, ortaya bir ulema aristokrasisi ya
da soyluluğu (zadegânlık) ortaya çıkıyordu. Yüksek ulema­
nın çocuklarını kayırmak için daha çocukluğunda rütbe ve­
rilmeye başlanır, böylece kolayca yükselmeleri sağlanırdı.
15
Niyazi Berkes, Ziya Gökalp'in bir sözü üzerinde duru­
yor. Gökalp devşirme çocukların yüksek yönetici olmak için
devam ettikleri Topkapı Sarayı'ndaki Enderun Mektebiyle
medreseleri karşılaştırırken, birincisinin Türk olmayanı alıp
Türk yaptığını, ikincisinin Türk'ü alıp Türk olmayan (Arap)
haline getirdiğine işaret ediyor. Gerçekten de yönetim ve En­
derun Mektebinde dil Türkçe iken, ilim ve medrese dili
Arapçaydı. Bizim bakımızdan gariplikler bununla bitmiyor.
Dine dayalı olduğunu ilan eden bir ülkede cedbeced Müs­
lüman olanlar askerlik ve yönetim işlerine karıştırılmıyor­
lar, fakat cedbeced Hıristiyan olan bir ailenin çocuğu o ül­
kenin yazgısını yönetiyordu.
İcraî askerî yöneticiler kapıkulları ve diğer maaşlılar
ile tımarlı sipahiler ve zaimler (zeamet sahipleri) diye ayrı­
labilir. Bu, anlamlı bir ayırımdı, zira maaşlılar, paranın çok
kıt olduğu, onun için köylünün vergisini ürün olarak (öşür,
aşar) ödediği bir iktisadiyatta ayrıcalıklı idiler. Fakat maaş­
ların zamanında verilmediği, ya da züyuf (ayan düşük) ak­
çe ile verildiği dönemlerde bunlar, isyana hazır bir hoşnut­
suzlar kitlesiydi. Tımarlı sipali ve zaimlere gelince, gelirle­
rini büyük ölçüde dirliklerindeki köylülerden aynı olarak
topladıklan, toprağın hukuken maliki olmasalar da, başın­
da oturduklan için, fiilen ona egemen olan, tâbir caizse fi­
ilî feodallerdi. Sipahi ve zaimlerin dirliklerindeki köylüler­
den ürün olarak topladıklan başlıca vergi aşardı.
Yönetilenler sınıfına gelince, bunun özgün adı reaya idi. Üretim reayaya ait bir işti. Aynı zamanda savaş işine de
yardımcı olurlardı. Vergi, reayaya ait bir yükümlülüktü. Os­
manlı Devleti "platonik" bir devlet olduğu için yönetenle­
rin, yönetilenlere göre daha müreffeh (gönençli) bir hayat
yaşamalan asıldı. Devlet yönetilenler için değil, yönetenler
içindi.
16
Kentli reaya deyince akla önce lonca esnafı gelir. Bun­
lar hem imalatçı, hem satıcı, ya da yalnızca satıcı olan, lon­
calarının sert ve kısıtlayıcı çerçevesi içinde çalışan küçük ik­
tisadî birimlerdi. Usta-kalfa-çırak ilişkileri içinde çalışan bu
birimlerin büyümemesi, gelişmemesi hem loncaların, hem
devletin özen gösterdiği bir konuydu. Başka bir deyişle lon­
calardan kapitalizme bir kapı yoktu. Loncaların dışında, bü­
yük iş yapan sarraflar ve şehirlerarası ya da uluslararası öl­
çekte çalışan tüccarlar vardı. Bu servet sahiplerine izin ve­
rilmesi, yaptıkları işin lonca ölçeğinde yapılmasının ola­
naksız olmasından kaynaklanıyordu.
Osmanlı Devleti köylüleri göçebelere tercih eden bir
devletti. Nedeni açık: Köylüler, yeri yurdu belli, vergi öde­
yen, gerektiğinde asker veren bir kesimdi. Göçebeler ise ad­
resi belli olmayan, vergi ve asker vermek konusunda istek­
siz, üstelik silahlı ve seyyar, üstüne fazla varılamayan bir ke­
simdi. Osmanlılar göçebeleri oturtmak, köylüye dönüştür­
mek için hep çabalamışlardır.
17
III. Klasik Osmanlı Düzeninin Değişimi
"Klasik" dediğimiz Osmanlı düzeni 16. yüzyılın orta­
larından itibaren değişime uğradı. (Zaten karıncalar ve an­
ların düzeni nasıl değişmezse, insanını kurduğu düzenlerin
-ve insanın kendisinin- önemli bir özelliği değişmedir). De­
ğişime yol açan etkenler şöyle sıralanabilir:
1- Avrupa 'dan Gelen Enflasyon Süreci ve Tüfeğin Ge­
lişip Yayılması: Sözünü ettiğimiz yüzyıllarda kullanılan pa­
ra, altın ve gümüşten basılan paralardı ve bunun dünyadaki
miktan görece sınırlıydı. Bu miktann artması gümüş^ ve al­
tın madenlerinin çalıştınlmasma bağlı idi. Yeni dünyanın
keşfinden sonra İspanyollar Aztek, Maya, İnka imparatorluklanna son verip ellerindeki altın ve gümüşü yağmaladı­
lar. Bu ülkelerde bulduklan altın ve gümüş madenlerini iş­
lettiler. Böylece İspanya vasıtasıyla Avrupa'ya ve ardından
bütün kıtalara, eskisine oranla daha çok altın ve gümüş pa­
ranın girdiğini görüyoruz. Para miktannm büyük ölçüde art­
ması genellikle her yerde ülke iktisadiyatlannda eskiye gö­
re parasallaşmanın artışına ve fiyatlann yükselmesine yol
açtı. Bu süreç tabii Osmanlı Devleti'nde de yaşandı. Osman­
lı iktisadiyatının bir miktar daha parasallaşması, köylüyü pa­
ra (pazar) iktisadiyatına sokmuş olmuyordu. Ama şöyle bir
olanak tanıyordu: İltizam denilen usul sayesinde köylünün
ürün olarak ödediği aynı vergiler paraya çevrilebiliyordu.
18
İltizam usulü şöyle açıklanabilir: Boş kalan bir dirliğin
aşan yeniden bir sipahi ya da zaime tahsis edilmiyor, artır­
maya çıkanlıyordu. En çok ödemeyi vaat eden mültezim o
dirliğin iltizamını (genellikle 3 yıl için) almış oluyordu. Mül­
tezim devlete para veriyor, fakat köylüden aşan ürün olarak
alıyordu. Aşan pazarda satarak paraya dönüştürmek mülte­
zime ait bir iş oluyordu. Dikkat edilirse bir dirliğin iltizama
verilmesi, orada sipahi ya da zaim bulunmaması demektir.
Oysa sipahi ve zaimler yalnızca vergileri toplayıp karşılığın­
da savaş hizmeti sunan kimseler değillerdi. Sürekli dirlikle­
rinde oturan, asayişi koruyan, hükümetin o yöredeki gözü,
kulağı, eli olan kimselerdi. Oysa mültezimler dirlikte otur­
mayan, ancak hasat zamanı aşar toplamak için oraya gelen,
çok kez bu ilişkileri 3 yılla sınırlı olan kimselerdi.
Bu durumun önemli bir sonucu sipahi ya da zaimin or­
tadan kalkmasıyla dirlikte bir yetke (otorite) boşluğunun
doğmasıydı. Boşluğu mutlaka birilerinin doldurması gere­
kiyordu ve mültezimler (oraya yerleşmiş olmadıklan için)
bunu yapacak durumda değilerdi. Yetke boşluğunu doldu­
ranlar ayan denilen oranın yerlisi bir kesim oldu. Ayanlar paralanyla, nüfuzlanyla, askeri güçleriyle yörelerine egemen
olan bir zümre oldular. Artık devlet vergi ve asker toplama
konulannda onlann yardımlanndan yararlanmak durumun­
da kaldı. Güçleri artan ayanlar Avrupa'daki feodal sınıfa
benzediler. Ayanlık, merkezin taşra üzerindeki denetimini
yitirmesi, tımar sisteminin sağladığı merkeziyetçilikten adem-i merkeziyete (merkezsizliğe) bir kayış anlamına geli­
yordu. Hemen belirteyim ki, tımar sisteminin tasfiyesi, ye­
rini iltizama bırakması, yüzyıllar alan yavaş bir süreç oldu.
II. Mahmut zamanında (19. yüzyıl başlannda) hâlâ tımarlar
vardı.
19
İltizam sistemi devlet hazinesine daha çok paranın gir­
mesini olanaklı kılıyordu. Bunun hükümete sağladığı en
önemli yararlardan biri Yeniçeri ya da benzeri, kentlerde
bulunan piyade askerini çoğaltmaktı. Bu, ateşli silahların,
Özellikle tüfeğin gelişmesi ve yayılmasının bir sonucuydu.
Atlı askerler, ki tımarlı eyalet ordusu atlıydı, tüfek kullana­
mıyordu. Tüfek piyadenin silahıydı. Demek ki savaş tekno­
lojisindeki gelişme, tımar sisteminin tasfiyesini, piyadenin
arttırılmasını zorunlu kılıyordu. Hazineye iltizam sayesin­
de daha çok para girmesi, piyade askerinin çoğaltılabilmesi demekti.
2. Avrupa 'da ve Özellikle Akdeniz Bölgesi 'nde Nüfus
Artışı: Kapitalist öncesi iktisadiyatlarda nüfus artışı çok
olumsuz sonuçlar doğurabiliyordu. Zira öyle bir sistemde
nüfus artışına koşut olarak üretimi arttırmak bugünkünden
çok daha zor oluyordu. Nüfus artışı demek, sefalet ve açlık
ile bunun yol açtığı kanunsuzluklar, eşkıyalık demekti. İşte
16. yüzyılda Akdeniz Bölgesi'nde, ihtimal büyük salgın
hastalıkların uzun süre görülmemesi yüzünden, önemli bir
nüfus artışı oldu ve sözü edilen sonuçlan doğurdu. Osman­
lı'da, Anadolu'da ortaya çıkan kanşıklıklara "Celali İsyanlan" denir. En yoğun olarak, 1590-1650 yıllannda yaşandı,
17. yüzyılın sonlanna doğru, muhtemelen nüfus baskısının
azalması sonucunda, nihayet buldu. Kanunî döneminde ül­
kenin nüfusu 12 milyondan 22 milyona yükselmişti.
3. Uluslararası Kervan Yollarının Önemsizleşmesi: De­
nizden Hindistan yolunun keşfedilmesinden sonra ticaret,
İpek Yolu gibi uluslararası kervan yollannı gitgide terk ede­
rek denize kaydı. Kervancılığm zayıflaması, geçimini buna
bağlayan birçok kent ya da kasabanın canlılığını yitirmesi-
20
ne yol açtı. Kapitalizm öncesi toplumlarda bu tür gerileme­
ler çok kez başka yollardan, başka etkinliklerle giderilemi­
yor, çöküş sürekli bir hale dönüşüyordu.
4. Fetihlerin Azalması ve Durması: İnsan ve hayvan
enerjisiyle (organik enerjiye) dönen geleneksel imparator­
lukların genişlemesi, imparatorluklar büyüdükçe zorlaşıyordu. Önceleri Osmanlı Devleti çok başarılı bir savaş ma­
kinesiydi. Bütün ülkeye egemen bir devlet aygıtı her zaman
on binlerce kişilik orduları sefere gönderme yeteneğine sa­
hipti. Nitekim başlarda Osmanlı ordusu sefere çıktığı zaman
yalnızca kent, kasaba, kaleleri değil, büyükçe bölgeleri ko­
layca fethediyordu. Fetih her bakımdan kârlı bir işti. Avru­
pa'ya feodal yapı egemen olduğundan ve feodallar de ge­
nellikle başlarına buyruk olduklarından, Osmanlı orduları­
na karşı Avrupa'nın aynı büyüklükte ve güçte ordular topar­
laması çok daha zordu.
Zaman geçtikçe durum değişti. Bu kez imparatorluk bü­
yüdükçe Osmanlı ordusunun sınır boylarına gitmesi fazla za­
man almaya başladı. Unutmamalı ki ordunun ilerleme hızı­
nı yaya giden piyadeler belirliyordu. Savaş yazın yapıldığın­
dan, zamanında sınır boylarına ulaşmak için bahar yağmur­
ları altında yola çıkmak gerekiyordu. İmparatorluk büyüdük­
çe, zamanını yollarda geçiren Osmanlı ordusunun savaşabi­
leceği süre kısalmış oluyordu. İkinci olarak, Osmanlı'nın
karşısındaki Avrupa devletleri zaman içinde merkezileşme­
ye, güçlü ve büyük ordular kurmaya başladılar. Savaş başa­
rıları eskisi kadar kolay ve büyük olmamaya başladı.
Fetihlerin azalması ve zorlaşmasının önemli bir sonu­
cu savaşa olan ilginin azalması oldu. Zira fetih, manevi tat­
minler dışında, önemli maddi çıkarlar da sağlıyordu. Bu ma21
nevi ve maddi tatminler olmayınca savaşa ve savaşı yapa­
cak orduya ilgi azalmağa başladı. Ordunun "bozulması"
büyük ölçüde bu yüzden oldu.
Savaşa koşullanmış bir devletin ve bir toplumun birden­
bire barışa kendini uydurması çok da kolay değildir. İhtimal
Celali İsyanları denen kanlı mücadelede, dışa yönetemeyen
savaş alışkanlıklarının bu sefer iç savaşa yönelmesinin payı
da bulunabilir:
5. İbn Haldun "Yasasının"Etkileri: 14. yüzyılda Mı­
sır'da yaşamış olan ve kimilerince toplumbilimin babası sa­
yılan Tunuslu İbn Haldun, Mukaddime adlı yapıtında İs­
lam tarihini inceleyerek çok dikkate değer sonuçlara ulaş­
mıştır. Ona göre bu toplumlar iki düzenin çatışmasına sah­
ne oluyordu: Medeniyet (medine, kent anlamındadır) ve bedeviyet (oymak ve boy olarak örgütlenmiş göçebe kandaş
topluluklar). Bedeviler asabiyet denen yüksek bir dayanış­
ma duygusu içindedirler. Savaşkan, dürüst, kaba insanlar­
dır. Medeniler yerleşik, tarıma dayalı, kentleri olan toplum­
lardır. Zayıf düştükleri zamanlar bu saldırılar yenik düşer­
ler, Bedeviler devleti ele geçirirler. Böylece Bedevi reisinin
hükümdar olduğu yeni bir devlet ortaya çıkmış olur. Bede­
viler, yıktıkları devletin ülkesinde, kentlerinde yavaş yavaş
medeniyeti öğrenirler. Medeniyetleri arttıkça, savaşkanlıklanm ve asabiyetlerini yitirirler. Dört kuşak sonra, 100-120
yıl sonra devlet, yeniden Bedeviler'e yenik düşecek derece­
de yumuşamış olur. Tarih böylece tekrarlanıp gider.
Niyazi Berkes'e göre Osmanlı Devleti "İbn Haldun ti­
pi" bir devletti. Buna göre, 100-120 yılda yıkılması gere­
kirken, bölgede yeterince güçlü bir akm yapabilecek bir Be­
devi topluluk kalmadığı için "doğal" bir sonu olamamıştır.
22
Osmanlı Devleti'nin karşısındaki Avrupa devletleri İstanbul
ve Boğazlar'ı içlerinden birinin kapmasını istemedikleri için
Osmanlı Devleti'ni yıkmamışlar, sömürmekle yetinmişler­
dir. Böylece Osmanlı Devleti, bir türlü ölemeyen yatalak ih­
tiyarlar gibi varlığını sürüklenerek sürdürmüştür.
Hikmet Kıvılcımlı da Osmanlı Devleti'nin "İbn Hal­
dun tipi" bir devlet olduğunu kabul etmektedir. Ona göre Os­
manlı Devleti 1402 Ankara Muharebesi'yle İbn Haldun mo­
deline uygun bir sona ulaşmıştır. Osmanlı Devleti'nin Meh­
met Çelebi tarafından canlandırılması ise "yeni" ya da "ikin­
ci" bir Osmanlı Devleti'nin kurulması anlamına gelmekte­
dir.
Osmanlı aydınlan İbn Haldun kuramını biliyorlardı.
Karlofça ve Pasarofça antlaşmalanndan sonra devletin sa­
vaşacak hali kalmadığını, yaşlandığını düşünerek, kültür ha­
yatına daha fazla önem vermeğe başladılar. Lale Devri ile
başlayarak Osmanlı padişahlan kültür hayatının gelişmesi­
ne öncülük ettiler.
23
IV. Osmanlı - Türk Kültür Hayatının
Bazı Sorunları
Osmanlıların çok başarılı sayılabilecekleri alanlar ol­
muştur. Mimarlık, şiir, minyatür, musiki bunlar arasındadır.
Osmanlı Devleti'nin esas halkı Hıristiyan olan Balkanlar'da
400 yıldan fazla hüküm sürebilmesi bir örgütleme ve yöne­
tim başarısıdır. Bugünkü ölçülerimizle belki Osmanlılar çok
hoşgörülü sayılmazlar ama o çağda özellikle dinsel hoşgö­
rüyü temsil ettikleri muhakaktır. Yalnızca hoşgörü de değil,
Osmanlılar Ortodoks Kilisesi'nin koruyucusu da olmuşlar
ve Katolik Avrupa karşısında Ortodoksluğun ezilmesini de
önlemişlerdir. Muhtemelen tımar sistemi de yerini aldığı fe­
odal düzenden daha az baskıcı, daha az sömürücüydü. Din
ve dil bakımından halka bu derece uzak olan bir yönetimin
yüzyıllarca Balkanlar'ı salt kılıç zoruyla tuttuğunu söylemek
ne insafa, ne de mantığa sığar. Bunlar Osmanlıların lehinde
sayılabilecek önemli noktalardır.
Bu başarılar yanında kültür hayatında bazı önemli ye­
tersizlikler söz konusuydu. Bunlardan biri kitap anlayışıy­
dı. Osmanlılara göre kitap, halı gibi, elle üretilmesi gereken
"lüks" bir eşya sayılıyordu. Ancak varlıklı insanlar ona sa­
hip olabilirlerdi. Matbaada basılıp herkesin ulaşabileceği
harcıâlem bir şey olması arzu edilmiyordu, böyle bir talep
yoktu. Eğitim, büyük ölçüde kitapsız yürütülüyordu. Bilin24
diği üzere, matbaa 1450'lerde Gutenberg tarafından icat
edildi. 1493'te Yahudiler istanbul'da, 1495'te Selanik'te, Er­
meniler 1567'de, Rumlar 1627'de İstanbul'da birer matbaa
kurdular? Osmanlıların matbaası ise Sait Çelebi ve İbrahim
Müteferrika tarafından 1729'da kuruldu. Demek ki matba­
anın icadından 279, İstanbul'da açılan ilk matbaadan 236 yıl
sonra. Fakat herhalde matbaaya yine de büyük bir gereksin­
me yoktu ki 17 kitap bastıktan sonra 1742'de kapandı (orta- •
lama yılda bir kitap gibi). Duyulan gereksinme üzerine ay­
nı matbaa 1784'de çalışmaya başladı. Dolayısıyla 17 basıl­
mış kitap dışında, gecikmemiz 334 yıla çıkıyor. Matbaası ol­
mayan bir toplumun bilim ve kültürde ileri adım atmakta ne
denli zorlanacağı açıktır.
Osmanlı kültür hayatındaki önemli bir başka aksaklık
mahalle (cami) mektebi-medrese sisteminde göze çarpmak­
tadır. Müslüman-Türk çocuklarının gittiği mahalle okulla­
rında genellikle durum şuydu: Arapça bilmeyen çocuklara,
Arapça bilmeyen bir hoca Kuran okumasını, duaları ve bi­
raz aritmetik öğretiyor, dinbilgileri veriyordu. Bu okullarda
Türkçe okuma ve yazma öğretilmiyordu. Öğretilecekse baş­
ka yerlerde (evde, devlet dairelerinde usta-çırak ilişkisi için­
de) öğretiliyordu. Mahalle mektepleri ile medrese arasında
bir ortaöğretim basamağı yoktu. İlk dönemlerde kimi med­
reselerde matematik, tıp, astronomi gibi fen bilimleri oku­
tuluyor idiyse de, sonradan bu da kalmadı, Medreseler ar­
tık hemen yalnız din bilimleri okutuyordu. Burada da öğre­
tim dili Arapçaydı. Medreselerde de Türk olan öğrenci ve
müderrisler arasında Arapça bilgisinin ileri düzeyde olma­
dığı ve en çok da ezber bilgilerle yetinildiği anlaşılıyor.
Medresenin bu durumuna karşılık Topkapı Sarayı'ndaki Enderun Mektebi'nde ve diğer bazı saraylarda verilen
25
eğitim çok daha verimliydi. Zira burada din bilimleri yanın­
da Arapça, Farsça, edebiyat, tarih, coğrafya, müzik, resim,
askerlik gibi çok çeşitli konular öğretiliyor ve öğretim dili
olarak da Türkçe kullanılıyordu. 19. yüzyıl öncesinin Os­
manlı düşüncesinin iki doruğu Kâtip Çelebi ve Evliya Çelebi'nin Enderun'da da öğrenim görmüş oldukları dikkati çe­
kiyor.
26
V. Tanzimata Gidiş ve Tanzimat
Osmanlı-Türk toplumunun Batılılaşmaya, çağdaşlaş­
maya ya da modernleşmeye kesin adım atması Tanzimat ile­
dir. Bu aynı zamanda insan haklarına, hukuk devletine, öz­
gürlük ve demokrasiye doğru atılan bir adımdır. Bana göre
Türk toplumunun ortaçağdan çıkıp yeniçağa geçişidir. Tan­
zimat'ı ele almadan önce o noktaya nasıl gelindiğini ana çiz­
gileriyle anlatmaya çalışacağım.
Islahat denilen düzeltimler (reformlar) Lale Devri'yle
başlayıp 18. yüzyıl boyunca sürmüştür. Ama bunlar zayıf ha­
reketlerdi. Örneğin Mühendishane adıyla açılan kurumların
(III. Selim döneminde açılan Mühendishane-i Berri-i Hü­
mayun dahil) gerçekte okul değil, kurs gibi oldukları anla­
şılıyor. Asıl ıslahatın başlaması 1789'daIII. Selim'le birlik­
tedir. Bir yandan bu padişahın kişisel olarak düzeltimden ya­
na olması,.bir yandan 1789 ihtilalinin Avrupa'da doğurdu­
ğu büyük sonuçlar ve altüstlüklerin önceleri zayıf da olsa
yansımaları bunu sağlamıştır.
III. Selim tahta çıktığında Osmanlı Devletinin karşısın­
da iki büyük sorun bulunuyordu. Birinci sorun âyanlaşma
sürecinin doruk noktasına varması ve artık ülkenin birliği­
ni tehdit eder duruma gelmesiydi. Ayanlar, irili ufalı her dü­
zeyde belirginleşmişti. Büyük ayanlar, ki bunlara hanedan
deniyordu, başlarına buyruk yöneticiler olabiliyorlardı. Hü27
kümet asker ve vergi toplama işini ancak onların aracılığı
ile yapabiliyordu. 19. yüzyıl başlarında bağımsızlığa yakla­
şan iki büyük ayan göze çarpıyordu. Biri Yanya Ayanı Tepedelenli Ali Paşa, öbürü de Mısır Ayanı Mehmet Ali Paşa'ydı. İkisi de askeri güçlerini pekiştirmek üzere Avru­
pa'dan subay getirmişlerdi. Mehmet Ali bir Fransıza harp
okulu kurdurmuş, Kölemen beylerini kılıçtan geçirerek Mı­
sır'a tam egemen olmuş, eğitim, sanayi ve tarımda dikkate
değer büyük atılımlar gerçekleştirmişti. Her iki ayan, resmi
düzeyde olmasa da Avrupa devletleriyle ilişkiler sürdürüyor­
lardı. Böylesine bir yanlaşmanm padişahın yetkisini sınır­
ladığı ve imparatorluğun parçalanmasına yol açabileceiği
açıktı.
İkinci önemli sorun Yeniçeri ordusunun işe yaramaz
halde oluşuydu. Devletin fetih siyasetinden vazgeçmek zo­
runda kalmasından sonra, ordu ihmal edilmişti. Ulufeleriyle geçinemeyen Yeniçerilerin esnaflaşmasma göz yumul­
muştu. Esnaflık yaptığı için yeniçerilerin talime, eğitime
ayıracakları zamanlan yoktu. Oysa ateşli silahlardaki geliş­
me, talimin önemini çok arttırmıştı. Savaş sırasında ordular
henüz ayakta karşı karşıya gelip savaştıklan için, karşı tara­
fın ateşiyle yanı başlannda devrilen askerlerin görüntüsü ür­
küntü yaratıyordu. Talim görmeyen asker ne denli kahraman
ya da iyi niyetli olursa olsun, bu manzara karşısında daha
kolay ve daha önce bozguna uğruyordu. Bu durumda Yeni­
çerilerin esnaflık yapmayıp vakitlerini kışlada eğitim yapa­
rak geçirmeleri gerekiyordu, ama bunun için onlara yeteli
düzeyde ulufe vemek şarttı. Böyle bir askeri ıslahat yalnız­
ca yabancı ordulara karşı değil, aynı zamanda âyanlan hi­
zaya getirebilmek için de lüzumluydu.
III. Selim devlet adamlanna ne yapılması gerektiği ko28
nusunda danışıp, onlardan bu konuda "layiha" denen rapor­
lar aldıktan sonra ordu ıslahatına başladı. 1793'te Nizam-ı
Cedit adiyle talimli bir ordunun çekirdeği oluşturuldu. Nizam-ı Cedit adının Fransa'da ihtilal düzeninin benimsediği
Yeni Düzen adıyla aynı oluşu dikkati çekiyor. III. Selim Ye­
niçerileri ükütmemek için çok dikkatli ve yavaş hareket edi­
yordu. Yeni ordunun masraflarını karşılamak üzere İrad-ı
Cedit Hazinesi diye ayrı bir mali kaynak oluşturuldu ve bu­
nun için yeni vergiler kondu. Bu da vergi verenler bakımın­
dan işin sevimsiz yönüydü. Napolyon karşısında Akkâ'da
(Filistin) kazanılan zaferden soma Nizam-ı Cedit'in sayısı
10.000'e çıkarıldı. 1805'te padişah talimli askerin ilk kez Ru­
meli'de, Edirne'de de oluşturulmasını buyurunca Rumeli
ayanlarının bir bölümü buna isyan ettiler (1806). İsyanı bas­
tırmak için Nizamcılar yola çıkacakken, Tekirdağ'ın da
ayaklanması üzerine Padişah askerini geri çekti. Ertesi yıl
İstanbul'da Yeniçeriler ayaklandılar (Kabakçı Mustafa İsya­
nı), III. Selim Nizam-ı Cedit'e harekete geçmesi için emir
vermekte gecikince, iş çığımdan çıktı ve tahttan çekilmek
zorunda kaldı (1807). IV Mustafa tahta çıktı (1807-8). Ni­
zam-ı Cedit dağıtıldı.
Sened-i İttifak: Fakat Islahatçılar İstanbul'dan kaçıp
Rusçuk Ayanı Alemdar Mustafa Paşa'ya sığınmışlardı. Bir
bahaneyle İstanbul'a gelen Alemdar, III. Selim'i tahta çıkar­
mak üzere Topkapı Sarayı'na geldi. Alemdar'ın niyetini son
anda farkeden IV Mustafa, sarayın kapılarını kapattırıp Os­
manlı hanedanının kendisi dışında son erkekleri olan III. Se­
lim ve Mahmut'un idamlarını buyurdu. III. Selim'i boğdu­
lar, fakat II. Mahmut kaçarak vakit kazandı ve zorla saraya
giren Alemdar tarafından kurtarıldı. II. Mahmut (1808-39)
padişah, Alemdar sadrâzam oldular. Alemdar padişahı tah29
ta çıkarmış, kendine bağlı askeri kuvvetleri olan bir sadra­
zam olarak çok güçlüydü. Önce Nizam-ı Cedit'in benzeri
olarak Sekban-ı Cedit Ocağı'nı kurdu. Ayan sorununu çöz­
mek üzere başlıca ayanları İstanbul'a çağırdı. Ayanlara hak
ve görevler vererek resmiyet kazandırmak, böylece devle­
tin dağılması tehlikesini önlemek istiyordu.
İstanbul'a gelen ayanlarla görüşmeler yapıldı ve so­
nunda ayanlarla merkez arasındaki ilişkileri düzenleyen Sened-i İttifak adını taşıyan bir belge düzenlendi. Buna göre
(özet olarak): 1) Ayanlar padişaha sadık olacaklar ama ka­
nunsuzluğa karşı direnme haklan olacaktı. 2) Ayanlar ge­
rektiğinde asker toplamaya yardımcı olacaklardı ve yeni bir
ordu kurulacaktı. 3) Vergiler ağır olmayacaktı, düzenli top­
lanacaktı, devletin vergisine dokunulmayacaktı. Yeni vergi
düzenlemeleri büyük ayanlarla hükümet arasında görüşülüp
kararlaştırılacaktı. 4) Suçu açıkça belli olmadan ayan ve
devlet adamlanna ceza verilmeyecekti. Burada dikkati çe­
ken önemli noktalar var. Senet uygulama alanı bulsaydı
âyanlık resmiyet kazanacaktı. Senedin kendisi bir çeşit ana­
yasa niteliğini kazanacak, Osmanlı Devleti'nin ilk 'anaya­
sası' olacaktı. Senette tarihteki demokratik ihtilallerin en
önemli konusu olan vergi adaleti ve vergilerin danışılarak
belirlenmesi ilkesi yer almaktadır. Nitekim danışarak vergi
koymanın parlamenter bir başlangıç niteliğinde olduğu da
söylenebilir. Ayan ve devlet adamlarının cevazalandınlmasıyla ilgili esas, insan haklan bildirgelerinin, hukuk devleti
için mücadelenin konusunu oluşturur.
Sözü edilen özellikleri ile Senet'le 1215'te İngiltere'de
düzenlenen Magna Carta arasında önemli benzerlikler bu­
lunduğu söylenebilir. Magna Carta Kral John ile feodal bey­
ler arasında yapılmış, karşılıklı hak ve görevleri saptayan bir
30
belgedir. Söz konusu olan, özellikle beylerin haklan olmak­
la birlikte, İngiltere'de Magna Carta özgürlük ve demokra­
si mücadelesinin başlangıcı sayılır, zira vergiler olsun, ce­
zalar olsun, bunlarla ilgili birçok hükümleri içerir. Tarihçi­
lerimiz genellikle âyanlan ve Sened-i İttifakı olumsuz de­
ğerlendirirler, çünkü Osmanlı'da 19. yüzyılın başında fe­
odal bir düzen kurulması, Avrupa'nın gidişine ters, onun için
de geri (hatta gerici) bir olay olarak ele alınır. Ama şunu da
düşünmek gerekir ki, II. Mahmut Mısır Ayanı Mehmet Ali
ile kendi gücüyle başedemediği için, onu hizaya getirmek
için Avrupa'ya muhtaç olmuş, Osmanlı Devleti'ni yarı ba­
ğımlı duruma düşürmüştür. Oysa Sened-i İttifak gibi bir çer­
çeve içinde belki Mehmet Ali'yle uzlaşabilir ve böylelikle
devletin dışa karşı bağımsızlığı korunabilirdi.
Fakat bu düşünceler kurgusaldır (spekülatif) ve dolayı­
sıyla bilimsel tarihçilik bakımından da makbul değildirler.
Alemdar'm sadrâzam olmasından 3.5 ay sonra Yeniçeriler
tekrar ayaklandılar. Alemdar'ı konağında kuşattılar. Saatler­
ce süren bir mücadele sonucunda Alemdar kahramanca öl­
dü. Bu sırada II. Mahmut Sekban-ı Cedit'i harekete geçir­
medi. Demek ki Alemdar'm gücünden ve Sened-i İttifak'tan
rahatsızdı. Yeniçeriler Alemdar'dan sonra Saray'a saldırdı­
lar. II. Mahmut, Osmanlı hanedanının tek erkeği kalmak için
IV Mustafa'yı idam ettirdi. Yeniçeriler çaresiz Mahmut'u ka­
bullenmek zorunda kaldılar. Ama Sekban-ı Cedit-i ortadan
kaldırdılar. Nizam-ı Cedit'in kurulmasına, gelişmesine önayak olanlar bir bir yakalanıp öldürüldüler. Askeri ıslahat işi
böylece 1S26 'ya değin gündemden çıkmış oldu.
Yunan İhtilali, Mısır Sorunu: Bundan sonraki yıllar­
da Mahmut her yöntemi deneyerek âyanlann gücünü kırma­
ya çalıştı ve bu konuda genellikle başanlı oldu. Ne var ki,
31
1820'de Yanya Ayanı Tepedelenli Ali Paşa'ya saldırdığın­
da bu ayan çetin ceviz çıktı. Osmanlı ordusu ancak 17 aylık
bir kuşatmadan sonra Paşayı dize getirebildi, bunu da Paşa'yı aldatarak yapabildi. Ona affedildiği bildirilince diren­
mekten vazgeçti, o zaman da öldürüldü. Fakat Osmanlı or­
dusu Tepedelenli ile uğraşırken, bundan yararlanan Mora
Rumları ayaklanıp bağımsızlık mücadelesine başladılar
(1821). Mora'daki Müslüman halk isyancılar tarafından kı­
lıçtan geçirilirken Mahmut, Paşa'ya karşı mücadeleden vaz- *
geçmedi. Yanya düştükten sonra Osmanlı ordusu güneye
yöneldiğinde hem Mora, hem de Atina gibi yerler ihtilalci­
lerin eline geçmiş bulunuyordu. Yeniçeriler 3 yıl boyunca
ne Atina'ya, ne de Mora'ya girebildiler. Bunun üzerine Mah­
mut Mısır Valisi Mehmet Ali'den yardım istedi (1824). Pa­
şa, oğlu İbrahim komutasında bir ordu gönderdi ve kısa za­
manda ihtilali bastırdı. (İngiltere, Fransa ve Rusya donan­
ma göndererek Osmanlı-Mısır donanmasını Navarin'de yak­
tıkları için bu basan bir işe yaramadı. Çıkan Osmanlı-Rus
savaşının sonunda 1829 Edirne Antlaşmasıyla sonunda Yu­
nanistan, Sırbistan, Memleketeyn (Romanya) özerkliği ka­
bul ettirildi. 1830'da Yunanistan bağımsız hale getirildi.)
Bu gelişmeler Yeniçeri Ocağı'nm sonunu getirdi. Yeni
bir talimli ordu kurma girişimi oldu. Yeniçeriler tekrar is­
yan edilince buna hazırlıklı olan hükümet, öbür askerlerin
ve halkın katıldığı kanlı bir harekâtla Ocağı ortadan kaldır­
dı. (Vaka-i Hayriye). Kaçıp gizlenemeyenler öldürüldüler.
Yerine Asakir-i Mansure-i Muhammediye adlı talimli bir or­
du kuruldu. Vaka-i Hayriye ile ıslahat yolu açılmış oldu. Bu
hususta Mısır'daki ıslahat örnek alındı. 1827'de Avrupa'ya
ilk öğrenciler gönderildi ve Tıbbiye (ilk Batı örneğinde yük­
sekokul) kuruldu. 1831 'de ilk gazete, Takvim-i Vekayi, çık32
mağa başladı. 1933'te Babıâli Tercüme Odası kuruldu. Yu­
nan ihtilaline kadar Türkler yabancı dil olarak yalnız Arap­
ça (ilim dili) ve Farsça (edebiyat dili) öğrenirlerdi. Devletin
Batı ülkeleriyle olan ilişkilerinde o ülkelerin dillerini bilen
Fenerli Rumlar çevirmenlik yaparlardı. Ne var ki, Yunan İh­
tilali Rumlara güveni sarstığından çevirmenliği Müslümanîarüstlenmeye başladılar (1821). Tercüme Odası'nm kurul­
ması, Fransızca öğrenme işinin usta-çırak ilişkisi içinde ör­
gütlü bir hale getirildiğini gösteriyordu.
1834'te Harbiye (Harb okulu) kuruldu. Daha sonra
1859'da Batı örneğindeki üçüncü yüksekokul, Mülkiye ku­
rulacaktı. Bu üç okul ve onu izleyen diğerlerinden mezun
olanlar, Osmanlı-Türk çağdaşlaşmasının önderliğini yapa­
cak, 'tabanını' oluşturacaklardı. II. Meşrutiyet devrimini bu
gibi okul mezunlarının (mekteplilerin) siyasal örgütü olan
İttihat ve Terakki gerçekleştirecekti. Müslüman Osmanlı
eğitiminin yetersizliğini belirtmek bakımından ilginçtir ki,
yeni yüksekokullarda okuyabilecek yeterlikte gençler bulu­
namadığı için, bu okullar kendi orta, hata ilköğretim birim­
lerini oluşturmak durumunda kalmışlardır. Öyle ki, 1834'te
kurulan Harbiye ilk mezunlarını ancak 14 yıl sonra 1848'de
verebilmiştir.
Yunan İhtilali'nin bastırılmasından sonra Osmanlı-Mısır sürtüşmesi başladı. Sonuç olarak 1831 'de Mehmet Ali is­
yan ederek ordusunu Filistin'e gönderdi. Mısır ordusu Os­
manlı ile yaptığı üç meydan muharebesinden muzaffer çık­
tı. Bu sırada Mısırlılar Kütahya'ya gelmişler (1833), kışı
Bursa'da geçirmeye hazırlanıyorlardı. II. Mahmut bu du­
rumda ya Mehmet Ali ile uzlaşacaktı, ya da yabancı yardı­
mına başvuracaktı. II. Mahmut ikinci yolu seçti. O sırada İn­
giltere ve Fransa birbirleriyle uğraştıkları için bu olup biten33
lerle ilgilenemiyorlardı. Bu yüzden tuttu Rusları yardıma ça­
ğırdı. Hem de ünlü atasözünü söyleyerek: "Denize düşen yı­
lana sarılır". Oysa "yılana" sarılacak yerde Mehmet Ali'ye
sarılabilirdi... Ruslar büyük hevesle geldiler, Boğaziçi'ne
yerleştiler. Olay Batı'da büyük telaş uyandırdı. Fransız ve
İnglizlerin araya girmesiyle Kütahya'da bir anlaşma sağlan­
dı. Mehmet Ali'nin oğlu İbrahim, Cidde valiliğinin yanın­
da Şam, Halep valilikleriyle Adana Muhassıllığı'nı elde et­
ti (1833).
1838 Antlaşması: Mahmut gibi çetin kişiliği olan bir
padişah için, bu durum mutlaka 'düzeltilmeliydi'. Nitekim
ertesi yıllarda, bir bölümü yukarıda açıklanmış olunan hay­
li yoğun bir ıslahata girişildi. Islahatın ülkeyi güçlendirece­
ği ve Avrupa'nın desteğini elde etmeye yarayacağı umulu­
yordu. Bununla da yetinilmedi. İngiltere'nin yardımım ke­
sinleştirmek için 1838 Osmanlı-İngiliz Ticaret (Balta Lima­
nı) Antlaşması yapıldı. Bununla İngiltere, kapitülasyon dü­
zeninde sahip olmadığı ayrıcalıklar elde ediyordu: 1) İngi­
lizlerin getirdiği ya da götürdüğü mallar bir kez belirlenen
gümrüğü (ithalatta yüzde 5, ihracatta yüzde 12) ödedikten
sonra, artık iç gümrüklerde vergilendirilmeyecekti. Oysa iç
gümrükler yerli tüccar için devam edeceği için bunlar aley­
hine bir haksız rekabet durumu söz konusuydu. 2) Bazı ürün­
ler için Osmanlıların uyguladığı yed-i vahit yerine İngiliz
tüccarları ve adamları tek tek üreticilerden alım yapabilecek­
leri için fiyatları artık daha çok onlar belirleyeceklerdi. 3)
İngilizler Osmanlı ülkesinde iç ticaret de yapabileceklerdi.
Doğan Avcıoğlu'ya göre bu antlaşma geleneksel lonca
sanayisinin yıkılmasına yol açarak, Osmanlı toplumunun
kapitalizme ve sanayi devrimine geçmesini önlemiştir. Bu
bir "idam fermanıdır".
34
Kimileri ise Osmanlı geleneksel sanayisinin bu antlaş­
ma olmadan da Avrupa'nın sanayi devrimi ürünlerine daya­
namayacağını ileri sürerler. İki taraf da iddialarını ispat ede­
cek durumda değillerdir. Gene de, antlaşmanın en azından
geleneksel sanayinin yıkılmasında bir payı olduğu söylene­
bilir.
1839'da Osmanlı ve Mısır orduları dördüncü kez" Ni­
zip'te karşılaştılar ve Osmanlı ordusu tekrar yenildi. Avcıoğlu'nun görüşü kabul edilirse, Balta Limanı Antlaşması so­
nucunda Osmanlı'nın iktisadi bir iflasa sürüklendiği söyle­
nebileceği gibi (iktisadi iflas), Nizip yenilgisiyle Osmanlı
Devleti'nin askeri bir iflas yaşadığı söylenebilir (askeri if­
las). Zira Osmanlı Devleti'nin askeri bir ağırlığı olmadığı
ortaya çıkmıştı. Buna bağlı olarak uzun zaman ordunun iç
sayesette de bir etkisi kalmamıştır. Artık devlet yöneticisi
olan paşalar, genellikle askerlikten habersiz, fakat Fransız­
ca ve diplomasi bilen kişilerdi. Devleti ayakta tutan asker­
lik değil, bu gibi diplomatik becerilerdi. Osmanlı ordusu Ni­
zip'te yenilirken Osmanlı donanması Mısır'a kaçıyor ve II.
Mahmut ölüyordu. Bu feci durum uzun sürmemiştir. Yeni
padişah Abdülmecit yanma ıslahatçı Mustafa Reşit Paşa'yı
almış bulunuyordu. Öte yandan İngiltere yardıma gelmiş,
Nizip'teki sonucu tersine çevirmiş bulunuyordu. Sonunda
Mehmet Ali, babadan oğula geçmek üzere kendisine kalan
Mısır Valiliği dışındaki diğer yerleri yitirdi.
Tanzimat Fermanı: Bu sırada Mustafa Reşit, Avrupa
kamuoyunun desteğini elde etmek amacıyla padişaha Tan­
zimat Fermanı 'nı (öbür adı Gülhane Hatt-ı Hümayunu) ilan
ettirdi. Ferman, doğru önlemler alınırsa 5-10 yıl içinde ül­
kenin düzeleceğini bildiriyordu. Yapılacak şeyler 1) Can, ırz
(şeref), mal güvenliğini sağlamak, 2) İltizam usulünün kal35
dmlması, 3) Askerlik görevinin düzene sokulması ve 4-5 se­
ne ile sınırlandınlmasıydı. Ferman faydalı, nizami kanunla­
rın yapılacağım, rüşvetin yasak olacağını, Müslüman ve
Müslüman olmayanlara eşit olarak uygulanacağını bildiri­
yor ve Avrupa devletlerinin bu belgeye tanık olmaları için
kendilerine resmen bildirilmesini öngörüyordu.
Can ve mal güvenliğinden söz ediliyordu, zira sıradan
uyrukların az ya çok bir güvenceleri olmakla birlikte, dev­
let adamları hâlâ kul- statüsündeydiler. Dolayısıyla bunlar
için siyaseten kati ve müsadere söz konusuydu. Gerçi mü­
sadere 1826'da kaldırılmıştı ama Mustafa Reşit'i yetiştirmiş
ve korumuş olan Pertev Paşa bir kızgınlık sonucunda Mah­
mut tarafından siyaseten katlettirilmişti. Demek ki Tanzimat
Fermanı kul statüsüne son veriyor, devlet adamlarına can ve
mal güvenliği getiriyordu. İltizam usulünün kaldırılması an­
cak iki yıl sürebildi. Bir yandan mültezimlerin engelleme­
leri, bir yandan devletin örgütsüzlüğü yüzünden devletin
aşan toplama işi yürütülemedi. İltizam ve aşan ancak Cum­
huriyet yönetimi kaldınlabilmiştir (1925). Askerliğe gelin­
ce, Tanzimat öncesinde kimi yerden asker almıyor, kimi yer­
den alınmıyordu ve askere gidenler de çok kez artık ömür­
lerini asker olarak tamamlıyorlardı. Bu iş biraz düzene sokulabildi.
Fermanla Müslüman-Müslüman olmayan eşitliğinin
getirilmesi de çok önemli, devrimci sayılabilecek bir deği­
şiklikti. Müslüman olmayanlara ilk yüzyıllarda Osmanlı
hoşgörülü davranmıştı ama, 17. yüzyıl sonunda yenilgilerin
başlaması üzerine bunlara aşağılayıcı muameleler gündeme
gelmişti.
Ferman'ın Avrupa devletlerine resmen bildirilmesi Ferman'm uygulanmasında onlann da bir etkisi olacağını, da36
ha doğrusu onların Fermanın yürütülmesini garanti edecek­
lerini bize anlatıyor. Tanzimat döneminde Avrupa'nın bü­
yük devletlerinin oynayacağı bu rol ünlü Tanzimat paşala­
rından Fuat Paşa tarafından şöyle açıklanmıştı: "Bir devlet­
te iki kuvvet olur. Biri yukardan, biri aşağıdan gelir. Bizim
memlekette yukarıdan gelen kuvvet cümlemizi eziyor. Aşa­
ğıdan ise bir kuvvet hâsıl etmeye imkân yoktur. Bunun için
pabuççu muştası gibi yandan bir kuvvet kullanmaya muh­
tacız. O kuvvetler de sefaretlerdir." Paşanın sözünü ettiği
"yukarısı" Padişahtır. "Aşağısı" ise halktır. Osmanlı siya­
set dinamiklerini çok güzel anlatan bu sözden, padişahın ne
denli güçlü, halkın ne denli edilgin, devlet adamlarının ne
denli çaresiz oldukları anlatılıyor. Onun için paşalar, padi­
şaha karşı bir ağırlık oluşturabilmek için zaman zaman "düvel-i muazzamaya" (büyük devletlere) yaslanmak durumun­
da kalmışlardır. Örneğin Mustafa Reşit, Mithat, Hüseyin
Avni paşalar daha çok İngiliz, Âli ve Fuat paşalar daha çok
Fransız, Mahmut Nedim daha çok Rus desteğinden yarar­
lanmışlardır.
Şunu da belirtmek gerekir ki, 1839 askeri iflasından
sonra Osmanlı Devleti tam bağımsız bir devlet olmaktan çık­
mış, yan bağımlı (ya da sömürge), yan bağımsızbir devlet
durumuna düşmüştür. Osmanlı'nın ilginç yönü, şu ya da bu
devletin değil, ama büyük Avrupa devletlerinin ortak yan
sömürgesi olmasıydı. Bu durumun tek bir devletin yan sö­
mürgesi olmaktan daha iyi olduğu açıktır. Çünkü büyük
devletler arasındaki rekabetten yararlanarak Osmanlı'nın
nispeten serbest manevra alanlan bulabilmesi olanaklan çıkabiliyordu. Yalnız Rusya, zaman zaman Osmanlı Devleti'ni
salt kendi uydusu haline getirmek için girişimde bulunmuş
(1833, 1853, 1878) ama karşısında öbür Avrupa devletleri37.
ni bulunca gerilemek zorunda kalmıştır. Şark Meselesi (Do­
ğu Sorunu) denen şey, bir yandan Avrupa devletlerinin Os­
manlı Devleti'nde daha çok söz, çıkar ya da toprak sahibi
olmak için kendi aralarında ve Osmanlı'yla yaptıkları mü­
cadelenin, bir yandan Balkan ve diğer ulusçulukların Os­
manlı'ya karşı bağımsızlık mücadelesinin öyküsüdür. Sonuç
olarak da Osmanlı Devleti'nin tasfiyesinin öyküsüdür.
Tanzimat, Osmanlı'nın yan sömürge durumuna düşme­
siyle birlikte geldiği için, birçokulusçu yazarlarımız onu pek
de hoş bulmazlar. Gerçekten de Osmanlı Devleti'nin çok
düşkün bir zamanına denk gelmiştir. Ama Tanzimatın hal­
kımızın İnsan haklan, hukuk devleti, demokrasi mücadele­
sinin başlangıcı olduğunu da unutmamak gerekir. Başka bir
deyişle "papaza kızıp oruç bozmak" durumuna düşmeme­
liyiz. Kim olursa olsun, herkesin insan haklanna ve hukuk
devletine (hattâ demokrasiye) gereksinimi vardır.
38
VI. Islahat Fermanı ve Yeni Osmanlılar
1853 yılında Kudüs'te kutsal yerler sorununu bahane
ederek Rusya, Osmanlı Devleti'ni Avrupa'nın ortak uydu­
su durumundan çıkarıp kendi uydusu yapmak istedi. Buna
Fransa ve İngiltere'den destek alan Osmanlı hükümeti dire­
nince, Kırım Savaşı denen savaş çıktı. Bir yanda Rusya,
öbür yanda Osmanlı Devleti, Fransa, İngiltere, Sardunya
vardı. Rusya yenildi ve barış yapmak üzere Paris Kongresi
toplandı. Osmanlı Devleti'ni Rusya'ya karşı sağlamlaştır­
mak için, Paris Antlaşması, Osmanlı'nın Avrupa devletler
hukukundan yararlanmasını (böylece "Avrupalılaşmış" olu­
yordu) ve toprak bütünlüğünün güvence altına alınmasını ka­
rarlaştırdı. Buna karşılık Osmanlı Devleti de Islahat Fermam'm çıkardı (1856). Ferman, Tanzimat Fermanını doğrulu­
yor, fakat bunun ötesinde Müslüman olmayanları Müslü­
manlarla eşit kılacak ayrıntılı birçok somut hükümler içeri­
yordu. Aslında Osmanlı Devleti'nin Avrupalı sayıldığı, top­
rak bütünlüğünün güvence altına alındığı pek de doğru de­
ğildi. Daha Kongre sırasında Osmanlı temsilcisi Ali Paşa,
Osmanlı, Avrupa hukukuna girdiğine göre kapitülasyonla­
rın kaldırılması gerektiğini söylediği zaman, ötekiler bu sö­
zü duymazlıktan gelmişlerdi. Bütünlük işi de şu anlama ge­
lecekti: Osmanlı Devleti pekâla parçalanabilirdi, yeter ki
bütün büyük devletlerin oluru alınabilsin.
39
Müslüman olmayanlara getirilen haklar, Müslümanlar­
da tepkilere yol açtı. Ferman, "Gâvura gâvur denmeyecek"
tarzında acı alaylara konu oldu, hatta İngiltere ve Fransa'nın
müdahalesini davet eden, Hıristiyanlara yönelik toplu sal­
dırılar oldu (Cidde, Lübnan, Şam olayları). Müslümanlar
kendilerini devletin sahibi olarak görüyorlardı. Oysa Müs­
lüman olmayanlardan bir kesim, Batı sermayesinin emrine
girerek ya da ticaret, serbest meslek, hatta sanayi alanların­
da çalışarak zenginleşiyor, göze batan bir Avrupai hayat tar­
zıyla bir azınlık burjuvazisi oluşturmaya başlıyorlardı. Bu
yetmiyormuş gibi, şimdi de eşitlik haklan elde ediyorlardı.
Tepkilerin nedenleri bunlardı.
Yeni Osmanlılar: Yeni Osmanlılar hareketini değerlen­
direbilmek için önce basın hayatındaki gelişmelere bakma­
mız gerekir, zira hareketin içinde yer alanlann çoğu ya da
en önemlileri gazetecilerdi. İlk gazete, devletin resmi gaze­
tesi olan Takvim-i Vekayi idi (1831). Ondan soma sahibi
İngiliz olan Ceride-i Havadis 1840'ta kuruldu. Bu gazetein de yarı-resmi bir niteliği vardı. Gazeteciliğin asıl başlan­
gıcı 1860'ta Çapanzade Agâh Efendi'nin Tercüman-ı Ah­
val gazetesidir. Gazete haftalıktı. Şinasi de burada çalışıyor­
du. 1860'tan soma gazete sayısının arttığını görüyoruz. Ga­
zete tiraj lan. düşüktü, fakat o devirde akşamlan mahalle kah­
velerinin bir çeşit kulübe, ya da "kıraathaneye" (okuma
odası) dönüştüğü, zaman zaman gazetelerin yüksek sesle
mahalleliye okunduğu düşünülürse, gazetelerin etki alanı­
nın tirajlarından çok daha fazla olacağı düşünülebilir. Ga­
zetelerin çoğalması, rekabetin başlaması demekti. İlgi çemek için eleştirinin başlaması, çoğalması gerekiyordu. Bu
da hükümetin hoşnutsuzluğuna yol açacaktı. Hükümet,
1864'te Matbuat Nizamnamesi'ni çıkardı. Artık bu nizam40
nameyle basın mensupları için gazete kapama, para ve ha­
pis cezalan gündeme geliyordu. Ertesi yıl Âli Paşa hüküme­
tine karşı Meslek adında gizli bir örgütün kurulmasında her
halde nizamnamenin bir payı olsa gerekir, zira örgüt içinde
Nâmık Kemal gibi gazeteciler de yer alıyordu. (Sonralan,
üye sayısı 245 'e yükselen bu örgüte İttifak-ı Hamiyet adı yakıştmlmışsa da, gerçekte adının Meslek olduğu anlaşılıyor).
Bu zamana kadar hürriyet sözcüğü yalnızca köle olma­
ma durumunu anlatırken, şimdi yavaş yavaş siyasal bir an­
lam kazanmaya başlıyordu. Nâmık Kemal gibi gazeteciler
için hürriyet öncelikle basın özgürlüğünü çağnştınyordu.
Bizde kimileri Batı'dan gelen her şeyin, kravat ve blucin gi­
bi basit bir taklit olduğunu eleştiri olarak öne sürerler. Ger­
çi dedikleri gibi kravat ve blucin basit bir taklittir, ama, bu
anlatılanlardan, siyasal özgürlük anlayışının, Batı'dan esinlense bile bir ihtiyaçtan doğduğu ortaya çıkmaktadır.
1867'de büyük olaylar çıktı. Mustafa Fazıl Paşa Mısır'ı
yöneten Kavalalı sülalesinden ve o sıradaki Vali İsmail Paşa'nm kardeşiydi. Onun valiliği bitince sıra kendisine gele­
cekti. Fazıl İstanbul'da devlet adamlığı yaparken, Fuat Paşa
ile anlaşmazlığa düşmüş ve sonuç olarak görevinden azle­
dilip Avrupa'ya sürülmüştü. Bundan bir süre soma da Mı­
sır valiliğinin veraset usulü değiştirildi. Buna göre İsmail Pa­
şa'dan sonra yerine kardeşi değil, oğlu geçecekti. Fazıl Pa­
şa büyük kızgınlıkla Osmanlı Devleti'nin sorunlannı ince­
leyen uzun bir mektup yazdı ve yayımladı. Mektupta Tükiye'de "Genç Türklerin" varlığından söz ediyor ve Osmalı
dertlerinin çözümünün meşrutiyette olduğunu belirtiyordu.
Böylece basın özgürlüğü anlamında hürriyetin ötesinde,
meşrutiyet talebini de içeren bir hürriyet kavramı ortaya çık­
mış oluyordu (Gençlik sözcüğü Fransız İhtilali ülkülerine
41
(özgürlük, eşitlik, kardeşlik) bağlılığı, feodalliğe, mutlak
monarşiye karşıtlığı belirtiyordu. O dönemlerde Genç İtal­
ya ve Genç Almanya hareketleri vardı. Atatürk de cumhu­
riyeti gençliğe emanet ederken herhalde bunu amaçlıyordu.)
(Meşrutiyet, mutlak hükümdarlığın karşıtı, demokratik hü­
kümdarlıktır. Bu düzende hükümdarın yanında seçimle ge­
len, yasaları yapan, hükümeti denetleyen bir Meclis olur.)
Fazıl'ın mektubu büyük yankılar uyandırdı. Hükümet,
aleyhindeki özgürlükçü akımın farkına vardı. Nâmık Kemal,
Ziya Bey (Paşa), Al Suavi İstanbul'dan uzaklaştırıldılar.
Meslek'in bu sırada tezgâhladığı bir hükümet darbesi boşa
çıkarıldı. Adı geçenler Fazıl Paşa'nın çağrısı üzerine Fran­
sa'ya kaçtılar. Paris'te 8 kişi (Fazıl Paşa, N.Kemal, Ziya, Ali
Suavi v.b.) Yeni Osmanlılar Cemiyeti'ni kurdular ve gazete
yayımlamaya başladılar. Bu kişiler, Avrupa'nın özgür orta­
mında yaptıkları yayınlarla düşüncelerini geliştirmek olana­
ğını buldular.
Yeni Osmanlılar içindeki en önemli kişi Nâmık Ke­
mal'dir. Onun yazıları ve özellikle şiirleri yalnız kendi ku­
şağını değil, kendisinden sonraki kuşağı da -ki Atatürk de
bu kuşağın içindedir- çok etkilemiştir. N. Kemal "vatan ve
hürriyet şairi" diye tanıtılır. Hürriyeti gördük. Vatan kavra­
mı üzerinde duralım. Daha önce vatan yalnızca insanın ne­
reli olduğunu ("memleketini") anlatırdı. N. Kemal'le bir­
likte bu kavram kişinin uyruğu olduğu devletin bütün ülke­
sini kapsadığı gibi, duygusal bir anlam da yükleniyordu.
Vatan, basit bir toprak parçası değil, sevilen, uğrunda feda­
kârlıklar yapılacak, hatta ölünecek bir topraktır. Oysa bun­
dan önce ülke, padişahın topraklan diye bilinirdi. Bu, 'pa­
dişahın çiftliği' kavramından çok da farklı değildi. İnsanlar
bu toprağa değil, padişahın şahsına bağlıydılar. Gerektiğin42
de padişahları (ya da aynı zamanda dinleri) için kendilerini
feda etmeleri beklenirdi. Ülke (vatan) için değil.
N. Kemal 1870'te İstanbul'a döndü. 1873'te Vatan ya­
hut Silistre oyunu sahnelendi. Seyirciler oyunda anlatılan
vatan kavramı karşısında coşuyorlar, oyundan sonra sokak­
larda da devam eden heyecanlı gösteriler yapıyorlardı. Bu­
nun üzerine oyun yasaklandı ve yazan Magosa'ya sürgün
edildi. Abdülaziz'in ve hükümetinin kafasından geçenleri
tam bilmiyoruz, fakat denebilir ki vatan düşüncesi onlan ra­
hatsız etmiş olmalıdır. Zira vatanı sevmek, padişahı ihmal
etmek anlamına geldiği gibi, bu sevgi ülkeyi sahiplenmek
anlamını da içerir. Padişah ne denli ülkenin sahibiyse tek tek
uyruklar da bu anlayışa göre ülkenin sahibidirler. Sahiplen­
mek, bir katılmayı, benlikli ve demokratik bir düşünceyi
ifade eder ki, mutlakiyetçi anlayış bunu kabul edemez. Bir
de şu var. Avrupa'da en koyu mutlakiyetlerde bile devletin
adı hanedanla ilgisiz ülke adı iken (Rusya, Prusya, Fransa
gibi) Osmanlı Devleti hanedan adı taşıyordu. "Türkiye" adı
önce Avrupalılann taktığı, resmen ilk kez Milli Mücadele
sırasında Büyük Millet Meclisi'nin benimsemiş olduğu bir
ülke adıdır.
N. Kemal Fransız İhtilali'nin ideolojisini alıp Müslü­
manlara! benimsemesi için ona İslami ya da yerli giysiler
giydirmiştir. 'Örneğin J. J. Rousseau'nun toplum sözleşme­
si kuramını alıp, bunun biat töreninde varolduğunu söyle­
miştir. Yani biat töreniyle uyruklar padişahı tanımak karşı­
lığında, padişahla zulüm yapmaması, adaletli davranması
için bir sözleşme yapmış sayılıyorlardı. Bundan, zulüm ya­
pılırsa o zaman direnme, isyan hakkının doğduğu anlamı çı­
kıyordu. Siyasal haklan, parlamento usulünü ise Kuran'daki "danışınız" (meşveret) emrine bağlıyordu. N. Kemal'den
ilginç bazı düşünceler:
43
- İnsanlar hür doğar.
- "Devletin halktan ayrı bir vücudu yoktur. Kendisine
mahsus hiçbir menfaati olamaz".
- Eğitim Türkçe olmalıdır. Avrupa Latinceden kurtula­
rak kalkmdı. Osmanlı Devleti de Arapçadan kurtularak kal­
kınacaktı.
"Geleceğimiz güven altındadır, çünkü 'Zamanın de­
ğişmesiyle hükümler de değişir' fıkıh kuralına göre dünya­
nın her cihetinde zuhur eden ilerleme ürünlerini kabul et­
mekle yükümlü olduğumuz için bize göre geçmişe dönmek
ya da şimdiki zamanda durmak caiz değildir." ("İstikbali­
miz Emindir")
N. Kemal'e göre Osmanlı vatanında yaşayan herkes va­
tandaştır. Dini ve dili ne olursa olsun. Buna "ittihad-ı ansır"
(unsurların birliği) denirdi. Osmanlı ulusçuluğu da diyebi­
liriz. Cumhuriyet döneminde bu anlayış kimilerince alay
konusu olmuştur. Oysa alay edilecek bir yanı yoktur. İsviç­
re'de 3 (hatta 4) dil konuşulmaktadır. Almanca konuşan kan­
tonlar (iller) Almanya ve Avusturya'ya, Fransızca konuşan
kantonlar Fransa'ya, İtalyanca konuşan kantonlar İtalya'ya
bitişiktir. Ama bir İsviçre ulusu vardır, herkes bunu kabul
eder. Bildiğim kadarıyla çılgın Hitler bile İsviçre 'nin Alman­
ca konuşan kantonlarını "kurtarmak", ilhak etmekten söz
etmemiştir. Diğer bir örnek Belçika'dır. Demek ki ulus, ulus­
çuluk olayı dil, din, ülke ile çok da ilgisi olmayan, kafalar­
daki bir olaydır. Bir insan X ulusundan olduğunu düşünü­
yorsa, o ulusa bağlıysar onun X'çe konuşmaması, o ülkenin
dininden olmaması çok da önemli değildir. İngiliz tarihçisi
A. J. P. Taylor, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı impara­
torluklarının karışık etnik yapılarından değil, I. Dünya Savaşı'nda yenildikleri için dağıldıklarını söylüyor. Bu, üze­
rinde durulması gereken bir düşüncedir.
44
VTI. I. Meşrutiyet ve Büyük Bunalım
I. Meşrutiyet'in kapısını açan önemli bir etken mali bu­
nalımdır. Bu, çok ilginçtir, zira Batı'daki özgürlük mücade­
lelerinde önemli dönüşümlerin mali bunalım ortamında ve
büyük ölçüde bundan dolayı gerçekleştiğini görüyoruz. İn­
giltere'de 1640 İhtilali'nin çıkmasının ardında, Stuart kral­
larının halktan aldıkları vergileri çarçur etmeleri, sürekli
vergileri arttırmak ya da yeni vergiler koymak istemeleri,
parlamento uysallık göstermeyince onunla mücadeleye gir­
meleri vardır. Fransa'da da Etajenero (Etats Généraux) adın­
daki Meclis 1614'ten beri toplanmıyordu. 1789'a doğru
Fransız kralı para bulmak için bütün çareleri tüketmiş, so­
nunda Meclis'i toplantıya çağırmaktan başka yolu kalma­
mıştı. İhtilali başlatan bu Meclis oldu. Amerikan ihtilali de
mali nedenlerle patlak vermişti.
Osmanlı Devleti 1854'ten başlayarak Avrupa'dan borç
almaya başladı. Borçlanma mali kurumların örgütleyip çı­
kardıkları tahvillerin borsalarda tasarraf sahiplerine satılma­
sı suretiyle oluyordu. Bugün de Türkiye dışarıya borçlan­
maktadır. Ne var ki, bugünkülerden farklı olarak, o dönem­
de alman borçların pek azı demiryolu yapımına giderken,
çoğu Saray'ın lüks harcamaları, silah alımı gibi verimli ol­
mayan alanlarda kullanılıyordu. Abdülaziz döneminde Os­
manlı donanması tonilato alarak Avrupa'nın ikinci donan45
ması durumuna gelmişti. Abdülmecit'in 12 çocuğundan bi­
ri olan Fatma Sultan, M. Reşit Paşa'mn oğlu Ali Galip'le ev­
lenirken 15 gün düğün yapılmış ve 2 milyon altın harcan­
mıştı. Bir süre sonra borç ödeyebilmek için borç alınmaya
başlandı. Osmanlı Devleti'nin maliyesine güvensizlik art­
tıkça, borçlanma daha ağır şartlarla yapılıyordu. Resmi ola­
rak Saray'a devlet gelirlerinin 1/4'ü ayrılıyor görünüyordu,
ama gerçekte Saray'ın 1/7'sini harcadığı söyleniyordu. Kır­
sal kesimde kıtlık (örneğin, Ankara bölgesinde açlıktan in­
sanlar ölmüştü) herhalde kaçınılmaz görünen sonucu çabuklaştırdı. Sadrâzam Mahmut Nedim Paşa devletin iflası-,
m ilan etmek zorunda kaldı. {Tenzil-i Faiz Kararı, 6 Ekim
1875). Buna göre 5 yıl süreyle faiz borçlarının ancak yansı
ödenecek, ödenmeyen faizlere karşılık yüzde 5 faizli tahvil­
ler verilecekti.
Böylece Osmanlı Devleti iktisadi ve askeri iflastan son­
ra bir de mali iflası yaşamış oluyor, daha da bağımlı hale ge­
liyordu. Bu karar muazzam bir tepki doğurdu, zira Osman­
lı tahvilleri, birçoğu İngiltere ve Fransa'da olan çok sayıda
tasarruf sahiplerinin elindeydi. Kararla birlikte bu insanlann gelirleri yüzde 50 azalmış oluyordu. Kamuoyu Osman­
lı'nın aleyhine döndü. O zamana kadar "adam olmak için
gayret ediyor" gibisinden sempati ile bakılan Osmanlı Dev­
leti, artık barbarlığın somut biçimi olarak değerlendirilme­
ğe başlandı.
Nitekim daha önceki aylarda Hersek'te Hıristiyan köy­
lüleri ayaklanmıştı (1875). Balkanlar'da genellikle, çağdışı
olan Osmanlı yönetimi dayanılmaz bir boyunduruk olarak
görülüyordu. Rusya bu gelişmeyi körüklemek için elinden
geleni yapıyordu. Avusturya-Macaristan bu durumu endi­
şeyle karşılıyordu. Zira güneye,, Selanik'e doğru yayılmak
46
emeli besliyordu. Bosna, Sırbistan'a katılırsa, Karadağ da
bu ülkeye katılabilecekti. Böylece hem pek çok Slav nüfus
barındıran, Avusturya'yı rahatsız edecek büyük bir Sırbis­
tan ortaya çıkacak, hem de Avusturya'nın Selanik yönünde
ilerlemesi tıkanmış olacaktı. Onun için Avusturya, BosnaHersek'i eline geçirmek istiyordu. Hersek'teki isyanı da bu
amaçla o kışkırtmıştı. İsyan kısa zamanda yayılınca, Avrupalılar ıslahat talebiyle müdahale ettiler.
Ertesi yıl mayıs başında (1876) Bulgarlar da ayaklan­
dılar. Birçok Müslümanm öldürülmesinden sonra ayaklan­
ma kanlı bir biçimde bastırıldı. Bizim kaynaklar 1000 Türke karşılık 4500 Bulgarin öldüğünü, Batılılar ise ölen Türk­
leri çok kez görmezlikten gelip 15.000 kadar Bulgarin öl­
düğünü ileri sürerler. İngiltere'de muhalefetteki Liberal Parti'nin önderi olan Gladstone, kamuoyunun Tenzil-i Faiz Ka­
ran dolayısıyla ortaya çıkmış olan Osmanlı aleyhtarlığından
yararlanarak, iktidardaki Muhafazakâr Parti'ye karşı bir
kampanya başlattı. Zira Muhafazakârlar Osmanlıyı destek­
liyorlardı.
30 Mayıs 1876'da yeni iktidara gelmiş olan Mütercim
Rüştü Paşa hükümeti, Abdülaziz'i tahttan indirdi. (Abdülaziz 4 gün soma intihar etmiştir). Bu padişah kötü yönetim­
den, özellikle mali iflastan sorumlu tutuluyordu. Yeni padi­
şah V Murat'tı. Hükümet yeni dönemde sarayın harcamalanm denetim altına almak isterken karşısında iki yol görünü­
yordu. Hükümet üyesi olan Mithat Paşa'ya göre meşrutiye­
te gidilmeliydi, zira seçilecek Meclis sarayın israfını önle­
yebilirdi. Öte yandan, yine nazır olan Hüseyin Avni Paşa'ya
göre, çare padişahı kuklalaştırmak, bütün yetkileri hüküme­
te vermekti. Meşrutiyet bize göre değildi. Hükümet önce
ikinci görüşü benimsedi. Ne var ki Hüseyin Avni'yi Abdü47
laziz'in yaveri öldürdü. V Murat da çıldınnca meşrutiyet yo­
lu açıldı. Mithat Paşa ile yaptığı bir görüşmede Veliaht Abdülhamit, tahta geçerse meşrutiyeti getirmeye söz verdi. Bu­
nun üzerine V Murat tahttan indirildi (tahtta ancak 3 ay ka­
labilmişti).
Tersane Konferansı: Yeni padişah II. Abdülhamit, Kanun-u Esasi 'nin (anayasa) hazırlanmasını buyurdu. Böyle­
ce hem vaadini yerine getirmiş, hem de Avrupa müdahale­
sinin yolunu kesmiş olacaktı. Bütün Osmanlılar siyasal tem­
silcilerini seçerek Meclis'i oluşturacaklar, Meclis gereken
düzeltimleri kendi yapacaktı. Bu sırada büyük bevletler Balkanlar'da yapılacak düzeltimleri görüşmek üzere, İstanbul'da
uluslararası bir konferans düzenlediler. 23 Aralık 1876'da
Tersane'deki konferans açılmak üzereyken, Kanun-u Esasi'yi, yani meşrutiyeti duyuran top atışları başladı. Harici­
ye Nazın Saffet Paşa, söz alarak durumu açıkladı ve Osman­
lı halkı meşrutiyeti sayesinde kendi yönetimini üstlendiği­
ne göre, artık konferans için yapacak bir şey kalmadığını bil­
dirdi. Temsilciler bu olupbittiyi pek soğuk karşıladılar ve çalışmalannı meşrutiyeti dikkate almadan yürüttüler. Sonun­
da Konferans, Bosna-Hersek ve Bulgaristan'ı özerkliğe doğ­
ru götürecek geniş bir ıslahat planı ortaya koydu. Plan red­
dedilirse elçilerin İstanbul'dan aynlacağı, muhtemelen Rus­
ya'nın savaş açacağı uyansı yapıldı.
Osmanlı hükümeti özel bir meclise danıştıktan sora pla­
nı reddetti. Elçiler İstanbul'u terk ettiler. Sadrazam Mithat
Paşa, konferansın son bulmasından 16 gün sonra Abdülha­
mit tarafından hem azledildi, hem ülke dışına sürüldü. Fa­
kat artık ok yaydan çıkmış olduğu için meşruiyetten dönülemedi. Seçimler yapıldı ve 20 Mart 1877'deilk Meclis top­
landı, 2 ay kadar süren dönemden soma, yeni bir Meclis 1877
48
sonu ve 1878 başında 2 ay kadar süren bir dönem daha top­
landı. Kanun-u Esasiye göre Meclis 2 bölümden oluşuyor­
du: İki dereceli seçimle oluşan Mebusan Meclisi ve üyeleri
padişah tarafından atanan Ayan Meclisi Osmanlı toplumu­
nun ta 1877'de seçimle gelen bir Meclis toplayabilmiş ol­
ması, bu ülkedeki demokrasi mücadelesinin önemli bir ola­
yıdır. Örneğin, Rusya'da seçimle oluşan Meclis ilk kez an­
cak 1906'da toplanabilmiştir.
Mebusan Meclisi, ilk kez demokrasiyi deneyen bir ül­
ke için dikkate değer bir olgunluk gösterdi. Üyesi bulunan
çok sayıda gaynmüslime rağmen (yanya yakın), savaş kar­
şısında genellikle ideal olarak beklenebilecek Osmanlıcı bir
dayanışmanın iyi bir örneğini verdi. Tutanaklar incelendi­
ğinde, hükümet ve idarenin cehalet, yolsuzluk, rüşvet, becerisizlik, keyfilik, baskı ve zulüm uygulamalan içinde bo­
calamakta olduğu izlenimi açıkça ortaya çıkmaktadır. Mec­
lis, genellikle, hükümet ve idarenin kusurlannı görebilen ve
eleştiren, ilerlemeden yana, özgürlükçü, çağdaş, akılcı, hu­
kuk devletinden yana bir tutum içinde görünmektedir. Bu
eleştirilerin devlete bağlılık anlayışı içinde yapıldığını gö­
rüyoruz.
Büyük devletler Tersane Konferansı kararlannm reddi
üzerine Londra'da toplandılar. Kararlan biraz yumuşattılar.
Abdülhamit ve hükümeti bunlan da reddettiler. Meclis hü­
kümetin tutumunu onayladı. Oysa işin Rusya'yla savaşa
doğru gittiği açıkça belliydi. Hükümet her halde orduya ve
eninde sonunda İngiltere'nin, Kmm Savaşı'nda olduğu gi­
bi, yardıma geleceğine güveniyor olmalıydı. Ülkede adeta
ulusçu denebilecek bir hava esmekteydi. 24 Nisan 1877'de
Ruslar "93 Harbi" diye de bilenen 1877-78 Osmanlı-Rus
Savaşım başlattılar. Sonunda Osmanlı ordusu yenildi ama,
49
buna rağmen yaptığı iki başarılı savunmayla 1839 askeri if­
lasının geride kaldığını gösterdi. Bu başarılı savunmalar
Bulgaristan'da, Plevne'de (Gazi Osman Paşa ve Erzurum'da
(Gazi Ahmet Muhtar Paşa) yapıldı,
Rus ordusu İstanbul önlerindeyken Ayastefanos (Yeşil­
köy) Antlaşması bağıtlandı. Romanya, Sırbistan, Karadağ
özerklikten bağımsızlığa yükseldiler. Bulgaristan Ege 'de kı­
yılan olan özerk bir prenslik oluyor, böylece Osmanlı'nın
Arnavutluk ve çevresiyle kara bağlantısı kopuyordu. Ruslar
aynca Kars, Ardahan, Batum bölgesini, Avusturyalılar Bosna-Hersek'i alıyorlardı. Bu şartlar İngiltere'ye fazla ağır gö­
ründü, İngiliz donanması Marmara'ya girdi. Onun üzerine
Almanya araya girerek Berlin'de bir kongre topladı. Bura­
da yapılan banş antlaşmasına göre özerk ve küçük bir Bul­
gar Prensliği, bir de özel statüsü ve merkezi Filibe olan Şark
Rumeli eyaleti kuruldu. Makedonya Osmanlı'ya geri veri­
lerek, ülkenin toprak bütünlüğü sağlandı (1878). Öbür ko­
şullar aynıydı.
Rusya Osmanlı Devleti'ne savaş ilen ederken, belki de
Osmanlı ile ilgili geleneksel amaçlanmn ötesinde, bir de Os­
manlı meşruiyetine de savaş ilan etmiş oluyordu. Zira Fran­
sız İhtilali'nden beri Rusya mutlakiyet düzeninin koruyu­
culuğunu yapmış, bu uğurda ordulanm harekete geçirmek­
ten çekinmemişti. Rus ordusu İstanbul önlerindeyken Abdülhamit Meclisi tatil etmişti. Fakat bunu Meşrutiyet'in so­
nu saymak zordur, zira Nisan 1880'e kadar Abdülhamit,
Meclis'i toplamamakla birlikte Meşrutiyet devam edecek­
miş gibi davranmıştır. Bu tarihe kadar kanunlar, "Meclis top­
landığında görüşülmek üzere" diye çıkanlmış, Ayan Meclisi'ne atamalar yapılmıştır. Fakat Nisan 1880'de İngilte­
re'de genel seçimler yapıldı ve Gladstone'un partisi iktida50
ra geldi. Parti açıkça Türk düşmanı olduğu için, anlaşılan,
Abdülhamit Meşrutiyet'i yaşatacakmış gibi görünmenin
artık gereksiz olduğunu düşünmüş olmalıdır. Böylece
1880'den soma Osmanlı Devleti yıldan yıla koyulaşan bir
mutlakiyete, hatta bir polis düzenine doğru kaymaya baş­
ladı.
51
VIII. II. Abdülhamit Dönemi
Abdülhamit, 33 yıl gibi çok uzun bir süre padişahlık
yapmıştır. Padişahlığı bir polis devleti olarak tanınır. Bu
doğru olmakla birlikte, yukarda işaret edildiği üzere, reji­
min bu duruma gelmesi yavaş yavaş olmuştur.
Abdülhamit baskıcılığının ilk büyük icraatı Mithat Paşa'nm yok edilmesidir: Mithat Paşa, Tuna (Bulgaristan) ve
Bağdat valiliklerinde kalkınma yolunda pek çok işler başa­
ran büyük bir vali olarak biliniyordu. Bunun için bugüne ya
da yakın zamanlara değin devam etmiş olan Ziraat Banka­
sı, Emniyet Sandığı, Sanat Mektepleri (Endüstri Meslek Li­
seleri) gibi kurumlan da başlatan odur. Daha sonra Mithat,
Meşrutiyet'in simgesi haline gelmişti. 1877'de Abdülhamit
onu sınır dışı etti. 1878'de affetti, yurda dönmesine izin ver­
di. Daha sonra Suriye'ye vali atandı. Orada kendini göster­
mesine, yararlı işler yapmasına izin verilmedi. 18 80'de İz­
mir Valiliği'ne getirildi, ardından da tutuklanarak Abdülaziz'i öldürmekle suçlandı. Yıldız Sarayı'mn bahçesinde ku­
rulan bir çadırda özel bir mahkeme oluşturuldu. Uydurma
bir mahkeme sonunda idama mahkûm olduysa da, Avrupa
kamuoyunun baskısı sayesinde cezası hafifletildi. Bugün
Suudi Arabistan'da bulunan Taif kentinde hapisteyken bir
gün hapishane görevlileri tarafından boğuldu. Abdülhamit
bundan habersiz olduğunu ileri sürerse de en azından siya52
sette sorumlu olduğu şüphesizdir. Böylece bu padişah siya­
seten katil cezasını el altından hortlatmış oluyordu.
Abdülhamit döneminde mali iflasın doğurduğu karışık­
lığı çözüme kawştuımak gerekiyordu. 1881 Muharrem Kararnamesi'yle belirli bazı vergiler yeni kurulacak ve çeşitli
ülkelerdeki alacaklıları temsil eden bir Düyun-u Umumiye
(Genel Borçlar) İdaresi'ne verildi, Düyun-u Umumiye böy­
lece Maliye Nezareti gibi vergi toplayan, fakat topladığı ver­
gileri doğrudan alacaklılara dağıtan bir örgüt oldu. Öte yan­
dan, Abdülhamit, yeni bir iflasla karşılaşmamak için Sa­
ray'ın harcamalarını denetim altına aldı. Bilinçli bir politi­
kayla kişisel servetini büyük ölçüde arttırdı, ülkenin en zen­
ginlerinden biri oldu.
Abdülhamit döneminde eğitim alanında büyük ilerle­
meler oldu. Örneğin 1867'den 1895'e, 28 yılda, rüştiye ve
buralarda okuyan öğrencilerin sayısı 4 kat artmış bulunuyor­
du (33.469). Ama bu artışa rağmen, Müslüman olmayanla­
rın rüştiyelerindeki öğrenci sayısı 2 kat fazlaydı (76.359).
Müslümanların Müslüman olmayanlara göre kabaca 3 kat
fazla olduğu düşünülürse, Müslümanların Müslüman olma­
yanlara göre 6 kat geri durumda oldukları söylenebilir. De­
mek ki eğitimde önemli ilerlemeler olmuştur ama, bunlar ye­
tersiz kalmıştır.
Demiryollarının uzunluğunda önemli artışlar oldu. Ge­
nellikle demiryollarını yabancı sermaye yapmakla birlikte
özellikle hacılara kolaylık olmak üzere kurulan Şam-Hicaz
demiryolunu Osmanlı hükümeti yapmıştır. Zamanla demir­
yolu yapımmda Haydarpaşa-Bağdat-Basra projesini üstle­
nen Almanlar ağır basmışlardır.
Abdülhamit ruh hastalığı derecesinde aşın kuşkulu, ku­
runtulu bir insan olduğundan gizli polis örgütüne çok önem
53
verdi. İnsanların kuşkulu durumları Saray'a haber vermele­
ri teşvik edildi. Gizli polislere hafiye, ihbar mektuplarına da
jurnal denirdi. Jurnalleri asılsız bile çıksa, jurnalciler ödül­
lendirildi. Herkes gölgesinden korkar oldu. Öte yandan ba­
sma aşın baskılı bir sansür uygulanıyordu. Mizah, karika­
tür yasaktı. Gazeteler akşamdan bütün haber ve yazılannı
sansüre gönderirlerdi. Sakıncalı bölümler atılır ve çok keza
gazetelerde beyaz boşluklar halinde çıkardı. Sansür memurlan, ne olur ne olmaza düşüncesiyle Abdühlamit'ten de da­
ha kuruntulu davranmak zorunluluğunu duyuyorlardı. Pa­
dişahın burnu büyük diye, burun kelimeleri çiziliyordu. Pa­
dişahı münasebetsiz duruma düşüren bir baskı yanlışı yü­
zünden devletin resmi gazetesi olan Takvim-i Vekayi
1890 'da kapatıldı, 1908' e kadar bir daha çıkmadı. Devlet res­
mi gazetesiz kalmış oldu.
İttihad-ı Osmanî Cemiyeti: 1889 yılında İstanbul'da
bulunan Askeri Tıbbiyeli 5 öğrenci İttihad-ı Osmani Cemiyetfm kurdular. Bu kuruculardan en ünlüleri Abdullah Cev­
det ve İbrahim Temo'ydu. Kurulan gizli örgütün başlıca et­
kinliği, zaman zaman kendi aralannda toplanıp Namık Ke­
mal ve benzeri özgürlükçü yazarlann yapıtlannı okumaktı.
Bir çeşit gizli fikir kulübüydü. 1895'e doğru üyeler Paris'te
bulunan Ahmet Rıza ile temas kurdular ve onun telkinleri
sonucunda örgütün adını Osmanlı İttihat ve Terakki Cemi­
yeti (İT) diye değiştirdiler.
Ermeni Hareketi: Cemiyetin kuruluş yılı Fransız İhtilali'nin 100. yıldönümüne rastlar. 1895 ise İstanbul'da Er­
meni sorununun patlak verdiği yıldır. Berlin Kongresi'nden
sonra Osmanlı ülkesinde olup da özerklik ya da bağımsız­
lık elde etmemiş, Ermeniler dışında, bir halk kalmamıştı.
Oysa Anadolu'nun pek çok yerinde okul ve hastane açmış
54
olan Amerikan misyonerleri Ermenileri bu yönde teşvik edi­
yorlardı. Üstelik Ayastefanos Antlaşması'na Doğu Anado­
lu'da bulunan ve 6 vileyati (o günkü çok geniş smırlariyle
Van, Bitlis, Mamuretilaziz-Elazığ, Diyarbakır, Erzurum, Si­
vas'ı) kapsayan, tarihte Ermenistan diye tanınmış bölgede,
büyük devletlerin gözetimi altında ıslahat yapılması için hü­
küm konmuş, bu hüküm aynen Berlin Antlaşması'na da geç­
mişti. Ne var ki Ermenilerin diğer Osmanlı Hıristiyan halk­
larına göre iki zorluklan vardı. Biri, "Ermenistan"m jeopo­
litik konumuydu. Bölge, büyük devletler için ulaşılması çok
zor, çok engebeli bir yerdi. İkincisi, Ermeniler ticaret ve za­
naat uğruna ülkenin her yanma dağılmış olduklan için, ta­
rihsel Ermenistan'ın hiçbir yerinde çoğunluk oluşturmuyor­
lardı. En kalabalık olduklan Bitlis'te bile nüfusun ancak
1/3'i Ermeniydi.
Ermeniler 1887'deHınçak, 1890'daTaşnaksutyun ihti­
lal örgütlerini kurup harekete geçtiler. "Bulgar modeli" di­
yebileceğimiz bir yol izliyorlardı. Kanlı bir ayaklanma dü­
zenliyorlar, soma da ayaklanmalan yine kanlı biçimde bastınlmca, büyük devletlerin dikkatini çekip yardım ve müda­
halelerini sağlamaya çalışıyorlardı. 1890^ Musa Bey, Er­
zurum, Kumkapı, 1892-3'te Merzifon, Kayseri, Yozgat,
1894'te Sason olaylanm çıkardılar. İngiltere ve Rusya'nın
Ermeniler için hazırladıklan ıslahat planı reddedilince, İs­
tanbul'da kanlı olaylar çıktı. Abdülhamit hükümetinin poli­
si sokaklardan çekmesiyle 3 gün boyunca kanlı bir Müslüman-Ermeni kavgası yaşandı. Adeta Osmanlı Devleti'nin so­
nuna işaret eden bu olaylar karşısında İT fikir kulübü kim­
liğinden çıkarak eyleme geçti. İki bildirge (beyanname) ha­
zırlayarak duvarlara yapıştırdı. İttihatçılar, Ermenilerin Ab­
dülhamit yönetimine karşı çıkmakta haklı olduklanm, fakat
55
bunu tek başlarına değil, bütün Osmanlı halkları ile birlik­
te İT bayrağı altında yapmaları gerektiğini ileri sürüyorlar­
dı. İT bu biçimde ortaya çıkınca, özgürlükçüler ve genel ola­
rak aydınlar üzerindeki baskılar yoğunlaştırıldı. Birçok İtti­
hatçı ülke dışına, özellikle Fransa'ya kaçtı. Kalanlar 1896
ve 1897'de iki darbe tasarladılarsa da, her iki sefer niyetle­
ri ortaya çıktı ve başarısız oldular.
ÎT 1895 yılında ilk nizamnamesini (tüzüğünü) hazırla­
dı. Nizamnameden bazı ilginç özellikler ortaya çıkmakta­
dır. Polis bir üyeyi yakaladığında, bütün örgütü ele vereme­
mesi için hücre tarzında örgütlendiğini görüyoruz. ÎT'ye
karşı çıkanların "vatan düşmanı" olarak değerlendirilmesi,
daha başından İT'nin kendini "cemiyet-i mukaddese" (kut­
sal dernek) olarak gördüğünü, kendisine karşı çıkanlara hoş­
görü, olmadığım göstermektedir. Yine dikkati çeken bir nok­
ta, nizamnamede kadınların üye yazılabilecekleri, erkekler­
le aynı haklara sahip ve aynı görevlerle yükümlü olacakla­
rı yolundaki hükümdür. Oysa o sırada kadınların kaçgöçlerini sağlamak için hükümet tarafından alman önlemler ileri
bir noktaya vardırılmıştı. Bir kadın, kardeşi, kocası, babası
dahi olsa sokakta bir erkekle birlikte görünemezdi. Böyle
bir toplumda kadınların bir ihtilal örgütüne erkeklerle eşit
olarak üye olmalarını öngörmek, İT'nin ne denli çağcıl bir
ideolojiye sahip olduğunu gösterir.
