KÜLTÜRÜMÜZ VE KiTAP SİVAS KEMAL ÎBN-İ HÜMAM VAKFI YAYINLARI: 4 Osmanpaşa Caddesi Kavukçu İş Hanı Kat: 3 No: 308/Sivas Tel : (0346) 221 41 50 Faks : (0346) 221 36 32 www.sivaskihv.org Bu kitap, Kemal İbn-i Hümam Vakfı tarafından 4-6 Mayıs 2007 tarihleri arasında Sivas’ta düzenlenen Kültürümüz ve Kitap Sempozyumu’nda sunulan tebliğlerden oluşmaktadır. ISBN: 1. Basım Aralık 2007 Kapak Resmi: H. Şerafettin Taşar Dizgi: Baskı: KÜLTÜRÜMÜZ VE KiTAP Sempozyum Tebligleri 4-6 Mayıs 2007 Hazırlayanlar Şaban Tutçu – Osman Kavaklıoğlu SİVAS KEMAL İBN-İ HÜMAM VAKFI KÜLTÜRÜMÜZ VE KİTAP SEMPOZYUMU 4-6 Mayıs 2007 Ticaret ve Sanayi Odası Konferans Salonu, Sivas KOORDİNATÖR Doç. Dr. Alim Yıldız BİLİM KURULU Prof. Dr. Ali Yılmaz Prof. Dr. Hüseyin Akkaya Prof. Dr. İbrahim Emiroğlu Prof. Dr. Mehmet Paçacı Prof. Dr. Talip Özdeş Doç. Dr. Bilal Kemikli Yrd. Doç. Dr. Doğan Kaya Yrd. Doç. Dr. Yunus Ayata YÜRÜTME KURULU Bilal Hazırbulan Siret Karasoy Bilal Tırnakçı Osman Alacahan İbrahim Yasak SEKRETERYA Osman Kavaklıoğlu Şaban Tutçu İÇİNDEKİLER SEMPOZYUM AÇILIŞ KONUŞMASI ..................................... 10 TEMEL KARAMOLLAOĞLU ................................................ 10 EN ÇOK OKUNAN KİTAP, KUR’ÂN ...................................... 14 ALİ AKPINAR .............................................................. 14 HADİS KİTAPLARI VE MUHTEVA TAHLİLLERİ.................... 34 CEMAL AĞIRMAN ......................................................... 34 EL-KİTAB VE FIKIH ........................................................... 52 MURTEZA BEDİR ......................................................... 52 İSLAM İNANCININ TEMEL KLÂSİKLERİ: “AKÂİD RİSÂLELERİ” .................................................................. 60 RAMAZAN ALTINTAŞ ..................................................... 60 I. OTURUM MÜZAKERE ...................................................... 72 GALİP YAVUZ ............................................................. 72 HZ. PEYGAMBERİ’İ ANLAMA VE ANLATMADA KİTAP ......... 74 ÜNAL KILIÇ ............................................................... 74 İSLAM’A DAVET KİTAPLARI ............................................ 100 ALİ AKSU ............................................................... 100 KÜLTÜRÜMÜZDE YAŞAYAN KİTAPLAR: FÜSÛSÜ’L-HİKEM VE MESNEVİ ÖRNEĞİ ......................................................... 114 KADİR ÖZKÖSE......................................................... 114 ÇAĞA VE İNSANA UYGUN DAVET KİTAPLARI NASIL OLMALI? ..................................................................................... 122 ABDULLAH YILDIZ ...................................................... 122 II. OTURUM MÜZAKERE................................................... 140 ENBİYA YILDIRIM ...................................................... 140 HALK İRFANININ İNANÇ BOYUTU: POPÜLER DİNİ KİTAPLAR VE BİR TARTIŞMA ........................................................ 144 BİLAL KEMİKLİ ......................................................... 144 ÖZEL MECLİSLERDE OKUNAN KİTAPLAR -HALK KİTAPLARI..................................................................................... 154 İSMET ÇETİN ........................................................... 154 OSMANLI MEDRESELERİNDE OKUTULAN ESERLER .......... 164 MEFAİL HIZLI ........................................................... 164 TEKKELERDE OKUTULAN KİTAPLAR ................................ 174 HASAN BASRİ ÖCALAN ................................................ 174 III. OTURUM MÜZAKERE ................................................. 186 ALİM YILDIZ ............................................................ 186 1960 SONRASINDA GENÇLİĞİ ETKİLEYEN KİTAPLAR ..... 188 MUSTAFA ÖZEL......................................................... 188 60 SONRASININ ÇOK OKUNAN ROMANLARI: İSLAMİ EDEBİYAT ve İSLAMİ ROMANLAR HAKKINDA BAZI TESPİTLER.................................................................... 196 YUNUS AYATA .......................................................... 196 GELENEĞİN DÜNYASI GELECEĞİN UFUKLARI ARAYIŞI ÇİZGİSİNDE 1960 SONRASI TOPLUMSAL VE KÜLTÜREL HAYATIMIZDA ETKİLİ OLMUŞ BEŞ İSİM ....................... 210 CAFER GARİPER ........................................................ 210 1960-80 ARASI TERCÜME KİTAPLAR VE TERCÜME-İ HALİMİZE ETKİSİ ......................................................... 222 SERDAR ÖZDEMİR ..................................................... 222 IV. OTURUM MÜZAKERE .................................................. 232 TALİP ÖZDEŞ ........................................................... 232 KLASİK TÜRK EDEBİYATINDA NASİHAT KİTAPLARI ....... 236 MAHMUT KAPLAN....................................................... 236 ÇOCUK EDEBİYATININ SOSYOLOJİK BAĞLAMI ............... 252 MUSTAFA ALDI ......................................................... 252 ÇOCUKLARA YÖNELİK DİN EĞİTİMİ VE KÜLTÜRÜ YAYIN VE ARAÇ-GEREÇLERİ ÜRETMEK: SORUNLAR ÜZERİNE BİR PAYLAŞIM .................................................................... 264 ALPASLAN DURMUŞ .................................................... 264 ÇOCUKLUKTAN İLK GENÇLİĞE, MASALDAN BİLİM KURGU’YA KİTAP ........................................................................... 272 YUSUF ÇAĞLAR ......................................................... 272 V. OTURUM MÜZAKERE ................................................... 276 M. DOĞAN KARACOŞKUN ............................................. 276 KİTAP-TOPLUM İLİŞKİSİNE DAİR ONTOLOJİK BİR DEĞERLENDİRME.......................................................... 278 BERAT DEMİRCİ ........................................................ 278 TÜRKİYE’DE KİTAP YAYINCILIĞININ DURUMU ............... 282 MEHMET VARIŞ ......................................................... 282 NİÇİN OKUYORUZ, NASIL OKUMALIYIZ? ........................ 286 İBRAHİM ÜNAL ......................................................... 286 VI. OTURUM MÜZAKERE .................................................. 300 İSMAİL ÇALIŞKAN ...................................................... 300 KÜLTÜRÜMÜZDE CÖNKLERİN ÖNEMİ VE SİVAS KAYNAKLI CÖNKLER ...................................................................... 302 DOĞAN KAYA ........................................................... 302 SİVAS KİTAPLIĞI PROJESİ ............................................. 314 M. SABRİ KOZ ......................................................... 314 SİVAS 1000 TEMEL ESER PROJESİ .................................. 318 KADİR PÜRLÜ ........................................................... 318 SİVAS’TA KİTAP YAYINCILIĞI ....................................... 326 İBRAHİM YASAK ........................................................ 326 VII. OTURUM MÜZAKERE ................................................ 334 MÜJGÂN ÜÇER .......................................................... 334 DEĞERLENDİRME ............................................................ 342 HASAN AKSOY .......................................................... 342 HÜSREV SUBAŞI ....................................................... 346 MEHMET AKKUŞ ........................................................ 350 KATILIMCILAR LİSTESİ .................................................. 353 SEMPOZYUM AÇILIŞ KONUŞMASI Temel Karamollaoğlu Saygıdeğer protokol, değerli bilim adamları, çok önem verdiğimiz böylesi bir etkinliğe katılan muhterem Sivaslılar; Kemal İbn-i Hümam Vakfı’nın düzenlemiş olduğu “Kültürümüz ve Kitap” konulu sempozyuma hoş geldiniz. Toplantımızın ve yapacağımız çalışmaların hayırlara vesile olmasını Cenab-ı Hak’tan niyaz ediyorum. Sözlerime başlarken Kemal İbn-i Hümam Vakfı nasıl kuruldu? Neler yapıyor? konusunda sizleri kısaca bilgilendirmek istiyorum. Vakfımız 1990 yılında kuruldu. Sivas Belediye Başkanlığım döneminde bir vesile ile yurt dışında bulunduğum esnada o yörenin önde gelen alimlerinden birine Sivas Belediye Başkanı olarak takdim edilmiştim. O zat bana “Ooo demek siz Sivaslı Kemaleddin İbn-i Hümam’ın memleketindensiniz” diyerek hürmet göstermişti. Ben o zamana kadar Kemaleddin İbn-i Hümam’ın ismini bile duymamıştım ve kim olduğunu bilmiyordum. Öğrendim ki Kemaleddin İbn-i Hümam özellikle Fıkıh alanında önemli bir ilim adamımız imiş. Bu vesile ile benim durumuma hemşehrilerimin düşmemesi ve hemşehrimiz olan bu zatı tanıtmak ve ismini hayırla yad etmek için zaten kuruluş aşamasında bulunan vakfımıza bu muhterem zatın adını vermeyi uygun gördük. Kuruluşundan bugüne kadar vakfımız, eğitim, kültür ve yardımlaşma alanlarında pek çok faaliyetler yapa gelmiştir. Bu kapsamda, 250 öğrenci kapasiteli “Şems-i Sivasi Yüksek Öğrenim Yurdu”, 150 öğrenci kapasiteli “Yenişehir Etüt-Eğitim Merkezi”, bünyesinde pek çok kültürel ve sportif faaliyetin sürdürüldüğü “Recep Ayan” ve “Selimiye” kültür siteleri inşa edilmiştir. Ayrıca vakfımız “Yavuz Selim Kız Öğrenci Yurdu”nun, “İhramcızade İsmail Hakkı Toprak Huzurevi”nin, “Özürlüler Kültür Sitesi”nin ve “Salih Aşık Erkek Öğrenci Yurdu”nun kuruluşuna Kemal İbn-i Hümam Vakfı Mütevelli Heyeti Başkanı Sempozyum Açılış Konuşması * 11 destek olmuş ve sonraki faaliyetlerine de destek vermeye devam etmiştir. Bu faaliyetlerin beraberinde her yıl yüzlerce öğrenciye burs verilmektedir. Bu yıl 300’ün üzerinde yüksek öğrenim ve lise öğrencisine burs verilmiştir. Ayrıca ihtiyaç sahibi ailelere ayni ve nakdi yardımlarımızı da sürdürmekteyiz. Zaman zaman düzenlediğimiz düğün ve sünnet şölenleri ile de ihtiyaç sahibi ailelere destek olmaya çalışıyoruz. Vakfımız, kültürel faaliyetlerini de kurulduğu günden bugüne sürdürmüştür. Bu çerçevede, geçmiş yıllarda “Kemaleddin İbn-i Hümam’ın Hayatı, İlmi Kişiliği ve Eserleri,” “21.yy’a girerken Dünya ve Türkiye Gündeminde İslam”, “Eğitim ve Verimlilik”, “Şemseddin Sivasi’nin Hayatı, ve İlmi Kişiliği” konulu sempozyumlar düzenlenmiştir. Bu sempozyumlarda sunulan tebliğler kitap haline getirilmiş ve bastırılmıştır. Bugün de “Kültürümüz ve Kitap” konulu sempozyum vesilesi ile bir araya gelmiş bulunuyoruz. Dünya hızla değişiyor. Bu değişim birçok konuda baş döndürücü bir hızla devam etmektedir. Bu değişimde müspet hususların beraberinde menfi hususlar da söz konusudur. Hatta menfi hususların daha fazla olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bu sebepledir ki geçmişle olan bağlarını koruyan, okuyan, düşünen ve bu değişimin menfi hususlarından etkilenmeyen sağlıklı nesiller yetiştirmek mecburiyetindeyiz. Bunu geçekleştirmeyi amaç olarak benimsemiş bulunuyoruz. Okumayan; dünya nereye gidiyor? Dünya üzerinde kendi duruşu nasıl olmalı? Bu ve benzeri hususları düşünmeyen nesillerin, yaşadıkları topluma hiçbir katkıları olamaz. O halde bizler çocuklarımıza, daha küçük yaşlarda iken, okuma – araştırma bilincini aşılamalıyız. Maalesef bu günün gençleri başka şeylerle uğraşmayı kitap okumaya tercih etmektedirler. Bu nedenle gençlerimizde ciddi bir bilgi eksikliği doğmaktadır. Muhakkak ki, İnsanlarının okumaya önem veri- 12 * Temel Karamollaoğlu yor ve okuma alışkanlığına sahip olmaları, o ülkenin geleceğinin şekillenmesinde, bir medeniyetin teşekkülünde fevkalade önemli bir husustur. Ancak, insanımıza ‘oku’ demekle de iş bitmiyor. Hangi kitaplar okunmalı?, Hangi yaşta hangi kitaplar okunmalı?, Hangi kitap diğer bir kitaptan sonra okunmalı?, Gençlerde kitap okumaya duyulan isteksizliğin sebepleri neler?, Gençler kitap okumaya nasıl yönlendirilebilir?, Gelişen teknoloji kullanılarak kitap okuma özendirilebilir mi; nasıl? Geçmişimizde kitap kültürü nasıldı?, Ecdat neleri, nasıl, nerede okurdu?, Gençlere kitap okuma alışkanlığını nasıl kazandırırız?, Bu konuda biz ne yapabiliriz? Oku ama ne oku?, Her şeyin okunması doğru mu?, Bizim bu konuda bir telkinimiz olmalı mı? Kanaatimiz o ki okumalıyız ama ne okuyacağımızı da bilmemiz gerekli. Bu sempozyumun düzenlenmesinin temel sebebi de yaşadığımız bu sorulara cevap aramaktır. Her ne kadar gelişen teknoloji ile bilgiye ulaşmak kolay olsa da kitabın, salt bilgi vermenin ötesinde, insan zihnine yaptığı katkılar ve muhayyilesinde oluşturduğu müspet izler bakımından tartışmasız bir yeri olduğu, kitabın bireye sağladıklarının teknolojinin hazırcı imkanları ile sağlanamayacağı da aşikardır. Kütüphane ve kişi başına düşen kitap sayısına bakıldığında Türkiye’deki kitap okuma oranları ile Batılı Ülkelerin oranları kıyaslanamayacak kadar aleyhimizdedir. Maalesef, okumayan bir toplumuz ve bu nedenle de toplumumuzda her geçen gün şuur kaybı olmaktadır. Batı toplumlarındaki kadar olmasa da gençlerimiz her geçen gün gayri ahlaki bir yaşantının içine doğru sürüklenmekte, kendi milli ve manevi değerlerinden uzaklaşmaktadırlar. Okumayan insanların yer aldığı toplumların istikballerinin parlak olduğunu söylemek mümkün değildir. Bununla beraber Avrupa ve Amerika gibi okuyan toplumlarda da ahlaki çöküntü hızla devam etmekte olup özellikle aile kurumu yok olmaya doğru gitmektedir. Bu Sempozyum Açılış Konuşması * 13 ülkelere baktığımızda görülen, kişi başına düşen kitap ve kütüphane sayısı yüksek olmasına rağmen, manen çöken bir toplum haline gelmiş olmalarıdır. Bu da sorunun çok daha farklı ve önemli bir boyutu olarak önümüze çıkmaktadır. Toplum olarak okumalıyız ama aynı zamanda ne okuyacağımız konusunda seçici de olmalıyız. Globalleşme sürecinde, boy hedefi olarak seçilen İslam toplumu, eskiden olduğu gibi “yok edilmek” yerine bu sefer “dejenere edilmek” istenmektedir. Bu yüzdendir ki bizlerin çok daha dikkatli ve seçici olmamız gerektiği kanaatindeyim. Bu sempozyumla bu sorunun çözümüne katkıda bulunmak, gelecek nesillerimizin daha bilinçli bir şekilde yetişmelerine katkı sağlayabilmek temennisindeyiz. Arkadaşlarımız, bütün bu hususları dikkate alarak, Doç. Dr. Alim YILDIZ Bey’in başkanlığında, bu sempozyumu düzenlemiş bulunuyorlar. Sempozyumun başarılı olmasını dilerken, başta uzak mesafelerden gelerek bizleri şereflendiren ilim adamlarımız olmak üzere, tüm katılımcılara ve dinleyicilere teşekkür ediyor, saygılarımı sunuyorum. EN ÇOK OKUNAN KİTAP, KUR’ÂN Ali Akpınar Yüce Yaratıcı, ilk insanı bizzat kendisi eğitip peygamber kılmış ve ona ilk kitabını indirmiştir. Son peygambere gelen kitabın ilk emri de “Oku” olmuştur. Son kitabın en meşhur adı ise okunan kitap anlamına Kur’ân’dır. Kur’ân, özel olarak kendini okumayı, genel olarak bilgilenme adına okumayı emreden ifadelerle doludur. İslam’ın en temel ibadeti namazın rükünlerinden biri de okuma/kıraattir. İndiği gibi değişmeden günümüze kadar gelen Kur’ân’ın tespiti, öncelikle okuma ile olmuştur. Zira Kur’ân’ın indiği Mekke toplumu, okuma yazma oranının çok düşük olduğu ümmî bir toplumdur. Kur’ân’ın tespitinde önemli olan ikinci yol ise onun yazılmasıdır. Ancak onun yazı ile tespiti, daha çok sonraki kuşaklar içindir. Çünkü ümmî bir toplumda, sınırlı sayıda yazı bilenler ve kısıtlı yazı malzemeleri ile gerçekleşen yazım da sınırlı olmuştur. Nitekim Kur’ân’ın kitaplaştırıldığı/Mushaf haline getirildiği Hz. Ebubekir döneminde sahabî sayısı yüz binden fazladır ve sınırlı sayıdaki kişisel Mushaflar dışında elde tek bir Mushaf vardır. Hz. Osman döneminde, belli merkezlere gönderilmek için çoğaltılan Mushafların sayısı ise beş veya yedi adettir. Mekke, Medine, Kufe, Basra, Şam, Yemen, Bahreyn 1 gibi büyük yerleşim merkezleri için tek bir Mushaf, herkesin okumak için başvuracağı bir kaynak olmaktan çok, ihtilaf söz konusu olduğunda/ihtiyaç duyulduğunda başvurulacak bir kaynak mesabesindeydi. Bütün bunlar bize Kur’ân’ın ilk dönemden itibaren öncelikle okunan bir kitap olduğunu gösterir. Evet, Kur’ân, önce Hz. Peygambere okunuyordu, o da vahiy kâtipleri başta olmak üzere ashabına okuyordu. İlk Müslümanlar, onu kendi evlerinde, kendi aralarında, namazlarında, dini tebliğ ederken sürekli okuyorlardı. Bu nedenle Kur’ân, en çok okunan kitap olarak tarihe geçmiştir. A. Kur’ân’ın Tanımı ve İsimleri Allah kelamı ve çok yönlü evrensel bir mecmua olan Kur’ân’ı birkaç kelime ile ifade etmek mümkün olmamıştır. Bu yüzden onu tanımlamak için yüzden fazla kelime, isim ve sıfat kullanılmıştır. 2 Bunların her biri, onun bir ya da birkaç yönünü anlatır. Kur’ân’ın bu isimlerinden öne çıkan ikisi el-Kitab ve el-Kur’ân’dır. Bunlardan el-Kitâb, yazılı belge demek olup Kur'ân'ın yazılan, yazıyla korunan ve içerisinde harf-kelime-ayet ve sureleri toplayan bir Prof. Dr. C. Ü. İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi. [email protected] Abdülhamit Birışık, “Kur’ân”, DİA, XXVI, 386. 2 Kur’ân’ın yüzden fazla ismi ve bu isimlerin anlamı için bkz. Akpınar Ali, Kur’ân Niçin ve Nasıl Okunmalı, s, 15-30. 1 Okunan Bir Kitap Olarak Kur’an * 15 mecmua olduğunu vurgulayan bir isimdir. Kur’ân’ı bu isimle tanıtan ayetlerden biri şöyledir: "Apaçık olan Kitaba and olsun ki."3 el-Kur'ân ismi ise, okunan ve tüm hikmetleri kendinde toplayan anlamınadır. Bir ayette şöyle buyrulmuştur: "Rahman, Kur’ân'ı öğretti."4 Bu isim, Yüce kitabın okunan ve ezbere okunarak korunan, içerisinde pek çok hikmetli manaları barındıran bir kitap olduğunu vurgulamaktadır. Kelimenin kökünün ne olduğu konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Kimi Kur'ân ismi, onun özel ismi olup herhangi bir kökten türememiştir derken; kimi, okuma anlamına KaRaE kökünden; kimi, toplama anlamına Kar' kökünden; kimi ziyafet anlamına Kırâ kökünden; eşsiz fasîh anlamına Kırn kökünden; kimi, birbirini destekleyen ve birbirine benzeyen delil anlamına Karîne kelimesinden; kimi de, birbirine yakın KaRaNe kökünden türetildiğini söylemiştir.5 Gerçekten de Kur'ân bu anlamların hepsini bağrında barındırmaktadır. O, hem eşi benzeri olmayan özel bir kitaptır. Hem okunan bir kitap, hem içerisinde sayısız mana ve hikmeti toplayan bir kitap, hem Allah'ın mümin kullarına sunduğu ilahî bir ziyafet sofrası, hem delil ve belgelerle dolu bir kitap, hem eşsiz güzellikte fasîh bir lafız, hem de birbirine yakın dizili kelimelerde oluşan ve kulları Yaratana yaklaştıran bir kitaptır. Ancak ilk inen ayetin ikra’ emri ile başlaması, üçüncü sırada inen Müzzemmil suresi 4. ayetinde henüz sureleri toplanmamış olan ayetlerin Kur’ân diye isimlendirilmiş olması bu ismin okuma anlamına geldiğini destekler.6 Kur’ân’a aynı kökten, sürekli okunan/okunmuş anlamına elMakrû'; yine ona anlaşılarak okunan anlamına Telâ kökünden elMetlüv denmiştir. Ağır ağır, üzerinde durula durula okunan anlamına Ratele kökünden el-Mürattel adı da verilmiştir. B. Kur'ân'da Geçen Okuma Lafızları Kur'ân-ı Kerîm'de, "okuma" anlamında beş ayrı kelime kullanılmıştır. Bu kelimeler birbirlerinin yerine kullanılsa da, aralarında çok ince farklar vardır. Bu farkları, kelimelerin lügat manalarını ve kullanıldıkları âyetleri izleyerek tespit etmeye çalışalım. a-KaRaE Kökü: Kıraat kelimesinin türetildiği, "KaRaE" kökü, doğurmak, toplamak, bir şeyi bir şeye katmak ve okumak manalarına gelir. İçerisinde kıssa, emir, nehiy, müjde, tehdit ve benzeri pek çok konuyu; âyet ve sureleri toplayıp bir araya getirdiği için Kur'ân'a bu kökten türetilen 3 4 5 6 44 Dühan 2. 55 Rahman 1-2. Bkz. Fîruzabâdî, Besâir, I, 84; Zerkeşî, el-Burhân, I,277-279. Abdürraûf el-Mısrî, Mu’cemü’l-Kur’ân, s, 91. 16 * Ali Akpınar "Kur'ân" ismi verilmiştir.7 Kıraatin "okuma" manasına kullanılması, Kur'ân'ın inişi ile birlikte olmuştur. 8 Kur'ân-ı Kerîm'de bu kökten türetilmiş kelimeler seksen altı yerde geçer.9 Bunlardan söz konusu kökün mastarı olan "Kur'ân", altmış altı yerde Allah'ın kitabının özel ismi olarak, iki yerde 10 okuma, bir yerde11 namaz manasında; kalan yerlerde de "fiil" kalıbında ve okuma manasında kullanılmıştır.12 Onlardan bazısı şöyledir: "Yaratan Rabbinin adıyla oku (ıkra')".13 "Kur'ân'ı okuduğun (kara'te) zaman, o kovulmuş şeytandan Allah'a sığın".14 "Şüphesiz O'nu, toplamak ve O'nu okutmak (Kur’âneh) Bize aittir. O halde Biz O'nu okuduğumuz (kara'nahü) zaman, sen O'nun okunuşunu (Kur’âneh) takip et".15 "Sana okutacağız (senukriüke); artık Allah'ın dilediği dışında sen hiç unutmayacaksın".16 "Biz O'nu Kur'ân olarak, insanlara dura dura (litakraehu) diye ayırdık ve O'nu peyderpey indirdik". 17 okuyasın "..Kur'ân'ı tane tane oku (tertil)"18 âyetinden sonra, aynı surede iki kere, "O halde Kur'ân'dan kolayınıza geleni okuyun (fakraû)."19 Kıyamet günü amel defterlerinin okunması için de yine KaRaE kökü kullanılmıştır.20 b-TeLâ Kökü: Tilâvet kelimesinin türetildiği "Telâ" kökü sözlükte, tabi olmak, izlemek, peşinden gitmek, terk etmek, birinin yerini almak, okumak... gibi manalara gelir.21 Tabi olmak / izlemek, ya bedenen olur, ya emrine uymakla manen olur, ya da manayı düşünerek okumakla olur. Kur'ân'da "Güneşi takip ettiğinde (telâhâ) aya yemin olsun"22 7 Bkz. İbn Manzûr, Lisânü'l-Arab, I, 128-130; Rağıb el-Isfehani, el-Müfredat, 606-607. Ahmed Abdülvahıd Ebû Hatab, Elfâzu'l-Kırâe fi'l-Kur'âni'l-Kerim, 153. 9 Bkz.M.Fuat Abdülbâkî, Mu'cemü'l-Müfehres, KaRaE maddesi. 10 75 Kıyame 17-18. 11 17 İsra 78. 12 Ahmed Abdülvahıd Ebû Hatab, Elfâzu'l-Kırâe fi'l-Kur'âni'l-Kerim, 155-156. 13 96 Alak 1. 14 16 Nahl 98. 15 75 Kıyame 17-18. 16 87 A'la 6-7. 17 17 İsra 106. 18 73 Müzemmil 4. 19 73 Müzemmil 20. 20 Bkz.17 İsra 14, 71; 69 Hakka 19. 21 İ.Manzûr, Lisanü'l-Arab, XIV, 102-104. 22 91 Şems 2, 11 Hud 17 de de aynı manada kullanılmıştır. 8 Okunan Bir Kitap Olarak Kur’an * 17 âyetinde aynı manada kullanılmıştır. Ayın güneşi izlemesi, ondan ışık alıp güneşin yerini alması şeklinde gerçekleşmektedir.23 Kur'ân-ı Kerîm'de bu kökten türetilmiş kelimeler, bir yerde "Tilâvet" olmak üzere 63 yerde geçer.24 Bu ayetlerde, bu kök izleme / uyma, , inme, amel etme, aktarma ve daha çok da okuma anlamlarında kullanılmıştır. Bu kullanımlarda, söz konusu kök "alâ" harf-i ceriyle birlikte kullanıldığında sadece "okuma" anlamına gelmekte; bu harfle birlikte kullanılmadığında ise okuma anlamına geldiği de, diğer anlamlara geldiği de olmuştur.25 "Okuma" anlamına gelen kullanımlardan bazıları: "İşte bunlar Allah'ın âyetleridir. Biz onları sana doğru olarak okuyor ve anlatıyoruz (netlû)".26 Âyette okuyup anlatan Allah Teâlâ'dır. Allah'ın tüm ayrıntıları ile bilerek ve anlayarak okuyup anlattığı ortadadır. Çünkü O'dur her şeyi en iyi bilen. "Allah'ın âyetlerini okuyan (yetlû) bir peygamber.."27 Burada okuyup anlatan Hz. Peygamber'dir. O'nun da okuyup anlattıklarını iyi bir şekilde anladığında hiç şüphe yoktur. Aynı kökün kullanıldığı birçok âyette de, tilâvet sonucu okuyan ve dinleyenlerin imanlarının artacağı anlatılmaktadır. 28 Yine bir gurup âyette, okuyan ve dinleyenlerin azgınlıklarının artarak sapacakları belirtilmektedir.29 Pek çok ayette (yirmi dört yerde) de bu kök, "okunduğunda" (izâ tüliye) şeklinde edilgen kalıpta kullanılmıştır. Bunun bir tek amacı vardır: O da söz söylemekteki maksadın doğrudan faille ilgili olmayışıdır. İşte bu yüzden Kur'ân, etken kalıp yerine edilgen kalıbı kullanır. Nitekim bu edilgen kalıpların kullanıldığı yerlerin hepsinde âyetin amacının, âyeti yahut Allah'ın kitabını okuyan faille doğrudan ilgili olmadığı görülür. Amaç söz konusu edilen tilavetin mümin veya kâfirler üzerinde oluşan etki, onların verdikleri tepkilerin kısaca bilinmesi ve okuma sonunda elde edilen hukukî yasaların öğrenilmesidir.30 Şimdi şu örneklere bakalım: "Onlara Rahmanın âyetleri okunduğunda ağlayarak secdeye kapanırlardı."31 23 24 25 26 27 28 29 30 31 Rağıb el-İsfehani, el-Müfredat, 99-100. Bkz.M.Fuat Abdülbâkî, Mu'cemü'l-Müfehres, TeLâ maddesi. Bkz.Ahmed Abdülvahıd Ebû Hatab, Elfâzu'l-Kırâe fi'l-Kur'âni'l-Kerim, 141. 2 Bakara 252, 3 Alu Imran 58,108; 28 Kasas 3; 45 Câsiye 6. 2 Bakara 129,151; 3 Alu Imran 164; 5 Maide 27; 6 Enâm 151; 7 A'raf 175; 10 Yunus 61,71; 18 Kehf 27,83; 26 Şuara 69; 27 Neml 92; 28 Kasas 59; 29Ankebut 45; 62 Cuma 2; 65 Talak 11; 98 Beyyine 2. Bkz. 8 Enfal 2; 17 İsra 107; 19 Meryem 58; 34 Sebe 43; 45 Câsiye 8, 25, 31; 46 Ahkaf 7; 68 Kalem 15; 83 Mutafifin 13 Bkz. 8 Enfal 31; 10 Yunus 15; 19 Meryem 73; 22 Hacc 72; 23 Müminun 66,105; 3 Lokman 7 Ahmed Abdülvahıd Ebû Hatab, Elfâzu'l-Kırâe fi'l-Kur'âni'l-Kerim, 136. 19 Meryem 58. 18 * Ali Akpınar "Onlara âyetlerimiz okunduğu zaman dediler ki: Evet işittik, istesek biz de bunun benzerini söyleyebiliriz, bu öncekilerin masallarından başka bir şey değildir."32 "..Okunanların dışında kalan hayvanlar size helal kılındı."33 Okuduğu ve dinlediği ile kişilerin hidâyeti bulup imanlarının güçlenmesi de, dalalete düşüp sapmaları da okuyup dinledikleri şeyi anlamaları sonucu olan bir olaydır. Çünkü insan okuyup dinlediğini anlarsa olumlu yahut olumsuz tepki gösterir. Zaten bu âyetlerde de, okunması söz konusu olan şeyler, geçmiş kavim ve Peygamber kıssalarının anlatılması ve birtakım hükümlerin açıklanmasıdır. Örneğin şu âyetlerde Allah'ın kitabının okunmasının hemen ardından namaz, zekat gibi temel İslamî yükümlülüklerin yapılması anlatılmaktadır. Bu da bizi, gerçek tilâvetin, anlayarak okuma ve gereklerini yerine getirmek demek olduğu sonucuna götürmektedir: "Allah'ın kitabını okuyanlar, namaz kılanlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli ve açık olarak harcayanlar, asla zarara uğramayacak bir kazanç umabilirler".34 "Hepsi bir değildir. Kitap ehli içinde istikamet sahibi bir topluluk vardır ki, gece saatlerinde secdeye kapanarak Allah'ın âyetlerini okurlar. Onlar Allah'a ve ahiret gününe inanırlar; iyiliği emredip kötülükten sakındırırlar. Hayırlı işlere koşuşurlar. İşte bunlar iyi insanlardır". 35 Son olarak şu bir âyette de kitabı hakkıyla okumaktan bahsedilirken kıraat kelimesi değil, Tilâvet kökü özellikle seçilmiştir: "Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler onu hakkını gözeterek (hakka tilâvetih) okurlar (yetlunehu). Çünkü onlar ona iman ederler".36 Dilciler ve tefsirciler bu âyette geçen tilâvet kelimesinin açıklaması konusunda farklı görüşler ileri sürdüler. Onlardan kimi, uyma / izleme anlamını verirler. Bu anlayışa göre âyetin manası şöyle olmaktadır: "O kitaba gerçek anlamda uyarlar ve gereği gibi onunla amel ederler."37 Kimi, kelimeye okuma (kıraat) anlamı vererek âyeti "O kitabı gerçek bir okuyuşla okurlar" şeklinde anlamışlardır.38 Ebû Ubeyde, âyeti şöyle anlar:"Onlar kitabın helalini helal, haramını haram kabul ederler."39 32 8 Enfal 31. 22 Hacc 30. 34 35 Fatır 29. 35 3 Alu Imran 113-114. 36 2 Bakara 121 37 el-İsfehânî, el-Müfredat, 100; Ebû Hayyân, Tuhfetü'l-Erîb bimâ fi'l-Kurân mine'l-Arîb, 57. 38 Bkz.el-Âlûsî,Tefsîr, I,372; Ebû Hayyân, Tuhfe, 57. 39 Ebû Ubeyde, Mecâzü'l-Kur'ân, I, 53. 33 Okunan Bir Kitap Olarak Kur’an * 19 Zemahşerî ise, kelimeye oldukça uzak mecâzî bir anlam yükleyerek âyeti şöyle anlar: "O kitabı hakkıyla okurlar. Yani, Hz. Peygamberin özelliklerine dair o kitapta bulunan bilgileri değiştirip bozmadan okurlar."40 Hz.Ömer bu âyet hakkında şöyle der: "Onlar rahmet âyetine geldiklerinde onu Allah'tan isteyenler, azab bildiren âyete geldiklerinde ise ondan Allah'a sığınanlardır." Hasenü'l-Basrî'nin âyeti anlayışı ise şöyledir: "Onlar o kitabın muhkemiyle amel eder, müteşabihine olduğu gibi inanır, kendilerine kapalı gelen yerleri de âlimlere havale ederler. Zira başarıya ulaştırılan kimseler için ittiba/gereğini yerine getirme, manaların anlaşılmasıyla gerçekleşir."41 Âyet hakkında Gazâli'nin açıklaması ise şöyledir: "Gerçek bir okuyuşla Kur'ân'ın tilaveti, dil, akıl ve kalbin ortaklaşa gerçekleştirdikleri eylemdir. Bu birliktelikte dile düşen, harfleri tertîl üzere hakkını vererek okumak; akla düşen manaları anlamak; kalbe düşen ise, emir ve yasaklardan etkilenip ders almaktır. Böylece dil ağır ağır okur, akıl hükümlere teslim olur, kalp de öğüt alır."42 c-RaTeLe Kökü Sözlükte RaTeLe kökü, düzenli olmak, dişlerin düzgün sıralanması anlamına gelir. Maddi güzellikleri ifade etmek için kullanılan bu kök, sonraları manevi söz güzelliği için kullanılır olmuştur. Kelimenin bu soyut kavramı kazanması Kur'ân ile birlikte olmuştur.43 Şu iki ayette bu kelime dört şekilde, bu anlamda kullanılmıştır: "Biz onu gönlüne iyice yerleştirelim diye, tertil ile tertil eyledik (ve rattelnâhü tertîlâ)."44 "Kur'ân'ı tertîl ile tertîl et/üzerinde durarak ağır ağır ve düşüne düşüne oku (ve rattili'l-kur'âne tertîlâ)."45 d-DeRaSe Kökü DeRaSe sözlükte, silmek, mahvetmek, hayız görmek, ezmek, eskitmek, boyun eğdirmek ve okumak manalarına gelir. Bu kök, "okuma" anlamını İslam’la kazanmıştır.46 Kur'ân, "okuma" anlamına kelimeyi altı yerde kullanmıştır. Tüm bu kullanımlar, geçmiş kitapları okumaya has kılınmıştır.47 Ancak kelime "kur'ân" kelimesi ile birlikte, Kur'ân okuma anlamına gelmektedir. 40 Zemahşerî, Tefsîr, I, 126. el-Kurtubî, Tefsîr II, 95-96. 42 el-Kastalânî, Letâifü'L-İşârât, I, 327-328. 43 Ahmed Abdülvahıd Ebû Hatab, Elfâzu'l-Kırâe fi'l-Kur'âni'l-Kerim, 150. 44 25 Furkan 32. 45 73 Müzzemmil 4. 46 Ahmed Abdülvahıd Ebû Hatab, Elfâzu'l-Kırâe fi'l-Kur'âni'l-Kerim, 143. 47 Bkz. 3 A.Imran 79; 6 Enam 105, 156; 7 Araf 169; 34 Sebe 44; 68 Kalem 37. 41 20 * Ali Akpınar Bu kök iki yerde de bir peygamberin özel ismi (İdrîs) olarak kullanılmıştır. İdris peygamber çok okuyan bir kimse olduğu için kendisine bu isim verilmiştir.48 e-MeNeYe Kökü Sözlükte bu kök, takdir etmek, kader, bela ile denemek, meni, temenni, yalan düzme ve okuyup yazma manalarına gelir. Kur'ân'da "okuma" anlamına iki yerde üç kere kullanılmıştır.49 Kur'ân'da geçen bu okuma kavramları arasında şu ince farklılıkların ortaya çıktığı görülmektedir: 1- Kıraat anlayarak ve anlamadan olan her çeşit okumayı içine alırken; Tilâvet araştırmaya yönelik, özellikle anlayarak ve hatta gereklerini yerine getirerek okumayı ifade etmektedir. Buna göre Tilâvet, kıraatten daha özel bir mana taşımaktadır. Her Tilâvet kıraattir, ama her kıraat Tilâvet değildir.50 2-Tilavet, iki ve daha fazla kelimeden oluşan cümleyi, ibareyi, parçayı okumaktır. Kıraat ise, birden fazla kelimeleri okumak için kullanıldığı gibi bir tek kelimeyi okumak için de denir. Sözgelimi "kişi ismini kıraat etti" denir, ama "ismini tilavet etti" denmez. Tek başına ismi söylemek ise pek bir şey / anlam ifade etmez. 51 3-Tilavet genellikle iclal, ihtiram ve tazim ifaden eden okumalarda kullanılır. Bu yüzden bir bütün olarak Kur'ân okumayı ifade etmek için kıraatten çok, tilavet kavramı kullanılmıştır.52 4-İlahi kitapların okunmasını ifade etmek için kıraatten çok tilavet kullanılmıştır. Bu da bu iki kavramın tamı tamına eş anlamlı olmadıklarını göstermektedir.53 Buna göre, kıraate göre tilavet kavramı daha dolu, daha bir anlam yüklüdür. 5-Tilavet kökü, Kur'ân'ın inişi ile birlikte "okuma" anlamına kullanılmaya başlamıştır. İslam öncesi bu kökün bu anlamda kullanıldığına rastlanmamıştır. Bu tespit de, Kur'ân'ın tilavet kavramına özel bir mana yüklediğini, onu İslâmî bir kavram haline getirdiğini ortaya koymaktadır. 6-Kur'ân'da RaTeLe kökü, ara vererek üzerinde durarak ve açıklayarak okuma anlamına gelen kapsamlı bir kavramdır. Bu yüzden alelacele Kur'ân okuyan bir kimse için "okudu" denir ama "tertil etti" denmez. Burada kıraat ile tertil, belirgin bir şekilde birbirinden ayrılmaktadırlar. Nitekim şu hadisde bu kelimeler özenle seçilip ayrı ayrı kullanılarak aralarındaki fark açık bir şekilde ortaya çıkmıştır: 48 49 50 51 52 53 Bkz. 19 Meryem 56; 21 Enbiya 85. 2 Bakara 77; 22 Hacc 52. Ayetlerin farklı manalandırılmalarını görmek için bkz. Ahmed Abdülvahıd Ebû Hatab, Elfâzu'l-Kırâe fi'l-Kur'âni'l-Kerim, 168-173. el-İsfehânî, el-Müfredat, 100. Askerî, Furûk, 48; ez-Zebidî, Tâcü'l-Arûs, I,52. Askerî, Furûk, 48; Tehânevî, Keşşâf Istılahâti'l-Fünûn, I, 171. eş-Şâyi', el-Furûk, 279-280. Okunan Bir Kitap Olarak Kur’an * 21 "Kur'ân sahibi için kıyamette şöyle denir: Oku (ikra') ve yüksel! Dünyada tertil ettiğin gibi tertil et. Şüphesiz senin makamın (dünyada) en son okuduğun (tekraü) âyetin yanındadır."54 7-Kur'ân'da bu kavramlardan en çok KaRaE (seksen altı yerde)ve TeLâ kökü (altmış üç yerde) kullanılmıştır. Bu iki kökü sırasıyla DeRaSe (sekiz), RaTeLe (iki ayette dört şekilde) ve MeNeYe (okuma anlamına iki yerde) kökleri izlemektedir. Kur'ân kullanımlarında bu kavramlar, sözlükteki maddi anlamlarından çıkarak soyut kavramlara dönüşmüştür. 8-Bu kavramlardan şu üçü ile Kur'ân okumamız istenmiştir: Kıraat, tilâvet ve tertîl. Cenab-ı Hak, kitabını okumamızı isterken her üç kökten türemiş olan kelimeleri kullanmıştır. Hem kıraat etmemizi, hem de tilâvet etmemizi, hem de tertîl etmemizi bizden istemiştir. Biraz daha açarsak; seviyesi ne olursa olsun her insan Kur'ân'ı okumalı, O'nu kıraat etmelidir. O'ndan kolay gelen yerleri, kendisine nasıl kolay gelirse okumalıdır. Kıraat, kitaba bir başlangıçtır. Bu yüzden ilk emirde, "kıraat et (ikra’)” şeklinde gelmiştir. Tilâvet ve tertîl ise hedef ve sonuçtur. Kıraat düzeyinde başlayacak olan okuma işi, tertîl ile olgunlaşacak ve hakkıyla tilâvetle zirveye ulaşacaktır. Buna göre anlamadan yahut anlayamadan Kur'ân okumakla karşı karşıya kalan kimseler de Kur'ân okumalı, O'nu kıraat etmelidirler. Onların bu düzeydeki okumaları da ilahî bir emirdir. Anlamıyorsan okuma, denilerek kıraat engellenmemelidir. Hatta bu bağlamda anlamadan Kur'ân okumak / kıraat ilahi bir emrin yerine getirilmesi olup ibadettir, denilebilir. Zaten her anlayarak okumanın öncesinde anlamadan okumak vardır. Bu yüzden olacak ki, namazın rukünlerinden olan "Kur'ân'dan bir şeyler okuma" için "kıraat" denilmiştir de tilâvet denilmemiştir. "O halde Kur'ân'dan kolayınıza geleni okuyun (fakraû)."55 Yani namazında anlamadan Kur'ân okuyan bir kimse, namazın kıraat şartını yerine getirmiş demektir. Nitekim namazdan bahseden bir ayette56 de ‘kur’âne’l-fecr’ ifadesi kullanılmıştır. Bu ifade beş vakit namaz olarak anlaşıldığı gibi, sabah namazı olarak da anlaşılmıştır. Çünkü namaz, ancak Kur’ân kıraati ile sahih olur. Bu yüzden de namaz, kıraat diye isimlendirilmiştir.57 Kıraatin, okuyup anlamaya bir başlangıç, bir geçiş olduğu unutulmamalıdır. Kıraatte / anlamadan okumada takılıp kalınmamalıdır. Kıraati, tertîl ile olgunlaştırarak tilâvetle birleştirip bütünleştirmenin gayreti içerisinde olunmalıdır. Tıpkı güneşin nurunu izleyip, onun nuruyla aydınlandıktan sonra bu nuru evrene yansıtan ayın hali gibi, Kur'ânî nurlar izlenmeli, o nurlarla aydınlanmalı ve o nur hayata ta54 55 56 57 Tirmizi, Sevabü'l-Kur'ân 18; Ebû Davûd, Vitr 20. 73 Müzemmil 20. 17 İsrâ 78. İbnü’l-Cevzî, Tefsîr, V, 72-73. 22 * Ali Akpınar şınmalıdır. Ama kıraat tertîl ve tilâvetin ayrı ayrı, Kur'ânî birer emir oldukları da göz önünde bulundurulmalıdır. C-Kur'ân'a Göre Kur'ân Nedir? Allah Kelamı Kur’ân’ın doğru bir tanımını otaya koyabilmek için, onun bize kendisini nasıl tanıttığını tespit etmek son derece önemlidir. Bu yüzden, konuyla ilgili Kur’ân’da geçen ayetlere bakmamız gerekir. Yüce Rabbimiz Kur’ân ile ilgili ayetlerinde şöyle buyuruyor: "Kur'ân'ı Rahman öğretti. İnsanı yarattı. Ona beyanı öğretti."58 "Hakikaten Kitabı, sana Biz hak ile indirdik."59 "Kur’ân'ı ancak hak olarak indirdik ve o da indiği gibi hak olarak kaldı. Seni de yalnız müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik." 60 "Hiç şüphesiz Zikri Biz indirdik ve doğrusu onu Biz koruyacağız Biz!"61 "Onu Ruhu'l-Kudüs hak ile Rabbinden indirdi."62 "Onu Ruhu'l-Emin indirdi."63 "O, kerim bir elçi sözüdür."64 "İnsanlar ve cinler, birbirine yardımcı olarak bu Kur’ân'ın bir benzerini ortaya koymak için bir araya gelseler, and olsun ki, yine de benzerini ortaya koyamazlar."65 "O Ramazan ayı ki Kur'ân onda indirilmiştir."66 "Apaçık olan Kitaba and olsun ki, Biz onu, kutlu bir gecede indirdik."67 "Doğrusu, Biz, Kur’ân'ı kadir gecesinde indirmişizdir."68 "Böylece şehirlerin anası olan Mekke'de ve çevresinde bulunanları uyarman, şüphe götürmeyen toplanma günü ile uyarman için sana Arapça okunan bir Kitap vahyettik."69 "Kur’ân'ı, insanlara ağır ağır okuman için, bölüm bölüm indirdik ve onu gerektikçe indirdik."70 "Allah, ayetleri birbirine benzeyen ve yer yer tekrar eden Kitabı sözlerin en güzeli olarak indirmiştir. Rablerinden korkanların, bu Kitap58 59 60 61 62 63 64 65 66 67 68 69 70 55 Rahman 1-4. 4 Nisa 105. 17 İsrâ i05. 15 Hıcr 9. 16 Nahl 102. 26 Şuara 193. 69 Hakka 40; 81 Tekvir 19. 17 İsrâ 88. 2 Bakara 185. 44 Dühan 3. 97 Kadir 1. 42 Şurâ 7. 17 İsrâ 05-107. Okunan Bir Kitap Olarak Kur’an * 23 tan tüyleri ürperir, sonra hem derileri ve hem de kalpleri Allah'ın zikrine yumuşar ve yatışır. İşte bu Kitap, Allah'ın doğruluk rehberidir, onunla istediğini doğru yola eriştirir. Allah kimi de saptırırsa artık ona yol gösteren bulunmaz."71 "Sana da, insanlara gönderileni açıklayasın diye Kur’ân'ı indirdik. Belki düşünürler."72 "Sana indirdiğimiz bu Kitap mübarektir; ayetlerini düşünsünler, aklı olanlar da öğüt alsınlar."73 "Doğrusu, insanlar arasında Allah'ın sana gösterdiği gibi hükmedesin diye Kitabı sana hak olarak indirdik; hakkı gözet, hainlerden taraf olma."74 "Doğrusu bu Kur’ân en doğru yola götürür ve yararlı iş yapan müminlere büyük ecir olduğunu, ahirete inanmayanlara can yakıcı bir azap hazırladığımızı müjdeler."75 "Ramazan ayı ki onda Kur’ân, insanlara yol göstererek yol gösterici ve doğruyu yanlıştan ayırıcı belgeler olarak indirildi." 76 "Kur’ân'dan inananlara rahmet ve şifa olan şeyler indiriyoruz. O, zalimlerin ise sadece kaybını artırır."77 "Sana her şeyi açıklayan ve Müslümanlara doğruyu gösteren bir rehber, rahmet ve müjde olarak Kur’ân'ı indirdik."78 Kur'ân ile ilgili olarak buraya aldığımız ve burada zikretmediğimiz daha pek çok ayete göre Kur'ân'ın şu özelliklere sahip bir kitap olduğu ortaya çıkmaktadır: Kur'ân Allah kelamıdır. Cebrail aracılığı ile inmiştir. Peygamberimiz Hz. Muhammed’e inmiştir. Hak ile inmiştir. Kaynağı haktır, indirilişi haktır ve muhtevası haktır. İnerken ve indikten sonra tahrif ve değişiklikten korunmuştur. Arapça olarak inmiştir. Ramazan ayında mübarek bir gece olan Kadir gecesinde inmiştir. (İnmeye başlamıştır.) Ayet ayet, sure sure, bölüm bölüm inmiştir. 71 72 73 74 75 76 77 78 39 Zümer 23. 16 Nahl 44. 38 Sad 29. 4 Nisâ 105. 17 İsrâ 9-10. 2 Bakara 185. 17 İsrâ 82. 16 Nahl 89. 24 * Ali Akpınar Mekke merkezli tüm yeryüzü insanına inmiştir. İnsanları uyarmak ve müjdelemek, onlara bir şifa kaynağı olmak, onları doğru yola ulaştıran, onların mutluluğu için gerekli her şeyi açıklayan eşsiz bir hidayet rehberi olmak üzere inmiştir. Kur’ân-ı Kerim muhkem bir kitaptır. Onun lafzı ve manası değiştirilmekten, yanlış ve eksiklikten korunmuştur. Onun muhtevası hakikatin kendisidir. Onda yanlış da yoktur, batıl olan hiçbir şey de ona yaklaşamaz. Kur’ân gönülleri, beyinleri, derileri kısaca tüm her yönü ile insanı kuşatan, onu etkileyen, yönlendiren, harekete geçiren, değiştiren, geliştiren ve yetiştiren bir rehberdir. D. Kur'ân Tanımları: İndiği günden beri, en çok okunan ve üzerinde en çok çalışılan kitap olma özelliğini sürdüren Kur'ân'ın ilim adamlarınca çeşitli tanımları yapılmıştır. Kur’ân ile ilgili olarak yapılan her tanım, Kur'ân'ın bir kaç yönünü ön plana çıkarmakta, tanımı yapanın önemsediği yahut yaşadığı ortam itibarıyla önemsemek zorunda kaldığı özellikleri bir kısım çevrelere cevap olsun diye, savunmacı bir mantıkla vurgulanarak yapılmıştır. Sözgelimi, Kelamullah’ın mahlûk olup olmadığının tartışıldığı Kelam ilminde Kur’ân şöyle tanımlanmıştır: “Kur’ân-ı Kerim, Mushaflarda yazılı, ezberlenerek kalplerde korunmuş, dillerimizde okunan, kulaklarımızla duyulan ve mahluk/yaratılmış olmayan Allah kelamıdır.” 79 Hukukçular da delil olmasına vurgu yaparak Kur’ân’ı şöyle tanımlamışlardır:80“Kur’ân, Peygamberimize indirilmiş ve tevatür yoluyla bize gelmiş kitaptır.” Bu konuda küçük farklarıyla kaynaklarımızda yer alan, en yaygın tanım şöyledir: "Arapça olarak Allah katından Hz. Muhammed’e vahiy edilip bize kadar tevatüren nakledilmiş olan, okunmasıyla ibadet olunan eşsiz kelamdır."81 Dikkat edilirse tanımda Kur'ân'ın şu bir kaç temel özelliğine işaret edilmektedir: Kur'ân Allah kelamıdır. Hz. Muhammed’e inmiştir. Bize kadar gelişinde hiçbir şek şüphe yoktur. Arapçadır. Eşsiz bir kelamdır. İbadetlerde okunan bir kitaptır. 79 80 81 Bkz. İmam Azam, Fıkh-ı Ekber, İmam-ı Azam’ın Beş Eseri, s, 67; Ömer Nesefî, Metn-i Akâid, s, 108. Bkz. Molla Hüsrev, Mirâtü’l-Usûl, s, 28-29. Zerkânî, Menahil, I,19-21; Sâbûnî, et-Tibyan, 6; Menna el-Kattân, Mebahıs, 21; Pezdevî, Usûlü Pezdevî, I, 67-72; Cerrahoğlu İsmail, Tefsîr Usulü, 34; Sofuoğlu Mehmet, Tefsîre Giriş, 9; Ramazan el-Bûtî, Min Ravâiı'l-Kur'ân, 25. Okunan Bir Kitap Olarak Kur’an * 25 Biz bu konuda şunları söylemekle konuyu bağlamak istiyoruz: Bu tanımlar Kur'ân'ın bir kısım özelliklerini vurgulasa bile, Kur'ân bu tanımlarla sınırlandırılamayacak kadar kapsamlı bir kitaptır. O, Allah kelamıdır. Yüce Allah son kez onunla kullarına seslenmiştir. O, meleklerin şahı Cebrail tarafından, insanların efendisi Hz. Muhammed’e getirilmiş eşsiz bir kitaptır. Kur'ân, kendisi için söz konusu olan yüzden fazla isim ve sıfatla ifade edilen tüm manaları kuşatan bir kitaptır. Kur'ân, Kur'ân'dır. Kur’ân, insanı değerlendiren ve insana değer kazandıran bir kitaptır. Şöyle ki, Yüce Yaratıcı, Kur’ân’ı insana indirerek onu muhatap kabul etmiş, onun problemleriyle ilgilenmiş ve böylece ona değer vermiştir. Bu yönüyle Kur’ân, bize Allah’ı tanıtan ve bizi O’na yaklaştıran kitaptır. Aynı şekilde Kur’ân, insan davranışlarını değerlendiren bir kitaptır. O, hem yanlışları düzelten, davranış bozukluklarını tashih eden; hem de birincil çözümler üreten ve öneren bir kitaptır. Niyeti, düşüncesi, konuşması ve davranışlarıyla sürekli bir şeyler yapan, hareket halinde olan insanın, tüm eylemlerinin Kur’ân’a göre bir adı ve değerlendirmesi vardır. Kur’ân’a göre o yapılanlar ya helaldir, ya haram; ya iyidir, ya kötü; ya güzeldir, ya çirkin; ya yararlıdır, ya yararsız; ya uygundur, ya uygunsuz. Yine yapılan davranışlar Kur’ân ile anlamlı ve değerli hale gelir. Sözgelimi Kur’ân’a inanıp onun ölçülerini dikkate almayan birinin yaptığı işin, dünyada ve insanların yanında bir değeri ve kazanımı olabilir, ama ahirette Allah katında bir değeri olmayacaktır. Çünkü inkârcıların tüm amellerinin boşa gideceğini bizzat Kur’ân deklare eder. Başka bir deyişle Kur’ân insanı hayata hazırlayan bir kitaptır. Tabi ki Kur’ân’a göre hayattan kasıt, hem dünya hem de ahiret hayatıdır. Kur’ân, muhataplarını öncelikle sağlıklı ve mutlu bir dünya hayatına; sonra da cennet yurdundaki hoş ve mutlu hayata hazırlar. Kısaca Kur’ân, insan için olan, insana seslenen, insanın maslahat ve yararını gözeten, insanın dünya ve ahiret mutluluğunu hedefleyen çok yönlü ve kapsamlı bir kitaptır. E. Kur'ân Ne Değildir? Söz buraya gelmişken kısaca Kur'ân'ın ne olmadığını vurgulayarak Kur'ân'ı yanlış yahut eksik tanıyanları uyarmak yerinde olacaktır. Zira bugün Kur’ân’ı ellerinde bulunduran ve onu okuyan insanların Kur’ân anlayışlarında pek çok yanlışlıklar, eksiklikler ve sapmalar mevcuttur. Şöyle ki onlardan kimi onu yalnızca ibadetlerde okunan bir kitap haline getirmiş, kimi ölüm olaylarında hatırlanan kitaba dönüştürmüş, bir kısmı hastalıkları için okunup şifa umulan bir efsun kitabı olarak algılamış, bazıları onu yalnızca belli kesimlerin okuyup anlamakla yükümlü oldukları bir sınıf kitabı olarak görmüş, pek çoğu ona ev ve iş yerlerinin süsü/aksesuarı olarak bakmış, onun sadece mushafına saygı göstermekle ona karşı sorumlulukların biteceğini sanmıştır. Bugün Kur’ân’ı şifreler kitabı, sihir-büyü kitabı olarak gören, ‘Kur’ân’a el basa- 26 * Ali Akpınar rım ki, Kur’ân/kitap çarpsın ki’ gibi sözlerle onu yemin ve tehdit malzemesi olarak kullanan pek çok insan mevcuttur. Yine Kur’ân’ı okuyup dinlemeyi, bir müzik parçası olarak yorumlamak ve onu bu şekilde dinleyen, bundan haz duymakla ona karşı sorumluluğunun bittiğini zannedenler de vardır. Kutsal Kitabı kutsamayı, ona ulaşılmaz ve anlaşılmaz bir kitap gözüyle bakarak tanımlayanlar da vardır. Oysa Kur’ân’ın kutsallığı, onun Yüce Allah’ın katından gelmesi, onun insanlık için çok yüce ve değerli ilkeler ihtiva etmesi ile alakalıdır. Bu nedenle burada Kur’ân’ın ne olmadığını açıklamak büyük önem arz etmektedir. 1. Kur'ân, sıradan bir insanın sözü olmadığı gibi, peygamber sözü de değildir. Kur'ân, Yüce Allah'ın kelamıdır. "O kâfirler, 'Bu Kur'ân onun uydurduğu yalandan başka bir şey değildir, bu hususta diğer bir grup da ona yardım etmiştir' dediler ve böylece bir haksızlık ve iftira getirdiler."82 2. O, şeytan, cin, kâhin, azgın, sapık, şair ve deli sözü de değildir. Bir rüya, hayal yahut hevasından konuşan bir insan sözü de değildir. "O, kovulmuş şeytan sözü değildir."83 "Onu şeytanlar indirmedi."84 "O, kâhin sözü değildir."85" "Arkadaşınız sapıtmadı ve azıtmadı. O, hevadan konuşmaz. O, ancak kendisine vahiy edilen bir vahiydir."86 "O, şair sözü değildir."87Sen Rabbinin nimeti sayesinde deli değilsin."88 3. Eskilerin masalları, günü geçmiş, miadını doldurmuş bir kitap da değildir. Onun içerdiği hükümler ve prensipler kıyamete kadar geçerlidir. O, tüm insanlığa gelmiş ilâhî bir mesajdır. "Onlar, 'Bu ayetler kendisine sabah akşam dikte ettirilmekte olan eskilere ait masallardır' dediler. De ki, 'onu göklerde ve yerdeki gaybı bilen indirdi. Şüphesiz O, çok yarlıgayıcı, çok esirgeyicidir."89 4. O, bir şaka ve eğlence sözü değildir. "O, bir şaka, oyun ve boş bir eğlence değildir."90 5. İbadetlerde okunur ama o, sadece ibadetlerde okunan bir kitap değildir. 6. Aynı şekilde Kur'ân mezarlıklarda ölülere okunan bir kitap da değildir. Üstelik o, dirileri uyarmak için gelmiş bir kitaptır. "Biz ona şiir öğretmedik, zaten bu ona yakışmaz da. O, bir öğüt ve apaçık bir Kur'ân'dır. Hayat sahibi kimseleri uyarmak ve inkârcılara azabın hak olması içindir."91 82 83 84 85 86 87 88 89 90 91 25 Furkân 4. 81 Tekvir 25. 26 Şuara 210. 69 Hakka 42. 53 Necm 2-4. 69 Hakka 41. 68 Kalem 2. 25 Furkân 5-6. Ayrıca bkz. 6 Enam 25; 8 Enfal 31; 16 Nahl 24. 86 Târık 14. 36 Yasin 69-70. Okunan Bir Kitap Olarak Kur’an * 27 7. Kur'ân, büyü-sihir-fal yapmak için okunan bir kitap hiç değildir. 8. Kur'ân kendisiyle olağanüstü bir takım olayların gerçekleştirildiği bir kitap da değildir. "Eğer o, kendisiyle dağların yürütüldüğü, yeryüzünün paralandığı, ölülerin konuşturulduğu bir Kur'ân olsaydı (o kitap bu Kur'ân olurdu.)"92 Ayetten de anlaşılacağı üzere Kur’ân, bu gibi olağan üstülükleri gerçekleştirmek için gelmemiştir. Ama o, insan düşüncesi, yaşayışı üzerinde olağanüstü değişiklikler, inkılâplar gerçekleştirmek için inmiş bir düsturdur. 9. Kur'ân, bir tarih, hukuk, astronomi, fizik, müzik kitabı da değildir. Kur'ân, kulların dosdoğru yolu bulup dünyada huzurlu bir hayatı yaşamak ve sonuçta ahiret mutluluğunu kazanmak için gerekli tüm temel prensipleri ihtiva eder. Onda tevhidi esaslar, ibadetler, ahlak ilkeleri, sosyal ilişkiler, aile hukuku, ceza hukuku, devletler hukukuna dair ilkeler vardır. Göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin yaratılışı, meşhur peygamberler ve melekler, geçmiş toplumların hayat hikâyeleri, insanın yaratılışı ve ölümü, ölüm sonrası hayat, Allah'ın güzel isimleri, sevaplar, günahlara dair bilgiler vardır. O, bir ilimler hazinesidir. Onda, İslam bilimlerinin temel ilkeleri yanında, felsefe, ahlak, belagat, mantık, astronomi, matematik, tabiat bilgisi, sosyoloji, psikoloji gibi bilimlerle ilgili bilgiler vardır. 93 Kur'ân, kural koyuculuğu yanında, yanlışları düzelten ve alternatif çözümler getiren bir kitaptır. 94 Ancak Kur'ân, sayılan bu alanlar için müstakil bir kitap değildir. Onu bir hukuk kitabı yahut bir astronomi kitabı veya bir müzik kitabı olarak görmek son derece yanlıştır. O, sayılan bu dallarla ilgili, bugünkü modern ilmin öngördüğü şekilde sistematik bilgiler içermez. Kur'ân, adı geçen bu alanlarla ilgili bilgileri, yalın olarak değil, madde-mana, dünyaahiret örgüsü içerisinde ve insanlığın hidayetine vesile olacak şekilde, kendine has üslubu ile verir. O, bu konuda eşi benzeri olmayan bir kitaptır. Sözgelimi Kur'ân'da, hukukî bir hüküm, onun dünyadaki yansımaları yanında, vicdanî ve uhrevî yansımaları ile birlikte verilir. Kısaca Kur'ân, hikâye, roman, makale ve benzeri edebî metin türlerinden hiçbirine benzemeyen; Arap dilini kullanışıyla, üslubuyla, muhtevasıyla nevi şahsına münhasır ilahî bir kelamdır. Şunu da söyleyelim ki hangi alanla ilgili olursa olsun ve hangi yoğunlukta geçerse geçsin Kur’ân’da geçen her konu önemlidir ve her birinin bize vereceği pek çok ders vardır. Yeter ki iniş gayesine uygun olarak ve doğru olarak anlaşılsın. F. Kur’ân Nelerden Bahseder? Doğru bir Kur’ân anlayışının oluşturulması, öncelikle onun doğru tanımlanmasına bağlıdır. Kur’ân nedir/ne değildir, nelerden bahseder 92 93 94 13 Ra'd 31. Sayılan bu bilimler ve onlarla ilgili ayetler için bkz. Suyûtî, el-İklîl, 17-18 Bilmen Ö. Nasuhi, Büyük Tefsir Tarihi, I, 46-95. Bkz. Kırca Celal, Kur'ân ve İnsan, 44. 28 * Ali Akpınar ve niçin indirilmiştir? Bu sorulara verilebilecek tatmin edici cevaplar bizi sağlıklı sonuçlara götürebilir. Her şeyden önce Kur’ân, İlahî Kelamdır. Yarattığını iyi bilenin, ona biçtiği/ uygun gördüğü hayat düsturudur. Kur’ân insanlığın problemlerine dikkat çeken, onları teşhis eden, alternatif tedavi yöntemleri/ çareler sunan bir reçetedir. O, akla ve düşünmeye önem verir. O, hayatın içinden olay, yönlendirme ve problemlere deyinen bir hayat kitabı, yarattığı insanı en iyi bilen bir zâtın mesajıdır. Onun anlatımı, canlı, yaşanılabilir, ikna edici, tatmin edici ve inandırıcıdır. Kur'ân'ın mesajı akıllara, beyinlere, gönüllere, vicdanlara, duygulara birlikte hitap eder; bunların hepsini birden harekete geçirir özelliktedir. Kur'ân, Yüce Allah’ın kelamı, O’nun sözüdür. Biz ise Allah'ın kullarıyız. Yüce Allah, biz kulları ile iletişim kurmak için, bizim dilimizde kitaplar indirmiş, son olarak da Kur'ân'ı indirmiştir. Kur'ân Arapça’dır. Arapça ise insan dilidir. Cenab-ı Hak, bize kendisini ve isteklerini tanıtabilmek için bizim dilimizle bizlere seslenmiştir. Ama Kur'ân'da insan dili Arapça, sıradan bir kul dili olmanın ötesinde ilahî bir kullanıma bürünmüştür. Nasıl ki, bir edebiyatçının yahut bir büyük düşünürün elinde dil, sıradan insanların konuştukları dilden öte bir kalıba giriyorsa; Kur'ân dili Arapça da, Yüce Yaratanın anlatımında apayrı bir kılığa bürünmüştür. Kur'ân dili Arapça’nın bu ayrıcalığı, onun anlaşılmazlığı anlamına gelmez elbette. Fakat anlaşılabilmesi için biraz çaba sarf etmeyi, bir alt yapı kazanmayı gerekli kılar. Kur'ân, kulların dosdoğru yolu bulup dünyada huzurlu bir hayatı yaşamak ve sonuçta ahiret mutluluğunu kazanmak için gerekli tüm temel prensipleri ihtiva eder. Onda tevhidi esaslar, hak din ve diğer dinler, batıl inançlar, ibadetler, ahlak ilkeleri, sosyal ilişkiler, aile hukuku, ceza hukuku, devletler hukukuna dair ilke ve hükümler vardır. Göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin yaratılışı, meşhur peygamberler ve melekler, cinler, geçmiş toplumların hayat hikâyeleri, insanın yaratılışı ve ölümü, ölüm sonrası hayat, bilgi, bilgi kaynakları, bilgi edinme yolları, bilginin getirdiği yükümlülükler, Allah'ın güzel isimleri, peygamberler ve son peygamber Hz. Muhammed ile ilgili bilgiler, sevaplar, günahlara dair bilgiler vardır. Onda iyiliklerin dünya ve ahiret kazanımları, kötülüklerin de dünya ve ahirette kaybettirdikleri açıklanmıştır. Onda sosyal, siyasal ve ekonomik hayatla ilgili sağlam ve evrensel ilkeler vardır. O, bir ilimler hazinesidir. Onda, İslam bilimlerinin temel ilkeleri yanında, felsefe, ahlak, belagat, mantık, astronomi, matematik, tabiat bilgisi, sosyoloji, psikoloji gibi bilimlerle ilgili bilgiler vardır.95 Kur'ân, sayılan bu alanlar için müstakil bir kitap değildir. Onu bir hukuk kitabı yahut bir astronomi kitabı, bilimsel bir ansiklopedi veya bir müzik kitabı olarak görmek son derece yanlıştır. O, sayılan bu dal95 Sayılan bu bilimler ve onlarla ilgili ayetler için bkz. Suyûtî, el-İklîl, s, 17-18 Bilmen Ö. Nasuhi, Büyük Tefsir Tarihi, I, 46-95. Okunan Bir Kitap Olarak Kur’an * 29 larla ilgili, bugünkü modern ilmin öngördüğü şekilde sistematik bilgiler içermez. O, bir tedris kitabı değil, bir tezkir kitabıdır. Kur'ân, adı geçen bu alanlarla ilgili bilgileri, yalın olarak değil, madde-mana, dünyaahiret örgüsü içerisinde ve insanlığın hidayetine vesile olacak şekilde, kendine has üslubu ile ve kendi sistematiği içerisinde verir. O, bu konuda eşi benzeri olmayan bir kitaptır. Sözgelimi Kur'ân'da, hukukî bir hüküm, onun dünyadaki yansımaları yanında, vicdanî ve uhrevî yansımaları ile birlikte verilir. Kısaca Kur'ân, hikâye, roman, makale ve benzeri edebî metin türlerinden hiçbirine benzemeyen; kaynağı, inişi, tespiti, Arap dilini kullanışıyla, ezberlenme kolaylığı, üslubu, muhtevası ve korunmasıyla nevi şahsına münhasır ilahî bir kelamdır. Kur’ân’da bazı konular üzerinde çokça durulur. Ama bu, Kur’ân’da geçen diğer konuların önemsiz olduğu anlamına gelmez. Aksine Kur’ân’da geçen her konu önemlidir ve insanlık için gereklidir. Kur’ân’ın ağırlıklı olarak işlediği konuları öne çıkaran ‘Kur’ân’da Ana Konular’ adlı çalışmalar da bu çerçevede değerlendirilmelidir. Kur’ân’ın işlediği konular, insanlığın en çok ihtiyaç duyduğu konulardır; onun önerdiği çözümler de insanlığın en fazla muhtaç olduğu önerilerdir. Burada bir fikir verebilmek için, Kur’ân’da yer alan konuları ve bunların ayetlerdeki geçiş yoğunluğunu şu yedi maddede gösterebiliriz:96 1. Son Peygamberin Tevhid Mücadelesi: ~1920 ayet, altı bin küsür97 Kur’ân ayeti içerisinde % 30. 2. Kıyamet ve Ahirete Yönelik Ayetler: ~1643 ayet, % 25. 3. Geçmiş Peygamberlerin Tevhid Mücadelesi: ~1500 ayet, % 23. 4. Son Peygamberin Çağdaşları ve Ümmetiyle Olan İlişkileri: ~736 ayet, (Kitap ehli: 280, Müslümanlar: 456), % 11. 5. Hükümler (Terbiye, Ahlâkî ve Fıkhî bağlamda): ~436 ayet, % 7. 6. Cihad (soğuk ve sıcak savaş): ~260 ayet, % 4. 7. Diğer Konular (İnsanın yaratılışı, şeytan, cin, Hz. Peygamberin ailelerine ilişkin hükümler): ~ 203 ayet, % 3. Verilen bu rakamlardan hareketle şu tespitleri yapabiliriz: Kıyamet ve Ahiret ahvaline yönelik ayetler, Kur’ân’ın beşte birini oluşturuyor ki, bu Ahiret inancının ne kadar önemli olduğunun açık bir göster96 97 Bkz. Mehdi Bâzergan, Kur’ân’ın Nüzûl Süreci, Ankara, 1998, s, 163-173. Bir ayet içerisinde birden fazla konuya deyinilebildiğinden verilen rakamlar, yaklaşık toplamlardır. Bu tablo, Kur'ân muhtevası hakkında genel bir fikir verme amacına yöneliktir, farklı bakış açısı ve değişik değerlendirmelerle daha farklı tablolar ortaya konabilir. Besmelenin her sureden bir ayeti sayılması, hece harflerinin müstakil birer ayet sayılması ve bazı ayetlerin bir yahut birden fazla ayet sayılması gibi sebeplerden dolayı ayetlerin sayısı konusunda farklı rakamlar telaffuz edilmiştir. Bu yüzden biz, küsür ifadesi kullandık. 30 * Ali Akpınar gesidir. Peygamberimiz başta olmak üzere tüm peygamberlerin tevhid mücadelesini anlatan ayetler, Kur’ân’ın neredeyse yarısına tekabül etmektedir. Bu da insanları doğrularla tanıştırma görevini yerine getirirken, peygamberlerin davet mücadelelerinden alacağımız pek çok şeyin olduğunu, bu yüzden davetçiler olarak onları çok iyi okumamızın gereğini ortaya koymaktadır. İnsanları gerçekle tanıştırma mücadelesi olan cihâd ile ilgili ayetler, yaklaşık olarak Kur’ân’ın yirmide birine; muamelât dediğimiz hükümlerle ilgili ayetler ise, Kur’ân’ın onda birine tekabül etmektedir. Dolayısıyla Kur’ân’ın mesajını insanlara ulaştırırken, Kur’ân’daki hiçbir konuyu göz ardı etmeden, Yüce Allah’ın ağırlıklı olarak üzerinde durduğu konuları ağırlıklı olarak gündeme getirmemizin ne kadar önemli olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. SONUÇ Yüce Allah’ın, insanlığa en büyük nimet ve emaneti olan Kur’ân, birkaç kelime ile ifade edilemeyecek kadar çok yönlü, zengin muhtevalı, her bakımdan kendine özgü üslubu ile evrensel bir kitaptır. O, Yüce Allah’tan geldiği gibi değişip tahrif edilmeden kalan, orijinal haliyle korunan, bütün zamanlara, bütün coğrafyalara ve bütün herkese hitap eden ve kıyamete kadar bu özelliğini sürdürecek olan kitaptır. Okunan kitap olan Kur’ân, peygamberimize vahiy meleği Cebraîl tarafından okunarak inmiştir. Onun, peygambere okunarak inme işini bizzat Yüce Allah üstlenmiştir. “Onun okunması Bize aittir. Onu okuduğumuzda sen ona tabi ol”98 buyurmuştur. Bu, Yüce Allah’ın Kur’ân’a ve okumaya verdiği değeri gösterir. Kur’ân’ın ilk emri “oku” olmuştur. İlk inen surede bu emrin iki kere tekrarlanması, Kur’ân’ın sürekli okunmasını istemek içindir. Bu emri alan peygamberimiz, her vesileyle, ömrünün son günlerine kadar onu hep okumuştur. Bu yüzden Kur’ân inişi, tespiti, indikten sonra sürekli okunması ile kıyamete kadar da okunacak kitap olması hasebiyle, hatta cennette de okunacak olması nedeniyle öncelikle okunan kitaptır. Aslında bütün kitaplar, o bir kitabı anlamak için okunur. Ancak diğer kitaplar okunurken Kur’ân’ı okumaya da sıra gelmelidir. Hz. Peygamberin şahsında tüm Müslümanlar Kur’ân’ı okumakla yükümlüdür. Bu nedenle Kur’ân okunmalı ve yanlış okurum, yanlış anlarım endişesiyle onu okumaktan korkulmamalıdır. Kur’ân’ın her seviyedeki her insan okuyabilir, onu anlama çabası içerisinde olan herkes ondan bir şeyler anlayabilir. Elbette ondan bir şeyler anlamak ile onu yorumlamak ayrı şeylerdir. Okunması da bir ibadet kabul edilen Kur’ân, dünyada en çok okunan kitapların başında yer almıştır. Bugün de o bu özelliğini korumaya devam etmektedir. Bugün Kur’ân, anlaşılarak ve anlaşılmadan tekrar tekrar okunan, üzerinde en çok durulan, üzerine şerhler/tefsirler yazılan, çok sayıda dile en çok tercüme edilen kitap olma 98 75 Kıyame 17-18. Okunan Bir Kitap Olarak Kur’an * 31 özelliğini sürdürmektedir. Kur’ân’ın en temel üç özelliği onun okunması, yazılması ve dinlenmesidir. Kur’ân’ın insanlığa indirilmesindeki ilahî amaç, onun okunması, anlaşılması ve gereğinin yerine getirilmesidir. Kur’ân, bu şekildeki Murad-ı ilahiye uygun olarak okunmalıdır. Kaynaklar Abdülhamit Birışık, “Kur’ân”, Diyanet İslam Ansiklopedisi. Abdürraûf el-Mısrî, Mu’cemü’l-Kur’ân, Beyrut, 1948. Ahmed Abdülvahıd Ebû Hatab, Elfâzu'l-Kırâe fi'l-Kur'âni'lKerim, İmam Muhammed B. Suud İslam Üniversitesi Dergisi, Sayı 16, 1417. (Çev: Akpınar Ali, Kur'ân'da Okuma Lafızları), C.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı 2. Akpınar Ali, Kur’ân Niçin ve Nasıl Okunmalı,Konya, 2000. Âlûsî, (Tefsîr). Mahmud, Ruhu'l-Meânî, Beyrut, Daru'l-Fikr, 1994 Askerî, Ebu Hilal, el-Furûku'l-Lüğaviyye, Mektebetü Basıre, 1353. Bilmen Ö. Nasuhi, Büyük Tefsîr Tarihi, İstanbul, 1973. Cerrahoğlu İsmail, Tefsîr Usûlü, Ankara, Elif Ofset, 1979. Ebû Davûd, Süleyman es-Sicistanî, Sünen (4c), ty. Ebû Hayyân, Tuhfetü'l-Erîb bimâ fi'l-Kur'âni mine'l-Ğarib, Bağdat, 1977. Ebû Ubeyde, Ma'mer b. Müsennâ, Mecâzü'l-Kur'ân, Kahire, 1970. Fîruzabâdî, Muhammed b. Yakub, Besâir Zevit-Temyiz fi Letâif'il- Kitâb'il-Aziz (6c),El-Mektebetü'l-İlmiyye, Beyrût, ty. İbn Manzûr, Cemalüddin Muhammed b. Mükrem, Lisânü'l-Arab (15 c), Beyrut, D. Sadr, ty. İbnü’l-Cevzî, Ebu'-Ferec, Zâdü'l-Mesîr fi-İlmi't-Tefsîr (9c), Beyrut, 1984 (Tefsîr). İmam Azam, Fıkh-ı Ekber, İmam-ı Azam’ın Beş Eseri (Çev: M.Öz), İstanbul, 1981. İsfehânî, Rağıp, el-Müfredat fi Garibi'l-Kur'ân, İstanbul, Kahraman, 1986. Kastalânî, Ahmed b. Muhammed, Letâifü'l-İşârât, el-Meclisü'lA'lâ, 1392. Kırca Celal, Kur'ân ve İnsan, İstanbul, 1996. 32 * Ali Akpınar Kurtubî, Muhammed b. Ahmed el-Ensari, el-Câmi'li Ahkâmi'lKur'ân (20c), Beyrut, ty, (Tefsîr). M.Fuat Abdülbâkî, el-Mu'cemü'l-Müfehres li-Elfazı'lKur'ân'il-Kerim, İstanbul, el-Mektebetü'l-İslamiyye, 1984. Mehdi Bâzergan, Kur’ân’ın Nüzûl Süreci, Ankara, 1998. Menna el-Kattân, Mebâhıs fi Ulûmi'l-Kur'ân, Beyrut, 1987. Ömer Nesefî, Metn-i Akâid, Kesteli Haşiyesi ile birlikte, İstanbul, 1966. Pezdevî, Usûlü Pezdevî, Dâru'l-Kütübi'l-Arabî, ty. Ramazan Dımeşk, 1975. el-Bûtî, Min Ravâiı'l-Kur'ân, Mektebetü'l-Farabî, Sâbûnî, Muhammed Ali, et-Tibyân fi Ulûmi'l-Kur'ân, Şam, 1981. Sofuoğlu Mehmet, Tefsîre Giriş, İstanbul, 1981. Suyûtî, Celalüddin, el-İklîl Kütübi'l-Ilmiyye, Beyrut, 1985. fî İstinbâtı't-Tenzîl, Daru'l- Şâyi', Muhammed b.Abdirrahman b.Sâlih, el-Furûku'lLuğaviyye ve Eseruhâ fi't-Tefsîri'l-Kur'âni'l-Kerim, Mektebetü'lAbikân, Riyat, l993. Tehânevî, Muhammed Ali, Keşşâfü Istılâhâtı'l-Fünûn, İstanbul, 1984. Tirmizi, Ebû Îsa, Sünen (5c), 1934. Zebidî, Tâcü'l-Arûs, Mısır, 1306. Zemahşerî, Ebu'l-Kasım Tenzil (4c), ty (Tefsîr). Cârullah, el-Keşşaf an-Hakâikı't- Zerkânî, Muhammed Abdülazim, Menahilü'l-İrfan (2c), Kahire, 1980. Zerkeşî, Bedrüddin Muhammed, el-Burhan fi Ulûmi'l-Kur'ân (4c), Beyrut, 1972. HADİS KİTAPLARI VE MUHTEVA TAHLİLLERİ Cemal Ağırman Giriş Sünnetin önemini ve dindeki yerini bilmek kadar, sünnet verilerinin günümüze intikalini sağlayan kaynakların genel muhtevasını, tasnif sistemlerini ve ihtiva ettikleri hadislerin niteliklerini bilmek de o kadar önemlidir. Hadis kaynaklarından doğru yararlanabilmek için müelliflerini tanımanın yanı sıra, te’lif amaçlarını, metotlarını ve kullandıkları terminolojiyi de bilmek gerekir. A. Tasnif Sistemine Göre Hadis Kitaplarının Tahlili Hadis kitapları iki ana sisteme göre tasnife edilmiştir. Her bir sistemin kendine göre birtakım özellikleri vardır. Bu özellikleri bilmek, ihtiva ettikleri bilginin niteliğini doğru algılamak açısından önemlidir. 1) Birincisi, ‘sahış merkezli’/ale’r-ricâl sistemdir. a) Ale’r-ricâl sistemin birinci örneğini teşkil eden Müsnedlerde önce sahâbî râviler muhtelif kriterlere göre sıralanır ve her birinden rivâyet edilen hadisler, konularına bakılmaksızın isimleri altında dercedilir.1 Ebû Dâvûd et-Tayâlisî (204/819) ve Ahmed b. Hanbel’in (241/855) Müsned’leri, bu türün en önde gelen örnekleridir. b) Ale’r-ricâl sistemin ikinci örneğini teşkil eden Mu’cemlerde ise hadislerin ya ilk sahabî râvileri veya son râvileri olan müellifin hocaları, alfabetik veya kabilelerine göre bir sıralamaya tâbi tutulur; rivâyet ettikleri hadisler isimlerinin altında art arda verilir. et-Taberânî’nin (ö.360/971) el-Mu’cemü’l-kebîr, el-Mu‘cemu’levsat ve el-Mu‘cemu’s-sağîr’i bu grubun en meşhur örneklerini teşkil eder. el-Mu’cemü’l-kebîr ise müsnedler gibi sahâbî ravilerini esas alır. Ale’r-ricâl sistemin belli râvilerden ne kadar ve hangi hadislerin rivâyet edildiğini tespit etme kolaylığından başka araştırmacıya sağladığı herhangi bir fayda söz konusu değildir. Bu sistemin amacı, hadis metinlerini olduğu gibi korumak, ricâle ait rivâyetleri tespit edip hüküm istinbatı için bir araya getirmektir.2 Bu tür eserlerin musannifleri, güvenilirlikten ziyâde arşivlemeyi esas aldıkları için, kısmen sistem gereği, kısmen kişisel kabuller sonucu eserlerine zayıf hadis alma konusunda bilinçli olarak mütesâhil davranmışlardır. Ale’r-ricâl eserlerde malzeme sadece mutfağa getirilir, pişirilip sofraya getirilmesi; yani, servis kısmı fıkıhçılara bırakılır. C. Ü. İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi İbnu’s-Salâh, Ulûmu’l-hadîs (Mukaddimetu İbni’s-Salâh), th. Âişe Abdurrahmân, Kahira trs., (Dâru’l-maârif), s. 184. 2 Çakan, Hadis Edebiyatı, s. 25-26. 1 Hadis Kitapları ve Muhteva Tahlilleri * 35 2) İkincisi ale’l-ebvâb/konularına göre tasnif sistemidir. Bu sistemde hadisler, râvilerine bakılmaksızın konularına göre tasnif edilir. Sistemin temelinde yatan asıl amaç hadisleri delil oldukları konularda zikretmek ve onlar için birer bab/alt başlık tahsis etmektir. 3 Değişik amaçlarla oluşturulan çeşitli türleri vardır: a) Ale’l-ebvâb sistemin birinci türü Câmî’lerdir. Câmî türü eserler, ale’l-ebvâb/konulu hadis çalışmalarının en önemlileridir. Bu eserlerde hadisler belli bir sisteme göre konularına göre tasnif edilir. Câmi’ türü eserlerin amacı, muhatabı İslamî bütün konularda hadislerle bilgilendirmek; diğer bir ifade ile hadislerin ihtiva ettiği bütün konuları belli bir sistem dâhilinde okuyucuya sunmaktır: İmân, İslâm ve tevhitle ilgili konular imân; taharetten vasiyete kadar ibâdet ve muamelâtla ilgili konular ahkâm; ahlâk ve nefis terbiyesiyle ilgili konular rikâk; yeme adabıyla ilgili konular et’ime; içme adabıyla ilgili konular eşribe; Hz. Peygamber’in âyetlere getirdiği yorumlar tefsir; devletler arası ilişkiler, savaş, barış, megâzî ve cihâdla ilgili konular tarih/siyer/cihâd; son peygamber, diğer peygamberler, ashabın yaşayış biçimleri ve örneklikleri, menâkıb; kıyamet alametleri ve gelecekte meydana gelecek birtakım olaylarla ilgili konular fiten ve melâhim bölümlerinde ele alınır. b) Ale’l-ebvâb sistemin ikinci türü Sünenlerdir. Sünenler, hükme medar olan ahkâm hadislerini fıkhî konularına göre ele alır. Bu sisteme göre tasnif edilen eserler, genel mânâda ibâdet, muamelât ve ukûbât içerikli hadisleri ihtiva ederler. Onun için sünenler bir nevi ‘fıkhu’lhadis’lerdir. ‘Hükme medar olma’ veya ‘amel edilmiş olma’yı esas aldıkları için söz, fiil ve takrîr olarak peygambere izâfe edilen merfû’ nitelikli hadisleri ihtiva ederler. Sahâbe ve tabiî kaynaklı mevkûf ve maktû’ nitelikli hadislere pek fazla yer vermezler.4 c) Ale’l-ebvâb sistemin üçüncü türü Musanneflerdir. 'Belli bir sisteme göre sınıflandırma'yı ifade eden musannef kelimesi, terimsel manada, ilk bakışta ‘mevzularına göre tasnif edilmiş hadis mecmuası’ anlamına gelir. Ancak, daha dar manada, ‘hadis konularının hepsini veya pek çoğunu içine alan büyük çaplı hadis mecmualarına verilen bir isim’dir.5 Genel manada, ale’l-ebvab bütün hadis mecmualarını kapsa3 4 5 Çakan, İsmail Lütfi, Hadîs Edebiyâtı, İstanbul 1996, s. 26. Geneli itibariyle böyle olmakla beraber, Dârekutnî’nin Sünen’i gibi bunun istisnasını teşkl eden sünenler de vardır. Daha fazla bilgi için bk. Koçyiğit, Talât, Hadis Tarihi, Ankara 1981, s. 212-213; Yardım, Ali, Hadis II, İzmir 1982, s. 59. 36 * Cemal Ağırman yan bir anlam içermekle beraber, özel ya da dar manada müstakil bir tasnif sistemini ifade eder. Musannefler, muhteva ve plan bakımından sünenlere çok benzedikleri için, hadisleri fıkıh bablarına göre tertip ve tasnif edilmiştir. Şu kadar var ki, Musannefler, sistem olarak sünenlerdeki merfû hadislere ilâveten mevkûf ve maktû nitelikli hadisleri de ihtiva ederler. Elimizdeki örneklere baktığımızda, musanniflerinin, uydurmacılığı açık ve yalancılığı zahir olanların dışında herkesten hadis aldıkları görülür. Dolayısıyla, musannefler; Dihlevî'nin belirttiğine göre sahih, hasen, zayıf, ma’rûf, garib, şâz, münker, doğru, yanlış, sabit, maklûb gibi her çeşitten hadisleri ihtiva ederler. Bu yüzden Dihlevî Musannefleri üçüncü tabakadan saymıştır.6 İhtiva ettikleri hadislerin gerekleriyle hükmetmek ancak hadis ricâlini yakından tanıyan, hadis illetlerine vâkıf olan büyük hadis otoritelerinin girişebileceği bir iştir. Bununla beraber, bunlardan mütabaât ve şevâhit amaçlı istifade yoluna gidilebilir.7 Câmi’, Sünen ve Musanneflerin yanı sıra Müstedrek, Müstahrec ve Zevâid isimleriyle bilinen kitaplar da ale’l-ebvab sisteme dâhildir. Musannef, Câmi’ ve Sünen kavramları hem bir tasnîf usûlünün hem de özel bazı eserlerin adı olarak kullanılmaktadır. *Daha sonraları ale’l-ahruf (alfabetik) bir sisteme geçilerek hadisler ilk kelimelerine göre tasnif edilmiştir. Bunun en yaygın örneğini Süyûtî’nin (911/1505) el-Câmi’u’s-sağîr’i teşkil eder. Hadis literatürü içinde daha değişik amaçlarla değişik isim ve muhtevâda eserler de meydana getirilmiştir. B. Yöntem Olarak Hadis Kitaplarının Tahlili Musannifler, eserlerini oluştururlarken güvenilir veya ma’mûlun bih/amel edilebilir olup olmama açısından hadis almada iki değişik yöntem takip etmişlerdir. *Birinci yönteme göre müellif eserine aldığı hadisleri kendi kriterlerine göre sadece sahih veya ma’mûlun bih olanlardan seçer; başka hadislere yer vermez. Bu yöntemi benimseyenlerin amacı sadece ‘doğru olan bilgi’yi vermek ve ‘hükme medar olma’yı esas almaktır. Buna Buhârî (ö.256/867), Müslim (ö.261/875), İbn Hibbân (ö.354/965) ve İbn Huzeyme’nin (ö.311/923) ‘Sahîh’ adlı eserleri örnek verilebilir. *İkinci yönteme göre musannif, eserine değişik amaç ve sebeplerle sahih, hasen, zayıf, şâz ve benzeri hadisleri alır; ancak hadislerin sonunda durumlarını açıklar. Buna örnek olarak Tirmizî’nin (ö.279/892) Câmi’’i ve kısmen de Ebû Dâvûd’un (ö.275/888) Sünen’i verilebilir. 6 7 Dihlevî, Hüccetüllâhi'l-bâliğa, I, 496-497. Aynı yer. Hadis Kitapları ve Muhteva Tahlilleri * 37 C. Güvenilirlik Açısından Hadis Kitaplarının Tahlili Şâh Veliyullâh ed-Dihlevî (ö.1176/1762) hadis kaynaklarını güvenilirlik açısından dört tabakaya ayırır: 1) Sıhhat ve şöhret vasıflarını bir arada bulunduran hadis kitapları birinci tabakayı teşkil eder. Dihlevî’ye göre birinci tabakada yer alan hadis kitapları İmâm Mâlik’in (ö.179/795) Muvattâ’ı, Buhârî (ö.256/867) ve Müslim’in (ö.261/875) Sahîhlerinden ibarettir. 2) Muvattâ ile Buhârî ve Müslim’in Sahîhlerinin derecesine ulaşmayan, fakat onların hemen ardından gelen hadis kitapları, ikinci tabakayı oluşturur. Ebû Dâvûd’un (ö.275/888) Sünen’i, Tirmizî’nin (ö.279/892) Câmi‘’i, Nesâî’nin (ö.303/915) Müctebâ’sı ikinci tabaka kitaplarını oluşturur. 3) Buhârî ve Müslim’den önce ya da sonra tasnif edilen Müsnedler, Câmi’ler, Musannefler üçüncü tabakayı oluşturur. Bunlar sahih, hasen, zayıf, ma’rûf, garib, şâz, münker, doğru, yanlış, sabit, maklûb gibi, her çeşitten hadisleri içine alır. Ebû Ali’nin (ö.307/919) Müsned’i, Abdurrezzâk’ın (ö.211/827) Musannef’i, Ebû Bekr b. Ebî Şeybe’nin (ö.235/849) Musannef’i, Abd b. Humeyd’in (ö.249/863) Müsned’i, Ebû Dâvûd et-Tayâlîsî’nin (ö.204/819) Müsned’i; Beyhakî (ö.458/1065), Tahâvî (ö.321/633) ve Taberânî’nin (ö.360/970) kitapları bu kabildendir. Bu eserleri tasnif edenlerin amaçları sadece toplamak olmuş, ayıklamak, seçime tâbi tutmak, amel edilmesini amaçlamak gibi bir endişeleri olmamıştır. 4) Musannifleri tarafından asırlar sonra ilk iki tabakada bulunmayan hadislerin toplanmasına yönelik yapılan çalışmalardır. Bu gruptaki eserlerin muhtevası: a) Laf ustası vâizlerin, hevâ ve heveslerinin peşinden koşturanların, zayıf râvilerin rivâyetleri olabilir. b) Sahâbe ve tabiîn sözleri veya İsrâilî haberler yahut hukemâ/bilge kişilerin ve nasihatçıların sözlerinden olabilir; fakat râvileri, onları sehven veya kasten Rasûlüllah’ın hadisleri ile karıştırmışlardır. c) Kur’an ya da sahih hadisin muhtemel mânâlarından biri olabilir. Rivâyet inceliklerinden haberi olmayan sâlih kişiler, onu mânâ yoluyla rivâyet eder ve bu yolla o muhtemel mânâyı merfû’ bir hadise dönüştürür. d) Kitap ve Sünnetin işaretinden anlaşılmış mânâlar olabilir. Râvi onu kasıtlı olarak müstakil bir hadis şekline sokar. e) Çeşitli hadislerde yer alan dağınık ifadeleri bir araya getirir ve onları aynı anda söylenmiş tek bir sözmüş gibi nakleder. Bu tür hadislerin genelde bulunduğu kitaplar şunlardır: İbn Hibbân’ın (ö.354/965) ed-Duafâ’sı, İbn Adiyy’in (ö.365/975) elKâmil’i; Hatîb (ö.463/1070), Ebû Nu’aym (ö.430/1038), Cüzcânî 38 * Cemal Ağırman (ö.259/872), İbn ‘Asâkîr (ö.571/1175), İbn Neccâr (ö.643/1245) ve Deylemî’nin (ö.509/1115) kitapları…. Dihlevî, hadis kaynakları olarak değil de belli vasıftaki rivâyetleri ifade eden beşinci bir tabaka/türden daha bahseder ki, bu rivâyetler; fukaha, sûfiyye ve tarihçiler arasında meşhur olmakla beraber ilk dört tabaka içerisinde bir aslı bulunmayan rivâyetlerle, dîni bütün olmayan fakat dili iyi bilen kimselerin, cerhi mümkün olmayan sağlam isnatlarla hadismiş gibi ileri sürdükleri ve fakat Hz. Peygamber'den sadır olmaları mümkün olmayan beliğ sözlerden oluşur.8 Tabakaların Değerlendirilmesi Şâh Veliyullâh ed-Dihlevî’nin (ö.1176/1762) ifadesiyle birinci ve ikinci tabakayı teşkil eden hadis kitapları, muhaddislerin itimadını kazanmış eserlerdir. Onların itibar ettikleri hadisleri aldıkları kitaplar bunlardır. Üçüncü tabakada yer alan kitaplardaki hadislerin gerekleriyle hükmetmek ancak hadis ricâlini yakından tanıyan, hadis illetlerine vâkıf olan büyük hadis üstatlarının girişebileceği bir iştir. Bununla beraber, bunlardan mütabaât ve şevâhit amaçlı istifade yoluna gidilebilir.9 Ancak, Abdulfettâh Ebû Ğudde, Beyhakî ve Tahâvî’nin, özellikle de Tahâvî’nin kitaplarının üçüncü tabakadan sayılmasını doğru bulmamaktadır.10 Dördüncü tabakadaki hadislere gelince Dihlevî’ye göre bunları toplamak, onlardan hüküm istinbatına girişmek son dönemlerde ortaya çıkmış bir tekellüften ibarettir.11 Dikkat edilirse Dihlevî, kaynakları toplu bir değerlendirmeye tâbi tutmaktadır. Şurası muhakkak ki, musanniflerin metotlarını belirtmeden, kullandıkları terminolojiyi ve hadisler hakkında yaptıkları değerlendirmeleri ortaya koymadan böyle toptancı bir yaklaşım içinde olmak, hem gerçekçi olmaz, hem de son derece yanıltıcı olur. D. En Önde Gelen Hadis Kitaplarının Muhteva Olarak Tahlili Biz burada en mütedavel hadis kitaplarını muhteva ve güvenilirlikleri açısından tanıtmaya çalışacağım. 1. Ahmed b. Hanbel'in (241/855) Müsned’i Ahmed b. Hanbel h. 164’de Bağdad’da doğmuş, h.241'de vefat etmiştir. 8 Ed-Dihlevî, Hüccetüllâhi'l-bâliğa, trc. Mehmet Erdoğan, İstanbul 1994, I, 488-497. Dihlevî, Hüccetüllâhi'l-bâliğa, I, 496-497. Leknevî, Ecvibe, s. 90, (muhakkik Abdulfettah Ebû Ğudde’nin dipnottaki notu.) 11 Dihlevî, Hüccetüllâhi’l-bâliğa, I, 496-497. 9 10 Hadis Kitapları ve Muhteva Tahlilleri * 39 700’den fazla sahâbî’den nakledilen 30.000’e yakın hadisi ihtivâ eden Müsned, Ahmed b. Hanbel’in baş eseri olduğu kadar Müsned türünün de en meşhurudur. Ahmed b. Hanbel, Müsned’i 750.000 hadisten seçerek meydana getirmiştir. Elimizdeki Müsned, oğlu Abdullah b. Ahmed b. Hanbel’in rivâyet ettiği nüshanın, Ebû Bekr Ahmed b. Ca’fer el-Katî’î (368/978) tarafından yapılan rivâyetidir. Gerek Abdullah b. Ahmed b. Hanbel gerekse râvîsi Ahmed b. Ca’fer el-Katî’î Müsned’e bazı ilâveler yapmışlardır. Katî’î’nin ilâveleri azdır.12 Sıddîkî’ye göre İbn Hanbel’in bu büyük eseri telif gâyesi; ne tümüyle sahîh hadisleri toplamak, ne de özel bir konuyla ilgili hadisleri bir araya toplamak ve ne de belli bir İslâm Mezhebi’ni destekleyen hadislerden bir mecmua oluşturmaktır. Onun gâyesi, sahîh olduğu kendisince ispat edilebilecek olan ve kendi devri için, münâkaşalarda esas vazifesini görebilecek bütün hadisleri bir araya getirmektir. Nitekim o, “Bu kitabı bir rehber olarak hazırladım, Hz. Peygamber’in sünnetinde ihtilaf edenler ona müracaat ederler.” demiştir.13 Görüldüğü gibi Ahmed b. Hanbel, Müsned’e aldığı bütün hadislerin “sahîh” olduğunu iddia etmiş değildir. Ölüm döşeğindeyken bile o, Müsned’den bir hadisin çıkarılmasını oğlundan istemiştir. 14 Bu onun, eseri hakkında sürekli bir tetkik ve araştırma içinde olduğunu gösterir, yoksa onun “eserinin bütün muhtevâsının sahîh olduğundan emin olmadığını”15 değil!. Zira ilimde araştırma süreklidir, emin olunsun olunmasın netice değişmez. Ahmed b. Hanbel, Müsned’e sırasıyla; a. Zabt ve adâlet vasıfları ile tanınan râvîlerin hadislerini, b. Yalancılığı duyulmamış, dînî konularda hakkında şüphe edilmeyen mestûr râvilerin, birinci grup râvilerin rivâyetlerine ters düşmeyen hadislerini almıştır. O, oğluna hitâben “Hadis usûlümü bilirsin: aynı konuda zıddına sahîh bir hadis bulunmadıkça, zayıf hadislere karşı çıkmamışımdır”16 demiştir. Bu sözlerden onun “sahîh” ve “sahîh olması muhtemel” hadisleri Müsned’ine aldığı anlaşılmaktadır. 2. İmam Mâlik'in (179/ 795) el-Muvatta'ı İmam Mâlik h. 93 yılında Medine’de doğmuş, h.179/795’da 85 yaşlarındayken Medine’de vefat etmiştir.17 Etbâu’t-tâbiîn’dendir. 12 Bu zâtın nisbesi Kutay’î değil Katî’î’dir. (Bustanu’l-muhaddisîn, s. 68-69) Katî’a, Şerîa vezninde, Bağdat’taki, devlet yöneticilerine oturmaları için tahsis edilen birtakım mahallelere verilen isimdir. (a.g. yer.). 13 Talâi’u’l-Müsned, s. 22 14 Tabakatu’ş-Şâfiîyyeti’l-kübrâ, I, 203. 15 Bk. Hadis Edebiyâtı Tarihi, s. 85. 16 Abdurrauf’un anılan makalesi, s. 26. Talâi’u’l-Müsned, s. 27’den naklen. 40 * Cemal Ağırman İmam Mâlik, ders süresince tek şekilde oturur, ayakta hadis rivâyetinden hoşlanmazdı. Hadis dersi için özel hazırlık yapardı. Yıkanır, güzel kokular sürünür, temiz ve yeni elbiseler giyer, huşu’ ve vakar ile otururdu. Ders süresince güzel kokulu öd ağacı (buhur) yaktırırdı. İmam Mâlik, hadise olan saygısı dolayısıyla, hadisleri kabulde ihtiyatı elden bırakmamış, olabildiğince titiz davranmıştır. Hatta onun Peygamber Mescidi’nin direklerini işâret ederek şöyle dediği nakledilir: “Şu sütunlar dibinde, ‘Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu’ diyen yetmiş kişiye rastladım. Bunların hiçbirinden bir şey almadım. Bunlar belki, beytu’l-mâl kendilerine emanet edilecek kadar emin kişilerdi. Fakat onların hiçbiri buna (hadis almaya) ehil değildi.” İmam Mâlik, Muvatta’ı önceleri 10.000 hadisten meydana getirmiştir. Eserini her sene yeniden gözden geçirir ve bazı hadisleri çıkarırdı. Sonunda elimizdeki 1720 rivâyeti ihtiva eden Muvatta kalmıştır. Muvatta şârihi Zürkânî (1122/1710) bu rakamı şöyle sınıflandırır: 600’ü müsned (merfu), 222’si mürsel, 613’ü mevkûf, 285’i maktu’dur. Bu taksimde de görüldüğü gibi İmam Mâlik, önce Hz. Peygamber’den gelen hadisleri, sonra ashâb’dan gelenleri, daha sonra da tâbiûndan gelen âsâr’ı zikretmektedir. En sonunda da kendi re’yini belirtmektedir.18 Tirmizî şârihi Ebû Bekr b. el-Arabî (543/1148) “Muvatta ilk asldır. Sahîh-i Buhârî de ikinci asldır. Müslim, Tirmizî ve diğer muhaddisler, kitaplarını bu iki asl üzerine bina etmişlerdir.”19 der. Meselâ Buhârî, Muvatta’daki 300 hadisi, Sahih’inin 600 yerinde zikretmiştir.20 Muvatta, Buhârî ve Müslim’in sahîhleri ile birlikte hadis kitaplarının birinci tabakasını meydana getirmektedir. 21 3. el-Buhârî'nin (256/870) Sahîh’i Muhammed b. İsmail b. İbrahim el-Buhârî h. 194/810 yılında Buhâra’da doğmuş, 256/870 yılında Ramazan Bayramı gecesi 62 yaşında iken vefat etmiştir. Daha on yaşlarında iken hadis ezberlemeye başlamıştır. Bini aşkın hocadan ders almıştır. Bütün ömrünü ve her şeyini hadise adayan 17 İmam Malik’in hayatı için bk. Zehebî, Siyer, VIII, 48-135; Tezkire, I, 207-213; İbn Hacer, Tehzîb, X, 5-9. 18 Misaller için bk. İtr, el-İmam et-Tirmizî ve’l-muvâzene, s. 337. 19 Bk. Süyûtî, Tenvirü’l-hevâlik, I, 5. 20 Sezgin, Buhârî’nin Kaynakları, s. 305, dn. 2. 21 Bk. ed-Dihlevî, Huccetu’llahi’l-bâliğa, I, 281. Hadis Kitapları ve Muhteva Tahlilleri * 41 Buhârî’nin ezberlediği hadis sayısı ise, kendi ifâdesiyle, yüz bini sahîh, toplam üç yüz bindir.22 Buhârî’nin hadis bilgisi, devrin bilginlerince insaf hudutlarını aşacak tarzda yoklanmıştır. Bir keresinde 100 kadar hadisin sened ve metinleri karıştırıldıktan sonra Buhârî’ye okunmuş ve bu hadisler hakkında ne düşündüğü sorulmuştur. Buhârî hepsini ezberden düzeltmiş ve soranların hayranlıklarını kazanmıştır. İbn Hacer (852/1448) onun hakkında, “Gök kubbenin altında, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in hadislerini Buhârî’den daha iyi bilen birini görmedim.” demektedir. Buhârî, el-Câmiu’s-sahîh adlı eserini 600.000 hadis arasından seçmiştir. Onu Mescid-i Haram’da telif etmiştir. Concordance’a göre 97 kitab ve 3730 bâbtan/konudan oluşmaktadır. Mükerrerler dahil 7275 hadis ihtivâ etmektedir. İbn Hacer bu sayıyı 9082 olarak vermektedir. Mükerrerler dışında dört bine yakın hadis vardır. İbn Hacer bu sayıyı da 2761 olarak vermektedir. Bab merkezli düşündüğümüzde, telif sebebi de göstermektedir ki Buhârî’nin Sahîh’inde zayıf hadis yer almamaktadır. Ancak Buhârî, bazen istidlâl kabilinden ve bâb başlığı’nda (terceme) olmak kaydıyla zayıf hadis zikreder. Yalnız bunları, öteki hadisleri zikrettiği gibi tahdîs sığasiyle vermez. Senedsiz olarak verir. Bu hadislerin zayıflıkları da azdır. Buhârî, bâb başlıklarını çoğu zaman âyet-i kerîmelerden, bazen hadislerden iktibaslarla ve bazen de serbest şekilde ve fakat fıkhî bir anlam taşıyacak tarzda seçtiği ibârelerle tanzim etmiştir. Bu yüzden Buhârî’nin fıkhî görüşleri bâb/konu başlıklarında yer alır. Buhârî, kitabını kitaplara/bölümlere ayırırken bir insana doğumdan ölüme kadar gerekli olan bilgileri bir mantık silsilesi çerçevesinde sıralamaya çok dikkat eder. Kitabının ilk bölümü “Bed’u’l-vahy’dir. İkncı sırada “Kitâbu’l-imân”ı, üçüncü sırada “Kitâbu’l-ilm”i, daha sonra “Kitâbu’s-salât”ı ele alır. Hedef aldığı kitleyi önce vahiyle, sonra imanla, daha sonra ilim ve ibadetle buluşturur. Bir insan, ilim olmadan aklıyla Allah’ı keşfedebilir; fakat, ilim olmadan O’na ibadet ve kulluk edemez. Önce imandan sonra önce bilgi ve sonra da ibadet gelir. Buhârî bu sıralama ile iman-ilim ve ibadet üçlüsünün önemine dikkat çeker. Buhârî, bazen bir hadisi ilgisi dolayısıyla ve ondan hüküm istinbât etmek düşüncesiyle muhtelif kitapların çeşitli bâblarında hadisi bölerek (takti’) tekrarlar. Ancak çoğu kere böyle hadisi değişik yerlerde verirken ayrı ayrı senetle zikretmeye dikkat eder. Bununla da hadisin değişik senetlerle rivâyet edilmiş olduğunu ispatlamış olur.23 22 23 Bk. İbn Hacer, Hedyü’s-sârî, 504. Bu konuda Bk. el-Guneymân, Delîlu’l-kâri ilâ mevâzıi’l-Hadis fî Sahihi’l-Buhârî, Medine, ts. 42 * Cemal Ağırman “Müellifler hadisleri boş yere tekrar etmezler. Hadisin farklı senetlerle gelmesi, metne ait lâfızların farklı olması gibi bir çok sebebi vardır. Bazen bir hadisin tek bir sahâbîden, değişik senedlerle ve farklı lafızlarla rivâyet edildiği olur. Müelliflerin bütün rivâyetleri toplama arzuları dolayısıyla kitaplarında tekrarlar görülür. 24 Böylece hem hadisi kuvvetlendirir, hem de lafız farklılıkları dolayısıyla başka başka hükümlerin elde edilmesine imkan sağlar. Buhârî’nin Sahih’i, hadis kitaplarının birinci tabakasına dahildir. 4. Müslim’in (261/874) Sahîh’i Ebu’l-Hüseyin Müslim b. Haccâc el-Kuşeyrî, h. 202, 204 veya 206 tarihinde Nişabur’da doğmuş, bir hâdisi araştırmakla meşgulken 261/874’de vefat etti. Müslim de Buhârî gibi bütün hayatını hadise adamıştır. O, devrin ilim merkezleri olan Hicaz, Mısır, İran, Suriye, Mezopotamya ve Türkistan’a seyahatlar yaptı. Bağdad’a bir kaç kez gitti geldi. Gezdiği yerlerdeki hadis bilginlerinden ders aldı. “Sahih-i Müslim” diye şöhret bulmuş olan el-Müsnedü’s-sahîh, Kütüb-i sitte’nin ikinci kitabıdır. İmam Müslim onu, 300.000 hadis içinden seçerek meydana getirmiştir. Müslim, kitabına aldığı hadisler hakkında şöyle der: “Ben, bana göre sahih olan her hadisi bu kitaba almış değilim. Ben, bu ketaba sadece sıhhati konusunda ulemânın icma ettiği hadisleri aldım.”25 İmam Müslim’in kitabına aldığı hadisler, genellikle, Buhârî’deki merfu’ hadislerdir. O, Buhârî’de bulunmayan 820 merfu’ hadisi de tahriç etmiştir. Müslim’in Sahîh’inde mevkûf ve maktu’ hadisler çok azdır.26 Kitabın üslûb ve siyâkına özen göstermiş, fıkhî istinbat gayesiyle hedisleri bölüp muhtelif bâblarda zikretmek gibi bir yönteme baş vurmamış, bir hadisin farklı rivayet tariklerini bir araya toplamaya gayret etmiş, dolayısıyla hadisçiliğe daha fazla önem vermiştir.27 Yine bazı hadisleri birden fazla yerde tekrarladığı da olmuştur. Tekrar ettiği hadislerin sayısı 137’dir. Rivâyet edilen lafzı aynen edâya büyük itina gösterir. Râvilerin bir harfte de olsa ihtilaflarını kaydeder (Buhârî, mânâ ile rivâyeti tecviz ettiği için buna o kadar riâyet etmez). Müslim’in Sahîh’i “kitab” adını taşıyan 54 bölümden oluşmaktadır. Bâblarının sayısı ise, 1322’dir. Mükerrerler dışında 3033 Hadis 24 es-Sa’âtî, el-Fethu’r-rabbânî, I, 15. Bk. Sahih, salât 63 ( I,304, M.F.Abdülbâki neşri ). 26 Câmi’ sayılmak istenmeyişinin bir sebebi de bu olabilir. İhtiva ettiği hadislerin niteliği açısından “sünen” çerçevesinde kalmıştır. Sahîh-i Müslim hakkında geniş bilgi için bk. M. Y. Kandemir, “el-Câmiu’s-sahîh”, DİA, VII, 124-129. 27 Sezgin, Buhârî’nin Kaynakları, s. 198-199. 25 Hadis Kitapları ve Muhteva Tahlilleri * 43 ihtivâ etmektedir.28 Kitab isimleri, Buhârî’deki kitab isimleriyle büyük ölçüde paralellik arzeder. Bâb başlıkları ise, daha sonra Nevevî (676/1277) tarafından konulmuştur. Sahîhân’ın Mukâyese edecek olursak şunları söylemek mümkündür: Buhârî’nin Sahîh’i, Kur’an’dan sonra en güvenilir kaynak olarak ümmetin bütünü tarafından kabul edilmiştir. Buhârî’nin Sahîh’inin Müslim’e tercih yönlerini şöyle sıralamak mümkündür: 1. Buhârî’nin sıhhat için ortaya koyduğu şartlar daha kuvvetlidir. 2. Râvîde, kendisinden hadis rivâyet ettiği kişi ile bir defa da olsa mülâkat etmiş olmayı arar (Müslim ise, görüşmüş olmayı değil, görüşebilme imkânının bulunmasını yeterli görür). 3. Buhârî’nin râvîlerinin adâlet ve zabt yönü, Müslim’in râvîlerinden üstündür. Zira Buhârî’nin ricâlinde cerh edilenler oldukça azdır. Onlardan da Buhârî’nin rivâyeti pek azdır. Aslında bunların büyük bir kısmı da Buhârî’nin kendilerini pek iyi tanıdığı kendi şeyhleridir. 4. Buhârî’nin, şâz ve illetten salim olma yönünden de belli bir üstünlüğü vardır. Buhârî’de tenkide uğrayan hadis sayısı pek azdır. 5. Müslim, Buhârî’nin talebesidir. Onun eserlerinden istifâde etmiş ve ona dayanmıştır. Bunun için de ed-Dârekutnî, “Eğer Buhârî olmasaydı, Hadîs İlmi’nde Müslim ortaya çıkmaz ve bu mertebeye ulaşamazdı” demiştir.29 6. Tenkide en az uğrayan hadis kitabı Buhârî’nin Sahîh’idir.30 Ahmed b. Hanbel, Yahya b. Maîn, Ali b. el-Medînî vb. âlimler 4 hadis dışında Buhârî’deki bütün hadislerin sahîh olduğuna şehâdet etmişlerdir. Ebû Ca’fer Muhammed el-Ukaylî (322/934), “Bu 4 hadis hususundaki söz, yine Buhârî’nin sözüdür; onlar da sahîhtir.” der. 5. Tirmizî’nin (ö.279/892) Câmi’î Ebû İsâ künyesiyle meşhur Muhammed b. İsâ b. Sevre etTirmizî, Tirmiz’de h. 209/827 yılında doğmuş, 31 h.279/892’da Tirmiz’de vefat etmiştir. Tirmizî, Arabistan, Mezopotamya, İran ve Horasan gibi çeşitli ilim merkezlerine hadis öğrenmek için seyahatler yapmıştır. O, Buhârî, Müslim ve Ebû Dâvûd gibi öteki Kütüb-i sitte müellifleriyle görüşmüştür. Kendisi hakkında devrin ulemâsının gerçekten gıbta edilecek değerlendirmeleri ve övgüleri vardır.32 28 Bk. Müslim, M. F. Abdülbâkî neşri, IV, 2323. Bk. Nuhbetü’l-fiker Şerhi, s. 36-38; Ayrıca bk. Koçyiğit, Hadis Istılahları, s. 388-389. Bu konuda bilgi için bk. Sezgin, Buhârî’nin Kaynakları, s. 195-199; Sıddîkî, H. Edebiyâtı Tarihi, s. 95-96. 31 Sıddîkî’nin Mekke’yi doğum yeri göstermesi (H. E. Tarihi, s. 104) kendisine ait bir tesbit olarak gözükmektedir. 32 Bk. Şakir, a.g. yer, s. 84-90; İtr, a.g.e., s. 21-22. 29 30 44 * Cemal Ağırman Tirmizî’nin en meşhur eseri Sünenü’t-Tirmizî, Kütüb-i sitte’nin üçüncü kitabıdır. Tirmizî, eserini Hicaz, Irak ve Horasan âlimlerine sunmuş, hepsi de beğenmişlerdir. O, kitabını “Kimin evinde bu kitap bulunursa orada konuşmakta olan Peygamber var demektir”33 diye takdim etmektedir. Yine o, “iki hadis dışında” kitabındaki bütün hadislerin ma’mûlun bih olduğunu da söylemektedir.34 Câmi’, ale’l-ebvâb bir tertibe sahiptir. Tahâretten İlel’e kadar uzanan 46 kitabı ihtiva emektedir. Concordance’a göre Câmi’; 46 kitab içinde 2496 bâb35 ve A. M. Şakir’in (1958) tahkiki ile yapılan baskıya göre de 3956 hadis36den meydana gelmektedir. Tuhfetu’l-ahvezî şerhi ile birlikte olan baskıda hadis sayısı 4051’dir.37 Mevkûf ve maktu’ hadisler Tirmizî’de merfu’ hadislerin değerlendirilmesi sadedinde sevkedilmişlerdir. Buhârî bu iki çeşit hadisi bâb başlıklarında muallak olarak verir. Müslim ise bu iki çeşit hadise çok az yer verir.38 Tirmizî, bâb başlığı altında bir veya bir kaç hadisi verdikten sonra, sırasıyla şu işlemleri yapar: a. Hadisin sıhhat durumu (hasen, sahîh, zayıf, garîb olduğunu) mutlaka açıklar. b. Râvilerin durumunu, varsa, senetteki illeti beyan eder. c. Hadisin -varsa- diğer tariklerini verir. d. Konuyla ilgili, diğer sahâbîlerden yapılmış rivâyetler varsa, onlara da “ve fi’l-bâbi an fülânin ve fülân...” diyerek, sahâbî isimlerini vermek suretiyle işaret eder. e. O konuyla ilgili olarak fukahanın görüşlerini, hadisle nasıl ihticac ettiklerini, ulemâ arasında ittifak mı, ihtilâf mı bulunduğunu anlatır. İcma’ varsa, mutlaka işaret eder. Bazen de uygulamanın hangi yönde olduğunu gösterir.39 Abdülaziz ed-Dihlevî (1239/1824) Tirmizî’nin Câmi’ini şu dört özelliğe sahip olmakla övmektedir: a. Tertibi mükemmeldir, tekrar yoktur. b. Fakihlerin kanaatlerine, yer yer de istidlâl usullerine işâret eder. c. Hadislerin sıhhat durumlarını, bilhassa illetlerini açıklar. 33 Zehebî, Tezkire, II, 634. Bk. Câmi’, V, 736; İbn Receb, Şerhu İleli’t-Tirmizî, s. 43; İtr, a.g.e., s. 55. Bk. M. F. Abdülbâkî, Teysiru’l-menfe’a, el-Fihrisu’t-tafsilî li Câmii’t-Tirmizî), 1-43. 36 A. M. Şâkir (tarafından başlatılan baskı), Tirmizî, V, 735. 37 Bk. M. Tuhfetü’l-ahvezî, X, 456. 38 Bk. İtr, a.g.e., s. 214-219. 39 Bk. Tirmizî, Salât 5; İman 17. 34 35 Hadis Kitapları ve Muhteva Tahlilleri * 45 d. Hadis ricâline dair değerli bilgiler verir. 40 Tirmizî’nin Câmi’i, usûle ait kaidelerin tek tek hadislere uygulanması, bir başka ifade ile usûl ile furûun birleştirilmesi açısından fevkalâde önem ve değere sahiptir. Tirmizî, hadislerin sıhhat durumunu tesbit için çoğu kere mürekkeb terimler kullanır. Tirmizî’nin Câmi’i, hadis kitaplarının ikinci tabakasına dahildir.41 Câmi’ türündeki bu üç eseri mukâyese edecek olursak şöyle diyebiliriz: Tirmizî, hadisçilik nokta-i nazarında Müslim’e; fıkhu’l-hadis noktasından da Buhârî’ye ait özellikleri, onlara yakın ölçüde kendisinde toplamış bulunmaktadır. Tirmizî, hadis kabulündeki şartlar açısından Buhârî ve Müslim’den daha mütesâhil bir tutum içindedir. Onun eseri “Hasen” hadis terimini belli bir muhtevaya kavuşturması açısından Sahîhayn’dan farklı bir nitelik arz etmektedir. Onun Câmi’i, Buhârî ve Müslim’den çok daha fazla zayıf hadis ihtivâ etmektedir. Ancak bu hadislerin durumunu Tirmizî, açıklıkla ortaya koymaktan çekinmez. Ancak bunları ya bilgilendirmek veya başka bir hadisi desteklemek amacıyla zikreder. 6. Ebû Dâvûd’un (ö.275/888) Sünen’i Ebû Dâvûd, Süleyman b. el-Eş’as b. İshak el-Ezdî es-Sicistânî h. 202’de Sicistan’da doğmuş, H. 275/888’de Basra’da vefat etmiştir. Fıkıh bâblarına göre tasnîf edilmiş ahkâm hadislerini ihtiva eden kitaplara sünen denir. Sünen’ler fıkhî görüşle telif ve tasnîf edildikleri için, genellikle, Hz. Peygamber’in söz, fiil ve takrirlerini bize nakleden merfu’ sünnet verilerini ihtiva eder. Mevkûf ve maktu’ haberlere pek yer vermezler.42 Sünen’lerin muhtevâlarını, ibâdât, muamelât ve ukûbât bölümleriyle özetlemek mümkündür. Sünen denilince, öncelikle Kütüb-i sitte’ye dahil olan sünenler akla gelir. Ebû Dâvûd’un Sünen’i, Buhârî ve Müslim’in sahihleri ile mukayese edildiğinde, güvenilirlik bakımından bazıları onun sahîhayndan hemen sonra geldiğini söyler. Söz konusu âlimler, onu sahîhayna en yakın eser olarak kabul eder ve kütüb-i sitte içerisinde üçüncü sırayı ona verir.43 Hatîb el-Bağdâdî'nin (ö.463/1070) kendisine ulaşan bir senetle naklettiği sözlerinde ve bizzat kendisinin Mekkelilere yazdığı mektupta, 40 Bustân, s. 196. Bk. ed-Dihlevî, Huccetullâhi’l-bâliğa, I, 283. 42 Bk. Kettânî, Risâle, s. 29. 43 Çakan, İsmail Lütfi, Sünen-i Ebî Dâvûd Tenceme ve Şerhi (Mukaddime), İstanbul 1987, s. XXVI. 41 46 * Cemal Ağırman Ebû Dâvûd, Sünen’inde; sahih, sahihe benzer (şibhuhu), sahihe yakın (mukâribuhu)44 ve kendisinde aşırı vehn/zayıflık bulunup durumlarını açıkladığı hadisler zikrettiğini, hakkında hiçbir şey söylemediklerinin salih olup bir kısmının diğer bir kısmından daha sahih olduklarını 45 belirtir.46 Ebû Dâvûd, prensip olarak her hadis hakkında ayrı ayrı değil, gerekli gördükçe değerlendirme yapar. Ebû Dâvûd, terkinde icma edilmemiş herkesten hadis almayı prensip edindiği için47 sahih bir hadis bulamadığı konularda zayıf hadis zikreder ve zayıf olduğunu açıklar. 48 Bu tür hadislerin zayıflığı ciddi değildir. Başka bir rivâyeti desteklemek amacıyla isnadı zayıf hadisler naklettiği gibi49 terğîb ve terhîb içerikli zayıf hadisler de nakleder. Fakat zayıf olduğunu belirtir.50 Bab içinde sahih bir senedi desteklemek amacıyla zayıf hadis zikrettiği de olur.51 Mısır, Mezopotamya, Mağrib ve dünyanın bir çok bölgesindeki muhtelif mezhep âlimlerince standart bir hadis kitabı olarak benimsenmiş ve çokça okunmuş olan Ebû Dâvûd’un Sünen’i, Concordance’a göre 40 kitab ve 1889 bâbtan meydana gelmektedir. Toplam olarak, müellifin kendi ifâdesiyle 4800 hadis ihtiva etmektedir. 52 Süneni hakkında o şöyle der: “Sünen’e sadece ahkâm hadislerini aldım. Zühd ve amellerin faziletleri ve diğer fezâil ile ilgili konuları işlemedim. Eserde mevcud 4800 hadisin tamamı ahkâma aittir. Zühd, faziletler ve diğer konularda bir çok hadis bulunmasına rağmen onları kitaba almadım.” Ebû Dâvûd’un Sünen’indeki hadisler, Zehebî’ye göre şöyledir:53 1) Şeyhân’ın birlikte tahrîc ettikleri hadisler (bunlar kitabın yarısını teşkil eder). 2) Şeyhân’dan sadece birinin kitabına aldığı hadisler. 44 El-Hatîb el-Bağdâdî, Ebû Bekr Ahmed b. Ali b. Sâbit, Tarîhu Bağdâd, Mısır 1343/1931, IX, 57. 45 Ebû Dâvûd, Risâletu Ebî Dâvûd ilâ ehli Mekke, th., Muhammed es-Sebbâğ, Beyrut trs., (Dâru’l-arabiyye), s. 26. 46 Katip Çelebi, bu sözlerin tamamını Ebû Dâvû'dun Risâle'sinden nakleder, (Keşfu’zzunûn, İstanbul 1971, II, 1005-1006). Ancak, söz konusu ifadelerin, "sahih, sahihe benzer (şibhuhu), sahihe yakın (mukâribuhu)" kısmı, Risâle'nin Muhammed esSabbâğ tarafından yapılan tahkikli neşrinin Beyrut tarihsiz baskısında yer almamaktadır. Bu sözleri el-Hatîb el-Bağdâdî, kendisine ulaşan bir senetle Tarîhu Bağdâd'ında (IX, 57) zikreder. 47 Leknevî, Ecvibe, s. 74. 48 Msl. bk. Ebû Dâvûd, Sünen, III, 29, 2573. 49 Msl. bk. Ebû Dâvûd, Sünen, II, 23, 1269, 1270. 50 Msl. bk. Ebû Dâvûd, Sünen, II, 50-51, no. 1377. 51 Msl. bk. Ebû Dâvûd, Sünen, II, 228, no. 2078, 2079. 52 Muhyiddin Abdülhamid neşrinde bu sayı farklıdır. 53 Siyer, XIII, 214-215. Hadis Kitapları ve Muhteva Tahlilleri * 47 3) Sahîhân’da olmamasına rağmen, senedi ceyyid olan ve aynı zamanda şaz ve illetli olmayan hadisler. 4) İsnadı sâlih54 olan iki ya da daha fazla leyyin tarikten geldiği için ulemânın kabul ettiği hadisler. 5) Râvîdeki hâfıza noksanlığı sebebiyle isnâdı zayıf kabul edilen hadisler (ki, bu tür hadisler hakkında Ebû Dâvûd çoğu kere sükût eder). 6) Râvisinin za’fı çok açık olan hadisler (Bu tür hadislerin za’fını müellif genellikle açıklar).55 Bu durum, Ebû Dâvûd’un, “fakihlerin delil olarak kullandıkları ahkâm hadislerini bir araya toplamak” gâyesinin tabiî bir sonucudur. Böyle bir maksadla yola çıktığı için Ebû Dâvûd, kitabına Sahîh, Hasen, Leyyin ve amel edilebilir hadisleri almıştır. Çünkü ona göre, aşırı derecede zayıf olmayan hadis, re’y ve kıyas’tan önde gelir. Aslında Ebû Dâvûd, Sünen’inde zayıf hadislerin mevcudiyetini bizzat kendisi söylemiştir. Ancak, o “muhaddislerin ittifakla terkettikleri” herhangi bir hadisi kitabına almamıştır. “Toptan bir değerlendirme ile ‘Sünen’deki hadislerin hepsi sahihtir’ demeye nasıl imkân yok ise, ‘hepsi hasendir’ hükmünü vermek de mümkün değildir. Birincisini söylemek mübülağa, ikincisini söylemek ise, üstünkörü bir hüküm olur. O halde yapılacak toptancı değerlendirmeler yerine her hadis için ayrı ayrı hüküm vermek, müellifin tavrını dikkate almak daha isabetli ve ilmî bir tutum olacaktır.”56 dir.57 Ebû Dâvûd’un Sünen’i hadis kitaplarının ikinci tabakasına dâhil7. Nesâî’nin (303/915) Sünen’i (el-Müctebâ) Ebû Abdirrahman Ahmed b. Şuayb en-Nesâî 214/829 yılında Nesâ’da doğmuş, Remle’de veya Mekke’de h. 303/915 yılında vefat etmiştir. Nesâî, zamanının en meşhur hadis âlimlerinden biridir. Daha ziyâde fıkhî hadisleri derlediği Kitabu‘s-Sünen’l-kebîr’i58 sahîh ve illetli hadisleri de ihtivâ etmekteydi. Sonra istek üzerine Nesâî bu kitabını sadece sahîh hadisleri almak üzere ihtisar etti ve bu yeni eserine elMüctenâ veya meşhur olduğu şekliyle el-Müctebâ adını verdi. el-Müctebâ, sünenler içinde en az zayıf hadis ve cerhedilmiş râvîsi bulunan bir kitab olarak bilinir. Bunun için de Sahîhayn’dan son54 Süyûtî’ye göre sâlih’den maksad, ihticac’a değil, i’tibâr’a salih olmaktır (Ebû Zehv, elHadis ve’l-muhaddisûn, s. 413. Kâsımî, Kavâidü’t-tahdîs, s. 232; K. Çelebi, Keşf, II, 1005; Leknevî, el-Ecvibe, s. 67. 56 Çakan, Sünen-i Ebî Dâvûd Tenceme ve Şerhi (Mukaddime), s. XXXIX-XL. 57 Bk. ed-Dihlevî, Huccetullâhi’l-bâliğa, I, 283. 58 Bu eser Abdülğaffâr Süleyman el-Bündâri ve S. Kisrevî Hasen tarafından 6 cild halinde neşredilmiştir(Beyrut, 1411/1991). 55 48 * Cemal Ağırman ra üçüncü sırada sayılması gerektiğini savunanlar olmuştur. 59 Hattâ Nesâî’nin, rical tenkidinde Müslim’den daha sıkı davrandığı bildirilmektedir.60 Nesâî, hadisler arasındaki çok küçük rivâyet farklarını bile, hadisi baştan aşağı tekrar etmek suretiyle gösterir. Gariptir ki, onun bu hassâsiyeti, Musevî asıllı müsteşrik Goldziher tarafından “küçük işlerle uğraşma” olarak tenkid edilmiştir.61 Nesâî, Tirmizî’de olduğu gibi, her hadis için ayrı bir değerlendirme yapmaz. Onun değerlendirmesi, kitabına almış olmasıdır. Sünen, 51 kitab ve 2400’e yakın bâb/konu alt başlıklardan oluşmaktadır.62 “Sünen-i Nesâî” denilince el-Müctebâ anlaşılır. el-Müctebâ hadis kitaplarının ikinci tabakasına dâhildir.63 8. İbn Mâce’nin (ö.273/886) Sünen’i İbn Mâce künyesiyle meşhur Ebû Abdillah Muhammed b. Yezid el-Kazvînî h. 209’da Kazvin’de doğmuş, H. 273/886’da Ramazan ayında vefat etmiştir. İbn Mâce’nin Sünen’i, mukaddime hariç 37 kitab, 1515 bâb ve 4341 hadisten oluşmaktadır. Bu hadislerden, 3002’si öteki beş kitabın müelliflerinin ya beşi veya bir kısmı tarafından rivâyet edilmiştir. Geriye kalan 1339 hadis ise, sadece İbn Mâce’de bulunan hadisler (zevâid)dir. Bunların da; 428’inin ricâli güvenilir, isnadları sahîhtir. 199’unun isnadı hasen’dir. 613’ünün isnadı zayıftır. 99’unun ise isnadı yok hükmünde (vâhî), veya münker ya da yalanlanmıştır.”64 İbn Mâce’nin, kitabını telif edince, devrin meşhur münekkidi Ebû Zür’a’ya takdim ettiği, onun da 30 kadar zayıf hadis dışında kitabın büyük bir değer taşıdığını söylediğine dair Ebu’l-Fadl b. Tahir elMakdisî (507/-1113) tarafından ileri sürülen rivâyet, senedindeki inkıta sebebiyle Süyûtî (911/1505) tarafından “doğru olmayan bir hikâye” diye tenkid ve reddedilmiştir.65 İbnü’l-Cevzî gibi Mevzûat yazarları, şahıslar, kabileler ve şehirlerin faziletleri ile ilgili hadislerin uydurma olduğunu ileri sürmüşlerdir. 59 Bk. Ebû Zehv, a.g.e., s. 410; Ebû Zehv bu sıralamayı esas almıştır. Ebû Zehv, a.g.e., s. 359; Kâtip Çelebi, Keşf, II, 1006. Bk. Goldziher, Müslim Studies, II, 232; Sıddîkî, H. E. Tarihi, s. 108. 62 Bk. Nesâî, I, 167-170. 63 Bk. ed-Dihlevî, Hucetullâhi’l-bâliğa, I, 283. 64 İbn Mâce, Sünen, II, 1520 (M. F. Abdülbâki’nin tanıtma yazısı). 65 Bk. Nesâî, Sünen, I, 5 (Süyûtî Şerhi); Ebû Zehv, el-Hadis ve’l-muhaddisûn, s. 419. 60 61 Hadis Kitapları ve Muhteva Tahlilleri * 49 Delhi’li Şeyh Abdulhak da İbn Mâce’nin Sünen’indeki Kazvin şehri hakkındaki hadislerin uydurma olduğunu söylemiştir.66 Aslında İbn Mâce’nin Sünen’i, tertibi, tekrardan uzak ve kısa oluşu ile oldukça değerlidir.67 Sünen’in Kütüb-i sitte’ye dahil edilişi, Ebu’l-Fadl b. Tahir elMakdisî’nin (507/1113) “Etrâfu’l-kütübi’s-sitte” ve “Şurûtü’l-eimmeti’ssitte”sinde 6. kitab olarak zikretmesiyle başlamıştır. Sonraki yazarlar da aynı yolu takib edince 7. asırdan itibaren Sünen, Kütüb-i sitte’nin 6. kitabı olarak hadis edebiyatı içindeki mümtaz yerini almıştır.68 Sünen’in, elde mevcut baskısında bazı hadis metinlerinin hemen altında küçük puntolarla dizilmiş siyah satırlardaki “ve fi’z-zevâid” diye başlayıp devam eden bilgiler, Kütüb-i sitte içinde sadece İbn Mâce’de bulunan hadislerin sıhhat derecelerini gösterir. Bu notlar, Hafız Ahmed b. Ebî Bekr el-Bûsırî’nin (840/1436) Kitâbu zevâidi İbn Mâce’sinden alınmıştır. Bu eserde 1553 hadis yer almaktadır.69 Şah Veliyyullah ed-Dihlevî, İbn Mâce’nin Sünen’ine hadis kitaplarına ait yaptığı tabakalamada yer vermemiştir. 70 Ancak onu ikinci tabakaya dahil etmek mümkündür. 9. Dârimî'nin (ö.255/868) Sünen'i Ebû Muhammed Abdullah b. Abdirrahman et-Temîmî esSemerkandî ed-Dârimî, h. 181/797’de Semerkand’da doğmuş, h. 255/868’de Merv’de vefat etmiştir. Sünen, Arapların İslâm öncesi bazı tatbikatları, Hz. Peygamber’in sîreti, hadislerin yazıya geçirilmesi ve ilmin fazileti ile ilgili hadislerden oluşan 163 sayfalık uzun bir giriş (mukaddime) ve 23 kitaptan meydana gelmektedir. İki cilt halinde matbu olan 71 Sünen’de 1403 bâb/konu içinde 3500 hadis yer almaktadır. “Ebu’l-Vakt rivâyetinde 3557 hadis ve 1408 bâb bulunmaktadır.”72 Sünen, kendisine özgü ve gerçekten kıymetli mukaddimesi dışında tahâretten vasiyyete kadar uzanan fıkhî bölümleri, fıkıh kitaplarındaki sıralanışlarına uygun biçimde ihtiva etmektedir. En sonunda da Fedâilu’l-Kur’ân’a ait bir bölüm yer almaktadır. Kitab bu muhtevâsı, Sünen’dir. Ancak Dârimî’nin Sünen’i, “ahâdîs-i mürsele ve mevkûfeyi de muhtevî olmakla”,73 sünenlerin genel muhtevâsı dışına taşmış bulunmaktadır.74 66 Bk. Sıddîkî, Hadis Edebiyatı Tarihi, s. 110. Mübârekfûrî, I, 349. 68 Ebû Zehv, a.g.e., s. 18; Sıddîkî, a.g.e., s. 115. 69 Bk. el-Misbâhu’z-zucâce fi Zevâidi İbn Mâce, I-II (thk. Musa Muhammed Ali İzzet Ali Atiyye), Kahire 1405/1985. 70 Bk. ed-Dihlevî, Huccetullâhi’l-bâliğa, I, 280-285. 71 Dımaşk 1349 (ofset baskılar mutedavildir). 72 Bk. Dihlevi, Bustân, s. 92. 73 A. Naîm, Tec. Terc., I, 260. 74 Mübârekfûrî, I, 349. 67 50 * Cemal Ağırman Dârimî’nin Sünen’i mevsuk bir hadis kitabı kabul edilmek ve hatta bazı hadisçilerce Kütüb-i sitte’nin 6. kitabı olmaya lâyık görülmekle birlikte,75 bütün hadisleri, “sahîh hadis” şartlarını -tam olarak- taşımamaktadır. Bununla beraber, “rical-i zuafâsı az, ahadis-i münkere’si nâdirdir”.76 İbn Hacer’in (ö.852/1448) belirttiğine göre Dârimî’nin Sünen’i derece bakımından diğer sünenlerden daha aşağı değildir; bilakis Kütüb-i Hamseye dâhil edilecek olsa, İbn Mâce’den daha önce gelir. Çünkü birçok yönüyle İbn Mâce’nin Sünen’inden daha iyi konumdadır.77 İbnu’s-Salâh (ö.643/1245), Nevevî (ö.676/1277), Salâhuddîn Halîl el-‘Alâî (ö.761/1359) ve İbn Hacer gibi âlimler, Dârimî’nin Sünen’inin, Kütüb-i sitte’nin altıncı kitabı olarak kabul edilmesinin daha uygun olacağı görüşündedirler.78 el-‘Alâî, ayrıca 'Sünen'de mürsel ve mavkûf hadisler bulunuyor olsa da, zayıf ricâli az, şâz ve münkerleri nadirdir' demektedir.79 Bununla beraber Irâkî (ö.806/1403) Dârimî’nin Sünen’indeki hadislerin bir kısmı mürsel, munkatı’, mu’dal ve maktû’ olduğunu belirtir.80 El-Bikâî (ö.885/1480) de aynı şeyi söyler. 81 Muhammed b. İsmail el-Emîr es-San'ânî, daha da ileriye giderek onda mevzû rivâyetlerin de bulunduğunu ifade eder.82 Bizzat Dârimî’nin kendisi de bazı hadislerin mürsel83, munkatı’84 dolayısıyla zayıf olduğunu belirtir; bazı hadisleri diğerlerine tercih eder.85 Ayrıca Dârimî’nin bir kısım râvileri de tanınmamaktadır. Dolayısıyla bu râvilerin rivâyet ettikleri hadisler zayıftır.86 Aslında Sünen türü eserlerde genel olarak sıhhat yönünden her tür hadis bulunabilmektedir. 87 Hüseyn Selîm Esed'in değerlendirmesine göre Sünen'deki hadislerin 2185'i sahih, 278'i hasen, 226'sı da isnad yönünden zayıftır.88 Netice itibariyle Dârimî'nin Sünen'inde pek çok sahih hadisin yanı sıra hasen, zayıf, hatta bazı âlimlere göre mevzû hadislerin de bulunduğunu söylemek mümkündür.89 Fakat mevzû denebilecek rivayetler yok denecek kadar 75 Bk. İbnü’s-Salâh, Ulûmü’l-Hadis, s. 15. A. Naîm, a.g. yer; Ebû Zehv, el-Hadis ve’l-muhaddisûn, s. 418-419. Suyûtî, Tedrîb, I, 174; Kettânî, er-Risâletu’l-müstetrafe, s. 13; Leknevî, Ecvibe, s. 7677. 78 Kettânî, er-Risâletu’l-müstetrafe, s. 13; San'ânî, I, 231. 79 Sehâvî, Fethulmuğîs, I, 87. 80 el-Irâkî, et-Takyîd ve'l-îdâh şerhu Mukaddimeti İbn Salâh, th., Abdurrahman Muhammed Osman, Beyrut 1389/1970, I, 56. 81 Kâtip Çelebi, Keşfu'z-zunûn, II,1682. 82 Muhammed b. İsmail es-San'ânî, th., Muhammed Muhyiddîn Abdulhamîd, Tavdîhu'lefkâr li-Meânî Tenkîhi'l-Enzâr, Medine-i Münevvere trs., I, 39, (Mektebetu'sSelefiyye). 83 Msl. bk. en-Dârimî, Sünenü'd-Dârimî, th. Mustafa el-Biğâ, Dımaşk, 1412/1991, I, 118119, no. 422. 84 Msl. bk. Dârimî, Sünen, I, 344, no. 462. 85 Msl. bk. Dârimî, Sünen, I, 180, no. 670-671, I, 180, no. 707, I, 196, no. 725. 86 Örnek isimler için bk. Dârimî, Sünen-i Dârimî, Tercüme ve Tahkik: Abdullah Aydınlı, İstanbul 1994, I, 61, dn. no. 195. 87 es-San'ânî, Tavdîhu'l-efkâr, I, 39. 88 Bk. Dârimî, Sünen, th., Fevâz Ahmed, Hâlid el-Alemî, Beyrut 1407. 89 Bk. Dârimî, Sünen-i Dârimî, Tercüme ve Tahkik: Abdullah Aydınlı, İstanbul 1994, I, 61. 76 77 Hadis Kitapları ve Muhteva Tahlilleri * 51 azdır. Dârimî'nin genel olarak sıhhat yönünden değerlendirmeye tâbi tuttuğu rivâyetlerin sayısı çok azdır. Sükût edip değerlendirme ifadeleri kulanmadığı hadisler ona göre ma'mûlun bihtir. EL-KİTAB VE FIKIH Murteza Bedir İslami kuralların ilmi disipline çerçevesinde ifade edilmesi ihtiyacından doğan üç İslami ilmin tümüne bir şekilde isim (fıkh-ı ekber, fıkh-ı zahir ve fıkh-ı batın) olan fıkıh kelimesi zamanla ibadet, bireysel ve toplumsal yaşam, siyaset kısaca toplum içinde yaşayan bireyin karşı karşıya kalabileceği her türlü insani durumda norm (hüküm, kural) merkezli düşünme biçimini ifade etmek İslam medeniyetinde terimleşmiştir. Müslümanın hayatını kuşatan bir kurallar bütünü olarak İslami, dini normları ilk kez tahlil ederek teorik bir çerçeveye oturtan ve bir sistem olarak sunan kişinin 150/767 yılında ölen Büyük İmam adıyla bildiğimiz Ebu Hanife’dir. Şafii “İnsanlar fıkıhta Ebu Hanife’nin ailesidir” demiştir. Her ne kadar Ebu Hanife’den günümüze kalan bir fıkıh eseri olmasa da onun Irak’ın Kufe şehrinde önderlik ettiği ilim meclisi (Muhammed Hamidullah akademi olarak adlandırır) ve yetiştirdiği öğrencileriyle birlikte ortaya koyduğu miras İslam tarihinde fıkıh ilminin ilk eserlerinin ortaya çıkmasına vesile olmuştur. Fıkıh eserlerinin yazılı olmayan ilk modeli kuşkusuz Peygamberimizin Medine’de yaşadığı hayat yani sünnettir. Raşid Halifeler ve sonrasında İslam toplumları bu sünneti genişleyen İslam coğrafyasında yaşamaya ve yaşatmaya çalıştılar. Değişen zaman ve mekan, Sünnet’in Medine’deki yerel özelliklerden arındırılarak evrensel bir yaşam modeline dönüştürülmesini gerektiriyordu. İşte fıkıh faaliyeti sünnetin evrensel bir dilde ifade edilmesi ihtiyacından doğdu. Fıkıh eserleri dediğimizde sünneti sistematik bir biçimde içeren ve onu evrensel bir platformda yeniden ve sürekli bir biçimde okuyarak, yorumlayarak sürekli bir biçimde Müslümanın hayatına uyarlama faaliyetinden söz ediyoruz demektir. Şimdi fıkıh kitapları bağlamında fıkhın serüvenine geçebiliriz. Bilebildiğimiz kadarıyla ilk kez Ebu Hanife ve öğrencileri insanın doğumundan ölümüne hayatının tüm safhasını tarayarak söz ve davranışlarının, eylemlerinin (yani fiillerinin) din açısından bir dökümünü çıkarmışlardır. Buna göre dinin asıl amacı olan ibadet kavramından başlayarak gündelik yaşam, alış veriş, evlenme boşanma, toplumsal güven ve bireyler arası ilişkiler, devletle bireyin ilişkisi, devletlerin birbiriyle ilişkisi, savaş, barış, ölüm, ölü için yapılması gerekenler kısaca yaşaması muhtemel tüm süreçler farazi olarak düşünülmüş ve bunların dini açıdan nasıl bir değer yargısına (hüküm) tabi olduğu ile ilgili bir sonuca varılmaya çalışılmıştır. Her bir fiil-hükme mesele adı verilmiş ve bu meseleler daha sonra konularına göre tasnif edilmiştir. Tabiatıyla amaç dini açıdan fiilleri tasnif etmek olduğuna göre dinin özü ve merkezini teşkil eden ibadetlerden başlayan bu tasnif daha sonra hayatın bütününe yayılmıştır. İbadetler arasında namaz birinci sırada yer Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi El-Kitab ve Fıkıh * 53 aldığına göre onunla başlanması normaldir; ama ondan önce temizlik geldiği için istisnasız bütün fıkıh kitapları Taharer Kitabıyla yani temizlik bölümüyle başlarlar (tabii eğer bir yazar inanç konularına dair bir özetleme koymayı seçmediyse, bu durumda önce onlar gelir). Temizlikle ilgili meseleler bu K. et-Tahare altında toplanır; namazla ilgili meseleler K. es-Salat altında…vs. Ebu Hanife’nin bu akademisinde önce insan fiilleri veya insanın karşılaşabileceği durumlar ve insanın o durumda ne yapması gerektiği sorusu bir önerme nu içeren mesele Bu akademide yapılan tartışmaların bugün anladığımız anlamda bir kaydı olmasa bile söz konusu tartışmaların bir nevi kaydını tutan çağdaş bir kaynak günümüze kadar yaşamıştır. Bu İmam Azam Ebu Hanife’nin öğrencisi ve daha sonra Hanefi mezhebinin üç kurucu isminden biri olarak kabul edilecek olan Muhammed b. Hasan eş-Şeybani’nin yazdıklarıdır. Onun özellikle Kitab el-Asl veya Kitab el-Mebsut adıyla bilinen devasa eseri bu meclisin kayıtları olarak nitelenebilecek en kapsamlı ve en geniş çalışmadır. (Bu eserin maalesef hala tam bir edisyon kritiği yapılamamıştır; yayınlanmış olan kısım el-Asl’ın ancak dörtte birine denk gelen küçük bir kısmıdır. Ama şükürler olsun ki eserin bir çok yazması ülkemizdeki kütüphanelerde ve başka yerlerde mevcuttur. En eski ve tam bir nüshası Süleymaniye Kütüphanesi Murad Molla koleksiyonundadır). İnsanın ibadetten gündelik hayata bütün yaşadıklarının listesi çıkarıldıktan sonra bu listenin düzenlenmesi gerekmiş ve nihayet Fıkıh ilminin günümüze kadar yaşayan konu başlıkları bu ihtiyacın neticesinde ortaya çıkmıştır. Hatta İslam’ın ilk asırlarında kaleme alınan eserlere ve yazarlara ilişkin 4./10. yüzyılın sonunda yazılmış bir ansiklopedi olan İbnü’n-Nedim’in el-Fihrist’inde kaydedildiğine göre İmam Muhammed eş-Şeybani’nin yazıları aslında bugün anladığımız manada bir kitap olmayıp konu başlıklarının her biri Kitab kelimesinin tamladığı bir mürekkep/bileşik isimden ibarettir. İbnü’n-Nedim İmam Muhammed’in yazdıklarını sayarken Kitabü’t-Tahare’den başlayıp, K. esSalat, K. ez-Savm, K. ez-Zekat, K. el-Hac, K. en-Nikah, K. es-Siyer, K. el-Bey‘, K. el-Kısas, K. el-Kada vs şeklinde yüz civarında eserden bahseder. Bunun anlamı Ebu Hanife ve öğrencileri Kufe fıkıh akademisinde insanın hayatını masaya yatırmışlar ve yaşanması muhtemel fiilleri (ef‘al-i mükellefini) ibadetlerin şahı namaza hazırlık olan temizlikle ilgili yapması gerekenlerden başlayarak, ibadetten dünyevi meşgalelere, işlere (muamelata) her bir konu başlığını din/takarrub açısından düzenlemişlerdir. İşte bu her bir konu başlığı bir Kitab teşkil etmiştir. Bu adlandırma günümüze kadar (Şii, Sünni) hemen hemen bütün fıkıh kitaplarında aynen korunmuştur. Kitab yazmak anlamına gelse bile ilk çağ Müslümanları için Kitab deyince akla esas olarak el-Kitab olan Kur’an ve onun manevi/melekuti kaynağı olan Levh-i mahfuz gelir. Fıkhın teşekkül ettiği dönemde (1./7. yüzyılın sonu 2./8. yüzyılın başı) Müslümanlar Kur’an dışında henüz bugün anladığımız anlamda bir kitap kavramına sahip 54 * Murteza Bedir olmadıkları gibi henüz İslam toplumunda yerleşik bir yazılı kültürden de söz edilemezdi. O halde Ebu Hanife ve arkadaşlarının dilinde ortaya çıkan fıkhın konu başlıklarına esin kaynağı büyük bir olasılıkla elKitab’dır. Bu tespiti yaptıktan sonra bu konu başlıklarının tek bir eserde toplanarak sistematik bir fıkıh kitabının nasıl ortaya çıktığından biraz da söz edelim. Şeybani’nin kendisinin yazdığı el-Camiu’s-sağîr ve el-Camiu’lkebîr belki de ilk sistematik fıkıh derleme denemeleridir. Ama esas olarak insanın hayatına toplu bir bakış açısıyla yaklaşan ve insanın bütün dışa dönük fiillerinin dini değerini tutarlı bir bütün içinde başka bir ifadeyle bir doktrinler bütünü olarak sunan ilk fıkıh eserleri ortaya çıktı. Bu eserlerin ortaya çıkması yaklaşık 1000 yıldan uzun bir zaman İslam toplumlarının temel kurumlarından biri olan mezheplerin ortaya çıkmasına zemin hazırladı. Mezhep, fıkıh öğretilerinin birbirine alternatif birden çok tutarlı ve bütüncül ve dolayısıyla kendi kendine yeten müstakil sistemlerdi. Böylece bir taraftan mezhepler Müslüman bireyin dini tutum ve davranışlarının tümünü kendisinden öğreneceği bir öğreti bütünü anlamına gelirken, diğer taraftan da İslam toplumlarının hukuki ihtiyaçlarını karşılamak üzere hukuk nizamı vazifesi gördüler. Sünni ve diğer İslam topluluklarında pek çok mezhep ortaya çıkmasına rağmen Sünni dünyada bu sayı zamanla dört mezheple sınırlı hale gelmiştir. Bu birbirinin alternatifi dört hukuk sistemi ya da dört Müslüman davranış-norm bütünü olan mezheplerin öğretilerinin yazıldığı fıkıh eserlerini şu başlıklar altında toplayabiliriz: 1. Kurucu metinler: Kuşkusuz fıkıh mezheplerine adlarını veren büyük imamlar (Ebu Hanife, Malik, Şafii ve Ahmed b. Hanbel) bir mezhep kurmak üzere yola çıkmamışlardı. Ama onların başlattıkları yolda ilerleyen öğrencileri onların bıraktığı mirası işleyerek mezhep doktrinlerini oluşturdular. Yukarıda işaret ettiğim Ebu Hanife’nin öğretilerinin tümünü ilk kez yazıya geçiren İmam Muhammed eşŞeybani’nin eserleri Hanefi mezhebinin kurucu metinleri sayılmaktadır. Buna ilave olarak başta Ebu Yusuf olmak Ebu Hanife akademisine mensup olan pek çok ismin yazıları da kurucu metinler içinde yer almıştır. Maliki mezhebinde İmam Malik’in Muvatta adlı eseri her ne kadar kurucu metinler arasında yer alsa da esas olarak Maliki mezhebinin kurucu metinleri İmam Malik’in görüşlerini derleyen Sahnun’un elMüdevvene adlı ansiklopedik eseridir. Şafii biraz daha geç bir dönemde yaşaması sebebiyle (ki hem Malik’in hem de İmam Muhammed’in öğrencisidir) görüşlerini bizzat kaleme alma fırsatı bulmuştur; onun başta Kitabü’l-Ümm’ü olmak üzere yazdığı pek çok eser Şafii mezhebinin kurucu metinlerini teşkil eder. Nihayet en geç teşekkül eden Sünni mezhep Hanbeli mezhebinde İmam Ahmed b. Hanbel’in fetvalarının öğrencileri tarafından derlenmesiyle oluşan el-Mesail adlı eser bu mezhebin kurucu metinleridir. Bunlar ilk fıkıh eserleri olup adlarından da anlaşılacağı gibi (el-Asl, el-Müdevvene, el-Ümm ve el-Mesail) aslında bir kişinin ürettiği yazılar olmaktan çok zengin bir ilmi faaliyet, uzun El-Kitab ve Fıkıh * 55 tartışmalar ve araştırmalar neticesinde ortaya çıkmış ortak çalışmaların ürünüdürler. Bu eserler henüz daha sonra göreceğimiz türden bir sistematik içermeseler de bu yolda ilk adımı teşkil ederler. 2. Muhtasarlar: Bunlar iç tutarlılığı önceleyen mezhep doktrinlerinin ilk temel eserleridirler. 4./10. yüzyılın başından itibaren yazılan bu eserlerin önceki eserlere göre daha derli toplu oldukları ve tertip ve tasnifi önceledikleri görülür. Hanefilerde bu türün ilk örnekleri her ne kadar İmam Muhammed’in özet eserleri olan el-Camiu’s-sağir ve el-Kebir’e kadar götürülse de Tahavi’nin, el-Hakim eş-Şehid elMervezi’nin ve Ebü’l-Hasan el-Kerhî’nin muhtasarları bu türün gerçek manada ilk örnekleridir. Bundan sonra bu tarzda pek çok eser kaleme alınmıştır; Hanefi mezhebinde mütun-ı erbaa veya mürun-ı selase adıyla meşhur olan ve mezhep doktrinini yetkin bir biçimde temsil ettiği kabul edilen metinler bu türün örnekleridir. Mesela, Muhtasar-ı Kuduri, Merginani’nin Bidaye’si, İbnü’s-Saati’nin Mecmau’l-Bahreyn’i, Nesefi’nin Kenzü’d-Dekaık’ı gibi. Maliki Mezhebinde ise bu türün ilk örnekleri İbn Abdilhakem ve İbn Ebi Zeyd el-Kayrevani’nin Muhtasarlarıdır. Hanbelilerde Muhtasar-ı Hıraki ilk muhtasar mezhep doktrini eseridir. Şafii’nin öğrencisi el-Müzeni’nin Muhtasar’ı bu mezhepte ilk örnek olsa da mezhebin otorite sayılan muhtasarlarına Şirazi’nin Mühezzeb’i, Gazali’nin el-Veciz’i ve Nevevi’nin Minhac’ı örnek gösterilebilir. 3. Mebsut veya şerh. Mezhep öğretilerinin sistematik ve yetkin bir biçimde sunulduğu bu eserleri müteakip muhtasarlardaki öğretilerin iç-tutarlılığını ve İslam hukuk düşüncesiyle uyumlu olduklarını açıklama amacı güden ve diğer mezheplerin ilgili konulardaki görüşlerini de mukayeseli biçimde vermeyi hedefleyen geniş ansiklopedik eserler ortaya çıkmıştır. Bunlara şerh yani açıklama çalışmaları ya da mebsut yani detaylı çalışmalar adı verildi. Hanefi mezhebinde İmam Muhammed’in el-Camiu’s-ağir ve el-kebir’ine şerh yazmak 4./10. yüzyıldan itibaren bir gelenek haline gelmişti; bu mezhepte yetkinliğini ispatlayan hemen hemen bütün alimler bunu İmam Muhammed’in muhtasar eserlerine şerh yazarak yapıyorlardı. Sözünü ettiğimiz sonraki daha gelişmiş muhtasarlar üzerine şerh yazmak ise fıkıh ilminde ileri düzeyde yetkinlik/ehliyet sahibi olan alimlerin yapabilecekleri bir şeydir. Geniş şerh çalışmalarının Hanefi mezhebinde en bilinen ve etkili örneği İmam Serahsi’nin el-Mebsut’u Hakim-i Şehid’in Muhtasar’ı üzerine bir şerh çalışmasıdır. Mebsut adıyla yazılan pek çok eser olmasına rağmen tek başına kullanıldığında Serahsi’nin Mebsut’u anlaşılır. Merginani’nin el-Bidaye’si üzerine kendi yazdığı bir şerh çalışması olan el-Hidaye ise muhtasar ile mebsut arasında bir ara çalışmadır. Bu çalışma aslında bir şerh çalışması olmakla beraber çok geniş olmaması, didaktik (öğretici) ve fıkıh nosyonu kazandırıcı niteliği sebebiyle Hanefi mezhep doktrininin öğretiminde özellikle 7./13. yüzyıldan itibaren bir ders kitabı olarak hiç şüphesiz en fazla kullanılan eser olmuştur. Kendisi de bir şerh olan el-Hidaye üzerine daha geniş (mebsut) şerh çalışması yapmak klasik-sonrası Hanefi fıkıh tarihinde, mesela Osmanlı 56 * Murteza Bedir döneminde ilim adamlarının yetkinliklerini ispatladıkları en önemli göstergelerden biri olmuştur. Sivas Kemalüddin İbnü’l-Hümam vakfına adını veren Muhammed b. Abdülvahid b. Abdühamid’in Fethu’l-kadir adlı eseri bu şerhlerin en parlak ve en çok kullanılanıdır. Ne yazık ki bitiremediği için K. el-Vekale’den itibaren Kadızade Şemseddin tarafından tamamlanmıştır. Şamlı ünlü alim İbn Abidin’in Haşiye veya Reddü’l-Muhtar adlı eseri Hanefi mezhebinde geniş kapsamlı bu türden eserlerin modern dönemlerden önceki son örneği olarak kaydedilmelidir. Diğer mezheplerde de bu türün pek çok örneği mevcuttur. Şafii mezhebinde Nevevi’nin Mecmu’u, Hanbeli mezhebinde İbn Kudame’nin el-Muğni’si, Maliki mezhebinde Derdir’in eş-Şerhu’l-Kebir, meşhur İbn Hazm’ın el-Muhalla’sı bu türün örnekleridir. 4. Fetava, Vakıat, Nevazil. Muhtasar ve mebsutlardan farklı olarak fıkıh edebiyatında üçüncü bir tür daha gelişmiştir. Muhtasar ve mebsut fıkhı/hukuku bütüncül bir öğreti olarak ele alıp sistematik ve tutarlı yapısını ortaya koyarken fetava türü eserler bu doktrinin hayatın içinde yansımasının ürünüdürler ve hukukun dinamik yönünü temsil ederler. Tarih boyunca hukuk/fıkıh Müslüman toplumlarda önce fetva ve vakıat eserleri ile değişme ve geliştirme göstermiş ve bu değişimler hukuk teorisi ve sistematiği içinde asimile oldukça doktrin ve öğreti niteliği kazanmışlardır. Sadece doktrin kitaplarını inceleyenler İslam’da fıkıh ve hukukun değişmediği izlenimi edinebilirler; ancak fıkıh edebiyatının bütün türlerini dikkate aldığımızda, özellikle uygulama türü eserler ve uygulamayla birebir temas halinde olan fetava kitapları Müslüman alimlerin tarih boyunca değişen şartları ve gelişmeleri her zaman dikkate aldıklarını göstermektedir. Fetva ve vakıat türü İslam medeniyetinde her daim toplum içinde ve toplumla beraber olan fakihler ve alimlerin kendilerine sorulan sorulara verdikleri cevaplardan doğar ve bu cevaplar birikip olgunlaştıkça fıkıh edebiyatının bir parçası haline gelirler. Bir kez fıkıh edebiyatının parçası haline gelip bu disiplin içinde atfa konu olduktan sonra artık fıkıh doktrinini etkileyecek bir yetkinliğe kavuşurlar. Bu türün pek çok örneği vardır; Hanefi mezhebinde Kadıhan’ın Fetava’sı, Fetava-i Hindiyye, ve Osmanlı döneminde yazılan Fetava-i Ali Efendi, Fetava-i Ebussud Efendi gibi. Maliki mezhebinde fetava kelimesi yanında daha sık olarak aynı anlamda nevazil kelimesi kullanılır. Fetva fakihin cevabının adıyken nevazil nazile kelimesinin çoğulu olup tıpkı vakıa kelimesinde olduğu gibi hakkında soru sorulan olayı kastetmektedir. Fıkıh edebiyatı içinde bu temel üç tür, yani muhtasar, mebsut ve fetava edebiyatın yanında başka edebi türler de vardır. Mesela mezhepler arası karşılaştırmalı hukuka dair Hilaf veya İhtilaf eserleri gibi (bu türün 1142 ölen Ömer Nesefi tarafından yazılmış manzum bir örneği 1332’de Türkçe’ye çevrilmiştir). Bir başka önemli tür İslam fıkıh/hukuk teorisini işleyen fıkıh usulü edebiyatıdır. Ancak bunların teknik ayrıntılarına girmeden fıkıh edebiyatının genel halk kitlelerine hitap eden bir başka türü üzerinde durmak istiyorum. El-Kitab ve Fıkıh * 57 5. İlmihal. Özellikle Arap-olmayan Müslüman toplumların dini pratik bir biçimde öğrenmeleri ve yaşamaları için hazırlanmış olan temel dini bilgileri içeren ilmihal eserleri her ne kadar Arapça örnekleri mevcut olsa da amaçlarına uygun olarak genellikle Müslüman halkların konuştuğu dillerde yazılmışlardır. Türkçe’deki ilk ilmihal örneği herhalde Ebü’l-Leys es-Semerkandî’nin Mukaddime fi’s-salat adlı küçük eserinin çevirisidir. Kıpçak Türkçe’siyle yapılan bu çeviri Arapça metnin altına satır arası çeviri şeklinde günümüze gelmiştir. Bu eser sadece namaz bölümünden oluşmaktadır. Ancak ilmihaller genellikle bir Müslümanın başta ibadetler olmak üzere günlük yaşamında ihtiyaç duyacağı temel dini bilgilerin tümünü içerirler. Kuşkusuz 19. ve 20. yüzyıllardan öne yaygın bir okuma yazma kültüründen söz edemeyiz; ama Orta Asya’da ama esas olarak Türklerin Anadolu’ya yerleşmelerinden sonra burada Türkçe’nin hakim konuşulan dil haline gelmesiyle ilmihallerin ortaya çıktığı görülür. Türkçe’deki ilk kapsamlı ilmihal çalışması bu nedenle 14. yüzyılda Osmanlı devletinin ilk ilim ve kültür başkenti olan İznik’te Kutbuddin İzniki (ö. 1418) tarafından yazılmıştır. Mukaddime ismini taşıyan bu eser İman, Namaz, Oruç, Zekat, Hac ve Ahlaki konuları ihtiva eden yedi bölümden oluşmaktadır. Osmanlı tarihi boyunca bazı fıkıh eseri Osmanlı Türkçe’sine çevrilmişse de fıkıh eserlerinin geleneksel elit dili olan Arapça’da yazılması bu dönemde devam etmiştir. Ta ki 19. yüzyılın sonlarında dilde sadeleşme ve matbaanın yaygın kullanımı ve dini eserlerin de tab edilmesine başlandıktan sonra ve halk dili-elit diline yaklaştıkça fıkıh eserlerinin Türkçe’de telif ve tercüme olarak yazılmaya başladığı görülüyor. Artık Mektebli hocalar başta olmak üzere Osmanlı son dönem aydınları ve alimleri Türkçe eserler kaleme alırlar. 20. yüzyılda eğitimin yaygınlaşmasına paralel ilmihal eserlerinde bir patlama yaşandığı malumdur ve Türkçemizdeki en önemli ilmihal olan Ömer Naushi Bilmen’in Büyük İslam İlmihal’inden Diyanet Vakfı İSAM İlmihal’ine kadar yüzlerce örneği olan bu edebiyat ayrı bir çalışmayı gerektirecek uzunlukta ve önemde olup bu tebliğin sınırlarını aşar. Modern dönem Türkçe fıkıh eserleri hakkında genel bir değerlendirme yapmadan önce fıkıh ve modernleşme konusunda bir iki söz etmek istiyorum. Başta da belirttiğim gibi fıkıh bir taraftan Müslüman bireyin hayatını düzenlediği norm/kuralları işlerken diğer yandan da müslüman toplumun ve devletin hukuk nizamını yönetiyordu. Bir yönüyle bireyin kişisel ve toplumsal yaşantısında uyması gereken etiket/adab-ı muaşeret ya da ilmihal bilgilerine yer verirken diğer yönüyle hukuk doktrini ve pratiği ortaya koymaktaydılar. Ancak Tanzimatla birlikte fıkhın bu ikili işlevinden ikincisi yani hukuki boyut gittikçe artan modern devletin yetki alanına dahil edilmiş ve fıkhın içinden Batılı Kanun mecmuaları gibi kanunlar çıkarılmaya başlanmıştır. Mecelle, Hukuk-i Aile Kararnamesi, Mısır ve pek çok Arap İslam devletinin medeni kanunları gibi. Bu kanunlar fıkıh eserlerinin ortaya çıkış sürecinde gördüğümüz sivil üretimden farklı olarak doğrudan devletin bir organı 58 * Murteza Bedir aracılığıyla yapılmakta ve her ne kadar komisyonlarda fakihler çalıştırılsa da fıkıh mantığı ve üretim tarzından çok modern devlet yasama tarzı burada esas belirleyici olmaktadır. Dolayısıyla Mecelle ile başlayan süreçte fıkıh alanında çok önemli ve devrim niteliğinde bir değişim yaşanmış ve fıkhın hukuki boyutu fıkıh eserleri veya onları üreten fakihlerin kontrolünden çıkarılarak devlete ait bir hak olarak tescil edilmiştir. Bu önemli değişimin ayrıntılarını bir tarafa bırakarak modern dönemde fıkıh edebiyatı ve kitapları ne tür bir yol ve yaklaşıma yönelmişlerdir bu konuda birkaç kelam ederek konuşmamı bitireceğim. İki temel özellik dikkat çekmektedir. Birincisi içinden hukuki boyut yani meri ve mevzu bir hukuk düzeninden yoksun olmasına rağmen 20. yüzyıl ve sonrasında üretilen fıkıh kitapları genellikle sanki hukuku da içeriyormuşçasına yazılmaya devam etti ve bu eserlerde adeta sanal bir hukuk fikri yerleşti. Bunun önemli sonuçlarından birisi Müslümanlar sanki zaman dışı/ahistoric ve bir sanal hukuka hep bağlı yaşamışlar gibi bir izlenim doğdu ki bu asla doğru bir yaklaşım değildir. Çünkü yukarıda sözünü ettiğim fıkıh edebi türlerinin binlerce örneği tarihte yazıldığında hep arkalarında onları destekleyen bir devlet otoritesi vardı ve bu eserler meri bir hukuk sistemi içinde anlam kazanıyorlardı. Ancak hukuk boyutunun tamamen devletin kontrolüne geçtiği aşamada fıkıh edebiyatı bu değişime direnme adına “sanal hukuk” kavramına sarıldılar ki bu imkansızın peşine düşmekten başka bir anlam taşımıyordu. İkinci dikkat çekmek istediğim nokta fıkıh yapma mantığında yaşanan köklü bir değişimdir. 19. yüzyılın ilk yarısına kadar İslam dünyasında fıkıh eserleri tutarlı bir akıl yürütmeye dayanan iç tutarlılığa sahip sistematik bir bütünü ifade eden mezhepler/fıkıh-hukuk okulları şemsiyesi altında üretilirken bu yüzyıldan sonra fıkhın en başarılı örnekleri adına teflik-tahayyür adı verilen bir yöntemi esas aldı. Fıkıh tarih boyunca hep bir ihtilaf ilmiydi; Peygamberimizin “ümmetimin ihtilafı rahmettir” hadisini kendilerine slogan yapan fakihler hem mezhep içi hem de mezhepler arası ihtilaflara meşru gözüyle bakıyorlardı. Ancak ilk kez bu görüşlerin tümü tek bir kefeye veya bir havuza konularak bunların içinden zamana ve şartlara uygun olanın seçilmesi ya da Mecelle komisyonunun sık sık vurguladığı gibi “nasa erfak ve maslahat-ı asra evfak” olanın tercih edilmesi prensibi doğrultusunda yeni bir fıkıh oluşturmaya yönelindi. Burada sistematiklik, iç-tutarlılık vs. gibi kavramlar çok mevzii ve mikro düzeyde göz önünde bulundurulmuş makro düzeyde bu fikre itibar edilmemiştir. Kuşkusuz değişimi kaçınılmaz görüp bundan başkası zaten yapılamazdı denebilir. Ancak değişimin fıkhın kendi mantığıyla denetlenmesi ve fıkhi akıl yürütme ile kontrol edilmesi gerekirdi ki bunun bu dönemde yazılan eserlerde çok selefi/primitif bir tarzda yani “Salt Kitab’a ve sünnete uygunluk” olarak anlaşılması büyük bir talihsizlik olmuştur. Çünkü çok köklü bir geleneğe dayanan bir faaliyetin yerine El-Kitab ve Fıkıh * 59 konulan etkinlik bu geleneğin ağırlığıyla bağdamayan basit bir akıl yürütmeye dayanır hale gelmiştir. Dolayısıyla bugün fıkıh eserleri, bırakın çağı karşılayacak düzeyi Müslümanları bile tatmin etmekten uzak, basit ve sahte özgünlük görüntüsünün gerisinde banal akıl yürütmeyi esas almışmıştır. Benim “Son fakih” olarak adlandırdığım ama 20. yüzyıl “müçtehitlerimizin” mukallit diye küçümsedikleri İbn Abidin’in eserine denk özgün bir fıkıh eserinin bile hala yazılamamış olması fıkhın içine düştüğü hal-i pür melalin şahididir. Fıkıh eserlerinin içine düştüğü bu krizi aşmak için öncelikle geleneksel fıkıhla daha sahici bir irtibatın kurulması gerekmektedir. Ama bunun yetmeyeceği de açıktır ve bu noktada modernizmin getirdiği değişimin/tahribatın doğru bir şekilde okunması ve bu tespit ve teşhislere uygun çağdaş bir fıkhın oluşturulması zarureti vardır; aksi takdirde bireysel ve toplumsal olarak Müslüman kalabilmemiz bile kuşkulu olacaktır. İSLAM İNANCININ TEMEL KLÂSİKLERİ: “AKÂİD RİSÂLELERİ” Ramazan Altıntaş A. AKÂİD GAYESİ İLMİ’NİN TANIMI, KONUSU, METODU VE Âlemlerin Rabbi olan Yüce Allah, yeryüzünü maddi-manevi anlamda imar etme ve yönetme ehliyetiyle insanı ‘halîfe’ makamına getirirken1, ruhlar âleminde verdikleri söze sadık kalmalarını2 hatırlatıcı peygamberler göndermiştir.3 Kur’an’dan öğrendiğimize göre peygamberlerin toplumlarına yönelik davetlerinin ilk mesajını Allah’ın birliğine iman ve O’nu tenzih ilkesi oluşturur.4 Bu ilahî öğretiden açıkça anlaşılıyor ki, Hz. Âdem’den son peygamber Hz. Muhammed’e kadar gelen bütün elçiler toplumlarını hep aynı akâid esaslarına çağırmışlardır. Sözlükte “akîde” düğümlemek anlamındaki ‘akd’ kökünden türemiştir. Akd, iki şeyin arasını birleştirmek demektir. Bu bağlamda akd, herhangi bir ipin ya da herhangi bir binanın parçalarını birbirine bağlama manasında kullanıldığı gibi; yemin, nikâh, sözleşme, satış gibi manevi anlamlardaki ‘bağlama’ hakkında da kullanılır.5 İşte İslam’ın inanç esaslarını oluşturan “akâid”, düğümlemek manasındaki ‘akd’ kökünden türemiş bulunan ‘akîde’ kelimesinin çoğuludur. İslam’da zorunlu olarak inanılan şey demektir. Akîde; delile dayalı, vakıaya uygun gönülden kesin tasdik olup, aynı kökten türetilen ve iman ile eş anlamlı olarak kullanılan “itikâd” ise, düğüm atmışçasına bağlanmak bir şeye gönülden inanmak ve bir şeyi gönülden benimsemek gibi anlamlara gelir.6 İslam’da dinin temellerini oluşturan akîde sistemi, insanla-Allah arasındaki bağı kurar. Bu kuvvetli bağ, insanı Allah karşısında sorumlu bir varlık haline getirir ve hayatını hangi amaç doğrultusunda yaşayacağını gösterir. Mecazi anlamda İslam Dini’ni bir binaya benzetecek olursak akâid esasları bu binânın temellerini, şer’î hükümler ise, bu binânın katlarını ve çatısını oluşturur. Dolayısıyla insanın fiilleriyle ilgili olan şer’î hükümleri (emirler-yasaklar gibi) tasdik etmek akâidin bir gereğidir. Bu bağlamda inanç esaslarıyla şer’î hükümler arasında kopmaz bir bağ vardır. Şunu unutmamak gerekir ki, Allah katında şer’î hükümlerin kabul edilmesi, akîdenin sağlam oluşuyla doğrudan ilişkili C. Ü. İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Bkz. el-Bakara 2/30. 2 Bkz. el-A’raf 7/172–73. 3 Bkz. en-Nisâ 4/164; Fâtır 35/24. 4 Bkz. el-A’râf 7/59,65,73,85; Hud 11/.61,84. 5 el-İsfehânî, Râgıb, el-Müfredât fî Garîbi’l-Kur’an, İstanbul, 1986, s. 510; el- Cürcânî, S. Şerîf, et-Ta’rîfât, Beyrut, 1987, s. 197 6 er-Râzî, Abdülkâdir, Muhtâru’s-Sıhâh, Kahire, 1990, s. 445; Gelenbevî,İsmail, Hâşiye li İsmail Gelenbevî ale’l-Celâl mine’l-Akâid, İstanbul, 1109, s. 3. 1 İslam İnancının Temel Klasikleri: Akaid Risaleleri * 61 dir. Çünkü akâidin temelini tevhid inancı oluşturur. Tevhid inancını; Yaratan’la yaratılan varlık arasındaki sınırı idrak etmektir, şeklinde tanımlamak mümkündür. Eğer bu ayırt edici farklılık iyi kavranmazsa; tevhitle şirk, imanla küfür, hakla batıl birbirine karıştırılabilir. Gerçek anlamda iman edip de imanlarını şirke karıştırmayanlar Yaratan’la yaratılan arasındaki mutlak mesafeyi koruyan kimselerdir. İslam’da inanç esaslarının dayandığı kaynak, doğrudan Kur’an ve mütevatir hadislerdir. Gerek Kur’an’da ve gerekse mütevatir hadislerde iman esasları açık ve net olarak ortaya konmuştur. Bu iki nakli delilin verdiği haberler kesin olduğu için kabul edilmesi imanı, inkâr edilmesi ise küfrü gerektirir. Kesinlik ifade etmediği için âhâd haberler itikatta delil olmaz, ancak amelle ilgili konularda delil olur. Eğer âhâd haberlerin metni Kur’an’a, akla ve tarihsel olgulara aykırı düşmüyorsa, itikâdi hükümleri açıklama ve desteklemede kullanılabilir. İtikâdî meseleler zamana, mekâna ve kişilere göre değişiklik kabul etmez. Bütün zamanlar için geçerlidir. Bu açıdan Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e kadar bütün peygamberler toplumlarını aynı inanç esaslarına iman etmeye çağırmışlardır. Çünkü akide, hayat, kâinat, dünya hayatının öncesi ve sonrası hakkında ve hayatın öncesi ve sonrası ile olan alakası hakkında bütünsel bir düşünce tarzıdır. Bu bakış açısı her akide için geçerli olduğu gibi İslam akidesi için de geçerlidir. İslamî ilimler içerisinde itikadî esaslardan bahseden ilme “Akâid İlmi” adı verilir. Akîde kavramı melek akîdesi, âhiret akîdesi gibi belli bir inanç esası için kullanıldığı gibi belli bir mezhebin veya bir mezhebi temsil eden kişinin çeşitli iman esaslarıyla ilgili özel telakki ve anlayışını ifade etmek üzere de kullanılır. Örneğin; Mâtürîdî’nin sıfatullah akîdesi, Mu’tezile’nin kader akîdesi gibi. Ayrıca akîde iman konularını ihtiva eden bazı risâlelerin de adı olmuştur; el-Akîdetü’t-Tahâviyye, elAkîdetü’n-Nizâmiyye gibi.7 Akâid ilminin konusu; Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, kaza ve kaderin, hayrın ve şerrin Allah'tan geldiğine iman etmek anlamına gelen inanç esaslarıdır. Akâid İlminin asıl konularını teşkil eden ve ‘amentü’de formüle edilmiş olan bu altı esas, muhtasar olarak ulûhiyet, nübüvvet ve ahiret başlıkları altında hülasa edilir. Dinde zorunlu olan bu iman esaslarını tasdik etmek ve öğrenmek her Müslümanın üzerine farz-ı ayındır. 8 İslam düşünce tarihinde gerek Kur’an’da ve gerekse hadis kitaplarının iman, tevhid, cennet, cehennem, enbiya, melâhim, mehdi, i’tisâm, bedü’l-halk, kıyamet, fiten gibi bölümlerinde ele alınan iman esasları hicrî II. yüzyılla birlikte ulûhiyet, nübüvvet ve ahirete iman ana başlıkları altında daha sistematik bir çerçevede ele alınarak literatür oluşturulmaya başlanmıştır. Dolayısıyla inanç ilkelerini inceleyen 7 8 Kılavuz, A. Sâim, ‘Akâid’, DİA, İstanbul, 1989, II, 212. Pezdevi, Ebu Yusr Muhammed, Usûlü’d-Dîn, (tahk. Hans Peter), Kahire, 1963, s. 4. 62 * Ramazan Altıntaş Akâid ve Kelam kitaplarında bu sıradüzenine riâyet edilmiştir. Yeri geldiği zaman örneklendirilmelerde bulunulacaktır. İslam Dini’nin itikadî hükümlerinden bahsedilen bu ilimde iman esasları değişik yöntemlerle ele alınmıştır. Yerine göre selef âlimlerinin yaptığı gibi yoruma kaçmadan nakle bağlı kalarak sade bir üslupla hatabî yöntemle konular işlenmiş, kimi zaman da şartların zorlamasıyla cedelî yönteme dayalı bir tarzda aklî ya da metafizik izahlarla naslarda geçen iman esasları desteklenme yönüne gidilmiştir. O halde hangi metod izlenirse izlensin, Akâid İlmi ya da Tevhid İlmi iman esaslarını inceleyen bir ilimdir. Bu yöntem farklılığından dolayı İslam âlimleri Allah’ın zatından, sıfatlarından, fiillerinden, risalet meseleleri başta olmak üzere ahretle ilgili konulardan bahseden ilme Akâid, hem bunlardan ve hem de kâinatın hallerinden bahseden ilme Kelam adını vermişlerdir. Bu açıdan Kelam ilmi sağlam deliller kullanmak suretiyle İslam inançlarına yönelik saldırıları etkisiz hale getirir ve hem de doğru din anlayışının ana ilkelerini ortaya koymaya çalışır. İslam’ın ilk yıllarında akâid konularına ilişkin bazı problemlerin fiili olarak gerek Hz. Peygamber döneminde ve gerekse sahabe döneminde münakaşa konusu yapıldığı bilinmektedir. Hz. Peygamber’e “günah” , “rûh”, “zü’l-karneyn”, “ashâbu’l-kehf”, “kıyâmet günü ve alâmetleri” alanında muhtelif sorular sorulmuştur.9 Dolayısıyla İslam’ın ilk yıllarını hesaba katarak söylemek gerekirse, doğrudan akâid ilminin meseleleri Müslüman toplumun kalbinden doğmuştur. Örneğin; Kur’an’ın insan-biçimci dili, din-siyaset ilişkileri, büyük günah mes’elesi, rızık ve ecel konuları, iman-amel münasebeti, insanın özgürlüğü sorunu, mü’min-kâfir tanımı, nübüvvet ve ilişkili konular, ölüm ve ötesi hayatla ilgili kimi pratik meseleler bunun başında gelir. İşte bütün bu inanç esaslarıyla ilgili konular sistematik bir yöntemle ele alınarak Müslümanlarda hem sağlam bir inanç yapısı oluşturmak ve hem de birlik düşüncesini ayakta tutmaya hizmet edecek akâid formülasyonuna gidilmiştir.10 Her ilmin gerçekleştirmek istediği bir gayesi vardır. Akâid ilmi de bu gayelerden müstağni değildir. Bilindiği gibi Akâid İlminin en önemli fonksiyonu, kesin ve sağlam deliller kullanmak suretiyle şüpheye mahal bırakmadan dini akîdeleri ortaya koymuş olmasıdır. Ehl-i sünnet akîdesine göre mukallidin imanı geçerlidir. Fakat eğer mukallid kimse, imanını sağlam temellere oturtmak adına delillerle kuvvetlendirme cihetine gitmezse günahkâr olarak nitelendirilmiştir.11 Çünkü inanç esaslarını delillere dayalı olarak kavramak, imanı, yanlış yoldakilerin ortaya attıkları şüphelerle sarsılmaktan korur. Bu sebeple her Müslüman’ın akaitle ilgili bilgileri öğrenmesi inanç ve ibadet hayatında haş9 10 11 İbn Teymiyye, Takıyyüddîn, Nakzu’l-Mantık, (tahk. M. Abdürrezzâk el-HamzaAbdürrahman ez-Zabi’), Kahire, 1951, s. 71. Altıntaş, Ramazan, İslam Düşüncesinde İşlevsel Akıl, İstanbul, 2003, s. 166. el-Bağdâdî, Abdülkâhir, Usûlü’d-Dîn, Beyrut, 1928, s.254–55 İslam İnancının Temel Klasikleri: Akaid Risaleleri * 63 yet duygusu kazandırır ve Allah’ın denetimi altında olduğu inancını güçlü tutmasını sağlar. Öte yandan İslam akâidi, İslam’ın fikrî yönünü iyi kavramış ve itikadî hükümleri çağın isteklerine göre bilimsel düzeyde yorumlama becerisi kazandıran mütefekkir insanların yetişmesini amaçlar. Ayrıca akâid ilmi, davranışlar alanında insanın niyet ve inancını kuvvetlendirir. Elbette bu ilmin nihaî amacı dünyada mutluluğu ve ahrette de kurtuluşu elde etmektir.12 B. BELLİBAŞLI BAZI AKÂİD RİSÂLELERİ VE TESİRLERİ İslam düşünce tarihinde yaklaşık hicrî I. yüzyılın sonlarından itibaren akâid ilmi alanında devrin ihtiyaçları da dikkate alınarak Ehl-i Sünnet âlimleri tarafından hacimli olmayan muhtasar faydalı eserler yazılmaya başlanmıştır. Bu eserler hem yaygın ve hem de örgün eğitim kurumlarında Kelam İlmi’nin yanında ders kitabı olarak da okutulmuştur. Akâid İlmi halk arasında hüsnü kabul gördüğü gibi hem Selçuklu ve hem de Osmanlı medreselerinin bizzat ders programlarında yer almıştır. Özellikle felsefî, aklî ilimlere karşı büyük ilgi duyan Fatih Sultan Mehmet’in açtığı Sahn-ı semân medreselerinde Kelam ve Akâid ilmine daha fazla rağbet gösterilmiştir. Bizzat Kelam ve Akâid İlmi’ne dair hangi eserlerin okutulacağı programın değişik aşamalarında isim olarak da geçer.13 Bugün de hem İmam-Hatip Liseleri’nde ve hem de İlahiyat Fakülteleri’nde Akâid ilmi alanında yazılmış kitaplar okutulmaktadır. Geçmişte ve günümüz İslam dünyasında –Türkiye’de buna dahil- istifade edilen en yaygın popüler akâid kitaplarından bazıları şunlardır: 1. el-FIKHU’L-EKBER İslam düşünce tarihinde hicri I. yüzyılın sonlarına doğru İmam-ı Azam Ebû Hanife’nin (ö. 150/767) yazmış olduğu el-Fıkhu’l-Ekber adlı eser sistematik bir tarzda Ehl-i Sünnet akîdesini; kısa, özlü ve son derece ihatalı bir şekilde ihtiva eder. Bu eser, Mâtürîdî Kelam ve Akâidi için bir model oluşturmuştur. Dolayısıyla bu alanda bir ilk olması açısından çok önemlidir. Ebû Hanife bu eserinde derli toplu bir şekilde bir yandan Hariciler, Mu’tezile, Cebriyye, Mürcie ve Şia gibi ekollerin sorunlu ve çatışmacı İslam yorumlarına karşı eleştirel bir tavır takınırken, öte yandan doğru ve mutedil din anlayışının ana parametrelerini ortaya koymaktadır. Ehl-i sünnet Kelam ekolünün kurulmasına zemin hazırlayan elFıkhu’l-Ekber adlı bu eserde tevhidin tanımı yapılmakta, Allah’ın sıfatlarından, kaza ve kaderinden, insan ve fiillerinden, peygamberlik ve ahretle ilgili hususlardan bahsedilmektedir. Başta İmâm-ı Mâtürîdî 12 13 Îcî, Adududdîn, el-Mevâkıf fî Ilmi’l-Kelâm, Kahire, ts., s. 14. Bkz. Uzunçarşılı, İ. Hakkı, Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilatı, Ankara, 1965, s. 25; Adıvar, A. Adnan, Osmanlı Türklerinde İlim, İstanbul, 1970, s. 13; Yazıcıoğlu, M. Sait, “XV. Ve XVI. Yüzyıllarda Osmanlı Medreselerinde İlm-i Kelam Öğretimi ve Genel Eğitim İçindeki Yeri”, A.Ü.İ.F., İslami İlimler Enstitüsü Dergisi IV, Ankara, 1980, s. 273. 64 * Ramazan Altıntaş olmak üzere, Aliyyü’l-Kârî, Ebu’l-Müntehâ, Fahru’l-İslam el-Pezdevî, Ekmelüddîn el-Babertî gibi âlimler tarafından el-Fıkhu’l-Ekber’in birçok şerhi yapılmıştır.14 Yüzyıllardır ülkemizde ve farklı İslam ülkelerinde sayısız baskısı yapılan el-Fıkhu’l-Ekber ve bu eser üzerine yazılan Aliyyü’l-Karî ve Ebu’l-Müntehâ’nın Şerhu’l-Fıkhı’l-Ekber adlı şerhleri yaygın bir şekilde akâid kitabı olarak eğitim kurumlarında okutulmaktadır. 2. el-AKÎDETÜ’T-TAHÂVİYYE el-Akîdetü’t-Tahâviyye ya da asıl adıyla Beyânü Akâidi Ehli’sSünne ve’l-Cemâa adını taşıyan bu eser, Ebû Cafer Ahmed b. Muhammed b. Selâme et-Tahâvî’ye (ö.321/933) aittir. Risâle Ebû Hanife’ye nispet edilen itikâdî görüşleri ilk ve en doğru tespit eden kaynaklardan biri olması bakımından özel bir değer taşır. 15 Hacmi küçük olan bu risâleyi müellif, Ebû Hanife’nin itikadî görüşlerine göre yazdığını ifade ederek söze başlar. Konular ulûhiyet, nübüvvet ve mead tasnifinde ele alınarak selefî bir yöntem izlenir. Müellif risâlesinde Allah’ın zâtından ve sıfatlarından söz eder. Sıfatlarlarla ilgili nasların te’vil yapılmasını hoş görmez. Hatm-i nübüvvet üzerinde durur. Hz. Peygamberin son elçi olduğunu söyler. Ayrıca Kur’an’ın Allah kelamı olduğunu ve insanların sözü gibi yaratılmış olmadığını vurgular. Rü’yetullah ve mi’racın hak olduğunu dile getirir. Kaderin bir sır olduğunu ifade eden Tahâvî, büyük günah işleyen kimsenin ve ehl-i kıblenin tekfir edilemeyeceğini belirtir. Özellikle yöneticilere günahı emretmedikleri sürece itaat edilmesinin farz olduğunu söyleyen müellif kabir azabının hak olduğunu, cennet ve cehennemin yaratılmış olduğunu, istitaatın fiilden önce olduğunu, insanın fiillerinin yaratıcısının Allah, kazananın ise insan olduğunu, sahabenin hiçbirisinin tekfir edilemeyeceği inancını ortaya koyar. Eserini; Müşbebbihe, Mu’tezile, Cehmiyye, Cebriyye ve Kaderiye gibi akımların itikadından uzak durmanın gerekliliğini beyan ederek bitirir. İtikattan Mâtürîdî ekole sahip olan muhitlerde Tahavî’nin gerek Akâidi ve gerekse bu Akâid metni üzerine yazılmış olan şerhler çok tutulmuştur. Günümüzde en yaygın şerhler arasında İbn Ebu’l-İz edDımaşkî’nin ve Ekmeleddîn Bâbertî’nin şerhleri gelir.16 3. es-SEVÂDÜ’L-AZAM Bu risâlenin özgün adı: “er-Reddü alâ Ashâbi’l-Hevâ, elMüsemmâ Kitâbü’s-Sevâdi’l-A’zam alâ Mezhebi’l-İmâmi’l-A’zam Ebû Hanife” adını taşır ve ‘Sevâdü’l-A’zam’ ismiyle meşhur olmuştur. Eserin 14 15 16 Şerhler için bakınız. Altıntaş, Ramazan, “Ebû Hanife’nin Kelam Metodu ve el-Fıkhu’lEkber Adlı Eserine Yöneltilen Bazı İtirazlar”, İslami Araştırmalar Dergisi, Cilt: XV, Sayı:1-2, (Ankara-2002), s. 202-203. Aytekin, Arif, “el-Akîdetü’t-Tahâviyye”, DİA, İstanbul, 1989, II, 260. Bkz. Aytekin, Arif, Ehl-i Sünnet İnanç Esasları: Tahâvî ve Akâid Risâlesi, İstanbul, 1985. İslam İnancının Temel Klasikleri: Akaid Risaleleri * 65 müellifi ise, Ebu’l-Kâsım İshâk b. Muhammed es-Semerkandî’dir. (ö. 342/953). Hicrî IV. yüzyılda Maveraünnehir bölgesinde baş gösteren inanç problemlerinin çözümüne yönelik olarak yöneticilerin isteği üzerine Mâtürîdî bir bakış açısıyla yazılmıştır. Bu eserin İstanbul, Kazan, Mısır ve Hint alt kıtasında hem metin ve hem de şerhleriyle birlikte muhtelif tarihlerde basımı yapılmıştır. es-Sevâdü’l-A’zam, Mâtürîdiyye akâidinin en eski ve meşhur risâlelerinden birisidir. Sade bir üslûpla Ehl-i sünnet akâidinin esasları altmış bir maddede özetlenmiş ve bu ilkelere inanç, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaatten sayılmanın bir gereği olduğu vurgulanmıştır. Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaatten olmanın olmazsa olmaz ilkeleri arasında; Müslüman bir cemaate muhalefet edilmez, muttaki ve mücrim her günahkârın arkasında namaz kılınır, kıble ehli ve hiçbir günahkâr kimse günahından dolayı tekfir edilemez, her emirin arkasında cuma ve bayram namazları kılınır. Kur’an mahlûk değildir, şefaat ve mi’raç haktır, sahabeler aleyhinde bulunulamaz, iman amelden ayrıdır vb. gibi görüşler yer alır. es-Sevâdü’l-A’zam günümüzde hâlâ Hanefi ve Mâtürîdî çevrelerde okunmaya devam etmektedir.17 4. el-AKÎDETÜ’N-NİZÂMİYYE İmamu’l-Harameyn Ebu’l-Meâlî el-Cüveynî’nin (ö. 478/1085) Selçuklu sultanı Nizâmülmülk’e takdim için yazdığı el-Akîdetü’nNizâmiyye adlı bu eser temel inanç konularından Eş’arî itikadına göre bahseden bir akâid risâlesidir. Bu eserde selef metodu tercih edilerek haberî sıfatlar te’vil edilmemiştir. Cüveynî, eserin girişinde dinde zorunlu olarak bilinmesi gerekli konular üzerinde durmuş, inanç konularını tasnif ettiği ilahiyat, nübüvvet ve sem’iyyat bahislerinde veciz bir şekilde ele almıştır. O, âlemin hudûsu meselesini devrinin pozitif bilimlerinden de yararlanarak ispatlama yoluna gitmiş, tabiatçı filozofların bu konulardaki görüşlerini eleştirmiştir. Allah’ın sıfatları ve rü’yetullah gibi konularda Mu’tezile’nin görüşlerini, nübüvvet meselesinde de Brahmanizmi tenkit etmiş, Hz. Peygamberin en büyük mucizesi olarak Kur’an’ın i’caz yönünü ileri sürmüştür. Sem’i bilginin itikatla ilgili konulardaki değerine değinen Cüveynî, kabir azabı, nimeti, cennet, cehennem, sırat, mizan, şefaat, ecel, rızık, iman ve tevbe gibi konular üzerinde de durmuştur. Bu eser hakkında Osmanlı âlimi M. Zâhid elKevseri çok güzel bir ta’lîk yazmıştır.18 Diğer taraftan akâid alanında el-Cüveynî’nin bir başka eseri de “Lüm’aü’l-Edille fî Kavâidi Akâidi Ehli’Sünne ve’l-Cemâa” olup Dr. Fevkiye Hüseyin Mahmûd tarafından tahkik edilerek 1987 yılında Kahire’de neşredilmiştir. Bu eserin muhtevasında; âlemin hâdis oluşu, Al17 18 Metin ve şerhiyle birlikte bkz. es-Semerkandî, Ebu’l-Kâsım el-Hakîm, es-Sevâdü’lA’zam, İstanbul, ts. Krş. el-Cüveynî, Ebu’l-Meâlî, el-Akîdetü’n-Nizâmiyye fi’l-Erkâni’l-İslâmiyye, (tahk. M. Zâhid el-Kevserî), Kahire, 1992. 66 * Ramazan Altıntaş lah’ın sıfatları, Allah-insan ilişkisi bağlamında irâde meselesi, rü’yetullah, yaratılış, risâlet, nübüvvet ve mu’cize, imâmet vb. gibi akâid konuları delilleriyle yer alır. Dolayısıyla Ehl-i sünnetin inanç ilkeleri Eş’arî bakış açısıyla verilir.19 5. KAVÂİDÜ’L-AKÂİD İmâm-ı Gazâlî’nin (ö.505/1111) İslam akâidi hakkında yazdığı bu eser hem müstakil olarak neşredilmiş20 ve hem de İhyâ’nın birinci cildinde bir bölüm olarak geçmektedir. Eser iki ana bölümden oluşur. Selef metoduna göre konuları elen alan Gazâlî Kavâidü’l-Akâid’in birinci bölümünde Ehl-i sünnet inancına göre kelime-i şahâdetin yorumu üzerinde durmaktadır. Bir nevi müellif, ulûhiyet ve nübüvvet konusunu sade, anlaşılır bir dille anlatır. Burada hitap kitlesi; çocuklar ve avâmdır. Sahabenin yaptığı gibi delile ihtiyaç olmadan çocuklara itikat esaslarının sözel anlamda kavratılmasının eğitim açısından önemi üzerinde durur. Aynı görüşler avam için de geçerlidir. İkinci bölümün adı: er-Risâletü’l-Kudsiyye fî Kavâidi’l-Akâid adını taşır. Bu bölümde halef metodu kullanılmıştır. Hitap kitlesi, seçkinlerdir. İslam inanç esasları aklî ve naklî delillere göre izah edilir. Bilindiği gibi aslen Sivas’lı olan Kemaleddîn İbnü’l-Hümâm (861/1456), Kelam ilmine el-Müsâyere adlı eseriyle katkıda bulunmuştur21. Müellif’in elMüsâyere fî Akâidi’l-Münciye fi’l-Âhire adlı bu eseri İmâm-ı Gazâlî’nin er-Risâletü’l-Kudsiye’sini ihtisar etmek için yazmaya başlamış, fakat daha sonra müstakil bir kitap hüviyetini almıştır. Ayrıca el-Müsâyere İmâm-ı Gazâli’nin eseriyle birlikte yürüyüp giden anlamına gelir. Bu eser her ne kadar Gazâlî’nin sözünü ettiğimiz eserinin bir şerhi değilse de bu esere müstakil bir mukaddime ve sonucun da eklenmesiyle bir tekmile mahiyetinde olduğunu söyleyebiliriz. Hiç kuşkusuz İbnü’lHümâm’ın bu eseri, Ehl-i sünnet akâidini öğrenmek bakımından son derece yararlıdır. 6. AKÂİDÜ’N-NESEFÎ İslam’ın inanç sistemiyle (akâid) ilgili konularda İmâm-ı Mâtürîdî’nin görüşlerini izleyen en meşhur Sünnî âlimlerden birisi de Necmeddîn Ebû Hafs Ömer İbn Muhammed en-Nesefî’dir.(ö. 537/1142). Ömer en-Nesefî’nin 100’ün üzerinde eserinin var olduğu söylenmektedir. Onun en ünlü eseri Akâid alanında ‘metnü’l-akâid’dir. Nesefî çağının inanç sorunlarını da dikkate alarak kısa, açık ve veciz ifadelerle Ehl-i sünnetin itikatla ilgili görüşlerini ilkesel bazda ortaya koymuştur. Yazılışından itibaren İslam âleminin eğitim havzalarında en çok okunan, halk arasında okutulan elliye yakın şerh, hâşiye ve ta’likler yazılan bir risâledir. Ünlü şerhlerden birisi de Sadeddîn Taftazanî’ye (ö. 793/1390) ait olan Şerhu’l-Akâid’dir. Eş’arî kelam eko19 20 21 Bkz. el-Cüveynî, Ebu’l-Meâlî, Lüm’aü’l-Edille, (tahk. Fevkiye H. Mahmûd), Kahire, 1987. Gazâlî, Ebû Hâmid b. Muhammed, Kavâidü’l-Akâid, Beyrut, 1985. İbnü’l-Hümâm, Kemâlüddîn, el-Müsâyere, İstanbul, 1979. İslam İnancının Temel Klasikleri: Akaid Risaleleri * 67 lüne mensup olan Taftazânî, Mâtürîdî bir âlimin eserine yaptığı şerhte kendi mezhebinin görüşlerine bağlı kaldığı gibi, zaman zaman Mâtürîdî görüşlere de yer vermiştir. Bu eser metniyle birlikte Ehl-i sünnet itikadına bağlı Müslümanların yaşadığı coğrafyalarda hâlâ okutulmaktadır. Ayrıca Taftazanî şerhleri üzerine yapılan hâşiyelerin en meşhurları arasında Ahmed b. Mustafa el-Hayâlî, Ramazan b. Muhammed el-Hanefi ve Muslihuddîn Mustafa el-Kestelî’nin eserleri sayılabilir. Yüzyıllardır Osmanlı medreselerinde okutulan ve geçmişte Muhammed Abduh tarafından Mısır’da bulunan Ezher üniversitesinde de ders kitabı olarak takip edilen Akâid metni İslam inançlarının hepsine şâmil olacak düzeyde temas edilmiştir. Müellif eserine bilgi, bilgi elde etme yolları, itikadi konularda mütevâtir haberin durumunu izahla başlar. Allah’ın varlığına alem olması açısından âlem kavramını işler. Bununla bağlantılı olarak Allah’ın zatı ve sıfatları üzerinde durur. Kelam sıfatından hareketle Kur’an’ın manasının değil, lafzının mahlûk olduğunu ifade eder. Öte yandan kulların özgür fiillere sahip olduğuna temasla istitaatın fiille birlikte bulunduğunu vurgular. Ecel, rızk gibi konuların ardından sem’iyyat konularına değinir. Büyük günah işleyen kimsenin dinden çıkmayacağını söyleyen Nesefî, imanın temel rüknünün kalbî tasdik olduğunu teyit eder. Ona göre Allah’ın peygamber göndermesi hikmetinin bir gereğidir. İmametin gerekliliği üzerinde de duran müellif, muttaki ve fâcir imamın arkasında namaz kılınabileceğine cevaz verir. Risâlenin muhtevasında yer alan imamet bahsi, Sultan Abdülhamid Han devrinin son zamanlarında matbu eserlerden çıkartılmıştır. Abdülhamid’in muhalifleri halifenin Kureyş’ten olması gerektiği kaidesini istismar edince o da böyle bir tedbire başvurmuştur.22 Nesefî, sahabeyi hayırla anmak gerektiğini zikreder. Kıyamet alâmetleriyle risâlesini bitirir. Her ne kadar açıkça farklı mezheplerden bahsetmese de ortaya koyduğu itikadî görüşleriyle hem Mu’tezilenin, hem Hâricilerin, hem Eş’arîlerin ve hem de Şia’nın kimi inançlarını dolaylı olarak eleştirmiş olur.23 7. BAHRU’L-KELAM FÎ AKÂİDİ EHLİ’L-İSLAM Bu eser Mâtürîdî kelam ve akâidini sistematik hale getiren Meymûn b. Muhammed b. Muhammed b. Mu’temed b. Muhammed b. Mekhûl en-Nesefî’ye (ö. 508/11159) aittir. Ebu’l-Muîn en-Nesefî, Semerkant ve Buhara dolaylarında yaşamıştır. Yaşadığı çağda bid’at ehline ve İslam karşıtlarına karşı Ehl-i sünnetin görüşlerini hem sözel ve hem de yazılı halde savunmuştur. İşte Bahru’l-Kelam fî Akâidi Ehli’l-İslam adını taşıyan bu eser, onlardan biridir. İslam inançları ve mezhepler arasındaki farklardan bahsedilir. Çeşitli baskıları olan bu eser; Kahire ve Konya’da 1329/1911, ayrıca yine 1977 ve 1978 yıllarında Konya’da iki ayrı basım halinde farklı ellerden Türkçe tercümeleri yayınlanmıştır. 22 23 Yavuz, Yusuf Şevki, “Akâidü’n-Nesefî”, DİA, İstanbul, 1989, II, 218. Bkz. en-Nesefî, Ömer, Metnü’l-Akâid, İstanbul, ts. 68 * Ramazan Altıntaş Ebu’l-Muîn en-Nesefî’nin Tebsıra adlı eserinin bir özeti durumunda olan Bahru’l-Kelam’da İslam inanç esasları aklî ve naklî delillerle ortaya konulmaya çalışılmıştır. Diğer akâid kitaplarında yer alan konuların yanında özellikle Mu’tezile, Şia, Hâriciye, Mürcie ve Cebriye’nin değişik konulardaki inanç ve görüşleri eleştirilmiştir. İmanın yaratılmış olup olmaması meselesi, kendisine İslam mesajı ulaşmayan kimsenin hali, fakirlik ve zenginlik, çalışma ve tevekkül, şeytanların insana tesiri, Müslümanın kanını dökmenin durumu, yıldızlar ve burçlardan bilgi edinmenin itikadî yönleri gibi kendi döneminin inanç hayatındaki tartışmalara da yer vermiştir. Muhtasar, sade bir dille yazılan bu eser pratik açıdan oldukça faydalıdır.24 8. EMÂLİ KASÎDESİ Manzum bir akâid risâlesi olan Emâlî Kasîdesi Sirâcüddîn Ali bin Osman el-Ûşî el-Ferganî’ye(ö. 575/1179) aittir. Lâm harfiyle kâfiyeli olduğundan “Kasîdetü’l-Lâmiyye” diye anılır. Her beyitte bir mesele özleştirilmiştir. Kaside; mefâilün, mefâilün, feûlün vezniyle yazılmış Arapça manzumedir. 68 beyit ya da tekrarsız 67 beyittir. Her devirde zevkle okunmuş ve ezberlenmiştir. Ders olarak takip edilmiş, şerh ve haşiyeleri yapılmış meşhur bir eserdir. 25 Ali el-Kârî’nin (ö. 1014/1606) tahkikli Şerhu’l-Emâlî’si meşhurdur. Hem metin ve hem de şerh, Mâtürîdî bir bakış açısıyla yazılmıştır.26 9. el-AKÎDETÜ’L-VÂSITİYYE el-Akîdetü’l-Vâsıtiyye, ehl-i sünnet mezheplerinden birisi olan Hanbeli mezhebi âlimlerinin ileri gelenlerinden Takıyyuddin Ebu'lAbbas b. Abdilhalim b. Teymiyye (728/1328)’nin selef metodu ve inançları üzerine yazdığı bir akâid risâlesidir. Selefî çevrelerde oldukça yaygın ve popüler olan bu risâlenin 13 küsur şerhi yapılmıştır. Bunlar arasında en meşhuru Muhammed Halîl Herrâs’ın, Şerhu’l-Akîdeti’lVâsıtiyye’sidir.27 Şeyhulislam İbn Teymiyye Selef akîdesinin bir örneğini oluşturan bu risâlenin girişinde altı iman esasını verdikten sonra bu esaslara tahrif, ta’til, tekyif ve temsil olmaksızın Allah’ın Kitab’ında vasıflandırdığı ve Hz. Peygamberin O’nu nitelendirdiği üzere iman etmek gerektiğini vurgulayarak söze başlar. Özellikle haberi sıfatlarla ilgili te’vil yapmaktan kaçınır. Bu konularla ilgili akîdesini âyetlerle ve hadislerle destekler. Müellif, Allah’ın sıfatları konusunda Cehmiyye ile Müşebbihe’yi; O’nun fiilleri konusunda Kaderiye ve Cebriyye’yi; Allah’ın va’idi konusunda Mürcie, Kaderiye ve Vaidiyye’yi, Rasulullah’ın sahabeleri konusunda ise Rafizilerle Haricilerin görüşlerini eleştirir. Allah’ın göklerin üstündeki arş üzerinde olduğunu savunan İbn Teymiyye, Kur’an’ın mahlûk olmadığını, Ru’yetullah’ın hak olduğunu, kabir halle24 25 26 27 en-Nesefî, Ebu’l-Muîn, Bahru’l-Kelâm fî Akâidi Ehli’l-İslam, Konya, 1327. Nar, Ali, Akâid Risâleleri, İstanbul, 1998, s. 141. Metin ve şerh birlikte, bkz. el-Kârî, Nureddîn Alî, Şerhu’l-Emâlî, İstanbul, 1985. Bkz. M. Halil Herrâs, Şerhu’l-Akîdeti’l-Vâsıtiyye, Medine, ts. İslam İnancının Temel Klasikleri: Akaid Risaleleri * 69 rinin imanın kapsamına girdiğini söyler. Hz. Peygamber’in kıyamet günü üç şefaatinin olacağını ifade eden müellif, kaderin anlaşılmasında Allah’ın ilim ve irade sıfatını bilmenin önemine değinir. İmanın; söz ve amel olduğunu, ayrıca artma ve eksilme kabul ettiğini, ehl-i kıblenin tekfir edilemeyeceğini, yöneticilerin ister iyi, isterse günahkâr olsun; haccı, cihadı, cuma ve bayramları ayakta tutup cemaatleri muhafaza edeceklerini vurgulayarak akâid risalesini bitirir.28 10. el-AKÂİDÜ’L-ADUDİYYE Bu eser bir Eş’arî kelamcısı olan Adudüddîn el-Îcî’nin (ö. 755/1353) akâid risâlesi olup inanç esaslarının usulünden hiçbir kaide eksik bırakılmadan ana meselelerin veciz bir şekilde toplandığı önemli bir eserdir. Müellifin eserinin hacmi küçük olmasına rağmen, hemen hemen akâid esaslarının ana ilkelerinin tamamına temas edilmesinden dolayı âlimlerin ilgisini çekmiş ve bunun üzerine yaklaşık yirmiyi aşkın şerh yapılmıştır. Osmanlı medreselerinde ve Mısır Ezher Üniversite’sinde ders kitabı olarak da okutulan bu eserin en meşhur şerhleri arasında Seyyid Şerîf Cürcânî (ö. 816/1413) ve Celâleddîn Devvânî’nin (ö. 905/1502) şerhleri gelir. Ayrıca bu şerhler üzerine Siyâlkûtî, Gelenbevî ve Edirnevî’nin haşiyeleri meşhurdur. Çağdaş İslam düşünürlerinden Muhammed Abduh, Celâleddîn Devvânî’nin şerhinin üzerine haşiye yazarak Ezher Üniversitesi’nde ders kitabı olarak okutmuştur. M. Abduh’un bu eserinin adı; et-Ta’lîkât alâ Şerhi’d-Devvânî li’lAkâidi’l-Adudî’dir. Bu hâşiye 1876 ve 1904 yıllarında Kahire’de yayınlanmıştır. Aynı eser Süleyman Dünya tarafından 1958 yılında iki cild halinde eş-Şeyh Muhammed Abduh Beyne’l-Felâsife ve’l-Kelâmiyyîn ismiyle de neşredilmiştir. Bu durum Îcî’nin risâlesinin kıymet ve önemini göstermesi açısından son derece önemlidir. Hacmi küçük ama değeri oldukça büyük olan el-Akâidü’lAdudiyye’ye Îcî; “ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır…” diye devam eden rivâyetle başlar ve dışlamacı bir yaklaşımla fırka-i nâciye’nin Eş’arîlik olduğunu ifade eder. Allah’ı bilmede akıl yürütmenin önemine değinen müellif, Allah’ın sıfatları üzerinde durur. Allah’ın ahrette görüleceği, hüsün ve kubhun naklîliği, meleklerin sınıfları ve görevleri, Kur’an’ın Allah kelamı oluşu, Allah’ın isimlerinin tevkıfîliği gibi konulara değinir. Sem’iyyat konularından haşri cismanî, hesap, sırat ve mizanın hak olduğunu, cennet ve cehennemin yaratılmışlığını, büyük günah işlemiş olan kimsenin cehennemde ebedi kalmayacağını söyler. Şefaatın olacağını, kabirde azabın gerçekleşeceğini, münker ve nekir isimli meleklerin sual soracağını ifade eden müellif peygamberlerin mu’cize ile desteklendiğini, Hz. Muhammed’in son peygamber olduğu- 28 Bkz. Herrâs, Şerhu’l-Akîde, s. 8–167. 70 * Ramazan Altıntaş nu, peygamberlerin korunduğunu, kerametin gerçek olduğunu, ehl-i kıblenin tekfir edilemeyeceğini dile getirir.29 11. KASÎDE-İ NÛNİYYE Fatih Sultan Mehmed devrinin en ünlü Fıkıh ve Kelam âlimi olan Hızır Bey’e (ö. 863/1458) ait olan bu manzûm akâid risâlesi 105 beyitten meydana gelmiş olup ‘basit’ vezninde kaleme alınmıştır. Bu kasideye, “kasîde-i nûniyye” denilmesinin sebebi, kasîdenin her beytinin ikinci mısrası Arapça “nun” (N) harfi ile bittiği için Nûniyye diye isimlendirilmiştir. Bu risâlede İslam inanç esasları özet olarak ele alınmıştır. Kasîde-i Nûniyye’nin birçok şerhi vardır. Bunlar arasında Hayâlî Ahmed Efendi (ö. 1470)’nin Şerhu’l-Kasîdetü’n-Nûniyye’si, Davud Muhammed Karsî’nin (ö. 1747) Şerhu’l-Kasîdetü’n-Nûniyye’si ve İsmail Hakkı b. Halil’in (ö. 1910) Metâlibu’l-İrfâniye ve İzâhâtü’n-Nûniye adlı şerhleri gelir. Ayrıca bu şerhlerin dışında 10’a yakın başka şerhlerde vardır.30 Kasîde-i Nûniyye'nin her beytinde İslâm akâidinin bir meselesi dile getirilir. Örneğin; her bir beyitte Allah’ın sıfatları, peygamberlik müessesesi, ahretle ilgili konular ele alınır, risâle iman ve imamet konularının işlendiği beyitlerle biter. 