Ahmet Rıza ve Pozitivizm: 1889'da İT kurulurken,
Ahmet Rıza adında bir genç, Paris'te Fransız İhtilali'nin
100. yıldönümünü kutlamak için açılan Dünya Sergisi'ni
gezmek üzere buraya geliyordu. O, dönmeyecek ve 1908'e
değin yurtdışında kalacaktı. Ahmet Rıza Paris'te başı Auguste Comte (1798-1857) (Ogüst Kont) tarafından çekilmiş
olan pozitivist harekete katılacaktır. Fransız İhtilali akılcılı56
ğı, bir ara onu resmi bir din durumuna yükseltecek derece­
de yüceltmiş, kendisine şiar edinmişti. Daha sonra Napolyon'un 1815 yenilgisiyle Fransa'da ihtilal öncesinde dönüş
yapılınca, akılcılığa karşı da tepki gösterildi. İşte Comte
akılcılıkla ihtilalciliğin birbirine kanştırılmaması gerektiği­
ni, toplumbilim (sosyoloji) sayesinde toplum yasalarının öğ­
renilebileceğini, bu sayede ihtilal olmadan toplumlara bilim­
sel olarak biçim verilebileceğini, ileriye götürülebileceğini
söylüyordu. Nitekim Pozitivizmin iki düsturu "düzen ve
ilerleme" idi. (Osmanlıca olarak söylendikte, "intizam ve
terakki"). Yani, düzen içinde ilerleme öngörülüyordu. Pozi­
tivizmin "terakki" düsturu özgürlükçü hareketi etkileyerek,
İttihad-ı Osmanî olan örgüt adını İttihat ve Terakki'ye dö­
nüştürmüştü. Ahmet Rıza'ya göre Osmanlı toplumunu kur­
taracak olan, Kanun-u Esasi, meşrutiyetten çok, yeni bir in­
san tipi yetiştirmekti. Yeni insan "Ekmeğini alnının teriyle
kazanan, menfaatini kimsenin zararına aramayan adam" ola­
caktı. Bu, bilim ve eğitim yaygınlaştırılarak sağlanacaktı.
Özgürlükçü hareket 1897'den soma bir ara tavsadı. Dar­
be girişimlerinin boşa çıkartılması bir yandan, 1897 Osman­
lı-Yunan savaşında Osmanlı ordusunun kazandığı zaferin
Abdülhamit'e sağladığı prestij öbür yandan, hareketi bir
durgunluğa soktular. Hatta Ahmet Rıza'nın yerine İT'nin Pa­
ris örgütünün başına geçmiş olan Mizancı Murat, Abdülhamit'in af önerisi ve bazı kuru vaatler karşılığında "mütare­
ke" yaparak kalktı, İstanbul'a döndü. İT'nin yeniden can­
lanması Prens Sabahattin sayesinde oldu.
Prens Sabahattin: Sabahattin'in babası Damat Mah­
mut Paşa Abdülhamit'in kız kardeşiyle evliydi. Almanların
yürütmekte olduğu Bağdat demiryolu Konya'ya ulaştığı sı­
rada, İngilizler İskenderun-Bağdat-Basra demiryolunu üst57
lenmek üzere devreye girmek istediler. Bu işin takibini Mah­
mut Paşa'ya havale etmişlerdi. Oysa Alman imparatoru Kayzer II. Wilhelm 1898'de Osmanlı Devleti'ne resmi bir ziya­
ret için gelmişti. Bu bile Almanların Konya-Bağdat-Basra
imtiyazım almalarına yeterdi, çünkü öbür Avrupa hüküm­
darları Ermeni sorunundan ötürü Abdülhamit'i boykot edi­
yorlardı.
Damat Mahmut böylece umduğunu bulamayınca tep­
ki olmak üzere iki oğlunu alıp Fransa'ya kaçtı. "Padişahın
eniştesinin ve yeğenlerinin özgürlük yok diye kaçmaları Av­
rupa'da gazete başlıklarını bir süre doldurdu. Abdülhamit ye­
ğenlerinin kaçırıldığını iddia etti. Olay özgürlükçü hareke­
ti biraz canlandırdı. 1902 yılında Prens Sabahattin ve kar­
deşi Paris'te 1. Jön Türk Kongresi'ni topladılar. Çeşitli yer­
lerden gelen 40 kadar delege sorunları tartıştılar. Arnavut­
luk eşrafından İsmail Kemal o güne değin yapılagelen pro­
paganda ve yayın faaliyetiyle bir yere varılamayacağını, as­
keri kuvvet kullanmak gerektiğini ileri sürdü. Ermeni dele­
geleri ise bunun da yetmeyeceğini, Avrupa devletlerinin mü­
dahalesinin gerekli olacağını söylüyorlardı. Prens Sabahat­
tin her iki görüşü benimsedi, fakat dış müdahalenin demok­
rat devletler tarafından (yani İngiltere ve Fransa) yapılması
şartını koştu. Bu kararlara Ahmet Rıza ve arkadaşları (Dr.
Nazım, Yusuf Akçura gibi) karşı çıktılar.
Böylece Jön Türk hareketi bölünmüş oldu. Sabahattin
ve arkadaşlan Kongre kararma uygun olarak bir askeri ha­
reket de hazırladılar. Trablusgarp Valisi Recep Paşa bir as­
keri birliği Abdülhamit'i devirmek için onlara vermeyi ka­
bul etti. İngilizlerin yardımıyla sağlanacak gemilere bu as­
kerler bindirilecek ve İstanbul'a getirilecekti. Recep Paşa bu
işten vazgeçince, tasarı suya düştü. Sabahattin dikkatini bi58
lime çevirdi. Le Play'in kurucusu olduğu bir toplumbilim
akımına bağlı E. Demolins adındaki yazarın düşüncelerini
benimsedi. Demolins'e göre iki tür toplum vardır; tecemmüi (toplulukçu), infiradi (bireyci). İnfiradi toplumlara en
iyi örnek İngiltere'dir. Orada çocuklar girişken ve hareketli
bir hayat için yetiştirilirler ve büyüyünce yaman iş, hatta ma­
cera adamları olurlar. O tür toplumda yönetim de adem-i
merkeziyetçidir. Köyler, kentler ihtiyaçlarım kendileri kar­
şılarlar. Tecemmüi toplumlarda ise çocuklar "muhallebi ço­
cuğu" olarak yetiştirilirler, büyüyünce de memur olurlar.
Orada yönetim merkeziyetçi olur. Köyler, kentler ihtiyaçla­
rını kendileri karşılamazlar, bunu merkezden beklerler. Sa­
bahattin'e göre Osmanlı toplumunun kurtuluşu infiradi bir
topluma dönüşmesiyle olanaklı olacaktır. Bir süre sonra Sa­
bahattin Paris'te Teşebbüs-ü Şahsi ve Adem-i Merkeziyet
Cemiyeti'ni kurdu.
Japon - Rus Savaşı: Bu yıllarda Uzakdoğu'da önemli
gelişmeler oluyordu. Rusya ile kalkınma süreci içinde olan
Japonya arasında Mançurya ve Kore'de nüfuz rekabeti baş
göstermişti. Bu rekabet savaşa yol açtı (1904-5). Dünyanın
hayret dolu bakışları altında Japonya hem karada, hem de­
nizde Rusya'yı yenilgiye uğrattı. Bir Asya ülkesinin bir Av­
rupa ülkesini yeneceğine ihtimal verilmemişti. Rus yenilgi­
si içte ilk Sovyet ihtilaline yol açtı (1905). Çar, ihtilali bas­
tırabilmek uğruna liberalleri, yani burjuvaziyi yanma almak
zorunluluğunu duyduğu için meşrutiyet ilan etmek yoluna
gitti. 1906'da seçilmiş ilk Rus Meclisi, Duma, toplandı
(1906). Rusya öteden beri mutlakıyetin savunucusu ve jan­
darması olduğu için, oradaki düzen değişikliğinin uluslara­
rası yankılan oldu. 1906'da İran'da, 1908'de Çin'de meşru­
tiyet ilan edildi. Osmanlı Devleti'ndeki 1908 meşrutiyetini
bu uluslararası hareketin bir parçası olarak da görebiliriz.
59
1905 başında Mustafa Kemal Kurmay Yüzbaşı olarak
mezun oldu ve karargâhı Şam'da bulunan 5. Ordu'ya atan­
dı. Orada Dr. Mustafa (Cantekin) adında birinin başkanı ol­
duğu Vatan adlı gizli bir örgüt buldu. Onlara katıldı ve adı­
nı Vatan ve Hürriyet diye değiştirerek başına geçti. Fakat
Şam bu tür faaliyetler için çok elverişli olmadığından, mem­
leketi olanSelanik'e gidip örgütün bir şubesini kurdu. Ora­
da uzun kalamadığından Vatan ve Hürriyet gelişme göste­
remedi. Rumeli'deki asıl örgütlenme Eylül 1906'da Talat,
Rahmi ve İsmail Canbolat'm 7 arkadaşlarıyla kurdukları
Osmanlı Hürriyet Cemiyet oldu. Kurucular ve üyelerden ki­
mileri asker, kimileri sivildi. Hücre tarzında ürgütleniyorlardı. Üye olmak isteyenler gece vakti 3 maskeli kişi karşısın­
da Kuran ve tabanca üzerine yemin ediyorlardı. Yeni üye­
ye ihanetin ölümle cezalandırılacağı özenle belirtiliyordu.
1907'de bu cemiyetle Paris'teki İT, birleştiler. Birleşik örgüt
İT adını aldı.
1907 yılında Paris'te II. Jün Türk Kongresi toplandı.
Ahmet Rıza ve arkadaşları, Sabahattin ve arkadaşları, Er­
meniler katıldılar. Bu kongre Ahmet Rıza'nın egemenliği al­
tında cereyan etti. Hazırlanan bir beyanname, Abdülhamit
yönetiminin kusurlarını sayıyordu. Kongre, silahlı ayaklan­
ma yöntemini de benimsiyordu.
Makedonya Sorunu: 1908 ihtilali Makedonya'da çık­
tı. Onun için Makedonya sorunu üzerinde biraz durmak ge­
rekir. Avrupalıların Makedonya dedikleri yer yaklaşık ola­
rak 3 Osmanlı ili olan Kosova, Selanik ve Manastır'm kap­
sadığı alandı. Bölgedeki nüfus şöyleydi: 1.5 milyon Müslü­
man, 900.000 Bulgar, 300.000Rum, 1000.000 Sırp, 100.000
Ulah (Eflaklı). Osmanlı istatistikleri Müslümanları etnik ba­
kımdan ayırt etmezdi. Onlar çoğunluktaydılar, fakat Balkan
60
ulusçuluğu ve genellikle Avrupa kamuoyu, Müslümanları,
yüzyıllardır, orayı yurt edinmiş de olsalar, "istilacı", "son­
radan gelmiş" diye nitelediği için, görmezlikten geliyordu.
Bu açıdan bakınca Bulgarlar çoğunluktaydılar ve Ayastefanos Antlaşması bölgeyi Bulgaristan'a vermişti. Ne var ki
Berlin Antlaşması bu düzenlemeyi bozmuştu. Üstelik sözü
edilen gruplar az çok belirgin bölgelerde toplanmamışlar, iç
içe, karmakarışık durumda oturuyorlardı. Buna rağmen Bul­
garlar "komita" denen çeteler kurarak ve tedhiş (yıldın, te­
rörizm) yöntemleri kullanarak Bulgar olmayanlan sindirme­
ye, ya da bölgeden kaçırtmaya ("etnik temizlik") çalışıyor­
lardı. Bu durum karşısında Rumlar ve Sırplar da komitalar
kurup mücadeleye girmişlerdi. Osmanlı kolluk güçleri de ordan oraya koşarak asayişi sağlamaya çalışıyorlardı. (Şunu
da belirtmeli ki, somadan ortaya konan görüşlere göre Ma­
kedonya'da o dönemde "Bulgar" diye nitelendirilen insan­
lar, aslında Bulgar değil Mekadondur).
1902'de Bulgarlar 1 ay süren bir genel ayaklanma dü­
zenlediler. Bunun üzerine 3 vilayete Hüseyin Hilmi Paşa ge­
nel müfettiş atandı. 1903'te çıkardıktan ikinci ayaklanma 3
ay sürdü. Bunun üzerine Rusya ve Avusturya bir ıslahat
programı hazırladılar. Buna göre Makedonya'da her büyük
devlet, kendisine ayrılmış bir bölgeye jandarma subay lan
göndererek Osmanlı kolluk kuvvetlerine danışmanlık yapa­
caktı. Bu plana, Osmanlı'ya şirin görünmek istediği için, Al­
manya katılmadı. Abdülhamit bölgeye mektepli subaylan
tercihan gönderiyordu. Hem asayişi daha iyi sağlayabilmek
için hem de kendi güvenliği bakımından mektepli subaylan İstanbul'dan uzaklaştırmak için. böylece Rumeli'de bir
mektepli subay yoğunluğu ortaya çıktı. Ancak 2 ayda bir ma­
aş alabilen, yabancı subaylann lüks yaşantısına imrenen,
61
komitacıların ulusçuluk uğruna insanlara (bu arada kendi
dindaşlarına da) yaptıkları kanlı eylemleri gören bu subay­
ların böylece ilginç deneyimleri oluşuyordu.
Hürriyetin İlanı: 3 Mart 1908'de İngiltere öbür büyük­
lere bir genelge göndererek 3 vilayete tek bir vali atanması­
nı, Osmanlı askerinin azaltılmasını istedi. ÎTbunuMakedonya'nın kopması yönünde çok tehlikeli bir gelişme olarak de­
ğerlendirdi ve Manastır'da Rus Konsolosluğu dışındaki kon­
solosluklara birer genelge göndererek, istibdada İT'nin son
vereceğini, desteklenmesi gerektiğini bildirdi. Böylece İT
ortaya çıkmış bulunuyordu. Abdülhamit hareketi bastırmak
için birtakım davranışlarda bulunduysa da, beyhudeydi. Manastır'da Kolağası Niyazi Bey, Belediye Reisi ve Polis Mü­
dürü dahil, 200 sivil ve 200 askerle dağa çıktı. Bu hareketi
bastırmak için yola çıkarılan Şemsi Paşa öldürüldü. Firzovik'te Arnavutlar kandırılarak onlara Meşrutiyet'i istedik­
lerine dair Abdülhamit'e tel çektirildi. İşler bu kerteye gel­
dikten sonra Rumeli'nin büyük merkezlerinde, aynı gün, 23
Temmuz 1908'de (Rumi takvime göre 10 Temmuz 1324)
hürriyet ilan edilerek hükümete teller çekildi (67 tel). Zaten
Abdülhamit başka çare olmadığım anlamış bulunuyordu.
Birkaç gün önce Sadaret'e Sait Paşa'yı getirmişti. 24 Tem­
muz günü gazetelerde seçimlerin emredildiğini bildiren bir
duyuru çıktı. Böylece Osmanlı Devleti II. Meşrutiyet döne­
mine girmiş oluyordu.
62
IX. İttihat ve Terakki'nin Yapı Özellikleri,
31 Mart Olayı
II. Meşrutiyet'in bana göre Türklerin son çağa girişini
temsil ettiğini, yani bir çeşit Fransızların 1789 'una denk gel­
diğini yukarda belirtmiştim. Böyle bir çağ ayrımını temsil
ettiği kabul edilmese dahi, II. Meşrutiyet'in büyük önemi
şüphe götürmez. Tarık Zafer Tunaya'ya göre bu dönem
Cumhuriyetin "siyaset laboratuvandır". Yani Cumhuriyetin
başardığı pek çok şeyler, II. Meşrutiyet döneminde tartışıl­
mış olan konulardır. Mustafa Kemal'in bu dönemde faal
olarak siyasetle ilgilendiği, İT hareketinin içinde yer aldığı
düşünülürse, söz konusu düşüncenin isabeti de anlaşılır.
Bu noktada İT'lilerin 5 özelliği üzerinde durabiliriz:
1. Türkçülük, yani Türk ulusçuluğu ideolojisi. İT üye­
leri arasında Müslümanlar büyük çoğunluktadır. Az sayıda
olan Müslüman olmayanlar, çoğu Hürriyet ilanından önce
Cemiyete girmiş olan ve ayrılıkçı, ulusçu iddiaları olmayan
bazı Yahudi ve Ulahlardır. Müslümanların büyük çoğunlu­
ğu Türktür ya da etnik bakımdan Türk olmasalar da, kendi­
lerini Türk sayan ve Türkçü eğilimler besleyen kişilerdir.
2. Gençlik. İhtilalci bir örgütte gençlerin egemen olma­
sı olağandır, özellikle yasadışı bulunduğu zamanlarda. İntilalciliğin tehlike ve sorumluluğunu genellikle "delikanlı" ve
özellikle bekâr olan gençler üstlenirler.
63
3. Yönetenler sınıfından olmak. İT'liler genellikle me­
mur ve subaydılar.
4. Mekteplilik. İT'liler çoğunlukla Batı tipi yüksekokul
öğrencileri ya da mezunlarıydılar.
5. Burjuva zihniyetli olmak. İT'lilerin amacı Osmanlı
toplumunu ve öncelikle Türkleri, Avrupa'nın gelişmiş ülke­
leri düzeyine yükseltmekti. Bu ülkelerin toplumları kapita­
list olduğuna göre İT'nin amacı da Türk toplumunu kapita­
list (burjuva) toplumuna dönüştürmekti.
Osmanlı toplumu geleneksel bir toplumdu ve bu tür
toplumlarda gençlerin başa geçmesi yadırganır. Bu yüzden
İT, Meşrutiyet'in ilanından sonra hükümeti kuramadı. Za­
man zaman Talat, Cavit gibi İT'liler nazır (bakan) olabildilerse de 1913'e değin sadrı izamlardan hiçbiri İT üyesi de­
ğildi. Ama İT için iktidarda değil de denemezdi. Çünkü hü­
kümete "şunu yap", "bunu yapma" tarzında talimat verebi­
liyordu. Buna ben tam iktidardan farklı olarak denetleme ik­
tidarı diyorum.
Öte yandan İT'nin Rumeli'de Hürriyeti ilan etmiş ol­
masına karşılık, İstanbul, Anadolu ve Arap ülkelerinde Meşrutiyet'i Abdülhamit ilan ettirdiği için, İT Abdülhamit'in pa­
dişahlığını sürdürmesine razı olmak zorunda kalmıştı. Bu
durumda İT yıllarca Abdülhamit istibdadı aleyhinde sürdür­
müş olduğu kampanya ile tutarsız duruma düşüyordu. İT bu
açmazdan kurtulmak için "eşraf" kuramını benimsedi. Bu­
na göre Abdülhamit iyi bir padişahtı, fakat çevresindeki bir­
takım insanlar kötüydü, onu onlar kandırdıkları için bazı kö­
tülükler yapılmıştı. İT bu kurama sığınarak bu gibilerden kaçamamış olanları cezalandırdı (genellikle yüklü "bağışlar"
olarak).
Meşrutiyet'in gelmesiyle birlikte toplum yaşamında
64
büyük bir canlanma oldu. 24 Temmuz 1908 'de gazeteler ya­
zılarını sansüre göndermediler. Gazete, dergi, kitap olarak
büyük bir yayın furyası başladı. Kadın hareketleri (örgütler,
yayınlar), işçi hareketleri (örgütlenmeler ve grevler) ortaya
çıktı. Bu arada Prens Sabahattin de Avrupa'dan döndü. İT
ile prensin örgütü olan Teşebbüs-ü Şahsi ve Adem-i Merke­
ziyet Cemiyeti Hürriyet'in ilanından hemen sonra birleşmiş­
lerdi. Fakat Sabahattin İT'de umduğunu bulamayınca, onun
adamları Ahrar Fırkası'nı (Partisini) kurdular. Seçimler baş­
ladı. Bunlar 2 dereceli seçimler olduğu için vakit alıyordu.
17 Aralık 1908'de Meclis parlak bir törenle açıldı. Ahmet
Rıza Mebusan Meclisi Başkanı oldu.
Seçimlerde İT'nin listeleri genellikle "silme" kazandı­
lar. Bu listelerde Müslüman olmayanlar da yer alıyordu. İT
bu azınlıklarla pazarlık edip onlara ayrılacak mebus sayısı
üzerinde anlaşmıştı. Adayları ise o cemaatler saptamış, İT
onları kendi aday listelerine yerleştirmişti. İT, Müslüman İT
adaylarına oy verilmezse oyların bölüneceğini, azınlıkların
haklarından fazla mebus çıkaracaklarını duyurmuştu. Bu
durumda Ahrar Fırkası 'nm seçim başarısızlığına şaşmamak
gerekir. Patrikhaneler, Hahamhane nasıl Rum, Ermeni, Ya­
hudi cemaatlerinin tek temsilcisiyse, bu durumda İT de Müs­
lümanların (özellikle Türklerin) tek temsilcisi durumuna
geliyordu. Fakat İT'nin bu büyük seçim başarısı görüntüsü
aslında aldatıcıydı. Çünkü İT'nin Rumeli'deki örgütlenme­
si genellikle sağlam olmasına karşılık, kalan yerlerdeki ör­
gütlenme büyük ölçüde Hürriyetin ilanından sonra alelace­
le gerçekleşmişti. İT, Rumeli dışında "İttihatçıyım" diye or­
taya çıkan herkesi yamna alıp, mebus adaylarını da bunla­
rın arasından seçmek durumunda kalmıştı. Oysa bu kişile­
rin pek çoğu İT'nin beş özelliğini taşımayan fırsatçı kimse65
lerdi. Dolayısıyla, Meclis çoğunlukla ancak etiket olarak İt­
tihatçıydı.
Hürriyetin ilanından kısa bir süre sonra İT, Sait Paşa'yı
istemedi ve yerine Kıbrıslı Kâmil Paşa geldi. Bu iki yaşlı pa­
şa Abdülhamid döneminin "İngilizci" diye tanınan vezirle­
riydiler. Kâmil, İT'nin kendisine talimat vermesine içerli­
yor, başına buyruk işler yapıyordu. Bunun üzerine İT'nin ön­
de gelen mebuslarından ve Tanin gazetesinin başyazarı Hü­
seyin Cahit, Paşa aleyhine gensoru önergesi (istizah takriri)
verdi. Ama sonra, İttihatçılar Kâmil'i devirmekten vazgeç­
tiler ve Paşa, oybirliğiyle güvenoyu aldı. Bu sefer Kâmil aşı­
rı bir güvene kapılıp İT'ye sormadan Harbiye ve Bahriye na­
zırlarını değiştirdi. İttihatçıların durumlarını pekiştirmek
için Rumeli'den başkente getirmiş oldukları bazı askeri bir­
likleri yerlerine iade etmeye kalkıştı. İT telaşa kapıldı ve ye­
niden gensoru verdi ve büyük çoğunlukla (53 çekimser var­
dı) güvensizlik oyu alan Kâmil çekildi (13 Şubat 1909). Bu
oylama yapılırken birçok subaylar Meclis' e geldiler, bazı do­
nanma gemilerinin süvarileri nazırlarının değişmesini pro­
testo- ettiler. Böylece Meclis'in askeri baskı yüzünden Kâ­
mil'i devirdiği izlenimi doğdu.
Bundan sonra 31 Mart Olayı'nm çıktığını görüyoruz.
Olayda, muhalefet, subayların İttihatçı olmaları durumunu
göz önünde tutmuş, er ve erbaşlan ayaklandırarak Meclis'i
etkileyip Kâmil'i geri getirmeye çalışmıştı. Subayların İtti­
hatçı olduğunu söyledim. Hürriyetin ilanından hemen son­
ra İttihatçılar ordudan alaylı, yani Harbokulu mezunu olma­
yan subayları tasfiye ettirdiler. Örneğin yalnızca karargâhı
İstanbul'da bulunan 1. Ordu'dan 1400 alaylı subay kadro dı­
şına çıkarılmıştı. Harbokulu 1848'den itibaren mezun ver­
meye başlamıştı, ama mülkiyede (sivil demokraside) olsun,
66
orduda olsun, mekteplilik (yani yüksekokul mezuniyeti) ve
alaylılık atbaşı gidiyorlardı. Alaylılık, yani okul görmemiş
olmak deyimi öncelikle orduda kullanılıyordu. Yetenekli, işe
yarar erler onbaşı, çavuş olabiliyor, sonra da "tezkere bıra­
kabiliyorlardı". Tezkere bırakanların yeteneklerine, üstleri­
nin takdirlerine ve lütfuna bağlı olarak, önlerinde subaylık
yolu açılıyordu. Sonuç olarak doğru dürüst yazı yazamayan­
lar bile paşa olabiliyorlardı. Padişah ve yakınları mektepli­
lerin daha iyi subay olduklarım bilseler de, daha sadıktırlar
diye alaylıları yeğliyorlardı genellikle. Daha sadık oldukları
varsayılıyordu, çünkü 'hiç yoktan', lütufla, bulundukları mevkiye gelmiş bulunuyorlardı. Mülkiyede de buna benzer uy­
gulamalar vardı. İttihatçılar bir hamlede orduda mektepliliği tümüyle egemen kılarak bir devrim yapmış oluyorlardı.
31 M a r t Ayaklanması: Ayaklanmanın yakın nedeni 6
Nisan 1909 gecesi sert muhalefetiyle tanınmış Serbesti ga­
zetesi başyazarı Hasan Fehmi'nin Galata Köprüsü'nde öldürülmesiydi. Saldırganın sırtında bir subay pelerini bulun­
duğu ileri sürülüyordu. Köprünün iki ucunda da karakollar
bulunduğu halde, kimse yakalanamamıştı. Muhalefet, ola­
ya çok büyük tepki gösterdi ve cinayeti İT'ye mal etmekte
tereddüt etmedi. İT de kendini savunmak için fazla bir ça­
ba göstermeyerek sanki cinayeti kabullenmiş oldu. (Yıllar
sonra cinayetin İttihatçılar tarafından işlendiği ortaya çıka­
caktı). Hasan Fehmi'nin cenazesi büyük bir kitle gösterisi
halini aldı. Cenazeden 5 gün sonra, 13 Nisan 1909'da (ya da
Rumi takvime göre 31 Mart 1325'te) ayaklanma çıktı.
O gün sabahın çok erken saatlerinde Taksim civarında
bulunan Taşkışla'daki 4. Avcı Taburu Hamdi Çavuş ve di­
ğer çavuş ve onbaşıların komutasındaki erler, subaylarını tu­
tukladıktan sonra, başka kışlaları da ayaklandırdılar. Daha
67
sonra Sultanahmet'te bulunan Mebusan Meclisi'nin önün­
de toplandılar. Ayaklanma, "Şeriat isteriz!" sloganıyla ya­
pılmıştı. Daha somut olarak asker, 1) kendilerine ayaklan­
madan ötürü bir sorumluluk gelmemesini, yani affedilme­
yi, 2) HüMmetin, Mebusan Meclisi Reisi Ahmet Rıza ve di­
ğer bazı İttihatçıların istifasını, 3) Bazı komutanların değiş­
mesini istiyordu. Bazı istek listelerine göre Kâmil Paşa'nm
sadrazam, Nazım Paşa'nm harbiye nazırı, İsmail Kemal'in
Mebusan Meclisi reisi olması da isteniyordu.
Ayaklanma karşısında Hüseyin Hilmi Paşa hükümeti
klasik Osmanlı nasihat yolunu denediyse de başarılı olama­
dı. Tersine, ayaklanma gittikçe yayılıyordu. Bu durumda hü­
kümet, Ahmet Rıza, I. Ordu Komutanı Mahmud Muhtar Pa­
şa istifa ettiler. İleri gelen İttihatçılar saklanıp İstanbul'dan
Rumeli'ye kaçtılar. Askerin Sultanahmet'te toplanması Me­
busan Meclisi'ni muhatap kabul etmesi demekti. Oysa o
gün Meclis'e önde gelne İttihatçılar kadar, ortalama mebus­
lar da gelmeye çekindiler. İsmail Kemal ve diğer bazı mu­
halif mebuslar, sayıları yetersiz olduğundan, duruma egemen
olamadılar. Ortaya çıkan bu yetke (otorite) boşluğunu Sa­
ray, yani Abdülhamit doldurdu. Askere, yeni sadrazamın
Tevfik.Paşa, Harbiye Nazın'nm Gazi Ethem Paşa olduğu,
onların da affedildiği müjdesi verildi. Gazi Ethem Paşa 1897
Osmanlı-Yunan savaşının kahramanı, herkesin saygı duydu­
ğu biriydi. En önemlisi de affedilmekti. Asker affedilmenin
sevinciyle akın akın gitti, Yıldız Sarayı'nda Abdülhamit le­
hinde gösteri yaptı. O, burada bir hata yaptı, balkona çıkıp
onlara göründü. Bu hataydı, çünkü isyancı askerlerle birlikmiş gibi bir izlenim verebiliyordu. Daha sonra asker bütün
gece sokaklarda dolaşıp havaya kurşun sıktı.
İsyanın kim tarafından çıkarıldığı konusunda 3 açıkla68
ma vardır. Birincisine göre işin sonunda, İT, iktidarını per­
çinlediğine göre o çıkartmış olmalıydı. İktidarların kendi
aleyhlerine komplolar düzenleyip, sonra bunları gerekçe
göstererek baskı önlemleri almaları görülmemiş şey değil­
dir. Ama böyle eyleme geçen ve başarılı olan bir komplo dü­
zenlemek herhalde akıl kân olmasa gerek. Zaten işin İT'den
kaynaklandığını gösterir ciddi kanıtlar da yoktur. İkinci gö­
rüşe göre ayaklanma Abdülhamit'in işidir. Bence bu görüş
de doğru değildir. Gerçi oluşan iktidar boşluğundan Abdülhamit yararlanmadı değil. Hareket Ordusu gelmeseydi, Abdülhamit hem tahtta kalacaktı, hem de güçlenmiş olacaktı.
Bu olanağı istibdada dönmek için kullanıp kullanmayacağı
kestirilemez. Ama bütün bunlar ayaklanmadan onun sorum­
lu olması demek değildir.
Bence ayaklanmayı çıkaran başta Prens Sabahattin, mu­
halefetti. O zaman sormak gerekir, neden muhalefet ayak­
lanmayı sahiplenmedi? Sahiplenemedi, çünkü muhalefet as­
kerin disiplinli bir güç gösterisi yapacağını ummuştu. Oy­
sa, düzenli bir güç gösterisi yerine, kanlı bir isyan hareketi
gerçekleşmişti. 31 Martçılar 2 gün içinde, çoğu mektepli su­
bay olan 20'den fazla insanı öldürdüler. Öldürülenler arasın­
da Hüseyin Cahit'e benzetilen bir mebus ve Adliye Nazın
Nazım Paşa da vardı. İsyanı kontrol altına almak için Prens
Sabahattin'in bir girişimi oldu. Abdülhamit'i de tahttan in­
dirmek niyetiyle işe girişmiş olan Sabahattin, tersine onun
güçlenmekte olduğunu görünce, 2. gün donanma gemileri­
nin süvarilerinden Sarayı topa tutma tehdidiyle padişahı
tahttan indirmelerini istedi. Onlar da bunu olumlu karşıladılarsa da, hiçbiri -Asar-ı Tevfik süvarisi Bnb. Ali Kabuli
dışında- 3. gün harekete geçmedi. Ali Kabuli hazırlıklara gi­
rişince, isyancılarla temasta olan bahriyeliler onu tutukla-
69
yıp Yıidız Sarayı'nm önüne getirdiler. Abdülhamit yine bal­
kona çıkıp askere, Ali Kabuli'nin karakola teslim edilmesi­
ni işaret ettiyse de, asker onu orada linç etti. Bu olayın da
yanlış anlaşılarak Abdülhamit'in aleyhinde kullanılmaya el­
verişli olduğu şüphesizdir.
İsyanın asıl düzenleyicisinin kim olduğu pek açık ol­
mamakla birlikte, kimlerin askeri kışkırttığı belliydi. Bir
kez Derviş Vahdeti'nin gazetesi Volkan vardı. Derviş Vah­
deti Kıbrıslı olup Nakşibendi tarikatine mensup iken, İngi­
liz yönetimi için çalışmış biriydi. Muhalefete mensup çağ­
daş bir İslamcı diye tanımlanabilir. Askerlerin yazdıktan şi­
kâyet mektuplannı gazetesinde yayımlıyordu. Volkan yazarlanndan Said-i Kürdi (somadan Said-i Nursi olarak Nurcu­
luğun kurucusu olacaktır) ile birlikte İttihad-ı Muhammedi
Cemiyeti' ni kurdu. Bu münasebetle 3 Nisan 1909 günü Ayasofya Camii'nde mevlit okunmuştu.
Askeri kışkırtan ikinci bir grup softalar, yani medrese
öğrencileriydi. Hürriyetten önce İstanbullu erkeklerle sof­
talar askerlik yapmazlardı. Taşralılar için askerden kaçma­
nın yolu softa olmaktı. Medreseler sırf bunun için medrese­
ye girmiş insanlarla doluydu. İT bu düzensizliğe karşı çıka­
rak, sınav getirdi. Sınavda başansız olanlar askere alınacak­
tı. Tabii bu, softalan İT'ye düşman etti. 3. olarak kadro dı­
şına çıkanlmış alaylı subaylan sayabiliriz. 4. olarak Arna­
vut ulusçulannı görüyoruz. Onlar İT'nin Arnavutlara karşı
gütmeye başladığı Türkleştirme siyasetinden yakmıyorlar­
dı. Sonradan bu gibi kışkırtıcılardan birçoğu divan-ı harp ta­
rafından cezalandınldı. Bu arada Derviş Vahdeti asıldı. Prens
Sabahattin tutuklandıysa da, İngiliz elçisinin müdahalesiy­
le salıverildi. Sonuç olarak ayaklanmanın kim tarafından
başlatıldığı resmen belirlenmedi. Muhtemelen bu, İT'nin
70
işine geldi. Ayaklanmadan Abdülhamid sorumlu tutulsa,
muhalefet aleyhindeki kovuşturma ve baskılar haksız görü­
necekti. Muhalefet sorumlu tutulsa, bu sefer Abdülhamit'in
tahttan indirilmesi haksız görünecekti. Yani bu belirsizlik sa­
yesinde İT "bir taşla iki kuş vurmuş" oluyordu.
İsyanın Bastırılması: Şimdi de isyanın nasıl bastırıl­
dığını görelim. İsyan duyulur duyulmaz ağırlığı henüz Ru­
meli'de olan İT kesin tavır almakta gecikmedi. Çünkü İT
kendini Meşrutiyet'le özdeşleştiriyor, kendisine karşı yapı­
lan darbeyi Meşrutiyet'e karşı yapılmış darbe sayıyordu.
Selanik'te Hareket Ordusu'nun kurulması, başına 3. Ordu
Komutanı Mahmut Şevket Paşa'mn, Selanik'ten katılacak
fırkanın (tümenin) komutanlığına Hüseyin Hüsnü, Edir­
ne'den (2. Ordu) katılacak fırka komutanlığına Şevket Tur­
gut Paşa'mn getirilmesi kararlaştırıldı. İkinci gün Selanik'te
bütün unsurların (milliyetlerin) katıldığı büyük bir miting
düzenlendi. Meclis'e, hükümete, Saray'a protesto telleri
yağdırılmaya başlandı. Oysa İstanbul'da farklı havalar es­
mekteydi. Saray, hükümet ve muhalif basın fırtınanın gelip
geçtiği, işlerin 'normale' döndüğü görüşündeydiler. İstan­
bul'da İT'siz bir kurulu düzenden (statükodan) fazla bir şi­
kâyetleri yoktu. 3 gün toplanabilen Mebusan Meclisi de ön­
celeri yeni duruma ayak uydurma yanlısı oldu. Oysa günler
geçtikçe Ayastefanos'ta (Yeşilköy) Selanik ve Edirne'den ge­
len Hareket Ordusu birlikleri çoğalıyordu. İsyancılarla Ha­
reket Ordusu arasında çatışma çıkmasını önleyebilmek için
Mebusan Meclisi 'nin gelenlerin geri dönmelerini tavsiye
etmek üzere gönderdiği heyetler Ayastefenos'ta karşılaştık­
ları kararlı ve ihtilalci tutumdan etkileniyorlardı. Etiket ola­
rak da olsa İttihatçı olduklarını hatırlayıp orada kalıyorlar
ve arkadaşlarım yanlarına çağınyorladı. 20 nisanda İstan­
bul'da Meclis'te yeter sayı sağlanamadı.
71
Artık Meclis Ayastefanos'ta toplanıyordu. Ama farklı
bir isimle. Kanun-u Esasiye göre Ayan ve Mebusan Mec­
lisleri Meclis-i Umumiyi oluşturuyorlardı. Meclis-i Umu­
mi ise yalnızca her toplantı yılının başında padişahın açış
söylevini dinlemek üzere toplanan, tabir caizse, törensel bir
kuruluştu. Ayastefanos'ta mebuslar ve gelen birkaç ayan
üyesi ise birlikte toplanarak "Meclis-i Umumi-i Milli" diye
Kanun-u Esasi'de yeri olmayan, sırf oradaki toplantılara öz­
gü bir kurul oluşturdular. Eklenen "milli" sözcüğü bu kısa
süreli görünüşten sonra ortadan kalkıp, 23 Nisan 1920 'de ku- '
rulan Türkiye Büyük Millet Meclisi 'nde "millet" sözcüğü
ve kavramı olarak yeniden su yüzüne resmen çıkacaktı. As­
lında, Ayastefanos'taki 2 Meclis'i birleştirme işi, ilhamını
çok muhtemelen Fransız İhtilali'nden almaktaydı. Hatırla­
nırsa, o ihtilalin ilk adımı 3 Meclis'li Etats Généraux (Etajenero) denilen Fransız parlamentosunun, krala rağmen Ulu­
sal Meclis adı altında birleşik bir Meclis oluşturmasıdır. Bil­
diğim kadarıyla hiçbir İttihatçı bu ilham kaynağını açıkla­
mamıştır, çünkü o dönemde ülkenin zihniyeti böyle bir et­
kilenmeyi hoş görmezdi.
24 nisan günü Hareket Ordusu İstanbul'u işgal etti. Abdülhamit direnilmemesi için askere emir vermiş olmasına
rağmen, yer yer isyancılarla kanlı çatışmalar çıktı. 27 Nisan'da Meclis-i Umumi-i Milli son toplantısını İstanbul'da
yaptı. Şeyhülislamın verdiği fetvaya dayanarak Abdülhamit
tahttan indirildi, yerine V Mehmet olarak Veliaht Mehmet
Reşat padişah oldu (1909-1918). Sultan Reşat meşrutiyet
için uygun bir padişahtı, çünkü genellikle siyasete pek ka­
rışmıyordu. İyi niyetli, babacan bir insandı. Böylece Abdülhamit'in 33 yıllık uzun saltanatı noktalanmış oluyordu. Bun­
dan sonra onun Selanik'te oturması uygun görüldü. Hare72
ket Ordusu'nda görev alan genç subayların birçoğu Kurtu­
luş Savaşı'nda önemli roller oynayacaklardı. Örneğin Hü­
seyin Hüsnümün kurmay başkanı Mustafa Kemal, Şevket
Turgut'unki Kazım Karabekir'di (Mahmut Şevket'in Kurbay
Başkanı Enver Bey'di).
Yeni dönemde Hüseyin Hilmi Paşa yeniden sadrazam
oldu. Meclis kısa zamanda olağanüstü bir etkinlik göstere­
rek, çağdaş bir hukuk devletinde gerekli birçok temel yasa­
ları çıkarttı. Bunların önemli bir bölümü Cumhuriyet döne­
minde de yıllarca yürürlükte kalacaklardı. Örneğin İçtimaat-ı Umumiye (Toplantı), Matbuat (Basın), Matbaalar, Taatil-i Eşgal (Grev), Cemiyetler yasaları. Bu arada Abdülhamit'in muazzam servetine el kondu, sarayın harcamaları
adamakıllı kısıldı, yüksek görevlilerin maaşları azaltıldı,
memurlar arasında büyük bir tasfiye yürütüldü. Beyaz esir­
lerin de, zenci esirler gibi, alım ve satımı yasaklandı. Çok
önemli bir iş de, Kanun-u Esasimin geniş çapta değiştiril­
mesi oldu. Bilindiği gibi 1876 Kanun-u Esasisi'ne göre hü­
kümet Meclis'e değil, padişaha sorumluydu. Meclis'in ya­
sa önerme yetkisi yoktu. Bu ve benzeri hükümler baştan aşa­
ğı değiştirildi, anayasa demokratikleştirildi. O derecede ki,
Profesör Orhan Aldıkaçtı, bunun artık yeni bir anayasa, 1909
Kanun-u Esasisi sayılmak gerektiğini ileri sürmektedir.
Yeni dönemde önemli bir gelişme de 'güçlü' bir ada­
mın ortaya çıkması oldu. Bu, Hareket Ordusu Kumandanı
Mahmut Şevket Paşa'ydı. Kendisine 1., 2. ve 3. Ordular
Müfettişi Umumiliği diye özel bir görev verildi. Daha önem­
lisi, İstanbul'da 3 yıl sürecek sıkıyönetim ilan edildi ve o da
sıkıyönetim komutanı oldu. Böylece İstanbul'da olup biten
her şeye kanşabilme olanağı buluyordu. Anlaşılan İT orta­
lığa çekidüzen vermek için bu yolu seçmişti. Böylece ço73
ğunlukla gençlerden oluşan İT kendisine bir 'ağabey' hatta
'baba' bulmuş oluyordu. Bir bakıma bu, 27 Mayıs Devrimi'nde çoğunlukla gençlerden oluşan Milli Birlik Komite­
si nin başına Emekli Orgeneral Cemal Gürsel'i getirmesi gi­
bi bir olaydır. O da bir 'ağabey' ya da 'baba' bulma çabasıydı. Mahmut Şevket'in yaşı, rütbesi genellikle herkesin
saygısını uyandırıyordu. Onun bir anlamda İT'nin 'başına'
geçmiş olmasının doğurduğu önemli sonuçlar oldu. Birin­
cisi, ÎT içinde askeri ve sivil kanatlar vardı. M. Şevket'in
'başta' olması askeri kanadı güçlendiriyordu. İkincisi, M.
Şevket, Abdülhamit döneminde silah alımları ve Almanlar­
la temaslar gibi ilişkiler dolayısıyla Almanya'ya yakın bir
kişiydi. Dolayısıyla Paşa'mn varlığı İT'de Almancı etkileri
güçlendiriyordu. Şunu da belirtelim ki, İngilizler genellikle
31 Mart'ı olumlu değerlendirmeye çalışmışlar, Hareket Or­
dusu'na soğuk bakmışlardır. Almanlar ise bunun tersi bir ta­
vır göstermişlerdir. Üçüncüsü, Paşa İT'ye göre daha tutucuy­
du. Dolayısıyla İT'nin bazı ataklarım, sivriliklerini önlüyor­
du. Hüseyin Cahit'in, padişahın bayramını kutlarken tahtın
saçağını öpmek yerine temanna etmesi, basında tartışma ko­
nusu olduğunda, Paşa bu konunun tartışılmasını yasak et­
mişti. Son olarak şunu belirteyim. Paşa mektepli olduğu için
İT'ye yakındı, ama hiçbir zaman İT üyesi olmamıştı.
Günümüzde 31 Mart olayı, yıldönümlerinde tipik bir
gericilik olayı olarak anılır, Menemen olayı, Sivas olayı gi­
bi. 31 Mart olayının gerici bir olay olduğu kuşkusuzdur. İs­
yancıların şeriat isteriz diye bağırmaları, bir ortaçağ hukuk
düzeninden yana olmaları, başlı başına bir gericilikti. Yal­
nız şunu belirtelim, şeriatın en önemli hükümleri -kişilik, ev­
lenme, miras, borçlar hukuku gibi hükümler- zaten yürür­
lükteydi ve 1926'ya değin (Medeni Kanun'un kabul edilme74
si) yürürlükte kalacaktı. Muhtemelen askerin şeriat isteriz
derken istediği, biraz da eski ordunun gevşekliği, dinsel ge­
rekleri yerine getirmek gerekçesiyle talimden kaçma olanak­
larıydı. Ama yeni ordu disiplinine karşı çıkmak da bir geri­
cilikti. Yine askerin şeriat derken istediği bir şey de, herhal­
de, mekteplilik ilkesinden alaylılık ilkesine dönülmesi, böy­
lece kendilerine subaylık yolunun yeniden açılmasıydı ki, bu
da üçüncü bir gerilikti. Daha genel ve kapsayıcı bir anlam­
da denebilir ki, o sırada çağdaşlığın, son çağın en güçlü dev­
rimci örgütü olan İT'nin iktidarına karşı çıkmak dahi, başlı
başına bir gericilik sayılabilir. Çünkü gördüğümüz üzere, ku­
surları ne olursa olsun, İT'nin ortadan kalkması durumun­
da, oluşan boşluğu, eski düzenin kurumlan dolduruyordu.
İT'nin denetleme iktidan dediğim bir modeli uygula­
dığını söylemiştim. Bu modelde iktidann, hele devrimci iddialan olan bir iktidann ne denli kısıtlandığı açıktır. Onun
için İT tam iktidar olmak için bazı hazırlıklara başladı. Bunlann başında siyasi müsteşarlık tasansı gelir. Bilindiği üze­
re, ülkemizde bakanlık müsteşarlığı idari bir mevkidir. Oy­
sa İngiltere'de hem idari, hem siyasal müsteşarlar vardır. Si­
yasal müsteşarlar (parliamentary undersecretary) Avam
Kamarası üyelerinden olur. İşte İT mebuslara siyasi müste­
şarlıklar vererek onlann yönetimde ve kabine toplantılanna
katılacaklanndan, hükümet katında tecrübe kazanmalanm
sağlayacaktı. Bu tasanya önce Mahmut Şevket karşı çıktı.
Anlaşılan bundan cesaret alan hükümet, ardından da bizzat
mebuslar, karşı çıktılar. Muhtemelen bütün bu çevreler
İT'nin tam iktidar olmasını, şu ya da bu bakımdan kendile­
ri için sakıncalı buluyorlardı. Mahmut Şevket ağırlığını duyurabildiği sürece ve kendisine yakın olan Meclis'teki 'eti­
ket' İttihatçılanndan güç alarak (1912'ye değin) mebusla-
75
nn nazır olmalarını, dolayısıyla İT'nin tam iktidar olması­
nı engelledi. İT kabineye ancak birkaç nazır sokabiliyor, bu
da ona tam iktidar olmasını sağlayamıyordu.
İ T ' n i n Bazı Özellikleri: İT'nin başka, 'normal' siya­
sal partilerde görülmeyen birtakım özellikleri vardı. Üyele­
ri arasında birçok subay olduğuna, dolayısıyla sivil ve aske­
ri kanatlarından söz edilebileceğine yukarda değindim. Baş­
ka bir özellik ikili yapıdır. Bir yanda İT Cemiyeti vardır, bir
yanda ÎT Fırkası. Cemiyet her yerde üyeleri, kulüpleri olan,
yerel ve merkezi kongreleri yapılan örgüttü. Görünüş ola­
rak bir kültür ve toplumsal dayanışma örgütü gibiydi. Oysa
asıl İT buydu. Fırka "parti" demek olduğu halde, yalnızca
Mebusan Meclisi'ndeki İT mebuslarından ibaretti, yani
İT'nin parti grubuydu. Mebusların çoğu etiket İttihatçıları
olduğu için (1912'ye değin), İT Fırka'yı kendine uzak tutu­
yordu. Örneğin Cemiyetin Umumi Kongresi'ne Fırka ancak
3 temsilci ile katılabiliyordu. Dikkati çeken başka bir özel­
lik İT'deki ortaklaşa önderlik (kolektif liderlik) anlayışıydı.
Belki bazı kişilerin fazlaca bir ağırlığı vardı: Örneğin sivil
kanatta Talat, asker kanadında Enver. Ama "tek adam" hiç
olmadı. I. Dünya Savaşı'nda Talat'la Enver ne denli sivrilseler de, karar alma organı olarak Merkez-i Umumi hep
ağırlığını korumuştur. İT'liler "tek adam" olmasın diye İT'te
1913 yılma değin bir başkanlık mevkii yaratmamışlardır. İs­
ter 1913'e değin kâtib-i umumiler, ister 1913'ten sonra, reis-i umumiler, bunların bugün Türkiye'deki siyasal partile­
rin genel başkanlarıyla karşılaştırılabilecek bir ağırlıkları
olmamıştır.
Yine şaşırtıcı olan bir özellik Cemiyetin Umumi Kongreleriyle ilgili gizlilikti. 1908, 1909, 1910, 1911 Umumi
Kongreleri Selanik'te basma ve kamuoyuna kapalı olarak ya76
pılmıştır. 1908 Kongresi'nin seçtiği Merkez-i Umumi'nin
kimlerden oluştuğu dahi gizli tumlmuştur. Herhalde kamu­
oyunun bu kadar gizliliği tuhalf karşılayacağı tahmin edil­
diği için, Cemiyetin iki üyesi "kahraman-ı hürriyet" olarak
halka sunuldu. Her yere bu ikisinin (Enver ve Niyazi) resim­
leri asıldı, böylece İT 'somutlaşmış' oluyordu. Başka bir
özellik, İT'nin tedhiş (terör, yıldın) yöntemlerini kullanmasıydı. Yasadışı bir örgütken İT'nin bu yöntemi kullanması
belki anlaşılabilir. Ama 1908'den sonra bunu yapmasını an­
lamak zordur. 1908'de Abdülhamit'in baş hafiyesi İsmail
Mahi Paşa'yı, 1909'da Hasan Fehmi'yi, 1910'da Ahmet Samim'i, 1911'de Zeki Bey'i öldürdüler. Son üçü sert muhalefetleriyle tanınmış gazetecilerdi. Ahmet Samim'in öldü­
rülmesi Yakup Kadri'nin H ü k ü m Gecesi romanına konu ol­
muştur.
İT neden gizliliğe ve tedhişe başvuruyordu, özellikle
1908'den soma? Bunun nedeni İT'nin 1918'de kendini da­
ğıtmak için yaptığı son kongrede açıklandı sanıyorum. İT,
1908'den sonra dahi kendini çağdaş bir toplum yaratma he­
definden henüz çok uzakta bir devrim örgülü olarak görü­
yordu. Hedefine ulaşamamıştı, çünkü ordu elinde olsa da,
tatucu ve cahil halkın büyük çoğunluğunun desteğine sahip
değildi. 31 Mart Olayı, durumunun ne denli zor olduğunu
göstermişti. Gizlilik ve tedhiş İT'nin gücü değil, güçsüzlü­
ğünü gösteriyordu. 1908 programında İT toprak reformu, ya­
ni topraksız ya da az topraklı köylülere toprak dağıtımı ön­
gördüğü halde, sonraki programlanndan bu hükmü çıkar­
mak zorunda kalmıştı. Çünkü taşrada toprağa egemen olan
ayan sınıfının desteğine gereksinimi vardı. Aynı biçimde
aslında Türkçü bir örgüt olduğu halde, İT program ve söy­
leminde Osmanlıcı görünmek zorundaydı. Sanıyorum
77
İT'nin içinde güçlü bir laiklik akımı da vardı, ama bunu İT
içinde bile dile getirmek tehlikeliydi, çünkü ÎT İslamcı eği­
limleri de saflarında barındırıyordu.
Son olarak İT ile ilgili olarak çok kez merak edilen bir
hususa değinmek istiyorum: İT'nin Masonlukla ilişkisi. Ma­
sonluk, o dönemde genellikle feodalizmin, mutlakiyetin,
dinsel bağnazlığın karşıtı liberal, pozitivist, ilerici, seçkinci bir örgütlenmeydi. Hürriyetten önce Osmanlı Devleti'ndeki Mason localarının hepsi yabancı kuruluşlardı, dolayısıy­
la da kapitülasyon ayrıcalıklarından yararlanıyorlardı (örne­
ğin, Osmanlı polisi çağrılmadan buralara giremezdi). Gizli
örgüt olarak İT'nin buralarda yuvalanması kolaydı. Üstelik
Masonlar, ideolojileri gereği, İT'ye üye olabilecek kişiler­
di. Ayrıca Mason örgütlenmesinin İT'nin örgütlenmesine
birtakım etkiler yapmış olduğu da açıktır. Bunları söyledik­
ten sonra, bütün İttihatçıların ya da büyük çoğunluğunun
Mason olmadığını da belirtmek gerekir. Örneğin Kemal
Atatürk, Celal Bayar bir zamanlar İttihatçı oldukları halde,
Mason değillerdi. Bektaşiliğin İT ile ilişkisi de bunun gibi­
dir. Bektaşilerin 'liberal' diyebileceğimiz dünya görüşleri,
onları başkalarına göre İT üyeliğine daha açık kılıyordu.
Sonuç olarak da 1908 öncesinde birçok İT'lilerin aynı za­
manda Bektaşi olduklarını görüyoruz.
78
X. 31 M a r t ' t a n 1913'e Değin
İ T ' n i n Denetleme İktidarı
1909 yılının sonuna doğru önemli bir dış olay Hüseyin
Hilmi kabinesini sarsmaya başladı. Fırat Nehrimde, devle­
te ait Hamidiye Şirketi'yle İngiliz Lynch Şirketi gemicilik
yapıyorlardı. Bu sırada Lynch'in ayrıcalığı bitmek üzerey­
di ve iki şirketin yüzde 50'şer hisseyle 75 yıllık ayrıcalığı
olacak yeni bir şirket kurmaları hükümet tarafından öneril­
mekteydi. Bağdat mebusları ve Mahmut Şevket ise Lynch'in
ilişiğinin kesilmesini istiyorlardı ve bu konuda sert bir tar­
tışma başlamıştı. İtiraz edenler ulusçuluk mu, Almancılık mı
yapıyorlardı, bence çok açık değildir. Sonunda hükümet
Meclis'ten güven istedi ve ezici bir çoğunlukla güvenoyu al­
dı. Buna rağmen Hüseyin Hilmi istifa etmek gereğini duy­
du. Yeni hükümeti kuran Hakkı Paşa, Lynch ayrıcalığını ye­
nilemedi. Bu davranışın ne denli isabetli olduğu tartışılabi­
lir. Zaten İngiltere, İT'ye soğuk baktığını 31 Mart vesilesiy­
le belli etmişti. Lynch olayının İngiltere'yi büsbütün kızdır­
dığı tahmin edilebilir. Dolayısıyla somaki aylarda çıkan is­
yan ve savaşlarda İngiltere'nin Osmanlı'ya karşı olumsuz
davranışlarını etkilemiş olabilir.
Hakkı Paşa kabinesinin iki özelliği vardı. Birincisi, es­
kisine göre çok sayıda İttihatçı görev aldı: Talat (Dahiliye),
Cavit (Maliye), İsmail Hakkı (Maarif), Hayrı (Evkaf). İkin79
cisi Mahmut Şevket de Harbiye Nazırı olarak hükümete gir­
di. Böylece herhalde paşanın denetim altına alınabileceği
umulmuştu. Hiç de öyle olmadı. Maliye Nezareti'yle büyük
sorunlar çıktı. Cavit bütçe birliği ilkesini uygulamak için ça­
balarken, Paşa, Yıldız Sarayımda Harbiye Nezareti adma el
koyduğu 550.000 lirayı vermeyi reddediyordu. Bütçede Harbiye'ye 9.5 milyon lira ayrılmışken, bütçe Meclis'e geldi­
ğinde 5 milyon daha istiyordu.
Cavit'in bütün itirazlarına rağmen mebuslar paşanın
dediğini yaptılar. Böylece bütçe allak bullak olunca Cavit
borç almak için Fransa'ya gitti. Fakat, artık çağdaş bir hü­
kümet oldukları gerekçesiyle daha önceleri kabul edilen Düyun-u Umumiye teminatı ve Osmanlı Bankası denetimi gi­
bi şartlan kabule yanaşmayınca, Osmanlı Bankası borç ver­
meyi reddetti. Cavit borcu istediği koşullarla başka banka­
lardan sağladı, fakat bu sefer de Fransız hükümeti engel
koydu. Fransa İT'nin bağımsızlık heveslerine dur demek is­
tiyordu. Fransa tavnnı koyunca, İngiltere de olmazlandı. Ca­
vit istediği koşullarda borçlanmayı Almanya'da yapabildi.
Mahmut Şevket Harbiye bütçesinin Divan-ı Muhasebat
(Sayıştay) denetimine girmesini de kabul etmiyordu. Israr
edince Paşa istifa etti. Yalvar yakar bundan vazgeçirildi. Fa­
kat bunun için Harbiye Nezareti'nin Divan-ı Muhasebat de­
netiminin dışında kalması kabul edildi.
31 Mart olayından sonra muhalefetin durumu zordu. İT,
bizden olmayan 31 Martçılar havasını estiriyor, sıkıyönetim
kimseye göz açtırmıyordu. Yine de etkinlik göstermeğe ça­
lışan bazı kuruluşlar vardı. Biri Osmanlı Demokrat Fırka'ydı. Kuruculan daha önce İT'yi kurmuş olan Dr. İbra­
him Temo ve Abdullah Cevdet'ti Temo'nun niyeti uygar, sa­
dık bir muhalefet oluşturmaktı. Oysa Fırka'nm gazeteleri sı80
kıyönetim tarafından sürekli kapatılıyordu. Temo'nun iddi­
asına göre Mahmut Şevket, Fırkanın Kâtib-i Umumisi Fu­
at Şükrü'ye baston sallayarak "Sizi sopa altında geberti­
rim" demiş. Fırkanın sosyal demokrat eğilimleri olduğu
söylenebilir.
İkinci bir fırka Kasım 1909'da Mebusan'daki Arnavut
ve Arap mebuslarının kurduklan Mutedil Hürriyetperveran
Fırkası'ydı, Bu fırkanm fedoal eğilimleri olduğu söylenebi­
lir. Programına göre toplum ve uygarlıkça geri kalmış yöre­
ler "tedricen" uygarlığa sokulacaktı. Ayrıca vilayet meclisi umumileri (il genel meclisleri) bu amaçla yöresel yasalar
hazırlayabileceklerdi. Fırkanın başkanlığını önce İsmail Ke­
mal, sonra da İsmail Hakkı Paşa yapmışlardır. Sıkıyönetim
yüzünden bu fırka da Meclis dışında gelişememiştir.
Üçüncü bir fırka Şubat 1910'da kurulan Ahali Fırkası'ydı. Bunu 20-30 kadar Türk ulema mebusları kurdular.
Önde gelen isimler Konya Mebusu Zeynelabidin, Karesi
(Balıkesir) Mebusu Vasfi, Tokat Mebusu Mustafa Sabri idi. Dinci bir parti sayılabilir. Programında ticaret ve ziraat
odalarının yaygınlaştırılması, medreselerde günümüze uy­
gun fenlerin okutulması, işçi haklan gibi çağdaş talepler ya­
nında, alaylılann işe alınmasının kolaylaştmlması, medre­
selerde Arapçaya özen gösterilmesi, mebus adaylannın en
az 5 yıl süreyle temsil edecekleri bölgeye yerleşmiş olmalan ve ileri gelen memurlann memuriyette bulunduklan yer­
de bu şartı yerine getirmiş sayılmamalan gibi beklenebile­
cek tutucu talepler yer alıyordu.
9 Haziran 1910 gecesi, muhalif Sada-yı Millet gazete­
sinin başyazan Ahmet Samim öldürüldü. Mahmut Şevket,
31 Mart olayının nasıl çıktığını göz önünde bulundurarak ha­
rekete geçti. Paşa'yı ve Talat'ı öldürmeyi amaçladıklan ile81
ri sürülen Rıza Nur ve 50 kadar muhalif tutuklandılar. Ger­
çi sonunda bunlar aklandılar ama, ortalık sorgulama sırasın­
da yapılan işkencelerin öyküleriyle çalkalandı. Bu sıralar
Arnavutluk, Suriye ve Yemen'de çoğu askerlik ve vergiyle
ilgili merkeziyetçi uygulamalara tepki niteliğinde isyanlar
yaygmlaşıyordu. Ayrıca 1911 başında İT'nin içinde başı Mi­
ralay Sadık Bey ve Mebus Abdülaziz Mecdi Efendi tarafın­
dan çekilen bir Hizbri Cedid (Yeni Hizip) hareketi başladı.
Bunlar tutucu talepler içeren 10 maddelik bir program hazır­
ladılar. Taleplerden biri, mebuslardan birinin nazır olmasını
İT Fırkası'mn 2/3 oyuna bağlamasıydı. Hareketi ve Sadık
Bey'i Mahmut Şevket destekliyordu. Bu olaylar olup biter­
ken kabinedeki İT'li nazırların sayısı birer birer azalıyordu.
Trablusgarp Savaşı: Asıl felaketler Trablusgarp Savaşı'yla başladı. İtalya, Berlin Kongresi'nden (1878) elleri boş
dönmüştü. Fransa'nın bu sıralar Fas'ı ele geçirmesi, îttihatçılann?İtalyanlann Trablusgarp'taki üstün konumlarını sars­
mak için adımlan atmalan, İtalya'yı harekete geçirdi. Bü­
yük devletlerin onayını aldıktan soma, 23 Eylül 1911 tari­
hinde Osmanlı hükümetine bir nota verdiler. İlginçtir ki bu,
özellikle İT'yi suçlayan bir belgeydi (yani İtalya Osman­
lı'nın iç siyasetine kanşmış oluyordu). 29'unda İtalya savaş
ilan etti. Osmanlı Devleti'nin Trablusgarp arasında İngiliz
yönetimi altındaki Mısır vardı. Dolayısıyla Trablusgarp'ı
savunması pek zordu, çünkü Osmanlı ülkesiyle Trablusgarp'la askeri bağlantı ancak deniz yoluyla sağlanabilirdi.
Oysa İtalyan donanması Osmanlı donanmasına göre çok
güçlüydü. Çanakkale Boğazı'nı tıkadı, Ege'de başta Rodos
olmak üzere 12 adayı işgal etti. Beyrut gibi kimi limanlan
topa tuttu. Üstelik az önce Mahmut Şevket Trablusgarp'tan
4 tabur askeri ve birçok silah ve cephaneyi çekerek Yemen'e
82
göndermişti. Neyse ki Trablusgarp (şimdiki Libya) halkı sa­
vaşkan bir halktı. İtalyanlar donanma desteğinden de yarar­
lanarak kıyılara egemen oldular, ama çete savaşı yapan Be­
devilerden ötürü ülke içlerine giremediler. Bu direnişi örgüt­
lemek ve daha etikli kılmak için birçok İttihatçı subaylar gö­
nüllü olarak Trablusgarp'a koştular (sivil kıyafetle, Mısır
üzerinden). Bunların arasında Enver, Mustafa Kemal, Fethi
de vardı. Bu genç subaylar ve tabii bütün İT, Meşrutiyet'i
"hasta adamın" düzelmesi, dirilmesi olarak görmek istiyor­
lardı. Oysa Trablusgarp gibi bir olay, fazla bir şeyin değiş­
mediğini, imparatorluğun batma sürecinin devam etmekte
olduğuna işaret sayılabilirdi.
Trablusgarp Savaşı çıkınca, Hakkı Paşa istifa etti. Ye­
rine Abdülhamit döneminin ünlü veziri, Kâmil Paşa dere­
cesinde olmamakla birlikte "İngilizci" tanınan Sait Paşa
geldi. Sait Paşa'mn Mahmut Şevket' i dengeleyecek bir ağır­
lığı vardı. Zaten Trablusgarp'ta işlediği hata yüzünden Şevket'in süngüsü düşüktü.
Savaşın başlamasından 50 gün kadar soma 21 Kasım
191 l'de Hürriyet ve İtilaf Fırkası (Özgürlük ve Anlaşma) ku­
ruldu. Bu fırka bütün öbür fırkaları- Mutediler, Ahrar, Bul­
garlar, Ermeniler, Sosyalistler gibi- birleştiren bir çeşit üstkuruluştu. Bu denli farklı anlayışları birleştiren tek şey, ÎT'ye
muhalefetti. Fırkanın başkanı Damat Ferit Paşa, 2. başkan
Sadık Bey'di. D. Ferit'in kayınbiraderi Şehzade Vahdettin'in
de fırkayla yakından ilgili, hatta fahri başkan olduğu söyle­
niyordu. Şunu da belirtelim ki, Hareket Ordusu'ndan kaç­
makta olan Derviş Vahdeti, Vahdettin'e sığınmak istemiş ama yüz bulamamıştı. Saflarında demokrat ve sosyalistleri ba­
rındırmasına rağmen, Hürriyet ve İtilafın (HÎ) İT'ye göre
sağda bir kuruluş olduğu açıktı. Hatta çeşitli belirtilerden bu83
nun bir çeşit saray fırkası sayılabileceği anlaşılıyor. Program
2 dereceli seçimin ve Ayan Meclisi üyelerinin padişah tara­
fından atanmasının "şimdilik" muhafazasının uygun olaca­
ğını söyledikten soma, Ayan Meclisime yasaların, bütçenin
yapılmasında, hükümetin denetlenmesinde bir rol verilme­
sini ya da yetkilerinin arttırılmasını öngörüyordu. Ayrıca, pa­
dişaha yapılanların hesabını sorma ve yasaları veto yetkisi­
nin verilmesi isteniyordu.
Sopalı Seçimler: 11 Aralık 1911 'de bir mebusluk için
İstanabul'da ara seçimi yapıldı. Seçimi 1 oy farkla Hİ kazanadı. Hİ bunu büyük bir zafer olarak değerlendirdi. İT'de
bozgun havası esiyordu. Hükümete bir nazır sokmak istedi,
M. Şevket engelledi. ÎT'nin sabrı, artık taştı. Erken seçim­
lere gitmek kararını aldı. Fakat 1909 Kanun-u Esasi deği­
şikliği ile Meclis'i dağıtmak çok zorlaştınlmıştı. Bunun için
bir Kanun-u Esasi değişikliği önerildi. Nihayet uzun ve ha­
raretli mücadelelerden soma 18 Ocak 1912'de mebusan da­
ğıtılabildi. Meclis dağıtılınca, başta Talat ve Cavit, 4 İT'li
nazır hükümete girdi. İT yapılan bu genel seçimlere çok da­
ha dikkatle seçilmiş adaylarla girdi. Seçimlerde baskı da
yaptı. O derecede ki, 1912 seçimleri "Sopalı Seçimler" di­
ye tanınır. Seçilen 270 mebustan ancak 6'sı muhalifti. Mu­
halifler, biri hariç, Arnavutluk'ta seçilmişlerdi. Bir de Kay­
seri eşrafından ve subay olan Ali Galip vardı (daha soma Si­
vas Kongresi'ni basma görevini üstlenen kişi). Yeni Mec­
lis'te başkanlığı Halil (Menteşe Bey) üstlendi. İT ile arası
soğuduğundan, Ahmet Rıza Ayan Meclisi üyeliğine atandı.
Fakat ara seçim zaferinden sonra, genel seçim sonuçlan mu­
halefeti büyük düş kınklığma uğratmıştı. Dolayısıyla, mu­
halefet yine darbe düşünmeye başladı.
Mayıs başında, Arnavutluk'ta yeni bir ayaklanma baş84
latıldı. Haziranda 12 subay Manastır'da dağa çıktılar. Yeni
seçimler, yeni hükümet, Trablusgarp'ın sorumlularının yar­
gılanması isteniyordu. Bu arada orduda gizli bir subay ör­
gütü kuruldu. ÎT aleyhinde bildirgeler yayımlanmaya baş­
landı. Adı Halaskar Zabitan (Kurtarıcı Subaylar) grubuydu.
Aslında 5 subayın kurdukları bir örgüttü, ama birçok subay
adına konuşuyor gibiydi. îtalya ile savaş sürerken bir ayak­
lanma başlatılması, subayların dağa çıkıp gizli örgütlerle si­
yaset yapmaları, seçimlerdeki yolsuzluklar ne olursa olsun
ibret verici bir manzaraydı. Her siyasal toplumu bütün tar­
tışmalara rağmen bir arada tutan temel anlaşmanın olmadı­
ğını, ya da anlaşmanın bozulduğunu gösterir. (Toplumdaki
temel anlaşmaya oydaşma (concensus) denir.) 2 temmuzda
askerin siyasete karışmasını yasaklayan bir yasa çıkarıldı.
Aslında böyle bir yasak zaten vardı, ama İT, hürriyetten son­
ra dahi subayların kendi bünyesinde etkin siyaset yapmaya
devam etmelerine izin vererek, kendisi bu yasağı çiğnemiş­
ti. ÎT'nin 1909 Umumi Kongresi'nde Mustafa Kemal, su­
bayların siyasete karışmasının sakıncalarına işaret etmiş, fa­
kat kabul edilmesine rağmen, bu görüş uygulamada çok da
etkili olmamıştır.
Bu sırada, Meclis'teki gücünden yararlanmak isteyen
İT, Mahmut Şevket'in vesayetinden kurtulmak için hareke­
te geçti. Paşa'nm Harbiye Nezareti'nden istifasını istedi.
Paşa bu konuda hiçbir zorluk çıkarmadı, ama bundan son­
ra İT, Harbiye Nezareti'ni önerdiği 4 diğer paşayla da anla­
şamadı. Görünüşe bakılırsa, bu paşalar, Mahmut Şevket'le
bir çeşit "dayanışma grevi" yapıyorlardı. Sait Paşa 15 tem­
muzda güvenoyu istedi ve 4'e karşı 194 oyla güven aldı. Bu­
na rağmen 2 gün sonra istifa etti. Padişah görevi Tevfik Paşa'ya önerdi ama o, Meclis'in hemen dağıtılmasını şart koş85
tuğu için, onun sadareti olmadı. İT, "partiler üstü" bir hü­
kümete razıydı, ama Halaskar Zabitan grubunun istediği gi­
bi Kâmil Paşamın sadarete getirilmesi halinde, iç savaş çı­
kacağı tehdidinde bulundu. Sonuç olarak 1877/8 OsmanlıRus savaşında Erzurum'u savunan Gazi Ahmet Muhtar Pa­
şa sadrazam oldu. Kabineye girenler arasında Kâmil, Ferit
(Avlonyalı), Hüseyin Hilmi, Nazım, Mahmut Muhtar (Ga­
zinin oğlu) paşalar da vardı. Bu kadar çok "ağır topun" bu­
lunmasından ötürü buna "Büyük Kabine" ya da baba-oğul
muhtar paşaların görev almasından ötürü "Baba-oğul kabi­
nesi" dendi,
Sait Paşamın istifa etmesi, yerine Gazi Muhtar'm gel­
mesi, İT'nin denetleme iktidarmm son bulması demekti. Bu
kesinti Babıâli baskınına değin sürecekti. İT Mebusan Mec­
lisi'ndeki güçlü durumuna rağmen, neden böyle bir şeye ra­
zı olmuştu? Kendisine karşı her yönden yükselen protesto
ve yakınmalardan mı yıkılmıştı? Bunun etkisi olmuş olabi­
lir mi, ama sanırım asıl neden, İT'nin Trablusgarp ' ı İtalya'ya
teslim edecek olan bir barış antlaşmasını imzalamak ayıbı­
nı üstlenmek istememesiydi. Çünkü Trablusgarp'ta müca­
dele devam ediyordu ama, umutlu bir mücadele değildi bu".
12 ada işgalinin gösterdiği gibi, İtalyabaşka yerlerde de Os­
manlı'ya zarar verebilecek güçteydi. İT, Trablusgarp'ı tes­
lim etmeyi, o kadar propagandasını yaptığı kurtarıcı rolüy­
le bağdaştıramıyordu denebilir. Ayrıca, Meclis elinde oldu­
ğu için istediği anda iktidara dönebileceğinin hesabını ya­
pıyor olmalıydı.
Olaylar başka türlü gelişti. Hükümet gün geçtikçe Kâ­
mil ve Nâzım paşaların etkisiyle İT aleyhtarı bir tanıma kay­
mağa başladı. 24 temmuzda Halaskar Zabitan Grubu mebu­
san reisine bir ültimatom gönderip, Meclis'in 48 saat için86
de feshini istedi. Bu sıra hükümet Meclis'e programını sun­
du ve 45'e karşı 167 oyla güvenoyu aldı. Güvenoyunu alan
hükümet, İT aleyhtarlığına başladı. Hüseyin Hilmi bunu
protesto ederek hükümetten ayrıldı. İT'nin sözcüsü Tanin
gazetesi çıkamaz hale getirildi. Ağustos başında Mebusan
Meclisi dağıtıldı. İT'nin Meclis'i kolay dağıtmak için giriş­
tiği Kanun-u Esasi değişikliği, şimdi kendi aleyhinde işle­
tilmiş oluyordu.
I. Balkan Savaşı: 1911 yılının son ve 1912'nin ilk ay­
larında Balkan ittifakının örgüsü Bulgaristan, Sırbistan, Yu­
nanistan, Karadağ arasımda örüldü. Bunda Rusya ve İngil­
tere önemli aracı roller üstlendiler. Ağustos ayında Bulgar
komitacıları bazı yıldın eylemleri yaptılar. Eylülde olaylar
savaşa doğru tırmandı. Islahat kounsunda Babıâli'nin ver­
diği ödünler faydasızdı. 30 eylülde Balkan devletleri, 1 ekim­
de Osmanlı seferberlik ilan ettiler. 13 ekimde müttefikler ta­
leplerini sundular: 1) Vilayetler özerk olacak, başlarında
Belçikalı ya da İsviçreli valiler olacaktı, 2) Hıristiyanlar as­
kerliklerini kendi vilayetlerinde, Hıristiyan subaylann komu­
tası altında yapacaklardı. Bu subaylar yetişinceye dek, Hı­
ristiyan halk askerlik yapmayacaktı. 3) Yerel yasama mec­
lisleri kurulacaktı. 4) Islahatın gözetimine büyük devletle
birlikte Balkan Devletleri de katılacaklardı. 5) Islahat 6 ay
içinde yürürlüğe girecek. Osmanlı seferberliği tek yanlı ola­
rak sona erdirilecekti. Bu olaylar ve talepler karşısında Os­
manlı kamuoyunda ateşli bir ulusçuluk rüzgân esti. Hükü­
metin olumlu yanıt vermesi olanaksızdı. Balkan ittifakının
da zaten böyle bir beklentisi pek yokta herhalde.
17 ekimde Bulgaristan ve Sırbistan savaş ilan ettiler. 15
ekimde İtalya ile alelacele banş yapıldı. Ardı ardına yapı­
lan meydan muharebelerinin hepsinde Osmanlı ordusu ağır
87
yenilgilere uğradı. 22 ekimde Sırplarla Kosova, 23 ekimde
Bulgarlarla Kırkkilise (Kırklareli), 24 ekimde Sırplarla Komanova, 31 ekimde Bulgarlarla Lüleburgaz meydan muha­
rebeleri yapıldı. Bulgar ordusu İstanbul'un savunma hattı
olan Çatalca'yı ve Gelibolu yarımadasını tutan Bolayır hat­
tına kadar geldi. 18 kasımda Manastır muharebesi durumu
perçinledi. Kale- kentler olan Yanya, İşkodra, Edirne kent­
leri kuşatma altına alındılar. Rumeli'nin yazgısı 2 haftada
belli olmuştu.
Bu ağır yenilginin nedenleri ne olabilir? Sanırım Os­
manlı silah ve teçhizat bakımından karşısmdakilerden çok
da geri değildi. Mahmut Şevket bu uğurda birçok harcama­
lar yapmıştı. Ama öyle anlaşılıyor ki, iletişim ve ikmal ba­
kımından, sevk ve idare (komutanlık) bakımından, savaş az­
mi bakımından onlar üstündü. Yenilginin baş sorumlusu
başkumandan vekili ve Harbiye Nazarı Nazım Paşa'ydı. Ta­
bii genel, siyasal sorumluluk Nazım'ı o mevkiye getiren ve
tutan Ahmet Muhtar ve Kâmil paşalarındır. Şu bakımdan da
sorumludurlar ki böyle bir ölüm-kalım mücadelesinde bile
İT'ye karşı kavgadan vazgeçilmemiş, bir ulusal birlik hava­
sı, bir oydaşma yaratılmamıştır. Trablusgarp Savaşı dolayı­
sıyla ülkede bir oydaşma kırılması olduğundan söz etmiş­
tim. Oydaşma kırılmasına uğrayan bir ulus, bir halkın sa­
vaşta başarılı olması çok zordur. Bu arada İT'nin Arnavut­
lara karşı güttüğü ve onları isyan ettiren acemi siyasetin, Bal­
kan yenilgisinde, oydaşama kırılmasında önemli payına işa­
ret etmek gerekir.
29 Ekim 1912 günü Ahmet Muhtar istifa ettirildi. Kâ­
mil Paşa sadrazam oldu. 1 kasımda Nazım siyasal bir çö­
züm istiyor ve Çatalca hattının dayanabileceği konusunda
karamsarlık gösteriyordu. Fransa da bu durumda Osman88
lı'nm toprak bütünlüğünü koruyamayacağı görüşünü ileri
sürerken, Osmanlı hükümeti (3/11) büyük devletlerin top­
rak bütünlüğü şartıyla mütareke sağlamak üzere aracılıkla­
rım istedi. 9 kasımda Tanin'de Hüseyin Cahit, ordunun ba­
şına Mahmut Şevket'in getirilmesi gereğini yazdığı için ga­
zete kapatıldı ve başka bir adla çıkarılmasına da izin veril­
medi. 11 kasımda İT'nin etkinlikleri yasaklandı. Bir gün ön­
ce Hİ yetkililerden aldığı işaretle kendi kendini kapatmıştı.
Tutuklu İTTİlerin sayısı 55 'e çıktı. Büyük devletler araya gir­
meyince, Babıâli doğrudan Bulgar Kralıma başvurdu
(12/11). Bulgarlar Çatalca hattına yüklendilerse de, sonuç
alamayınca mütarekeye razı oldular. (3 aralık). Buna göre,
Londra'da barış konferansı toplanacaktı.
Londra Konferansı 16 aralıkta başladı. Balkanlılar Te­
kirdağ'ın doğusu ile Midye'nin doğusu arasındaki bir çiz­
ginin doğusu ve Gelibolu yarımadası dışında bütün Rume­
li ve Ege adalarının kendilerine verilmesini istediler (23/12).
Başta Osmanlı temsilcileri yalnızca Arnavutluk ve Make­
donya'nın özerkliğine razı iken, daha soma Edirne vilayeti
(Mesta-Karasu sınırına değin) Osmanlı'da kalmak üzere,
Arnavutluk ve Girit statüsünün büyük devletlerce kararlaş­
tırılmasını, Ege adalarını da büyük devletlerle görüşmeyi ka­
bul ettiler. (1 Ocak 1913). Balkanlılar Edirne kenti, Girit ve
Adalardan vazgeçilmezse görüşmelerin kesileceğini söyle­
diler ve öyle de oldu (6/1). Bunun üzerine büyük devletle­
rin Londra elçileri başbaşa verdiler. 17 ocakta Osmanlı hü­
kümetine verdikleri ortak notayla Edirne'den ve Adalardan
vazgeçilmesini istediler. Durum çaresiz görünüyordu. Mebusan Meclis'i dağıtılmış olduğuna göre, alınacak kararın
sorumululuğunu paylaşmak üzere geleneksel yola başvurul­
du. Devletin ileri gelenlerinden oluşan bir Şûra-yı saltanata
89
danışma karan alındı. 22 ocakta sarayda toplanan bu şûra­
da, Kamil, Edirne ve İstanbul'un kuşatılmış olduğunu, sa­
vaş ya da banşa karar vermek durumunda olduklannı bil­
dirdi. Sonuç olarak ezici bir çoğunluk banş karan aldı. Bu,
Edirne'nin gözden çıkanlması demekti.
Babıâli Baskını: İşte bu durumda 23 Ocak 1913 günü
İT Babıâli Baskını denen darbeyi yaptı. İttihatçılar büyük
bir kalabalık halinde Edirne için sloganlar bağırarak Babı­
âli'ye yürüdüler. Muhafızlar gelenlere engel olmadılar, çün­
kü kumandanlan elde edilmişti. Girişe engel olmak isteyen
iki subay ve bir komiser vuruldu. Bu sırada, Nazım Paşa küf­
rederek "Siz beni aldattınız" diye çıkışırken Yakup Cemil
tarafından öldürüldü. Söylentiye göre İTNazım'ı sadrazam
yapma sözüyle desteğini elde etmişti. Gerçekten de son zamanlannda Nazım İT'li subaylan gözetmeğe başlamış ve
İT'ye karşı bazı önlemlerin kaldınlmasını ya da yumuşatıl­
masını sağlamıştı. Enver, Babıâli'de doğru Kâmil Paşa'nm
yanma vardı ve istifasını yazdırdr. Yazıyı alıp padişaha git­
ti ve sadarete Mahmut Şevket'in atanmasını sağladı. Paşa
Harbiye'yi de üstlendi. Sait Halim Hariciye, Hacı Adil Da­
hiliye Nazın, Ahmet İzzet Paşa başkumandan vekili, Cemal
Bey İstanbul Muhafızı (Merkez Komutan) oldular.
Yeni hükümet bir milli birlik havası estirmeğe çalıştı.
Tutuklanan muhalifler kısa sürede salıverildiler. 11 şubatta
siyasal genel af ilan edildi. Yalnız Balkan yenilgisinde düş­
mana maddi ve manevi yardımda bulunanlar istisna edildi.
Bir Müdafaa-i Milliye Cemiyeti kuruldu ki, vatan için uza­
nan her eli öpmeye hazır olduğunu belirtiyordu. Prens Sa­
bahattin ve önde gelen muhalif gazeteciler ziyaret edilerek
davaya kazanılmağa çalışıldılar. Avrupa kamuoyunda İT bir
çeşit veba olarak değerlendirildiği için, Babıâli baskını da
90
çok fena karşılanmıştı. 28 ocakta Balkanlılar Londra Kon­
feransına son verdiklerini bildirdiler. 30 ocakta Bulgar Baş­
komutanlığı, 3 gün sonra sona erecek mütarekeye son veril­
diğini açıkladı. 30 ocakta Babıâli büyüklerin notasına cevap
verdi. Bunda Edirne'nin 2. Osmanlı başkenti ve bir Müslü­
man kenti olduğu, ancak kentin Meric'in sağ kıyısındaki top­
raklarının verilebileceği, Adalar'm yazgısının Anadolu'nun
güvenlik gereksinmesi göz önünde bulundurulmak üzere,
büyüklerin kararma bırakılabileceği belirtildi. Ama bunlar
yanında gümrük bağımsızlığı, ticarette eşitlik, Osmanlı'da
oturan yabancıların vergiyle yükümlü tutulmalan, bunlar
oluncaya değin ilk ağızda gümrük vergilerinin yüzde 4 art­
tırılması, yabancı postanelerin, genel olarak da kapitülasyon­
ların kaldırılması isteniyordu. İşte bunun için Avrupa İT'ye
"illet" oluyordu. Türklerin Rumeli'den büyük ölçüde kovul­
ması, Edirne'nin Osmanlı'dan alınması söz konusuyken, on­
lar kalkıp bir de iktisadi bağımsızlık istiyorlardı.
Bulgarlar savaşı yeniden başlatmışlardı. İT'li genç su­
baylar Edirne'nin kuşatılması için bir taarruz harekâtı isti­
yorlardı. Babıâli Baskını Edirne'yi kurtarmak için yapıl­
mıştı. Ne var ki, ne Mahmut Şevket, ne de Ahmet İzzet, Os­
manlı ordusunun bir harekât yapabileceği kanısında değil­
lerdi. Osmanlı Bankası da avans vermiyordu, yani para yok­
ta. Ama İT'li subayların ısrarı üzerine, Bolayır'da bir hare­
kât yapmaya karara verildi. Gelibolu Yarımadası'nda bulu­
nan Mürettep Kolordu taarruza geçerken, 10. Kolordu da
Şarköy'e, Bulgarların gerisine denizden çıkarma yapacak­
tı. Böylece Bulgarlar iki ateş arasında kalacaklardı. Müret­
tep kolordu, kararlaştırıldığı gibi, 8 şubatta taarruza geçtiği
halde, 10. kolordunun çıkarması gecikti, ancak akşam vak­
ti gerçekleşebildi. Böylece Bulgarlar önce 1., sonra da 2. ha91
reketi durdurabilidler. Mürettep kolordunun kurmay başka­
nı Fethi idi, kurmay heyetinde arkadaşı Mustafa Kemal de
vardı. 10. kolordunun kurmay başkanı ise Enver'di. Başarı­
sızlık karşısında iki kolordunun birbirini suçlaması, Enver'le
Fethi ve Mustafa Kemal arasındaki bir suçlamaya dönüştü.
Ufukta bir umut kalmamıştı. Bundan somaki haftalar insan­
ların Edirne'den ayrılmak düşüncesine "alışma" haftaları ol­
du. 26 martta Edime çok kahramanca ve çile dolu bir dire­
nişten soma (insanların ağaç kabuklarım bile yemek zorun­
da kaldıkları söylenir) teslim oldu. Büyükler Edirne'yi dış­
layan Midye-Enez sınırı üzerinde ısrar ediyorlardı. 1 nisan­
da bu sınır kabul edildi ve buna uygun olarak 30 mayısta
Londra Barış Antlaşması imzalandı. Edirne'nin kaybı kesinleşince İT içinde Babıâli baskınını yaptırtan Enver'in ylıdızı söndü. İT Kâtib-i Umumiliği'ne Fethi Bey'in gelmesi bu
durumu somutlaştıran bir gelişmeydi.
Edirne'nin kaybı yeniden gündeme gelince, muhalefet
de yine darbe düşünmeye başlamıştı. İT'liler, Edirne'yi kurtaramamışlar, üstelik Avrupa kamuoyu onları hiç de mak­
bul saymıyordu. İlk komplo Prens Sabahattin'in özel Kâti­
bi Satvet Lutfi'nin başını çektiği ve adem-i merkeziyetçi bir
hükümetin kurulmasını öngören bir darbe girişimiydi (mart
başı). Birçokları tutuklanmakla birlikte, İT kurmaya çalış­
tığı ulusal birlik havasını bozmamak için ılımlı davrandı. Ör­
neğin, Sabahattin'i bulaştırmamaya dikkat edildi ve ancak
onun yalısında bir arama yapıldı. İkinci darbe girişimi Lond­
ra barışından 12 gün sonra, 11 haziran günü yapıldı. Fakat
muhalefetin öbür darbe girişimleri gibi, bu da iyi planlan­
mamıştı, herhalde. Harbiye Nezareti'nden Babıâli'ye git­
mekteyken, otomobilinin yolu kesilen Mahmut Şevket, Yüz­
başı Çerkez Kâzım ve arkadaşları tarafından öldürüldü. Ne
92
var ki, darbe girişiminin öbür adımlan ele geçirilemedi. Yal­
nızca Mahmut Şevket öldürülmüş oldu. Kazım ve arkadaşlan Beyoğlu'nda İngiliz uyruklu bir kadının evinde kalıyor­
lardı. İngiliz elçiliğinin gereken arama iznini vermemesine
rağmen, Kazım ve arkadaşlan 2 saat süren bir çatışmadan
soma yakalandılar. Kazım ve 11 diğer kişi idam edildiler.
Bunlar arasında hem Damat, hem Fransız uyruklu olan (Tu­
nuslu) Damat Salih Paşa da vardı. İT artık ne Saray, ne ka­
pitülasyon hukuku dinliyordu. İngiltere ve Fransa'nın bu
davranışlan ne denli kötü karşıladıklanm anlatmaya gerek
yoktur herhalde.
Suikast üzerine İT "birlik ve beraberlik" havasını terk
etti. Gıyaben idama mahkûm edilen 11 kişi arasında Saba­
hattin ve eski Stokholm elçisi Kürt Şerif Paşa da vardı. Üs­
telik 200'ü aşkın muhalif tutuklandı ve Sinop'a sürüldüler.
Daha önce, 28 mayısta, Mısır'dan İstanbul'a dönen Kâmil
Paşa, İngiliz elçisinin protestosuna rağmen ev hapsine alın­
mış ve İstanbul'u terk etmesi sağlanmıştı. Çok önemli bir
değişiklik ise, ilk kez bir İT üyesinin, Sait Halim Paşa'nm,
hükümeti kurmakla görevlendirilmesiydi. Gerçi Paşa, İT'nin
önde gelen önderlerinden sayılmazdı, ama onun sadrazam­
lığı ile İT'nin denetleme iktidan son buluyor ve tam iktidar
dönemi başlıyordu.
Denetleme iktidarı Döneminin Bilançosu: Bu nokta­
da İT'nin denetleme iktidannm genel bir bilançosunu çıkar­
mak uygun olacaktır. Sırf siyasal olaylara, olup bitenlere ba­
kınca, Osmanlı Devleti'nin gürültü patırtı içinde yerinde
saydığı, hatta Rumeli'nin büyük ölçüde elden çıkması do­
layısıyla, geri gitmiş olduğu bile savunulabilir. Bir ölçüde
bu doğru olmakla birlikte, bu dönemde yine de devrimsel
bir takım adımlar atıldığı ve Tük toplumunun burjuva de93
mokratik ihtilali sürecine, bir başka deyişle son çağa adım
attığını görüyoruz. Değişik alanlarda bunun nasıl gerçekleş­
tiğini görelim. Önce eski düzenin tasfiyesi, yeni düzenin yer­
leşmesi için yasama alanında gerçekleştirilen değişiklikler
var. Bunları meşruti ıslahat diye tanımladık ve yukarda gör­
dük.
İkinci bir alan düşünce hayatındaki gelişmedir. İT siya­
set alanında ne denli kıskanç ve baskıcı olursa olsun, düşün­
ce alanında özgürlükçü bir mtum vardı. Yıllarca düşünce­
nin baskı altında tutulduğu Abdülhamit döneminden soma,
yayın hayatında adeta bir fışkırma oldu. Gazeteler, dergiler,
kitaplar bir furya halinde ortalığı kapladı. Birçok düşünce
akımları gelişti, serpildi, ürün verdi. Bu özgürlükten eğitim
de büyük bir pay aldı. Tarih dersleri çeşitlendi, İslamiyet ve
Osmanlı tarihi dışındaki alanlara yayıldı. Toplumsal içerik­
li dersler, felsefe okutulmaya başlandı. Cumhuriyet döne­
minde geliştirilecek olan Halkevlerini andırırcasına, İT'nin
kulüpleri, yani şubeleri, birçok yerde kültür ve toplumsal
etiknlik merkezleri olarak önemli bir işlev üstlendiler. Bu dö­
nemde gelişip, sonraki dönemlerde de devam edecek olan
başlıca düşünce akımlarını aşağıdaki bölümde ele alacağım.
Üçüncü bir gelişme olan iktisadi alandı. Burada tüzel­
kişilere gayrimenkul edinme hakkının tanınması, genişletil­
mesi; gereksiz ya da harap vakıf gayrimenkullerinin satıl­
masına olanak tanımak; iç gümrüklerin kaldırılması; sana­
yi yatırımları için ithal edilecek makine ve teçhizatın güm­
rükten muaf tutulması gibi önlemlerin alındığını görüyoruz.
1911'de Ege'de İncir Himaye-i Zürra (Çitfçi) şirketinin,
1912'de yerli malının kullanılmasını özendirmek için İstihlak-ı Milli Cemiyeti'nin kurulduğunu görüyoruz. 1886-1908
arasındaki 23 yılda toplam sermayesi 40.2 milyon kuruş
94
(yılda ortalama 1.75 milyon kuruş) olan 24 milli sermayeli
sanayi şirketi kurulduğunu, oysa 1909-13 arasındaki yıllar­
da toplam sermayesi 79.2 milyon kuruş (yılda ortalama 15.9
milyon krş.) olan 27 milli sermayeli sanayi şirketi kurulmuş­
tur. Şirket sayısı bakımından 5 kat, sermaye bakımından 9
kat bir artış söz konusudur. Aynı dönemlerde yabancı ser­
mayeli sanayi şirketlerinde sayı ve sermaye bakımından yal­
nızca iki kat bir artış söz konusudur. Sanırım 1908 öncesin­
de Müslümanların şirket kurmaları ancak yan-resmi şirket­
ler için söz konusuydu. Rastgele insanların şirket kurmala­
rı kuşkulu ve hukuken olmasa da fiilen olanaksız bir davra­
nıştı. Tarımda da İT'nin denetleme iktidarı döneminde üre­
tim artış hızı çarpıcı bir yükselme göstermektedir.
Dördüncü bir alan eğitimdir. 1904-8 yıllarında yıllık
maarif bütçesi 200.000 lira civarındayken, 1909'da 600.000,
1910'da 940.000,1914'te 1.230.000 liraya çıkmıştır. Bu sa­
yılan karşılaştınrken, bu arada imparatorluğun küçüldüğü­
nü de hesaplamalıdır. Hürriyetin ilanında 79 idadi ve sulta­
ni (lise) varken, 1914'te 95 olmuştur. Öğrenci ve öğretmen
sayılannda, öncesine göre, önemli artışlar olmuştur.
95
XI. I I . Meşrutiyet Döneminde
Başlıca Düşünce Akımları
İslamcılık: Tank Zafer Tunaya'ya göre II. Meşrutiyet'in Cumhuriyetin "siyaset laboratuvan" olduğunu gör­
müştük. Şimdi başlıca düşünce akımlarını gözden geçirelim.
Önce İslamcılığa bakalım. Abdülhamit İslam Birliği ve hi­
lafet düşüncesini belki daha önceki hiçbir padişahın yapma­
dığı kadar, etkin olarak savunduğu, ve döneminde İslamcı­
lığın Sırat-ı Müstakim diye bir dergisi bulunduğu halde, yi­
ne de kendi denetimi dışında bir düşünsel gelişme olmama­
sına dikkat etmiştir. Dolayısıyla İslamcılığın asıl gelişmesi
II. Meşrutiyet'te olmuştur denebilir. İslamcılık, Batı emper­
yalizminin dünya çapındaki yayılışı karşısında, ülkelerinin
sömürgeleştirilmesine karşı tepki gösteren Müslümanlann
duygu ve düşüncelerim dile getiren, buna İslamiyette çare
arayan akım olarak tanımlanabilir. İslamcılann bir bölümü,
İslamiyetin çağdaşlık bayrağına sanlarak bu işin üstesinden
gelebileceğini düşünmüşlerdir. Bunlann ilki Namık Ke­
mal'dir. Hemen belirtmek gerekir. Kemal yalnız çağdaşçı İs­
lamcılığın değil, aynı zamanda Osmanlıcılığın (Osmanlı
ulusçuluğunun) da babasıdır. Çağdaşçı İslamcılığın ikinci is­
mi Cemalettin Efgani'dir (1839-97). O, yalnız Osmanlı dev­
letinde değil, başka Müslüman ülkelerde de etkili oldu. Aynca Mısır'da Muhammet Abduh, Kazan'da Musa Carullah,
96
Hindistan'da Seyyit Ahmet Han, Muhammet İkbal gibi isim­
leri sayabiliriz. Meşrutiyet'te İslamcılığın dergisi Sebilürreşad olmuştur. Osmanlı çağdaşçı İslamcıları arasında Sa­
it Halim Paşa, M. Şemsettin (Günaltay), İsmail Hakkı İzmir­
li, Şehbenderzade Ahmet Hilmi, Mehmet Ali Aynı gibi isim­
ler sayılabilir. Çağdaşçı olmayan İslamcılara örnek olarak
Ahmet Naim ve Mustafa Sabri'yi gösterebiliriz.
Garpçılık: İkinci olarak garpçılık (Batıcılık) akımını
görüyoruz. "Bu devlet nasıl kurtarlabilir" sorusunun yanı­
tım Batı'ya benzemekte bulanlardır bunlar. Hilmi Ziya Ül­
ken Garpçılık akımını 4 kümede ele almaktadır. 1) Tanzi­
mat medeniyetçileri. Bunlar, tanzimatın temel öğretisi olan
Osmanlıcılığa inanan ve gereği olan ittihad-ı anasın sağla­
mak için Garpçılığı isteyenlerdi. Yani, Osmanlı halkını oluş­
turan çeşitli din, mezhep ve milliyetler garpçı, "kalkınma­
cı" olarak ortak bir zeminde buluşarak, birlik olacaklardı.
Ülken, eğitim yoluyla, Osmanlıcılığı sağlamak isteyenleri
bu kümeye sokuyor: Satı Bey ve Emrullah Efendi gibi, Os­
manlı devletinin dağılması istenmiyorsa, okullarda Osman­
lıcılığın telkin edilmesi kaçınılmazdı.
2) Kabahati toplum yapımızda bulup, burada Anglosak­
son toplum yapısını geliştirmek isteyenler ki, bunlann başın­
da Sabahattin ve çevresi geliyordu. Daha önce bunu gördük.
3) Servet-i F ü n u n ve Ulum-u İktisadiye ve İçtimâiye
dergileri çevresinde toplanan pozitivistler. Gördüğümüz gi­
bi, pozitivizm, İT hareketinin temel dünya görüşü olmuş ve
bu durum daha soma CHP'de de belirgin bir nitelik olmuş­
tur. (Taner Timur). Ahmet Rıza, açık ve seçik olarak poziti­
vizme bağlanmış, fakat diğer İT'liler (ve CHP'liler), çok bi­
linçli olarak olmasa da, bunu temel dünya görüşü edinmiş­
lerdir.
97
4) Batı'ya hayran köktenci (radikal) Garpçılar. Bunla­
rın en ünlüsü ve aşırısı, İttihad-ı Osmanî adıyla İT'yi kur­
muş olan beş Askeri Tıbbiye öğrencisinden, İçtihat dergi­
si sahibi Abdullah Cevdet'tir. Cevdet, Latin harflerini savun­
du, eşiyile birlikte Sirkeci'de şapka giydi, hatta bir ara geri­
lik çemberim bir an önce kırılması için Avrupalılarla melez­
leşmeyi savundu. Cevdet denli ileri gitmemekle birlikte,
onunla sayılabilecek kişiler Celal Nuri, Kılıçzade Hakkı,
kısmen Rıza Tevfik'tir.
Türkçülük: Üçüncü olarak Türkçülüğü ele alabiliriz.
Birçok ulusçuluk akımlarını incelerken yapıldığı gibi, Türk­
çülüğün başlangıçlarını dil, edebiyat ve tarih alanındaki ça­
lışmalarla başlatmak olanaklıdır. Bu çalışmaların'birçoğu
Avrupa'da Türkolojinin doğuşu ve gelişmesi ile ilgilidir. Abel Remusat, Silvestre de Sacy, Deguignes, Arthur Lumley
Davids gibi isimler anılabilir. Leh dönmesi Mustafa Celalettin Paşa'nm, Leon Cahun'un eserleri, Arminius Vambery'nin eser ve temasları etkili olmuştur. Fuat ve Cevdet
paşaların Kavaid-i Osmaniye (1851), Ahmet Vefik Paşa'nm
Lehçe-i Osmanî, Hikmet-i Tarih, Süleyman Paşa'nm Tarih-i Alem, Türkçe Sarf, Şeyh Süleyman Efendi'nin Lûgat-i Çağatay, Şemsetin Sami'ninKamus-ı Türki gibi eser­
leri Türklük bilincini yaymışlardır. Edebiyat alanında Şinasi'nin sade Türkçeyle yazılmış bir denemesini, Ziya Paşa ve
özellikle Ali Suavi'nin Türkçeyi savunduklarını, nihayet şi­
irde Mehmet Emin ve Rıza Tevfik'in, nesirde Ahmet Hikmet'in sade Türkçe yazdıklarını görüyoruz.
Türkçülüğün Türk ulusçuluğuna dönüşmesi, İT ile ol­
du. Fakat gördüğümüz üzere, İT imparatorluğun tasfiyesini
savunamayacağı için, bu konuda son derecede ihtiyatlı dav­
ranmak zorunluluğunu duymuş ve bu amacım uzun zaman
98
kendinden bile gizli tutmuştu. İT'nin zamanla Türklüğün si­
yasal örgütü olduğu bilincini geliştirdiği söylenebilir. Bu
bilinçlenmedeki önemli gelişmelerden biri herhalde Yusuf
Akçura'nm Üç Tarz-ı Siyaset kitapçığı olmak gerekir. Akçura, Kazanlı (Rusya) bir sanayicinin oğluydu. Ailesi Tür­
kiye'ye göçmüştü. Kendisi harbokulunda öğrenciyken İT'ci
etkinliklerden ötürü Trablusgarp'a sürüldü. Oradan Fran­
sa'ya kaçarak Paris'te siyasal bilimler öğrenimi yaptı. Me­
zun olduktan soma Rusya'ya döndü ve buradan adı geçen
uzun makalesini Kahire'de Ali Kemal'in çıkartmakta oldu­
ğu T ü r k gazetesine gönderdi (1904). Yazıda Osmanlı dev­
leti için Osmanlıcılık, Türkçülük, İslamcılık siyasetleri güt­
mesinin yarar ve sakıncalarını soğukkanlı bir yaklaşımla in­
celedi. Böylece ilk kez bu üç almaşığın bulunduğu açık se­
çik Osmanlı aydın kamuoyunun dikkatine sunulmuş olu­
yordu. Burada şunu da işaret etmek gerekir ki, Türkçülüğün
siyasal bir renk almasında Yusuf Akçura, Hüseyinzade Ali,
Ahmet Ağaoğlu gibi Rusya Türklerinin önemli payı olmuş­
tur. Bunu Rusya'nın daha gelişmiş iktisadi-toplumsal orta­
mına ve Türklerin orada baskı altında bir topluluk olmala­
rına bağlayabiliriz. İttihad-ı Osmanî'nin 5 kurucusundan bi­
ri olan Hüseyinzade Ali dahi, 1905 'te Tiflis 'te çıkardığı Ha­
yat dergisinde, daha soma Ziya Gökalp'in üne kavuştura­
cağı ve ilk kez Ali Suavi'de bulmak mümkün olan, Türkleş­
mek, İslamlaşmak, Avrupalılaşmak (ya da çağdaşlaşmak)
formülünü savundu.
Türkçülerin ilk örgütlenme girişimi Hürriyetin ilanın­
dan soma olmuştur. 7 Ocak 1909'da Türk Derneği kurulmuş­
tur. Bu bir kültür derneğiydi ve üyeleri arasında Ermeniler,
Avrupalı bazı doğubilimciler de vardı. 31 Ağustos 1911 'de
Türk Yurdu Cemiyeti kuruldu ki, amacı Türk öğrencilerine
99
yurt sağlamaktı. Dernek, Türkçülüğün gelişmesinde önem­
li yer olan T ü r k Yurdu dergisini de çıkartmıştır. Trablusgarp savaşıyla, Osmanlı için felaket günlerinin başlaması,
Türkçülük hareketini hızlandırmıştır. Türk Ocağı 3 Tem­
muz 1911 'de İT'nin kurulmuş olduğu askeri tıbbiyede etkin­
liğe başlamıştır. 1910'da İstanbul'a dönen ve İT'nin Merkezi Umumi üyesi olan Hüseyinzade Ali'nin tıp profesörü ol­
ması, Yusuf Akçura'nm Harbiye Mektebinde siyasi tarih
dersi okutması da bu bağlamda ele alınabilir.
Türk Ocağı'nm resmen kuruluşu 25 Mart 1912'dir. Bu
sırada Trablusgarp Savaşı 6 aya yakın bir zamandır devam
etmete, 3 gün önce ise İtalya, Çanakkale Boğazı'na saldır­
mıştır. Başvuranlar, Türkçülüğün "ağır toplan" Mehmet
Emin (Yurdakul), Ahmet Ferit (Tek), Ağaoğlu Ahmet, Dr.
Fuat Salih'tir. Türk Ocağı, özellikle İstanbul'da, her cuma
verilen konferanslan, kadınlı erkekli temsilleri, ocağın ya­
yın uzvu haline gelen T ü r k Yurdu'ndaki büyük ilgi ile iz­
lenen yazılan, milli iktisat alanındaki davranışlanyla çok
canlı bir etkinlik göstermiştir. Balkan Savaşı'nm patlaması,
Osmanlı Rumelisi'nin hemen tümünün elden çıkmasıyla
Osmanlıcılık ideolojisinin iflası, somut olarak, fiilen orta­
ya çıktı. Böylece Türkçülüğün açığa çıkmasının önemli bir
engeli ortadan kalktığı gibi-zira, Türk ulusçuluğunun geliş­
mesinin ya da gizli kalmasının en önemli nedeni, çok ulus­
lu imparatorluktan vazgeçmiş görünmek endişesiydi- Edir­
ne gibi Türk anayurdu sayılacak bölgelerin de artık elden çık­
maya başlaması ya da tehlikeye girmesi, Türklük bilincinin
etkili bir savunma silahı olarak yayılması gerektiğini göste­
riyordu. Fakat, İT'nin Türk ulusçuluğunun örgütü olduğu­
nu açıklamasındaki sakıncalar, hafifletilmiş de olsa, devam
ettiği için, Türk Ocağı gibi örgütlerin varlığ yine de önem100
li oluyordu. Ne var ki, Türk Ocağı'mn Mütareke'ye kadar
ülke içinde ancak 28 şubat açabilmiş olması, faaliyet mer­
kezinin daha çok İstanbul olduğunu gösterir. İstanbul'daki
merkez ocağında üye sayısı 2743'e kadar çıkmıştı.
Balkan olaylarının insanların ideolojik tutumlarını ne
denli kısa zamanda değiştirebildiği konusunda bir anıya bu­
rada yer vermek istiyorum. Mülkiyeli besteci Münir Mazhar Kamsoy'un bana anlattığına göre, Türk Ocağı'mn yük­
seköğretim kurumlan içinde ilk kurulduğu yerlerden biri
mülkiye imiş. Kendisi gibi başka bazı Üsküdarlı Mülkiye öğ­
rencileri kurduklan Türk Ocağı'nda kendilerine yol göste­
recek bir ağabeyin bulunmasını istemişler. Vapurda sık sık
rastladıklan Hamdullah Suphi 'yi bu işe uygun görmüşler ve
bir gün yanma gidip düşüncelerini açmışlar. Kısa bir süre
soma Türk Ocağı'na girip yıllarca onun başkanlığını yapa­
cak olan H. Suphi, onlara olumsuz yanıt vermiş. Demiş ki,
"Türkler Türkçülük yaparsa bu, öbür etnik kümelerin de ay­
nı şeyi yapmalanna yol açar, imparatorluk dağılır. Zaten ben
de Çerkezim, davanızla ilgili değilim." Tahmin edilebilece­
ği gibi, yukarda sözü edilen düşünce akından genellikle in­
sanlarda saf bir biçimde gerçekleşmiyordu. Örneğin ana yönelişiyle İslamcı olan bir kişi, bir ölçüde Garpçı, bir ölçüde
Türkçü de olabiliyordu. Namık Kemal' in, İslamcı (ama hep,
sanıyorum, çağdaşçı-îslamcı) yazılan yanında Osmanlıcı,
Garpçı, hatta Türkçü yazılan ya da düşünceleri de vardır.
Çağdaşçı-İslamcı olanlann aynı zamanda ve önemli ölçüde
Garpçı sayılabilecekleri açıktır. Garpçılann Batı'da ulusçu­
luğu gördükleri için bir ölçüde Türkçü olmalan ya da en
azından Türkçülüğü "doğal" saymalan beklenebilirdi.
Garpçılann bir çoğu kişilik ya da din yitiminden ürktükleri
için "ambargolu", kısmî Batılılaşmadan yana olmuşlardır.
101
Böylece Batı bir çeşit gümrük kapısından geçiriliyor, "iyi"
şeyler (teknoloji, bilim gibi) kabul ediliyor, "kötü" şeyler
(aşın bireycilik, gevşek aile bağlan gibi) geri çevriliyordu.
Aslında Batı en yüksek felsefi düzlemde hümanizm ve ay­
dınlanma olarak yorumlanırsa, iş insan fikrinin sınırsız öz­
gürlüğüne indirgenmiş oluyordu. O zaman da kişilik ya da
din yitiminden korkmamak gerekiyordu. Ama bu gerçek
Batılılaşmaya ulaşabilmek için çok esaslı bir kültür biriki­
mi ve bunu yayacak nitelikli ve etkili bir eğitim dizgesi ge­
rekirdi. Bizde birçok ulusçular ambargolu, gümrüklü bir Batılaşmadan yana olmuşlardır. Atatürk'ün çizgisi aynı za­
manda hem çok Batıcı, hem de çok ulusçu bir çizgidir. Ata­
türkçü anlayış bir bakıma böyle özetlenebilir: İleri derece­
de Batıcılık, ileri derecede ulusçuluk.
Sosyalizm: Dördüncül bir akım olarak sosyalizmi gö­
rüyoruz. Eylül 1910'da Osmanlı Sosyalist Fırkası kuruldu.
Daha önce şubatta İştirak dergisi çıkmağa başlamıştı. Bu işi
yürüten Hüseyin Hilmi idi (Sosyalist Hilmi). Fakat hareket,
zayıf bir hareketti. Bu genel olarak Osmanlı ve özellikle
Türk toplumunun toplumsal-iktisadi bakımdan azgelişmiş­
liği ile açıklanabilir. Başka bir deyişle, sanayi gelişemdiği
için işçi sınıfı da gelişmemişti, sosyalizmin gelişmemiş ol­
ması temelde buna bağlanabilir. Tabii toplumsal kültürel ek­
siklikleri de hesaba katmak gerekir. Örneğin, o dönemde iş­
çi sayısı Selanik'te İstanbul'dakinden az olmasına rağmen,
toplumsal ve kültürel bakımdan daha gelişmiş olduğu için,
oradaki işçi hareketi ve dolayısıyla sosyalist hareket daha
canlıydı. Sosyalist hareketin zayıflığının bir göstergesi de
belki bunun, sağcı-gerici Hürriyet ve İtilaf hareketine katıl­
masıdır.
102
XII. İ T ' n i n Tam İktidarı ve
I. Dünya Savaşıma Giriş
II. Balkan Savaşı: Mahmut Şevket'in öldürülmesindeh
19 gün sonra, 30 haziran tarihinde Osmanlı Devleti ve Türk­
ler için bir "mucize" gerçekleşti. Balkanlılar Osmanlı'dan
aldıkları topraklan paylaşamaymca, Bulgaristan müttefik­
lerine saldırdı ve yenilgiye uğradı. II. Balkan Savaşı denen
mücadele sırasında Bulgarlar Doğu Trakya'yı boşaltmışlar­
dı. Osmanlı ordusu önce Londra Antlaşması'na göre hakkı
olan Midye-Enez hattına ilerledi. Ondan soma ordunun Edir­
ne'yi geri alıp almaması tartışması başladı. İT bunu istiyor­
du. Yaşlılar ise bunun beyhude bir çaba olacağını "Salibin
(haçın) girdiği yere hilal geri gelemez" ilkesinin Avrupa
diplomasisinin şaşmaz bir ilkesi olduğunu, Edirne alınsa bi­
le Osmanlı'da bırakılmayacağını öne sürüyorlardı. Ama
İT'nin dediği oldu ve 22 temmuzda ordu Edirne ve Kırklareli'ne girdi. Edirne'ye ilerleyen birlikler içinde Enver ve
Mustafa Kemal'in birlikleri yanşıyorlardı. Yansı Enver'in
birliği kazandı. Büyük devletlerin itiraz ve tehditlerine ku­
lak asılmadı. Hatta İT'nin gizli harekât kolu olan Teşkilat-ı
Mahsusa'nm adamlan, başta Süleyman Askeri, Batı Trak­
ya'daki Türk çoğunluğuna dayanarak Garbi Trakya Hükümet-iMüstakilesi'ni kurdular. Sonuç olarak29 Eylül 1913'te
imzalanan İstanbul antlaşmalanyla Batı Trakya Bulgaris-
103
tan'a verildi. Meriç sınır oldu ve Edirne Osmanlı devletin­
de kaldı. Bulgarlar, "daha Bulgar" saydıkları bölgeleri Sır­
bistan ve Yunanistan'a kaptırdıklarım düşündükleri için bu
iki ülkeye karşı Osmanlı ile ittifak kurabileceklerim düşü­
nüyorlardı. Hatta bu yönde bazı görüşmeler yapılırdı. Zaten
başta Rusya, büyük devletler dururken Bulgaristan'ın Do­
ğu Trakya, hele Boğazlar ve İstanbul üzerinde emeller bes­
lemesi gerçekçi olamazdı.
Edirne'nin geri alınması ülkede büyük bir sevinç yarat­
tı. Babıâli baskınının kahramanı Enver, böylece haklı çık­
mış oluyor, İT içinde durumu güçleniyordu. Nitekim 1913
güzünde Fethi'nin Sofya'ya elçi, Mustafa Kemal'in askeri
ataşe olması, Enver'in yeniden güçlendiğini gösteriyordu.
İç siyaset bakımından Sofya görevi bir sürgündü. Enver ve
yandaşları ise Harbiye Nezaretini istiyorlardı. Trablusgarp
ve Balkan savaşlanndaki hizmetleri dolayısıyla Enver'e üçer
yıl kıdem verildi ve böylece mirliva (tuğgeneral) yani paşa
oldu. Mustafa Kemal ve Fethi devre dışı kalınca Enver'e ye­
ni rakip olarak Cemal ortaya çıktı. O da 2 rütbe verilerek pa­
şa oldu ve Nafia (Bayındırlık) Nazın olarak kabineye girdi.
Enver'in yükselişinin bir yönü de saraya damat oluşuyla
ilintili sayılabilir. Hürriyetin ilanından sonra, ÎT, sarayı de­
netleyebilmek için iki üyesinin saraydan kız almasını uygun
görmüş, bunun için görevlendirilenlerden biri Enver olmuş­
tu. 1909'da Enver, Sultan Reşat'ın yeğeni Naciye Sultanla
nişanlandı. O sırada Enver 30, Naciye 12 yaşındaydılar.
1911 'de nikahlan kıyıldı. Edime alındıktan soma Enver ev­
lenmek için ısrar etti. Naciye buluğa erince, 1914'te evlen­
diler.
Osmanlı Ülkesinin Paylaşılması: Osmanlı'nın Bal­
kan Savaşı'nda kısa zamanda uğradığı ağır yenilgi büyük bir
104
maneviyat çöküntüsüne yol açmıştı. Bunun bir belirtisi Mi­
zancı Murat'ın Kasım 1912'de yazdığı bir yazıda, Osman­
lı'nın ancak büyük devletlerden birisinin himayesinde ya­
şayabileceğini ve bu durumun çeyrek yüzyıl sürmesi gerek­
tiğini söylemesiydi. Kâmil Paşa da bu sıralarda Osmanlı
Devleti'ni İngiliz güdümüne vermek istiyordu. Aynı hava,
işi askeri yenilgi açısından alan Mahmut Şevket'te de varr
dı. Şevket, o güne dek uygulanmış olan askeri danışman mo­
delinin yürümediğini, ordunun adam olması için fiilen Al­
manların komutasına verilmesi gerektiğini düşünüyordu.
Bunun için 24 Nisan 1913 'te Alman Büyükelçisi'ne başvur­
muştu. Sonuç olarak kasımda general Liman von Sanders
ile 5 yıllık bir sözleşme yapıldı. General İstanbul'daki 1.
Kolordu'nun komutanı, Askeri Şûra üyesi, her türlü askeri
okul ve eğitim yerinin amiri, terfi sınavlarının düzenleyici­
si, kurmay subayların kuramsal eğitimlerinin sorumlusu ola­
caktı. İstanbul'daki kolordu böylece Almanların "eline" ge­
çince, Rusya kıyametleri koparttı. Bunu "dengelemek" için
İngiltere'nin İzmir'i, Fransa'nın Beyrut'u, Rusya'nın Trab­
zon'u işgal etmesini önerdi. Almanya geri adım atmamış ol­
mak için Sanders'i mareşal yaptı ve böylece onun kolordu
komutam olması olanaksız oldu. Sanders genel müfettiş un­
vanım aldı.
Mahmut Şevket bu tür bir tepki tahmin etmiş olduğu ve
bunu önlemek için, İngilizlere "bir parmak bal" olmak üze­
re, Almanlara başvurduğu gün, onlardan yeni Vilayetler Kanunu'nun uygulamasına yardımcı olmalarını istedi. Dahili­
ye nezaretine bir müşavir, bir genel müfettiş ve Doğu (Van,
Bitlis, Mamuretülaziz, Diyarbakır vilayetleri) ile Kuzey
Anadolu (Erzurum, Sivas, Trabzon) bölgeleri genel müfet­
tişlikleri için birer adliye, birer tarım ve orman, birer baym-
105
dirlik müfetttişi, ayrıca bu 7 ildeki jandarma birliklerine bi­
rer komutan istenmekteydi. Doğu ve Kuzey Anadolu, bu­
günkü deyimle "pilot bölge " olacak, uygulama yavaş yavaş
bütün ülkeye yayılacaktı. Bu tür bir ilişki, daha nöce de
Lynch ayrıcalığında yapılan "yanlışı" da düzeltmiş olacak­
tı. Durum iki bakımdan hayli acıklıydı. Bağımsızlık ilkesin­
de gösterdiği titizlik yüzünden kısa bir süre önce Fransa'dan
borç almaktan vazgeçen İT, şimdi ordusunu Almanya'ya,
içişlerini İngiltere'ye teslim etmeğe hazırlanıyordu. Ulusla­
rarası ilişiklerin "acı gerçekleri" onu bu noktaya getirmiş
bulunuyordu. Bununla birlikte İT, kapitülasyonların kaldı­
rılması için mücadele etmekten vazgeçmedi ve bu konuda
bazı mesafeler alınmadı değil. Ne var ki, büyükler, kapitü­
lasyonları kaldırmayı ilke olarak kabul etseler bile, sonun­
da^ "ötekiler de kabul etmek" şartına sığmıyorlardı ki, bu
"çıkmaz ayın son çarşambası" anlamına gelebilirdi. İşin
acıklı ikinci yönü şuydu ki, orduyu Almanlar eliyle adam
etmek için İngiltere'ye verilen sus payı, ancak bu ülkeyi sustarabilirdi. Öbür 4 büyük devlet ne olacaktı? Nitekim onlar
da sıraya girdiler.
Böylece herhalde Mahmut Şevket'in hesap edemediği
bir durum gelişti. Büyük devletler kendi aralarında anlaşa­
rak, ve sonra da anlaşmalarını Osmanlı Devleti'ne onayla­
tarak, Osmanlı ülkesinin büyük bir bölümünü kapsayan bir
nüfuz alanları paylaşımını (çok kez demiryolu yapım ve iş­
letme haklan olarak maskelenen) gerçekleştirdiler. Oysa o
zamana değin büyükler, jeostratejik değeri dolayısıyla, Os­
manlı ülkesini bir türlü paylaşamamışlardı. Şimdi bu, önem­
li ölçüde gerçekleşmiş oluyordu. Tabii İstanbul ve Boğaz­
lar gibi en büyük bazı "lokmalar" anlaşmanın dışında kal­
mıştı. Babıâli 24 nisan önerisiyle kendisince bir kurnazlık
106
yaparak İngiltere'yi Doğu Anadolu'da Rusya'nın karşısına
dikmek istemişti. Tabii Ruslar bunu kabul etmediler ve ön­
ce İngiltere ile anlaşarak, sonra da bunu Osmanlı'ya kabul
ettirerek, Doğu Anadolu'ya kendileri oturdular. 8 Şubat
1914'te Ruslarla yapılan antlaşma Doğu Anadolu'yu (Av­
rupa'nın gözünde "Ermenistan") Berlin Kongresi'ndeki
Avrupalılar arası niteliğinden çıkararak, Ayastefanos antlaşmalanndaki gibi bir Osmanlı-Rus sorunu haline getiriyor­
du. Başka bir deyişle Rusya Ermeni sorununun adeta tek,
ya da en önemli denetliyicisi durumuna geliyordu. Asker­
lik yerel olarak yapılacaktı. Doğu Anadolu'da Ruslar demir­
yolu yapmazlarsa, başkasının yapması olanağı büyük ölçü­
de kısıtlanıyordu. İngilizlere önerilen Doğu Anadolu ve Ku­
zey Doğu Anadolu müfettişlikleri bir Norveçli ve bir Hol­
landalıya verildi. Ancak I. Dünya Savaşı patlak verdiği için
bunlar işe başlayamadılar.
Böylece emperyalizm ile "birlikte yaşma" dersini acı
deneyimlerle öğrenmek zorunda kalan İT, aynı ölçüde acı
deneyimlerle çok-uluslu bir imparatorluğu yönetmenin de
gereklerini öğrenmiş bulunuyordu. İT'nin 20 Eylül 1913'te
yapılan 5. kongresinde ilk ve ortaöğretimin yerel dillerde ol­
ması, Türkçenin ancak dil olarak okutalması öngörülüyor­
du. 1908 ve 1909 programlarında ancak ilköğretimin yerel
dille yapılması vardı. Bundan önce Araplar arasında bazı kı­
pırdanmalar olmuştu. Ocak 1913'te Beyrut Vilayet Mecli­
si, Arapçanm resmi dil olması, yerel askerlik ve genel ola­
rak ademi merkeziyet yönünde bir karar almıştı. İT iktida­
ra gelince bunları reddetti. Fakat mart ve nisanda bazı dü­
zenlemeler, ademi merkeziyetçi yönünde kimi rahatlamalar
getirdi. Arap bölgelerinde Arapça mahkemelerde kabul edil­
di, okullarda Arapça esas dil yapıldı. Haziranda Paris 'te top-
107
lanan bir Arap kongresi yeni istekler öne sürünce, İT'nin bir
temsilcisi onlarla görüşmeye gitti. Ağustosta Arapça ve
Arapça bilen memurlar konusunda düzenlemeler oldu,
Kongre Başkam ve 4 diğer Arap, Ayan meclisi üyesi yapı­
larak iş tatlıya bağlanmış göründü. Söylendiğine göre, Sait
Halim Paşa'nm sadrazam yapılması biraz da Arapları gö­
zetmek içindi. Kimi aydınların, Balkan savaşlarından soma
Osmanlı devletinin artık esas itibarıyla Türk ve Araplardan
oluştuğuna bakarak, Avusturya-Macaristan modelinde oldu­
ğu gibi, bir Türk-Arap imparatorluğu haline getirilmesini dü­
şündükleri anlaşılıyor. Yine aynı mantıkla İT'nin içinde İs­
lamlığın vurgulanması gerektiği konusunda bir düşünce be­
lirdi. Nitekim 20 Mart 1913'te Ziya Gökalp'in Türk Yurdu
dergisinde "Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak" di­
ye bir yazı dizisi başladı. Söylemeye gerek yok ki İT'nin bu
İslamcılığı çağdaşçı nitelikteydi.
Enver'in Harbiye Nazın olmasından sonra orduda ye­
ni ber tasfiye hareketi başlatıldı (Ocak 1914). Hürriyetin ila­
nı ertesinde alaylı subaylar tasfiye edilmişlerdi. Şimdi tas­
fiye edilenler yaşlı mektepli subaylardı. Herhalde Balkan ye­
nilgisinden bunlar sorumlu totuluyorlardı. Sanders'e göre sa­
yılan 1100'ü buluyordu. Böylece Osmanlı Ordusu adama­
kıllı gençleşmiş oluyordu. Aynca orduda önemli bir yeni­
den örgütlenme çalışması başlatıldı (Şubat 1914). İT için­
deki ağrlığma rağmen, Enver'in (Mahmut Şevket'in tersi­
ne) bunu Harbiye bütçesini şişirmek için kullanmadığı gö­
rülüyor. 1911'de Harbiye Nezareti bütçenin yüzde 24.8'ini
oluştururken, 1914'te Harbiye'nin payının yüzde 17.6'ya
indiği görülüyor. Bunu, ülke kalkınmasının ordunun güçlü
olmasından daha önemli olduğu ya da ordunun ancak kal­
kınmış bir toplum sayesinde güçlü olacağı konusunda bir bi­
linç olarak yorumlayabiliriz.
108
I. Dünya Savaşı: Şimdi de I. Dünya Savaşıma nasıl gi­
rildiğini görelim. Bilindiği üzere, 19. yüzyılın sonlarına doğ­
ru Avrupa'da cepheleşme başladı. Bir yanda Almanya, Avusturya-Macaristan ve İtalya'nın oluşturduğu İttifak cephesi,
öbür yanda Fransa, Rusya ve İngiltere'nin oluşturduğunu İti­
laf (anlaşma) cephesi. Bu ülkeler yıllardır savaş için hazır­
lanıyorlardı. Savaşa giden zincirleme süreç, 28 haziran
1914'te Saraybosna'yı ziyaret etmekte olan Avusturya Ve­
liahdı ve eşinin Sırp ulusçuları tarafından öldürülmeleriyle
başladı. Büyük bir Slav nüfusu olan ve Sırbistan'ın bu Slav­
larla ilgisini kendisi için tehlikeli gören Avusturya-Macaristan, suikastı Sırbistan'a haddini bildirmek için kullanmak
istedi. Sırbistan Awsturya'nm ağır taleplerini reddedince,
savaş ilan etti (28/7). Fakat Sırbistan Ortodoks-Slav bir ül­
ke olarak, Rusya'nın bir çeşit koruması altındaydı. Onun için
Ruslar seferberlik ilan ettiler. (29/7). Ancak seferberlik hem
Avusturya'ya, hem Almanya'ya karşı ilan edilmişti. Alman
İmparatoru bundan tedirgin olarak durumu arkadaşı ve ak­
rabası olan çara şikâyet etti. Rus genelkurmayı çara mütte­
fik olduklarından, seferberlik planlarmm her iki ülkeyi he­
def alacak biçimde yapıldığını, bu aşamada yalnız Avustur­
ya'ya yönelik bir seferberlik yapmanın olanaksız olduğunu
bildirdi. Almanya'nın savaş planlan da iki ülkeye göreydi.
Önce seferberliğini hızla tamamlayabilecek olan Fransa'ya
saldıracaktı, onu yendikten sonra Alman ordusu ağırlığını
Rusya'ya yöneltecekti. Onun için Almanya 1 ağustosta Rus­
ya 'ya, 3 ağustosta Fransa 'ya savaş ilan etti. 5 ağustosta İn­
giltere Almanya'ya savaş ilan etti. Böylece 1. Dünya Sava­
şı başlamış oldu.
Sırbistan'la savaş ufukta belirince, Avusturyalılar Os­
manlı'yla ittifak konusuna ilgi gösterdiler. Fakat Avusturya
109
yönetimi ve hükümetinde, ve özellikle Alman yönetim ve
hükümetinde, Balkan yenilgisi dolayısıyla, Osmanlı'yla itifakın yarar getirmeyeceği, yük olacağı düşüncesi egemen­
di. Buna rağmen Osmanlı ile ittifaka karara veren Alman im­
paratoru oldu (23/7). Osmanlı'nın Almanya ile ittifak gö­
rüşmeleri Sait Halim, Talat, Enver, Mebusan Meclisi Reisi
Halil (Menteşe) tarafından öbür kabine üyelerinden gizli tu­
tularak yürütüldü. 2 ağustosta imzalandı. Alman Askeri He­
yeti Osmanlı ordusunun sevk ve idaresinde fiili bir nüfuz sa­
hibi olacaktı. Almanya da, Osmanlı bütünlüğünü gerekirse
silahla savunmayı üstlenecekti. Dikkat edilirse, Osmanlı it­
tifak antlaşması savaş başladıktan soma imzalanmıştı. Yani
imzalayanlar, ülkeyi yalnızca ittifaka değil, savaşa da sok­
tuklarının bilincindeydiler. İttifak antlaşmasını öğrenince
diğer hükmet üyeleri tepki gösterdiler. Hiç değilse, savaşa
mümkün olduğunca geç girilmesini, ittifakın gizli tutulma­
sını istediler. Hatta bu amaçla, onların kuşkularım yatıştır­
mak üzere İtilaf devletlerine ittifak önerileri götürüldü. On­
lar, ittifak önerilerini soğuk karşıladılar. Osmanlı Devleti'nin tarafsızlık siyaseti gütmesinin kendilerince yeterli ol­
duğunu söylediler. Paylaşmayı tasarladıkları bir ülkeyi müt­
tefik almak istememeleri doğaldı.
Osmanlı hükümeti acaba neden ittifaka (ve savaşa) bu
denli hevesliydi? Anlaşılan en önemli etken, Balkan Savaşı'nın kayıplarını gidermek umuduydu. Edirne'nin, kesin
olarak elden çıktıktan sonra, yeniden geri gelmiş olması, bu
umudu besleyen bir durumdu. Bütün ülkede, kışlalarda,
okullarda Balkan Savaşı'nm intikamı parolası yürürlüktey­
di. Başka etkenler de akla geliyor. Bir tarafla müttefik olun­
mazsa, büyüklerin Osmanlı ülkesini aralarında paylaşacak­
ları korkusu bunlardan biriydi. Bir diğeri parasızlıktı. Savaş
110
bittiğinde Cemal Paşa, Yakup Kadrimin neden savaşa gir­
dik sorusuna "aylık vermek için" diye yanıt vermişti (ER.
Atay, Zeytindağı). Savaş boyunca Almanya Osmanlı'yı borç
parayla destekledi.
Savaş başladığında Almanya'nın Amiral Souchon ko­
mutasındaki Goeben ve Breslau adlı son model savaş ge­
mileri Akdeniz'de bulunuyorlardı. İngiliz donanmasının peş­
lerine düşmesi üzerine Çanakkale'ye gitme buyruğu aldılar.
10 ağustosta gemiler Çanakkale Boğazı önlerine geldiğin­
de, Enver, hükümete danışmadan, gemilerin içeri alınması­
nı emretti. Hükümet, tarafsızlık görünümünü sürdürebilmek
için, gemilerin silahsızlanmasını ya da ülkeden ayrılmasını
istedi. Osmanlı devleti ilkbaharda savaşa girecekti. Alman­
ya gemilerle ilgili öneriyi reddedince, Osmanlı hükümeti ge­
mileri satın aldığını açıkladı. Böylece gemilerin adlan Ya­
vuz ve Midilli oldu, direklerine Osmanlı bayrağı asıldı, Al­
man bahriyelileri başlanna fes giydiler. 9 eylülde Souchon
resmen Osmanlı donanmasının komutanı oldu. Souchon de­
nizcilere açık deniz eğitimi yaptırabilmek için Karadeniz'e
çıkması gerektiğini söylüyordu. Enver bu izni, Bahriye Na­
zın olan Cemal Paşa'ya danışmadan verdi. Cemal Paşa bu­
nu mesele yapınca, Alman elçisi Yavuz ve Midilli'nin Al­
man gemisi olmaya devam ettiklerini bildirdi. Almanlar Ba­
tı ve Doğu cephelerinde umduklan başanlan elde edeme­
yince, ekimde Osmanlı'nın savaşa girmesi için ısrarlı bir is­
tekte bulundular. Osmanlı donanması Ruslara baskın yapa­
cak, sonra da Kafkasya'da ve Süveyş Kanalı'nda cephe açı­
lacaktı. Enver bunlan kabul etti, Talat ve Cemal ona uydu­
lar. 27 ekimde donanama Karadeniz'e açıldı. 29 ve 30 ekim­
de Sıvastapol ve Odesa topa tutuldu. Hükümetin öbür üye­
lerinin olanlardan haberleri yoktu. Bu yüzden Cavit ve di-
111
ğer 3 nazır istifa ettiler. 2 kasımda Rusya, 5 kasımıda Fran­
sa ve İngiltere Osmanlı'ya savaş ilan ettiler. Herhalde En­
ver, bir Alman zaferi halinde, Osmanlı için daha çok pay ala­
bilmek umuduyla, onların her dediğini yapıyordu. Dolayı­
sıyla Osmanlı hükümeti Almanya'nın tutsağı gibiydi.
11 kasımda Osmanlı Devleti İtilafa savaş ilan etti. 23
kasımda törenle Cihad-ı ekber ilan edilerek İslam âlemine
duyuruldu, ya da duyurulmaya çalışıldı. Bunun fazla bir et­
kisi olduğu söylenemez. İngilizler ve Fransızlar Osmanlı
ordusu karşısında Müslüman sömürgelerinden askerler kul­
landılar. O bir yana, Osmanlı uyruğu Hicazlılar ve daha baş­
ka pek çok Araplar Osmanlı ordusuna silah çekmekten çe­
kinmediler.
112
XIII. Tam Bağımsızlık Mücadelesi.
I. Dünya Savaşı'nm başlamasından bir ay sonra, Os­
manlı hükümeti, emperyalistlerin gırtlaklaşmalarından ya­
rarlanarak, tarihi bir karar aldı. 9 Eylül 1914 günü (daha son­
ra İzmir bu tarihte kurtulacaktı) ilan edilen karara göre ma­
li, iktisadi, adli ve idari kapitülasyonlar tamamen kaldırılı­
yordu. 1838 iktisadi ve 1839 askeri iflasından sonra Osman­
lı Devletimin yan bağımlı bir hale düştüğünü görmüştük.
Bağımlılık, yabancılara tanınan ve bir bölümü imparatorlu­
ğun ilk yüzyıllanndan süregelen, kapitalüsyon denen birta­
kım ayncalıklarla somutlaşıyordu. İmparatorluğun güçlü
dönemlerinde ticareti kolaylaştırmak ve özendirmek için
benimsenen sistem, düşkünlük dönemlerinde sömürünün,
bağımlılığın, Avrupa hegemonyasının bir aracı haline gel­
mişti. Osmanlı Devleti yabancılardan istediği vergiyi, güm­
rüklerinden geçen mallardan istediği gümrükleri alamıyor­
du. Avrupa devletlerinin kendi postaneleri, konsolosluk mah­
kemeleri, hapishaneleri vb. vardı. Osmanlı Devletimi çağ­
daşlaştırmak karanndaki İT, kapitülasyonlan 1 numaralı bir
engel olarak görüyor ve şimdi fırsatı bulunca, sisteme son
veriyordu. Yani, tam bağımsızlığını ilan etmiş oluyordu.
Tabii kapitülasyonlara son verdim demek yetmiyordu.
Bir de bunu karşı tarafa kabul ettirmek gerekiyordu. Oysa
birbirlerinin milyonlarca evladını öldürmeye başlamış olan
113
Avrupa devletleri, bu kanlı mücadeleyi unutarak, İstan­
bul'daki temsilcileri vasıtasıyla bir örnek protesto notası or- taya çıkarıp, Babıâli'ye verdiler. Bunda Osmanlı Devleti'nin
bu tek yanlı davranışını kabul etmediklerini bildirdiler. Böy­
lece garip bir durum ortaya çıktı. Savaş boyunca Osmanlı
orduları İtilaf devletlerinin ordularıyla cephelerde çarpışır­
ken, Osmanlı diplomasisi başta Almanya, kendi müttefik­
lerine kapitülasyonların kaldırılmasını kabul ettirmek için
uğraşıp didinmek zorunda kaldı. Büyük çabalardan sonra
1917'nin Ocak ayında Almanlar kapitalüsyonların kalkma­
sını kabul ettiler. Ama savaştan soma İtilaf devletleri de ka­
pitülasyonları kaldırmayı kabul etmezlerse, Almanlar yeni­
den bunlardan yararlanabileceklerdi. Bunun fazla bir değe­
ri olmadığı açıktı. Yine büyük çabalar sonunda Kasım ayın­
da (1917) nihayet Almanlar yapılan bir antlaşmayla, Os­
manlı'da kapitülasyonları öngören hiçbir antlaşmayı imza­
lamamayı yükümlendiler.
Kapitalistleşmenin Geliştirilmesi: Tam bağımsızlık
hedefine yaklaşabilmek için, bir de toplumun toplumsal-iktisadi yapısının da çağdaş olması, yani kapitalizme geçme­
si gerekiyordu. Bu alanda da, denetleme iktidarı zamanın­
da başlayan çabalar arttırılarak sürdürüldü. Denebilir ki, sa­
vaşın olağanüstü koşullan bu sürece birçok bakımdan yar­
dımcı oldu. Önce şirketleşme sürecine bakalım. 1913'te iki
tane İT'li, Kazım Nuri ve TûpçuoğluNazmi, Kooperatif Ay­
dın İncir Müstahsilleri (Üreticileri) Şirketi'ni kurdular. Ku­
rulan anonim şirketlerin sayılan şöyledir: 1909 'da 3,1910 'da
13, 1911'de 22, 1912'de 8, 1913'te 5, 1914'te 15, 1916'da
15, 1917'de 29. Kurulan anonim şirket sayısının yıldan yıla
çoğalması açıkça görülüyor. 1912 ve 1913 'teki düşüşü Bal­
kan Savaşı'yla açıklayabiliriz. Dikkati çeken nokta, I. Dün114
ya Sav^sı'na rağmen, şirketleşmenin canlılığını sürdürmesidir. Tabii bunun yanında anonim olmayan şirketler vardır.
Bunlardan da birçokları kuruldu. Savaş sırasında gıda işle­
rinden sorumlu olan Kara Kemal, birçok esnafı şirket ola­
rak örgütledi. 1908 'de şirket sermayesinin yalnızca yüzde 3 'ü
yerli iken 1918'debuoranyüzde38'eçıkmıştı. 1913 'te Ada­
pazarı İslam Ticaret Bankası (bugünkü Türk Ticaret Banka­
sı), 1914'te Milli Aydın Bankası (Kazım Nuri ve Topçuoğlu Nazmi tarafından), 1917'de Manisa Bağcılar Bankası ku­
ruldu. 1 Ocak 1917'de büyük bir banka, İtibar-ı Milli Ban­
kası kuruldu. Bu bankaya yalnız Osmanlılar hissedar olabi­
leceklerdi. Bir ticaret bankası olarak kurulmuştu, fakat da­
ha soma Fransız-İngiliz sermayeli Osmanlı Bankası'nm yü­
rütmekte olduğu Merkez Bankası işlevlerini üstlenmesi ön­
görülüyordu. İstanbul işgal edildiğinde, İtilafın çablanndan
biri, bu bankayı baltalamak olmuştu.
Türk toplumunun kapitalistleşmesine katkıda bulun­
mak üzere birtakım önlemler alındı. Daha önce, 1913 'ün so­
nunda Teşvik-i Sanayi Kanunu çıkarılmıştı. Bunda sanayi
için parasız arazi, vergi bağışıklıkları, hükümetin satın al­
malarında öncelik tanımak gibi kolaylık getiriliyordu. Ka­
pitülasyonlara son verildiği için gümrük vergileri az çok is­
tendiği gibi düzenlendi. 1916 Mart'mda Osmanlı ülkesinde
çalışan bütün şirketlere yazışma ve defter kayıtlarında Türk­
çe kullanmak zorunluluğu getirildi. Böylece şirketleri denet­
lemek kolaylaşacak, ayrıca Türkler şirketlerde iş bulabile­
cek, Türk olmayanlar Türkçe öğrenmek zorunda kalacak­
lardı. Ege'deki demiryollarında Türk memur yoktu. Buna
olanak sağlamak üzere, İT'nin İzmir'deki yetkilisi Celal Bey
(Bayar) Haziran 1915 'te Şimendifer Memurları mektebi di­
ye bir okul açtı. Savaşın getirdiği kıtlık şartlan Türk kapita115
üstleri yetiştirmek için kullanıldı. Trenler genellikle askeri
gereksinimlere ayrıldığından, vagon tahsisi alanlar büyük
kârlar elde edebiliyorlardı. Vagonlar Türklere ve özellikle
İT'ye yakın Türklere tahsis edildi.
Türklerin kapitalistleşme sürecine savaş dolayısıyla kat­
kıda bulunan bir durum da Doğu Trakya ve Anadolu'dan bir­
çok Rum ve Ermeninin göç etmesi ya da ettirilmesi olmuş­
tur. Söylendiğine göre Balkan Savaşı'ndan önce Ege Bölgesi'nde Rum olmayan bakkal yok gibiymiş. Pek çok yer­
de ticaret çok büyük ölçüde, zanaatkârlık da önemli ölçüde
Rum ve Ermenilerin elindeydi. Bunların gitmesi, zorunlu
olarak işlevlerinin Müslümanlar tarafından üstlenilmesini
gündeme getiriyordu.
Vehbi Koç'un anılarında Ankara'da kapitalistleşme ve
şirketleşmenin öyküsünü okuyabiliyoruz. Savaşın başında
Osmanlı donanması Karadeniz'e egemenmiş. Ruslar bazı
yeni gemiler hizmete sokunca egemenlik onlara geçmiş. O
zaman Karadeniz ticaretinin karadan yapılması zorunluğu
çıkmış. Mallar trenle Ankara'ya geliyormuş, soma kervan­
la Samsun'a ve kıyıdan doğuya sevk ediliyormuş. Bu saye­
de Ankara'da iktisadi bir canlanma olmuş. Ankara'da Koç 'un
da kimi zaman içinde bulunduğu ve anlaşılan çok kez ÎT'nin
şemsiyesi altında birtakım şirketler kurulmuş.
Biraz da iktisadi düşüncenin gelişmelerine bakalım.
Türkiye'de geniş satışı olan ilk iktisat kitabını Ahmet Mit­
hat Efendi Ekonomi Politik (1880) adı altında yazmıştı. İk­
tisatta himayeciliği savunmuştur. Fakat Mülkiye'de öğretim
üyeliği yapan Sakızlı Ohannes ve Mikail Portakal serbest ti­
caretin savunuculuğunu yapıyorlardı. Öte yandan Ohannes'in öğrencilerinden ve bir Rus lisesinden mezun olan
Kazanlı Musa Akyiğit, Mülkiye'yi birincilikle bitirdikten
116
sonra 1910'a değin Harbiye ve Erkânı Harbiye (Harp Aka­
demisi) mekteplerinde iktisat dersleri verdi. O, Alman ikti­
satçısı List'e dayanarak, himayeciliği savundu. List'e göre
yerli sanayiinin gelişip tutunabilmesi için bir süre korunma­
sı gerekirdi. Hürriyetin ilanından sonra serbest ticaret dü­
şüncesi egemen oldu. İktisat hocası ve İT'nin Maliye Nazı­
rı olan Cavit de bu kafadaydı.
1910 'da Parvus takma adını kullanan ve bir Alman Yahudisi olan Alexander Helphand geldi ve beş yıl kadar Tür­
kiye'de kaldı. İT'nin danışmanlığını yaptı, yazılar yazdı.
Parvus Marksçıydı. İlk kez Türkleri emperyalizm, sömürü
kavramlarıyla tanıştırdı. Düyun-u Umumiye, Reji gibi ku­
rumların ülkeyi nasıl sömürdüklerini açıkladı. Ayrıca köyün
kalkınmasının önemini vurguluyordu.
Savaş sırasında esnaf örgütlenmesini, kooperatifçiliği,
hattâ devletçiliği savunan akımlar İT'nin içinde filizlenme­
ye başladı. Kara Kemal'in çalışmaları bu yönde sayılabilir.
Çok daha anlamlı olan özellikle savaşın son yıllarında ser­
pilen devletçilik akımıydı. Tesanütçülük (dayanışmacılık,
solidarizm) görüşlerinden güç alan bu akımlar ve özellikle
devletçilik, Almanya'daki gelişmelerden besleniyordu. Zi­
ya Gökalp ve Tekin Alp (M. Cohen) bu yönde faal olmuş­
lardı. Gökalp, Manchester iktisadiyatına saldırırken, Tekin
Alp "içtimai (toplumsal) Darwinizm"i mahkûm ediyordu.
117
XIV. I. Dünya Savaşı'nda Olup Bitenler
Savaşın Ana Olayları: Burada sadece savaşın gelişme
ve olaylarına, ayrıntıya girmeden değinilmekte yetinileçektir. 2 Kasım 1914'te Rusya, üç gün sonra da İngiltere ve Fran­
sa'nın savaş ilanıyla, savaş hareketleri başladı. 11 kasımda
Osmanlı Devleti savaş, 23'ünde ise Cihad-ı Ekber ilan etti.
Böylece, bütün İslam âlemi İtilaf Devletleri'ne karşı yürü­
tülecek savaşta İttifak devletlerim desteklemeye çağrılmış
oluyordu. Almanlar ve Avusturyalılar, Avrupa'daki cephe­
lerin yükünün hafiflemesi için, Osmanlı'nın bir an önce ta­
arruza geçmesini istediler. Enver, yardımı sağlamak için
Doğu Anadolu'da Ruslara karşı Sarıkamış, İngilizlere karşı
da Kanal harekatını planladı. Birincisinin kumandasını biz­
zat üstlendi. 18 aralıkta başlayan ve parlak sonuçlar verme­
si beklenen, cüretli Sarıkamış harekâtı 10 Ocak 1915'te fe­
ci bir fiyaskoyla sonuçlandı. Katılan Osmanlı birlikleri ne­
redeyse yok oldular. Ölü sayısının 60.000'den az olmadığı
tahmin edilmektedir. Ölenlerin birçoğu muharebe sonucu
değil, soğuktan, yolsuzluktan, açlıktan, hastalıktan ölmüş. lerdir. Sonuç belli olmaya başladığı sırada dahi, Enver, ta­
arruzda ısrar ediyordu. Enver, sonucu kamuoyundan gizle­
yerek, İstanbul'a döndü. Ayrıca, Almanların istediklerinin
tersi oldu ve Ruslar, karşılarında Osmanlı kuvveti kalmayın­
ca, birçok birliklerini Avrupa cephesine naklettiler.
118
Enver, Sankamış'a gelirken Trabzon'a Yavuz zırhlısı
tarafından getirilmişti. Yenilgiden sonra dönmek için yeni­
den Yavuz'u istemişti. Talat, gemiyi tehlikeye atmamak ba­
kımından Yavuz'un tahsis edilemeyeceğini telleyince, En­
ver, sırtını Almanlara verdiği halde tedirgin oldu. O zaman
bir süredir Sofya'dan kendisine bir komutanlık için başvur­
makta olan Mustafa Kemal'i hatırladı. Aleyhinde bir akım
varsa, Mustafa Kemal'i kırmak pek akıllıca olmazdı. Em­
retti, ona kurulmuş halinde bulunan 19. Tümen Komutanlığı'm verdiler. Rastlantı sonucu, Gelibolu'ya çıkarma yapan
İngiliz kuvvetleri Anafartalar'da bu tümenle karşılaşacak­
lardı. Tümen komutanı olarak Çanakkale Savaşı'na başla­
yan Mustafa Kemal, daha soma burada kolordu, ordu ve or­
dular grubu komutanlığı da yapacaktır.
Öte yandan, Cemal Paşa da büyük hayallerle Kanal ha­
rekâtına girişti. Bahriye Nazırlığı görevi devam etmekle bir­
likte, Şam'daki 4. Ordu Komutanlığıma atandı. Mısır'ı fethedecekmiş gibi konuşuyordu. İyimserler, Türk ordusu Sü­
veyş Kanalı boylarında görülünce Mısır'da isyan çıkacağı­
nı ummaktaydılar. 3 Şubat'ta Kanal'ı aşma girişiminde bu­
lunulur, fakat başarılamaz. Zira, 35.000 kişilik birlik Sina
Çölü'nü aşmak için develerden başka bir taşıta malik değil­
di. Bereket ki, işin umutsuz olduğu anlaşılınca, Cemal Pa­
şa geri dönme emrini verdi.
Rusların, Sarıkamış muharebesi sırasında Osmanlı'nın
başka bir yerden sıkıştırılmasını istemesi üzerine, İngiltere,
Çanakkale harekatım planladı. Fransızların da yardımıyla 19
Şubat 1915 'te Çanakkale 'ye karşı denizden taarruz başladı.
Bu arada Ruslar, İstanbul üzerindeki iddialarının İngiltere
ve Fransa tarafından tanınmasını istiyorlardı. İstanbul ve
Boğazlar dahil, Midye-Enez ile Sakarya Nehri sınırlan ara119
smda Marmara Bölgesi'nin Rus olması kabul edildi. Bu ko­
nuda rekabete tahammülü olmayan Rusya, Yunanistan' m üç
tümen gönderme önerisini, hatta bir ara İtalya'nın İtilafa
katılmasını veto etti. Görülüyor ki, Osmanlı Devleti'nin son
saatinin geldiğine hükmeden Yunanistan ve İtalya, parsa
toplamak için kollarını sıvıyorlardı. İtalya, 26 Nisan 1915
Londra Antlaşması'yla İtilafa katıldı. Bulgaristan ve Ro­
manya da Çanakkale'deki gelişmelere gözlerini dikmiş bu­
lunuyorlardı. Bu iki ülke bu sırada tarafsız olduklarından,
Almanya'dan Türkiye'ye gelen savaş malzemesi pek azdı.
Türkler, Çanakkale'de çok zor koşullarda, bulgur yiyerek ve
yetersiz silah ve cephaneyle bir Ölüm-kalım savaşı verdiler
ve başarılı oldular. Böylece Rusya 'daki Çarlık rejiminin yar­
dımsız kalarak çökmesine, savaşın uzamasına yol açtılar. Ay­
rıca, Türklerin bağımsızlık iradesi, sömürge olamayacakla­
rı kanıtlandı. Nihayet, emperyalizmin yenilmezliğinin bir ef­
sane olduğu pek çarpıcı bir biçimde ortaya kondu. Avru­
pa'nın sömürge imparatorlukları bundan iyice sarsıldı. 18
Mart'ta (1915) İtilaf donanmasının denizden Çanakkale'ye
girmek girişimi başarısızlığa uğradı. Onun üzerine Gelibo­
lu yarımadasında 25 Nisan'da çıkarma yapıldı. Donanma
toplarının bombardıman desteğine ve çok kanlı muharebe­
lere rağmen, İtilaf kuvvetleri Aralık 1915 ve Ocak 1916 ta­
rihleri arasında Gelibolu'yu terketmek zorunda kaldılar.
Özellikle Ağustos 1915'te Anafartalar Muharebeleri'nde
gösterdiği parlak ve yürekli komutanlıkla, Miralay Musta­
fa Kemal, İstanbul'u kurtaran adam olarak tanındı. Türkle­
rin, Çanakkale'de sağlam durduklarına kanaat getiren Bul­
garlar, 6 Eylül 1915'te İttifak'a katıldılar? Sonuç olarak,
Sırplar savaş dışı edildiler ve 17 Ocak 1916'da Orta Avru­
pa'dan ilk tren Sirkeci'ye gelebildi.
120
29 Nisan 1916 'da Türk Ordusu çok büyük bir basan da­
ha elde eder. Irak'ta Kutülamare'de bir süredir İngiliz Gene­
rali Townshend komutasındaki bir orduyu kuşatmış bulunan
Osmanlı ordusu, bunlan teslim olmak zorunda bırakır. Bu
olayın da Türk maneviyatını ne kadar kuvvetlendirdiği tah­
min edilebilir. Fakat bu basan geçici olacaktır, zira Enver,
ülkenin kendi topraklan yeterince dağınık değilmiş gibi,
İran'da da askeri harekât yaptırmaktadır. Sonuç olarak İngi­
lizler toplanırlar ve 11 Mart 1917'de Bağdat'ı alırlar. Doğu
Anadolu'da da durum hiç parlak değildir. 11 Ocak 1916'da
Rus taarruzu başlar. Birkaç ay içinde Erzurum (16 Şubat),
Rize (8 Mart), Trabzon (18 Nisan), Erzincan (25Temmuz)
düşer. Öte yandan, 1-2 Haziran 1916'da, gizlice İngilizlerle
anlaşmış bulunan Mekke Emiri Şerif Hüseyin, Osmanlı'ya
isyan eder. Mekke'yi ele geçirir. Böylece Araplann bir bö­
lümüyle yollann aynlmış olduğu, İttihat ve Terakki'nin ise
Türk ulusçuluğunun örgütü olduğu daha da vurgulanmış
olur.
Savaşın Türklerce ne denli zor şartlarda yürütüldüğü­
nü gösteren en iyi olaylardan biri, Osmanlı demiryollannm
durumuydu. Savaş başladığında Bağdat demiryolu ancak
Tel Abiyat'a (Akçakale) kadar yapılmıştı. Daha kötüsü, tü­
nel yapımım gerektiren, Toroslar'da 37, Amanoslar'da 97 ki­
lometrelik iki bölüm eksikti. Buralarda eşya ve yolculann
bazı geçici dağ yollanndan ve daha çok hayvan sırtında ak­
tarma edilmesi gerekiyordu. İstanbul'dan Bağdat'a en iyi
şartlarda 22 günde gidilebiliyordu. Mütareke'den ancak 21
gün önce, 9 Ekim'de Halep ile İstanbul arasında doğrudan
tren seferleri başlayabilmişti. Doğu Anadolu'da ise hiç de­
miryolu yoktu. Doğu cephesine taşımalar, Ulukışla'dan son­
ra karayolu (!) ile yapılmak zorundaydı. Ruslann yeni savaş
121
gemilerini hizmete sokması dolayısıyla Karadeniz egemen­
liği kısa bir süre soma onlara geçmiş ve deniz yolundan pek
yararlanılmaz olmuştu. Savaşın son yıllarında Osmanlı as­
keri güney cephelerinde genellikle aç ve yalınayaktı. Hay­
vanlar da genellikle aç olduğundan süvarilerden ve koşum
hayvanlarından gerektiği gibi yararlanılamıyordu.
Buna rağmen, yine Almanların Avrupa'daki yükünü ha­
fifletmek için, Alman von Kress komutasında Ağustos 1916
başında ikinci bir Kanal seferi yapılır ve hayli kayıp verile­
rek bir sonuca ulaşamadan geri gelinir. Öte yandan, en seç­
me askerler, en iyi araç ve gereçlerle Romanya (3 tümen),
Galiçya (2 tümen), Makedonya (2 tümen) cephelerine Türk
birlikleri gönderiliyordu (1916 'nm ikinci yansında ve 1917
başlanndan itibaren). Kendi cepheleri dışına hiçbir yere as­
ker vermeyen Bulgarlar, Enver'in oradaki birliklerimizi tef­
tiş etmesine bile izin vermemişlerdir.
Gittikçe kötüleşen bu tabloda birdenbire bir ışık parlar.
Mart 1917'nin ilk yansında Rus başkenti Petersburg ya da
öbür adıyla Petrograd'da savaşın biriken acılan sokak kanşıklıklanna dönüşür. Bu sefer ihtilal rüzgârlan çok kuvvet­
lidir: 15 Mart'ta Çar tahttan çekilir. Büyük Dük Misel' in tah­
ta geçmeye yanaşmaması yeni bir dönemin başladığına işa­
rettir. Kurulan yeni hükümetler, Rusya'yı İtilaf Devletleri sa­
fında ve savaşta tutmaya çabalarlar. Yeni Dışişleri Bakanı
Miliukof'un aklı fikri İstanbul ve Boğazlar'dadır. Onlan el­
de etmek için savaşı sürdürmek gerekir. Oysa, Rus halkının
canına tak demiştir. 16 Nisan 1917 'de Lenin, Almanlann yar­
dımıyla Rusya'ya gelir ve banşı, halkın gıda, köylülerin
toprak ihtiyaçlanm dile getirir. 7 Kasım 1917'de Bolşevik­
ler, yaptıklan bir darbeyle iktidara gelirler. Bolşevikler ilhaksız, tazminatsız banş istediklerini, İtilaf Devletlerinin
122
gizli paylaşma antlaşmalarını reddettiklerini duyururlar. Bu­
nunla da kalmazlar, bu gizli antlaşmaları yayımlayıp hemen
mütarke görüşmelerine başlarlar. 15 Aralık'ta Brest-Litovsk'da Ruslarla mütareke yapılır. Daha mütareke olurken,
Rus askeri, bazen silahım satarak, cepheden ayrılıp köyü­
nün yolunu tatmuş bulunuyordu. Bu gelişmelerin müttefik­
lere derin bir nefes aldırdığı şüphesizdir. Ne var ki, bu geçi­
ci bir rahatlamaydı. Çünkü, bir büyük İtilaf Devleti savaş­
tan ayrılırken, çok daha güçlü başka bir devlet, ABD de sa­
vaşa giriyordu (6 Mart 1917). Gerçi, ABD'nin savaşa hazır­
lıksızlığı ve bu ülkeyi Avrupa'dan ayıran Atlas Okyanusu,
ABD'nin ağırlığını hemen duyurmasına engeldi. Ama bu da
bir zaman meselesiydi. Akıbet kaçınılmaz sayılmak gerekir­
di. Almanya 'da Nisan 1917 'de başlayan grevler ve Temmuz
1917 'de donanmada bir ayaklanma, savaş bıkkınlığının ora­
da da etkili olmaya başladığını göstermekteydi.
Fakat bir süre için olsun, İttifak'm Doğu cephelerinde
şenlik vardı. 12 Şubat 1918'de Türk ordusu ilerlemeye baş­
lar, o ay Erzincan ve Trabzon; martta Erzurum, Ardahan; ni­
sanda Sarıkamış, Van, Batum, Kars alınır. Alındı diyorum,
çünkü Rus ordusunun yerini Ermeni birlikleri alıyor ve inat­
çı bir direnme gösteriyorlardı. 3 Mart 1918'de imzalanan
Brest-Litovsk Barış Antlaşması'yla 93 Harbi'nde kaybedi­
len Kars, Ardahan, Batum sancakları geri almıyordu. Fakat,
Osmanlı ordusunun harekâtı bununla kalmaz. 28 Mayıs
1918'de Azerbaycan bağımsızlığını ilan eder. Kurulan hü­
kümet, kendini Ermeniler, Ruslar ve İngilizler yönünden
tehdit altında gördüğü için, Osmanlı hükümetinden yardım
ister. Böylece, Osmanlı ordusu üç sancakla yetinmez, Azer­
baycan yönünde ilerlemeye devam eder. 15 Eylül'de Bakü
İngiliz işgalinden kurtarılır. Osmanlı ordusu bununla da ye123
tinmez. Daha kuzeye, Dağıstan'a müdahale edip, 6 Ekim'de
Derbent'e girer.
Oysa, savaşın sonu gelmişti. 14 Eylül'de Avusturya, İti­
l a f a barış için başvurdu. 18 'inde Bulgar cephesi yarıldı. Al­
manya'nın Batı cephesinde ve ülkenin içinde durum kötüy­
dü. 20 Eylül 'de Almanlar 14 madde esaslarına göre Wilson'a
başvurmayı kararlaştırdılar. 30 Ekim'de Osmanlı Devleti,
Mondros Mütarekesi'ni imzaladı. Osmanlı ordusunun Kafkasya'daki başarılarına karşılık, Güney cephelerinde durum
bir süredir hayli kötüydü. Irak cephesinde İngilizler Bağdat'ı
aldıklarından beri (11.3.1917), yavaş yavaş Musul yönünde
ilerlemekteydiler. Sina cephesinde de İngilizler demiryolu
ve su boruları döşeyerek ve esaslı hazırlıklar yaparak ilerle­
meye koyuldular. 21 Aralık 1916'da El Ariş'i aldılar. Mart
ve Nisan 1917 'de Osmanlı Ordusu Gazze 'de İngiliz taarruz­
larını durdurdu, fakat 6 Kasım'da cephe yarıldı. 9 Aralık
1917'de Kudüs düştü. Buna ve bu cephede çekilen büyük
yokluklara rağmen, 18 Eylül 1918'e değin Filistin cephesi
dayandı. O tarihte İngilizlerin büyük taarruzu başladı. Araplarca da desteklenen ve üstün kuvvetlerle yapılan bu taar­
ruz, Osmanlı cephesini allak bullak etti. Yeni cephe ancak
Halep'in kuzeyinde ve mütarekeden birkaç gün önce Mus­
tafa Kemal'in komutanlığı altında oluşturabildi. O noktada
Anadolu'nun savunması başlıyordu artık. Şunu da belirtme­
li ki, 1918 yılında Enver, Osmanlı ordusunun hemen bütün
olanaklarını Kafkas cephesine tahsis etmiş bulunuyordu.
Almanların birçok sızlanmalarına yol açan bu tutum, her­
halde geçici dahi olsa, Arapları gözden çıkaran ulusçu bir
karan yansıtıyordu.
E r m e n i Tehciri: Cihan Savaşı başlayınca ve Türkiye
de buna kanşmca, Ermeniler arasında büyük umatlann uyan124
dığı anlaşılıyor. Balkan Savaşı'nda Balkan orduları karşısın­
da bile çözülüveren Türk ordularının Rus, İngiliz, Fransız
orduları karşısında hiç tutunamayacağı, savaş sonucunun
kısa zamanda alınacağı hesap ediliyor olmalıydı. Nitekim,
10 Ocak 1915'te Sarıkamış hezimeti vukubuldu. Ertesi ay
Çanakkale vuruşmaları başladı. 18 Mart zaferine rağmen,
25 Nisan'da Gelibolu'ya çıkarma yapıldı. Fakat, Ermenile­
rin hesaplan bir kez daha yanlış çıktı. Ruslar, başanlanna
rağmen, Doğu Anadolu'nun işgalini çok ağırdan aldılar.
Türk ordusu da Çanakkale'de çözülmedi. Üstelik savaş 4
uzun yıl sürdü, 3. yıl Rusya'da ihtilal oldu ve Rus cephesi
tamamen çöktü. Bütün bunlan hesap edemeyen Ermeniler,
Ruslara yardımcı olmak için 15 Nisan'da Van bölgesinde
ayaklandılar. 18'inde Bitlis, 20'sinde Van içinde kanlı ayak­
lanmalar düzenlediler. Van'daki Ermeni mahallesi uzun sü­
re direndi ve mayıs ortasında Rus-Ermeni birlikleri kenti ele
geçirdiler. Burada da Müslümanlar, toptan kılıçtan geçiril­
di ve Rus himayesinde bir Ermeni devleti kuruldu. Van böl­
gesine 250.000 kadar Ermeni toplandı. Ağustos başında Van
bir kez Osmanlı eline geçtiyse de, tekrar Ruslar geri aldılar.
Türkiye, bu ölüm-kalım mücadelesindeyken Ermenile­
rin bu davranışlan, savaşın başanlması için onlann zararsız
hale getirilmesi gerektiği kanısını verdi İttihat ve Terakki'ye. Böylece Ermenilerin savaş süresince cepheleri etki­
leyebilecek bölgelerden, yani özellikle Doğu Anadolu ve
Mersin-İskenderun bölgesinden çıkanlarak, Irak ve Suri­
ye'nin içlerine yerleştirilmeleri (tehcir) tedbirlerine başvu­
rulmaya başlandı. Ermeni isyanı nisan sonlannda başladı­
ğına göre, mayısta tehcir başlatılmış olmalıdır. 27 Mayıs
1915'te çıkanlan bir muvakkat kanunla orduya tehcir yetki­
si verildi. 30 Mayıs günlü Meclis-i Vükelâ (Bakanlar Kuru125
lu) kararıyla tehcir süresiz oluyordu. Ermenilerin boşalttığı
yerler muhacirlere verilecek, buna karşılık Ermenilere mal
ve mülklerinin karşılığı ödenerek, yerleştirildikleri bölgede
eski düzeylerini bulmaları sağlanacak, yoksul olanlara da is­
kân imkânları sağlanacaktı. Fakat daha sonra, 26 Eylül
1915 'te çıkan diğer bir muvakkat kanuna göre tehcir edilen­
lerin mal ve mülkleri komisyonlarca hazırlanacak mazbata­
lar üzerine mahkemelerce tasfiye olunacaktı. Taşınmazla­
rın evkaf ve hazinece bedelleri ödenecek, taşınırlar satıla­
cak, elde edilen paralar sahiplerine verilecekti.
Ermeni tehcirinin en kötü yönü, yolda başlarına gelen­
lerdi. Açlık, hava şartlan, hastalık, sefalet yüzünden birçok
ölenler oldu. Aynca, yağmacılık ve intikam gibi amaçlarla
bazı yerlerde kendilerine kötülükler yapıldı, öldürüldüler.
Ölen Ermenilerin sayısı konusunda çok çeşitli tahminler
vardır. Ermeniler ve yandaşlan bu sayıyı adamakıllı abarta­
rak, bir milyona kadar vardınyorlar, Shaw'lar ise 200.000
olarak hesaplıyorlar.
Savaş Sırasında Toplumsal Değişmeler: Savaş sıra­
sında İttihat ve Terakki diktatörlüğünün varlığı, daha önce
de değinilmiş olduğu gibi, İttihat ve Terakkimin programı­
nın birçok yönlerinin serbestçe uygulanmasına imkân ver­
di. Yalnız muhalefetten çekinilmediği için değil, din taassu­
bunun da baskı altına alınması sayesinde bu serbestlik elde
edildi. Hele Şerif Hüseyin isyan bayrağını açıktan ve genel
olarak, Araplann savaşa karşı tavırlannm pek olumlu olma­
dığı anlaşıldıktan sonra, dinsel duygulan incitmekten ve bu
yüzden savaş gayretini kırmaktan çekinilmemeye başlandı.
İslamcı Sait Halim'in çekilmesi ve Musa Kâzım gibi geniş
fikirli bir Şeyhülislâmın varlığı da herhalde bu gelişmeyi ko­
laylaştırmış olmalıdır. Savaşın sonraki yıllannda haftalık
126
Sebilürreşat dergisinin iki yıl kapalı tutulması bu diktatör­
ce tavrın bir örneğidir. Böylece, 1916 İttihat ve Terakki
Kongresi'nin karan üzerine bütün Şer'iye mahkemeleri Me­
şihattan (Şeyhülislâmlık) aynlıp Adliye Nezareti'ne bağ­
landı (25.3.1917'de kanun çıktı). Şüphesiz ki bu, laikleşme
yönünde çok önemli bir adımdı ve İttihat ve Terakki'nin
çağdaş, burjuva zihniyetinin bir sonucuydu. Yalnız şuna işa­
ret etmek gerekir ki, işin bu yönü kadar, bu davranışta kapi­
tülasyon düzeninden kurtulmak çabasını da hesaba katmak
gerekir. Zira, ülkede din mahkemeleri devam ettikçe, Avru­
palılara bunu ileri sürerek Türk mahkemelerinin yetkisine
itiraz etmeleri kolaylaşıyordu. Buna benzer cesur bir uygu­
lama, Hukuk-u Aile Kararnamesi'dir (7.11.1917). Kararna­
me, Müslüman olsun olmasın, bütün Osmanlılann aile hu­
kukunu düzenleyen bir sistem getiriyordu. Bu, şeriatın dı­
şında sayılmazdı, zira alman bir fetvaya göre hareket edile­
rek, dört Sünni mezhepten çağdaş hayata en uygun olan ku­
rallar derlenmişti. Zaman zaman, kadını kayıran yeni kural­
lar da getiriliyordu. Müslüman olmayanlar için ise, bazı özel
hükümler konmuştu. Önemli olan diğer bir değişiklik, bü­
yük tartışmalardan soma 1917 Şubatı'nda kabul edilen bir
kanunla, Rûmi takvimle Milâdi takvim arasında varolan 13
günlük farkın kaldınlmasıydı. Böylece, 1 Mart 1917'den iti­
baren, Milâdi ve Rûmi takvimin gün ve aylan özdeşleşiyor,
fakat Rûmi yıl muhafaza ediliyordu (1 Mart 1917 'nin 1 Mart
1333 olması gibi).
Başka bir ıslahat hareketi, 2 Nisan 1917'de çıkarılan
Medaris-i İlmiye Hakkında Kanun'du. Bu kanun ve ona bağ­
lı nizamnameyle medreselerin çağdaş din eğitimi kurumlan haline dönüşmesi için bir sistem getirilmeye çalışılıyor­
du. Ders programlanna müspet ve doğal bilimler, Batı dil127
leri giriyordu. Nihayet, eski Türkçe harfleri Türkçeye daha
uygun kılmak için gösterilen çabalar anılabilir. 191 l'de Türk
Ocağı çevresinde Islah-ı Huruf Cemiyeti kurulmuştu. Hü­
seyin Cahit ise Latin alfabesine gidilmesi fikrindeydi. Sa­
vaştan az önce Enver, ordu içinde, eski Türkçe harflerin bi­
tişik değil de, Latin harfleri gibi ayrı ayrı yazıldığı bir dene­
meye giriştiyse de, bu pek benimsenmedi ve barışta yeni­
den ele alınmak üzere terk edildi.
Kadınların hayatında da önemli değişiklikler oldu. Ba­
kınca, aradaki ilişkinin "günah" olup olmadığı saptanamayacağı için, kadınla erkeğin sokakta birlikte gezemedikleri
bir ülkede, savaşın getirdiği zorunluluklar yüzünden kadın
iş hayatına girdi. Fabrikalarda, dairelerde, sokakta (mesela,
İstanbul'da çöpçülük), tarlada, kadın ister istemez çalışmak
durumundaydı. Ayrıca İttihat ve Terakki'nin de bunu teşvik
ettiğini söylemeye hacet yok. Ordunun himayesi altında Ka­
dınları Çalıştırma Cemiyeti kuruldu. Cemiyet, ordu için üni­
formalar, çamaşır, kum torbalan dikiyordu. Atelyelerinde
6000-7000 kadın günde 10 kuruş yevmiye alıyor ve yemek
yiyorlardı. Zaman zaman 7000-8000 kadın da evlerinde Ce­
miyet için çalışıyorlardı. Cemiyet, para kazanır durumday­
dı. Dahası var. 1. Ordu'da bir Kadın Taburu kuruldu. Bun­
lar tamamen asker gibi yaşıyorlardı, yalnız evli olanlar haf­
tanın 43 akşamını evlerinde geçirebiliyorlardı. Cemiyet,
1917 'nin sonunda bekâr işçilerinin evlenmesini zorunlu yap­
tı ve bunlann münasip kocalar bulabilmeleri için sistem ge­
tirildi. Kadınların bu yıllarda birçok okullara ve Darülfunun'a (Üniversite) girdiklerini de biliyoruz. İstanbul gibi
büyük bir merkezde çarşaf ve peçe devam etmekle birlikte,
kadınlar çok kez artık peçelerini örtmüyorlardı. Bir süre
soma Darülbedayi sahnelerinde ilk Müslüman kadın tiyat­
ro oyunculan rol almaya başladılar.
128
XV. Savaşın Sonu ve Bırakışma
(19 Mayıs 1919'a Değin)
Cephede Yenilgi: 1918 güzünde İtilaf kuvvetleri sava­
şa artık son verecek bir hamle yaptılar. 18 Eylül 1918 'de Fi­
listin'de İngilizler büyük bir taarruz başlattılar. Zaten En­
ver'in bütün ağırlığı Kafkasya'ya vermesi yüzünden güney­
deki cepheler adamakıllı zayıflamıştı. İngiliz taarruzu üze­
rine Osmanlı cephesi paramparça oldu. Cephe Komutanı
Von Sanders çekilmeyi ve Suriye'nin güney sınırına yakın
olan Şam'ın güneyinde cephe oluşturulmasını emretti. Bu­
nun olamayacağını görünce, Humus'ta toparlanılmasmı is­
tedi. Oysa emri altındaki VII. Ordu Komutanı Mustafa Ke­
mal, Suriye'nin kuzey sınırına yakın Halep'e çekilmek üze­
re emir veriyordu. Von Sanders bu açık itaatsizliğin nedeni­
ni sorunca, Mustafa Kemal Suriye'nin bir Arap ülkesi oldu­
ğunu, önemli olanın Türk olan Anadolu'yu savunmak oldu­
ğunu söyledi. Von Sanders bu tür bir gerekçeyle bir ilgisi
olamayacağım söyleyerek Cephe Komutanlığı'ndan çekil­
di. Komutanlık önce fiilen, soma resmen Mustafa Kemal'e
kaldı. Halep'e gelen Mustafa Kemal, evlerden Osmanlı as­
kerinin üzerine ateş edildiğini görünce, yeni cepheyi Halep'in de kuzeyine aldı. Hatay'ı içine alan bu cephe İngiliz
saldırılarına dayandı. Bu, Atatürk'ün deyimiyle, "Türk sün­
gülerinin çizdiği sınır" olacaktır.
129
Filistin taarruzunun başladığı gün (18/9) İtilaf kuvvet­
leri Bulgar cephesine yüklendiler. Cephe yarıldı. Durumu
çaresiz gören Bulgaristan, 26 Eylül'de mütareke (bırakışma)
istedi, 29 Eylül'de mütareke yapıldı ve Bulgaristan savaştan
çekildi. Osmanlı için de durum artık umutsuzdu, çünkü onun batı şaşırması Bulgar cephesiydi. O cephe kalmayın­
ca İtilaf kuvvetleri Trakya'dan İstanbul'a fazla zorlanmadan
yürüyebilirlerdi. Bu durumda ilkokullarda çocuklara belle­
tilen "Çanakkale"de büyük bir zafer kazandık, fakat mütte­
fikimiz Almanya yenildiği için Osmanlı Devleti de yenik sa­
yıldı" formülünün çocuksu gerçekdışılığı üzerinde durmak
gereksizdir sanıyorum. O sıralar Almanya da tükenmiş du­
rumdaydı. Alman Genelkurmayı, Alman kuvvetleri henüz
Fransız ve Belçika topraklarında savaşırken (barış sürecin­
de bunun ona bir üstünlük sağlayacağı umuduyla) banş ya­
pılsın istiyordu. 4 Ekim'de Osmanlı Devleti, Almanya ve
Avusturya-Macaristan, ABD Başkanı Wilson aracılığıyla
banş istediler. 1917 başında Sait Halim'in sadrazamlıktan
çekilmesinden beri o mevkide bulunan Talat Paşa da o gün
istifiasmı Vahdettin'e sundu.
3 Temmuz 1918'de Sultan Reşat ölmüş, yerine Vahdet­
tin (VI. Mehmet) gelmişti. Vahdettin, Reşat'ın tersine, siya­
setle yakından ilgili ve İT'ye düşman bir padişahtı. Abdülhamit derecesinde olmamakla birlikte, o da onun gibi kuş­
kucu ve kuruntalu bir insandı. Örneğin, sarayda cebinde ta­
bancayla dolaştığı söylenmiştir.
ABD, I. Dünya Savaşı'na katılırken ülkücü bir tavırla
bunu yapmış, emperyalist amaçlan reddeden ve bundan
böyle uluslararası anlaşmazlıklann savaşsız çözülmesini
sağlayacak bir örgütün (League of Nations, Milletler Cemi­
yeti) kurulmasını öngören 14 maddelik bir program ilan et130
misti. İttifak Devletleri, barış isterken, Wilson'un aracılığı­
nı istemişlerdi. Wilson bu başvuruyu olumlu karşılarken,
karşılarındaki militarist, yetkeci (otoriter) hükümetler yeri­
ne demokratik hükümetler olduğu takdirde, bunun o ülke­
lerin lehinde olacağını söyledi. Bu sözler, savaşın boşuna çe­
kilmiş büyük acılan dolayısıyla halklann zaten kinlendikleri bu hükümetlerin içinde bir yaprak fırtınası gibi esti. Za­
ten Bulgaristan'da Kral Ferdinand tahttan çekilmiş, yerine
oğlu Boris gelmişti (4/10). Almanya'da İmparator II. Wil­
helm tahttan feragat etti, fakat bu da yetmedi, cumhuriyet
kuruldu (9/11). Avusturya-Macaristan İmparatoru Kari fe­
ragat etti, yerine Avusturya (13/11) ve Macaristan (16/11)
cumhuriyetleri kuruldu. Demek ki saltanat düzenleri teker­
lenip gidiyor, cumhuriyetler kuruluyor ya da en azından taht
değişikliği oluyordu. Her iki ihtimalin de Vahdettin için son
derece tatsız olduğu açıktı. Herhalde Vahdettin, 1918 'de, sa­
vaşın sonundan ancak birkaç ay önce tahta geçmiş olmak iti­
barıyla, savaş ve savaş sırasında olup bitenlerle ilişiği olma­
mak bakımından kendini teselli ediyor olmalıydı. Ama so­
nunda, büyük bir ölçüde Vahdettin'in yanlış siyaseti yüzün­
den, hem Vahdettin tahtından olacak, hem de Türkiye'de
cumhuriyet kurulacaktı.
izzet Paşa Hükümeti: 14 Ekim'de İzzet Paşa Hüküme­
ti kuruldu. Bu hükümette iki İT'li, Cavit ve Hayn Beyler ve
iki eski İT'li, Rauf (Orbay) ve Fethi (Okyar) görev almıştı.