31 Bu Akâid kâsidesi, Türk dünyasında çok yaygındır. 12. el-HUSÛNÜ’L-HAMÎDİYYELİ MUHAFAZATİ’L-AKÂİDİ’LİSLÂMİYYE İslam inançlarının korunmasıyla ilgili olan bu risâle Türk okuyucularının yakından tanıdığı er-Risâletü’l-Hamîdiyye adlı eserin sahibi Suriye’li İslam âlimi Hüseyin el-Cisrî’ye (ö. 1909) aittir. Bir nevi, elHusûnü’l-Hamîdiyye, müellifin, er-Risâletü’l-Hamîdiyye adlı eserinin bir özeti durumundadır. Bilindiği gibi Akâid İlmi’ne Tevhîd İlmi de denilir. İşte bu maksatla müellif eserine; “kesin deliller kullanmak suretiyle dini akîdeleri isbat etmekten bahseden ilimdir” şeklinde Tevhid İlmi’ni tanımlayarak başlar. Dolayısıyla eserin mukaddimesinde bu ilmin meyvelerinin başında kesin delillere dayalı olarak Allah’ın sıfatlarını ve Resulünü bilmek geldiği ifade edilir. Ayrıca Hüseyin el-Cisrî, Akâid ilmini İslamî ilimlerin en değerlisi olarak nitelendirir. Ortalama bir okuyucu kitlesine hitap eden Cisrî, bu eserinde imanın ve İslam’ın hakikati, insanı küfre götüren söz ve davranışlar, aklın hükümleri, değişik inanç konularında ortaya çıkan şüpheler gibi başlıklar altında birçok akâid konusuna değinir.32 Türkiye’de, Arapça olarak neşredilen el-Husûnü’l-Hamîdiyye’den ziyâde, Mustafa Zihni Efendi’nin Sevabu’l-Kelâm fî Akâidi’l-İslâm (İstanbul–1327) ve Saruhanlı Kemâleddinzâde Muhammed Nurullah 29 30 31 32 Bkz. el-Îcî, Adududdîn, el-Akâidü’l-Adudiyye, (ter. Nureddin Sadak), İstanbul, 1966. Yazıcıoğlu, M. Sait, “Hızır Bey ve Kasîde-i Nûniye’si”, A.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, Ankara, ts., cilt, XXXVI, s. 552-555. Krş. Hızır Bey, el-Kasîdetü’n-Nûniyye fi’l-Akâid ve Manzum Tercemesi, İstanbul, 1318. Geniş bilgi için bakınız. el-Cisrî, Hüseyin, el-Husûnü’l-Hamidiyye limuhâfazati’l-Akâidi’lİslâmiyye, Kahire, ts. İslam İnancının Temel Klasikleri: Akaid Risaleleri * 71 Efendi’nin el-İnâyetü’r-Rabbâniyye fi Tercemeti Kitâbi’l-Husûn li Muhafazati’l-Akâidi’l-İslâmiyye (İstanbul–1328) adıyla yaptıkları çeviriler daha meşhur olmuştur. SONUÇ Akâid ya da Tevhid ilmi, İslam dininin temellerini oluşturur. İslam toplumlarının sağlam bir inanç ve derin bir mefkûre etrafında toplanmış olması, hem birlikteliği ve hem de varoluş bakımından tarihsel sürekliliği sağlar. Bu sebeple İslam âlimleri hicrî II. Yüzyıldan itibaren saf bir şekilde İslam inancını muhafaza etmek, gerek içten ehl-i bid’atın ve gerekse dıştan küfrün saldırılarından İslam toplumunu korumak için Ehl-i sünnet inancına bağlı akâitle ilgili çeşitli eserler kaleme almışlardır. Görüldüğü gibi biz bu bildirimizde Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’ın itikadî mezheplerinden olan Mâtürîdîlik, Eş’arîlik ve Selefiyye’ye bağlı gerek ülkemizde ve gerekse Osmanlı hinterlandında bulunan Müslüman halklar arasında yaygın bir şekilde okunan eserlerden örnekler sunmaya çalıştık. Nasıl ki geçmişte İslam âlimleri İslam toplumlarının bir inanç etrafında toplanmalarını sağlamanın yolunun saf ve sarsılmaz bir akîdeden geçtiğini vurgulamak adına sayısız eserler yazmışlarsa, aynı şekilde mevcut geleneğin yöntemine bağlı kalmak ve itikadî sorunları da göz ardı etmemek şartıyla çağdaş dönemlerde de İlm-i Tevhid’le ilgili eserler yazılmıştır. Biz bildirimizde bu eserlerin kadîm ve çağdaş dönemlere ait örneklendirmelerle en meşhurlarının tanıtımı ve değerlendirilmesi üzerinde durduk. Eğer, hicrî II. yüzyıldan itibaren günümüze kadar gelen akâitle ilgili yazılmış eserleri tanıtmaya kalksaydık, bu bildirinin sınırları buna kifayet etmezdi. Belki yukarıda örneklendirmelerde bulunduğumuz akâidle ilgili eserlerin listesine Manastırlı İsmail Hakkı’nın İslam Akâidi’ni, İzmirli İsmail Hakkı ve Ömer Nasuhi Bilmen’in Mülahhas İlmi Tevhid’lerini, Muhammed Abduh’un Tevhid Risâlesi’ni, Said Ramazan el-Bûti’nin İslam Akâidi’ni, Seyyid Sabık’ın Delilleriyle İslam Akâidini, Hüseyin Atay’ın Kur’an’da İman Esasları’nı, Şerafeddîn Gölcük’ün İslam Akâidi’ni, Bekir Topaloğlu, Yusuf Şevki Yavuz ve İlyas Çelebi’nin birlikte yazdıkları İslam’da İnanç Esasları adlı eseri, Mustafa İslamoğlu’nun İman Risâlesi’ni eklemek mümkündür. Söz konusu eserler İslam’ın saf ve berrak itikadını gönüllere yerleştirmeyi amaçlamaktadır. Başta Kur’an, sahih rivâyetler ve aklî deliller çerçevesinde ele alınarak yazılan bu eserleri, akîdesini öğrenmek ve yaşamak isteyen her Müslüman’a tavsiye edebiliriz. I. OTURUM MÜZAKERE Galip Yavuz Arkadaşlara, klasik kelam, hadis, fıkıh, tefsir kitapları konularında sunmuş oldukları kıymetli tebliğlerinden dolayı teşekkür ediyorum. Klasik İslami ilimler alanında telif olunan kitaplardan bahsedirlerken aynı zamanda bu alanların kültürümüze ışık tutan yönlerine de zımnen de olsa işaret etmiş oldular. Bunların hepsine ben de iştirak ediyorum. Söylenenlere ilaveten birkaç şey zikretmek gerekirse, burada çok kısa geçiştirilen Molla Aliyyu’l-Kârînin emâlî şerhiyle ilgili olarak bu eserin çok uzun yıllardır klasikleşmiş Mâturîdi düşüncesini çok veciz biçimde içeren bir kitap olduğunu işaretle de olsa Allah inancının felsefi derinliklerine atıflarda bulunması açısından kayda değer bir klasik olduğunu belirtmek gerekir. Ayrıca derli toplu olarak sistematik kelamı özet biçimde ortaya koymuş olması açısından da halen okutulmaya değer bulduğumu belirtmek isterim. Hadis kitaplarına gelince, tebliği sunan arkadaşımız Cemal beyin tebliğinde dikkatimi çeken nokta ; tebliğe medar olan kitapların tümünün Arapça olmasıdır. Bütün bu kıymetli bilgilerin yanında hadis tercümelerinden de bahsetmiş olması daha iyi olurdu. Çünkü bizler Türk okuyucular olarak Türkçe kitaplarla muhatap olmaktayız. Bu kitapların hepsi Arapçadan Türkçeye tercüme edilmiş olan kitaplardır. Fakat bu konunun uzmanları bizler, tercümelerde çok ciddi sıkıntıların olduğunu görmekteyiz. Bu konuda tebliği sunan arkadaşımız Cemal bey Türkçe kitaplardan bahsede bilirdi , aynı zamanda da okuyucuya yol göstermek ya da algı yanlışlarına düşülmemesi için tercümenin getirdiği bazı hata noktalarına işaret edebilirdi . Eksikliklerin bertaraf edilebilmesi bağlamında metodolojik hususlara işaret edebilirdi. Dolayısıyla bundan sonra ki hadis tercümeleriyle uğraşan zevata yol gösterici olurdu. “Dil dediğimiz olgu bir nevi zihinsel tasarımın seslerle harflerle sembolize edilerek dışa yansıtılmış biçimidir.” Dolayısıyla tercüme adına hadis olarak okuduğumuz ibareler bir anlamda onu söyleyen zatın zihinsel geri planını anlayabilmek ancak zihinle dilin sembolik boyutu arasında kurulan doğru ilişkiyle mümkün olabilir. Bu husus aynı zamanda tefsir kitaplarıyla ilgili tebliğ ile de bağlantılıdır. Yanlı hadislere hasretmek doğru olmaz. Hadislerin tercümesiyle ilgili olan sıkıntıların aynısı K. Kerimin tercümesi için de geçerlidir. Türkçe olarak hazırlanmış birçok meal var. Bu meallerin birçoğu maalesef ciddi hatalardan hali değildir. Bu hataların esasını öncelikle Arap dilindeki bazı anlatım biçimlerini iyi kavrayamamak oluşturmaktadır. İkincisi ise bizatihi kelime ya da kavramların Türkçede kullanıldığı biçimde aktarılamamış olmasındandır. Üçüncüsü ise; sanki din dili gibi müstakil bir dil Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi I. Oturum Müzakere * 73 varmışcasına bu günkü kullanılan Türkçeden farklı bir üslup kullanılmasıdır. Yani adeta düzgün Tükçe olursa dînîliğini kaybedermiş gibi bir eda sezilmektedir. O halde K. Kerimin daha iyi anlaşılabilmesi için kısaca değindiğimiz eleştirilere daha az muhatap olan meallerin önerilmesi gerekmektedir. Meal okurken dikkat edilmesi gereken en önemli hususun öncelikle mealin K. Kerim olmadığının bilinmesidir. Yani meal Kuran değildir. Kuran anlamını tercümeyle bir ölçüde, gerek icazı gerek içerdiği mana zenginliği açısından yitirmiştir. O fevkalade söz ustalarının hayranlık ve acziyetlerini gizleyemedikleri üslûptan bir eser kalmamıştır. Aslında ben dile getirmiş olduğum hususları birer birer örneklendirmek isterdim. Bu kısıtlı zaman zarfında ancak bu kadarını ifade edebildim . Hepinize teşekkür ederim. HZ. PEYGAMBERİ’İ ANLAMA VE ANLATMADA KİTAP Ünal Kılıç GİRİŞ İslâm Öncesi Araplarda Tarih Tasavvuru ve Tarihe Bakışları Her müessesenin dosyaları, arşivi, her tüccarın hesap defteri vardır. Milletlerin de geçmişle irtibatlarını sağlayan bilgi ve birikimlerinin olduğu bir gerçektir. Bu bilgi ve birikim, milletlerin durumlarına göre değişiklik arz etmekle beraber kuşaktan kuşağa aktarılmak suretiyle uzun süreler unutulmaktan kurtulmuşlardır. Geçmişte yaşanılan ve ortaya konulan her türlü faaliyetin sonraki kuşaklara aktarılması değişik yöntemlerle olmuştur. Ancak değişmeyen bir şey vardır ki, bu hususta her toplum benzer bir duygu ile hareket ederek kendilerinden öncekilerin yapıp ettiklerini merak etmişler ve bunların tespitine yönelik çalışmalarda bulunmuşlardır. Böylece tarih ilmi ortaya çıkmıştır. Bu gün olduğu gibi geçmişte de dil, din ve kültürel yapılarıyla dünya halkları arasında kendisine yer edinmiş bulunan Araplar İslâmiyet’in gelişinden önce de tarihle yakından ilgilenmişlerdir. Geçmişle yaşanılan zaman arasında güçlü bağların bulunduğuna ve tarihin insan yaşayışına yön veren bir unsur olduğu anlayışına sahip olan Cahiliyye Devri Arapları1 atalarının başlarından geçen olayları, onların yaşam tarzlarını, dinî uygulamalarını, sosyal ve kültürel yapılarını devam ettirmeye çalışmışlardır. Öyle ki onlar, atalarına uyma hususunu dinî anlayışlarının bir gereği olarak değerlendirmişlerdir. 2 Atalarının durumlarını bilmek için de büyük bir merakla kendilerinden önce meydana gelen olayları değişik yollardan öğrenmeye çalışmışlar böylece tarihe merak salmışlardır. Araplar tarihlerine dair bilgi ve rivayetleri daha ziyade şifâhi olarak nesilden nesile nakletmişlerdir. Onların şifahî usulleri kullanmalarında okuma-yazma bilenlerin çok fazla olmamasından başka çölde yaşamalarının da etkili olduğu anlaşılmaktadır. Zira çöl hayatı yazının gelişip yaygınlaşmasına, yazı malzemelerin temin ve düzenli bir şekilde muhafazasına müsait değildi. Duydukları rivayet ve haberleri hıfzetme yönüyle kabiliyetli olan Araplar, tarihe dair anlatılanları zihinlerinde tutmuşlar ve bunları sonraki kuşaklara nakletmişlerdir. Böylece tarihi bilgiler tamamıyla yazılı olarak kayda geçmemiş olmasına rağmen muhafaza edilebilmiştir. 1 2 C. Ü. İlahiyat Fakültesi İslâm Tarihi Öğretim Üyesi. Sabri Hizmetli, İslâm Tarihçiliği Üzerine, Ankara 1991, s.37. Cahiliyye Araplarının atalarına bağlılıkları konusundaki tutumları için bkz., Mü’minûn, 23/24; Bakara, 2/170; Mâide, 5/104. Hz. Peygamber’i Anlama ve Anlatmada Kitap * 75 Yukarıdaki ifadelerimizden Arapların tarihleriyle ilgili hiçbir yazılı doküman bırakmadıkları, kendilerinden önce veya dönemlerinde gerçekleşen olayları yazıyla tespit etmedikleri anlaşılmamalıdır. Zira tarihin naklinde yazı da kullanılmıştır ancak şifahi tarihçilik daha yaygın olarak kullanılmıştır. İslâm öncesi Arapları tarih öğrenmeye sevk eden en önemli etken onların “Eyyâmü’l-Arab” ve “Ensâb Şecereleri” ne dair merak ve ihtiyaçları olmuştur. Cahiliyye devrinde ve İslâmiyet’in ilk zamanlarında Arap kabileleri arasında cereyan eden savaşlar için kullanılan “Eyyâmü’l-Arab” tabiri, Arapların tarihle olan en önemli bağlarını teşkil etmiştir. Cahiliyye dönemi tarihi için zengin bir malzeme ihtiva eden eyyâmı tarihçiler ve dilciler kaynak olarak kullanmışlardır. Eyyâmü’lArab Arapların kahramanlık vasıflarını ortaya çıkarmış, Arap dilini geliştirmiş, atasözlerinin söylenmesine vesile olmuştur. Savaşların kabile hayatında özel bir yeri olduğu için bu savaşları anlatan hikayelere kabileler ve fertler müşterek bir kültür olarak sahip çıkmışlardır. Gece yapılan sohbet toplantılarında kabilenin gerçekleştirdiği önemli işler arasında anlatılan savaş rivayetleri kabilelerin olaylar karşısındaki temayüllerini aksettirmekle3 birlikte çoğu kere objektif olmaktan ve derli toplu ve tutarlı bilgiler sunmaktan uzaktırlar, buna rağmen çöl gecelerinde anlatılarak kuşaktan kuşağa nakledilmişlerdir.4 Böylece ‘Arapların tarihi’ diyebileceğimiz rivayetler vücut bulmuştur. Kabilenin millî ve manevî değerlerinin yaşanılıp korunmasına önem veren Araplar örf ve adetlerin bilinmesine ayrı bir önem verdiler. Örf ve adetleri bilmek için de Eyyâmü’l-Arab’a müracaat ettiler. Zira orada bu hususlarda pek çok bilgi bulunmaktaydı. Diğer taraftan kabilelerin soy kütüğü anlamına gelen “Ensâb” bilgisi de Araplar nezdinde önemli bir yere sahipti. Kabilecilik veya asabiyet, kabile fertlerine ecdadının şan ve şerefiyle övünmesini, kahramanlarını ve tarihi hadiselerini gururla yâd etmesini telkin ediyor, bu duygu insanları neseplerini öğrenmeye sevk ediyordu. Cahiliyye devri Araplarının geçmişin devamlı hatırlanması için ensâb bilgisine çok değer vermeleri, Araplardaki tarih şuurunun mevcudiyetine en güçlü bir delil olarak kabul edilmiştir. Nesep şecerelerinin muhafaza edilmesi şeklinde tanımlanan ensâb ilmi, şecerede adları geçen kişilerle ilgili bir çok tarihi malumatı da bir araya getiriyordu.5 Daha İslâmiyet’in gelmesinden önceki dönemlerde bile ensâb şecerelerinin kaybolmaması ve uydurma şecerelerin ortaya çıkmasına 3 4 5 Mehmed Ali Kapar, “Eyyâmu’l-Arab”, DİA, XII, 15. Bu konuda bkz., Seyide İsmail Kaşif, İslâm Tarihinin Kaynakları ve Araştırma Metodları, çev., M.Şeker-R.Savaş-R.Şimşek, İzmir 1997, s.21. Mustafa Fayda, “Ensâb”, DİA, XI, 245. 76 * Ünal Kılıç mani olunması için kabilelerin neseblerine dair bilgilerin yazılı olarak kayda geçirildiği ve bunların kitap oluşturacak şekilde düzenlendiğine dair bilgilerden6 hareketle Ensâb ilminin Araplar tarafından önemsenerek ele alındığını bunun da onların tarihi bilgilere ulaşmalarına katkı sağladığını söylemek mümkündür. Soy ve sopla iftihar etmek için kabilelere tarihi malzeme sağlayan, kabileler arası tefâhurun (övünme) başlıca vasıtası olan ensâb bilgisi, cahiliyye döneminde hem şifahî hem de önemine binaen yazılı olarak kayda geçirilmiş ve ihtiva ettiği bilgiler Arap tarihine büyük katkılar sağlamıştır. Soyla iftihar, İslâmiyet’le yasaklanmış olmasına7 rağmen sıla-i rahim yapmayı temin edecek kadar neseplerin öğrenilmesi teşvik edilmiştir.8 Araplar nezdinde ensâb ilminin önemini müdrik bir kimse olarak Hz. Peygamber, İslâm’ı tebliği esnasında kabilelere İslâm’ı anlatırken daima kabilelerinin isimleriyle hitap etmiş, onların yanına giderken beraberinde ensâb bilgisiyle meşhur olan Hz. Ebû Bekir’i de götürmüştür. Ebû Bekir’den tebliğ için gidilecek kabilenin tarihi hakkında bilgiler alan Hz. Peygamberin bu bilgileri onlarla diyalog kurmak için kullandığı anlaşılmaktadır. Yukarıda da işaret ettiğimiz üzere Cahiliyye döneminde Araplar tarihlerine dair bilgileri ensâb şecereleri ve eyâmü’l-Arab ile elde ediyorlar ve bunları sonraki nesillere naklederek muhafazasını temin ediyorlardı.9 Ensâb ve eyyâma dair tarihî malumatın çeşitli sebeplerle yazılı olmaktan ziyade sözlü/şifahî olarak nakledildiğini daha önce ifade etmiştik. Şifahî nakil ise kıssa ve şiirle gerçekleştiriliyordu.10 Issız çöl gecelerinde insanlar kıssalarla atalarının yapıp ettiklerini anlatarak vakit geçiriyorlardı. Senenin belirli mevsimlerinde kurulan panayırlarda, hac mevsimi esnasında Mekke’de bir araya gelen kalabalıklar arasında, dost meclislerinde ve kabileler arası rekabet esnasında da kıssalarla tarihlerini anlatıyorlar ve bununla övünüyorlardı. Onların şifahî olarak anlata geldikleri bu kıssalar (ahbâr) bir takım hayali unsurlarla karışarak hakikatten uzaklaşmış olsa bile tarihin malzemesini teşkil etmişlerdir.11 Eyyâm hikayelerinin naklini ve yayılmasını sağlayan ve bir bakıma VI-VII. Yüzyıl Araplarının en güçlü silahı durumunda olan “Arap Şiiri”ni de bu şifahî tarih türlerine eklemek icap eder. Savaşın ve barışın yerleşmesinde, aşiretler arası münasebetlerin seyrinde, inanç ve 6 Bu hususta geniş bilgi için bkz., Fayda, “Ensâb”, DİA, XI, 245; Ramazan Şeşen, Müslümanlarda Tarih-Coğrafya Yazıcılığı, İstanbul 1998, s.18. Hucurât 49/13. 8 Bu hususta bir Hadis-i Şerîf için bkz., Ahmed İbn Hanbel, Müsned, II, 3. 9 Şeşen, s.17-18. 10 Geniş bilgi için bkz., Dûrî, s.131. 11 Nihad Çetin, “Ahbâr”, DİA, I, 486. 7 Hz. Peygamber’i Anlama ve Anlatmada Kitap * 77 düşüncenin ifade edilmesinde şiirin çok güçlü bir rolü vardı.12 Öyle ki kabileler için güçlü ve çevik bir komutandan ziyade iyi bir şair daha önemli ve faydalı olarak değerlendiriliyordu. Zira güçlü bir komutan savaş meydanında yararlık göstererek birden fazla düşmanı etkisiz hale getirebilirdi ancak iyi bir şair şiirleriyle kitleleri ikna edebilir onların tavırlarında etkili olabilirdi. Diğer taraftan cahiliyye dönemi Arapları gerek ensâb gerekse eyyama dair tarihî bilgileri şiir ile devralıp yine şiirleriyle sonraki nesillere aktarıyorlardı. Şiir Arab için güzel ve seciyeli sözlerin ötesinde öneme sahipti. Savaş meydanında bir kılıçtan çok daha fazla tesire sahipti, panayırlarda kabilenin diğer kabileler karşısında övünebilmesi için vaz geçilmez unsurdu, atalarının tarihi de onun vasıtasıyla muhafaza ediliyor ve kuşaktan kuşağa naklediliyordu. ‘Şiir Arapların arşiv dairesidir’13 darb-ı meselinde de ifade edildiği üzere özellikle tarihi malumat açısından şiir önemli bir yere sahipti. Şiirler çoğu kere ezberlenilip şifahî olarak naklediliyorsa da kimi zaman da yazıya geçirildiği de oluyordu. Nitekim Ukaz panayırında inşad edilen şiirler arasından seçilen en güzeli yazılıp Kâbe’nin duvarına asılarak uzun süre bu önemli mevkide sergileniyordu. Araplar sadece kendi tarihlerine dair bilgileri merak etmiyor, başka milletlerin tarihlerini de merak ediyorlardı. Haccetmek veya panayırlara iştirak etmek üzere gerçekleştirilen seyahatlerin onların birbirlerine sahip oldukları tarihi malumatı nakletmelerinde önemli bir fonksiyon icra ediyordu. Nitekim geçmiş milletlerin ve peygamberlerin tarihine dair bilgiler veren Kur’ân-ı Kerim ve Peygamberimizi ilgiyle dinleyen insanlara Nadr b. Hâris çağrıda bulunarak onları kendisinden İran kisralarından Rüstem ve İsfendiyar’a dair tarihi rivayetleri dinlemeye davet etmiştir.14 Kanaatimizce Nadr b. Hâris başka milletlerin de tarihlerine ilgi duyan insanları kendi yanına bu tür tarihi bilgileri nakletme vaadiyle çekmeye çalışmıştır. Kusay tarafından oluşturulan ve başka kabile ve milletlerle Kureyşliler arasındaki siyasî ilişkileri takiple vazifeli olan “Sifâret” görevinin sağlıklı bir şekilde yerine getirilmesi için de tarihe önem verildiği anlaşılmaktadır. Bu görevi yapmakla yükümlü olan kimselerin sefirlikleri esnasında muhatapları olan kabile veya ülkelerin tarihlerini bilmeleri ve buna göre davranmaları diplomatik görüşmelerin müspet bir şekilde sonuçlanması açısından önemsenmiştir. Hamidullah’a göre 12 13 14 Hizmetli, s.38. Hamidullah, İslâm Peygamberi, I, 8. Bu konuda geniş bilgi için bkz., İbn Hişam, es-Siretü’n-Nebeviyye, thk., M.Muhyiddin Abdulhamid, Beyrut 1401/1981, I, 320. Ayrıca bkz., Muhammed Hamidullah, İbn İshak’ın Siyer’inin tahkikine yazdığı mukaddime, trc., Sezai Özel, Konya 1991, s.28. 78 * Ünal Kılıç İslâm öncesinde Mekke’de tarihî meselelerle ilgili özel bir bakanlık bulunuyordu ve bu bakanlık ‘Hariciye Bakanlığı’ ile ortak çalışıyordu.15 Netice olarak şunu ifade etmek gerekir ki özellikle Ensâb ve Eyyâm’a duyulan ilgi ile tarihe merak duyan İslâm öncesi Arapları çoğu kere şifahi usullerle bazen de yazılı olarak tarihlerini öğrenmişler ve öğrendiklerini yine aynı yöntemlerle kendilerinden sonrakilere aktarmışlardır. Tarih sifâret, görevinin en iyi şekilde gerçekleştirilmesi için de önemsenmiş, bu görevi ifa eden kabilenin temsilcilerinin tarihi bilgilerle mücehhez olmasına gayret gösterilmiştir. I-İslâm Tarihçiliğinin Ortaya Çıkışı A-Kur’ân-ı Kerim’in Rolü İslâm tarihi, Kur’ân’ın vahiy olunmaya başlanmasıyla bir başka ifade ile Peygamberimizin risâlet görevi ile vazifelendirilmesiyle başlar. Kur’ân, sadece İslâm inanç, itikat ve muamelatından bahsetmemekte aynı zamanda insanlık tarihine dair genel bilgileri de vermektedir. Fazla ayrıntıya girmemesine rağmen insanlık tarihinden, milletlerin ve devletlerin durumlarından, peygamberler ve hükümdarların başlarından geçenlerden, dinler ve medeniyetlerden kısacası geçmişte meydana gelen olaylardan bahsetmektedir. Kur’ân-ı Kerim’in geçmişe dair verdiği genel bilgiler müslümanların tarihî malumatları doğrudan öğrenmelerine vesile oldu. Diğer taraftan Kur’ân’da geçmiş milletlerin ve devletlerin, hükümdarların ve peygamberlerin hakkında çok sayıda tarihi kıssanın mevcudiyeti, müslümanları tarih araştırmacılığına sevk etti. 16 Özellikle müfessirler, kıssaları anlatan ayetlerin anlaşılması ve yorumlanabilmesi için tarihe müracaat etmek durumunda kaldılar. Bu durum, müslümanların tarihe olan ilgilerini artırdı. Kur’ân tarihe dair bilgi vermenin yanı sıra müslümanları geçmiş milletlerin hayatlarını öğrenmeye ve onlardan ders almaya teşvik ediyordu. Dolayısıyla Müslümanlar için tarihle ilgilenmek, dinî bir hüviyet de taşıyordu. Yine Kur’ân’da Hz. Peygamberin en güzel örnek olarak gösterilmiş olması, müslümanların onun hayatının her detayını öğrenme ihtiyacı duymalarına sebep olmuştur. Buna ilaveten müslümanların farklı din ve kültürlerle karşılaşmaları sonucunda başka insan topluklarının, özellikle ehl-i kitab mensuplarının tarihî bilgileri de onların birikimlerine dahil olmuş, bunun sonucunda İslâm tarihinin kaynakları çoğalmış, konuları da genişlemiştir.17 Hz Peygamber’in hayatının her yönüyle araştırılıp bilinmesi, Kur’ân’ın tefsir edilmesi ve hadislerin toplanması olayları, müslümanlar 15 16 17 Hamidullah, İbn İshak’ın Siyer’inin tahkikine yazdığı mukaddime, s.27. Hizmetli, s.44. Adem Apak, Anahatlarıyla İslâm Tarihi, İstanbul 2006, s.30-31. Hz. Peygamber’i Anlama ve Anlatmada Kitap * 79 arasında tarihçiliğin temellerini oluşturdu.18 Böylece Müslümanlar pek çok sebeple tarihe ilgi duymaya başladılar. Bilindiği gibi Hz. Peygamber’in kavlî, fiilî ve takrirî sünnetleri sahâbe ve tabiîn nesli tarafından titizlikle incelendi. Hadislerin incelenip zapt olunması hem Kur’ân’ın anlaşılması hem de Peygamberini model olarak takip edilebilmesi için önem arz ediyordu. Bu sebeple de müslümanlar daha Peygamberimiz hayatta iken onunla ilgili önemli veya önemsiz ayrımı yapmadan her bir ayrıntıyı dikkatli bir şekilde ele aldılar. Sahâbe ve onlardan sonra gelen nesiller, Peygamberimizin hadislerini muhafaza etmede gösterdikleri titizliği19 sonraki nesillere aktarmada da göstererek bu gün elimizde olan muazzam ve muhteşem hadis literatürünün oluşmasına katkı sağladılar. Kur’ân sadece geçmiş milletlerin tarihleri hakkında bilgi vermemiş aynı zamanda Peygamberimizin risâletiyle başlayıp vefatına dek süren dönemle ilgili tespitlerde de bulunmuştur. Dolayısıyla Kur’ân’ın 23 yıllık sürece dair işaret ettiği hususlar sonraki nesillerin Asr-ı Saadet Dönemi’nin tarihi hakkındaki bilgilerine önemli katkılar sağlamıştır. Bu yönüyle Kur’ân, müslümanların tarihlerinin ilk ve en eski tarihî kaynağı olmuştur denilebilir. B-Hadis-i Şeriflerin Rolü İslâm tarihinin kaynakları arasında Kur’ân’dan sonra hadisler yer almaktadırlar. Kur’ân’ı sadece tebliğ etmekle görevli olmayan fakat aynı zamanda söz, fiil ve takrirleriye onu açıklamakla da görevli olan Peygamberimizin hadis-i şerifleri bu bakımdan önemli bir yere sahipti. Hadisler dinin anlaşılması ve uygulanması için daima müracaat mercii oldular. Bu sebeple de hadislerin tespiti ve muhafazası için titizlikle çalışıldı. Kur’ân, müslümanlar tarafından yazılı ve şifahî olarak zaptolundu. Özellikle vahiy katipleri ve okuma-yazma bilen sahâbîler Kur’ân ayetleri vahyolundukça yazdılar. Hz. Peygamber risâletinin ilk dönemlerinde hadis-i şeriflerinin yazılmasına ayetlerle karıştırılabilir endişesiyle izin vermemiş20 ancak bu endişenin zaman içerisinde ortadan kalkmasıyla bazı sahâbîlerin kendisinden görüp işittiklerini yazmalarına izin vermiştir. Dolayısıyla hadislerin kayda geçirilmesi daha peygamberimiz hayatta iken başlamıştır.21 Her ne kadar hadis tedvinatının ikinci asırla birlikte başladığı söylenirse de bu durum hadislerin daha önce yazıya geçirilmediği anlamına gelmemektedir. Çünkü tedvin hareketi ile hadisler tertipli, düzenli ve belirli kaideler çerçevesinde kitaplaştırılmışlardır. Oysa peygamberimizin izniyle hadisleri yazılı olarak kayda geçirmeye başlayan sahâbîler, tespit ettikleri hadisleri herhangi 18 19 20 21 Hizmetli, s.45. Bu hususta bkz., Hamidullah, İslâm Peygamberi, I, 9. Buhari, İlim, 38; Müslim, Zühd, 72. Hamidullah, İslâm Peygamberi, I, 9; Seyide İsmail Kaşif, s.30-31. 80 * Ünal Kılıç bir metot ve usul takip etmeden, kitap boyutuna vardıramadan yazıya geçirmeye çalışmışlardır. II-Siyere Dair İlk Yazılı Malzemeler Kaynaklarda rivayet edilen haberlere göre Hz. Peygamber, sahâbe arasında bazı kimselerin kendisine dair haberleri, hadisleri yazmalarına izin vermiştir. Bu izinle Peygamberimize dair haberler şifahi olarak nakledilmenin yanı sıra yazılı olarak da kayda geçirilmeye başlanmıştır ki bu kayıtlar Peygamberimizin hayatına yani siyerine dair ilk yazılı malzemeler arasında önemli bir yere sahiptirler.22 Diğer taraftan Peygamberimiz döneminde yazıya geçirilen ve siyerini anlaşılmasına katkı sağlayan daha başka yazılı malzemeler de vardır. 1-Abdullah b. Amr b. el-Âs, Hz. Ali, Hz. Enes gibi şahısların kaydettikleri hadis-i şerifler. Bunlardan Abdullah b. Amr’ın Rasûlüllah’tan işittiği 1000 civarında hadis-i şerifi es-Sahifetü’s-Sâdıka isimli bir mecmuada bir araya getirdiği bilinmektedir.23 2-Hicret sonrası Medine’de gerçekleştirilen nüfus sayımı ve bu sayım esnasında tespit edilen isimler de siyer kitapları ile kayda geçirilmiştir. 3-Hicret sonrası Medine içerisinde ve civarındaki topluluklarla Müslümanların ilişkilerini düzenleyen vesika da yazılı olarak kayda geçirilmiştir. Bundan başka bazı kabilelerle yapılan antlaşmalar, memurlarla ilgili ahidnameler, emannameler vb. de yazıya geçirilmiştir. Hudeybiye Müsâlahası’nın maddelerinin de iki nüsha halinde yazılıp her iki tarafın temsilcileri tarafından imzalandığı bilinmektedir. 4-Komşu devlet ve kabile liderlerine gönderilen İslâm’a davet mektupları da siyere dair ilk yazılı malzemeler arasında önemli bir yere sahiptirler. Netice olarak şunu ifade etmek gerekir ki, Hz. Peygamber’in hayatının anlaşılması bakımından önemli olan hadisler daha peygamberimizin sağlığında iken yazıya geçirilmeye başlanmıştır. Bununla birlikte şunu da ifade etmek gerekir ki hadislerin sistemli şekilde yazılıp nakledilmesi, buna dair usullerin tespit edilip yaygınlaştırılması sahabe neslinden sonraki nesillere nasip olmuştur. 24 22 23 24 Müsteşriklerden bazıları İslâm Tarihinin ilk dönemi ile ilgili kaynakların- ele alındıkları dönemden- çok daha sonraları telif edildiğini iddia etmişlerdir. Oysa ilk dönem İslâm tarihi kaynaklarında yer alan bazı rivayetlerden de anlaşıldığı kadarıyla tarihe dair rivayetler ya Peygamberimiz ya da hemen sonrasında yani sahâbe nesli hayatta iken yazılı olarak kayda geçirilmiştir. Krş. bkz., İbn Sa’d, et-Tabakâtu’l-Kübrâ, Beyrut trz., I, 70, 331; Zürkânî, Şerh ale’lMevâhibi’l-Ledünniye, Beyrut 1996, III, 354. Bu mecmua müstakil olarak günümüze intikal etmemekle beraber Ahmed b. Hanbel söz konusu mecmuadaki hadisleri el-Müsned adlı eserine alarak bize kadar ulaştırmıştır. Peygamberimiz hayatta iken ona dair haberleri/hadisleri yazanlar hakkında bkz., Seyide İsmail Kaşif, s.31-32. İslâm araştırmacılarından Fuad Sezgin, M. Said Hatipoğlu ile yaptığı bir mülakatta müslümanların ilmi faaliyetlerini çok erken bir dönemden itibaren ezber- Hz. Peygamber’i Anlama ve Anlatmada Kitap * 81 III-İlk Siyer Yazarları ve Eserleri Siyer kavram olarak Peygamberimizin doğumundan vefatına kadar geçen hayatı içindeki yaşayışı, ahlakı, adet ve davranışlarının bütünü anlamına gelmektedir. Bu sebeple de Hz. Peygamberin hayatına dair her husus siyer dediğimiz ilim dalının kapsamı alanında değerlendirilmiştir. Peygamberimize duyulan sevgi onun her yönüyle bilinmesine bu da onunla ilgili bilgilerin önemsenerek kayda geçirilmesine vesile olmuştur. Diğer taraftan Peygamber’in hayatının bilinmesi İslâm’ın anlaşılıp tatbik edilebilmesi bakımından da bir zorunluluk idi. Hal böyle olunca Müslümanlar siyerle hem dinî hem de insani sebeplerle ilgilenmek durumunda kalmışlardır. Özellikle hadislerin tespitinde yoğunlaşan sahâbîler ve onlardan sonraki nesillerden tabiin nesli içerisinden bazı kimseler Peygamberimizin yaşantısına dair bilgiler ihtiva eden hadisleri bir araya getirerek adeta ilk siyer yazıcıları oldular. Dolayısıyla ilk siyer müellifleri muhaddislerden oluştu.25 Zaten Peygamberimizin hadislerini bir araya getirmekle iştigal eden kimseler elde ettikleri malzemeyi onun hayatının yazımında da kullandılar. Bununla birlikte belli bir dönem sonra siyer hadis disiplinin bir şubesi olmaktan ve muhaddislerin gerçekleştirdiği bir ameliye olmaktan çıkarak müstakil bir ilim dalı haline geldi. Hadis disiplini ilk siyer yazarları tarafından dikkatle izlendi ve yazılan kitaplarda hadis yazılım usulleri tatbik edilmeye çalışıldı. Bu zor da olmadı zira siyer ve meğazî kitapları yazmaya başlayan insanlar zaten hadis ilminde bilgili kimselerdi. Siyere dair eserler büyük oranda günümüze kadar intikal etmemekle birlikte26 bu eserlerde yer alan bilgiler İslâm tarihçileri tarafından kayda geçirilmek suretiyle muhafaza27 edilmişlerdir. 25 26 27 lemekle birlikte yazıya geçtiklerini de ifade etmiştir. Sezgin’in tespitlerine göre; “O dönemin Müslüman alimleri, bu gün tahayyül edemeyeceğimiz kadar zeki idiler. Rihleleri esnasında duydukları rivayetleri ezberleyerek eserlerine kaydettiler demek iki sebeple makul değildir: Birincisi, bu yaklaşım insani bir faaliyeti, insanüstü bir faaliyet olarak sunuyor ve bu şekilde bizim ‘insan tasavvurumuzu’ altüst ediyor. İkincisi ümmetin ilk üç asırdaki entelektüel bilincini hafife alıyor; yani, üç asır boyunca rivayetlerle uğraşan ve fakat bunları yazmayı bir türlü düşünemeyen alt sınıfa mensup binlerce insan varsaymamızı istiyor. Günümüz Müslümanlarından bazılarının da bilmeden destek verdikleri bu düşünceler doğru olamaz. Müslümanlar, atalarının ne kadar zeki olduğunu; üç asır boyunca ellerine kalem almadan sadece zihinlerini kullanarak ne muhteşem faaliyetlere imza attıklarını dünyaya haykırıp, egolarını tatmin etmekle meşgullerdir. Geniş bilgi için bkz., M. Akif Koç, “Hamidullah Hocamız Üzerine Mehmed Said Hatiboğlu İle Söyleşi”, İslâmiyât/Kitâbiyât Bülten, EkimAralık 2002, s.2. Şeşen, s.21. Hamidullah, İslâm Peygamberi, I, 9. Şemseddin Günaltay, İslâm Tarihinin Kaynakları-Tarih ve Müverrihler, haz., Yüksel Kanar, İstanbul 1991, s.20. 82 * Ünal Kılıç Siyer yazarları arasında Urve b. Zübeyr (26-94/644-713), III. Halife Hz. Osman’ın oğlu Eb’an b. Osman(100/718), mevâliden Şurahbil b. Sa’d (öl.123/741), aslen ehl-i kitaptan olan Vehb b. Münebbih (110/728), İbn Şihâb ez-Zührî (50-124/670-741), Ma’mer b. Râşid (96-154) ve ez-Zührî’nin öğrencilerinden Musa b. Ukbe (141/758) ile İbn İshak (85-151/704-768) ilk akla gelen isimlerdir.28 Büyük çoğunluğu hadiste de otorite olan bu şahıslar siyere dair telifatta bulunurken de hadis verilerini ve usulünü göz önünde bulundurmuşlardır. Bunların mecmua, risale veya kitaplarındaki izledikleri yöntemler daha sonraki dönemlerde yazılan özelde Siyer-Meğâzî, genelde ise İslâm tarihi yazarları tarafından da takip edilmiştir. Siyer ve meğâzî yazarları genellikle Hz. Peygamberin hayatı ve gazveleriyle ilgili olarak sorulan soruları ve onlara verilen cevapları kapsayan risaleler veya kitaplar yazmışlardır. Bu kitaplarda Hz. Peygamber’in özellikle gazveleri ve risâlet süreciyle ilgili bilgiler ön planda verilmekteydi. Zamanla siyere dair yazılan eserlerin muhtevası genişlediği gibi Peygamberimizle ilgili değişik türdeki bilgilere de değinilmeye başlanıldı. Zira Hz. Peygamber’i her yönüyle tanıma arzusundaki okurların bu beklentileri ancak bu şekilde yerine getirilebilirdi. Diğer taraftan sadece yaptığı savaşlar veya Peygamberliği ile alakalı hususların yazılıp kayda geçirilmesi Peygamberin tam anlamıyla bilinip anlaşılması için yeterli olamazdı. Bu durum da onu örnek olarak kabul edenler için sıkıntılara yol açabilirdi. Dolayısıyla Hz. Peygamber’i çeşitli yönleriyle anlatan eserler yazılmaya başlamıştır. Peygamberin hayatını konu edinen eserler konuları, yazılış biçimleri, kaynakları vb. gibi yönleriyle çeşitlilik arz etmektedirler. Dolayısıyla bunları kategorize ederek ele almak daha uygun olacaktır. 1-Siyer ve Meğâzî Kitapları Siyer kitapları Hz. Peygamberin doğumundan vefatına kadar başından geçenleri konu edinirler. Meğâzîye dair eserlerde ise Rasûlüllah’ın her türlü askerî faaliyetleri zikredilir. Aslında bu iki literatürün konularının bir birine tedahül ettiği de söylenebilir.29 Zira siyer yazarı Peygamberin hayatının bir parçası olan savaşlarına da değinmiş, aynı şekilde meğazî yazarı da sadece gazve veya seriyyeleri anlatmakla kalmayıp aynı zamanda bunların öncesi ve sonrasında yaşanılan ve Peygamberi doğrudan alakadar eden hususlara da işaret etmişlerdir. Dolayısıyla bu iki eser türünü birlikte ele almak ta bir beis görülmemiştir. 28 29 İlk siyer yazarları ve eserleri hakkında ayrıntılı bilgi için bkz., Josef Horovitz, İslâmi Tarihçiliğin Doğuşu İlk Siyer/ Meğâzî Eserleri ve Müellifleri, çev., R. Altınay-R. Özmen, Ankara 2002, s.19-92; Abdulaziz ed-Dûrî, Bahsün fî Neşeti İlmi’t-Tarih inde’l-Arab, Beyrut 1993, s.20-30; Seyide İsmail Kaşif, s.36-42; Şeşen, s.30 vd; Hizmetli, s.110-125. Benzer bir değerlendirme için bkz., Dûrî, s.20. Hz. Peygamber’i Anlama ve Anlatmada Kitap * 83 Yukarıda da söylediğimiz gibi Peygamberi anlatan eserler arasında ilk sırayı Siyer ve meğâzî türündeki eserler almaktadırlar. Zira bu eserler diğer türlere göre hem kronojik olarak daha erken dönemlerde yazılmışlar hem de sayıca fazladırlar. Öyle ki Peygamberi anlatan eserlerin ortak adı siyer olmuştur türü farklı bile olsa durum değişmemiştir. Siyere dair yazılan eserlerden bazıları şunlardır: İbn İshak (151/768), Sîretu İbn İshak, thk., Muhammed Hamidullah, Konya 1981. Vâkıdî (207/822), Kitâbu’l-Meğâzî, thk., Marsden Jones, Beyrut 1966 İbn Hişam (218/833), es-Siretü’n-Nebeviyye, thk., Mustafa esSakka, Kahire 1955 Kâdî İyâz (544/147), eş-Şifâ bi Tarifi Hukuki’l-Mustafa, thk., Ali Muhammed el-Becâvî, Kahire 1977 İbn Seyyidinnâs (734/1334), Uyûnu’l-Eser fî Funûni’l-Meğâzî ve’ş-Şemâil ve’s-Siyer, Beyrut Makrizî (845/1444), İmtâu’l-Esmâ, thk., Mahmud Muhammed Şakir, Beyrut trz. Şâmî (942/1555), Sübülü’l-Hüdâ ve’r-Reşâd fî Sêreti Hayri’lİbâd, Kahire 1979 Halebî (1044/1634), İnsânu’l-Uyûn fî Sêreti’l-Emîn ve’l-Me’mûn, İstanbul 1308 Bu eserlerde Hz. Peygamberin hayatına dair çok önemli rivayetlere ve bilgilere yer verilmiştir. Siyer kitapları hem ihtiva ettikleri rivayetler hem de üslupları ile sonraki devirlerde yazılan ve Peygamberimizi konu edinen kitaplar üzerinde tesirler bırakmışlardır. Zira sonraki dönemlerde Rasûlüllah’ın hayatına dair yazılan eserlerde söz konusu kitaplarda yer alan rivayetler sık sık referans olarak gösterildikleri gibi bu kitaplar da önceki siyer kitapları gibi benzer tarzlarda yazılmışlardır. Mesela ilk siyer kitaplarında olduğu gibi rivayetler senedleri ya tamamen atılarak ya da senedin en son ravisinin ismiyle kaydedilmiş, hadis kitaplarındaki gibi metni verilen hadisin senedi de ayrıntılı bir şekilde çoğu kere verilmemiştir. Aynı şekilde rivayetler sened ve metin itibarıyla ayrıntılı bir şekilde tenkide tabi tutulmamışlardır. Diğer taraftan ilk siyer kitaplarında özellikle İbn İshak’ın el-Meğazi’sindeki muhteva tarzı benimsenmiştir. İbn İshak’ın özellikle İbn Hişam’ın es-Sire’si ile günümüze eksik bir şekilde ulaşan el-Meğâzî adlı eserinde değindiği konular sonraki dönemlerde yazılan siyer yazarlarının bazılarınca da tekrarlanılmıştır. Aslında İbn İshak el-Meğâzî isimli eserinde Hz. Peygamber’in özellikle savaşlarını ön plana çıkararak hayatını yazmaya çalışmıştır. Ancak onun bu maksadı sonraki siyer müellifleri tarafından vazgeçilmez bir üslup olarak algılanmış ve pek çok kimse tarafından 84 * Ünal Kılıç taklid edilmiştir. Oysa İbn İshak günümüze kadar ulaşmayan diğer eserlerinde Hz. Peygamber’in hayatıyla ilgili savaşlar dışındaki hususlar hakkında da ayrıntılı bilgiler vermiş bir kimsedir. Ancak onun özellikle Meğâzî’si sonraki siyer telif edenler üzerinde etkili olmuştur. Dolayısıyla siyer ve meğâzî eserlerinin pek çoğunda Hz. Peygamber’in Mekke dönemi ile ilgili ayrıntılı bilgilere yer verilmiş; onun kabilesi, yetiştiği çevre, ailesi, doğumu, çocukluğu, gençliği, evlilik ve iş hayatı, bi’seti, davet günleri, sahâbîleri ile ilişkileri vb. gibi hususlar hakkında bilgiler verilmiştir. Bununla birlikte biraz da İbn İshak’ın elMeğâzî’sinin tesiriyle Medine dönemi ile ilgili daha ziyade gazve ve seriyyelere değinilmiş, Peygamberimizin buradaki siyasî, idarî, sosyal, ekonomik, insani, ahlaki vb. gibi davranışlarıyla ilgili fazla bilgi verilmemiştir. En azından müstakil başlıklar halinde söz konusu konular üzerinde durulmamış, gazveler anlatılırken arada anlatılan konular olarak geçiştirilmiştir. İbn İshak Meğazî’sinde peygamberimizin savaşlarını konu edindiği için haklı olarak Medine döneminde gerçekleşen gazvelere ağırlıklı olarak yer vermiş, diğer konuları ihmal etmiştir. Sonraki siyer yazarlarının onu gazveler bakımından takip etmeleri uygun olabilirdi, ancak Rasûlüllah’ın hayatını her yönüyle yazma iddiasındaki müelliflerin İbn İshak’ın Meğazî’deki yöntemini takip etmemesi gerekirdi. Çünkü Medine dönemi gazve ve seriyyelerden ibaret değildir. Rasûlüllah’ın, Medine hayatı mühim hadiselerle doludur. Rasûlüllah, orada bütün kişiliği ile İslâm insanının oluşturmuş, İslâm toplumunun temelini atmıştır.Rasûlüllah orada her aileye örnek bir aile hayatı yaşamış, her arkadaşa temel olacak ölümsüz arkadaşlıklar tesis eylemiştir. “Sahâbe” adıyla bildiğimiz ve Hz. Peygamberle birlikte yâd edilen bu ölümsüz arkadaşlığın sırları ilgi çekici değil midir? Sonra Rasûlüllah bu dönemde yepyeni bir ahlak anlayışı getirmiştir. Bir cemiyet hayatı için zaruri olan ferdin fertle, ferdin toplumla olan münasebetlerini düzenlemiştir. Ayrıca İslâm’ın farklı dünya görüşleri ve çeşitli devletlerle bir sistem olarak karşılaşması da bu dönemdedir. İslâm’ın Medine’de Arap yarımadasında ve Arap yarımadasının dışında yayılması Medine döneminde olmuştur. Mekke döneminden farklı olarak Medine’de Yahudi ve münafıklarla karşı karşıya gelinmiştir. Hakimler, valiler, mürşitler yetişmiştir. Bütün bunlar Hz. Peygamber’in çevresinde, onun mübarek eliyle yönlendirdiği olaylardır kı, İslâm toplumunun asr-ı saadeti böylece kurulmuştur. Bunların merkezinde de bütün özel hayatı ile Hz. Peygamber gerçeği vardır.30 Dolayısıyla bütün bu hususların siyere dair yazılan eserlerde müstakil konular olarak ele alınıp incelenmesi gerekirdi. Halbuki pek çok siyer kitabında Medine dönemi savaşlardan ibaretmiş izlenimi verecek şekilde işlenmiş, diğer konulara ise savaşlar vesilesi ile kısaca işaret edilmiştir. 30 Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, İstanbul 1989, I, 195 Hz. Peygamber’i Anlama ve Anlatmada Kitap * 85 Bununla birlikte ilk devirde yazılan siyer ve meğazî eserleri İslâm tarihçiliği için bir başlangıç olmuş, Peygamberimizin hayatı ile ilgili rivayetlerin kayıt altına alınmasına ve sonraki kuşaklara aktarılmasına vesile olmuşlardır. Bu yönleriyle vazgeçilmez bilgi kaynaklarımız arasında yer almışlardır. 2- Hilye ve Şemâil Kitapları Bu tür kitaplarda Hz. Peygamber’in özellikle fiziki özellikleri hakkında bilgiler verilmektedir. Mesela Rasûlüllah’ın dış görünüşü, ten rengi, gülüşü, kızgınlık anındaki durumu, oturması, kalkması, konuşması, saçlarının şekli, mest kullanması, ayakkabıları, yüzüğü, sevdiği yiyecekler, yemek yeme şekli, ağlaması, şakaları vb. gibi hususlar da bilgiler verilen bu tür eserler arasında en önemli yeri Tirmizî’nin Şemâilü’n-Nebî’si, Kadı İyâz’ın eş-Şifa bi Ta’rifi Hukuki’l-Mustafa’sı almaktadırlar. Rasûlüllah’ın ahlakına dair bilgiler veren kitaplardan Ebu’ş-Şeyh el-Isfahânî’nin Ahlâku’n-Nebî ve Âdâbuh, Muhammed Havfî’nin min Ahlâki’n-Nebî ve Abdurrahman Azzam’ın Batâlu’l-Ebtâl ev Ebrâzü Sıfâti’n-Nebî isimli eseri31 meşhurdur. 3-Tıbbu’n-Nebevî Kitapları Peygamberimizin insan sağlığı, çevreye karşı gösterilmesi gereken duyarlılık, hijyenin sağlık bakımından önemi, çeşitli hastalıklar için alternatif tıp sayılabilecek tedavi önerileri, teşhisleri vb. gibi konulardaki uygulamaları ve önerilerini içeren söz konusu kitaplar arasında İbn Habîb es-Sülemî, Ziyâeddîn el-Makdisî, Zehebî, İbn Kayyım elCevziyye ve Celaleddin es-Suyûtî’nin eserleri zikredilebilir.32 4-Tabakât ve Ensâb Kitapları Soy bilgisi ve biyografi türü eserlerde de Peygamberimizin hayatına, özellikle de ailesi ve akrabalık bağlarına yer verilmiştir. Bu tür eserlerde Hz. Peygamber için özel bölümler ayrılmış, hatta bu bölümler bazen müstakil kitap oluşturacak kadar geniş hacimli olmuşlardır. Mesela ensâb kitapları arasında hatırı sayılır bir öneme sahip olan Belâzürî’nin Ensâbu’l-Eşrâf’ının ilk cildi ve İbn Sa’d’ın et-Tabakatu’lKübra’sının ilk iki cildi Hz. Peygamber’in hayatına tahsis edilmiştir ve adeta bir siyer kitabı gibidirler. Bunlardan başka sahabe tabakâtına dair yazılan eserlerde de Hz. Peygamber için bölüm ayrılmış ve bu bölümlerde Rasûlüllah’ın hayatı anlatılmıştır. Mesela İbn Abdilberr’in el-İstâb fi Ma’rifeti’l-Ashab, İbn Hacer el-Askalanî’nin el-İsâbe fi Temyizi’s-Sahâbe, İbnü’l-Esîr’in Üsdü’l-Ğâbe fi Ma’rifeti’s-Sahâbe vb. gibi. 5-Genel İslâm Tarihi Kitapları 31 32 Hilye türü eserlerin muhtevası ve bu konuda yazılmış eserlerin bir listesi için bkz., Mustafa Uzun, “Hilye”, DİA, XVIII, 44-46. Tıbbu’n-Nebevî ile ilgili olarak Peygamberimizin emirleri, tavsiyeleri, nehiyleri ve tatbikatları hakkında geniş bilgi veren Muhammed Hamidullah ayrıca bu türde yazılan eserlerin isimlerini de zikretmiştir. Geniş bilgi için bkz., Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, çev., Salih Tuğ, İstanbul 1990, s.801813. 86 * Ünal Kılıç Kronolojik olarak ve daha ziyade rivayetçi yöntemlerle telif edilen genel İslâm tarihi kitaplarında müellifler Hz. Adem’den Peygamberimiz dönemine kadarki dönemi özellikle Peygamberler ve ümmetleriyle ilgili haberleri konu edinirler. İkinci kısım diyebileceğimiz bölümlerde ise Peygamberim iz’in hayatı, bi’sete kadar, sonra sırasıyla hicrete ve vefatına kadar ele alınıp incelenilir. Genel İslâm tarihi yazarları peygamberimizin vefatından sonraki kısmı ise kendi zamanlarına kadar vardırarak incelerler. Bu tür kitaplar arasında Halife b. Hayyat, İbn Kuteybe, Ya’kûbî, Taberî, Mes’ûdî, İbnü’l-Esîr, İbn Kesîr, İbn Haldun, Zehebî ve Aynî gibi müelliflerin eserleri zikredilebilir. 6-Delâil Kitapları Hz. Muhammed’in peygamberliğinin ispatı, onun tarafından ortaya konulan akli ve hissi mucizeleri ve bunların ayrıntılı bir şekilde incelendiği söz konusu tür kitaplar arasında şunları sayabiliriz: Ebû Nuaym el-Isfahânî ve Hüseyin el-Beyhakî’nin Delâilü’n-Nübüvveleri, İmam-ı Rabbâni’nin İsbâtu’n-Nübüvveti’n-Nebî Muhammed, Bakıllânî’nin elBeyân’ı ve Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin el-İsrâ ile’l-Makâmi’l-Esrâ’sı gibi.33 Yukarıdaki kategoriler dışında da Hz. Peygamber’in hayatını çeşitli yönleri ile ele alıp inceleyen kitaplar yazılmışlardır. Resûl-i Ekrem’in kabrini ziyaret, içinden çıktığı toplum, yetiştiği çevre, hicreti, Mekke ve Medine döneminde gerçekleştirdiği dinî, siyasî, idarî, sosyal, ekonomik, ahlaki, toplumsal, ferdi kısacası her türlü faaliyeti hakkında bilgiler veren müstakil kitaplar yazılmış veya en azından bu hususlar Peygamberimize dair yazılan bazı kitaplarda bahse konu olmuşlardır. Allah Rasûlü’nün yüce hayatı tarihte hiçbir insana nasip olmamış bir şekilde34 bütün yönleriyle ve en ince ayrıntısına kadar müslümanlar tarafından tespit edilmiş ve bu konuda sayısız eserler kaleme alınmıştır. Bir peygamber, bir mübelliğ. Bir devlet başkanı, bir lider, bir kumandan, bir hakim, bir eğitimci, bir tacir, bir aile reisi, bir baba, bir dost ve arkadaş, hatta bir düşman olarak bütün maddi ve manevi yönleriyle insanlığa örnek davranışları ortaya koyan, mükemmel İslâm toplumunu meydana getiren Allah Rasûlü’nün ağzından çıkan her söz, bir olay karşısında suskunluğuna varıncaya kadar her davranışı, bütün teferruatıyla günlük hayatı ve vücut özellikleri binlerce cildi bulan hadis külliyâtı, siyer, meğâzî, hasâis ve şemail kitapları başta olmak üzere bir çok eserde misli görülmemiş bir titizlikle tespit edilmiştir. Asr-ı Saadet’teki siyasî, idarî, adlî, askerî, iktisadî, ilmî ve içtimaî hayat ve düzenlemeler de buna bağlı olarak bu eserlerde dağınık bir biçimde ele alınmıştır.35 33 34 35 Bu tür kitaplar ve muhtevaları için bkz., Yusuf Şevki Yavuz, “Delâilü’nNübüvve”, DİA, IX, 115-117. Hamidullah, İslâm Peygamberi, I, 8. Ahmet Özel, Kettânî’nin et-Terâtibü’l-İdâriyye isimli eserine yazdığı önsöz, s.İX. Hz. Peygamber’i Anlama ve Anlatmada Kitap * 87 Peygamberimizi anlatan eserler arasında şiir ve edebiyat kitaplarının çokluğu da dikkat çekmektedir. Mü’min gönüllerde engin sevgi filizleri yeşerten Hz. Peygamber sevgisi satırlara dökülmeyecek; en güzel sözler halinde söylenmeyecek. İşte bu düşünülemez. Gerçekten Allah Rasûlü’nü sevenler ona övgüler yağdırmışlardır. O can Peygamberi en güzel sözlerle methedenler; üstün ahlakını, yüce yaratılışını, benzersiz hasletlerini, örnek kişiliğini oluşturan meziyetlerini, hayatının çeşitli safhalarını, nihayet aşkını işleyen nazım ve nesir türünde sayısız eserler vermişlerdir. Denilebilir ki, eli kalem tutan, güzel söz söyleme sanatının ustalığından nasibini fazlasıyla almış hayli edip, şair ve hatip ona methiyeler yazmış, söylemiştir. Nuru yeryüzünü aydınlatmakta iken görülmeye başlanan methiyeler, ebedi aleme göç edişinin ardından da devam etmiştir. Zaman sürecinde alabildiğine artmış ve sonunda oldukça zengin bir edebiyat türü oluşturmuştur. Bu türün verileri olan methiyeler, naatlar, kasideler, mevlitler, hilyeler, mi’râciyeler ve gazavatnâmeler pek kıymetli ürünlerdir.36 Mansur siyer kitapları da edebi üsluplarla yazılmışlar ve ilgi ile takip edilmişlerdir. Mesela Osmanlı Devleti döneminde Yazıcıoğlu Mehmed (öl. 1451) tarafından yazılan ve dokuz bini aşkın beyitten oluşan Muhammediye isimli mansur eser, şiir dilinde ve halkın okuyabileceği sadelikte olduğu ve her satırında aşk-ı Rasûl ve tevhid-i İlahî kokusu yayılan bu kitap bu türde yazılanlar arasında en fazla yazma ve matbu nüshası olan eser olmuştur. Evliya Çelebi nice binlerce alimin Muhammediyye’yi ezbere bildiklerini kaydeder. Bilhassa eskiden hemen her evde bir Muhammediyye nüshası bulunur, kış gecelerinde okunur, yer yer ağlanırdı. Mevlid gibi besteli okunur, okuyanlara “Muhammediyehan” denilirdi. Bu eser hemen her devirde takdir görmüş, namına methiyeler yazılmış, daima hürmet görmüş, türbesi bir veli makamı olarak ziyaret edile gelmiştir. Muhammediyye’nin tesirinde kalarak eserler yazılmıştır.37 Süleyman Çelebi tarafından yazılan ve ülkemizde Mevlid olarak meşhur olan eserin de Peygamberimizi öğrenmek, anlamak ve yâd etmek isteyenlerin en fazla itibar ettiği kitaplar arsındadır. Bu tür eserlerde Hz. Peygamber’in üstün özellikleri, insanlık için önemi, güzel ahlakı, fedakarlığı, mucizeleri, doğumu vb. gibi hususlar şiirsel ve edebi üslupla yazılmış, okunmuş ve dinlenmişlerdir. Özellikle kalabalık ortamlarda, merasimlerde, önemli gün ve gecelerde Peygamberimizin yad edileceği zamanlarda mevlitler, naatlar, kasideler okunarak hem bilgi verilmeye hem de insanların dinî heyecanlarının artırılarak hoşça vakit geçirilmesine çalışılmıştır. Söz konusu türdeki eserler her toplumda revaç bulmuş ilgi ile okunup dinlenmiştir. Eskiden olduğu gibi günümüzde de Allah Rasûlü’nün nerede nasıl yaşadığını, ne tür icraatlarda bulunduğunu, toplumu oluşturan unsur36 37 Mücteba Uğur, “Hz. Peygamber’e İlk Methiyeler”, Diyanet İlmi DergiPeygamberimiz Hz. Muhammed(Özel Sayı), Ankara 2000, s.527-546. Yazıcıoğlu, Mehmed, Kitab-ı Muhammediyye, Tercüman 1001 Temel Eser(55-58), Hazırlayan: Âmil Çelebioğlu, I, 31-32 (hazırlayanın taktimi). 88 * Ünal Kılıç larla ilişkilerini, şeceresini, ahlakını, savaşlarını kısacası siyerini anlatan eserler yazılmakta ve yoğun bir ilgi ile okunmaktadırlar. Bu hususta bazı tespitlerimi paylaşmak istiyorum: *Hz. Peygamberle ilgili kitapların gerek yazılımı gerekse okunması bazı dönemlerde daha fazlalık göstermektedir. Mesela İslâm dinine ve bu dinin mübelliği Hz. Muhammed’e saldırıların arttığı dönemlerde bütün dünyada Rasûlüllah’ın hayatına dair kitapların yazılışı ve bunların okunmasında ciddi anlamda artışlar görülmektedir. Bu tespit sadece müslümanlarla alakalı olmayıp diğer insanlarla da ilgili bir husustur. *Başka bir tespitimiz de günümüzde Peygamberimizle ilgili ansiklopedik veya geniş hacimli siyer kitapları yerine Rasûlüllah’ı çeşitli veçheleriyle anlatan kısa ama özet bir tarzda yazılan kitaplara yoğun bir ilgi vardır. Belki bir el kitabı veya bir risale tarzında yazılan bu kitaplar, özellikle toplumu oluşturan avam tabakasının ilgisini çekmektedirler. *Diğer taraftan Hz. Peygamber’in hayatında gerçekleşen olayların Müslümanlar için ne anlama geldiği, Rasûlüllah’ın uygulamalarının nasıl değerlendirileceği ve ne tür mesajları ihtiva ettiği, müslümanlar için nasıl değerlendirilmesi gerektiğine dair eserler de yazılmıştır. Kıssalardan hisseler çıkarmayı, hâdiselerden hikmet ve tefsirler çıkarmayı hedefleyen bu tür eserler de ilgiyle okunmuştur. Söz konusu türdeki kitaplarda Peygamberimizin hayatı veciz ve itinalı bir biçimde kaleme alınmış, bilahare konunun hikmetleri, hükümleri ve ibretâmiz cihetleri öz olarak zikredilmiştir. Muhammed Gazzâlî’nin Fıkhu’s-Sünne’si, Said Ramazan el-Bûtî’nin Fıkhu’s-Sire’si, Mustafa Sıbâî’nin Dersler ve İbretler kitabı bu türden yazılan kitaplar arasında revaç bulanlardır. 38 *Günümüzde Hz. Peygamberin sadece risâlet görevi ile ilgili icraatları veya savaşları, dinî emir ve tavsiyeleri, siyasî ve idarî kişiliği vb. gibi hususlarda bilgiler içeren kitaplar yerine onu her yönüyle tanıtan eserlere ihtiyaç duyulmaktadır. Bilindiği gibi Allah Rasûlü oruç tutmuş ama iftar da etmiştir, gece namaz kılmış ama uyumuştur da, savaşmış ama barış onun için asıl olmuştur, ağlamış, üzülmüş ama gülmüş, tebessüm etmiş ve şakalaşmıştır da, öfkelenmiş ama affetmiştir de kısacası o bir insan peygamber olarak toplumu içerisinde yaşam sürmüş ve toplumsal şartlara göre davranışlarını belirlemiştir. Kendisini toplum dışında tutmamış, hiçbir grup veya zümreye tepeden bakmamış onları anlamaya onlarla birlikte yaşamaya gayret sarf et38 Bûtî’nin kitabını yazış gerekçesi ile ilgili olarak ifade ettiği husus dikkat çekici niteliktedir: “…Siyret-i Nebeviye ile ilgili fıkhî hükümleri incelemekteki asıl gaye, bir müslümanın Rasûlüllah’ın hayatını; birtakım prensipler, kaideler ve hükümler olarak iyice kavradıktan sonra, İslâm gerçeğini onun mukaddes hayatında şekillenmiş ve heykelleşmiş olduğunu bilmesidir. Geniş bilgi için bkz., Said Ramazan el-Bûtî, Fıkhu’s-Sîre-Peygamberimiz’in Uygulaması İle İslâm, çev., Ali Nar-Orhan Aktepe, İstanbul 1987, s.31. Hz. Peygamber’i Anlama ve Anlatmada Kitap * 89 miştir. Bu sebeple de Allah’ın Rasûlü bizden biri gibidir ve bizim için örnek olabilecek bir model insandır. Dolayısıyla onu sadece belli yönleriyle tanıtmak, özellikle de mucizevi kişiliği ile onu insanlara arz etmek, hatasızlığını vurgulayarak yüceltmeye çalışmak Peygambere karşı böylece hayranlık uyandırmaya çalışmak yerine onu her şeyden önce bir beşer olarak ifade etmek gerekir. Bunun için de Rasûlüllah’ın hayatı çok yönlü olarak yazılmalı ve onu öğrenmek isteyenlere anlatılmalıdır. Aksi halde o insanlar için ulaşılamaz bir hedef haline gelir oysa o insanlara Allah’ın belirlediği bir modeldir. Yüce Peygamberimizi pek çok yönü ile anlatan eserlerin de önemli olduğunu, onu model olarak takip etmek isteyenlerin mutlaka okumaları gerektiğini düşündüğüm kitaplar arasında İbn Kayyım el-Cevziyye’nin Zadü’l-Meâd fî Hedyi Hayri’l-İbâd’ı, Abdülhayy el-Kettânî’nin et-Terâtibü’l-İdâriyye’si vb. gibi kitaplar yer almaktadır. *Son yıllarda gerek İslâm dünyasında gerekse diğer bölgelerde Peygamberimizle ilgili pek çok kitap, makale, tez vb. gibi yayınlar yapılmış; tebliğ, müzakere, sunum, konferans, panel, sempozyum vb gibi çalışmalar yapılmıştır. Bu çalışmalarda klasik siyer konuları yerine Peygamberimiz çeşitli yönleriyle ve daha çok da güncel kavram, problem, kurum, anlayış ve değerler çerçevesinde ele alınmaya ve hayatı bu yönleriyle araştırmalara konu olmaya başlamıştır. Nitekim ülkemizde 2000-2006 tarihleri arasında yayınlanan kitapların muhtevaları bu bakımdan dikkat çekici niteliktedir. Ülkemizde 2000-2006 Tarihleri Arasında Hz. Peygamberle İlgili Olarak Yayınlanan Kitapların Listesi Allah'ın Elçisi Hz. Muhammed (S.A.V.)'İn Hayatı / Mekke Ve Medine Devri TİMAŞ YAYINLARI Salih Suruç Yayın Yılı: 2006; I-II, 1018 Sayfa 20 Öyküde Hz. Muhammed'in Hayatı/Büyük Boy (1.Hm) UYSAL YAYINLARI -ISTANBUL- Abdül Tawwab Yusuf/Mürşide Uysal Yayın Yılı: 2005; 159 sayfa Adı Güzel Kendi Güzel Muhammed (S.A.V.) YAYINLARI Sadık Yalsızuçanlar Yayın Yılı: 2006; 176 sayfa TİMAŞ Adı Güzel Kendi Güzel Muhammed Nun Yayıncılık Dr. Muhammed Abduh Yemani Yayın Yılı: 1995; 2. Hm. 256 Sayfa Alemin Yaratılışı Ve Hz. Muhammed'in Zuhuru İnsan Yayınları Aziz Mahmud Hüdayi Yayın Yılı: 2001; Orjinal Adı: Hulâsatü'lAhbar; 154sayfa 3. Hm. Alemlere Rahmet Hz. Muhammed Aleyhisselam ÇELİK YAYINEVİ Mustafa Necati Bursalı Yayın Yılı: 1998; 3. Hm. 568 Sayfa 90 * Ünal Kılıç Alemlere Rahmet Hz. Muhammed KALEM YAYINCILIK M. Emin Yıldırım Yayın Yılı: 2006; 106sayfa Allah Sevgisi Yolunda Peygamber Ahlakı : Ulu’l-Azm Peygamberin Örnek Özellikleri / İhsan Ali Karamanlı. İstanbul : Rehber Yayınları, 2006. 232 S. ; 18 Cm. (Rehber Yayınları ; 60) ISBN 9756096-59-4 Allah’ın Elçisi Hz. Muhammed / Muhammed Hamidullah, 2002 ; Çev. Ülkü Zeynep Babacan. İstanbul : Beyan Yayınları, 2001. 280 S. ; 21 Cm. (Beyan Yayınları ; 340) ISBN 975-473-283-3 Allah'ın Elçisi Hz. Muhammed BEYAN YAYINLARI Prof. Dr. Muhammed Hamidullah Yayın Yılı: 2001; 280sayfa 13,5x21 Cm Allah'ın Elçisi Hz. Muhammed MORALİTE YAYINLARI Yayın Yılı: 2007; 534sayfa Allah'ın Kulu Ve Rasulü Hz. Muhammed Sallallahu Aleyhi Ve Sellem İNKILAB YAYINLARI Afzalur Rahman Yayın Yılı: 2000; 192 Sayfa 13x19,5 Cm Allah'ın Resulü Hazreti Muhammed (S.A.V.) ARYA YAYINCILIK R. V. C. Bodley Yayın Yılı: 2006; Orjinal Adı: The Messengerthe Life Of Mohammed; 392sayfa 13,5x21 Cm Allah'ın Resulü Hz. Muhammed YAPI KREDİ YAYINLARI AnneMarie Delcambre Yayın Yılı: 2001; KUŞE 192 Sayfa Ashabının Dilinden Hz. Muhammed'in Hayatı YAYINEVİ Abdullah Sevinç Yayın Yılı: 2004; 176 Sayfa GONCA Aşığız Muhammed'e RAVZA YAYINLARI Erkan Aydın Yayın Yılı: 2006; 160sayfa Bir Barış Elçisi Olarak Hz. Muhammed (S.A.V.) AHSEN YAYINLARI Komisyon Yayın Yılı: 2006; 3. Hm. 80 Sayfa Bir İnsan Olarak Hz. Muhammed GELENEK YAYINCILIK Said Alpsoy Yayın Yılı: 2006; 138sayfa 12x22 Cm; Karton Kapak; ISBN:9756138017; Dili: TÜRKÇE Bütün İnsanlığın Peygamberi Hz. Muhammed (S.A.) Hayatı, Başarıya Götüren Özellikleri : Tam Metin Veda Hutbesi İlaveli / Ahmet Tekin. İstanbul : Kelam Yayınları, 2006. 256 s; Büyük İslâm Tarihi/Hz. Muhammed (S.A.V.) Dönemi RİSALE Abdurrahim Zapsu Yayın Yılı: 2006; 1. Hm.153 Sayfa Cennetin Gülü Hz. Muhammed (S.A.V.) ESRA YAYINLARI Sinan Yağmur Yayın Yılı: 2006; 170 Sayfa Cilt 1 Hazret-İ Muhammed Mustafa (S.A.V.) ERKAM YAYINLARI Osman Nuri Topbaş Yayın Yılı: 2006; 1. Hm. 552 Sayfa 15x21 Cm; Karton Hz. Peygamber’i Anlama ve Anlatmada Kitap * 91 Cilt 2 Hazret-İ Muhammed Mustafa (S.A.V.) ERKAM YAYINLARI Osman Nuri Topbaş Yayın Yılı: 2006; 632sayfa 1. Hm. 15x21 Cm; Karton Kapak; Dili: TÜRKÇE Cilt: 1 Mekke Devri / Allah'ın Elçisi Hz. Muhammed (S.A.V.)'İn Hayatı TİMAŞ YAYINLARI Salih Suruç Yayın Yılı: 2006; 443 Sayfa Cilt: 2 Medine Devri / Allah'ın Elçisi Hz. Muhammed (S.A.V.)'İn Hayatı TİMAŞ YAYINLARI Salih Suruç Yayın Yılı: 2006; 575sayfa Güneşe Yolculuk: Hz. Muhammed'in Hayatı ŞULE YAYINLARI Ayşe Sevim Yayın Yılı: 2004; 1. Hm. 199 Sayfa Çocuklar İçin Efendimiz Hz. Muhammed (S.A.V.) Hayatı/3-7 Yaş ÜSKÜDAR YAYINEVİ Engin Arslan Yayın Yılı: 2005; KUŞE16 Sayfa Çocuklar İçin Efendimiz Hz. Muhammed (S.A.V.) Hayatı/8-12 Yaş ÜSKÜDAR YAYINEVİ Engin Arslan Yayın Yılı: 2005; 32sayfa KUŞE Çocukların Sevgilisi Hz. Muhammed (S.A.V) YAYINEVİ İsmail Kılınç Yayın Yılı: 2006; 64 Sayfa 19,5x22,5 LİBERTY Efendimiz Hz. Muhammed (S.A.V.) SEMERKAND YAYINCILIK Mehmet Nalbant 120sayfa En Sevgili'nin Bahçesi Hz. Muhammed'in (S.A.V.) Hayatı NESİL YAYINLARI Ramazan Balcı Yayın Yılı: 2007; 426 Sayfa En Sevilen Öğretmen Hz. Muhammed NESİL YAYINLARI Ali Erkan Kavaklı Yayın Yılı: 2006; 256 Sayfa Eş Olarak Hz. Muhammed YAYINLARI Komisyon 3. Hm. (S.A.V.) DİYANET VAKFI Fahrialem / Hz. Muhammed'in Hayatı ELEST YAYINLARI Zeynel Abidin Rahnuma Yayın Yılı: 2004; 635sayfa Ferahu’r-Ruh : Muhammediye Şerhi / Yazıcıoğlu Mehmed Efendi, 857/1453 ; Şerh İsmail Hakkı Bursevi ; Haz. Mustafa Utku. Bursa : Uludağ Yayınları, 2001. 1-4.ciltler(488 S.) ; 24 Cm. ISBN 9756799-10-21 Fıkhu's Sire Resulullahın Hayatı RİSALE Muhammed Gazali Yayın Yılı: 2000; Orjinal Adı: Fıkhu's Sîre; 470 Sayfa 3 Fıkhü’s-Siyre : Peygamber (A.S.)’İn Uyguladığı İslâm / M. Said Ramazan Buti ; Çev. Orhan Aktepe. İstanbul : İslâmi Edebiyat Yayınları, 2002. 542 S. ; 24 Cm. (İslâmi Edebiyat Yayınları ; 4. İlmi Eserler ; 1) ISBN 975-92529-0-2 Gaye İnsan Hz. Muhammed (S.A.V.) MAVİ YAYINCILIK Dr. Mehmet Sürmeli Yayın Yılı: 2006; 175sayfa 92 * Ünal Kılıç Gönüllerin Gülü Hz. Muhammed : (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) / Aynur Uraler. İstanbul : Işık Yayınları, 2002. 168 S. ; 21 Cm. ISBN 975-8642-84-7 Güneşe Yolculuk: Hz. Muhammed'in Hayatı ŞULE YAYINLARI Ayşe Sevim Yayın Yılı: 2004; 1. Hm. 199 Sayfa Hadis Tenkidi : Hadislerin Hz. Peygamber’e Aidiyetini Belirleme Yolları / Salih Karacabey. Bursa : Sır Yayıncılık, 2001. 272 S. ; 21 Cm. ISBN 975-6720-03-4 Hat Sanatında Hilye-İ Şerife : Hz. Muhammed’in Özellikleri = In Calligraphic Art Characteristics Of The The Prophet Muhammed / Faruk Taşkale, Hüseyin Gündüz. İstanbul : Antik A.Ş, 2006. 300 S. : Hat. ; 33 Cm. (Antik A.Ş. Kültür Yayınları ; 7) ISBN 975-7843-07-5 Hazreti Muhammed (S.A.V.) Siyer-i Nebi KAYIHAN YAYINLARI Prof. Dr. Raşit Küçük/ Prof. Dr. İsmail Yiğit Yayın Yılı: 2006; 336sayfa Hazreti Muhammed Dedi Ki: Ey Üsame.. Niçin Öldürdün? SEÇKİN YAYINLARI VE BİLİŞİM HİZMETLERİ Seçkin İslâmoğlu Yayın Yılı: 2005; 92sayfa Hazreti Muhammed İslâm Peygamberinin Biyografisi KORİDOR YAYINCILIK Karen Armstrong Yayın Yılı: 2005; 392 sayfa Hazret-İ Muhammed Mustafa (S.A.V.) ERKAM YAYINLARI Osman Nuri Topbaş Yayın Yılı: 2006; 198 Sayfa 1. Hm. Hazreti Muhammed Ve Yaşadığı Hayat : Peygamber, Devlet Başkanı, Aile Reisi / Celal Yeniçeri. İstanbul : Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı (İFAV), 2000. 574 S. (Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları ; 181) ISBN 975-548-157-5 Hazreti Muhammed'i Anlamak DİYANET VAKFI YAYINLARI 3. Hm.Karton Kapak Hazreti Muhammed'in Mektupları ELİPS KİTAP Selami Münir Yurdatap Yayın Yılı: 2006; 64sayfa Hazreti Muhammed'in Sözleri Ve Halleri TİMAŞ YAYINLARI Ömer Sevinçgül Yayın Yılı: 2006; 670sayfa Hazreti Peygamber Devrinde Nifak Hareketleri / Ahmet Sezikli. Ankara : Türkiye Diyanet Vakfı, 2001. 230 S. ; 20 Cm. (Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları ; 138. İlmi Eserler Serisi ; 33) ISBN 975389-139-3 Hazreti Peygamber Döneminde Sağlık Hizmetlerinde Kadınların Yeri / Levent Öztürk. İstanbul : Ayışığı Kitapları, 2001. 246 S. ; 22 Cm. (Ayışığı Kitapları ; 39) ISBN 975-7321-34-6 Hazreti Peygamber’den Gençlere 50 Nasihat / Muhammed Ali Kutup ; Çev. Osman Arpaçukuru . 3. Bs. İstanbul : İlke Yayıncılık, Hz. Peygamber’i Anlama ve Anlatmada Kitap * 93 2002. 159 S. ; 20 Cm. (İlke Yayıncılık ; 21) Orj. Adı: 50 Nasihaten Nebeviyyeten Mine’resuli Li’t-Tifli’l-Müslim ISBN 975-7105-04-X Hazreti Peygamber’in Seriyyeleri / Serdar Özdemir. İstanbul : Rağbet, 2001. 190 S. ; 21 Cm. (Rağbet Yayınları ; 75. Akademik Eserler ; 19) ISBN 975-6835-72-9 Hazreti Peygamber’in Yaklaşım Ve Uygulamalarında İbadet İlkeleri / Vecdi Akyüz. İstanbul : İlke Yayıncılık, 2002. 151 S. ; 20 Cm. (İlke Yayıncılık ; 40. Manevi Gelişim Dinamikleri ; 6) ISBN 975-7105-26-0 Herkesin Öğretmeni Hz. Muhammed (A.S.M) YAYINLARI Halit Ertuğrul Yayın Yılı: 2006; 207 Sayfa NESİL Hidayet Önderleri : Hz. Muhammed Mustafa / Çev. Salih Uçan. İstanbul : Kevser Basın Yayın, 2006. 1. C. (335 S.) ; 22 Cm. (Kevser Yayınları ; 95) Orj. Adı: A’lamu’l-Hidaye: Muhammeduni’lMustafa Eser, Çev. Tarafından İmzalanmıştır. ISBN 975-6640-73-1 Hira'dan Yağan Güneş / Hz. Muhammed'in Hayatı ELEST YAYINLARI Mehmet Emin Kazcı Yayın Yılı: 2007; 446sayfa Hz. Muhammed (S.A.S.)’İn 1434. Senesi Vesilesiyle 20 Nisan 2005 ‘Te Düzenlenen Gecenin Hatırasına [Kutlu Doğum Programı Mevlid Kandili (2005 : İstanbul)] . İstanbul : Türk Kadınlar Kültür Derneği İstanbul Şubesi, 2005. 71 S. : Fot. ; 24 Cm. + 1 Adet CD ISBN 975-94756-4-2 Hz. Muhammed / Lev Nikolayeviç Tolstoy, 1328/1910 ; Çev. Telman Hurşidoğlu Aliyev ; Türkçesi Arif Arslan. İstanbul : Karakutu Yayınları, 2005. 109 S. ; 21 Cm. (Karakutu Yayınları ; 74. Dünya Edebiyatı ; 5) ISBN 975-8658-93-X Hz. Muhammed En Sevgili GELENEK YAYINCILIK Said Alpsoy Yayın Yılı: 2006; 160sayfa KUŞE Hz. Muhammed Ve Charlemagne İMGE KİTABEVİ YAYINLARI Henri Pirenne Yayın Yılı: 2006; 333 Sayfa Hz. Muhammed Yaşadığı Hayat M.Ü. İLAHİYAT FAK. VAKFI Prof. Dr. Celal Yeniçeri Yayın Yılı: 2000; 574sayfa 1. Hm. Hz. Muhammed’in Çağrısı : Mekke Dönemi / Murat Sarıcık. İstanbul : Nesil Yayınları, 2006. 432 S. ; 21 Cm. ISBN 975-269-127-7 Hz. Muhammed’in Yolunda / Carl W. Ernst ; Çev. Cangüzel Güner Zülfikar. İstanbul : Okuyan Us Yayınları, 2005. 318 S. ; 20 Cm. (Minerva ; 2) Orj. Adı: Following Muhammad ISBN 975-6287-32-2 Hz. Muhammed'de Aşk AKİS KİTAP H. Kübra Ergin Yayın Yılı: 2005; 319 Sayfa Hz. Muhammed'den Dünyayı Aydınlatan Sözler AKİS KİTAP Banu Kopuz Yayın Yılı: 2006; 163 Sayfa 94 * Ünal Kılıç Hz. Muhammed'e (S.A.V.) Mektuplar / Gençlerin Kaleminden ENSAR NEŞRİYAT Kollektif Yayın Yılı: 2006; 168 Sayfa Hz. Muhammed'i Doğru Anlamak (2 Cilt Takım) EKİN YAYINLARI Prof. Dr. İbrahim Sarmış Yayın Yılı: 2007; 127 Sayfa Hz. Muhammed'in Çağrısı Mekke Dönemi NESİL YAYINLARI Doç. Dr. Murat Sarıcık Yayın Yılı: 2006; 432sayfa Hz. Muhammed'in Devlet Yönetiminde Liderlik Sırları KARAKUTU YAYINLARI Doç. Dr. Ahmet Özel Yayın Yılı: 2005; 160 Sayfa Hz. Muhammed'in Hıristiyanlarla Mücadele AYIŞIĞI KİTAPLARI Murat Ağarı Yayın Yılı: 2003; 144sayfa Stratejisi Hz. Muhammed'in Liderlik Sırları AKİS KİTAP H. Kübra Ergin/ Mehmet Ergin Yayın Yılı: 2006; 174sayfa Hz. Muhammed'in Soruları (S.A.V) KUTUP YAYINLARI Betül Bozali Yayın Yılı: 2002; 86sayfa 3. Hm. Hz. Muhammed'in Yaşam Öyküsü TİMAŞ YAYINLARI Fatih Okumuş Yayın Yılı: 2004; 336sayfa Hz. Peygamber’de Nebevi Ve Beşeri Bilgi / Salih Karacabey. Bursa : Sır Yayıncılık, 2002. 365 S. ; 21 Cm. ISBN 975-6720-07-7 Hz. Peygamber Devri Kronolojisi İlk Kaynaklara Göre, İnsan Yayınları, Mkasım Şulul, 623 Sayfa Hz. Peygamber’in Çağımıza Mesajları / İbrahim Sarıçam. Ankara : Türkiye Diyanet Vakfı, 2000. VIII, 144 S. ; 19 Cm. (Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları ; 305. Oku Düşün Serisi ; 50. İslâmın Esasları Dizisi ; 7) ISBN 975-389-363-9 Hz. Peygamber’in Örnekliği İslâm’ın Sosyal Dayanışma Ve İsrafa Bakışı / Yüksel Salman, Mehmet Canpulat, Yaşar Yiğit. Ankara : Türkiye Diyanet Vakfı, 2002. 176 S. ; 19 Cm. (Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları ; 316. Oku Düşün Serisi ; 52. Hz. Peygamberi’in Sünneti’nde Çevre / Yunus Macit . 2. Bs. [Y.Y. : Y.Y.], 2000. (Trabzon : Eser Ofset) XIII, 209 S. Hz. Peygamber'in Dilinden İyilik Çeşitleri HACEGÂN YAYINLARI Seyyid Muhammed Mekki El-Haseni Yayın Yılı: 2007; 68 Sayfa Hz. Peygamber'in Namaz Kılma Şekli BEKA YAYINLARI Muhammed Nasıruddin El-Elbani/Osman Arpaçukuru Yayın Yılı: 2004; 334sayfa Hz. Peygamberle İslâm’ı Doğru Anlamak / Nihat Hatipoğlu. İstanbul : Birharf Yayınları, 2006. 309 S. ; 20 Cm. (Birharf Yayınları ; 68) ISBN 975-9198-28-2 Hz. Peygamber’i Anlama ve Anlatmada Kitap * 95 Hz.Adem'den Hz.Muhammed'e Peygamber Öyküleri NESİL YAYINLARI Veli Karanfil Yayın Yılı: 2004; 223 Sayfa İletişimde Model Olarak Hazreti Muhammed Sallallahu Aleyhi Ve Sellem / Yusuf Macit. İstanbul : Yeni Akademi Yayınları, 2006. 232 S. ; 23 Cm. (Yeni Akademi Yayınları ; 26) ISBN 975-607928-2 İman İbadet Ahlak Ve Muhtelif Mevzulara Dair Sevimli Peygamberimiz Ve Ehl-İ Beytinden Hayat Nümuneleri / Hasan Cirit. Bakü : Qismet, 2006. 94 S. ; 21 Cm Hazret-İ Muhammed’in Doğumundan Ölümüne Kadar / Yusuf Ziya Yörükan ; Notlarla Yayıma Hazırlayan Türkan Turgut. İstanbul : Ötüken, 2006. 440 S. ; 24 Cm. (Ötüken ; 649. Kültür Serisi ; 308) ISBN 975-437-572-0 İslâm Öncesi Mekke Dönemi Ve Hz. Muhammed BEYAN YAYINLARI İhsan Süreyya Sırma Yayın Yılı: 2002; 3. Hm.94 Sayfa İşte Önderimiz Hz. Muhammed BEYAN YAYINLARI İhsan Süreyya Sırma Yayın Yılı: 2000; 176 Sayfa Kadı Iyaz Ve Şifa Adlı Eserinde Peygamber Tasavvuru / Murat Gökalp. --2005. XII, 242 Y. ; 30 Cm. Tez (Doktora).--Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslâm Bilimleri (Hadis) Anabilim Dalı Tez Danışmanı: Prof. Dr. Kamil Çakın Kamu Hukuku Açısından Hazreti Peygamber'in Gayri Müslimlerle İlişkileri / Ahmet Bostancı. İstanbul : Rağbet Yayınları, 2001. 276 S. Kimdir Muhammed Aleyhisselam BEKA YAYINLARI Sadullah Aydın Yayın Yılı: 2007; 136sayfa Kur’an Işığında Mucize Ve Peygamber / Halil İbrahim Bulut. İstanbul : Rağbet Yayınları, 2002. 280 S. ; 21 Cm. ISBN 975-683586-9 Kur’an’da H.Z. Peygambere Sorular 13 Soru / Kadir Canatan. İstanbul : Beyan Yayınları, 2005. 128 S. ; 21 Cm. (Beyan Yayınları ; 379) ISBN 975-473-352-2 Kur’an’da Peygamberlere Karşıt Güçler / İbrahim Çelik. Bursa : [Y.Y.], 2001. 191 S Kur’anda Hz. Muhammed’in Özellikleri / Muhittin Akgül. İstanbul : Işık Yayınları, 2002. 160 S. ; 21 Cm. ISBN 975-8642-17-0 Kur’an-I Kerim’de Hz. Peygamber / Muhittin Akgül. İstanbul : Işık Yayınları, 2002. 339 S. ; 21 Cm. (Işık Yayınları ; 57) ISBN 9757402-69-9 Kur’an-I Kerim’e Göre Hz. Peygamber’in Örnek Hayatı / Ferhat Koca. Ankara : Türkiye Diyanet Vakfı, 2000. 67 S. ; 19 Cm. 96 * Ünal Kılıç (Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları; 307. Oku Düşün Serisi; 51. İslâmın Esasları Dizisi; 8) ISBN 975-389-365-5 Kur'an'a Göre Hz. Muhammed'in Hayatı YENİ UFUKLAR NEŞRİYAT Süleyman Ateş Yayın Yılı: 2005; 805 Sayfa Kur'an'da İnsan Ve Hz. Muhammed RAĞBET YAYINLARI Yrd. Doç. Ahmet Koç Yayın Yılı: 2005; 240 sayfa Kutlu Peygamberim Hz. Muhammed (S.A.V.) (1 Adet Cd'li) ENSAR NEŞRİYAT Prof. Dr. Abdurrahman Çetin Yayın Yılı: 2006. Kutsal Kitaplarda Hz.Muhammed AYIŞIĞI Cemaleddin Aytemür Yayın Yılı: 2004; 651 sayfa KİTAPLARI Muhammed Aleyhisselam YEDİVEREN KİTAP İmadüddin Halil Yayın Yılı: 2003; 416 Sayfamuhammed Aleyhisselam YEDİVEREN KİTAP İmadüddin Halil Yayın Yılı: 2003; 416 Sayfa Muhammed Kimdir FECR YAYINEVİ Dr. Ali Şeriati Yayın Yılı: 2001; 3. Hm.368 Sayfa Muhammed Ve Kurmaylarının Hanımları / Arif Tekin. İstanbul : Kaynak Yayınları, 2001. 227 S. ; 20 Cm. (Kaynak Yayınları; 333) ISBN 975-343-331-X Muhammediye/İsmail Hakkı Bursevi'nin Ferahü'r-Ruh Şerhi İle (3.Hmr) ÇELİK YAYINEVİ Yazıcıoğlu Muhammed/Doç. Dr. Abdülvehhab Öztürk Yayın Yılı: 2005; 1064 Sayfa Muhtasar Fethü’l-Bari / İbn Hacer el-Askalani, 852/1449 ; Sadeleştiren Ve Notlar Ekleyen Ebu Suhayb Safa Ed-Davvi Ahmed ElAdevi ; Mütercim Halil Aldemir, Soner Duman. İstanbul : Polen Yayınları, 2006. 1. C. (648 S.) Mümin Kimdir : Peygamberimizin Dilinden Müminlerin Özellikleri / Selçuk Camcı . 6. Bs. İstanbul : Rehber Yayınları, 2006. 216 S. ; 18 Cm. (Rehber Yayınları ; 6) ISBN 975-6096-05-5 O'nun Günleri : Hz. Muhammed' İn S.A.V. Hayatının Kronolojisi OKUL YAYINLARI Kazım Dönmez Yayın Yılı: 2004; 231sayfa Örnek Hayat Hz. Muhammed (S.A.V.) CİHAN YAYINLARI Ahmed Cevdet Paşa/Mehmet Dikmen/ Ahmed Şahin Yayın Yılı: 2006; 455 Sayfa Örnek İnsan / Kur'an Ve Sünnet Işığında RAVZA YAYINLARI Muhammed Salih Ekinci Yayın Yılı: 2006; 90sayfa Örnek Ve Önder İnsan Hz. Muhammed (A.S.) Yaşadıkları Ve Yaşattıkları RAĞBET YAYINLARI Mazhar Bilgin Yayın Yılı: 2006; 156sayfa Öteki Peygamberler / Anthony Storr ; Çev. Aslı Day. İstanbul : Okyanus Yayıncılık, 2001. 271 S. ; 20 Cm. (Psikiyatri ; 05) Orj. Adı: Feet Of Clay A Study Of Gurus ISBN 975-8420-09-7 Hz. Peygamber’i Anlama ve Anlatmada Kitap * 97 Özgürlük Peygamberi Hz. Muhammed (Büyük Boy) ALTERNATİF DÜŞÜNCE YAYINEVİ Abdurrahman Şarkavi Yayın Yılı: 2004; 432 Sayfa Peygamber Cevap Veriyor İHTAR YAYINLARI Muhammed Muhammedi 3. Hm.96 Sayfa Peygamber Ve Dört Halife Günlerinde Şehir Yönetimi Ve Valilik, Yediveren Yayınları, Ünal Kılıç, Konya 2004, 240 Sayfa Peygamber Günlerinde Sosyal Hayat Ve Aile : Sosyolojik Bir İnceleme / Mehmet Birekul, Fatih Mehmet Yılmaz. Konya : Yediveren, 2001. 206 S. ; 22 Cm. (Yediveren ; 2. Araştırma Dizisi/Toplumbilim; 1) ISBN 975-93680-3-X Peygamber Külliyatı (12 Cilt+1 İndeks) OCAK YAYINCILIK Muhammed Bin Salih Ed-Dimaşki/Yusuf Özbek Yayın Yılı: 2004; Orjinal Adı: Subul El-Hudâ Ver-Reşâd Fi Sîreti Hayri’l-İbâd; 16x23,5 Cm; Karton Kapak; ISBN:975979926x; Dili: TÜRKÇE Peygamberden Parıltılar BEKA YAYINLARI Prof. Muhammed Kutub Yayın Yılı: 2007; 232 Sayfa Peygamberimiz (SAV)’İn Mucizeleri / Harun Yahya. İstanbul: Araştırma Yayıncılık, 2005. 262 S. : Res. ; 24 Cm Peygamberimiz (Sav)’Nin Dilinden Geleceğin Tarihi : Depremler Ve Doğal Felaketler / Orhan Baytan. İstanbul: Mevsim Yayınları, 2001. 4. C. (199 S.) ; 18 Cm. (Mevsim Serisi ; 4) Peygamberimiz Hz. Muhammed (S.A.V.) FAKÜLTE KİTABEVİ Mehmet Albayrak Yayın Yılı: 2002; 136 sayfa. Hm. Peygamberimiz Hz. Muhammed DÜŞ DEĞİRMENİ KİTAPLIĞI Halide Çakıcı Yayın Yılı: 2004; 142 sayfa Peygamberimiz’in Yol Arkadaşları: Eshabın Hayatıyla İçiçe Hz. Muhammed S.A.’İn Hayatı / Ahmet Tekin, İstanbul: Kelam Yayınları, 2006. 2. C. (1105-2222) ; 20 Cm. (Kelam Yayınları; 9. Hadis Çalışmaları; 4) ISBN 9944-457-01-9 Peygamberimizi Tanıyalım / Mustafa Türkgülü. Elazığ : Türkiye Diyanet Vakfı Elazığ Şubesi, 2002. 90 S. ; 19 Cm. (Elazığ Şubesi Yayınları; 11) ISBN 975-389-385-X Peygamberimizin Anlattığı Hikayeler / Osman Arpaçukuru. İstanbul : Elest Yayınları, 2005. 248 S.; 21 Cm. (Elest Yayınları; 12. Kıssadan Hisse; 2) ISBN 975-6307-12-9 Peygamberimizin Ehl-İ Kitap İle Diyaloğu / İbrahim Canan. İstanbul: Sufi Kitap, 2006. 251 S. ; 21 Cm. (Sufi Kitap; 13. İslâm Araştırmaları; 1) ISBN 975-9161-12-5 Peygamberimizin Hayatı / İmam Şibli, 1332/1914. İstanbul: Timaş Yayınları, 2002. 528 S. ; 21 Cm. (Timaş Yayınları ; 756. Asr-ı Saadet Dizisi; 1) ISBN 975-362-676 98 * Ünal Kılıç Peygamberimizin Hayatında Dua Ve Zikir ZAFER YAYINLARI Muhammed Gazali Yayın Yılı: 2004; 232 sayfa 3. Hm. Peygamberimizin Kişisel Ve Ahlakı Özellikleri GURABA YAYINLARI Muhammed Cemil Ziynü Yayın Yılı: 2003; 142 sayfa 1. Hm. Peygamberimizin Risaleti Ve Şahsiyeti / İmam Şibli, 1332/1914. İstanbul : Timaş Yayınları, 2002. 423 S. ; 21 Cm. (Timaş Yayınları ; 810. Asrı Saadet Dizisi; 2) ISBN 975-362-734-3 Peygamberimizin Sevdiği Müslüman / M. Yaşar Kandemir, 2. Bs. İstanbul: Morötesi Yayınları, 2005. 527 S. ; 20 Cm. (Morötesi Yayınları; 13) ISBN 975-8732-11-0 Peygamber'in Okuduğu Günlük Dualar AHSEN YAYINLARI Muhammed El-Kari Yayın Yılı: 2005; 80sayfa Peygamberlerin, Hz. Peygamberin, Ashabın, Mezhep İmamlarının Ve Diğer İslâm Büyüklerinin Gece İbadeti / Seyyid Bin Hüseyin El- Affani ; Çev. Savaş Kocabaş. İstanbul : Polen Yayınları, 2005. 800 S. ; 24 Cm. Orj. Adı: Ruhbanü’l-Leyl ISBN 975-9833-506 Peygamberlik Ve Hz. Muhammed'in Peygamberliği DEĞİŞİM YAYINLARI Erdinç Ahatlı Yayın Yılı: 2003; 3. Hm. 266 Sayfa Rahmet Peygamberi Muhammed AĞAÇ YAYINLARI Seyyid Hasan İslâmi Yayın Yılı: 2006; 160 Sayfa Rahmet Peygamberi Resulü Ekrem Efendimiz Hz. Muhammed (S.A.V.)’İn Hayatı : (Siyer’i Nebi) / Mevlüt Karaca. İstanbul : Hisar Yayınevi, [2001]. 704 S. ; 24 Cm. (Hisar Yayınları; 96) Rahmet Peygamberi Resulü Ekrem Efendimiz Hz. Muhammed (S.A.V.)’İn Hayatı : (Siyer’i Nebi) / Mevlüt Karaca. İstanbul : Hisar Yayınevi, [2001]. 704 S. ; 24 Cm. (Hisar Yayınları; 96) Risalesi/Gizlenen Kitap KARAKUTU YAYINLARI Lev N. Tolstoy Yayın Yılı: 2005; 109 Sayfa Riyazü’s-Salihin Peygamberimizden Hayat Ölçüleri : 12881591 / Ebu Zekeriyya Muhyiddin Yahya B. Şeref B. Muri Nevevi, 676/1277 ; Tercüme Ve Şerheden M. Yaşar Kandemir, İsmail L. Çakan, Raşit Küçük. İstanbul : Erkam Yayınları, 2001. 6. C. (605 S.) Riyazü’s-Salihin Peygamberimizden Hayat Ölçüleri : 15921900 / Ebu Zekeriyya Muhyiddin Yahya B. Şeref B. Muri Nevevi, 676/1277 ; Tercüme Ve Şerheden M. Yaşar Kandemir, İsmail L. Çakan, Raşit Küçük. İstanbul : Erkam Yayınları, 2001. 7. C. (644 S.) Riyazü’s-Salihin Peygamberimizden Hayat Ölçüleri : 171386 / Ebu Zekeriyya Muhyiddin Yahya B. Şeref B. Muri Nevevi, 676/1277 ; Tercüme Ve Şerheden M. Yaşar Kandemir, İsmail L. Çakan, Raşit Küçük. İstanbul : Erkam Yayınları, 2001. 2. C. (603 S.) Hz. Peygamber’i Anlama ve Anlatmada Kitap * 99 Riyazü’s-Salihin Peygamberimizden Hayat Ölçüleri : 9501287 / Ebu Zekeriyya Muhyiddin Yahya B. Şeref B. Muri Nevevi, 676/1277 ; Tercüme Ve Şerheden M. Yaşar Kandemir, İsmail L. Çakan, Raşit Küçük. İstanbul : Erkam Yayınları, 2001. 5. C. (583 S.) Sebep Ve Sonuçları Açısından Hz. Peygamberin Savaşları / Elşad Mahmudov. --2005. XV, 500 Y. ; 29 Cm. Tez (Doktora).-Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İlahiyat Anabilim Dalı İslâm Tarihi Ve Sanatları Bilim Dalı Tez Danışmanı: Prof. Dr. Mustafa Fayda Sevgi Peygamberi Hz. Muhammed BİLGE YAYINLARI Komisyon Yayın Yılı: 2006; 184sayfa Sevgi Peygamberi Ve Yetişkin Din Eğitimi / Abdurrahman Dodurgalı. İstanbul : Rağbet Yayınları, 2002. 282 S. ; 20 Cm. ISBN 975-6835-82-6 Siyasetli Muhammed / (Örnek Kul Son Rasul) İsmail Lütfi Çakan. [Y.Y. : Y.Y.], 2002. (İstanbul : Erkam Matbaası) 175 S Son Peygamber Hazret-İ Muhammed 1. Ve 2. Cilt Birarada İZ YAYINCILIK Mevlana Şibli Yayın Yılı: 2003; Son Peygamber Hz. Muhammed (3.Hmr Ciltli) Siyer-İ Nebi RAVZA YAYINLARI Kazım Ağcakaya/ Bünyamin Bulut Yayın Yılı: 2005; 527sayfa Sünnet Yaşayan Hz. Muhammed İNSAN YAYINLARI Ahmet Keleş Yayın Yılı: 2003; 2. Hm.188 Sayfa Sünnetin Anlaşılmasına Doğru : Hz. Muhammed S.A.’İn Hayata Geçirdiği İslâmi İlkeler, Bütün Sahih Hadisler Kaynaklı, İndeksli / Ahmet Tekin. İstanbul : Kelam Yayınları, 2006. 1. C. (1088 S.) ; 20 Cm. (Kelam Yayınları Şefa’at Ya Resulallah : Sevgili Peygamberimize Na’tlar / Derleyen Gülser Keçeci. İstanbul : Buhara Yayınları, 2005. 272 S. ; 20 Cm. (Veli Dede Kütüphanesi Yayınları ; 004) ISBN 975-9076-05-5 Şevahid-Ün Nübüvve = Peygamberlik Müjdeleri / Ebü'lBerekat Nureddin Abdurrahman B. Ahmed B. Muhammed Cami ; Terceme Eden Mahmud Bin Osman Lamii Çelebi . 7. Bs. İstanbul : Hakikat Kitabevi, 2002. 448 S. ; 19 Cm. (Hakikat Kitabevi ; 12) Tevrat Ve İncil’in Son Peygamberi Muhammed / Serkan Tekin. – İstanbul Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi : Muhammediyye - Münazara . Ankara : Türkiye Diyanet Vakfı, 2006. 31. C. (591 S.) : Fot., Hrt. Şekil, Plan ; 29 Cm. ISBN 975-389-458-9 Üç Muhammed / İki Tasavvur Bir Gerçek DENGE YAYINLARI Mustafa İslâmoğlu Yayın Yılı: 2002; 296 Sayfa İSLAM’A DAVET KİTAPLARI Ali Aksu A-İslam’da Davet ve Davetçiler 1-Kavramsal Olarak Davet Da’vet kelime olarak “çağırmak, seslenmek, adlandırmak, dua veya beddua etmek, ziyafete çağırmak, propaganda yapmak” gibi anlamlara gelmektedir1. Kur’an’da da’vet kelimesi altı ayette geçmektedir. Pek çok yerde de (205 defa) türevleri kullanılmıştır 2. Da’vet kelimesi terim olarak ise, özellikle “İslam’a ve İslam esaslarının uygulanmasına çağrı” anlamlarına gelmektedir. Kur’an’da “İslam’a”3, “imana”4, “Allah yoluna”5, “Allah’ın kitabına”6 “hakka”7, “hayra”8, “kurtuluşa”9 ve “esenliğe çağrı”10 gibi manaları taşımaktadır. Bu ifadeler, da’vetin, İslami inanç ve değerlerin kabul edilip uygulanmasını sağlamayı hedef alan bir faaliyet olduğunu, dolayısıyla hem gayri müslimlere hem de müslümanlara yönelik olabileceğini göstermektedir11. 2-Kur’an’da Davet Kur’an ve hadislerdeki da’vetin bu anlamlara gelmesi, da’vetle yakından ilgili olarak beraberinde başka kavramların da kullanılmasını getirmiştir. Örneğin tebliğ, irşat, vaaz, nasihat, inzar, tebşîr, emri bi’lma’ruf nehy-i ani’l-münker gibi kavramlar da sözlük anlamları itibariyle da’vetten farklı olsalar da gayeleri ve uygulamaları bakımından aynı veya yakın anlamları ifade etmektedirler. Bu nedenledir ki da’vet tebliğ başta olmak üzere bu kavramlar sık sık birbirinin yerine kullanılmıştır. Kur’an-ı Kerim’de Allah, Resulullah’ı “Allah’ın da’vetçisi” (dâiyallah)12 olarak ta isimlendirmektedir. Ayrıca ona yüklenen da’vet görevi “da’vet et”, “tebliğ et” “hatırlat”, “ikaz et”, “müjdele” gibi daha pek çok kelimelerle ifade edilmiştir 13. Tebliğ ile aynı kökten gelen ayet- Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi İbn Manzur, Lisanu’l-Arab, Beyrut ty, XIV, 257–258; Ragıp el-Isfahânî, el-Müfredât fî Garîbi’l-Kur’an, Kahire 1961, s. 169–170. 2 Ahmet Önkal, Rasulullah’ın İslam’a Da’vet Metodu, Konya 1994, s. 21-24. 3 es-Saff 61/7. 4 el-Hadîd57/8. 5 en-Nahl 16/125. 6 Al-i İmran 3/23. 7 er-Ra’d 13/14. 8 Al-i İmran 3/104. 9 el Mü’min 40/41. 10 Muhammed 47/35. 11 Mustafa Çağrıcı, “Da’vet”, DİA., İstanbul 1994, IX, 16. 12 Ahzab, 33/45-46; el-Ahkâf 46/31. 13 el-Maide 5/92; Al-i İmran 3/20; er-Ra’d 13/40. 