Bu bir çeşit denetleme iktidan modeline dönüş sayılabilir­
di. Güneyde cephede bulunan Mustafa Kemal, İstanbul'a
telgraf çekerek yine İzzet Paşa başkanlığında ve aşağı yukan aynı adlardan oluşan bir kabine önermiş ve Harbiye Ne­
zareti için de kendini uygun görmüştü. Oysa kurulan kabi­
nede İzzet Paşa Harbiye Nezareti'ni kendisi üstlenmişti. İz131
zet, Mustafa Kemal'i avutmak için çektiği telde, bulundu­
ğu görevin can alıcı önemini ve barıştan soma birlikte ça­
lışmak umudunu dile getiriyordu. Anlaşılan, Vahdettin Mus­
tafa Kemal'i istememişti. Mustafa Kemal ise rakibi Enver'in
artık devre dışı kaldığı ortamda herhalde kendisini Harbiye
Nazırlığı için doğal aday görüyordu. Böyle düşünmesinin
bir nedeni de, Vahdettin'le olan ilişkisiydi. Savaş sırasında
(1917 sonu), henüz Veliaht iken, Almanlar Vahdettin'i cep­
heleri gezmesi için çağırmışlar ve Mustafa Kemal de bu ge­
zi sırasında yaverlikle görevlendirilmişti. Bu yakınlıktan ya­
rarlanan Mustafa Kemal, Almanya dönüşü sırasında, Al­
man prenslerinin komutanlık yapmalarını örnek göstererek,
onun da bir komutanlık, hem de İstanbul'a egemen olan I.
Kolordu Komutanlığı'nı istemesini telkin etmişti. Vahdet­
tin bu işten anlamadığını söyleyince (Almanya'daki prens­
ler, Harbokulu dahil, doğru dürüst öğrenim görüyorlardı),
Mustafa Kemal bunun sakıncası olmayacağı, kendisinin ko­
lordunun kurmay başkanlığım yapabileceği yolunda yanıt
vermişti. Bu, gerçekleşmedi, fakat belki aradaki yakınlığın
bir göstergesi sayılabilecek bir söylentiye göre Vahdettin
Mustafa Kemal'in kızı Sabiha Sultan'la evlenmesini öner­
miş, Mustafa Kemal kabul etmemiş.
Bu sırada İngiltere'de, Osmanlı Devleti için çok olum­
suz hesaplar yapılmaktaydı. Britanya İmparatorluğu "üze­
rinde güneşin batmadığı" (çünkü dünyanın her köşesinde sö­
mürgesi vardı) bir imparatorluktu. Yalnız Hindistan sömür­
gesinin nüfusu, İngiltere nüfusunun yaklaşık 10 katıydı.
Böyle bir imparatorluğu ayakta tutabilmek için İngilizlerin
(ya da genel olarak sömürgecilerin) kullandıkları yöntem­
ler vardı. Bir yöntem "böl ve yönet" yöntemiydi. Örneğin
Hindistan'da Hindu ve Müslüman, Filistin'de Arap ve Ya132
hudi, Kıbrıs'ta Türk ve Rum birbirlerine düşman ediliyor­
du. Diğer bir yöntem, yoğun bir "Size uygarlık getiriyoruz,
biz olmasak gerilik içinde ve kötü yönetim altında olurdu­
nuz" propagandası yapmaktı. Üçüncü bir yöntem en ufak bir
kıpırdanışı ağır biçimde cezalandırarak sömürge halkının gö­
zünü yıldırmaktı. Osmanlı gibi "Avrupalı olmayan", "sömür­
ge olmaya aday" bir ülkenin İngiltere'yi Çanakkale ve Kutülamare'de iki ağır yenilgiye uğratmış olması, o imparator­
luğun fiyakasını fena halde bozmuştu. Onun için Osmanlı­
ların ağır bir biçimde cezalandırılması gerekiyordu.
Türkiye'de ise bu tutumdan habersiz, bambaşka ve iyim­
ser havalar esmekteydi. Kimileri Çanakkale zaferi sayesin­
de Çarlığın çöktüğünü hatırlatıyor ve demokrasiye yapılan
bu "hizmet" için aferin bekliyordu. Oysa, Çarlığın yerine ge­
len Sovyet düzeni kapitalist dünya tarafından Çarlıktan be­
ter görülmekteydi. Ama asıl Osmanlı iyimserliğinin gerek­
çesi şu oluyordu. Osmanlı Devleti, Almanya ile ittifak kur­
muşta, çünkü Rusya karşı taraftaydı. Yoksa Osmanlı'nın ge­
leneksel yakınlığı İngiltere ve Fransa ileydi. Şimdi Alman­
ya yenilmişti, Rusya da komünist olduğu için bütün Avru­
pa tarafından reddedilmişti. Artık geleneksel İngiliz ve Fran­
sız dostluğunun, hatta Kırım Savaşı'ndaki gibi bir ittifakın
(Sovyetler'e karşı) zamanıydı.
Saray'ın Hesapları: Şimdi de Saray'ın durumuna ba­
kalım. Vahdeddin daha şehzadeyken siyasetle yakından il­
gilenmişti. Onun İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti ve Derviş
Vahdeti ile ilişkili olduğuna dair işaretler vardır. Ayrıca Hür­
riyet ve İtilaf (Hİ) hareketiyle de ilişkili olabileceğini tah­
min etmek zor değildir. Vahdettin'in kız kardeşi Mediha
Sultan Damat Ferit Paşa ile evliydi ve enişte-kaymbiraderin
bir zaman yakın ilişkileri olmuştur. Hİ'nin ilk genel başka133
nmın D, Ferit olduğu yukarda söylenmişti. Muhalefetle olan
bu yakın ilişkiler Vahdettin'in İT karşıtlığını gösteriyordu.
Hemen belirtelim ki, Osmanlı hanedanı içinde İT'den yana
kimse yoktu. Sultan Reşat İT'den yana değildi. Yalnızca si­
yasetle pek ilgili değildi ve çekingen bir insandı. Tabii şu­
nu da söyleyebiliriz. Osmanlı hanedanı içinde demokrasi
yanlısı kimse olmamıştır bildirim kadarıyla (en azından
1922 öncesinde). Vahdettin'in İT'ye karşıtlığı ve muhalefe­
te yakınlığı da demokratik bir öğe içermiyordu. O, muhalif­
liği 'siyaset gereği' İT'ye karşı olmak için yapıyordu. Yok­
sa bütün hanedan gibi temel tercihi mutlakiyet düzeniydi.
Vahdettin İT karşıtı olmasaydı da öyle görünmek zo­
rundaydı. Avrupa ve özellikle İtilaf kamuoyu İT'ye öncele­
ri sömürge imparatorlukları için dinamit olan tam bağımsız­
lık tutumu yüzünden düşmandı. Sonra bu büyük 'günaha'
Ermeni tehciri de eklendi. Böyle İttihatçılık komünistlik gi­
bi büyük bir bela olarak görülmeye başlandı. Vahdettin bu
nedenle hem tahtta kalabilmek, hem de Osmanlı için hafif
barış şartlan elde edebilmek için olduğunca İT karşıtı gö­
rünmek zorundaydı.
Yukarda Vahdettin'in kuşkucu ve kuruntulu tabiatına
değinmiştim. Bunun sonucu olarak, herhalde, o akraba dev­
let adamlanyla çalışmayı yeğlemiştir. Bunun içindir ki, ılım­
lı bir siyaset gütmek istediği zaman, dünürü Tevfik Paşa'yı
görevlendirmiştir. Paşa'mn oğlu, padişahın kızı Ulviye Sultan'la evliydi. Sert siyaset gütmek istediği zaman da enişte­
si D. Ferit'i öne sürmüştür. Eğer Sabiha Sultan söylentisi
doğruysa, ihtimal Vahdettin damatlık ilişkisini Mustafa Ke­
mal'le çalışmanın şartı ve güvencesi olarak görüyordu.
Vahdettin'in neler düşünmekte olduğunun bir belirtisi,
Ayan Meclisi üyesi olan D. Ferit'in 19 Ekim 1918 günü
134
Meclis'te yaptığı bir konuşma olabilir. Paşa, o konuşmada
iki türlü hükümet olduğunu söylemekle söze başlamıştı: Hükümet-i avam (halk hükümeti) ve hükümet-i havas (seçkin­
ler hükümeti). Paşa'ya göre birincisi kötü bir hükümet yö­
netimiydi, ikincisi de çok iyi. Paşa'ya göre 1909 Kanun-u
Esasi değişikliği Osmanlı'yı parçalayan süreçten sorumluy­
du. Dikkat edilirse, Paşa meşrutiyet ilkesine ve 1876 Kanunu Esasisi'ne doğrudan itiraz etmiyordu. Bunun pek içten ol­
madığını, yani meşrutiyete herhangi bir bağlılıktan kaynak­
lanmadığını sanıyorum. Wilson'un demokrasi rüzgârları es­
tirdiği bir zamanda meşrutiyeti topyekûn hedef almak, hiç
de akıllıca olmazdı.
Görülüyor ki, I. Dünya Savaşı'nm sonunda Türkiye ya
da Türk toplumu iki türlü takvimi geriye çevirme çabasıyla
karşı karşıyaydı. Saray, savaşın sonucu dolayısıyla İttihatçı­
lığın ülkede ve dünyada gözden düşmüş olmasından yarar­
lanarak, meşrutiyeti en azından esaslı biçimde budamak,
başarabilirse tümüyle kaldırıp mutlakiyete dönmek niyetin­
deydi. Yani bir karşı-devrim söz konusuydu. Öte yandan,
mağrur galipler olarak Osmanlı'ya gelmeye hazırlanan İti­
laf Devletleri de kapitülasyonları, belki daha da ağırlaştıra­
rak, geri getirmek istiyorlardı. Yani, Osmanlı Devleti yeni­
den yan-bağımlı hale düşürülecekti. Birincisi takvimi
1908'e, hatta 1907'ye, ikincilerde 1913'e, hatta 1907'ye dö­
nüştürmek istiyorlardı. Oysa takvimler kolay kolay geri dön­
mez, olmuşu olmamış yapmak kolay değildir. Üstelik ki
Türk toplumu 1908'den 1918'edeğin, başlangıç niteliğinde
de olsa, devrimsel değişiklikler yaşamıştı. 1918 'de Türk top­
lumu artık başka bir yere gelmiş bulunuyordu. Kurtuluş Sa­
vaşı'nm konusu, karşılaşılan bu iki takvimi geri çevirme ha­
rekâtım kan ve ateşle durdurmak olmuştur.
135
Mondros Bırakışması: 4 ekimde barış istenmişti. 30
Ekim 1918 günü Limni Adası'nm Mondros Limanımda bı­
rakışma (mütareke) anlaşması imzalandı. (Mütareke sözcü­
ğünün öz Türkçe karşılığı bırakışmadır. Bence mütareke
karşılığı ateşkes sözcüğünü kullanmak uygun değildir, çün­
kü ateşkes, düşman tarafların anlaşarak her türlü ateşi kes­
meleri durumunu anlatır. Örneğin, ortak dinsel bayramlar­
da, yılbaşında, ölü askerleri gömmek gibi nedenlerle ateş­
kes yapılabilir. Oysa mütareke ya da bırakışmanın, barış
yapmak amacıyla yapılmış bir ateşkes olmak itibarıyla bir
özelliği vardır.) Osmanlı tarafını Bahriye Nazırı Rauf, İtilaf
adına İngiliz tarafını ise Amiral Calthorpe (birçok Türk kay­
naklarında Galtrop) temsil ediyordu. Antlaşmanın birçok
maddesi vardı. En önemlileri, Boğazların açılması ve İtila­
fın güvenliği için Osmanlı ülkesinin istediği noktalarını iş­
gal edebilme hakkıydı (md. 7). Boğazların açılması demek,
Osmanlı başkentinin İtilaf donanma (ve ordularının) dene­
timine girmesi demekti. Rauf İstanbul'a gelecek İtilaf do­
nanmasında Yunan gemilerin bulunmamasını istediyse de,
bunu antlaşmaya sokamadı. İtilaf, gerekçe gösterme gerek­
sinmesini bile duymadan, başta İstanbul olmak üzere Doğu
Trakya, Boğazlar, Musul, Çukurova bölgesi ve çevresi, Ha­
tay, Antalya gibi yerleri işgal ettikten başka, önemli nokta­
lara küçük birlikler ve/ya da denetim (kontrol) subayı adını
taşıyan görevliler yerleştirdi (Eskişehir, Samsun, Konya,
Trabzon, Erzurum gibi yerler). Osmanlı ordusuna yoğun bir
terhis ve silahsızlandırma uygulaması yapıldı. Silah ve cep­
haneler koruma altmdaki depolara konuluyordu. Bazen de
tüfek mekanizmaları, top kamaları sökülerek işe yaramaz ha­
le getiriliyordu.
Özellikle ilk zamanlarda İngilizler ve Fransızlar Türk136
lere sömürge halkı muamelesi yapmaya çalıştılar. Zaman za­
man Türklere küstahça davranmakta birbirleriyle yarıştılar.
Kamu binalarının, hatta özel evlerin boşaltılması için 24 sa­
at gibi süreler tamdılar. Azınlıklardan yana olduklarını bel­
li etmek için, onların Türklere karşı ölçüsüz davranışlarını
özendirdiler. Onları Türklere karşı da kullandılar (Çukuro­
va bölgesinde Fransız hizmetinde Ermeni Lejyonu, İstan­
bul'da İngiliz polisi için çalıştırılan azınlıklar gibi). Oysa bu,
azınlıklara da kötülüktü. Çünkü kendileri bir gün çekip gi­
deceklerdi ve bu toprakların insanları yine baş başa kalacak­
lardı. İtalyanlar'ın işgali daha uygarcaydı, hatta kendilerini
Türk halkının gözünde sevimli gösterecek davranışlar gös­
termeye çalıştılar. Fransızlar, İngilizlerden yollan aynlınca
önceki davranışlanndan vazgeçtiler. Sanıyorum, İngilizler,
özellikle Sakarya zaferinden soma, daha ılımlı davranışlar
benimsediler. Yunan işgali ise yeri geldikçe işaret edileceği
üzere, çok zalimceydi.
Mustafa Kemal İstanbul'da: Mondros Mütarekesi im­
zalanınca 1 kasım gecesi İT'nin A takımı' diyebileceğimiz,
Talat, Enver, Cemal paşalar, Dr. Nazım, Bahaettin Şakir gi­
bi kişiler bir Alman gemisiyle Rusya'ya kaçtılar. Muhale­
fet, kaçmalanndan hükümeti sorumlu tutarak büyük tepki
gösterdi. Vahdettin de İzzet Paşa hükümetinin İtilafı karşı­
layacak uygun bir hükümet olmadığını düşünüyordu. İT 'den
önce kopmuş olan eski komşusu Ahmet Rıza'yı araya ko­
yarak, hükümetin istifası için yoğun bir baskı başlattı. İzzet
bu baskıya dayanamayarak istifa etti. Yerine partiyle ilişki­
si olmayan, yaşlılardan oluşan bir Tevf ik Paşa hükümeti ku­
ruldu (11/11). Tevfik'in kendisi bu sıra 73 yaşındaydı. 13
kasım günü Yunan Averof zırhlısı dahil, 100 kadar büyük
savaş gemisinden oluşan bir İtilaf donanması İstanbul'a ve
137
e
Osmanlı'ya gövde gösterisi halinde geldi. Rastlantı olarak,
Türkiye'nin kurtuluşuna önderlik edecek adam da o sırada
Haydarpaşa'da trenden inmekteydi. Cepheden yeni gelen
komutana, donanmanın gelişi dolayısıyla vapur seferlerinin
durdurulduğu bildirildi. Bir sandalla zar zor Rumeli yaka­
sına geçti ve ayağının tozuyla İzzet Paşa'yı ziyarete gitti.
Mustafa Kemal'e göre İzzet'in istifa etmiş olması büyük bir
yanlıştı. Bu bunalımlı dönemde hükümet 'eskilerin' elinde
olmamalıydı. İzzet yeniden hükümet olmalı, kendisi de Har­
biye Nazın. İzzet bu görüşü kabul etti.
18 kasımda Meclis'te Tevfik Paşa hükümetinin progra­
mı okunacaktı. Sivil giyinen Mustafa Kemal Meclis'e gele­
rek birçok mebuslarla görüştü ve onlara güvenoyu verilme­
mesi gerektiğini anlattı. Görüştükleri, ona hak verir gibi gö­
rünüyorlardı. Ne var ki, oylamada hükümetin güvenoyu al­
dığı görüldü. Bu Meclis 1914 seçimlerinde oluşmuştu ve tah­
min edileceği üzere İT'li bir bileşimi vardı. Fakat belki Mus­
tafa Kemal'in sandığı gibi 'sahipsiz' bir Meclis değildi. İT
5 kasım 1918'de son bir kongre yapıp kendini dağıtmış ve
yerine Teceddüt Fırkası kurulmuştu (9/11). Fırkanın başın­
da da Cavit vardı. Bundan sonra Mustafa Kemal'in Cavit'le
işbirliği yaptığını görüyoruz. Bu sayede bir istizah (genso­
ru) önergesi hazırlandı. 21 aralıkta gensoru görüşülecekti.
O gün Tevfik Paşa gelip hükümetin yapıp etmelerini açık­
layan bir konuşma yaptı. Sonunda tartışmaya fırsat verme­
den Padişahın bir iradesini okudu. Padişah Meclis'i dağıtı­
yordu. Herkes dehşet içinde kaldı. Anlaşılan, böyle bir şey
hiç tahmin edilmiyordu. Çünkü 1914'te seçilen Meclis 1914
Osmanlı ülkesini temsil ediyordu. Bütün Anadolu'dan ve bü­
tün Osmanlı Arap ülkelerinden (Yemen, Hicaz, Filistin, Su­
riye, Irak) mebuslar vardı. Yeniden yapılacak bir seçimle
138
Arap ülkeleri ve büyük ihtimalle (nitekim öyle oldu) Ana­
dolu'nun işgal altındaki yerlerde seçimin yürütülmesine izin
verilmeyecekti. Başka bir deyişle, 1914 Meclis'i 'dağıtılamayacak', dağıtılmaması gereken bir Meclis'ti, meğer ki
Padişah ve/ya da hükümet meşrutiyete karşı olsun. Ne ya­
zık ki, bu son şık doğruydu. Ama hemen herkes o zamana
değin bu durumdan gafildi, zira Vahdettin gerçek niyetleri­
ni gizlemek hususunda pek ustaydı.
Vahdettin kısa bir zaman sonra, Tevfik Paşa hüküme­
tinden hoşnutsuz kalmaya başladı. Kabine beklendiği den­
li İngilizci değildi, İT aleyhinde (savaşa girmek, yolsuzluk­
lar, tehcir başlıca suçlamalardı) kovuşturmaların yeterince
canlılıkla yürümesini sağlayamıyordu, iktidar ve intikam
hevesleri içinde bulunan Hürriyet ve İtilaf Fırkası'nm (Hİ)
pek çok şikâyeti vardı. Böylece Vahdettin hükümetin çekil­
mesini sağladı ve yerine içinde bazı Hİ 'lilerin bulunduğu ve
Hİ'nin desteklediği bir Damat Ferit Paşa hükümeti kuruldu.
Yeni hükümet hem İngilizlere yaranmak, hem İT'lilerden
nefret ettiği için geniş çapta tutuklamalar yaptı, ÎT'liler aley­
hinde kovuşturmaları hızlandırdı. Sonuç olarak Ermeni tehcirindeki davranışlarından ötürü eski Boğazlıyan (Yozgat)
Kaymakamı Kemal Bey asıldı (10/4). Bu hükümet zamanın­
da Karadeniz'e asayiş sorunlarını çözmek için Mustafa Ke­
mal'in gönderilmesi söz konusu oldu. Böylece hem sorun­
lar çözülür, hem de hükümet bakımından 'sivri' bir kişilik
İstanbul'dan uzaklaştırılmış olurdu. Mustafa Kemal de za­
ten İstanbul'da bir şey yapılmayacağını anlamış bulunuyor­
du. Arkadaşları Kâzım Karabekir ve Ali Fuat (Cebesoy) bir
süredir Anadolu'daydılar. Karabekir, karargâhı Erzurum'da
bulunan 15. Kolordu'nun (KO) komutanıydı ki, Osmanlı
kolorduları içinde savaş gücünü koruyabilmiş tek kolorduy139
du. Ali Fuat, karargâhı Ankara'da bulunan 20. KO komuta­
nıydı. Karadeniz'deki sorun şuydu: Bölgede Rum've Türk
eşkıya çeteleri geziyordu. Türk çetelerini yakalamak ya da
dağıtmak büyük bir sorun değildi. Rum çetelerini temizle­
mek ise nazik bir sorundu, çünkü işin içine İngilizler de gi­
riyorlardı. 9 Mart 1918'de İngilizler Samsun'a 200 askerlik
bir birlik çıkarmışlardı. Mustafa Kemal'e verilen görev 9.
Ordu Müfettişliği'ydi (yeni bir ordu örgütlenmesi dolayısıy­
la kısa süre soma görevi 3. Ordu Müfettişliği olacaktı). 15
Mayıs günü, hareket etmeden önce, veda etmek üzere Ba­
bıâli'ye gittiğinde, oranın altüst durumda olduğunu gördü.
Yunanlılar İzmir'e çıkmışlardı.
İzmir'in İşgali: Gerçekten de Paris Barış Konferan­
sı'nda bu karar alınmıştı. O sırada İtalyanlar Konferansı
boykot ediyorlardı, çünkü umdukları paylan Konferans on­
lara vermiyorlardı. İtalyanlar olsaydı, Yunanlılann İzmir'e
çıkarılmasına herhalde itiraz ederlerdi, zira İzmir'de onlann
da gözü vardı. Bu iş İngiliz Başbakan Lloyd George'un ite­
lemesiyle olmuştu. İngiliz yönetimi Osmanlı'nın örnek bir
cezaya çarptınlmasını istiyordu, fakat İzmir'i Türklerden al­
mak fazla ileri gitmek olurdu. Bu durumda Türkler ayakla­
nabilir, Hint Müslümanlan (ve onlarla dayanışma yolunu
yeğleyen hindular) hoşnutsuzluk gösterebilirlerdi. Kaldı ki,
oradaki İngiliz demiryolu şirketi de Ege 'nin Yunanlılara ve­
rilmesiyle pazann bölüneceğini, bundan zarar göreceğini
söylüyordu. Ne var ki George, bu işte adeta kişisel bir dava
güdüyordu. Gençliğinde hayli sofuydu, papaz olmak istemiş­
ti. Sonra Gladstone'un Liberal Partisi'ne bağlıydı ki, Türk
düşmanlığı o partinin belirgin niteliklerindendi. Aynca, bir­
çok Rumlarla ilişkileri var. Bunlardan biri Sir Basil Zaharoff 'tu. Muğla kökenli bu adam, tam anlamıyla "köşeyi dö140
nerek" dünyanın sayılı silah ve sanayi şirketlerinden Vickers
Armstrong'un başına geçmişti. Savaşın ilk bölümünde GeorgeOrdu Donatım Bakanlığı yapmış, o sırada da Zaharofî'la esaslı işler yapılmıştı. İşte George, İngiliz olmaktan
çokkişisel bir siyaset güderek, Barış konferansı'nda Atina'da
bulunan bir arkadaşının mektubundaki, güya Ege'de Türk­
lerin Rumlara eziyet ettikleri dedikodusunu öne sürerek bu
karan aldırmıştı.
Karann Türkleri gafil avlayarak uygulamaya sokulma­
sı için Amiral Calthorpe izmir'e gitmişti. Damat Ferit ikti­
dara geldiğinde orada bulunan 17. KO'nun komutanı ve Va­
li Vekili Nurettin Paşa'ydı (Sakallı). Nurettin gayretli, kişi­
likli bir insandı. Ferit onu her iki görevinden alarak komu­
tanlığa İT'lilerin zamanında işe yaramaz diye emekli edil­
miş olan yaşlı Ali Nadir Paşa'yı, valiliğe de Tevfik Paşa ka­
binesinde nazırlık yaparken hükümet toplantılannda olup bi­
tenleri İngilizlere yetiştirdiği söylenen İzzet Bey'i (Kambur)
getirmişti. Calthorpe İzmir limanında bulunan İngiliz donan­
masının komutanı olarak 14 mayıs sabahı İzzet'e bir nota
vererek İzmir tabyalannın İtilaf kuvvetleri tarafından işgal
edileceğini bildirdi. İzzet buna olumsuz tepki göstermediği
gibi, olumlu sayılabilecek bir biçmide karşıladı. Calthorpe
ilk işi pürüzsüz çözdükten soma, akşam daireler dağıldık­
tan sonra, ikinci bir nota vererek ertesi sabah Yunanlılann
İzmir'i işgal edeceklerini bildirdi. Birinci notayı normal kar­
şılayan İzzet, bu sefer telaşlandı. Ama telgrafla ulaşabilece­
ği İstanbul'da da daireler kapanmıştı. İzet'in bir Yunan iş­
galine direnmek için ne kişiliği, ne de ideolojisi elverişliy­
di. Ali Nadir'in de öyle. Nurettin Paşa'nm her iki görevden
alınıp yerine bu tür adamlann gönderilmesi İzmir'i bir işgal
durumunda 'yumuşak' bir hedef haline getirme niyetini sez-
141
diriyor. Evet, muhtemelen İzmir bu biçimde 'yumuşatılmak'
istenmiştir, ama bir İtilaf işgali için mi, yoksa bir Yunan iş­
gali için mi? Önce İzzet'in, sonra Ferit'in telaşlan, ikinci ola­
sılığı pek beklemediklerini gösterir gibidir.
Yunan işgalinin önemi abartılamaz. Güneyde İngiliz,
Fransız, İtalyan, Doğu Trakya'da Fransız, İstanbul'da ortak
bir işgal durumunu Türkler görmüşlerdi. Ne denli sömürü­
cü ve haysiyet kinci olursa olsun, Avrupalılann işgalleri, hat­
ta sömürgeleri genellikle yerli insanlann yaşam haklanm ve
ilerisi için kurtuluş umudunu tümden kaldırmıyordu. Oysa
Yunan işgali ya da yönetimi bambaşka bir şeydi 19. ve 20.
yüzyıl Balkan ulusçuluğu tarihi, bu ulusçuklann gölgesin­
de Müslümanlann yaşayabilmelerinin, bannabilmelerinin ne
denli zor olduğunu çok çeşit örnekleriyle göstermişti. (Gü­
nümüzde "etnik temizlik" uygulamalan bölgedeki aynı zih­
niyetin uzantısı sayılabilir.) Türkler bunlan yaşamışlardı ve
ne denli savaş yorgunu olurlarsa olsunlar, böyle bir tehdit
onlan yeniden silaha sanlmaya götürebilirdi. Atatürk'ün İz­
mir'in işgalinden önce ne gibi planlar kurduğunu bilemiyo­
ruz. Ama şu muhakkaktır ki, bu olay, bütün kurtuluş süre­
cini hızlandırıyor, durumunu, tabir caizse, 'olgunlaştınyor­
du'. İzmir'in işgali olmasaydı herhalde çok daha sabırlı ve
uzun vadeli bir mücadele yolu seçilecekti.
Necip Fazıl Kısakürek'in Vatan Haini Değil, Vatan
Dostu Vahidüddin adlı kitabında yazmış olduğu bir iddia
vardır. Güya Vahdettin, Mustafa Kemal'i ulusal bir müca­
dele yürütmek için görevlendirmiş, hatta eline bir hatt-ı hü­
mayun ve 20.000 lira vermiş. Bir kez hatt-ı hümayunu gö­
ren yok. Olsaydı, Mustafa Kemal Ulusal Mücadele'nin özel­
likle ilk dönemlerinde, bundan yararlanmaz mıydı? Atatürk
ve arkadaşlannm bol paralan olduğuna dair bir işaret de
142
yoktur. Nitekim Erzurum'dan Sivas'a giderken para bul­
makta zorlanmışlardır. İkincisi, Vahdettin söylenenleri yap­
mış olsa bile bu onun kişiliğini ne denli kurtarabilir? Zira
daha sonra yaptıkları meydandadır. Ziya Paşa'nm dediği gi­
bi "âyinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz." Atatürk, Vahdettin'e 15 mayıs günü veda için gittiğinde, kendisine "Paşa,
bu memleketi sen kurtaracaksın" dediğini anlatır. Bunu,
Mustafa Kemal'in Karadeniz'de asayişi sağlayarak oraya da
bir Yunan çıkartmasının yapılmasını önleyebileceği biçi­
minde anlamak gerekir sanıyorum.
15 mayıs sabahı Yunanlılar İzmir'e çıktılar. Bir yunan
birliği Kordon boyunda yürümeye başlıyor. Konak Meydanı'na geldiğinde Hasan Tahsin (asıl adı Osman Nevres) bir­
liğin başında yürüyen sancaktan vuruyor, kendisi de orada
vurulup ölüyor. Hasan Tahsin eski Teşkilat-ı Mahsusacı bir
silahşordu. Balkan devletlerinin ittifak kurmalan için çalış­
mış olan İngiliz Buxton kardeşleri Romanya'da vurup yara­
lamıştı. Hasan Tahsin kendini feda ederek, herhalde, silah­
lı mücadeleden başka yol olmadığım anlatmak istemişti. Fa­
kat Yunan askeri onu orada öldürmekle kalmadı. Her türlü
disiplini bir yana atarak, İzmir'in Müslüman mahallelerine
daldı, iki gün süreyle her çeşit rezaleti yaptı. O gün 2000 ka­
dar Türkün öldürüldüğü öne sürülmektedir. Ali Nadir bütün
askerini kışlaya toplamış, bekliyordu. Yunan askeri geldi,
kışlayı ateşe tuttu. Kışladan beyaz teslim bayraklan çıkanldığı halde uzun zaman ateşi sürdürdüler. Ondan soma, baş­
ta Ali Nadir, askeri elleri havada Kordon boyundan yürüte­
rek bir geminin ambanna attılar. Yolda Türk subaylara "Zito Venizelos" (Yaşasın Venizelos) diye bağırtıyorlardı. Bağırmadığı için, Kurmay Albay Süleyman Fethi Bey'i dipçik
ve süngüyle öldürdüler. Bütün bunlar Hasan Tahsin yüzün-
143
den mi olmuştu, yoksa Yunan askeri bunları yapmak üzere
mi şartlandınlmıştı?
İkinci olasılık daha baskın görünüyor. İzmir olayların­
dan sonra Yunan işgalinin Ege Bölgesi'ne yayılışı sırasında
bir süre büyük olay çıkmadı. Hatta bazı Akhisarlılann, ihti­
mal Yunan işgalinde hayatlarını, işlerini güçlerini eskisi gi­
bi sürdürebilmek umuduyla işgal askerini Yunan bayrakla­
rıyla karşıladıkları söylenir. Ama Yunan askeri Bergama'ya
gelince, oralılar silahla karşı koydular ve kasabalarına sok­
madılar. Yine İzmir'deki gibi bir tepki oluşta. Yunanlılar o
hırsla Menemen'e gidip, oranın eşrafından 10 kişi bulup öl­
dürdüler. Kentte de birtakım rezaletler yaptılar. Menemen­
lilerin Bergama'yla, Süleyman Fethi'nin ve İzmir'de öldü­
rülen insanların Hasan Tahsin'le ne ilişkisi vardı? Galiba Yu­
nan askerinin gözünde hepsi Türktü ve hepsi en kötü mu­
amelelere layıktılar. Bu birçok bakımdan ırkçı sayılabilecek
bir davranıştı. (Yunan davranışının şu ya da bu ölçüde din­
sel yobazlıktan kaynaklanmış olabileceğini de hesaba kat­
mak gerekir.) İzmir uluslararası ticaretin önemli bir kentiy­
di. Limanda İtilaf devletlerinin gemileri vardı. Olaylar dün­
yanın gözü önünde cereyan ettiği halde, İngiltere'nin en cid­
di gazetesi sayılan The Times günlerce bu olaydan hiç söz
etmedi. İtilafın tepkileri sonucu Yunanlılar bir disiplin so­
ruşturması açmak gereği duyunca, ancak bu haber The Ti­
mes'da yer aldı. Bu da ırkçı bir darvanış sayılabilir.
Egeliler Yunan işgaline karşı örgütlenmek ve silahla
mücadele etmek gerektiğini anlamışlardı. Alaşehir ve Balı­
kesir'de kongreleri yapılan Redd-i İlhak Cemiyeti ve şube­
leri kuruldu. Eşrafın girişimleri ve maddi katkılarıyla Kuva-yı Milliye (Ulusal Güçler) birlikleri kuruldu. Ayvalık'ta
Ali (Çetinkaya) komutasındaki 172. Alay, Nazilli'de Şefik
144
(Aker) komutasındaki 57. Fırka (Tümen) gibi birlikler, biz­
zat savaşarak, ya da Kuva-yı Milliye'yi destekleyerek, önem­
li roller oynadılar. Yörük Ali Efe gibi efeler de mücadeleye
katıldılar. Yunanlıların işgal edebildikleri yerlerin karşısın­
da bir Kuva-yı Milliye cephesi kuruldu.
İzmir'in işgali üzerine ülkenin birçok yerlerinde başla­
mış olan mütafaa-i hukuk (haklan savunma) örgütlenmesi
hızlandı ve yayıldı. İzmir'in işgalini protesto etmek için bir­
çok yerlerde mitingler yapıldı. İtilaf İstanbul'da birkaç mi­
ting yapılmasına ses çıkarmamayı daha doğru buldu. İstan­
bul'daki mitiglerin en büyüğü Halide Edip'in de konuştuğu
ünlü Sultanahmet Mitingi'dir (23 Mayıs 1919). Damat Ferit
de istifa etti, yeniden kurduğu hükümette Hİ'nin adamlan
yoktu.
145
XVI. Samsun'dan D a m a t Ferit Hükümeti'nin
Düşmesine Değin
Atatürk B a n d ı r m a vapuruyla Samsun' a giderken, gör­
düğümüz üzere, memleket İzmir'in işgali haberiyle çalka­
lanıyordu. Bu arada Ferit, Meclis olmadığı için, Şûra-yı Sal­
tanatı toplamak gereksinimini duydu (26 mayıs). Bilindiği
üzere bu, çeşitli kesimlerden çağrılan 'ileri gelenlerden' olu­
şuyordu. Herkes derin üzüntülerini dile getirdi. Hİ temsil­
cisi Sadık Bey ise büyük bir devletin koruması altına gir­
mek gerektiğini bildirmişti. Balkan yenilgisinin maneviyat
düşkünlüğünün bir devletin koruması altına girme düşün­
celerine yol açtığı gibi, şimdi de buna benzer tutumlar orta­
ya çıkıyordu. Saray ve Hİ İngilizlere sığınmanın yandaşlı­
ğını yaparken, meşrutiyetçi kesimin kimi çevreleri de, de­
mokrattır diye ABD'ye sarılıyorlardı.
Atatürk Samsun'a çıktığının ertesi günü, 'ayağının to­
zuyla' Ferit'e İzmir işgalinin doğurduğu tepkileri dile geti­
ren 4 cümlelik bir tel çekti. Bu 4 cümleden 3'ünde "millet
ve ordu", 1 'inde "devlet ve ordu" deyimleri geçiyordu. Fe­
rit bu ifadelerden rahatsız olmuş olmalıdır. Kemal daha son­
ra Havza'ya geçti. Karabekir, Ali Fuat, Refet'le haberleştik­
ten sonra 3 haziranda 5 komutan, 6 vali ve mutasarrıfa (mu­
tasarrıf, vilayetten küçük, kazadan büyük bir yönetim biri­
mi olan sancak ya da livanın yöneticisiydi) bir genelge gön146
dererek Ferit'in, göstermiş olduğu bazı tutumları dolayısıy­
la Barış Konferansı 'nda ülkenin çıkarlarını temsil edeme­
yeceğini ileri sürdü. Gerçi yalnızca güvenilen 11 kişiye gön­
derilmişti ama, bunun gizli kalması zordu ve beklenemez­
di. Herhalde Atatürk de bunun bilincindeydi. Dolayısıyla
Atatürk bu davranışıyla bayrak açmış bulunuyordu. Nitekim
İngilizler de Mustafa Kemal ve arkadaşlarının gitmesine
izin verdikleri için pişman olmuşlar, Babıâli'den geri çağrıl­
masını istemişlerdi. Buna uygun olarak hükümet de ona 8
haziranda geri dönmesini emretti. Hükümetle mücadele baş­
ladı. İki gün sonra (10 haziran) Atatürk bir genelge daha çı­
karttı. Bunda, çeşitli Müdafaa-i Hukuk ve Redd-i İlhak ör­
gütlerinin kendisine ulusal mücadele hareketinin önderliği­
ni önerdiklerini, kendisinin artık bu yola baş koyduğunu bil­
dirdi. Atatürk, böylece önderlik konusunda "Ben varım" de­
miş oluyordu. Aynı gün bazı komutan arkadaşlarını Amas­
ya'ya toplantıya çağırdı, kendisi de Havza'dan oraya hare­
ket etti. Atatürk, kutsallığına inandığı davasına baş koydu­
ğu sırada 38 yaşındaydı.
Amasya Tamimi: Amasya Toplantısı 19 haziranda baş­
ladı. Atatürk dışında 3 kişi daha katılıyordu: 20. KO (Anka­
ra) Komutanı Ali Fuat (Cebesoy), 3. KO Komutanı Refet
(Bele), Rauf (Orbay). Ayrıca bütün görüşmeler boyunca
telgrafla danışılan, bu bakımdan toplantıya katıldıkları varsayılabilecek 2 kişi daha vardı: 15. KO (Erzurum) Komuta­
nı Kâzım Karabekir ve Konya'da 2. Ordu Müfettişi Cemal
(Küçük, ya da Mersinli Cemal Paşa). 21 haziranda Amasya
Kararlan oluştu. Özet olarak, kararlarda şunlar dile getirili­
yordu: Vatanın bütünlüğü ve ulusun bağımsızlığı tehlikede­
dir, fakat hükümet sorumluluklanm yerine getirmemekte­
dir. Ulusun bağımsızlığım yine ulusun azim ve kararı kur147
taracaktır. Bu amaçla en kısa zamanda (belli bir tarih veril­
miyordu) Sivas'ta her livadan seçilecek üçer temsilciden
oluşan ulusal bir kongre toplanacaktır. Fakat ondan önce Er­
zurum'da bir bölge kongresi yapılacaktır. Amasya Kararla­
rı 'nm bir bölümü bir gün somaki (22/6) tarihi taşıyan Amas­
ya Tamimi'nde (genelgesinde) yer almış, ülkenin dört bir
yanma gönderilmişti. Ama kararların son iki maddesi, özel­
likle en son olan 6. madde Tamimde yer almamış ve gizli
tutulmuştur. Bu son maddeye göre a) askerî ve ulusal örgüt­
ler kaldırılmayacak, sürdürülecekti; b) askerî birliklerin ko­
mutanlıkları hiçbir suretle devredilmeyecekti; c) silah ve
cephane kesinlikle elden çıkarılmayacaktı; ç) bir yerin düş­
man işgaline uğraması, yalnız oradaki askerî birliği değil,
tüm orduyu ilgilendirecekti.
Demek ki, 6. maddeye göre hükümetin bir askerî birli­
ği dağıtma ya da ulusal bir örgütü kapatma kararma karşı
gelinecekti. Hükümetin birlik komutanlıklarına yapacağı
atamalar geçersiz sayılacaktı. Bırakışma gereğince İtilafın
el koymak isteyeceği silah ve cephaneler teslim edilmeye­
cekti. Ordu bir bütün halinde davranacaktı. Görülüyor ki, 6.
madde Osmanlı hükümetine ve Mondros bırakışmasına, ya­
ni İtilaf devletlerine karşı bir isyan maddesidir. Bir şey da­
ha var. Amasya'da bir örgüt kurulmuştar. Biri bahriyeli, be­
şi karacı olan askerî bir örgüt söz konusudur. Buna Amas­
ya Askerî Örgütü diyebiliriz. Cemal Paşa dışında örgütün
rütbe ve kıdemce en üstünü Mustafa Kemal'di. Zaten Cemal
Paşa herhalde bu duruma tahammül edemediği için çok kı­
sa bir zaman sonra, Konya'daki görevini terk ederek İstan­
bul'a gitmiş, dolayısıyla örgütten ayrılmıştır. Rütbe ya da kı­
dem bir yana, Mustafa Kemal' in zekâ, kültür, irade gücü ba­
kımından öbürlerinden üstün olduğu muhakkaktır.
148
Ulusal mücadelenin somaki yıllarında 5 kişilik örgütün
üyeleri arasında ayrılıklar başgöstermişti. Atatürk Nutuk'ta
cumhuriyetçi bir devrim düşüncesini baştan açıklaması ha­
linde başarısız olunacağını, onun için bunu bir "millî sır" ola­
rak saklayıp sırası geldikçe bununla ilgili adımları açıkladı­
ğım, o zaman da kimi arkadaşlarının ufukları elvermediğin­
den kendisinden ayrıldıklarını söylüyor. Burada öncelikle
Amasya Askerî Örgütü'ndeki arkadaşlarını amaçladığı açık­
tır. Ayrıca arkadaşlarının katkılarının da sanıldığı denli çok
olmadığını söylüyor. Buna karşı Karabekir, İstiklal Harbi­
miz kitabının başlığında kullandığı 1. çoğul şahısla muhte­
melen büyük ölçüde Amasya Askerî Örgütümü amaçlamak­
ta ve başta kendisi, Atatürk dışındakilerin katkılarının öne­
mini vurgulamak istemektedir. Hatta Karabekir'in iddiası­
na göre, Fevzi Paşa (Çakmak) Bursa'da ona İsmet Paşa ve
kendisinin (Fevzi'nin) Mustafa Kemal'i diktatör yapacak­
larını söylemiş. Burada Atatürk'ün, sırf arkadaşlarını devre
dışı bırakmak ve diktatör olmak için devrimi yaptığı ima
edilmektedir. Devrimin kapsam ve büyüklüğü karşısında,
böyle bir iddianın en azından önemsiz, hatta çocuksu oldu­
ğu söylenebilir.
Bu tartışma bir yana, belki sorulabilecek bir soru da şu­
dur. Acaba Amasya Askerî Örgütü bir cunta mıdır? Çünkü
askerî kişilerden oluşan, iktidar olma niyetleri taşıyan gizli
bir örgüt var karşımızda ve bu da cuntanın tanımına uymak­
tadır. Bence buna rağmen örgüt cunta sayılmamalıdır, zira
Erzurum, Sivas gibi kongrelerde kendine demokratik bir ta­
ban arayan, Meclis seçimlerinin yapılmasını isteyen ve bu­
nu yaptırtan bir kuruluştur. Cuntalar hiçbir zaman iktidara
gelmeden önce, demokratik bir destek peşinde olmazlar.
Ancak, kimi cuntalar iktidarı aldıktan sonra halkın desteği149
ne talip olabilirler. Demek ki Amasya Askerî Örgütü'nün
cuntaya benzer özellikleri olmakla birlikte, iktidarı almadan
önce demokratik taban edinmek istediği için cuntalardan
ayrılır. Şunu da söyleyebiliriz: Amasya Askerî Örgütü cun­
ta sayılsa da, mutlakiyetçi (ve feodal) bir Padişah'a ve Sa­
ray'a karşı özgürlük ve eşitlik adına mücadele etmesi, onu
kendiliğinden 'daha demokratik' bir hareket kılar.
Damat Ferit Barış Konferansı'nda: Bu sıralarda İti­
laf cephesinde Osmanlı'dan yana bazı kıpırdanmalar oldu.
Fransızlar Yunanlıların İzmir'e çıkartılmasıyla ileri gidildi­
ğini düşünüyorlardı. Ayrıca Hindistan halkı da hoşnutsuz ol­
muştu. Bu yüzden öbür Müttefik devletlere tanınmamış olan
bir olanak, Osmanlı'ya tanındı. Gelip görüşlerini Paris Ba­
rış Konferansı'nda açıklayabileceklerdi. Bunun üzerine ha­
ziranda Damat Ferit Paris'e gitti. Burada yaptığı konuşma­
da birçok bakımdan sakıncalı kimi görüşler açıkladı. Toros
Dağlan'ndan Türklüğün sının diye söz etti. Arap ülkeleri
üzerinde iddialarda bulundu. İttihatçılan Bolşeviklerden da­
ha kötü diye nitelendirdi, Ermeni tehcirindeki ölü sayısını
Ermenilerin o sıra ileri sürdükleri rakamdan bile daha abar­
tılı olarak verdi. Zaten Lloyd George Osmanlı'nın çağınlmasmdan yana değildi. Fransızlar ilerki dönemlerde bir Al­
man intikam savaşma karşı bir İngiliz garantisi peşindeydi­
ler ve o sırada henüz bunu elde edebileceklerini umuyorlar­
dı. O yüzden İngilizlerin kendileri için uygunsuz birçok is­
teklerine boyun eğiyorlardı. Örneğin, savaş içinde Arap ül­
kelerini aralannda paylaştıran Sykes-Picot Antlaşması'nda
Musul Fransa'ya düştüğü halde, sonradan İngiltere'nin ora­
yı sahiplenmesine ses çıkaramamışlardı. Şimdi de George'un isteğine uygun olarak Fransız Başbakanı Celemenceau, Ferit'e hakaret dolu sert bir cevap verdi. Türklerin gir150
diği her yerde uygarlığın gerilediğini, tehcirinde olup biten­
leri İttihatçılara yıkarak sorumluluktan kaçamayacaklarını
söyledi. Sonra da Osmanlı heyeti Paris'ten kovuldu.
Bir süre sonra, belki Osmanlı'ya yapılan muamelede
kantarın topuzunu kaçırdıklarını düşünmüş olduklarından,
18 temmuzda iki karar aldı Barış Konferansı. Birincisine gö­
re Yunan işgalinin sınırlan yeniden saptanacaktı. Aslında Yu­
nanlılar İzmir' e çıktıktan sırada bazı sınırlar saptanmıştı. Ama Yunanlılar bunlara hiç aldırmamışlardı. Bir de Osman­
lı'nın Yunan zulmü ile ilgili iddialan söruşturulacaktı. İkin­
ci karann uygulamasında İstanbul'da ABD Yüksek Komi­
seri (temsilcisi) olan Amiral Bristol başkanlığında, bir İtal­
yan, bir Fransız, bir İngiliz subayından oluşan bir komisyon
kuruldu. Komisyon Ege'ye gitti, herkesi dinledi. Soruştur­
ma sonunda çıkan yazanak (rapor) 15 mayıs öncesinde Rum­
lara herhangi bir baskı uygulanmadığını, Yunanlılar'm asa­
yişi sağlayacak bir güç olarak değil, bir istila ordusu gibi dav­
randığını saptadı. Fakat George'un Yunanlılan Ege'ye gön­
derirken ileri sürdüğü gerekçeyi açıkça yalanlayan Bristol
Yazanağı'nın, göebildiğim kadanyla, Konferansın çalışmalan üzerinde hiçbir etkisi olmadı.
E r z u r u m Kongresi: Bundan sonra Atatürk'ü Erzu­
rum'da görüyoruz. Arada, hükümetin onun geri dönmesini
isteyen buyruklan yinelenmişti. Mustafa Kemal'in söz din­
lemek niyetinde olmadığı anlaşılınca, devreye Padişah gir­
di. 2 Temmuz 1919'da çektiği telde, Mustafa Kemal'in 2 ay
hava değişimi izni kullanmasını istiyordu. Bu sırada resmi
işlerle meşgul olmayacaktı. Bu çözüm Mustafa Kemal'in de
aklına yatmışken, 8 temmuzda gelen tel onun görevinden azledildiğini bildiriyordu. Ordu Müfettişliği ağırlığı, etkisi
olan bir mevki ve sıfattı. Fakat azledilmiş bir paşanın ne ağır-
151
lığı olabilirdi? Üstelik acılarla dolu bir savaşın yenilgiyle so­
nuçlanması, subayların toplumda olumsuz olarak değerlen­
dirilmelerine yol açıyordu. Bu yüzden kararını verdi ve as­
kerlikten istifa etti. Asker ocağı ile ilişkisini kesmek herhal­
de duygusal bakımdan zor bir karardı. İstanbul'daki hükü­
met acaba neden hava değişimi çözümünden vazgeçti diye
merak edilebilir. Bunun bir nedeni Refet'in Samsun'a ge­
len ek İngiliz birliğini karşılama biçimiydi. Refet Türk as­
kerlerini kentten çekmiş ve eğer hükümetin izni olmadan
Samsun'dan içeri girmeye kalkışırlarsa, karşı koyacağını bil­
dirmişti. İkincisi, Sivas'ta toplanacak milli kongre, milli
Meclis biçiminde duyulmuşta. Mustafa Kemal ve arkadaş­
larının bu davranışları muhtemelen İstanbul'da çılgınlık, ma­
ceracılık diye algılanarak, ona karşı yumuşak davranışların
yersiz olacağı düşünülmüş olmalıdır.
Erzurum Kongresi'nin 10 temmuzda başlaması öngö­
rülmüştü. 10 temmuz rastgele bir tarih değildir. Rumeli'de
Hürriyet Rumi takvime göre 10 Temmuz 1324'te ilan edil­
miş ve en büyük bayram olarak yerini almıştı, günümüzde­
ki 29 ekim gibi. Ne var ki, Vahdettin'in karşı-devrim hare­
kâtının bir parçası olarak, bayram olmaktan çıkarılmıştı.
Dolayısıyla kongrenin başlangıç tarihi çok anlamlıydı. Fa­
kat 10 temmuz günü geldiğinde delegelerin bir bölümünün
henüz gelmemiş oldukları görüldü. Onun üzerine bir erte­
lemeye gitmek gereği doğdu. Böyle bir durumda erteleme
birkaç gün olur. Oysa Erzurum Kongresi 13 gün, yani he­
men hemen iki hafta sonraya, 2 temmuza ertelenmiştir. Za­
manında ya da az soma gelen delegeler, onları ağırlayan ko­
nuksever Erzurumlular için kolay olmayan bir durum! Pe­
ki, neden? Tahminim o ki, 23'ün 10 temmuz gibi anlamlı
bir tarih olmasındandır. Çünkü Hürriyet'in ilanı Miladi Tak152
vim'e göre 23 Temmuz 1908'dir. Bu simgesellik üzerinde
bu denli ısrar edilmesi, Vahdettin'in karşı-devrim niyetleri­
nin anlaşılmış ve buna karşı demokrasi bayrağını açma ge­
reğinin duyulmuş olduğunu bize anlatır sanıyorum. Salt bu­
na bakarak, Erzurum Kongresi'nin demokratik-ulusçu bir
ideolojiye sahip olduğunu, bu bakımdan da İT'ye benzedi­
ğini söyleyebiliriz. Mustafa Kemal de, bu ideolojinin için­
de olmakla birlikte, onun sol kanadında ve köktenci bir nok­
tadadır. Çünkü o, diğerlerinden farklı olarak cumhuriyet ve
laiklik yandaşıdır.
Şimdi Erzurum Kongresi kararlarını özetleyelim:
1) Vilayat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-u Milliye ve Trab­
zon Muhafaza'i Hukuk'u Milliye Cemiyetleri birleştirilerek
Şarkî Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti kurulmuştur.
2) Doğu Anadolu birbirinden ve Osmanlı camiasından
ayrılmayacak bir bütündür. Bütün Müslümanlar öz kardeş­
tir. Bırakışmanın imzalandığı günkü sınırlar içinde yaşayan­
ların ezici çoğunluğu Müslümandır, bölünemez. Her türlü
işgal ve müdahale Rumluk ve Ermenilik teşkil etmek ama­
cına yönelik sayılacaktır.
3) Hıristiyan unsurlara siyasal egemenliği ve toplum­
sal dengeyi bozacak yeni ayrıcalıklar tanınmayacak, önce­
ki haklarına saygılı olunacaktır.
4) 30 Ekim 1918 bırakışma sınırlan içinde milliyet esaslanna uyan ve ülkemize karşı istila emeli beslemeyen her­
hangi bir devletin fennî, sınaî, iktisadî yardımı memnunluk­
la karşılanacaktır.
5) Hükümet baskı sonucunda Doğu Anadolu'yu terk ve
ihmal zorunda kalırsa, geçici bir yönetim kurulacaktır. Os­
manlı hükümeti dağılırsa, öbür illerle, olmazsa tek başına
savunma ve direnme yoluna gidilecektir. Bu Kongre karar153
lamia karşı kötü yorum ve telkinler millete ve vatana ihanet
sayılacaktır.
6) Bu bir İttihatçı hareket değildir. Seçimler en kısa za­
manda yapılıp Mebusan Meclisi toplanmalıdır.
Bu kararlarda gerekirse bir yönetim (yani hükümet)
kurma, savunma mücadelesi düşüncesi dikkati çekiyor. Ay­
rıca, işgallerin iyi ya da kötü diye ayrılamayacağını, hepsi­
nin kötü ve Rumluk ve Ermenilik kurmak olarak algılana­
cağını görüyoruz. Bir başka nokta, seçimlerin yapılması ve
Meclis'in toplanması, yani demokrasi talebinin öne sürülmesidir. Son olarak imparatorluğun Arap topraklan ile ilgi­
li bir talebin dile getirilmemesi, tersine bırakışma smırlannın belirtilmesi de göze çarpıyor. Bu, imparatorluktan vaz­
geçme kararıdır. Ne yazık ki Erzurum Kongresi'nin özet ola­
rak da olsa, tutanaklan yoktur. Kongremin, o denli uzun bir
ertelemeden soma, 2 hafta sürmüş olması şaşırtıcıdır (23
Temmuz-7 Ağustos 1919). Günümüzde parti kongrelerinin
1 ya da en fazla 2 gün sürdüklerini hatırlayalım. Kongrenin
böyle uzaması, çok hararetli ve uzun tartışmalann cereyan
ettiğine işaret sayılmalıdır. Çünkü imparatorluk kültürüyle
yetişmiş bu insanlann imparatorluktan vazgeçme karan almalan kolay iş değildi. Ama ağır bir yenilgiye uğramış ve
parçalanmak, sömürgeleştirilmek istenen bir devletin tam
bağımsız olabilmek için mutlaka ağır bir fedakârlıkta bulun­
ması gerektiği düşünülmüş olmalıdır. Hem tam bağımsızlı­
ğı, hem Arap ülkelerini istemek gerçekçi olamazdı, ciddi bir
talep de sayılamazdı. Zaten Wilson ilkeleri Arap ülkelerinin
Osmanlı'dan kopanlmasım öngörmüş, Damat Ferit Arap ül­
kelerini istediği için ağır hakarete uğramıştı. Ama ne olur­
sa olsun, duygusal olarak bu karan almak uzun ve acı tar­
tışmalara yol açmış olmalıdır. Atatürk'ün Kongre başkanlı154
ğının ve üstün yeteneklerinin verdiği olanaklarla Kongre
kararlarının oluşmasında çok önemli bir payı bulunduğunu
varsayabiliriz. Kongre Şarkî Anadolu Müdafaa-i hukuk Cemiyeti'nin yönetim kurulu niteliğinde bir Heyet-i Temsiliye (Temsil Kurulu) seçmiş, başkanı da Mustafa Kemal ol­
muştur.
Atatürk ve arkadaşlarıyla yani demokratik-ulusçu ha­
reketle Vahdettin, yani Saray arasındaki farkın basit bir gö­
rüş farkı olmayıp, derin bir anlayış ve ideoloji, hatta çağ far­
kı olduğunu gösterebilmek için 30 Mart 1919 tarihinde Da­
mat Ferit'in Vahdettin adına Amiral Calthorpe'a sunduğu bir
barış planını özet olarak vermek istiyorum:
1) Arap olmayan ülkeler doğrudan Padişaha bağlı ola­
cak. Arap ülkelerine geniş bir özerklik verilecek ama din ba­
kımından Halife'ye bağlı olacaklar, Padişahın parası kulla­
nılacak, hutbe Padişah adına okunacak, Osmanlı bayrağı
kullanılacak. Hicaz eski yöneticilerinin elinde olacak ama
yanında 100 askeri olan bir Osmanlı temsilcisi Hicaz dış si­
yasetinin Osmanlı ile uyumunu sağlayacak. Medine'de bir
Osmanlı generalinin komutasında bir garnizon bulunacak.
Yemen, savaş öncesindeki gibi yönetilecek. Ermenistan bü­
yük devletlerin kararma göre özerk ya da bağımsız bir cum­
huriyet olacak.
2) 15 yıl boyunca İngiltere, iç asayişi sağlamak ve dışa
karşı Osmanlı bağımsızlığım korumak üzere, gerekli gör­
düğü noktalan (özerk bölgeler de dahil) işgal edecek.
3) Avrupa'da sınırlar Burgaz yakmlannda Emine Balkanlar'dan başlayıp Samakof'a, oradan Enez'in batısında
Ege Denizi'ne kavuşacak.
4) Karadeniz ve Çanakkale boğazlannda bütün istih­
kâmlar yakılacak, Boğazlar'ı İngiltere işgal edecek.
155
5) Yönetimde, İngiltere, Padişah'm gerekli gördüğü ne­
zaretlere İngiliz müsteşarları atanmasını kabul edecek. Her
vilayete 15 yıl süreyle, valilerin yamnda müsteşarlık da ya­
pacak olan İngiliz başkonsolosları atanacak. Yerel ve Mebusan seçimleri İngiliz konsoloslarının denetimi altında yapı­
lacak.
6) Başkent ve taşrada İngiltere maliye üzerinde dene­
tim kuracak.
7) Doğu halklarının yeteneklerine uygun olarak Kanun-u Esasî yalmlaştınlacak (Damat Ferit'in 15/2/1910 'da
Ayan Meclisi'ne sunduğu yazanak çerçevesinde). Mebusan
Meclisi bütçeyi oylayıp merkezî hükümete yerel gereksinim­
leri duyuracaktır.
8) Dış siyaseti yönetmekte Padişahın "mutlak" serbes­
tisi olacak.
İngiliz arşivlerinde bulduğum bu prorgam çok ilginç­
tir. Bir kez, İmparatorluk arazilerinin küçülmesine kesinlik­
le razı-değildir. Arap ülkelerinin ve hatta İngiltere'nin sev­
gili Hicaz'ının dahi yakasını bırakmamak istemektedir. En
umutsuz olan Ermenistan konusunda bile bir özerklik alma­
şığı öngörülmüştür. Üstelik Bulgaristan'ın düşkünlüğünden
yararlanarak, onun aleyhinde geniş bir arazi genişletmesine
gitmek istenmektedir. Buna karşılık İngiltere'ye her çeşit ay­
rıcalık tanınmaktadır. Boğazlar (dolayısıyla İstanbul) ve ül­
kenin maliyesi, yönetimi (nezaretlerde müsteşarlar, vilayet­
lerde konsoloslar) onlara teslim edilmekte, 15 yıl süreyle is­
tedikleri noktalan işgal etme hakkı tanınmaktadır. Bütün
bunlardan sonra Padişahın dış siyasette mutlak serbesti sa­
hibi olmak istemesi hayli ilginç bir"çelişkidir. Bu arada meş­
rutiyet konusunda da herhalde adamakıllı bir kısıtlama ön­
görülmektedir. Ne yazık ki, Ferit'in söz konusu raporunubu156
lamadım. Ama bütçenin tartışılması ya da yapılması yerine
oylamasından söz edilmesi, yasama ve hükümeti denetleme
etkinliklerinden hiç söz edilmeyip yerel gereksinimleri du­
yurmaktan dem vurulması, neler düşünüldüğünün bir işare­
ti sayılabilir. Şunu da belirteyim ki, Vahdettin'in milliyet so­
runu hiç söz konusu olmadan toprak üzerindeki bu ısrarı fe­
odal bir tatumdur ve bütün Osmanlılar için tipiktir. Toprak
uğruna kapitülasyonları sürekli kılma (1740), Mısır'ı alt
edebilmek için İngilizlere çok kapsamlı ticaret ayrıcalıkla­
rı tanıma (1838), padişahların süregelmiş tutumlan olmuş­
tur. Burada da topraklan muhafaza edebilmek uğrunda Vah­
dettin bağımsızlıktan tamamen vazgeçebilmektedir.
Erzurum Kongresi 'nin, demokratik-ulusçu hareketin
yaklaşımı ise çok daha çağdaş, kapitalist zihniyetine uygun
bir yaklaşrmdır. (Çünkü kapitalizmin, yani kapitalist bir sı­
nıfın bağımlılık çerçevesinde gelişmesi olanaksızdı, bunu
deneyimler göstermişti). Tam bağımsızlık uğruna Arap topraklanndan vazgeçebilen bir anlayış söz konusudur. Yine­
leyelim, arada bir görüş farkı değil, bir zihniyet, bir çağ far­
kı vardır.
Sivas Kongresi: Şimdi de Sivas Kongresi'ne bakalım.
Kongre 4 Eylül 1919 günü başladı, 11 eylülde son buldu.
Kongre başkanlığına Atatürk getirildi. Daha Kongre başlar­
ken işlerin yolunda gitmediği anlaşılmıştı. Bir kez Amasya
Tamimi'ne göre bir an önce toplanması öngörülen Sivas
Kongresi gecikmişti. Atatürk ve Heyet-i Temsiliye Erzurum
Kongresi bittikten soma Erzurum'da 3 hafta kadar kalmış­
lardı. İkincisi, delege (murahhas) sayısı pek azdı. Erzurum
Kongresi yerel bir kongre olmasına rağmen, 56 kişiyle top­
lanmıştı. Sivas yurt çapında bir kongre olmasına rağmen, 3 8
kişiyle toplanmıştı. Bunun başlıca nedenlerinden biri, Batı
157
Anadolu'daki (Ege ve Marmara bölgeleri) ulusal örgütlerin
tutumuydu. Onlara göre ulusal örgütlerin yurt çapında bir­
leşmesi gereksizdi, çünkü sorunlar farklıydı. Doğudakilerin başında Ermenistan, batıdakilerin başında Yunanistan so­
runu vardı. Soma doğudakiler her türlü işgale karşı çıkar­
ken, batıdakiler Yunanistan olmamak kaydıyla itilaf devlet­
lerinden birinin işgaline razıydılar. Nihayet doğudakilerin se­
çimlerin yapılması, Mebuşan Meclisi'nin toplanması yo­
lunda demokratik talepleri varken, batıdakilerin böyle bir so­
runları yoktu. Bu görüş farklılıklarının biraz da doğuda ön­
derliğin ağırlıklı olarak subayların, batıda önderliğin ağır­
lıklı olacak eşrafın elinde olmasından kaynaklandığı tahmin
edilebilir. Batıdaki ulusal hareketin doğudakine göre ılım­
lılığını gören Babıâli, birinciye sıcak bakmaya başlamıştı.
Aslında her sancaktan 3 temsilci hesabıyla Sivas 'ta 183
murahhas bulunması gerekirdi (61x3). Eğer Şarkî Anadolu
MHC'nin Heyet-i Temsiliyesi'nin doğuyu (21 sancak) tem­
sil ettiğini düşünürsek, o zaman doğunun dışındaki sancak­
lardan 120 murahhas gelmesi gerekirde (40x3). Bu denli az
katılımı görünce Mustafa Kemal ve arkadaşları başarısız
olunduğuna hükmederek, yeni bir kongre toplamaya karar
verdiler ve "Büyük Anadolu Kongresi" diye adlandırdıkla­
rı bu kongre için çağrılar gönderdiler. Ne var ki, olaylar öy­
le bir gelişti ki, başarısız olarak başlayan Sivas Kongresi bü­
yük bir başarıya ulaştı ve Büyük Anadolu Kongresi'ne ge­
rek kalmadı.
Gelen murahhasların bir bölümü de Amerikan manda­
sı düşüncesini Kongre'ye kabul ettirmek için gelmişlerdi. Bı­
rakışmanın ilk zamanlarında İstanbul'da Wilson ilkeleri di­
ye bir grup oluşmuş, fakat arkası gelmemişti. Yunan işgali­
nin yarattığı şokla meşrutiyetçi kesimde ABD mandacılığı
158
düşüncesi tutunmaya başladı. (Saray ve Hİ çevrelerinde İngilizcilik revaçtaydı. Sait Molla başkanlığında İngiliz Muhipler (Sevenler) Cemiyeti kurulmuştu.) ABD Yüksek Ko­
miseri olan Bristol bu gibi kimseleri elçiliğe çağırıp onları
bu yönde özendiriyordu. Bazı Osmanlı aydınlan için -bunlann başmda Halide Edip (adıvar) ve Ahmet Emin (Yalman)
gibi kimseler vardı- ABD mandasının çekiciliği Suriye ve
Irak gibi birtakım Arap ülkelerini elde tutabilmek umudun­
dan kaynaklanıyordu. Bunlar, imparatorluk hayalinden vaz­
geçemeyenlerdi. Yalnız, ABD'nin boyunduruğuna girince,
Doğu Anadolu'da bir Ermenistan'ın kurulmasını sineye çek­
mek gerekiyordu. BristoPün davranışı aslında pek dürüst de­
ğildi, çünkü Türkiye'yi mandası altına almak konusunda
ABD hükümetinin henüz bir karan yoktu. Bu, daha çok
Bristol'ün kişisel düşüncesiydi.
Mandacılar birbiri ardına Kongre'de kürsüye gelerek
ABD mandasının güzelliklerini ve kaçınılmazlığını anlatı­
yorlardı. Halide Edip de bunu destekleyen bir mektup yaz­
mış, Filipinler'in ABD yönetimi altında nasıl adam olduğu­
nu ballandırmıştı. (Gerçekte ABD yönetiminin Filipinler'i
adam ettiği söylenemezdi.) İşin ilginç yönü, Mustafa Kemal
ya da yakmlan bu düşünceye karşı çıkmamışlar, yalnız Er­
zurumlu Raif Hoca, Doğulu olduğu için, itiraz etmişti. Mus­
tafa Kemal ve Rauf doğrudan karşı çıkmaktansa ilginç bir
soru sorarak konuyu 'atlatmışlardı'. Soru şuydu: Biz belki
ABD mandasını istiyoruz ama, acaba ABD bizim manda­
mızı istiyor muydu? Anlaşılan kimsenin aklına bu soru gel­
memişti. Bunun üzerine ABD Senatosu'na, bu konuda
ABD'nin niyetini soran bir mektup yazılması kararlaştınldı. Manda önerisine neden cepheden karşı çıkılmadığının
açıklaması, Kongre'de bir Chicago gazetesinin muhabiri
159
olan Brovme'un hazır bulunması olabilir. Saray ve Hİ İngi­
liz desteği peşindeyken, cepheden bir karşı çıkışın ABD'ye
sevimsiz geleceğinden ve bu yüzden desteğinin yitmesinden
çekinilmiş olabilir.
Kongrede alman bir karara göre, işgal ve istila hareket­
lerine karşı düzenli ordu değil, fakat Kuva-yı Milliye karşı
çıkacaktı. Bu sayede bırakışmayı bozmak suçlamasından
kurtulunmuş olacaktı. 9 Eylül'de alman kararla Ali Fuat Pa­
şa Umum Kuva-yı Milliye Kumandanı oluyor, yani bütün
Kuva-yı Milliye'nin başına geçmiş oluyordu.
Kongre başladığı sıralarda hükümet, Sivas Kongresi'ne
karşı bir fesatlık planlıyordu. Sivas Kongresi yasal bir Kongre'ydi, fakat hükümet bunu dağıtmak ve murahhasları ya­
kalamak için yasadışı bir zorbalık planlıyordu. Bunun için
yaman bir muhalif olan ve o sıra Mamuretülaziz ya da Harput (Elazığ) Valisi olan Ali Galip'ten yararlanılacaktı. Bu
amaçla Ali Galip Malatya'ya gelmiş ve orada İngiliz Bin­
başısı Noel'le buluşmuştu. Noel çok iyi Kürtçe bilen bir
Kürt uzmanıydı. Yanında Kürtçü hareketin mensuplarından
Celadet Ali Bedirhan, Kâmuran Ali Bedirhan ve Ekrem Bey
vardı. Ali Galip Kürt aşiretlerinden 150 kadar atlı ile Sivas'ı
basacak ve Sivas Valisi olacaktı. Baskının etkili olması için
Ankara Valisi Muhittin Paşa da Batı'dan harekete geçirilmiş­
ti. Fakat Ali Galip'in hükümetle pazarlığı vardı. Olağanüs­
tü ve yasadışı hizmetine karşılık askerî paşalık ve para da
istiyordu. Bunun için de İstanbul'la telgrafla haberleşiyordu. Fakat hat, Sivas'tan geçiyordu ve durum telgrafçıların
dikkatini çekmişti. Gerçi teller şifreliydi ama bu, devlet şifresiydi ve Sivas'ta çözülebilirdi. Sonuç olarak 7 eylülde
Mustafa Kemal komplodan haberdar oldu. Sorumluların ya­
kalanması için askerî önlemler alındı. Muhittin Paşa yaka160
landı, diğerleri kaçabildiler. Atatürk olan biteni 9 eylül gü­
nü Kongre'ye bildirdi.
Kongre, yasal bir toplantıya karşı zorbalık olan bu çir­
kin davranışa büyük tepki gösterdi. Padişaha hitaben yazı­
lan yazıda, Damat Ferit'in bu marifeti anlatılarak görevden
alınması istendi. Telgrafla gönderilen yazıya, Padişaha bu­
nun sunulmayacağı yolunda yanıt geldi. Böylece Padişah du­
rumdan 'habersiz' olduğu için bir şey yapması gerekmiyor
ve Ferit hükümeti yerinde kalıyordu. Bunun üzerine Kong­
re ağır bir karar aldı. Ferit hükümeti çekilinceye değin taş­
ranın İstanbul'a resmi telgraf haberleşmesinde son verile­
cek, başkent yerine Sivas geçecekti. Ülkenin dört bir yanı­
na bildirilen bu kararın askerî ve mülkî (sivil) görevlileri ne
denli zor durumda bıraktığı düşünülmelidir. Karara uyulur­
sa hükümete başkaldınlmış oluyor, uyulmazsa Ferit'in dav­
ranışı onaylanmış oluyordu. Sıvas-İstanbul mücadelesi 3
hafta sürdü. Bütün KO Komutanları Sivas'tan yana oldular.
Karara muhalefet eden Trabzon, Konya valilerine, Eskişe­
hir Mutasarrıfına karşı zor kullanıldı, mücadelede sonuncu­
su öldü. Bu arada Browne'a iki mektup verildi. Biri ABD
Senatosu'na manda konusunda yazılmış olan mektuptu.
İkincisi, Padişah'a olan şikâyetnameydi. Browne bu son
mektubu İstanbul'a götürünce Vahdettin'in "haberim yok"
diyecek hali kalmadı. 20 eylülde bir bildirge çıkararak iki
yanın anlaşmasını salık verdi-. Araya birtakım insanlar so­
kulmak istendi. Ferit Eskişehir'e 2000 asker göndereyim di­
ye İngilizleri yokladı, fakat bu umutsuz bir davranıştı ve za­
ten İngilizler kargaşalık istemiyordu. Umudu kalmayınca,
Ferit 30 eylül gecesi istifa etti.
Böylece başarısız başlayan Sivas Kongresi parlak bir
başarıya ulaşmış oldu. Büyük Anadolu Kongresi'ne gerek
161
kalmadı. Sivas Kongresi Erzurum'da alman kararlan aynen
benimsedi ve yurt ölçüsünde bir örgüt kurdu: Anadolu ve
Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti (ARMHC). Erzurum'da
olduğu gibi, yönetim kurulu işleviyle, başkam Mustafa Ke­
mal olan bir Heyet'i Temsiliye oluşturuldu. ARMHC seçim­
leri yaptırtacak, seçimlerde ağırlığını koyacak ve Mebusan
Meclisi'nin toplanmasını sağlayacaktı.
162
XVII. Üçüncü meşrutiyet
Neden Üçüncü Meşrutiyet? Çünkü Vahdettin Mebusan
Meclisimi dağıttıktan sonra, Kanun-u Esasimin 4 ay içinde
seçimlerin yapılması yönündeki hükmünü de çiğneyerek
Meşrutiyet'ten adamakıllı uzaklaşmıştı. 31 Mart'ta olup bi­
tenler, İT'nin ağırlığını duyuramadığı zaman, meşrutiyetin
Saray'ın güdümüne gireceğini işaret etmişti. Vahdettin bel­
ki meşrutiyeti toptan kaldırmaya cesaret edemezdi (bu, İn­
gilizlere sevimsiz görünürdü). Ama onu kuşa çevirmek, ta­
mamen güdümüne almak isteyeceği muhakkaktı. Dolayısıy­
la Vahdettin'in duruma egemen olmasıyla birlikte II. Meşrutiyet'in son bulduğunu kabul edebiliriz. Sivas'ın bastırma­
sı sonucunda, meşrutiyet yeniden doğuyordu. Fakat bir yıl
kadarlık farklı bir ara rejim (mutlakiyet) olduğu için, buna
üçüncü meşrutiyet diyebiliriz. İlk kez tarihçi Mahmut Goloğlu, 23 Nisan'da kurulan Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni
"III. Meşrutiyet" diye tanımlamıştı. TBMM Padişahı tanı­
dığı ve onu kurtarmak amacını güttüğü için, ilk önceleri bu
tanımlamayı benimsemiştim. Fakat şimdi, Padişahla olan iç
savaş durumunu, TBMM ve onun büyük önderlerin devrim­
ci niteliklerini hesaba katınca, bunun biraz zorlama olduğu­
nu düşünüyorum. Buna karşılık, İstanbul'daki son Mebusan
Meclisi'yle bir III. Meşrutiyet yaşandığını söylemek bana
olanaklı görünüyor.
163
Yeni hükümeti Ali Rıza Paşa kurdu. ARMHC açısın­
dan Paşa "zararsız"dı. Üstelik yeni hükümetin Harbiye Na­
zırı bir ara Amasya Askerî Örgütüne üye olmuş olan Mer­
sinli (Küçük) Cemal Paşa'ydı. Bahriye Nazın da, mektepli
olmak itibanyla demokratik-ulusçu harekete yatkın sayıla­
bilecek Salih Paşa'ydı. Atatürk yeni hükümete Erzurum ve
Sivas kararlannm benimsenmesini, Mebusan Meclisi olu­
şuncaya değin ülkenin yazgısıyla ilgili hiçbir yükümlülüğe
girilmemesini, Banş Konferansı'na gidecek temsilcilerin
ulusun isteklerini bilen ve onun güvenine sahip kişiler ol­
masını şart koşmuştu. Hükümetle ARMHC arasındaki an­
laşmanın aynntılanm saptamak üzere Mustafa Kemal'le Sa­
lih Paşa Amasya'da buluştular (Amasya Mülakatı, 20-22
Ekim 1919). Aralarındaki uyuşma 5 protokol halinde somutlaştınldı. Görüşülen en önemli sorun Meclis'in nerede top­
lanacağı konusuydu. Atatürk'e göre İstanbul düşman işga­
li altında olduğuna göre, Meclis 'in orada toplanması çok sa­
kıncalıydı. Salih Paşa bunu kabul etti. Ne var ki, İstanbul'a
döndüğünde, hükümetin de, Padişahın da böyle bir çözüme
karşı olduklan ortaya çıktı. Onlara göre, Meclis'in İstanbul
dışında toplanması, Meclisin hükümetle ilişkilerini çok zorlaştırabileceği gibi, bu durum Osmanlı'nın İstanbul'u terk
etmeye hazır olduğu izlenimini verebilirdi.
Böyle bir zorluk çıkınca Mustafa Kemal ARMHC'nin
genişletilmiş bir Heyet-i Temsiliye toplantısını düzenledi.
Başta Karabekir, Amasya Askeri Örgütü'nün üyeleri bu top­
lantıya katıldılar. Atatürk herhalde bu yüzden, bu toplantı­
yı Nutuk'ta "Kumandanlar Toplantısı" diye anar (16-28 Ka­
sım 1919). Sonuç olarak Heyet-i Temsiliye de Meclis'in İs­
tanbul'da toplanmasını uygun gördü. Yalnız, İstanbul tehli­
keli olduğu için Mustafa Kemal ve Rauf, mebus da olsalar,
164
İstanbul'a gitmeyeceklerdi. Seçilen mebusları yönlendir­
mek ve eşgüdümü sağlamak için bunlar İstanbul'a gitme­
den önce Anadolu'da toplanacaklardı. Seçimler 2 dereceli
olduğundan, uzun sürdü ve hemen hemen tümüyle
ARMHC'nin egemenliği altında cereyan etti. Müslüman ol­
mayanlar ve Hİ seçimi boykot ettiler. Hükümet çelişik bir
tutum sergiliyordu. Bir yandan ARMHC'nin seçimlere ka­
rışmasını istemiyor, bir yandan da İtilaf karşısında zor du­
rumda kalmamak için eski İT'lilerin seçilmesinin önlenme­
sini (yani seçimlere karışılmasını) istiyordu. 27 Aralık'ta
Mustafa Kemal ve Heyet-i Temsiliye İstanbul'a ve Meclis'e
daha yakın olabilmek için Ankara'ya geldiler. Atatürk'ün
Ankara'ya gelmesinin ve orada kalmasının başka bir nede­
ni vardı. O gelmeden de önce kent, demokratik-ulusçu çiz­
giyi benimsemiş ve Padişahın yöneticilerine kafa tutmuştu.
(Ankara yüzyıllarca Osmanlı egemenliği altında kalmış ol­
masına rağmen, belki de Ahi Cumhuriyetçiliğinin ruhunu
yaşattığı için bu tutamdaydı.) Seçilen mebuslarla tek bir
toplantı yapılmadı. Seçilenler Ankara'ya geliyor, Atatürk
bunları gruplar halinde toplayıp onlarla konuşuyordu.
Atatürk mebuslardan şunları istiyordu: 1) Demokratikulusçu hareketin barış hedeflerini belirleyen ve adı Misak-ı
Millî olacak olan programın kabul edilip ilân edilmesi. 2)
Mebusan Başkanlığı'na kendisinin seçilmesi. Gerçi kendi­
si İstanbul'a gelmeyecekti ama, sandığı gibi, Meclis'in ba­
şına bir şey gelirse, o zaman başkan sıfatıyla Meclis'i İstan­
bul dışında toplantıya çağırması kolay olurdu. 3)
ARMHC'den seçilenler, yani büyük çoğunluk, Müdafaa-i
Hukuk Grubu diye bir Meclis grubu kurmalıydılar. 4) Ali
Rıza Hükümeti demokratik-ulusçu harekete birçok zorluk­
lar çıkarıyordu. Onun için hükümeti devirip harekete daha
165
yakın bir hükümetin oluşturulmasına çalışılmalıydı. Meclis
12 Ocak 1920'de açıldı. Vahdettin hasta olduğunu ileri sü­
rerek açılışa gelmedi.
Misak-ı Millî: 28 ocakta Misak-ı Millî kabul edildi.
Şöyle özetlenebilir:
1) Mütereke sınırlan içinde ve dışındaki yerler bir bü­
tündür. Arap ülkelerinde, Kars, Ardahan, Batum bölgesin­
de, Batı Trakya'da halk oylamasına başvurulabilir.
2) İstanbul ve Marmara Denizi'nin güvenliği sağlanmak
şartıyla, Boğazlar'm dünya ticaretine açık olması için bü­
tün ilgililerce karşılaştınlacak esaslar kabul edilebilir.
3) İtilafın müttefik devletlerdeki azınlıklar için kabul
ettiği esaslar, aynısı komşu ülkelerdeki Müslüman halka uy­
gulanmak şartıyla kabul edilebilir.
4) Ulusal ve iktisadi gelişmemiz için tam bağımsızlık
gerekir. Onun için kapitülasyonlara karşıyız. Hissemize dü­
şen Osmanlı borçlanmn ödenmesi de bu esasa uygun ola­
caktır.
Atatürk'ün mebuslara hazırladığı metinde, Erzurum ve
Sivas kararlanna uygun olarak, mütareke sınırlan içindeki
yerlerin bir bütün olduğu belirtilmişti. Oysa, İstanbul 'da me­
buslar, imparatorluk hayalinin çekiciliğine dayanamamışlar
ve bırakışma imzalandığında düşmanişgali altındaki yerler­
de de hak iddia etmişlerdir. Somaki yıllarda birçok tarihçi­
lerimiz Misak-ı Millîyi Arap ülkeleri (mütareke sınırlan dı­
şındaki yerler) üzerinde hak iddia edilmemiş gibi göstermiş­
lerdir. (Bunun bir çeşit sansür olduğu ve bilimsel tarihçilik­
le pek bağdaşmayacağı açıktır).
Misak-ı Millî demokratik-ulusçu hareketin dünyaya du­
yurulan programı olmuştur. Arap ülkeleri üzerindeki iddia
dışında (fakat buralarda öngörülen halkoylamasıyla bu yan166
lış hafifletilmiştir) gerçekçi, ciddî, ağırbaşlı bir programdır.
Meclis bunu kabul etmekle, Atatürk'ün isteklerinden birini
yerine getirmiş bulunuyordu. Fakat ilginçtir ki, Atatürk'ün
isteklerinden öbür üçü yapılmamıştır. ARMHC'den seçilen
mebuslardan büyük bir bölümünün oluşturduğu gruba, ne­
sebini reddeder gibi, Müdafaa-i Hukuk adı verilmemiş, fa­
kat bambaşka bir isim, Felah-ı Vatan adı verilmiştir. Reis ola­
rak Mustafa Kemal değil, fakat Felah-ı Vatan üyesi bile ol­
mayan Reşat Hikmet ve o ölünce yine Felah-ı Vatan dışın­
dan Celalettin Arif seçilmişlerdir. Son olarak hükümete gü­
venoyu verilmiştir. Oysa somadan alman bir kararla, mebus­
ları çekip çevirmek için Rauf İstanbul'a gelmişti. Anlaşılan
o, İstanbul'daki havaya uymuş ya da onu mebuslar umursamamışlardır. Somadan Nutuk'ta Atatürk, mebusların bu tutumunu ağır bir dille eleştirmiştir. Onun da belirttiği gibi,
öyle görünüyor ki, mebuslar İstanbul'daki Saray, İtilaf ve Hİ
ağırlıklı havadan etkilenmişlerdir. Bu yüzden ARMHC'ye
bağlılığı aşın, maceracı, tehlikeli bir tutum olarak değerlen­
dirmişler ve böylece örgütlerini ve dolayısıyla önderleri
Mustafa Kemal'i umursamamak, hatta reddetmek noktası­
na gelmişlerdir.
Mustafa Kemal belki aşın bir noktadaydı ama, onun aşınlığı durumdan, karşısmdakilerin aşınlığmdan kaynaklanı­
yordu. 22-23 Aralık 1919'da Londra'da İngilizler ve Fran­
sızlar Osmanlı banşı konusunda bir toplantı yapmışlardı.
Toplantıda İstanbul'un da Türklerden alınması kararlaştınlmış ve iş, yeni Osmanlı başkentinin neresi olabileceği nok­
tasına kalmıştı. Fransızlar Konya'yı uygun görürken, İngi­
lizler donanma gücüyle erişilebilir bir kent olması bakımın­
dan Bursa'yı daha uygun görmüşlerdir. Karar basma sızdı
ve 4 ocakta İstanbul basınında yer aldı. Bunun nasıl bir ma167
tem havası yarattığı tahmin edilebilir. Vahdettin bile buna
isyan etti. Amerikalılara, Fransızlara yakınlıklar gösterme­
ye başladı. Bu sırada İtilaf (İngilizlerden kaynaklanan bir gi­
rişimdi bu), Kuvayı Milliye'ye yardım ettikleri gerekçesiy­
le Harbiye Nazın Cemal ve Genelkurmay Başkanı Cevat paşalann istifa etmeleri için bir ültimatom verdi. Paşalar, An­
kara'ya danışmadan istifa ettiler (21 Ocak). Durumu öğren­
diğinde, Mustafa Kemal büyük tepki gösterdi. Ona göre is­
tifa edilmemeli, direnilmeliydi. Bir yandan İstanbul'u Türkler'den almak karan, bir yandan ültimatom, Mustafa Kemal
ve arkadaşlarını karşı hamleler yapmak için harekete geçir­
di. 25 Ocak'ta Çukurova Bölgesi'nde genel gerilla savaşma
girişilmesi için emir verildi. Maraş, Antep, Urfa'da etkili bir
mücadele başladı. 11 şubatta Fransızlar dayanamadılar ve
Maraş' ı terk etmek zorunda kaldılar. Öte yandan Biga'da bu­
lunan Kuvayı Milliyeci Köprülüm Hamdi Bey, 27 ocak ge­
cesi Gelibolu'da Fransız koruması altındaki Akbaş cepha­
neliğini basarak pek çok silah ve cephaneyi Anadolu'ya ka­
çırdı.
İtilaf bir kez daha ileri gittiğini anladı. Yine bir Lond­
ra Konferansı toplandı ve İstanbul'un Türklere bırakılacağı
açıklandı (14 şubat). Bunun üzerine Vahdettin yeniden İn­
giltere'nin safına döndü. 16 şubatta, İstanbul'un Osmanlı
olacağının açıklanmasından 2 gün soma 2. Anzavur Hare­
keti (isyanı) başladı. (Ahmet Anzavur, Çerkez kökenli, alay­
lı bir subaydı. Şeriat ve "Fırka-yı Muhammedi" -İttihad-ı
Muhammedi gibi?- adına hareketettiğini söylüyordu). An­
zavur yandaşlan Köprülülü Hamdi ve arkadaşlannı yakala­
yıp öldürdüler. Cesetlerine hakaretler ederek Biga'ya geti­
rip halka teşhir ettiler, İngilizlere gösterdiler. Daha soma Ak­
baş'tan getirilmiş olan silah ve cephanelerin bulunduğu Ye168
nice'ye saldırdılar. Üstün kuvvetler karşısında Hamdi'nin ar­
kadaşları silah ve cephaneyi imha edip kaçmak zorunda kal­
dılar. Oysa bunlarla Yunanlılara karşı bir taarruz harekâtı ya­
pılması düşünülüyordu. Böylelikle Vahdettin'in Batı Ana­
dolu'daki Kuvayı Milliye'yi arkadan Luçaklamış olduğunu
söylemek abartma olmaz sanıyorum.
Saraydan, İtilaftan, Ankara'dan gelen baskılar karşısın­
da şaşkına dönen Ali Rıza Paşa 3 Mart 1920'de sadaretten
istifa etti. Ankara'ya adeta sırtını dönmüş olan mebuslarda
şimdi, ya Vahdettin Damat Ferit'i iş başına getirirse diye bir
telaş başladı. Güç kaynağı Anadolu'ydu, ARMHC idi. Ni­
tekim, Atatürk'ün deyimiyle, Heyet-i Temsiliye yurt çapın­
da bir "telgraf fırtınası" düzenledi. Çok sayıda telgrafla bas­
kı kurma tekniği Hürriyetin ilanında, 31 martta da kullanıl­
mıştı. Muhtemelen bu baskı sayesinde Vahdettin demokratik-ulusçu harekete ters bir darvanış gösteremedi. Hayli te­
reddütten sonra, Sadarete Salih Paşa'yı getirdi (8 mart). Har­
biye Nazın Fevzi (Çakmak) Paşa'ydı.
İstanbul İşgalinin Şiddetlendirilmesi: Bu sırada Os­
manlı banşımn hazırlıklan ilerliyordu. İstanbul güya Osman­
lı'da kalacaktı ama, banş şartlan çok ağır olacaktı. Onun için
demokratik-ulusçu hareketin önünü kesmek, ona ağır bir
darbe indirmek, bu sayede Türkleri yıldınp sindirmek, çok
ağır bir banşı kabule hazır hale getirmek gerekiyordu. De­
mokratik-ulusçu harekete vurulacak darbeyle dolaylı olarak
Padişah güçlendirilmiş, desteklenmiş olacaktı. Bu amaçla 16
Mart 1920'de İstanbul'da İngilizlerin yürüttüğü bir darbe
düzenlendi. İstanbul zaten işgal altında olduğundan, buna
"İstanbul'un işgali" ya da "resmen işgali" demek zordur. "İş­
galin şiddetlendirilmesi" denebilir belki. Ama baskın ya da
darbe tarzında düzenlendiği muhakkaktır. Gemiler o gün er169
ken saatte toplarını kente çevirdiler, kimisi Galata Köprüsü'ne yanaştı, binaların üstüne makineli tüfek yuvalan yer­
leştirildi, başta Harbiye Nezareti olmak üzere o güne dek iş­
gal edilmemiş bazı binalar işgal edildi. Asıl önemlisi, siya­
set adamı, gazeteci o/an önceden belirlenmiş demokrat-ulusçular, sabahın çok erken saatlerinde evleri basılarak, çok
kez gecelik kıyafetleriyle tutuklanıp götürüldüler. Bu bildir­
geyle halka, idam cezası tehdidiyle gözdağı verildi. Bu ara­
da Şehzadebaşı Karakolu basıldı. Çatışma çıktı ve kimi ölen­
ler oldu. O gün İtilaf, Saray'a adam yollayarak, Vahdettin'e
darbenin kendisine yönelik bir yanı olmadığı güvencesini
verdi.
Bu kadar zorbalık yapan İngilizler, hükümeti ya da
Meclis'idoğrudanhedefalan davranışlar göstermediler. Yal­
nız Salih Paşa hükümetine dayattıktan koşul, Kuvayı Milliye'yi kınayan bir bildirge çıkarmasıydı. Hükümet, çekildi­
ği takdirde büyük ihtimalle Damat Ferit'in geleceğini tah­
min ettiğinden, çekilmemeyi, iktidara asılmayı bir yurtse­
verlik görevi bildi. Oturdu, Yunan zulmü karşısında meşru
savunma haklannı kullanmak üzere halkın silaha sanldığını ama bu arada birtakım aşınlıklann, kanunsuzluklann ya­
pıldığı yolunda bir bildirge hazırladı. İtilaf temsilcileri bu
bildirge metnini hafif bularak, reddettiler. Hükümet daha
ağınnı kaleme aldı, yine reddedildi. Hükümetle İtilaf ara­
sında bildirge, tenis topu gibi, fakat gitgide ağırlaşarak bir­
kaç kez gitti geldi - istifaya değin.
Evlere, dairelere sabah karanlığında dipçikle giren İn­
gilizler, Meclis'e öğleden soma ve "terbiyeli" bir biçimde
geldiler. Başta Rauf olmak üzere, bazı mebuslan götürmek
istediklerini kapıdan bildirdiler.
Rauf içerdeydi. Mustafa Kemal darbenin istihbaratını
170
almış ve Rauf'tan kaçıp gelmesini istemişti. Oysa Rauf Mec­
lis'ten süngülü askerler tarafından, İngilizlerin parlamento­
ya, demokrasiye saygısızlıklarını, tecavüzlerini belgeleyen
tarihsel bir sahne sonucunda, belki yaka paça götürülmeyi
arzu ediyordu. Bunun için kaçmamıştı. İngilizlerin terbiye­
li gelişleri onun bu tasavvurunu bozmuşta. Sonuç olarak ge­
len memurlara, kendisini zorla götürdüklerine dair bir bel­
ge imzalattıktan sonra, teslim oldu. Oysa o anda dahi kaç­
ması çok zor değildi. Atatürk, herhalde bu yüzden, kimile­
rinin uygar bir ülkenin hapishanesini ulusal bir mücadele­
nin tehlike ve belirsizliklerine yeğledikleri yolunda bir sö­
zü N u t u k ' a yazmaktan kendini alamayacaktı.
Daha önceki saatlerde iki küme mebus, birinin başın­
da Hüseyin Kâzım, ötekinin başında Rauf, Damat Ferit'in
sadarete getirilmemesini Padişaha söylemek üzere Saraya
gitmişlerdi. Vahdettin ikisini de terslemişti. Hüseyin Kâ­
zım'a "Ben istersem Rum patriğini de Ermeni patriğini de
getiririm, Hahambaşıyı da getiririm!" demişti. Rauf'a söy­
lediği şuydu: "Rauf Bey! Bir millet var, koyun sürüsü. Ba­
na bir çoban lazım. O da benim." Yani Rauf'a, siz kim olu­
yorsunuz diyordu. Bu, tipik ortaçağcıl devletlilerin ya da din
önderlerinin görüşüdür. Halkı, cemaati koyun sürüsüne, ken­
dilerini çobana benzetirler. Zaten "reaya" sözcüğü hem sü­
rü, hem halk anlamına gelir.
Mebusan Meclisi İtilafın davranışlarını protesto etmek
için genel kurul çalışmalarına ara verdi. Fakat ilginçtir ki,
bu davranış, Saraycı ve muhaliflerin ağır bastığı Ayan Meclisi'nde, hiç anlayış görmedi. Böyle bir darvanışa gerek yok­
ta, onlara göre. Hatta İngilizlerin tutukladıkları bir Ayan üye­
si için girişimde bulunulmasına Rıza Tevf ik karşı çıkmış, bü­
yük bir devletin haksızlık yapamayaacığını söylemiştir. En
171
basit bir dayanışma duygusunu dışlayan bü tutum, Türk hal­
kının kutuplaşarak iki cepheye bölündüğünü, oydaşmanm
yitirildiğini gösterir. Bu artık bir iç savaş ortamıdır. Nitekim
iç savaş başlamış, ya da başlamak üzereydi.
Atatürk darbenin gelmekte olduğunu biliyordu. Zaten
çok önceden böyle bir tehlikeye işaret etmişti. Hemen hare­
kete geçti ve 7 genelge çıkarttı, bir "tel fırtınası" başlattı.
Bunlarda İtilaf protesto ediliyor, Meclis'in yeniden Anka­
ra'da toplanması için önlemler almıyor ve Sivas Kongresi sı­
ralarındaki, Anadolu'nun İstanbul'la resmî telgraf haber­
leşmesini kesmesi isteniyordu. Ne var ki, bu son istek zor­
luklara uğradı. Zira yurtsever sayılan Salih Paşa hükümeti
daha 17 gün işbaşında kalacak, bu dönemde genel kurul
toplantıları yapılmasa da Mebusan Meclisi yan çalışır du­
rumda olacaktı. Bu yüzden Harbiye Nazın Fevzi Paşa, or­
dunun Nezaretiyle ilişkiyi kesmemesini istedi. İki KO Ko­
mutanı bu isteğe uydu: 12. KO Komutanı Fahrettin (Altay)
ve 14. KO (Bandırma) Komutanı Yusuf İzzet. Böylece Ey­
lül 1919'da sorunsuz kurulabilmiş olan KO Komutanlan
cephesi, Mart 1920'de kurulamıyordu. Öte yandan, 1909'da
31 Mart olayından sonrasını hatırlatırcasma (Hareket Ordusu'nu İstanbul'a girmekten vazgeçirmek için Mebusan Meclisi'nin Ayastefanos'a gönderdiği heyetler) haberleşmenin
kesilmemesi için hükümetin girişimiyle 4 kişilik bir mebus
heveti (Heyet-i Tenviriye, yani Aydınlatma Heyeti adında)
gönderildi Ankara'ya. Aykırı davranan KO Komutanlannı
yola getirmek için zor kullanıldı. Ama zaten Salih Paşa 2 ni­
sanda daha fazla dayanamayıp istifa etti. Bazı Hükümet üye­
leri dayakla tehdit ediliyor, İtilaf, hükümetin Kuvayı Milli­
ye'yi kınayan bildirge metinlerini bir türlü yeterince kuvvet­
li bulmuyordu. 4 nisanda Damat Ferit sadrazam oldu. Böy172
lece ak koyun kara koyundan ayrılmış oluyor, insanlar iki
cepheden birine katılmak zorunda kalıyorlardı. Bu arada
Fevzi Paşa da Anadolu'ya kaçıyordu. 11 nisanda Mebusan
Meclisi dağıtıldı. Zaten birçok mebuslar İstanbul'dan kaç­
mış bulunuyorlardı. Kısa süren III. Meşrutiyet böylece son
buldu.
Birinci
Cildin Sonu
173
http://genclikcephesi.blogspot.com
http://genclikcephesi.blogspot.com
ANA ÇİZGİLERİYLE
TÜRKİYE'NİN YAKIN TARİHİ
1789-1980
2. CİLT
http://genclikcephesi.blogspot.com
Dizgi - Baskı - Yayımlayan
Yenigün Haber Ajansı
Basın ve Yayıncılık A.Ş.
Temmuz 1997
http://genclikcephesi.blogspot.com
ANA ÇİZGİLERİYLE
TÜRKİYE'NİN
YAKIN TARİHİ
2. CİLT
PROF. DR. SİNA AKSİN
Cumhuriyet
GAZETESININ
OKURLARıNA ARMAĞANıDıR.
http://genclikcephesi.blogspot.com
İÇİNDEKİLER
XVIII.
TBMM'nin Kurulması,
İç Savaş ve Sevr Antlaşması
XIX.
Düzenli Ordunun Zafer Yolu
XX.
XXI.
Büyük Zafer ve Saltanatın Kaldırılması
Lozan Antlaşması ve
Cumhuriyetin İlanı
XXII.
Hilafetin Kaldırılması ve Laiklik
XXIII.
Devrim ve Karşıdevrim
XXVI.
Kültür Devrimi Ön Düzleme Geçiyor
XXV
Siyaset ve İktisatta Gelişmeler
1
XXVI. Atatürk'ü Değer endirmek
XXVII.
İnönü Döneminin
Savaş Öncesi ve Savaş Yıllan
XXVIII.
XXIX.
XXX.
XXXI.
İnönü Çok-Partili Dizgeyi Kuruyor
Demokrat Parti Dönemi
1960 Sonrası
Son Söz
http://genclikcephesi.blogspot.com
XVIII. TBMM'nin Kurulması,
îç Savaş ve Sevr Antlaşması
Meclis'in Ankara'da yeniden çalışmalara başlaması için
Atatürk'ün daha ilk günden harekete geçtiğini gördük. Ye­
ni Meclis'e Mebusan Meclisi'nin kaçabilen ya da kaçmak
gereği olmadan gelebilen mebusları katılacaktı. Ama gele­
meyen ya da gelmek istemeyen mebuslar da olacaktı. O ba­
sından yeniden bazı mebusların seçilmesi gerekecekti. Bir
de Meclis'in niteliği sorunu vardı. Ayan Meclisi gelmeye­
ceğine, Padişah ve hükümetiyle birlikte çalışmak söz konu­
su olmadığına göre, buna Mebusan Meclisi denemezdi.
Atatürk Müessisan (Kurucu) Meclisi denmesini önerdi. Karabekir buna karşı çıktı ve İslamî bir renk taşıması bakımın­
dan, şûra sözcüğünün Kullanılmasını uygun buldu. Sonun­
da Atatürk ve arkadaşlarının bulduğu isim her bakımdan
anlamlıdır. Türkiye, Türklerin oturduğu ülkenin adıdır. Fa­
kat Osmanlı zamanında ülkeye "Memalik-i Osmaniye" de­
nirdi ki Osmanlı ailesinin yönettiği, bu aileye ait ülkeler de­
mektir. Oysa Avrupa'da saltanatla yönetilen ülkelerin her
birinin adı vardır ve bu ad yöneten hanedanın adı değildir.
Aynı zamanda devletin de adıdır. Yani, ülke ve devletin adı
İngiltere'dir örneğin, fakat hanedan adı Stuart, Hannover
vs. olabilir, memalik-i Osmaniye ya da Osmanlı Devleti
adı, ülkenin ve devletin hanedanın özel malıymış izlenimi6
ni veriyordu. Zaten yabancılar genellikle Türkiye diyorlar­
dı ve böylesi çok daha demokratikti. Büyük sözcüğü Mec­
lis'in sıradan bir meclis olmadığım, olağanüstü yetkileri ol­
duğunu anlatıyordu. Millet sözcüğü ise Meclis'in milleti,
ulusu temsil ettiğini gösteriyordu. Hatırlanırsa, Millet söz­
cüğü ilk kez Ayestefanos'ta toplanan Meclis'le kurumsal
düzeyde resmen ortaya çıkmış ve Hareket Ordusu İstan­
bul'a girdikten sonra kaybolmuştu. Şimdi yeniden, artık
hep kalmak üzere ortaya çıkmış bulunuyordu. Yeni Mec­
lis'in adının her sözcüğü devrimci bir anlam taşıyordu.
TBMM, 23 Nisan 1920'de açıldı, Mustafa Kemal başkan
seçildi. TBMM Başkanı, Meclis'in seçeceği hükümete de
başkanlık edecektir. Türk toplumunun demokrasi mücade­
lesi böylece yeni bir ivme kazanıyordu.
İç savaş: İstanbul'da yeni Ferit hükümetinin ilk yaptığı iş­
lerden biri, Şeyhülislam Dürrizade Abdullah Efendi'ye bir
fetva hazırlatmak oldu. Fetvada, ulusal hareketin Halife'ye
karşı bir ayaklanma olduğu, buna katılanların öldürülmele­
ri gerektiği, onlara karşı mücadele edenlerin şehit ya da ga­
zi olacakları belirtiliyordu. Bu fetvadan binlerce basılarak
ülkeye dağıtıldı. Kimi yerlerde İngiliz uçaklarından atıldığı
anlaşılıyor. Sonra Mustafa Paşa Divan-ı Harbi Mustafa Ke­
mal ve arkadaşlarını gıyaben yargılayarak birçoğunu idama
mahkûm etti (11 Mayıs 1920). İlginç olan, Vahdettin'in yal­
nızca Mustafa Kemal'in idam mahkûmiyetini onaylamasıdır. Belki böylece, Mustafa Kemal'in arkadaşlarına bir ümit
ışığı tutularak, onların ona başkaldırmaları özendirilmek is­
teniyordu. Yapılanlar, bir iç savaş ilanıydı. Nitekim İç Savaş
Eylül 1919'da Damat Ferit'e bayrak açılınca başlatılmıştı
(Birinci Bozkır, 27 Eylül-4 Kasım 1919; Birinci Anzavur, 1
Ekim-30 Kasım; İkinci Bozkır, 20 Ekim-4 Kasım 1919;
7
Şeyh Eşref, 26 Ekim-24 Aralık 1919), 1.5 ay kadar ara ve­
rilmiş, İtilaf İstanbul'u Osmanlıdan kopartma kararından
vazgeçince, 16 şubatta İkinci Anzavur ayaklanmasryla çok
daha şiddetli ve yaygın bir ikinci perde başlatılmıştır. Tarih­
çilerimiz bazen Padişahçı halk hareketlerinden "iç isyan­
lar" diye söz ederler. "Dış isyan" diye bir şey düşünüleme­
yeceğine göre, garip bir adlandırmadır bu. Şunu da belirt­
meli ki, padişahçı hareketler TBMM hükümeti açısından
"isyandır." Vahdettin bakımından ise yasal ve dinsel yetki­
yi destekleyen meşru hareketlerdir. (Padişahçı kuvvetler ki­
mi kez kendilerine Sadakat Ordusu adı vermişlerdi.) Anka­
ra ya da İstanbul açısından bakılmazsa, düpedüz iç savaştır,
kanlı bir kardeş kavgasıdır. Bir taraf demokratik-ulusçu
devrimi, öbür taraf ortaçağcıl mutlakiyeti, feodalizmi, kar­
şıdevrimi savunuyordu.
Demokratik, ulusçu hareketin karşı önlemleri gecikmedi.
5 mayısta Ankara Müftüsü Rıfat (Börekçi) Efendi'nin kar­
şı fetvası çıktı. Buna göre hainler karşı taraftı. Daha önce
29 nisanda Hıyanet-i Vataniye Kanunu çıkarıldı. TBMM
hükümetine karşı çıkmak vatana ihanet sayıldı ve cezası
idam olarak saptandı. Daha sonra, 18 eylülde TBMM İstik­
lal Mahkemeleri kurmaya karar verdi. Bu mahkemelerin
yargıç ve savcıları mebuslardan oluşacaktı. Kararlan kesin
olacaktı. Bunlar, devrim mahkemeleriydi, yani adaleti sağ­
lamanın ötesinde, karşıdevrimcileri sindirme hedefi güdü­
lüyordu. TBMM, 6 Mayıs'ta İstanbul ile resmi haberleşme­
lerin kesilmesine karar verdi. 24 Mayıs'ta, 16 Mart
1920'den soma İstanbul hükümetinin karar ve düzenleme­
lerini geçersiz saydı. Böylece iç savaşın gereklerini yerine
getirirken TBMM, yine de padişahı doğrudan karşısına al­
mamayı ihtiyatın bir gereği görüyordu. Padişahın, İtilafın
8
tutsağı olduğu ve TBMM'nin Padişah-Halifeyi kurtarmak
amacım güttüğü belirtiliyordu.
Şimdi iç savaşın başlıca cephelerini görelim. Anzavur is­
yanı Biga, Gönen, Karacabey ve çevresini kaplıyordu. Ada­
pazarı, Düzce, Bolu ayaklanması Ankara'nın ilçesi olan
Beypazan'na değin yayılmıştı. Halide Edip Adıvar Türkün
Ateşle İmtihanı adlı anı kitabında, bu dönemde Ankara'da
Mustafa Kemal'le birlikte kalman karargâhta, geceleri nite­
liği belirsiz silah sesleri duyulduğu, binanın güvenliği ve
gerekirse kaçmak için alınan önlemleri anlatır. Üçüncü bir
ayaklanma alanı Konya idi (Delibaşı Mehmet İsyanı). Dör­
düncü önemli ayaklanma Yozgat'ta Çapanoğlu isyanıydı.
Dikkat edilirse, bu ayaklanmaların Ankara'yı üç yandan
kuşatacak bir biçimde çıkıtğı görülür. Nihayet, ulusal hare­
keti boğmak üzere Padişahın kurduğu resmi bir ordu vardı.
Kuva-yi İnzibatiye, ya da diğer adıyla Hilafet Ordusu Sü­
leyman Şefik Paşa komutası altındaydı. Ali Fuat Paşa ko­
mutasındaki Kuva-yi Milliye birlikleri Geyve'de bu ordu­
nun taarruzunu durdurup onu bozguna uğrattılar (25 Hazi­
ran 1920). Bütün yaz ve güz başına bir İç Savaş Anadolu'yu
kasıp kavurdu. İstanbul sorunu dolayısıyla verdiği 1.5 aylık
ara dışında Padişah İç Savaşı 1919 güzünden 1920 güzüne
yaklaşık 1 yıl sürdürmüştür. İç Savaşı Damat Ferit'ten çok
Vahdettin'e mal etmek gerekir, zira bu dönemin önemli bir
bölümünde Ferit işbaşında değildi. Anzavur, Düzce-BoluAdapazan ve Çapanoğlu ayaklanmaları Çerkez Ethem'in
komutası altındaki Kuva-yi Seyyare adındaki birlik tarafın­
dan bastırıldı. Görüldüğü gibi, İç Savaşta TBMM'yi muzaf­
fer kılan, düzenli ordudan çok, Kuva-yi Milliye olmuştur.
Sevr Antlaşması: İç Savaşta Anadolu insanı birbirin bo­
ğazlarken, dış siyasette önemli gelişmeler oluyordu. İtilaf
9
temsilcileri birçok toplantıdan onra Osmanlı barış antlaş­
masına İtalya'nın San Remo kentinde son biçimini verdiler
(24 Nsan 1920). Bundan sonra Osmanlı hükümetinden Ba­
rış Konferansına temsilcilerini yollamasını istediler. Tevfik
Paşa başkanlığında bir heyet Paris'e gelip antlaşma taslağı­
nı teslim aldı (11 Mayıs). Tevfik metni okuyunca perişan
oldu. Merkeze gönderdiği telde, antlaşmanın değil bağım­
sızlık, devlet kavramıyla da bağdaşmadığını bildirdi. Vah­
dettin dahil, bütün ülke materna boğuldu. Antlaşma şöyle
özetlenebilir:
1) Doğu Trakya Yunanistan'a veriliyor ve İzmir-ManisaAyvalık bölgesinin 5 yıl sonunda Yunanistan'a katılması
için önlemler almıyordu.
2) Doğu Anadolu'da bağımsız bir Ermenistan kuruluyor,
sınırlarının saptanması ABD Cumhurbaşkanı Wilson'a bı­
rakılıyordu. Wilson daha sonra bu işe girişip "genişçe" sı­
nırlar saptamıştır. Tirebolu, Gümüşhane, Erzincan, Muş,
Bitlis ve buraların doğusu "Ermenistan" sayılmıştır.
3) Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinin Ermenis­
tan'dan kalan yerlerinde özerk bir Kurdistan kurulacak, bu
devlet isterse bağımsız olabilecekti.
4) Boğazlar (güneyde Edremit Körfezine kadar) ve Mar­
mara kıyılan Boğazlar Komisyonu adındaki tüzelkişiliği
olan uluslararası bir örgütün yönetimi altında olacaktı. Ör­
gütün merkezi İstanbul olacak, bayrağı, polis kuvvetleri bu­
lunacaktı. İstanbul, "uslu" durdğu sürece aynı zamanda
Osmanlı başkenti olacaktı.
5) Antalya, Silifke, Niğde, Aksaray, Akşehir, Afyon, Ba­
lıkesir, Aydın, Muğla İtalyan nüfuz bölgesi oluyordu.
6) Mardin, Urfa, Antep, Ceyhan Fransız mandası altında­
ki Suriye'ye bırakılıyordu. Mersin, Adana, Maraş, Diyarba10
kır, Silvan, Elazığ, Arapkir, Sivas, Tokat Fransız nüfuz böl­
gesi oluyordu.
7) Saray muhafızları dahil, Osmanlı silahlı kuvvetlerinin
asker sayısı en çok 50.700 olabilecekti.
8) Kapitülasyonlar geri gelecekti.
9) Fransız, İngiliz, İtalyan temsiclilerinden bir Maliye
Komisyonu oluşturulacaktı. Osmanlı bütçesi komisyonun
istediği gibi yapılacak, ülkenin maliyesi komisyonun dene­
timinde olacak, komisyon sürümdeki para miktarım denet­
leyecek, komisyonun kabul etmediği borçlanmalar yapıl­
mayacak, ayrıcalıklar tanınmayacaktı.
10) Bırakışmanın 7. maddesi yürürlükte kalacak, yani İti­
laf gerektiğinde istediği noktalan işgal edebilecekti. Os­
manlı hükümetinin yaptığı itirazlar hemen hiçbir sonuç do­
ğurmadı (yalnız Maliye Komisyonu'na oy hakkı olmayan
bir Osmanlı temsilcisinin üyeliği kabul edildi). İtilaf, padi­
şahın bile bu antlaşmayı imzalamak hususunda isteksiz ol­
duğunu görünce Yunanlılan harekete geçirdi. 22 Haziran
1920'de taarruza kalkan Yunan ordusu- Batı Anadolu'nun
büyük bir bölümünü işgal etti. 8 temmuzda Bursa'yı, 29
ağustosta Uşak'ı aldılar. Yalova, Bursa, Uşak, Buldan yeni
işgal bölgesinin içine giriyordu. Yunanlılar 20 temmuzda
Doğu Trakya'yı da belli bir direnişle karşılaşmalanna rağ­
men işgal ettiler. Batı Aandolu'daki Kuva-yı Milliye Yunan­
lılan durduramadığı gibi, kayda değer bir direnişte buluna­
mamıştı. Güneyde harikalar yaratabilen Kuva-yi Milliye
Ege'de varlık gösterememişti. Bu durumu açıklamak çok
zor değildir. Batıda Türk toplumu iç savaşı yaşıyordu. Öy­
le olunca, Yunan başansı Vahdettin'i memnun etmemiş ol­
malıdır. Çünkü bu durumda idam hükmü olan banş antlaş­
masını kabul etmekten başka çera kalmıyordu. Çaresizliği
11
belgelemekten başka bir işlevi olmayan geleneksel bir sal­
tanat şûrasından soma (bir tek karşı oy çıkmıştı) 10 Ağus­
tos 1920'de Sevr (Sevres) Antlaşması Osmanlı temsilcileri
Rıza Tevfik, Reşat Halis ve Hadi Paşa tarafından Paris Ba­
rış Konferansı'nda imzalandı. Bu, belki de Türk tarihinin
en karanlık anıdır.
Vahdettin mutlaka imzalamak zorundaydı diye bir iddia
olamaz sanıyorum. Birtakım şeyleri göze alıp imzalamaya­
bilir, hatta cihat ilan edebilirdi. "Göze alınacak" muamele­
ler arasında sarayından alınıp Napolyon gibi uzak bir ingi­
liz adasına sürgün edilmek de vardı. O, bunları göze alama­
dı. Atatürk ve arkadaşları ya da TBMM ise yine birtakım
şeyleri göze alarak, mücadele bayrağını açtılar. Bursa, Yu­
nan eline geçtiğinde,TBMM kürsüsünün üzerine siyah bir
örtü örtüldü ve Bursa kurtuluncaya dek onun orada kalma­
sı kararlaştırıldı. Sevr'i kabul edenlerin hain oldukları du­
yuruldu. Bu karar sayesinde Sevr tarihin "çöp tenekesine"
ya da "derin dondurucusuna" kaldınlabildi.
Sevr, Türklerin ruhsal yapısında ağır bir şok, bir darbe et­
kisi yaptı. Avrupa'nın ve Balkan ulusçuluğunun Türkleri siyaseten, hatta etnik varlık olarak Rumeli'den kovmak kara­
rında olduğu sözle ve uygulamada çok kez anlatılmıştı. Za­
ten 1913'te Osmanlı Devletine Rumeli'nin görece hayli kü­
çük bir coğrafyası kalmış bulunuyordu. Barış antlaşmasıy­
la Doğu Trakya'da Türk egemenliğinin daha da kısıtlanma­
sı beklenebilirdi. Ama Türklerin sanıyorum hiç bekleme­
dikleri şey, Sevr'in Türkleri Anadolu'dan kovma sürecini de
başlatmasıydı. Halk çoğunluğunun kimde olduğunu araştır­
ma zahmetine hiç girmeden, tarihsel haklar noktasından ha­
reketle, Sevr ile pek az Ermenili bir Ermenistan, az Rumlu
bir Anadolu Yunanistan'ı yaratılabilmişti. Yukarıda "Ana12
dolu'dan kovma süreci" dedim, çünkü işin Sevr'le bitmeye­
ceği tarih olaylarıyla sabitti. Yarın bir Pontus (nitekim ara­
lıkta Samsun, Bafra, Amasya, Tokat Rumları ayaklanacak­
tı), bir Orta Anadolu Yunanistan'ın yaratılamayacağını
kimse garanti edemezdi. Tersine, bu çok muhtemeldi, uzun
vadede muhakkak gibiydi. Emperyalizmin, sömürgeciliğin
tarihinde ağır haksızlıklar, baskılar, sömürüler, hatta zulüm­
ler çok görülmüştür, kural budur. Ama emperyalistin, sö­
mürgecinin yerli halka, "Buraları benimdir ve ben sizi bu­
rada istemiyorum. Çekin gidin" demesi hayli nadir bir olay­
dır. Bu istisnai muamele Anadolu Türklerine, sonra da Fi­
listin Araplanna uygulanmak istenmiştir. Türklerin geçir­
diği şok bundan kaynaklanıyordu. Kurtuluş Savaşı 'nda ka­
zanılan zaferlerle Türkler kılıçlarının zoruyla Sevr'i parça­
ladılar, Lozan'ı elde ettiler. Atatürk devrimi ise aynı sürecin
devamıdır. Bununla Türkler uygarlığın ön safına doğru
adım atıyor ve Lozan'ı sürekli olarak geçerli, Sevr'i sürek­
li geçersiz kılıyorlardı. Lozan'ın sigortası ve güvencesi
Atatürk devrimidir. Türkler Şevr şokunu yaşamış insanlar
olarak bunu bildikleri için, Atatürk'ün ölümünden bu yana
yarım yüzyıldan fazla zaman geçtiği halde, Atatürk devri­
mi bütün kurumlarıyla ayaktadır. Dolayısıyla Atatürk dev­
rimine Türk Devrimi de denebilir.
İç savaşın sonucuna gelelim. İç savaşın son büyük cephe­
si olarak, Delibaşı Mehmet isyanını görüyoruz. 2 Ekim
1920'de patlak veren isyan, bir anda yayıldı. İsyancılar
Konya'yı ele geçirdiler. Fakat düzenli ordu birlikleri birkaç
gün içinde Konyayı'yı temizlediler. 16 ekimde Bozkır'a
girdiler. Böylece iç savaş, bazı ufak tefek kıpırdanmalar dı­
şında demokratik-ulusçu hareketin yani TBMM hükümeti­
nin zaferiyle sonuçlanmış oldu. Bir gün sonra, Damat Ferit
13
17 ekimde istifa etti ve artık siyasal hayatı noktalanmış ol­
du. Acaba Vahdettin ve Ferit 17 ekimi neden beklediler?
Delibaşı ayaklanmasının bütün ülkeye yayılabileceğini mi
ummuşlardı? Öyle görünüyor ki, Vahdettin, isyanların so­
nuncusunun da yenilgiyle noktalandığını görmeden iç sa­
vaştan umudu kesmemiştir. Ama bu kapı artık kapanmış
bulunuyordu. Bu durumda Vahdettin "Şahin" Ferit'i geri
çekti ve diğer akrabası, "Kumru" Tevfik'i görevlendirdi.
Saltanatın sonuna değin onunla çalışacaktı artık.
14
XIX. Düzenli Ordunun Zafer Yolu
Düzenli ordunun ilk başarısı Doğu'da oldu. İç savaştan ve
Yunan istilasından haziran başından beri yararlanmak iste­
yen Ermenistan, sınırda etkinlik göstermekteydi. 24 Eylül
1920'de geniş çapta bir saldırıya geçti. Doğu Anadolu'da bı­
rakışma döneminde savaş gücünü yitirmemiş olan Kâzım
Karabekir komutasındaki 15. KO vardı. Bu kuvvet Ermeni
saldırısını durdurduğu gibi, Ermeni işgali altındaki yerleri
kurtardı. Ermeniler barış istemek zorunda kaldılar. 3 Aralık
1920'de imzalanan Gümrük Antlaşması'yla Oltu, Sarıka­
mış, Kars, Türkiye'nin oldu. Ermenistan Sevr'i tanımadığı­
nı kabul ötmek zorunda kaldı.
İç savaş olmasaydı, Kuva-yi Milliye ne ölçüde Yunanis­
tan'a karşı başarılı olurdu, kestirilemez. Bununla birlikte iç
savaş yüzünden Kuva-yi Milliye'nin başarısız olduğu da
muhakkaktı. Kuva-yi Milliye, hatırlanacağı üzere, Mond­
ros Mütarekesi'ni çiğnememiş görünmek için başlangıçta
başvurulmuş olan bir çareydi. Ayrıca halkın savaş bıkkınlı­
ğı dolayısıyla, normal yoldan (zorunlu) asker almak zor gö­
rünüyordu. Kuva-yi Milliye gönüllülük esasına dayanıyor
ve hatta kimi yerlerde katılanlara bir ücret ödeniyordu. Yağ­
ma olanakları olduğundan, Çerkez Ethem'in Kuva-yı Sey­
yaresi gibi birliklerde askerlerin maddi olanaklarının hayli
iyi olduğu tahmin edilebilir. Kuva-yi Milliye'nin Batı'daki
15
başarısızlığı, Yunan istilasının Doğu Trakya ve Batı Ana­
dolu'yu kaplaması, artık burada da asker alma yoluna gidi­
lerek, düzenli ordu birliklerinin savaşacak hale getirilmesi­
ni olanaklı ve gerekli kılıyordu. 24/25 haziranda Batı Cep­
hesi kuruldu ve Ali Fuat cephenin komutanı oldu. Fakat Ali
Fuat, Kuva-yi Milliye döneminin alışkanlıkları içinde, rüt­
besiz üniforma giyen, omuzunda tüfek taşıyan bir kişiydi.
Yeni döneme yeni bir adam gerekiyordu. Ali Fuat 8 kasım­
da görevinden alınarak Sovyet Rusya'ya elçi atandı, yerine
İsmet Bey getirildi.
Düzenli ordu genişletilirken, Kuva-yi Milliye birliklerini
düzenli ordunun içine almak için çaba gösteriliyordu. Buna
Demirci Mehmet Efe ve Çerkeş Ethem karşı çıkmışlardı.
11 aralıkta ayaklanan Demirci'ye karşı Refet Paşa komuta­
sındaki bir kuvvet gönderildi, Efe yenildi ve daha sonra tes­
lim oldu. Çerkeş Ethem'in düzenli orduya katılması için
birçok görüşmeler yapıldı, fakat o, razı olmadı ve meydan
okudu (1 Ocak 1921). Üzerine gönderilen kuvvetler 5 ocak­
ta Kuva-yi Seyyare'nin karargâhının bulunduğu Gediz'e
girdiler. Ethem Yunanlılara sığındı. Ethem'in durumu tarih­
çilerimiz tarafından farklı farklı değerlendirilmektedir. Ki­
misi onu hain diye nitelerken, ondan yana değerlendirmeler
de yapılmaktadır. Ethem'in iç savaş sırasında yaptığı hiz­
metlerin olağanüstü önemini kimse tartışmamaktadır. Yine
düzenli orduya katılmak konusunda gösterdiği direnç eleştirilebilirse de, bunu ihanet olarak tanımlamak zordur. Ay­
nı biçimde canını ya da özgürlüğünü kurtarmak için Yunan­
lılara sığınması da sanırım ihanet sayılmasa gerek. Önemli
olan Yunanlılara sığındıktan soma ülkesi aleyhinde çalışıp
çalışmadığıdır. Çalıştıysa o zaman ihanet gündeme gelir.
Bunu iyi incelemek gerekir.
16
Tevfik Paşa hükümeti göreve başladıktan sonra İstan­
bul'la Ankara arasmda bir anlaşma sağlamak üzere, İstan­
bul'u temsil eden İzzet ve Salih Paşalar'la Mustafa Kemal
ve İsmet arasmda 5 Aralık 1920'de Bilecik'te bir görüşme
yapıldı. Bir sonuca ulaşmadı.
Yunanistan'da olup bitenler: Bu sıralarda Yunanis­
tan'da önemli gelişmeler olmaktaydı. I. Dünya Savaşı çıktı­
ğında Yunan tahtında Kral Konstantüi.vardı. Konstantin Al­
man Harp Okulu'nda okumuştu ve bir Alman prensesiyle
evliydi. Bu gibi etkilerle Almanya'ya yakınlık duyuyordu.
Yunanistan savaşta yansızlığı seçti. Oysa Venizelos adlı Gi­
ritli Yunan siyaset adamına göre bu yanlış bir tutumdu. Ona
göre savaşı İtilaf kazanacaktı ve Yunanistan eğer İtilafla
yazgısını birleştirirse, Megali İdea (Büyük Düşünce, yani
Büyük Yunanistan'ın kurulması düşüncesi) yönünde önem­
li kazanımlar elde etmek olanaklı olurdu. Savaş sırasında
Fransızlar Pire'ye bir çıkartma yapıp gittiler, Konstantin'i
tahttan indirdiler. Yerine oğlu Aleksandır'ı geçirdiler. Veni­
zelos da hükümet başkam oldu. Yunanistan savaşa katıldı.
Fakat Ekim 1920 sonunda Aleksandır bir maymun ısırığı
sonucu öldü. Venizelos, Yunanistan'a yaptığı büyük hizme­
tin güveni içinde seçime gitti. Muhalefet Konstantin'i, Ve­
nizelos Konstantinen kardeşi Paul'ü kral yapmak istiyordu.
Fakat seçmen, Megali İdea dışında birtakım hesaplarla oyu­
nu kullandı ve Venizelos seçimi yitirdi. Tahta Konstantin
geçti. Konstantin Fransızların kendisinden hoşlanmadıkla­
rım bildiği için, İtilaf'm gözüne girmek ve TBMM hükü­
metine Sevr'i kabul ettirmek amacıyla yeni bir askeri hare­
kâta geçmek yanlısıydı. İnönü ve Sakarya meydan muhare­
beleri bu düşüncelerin bir sonucudur.
1. tnönü Zaferi ve Sonuçlan: 6-10 Ocak 1921 tarihle17
rinde Türk ve Yunan orduları Eskişehir'e yakın İnönü mev­
kiinde karşılaştılar. Karşılaşma Çerkeş Ethem'e karşı yürü­
tülmüş harekâtın hemen ardından geldi ve Yunan kuvvetle­
ri sayı ve donanım bakımından üstün durumda olmalarına
rağmen, basan elde edemediler, çekilmek zorunda kaldılar.
Kimileri bu zaferi küçümsemek istemişler ve Yunanlılann
bir keşif harekâtı yaptıklanm, çarpışan kuvvetlerin az sayı­
da bulunduğunu öne sürmüşlerdir. Oysa tarihte savaşan taraflann sayısı değildir bir savaşı önemli kılan. Doğurduğu
sonuçlardır. İslamiyetin doğusundaki kimi muharebeler, ka­
tılanların sayısı bakımından büyükçe bir mahalle kavgası
boyutundayken çok büyük sonuçlar doğurmuşlardır, dola­
yısıyla da önemlidirler.
İnönü Zaferi üzerine İtilaf, Sevr'de kantann topuzunu ka­
çırmış olduğunu fark etti. Londra'da Türkiye'nin de katıla­
cağı bir konferans toplamaya karar verdiler. Tevfik Paşa'ya
gönderilen çağnda, Osmanlı delegasyonunda TBMM tem­
silcilerinin de bulunmasını istediler. Tevfik durumu Anka­
ra'ya bildirdiğinde Mustafa Kemal'den kesin bir yanıt gel­
di. İtilafın bu tavır değişikliği, milletin azim ve fedakârlı­
ğının, TBMM'nin hiçbir zaman Sevr'i kabul etmemiş ol­
masının bir ürünüydü. Konferansa gidecek delegelerin
TBMM tarafından seçilmiş olması gerekirdi. Sevr'i imzala­
mış bir hükümetin konferansta ulus yaranna bir sonuç elde
edebilmesi olanaksızdı. İstanbul hükümetinin aradan çekil­
mesi gerekirdi. İstanbul bunu kabul etmeyince, TBMM
kendisine doğrudan çağn yapılmasını şart koştu. İtilaf dev­
letleri bu şarta uymak zorunda kaldılar.
23 Şubat günü açılan konferansta söz Tevfik Paşa'ya ve­
rildiğinde, söz hakkının millet temsilcilerine ait olduğunu
söyleyerek görüş belirtmekten kaçındı. Tahmin edileceği
18'
gibi İstanbul hükümetinin bu tutumu TBMM temsilcisi,
Hariciye Vekili Bekir Sami'nin durumunu çok güçlendirdi.
Fakat İtilaf önerilerinin Misak-ı Milli ile bağdaşmaz nite­
likte olduğu anlaşıldı. Sevr'i esas alıyorlar ve yalnızca bazı
hafifletmeler getiriyorlardı. Dolayısıyla konferans bir son­
ca ulaşamadan dağıldı (11 Mart). Fakat Bekir Sami Fran­
sızlar ve İtalyanlarla birer antlaşma imzaladığı gibi, İngiliz­
lerle de tutsakların serbest bırakılmasını düzenleyen bir ant­
laşma yaptı. Ne var ki TBMM her üç antlaşmayı da Misakı Milliye aykırı bularak onaylamayı reddetti. Böylece Lond­
ra Konferansı'ndan somut bir sonuç elde edilememiş oldu.
Bununla birlikte TBMM hükümetinin tanınmış olması bir
başarıydı.
1. İnönü Zaferi'nden sonra Sovyet Rusya ile ilişkilerde
önemli gelişmeler oldu. Sovyetler'le ilişkilerin ilk önemli'
adımı, 1920 ilkbaharında Mustafa Kemal ile Lenin'in mek­
tuplaşmaları oldu. Demokratik-ulusçu hareketin sosyalizm­
le bir ilgisi yoktu, fakat iki ülke de Batı Avrupa'nın yoğun
düşmanlığına hedef olmuşlardı. Bu bakımdan yakınlık kur­
maları son derece doğaldı. 11 Mayıs 1920'de Hariciye Ve­
kili Bekir Sami bir heyetle Moskova'ya hareket etti. Yapı­
lan görüşmeler sonucunda Sovyetler 3 haziranda Misak-ı
Milli'yi kabul ettiklerini açıkladılar. Kasımda Ali Fuat'ın
Moskova'ya büyükelçi atandığını görmüştük. Aradaki gö­
rüşmeler ancak I. İnönü zaferinden sonra ürün verdi. 16
Mart 1921'de imzalanan Moskova Dostluk Antlaşması'yla
Sovyetler Birliği'yle sınır belirleniyor (Batum Sovyetler'de
olmak üzere), Sovyetler'in Türkiye'ye para ve savaş malze­
mesi yardımı yapmaları kararlaştırılıyordu. Belirlenen sınır
13 Ekim 1921'de Ermenistan, Gürcistan, Azerbaycan'la ya­
pılan Kars Antlaşması'yla bir kez daha onaylanacaktı.
19
Sovyetler Birliği ile dostluk ilişkilerinin gelişmesi Türki­
ye'de kimi çevrelerde sosyalizme, hatta komünizme karşı
bir ilgi uyandırdı. Çerkeş Ethem'in de içinde bulunduğu
Yeşilordu örgütü kuruldu. 14 Temmuz 1920'de gizli Türki­
ye Komünist Fırkası doğdu. Daha sonra bu örgüt yasal Tür­
kiye Halk îştirakiyun Fırkası'na dönüştü (Aralık). Bütün bu
çalışmalardan rahatsız olan Atatürk, hareketi denetleyebil­
mek için içinde Celal (Bayar)'m da bulunduğu "resmi"
Türkiye Komünist Fırkası'm kurdurdu (Ekim). Çerkeş Et­
hem'in ayaklanmasından soma bütün bu örgütler kapatıldı.
Eylülde Bakü'de Mustafa Suphi tarafından Türkiye Komü­
nist Fırkası kurulmuştu. Ocakta Türkiye'ye gelen Mustafa
Suphi ve arkadaşları Trabzon açıklarında Yahya Kâhya ta­
rafından pek anlaşılamayan nedenlefle öldürüldüler.
I. İnönü zaferinin dış siyasette yol açtığı diğer bir gelişme
de 1 Mart 1921'de imzalanan Türk-Afgan Dostluk Antlaş­
ması oldu. Görülüyor ki kimilerinin "önemsiz" bulduğu I.
İnönü muharebesi dış siyasette önemli üç olumlu gelişme­
ye yol açmıştır.
I. İnönü'ye rağmen Yunanlıların savaş hevesi devam edi­
yordu. Eskişehir'i alabileceklerini, sonra da Ankara'ya yü­
rüyebileceklerini düşünüyorlardı. Lloyd George da aynı ka­
fadaydı. Onun için İnönü'ye tekrar saldırdılar (31 Mart - 1
Nisan 1921). II. İnönü de bir Türk zaferi oldu. ı. İnönü'den
sonra İsmet generalliğe yükseltilmişti. Atatürk İsmet Paşa'yı kutlarken "Siz orada yalnız düşmanı değil, milletin
makûs (ters) talihini de yendiniz" dedi. Mayısta İtalyanlar
Marmaris'ten, temmuzda Antalya'dan çekildiler. Haziran­
da Fransızlar Zonguldak' ı boşalttılar. Nişanda Şehzade
Ömer Faruk İnebolu'ya geldi. Atatürk nazik bir ifadeyle
onu geri çevirdi. Bilecik buluşması ve Londra Konferan20
sı'ndan sonra bu uzlaşma girişiminin de sonuçsuz kalması
herhalde demokratik-ulusçu hareketle uzlaşma konusunda
Vahdettin'in umutlarım iyice kırmış olmalıdır.
Sakarya Meydan Muharebesi ve Sonuçları: Yunanlılar
İnönü muharebelerinden yılmamışlardı. Bütün güçlerini
toplayarak büyük bir taarruza hazırlandılar. 10 temmuzda
başlayan harekât onlar için başarılı başladı. Türk ordusu Es­
kişehir ve Kütahya'da yenilerek geri çekilmeye başladı. Yu­
nanlılar Eskişehir, Kütahya ve Afyon'u ele geçirdiler. Mus­
tafa Kemal ordunun Sakarya gerisine çekilmesini uygun
gördü, çünkü Yunan ordusu çok daha güçlüydü. TBMM'de
panik ve kızgınlık havası esiyordu. Kayseri'ye doğru bir
göç başlamıştı. Bir ara devlet dairelerinin de Kayseri'ye ta­
şınması düşünüldü. Ordu 25 temmuzda Sakarya'nın doğu­
sunda yerini aldı. Meclis Mustafa Kemal'in ordunun başı­
na geçmesini istiyordu. Ama Mustafa Kemal'in şartı vardı.
TBMM'nin yetkilerini kullanmak istiyordu. TBMM 5
ağustosta onu başkumandan seçti ve 3 ay süreyle yetkileri­
ni verdi. (Başkumandanlık yetkileri Büyük Taarruza dek
birkaç kez yenilenecektir.) Bu yetkiyi alan Atatürk, 7-8
ağustos tarihlerinde olağanüstü bir seferberlik niteliğinde
olan Tekâlif-i Milliye (ulusal yükümlülükler) emirlerini ya­
yımladı. Bunlar; her aile birer takım çamaşır, birer çift ço­
rap ve"çarık verecek, besin maddelerinin yüzde kırkını, si­
lah ve cephanenin tümünü, taşıt ve binek hayvanlarının
yüzde yirmisini, bedeli sonra ödenmek üzere teslim edecek
gibi hükümler içeriyordu. Bu işi her ilçede kurulacak Tekâ­
lif-i Milliye komisyonları örgütleyecekti.
Aslında çok az vakit vardı. 23 Ağustos 1921 günü iki or­
du yaklaşık 100 km. boyundaki bir cephede çarpışmaya
başladılar. Yunan ordusu süvari ve subay sayısı dışında her
21
bakımdan çok daha güçlüydü. Şu tablo bir fikir verebilir:
Subay
Türk
5.401
Er
Tüfek
96.326 54.572
Yunan 3.780 120.000 75.900
M.Tüfek
Top
Hayvan Araba
Kam,
Uçak
825
169
32.137 .1.284
-
2
840
18
2.768
286
.3.800
-
Bu sayılar çok çarpıcıdır. Yunanlıların elindeki makineli
tüfe sayısı Türklerinkinin 3 katı, top sayısı yüzde 59 fazla­
dır. Onlarda 840 kamyon oluşu, bizde hiç olmayışı, uçak sayiları da aradaki sayıdan öte, nitelik farkını çok iyi anlat­
maktadır. Asıl çarpıcı olan er sayısıdır. Yunanistan nüfusu
Türkiye'den kabaca yandan az olduğu halde ve Osmanlı
Devleti I. Dünya Savaşı'nda 2.5 milyon asker çıkarabilmişken (bu sayının yaklaşık yansının Anadolu ve Rumeli'den
sağlandığı kabul edilebilir), şimdi bir ölüm-kalım mücade­
lesinde, düşman başkentin burnu dibine gelmişken, ondan
az asker çıkarılabilmiştir "er meydanına." Bu çok düşün­
dürücüdür. Bıçak kemiğe dayanmıştı. Atatürk mecbur kal­
dı, yine bıçağın kemiğe dayandığı başka bir durumda, Anafartalar'da yaptığını yapmaya. Ölünceye dek savaşılmasım
emretti. O koşullarda başka türlü başarıya ulaşmak olanak­
sızdı. Atatürk'ün emri şöyleydi: "Hatt-ı müdafaa (savunma
çizgisi) yoktur, sathı (yüzeyi, yani toprağı) müdafaa vardır.
O satıh, bütün vatandır. Vatanın her kanş toprağı vatanda­
şın kanıyla sulanmadıkça terk olunamaz. Onun için küçük,
büyük her cüzütam (birlik) ilk durabildiği noktada tekrar
düşmana karşı cephe teşkil edip muharebeye devam eder.
Yanındaki cüzütamm çekilmeye mecbur olduğunu gören
cüzütamlar, ona tabi olmaz. Bulunduğu mevzide nihayete
kadar sebat ve mukavemete mecburdur." 22 gün, 22 gece
süren bir savaşın sonunda (13 Eylül 1921) Yunanlıla pes et22
tiler ve çekildiler. Ölünceye dek savaşma kararındaki Türk
ordusunu, bütün üstünlüklerine rağmen alt edememişlerdi.
Türklerin, nüfusça daha çok olmalarına rağmen, neden
Yunanlılardan daha az asker çıkarttıkları sorununa geri dö­
nelim. Öyle görünüyor ki, bu da iç savaşın bir ürünüdür. İç
savaş daha yeni bitmişti. Denebilir ki kardeş kavgası fiilen
son bulmuş olsa da gönül yaralarının taze oluşu, TBMM
hükümeti ve Mustafa Kemal önderliğinde Yunanlılara kar­
şı bir oydaşmanm yeni yeni kurulmakta oluşu dolayısıyla,
Anadolu'nun insan gücü ancak bu kadar seferber edilebil­
miştir. Atatürk de Nutuk'ta buna bu biçimde değinir. Bu
arada Türk subaylarının, anlaşılan, gereğinden çok oluşuna
da değinelim. Bu da Türk ulusunun varlığını sürdürmesine,
ileriye doğru gidebilmesinde mekteplilerin, yani aydınların,
oynadıkları yaşamsal rolü bize bir kez daha göstermektedir.
Yunanlılar Ankara'ya 50 km. yaklaşmış ve az çok düzen­
li biçimde çekilebilmişlerdi. Türk ordusu daha az yorgun ve
daha güçlü olsaydı, büyük çapta bir takip harekâtı yapıla­
rak Yunan çekilişi bir bozguna dönüştürülebilirdi. Oysa öy­
le olmamıştı. Üstelik temmuz taarruzları sonunda geldikle­
ri Eskişehir-Afyon çizgisi, büyük bir toprak kazancı olarak
ellerindeydi. Bunun verdiği güvenle cepheden dönen Konstantin İzmir'de zafer şenlikleriyle karşılandı. Pire ve Ati­
na'ya gidişi de şenlikle ve bir zafer âyini ile kutlandı. Bu
gerçekten bir Yunan zaferi miydi? Hayır, değildi. Çünkü
Yunan ordusuna Kral, "Ankara'ya!" diye emir vermişti.
Birçok yeni yerler işgal etmesine ve büyük fedakârlıklarına
rağmen Yunan ordusu bunu başaramamıştı. Dolayısıyla Sa­
karya bir Türk zaferidir. TBMM Mustafa Kemal'e "Gazi"
unvanını ve mareşallik rütbesini verdi.
Zafer, siyasal meyvelerini vermekte gecikmemiştir. Fran23
sa temsilcisi Franklin Bouillon haziran başında Ankara'ya
bir anlaşma yapmak için gelmiş bulunuyordu. Ne var ki Misak-ı Milli esaslarına uymak konusunda son derece istek­
sizdi. Ne zaman ki Sakarya zaferi kazanıldı, onunla bu ilke­
lere uygun bir anlaşma imzalandı. Bu, Ankara İtilafnamesi'dir (20 Ekim 1921). Buna göre Fransa, Hatay dışında gü­
neyde Suriye ile bugünkü sınırlan tanıyordu. Hatay Türk
haklanm gözeten özel bir statüye sokulacaktı. Böylece gü­
neyde Fransa ile banş yapılmış oldu. Fransızlar işgal ettik­
leri yerleri boşalttılar, Türkiye'ye silah sağladılar. Bir süre­
dir İtalyanlarla da ilişkiler ılımlı hale girmiş olduğundan,
İngiltere, Yunanlılan Anadolu istilasına özendiren tutu­
muyla büyük ölçüde yalnız kaldı. Ankara İtilafnamesi,
Fransız-İngiliz ittifakını fiilen çatlatmıştır. Fakat İngilizler
dahi tutsaklan karşılıklı serbest bırakmak üzere TBMM hü­
kümetiyle anlaştılar (23 Ekim 1921)". Böylece başta Rauf,
Fethi, Malta'da tutuklu bulunan birçok Türk siyaset adamı
ve subaylar yurda dönebildiler. Daha önce andığım 3 Kaf­
kas devletiyle yapılan Kars Antlaşması'nm da bu sıraya
rastlaması dikkati çekiyor (13 Ekim).
24
XX. Büyük Zafer ve Saltanatın Kaldırılması
Barış Girişimleri: Sakarya Zaferi'yle dost ve düşman,
herkes demokratik-ulusçu hareketin, TBMM hükümetinin
gücünü anlamış oldu. Atatürk'ün önderliği de perçinlendi.
Çünkü hareketin başında Enver'i görmek isteyenler vardı
ve bunlardan bazıları TBMM üyesiydiler. Hatta Ankara'nın
Yunan eline düşmesi durumunda, Sovyet desteğiyle sağla­
nacak birtakım kuvvetlerle Enver'in Anadolu'ya girmeye
hazırlandığı konusunda bazı işaretler vardı. Şimdi Yunanlı­
ları Anadolu ve Doğu Trakya'dan çıkarmak ve Misak-ı Mil­
liye, ya da ona yakm esaslara göre barış yapmak gerekiyor­
du. İşte Sakarya'dan somaki bir yıllık süre içinde bu barış
arayışlarını görüyoruz. Bu sırada Türk-Yunan cephesinde
hemen hiçbir hareket görülmüyordu. Süre uzadıkça bu ses­
sizlik sinir bozucu olmaya başladı. Yunanlılar, ihtimal,
Anadolu'da pek tutunamayacaklannı, hatta gidici olduklannı hissediyorlardı. Türk ordusunun kanıtlanmış ve gün
geçtikçe artan gücü, Fransızlarla İtalyanların TBMM hükü­
metiyle uzlaşmaları, buna işaret ediyordu. Buna karşılık bü­
yük masraf ve fedakârlıklarla Anadolu'nun koskoca bir bö­
lümünü işgal altında tutmak ve her an savaşa hazır bulun­
mak gerekiyordu. Sessizliğin uzaması kimi TBMM üyele­
ri için de sinir bozucuydu. Ya savaş olmalıydı, ya barış. Sü­
kûnetini muhafaza eden Mustafa Kemal ve yakınlarıydı.
25
Onlar sabırla mükemmel bir zaferin yapı taşlarını hazırlı­
yorlardı. Fakat bu arada iyi niyetle onurlu bir barış için de
arayışlarda bulunuyorlardı.
İlk girişim TBMM hükümetinin Hariciye Vekili olan Yu­
suf Kemal'in (Tengirşenk) Avrupa'ya gönderilmesiydi. Fa­
kat bunu yapmadan önce İstanbul hükümetinin desteğim al­
mak, İtilaf karşısında Türkiye'nin durumunu daha da güç­
lü kılardı. Başka bir deyişle, Londra Konferansı'nda Tevfik
Paşa'nm gösterdiği davranışın yeniden gösterilmesi istene­
cekti. Yusuf Kemal bu amaçla 15 Şubat 1922'de İstanbul'a
geldi. Sadrazam Tevfik ve Hariciye Nazın İzzet Paşalar Ke­
mal'in önerisini olumlu karşıladılar. Fakat Vahdettin'in olu­
runu almak gerektiğini belirttiler. Bu amaçla Y. Kemal hu­
zura çıktı. Vahdettin'e ne istediğini anlattı. Anlatırken Vah­
dettin gözlerim kapamış bulunuyordu. TBMM temsilcisi­
nin sözü bittiğinde gittikçe uzayan bir sessizlik oldu. Vah­
dettin, gözleri kapalı, hiçbir şey söylemiyordu. Sanki uyu­
muştu. Nihayet Yusuf Kemal, şaşkınlık içinde izin istedi ve
huzurdan aynldı. Önce Roma'ya gitti. Bir de ne görsün? İz­
zet Paşa da orada. Yusuf Kemal hangi ziyaret ya da temaslan yapıyorsa, İzzet de aymlannı yapıyordu. Paris'te, Lond­
ra'da bu sahneler yinelendi. Vahdettin özenle ele güne kar­
şı yolunu Ankara'dan ayırmamış olsaydı, ne sonuç elde edi­
lebileceğini tahmin etmek olanaksızdır, ama bu biçimde bir
sonuç alınamayacağı açıktı.
Mart sonunda İtilaf bir banş önerisi yaptı. 22 martta su­
nulan bırakışma planına göre, Türkiye ve Yunanistan ara­
sında, her bittiğinde kendiliğinden üçer ay olarak uzayacak,
üç aylık bir bırakışma yapılacaktı. Bu sürede taraflar kuv­
vetlerini arttırmayacaklar ve bu durum İtilaf tarafından de­
netlenecekti. Yunanlılar bunu kabul ettiler. TBMM kuvvet
26
arttırmama ve denetleme şartlarını reddetti. Dört ay içinde
Yunanlılar Anadolu'yu boşaltmayı kabul ederlerse, bırakış­
ma yapılabilirdi. 26 martta İtilafın barış planı iletildi. Yi­
ne Sevr esas almıyor, fakat bu sefer Ege ve Tekirdağ Türki­
ye'ye veriliyordu (Doğu Trakya'nın gerisi Yunanlılar'm
olacaktı). Ermenistan kurma işi Milletler Cemiyeti'ne ha­
vale edilecekti. Türk askerinin sayısı 85.00'e çıkabilecekti.
Mali hükümler hafifletilecek, kapitülasyon düzeni yeniden
gözden geçirilecekti. TBMM bunu da kabul etmedi. Barış
Misak-ı Milliye göre yapılmalı, İzmit'te bir barış konferan­
sı toplanmalıydı.
Yaz geldi ve hâlâ görünürde bir çözüm yok gibi görünü­
yordu. Yunan tarafında, yukarıda değinildiği üzere, sinirli­
lik artmıştı. Nihayet Yunanlılar çareyi bulduklarını sandı­
lar. Kendileri İstanbul'un işgaline katılırlarsa, o zaman
Türkler hizaya gelirler, barışa istekli olurlardı. Yunanlılar
bu amaçla bazı kuvvetler hazırladılar ve 29 temmuzda res­
men İtilafa başvurdular. İngilizlere kalsaydı, herhalde on­
lar buyur ederlerdi, fakat Fransa ve İtalya buna karşıydılar,
zorunlu olarak ret cevabı verildi (31 Temmuz). 30 temmuz­
da İzmir'deki Yunan Yüksek Komiseri Sterghiades, orada
"İonia" devletini ilan etti. Bunu da Ankara, İstanbul hükü­
metleri ve İtilaf devletleri protesto ettiler. Fakat Lloyd George, dostlarının bu denli hayal kırıklığı içinde olmalarına
üzülmüş olmalı ki, 4 ağustos günü Avam Kamarası'nda
gündem dışı bir konuşma yaparak, Türklerin I. Dünya Savaşı'nda Boğazlar'ı suratlarına kapamak gibi çeşitli günah­
larını saydıktan soma, Yunanistan'ın yaptığı fedakârlıkları,
Türklerden çektiklerini anlattı.
Temmuz sonunda, yani Büyük Taarruz'dan bir ay kadar
önce Fethi (Okyar) Avrupa'ya gönderildi. Paris'te temaslar27
da bulundu, fakat Londra'da Dışişleri Bakanı Curzon (Gürzon diye geçer birçok Türk kaynaklarında) dahil, hiçbir ba­
kanla görüşemedi, elleri boş döndü.
Bu sıralarda Vahdettin'iri de barışla ilgili bazı gizli temas­
ları olduğunu İngiltere arşivindeki belgelerden öğreniyo­
ruz. 6 Nisan 1922'de Vahdettin'in İngiliz Yüksek Komise­
ri Rumbold ve baştercüman Ryan'la bir görüşmesi olmuş­
tur. Görüşmede, Vahdettin şöyle konuşmuştur: "Barışı ya­
sal bir hükümetle mi, yoksa bir ihtilal örgütüyle mi yapa­
caksınız? Biz, Ankara'nın kabul etmeyeceği şartlarla barış
yapmaya hazırız." (Vahdettin burada Misak-ı Milli'den "fi­
yat kırıyor.") Soma, Meric'in sınır olması gerektiğini, İn­
giltere ile özel bir antlaşma yapılabileceğini söylemiştir.
İkinci bir görüşme Büyük Taarruz'dan 3 hafta kadar önce
Vahdettin ve Rumbold arasmda olmuştur. Bu sefer Vahdet­
tin, TBMM hükümetinin Yunan işgali yüzünden ortaya çık­
tığını, Yunanlılar Anadolu'yu boşaltırlarsa o hareketin sö­
neceğini ileri sürmüştür. Yalnız Yunanlılar çekilirken, bo­
şalttıkları yerler Ankara hükümetine değil, İstanbul hükü­
metine teslim edilmeliydi. Fakat İngiltere İstanbul'a para ve
silah, donanma desteği sağlamalıydı. Vahdettin'in bu te­
maslarında gösterdiği tutumu ihanet sorunu açısından aşa­
ğıda tartışacağız.
Sakarya'dan sonra belirsizlik durumunun uzamasının
Türk tarafının da sinirini bozduğunu söylemiştim. Atatürk
apaçık nedenlerle taarruz hazırlıklarını gizlilik içinde yü­
rütmek istiyor, oysa TBMM'de birtakım mebuslar, onun ta­
arruz hazırlıklarından habersiz, başkumandanlık yetkileri­
ni taarruzdan çok diktatörlük kurmak için kullanmaya ni­
yetli olduğunu düşünüyorlardı. Hatta hasta olduğu bir sıra­
da başkumandanlık yetkilerinin uzatılması TBMM'ye gel28
diğinde (5 mayıs) çoğunluk, herhalde öyle düşünenlerin ha­
vasına kapılıp yetkileri uzatmamışlardı. Ertesi gün Meclis'e
gelen Mustafa Kemal, bu yüzden ordunun komutansız kal­
dığını, fakat bu çok sakmcalı olduğu için "bırakmadım, bı­
rakamam ve bırakmayacağım" demişti. TBMM, bu dayat­
madan soma yetkileri yine vermişti.
Büyük Taarruz ve Zafer: Hazırlıklar, doğudan ve gü­
neyden asker ve malzeme getirmek, yeni asker almak, Sovyetler'den, Fransızlardan ve başka kaynaklardan silah ve
cephane sağlamak (bu arada İstanbul'daki cephane ve silah
depolarından gizlice getirilen gereçler de vardı) biçiminde
özetlenebilir. Fakat bu kadar gerece demir ya da karayolu­
nun yok gibi olduğu bir ortamda, uzun mesafeler kağnılar­
la ya da hayvan, hatta insan sırtında taşınmak zorundaydı.
Yunanlıların Afyon ve Eskişehir'de bulunmaları var olan
demiryollarını da büyük ölçüde kullanılmaz hale getirmiş­
ti. Mustafa Kemal 1922 yılının haziran ortasında taarruz
emirlerini verdi. Büyük gizlilikle (bunun için intikaller ço­
ğun geceleri yapılıyordu) Türk ordusunun büyük bir bölü­
mü bir noktaya, Afyon'un güneyine toplandı. Burada bir
imha muharebesi yapılacak, yani Yunan ordusu insan ve
gereçler olarak hiç savaşamayacak duruma düşürülecekti.
Bu yapılmaz da, Yunanlılar yenildikten sonra düzenli bir bi­
çimde çekilirlerse, Doğu Trakya'nın kurtarılması çok zor,
belki olanaksız olurdu. Çünkü bu takdirde Yunan kuvvetle­
ri Doğu Trakya'ya geçirilecek, fakat Boğazlar İtilafın de­
netiminde olduğu için Türk birlikleri Doğu Trakya'ya geçe­
meyecekti. O zaman barış konferansında Türkiye'ye "Evet,
Anadolu'da Yunanlıları yendiniz, ama Doğu Trakya'yı bü­
yük güçlerle ellerinde tutuyorlar" diyebilirlerdi, derlerdi.
17 ağustosta Gazi gizlice Ankara'dan ayrıldı. Akşehir'de29
ki Batı cephesi karargâhına gitti. 24 ağustosta karargâh Şuhut'a taşındı. 26 ağustos sabahı taarruz başladı. Her taraf­
tan kuşatılan, geri atılan Yunan kuvvetleri, 30 ağustos günü
Dumlupmar'da Başkumandanlık Meydan Muharebesi 'nde
imha edici darbeyi yediler. Bozgun halinde kaçan Yunan
kuvvetlerinin toparlanmasına olanak vermemek için Atatük
üç koldan ve hızla İzmir'e ilerleme komutunu verdi: "Or­
dular, ilk hedefiniz Akdeniz'dir. İleri!" Bu hız hem imha
muharebesinin gereğini yerine getirmek için, hem kaçan
Yunanlıların zulüm yapmalarına, köyleri, kentleri yakma­
larına olabildiğince olanak vermemek için gerekliydi. Çün­
kü maalesef Yunan işgali Anadolu'da çok fenalıklar yap­
mıştı. Bunu Halide Edip, Yakup Kadri ve Yusuf Akçura'dan
oluşan, Sakarya Zaferi'nden soma kurulmuş olan Tetkik-i
Mezalim (Zulümleri İnceleme) kurulu saptadığı gibi, örne­
ğin İngiliz tarihçisi Toynbee de Karamürsel bölgesinde göz­
lemlemişti. İşin kötüsü, yerli Rumlar da Yunan ordusuna
alınarak ya da başka biçimlerde bu fenalıklara ortak edil­
mişlerdi. Dolayısıyla yenilgi olunca, onlar da yurtlan olan,
bu topraklardan kaçmaktan başka çare görememişlerdir.
Yakıp yıkarak kaçmak bu yüzdendi, dönme umudunun olmamasmdandı. Çünkü komşulannm yüzüne bakacak hal­
leri yokta. Onlan ırkçılık mikrobu zehirlemişti.
Mustafa Kemal'in miman olduğu zafer o denli yetkindi
ki, Yunan Başkumandanı Trikupis de kurmay heyetiyle bir­
likte tutsak edildi. Mustafa Kemal onu ve diğer bir genera­
li kabul etti. Onlara nezaketle muamele etti, savaşı konuş­
tular. Yapılan onca fenalığa rağmen yenilmiş komutana hü­
manist, soylu, gerçek bir devlet adamına yaraşır bir davra­
nış göstermiştir. İzmir'e girdiğinde de ayaklannm altma se­
rilen Yunan bayrağının üstünden yürümeyi reddetmiştir.
30
Türk ordusu 9 eylülde İzmir'i, 10 eylülde Bursa'yı kurtar­
dı. Maalesef, Yunanlıların yaktığı birçok yer gibi İzmir de
yangın gördü. Türk düşmanları bu yangının Türkler tarafın­
dan çıkarıldığını iddia etmişlerdir. Oysa Avrupalı olan İz­
mir İtfaiye Müdürü'nün raporuna göre yangını Ermeniler
çıkartmıştır. Yunan ordusunun perişan kalıntıları, birçok
Rumlarla birlikte İzmir'den, Bandırma'dan, Çeşme'den ge­
milerle kaçtılar.
Atatürk'ün bu münasebetle yazdığı zafer bildirgesi şöyle­
dir:
Büyük ve Asil Türk Milleti
Ordularımız 9 Eylül 38 sabahı İzmir'imizi ve yine 9 Ey­
lül 38 akşamı Bursa'mızı muzafferen tahlis ettiler (kurtar­
dılar). Akdeniz askerlerimizin zafer teraneleriyle (ezgile­
riyle) dalgalanıyor.
Asya İmparatorluğu'na yeltenen küstah bir düşmanın
muharebe meydanlarına gelmek cesaretinde bulunan ordu
kumandanlanyla kumanda heyetleri günlerden beri Türki­
ye Büyük Millet Meclisi hükümetinin esiri bulunuyorlar.
Düşmanın başkumandan tayin ettiği General (Trikopis)
birçok gece ve gündüz meyusane (umutsuzca) muharebatı
ve her çarei halası (kurtuluşu) tecrübe ettikten sonra niha­
yet maiyetindeki generaller ve erkanı harbiyeleri ve kuman­
da ettiği ordunun elinde kalabilen bakayasiyle (kalanlarıyla) arzı teslimiyet eyledi. Eğer Yunan kralı da bugün esirler
meyanmda bulumuyorsa bu tacıdarîann (taç sahiplerinin),
şiarı esasen yalnız milletlerinin safalanna iştirak etmek ol­
duğundan ve muharebe meydanlarının felaketli günlerinde
onların saraylarından başka bir şey düşünmemek tabiatlanndandır.
31
Garp fabrikalarının çelik zırhlan ile kaplanın muazzam
Yunan ordulan artık Anadolu dağlannda zabitleri tarafın­
dan terk edilmiş zavallı sürüler, cinayetlerinden teheddüş
ederek (dehşete düşerek) kudurmuş kitleler ve ağaç diple­
rinde kalmış dermansız yaralılardan ibaret kaldı.. Düşman
ordulannın malzemei harbiyesi heman sülüsan (üçte iki) iti­
bariyle topraklanmızdadır. Düşmanın esirlerden başka in­
san zayiatının yüz binden ne kadar fazla olduğunu tayin et­
mek müşkildir. Fakat selahiyeti resmiye ile milletimize teb­
şir ederim (müjdelerim) ki bizim insan zayiatımız dörtte
üçü hafif yaralı olmak üzere on bin nüfusa baliğ olmakta­
dır.
Büyük Türk milleti, ordulanmızm kabiliyet ve kudreti
düşmanlanmıza dehşet, dostlanmıza emniyet verecek bir
kemal (yetkinlik) ile tezahür etti. Millet orduları ondört
gün zarfında büyük bir düşman ordusunu imha ettiler.
Dörtyüz kilometrelik fasılasız bir takip yaptılar. Anado­
lu'daki bütüm memaliki müstevliyemizi istirdat eylediler
(istila edilmiş topraklarımızı geri aldılar). Büyük zafer
münhasıran senin eserindir. Çünkü İzmir'imizi ihtirasatı
siyasiye neticesinde adeta memnunen düşmana teslim
eden heyetlerle milletin hiçbir münasebeti yok idi. Bursa'mızı istila eden Yunan kuvvetleri ise ancak imparatorlu­
ğun askeri teşkilatıyla tevhidi amal (emel birliği) ve tevhi­
di harekât ederek muvaffak olmuşlardı. Vatanın halâsı mil­
letin rey ve idaresi kendi mukadderatı üzerinde bilakaydüşart (kayıtsız ve şartsız) hâkim olduğu zaman başlamış ve
ancak milletin vicdanından doğan ordularla müsbet (olum­
lu) ve kati neticelere ermiştir.
Büyük ve necip (soylu) Türk milleti, Anadolu'nun halâsı
32
zaferini tebrik ederken sana İzmir'den, Bursa'dan, Akdeniz
ufuklarından ordularının selammı da takdim ediyorum.
13.9.338
Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi
Başkumandan Mustafa Kemal
Dikkat edilirse, Atatürk burada Yunan kralını örnek gös­
tererek saltanat düzenine saldırmaktadır. Esir alman komu­
tanlar arasında Yunan kralı yoktur, çünkü hükümdarlar an­
cak uluslarının iyi günlerine katılırlar, kötü günlerine katıl­
mazlar. Saltanat düzenine karşı çıkınca, doğallıkla Osman­
lı saltanatı da hedef alınmaktadır. Bildirge bir demokrasi sa­
vunması olarak devam ediyor. Zafer, yalnızca ulusundur.
İzmir'i "adeta memnunen" düşmana teslim edenlerin ulus­
la bir ilişkileri yoktu. Bursa'yı istila eden Yunan kuvvetleri
imparatorluğun askerleriyle (Kuva-yi İnzibatiye ya da Hila­
fet Ordusu) birlik oldukları için başarılı olmuşlardır. Yur­
dun kurtuluşu ancak ulus kayıtsız şartsız yazgısına egemen
olduğu zaman başlamış, ancak ulusun vicdanından doğan
ordularla sonuca ulaşabilmiştir. Atatürk, bu bildirgede
Cumhuriyet'in kapısını yapmaktaydı.
Türk birlikleri Çanakkale'ye yaklaşırken buradaki İngi­
lizler savaş hazırlıklarına başladılar ve bu niyeti gören İtal­
yanlar ve Fransızlar Gelibolu'ya çekildiler (19 eylül). İngi­
lizler kendi hatlarının ötesinde belirli bir bölgeye asker gir­
diği takdirde ateş açılacağım duyurdular. Lloyd George Yu­
nan yenilgisi karşısında perişan olmuş, şimdi güya Boğazlar'dan serbest geçiş uğruna ülkesini dominyonlarla (Kana­
da, Güney Afrika, Avustralya, Yeni Zelanda) birlikte Türki­
ye'ye karşı savaşa sokmak istiyordu. Askersiz bölgeye
33
Türkler girdiği anda ateşin açılmasını ve savaşın başlama­
sını emretti. Türk askeri askersiz ilan edilen bölgeye girdi.
Ne var ki bu giriş çatışmak isteyen, buna hazırlanan bir tu­
tumla olmamıştı. Asker barışçı bir davranışla gelmiş, İngi­
liz hatlarına kadar yanaşmıştı (24 Eylül). Oradaki İngiliz
generali, aldığı komuta uymayarak, ateş açtırmamıştı. İm
giltere Boğazlar'm güvenliği diyor, Yunanistan'ın Doğu
Trakya'yı muhafaza etmesini istiyordu. Lloyd George ise
adeta kendi hesabına Türklerle savaş peşindeydi. Türkiye
askeri harekâtını sürdürerek Doğu Trakya'yı bir an önce
kurtarmak arzusundaydı. Bu bunalımlı dönemde Fransa
önemli barışçı bir rol oynadı. İstanbul'daki Fransız Yüksek
Komiseri Pelle ve Franklin Bouillon İzmir'e gelip Mustafa
Kemal'le görüştüler. Sovyetler Birliği de 24 eylülde İtilafa
verdiği bir notayla, büyük devletleri Türk-Yunan savaşma
katılırlarsa Avrupa'da yeni sarsıntılar olabileceği konusun­
da uyardı. 23 eylülde İtilaf devletleri bir bırakışma, soma
da bir barış konferansı önerdiler. Lloyd Geroge gitgide yal­
nız kalıyordu.
Mudanya Mütarekesi: 3 ekimde Mudanya Konferansı
açıldı. Türkiye'yi İsmet Paşa temsil ediyordu. Karşı tarafta
İngiliz, Fransız, İtalyan temsilcileri vardı. Oysa kimse
Mondros Bırakışması'mn yürürlükte olmadığını söylemi­
yordu. Büyük İtilaf Devletleri'yle savaş olmadığına ve Yu­
nanistan'la savaşıldığma göre kofneransa bu üç devletin ka­
tılmaması, yalnızca Yunanistan'ın gelmesi gerekirdi. Bu tu­
haflık, Yunanistan'ın ne büyük ölçüde İtilafın, son dönem­
de özellikle İngiltere'nin aleti, uydusu olduğunu gösterir.
Bunu belirtmek gerekir, çünkü romancı Kemal Tahir ve İk­
tisat Profesörü İdris Küçükömer Kurtuluş Savaşı'nm antiemperyalist bir savaş olmadığını, yalnızca bir Türk-Yunan
34
Savaşı olduğunu ileri sürmüşlerdir. Yunan temsilcisi olan
General Simopulos görüşmelere katılmadan Mudanya
açıklarında bir gemide beklemiş ve antlaşmayı beğenmedi­
ği için herkes imzaladıktan ancak 3 gün sonra imzalamıştır.
Konferansın 9 günü büyük bir sinir savaşı halinde geçmiş­
tir. Türkiye'nin amacı Doğu Trakya'yı bir an önce ele geçir­
mek ve barış konferansına Doğu Trakya elimizde gitmek,
yani burayı pazarlık dışında tutabilmekti. Bu sayede öbür
tartışma konularında daha sıkı durmak olanaklı olacaktı.
Yunan ordusunun büyük bölümünün Anadolu'da imha edil­
miş olmasına rağmen, İtilaf bu üstünlüğü Mudanya'da Tür­
kiye'ye tanımamak için uğraştı. İsmet büyük bir sebat ve ıs­
rarla görüşlerini savundu. Lloyd George en iyi bildiği savaş
ortamını bulmak için son bir fırsat kolladı: Emretti, Mudan­
ya'da görüşmeler şu gün ve şu saatte sonuçlanmazsa Yük­
sek Komiser ve Komutan General Harington Türkiye'ye
karşı savaşı başlatacaktı. Fakat askerler bile George kadar
savaş düşkünü olamazdı. Bütün İngiliz halkına savaştan gı­
na gelmişti. Harington, mühlet aşıldığı halde, Çanakka­
le'deki general gibi emre itaatsizlik ederek, savaşı başlatma­
dı. Yunanistan bu işte o derece kukla durumuna- düşmüştü
ki, İsmet Paşa'nm, Yunan hükümeti imzalamazsa bırakış­
ma yürürlüğe girmiş olacak mı sorusuna, Harington olum­
lu cevap verebiliyordu.
Mudanya Bırakışması'na göre 14/15 ekim gecesi ateşkes
başlayacak, Yunanlılar Doğu Trakya'yı boşaltmaya başla­
yacaklar, fakat ayrılırken fenalıklar yapmamaları için bo­
şalttıkları yerleri Türklere değil, İtilafın yetkililerine ve as­
kerlerine devredeceklerdi. İtilaf ise devraldığı yerleri
TBMM kuvvetlerine devredecek, 30 gün içinde Doğu
Trakya boşaltılmış olacaktı. Fakat Türk kuvvetlerinin mev35
cudu 8000'i aşmayacaktı. 19 ekimde büyük sevinç gösteri­
leri arasında Doğu Trakya'yı devralma işinde görevli olan
Refet İstanbul'a geldi. Aynı gün Lloyd George hükümeti çe­
kilmek zorunda kaldı. Lloyd George'un siyaset hayatı da
böylece noktalanmış oldu. Lloyd George'un Türk düşmanı
olduğu kesindir, ama niyeti öyle olsa da ne ölçüde Yunan
dostu sayılabileceği kuşkuludur. 31 ekim 26 kasım tarihleri
arasında Trakya'yı devralma işlemi tamamlandı. Bu arada
saray ve hükümetinin zaten azalmış olan gücü büsbütün sol­
maya yüz tutmuştu. Buna rağmen Lozan Barış Konferan­
s ı n a İtilafın çağrısı iki hükümete birden yapıldı. Bundan
cesaret alan Tevfik Paşa'nm Ankara'ya başvurarak konfe­
rans için işbirliği önermesi, TBMM'yi çileden çıkarttı.
Saltanatın Kaldırılması: Atatürk'ün kazandığı zaferin
yetkinliği ve büyüklüğü, Türkiye'nin bağımsızlığının, top­
rak bütünlüğünün, yani Lozan Antlaşması'mn güvencesiydi. Aynı zafer içte, saraya, ortaçağa karşı Atatürk devrimi­
nin'güvencesiydi. Sevr şoku devrime olan kesin gereksin­
meyi göstermişti. Zafer, devrimin mimarına bunu gerçek­
leştirecek yetkeyi, nüfuzu sağlıyordu. Atatürk bir siyaset ve
zamanlama ustasıydı. Çifte davetiyeye olan tepkinin rüzgâ­
rından yararlanarak, saltanatı bir hamlede yıktı. Cumhuri­
yetten hiç söz etmemesi, hilafetin gerekliliğini savunması,
ne denli ihtiyatlı ve hesaplı yürüdüğünü gösterir.
TBMM'nin ortak komisyonunda hilafetin saltanatsız olup
olamayacağı konusunda tartışmalar uzaymca, Mustafa Ke­
mal söz aldı. Egemenliğin ancak güçle alınabileceğini, Os­
manlıların böyle egemen olduklarım, oysa şimdi artık ulu­
sun egemen olduğunu anlattı. Ve eklemek gereğini duydu:
"Meclis ve herkes meseleyi tabii görürse fikrimce muvafık
(uygun) olur. Aksi takdirde yine hakikat usulü dairesinde
36
ifade olunacaktır. Fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir."
Komisyon başkanı olan Hoca Efendi, aydınlanmış oldukla­
rını söyleyere görüşmeyi sonuçlandırdı. 1 Kasım 1922 gü­
nü Ziya Hurşit'in karşı oyuyla alman kararla 600 küsur yıl­
lık Osmanlı saltanatı sona erdirildi. Osmanlı hanedanı hali­
felik yetkisini sürdürecekti, ama hanedandan kimin halife
olacağına TBMM karar verecekti. Tevfik Paşa hükümeti is­
tifa etti.
Meclis kararında Vahdettin'in durumuyla ilgili hiçbir
açıklık yoktu. Güler bu biçimde geçiyordu ve bugünlerin
Vahdettin için son derece sinir bozucu oldukları muhakkak­
tı. 10 kasımda her zamanki gibi cuma selamlığına (namaza)
törenle çıktı. Fakat saltanatın kalkmasından 15 gün sonra
General Harington'a bir mektup yazarak, İngiltere'ye sığın­
dığını bildirdi. 17 kasımda ailesi ve yakın çevresiyle Mala­
ya zırhlısına binerek kaçtı. Ertesi gün TBMM Vahdettin'in
halife olmadığına karar verdi. Veliahd Abdülmecit Efendi
halife seçildi.
Bu noktada Vahdettin'in hainliği sorununu tartışabiliriz.
Bir yanda hainliğini ileri sürenler, öte yanda onun her dav­
ranışım temize çıkarmak için uğraşanlar bulunduğuna göre
sorunu biraz incelemek yararlı olabilir. Önce Vahdettin'in
30 Mart 1919'da İngilizlere sunduğu barış planında bağım­
sızlıktan tamamen vazgeçmesi davranışına bakalım. Bunun
hainlik sayılabileceğini pek sanmıyorum, çünkü buna kar­
şılık o, imparatorluğu istiyordu onlardan. Ayrıca bu düşkünlü döneminde Osmanlı padişahlarının toprak uğruna ik­
tisadi haklardan vazgeçme tarzındaki davranış kalıbına uy­
gun sayılabilir. Vahdettin ortaçağcıl, feodal bir zihniyetin
gereğini yapmaktaydı. Bir adam çağdışı olduğu için hain­
likle suçlanamaz. Çağdışı olmak belki bir suçtur, ama baş37
ka bir suçtur. İkinci olarak iç savaşı başlatıp sürdürmesi var.
Buna da gaddarlık, kan dökücülük gibi suçlamalar getirile­
bilir, ama mutlakiyetçi hükümdarlığa inanmış bir haneda­
nın demokrasiye kılıç çekmesi, bu uğurda mücadele etme­
si bir bakıma olağandır. Ne var ki iç savaşın düşman istila­
sı sırasında çıkartılması, işin rengini çok değiştiriyor. Bura­
da işte hainlik vardır.
Üçüncü olarak iç savaşta güvendiği silahlı mücadelelerin
teke teker yenilgiye uğratılıp kendisi de Damat Ferit'e yol
vererek pes ettikten soma, gizli gizli Misak-ı Milli'den ödün
veririm diyerek İngilizlerle anlaşmak istemesi var. Bir çeşit
"fiyat kırarak" kendisini ve düzenini İngilizlere çekici kıl­
mak istemiştir. Bu da bence hainliktir. Çünkü iç savaşta bü­
tün "kâğıtlarını" yitirdikten soma artık gerçekten pes etme­
si, yazgısına boyun eğmesi gerekirdi. Bunun yerine Misakı Milli'den "fiyat kırması", onun anlayacağı bir dille, vediüllah (Tanrı emaneti) olan ümmet-i Muhammet'in sırtından
verilmek istenen ödündür, onların gaddar Müslüman olma­
yan yönetimlerin insafına terk edilmesi demektir. Ve bu da
kuşkusuz hainliktir.
Dördüncü olarak İngilizlere sığınarak kaçması var ki,'
Vahdettincileri galiba en çok bu rahatsız ediyor. Bir süre ön­
ce kimileri Vahdettin'in ingilizler tarafından silah zoruyla
kaçırılmış olduğunu bile iddia ettiler. Oysa bu, yukarıda sö­
zünü ettiğim hainlikler yanında bence hayli hafif bir davra­
nış kalır. Bir kez, bir insanın canı hatta özgürlüğü tehlikede
ise kaçması fazla kınanamaz. Tabii hemen belirtelim ki
Vahdettin kaçmayabilirdi de. Ama o bunu seçmiştir. Çirkin
olan cihet, kaçması değil, İngilizlere sığınarak kaçmasıdır,
çünkü İngiltere, Yunanistan'la birlikte Türkiye'nin baş düş­
manı durumundaydı. Fransa'ya, İtalya'ya (zaten ölümüne
38
değin -1926- İtalya'nın San Remo kentinde oturmuştur) sı­
ğınabilirdi. İngilizlere sığınması, onun İngiliz işbirlikçisi
niteliğini bir kez daha göstermektedir. Bir de kimi Vahdettinciler onu yalnızca elindeki mücevherle kaçtığı için Os­
manlı hazinesini yüklenip götürmediği için alkışlarlar. Bu
da garip bir düşüncedir. Vahdettin'in böyle bir olanağı var
mıydı sorusu bir yana, böyle bir olanak vardı da kullanma­
dı diye onu övmek olmaz. Çünkü normal olarak namussuz­
luk yapmadı diye insanlara aferin denmemelidir, olumlu
davranışlara aferin denmelidir.
39
XXI. Lozan Antlaşması ve Cumhuriyetin İlanı
Lozan Konferansı: Barış Konferansı 20 Kasım 1922 gü­
nü İsviçre'nin Lozan (Lausanne) kentinde açıldı. Türki­
ye'yi İsmet Paşa temsil ediyordu. Vekiller Heyeti Başkanı
Rauf bu görevi üstlenmek istemişti, fakat İsmet'in Mudan­
ya'da göstermiş olduğu basan dolayısıyla Atatürk onu daha
uygun buldu. İsmet bu amaçla TBMM tarafından Hariciye
Vekili seçildi. Daha konferansın açılış konuşmalan yapılır­
ken İsmet söz aldı, âdet olan nezaket sözleri yerine Türki­
ye'nin çok acı çektiğini ve artık özgür ve bağımsız bir ülke
olmak istediğini söyledi. İsmet ondan sonra aylarca süren
Lozan "maratonunda" bıkıp usanmadan bu düşünceyi tek­
rarladı, öbür temsilcilerin kafalarına çakmağa çalıştı. Kon­
ferans bir türlü sonuca ulaşamayınca İngiliz Murahhası ve
Dışişleri Bakanı Lord Curzon kendince bir taslak hazırla­
yarak İsmet'e verdi. 4 Şubat 1923 günü belirli bir saate ka­
dar kendisine olumlu bir yanıt verilmezse, trene binip kon­
feransı terk edecekti. Bu bir ültimatomdu. Araya girenler,
uğraşanlar oldu, fakat İsmet taslağı kabule olanak görmü­
yordu. Curzon gün ve saati geldiğinde trene binip gitti.
Konferans 2.5 ay çalıştıktan sonra dağılmıştı.
Kesinti yaklaşık 3 ay sürdü. Bu sırada Türkiye, savaşın
yeniden başlaması olasılığına karşı askeri önlemler aldı.