1 İslam’a Davet Kitapları * 101 ler, da’vet manasını ifade etmektedirler. Bu ifadelerden de İslam dininin yegâne yayılma yolunun da’vet ve tebliğ olduğu anlaşılmaktadır. Cihad kavramı da da’vet veya tebliğ anlamında anlaşılmalıdır. Yoksa cihad, sadece savaş ya da hükümranlık sağlamak anlamında değildir. Cihad, insanları hakka da’vet etmek, onların inançta ve amelde doğruyu bulmaları için gerekli yolları açmak ve engelleri ortadan kaldırmaya çalışmak yolunda bir vasıtadır. Çünkü cihadın ilk ve en temel safhası da’vet olup “i’lâ-yi kelimetullah” (tevhidi yayma) görevinin yerine getirilmesinde da’vet imkânının mevcut olması halinde silahlı savaşa gerek kalmayacaktır. Nitekim Hz. Peygamber ve Dört Halife döneminde ordu komutanları savaşa başlamadan önce karşı tarafı İslam’a da’vet etmişlerdir. Resullah’ın devlet başkanlarına gönderdiği da’vet mektupları da bunun bir başka örneğidir. İslam’da asıl olan, insanların İslam’a da’vet edilmeleridir 14. Çünkü Kur’an’a göre Hz. Muhammed, sadece belirli bir grubun peygamberi değildir. Onun risaleti bütün insanlığı kapsamaktadır15. Yine Kur’an’a göre Allah katında geçerli din İslam’dır16 Kısacası İslam’da da’vet esastır. Özellikle Hz. Peygamber’in ve genel olarak müslümanların da’vet çalışmalarında uymaları gereken başlıca metotları göstermesi açısından son derece önem taşıyan “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle da’vet et; onlarla tartışmanı en güzel bir şekilde sürdür”17 ayeti de da’vetin barışçı metotlarla yapılması istenmiştir. Aksi takdirde da’vetin başarılı olması mümkün değildir. 3-Hz. Peygamber’in Hayatında Davet Hz. Peygamber’in 23 yıllık gibi çok kısa bir risalet süreci boyunca en yakınında bulunanlardan başlayarak sonunda bütün Arap yarımadasını kapsayan da’vet faaliyetlerinde ulaşmış bulunduğu başarı, onun uyguladığı da’vet metotlarının son derece tutarlı, makul, mantıki, sistemli, gerçekçi, olayların gelişimine uygun ve başarıya götürücü metotlar olduğunu göstermektedir. Bu metotların uygulanışında hazırlık, kadrolaşma, kitleleşme ve devletleşme şeklinde dört merhaleden geçildiği görülmektedir. Hz. Muhammed, peygamber olmadan önce geçirmiş olduğu ruhi ve manevi hazırlıkla peygamberlik için gerekli olan kemale ulaştırıldıktan sonra da’vet faaliyetinin başlangıcında öncelikle etrafında inançlı bir kadro oluşturma gayreti içerisine girmiş, daha sonra bu kadro elemanlarının da katkılarıyla gittikçe genişleyen bir müslüman kitle oluşturulmuştur. Son merhalede İslam’ın hükümranlığını ayakta tutacak, başlattığı da’vet faaliyetlerini başka milletlere ve ülkelere taşıracak olan İslam devletini oluşturmuş, hem Allah’ın elçisi hem de bu devletin lideri sıfatıyla komşu ülkelerin devlet başkanlarına 14 15 16 17 Çağrıcı, “Da’vet”, IX, 16. Bkz. el-A’raf 7/158; Sebe 34/28. Al-i İmran 3/19, 85. en-Nahl 16/125. 102 * Ali Aksu da’vet mektupları göndererek sonraki yüzyıllarda hızla gelişecek olan evrensel da’vet çalışmalarını fiilen başlatmıştır 18. Hz. Peygamber’in da’vet faaliyetlerine dikkatle bakıldığında onun da’vetteki başarısını hazırlayan kendi kişiliğine ve uygulamalarına bağlı âmillerin başında da’vet ettiği dine samimiyetle inanmasının ve bu dinin ilkelerini bütün ayrıntılarıyla kendi hayatına uygulamış olmasının geldiği görülecektir. Ayrıca muhataplarını tanımaya büyük önem verdiği, onların duygularını, isteklerini ve fert olarak özelliklerini dikkate aldığı, muhataplarına her zaman değer verdiği, ilgi gösterdiği, yakınlaşma teminine gayret göstererek ortak noktalarda birleşme esasından hareket ettiği, af, müsamaha, yumuşaklık, şefkat ve merhameti kin, öfke, zorbalık ve düşmanlığa tercih ettiği aşikârdır19. Hz. Peygamber’in da’vet faaliyetlerinde başarılı olmasının bir başka âmili de, Kur’an’ın kendisine gelecek için ümit veren ayetler içermesidir20. Hz. Muhammed söz konusu ayetlerden güç almış, ümitsizlik ve karamsarlığa asla düşmemiştir. Aksine çalışmalarını daima sabırla, metanetle, azimle, inançla ve kararlılıkla sürdürmüştür. Hz. Peygamber’in da’vet çalışmalarında önem verdiği bir diğer husus da sosyal ilişkilerini aralıksız olarak sürdürmesi ve bu ilişkilerden büyük oranda faydalanmasıdır. Hz. Muhammed’in hayatına baktığımızda müslüman olan ve olmayan akraba ve çevresiyle ilgisini ısrarla devam ettirmiştir. Evlilik yoluyla dahi da’vet lehine faydalanmış, toplumları üzerindeki etkilerini göz önüne alarak kabile reislerine özel bir ilgi göstermiş, da’vetini sunmak üzere toplantılar düzenlemiş, çarşı, pazar, panayır ve ev gibi insanların toplu olarak bulunduğu her yerde da’vet faaliyetini sürdürmüştür. Onun da’vet ve tebliğdeki başarısının sebeplerine çalışmalarında hiçbir zaman şahsî menfaat arzusunu katmamış olmasını da ilave etmek gerekir21. 4-İslam Davetçileri Hz. Peygamber’in –diğer peygamberler gibi- gerçekleştirdiği da’vet faaliyeti, İslam’a göre sadece peygamberlere hasredilmemiştir. İslam’a göre da’vet, müslümanların kaçınılmaz görevlerinden biri olarak kabul edilmiştir. Nitekim “Sizden öyle bir cemaat bulunsun ki – onlar insanları- hayra, iyiliğe da’vet etsin; iyiliği emredip kötülükten sakındırsın”22 ayeti, da’vet faaliyetlerinin her zaman yerine getirilmesi gereken sosyal bir görev olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Fetih hareketlerine de bu anlamda bakmamız gerekir. İran, Horasan, Maveraünnehir gibi bölgelerle Afrika’nın çeşitli yörelerinde İslam’ın 18 19 20 21 22 Ahmet Önkal, Hz. Peygamber’in da’vet metodunu hazırlık, kadrolaşma, kitleleşme ce devletleşme olmak üzere dört kısma ayırmaktadır. Geniş bilgi için bk., Önkal, s. 101238. Şevki Saka, Kur’an-ı Kerim’in Da’vet Metodu, by ty., s. 85, 153vd.; Al-i İmran 3/159. Bkz., el-Feth 48/1; en-Nasr 110/1-2. Çağrıcı, “Da’vet”, IX, 17. Al-i İmran 3/104. İslam’a Davet Kitapları * 103 yayılışı bu tür da’vet faaliyetleriyle gerçekleşmiştir. Doğu Afrika ülkeleri ile Uzakdoğu Asya ülkelerinin -Hindistan, Çin, Endonezya, Malezya ve Filipinler- çoğunda ve Balkanlarda İslam’ın yayılışı daha çok tüccarların ve müslüman da’vetçilerin (sûfîlerin) ve yabancıların eline düşen esirlerin tebliğ faaliyetleri sonucu gerçekleşmiştir. Bir başka deyişle Hz. Peygamber’in irtihalinden sonra da da’vet faaliyeti onun da’vasını üstlenenler tarafından günümüze kadar devam etmiştir. Zaten bu durumu yani İslam da’vetini sürdürecek bir grubun mutlaka olacağını Rasulullah’ın kendisi de açıkça belirtmiştir23. Sayıları çok az da olsa, faaliyetleri bir topluma teşmil edilmeyecek kadar zayıf kalarak Allah’ın İslam’a da’vetleri sebebiyle bu ümmete verdiği “hayırlılık” vasfını24 devam ettiremeseler de bir takım gayretli insanlar vasıtasıyla, bazen harp ve çarpışmalar yoluyla, bazen anlatarak ve ikna ederek, bazen daha değişik vasıta ve şekillerle İslam, bugüne gelinceye kadar pek çok ülkede yayılma imkânı bulmuş; dünyada müntesibi en fazla dinler arasında yer almıştır25. 5-İslam Davetinin Kolayca Yayılmasında Etkenler Müslümanların da’vet faaliyetlerini kolaylaştırmada şahsi çabalarının yanında İslam’ın yapısından kaynaklanan âmiller de da’vetçilerin işini kolaylaştırmıştır. Bu âmillerin başında İslam inancının aklî, mantıkî ve kolay kabul edilebilir olması gelmektedir. Örneğin müslüman olmak isteyen bir kimsenin sadece kelime-i şahadet getirmesi yeterlidir. İslam da’vetini kolaylaştıran bir başka etken, ibadetlerin insanla Allah ilişkisini görkemli bir şekilde yansıtması yanında zengin bir ahlaki ve sosyal muhteva içermesidir. Başlıca ibadetlerden namaz, insanların Allah huzurundaki eşitliğini, İslam birliği ve kardeşliğini; oruç zenginlere yoksulların şartlarını yaşatmayı ve dayanışma duygusunu geliştirmeyi; zekât, fıtır sadakası ve kurban paylaşma duygu ve iradesini geliştirmeyi hedeflemektedir. Hac, ise çeşitli dil, renk ve ırklara mensup insanların bir araya gelmelerini, kardeşlik kurmalarını sağlamaktadır 26. Günümüz müslümanları, insanlığa İslam’ı tebliğ eden ve bu uğurda pek çok sıkıntılara göğüs geren ve örnek bir toplum oluşturarak İslam’a da’vet vazifesini bütün müslümanlara miras vazifesi olarak tevdi eden Hz. Peygamber’den birkaç nesil sonra maalesef da’vet görevi yeterince yerine getirememiştir. Müslümanlar birer birer gayrı İslami düşünüş ve yaşayışlara kayarak örnek olma vasfını kaybetmişlerdir. İnsanlığın sapkınlığına hidayetin eşsiz prensiplerini nazarî ve amelî tebliğleriyle sunarak kurtuluşa vesile olmayı başaramamışlardır. 23 24 25 26 Buhârî, Tevhid 29; Müslim, İman 247; İmâret 170, 171, 173. Al-i İmran 3/110. Önkal, s. 413. Çağrıcı, “Da’vet”, IX, 17-18. 104 * Ali Aksu B- İslam Dünyasında Yapılan Davet İle İlgili Kitap Çalışmaları 1-Davet Kitaplarının Tarihi Çalışmalarımız sırasında, önceki asırlarda da’vetle ilgili olarak müstakil bir esere rastlanılmamıştır. Ancak bazı eserlerde “Emr-i bi’lMa’ruf ve Nehy-i ani’l-Mümker”, “Hikmetle ve Güzel Öğütle Da’vet” başlıklı bölümlerin yer aldığı görülmektedir. Davet ile ilgili yazılanlar da’vet, tebliğ, irşad, inzar, tebşir gibi konularla ilgili ayetlerin tefsirlerinde ve hadis kaynaklarında geçmiştir. Ya da siyer ve fütûh kaynaklarında olayların arasına serpilmiştir. Davetle ilgili olarak özel bir kurum da söz konusu olmamıştır27. Davet çalışmalarının daha çok Ehl-i sünnet tarafından yapıldığını söyleyebiliriz. Ehl-i sünnet dışı bazı zümreler de da’vet faaliyetlerinde bulunmuşlar ancak onların çalışmaları daha çok siyasi maksatlarla yürütülmüştür. Hatta bunun için bazı özel da’vetçiler (duât) dahi yetiştirmişlerdir. Yalancı peygamberlerin propagandalarına, Emevilerle Abbâsîlerin iktidarı ele geçirme çabalarına, Hâşimîler, Şiîler, Fâtımîler, İsmâilîler, Karmatîler, Bâtınîler ve Dürzîler gibi muhtelif Şiî fırkaların faaliyetlerine de da’vet denilmiştir. Dolayısıyla da’vet, asli amacından uzaklaşmış ve siyasi içerikli olmaya başlamıştır28. İslam dünyasında teşkilatlı tebliğ ve da’vet çalışmaları son yüz yılda başlamıştır. Gerçi Hıristiyanlık dünyasının Afrika’da sömürgecilik hareketiyle birlikte sürdürdüğü yoğun misyonerlik çalışmaları karşısında Osmanlılar da 1870’li yıllarda İstanbul’da bir da’vet amaçlı bir teşkilat kurmuşlarsa da Osmanlı Rus Savaşı (1878) yüzünden teşebbüse geçememiştir. 1910 yılında Reşid Rıza Kahire’de Dârü’d-da’ve ve’lirşâd isimli bir teşkilat kurmuştur. Söz konusu teşkilatın kuruluş amacı, hem gayri müslimler arasında İslam’ı yayacak hem de müslümanların dini yönden aydınlanmalarını sağlayacak da’vetçiler yetiştirmekti. Bu tür teşkilatlar daha sonraları Hindistan’da kurulmaya başlamıştır. Ecmîr’de Encümen-i Hâmî-yi İslam, Haydarâbâd’da Encümen-i Tebliğ-i İslam, Kanpûr’da Medrese-i İlahiyat, Pencap’ta Encümen-i İşâat ve Ta’lîm-i İslam, Delhi’de Encümen-i Hidayet-i İslam kurulmuştur. 1910 yılında bu tür kurumların sayısı yirmi dokuzu bulmaktaydı. Ancak bunların çoğu misyoner teşkilatı gibi özellikle dini propagandayı gaye edinmişti29. Bugün bazı İslam ülkelerinde modern imkânlardan da faydalanılarak İslam dinini dünyaya tanıtacak ve İslam da’vetini yaşatılmasını sağlayacak ehliyetli kadrolar yetiştirmek amacıyla öğretim kurumları kurulmuştur. Kahire’deki Câmiatü’l-Ezher, Mekke’deki Câmiatü Ümmi’l-Kurâ, Medine’deki el-Câmiatü’l-İslamiyye ve Riyad’daki Câmiatü Muhammed b. Suud’a bağlı Külliyetü’d-da’ve ve Usûlü’d-din adlı fakül27 28 29 Saka, s. VII (Önsöz). Çağrıcı, “Da’vet”, IX, 18. Çağrıcı, “Da’vet”, IX, 18. İslam’a Davet Kitapları * 105 teleri bunlar arasında sayabiliriz. Bu tür resmi kuruluşların dışında bazı İslam ülkelerinde gönüllü vakıf ve cemiyetler de da’vet faaliyetlerini üstlenmişler ve halen de üstlenmektedirler. Örneğin Pakistan’daki Cemâat-i Tebliğ ve Cemâat-i İslâmî buna örnek olarak gösterilebilir. 2-Türkiye Dışında İslam Coğrafyasında Davet Kitapları İslam dünyasında da’vetle ilgili eserler, 1960’lı yıllardan sonra yani İslam ülkelerinin bağımsızlıklarını kazanmalarından sonra telif edilmeye başlanmıştır. Şimdi Türkiye dışındaki İslam coğrafyasında da’vet ile ilgili yapılan kitap çalışmalarından bazılarının isimlerini burada vermek istiyoruz: Abbas Mahmud el-Akkâd, el-İslam, Da’vetun Âlemiyyûn, Beyrut ty. Abdulhalik Pirzade, Ehemmiyyetü'd-Da've ve't-Teblîğ fi'l-İslâm ve medâ Vücûbi İhtimâmi’l-Müslimîn, Kahire 1993. Abdurrahman Hasan Habenneke Meydânî, Fıkhü'd-Da'veti İlallah; Fıkhü'n-Nush ve'l-İrşâd ve'l-Emri bi'l-Ma'ruf ve'n-Nehyi ani’lMünker, Dımaşk 1996. Abdurrahman Halil İbrâhim, Devrü'ş-Şi'r fî Ma'reketi'd-Da'veti'lİslâmiyye: Eyyâmü'r-Resûl, Cezayir 1971. Abdu’l-Ğanî Muhammed Saîd, Belâğaten ve Menhecen, by 1983. Uslûbü’d-Da’veti’l-Kur’âniyye Ahmed Faiz, Tarîku’d-Da’ve fî Zilâli’l-Kur’an, Beyrut 1978. Ahmed Fuad Seyyid, Târihu’d-Da’veti’l-İslamiyye fî Ahdi’n-Nebî ve’l-Hulefâ-i Râşidîn, Kahire 1994. Ahmed Alûş, ed-Da’vetü’l-İslamiyye Usûlühâ ve Vesâilühâ, Beyrut 1987. Ahmed b. Nafi' b. Süleyman Mevri, el-Hikme ve'l-Mev'izeti'lHasene ve Eseruhumâ fi'd-Da’veti İlallah fî Dav’i’l-Kitâb ve’s-Sünne, Cidde ty. Abdulkerim Zeydan, Usûlü’d-Da’ve, Bağdat 1968 Ali Abdülhalim Mansure 1992. Mahmûd, Alemiyyetü'd-Da'veti'l-İslâmiyye, Ali Abdülhalim Mahmûd, Fıkhü'd-Da've İlallah, Mansure 1991. Ali Cadü’l-Hak, Ed’û ilâ Sebîlu Rabbik: el-Kısmü’l-Evvel: Rusul min Tarâiki’d-Da’ve, yy ty. ed-Dekir Abdulğanî, ed-Da’vetu mine’l-Kur’an ile’l-Kur’an, Beyrut ty. Ebubekir Zikrî, ed-Da’vetü ila’l-İslam, Kahire 1962. Ebu’l-A’lâ el-Mevdûdî, Tezkiretü’d- Du’âti’l-İslam, Beyrut 1966. 106 * Ali Aksu Ebu’l-Hasan Dımaşk 1965. en-Nedvî, Ricâlü’l-Fikr ve’d-Da’veti fi’l-İslam, Emin Abdülazîz, ed-Da’ve: Kavâid ve Usûl, İskenderiye 1989. Hammud b. Câbir Hârisî, Da’vetü’n-Nebi li’l-Arab: el-Mevzu’ elVesile el-Üslûb, Riyad 1998. Hanefi Abdullah, ed-Da’vetü’l-Âmme, Kahire 2000. Hasan el-Benna, Müzekkirâtü’d-Da’veti ve’d-Dâiyeti, Beyrut 1966. Hasan İsa Abdüzzahir, ed-Da'vetü'l-İslâmiyye fî Ğarbi Ifrikiyye ve Kıyâmu Devleti'l-Fevlani, Riyad 1981. Hasan Meâyirci, el-Hey'etü'l-Alemiyye li'l-Kur'âni'l-Kerim: Zarûre li'd-Da've ve't-Tebliğ, Doha 1991. Hüseyin ez-Zehebî, Müşkilâtü’d-Da’ve ve’d-Duât, Kahire 1977. Mikdad Yalçın, Minhâcü’d-Da’ve ile’l-İslam fi’l-Asri’l-Hadîs, by 1969. Muhammed Abdülkadir Echizetü’l-İ’lâm, Kahire 1996. Hâtim, ed-Da’vetü’l-İslâmiyye ve Muhammed Ahmed el-Adevî, Da’vetü’r-Rüsûl İlallah, Beyrut 1965. M. Ahmed Ebu Zehre, ed-Da’ve ile’l-İslam, Kahire 1973. Muhammed Ebu Zehra, ed-Da’vetü ile’l-İslam, by 1973. Muhammed Gazali, ed-Da'vetü'l-İslâmiyye, by 1980. Muhammed Gazali, fî Mevkibi’d-Da’ve, Mısır 1957. Muhammed Hasan Hımsi, ed-Duât ve’d-Da’vetü’l-İslâmiyyeti’lMuâsıra, Beyrut 1991. Muhammed Hüseyin ez-Zehebî, Müşkilâtü’d-Da’veti ve’d-Du’ât, Kahire 1977. Muhammed el-Hıdr Hüseyin, ed-Da’vetu ile’l-Islâh, Kahire 1346. Muhammed Râvî, Da'vetü'l-İslâmiyye Da'vetu Âlemiyye, Riyad 1995. Muhammed Seyyid Vekîl, Üsüsü’d- Da’ve ve Adâbu’d-Du’ât, Kahire 1979. Muhammed Yusuf ed-Dihlevi, Cemaatü’d-Da’ve ve’t-Teblîğ ve Menhecuhâ fî’d-Da’ve, Karaçi 2004. en-Nedvî, Târihu’d-Da’veti’l-İslamiyye fi’l-Hind, by 1370. Nevfel Abdurrazzak, ed-Da’vetü ile’l-İslam, Kahire ty. Rauf Şelebî, ed-Da'vetü'l-İslâmiyye Menâhicuhâ ve Gâyâtihâ, Kuveyt 1982. fî Ahdihi'l-Mekki: İslam’a Davet Kitapları * 107 Sâdık Emin, ed-Da’vetü’l-İslamiyye, Amman ty. Saîd b. Ali b. Vehf el-Kahtânî, Fıkhu’d-Da’ve fî Sahîhi’l-İmam elBuhârî, Riyad 1421. Saîd b. Ali b. Vehf el-Kahtânî, el-Hikmetu fî Da’ve İlallahi Teâlâ,. Riyad 1423. Sakr Abdulbedî, Keyfe Ned’u’n-Nâs, Kahire1977. Seyyid Muhammed Nuh, Fıkhü'd-Da'veti'l-Ferdiyye fi'l-Menheci'lİslâmî, Mansure 1992. Seyyid Sabık, Da’vetü’l-İslam, Beyrut 1973. Sir Thomas Walker Arnold, ed-Da've ile'l-İslâm Bahs fî Tarihi neşri'l-Akideti'l-İslâmî, trc. Hasan İbrâhim Hasan, Kahire 1970. Ziyad Muhammed el- Ânî, Esâlibü’d Da’veti ve’t- Terbiye fi’sSünneti’n- Nebeviyye, Amman 1999. Hisham Altalib, İslam Davetçilerine Eğitim Rehberi, çev., Kamil Yiğit, İstanbul 1993. 3-Türkiye’de Yapılan Da’vet Kitapları Türkiye’de 1980’li yıllara kadar da’vetle doğrudan ilgili hemen hemen hiçbir çalışma yapılmamıştır. Aşağıda da görüleceği gibi yapılan çalışmaların tamamı, diğer İslam ülkelerinde yapılan eserlerin çevrisinden ibarettir. Türkiye’de yapılan ilk çalışmalar arasında Süleyman Uludağ’ın “İslam’da Mürşid ve İrşad Faaliyeti” ile Şevki Saka’nın “Kur’an-ı Kerim’in Da’vet Metodu” isimli kitaplarını zikredebiliriz. Uludağ’ın çalışması, doğrudan doğruya Rasulullah’ın da’veti ve da’vet metoduyla ilgili değildir. Saka’nın çalışması, bu alanda yazılmış ilk ciddi çalışmadır. Elbette ki her çalışmanın bazı eksik yanları olacaktır. Onun da eksik tarafı, da’vet konusuna sosyolojik ve psikolojik açıdan yaklaşmamasıdır. Bu alanda yazılmış en önemli çalışma, hiç şüphesiz Ahmet Önkal’ın “Rasulullah’ın İslam’a Da’vet Metodu”dur. Çalışma yukarıda isimleri belirtilen çalışmaların benzer yönlerini ortaya koymakla birlikte daha çok bizzat Hz. Peygamber’in da’vet hareketini, sözlerini, fiillerini ve uygulamalarını inceleyerek sonuca ulaşmakta ve zaman zaman hüküm/kural çıkarmaktadır. Ayrıca sadece Kur’an’ın ayetlerinden değil, Rasulullah’ın hadislerinden ve muteber siyer kaynaklarından istifade edilerek hazırlanmıştır. Yazıldığı dönemin İslam coğrafyasındaki da’vet çalışmalarına ışık tutmaktadır. Elbetteki yine de eksik yönleri olacaktır. Ancak şunu söyleyebiliriz ki bütün bu çalışmalar daha sonra yapılacak olan çalışmalara öncülük etmesi ve ışık tutması açısından önemlidir. Bu anlamda çalışma yapanları tebrik etmek gerekir. a- Kitap Çalışmaları Ahmet Akçeel İslamoğlu, İslama Göre Dava Adamı ve Da’veti, Ankara 1977. 108 * Ali Aksu Ahmet Önkal, Rasûlullah’ın İslam’a Davet Metodu, Konya 1994. Celaleddin Vatandaş, Hz. Muhammed’in Hayatı ve İslam Daveti, (Mekke ve Medine Dönemleri 2 cilt), İstanbul 2006. (Eser, tamamen bir siyer çalışmasıdır) İsmail Lütfi Çakan, Hakkı Tavsiye Metot ve Vasıtaları, İstanbul 1976. Mehmet Dikmen, Peygamberimizin İnsan Kazanma Metodu, İstanbul 2005. Mehmet Göktaş, İslam’ın Genç Davetçilerine, Ulukışla 1986. Mustafa Çatlı, Kur’an’da Da’vet ve Çağdaş Davet Eğilimleri, İstanbul 1996. Süleyman Uludağ, İslam’da Mürşid ve İrşad Faaliyeti, İstanbul 1975. Şevki Saka, Kur’an’ı Kerim’in Davet Metodu, by ty. Türkan Namlı, İslam’a Da’vet yy 1972. Vehbi Vakkasoğlu, Dünyada İslam’a Koşanlar, İstanbul 1987. İbrahim Canan, Hz. Peygamber’in Sünnetinde Terbiye, İstanbul 1982. Abdullah Özbek, Bir Eğitimci Olarak Hz. Muhammed, by 1985. İbrahim Kâfi Dönmez, Hz. Peygamber’in Tebliğine Hâkim Olan Başlıca Hukuk Prensipleri, İzmir 1983. Recep Kılıç-Mustafa Çağrıcı-Abdülhamit Birışık, Hz. Peygamber’in Hayatından Davranış Modelleri, Ankara 1998. b-Çeviriler Ahmed Faiz, fî Zilâl’il Kur’an’da Da’vet Yolu, çev., Ubeydullah Dalar, İstanbul 1990. Fethi Yeken, Da’vet Yolunda Dökülenler, çev., M. Akif Yıldırım, İstanbul ty. Fethi Yeken, Da’vet Yolunda Hazırlık, İstanbul 1992. Fethi Yeken, İslam’a Nasıl Da’vet Edelim?, çev. M. Said şimşek, Konya ty. Fethi Yeken, Çağdaş Da’vet Önderleri, çev., Ziya Eryılmaz, İs tanbul t.y. Fethi Yeken, Da’vetçiye Notlar: Davetçinin Yol Azığı, çev., Tevhid Ayengin, İstanbul ty. Hasan b. Ahmed b. Abdurrahman Hasan el-Benna, Davanın Esasları, çev. Abdurrahim Mert, İstanbul 1991. Mevdûdî, İslam Da’vetçilerine, çev., Halil Günenç, İstanbul 1969. İslam’a Davet Kitapları * 109 Muhammed Ahmed Raşid Da’vetin Başlangıç Noktası, çev., Cuma Ağaç, İstanbul 1992. Muhammed Ahmed Raşid, İslam Da’vetinde Öncü Erlere Engeller, çev., Ahmet Varol, İstanbul ty. Muhammed Ebu Zehra, İslama Da’vet: Gereklilik ve Yöntem Üzerine, çev.,Maşuk Aydın, Ankara ty. Muhammed B. Naif Zeynelabidin, Allah'a Da’vette Peygamberlerin Metodu, çev., Maden-M.Sıddık, İstanbul 1994. M. Hasan Bureygış, Da’vetçi Müslüman Kadın, çev., ÇelenMehmet, İstanbul 1995. Muhammed Hüseyin Fazlullah, Kur'an'da Da’vet Metodu, çev. Sıbgatullah. Kaya, İstanbul 1994. Muhammed Sabbağ, İslam Da’vetçilerinin Vasıfları, çev., Ömer Öztop, İstanbul 1978. M. Said Ramazan el-Bûtî, İslam’a Da’vet Metodu, çev., Said Şimşek, İstanbul 1987. Muhammed Said Ramazan el-Bûtî, İslam’ da Da’vet Metodu, çev., M. Said, Şimşek- İstanbul 1995. Mustafa Meşhur, Hak Yolunda Yürürken: (Da’vet İçin Yol Azığı); çev., Ahmed Cüneyd, İstanbul 1987. Mustafa Meşhur, İslam’a Da’vet Fıkhı, çev., M. Ahmet Varol, İstanbul ty. Mustafa Meşhur, Davet Yolunda Temel Meseleler, çev., Mahmut Hilmi Karacadağ, İstanbul 1991. Mustafa Meşhur, Davet Yolu, çev. Mehmet Çelen, İstanbul 1996. en-Nedvî, Peygamberimizin Tebliğât ve Talimâtı, (Asr-ı Saadet) çev. Ali Genceli, İstanbul 1967. Safiyyurrahman Mübarek Fûrî, Peygamberimizin Da’veti, çev. H.İbrahim Kutlay, İstanbul 1999. Hayatı ve Salih b. Muhammed, Başarılı İslam Da’vetçilerinin Vasıfları, çev., Mehmet Ali Kara, İstanbul 2004. Seyyid Ebü’l-A’la Mevdudi, Günenç, İstanbul 1969. İslam Da’vetçilerine, çev. Halil Seyyid Ebü’l-A’la Mevdudi, Gelin Müslüman Olalım, çev. Filiz Handan Türedi, İstanbul 1993. Seyyid Kutub, İslam Da’vasının Stratejisi, çev. Akif Nuri, İstanbul 1977. es-Seyyid Sabık, İslam Da’veti, çev., Ahmet Gürtaş, Konya 1971. c-Tezler 110 * Ali Aksu Türkiye’de da’vet ile ilgili yüksek lisans ve doktora tezleri de yaptırılmıştır. Bazıları doğrudan da’vet ile ilgili iken bazıları ise dolaylı yoldan da’vetle ilgilidir. Bunlar arasında şu çalışmaları sayabiliriz: 1. Abdurrahman Ateş, Tebliğ Eğitim ve Cihad Sürecinde Kur’an’ın Şiddet Sorununa Bakışı, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Konya 2000. 2. Asiye Yıldız, Kitab-ı Mukaddes ve Kuran-ı Kerim’deTebliğ Metodu Olarak Meselelerle Anlatım, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, ( yüksek Lisanas Tezi), Ankara 2006. 3. Ayşe Özüdoğru, Kur’an-ı Kerim’e Göre Peygamberlerin Da’vet Metodu, (Yüksek Lisans Tezi), Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul 2002 4. Fahri Hoşaf, Sünnette Propaganda, Harran Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, (Doktora Tezi), Şanlıurfa 2003. 5. Mehmet Şanver, Kur’an’da Tebliğ Metotları, Uludağ Sosyal Bilimler Enstitüsü, (Doktora Tezi) Bursa 1998. 6. M. Zeki İşcan, Emr-i bi’l-Ma’ruf ve Nehy ani’l-Münker, Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, (Yüksek Lisans Tezi), Erzurum 1991. 7. Murat Çakır, Bir Tebliğ Metodu Olarak Hz. Peygamber’in Hadislerinde Kıssalar, (Yüksek Lisans Tezi), Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul 2002. 8. Niyazali Aripov, Kur’an-ı Kerim’in İnanmaya Davette Kullandığı Üslubu, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, (Yüksek Lisans Tezi), Ankara 2001. 9. Şevki Saka, Kur’an-ı Kerim’de Da’vet Metodu, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Ankara 1979. 10. Talip Özdeş, Kur’an-ı Kerim’de Dine Davet Usulü (Yüksek Lisan Tezi), Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Kayseri, 1992. 11. Yavuz Fırat, Kuan’ı Kerim’e Vahiy Sürecinde Oluşan İslam Toplumu ( Tedric ve Tebliğ Yöntemleri Açısından),Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, (Doktora Tezi) Kayseri, 1997. 12. Şakir Gözütok, Hz. Peygamber’in Mekke ve Medine Dönemindeki Hadislerinde Uyguladığı Eğitim Metotları, Buhârî ve Müslim Örneği, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Konya 1995. 4- İsimlendirilişleri İtibariyle Da’vet Kitapları Davet kitaplarının isimlendirilişleri konusunda şunları söyleyebiliriz: 1-Kur’an’da da’vet veya bu bağlamda isimlendirilen da’vet kitapları. Bunlar, çoğunlukla Kur’an ayetleri ışığında da’vet, da’vet metotla- İslam’a Davet Kitapları * 111 rı, da’vetçilerin vasıfları ve peygamberlerin da’vetleri karşısında takındıkları tutumlar gibi konuları ele almaktadır. Tekrara düşmemek için bu yönde yapılmış çalışmaları burada da vermek istemiyoruz. Yukarıda da’vet kaynaklarına bakıldığında bu açıkça görülecektir. Ancak Türkiye’de yapılmış çalışmalar arasında bu bağlamda Şevki Saka’nın Kur’anı Kerim’in Davet Metodu kitabını referans olarak verebiliriz. 2-Hz. Peygamber’in da’vet metodu veya bu yönde isimlendirilen da’vet kitapları. Davet kitapları arasında en yaygın olanı, bu türden çalışmalardır. Daha çok bu çeşit kitaplarda Hz. Peygamber’in hayatı incelenmekte ve olaylar esnasında söylediği sözler ve yaşadığı ya da yaptığı uygulamalar ışığında da’vet faaliyeti ele alınmaktadır. Türkiye’de bu türden yazılmış da’vet kitapları arasında ciddi bir çalışma olarak gördüğümüz Ahmet Önkal’ın Rasulullah’ın İslam’a Davet Metodu isimli kitabını verebiliriz. 3-Sünnette da’vet şeklinde isimlendirilen kitaplar. Bunlar, da’vet kitapları arasında sayısal olarak azdır. Daha çok hadisler ışığı altında Hz. Peygamberin da’veti ve da’vet metodu incelenmektedir. Türkiye yapılan çalışmalar arasında Fahri Hoşaf’ın Sünnette Propaganda adlı doktora çalışmasını örnek olarak gösterebiliriz. 4-Yukarıda isimleri zikredilen da’vet çalışmalarının dışında da’vet kitaplarının değişik biçimlerde isimlendirildiklerini söyleyebiliriz. Bunlar arasında İslam’a da’vet metot ve vasıtaları, başarılı İslam da’vetçilerinin vasıfları, İslam da’vetinde engeller, da’vet yolunda hazırlık, İslam’a göre dava adamı ve da’veti gibi sayılarını çoğaltabileceğimiz isimlendirmeler yapılmıştır. 5-Muhtevaları İtibariyle Da’vet Kitapları Muhtevaları yönüyle da’vet kitaplarına baktığımızda genel itibariyle şu konulara ağırlık verdiklerini söyleyebiliriz: Da’vetin tanımı, gerekliliği, Kur’an ve sünnetteki yeri, önceki peygamberlerin ve Hz. peygamber’in da’vet metotları, Kur’an’daki kıssalardan da’vet için çıkarılacak dersler, günümüze aktarılması, da’vetçide bulunması gereken vasıflar, karşılaşılabilecek zorluklar, çözüm yolları ve da’vette kullanılması gereken vasıtalar ele alınmaktadır. Kaynaklara baktığımızda bütün bu konularda birbirlerini tamamladıklarını söyleyebiliriz. Yalnız söz konusu eserler içerisinde Hashim Altalib’in “İslam Davetçilerine Eğitim Rehberi” isimli çalışması, diğer da’vet eserlerinden tamamıyla farklıdır. Kitabın daha başında da belirtildiği gibi bu eserin hedef kitlesi, lisans ve lisansüstü olmak üzere üniversite öğrencileridir. Yaş olarak hedefi ise, 20 ile 30 yaş arasındaki genç insanlardır. Bazı uyarlamalarla diğer yaş grupları için de faydalı olabileceği belirtilmektedir30. Eserin amacı ise, “bilgiyi ve hikmeti ele geçirerek, inandırıcı ve etkili bir şekilde yüksek bir idrak ve sadakatle 30 Hisham Altalibi, İslam Davetçilerine Eğitim Rehberi, çev. Kamil Yiğit, İstanbul 1993, s. 10. 112 * Ali Aksu davayı uygulamaya koymak suretiyle sosyal değişmeye öncülük edecek dinamik liderler yetiştirmektir31. Kısacası eser, İslam’ı anlatacak davetçilerin nasıl eğitilmeleri gerektiğini güzel bir şekilde açıklamaktadır. Orijinal bir çalışma olması ve konuya farklı yaklaşımı hasebiyle diğer eserlerden ayrılmaktadır. 6-Da’vet Kitapları Hakkında Değerlendirmeler Da’vet kitapları konusunda şu değerlendirmelerde bulunabiliriz: 1-Da’vet kitaplarının yazılışı son yüzyılda başlamıştır. İlk olarak daha çok Arap ülkeleri ile Asyada (Hindistan ve Pakistan) başlamıştır. Türkiye’de da’vet kitaplarının tarihi son otuz yıllıktır. Öncesindeki kitaplar ise, çeviriler şeklindedir. 2-Da’vet kitaplarında belirlenmiş bir içerik ve metot söz konusu değildir. Daha çok birbirlerinin tekrarı şeklindedir. Gerek Türkiye dışında gerekse Türkiye’de yapılan çalışmalara baktığımızda bunu açıkça görebiliriz. Ayrıca Türkiye dışında yapılan kitapların bir kısmı bilimsel içerikli değildir. 3-Genel olarak da’vet kitaplarına baktığımızda bunların 1900’lü yıllarda yazılmış olduğunu görebiliriz. Bir başka deyişle siyasal İslam’ın mücadele verdiği dönemlerde yazılmıştır. 2000’li yıllarda da’vet kitaplarının yazılmasında bir düşüşün yaşandığını müşahede etmekteyiz. Bu durum, Türkiye’de de aynıdır. 4-Yine genel olarak da’vet kitaplarına baktığımızda bunların bulundukları dönemin ileri gelen fikir ve düşünce adamları tarafından yazıldıklarını rahatlıkla söyleyebiliriz. Örneğin, Hasan el-Benna, Seyyid Kutub, Mevdûdî, Fethi Yeken ve diğerleri gibi. Da’vet kitapları yazarlarının yaşadıkları yerlere baktığımızda çoğunluğun Pakistan, Hindistan ve Mısır olduğunu görmekteyiz. Bu da bu bölgelerde İslami duyarlılığın daha hassas olduğunu ortaya koymaktadır. 5-Genel olarak da’vet kitapları incelendiğinde içeriklerinin neredeyse aynı olduklarını belirtmiştik. Bu durum, İslam’ın dünyanın bütün ülkelerinde yetiştirilen bir çiçek bahçesi olarak düşünülmesinden kaynaklanmaktadır. Gerçek hayatta bu böyle değildir. İslam daha çok her ülkede farklı bir düzenlemeyle sunulabilen eşsiz bir çiçekler demetidir. Her toprak ve iklim için ayrı bir çiçekler grubu vardır. O ülkeye uygun özel ve mahalli çiçekler vardır. İslam toplumunu böylesine renkli, verimli ve ilgi çekici yapan bu güzel uluslar mozaiğidir. Bu nedenle da’vet kitaplarının tamamı bu hususu göz önünde bulundurularak hazırlanmamıştır. 6-Son yirmi yıl teknolojik açıdan hızlı bir değişimin yaşandığı bir dönemdir. Da’vet kitapları yazılırken da’vet vasıtalarında o dönemin teknolojisi gündeme getirilmiştir. Ancak bu durumun yeniden gözden geçirilerek da’vet çalışmalarının hazırlanması gerekir diye düşünmek31 Age., s. 1. İslam’a Davet Kitapları * 113 teyiz. Örneğin internet aracılığıyla İslam nasıl anlatılmalı? Uydu vasıtasıyla bütün dünyaya ulaşılan televizyonlardan da’vet için nasıl istifade edilmeli? Gibi daha çoğaltabileceğimiz sorulara uzmanları tarafından yeniden cevapların aranması gerekmektedir. KÜLTÜRÜMÜZDE YAŞAYAN KİTAPLAR: FÜSÛSÜ’LHİKEM VE MESNEVİ ÖRNEĞİ Kadir Özköse Giriş Diğer İslâmî bilimlerde olduğu gibi tasavvufta da tahsil edilmesi gereken ilim ve okunması gereken kitaplardan maksat, Allah'a giden yolları tespit etmek, O’nun rızâsına muvafık işler yapmaktır. İlmin nefse ve bayağı arzulara galip gelmesi, sahibini hayırlı amellerin yollarına sevk ettirmesi, halk kapısını kapayıp en büyük kapı olan Hak kapısını açması beklenmektedir.1 Sûfîlere göre esasında ilim; kitap, defter ve sahifelerden öğrenilmez. Bizzat ricâlin ağzından, üstadın rahle-i tedrisatından ve kalb ustasının huzurunda alınır. Zira en özel kitap insandır. Önce insanlık kitabının okunması, insan-ı kâmile nazar kılınması esastır. Satırlardan değil südûrdan haberdar olmak önceliklidir. Çünkü asıl ilim; hâl ilmidir, kâl ilmi değildir. Kâl ilmi kitaplardan öğrenilebilir. Ama hâl ilmi yalnızca ricalin ağzından ve onların hayatlarından elde edilir. Zira tasavvuf, tecrübî ilimdir. Kişinin keşf ve ilhama mazhariyetini gerektirir. İlimden maksat da kişinin mücehhez olduğu bilgileri, günlük hayatında uygulamasıdır. Buna da yaşanarak öğrenilen hâl ilmi adı verilir. Maneviyat yolunun kavşak noktalarını, yol ayırımlarını ve tehlikeli boyutlarını ancak onu yaşayanlar, o yollardan daha önce bir rehber öncülüğünde geçenler bilebilirler. Bu rehberler insan-i kâmillerden başkası değildir. İnsan-ı kâmiller ise ârif, ilmi ile âmil ve ihlâslı müttakilerdir. 2 Tasavvuf ve sufilere yönelik bir takım eleştirilere göre, kimi zahidler, ilimden yüz çevirmeyi zühdün gereği kabul ettiler, insanın akla dayalı kesbî ilmi değil, iç aydınlanmaya (işrâk) dayalı ilm-i bâtını esas aldıklarını söylediler, gerçek ilmin, “varak” ilmi değil, “hırka” ilmi olduğunu vurguladılar, kesbî ilmi, manevî basamakların önünde bir engel olarak gördüler, onun kalbe perde olduğunu dile getirdiler. 3 Pek çok tasavvuf eleştirmeni, bu anlayışın göstergesi olarak, Cüneyd-i Bağdâdî (ö. 297/909)’nin şu tavsiyesine dikkat çekmektedir: “Sûfi, kalbinin ve niyetinin dağılmaması için okumamalı, yazmamalı, evlenmemeli ve dünya malı için çalışmamalıdır.” 4 Sûfî zümreler arasında dile getirilen bu tür veriler, sülûk eğitimiyle sınırlı bulunmaktadır. Yoksa bu durum hayat boyu takınılan bir tutum değildir. Zira tasavvuf; alâkalardan sıyrılmanın, takıntılardan kurtulmanın, himmeti Allah C. Ü. İlahiyat Fakültesi Öğr. Üyesi Dilâver Gürer, Abdülkâdir Geylânî –Hayatı, Eserleri, Görüşleri-, İnsan yay., İstanbul 1999, s. 223. 2 Gürer, Geylânî, s. 223. 3 Ebu’l-Ferec Abdurrahman İbnu’l-Cevzî, Telbîsu İblîs, Beyrut 1992, s. 135. 4 Ebû Talib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb, Kahire 1315, c. I, s. 156. 1 KültürümüzdeYaşayan Kitaplar Füsusü’l-Hikem ve Mesnevi Örneği * 115 (c.c.)’a râm kılmanın, Allah’tan başka amaç ve gaye edinmemenin adıdır. Din, peygamber, kitap, ilim ve ibadet birer vasıtadır. Gaye Hakk’ın rızasıdır. İlim ve kitap bu gayeye hizmet ediyorsa saygındır, kıymettir ve bir değerdir. Tasavvuf erbabı ilim tahsiline ve kitap tahkikine engel olanlar değil halvet ve murakabe gibi sınırlı anlarda müridin tüm dikkatini Allah’a hasretmesi istendiği için, bu durumlarda başka şeylerle ilgilenmesi istenmez. Sülûk öncesi ve sonrasında dervişin zâhirî ve bâtınî ilimleri tahsili bir görevdir. Örneğin, ünlü mutasavvıf Serî Sakatî (ö. 257/870), talebesi Cüneyd’e, “Allah seni sûfî muhaddis değil, muhaddis sûfî eylesin”5 diye duada bulunurken, Cüneyd-i Bağdâdî, “Kur’an ezberlemeyen ve hadis yazmayan kimselere tasavvuf yolunda tâbî olunmaz. Çünkü bizim bu ilmimiz Kitap ve sünnetle mukayyettir”6 demektedir. Hicri dördüncü yüzyılın ikinci yarısından itibaren yozlaşan tasavvufî anlayışlara karşı içeriden eleştirilerde bulunan Ebü’l-Hasan Ali b. Osman el-Hucvîrî (ö. 465/1072), bazı sûfîlerin tarikatlara intisap ettikten sonra kalbe perde olma bahanesiyle ilim tahsilini bırakarak ders kitaplarını denize attıklarından söz eder ve onların bu tutumlarını kınar.7 Çünkü bu tutum, İslâm dünyasında ilim aleyhtarlığını hızlandırmış, ilim adamlarına güven duygusunu sarsmakla kalmamış, bilgi vasıtaları konusunda şüpheler bile uyandırmıştır. Tasavvuf erbabı ilim tahsili ve kitap talimine değil kuru ilim anlayışına, bilgi hamallığına, ilmin içselleştirilemeyişine ve putlaştırılmasına karşı olmuşlardır. Sadece lisanda kalan, gönülle irtibatlı olmayan, samimiyetten uzak bir şekilde mukallitler tarafından seslendirilen ilmin kuruluğundan ve yavanlığından dert yanmışlardır. Sûfîler, hakîkat-şerîat, bâtın-zâhir, sadrlara dayalı bilgi-satırlara dayalı bilgi arasında daima ayırım yapmışlar ve birincisinin ikincisinden daha üstün olduğunu ifâde etmişlerdir. Bu çerçevede Bayezid-i Bestâmî (ö. 261/875)'nin zâhir âlimlerine yönelik söylediği “Siz ilminizi ölülerden, biz ise, hiç ölmeyen diriden (Allah) aldık” sözü, sûfîlerin referansı olmuştur. Onlar bilgiye ulaşma amacıyla kitap okumaktan ziyade mücâhede, zühd ve nefis tezkiyesi yapmanın “Allah'ı bilme”ye (ma'rifetullah) daha çabuk ulaştıracağı görüşündedirler. Bunun bir sonucu olarak da sülûk aşamasındaki mürîdlerine kitap okumayı pek tavsiye etmemişlerdir. 8 Örnek verecek olursak Abdülkerîm el-Cîlî (ö. 826/1423), bazı sûfîlerin, müridlerine, hakîkat kitaplarını incelemelerini niçin yasakladıkları sorusunu da sorar. Ona göre bu yasak, tamamen anlayışı kıt olan insanların hataya düşmelerini engelleme amacına yöneliktir. Şöy5 6 7 8 Mustafa Kara, Din Hayat Sanat Açısından Tekkkeler Ve Zaviyeler, İstanbul 1990, s. 80. Ebu’l-Kasım Abdülkerim el-Kuşeyrî, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye fi ilmi’t-tasavvuf, haz.: Ma’ruf Zerrik, Ali Abdulhamid Baltacı, Daru’l-Hayr, Beyrut 1993, s. 430-431. Ebû Ali Ali b. Osman el-Hucvirî, Keşfü’l-Mahcûb, çev.: Süleyman Uludağ, İstanbul 1982, s. 217-219. Abdullah Kartal, Abdülkerîm Cîlî –Hayatı, Eserleri, Tasavvuf Felsefesi-, İnsan yayınları, İstanbul 2003, s. 326-327. 116 * Kadir Özköse le ki, anlayışı eksik olanlar, ya sûfîlerin sözlerini, onların kastettiği mananın tersine yorumlayarak kullanırlar ve dolayısıyla helak olurlar ya da kitapları anlamak adına ömürlerini adarlar, fakat hiçbir sonuç elde edemezler. İşte bu nedenle anlayışsız insanların, hiçbir hakîkate ulaşamadan sûfîlerin kitaplarını incelemelerini engellemek için böyle bir yasak vazedilmiştir. Çünkü, tasavvufun kendisine özel bir dili ve terminolojisi vardır. Alan dışı kişilerin sûfîlerin eserlerini değerlendirirken öncelikli olarak genelde tasavvufun, özelde de o müellifin kavramlara yüklediği anlamı, tasavvuf disiplinin problemlerini kendi bağlamında değerlendirmeye ihtiyacı vardır. Zira sûfîler anlaşılma problemi yaşamışlardır. Başkalarının yanlış yargılara, haksız eleştirilere ve anlamsız çekişmelere fırsat vermemek için sembolik bir dil kullanmayı tercih etmişlerdir. Füsûs örneğinde olduğu gibi tasavvufî eserlerin hitap kitlesi özeldir. Avâm, havâs ve havâssü’l-havâs ayrımı yapan sûfîler, “İnsanlara anlayacakları kadar konuşunuz” prensibini ilke edinmiş, “Her akamın bir makâli vardır” anlayışı ile muhataba özel bir dil ve üslûp kullanmışlardır. Şu hâlde denilebilir ki, tasavvuf kültüründe sûfîlerin kitaplarını okumaktan men', genel değil, özeldir. Anlayışlı mürîdlerin, sûfîlerin kitaplarını okumamaları gerektiği bir tarafa, çoğu zaman bizzat okumaları da tavsiye edilmiştir.9 Her ne kadar sufiler bilginlerin kitap düşkünlüklerini eleştirmiş, müritlerine ‘kitap toplamaya değil, örtüleri kaldırmaya çalışmalarını’ söylemişlerse de, kendilerinin İslam tarihindeki yazarların en verimlileri arasında oldukları bir gerçektir. 10 Evrâd, ezkâr, âdâb, ahlâk, tabakât, menâkıb, hikmet, marifet, hakikat, tasavvufun incelikleri, tasavvufî hâl ve makamlar ve tasavvufî tecrübelere dair kaleme alınan eserleri okumaya o kadar çok önem verilmiştir ki, yolun inceliklerini bilen, idraki yüksek ve zihni berrak dervişler daima takdir görmüşlerdir. Müridlerin hakikat ehli sûfîlerin kitaplarını okumasının amacı, uzak mesafeyi yakınlaştırmak ve zor olan yolu kolaylaştırmak içindir. Bu ise, tamamen epistemolojik bir amaç taşır. Cîlî sûfîlerin kitaplarını okumanın önemini şu şekilde dile getirmektedir: “Sâlik'in sülûktaki amacı, hakikate ulaşmak olduğuna göre İbnü'l-Arabî gibi kâmil zâtların ortaya koyduğu hakikatler, kendi sülükleri ve hâlis amellerinin sonucudur. Yani söz konusu sûfîlerin kitaplarındaki bilgiler, sülûkun hedefi olan hakîkate ulaştıktan sonra yazılmıştır. Dolayısıyla bunlar, bize ilâhî hakîkat kapılarını açar. Hâlbuki sâlik, ‘hakîkate henüz ulaşmamış kişi’ demektir. Şu hâlde kâmil zâtın kabiliyeti ile mürîdin kabiliyeti arasında büyük fark vardır. Eğer mürîd, söz konusu kitaplarda ortaya konular meseleleri tam olarak anlarsa, 9 Kartal, Abdülkerîm Cîlî, s. 328-329. Annemarie Schimmel, İslamın Mistik Boyutları, çev. Ergun Kocabıyık, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 1999, 34. 10 KültürümüzdeYaşayan Kitaplar Füsusü’l-Hikem ve Mesnevi Örneği * 117 onun bilgisi ile kitabın yazarının bilgisi, aynı seviyede olur ve o, yazarın anladığı her şeyi anlama melekesini kazanır.”11 Geçmişte olduğu gibi günümüzde de tasavvufî eserler popüler kitaplardır. Gerek ülkemizde gerekse İslâm ve Batı dünyasında sûfî söylem dikkatleri celbeder niteliktedir. Tasavvufî eserlere diğer kaynaklardan daha fazla ilgi duyulmasının ana sebebi, insanlığın ortak sorunlarına değinmeleri, evrensel mesajlar içermeleri, sıcak, cezbedici ve akıcı bir üslûba sahip olmaları, felsefî derinlikte bulunmaları, edebî zenginliği yansıtmaları, ontolojik, metafizik ve epistemolojik sorunlara kendine özgü metotları ile yaklaşım sergilemeleridir. Bu minvalde Hâris el-Muhâsibî (ö. 243/857)’nin er-Riâye’si, Abdülkerim el-Kuşeyrî (ö. 465/1073)’nin er-Risâle’si, İmam Gazâlî (ö. 505/1111)’nin İhyâ’sı, Hoca Ahmed Yesevî (ö.562/1166)’nin hikmetleri, Ebü’l-Hafs Ömer es-Sühreverdî (ö. 563/1167)’nin Avârifü’l-Maârif’i, Hacı Bektâş-ı Veli (ö. 669/1271) yolunun nefesleri, Yunus Emre (ö. 720/1320)’nin ilahileri, Yazıcızâde kardeşlerin Muhammediyye ve Envâru’l-Âşıkîn’i, Süleyman Çelebi (ö. 825/1422)’nin Vesîletü’n-Necât isimli mevlidi, Eşrefoğlu Rûmî (ö. 874/1469)’nin Müzekkinnüfûs’u, Şems-i Sivâsî (ö. 1006/1597)’nin İbret-nümâ, Gülşen Âbâd, HeştBihişt ve Mirâtü’l-Ahlâk’ı, Erzurumlu İbrahim Hakkı (ö. 1194/1780’nın Marifetnâme gibi eserleri Anadolu insanının asırlardır elinden bırakmadığı, bir bilenle birlikte okuduğu, sırların keşfine, hakikatin talimine, gönül aynasının cilalanmasına ve ahlâkının kemal bulmasına zemin hazırlayan eserlerdir. Tasavvufî eserler arasında özellikle iki eser var ki, her ikisi de Anadolu Müslümanlarının hikmet geleneğine sülûk etmesini sağlayan başucu kitapları niteliğindedir. En fazla okunan, tarih boyu sürekli istinsah edilen, dünya dillerine sıklıkla tercüme edilen ve üzerlerinde en fazla şerh yazılan ve sürekli gündemde olan eserlerdir. Bunlar Füsûs ve Mesnevî’dir. Her iki eserin müellifi de Anadolu’ya dışarından, biri doğudan biri batıdan gelmiş isimlerdir. Hakk’ın tecellileri bazen celâl, bazen cemâl tarzındadır. Kimi zaman da celâl içinde cemal, cemal içinde celâl tecellileri olur. Bunun en bariz örneğini on iki ve on üçüncü yüzyıl Anadolu’sunda görmekteyiz. Anadolu on ikinci yüzyılda batıdan gelen Haçlı seferleriyle on üçüncü yüzyılda da doğudan gelen Moğol istilâsı ile sarsılmış, buhranlar içinde kıvranmış, Hakk’ın celâl tecellisine maruz kalmıştır. Fakat bu acı ve zorlu dönemlerde Anadolu’nun kazandığı güçlü iki isim dikkatimizi çekmektedir. Felaketlerden birinin batıdan diğerinin doğudan gelmesi gibi Anadolu’ya ruh ve mânâ katan erleri de batıdan ve doğudan gelmişlerdir. Bunlar; Endülüs ve Mağrib’den gelip Anadolu’ya yerleşen Muhyiddin İbnü’l-Arabî (ö. 638/1240) ile günümüz Afganistan sınırları içerisinde bulunan Belh’ten gelip Konya’ya yerleşen Mevlânâ 11 Kartal, Abdülkerîm Cîlî, s. 326-328. 118 * Kadir Özköse Celâleddin-i Rûmî (ö. 672/1273)’dir. İbnü’l-Arabî’nin Füsûs örneğindeki serleri ile Mevlânâ’nın Mesnevî örneğindeki yapıtları hâlen tazeliğini ve diriliğini koruyan, eskimeyen ve asırlardır yaşayan kitaplardan ikisidir. Biz bu tebliğimizde eskimeyen, popülerliğini ve tazeliğini hâlen koruyan bu iki eseri tanıtmaya çalışacağız. a. Füsûsü’l-Hikem İbnü’l-Arabî’nin yazıldığından beri üzerinde en çok tartışılan, hakkında en çok konuşulan ve de çok okunan eseri; Füsûsü’l-Hıkem ve Husûsü’l-Kilem’dir. Eserin adı, yüzük kaşı anlamına gelen “Fas”ın çoğulu olan Fusûs ile “Hikmet”in çoğulu “Hikem”in bir araya gelmesinden meydana gelir. Eser, İslami sırrîliğin ana doktrinine ayrılmış yirmi yedi bölümden oluşan manevî vasiyetnâme niteliğindedir.12 Gerek dilinin ağırlığından gerekse gösterilen ilgiden dolayı İslami literatürde hakkında en çok şerh yazılan eserler arasında zikredilir.13 Fusûs, İbnü’l-Arabî’nin olgunluk döneminde ulaştığı fikrî zirveyi temsil etmektedir. Diğer eserlerinden farklı olarak müellifinin görüşünü tam ve eksiksiz şekilde ihtiva etmektedir. İbnü’l-Arabî bu eseri yazmadan önce sisteminin bazı yönlerini diğer eserlerinde ele almış ve işlemişse de, Fusûs bütün eserleri arasında onun vahdet-i vücud fikrini en açık şekilde dile getirdiği eseridir.14 İbnü'l-Arabî bu kitabında, her Müslümanın inandığı, fakat “bilgi” bakımından “kalp”lerinde “bi’l-kuvve” olan peygamberlerdeki “ilâhi hikmetler”i kendi şahsında “bi’l-fiil” tahakkuk ettirmiş, Hz. Adem’den îtibâren âhir zamân peygamberi Hz Muhammed’e kadar 27 nebî ve resûldeki “hikmet”in özlerini, vâsıl olduğu “mârifet” seviyesinden, ifâdesi mümkün olduğu ölçüde beyân etmiştir.15 Kitabın kaleme alınması, kendisinin eserin başlangıcında belirttiği gibi, rüyada Hz. Peygamber’in işareti üzerine olmuştur. Bu mânevî emre uyan İbnü'l-Arabî Fusûsu'l-Hikem’i yazmıştır. Müellif bu kitabında, ulaştığı marifet seviyesinden Kur'an-ı Kerim ve Hz. Peygamber’in bir övgüsünü yapmaktadır. Bu bakımdan eser, Kur'an-ı Kerim’in îcâzını beyân eden, âdeta bir “medhiyye” ve “ehl-i hakîkat” diliyle söylenmiş mensûr bir “na’t-ı Peygamberî”dir. Bir peygambere ayrılan bölümde, o peygambere verilen “hikmet” âyet-i kerimelere istinâd edilerek, ilgili âyetler tefsîri ile anlatılmakta, mânâyı açıklayan veyâ destekleyen hadîs-i şerifler kısaca zikredilmektedir. Bu nedenle Fusûsu'l-Hikem peygamberler hakkındaki âyetlerin “hakâyık ilmi” bakımından tefsîridir 12 13 14 15 Seyyid Hüseyin Nasr, Üç Müslüman Bilge, çev. Ali Ünal, İstanbul 1985, ss.109-111, İnsan yay. Muhyiddin İbnü’l-Arabî, Şerhu Fusûsü’l-Hikem, tah. Mahmud Mahmudu’l-Gurab, Şam 1985. Ebu’l-Alâ Afîfî, “İbn Arabî Hakkında Yaptığım Çalışma”, İbn Arabi Ansına (Makaleler), ter. Tahir Uluç, İnsan Yayınları, İstanbul 2002, s. 40. Mustafa Tahralı, “Fusûsu’l-Hikem Şerhi ve Vahdet-i Vücud İle Alâkalı Bazı Meseleler”, Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi, ter. ve şrh. Ahmed Avni Konuk, haz. Mustafa Tahralı-Selçuk Eraydın, Marmara Ün. İlahiyat Fak. Vakfı Yay., İstanbul 1994, c. I, s. 30. KültürümüzdeYaşayan Kitaplar Füsusü’l-Hikem ve Mesnevi Örneği * 119 de denilebilir.16 Eserde işlenen ana konu ise “tevhîd”dir. Bu tevhîd anlayışı da, tasavvuf ehlinin “havâssu’l-havas” denilen “seçkinlerin seçkini ârifler”in “mârifet”i seviyesinden ifâde edilmiştir.17 Fusûs yazıldığı tarihten bugüne kadar sekiz asırdan beri mutasavvıf ve düşünürlerin dikkatini çekmiştir. Üslûbu, ele alınan konuları ve dile getirilen fikirleri ile eser, anlaşılması zor bir metindir. Bu anlaşılmazlığın esas sebebi, müellifin bizzat belirttiği gibi, eserin “mücmel” lafızlarla yazılmış olmasıdır.18 Böylesine “mücmel”, hattâ “işâret” derecesinde kapalı olan bu fikirlerin anlaşılabilmesi için, müellifin Fütûhât-ı Mekkiyye ve daha önce kaleme aldığı eserlerindeki fikirlerinin, kullandığı ıstılahların iyi bilinmesi ve anlaşılması gerekmektedir. Onun için bu eserini okumadan ya İbnü'l-Arabî’nin eserlerinin büyük bir kısmı, bilhassa Fütûhât okunmalı veyâ en az bir Fusûs şerhine başvurulmalıdır.19 b. Mesnevî-i Şerîf Mevlânâ’nın bilinen beş eserinden ikisi manzum, diğer üçü ise mensurdur. Eserlerinin tamamı döneminin edebî dili olan Farsça ile yazılmıştır. Manzum eserleri Mesnevî ve Dîvân-ı Kebîr, mensur olanlar ise Fîhi Mâ Fîh, Mecâlis-i Seb’a ve Mektûbât isimli eserleridir. İnsanoğlunun meydana getirdiği zamanı aşmış âbidelerden biri olan ve Mevlâna tarafından 'Birlik Dükkanı" diye adlandırılan Mesnevî, adını, yazıldığı tarzdan alan bir eserdir. Her beyit kendi arasında kafiyeli, aynı vezinle yazılmış manzum eserlerin genel adı olan “Mesnevi” terimi, Mevlânâ’nın meşhur eserinden sonra bu ifade ile akla ilk gelen eser, Mevlânâ’nın Mesnevî’si olmuştur. Eserin yazılması Mevlânâ’nın halifesi Çelebi Hüsâmeddin (ö. 687/1288)’in ısrarı ve isteği üzerine olmuştur.20 Rivayete göre; Çelebi Hüsameddin, Hakim Senâî (ö. 525/1131) ve Ferîdüddin Attâr (ö. 618/1221)’ın eserlerinin büyük şöhret bulduğunu, insanların bu eserleri ellerinden düşürmediklerini, müritlerin irşadı için böyle bir eserin gerekliliğini ifade etmiş, Hz. Mevlânâ’dan bu tür bir eser yazmasını istemiştir. Mevlânâ da talep edilen esere başlangıç mahiyetinde, ilk on sekiz beyti sarığının kenarından çıkararak Çelebi Hüsameddin’e verir ve eserin yazılmasına bu şekilde başlanır. Bundan sonra hayatın her anında ve her safhasında Hüsameddin Çelebi sürekli Mevlânâ’nın yanında bulunur ve gece gündüz eserin yazılmasına devam edilir. Yaklaşık olarak 1260-1267 yılları arasında yazıldığı ifade edilen Menevî’nin yazılmasına sadece birinci 16 17 18 19 20 Tahralı, “Fusûsu’l-Hikem Şerhi ve Vahdet-i Vücud İle Alâkalı Bazı Meseleler”, Hikem Tercüme ve Şerhi, c. I, s. 31. Tahralı, “Fusûsu’l-Hikem Şerhi ve Vahdet-i Vücud İle Alâkalı Bazı Meseleler”, Hikem Tercüme ve Şerhi, c. I, s. 30. Tahralı, “Fusûsu’l-Hikem Şerhi ve Vahdet-i Vücud İle Alâkalı Bazı Meseleler”, Hikem Tercüme ve Şerhi, c. I, s. 35. Tahralı, “Fusûsu’l-Hikem Şerhi ve Vahdet-i Vücud İle Alâkalı Bazı Meseleler”, Hikem Tercüme ve Şerhi, c. I, s. 35. Yaşar Nuri Öztürk, Mevlânâ ve İnsan, Yeni Boyut yay., İstanbul 1998, s. 33. Fusûsu’lFusûsu’lFusûsu’lFusûsu’l- 120 * Kadir Özköse cildin tamamlanmasından sonra Çelebi Hüsameddin’in hanımının vefatı üzerine, 1262-1264 yılları süresince iki yıl kadar ara verildiği ifade edilmektedir.21 Altı ciltlik bir eser olan Mesnevî’nin beyit adedi değişik nüshalarda farklılıklar olmasına rağmen, yaklaşık 26 bin kadardır. Bu konuda önemli bir ölçü ve temel kabul edilen Konya nüshasının beyit adedi ise Nicholson baskısına da esas teşkil etmesi itibariyle 25.632’dir.22 Mesnevî, yalnız Mevlânâ’nın değil, tasavvuf edebiyatının en ünlü bir mahsulüdür. Başta Hind, İran ve Anadolu Türkleri olmak üzere İslam âleminin her tarafında güçlü bir nüfûza sahip bir eserdir. Bu eser, aslında müritlerin irşadı maksadıyla yazılmış ahlâkî-tasavvufî didaktik bir mahsuldür. Doğal olarak orta seviyedeki halk düşünülerek yazılmıştır. Mesnevî, bir gönül eğitimcisi olan Mevlânâ’nın insanlara sevgiyi, gerçek aşkı, örnek insan olmayı öğreten ve güzel ahlak, dürüstlük, cömertlik, çalışmak, alçakgönüllülük, sabır, iyilik etmek, başkalarının iyiliğini istemek, doğru sözlü olmak, helal lokma yemek, Hakk’a şükretmek ve ibadet gibi konuların önemini anlatan talimi bir eserdir. 23 Temelde kaynağını Kur’ân-ı Kerim ve hadis-i şerifler oluşturmaktadır. Mesnevi’ye Mağz-ı Kur’ân denilmesi de bu sebeptendir. Mesnevî’deki her hikâyenin bir âyet ya da hadisi açıklamak için örnek olarak verildiği görülür. Mesnevî’de tefsir ve hadis yanında; fıkıh, kelam, tasavvuf, tarih ve tıp gibi ilimlere ait konular, zamanın örf ve âdetleri yer alır. Anlatılan hikâyeler; Kelile ve Dinme, Feridüddin Attâr’ın Esrarnâme ve İlâhînâme’si, Sâ’lebî’nin Kısâsü’l-Enbiyâ’sı, Gazali’nin İhyâu Ulûmiddin’i, Şems-i Tebrîzî’nin Makâlât’ı gibi eserlerden alınmıştır. Az sayıda hikâye de halk arasında söylenilen anonim türdendir.24 Mevlânâ, eski mutasavvıf şâirlerin usûllerine uyarak, her fikri, her nasihati, her nazariyeyi uygun bir hikâye ile anlatır. Fakat o hikâyeyi bitirmeden söz arasında bir sırasını getirerek ikinci, hatta onu da bitirmeden üçüncü hikâyeye geçer ve onlardan sonra ilk hikâyenin neticesi gelir.25 Aslına bakılırsa Mesnevî, bir hikâye kitabı demek değil, bir hakikat kitabıdır. Tasavvufun özü ve bir tasavvuf ansiklopedisidir. Hemen hemen insan hayatını ilgilendiren her konu işlenmiştir. Mesnevî’yi anlamak ve ders almak için de gönül sahibi olmak lazımdır. Mevlânâ’yı ve 21 22 23 24 25 Safi Arpaguş, Mevlânâ ve İslâm –Algı ve Anlatım-, Vefa Yayınları, İstanbul 2007, s. 62. Arpaguş, Mevlânâ ve İslâm, s. 63. Arpaguş, Mevlânâ ve İslâm, s. 63. Arpaguş, Mevlânâ ve İslâm, s. 63. Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, İstanbul 1993, s. 227. KültürümüzdeYaşayan Kitaplar Füsusü’l-Hikem ve Mesnevi Örneği * 121 Mesnevî’yi sevenler, “Mevlânâ hakkında ne söyleyeyim, o bir peygamber değildir, ama kitabı vardır” derler.26 Mesnevi, Vahdet dükkanıdır. Yalnız Allah’ı terennüm eden, Allah aşkını dile getiren, insanlığa, hayırlı, aydınlık, nurlu bir yol çizerek, onu “kemâl” durağına ulaştıran büyük mürşid Mevlânâ, onlara, onların anlayabileceği bir dille seslenmiş ve Mesnevisi’ni atasözleri, hikâyeler, hatta masallarla süslemiştir. Bizzat kendisi, Mesnevi üzerine der ki: “Bu kitap, masal diyene masaldır. Bu kitapta halini gören ise er kişidir. Mesnevi, Nil ırmağının suyuna benzer. Kıpti’ye kan görünür ama, Musa’ya âb-ı hayat.” 27 Mevlânâ’nın ifadelerindeki güzellik, açıklık ve sadelik eskiden beri herkesin dikkatini çekmiştir. Onun tam anlamıyla Muhammedî yolu takip etmesi kendisine büyük bir rağbet kazandırmıştır. Ecdadımız Mesnevî’yi makamlarla okur, kendilerinden geçerdi. Mesnevîhanlar tekkelerde ve camilerde dersler verirdi. Ahmet Hamdi Tanpınar bir gün Yahya Kemal’e sorar: - “Üstad, biz Viyana kapılarına kadar nasıl gittik?” Yahya Kemal şöyle cevap verir: - “Pilav yiyerek ve Mesnevî okuyarak!” 28 Özetle diyebiliriz ki, kültürümüzde yaşayan ve ölümsüzleşen kitaplardan iki örnektir Füsûs ve Mesnevî. Fusûs, hemen hemen bütün konuları “vahdet-i vücûd” bağlamında ve vücûdun birliği yönü ele almıştır. Bir bütün olarak hz. Peygamber örneğinde insan-ı kâmili tanıtmıştır. Allah, insan ve âlem arasındaki ilişkiyi ontolojik, epistemolojik ve metafizik yaklaşımlarla dile getirmiştir. Kesrette boğulmamayı, kesrette vahdeti ve vahdette kesreti idrak edebilmeyi, ikilikten kurtulup birliğin sırrına erebilmeyi, Mutlak Varlık olarak Hakk’a bende olabilmeyi, varlık mertebelerinin sonuncusu olan insanın hakikati idrak edebilmesini beyan etmiştir. Fusûs ise “havass”a, hattâ bâzı yerlerinde sâdece “havassü’lhavass”a hitâp eden, orta derecelerdeki tasavvuf ehlinin de güç idrâk edecekleri, “metafizik” ifâde ve mânâ incelikleri taşıyan bir eser olmasına rağmen, Mesnevî hem avâma, hem sâliklere, hem de “havass’a hitâp eden bir eserdir. İnsanın anlam arayışını beyan etmekte, bi’lkuvve bulunan insanlık cevherinin bi’l-fiil konuma gelmesine öncelik ermektedir. Kur’ân âyetlerine getirilen işârî yorumlarla dinin şeklî boyutundan çok özünü yansıtmaya çalışan, zahir-batın, ilim-irfan, dünyaahiret, ruh-beden ve suret-mânâ ilişkisini ortaya koyan bir eserdir. 26 27 28 Ethem Cebecioğlu, “Yaşayan Son Mesnevîhan Şefik Can, Mevlânâ, Mesnevî ve Mevlevîlik”, İlmi ve Akademik Araştırma Dergisi Tasavvuf, yıl: 6, sayı: 14, Ocak-Haziran 2005, s. 848-849. Mehmet Önder, Mevlâna (Hamdım-Pişdim-Yandım), Ajans Türk, ts., s. 88. Emine Yeniterzi, Mevlânâ Celâleddin Rûmî, TDV yay, Ankara 1997, s. XV. ÇAĞA VE İNSANA UYGUN DAVET KİTAPLARI NASIL OLMALI? Abdullah Yıldız “Doğrudan doğruya Kur’ân’dan alıp ilhâmı; Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm’ı.” Kur’ân şairi Mehmed Akif Ersoy, çalışmamızın çerçevesini çizen “Çağa ve insana uygun davet kitapları nasıl olmalı?” sorusuna bu enfes beyitle çok anlamlı ve derinlikli bir cevap verir. Buna göre, genel olarak davet/tebliğ faaliyetleri (be-tahsis davet kitapları) öncelikle şu iki temel ilkeyi gözetmek zorundadır: 1) Doğrudan Kur’ân’dan beslenmek, davetin içeriği ve yöntemi başta olmak üzere her şeyde ondan ilhâm almak. 2) Asrın idrâkine; anlayış ve izanına hitap etmek, çağın insanının anlayacağı bir davet dili ve üslûbu geliştirmek, kullanmak. Çalışmamız bu iki çerçevede ilerleyecek. Ancak, daha ilk başta, konumuzla ilgili iki kavramın açıklanması ve sınırlarının çizilmesi gerekiyor: 1. Davet, Davetin Kapsamı ve Farziyeti Burada, geniş lügat tahlillerine girmeden ve ‘tebliğ’, ‘inzar’, ‘irşad’, ‘va‘z’, ‘nasihat’, ‘tavsiye’.. gibi birbirine yakın ve eş anlamlı kavramları da ‘da‘vet’ kelimesinin kapsamı içine alarak genel bir tanımlama yapmak durumundayız. “Istılahta da‘vet, daha ziyade İslâm’a ve Allah’a izafesiyle, İslâm Dini’ni insanlara anlatarak benimsetmek ve tatbîkini sağlamaktır. İslâm’ın şümûlüne giren her konuda davet geçerlidir; dünyaya müteallik işlerde de, ahireti ilgilendiren durumlarda da söz konusudur. İslâm’a girip bağlananıyla, Müslüman gibi görünen münafıkıyla, İslâm’ı kabûl etmeyen ehl-i kitap ve müşrikiyle her sınıf insan da’vete muhâtaptır. Da’vet, irşad ve va’zı, nasihat ve tavsiyeyi, talim ve terbiyeyi, emr bi’lma’rûf ve nehy ani’l-münker’i, inzar ve tebşîri, hisbe ve tebliği içine alan şümûllü bir mana taşır. Bütün bunlar da’vetin mürâdifi olarak görülebilir.”1 Çağımızda davet üzerinde yoğunlaşan ve bu konuda eserler veren çağdaş İslâm âlimleri, da’vet kavramının çerçevesini daha da genişleterek; İslâmî hayatın yaşanmasına, İslâm prensiplerine dönülmesine yapılan çağrı için, İslâmî ıslâhât, Kitap ve Sünnet’e dönme hareketleri için de kullanmışlardır. Ezcümle, davetin sahası Kur’ân’ın ge- 1 Araştırmacı, yazar. Ahmet Önkal, Rasûlüllah’ın İslâm’a Davet Metodu, Hayra Hikmet Vakfı Y., 1981-Konya, s. 4. Çağa ve İnsana Uygun Davet Kitapları Nasıl Olmalı * 123 tirdiği bütün iman, ibadet, ahlâk ve muamelât esasları ile Rasûlüllah’ın yaşayışı, sözleri ve takrirlerini içine alır.2 Davet, her Müslüman’a farzdır: “Sizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten sakındıran bir topluluk bulunsun.”(3/104) âyeti başta olmak üzere, Kur’ân’ın daveti emreden âyetlerinden(3/110; 12/108...) hareketle, İslâm âlimleri davetin Müslümanlar için farz-ı ayn veya farz-ı kifaye olduğu görüşündedirler. Rasûlüllah(s.) da “Burada hazır olan, olmayana tebliğ etsin.” diyerek bütün Müslümanları tebliğle mükellef tutar.3 Her Müslüman “hakkı ve sabrı tavsiye etmek”(103/3) ve “iyiliği emredip kötülükten sakındırmak”(31/17) ile görevlidir. Allah, insanların doğru yolu bulmaları için indirdiği Kitab’daki apaçık âyetleri ve hakikatleri gizleyenlere lânet ettiği gibi, tüm lânet okuyanlar da onlara lânet ederler(2/159)... Davetin anlamı, sahası ve farziyetine dair bu kısa açıklamalarla yetinelim. Davetin içeriği ise, Akif’in “Doğrudan doğruya Kur’ân’dan alıp ilhâmı” mısraında da vurguladığı üzere; Kur’ân’la ve Kur’ân’dan hareketle belirlenecektir. Geriye İslâmî davetin, bu çağın idrâkine ve çağdaş insanın algı ve anlayış dünyasına nasıl sunulacağı kalmaktadır. Bizim asıl kafa yormamız gereken nokta da bu gibi gözükmektedir. 2. “Asrın İdraki”, Çağın Dili ve “Din Dili” İdrak, ‘akıl erdirme, anlama ve kavrama kabiliyeti’ demek olduğuna göre; Akif’in “asrın idraki” deyimi ile bu çağın genel zihin dünyasını ve -kişilerin anlama/kavrama kabiliyetleri ve düzeyleri farklı farklı olduğundan- ortalama algı/anlayış düzeyini kastettiğini düşünmek gerekiyor. En azından biz bu ifadeden bunu anlıyoruz ve bu çağda yaşayan Müslümanlar olarak, çağın insanına “çağın dili” ile hitap etmek gerektiği ilkesini çıkarıyoruz. İslâm’ı asrın idrakine sunmak derken, “asrın idraki”ni merkeze alarak İslâm’ı çağa uydurmayı değil, aksine Kur’ân’ı merkeze alarak çağı ve çağdaş insanı İslâm’la buluşturmayı kastediyoruz.4 Şu bir gerçek ki, bir davet/çağrı, esası ve içeriği bakımından ne kadar mükemmel olursa olsun, davetçilerin kullandığı usûl ve yöntemler de ne kadar mahirane uygulanırsa uygulansın, asrın idrâkine hitap etmiyorsa yani çağın dilini kullanarak muhataplarının zihin dünyasına nüfuz edemiyorsa, söylenenler onlar üzerinde gerekli etkiyi uyandıra- 2 3 4 A.g.e., s. 12. A.g.e., s.21-24. Rasim Özdenören, Mehmed Akif’in “Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı” ifadesini, Batı’nın ilmî idrakine teslimiyet olarak okur. Ona göre Akif, “asrın idraki”nin de İslâm’ı tasvip ve tasdik edeceğinden emindir. (R. Özdenören, Yumurtayı Hangi Ucundan Kırmalı, İz Y., 1999-İstanbul, s.120-121.) Biz ise, Akif’in beytini yukarıdaki gibi okumayı tercih ettik. 124 * Abdullah YILDIZ mayacak, davet faaliyeti ile arzulanan sonuçlar da elde edilemeyecektir. Konuyla ilgili çarpıcı bir olayı sizlerle paylaşmanın tam sırası. Değerli dostum Münib Engin Noyan, kendi ifadesiyle, hidayetinden önceki yıllarda Kur’ân’la tanışmak ister. Bir yaz tatilinde, Nazım Hikmet’in bir kitabını, bir Kur’ân mealini ve bir kitabı daha yanına alır. İşbu Kur’ân meali, Besim Atalay tarafından X.asırdan beri çeşitli Türk lehçelerine tercüme edilmiş olan Kur’ân metinleri göz önünde tutularak hazırlanmış, Doğan Kardeş Mat. A.Ş. tarafından 1965’te basılmıştır. Sevgili Noyan, bu meali açar ve Bakara sûresinden okumaya başlar: “Elif, lâm, mîm. Bu bir kitaptır ki onda şüphe bulunmaz, sakınçlara kılavuzdur. Görünmeze inanırlar, namazların kılarlar, verdiğimiz azıklardan yedirirler. Senden önce inenlere, sana inen kitaba da inanırlar, ahrete de yakın inan beslerler. İşte bunlar, Tanrıları tarafından gösterilen doğru yolda olanlardır, işte bunlar kurtulurlar. Kafir olanları ister kocundur, ister kocundurma şüphesiz inanmazlar...” (2/1-6) Ve meali kapatır... Yıllar sonra Yaşar Nuri Öztürk’ün meali, yıllar sonra da Muhammed Esed’in meali ile karşılaşır ve Esed meali ruhunda fırtınalar koparır... O fırtına hâlâ esiyor. Burada, Kur’ân’ın çağdaş dillere çevirilerinde yaşanan problemlerle temel İslâmî kavramların zamanla anlam daralması ve kaymasına uğramasından kaynaklanan sorunlar karşımıza çıkar. Buna bir de farklı zihin dünyalarına ve hayat tarzlarına sahip insanlarla iletişim kurmanın zorlukları eklenince, “asrın idraki”ne seslenmenin hiç de öyle kolay bir iş olmadığı görülür. Mesela; Turan Koç’un “Din Dili” kitabında ortaya koyduğu üzere, hayata karşı çok kapsamlı ve temel bir tutumu ifade eden ve mukadderatımıza ilişkin hükümleri dile getiren dini önermeler, seküler ya da ateist bir zihin dünyasına veya pozitivist bir mantığa sahip biri için, bilimsel önermeler gibi deneysel yollardan doğrulamaya açık olmadıklarından dolayı “anlamsız” görülebilmektedir. 5 İmdi, çağımızda yaşayan insan gruplarının idrak düzeyleri, zihin dünyaları ve kullandıkları “dil” ve söylemler arasındaki farklılıklar, kopukluklar ve hatta uçurumlar sebebiyledir ki, biz davetin içeriğinden çok tarzı, üslûbu ve dili üzerinde duracağız. Elbette bu, davetin esasına ilişkin özellikleri ve öncelikleri ihmal etmemiz anlamına gelmiyor. Davetin ve Davet Kitaplarının Çağlar Üstü İçeriği ve Öncelikleri İslâmî davetin içeriği ve esası, özellikleri ve öncelikleri, ilkeleri ve yöntemleri kuşkusuz Kur’ân’la ve Kur’ân’dan hareketle belirlenecektir. Bütün bunları belirlemede, ikinci başvuru kaynağımız, elbette “Ya5 Turan Koç, Din Dili, Rey Y., 1995-Kayseri, s. 3,7. Çağa ve İnsana Uygun Davet Kitapları Nasıl Olmalı * 125 şayan Kur’ân” olan Rasûlüllah’ın sünneti olacaktır. Ve yine kuşku yok ki, 1400 yıllık İslâmî davet tecrübesi de, bize zengin bir birikim sunmaktadır. Zamanlar ve mekanlar üstü ilahi kitab olan Kur’ân-ı Kerim’i dikkatle okuyan bir davetçi, İslâm dâvetinin her çağ için geçerli olan özünü/esasını keşfetmekte zorluk çekmez: Bu temel esas, öncelikle davetin doğrudan Kur’ân’la ve yalnızca Allah’a çağrı olarak yapılmasıdır. Davetçi “dâ‘ıyen ilallah”: insanları Allah’a çağırandır(33/46) “Rabbine davet et.”(28/87) Davet Kur’ân’la yapılmalıdır; yani Allah’ın sözü ile yine Allah’a, O’nun dinine davet!.. “Fe-zekkir bi’l-Kur’ân: Sen Kur’ân’la öğüt ver.” (50/45) “Ve enzir bih: Sen onunla (Kur’ân’la) inzar et.” (6/51) “Ve câhidhüm bihî cihâden kebîrâ: Onlara karşı Kur’ân’la büyük cihad yap.” (25/52) Demek ki, Allah’a davette doğrudan Kur’ân’dan ilham almalı, O’nunla uyarmalı, O’nunla konuşmalı, O’nunla öğüt vermeli, O’nunla hareket etmeliyiz. Kur’ân’ın konuşan dili, yaşayan bedeni, müdahale eden eli olmalıyız. Rasûlüllah(s.), insanları Kur’ân’a/Kur’ân’la davet etti. O, insanlara Kur’ân’ı okur, Kur’ân’ı anlatır, onların sorularına Kur’ân’la cevap verirdi.6 “Bu Kur’ân, onunla sizi ve ulaştığı herkesi uyarayım diye bana vahyolundu.”(6/19) Davet Hz.Adem’den Hz.Muhammed’e aynı davettir; Allah’ın sözü aynı sözdür, insan da aynı insandır. Bugün de nebevî misyonunu üstlenen davetçiler aynı esasa uyacaklardır. Davetin önceliği, ilk esası ve “olmazsa olmaz” şartı ise Tevhîd akidesine çağrıdır. Kur’ân’ın öncelikli daveti Allah’ın birliğinedir. Kur’ân’da kıssaları anlatılan peygamberlerin tümü, davetlerinin ilk adımı olarak insanları Allah’ın birliğine inanmaya çağırmışlardır. Hz.Peygamber’in(s.) davette önceliği konusunda ashabdan birinin açıklaması şöyledir: “Rasûlüllah(s.) Efendimiz, bu dini ve Kur’ân-ı Kerim’i bize bir defada tebliğ etseydi, bu teklif bize çok ağır gelirdi ve biz Müslüman olmazdık. Fakat O, ilk önce bizi tek bir kelimeye: Allah’ın birliğine çağırdı. Biz de kabul ettik. Böylece îmânın tadına erdik. Şeriat tamamlanıncaya, dinin ahkâmı bütünleninceye kadar bu, bu kolaylıkla devam etti.”7 Seyyid Kutub, hem Yoldaki İşaretler’de, hem de Fî Zılâli’lKur’ân tefsirinde davetin önce Tevhîd akîdesine (Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Rasûlüllah) çağrı ile başlaması gerektiğinin altını çizer. 6 7 A.Önkal, a.g.e., s.86-92 A.g.e., s.146. 126 * Abdullah YILDIZ Peygamberimiz(s.), davetle görevlendirildikten sonra ilk adım olarak, insanları “Allah’tan başka ilah olmadığına” şahadete çağırmıştır. Bu çağrı, egemenliği kâhinlerin, kabile reislerinin, emir ve hükümdarların elinden alarak bir bütün halinde Allah’a teslim etmek anlamına geliyordu; “gönüller üzerindeki hakimiyeti, dini törenler ile ilgili hakimiyeti, hayatın pratik yönleri ile ilgili olan hakimiyeti, malla, hukuk sistemi ile, ruhlarla, bedenlerle ilgili olan hakimiyet dilimlerini, bölünmez bir bütün olarak.”8 Bugün, “insanları yeniden İslâm’a davet ederken, öncelikle akîdenin benimsenmesinden işe başlamak gerekir... akîdeyi yani gerçek anlamıyla kelime-i şehâdeti kabul etmek. Bu ise, “hakimiyetin her konuda Allah’a ait kılınmasıdır.”9 Ebû’l-A‘lâ el-Mevdûdî de, Kur’ân’a Göre Dört Terim’de Kur’ân çağrısının çevresinde dönüp dolaştığı mihverin şu dört terim olduğunu (İlah, Rab, İbadet, Din), davetin özünün de şöyle özetlenebileceğini söyler: “Allah birdir ve ortaksız tek Tanrıdır. Kulların muhtaç olduğu tek Rab’dır. O’ndan başka İlâh da, Rab da yoktur. Tanrılık ve Rablığında kimse O’na ortak olamaz. İnsana gerekli olan, tek ilâha razı olması, O’ndan başkalarını Rab kabul etmemesi, başkasının tanrılığını tanımaması, yalnız O’na ibadet edip başkasına tapmaması, dinini Allahu Teâlâ’ya tahsis etmesi, O’nun dininden başka bütün dinlere karşı koymasıdır.”10 Bütün bunlar, davetin önceliği ve temel esasına vurgu olarak anlaşılmalıdır. Değilse, davet faaliyetlerinde ve davet kitaplarında sadece bu akîde meselesi üzerinde dönüp dolaşılmalıdır demek doğru olmaz. Ancak, İslâm’da ibadet esaslarından ahlakî ilkelere, günlük hayatı tanzim eden hukuk kurallarından sanat, edebiyat vs. konularına kadar hayatın tüm alanlarını Tevhîd akîdesinin belirlediğini bilmek ve davet çalışmalarımızda ve kitaplarımızda bu ana esası gözetmek zorundayız. (Biz, bu mülahaza ile kitabımıza “Namaz: Bir Tevhîd Eylemi” adını verdik ve namazla ilgili konuları ele alırken de bu ana esası gözetmeye gayret ettik.) 1. Özden Sapmamaya Dikkat! Davet kitaplarında dil ve üslûp meselesine geçmeden önce, davetin üslûbundan ziyade içeriği ve özüyle doğrudan alakalı gördüğümüz bir yanlışa dikkat çekmeliyiz. Bu yanlışı, çağın egemen söylemlerinin, moda ideolojilerinin, teorilerinin ve kavramlarının etkisi altında kalarak, onlara öykünerek, savunmacı bir dil ve ödünç kavramlar kullanmak şeklinde tanımlayabiliriz. Mesela, Demokrasi’nin itiraz kabul etmez bir söylem haline geldiği dönemlerde İslâm’ın “meşveret” kuralı ile Demokrasiyi özdeşleştirmek, Sosyalizm’in moda olduğu yıllar8 Seyyid Kutup, Yoldaki İşaretler, Çev.Salih Uçan, Pınar Y. 1992-İstanbul, s.27. Ahmed Faiz, Fî Zılâl’il-Kur’ân’da Davet Yolu, Çev.Ubeydullah Dalar, Seçkin Y., 1986İstanbul, s.297. 10 Ebû’l-A‘lâ el-Mevdûdî, Kur’ân’a Göre Dört Terim, Çev.Osman Cilacı, İsmail Kaya, Beyan Y. 1987-İstanbul, s.7. 9 Çağa ve İnsana Uygun Davet Kitapları Nasıl Olmalı * 127 da “İslam Sosyalizmi” türünden kitaplar yazmak, Liberalizmin etkisinde kalarak “Liberal İslam”dan söz etmek, belki İslâm’ı çağın insanına sevimli göstermek amacıyla yapılan gayretkeşliklerdir ama İslâm’ı değil, İslâm’la birlikte zikredilen öteki kavramı ya da ideolojiyi merkeze alan ve onlar üzerinden İslâm’a meşruiyet arayan tehlikeli özdeşleştirmelerdir. “İnsan hakları”, “sivil toplum”, “kişisel gelişim” vs... İşte burada, Allah’ın kendisinden razı olduğu dinin yani yegane hayat nizamı ve sisteminin ed-Din olan İslâm olduğu esasından asla taviz verilmemelidir. Roger Garaudy, ed-Din olan İslâm’ın üç temel umdesini şöyle özetler: Ekonomi planında: tek sahip Allah’tır. Siyaset planında: tek hükmeden Allah’tır. Kültür planında: tek bilen Allah’tır.11 Çağdaş Davette Kitap ve Eğitim/İletişim Araçlarının Önemi Çağımızda hem eğitim-öğretim faaliyetlerinin hem de iletişim, haberleşme, propaganda gibi insan zihnini etkilemeye yönelik faaliyetlerin en önemli ve kalıcı unsuru kitaplardır. “Her toplum bir kitaba dayanır: Ramayana, Neşideler Neşidesi veya Kur’ân. Senin kitabın hangisi?” der üstad Cemil Meriç.12 Ve Gallius’a göre: “Kitaplar sessiz öğretmenlerdir.” Modern Okul-Kitap: Eğitim/iletişim kurumları ve araçlarının, özellikle kitapların çağımızdaki temel işlevi, egemen düzenlere uygun kafalar yetiştirmektir. Çağa egemen olan maddeci-seküler yaşam biçiminden iktidar üreten ve sürekli nemalanan güç odakları, modern üretim-tüketim çarkına uyum sağlayacak materyalist zihinler inşa ederler. E.A.Rauter’e göre, modern okulda insan imal edilir; insan yapma olayına da eğitim denir. Modern hayatta aile çevresi, sinema, televizyon, tiyatro, gazeteler, kitaplar, afişler de bir anlamda okuldur yani tüm bilgi ileten yerler okuldur. Nesneler araçlarla yapılır; insan yapma aracı ise bilgidir. İnsan yapımında kullanılan bilgiler, inşa etmek istediğiniz insan türüne uygun olmak zorundadır. Zira, insanların alışanlıkları ya da davranışları, aslında bilgilerinin sonucudur; alışkanlıklarımızı da bir ölçüde edindiğimiz bilgiler oluşturur. Bize verilen bilgiler kafamızın içinde yargı ve kanılara dönüşür; yargı ve kanılar da davranışlarımızı yönetir. Bir insanın davranışları, hayatının akışını belirlediği gibi, edindiği bilgiler de yaşama biçimini belirler. Öyleyse, okullarda yalnız insan değil hayat tarzı da biçimlendirilir. 13 11 12 13 Roger Garaudy, İslâm ve İnsanlığın Geleceği, çev. Cemal Aydın, Pınar Yay. 1990-İst., s. 15. Cemil Meriç, Bu Ülke, İletişim y., s.107. E.A.Rauter, Düzene Uygun Kafalar Nasıl Oluşturulur?, Gözlem Y., 3.baskı, s. 7-9. 128 * Abdullah YILDIZ Davet, Terbiye ve Kitap: İslâm’da eğitim-öğretim faaliyetlerinin tümü “terbiye” kavramı ile karşılanır. Terbiye; bilgilendirme boyutu öne çıkan “talim” ve “tedris” ile yine aynı doğrultudaki faaliyetleri ifade için kullanılan “maarif” kavramlarından daha şümullü ve derinlikli bir terimdir. Lügatte tamamlatmak ve ıslah etmek demek olan terbiye; terim olarak, bir şeyi derece derece olgunluğa eriştirmek ve yetiştirmektir. Köken olarak Rabb kelimesiyle ilişkilidir. Malik, sahip, ulu anlamındaki Rabb, Elmalılı’ya göre “aslında terbiye manasına mastardır.” Mürebbi (terbiye edici) demek olup bir şeyi derece derece, halden hale, nitelikten niteliğe geçirerek olgunluk amacına eriştirinceye kadar yetiştiren yaratıcı mutlak kudrettir.14 İnsanın yetişmesi ve hayat tarzının şekillenmesinde yegane “mürebbi” olan Rabb’i merkeze alması gereken terbiye sisteminin en önemli aracı olan kitaplar; sadece insanı bilgilendirmek amacıyla değil, ona belli davranış ve alışkanlıklar kazandırmak amacıyla hazırlanmalıdır. Hayatı Değiştiren Kitaplar: Son zamanlarda, yazar Orhan Pamuk’un bir sözü revaç buldu: “Bir kitap okudum, hayatım değişti.” Yazarın kimliği ve kastı bir tarafa; kaleme alınan davet kitapları, okuyucunun anlayışında, zihin dünyasında, hayata ve olaylara bakış açısında, davranış kalıplarında, ilişki biçimlerinde.. hasılı hayat tarzında köklü değişiklikler yapmayı hedeflemelidir. Bu bağlamda, ortalama halk kesimi üzerinde yaptığım küçük bir anketten hareketle, okuyucuyu etkileyen, hayatında olumlu değişimlere yol açan, kendisine yeni bir rota çizmesini sağlayan davet kitaplarına -buna “hidayet kitapları/romanları” da denebilir- birkaç örnek vermeliyim: Hekimoğlu İsmail: Minyeli Abdullah Şule Yüksel Şenler: Huzur Sokağı Sami Arslan: Karanlık Gecelerin Nurlu Sabahı Muhammed Esed: Mekke’ye Giden Yol Hüsnü Aktaş: Medeni Vahşet Seyyid Kutub: Yoldaki İşaretler Mevdudi: Kur’ân’a Göre Dört Terim Emine Şenlikoğlu: Bize Nasıl Kıydınız Tolstoy: İtiraflar Seviye ve Yaşa Göre Kitaplar: 14 Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini-Kur’ân Dili, c.1, s.63-64. Çağa ve İnsana Uygun Davet Kitapları Nasıl Olmalı * 129 Çağımızda okul-eğitim kitapları muhatabın durumuna göre değişiklik arzediyor. Davet kitapları da yaşa, konuma, bilgi düzeyine vs. göre hazırlanmalıdır. 1) Çocuklar: Kendi içinde yaş gruplarına ve konularına göre tasnif edilebilir. 2) Gençler: Genç erkekler ve kızlara göre ve konularına göre gruplandırılabilir. 3) Yetişkinler: Eğitim düzeyine göre “halk kitapları” ve “ihtisas kitapları” olarak ayrılabilir. *Ancak, davet kitaplarında, aşağıda temellendirmeye çalışacağımız üzere, Kur’ân’ın herkese hitap eden ortalama üslûbu dikkate alınarak, herkesin anlayacağı basit ve yalın bir üslûp ve dil kullanılması, davetin yaygın ve etkili olması bakımından çok önemli ve elzemdir. Davetin ve Davet Kitaplarının Temel Amaçları Neler Olmalıdır *Kur’ân, insanın Rabbi ile, insanın kendisiyle, insanın insan ve toplumla ve insanın eşya ile ilişkilerini düzenleyen ilkeler bütünüdür. Ve Kur’ân, hayatın kitabıdır. Davet kitapları, Kur’ân’ın bu genel çerçevesine uygun olarak şu amaçları gütmelidir: -İnsanın 1) kendisiyle, 2) Rabbi ile, 3) hemcinsleriyle ve 4) eşya ile sağlıklı ve doğru bir kurmalarını sağlamak. - Akledebilecek kalpleri, işitebilecek kulakları ve görebilecek gözleri olan(7/179) muvahhid, akıllı, basîretli, hikmetli, erdemli insanlar yetiştirmek. - İnsanların her türlü olumsuzluktan arınarak -sırasıyla- islâm, îman, ihsân basamaklarını kat etmelerini ve dengeli bir şahsiyete ve karaktere sahip olmalarını sağlamak. - Bireylerin Kur’ân ahlâkı ile ahlaklanmalarını, Hz. Peygamber(s)’i örnek alarak “yaşayan Kur’ân” haline gelmelerini hedeflemek. *Kesin ve nihaî amaç; insanları mutlak gerçeğe, mutlak adalete, mutlak iyiliğe ve mutluluğa erişmek; böylece onları dünya ve ahiret saadetine kavuşturmaktır. Amaçlanan İnsan Tipine Aleyhisselâm’ın Oğluna Tavsiyeleri Bir Örnek: Lokman Kur’ân-ı Kerim, yetiştirilmesi hedeflenen insan tipinin karakteristik özelliklerini, Lokman aleyhisselâm’ın oğluna tavsiyeleri ile örneklendirir (Lokman 31/12-19): - Öncelikle tevhîd inancına sahip ve asla Allah’a şirk koşmayan bir kişilik. 130 * Abdullah YILDIZ - Anne-babaya iyi davranan, şükreden, -şirke zorlamaları hariçonlara itaat eden, - Herhangi bir fikri/inancı iyice araştırmadan körükörüne kabul ya da reddetmeyen, - Allah’a inanıp yönelen muvahhidlerin yolundan giden (‘Ben’ değil ‘biz’ diyebilen), - Sonunda Allah’a dönüp her yaptığının hesabını O’na vereceğinin bilincinde olan, - Yaptığı her iyilik ve kötülüğün -dünya ve ahirette- karşısına çıkacağından emin olan, - Her an Allah’ın denetim ve gözetimi altında bulunduğunun farkında olan, - Namazını ikâme eden yani huşû ve hudû içinde, gereği gibi, dosdoğru ve devamlı kılan, - İyiliği(ma’rûf) emredip kötülükten(münker) alıkoyan, bu uğurda başına gelene sabreden, - Kibre kapılmayan, kendini beğenip insanları küçük görmeyen, onlardan yüzçevirmeyen, - Eylem ve söylemlerinde (gidişât/yürüyüş ve konuşma üslûbu) mutedil/dengeli bir kişilik. KUR’ÂN’DAN HAREKETLE DAVET KİTAPLARINDA ÜSLÛBUN NASILLIĞINI BELİRLEME DENEMESİ15 -Kur’ân Hayatın Kitabıdır Merhum Aliya İzzetbegoviç’in tespitiyle; “Kur’ân, edebiyat değil hayattır. Dolayısıyla ona bir düşünce tarzı değil bir yaşama tarzı olarak bakmak” 16 gerekir. Davet kitapları da hayatın içinde(n) yazılmalıdır. Kur’ân, okuyucusuna belli konularda malumatlar vermek, onu bilgilendirmek ya da salt bilimsel araştırmaya yönlendirmek için gelmemiştir. Hayatı bir bütün olarak kucaklayan, muhataplarının yollarını aydınlatan, onlara dünya ve ahiret mutluluğunun yollarını gösteren bir kitabın belirli konulara münhasır kalması beklenemezdi. Bu yüce Kitab'ın biricik gayesi, akıl ve irade sahibi varlıkların "kulluk bilinci"ne (51/56) ulaşmalarını sağlamaktır. -Kur’ân “Hayatın Kitabı” Olduğundan, Üslûbu da Kendine Özgüdür 15 16 Bu bölümde Kur’ân’ı Anlamaya Giriş / Kur’ân’ı Anlamak Farzdır (Pınar y, İstanbul-2006) kitabımızdan yararlandık. Ali İzzetbegoviç, Doğu ve Batı Arasında İslâm, s.22 Çağa ve İnsana Uygun Davet Kitapları Nasıl Olmalı * 131 İnsan hayatı tekdüze/monoton bir çizgide seyretmez; teori, pratik, ibadet, ahlak, ekonomi, psikoloji, sanat, edebiyat, sosyoloji, eğitim, tıp, savaş, felaket, üzüntü, mutluluk… içiçe yaşanır. Kur’ân tüm konuları birbirinden koparmadan, belli bir âhenk ve harmoni içinde bir bütün olarak ele alır. Kur’ân'ın bu özelliği okuyucuyu bıktırmaz, pasif bir alıcı konumunda tutmaz; aksine katılımını sağlar, idrâkini açar, düşündürür, fikrine ve zihnine canlılık kazandırır. 17 O halde, davet kitapları Kur’ân’ın bu kuşatıcı/bütüncül üslûbunu örnek almalıdır. -Kur’ân Çelişkisiz ve Tutarlı Bir Kitabdır Kur’ân, eksiksiz, çelişkisiz, mükemmel, eşsiz bir bütünlük ve tutarlılığa sahip olduğunu meydan okuyan bir üslûpla ifade eder: “Kur’ân’ı iyiden iyiye düşünerek okumuyorlar mı? Eğer Allah’tan başkası tarafından gelmiş olsaydı, onda birçok tutarsızlık bulurlardı.”(4/82) Davet kitapları, beşer aklının tüm imkanları zorlanarak mümkün mertebede çelişkiden uzak, tutarlı ve bütünlüklü olmalıdır. Birbiri ile çelişen bilgi ve yargılardan oluşan bir kitap okuyucuya güven vermez. Birbirinden kopuk bilgiler de sağlıklı bir bütünlük oluşturmaz. İlginç Örnek: Pınar/Salıncak Kitap’tan çıkan Kırk Yağmur Damlası (kırk hadis meali-yorumu içeriyor) kitabının kapağını inceleyen bir çocuk, kapakta yer alan yağmur damlalarını tek tek saymış; damlaların 40’ı aşıp 53 olduğunu görünce, ‘bu kitap yalan söylüyor’ demiş. -Kur’ân’ın Amacı İnsanın Hidayet ve Mutluluğudur Kur’ân’da hiçbir cümle boş yere sarfedilmemiş, aksine tek bir amaç -insanın hidâyet ve mutluluğunu sağlamak- gözetilmiştir. Merhûm Muhammed Esed'in dediği gibi, hiçbir kitap -Kitab-ı Mukaddes dahil- insanoğlunun şu tarihi sorusuna Kur’ân kadar net ve kapsamlı bir cevap verememiştir: "Bu dünyada iyi bir hayat yaşamak ve öteki dünyada mutlu olmak için nasıl davranmalıyım?" 18 Davet kitapları da hidayet ekseninden uzaklaşmamalıdır. -Kur’ân, "Gayesiz Boş Bir Kelâm" Değildir (86/14) O halde davet kitapları da, çağımız insanının hidâyetine ve gerçek kurtuluşuna vesile olacak yararlı bilgiler, uyarılar içermelidir. İnsanı Allah’a yöneltmeyen kitap, roman, şiir... boş kelamdır. -Kur’ân Hem Korkutan Hem de Müjdeleyen Bir Kitabdır Davet kitapları da hem çağımız insanını, mutluluğa eriştirecek davranışlara ve ahlâkî ilkelere yöneltip cennetle müjdelemeli, hem de onları hem bu dünyada hem de öbür dünyada mutsuzluğa sevkedecek olumsuzluklara karşı uyarıp cehennemle korkutmalıdır. -Kur’ân, Zor Değil Kolay Anlaşılan Bir Kitabdır 17 18 Mevdûdî, Kur’ân'ı Anlamak İçin Temel Prensipler, s. 9 Muhammed Esed, Kur’ân Mesajı, Önsöz, xxı 132 * Abdullah YILDIZ (Davet kitaplarının en önemli özelliği bu olması gerektiğinden genişçe ele aldık.) Kur’ân, Allah katından bütün insanlar ve inananlar için "rehber", "yol gösterici", "uyarıcı", "açıklayıcı", "kolaylaştırılmış" bir kitab ve bir rahmet olarak gönderildiğini beyan eder. O'nun "zorlaştırılmış", "kapalı", "şifrelerle dolu", "sadece bazı uzmanların çözüp anlayabileceği" bir kitab olduğunu söylemek, bizzat Kur’an’a ve Allah'ın adaletine ters düşer. Zira: 1-Allah, yüce Kitâbı'nda doğrudan "insanlara" ve "inananlara" hitab eder; uzmanlara, aracılara veya din adamları sınıfına değil. 2-Allah âdildir ve asla kullarına zulmetmek istemez. Dolayısıyla, Kur’ân'ın bizim anlayış seviyemizin üzerinde, ağır ve kavranılması güç bir kitab olduğunu söylemek, hâşâ Allah'a zulüm izafe etmek olur. Oysa, "Allah size kolaylık ister; zorluk istemez."(Bakara 2/185) "Allah, kimseye mez."(Bakara 2/285) gücünü aşan bir yük/sorumluluk yükle- "Allah, dinde sizin için bir zorluk kılmamıştır." (Hac 22/78) 3-İnsanları dünya ve ahiret mutluluğuna kavuşturmak, onlara doğru ve eğriyi göstermek amacıyla gönderilen Kitab’ın herkesçe "anlaşılabilir" ve "kavranabilir" olması gerekir. ‘Çağa ve insana uygun davet kitabı nasıl olmalı’ sorusunun tatminkâr cevabını bulma bağlamında kolay anlaşılır olmak çok önemli olduğundan konuyu biraz detaylandırmalıyız: Şah Veliyyullah Dehlevî: "Bilinsin ki, Kur’ân'ın inmesinden maksûd, Arab'dan-Arap olmayandan, şehirliden-köylüden bütün insan tâifelerini arınmış ve hâlis kılmaktır. Bunun için ilâhî hikmet, Allah'ın nimetlerini hatırlatıp öğüt vermekte, Âdemoğullarının bilmekte olduklarından daha fazlasıyla hitab etmemeyi ve bir şeyi eşeleme ve araştırmada fazla aşırı gitmemeyi gerektirdi. Allah'ın isimleri ve sıfatları hakkındaki kelâm, ilâhî felsefeye dalmadan, kelâm ilmini elde etmek için uğraşmadan, fıtratın aslında insan fertlerinin yaratılmış bulundukları idrak ve fetânetle anlaşılması ve kavranılması mümkün olacak bir tarzda geldi.(...) Yüce Allah, kendisinin ihsanı olan nimetlerden ve kudretinin âyetlerinden, şehirli-bedevi, Arap-gayrı Arap herkesin anlamakta eşit olacakları şeyleri seçmiştir." 19 der. Şâtıbî de, Kur’ân'ın herkes tarafından kolayca anlaşılabileceğini söyler: “Kur’ân'ın ilk muhatapları ümmi olduğundan, kutlu İslâm Şeriatı da ümmidir. Şeriat, herkesin anlayacağı bir lisan ve söylemle gelmek zorundadır. Dini yükümlülükler, toplumdaki zayıf-güçlü, zeki-kalın kafalı, okumuş-ümmi, büyük-küçük herkes dikkate alınarak, hepsinin 19 Şah Veliyyullah Dehlevî, el-Fevzü'l-Kebîr, s. 25-26. Çağa ve İnsana Uygun Davet Kitapları Nasıl Olmalı * 133 anlayıp kavramaya güç yetireceği bir müşterek seviye esas tutularak insanlara sunulmuştur. Allah insanlara, onların bildikleri yol ve şekillerle hitab eder. Aksi halde insanların kendilerini düzeltmeleri mümkün olmaz.” Şâtıbî devamla: “Hem itikadî, hem de amelî olarak mükellefiyetlerin, ümmi bir insanın kavrayabileceği bir düzeyde olması gerekir ki, mükellef onun hükmü altına girebilsin... “Şeriat, Rabbanî konuları açıklarken anlaşılabilecek bir ifade ve üslûp kullanmıştır... Amelî konulara gelince; bu konuda da ümmilik prensibi gereği, yükümlülükler herkesçe belirgin ve açık olan şeylere bağlanmıştır... Mesela, namaz vakitleri herkesçe gözlenebilen gölge boyu, fecrin doğuşu, güneşin doğuş ve batışı, şafağın batışı gibi hissedilebilir olaylara bağlanmıştır. Aynı şekilde oruç hakkındaki "Beyaz iplik siyah iplikten sizce ayırdedilinceye kadar yiyin, için..." (2/187) âyetindeki "beyaz iplik" ve "siyah iplik" kelimelerini hakikat anlamında anlayanlar olunca, "tan yerinde" kaydı getirilerek ilâhî maksadın herkes tarafından anlaşılması sağlanmıştır.” der. 20 Dahası; Kur’ân birçok sûrenin başında (11/1,2 12/1,2 15/1 26/2 27/1 28/2 42/2 43/2...) ve aralarda (2/99,195 5/15 6/59,98,114,126 16/103 22/16 24/46 36/69 57/9 65/11...) sürekli olarak âyetlerinin "apaçık" ve "anlaşılır" olduğunu tekrarlar durur. Yine Kur’ân (17/89 18/54 41/2-4...), âyetlerinin tafsilatlı biçimde açıklanmış ve türlü misallerle basitleştirilmiş, anlaşılır kılınmış olduğunu ama yine de inkarcıların yüz çevirdiğini beyan eder. "Andolsun, biz bu Kur’ân'da, belki öğüt alıp düşünürler de Allah'a karşı sorumluluklarının bilincine ererler diye, insanlar için her tür misali verdik. Onun dili pürüzsüz Arapça'dır."(39/27-28) "Belki öğüt alıp düşünürler diye, biz onu(Kur’ân'ı) senin dilinle kolaylaştırdık."(Duhan 44/58) Kur’ân, ümmi/bilgisiz bir toplumun bile rahatlıkla anlayıp uygulayabileceği gayet pratik ilkeler içerir. O, sadece uzmanların, bilim adamlarının, akademisyenlerin anlayabileceği veya esrarını, şifrelerini ancak onların çözebilecekleri türden girift, anlaşılmaz bir kitap değildir. Eğer öyle olsaydı, Allahu Teâlâ bütün inananlara -hiçbir sınıf, zümre, cinsiyet, düzey vs. ayırımı yapmadan- Kur’ân'ı okumayı emretmezdi(96/1-3). Kaldı ki, yeryüzünde "halifelik"le görevlendirilen(2/30), kendisine "Kur’ân emaneti"(33/72) ve "sorumluluğu"(43/43-44) tevdî edilen insan, onu okuyup anlamadan bu görevini nasıl yerine getirecek; neyi, niçin ve nasıl yapacağını nerden bilecektir? Demek ki, bize düşen, insanlar sorumluluklarını hatırlasın ve öğüt alsın diye, davet kitaplarında açık-seçik ve yalın bir dil kullanmaktır. 20 Şâtıbî, el-Muvâfakât, c.2, s. 65-66,82-83, 86-91. 134 * Abdullah YILDIZ -Kur’ân’ın Dili Yalnız Uzmanların Değil, Herkesin Anlayabileceği Yalın Bir Dildir Seyyid Abdüllatif, Kur’ân'ın herkes tarafından kolayca anlaşılabileceğini izah sadedinde şöyle der: "Kur’ân hiçbir teknik tabir kullanmamıştır. O, bir köle olarak gücü yettiğince koyun sürüsünü güden cahil siyahi bir çocuğun bile anlayabileceği bir kitabdır." 21 Şâtıbî'nin şu yorumları, Seyyit Abdullatif’in görüşlerini temellendirir niteliktedir: “Şeriat, muhataplarının belli bir ilim, tahsil ve ihtisasa ihtiyaç duymadan anlayabilecekleri ve tatbik edebilecekleri şekilde gelmiştir. Bunun tersini iddia etmek, Şeriat’ın özüne, kuruluş şekline aykırıdır. İlk muhataplar olan Araplar ümmi idiler. Rasûlüllah(s.) "Ben ümmi bir topluma gönderildim" (Tirmizî, Kur’ân, 9) buyurmuştur. O halde onlara indirilen Şeriat da ümmi olacaktı. Aksi halde, "bu bizim seviyemizde değil, bizim sözümüze benzemiyor, bizce bilinen türden değil, bilmediğimiz, anlamadığımız şeyler bunlar..."(Fussilet 41/44) gibi itirazlar gelirdi.” 22 Mesela Kur’ân, yoksullara yardım etmeme konusunda birbirleriyle gizlice anlaşan "bahçe sahipleri"nin ibretlik kıssasını, Kalem Sûresi'nde herkesin anlayacağı çok "basit" bir dille aktarır: "Gerçekten biz, o bahçe sahiplerini imtihan ettiğimiz gibi, bunları da imtihana çektik. Hani o bahçe sahipleri yemin etmişlerdi; sabah olunca bahçenin meyvelerini mutlaka devşireceklerdi. Hiçbir istisnai kayıt da koymamışlar / inşallah dememişlerdi. Fakat onlar uyurken Rabbinin katından bir âfet indi de, o bahçeyi sarıp kuşatıverdi. Ertesi gün, bahçe kökünden kuruyup kapkara kesildi. Nihâyet sabah vakti birbirlerine seslendiler: ‘Eğer ürününüzü devşirecekseniz erkence kalkıp çıkın.’ Derken, çıkıp gittiler; aralarında şöyle fısıldaşıyorlardı: ‘Bugün sakın oraya hiçbir yoksul girip de karşınıza çıkmasın.’ Ve amaçlarına ulaşmaya kararlı bir şekilde erkenden kalkıp gittiler. Bahçeyi görünce: ‘Herhalde yolumuzu şaşırmış olacağız’ dediler. Sonra da: ‘Yok yok, eli boş kaldık’ dediler. İçlerinde en aklı başında olanı dedi ki: ‘Ben size, Allah'ın sınırsız şânını yüceltmelisiniz demedim mi?’ 21 22 Seyyid Abdüllatif, Kur’ân'ın Zihni İnşası, s. 23 Şâtıbî, el-Muvâfakât, c.2, s. 65-84 Çağa ve İnsana Uygun Davet Kitapları Nasıl Olmalı * Onlar: ‘Ey Rabbimiz! Seni tenzih ederiz. imişiz!’ dediler. 135 Doğrusu biz zalimler Sonra ise birbirlerini kınamaya koyuldular: ‘Yazıklar olsun bizlere! Biz, gerçekten azgınlarmışız! Ama belki Rabbimiz, yerine daha iyisini bize bağışlayacak; biz de ümitle O'na yöneleceğiz.’ dediler. İşte azap böyledir; âhiret azâbı ise daha büyük ve şiddetlidir; keşke bilselerdi. Muhakkak ki takvâ sahipleri için, Rableri katında Naim cennetleri vardır. Biz, hiç, Müslümanları mücrimlerle bir tutar mıyız?”(Kalem 68/17-35) “Sözün özü” der Şatıbî; “yapılması gereken şey; Şeriat’ı anlamaya çalışırken… ona çoğunluğun anlamadığı anlamlar yüklenmeye çalışılmayacaktır.” 23 Bütün bu izahlardan, davet kitaplarında çoğunluğun yani vasat insanın anlayacağı ortalama bir dil kullanılması mecburiyeti ortaya çıkıyor. Ancak, burada seviyeyi aşağı çekmemeye ve popülizme düşmemeye özen göstermek gerekir. -Kur’ân’ın Yarıdan Fazlası Kıssalardır Yukarıdaki Bahçe Sahiplerinin kıssasına ilaveten, Kur’ân’da peygamberlerin kıssalarına, olumlu ve olumsuz şahsiyetlerle helak olan kavimlerin başlarından geçen ibretlik olaylara yer verilir. Kıssalarla anlatım, Kur’ân’ın en etkili tebliğ yöntemlerinden biridir. İnkârcılar, bu etkiyi zayıflatmak için “bunlar eskilerin masalları” demiş olsalar da, bu kıssalarla verilen mesajlar, muhataplarının zihinlerinde müthiş değişimlere yol açmıştır. Kur’ân bu kıssalara dikkat çektiği gibi, onların “en güzel”(12/3) ve “gerçek”(18/13) olduğunu da vurgular. Böylece bir sözlü anlatım şekli olan kıssanın(öykü) ifade gücü ve güzelliğini öne çıkarır.24 Dolayısıyla, çağımıza uygun davet kitapları da, bu kıssaları günümüze taşıma gayreti içinde olmalıdır. (Yusuf’un Üç Gömleği çalışmamız, böyle bir inancın ve gayretin ürünüdür.) Ayrıca davet kitaplarında diğer kıssa ve öykülerin gücünden de yararlanılmalıdır. Üstad Rasim Özdenören, iyi bir öykünün mesajının ve etkisinin tükenmeyeceğini söyler.25 23 24 25 A.g.e., c.2, s. 65-84 T.Koç, a.g.e., s.130. Rasim Özdenören, Yazı, İmge ve Gerçeklik, İz Y., 2002-İstanbul, s.144-152. 136 * Abdullah YILDIZ Bu bağlamda, “hidayet romanları” olarak adlandırılan ve bizim kuşaktan bugün yeni nesilleri ciddi biçimde etkileyen “Minyeli Abdullah”, “Huzur Sokağı” gibi romanların hâlâ işe yaradığını ama bugün dil, üslûp ve teknik olarak yenilenmiş roman/hikayeye ihtiyaç olduğunu vurgulayalım. Özet: Davet Kitaplarının İçerik ve Üslûp Bakımından Taşıması Gereken Bazı Özellikler -Tevhîdîlik: Davet kitapları “Allah’tan başka ilah olmadığı” ilkesini merkeze alarak yazılmalıdır. -Bütünlük: Bilgiler, bir bütünün parçaları halinde ve birbiriyle irtibatlı biçimde verilmelidir. -Hayatîlik: Verilen bilgiler hayata uygun olmalı, insani gerçeklikten kopuk olmamalıdır. -Yararlılık: ‘Faydasız ilimden Allah’a sığınırım.’ hadisi bu kitapların ana ilkesi olmalıdır. -İhtiyaca uygunluk: İnsan ve toplumun temel ihtiyaçlarına tekabül edilmeli, cevap verilmelidir. -Yalınlık: Gereksiz detaylardan sakınılmalı, gerçekler net ve yalın bir dille anlatılmalıdır. -Tedrîcîlik: Bilgiler basitten zora ve muhitten merkeze doğru aşama aşama ilerlemelidir. -Tutarlılık: Bilgiler birbiriyle çelişmemeli, ters düşmemeli; kendi içinde tutarlı olmalıdır. -Aklîlik/kalbîlik: Hem akıl hem de gönül dünyasına (kalb-i selim/vicdan) hitab edilmelidir. -Hikmetlilik: Gönülleri etkileyecek hikmetli anlatım ve güzel sözlere yer verilmelidir.(16/125) -Pratiklik: Teorik çözümlemeler yerine çağın/insanın pratik sorunlarına çözüm önerilmelidir. -Basitlik: Dolambaçlı, girift ifadeler yerine, anlatım kıssalar ve misallerle basitleştirilmelidir. -Vasatîlik: Dil ve üslûpta ifrat ve tefritten kaçınılmalı, ortalama insan idrâki esas alınmalıdır. -Denklik: Muhatabın yaş, zekâ, kapasite, altyapı, karakter, çevre... durumları gözetilmelidir. -Tekrar: Kur’ân’da olduğu gibi, tevhîdî gerçeklik, bıktırmadan tekrar tekrar hatırlatılmalıdır. MERAKLISINA NOTLAR... Okumaya ve Kitaba Dair Bazı Güzel Sözler E.Gibbon: “Okumayı hiçbir servetime değişemem.” Çağa ve İnsana Uygun Davet Kitapları Nasıl Olmalı * 137 İbn-i Sina: “Gecelerim hep okumakla geçerdi.” Katip Çelebi: “Mumlar tükenir, güneş doğar, ve ben hala okurdum.” Montesquie: “Okuma ile üzüntülerimi gideriyorum.” Ovidus: “Gençliği kitapla beslemeyen ulusların sonu acıdır.” Çağın Türkiye İnsanının Kitapla İlişki Düzeyine Dair Bazı Veriler Kültür bakanlığının Uluslararası Standart Kitap Numarası (ISBN) sayısına göre 1992-2004 tarihleri arasında toplam 150.601, yılda ortalama 10.750 yeni yayın basılıyor. UNESCO verilerine göre 1999 yıllında, İngiltere’de 110.965, Almanya’da 78.042, ABD’de 68.175, diğer ülkeler yanında Türkiye’de ise 2.920(http://www.uis.unesco.org). Türkiye’de 2003 tarihi itibarı ile; 1 milli kütüphane ve toplam 1 141 281 kitap, 1. 350 halk kütüphanesi: 12 684 084 kitap ve 221 üniversite kütüphanesinde toplam 6 449 641 kitabın olduğu resmi (http://www.tuik.gov.tr/PreIstatistikTablo.do?istab_id=109) olarak istatistik kurumunca belirtilmiştir. Türkiye’deki halk kütüphanelerinin sayısı 1.350 civarında ve kütüphaneye kayıtlı üye sayısı 427 bin (sanırım çoğunluğu öğrenci). Toplam okuyucu sayısı 20.706.526. Türkiye'de 50 bin kişiye bir kütüphane düşerken, Almanya’da 7 bin, İngiltere de 13 bin, Finlandiya da 4 bin, AB ortalaması 7 bin 558. Tablo 1999 yılı verileri (http://www.uis.unesco.org/TEMPLATE/html/Exceltables/culture/Book. xls ) den: keler Ül- üfus ilyon giltere manya İnAl- 5 2 Romanya ya venya turya N M 6 7 Kütüphane Sayısı 9 4 1 9 SloAvus 5 2 2 1 21.84 12.13 7? 10,12 60 2.153 Ödünç Kitap .000 .424 3.246 2 İtal- Alınan 460.010 325.555 36.841 .734 000 000 257.961 18.600. 17.260. Kitap (1999) Basılan sayısı 110.965 Sayısı yon) 00 Kitap (Mil121.0 78.042 7,874 32,365 3.450 9.854 7.800 0 12.32 138 * Abdullah YILDIZ kiye Tür- 6 7 1.292 68 4.052.8 2.920 0 12.00 -AB ülkelerinde 7.500 kişiye 1 kütüphane, bizde ise 51 bin kişiye 1 kütüphane düşüyor. -Japonların bir karşılaştırmasına göre kişi başına yılda 4 kitaptan az ise okunmuyor, 4-10 az okunuyor, 10-20 okunuyor, 20 kitabın üzerinde kitap okuyan bir kişi çok okuyor sınıfına alınır. Japonya’da bir yılda 4 milyar 200 milyon kitap basılırken, Türkiye’de ise 23 milyon 500 bin kitap basılıyor; nerdeyse Japonya'da bir günde basılan kitap sayısı kadar kitap bizde bir yılda basılan kitap sayısına eşittir. -Kalkınmış ülkelerde kişi başına 7-8 kitap düşüyor. -Türkiye’de her yüz kişiden 4-5’i kitap okuyor. -Japonya’da bir kişi yılda 25 kitap okurken, bizde 6 kişi yılda bir kitap okuyormuş. -Tınaz Titiz’in verdiği değerler: Toplumun düzenli kitap okuma oranı %0.1, kitap toplum yaşamında 235.sırada, toplumun %75’i kitap okumuyor, % 40 hiç kütüphaneye gitmemiş. Kütüphaneye gidenlerin önemli bir kısmı da okul kitabı veya ders kitabı için gitmiş. -İTO’nun araştırmasına göre ülkemizde halkın satın alma sıralamasında kitap satın alma 116.sırada geliyor. -Türkiye’de evlerde misafire gösterilecek kitaplar var; raflarda hiç açılmamış bir iki moda kitap, makam odalarında da bir iki ansiklopedi ve kitap bulundurmak son yılların modası. -Fransa’da halk kütüphanelerinde 144 milyon, Türkiye’de ise 12 milyon derleme eser var. -Türkiye’de 15 yaşının üzerinde okuma kapasitesine sahip yaklaşık 52 milyon insan var. -Türkiye’de 1 milyon civarında gazete satılır; çoğunun spor ve magazin kısmı okunur. -Türk toplumunun TV izleme alışkanlığı, dünya birinciliği ile ortalama 4-5 saat arasında. -GFK Panel Araştırma şirketince bir çok ilimizde yapılan bir araştırmada 15-24 yaş arsındaki gençlerle her altı ayda bir yapılan bir değerlendirmede, gençlerin %61’i son okuduğu dergiyi, %50’si son okuduğu kitabı hatırlamıyor. -Prof. Dr. Çağatay Özdemir'in "Türkiye’de Öğretim Elemanları" çalışmasında üniversitelerin %16'sı hiç kitap okumuyor, %72’si 1-2 kitap okuyor, %11’ 3-5 kitap, % 1.4’de beş kitaptan fazla okumaktadır. Dünya iyi kitap okuru sayılmak için yılda minimum 10-20 kitap okumak gerekiyor. Bu durumda öğretim üyeleri çok az okuyor. Çağa ve İnsana Uygun Davet Kitapları Nasıl Olmalı * 139 -Gazeteci yazar Özdemir İnce: “üniversite hocaları okuduklarını papağan gibi tekrarlıyorlar. Her gün kullandıkları “Jakoben”in ne anlama geldiğini dahi bilmiyorlar.” -Ankara Üniv. İletişim Fakültesi’nin verdiği bilgide: “1965 yılından bu yana yükseköğretim görenlerin oranı 14 kat artmış ancak yüksek öğretim görmüşlerin 1965 yılındaki mezunlardan daha az kitap okuduğu belirlenmiş. *21 Ekim tarihli Hürriyet Gazetesi: Kahramanmaraş ili Türkoğlu ilçesinde lise öğrencilerini taciz eden bir gence okullar için önerilen 100 temel eserden üç tanesini polis gözetiminde zorunlu okuma cezası getirmiştir. (Ceza alan genç bir süre sonra kitap okumak yerine cezaevinde kalmayı tercih etmiş.) Prof. Dr. İbrahim ORTAŞ, Çukurova Üniversitesi. II. OTURUM MÜZAKERE Enbiya Yıldırım İmam Şâfiî ilmî meselelerde girdiği münazaraları tanımlarken şöyle demişti : "Her kimle münazara ettiysem hata etmesini hiç istemedim. Her kimle konuştuysam, Allah'ın hakkı, benim veya onun lisanıyla ortaya çıkarmasına hiç önem vermedim."1 Bizim müzakeremiz de bu minval üzere katkı sağlayıcı nitelikte olacaktır. Eksiklik, malum olduğu üzere, sadece yaratan için söz konusudur. İnsan her ne yapıyorsa, onun için mükemmellik asla söz konusu değildir. Mükemmellik olmadığı içindir ki, insanoğlu her gün terakkî içindedir. Nitekim İmâd İsfehânî insanların kaleme aldıkları eserlerin her zaman eksiklikler içerecekleri bağlamında şöyle söylemişti: “Kitap yazan bir insanın ertesi gün mutlaka şöyle dediğini gördüm: ‘Şurası değiştirilseydi daha güzel olurdu. Buraya bir ilave yapılsaydı tamamlanmış olacaktı. Şura öne alınsaydı, şu kısım da yazılmasaydı hoş olacaktı.’ Bu ibret alınması gereken önemli bir husustur. Çünkü insanın eksikliklerle malul olduğunu göstermektedir.” 2 Bu noktada, klasik İslamî literatür okumalarında dikkat edilmesi gereken bazı hususlar vardır. Söz konusu kitapların okunmasında bunların dikkate alınması, anlaşılmaları hem de günümüze taşınmaları açısından önem arz etmektedir. 1-Rivayet tefsiri dediğimiz ve ayetlerin Hz. Peygamber ve İslam bilgilerinden gelen açıklamalarla yorumlanmasına yönelik tefsirlerin okunmasında öne çıkan husus şudur: Rasûlullah’ın bizzat kendisinden her bir ayetin ne için nazil olduğu ve neyi hedeflediği hususunda rivayet gelmemiştir. Özellikle geçmiş peygamberlerin kıssaları ve kevnî dediğimiz evrenin yapısıyla ilgili bilgiler veren veya ahiret hayatını anlatan ayetler hususunda Rasûlullah’tan nakledilen hadislerin sayısı oldukça azdır. Ayetleri tefsir etme durumunda kalan müfessirler söz konusu ayetlerde kastedilen maksadı açıklamak adına bir kısmı sahabîlere dayanan ve İsrâîliyyat olarak adlandırdığımız rivayetlere müracaat etmek durumunda kalmışlardır. Onların Kur’an’ı açıklamak adına ortaya koydukları çaba bahsettiğimiz tefsirlerin dikkatli okunmasını gerekli kılmaktadır. Zira söz konusu eserlerde yer alan rivayetler bazen Kur’an’ın anlaşılmasını zorlaştırıcı veya farklı yöne çekici bir durum arz edebilmektedir. Doç. Dr. C.Ü. İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi. el-Beyhakî, el-Medhal ile's-Suneni'l-Kubrâ, thk. Muhammed Dıyâurrahman el-A'zamî, Dâru'l-Hulefâ li'l-Kitâbi'l-İslâmî, Kuveyt-Tsz., s. 172. 2 et-Tuncî, Abdusselâm, Muessesetu’l-Mes’ûliyye, Trablus-1994, s. 5 1 II. Oturum Müzakere * 141 2-Elimizde bulunan hadis kitapları, Hz. Peygamber’den nakledilen sahih hadisleri toplama çabasıyla derlenmiş çalışmalardır. Söz konusu eserlerin yazarları büyük sıkıntılara girerek ve uzun yolculuklara çıkarak Rasûlullah’ın hadislerini bizlere ulaştırabilmek amacıyla çabalamışlardır. Klasik kitaplarımızda onların katlandıkları sıkıntılar detaylı şekilde anlatılır. Bunlar okunduğunda insanın kalbinde onlara karşı bir sevgi oluşur. Bununla birlikte, unutulmaması gereken husus, söz konusu eserleri hazırlayan müelliflerin birer fert olduklarıdır. Bunun anlamı, insan elinden kaleme dökülen bu çalışmalarda, müelliflerinin kendi kriterlerine göre sahih kabul ettikleri ancak yeni çalışmalarla öyle olmadıkları anlaşılabilecek rivayetlerin bulunabileceğidir. Böyle bir şeyin olabilme gerekçesi şöyle açıklanabilir: Birkaç bin hadis barındıran hadis kitaplarında geçen her bir rivayetin sıhhatini bugünün şartlarında tahlile tabi tutmak aylarca süren bir çalışmayı gerektirmektedir. Hadis kitaplarını hazırlayan müelliflerin bu genişlikte zaman ayırabilmeleri imkan dahilinde değildi. Bunun yanında diğer önemli bir husus da, söz konusu eserleri yazan müelliflerin, İslamî ilimler yanında sosyal ve fizik ilimleri alanında hadisleri kritize edecek yeterli birikime sahip olmamalarıydı. Bu nedenle, bizler günümüzde sahip olduğumuz sosyal ve fizik ilimleri alanındaki bilgilerle rivayetleri muhteva açısından değerlendirebilirken, bundan bin yıl önce yazılmış hadis kitaplarının müelliflerinden bu bilgiye sahip olmasını bekleyemeyiz. Burada İslamî ilimlerde mütehassıs olmayan okuyucuya hatırlatılması gereken önemli bir husus vardır: Hadis kitaplarını yalın olarak okumak, bazen anlaşılmaz olabilir. Bu nedenle günümüzde yapılan ama hâlâ emekleme döneminde olan yeni çalışmalar ışığında hadisleri okumak daha doğru olacaktır. 3-Gerek ilmihal türü ve gerekse daha geniş boyuttaki İslam hukuku alanındaki çalışmaları okurken zaman zaman mezhep taassubuna kapınıldığı söz konusu olabilmektedir. Bu nedenle bir mezhebin kitabında isim verilerek “bu konuda falanca mezhebin görüşü şöyledir” tarzındaki hüküm cümlelerinin ihtiyatla karşılanması gerekmektedir. Çünkü bazen bu değerlendirmelerin yerinde olmadığı söz konusu olabilmektedir. Diğer mezhebin tali kitaplarından birine veya o mezhepteki bir şahsın kendi mezhebine aykırı düşen görüşüne bakılarak genelleme yapılabildiği olmaktadır. 4-İslam tarihi, tasavvuf ve Marifetnâme türü ansiklopedik çalışmalara gelince; bunları okurken dikkat edilmesi gereken en önemli husus, söz konusu eserlerin yazarlarının ele aldıkları konularda ellerinde bulunan kıssa, rivayet ve hikaye türü dokumanı, bunların gerçekliğini fazla göz önünde bulundurmadan kullandıklarıdır. Örneğin bir tasavvuf kitabında, yazarının öncelikli hedefi okuyucuları güzel kul olmaya yöneltmektir. Bu nedenle ele aldığı konularla ilgili olarak gerek geçmiş kavimlerden ve gerekse İslam sonrası konuya uygun malzemeyi, sıhhat durumunu göz önünde bulundurmadan rahatlıkla kullanmışlardır. Bunun yanında söz konusu eserlerin bir kısmında, Mevla- 142 * Enbiya Yıldırım na’nın çalışmalarında olduğu gibi, bugün için ahlaken problemli görülebilecek hikayelere rastlamak mümkündür. Bu hikayeleri eserin geri kalan kısımları düşünülerek mütalaa edildiğinde, öncelikli olarak bir mesaj verilmeye çalışıldığı ve halkın dikkatini daha fazla çekecek örneklere yer verildiği görülecektir. Bu tür eserlerin bütünü göz önünde bulundurulmadan, seçmeci yaklaşımla içlerinden birkaç hikaye almak ve İslam medeniyeti binasının inşasında yapı taşı olan çalışmaların değerini düşürmeye çalışmak, tarih boyunca gerçekleştirdikleri hizmeti inkar etmek olur. Bunun yanında bu eserlerin bizlerin tarihi inşa etmesinde sağladıkları büyük katkıyı, kabul edilemeyecek hurafeler ve aslı olmayan bilgiler içermelerine karşın o dönem insanlarının bilgi haznelerini aktardıklarını unutmamak gerekir. Hem neden dikkatli okumamızı gerektirdiği, hem de o dönem insanlarının bilgi birikimlerini yansıttığını anlayabilmemiz için birkaç örnek vermek yerinde olacaktır. Örneğin Marifetnâme’de güneş ve ay tutulmalarıyla ilgili olarak şöyle söyler: “Allahü teâlâ güneş ve ay tutulmaları için belli zamanlar takdir etmiştir ki, yeryüzünde kulları güneş ve ay’ın değişmesini görerek mütenebbih olup kendisine tevbe edip yönelsinler. Güneş tutulması zamanı geldiğinde güneş, arabasından düşüp semâya doğru, yukarıda adı geçen deryanın derinliklerine gider. Eğer tamamen düşerse tam güneş tutulması olup, yıldızları örten ışığı kaybolarak büyük yıldızlar görünür. Eğer yarısı deryaya düşerse düştüğü miktarı tutulur. Tutulma anında güneşe ait melekler iki kısım olurlar. Bir kısmı tesbih ederek güneşi arabasına doğru çekerler. Diğer kısmı da yine tesbih ederek, arabasını güneşe doğru yaklaştırırlar. Bu esnada yine batıya doğru hareket ettirirler. İki üç saat içinde güneşi arabasına koyarak ışık verir halde batma yerinden batırırlar. Ay tutulması vakti gelince de aynı şekilde ay, arabasından deryaya tamamen veya bir kısmı düşer. Düştüğü kadar yeri tutulur. Ay’a ait melekler de ikiye ayrılırlar. Bir kısmı ay’ı arabaya diğer kısmı arabayı ay’a yaklaştırarak yerine yerleştirirler.”3 Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın bu anlatımı, yukarıda değindiğimiz üzere, insanlığın geçirdiği bilgi serüvenini ve o dönemlerde yaşayanların birikimlerini ve bunların düzeyini anlamamıza yardımcı olmaktadır. Toplumların gelişimini bu çalışmalar vasıtasıyla takip etmek mümkündür. Aynı durum Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sinde de söz konusudur. Örneğin Avusturya kralını tanıtırken şöyle der: “O, orta boylu, fazla yakışıklı ve güzel olmayan bir yaratılışa sahipti. Ne fazla şişman ve ne de zayıftı. Suratı, ince ve uzun bir yapıdaydı. Tilkinin suratına benzemekteydi. Her birine üç parmağın birden girebileceği burun deliklerinden eşkıyaların bıyıkları uzunluğunda kıllar sarkmış, uzun bıyıkları ve saçları birbirine karışmış, 3 Erzurumlu İbrahim Hakkı, Marifetnâme, İst.-1983, s. 41 II. Oturum Müzakere * 143 perişan bir manzara arz etmekteydi. Dudakları deve dudağına benziyor. Ağzı bir somun ekmeğini rahatlıkla bir lokma edebilecek kadar büyük ve çirkin. Konuşurken ağzından o kadar tükürük çıkıyor ki, hizmetçiler hiç yanından ayrılmadan her an başucunda bekliyorlar ve ellerindeki kocaman mendillerle sık sık ağzının kenarlarını silmek zorunda kalıyorlar. Sürekli karmaşık olan saçlarını taramaya çalışıyor. Parmakları langa hıyarına benziyor. Yüce yaratıcının hikmeti, bu hanedana mensup olan kralların hepsi aynı kabalıkta, aynı yaratılışta çirkin ve hoşa gitmeyen bir yapıya sahip insanlardır. Kiliselerde, ülkelerinin değişik yerlerinde ve paralarının üzerinde basılı resimleri, aynı çirkinliklerini olduğu gibi yansıtmaktaydı. Eğer bir ressam bunların bu çirkin ve kaba yapılı şahsiyetlerini olduğu gibi orijinal şekliyle değil de gerçeğine aykırı olarak, güzelleştirerek çekici bir hale getirip nakşederse onu hemen buldurup katlettirirlerdi. Çünkü bu güzel resimler, onların gerçek şahsiyetlerini göstermiyordu. Halbuki onlar, çirkinlikleri ve kabalıklarıyla övünüyor, gurur duyuyorlardı.˝ 4 Bir örnek de İslam tarihi kaynaklarından Mes’ûdî’den verelim. Onun anlatımına göre, deniz hayvanları İskender'in İskenderiye'yi inşasına mani olduklarında, İskender ağaçtan bir tabut yaptırmış, tabutun içine de camdan bir sandık koymuş, kendisi de içine girerek denize dalmıştı. Deniz altında gördüğü bu şeytani hayvanların suretlerini çizmiş, çıktıktan sonra bunların madenden heykellerini yaptırmıştı. Deniz hayvanları denizden çıktıklarında karşılarında heykelleri görünce kaçmışlar, onlar da bunların şerrinden böylece kurtulmuşlardı. İskender bundan sonra şehrin inşasını rahatça tamamlayabilmişti.5 Sözün özü, geçmişine sahip çıkmayanın geleceğinden bahsedilemez. Bu nedenle klasik çalışmaları kendimize dayanak yaparak, köklerimizden kopmadan geleceğe uzanmaya çalışmak durumundayız. Köksüz ve geçmişinden koparak dünyaya güzellik katacak bir medeniyet inşa etmek imkansızdır. Burada belki sözü edilecek husus, geçmişi tamamen tasdik edici bir gözle okumak yerine eleştirel bakış açısına sahip olmak gerektiğidir. Zira eleştirinin olmadığı ve mutlak tasdikin söz konusu olduğu yerde, zihinsel üretimden söz etmek mümkün değildir. Ebû Hanîfe ile öğrencilerinin tartışmalarıyla ve birbirlerine itirazlarıyla dolu olan Hanefî fıkıh kitapları bizim için en güzel örneklerdir. 4 5 Lewis, Bernard H., Müslümanların Avrupa’yı Keşfi, trc. Nimet Yıldırım, İst.-1997, s. 1512. Rivayetin değerlendirmesi için bkz. İbn Haldûn, Mukaddimetu İbn Haldûn, thk. Ali Abdulvâhid Vâfî, Dâru Nehdati Mısr, Kahire-Tsz., I/328-9. HALK İRFANININ İNANÇ BOYUTU: POPÜLER DİNİ KİTAPLAR VE BİR TARTIŞMA Bilal Kemikli* Halk İrfanından Ne Anlıyoruz? Sosyologlar, halk irfanı tabirini kullanmıyorlar. Din sosyologları halk Müslümanlığı, halk sufiliği ve halk inançları gibi kavramları kullanıyorlar. Ancak irfan kelimesine pek yer vermiyorlar. Belki bu tabiri halkbilimciler ve antropologlar kullanır diye düşündüm, ama görebildiğim kadarıyla onlar da irfan kelimesine yabancı; buna yakın anlamlarda halk kültürü, halk şiiri, halk bilgeliği (public wisdom) veya halk filozofluğu gibi ifadeler kullanıyorlar. Bütün bu alanlarda halk kelimesi tarif ediliyor, bir şekilde farklı kavram çerçeveleri içerisinde izah ediliyor, ama irfan kelimesiyle nedense yan yana getirilemiyor. Bu her halde, irfanla, yüce bilgiyle avamı buluşturup bir kavrama dönüştürmenin zorluğundan kaynaklansa gerektir. Yahut da irfan kelimesinin daha çok felsefenin kavramı olduğu düşünüldüğündendir. Diğer bir ifadeyle, kelimeyi sadece bilgi eksenli değerlendirip, bireysel bir çaba olarak da görmüş olabilirler. Oysa felsefeciler de artık bilgiyi obje-suje ilişkisine hapsederek bu kelimenin içeriğinden uzaklaştılar. Velhasıl, bazı muhafazakâr yazarlar kimi naif tahlillerinde, çoğumuz da gündelik dilde ve siyasi söylemde halk irfanının kullanıyor olsak da, bilim dilinde onu bir düşünce biçimini, bir hayat tarzını, bir zihniyeti ifade eden bir kavrama dönüştürdüğümüz söylenemez. İrfân kelimesini, görebildiğim kadarıyla, bizde en çok kullanan Cemil Meriç’tir. Onun kelimeyi, Kültürden İrfana (1985) şeklinde bir kitap ismine dönüştürmesi ve buradan yola çıkarak bir irfan anlayışı ortaya koymasından başka Bu Ülke (İstanbul, 2003)’de “İrfânâ Kaçış” ve “Asâletini Kaybeden İrfân” isimli denemeleri önemlidir. Diğer deneme ve yazılarında da kelimeyi çokça kullanır. Burada ne irfân kelimesinin Cemil Meriç’teki karşılığı, ne de halk irfânı tabirinin sosyal bilimlerdeki kullanım problemini tartışma konusu edeceğiz. Bununla birlikte, irfân kelimesinden ne denli koptuğumuzu, onu karşılamak için kullandığımız her kelime ve tabirle ondan uzaklaştığımızı ifade edebiliriz. Oysa irfânî bakış, irfânî bilgi, irfânî muhit, Türk irfânı, ehl-i irfân ve benim ilim dünyasına hediye etmek istediğim irfânî ölüm gibi kavram ve tabirler, bir dünya görüşünün, bir sanat ve ilim anlayışının göstergeleridir. Çünkü tefekkür ederek kavramayı, tanımayı, anlamayı ve idrak etmeyi ifade eden irfân kelimesi, sadece bilgiyi değil hikmeti de içermektedir. Diğer bir ifadeyle, dünyevi konuları insanüstü bir perspektif ışığı altında yorumlamaktır. Dolayısıyla irfânî (gnostic) bilgi, en önemli kaynağı ilham ve tefekkür olan bir tanıma sürecini ifade eder. Mamafih bu bilginin ana çatısını, hads, sezgi ve tecrübe ile elde edilen * Doç. Dr. UÜ İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Halk İrfanının İnanç Boyutu:Popüler Dini Kitaplar ve Bir Tartışma * 145 bilgi oluşturmaktadır. O yüzden sûfîler, irfân kelimesiyle, ilm-i ledün ve ilm-i Rabbânî gibi isimlerle anılan tevhid ilmini kastetmektedirler. Şu halde irfân kelimesiyle ifade edilen bilginin kaynağı kutsalla ilişkilidir. Mamafih kutsaldan uzaklaşmayı bilim olarak algılayan düşünce biçimlerinin, “tefekkür” ve “tedebbürle” ulaşılan hakîkatleri unutma çabasını anlamak zor olmasa gerektir. (google’de irfânı aradım, Tatlı hayat dizisindeki irfân karakteri çıktı karşıma. İrfân artık, sadece bir dizi kahramanıdır yahut da mahalle bakkalının çırağı.) Halk kelimesi de, batı dillerindeki populus, people, vulgus ve volk gibi kelimeleri karşılamaktadır. Halk, sosyolojinin temel kavramlarından biri olduğu gibi, halkbilimin de üzerinde geliştiği bir alanı ifade eder. Sosyologlar, Gökalp’tan itibaren, naiton anlamında kullanılan ümmet ve millet kavramlarından ayrı olarak Fransızca people karşılığında bir devletin teb’ası anlamında kullanırlar. Hatta bilhassa sınıfçı yaklaşımla, kelimenin anlamını biraz daha daraltarak, bir milletin güzideler (seçkinler)1 dışındaki kısmı için bu kavramı kullanırlar 2. Gökalp’in bu tanımı, seçkin ve halk ayrımına dayalı bir kısım kavramların ilim dünyamıza kazandırılmasını sağladı; halk sufizmi, halk inançları, halk edebiyatı, halk hekimliği gibi. Burada aydın yahut Gökalp’in ifadesiyle “güzideler” ile halk ayrımını tartışacak değiliz. Ancak onun, güzideler için gösterdiği “halka doğru gitme” ufkunun hala dillendirildiğine tanık oluyoruz. Ne var ki, o günden bu güne ne halka doğru gidilmiş, ne de halk içinden çıkıp da kendisini iğreti gören güzidelere râm olmuştur. Ancak halk, halkbilimciler için bir derleme alanı, “statik folklor unsurları”na yönelen folklorcular için nesnel bir bilgi kaynağı olarak varlığını korumuştur. Böylece “geleneksel törelerle birleşen güçlü bir halk kültürü”nden3 söz edilir olmuştur. Zamanla modernleşme, göçler, sınıf problemleri ve kültür değişmelerine paralel olarak halk kelimesi de daralmış; Tahir Alangu’nun ifadesiyle, “halkın asıl yoğun özü, töresel ve geleneksel bir yaşantı ile birlikte tarihî folkloru koruyan ve sürdüren” köylüyü ifade eder olmuştur. Bugün her ne kadar Alangu’nun sözünü ettiği “bir ucundan kapalı, öteki ucundan açık” kapalı bölgeleri ifade eden köylünün kaldığını söylemek güç olsa da şehirlerin bir başka açıdan köyleştiği de bir gerçektir. 1 Burada güzide kelimesini özellikle kullanıyorum. Çünkü bu seçkinler zümresi, değişik yazarlar tarafından, aydın, münevver, müstağrib, entelektüel gibi tabirlerle karşılanmaktadır. Esasen burada ilmi ve kültürel seviye farkı oluşturuyor gibi görünse de, ekonomik açıdan dikey sınıf atlayan nice köyle, toplum içerisinde seçkin olarak nitelendirilmekte ve saygı duyulmaktadır. Keza sihirli kutu olan tv ve medya alanında gelişmeler de bir gecede şöhretin zirvesine çıkardığı okuduğunu anlama kabiliyeti olmayan nice isimlerle adına sanatçı, nodacı, tasarımcı yahut aydın denilen nevzuhur bir tipin oluşmasına imkan verdi. Bu bakımdan güzide tabiri, halkın karşıtı olarak d aha anlamlı bir duruşa sahiptir. 2 Örnek bir tanım için bkz: Mustafa E. Erkal, Sosyoloji (Toplumbilimi), İstanbul, 1995, 36. 3 Tahir Alangu, Türkiye Folkloru Elkitabı, İstanbul, 1983, 27. 146 * Bilal Kemikli Esasen biz burada, sosyolojik bakışla söylemek gerekirse, “teşkilatı olmayan bir sosyal grup olarak” halk kelimesi etrafında tartışacak değiliz4. Her disiplin kavramlara kendi gözlüğünden tanımlar getirdikçe, belki anlamda derinlik yahut zenginlik oluşuyorsa da sapmaların olduğu da bir gerçektir. Şimdi halka doğru gitmesi öğütlenen güzide, bir siyasimizin ifadesini hatırlayarak söyleyeyim, bu halkın çocuğu değil mi? Bu evin bir üyesi değil mi? Peki, kim kime gidecektir? Şunu görüyoruz ki; “halka doğru gitmekten”5 söz etmek yerine “kendine doğru gitmek” hedef olsaydı, her şeyden önce güzide ve halk ikilemi olmazdı. Böylece “halktan gelme basit bir kadın”, “kafası çalışmaz köylü” gibi ifadelerle rencide edilen, dışlanan ve ötekisi olarak lanse edilen bu toprağın insanı daha iyi anlaşılır, bu toprağın sesi daha iyi anlamlandırılırdı. Biz halk kavramından, bilhassa irfan kelimesiyle bir araya getirdiğimiz halk kavramından, “bir ülkede yaşayan, aynı dili konuşan, benzer gurup davranışları sergileyen ve ortak bir tarihe sahip olan insanların oluşturdukları birlikteliği kastediyoruz.” İşte halk irfânı tabiri, bu halk tanımı içerisinde, ortak bir bilgi ve kavrayışı ifade eder 6. Daha doğrusu, bu tabiri, hadis metinlerinde geçen “sevâd-ı a’zam” ifadesiyle de ilişkili olarak, milletimizin hayat tecrübesini, dünya görüşünü ve zihniyetini ve bütün bunların hayata dair pratik ve hikmetli cevapları anlamında kullanıyoruz. Cemil Meriç, “gerçek bilgi, disiplinli ve denenmiş bilgidir.” 7 der. Halk irfanı denenmiş bilgilerin muhassalasıdır. İrfan, baldır; onun özünü oluşturan çiçekler, tarihin derinliklerinden süzülüp gelerek bu milletin ortak aklını inşa eden tecrübeler, değerler ve inanışlardır. Tecrübeler, tarihi metinler, destanlar, cenknameler ve menkabelerde kayda 4 Halk kavramının bu bakış açısıyla yapılan bir tanımı için bkz: Âmiran K. Bilgiseven, Genel Sosyoloji, İstanbul, 1986, 226-229. 5 Bilidiği gibi “halka doğru” ifadesi, Gökalp sosyolojisi için önemli kavramlardan biri olmanın yanında bir vizyon ve bir projenin parçasıdır. Nitekim bu adla "Türk Yurdu" bünyesinde ve Celal Sahir (Erozan) “in yönetiminde haftalık bir dergi yayınlanmıştır. 24 Nisan 1913 - 20 Nisan 1914 tarihleri arasında toplam 52 sayı yayımlanan derginin yazarları arasında Gökalp’tan başka Akçuraoğlu Yusuf, Hüseyinzâde Ali (Turan), Ağaoğlu Ahmet, Ziya Gökalp , Ali Canip (Yöntem), Aka Gündüz, Kazım Nami (Duru), Mehmet Ali Tevfik (Yükselen), Köprülüzade Mehmet Fuat (Fuat Köprülü), Mehmet Emin (Yurdakul), Memduh Şevket (Esendal), Hamdullah Suphi (Tanrıöver), Muhittin (Birgen), Mühendis Faik ve Halide Edip vardır. Derginin temel hedefi halka faydalı olmak, aydınlarla halk arasındaki kopukluğu gidermek, İstanbul'un halk ve Anadolu ile ilgilenmesini sağlamak, halka doğru gitmek olmuştur. Dergi, İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin yarı-resmî yayın organlarındandır. Halkı, Cemiyet’in politikaları konusunda bilinçlendirmeye, bu politikaları halka yaymaya çalışmıştır. 6 Krş. Erol Güngör, “Halkçılığın Sosyal Temelleri Üzerine”, Türk Kültürü ve Milliyetçilik, 23-34. Halk kültürü derken esasen sözlü kültürü kastetmiş oluyoruz. Bu kültürde bilgi, bireysel deneyimden çok toplumsala dönüştüğü için ortak bilinci ve ortak bilgiyi oluşturur. Bu bakımdan halk irfanına sözel bellek de diyebiliriz. Krş. Barry Sanders, Öküzün A’sı. Elektronik Çağda yazılı Kültürün Çöküşü ve Şiddetin Yükselişi, (çev.Şehnaz Tahir), İstanbul, 1999, 22. 7 Cemil Meriç, Bu Ülke, 109. Halk İrfanının İnanç Boyutu:Popüler Dini Kitaplar ve Bir Tartışma * 147 geçmiştir. Değerler ise, sadece ahlaki ilkeler manzumesi değildir; bir âlem tasavvuru, insan, varlık, zaman ve güzellik anlayışıyla temayüz eden manevi kültür manzumelerinin tümüdür. Gerek tecrübelerin anlamlandırılması gerekse değerlerin oluşmasında temel saik inançtır. Bu bakımdan Erol Güngör, halk kültüründe ahlakın ve değerlerin kaynağının din olduğunu söyler8. Bir örnek üzerinden meseleyi ele almak gerekirse, burada hemen akla ilk gelen “Haydan gelen huya gider.” atasözünü hatırlayabiliriz. Bu söz, bir halk irfanının tezahürüdür. Ancak halk, sıkça kullandığı bu sözün ihtiva ettiği anlamdan zaman içerisinde uzaklaşmıştır. Bu sebepten irfani bir bakış açısıyla söylenmiş, içinde bir dünya görüşü, derin ve nitelikli bir varlık anlayışı saklayan sözün çok ötesinde bir anlam çıkartır. Bu sözü çoğu kimse, rasgele gelen, rasgele gider; bedavadan elde edilen şey, bedavadan korunur şeklinde anlar. Oysa Hay diri, hiç ölmeyecek, yok olmayacak varlık demektir; bu varlık Hay ismiyle varlığa hayat verendir. Hu’da o demektir; O yani mutlak yaratma fiilinin öznesi. Hay da Allah’tır, Hu da. Mamafih, halk “Haydan gelen huya gider.” derken, “Allah’tan gelen Allaha gider.” demiş oluyor. Esasen bu söz, Kur’an’daki, “Allah’tan geldik ve yine ona döneceğiz” ( ) ayetinin halk muhayyilesinde makes bulan tercümesidir. Dolayısıyla halk irfanının, atasözleri, deyim, darb-ı mesel, türkü, ağıt, hikayeler, masallar, maniler, destan ve masal gibi tezahürlerinin bir inanç boyutu vardır. Halk İrfanının Kökleri Üzerine Halk irfanının inanç boyutunu, İslamlaşmayla birlikte içine girilen yeni hayatın ilim, kültür ve edebiyatın etkilediğini söylemek mümkündür. Daha doğru İslamlaşmak, belirli bir dil ve düşünce seviyesine sahip, gelişmesini tamamlamış ve geleneğini oluşturmuş ilmi ve akademik bakışın, zengin bir edebi birikim ve tecrübenin ve nihayet yazılı kültür havzasının içine girmektir. Gökalp’in, güzideleri kültürel değerleri tanıyıp öğrenecekleri bir kaynak alan olarak gönderdiği halk, tarihin derinliklerinde getirdiği sözlü kültürü, bu yeni havzanın içerisinde gelişen yazılı kültürle dönüştürmüş, takviye etmiş ve inanç merkezli olarak yeniden düzenlemiştir. Bunun en bariz örneğini, Oğuznâme ve Dede Korkut Hikayeleri’nde görmek mümkündür. Hatta Kutadgu-Bilig gibi ilk yazılı edebi ürünlerimizde bu izi daha açık takip etme imkanına sahibiz. Bu sebepten, İslamlaşmaya kültür değişimleri ve zihniyet açısından bakmak lazımdır. Çünkü İslamlaşmak, bir milleti tarih boyunca taşıdığı değerlerle birlikte dönüştüren büyük bir hareketin adıdır. 8 Erol Güngör, “Halk Kültürü ve Münevver Kültürü”, Türk Kültürü ve Milliyetçilik, 33. 148 * Bilal Kemikli Şinâsî’nin Durûb-i Emsâl-i Osmaniye’si9 ile birlikte başlayan halka dönüş hareketi, halkbilim ve budunbilimdeki gelişmeler ile antropolojinin imkânlarına paralel olarak büyük bir gelişme göstermiştir. Lakin halktan derlenen bilgilerin kökenine pek gidilmiş sayılmaz. Bir örnekle izah etmek gerekirse, âşıklara dair derlemeler yapılmış ve derlenen şiirlerdeki bir kısım kavramlar analitik çerçevede izah edilmiştir. Bu izahlarla şu sonuca varılmıştır: Üzerinde çalışılan âşık bir halk filozofudur. Bu çok doğrudur; pek çok aşığımız için halk filozofu yahut halk bilgesi nitelemesi yapılabilir. Çünkü bunlar pratik felsefe açısından, o dönemde insanların zihnini meşgul eden pek çok konuya, onların anlayacağı bir seviyede cevaplar vermiştir. Mesela Veysel bu türden bir aşıktır ve hayata dair söylemek istediği önemli sözleri vardır. Fakat bu türden çalışmalarda halk filozoflarının beslendiği kaynağa pek gidildiği söylenemez. Bu masallar için de geçerlidir, fıkralar, maniler, atasözleri ve diğer sözlü kültür ürünlerimiz için de. O hikmetli sözü söyleten, o hüsnü ta’lil nazarıyla bakıp anlamayı sağlayan fikri zemin pek de dikkate alınmamıştır. Bu durum esasen halkbilimden ve diğer yeni bilimlerden çok önce de böyleydi. Mesela bizde bir irsal-ı mesel sanatı vardır ki şairin, halk kültüründen beslendiğinin işaretidir. İyi de sözlü kültür nasıl oluşmaktadır? Bu kültürün oluşumunda yazının katkısı yok mudur? Bu gibi sorulara hiçbir cevap verilmemiş de değildir. Soruyu teorik çerçevede ele almasa da merhum Abdulbaki Gölpınarlı’nın Tasavvuftan Dilimize Geçen Deyimler ve Atasözleri (İstanbul, 1977) isimli eseri, bu konuda önemli bir çalışmadır. Bizde dini-sosyal antropoloji daha çok tasavvufla sınırlıdır. Bu kısmen doğrudur; çünkü Türk Müslümanlığının kökeninde tasavvufi renk daha ağırdır. Ancak tasavvufun dışında, halk tarafından da beğenilerek okunan yahut dinlenilerek öğrenilen manzum ve mensur dini edebi eserlerimizin de dikkate alınması gerekir. Bu meyanda bir merhum hadisçimizi, Selman Başaran’ı zikretmek isterim. Kendisi farklı bir disiplinden geliyor olmakla beraber, atasözleri üzerinde çalışmış ve Hadislerin Türk Atasözlerine Tesiri (Bursa, 19994) isimli eseri kültür hayatımıza kazandırmıştır. Bu demektir ki, benzeri çalışmalar, sözlü kültürün farklı türlerine dönük de yapılabilir. Burada şu kadarını söylemek mümkündür; sözlü kültür, yazılı kültüre etki ederek ona bir mahiyet kazandırdığı gibi, o da yazılı kültürden yaralanmıştır 10. Peki, 9 10 Şinâsî’nin bu eseri yeniden yayımlanarak günümüz okuyucusunun dikkatine sunulmuştur. Bkz: Şinâsî’nin Durûb-i Emsâl-i Osmaniye, (Haz. S. Beyzadeoğlu), İstanbul, 20003. Genellikle sözlü kültür değerlerinin zamanla yazılı kültüre geçtiği bilinir. Krş: Walter J. Ong, Yazılı ve Sözlü Kültür Sözün Teknolojileşmesi, (çev. Sema P. Banon), İstanbul, 1999, 29-33. Ong’un işaret eteği gibi “sözlü kültürün farkına varma” eğilimi bizim edebi hayatımız açısından da doğru bir bilgidir. Bu sadece sözlü kültür türlerinin derlenmesinde görülen bir durum değildir. Aynı zaman da tema ve sembollerin de intikal eteğini söylemek mümkündür. Bu meyanda yapılan önemli bir çalışma için bkz: Gonca Gökalp Alpaslan, XIX. Yüzyıl Yazılı Anlatılarında Sözlü Kültür Etkileri, Ankara, 2002. İslamlaşmayla birlikte içine girilen yeni kültür havzasının yazılı metinleri, edebi ilmi Halk İrfanının İnanç Boyutu:Popüler Dini Kitaplar ve Bir Tartışma * 149 bu nasıl olmuştur? Bu iki şekilde olmuştur: İlki ilim ve irfan meclislerinde ilim ehlini veya okunan kitabı dinlemek ve camilerde ders takibi. Her ikisinde de temel unsur dinlemektir. O sebepten irfani bilgiye ulaşmanın en önemli yolu olarak dinlemeye vurgu yapılmış ve denilmiştir ki: “Anlatandan dinleyen arif gerek.” Osmanlı’da halk irfanının oluştuğu mekânlar; evler, odalar, konaklar, camiler, mesnevîhâneler (Dâru’l-Mesnevî), tekkeler, kitapçı dükkânları, bazen bir attar dükkanı11, musiki fasıllarının yapıldığı muhitler12, edebi mahfiller, ahi ve fütüvvet teşkilatlarının lokalleri, hatta kahvehaneler ve meyhaneler gibi çok çeşitlilik arz eder. Hatta tezkirelere bakılırsa, mürekkepçi dükkânları, Zati örneğinde olduğu gibi, remil dükkânları da birer ilim ve irfan kazandıran mekânlardı. Keza saray ve siyasetle halk irfanını buluşturan mekânlar olması itibariyle Huzur Derslerini ve ramazan ve düğünler vesilesiyle düzenlenen saray eğlencelerini de anmakta yarar vardır. Bugün modern şehir hayatı irfan intikaline imkân veren mekânları dönüştürdü; gelenek varlığını idame ettirmek için yeni mekânlar ve şartlar aramaktadır. Ancak hikmet hiçbir zaman kaybolmaz. Mesela kitapçı dükkânları ve bazı kahvehaneler hala ilim ve irfan talipleri için cazibe merkezleridir. Belki bizim nesil Raif Yelkenci ve Muzaffer Ozak’a yetişemedi; ama mesela İstanbul’da Kitabevi’nde hafta sonları çiğköfte fasıllarına şahit olabilir, Ankara’da uğradığı sahaf dükkânlarını büyük bir coşkuyla tenvir eden üstat Ali Birinci’nin sohbetinden istifade edebilir. Yolu Bursa’ya düşenler, Ulucami’nin çınarlarının gölgesinde günbegün ululaşan Cahit Çollak’ın Uludağ Yayınları’nda bir bardak çayla farklı derinliklere yolculuk yapabilir. Sivas’ta kısa bir süre sahaflık da etmiş olan Ali Şahin’in rahle-i tedrisinden geçerek türkülerin esrarına vakıf olursunuz. Sahi, “Sultan şehir” Sivas’ta böyle bir kitapçı kaldı mı? hayatımızı etkilediği gibi, sözlü kültürümüzü de beslemiştir. Konuya bu zaviyeden bakan çalışmalar, ne yazık ki henüz yapılmış değildir. Bilhassa hadis ilminin metodundan yararlanarak önemli, ufuk açıcı ve bu Türk insanının inanç kaynaklarını ortaya koyucu çalışmaların yapılacağını düşünüyorum. 11 Ahmet Yüksel Özemre’nin daha yakın zamanlara kadar varlığını koruyan bir muhitten haber veren kitabını burada hatırlamak lazım. Bkz: A.Y. Özemre, Üsküdar’da Bir Attar Dükkanı, İstanbul, 1997. Özemre, Geçmiş Zaman Olur ki… (İstanbul, 1998) ve Üsküdar Ah Üsküdar (İstanbul, 2005) isimli hatıra türü eserlerinde de Üsküdar örneğinde halk irfanının oluştuğu muhitlere sıkça vurgu yapar. Bu meyanda, son dönemlerde M. Orhan Okay’ın Bir Başka İstanbul (İstanbul, 2002) isimli eseri ve geçtiğimiz aylarda yayımlanan Kadir Üredi’nin Bir Şehrin Beş Hali (İstanbul, 2006) isimli şehir merkezli hatıra türünde eserlerde bu muhitleri görmek ve tespit etmek mümkündür. Keza Reşat Ekrem, Ahmet Rasim ve Ahmet Haşim gibi yazarların farklı eserlerinde de şehirhalk kültürü ve bu kültürü besleyen muhitlere ilişkin malzemeler bulmak mümkündür. 12 Bu meyanda okunması gereken önemli bir eser olarak Kudsi Erguner’in Ayrılık Çeşmesi (Haz. Arzu Açan Erguner, İstanbul, 2004) ve Ahmet Doğan Özeke’nin Neyzenler Kahvesi (İstanbul, 2000) isimli eserlerini zikretmek mümkündür. 150 * Bilal Kemikli Pek çok kimse kahvehâneler, daha doğrusu kahve, sohbet ve okuma ilişkisi üzerinde durdu13. Hatta Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye’nin açtığı çığırda Kahvehânenin Kıraathâne’ye dönüşü, Bayezit’ta Sarafim Efendi’nin adeta bir kütüphane gibi hizmet gören Kıraathanesi, Küllük ve diğer kahvehânelerin öyküsü anlatıldı14. Hakkında yazılanları, okunan şiirleri ve anlatılan hikâyeleri ile Sivas’ta Çerkezin Kahvesi de böyle bir hizmet ifa etmiştir. Bununla birlikte gençliğimin en önemli zamanları Ankara’da geçtiğinden oradaki günlerin hatırına sadece bir buluşma ve sohbet mekânı olan Sakarya Çay ocağını, Nihat Genç’in ateşli sohbetlerini ve derin tahlillerini burada hatırlamak isterim. Sakarya Çay ocağı da yazılara konu oldu. Belki orada halk irfanı yoktu, entelektüel bir kısım çabalar, eleştiriler vardı… Ama bir dönemin en azından kafası karışık erbâb-ı kâleminin, Ankara’nın boğucu bürokratik ve siyasî havasından az da olsa âzâde olmasına, nefes almasına imkan verdi. Popüler Dini Kitaplar İnsan ve toplum bilimleri, dini alanla ilişki kurdukça, beraberinde bir kısım kavram karışıklıklarına da sebep olmaktadır. Bu karışıklığa sebebiyet veren kavramlardan birisi, din sosyologları ve son dönemlerde kelamcıların da kullandıkları popüler dindarlık ve geleneksel İslam kavramlarıdır. Nedir popüler dindarlık? Yahut halk Müslümanlığı tabiri neyi ifade ediyor? Nedir geleneksel İslam? Bunların karşıtı olarak elit dindarlığı ve modern İslam mıdır? Bu gibi sorulara cevap aramayacağım; ancak bugünün zaviyesinden bakarak popüler ve geleneksel gördüğümüz Müslümanlık tezahürlerinin, esasında tarihsel zemin içerisinde entelektüel, elit yönlerinin olduğunun da bilinmesi lazım. Bunu şunun için söylüyorum, bu tabirlerle günümüz sosyologları veya kelamcılar, geniş halk kitlelerine tesir eden Müslümanlıktan söz ediyorlar15. Oysa bu geniş halk kitlelerinde görülen dini anlayış ve uygulamaların birçoğu tasavvufi düşünce ve hayat içerisinde varlık kazanmıştır. Tasavvuf ise, sıradanlık değil, dini düşünce, yaşantı ve idrakin bir üst seviyesine ulaşmayı amaçlayan seçkinlerin yoludur. Derin tecrübeyle ve manevi bir silsileyle bilgiyi içselleştiren bu yolun salikleri, Yunus Emre ve Mevlânâ örneğinde olduğu gibi, dil ve üslupta her hangi bir tasannua girmeden eser vermişler ve bu eserler ister bir yolun takipçisi olsun isterse olmasın geniş halk kesimlerinde kabul görmüştür. Mamafih, yüksek kültürel seviyenin, bir üst idrak düzeyinin geniş halk 13 Bu konuda güzel bir çalışma olarak Osman Cemal Kaygılı’nın İstanbul'da Semai Kahveleri ve Meydan Şairleri (İstanbul, 2007)’ni zikredebiliriz. 14 Kuşkusuz bu konuda çokça eser yazıldı, kahve kültürümüze ilişkin müstakil eserler kaleme alındı. Ama size A. Adnan Adıvar’ın bu konu etrafında kaleme aldığı bir denemesini okumanızı önereceğim. Bkz. A. Adnan Adıvar, “Kahve ve Okuma”, Denemeler Bilimin Sarp Yollarında Cüretkâr Adımlar, Der. Remzi Demir, Ankara, 2003, 57-60. 15 Popüler din kavramının mahiyetine dair bkz. Mustafa Arslan, Türk Popüler Dindarlığı, İstanbul, 2004, 53-67. Halk İrfanının İnanç Boyutu:Popüler Dini Kitaplar ve Bir Tartışma * 151 kitlelerince kabulü, o seviyeyi düşürmez ve o idraki basitleştirmez. Dolayısıyla insan ve toplumbilimlerinin kavramlarını, dini düşünceyi ifadelendirmek için kullanırken azami dikkat göstermek gerektir. Popüler dini kitapların, yazarın veya şairin halkı dini konularda aydınlatmayı amaçlamak için telif, tasnif, tanzim ve tercüme ettiği kitaplar olmadığının bilinmesi gerekir. Bunu bilhassa Osmanlı için söylüyorum. Çünkü o dönemin “güzidesi” olan yazar ya da şairi, kendini aydınlanmış olarak kabul edip kendini farklı bir yere koymamıştır. Bunu çoğu eserin sebeb-i telif kısmından anlıyoruz; müellif ya ihvanın bir sorusuna cevap arar, ya içine doğan bir varidatla eserini telif eder yahut da ondan birisi bu eseri telif etmesini ister o da yazar, ya da kendisi bir şeyler öğrenmek isterken eseri telif eder. Kuşkusuz o da eserinin okunmasını arzular, ama hedef kitle olarak halkı görüp, ona göre eserler yazmamışlardır. Lakin, mesela Süleyman Çelebi Vesîletü’nnecât’ı yazarken ne hedef kitle olarak halkı seçmiştir, ne de kitabının bu denli yaygınlık kazanmasını ve geniş bir coğrafyada okunmasını hayal etmiştir16. O bu konuda temel kaynaklara da müracaat eder, ama bilgiyi içselleştirerek, daha doğrusu bu konuda inandıklarını, gönlünün derinliklerinde duyduklarını döneminin ilmî ve edebî anlayışıyla söylemiştir. Bu söyleyişte kuru, yapmacık, gösteriş ve yukarıdan bakış yoktur. Bu sebepten zaman içerisinde geniş halk kitlelerinin temel kitaplarından birisi haline gelmiştir. Popüler dini edebiyatımızın diğer kitapları, Muhammediyye, Envâru’lâşıkîn, Müzekki’n-nüfûs, Kara Dâvûd, Ahmediyye, Tenbihü’l-gâfilîn, Şerhu şir’atü’l-İslâm, İmâdü’lİslâm, Mızraklı İlmihal, Şerhi Vasiyyeti’l-Muhammediyye, et-Tarîkatü’lMuhammediyye, Delâilü’l-hayrât ve Mârifet-nâme gibi eserler için de durum aynıdır17. Bu eserlerin, geniş halk kitlelerince kabulü, bugün sanıldığı gibi, onların ilmî seviyesine halel getirmez; aksine yazarının dil ve üsluptaki maharetine işarettir. Bu kitaplara, camilerde “ders-i âmm hocası” veya “ders-i âmm efendi” denilen dinî ve kültürel alanda yetkin müderrislerin verdikleri derslerde takip edilen temel İslamî kitapları da ilave etmek gerekir18. 16 Bu konuda bir değerlendirme için bkz: Bilal Kemikli, "Popüler Dini Kültürde Hz. Peygamber-Vesiletü'n-Necat Örneği", Diyanet İlmi Dergi, XIV (1), Ocak-Mart, 2005, 716. 17 Bu kitapların teolojik değerine dair bir bilgi almak isteyenler bkz. Hatice K. Arpaguş, Osmanlı Halkının Geleneksel İslam Anlayışı ve Kaynakları, İstanbul, 2001. Bu kitapların kaynaklarına dair De son dönemlerde bazı çalışmalar yapılmıştır. Ancak bu çalışmalarda günümüzden bakarak eserleri anlama ve kaynak açısından değerlendirme yöntemi hakim olduğu için bir kısım yanlışlıklara da düşülmektedir. Bkz. İ Hakkı Ünal, “Bir Tasavvuf Şairi Ahmedî’nin Hadis Kültürü”, İslâmiyât, II (3), Temmuz-Eylül 1999, 197-207; İlhami Güler, “Osmanlı Popüler Dinî Edebiyatında Dünyaya Karşı Mesafe Bilinci”, İslâmiyât, II (4), Ekim-Aralık 1999, 33-49. 18 Bkz. Yahya Akyüz, “Cami Dersleri”, DİA, VI, 3356; Necdet Sakaoğlu, “Cami Dersleri”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, II, İstanbul, 1994, 374-375. 152 * Bilal Kemikli Mesela buralarda Buhârî-i şerîf gibi temel kaynak eserlerin okunduğu düşünülürse, popüler kitap ifadesinden ne anlaşılması gerektiği açıkça görülür. Keza meclislerde okunan, cönkler, Yunus Emre’nin Divânı başta olmak üzere divanlar, Zinetü’l-mecâlis gibi seçme beyit ve mısra’lardan oluşan eserler, aşk mesnevileri, dini-ahlaki mesneviler, evliya menkibeleri, cenknâmeler, gazavatnâmeler, Oğuznâme, Dede Korkut Hikayeleri, Hasbihalnâme türünde eserler ve Letâifnâme tarzında eserleri de burada zikretmek gerekir. Bu eserlerin hemen hepsinde ortak bir konu vardır; okuyucu ve dinleyiciye tasavvufun varlık düşüncesine müstenit bir inanç ve tevhit anlayışı vermek. Hatta bu inancın geniş halk kitlelerine daha da sağlam bir zeminde kazandırılmasına imkan veren doğrudan doğruya inancı ele alan manzum akâidnâmelerin yazıldığını da söylemek gerekir. Bunlardan bilhassa Hızır Bey b. Celaleddin b. Ahmed Paşa (ö. 1458) Kasîde-i Nûniyye’si ve Mehmed Muhyiddin Gülşenî Edirnevî (ö. 1605)’nin Akâid-i Muhyî’si önemlidir. Bir Tartışma Popüler dini kitapların, daha çok varlık, zaman, dünya gibi konulara atıfta bulunarak inanç konusu etrafında şekillenmesi, halk irfanının temelinde iman olmasına işarettir. Bu iman, halkımızın varlığı ve zamanı idrak ederek, gerçek failin ve küllî irâdenin farkına varmasını sağlamıştır. Bu imanın hayat verdiği irfan, “insanın kadrini insan bilir” fehvasınca, insana insan olmanın kadrini ve kıymetini öğretmiş ve ona “Kırdınsa yap, döktünse doldur.” cümlesinde olduğu gibi bir kısım yüce değerler ve ahlakî ilkeler kazandıran tembihlerde bulunmuştur. İşte bu inancı oluşturan yazılı kültürden söze intikal eden eserlerden birisi, Hudâ-Rabbim Manzumesi’dir. Bir nevi akâidnâme olarak nitelendirilmesi mümkün olan Hudâ Rabbim Manzûmesi, daha evvelki çalışmalarımda konu edindiğim gibi, XVII. Yüzyıl sufi şairlerinden olan Sun’ullâh-ı Gaybî’ye atfedildiği gibi, XVIII. Yüzyılın meşhur simalarından olan Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın Marifet-nâme’sinde bulunuyor olmakla, onun eserleri arasında da zikredilmiştir. Daha evvel yazma bir nüshada eserin XIX yüzyılın yenilikçi sufi rehberlerinden olan ve üçüncü devre Melâmîliğinin pîri olarak kabul edilen Muhammed Nûr’a nisbet edildiğini de görmüş ve bir manzumenin üç ayrı dönemde üç ayrı şaire ait gösterilmesini bir makalede tartışma konusu etmiştim19. Daha da önemlisi, bu makale üzerinde çalışırken, masamın üzerinde metni gören bir ilim adamımız, bu metni daha çocukluğunda okuma yazma bilmeyen annesinden duyarak ezberlediğini söylemiş ve baştan sona ezbere okumuştu. Yazılı bir metin sözlü kültüre intikal etmiş ve geniş bir yayılma alanı bulmuştu. Ben kronolojik verilere dayanarak, bu eserin Gaybî’ye ait olabileceğini söy19 Bkz: Bilal Kemikli, "Popüler Dinî Kültüre Dâir Bir Manzûme ve Üç Şâir: Hudâ Rabbim Manzûmesi Etrafında Tartışmalar" İslâmî Araştırmalar (Journal of Islamic Research), XIV (3-4), 2001, 492-500. Halk İrfanının İnanç Boyutu:Popüler Dini Kitaplar ve Bir Tartışma * 153 lemiştim. Dahası benim bu kanaatimi destekleyen bir menkabe de Kütahya’da anlatılmaktaydı. Bu menkâbeye göre, vahdet-i vücutçu görüşleri dolayısıyla Kütahya uleması tarafından dışlanan Bayramî-Melâmî şair Gaybî, birer Halvetî olan dedesi ve babasının hankâhında yalnızlığı ihtiyar ederek ilim, irfan ve telifle vaktini geçirirken ölmüş ve geride bu eseri bırakmıştı. Gaybî’nin ölümünden sonra manzumeyi gören Kütahya uleması haksız bühtanlarla taciz ettikleri şahsın aslında Ehl-i Sünnet inancına bağlı yüce bir ruh olduğunu görmüşlerdi. Böylece Gaybî, geride bıraktığı bu güzide eser dolayısıyla, Hüda Rabbim olarak anılır olmuştu. Kütahya’da yakın zamana kadar Gaybî hep bu isimle anılmış ve çocuklar İslam dinini bu eserle birlikte tanımışlardı. Bütün bu anlatılanlar, bu eserin diğer eserlerinin muhtevaları da göz önünde bulundurulduğunda gerçekten Gaybî’ye ait olduğuna işaret eder. Ancak, XVI yüzyılda yaşadığı sanılan Za’fî-i Gülşenî üzerine yapılan bir doktora tezinde, eserin bu şaire atfedildiğine tanık olmaktayız20. Adı geçen tezi hazırlayan meslektaşım, bazı kütüphanelerde eserin kimi nüshalarının Za’fî’ye nispet edilmesinden yola çıkarak, benim kronolojik yaklaşımımı da esas alıp eserin bu şaire ait olabileceğini söylemektedir. Böylece eser üzerindeki tartışmaya yeni bir isim daha katılmıştır. Tartışma bununla da bitmiyor. Nitekim hazırlamakta olduğumuz Mevlit sempozyumu dolayısıyla yaptığımız araştırmalarda, Arnavutluk’ta hazırlanan Arnavutça Mevlit ve Mevlit kültürünü konu edinen bir eserde bu manzumeye de yer verilmiştir 21. Demek ki, eser, şairi hakkında farklı rivayetler ve nispetler olsa da tıpkı Vesiletü’n-necât gibi hem Anadolu’da hem de Rumeli’nde bilinmektedir. Hakkında bu kadar konuştuğumuz eserden kısa bir bölümü sizinle paylaşmak isterim: Sonuç Kısaca ele alındığı gibi, bugün bazı disiplinler üzerinde durmasalar da bir halk irfanı karamı vardır. Bu kavram, tarihi süreç içerisinde Türk milletinin hayat tecrübesini, dünya görüşünü, zihniyetini ve bütün bunların hayata dair pratik ve hikmetli cevaplarını ifade etmektedir. Keza bu tecrübenin, bu dünya görüşünün, bu zihniyetin ve hayatın anlamına dair verilen cevapların temelinde inancın tesiri vardır. Halk bu inancın mahiyetini, popüler dini eserlerden istifade ederek kavramaktadır. 20 Bkz: Abdurrahman Adak, Za’fî-i Gülşenî Hayatı, Eserleri, Edebî Şahsiyeti ve Dîvânı’nın İncelenmesi, AÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi, Ankara, 20006, 105-107. 21 Bkz: Dr. Faik Luli-İslam Dizdari, Mevludet Në Gjuhën Shqipe, Shkodër, 2002, 180-183. ÖZEL MECLİSLERDE OKUNAN KİTAPLAR -HALK KİTAPLARIİsmet Çetin Batı Türklüğünün edebî hareketliliği, özellikle Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan itibaren, devletin kurulup büyümesine paralel bir gelişme göstermektedir. Başta, Agâh Sırrı Levend’in dediği gibi tamamen topluma İslamî ahlâkı kazandırmak maksadıyla vücut bulan edebî eserler, “ahlâk kitabı” olarak değerlendirilmiş ve Agah Sırrı levent tarafından da “ümmet çağı ahlâk kitapları” olarak tavsif edilmiştir. (LEVEND, 1963) Türkistan’dan getirilen millî unsurlar, yanına Fars-Hint ve İslâmArap edebî unsurları da alarak, Türkiye ve çevre iklimlerde yeni bir edebî yapıya bürünmüştür.(KÖPRÜLÜ, 1986,361-412 ) Yeni bir din, yeni coğrafya ve buna bağlı olarak gelişen yeni bir medeniyet dairesi, İslâmiyet’ten önceki dönem edebî unsurları tecrit etmiş, yerine, yeni medenî yapıya uygun bir edebiyat geleneği oluşturmuştur. Bu gelenek, başlangıçta toplumun üst kesimlerinde kabul görmüş, işlenmiş ve teşekkül etmiştir. Zira, bir Arap masal külliyatı olan “Kitâb-ı Bâde’ş-Şidde”, tercüme yoluyla Türkçe’ye kazandırıldığı zaman genel bir kabul görmüş, bunun yanında ozanlar mârifetiyle aktarılan Oğuznâme ve benzeri epik karakterli anlatmalar görülmemeye başlanmıştır. 13. Yüzyıldan itibaren, Arap ve Fars kaynaklarından tercüme ve adapte yoluyla kazandırılan birçok edebî eser, toplumda yavaş yavaş yaygınlık kazanırken, kendilerine mahsus bir edebî çevre de kazanmıştır. Başlangıçta, özellikle klasik edebiyat geleneği ve bu geleneğe bağlı temsilciler, kendilerine mahsus bir edebî çevre oluşturdular. Merkezde, Pâdişah sarayları, devlet büyüklerinin konakları, taşrada şehzâde sarayları; İstanbul, Bursa, Edirne gibi büyük kültür merkezi olan şehirlerde şu’ara meclisleri, sahaf dükkanları, meyhaneler, bu edebî çevreleri oluşturmaktaydı. (İpekten,1996) Başlangıçta aydın kesim arasında teşekkül eden ve yine aydın kesim arasında kabul gören edebî yaratılar, toplumun kabuller dünyasına uygunluğu nispetinde tabanda yaygınlık göstermeye başladı. 12. ve 13. yüzyılda tercüme ve adapte yoluyla Türk edebiyatına kazandırılan eserler, edebî estetik taşımanın yanısıra, ilk etapta ahlâklandırma, toplumu bir inanç çevresinde toplama, birleştirme endişesi taşımaktaydı. Bu tip eserler, başlangıçtan itibaren; dinî-ahlâkî, dinîkahramanlık, dinî-edebî karakterleriyle toplum tarafından kabul görmekteydi. Fars ve Arap edebî geleneğinden Türk edebiyatına intikal eden “bedîi kıymeti “ haiz eserler, Divân Edebiyatı olarak adlandırdı Doç. Dr. Gazi Üniversitesi Eğitim Fakültesi Özel Meclislerde Okunan Kitaplar * 155 ğımız edebiyat anlayışı içinde formunu koruyarak 20. yüzyıla kadar geldi. Ancak, ahlâklandırma iddiası taşıyan eserler, dinî bilgilerin de toplum tarafından benimsenmesiyle birlikte, toplumun şuurunda varlığını sürdürdü ve zaman zaman değişikliklere uğrayarak varlığını devam ettirdi. Zaman zaman da mellif veya musannifleri, mütercimleri unutuldu. Zira Vasfi Mahir Kocatürk; “on asırdan beri, yüzlerce binlerce kopye edildikten sonra, yazmaları günümüze kadar gelen bu yazmaların bir kısmı anonim durumdadır, yani elden ele yazıldıkça müellif adları değiştirilmiş ve kaybolmuştur.“(Kocatürk,1970, 96) demektedir. Türklerin Önasya’ya gelmelerinden itibaren toplumun hemen her kesiminde okunan veya dinlenen kitaplar; Kuran-ı Kerim başta olmak üzere Kur’an tercümeleri, hadis, fıkıh, akaid kitapları ile dinî didaktik ve dinî-kahramanlık konulu kitaplar ile yukarıda da zikredildiği gibi Fars ve Arap yazılı ve sözlü edebiyat geleneğinden alınan hikâye/destan, masal, cenknâme, târih, kaside, mesnevî formunda olan manzum ve mensur kitaplardır. (Kavruk,1991,8; Çelebioğlu, 1999,33) Burada üzerinde duracağımız, aydın kesim tarafından tercüme veya adapte yoluyla Türk kültürüne kazandırılan, olay çevresinde meydana gelen ve zümre ayırımı olmaksızın okunan veya dinlenen edebî verilerdir. Bu edebî verilerden bazıları kültür merkezleri olarak kabul edilen şehir çevresinde, bazıları da daha yaygın bir alanda okunan veya okunuşundan dinlenen hikâyelerdir. Başlangıçta daha çok dinî ve dinî-kahramanlık konularını işleyen bu eserler, zaman içinde konularını gerçek hayattan almaya, yerli malzeme ile beslenmeye başladılar. Bu tip eserlerin hangisinin, hangi çevrede yaygınlık gösterdiği konusunda bir çalışma olmadığından, bu konuda bir fikir yürütmek doğru olmaz. Ancak, günümüze kadar gelen yazılı ve basılı metinlere baktığımızda, dinî-kahramanlık konulu metinlerin daha geniş bir alanda yaygınlık gösterdiğini söyleyebiliriz. Fuad Köprülü dinî-destânî eserlerin başlangıç dönemi olarak 13. yüzyılı gösterir; "Bütün halk sınıfları arasında dağılmış olan bu destanî edebiyatın görmüş olduğu rağbet şairleri ve ozanları mevzularını İslam ve İran an'anelerinden alan birtakım kahramanlık hikâyeleri daha vücuda getirmeği mecbur etti ki, 13. yüzyılda kuvvetle başlayan bu cereyanın, müteakip asırda, muhtelif amillerin te'siriyle büsbütün inkişaf ettiğini göreceğiz." (Köprülü, 1981,252-253 ) Dinî-destânî kahramanlık hikâyelerinin edebiyatımızda başlangıç dönemini 13. yüzyıla bağlayan bir başka araştırmacı da Aldo Galotta'dır. Galotta, gazavat-nâmelerin kaynağını verirken, dinîkahramanlık hikâyelerinin 13.-14. yüzyılda ortaya çıktığını söylemektedir. (Galotta, 1981,473-500) Bu araştırmacıların dışında, Abdurrahman Güzel konusunu İslâmî kıssalardan alan manzum hikâyelerin 14.-15. yüzyıllarda kaleme alındıklarına söylemektedirler. Ahmet Yaşar Ocak, Kesik Baş Destânı'nın 13. yüzyıldan daha erken bir zamanda teşekkül etmiş olabileceğini söyleyerek, destanın 14. yüzyıl- 156 * İsmet Çetin dan itibaren kabul gördüğünü ifade eder. Cahit Öztelli, Hikâye-i İslam -Yahudi, Hikâye-i Deve gibi dinî hikâyelerin, 14. yüzyıl imla özelliklerini taşımasıyla birlikte en geç 15. yüzyılda yazıldıklarını söylemektedir. Agah Sırrı Levend, dinî-kahramanlık hikâyeleri içinde telakki ettiği Hâver-Nâme'yi yazarı bilinmeyen eserleri içinde değerlendirmiş, T.D.K'nda bulunan bilgi fişlerinde ise Sultan Ahmed döneminde FerahDolayısıyla Ferah-nâme konusunda 14. yüzyıldan 17. yüzyıla kadar bir zaman sınırı çizen Levend'in bu tür kitapları 10.-14. yüzyıllarda, Aldo Galotta, İran sahasında kaleme alınan Hâver-Nâme'nin 1427 yılında kaleme alındığını, ancak bunun 13. ve 14. yüzyıllarda oluşan geleneğe dayandığını ifade etmektedir. Agah Sırrı Levend, Hüssam Katib'in Cümcüme Sultan Hikâyesi'nin 14. yüzyılda kaleme alındığını söylerken Fuad Köprülü, Zeynep Korkmaz ve Saadettin Nüzhet Ergun da aynı görüşleri paylaşmaktadır. (Çetin,1997,44-45) Türkiye sahası Türk edebiyatının teşekkül döneminin örnekleri olan bu eserler, dinî-ahlâkî bilgi vermek, tarih bilgisi ve şuuru kazandırmak ile topluma moral kaynaklığı yapmaları bakımından önemlidir. Türklerin Türkiye topraklarına gelmeleri, burada yerleşme idealleri ve çabaları, bir taraftan dış mücâdeleler, bir taraftan iç karışıklıklar, Anadolu sahasında yaşayan Türk insanının sürekli hareket halinde olmasını gerektiriyordu. Bu hareket, hem fikrî, hem fizikî hareketliliktir. Yeni kabul edilen İslâmiyet, aydın kesim tarafından yayılmaya çalışılırken onun esasları çeşitli vesileler ile anlatılmakta idi. Kimi zaman Yesevî'nin hikmetleri tarzında şiirli anlatım, kimi zaman Yusuf Has Hacib'in Kutadgu Bilig'i gibi siyasî öğütler veren şaheserler, bazan Hacı Bektaş'ın Makalat'ı gibi tefsir kitapları, siyerler ve çeşitli dinî eserler, toplumu beslemekteydi. Ulema ve velîler bu fikrî beslenme ve hareketliliği te'min ederken, velî ve ulemânın verdiği bilgiler ile yeni bir insan tipi teşekkül etmekte idi. İslâmiyet’ten önce var olan "alp tipi", yerini İslâmî bilgiler ile donatılmış ve onun adına savaşmayı gaye edinen 'gazi tipi'ne bırakıyordu. İslâmî idealler için savaşan, cihan hâkimiyetini, hâkimiyet idealindeki adalet duygusunu din ile birleştiren gazi, içinde yaşadığı şartlardan dolayı savaşı yaşayış tarzı olarak kabullenmiştir. Bir taraftan dinî idealler uğruna savaşan gazi, bir taraftan da dünyevî nimetleri yakalamak için gayret eder (Kaplan, 1985, 121-131) Yeni vatan üzerinde yaşayan insanlar, fikrî ve fizikî yönden iş birliği yapmak zorundadırlar. Dinî –ahlâkî-kahramanlık kitapları olarak tavsif edebileceğimiz bu tür eserler, ister tercüme, ister telif olsun Anadolu Sahası Türk edebiyatında 13. yüzyıldan itibaren görülür. Şeyyad İsa tarafından kaleme alınan Salsal-Nâme ise bunun ilk örneği olarak tahmin edilir.(Köprülü,1981, 253) Tursun Fakih tarafından kaleme alınan bazı mesnevilerin varlığı Köprülü'nün, bu tür eserlerin 13. yüzyıla bağlanması" fikrini destekler mahiyettedir. Dolayısıyla, 13. yüzyıldan itibaren görülmeye başlayan bu eserler, 16. yüzyılda Havernâme ile devam eder ve bu tür eserlerin tamamı, Eski Anadolu Türkçesi'nin dil özellik- Özel Meclislerde Okunan Kitaplar * 157 lerini taşımaktadır. Cahit Öztelli, başta cenknâmeler olmak üzere, bu eserlerin 14.-15. yüzyıl Anadolu Türkçesi'nin hâkim olduğunu ve divân edebiyatı te'sirinin az olduğunu da söyler. (Öztelli,1976,349-350) Zira Hasan Kavruk da, divân edebiyatı geleneği içinde değerlendirdiği mensur hikâyelerin dilinden bahsederken, Hikâyelerin ekseriyeti sade bir dille, herkesin anlayabileceği tarzda kaleme alınmıştır. Süslü nesirle, ağdalı bir dille yazılmış hikâye sayısı pek fazla değildir. Gaye, bir olayı hikâye etmek, veya okuyucuya faydalı olabilmektir. Bunun için okuyanın okuduğunu anlayabilmesi esas alınmış, bundan dolayı da süslü nesir pek fazla kullanılmamıştır. (Kavruk, 1998, 9) Yukarıda görüşlerini kısaca verdiğimiz araştırmacıların düşünceleri, bu tip eserlerin 13. ile 15. yüzyıl dil özelliklerini yansıttığı yönündedir. Eski Anadolu Türkçesi'nin özelliklerini taşıyan eserlerde kullanılan; Tanlamak, Çalab, tama, tapu, varıser, kancaru, silah giymek, turavuz, yok durur gibi ifadeler de buna işaret etmektedir.(Çetin, 1997,129-130) Bu dönemde Türk edebiyatına kazandırılan bu tip eserlerin konuları oldukça zengindir. Din, tasavvuf, ahlâk, aşk ve kahramanlık en fazla üzerinde durulan, işlenen konulardır. Bu konuların ayrı ayrı işlendiği hikâyeler olduğu gibi, birden fazla konunun ele alındığı hikâyeler de az değildir. Bu hikâyelerin kahramanları, başta dinî karakterler olmakla birlikte genellikle idealize edilmiş tiplerdir. İyi-kötü, Müslümân-kâfir, olumlu-olumsuz çatışması üzerine kurulan bu eserlerde, olumlu ve iyi tipler, toplumun idealize ettiği, kendisine örnek aldığı tiplerdir. Üzerinde durulan eserlerde sıfatı veya temsil ettiği tip ne olursa olsun Müslüman olanlar, âdil, cesur, imanlı, bilgili, emin ve ahlâklı olmalıdırlar. Bu sıfatlar, Müslümân-gâzi tipi kimliğinin belirleyici ölçüleridir. Zaman zaman bu ölçülerin dışına çıkan şahsiyetler görülmektedirler ki, bunlar "münafıklar" olarak anılıp, ayrıca isimleri söylenmez. Bu bilgilerden sonra, 13. yüzyıldan itibaren edebiyatımızda yer alan ve teşekkül döneminden sonra “halk edebiyatı” alanında kabul gören eserlerden bazıları, yazılı kaynaklar vasıtasıyla devam ettiği için, özellikle Arap harfli baskılara kadar, Eski Anadolu Türkçesi özelliklerinin de korunmasını sağlamışlardır. Burada kısa bilgi verdiğimiz kitaplar, zaman dilimi olarak dört dönemde inceleyebiliriz. 1.Yazmalar dönemi, 2. Arap harfli Türkçe matbu metin dönemi, 3. Latin harfli Türkçe matbu dönemi (1928 sonrası) ve 4. 1937 sonrası. Türklerin Türkiye sahasına gelmesinden, 11. ve 12. yüzyıldan itibaren “Şartların olgunlaşmasıyla 13. yüzyıldan itibaren Oğuzcaya dayalı yeni bir yazı dili meydana gelmiş ve bu dille eserler yazılmaya başlanmıştır. Bazı araştırıcılar ise telif tarihleri ve yerleri bilinmeyen ve “karışık dilli” tabir edilen birtakım eserlerden hareketle, Oğuzların 12. yüzyıl ortalarına kadar Karahanlı yazı diline bağlı, ancak kendi lehçe 158 * İsmet Çetin özelliklerinin ağır bastığı bir yazı dillerinin olduğu ve 13. yüzyıldan itibaren bu yazı dilinin tamamen Oğuzcalaştığı görüşündedir. Eski Anadolu Türkçesinin -nerede ve ne zaman teşekkül ederse etsin- bir imtiyazlı ağız temelinde kurulduğu ve başka ağız, lehçe ve dillerin etkisiyle geliştiği muhakkaktır. Doğu Türkçesi ile Arapça ve Farsça, Eski Anadolu Türkçesini etkilemiştir.” Eski Anadolu Türkçesi ile kaleme alınan söz konusu ettiğimiz eserlerin sınırlarını “Konya, Kırşehir, Amasya, Tokat, Sivas ve çevresi (Sinop, Kayseri, Yozgat, Çankırı, Kastamonu, Çorum, Malatya) 12. yüzyılda Selçuklu sarayına bağlandıktan sonra da kültürel canlılıklarını devam ettirmişlerdir.” (Karahan;2000) Buradan anlaşılması gereken, başta dinî-kahramanlık kitapları olmak üzere, diğer ahlâk kitapları ve tahkiyeli eserler, Eski Anadolu Türkçesi özellikleri gösterir ve bu özelliğinden dolayı da yer yer mahallî söyleyişler görülür. Alâimü’s-semâ’nın “eleğim sağma” veya “ineğim sağma” biçiminde görülmesi buna örnektir. Yazma nüshalar, ya müstakil kitaplar olarak, ya da bir mecmuanın veya cöngün içinde bulunmaktadır. Bunlar, müstakil eserler ise, meraklısı tarafından istinsah edilen veya yeniden nazma çekilen eserlerdir. Bu eserler, yazılı gelenekte varlığını sürdürmüş ve Mustafa Nihat Özön’ün ifadesiyle “Yazılısından Okunan Kitaplar” kategorisine girmektedir. Bunlara örnek olarak, Ankara Milli Kütüphane kayıtlı olan Gazavât-ı Hazret-i 'Alî adlı eser gösterilebilir. 52 varak olan mecmua İbn Hafız ve 1250 tarih kayıtları bulunup, cenknâme'nin Tursun Fakih tarafından kaleme alındığı zikredilmektedir. Yazıldığı yer olarak "İpsile" kaydının düşüldüğü mecmu'anın önemi, "Tursun Fakı" ve 897 tarihinin zikredilmesidir. Mecmua bir hikayeden meydana gelip toplam 1225 beyittir. (06 Mil.Yz. 2266) Bir başka örnek, Makedonya kütüphanelerinde bulunan Hamzanâme’dir. Toplam 72 ciltte toplanmıştır. (Aydemir-Hayber: 2007) Yine benzer eserler, aynı fikrî yapı üzerine kurgulanmış başka eserler ile mecmua külliyeti içinde bir arada bulunmaktadır. Kıssa-ı Hayber 'Alî Murtazâ adlı yazma, Kıssa-ı Yusuf, Kıssa-ı Hayber, Kıssa-i Mikdâd ibn Esved adlı manzum hikâyeleri bir arada toplamıştır. (06 Mil. A. 2886/2) Hazret-i Ali çevresinde anlatılan cenknamelerin bir mecmua içinde toplandığı da görülmektedir. Ankara Milli Kütüphane kayıtlı bir mecmuada Kıssa-ı Mevlüd Emrü'l-Mü'minin, Zikr-i Gaza-ı Mukaffa', Muhammed Murtaza ve Cehar Yâr-ı Güzin, Zikr-i Gaza-i 'Aremrem bin Musallat, Kan Kal'ası Cengi ve Zikr-i Gaza-ı Hayber Kal'ası bulunmaktadır. Hafız Hasan bin Abdurrahmân ile 1181 tarih kaydı bulunmaktadır. (06.Mil.Yz.B.37) Bir başka mecmua da, Makedonya Kütüphanelerinde bulunmaktadır ve içinde ; Tercüme-i Hâl-i İbni Arabî, Envâr-ı Fakr Hakkında Özel Meclislerde Okunan Kitaplar * 159 Risâle, Bursalı Mehmed Tâhir bin Rif’at; Terkîb-i Bend, Veysî Üveys bin Muhammed; Tercüme-i Hâl-i İsmâil Hakkı Celvetî, Muhammed Tâhir bin Rif’at; Tercüme-i Risâle-i Emr-i Muhkem el-Merbûd, Harîrîzâde Muhammed Kemâleddin; Tercüme-i Hadikatü’l-Hakika, Harîrîzâde Kemâleddin; Risâle-i Tasvvuf, Risâle-i Zübdetü’l-Halâik, Mecmua-i Ehâdis, Bursalı Mehmed Tâhir bin Rif’at; Mecmua-i Ehâdis der Fezâil-i Aliyyü’l-Murtazâ, Muhammed Tâhir bin Rif’at; Na’t-ı Nebevî, Nâmık Kemal; Hayâl-Karagöz, Bursalı Mehmed Rif’at; Eş’âr-ı Müntehaba, Rif’at, Abdurrahîm, Üskübî, Selâmî, Câmî, Gâlib Dede, Azîmî, Huzûf ve benzeri şairlerin şiirleri vardır. (Aydemir-Hayber: 2007) Arap harfli Türkçe metinlerin, eserlerin teşekkül ettiği dönemdeki dil ve imla özelliklerini koruması bakımından önemli olduğunu söylemek gerek. Bu tür kitaplar, müstakil olarak bir hikâyeyi kapsadığı gibi, genel olarak birden çok hikâye veya edebî türün bir arada bulunduğu eserler olarak görülür. Mevlîd-i şerîf adlı bir kitap içinde; Hikâye-i mevlîd, Kaside-i tevhid, İlâhi-i İbrahim Hakkı, Kaside-i Arabî, Mirâc-ı nebî, Vefat-ı nebi, Vefât-ı Fatıma, Hikâye-i geyik, Hikâye-i güvercin, Hikâye-i İbrahim, Hikâye-i kesik Baş, Hikâye-i İslâm-Yahidî, Hikâye-i dev, Nat-ı şerif, İlahi ve dua bulunmaktadır.1 Eski Anadolu Türkçesi ile kaleme alınan manzum hikâyelerde yer alan başlangıç ifadelerinden birine, Kesik Baş hikâyesinden örnek verebiliriz: Eski Anadolu Türkçesi 15.YY. "Başlayalum söze bismillâh ile Duruşalum dün ü gün Allah ile Bir hikâyet geldi dilime ari İdem eger Hak kılursa yâri" Matbu metinlerden Latin esaslı Türkçe metinleri kendi içinde iki kategoride değerlendirmek mümkündür. Bunlardan birincisi, Türk hikâyecilik geleneğine bağlı olarak yazılıp, sadeleştirmenin kelimelerle sınırlı kaldığı eserlerdir. Bunlardan ilkler arasında sayılabilecek bir kitap olan “Muharrem Zeki Korgunal tarafından kaleme alınan ve Havernâme’den alınan “Korkunç Bir Rüya: Hazret-i Ali Devler Peşinde (KORGUNAL:1933) adlı hikâyedir. Aslı manzum olan Havername, İbni Hüssam tarafından manzum olarak kaleme alınmış ve Türkçe’ye Ferah-Nâme adıyla tercüme edilmiştir. Bu hikâye ve hikâyeden parçalar, Latin esaslı Türkçe ile oldukça fazla yayınlanmış ve okuyucu bulmuştur. Bu ve benzer kitaplarda; “Raviyani ahbar nakilan-ı asar, muhaddîsan-ı rüzgâr şöyle rivayet eder ki: Bir gün iki cihan Serveri, Peygamberimiz Efendimiz mescitte otururken aklına Hz Ali gel1 Hikâye-i mevlid-i Nebî sallahu Aleyhi ve’s-sellem, İstanbul 1341 160 * İsmet Çetin di.”(NB:1981,3) gibi giriş ifadeleri, yazılı edebiyat geleneğinin devamı olarak kendisini korumaktadır. Latin esaslı Türkçe eserlerden bir kısmı ise, 1937 yılında Dahiliye Vekâleti’nin yayıncı ve yazarla gönderdiği, bu ve benzeri eserlerin sadeleşterilmesi ve/ veya adapte edilmesiyle ilgili bir tamimden (Elçin, 1977) sonra yayınlanmıştır. “İmdat Ya Ali” adlı kitap “Tarihî Roman” düşüncesi ile kaleme alınmış örneklerden birisini teşkil etmektedir. “(Hira) çölünün ortasında, eski volkanların parladığı dağ kümeleri arasında (Medine), karalat giyinmiş bir öksüzü andırıyordu. Çorak, yangın harabeleri içinde, küçük sular, otluk ova, yeşilliklere bürünmüş olmasına rağmen, ruh sıkıcı vaziyetini bir türiü terkedemiyordu, gözleri alabildiğine uzanan siyah lâv sahralarından, fırlamış yanık kayalardan, cevirtemiyordu. O zaman (Yeserp) denen bir nehir boynu bükük hasta gibi dirilmek, kalkınmak istiyordu, Fakat bunu, kucağında büyüttüğü, beslediği (Evsler), (Hazreçler), (Yahudiler) veremiyordu.”(Çavdarlı:1970) Cumhuriyetin kurulmasından itibaren başlayan kültürel değişimler, bunun içinde harf değişikliği, kitapların yeniden yazılması, adapte ve sadeleştirme çalışmaları, toplumun, dolayısıyla okuyucunun bu gelişmelere intibakta güçlük çekmesi, şüphesiz tereddütleri de beraberinde getirecektir. Bu tereddütlerden biri de, piyasaya sürülen kitapların güvenirliliğidir. Yayıncılar veya yazarlar, toplumun güvenini sağlamak için, daha önceki dönemlerde bu tür kitaplarda bulunmayan “önsöz” yazmaya başladılar. Yine Haverân adlı eserden tercüme yoluyla edebiyatımıza kazandırılan “Haverzemin Cengi” adlı kitabın önsözü bu düşüncemizi destekler mahiyettedir. “İslâm tarihinin şeref sayfalarını teşkil eden gazavatı Nebeviyye bütün İslâm memleketlerinde asırlardan beri yazılıp basılan ve seve seve okunan başlıca kitapları teşkil eder. “Memleketimizde de bu çığırda yazılmış çeşitli eserler mevcuttur. Her biri başlı başına bir hamaset ve fedakârlık âbidesi olan bu gazavatın arasında, Eshabı Kiram hazeratının tamamen sahabei güzin hazaratının yalnız başına veya diğer birkaç arkadaşı ile başardıkları gazalarda mevcuttur. İste, Billur Âzam adı verilen bir kitapta da bu kabil gazvelerden, Resulü Ekrem Efendimizin Amca Zadeleri aynı zamanda damatları olan ve hülefai Raşidinin dördüncüsü bulunan Hayber Fâtihi Hazreti Ali îbni Ebu Talip Kerremallahü veçhe izafet edilen cenkleri okuyacaksınız. Şimdiye kadar yalnız istismar edilen isminden başka eski Türkçe basılmış olan aslile hiçbir münasebeti bulunmayan Billur Âzam cenkleri bu kitapta aslına tamamiyle sadık kalınarak Türk harfleriyle size sunulmuş bulunuyor.” (N.B., 1981) Özel Meclislerde Okunan Kitaplar * 161 Yazma metinlerde bulunmayan ve Arap harfli Türkçe basılı kitaplarda da nadiren bulunan resim, Latin esaslı Türkçe metinlerde bolca görülmektedir. Okuma oranının oldukça düşük olduğu Türk toplumu tarafından, okunan metnin daha kolay ve iyi anlaşılması maksadıyla resmedilen bu kitaplarda, kahraman veya kahramanlar ile bunların maceralarını anlatan manzaralar bol miktarda yer almaktadır. Taş baskı ve daha sonraki dönemde matbu metinler için Gül Derman’ın söylediklerini burada vurgulamak gerek. Köklü bir masal dinleme alışkanlığı olan Türk kültür hayatında, hikâyeler sözlü anlatımdan yazılı ve basılı metinlere geçtikçe, anlatıcının dinleyici ile ilişkisi de zayıflamış ve kopmuştur, ilişkiyi tekrar kurmak üzere resimlendirilen nüshalarda ise, yalnız hikâyenin belirli yerlerinin vurgulanmasına gidilmiş, resimlerin estetik amaçtan çok anlatıcı veya açıklayıcı amaç gütmesine dikkat edilmiştir. Böyle olunca, mekândan çoğunlukla soyutlanan figürler, bir boşluk içinde ve hareketten yoksun, hikâyede belirli bir noktayı açıklamak için adeta Karagöz göstermeliklerindeki figürler gibi sahnelerin içinde ve kitabın orasına burasına serpiştirilmiş olarak yer almışlardır (Derman:1989;12) Latin esaslı Türkçe metinlere geçildiğinde, kitapların resmedilme düşünceleri değişmemiş, sadece resmin tarzı değişmiştir. Daha önceki dönemde estetik amaç taşımaktan uzak olan resimler, daha estetik bir yapıda karşımıza çıkar olmuştur. Matbuat ve maddî imkanların da belirlediğini tahmin ettiğimiz kitapların resimlenmesi, zaman zaman Arap harfli taş baskı veya matbu Türkçe metinlerde olduğu gibi acemiyâne denilebilecek bir tarzda görülür: Kitapların resmedilmesinde, kutsal değerler ve dolayısıyla şahısların resmedilmemesine zaman zaman dikkat edilmişse de, çoğu zaman, Hz. Muhammed’in haricindeki şahsiyetlerin resmedilmesinden kaçınılmamıştır. Kitaplarda, hikâyenin kahramanı veya kahramana yardımcı unsurlar ön plana çıkarılmaktadır. Hz. Ali Cenknamelerinde, Hz. Ali, Düldül ve Zülfikâr, belirgin olarak resmedilmiştir: Başta dinî-kahramanlık kitapları olmak üzere halkın okuma ve bilgilenme ihtiyacını karşılayan kitaplar, 13. yüzyıldan itibaren Anadolu Türk sahasında, devrin toplum yapısı, hayat tarzı ve dünya görüşüne uygun olarak, Anadolu'nun en hareketli dönemlerinden birinde, devrin aydınlarınca tercüme, adapte ve te'lif yoluyla edebiyatımıza kazandırılmaya başlamıştır. Türkistan’dan getirilen millî malzemenin yanına alınan Türkiye sahasındaki yerli malzeme, Fars ve dolayısıyla Hint kaynaklı kültürel unsurlar, İslâm ve Arap kaynağından alınan unsurlar, maruz kalınan medeniyet ve kültür değişmeleri, edebiyatımıza yeni konuların girmesine, yeni bir edebiyat tarzının oluşumuna zemin hazırlamıştır. 