Öte yandan, karşı tarafı yumuşatmak için bazı "mavi bon40
cuklar" dağıtıldı. Örneğin İzmir'in kurtuluşundan 10 gün
soma, kurucuları arasında 54 milletvekilinin bulunduğu
Türkiye Milli İthalat ve İhracat Anonim Şirketi kuruldu. Bu
şirket 15 Haziran 1923'te Corporation for the Economie
Development of Turkey (Türkiye'nin İktisadi Gelişmesi
Şirketi) adlı bir İngiliz şirketiyle geniş kapsamlı bir anlaş­
ma yaptı. ABD, Avrupa siyasetinden elini eteğini çekmesi
dolayısıyla Lozan Konferansı'na katılmamıştı! Bununla
birlikte bu dev ülkenin dünyanın her yerinde ağırlığı hisse­
diliyordu, bu bakımdan ABD'ye de "mavi bir boncuk uy­
gun görüldü. Bir ABD sermaye grubu, ki başkanlığını Ami­
ral Chester yapıyordu, II. Meşrutiyet yıllarında Anadolu'da
99 yıllık bir ayrıcalık tasarısı önermişti. Buna göre grup,
2000 km. demiryolu yapacak ve işletecekti ve buna karşılık
yolun her iki tarafında 20'şer km.'lik alandaki madenleri iş­
letme hakkına sahip olacaktı (yani toplam 40.000 km2). 9
Nisan 1923 'te TBMM bu ayrıcalığı kabul etti. (Ama bu işin
arkası gelmemiştir. Muhtemelen grup Musul'un Türkiye'de
kalacağı umudundaydı ve buradaki petrollerle ilgiliydi.)
İzmir İktisat Kongresi: Konferans kesildikten 2 hafta
sonra İzmir iktisat Kongresi toplandı (17 Şubat - 4 Mart
1923). Kongreye tüccar, işçi, sanayici, zanaatkar, çiftçi tem­
silcilerinden birçok kişiler katıldılar. Kongre başkanlığını
Kâzım Karabekir yapıyordu. Atatürk'ün açış konuşması
çok önemliydi. İktisadi zaferlerle sonuçlandırılmayan aske­
ri zaferlerin kalıcı olamayacağını, yüzyıllarca Türk insanı­
nın fetih uğruna Osmanlı padişahlarının arkasından beyhu­
de gitmiş olduğunu söyledi. Oysa yeni Türk devleti bir ik­
tisat devleti olacaktı. Ayrıca maceracı bir dış siyaseti de red­
detmiştir. Nitekim Atatürk daha önce 1921'de de TBMM'de
yaptığı bir konuşmada, dış siyasetin, ülkenin gücüyle oran41
tılı olması gerektiğini belirtmişti. Osmanlı Devleti İslamcı­
lık demişti, fakat bunu yapacak gücü yoktu ve bu yüzden
başına belalar getirilmişti. Turancılık için de durum aynıy­
dı. Kongrenin belki en önemli karan, âşann kaldınlmasmı
kabul etmesiydi. Kongre yeni iktisat devletinin esaslannı
saptamaya çalışmıştı. Ama önemli bir işlevi de Batı'ya,
Türk-Sovyet işbirliği ve dostluğuna rağmen, Türkiye'nin
kapitalist yoldan şaşmayacağı iletisini göndermekti.
Lozan Barış Antlaşmasın Yapılan diplomatik temaslar
sonucunda, 23 Nisan 1923 günü Lozan Konferansı yeniden
toplandı. Görüşme ve çalışmalar ancak 3 ay soma imza edi­
lecek bir uzlaşmayla noktalandı. Lozan'da ele alman başlı­
ca konular 5 ana kalemde özetlenebilir.
1) Arazi ve sınırlar: Türkiye'nin Kafkas devletleriyle, Su­
riye ile sınırlan daha önce.Sovyetler'le ve Fransızlarla ya­
pılan antlaşmalarla belirlenmişti. Mudanya Bırakışması'yla
Doğu Trakya'nın Türkiye'ye kalması fiilen kesinleşmişti.
Türkiye'nin Batı Trakya ve Ege adalanyla ilgili talepleri
vardı. Birincisi kabul edilmedi. İkincisinde İmroz, Bozca­
ada, Tavşan Adalan, Türkiye'ye kaldı, diğer adalar Yunan
ya da İtalyan egemenliğinde olacaktı. Yunanistan Midilli,
Sakız, Nikarya ve Sisam adalanm askersizleştirmeyi yü­
kümlendi. Türkiye'nin Misak-ı Milli sınırlan içinde bulu­
nan Musul'la ilgili talepleri bir sonuca ulaşamadığı için bu
sorunun Milletler Cemiyeti tarafından çözülmesi kararlaştınldı.
2) Kapitülasyonlar: Büyük mücadeleler sonucunda kapitülasyonlann tümüyle kaldınlması kabul edildi. Zaten İs­
met Paşa'ya bu konda hiçbir ödün vermemesi gerektiği yö­
nergesi verilmişti.
3) İktisadi ve mali konular: Osmanlı borçlan, Osman42
lı'dan kopan devletlerle bölüşülecek ve belli taksitlerle öde­
necekti. Sanırım son taksit 1954'te ödenmiştir. Alacaklıların
bununla ilgili bir denetim haklan olmayacaktı. 1914'ten ön­
ce tanınmış ayrıcalıklar (işletme haklan) devam edecekti.
Gümrük bağımsızlığı konusunda bir ödün verilmiştir. Güm­
rük tarifeleri 1916 düzeyinde 5 yıl süreyle dondurulacak,
ondan soma (1929) Türkiye istediği gümrüğü alacaktı.
4) Boğazlar: Boğazlardan geçiş en serbest biçimde dü­
zenlendi. Türkiye savaşa girse bile tarafsız gemi ve uçaklar
serbestçe geçecekti. Aynca Boğazlar'da Türkiye asker ve
silah bulundurmayacaktı. Boğazlar'la ilgili hükümlerin uy­
gulanmasını denetlemek üzere uluslararası bir kurul oluş­
turuluyordu. Bu hükümlerin Türk egemenliğini adamakıllı
sınırladığı açıktı. Daha soma Avrupa'da savaş rüzgârlan es­
meye başlayınca, Türkiye Boğazlar sorununun yeniden ele
alınmasını istedi. 1936'da İsviçre'nin Montrö (Montreux)
kentinde toplanan uluslararası konfnerans Türkiye'nin sa­
vunma ve egemenlik haklarını gözeten ve bugün de yürür­
lükte bulunan yeni bir düzenleme yaptı. Türkiye, Boğaz­
lar' ı dilediği gibi savunabilecekti. Uluslararası Boğazlar
Komisyonu da kaldınldı.
5) Yunanistan ile ilgili sorunlar: Bunlar üç kalemde ele
alınabilir, a) Ahali değişimi: Konferans, Türkiye'deki Rum
azınlığın Yunanistan'a, Yunanistan'daki Türk azınlığın Tür­
kiye'ye gönderilmesini kararlaştırmıştır. İnsanlann kuşak­
lar boyunca yaşadıklan yurtlanndan zorunlu olarak aynlıp
tanımadıklan, bilmedikleri yerlere götürülmeleri hoş, hatta
insani bir şey sayılmaz. Ama konferans, arada bu denli düş­
manlık olduktan soma değişik etnik kümelerin bir arada ba­
ns içinde yaşayamayacaklarım kabul etmiştir. Türkiye'nin
ahali değişimini istemesi için özel nedenleri de vardı. Batı
43
Anadolu ve Trakya'daki birçok Rumlar Yunan ordusuna ya­
zılarak uyruğu oldukları devlete karşı düşmanla birleşmiş­
lerdir. Karadeniz Rumları da Aralık 1920'den 1923 başları­
na değin isyan halinde olmuşlardır. İlerde bunların yeniden
isyan etmeleri ya da bir Yunan istilası için gerekçe olmala­
rı ihtimali yok sayılamazdı. Yunanistan'daki Türk azınlığı
ve Yunanistan için de aynı ihtimaller söz konusu olabilirdi.
Hoş, hatta insani olmasa da ahali değişimi iki devleti rahat­
latan, aralarında içten bir dostluk kurmalarını kolaylaştıra­
cak bir çözümdü. Hemen belirteyim ki, Kurtuluş Savaşı sı­
rasında düşmanla işbirliği yapmayan, tersine devlete bağlı­
lık gösteren geniş bir Rum kesimi de vardı. Bunlar İç Ana­
dolu Rumlanydı. Hatta onlar Fener Patrikhanesi'yle bağla­
rını koparmışlar ve Türk Ortodoks Kilisesi'ni kurmuşlardır
(16 Temmuz 1922). Kilisenin başkanlığına Papa Eftim ge­
tirilmiştir. Ahali değişimi olunca, Papa Eftim cemaatsiz
kaldı.
Ahali değişimi dolayısıyla Türkiye'den 1.31 milyon kadar
Rum Yunanistan'a, 500.000 kadar Türk Yunanistan'dan
Türkiye'ye göç ettirilmiştir. Gelenlere, toplumsal konumla­
rına göre, gidenlerin mülkleri verilmiştir. Yani çiftlik sahi­
bine çiftlik, dükkân sahibine dükkân vb. tahsis edilmiştir.
İşin ilginç ve dokunaklı yönü şuydu ki, özellikle İç Anado­
lu'dan giden Rumların, yazıda Yunan harflerini kullanmak­
la birlikte, ana dilleri Türkçeydi ve çok kez hemen hiç
Rumca bilmiyorlardı. Hatta İç Anadolu Rumları arasında
Yunan harfleriyle yazılan "Karamanlıca" denilen, fakat dü­
pedüz Türkçe olan bir edebiyat vardır. Bir süre önce, Evangelinos Misailidis adlı Karamanlı yazarın bir romanı, Seyreyle Dünyayı başlığıyla Türkiye'de yayımlandı. Romanın
ilk basımı 1871 'deymiş. Oysa Türk edebiyatının ilk romanı
44
1872'de yayımlanan Şemsettin Sami'nin Taaşşuk-u Talat
ve Fitnat'ı diye bilinirdi. Bunun üzerine edebiyat çevrele­
rinde Misailidis'in romanının ilk Türk romanı sayılması ge­
rekip gerekmediği konusunda büyük bir tartışma oldu.
Ana dili Türkçe olan Rumların Yunanistan'da büyük
uyum sorunları oldu. Aynı biçimde Girit'ten, Yanya'dan ge­
len birçok Türklerin de ana dili Rumcaydı ve genellikle
bunlar pek az Türkçe biliyorlardı. Türkiye'de de bunların
uyum sorunları oldu. Görünüşe göre gideni Rum, geleni
Türk yapan dilleri değil, dinleriydi. Bu durum etnik kimlik­
te dinin payı hususunda ilginç tartışmalara yol açabilecek
niteliktedir. Ahali değişimi bahsine son vermeden önce Lo­
zan'da ahali değişimine getirilmiş olan iki önemli istisnayı
belirtelim. Batı Trakya'daki Türklerle, İstanbul'daki Rumlar
değişimin dışında totulmuşlardır. .
b) Yunanistan'la ilgili ikinci bir sorun, Türkiye'nin taz­
minat talebi olmuştur. Türk delegasyonunun bütün ısrarla­
rına rağmen, Yunan ordusunun vermiş olduğu zararların
tazmin ettirilmesi kabul ettirilememiştir. Karşı tarafın baş­
lıca gerekçesi Yunanistan'ın ödeme gücünün bulunmamasıydı. Gerçekten de Yunanistan istila savaşını yürütmek uğ­
runa borca batmıştı. Sonunda Edirne'nin Karaağaç semti­
nin Türkiye'ye verilerek, bunun tazminata karşılık sayılma­
sı kararlaştırıldı. Fakat konferansın son aşamasında bu çö­
zümün kabul edilip edilmemesi hükümetle İsmet arasında
anlaşmazlık konusu oldu. Rauf ve arkadaşları bunu kabul
etmek istemiyorlar, antlaşmanın bağlanması böylece engel­
lenmiş oluyordu. Bu durumda Gazi müdahale etti ve imza
yolu açıldı.
c) Yunanistan'la ilgili sayılabilecek 3., sorun Patrikhane
sorunuydu. Türkiye, Fener Rum Patrikhanesi'nin İstan45
bul'dan ülke dışına gitmesini istiyordu. Bunu kabul ettire­
medi.
24 Temmuz 1923 tarihinde Lozan Antlaşması törenle im­
zalandı. Böylece uluslararası alanda da Osmanlı devletinin
gittiği, yerine çağdaş türkiye'nin geldiği, yan bağımlı Os­
manlı devleti yerine bağımsız Türkiye'nin ortaya çıktığı
tescil edilmiş oldu. Aynı zamanda Atatürk'ün deyimiyle
Türkiye'nin "idam fermam" olan Sevr Antlaşması geçer­
siz kılındı. Türklerin 1699 Kalofça Antlaşması'ndan beri
yaşamakta olduğu kovulma süreci Doğu Trakya'da durdu­
ruldu, Anadolu'ya sıçraması önlenmiş oldu. Gerçi konfe­
rans sırasında Curzon İsmet'e "Siz söylediklerimi hep red­
dediyorsunuz. Fakat ben bunlan cebime atıyorum, yann yi­
ne tek te karşınıza çıkacağım" demişti. İşte Atatürk devri­
mi, "cebe atılanların" bir daha ortaya çıkmamasının,
Sevr'in diriltilmemesinin güvencesiydi.
Bazı kesimler Lozan'ın "hezimet" olduğunu ileri sür­
müşlerdir. Kanıt olarak Ege adalarından daha fazlasının,
Batı Trakya'nın, Musul'un elde edilemediği, Boğazlann as­
kersizleştirilmesi gibi örnekler verilmiştir. Bu gibil iddiala­
rın ciddiye alınır bir yanı olduğu söylenemez. Lozan, belir­
li güce sahip belirli ülkelerin giriştikleri büyük ve tarihsel
bir pazarlıktır. Pazarlık, konferans olarak 5.5 ay sürmüştür.
Aslında kesinti dönemi de pazarlık için "manevralann" ya­
pıldığı bir dönem olarak dahil edilirse, 8 ay eder. Pazarlık tı­
kanınca ya taraflardan biri ödün verecektir, ya savaşsız bir
savaş durumunun belirsizliklerine ya da savaşa gidilecektir.
Bir barış konferansı gibi bir ev ya da otomobil pazarlığında
da iki taraf için de bol keseden "ucuza gittik" iddiasında
bulunulabilir, fakat genellikle de bu tür iddialan ispat et­
mek olanaksızdır, çünkü her pazarlığın pek çok etkenin iç
46
içe yumak halinde bulunduğu karmaşık bir yapısı vardır.
Lozan'ı Sevr ile karşılaştırmak, sanırım her insaf sahibine
birincisinin "zafer" mi, "hezimet" mi olduğu konusunda
yeterli bir fikir verebilmelidir.
Cumhuriyetin Kurulması: Barış yapıldıktan sonra artık
Atatürk devrim yolunda ilerleyebilirdi. Buna en büyük en­
gellerden biri TBMM'nin kendisiydi. Gerçi TBMM Milli
Mücadeleyi başarıyla yürütmüştü. Çoğunluk Mustafa Ke­
mal'i tutuyordu. Fakat ikinci grup denilen muhalefet çok
tutucu ve gericiydi. Atatürk'ün devrimci niyetlerini seziyor,
onu saf dışı edebilmek için fırsat kolluyordu. Başkuman­
danlık işinde bu iyice ortaya çıkmıştı. Mustafa Kemal'i des­
tekleyen çoğunluğun büyük bölümünün ise, iş devrime ge­
lince, onu ne ölçüde destekleyeceği şüpheliydi. Atatürk'ün
yakın mücadele arkadaşı olan Rauf bile, halifeliğe karşı
çıkmayı nankörlük olarak tanımlıyordu. 2 Aralık 1922'de 3
milletvekili masum görünüşlü bir yasa tasarısı önerdiler.
Buna göre milletvekili seçilebilmek için Türkiye'nin o gün­
kü sınırlan içinde doğmak, ya da başka yerden gelmişse, 5
yıl sürekli olarak seçildiği yerde ikâmet etmiş olması gere­
kiyordu. Bu tasannm yasallaşması, öncelikle Mustafa Ke­
mal'i siyasetin dışına itecekti. Atatürk, sert bir konuşmayla
tasannm gerçek amacını açıkladı. Artık devrimci niyetleri­
ni belirtmekten kaçınmıyordu. Batı Anadolu'da yaptığı ve
bir ayı aşan gezi sırasında İzmit'te yaptığı basın toplantısın­
da şöyle konuştu: "İdare-i maslahatçılıkla inkılap yapıla­
maz... İnkılabın kanunu mevcut kavaninin (kanunlann) üs­
tündedir. Bizi öldürmedikçe bizim kafamızdaki cereyanı
boğmadıkça, başladığımız inkılab-ı teceddüt-kârane (yeni­
likçi devrim) bir an bile durmayacaktır." 1 Nisan 1923'te
TBMM dağılma ve seçim karan aldı.
47
Bir kısım yazarlarımız I. ve II. TBMM'yi karşılaştırarak,
I.'yi canlı tartışma ortamı olduğu ve tutucu kesim temsil
edildiği için somaki meclislerde daha "demokratik" bulur­
lar. Bir bakıma bu doğrudur, fakat bir başka görüşe göre,
somaki meclisler daha devrimci olduklarından da demokra­
tiktirler. Tutucular eşitliği (örneğin kadın erkek eşitliği), öz­
gürlüğü (zihnin din ve şeriat kısıtlamalarından arınmış ol­
ması) reddettikleri oranda, onjann temsilinin ne ölçüde
"demokratik" sayılabileceği çok su götürür.
8 nisanda Atatürk "9 umde"yi (ilke) ilan etti. Seçim bil­
dirgesi niteliğinde olan bu umdelerde, egemenliğin ulusa ait
olduğu vurgulandıktan soma aşarın kaldırılacağı, öğretimin
birleştirileceği, askerlik süresinin kısaltılacağı gibi vaatler
yer alıyordu. Seçimler ağustosta yapıldı. O ay Halk Fırkası'nm kurulması yolunda çalışmalar başladı. 9 eylülde so­
nuçlandırıldı. 2 ekimde İtilaf kuvvetleri İstanbul'dan ayrıl­
dılar. 13 ekimde Ankara'yı Türkiye'nin başkenti yapan ya­
sa kabul edildi. Atatürk 24 eylülde cumhuriyete gitmek ni­
yetini bir Viyana gazetesinin muhabirine açıkladı. 27 ekim­
de Fethi (okyar) hükümeti istifa etti. Yerine yeni bir hükü­
met oluşturmakta zorluk çekiliyordu, çünkü her bakanın tek
tek TBMM tarafından seçilmesi gerekiyordu. Bu da bakan­
lar kurulu içinde uyum sorunları çıkarıyordu. Oysa cumhu­
riyet olunca başbakan bakan arkadaşlarını kendisi belirle­
yecek, dolayısıyla uyumsuzluk olasılığı azaltılmış olacaktı.
İşte cumhuriyet, bir bakıma bu tür teknik zorluklan çözmek
için pratik bir çare olarak getirilmiş gibidir. Saltanatın kaldınlması da bir bakıma Banş Konferansı'na çifte davetiye
bunalımının bir çözümü olarak gözükmektedir. Oysa gerek
saltanatın kaldınlmasının, gerekse cumhuriyetin ilanının
ihtilalci, devrimci anlam ve önemi apaçıktır. Atatürk zaman
48
zaman bu adımların devrimci anlamını duyurmaktan geri
kalmamakla birlikte, rastlantıların sağladığı fırsatlardan ya
da pratik koşulların gereksinmelerinden de yararlanmayı
ihmal etmemiştir. Böylelikle bu tarihsel adımlar herkes ta­
rafından belki daha kolay sindirilebilmiştir.
29 Ekim 1923 günü 1921 Anayasası'nda gereken deği­
şiklik kabul edilerek cumhuriyet kurulmuş oldu. TBMM
reisi olan Mustafa Kemal oybirliğiyle cumhurbaşkanı seçil­
di. Teşekkür konuşmasında "Türkiye Cumhuriyeti mesut,
muvaffak ve muzaffer olacaktır" dedi. Böylece Almanya,
Avusturya ve Macaristan'dan soma Türkiye de cumhuriyet
oldu. Şu farkla ki onlar, yenilginin, bozgunun kapkara orta­
mında bunu seçtiler. Türkiye ise zaferin ve kurtuluşun par­
lak güneşi altında bu yola gitti. 1920'ler cumhuriyet düzen­
lerinin, demokrasinin Avrupa'da ilerleme yıllarıydı.
1930'lar ise Avrupa'da yobaz, ırkçı, hatta totaliter diktatör­
lüklerin gelişme yıllan olacaktı.
49
XXII. Hilafetin Kaldırılması ve Laiklik
Halifeliğin Kaldırılması: Hilafetin yani halifeliğin kal­
dırılmasıyla ilgili olarak birtakım gerekçeler gelir akla. Ör­
neğin İslam bilgini El Maverdi'nin öne sürdüğü halifelik
şartı olarak Kureyş kabilesine mensup olma koşulu. Os­
manlı hanedanının Kureyş'le ilgisi yoktu. Örneğin halifeli­
ğin beyhudeliği halifenin "Cihad-ı Ekber" ilan etmiş olma­
sına karşın, bu Hicaz emiri Şerif Hüseyin'in Müslüman ol­
mayan düşmanla bir olup Osmanlı askerine saldırmaktan
alıkoymamıştır. Ama Halifeliğin kaldırılması için bence en
önemli gerekçe, herhalde onun kısa zaman önce saltanatı da
elinde tutan Osmanlı hanedanının elinde kalmış olmasıydı.
Böylece halifelik cumhuriyet karşıtlarının saltanatı yeniden
canlandırmak isteyeceklerin önemli bir toplanma ve dayan­
ma noktası olmaya adaydı. Nitekim halifeliği kaldıran ya­
sayla Osmanlı hanedanı sınırdışı edildi. Yani halifelik, ön­
celikle Osmalı hanedanını sınır dışı etmek için kaldırılmış­
tır. İkinci önemli gerekçe, bunun laikleşmenin bir gereği ol­
masıydı. Laiklik yönünde adım atılırken halifeliğin bunları
onaylaması pek beklenemezdi. Onayladığı takdirde ise İs­
lam âleminin dinsel başı olma iddiası dolayısıyla başka
Müslüman ülkelerinden (bu arada yurtiçindeki tutucu çev­
relerden de) şimşekler çekmesi kaçınılmazdı. Bu da bizi
üçüncü gerekçeye getiriyor. Halifeliğin bütün İslam âlemi50
nin başı olma iddiası dış ilişkilerde Türkiye'nin başına pek
çok dert açabilecek bir durumdu. O sırada İran ve Afganis­
tan dışında bütün Müslüman ülkeleri şu ya da bu biçimde
sömürge durumundaydılar. Dolayısıyla İslam âleminin ba­
şı olmak demek, emperyalist devletlerin (İngiltere, Fransa,
İtalya, Hollanda, bir bakıma SSCB vb.) "içişlerine" karış­
ma olanak ve olasılığı demekti. Bu da bu devletlerin buna
karşılık Türkiye'nin içişlerine karışma hakkını kendilerin­
de görmelerine yol açacaktı. Oysa Atatürk, ihtiyatlı ve sağ­
duyulu, ulusçu ve barışçı.dış siyasetiyle ne başka ülkelerin
içişlerine karışmak, ne de onların Türkiye'nin içişlerine ka­
rışmasını istiyordu.
Kısa zamandaki gelişmeler halifeliğin devrim için nasıl
bir tehlike odağı olabileceğini göstermişti bile. Muhalif ba­
sın okuyucularının dikkatini halifelik üzerinde topluyor, ha­
life Abdülmecit tantanalı selamlıklar yapıyor, hükümetten
ödeneğinin arttırılmasını istiyordu. Halifeliği kaldırırken
Atatürk ordunun da düşünce ve desteğini almayı uygun
gördü. 15-22 Şubat 1924'te İzmir'de yapılan savaş oyunla­
rı sırasında komutanların desteğini aldı. Halifelik 3 Mart
1924'te TBMM'nin çıkardığı bir yasayla kaldırıldı ve Os­
manlı hanedanı smırdışı edildi. Atatürk devriminin üçüncü
önemli temel taşı da yerini buldu. Bu üç devrim birbirini ta­
mamlamakta, yeni devletin siyasal düzenini oluşturmakta­
dır. Aynı gün TBMM iki önemli yasa daha kabul etmiştir.
Biri Tevhid-i Tedrisat (Öğretimin Birleştirilmesi) Kanunu'dur. Buna göre bütün Okullar Milli Eğitim Bakanlığı'na
bağlandı. Ardından medreseler ye mahalle mektepleri ka­
patıldı. Ülkede artık tep tip eğitim yapılacaktı ve bu da laik
eğitim olacaktı. Salt din adamı yetiştirmek için sınırlı sayı­
da imam-hatip okulları ve İstanbul'da ilahiyat fakültesi bu51
lunuyordu. Yapı ustası, tapu kadastro memuru yetiştirmek
gibi amaçlarla kurulmuş az sayıda meslek okulları gibiydi
imam-hatip okulları... Ne yazık ki bugün imam-hatip okul­
larının sayısı, ülkemizin imam-hatip gereksiniminin çok
ötesinde, neredeyse ortaokul ve liselere rakip ve koşut bir
biçimde çoğalmış bulunuyor. Bunun Tevhid-i Tedrisat Kanunu'na ve laikliğe aykırı bir durum olduğu şüphesizdir.
Diğer yasa da Şer-iye, Evkaf ve Genelkurmay vekâletle­
rini kaldırıyordu. Böylece Şer-iye Vekâleti (Bakanlığı) ye­
rine Diyanet İşleri Genel Müdürlüğü, Evkaf Vekâleti yeri­
ne Evkaf (Vakıflar) Genel Müdürlüğü kuruluyor, Genelkur­
may da Savunma Bakanlığı'na bağlanıyordu. Birtakım ba­
kanlıkların gene müdürlüklere dönüştürülmesi ilk bakışta
fazla önemli gözükmeyebilir. Oysa genel müdürler siyaset
belirlemezler, hükümetin belirlediği siyaseti uygularlar. Ba­
kanlar ise Bakanlar Kurulu'na katıldıkları için hükümetin
siyasetini, yani bütün bakanlıkların siyasetini belirlemede
söz sahibidirler. Şer'iye Vekili, örneğin Türk dış siyasetinin
de eğitim siyasetinin de oluşturulmasında söz sahibiydi. Di­
yanet İşleri Başkanı ise din siyasetinin oluşturulmasında bi­
le doğrudan söz sahibi değildir. Görülüyor ki bu yasayla din
adamlarının ve askerlerin hükümet içinde söz sahibi olma­
ları önlenmek istenmiştir. Bu bir laikleşme ve sivilleşme
adımıdır.
Laikleşme Süreci: Burada laikleşme sürecini bütünleyen
öbür adımlan da toplu olarak ele almak istiyorum. Türki­
ye'nin yeni siyasal düzeni nasıl üç adımda kurulmuşsa, la­
iklik de birçok adımları içeren bir süreç içinde gerçekleşti­
rilmiştir. Halifeliğin kaldırılması ve onunla birlikte çıkanlan 2 yasadan sonra, 8 Nisan 1924 günü şeriat mahkemele­
ri kaldmldı. Bu mahkemeler ilkeldi ve adeta kadıdan iba52
retti. 30 Kasım 1925'te tekke, zaviye ve türbeler kapatıldı.
Bu yasayla tarikatların resmi varlığına son verildiyse de,
gizli olarak kimileri bir ölçüde etkinlik gösterebildiler. Ya­
sa hâlâ yürürlüktedir. Fakat bilindiği gibi tarikatlar bugün
pek etkin ve canlıdırlar.
17 Şubat 1926'da Medeni Kanun ve Borçlar Kanunu ka­
bul edildi. Çok ufak birkaç değişiklik dışında, bu İsviçre
Medeni Kanunu ve Borçlar Kanunu'nun aynen çevirisidir.
Böylece Türk toplumu bir anda şeriatı terk ederek çağdaş
bir hukuk dizgesine kavuştu. Şeriat İslamiyetin doğuşunu
izleyen süre içinde oluşturulmuş olan hukuk dizgesidir.
Ana esaslarda aynı olmakla birlikte, mezheplere göre şeri­
at anlayışı ve uygulamaları hayli farklı olmuştur. Örneğin
Sünnilikte 4 mezhep olup (Hanefi, Şafii, Maliki, Hambeli)
bunların şeriat kuralları arasında farklılıklar vardır (bunlar­
dan en özgür ve geniş olanı Hanefiliktir ve genellikle Sün­
ni Türkler Hanefidir). Şeriat ilk oluştuğunda günün gerek­
sinmelerine yanıt veren pek çok ilerici hükümler içeren bir
dizgeydi. Ne var ki temelde ortaçağa aittir. Örneğin şeriat­
ta 1) Kölelik kurumu kabul edilir. 2) Zina yapan kadınlar
yan bellerine kadar gömülür ve taşlanarak öldürülür
(recm), 3) Hırsızlann eli kesilir. 4) Erkekler 4 kadınla evle­
nebilir. Erkeğin "boş ol" demesiyle kadın boşanmış olur.
Kadmm böyle bir hakkı yoktur. 5) Mirasta erkekler tam his­
se, kadınlar yanm hisse alır. 6) Tanıklıkta erkeğin tanıklığı
2 kadmm tanıklığıyla eşit değerde sayılır. 7) Dayak bir te­
dip, yani edeplendirme aracı olarak kabul edilmiştir ve ör­
neğin erkek, söz dinlememekte ısrar eden kansını dövebi­
lir. Bu anlayışa göre dayak belli koşullarda "kötü" muame­
le değildir, bir eğitim aracıdır. Mahalle mekteplerinde kızıl­
cık sopası ve falaka bugünkü okul sınırlarındaki kara tahta
53
ve sıralar gibi demirbaş, "pedagojik" araçlardandır.
Fakat Fıkıhta (İslam Hukuku) bile "kad tegayyürül ah­
kâm betebdilil zaman" (zamanın değişmesiyle hüküm de
değişir) kuralı vardır. Nitekim Osmanlı'da, bildiğim kada­
rıyla, hiçbir hırsızın eli kesilmemiştir. Yalnızca 2 tane recm
olayı vardır. 19. yüzyılda Osmanlı devleti Avrupa'nın ceza
ve ticaret kanunlarım uyguluyordu. Ama II. Meşrutiyet bi­
le medeni hukuk alanında şeriata dokunamamıştır. Bu alan
şeriatın kalesi durumundaydı. 1917'de laikliğe yönelen Hukuk-u Aile Kararnamesi, İttihatçılar iktidardan gider gitmez
yürürlükten kaldırılmıştı (ama İttihatçılar köleliği, tümüyle
kaldırmayı başarmışlardır). Medeni Kanun'un en büyük
başarısı, Türk kadınını erkekle hemen hemen eşit kılması­
dır. Oysa şeriat, bütün ortaçağ dizgeleri gibi, kadını "eksik"
görmüştür. Avrupa ortaçağında papazlar kadınların ruhu
olup olmadığını tartışırlarmış. Kadın kafalı olur, ağzı laf
yaparsa, cadıdır diye şüphe altına girer, cadı diye hüküm gi­
yerse diri diri yakılırdı.
10 Nisan 1928'de anayasanın TC'nin dinini İslam diye
açıklayan hükmü kaldırıldı. Nihayet 5 Ocak 1937'de laik­
lik, 6 oktan biri olarak anayasaya kondu. Yani Türkiye
Cumhuriyeti'nin resmen laik olması Atatürk'ün ölümün­
den 2 yıl kadar öncedir. Cumhuriyet Halk Partisi laikliği
1927 yılı kurultayında benimsemiş, 1931 kurultayında te­
mel 6 ilkeden biri haline getirmiştir. 1928 yılında bir komis­
yon İslamiyette reform yapmak için bir çalışma yapmışsa
da Atatürk bunu benimsememiştir. Laikliği kabul eden İs­
lamiyet anlayışı yeterince büyük bir reformdu.
Laiklik Nedir: Şimdi de laikliğin ne olduğunu görelim.
Atatürk devriminin cumhuriyetle birlikte en önemli esasla­
rından biri laikliktir. Laiklik, din ve devlet işlerinin birbi54
rinden ayrılmasıdır. Herhangi bir din, mezhep ya da tarikat
devlet işlerine kesinlikle karışamaz, kendisi için bir ayrıca­
lık isteyemez. Devletin yasaları, uygulamaları bir dine ya
da mezhebe göre olamaz. Devlet bütün din ve mezhepler
karşısında tarafsız olacaktır. Öbür yönden, devlet de dine
karışmamalıdır. Kural bu olmakla birlikte, devlet dine ka­
rışmak durumunda olabilir. Örneğin bir din ya da mezhep
inananlarına insan kurban etmek ya da intihar etmek türün­
den şeyler yapmalarım buyuruyorsa, devletin bu tür bir uy­
gulamayı önlemesi gerekir. ABD'de Christian Science adlı
bir mezhep, İncil'den inanç ve duanın bütün hastalıklara ça­
re olduğu anlamını çıkarmakta, dolayısıyla hekime başvur­
mayı gereksiz, hatta günah saymaktadır. Bu yüzden bu
mezhepten birçok insan, tıbbın çare bulduğu basit hastalık­
lardan ölebilmektedir. Apandisit bunalımı geçiren çocuğu­
nu hekime götürmeyi reddeden ana babaya, laik de olsa
devletin müdahale edip çocuğu muhakkak bir ölümden kur­
tarması gerekir. Türkiye'de de devletin Sünni Müslümanla­
rın din işlerine bakan bir diyanet işleri başkanlığı örgütü
kurmuş olması, devletin dine müdahalesi olmakla birlikte,
bence bu gereklidir. Bu durumun iki yaran söz konusudur.
Bir kez çoğunluğun inancı olan Sünni Islamiyeti denetleye­
rek, onun laikliğe aykın davranışlannı az çok önleyebil­
mektedir ya da önleyebilir. İkincisi, Diyanet İşleri Örgütü
dağıtıldığı takdirde her mahallede, her köydeki camiyi ele
geçirmek için nelere varabileceği belirsiz, gruplar, tarikat­
lar arasında büyük bir mücadele kapısı açılacaktır. Soma da
camileri ele geçirememiş tarikat ya da gruplar mahalle ya
da köylerde kendi camilerini yapmak için büyük kaynaklar
seferber edeceklerdir. Almanya'daki camilerin durumu bu­
na örnektir. Oysa şimdi camiler Diyanet'indir ve her Sünni
55
tarikat ya da grup bakımından "tarafsız" ibadethanelerdir.
Tabii Diyanet'in işlevlerini yaparken başka mezhep ya da
dinlere haksızlık sayılabilecek davranışları olmamasına
dikkat edilmelidir.
Kimi şeriat yandaşları, laikliği Atatürk'ün İslamiyete
yaptığı bir kötülük olarak algılamaktadırlar. Bu düşünceye
katılmak olanaksızdır. Şeriat İslamiyeti ortaçağa, geri kal­
mış ülkelere bağlayan bir zincirdi. Bu zincirin Türkiye'de
kırılmış olması, İslamiyete, çağdaş dünyanın, ileri ülkelerin
dini olmak olanağını vermiştir. Şeriatın yürürlükte olmama­
sı, Türkiye (ve diğer Müslüman ülkeler) için bir kalkınma,
bir var olma sorunudur. Zira şeriat ya da şeriatçılar, kadını
eve kapatmak istemektedirler. Oysa kadının kalkınma yan­
sının dışına itilmesi, Türkiye'de nüfusun yansının kalkınma
yansına katılmaması demektir. Tek ayakla yanşılabildiği
görülmemiştir. Bu durumdaki Müslüman ülkelerin ileri, uy­
gar ülkeler arasında yer alma umudu yoktur demektir. Bir
de şu var. Kadının toplum hayatından soyutlanması, onun
kültür düzeyinin de düşürülmesi demektir. Oysa erkek ço­
cuklar dillerini (ana dili) analanndan öğrenirler, babalanndan değil. En önemli kültür aracı dilimizdir, en temel eğitim
ananın çocuğuna dili öğretmesidir. 500 sözcük bilen ananm
yetiştireceği erkek çocuk başka, 1500 sözcük bilen ananın
yetiştireceği erkek çocuk başka olacaktır. Demek ki kadmlann eve kapatılması, erkeklerin de düzeyinin düşmesiyle
sonuçlanacaktır.
Laikliğin ikinci önemli yaran bütün dinler ve dinsel grup­
lar karşısında devletin tarafsızlığını sağladığı için iç banş
ve huzurun güvencesi olmasıdır. Geleneksel Sünni-Alevi
karşıtlığını hafifletecek, ya da giderecek olan da budur.
1978 yılında Kahramanmaraş'ta çok kanlı olaylar olmuşta.
56
Kimi Müslüman Türk yurttaşları, başka Müslüman Türk
yurttaşlarına saldırıp en hunhar biçimlerde onları öldürdü­
ler. Kimi çevreler bunu bir sağ-sol kavgası olarak sunmak
istediler, fakat işin garipliği, sağcılar hep Sünni, solcular
hep Alevi çıkıyordu. Anlaşılan bu, düpedüz bir Alevi-Sünni kavgasıydı. Kavganın çıkabilmiş olması, devletin yeteri
kadar laik, yani tarafsız olamamasmdandır. Bu kavgalar ne
yazık ki ondan soma da yinelendi ve 1995 yılında dahi bu
acı olay lan İstanbul'da yaşadık.
Laiklik konusuna son vermeden önce, kimilerince dile
getirilmiş bulunan "laik devlet olur, laik insan (ya da Müs­
lüman) olmaz" düşüncesi üzerinde durmak istiyorum. Ben­
ce bu yanlıştır. Laikliği kabul eden insan laiktir, aynı za­
manda Müslüman da olabilir (ya da Hıristiyan). Türk dev­
rimi sayesinde Türkiye'de bugün çok sayıda laik Müslü­
man, yani laikliği kabul eden Müslüman vardır. Söylemeye
gerek yok ki, laik Müslümanların pek çoğu ibadetlerini ek­
siksiz yerine getiren insanlardır. Aydınlanma Devrimi ya­
yıldıkça, sayılannm artması beklenebilir. Türkiye'nin dün­
yanın ön saf ülkeleri arasına girmesi de zaten buna bağlıdır.
Büyük bir coğrafyaya yayılmış olan Müslümanlıkta, öbür
dünya dinleri gibi pek çok mezhep, pek çok tarikat vardır.
Hepsi Müslümandır, ama her birinin özellikleri vardır.
Özellikleri olmasa, biz şu mezhep ya da tarikattanız demez­
lerdi. Her mezhep ya da tarikatın, öbür mezhep ve tarikatlan Müslüman tanıması, onlan hoşgörmesi banş ve kardeş­
liğin, İslamiyetin bütünselliğinin bir gereğidir. İşte laik
Müslümanlık da öbür tarikat ya da mezhepler gibi, dışlanmamalıdır. "Çok kanlılığı kabul etmiyorsun, faizi, laikliği
kabul ediyorsun, sen Müslüman değilsin" demek bölücü
bir tutumdur. Aynca İslamiyeti şeriata, dolayısıyla ortaçağa
•57
bağladığı için İslamiyetin çağdaş toplumlara da yayılması­
na engel olan, İslamiyet yararına olmayan bir tutumdur. Hıristiya misyonerleri de Müslümanları Hıristiyan yapmak
için aynı mantığı kullanıyorlar. "Çok kanlılığı reddediyor­
sun, o halde Müslüman değilsin. Gel seni Hıristiyan yapa­
lım" diyorlar.
58
XXIII. Devrim ve Karşıdevrim
1924 Anayasası: 1921 Anayasası İç Savaş ve Kurtuluş
Savaşı günlerinde pratik zorunlulukları karşılamak üzere
yapılmış bir anayasaydı.. Daha siyasal düzenin tam bir ta­
nımlaması yapılmamıştı. Saltanat ve Halifelik kaldırıldık­
tan, Cumhuriyet kurulduktan sonra artık daha ayrıntılı bir
anayasa yapmak gerekiyordu. Yapılan anayasa 1921 dizgesindeki güçler birliği anlayışını bir ölçüde sürdürmektedir.
Meclis, hükümeti ya da bir bakanı her zaman düşürebilir.
Meclisin 4 yıllık süre tamamlanmadan dağıtılması yetkisi
yalnızca Meclisin kendisine verilmiştir. Temel hak ve öz­
gürlükler tanınmıştır ama bunların yasayla düzenleneceği
belirtilmiştir. (Sosyal haklara yer verilmiştir.) Fakat yasala­
rın anayasaya uygunluğunu denetleyecek TBMM dışında
bir organ, yani bir Anayasa Mahkemesi yoktur. En ilginç
yönlerden biri, anayasanın ilk tasarısında yer alan, cumhur­
başkanlığı süresini 7 yıl yapan, ona TBMM'yi dağıtma ve
başkomutanlık yetkilerini veren hükümlerin Meclis tarafın­
dan kabul edilmemesidir. TBMM her genel seçimden son­
ra (4 yılda bir) yeni bir cumhurbaşkanı seçer ve başkomu­
tanlık TBMM'nin elindedir. Atatürk ısrar etseydi cumhur­
başkanlığı ilk taşandaki gibi düzenlenirdi herhalde. Anlaşı­
lan, Atatürk'ün böyle bir ısran olmamıştır. Anayasa 20 Ni­
san 1924'te kabul edildi.
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası: Yeni Anayasa çok59
partili bir siyasal yaşama olanak veriyordu. Nitekim, gidiş­
ten hoşnut olmayanlar bu olanaktan yararlanmak istediler.
Bunların başında Atatürk dışında Amasya Askeri Örgütü'nün üyeleri, yani Karabekir, Rauf, Refet, Ali Fuat vardı.
Rauf ve Refet tutucuydular. Karabekir ve Ali Fuat o denli
tutucu değillerdi, ama yine de Atatürk'ün fazla ileri gittiği­
ni düşünüyorlardı. Muhtemelen hepsi, bir zamanlar örgüt­
te, milli mücadelede ağırlık sahibi oldukları günleri özlü­
yor ve şimdi kendilerini dışlanmış hissediyorlardı. Lozan'ın
imzasının hemen ardından Rauf, kızgın olarak başvekâlet­
ten ayrılmıştı (kendisine Lozan'da Türkiye'yi temsil olana­
ğı verilmemiş, Yunan tazminatı konusunda görüşü dikkate
alınmamıştı). Zaferden sonra Karabekir 1. Ordu Müfettişli­
ği, Ali Fuat 2. Ordu Müfettişliği görevlerine getirilmişlerdi.
Kolordu komutanlan gibi, aynı zamanda milletvekilliği ya­
pıyorlardı.
26 Ekim'de Karabekir, 30'unda Ali Fuat, müfettişlik gö­
revlerinden istifa ettiler. Atatürk, kendisine karşı bir hareket
başladığını anlayınca, orduyu siyasetten ayırmak istedi. Bu­
nun için 7 KO komutanına başvurarak, milletvekilliğinden
istifa etmelerini şahsen rica etti. 5 tanesi onun arzusuna uy­
du, 2 tanesi milletvekilliğini yeğledi. Sonra bu ikisinden bi­
ri yeniden orduya döndü. TBMM, askeri görevlerini devir
ve teslim etmediklerini ileri sürerek Karabekir ve Ali Fuat'ı
kabul etmedi. Onları dönüp devir teslim yapmak zorunda
bıraktı. 17 Kasım'da Terakkiperver (ilerleme yandaşı)
Cumhuriyet Fırkası kuruldu. Fırkanın başkanı Karabekir, 2.
başkanları Adnan (Adıvar) ve Rauf oldular. Genel Sekreter
Ali Fuat'tı. Fırkanın Meclis'teki yandaşları 30 kadardı. 10
Kasım'da Halk Fırkâsı'nm adına "Cumhuriyet" sözcüğünü
eklemesinden sonra (CHF), Terakkiperverler de aynı şeyi
60
yapmışlardı. Fırkanın programında "efkâr ve itikadat-ı diniyeye hürmetkardır" ibaresinin bulunması, soyut olarak çok
anlamlı olmayabilirdi. Ama fırka CHF'nin sağında yer al­
dığından ve daha tutucu başka fırkaların yokluğunda, her
renkten bütün tutucular için bir çekim merkezi olması bek­
lenebilirdi. Bu bakımdan fırkanın ilk şubesinin Urfa'da ku­
rulması belki anlamlıydı.
Şeyh Sait Ayaklanması: 13 Şubat 1925'te Şeyh Sait
Ayaklanması Genc'e (Bingöl) bağlı Piran'da başladı. Kısa
zamanda Lice'ye yayıldı. İsyancılar bir yandan Elazığ'ı ele
geçiriyor, bir yandan Muş-Varto bölgesinde yayılıyorlardı.
7 Mart'ta Diyarbakır'a saldırdılar. Anlaşılan, ayaklanma
Fethi Okyar Hükümeti'nce ilk önce basit bir asayişsizlik ha­
reketi olarak algılanmıştı. Oysa isyancılar karşılarına çıkan
ordu birliklerini yenilgiye uğratmışlardı. Şeyh Sait Nakşi­
bendi tarikatına bağlı bir ağaydı ve aşiretler üzerinde nüfuz
sahibiydi. Ayaklanma şeriat ve halifelik adına yapılıyordu.
İşin bu denli ciddiyet kazanması karşısında Fethi hükümeti
çekildi, yerine İsmet hükümeti kuruldu (3 Mart). Yeni hü­
kümet ertesi gün hükümete olağanüstü yetkiler veren Takrir-i Sükûn Kanunu'nun TBMM'ye kabul ettirdi. İstiklal
Mahkemeleri kuruldu, muhalif gazeteler kapatıldı. Geniş
bir harekat sonucunda ayaklanma bastırıldı (31 Mayıs
1925). Elebaşlan yargılanarak idam edildiler. İsyanın bas­
tırılması ardından Terakkiperver G.F. kapatıldı (3 Haziran).
Şeyh Sait ayaklanması dinsel, karşıdevrimci, feodal bir
hareket görünümündedir. Kimileri bunun Kürtçü bir ayak­
lanma olduğu görüşündedirler. Ayaklanma Kürtler arasında
çıkmış olduğuna ve Kürtçü hareket mütareke döneminde
başlamış olduğuna göre (Kürt Teali 'Yükselme' Cemiyeti),
ayaklanmada Kürtçe öğelerin bulunmuş olması beklenebi61
lecek bir durumdur. Nitekim mahkeme, Kürt Teali Cemiye­
ti önderlerinden Seyyit Abdülkadir'in de işin içinde bulun­
duğunu saptamış ve ona idam cezası vermiştir. Fakat hare­
ketin içinde ya da başında bazı Kürt ulusçularının bulun­
muş olması, ayaklanmayı bir Kürt ulusal hareketi olarak ni­
telemek için yeterli değildir. Çünkü aşiret yapısının egemen
olduğu toplumsal bir dokuda çağdaş-demkratik yurttaşlık
bilinci gerektiren bir ideoloji (ulusçuluk) pek söz konusu
olmasa gerek. Hicaz'da Şerif Hüseyin'in ayaklanmasının
ulusal bir ayaklanma sayılamayacağı gibi... Zaten, bildiğim
kadarıyla ayaklanmada kullanılan şiarlar, ulusçu değil, dinsel-feodal şiarlardır.
Mete Tuncay'a göre Atatürk dönemini tek-parti yönetimi
kalıbına sokan gelişme, ayaklanmayı bastırmak için çıkarı­
lan Takrir-i Sükûn Kanunu'dur. Bence de bu önemli bir dö­
nüm noktasıdır, ama 1925'te düzenin tamamen bu yönde
kemikleştiğini söylemek zor olur. En azından 1930 Serbest
Cumhuriyet Fırkası denemesi, Atatürk'ün devrimi çok-partili dizge içinde yürütmek arzu ve umudunun onda 1920'li
yıllar boyunca sürmüş olabileceğine işaret sayılabilir. Kimi
yazarlar isyanda İngilizlerin rolünden söz ederler. Bunun
mahkemede kesin bir biçimde saptandığını sanmıyorum.
Ama bu gibi şeylerde kesin kanıt bulmak zaten kolay değil­
dir. Muhakkak olan şey, Musul için İngiltere ile çekişme ha­
linde olan Türkiye'nin ayaklanma dolayısıyla birçok yön­
den zor durumda kaldığıdır. Petrol kaynaklan dolayısıyla
İngiltere'nin Musul'a çok önem verdiğini de burada hatır­
lamak gerekir.
Ayaklanmanın çıkmasından 4 gün sonra (17 Şubat) aşar
vergisi kaldınldı. Bu İzmir İktisat Kongresi'nde kabul edi­
len, CHF'nin de 9 umdesinde yer alan bir önlemdi. Kimile62
ri, bu verginin devletin'en önemli gelirleri arasında olduğu• nu, yapılan işin yanlış olduğunu söylerler. Teknik-mali bir
açıdan bu görüş doğru olabilir belki, fakat sanırım aşarın il­
tizam usulüyle toplandığını, bu usulün ise hep ince ve kaba
çeşitli zulümlerle iç içe yürütülmüş olduğunu gözardı et­
mektedir. Tabii, iltizam yerine devlet, aşan kendi memurlan eliyle toplasaydı bu sakıncalar kalmazdı, ama o sıralar ve
daha bir süre devletin aynı bir vergiyi bizzat toplayacak bir
örgütlülük düzeyine erişmiş olduğu kuşkuludur. Dolayısıy­
la ve mali sonuçlan ne olursa olsun, âşann kaldınlmasını,
köylüyü yüzyıllarca sürmüş büyük bir baskıdan kurtaran
özgürleştirici bir hareket olarak selamlamak gerekir.
Şapka Devrimi: Atatürk, 23 Ağustos 1925'te yurt gezi­
sine çıkarak Kastamonu'ya geldi. Başında şapka vardı.
Çevresindekiler, kendileri de şapka giydikleri halde, bu du­
rumdan rahatsız olmuşlar, kimileri şapkayı "şems (güneş)
siperli serpuş (başlık)" diye tevil etmeye hazırlanıyorlardı.
Oysa Atatürk İnebolu'da yaptığı konuşmada açık konuştu,
"Bu serpuşun ismine şapka denir" dedi. 25 Kasım'da Şap­
ka Kanunu diye bilinen yasa çıkanldı. Memurlar şapka gi­
yecekti, fes yasaktı. O tarihten sonra fes ortadan kalktı,
kentliler şapka, köylüler kasket giymeye başladılar. Şapka
devrimi anlaşılması pek kolay olmayan bir devrimdir. Os­
manlı toplumunda başlık, insanın dinini, hatta toplumsal
mevkiini, yaptığı işi tanımlayan bir işaretti. Öldüğü zaman,
başlığı tabutun baş ucuna konur, parası varsa mezar taşı o
başlık biçiminde yapılırdı. Şapka Müslüman olmayanlara
özgü bir başlıktı. II. Mahmut, Rumlann da benzerini giydi­
ği fesi asker ve memurlara giydirdiği için, çok şimşek çek­
miş, kendisine "gâvur padişah" diyenler çıkmıştı. Şimdi
Atatürk buna benzer, hatta belki daha cesur bir adım atıyor63
du. Bu adamı, önemli olanın topluma çağdaş kurumlan, in­
sanlara çağdaş zihniyeti getirmektir diye, kılk kıyafetle uğ­
raşmak biçimsel ve yüzeyseldir diye, "gardrop devrimi" di­
ye eleştirenler olmuştur. Atatürk, 24 Ağustos'ta Kastamo­
nu'da yapmış olduğu konuşmada "Medeniyet öyle bir kuv­
vetli ateştirki, onu bigâne (ilgisiz) olanlan yakar ve mahve­
der" demişti. Atatürk, Türkiye'yi yalnız kurumlar ve zihni­
yet olarak değil, görünüş bakımından da Avrupai yapmak
istiyordu. Bu, basit bir taklit durumu değil, Türkiye'yi Sevr
belasından uzak tutacak, Avrupa kamuoyuna, "Biz sizin gi­
bi bir ülkeyiz, dolayısıyla sömürge olamayız, olmayız" ile­
tisini en çarpıcı biçimde sunacak bir önlemdi. Çünkü kamuoylan başka bir ülkenin çok okul açtığım, çok fabrika
kurduğunu kolay kolay algılamazlar. Oysa bir ülkenin sim­
gesi haline gelmiş bir başlığı atıp, Avrupa'nın başlığını giy­
mek, yabancı kamuoylanmn mutlaka dikkatini çekecek çok
çarpıcı bir olaydır.
İki dünya savaşı arasındaki dönem, Milletler Cemiyeti'nin varlığına rağmen, emperyalizmin en azgın olduğu dö­
nemdir. I. Dünya Savaşı'nm sonunda eski dünyada Avrupa­
lı ve/ya da gelişmiş olmayıp da az çok bağımsız kalabilmiş
birkaç ülke vardı: Etiyopya (Habeşistan), Türkiye, İran, Af­
ganistan, Çin, Tayland. Afganistan ve Tayland, birincisi
Rusya ve İngiltere, ikincisi İngiltere ve Fransa emperyaliz­
mi arasında tampon ülkeler olarak ayakta kalabilmişlerdi.
Öbür dördünden üçü iki dünya savaşı arasında ya da II.
Dünya Savaşı arasında emperyalizmin çizmesi altında ezil­
diler. 1931'de Çin, Japon istilasına uğradı. 1935'te Etiyop­
ya, İtalyan sömürgesi oldu. 1941 'de İran'ı SSCB ve İngilte­
re anlaşıp, biri kuzeyden, öbürü güneyden işgal ettiler. Tür­
kiye bu badireden sağ salim kurtulduysa Avrupa'ya, "Biz
64
Avrupalıyız, sömürge olacak ülke değiliz" iletisinin başa­
rıyla ulaştırabilmiş olmasının büyük payı vardır. Şapka dev­
riminin de bu iletide önemli yeri olduğunu düşünüyorum.
1934'te Mussolini'nin emperyalist bir demeci Türkiye'de
tedirginliğe yol açmıştı. Bunun üzerine hem İtalyan Dışiş­
leri Bakanlığı Müsteşarı hem de bizzat Mussolini, Türk Büyükelçisi'ne, Türkiye'nin söz konusu demecin kapsamı dı­
şında olduğunu, zira bu ülkenin bir Avrupa ülkesi olduğu­
nu belirtmişlerdi.
Tabii şapka devriminin Türk kamuoyuna da bir iletisi var­
dı. Çarpıcı bir biçimde, Türkiye'nin bir Avrupa ülkesi ola­
cağı, ortaçağdan (ya da yeniçağdan) son çağa geçilmekte
olduğu anlatılmak istenmiştir. Nitekim buna, Sivas, Erzu­
rum, Rize, Maraş'tabaşkaldıranlar olmuştur. Hatta şapkayı
bayrak yaparak gizli bir karşıdevrim hareketi örgütlemeye
kalkıştığı için, İskilipli Âtıf Hoca, İstiklal Mahkemesi'nce
idama mahkûm edilmiştir.
Atatürk'e Suikast Girişimi: 1926'da Medeni Kanun'un
kabul edildiği ve büyük önemi yukarıda anlatılmıştı.
1926'nm önemli öbür olayı Gazi'ye suikast girişimidir. Da­
ha önce Milli Mücadele sırasında İngilizler Mustafa Sagir
adında bir Hintli eliyle Atatürk'ü öldürmek istemişler, fakat
plan meydana çıkmış ve Sagir idam edilmişti (1921). Daha
soma Yunanistan'daki Ermeni komitacıları tarafından gö­
revlendirilen Manok Manukyan yakalanıp idam edildi
(1925). 1926'da suikast üç milletvekili tarafından örgütlen­
di: Ziya Hurşid (Lazistan), Şükrü (İzmir) ve Arifi (Eskişeir). Atatürk'ün 15 Haziran'da İzmir'i ziyareti sırasında, Kemeraltı'nda otomobiline bomba ve tabancalarla saldıracak
olan suikastçılar, daha sonra Giritli Şevki'nin motoruyla
Yunan adası olan Sakız'a kaçacaklardı. Atatürk'ün ziyare65
ti bir gün gecikince, Şevki suikastı haber verdi. İşin içinde
daha başkaları ve özellikle eski İttihatçılar vardı. Anlaşılan
örgütleme işinde payı olmamakla birlikte, suikastın yapıla­
cağından İttihatçı Cavit Bey'in dahi haberi vardı. Herhalde
İttihatçılar, kendileri de demokratik-ulusçu kafada olmakla
birlikte, devrimin fazla ileri gittiğini düşünüyorlardı. Bir de
ihtimal, kendilerinin devre dışı kalmış olmalarından hoşnut
değillerdi. Ali (Çetinkaya) başkanlığındaki İstiklal Mahke-,
mesi kovuşturmayı geniş tuttu. Eski İttihatçıların dışında
Terakkiperver önderleri de tutuklandılar. Başvekil İsmet
bunu önlemeye çalıştı diye mahkeme onu da tutuklamaya
kalkıştı. Sonunda mahkeme onların yakasını bıraktı. Ama
18 kişi idam edildi. Bunların içinde Cavit ve Dr. Nazım da
vardı.
Beş suikast girişmi (Dördüncüsü Sisam'dan gelen Hacı
Sami ve arkadaşlarının girişimi - 1927'de yakalandılar. Be­
şincisi, Çerkeş Ethem'in arkasında bulunduğu sanılan, Su­
riye sınırında yakalanan 5 kişilik çete. 21 Ekim 1935) Tür­
kiye'nin kurtuluşunda ve devriminde bu denli ağırlıklı bir
payı olan bir önderi Türkiye ve Devrim düşmanlarının or­
tadan kaldırmak için hayli yoğun çaba harcadıklarını göste­
rir. Herhalde bu güvenlik sorunu yüzündendir ki, Atatürk,
19 Mayıs 1919'dan soma hiçbir yabancı ülkeye adım atma­
mıştır. İstanbul'a da ancak 1927'de gitmiştir.
1927'de Atatürk çok dikkat çekici bir şey yaptı. Samsun'a
çıkıştan o güne kadar ki olayların kendi açısından hayli ay­
rıntılı bir tarihini yazdı. Böyle bir çalışma yaptığına göre
Atatürk ihtimal bir dönüm noktasına gelindiğini hissediyor
ve bir çeşit bilanço çıkarmak gereksinimi duyuyordu. Bol
belgeyle desteklenen ve kısa zamanda yazılan bu metin,
Nutuk diye tanınır, çünkü o yıl Ekim ayında CHF'nin II.
66
Kurultayı'nda günde altışar saatten 6 günde kendisi tarafın­
dan okundu. 1919-1926 dönemi tarihinin bir numaralı kay­
nağıdır. Nutuk'un sonunda Atatürk'ün "Gençliğe Hitabe­
si" yer alır ve burada Atatürk, Cumhuriyet'i gençliğe ema­
net eder. Buradaki gençlik hem yaşça, hem "başça" gençlik
olarak anlaşılabilir ve sanırım devrimcilik anlamındadır.
Hatırlanacağı üzere, 19. yüzyıl boyunca Fransız İhtila­
li'nden esinlenen devrimci hareketlere "genç" sıfatı yakıştmlırdı. En ünlüsü Mazzini'nin başını çektiği "Genç İtalya"
hareketidir. Soma, tabii "Genç Türkler" vardır ki iki kuşak­
tır: Namık Kemal kuşağı, İT kuşağı.
67
XXIV. Kültür Devrimi Ön Düzleme Geçiyor
Yazı Devrimi: Nutuk'un bir bilanço olduğunu ve belki
bir dönüm noktası olarak düşünüldüğünü söylemiştim.
Gerçekten, 1927'ye değin siyasal düzen kurulmuş, laikli­
ğin temelleri atılmış ve geliştirilmiştir. Bundan soma Ata­
türk iç ve dış siyasetle ilgisini kesmemekle birlikte dikkati­
ni kültür ve bir miktar da iktisat konuşuna çevirdi. Kültür
devriminin ilk önemli adımı Arap harflerinin yerine Türk
harflerinin getirilmesi olmuştur. Bu çok cesur ve bir bakıma
şaşırtıcı bir gelişmedir. Türkler yazıyı kendi alfabeleriyle
kullanmaya başladıktan (MS. 730) kısa bir süre soma İslamiyeti benimsemişlerdi. Bu arada kendi alfabelerini terk
ederek Arap harflerini kullanmaya başladılar. 1000 yıl ka­
dar Arap harflerini kullandıktan sonra bu alfabeden vazge­
çilmesi, ilk bakışta garip gelebilir. Yakından bakınca, öyle
olmadığı görülür. Harf devrimini olanaklı kılan etken, Os­
manlı Devleti'nin okur-yazarlığı çok küçük bir azınlığın işi
olmaktan çıkarmak için pek az şey yapmış olmasıydı. II.
Meşrutiyet'e rağmen okur-yazarlığm 1918'de yüzde 5'i
geçmediği tahmin edilebilir. 1927'de bu oran yüzde 10.7
idi. Bana öyle geliyor ki, Türkiye'de okur-yazarlık örneğin
yüzde 20-25 oranı dolaylarında olsaydı böyle bir devrim
Atatürk'ün aklına gerçekçi bir tasan olarak pek gelmezdi.
Harf devrimini olanaklı kılan ikinci etken, her şeye rağ68
men Osmanlı kitaplıklarını dolduran hatırı sayılır birikimin
büyük ölçüde bir ortaçağ birikimi olmasıydı. Bu birikimin
tarihsel bir değeri şüphesiz vardı, ama 20. yüzyıl için geçer­
liği hayli sınırlıydı. Gerçi Osmanlılar 19. yüzyılın ortaların­
dan başlayarak bir ölçüde Batı kaynaklarından bir çeviri et­
kinliği göstermişlerdi. Fakat Osmanlıcamn çetrefilliği yü­
zünden birçok okur-yazara bile bu çevirilerin pek yararı
yoktu. Yazı dilinin yalınlaşması ve öz Türkçe olarak zen­
ginleşmesi sonucu, bugün Atatürk'ün Nutuk'unu bile dip­
loma sahibi de olsa, günümüzün Türk insanı anlamakta zor­
luk çekmektedir. Yukarıda harf devrimini olanaklı kılan de­
dim. Atatürk ve arkadaşları, yeni harfleri, Tank bin Zeyyad'in İspanya'yı fethederken gemilerini yakması gibi, bir
de Osmanlı kitaplıklanndaki ortaçağ birikimiyle ilişkileri
koparmak için de istemiş olabilirler.
Üçüncü olarak, harf devrimini yararlı kılan bir etkeni sa­
yabiliriz. Arap harfleri Türkçeye hiç uygun değildi. Çünkü
Arapça sessizler bakımından çok zengin, sesliler bakımın­
dan hayli yoksul bir dilken, Türkçe sessizler bakımından
Arapçaya göre hayli yoksul, ama sesliler bakımından çok
zengin bir dildir. Örneğin Arapçada 2 çeşit t, 3 çeşit h, 4 çe­
şit z, 3 çeşit s, 2 çeşit k varken Türkçede bunlann yalnız bi­
rer çeşidi vardır. Arapçada ise yalnızca 3 sesli vardır: a, u,
i. Onun için Arapçada sesliler, Kuran yazısı ve uzun "a"
dışında, pek yazılmaz. Arapçada yalnız üç sesli olasılığı bu­
lunduğundan bunun fazla bir sakıncası yoktur. Ama Türk­
çe Arap harfleriyle yazıldığında okuyucu için büyük zor­
luklar çıkabilir, çünkü sessizler arasına girebilecek sesliler
için 8 olasılık vardır. Örneğin Arap harfleriyle Türkçe "gl"
yazsak, okuyucu bunun gal, gel, gıl, gil, göl, gol, gul, gül
mü olduğunu kestirmek durumundadır. Oysa Arapça olsa,
69
yalnız 3 olasılık vardır: gil, gul, gal.
Akla gelen dördüncü bir etken, ulusçuluktur. Türkçenin
kendine özgü bir alfabesi olması istenmiş olabilir. Çinlile­
rin, yazılarının o denli zor öğrenilmesine rağmen, yazılannı değiştirmeyi düşünmemelerinde ihtimal bu etkenin payı
vardır. Tabii Arap harflerini atmaksızm uyarlama yaparak
Türkçeye özgü bir alfabe yaratılabilirdi belki, ama burada
da bir Avrupa devleti olma kararının etkisini görebiliriz. Şu
da var. Dilden Arapça ve Farsça sözcükler atılacaksa alfa­
beyi değiştirmek iyi bir yoldu. Çünkü Türk yazısıyla yazı­
lınca Arapça ve Farsça sözcüklerin, sudan çıkmış balık gi­
bi, yaşama olasılıkları galiba azalıyordu. (1929'da Arapça
ve Farsça dersleri lise programlarından çıkarıldı.)
Harf devrimi için hazırlıklar 1928 başında başladı. Ada­
let Bakanı Mahmut Esat (Bozkurt) 8 Ocak'ta Ankara Türk
Ocağı 'nda Latin harfleri konusunda bir konuşma yaptı. 24
Mayıs'ta uluslararası rakamların değişmesi için bir yasa
TBMM tarafından kabul edildi. Bu bir ısınma hareketiydi.
Atatürk bu devrimi başlatmak için İstanbul'u seçmişti. 4
Haziran'da İstanbul'a geldi. Ancak 21 Eylül'de Ankara'ya
döndü. Yeni harfleri tanıtmak için bu sırada yaptığı gezile­
ri de İstanbul'dan yaptı (Tekirdağ, Bursa, Çanakkale, Geli­
bolu; Sinop, Samsun, Amasya, Tokat, Sivas, Şarkışla, Kay­
seri). 9 Ağustos gecesi Sarayburnu Parkı'nda harf devrimi­
ni, halka açıkladı. Dolmabahçe Sarayı'nda yeni alfabeyle
ilgili, Atatürk'ün katıldığı çalışmalar yapıldı. Nihayet 1 Ka­
sım'da TBMM yeni harflerle ilgili yasayı çıkarttı. 1 Aralık'tan başlayarak süreli yayınlar (gazete, dergiler), Ocak
1929'dan başlayarak kitaplar yeni harflerle basılacaktı. Ye­
tişkinlere yeni yazıyı öğretmek için 1 Ocakl929'da Millet
Mektepleri açıldı. 1936'ya değin çalışan bu okullardan 2.5
70
milyon insan diploma almıştır. Yazı devrimi büyük bir hız­
la gerçekleştirildi.
Çok-Partili Siyaset Denemesi: 1929'da Atatürk Afet
İnan in yardımıyla Medeni Bilgiler adındaki kitabı yazdı.
Kitap Yurttaşlık Bilgisi derslerinde okutuldu. Afet İnan'm
imzasıyla çıktı, ama somadan İnan'm 1969'da hazırladığı
yeni basıma eklediği Atatürk'ün el yazılarından fotokopiler
sayesinde, kitabın önemli bölümlerinin Atatürk tarafından
yazılmış olduğu ortaya çıktı. Bu bölümlerden biri demokra­
siyle ilgilidir. Atatürk'e göre demokrasi en iyi düzendir ve
yükselen bir deniz gibi ortalığı kaplayacaktır. Cumhuriyet,
demokrasinin en yetkin biçimidir ve yine demokratik bir
düzen olan meşrutiyetten üstündür. Bu yazı çok önemlidir,
çünkü günümüzde Atatürk'e yöneltilen eleştirilerden biri,
6 ok'tan birinin demokrasi olmamasıdır. 6 ok'tan birinin
cumhuriyetçilik olduğunu, Atatürk'ün anılan düşüncesiyle
birleştirince, eleştirinin geçersiz olduğu anlaşılır.
Atatürk, koşulların elverişsizliğine rağmen, 1930 yılında
bu düşüncesini uygulamaya koydu.Çok-partili bir dizge ku­
rulacaktı. Kurulacak muhalefet partisinin karşıdevrimciler
için bir umut kapısı olmaması için önlemler alınacaktı. Bu
amaçla o sıra Paris'te Türkiye Büyükelçisi olan arkadaşı
Fethi'yi (Okyar) görevlendirdi. İkisi ağustosta konuyu gö­
rüştüler ve Fethi'ye güven vermek için, Atatürk'le sözleşme
yapar gibi, bir mektuplaşma oldu. Yine Fethi'ye güven ver­
mek için, Atatürk bir bölüm CHF milletvekilinin ve kız kar­
deşi Makbule'nin yeni fırkaya girmesini istedi. Atatürk iki
fırka arasında yan tutmayacağını söylüyordu. Serbest Cum­
huriyet Fırkası'nm ikinci adamı bireyci, klasik liberalizmi
savunan Ahmet Ağaoğlu idi. Atatürk, devrimin tümüyle
tartışma dışı olmasını, iktisadi konuların tartışılmasını isti71
yordu. Nitekim, İsmet Ankara-Sıvas demiryolunun açılışın­
da (30 Ağustos 1930) yaptığı konuşmada, Cumhuriyet Halk
Fırkası'nm "mutedil (ılımlı) devletçi" olduğunu söyledi.
Serbest Fırka da hükümetin demiryolu yapma programını
eleştiriyordu. Serbest Fırka, 12 Ağustos 1930'da kuruldu.
Yukarıda "koşulların elverişsizliğine rağmen" çok-partililiğe girişildiğini söyledim. Gerçekten de, bilindiği üzere,
1929 yılının Ekim ayında ABD ekonomisi büyük bir buna­
lıma girdi. İşsizlik ve sefalet aldı yürüdü, Avrupa'yı ve ar­
dından bütün dünyayı etkisi altına aldı. Türkiye'de de ihra­
cat adamakıllı düştü, çiftçi kesimi ve bütün Türk ekonomi­
si sıkıntıya girdi. İktisadi sıkıntılara düşen kimilerin gerici­
lerin propagandalarına kolayca hedef olacakları açıktı. Ki­
milerine göre Atatürk'ün çok-partili dizgeyi istemesi, iki
parti arasındaki tartışmaların bunalım karşısındaki izlene­
cek siyasete ışık tutması içindi. Atatürk çok-partili dizgeyi
bu gerekçeyle de istemiş olabilir, ama ben Atatürk'ün esas
gerekçesinin demokratikleşme olduğunu sanıyorum. Bu
konuda daha sağlıklı bir sonuca ulaşmak için Atatürk çokpartililik karan verdiği sırada dünya bunalımının ne ölçü­
de Türkiye'ye yansımış olduğunu araştırmak gerekir. Ata­
türk, Ağustos 1930'dan önce, muhtemelen 1929'da, çokpartililik denemesine karar vermiş olmalıdır, diye düşünü­
yorum.
Serbest Fırka denemesi çok kısa zamanda bir felakete dö­
nüştü. Bunalımdan etkilenenler ve gericiler büyük bir he­
yecanla fırkanın bayrağı altında toplandılar. Fethi'nin dev­
rimden yana açıklamalan para etmiyordu. İzmir'e yaptığı
ziyaret, kanlı olaylarla noktalanan çılgınca gösterilere vesi­
le oldu. CHF yöneticileri olan bitenlerden ürkmüşlerdi. Bu
gidişin nerelere varabileceğini kestiren Fethi ve arkadaşla72
n, 17 Kasım 1930'da fırkayı kapattılar. Serbest Fırka ancak
üç ay yaşayabilmişti.
Fırkanın kapatılmasından bir ay kadar sonra Fethi'nin
korkulan gerçekleşti. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası na­
sıl Şeyh Sait ayaklanmasıyla noktalandıysa, Serbest Fırka
işi de bir gericilik olayı ile noktalandı. Gerçi Fırka kapatıl­
mıştı ama, Menemen olayında Serbest Fırka'nm da bir ye­
ri olduğu anlaşılıyor. 23 Aralık 1930 günü, başlarında Der­
viş Mehmet olduğu halde, Nakşibendi tarikatına mensup
bazı kişiler, Manisa'dan Menemen'e gelerek halkı bir cami­
den aldıkları yeşil bayrağın altına toplamaya kalkıştılar.
Olay yerine gelen Yedek Asteğmen Fehmi Kubilay, gerici­
ler tarafından vuruldu. Başını bıçakla kesip direğe diktiler,
halka gösterdiler (ayrıca 2 tane bekçi öldürdüler). Olay bas­
tırıldı, sıkıyönetim ilan edildi. Kurulan divan-ı harp 28 ki­
şinin idamına hüküm verdi.
Terakkiperver ve Serbest Fırka olaylan Devrim yapılır­
ken ve belirli bir mesafe alınmadan çok-partililiğin pek sağ­
lıklı işlemediğini gösteriyordu. Zaten 1930'lu yıllar artık
Avrupa'da demokrasi rüzgârlannm değil, dikta rüzgârları­
nın estiği bir dönem olacaktı. 1945'e kadar da II. Dünya Sa­
vaşı yıllandır. 1945'te yeniden demokrasi rüzgârlan esince
Türkiye buna uygun davranmıştır.
Halkevleri ve Halkodaları: Atatürk'ün 1931 'de Halkev­
lerini ve Halkodalanm kurduğunu görüyoruz. Bu davranı­
şın gerisinde Menemen olayının da etkisi olduğunu düşü­
nüyorum. Menemen'de baş kesip sınğa dikme eyleminin
ortaçağcıl vahşeti Atatürk'ü çok etkilemiş olmalıdır. Onun
kültür konulanna bu tarihten sonra verdiği artan önem, kül­
türü gericiliğin çaresi, ilacı olarak gördüğünü gösterir gibi­
dir. 10 Nisan 1931'de Türk Ocaklarının Olağanüstü Kurul73
tayı örgütü dağıtma karan aldı. Bunun Atatürk'ten ve/ya da
hükümetten kaynaklandığı şüphesizdir. Zira ocaklar tutucu­
luk odaklan olmaya yüz tutmuştu. CHP'ye devredilen ocak­
lar, 19 Şubat 1932'de Halkevleri (ve Halkodalan) olarak
açıldı. 1950'ye geldiğinde Türkiye'de 478 Halkevi, 4322
Halkodası kurulmuştu. Halkevlerinin 9 etkinlik kolu vardı:
1. Dil, edebiyat, tarih 2. Güzel sanatlar 3. Temsil 4. Spor 5,
İçtimai (toplumsal) yardım 6. Halk dersaneleri ve kurslar 7.
Kütüphane ve yayın 8. Köycülük 9. Müze ve sergi. Türki­
ye'de okullann kitaplık, tiyatro, müzik alanlannda olanak­
lardan ne denli yoksun olduğu ve yetişkin nüfus için kültür
merkezlerinin önemi düşünülürse, bu hareketin gerekliliği
ortaya çıkar. Denebilir ki Halkevleri ve Halkodalan aydın­
lanma hareketini taşraya yayan merkezler olmuşlardır.
Tarih Çalışmaları: Kültür alanında Atatürk'ün ele aldı­
ğı bir konu da tarih idi. Hemen belirteyim ki, Atatürk bir­
takım tarih görüşleri benimsemiş, ya da özendirmiş, hatta
ufak tefek tarih yazma denemeleri yapmış olsa bile, tarihçi
değildir. O, öncelikle bir siyaset adamıdır ve bu kimliğiyle
değerlendirilmelidir. Tarihle uğraştığı zaman da bunun si­
yaset düzlemindeki anlamı üzerinde durulmalıdır. Tarih,
emperyalizmin elindeki en önemli ideolojik araçlardan bi­
ridir ve Sevr şokunu yaşamış bir Türkiye'nin bu konuya
eğilmesi son derece doğaldır. Nitekim Enver Ziya Karal, bu
dönem tarihçiliği için "savunma tarihçiliği" demektedir.
Ermeni sayısına bakmadan "tarihsel haklara" dayanarak
Doğu Anadolu'da az Ermenili koskocaman bir Ermenistan
yaratmış, Rum sayısına bakmadan aynı biçimde Doğu
Trakya'yı, İzmir-Manisa-Ayvalık bölgesini Yunanistan'a
bağlamaya çalışmıştı emperyalizm. Bunun bir çaresi, Er­
menilerden ve Rumlardan önceki Anadolul tarihini ele al74
mak olabilirdi. Nitekim öyle yapıldı, Hititlerin Türk olduk­
ları öne sürülerek, özellikle Hitit tarihine sahip çıkıldı. Bu,
bir çeşit Anadolu'nun "manevi tapusunu" çıkartmak hare­
kâtıydı. Avrupa'da kimi ülkelerde moda olan, ırkçılığı in­
sanların kafatası özellikleri gibi fiziksel özelliklerine da­
yandırmak isteyen kuramlara karşın, Türkiye'de de fiziksel
antropoloji çalışmaları başlatıldı. Türklerin uygar bir halk
olmadıkları savma karşı Türklerin kökeni olan Orta As­
ya'nın tarihi ele alınarak, o bölgenin bir uygarlık kaynağı
olduğu, hemen bütün insan topluluklarının oradan çıktıkla­
rı kuramı geliştirildi. Bu arada çoğu ya da tümü hayal mah­
sulü birtakım görüşler de üretildi. Hemen belirtelim ki, bu
tür görüşler o sıralar Avrupa'da kimi yerlerde çok revaçtay­
dı ve zaten esin kaynağı da oralarıydı. Ayrıca, Atatürk psi­
kolojiye çok önem veriyordu. Türklerin yüzyıllarca sürmüş
yenilgilerinin, bir yeniden doğuş hamlesine izin vermeye­
cek bir düşkünlük duygusuna, bir aşağılık karmaşasına
(kompleksine) yol açtığını görüyordu. Onun için "çalış­
mak" kadar "öğünmek", "güvenmek" gerektiği görüşün­
deydi. İhtimal bir miktar hayalin -bir süre için de olsa- aşa­
ğılık karmaşası zehirinin panzehiri olabileceğini düşünü­
yordu.
Bugün Türk tarihçiliği belli bir düzeye ulaşabilmişse, bu­
nu önemli ölçüde Atatürk zamanındaki tarih hamlesine
borçludur. Çünkü pek çok alanda olduğu gibi Osmanlı ta­
rihçiliği hayli ilkel bir düzeydeydi. İlgi 2 noktada odaklaşıyordu: Osmanlı tarihi ve İslam tarihi. İslam tarihi de esas
itibariyle İslamiyetin doğuşu ve 4 Halife döneminden iba­
retti. Bunun dışındaki konular, örneğin Osmanlı öncesi
Türk tarihi, Avrupa ve dünya tarihi hemen hemen tümüyle
ihmal ediliyordu. Ayrıca yöntem olarak tarih; savaşlar ve
75
hanedanlar tarihi üzerinde odaklanıyordu. II. Meşrutiyet'te
durumu düzeltmek için bir başlangıç yapılmıştı. Bu başlan­
gıcın yoğun bir çalışma atılımına dönüşmesi Atatürk saye­
sindedir. 15 Nisan 1931 'de Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti ku­
ruldu. Daha sonra adı değişerek Türk Tarih Kurumu olmuş­
tur. 8 Temmuz 1932'de 1. Türk Tarih Kongresi toplandı
(ikincisi 1937).
Dil Devrimi: Şimdi de Dil Devrimi'ne bakalım. Bilindi­
ği üzere, Osmanlıca Arapça ve Farsça sözcüklerle yüklü bir
dildi. Divan şiir ve nesrinin birtakım örneklerinde o denli
çok Arapça ve Farsça kullanılmıştır ki, bazan Türkçe bir
sözcük bulmak için aramak gerekir. Osmanlıca büyük öl­
çüde yazılı bir dildi. Bir kez halkı okur yazar yapmak diye
bir sorun olmadığı için Türk halkının büyük çoğunluğu Osmanlıcayı öğrenmek olanağından yoksundu. Dolayısıyla
yalnız Türkçe biliyorlardı. Okumuş azınlık tabii Osmanlıcayı biliyordu ama, kadınları eğitmemek kural olduğu için,
onların kızları ve kadınları da Osmanlıca bilmiyorlardı.
Onun için kadınlar kendi aralarında, baba, kardeş, koca ve
oğullarıyla zorunlu olarak Türkçe konuşuyorlardı. Böylece
halkın büyük çoğunluğunun ve bütün kadınların cehaleti
sayesinde Türkçe yaşadı. Yaşadı ama, kültür dili olamadı.
19. yüzyılın ortalarından sonra gazeteciliğin gelişmesiyle
daha anlaşılır, daha yalın bir Osmanlıca başladı. 1897 Os­
manlı-Yunan savaşında Mehmet Emin (Yurdakul) "Tür­
küm, dinim, cinsim uludur" diye yalın bir dil kullandı. II.
Meşrutiyet'te de gelişmeler oldu (Selanik'te "Genç Ka­
lemler" dergisi, Ziya Gökalp) ama örneğin Atatürk'ün Nutuk'ta (1927) kullandığı dil hayli çetrefildir. Türkçenin an­
laşması, Osmanlıcadan kurtulması, büyük ölçüde 1930'larda başlamış olup hâlâ devam eden bir süreçtir. 12 Temmuz
76
1932'de Türk Dili Tetkik Cemiyeti kuruldu, adı daha son­
ra Türk Dil Kurumu olmuştur. Kurumun ilk kurultayı 26
Eylül 1932'de yapıldı. Atatürk Türkçenin anlaşması işini
çok benimsedi, hatta kısa bir süre için, bugün bile anlaşıl­
ması kolay olmayan, yalnız öz Türkçe sözcüklerden oluşan
demeçler verdi, yazılar yazdı. Türk Dili Tetkik Cemiyeti'nin kurulmasının hemen ardından ezanın Türkçe okun­
ması için girişimler başladı.
Dil Devrimi ya da onun 'aşırılıklarına' karşı pek çok şey­
ler söylendi ve yazıldı. Halkın bilmediği bir sözcük yerine
halkın kullandığı ya da kolayca anlamım tahmin edebilece­
ği sözcükler getirmek fazla itiraza uğramamakla birlikte,
herkesin bildiği mektep, kitap, tatil gibi sözcüklere yeni
karşılıklar önerilmesine tutucular çok karşı çıkmaktadırlar.
Kuşaklar arasında, dede ile torun, hatta baba ile oğul ara­
sında anlaşma olanaklarını kaldırarak Türk ulusunun bö­
lünmek ve zayıf düşürülmek istendiği, altında komünistle­
rin bulunduğu gibi tuhaf iddialara değin varabilmektedir iş.
Zaman zaman hükemetler de bu gibi görüşlere kendini kap­
,
tırmaktadır. Örneğin 1924 Anayasası'nm dili 1945 'te arılaştınlmıştı. 1954'te Demokrat Parti iktidarı 1924 metnine
geri döndü (böylece Anayasa, Teşkilati Esasiye Kanunu ol­
du). Daha soma da kimi dönemlerde TRT'de.bazı öz Türk­
çe sözcüklerin kullanılması yasaklanmak istenmiştir. Fakat
ilginçtir, çoğu hükümetlerin öz Türkçeye ilgisiz hatta karşı
olmalarına rağmen, anlama süreci bugün salt yazarların
desteğiyle kendi kendine sürmektedir (12 Eylül 1980 dar­
besinden önce Türk Dil Kurumu'nun da katkısı önemliydi).
Dil Devrimi'nin gerekçeleri üzerinde kısaca duralım. Bir
kez işin içinde bir halka yaklaşma arzusu yatmaktadır ki,
demokratik bir düşüncedir bu. Tabii halkın bildiği Arapça
77
ya da Farsça sözcüklerin yerine başka sözcükler önermenin
demokratik bir yönü olup olmadığı tartışılabilir. Başka bir
gerekçe, saydam, duru su ibi berrak bir dil yaratma isteği­
dir. Unutmayalım ki, öz Türkçe yalnızca Osmanlıcalann
karşılıklarını değil, Batı kaynaklı kavram ve sözcüklerin
karşılıklarını bulmaya çalışıyor (kompüter yerine bilgisa­
yar, enteresan yerine ilginç diyor). Böylece Türkçenin daha
güzel, daha kolay anlaşılabilir olacağı, sanat, felsefe, bilim­
de daha üstün kafa ürünlerinin yaratılmasına yol açacağı
umulmaktadır. Üçüncü bir gerekçe ulusçuluktur. Birçok
Türk dillerinde yabancı sözcük bulunmasını istemiyorlar.
Bu sözcükler ister Arapça, Farsça, ister İngilizce, Fransızca
olsunlar, Türkçede kullanılmamalıdır. Hemen belirteyim ki
bu düşünce genellikle sol ulusçulara, Atatürkçülere özgü­
dür. Sağ ya da tutucu ulusçuların genellikle öz Türkçe di­
ye bir meraklan yoktur, hatta karşıdırlar buna. Dördüncü bir
gerekçe, Osmanlıcadan kurtularak Doğu yani ortaçağ uy­
garlığı ile bağlan daha kolay koparabilmek umududur. Her­
halde tutuculann karşıtlığı da bundan kaynaklanıyor.
Atatürk tarih ve dil çalışmalanna çok önem vermiştir. Her
iki kurumu da bir devlet dairesi olarak değil, tamamen ba­
ğımsız dernek statüsünde kurmuş olması dikkat çekiyor.
Yani hükümetlerin iki kuruma herhangi bir kanşma olana­
ğı yoktu. Aynca, Atatürk, servetinin gelirini bu iki kuruma
vasiyet etmiştir. Her iki kurum da Atatürk'ün bu güvenine
layık olmuşlar, süreli yayın ya da kitap olarak pek çok ya­
pıt yayımlamışlar, birçok çalışmalann yapılmasını örgütle­
mişler ya da önayak olmuşlardır. Uluslararası düzeyde say­
gınlık kazanmışlardır. Yazık ki, 12 Eylül 1980 askeri dar­
besini yapanlar her iki kurumu 'devletleştirmişler' ve Ata­
türk'ün gelirini bu devlet dairelerine tahsis etmişlerdir. Bu78
nun kurumların haklarına ve Atatürk'ün vasiyet hakkına bir
saldırı sayılabileceği bence pek su götürmez. Anlaşılan, o
hükümet Dil Kurumu'nu devletleştirerek öz Türkçeleşme
sürecim durdurmak, kendi Tarih Kurumu'nu da Atatürkçü­
lük yerine resmi ideoloji haline getirmek istediği "Türk-İslam Sentezinin" üretici-destekçisi haline getirmek istiyor­
du. Ama bunu başarabildikleri pek söylenemez.
Atatürk döneminde tiyatronun ve Batı müziğinin de ge­
lişmesi için birçok girişimler oldu, çünkü Türkiye'nin hiç­
bir alanda Avrupa'dan, Batı'dan geri olmaması amaçlanı­
yordu. 1 Kasım 1924'te Ankara'da Musiki Muallim Mekte­
bi açıldı. Müzik öğrenimi yapmaları için bazı gençler Avru­
pa'ya gönderildiler. Ünlü Alman ve Macar bestecileri Hindemith ve Bartok'un kılavuzluğunda 6 Mayıs 1936'da An­
kara'da Devlet Konservatuvarı kuruldu. Konservatuvarın ti­
yatro ve opera bölümlerini kurmak üzere Almanya'dan Cari
Ebert gelmiştir. Konservatuvar mezunları 1940-1941 'den
başlayarak tiyatro ve opera temsilleri vermeye başladılar.
Bale bölümü 1949'da açılmıştır. Konservatuvarın 1941 me­
zuniyet töreninde Hasan Ali Yücel, Devlet Konservatuvarınm bağrından doğmakta olan "Türk Hümanizmasımn yep­
yeni bir safhasını" selamlıyordu.
Üniversite: 1827'de Tıbbiye'nin kurulmasıyla Osmanlı
Devleti'nde Batı örneğinde yüksekokullar başlamıştı.
Araştırmayı ve temel bilimleri de kapsayacak biçimde çe­
şitli yükseköğrenim dallarının üniversite olarak bir araya
getirilmesi düşüncesi yok değildi. Fakat bu yöndeki giri­
şimler sürdürülemedi. Zaten yükseköğretim kurumlan da­
ha çok bir meslek öğrenme yeri olarak görülüyordu. Sürek­
lilik kazanacak girişim 1900'de yapıldı. İstanbul'da Darül­
fünun kuruldu. İstanbul Teknik Üniversitesi'nin kurulduğu
79
1944'e değin bu, ülkenin tek üniversitesi olarak kalacaktı.