162 * İsmet Çetin Üzerinde durulan dinî- kahramanlık konulu eserler, İslâmiyetten önceki Türk destan geleneğinin bir devamı olmakla birlikte, kaynaklarını başta Kur'an-ı Kerim ve hadisler olmak üzere İslâm târihi ve Arap -Fars edebiyatlarından almaktadırlar. Arap, Fars ve Türk sözlü geleneğinden de unsurları bünyesinde toplayan bu kitaplar, hangi kültür kaynağından gelirse gelsin, Türk insanının kabuller dünyasına uygunluğundan dolayı edebiyat geleneğimizde yerini almıştır. Hiç bir millet, mezhep ve grup ayrımı gözetmeksizin, müslim, gayri -müslim çatışması temeli üzerine kurulan bu eserler, bir taraftan dinî bilgileri öğretmek maksadı taşırken, bir taraftan sürekli dış mücadeleler yaşayan Türk insanına moral kaynağı olmakta, örnek ideal insan tipini işaret etmektedir. Ahlâklandırma düşüncesi ön planda olan bu tip eserler, Türkiye sahasında bir edebiyat geleneğinin oluşumu ve gelişimini sağlarken, bir yandan da –başlangıçta-toplumu ümmetleştirme düşüncesi taşımaktadır. Dinî-kahramanlık konulu eserler, İslâmiyetin ilk dönemlerindeki mücadeleyi konu edindiği için, bütün savaşlar din adına yapılır. Dolayısıyla dinî motifler çok yer tutar. İtikad ve ibâdete dair unsurların yanında, İslâm düşüncesinin temelini Kur'an-ı Kerim'in teşkil etmesinden dolayı, sık sık âyetlerden örnekler verilir. Gündelik hayatı da tanzim etmede esas alınan Kur'an hükümleri, bu tür eserlerde aydınlatıcı ve yol gösterici bir fonksiyon üstlenmişlerdir. Mücerred veya muhayyel varlıklar, motifler, bu eserlerde sürekli sahnededirler. Bu varlık ve motifler, Türk destan ve masallarında da rastlanan, çevresinde inançların teşekkül ettiği unsurlardır. Sonuç olarak Türkiye sahasında yerli ve millî kaynaktan intişar eden, Fars-Hint, Arap-İslam kaynağından beslenen, yazılı ve sözlü gelenekte yaşayan, bu eserler iki temel düşünce üzerine bina edilmiştir. Bunlar da İslâm dini ve Türk kültürüdür. Arap ve Fars kaynaklı anlatmaların olmasına mukabil, İslâmî çerçevede değerlendirilip kabul gördükleri için, bunları İslâmî unsurlar olarak müteala etmek doğru olur kanaatindeyiz. Bu eserler, hangi kültür kaynağından bizim edebiyatımıza gelmiş olursa olsun, genel kabullerimize, inanç dünyamıza ve edebî zevkimize uyduğu için Türk edebiyatının bir unsuru olarak kültür ve edebî hayatımızda yerini almıştır. Kaynakça AYDEMİR, Y.-HAYBER, A., (2007), Makedonya Kütüphanelerinde Bulunan Türkçe Yazmalar Kataloğu, Ankara. ÇAVDARLI, r. (1970), İmdat Ya Ali _Tarihi Roman-, İstanbul. ÇELEBİOĞLU, A., (1999), (15.YY’a Kadar), İstanbul. Türk Edebiyatında Mesnevî ÇETİN, İ., (1997),Türk Cenknameleri, Ankara. Özel Meclislerde Okunan Kitaplar * 163 Edebiyatında Ali Hazreti DERMAN, G., (1989), Resimli Taş baskısı Halk Hikayeleri, İstanbul. ELÇİN, Ş. (1977), Halk Edebiyatı Araştırmaları, Ankara. ERGUN, S.N., (1970), Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul. GALOTTA, A., (1981), Salsal-Nâme, Turcica Revue D’edutes Turques, XXI-XXIII, GÜZEL, A.- TATÇI, M. (1990) , Hazret-i Ali ile İlgili Bir Manzum Hikaye: Destan-ı Ejderha ve Hazret-i Ali'ye Atfedilen Bir Eser: Emsâl-i Hazrei-i Ali, G. Ü. Gazi Eğitim Fakültesi Dergisi, 6, 1 , 67-89 İPEKTEN, H., (1996), Divan Edebiyatında Edebiyatında Edebî Muhitler, Ankara. KARAHAN, L ,(2007), Eski Anadolu Türkçesinin Kuruluşunda Yazı Dili- Ağız İlişkisi, Dördüncü Uluslar Arası Türk Dili Kurultayı, 2529 Eylül 2000, Ankara KAVRUK, H., (1998), Eski Türk Edebiyatında Mensur Hikâyeler, Ankara. KOCATÜRK, V.M., (1970), Türk Edebiyatı Tarihi, Ankara. KORGUNAL, M.Z., (1933) Korkunç Bir Rüya: Hazret-i Ali Devler Peşinde, İstanbul. KÖPRÜLÜ, F.,(1981), Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul. KÖPRÜLÜ, F.,(1986), Edebiyat Araştırmaları, İstanbul. LEVEND, A.S., ( 1973), Türk Edebiyatı Tarihi I, Ankara . LEVEND, A.S., Ümmet Çağında Ahlâk Kitaplarımız, TDAY Belleten 1963, 95-115,Ankara N.B. (1981), Billuru Âzam -Billur Dağı Cengi, 1981. N.B. (1981), Billuru Azam Haverzemin Cengi, İstanbul. OCAK, A. Y., ( 1989) Türk Folklorunda Kesik Baş, Ankara. ÖZTELLİ, C. (1976), İslamdan Sonra İlk Halk Edebiyatı ve Anadolu’da Meydana Gelen Eserler, Uluslar arası Folklor ve halk Edebiyatı Semineri Bildirileri, Ankara. ÖZTELLİ, C., (1961) , Anadolu Dinî Edebiyatında Geyik Destanı, T. F. A., 7, s. 2492-2494. OSMANLI MEDRESELERİNDE OKUTULAN ESERLER Mefail Hızlı* İslam tarihinin en dikkat çeken eğitim-öğretim kurumu medreselerdir. Bu müesseseler, başlangıçta genelde Türk-İslam kültür çevrelerinde ortaya çıkıp gelişmesine karşın, zaman içinde her tarafa yayılmış ve ilköğretim üstündeki değişik eğitim kademelerini temsil etmiştir. Osmanlı dünyasında 731/1330-31’de İznik’te kurulan ilk medreseden sonra, daha çok sultanlar tarafından kurularak Bursa ve Edirne gibi başkentlik eden büyük şehirler donatılmaya başlamış, İstanbul’un fethinden sonra da bu faaliyetler en üst düzeyine ulaşmıştı. Bu ilk dönem Osmanlı medreselerinde, dışarından gelen ilim adamlarının zihniyetleri ve eğitim-öğretim gelenekleri tesirini göstermişti. İslâm dünyasının büyük bir bölümünde benimsenen eğitimöğretim düzeni Sünnî gelenek üzerine bina edilmişti. Osmanlı âlimlerinin hemen tamamı Mâverâünnehir, Horasan, Mısır, Irak ve Suriye gibi ilim merkezlerinde tahsil görmüştü1. Osmanlı Devleti sınırları içindeki medreselerin hiyerarşisi, Fatih Sultan Mehmed tarafından kurulan Sahn-ı Semân ile birlikte yeniden düzenlendi. Buna göre, aşağıdan yukarıya medreseler ve okutulan temel eserler şöyle idi: Hâşiye-i Tecrid medreseleri: Günlük ödenen ücretin 20-25 akçe arasında değiştiği bu medreselerde müderrislerin okuttukları ana kitap “Hâşiye-i Tecrid” olduğu için bu adı almıştı. Bu eserin dışında Emsile, Bina, Maksûd, Avâmil, İzhâr, Kâfiye, Şerh-i Tevalî, Şerh-i Ferâiz, Mutavvel gibi kitaplar öğretiliyordu. Miftah medreseleri: Bu medresede görev alan müderrislerin yevmiyesi 30-35 akçe idi. Adını, okutulan temel kitap olan “Şerh-i Miftah”dan alan bu medreselerde ayrıca Hâşiye-i Tecrid, Tenkih ve Tavzih, Mesâbih gibi kitaplar okutuluyordu. Kırklı ve Hariç Elli medreseleri: Müderrislerine 40 akçe günlük ücret verilen bu medreselerin ilk sınıflarında Şerh-i Miftâh, orta sınıflarında Şerh-i Mevâkıf (Kelâm) ve yüksek sınıflarında da Hidâye (Fıkıh) okutuluyordu. Dâhil Elli medreseleri: Yevmiyesi 50 akçe olan müderrislerin görev yaptığı medresede Hidâye, Telvih (Fıkıh Usulü) ve Keşşâf veya Kadı Beydavî tefsirlerinden biri okutuluyordu. * 1 Prof. Dr. Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Bkz. Bilge, Mustafa, İlk Osmanlı Medreseleri, İstanbul 1984, s. 29-30; Hızlı, Mefail, Mahkeme Sicillerine Göre Osmanlı Klasik Dönemi Bursa Medreselerinde EğitimÖğretim, Bursa 1997, s.88-93; Unan, Fahri, “Osmanlılarda Medrese Eğitimi”, Yeni Türkiye, 5. cilt (Ankara, 1999, Yeni Türkiye Yayınları), s. 150-151. Osmanlı Medreselerinde Okutulan Ders Kitapları * 165 Musıla-ı Sahn medreseleri: Okutulan dersler büyük ölçüde Dâhil Elli medreselerdeki gibi idi. Sahn-ı Semân medreseleri: Fatih Külliyesi içinde statüsü en yüksek medreseler idi. Bu medrese düzeni, XVI. yüzyılın ikinci yarısında Süleymaniye medreselerinin yapılışıyla büyük ölçüde değişmiş ve genişletilmiştir. Kanuni Sultan Süleyman (1520-1566), ordunun tabip, cerrah ve mühendis ihtiyacını karşılamak üzere bir tıp medresesi ve darüşşifa, riyaziyat öğretimine mahsus dört tane medrese, ayrıca hadis alanında üst düzeyde öğretim yapan bir de ihtisas medresesi (dârülhadis) kurmuştur. Ahmed Cevdet Paşa, XIX. yüzyılın sonlarına kadar varlığını sürdürecek olan bu medrese düzenini şu sıralamayla verir: 1. İbtidâ-i Hâriç / 2. Hareket-i Hâriç / 3. İbtidâ-i Dâhil / 4. Hareket-i Dâhil / 5. Mûsıla-i Sahn / 6. Sahn-ı Semân / 7. İbtidâ-i Altmışlı / 8. Hareket-i Altmışlı / 9. Mûsıla-ı Süleymâniye / 10. Süleymaniye / 11. Hâmis-i Süleymaniye / 12. Dârülhadis2 İslâm coğrafyasında olduğu gibi o dönemde medreselerde tahsil olunan bütün ilimler, aklî ve naklî olmak üzere iki gruba ayrılıyordu. Osmanlı medreselerinde okunan ilimler farklı bir tasnifle “ulûm-ı âliye ( )” ve “ulûm-ı ‘âliye ( )” olarak da isimlendirilmişti. Sözgelimi İsmail Hakkı Uzunçarşılı, genel olarak medreselerde okunan ve okutulan kelâm, mantık, belâgat, lügat, nahiv, hendese, hesap, hey’et, felsefe, tarih ve coğrafya ile ilgili dersleri “ulûm-ı âliye”; aralarında Kur’ân, hadis ve fıkıh konuları bulunan dersleri de “ulûm-ı ‘âliye” (yüksek ilimler) olarak iki ana başlık altında değerlendirir3. Osmanlı medreselerinde XV. ve XVI. yüzyıllar gibi erken dönemlerde medreselerde okunan ve okutulan ders ve eserlerin dışında müderrislerin tercihine bırakılan pek çok eser de vardı. Fatih döneminde hazırlanmış olduğu ileri sürülen “Kânûnnâme-i Talebe-i Ulûm” veya “Kânûn-ı Örfiye-i Osmâniye”de yer alan “Şüyûh-ı müderrisîn kütüb-i mu‘teberâtdan… ihtiyâr etdikleri kitâbları ayıdalar”4 ifadesi de, medreselerde okutulan ders kitaplarının kesin bir temel üzerine oturmadığını, müderris tercihlerinin kitap seçiminde önemli rol oynadığını, belirli dersler ve eserlerin yanında bu dersleri anlamayı kolaylaştıracak başka ders ve kitapların da okutulduğunu göstermektedir. XVI. yüzyıl esas alındığında, medreselerde ne tür derslerin ve kitapların okunduğuna dair en geniş bilgiyi Taşköprülüzade İsâmüddin 2 3 4 Cevdet Paşa, Târîh, I, İstanbul 1309, s. 111. Uzunçarşılı, İsmail Hakkı, Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilâtı, Ankara 1988 s. 20. Bkz. Baltacı, Cahid, XV-XVI. Asırlarda Osmanlı Medreseleri, İstanbul 1976, s. 36 (Dipnot no: 88). Ayrıca bkz. Yaltkaya, M. Şerafettin, “Tanzimattan Evvel ve Sonra Medreseler”, Tanzimat I, İstanbul 1940, s. 464-465; Atay, Hüseyin, Osmanlılarda Yüksek Din Eğitimi, İstanbul 1983, s. 80. 166 * Mefail Hızlı Ahmed Efendinin biyografisinden öğreniyoruz5. Osmanlı âlimlerinin hayat hikâyelerine yer verdiği “eş-Şakâiku’n-Numâniye fî Ulemâi’dDevleti’l-Osmâniye” adlı ünlü eseriyle tanınan Taşköprülüzâde’nin, aldığı tahsilden sonra müderrisliğinin ilk durağı 20 akçeli Dimetoka medresesi idi. Burada iki yıl kalan müderris, belâgatla ilgili olarak Mutavvel’i (“beyân” kısmından “istiâre”ye kadar), kelâmdan Hâşiye-i Tecrîd’i (umûr-ı âmmeye kadar) ve fıkıhla ilgili olarak ise Seyyid Şerîf Cürcânî’nin Ferâiz şerhini okutmuştur. Daha sonra 30 akçeli medresedeki görevi sırasında fıkıhla ilgili olarak Sadruşşerîa’yı (baştan kitâb-ı bey’a kadar), belâgatla ilgili Şerh-i Miftâh’ı (baştan “îcâz u ıtnâb” bahsine kadar), kelâmla ilgili Hâşiye-i Tecrîd’i (umûr-ı âmmeden vücûb ve imkâna kadar) ve hadisle ilgili olarak ise Mesâbîh’i (tamamı) ders olarak okutmuştur. Taşköprülüzâde, altı yıl boyunca görev yaptığı 40 akçeli Üsküp’teki İshak Paşa medresesinde, hadisten Mesâbih ve Meşârık (tamamı), fıkıh usulünden Tavzîh (tamamı), fıkıhtan Sadruşşerîa (kitâb-ı bey’den sona kadar) ve Seyyid Şerîf’in Ferâiz şerhi ve belâgattan ise Miftâh (fenn-i beyândan sona kadar) kitaplarını okutmuştur. Yine kırklı bir medresedeki görevi sırasında da hadisten Mesâbîh (başından büyû’ bölümüne kadar), kelâmdan Şerh-i Mevâkıf (vücûb ve imkân kısmından a‘râz bahsine kadar), fıkıhtan Sadruşşerîa (bazı kısımlar) ve belâgattan da Şerh-i Miftâh (bazı bölümler) adlı eserlerden dersler vermiştir. Hâriç ellili bir medrese olan Koca Mustafa Paşa medresesinde hadisten Mesâbih (büyû’ bölümünden sonuna kadar), fıkıhtan Hidâye (başından zekât bölümüne kadar) ve kelâmdan Şerh-i Mevâkıf (ilâhiyât kısmı)’ı okutan Taşköprülüzâde, dâhil Üç Şerefeli medresesinde şu dersleri vermiştir: Hadisten Sahîh-i Buhârî’nin birinci cildi, fıkıhtan Hidâye (zekât kısmından hac kısmına kadar), fıkıh usulünden ise Telvîh (başından taksîm-i evvele kadar). Sahn medreselerinde hadisten Sahîh-i Buhârî (iki kez), tefsirden Tefsir-i Kâdî (Bakara sûresini), fıkıhtan Hidâye (nikâh bölümünden büyû’a kadar) ve fıkıh usulünden Telvîh (“taksîm-i evvel”den “ahkâm” konusuna kadar) dersleri okutan Taşköprülüzâde, nakledildiği Edirne’deki altmışlı Sultan Bâyezid medresesinde şu dersleri ve kitapları öğremişti: Hadisten Sahîh-i Buhârî (1/3’lük bölümü), fıkıhtan Hidâye (büyû’ kısmından şüf‘a’ya kadar), Şerh-i Ferâiz (“tashîh” konusuna kadar), fıkıh usulünden Telvîh (“ahkâm” bölümünün sonuna kadar) ve kelâmdan da Şerh-i Mevâkıf. Bir süre yaptığı kadılıktan tekrar Sahn müderrisliğine getirilince hadisten Sahîh-i Buhârî (tamamı), fıkıhtan Hidâye (şüf’a bölümünün sonuna kadar), fıkıh usulünden Telvîh (ilk üç bölümün sonuna kadar) 5 Taşköprülüzâde, eş-Şakâiku’n- Nu‘mâniye fî Ulemâi’d-Devleti’l-Osmâniye, (nşr. A. Subhi Furat), İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Yay., İstanbul 1985, s. 552-560. Osmanlı Medreselerinde Okutulan Ders Kitapları * 167 ve tefsirden Seyyid Şerîf’in Keşşâf’a yazmış olduğu haşiyeyi okutmuştu6. Osmanlı medreselerinde okunan ve okutulan dersler, XIX. yüzyılın sonlarına kadar büyük ölçüde önemli bir değişikliğe uğramadı. Bununla birlikte XVI. yüzyıl ve sonrasında çıkarılan bazı fermanlarda, medrese düzeninin genelde bir bozulma yaşadığına, bazı ders/kitapların tam olarak okutulmadığına, derslerin yüzeysel bir biçimde öğretildiğine ve bundan dolayı mezunların kalifiye elemanlar olarak istihdam edilemediğine, sonuçta devletin ve halkın bundan zarar gördüğüne işaret edilmekteydi. Bütün bu değerlendirmelerden sonra ilk dönemlerden itibaren Osmanlı medreselerinde genellikle okutulan dersler ve kitaplar hakkında biraz daha genişçe durmamız gerekmektedir 7. Öncelikle medreselerde görülen dersler anahatlarıyla şunlardan oluşuyordu: Arapça (sarf, nahiv, belâgat, vs.) / Tefsir / Hadis / Fıkıh (İslâm Hukuku) / Kelâm ve Akaid / Mantık 1. ARAPÇA VE YARDIMCI BİLİMLER İslâmî bilimlerin temel derslerine hazırlayıcı veya yardımcı olan Sarf, Nahiv, Belâgat, Hesap, Hendese gibi dersler temel eğitimi oluşturuyor ve bunlar alındıktan sonra diğer derslerin eğitimi daha kolay hale geliyordu. Sarf (Etimoloji): Kelime türemeleri ve fiil çekimleri konularının işlendiği bu derste okutulan kitaplardan en meşhur olanları “Emsile”, “Binâ”, “Maksûd”, “İzzî” ve “Merah”dır. “Emsile”: Yazarı bilinmeyen, ama medreselerde yüzlerce yıldır ezberletilen, üzerinde pek çok şerh yapılmış temel gramer kitabıdır. “Binâ”: Yazarı bilinmeyen ve kelimeden kelime türetmeyi (tasrîf) anlatan bu eseri medrese öğrencileri yıllarca ezberlemeye çalışmıştır. “Maksûd”: Yazarı bilinmeyen ve Arapça fiil çekim kurallarını anlatan bu kitabın İmam Birgivî’nin şerhi meşhurdu. “İzzî”: İbrahim b. Abdülvehhab ez-Zincânî’nin (ö.1257) bu meşhur eserine Dede Cengî Efendi (ö.1567) tarafından hazırlanan şerh medrese talebeleri arasında çok tutulurdu. “Merâh”: Ahmed b. Ali b. Mesud’un bu eserine Kemalpaşazâde’nin yaptığı şerh “Felâh” adını taşıyordu. Bursalı Ahmed Efendi’nin Merah Şerhi de talebeler arasında gözde idi. 6 7 Osmanlı medreselerindeki ders programları ve okutulan derslerle ilgili olarak muhtelif kaynaklar, ilim adamlarının otobiyografilerine göre değerlendirmeler ve okunan derslerle ilgili sistematik tasnifler için bkz. İzgi, Cevat, Osmanlı Medreselerinde İlim, I-II, İstanbul 1997, I,67-127, I,161-183. Medreselerde okutulan kitaplar hakkında bilgi için bkz. Uzunçarşılı, age, s.23-31; Bilge, age, s.43-63; Baltacı, age, s.35-43; Hızlı, age, s.142-151; Ergün, Mustafa, “Ders Programları ve Ders Kitapları Tarihi-I Medreselerde Okutulan Dersler ve Ders Kitapları”, A.K.Ü. Anadolu Dil-Tarih ve Kültür Araştırmaları Dergisi (Afyon 1996), (http://hocam.tripod.com/g_yazilar_medrese_dersleri.htm) 168 * Mefail Hızlı Nahiv (Formoloji): Arapçanın cümle yapısı ve kuruluşu konularının anlatıldığı bu derste en yaygın olarak okutulan kitaplar “Avâmil”, “İzhar”, “Kâfiye” dir. Ayrıca İbn Hişâm’ın “Mugni’l-Lebib” ve “Kavaidü’lİ’rab”, İbni Mu‘tî’nin “ed-Dürretü’l-Elfiyye” adlı eserleriyle “Molla Câmi” adıyla ünlenen “Kâfiye” şerhi de bulunuyordu. “Avâmil”: Birgivî Muhammed Efendi’nin (ö.1573), Arapça kelimelerin sonlarındaki değişmeler (i‘rab) üzerinde duran bu ünlü eserin birçok şerhi yapılmıştır. “İzhâr”: Asıl adı “İzhâru’l-Esrâr fi’n-Nahv” olan bu kitap da aynı kişiye aittir. Avâmil kitabındaki konuların derinlemesine işlendiği bu kitap da kelime sonlarındaki değişiklikleri inceler. “Kâfiye”: “İbn Hâcib” adıyla tanınan Osman b. Ömer (ö.1248) tarafından yazılan bu eserin Molla Câmî (ö.1492) tarafından hazırlanan şerhi “Molla Câmî” adıyla ünlenmiştir. “Mugni’l-Lebîb”: “İbn Hişam” adıyla bilinen Abdullah b. Yusuf’un (ö.1360) Arapçadaki edatlar ve harflerle ilgili kitabına İznikli Vahyizâde Muhammed Efendi tarafından yapılan şerh çok meşhur idi. Aynı kişiye ait “Kavâidü’l-İ‘rab” adlı eser de pek çok Osmanlı medresesinde okutuluyordu. “Elfiye”: İbn Mâlik diye bilinen Muhammed b. Abdullah’ın (ö.1273) bin beyitlik bu ünlü eseri, nahiv kurallarını Kur’ân, hadisler ve meşhur Arap şiirlerinden örneklerle anlatmaktadır. Belâgat: Düzgün ve yerinde konuşma sanatının inceliklerini ele alan belâgat, kendi içinde “Meânî”, “Beyân” ve “Bediî” olarak üçe ayrılır. Medreselerde Seyyid Şerif, Sadeddin Taftazânî veya Şeyhulislâm İbn Kemal’e ait olup aynı adı taşıyan “Şerh-i Miftâh” adlı eserlerden biri okunuyordu. Fatih zamanında 30-35 akçe yevmiyeli medreselere, bu kitabın adına izafeten “Miftah medreseleri” denilmişti. “Mısbâh”: Seyyid Şerif Cürcânî’nin, Sekkâkî’nin “Miftâhu’l-Ulûm” adlı eserine yaptığı şerh, Osmanlı müderrisleri tarafından birçok şerh ve haşiyelerle zenginleştirilmiş ve medreselerde en çok okunan kitaplardan biri olmuştur. “Mutavvel”: Sadeddin Taftazânî’nin (ö.1390), Hatib Dımışkî’nin “Telhîsü’l-Miftâh” kitabına yazdığı “el-Mutavvel ale’t-Telhîs” adlı bu şerh, Kur’ân’daki ifadelerin eşsizliğini anlatan önemli bir eserdir. Yine Taftazânî’nin “Muhtasar” ve “Telhîs” (Telhîs fi’l-Belâga) eserleri Anadolu medreselerinde ders kitabı olarak okutulmuştur. 2. TEFSİR VE TEFSİR USÛLÜ Tefsir: Osmanlı medreselerinde bu alanda en çok okunan eserler şunlardı: “Kadı Beydâvî”: Nasıruddin Abdullah b. Ömer Beydâvî’nin (ö.1286) “Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Te’vil” adlı tefsiri, “Kadı Beydâvî” veya “Kadı Tefsiri” adıyla biliniyordu. Şafiî bir âlim yazmış olmasına rağmen bu eser sünnîler arasında da çok meşhurdu. Râgıb’ın “Müfredât” ve Zemahşerî’nin “Keşşâf” adlı tefsirlerinden yararlanılarak hazırlanmış bu tefsir, akıcılığı ve sadeliği ile medreselerde şöhret bulmuştu. “Keşşâf”: Türk müfessir Cârullah Ebu’l-Kâsım Muhammed ez-Zemahşerî’nin (ö.1143) “el-Keşşâf an Hakâiki’t-Tenzîl” Osmanlı Medreselerinde Okutulan Ders Kitapları * 169 adlı eserinin kısa adıdır. Zemahşerî’nin bu dirayet tefsirine yapılan yüzlerce şerh ve haşiye arasında Seyyid Şerif’in haşiyesi ünlenmişti. “Celâleyn Tefsiri”: Celâleddin Mahallî tarafından başlatılan ve Celâleddin es-Suyûtî tarafından tamamlandığı için “İki Celâl” anlamında “Tefsir-i Celâleyn” adını alan bu eser de müderrislerin beğenisini kazanmıştı. Tefsir Usulü: Bu alanda Bedreddin Muhammed ez-Zerkeşî (ö.1392) tarafından yazılan “el-Burhân fî Ulûmi’l-Kur’ân” adlı eserin tanınan adı “Burhan-ı Zerkeşî” idi. Celâleddin Suyûtî’nin (ö.1505), bu kitabı esas alarak hazırladığı “el-İtkân fî Ulûmi’l-Kur’ân” adlı eser de “İtkân” veya “Suyûtî” adıyla şöhret bulmuştu. Kıraat ve Tecvid: Bu derslerde okutulan en önemli eserler arasında şunlar zikredilebilir. “Cezeriyye”: En büyük kıraat ustası kabul edilen İbn Cezerî’nin (ö.1429) meşhur eseri “Kitabü’n-Neşr fî’lKırâati’l-Aşr” ve “Tayyibe” idi. “Şâtıbiyye”: Endülüslü Kasım-ı Şâtıbî (ö.1194)’nin “Kaside-i Lâmiyye”, “Hırzü’l-Emânî ve Vechü’t-Tehânî” adlı manzum eserleri pek çok öğrenci tarafından ezberleniyordu. “Karabaş Tecvidi”: Halveti şeyhi Ali Efendi’ye ait olmakla birlikte Şeyh Abdurrahim Karabaşî’nin (ö.1498) olduğu da rivayet edilir. 3. HADİS VE HADİS USULÜ Hadis: Bu alanda okutulan kitaplar arasında en önemlisi şüphesiz “Buhârî” idi. Daha çok üst düzey medreselerde okutulan bu eser Ebu Abdullah Muhammed Buhârî’nin (ö.870) “el-Câmiu’s-Sahîh” adını taşımakta olup Kur’ân’dan sonra İslâm’ın en önemli kaynaklarından biri kabul edilmiştir. Kütüb-i Sitte’nin bu ilk eserinin dışında diğer beş hadis kaynağı da -özellikle Müslim’in Sahîh’i- medreselerde okutulmuştu. Üzerinde ders görülen diğer önemli kitaplar arasında şunları da zikretmek gerekir. “Mesâbîh”: İmam Hüseyin b. Mesud Begavî’nin (ö.1126) “Mesâbihu’s-Sünne” veya “Mişkât” da denen “Mişkâtü’lMesâbih” adlı eseridir. Hadis alanındaki bu temel öğretim kitabı, Buhârî ve Müslim’den alınmış 4719 hadisi anlatıyordu. “Meşârık”: İmam Radıyüddin Hasan Sagânî’nin (ö.1253) yazdığı “Meşârıku’lEnvâri’n-Nebeviyye min Sıhâhi’l-Ahbâri’l-Mustafaviyye” adlı eser orta düzeydeki medreselerde okutulmakta idi. Bu eserin birçok şerhlerinin yanında en ünlüsü, “İbn Melek” adıyla meşhur olan İzzeddin Abdüllatif er-Rûmî’nin (ö.1398) “Mebâriku’l-Ezhâr fî Şerhi Meşâriki’lEnvâr” adlı eseri olup medreselerde “İbn Melek” diye okutuluyordu. Medreselerde bu konuda ders verilen diğer bir kitap Kadı İyâz’ın (ö.1150) “Kitabu’ş-Şifa”sı olup “Kadı İyâz” veya “Şifâ-i Şerîf” adlarıyla tanınmıştı. Hadis Usulü: Bu derste, İbn Salâh Şehrizûrî’nin (ö.1245) “Ulûmu Hadis”i (İbn Salâh Elfiyesi), İbn Hâcer Askalânî’nin “Nuhbetü’lFiker”i (Nuhbe) ile İbnü’l-Esîr’in (ö.1209) “Câmiu’l-Usûl” adlı eserleri okutulanlar arasındaydı. Ayrıca İmam Nevevî’nin (ö.1277) “Kitâbu’lErbaîn”i, “sîret” konusunda Şeyh Halebî’nin “Sîretü’n-Nebeviyye”si 170 * Mefail Hızlı ve “şemâîl” alanında da İmam Muhammed Tirmizî’nin “Şemâil-i Şerif” adlı eserleri okutuluyordu. Şeyh Ali Halebî’nin (ö.1634) “İnsânü’l-Uyûn fî Sîreti’l-Emîni’l-Me’mûn” adlı eseri “Siyer-i Halebî” veya sadece “Halebî” adıyla meşhur olmuştu. 4. FIKIH VE FIKIH USULÜ Bu başlık altında Fıkıh, Fıkıh Usulü ve Ferâiz adlarıyla dersler okutuluyordu. Fıkıh: Bu alanda Osmanlı medreselerinde okutulan temel kitaplar şunlardı: “Hidâye”: Burhaneddin Merginânî (ö.1197), Hanefi fıkhı üzerine yazdığı “Bidâyetü’l-Mübtedî” adlı eserine, bir de “Hidâye” adıyla bir haşiye hazırlamıştı. Bu kitap ve şerhleri yüzyıllarca Osmanlı medreselerinde ileri düzeyde temel ders kitabı olarak okutuldu. Muhammed Ekmeleddin el-Babertî’nin (ö.1348) bu Hidaye’ye şerhi olan “el-İnâye”si de medreselerde “Ekmel” adıyla okutulmuştu. “Sadrüşşerîa”: Burhânü’ş-şerîa Mahmud (ö.1274), kızının oğlu olan ikinci Sadrüşşerîa Ubeydullah için, “Hidaye” kitabının bazı önemli bölümlerini bir araya getirdiği “Vikâye” (Vikâye er-Rivâye fî Mesâili’lHidâye) adlı bir eser hazırlamıştı. Torun da bu kitabı “Muhtasar-ı Vikâye” veya “Nikâye” adıyla şerhetti ve bu şerh, “Sadrüşşerîa Şerhi” adıyla yüzyıllarca orta düzeydeki medreselerde ders kitabı olarak okutuldu. “Dürrü’l-Muhtar”: Hanefi fıkıh kitabı olan Tenvîru’l-Ebsar kitabına Alâüddin-i Haskefî (ö.1676) tarafından “ed-Dürrü’l-Muhtâr fî Şerhi Tenvîri’l-Ebsâr” adıyla yapılan şerhi bu adla tanınmıştı. Bu şerhe İbn Abidin “Reddü’l-Muhtâr ale’d-Dürri’l-Muhtâr” adıyla bir haşiye yazmış ve bu eser “İbn Abidin” adıyla uzun süre okutulmuştu. “Dürer”: Molla Husrev’in (ö.1480) Hanefi fıkhına dair “Dürerü’l-Hukkâm fî Şerhi Gureri’l-Ahkâm” adlı eseri, kendisine ait “Gurer” adlı kitabının şerhidir. Bu kitap, uzun süre şerhleriyle beraber medreselerde ders kitabı olarak okutulmuştur. “Mültekâ” / “Halebî”: İbrahim b. Muhammed Halebî (ö.1549) tarafından “Mültekâ’l-Ebhûr” adıyla yazılan bu kitap ile bunun şerhi olan “Mevkûfât” da fıkıh kitabı olarak okutulanlar arasındaydı. “Kudûrî”: İmam Ebu’l-Hüseyn Ahmed el-Kudûrî (ö.1036) “Muhtasaru’l-Kudûrî” adıyla bilinen bu kitabına birçok şerh yapılmış ve ilk dönem medreselerde okutulmuştur. Fıkıh Usulü: Bu konudaki eserlerin en önemlileri arasında şunlar zikredilebilir: Sadruşşerîa diye şöhret bulan Ubeydullah b. İshak elBuharî’nin “Tenkîhu’l-Usûl ve Tavzîhu’t-Tenkîh” adlı eseri “Tenkîh ve Tavzih” adıyla ünlenmiştir. Tenkih’in şerhi olan Tavzih, medreselerdeki temel fıkıh usulü kitabı idi. Ayrıca Ebu’l-Berekât Hafizüddin enNesefî’nin (ö.1310) yazdığı “Menârü’l-Envâr” adlı kitabı “Menâr”, İbn Melek’in (ö.1480) bu esere yaptığı “Şerhu Menâri’l-Envâr” adlı eseri de “İbn Melek” isimleriyle medreselerde asırlarca takip edilen ders kitabı olmuştu. Molla Husrev’in (ö.1480) Hanefî ve Şafiî fıkıh usullerini birleştirerek hazırladığı ve Osmanlı medreselerinde uzun yıllar ders kitabı olarak kabul gören “Mir’ât”, üzerinde şerh ve haşiyeler yapılan bir Osmanlı Medreselerinde Okutulan Ders Kitapları * 171 eserdir. Şerafeddin Ahmed (ö.1369) tarafından yazılan “Tenkîhu’lAhdâs fî Ref‘i’t-Teyemmümi’l-Ahdâs” adlı kitaba Taftazânî’nin (ö.1389) yaptığı “et-Telvîh fî Keşfi Hakâiki’t-Tenkîh” adlı şerhtir. Medreselerde Fıkıh usûlü dersinde okutulan bu çok önemli kitap, kısaca “Telvîh” adıyla şöhret bulmuştu. Ayrıca Celâleddin Ömer el-Habbâzî’nin (ö.1272) “el-Mugnî” adlı eseri de bu alanda okutulmaktaydı. Ferâiz: Miras hukuku ile ilgili konulardan bahseden eserler arasında, Sirâcüddin Muhammed es-Secâvendî’nin (ö.1200) yazdığı “Ferâizü’s-Secâvendî” (Ferâiz-i Sirâciye) adlı eser ve şerhleri meşhur idi. “Şerh-i Feraiz” diye bilinen Seyyid Şerif Cürcânî’nin şerhi “Şerhu’s-Sirâciyye” adını taşıyordu ve yaygın olarak okutuluyordu. 5. KELAM VE AKÂİD Okutulan kitaplar arasında şunlar en yaygınlarıydı: “Tecrîdü’lKelâm”: Nasîruddin-i Tûsî (ö.1273) tarafından yazılan bu esere Şemseddin Mahmud İsfehânî’nin (ö.1345) yaptığı “Şerhu’t-Tecrîd” adlı eser itibar kazanmıştı. İşte bu esere Seyyid Şerif Cürcânî “Hâşiye-i Tecrîd” adıyla yazdığı bu eserin okutulduğu medreseler “Hâşiye-i Tecrîd” adıyla anılır oldu. Kelâm alanında temel ders kitabı niteliğini kazandı. “Şerh-i Mevâkıf”: Kadı Adudiddin-i İcî’nin (ö.1355) telif ettiği “el-Mevâkıf fî İlmi’l-Kelâm” adlı esere -ki Akâid-i Adudiyye de denilmekteydi- Seyyid Şerif Cürcânî tarafından yazılan “Şerhu’l-Adudiye” adlı eser üst düzey medreselerde ders kitabı olarak okutulmuştur. “Akâid-i Nesefî”: İmam Maturidî’nin öğrencisi Ömer Nesefî’nin (ö.1142) yazdığı bu Hanefî akaid kitabı ve daha çok Sadeddin Taftazânî tarafından bu esere yapılan şerh, medreselerde yaygın olarak okutuluyordu. “Hayâlî”: “Şerh-i Hayalî” olarak da bilinen bu eser, “Akaid-i Nesefî” şerhine, Fâtih devri âlimlerinden olup “Hayâlî” adıyla ünlenen Şemseddin Ahmed b. Mûsâ İznikî’nin (ö.1481) yaptığı haşiye, önemli müderrislerin ve öğrencilerin beğenisini kazandı. “Tevâli‘u’lEnvâr”: Kadı Beydâvî (ö.1286) tarafından yazılan bu eser, önce Şemseddin Mahmud İsfehânî tarafından şerh edilmiş, daha sonra bu şerhe Cürcânî’nin yaptığı haşiye medreselerde çok tutulmuştu. 6. MANTIK Bu alanda medreselerde okutulan ders kitapları şunlardı: “İsagoci”: el-Ebherî’nin (ö.1266) bu alanda muhtasar yazdığı “erRisâletü’l-Esiriyye fi’l-Mantık” adlı kitabın birçok şerh ve haşiyesi vardır. Molla Fenarî’nin (ö.1431) İsagoci üzerine bir günde yazdığı belirtilen ve kendi adıyla ünlenen “Fenârî” şerhinin de birçok şerhi ve haşiyesi yapılmış ve uzun süre ders kitabı olarak da okutulmuştur. “Şerh-i Metâli‘”: Kadı Siraceddin Mahmud Urmevî’nin (ö.1283) “Metâli‘u’lEnvâr” adlı bu eserine pek çok şerh ve haşiye yapılmıştır. Osmanlı medreselerinde okutulan ise Seyyid Şerif’in şerhi ve Kara Davud’un haşiyesi idi. “Şerhu’ş-Şemsiyye”: Kazvinî (ö.1293) tarafından mantığa dair Hoca Şemseddin Muhammed için yazıldığından dolayı “Şemsi- 172 * Mefail Hızlı ye” adıyla ünlenen bu kitaba yazılan şerhler arasında Seyyid Şerif Cürcânî ve Taftazânî şerhleri en çok okunanlar arasındaydı. Bütün bu ders ve kitapların yanı sıra medreselerde, özellikle yükseliş dönemlerinden itibaren Hey’et (Astronomi), Hikmet (Fizik), Hesap ve Hendese, Tıp vb. alanlara dair değişik kitaplar da okutulmaktaydı. Öte yandan, medreselerde okunan kitaplardan bir bölümünün ezberlenmesi istendiği için İslâm dünyasında okutulan ders kitaplarının birçoğu nazım haline getirilmişti. Bu tür manzum eserlerden birkaç örnek verelim. Balıkesirli Devletoğlu Yusuf (ö.1250), “Vikaye”yi manzum olarak Türkçeye tercüme etti. Divriğili Fahreddin Muhammed Efendi’nin (ö.1323) bir nahiv manzumesi vardı. İbrahim b. Süleyman Radıyüddin (ö.1380), fıkıh üzerine bir manzume yazdı. Özellikle nahiv alanında “Kâfiye” ve “Elfiye” kitaplarının manzum olarak birçok şerh ve haşiyesi görülmektedir. Bu konularda öylesine ileri gidildi ki, Arapça ve Farsça lügatler bile manzum olarak yazılmaya başlandı. SONUÇ Osmanlı medreselerinde takip edilen ders ve eserler, aslında devralınan bir gelenekle yakından alâkalıdır. Medreseler mahiyet itibarıyla Selçuklu döneminin birikimini büyük ölçüde devam ettirmişlerdir. Zaten Kânûn-ı Örfiye-i Osmaniye’de de, Osmanlı medreselerindeki “tullâb-ı ilm(in)… âdet-i kadîme üzre kütüb-i mu‘tebere ne vechile okuna geldiyse girü ol vech üzre”8 takip etmelerinin istenmesi bu hususu doğrulamaktadır. Fatih dönemine kadar Osmanlı medreselerinin artık bir geleneğe sahip olduğu söylenebilir. Müderrislerin tercih ettiği eserlerin birçoğu, genellikle Osmanlı toprakları dışında ve daha önce yaşamış bulunan âlimler tarafından kaleme alınmıştı9. Ancak zamanla medreselerde okutulan dersler ve kitaplar tekrarlanmaya başlanmış, bunun de medreselerin gerilemesi sürecine tesir eden faktörlerden biri olduğu savunulmuştur. Sonuç olarak, ilk dönem Osmanlı medreselerinde okutulan ders ve kitaplar Selçuklu geleneğinin izlerini taşıyordu. Fatih ve özellikle Kanuni sonrası Osmanlı medreseleri yeni bir yapılanma yaşadı ve bu durum Osmanlı Devletinin sonuna kadar devam etti. Medrese müderrisleri okutacakları dersler ile ilgili eserlerin seçimi konusunda büyük ölçüde muhayyer idiler. Medreselerde yüzyıllar boyu temel derslerin yanında, öğrencilerin derslerini kolaylıkla takip etmelerini sağlamak amacıyla “hazırlık sınıfı”na benzer bir programda dersler ve kitaplar da okutulmuştu. Okutulan derslerde, dönemleri için azımsanmayacak 8 9 Baltacı, age, s. 44 (Dipnot no:160). Bursa mahkeme sicillerindeki terekeler üzerinde yapılan bir araştırma, medreselerde okutulduğunu belirttiğimiz kitapların yaygın olarak kullanıldığını göstermektedir. Geniş bilgi için bkz. Karataş, Ali İhsan, “XVI. Yüzyılda Bursa’da Tedavüldeki Kitaplar”, U.Ü. İlâhiyat Fakültesi Dergisi, c.10, sy.1 (Bursa 2001), s.209-230. Osmanlı Medreselerinde Okutulan Ders Kitapları * 173 sayıda kitap, şerh ve haşiyelerin varlığı, Osmanlılarda ciddi bir medrese geleneğinin oluştuğunu göstermektedir. İlk dönem medreselerde Seyyid Şerif Cürcânî, Taftazânî ve İbn Hâcib gibi ilim adamlarının kitapları ve bunlara yazılan şerh ve haşiyeler ise en çok okunanlar arasındaydı. KAYNAKLAR ATAY, Hüseyin, Osmanlılarda Yüksek Din Eğitimi, İstanbul 1983. BALTACI, XV-XVI. Asırlarda Osmanlı Medreseleri, İstanbul 1976. BİLGE, Mustafa, İlk Osmanlı Medreseleri, İstanbul 1984. CEVDET Paşa, Tarih, I, İstanbul 1309. ERGÜN, Mustafa, “Ders Programları ve Ders Kitapları Tarihi - I Medreselerde Okutulan Dersler ve Ders Kitapları”, A.K.Ü. Anadolu DilTarih ve Kültür Araştırmaları Dergisi, Afyon 1996. (http://hocam.tripod.com/g_yazilar_medrese_dersleri.htm) HIZLI, Mefail, Mahkeme Sicillerine Göre Osmanlı Klasik Dönemi Bursa Medreselerinde Eğitim-Öğretim, Bursa 1997. İZGİ, Cevat, Osmanlı Medreselerinde İlim, I-II, İstanbul 1997. KARATAŞ, Ali İhsan, “XVI. Yüzyılda Bursa’da Tedavüldeki Kitaplar”, U.Ü. İlâhiyat Fakültesi Dergisi, c.10, sy.1 (Bursa 2001), s.209230. TAŞKÖPRÜLÜZÂDE, İsâmüddin Ahmed, eş-Şakâiku’n-Nu‘mâniye fî Ulemâi’d-Devleti’l-Osmâniye, (nşr. A. Subhi Furat), İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Yay., İstanbul 1985. UNAN, Fahri, “Osmanlılarda Medrese Eğitimi”, Yeni Türkiye, c.5 (Ankara, 1999), s.149-160. UZUNÇARŞILI, İsmail H., Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilâtı, Ankara 1988. YALTKAYA, M. Şerafettin, “Tanzimattan Evvel ve Sonra Medreseler”, Tanzimat I, İstanbul 1940. TEKKELERDE OKUTULAN KİTAPLAR Hasan Basri Öcalan Medeniyetlerin doğuşunda ve yükselmesinde bazı müesseseler önemlidir. İslâm Medeniyetinin yükselmesinde ve yeryüzüne yayılmasında da üç sacayağı vardır. Cami, medrese ve tekke. Bu müesseselerde talim edilen ilim, irfan ve sanat faaliyetleri medeniyetimizi evrensel bir duruma getirdiği gibi, günümüze kadar aktarılmasında da önemli rolü vardır. Tekkeler; tarih içinde, özellikle kurumsallaşmaya başladıkları Selçuklular devrinden itibaren, üç faaliyetin yerine gerilmesinde, yani ilim, irfan ve sanat eğitiminde, mühim merkezler olmuştur. İlk kuruluş zamanlarında basit birer inziva merkezi durumunda olan zâviyeler, zamanla yerini birer külliye durumundaki dergâh ve tekkelere bırakmıştır. Bu zamandan itibaren müdavimleri için irfan yuvası, gönül eğitim merkezi olan tekkeler, aynı zamanda birer ilim öğrenme ve güzel sanatlar eğitim merkezi olarak da hizmet etmişlerdir. Sûfilerin ilim öğrenmeye verdikleri öneme, ilk dönemden itibaren yazılan klasik eserlerde vurgu yapılmıştır. “Sûfîlerin âlimleri, Allah’ın yarattıklarının en aziz ve en değerlileri oldukları gibi, câhilleri de Allah’ın yaratmış olduğu varlıkların en zelilleridir.” Bu satırlar tasavvufun temel kaynaklarından sayılan ve Hucvirî tarafından yazılan Keşfu’lMahcûb adlı eserden alınmıştır1. Tasavvufun bir ilim olarak doğuşundan itibaren bu ilmin esaslarını belirleyen sûfiler, gerek zahirî, gerekse batınî ilimleri okumaya, öğrenmeye teşvik etmişlerdir. Özellikle ilk devir sufîlerinin yazmış oldukları eserler, daha sonraki dönemde yaşayan mutasavvıflar tarafından temel eserler olarak kabul edilmiş ve bundan sonra yazılan diğer eserlere de kaynaklık etmiştir. Herhangi bir tarikata intisap etmeden önce, dinî ilimlerin tahsil edilmesi genel bir kuraldır. Zira şeriatın zahirîni bilmeden batınını bilmek hemen hemen imkânsızdır. İslâm dininin Kuran’dan sonraki ikinci önemli kaynağı Hadis’tir. Kelâbâzî’ye göre bu ilimle en çok uğraşan ve hadislere uymak konusunda titiz davranan kimseler mutasavvıflardır2. Bunun en açık delili Dr. Uludağ Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü. Hucvirî, Keşfu’l-Mahcûb (Hakikat Bilgisi), Haz. Süleyman Uludağ, İstanbul 1982, s. 251. 2 Kelâbâzî, Taarruf (Doğuş Devrinde Tasavvuf), Haz. Süleyman Uludağ, İstanbul 1979, s. 90. 1 Tekkelerde Okutulan Kitaplar* 175 eser yazan mutasavvıfların, yazmış oldukları eserlerde atıflarda bulundukları hadisler ve kullandıkları diğer eserlerdir 3. Tekkelerde kitaba verilen önemi, arşiv belgelerinden hareketle, bu müesseseler bünyesinde kurulan kütüphanelerden anlamak mümkündür. Bu çalışmada kimi arşiv kayıtlardan hareketle dergâh kütüphanelerine değinildikten sonra, sûfilerin kütüphanelerinde bulunan kitaplar ile dergâhlarda toplu olarak okunan kitaplardan bazı örnekler verilecektir. Tekke Kütüphaneleri Dergâh kütüphanelerinin en büyüğü ve belki de kitap bakımından en zengini Konya Mevlevîhanesi’dir. Söz konusu dergâhın kütüphanesinde bulunan kitapların dört cilt olarak yapılan katalog çalışmasında; Tefsir, Hadis ve bir çok tasavvuf kitabı bulunmaktadır4. Osmanlılar döneminde de dergâhlar, kitaplara ilgisi olan insanlara yazılı kültürü ulaştırmak konusunda önemli bir görev ifa etmişlerdir. Özellikle “merkez dergâh” olarak nitelendirilen büyük tekkelerin birer kütüphanesi bulunmaktaydı. Osmanlı Devleti’nde Orhan Gazi döneminde, dergâhlar bir tarafa, medreselerin de birer kütüphaneye sahip olduğu konusunda bilgi bulunmamaktadır. Ancak bu devirden itibaren Osmanlı coğrafyasına yoğun bir alim akınının başladığını ve Molla Fenarî gibi şahsıların kendi imkanları ile elde ettiği kitaplıklarından bahsedilmektedir 5. Molla Fenarî’nin, tasavvuf, özellikle vahdet-i vücûd konusundaki görüşleri oldukça önemlidir. Fatih Sultan Mehmed döneminde müderris ve şeyh olan Mesud Halife (öl. 885/1480) tarafından kurulan zaviyenin kütüphanesindeki kitapların üç tanesi tasavvufla ilgili iken, kalan 16 tanesi ise diğer İslamî ilimlerle ilgilidir 6. Aynı şekilde Fatih devrinin önemli alim ve mutasavvıfı, asıl adı Muslihuddin Mustafa olan Şeyh Vefa adına da zaviyesinde, dini ilimlerin yanı sıra, tıp, felsefe ve edebiyat dalındaki kitaplardan oluşan ve iki yüz kadar kitaptan oluşan bir kütüphane kurulduğu bilinmektedir7. Konya’da Şeyh Sadreddin Konevî Dergâhı kütüphanesi de bu dönemde kurulmuş olmalıdır 8. Günümüzde dünyanın sayılı yazma eserler kütüphanesi olarak sayılan, muhtemelen birincisi, Süleymaniye Kütüphanesi’ndeki yazma eserlerin bir kısmının dergâhlardan buraya intikal ettiği bilinmektedir. 3 4 5 6 7 8 Bu konuyla ilgili olarak yapılan bir çalışma için bk.: Türk, Gönül Gülşen, Tasavvuf Kültüründe Derviş-Kitap Münasebeti ve Tekke Kütüphaneleri, Uludağ Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü (UÜSBE), basılmamış yüksek lisans tezi, Bursa 1995. Gölpınarlı, Abdülbaki, Konya Mevlânâ Müzesi Katalogu¸ Ankara 1967-1994, 4 cilt. Erünsal, E. İsmail, Türk Kütüphaneleri Tarihi; II, Ankara, 1991, s. 5. Erünsal, age.,II s. 22. Barkan, Ö. Lütfi- Ekrem Hakkı Ayverdi; İstanbul vakıfları Tahrir Defteri 953 (1546) Tarihli, İstanbul 1970, s. 159; Erünsal, age.,II s. 202. Erünsal, age.,II s. 30. 176 *Hasan Basri Öcalan Bunların adları ve bazılarından intikal eden yazma-matbu eser sayıları aşağıda verilmiştir: Dergâhı Adı Yazma Matbu Darü'l-Mesnevi 472 104 Hz. Nasuhi Dergahı 300 1228 Murad Buhari Tekkesi 333 15 Sütlüce Dergahı Elif Ef 135 316 Şazeli Tekkesi 117 43 Tahir Ağa Tekkesi 143 750 Uşşaki, Hasib Efendi, Düğümlü Baba, Haşim Paşa, H. Hayri Abdullah Efendi, Gelibolulu Tahir, M.Arif -M. Murad, Halet Efendi, Efgani Şeyhi Ali Haydar, Nafiz Paşa, Tahir Ağa Tekkesi ve Hacı Mahmud Ef. (Yahya Efendi Dergahı). Osmanlı sahasında, özellikle İstanbul’da XIX. asrın başlarından itibaren kurulan Halet Efendi, Pertev Paşa, Elmalı Abdal Musa, Eyüp Selami Efendi, Unkapanı Şazeli ve Tophane’de Kadiriler gibi dergâhlarda bulunan kitapların büyük çoğunluğu tasavvufî eserlerden oluşmakta ve Türkçe eserler büyük bir yekün teşkil etmektedir9. Osmanlı’yı kuran ve İstanbul’un fethini hazırlayan bir şehir olması hasebiyle Bursa’nın Osmanlı kültür ve medeniyet tarihinde önemli yeri vardır. Fethedildiği tarihten itibaren hem ticaret, hem de ilim adamlarından birçok insanın Bursa’ya geldiği bilinmektedir. Bunlar arasında dervişler de vardır ve Bursa’da dergâhlar kurmuşlar, kitap yazmış ve okutmuşlardır. Bursa’da Pınarbaşı mahallesinde bulunan Hindiler Kalenderhanesi’nde bir kütüphanenin bulunduğuna dair BOA’da ( 928/1522 tarihli Tahrir Defteri) bulunan bir kayıt ise şöyledir: “Pınabaşı kurbinde vâki’ olan makbereler içinde merhûm Dervîş Baba Şemseddîn b. Pîr Gayb el-Kalenderî bir Kalenderhâne bina etmiş ki, emr-i pâdişâhîyle şeyh olanlara merhûm Sultân Murâd Hân – eskenellâu fî ğurefi’l-cinân- imâreti evkâfı zevâyidinden yevmî dört akçe ta’yin olunmuş ve mezkûr Baba Şemseddîn dahi mezkûr Kalenderhâne’ye mahsûs bazı kitablar ve esbâblar vakf eylemiş, zikrolunan esbâba ve kitâblara oğlu Mehmed hasbî nâzır...”10 Burada adı geçen dergâh bünyesinde bazı kitapların olduğunu öğreniyor, ancak kitapların isimleri ve konuları hakkında bilgi sahibi değiliz. Bursa’da Şeyh Mehmed Çelebi b. Şeyh Yakup tarafından 980/1572 tarihli bir vakfiyeyle Şeyh İlâhî Zaviyesi’nde (Yoğurtlu Baba 9 Erünsal, age.,II s. 203. Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Tapu Tahrir Defteri, nu. 113, s. 274. 10 Tekkelerde Okutulan Kitaplar* 177 Dergâhı) bir kütüphane kurulmuştur. Şeyh İlâhî vakfettiği 16 kitapla beraber, evini de vakfetmiştir 11. Hüsameddin Bursevî, Bursa’da Temenye Dergâhı’nı kurarken odanın birisini de kütüphane olarak ayırmış ve buraya bazı kitaplar vakfetmiştir. Düzenlemiş olduğu vakfiyede bulunan kitap listesi, dergâhlarda okunan kitaplar hakkında bilgi vermesi amacıyla- aşağıya alınmıştır. Bursevî kitapların nasıl korunması gerektiğini ve mahalle halkının da kitaplardan istifade etmesini vakfiyede belirtmiştir. Buna göre bir “hâfız-ı kütüb” bulunacak, isteyene kitaplardan verecek ve adlarını deftere kaydedecek, kitap alanları sık sık kontrol edecek ve okumayanlardan kitapları geri toplayacaktır. Görevli, ayrıca kitapların tozlanmasını ve yıpranmasını da önleyecektir12. Bursevî’nin vakfettiği kitapların listesi şöyledir: 1-Tefsir-i Kadı (1 cilt), 2-Tefsir-i Şeyh Ali Semerkandi (3 cilt), 3Tefsir-i Meâlim-i Tenzil (2 cilt), 4-Tefâsir-i Müteferrika, 5- Tefsir-i Müteferrika âhar, 6-Tefsir-i Sûre-i Yasin-i Şerif (Türkî), 7-Usulu’d-din ve Nisâbu’l-Ahbâr, 8-Minhâcu’l-Âbidin, 9-Müzekki’n-Nüfus, 10-Kaside-i Bürde ve Ba’z-ı Ehâdis-i Şerife ve Hikâyât-ı Latife, 11-Şakâik-i Nu’maniyye (Türkçe), 12- Şakâik-i Nu’maniyye (Arabî), 13Hikâyetnâme-i Seyyid Battâl Gazi, 13-Hikâyetnâme-i Hazret-i Hamza (2 adet), 14-Fusûs-ı Şeyh Muhyiddin Arabî, (1 adet), 15-Maksadu’sSâlikin, 16-Şerh-i Umdeti’l-Usul ve Resâil-i Müteferrika fit-tasavvuf, 17-Lügat-ı Müntehab, 18-Tuhfetu’l-Kibâr ve Acâibu’l-Mahlukât, 19Tezkiretü’l-Evliya (Türkî), 20-Menâkıbu’l-Ebrâr (Arabî), 21-Divan-ı İbn Ganem Makdisî, 23-İmâdü’l-İslâm (Türkî), 24-Ravzatü’l-Ulema ve Bazı Tefasir ve Bazı Ehâdis-i Şerife, 25-Menakıb-ı Hazret-i Mevlânâ, 26Menakıb-ı Baba Sultan, 27-Menakıb-ı Hazret-i Emir, 28-Diğer Menakıbı Hazret-i Emir, 29-Müniru’l-Ebrar ve Ba’z-ı Kitab, 30-İlahiyât, 31Divan, 32- Divan-ı, 33-Cemiyyet-i Hadis-i Şerife, 34-İlahiyÂt-ı diğer, 35-Mecmua fi ilm-i Kelâm, 36-Tabirname fi hob, 37-Şerh-i Ehadis-i Erbain fi’t-Tasavvuf, 38-Tabakat-ı Evliya (Arabi)13. İsmail Hakkı Bursevî, Bursa’da en çok kitap yazan bir sûfi olmakla beraber, kurduğu dergâha bir de kütüphane eklemiş ve kitaplarını buraya vakfetmiştir. Bu kitaplar da günümüzde Bursa Yazma ve Eski Basma Eserler Kütüphanesi’nde (BYEBEK) bulunmaktadır. Bir kısmı da İsmail Hakkı Bursevî Kur’an Kursu bünyesinde bulunmaktadır. BYEBEK’in bir bölümünü de, yaklaşık 500 adet, XVII. asırda Cünûnî Ahmed Dede tarafından kurulan Bursa Mevlevihanesi kütüphanesinden gelen kitaplar oluşturmaktadır. 11 12 13 Bursa Şer’iye Sicilleri (BŞS), Ankara Milli Kütüphane; Yazmalar Bölümü, A 1077126, s. 174’ten aktaran Erünsal, age., 51, 251; Çavdar; R. Tûba,”Bursa Kütüphaneleri”, Kütüphanecilik Dergisi, Sayı: 12, İstanbul 1989, s. 108. BŞS, B 41, 160a. BŞS, B 41, 160a. 178 *Hasan Basri Öcalan Bursa’da kütüphanesi olan dergâhlardan birisi de; XVII. yüzyılın sonlarına doğru kurulan Ahmed Gazzî Dergâhı olduğu yukarıda belirtilmişti. Yapılan araştırmalarda, Ahmed Gazzî Dergâhı’nın şu bölümlerden oluştuğu tespit edilmiştir: a) Kütüphane, b) Mektep, c) Mescit, d) Harem, e) Terzi ve Berber, f) Kadınlar bölümü, g) Bahçe 14. Burada açıkça görüldüğü gibi dergâhın bir bölümü de kütüphane olarak kullanılmak üzere ayrılmıştır. Gazzî, dergâhın kütüphanesi için kendi yazmış olduğu eserler ile şeyhi Niyazî-i Mısrî’nin vakfettiği 70 civarında kitabı bağışlamıştır. Ancak daha sonraları gerek satın alma, gerekse bağış yoluyla bu sayı 700 cilde ulaşmıştır 15. Bu dergâhın kütüphanesi daha sonra tekke ve zaviyelerin kapatılmasından sonra Bursa Yazma ve Eski Basma Eserler Kütüphanesi’ne devredilmiştir. Bursa’da bir Nakşibendî dergâhı kuran Abdullah Münzevî, dergâh bünyesinde toplamış olduğu kitapları, bilahare Ulu Cami hünkâr mahfili altında bir kütüphane kurarak buraya vakfetmiş ve bir de vakfiye düzenlenmiştir. Bu kitaplar da daha sonra diğer kitaplarla birlikte BYEBEK’ine intikal ettirilmiştir. Buradaki kitapların sayısının 4500 civarında olduğu kayıtlardan anlaşılmaktadır 16. Bursa’da kurulan dergâh kütüphaneleri arasında en zengin olanlardan birisi de Cizyedârzâde Zâviyesi’dir 17. Zâviyenin 1174/1760 tarihli vakfiyesinde yirmi bilim dalında, bin altı yüzden fazla eser bulunmaktadır. Bu eserlerin bilim dalları ve kitap sayıları şöyledir: 14 15 16 17 Tefsir 159 Kur’ân 37 Hadis 172 Zevâcir (? 181 Fıkıh 254 Ferâiz 24 Fıkıh Usûlü 59 Lügat 51 Sarf 46 Nahiv 132 Me’ânî 57 Mantık 35 Âdâb 19 Tekeli, Hamdi, Ahmed Gazzî ve Tasavvufî Görüşleri, UÜSBE, basılmamış yüksek lisans tezi, Bursa 1991., s.41; Erünsal, Türk Kütüphaneleri Tarihi II, 125. Tekeli; agt., s.41. Dilken, Şûle, Abdullah Münzevî ve Ulucami Kütüphanesi, UÜSBE, basılmamış yüksek lisans tezi, Bursa 1999. Zâviye ve şeyhleri ile ilgili geniş bilgi için bk. Mehmed Şemseddin ; Bursa Dergâhları Yâdigâr-ı Şemsî I-II, haz. Mustafa Kara-Kadir Atlansoy, Bursa 1997, s. 307 vd. Tekkelerde Okutulan Kitaplar* Kelâm 71 Hikmet 26 Cüziyyât 40 Muhâdarât 59 Tarih 44 Farisî 102 Tıp 41 179 Bu eserler dergâhların kapanmasından sonra BYEBEK’ine intikal etmiş ve “Haraççıoğlu Bölümü” adıyla kayda geçirilmiştir 18. Aynı vakfiyede yer alan bir başka husus da dergâhta sâkin olan dervişlerin belli vakitlerde Muhammed Cezulî’nin (öl. 870/1465) yazmış olduğu Delâilu’l-Hayrât adlı eserin okunmasıdır. Bununla ilgili aşağıda bilgi verilecektir. Bursa Kütüğü’ne göre kütüphanesi olan bazı dergâhlar ve kitap sayıları ise şöyledir: a. Ulucami’de bulunan Abdullah Münzevî Kütüphanesi: 4525 adet kitap bulunmaktadır19. b. Ahmet Gazzî Dergâhı Kütüphanesi: 1797 adet.20 c. İsmail Hakkı Dergâhı. d. İncirli Tekkesi. e. Baba Efendi Dergâhı. f. Hüsamettin Dergâhı. g. Eminiyye Dergâhı. h. Moralı Dergâhı. i. Emir Sultan Dergâhı. j. Mevlevîhhane. k. Haraççızade21. 1928 yılı Bursa Salnâmesi’ne göre Bursa’da kütüphanesi olan dergâhlar ile buralardaki kitapların miktarları şöyledir 22: 18 19 20 21 22 Kara, Mustafa, “Buhara-Bombay-Bursa Hattında Dervişlerin Seyr u Seferi”, Osman Gazi ve Bursa Sempozyumu, ed. Cafer Çiftçi, İstanbul 2005, s. 73. Geniş bilgi için bk. Dilken, agt. Bu dergâh ile ilgili geniş bilgi için bk. Tekeli, agt. Kepecioğlu, Kâmil, Bursa Kütüğü (BK), Bursa Yazma ve Eski Basma Eserler Kütüphanesi (BYEBEK), Genel nu: 4520, III, 142. Bursa Vilayeti Salnâmesi, Bursa Vilayet Matbaası 1928, s. 313-314; Bursa Kütüphaneleri ile ilgili olarak ayrıca bk. Çavdar, R. Tûba, “Bursa Kütüphaneler”, Kütüphanecilik Dergisi, Sayı:2, (İstanbul 1989), s. 101-117. 180 *Hasan Basri Öcalan Dergâhın adı : Matbu Eser Adedi: 1.Moralı Dergâhı 93 KurulduğuYüzyıl (XIX. Yy.) 363 2. Emir Buharî Dergâhı (XV. Yy.) 244 3. Eşrefzâde Dergâhı 4. Eminiye Dergâhı 261 (XVII. Yy.) 391 21 (XVIII. Yy.) 191 65 5. Baba Efendi Dergâhı (XIX. Yy.) 286 6. Mevlevîhâne (XVII. Yy.) 7. Hüsameddin Dergâhı (XVII. Yy.) 8. İsmail Hakkı Dergâh YazmaEser Adedi: (XVII. Yy.) 204 49 114 46 10 101 71 Tekkelerde Okutulan Kitaplar Dergâhlarda okunan kitaplarla ilgili kayıtları ağırlıklı olarak vakfiyelerden ve şer’iye sicillerinde bulunan kayıtlardan hareketle izleyebiliyoruz. Bu konuda özellikle Bursa Şer’iye Sicilleri’ndeki birtakım belgelerden hareketle söylenecekler, diğer şehirlerde de üç aşağı beş yukarı durumun aynı olduğunu söylemek mümkündür. Delâilu’l-Hayrât: Muhammed Cezulî (öl. 870/1465) tarafından yazılan eser, Türkler arasında saygınlığından dolayı Delâil-i Şerîf olarak da bilinir. Yazarı Şazelîye tarikatı mensubu olmakla beraber, eseri diğer tarikat mensupları, hatta bir tarikata bağlı olmayan Müslümanlar tarafından dahi faziletine inanılarak düzenli bir şekilde okunmuştur. Eser her gün, gün aşırı, dört günde veya haftada bir defa olmak üzere beş tertip üzere okunur23. Adı geçen eserin okunmasıyla ilgili olarak Cizyedârzâde Zâviyesi’nin 1174/1760 tarihli vakfiyesinde şu kayıtlara rastlanılmaktadır: “... ve zâviye-i mezkûre sükkânı beş vakti cemaât ile edâ ve ba’de’s-salâti’s-subh yedi kıt’a mevkûfe Delâilu’l-Hayrât –tabbâhdan mâ ‘adâ- yedi hücre sâkinleri külle yevmin birer hizb-i şerîf kıraat ve yevm-i cum’ada yedi hatm-i delâil...” denilerek düzenli olarak adı geçen kitabın okunması vakfiyeye kaydedilmiştir 24. Hadikatü’s-Sueda: Osmanlı sahasında çok okunan eserlerden birisi de Fuzûlî’nin (öl. 973/1556) yazmış olduğu ve Hz. Peygamber’in torunu Hz. Hüseyin ile beraberindekilerin 10 Muharrem 61 (10 Ekim 680) tarihinde Kerbelâ denilen yerde şehit edilmesi olayını anlatan Hadikatü’s-Sueda adlı eserdir. Fuzûlî’nin bu eseri Şiîler arasında olduğu kadar, Sünnî tarikatlarda da bilhassa Muharrem ayında tekkelerde 23 24 Uludağ, Süleyman, “Delâilü’l-Hayrât”,Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA), İstanbul 1994, c. IX, s. 113. Kara, agm., s. 72. Tekkelerde Okutulan Kitaplar* 181 ve evlerde okunmuş, ayrıca manzum kısımlar “Muharremiyye”, “Mersiye-i Kerbelâ” veya “Mersiye-i Âl-i abâ” adıyla bestelenmiştir25. Bahsedilen eserin Muharrem ayında okunduğu dergâhlardan birisi de Bursa’daki Ramazan Baba Dergâhı’dır. Dergâhın şeyhi Süleyman Bey Baba’nın (öl. 1313/1895) vefatına kadar, her sene Muharrem ayında 60 civarında sofranın kurulduğu ve Hadikatü’s-Sueda adlı eserin okunduğu bilinmektedir26. Muhammediye: Dergâhlarda da en çok okunan eserlerin başında geldiği söylenebilir27. Gelibolulu Muhammed Efendi’nin XV. yüzyılda manzum olarak kaleme aldığı serin temel konusu Hz. Peygamber’in hayatı olmakla birlikte, diğer Peygamberler ve Peygamber’in ashabı hakkında da bilgi verilmektedir. Bu eser, XVIII. asrın başlarında İsmail Hakkı Bursevî tarafından Ferahu’r-Ruh adıyla şerh edilmiştir28. Eser, Osmanlı toplumunda çok sevilmiş, yaygınlık kazanmış ve “Muhammediyehân” adı verilen kişiler tarafında da makamla okunmuştur29. Eserin halk arasında çok sevildiğinin ve okunduğunun delili olarak, Muhammediyye okutmak amacıyla çok sayıda vakfın kurulması ve kitap terekelerinin bir çoğunun arasında bu kitabın bulunmasıdır. Söz konusu eserin özellikle “Vefâtü’l-Hasan ve’l-Hüseyin” başlıklı elli dört beyitlik Muharremiyye bölümünün baş kısımları, ki burada Hz. Peygamber’in Kerbelâ Olayı’nı mucizevî olarak önceden haber vermesi vardır, Muahmmediyân adlı okuyucular tarafından mûsiki eşliğinde okunmuştur30. Karaca Dede b. Hüseyin, Bursa’da Simitçi Mahallesi’nde bulunan evini, satıldıktan sonra bedeli Eşrefzade Dergâhı’nda ikindi namazını müteakip “savt-ı hasene ve nağamât-ı celile” ile Muhammediyye okunması için vakfetmiştir31. Burada eserin okunması için Kadirî-Eşrefî dergâhının seçilmiş olması bu ve benzeri eserlerin “tarikatlar üstü kitaplar” olduğu sonucunu doğurmaktadır. Tayyib Hoca Mahallesi’nde oturan Lokman kızı Ümmühan Hatun’un ise aynı mahallede bulunan Yeni Camii’ne bağışladığı kitaplar arasında bir cilt Muhammediyye bulunmaktadır. Diğer eserler ise şunlardır: Mushaf-i Şerif, bir cilt Türkçe Vaaz kitabı, Mukaddime-i 25 26 27 28 29 30 31 Güngör, Şeyma, “Hadîkatü’s-Suadâ”, DİA, İstanbul 1997, c. XV, 20-22. Bu eser defalarca basılmış, en son olarak da Şeyma Güngör tarafından baş tarafına geniş bir inceleme kısmı ilave edilerek hazırlanmıştır. Fuzûlî, Hadîkatü’s-Suadâ, Ankara 1987. Mehmed Şemseddin, Bursa Dergâhları, s. 361. Kara, Mustafa, “XIV. ve XV. Yüzyıllarda Osmanlı Toplumunu Besleyen Türkçe Kitaplar”, İslâmî Araştırmalar, Cilt: 12, Sayı: 2, (1999), s. 140. İsmail Hakkı Bursevî, Ferahu’r-Ruh fî Şerh’l-Muhammediye, 2 cilt, Bulak 1252/1836; İstanbul 3 cilt 1294/1877. Kara, Mustafa, “Osmanlı’da Dinî-Tasavvufî Hayat”, İlim ve Sanat, Sayı: 44-45, (1997), s. 42. Defalarca basılan bu eser en son Amil Çelebioğlu tarafından 2 cilt olarak neşredilmiştir. İstanbul 1995. Uzun, Mustafa, “Muhammediyye”, DİA, İstanbul 2006, XXXI, s. 8. BŞS, A 162, 111a. 182 *Hasan Basri Öcalan Kutbeddin İznikî32. Bu belgede ise eserin bağışlandığı yer bir mahalle camiidir. Bu durum, adı geçen eserin tekke dışında da okunduğunu göstermektedir. Mesnevi: Mevlânâ Celaladdin-i Rûmî’nin (ö. 672/1273) tasavvuf anlayışını içeren ve İslâm kültürünün en önemli eseri olan Mesnevî; Osmanlı toplumunda Mevlevîliğin, özellikle entelektüel ve bürokrat sınıfı arasında yaygınlık kazanmasıyla tanınmıştır. Mesnevî özellikle Mevlevî dergâhlarında okunan temel bir eser olmuştur. Bu amaçla “Dârülmesnevî” adıyla müesseseler kurulmuş ve buralarda ders veren “Mesnevîhân” adıyla bir özel öğretici sınıfı ortaya çıkmıştır. Mesnevî okutma geleneğini başlatan kişi ise Mevlânâ’nın müridi Hüsameddin Çelebi’dir. Bu öğreticiler Mesnevî’yi anlayıp/anlatabilecek derecede Farsçaya ve yetkili bir Mesnevîhândan icazetnâmeye sahip olmalıdırlar. Sadece Mevlevî dergâhlarında değil, XIX. asırda İstanbul’da yaşayan önemli sayıda Nakşî şeyhlerinin de Mesnevihân oldukları görülmektedir33. Mesnevîhanlığın icra edildiği yerler başta Mevlevî tekkeleri olmak üzere selâtin camileri, dârülmesnevîler ve padişah sarayıdır. Damad İbrahim Paşa, yaptırdığı medresede tasavvuf ilminin ve Mesnevî’nin okunmasını da vakıf şartları arasında zikretmiş, böylece Mesnevî tekke ve camilerden sonra medreseye de girmiştir 34. Evrâd ve Ezkâr Kitapları: Allah’a yakınlaşmak için belli zamanda ve belli miktarda yapılan ibadet, dua ve zikir anlamalarına gelen iki tasavvuf terimidir. Tarikatların oluşumundan sonra evrâd ve ezkâr farklı bir boyut kazanmış ve tarikatlara mahsus evrâd ve ezkâr kitapları yazılmaya başlanmıştır. Konuyla ilgili olarak en eski bilgiyi Abdülkadir-i Geylânî el-Ğunye adlı kitabında vermiştir. Her tarikatın kendine has evrâdı vardır ve tekkelerinde bu evrâd okunur. Nakşibendî dervişlerinin okuduğu el-Ed’iyetü’l-vâride, Şazelîlerin okuduğu Virdü’s-settâr, Seyyid Ali Hemedânî’nin Evrâd-ı Fethiye ve en hacimli olarak da Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevî’nin Mecmûatu’l-Ahzâb adlı eserleri örnek olarak verilebilir35. Fusûsu’l-Hikem: Muhyiddin İbn Arabî (öl. 638/1240) tarafında yazılan ve onun bütün fikirlerini özetleyen eser, İslâm dünyasında bütün tarikatları, hatta Müslümanların düşünce dünyasını etkilemiş, tasavvuf düşüncesinin temel eserlerinden birisidir. Fusûs özerine ders yapma geleneği bizzat yazarı tarafından başlatılmış, daha sonra Sadreddin Konevî, Cendî, Dâvûd-ı Kayserî ve Nablusî gibi kişiler de bu geleneği devam ettirmişlerdir. Mesnevî gibi bu eserin okutulduğu 32 33 34 35 BŞS, B 33, 40a. Bu eserin nüshası için bk. BYEBEK, Genel Kit., nu. 217. Bir Nakşî Mesnevîhân örneği için bk.: Öcalan, Hasan Basri, “Bursa’da Bir Mesnevîhan: Mehmed Emin Kerkükî”, Birinci Uluslararası Mevlânâ, Mesnevî ve Mevlevîhâneler Sempozyumu Bildirileri, Yay. Haz. Emrehan KÜEY, Manisa 2002. s. 147-160. Ceyhan, Semih, “Mesnevî”, DİA, İstanbul 2004, c. XXIX, s. 332. Kara, Mustafa, “Evrâd”, DİA, İstanbul 1995, c. XI, s. 533-534. Tekkelerde Okutulan Kitaplar* 183 Fusûshâneler teşekkül etmemişse de; Yenikapı Mevlevihanesi şeyhi Osman Selahaddin Dede, Mevlevî Esad Dede medresesindeki odasında bazı özel kişilere Fusûs okutmuşlardır. Ayrıca Mahmud Bedreddin Dergâhı’nda, İnâdiye Sâdî Dergâhı’nda, Kelâmî Dergâhı’nda –ki bir Nakşî dergâhıdır- bu eserin okunduğu bilinmektedir36. Niyazî-i Mısrî, zaman zaman halifelerine okunması gereken kitaplardan bahsetmiştir, halifesi Sukunî Mehmed ile karşılaştığında “Sana İbn Arabî’nin Fusûs’nu okutalım” dediğinde Mehmed Efendi şöyle cevap verir: Sülûkunda olan kemâl-ı hülûsını i’lân etmiştir37. Mısrî, kendisini derinden etkileyen İbn Arabî’nin Fusûsu’l-Hikem ve Şeyh Bedreddin’in Vâridât adlı eserleriyle ilgili olarak da şu meşhur beyti söylemiştir: Muhyiddin’le Bedreddin etdiler ihyâ-yı dîn Deryâ Niyâzî Fusûs enharıdır Vâridât Mısrî’nin kitap okumakla ilgili bir beyti de şöyledir: Mantıku’t-Tayr’ın lügât-ı muğlakından söylerüz Herkes anlamaz bizi bizler mu’amma olmuşuz 38. Mevlid: Süleyman Çelebi’nin (ö.825/1422) Vesiletü’n-Necât adlı eserin şöhret bulmuş adıdır. Eser yazıldığı dönemden itibaren Osmanlı coğrafyasının hemen her yerinde özellikle Hz. Peygamber’in doğum günlerinde okunmuş, bestelenmiş; birçok yerde de ibadet anlayışı içinde mübarek gün ve gecelerde okutulmuştur 39. Dergâhlarda da durum aynıdır. Mevlid okutulması amacıyla çeşitli vakıflar kurulmuştur. XVIII.yüzyılda Bursa para vakıflar üzerine yapılan bir araştırmada Çarşamba, Debbağlar, Eşrefzâde, Nakişibend-i Atik, Nasuhzâde, Üçkozlar, Üftade, İsmail Hakkı ve Zeyniler gibi zâviyelerde Mevlid okutulması ile ilgili vakıflar kurulduğunu ve bunun için ne kadar para harcandığı ile ilgili belgeler bulmak mümkündür. Mesela Nasuhzâde Zaviyesi’nde bir yılda 10 defa okunmak üzere Mevlid için 115 kuruş vakfedilmiştir 40. Minhacu’l-Âbidin: Emir Sultan Dergâhı şeyhi Lütfullah Efendi’nin (öl. 894/1489) müritlerinden Mansur Halife’nin, zaman zaman İmam Gazalî’nin (öl. 505/1111) bu eserini okuduğunu ve buradaki konularla ilgili olarak şeyhiyle tartışmalar yaptığını kayıtlardan anlamaktayız41. Miraciye: Hz. Peygamber’in hayatındaki en anlamlı olaylardan olan “Mirâc” hadisesi İslâm literatürünün ortak konularından birisidir. 36 37 38 39 40 41 Kılıç, Mahmud Erol, “Fusûsü’l-Hikem”, DİA, İstanbul 1996, c. XIII, s. 236-237. İsmail Beliğ, Güldeste-i Riyâz-ı İrfân ve Vefeyât-ı Dânişverân-ı Nâdiredân, Bursa Hüdavendigâr Matbaası, 1302, s. 396. Erdoğan, Kenan, Niyazî-i Mısrî Divanı, Ankara 1998, s. 211. Pekolcay, A. Necla, “Mevlid”, DİA, İstanbul 2004, c. XXIX, s. 486. Çiftçi, Cafer, “”18. Yüzyılda Bursa’da Zaviyeler Ait Para Vakıfları”, Uluslar arası Bursa Tasavvuf Kültürü Sempozyumu 4”, Haz. Mehmet Temelli, Bursa 2005, s. 418, 420. Baldırzade Selisî Şeyh Mehmed, Ravza-i Evliya, BYEBEK, Orhan Kit., nu.1018/1, 62b. 184 *Hasan Basri Öcalan Derviş ve diğer edebiyatçılar gerek mensur, gerekse manzum olarak bu olayı anlatmışlar ve onu tekrar yaşamış ve paylaşmışlardır. Bu olay, Türk edebiyatında “Mirâciye” adı verilen bir şiir türünün ortaya çıkmasını sağlamıştır42. Bu türün en eski temsilcisi de Ahmed Yesevî’nin meşhur halifesi olan Hakim Süleyman Ata’dır (öl. 582/1186) 43. Edebiyatımızda yazılan na’t ve kasidelerde de miraç konusu işlenmekler beraber, konuyla ilgili olarak müstakil mirâciyeler yazılmıştır 44. Bu eserlerden birisini İsmail Hakkı Bursevî yazmıştır. İsmail Hakkı’nın, Divan’ından sonra yazmış ve nazımda ustalığına tanıklık eden edebî eserlerin en mükemmeli olan ve Manzume-i Mirâcu’n-Nebi veya Mirâciye adı verilen eser 477 beyit olup45, müellif hattı Bursa Yazma ve Eski Basma Eserler Kütüphanesi’ndedir46. Mirâciye yazanlardan birisi de Mısrî Dergâhı şeyhi Mehmed Sahfî’dir (öl. 1146/1733). “Sahfî” mahlâsıyla şiirler yazan Mehmed Efendi’nin yazmış olduğu Mirâciye her yıl Mirac Kandili’nde Mısrî Zaviyesi’nde makamla okunmuştur47. Bursa’da Mirâciye okunması geleneği ile ilgili olarak belirtilmesi gereken bir husus da; bu geleneğin hâlen devam ettiğidir. 1888 tarihinde bir vakfiye düzenleyerek, Mirâciye okunmasını sağlayan Safiye Hatun adlı bir kadının, vakfiye şartları gereği her yıl Mirâc Kandili’nde ikindi namazından sonra Mahkeme Camii’nde, yatsıdan sonra da Numaniyye Dergâhı’nda Nâyi Osman Dede’nin Mirâciyesi okunmaya devam edilmektedir48. Dergâhlarda sadece tasavvufla ilgili eserlerin okunduğunu söylemek mümkün değildir. Tasavvufta genelde kabul edilen görüşe göre, bu yola girmek isteyen kimsenin öncelikle zahirî ilimleri tahsil etmesi gerekir. Bundan dolayı tekke erbabı kendi müntesiplerine gerekli olan zahirî ilimleri de okutmaya çalışmışlardır. Bursa’da XVII. yüzyılın sonlarına doğru Ahmed Gazzî tarafından kurulan dergâhta da bu hususa dikkat edilmiştir. Dergâhın şeyhi Ahmed Gazzî, talebelerine her sabah Beyzavî Tefsiri’ni okuturdu49. Bu tefsirin bir tasavvufî tefsir olmadığı bilinmektedir. Derslere sadece adı geçen dergâha bağlı olanların işti42 43 44 45 46 47 48 49 Kara, Mustafa, “Mîrâc Mîrâciye ve Bursalı Safiye Hâtun’un Vakfiyesi”, Uludağ Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, Sayı: VII, C. VII, Yıl:7, (1998), s. 27. Eraslan, Kemal, “Hakim Ata ve Miracnamesi”, Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Araştırma Dergisi, (Ahmet Caferoğlu Özel Sayısı), Sayı: X, (1979), s. 243-304. Geniş bilgi için bk.: Akar, Metin, Türk Edebiyatında Manzum Miracnameler, Ankara 1987. İsmail Hakkî Bursevî, Divân, haz. Murat Yurtsever, Bursa 2000, s. 47. Bu eserin bir yazma nüshası Yapı ve Kredi Bankası Ktp. Nu. 281’de bulunmaktadır. BYEBEK, Genel Kit., Nu. 124. Eserin diğer nüshaları için bk. İsmâil Hakkı Bursevî, Divân s. 47. Bu eser basılmıştır, İstanbul 1267. Eşrefzade Ahmed Ziyaeddin,Gülzar-ı Suleha, BYEBEK. Orhan Kit., nu. 1018/2, 103a; Süleyman Halis, Vefeyatname, Mustafa Kara özel kütüphanesindeki fotokopi nüsha, 23b. Vakfiye ile ilgili olarak bk.: Kara, Mustafa, “Mîrâc Mîrâciye ve Bursalı Safiye Hâtun’un Vakfiyesi”. Süleyman Halis, Vefeyatname, 9a. Tekkelerde Okutulan Kitaplar* 185 rak etmedikleri de anlaşılmaktadır. Zeyniler Zaviyesi şeyhi olan Şeyh Mehmed Efendi (öl. 1130/1718) her sabah bu dergâha gelerek Ahmed Gazzî’nin Tefsir-i Beyzavî derslerini dinlemiş ve istifade etmiştir 50. Bu durum aynı zamanda bize tekkeler arası ilişkilerin seyri hakkında da bilgi vermektedir. Dergâhlarda tefsir okunduğu gibi tasavvufun temel kaynaklarından birisi olan Hz. Peygamber’in hadisleri de okunmuştur. Hatta hadis okunması için beratla görevliler bile tayin edilmiştir. Kasım Subaşı Dergâhı’nda şeyh olan kimse görevden alınınca, Hadis-i Şerif okutmak için 1073/1662 tarihli beratla başka bir şeyh efendi tayin edilmiştir51. Mısrî’yi derinden etkileyen mutasavvıflardan birisi, belki de en önemlisi İbn Arabî’dir. Sadece Mısrî üzerinde değil, görüşleriyle tasavvuf tarihi boyunca gündemden düşmeyen İbn Arabî’nin, özellikle “vahdet-i vücud” konusundaki fikirleri sürekli şimşekleri üzerine çekmiştir. Bu görüşler sadece Müslüman düşünürleri değil, başka dinden olanları da etkilemiştir. Dolayısıyla İbn Arabî’nin görüşleri tarikatlar üstü hatta dinler üstü telakki edilmiştir. Mısrî, yazmış olduğu eserlerinde sık sık İbn Arabî’nin teliflerine atıfta bulunmuş, etrafındakilere kitaplarının okunmasını tavsiye ettiği konusunda yukarıda değinilmişti. Sonuç olarak şunu söylemek mümkündür. İslâm medeniyetinin önemli müesseselerinden olan dergâhların ilim ve kültür hayatına büyük katkıları olmuştur. Gerek burada yaşayanlar, gerekse dışardan bu kurumlara gelenler, kitap okumak, okutmak suretiyle ilim hayatına katkıda bulunmuşlardır. 50 51 Eşrefzade Şeyh Ahmed Ziyaeddin, Gülzar-ı Süleha ve Vefeyat-ı Urefa, 94a. BŞS, B 186, 132a. III. OTURUM MÜZAKERE Alim Yıldız Birbirinden önemli dört tane tebliğ dinledik. Hocalarımız sağ olsunlar. Türkiye’nin dört bir tarafından Bursa’dan, İstanbul’dan, Ankara’dan, İzmir’den gelen hocalarımız var. Biz güne 09’da başladık ama güne 05’te başlayanlar var ve saat 18 oldu. Ben bu yüzden sözü fazla uzatmak istemiyorum. Bilal Bey konuşmasında Sivas’taki kitapevlerinin kırtasiye dükkanlarına dönüştüğünden bahsetti. Gerçekten de söylediklerinde çok haklı. 2002 yılında Sivas’a geldim ve Sivas’ta hep şu eksikliği gördüm. Bir kitapçıya gittiğinizde aradığınız bir kitabı bulamıyorsunuz. Yani Sivas’ta her türlü kitabı kolaylıkla bulabileceğiniz bir kitapçı yok. Bu durumu kitap işiyle uğraşan ağabeylerimize veya bir tanıdığımıza söylediğimizde hepsinin verdiği cevap aynı: “Ben yıllardır bu işle meşgulüm ve kitap okumasını da seviyorum ama Sivas’ta kitap okunmuyor”. Şimdi şöyle bir düşünün, Sivaslılar için söylüyorum, Paşa Cami altında bulunan kitapçılara girdiğinizde ki bu dükkanlar zaten çok küçük, rafların önünde bir tezgah ve arkasında dükkan sahibi, içeride bir kişi daha varsa rafları bile göremiyorsunuz. Yani göremediğiniz kitapları nasıl alırsınız? Kitap bulamıyorsunuz. Burada yüksek lisans yapan öğrencilerimiz var. Öğrencilere bir kitabı haftaya kadar alıp okumasını söylüyorsunuz. Aradan iki hafta geçiyor, ne yaptığını sorduğunuzda kitabı sipariş ettiğini ama henüz gelmediğini söylüyor. Sizin bir haftada okumasını söylediğiniz kitap aradan iki hafta geçmiş hala gelmemiş. Kitapçıya tek bir kitap sipariş verdiğinizde onu getirmesi de mümkün olmuyor ne yazık ki. Bildiğiniz gibi Cumhuriyet Üniversitesi’nin otuz bin küsur öğrencisi var. Bu kadar çok öğrencinin olduğu bir üniversite şehrinde bu öğrencilerin kitap ihtiyacını karşılayacak bir kitapçı yok maalesef. Konuşmacılar bahsettiler yine, Sivas’ta Türkiye Diyanet Vakfı’nın açmış olduğu bir kitapevi vardı. Aradığınız birçok kitabı burada bulabiliyordunuz. Burası İstasyon Caddesi’nde bulunması nedeniyle daha fazla kira geliri elde etmek isteyenlerce önce ikiye sonra dörde ve sonra sekize bölündü. Kitap okunmuyor denildiği zaman şöyle bir yanlış anlama içerisine giriyoruz. Sanki Osmanlıda çok kitap okunuyordu ama bugün okunmuyor. Bu yargıdan bunu mu anlamalıyız yoksa batıda okunuyor da burada okunmuyoru mu anlamalıyız. Neye göre kıyaslıyoruz. Ortaokul ve lise döneminde aldığım kitaplar var. Bu kitapları yeğenlerim okudu, dönem arkadaşlarım okudu şu anda çocuklarım okuyor. Yani kitap okuyoruz okumuyor değiliz. Ve yine hocalarım bahsettiler Altıncı Doç. Dr. Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi III: Oturum Müzakere Metni * 187 Şehir’in yazıldığı Bir Şehrin Beş Hali’nin yazıldığı, Hayat Ağacı, Sultan Şehir ve Sühan gibi dergilerin çıktığı bir şehirde kitap okunuyor. Fakat kitap bulabileceğiniz yer yok. Biliyorsunuz yarınki oturumlarda da konuşulacak; Sivas’ta bin temel eser projesi başlatıldı. Şu an sekiz tane kitap çıktı. Bunlar üç bin basıyor. Bu tip kitabı İstanbul’da bir yayıncı bin basıyor veya beş yüz basıyor. Ve yine şehrimizde çıkan Hayat Ağacı ve Sultan Şehir dergiler iki bin basıyor. Bu az bir sayı değil. Bunlar okunuyor ve baskıları bulunamıyor. Yani bunlar kısa sürede bitiyor. Yeter ki siz kitapla okuyucuyu bir araya getirin buluşturun. Bunun için de ben kitap okunmuyor yargısına pek katılmıyorum. Ve bu istatistiklerin gerçeği yansıttığına inanmıyorum. Osmanlıda çok okunuyordu da şimdi az okunuyor deniliyorsa bunun yanlış olduğunu düşünüyorum. Ama bir batı ülkesiyle kıyaslanıyorsa belki istatistikler bunu verir. Buna katılırım. Bunun için ben eğer kitap okuyucuya ulaşırsa okunur diye düşünüyorum. Bilal Bey “Halk irfanı”ndan bahsetti gerçekten güzel bir tabir. Biz halk kültüründen bahsediyoruz yüksek zümre kültüründen bahseden var mı? Yani bu seçkinler kültürü demiyoruz. Sabahtan bu yana ve yapılan tüm tebliğlerde kitap üzerine vurgu yaptık. Tabi sempozyumun bir ayağı da kültürdü. Bilal Bey o yöne vurgu yaptığı için kendilerine teşekkür ediyorum. Güzel şeyler dinledik kendilerinden ve diğer arkadaşlardan da. İsmet Bey az okumama meselesi üzerinde durdu. Mefail ve Hasan Basri beylerden da çok güzel tebliğler dinledik. Çünkü o dönemlerde kültürümüzü şekillendiren medreseler var, tekkeler var ve özel meclisler var. Cenk kitapları da özel meclislerde çok okunan kitaplardan bazıları. Hasan Basri Bey bahsetti, Fuzuli’nin Hadîkatü’s-Süedâ’sı da Anadolu’da çok okunmuştur. Bu kitap, Hz. Peygamberin torunlarının başına gelen Kerbela hadisesi sonucunda Anadolu halkında Ehl-i Beyt sevgisini oluşturan önemli bir kitap olmuştur. Anadolu topraklarında Ehl-i Beyt sevgisi bir başka sevgidir. Bu sevginin oluşumu ve her dem canlılığını korumasının en büyük amillerinden biri şüphesiz bu kitaptır. Çünkü Anadolu’nun birçok yerinde her yıl Kerbela hadisesinin meydana geldiği muharrem aylarında sürekli bu kitap okunmuştur. Özellikle bir konuya vurgu yaparak bitireceğim Sivas’ta yapılanlardan bahsettik. Dışardan gelenlerden bir Sivaslı olarak şunu bekliyoruz. Üç dört yıl içerisinde kültürel anlamda Sivas’ta yapılanları gören birilerinin çıkıp da basında Sivas’ta neler oluyor demesini bekliyoruz. Yani kitap açısından dergi açısından okuyan açısından gerçekten Sivas kültürel anlamda büyük potansiyele sahip bir şehir. Bunu kuru bir övgü manasında söylemiyorum. Hem üniversitede hem dışarıda böyle bir potansiyelimiz var. Biz de belki bunlardan dolayı bir şeyler yapmanın gayreti içindeyiz. Bizleri yetiştirenlere bu anlamda teşekkür ediyorum. Katkılarınızdan, katılımızdan ve bu geç saatte beni dinleme nezaketinizden dolayı hepinize teşekkür ediyorum. 1960 SONRASINDA GENÇLİĞİ ETKİLEYEN KİTAPLAR Mustafa Özel Her zamana, her mekâna ait onu biçimlendiren, onu anlamlandıran, ona ruh veren eserler vardır. Bunun çeşitli sosyal, siyasal, kültürel, tarihsel vb. nedenleri bulunabilir. Tarihin her döneminde, insanlığın en enerjik kesimini gençlik oluşturmuştur. Her yeni hareket, muhakkak kendini gençliğe yaslamaya çalışmıştır. Bu bakımdan, çocuk ve bunun bir üst grubunu oluşturan gençliğe ve gençlere herkes sahip çıkmaya, kendince biçimlendirmeye çaba sarf etmiştir. Ulus devletlerin ortaya çıkışı, bunu daha da hızlandırmış ve buna önem kazandırmıştır. Bu bildiride resmi eğitim ve öğretim hayatının dışında, genç insanların hayata bakışlarını, dünyayı algılayış ve kavrayışlarını, neticede kişiliklerini etkileyip oluşturan kitaplar üzerinde durmaya çalışacağız. Bunu Cumhuriyet öncesinde yazılanlardan başlayıp 1980’e kadar getireceğiz. Necip Fazıl, Nurettin Topçu, Sezai Karakoç gibi yazarlar, söz konusu dönemde yazılan romanlar ve tercüme edilen kitaplar diğer bildiri sahipleri tarafından ele alınacağından, biz burada gençliği etkileyen düşünce, edebiyat (şiir) ve araştırma eserlerini değerlendirmeye çalışacağız. Bildirimizi daha çok 1960–1980 yılları arasında neşredilen eserlerle sınırlandırdık. Bunun arka planında bu dönemde gençlik hareketlerinin kendini çok başat bir şekilde göstermiş olmasındandır. 12 Eylül darbesiyle konuyu sonlandırmamızın nedeni ise, artık bu dönemden sonra gençler arasında önemli bir şekilde idealizmin zayıflamasıdır. Bu dönem artık, depolitizasyon, hayatın her alanına ilgisizlik sürecidir. Burada milliyetçi ve sol gençliğin beslendiği kitaplara yer vermekle birlikte, daha çok İslami gençlik merkezde olacaktır. Bu dönemde yazılan kitapları, yazarlarına göre sıraladık. Mümkün olduğunca kitapların yayın tarihlerini vermeye çalıştık. İlk baskısını bulamadıklarımız oldu, bunların bulduğumuz baskı tarihini verdik. Yazarları da kronolojik olarak sıraladık. Örnek olarak dört kitap hakkında kısa bilgi sunduk. Cumhuriyetin ilk yıllarında, özellikle tek parti döneminde belli bir genç tipinin yaratılmaya çalışıldığı bir gerçektir. Bunun yanında yeni kurulan rejime karşı olması muhtemel her türlü anlayış, görüş ve düşüncenin kontrol, gözetim ve denetim altında bulundurulması da, göz önüne alınması gereken başka bir önemli konudur. Ülkede gerçekleştirilen yeni düzenlemelerle birlikte, toplumun geleneksel dini olan İslam, toplum hayatının dışına itilmeye çalışılmıştır. İşte bu şartlar altında, resmi anlayışın dışında toplumun diğer katmanları olduğu gibi gençlik kesimi de kendisini zenginleştirecek Doç. Dr. D.E.Ü. İlahiyat Fak Öğretim Üyesi. 1960 Sonrasında Gençliği Etkileyen Kitaplar * 189 kaynaklardan, eserlerden mahrum kalmıştır. Demokrat Parti ile birlikte ülkede esen özgürlük rüzgârları neticesinde çeşitli düşünce ve anlayışlara mensup yazar ve araştırmacılara ait ürünler ortaya çıkma imkânı bulabilmiştir. Sol: Nazım Hikmet (1902-3 Haziran 1963): Simavna Kadısı Oğlu Şeyh Bedrettin Destanı (1936), Kurtuluş Savaşı Destanı (1965), Memleketimden İnsan Manzaraları (). Hikmet Kıvılcımlı (1902-11 Ekim 1971): Tarih Tezi (1965). Behice Boran (1 Mayıs 1910-7 Ekim 1987): Türkiye ve Sosyalizm Sorunları (1968). Mihri Belli (1915-): Milli Demokratik Devrim (1968). Aziz Nesin (20 Aralık 1915-5 Temmuz 1995): Sosyalizm Geliyor Savulun (1965), Zübük (1961), Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz (1977). Doğan Avcıoğlu (1926-4 Kasım 1983): Türkiye'nin Düzeni (1968), Milli Kurtuluş Tarihi (1974-1975), Türkiye’nin Tarihi (1978). Türkçü-Milliyetçi Ziya Gökalp (23 Mart 1876-25 Ekim 1925): Kızıl Elma (1915), Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak (1918), Türkçülüğün Esasları (1923). Yahya Kemal Beyatlı (2 Aralık 1884-1 Kasım 1958): Kendi Gökkubbemiz (1961), Eski Şiirin Rüzgarıyle (1962), Aziz İstanbul (1964). Peyami Safa (1899-15 Haziran 1961): Nasyonalizm 2. Baskı (1961), Sosyalizm Marksizm Komünizm (1971), Dokuzuncu Hariciye Koğuşu 7. Baskı (1958). Ahmet Hamdi Tanpınar (23 Haziran 1901-24 Ocak 1962): Beş Şehir (1946). Arif Nihat Asya (7 Şubat 1904-5 Ocak 1975): Bir Bayrak Rüzgar Bekliyor (1946), Dualar ve Aminler (1967). Nihal Atsız (12 Ocak 1905-10 Aralık 1975): Bozkurtlar 10 Baskı (1974),Türk Ülküsü (1956). Samiha Ayverdi (25 Kasım 1905-22 Mart 1993): Edebi ve Manevi Dünyası İçinde Fatih (1953), Boğaziçi’nde Tarih (1966), Milli Kültür Meseleleri ve Maarif Davamız (1976). Mümtaz Turhan (1908-): Garplılaşmanın Neresindeyiz (1958), Kültür Değişmeleri (1959). Osman Turan (1914-17 Ocak 1978): Türkiye'de Komünizmin Kaynakları (1964), Selçuklular Tarihi ve Türk İslam Medeniyeti (1965), Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi (1969), Selçuklular ve İslamiyet (1971). 190 * Mustafa Özel Mehmet Kaplan (1915-1986): Nesillerin Ruhu (1967). Osman Yüksel Serdengeçti (1917-10 Kasım 1983): Mabetsiz Şehir (1949), Bu Millet Neden Ağlar 2. Baskı (1952), Bir Nesli Nasıl Mahvettiler (ts.). Alparslan Türkeş (25 Kasım 1917-4 Nisan 1997): Dokuz Işık 4. Baskı (1967). İlhan E. Darendelioğlu (1921-19 Kasım 1979): Türkiye'de Komünist Hareketleri (1961), Türkiye'de Milliyetçilik Hareketleri (1968), Türk Milliyetçiliği Tarihinde Büyük Kavga (1976). Galip Erdem (10 Mart 1930-12 Mart 1997): Ülkücünün Çilesi 2. Baskı (1976). Seyyid Ahmed Arvasi (15 Şubat 1932-31 Aralık 1988): İleri Türk Milliyetçiliğinin İlkeleri (1965), Türk İslam Ülküsü (1979). Erol Güngör (1938-24 Nisan 1983): Türk Kültürü ve Milliyetçilik (1975). Muhafazakar-İslamcı Mehmed Akif (1873-27 Aralık 1936): Safahât. İstiklal Marşı şairinin bu muhalled eseri Latin harfleriyle ilk kez 1944 yılı başlarında basılmıştır. Bunun üzerinde dikkatle düşünülmesi gerekir.1 Said Nursi (1876-23 Mart 1960): Sözler, Mektûbât, Lemalar, Şualar, Asa-yı Musa, Gençlik Risâlesi. Eşref Edip Fergan (1882-1971): Kara Kitap 2. Baskı (1967). Cevat Rıfat Atilhan (1892-4 Şubat 1967): İğneli Fıçı 2. Bs. (1937), Türk Oğlu Düşmanını Tanı (1951), Tarih Boyunca İslam Hakimiyeti ve Uğradığı Suikasdler (1960), Tarih Boyunca Yahudi Mezalimi (). Ali Fuad Başgil (1893-17 Nisan 1967): Gençlerle Başbaşa (1949), Din ve Laiklik (1955). Kadir Mısıroğlu (1933-): Kurtuluş Savaşında Sarıklı Mücahitler (1967), Lozan Zafer mi Hezimet mi (1964), Moskof Mezalimi (1970), Yunan Mezalimi (1972). Sami Arslan (1934-): Karanlık Gecelerin Nurlu Sabahı 5. Baskı (1962). Nuri Pakdil (1934): Batı Notları (1972), Biat (I) (1973), Biat (II) (1977). M. Said Çekmegil (1937-21 Temmuz 2004): Milliyet Anlayışımız (1959) İbadet Anlayışımız (1970), Sünnet-i Sen’iyye (1974). 1 Ersoy, Mehmed Âkif, Safahat, (Haz.: M. Ertuğrul Düzdağ), İstanbul 1991, (Giriş), s. LXXVI. 1960 Sonrasında Gençliği Etkileyen Kitaplar * 191 Şule Yüksel Şenler (1938-): Bize Ne Oldu (1969), Gençliğin Izdırabı (1969). Rasim Özdenören (20 Mayıs 1940-): İki Dünya (1977). Sadık Albayrak (15 Şubat 1942-): Türkiye’de Din Kavgası (1973), Devrimin Çakıl Taşları (1979), Yürüyenler ve Sürünenler (1979). İsmet Özel (1944-): Üç Mesele (1978). D. Mehmet Doğan (1947-): Batılılaşma İhaneti (1975). Ali Bulaç (1951-): Çağdaş Kavramlar ve Düzenler (1977). Ahmet Gürkan (): İslam Kültürünün Garbı Medenileştirmesi (1969). Tasnif dışı: Cemil Meriç (12 Aralık 1916-13 Haziran 1987): Bu Ülke (1974), Umrandan Uygarlığa (1974). Aykut Edibali (13 Nisan 1942-): Milli Mücadelede Kadroların Vazifeleri (1970), Komünist İhtilale Karşı Tedbirler 2. Baskı (1972). Zorluk Bu bildiriyi hazırlarken karşılaştığımız en büyük zorluk, herhangi bir kitabın gençliği nasıl etkilediğinin belirlenmesi olmuştur. Kitapların baskı tarihlerinin bazen bulunmaması da ayrı bir sıkıntı olarak karşımıza çıkmıştır. Gençliği etkileyen kitapları belirlerken ölçümüz, söz konusu kitabın baskıları ve yaptığımız ikili, çoklu görüşmeler olmuştur. Bazı eserlerin hem Türkçü-milliyetçi, hem de muhafazakâr-İslamcı kesimi beslemiş olması, mezkûr kitapların tasnifinde güçlüğe yol açmıştır. Her tasnif ve tarifte olduğu gibi buradaki gruplandırma da, kimi zorluk ve sıkıntıları beraberinde getirmiştir. Bunun hoş görülmesini umarım. Sempozyumun içeriğine bakıldığında, sanki dini-İslami muhtevalı bir kitap sempozyumu yapılacağını çağrıştırmaktadır. Bu konu, açık ve net olmadığından, her şeye karşın konunun daha bütüncül olarak ele alınmasını sağlamak için sol kesimi etkileyen önemli birkaç isme yer verdik. Türkçü-milliyetçi gençliği etkileyen kitapları, yukarıda belirtmiş olduğumuz nedenden dolayı, biraz daha geniş tuttuk. Gruplandırdığımız kitapları başka başlıklar altında veya başlıkları biraz daha çoğaltarak toplamak mümkün olabilirdi. Ancak biz bunu bu şekilde yeterli gördük. İki yazarı ve eserlerini, yaptığımız tasnifin dışında tuttuk, bunları bir başlık altına koymadık. Gençliği Etkileyen Kitapların Ortak Özellikleri Burada muhafazakâr-İslamcı gençliği etkileyen eserlerin ortak özelliklerinden söz etmeye çalışacağız. Böylelikle bunları okuyan genç insanların bu kitaplardan etkilenme sonucu hangi özellikleri kazandıklarını tespit etmiş olacağız. 192 * Mustafa Özel 1- İslam: 1923 sonrasında din-devlet, din-toplum ilişkilerinin yeni bir görünüm ve boyut kazandığı bilinen bir gerçektir. Neticede din, bütün tezahürleriyle hayatın dışında tutulmaya çalışılmıştır. Yaşanan baskıcı dönemlerden sonra çok partili hayata geçişle birlikte, İslam muhtevalı eserler yavaş yavaş neşredilme imkânı bulmuştur. Arapçadan yapılan tercümelerle birlikte, sadece ibadete değil, İslam’ın hayatın tüm alanlarına olan ilgisi vurgulanmıştır. Dinle ilgili kısıtlamalardan dolayı, din vurgusu zaman zaman milliyetçilik üzerinden yapılmaya gayret edilmiştir. Millet kelimesinin buna imkân sağlayan anlam genişliğine sahip olması, bunu bir ölçüde kolaylaştırmıştır. 