(1946'dan önce Ankara'da bir fakülteler vardı, ama bunlar
o yıla değin üniversite olarak birleştirilmemişti.) Darülfü­
nunun birçok bakımdan yetersiz kaldığı düşünüldüğü için
Albert Malche (Malş) adında bir İsviçreli uzmana bir ince­
leme yaptırıldı. Malche gördüklerini eleştirici bir yaklaşım­
la yazanağına yansıttı. 30 Ocak 1933'te Almanya'da Flit­
ler'in önderlik ettiği Nasyonal Sosyalizm (Nazi) hareketi
iktidara geldi. Bütüncül (totaliter)-ırkçı ideolojisine uygun
olarak, üniversitelerde kendisine aykırı gördüğü bilim
adamlarını (Yahudi, solcu, demokrat) bilimsel değerlerini
hiç düşünmeden tasfiye etmeğe başladı. Türkiye, bu du­
rumdan yararlanarak, 31 Mayıs 1933'te Darülfünunu kapa­
tan ve İstanbul Üniversitesi'ni açan bir yasa çıkarttı. Bu ya­
pılırken 151 öğretim üye ve yardımcılarından 59'u kalmış,
gerisi üniversite dışında bırakılmıştır. (Bildiğim kadarıyla
bu biçimde işsiz kalanların büyük bir bölümüne devlet iş
bulmuştur.) Aynı zamanda 142 Alman öğretim üye ve yar­
dımcısı Türkiye'ye getirildi. Bunların uzmanlık alanları
çok farklıydı. İçlerinde zoolog, Sümerolog, hukukçu, felse­
feci, iktisatçı, fizikçi, tıpçı, vb. gibi pek çok alanda uzman­
lar vardı. Pek çoğu dünya çapmda bilim adamlarıydı. Bu sa­
yede belki de o sırada dünyanın en güçlü "Alman" üniver­
sitesi, Türkiye'de kuruldu. Hemen hemen hepsi 1945'e de­
ğin, az bir bölümü ondan soma da, Türkiye'de kaldılar.
Kendilerine şart koşulduğu üzere, kısa zamanda Türkçe öğ­
renerek, tercümansız ders vermeğe başladılar. Bugün Türk
üniversitelerinin sahip olduğu düzeye tartışılmaz derecede
önemli bir katkıları olmuştur.
80
XXV. Siyaset ve İktisatta Gelişmeler
Dergiler ve İdeoloji: Atatürk'ün, Serbest Fırka deneme­
sinin başarısızlığı karşısında iki türlü davranışa girdiğini
görüyoruz. Bir tanesi tek parti yönetimini pekiştiren davra­
nışlardır. Örneğin, Türk Ocaklarının kapanması ve Halkevi
ve Halkodalanmn CHP'ye bağlanması, Mason localarının
kapatılması (1935), CHP 3. Kurultayının Atatürk'ü "Daimi
Umumi Reis" ilan etmesi. Öte yandan, çok-partililikle sağ­
lanamayan çok-sesliliği yayın hayatında sağlamak için giri­
şimler görüyoruz. Kadro dergisi (Ocak 1932'den Ocak
1935'.e değin) bunlardan biridir. Dergiyi İsmail Hüsrev Tökin, Şevket Süreyya Aydemir, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Burhan Belge, Vadet Nedim Tör çıkarıyorlardı. Bunlar­
dan Tökin, Aydemir, Tör eski komünistlerdi. Aydemir, Mil­
li Mücadele sırasında Nâzım Hikmet, Vâlâ Nurettin'le
Moskova'da komünist kadrolar yetiştirmek için açılmış
olan uluslararası bir üniversitede okumuştu. Türkiye'ye
geldikten sonra Aydınlık adlı komünist dergide çalışmış ve
bu yüzden hapis cezası almıştı. Daha sonra affedilmiş ve
memur olmuştu. Kadro Kemalizme özgü bir ideoloji geliş­
tirmek istiyordu. Ona göre dünyadaki temel çelişki, Marksizmin ileri sürdüğü gibi, işçi sınıfı ile kapitalist sınıf ara­
sındaki çelişki değildir. Temel çelişki gelişmiş, zengin ül­
kelerle yoksul, gelişmemiş ülkeler arasındadır. Gelişmiş,
81
sömürgeci ülkeler, yoksul, sömürge ülkeler sömürerek,
kendi işçi sınıflarına bir sus payı verebilmektedirler. Em­
peryalist ülkelerle sömürülen ülkeler arasındaki çelişkiyi
çözecek olan, ulusal kurtuluş hareketleridir. Bunun da mo­
deli Türk Kurtuluş Mücadelesi, Kemalizmdir. Kadro'nun
savunduğu ikinci önemli tez, devletçiliktir. Türkiye'de sınıf
çelişkileri henüz gelişmemiştir, fakat kapitalizmin serpilmesiyle bu çelişkiler ortaya çıkacaktır. Kemalizm, bu çeliş­
kilerin yol almasını devletçilik siyaseti uygulayarak önleye­
bilirdi.
Başka bir dergi, Ahmet Hamdi Başar'm Kooperatif der­
gisidir (Haziran 1932'den Mayıs 1934'e değin). Başar 20'li
yıllarda İstanbul'daki Müslüman işadamlarını örgütlemeğe
çalışmış, Türkiye'nin toplum yapısı ve gelişme stratejileri
konusunda özgün görüşleri olan bir kişiydi. Farklı yakla­
şımları yüzünden her dönemin iktidarlannca fazla rağbet
görmemiş biriydi. Daha sonra Demokrat Parti'nin kurucu­
ları arasında bulunmuş, fakat orada da tutunamamıştır. Ko­
operatif, kooperatifçiliği ve köylü çıkarlarını savunuyordu.
Sanayileşme uğruna köylüler sömürülmemeliydi. Çünkü
yerli sanayiyi yüksek gümrüklerle dış rekabete karşı koru­
yalım denirken, niteliksiz ve pahalı yerli mallar, Türkiye'de
en büyük müşteri kitlesi olana köylülerin sırtına binen bir
sömürü oluyordu.
Üçüncü bir dergi Hüseyin Cahit Yalçın'm Ekim 193 3'ten
1940'a kadar çıkardığı Fikir Hareketleri dergisiydi. Bu
dergi o yıllarda bütün dünyada ve özellikle Avrupa'da libe­
ral demokrasi, sosyalizm, komünizm ve faşizm (nasyonal
sosyalizm de faşizmin bir türüydü) arasında cereyan etmek­
te olan kıran kırana ideolojik mücadeleyi yansıtmaya çalı­
şıyor ve liberal demokrasinin yandaşlığını yapıyordu. Bu
82
mücadele Türkiye'de de cereyan etmekteydi. Bu üç dergi ve
günlük gazetelerdeki yazılarla liberalizmi savunan Ahmet
Ağaoğlu arasında sert tartışmalar oluyordu. Türkiye'de,
özellikle gençlik arasında, bu akımlara kapılanlar vardı.
Onun için Kemalizmi bir ideoloji olarak sunmak gereksin­
mesi duyuluyordu. 10 Mayıs 1931'de yapılan CHF'nin 3.
kurultayında 6 ok benimsendi. 1931'de CHF'nin genel sek­
reterliğine gelen Recep Peker, 1932'de İtalya'yı ziyaret et­
ti. Atatürk'ün genel sekreterliğini yapan Hasan Rıza Soyak'm anılarına göre, Peker faşist partiden çok etkilenmiş
ve dönüşünde CHF'yi onun biçimine sokacak bir tüzük ve
program değişikliği tasarısı hazırlamış. Öneri İnönü tarafın­
dan da okunduktan soma Atatürk'e gelmiş, o da "saçma"
bularak kabul etmemiş. Yıllarca CHP saflarında çalışmış
olan Hıfzı Oğuz Bekata 1933 yılında "gençlik dergisi" ni­
teliğinde Çığır adında bir dergi çıkarmaya başlamıştı. Da-'
ha ilk sayısından CHP'nin bir gençlik örgütü kurması ge­
rektiğini savundu. Bu düşüncenin bütüncül ülkelerden esin­
lendiğini söylemek abartma olmaz. Nihayet CHF 1935 yılı
kurultayında gençlik örgütü kurmayı kabul etti-. Fakat alı­
nan karara rağmen, böyle bir örgüt kurulmadı.
Görülüyor ki Avrupa'yı kasıp kavuran ideolojik mücade­
le karşısında CHF zaman zaman, kendini korumak için ya
da bütüncül (totaliter) ideolojileri çekici bulduğu için bu
yöne eğilimler göstermiş, fakat yine de kapılmamıştır. Bu
kapılmamada en önemli etkenin bizzat Atatürk'ün kendisi
olduğu anlaşılıyor. Kadro dergisinin 1935'te kapanmasının
öyküsü de ilginçtir. Kadro demokraisye, bireyciliğe karşı
bir dergiydi ve bunu Kemalizm adına savunuyordu. Ata­
türk, sözü edilen tarihte Yakup Kadri Karaosmanoğlu'yu
çağırıp, derginin artık çıkmamasını istedi. Romancımız,
83
Arnavutluk'a elçi atandı. Herhalde Atatürk bu dergiden
hoşlanmamıştı. Bütüncülüğü yanında, Türk Kurtuluş Sava­
şını sömürge ülkeleri için bir model olarak öne sürmesi de,
hep ihtiyatlı bir dış siyaset gütmekten yana olan Atatürk'ün
hoşuna gitmemiş olabilir. Burada bir duruma daha değin­
memiz gerekir. 15 Haziran 193 6'da Atatürk Recep Peker'in
CHF'deki genel sekreterlik görevine son verdi. Bundan
sonra Dahiliye vekillerinin kendiliğinden CHF Genel Sek­
reteri, valilerin de CHF il başkanları olması uygulaması ge­
tirildi. Gerçi bu, kimilerine belki yetkeciliğin (otoriterliğin)
bütüncüllüğe varan bir derecesi olarak görünebilirse de, as­
lında tam tersine, devletin partiyi yutması olarak yorumlanmalıdır. CHP tarihçisi ve parlamenteri Fahir Giritlioğlu'nun
da yorumu bu yöndedir. Yani, bütüncül düzendekinin tersi­
ne, devlet partileşmiyor, parti devletleşiyor (bürokratikleşiyor) ve böylece etkisini yitiriyordu. Bütüncül düzenlerde
parti hem halkın, hem devletin içinde yaygın olarak örgüt­
lenmiş ve egemen durumdadır. Oysa Atatürk döneminde
CHP'nin örgütlenmesi, bazı yörelerde, düpedüz yok dene­
cek denli zayıftı.
Kadm-erkek eşitliğine verilen önem Atatürkçülüğün fa­
şizme olan mesafesini gösteren başka bir göstergedir. Faşiz­
min ülküsündeki kadın öncelikle ev kadını ve anadır. "Oysa
cumhuriyet, ilk kadın avukatı (1927), yargıcı (1930), ilk ka­
dın belediye meclisi üyesini, ilk kadın doktor, diş hekimi
(1926), pilot, diplomat (1932), milletvekilini büyük iftihar
ve sevinçle gazetelerle duyuruyordu. 1934'te Türk kadını­
na seçme ve seçilme hakkı tanındığında, Avrupa ülkeleri­
nin büyük çoğunluğu (bazı köklü demokrasiler dahil) bu
hakkı tanımaktan henüz uzak bulunuyorlardı. Bu sayede
bugün Türkiye, meslek hayatına girmiş kadın sayısı bakı84
mmdan sanıyorum birçok gelişmiş ülkeden daha ileri bir
noktadadır. 1935 seçimlerinde TBMM'ye 18 kadın millet­
vekili seçilmişti.
25 Ekim 1937'de İnönü başbakanlıktan istifa etmek du­
rumunda kaldı. 1925 'ten beri sürekli olarak bu mevkii işgal
eden İnönü, 1923-4'te bir yıl kadar yine başbakanlık yap­
mıştır. Türkiye emperyalizme karşı bir varolma mücadele­
si vermiş olduğuna göre I. ve II. İnönü zaferlerinin, Mudan­
ya Bırakışması ve Lozan Barışı'nm mimarının Cumhuriye­
tin siyasal kadroları içinde ayrıcalıklı bir yere sahip olması
bir bakıma doğaldı. Şevket Süreyya Aydemir'in ünlü for­
mülüyle Atatürk "tek adam" ise, İnönü de "İkinci adam"dı.
Bu kadar uzun yıllar birlikte çalışabilmiş olmaları, araların­
da olağanüstü bir uyumun varlığına işaret sayılabilir. Bu­
nunla birilkte, ikisi arasında bazı önemli noktalarda görüş
ayrılıkları da yok değildi. Bazen dış siyaset konularında, ba­
zen de iktisat siyaseti konularında (İnönü Atatürk'ten biraz
daha devletçiydi) sürtüşmeleri oluyordu. Uzun yılların bir­
likteliği ilişkilerini belki yıpratmıştı. Atatürk'ün yaklaşan
ağır hastalığı da sinirlerini bozmuş olabilirdi. Sonuç olarak
yollan aynldı, başbakanlığa Celal Bayar geldi. Atatürk'ün
ölümüne değin bir yıl kadar başbakanlık yaptı. Onun ağır
hastalığı (siroz) nedeniyle 1938 yılında devlet işleriyle es­
kisi gibi meşgul olmadığını kabul edebiliriz. Hızla eriyen
enerjisinin en büyük bölümünü herhalde Hatay sorununa
ayınyordu. Bazı hastalık belirtilerinin daha 193 6'da başla­
dığı anlaşılıyor.
Dış Siyaset: Burada Atatürk döneminin dış siyasetine
ana hatlanyla değinelim. "Yurtta sulh, cihanda sulh" sözü
ilk kez 1931'de ortaya atıldıysa da, Atatürkçü dış siyaset
hep bu çizgide olmuştur. Tam bağımsızlık elde edilinceye
85
değin zorunlu olarak "yırtıcı" olan dış siyaset bu hedefe
vardıktan sonra, tam barışçıl bir dış siyasettir. Musul soru­
nu dolayısayla İngiltere ile çok bozuk olan ilişkiler, bu so­
run aleyhimizde çözülmesine rağmen, 1926'dan başlayarak
bu ülkeyle dostluk kapısının açılmasına engel sayılmamış­
tır. Hatta 1936'da İngiliz Kralı VII. Edward'm Atatürk'e
resmi olmayan bir ziyaret yaptığını görüyoruz.
Komünist olmasına rağmen SSCB ile ilişkiler, Kurtuluş
Savaşı, 1921 Mosokva ile 1925 Dostluk ve Saldırmazlık
Antlaşmaları ekseninde yakın bir dostluk havası içinde sür­
dürülmüştü. 1932'de Türkiye Milletler Cemiyeti'ne (MC)
girerken SSCB'ye, bunun dostluk siyasetini etkilemeyece­
ği konusunda güvence verilmişti. Zaten SSCB de MC'ye
karşı olumlu bir tutuma girmiş bulunuyordu. (1943'te üye
oldu). İki dünya savaşı arasındaki dönemde Akdeniz bölge­
sinde en çok İtalyan yayılmacılığından korkuluyordu. Bu
korku yüzünden Türkiye ile Yunanistan bile birbirlerine
yaklaştılar. 1930 yılında Venizelos Ankara'ya gelip Ata­
türk'le görüştü. 1934'te Türkiye, Romanya, Yunanistan,
Yugoslavya arasında Atina'da Balkan Antantı imzalandı.
(Bulgaristan, Neuilly antlaşması dolayısıyla hoşnutsuzlar
safında bulunuyordu. Bununla birlikte Türkiye ile iyi ilişki­
leri vardı.) Her yanda savaş bulutları ortalığı kaplayınca,
Boğazlar'm askersizleştirilmiş kalması daha da bir haksız
görünüyordu. Türkiye, 1936'da Lozan'da getirilmiş olan
Boğazlar'la ilgili düzenin yeniden gözden geçirilmesini is­
tedi. Aynı yıl İsviçre'nin Montrö (Montreux) kentinde top­
lanan Konferans yeni bir antlaşma hazırlayarak, Türklerin
Boğazlar'ı savunma ve buradaki egemenlik haklarını kabul
etti. Boğazlar Komisyonu kaldırıldı.
Hatay Ankara Antlaşmasına göre Türkiye dışında kalmış86
tı. Ama burası Misak-I Milli sınırlan içindeydi ve nüfusun
çoğunluğu Türktü. Onun için burada Suriye'den ayrı ve
Türkleri gözeten özel bir yönetim kabul edilmişti. 1936'da
Fransa, Suriye ve Lübnan üzerindeki mandasına son verin­
ce, Hatay'ın durumu belirsizleşti. Türkiye, Milletler Cemiyeti'nden Hatay'ın kendi yazgısını belirleme hakkının ta­
nınmasını istedi. Bunun üzerine seçim yapmak için bir sü­
reç başladı. Yapılan seçimler sonunda, 2 Eylül 1938'de ba­
ğımsız Hatay Devleti kuruldu. Cumhurbaşkanı Tayfur Sök­
men, Başbakan Abdurrahman Melek oldu.
23 Haziran 1939'da Fransa ile yapılan antlaşma ile Ha­
tay'ın Türkiye'ye katılması kabul edildi.
İktisat Siyaseti: Şimdi de Atatürk döneminin iktisadi
alanda yaptıklanm görelim. Alt dönemlere bakmadan önce
dönemin genel özelliklerine işaret edelim. Birincisi, devlet­
çilik ilkesi somadan ortaya atılmakla birlikte, ondan önce
de, özel kesimi özendirmek ve desteklemek üzere devletin
hep önemli bir rol oynadığını görüyoruz. Örneğin 28 Mayıs
1927'de TBMM bir Teşvik-i Sanayi Kanunu kabul etti.
1929'a değin gümrükler dondurulmuş olduğu için, yaban­
cı mallara karşı yerli mallara, sınırlı bir koruma sağlanabi­
liyordu. Ama yerli özel sanayi kredilerle desteklendi. 26
Ağustos 1924'te bu amaçla, Hint Müslümanlannın Milli
Mücadeleyi desteklemek için gönderdikleri paralardan da
yararlanarak İş Bankası kuruldu. Osmanlı'dan kalan devlet
fabrikalanm örgütlemek üzere 1925'te Türkiye Sanayi ve
Maadin Bankası kuruldu. Şeker fabrikalannm yapımı için
1925'te bir yasa çıkanldı. Bu sayede şeker fabrikaları ya­
pılmaya başlandı. Aynı zamanda ve devletçilikten önce, bir
hayli dokama fabrikasının kurulduğun görüyoruz. Bunların
da devletçe desteklendiğini varsayabiliriz. 1929'dan sonra
87
devlet gümrük vergileri yoluyla yerli sanayiye (ister özel,
ister devletin olsun) daha etkili bir koruma sağlamıştır.
Dönemin ikinci önemli özelliği, bu süre içinde sürekli ya­
bancı yatırımları devletleştirme siyasetinin güdülmesidir.
Bugün Türkiye yabancı sermaye arayan bir devlet olduğu
için o dönem hükümetlerinin bu tutumu bize şimdi garip
gelebilir. Unutmamak gerekir ki, emperyalizm, Sevr ile
Türkleri sömürge halkından daha kötü bir duruma düşür­
meye kalkışmıştı. Lozan'dan soma emperyalizmin azgınlı­
ğı devam ediyordu. Cumhuriyetin yöneticileri biliyorlardı
ki yabancı yatırımlar o devletin sömürgeci niyetlerinin bir
köprübaşısıdır. Onun için yabancı demiryollarını, rıhtımla­
rı, su, elektrik, havagazı gibi kent hizmetine yönelik yatı­
rımlarını sırası geldikçe, fırsat çıktıkça devletleştirmişlerdir. Dünya iktisat bunalımı da devletleştirme için uygun bir
ortam sağlamıştır.
Üçüncü özellik demiryolu yapımına verilen önceliktir.
Devlet çok kıt kaynaklarının çok önemli bir bölümünü de­
miryolu yapımına ayırmıştır. 1923'te 3350 km. demiryolu
varken, 1939'a gelindiğinde bu şebekeye 3000 km.'den faz­
la demiryolu eklenmiştir. Ankara-Kayseri-Sıvas-Erzurum,
Samsun-Sıvas, Zonguldak-Ankara, Sıvas-Malatya-Fevzipaşa, Malatya-Diyarbakır, Balıkesir-Kütahya, Kayseri-Ulukışla hatları yapılmıştır. Bugün ülkemiz II. Dünya Savaşı'ndan soma önceliği hemen tümüyle karayollarına veril­
miş ve şimdi demiryollanmız çağdışı duruma düşmüştür. O
dönem demiryollarına öncelik vermiştir, çünkü trenlerin
yakıtı Türkiye'de bulunan kömürdü. Karayollarına öncelik
vermek, petrol gereksinmesini artıracağından, dışa bağım­
lı bir ekonomi yaratır ve savaş zamanında ciddi sorunlar çı­
karırdı. Ayrıca, bir düşman istilası karşısında demiryolunu
88
tahrip ederek, onun demiryolundan yararlanmasını önle­
mek, karayoluna göre daha kolaydı. O dönemde bunlar hep
düşünülüyordu. Kısa süre soma II. Dünya Savaşı'nm çık­
ması bu hesapların ne denli isabetli olduğunu göstermiştir.
Sözü edilen önlemlerin genel bir savaş dışında, salt Türki­
ye'yi hedefleyen emperyalist bir saldın için de düşünüldü­
ğü açıktır.
Dönemin iktisadiyatının 4. özelliği, yapılan işlerin enflas­
yonsuz ve pek az dış borçla, yani büyük ölçüde kendi kay­
naklarımıza dayanarak yapılmasıdır. Enflasyona gidilmedi­
ği için, yani fazla para basmak gibi enflasyon yaratan yol­
lara başuvurulmadığı için, Türk parası bu dönemde değeri­
ni büyük ölçüde korumuştur. Bugün öncelikle enflasyonla
yaşamaya alışmış olan bizler için bu hayli yabancı bir du­
rumdur. (Enflasyonun ikitisadi ve toplumsal sakıncalanm
okuyuclar herhalde bilirler.) Öte yandan, yatınmlar olanak­
lı olduğunca kendi kaynaklanmızla yapılmış, dış borç al­
mamaya, alınırsa da sınırlı nicelikte olmasına özen göste­
rilmiştir. Bunun da bağımsız olabilmek, yabancı müdaha­
lesine kapı açmamak kaygılanndan kaynaklandığı açıktır.
Şimdi de dönemin alt-dönemlerini görelim. Korkut Boratav'a göre 3 alt-dönem vardır. Birincisi 1923'ten 1929'a de­
ğin, dışa açık, devlet eliyle özel sermayenin özendirildiği
süredir. Bu sırada ekonomi dışa açıktır, çünkü 1929'a değin
dondurulmuş olan gümrükler, yerli üretime etkili bir koru­
ma sağlamaya olanak vermemektedir. İkinci alt-dönem
(1930-32) bir geçişi anlatıyor: Özel sermayeye dayanan hi­
mayecilik ve ithal ikamesi alt-dönemi. Yani sanayileşme
özel sermayeye dayanmaktadır, fakat gümrük bağımsızlığı
elde edildiği için yerli mallan korunmaktadır. Bu sayede it­
hal ikameci bir yöneliş başlamıştır. Yani daha önce ithal edi89
len malların yerlisi üretilmek istenmektedir. Fakat dünyü
bunalımı, sanayide özel kesime dayalı olarak ciddi mesafa
alınamaması, planlı Sovyet ekonomisinin başarılı örneği gi­
bi etkenlerin etkisiyle devletçilik gündeme gelmiştir.
Böylece birinci beş yıllık sanayi planı 1934'te yürürlüğe
konulmuştur. Malatya, Kayseri, Ereğli, Nazilli, Bursa Me­
rinos dokuma fabrikaları, Gemlik yapay ipek, Paşabahçe
cam, Beykoz deri, İzmit kâğıt, Karabük demir-çelik, Eski­
şehir, Turhal şeker, Kayseri uçak fabrikaları kuruldu. Sana­
yileşmede rol oynayan ana kuruluş Sümerbank'tı (kuruluşu
1933). 1935'te madenciliği geliştirmek için Maden Tetkik
arama Enstitüsü ve Etibank kuruldu. 1936'da ikinci beş yıl­
lık sanayi planının hazırlıkları başladı. Ne var ki II. Dünya
Savaşı o planın uygulanmasını önledi. (Savaş sırasında
Türk ordusunun mevcudu 120.000'den 1.5 milyona kadar
çıktı). 1930-1939 yıllarında sanayinin ortalama yıllık büyü­
me hızı yüzde 11.6 olup çok yüksek bir orandır. 1929'da sa­
nayinin milli hasılata yüzde 11 olan payı 1939'da yüzde
18'e çıkmıştır. Bunlar dış ticaret açığı vermeden ve asgari
ölçüde dış kredilerle sağlanmıştır. Böylece Türkiye'de sa­
nayinin temeli atılmış oldu.
90
XXVI. Atatürk'ü ve Devrimini Değerlendirmek
Herhangi bir devletin tarihinde Atatürk ölçüsünde onun
tarihini, hayatım dolduran benzer bir kişiye rastlamak zor­
dur. Çünkü başka ülkelerde birçok adamların önayak ol­
dukları büyük basan ve değişim önderliklerini, Atatürk tek
başına kendinde toplamıştır. Hem İtilaf devletlerine karşı
yürütülen siyasal ve askeri mücadelenin önderliğini yap­
mıştır, hem Saray'a karşı bir iç savaş yürütmüş, her müca­
delede başanlı olmuştur. Türkiye'yi yok olmak sürecinden
çekip çıkarmış, Lozan'da Türkiye'nin Avrupa devletleri ile
hukuki eşitliğini kabul ettirmiştir. Osmanlı Devletine son
vermiş, yerine çağdaş bir devlet kurmuştur. Çağdaş bir top­
lum inşa etmek için yazısından üniversitesine, hukukundan
müziğine, dinsel yaşamından kadm-erkek ilişkilerine kadar
devrimci değişimlerin miman olmuştur. Bu denli büyük iş­
ler başarmış bir insana Türkler ancak büyük sevgi ve hay­
ranlık duyabilirlerdi. Nitekim öyle olmuştur. Fakat bu tu­
tum bir ölçüde Atatürk'ü anlama ve değerlendirme çabalanm önlemiştir. Şimdi, ölümünden yanm yüzyılı aşan bir sü­
re geçmiş bulunuyor. Zaman içindeki bu mesafe, onu de­
ğerlendirmeyi kolaylaştırmaktadır.
Şunu da belirtmeli ki, Atatürk'e yönelik eleştirilerin yo­
ğunluk kazanmış olması, onu soğukkanlı biçimde değerlen­
dirmeyi zorunlu kılmaktadır. Eleştiriler iki yönden geliyor.
91
Biri şeriatçılardan, öbürü "sivil toplumcu" (bunlara ikinci
cumhuriyetçileri de ekleyebiliriz) diye adlandırılan kesim.
Bunlar, 12 Eylül cuntasının en kötü, Atatürkçülüğe en ay­
kırı uygulamalarını bile Atatürk adma yapmış olmasma ba­
karak, 12 Eylül yönetimiyle birlikte bütün askeri darbeleri
(12 Mart 1971-27 Mayıs 1960) ve Atatürk'ü de aynı sepe­
te koyarak karşılarına almışlardır. Demokratik bir tavır ser­
gilediklerine inanarak, şeriatçılarla (yani ortaçağ ile) cephe
birliği yapabilmişlerdir. Atatürk'ü 12 Eylülle aynı sepete
koyma akrobasisi, Atatürk hareketinin devrim olduğunu
yadsıyıp, herhangi bir askeri darbe durumuna indirmekle
mümkün olmaktadır? "Papaza kızıp oruç bozmak" atasözünün anlattığı durumun tipik bir örneği sayılabilir.
Atatürk hareketini anlamak için ilk atılacak adım, onun
hangi gereksinmeye karşılık olduğunu saptamaktır. Atatürk
Devriminin, olağanüstü güç sahibi bir önderin keyfi uygu­
lamaları olmadığını görmek gerekir. Öyle olsaydı, Atatürk
ölür ölmez, ya da kısa bir süre sonra, yaptıkları yıkılırdı.
Oysa yarım yüzyılı geçti. Devrim hâlâ ayaktadır. Demek ki
Atatürk Devrimi, Türk halkının da benimsediği bir gerek­
sinmeden kaynaklanıyordu. O bakımdan buna Türk Devri­
mi-de diyebiliriz. Söz konusu gereksinmeye yukarıda işaret
etmiştim. Bu Sevr "darbesinden" kaynaklanıyor. Sevr ile
Türkler, Rumeli'den atıldıktan soma, şimdi İstanbul ve
Anadolu'dan atılma sürecine girildiğini dehşetle anladılar.
Bu süreci durdurmak için, Avrupa'da (Anadolu'yu Avıupa
kabul ederek) kalabilmek için, Avrupalı olmak gerekiyor­
du. 1922'de kazanılan askeri zafer ve onun Lozan'a yansı­
masıyla yetinilirse, bu sürecin ilk fırsatta canlandırılacağı
kesindi. Lord Curzon bunun böyle olacağını İsmet Paşa'ya
açıkça söylemişti.
92
Gereksinmeyi saptadık. Şimdi Atatürk Devriminin nite­
liğini kavramaya çalışalım. Bizde genellikle devrimi anlat­
mak için 6 okun açıklamalarından yararlanılmaktadır. 6 ok
Devrimi anlamak için yaşamsal bir önem taşımakla birilkte, tümüyle ve felsefesiyle kavramak bakımından yetersiz
kalmaktadır. Onun için açıklamalarımı üç düzeyde yapaca­
ğım: 1) felsefi düzeyde, 2) bir kalkınma modeli olarak, 3)
siyasal ve ideolojik bir program olarak (6 ok).
Felsefi Bakımdan Atatürk Devrimi: Felsefi düzeyde
Atatürk Devrimi bir Aydınlanma Devrimi'dir. Türk halkı­
nın aydınlatılması, kafaca ortaçağdan sonçağa geçirilmesi
harekâtıdır. Modeli ve esin kaynağı 18. yüzyılda Avrupa'da
başlatılmış olan aydınlanma hareketidir. Aydınlanmanın ge­
risinde, bilindiği üzere, hümanizm hareketiyle Rönesans
vardır, onun da gerisinde Yunan-Roma uygarlığı. Atatürk
Devrimi'nin bir Aydınlanma Devrimi olduğunu en iyi ve en
kapsamlı biçimde açıklamış olan, sanıyorum, Türk Hüma­
nizmi (1980) yapıtıyla Suat Sinanoğlu olmuştur. Sinanoğlu hümanizmi "zihnin sınırsız özgürlüğü" diye tanımla­
maktadır. Yani zihin hiçbir dogmanın, hiçbir doğaüstü dü­
şüncenin tutsağı olmayacaktır. Tutucuların, kimliğimizi yi­
tiririz, taklitçi durumuna düşeriz telaşı boşunadır. Sınırsız
özgürlüğe kavuşan zihnin, taklit ve kopyacılık gibi ucuz­
lukları makbul tutmayacağı, kimlik ve kişilik yitirimlerinden kaçınacağı açıktır. Hümanizmin insan, doğa, sanat ve
yurt sevgisi gibi olumlu özellikleri de vardır. Atatürk Dev­
rimi bir aydınlanma hareketidir, Atatürk'ün kendisi de hü­
manist bir devlet adamıdır. Kurtuluş Savaşı'mn en tehlike­
li anlarında bile din savaşı ilan etme yoluna gitmemiştir.
Başkomutanlık meydan muharebesinden sonra tutsak dü­
şen Yunan Başkomutanı General Trikupis önüne getirildi93
ğinde gösterdiği centilmenlik, İzmir'de ayaklarının altına
serilen Yunan bayrağını çiğnemeyi reddetmesi, Anzak ölü­
leri için yazdıkları yine hümanist bir yaklaşımı gösteriyor.
Hemen bütün Avrupa'da bütüncülük (totaliterlik) gümbür
gümbür egemen olurken ve çevresindeki birçok insanın bu­
nun çekiciliğine kendilerini kaptırmalarına rağmen Ata­
türk'ün buna direnmesi, Almanya'dan kovulan Yuhadi, li­
beral, solcu profesörlerin Türkiye'ye çağrılmaları, yine tu­
tarlı hümanist bir çizginin sonucudur.
Kalkınma Modeli Olarak Atatürkçülük: Gelelim bir
kalkınma modeli olarak devrime. Atatürk Devriminin kal­
kınma siyaseti bütünsel kalkınma modeli diye tanımlanabi­
lir. Bu, topyekûn kalkınmadır. Buna göre Batı'dan makine­
leri, aletleri, araçları, fabrikaları almak yetmez. Zira bu al­
dığımız teknolojinin arkasında Batı bilimi vardır. Onu da
almazsak, aldığımız teknoloji iğreti ve köksüz olur. Demek
ki teknolojiyi alırken bilimi de alacağız. Fakat bilimin üst
sınırlan felsefenin içine girmektedir. Dolayısıyla Batı'nm
felsefesini ve onun parçası olduğu insan bilimlerini de ala­
cağız. Tabii toplumsal bilimlerin de bilimin bir parçası ol­
duğunu unutmayacağız. Fakat felsefenin gelişmesi için fel­
sefenin sezgisel yönlerini, sanat ve kültürle ilişkisini gözardı etmemek gerekir. Görülüyor ki, teknoloji-bilim-felsefekültür ve sanat bir bütündür. Bunlann verimli olabilmesi
için düşünce özgürlüğü; bilime, kültüre, sanata, bunlarla
uğraşanlara, bulunduklan kurumlara saygı göstermek ve
değer vermek şarttır. Bu insan ve kurumlann toplumsal, si­
yasal, dinsel dogmalann baskısı altında bulunmamalan ge­
rekir. Atatürk'ün bütünsel kalkınma modelinde İstanbul
Üniversitesi'nin kurulması, Sıvas-Erzurum demiryolunun
inşası kadar; konservatuvar açılması ve yeni harflerin kabu94
lü, Nazilli Bez ya da Eskişehir Şeker fabrikalarının yapıl­
ması kadar önem verilen olaylardır. Hatta, sanırım, yapıla­
cak bir araştırma, Atatürk'ün kültür olaylarına daha çok
önem verdiğini gösterecektir.
Bütünsel kalkınma modelini daha iyi açıklamak için, ter­
si olan maddi kalkınma modeline bakalım. Bunun en aşın
örneği petrol zengini bazı Arap şeyhlikleridir. Petro dolar­
lar sayesinde bu ülkelere en son teknoloji getirtilmektedirotomobiller, uçaklar, bilgisayarlar, fabrikalar. Deniz suyu
içilebilir hale getiriliyor, çölde tanm yapılıyor. Fakat bu ül­
keler, 20. yüzyılın en yeni teknoloji ürünlerinden yararla­
nırken toplumsal ve kültürel düzenlerinde az çok 8. yüzyı­
lın hayatmı yaşamaktadırlar. Onca teknoloji, bilgisayarlar,
bu insanlann 8. yüzyıla benzer bir hayatı yaşamalarına en­
gel değildir. 1950'den soma, tabii Arap şeyhlikleri derece­
sinde olmamakla birlikte, Türkiye'de bütünsel kalkınma
modeli bir ölçüde terk edilmiş ve maddi kalkınma modeli­
ne doğru bir kayma olmuştur. Böylece yol-baraj-fabrika ya­
pımı büyük bir öncelik almış, toplumsal ve kültürel kalkın­
ma biraz arka düzleme itilmiştir.
İdeolojik Bakımdan Atatürkçülük (Altı İlke): Şimdi
de 6 oka bakalım. Yukanda sırası geldikçe bu ilkelerden ba­
zdan üzerinde durmuştum. Örneğin cumhuriyetçilik ilkesi­
nin Atatürk'ün kafasında biçimsel bir anlayışla sınırlı olma­
dığını, doğrudan demokrasiyi içerdiğini saptamıştık. Ata­
türk dönemi, Avrupa genelinde bütüncülüğe (totaliterliğe)
bir yöneliş varken, oraya göre daha demokratik bir niteliğe
sahipti. Sağlıklı bir demokrasi değerlendirmesi, incelenen
düzeni çağdaşı olan başka düzenlerle karşılaştırmakla olur.
Eski Atina onca köleye, siyasal haklardan yoksun yabancı­
ya, kadmlann siyasette hiç payı olmamasına rağmen, yine
95
de demokrasiydi, çünkü İsparta ya da Pers İmparatorluğu'na göre daha demokratikti. Aynı biçimde Atatürk düze­
ni de demokrasi bakımından Avrupa demokrasi ortalmasınm üstündeydi. Bu yüzdendir ki faşizmin sillesini yiyerek
üniversitelerinden kovulan 142 Alman üniversite mensubu,
uzunca bir süre oturmak niyetiyle (çünkü Türkçe öğrenip
Türkçe ders vermeyi kabul etmişlerdi) Türkiye'ye gelmiş­
lerdir. Birçoğu bilim dallarının en seçkinleri arasında olan
bu kişilerin, bir diktatörlükten başka bir diktatörlüğe gide­
cek kadar saf ya da çaresiz olduklarını düşünmek için bir
neden yoldur. Bugün Türkiye demokrasi bakımından Ata­
türk dönemine göre çok daha ilerdedir. Ama bu bizi fazla
sevindiremiyor, çünkü Avrupa demokrasisi 2 dünya savaşı
arası döneme göre bizden daha ileri gitmiştir. Böylece mut­
lak anlamda ilerleyen Türk demokrasisi, göreli olarak geri­
lemiştir. Onun için de bugün demokrasimizi Avrupa eksik
buluyor ve eleştiriyor.
Milliyetçilik ya da ulusçuluk ilkesi, saldırgan, yayılmacı
olmayan ("yurtta sulh, cihanda sulh"), yani barışçıl bir il­
kedir. Irkçılıkla ilgisi yoktur. Dikkat edilirse, Atatürk "Ne
mutlu Türk olana" dememiş. "Ne mutlu Türküm diyene"
demiştir. Türkiye Cumhuriyeti'nin her yurttaşı Türktür, is­
ter Rum, ister Çerkez, ister Kürt, ister Ermeni, ister Yahudu, ister Arap olsun. Bu ulusçuluk, sağcı, tutucu bir ulus­
çuluk değildir. Tutucu (sağcı) ulusçular için yeterli sayılan,
Türkiye'yi bölgesinin ya da İslam âleminin en güçlü devle­
ti yapmak gibi sınırlı hedeflerle yetinmeyen bir ulusçuluk­
tur. Türkiye dünyanın en ileri, en uygar ülkeleriyle yanşabilmelidir ve her alanda yanşabilmelidir. Askerlik ya da ik­
tisatta olduğu kadar, sanat ve yazında, insan haklan ve bi­
limde de ön safta olmalıdır. Oysa sağ ulusçular genellikle
vurguyu iktisat, askerlik ve siyasete yaparlar.
96
Devrimcilik, aydınlanmayı Türkiye'de her yere ve hatta
herkese yaymak, bütünsel kalkınmayı gerçekleştirmek ve
bunun için etkin çabalar göstermek demektir. Bu, henüz
ulaşılamamış, uzun vadeli bir hedeftir, fakat bir an önce
ulaşmak gerekir. Ulaşılmcaya değin devrimcilik gündem­
dedir.
Halkçılık, halkı gözeten, halktan yana siyaset gütmek de­
mektir. Halk kavramı bütün sınıf ve grupları kapsayan bir
kavram olarak yorumlanabilirse de, öncelikle gözeten, on­
ları her alanda kalkındırmayı, toplumsal adaleti sağlamayı
hedefleyen (maddi, kültürel) bir anlayıştır. Halkçılık, halkdalkavukluğuna kadar varabilen, oy avcılığı demek olan po­
pülizm olarak yorumlanmamalıdır. Fakat çok-partili bir
dizgede popülizm yapmamanın pek kolay olmadığını kabul
etmek gerekir. Tek parti yönetiminde ilk önce halkın hoşu­
na gitmese de, uzun vadede onun yararına olan vesayetçi
uygulamalar yapmak tabii daha kolaydır. Atatürk Devrimi
1945'e değin tek parti yönetiminde yürümüştür. Devrim
belli bir yaygınlığa, tabana sahip olduktan soma çok-parti­
li dizge içinde de mesafe alabilir. Bunun için, iktidara gel­
mese bile, bir büyük partinin ödünsüz bir Atatürkçülüğü sa­
vunması gerekir. En büyük patilerin de temelde Atatürkçü
olması gerekir.
Devletçilik deneyimlerle geliştirilmiş bir ilke. Türkiye'de
yeni yeni gelişmekte olan kapitalist sınıf, 20'li yıllarda dişe
dokunur bir sanayi kuramaymca, ayrıca 1929 dünya iktisat
bunalımının getirdiği perişanlık karşısında bunlara çare
olur umuduyla getirilmiş bir ilke. Bu sayede Atatürk döne­
minde ve ondan sonra yıllar boyunca hatırı sayılır bir sana­
yi temeli kurulabildi. Devletçilik, sanayi kurmak ve eko­
nomiye devletin düzenleyici elini uzatmak dışında, devlet
97
işletmelerinde çalışan işçilere düzgün konutlar, okul, sağlık
hizmetleri, sosyal ve kültürel bir ortam da sağlıyordu. Yani
sosyal devlet işlevi de bu sayede yerine getirilmiş oluyor­
du. 1980'e değin devletçilik önemli işlevler gördü. Devlet­
çilik yalnız Türkiye'de değil, Avrupa'nın gelişmiş kapitalist
ülkelerinde de önemli basanlar elde etti. Örneğin Fran­
sa'da, otomobil üreten Renault firması, yakın zamanlara ka­
dar bir devlet işletmesiydi... 1980 'li yıllarda devlet işletme­
ciliğine son vermek için dünya ölçüsünde büyük bir kam­
panya başlatıldı. Komünist sistemin çökmesi bu kampanya­
ya büyük ivme kazandırdı. Yalnız eski eski komünist ülke­
lerde değil, kapitalist ülkelerde de devlet işletmelerini özel­
leştirmek için çalışmalar yapıldı ve yapılmaktadır.
Türkiye bakımından şu söylenebilir. Ülkemizde kapitalist
sınıf büyük gelişmeler göstermiş olmasına rağmen henüz
gelişmiş ülkelerdeki güce eriştiği söylenemez. Dolayısıy­
la devletçiliğin burada işlevi henüz vardır. Devlet işletmeci­
liğinin bizatihi verimsiz olduğu, kâr edemediği de doğru
değildir sanıyorum. Hükümetler devlet işletmelerinin kârlı,
verimli çalışmasını isterlerse, bunu sağlamak ellerindedir.
Devlet işletmelerini gereksiz yere borçlandınyorlarsa, ge­
reken yatınmlan yapmıyorlarsa, gereğinden çok fazla işçi
dolduruyorlarsa, başlanna nitelikli yöneticiler getirmiyorlarsa, bunlann kârlı, verimli çalışmasını istemiyorlar de­
mektir. Bugün Tekel her bakkala rakı verebiliyor, fakat bi­
ra ve kibrit veremiyorsa, bunun böyle olması istendiği için­
dir. Zira özel kesimin ürettiği bira ve kibritlerin satılnıası is­
teniyor.
Bir de şu var. Seçmen, devlet işletmeciliğinin zararlı ol­
duğuna ne denli inandmlırsa inandınlsm, bu işletmelerin is­
tihdam (iş) sağlayıcı işlevinin de farkındadır. Kamuoyu
98
araştırmaları bunu bize gösteriyor. Bu bakımdan yoğun bir
özelleştirme uygulaması yapan bir iktidar partisine ya da
yapacağım söyleyen bir muhalefet partisine oy vermesi ola­
sılığı hayli zayıftir. Bunun, protesto oylarına ve aşın uçlar­
daki partilerin güçlenmesine yol açacağı tahmin edilebilir
ki, demokrasimiz için hayırlı olmaz. En azından Türki­
ye'nin iktisadi gelişmesi Avrupa'nın düzeyine ulaşıncaya
değin devletçiliğin gündemde kalması gerekir. Uluorta bir
özelleştirme ile çok-partili dizgeyi uzlaştırmak zor gibi gö­
rünüyor bana.
99
XXVII. İnönü Döneminin Savaş Öncesi ve
Savaş Yılları
İnönü'nün Cumhurbaşkanlığı: Türk tarihinin en büyük
insanı, dünya tarihinin en büyük insanlarından Atatürk, 10
Kasım 193 8'de öldü. Gördüğümüz gibi, ölümünden bir yıl
kadar önce Atatürk, İnönü ile 1925 başından beri kesintisiz
sürmüş olan cumhurbaşkanı-başbakan ilişkisine son ver­
miş, başbakanlığa Celal Bayar'ı getirmişti. İnönü, Ata­
türk'ün ölümüne değin başbakan kalsaydı, ölümünde onun
yerine gelmesi doğal olurdu. Şimdi, araya giren soğukluk
nedeniyle bazılarının kafasında soru işaretleri vardı. Hatta
Atatürk'ün hastalığının çok ağırlaştığı bir dönemde, İnö­
nü'yü istemeyen İçişleri Bakanı Şükrü Kaya ve Dışişleri
Bakanı Tevfik Rüştü Aras'm, aday olmaları için TBMM
Başkanı Abdülhalik Renda, Genelkurmay Başkanı Fevzi
Çakmak, Celal Bayar'ı yokladıkları anlaşılıyor. Fakat İnö­
nü bürokrasiye ve Cumhuriyet Halk Partisi'ne, dolayısıyla
TBMM'ye o denli egemendi ki, kimse bu önerilerin üstün­
de durmadı. Üstelik Çakmak, ki orduyu temsil ediyordu,
Cumhurbaşkanının İnönü olması gerektiğini söylemişti.
Böylece 11 Kasım 1938 günü TBMM İnönü'yü cumhur­
başkanı seçti.
İnönü, Bayar'ı yeniden başbakan yaptı. Yeni hükümet
Şükrü Kaya ile Tevfik Rüştü Aras'm yokluğu dikkati çeki100
yordu. Ayrıca Bayar'm yakınlarıyla ilgili birtakım kovuş­
turmalar kısa bir süre sonra onu çekilmeye zorladı. 25 Ocak
1939'da Refik Saydam başbakan oldu.
İnönü, cumhurbaşkanı olur olmaz, Atatürk dönemine gö­
re daha çoğulcu, daha demokratik bir yaklaşımdan yana ol­
duğunu gösteren davranışlarda bulundu. 6 Aralık 193 8'de
Kastamonu'da CHP Kongresi'nin açılışında ve 2 Mart
1939'da İstanbul Üniversitesi'nde, CHP'nin bütün yurttaş­
ları kucaklayan bir hale getirilmesinden, halkçı bir yöneti­
min bütün gereklerinin gerçekleştirilebilmesinden söz- etti.
CHP'nin 1939 Mayısı'mn sonunda yapılan 5. Kurultayında
TBMM'de, hükümeti denetleme işlevini görecek olan ve
CHP Kurultayı'nca belirlenecek 21 kişilik bir Müstakil
Grup kurulması kararlaştırıldı ve grubun başına Ali Nihat
Tarlan getirildi. (Bunun dışında, 1931'den başlayarak
TBMM'ye "müstakil" mebuslar seçilmekteydi.) Partiyi
canlandırmak için, 1936'dan beri uygulanagelmiş olan Da­
hiliye Vekilinin CHP Genel Sekreterliği'ni de üstlenmesi
yönteminden vazgeçilmiştir. 1939 seçimlerinde mebus
adayları saptanmadan önce ikinci seçmenler Ankara'ya
çağrılarak kendileriyle danışma toplantıları yapılmştır. Ka­
zım Karabekir, Fethi Okyar, Hüseyin Cahit Yalçın gibi Ata­
türk dönemi küskünlerinin CHP'den mebus yapılmaları da
bir yumuşama işaretiydi. Bununla birlikte 26 Aralık
1938'de yapılan CHP 4. Olağanüstü Kurultayı'nda Ata­
türk'e "Ebedi Şef" sıfatı verilirken, İnönü'nün onayı olma­
dan kendisine bu sıfatların verilmeyeceğini kabul edersek,
ortaya bir tutarsızlık çıkmıyor mu? Ayrıca Müstakil Grubun
etkili bir denetim işlevi yürütemediği anlaşılıyor. Bu tutar­
sızlığı yaklaşan ve gerçekleşen II. Dünya Savaşı koşullarıy­
la açıklamak olanaklıdır. O büyük badirede dümenin sağ101
lam ellerde bulunmasında yarar görüldüğü anlaşılıyor. Ay­
rıca Atatürk'ün ölümüyle ortaya çıkan yetke boşluğunu
doldurma sorununu da hesap etmek gerekir.
II. Dünya Savaşı: İtalya yıllardır saldırgan bir siyaset
gütmekteydi. 1935'te Etiyopya'ya (Habeşistan) saldırıp
onu sömürgesi yapmıştı. 1936'da Almanya Versay (Versailles) barış antlaşmasına göre askersizleştirilmiş olan Ren
bölgesine askerini sokmuştu. 193 8'de içten çökerttikten
sonra Avusturya'yı ilhak etti. Hemen ardından Çekoslovak­
ya'dan toprak istemeğe başladı. Barışın bozulmaması için
İngiltere, Fransa ve İtalya Almanya ile Münih'te bir konfe­
rans yaptılar ve son bir ödün olarak Çekoslovakya'nın Südet bölgesini Almanya'ya vermesini kabul ettiler. (29 Eylül
1938). Ne var ki, 6 ay geçmeden Almanlar bütün Çekoslavakya'yı işgal ettiler. İngiltere ve Fransa azgın Alman yayıl­
macılığına dur demek üzere kesin bir tutum aldılar. Nisan
1939'da İtalya Arnavutluk'u istila etti. Bu, Türkiye'yi ya­
kından ilgilendiren bir gelişmeydi ve onu İngiltere ve Fran­
sa'ya yaklaştırdı. Türkiye, İngiltere ve Hatay sorununu ke­
sin çözüme (ilhak) kavuşturan antlaşmadan sonra, Fransa
ile birer barış bildirgesi (deklarasyon) yayımladı. Bu sırada
İngiltere ve Fransa, Sovyetler Birliği ile de anlaşmak üzere
Moskova'da birtakım görüşmeler yapıyorlardı. Ne var ki İn­
giliz ve Fransız temsilcileri alt düzeyde kişilerdi ve Sovyet
isteklerine karşı zorluk çıkarıyorlardı. Kuruntulu bir insan
olan Stalin, Batılıların Sovyetleri Almanlara kırdırmak iste­
diklerinden kuşkulanıyorlardı. Bu yüzden Almanlar bir sal­
dırmazlık antlaşması ve Polonya'yı paylaşmayı önerince,
bunu kabul etti (23 Ağustos 1939). Böylece Nazilerle ko­
münistlerin bir anlaşmaya varmaları bütün dünyayı hayrete
düşürdüğü gibi, Türkiye'yi de çok tedirgin eti, çünkü öte102
den beri SSCB'nin yanımda olmaya özen gösteren bir siya­
set güdülmüştü. 1 Eylül 1939'da Almanya'nın Polonya'yı
istila etmesi bardağı taşıran damla oldu ve İngiltere ve Fran­
sa Almanya'ya savaş ilan ettiler. Böylece II. Dünya Savaşı
başlamış oldu. 17 eylülde Sovyetler Doğu Polonya'yı işgal
ettiler. 19 Ekim 1939'da Türkiye, Fransa ve İngiltere'yle bir
ittifak antlaşması imzaladı. Buna göre İngiltere ve Fransa
Akdeniz'de savaşa yol açan bir saldırıya uğrarlarsa, Türki­
ye onlara yardım edecekti.
İkinci Dünya Savaşı Eylül 1939'da çıktı, fakat 10 Mayıs
1940'ta Almanya Fransa'ya saldınncaya değin, Fransız-Alman sınırında hiçbir vuruşma olmadı. Bu yıllarda Fransız
tophımu bir oydaşma (concensus) kırılmasına uğramıştı.
Fransız solunun bir bölümü demokratik yollardan sosyalist
bir toplum kurmayı düşlerken (sosyalistler), bir bölümü de
gerekirse ihtilal yoluyla aynı amaca ulaşmayı düşünüyorlar­
dı (komünistler). Fransız sağının büyük bölümü ise, nasıl
gelirse gelsin, sosyalist düzeni, insanlık dışı korkunç bir
olasılık olarak görüyordu. Onun için sağın birçok kesimle­
ri, şiddet yoluyla sosyalizmin her türlüsünü kurutmaya az­
metmiş olan faşizme yakınlık duyuyorlardı. Hatta bunlar­
dan bazıları Hitler'i ve faşizmi Fransız solundan daha az
tehlikeli buluyorlardı. Nitekim Fransa, savaş ilan ettikten
soma Fransız faşistleri Komünist Partisi'yle uğraşmaya ko­
yulmuş Fransız Komünist Partisi'ni yasadışı ilan etmişti.
Almanlar yıldırım savaşı yöntemleriyle Fransa'ya saldırın­
ca, Fransız ordusu çabuk çözüldü. Fransız hükümeti, mü­
cadeleyi sürdürme olanakları varken, sağın Hitler'e yatkın­
lığı yüzünüden barış istedi. Bu arada İtalya, Fransa ve İn­
giltere'ye savaş ilan edince, Türkiye'nin savaşa girmesi
gündeme gelmiş oldu. Fakat Türkiye, savaşa girdiği takdir103
de SSCB'yi karşısına almış olacağım öne sürerek tarafsız
olduğunu duyurdu (14 Haziran 1940). İnönü hemen hemen
savaşın sonuna değin bu tatumunu sürdürecektir.
Bulgaristan Almanya'nın yanında olduğu için, Türkiye
bir anlamda Almanya ile sınırdaş olmuştu. Üstelik 1941 ilk­
baharında Almanlar Yugoslavya ve Yunanistan'ı işgal etti­
ler. Türkiye artık Nazi Almanyası'yla burun burunaydı.
Hitler Orta Doğu petrollerine ulaşmak için Türkiye'ye sal­
dıracak mıydı? Fakat çılgın Hitler şimdi asıl hedefine saldı­
racaktı-: Komünist Rusya. 22 Haziran 1941 günü Rusya'ya
saldırmadan 4 gün önce Türk-Alman Dostluk ve Saldır­
mazlık Antlaşması imzalandı. Antlaşmanın İngiltere ve
Fransa ile yapılan ittifaka aykırı olmadığı belirtilmişti. Tür­
kiye çok dengeli ve duyarlı bir tarafsızlık siyaseti yürütü­
yordu. Basında ve devlet adamları arasında kimileri İngilte­
re'ye, kimileri Almanya'ya eğilimliydiler. 1941-42'de Al­
manya Rusya'nın büyük bir bölümünü istila etti, yakıp yık­
tı. Sovyetler'in savaş sırasında 20 milyon insan yitirdikleri
söylenir ki, orta boy bir ülkenin toplam nüfusu demektir.
Fakat pes etmiyorlardı. İngiltere ve özellikle ABD'den bü­
yük yardım alıyorlardı. Almanya'nın gücü artık tükeniyor­
du. Kasım 1942'de başlayan Sovyet saldırıları karşısmda
Stalingrad'daki Alman orduları teslim oldular (Ocak 1943).
Aynı yıl müttefikler, Kuzey Afrika'ya egemen oldular ve
İtalya'ya çıkartma yaptılar. Şimdi, başta İngiltere, müttefik­
ler Türkiye'ye savaşa girmesi için baskı yapmaya başladı­
lar. 30 Ocak 1943'te İngiliz Başbakanı Churchill gizlice
Adana'ya geldi ve İnönü ile görüştü. Yılın sonunda aralık­
ta İnönü Kahire'ye çağrıldı, orada Churchill ve ABD Baş­
kanı Rooosevelt ile görüştü. İnönü'ye, 1939 İttifak Antlaş­
ması gereğince Türkiye'nin savaşa katılması gerektiği söy104
leniyordu. Churchill yeni cepheyi Balkanlar'dan açmak is­
tediği için bu konuda ısrarlıydı (Bu sayede Kızıl Ordu'nun
ve dolayısıyla komünizmin Doğu Avrupa'ya girmesini ön­
lemeyi umuyordu.) İnönü de Türk ordusunun silah ve mal­
zeme yetersizliğini öne sürüyordu. Karşı taraf bunun için
Türkiye'ye silah ve cephane veriyordu, fakat bu yetersizdi.
Çünkü Almanlar geriliyorlardı ama geceleri Alman kentle­
rini cehenneme çeviren yoğun bombardımanlara rağmen,
sonuna değin büyük bir inanç ve etkililikle dövüşmeğe de­
vam edeceklerdi. Örneğin, savaşın son dönemlerinde Lond­
ra'ya yeni buluşları olan V-l ve V-2 adlı güdümlü füzeleri
fırlatmayı başardılar. Makineleşememiş, yeni silahları az
olan Türk ordusunun Almanlara karşı bir saldın savaşı yü­
rütmesi çok zordu. Zaten yeni cephe 6 Haziran 1944'te
Fransa'nm Normandiya kıyısına yapılan çıkartmayla açıldı.
Nisan 1944'te Türkiye Almanya'ya krom gönderimini dur­
durdu. 2 ağustosta Almanya ile ilişkilerin kesilmesine karar
verdi! Müttefikler savaş somasında Milletler Cemiyeti ye­
rine Birleşmiş Milletler adında, barışı koruyacak yeni bir
örgüt kurmaya karar vermişlerdi ve bu amaçla San Fransisco'da uluslararası bir konferans toplanacaktı. Bu konferan­
sa katılmanın şartı Almanya ve Japonya'ya savaş ilan et­
mekti. Türkiye 23 Şubat 1945'te bunu yaptı. O aşamada ar­
tık Türkiye'nin Almanya ile fiilen savaşması söz konusu
değildi. Zaten Almanya 7 mayısta kayıtsız şartsız teslim ol­
du. Söylendiğine göre, Hitler son anlara değin Batılılarla
bir olup komünizmin kalesi Sovyetler'le savaş yapma
umutlan besliyormuş. Savaşın sonundan kısa süre sonra
Batılılarla SSCB'nin arası bozulacaktı, ama önce Almanya
ve onun Avrupa'ya tek başına egemen olma hayali yerle bir
edilecekti.
105
İnönü ve Türkiye savaşa katılmadıkları için bazılarınca
hayli eleştirilmişlerdir. Almanya ile Sovyetler savaşmaya
başlayınca hukuken Türkiye'nin katılması gerekirdi. Ne var
ki Türk ordusunun teknik donanım açışımdan bir taarruz
savaşı yürütmesi olanaksızdı. Belki İnönü'nün korkusu, Al­
manlar karşısında bir yenilginin Türkiye'yi ve devrimini
tehlikeye sokacak sonuçlar doğurmasıydı. Böyle bir yenil­
gi ortak bir yenilgi olurdu ama bu arada Trakya'da bazı top­
raklarımız bir süre için de olsa, Alman işgaline uğrayabilir­
di. Soma belki Almanlara karşı harekât yürütmek için, Tür­
kiye'ye karşı yayılmacı emelleri olduğu ortaya çıkmış olan
Sovyetlerin de ülkemize asker göndermesi söz konusu ola­
bilirdi. Bütün bunlar büyük belirsizlikler, büyük tehlikeler
doğurabilirdi. İnönü ise haklı olarak her türlü maceraya kar­
şıydı.
İktisat Siyaseti: Bayar'm ardından gelen Refik Saydam
hükümeti, savaşın başlaması üzerine, ekonomiyi ve fiyatla­
rı denetim altına almak için 18 Ocak 1940'ta Milli Korun­
ma Kanunu'nu çıkarttı. Böylece bir savaş ekonomisi uygu­
laması başladı. 1942'de Refik Saydam'm ani ölümü üzeri­
ne başbakanlığa Şükrü Saraçoğlu geldi (9 Temmuz 1942).
Behçet Uz Ticaret Bakanı oldu. O güne değin fiyatlar az
çok denetim altında tutulmuş, fakat üretim arttırma ve itha­
lat olanaksızlıkları yüzünden birçok mallar ortadan kalkmış
ve karaborsa oluşmuşta. Yeni hükümet uygulamayı tersine
çevirerek fiyatları serbest bıraktı. Kanun gereğince kurul­
muş olan İaşe Müsteşarlığı ve ona bağlı örgütler kaldırıldı.
Fiyatlar fırladı, genel fiyat düzeyi 1942'de yüzde 90,
1943'te yüzde 75 arttı. Çiftçi ve tüccarın, sanayicinin duru­
mu iyileşti. Dar gelirli kentlilerin durumu çok zorlaştı. İn­
sanlarımız bugünkü gibi enflasyona "alışık" değillerdi. Bü106
yük tepkiler ortaya çıktı. Bu sefer savaş koşullarının doğur­
duğu olağanüstü zenginlikleri vergilendirmek yoluna gidil­
di. Kasım 1942'de çıkarılan Varlık Vergisi Kanunu burjuva­
zinin servetini (gelirini değil) bir defaya mahsus ağn biçim­
de vergilendirecekti. Komisyonların saptadığı vergiyi bir ay
içinde ödemeyenler önce toplama merkezlerine (kamplara),
soma da çalıştırılmak üzere Erzurum'un Aşkale'sine sevk
edileceklerdi.
Maalesef Varlık Vergisi ve uygulaması cumhuriyetimiz
için pek yüz ağartıcı olmamıştır. Bir kez borç ödemek için
insanların bedenen zorunlu çalıştırılmaları (Aşkale'deki in­
sanlara taş kırdırılıyordu) çağdışı bir uygulamaydı. Sonra
eşitlik kuralına ayları olarak Müslüman olmayanlara (bir
ölçüde dönmelere) Müslümanlardan çok daha ağır vergi ya­
zılmıştı. Aşkale'ye gönderilen 1400 kişinin hemen tümü
Müslüman olmayanlardandı. Üçüncüsü, ödemek için tanı­
nan süre, mal mülk satarak ödemeye olanak vermeyecek kı­
salıktaydı. Bütün mal mülk sahiplerinin ellerindekini sat­
mak için ortaya döküldükleri bir ortamda fiyatların nasıl
düşmüş olduğunu, nasıl yok pahasına satışlar yapıldığını
tahmin etmek zor değildir. Batı kamuoyunda çok olumsuz
değerlendirmelerden sonra, 1944 başında Varlık Vergisi
Kanunu yürürlükten kaldırıldı.
Tarım kesimini vergilendirmek için Haziran 1943'te Top­
rak Mahsulleri Vergisi Kanunu çıkarıldı. Bu da savaş orta­
mının olağanüstü bir yasası olarak düşünülmüştü. Çiftçiler
yetiştirdikleri ürünün yüzde 10'unu ya nakden ya.aynen
ödeyeceklerdi. Vergi, aşara benzeyen, fakat mültezime baş­
vurmadan doğrudan devlet tarafından toplanan bir vergiy­
di. 1946'da yürürlükten kaldırıldı.
Köy Enstitüleri: 1940'a gelindiğinde kırsal kesim genel107
likle Cumhuriyetin nimetlerinden pek az yararlanabilmiş,
yaşama biçimi, teknolojisi, zihniyetiyle büyük ölçüde orta­
çağ hatta belki ilkçağda kalmış bir kitle olarak duruyordu.
Nüfusun yüzde 8 l'i köyde oturuyordu, yani nüfusun büyük
çoğunluğu bu geri düzeydeydi. 1935 nüfus sayımına göre
Türkiye'de erkek nüfusun yüzde 23.3 'ü, kadın nüfusun yüz­
de 8.2'si okur-yazardı. 40.000 köyden (somadan köy ya da
kırsal yerleşim birimi sayısının 60.000 olduğu anlaşılacak­
tı). 31.000'inde okul yoktu. Varolan köy okullarının çoğu 3
yıllık okullardı. Cumhuriyet yoksul olduğu için, köyler çok
engebeli geniş bir ülkede, çok dağınık oldukları için yol,
okul, elektrik götürülememişti. Pilli radyo köylünün edinemeyeceği lüks bir aletti. Okul yapılsa, kentli öğretmeni kö­
yün o günkü çok ilkel koşullarında tutmak çok zordu. Onun
için daha Atatürk zamanında askerliğini onbaşı ya da çavuş
olarak yapmış köylülerden köy öğretmeni yetiştirmek uy­
gulaması başlamıştı. Köy Enstitüsü tasarısı bu başlangıcı
daha esaslı biçimde kısa zamanda yaygınlaştıracak bir uy­
gulama olacaktı.
17 Nisan 1940 günü kabul edilen Köy Enstitüleri Kanu­
nu ile birlikte Tarım Bakanlığı'nın saptadığı 11 değişik yö­
rede Köy Enstitüleri açıldı. 1937-38'de açılmış olan 3 öğ­
retmen okulu da enstitüye dönüştürüldü. Enstitüye alınacak
çocuklar 5 yıllık köy okullarını bitirenler arasından seçili­
yorlardı. Enstitüde 5 yıl okuyorlar, fakat bu öğrenimin ya­
nsı kültür, yansı teknik-tanm oluyordu. Teknik-tanm ders­
leri uygulamalı oluyor, öğrenciler, yapı yapmasını, maran­
gozluğu enstitü binalanm yaparak, enstitü tarla ve bahçele­
rinde çalışarak da tanm ve hayvancılığın yeni yöntemlerini
öğreniyorlardı. Kızlar ve erkekler birlikte okuyor, birlikte
çalışıyorlardı. Mezun olanlar geldikleri yörede bir okula
108
• atanıyorlardı. Öğretmenin geleceği 3 yıl önceden ilgili kö­
ye bildiriliyor, köyün okul ve öğretmen evi yapması isteni­
yordu. Devlet öğretmene kendi gereksinmelerini karşılaya­
cak ve tarım derslerinde kullanılacak kadar toprak, tarım
aletleri ve 60 TL sermaye veriyordu, ilk 6 yılda yalnızca 20
TL aylık alıyorlardı. 1948'e değin enstitü sayısı 21'e çıka­
rıldı. 1942'de Hasanoğlan'da 3 yıllık bir yüksek bölüm açıl­
dı. 1954'e değin 25.000 enstitülü öğretmen yetiştirildi. Bu
büyük basan inönü, Milli Eğitim Bakanı Hasan-Ali Yücel
ve ilköğretim Genel Müdürü ismail Hakkı Tonguç'un ese­
ridir. Bu denli kısa sürede, savaş şartlannda, yokluklar için­
de, Türkiye'nin değişik köylerinden 25.000 öğretmenin ye­
tiştirilmiş olması başlı başına bir başarıdır. Bunlann için­
den Fakir Baykurt, Mahmut Makal, Talip Apaydın gibi ün­
lü yazarlar çıktı. 25.000 ilkel köye Atatürk devrimine inan­
mış, çağdaş insanın gelmesi ise önemli bir olaydır. Bunlar
hem öğretmen, hem çağdaş tanmcı, hem yapı ve marangoz­
luktan anlayan, asgari sağlık bilgileri olan, köylünün hükü­
met kapısındaki işlerini çözebilecek, üstelik kendisi de yö­
re köylüsü olduğu için köylüleri anlayacak, onlarla iletişim
kurabilecek insanlardı. Bugün Atatürk devrimi Türkiye'de
kök salabilmişse, ülkemiz şimdiki gelişmişlik düzeyine
ulaşmışsa, bunda Köy Enstitülerinin önemli payı yadsına­
maz.
109
XXVIII. İnönü Çok-Partili Dizgeyi Kuruyor
Uluslararası Ortam: Savaşın sonucu yalnızca Avrupa'da
hegemonya kurmak isteyen Almanya ve İtalya ile, Uzak
Doğu'da hegemonya peşinde olan Japonya'nın yenilgisi an­
lamına gelmiyordu. Aynı zamanda bu ülkelerin ideolojisi
olan faşizmin ve ırkçılığın da yenilgisi anlamına geliyordu.
Artık dünyada demokratik-kapitalist ve komünist ideoloji­
leri boy ölçüşecekti. Türkiye 1939'da Batı burjuva demok­
rasilerinin yanında yer almıştı. O zaman SSCB, Almanya
ile bir olmuş, Türkiye'ye yönelik yayılmacı emellerini bel­
li etmişti. Daha soma SSCB, Alman saldırılarına uğrayınca
Batı demokrasileriyle saf tutmuşta. Ne var ki yayılmacı si­
yasetini sürdürüyordu. Stalin yönetimindeki Sovyetler Bir­
liği I. Dünya Savaşı sonunda Çarlık Rusyası topraklan olan
ülkeleri geri almak istiyordu. Bu, Finlandiya, Polonya, Çe­
koslovakya, Romanya, Türkiye'den toprak, Latvia, Estonya, Litvanya'yı egemenliği altına almak demekti.Türkiye'den istediği topraklar, Osmanlı Devleti'nin Brest-Litovsk Antlaşmasıyla elde ettiği, kendisinin daha önce 1878
Berlin Antlaşması'yla yitirmiş olduğu yerlerdi. Stalin, Tür­
kiye'den toprak elde etmek dışında, söz konusu bütün öbür
yerleri elde edecekti.
19 Mart 1945te SSCB 1925te Türkiye ile imzalamış ol­
duğu Dostluk ve Saldırmazlık Antlaşması'nın yenileyeme110
ceğini, yeni bir antlaşma yapmak istediğini bildirdi. Türki­
ye yeni bir antlaşma yapmaya hazır olduğu yanıtını verdi.
Fakat SSCB'nin Boğazlar'm iki ülke tarafından ortak savu­
nulmasını istediği ortaya çıktı. Sovyetler bunu resmen iste­
miş, Türkiye de reddetmiştir. Yine bu sıralarda Gürcistan'da
bazı profesörlerce Kars ve Ardahan'ın ülkelerine iadesin­
den, Bulgaristan'da Türkiye ile sınır "düzeltmesinden" söz
edildiği görüldü. Sovyetler'in henüz Batılı ülkelerle arası
bozulmamıştı. Türkiye'nin savaşa geç katılması, savaş sıra­
sında Almanya'ya krom satması, Stalin'in Batılılar nezdinde Türkiye aleyhinde kullandığı konulardı. Batılıların Sovyetler'le ipleri koparmadıklan sürede Türkiye uluslararası
alanda bir yalnızlık dönemi geçirdi. Fakat zamanla Batı ile,
özellikle ABDile bir yakınlık başladı. Nisan 1946 başında
Missouri zırhlısının İstanbul'a gelmesi, bu yakınlaşmayı
simgeliyordu. 12 Mart 1947 günü ABD Cumhurbaşkanı
Truman, Kongre'ye, Türkiye ve Yunanistan'ı Sovyet tehdi­
dinden korumak üzere kendi adıyla anılan bir siyaset baş­
lattığını bildirdi (Truman Doktrini). Aynı yıl Türkiye ABD ASkeri Yardım Antlaşması yapıldı. 1948'de yine
ABD ile bir iktisadi yardım antlaşması bağıtlandı. Bu, Av­
rupa'nın komünizme kaymaması için ABD'nin başlatmış
olduğu "Marshall Yardımı" çerçevesindeydi. 1949'de Tür­
kiye Avrupa Konseyi üyesi oldu.
Çok-Partili Dizgeye Geçiş: İşte bu ortamda İnönü çokpartili siyasal yaşama geçme karan aldı. Ondan soma da ik­
tidarda ya da muhalefette, sabırla, inatla, bazan kendi par­
tisindeki eğilimlere meydan okuyarak, dizgenin oturup yer­
leşmesi için çabaladı. İnönü neden bu karan aldı? Baş ne­
deni bütünsel kalkınma anlayışıdır. Hiçbir alanda Avru­
pa'dan geri kalmmayacaksa, Avrupa'ya siyasal çoğulculuk
111
egemen olduğunda, o çoğulculuğun Türkiye'de de bulun­
ması gerekirdi. Tabii bunun dış siyaset bakımından da ya­
ran olacaktı. Sovyet tehdidi altındaki bir Türkiye'nin Ba­
tı'ya sığmabilmesi, Batı'nm siyasal değerlerini paylaşırsa,
çok daha kolay olurdu.
Yalnız şu var: Avrupa'daki siyasal demokrasi genellikle
sosyalistler hatta komünist partileri de içeren bir dizgeyken,
Türkiye'de bu tür sola kapalı bir dizge olarak kabul edildi.
Yalnızca sosyalist ve komünist partilere meydan verilme­
mekle kalınmadı, keskin ve abartılı bir komünizm düşman­
lığı benimsenerek, sosyalist veya benzeri düşüncelere kar­
şı da bir yasaklama ve cezalandırma tavn güdüldü. Türk
Ceza Kanununun 141. ve 142. maddeleri komünizm "pro­
pagandasına" 7.5 yıldan 15 yıla uzanan olağanüstü ağnlıkta bir ceza getiriyordu. Ülkede estirilen hava öyleydi, mah­
kemeler bu cezalan uygulamakta pek duraksama göstermiyorlardı. Bu tutumun ve havanın görünürdeki gerekçesi
SSCB'nin 1945'te Boğazlar'a, Kars ve Ardahan'a gözünü
dikmiş olmasıydı. Fakat Türkiye Truman Doktrini, Avrupa
Konseyi üyeliği ve kısa bir süre soma da NATO'ya girerek
güvenliğini kat kat sağladığı halde, üstelik SSCB Stalin'in
ölümü ardından Türkiye'ye bir nota vererel taleplerinden
vazgeçtiğini ve'yeniden bir dostluk antlaşması yapmaya ha­
zır olduğunu bildirdiği (1953) halde,Türkiye'de bu hava
60'lara değin sürdü. Hatta kısmen bugüne dek sürdüğü de
söylenebilir. Komünisttir diye, Rusya'ya kaçtı diye Türki­
ye'nin büyük şairlerinden birinin, Nâzım Hikmet'in şiirle­
ri uzun yıllar tümüyle ortadan kalktı. Bu şiirlerin evinde bu­
lunduğunu söylemeye kimse cesaret edemezdi. Hâlâ okul
kitaplarına dönebilmiş değildir Nâzım Hikmet. Oysa Sevr
Antlaşması'm imzalamış olan Rıza Tevfik'in şiirlerine bu
112
kitapta yer verilir. Doğrusu da budur. Yular boyunca, dün­
yaca ünlü Rus salatasına "Rus" demeye cesaret edilemedi,
Amerikalıları da herhalde hayrete düşürecek biçimde
"Amerikan salatası" dendi. Bu garip, hastalıklı hava bir öl­
çüde bir aralık (1945-53 yıllan) ABD'de estirilmiş olan
McCarthy'cilik akımının etkisindeydi. Fakat ondan daha
şiddetli olduğu, daha uzun sürdüğü söylenebilir. Bunun bir
nedeni, Atatürk Devrimini, "Zihnin sürdüğü söylenebilir.
Bunun bir nedeni, Atatürk Devrimini, "zihnin sınırsız öz­
gürlüğünü" benimsemeyen ya da ancak kısmen benimse­
yen kimi insanlanmızm, bu duygu ve düşüncelerini bilinç­
li, ama çok kez de bilinçsiz olarak aşın bir komünizm kar­
şılığı ile mahkemeleri olabilir. Köy Enstitülerinin komü­
nistlikle suçlanması gibi... Nedeni ne olursa olsun, siyaset
ve düşünce özgürlüğüne konan bu kısıtlama, Türkiye'deki
demokrasiyi Batı Avrupa demokrasi ortalamasına göre ek­
sik kılıyordu. Bu da Türkiye'nin saygınlığını azaltmıştır.
Oysa Atatürk döneminde Türk siyasi düzeni Avrupa de­
mokrasi ortalamasının altında değil, üstündeydi ve tabii ona
göre de saygınlığı vardı.
Şimdi çok-partililiğin adımlannı görelim. İnönü 19 Ma­
yıs 1945 Gençlik ve Spor Bayramı mesajında "halk idare­
sinin" geliştirileceğini müjdeliyordu. Zaten savaşın sonu ile
Avrupa'da ortaya çıkan demokrasi ortamından cesaret alan
CHP içindeki kimi hoşnutsuzlar, kıpırdanmaya başlamış­
lardı. Bunlardan milletvekili olan dördü, yani Celal Bayar,
Adnan Menderes, Fuat Köprülü, Refik Koraltan, 7 Haziran
1845 günü CHP grubuna "Dörtlü Takrir" diye tanınmış
olan bir önerge verdiler. Önergelerinde, özellikle parti için­
de özgür bir tartışma ortamının yaratılmasını istiyorlardı. O
sırada Türkiye'de toprak reformuna olanak verebilecek bir
113
yasa tasarısı TBMM'ye sunulmuştu: Çiftçiyi Topraklandır­
ma Kanunu. İnönü ve Tarım Bakanı Şevket Raşit Hatiboğlu'nun girişimiyle hazırlanan bu yasanın 17. maddesine
göre, topraksız ya da az topraklı çiftçiyi topraklandırmak
için devlet, büyük toprak sahiplerinin topraklarım kamulaştırabilecekti. Kamulaştırma, gerekirse toprak sahibinden
yalnızca 50 dönüm bırakacak kadar kapsamlı olabilecekti.
Kamulaştırma bedelleri de gerçek değere göre değil, arazi
vergisine matrah olarak beyan edilen değerden ödenecekti
(md. 21). Bu hüküm toprak sahibi olan milletvekillerini çok
rahatsız etti. Aydm'ın büyük toprak sahiplerinden olan Ad­
nan Menderes, yasa görüşülürken ağır eleştiriler getiren
milletvekillerinin başında geliyordu. Fakat İnönü bu konu­
da çok ısrarlıydı. Atatürk ölümünden hemen önceki bir kaç
Meclis açış konuşmasında topraksız çiftçiyi topraklandır­
mak gereksinmesine değinmişti, ama somut bir adım atlımamıştı (ya da atılamamıştı). Şimdi İnönü bu davayı be­
nimsemiş bulunuyordu. Belki işin toplumsal yararları ya­
nında, çok-partili ortamda köylünün siyasal desteğini elde
edebileceğini de umuyordu. Böyle bir düşüncesi var idiyse,
yanılıyordu. Taşraya toprak sahipleri egemendi. Kanun 11
Haziran 1945'te TBMM tarafından kabul edildiği halde,
onun mimarı olan Hatiboğlu bundan sonraki hükümetlerde
bakan olamadığı gibi, 1948'de kurulan II. Hasan Saka hü­
kümetinde Tarım Bakanlığı, Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu'nun hasmı olan Adana'nın büyük toprak sahibi Cavit
Oraî'a verildi. Söz konusu 17. maddenin hiç uygulanmadı­
ğını söylemeye gerek yok. Yalnız bir bölüm Hazine toprak­
ları çiftçilere dağıtıldı.
Demokrat Partinin Kuruluşu; Kimileri Demokrat Par­
tinin (DP) kuruluşunu doğrudan Çiftçiyi Topraklandırma
114
Kanununa olan muhalefete bağlarlar. DP'nin salt bundan
kaynaklandığım öne sürmek abartılı olur ama, DP'nin ku­
ruluş ve yaygınlaşma aşamasında bunun önemli bir payı ol­
duğu söylenebilir. İnönü Dörtlü Takrir'i Grupta reddettirdi
(12 Haziran). Onun istediği, CHP içindeki hoşnutsuzların
CHP'den ayrılarak ayrı bir parti kurmalarıydı. Bundan um­
duğu yararlan şöyle tahmin edebiliriz: 1) Çok-partili dizge­
ye geçilmiş olacaktı. 2) Parti içindeki muhaliflerden kurtulunacaktı. 3) CHP'den aynlacak kişilerin kuracağı partinin
Atatürk Devrimine karşı olması tehlikesi bulunmayacaktı.
Buna karşılık Bayar ve arkadaşlannm CHP'den aynlmaya
hevesleri yoktu. Parti kurmak bir maceraydı. Daha iyisi,
CHP'de kalıp ona egemen olmaya çalışmaktı. Atatürk'ün
verdiği onca güvenceye rağmen Serbest Fırka'mn başına
gelenleri biliyorlardı. Bayar, Fethi Okyarin durumuna düş­
mek istemiyordu.
Dörtlü Takrir'in reddedilmesinden soma Adnan Mende­
res ve Fuat Köprülü, Vatan gazetesinde demokratikleşme­
yi savunan muhalif yazılar yazmaya başladılar. CHP bu
davranışı parti disiplinine aykın bularak bu ikisini üyeliktençıkarttı (21 Eylül). Bayar'm iki arkadaşına olan desteği­
ni göstermek üzere seçtiği davranış, henüz parti kurma ko­
nusunda ikna olmadığını gösterir. CHP'den değil, milletve­
killiğinden istifa etti (28 Eylül). Bu, kendisini yüksek bir
maaştan yoksun bırakan bir davranıştı. Fakata İnönü ısrarı­
nı sürdürüyordu. 1 Kasım 1945'te TBMM'yi açış söylevin­
de, açıkça, ülkenin bir muhalefet partisine olan gereksini­
mini dile getirdi. Oysa Temmuz başında müteahhit Nuri
Demirağ tarafından kurulmuş bulunan Milli Kalkınma Par­
tisi vardı. Fakat Demirağ tutucu bir kişi olduğundan, İnönü
o partiyi görmezlikten geliyordu. Artık Bayar'm da aklı
115
yatmaya başlamıştı. 1 Aralıkta parti kuracaklarını açıkladı.
3 aralıkta CHP'den istifa etti. Ertesi gün İnönü'nün yemek
çağrısına gitti ve görüştüler.
Aynı gün (4 Aralık) "Tan Olayı" oldu. Zekeriya Sertel'in
çıkardığı Tan gazetesi sosyalist sola yakınlığı ile tanınıyor­
du. Bu sıralarda Sertel Görüşler adında bir dergi hazırlığı
içindeydi. İlanlar yapılmış ve yazar kadrosu için Menderes
ve Köprülü'nün bulunacağı duyurulmuştu. O gün birtakım
"gençler" Rus ve komünist aleyhtarı sloganlarla Tan bası­
mevine ve sol yayın satan kitapçılara saldırarak tahrip etti­
ler. Polisin seyirci kalması, hukuka ve uygarlığa sığmayan
bu işin CHP tarafından kışkırtılmış, hatta düzenlenmiş ola­
bileceği iddialarına yol açtı. Belki bu vesileyle DP'ye sol­
dan uzak durması için de mesaj verilmiş oluyorydu.
1946'da CHP'nin solundaki 3 partinin kapatılması, bu par­
tinin, solunda mutlak bir boşluk istediğini gösteriyordu.
Martta Sosyal Demokrat Partisi, Aralıkta Türkiye Sosyalist
Partisi (genel başkanı Esat Âdil Müstecaplıoğlu) ve Türki­
ye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi (genel başkanı Şefik
Hüsnü Deymer) kapatıldı. Başbakanlığında Recep Peker'in
Köy Enstitülerini "daha milli" kılmaktan söz etmesi, sol
karşıtı havanın nasıl her kesimi kapladığının işaretidir.
1947'de Dil-Tarih ve Coğrafya Fakültesi'nde Niyazi Berkes, Pertev Naili Boratav, Muzaffer Şerif, Behice Boran
aleyhinde solcu diye bir cadı kazanı kaynatılmaya başlan­
dı. Öğrenci gösterileri ile başladı ve buna üniversite,
TBMM ve mahkemeler alet oldular. 1950'de üniversiteden
ayrılmak durumunda kaldılar. Berkes Kanada'da, Boratav
Fransa'da, Şerif ABD'de iş buldular ve başarılı oldular. Bo­
ran'm da, isteseydi, yurtdışında başarılı olacağı söylenebi­
lir. Böylece gadre uğrayan Alman profesörlerine kucak aç116
mış olan Türkiye, şimdi kendi bilim adamlarını "yiyordu."
DP 7 Ocak 1946'da kuruldu. Celal Bayar genel başkan ol­
du. Türlü nedenlerle hoşnutsuz olanları çevresinde toplaya­
rak, kısa zamanda yayılda. Adından da anlaşılacağı üzere,
DP'nin birinci amacı demokratikleşmeyi sağlamaktı. CHP
iktidarı bu yöndeki şikâyetleri karşılamak üzere Türkiye ta­
rihinde ilk kez tek dereceli seçimi getirdi. Gazete kapatma
yetkisini hükümetten alarak mahkemelere verdi. Üniversi­
telere özerklik verildi. Köylü ve işçinin desteğini kazanmak
için Toprak Mahsulleri Vergisi kaldırıldı. Çalışma Bakanlı­
ğı ve İşçi Sigortalan Kanunlan çıkanldı. İnönü'nün "değiş­
mez genel başkan" sıfatına son verildi, sınıf partilerinin ve
sendikalann kurulabileceği Kabul edildi. CHP bir de açık­
gözlük yaptı. 1947'de yapılması gereken seçim yerine seçi­
mi öne, 1946'ya aldı. 21 Temmuz 1946'da yapılan seçimi
tek dereceliydi ama yargı denetimi yoktu, oylar açıkta veri­
liyor, gizli sayılıyordu (açık oy-gizli tasnif), çoğunluk siste­
mi uygulanıyordu, yani seçim çevresi sayılan illerde, bir
parti tek oy farkla önde olsa bile, bütün o ilin milletvekille­
ri onun oluyordu. DP 465 milletvekilliği için ancak 273
aday gösterebilmişti. DP 66 milletvekili çıkarabildi. Seçim­
lerin dürüst olarak yapılmadığı ortadaydı. Bu yüzden CHP
ile DP'nin ilişkileri kavgalıydı. Tabii TBMM'de iki partinin
ilişkilerine de yansıyordu bu.
1946 Seçimlerinden Sonra: Yeni dönemde İnönü, Şük­
rü Saraçoğlu yerine Recep Pakar'i başbakanlığa getirdi. Peker'in Türk lirasında yaptığı ve "7 Eylül Kararlan" diye ta­
nınan devalüasyon büyük yankı uyandırdı, çünkü o devirde
para değerinin değişmesi çok olağan dışıydı. 1 ABD Dola­
na 1.40 TL'den 2.80 TL'ye yükseltildi. Peker'in TBMM'de
Menderes'e sinirlenerek eleştirilerini "psikopat bir ruhun
117
ifadesi" diye nitelemesi ve Bayar'ı halka isyana kışkırt­
makla suçlaması üzerine, DP Meclis'i terk etti. Bunun üze­
rine İnönü müdahale ederek, Bayar'la görüştü. Ortalık ya­
tıştı. DP ilk Büyük Kongresini Ocak 1947'de yaptı. Kong­
re Hürriyet Misakı adında bir bildirge yayımladı. Buna gö­
re DP'nin kimi siyasal talepleri kabul edilmezse DP millet­
vekilleri TBMM'den ayrılacaklardı. Bu talepler, Anayasa'ya aykırı yasaların ayıklanması, dürüst seçimleri sağla­
yacak bir seçim yasası, devlet başkanlığının parti başkanlı­
ğı ile aynı kişide birleşmemesi (İnönü'nün durumu) diye
özetlenebilir. DP ne denli sert muhalefet yaparsa Recep Peker de aynı sertlik ve hırçınlıkla karşılık veriyordu. Meclis'i
terk etme tehdidini hükümet "komünist taktiği" diye nite­
liyordu. İnönü bu durumun çok-partililik için iyi şeyler vaad etmediğini görüyordu. Hakem rolünü üstlenerek Bayar'ı
ve Peker'i bir kaç kez dinledikten soma, iki tarafı uzlaştır­
maya çalışan 12 Temmuz Beyannamesini yayımladı. Bu
ilişkileri hayli yumuşattı. Fakat Peker hırçınlık yanlısıydı,
yani çok-partililiği sindirememişti. Onun için de İnönü
CHP içinde Peker'e karşı bir hareket başlattı. Milletvekili
Nihat Erim'in başını çektiği bir grup genç milletvekili,
CHP grubunda Peker'e karşı oy kullandılar (357er hareke­
ti). Peker, yandaşlarıyla birlikte birkaç gün İnönü ile müca­
deleye girecekmiş gibi davrandı, fakata sonra istifa etti. Ye­
rine Hasan Saka hükümeti kuruldu (9 Eylül 1947).