2- Osmanlı ve tarih vurgusu: Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte yeni yapı, anlayış ve kurumların oluşturulmaya çalışılması, Osmanlıyla ilgili her şeye mesafeli durulması ve yaklaşılmasını beraberinde getirmiştir. Bunun merkezinde Osmanlı tarih ve kültürüne karşı geliştirilen olumsuz, eleştirel bakış açısı vardır. Böyle bir tavır, İslam diniyle derinden ilişkileri olan kesim ve kişileri reaksiyoner bir tavra itmiştir. Hatta bu tutum, tarihi kutsallaştırıcı bir tutum takınılmasına yol açmıştır. İşte yeni dönemle birlikte yeni yönetim mensuplarına yönelik eleştiriler, tarih üzerinden gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Yazılan kitaplarda, tarihte Osmanlı devletinin gerçekleştirdiği başarılardan övgüyle söz edilmiş, sürekli olarak tarih bağından bahsedilmiştir. 3- Milliyetçilik: Cumhuriyet’i kuran kadroların batıya bakışı, yaklaşım tarzı, toplumun dindar kesimlerinde bazen ülkenin yabancılaşacağı, yurdun yabancı güçlerin egemenliğine geçeceği endişesine yol açmış, bu durum yönetimle paralel düşünmeyen dindar çevrelerde milliyetçilik duygusunun güçlenmesine, bu duygu, düşünce ve anlayışın çeşitli biçimlerde kendini göstermesine yol açmıştır. Milliyetçiler Derneğinin kurulması, bunun toplumsal ve siyasal hayata yansımasının önemli bir göstergesi olarak değerlendirilmelidir. 4- Tek Parti/milli şef yönetim ve dönemine yönelik eleştiriler: Çok partili hayat öncesinde devletin CHP demek, tek parti dönemi de baskı dönemi demek olduğundan söz konusu kitapların önemli ortak noktalarından biri de milli şef ve dönemine yöneltilen eleştirilerdir. Çünkü dindar kesim, bu zaman zarfında dinini öğrenme ve yaşama konusunda büyük güçlüklerle karşılaşmış, uygun ortam bulunca da kendilerine bu sıkıntıları yaşatan ilgililere sert tenkitler yöneltmiştir. Söz konusu zaman diliminde neşredilen süreli ve diğer yayınlarda bu konuda bir hayli malzeme bulunmaktadır. 5- Komünizme yönelik eleştirel tavır: 1960 Sonrasında Gençliği Etkileyen Kitaplar * 193 Bu bağlamda dile getirilmesi gereken diğer önemli bir nokta da, ülkede komünizm düşüncesinin kendine rahat bir yer bulabilmesidir. Ülke içinde insanların dinle ilişkilerinin her geçen gün zayıfladığını gören ve bu durum karşısında çare üretmeye çalışan dindar ve vatanperver kesimler, dinsizlikle eşdeğer gördüğü komünizme fikri temelde karşı çıkmışlardır. Bu yaklaşım ve değerlendirmelerini, çeşitli eserlerde dile getirmişlerdir. Komünizmle Mücadele Derneği (7 Aralık 1956), Türkiye Komünizmle Mücadele Derneği (1963) gibi cemiyetlerin kurulması, basın ve düşünce hayatındaki bu tavrın sosyo-politik hayata aksetmesinin bir tezahürüdür. 6- Yahudilik ve masonluk karşıtlığı: Konumuzu oluşturan eserlerde, yerel, geleneksel ve tarihsel değerlere önemli vurgular yapılırken, komünizm gibi ülke gerçeklerine aykırı ve tehlikeli görülen Yahudiliğe ve masonluğa karşı belirli bir bilinç ve direncin oluşturulmasına da özen gösterildiğini söylemek mümkündür. Yahudiliğin arz-ı mevud (vaad edilmiş ülke/toprak) anlayışı, İsrail’in kurulması ve yayılmacı politikası, Yahudilerin son dönemde Osmanlıya karşı takındıkları tavır, masonluğun gizli ve derin bir güç oluşu bu tavrın arka planında yatan önemli nedenlerden bazılarıdır. Burada yazarlarla ilgili belirtmemiz gereken bir iki nokta vardır. Bunların ilki, yukarıda eserlerini zikrettiğimiz yazarların önemli bir kısmının edebiyatçı, özellikle de şair olmalarıdır. Bu durum, hem her üç grup, hem de bütün zamanlar için geçerlidir. Bu husus, toplumumuzda, edebiyatın, özellikle de şiirin gücünü ve etkisini göstermesi bakımından önemlidir. Düşünce, anlayış ve yaklaşımların düz yazıdan ziyade şiirle dile getirilmesinin Türk düşünce hayatı ve tarihi açısından ele alınmasında fayda mülahaza ediyoruz. Diğer bir konu ise, her üç kesime mensup yazarların önemli bir kısmının savundukları görüş ve düşüncelerden dolayı yargılanmaları, hapsedilmeleridir. Bu durum, düşünce üretmenin, düşünceyi savunmanın maliyetini göstermesi bakımından üzerinde durulması gereken bir başka olaydır. Bugün geçmişe nazaran daha iyi şartlarda yaşamaktayız. Bunu, büyük ölçüde, yakın tarihimizde hangi kesimden olursa olsun sahip olduğu görüşün ardında duran, bunun bedelini ödeyen bu insanlara borçlu olduğumuz, onlara medyun-ı şükran olduğumuz unutulmamalıdır. Onların bu içtenlik, azim ve mücadeleleri, yazdıklarının etkin ve kalıcı olmasını sağlamıştır. Örnekler: Gençlerle Başbaşa (Ali Fuad Başgil): Eser, 1943-1944 ders yılında Eminönü Halkevi’nde verdiği ‘Gençliğe Öğütlerim’ başlıklı konferans ile 1947’de Üsküdar Halkevi’nde ‘Terbiyenin Karekter Üzerindeki Tesiri’ konferanslardan oluşmaktadır. İlk konferans metni biraz genişletilerek Cumhuriyet gazetesinde, diğeri ise Tasvir’de neşredilmiştir. Yazar daha sonra bu iki metin üzerinde biraz daha çalışarak söz konusu kitabı ortaya çıkarmıştır. Kitabın ana konusunun irade eğitimi olduğu söy- 194 * Mustafa Özel lenebilir. Başgil, eserinde muvaffak olma yolunun tehlikeleri ve düşmanları, muvaffak olmanın şartları, terbiyenin ruh ve karakter üzerindeki tesiri, muvaffakıyet ve verimli çalışma, çalışma hayatının ve muvaffak olmanın kanunlarını ele almaktadır. Yazar ikinci baskıya (1959) yazdığı önsözde, birinci baskının 1949 yılında yapıldığı, ancak o zaman ilgi görmediğini, iki binden fazla kitabın raflarda kaldığını, son zamanlarda ise büyük rağbet gördüğünü söylemektedir. İktibas: Başarılı olmanın ilk şartının iradeli olmak olduğunu ileri süren yazar bu bağlamda şöyle demektedir: “Tekrar edeyim ki, insan zekâsı ve bilgisiyle değil, ancak iradesi ile insandır. Zekâ ve bilgi az çok hayvanda da vardır. Fakat, hususiyle, ahlâkî mânada irade canlı uzviyetler zincirinin son halkasını teşkil eden insana mahsus bir kudret ve imtiyazdır. İrade yalnız insanı hayvandan değil, hem de insanları bir birinden ayıran ve aralarında üstünlük ve aşağılık farkları yaratan yegâne ruhî kuvvettir.” (s. 16-17) Mabetsiz Şehir (Osman Yüksel Serdengeçti): Eser yazarın, Serdengeçti dergisindeki seçilmiş yazılarından meydana gelmektedir. Kitapta genel olarak CHP, sert ve iğneli bir şekilde tenkit edilmektedir. Bununla birlikte, dini, milli, ictimai konular da bulunmaktadır. Roman boy, 174 sayfa olan kitaptan birkaç başlık şöyledir: Mâbetsiz Şehir (s. 9), Kültür Emperyalizmi (s. 23, yazar bu tabirin kendisine ait olduğunu ifade etmektedir), Konya ve İnkilaplar (s. 49), Maddeden Ruha Geçiş (s. 101), İmansızlar Saltanatı (s. 155). İktibas: Yazar, kendisine sabrı ve sükuneti tavsiye edenlere şöyle demektedir: “Sizi bilmem, benim sabrım tükendi. Müsaade edin de ben de birkaç şey söyleyeyim: “Behey çok görmüş, çok bilmiş, fakat aslâ inandıklarını, söylediklerini yapmamış, âtıl ve bâtıl adam! Bana nasihat veriyorsun. Çok güzel, âmennâ!... Fakat sen şu yaşa gelmişsin. Yirmileri, otuzları, kırkları, hattâ ellileri tüketmişsin. Altmışlardasın. Şu dünyaya geldin geleli ne gibi hayırlı işler yaptın? Yedin, içtin, korktun, çekindin, geldin, geçtin… Senin kazancın ne? Ne kazandın? Yemeği, içmeği, çiftleşmeyi 4 ayaklılar senden iyi yapar. Sen insan olarak ne yaptın?” (s. 129) Karanlık Gecelerin Nurlu Sabahı (Sami Arslan): Bu kitap, ayet ve hadislerin ışığında, İslami hassasiyet oluşturmaya çalışmaktadır. Yer yer bazı menkıbe ve günlük olaylar anlatılmaktadır. İslam’ı öğrenmeye, ona duyarsız kalmamaya vurgu yapmaktadır. Cep boy, 87 sayfa olan eserin sonunda bilirkişi raporu ve Isparta Ağır Ceza Mahkemesinin beraat kararı yer almaktadır. İktibas: “Bir papaz, bir şehre gelir, kilisenin olduğu yeri bilemez. Bir çocuğa sorar: —Evladım, kilise nerededir? Ben, buranın yabancısıyım, biliyorsanız yolu gösteriniz. Giderler, kilisenin yanına varırlar. Papaz: 1960 Sonrasında Gençliği Etkileyen Kitaplar * 195 —Yavrum, seni çok sevdim. Şu para ve şekerleri al. Yarın da kiliseye gel. Sana cennetin yollarını göstereceğim. —Peki ama, sen kilisenin yolunu bilemedin. Güneş altında kendin bulamadın. Bulamadın da ben gösteriverdim. Kilise yolu bulamıyan, nasıl cennet yollarını gösterebilir? Kardeşim kulak ver! Semaya yükselen minarelerde ilâhî emir söylenirken, müezzin; “Ey cami yolunu bulamayanlar, cami yerine meyhaneye gitmeyin, cami burada” diye haykırırken, camiye gelemiyenler, gözleri varken göremiyenler, düşünmezler mi? Halini bilemediği, hiç görmediği o dehşetli günde cennetin yollarını nasıl görecekler?....” (s. 30-31) Kara Kitap (Eşref Edip): Kitap genel olarak CHP politikalarını, (son sayfalarda Demokrat Partiyi de) eleştirmektedir. Kitaptan bazı başlık şöyledir: CHP alelade bir parti değil, zararlı bir komitedir (s. 15), Camileri halkevleri şekline koymayı tasarladılar (S. 31), Halkçılar, CHP’yi vatan ve millet yerine koydular; partiyi tenkidi, devleti tenkid gibi suç saydılar (s. 41), halkçılar, inkılab diye maziyi ateşe verdiler (s. 62), 163.cü madde hakkında Halkçılarla Demokratların gizli anlaşmaları (s. 82). Roman boy 111 sayfa olan eserin sonunda yazarın Süleyman Demirel’e Mektup’u yer almaktadır. Arka kapakta İstanbul 4. Ağır Ceza Mahkemesi’nin kitap hakkında açılan davayla ilgili beraat kararı bulunmaktadır. İktibas: “Okullardan din derslerini kaldıran, din müesseselerini kapatıp 40 bin din talebesini sokağa döken halkçılar, müslüman halkın mukaddesâtını, ahlâk ve âdâbını yıkıp kendi akidelerini, kendi sapık zihniyet ve ideolojilerini yerleştirmek için Köy Enstitülerini açtılar, devlet hazinesinden oluk oluk milyonları bu ahlâk ve iffet mezbahası olan batakhânelere döktüler.” (s. 33) Burada ayrıca birkaç yıldır dikkatimi çeken bir hususu da sizlerle paylaşmak istiyorum. Yukarıda bahsettiğimiz belirli bir dönem gençliği etkileyen kitaplara günümüzün gençliği tarafından ilgi gösterilmemektedir. Bu ilgisizlik, sınırlı bir sayıdaki yazar ve kitapla kalsa, bunu anlamak mümkün olabilecektir. Çünkü değişen şartlar, yeni yazarları, yeni kitapları beraberinde getirmektedir. Ama bugün artık birer klasik haline gelmiş olan Akif’in Safahat’ını, Necip Fazıl’ın bazı eserlerini okumamayı, bunlardan maddi ve manevi olarak uzaklaşmayı anlamakta insan zorlanmaktadır. Son olarak bir teklifte bulunmak istiyorum. Bu sempozyumu tasarlayan, hazırlayan, katkıda bulunan herkese saygı ve teşekkürlerimi sunarım. Ancak bu etkinliğin tamama erdirilmesi için, bunun mütemmimi olan ikinci bir sempozyumun gerekli olduğuna inanıyorum: Kültürümüz ve Dergi Sempozyumu. Kendi bildirim açısından baktığımda, kişisel olarak gençliği etkileyen yayınların, kitaplardan çok dergiler olduğunu düşünüyorum. Saygılar sunar, teşekkür ederim. 60 SONRASININ ÇOK OKUNAN ROMANLARI: İSLAMİ EDEBİYAT ve İSLAMİ ROMANLAR HAKKINDA BAZI TESPİTLER Yunus Ayata Giriş İslami romanları değerlendirmeye başlamadan önce “İslami Edebiyat nedir, nasıl bir edebiyattır, İslami Edebiyatın kaynakları nelerdir?” sorusuna cevap vermek gerekir. Sosyal bilimlerde tanım yapmak başlı başına bir tartışma konusudur. Çünkü sayısal bilimlerde olduğu gibi nesnel, kolayca ispatlanabilecek bir tanım yapmak mümkün değildir. Konusu, malzemesi temelde insan olan bir alan için bu doğal bir sonuçtur. Bu nedenle de İslami Edebiyat hakkında herkesi kapsayan bir tanım yapmak çok zordur. İslami Edebiyat kavramı ilk olarak M. Fuad Köprülü tarafından kullanılmıştır. Köprülü, Türklerin Müslüman olduktan sonra verdikleri edebî ürünler için İslami Edebiyat isimlendirmesini uygun görmüştür (Köprülü 1986:99). Ancak burada Köprülü’nün kastettiği İslami Edebiyat isimlendirmesi ile bugün anlaşılan İslami Edebiyat kavramı örtüşmemektedir. Bugün İslami Edebiyat kavramı ile 1960’lı yıllardan itibaren İslami duyarlılığı ön plana alan yazarlar tarafından ilk ürünleri verilmeye başlanan ve bilhassa kendini roman sahasında gösteren popüler roman sınıfında değerlendirilmesi gereken “Müslüman Edebiyat”, “Davet Edebiyatı”, “Diriliş Edebiyatı” ve “Hidayet Edebiyatı” ifade edilmektedir. Ancak Tanzimat sonrası edebiyatımızın isimlendirmesinin ve dört başı mamur tasnifinin yapılamadığı düşünülecek olursa, yakın dönemimize ait bu isimlendirmelerin doğruluğu ve yerindeliği de tartışılması gereken bir husustur. Bu yazı çerçevesinde İslami Edebiyatın var olup olmadığı ya da bu isimlendirmenin doğru olup olmadığı veyahut da böyle bir bölümlemeye/isimlendirmeye gerek olup olmadığı üzerinde durulmayacaktır. Sadece durum tespiti yapılacaktır. Tartışılmaya gerek olmayan şudur ki, estetik değeri zayıf ya da tartışmalı olan bu ürünlerin popüler edebiyat içinde değerlendirilmesi gerektiğidir. Bu sebeple bu eserlerin edebiyat çevrelerince estetik bir değer taşımadığı konusunda eleştirilere maruz kalması ve Kerime Nadir ve Muazzez Tahsin Berkant gibi aşk romanı yazarlarının eserleriyle aynı kategoride değerlendirilmesi kaçınılmazdır. İslami Edebiyat kavramı, bu isimlendirmeleri yapanlar tarafından farklı şekilde tarif ve tasnif edilmektedir. Yrd. Doç. Dr. Cumhuriyet Üniversitesi Fen-Edebiyat Fak. Türk Dili ve Edebiyatı Bl. Öğretim Üyesi 1960 Sonrasının Çok Okunan Romanları * 197 Ebubekir Eroğlu, İslami Edebiyat kavramını “Müslüman muhayyileden doğmuş edebiyat”1 olarak nitelerken Rasim Özdenören bu edebiyatı ikiye ayırarak iki tanımlama yapmaktadır: “1. İslami Edebiyat; konusunu Müslüman insanların oluşturduğu, onların tavır ve davranışlarını, düşüncelerini, ruhsal eylemlerini yansıtan ürünlerin adıdır. 2. İslami Edebiyat, konusu ne olursa olsun yazarın İslami bilincini yansıtan, konusuna İslami optikle yaklaşan ürünlerdir.” (Özdeneren 1986:37). Ahmet Kabaklı için ise “İslami Edebiyat” dinimize dönüş özlemidir. “İslami Edebiyat veya İslami akım burada bir grup sanat ve edebiyat adamının gerçeğe, benliğimize, dinimizin fazilet ve şiiriyetine bir dönüş özlemidir. Bu zümre, milletin bu yoldaki ihtiyaç ve isteklerini dile getirmiştir.” (Kabaklı 1994:704) Mustafa Miyasoğlu için bu edebiyat her yaratılanda yaratanı görmeyi sağlayan bir anlayışın ürünüdür. “İslami Edebiyat, bütün görünen ve görünmeyenlere bağlı olarak Mutlak’ı idrak edebilecek bir şuuru geliştirebilen edebiyattır. İslami Edebiyat, hayatımızın anlamını, Yunus’a göre yaşadığımız dünyanın alını yeşilini giymiş yeni geline benzeyen, bakmaya doyamadığımız bu dünyanın yaratıcısının, halıkının her varlıktaki görünmeyen gücünü idrak edebilen bir edebiyat… Eğer bir beşeri vakıa varsa Müslüman bundan uzak kalamıyorsa, İslami Edebiyat da uzak kalamaz. Dolayısıyla edebiyatın kendi iç mantığında var olan somuttan soyuta yönelme, somut olguları, insanın tabii ve beşeri yaşayışını bir espriyle vurgular tarzda ortaya koyma çabasında İslami Edebiyat.” (Miyasoğlu 1999:51). Bu tanımlamalardan da anlaşılacağı üzere İslami Edebiyat ürünleri estetik kaygıdan uzak, amaçları edebiyata hizmet etmek olmayan içinde İslam’a ait çeşitli unsurların olduğu tezli eserlerdir. İslami Edebiyat hakkında çeşitli tanımların yapılıyor olması, insanların konuya farklı açılardan yaklaşmasından kaynaklanmaktadır. Tabii ki bundan doğal bir şey olamaz. Rasim Özdenören “Söz konusu çeşitlilikte görüş sahiplerinin genel edebiyat anlayışlarının farklı oluşu kadar onların doğrudan doğruya İslami Edebiyat denince bu edebiyatın içeriği olarak düşünüp benimsedikleri hususların da payı vardır. Aynı biçimde geçmişteki İslami Edebiyat ürünleri üzerinde bazı kalıplaşmış düşüncelerin ‘İşte İslami Edebiyat budur.’ diye belletilmiş olması da bu kalıpların dışına çıkamayan görüş sahiplerini günümüzün Müslüman yazarlarının ürünlerini irdelerken onların bazı dar açılar içinde bocalamalarına, dahası birtakım yanlış değerlendirmelere sapmalarına yol 1 http//www.milliyet.com.tr/ozel/kitap/050805/02.html 198 * Yunus Ayata açmaktadır.” (Özdenören 1986:36) demektedir. Özdenören’in bu sözleri aynı zamanda “Günümüz Türkiye’sinde İslami Edebiyat var mı?” sorusuna da bir cevap niteliğindedir. Günümüz Türkiye’sinde İslami Edebiyat İslami Edebiyatın var olduğunu iddia edenler de böyle bir edebiyatın olmadığını ve olamayacağını savunanlar da kendilerince haklı sebepler öne sürmektedirler. Her iki cepheye de bir örnek vermek gerekirse konuyla ilgili olarak Mustafa Miyasoğlu ile İsmet Özel’in görüşlerini ele almakta fayda vardır. İsmet Özel, 1977’de yayımladığı bir yazısında Türkiye’de İslami bir edebiyatın olmadığını söyler. Sebep olarak ise İslami Edebiyat olarak adlandırılan bu durumun beslenebileceği bir ideolojisinin veya sistemli bir düşünce yapısının olmadığını gösterir. “Yaşayan edebiyatımız içinde Müslüman yazarlar, sanatçılar, şairler yok mu? Var, ama bu yürütülen sanat faaliyetlerinin İslam kaynakları açısından bir değerlendirilmesi yapılmamış henüz. Her yönden esen etki rüzgarlarının ortasında, bütün tutamağı sanatçının yeteneği ve görüş derinliğinden ibaret bir İslami Edebiyat gerçekten bir İslami Edebiyat mıdır, yoksa doğru yolda türetilmiş bazı bireysel sanat ürünleri midir? Türkiye’de İslami Edebiyatın naslar açısından değerlendirmesinin yapılmayışının yanı sıra bir nokta daha var dikkati çeken. Müslüman sanatçıların eserleri büyük ölçüde bir Müslüman’ın siyasi, kültürel, fikrî seviyesini izler durumda. Edebiyat ve sanat eserlerinden kalkılarak bazı itikadi hususların derinliğine varmak yerine belli ve ortaklığı tartışılmaz akaidin bir çeşitlemesiyle karşılaşıyoruz daha çok. Bakalım bu durum ne kadar sürecek?” (Özel 1977). Mustafa Miyasoğlu ise Türkiye’de İslami bir edebiyatın olduğunu düşünmektedir. “Bu edebiyat var. Varlığı da zannediyorum bizim edebiyatı idrakimizle başlıyor. Yani bir akım olarak varlığı, yeni bir edebiyat anlayışı olarak ortaya çıkışı benim anladığım kadarıyla Büyük Doğu’nun 1964 döneminde çıkan sekiz veya dokuz sayıda teorik yazılarla ve örnek eserlerle algılanmaya başlandı.” (Miyasoğlu 1999:50). Bu konudaki tartışmaların en önemli sebeplerinden biri, bu edebiyata verilen ad olabilir. İnsanların “İslam”, daha özelde “İslami Edebiyat” sözünden ne anladığı ne beklediği ile ilgili bir durum konuyu karmaşık bir hâle getirmektedir. Ancak şu unutulmamalıdır ki İslami Edebiyat ister var olarak kabul edilsin isterse yok olarak, Türkiye’de şu an kendini bu şekilde İslami Edebiyata mensup olarak nitelendiren böyle bir grubun vardır. İslami Roman Ne Zaman Ortaya Çıkmıştır? 1960 Sonrasının Çok Okunan Romanları * 199 Türkiye’de 1960’lı ve 1970’li yıllarda bilhassa Müslüman Kardeşler’e mensup Mısırlı yazarlardan dini mahiyetli kitaplar tercüme edilmiştir.2 Türkiye gerçekleri ile örtüşüp örtüşmediği tartışılabilecek bu kitaplar ciddi bir okur kitlesi tarafından rağbet görmüş ve bu kitap yazarları ve yazarlarının verdiği mücadele idealize edilerek benimsenmiştir. Bu kitapları okuyan insanlar bir benzerini yazmaya gayret etmiştir. Doğrudan fikir kitabı yazmaya cesaret edemeyen ya da fikrini edebi bir tür olan roman veya hikâye ile daha iyi anlatabileceğini düşünen İslamcı yazarlar, kendi yandaşlarının karşı çıkmasına rağmen3, bu türlere ilgi duymuşlardır. Bu ilginin bir neticesi olarak önce Hekimoğlu İsmail’in (Ömer Okçu) Minyeli Abdullah’ı (1967), ardından da Şule Yüksel Şenler’in Huzur Sokağı (tefrika:1969-1970; kitap: 1970-1973) yayımlanmıştır. 1960’lı yıllarda Minyeli Abdullah ve Huzur Sokağı ile başlayan bu roman anlayışı, özellikle 1980’lerden sonra yaygınlaşmaya başlamıştır. Dolayısıyla 80’lerin siyasi ve sosyal havası bu romanın şekillenmesinde etkili olmuştur. Tabiî ki sadece 80 sonrası değil, 80 öncesi de bu romanı etkilemiştir. Şaban Sağlık “Kitle Kültürü ve Popüler İslami Romanlar” (Sağlık 1999a:19-21) başlıklı yazısında bu romanların ortaya çıkmasında ve hatta belli bir kitle tarafından benimsenmesinde Türkiye’nin alt tabakasında devam eden ‘gaza’ ideolojisinin tesirli olduğunu söyler ve halkın yıllardır severek okuduğu, dinlediği Hamzanameler, Seyyid Battal Gazi Hikayeleri, Hazreti Ali Hikayeleri gibi eserleri bugünkü İslami Edebiyatın temeli sayar. Ancak, Sağlık, bu romanların asıl kahramanlarının bu kaynaklardan değil, “Hasan El-Benna, Malcolm X ve Seyyit Kutup gibi o devirde verdikleri İslâmî mücadele ile popülerleşen kişiler”den etkilenerek oluşturulduğunu belirtir (Sağlık 1999a:19). İslami Roman Neyi Anlatır? İslami Edebiyat, vermek istediği mesajı ayrıntılı bir şekilde ele alabilmek için daha ziyade roman türünü kullanmıştır. İslâmi Edebiyata mensup roman yazarlarını estetik tercihleri bakımından iki kategoride incelemek mümkündür: İslami Edebiyatın oluşum safhasında eserler kaleme alan, düşüncelerinde katı olan ve bu durumu eserlerine zaman zaman sert bir üslupla yansıtan birinci grupta yer alan yazarlar sayı bakımından ikinci gruptan fazladır. Bunlar aynı zamanda ikinci gruba göre daha fazla 2 3 Bu konu ile ilgili olarak İsmail Kara’nın “Müslüman Kardeşler Türkçe’ye Çevrildi mi?” yazısına bakılabir (Kara 1991:14-15). Hekimoğlu İsmail, “Nurcu ağabeyler”in “İslam’da roman yoktur.” Karşı çıkışlarını Nuriye Akman’a şöyle anlatmaktadır: “’Ya sen ne yapıyorsun, roman gavur işidir.’ Dediler bana bazı nurcular. ‘Sen Müslüman adamsın ya, ne kadar bozuldun.’ Dediler ya. ‘peki’ dedim, ‘tamam yazmıyorum.” Allah affetsin yalan söyledim. Gittim, gizliden gizliden Minyeli Abdullah’ı yazdım. Kitap çıktı. Bayram abi, ‘Ne güzel yazmışsın kardeş. Aferin devam et dedi.” http://arsiv.zaman.com.tr/2002/08/04/roportaj/default.htm 200 * Yunus Ayata eser vermiştir. Bu grup, Hekimoğlu İsmail, Şule Yüksel Şenler, Raif Cilasun, Şerif Benekçi Edip Gönenç, Ahmet Günbay Yıldız, Ali Nar, Mehmet Zeren, Üstün İnanç, A. Lütfü Kazancı, Nurullah Genç, Yavuz Bahadıroğlu, Ali Erkan Kavaklı, İbrahim Ulvi Yavuz, Remzi Çayır, Halit Ertuğrul ve Emine Şenlikoğlu gibi isimlerden oluşmaktadır. Bunların en önemli amacı İslam’a hizmet etmek, İslam dinini yaymak ve sevdirmektir. Bu gruptaki yazarlar için “Sosyalist ve köycü romanların yaptıklarını, yüzde yüz zıttı ile İslâm duygu ve düşüncesine uygulamışlardır, denilebilir. İslâmî değerlere bağlı bir dünya kurmak, dünyayı ‘İslâm ilkeleri’ne göre onarmak, kurtarmak, düzeltmek isteyen roman ve hikâyelerdir.” (Kabaklı 1994:704). Bundan dolayı özellikle bu grupta yer alan yazarların kaleme aldığı romanlara “Hidayet Romanı” nitelemesi yapılmaktadır. Hekimoğlu İsmail’in kendisine sorulan bir soruya verdiği cevap bu isimlendirmeyi pekiştirici ve grubun edebiyat anlayışını da özetleyici mahiyettedir: “Sanat, sanat içindir; yok cemiyet içindir tartışmalarına hiç katılmam. Ben Müslüman’ım, her şey İslamiyet içindir. Erişilmez edebi örnek Kur’an-ı Kerim’dir, sonra hadisler gelir. Yani edebiyat ismiyle, cismiyle İslam’ın malıdır.” (Kabaklı 1994:705; 711) Yine bu tarz romanların edebî değeri olup olmadığı konusunda Hekimoğlu İsmail’in verdiği cevap birinci grubun anlayışını yansıtması bakımından önemlidir. Hekimoğlu İsmail, bu tarz romanların “edebî değeri”ni “okuyucu” ya da “edebiyat dünyası” olmak üzere iki kaynağın tespit edebileceğini belirttikten sonra şunları söyler: “Avrupa’da öyle kitaplar vardır ki, edebî yönü hiç zikredilmez. Ama çok satılır. Alexandre Dumas’nın kitapları, Monte Kristo falan kıyamet gibi satılıyor. Ben roman yazmadım. Dertlerimi yazdım, ister beğensinler, ister beğenmesinler. Halet-i ruhiyemi anlatıyorum ben. Biz Müslüman’ız, kendimizi ona beğendirmeyiz, biz kendimizi Allah’a beğendirmeye çalışırız.”4 Birinci gruptakiler ile okur arasındaki ilişki öğretmen-öğrenci ilişkisine benzemektedir. Her hangi bir edebî kaygı taşımayan bu grubun yazarları, ikinci gruptakilerden farklı olarak, akıllarına gelen Kur’an-ı Kerim’den ayetleri, Hadis-i Şerifleri, sahabe ve evliya kıssalarını edebî kaygı gütmeden rasgele, sistemsiz bir şekilde romanın içine, adeta bir çuvala çeşitli tahılları doldurur gibi, yerleştirmektedirler. Bu romanlarda dikkat çeken bir diğer husus da okur kitlesidir. Bu romanlar aslında dini bilmeyenlere dini öğretmek maksadıyla yazılmaktadır. Yazarların amaçlarından en önemlisi budur. Ancak bu romanları dini bilmeyenlerden ziyade dini bilen ve sempati ile yaklaşan bir grubun okuduğu görülmektedir ki bu da dikkat çekicidir. Bu romancılar sol ve sağ edebiyat çevrelerince çok ağır bir dille eleştirilmiş, hatta eleştiri sınırları aşılarak hakaret bile edilmiştir. Hatta 4 http://arsiv.zaman.com.tr/2002/08/04/roportaj/default.htm 1960 Sonrasının Çok Okunan Romanları * 201 edebiyatçı sayılmadıkları için haklarında araştırma bile yapılmamış; “güdümlü” ya da “angaje bir edebiyat” (Bahar Eylül 1994: 46) olarak görülmüştür. Örneğin Fethi Naci “Müslüman Bir Romancı’dan İki Roman” başlıklı yazısında günümüzde de çok okunan Ahmet Günbay Yıldız’ın Sitem ve Yanık Buğdaylar isimli iki eserini değerlendirdikten sonra yazısını şöyle bitirmektedir: “Bir daha Ahmet Günbay’dan roman okumak! Tövbe!” Ömer Lekesiz ise, Şule Yüksel Şenler ve Hekimoğlu İsmail ile başlayıp Ahmet Günbay Yıldız ile devam eden ve Emine Şenlikoğlu’na teslim edilen İslami romanı sanat ve edebiyat kriterlerine uymadığı için “ebleh eğilim” (Lekesiz 1995) olarak nitelemektedir (Sağlık 1999c:21). Bu grubun kaleme aldığı İslami romanlar sadece Fethi Naci ve Ömer Lekesiz tarafından değil 1980’lerin sonlarından itibaren Mehmet Emin Ağar tarafından da eleştirilir. Ağar bu tarz romanlara “yeşil dizi” adını vermekte ve bu tarz roman yazmakla ne dinin ne de romanın gelişebileceğini söylemektedir.5 Günümüzde Ağar’ın 80’li yılların sonlarından itibaren dillendirmeye çalıştığı tarzda tenkitlerin yeni nesil tarafından dikkate alındığını ve daha nitelikli edebî vasfı da olan eserler yazılmaya başlandığını görmekteyiz. İkinci grupta yer alan İslami roman yazarları ise içerik olarak İslam’a ait motifler kullanır, olaylara İslami bir duyarlıkla bakar, ancak teknik anlamda modern romanı örnek alırlar ve estetik kaygısı da taşırlar. Bu grubun düşüncelerinin daha esnek olduğu ve eserleri estetik kaygıyla kaleme aldıkları söylenebilir. Bu grubun temsilcileri arasında Rasim Özdenören, Mustafa Miyasoğlu, Yaşar Kaplan, Ömer Lütfü Mete, Halime Toros, Mustafa Kutlu, Cihan Aktaş, Sadık Yalsızuçanlar, Ali Haydar Haksal, Fatma Karabıyık Barbarosoğlu vb. isimleri saymak mümkündür. İkinci grubun öncüsü Gül Yetiştiren Adam romanıyla Rasim Özdenören’dir. Özdenören, “İslami kavramların, İslami motiflerin eserde bir malzeme ve araç olarak kullanılması”nın önemli olmadığını, esas olanın “İslami motifleri, sanatçının müslümanca tavrının içinde” aramak gerektiğini vurgulamakta ve öncelikli amaçlarının “kurallarına uygun bir sanat eseri” olduğunu ifade etmektedir (Özdenören 1986:46). Ona göre, İslami motiflerin ve kavramların kullanılmış olmasının “eseri zorunlu olarak İslami” saymaya yetmeyecektir. Ayrıca, Özdenören bu motif ve kavramların kullanılmamış olmasının onu İslami saymaya engel teşkil etmeyeceğini de ifade eder (Özdenören 1986:47). 5 http//www.milliyet.com.tr/ozel/kitap/050805/02.htm 202 * Yunus Ayata İslami Romanın Özelikleri6 “İslami romanlarda belli şablonlara uyan, klişeleşmiş bir yapı”nın varlığı hemen göze çarpar ve eleştirmenler tarafından tenkit edilir. “Sanat kaygısıyla yazılan romanlarda önemli olan konu değil, bu konunun işlenişidir. Konu İslam da olsa onun sanat-estetik açıdan güzel işlenmesi roman olması için şarttır. Oysa İslami romanlarda konu ve bu konu aracılığıyla iletilmek istenen mesaj ön plandadır. Sanat-estetik kuralları popüler İslami romanlarda pek önemsenmez. Sanat-estetik kuralları ifade eden ‘romanda yapı’ yönünden bu romanların durumu son derece zayıftır.” (Sağlık 1999a:19) Romanda yapı konusu 1. Biçimsel Yapı, 2. Kurgu ve Anlatım Teknikleri, 3. Dil ve Üslup ve 4. Tematik Yapı olmak üzere dört başlık altında incelenir. 1. Biçimsel Yapı a. Olay Örgüsü İslami romanlarda genellikle güncel olaylar sosyal tabularla harmanlanarak anlatılır. Bütün popüler romanlarda olduğu gibi olayın başı, ortası ve sonu bellidir. Olayların gelişimi ve sonu önceden tahmin edilebilir. Olaylarda tesadüfler de etkili olabilmektedir. Mesaj vermek kaygısıyla olayların kapsamı oldukça geniş tutulur. Bazen birden çok kişinin hikâyesi anlatılır. Örneğin Huzur Sokağı romanında Bilal’in hayatı çocukluğundan yaşlılık dönemine kadar devam eder. Aynı romanda Bilal’in oğlunun hayatına da uzunca yer verilir. Bu uzunluk roman kahramanlarının psikolojisini vermeye engel olduğu için sanat değerini düşüren bir durum olarak karşımıza çıkar. (bkz. Sağlık 1999a:20) b. Anlatıcı ve Bakış Açısı: Romanlardaki anlatıcı taraf tutan üçüncü şahıstır ve tekdüze bir anlatıma sahiptir. Romanın bazı yerlerinde bu anlatıcı tarih, coğrafya, felsefe, dini bilgiler gibi ilmi konularda da okuru, aynı Ahmet Mithat Efendi’nin romanlarında olduğu gibi, bilgilendirir. Bu durum da sanat kaygısı olan metinlerde görülmemesi gereken bir tutumdur. c. Kişiler: Bu romanlarda esas ve karşıt kahramanlar vardır. Bunların dışındakiler ise silik tiplerdir. Esas kahramanlar hep idealize edilir. Bunlar İslam’a uygun bir hayatı idame ettirmeye çalışan, kendini İslam’a adamış insanlardır. Ahlaki ve ilmi anlamda kendilerini geliştirmiş, çevrelerine iyi birer örnektirler ve zaten romanda bazı kişilerin hidayete ermesinde etkilidirler. Asıl kahramanlar genellikle erkektir. Bununla birlikte Huzur Sokağı ve Sibel romanlarında olduğu gibi, kadınların baş kişi olduğu ro6 Burada ikinci gruptan çok popüler mahiyette kaleme alınmış ilk grubun ürünleri değerlendirmeye tabi tutulmuştur. 1960 Sonrasının Çok Okunan Romanları * 203 manlar da mevcuttur. Ancak bu romanlarda da kadın karakterler üzerinde uzun uzadıya durulmadığını söyleyebiliriz. (bkz. Akçay 2004 7) Bu romanlarda iyi-kötü mücadelesi vardır. Dolayısıyla romanlarda birbirine zıt karakterler bulunur. İmanlı-imansız, zengin-fakir, güçlü-zayıf gibi. İyiler de kötüler de abartılı bir şekilde sunulur. İyiler hepten iyi, kötüler hepten kötüdür. Sanat değeri taşıyan romanlarda kişilerin iyi ya da kötü olması değil, neden iyi, neden kötü olduğu önemlidir. Oysa İslami romanlarda bu durum hep ihmal edilir. (bkz. Sağlık 1999a:20-21) d. Zaman: “Roman, bir zaman sanatıdır.” (Çetin 2006:128). Modern romanda zamanın nasıl geçtiği önemlidir. Yani zamanın içini bu romanlarda olduğu gibi boşaltamazsınız. Bu anlamda İslami romanın zaman konusunda ciddi kusurları vardır. İslami romanlarda uzun bir zaman dilimi vardır. Bu uzun zaman dilimleri ‘zaman atlama ve zaman özetleme’ teknikleriyle verilir. Mesela Minyeli Abdullah’ta on yıl birden atlanarak “Abdullah Minye’den geleli on sene olmuş”tu (Hekimoğlu İsmail 2005:17) denir. Huzur Sokağı’nda ise zaman “Aradan üç ay geçmişti.” (Şenler 2005:118), “İki sene sonra…” (Şenler 2005:131)“Zaman su gibi akmakta, seneler birbiri ardınca geçmekteydi. Hilal beş yaşını doldurmuştu.” (Şenler 2005:175) şeklinde özetlenir. e. Mekân: Roman kişilerinin kişilik ve kimliklerinin, sosyal, kültürel, ekonomik konumlarının sunuluşlarında ve sosyal yaşantılarının hissettirilmesinde mekân işlevsel olarak kullanılmalıdır (Çetin 2006:135). Mekân unsuru kahramanların çiziminde önemli bir role sahiptir (Tekin 2001:130). Modern romanlarda mekân kişinin karakterini belirleyen çevre anlamını taşır ve işlevseldir. Ancak İslami romanlarda mekânın bu anlamda kullanıldığı ve işlenildiği söylenemez. Bu romanlarda çok fazla mekân ismi geçer ve genellikle de kişiler arasındaki zıtlığı vurgular. İslami kesim kenar mahallelerde, fakir evlerde otururken İslâm’dan uzak yaşayan Batıcı ve zengin kesim yalılarda, konaklarda, lüks evlerde oturur. Olay çoğunlukla kent merkezinde geçer. Nadiren köyler ve kasabalar kullanılır. Bazen de Minyeli Abdullah’ta olduğu gibi (Mısır) yabancı ülkelerde geçer. Zaman zaman Şule Yüksel’in Huzur Sokağı ve Remzi Çayır’ın Kelepçemin Türküsü’nde olduğu gibi ütopik sayılabilecek mekânların da kullanıldığı olur. Sonuç 7 Akçay, popüler İslami romanlarda asıl kahramanın erkek olduğunu, kadının ise hidayete erdirilen olduğunu vurgulamak amacıyla “bellekteki huriler” ibaresini kullanmaktadır. Popüler İslami romanlarda kadının durumu ve erkek karşısındaki pozisyonu hakkında Akçay’ın belirttiği fikirlerde doğruluk payı bulunmaktadır. Ancak kapsayıcı bir çalışma yapıldığı takdirde durumun Akçay’ın belirttiği tarzda olmadığı da görülebilecektir. 204 * Yunus Ayata olarak, İslami romanların kent merkezli mekânları kullandığı rahatlıkla söylenebilir. 2. Kurgu ve Anlatım Teknikleri a. Kurgu ve Anlatı Seviyesi: İslami romanlarda kurgusal bir yapı esastır. Ancak bütün kurguların birbirinin tekrarı olduğu ve hidayete ermeden önceki dönem, hidayete erme sebebi, hidayet dönemi, hidayet döneminde çekilen sıkıntılar ve mutlu son (ya da ölüm) şablonuna uyduğu görülmektedir. Bir romandaki öykülerin birbirlerine göre yerleştiriliş durumu demek olan anlatı seviyesi de İslami romanlarda az çok bulunur. Anlatıcı olayları aktarırken kronolojik bir sıra takip etmeyebilir. Kimi olayları önce kimi olayları sonra aktarabilir. Genel olarak bütün romanlarda görülen bu durum İslami romanlar için bir kusur sayılmaz. (bkz. Sağlık 1999b:17-18) b. Anlatım Teknikleri: İslami romanlar anlatım teknikleri açısından çok zengindir. Bu zengin teknikler okura cazip geldiğinden bu romanlar en çok okunan romanlar arasında yer alır. Bu kitapların çok okunmasına bu türün lokomotif kitabı Minyeli Abdullah’ın 77 baskı8 Huzur Sokağı’nın ise 879 baskı yapmasını örnek gösterebiliriz. İslami romanlarda ilmî ve dinî eserlerden alıntılar yapılır. Bazen ayetlerden, hadislerden ve dini kitaplardan ya alıntılar yapılır ya da göndermede bulunulur; bazen de İslami kıssalardan örnekler verilir. 10 İslami romanlarda anlatım teknikleri bir yama gibi eserin bünyesinde hemen göze çarpar. Sıradan okurlara cazip gelen bu durum sanatestetik açısından son derece yanlış bir tutumdur. (bkz. Sağlık 1999b:18). 8 9 10 Şu an Timaş Yayınları tarafından Minyeli Abdullah’ın 77. baskısı yapılmıştır. Kitabın daha önce de başka yayınevleri tarafından basıldığı düşünülecek olursa bu baskı sayısının daha fazla olduğunu tahmin etmek mümkündür. Ayrıca Minyeli Abdullah’ın diğer benzerlerinden farklı olarak Huzur Sokağı ile birlikte Hidayet Romanları arasında hâlâ çok satanlar arasında yer aldığını görmekteyiz.. Hidayet Romanlarının öncülüğünü yapan bu romanın bugüne kadar en az 350.000-400.000 adet basıldığı tahmin edilmektedir. Huzur Sokağı’nın da Minyeli Abdullah’a benzer bir serüveni yaşadığı söylenebilir. Bu romanın günümüze kadar kaç baskı yaptığı ve kaç adet sattığı tam olarak bilinmemektedir. Yayınevinden aldığımız rakamlara göre bu roman, Ocak-Nisan döneminde 5.000 adet satmıştır. Bu rakam günümüz Türkiye’sinde ciddi bir rakamdır ve bu tarz romanların okur kitlesini göstermesi bakımından önemlidir. Ancak Huzur Sokağı, Minyeli Abdullah ve Ahmet Günbay Yıldız’ın romanları dışındakilerde genel bir okuyucu azalmasının olduğunu da hemen belirtmek gerekir. Hekimoğlu İsmail’in Minyeli Abdullah, Şule Yüksel Şenler’in Huzur Sokağı ve Emine Şenlikoğlu’nun Bize Nasıl Kıydınız romanlarında bol bol montaj tekniğinin kullanıldığını görmekteyiz. Montaj tekniği pek çok edip tarafından başarıyla kullanılan bir tekniktir. Ancak popüler İslami roman yazarları yerli yersiz sırf mesaj vermek kaygısıyla bu anlatım tekniğini kullanırlar. Özellikle Emine Şenlikoğlu’nun Bize Nasıl Kıydınız? romanında bu tekniğin amacının çok dışında kullanıldığını söylemek mümkündür. 1960 Sonrasının Çok Okunan Romanları * 205 3. Dil ve Üslup İslami romanlar tebliğ etme ve mesaj verme kaygısıyla yazıldıkları için bu romanların dili son derece sadedir. Cümleler kısa ve açık anlam taşıyan bir yapıdadır. Bu romanlarda soyut ve anlaşılması güç olan ifade ve cümlelere pek rastlanmaz. İslami roman yazarlarının temel gayesi roman yazmak değil, romanı bir araç olarak kullanarak bu araçla başka bir amaca varmaktır. Özetle İslami roman mesaj kaygısıyla estetik yönü ihmal edilen bir anlayışın ürünüdür. Ancak zamanla bu durum yeni nesil romancılar tarafından estetiğin de önemsendiği bir yapı olma lehine değiştirilmiştir. 4. Tematik Yapı Bu romanlardaki temel tema İslâm dininin üstünlüğüdür. Kişiler ve olaylar hep bu temaya hizmet ederler. Romanlardaki bu temayı kuvvetlendiren diğer fikir unsurlarını 26 maddede11 özetlemek mümkündür: 1. İdeal kişiler demokrasi, laiklik, insan hakları gibi evrensel konuları benimsediklerini belirtirler. Ancak bunların herkese eşit uygulanmadığını ima ederler. 2. Roman kahramanlarının günlük hayatındaki pek çok unsurun dinle ilgili olduğu vurgulanır. Örneğin roman kahramanı namaz kılar, camiye gider, türbe ziyareti yapar, her sözünün sonunu dua ile bitirir. 3. Erkekler namazlarını genelde camide kılarlar. 4. İslamcılık dışındaki fikir akımları hep eleştirilir. 5. Millet ve milliyet kavramları üzerinde durulmaz; hatta eleştirilir. 6. Hıristiyan Batı’nın dinine bağlılığı sıklıkla vurgulanır. 7. Masonluğa, Yahudiliğe ve Yahudilere karşı tavır konulması gerektiği belirtilir. 8. Bu romanlar zaman zaman İslam’ın özüne aykırı mesaj(lar) taşıyabilir. 9. Toplumsal çöküntü (kumar, içki, lüks eğlence…) abartılarak gözler önüne serilir. 10. Kadına ayrı bir yer verilerek, aile kurumunun sağlam kalabilmesi için kadının önemine vurgu yapılır. 11. Müslüman kadının tesettürlü olması gerektiği vurgulanır. 12. Yönetimin İslâm’a zıt uygulamaları ve medeniyet konusundaki yanlış anlamaları eleştirilir. 11 Bu sayı istenildiği taktirde daha da artırılabilir. Ancak biz burada ilk göze çarpanları belirtmekle yetindik. 206 * Yunus Ayata 13. Varlıklı ya da şöhret olmuş kişiler İslami romanlarda bir şekilde kendilerine yer bulur. 14. İslami bir hayat yaşayan insanların hoşgörü, fedakârlık ve sevgi esasına dayanması gerektiği belirtilir. 15. Esas kahramanları “iyi” ve “kötü” şeklinde sınıflamak mümkündür. 16. “Biz” ve “onlar” ayrımına özellikle vurgu yapılır. 17. Onlara göre asıl kurtulması gereken birey değil, toplumdur. 18. Bu romanlarda İslamı bilerek yaşayanlar övülürken, bilmeden yaşayanlar eleştirilirler. 19. Kahramanlar, bilinçli Müslüman olmadan önceki hallerine “devr-i cahiliye” ya da “devr-i gaflet” derler. 20. “Güzellik”ten çok “fayda”ya önem verilir. 21. İdeal yaşama biçiminden uzak olanlar mutsuz ve gayr-ı meşru hal içinde gösterilirler. 22. İbretli hikâyelere yer verilerek okur ikna edilmeye çalışılır. 23. Zaman zaman okunması için kitap listesi verilir. 24. Sosyal dönüşümün kutsal değerlerden uzaklaşarak gerçekleştiğini; kutsal değerlerini kaybeden gençliğin bu sebeple manevi boşluğa düştüğünü vurgularlar. 25. Devletin yeni yetişen nesle sahip çıkmadığı vurgulanarak, ailenin çocuklarına sahip çıkması istenir. 26. Sergilenen her şey orta malıdır yahut satılıktır. (bkz. Sağlık 1999b: 17; Sağlık 1999c:21; Çalışkan Kasım 1996:91-95; Narlı 2007:208; Yalçın 2003:594-605). Ahmet Kabaklı’ya göre bu eserlerde her olaya sanat endişesi göstermeden “İslam’ın güzellik, yücelik ve sağlamlıklarını anlatarak gençliğin ve genellikle milletin o yolda yükselmesini, olgunlaşmasını hedef” alan ancak “sadece din, ahlak ve fazilet telkini ile kal(mayan) zamanımızın ‘Doğu-Batı, İslami terbiye, serbest aşk, evlilik, çocuk, çok çocukluluk, kadın, kadının çalışması, memleket, sanat, hac, dindarların samimiyeti, kudsi aşk, platonik aşk, sevgi, sevda, ilim, toplumun ıslahı, rüya yorumu, yolculuk gibi daha sayılamayacak kadar çok, İslam dışı, tarihi, geleceğe dönük, felsefi meselelerini” canlandıran, tartışan ve değerlendiren İslami açılardan yaklaşan bir yazar görmekteyiz (Kabaklı 1994:705). Sonuç Günümüzde eskisi kadar okunmasalar da İslami romanlar, 1960 sonrasında bir grup insanı okumaya alıştırmışlardır. Bu romanları okuyanların aslında hiç roman okumayan şahıslar olduğu düşünülünce bu romanların kendi okur kitlesini kendisinin oluşturduğunu söylemek 1960 Sonrasının Çok Okunan Romanları * 207 gerekir. Minyeli Abdullah ve Huzur Sokağı gibi bu türün ilk örneklerinin hâlâ çok okunması Türk halkının İslami romana olan açlığını göstermesi bakımından önemlidir. Bu romanlara verilen adların tutup tutmayacağını veya varlıklarını sürdürüp sürdürmeyeceğine ise zaman karar verecektir. Ancak bu, bugün adı ne olursa olsun, eleştirmenler tarafından sert bir şekilde eleştirilip yok sayılan, içeriğinde İslam’a ait unsurlar bulunan, ortak bir dünya görüşüne sahip edebiyatçılar tarafından oluşturulan eserler vardır. Bunun için zamanla bu toplaşma, edebiyat tarihi içinde, belki dört başı mamur Türk Dünyası Edebiyat Tarihi yazıldığında kendisine yer bulacaktır. Ancak öncelikle İslami romanların edebiyat sosyolojisi bağlamında değerlendirilmesi faydalı olacaktır. Kaynaklar AKÇAY, Ahmet Sait. “Hidayet Romanları.”, Milliyet, 4 Şubat 2004 BAHAR, Mahmut. “İslâmî Söylem Üzerine.”, Türk Edebiyatı, sayı: 251, 1994:46. ÇALIŞKAN, Koray. “Özenilesi Yaşamlar/İslâmî Romanlar Üzerine Bir İnceleme.”, Birikim der., sayı: 92, 1996:91-95. ÇETİN, Nurullah. Roman Çözümleme Yöntemi, Edebiyat Otağı Yay., Ankara, 2006 Hekimoğlu İsmail. Minyeli Abdullah, Timaş Yay., İstanbul, 2005 http//www.milliyet.com.tr/ozel/kitap/05080502 http://arsiv.zaman.com.tr/2002/08/04/roportaj/default.htm KABAKLI, Ahmet. Türk Edebiyatı, V, Türk Edebiyat Vakfı Yay., İstanbul, 1994 KARA, İsmail. “Müslüman Kardeşler Türkçe’ye Tercüme Edildi mi?.”, Dergâh, sayı: 21, 1991:14-15. KÖPRÜLÜ, M. Fuad. Türk Edebiyatı Tarihi, Ötüken Yay., İstanbul, 1986 LEKESİZ, Ömer. “Dünden Bugüne Yığın Romanı.”, Yeni Şafak, 17 Temmuz 1995 MİYASOĞLU, Mustafa. Sanat ve Edebiyat Konuşmaları, Akçağ Yay., Ankara, 1999 NARLI, Mehmet. Roman Ne Anlatır -Cumhuriyet Dönemi (1920-2000)-, Akçağ Yay., Ankara, 2007 ÖZDENÖREN, Rasim. “İslami Edebiyat Tartışmaları.”, Ruhun Malzemeleri, Risale Yay., Ankara, 1986:36-38. ÖZEL, İsmet. “Türkiye’de İslami Edebiyat Var mıdır?.”, Yeni Devir, 15 Aralık 1977 208 * Yunus Ayata SAĞLIK, Şaban. “Kitle Kültürü ve Popüler İslâmî Romanlar-I.”, Dergâh, sayı: 106, 1998:17-19. SAĞLIK, Şaban. “Kitle Kültürü ve Popüler İslâmî Romanlar-II.”, Dergâh, sayı: 107, 1999a:20-21. SAĞLIK, Şaban. “Kitle Kültürü ve Popüler İslâmî Romanlar-III.”, Dergâh, sayı: 108, 1999b:17-19. SAĞLIK, Şaban. “Kitle Kültürü ve Popüler İslâmî Romanlar-IV.”, Dergâh, sayı: 109, 1999c:20-21. ŞENLER, Şule Yüksel. Huzur Sokağı, Timaş Yay., İstanbul, 2005 YALÇIN, Alemdar. Siyasal ve Sosyal Değişmeler Açısından Cumhuriyet Dönemi Türk Romanı (1946-2000), Akçağ Yay., Ankara, 2003. GELENEĞİN DÜNYASI GELECEĞİN UFUKLARI ARAYIŞI ÇİZGİSİNDE 1960 SONRASI TOPLUMSAL VE KÜLTÜREL HAYATIMIZDA ETKİLİ OLMUŞ BEŞ İSİM Cafer Gariper* “Geleneğin Dünyası Geleceğin Ufukları Arayışı Çizgisinde 1960 Sonrası Toplumsal ve Kültürel Hayatımızda Etkili Olmuş Beş İsim” başlıklı bu konuşmamızda Necip Fazıl Kısakürek, Nurettin Topçu, Cemil Meriç, Erol Güngör ve Sezai Karakoç’un gelenek-yenilik bağlamında daha çok dergicilik ve dergi yazarlığı çerçevesinde yürüttükleri zihin ve kalem faaliyetini konu edinmek istiyoruz. Söz konusu fikir ve sanat adamlarının 1960 sonrası toplumsal ve kültürel hayatımızdaki yeri ve etkileri üzerinde bazı tespitlere gitmek arzusundayız. Yukarıda adı geçen düşünce, bilim ve sanat adamlarının dergi etrafında yürüttükleri faaliyetin geniş bir çözümlemesini yapmak, tahlil ve tespitlere gitmek böyle bir konuşmanın sınırlarını aşar. Bu sebeple Tanzimat’tan itibaren aydınlarımızın gelenek-yenilik problemi karşısında aldıkları tavrı kısaca belirledikten sonra Cumhuriyet döneminde öne çıkan isimlerden Necip Fazıl, Nurettin Topçu, Cemil Meriç, Erol Güngör ve Sezai Karakoç’un gelenek-yenilik zemininde geliştirdikleri tutumun üzerinde kalın çizgileriyle ve karakteristik yanlarıyla düşünmek istiyoruz. Bilindiği gibi, bugün de çeşitli çevrelerin üzerinde tartışma yürüttüğü 1839 Tanzimat hareketi, medeniyetimizin ve hayatımızın önemli kırılma noktalarından birini oluşturmaktadır. Her ne kadar bazı kurum ve kuruluşlarda yenileşme-batılaşma hareketi daha önce başlamış olsa da Türk insanının, Türk aydınının hayat ve dünya algısı ciddi anlamda değişime bu dönüm noktası olan tarihten itibaren uğrayama başlamıştır. Uzun süren çöküş sürecinden sonra batı medeniyetinin bilim ve teknik alanındaki gelişmişliğiyle karşı karşıya kalan Türk aydının, daha sonra geniş halk kitlesinin sığınabileceği ve korunabileceği bir alan kalmıyordu artık. Gelenek-yenilik çizgisinde öncelikle aydının tavır belirlemesi gerekiyordu. Batının doğu karşısında öne geçmesi, dünya üzerinde üstün güç olması İmparatorluk bakiyesi olarak Türk aydınının üzerinde ezilmişlik psikolojisini derinleştirmesi kaçınılmazdı. Biraz da zeminini bu psikolojinin kurduğu düzlemde Türk aydınları ideal bir dünya tasarısı arayışına girer. Necip Fazıl’da da görüldüğü gibi aydınlar, önemli bir kısmı ile ideal, hatta ütopik bir dünya arayışı içinde görünürler. Necip Fazıl’ın “İdeolocya Örgü- * Yard. Doç. Dr., SDÜ Fen–Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, email: [email protected] 1960 Sonrası Toplumsal ve Kültürel Hayatta Etkili Olmuş Beş İsim * 211 sü’nde kurduğu toplum düzeni bir ütopyadır.”1 Bu çerçevede probleme yaklaştığımızda Necip Fazıl’ın yanında Sezai Karakoç da olmak üzere diğer düşünce, bilim ve sanat adamlarının da ideal bir dünya kurma arayışıyla karşılaşılır. Hayatı her yanıyla kuşatmak isteyen bu ideal dünya tasarısı, kendi toplumumuza ideal hedefi göstermenin yanında ezilmişlik psikolojisini aşmaya yönelik anlam dünyasına sahiptir. Bu noktada teorik düzlemde Türk aydınının önünde üç temel hareket alanının belirdiğini söylemek doğru olacaktır. Bunlardan biri batıya karşı kapıları sıkı sıkıya kapalı tutmak, diğeri bütünüyle, ileride medeniyet tasfiyesine varacak ölçüde yeniliğe açık olmak, üçüncüsü ise gelenekle yeniliği dengeleyen bir yol bularak yaşama şansını yakalamaktır. Bu, Tanzimat senelerinin bazı aydınlarınca medeniyetimizin eskiyen yanlarını restorasyona tâbi tutmak anlamına da gelir. Tanzimat yıllarından itibaren Türk aydınlarında gelenekle yeniliği dengeleyen yol arayışının ağırlık kazandığına şahit oluruz. Edebî yeniliğimizin başlangıcında yer alan Şinasî’nin “Garb’ın bikr-i fikri ile Şark’ın akl-ı pîrânesi”ni birleştirmek isteyen sentezci ve eklektik düşüncesi, aslında Tanzimat sonrası aydınımızın karakteristiğini verir. Türk aydınının Tanzimat senelerinden itibaren vazgeçemediği, belki de köklerini ulema sınıfında aramamız gerekecek olan karakteristik yanlarından biri kendi merkezli oluşu, kendi merkezli bilişi ve bununla ilişkilendirebileceğimiz düzlemde toplumu değiştirme projesi taşıyışıdır. Bu, bir tarafıyla, bugün de içinde yaşadığımız jakoben tavır, demokrat görünmeyi, fakat demokrasiye inanmamayı, halkçı olmayı, fakat halka güvenmemeyi, başkasına saygı duyuyormuş gibi yapmayı, fakat başkasını dinlememeyi getirecek arızalı bir görünüm taşır. Çünkü o, bilendir, görendir ve duyandır. Bu durum bizde aydın sınıfının toplumu adına düşünen, karar veren ve yapan kimliğe bürünmesini hazırlar. Sonunda bu da aydın taassubuyla birleşen bir özgüveni/güvensizliği içerir. Batılılaşma hareketine bağlı olarak yeni fikirler çerçevesinde yenileşmenin hangi prensipler etrafında olması gerektiği konusundaki farklı yaklaşımlar, değişik ideolojilerin ortaya çıkmasına zemin hazırlar. Bu yeni dönemde medeniyet ve medeniyetçilik, terakki, meşrutî yönetim fikirleri ile birlikte Osmanlıcılık, İslâmcılık ve Türkçülük gibi ideolojiler de belirir. Yenileşme döneminde aydınların düşüncelerini ifade edebileceği, bu düşünceleri toplum fertlerine yayabileceği bir platforma ihtiyaç vardı. İşte matbaanın ülkeye girmesinden uzunca bir süre sonra başlayan gazete ve dergicilik aydınlar için söz konusu ihtiyacı karşılayacak geniş bir imkân alanı açar. Gazete ve dergicilik haber kaynağı olmanın yanında, yeni ideolojilerin, hayat anlayışlarının yayılmasında taşıyıcı-yayıcı olma görevini yüklenen organ durumundadır. 1 M. Orhan Okay, “İnsan, Sanatçı/Şair ve Düşünür Olarak Bir Necip Fazıl Kısakürek Portresi”, Düşünce, Tarih ve Coğrafya Tasarımı Olarak Büyük Doğu ve Necip Fazıl Kısakürek, Hece, Sayı: 97, Ocak 2005, s. 13. 212 * Cafer Gariper 19. yüzyılın ortalarına doğru devlet eliyle çıkarılan süreli yayınları yüzyılın ikinci yarısında özel yayınlar takip etmeye başlar. Bilim, sanat, düşünce alanında gittikçe genişleyen faaliyetler çok sayıda gazete ve derginin hayat kazanmasına zemin hazırlar. II. Meşrutiyet yıllarında da gazete ve dergicilik canlı bir dönem geçirir. “23 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyet’in ilân edilmesiyle basında da bir patlama olur. Sansür resmen değilse bile fiilen kalkmıştır. Türkiye, tarihinin en serbest ve basını da en hür dönemini yaşamaya başlamıştır. Üç dört yıl içinde, birkaç sayı çıkıp kaybolanları da dahil olmak üzere yayın hayatında görülen dergi ve gazetelerin sayısı 200’den fazladır.”2 Hürriyet havasının yarattığı serbestlik içerisinde insanlar duygu ve düşüncelerini yansıtabilecekleri geniş alanı gazete ve dergi sayfalarında, edebiyat eserlerinde bulurlar. Böylece basın ve edebiyat hayatı politik bir devreye girer. Şüphesiz bunda İmparatorluğun dağılış sürecine girmiş olması da etkili olur. Zira, çökmekte olan İmparatorluğun hemen her alanda yürütülen faaliyetle bu kötü gidişten kurtarılması gayretleri yayın organlarına da görev yüklemekteydi. Aydınlar bilimden sanata, ekonomiden düşünce hayatına kadar değişik sahalarda eserlerini ve fikirlerini halka yayma ihtiyacı duyarlar. Tanzimat yıllarından itibaren gelişen çok sayıda ideoloji bu dönemde geniş bir açılım kazanır. Osmanlıcılık, İslâmcılık ve Türkçülük anlayışının yanında yenileşmenin başlangıcından itibaren beliren Batıcılık, pozitivizm ve gittikçe hümanist düşünce ağırlık kazanmaya başlar. İslâm medeniyeti dairesi içerisinde hep bir olanda bütünleşmeyi arayan insanımız, İslâmlaşma sürecinde çeşitli mezhep ve felsefe hareketlerinin etkisinde yaşadığımız yapıya benzer şekilde, gittikçe genişleyen zihin ve bilinç parçalanmasına uğrar. Buna yeni bir medeniyet dairesine geçiş sürecinin problemleri olarak bakmak gerekir. Cumhuriyet dönemine II. Meşrutiyet’in hazırladığı zeminde girilir. Yeni rejimin devleti ve toplumu dönüştürme ve yeniden yapılandırma çabalarının içinde farklı düşünce akımları da yerini alır. II. Meşrutiyet’ten, hatta Tanzimat yıllarından itibaren gelen aşırı batılılaşma gayretlerinin yanında yenilikle geleneği bir yerde buluşturarak yeni bir yaşama alanı açmak isteyen düşünce hareketleri varlığını sürdürür. Kaynağını Nâmık Kemal’e, Ali Suavi’ye hatta Şinasî’ye kadar çıkarabileceğimiz bu düşünce hareketleri birbirinden fazla ayrılmayan zeminde inanç sistemiyle millet varlığının gerçekliği etrafında toplanır. İşte Cumhuriyet döneminin kendi kimliğini önceleyen, onu bulup ön plana çıkarmak isteyen, yeni gelişen hayat ve değişen dünya şartlarına göre yeni bir yaşama alanı inşa etmek isteyen idealist aydınlar belirir. Bu aydınlar, batıyla doğuyu, gelenekle yeniliği dengelemeye çalışan bir sentezin peşinde koşan kişilikler olarak kimlik kazanır. Batının bilim ve teknik alanındaki gelişmişliği ve dünya şartları aydınlarımıza Şinasî’nin altmış yıl kadar önce öngördüğü sentezci anlayışı dayatır. Ancak bunun yanında yükselen yeni dünyanın kurduğu 2 Orhan Okay, “Fecr-i Ati”, DİA, C. 12, İstanbul 1995, s. 288. 1960 Sonrası Toplumsal ve Kültürel Hayatta Etkili Olmuş Beş İsim * 213 hegemonya karşısında Türk aydını Tanzimat yıllarından itibaren daima savunma refleksi geliştirmek zorunda kalır. Basın yayın organları haber kaynağı olmanın yanında eğitim, bilgilendirme ve hatta düşünceleri yayma, propaganda etme aracı olarak da kullanılagelmiştir. Probleme bu çerçevede yaklaştığımızda Cumhuriyet dönemi aydınlarının da gazete ve derginin düşünce yayıcılığı ve propaganda gücünden geniş olarak yararlanma yoluna gittiğini görürüz. Topluma, yeni yetişen nesillere aydınların söyleyeceği daima bir şeyler olagelmiştir. Pozitivist düşünce de, materyalist düşünce de, idealist düşünce de yayın organları yoluyla kendine yer açmaya çalışır. İşte bu noktada geleneği yenileyerek yeni bir hayat inşa etmek isteyen düşünce adamları da basın yayın organlarından, gazete ve dergilerden geniş olarak yararlanma yoluna giderler. Cemil Meriç, “hür tefekkürün kalesi” olarak nitelendirdiği dergiler hakkında kitap ve gazete ile karşılaştırmalı olarak şu belirlemelerde bulunur: “Genç düşünce, dergilerde kanat çırpar. Yasak bölge tanımayan bir tecessüs; tanımayan, daha doğrusu tanımak istemeyen. En çatık kaşlılarında bile insanı gülümseten bir ‘itimât-ı nefs’, dünyanın kendisiyle başladığını vehmeden bir saffet var. Tomurcukların vaitkâr gururu. Bir şehrin iç sokakları gibi mahrem ve samimidirler. Devrin çehresini makyajsız olarak onlarda bulursunuz. Müzeden çok antikacı dükkânı, mühmel ve derbeder. Kitap, istikbâle yollanan mektup… smokin giyen heyecan, mumyalanan tefekkür. Kitap ve gazete… Biri zamanın dışındadır, öteki ‘an’ın kendisi. Kitap, beraber yaşar sizinle, beraber büyür. Gazete, okununca biter. Kitap fazla ciddi, gazete fazla sorumsuz. Dergi, hür tefekkürün kalesi. Belki serseri ama taze ve sıcak bir tefekkür. Kitap, çok defa tek insanın eseri, tek düşüncenin yankısı; dergi bir zekâlar topluluğunun. Bir neslin vasiyetnamesidir dergi; vasiyetnamesi, daha doğrusu mesajı. Kapanan her dergi kaybedilen bir savaş, hezimet veya intihar. Bizde hazin bir kaderi var dergilerin; çoğu bir mevsim yaşar, çiçekler gibi. En talihlileri bir nesle seslenir. Eski dergiler, ziyaretçisi kalmayan bir mezarlık. Anahtarı kaybolmuş bir çekmece. Sayfalarına hangi hatıralar sinmiş, hangi ümitler, hangi heyecanlar gizlenmiş, merak eden yok.”3 Günlük olaylar ve gelişmelerden okuyucularını haberdar etmek isteyen gazeteye göre daha üst seviyedeki bir okuyucu kitlesine hitap eden, bilgilendirme ve fikir yayıcılığı özellikleriyle öne çıkan derginin fonksiyonlarını, - Haber kaynağı olması, - Sanatın faaliyet alanı olması, 3 Cemil Meriç, Bu Ülke, İletişim Yayınları, İstanbul 1996, s. 100-101. 214 * Cafer Gariper - İlmî bilginin yayılmasında aracı olması, - Sosyal, siyâsî ve ideolojik plânda fikirlerin geliştiği saha olması, - Yeni yetişen gençler için okul görevi üstlenmiş olması, gibi maddeler altında toplamak mümkündür. Sanat ve düşünce dünyasına daha çok dergi yoluyla girilir, ilk kalem tecrübelerinin yansıma alanı dergilerdir, dergilerde hata yapılır, duygu ve düşünceler dergilerde gelişir, kalem dergilerde olgunlaşır. Kişinin yazma kabiliyeti ve özgüveni dergi çevresindeki faaliyetiyle gerçekleşir. Genç insan için dergi aynı zamanda onun ilk faaliyetlerini denetleyen, onaylayan veya onaylamayan, beğenen yahut beğenmeyen samimi ortamı hazırlar. Ayrıca dergi, kitaba giden yolu aralayan yazı topluluğunun oluşmasında da rol oynar. 19. yüzyıldan itibaren geniş çerçevede hayatın her yanında yaşanan batılılaşma sürecinin gelenekli yaşama tarzını aşındırdığını düşünen aydınlar her zaman olagelmiştir. Cumhuriyet yıllarında da yeni yetişen nesillerin içerisinden bu tür aydınlar çıkacak, değişen ve gelişen dünyada Türk insanının yerini sanattan, ekonomiye, coğrafyadan bilim ve tekniğe kadar belirleme çabası içerisinde olacaktır. Aydınların düşüncelerini yayma organı yine gazete ve bilhassa dergiler olacaktır. Aynı zamanda muhafazakâr çizgisi bulunan bu aydınların her şeyden önce korunmasının gerekliliğini düşündüğü geleneğin her alanda üretmiş olduğu birikim vardır. Ancak, bu birikim dondurulmuş, tabu hâline getirilmiş bir yapı olmak görüntüsünden uzaktır. Uzak olduğu gibi Yeniliğe kapılarını daima aralayan, fakat, kimlik yitimini de olumsuzlayan yapıda karşımıza çıkar. Bu noktada ikisi daha önce kültür, sanat ve fikir hayatına girmiş olmakla birlikte 1960 sonrası fikir hayatımızda etkili olmuş Necip Fazıl, Nurettin Topçu, Cemil Meriç, Sezai Karakoç ve Erol Güngör olmak üzere beş isim dikkatimizi çeker. Şüphesiz bu isimlere 1960 sonrası fikir hayatımızda gelenekle yeniliği buluşturup yeni bir hayat kurmak isteyen başka aydınlar da eklenebilir. İkisinin sanatkârlığının daha öne çıktığı, ikisinin fikir adamlığının belirleyici olduğu, birinin de bilim adamlığının belirginlik kazandığı bu beş ismin ortaklaşan özellikleri kendi toplumlarının bağlı olduğu medeniyet dairesi içerisinde kimlik arayışına girişmeleri, gelenekle yeniliği birleştirme çabaları, sosyal, siyasî, felsefî planda düşünce üretmeleri ve dergiciliğin yazı hayatlarında önemli yer tutmasıdır. Necip Fazıl’ın ve Sezai Karakoç’un şairliği, Nurettin Topçu ile Cemil Meriç’in düşünce adamlığı yanında Erol Güngör bilim adamlığıyla belirir. Burada dikkat edilmesi gereken, aynı zamanda Türk aydınının karakteristik yanını veren bir özelliğe de işaret etmek gerekir. O da çok sayıda aydınımızın bilim adamı ve sanatkâr kimliğinin yanında fikir adamlığı vasfını da taşımasıdır. Bu çoğulcu durum, medeniyet değişiminin getirdiği bunalımlı geçiş döneminin ürünü olarak değerlendirilmeye müsaittir. 1960 Sonrası Toplumsal ve Kültürel Hayatta Etkili Olmuş Beş İsim * 215 Burada söz konusu etmeye çalıştığımız beş isimden üçü, Necip Fazıl, Nurettin Topçu ve Sezai Karakoç, bizzat kendi çıkardıkları dergi faaliyetini uzun yıllar yürütür. Diğer ikisi Cemil Meriç ve Erol Güngör ise kendi adlarına dergi çıkarmamış olsalar bile yazı hayatlarında dergiciliğin önemli ve belirleyici yeri vardır. Necip Fazıl, önce 1936’da Ağaç’ı, 1943’ten itibaren Büyük Doğu’yu yayımlar. Nurettin Topçu’nun çıkardığı Hareket 1939’da basın hayatına girer. Sezai Karakoç ise Diriliş’i 1960’da kültür, sanat ve fikir hayatına sokar. Söz konusu dergilerin isimlerine bakıldığında bile bir fikir verir. Nurettin Topçu’nun Hareket’i aksiyonu ifade eder. Necip Fazıl’ın Büyük Doğu dergisinin ismi, batı medeniyeti karşısında gerileyen doğunun yeniden güçlenmesini öngören çağrışıma sahiptir. Sezai Karakoç’un Diriliş’i yine eskiyen, köhneyen hayatımızın canlanmasını öngören bir eylemi ifade eder. O da Necip Fazıl ve Nurettin Topçu gibi doğunun, İslâm medeniyeti dairesindeki insanların ruhundan başlayacak ve bütün hayatı kaplayacak bir hareketin başlatılmasını öngörür. Üzerinde iyi durulması ve tartışılması gereken bir problem alanı bulunmaktadır. O da batılılaşma sürecinin aşındırdığı geleneğin, yenilenerek diriltilmesi ve geleneğe dayanan bir kimlik kazanılması gerektiği tezi ile ortaya çıkan aydınların batı tecrübesinden ve birikiminden geniş olarak yararlanma çabası içerisinde olmasıdır. Çünkü gelişen ve değişen dünyada medeniyet, kültür, sanat ve bilim hayatında kapalı bilinç yapılanmasıyla var olabilme şansı artık kalmamıştır. Batı medeniyetinin ezici ve kuşatıcı hegemonyasına karşı çıkan aydınlarımızın önemli bir kısmı bile batı mektebinin öğrencisidir. Bu durum, her zaman için olumsuzluk olarak algılanmamalıdır. Gelişmiş bir bilinçlenmeyle birleştirilebildiğinde olumluluk yüklenerek yüksek enerji kaynağı yaratma şansına sahiptir. Bu da dünyaya kendi kimliğini ve varlık şartlarını kaybetmeden geniş ve gelişmiş açıdan bakabilmekten, olayları ve olguları yorumlayabilmekten geçer. İşte bunun için de gelişmiş bir bakış açısına ve açık zihin yapılanmasına ihtiyaç vardır. Uyanış Devirlerinde Tercümenin Rolü adlı eserinde Hilmi Ziya Ülken, büyük medeniyetlerin ortaya çıkışını sürekli tesir ile bu tesir sonunda doğan çarpışma ve etkileşme neticesinde çıkan reaksiyona bağlar. Hilmi Ziya’ya göre Çin, Hint, Yunan, İslâm gibi büyük medeniyetlerin temelinde, medeniyetler arası karşılıklı etkileşme yatmaktadır. Etkileşmeyi sağlayan temel unsur ise tercümedir. Bu düşünceden hareketle, “medenî açılışta birer dönüm noktası teşkil eden uyanış devirlerinde, yeni fikir ve sanat mahsullerinin büyüklüğünü, açmış oldukları tesir kapılarının genişliğiyle mütenasip” gören yazar,4 kendi içine kapanarak her şeyi kendi içerisinde arayan cemiyetlerin ve medeniyetlerin yeni bir şey yaratmasına, büyük medeniyet hamlesine girmesine imkân olmadığı sonucuna varır. Çin, Hint ve Osmanlı medeniyetlerinin bir süre sonra zayıflayarak çökmesini, tesir kapılarını kapamalarında ve kendi içlerine kapanıp kalmalarında; batı medeniyetinin yükselişini 4 İstanbul 1935, s. 17-20. 216 * Cafer Gariper ise tarih kültürü üzerine kurulmuş olmasında ve kendinden önce gelişen bütün medeniyetlere kapısını açık tutmasında arar.5 Osmanlının çöküş sürecinde dışarıya yönelen dikkatimiz ve dışarıdan gelecek etkilere açık zihin yapısına yönelmemiz modern bilim ve tekniğin ülkemize girmesine imkân tanımasının yanında pozitivist, hümanist ve materyalist anlayışların da hayatımıza karışmasına zemin hazırlar. Hemen her düşünce kendisine taraftar toplama ve kök arayışı içinde olmuştur. Daha çok dergi yayıncılığı üzerinden yayılan bu düşüncelerin önemli bir kısmı geniş halk kitlesine mal olarak tutunma şansı bulamamıştır. Tanzimat’tan itibaren gelen pozitivist ve materyalist düşüncelerin zeminini kurduğu sol düşünce, Türkiye’de yeni bir kök arayışı ve gelenek inşa etme çabası içinde olmuş, bunu yaparken de marksist ve pozitivist düşünceyle organik bağını kurmaya çalışmış, Fransız aydınlanmacılığına ve hümanist düşünceye kadar genişleyen çizgi oluşturmak istemiştir. Sol düşüncenin Türk düşüncesini geleneksizleştirme anlamına gelen bu tavrı, Türkiye’de bir tarafıyla bilinç parçalanmasını derinleştirecek, farklı dillerin, farklı göndergelerin ve referansların oluşmasına yol açacaktır. Bugün de içinde bulunduğumuz gelinen nokta bundan başka bir şey değildir. Ancak, Türk aydının zihin tembelliği solda da sürer. Günlüklerinin birinde Nurullah Ataç, “Solcu yazar, çoğu inanmakla yetinip, düşünmeyen kişidir. Doğrular, bütün doğrular öğretilmiş kendisine, neden düşünsün artık, neden düşünüp de yorsun kendini?”6 deme ihtiyacı duyar. Nurullah Ataç’ın sol düşünce için getirdiği eleştirel bakış aslında bütün Türk düşüncesini kapsayacak mahiyettedir. Bununla birlikte sol düşünce, şüphesiz gelenekle bağların aşınmasında dikkate değer bir olumsuzluğu taşımasına rağmen ülkenin düşünce ve sanat hayatında alternatif düşünüşü, çeşitliliği ve farklı olanı getirmesiyle, dahası zihin tembelliğine uğramış, çözülmüş bir medeniyetin içerisinde ödünçlenmiş alternatiflere dikkatleri yönlendirmesiyle önemsenecek yapıda gelişim çizgisini de bünyesinde taşır. Artık modern dünya hayatı tekilleyen yapıdan uzaklaşarak çoğulculuğu ön plana çıkarmıştır. Açık toplum modellemesi de çoğulcu yapılanmayı önceleyen, hatta zorunlu kılan karakteristik yapıya sahiptir. Yenileşme dönemi hayatımızda dünyaya gerekli açılımı sağlama çabaları içerisinde yayın organlarının önemli görev üstlendiğini daha önce belirttik. Kitap ve gazete gibi yayın organlarının arasında derginin dikkate değer bir yeri bulunmaktadır. Dergi, kitabın bir defalık olmasına karşılık belirli periyotlarda sürekli çıkışıyla devamlılığı ifade etmesiyle, gazeteye göre daha derin araştırma, inceleme ve düşünce ürünlerine sayfalarını açmasıyla kendisine ayrıcalıklı yer edinir. Bunun yanında okul görevi üstlenen dergi bilimin, düşünce akımlarının gelişip dal budak saldığı bir yayın organı durumundadır. Kitaba göre kendisini fazla kayıt altında görmeyen dergi, insan düşünüşünün ufuklarını yoklayan açılıma sahiptir. Bu sebeple 5 Age, s. 15-16. 6 Nurullah Ataç, Günce 1956-1957, YKY, İstanbul 2000, s. 111. 1960 Sonrası Toplumsal ve Kültürel Hayatta Etkili Olmuş Beş İsim * 217 Cemil Meriç, dergi için “hür tefekkürün kalesi” derken onun önemli bir yanına dikkat çekmiş olur. Tanzimat yıllarından itibaren Türk aydını hep yeni yetişecek ideal genç nesilleri beklemiş, bu nesillerin kendisini gerçekleştirebileceği ortamı hazırlamak istemiştir. Şinasî’den Nâmık Kemal’e, Nâmık Kemal’den Recaizâde Mahmut Ekrem’e, Ahmet Midhat Efendi’ye, Tevfik Fikret’e ve Mehmet Âkif’e kadar bu karakteristik özelliği buluruz. Cumhuriyet yıllarında da Türk aydını aynı özelliğini sürdürür. Kendisini belirli bir yetkinlik içerisinde gören aydın, yeni idealist nesillerin yetişeği ortamı hazırlama çabası içinde olur. Çünkü kendisini öncü olarak kodlayan aydının yeni nesillere söyleyeceği çok şey vardır. Bu ortamı da çoğu kez dergi hazırlar. Dergi, bir taraftan fizikî mekân olarak çatısı altında gençlerin toplanmasını sağlarken diğer yandan sayfalarıyla uzaktaki insana ulaşma, onun duygu ve düşünce dünyası üzerinde etki alanı yaratma şansına sahiptir. Bu sebeple yeniler üzerinde etkili olmak isteyen sanat ve düşünce adamalarının vazgeçemediği faaliyet alanı dergicilik olarak belirir. Necip Fazıl’ı da, Nurettin Topçu’yu da, Sezai Karakoç’u da, hatta Cemil Meriç ve Erol Güngör’ü de bu çerçevede düşünmek gerekecektir. 1940’lı yılların başından itibaren Türk düşünce hayatında dikkate değer yer edinmeye başlayan Necip Fazıl, her şeyden önce sanatkâr, şair kimliğine sahiptir. Bunun yanında, aydın kimliği, fikir adamlığı, toplumu değiştirme ve dönüştürme projesi olan adamdır. Onun sanat ağırlıklı Ağaç ve siyasî mizah dergisi olan Borazan’ın yanında düşüncelerini yaydığı asıl dergi Büyük Doğu olacaktır. 1943’den 1978’e kadar aylık, haftalık ve günlük olarak aralıklarla çıkan bu dergi Necip Fazıl’ın fikir ve siyaset alanındaki görüşlerini yansıtır. “Büyük Doğu kavramı; bir yandan imaj değeri yüksek mistifikasyonlara yol açarken, öbür yandan da Necip Fazıl’a mahsus bir tefekkürün merkez üssü konumuna yükselmiştir. (…) Nitekim muhtelif yazılarında, Büyük Doğu kavramını izaha çalışırken “mefkûre senfonyası” tabirini” kullanır.7 Büyük Doğu, 1940’lı ve 1950’li yıllarda olduğu gibi, 1960 sonrası düşünce hayatımızda da önemli etki alanına sahip olmuş, gelenekyenilik bağlamında yeni yetişen nesillerin zihin faaliyetinde bulunacağı alanlardan birini açmış, bir okuyucu kitlesi oluşturarak getirdiği tezler çerçevesinde doğu-batı arasındaki yerimizi belirlemeye çalışmıştır. Necip Fazıl, biraz da şair kimliğinin işe karıştığı bakış açısıyla yeni yetişen nesillerin zihin dünyasında gelecek dünya tasarısını temellendirmeye çalışır. Onun şair kimliği yanında keskin zekâ dönüşlerinden beslenen retorik söylemleri üzerine oturan yazıları ezilmiş doğunun mustarip çocuklarına geleceğe dönük yeni bir yaşama alanının algısını vermeye yöneliktir. Samimiyetine, çaba ve çalışmalarına rağmen burada eleştirel bakışla yaklaşılması gereken yan, bilimin ve teknolojinin 7 Necmettin Turinay, “Büyük Doğu: Bir Kavramın Doğuşu”, Doğumunun Yüzüncü Yılında Necip Fazıl Kısakürek, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 2004, s. 210. 218 * Cafer Gariper geliştiği bir çağda, ekonomi teorilerinin üretildiği gelişmiş dünya şartları içerisinde Necip Fazıl’ın şair kimliğiyle bütün bir dünya tasarısına gidişindeki kaplayıcılığı/kaplayıcısızlığı ve gecikmiş bir çabanın içerisinde oluşudur. Ancak, onun çabası dönemi içerisinde değerlendirildiğinde yeni yetişen nesiller için bilhassa moral değerler bakımından önemli bir açılım sağlayacak anlamı da bünyesinde barındırır. Gelenek-yenilik çizgisinde kendi inanç temellerimize, millet varlığımıza dayanan yenileşmenin arayışı içinde olan Necip Fazıl, Büyük Doğu dergisiyle bir düşünce okulu kurmaya çalışmış, çok sayıda okuyucuya seslenmenin yanında derginin etrafında dikkate değer düşünce ve sanat adamının oluşmasına da zemin hazırlamıştır. Nurettin Topçu’nun 1939’da İstanbul’da yayımlamaya başladığı, bazı sayıları İzmir’de çıkan Hareket dergisi, 1966 yılında yeniden çıkarken Fikir ve Sanatta Hareket adıyla, zaman zaman uzun aralar vererek faaliyetini 1982’ye kadar sürdürür. Bir düşünce adamı olarak Topçu, bu dergide hareket felsefesini ve Anadolucu fikirlerini işlemiştir. Yazar, genç bir kadro ile dergi etrafında bir mahfil oluşturma ve entelektüel yapılanmaya gitmesini bilmiştir. Milliyetçi düşünceyle İslâmî duyarlığı aynı potada birleştirerek hareket felsefesi etrafında Anadolucu ruhu yüceltmeye çalışan Topçu, Türk insanının hayatına enerji verecek kaynakları ortaya koymaya çalışır. Doktorasını batıda yapan, batı felsefesini, sanatını ve hayatını yerinde gören yazar, batı karşısında ezik düşen kendi toplumunun yaşama şartlarını ve imkânlarını entelektüel planda değerlendirme yoluna gider. Nurettin Topçu, hareket dergisiyle “İslâmî ve millî tezleri fikir planında müdafaa etmekle kalmamış, tarihî temellerini inceleme ve araştırmaya da yönelmiştir. (…) Türkiye’de gelişen ve istismara yönelen sol ve komünist akımlara karşı, İslâmın içtimaî yönünü vurgulayarak, İslâmda bir kul hakkı davası olarak ele alınan insan-iktisat ilişkilerini ortaya koymuştur.”8 Hareket, fikir yazılarının yanında edebiyat ve sanat yazılarına da yer vermiş, özellikle 1966’dan itibaren fikir ve sanat alanlarında bir okul kimliği kazanmış, çok sayıda yazar, sanat ve bilim adamının yetişmesine zemin hazırlamıştır. Burada Orhan Okay, Ahmet Debbağoğlu, Mustafa Kara, Mustafa Kutlu, Ezel Erverdi, D. Mehmet Doğan gibi isimler hemen hatırlanmalıdır. 1960 yılında Sezai Karakoç, Necip Fazıl’ın Büyük Doğu dergisi çevresinde yürüttüğü faaliyetle irtibatlandırabileceğimiz Diriliş dergisini çıkarmaya başlar. Onun İslâmî temeller üzerine oturan medeniyet projesi olarak takdim etmek istediği Diriliş hareketi, hâlihazırda çözülmüş bir medeniyetin geçmiş yüzyılların birikimine dayanarak kendi kökleri üzerinde yeniden inşasını öngörür. 1960 yılından başlayarak aralarla 1992 yılına kadar yayın hayatında kalan Diriliş, geliştirdiği düşünce 8 D. Mehmet Doğan, “Nureddin Topçu’nun Hareketi”, Bir Düşünce ve Yarınki Türkiye Tasarımı Olarak Fikir ve Sanatta Hareket ve Nurettin Topçu, Hece, Ocak 2006, Sayı:. 109, s. 363. 1960 Sonrası Toplumsal ve Kültürel Hayatta Etkili Olmuş Beş İsim * 219 anlayışı çevresinde okuyucu kitlesi yaratmanın yanında genç bir şair ve yazar kadrosunun da oluşmasına zemin hazırlar. Gelenek-yenilik çizgisinde Sezai Karakoç’un gelenek temeline oturan bir yeni yapılanmanın peşinde olduğunu söylemek doğru olacaktır. O, gelenekçi, aynı zamanda gelecekçi9 bir dünya tasarı kurma peşinde olmuştur. Sanatının kaynağını önemli bir tarafıyla modernist batı şiirinde bulan Sezai Karakoç’un gelişen ve değişen dünya şartları içerisinde içe kapalı bir dünya algısı geliştirmesini beklemek doğru olmazdı. İşte bu mantık düzleminde probleme yaklaşıldığında batı tecrübesinin aydınlarımız için yeni yaklaşımlar sağlayacak genişliğe sahip olduğu görülür. Geleneğe bağlı üretim de bu tecrübenin imkânlarından yararlanmak durumundadır. Onun batıyı öteleyen bir sistem arayışının izlerini taşıyan bütün hayatı kuşatmaya yönelik bakışında bile yeniliğin dikkate değer etkilerini bulmak mümkündür. Nitekim kendisi de kendimizi, doğuyu ve batıyı bilmeyi bir ödev olarak gören bakışa sahiptir.10 Bedri Mermutlu’nun tespitiyle ona göre “[a]ydın kadro yetiştirilmeden İslâm medeniyetinin yeniden canlanacağını ummak serap peşinde koşmaktır. Canlı bir İslâm düşünce, sanat ve aksiyon hayatı kurabilmenin tek yolu aydın bir kadronun doğurulmasına bağlıdır; kitleler içindeki geçici ve aldatıcı başarılar bizi bu hedeften alıkoymamalıdır.”11 Bu düşünceyle birçok Türk aydını gibi yeni bir aydın neslin yetişmesini isteyen ve bekleyen Sezai Karakoç’un zihin faaliyetinden geniş olarak yararlanan Ebubekir Eroğlu, Cahit Zarifoğlu, Rasim Özdenören, İsmail Kıllıoğlu, Kâmil Eşfak Berki gibi düşünce ve sanat adamları bu halkanın dışında düşünülemez. Bütün tezatları, tereddütleri, buhranlarıyla, aşkı ve nefretiyle düşünür kimliğine sahip olan Cemil Meriç için de dergi entelektüel açılımda önemli bir organdır. Hareket, Hisar, Türk Edebiyatı gibi çok sayıda dergide kalem faaliyetini yürüten Cemil Meriç, düşünceyi kayıtlardan sıyırarak hakikatin arayışına çevirişiyle, bulduğunu arayan değil bulmak için arayan adam kimliğiyle gelenek-yenilik arasında devamlılığın yollarını araştırır. Onun “[m]uhteşem bir maziyi, muhteşem bir istikbâle bağlayan köprü olmak isterdim: Kelimeden ve sevgiden bir köprü…” sözü, aslında bu arayışın ifadesidir. Çok sayıda aydınımız gibi kendi ülkesine batıdan gelen Cemil Meriç, durmadan bilgi ve gerçeklik arayışının yanında geniş ve hür düşüncenin de öne çıkan ismi olmuştur. 9 Bedri Mermutlu, “Sistematik Düşünceden Düşünce Sistemine, Gelenekçi Düşünceden Gelecekçi Düşünceye ”, Kendisi Olabilen ve Kendisi Kalabilen Bir Düşünür Şair: Sezai Karakoç, Kitap Dergisi, Sayı: 93, Aralık 1998, s. 49. 10 Turan Karataş, Doğu’nun Yedinci Oğlu Sezai Karakoç, Kaknüs Yayınları, İstanbul 1998, s. 126. 11 Bedri Mermutlu, “Sistematik Düşünceden Düşünce Sistemine, Gelenekçi Düşünceden Gelecekçi Düşünceye ”, Kendisi Olabilen ve Kendisi Kalabilen Bir Düşünür Şair: Sezai Karakoç, Kitap Dergisi, Sayı: 93, Aralık 1998, s. 49. 220 * Cafer Gariper Cemil Meriç, kendinden önce yaşayan ve zihin faaliyeti yürüten çok sayıda Türk aydını gibi doğup büyüdüğü ülkesine batıdan gelir. Tanzimat'tan itibaren Türk aydını için batı mekteptir. Aydın bu mektepte tahsilini görür. Disiplinini, bakış açısını burada kazanır. Daha sonra bakışlarını kendi ülkesine ve meselelerine çevirir. Ancak şunu itiraf etmek gerekir ki, çoğu aydınımız "mektepten memlekete" geçemez. "Araf"ta kalır. İçinden çıktığı topluma yabancılaşır ve sonunda kendi kültürüne, tarihine, değerler yargısına ve insanına bir "müsteşrik" gözüyle bakar. Cemil Meriç de uzun bir batı tecrübesinden, yani mektep tecrübesinden sonra "memlekete" dönenlerdendir. Cemil Meriç, okuyucuları için dünyaya açılan geniş bir pencere olur. Düşünceden, ilimden, irfandan bir pencere. Hayata uyanmak isteyen, dünya üzerindeki yerimizi tayin etmek isteyen yeni nesiller onun eserlerine saf, berrak pınarlara koşarcasına koşarlar. Ayrıca onun düşüncesi genç insanın zihin dünyasının gittikçe kendi üzerine kapanarak donmasının önünde önemli bir engel olur ve olacaktır. Belki bunların hepsinden önemlisi onun düşünüş sisteminin işleyişinden öğreneceğimiz bir şey daha bulunmaktadır. O da düşünmeyi öğrenmek. Erol Güngör, bilim ve düşünce adamı kimliğiyle Türk Yurdu, Hisar, Türk Birliği Dergisi, Töre, Türk Edebiyatı, Millî Kültür, Millî Eğitim ve Kültür, Yeni Düşünce, Hamle, Konevî, Yol, Yeni Sözcü gibi dergilerde gençlik yıllarından itibaren çok sayıda yazı yayımlar. Bu beş düşünce ve sanat adamı arasında en genci olan Erol Güngör’ün de üzerinde durduğu temel problemlerden biri doğu-batı arasındaki yerimizin belirlenmesi ve yeni bir kimlik inşası problemidir. O da çok sayıda düşünce, sanat ve bilim adamı gibi, geçmiş yüzyılların birikimi üzerine kurulabilecek yeni bir hayat sahasının arayışı içerisinde olmuştur. Tarih ve kültür köklerine dayanan bu arayış, zamanla medeniyet problemi çerçevesinde gittikçe kitap hacmindeki çalışmalara doğru genişleyen yer yer otokritiğe dönüşür. Erol Güngör de, millet varlığıyla inanç sistemini dengeleyen gelenek kodlamasının üzerine batı tecrübesinin ve birikiminin içerisinden geçmiş yeniliği ekleme çabası içinde görünür. Cemil Meriç ve Erol Güngör belki arkalarında Necip Fazıl’ın ve Nurettin Topçu’nun yaptığı gibi bir öğrenci-takipçi grubu bırakmadılar. Ancak, dergi yazıları ve kitaplarıyla sayısını kestiremeyeceğimiz okuyucu kitlesi oluşturdular. Bu da entelektüel kimliğe sahip olmanın gereğidir. Belki de günümüzde artık öğrenci-takipçi grubu oluşturmaktan çok, eleştirel bakış açısını öne çıkaran, olaylar ve olgular üzerinde çoğulcu görüşü önceleyen yeni insan tipine ihtiyaç vardır. Bunalım ve geçiş dönemlerinin yarattığı her şeyi bilen doktriner insan tipinin yerine çalışma alanında derinleşen, hayata oradan açılan bu insan tipi uzmanlığı ve gerçekçi oluşuyla topluma daha fazla yararlı olacaktır. Bu, düşünce sistemi kurmak, toplumunun ufkunu genişletmek isteyen insanların artık döneminin kapandığı ve önemsizleştiği anlamına gelmez. Kişinin kendi çalışma alanını temellendirerek, oradan açılarak entelektüel birikime ulaşması anlamına gelir. Aksi takdirde meydanlar 1960 Sonrası Toplumsal ve Kültürel Hayatta Etkili Olmuş Beş İsim * 221 çalışma alanına uzak ideolog parçalarıyla dolar. Türkiye bu tecrübeyi şu veya bu seviyede yaşadı. Artık bu ülkenin devlet parasıyla batıya ekonomi yahut mühendislik okumaya gidip kötü şair olarak dönen insanlara değil, işini iyi öğrenen, bunun yanında şiirden yahut musikiden de anlayan insanlara ihtiyacı var. Düşünür, bu, modern çağın peygamberi, bütün hayatı değiştirme ve dönüştürme çabası içerisinde olan insan, hayatı ne kadar değiştirmek istese de hayat kendi mantığı çerçevesinde varlığını sürdürür. Ancak, düşünce, bilim ve sanat adamlarının hayat üzerinde daima bir etki alanına sahip olageldiği de gözden kaçırılmamalıdır. Sanırım bu noktada yapılması gereken işlerden biri de artık yüceltilmiş kişilikler inşasından vazgeçerek, Necip Fazıl, Nurettin Topçu, Cemil Meriç, Erol Güngör ve Sezai Karakoç gibi sanat ve düşünce adamları başta olmak üzere, sol-sağ kavramları çevresindeki zihin parçalanmasını da aşarak entelektüel birikimimizi yeni baştan eleştirel gözle değerlendirmek olacaktır. Entelektüel birikimimizle hesaplaşmadan hayatımızı yenilememiz ve düzenlememiz pek mümkün görünmemektedir. Bugün okullaşmanın, üniversitelileşmenin hızla büyüdüğü ülkemizde okuma ve düşünme tembelliğinin ters orantıda arttığı gözden kaçmamaktadır. Oysa, önceki dönemlerin sanatkâr ve aydınlarının düşünce ve sanat alanında ürettiklerinin değeri ortadan kalkmamakla birlikte, her nesil kendi sanatını ve düşünce dünyasını kurmak durumundadır. Türkiye’de eksik kalan yanlardan biri bu olsa gerektir. İçlerinde Necip Fazıl, Nurettin Topçu, Cemil Meriç, Erol Güngör ve Sezai Karakoç da olmak üzere çok sayıda sanat ve düşünce adamı sanat eseri ve düşünce alanında dikkate değer bir çabanın içinde olmuştur. Ancak, hayat devam etmektedir ve devamlılığı ister. Önceki nesillerin ortaya koyduğu fikirlere ve sanat eserlerine eklenen yeni fikirler ve sanat eserleri çıktıkça, onlara eleştirel bakışla yaklaşarak eskiyen yanları giderildikçe, düşülen hataları düzeltildikçe bir gelenek inşa etmek ve yeni bir hayat kurmak mümkün görünmektedir. Buraya kadar kalın çizgileriyle ele alma gayreti içinde olduğumuz 1960 sonrası kültür ve sosyal hayatımızda etkili olmuş bu beş aydın, sanatkâr, bilim adamının ortak paydası geçmişle gelecek arasında bir köprü kurmaya çalışması, üçünün bizzat dergi çıkarması, hepsinin de dergiciliği hayatının önemli faaliyet alanlarından biri yapması noktasında birleşir. Söz konusu isimler, yetişen genç nesillere kurulacak yeni hayatın ufuklarını gösterme çabası içinde olmuşlardır. Kurulacak yeni hayat, köklerini kültürel birikimimizden alan dünyadaki yeni gelişmelere açık zihin yapısıyla mümkün olacaktır. 