CHP içindeki sertlik-uzlaşma yanlıları kavgası DP içinde
de, hem de daha şiddetli olarak cereyan etmekteydi. Sertlik
yanlıları DP Grubuna egemendiler ve parti yönetimini yu­
muşaklıkla suçluyorlardı. Aradaki gerginlik ileri bir nokta­
ya varınca Mart 1948'de bir kısım milletvekilinin ve yan­
daşlarının parti üyeliğine son verildi. Bunlar önce Meclis'te
118
Müstakil Demokratlar Grubu'nu oluşturdular, sonra da 20
Temmuz 1948'de Millet Partisi (MP) kuruldu. Kurucuları
arasında Mareşal Fevzi Çakmak, Hikmet Bayur, Kenan
Öner, Osman Bölükbaşı, Sadık Aldoğan vardı. Çakmak ge­
nel başkan oldu. MP, DP'yi danışıklı bir muhalefet gütmek­
le suçluyordu. Fakat DP'nin bu biçimde bölünmesi, 1950
seçimlerininde göstereceği gibi, tabana fazla yansımadı. Yi­
ne 1950'ye değin DP'nin milletvekili sayısı yarıya inmişti.
Günaltay Hükümeti: Hasan Saka, Recep Peker gibi
sertlik yanlısı değildi. Ama DP'nin uğrunda savaşım verdi­
ği demokratikleşmeyi gerçekleştirecek iradeden yoksundu.
1948'de çıkardığı yeni seçim yasası, yargı denetimini içer­
mediği için, DP, ara ve yerel seçimleri boykot etti. 15 Ocak
1949 tarihinde Saka istifa etti. Yerine Şemsettin Günaltay
geldi. Günaltay bir tarihçiydi. II. Meşrutiyette İslamcı akı­
mın içinde yer almıştı. Güvenoyu alırken sağlam bir de­
mokrasi kurma vaadi verdi. Ne var ki ilk uygulamaları din
alamnda oldu. Zaten 1948'de imam-hatip yetiştirmek üzere
10 aylık kurslar açılmıştı. (DP iktidarı 1951'de bu kursları
okula dönüştürdü.) Günaltay hükümeti CHP grubunun da­
ha önce almış olduğu bir karar doğrultusunda ilkokullara
seçimlik din dersi koydu. Aynı biçimde Ankara Üniversite­
si'ne bağlı bir ilahiyat fakültesi kuruldu. 1956'da din dersi
ortaokullara (istemeyenler çocuklarını bu dersten muaf tu­
tabiliyorlardı), 1967'de liselere seçimlik olarak kondu.
1974'te ortaokul ve liselere zorunlu ahlak dersi kondu. Bu
uygulamalar Atatürk dönemindeki uygulamalardan farklı
da olsa, laikliğe aykırı değildi. Laikliğe aykırı olan, 12 Ey­
lül yönetiminin bu dersleri zorunlu kılıp bunu da anayasa­
ya yazdırmasıydı. Bu yüzden çocuğunun din dersine gir­
mesini istemeyen, farklı inançtan birçok ana babaya yakı119
şıksız bir zorlama getirilmiş oluyordu. Gerçi din dersi "din
kültürü" diye sunuluyordu, ama öğretmenin anlayışına bağ­
lı olarak uygulamada çok kez din dersine dönüştüğü anla­
şılmaktadır.
DP 20 Haziran 1949'da 2. büyük kongresini yaptı. Millet
Partisi'nin danışıklı muhalefet suçlamasının baskısı altında
olan DP, bu kongrede Milli Teminat Andı diye bir bildirge
ortaya çıkarttı. Buna göre oylara tecavüz edilirse (yani se­
çim hilesi yapılırsa), halk meşru savunma durumunda kala­
caktır. Meşru savunma yasal yollardan yapılacaktır, ama
hile yapan yönetim de ulusun husumetiyle karşılaşacaktır.
Bu husumet sözcüğünden hareketle CHP, bildirgeye Milli
Husumet Andı adını taktı. Herhalde bu baskının da katkı­
sıyla hükümet, Şubat 1950'de TBMM'ye yeni bir seçim ya­
sası tasarısı getirdi. Tasan ilk kez yargı denetimini de geti­
riyordu. Sonunda yasa DP'nin oylan da eklenerek kabul
edildi. Tek sakıncası nispi temsil yerine çoğunluk dizgesini
kabul etmesiydi. Bu dizge 50'li yıllarda yapılan 3 seçimde
CHP aleyhinde işleyecekti.
14 Mayıs 1950'de yapılan seçimlerde DP oylann yüzde
55'ini, CHP yüzde 41 'ini aldı. Görülüyor ki CHP yenilmiş,
ancak bozguna uğramamıştı. Ne var ki çoğunluk dizgesi bu
yenilgiyi bozguna dönüştürüyordu. DP milletvekilliklerinin
yüzde 85'ini (408 sandalye), CHP ise yüzde 51 'ini (69 san­
dalye) almıştı. DP'liler seçim başanlannı yeni bir çağın
başlangıcı olarak selamlıyorlardı. Gerçekten de önemli bir
noktaya gelinmiş oluyordu. 1945'te sona eren devrimi tek
partili dönemin ardından ikinci genel seçimde iktidar, kav­
gasız gürültüsüz muhalefet partisinin eline teslim ediliyor­
du. Bu, DDP'nin bir başansı olduğu denli,başta ve özellik­
le İnönü ve CHP'nin başansıydı.
120
İnönü İçin Değerlendirme: Bu noktada İnönü dönemi
için genel bir değerlendirme yapabiliriz. İnönü, iktidarda
olsun, muhalefette olsun, Atatürk devriminin başarılı bir sa­
vunucusu ve sürdürücüsü oldu. Dahası var. Devrime çok
önemli katkılarda bulundu. Biri Köy Enstitüleri, öbürü çokpartili dizgeydi. Denebilir ki, Köy Enstitüleri, sayesinde
Atatürk devrimi, geri döndürülemez bir süreç haline getiril­
mişti. Çok-partili dizgeye geçilmesi ise Atatürkçü bütünsel
kalkınma anlayışını, evrensel değerlerin ölçüt alınması an­
layışının bir sonucuydu ve tabii çok yürekli bir adımdı. İnö­
nü hem iktidarda, hem muhalefette, kıraç topraklarda yetiş­
tirilmeye çalışılan narin bir çiçek olan çok-partili dizgeyi
esirgemek için yıllarca sabırla didindi, uğraştı. Siyasal raki­
bini yere seren 27 Mayıs 1960 devriminden soma, bir an
önce özgür çok-partili dizgeye geçilmesi ise Atatürkçü bü­
tünsel kalkınma anlayışının, evrensel değerlerinölçüt alın­
ması anlayışının bir sonucuydu ve tabii çok yürekli bir
adımdı. İnönü hem iktidarda, hem muhalefette, kıraç top­
raklarda yetiştirilmeye çalışılan narin bir çiçek olan çokpartili dizgeye dönülmesi için çaba gösterdi. Talat Ayde­
mir'in öncülüğünü yaptığı iki askeri darbe girişimini bizzat
önleyip kırdı. Gerçi İnönü döneminin birtakım olumsuzluk­
ları yok değildir. Bunlardan kimilerine yeri geldikçe işaret
edildi: Varlık Vergisi'nin ırkçı ve insan haklarına aykırı uy­
gulamaları, Nâzım Hikmet'in yıllarca hapiste kalması, Tan
olayı, DTC Fakültesi'ndeki tasfiye hareketi, çok partili diz­
genin sosyalist solsuz kurulması... Bunlar önemli kusurlar­
dır ve İnönü'nün bunlardan siyaseten sorumlu olduğu kuş­
kusuzdur. Belki, ve pek muhtemelen İnönü bunları isteme­
miştir, bunlardan rahatsız olmuştur, fakat önlemeye gücü
yetmemiştir. Çünkü İnönü çok büyük bir devlet adamıdır ve
121
bir dönemin de milli şefidir ama, Atatürk denli güçlü ve et­
kili değildi. Onda ne Atatürk'ün nüfuzu, ne de olağanüstü
kişilik gücü vardır. Bütün bunlara rağmen İnönü döneminin
ve sonraki yıllarının bilançosu bence çok parlak ve başarı­
lıdır.
122
XXIX. Demokrat Parti Dönemi
DP Hükümetinin İlk Başarıları ve Baskı Önlemleri:
DP dönemi büyük umutlarla başladı. TBMM tarafından
cumhurbaşkanı seçilen Celal Bayar, DP genel başkanlığın­
dan istifa etti. Bu görev başbakan olan Adnan Menderes'e
verildi. Refik Koraltan TBMM Başkam seçildi. Fuat Köp­
rülü Dışişleri Bakanlığı'na geldi. DP muhalefetteyken de­
mokratikleştirme vaadinde bulunuyordu, bu vaatlerin için­
de grev hakkı bile vardı. Ne var ki iktidara geldikten kısa
süre sonra bu vaatler unutuldu. DP bütün gücünü iktisadi
kalkınmaya verdi. Zaten o sırada koşullar da buna elveriş­
liydi. 1950'de patlak veren Kore Savaşı dünyada bir takım
hammaddelerin ve tarımsal ürünlerin fiyatlarını yükselt­
mişti. Bu sırada Türkiye'de sayılan gittikçe artan traktör ve
diğer tanm âletleri sayesinde tarım üretiminde önemli artış­
lar elde ediliyordu. Traktör sayısındaki artış:
1924-220
1930-2000
1948- 1756
1950 - 9905
1956 - 43727
Ekilen topraklar bu sayede 1948 'de 9.5 milyon hektardan,
1956'da 14.6 milyon hektara yükselmişti ki, yaklaşık yüz­
de 50 bir artış demektir. Savaştan sonra ABD'nin özendir123
mesiyle 1948'de başlayan geniş çaplı karayolu yapımı sür­
dürülerek, o güne değin piyasaya açılmamış olan birçok
kırsal kesimler bu olanağa kavuşmuşlardır. 1952'de Türki­
ye'nin NATO üyeliğine kabul edilmesi önemli bir dış siya­
set başarısıydı. Truman doktrini, Marshall Planı ve Avrupa
Konseyi üyeliği ardından gelen bu gelişme, Türkiye'nin bir
ara yaşamış olduğu yalnızlığa bütünüyle son vermişti. (Ko­
re Savaşı 'na asker gönderme karan, kimi NATO üyelerinin
Türkiye'nin katılmasına yaptıklan itirazlan geri almalanm
sağlamıştı.) Türkiye ve DP iktidarı için işler çok iyi gidi­
yordu.
Fakat bu iyi gidişe rağmen DP'nin, daha doğrusu önder­
lerinin -Bayar ve Menderes- bir huzursuzluğu, bir hırçınlı­
ğı vardı. Nesnel koşullann o denli elverişli olmasına karşın,
onlann bu ruhsal durumunu anlamak kolay değildir. Ruhbilimsel birtakım nedenlerle belki kendilerini güven içinde
hissetmiyorlardı. İktidara geldikten sonra bile bir gün ikti­
dardan aynlabileceklerinin rahatsızlığını duyuyorlardı. Oy­
sa 1954 seçimleri 1950 seçimlerine göre daha parlak bir za­
ferle sonuçlanacaktı. Bu yüzden kimi yazarlar Menderes
ve Bayar'da bir "İnönü fobisi (yılgısı)" bulunduğuna hük­
metmişlerdir.
8 Ağustos 1951'de TBMM Halkevleri ve Halkodalannı
devletleştiren bir yasa kabul etti. Halkevleri ve odalan
CHP'ye bağlı bir örgüttü. Tek parti döneminde bu durumun
belki pek bir sakıncası yoktu. Fakat çok-partililikte hiçbir
anlamı yoktu, çünkü bu örgüt bir parti hizmeti değil, bir ka­
mu hizmeti yapıyordu. Halkevleri örgütünün işlevlerini es­
kisi gibi sürdürmek üzere Milli Eğitim Bakanlığı'na bağ­
lanması düşüncesi CHP zamanında nedense gerçekleşme­
di. DP iktidan, örgütü devletleştirirken bunu yapması gere124
kirken, bütün o kültür yuvalan (478 Halkevi ve 4332 Halkodası) bir taşınmaz ve taşınır mal yığını halinde Hazine'ye
intikal ettirildi. Örgütün kültürlendirme işlevi yok edildi.
Dolayısıyla halkın aydınlanma sürecine büyük bir darbe in­
dirildi. Bugün hâlâ o karanlık boşluk doldurulabilmiş de­
ğildir. Okullanmızm büyük çoğunluğunun hizmet sunan ki­
taplıklardan, gösteri salonlanndan vb. yoksun olduğu düşü­
nülürse, vurulan darbenin ağırlığı daha iyi anlaşılabilir.
CHP'nin gücüne bir darbe indirmenin bilincinde olan DP,
Türk aydınlanmasına nasıl bir darbe indirdiğinin acaba ne
ölçüde farkındaydı? Araştınlması gereken bir konudur.
DP'nin iktidannm son döneminde başlatılmış olan Köy
Enstitülerini yıkma etkinliğinin DP iktidan tarafından bütünlenmesidir. DP Şubat 1954'te Enstitüleri klasik ilköğretmen okullanna dönüştürüldü.
1953'te DP bir iş daha yaptı. CHP'nin bütün malvarlığı­
nı "haksız iktisap" diye nitelendirerek Hazine'ye geçiren
bir yasa çıkarttı (14 Aralık 1953). Bu, ana muhalefet parti­
sinin etkinlik olanaklannı kısmak için bir hareketti. Fakat
DP'nin alerjisi CHP ile sınırlı değildi. Her türlü muhalefe­
te karşı olmalıydılar ki, Atatürk ve devrimlerinin aleyhindeler diye Millet Partisi de kapattmldı (8 Temmuz 1953).
1954 seçimlerine yaklaşırken hükümet basından gelen
eleştirilere karşı ağır cezalar getiren bir yasa çıkarttı. Mah­
kemeye çıkartılan gazeteciler iddialanm ispat etmek hak­
kından da yoksun bırakılıyorlardı. Bu haksızlık birçok DP
milletvekillerini bile isyan ettirdi. 19 DP milletvekilinin
"ispat hakkı" uğrunda verdikleri savaşım, Menderes tara­
fından alay konusu yapılarak sonuçsuz kalınca, bunlar da
DP'den aynldılar ya da çıkanldılar. 1955 sonunda Hürriyet
Partisi'ni kurdular. 19'lann içinde Turan Güneş, Ekrem Ali125
can, Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu, Ekrem Hayri Üstündağ
gibi isimler vardı.
2 Mayıs 1954 seçimlerinde DDP oyların yüzde 57'sini,
GHP yüzde 36'sim aldı. CHP'nin sandalye sayısı 3l'e indi.
Bundan sonra işler iyice çığırından çıktı. Birçoğu siyaset
amaçlı, rastgele yapılan yatırımlar, dağıtılan krediler enf­
lasyona, döviz darboğazına, mal kıtlığına yol açtı. Hükümet
buna rağmen iktisadi planlama düşüncesini reddediyor, hat­
ta alaya alıyordu. Bu sırada ABD'den 300 milyon dolar kre­
di istendi, alınamadı. Milli Korunma Kanunun'nun polis ve
mahkeme önlemlerine, fiyat denetimlerine, tayınlama yön­
temlerine başvuruldu (1955). Bu arada 25 yıl hizmet etmiş
memurların "görülen lüzum üzerine" Bakanlık emrine
alınması ve emekliye sevkedilmesi uygulaması getirilerek,
üniversiteliler ve yargıçlar üzerinde baskı kuruldu, tasfiye­
ler yapıldı. Gazetecilere ağır hapis ve para cezalan verdiril­
di. 1955 yazında Karadeniz gezisine çıkan CHP Genel Sek­
reteri Kasım Gülek, Sinop'ta tutuklanarak İstanbul'a geti­
rildi ve bir gün hapiste kaldı. 1956 yazında Rize'de dükkân
sahiplerinin elini sıkması, gösteri yürüyüşü sayılarak 6 ay
hapse mahkûm oldu.
Kıbrıs Sorunu: 1954'ten başlayarak Kıbns konusu Tür­
kiye'nin gündemine girmeye başladı. Yunanistan, İngilte­
re'nin sömürgesi olan adanın kendisine verilmesini istiyor­
du. Bu durumda Türkiye de adaya talip oldu. Kıbns Kum­
lan adanın Yunanistan'a bağlanması (enosis) için kanlı yıl­
dın (terör) yöntemlerini de kapsayan gösteri ve eylemler
yapmaya başlamışlardı. İngiltere konuyu incelemek üzere
Londra'da bir konferans topladı (1955). Bu sırada 6 Eylül
günü İstanbul'da çıkan bir gazete Atatürk'ün Selanik'teki
evine bomba atıldığı haberini verdi. O akşam bütün İstan126
bul'da Rumların binlerce ev ve işyerlerine, kilise ve mezar­
lıklarına saldırıldı ve yağma ya da tahrip edildi. Bütün İs­
tanbul'da aynı sıralarda aynı hareketin olabilmesi bir 'dü­
zen' olduğu izlenimini veriyordu. Polis önceleri seyirci,
sonra da çaresiz kalmıştı. Olay, gece yarısı ordu birlikleri
tarafından bastınlabildi. Sıkıyönetim ilan edildi ve işi ko­
münistler yaptı diye birçok solcular tutuklanıp, aylarca ha­
pis yattıktan sonra aklandılar. Daha sonra Yassıada'daka
Adalet Divanı 6/7 Eylül olaylarını Bayar, Menderes, Dışiş­
leri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve İçişleri Bakanı Namık Ge­
dik tarafından düzenlendiğine karar verdi. Londra'da Kıbrıs
Konferansı'nda bulunan Zorlu "haklarımızda ne dereceye
kadar ısrar edeceğimizi" göstermek üzere "aktif hareket"
için "ilgililere verilecek emrin pek faydalı olacağını" bildi­
rerek harekete yeşil ışık yakmış görünüyordu. Yassıada
mahkemesine göre, İstanbul'un birçok semtlerinde ve İz­
mir'de aynı anda başlayan harekette DP örgütünden yarar­
lanılmıştı. Yunan makamları ise Atatürk'ün evine bomba
atmaktan sorumlu birkaç Türk yakaladılar, bunlar mahkûm
oldular. Bunlardan biri daha soma Türkiye'de valilik yapa­
caktı, öyle görünüyor ki, 6/7 Eylül olayı, Tan olayı gibi, ama
çok daha geniş çapta, ülkemizde devletin hukuk dışına çık­
masının üzücü bir başka örneğidir. DP, Meclis soruşturması
önerisini de reddettirdi. Bir tek Namık Gedik istifa etti.
Kıbrıs konusunda Türkiye'nin iddiasını ortaya koyduğu
ilk sıralarda adanın tümü isteniyordu ("Kıbrıs Türktür,
Türk kalacaktır"). Daha sonra bunun pek gerçekçi olmadı­
ğı düşünülmüş olmalı ki, adanın Türkiye ve Yunanistan ara­
sında paylaşılması istenmeğe başlandı ("Ya taksim ya
ölüm"). Sonuç olarak 13 ve 19 Şubat 1959'da yapılan Zürih ve Londra antlaşmalarıyla Kıbrıs'ın bağımsız olması,
127
fakat Türkiye, Yunanistan ve İngiltere'nin adada özel hak­
larının bulunması kararlaştırıldı. İngiltere adadaki büyük
hava üslerini muhafaza edecek, Türkiye ve Yunanistan bi­
rer askeri garnizon bulunduracaklar, her üç devletin müda­
hale haklan bulunacaktı. Aynca, Kıbns Anayasası hükümet
ve parlamentoda Türklere bazı özel haklar tanınıyordu. Fe­
deral Almanya'dan bir yargıcın başkanlığındaki Anayasa
Mahkemesi bu düzenin işleyişine nezaret edecekti. Başpis­
kopos Makarios Kıbns Cumhurbaşkanı, Dr. Fazıl Küçük
yardımcısı seçildiler. Kıbns sorunu böylece çözülmüş gibi
görünüyordu, fakat kısa bir süre sonra Rumlar Zürih ve
Londra antlaşmalanmn getirdiği düzeni yıkmak için hare­
kete geçeceklerdi.
1957 Seçimleri ve DP'nin Demokrasiden Sapması:
1957 seçimlerini yine DP kazandı, fakat DP'nin oylan azal­
mıştı (yüzde 48 ve 424 milletvekili). Cumhuriyetçi Millet
Partisi (Osman Bölükbaşı'nm partisi), ve Hürriyet Partisi
de 4'er milletvekili çıkarmışlardı.
1958'de iktisadi bunalımın çözümsüzlüğü karşısında
Türk hükümeti IMF ve Dünya Bankası'mn dayatmasını ka­
bul etmek zorunda kaldı (başka türlü dış borç almak olana­
ğı yoktu). 4 Ağustos 1958'de istikrar önlemleri alındı ve do­
lar 2.80 TL'den 9 TL'ye çıkarıldı. Milli Korunma Kanunu
uygulamalan fiilen durduruldu ve enflasyonu dizginleye­
bilmek için kamu kuruluşlannm ürünlerine zam yapıldı.
Önceleri devlet işletmelerini özel kesime devretmeyi düşü­
nen DP, özel kesimin devlet işletmelerini almak ya da ken­
di yatınmlanm yapmaktaki yavaşlığı karşısında daha soma
yaptığı yatmmlarla kamu kesimini genişletmiş bulunuyor­
du. Ama özel kesimin sanayi yatıranları da zamanla çoğal­
mıştı. Kurulan sanayiler genellikle ithal ikamesini amaçlı128
yordu. Örneğin, döviz darboğazı yüzünden musluk, akü,
kalorifer gibi mallar itlah edilemeyince, bunlar yerli olarak
yapılmaya başlanıyordu.
1958 güzünde DP iktidarı yeni ve daha şiddetli bir baskı
dönemi başlattı. Neden buna gereksinim duyduğu incelen­
melidir. Bu kez iktisadi bir bunalımın sonucu istikrar ön­
lemleri ve ağır bir devalüasyon f iyatlan fırlatmış, halkı pe­
rişan etmişti. Öte yandan 1957 seçimlerinde CHP yükseli­
şe geçmiş, çoğunluk dizgesine rağmen Meclis'e kalabalık
bir milletvekili grubu sokmayı başarmıştı. İktisadi duru­
mun kötülüğü hesaba katılırsa, bundan sonraki seçimin
CHP tarafından kazanılması muhtemeldi. Oysa Menderes
ve çevresi iktidardan ayrılma olasılığını nedense kabul edemiyorlardı. Bu şuada daha şiddetli bir baskı dönemi başlat­
mak için gerekçe ya da vesile olacak iki dış örnek de orta­
ya çıkmış bulunuyordu.
Örneklerden biri 14 Temmuz 1958 Irak Devrimi'ydi. DP
iktidarı Ortadoğu devletleriyle yakın ilişkilere girmek iste­
miştir. Belki bu yakınlığın sayesinde zamanla Türkiye'nin
bölgede önder devlet durumuna yükseleceğini ummuştur.
Fakat bunu yaparken NATO, ABD ve Soğuk Savaş'taki tu­
tumundan hemen hiçbir ödün vermek de istememiştir. Oy­
sa demokratik-ulusçu Arapların bir numaralı sorunu Filis­
tin sorunuydu. İsrail'in bir numaralı müttefiki ve destekçi­
si ABD ve Batı Avurpa ülkeleri olduğuna göre, Türkiye'nin
ABD ve NATO ittifakından vazgeçmeden bu Araplarla
(1952 Cumhuriyet Devriminden beri bu Arapların başını
Nasır ve Mısır çekiyordu) yakınlık kurmak olanaksızdı.
Öbür Araplar saltanatla yönetilen feodal ülkelerdi. Onlar
için de Filistin sorunu çok önemliydi. Ama düzenlerini yı­
kacak olan cumhuriyetçi demokratik-ulusçu hareketlerden
129
korunmak daha da önemliydi. Dolayısıyla ABD ve Batı Av­
rupa'yla ilişki kurmaya çok daha hazırdılar. Batı, düzenle­
rine payanda oluyordu. Sonuç olarak Batı'mn içinde olan
Türkiye ancak Pakistan, İran ve Irak'la "komünizme karşı"
Bağdat Paktı'nı kurabildi. İngiltere de paktın üyesiydi.
ABD dışardan destek veriyordu. DP önderleri özellikle Irak
Krallık ailesi ve Başbakan Nuri Sait ile çok yakın kişisel
ilişkiler geliştirmişlerdi. Iraklı yöneticiler tatillerini Boğaz'da geçiliyorlardı.
Derken 14 Temmuz 1958'de Irak ordusu darbe yaptı, ik­
tidarı ele geçirdi. Faysal ve Nuri Sait öldürüldüler. DP'li yö­
neticiler bundan çok etkilendiler. Türk ordusu Irak ve Suri­
ye sınırında alarma geçirildi. Hatta Menderes'in Irak'a as­
keri müdahaleye niyetlendiği, fakat ABD tarafından vazgeçirildiği öne sürülmüştür. Lübnan ve Ürdün'ün başvurulan
üzerine ABD'nin askeri birlikleri, Lübnan'a, İngilizlerinki
ise Ürdün'e gönderildi. Lübnan'a yapılan askeri çıkarmada
ABD İncirlik Üssü'nden de yaralanmıştı. DP iktidanna gö­
re Irak devrimi dıştan desteklenen yıkıcı bir faaliyetti. Mu­
halefete göre ise istibdat ve baskıya karşı bir ayaklanmay­
dı. Sovyetler Türk hükümetinin tutumunu protesto ettiler.
ABD 5 Mart 1959'da Bağdat Paktı'nm kalan üyeleri ile ve
bu arada Türkiye ile, birer Karşılıklı İşbirliği Paktı yaptı.
Buna göre Türkiye'ye bir saldın olursa ABD yardıma gele­
cekti. ABD zaten NATO ittifakı ile Türkiye'ye karşı böyle
bir yükümlülüğe girmişti. Değişik olan, paktın girişinde
saldırı kavramı yanında "dolaylı saldın" kavramına yer ve­
rilmesiydi. Anlaşılan, Türkiye'de bir ayaklanma, bir karı­
şıklık olursa, Türk hükümetinin isteği üzerine ABD silahlı
birlikler gönderebilecekti.
Birçok kaynaklara göre, Irak devrimi DP iktidannda dar130
be ya da devrim korkulanın başlatmış ya da artırmıştı. Bu,
ne kadar doğruysa, ABD ile yapılan ikili antlaşma da DPİi
önderlerin güven ve istediklerini yapma duygularını o dere­
cede artırmış olmalıdır. Muhalefet Irak devrimini doğru
bulduğuna göre, benzerini Türkiye'de yapabilir, onun için
daha da baskı altına alınmalıdır diye düşünülmüştür.
DP'nin muhalefete karşı yeni bir baskı dönemi açmasın­
da payı olmuş olabilecek ikinci dış örnek, Fransa'da olup
bitenlerdi. Orada, II. Dünya Savaşı sırasında Almanlara
karşı direnmenin önderliğini yapmış olan De Gaulle, kanşık bir siyasal ortamda 31 Mayıs 1958'de başbakanlığa ge­
tirilmişti. O, Meclis'in ve seçmenin desteğini alarak gele­
nekselleşmiş parlamenter düzene son veren, yan-başkanlık
sistemini getiren V Cumhuriyet Anayasası'nı yürürlüğe
soktu. De Gaulle, savaşta elde etmiş olduğu karizmatik ön­
der durumundan yararlanarak, bir çeşit "demokratik dikta­
tör" oldu. Fransa'daki gelişmeleri örnek almak isteyen
Menderes, De Gaulle'ün hangi koşullarda iktidar olduğunu
herhalde görmek istemiyordu. Fransa'nın sömürgesi değil,
anavatanın bir parçası durumunda olan Cezayir'de,
1954'ten beri çok kanlı bir iç savaş yaşanmaktaydı. Yüz
binlerce insan ölmüştü. II. Dünya Savaşı'nda Fransa'yı kur­
tarmış olan De Gaulle, bu büyük sorunu çözmek, anavata­
nın bir parçasında banşı sağlamak üzere görevlendirilmiş­
ti. Oysa ne Türkiye'nin böyle bir sorunu vardı, ne de Men­
deres ve Bayar kurtancı sayılabilirlerdi.
Menderes 6 Eylül 1958'de Balıkesir'de muhalefeti Irak'ta­
ki devrimin benzerini yapmak istemekle suçladı ve darağaçlanm hatırlattı. 21 eylülde İzmir'de De Gaulle düzenini ör­
nek almak istediğini gösteren sözler söyledi. Devlet görev­
lilerine baskı yapılırsa demokrasiye paydos deneceğini de
131
belirtti. İnönü bu sözleri yanıtsız bırakmıyordu, fakat iktida­
rın niyetleri belli olmuştu. Önce bu niyetler Vatan Cephesi
biçiminde somutlaştı. Menderes Manisa'da 12 Ekim 1958
günü muhalefetin "kin ve-husumet" cephesine karşı bir Va­
tan Cephesi kurulması çağrısında bulundu. Ondan soma ül­
kenin her yanında Vatan Cephesi örgütleri kurulmaya baş­
landı. Üyeler aslında DP'ye üye oluyorlar, fakat katıldıkları
örgüte Vatan Cephesi deniyordu. Vatan Cephesini kuranlar
ve katılanların adlan her gün radyoda tek tek okunuyordu.
Bu, siyasal gerilimi büsbütün artıran bir kampanyaydı.
Muhalefet bu gelişmeler karşısında ezilmemeye çalışı­
yordu. 24 Kasım 1958 tarihinde Hürriyet Partisi CHP ile
birleşme karan aldı. 12 Ocak 1959'da toplanan CHP'nin
14. Kurultayı İlk Hedefler Beyannamesi adlı metni kabul
etti. Beyannamedeki esaslar CHP iktidara ilk geldiği yasa­
ma döneminde gerçekleştirilecekti. Bunlardan başlıcalan,
sosyal devlet, basın özgürlüğü, grev ve sendika kurma hak­
kı, ikinci Meclis, anayasa mahkemesi, seçimde nisbi temsil
usulü, üniversite özerkliği, yüksek yargıçlar kurulu, devlet
yayın araçlannm yansızlığı idi. Bunlar, daha soma 1961
Anayasası'mn temelini oluşturacak esaslardı.
DP iktidan muhalefet önderlerinin yurtta dolaşmasına da­
yanamıyordu. Daha 1952'de, muhalefet önderlerinin, başta
İnönü ve Kasım Gülek, gezilerini önlemek için baskı yap­
mağa başlamışlardı. Bu baskı kolluk güçlerinin, yönetici,
savcı ve mahkemelerin baskısı olabileceği gibi, DP'li parti­
zanlara yaptınlan düşmanca davranışlar da olabiliyordu.
İnönü'nün Ekim 1952'de yaptığı Ege gezisi sırasında İz­
mir'de kişisel müdahaleler, Akhisar ve Manisa'da protesto
gösterileri yapıldı. 8 Ekim 1952 günü İnönü, Balıkesir'e ge­
lecekti. Vali kentin dışında onu karşıladı ve kente girerse
132
olaylar çıkacağını, olanlardan sorumlu olmayacağını, İnö­
nü'yü koruyamayacağını bildirdi. İnönü kente girmekten
vazgeçti. 18 Nisan 1954'te İnönü'yü, Mersin'de açık hava
toplantısı sırasında DP'lilerin saldırıları karşısında canım
' kurtarabilmesi için yüksek bir duvardan aşırtmak gerekmiş­
tir. Daha başka örnekler de verilebilir. Fakat görünen odur
ki, somaki olaylar daha ağırdır. Bunlarda İnönü'yü döv­
mek, yaralamak, hatta muhtemelen öldürmek düşünceleri­
nin yer aldığını söyleyebiliriz.
Yine bir Ege gezisinde, 30 Nisan 1959'da İnönü'nün Kur­
tuluş Savaşı'nda karargâhı olan evi ziyaret etmesi, vali tara­
fından ne pahasına olursa olsun önlenmek istenmiştir. Vali­
nin bu buyruğunu yerine getirmeyen Emniyet Müdürü ve
jandarma komutam o gün görevden alınmışlardır. O gece
çevredeki birtakım fabrikalardan DP'li partizanlar getirildi.
Ertesi gün bu kalabalık, istasyona gitmekte olan İnönü'nün
otomobilini durdurdu. İnönü otomobilinden inip kalabalı­
ğın arasından geçerken başına isabet eden bir taşla yaralan­
dı. Yolda olaylar devam etti. İzmir'de CHP'nin bütünü et­
kinlikleri engellendi. DP'li partizanlar Demokrat İzmir
gazetesini yıktılar. İstanbul'da İnönü havaalanından kente
gelirken, taşlı, sopalı DPİiler Topkapı'ya yığıldılar (4 Ma­
yıs). Trafik müdürü arabasıyla yolu tıkamış bulunuyordu.
İnönü'nün arabası durunca, çevresi zorbalar tarafından sa­
rıldı. Trafik müdürü İnönü'yü kendi arabasına alıp götür­
mek için ısrar ediyordu. Neyse ki görevli olmayan ama du­
rumu izleyen bir binbaşı, olayı seyretmekte yetinen asker­
lere arabanın çevresini dipçikle açmaları komutunu verdi ve
trafik müdürünün arabasını yol ortasından çekmesini sağla­
dı. Bu olayların gazetelerde yazılması yasaklandı, basın be­
yaz sütunlarla çıktı.
133
Topkapı olayında bir cana kastetme durumu olduğu söy­
lenebilir (bu sırada İnönü 75 yaşındaydı). DP'nin önderleri
olan Menderes ve Bayarin cezai sorumluluğu kanıtlanamasa bile, siyasal sorumluluklan olduğu açıktır.
27 Mayıs Darbesine Doğru: Aynı yıl CHP Genel Sekre­
teri Kasım Gülek'e karşı Çanakkale'de, Geyikli'de olaylar
düzenlendi. 1960 ilkbaharında Yeşilhisar olayı oldu. İnö­
nü'nün oraya gitmek istemesi Kayseri olaylarına yol açtı.
Muhalefet gezilerini zorbalıkla, korkutarak, yıldırarak önle­
yemeyen DP iktidarı, bu kez sorunu kökünden çözmeye
kalkıştı. 12 Nisan 1960 günü DP Grubunun yayımladığı
bildiri CHP'yi "silahlı ve tertipli ayaklanmalar hazırlamak­
la", bir kısım basını da bunu yalan ve çarpıtılmış haberler­
le desteklemekle suçluyor ve üç ayda işini bitirecek bir Tah­
kikat (Soruşturma) Komisyonu'nun kurulması yönündeki
kararın alındığını açıklıyordu. 18 Nisanda DP'nin önergesi
TBMM'de kabul edildi. Kurulan ve hepsi de DP'li olan 15
kişilik komisyon ilk iş 3 şeyi yasakladı: 1) Partilerin tüm et­
kinlikleri (fakat soruşturulacak olan yalnızca CHP idi). 2)
Komisyonun etkinlikleri ile ilgili yayınlar, 3) TBMM'de ko­
misyonla ilgili görüşmeler ve bunlar hakkında yayınlar.
İnönü o gün TBMM'de 2 konuşma yaptı. Kendilerinin ihti­
lalden gelip demokrasiye geçtiklerini, ihtilal yapmalarının
olanaksız olduğunu, kurulacak komisyonun gayrimeşru ol­
duğunu, TBMM'nin üstünde bir baskı düzeni getireceğini,
bu durumun kendileri dışından kaynaklanan bir ihtilala yol
açacağını söyledi. Ve ünlü cümleleri: "Bu demokratik re­
jim istikametinden ayrılıp baskı rejimi haline götürmek teh­
likeli bir şeydir. Bu yolda devam ederseniz, ben de sizi kur­
taramam... Şartlar tamam olduğu zaman milletler için ihti­
lal meşru bir haktır."
134
Bu konuşmaları yayımlamak yasaktı. Buna rağmen Ulus
ve Demokrat İzmir gazeteleri aynen bastılar, bu ve başka
yollardan ülkenin her yanma dağıldı. CHP boyun eğmek ni­
yetinde değildi. İnönü bunu açıkça Meclis'te söylemişti. Bir
de bunalımdan çıkar yol göstermişti: Demokrasinin gerek­
lerine uyarak dürüst bir seçim yapmak. Ama Menderes "ih­
tilal olabilir" uyarısını, "bunlar ihtilal yapmak istiyor" bi­
çiminde yorumlayarak DP Grubunu daha şiddetli önlemler
almaya ikna etti. 27 Nisan 1960 günü çıkarılan ve Tahkikat
Komisyonu'na olağanüstü yetkiler tanıyan yasa, komisyo­
nu, her türlü yayınlan yasaklamaya, süreli yayımlan ve ev­
lerini kapatmaya, her türlü siyasal etkinlikler konusunda ve
soruşturmanın basımevlerini için önlem ve karar almaya,
bu amaçla hükümetin bütün olanaklanndan yararlanmaya
yetkili kılıyordu. Komisyonun önlem ve kararlanna "her ne
suretle olursa olsun muhalefet edenler" 1-3 yıla kadar ağır
hapis cezasına, gizli olan soruşturma konusunda açıklama
yapanlar 6 ay ile 1 yıl arasında hapis cezasına çarptırılacak­
lardı. Komisyonun çalışmalan ceza usulündeki ilk soruştur­
ma niteliğinde olacaktı. Buna karşı İnönü şöyle diyordu:
"Biz tedbiri aldık. Bu tedbiri yürüteceğiz diyorsunuz...
Gaynmeşru baskı rejimine girmiş olan idarelerin hepsi
böyle demiştir... Bu terbire teşebbüs eden baskı tertipçileri
zannediyorlar ki: Türk milletinin Kore milleti kadar haysi­
yeti yoktur." (Kore diktatörü Rhee, öğrenci ve halk gösteri­
leri karşısında, 21 Nisan 1960'ta istifa etmek zorunda kal­
mıştı.) Bu konuşma karşısında Meclis, İnönü'ye 12 oturum
Meclis'e katılmama cezası verdi.
Ertesi gün (28 nisan) İstanbul Üniversitesi öğrencileri bü­
yük bir gösteri yaptılar. Polis çaresiz kaldı, ordu birlikleri
çağnldı. Bir öğrenci öldü. 40 kişi yaralandı. Rektör Sıddık
135
Sami Onar tartaklandı. Hükümet sıkıyönetim ilan etti, üni­
versite tatil edildi. Yayın yasağı getirildiği için olaylar ku­
laktan kulağa abartılarak aktarıldı. Ertesi gün Ankara'da Si­
yasal Bilgiler ve hukuk öğrencileri gösterilere başladılar.
Polis başa çıkamayınca ordu birlikleri geliyordu. İktidar
sertleştikçe sertleşiyordu. Menderes radyoda konuşmalar
yapıyor, Ege'ye gidip İzmir'de kendisini karşılayan kalaba­
lıklar karşısında maneviyat yükseltiyordu. Bayar, Prof. Dr.
Ali Fuat Başgil'in 30 nisanda yaptığı hükümetin istifa et­
mesi tavsiyesine "Hayır, tenkit zamam geçti. Şimdi tenkil
(örnek ceza, ortadan kaldırma) zamanıdır" diyordu. Oysa
ordudan işaretler geliyordu. Emekli olmak üzere izne ayrı­
lan Kara Kuvvetleri Kumandanı Cemal Gürsel, Milli Sa­
vunma Bakanı Ethem Menderes'e yazdığı mektupta Cum­
hurbaşkanı ve hükümetin değişmesi gerektiğini söylüyor­
du. 21 mayıs günü Harbokulu öğrencileri Atatürk Bulvarın­
da yürüyüş yaptılar. Düşünülen tek çare, hHarbokulu'nu en
kısa zamanda tatile göndermek oldu. DYP Genel İdare Kurulu'nun ve DP Meclis Grubu'nun Menderes'i tuttuğu yol­
dan geri çevirmek için yaptıkları girişimler de onu etkile­
medi. Böylece 27 Mayıs 1960 darbesine gelindi. Milli Bir­
lik Komitesi adında çoğu genç subaylardan oluşan bir cun­
ta yaptı darbeyi.
Milli Birlik Komitesi ve Bazı Değerlendirmeler: Milli
Birlik Komitesi'nin (MBK) 38 üyesi vardı. Hükümet üye­
leri, DP'li mebuslar ve birçok DP'liler tutuklandılar. Yassıada'da muhakeme edildiler. Hafif ve ağır birçok cezalar ve­
rildi. Üç kişinin idam cezası MBK tarafından onaylandı:
Menderes, eski Maliye Bakanı Hasan Polatkan, eski Dışiş­
leri Bakam Fatin Rüştü Zorlu.
MBK, başkanlığına orduda sevilen ve sayılan Cemal
136
Gürsel'i getirdi. MBK bir an önce demokratik bir anayasa
yapıp seçimlere gitmek istiyordu. Oysa MBK içinde, başın­
da Alpaslan Türkeş'in bulunduğu 14 kişilik bir grup temel
bazı reformları yapmadan iktidarı bırakmak yanlısı değil­
di. 13 Kasım 1960'ta yapılan darbeyle 14'ler Komite 'den çı­
karılıp yurtdışı görevlerine gönderildiler. 6 Ocak 1961'de
kurucu Meclis çalışmalarına başladı. Kurucu Meclis MBK
ve Temsilciler Meclisi'nden oluşuyordu. Temsilciler Mec­
lisi DP dışındaki partiler ve meslek ya da benzeri sivil ku­
ruluşların temsilcilerinden oluşuyordu. Kurucu Meclis'in
yaptığı anayasa 9 Temmuz 1961 'de halk oylamasına sunul­
du ve yüzde 60.4 olumlu oyla kabul edildi. Ekimde nisbi
temsil usulüyle seçimler yapıldı. CHP 1. parti olduysa da
TBMM'de çoğunluğu olmadığı için, 1965 başına kadar İnö­
nü başkanlığında karma (koalisyon) hükümetler kuruldu.
Burada DP'nin bir değerlendirmesini yapmak gerekir.
DP'nin güçlü ve başarılı olduğu yön, yukarıda da belirtil­
mişti, iktisadi kalkınmada büyük bir canlılık ve heyecan yaratabilmesiydi. Bu yönden kusuru, kalkınmayı plansız yap­
ması ve maliyeyi iflasa sürüklemesiydi. 27 Mayıs darbesi­
ne yol açan etkenleden biri de herhalde buydu. DP'nin öbür
olumsuzluklarından kimilerine yeri geldikçe, işaret edildi:
1) çoğulculuğu, yani azınlığın, muhalefetin haklarını kabul
etmeyen ilkel (ya da yetkeci) bir demokrasi anlayışı, baskı­
cılık; 2) Halkevleri ve Köy Enstitülerinin kapatılmasında
göze çarpan bir kültürü yıkıcılığı; 3) İnönü'nün canına kas­
tetmek, 6/7 eylül olaylarım düzenlemek gibi olaylarda so­
mutlaşan hukuk dışı bir anlayış; 4) Muhalefetle ilişkileri he­
men daima bir kavga havasında yürütmek; 5) Amerikalılar­
la yapılan çok sayıda -kimisi hatta sözlü olan- ikili anlaşma
ABD'ye çok geniş bir hareket alanı sağlamış, böylece DP
137
iktidarının bağımsızlık konusunda hiç de titiz olmadığını
ortaya koymuştur; 6) Din konusunda CHP ödün vermeğe
başlamıştı ama DP bunu daha ileri götürmüş, özellikle
Menderes dincilerin umudu haline gelmişti.
Dördüncü noktayla ilgili olarak DPİiler esas kavgacının
İnönü olduğunu söylerler. İnönü'nün kavgadan kaçmadığı
kesindir ama iktidarda olmak bakımından daha yumuşak
ilişikler sürdürmenin sorumluluğu herhalde öncelikle DP
önderlerine aitti. Nitekim, CHP-DP ne denli kavgalaşsalar,
1946-50 döneminde İnönü havayı yumuşatmak için 12
Temmuz Beyannamesi'nde de somutlaşan çabalar göster­
miştir. Menderes ya da Bayarin bu tür çabalan pek nadir
ve yüzeysel olmuştur. Yurttaşlık oydaşmasım dahi tehlike­
ye düşüren bir kutuplaşmanın mahallelerde, köylerde, kah­
ve, cami ayırmak gibi derecelere vardığı bilinir.
Öte yandan DP'nin olumlu bir yönü, mahalle ve köy dü­
zeyinde küçük insanlan ocak ve bucak örgütleri aracılığı ile
siyasete sokması oldu. Bunun halkın demokratik eğitimi
bakımından yararlı olduğu söylenebilir. CHP ve öbür parti­
lerin de bu örnekten olumlu etkilendikleri tahmin edilebilir.
Ne var ki DP tabanındaki bu siyasal bilinçlenme, parti içi
demokrasiyi sağlamak derecesine ulaşamıyordu.
CHP'de ise parti-içi demokrasinin ilginç bir gelişmesine
tanık oluyoruz. Başından itibaren iktidarda bulunan bir par­
ti olarak, CHP'nin pek çok üyeleri, muhalefet durumuna
düşülünce, ortaran kaybolmuşlardı. Örgüt adeta dağılmıştı.
Bu ortamda Haziran 1950'de yapılan VIII. Kurultayda İnö­
nü yeniden genel başkan seçilmişti ama onun gösterdiği
aday (Nihat Erim) genel sekreter seçilememişti. Seçilen,
cana yakın, gülümseyen, rastladığı herkesin elini sıkan Ka­
sım Gülek oldu. Bürokratik geleneklere bağlı olan İnönü
138
ondan pek hoşlanmıyordu. Ama delegeler onu seçmişti ve
o da partiyi canlandırmak için olağanüstü çabalar harcaya­
caktı. 1959'a değin Gülek Genel Sekreter kaldı ve kurultay­
lar Genel Başkan ve merkez organlarına fazla yeki verme­
ğe yanaşmadılar. 1959'da CHP'nin güçlendiği bir zamanda
İnönü partinin dizginlerini yeniden ele geçirdi. Gülek bir
daha genel sekreter olamadı.
139
XXX. 1960 Sonrası
27 Mayıs hareketi darbedir, ama aynı zamanda devrimdir.
Türkiye'de Atatürk ve İnönü'nün kurmuş oldukları demok­
rasi temellerim genişletip pekiştirmiştir. Sosyal devlet anla­
yışını, toplu sözleşme ve grev hakkını, çoğulcu anlayışı,
Anayasa Mahkemesi, Yüksek Hâkimler Kurulu, Devlet
Planlama Teşkilatı, Türkiye Radyo Televizyon Kurumu,
Cumhuriyet Senatosu gibi kurumlan getirdi. (Türkiye Bi­
limsel ve Teknik Araştırma Kurumu, İhracatı Geliştirme
Etüt Merkezi, Milli Prodüktivite Merkezi de bu dönemin
ürünü sayılabilir.) Anayasa Mahkemesi yasama organında,
çoğunluğun keyfine göre uluorta yapılmış yasalara, yapıl­
sa bile uygulanmasına büyük bir engel getirmiştir. Yüksek
Hâkimler Kurulu yargının bağımsızlığını güvenceye bağla­
mışta-. Özerk TRT, radyo ve televizyonun iktidann boraza­
nı olarak kullanılmasına son vermiştir. Devlet Planlama
Teşkilatı keyfi yatınmlan önleyemese de frenleyebilecek
bir kurumdu. Zaman içinde cumhuriyet senatosunun yasa­
ma işlevini çok yavaşlattığı, üçte bir senato yemleme seçim­
lerinin ülkeyi sürekli seçim havasında tuttuğu için belki o
denli iyi bir buluş olmadığı kanısı yayılmıştır. Anyasaya
girmediyse de belki de çoğulculuğun simgesi sayılabilecek
nisbi temsil usulünü de 27 Mayıs getirmiştir ve o dönem­
lerden bugüne, hep yürürlükte kalmıştır. Karşıdevrimci 12
140
Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbeleri 27 Mayisin getirdi­
ği kurum ve anlayışları kısıtlamışlar, sulandırmışlar, fakat
ortaran kaldıramamışlardır. (Cumhuriyet Senatosu dışında,
fakat o kurum konusunda yaygın denilebilecek bir olumsuz
izlenim vardı.)
Çok-partili dizgeyi 1945'te bu ülkeye kesin olarak getir­
mek -şerefi İnönü'ye ve dolayısıyla CHP'ye aittir. Çağdaş
demokrasiye yönelişi getirme şerefi MBK'ye (dolayısıyla
orduya) ve İnönü ile CHP'ye aittir. İnönü ve CHP'ye de bir
şeref payı düşüyor, çünkü bu yöndeki düşünsel birikimi
1950-60 arasındaki mücadeleleriyle ve daha somut olarak
İlk Hedefler Beyannamesi'yle sağladılar. Zaten Temsilciler
Meclisi'ndeki çoğunluk CHP'li ya da CHP görüşlüydü.
İnönü'nün demokrasiye unutulmaz bir başka hizmeti, baş­
bakanlığı döneminde, Talat Aydemirin iki askeri darbe gi­
rişimini bastırmasaydı (22 Şubat 1962 ve 21 Mayıs 1963).
Talat Aydemir MBK'ye girememiş ve ortaya çıkan düzenin
yeterince "devrimci" olmadığına inanan bir subaydı.
Türkiye'nin 27 Mayıs'la çağdaş, çoğulcu bir demokrasi
olmaya yönelmesinin önemli sonuçlarından biri, CHP'nin
solundaki hareketlerce nefes alma olanağının yavaş yavaş
elde edilmesiydi. 1961'de 12 sendikacı Türkiye İşçi Partisi'ni (TİP) kurdular. 1962 'de bu partinin başına Mehmet Ali
Aybar geldi. 1964'te yapılan TİP programı henüz sosyalizm
sözcüğünü kullanamıyor, "emekten yana planlı devletçi­
lik" diyebiliyordu. Daha soma TİP sosyalist olduğunu açık­
layacaktır. 1964'te uzun yıllardır ilk kez Nâzım Hikmet'in
bir şiiri (tabii "sakıncasız" bir şiiri) Doğan Avcıoğlu'nun
Yön dergisinde yayımlanabildi. CHP 1965 seçimleri arife­
sinde, TİP'e oy kaptırmak korkusuyla kendini "ortanın so­
lunda" ilan etti. Daha soma, bu "sosyal demokrasi" ve/ya
da "demokratik sol" olarak somutlaşacaktı.
141
Çoğulculuk İslamcı sağın da zamanla ortaya çıkıp siyasal
partisini kurmasına olanak verdi. Şeriatı yani ortaçağı açık
ya da gizli savunduğu oranda, bu gelişmenin demokrasi ba­
kımından hangi bakımlardan ve ne ölçüde bir kazanç sayı­
labileceği tartışılabilir.
27 Mayıs ertesinde DP mahkeme kararıyla kapatıldı.
DP'nin oylarına sahip çıkmak üzere 2 parti ortaya çıktı:
Adalet Partisi (AP) ve Yeni Türkiye Partisi. Bu yüzden
1961 seçimlerinde DP'li seçmenin oylan bölündü. Daha
sonra bu oylar genel başkam Süleyman Demirel olan AP'de
toplandı. 1965 ve 1969 seçimlerini AP kazandı. AP bazı ba­
kımlardan DP'nin devamı gibiydi, bazı bakımlardan değil­
di. CHP ve genel olarak solla kutuplaşma tutumuyla AP,
DP'yi aynen sürdürmüştür -ta 12 Eylül 1980'e değin. Bun­
da MBK'nin en büyükü hatasının -Menderes Zorlu, Polatkan'm idamlarının- payı vardır. İdam hem çağdışı olmuş ya
da olmak üzere bir cezaydı, hem de büyük acıma ve nefret
duygulan uyandırmıştır. Başka siyasal idamlara da yol aç­
mıştır- Talat Aydemir ve arkadaşı Fethi Gürcan, Deniz Gez­
miş ve arkadaşlan Hüseyin İnan, Yusuf Aslan ve 12 Eylül'ün çok sayıda idamı. Tabii bütün bu insanlann çok bü­
yük bir zulme uğramış olmalan, onlann işlemiş olduklan
ağır hata ya da suçlan da bize unutturmamalıdır. AP 1961
Anayasası'na da hep cephe aldı. Çağdaş demokrasiyi getir­
meye yönelen bu anayasa aleyhindeki kampanya, karşıdevrimci 12 Mart ve 12 Eylül askeri darbelerine de malzeme
oldu.
1968 yılında önce Fransa'da, sonra öbür Avrupa ülkele­
rinde ve ABD'de üniversite gençliği kurulu düzen aleyhin­
de ayaklandı. Bu hareket Türkiye'ye de geldi. Fakat öbür
ülkelerde görece kısa sürede gelip geçtiyse de Türkiye'de
142
yerleşti ve gittikçe sola kaydı. AP iktidarı bu harekete kar­
şı hukuk yolundan mücadele etmek yerine, "komando" ya
da "ülkücü" denen sağcı gençlerle mücadele yolunu yeğler
göründü. Bu sıralar sol, seçimlerden kötü sonuçlar almak­
taydı. 1965 seçimlerinde milli bakiye usulü sayesinde TİP
15 milletvekili çıkarmıştı ama oyların yalnızca yüzde 3 'ünü
alabilmişti. CHP ise ortanın solu şiarı ile 1961 seçimlerin­
de yüzde 37 oranından yüzde 29'a düşmüştü. 1969 seçim­
lerinde TİP yüzde 2.6'ya, CHP %27'ye düştü. 27 Mayıs'tan
sonra birçok sol aydınlarda yeni, ilerici bir Türkiye'nin
doğmakta olduğu umudu uyanmıştı. Seçimler bu umutlan
kınnca, bazı sol aydınlar parlamenter süreçten ümit kesme­
ğe başladılar. Parlamentoculuk "cici demokrasi", "Filipin
demokrasisi" diye alınmaya, "parlamento dışı muhalefef'ten söz edilmeye başlandı. Kimileri de sosyalizmi ge­
tirmek için askeri darbeden medet ummağa başladılar. Do­
ğan Avcıoğlu ve Milli Demokratik Devrim hareketinin ba­
şında bulunan Mihri Belli, değişik biçimlerde de olsa bu
görüşteydiler.
Bu sırada AP'nin de başı dertteydi. 1969 seçimlerinde oylann yüzde 47'sini almıştı ama iktisadi durum tıkanma nok­
tasına gelmişti. 9 Ağustos 1970 tarihinde 1958'den sonraki
ilk devalüsyon yapıldı ve dolann karşılığı 9 TL yerine 15
TL oldu. Aynca Demirel ve AP'nin sanayi burjuvazisini tanm burjuvasisine yeğlediği ortaya çıktığı için, AP bir par­
çalanma yaşadı. 40 kadar milletvekili AP'den koparak, Ferruh Bozbeyli'nin başkanlığında Demokratik Parti'yi kurdu­
lar (18 Aralık 1970).
1970'de olaylar tırmanışa geçti 15-16 haziranda DİSK'e
yönelik bir yasa tasansmı protesto eden işçiler, İstanbul'da
yaptıklan gösterilerle her şeyi durdurdular. Öğrenci olayla143
rı da "kent gerillası" tipine doğru kayıyordu. Banka soy­
gunları ve Amerikalılara yönelik eylemler yapılıyordu. Üni­
versitelerde de büyük olaylar çıkıyordu. Deniz Gezmiş'in
Türk Halk Kurtuluşu Ordusu 3 Mart 1971'de 4 ABD'li su­
bayı kaçırdı. Güvenlik güçleri ODTÜ'de kaçırılan subayla­
rı aramaya kalkışınca üniversite savaş alanına döndü. İşte
bu ortamda Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları
ve 12 Mart Muhtırası'nı verdiler. Muhtıra durumdan hükü­
meti ve Meclis'i sorumlu tutuyordu, çünkü Atatürk'ün ve
anayasanın öngördüğü reformlar yapılmamıştı. Bunu yapa­
cak partilerüstü "kuvvetli ve inandırıcı" bir hükümet isteni­
yordu. Durum karşısında Demirel istifa etti.
Görüldüğü gibi, darbe sol bir söylemle yapılıyordu. Fakat
söylendiğine göre aslında ordu içinde sol bir darbe hazırla­
nırken, yapılacak darbeyi önlemek üzere emir ve komuta
zinciri içinde (yani resmi aşama sırası hiyerarşi içinde) 12
Mart darbesi yapılmıştı. Nitekim darbenin hemen ardımdan
5 general, 1 amiral, 35 albay (9 Martçılar) görevden alın­
mışlardır. "Partilerüstü" hükümeti CHP'den istifa eden Ni­
hat Erim kurdu. Bakanlardan 11 tanesi "beyin takımı" idi
ve bunlar "reformları" yapabileceklerdi. Bir yandan "re­
form" yapılacak, bir yandan Erim'in "lüks" bulduğu ana­
yasada özgürlükler kırpılacaktı. Çünkü hükümet, AP'lilerin çoğunlukta olduğu bir Meclis'e hesap vermek, yasaları
da bu Meclis'ten geçirmek durumundaydı. Görülüyor ki,
Erim'in sağ ve sol arasında bir denge oyunu oynaması ge­
rekiyordu. Kısa sürede denge sağdan sola bozuldu. Nisan­
da "şehir gerillası" yani maceracı sol gençlik örgütlerinin
şiddet eylemleri gereken gerekçeyi sağladı. Sıkıyönetim
ilan edildi. Kaçırılan İsrail Başkonsolosu'nu aramak için İs­
tanbul'da sokağa çıkma yasağı kondu ve tek tek bütün evler
144
arandı. Sol aydınlar, işçi ve öğrenciler kitle halinde tutukla­
nıp yargılandılar. 11 '1er aralık başına değin "reform" ger­
çekleştirilecek diye hükümette oyalandılar. Fakat
TBMM'ye AP, ülkeye ordunun sağ kesimi (Sunay-TağmaçFaik Türün "cuntasından" söz ediliyordu) egemen oldukça
bunun hayal olduğu anlaşılıyordu. 11 '1er istifa ettiler. Erim
yeni bir hükümet kurdu. Gündemde yalnızca solu bastır­
mak ve anayasayı kırpmak kaldı. Daha sonra, bir işkence
merkezi olarak "Ziverbey Köşkü"nün adı duyulacaktı. Ya­
pılan anayasa değişiklikleriyle temel haklara, özgürlüklere
sınırlamalar kondu (TRT'nin özerkliği kaldırıldı), kanun
hükmünde kararname ve Devlet Güvenlik Mahkemeleri gi­
bi kurumlar getirildi. Türkiye İşçi Partisi ve Milli Nazım
Partisi kapatıldı.
Bu sırada CHP'de ilginç gelişmeler oluyordu. İnönü orta­
nın solu siyasetini açıkladıktan sonraki seçimlerede
CHP'nin oyu, 1965 ve 1969'da, çoğalan bir düşüşe uğra­
mıştı. Bu düşüşü ortamın solu ilkesine bağlayanlar, yoğun
eleştirilerde bulunuyorlardı. Bülent Ecevit ise ortanın solu
siyasetini ısrarla savunuyordu, bu adı taşıyan bir de kitap
yazmıştı. 1966 kurultayında ortanın solu siyaseti baskın
geldi. Ecevit genel sekreter seçildi. Fakat Turhan Feyzioğlu'nun başını çektiği sağ kanat buna karşı sert bir mücade­
leye girişti. 1967'de yapılan IV Olağanüstü Kurultayda Feyzioğlu kanadı yenilgiye uğradı. CHP'li 48 TBMM üyesi
partiden ayrılıp' Güven Partisini kurdular. Ardından,
CHP'de kalan sağ kanat Kemal Satır'm önderliğinde müca­
deleye girdi. 12 Mart darbesi olunca İnönü bunu önce so­
ğuk karşılamıştı. Fakat başbakanlık görevi Nihat Erim'e ve­
rilince, İnönü bu hükümeti desteklemeye karar verdi. Bu
noktada Ecevit'le İnönü'nün yolları ayrılıyordu. Ecevit'e
145
göre darbe aslında Demirel'e karşı değil, artık iktidara yak­
laşmakta olan ortanın soluna karşı yapılmıştı. Darbe hükü­
metinin desteklenmesi kabul edilemezdi. Bu yüzden genel
sekreterlikten istifa ediyordu. İnönü sağda kalmıştı. Artık
Kemal Satır'la işbirliği yapıyordu. Fakat tabanı Ecevit'i
destekliyordu. 5 Mayıs 1972'de yapılan V Olağanüstü Ku­
rultayda Ecevitçi Parti Meclisine güvenoyu sorununda
açıkça "ya ben ya o" ortaya çıktı. Parti Ecevit'i tercih etti
ve İnönü ertesi günü 33 yıldır yaptığı genel başkanlıktan is­
tifa etti. 14 mayısta Ecevit CFTP Genel Başkanı seçildi. Ke­
mal Satır yandaşlanyla birlikte partiden ayrıldı ve bir parti
kurma denemesinden sonra Güven Partisine katıldı.
1973'de Sunay'm cumhurbaşkanlığı bitiyordu. Ordu artık
Genelkurbay Başkanlığı'na gelmiş bulunan Faruk Gürler'i
seçtirmek istiyordu. Bu amaçla Gürler Genelkurmay'dan is­
tifa etti, Sunay da onu kontenjan senatörü yaptı. Ne var ki
Ecevit ve Demirel işbirliği yaparak onu değil de, Emekli
Koramiral Fahri Korutürk'ü seçtirdiler. Aynı yıl seçimler
yapıldı (14.10.1973). Bu, 12 Mart ara düzeninin sonunu
işaretliyordu. Seçimde CHP yüzde 33.33 ile 1 parti, AP
yüzde 29.8 ile 2. parti oldular. Bu seçime Milli Nizam Par­
tisi yerine kurulan Milli Selâmet Partisi katılmış ve 48 mil­
letvekili seçtirmişti. Herkesi şaşırtan bir davranışla, en Ata­
türkçü bilinen parti CHP, en sağdaki ve İslamcı bilinen
MSP ile karma hükümet kurdu (25 Ocak 1974). Ecevit hü­
kümeti, Erim hükümetinin ABD'nin isteği üzerine getirmiş
olduğu haşhaş ekimi yasağını kaldırdı. 12 Mart düzeninde
hüküm giymiş kişiler için af yasası çıkartıldı. Temmuzda
Kıbrıs'ta faşist EOKA örgütü Cumhurbaşkanı Makarios'a
darbe yapıp iktidara geldi. Zaten kötü olan Kıbrıs Türkleri­
nin durumu daha da kötüleşecekti. Türkiye, Yunanistan,
146
ABD, İngiltere ile temaslarından bir çare bulamayınca, ant­
laşma ile öngörülen müdahale hakkını kullandı. 20 Tem­
muz 1974 günü gerçekleştirilen bir çıkarma ile Türk ordu­
su 1. Barış Harekâtı'nı başlattı ve Girne'de bir köprübaşı el­
de etti. Yapılan ateşkesten sonra Cenevre'de toplanan TürkYunan-İngiliz konferansı bekleneni vermeyince, Türk or­
dusu 14 ağustosta 2. Barış Harekâtı'nı yaparak bugün
KKTC'yi oluşturan bölgeyi denetim altına aldı. 13 Şubat
1975'te Kıbrıs Türk Federe Devleti, Rum Yönetimi ile gö­
rüşmeler sonuçsuz kalınca 15 Kasım 1983'te bağımsız
KKTC kuruldu. Türkiye'nin dış dünyaya yüklü borçlan ol­
duğu için dış siyasette ağırlığını koyamamaktadır. Dolayı­
sıyla bütün dünya, örneğin SSCB, Çekoslovakya ve Yugos­
lavya'nın bölünmesini kabul ederken, KKTC'yi yalnızca
Türkiye tanımıştır.
Kıbrıs'la ilgili gelişmeler 2 önemli tepkiye yol açtı. Er­
menilerin ASALA örgütü 1975'te Türk hariciyecilerine
karşı, çoğu faili meçhul kalan bir suikast kampanyası baş­
lattı. Son olarak 1983'te ASALA tarafından Paris'teki Orly
Havaalanı 'nda THY yolculan arasında bomba patlatıldı.
Bazı Fransızlar dahil, 8 kişi öldü. Bu sefer suçlular yaka­
landığı gibi, ASALA'nm bu etkinliği aniden durdu. İkinci
tepki, ABD'nin 26 Eylül 1978'e değin süren bir silah am­
bargosu koymasıdır.
MSP'ye daha fazla dayanamadığı için ve erken seçime
gitme umuduyla, Ecevit Eylül 1974'te istifa etti. Fakat se­
çime gitmek şartıyla yeni bir hükümet ortağı bulamadı. Demirel ise kendisine şiddetle karşı olan Demokratik Parti'nin
desteğini alamadığı için sağ bir koalisyon kuramıyordu. Bu
yüzden 213 gün süren bir hükümet bunalımı yaşandı. Ara­
da hükümet eden, ancak 17 güvenoyu olabilmiş olan parti147
lerüstü Sadi Irmak Kabinesi olmuştu. Sonunda Demirel bir
kutuplaşma siyaseti güderek ve Demokratik Parti'den ayrı­
lan 9 milletvekilinin desteğini alarak karma bir hükümet
kurmayı başardı. Kutuplaşma, karma hükümetin adından
Milliyetçi Cephe (MC) hükümeti ve 3 milletvekili olan
MHP'ye 2 bakanlık verilmesinden belli oluyordu. Milliyet­
çi Cephe adı Vatan Cephesi'ni çağrıştırıyor ve cepheye ka­
tılmayanları şüphe altına sokmak amacını sezdiriyordu. Ni­
tekim 12 Mart döneminden sonra üniversite ve çevresinde
sol ve sağ gençlik arasında şiddet olayları yeniden başla­
mıştı. Birçok fakülteye sağ ya da sol silahlı zorbalar ege­
men olup karşı düşüncede olanları buralara sokmuyorlardı.
Zaman zaman kanlı olaylar çıkıyor, kimi gençler çok kez
faili meçhul kalan cinayetlere kurban oluyorlardı. Çok kez
üniversite sorumluları, polis ve adliye olaylara seyirci kalı­
yor, Başbakan Demirel "Yollar yürümekle aşınmaz" gibi­
sinden duyarsız tavırlar alıyordu. Bir de Ecevit'e yönelik
şiddet hareketleri ya da girişimleri vardı: Gerede Mitingi
(1975) ve 1977 seçimlerinden önce Çiğli Havaalanı ve Tak­
sim Mitingi olayları. 1977'de DİSK'in İstanbul'daki 1 Ma­
yıs mitinginde kalabalığın üzerine "faili meçhul" bir ateş
açılınca, çıkan panikte 34 kişi ezilerek öldü.
1977 seçimlerinde CHP yeniden ve daha da yüksek bir oy
oranıyla (yüzde 41.4) birinci parti oldu. Fakat bu oran tek
başına hükümet olmaya yetmiyordu. Nitekim CHP azınlık
hükümeti güvenoyu alamayınca, Demirel II. MC'yi kurdu.
Bu, ancak 5 ay sürebildi. Ardından, AP'den "transfer" edi­
len ve her birine birer bakanlık verilen 11 milletvekili saye­
sinde Ecevit hükümeti kurabildi. Ocak 1978'den Ekim
1979'a değin süren hükümet büyük sorunlarla karşılaştı.
1973 Ekimi'nde patlak veren petrol bunalımı dünyada akar148
yakıt fiyatlarında önemli yükselmelere yol açmıştı. Fakat
art arda gelen hükümetler, seçmen tepkisinden korkarak, bu
fiyatları tüketiciye yansıtmamaya özen gösterdiler. Bu
uğurda pahalı bir dış borçlanma biçimi olan "dövize çevri­
lebilir mevduat" (DÇM) yoluna başvuruldu. Sonuç olarak
Ecevit döneminde büyük mal darlıkları ve sıkıntılar yaşan­
dı. Yemek yağı ya da tüpgaz bile bulmak .bir sorun oldu.
Öte yandan şiddet olayları da tırmandı. 22 Aralık 1978'de
Kahramanmaraş'ta patlak veren şiddet olayları, güvenlik
güçlerinin nedense önlemedikleri ya da önleyemedikleri bir
iç savaş halini aldı. 109 kişi öldü, 500 ev ve işyeri tahrip
edildi. Buna sağ-sol kavgası dendi ama gerçekte Sünni-Ale­
vi kavgasıydı. Uzunca bir süredir laikliğe gereken özenin
gösterilmemesinin bir sonucuydu. Ayrıca tedhiş olayları
gençlik olayları ile sınırlı kalmaktan artık çıkıyordu. Sağda
ya da solda emniyet müdürü, sendikacı, savcı, profesör, ga­
zeteci gibi tanınmış bazı kişiler bugüne değin birçoğu faili
meçhul kalmış silahlı saldırıyla öldürülüyorlardı. Bunlar­
dan kimileri aşın düşünceleri olmayan, sağ-sol kavgasında
yer almamış kişilerdi. Çok kez cinayetlerin failleri meçhul
kalıyor ya da Milliyet yazan Abdi İpekçi'nin katillerinde
olduğu gibi, hapiste tutulamıyorlardı. Ekim 1979'da yapı­
lan ara seçimleri CHP kaybedince, Ecevit istifa etti.
Yeni hükümeti Demirel oluşturdu. Bu, AP'nin bir azınlık
hükümetiydi. Öbür sağ partiler dışardan destekledikleri
için, III. MC ya da "Örtülü M C " de dendi. Bu hükümetin
felce uğramış ekonomiyi yeniden işler hale sokabilmek için
bir istikrar programı uygulamaktan başka çaresi yoktu. Ni­
tekim 1971-73 yıllannda Dünya Bankası'nda çalışmış olan
ve o sıra Başbakanlık Müsteşan ve Devlet Planlama Teşki­
latı Müsteşar Vekili olan Turgut Özal, 24 Ocak Kararlan di149
ye tanınan istikrar paketini hazırladı. Türk Lirası dolar kar­
şısında 47 TL'den 70 TL'ye düşürüldü. KİT fiyatları serbest
bırakıldı, ekonomi ihracata yönetildi. İstikrar paketinin bşarılı olabilmesi için işçi ücretlerinin yükselmemesi de gere­
kiyordu ki, çok-partili demokrasi ortamında bunu yapmak
zordu. Bu bakımdan 12 Eylül darbesi 24 Ocak Kararla­
rımın uygulanmasını kolaylaştırmıştır. Nitekim 12 Eylül'ün
işbaşına getirdiği Bülent Ulusu hükümetinde ekonomiden
sorumlu Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Turgut
Özal oldu.
Fakat şiddet ve tedhiş olayları her zamanki yoğunluğu ile
devam ediyordu. 12 Eylül darbesini yapan Genelkurbay
Başkanı Kenan Evren, günde 20 kadar, 2 yılda 5241 kişinin
tedhişe kurban gittiğinden şikâyet edecekti. Evren'in darbe
gerekçesi olarak andığı bir nokta da, Fahri Korutürk'ün Ni­
san 1980'de görev süresini doldurması üzerine, TBMM'nin
12 Eylüle değin, sayısız seçim yapılmasına rağmen, yerine
bir cumhurbaşkanı seçememesiydi. Bu tam bir rezalete dö­
nüşmüştü. AP ile CHP bir türlü uygun bir cumhurbaşkanı
adayı üzerinde anlaşamıyorlardı. Cumhurbaşkanlığı vekâ­
letini Senato Başkanı AP'li İhsan Sabri Çağlayangil yürüt­
tüğü için, uzlaşmamak AP'nin işine geliyordu. Zaten bu iki
parti uzlaşmamayı şiar edinmişlerdi.
150
XXXI. Son Söz
Bu bölümde bir çeşit bilanço çıkarmak istiyorum. Önce
ülkemizin eksilerini gözden geçirelim.
1) Türkiye, 1950'den beri Atatürk'ün uygulamış olduğu
bütünsel kalkınma modelini bir ölçüde bir yana bırakarak
maddi kalkınma modelini uygulamıştır. Sonuç olarak altya­
pı ve üretim bakımından önemli gelişmeler elde edilmiştir.
Buna karşılık eğitim, kültür ve sağlık bakımından göreli bir
geri kalmışlık içine girilmiştir. Birleşmiş Milletler'in 1994
insan gelişmesi endeksine göre Türkiye 173 ülke içinde 68.
durumdadır. Yüksek insan gelişmesi olan 53 ülke arasında
değil, orta gelişmişlik düzeyindeki 65 ülke arasında yer al­
maktadır. Aynı endekse göre Türklerin okulda geçirdikleri
süre 3.6 yılken bu süre Irak ve Azerbaycan'da 5, İran'da 3.9,
Suriye'de 4.2, Yunanistan ve Bulgaristan'da 7, Rusya'da 9
yıldır. Türkiye bütün komşularından geri durumdadır.
Türklerin okulda geçirdikleri 3.6 yılda gördükleri eğitimin
niteliği de ayrı bir sorundur. Köy okullarının ne durumda
oldukları, okul ve liselerin kitaplık, kültür ve spor tesisle­
rinden genellikle yoksun oldukları ve tıkış tıkış sınıflarda
okudukları bilinen bir husustur. Zorunlu 8 yıllık ilköğretim
okulları hâlâ yaygmlaştınlamamıştır. Maddi kalkınma an­
layışının açtığı gedikleri kapamak için eğitim ve kültürde
çok büyük ve çok kapsamlı bir atılım gerekmektedir. Aynı
151
biçimde sağlık hizmetlerinin de daha yaygın ve daha nite­
likli kılınması gerekmektedir. Neyse ki Türkiye'nin nüfus
artış hızının azaltmaya yüz tutması işi kolaylaştıracaktır.
2) Türkiye'de güçlü bir şeriatçı akımın ortaya çıkmış ol­
ması, "şizofrenik" bir topluma dönüşmemiz olasılığım or­
taya çıkarmıştır. Bu, toplumun oydaşmasmı ve Atatürk dev­
rimi sayesinde elde ettiği kazanımlan tehdit edebilecek gi­
bi görünmektedir. Sonuç olarak bu durum Türkiye'nin ge­
lişmiş ülkeler arasına girme olasılığını zayıflamaktadır.
3) Türkiye, özlediği gelişmişlik durumuna ulaşmak için
siyaset kadrolarının daha düzeyli, daha dürüst, daha sorum­
lu, daha uzlaşmacı olmaları gerekmektedir. Bu kadrolar
böyle davransalardı, yakın tarihimizde yaşadığımız 3 aske­
ri darbeye gerek kalmayacağı ve ülkemizin daha ileri bir
noktada olacağı tahmin edilebilir.
4) Kürt sorununun akılcılık ve uygarlıkla çelişmeyen bir
çözüme ulaşması gerekmektedir.
Şimdi de artılara bakalım.
1) Türkler tarih sahnesine geç çıkmış, " g e n ç " bir halk ol­
malarına rağmen, Türkiye'de büyük ilerlemeler başarmış­
lardır. Bugün Türkiye, birçok eksiklerine karşın hayli sağ­
lam, laikve demokratik bir toplum ve devlet yapısını rayı­
na oturtmuş görünmektedir. Geçmişimize bakılırsa, bunun
büyük bir ilerleme olduğu görülecektir. Laiklik sayesinde
toplum ortaçağın baskılarından önemli ölçüde kurtarılmış­
tır. 1946'dan 1980'e değin, çok kez çoğunluk partisinin dik­
tası olarak anlaşılan çok-partili dizge, gitgide çoğulculuğu
kabullenen bir anlayış ve uygulamaya yer vermiştir. Laikli­
ğin en büyük eseri, kadm-erkek eşitliğini sağlamak için atıl­
mış olan büyük adımlardır. 1926 ve 1934'te hukuk alanın­
da sağlanmış olan kadm-erkek eşitliği, gün geçtikçe toplu152
ma yayılmıştır. Daha aşılacak büyük mesafeler olmakla bir­
likte, aşılmış olan mesafe de çok büyüktür.
2) Laiklik sayesinde ortaçağ baskısının önemli bir ölçüde
kaldırıldığına işaret etmiştim. Bu ve laikliğin tümleci olan
aydınlanma devrimi sayesinde, Türkiye hatırı sayılır bir ay­
dın kesime, kültür, bilim ve sanat kuruluşlarına sahiptir. Bu
sayede ülkemiz uluslararası bir saygınlık elde etme yolun­
dadır. Türkiye'de nitelikli yayınevleri, tiyatro ve sinema,
düzeyli üniversiteler, konservatuar, opera ve bale, ciddi ga­
zete ve dergiler, sanatçı ve bilim adamları, resim ve müzik,
nitelikli radyo ve televizyon yayınlan vardır. 1934'te top­
lam 1530 çeşit kitap basılmışken, 1984'te bu sayı 7224'ü
bulmuştur.
3) Türkiye tanm, sanayi ve bayındırlıkta önemli ilerleme­
ler göstermiştir. Bunun yanı sıra, henüz sermaye ve kültür
bakımından Batı'dakiler ayannda olmasa da, bir kapitalist
sımf oluşturmuş görünmektedir. Bu sınıf uluslararası alana
da çıkmaya başlamıştır. Avrupa ile gümrük birliğine "evet"
demesinin, gücünden mi, güçsüzlüğünden mi kaynaklandı­
ğını zaman gösterecektir.
153
YARARLI O L A B İ L E C E K BAZI KAYNAKLAR
Osmanlı Dönemi ve Öncesi
Adnan Adıvar, Osmanlı Türklerinde İlim.
Feroz Ahmad, İttihat ve Terakki.
Turgut Akpmar, T ü r k Tarihinde İslamiyet.
Sina Aksin, Jön Türkler ve İttihat ve Terakki.
Sina Aksin, 31 M a r t Olayı.
Sina Aksin, "Osmanlı-Türk Toplumundaki Sınıf Yapısı
Üzerine Bir Deneme", Toplum ve Bilim, Yaz 1977, sy. 2
Sina Aksin, (yay. yön). Türkiye Tarihi, C.I-II.
Yahya Akyüz, T ü r k Eğitim Tarihi.
Doğan Avcıoğlu, Türklerin Tarihi, (5 C ) .
Şevket Süreyya Aydemir, Enver Paşa.
Erdoğan Aydın, Nasıl Müslüman Olduk?
Celal Bayar, Ben de Yazdım, (8 C.)
Yusuf Hikmet Bayur, T ü r k İnkılabı Tarihi, (3 C ) .
Niyazi Berkes, Türkiye'de Çağdaşlaşma.
Neşet Çağatay, İslam Tarihi.
İsmail Hami Danışmend İzahlı Osmanlı Tarihi Krono­
lojisi, (4.C.).
Roderic H. Davison, Reform in the Ottoman Emprie,
1856-1876.
Ebüzziya Tevfik, Yeni Osmanlılar Tarihi (3 C ) .
Vedat Eldem, Osmanlı İ m p a r a t o r l u ğ u m u n İktisadi
154
Şartları Hakkında Bir Tetkik.
Osman Nuri Ergin, Türkiye Maarif Tarihi, (5 C ) .
Nihat Erim, Devletlerarası H u k u k u ve Siyasi Tarih
Metinleri.
Orhan G. Gökyay, Katip Çelebi.
Şükrü Hanioğlu, Bir Siyasal Düşünür O l a r a k Doktor
Abdullah Cevdet ve Dönemi.
J. C. Hurewitz, Diplomacy in the Near and Middle
East: A Documentary Record, (2 C ) .
İbnülemin Mahmut Kemal İnal, Osmanlı Devrinde Son
Sadrazamlar.
Halil İnalcık, The Ottoman Empire: The Clasical Age
(1300-1600).
Halil İnalcık, Tanzimat ve Bulgar Meselesi.
Halil İnalcık, Osmanlı İ m p a r a t o r l u ğ u : Toplum ve
Ekonomi.
Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, C.V-VIII.
Reşat Kaynar, Mustafa Reşit Paşa ve Tanzimat.
Reşad Ekrem Koçu, Osmanlı Padişahları.
Reşad Ekrem Koçu, Dağ Padişahları.
Bernard Lewis, The Emergence of M o d e r n Turkey
(Modern Türkiye'nin Doğuşu).
Robert Mantran (yay. yön.) Histoire de I'Empire Otto­
m a n (Osmanlı İmparatorluğu Tarihi).
Şerif Mardin, The Genesis of Young Ottoman Thought.
Şerif Mardin, Jön Türklerin Siyasi Fikirleri.
Mehmed Zillioğlu Evliya Çelebi, Evliya Çelebi Seya­
hatnamesi.
Mustafa Ragıp (Esatlı), İttihat ve Terakki.
Mustafa Nuri Paşa, Netayicül Vukuat, (4 C ) .
Helmuth von Moltke, Türkiye Mektupları.
155
Ahmet Mumcu, Osmanlı Devletinde Siyaseten Kati.
Recai G. Okandan, Amme Hukukumuzun Ana Hatları.
İlber Ortaylı, imparatorluğun En Uzun Yüzyılı.
İlber Ortaylı, Tanzimattan Sonra Mahalli İdareler.
Yücel Özkaya, Osmanh İmparatorluğunda Ayanlık. ,
T. Yılmaz Öztuna, Başlangıçtan Zamanımıza K a d a r
Türkiye Tarihi, (12 C ) .
Mehmet Zeki Pakalın, Son Sadrazamlara ve Başvekil­
ler, (5 C.).
Mehmet Zeki Pakalın, Maliye Teşkilatı Tarihi.
Şevket Pamuk, Osmanlı-Türkiye İktisadi Tarihi, 15001914.
Ernest E. Ramsaur Jr., The Young Türks (Jön Türkler).
Necdet Sakaoğlu, Tanzimat'tan Cumhuriyet'e Tarih
Sözlüğü.
Necdet Sakaoğlu, Köse Paşa Hanedanı.
Midhat Sertoğlu, Resimli Osmanh Tarihi Ansiklopedisi.
Stanford J. Shaw ve Ezel K. Shaw, History of the Otto­
m a n Empire and Modern Turkey (Osmanh İ m p a r a t o r ­
luğu ve Modern Türkiye) (2 C ) .
L. S. Stavrianos, The Balkans Since 1453.
Enver Behnan Şapolyo, Mustafa Reşit Paşa ve Tanzi­
m a t Devri Tarihi.
Bilal N. Şimşir, Fransız Belgelerine Göre Mithat Pa• şa'nın Sonu.
Tahsin Paşa, Abdülhamit ve Yıldız Hatıraları.
Server Feridun (Tanilli), Anayasalar ve Siyasal Belgeler.
Server Feridun (Tanilli), Tanzimat I.
Server Feridun (Tanilli), Tanzimat'tan Cumhuriyete
Türkiye Ansiklopedisi.
Zafer Toprak, Türkiye'de "Milli İktisat" 1908-1918.
156
Tank Zafer Tunaya, Türkiye'de Siyasal Partiler, (3 C ) .
Tank Zafer Tunaya, Türkiye'nin Siyasi Gelişmeleri.
Çağatay Uluçay, Harem.
Çağatay Uluçay, Padişahların Kadınları ve Kızları.
Hakkı Tank Us, Meclis-i M e b ' u s a n Zabıt Ceridesi,
î. Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, C. I-IV.
İ. Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti'nin İlmiye Teşki­
latı.
İ. Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti Teşkilatı'ndan
Kapıkulu Ocakları.
İ. Hakkı Uzunçarşılı, Midhat Paşa ve Yıldız Mahkemesi.
Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet Dönemi
H. Edip Adıvar, T ü r k ' ü n Ateşle İmtihanı.
Afetinan, A t a t ü r k Hakkında Hatıralar ve Belgeler.
Samet Ağaoğlu, Siyasi Günlük.
Feroz Ahmad The Turkish Experiment in Democracy
1950-1975 (Demokrasi Sürecinde Türkiye).
F. Ahmad, B. Turgay Ahmad, Türkiye'de Çok Partili Po­
litikanın Açıklamalı Kronolijisi 1945-1971.
Aptülahat Aksin, A t a t ü r k ' ü n Dış Politika İlkeleri ve
Diplomasisi.
Sina Aksin, İstanbul Hükümetleri ve Milli Mücadele,
C. I: Mutlakiyete Dönüş (1918-1919), C. II: Son Meşru­
tiyet (1919-1920).
Sina Aksin, (yay. yön.), Türkiye Tarihi, CIV, V
M.K. Atatürk, A t a t ü r k ' ü n Söylev ve Demeçleri,
M.K. Atatürk, Nutuk.
Falih Pvifkı Atay, A t a t ü r k ' ü n Hatıraları.
Falih Rıfkı Atay, Çankaya.
Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, (4 C ) .
Doğan Avcıoğlu, Türkiye'nin Düzeni.
157
Ergün Aybars, İstiklal Mahkemeleri, (2 C ) .
Şevket S. Aydemir, İkinci Adam, (3 C ) .
Şevket S. Aydemir, Tek Adam, (3 C ) .
Şevket S. Aydemir, Menderes'in Dramı?..
Şevket S. Aydemir, Suyu Arayan Adam.
Y. Hikmet Bayur, Atatürk.
Fahri Belen, T ü r k Kurtuluş Savaşı.
Cemil Bilsel, Lozan, (2 C.)Taml Bora, K. Can, Devlet, Ocak, Dergâh.
Korkut Boratav, Türkiye'de Devletçilik.
Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi.
Çağdaş Düşüncenin Işığında Atatürk.
Haldun Derin, Çankaya Özel Kalemini Anımsarken
(1933-1951).
Selim Deringil, Denge Oyunu.
Cem Eroğul, Demokrat Parti.
Fethi Naci, Türkiye'de R o m a n ve Toplumsal Değişme.
Ali Gevgilili, Yükseliş ve Düşüş.
Fahir Giritlioğlu, T ü r k Siyasi Tarihinde Cumhuriyet
Halk Partisinin Mevkii, (2 C ) .
Mahmut Goloğlu, E r z u r u m Kongresi.
Mahmut Goloğlu, Sivas Kongresi.
Mahmut Goloğlu, Üçüncü Meşrutiyet.
Mahmut Goloğlu, Cumhuriyete Doğru.
Mahmut Goloğlu, Türkiye Cumhuriyeti.
Mahmut Goloğlu, Devrimler ve Tepkileri.
Mahmut Goloğlu, Tek Partili Cumhuriyet.
Mahmut Goloğlu, Milli Şef Dönemi.
Mahmut Goloğlu, Demokrasiye Geçiş
Bozkurt Güvenç, T ü r k Kimliği.
İsmet İnönü, Hatıralar, (2 C ) .
G. Jaeschke, Kurtuluş Savaşı Kronolojisi.
158
K. Karabekir, İstiklâl Harbimiz.
Abdullah Kaygı, T ü r k Düşüncesinde Çağdaşlaşma.
Lord Kinross, Atatürk: Bir Milletin Yeniden Doğuşu.
Utkan Kocatürk, Atatürk ve T ü r k Devrimi Kronolojisi.
Cemil Koçak, Türkiye'de Milli Şef Dönemi (19381945).
Bilsay Kuruç, Mustafa Kemal Döneminde Ekonomi.
Olaylarda T ü r k Dış Politikası, (2 C ) .
Gündüz Ökçün, Türkiye İktisat Kongresi, 1923-İzmir.
Zeki Sarman, Kurtuluş Savaşı Günlüğü, (4 C ) .
Sabahattin Selek, Anadolu İhtilali.
Metin Sever, C. Dizdar, 2. Cumhuriyet Tartışmaları.
Suat Sinanoğlu, T ü r k Hümanizmi.
Hasan Rıza Soyak, Atatürk'ten Hatıralar.
Kurt Steinhaus, Atatürk Devrimi Sosyolojisi.
Bilal Şimşir, Sakarya'dan İzmir'e (1921-1922).
Bülent Tanör, Türkiye'de Yerel Kongre İktidarları
(1918-1920).
İlhan Tekeli- Selim İlkin, Ege'deki Sivü Direnişten Kur­
tuluş Savaşı'na Geçerken Uşak Heyet-i Merkeziyesi ve
İ b r a h i m (Tahtakılıç) Bey.
Taner Timur, T ü r k Devrimi ve Sonrası.
Mete Tuncay, Türkiye Cumhuriyetinde Tek-Parti Yö­
netiminin Kurulması (1923-1931).
Mete Tuncay, Türkiye'de Sol Akımlar.
Ali Türkgeldi, Mondros ve Mudanya Mütarekelerinin
Tarihi.
Hilmi Ziya Ülken, Türkiye'de Çağdaş Düşünce Tarihi.
İkinci
Cildin
Sonu
159
http://genclikcephesi.blogspot.com
Download