1960-80 ARASI TERCÜME KİTAPLAR VE TERCÜME-İ HALİMİZE ETKİSİ Serdar Özdemir Düşünce tarihi bize şunu göstermektedir ki; bir düşüncenin bir toplumda oluşması, taraftar bulması, yaygınlaşması ve başka toplumları etkiler bir hale gelebilmesinde kitap, şüphesiz en önemli araç olmuştur. Kitap söz konusu olunca, elbette ilk akla gelen telif çalışmalardır. Ancak telifin yanında tercüme faaliyetleri de düşünce hayatında etkin olmuş, özellikle yeni oluşmaya başlayan medeniyetler de, zaman zaman telif çalışmaların önüne geçmişlerdir. Bir başka deyişle, tercümeler, kültür değişiminde ve yeni medeniyetlerin ortaya çıkmasında önemli rol oynamışlardır. Eski Yunan Medeniyeti; Anadolu, Fenike ve Mısır’dan yapılan tercümelerle; Türk-Uygur Medeniyeti, Hint ve İran’dan yapılan tercümelerle; Avrupa Medeniyeti Türk, Arap ve Acem ülkelerinden ve eski Yunan’dan yapılan tercümelerle mümkün olmuştur.1 Bu yazı, üzerinden yarım asra yakın bir zaman geçen mezkur dönemi, ilgili başlık altında nesnel olarak bir değerlendirme denemesidir. Konu iki bölüm halinde takdim edilmiştir. Birinci bölümde, konuyu temellendirme ve tercümelerin İslam dünyasındaki tarihi arka-planını vermek için bir özet bilgi verilmesi yoluna gidilmiş; ikinci bölümde ise mezkur dönemde yapılan tercüme faaliyetlerinin muhteva ve değerlendirmesi yapılmıştır. Tercümelerden kastettiğimiz de daha çok muasır müelliflerin yaptığı tercümeler olup, kadim İslam geleneğinden yapılan tercümeleri değerlendirmeye almadık. Zaten İmam Gazali ve İmam Rabbani sayılı birkaç isim dışında bu bağlamda tercüme yayına rastlanamamaktadır. 1. İslam dünyasındaki tercüme faaliyetlerinin geçmişi: İslam dünyasında tercüme faaliyetlerinin başlaması, Emevilerin ilk dönemlerine kadar uzanmaktadır. Bu dönemde Halid b. Yezid b. Muaviye (v.704) ile başlayan tercüme faaliyetleri, genellikle ferdi olmuş ve düzensiz bir şekilde yapılmıştır.2 Sistemli ve yoğun tercüme hareketi ise Abbasiler zamanında, II. Halife Mansur’dan itibaren başlamış ve kurulan Beytü’l-Hikme’de, kadim zamanlardan Eflatun, Aristo, Dr. Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Ertürk, Ahmet Çetin, “Türkiye’de Tercüme Faaliyetleri”, Yabancı Kültür ve Edebiyatların Türkiye’de Öğretimi ve Türk Kültürü Sempozyum Bildirileri, Ankara 1997. 2 Şeşen, Ramazan, “Tercüme Faaliyetleri” Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, İstanbul 1986, III, 457. 1 1960-80 Arası Tercüme Kitaplar ve Tercüme-i Halimize Etkisi * 223 Hipokrat vb. filozofların eserleri tercüme suretiyle İslam kültür dünyasına kazandırılmıştır.3 Osmanlı Devleti döneminde sistemli ve heyetler halinde tercüme faaliyetlerinin ise, Sultan III. Ahmed’in saltanatı döneminde (17031730), meşhur adlandırma ile, Lale Devri’nde, Sadrazam Damad İbrahim Paşa’nın talebi ve takibi ile yapıldığını görmekteyiz. Bu dönemde daimi bir tercüme müessesesi kurmak yerine her eser için ayrı bir tercüme heyeti kurma yoluna gidilmiştir. Tercümesi yapılan ilk eser de, Müneccimbaşı Şeyh Ahmed b. Lutfullah el-Mevlevi’nin, Camiu’d-Düvel (Sahaifu’l-Ahbar fi Vakayii’l-Esrar) adlı, Hz. Adem’den başlayarak 1673 yılına kadar olan hadiseleri naklettiği, iki cilt halindeki Arapça eseridir. 4 Bu dönemde yapılan ikinci ve ilginç bir eser de Aristoteles’in Fizik kitabıdır.5 Daha sonraları, II. Mahmud döneminde kurulan Encümen-i Daniş tercüme görevini üstlenen müessese olmuştur. Encümen-i Daniş Nizamnamesi’nde zikredildiği şekliyle, müessese şu gayeleri gerçekleştirmek üzere kurulmuştur: 1. Devamlı gelişmekte olan ilim ve fikir cereyanlarını takip etmek suretiyle, ileride kurulacak Daru’l-fünun’da okutulmak üzere telif; ve Arapça, Farsça ve batı dillerinde yazılmış mühim eserleri tercüme etmek. 2. Fenler ve sanayie dair yazılacak kitapların herkesin anlayabileceği bir dille telif ve tercümelerini gerçekleştirmek. 3. Türkçede çeşitli fenlere dair ihtiyaç duyulan eserlerin çoğalmasını sağlamak. 4. “Lisan-ı Türki”nin ilerlemesine hizmet etmek. Encümen-i Daniş üyeleri, Osmanlı Devleti sınırları dahilinde ve haricinde, kedi sahalarında söz sahibi kimselerden seçilmiştir. Arif Hikmet Bey, Rüşdi Molla Efendi, Hayrullah Efendi ve Cevdet Paşa gibi dahili üyeler ile Bianchi, Hammer, Redhouse gibi meşhur kimseler de harici üyeler arasında yer almıştır.6 Mukaddime,7 Tarih-i Umumi,8 Avrupa Tarihi9, Beyanu’l-Esfar İlm-i Tedbir-i Menzil, Vücud-u Beşerin Suret-i Terkibi bu müessesenin tercüme ettiği/ettirdiği eserler arasında başlıcalarıdır. Encümen-i Daniş’in 1862 yılında, fonksiyonunu kaybettiğine hükmedilerek, Maarif-i Umumiye Nezareti’ne bağlı Tercüme Cemiyeti 3 4 5 6 7 8 9 Kayaoğlu, Taceddin, “Osmanlı ve Cumhuriyet Dönemi Tercüme Müesseseleri”, Türkler, XV, 248. Beytü’l-Hikme hakkında geniş bilgi için bkz: Mustafa Demirci, Beytü’lHikme, İstanbul 1996; Mahmut Kaya, “Daru’l-Hikme”, DİA, VIII, 537. Ahmet Ağırakça, Müneccimbaşı Ahmed b. Lutfullah, Camiü’d-Düvel, Osmanlı Tarihi, İstanbul 1995, 31. Kayaoğlu, a.g.m., 249. Kayaoğlu, a.g.m., 250. Encümen üyeleri, dahili ve harici olmak üzere iki kısımdan teşekkül etmiştir. Dahili üyelerin sayısı 40 kişi ile sınırlandırılırken, harici üyelerin sayısı ise sınırlandırılmamıştır. Dahili üyelerden her birinin bir bilim dalında söz sahibi olması, Türkçe bir kitap yazacak kadar Türkçeye vakıf olması ve Arapça, Farsça veya diğer Avrupa dillerinden herhangi birinden Türkçeye eser tercüme edecek kadar bir yabancı dil bilmesi mutlak şart olarak öngörülmüştür. İbn Haldun’un ünlü eseri. Cevdet Paşa tercümenin bir kısmını bizzat yapmıştır. Paris’te tarih hocası olan Mösyö Souvanie’ye ait eserin, Encümen’nin harici üyelerinden Sahak Ebru tarafından tercüme edilmiş kısmıdır. Louis-Philippe Comte de Segur’a ait olan bu eseri, Fransızcadan Todoraki Efendi tercüme etmiştir. 1786-1796 arasında Avrupa’da cereyan eden hadiseleri anlatmaktadır. 224 * Serdar Özdemir kurulmuş, ancak bu da kısa bir hizmet süresinden sonra fesh edilmiştir. II. Abdulhamit döneminde ise, yine Maarif Nezareti’ne bağlı nisbeten daha küçük bir birim, Telif ve Tercüme Dairesi adı ile tesis edilmiştir.10 2. 1960-80 Arası Yapılan Tercüme Kitapların Değerlendirilmesi: Bu dönemin değerlendirirken yapılacak tesbitlerin objektifliği şüphesiz tartışılabilir bir olgudur. Bunun başlıca iki sebebinden söz edilebilir. Birincisi, bu dönemde yapılmış olan tercüme kitapların, 1980 sonrasında da yeniden yayınlanmaya devam etmiş olması, öncesinde ve sonrasında bizlerin de içinde yetiştiği, okuduğu ve bir şekilde etkilendiği bu sürecin henüz canlılığını devam ettiriyor olması ve taraflarının mevcudiyetidir. İkincisi, bu dönemde yapılmış olan tercüme kitaplar ve bunların etkisinin değerlendirildiği çalışmaların, birkaç istisna dışında henüz yapılmamış olmasıdır. Bir başka ifade ile, konu henüz bakirdir ve bu konuda son sözün söylenmesi şimdilik mümkün gözükmemektedir. Özellikle, tabir yerinde ise “teknik çalışma” diyebileceğimiz “bibliyografik” çalışmalar yapılmış değildir. Bu nedenle zikredeceğimiz şu soruların cevabı halihazırda verilmiş değildir. Bu dönemde kaç kitap çevrilmiştir? Bu kitapların çevirisinde hangi esaslar dikkate alınmıştır? Hangi müelliflerin kaç eseri, hangi yıllarda çevrilmiştir? Bu kitapları, hangi yayınevleri, hangi saiklerle tercüme etme ihtiyacı hissetmişlerdir? Mütercimler kimlerdir ve yine hangi saiklerle tercüme etmişlerdir? Bir ilmi faaliyet olarak mı, bir hizmet veya “dava endişesiyle” mi, ticari bir kaygıyla mı? Bu eserlerin okuyucu kitlesi, toplumun hangi kesimidir? Kaç baskı yapmış, kaç adet satılmış ve tabii ki etkisi ve yaygınlığı ne oranda olmuştur? Bu soruların sayısını artırmak mümkündür. Bu deneme içinde, bu soruların bir kısmı ile ilgili tesbitlere yer verilmeye çalışılmıştır. Konu ile ilgili ulaşabildiğimiz, dikkate değer olduğunu düşündüğümüz ve istifade ettiğimiz sınırlı sayıdaki çalışmalar şunlardır: a) İsmail Kara’nın11 1985’de yayınlanan, Cumhuriyet dönemi Türkiyesi’nde yapılan dini yayınları değerlendirdiği, bu konuda ilk kez yazılmış olan çalışmanın giriş kısmında yaptığı değerlendirmelerdir. İlgili dönemi bizzat yayın dünyasının içinden biri olarak yaşayan sayın Kara’nın tesbitleri önemli ve dikkate alınması gereken, bizim de iştirak ettiğimiz tesbitlerdir. b) Yücel Bulut’un12 2004’de İletişim Yayınlarının yayınlamış olduğu, “İslamcılık” kitabı içinde yer alan, konunun siyasi ve sosyal bağ- 10 11 12 Kayaoğlu, a.g.m., 252-253. Kara, İsmail, “Cumhuriyet Türkiyesi’nde Dini Yayıncılığın Gelişimi Üzerine Birkaç Not” Toplum ve Bilim, 29/30, 1985, 153-177. Bulut, Yücel, “İslamcılık, Tercüme Faaliyetleri ve Yerlilik”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: İslamcılık, İletişim Yayınları, İstanbul 2004, VI, 903-927 1960-80 Arası Tercüme Kitaplar ve Tercüme-i Halimize Etkisi * 225 lantıları ile ilişkilendirerek değerlendirdiği, sosyolojik bir bakış açısıyla yorumladığı önemli çalışmasıdır. c) Necdet Subaşı’nın13, yine “İslamcılık” adlı kapsamlı çalışmada yer alan, 1960 öncesi İslami yayıncılığı ve İslami faaliyetleri yorumladığı yazısında, yer yer 1960 sonrasına da göndermeler yaptığı bölümler, konu ile ilgili değerlendirmeler ihtiva etmektedir. Belki her dönemde, devletin ve siyasi otoritenin yaklaşımı, düşünce faaliyetlerini ve bunun bir yansıması olan neşriyatı doğrudan etkileyen temel unsurlardan biri olduğu için, söz konusu dönemi ve öncesini değerlendirirken, siyasi atmosferi dikkate almak mecburiyeti vardır. Bu nedenle ilgili dönemlerin siyasi etkenlerine işaret etmek yerinde olacaktır. 1945’den sonra Türkiye’de siyasi hayatın değişimi, çok partili dönemin başlaması ile birlikte devlet-din ilişkisi ekseninde bir takım değişmeleri de beraberinde getirmiştir. Bu tarihten önce çeşitli ve bilinen sebeplerle uygulanan katı uygulamalar gevşemeye başlamış, özellikle 1950 sonrası önceki döneme göre çok farklı bir siyasi ortam zuhur etmiştir. 1950 öncesi bu katı tutum dolayısı ile, İsmail Kara’nın da işaret ettiği gibi 1950 yılına kadar bir dini yayıncılıktan vakıa olarak bahsetmek mümkün değildir (Kara, 1985, 154). Zira o dönemde hakim olan otoritenin yaklaşımı engelleyici bir hal arz etmekte, mesela, 1943 tarihli Dahiliye Vekaleti Matbuat Umum Müdürlüğü’nün bir yazısında şu ifadeler yer almaktadır: “Bizler ne şekilde ve ne surette olursa olsun, memleket dahilinde dini neşriyat yapılarak dini bir atmosfer yaratılmasına ve gençlik için dini bir zihniyet fideliği vücuda getirilmesine taraftar değiliz.”14 Siyasi atmosferdeki bu değişimin işaretleri 1947 CHP kurultayında alınmaya başlamıştır. Ve sırasıyla, Başbakanlık önde gelen İslamcılardan Şemseddin Günaltay’a verilmiş; 1949’da İlkokulların 4, ve 5. sınıflarına din dersleri seçmeli olarak konulmuş; yine aynı yıl Ankara İlahiyat Fakültesi açılmıştır. 1950 seçimleri sonucunda siyasi iktidarın el değiştirmesi ile birlikte değişimler artarak devam etmiş, ezanın Arapçaya dönüşmesi, 1951’de İmam Hatip Okulları, 1959’da ise Yüksek İslam Enstitüleri açılmaya başlanmıştır. 15 Özellikle İmam Hatip, İlahiyat ve Yüksek İslam Enstitülerinin açılması, 1960 sonrası konumuzla alakalı önemli sonuçlar doğurmuştur. Şöyle ki; buralarda yetişen nesil, tercüme kitapların, mütercimi, yayıncısı, en azından okuyucusu (belki müşterisi demek de mümkün, 13 14 15 Subaşı, Necdet, “1960 Öncesi İslami Neşriyat: Sindirilme, Tahayyül ve Tefekkür”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: İslamcılık, İletişim Yayınları, İstanbul 2004, VI, 217-235. Eşref Edip, Kara Kitap, 1977, 13; Ali Fuat Başgil, Din ve Laiklik, 1985, 6; Kara, a.g.m., 154. Subaşı, a.g.m., 225-226; Kara, a.g.m., 156 226 * Serdar Özdemir zira müşterisiz meta zayi’dir) olarak kitapların yaygınlaşmasında etkin rol almışlardır. 1960’de kısa bir süre bu gelişme kesintiye uğramış olsa da, özellikle 1965 sonrası siyasi ortamın müsait hale gelmesi ile birlikte, tercüme hareketlerinde ciddi bir yoğunlaşmanın başladığını müşahede etmekteyiz. Yapılan tercümelerin yayın tarihlerine bakıldığı zaman bu durum çok net biçimde gözükmektedir. 1960-80 Arasında yapılan tercümelerin neler olduğu sorusuna cevap ararken, yapılmış olan herhangi bir bibliyografik çalışma olmadığı için, kütüphanelerimizde mevcut olanların tesbiti ile bir değerlendirme yapmak mümkün olabilmiştir. 1960-80 Arasında yapılan tercümeleri, iki kısımda değerlendirilebilir. Birincisi, İslam dünyasından yapılan tercümeler; ikincisi; batıdan yapılan tercümeler. İslam dünyasından yapılan tercümelerde genel olarak dört bölge, ya da ülke söz konusu olmuştur. Mısır, Pakistan, Ortadoğu (Suriye ve Irak) ve İran. Tercümesi Yapılan Eserler, Müellifler ve Yayınevleri Abdulkadir Udeh; Hak Yolu İslam (1977) 16; İslam Şeriatı (1969)17; İslam ve Yürürlükteki Kanunlar (1980); Abdulkerim Zeydan; İslam Hukukunda Fert ve Devlet (1969) 18; İslam’da Davet ve Tebliğ Esasları (1979)19 Abdurrahman Azzam; Allah’ın Peygamberlerine Emanet Ettiği Ebedi Risalet (1962)20; Resul-i Ekrem’in Örnek Ahlakı (1968)21; Ahmed Emin; Fecrü’l-İslam- İslam’ın Doğuşu (1976)22; Yevmü’lİslam – İslam’ın Bugünü (1977)23 Ali Şeraiti; İslam Sosyolojisi Üzerine (1980) 24; Medeniyet ve Modernizm (1980). Ayetullah Humeyni; İslam Fıkhında Devlet (1979)25 Ayetullah Ruhani; İslam Anayasa Hukuku (1974)26 Ebu’l-Hasan Ali Nedevi; Hz. Peygamber’in Yolu (1971) 27; İslam’da Tebliğ ve Tebliğciler (1978) 28; İslam Düşünce Hayatı (1977)29; 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 Hisar Yayınevi, İstanbul; terc. Ali Arslan. Nur Yayınları, Ankara; terc. Akif Nuri. Kalem Kitabevi, İstanbul; terc. Cemal Arzu. Hisar Yayınevi, İstanbul; terc. Ruhi Özcan. Sönmez Neşriyat, İstanbul; terc. Erdem Hasan Hüsnü Yağmur Yayınevi, İstanbul; terc. Hayreddin Karaman. Kılıç Kitabevi, Ankara; terc.Ahmet Serdaroğlu. İslam Kitabevi, Ankara, terc. A. Öztürk. Düşünce Yayınları, İstanbul; terc. A. Arslan, F. Selim. Düşünce Yayınları, İstanbul; terc. Hüseyin Hatemi. Hicret Yayınları, İstanbul; terc. Abbas Efali. Yağmur Yayınları, İstanbul; terc. İ. Hakkı Akın. Çığır Yayınları, İstanbul; terc. Akif Nuri. 1960-80 Arası Tercüme Kitaplar ve Tercüme-i Halimize Etkisi * 227 Yeniden İslam’a (1967)30; Din ve Medeniyet Üzerine (1976); Müslümanların Gerilemesiyle Dünya Neler Kaybetti (1966)31; İslam’ın Işığında Doğu ve Batı (1971); Batı İle Hesaplaşma (1978); Fethi Yeken; Çağdaş Davetin Problemler (1979) 32; İslam Davetçilerine Notlar (1979); İslam’a Nasıl Davet Edelim (1980) 33 Hasan el-Benna; Nura Doğru (1967)34; Cihada Davet (1969)35; Risaleler (1980)36. Mahmud el-Akkad; Hz. Muhammed’in Eşsiz Deha ve Şahsiyeti (1979)37; Kur’an’da Kadın Hakları (1977)38 Malik b. Nebi; İslam Davası (1967) 39; İslam ve Demokrasi (1968)40; Cezayir’de İslam’a Yeniden Doğuş (1973) 41; İdeolojik Savaş Ajanları ve İslam Dünyası (1975)42; Ekonomi Dünyasında Müslüman (1976)43 Mevdudi; Kelime-i Şehadet (1961)44; İslam’da Hayat Nizamı (1965)45; İslam’da İktisat Nizamı (1966) 46; İslam’da Ahlak Nizamı (1966)47; İslami Hareketin Ahlaki Temelleri (1967)48; İslam’da Hükümet (1967)49; İslam’da Devlet Nizamı (1967)50; İslam’ın Anlaşılmasına Doğru (1967)51; İslam’da İhya Hareketleri (1967)52; Modern Devrin Hasta Milletleri (1967)53; İslam Medeniyeti: Esasları ve Menşei (1968)54; Müceddid İmam Rabbani ve İslam (1968)55; İslam İnkılabının Programı (1969)56; İslam Anayasası Tedvini Esasları (1969) 57; 29 30 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42 43 44 45 46 47 48 49 50 51 52 53 54 55 56 57 Dergah Yayınları, İstanbul; terc. Sait Şimşek. İslami Neşriyat, Konya; terc. Tevhid Yayınları, İstanbul; terc. İ. Düzen- M. Topuz. Hayra Hizmet Vakfı Y., Konya; terc. Sait Şimşek. Hayra Hizmet Vakfı Y., Konya; terc. Dava Yayınları, Kahramanmaraş. Sinan Yayınevi, İstanbul, terc. Ali Arslan. İstanbul, terc. Hasan Karakaya. Hayra Hizmet Vakfı Yay.,.Konya; terc. M. Sait Şimşek Çığır Yayınları, İstanbul; terc. Ahmed Demirci. Yağmur Yayınları, İstanbul; terc. Ergun Göze. Ötüken Yayınevi, İstanbul; terc. Ergun Göze Yağmur Yayınları, İstanbul; terc. Ergun Göze. İstanbul, terc. Cemal Karaağaçlı. Hicret Yayınları, İstanbul; terc. Mehmed Keskin. Hilal Yayınları, İstanbul; terc. Hüseyin Atay. Hilal Yayınları, Ankara; terc. İ. Düzen, M. Topuz. Hilal Yayınları, Ankara; terc. Tüzün Demirer. Ankara, terc. Abdulkadir Şener. Hilal Yayınları, Ankara; terc. Ali Arslan. Hilal Yayınları, Ankara; terc. Ali Genceli. Hilal Yayınları, Ankara; terc. Rasim Özdenören. Hilal Yayınları, Ankara; terc. Halil Zafir. Hilal Yayınları, Ankara; terc. Halil Zafir. Yükseliş Yayınları, Ankara, terc. İlhan Akçay. Hilal Yayınları, Ankara; terc. Mehmed Aydın. Yağmur Yayınları, İstanbul; terc. Hayreddin Karaman. Hilal Yayınları, Ankara; terc. Bayram Mikail. Nida Yayınevi, İstanbul; terc. İhsan Toksarı. 228 * Serdar Özdemir Hicab (1972); Hilafet ve Saltanat (1972),(1980) 58; İslam Nazarında Doğum Kontrolü (1967); Müslümanların Kurtuluş Yolu (1973) 59; Kadıyanilik Nedir (1975)60; Modern Çağda İslami Müesseseler (1980); Kur’an’a Göre Dört Terim (1980)61; Muhammed Bakır es-Sadr; İslam Ekonomisi Doktrini (1979) 62; İslam ve Filozofi (1980)63 Muhammed Ebu Zehra; Ebu Hanife (1962) 64; İslam’da Fıkhi Mezhepler Tarihi (1968)65; Kur’an Nizamı (1969)66; İslam’da Sosyal Dayanışma (1969)67; İslam’ın Gölgesinde İnsanlık (1970)68; Kur’an Niçin Mucizedir (1969); İslam Hukuku Metodolojisi (1979) 69 Muhammed Hamidullah; 1960-80 arası tercüme edilen, pek çok farklı mütercim, yayınevi tarafından farklı tarihlerde basılan ve baktığımız bütün kütüphanelerde nüshaları olduğundan yaygın biçimde kabul gördüğü anlaşılan bir müelliftir. İslam’da Devlet İdaresi (1963)70; Modern İktisat ve İslam (1963)71; İslam Peygamberi (1966)72 ; Hz. Peygamber’in Savaşları ve Savaş Meydanları (1972)73 ; Rasulullah Muhammed (1973)74; İslam Tarihi Dersleri (1976)75 ; İslam’a Giriş (1961)76, (1976)77 İslami İlimlerde İsrailiyat yahut Gayr-i İslami Rivayetler (1977)78; İslam Müesseseleri Tarihi (1975)79 Muhammed İkbal; İslam’ın Ruhu (1963)80; İslam’da Dini Tefekkürün Yeniden Teşekkülü (1964)81; Yolcu (1976); Muhammed Kutub; İslam’ın Etrafındaki Şüpheler (1965), (1969), (1973);82 Yirminci Asrın Cahiliyeti (1967);83 (1971)84; Taklit58 59 60 61 62 63 64 65 66 67 68 69 70 71 72 73 74 75 76 77 78 79 80 81 82 83 84 Hilal Yayınları, İstanbul; terc. Ali Genceli. Hisar Yayınevi, İstanbul; terc. Hüseyin Erdoğan. İhya Yayınları, İstanbul; terc. Düşünce Yayınları, İstanbul; terc. Osman Cilacı- İsmail Kaya. Hicret Yayınları, İstanbul; terc. Hicret Yayınları, İstanbul; terc. Abdurrahman Sarıoğlu. Diyanet İşleri Başkanlığı, Ankara, terc. Ankara, terc. Abdulkadir Şener, y.y. Kazdal Yayınları, İstanbul; terc. Ali Arslan. Yağmur yayınları, İstanbul; terc. E. Ruhi Fığlalı. Sinan Yayınevi, İstanbul; terc. Osman Şekerci. Ankara, terc. A.Şener. İstanbul, terc. Kemal Kuşçu, y.y. Yağmur Yayınları, İstanbul; terc. Salih Tuğ. Terc. Said Mutlu, yayınevi yok (y.y.). İstanbul. Terc. Salih Tuğ, İstanbul y.y. İrfan Yayınevi, İstanbul; terc. Salih Tuğ. terc. Ruhi Özcan, y.y. Erzurum Sönmez Neşriyat, İstanbul; terc. Kemal Kuşçu. İrfan Yayınevi, İstanbul; terc. Kemal Kuşçu. Ankara, terc. İbrahim Canan, y.y. A. Ü. İslami İlimler Fak., Erzurum; terc. İhsan Süreyya Sırma. Doğan Güneş Yayınları, İstanbul. İstanbul, terc. Ali Nihad Tarlan, y.y. Cağaloğlu Yayınevi, İstanbul; terc. Ali Özek. Hilal Yayınları, Ankara; terc. M. Hasan Beşer. Cağaloğlu Yayınevi, İstanbul; terc. O. Öztür, A.Y. Cenkçiler. 1960-80 Arası Tercüme Kitaplar ve Tercüme-i Halimize Etkisi * 229 lerin Çarpışması (1967);85 Tekamül mü, Soysuzlaşma mı (1971) 86; İslam’a Göre İnsan Psikolojisi (1977) 87; İslam Düşüncesinde Sanat (1979)88; Muhammed Yusuf Kandehlevi; Hayatü’s-Sahabe – Hadislerle Müslümanlık (1977)89 Mustafa Sibai; İslam’da Din ve Devlet (1966) 90; İslam Sosyalizmi (1975)91; İslam Medeniyetinden Altın Tablolar (1979); İslam’a ve Garblılara Göre Kadın (1969)92; Müsteşrikler ve Hedefleri (1971). Said Havva; Allah Erinin Ahlak ve Kültürü (1980) 93; Ellinci Yılında Müslüman Kardeşler Teşkilatı (1980)94. Seyyid Kutub; İlk tercümesi Yaşar Tunagür tarafından yapıldı ve Cağaloğlu yayınevi tarafından yayınlandı. İslam’da Sosyal Adalet (1962)95; Din Dediğin Budur (1964)96; Yegane Dünya Nizamı İslam (1966)97; İslam ve Kapitalizm Çatışması (1967) 98;İslam Düşüncesi, Esasları, Hususiyetleri (1973)99; İslam Cemiyetine Doğru (1971)100; İslami Etütler (1967)101; İslam ve Medeniyetin Problemleri (1967)102; İstikbal İslamındır (1967)103İslamın Dünya Görüşü (1970)104; İslam Cemiyetine Doğru (1971)105; İslam Kapitalizm Uyuşmazlığı (1972)106; Tarihte Düşünce ve Metod (1980)107; Şibli Numani; İslam’ın Fikir Kılıcı Gazali’nin Bütün Cepheleriyle Hayatı (1972); Asr-ı Saadet: İslam Tarihi (1973)108; Bütün Yönleriyle Hz. Ömer ve Devlet İdaresi (1980). 85 İrfan Yayınevi, İstanbul; terc. Erol Ayyıldız. Bahar Yayınevi, İstanbul; terc. Salih Uçan. Çığır Yayınları, İstanbul; terc. 88 Fikir Yayınları, İstanbul; terc. Akif Nuri. 89 Kalem Yayınevi, İstanbul; terc. A. Muhtar Büyükçınar. 90 Yağmur Yayınları, İstanbul; terc. İhsan Toksarı. 91 Dergah Yayınları, İstanbul; terc. A. Niyazoğlu (Y.Nuri Öztürk’ün müstear adı.) 92 Nida Yayınevi, İstanbul; terc. İhsan Toksarı. 93 Hilal Yayınları, İstanbul; terc. Ramazan Nazlı. 94 Hilal Yayınları, İstanbul; terc. Ramazan Nazlı . Bu eser Sait Şimşek tercümesi ile Konya Uysal kitabevinde aynı farkı bir baskı olarak yayınlanmıştır. 95 Cağaloğlu Yayınevi, İstanbul; terc. Yaşar Tunagür, M. Adnan Mansur. 96 Hilal Yayınları, Ankara; terc. Mehmed Hasan Beşer. 97 Nur Yayınları, Ankara; terc. Mustafa Varlı. 98 Dini Neşriyat, Konya; terc. Mustafa Uysal. 99 Çığır Yayınları, İstanbul; terc. Akif Nuri. 100 Şamil Yayınevi İstanbul, terc. Kemal Sandıker. 101 Hilal Yayınları; terc. Hasan Beşer. 102 Hilal Yayınları, Ankara; terc. Mustafa Varlı. 103 Hilal Yayınları, Ankara; terc. Abdulkadir Şener. 104 Arslan Yayınları, İstanbul; terc. Ali Arslan. 105 Şamil Yayınevi, İstanbul; terc. Kemal Sandıker. 106 Hareket Yayınları, İstanbul; terc. Abdurrahman Niyazoğlu. 107 Düşünce Yayınları, İstanbul; terc. 108 İstanbul, terc. Ömer Rıza Doğrul, y.y. 86 87 230 * Serdar Özdemir Yusuf Kardavi; İnsan ve Hak Mefhumu (1968) 109; İslam ve Sapıkların İtirafları (1969)110; İslam’da İbadet (1974)111; İman ve Hayat (1979) Yayınevleri: (Yayınevlerinin isimleri bile, konuyu değerlendirmede bir ipucu vermektedir. Bahar, Bedir, Cağaloğlu, Çağrı, Çığır, Dergah, Fikir, Hareket, Hicret, Hikmet, Hilal, Hisar, İhya, İrfan, Kazdal, Nida, Nur, Ötüken, Pınar, Sinan, Sönmez, Şamil, Tevhid, Yağmur, Batıdan Yapılan Tercümeler: Arnold, T.W., İntişar-ı İslam Tarihi, terc. Hasan Gündüzler, Akçağ yay., Ankara 1971. Austruy, Jacques, Kapitalizm Marksizm ve İslam, terc. Agah Oktay Güner, Ankara 1975 Barthold, W., İslam Medeniyeti Tarihi, terc. M. Fuat Köprülü, TTK, Ankara 1963. Muhammed Esed, Yolların Ayrılış Hayreddin Karaman, İstanbul, 1965. Noktasında İslam, terc. Mekke’ye Giden Yol, terc. İ. Babulluoğlu, Yağmur yay., İst. 1967. Roger Garoudy, Sosyalizm ve İslamiyet, terc. Doğan Avcıoğlu, Yön Yay., İstanbul 1965. Hitti, K. Philip, Siyasi ve Kültürel İslam Tarihi, terc. Salih Tuğ, Boğaziçi yay., İstanbul 1980. Lewis, Bernard, İslam Devlet Müessese ve Telakkileri Üzerine Bozkır Ahalisi, İst. 1960. Tarihte Araplar, terc. H. Dursun Yıldız, İstanbul 1979. İstanbul ve Osmanlı Uygarlığı, İstanbul 1975. Osmanlı İmparatorluğ’nun İnhitatı Üzerine Düşünceler, İstanbul 1960. Welhausen, Julius, İslam’ın En Eski Tarihine Giriş, terc. F. Işıltan, Ankara 1960. Arap Devleti ve Sükutu, terc. F. Işıltan, Ankara 1963. 109 110 111 İrfan Yayınevi, İstanbul; terc. Mustafa Ateş. Din Bilimleri Yayınları, Konya; terc. İbrahim Ural. Çığır Yayınları, terc. Cemal Hüsameddin. IV. OTURUM MÜZAKERE Talip Özdeş Sempozyumla ve bu oturumda sunulan tebliğlerle ilgili olarak benim yapacağım değerlendirmeler eleştiriye değil katkı yapmaya yönelik olacaktır. Dünyada ve ülkede meydana gelen olaylar, siyasi, ekonomik, bilimsel ve sosyal gelişmeler, toplumların iç dinamikleri, fikir, sanat ve entelektüel faaliyetleri doğrudan veya dolaylı olarak etkilemektedir. Özellikle haberleşme araçlarında; televizyon, Internet ve telekomünikasyon alanlarındaki hızlı gelişmelerin, dünyamızı küçülterek ülkeler arasındaki her türlü ilişki ve alış-verişlerin gelişmesine ve bu bağlamda tercüme ve telif eserlerin artmasına yol açtığı bir vakıadır. Bir toplumda bilim, sanat ve düşünceye yönelik faaliyetlerin yoğunlaşması, bu faaliyetlerin gerek devlet politikaları tarafından, gerekse kamuoyu tarafından desteklenmesini gerekli kılar. Bu destekler, toplumun okumaya yönlendirilmesinde, entelektüel seviyenin yükselmesinde son derece önemli bir motivasyon unsurudur. Yine devlet politikaları ile kamuoyu desteği arasında doğrudan bir ilişkinin olduğunun, söz konusu desteğin halkın ekonomik gücü ile de yakından ilgili olduğunun altını çizmeliyiz. Özellikle darbe dönemleri, ne yazık ki ülkenin ekonomi, politika, hukuk, kültür, düşünce ve bilim alanlarında büyük gerilemelere neden olmaktadır. Ülkemizin her alanda gelişmesi ve aydın şahsiyetinin oluşumunda militarist zihniyet ve uygulamalar büyük bir handikap oluşturmaktadır. Örneğin 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle birlikte, gençliğin önemli bir kesiminde büyük bir başıboşluk, idealsizlik, gelecekten ümit kesme, hayata küsme, zevk ve eğlenceye dalma durumları ortaya çıkmıştır. Aynı şekilde 28 Şubat darbesiyle birlikte entelektüel faaliyetlerde ve toplumun İslâmî-millî yayınlara olan teveccühünde büyük bir düşme meydana gelmiş, kitap piyasası önemli bir kriz yaşamıştır. Bunu değişik vesilelerle kendileriyle görüşmekte olduğumuz yayınevi sahipleri ve kitap sektöründe çalışmakta olan insanlarımız itiraf etmektedir. Dolayısı ile her alanda olduğu gibi kitap ve yayın konusunda da ileri toplumlarla rekabet edebilmemiz için ülkemizdeki militarist zihniyet ve uygulamaların aşılması, demokrasi ve hürriyetlerin geliştirilmesi, hukuk zemininin oturtulması ve halkın alım gücünün artırılması gerekmektedir. Saygıdeğer tebliğcilerin sunumlarından çok şey istifade ettiğimizi söyleyebilirim. Kendilerine bu değerli sunumlarından dolayı teşekkür ederim. Sunumlarda kitapların Batıcı, solcu, milliyetçi ve İslâmcı olarak sınıflandırılması dikkat çekmektedir. Aslında bu sınıflama, Osmanlı Devleti’nin son döneminden itibaren günümüze kadar uzanan zaman diliminde yaşamakta olduğumuz problemlerimizle, fikrî ve felsefî yöne Prof. Dr. Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Kültürümüz ve Kitap Sempozyumu IV. Oturum Müzakere Metni * 233 limlerimizle yakından ilgilidir. Malum olduğu gibi o imparatorluğu çöküşten kurtarmak için fikir ve projeler ortaya konulmaya çalışılmış, bu bağlamda Batıcılık, Milliyetçilik ve İslamcılık eğilimleri öne çıkmıştır. Aydınlarımızın bu eğilimleri kendi kültür ve medeniyet havzalarında kalarak birbiriyle bütünleştirmesi, yerli kültür ve değerleri muhafaza ederken evrensel bir açılım gerçekleştirme noktasında bu eğilimleri birbiriyle çatıştırmadan özümseyip gerçekçi projeler oluşturmaları çözüm olabilirdi. Ancak ne yazık ki bu yapılamamış, ideolojik söylemler ve slogan kültürü öne çıkmış, söz konusu eğilimler her dönemde bir çatışma zemini oluşturacak şekilde karşı karşıya getirilerek toplumsal krizler yaratılmıştır. Çünkü Jön Türkler’den ve İttihat Terakkî’den beri bu krizlerden geçinen, onlar üzerinden politika yaparak saltanat peşinde koşan zümrelerin varlığı bir vakıadır. Bugün geldiğimiz noktada da benzer krizler yaşanmaktadır. Cumhuriyetin ilanından sonra ve özellikle tek parti döneminde devrimlerin ruhuna sahip bir gençlik yaratılmaya çalışılmış, gerek tercüme eserlerin ve gerekse telif eserlerin basımında devletin resmi yayın politikası bu doğrultuda olmuştur. 1960 ve sonrasında ise solculuk ve sosyalizm etrafında hatırı sayılır bir literatürün oluştuğuna şahit olmuşuzdur. Türkiye’de İmam-Hatip okullarının, İslam Enstitülerinin ve İlahiyat fakültelerinin açılması, okuma amacıyla İslâm ülkelerine gidilmesi, milli-İslâmî yayın faaliyetlerini teşvik etmiş, zaman içerisinde bu alanda önemli bir sektör oluşmuştur. Gençliği, kaybedilen kimlik bilincinin yeniden kazanılması; millî, manevi, tarihî ve kültürel değerlerle buluşulması yönünde kanalize eden, fikrî olarak motive eden Said Nursi, Necip Fazıl, Sezai Karakoç, Nurettin Topçu, Cemil Meriç, Erol Güngör, Osman Yüksel Serdengeçti gibi şahsiyetler öne çıkarılıp örnek gösterilmiştir. Bu kimselerin düşünür, edebiyatçı, felsefeci ve yazar kimliklerinin yanında, hepsinin aksiyon insanı olması ortak yönleridir. Yine İslâmî roman sahasında Şule Yüksel’in eserlerini ve Minyeli Abdullah’ı zikretmeden geçemeyeceğiz. Aslında bugün bu sempozyumda bu şahsiyetler üzerinde daha fazla durulması, onların değişik yönlerinin tanıtılması faydalı olabilirdi ama bunun yeterince yapıldığı söylenemez. 1979’dan sonra ülkemizde tercüme faaliyetlerinin ivme kazandığına şahit oluyoruz. Özellikle Seyyid Kutup, Muhammed Kutub, Mevdudi, Hasan el-Bennâ, Muhammed Gazâlî, Malcolm X gibi İslâm dünyasında popüler hale gelen şahsiyetlerin eserleri Türkçe’ye kazandırılmıştır. Daha sonraları İran devrimi de tercüme faaliyetlerini motive eden faktörlerden olmuştur. Tercüme faaliyetleriyle fikir dünyamıza intikal eden şeyler süzgeçten geçirilmeden alınmış, üzerlerinde yeterli analiz ve değerlendirmeler yapılmamıştır. Bu tercümeler İslam dünyasının çıkışlarını, tepkilerini, problemlerini, kavram ve düşünce tarzlarını ülkemize taşıyarak sonuçta toplumda farklı İslâmî anlayış ve akımların oluşumuna yol açmıştır. Çoğu defa sistemsiz, uzun vadeli plan ve projelerden yoksun olan bütün bu yayın faaliyetlerini, devletin resmi yayın politikaları karşısında mevcut şartlar içerisinde oluşan sivil bir çıkış 234 * Talip Özdeş ve yönelim olarak da değerlendirmek mümkündür. Bugün ülkemizde İslam dünyasından yapılan tercüme faaliyetlerinin oranında önemli bir düşüş görülmektedir. Özellikle ilahiyatçıların ve akademisyenlerin, dünyanın şartlarını dikkate aldığı kadar ülkemizin ve insanımızın şartlarını da dikkate alan telife yönelik özgün çalışmaları dikkat çekmekte ve bunlar gelecek için ümit vaat etmektedir. Özellikle 1997’den günümüze uzanan dönemde idealizm konusunda büyük bir erozyon yaşanmakta olduğu söylenebilir. Bugün geldiğimiz noktada, yaşanmakta olan fikrî ve ahlâkî dejenerasyonun sonucunda alkol ve uyuşturucu yaşı ilköğretim seviyesine kadar inerken, gençliğin önemli bir kesiminin bir dönemlerin fikrî ve felsefi altyapısının kurulmasında rol alan Necip Fazıl, Cemil Meriç vb. gibi önemli şahsiyetlerin eserlerinden haberdar olmadığı bir gerçektir. İnternet ve uydu dünyasının da kitap okuma eğiliminin azalmasında önemli bir faktör olduğunu söylemeliyiz. Bu trendin tersine döndürülmesinin önemine inanıyoruz. Yapılacak faaliyetler bu yönde olmalı, projeler geliştirilmeli, pratik çözümler önerilmelidir. Ancak verimli olmakla beraber bu sempozyumda söz konusu problemin nasıl çözülebileceği konusunda yoğunlaşma olmamıştır. İnşallah bunu takip edecek sempozyumlarda bu noktaya ağırlık verilir. Bu sempozyumun hayırlara vesile olması dileği ile tebliğlerini sunan arkadaşlara tekrar teşekkür eder, hepinizi saygıyla selamlarım. KLASİK TÜRK EDEBİYATINDA NASİHAT KİTAPLARI Mahmut Kaplan NASİHAT-NAME NEDİR? Önce nasihat kelimesinin an lamı üzerinde duralım: Nasihat, nush nedir? hadislerde yer verilen dinî bir tabir olarak nasihatin hayırhahlık yani hayrını ve iyiliğini istemek, bu sebeple hayrı ve iyiyi duyurup, hatırlatmak olduğunu anlayabiliriz ki, bu manayı dilimizde ifade eden en yakın kelimemiz öğüttür. Klasik Türk edebiyatında insanları iyiye, güzele ve doğruya yönlendirmek, topluma ve devlete yararlı; İslâmiyet’in erdemlerini şahsında yaşayan ve yaşatan iyi ahlaklı örnek insanlar yetiştirmek amacıyla tercüme ya da telif olarak yazılan manzum- mensur eserlere genel olarak nasihat-nâme, pend-nâme ya da öğüt-nâme adı verilmiştir. Bu adlandırma esas itibariyle bir öğüt dini olan İslâmiyet’in mesajıyla doğrudan ilişkilidir. Sözlük anlamı ,”öğüt, pend, va’z” olan nasihat kelimesi hadis kitaplarında “hayır-hâhlık” biçiminde tercüme edilmiştir.1 Bu noktadan hareketle, insanlara öğüt vererek doğru yolu göstermek ve böylece iyilikte bulunmak için yazılan eserlere nasihat-nâme diyebiliriz. Nasihat-nâmeler, genel ahlâk konusunda öğüt vermek amacıyla yazılabildiği gibi, dar anlamda, çeşitli meslek mensuplarını uyarmak, görgü kurallarını hatırlatmak için de yazılabilir. Çünkü bu türde eser yazmanın asıl amacı dinin,”iyiliği emretme, kötülükten sakındırma “ ilkesine uymaktır. Bu bakımdan nasihat-nâme türünün doğrudan Kur’ân ve Hadîs’ten kaynaklandığını söylemek mümkündür. Çünkü esas itibariyle İslâm bir öğüt dini; Hz. Muhammed ise söylediklerini önce kendisi yaşayan bir öğütçüdür. Kur’an-ı Kerîm’de, Al-i. İşte bu nâs için bir beyandır ve muttakîler için de bir hidâyettir, bir nasihattır. 2 “İmdi, onlardan döndü de dedi ki: "Ey kavmim! Ben Rabbimin risâletlerini muhakkak ki size ulaştırdım ve sizin için nasihatta bulundum. Artık kâfirler olan bir kavme karşı nasıl fazlaca mahzun olurum?"3,“Onlara kafi gelmedi mi ki, şüphesiz Biz senin üzerine kitabı indirdik, onlara karşı tilâvet olunmaktadır. Muhakkak ki, onda imân eden bir kavim için elbette bir rahmet ve bir nasihat vardır” 4, “Ve yâd et o vakti ki, Lokman, oğluna nasihat ederek ona demişti ki: "Allah'a şerik koşma, şüphe yok ki, şirk elbette pek büyük bir zulümdür."5, Prof. Dr. Celal Bayar Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bl. Öğretim Üyesi Riazü’s-Sâlihîn, C.II, Ankara 1976,s.23. 2 İmran Suresi:/138 3 A’raf Suresi:93 4 Ankebut:51. 5 Lokman suresi:13 1 Klasik Türk Edebiyatında Nasihat Kitapları * 237 “Rabbimin sözlerini size bildiriyor, öğüt veriyorum.”6, “Ben sizin için güvenilir bir öğütçüyüm.”7 gibi âyetlerle, "Eğer seni davet ederse icâbet et, senden nasihat taleb ederse ona nasihat et.”, Ebû Hüreyre (Radıyallâhu anh) den nakille:"Resulullah buyurdular ki: "Din nasihatten (hayırhahlıktan) ibarettir!" “Din nasihattir.”8 gibi hadisler medrese ya da tekke eğitimi görmüş şairler için yönlendirici bir amil olmuş, Arap ve İran edebiyatında yazılan eserlerin de öncülüğünde bu türde eserler kaleme alınmıştır. Klasik Türk Edebiyatında, önemli bir yer işgal eden mesnevilerde az veya çok öğütlere rastlamak mümkündür. Özellikle dinîtasavvufî muhtevalı mesnevilerde yer alan hikâyelerin vermek istediği dersler, öğütler halinde ifade edilir. Hatta bazı maceraların anlatıldığı mesnevilerle, tarihî kişilerin hayatim konu alan eserlerde de münasebet düşürülerek öğütlere yer verilir. Klasik Türk edebiyatında başlangıçtan itibaren manzum ya da mensur öğüt kitaplarının yazıldığı bilinmektedir. Mensur eserler birkaç yapraktan başlayarak büyük hacimlere ulaşabilmektedir. Manzum nasihat-namelere ise beş beyitli bir gazelden başlayarak binlerce beyitli mesnevilere ulaşabilmektedir. Nazmın kolay ezberlenebilmesi, kafiyeli sözlerin daha etkili olması sebebiyle şairler çocuklarına verecekleri öğütleri manzum olarak vermeyi tercih etmişlerdir. Nasihat-nameler hedef kitleye göre farklılık gösterir. Babalar çocuklarını eğitmek için bu türden eserler kaleme alırken tarikat şeyhleri müritlerini eğitmek için bu türe başvurmu şlardır. Yine medrese ehli de öğrencilerini eğitmek için nasihat kita pları yazmışlardır. Nasihat kitaplarının bir başka yazılış sebebi de halkı eğitmektir. Bu açıdan bakınca nasihat kitaplarının yaygın eğ itim aracı olarak uzun yüzyıllar hizmet verdiği söylenebilir. AYETLER: Ayetler, bu tür eserlerde öğütlere kaynaklık etmek, öğütlerin etkisini artırmak için referans olarak kullanılmıştır. Ayetler ya Arapça, ya meal, ya da telmih yoluyla bu eserlerde yer almıştır. İşte bazı örnekler: “Biz insanı en güzel şekilde yarattık.”9, “Andolsun ki biz insanoğullarını şerefli kıldık.”10, aytlerine Adnî’nin aşağıdaki beytinde telmih yapılmıştır: Seni fî ahseni takvîm ile tazîm itdi Geldi hakkuñda kelâm-ı ve le kad kerremnâ11 6 Kur’an-ı Kerîm,7/62. Kur’an-ı Kerim,7/68. 8 Riyâzü’s-Sâlihîn, C.II,s.224. 9 Kur’an, 95/4. 10 Kur’an, 18/70. 7 238 * Mahmut Kaplan Şu beyitte ise, “ Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir.”12 Ayetine telmih vardır: Seyyiâtuñ hasenâta kıla tebdîl ol an Tevbe-i abd ile lerzân olur arş-ı a’lâ13 “Namazı kıldıktan başka, Allah’ı ayakta iken, otururken, yan yatarken de anın.”14 Âyetinin bir bölümü şu beyitte iktibas edilmiştir: Fe’zkuru’llâhe kıyâmen ve kuûd emri Zikr vâcib oldugın her nefes eyler îmâ15 “Her insan ölümü tadacaktır.”16 Âyeti miştir: şu beyitte mealen veril- Kamu nefse iricek âkıbet mevt Revâ mı böyle gaflet olmadın fevt17 “Ey Muhammed! De ki : “Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”18 âyeti de aşağıdaki beyitte mealen verilmiştir. Bilenle bilmeyenler bir olur mı Bilürüz hîç işe tedbîr olur mı19 HADİSLER: Ayetlerde olduğu gibi bir çok hadis-i şerif de nasihat-nâmelerde aynen, mealen ya da telmihen karşımıza çıkmaktadır. Yine aynı şekilde amaç, öğütlerin etkili olmasıdır. Aşağıda bu hususla ilgili bazı örnekler verilecektir: “Alimin uykusu cahilin ibadetinden hayırlıdır.” hadisi: Nevm-i âlim yig ola câhilüñ ahyâsından Ne revâdur aña sa’y itmeyesin subh u mesâ20 şeklinde ifade edilmiştir. “Beşikten mezara kadar ilmi isteyin.”: Utlubu’l-ilmi mine’l-mehdi ile’l-lahd dahı Taleb-i ilmüñ ider saña vücûbın inhâ21 “Vatan sevgisi imandandır.”: 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 Adnî Receb Dede, Pend-nâme, 5b. Kur’an, 25/70. Adnî,a.g.e.5b. Kur’an,4/103. Adnî,a.g.e.5b. Kur’an, 3/185. Güvahî,a.g.e.s.202. Kur’an,39/9. Ahmed-i Daî, Vasiyyet-i Nûşirevân-ı Adil, s.300. Adnî,a.g.e.syk.2a. A.g.e.s.2a. Klasik Türk Edebiyatında Nasihat Kitapları * 239 Vatan sevgüsi şeksüz cândan olur Muhakkakdur ki hem îmândan olur22 “Olgun bir Müslüman elinden ve dilinden Müslümanların sâlim kaldığı kimsedir.”: Müslümân odur kim olup halîm Tura ‘halk elinden dilinden selîm23 “İlim Çin’de de olsa arayınız.”: Şu kim istedi buldı ilmi Çînde Bu gün oldur muhakkak ‘ilm içinde24 3. ATASÖZLERİ: Ayet ve hadîslerden sonra öğütlere atasözlerinin kaynaklık ettiği görülür. Toplumun tüzyıllar süren hayat tecrübelerinin ürünü olan atasözleri bu tür eserlerin en yaygın kaynaklarıdır.Bazı nasihat-nâmeler baştan sona atasözleri ile yazılmıştır. Buna Cemâlî’nin ve Güvâhî’nin eserlerini en çarpıcı örnekler olarak verebiliriz. Atasözleriyle yapılmış öğütlere birkaç örnek: “Çağrıldığın yere erinme, çağrılmadığın yere görünme”: Varup okunmaduguñ yire yendek Dimesinler sakın güç ile gökçek25 “Çalma elin kapısını, çalarlar kapını.”: Kapusın kakma ilüñtâ ki âhir Kakılmaya senüñ kapuñ da vâfir26 “Dost kara günde belli olur.”: Dimegil dost añakim safâda Yakın olup ırağ ola belâda27 “El için kuyu kazan , evvela kendi düşer.”: Büyükçe kaz kazarsan kimseye çâh Ki şâyed sen düşersin anda nâ-gâh28 22 23 24 25 26 27 28 Güvâhî,a.g.e.s.157. Cinânî, Cilâu’l-Kulûb, Adnan Ötüken İl Halk Ktp.(Cebeci), T.Y.61,yk.51. Ahmed-i Dâî,a.g.e.s.300. Güvâhî,a.g.e.s.196. A.g.e.s.204. A.g.e.s.198. A.g.e.s.204. 240 * Mahmut Kaplan NİÇİN NASİHAT-NAME YAZILIR? Bu soruya, Hayriiye’den aldığımız beyitler bütün nasihat-nâme şairleri adına cevap sayılabilir: Genellikle babanın nefesi evladına tesir eder: Lik o ma'naya ki enfas-ı peder Eyler evladına te'sîr-i diğer Kulağına küpe, aklına sermaye olsun diye gönül madeninden nice taze inciler çıkarıp nazım ipliğine dizdim ki kıyamete kadar feyzi, bereketi devam etsin: İtmek içün sana avîze-i güş Olmağ içün sana sermaye-i huş Çıkarup ma'den-i dilden yek-ser Rişte-i nazma çeküp taze güher Ta-be-mahşer ola feyzi carî Hem sana hem ola gayre sarî Sen de bu nimetlerden, babamın yadigarıdır diye yiyip beni bir hayır dua ile anıp ruhumu şad edesin: Sen dahi ta bu ni'amdan yiyesin Yadigar-ı pederümdür diyesin Ruhumı nutkun ile şad idesin Bir du’a ile beni yad idesin MANZUM NASİHAT-NÂMELERDE YER ALAN KONULAR Başlangıçtan itibaren edebiyatımızda önemli bir tür olarak ortaya çıkıp varlığını sürdüren nasihat-nâmelerde, yazıldıkları dönemin ihtiyaçları, sorunları ve amaçları doğrultusunda, hemen her türlü konuya yer verilmiştir. Genel anlamda birer ahlâk kitabı olan nasihatnâmelerde ahlâkın felsefesini yapmak yerine doğrudan yapılması istenen davranışlar övülmüş, tavsiye edilmiş; kaçınılması gereken, birey Klasik Türk Edebiyatında Nasihat Kitapları * 241 veya toplum açısından zararlı görülen davranışlar ise yerilmiş ve sakındırma yolunda öğütlere yer verilmiştir. Türk düşünce tarihi açısından da önemli birer belge durumundaki bu tür eserler incelendiğinde asırlara göre değişen anlayışlar, yaşama biçimleri daha rahat izlenebilecektir. İşledikleri konuları şu ana başlıklar altında tasnif etmek mümkündür: a. Görgü kuralları: Azmi’nin başka şairlere de isnad edilen manzumesi. b. Dinî tasavvufî hususlarla ilgili öğütler, ibadet, zikir, haram ve helal konusundaki tavsiyeler: Dede Ömer Rûşenî, İbrahim Gülşenî, Refiî, Zarifî Pend-nâme vd… c. Meslek zümrelerine yönelik nasihatler: Safî’nin Gülşen-i Pend. d. İlimlerle ilgili nasihatler, din ve fen ilimleri ile batıl ilimler: İshak Tokadî, nazmu’l-İlim, Nidaî: Menafiu’n-Nâs, Muhyî Tıbla ilgili nasihat-nâmesi. e. Devrin yöneticilerine eleştiri ve ikaz hususunda öğütler: Konyalı Üveysî, Kadı-zâde Mustafa İlmî, Said Efendi… f. Sosyal muhtevalı nasihatler: Geyveli Güvahî Pend-âme, Nâbî, Hayriyye, Sünbül-zâde Vehbî Lutfiyye. g. Çocuk eğitimi konusunda öğütler:Vasiyyet-i Nûşirevan-ı Âdil, Hayriyye, Lutfiyye, Emirî Çelebi’nin nasihat-namesi… Nasihat-namelerin çoğunlukla bir kişinin sesi, düşüncesi ve siyasi görüşünü yansıttığı söylenebilir. Nasihat-nameler, birer polemik hatta kimi zaman da protesto manzumesi olarak karşımıza çıkabilir. İlmî ve Veysî’nin manzumeleri böyledir. Her iki manzume de ağır eleştiri dozuyla dikkat çeker. Nasihat-nâmeleri Mensur ve manzum olarak ikiye ayırmak mümkündür. Mensur nasihat kitaplarına şu örnekleri verebiliriz: Hicri 9. yy.da yetişen Şeyh Abdülmecid bin Nasûh Halevetî’nin Riyâzu’n-nâsihîn’i, Tarihçi Ali‘nin Bahr-ı nesâyih’i, Mehmed bin Necib Karahisarî’nin Cevâhirü’l-Mevâiz ve’l-Âsâr ve Zevâhirü’nNesâyih ve’l-Âsâr’ı, İstanbulî Kâtib Ahmed Efendi-zâde Ali Efendi’nin Hulâsayu’n-nesâyih li-Erbâbi’l-Mesâlih’i, Cafer Efendi tarafından 1005 hicri yılında Sana valisi Hasan Paşa adına yazılan Zübdetü’n nesâyih Li-Erbâbi’l-Mesâlih’i, örnek olarak zikredebiliriz. Bu saydıklarımız doğrudan nasihat adı ile yazılan eserlerdir. Ancak ahlak ve vaaz konusunda yazılan bütün dinî kitaplar bu türe girer. Bu türde yazılmış pek çok eser vardır. Bunlara Gazzali’nin Kimya ve İhyasını, Eyyühel Veledini, Kabus-name, Sadi’nin Bostan ve Gülistanını, Cami’nin Baharistan ve diğer eserlerinin tercüme ve şerhlerini de ilave edebiliriz. Ancak biz manzum nasihat-nameler üzerinde çalıştığımızdan bu tür eserlerle ilgili konuşmak istiyoruz. 242 * Mahmut Kaplan Manzum nasihat-nâme türü edebiyatımızda başlıca telif ve tercüme olmak üzere iki kol halinde gelişmiştir. Tercüme yoluyla yazılan eserlerin başında İran şairi Feridüddin Attar'm Pend-nâme'sinin çevirileri gelmektedir. Bu eser XV. yüz yıldan itibaren tercüme edilmeye başlanmıştır. Edebiyatımızda, Pend-nâme çevirilerinden tespit edebildiklerimizi şöyle sıralayabiliriz: Abdurrahîm adlı bir şairin 865 (1447) de yapüğı manzum çeviri. Terceme-i Pend-i Attar adını taşıyan bu eser oldukça genişletilmiş bir Pend-i Attar çevirisidir. Mesnevi şekliyle yazılan bu eserin bazı kısımları suya maruz kaldığından okunamayacak durumdadır. XVI. yüzyılda Pend-i Attar çevirilerinin birdenbire çoğalmasına dikkat çeken Prof Dr. Hasibe Mazıoğlu, Nizamî, Emre, Za'ifî, Şemsi ve Sabayî gibi şairlerin tercümeleri bulunduğunu ifade etmektedir. Bu çeviriler arasında bilhassa Emre'ye ait olan mesnevinin çok tanındığını belirten Mazioğlu, bu eserin yanlışlıkla, Emrî, Said, Cevrî ve Makâlî gibi şairlere mal edildiğini tesbit etmiştir. Ayrıca Süleymaniye Kütüphanesinde Şemseddin-i Sivasî'ye ait gösterilen bir Pend-nâme çevirisinin de Emere'ye ait olduğu anlaşılmaktadır. Madem oturumumuz çocuk edebiyatına dair bildirilerin sunulmasına ayrıldı, biz de çocuk muhatap alınarak yazılan nasihat-nâmeler hakkında konuşalım. Edebiyatımızda çocuk muhatap alınarak yazılan ilk manzume Ahmed-i Daî’nin Vasiyyet-i Nûşirevân-ı Adil Bepüsereş’tir. 115 beyit olan bu manzume her ne kadar tercüme olarak ifade ediliyorsa da manzumenin ne kadarının tercüme olduğu açık değildir. Şair, baştan sona cinaslarla kurduğu manzumesinde yetişmekte olan genç Hürmüz’e üstleneceği padişahlık görevinde başarılı olabilmesi için Nuşirevan’ın ağzından öğütler verir. Adaletle dünyayı bir güvenli yer haline getirmesini söyler. Bu mesneviden bazı beyitler sunmak istiyorum: Gel iy hikmet nasîhat işidenler Nasîhat hikmetiyle iş idenler (b.1) Eyü ad iste sen olma bilüsüz Cihânda olmasun aduñ belüsüz (b.9) Sana benden baña hak’dan emânet Cihânı adl ile dârü’l-emân et (b.19) Klasik Türk Edebiyatında Nasihat Kitapları * 243 İkinci bir eser 15. yüzyılda Farsça’dan Türkçeye manzum olarak yapılan Kabus-nâme tercümesi Bedr-i Dilşâd’ın Murad-nâme29 adlı mesnevisidir. Oldukça hacimli olan bu eserde çocuk eğitimine ayrılan bölümden bazı örnekler sunmak istiyorum. Çünkü bu gün de geçerli olabilecek öğütleri içermektedir: Bedr-i Dilşâd anne babaları, doğan çocuğun cinsiyeti konusunda yararak söze başlar: Allah ne verirse şükredin, günaha girmeyin, hemen ona güzel bir isim verin, çünkü o isminin etkisinde kalabilir der: Ogul kız ne kim vire ol Pâdişâh Yirinme kazanmagıl ulu günah Aña evvelâ bir eyü ad ko Ki ol ismüñ ola mesemmâsı o (Murad-nâme, s.863) Pes añla ki vâcib buyımış ki er Ogula kıza ad koya mu’teber (s.865) Çocuğa uygun bir isim verildikten sonra onun sütanneye verilmesi ve eğitimi süreci başlar. Bedr-i Dilşâd eğitimin üç yaşında başlamasını tavsiye eder: Eger ercügez toga üç yaşına Girincek ki aklı gele başına Anı mektebe vir okısun kitâb Ki andan bula cennete feth-i bâb (s.865) Belli bir yaşa gelen çocuğun aile tarafından bir meslek edilmesi gereğini ise şu beyitle ifade eder: Büyüyinceğez pîşever eyleseñ Olur kim tola akçasıyla keseñ (s.865) Gerekdür ki ilm ü edeb örgene Yazup okımaga taleb örgene 29 (s.866) Bedr-i Dilşad’ın Murad-nâmesi, haz. Adem Ceyhan, İst.1997(iki cilt) 244 * Mahmut Kaplan Eğitimin önemini şu rubai ile dile getirir: Âdem ki terbiyetsüz ola gey pelîd olur Her kim ki terbiyet bula ol Bu Saîd olur Kadr ü berât gicesi günleri ‘id olur Zîreklerüñ işinde belâdan ba’îd olur. (s.867) İlim öğrenmek kadın erkek her Müslüman’a farzdır, hadisi şairin dilinden şöyle ifade edilir: Ki ilm istemek anlar iseñ ‘azîz Dahı sözi sözden iderseñ temîz Hem irkege hem dişiye farzdur Resûlüñ sözi uş saña ‘arzdur (s.873) 17. yüzyılın sonu ile 18. yüzyılın başlarında yaşayan Urfalı Nâbî, oğlu Ebulhayr Mehmed Çelebi için Hayri-nâme adlı nasihat kitabını kaleme alır. Nâbî olgun denebilecek yaşta yazdığı bu mesnevide tecrübesinin bütün bilgeliğiyle Osmanlı devleti kurumlarını eleştiriden geçirir. Görünüşte Ebulhayr’a seslenirken aslında çağının gençlerine ve yöneticilerine hitap etmektedir. Kurumlar çürümüş, makamlar rüşvetle alınır verilir olmuş, paşalar, kadılar rüşvete dalmış, vatandaşın vergi yükünden beli bükülmüştür. İstanbul ilim-irfan yeridir. Nâbî Ebulhayr’a ibadetlerini eda etmesini telkin ettikten sonra ilim öğrenmesinin önemini anlatır: Sa’y kıl ilm-i şerîfe şeb ü rûz Kalma hayvan-sıfat ol ilm-âmûz (b.285) Kapısı, Allah resulünün damadı olan şehre ulaşmaya çalış der. Bu da şairin nasıl bir ilim tavsiye ettiğinin ifadesidir. Bulagör eyle medineye vüsûl Ki kapusı ola dâmâd-ı Resûl (b.293) Klasik Türk Edebiyatında Nasihat Kitapları * 245 Nâbî, halka satılacak ilme heves etmenin doğru olmadığını, Allah katında işe yarayacak ilme çalışmasını söyler: İtme halka satacak ilme heves Eyleme bî-hûde tazyi’-i nefes (b.329) Şair, oğlunu batıl bilgilerle uğraşmaktan sakındırırken tıp ilminin önemi konusunda uyarır: Mü’mine farzdur eyâ rûh-ı revân İlm-i ebdân ile ilm-i edyân (b.1548) Nâbî, gerçekçi bir anlatımla paşalık kurumunun yozlaşmasını anlatır. Paşalar iyi niyyetli olsalar bile kurulu çark içinde öğütülüp gitmektedirler. Bulundukları makamlar istikrarsızdır, massrafları çok ancak gelirleri bunu karşılamaktan uzaktır. Paşalık gereği birçok hizmetkâr ve işçi çalıştırmaları gerekmektedir. Bunların geçimlerini o sağlamakla yükümlüdür. Masrafı çıkarmak için ya vergi salacak ya da rüşvete başvuracaktır. Zaten makamı elde etmek için bir hayli bedel ödemiştir. Olan yönetici vali olarak atandıkları ilin halkına olur. Nâbî, gözlem ve tecrübelerine dayanarak kadıların ve mahkemenin içine düştüğü yozlaşmayı içi sızlayarak anlatır. Kadıların şeriat mahkemesini dükkana çevirdiklerinden yakınır. Kadılar hak etmeden atandıklarından her türlü yolsuzluğa kapı aralamaktan çekinmemektedirler. Kadıları karikatürize etmekten çekinmez Nâbî. Nâbî nasıl bir genç istiyordu sorusunun cevabı şöyle verilebilir: İyi eğitilmiş, Arapça Farsça bilen, dinî ilimleri ibadetleri yapacak kadar bilen, batıl bilgilerden sakınan, elinden geldiğince resmi görevler almak istemeyen ancak memuriyete niyet ederse divan katipliği ile yetinen, şiirden, musikîden anlayan, ancak musikî zevkini evinin dışında tatmin eden, komşularına saygılı, başkalarını incitmeyen, hiciv ve mizahtan sakınan, dervişlere sevgiyle yaklaşan ancak şarlatanlara karşı uyanık duran, mürşid olarak kitabı tercih eden, özellikle Füsusu’lHikem ve Futuhat-ı Mekiyye kitaplarını okuyan bir tiptir. Sünbül-zâde Vehbî ve Lutfiyye’si: 18. yüzyıl şairlerinden olan sünbül-zâde Vehbî, Nâbî’nin hayriyye adlı mesnevisine nazire olarak oğlu Lutfullah için 1205/1791 yılında Lutfiyyeyi bir haftada yazarak oğluna hediye etmiştir. Bu sırada Lutfullah 24 yaşındadır. Ancak Nabî, Hayriyyeyi yazdığı sırada Ebulhayr henüz yedi yaşındadır. Bu mesnevide, “devrin yaşayışının getirdiği sıkıntıları aksettiren beyitlere sıkça 246 * Mahmut Kaplan rastlanır. Vehbî, eserin bütününde oğlunun rahatını düşünmüş, sıkıntıya girmemesini tavsiye etmiştir.”30 Sünbül-zâde Vehbî de ilim konusunda nabî ile hemfikirdi. Oğlunun ilim öğrenmesini ister. Tavsiye ettiği ilim şerefli sıfatı ile nitelediği dinî ilimlerdir. Örnek olarak Hz. Adem’in isimleri bilip meleklerin önüne geçmesi hadisesini sunar, alimlerin peygamberlerin varisi olduğuna dair hadisi hatırlatır: İlm ü irfân sebeb-i rif’atdür Âlim olmak ne büyük devletdür İlmin izhâr idince Âdem Oldı bi’l-cümle melâ’ik mülzem Enbiyâ vârisi olmış ulemâ Añla kim bu ne verâset ne gınâ (b.44-46) Sanma kim râh-ı şerî’at başka Meslek-i ehl-i tarîkat başka (b.208) En salim yol, kitap ve sünnet yoludur. Şair, Lutfullah’ı bu yoldan ayrılmaması hususunda uyarır. Var iken râh-ı kitâb ü sünnet Eyleme gayrı tarîka bey’at (b.242) Sünbül-zâde de Nâbî gibi oğlunu bestekarlıktan, musiki ile uğraşmaktan alıkoymaya çalışır. Başka yerde dinle ama sazende ve hanendeleri evine getirme der: Gayrı yerde bulıcak gûş eyle Gam-ı ferdâyı ferâmûş eyle (b.268) Edebiyât ile târîh ü siyer Sîret-i ehl-i edebdür yek-ser 30 Beyzadeoğlu, Lutfiyye, s.34. (b.275) Klasik Türk Edebiyatında Nasihat Kitapları * 247 Sözü önce iyice düşün sonra söyle: Eyle evvel sözüñi endîşe Soñradan düşmeyesin teşvîşe (b.389) Bilinmedik kelime ve terimlerle konuşmayı alaya alır Vehbî. Böylelerin kaş eğerek, göz süzerek yüzlerine çeşitli biçimler verip konuşanları, söz arasına bolca Arapça, Farsça terkipler katanları alaya alır: Gözini kaşını bir hoş süzerek Oynadup başını ağzın büzerek Istılah üzre tekellüm eyler Bakup etrafa tebessüm eyler (b.398-399) … Cûş ider sanki yem-i irfânı Istılâhata boğar yârânı Gösterür kendüyi kâmûs-ı lugat Söyleyüp nice Arabca kelimât (b.402-403) İder elfâz-ı garîbe âheng Sanasın Vankulıdur yâ Ferheng (b.406) İpekli kumaş giyinmek marifet değil, kabiliyetin varsa Makamat-ı Harîrî gibi bir eser yaz: Mâye-i fahr olamaz sevb-i harîr Yaz belâgatle Harîrîye nazîr (b.489) Asıl elbise edeb, haya elbisesidir ki insanın kusurlarını örter: Setri der aybını insânuñ hep Ne güzel câme imiş sevb-i edeb (b.493) 248 * Mahmut Kaplan Anne babaya Kur’anî saygıyı salık verir: Öf deme başuña ursa farazâ Da’imâ eyleyegör celb-i rızâ Var imiş cennet-i a’lâ yirde Ya’nî taht-ı kadem-i mâderde Bilesin ed’iye-i ümm ü ebi Oldı mânende-i da’vât-ı Nebî (b.542-544) Vakıf malı yememek ve bu teşkilata görev almamak konusunda oğlunu ciddiyetle uyarır, onların yeri cehennemdir der: Anlaruñ ekseridür hâne-harâb Mülk-i ukbâda olur vakf-ı azâb (b.720) Ev idaresinde gelir giderin denkliğine dikkati çeker Nabî gibi. Ev idare edecek büyüklükte olmalı. Çok geniş daireler sıkıntı sebebi olur: Dâ’iren olsa büyük haddüñden Bil ihâta idemezsin anı sen (b.962) Masrafuñ uyduragör îrâde Tâ ki gamdan olasın âzâde (b.966) Tütün içmek ve kahvehanelere gitmek hiç de iyi karşılanmaz, şöyle der şair: İtme kalyan gibi dâ’im galeyân İşini eyleme âlemde dumân Kahvehâne bucağında kokma Öyle süfli yere başın sokma Kahvelere gidenlerin tasviri: (b.b.1114-1115) Klasik Türk Edebiyatında Nasihat Kitapları * 249 Anlaruñ ekseri âvâre olur Sakalı sarı dişi kare olur (b.1120) Vehbi, oğluna İhya-yı Ulumüddin ile ahlak-ı alaî kitaplarını tavsiye eder. SONUÇ: Nasihat kitapları bir devrin yaygın eğitim ihtiyacını karşılamış, çeşitli zümrelerin bir nevi hizmet içi eğitim malzemesi olmuştur. Bunun yanında yazıldıkları dönemin sosyal ve kültürel hayatına ayna tutmuş, ülke yönetiminin içine düştüğü sıkıntı ve buhranları günümüze birer belge olarak taşımış eserlerdir. Bu eserlerden devrin düşünce yapısını alışkanlıklarını, toplumu içten içe kemiren hastalıkları görmek imkânını elde edebiliyoruz. Aslında öğütler ihtiyaç duyulan hususları, toplumsal yaraları ele veren şifreler görünümündedir. Başlangıçtan 20. yüzyıla kadar pek çok nasihat kitabı yazılmıştır. Elbette amaç marufu emretmek münkeri nehy etmektir. Bunu yaparken de bize maziyi gösteren bir ayna sunmaktadır. Bu eserlerin incelenip gün ışığına çıkarılması geçmişimiz daha sağlıklı değerlendirmemizi sağlayacak, gelecekte aynı yanlışları tekrarlama riskinden bizi kurtaracaktır. Özellikle İktisatçıların, sosyologların ve düşünce ve siyaset tarihi ile uğraşan bilim adamlarının nasihat kitaplarından öğrenecekleri çok şey olduğu söylenebilir. Çünkü tekrar ediyorum bu eserler yaşadıkları çağın zihniyet dünyalarına tutulan aynalardır. Sözü daha fazla uzatmadan Ahmed-i Daî’nin 15. yüzyıldan günümüze ulaşan mısralarına kulak verelim: Za’îf olanlaruñ göñli kavîdür Sakın yıkma göñül Tanrı evidür Bağışla suçları afvet günâhı Ki tâ bağışlaya senden İlahı (b.110-111) Bir de Sivaslı Ahmed Sûzî’nin dua beyti ile hatm-ı kelam edelim: Du’âyile bizi bir kez eden yâd Hudâ eyleye dâreynde anı şâd 250 * Mahmut Kaplan MUALLİM FEYZİ’den HİTAB-I MÜELLİF BE-FERZEND-İ HİŞ Ey gül-bün-i gül-şen-i cevânî Nev-bâve-i bâġ-ı zindegânî Ey dîde-i cânımın ziyâsı Ey kalb-i hazînimin safâsı Sinnin sekizi tecâvüz etti Lehv ü lu’bun zamânı gitti Şimden geri ey vâlid-i erşed Eglence sana kalemle kâğad Etfâl ile seyrgâha gitme Artık büyüydün çocukluk etme Sen ilm ile ser-bülend olursun Dâreyni de ilm ile bulursun ÇOCUK EDEBİYATININ SOSYOLOJİK BAĞLAMI Mustafa Aldı Eğitimle, çocukla, çocuklukla ya da genel olarak insanlık durumuyla ilgili yeni tanımlar, kategoriler; nesnelere, süreçlere yeni adlar (göstergeler) bulma zorunluluğu yirminci yüzyılda pek çok yeni göstergenin düşün dünyasına, yazın dünyasına girerek yerleşip kökleşmesini sağlamıştır. Edebiyat kavramı da açılıma uğrayarak/uğratılarak çocuklarla ilgili yazın türünü de içermeye başlamıştır 1- Çocuk Kavramında Yaşanan Değişmeler Çocuk edebiyatı kavramı genellikle çocuklar için yazılan metinlerin oluşturduğu bütünün adı olarak kullanılır. Kimi durumlarda ise çocuklarında okuyabildiği eserler için de kullanılır. Hatta kimi durumlarda en iyi ihtimalle pejoratif imlemeler taşıyan bir deyim olarak kullanıldığı zamanlarda olmuştur. Bunun kuşkusuz bir yanıyla, edebiyat niteliğini yitiren pratiğini kalitesine yönelik eleştirel bir yaklaşıma eşlik etmesi kadar, çocuk edebiyatı pratiği ortaya koymanın zorluklarına işaret eden bir ortaya koyuş zorluğuna eşlik ettiğini, daha kötü bağlamlarda ise hiçbir şekilde çocuklar için edebiyatın olamayacağına dair önyargılı bir aşağılamaya eşlik ettiğini söyleyebiliriz. Kavramın kullanımındaki bütün bu bağlamsal çeşitliliğe rağmen, çocuklar için edebiyatın durumuna dair, bir edebiyat sosyolojisinin yeterince yapılmamış olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Oysa çocuk edebiyatı günümüzde yayın dünyasının neredeyse bütün etkinlik kollarını kapsayan bir gerçek haline gelmiştir. Sadece okulların değil alternatif eğitim faaliyetlerinin de en azından belli bir edebiyat belleği üstüne konumlanışını da göz önünde bulundurduğumuzda, bugün Türkiye’de çocuk kitaplarının ulaşmadığı hiçbir eğitsel ortam kalmamış olduğunu söyleyebiliriz. Bu düzeyde bir ilgi ve algı ağının kendisinin ekonomik, sosyal, siyasi ve kültürel etkileri önemli bir sosyolojik ilgiyi hak etmektedir. Bununla birlikte başta edebiyat sosyolojisi ve eğitim sosyolojisi olmak üzere, din sosyolojisi, modernleşme ve küreselleşme, ideolojik göndermeleri analiz boyutları itibariyle hiçbir sosyolojik değerlendirmenin göz ardı edemeyeceği kadar çeşitlilik arz eden çocuk edebiyatı, Türkiye’de şu ana kadar hak ettiği sosyolojik ilgiyi görmüş değildir. Bu yazının sınırları içinde bu hakkı yeterince verebileceğimizi iddia etmiyoruz, ancak çocuklar için edebiyatın bütün bu alanlardaki sosyolojik bağlamını ortaya koymaya çalışacağız. Bunu yaparken, özne çocukluk ideali ile nesne çocukluk kavramının çatışma koşullarını da irdelemek gerekiyor. Bu bağlamda da bir yandan özne çocuk idealinin biçimlendirdiği idealinin içerdiği evrensellik ve bütünsellik iddiasıyla mevcut halin omurgasını teşkil eden araçsal ve nesne çocuk kavramının bazı kullanımları arasındaki doğal uyuşmazlık söz konusuyken, bir yanda da evrenselli Eğitimci Yazar Çocuk Kitaplarının Sosyolojik Bağlamı * 253 ğin günümüzdeki genel geçer pratiği içerisinde batılılaşmadan küreselleşmeye uzanan bir çizgide, nesneleşme sorununun gerçekliği söz konusudur. Dolayısıyla evrensellik sorunu çocuk edebiyatı alanının da diğer alanlar gibi iktidar alanları üretmeye meyyal doğasıyla yakından ilgilidir. Bu yüzyılda çocukların toplumsal hayatta ayrı bir yer edinmesinde bireye tanınan önemle birlikte kişiliğe ve kişiliğin farklı süreçlerine yönelik psikolojik gelişmelerin de etkisi olmuştur. Bu konuda özellikle Montessori,Pestolozzi gibi eğitimcilerle Freud gibi psikiyatristlerin ve özellikle de Piaget’in çalışmaları çocuğun kendine özgü bir dünyasının olduğunu ,çocuğun çevresini ve gerçeği algılama ve değerlendirmekte yetişkinlerden farklı duygusal ve bilişsel yaklaşımlar kullandığını göstermiştir.Çocuk ve yetişkinin dünyayı farklı algıladığı hatta çocukların kendilerini ve çevrelerini algılama biçimlerinin çocukluk çağının kendi içinde dönem dönem farklılaştığı görülmektedir.Örneğin çocuk edebiyatında hayvanların doğal ortamın ,gök cisimlerinin çok fazla yer tutması çocukluğun bu kendine özgü yapısından kaynaklanmaktadır.Çocukların gerçeği algılamalarında canlılık özelliğini yitiren en son nesne Ay’dır.Bundan dolayı dünya çocuk edebiyatında Ay dede imgesi yaygındır. Çocukların kendine has bu yapıları çocuklara yönelik etkinliklerin çocuklarca da anlaşılması bakımından önemlidir. Bundan dolayı çeşitli dönemlerde Anton Çehov’dan Yaşar Kemal’e kimi sanatçıların ileri sürdüğü “çocuk edebiyatı yoktur. Edebiyat vardır.O da herkes içindir” yargısı yanlış en azından eksik bir görüştür.Bir sanat yapıtının farklı anlaşılabilmesi özellikle postmodern edebiyat kuramının ,yorumlama odaklı alılmama estetiğinin üzerinde çok fazla durduğu bir konudur.Ancak bireylerin bir sanat yapıtını farklı yorumlamasıyla çocukların yaşları gereği ,gerçeği algılamadaki özellikleri birbirinden farklı şeylerdir.Dolayısıyla bir sanat yapıtını tam anlamıyla , yani bilişsel ve duyuşsal boyutları ile birlikte çocuklara ulaştırabilmek için , onun dünyasını bilmek gerekir.İşte bu farklılıklar temelinde edebiyat anlayışları arasında özellikle çocukların özelliklerinin gözetip onlara yönelen çocuk edebiyatı genel olarak çocukların yarattığı sanatsal ürünler dışında bir alan olarak belirginleşmiştir Türkiye’de edebiyat sosyolojisi çalışmaları kısmi bir ilerleme kaydetmiştir.Bu çalışmalar içinde çocuk edebiyatının sosyolojik bir bakış açısı ile inceleyen çalışmalar ise yok denecek kadar azdır.(Coşkun;2006, 405414,Alver, 2004a-2004b)Bu durumun nedenleri arasında çocuklar için edebiyat düşüncesinin uzun yıllar edebiyat alanının dışında değerlendirilmiş olmasının tesiri büyüktür.Batı dünyasında genel sosyolojinin krizinden bahsedildiği ,meşruiyetinin sorgulandığı ciddi var oluşsal problemlerle yüz yüze geldiği, hatta sosyologlar cephesinde “What Happened to Sociology?”(Sosyolojiye Ne Oldu?) dedirtecek gelişmelerin yaşandığı bir zamanda çocuk edebiyatının sosyolojik bağlamına eğilmek bizatihi önem arz etmektedir.Çocuğun yetişkinden farklı bir özne olarak ele alınması uygarlık tarihinde çok yakın bir geçmişe dayanır.Ama bu çocuk kavramının geçmiş uygarlıklarda olmadığı anlamına gelmez.Toplumsal hayatta 254 * Mustafa Aldı çocuğun yeri incelenirken eski yüzyıllarda çocuklara genel olarak büyümemiş yetişkin olarak bakıldığı hatırlandığında ayrı bir çocuk giysisi ,ayrı bir çocuk sanatı gibi kavramsallaştırmaların olmadığı hatırlanabilir. (Tanpınar, 2004,100) Çocuğun ayrı bir kişiliğinin olmadığı sanayi kapitalizminin ilk geliştiği ülkelerde çocuk işçiliği ve çocuk sömürüsünün artık değerin üretiminde çok önemli bir rol oynamış olmasını hatırlamak bile yeter.Kapitalist sömürü düzenekleri dışında diğer faktörlerin güçlenmesi ile birlikte çocuk duyarlılığı güçlenmiş ve yirminci yüzyılda çocuklar için sanat kapsamında çocuklar için edebiyat anlayışının da alt kültür unsuru olmaktan çıkarak yaygınlık kazandığı görülür. 2-Çocuk Edebiyatının Sosyolojik İmkânı Çocuk edebiyatının sosyolojik bağlamda gelişim sürecini doğru olarak anlayabilmek ,bu edebiyatın oluştuğu toplumsal ihtiyaçlar evreninin anlamakla mümkün olur.Bu ihtiyaçlar evreninin kavranması sürecinde gerek yazarların bu alana yönelişlerinin gerekse kaleme aldıkları eserlerin sadece iç okumalarının yapılması ile elde edilebilecek bir sonuç değildir. Dolayısı ile Saussure’un Genel Dilbilim Dersleri’nde yaptığı dış dilbilim, iç dilbilim olarak yaptığı ayrımdan hareket etmek yolumuzun nerelere uğraması gerektiği hususunda bizi donanımlı kılacaktır.Saussure, konu olarak dili ele alıp, her biri başka dallarca incelenebilen coğrafi,tarihsel,kültürel koşullardan bağımsız bir biçimde gelişebilen bir iç dilbilim olabileceğinden hareket ederek kendi kuramını temellendirmişti. 60’lı yıllardan itibaren Fransa’da geçerli olan göstergebilim çalışmaları yapıtları tarihsel bağlam odaklı olarak okumanın indirgemecilik olduğu yaklaşımından hareket etmektedirler.Yapıtları salt kendi içinde ele alan bütün çalışmalar iç inceleme olarak anılabilir.Dış inceleme ise yapıtlarla birlikte bunları üretenlerin ortaya çıktığı ekonomik ve toplumsal değişmelerden hareket eder.Bu yaklaşım günümüz eleştiri dünyasında hor görülen bir yaklaşım olsa da çocuk edebiyatının toplumsal uzam içinde bir alt uzam olduğu hatırlandığında hem edebi gerçeklik hem de toplumsal gerçeklik hakkında önemli açılımlar sunar. Toplumsal bağlam, yazınsal gerçeklik, yapıtlar uzamı, yapıtlar arasındaki ilişkiler,türlerin hiyerarşisini sunar. Yazınsal alanla toplumsal gerçekliğin iç içe geçmesi bu alanın sosyal bağlamının da göz önünde bulundurulmasını zorunlu kılar. (Bourdieu,2006;99) Çocuk edebiyatı esasen, büyük ölçüde Tanzimat sonrasında yaşanan Batılılaşma programının uygulanmaya başlandığı 1839 yılından ve bilhassa Meşrutiyet yıllarından itibaren Batılılaşmanın uygulamaya konulmasıyla günümüzdeki karşılığını bulan bir deyim haline gelmiştir. (Erdoğan, 2006,79) Çocuklar için süreli yayınlarla başlayan bu alandan beklentilerini önceliği, eğitim-öğretim faaliyetlerinde yeni değerlerin kazandırılmasıydı. Yapılaşma ve çocuğa bakışları itibariyle yetersiz donanımlarla, el yordamıyla ortaya konulan bu eserlerin “çocuklar için edebiyat” kavramına hiçbir katkıda bulunmadığı söylenemez (Oğuzkan, 2001, Güleç-Geçgel, 2005) Edebiyatımızda çocukla ilgili ilk eserler arasında Nabi (1642-1712)’nin oğluna öğütler vermek amacıy- Çocuk Kitaplarının Sosyolojik Bağlamı * 255 la kaleme aldığı “Hayriyye” ve yine Divan şairlerinden Sümbülzâde Vehbi (1718-1809)’nin oğluna ahlâk ve görgü dersleri vermek için yazdığı “Lûtfiye-i Vehbî” adlı mesneviler; dil, konu ve psikoloji bakımından çocuklara hitap etmediklerinden, çocuk edebiyatıyla ilişkilendirilmeleri doğru değildir Edebiyat"a yaklaşan tarafları olmaması yüzünden bu eserler çocuk edebiyatına dâhil edilemezler. Bizdeki bu, sınırlı, plansız "kendiliğinden" varlığının yanı sıra, Batı'dan ilhamla oluşan modern anlamda çocuk edebiyatı, Tanzimat'la birlikte gündeme gelmiş, II. Meşrutiyet'le yetkin ürünler verilmeye başlamıştır. Modern edebiyatımızda olduğu gibi, çocuk edebiyatı da dergi ve gazetelerde doğmuştur. İlk çocuk dergisi, 1869'da aynı adlı siyasî gazetenin haftalık çocuk eki olarak verilen "Mümeyyiz"dir. 49 sayı sürmüştür. Bu tarihten harf inkılâbına kadar elliden fazla çocuk dergisi çıkmıştır. Çoğu uzun süreli olamamıştır. (Kür,2001) Kitap olarak basılan ilk çocuk edebiyatı ürünü ise, 1859 tarihli, Kayserili Doktor Rüştü'ye ait Nuhbetü'l- Etfal'dir. Bu kitap alfabe kitabıdır ve içinde fabllar ve kısa hikâyeler bulunmaktadır. Çocuk edebiyatının yazılı ürünlerini bu eserden önceye taşıyanların yanıldıkları nokta, oldukça genel bir yaklaşımla, çocuktan bahseden her kitabı çocuk edebiyatına dahil etmeleridir. Bundan önce Tanzimat döneminde Şinasi, Muallim Naci, Recaizade Mahmut Ekrem gibi edebiyatçıların çevirdikleri ve kendi yazdıkları fabllar yanında Robinson Crusoe, Gulliver'in Seyahatleri ile Jules Verne'in gezi nitelikli romanları ilk çeviriler olarak önemlidir. 3-Bilinç Teknolojisi Olarak Çocuk Kitapları Türkiye’de çocuk edebiyatı kavramından ne beklenebileceği ya da bu alandan bir şey beklenip beklenemeyeceği konusunda ne eleştirenlerin ne de bu siyaseti güdenlerin tekil bir anlayış içinde olaya bakmadıkları aradan geçen yüzyılı aşkın bir zamanda ortaya konulmuştur. Aradan geçen süre içerisinde çocuklar için edebiyatın hedeflenen veya hedeflenmeyen çok önemli sonuçları olmuştur. Bu sonuçlar salt çocuk kitaplarının kalitesiyle değerlendirilemeyecek bir dizi toplumsal işlevle ilişkili olmuştur. Bu işlevlerin bir dökümüne geçmeden önce Türkiye’de bu eserlere ilk etapta aydınlatmacı, modernleştirmeci ve batılılaştırmacı bir açılımın araçsal unsurları olarak bakılmıştır. Türkiye’de çocuk kitaplarının bütün yurt sathına yayılacak bir biçimde çoğal(tıl)masının, başlarda eğitimin modernleşmeyle ve ulus-devlet eliyle eşitlikçi yayılımı, sonraları ise kültürel cemaatleşme gibi çok daha karmaşık bağlamlar içindeki çoğalmasıyla ilişkisi olmuştur. Modernleşmenin önemli saç ayaklarından birisinin sanayi, ikincisinin siyasal üçüncüsününse eğitim devrimi olduğu iyi bilinen bir gerçektir. Eğitim devriminin anlamı ise sadece okuma yazma oranlarındaki yüzde yüze doğru tırmanan artışta değil, ama aynı şekilde bir bilinç teknolojisi olduğu hatırda tutulmalıdır. Diğer yandan eğitimin bu yaygınlaşmasıyla birlikte toplumun tabiatında, çocuklar için kitapların tabiatında, işlevinde ve kullanımında da eskisine nazaran son derece önemli değişim- 256 * Mustafa Aldı ler görülmüştür. Bu değişimler, irdelenmesi bütün bir modernleşme tarihini yeni baştan ele almayı gerektirecek kadar kapsamlı bir çalışmayı gerekli kılmaktadır. Modern toplumda bilginin üretimi, yayılması, bu bilgilerin üretim ve tüketim sürecinde yeniden belirlenen tabakalaşma örüntüleri, kendine özgü modeller ortaya koymuştur. Modernöncesi dönemde bir evrensel bilgi ve hakikat arayışının somutlaştığı ve ancak çok az sayıda, “talip” olanların rağbet ettiği veya ulaşabildiği bir bilgi aracı olarak kitap, bu süreç içinde giderek her çeşit bilginin taşınmasında yetkili tek organ haline gelmiştir. Artık kitap denildiğinde, kast edilen sözlü kültürün egemen olduğu zamanlarda kutsanan bir öğe olmaktan çıkmıştır. Masallardan hikâyelere, şiirden romanlara uzanan türsel çeşitlik toplumsal düşüncelere ve gerçekliklere doğrudan bağımlıdır. Bu alanın sosyal psikolojik, politik ve edebi kaynakları farklılıklar arz eder. Kitap elektronik okuryazarlık oranına rağmen önemini hala korumakta olan bir kültürel aktarım aracıdır. Kültürel mirasın aktarımında kulak ve dilin etkili olması kitabın yaygınlık kazanmasını ve kitabın getirdiği yalnızlık deneyiminin sınırlı bir görünüm arz etmesini sağlamıştır. Kitabın sağladığı bu imkanlar insan toplumlarının hayatında hala yeni ve çoğu insan için bir lükstür. Çocuk kitaplarından, çocuk edebiyatında kendi zamanının egemeni, bir flaneur gibi dolaşarak, kendi ilgileri doğrultusunda bir tür gerçeği arayan çocuk öznesini bulmaya adayan yazarların sayısı çok azdır. Bu yazarlar çocuk edebiyatının dahi yazarlarıdır. Bunlar genellikle eğitimci değillerdir. Onların çocukların rüya dalga boyları ile aynı frekansı yakalama yeteneği olan şair tabiatlı yazarlar olduğu rahatlıkla görülür. Bu yapıtların yetişkinlerce de sevilmesi onların güvenilirliklerinin kanıtı olmaktadır. Aynı şekilde çocuklar için çalışan yazarlar evrensellik niteliğine ulaşmaktadırlar. (Bazin, 1993,36) Saint de Exupery, Mustafa Ruhi Şirin, Mevlana İdris, Gökhan Özcan bu tür yazarlar arasında ilk akla gelenlerdir. 4-Batılılaşma Sürecinde Çocuk Kitaplarına Farklı Yaklaşımlar Türkiye’de çocuk edebiyatı modernleşme yıllarının başlarında ortaya çıkmış yeni gelişmeleri takip ederek dönemsel etkilenmelerle kendine özgü bir gelenek oluşturmayı başarmıştır. Osmanlı modernleşmesinin eğitimi branşlara, kademelere ayırması ile gündeme gelen bir olgudur çocuk edebiyatı. Eğitimin halka indirilmesi, yaygınlaştırılması sürecinin önemli bir aracıdır. Bu araçsallık içinde çeviri ve telif eserler eş-süremli gelişmiş zaman zaman kendimize özgü bir çocuk edebiyatımız olması gerektiği savunulmuştur. Bu tartışmalar Türkiye’de çocuk edebiyatının gelişmesi bakımından büyük önem arz etmektedir. Bilindiği gibi çocuk edebiyatı Batı toplumlarının kendi şartları içinde yaşadığı şehirleşme, modernleşme, sanayileşme gibi süreçlere paralel olarak ortaya çıkan bir alandır. Denilebilir ki çocuk edebiyatı büyük değişim süreçlerinin nesnelliği içinde çocuğun hayatından çekilip giden sözlü kültürün ve onun yerine geçecek olan şeyi, yeni anlatıları ele alan bir disiplindir. Batıda gelişen bu sürecin birtakım hazır kalıpları, tanımları da oluşturulmuştur. Çocuk Kitaplarının Sosyolojik Bağlamı * 257 Batının kendine özgü gelişmelerinin, muhayyilesinin bir parçası olan çocuk edebiyatı Batı dışı toplumlarda genelde Batı’da yapılanların yerel boyutlarla ilişkilendirilmesinden ibaret olmuştur. 1950'li yıllarda çocuk edebiyatı literatürde hala Cemil Meriç'in deyişiyle "marjinal bir edebiyat" olarak anılır. Bu hususla bağlantılı olarak çocuk edebiyatının kendi tarihi göz ardı edilerek onu büsbütün olumsuzlama durumu geçersizdir.Örneğin Cahit Uçuk’un Türk İkizleri ve İran İkizleri isimli eserleri tamamen siyasal kaygılarla kaleme alınmış eserlerdir Cumhuriyet döneminin ilk çocuk kitabı yazarlarından olan ve 2004 Kasım'ında ölen Cahit Uçuk'un iki eseri "edebiyatla o edebiyatın meydana getirildiği kültürel ortam arasındaki ilişkilerin” var kılınışını ve çocuk kitaplarındaki "edebi kimliğin" inşa ediliş biçimini eserlerin yayımlandığı kültürel/politik ortamı da göz önünde bulundurarak irdelemesini zorunlu kılmaktadır. Çocuk edebiyatıyla araçsal olarak ilgilenen ve İran ikizlerini yazdıran Farah Pehlevi bu hususta şunları dile getirir: "Eğer çocuklara kitap okuma alışkanlığını verebilirsek, onların çağdaş fikirleri daha kolay anlamalarına, sorumluluk duygusu ve etik değerler kazanmalarına yardımcı olabilirdik." Çocukların kazanacağı etik davranışlar, anlayacağı çağdaş fikirler ise ağırlıklı olarak ulus-devlet etiğini, onun çalışma ahlakını, kültürünü içselleştirmelerini sağlayacak fikirlerdir. Çocuklara bu ulus-devletin modernleştirirken dünyevileştiren değerler dizgesini kahramanları çocuk olan romanlarla sunmayı amaçlayan Cahit Uçuk Türk ikizleri ve İran İkizleri. Dünya çocuk klasiklerinin önemli bir ayağını oluşturan ikizler serisi, ağırlıklı olarak köyde yaşayan ikiz kardeşlerin ailelerine yardım etmeleri zaman zamansa kuşak/değer çatışmalarının görüldüğü yapıtlardır. Türk ikizleri'nde Cahit Uçuk'un Anadolu'da geçirdiği çocukluk yıllarının izlerine rastlanır. Durak ve Parlak adlı ikizlerin öyküleridir. İlk defa 1937 yılında İstanbul'da Gelincik dergisinde yayımlanır. Cahit Uçuk'un ilk çocuk kitabı olmasının yanında, 1958'de Uluslararası Çocuk Kitapları Birliği'nin Hans Christian yarışmasında şeref listesine girmeyi başararak liyakat diploması kazanmış, 1956 yılında ise Londra'da Jonathan Cape Londan Kitabevi tarafından yayımlanarak ikizler serisine girmiştir. Ayrıca ileride yazacağı İran ikizleri'nin de oluşumuna katkı yapacak bir gelişme yaşanır. Eser İran Şahbanusu Farah Pehlevi'nin beğenileriyle Farsça'ya çevrilir. Türk İkizleri göç eden bir ailenin köydeki yaşamını fedakâr ve çalışkan ikizler Parlak ve Durak'ın penceresinden anlatır. 1930'lu yıllar Anadolu'su, eğitim çalışmaları, okuma yazmanın kitleselleştirilmesi, fedakâr anne, folklorik malzemeler yoğun olarak yer alır. Görsel imgeler açısından başörtülü resimler kullanılır, ancak küçük kız Parlak yetişkin bir kadın gibi çizilmiştir. Eser kalkınma, modernleşme gibi büyük dönüşüm süreçlerinin çocuk edebiyatında temsiliyetinin ilk örneklerinden biri olması nedeniyle önemlidir. Köydeki dere üzerine kurulan bent dolayısıyla erkek ikiz Durak, Parlak'a şunları söyler: "Köyümüzün ilerlemesi için bizim ilerlememiz gerek. Biz de okumakla ilerleriz. Büyüdü- 258 * Mustafa Aldı ğüm zaman İstanbul'a okumaya gitmek istiyorum." ( UÇUK,1973: 147-148) "Köyümüz yalnız okumuş erkek değil, okumuş kız da istiyor" diyen Durak'a Parlak, Köy Enstitülü bir öğretmen gibi yanıt verir: "Ben okumuş kız olarak, köyüme iş görmekten keyif duyacağımı sanıyorum." (145) Türk ikizler inde Durak ve Parlak'ın coğrafya ve tarih kitaplarını okuduklarını vurgulamaları hayali bir cemaat olarak ulusdevlet nosyonunun anlaşılmasını mümkün kılar. Çünkü bu derslerin ulusal eğitim programlarında, ulus devletin mekansal örgütlenişini ve zihinsel inşasını öğrencilere sunması açısından ayrıcalıklı bir konuma sahiptir. Durak Osmanlı hayalini canlı tutarken anne Fatma Bibi İnkılap Tarihi derslerindeki öğretmen imgesini hatırlatır: "Dünya değişiyor! Milletlerin kaderleri de değişiyor. Osmanlı İmparatorluğu tarihteki en yüksek ve parlak devrimini yaşamış bitirmişti. Türkler kendilerine yeni bir yol açmak zorunda idiler. Allah bize, Atatürk'ü verdi. Atatürk Türk milleti ile el ele büyük Türk devrimini yaptı. (...) Din ile devlet işlerini ayırdı. Arap harfleri ile olan yazımızı okumak yazmak zordu. Latin harfleri ile okumak, yazmak kolay(...) köylerde değil amma şehir kadınları çarşaf giyer, yüzlerine peçe örterlerdi. Erkekler fes giyerlerdi. Kıyafet kanunu ile bunları kaldırdı." Ayrıca kadınlara seçme ve seçilme hakkı verilmesi ve Atatürk devrimlerinin diğer boyutları eser içerisinde yer alır. Eserde o yıllardaki Cumhuriyet ritüellerinin coşkulu tasvirlerine dair de ilginç örnekler mevcut. Yarışmalarda özellikle çalışkan, ailesine yardım eden çocukluk paradigmasının ödüle layık görülmede önemli bir unsur olduğu görülüyor. Cahit Uçuk'un diğer ikizleri, İran ikizleri yapıtı ise 15 Ağustos 1973 tarihinde tamamlanır. Kocası Azeri Türklerinden olan Cahit Uçuk'un bu çalışmasından önce, 1960'lardan sonra İran'da modernleşme ve çocuk edebiyatı ilişkisine odaklanmak ve eserin oluştuğu tarihsel bağlamı hatırlamak gerekiyor. İran'da çocuk edebiyatı bütün ülkelerde olduğu gibi sözlü anlatım geleneğinden ibaret masallarla başlamış ve bu masalların çoğu da yazılı hale getirilmemişti. Değişen toplumsal yapı, dağılan geniş aile, dedesiz büyüyen çocuklar gibi bir dizi değişme yazılı ve resimli çocuk kitaplarına duyulan gereksinimi arttırmıştır. Modernleşmeci elitler ise bu alanı siyasi ve ekonomik imkanlarını kullanarak popülerleştirmişlerdir. Çocukların gündelik hayatına sokulan kitaplar sayesinde; çocukluğun dünyasında başlayan bir kültürel değişme siyaseti işlevsel kılınmıştır. Farah Pehlevi saraya girdikten sonra bu alanla ilgili önce Tahran'ın güneyinde öğrencilerin kitaplara ilgilerini ölçmek için yoksul mahallelere resimli çocuk kitapları dağıtmış, çocukların kitapları şeker gibi kapışmalarını gördüğünde bu alanla ilgili örgütlenme çalışmalarına hız vermiştir. Bu amaçla Çocukların ve Gençlerin Zihinsel Gelişimlerine Yardım Örgütü kurulur. Paralar toplanır, Kültür ve Eğitim Bakanlıklarıyla ilişkiye geçilir. İran Petrolleri Ulusal Şirketi finansal olarak bu projeyi destekler. "Artık bize sadece, projemizi büyük bir heyecanla karşılayan yayıncıların, sanatçıların, üniversite mensuplarının ve maddi yada düşünsel planda destek olabilecek özel Çocuk Kitaplarının Sosyolojik Bağlamı * 259 şahısların yardımlarını sağlamak kalmıştı. Kavramsal planda yardım etmek için, kitap konusunda ustalaşmış iki Amerikalı gelip uzmanlıklarını bizimle paylaştılar" Bu amaçla Tahran Çocuk Kütüphanesi kurulur. Bu kütüphaneden on altı yaşına kadar bütün çocukların ücretsiz yararlanmalarına olanak tanınır. Oyun ve okuma eyleminin birleştirilmesi için kütüphane bir parkın ortasına inşa edilir. Çocuk kitapları yazımına ve çevirisine büyük önem verilir. Farah Pehlevi çorbada kendisinin de tuzu olsun düşüncesiyle, Andersen'in Küçük Deniz Kızı adlı kitabını kendisi tercüme eder ve resimleyerek yayımlar. Kitap çok büyük ilgi görür. Çocuk kitaplarını teşvik edici etkinlikler düzenlenir. Çocuk kitaplarının, politikanın özsel değerlerini biçim siyaseti ile ortaya koyuşunun tipik bir örneği konumundaki İran ikizlerini yazma önerisi Cahit Uçuk'un kendisinden gelir. Türk İkizleri vesilesiyle aldığı onur ödülünden bahisle "Sevgili Şahbanu Farah Diba" hitabıyla yazdığı mektubunda ,İran İkizleri’ni yazmak istediğini belirtir. İran İkizleri Mina ve Bina kardeşlerin öyküsüdür. Gezi kalkınma sorununun ideolojik boyutlarını oluşturan gelenek karşıtlığının/İslam karşıtlığının da görüldüğü bir eserdir. Çocuklardan Mina ailesini geçindirmek için tavuk yumurtaları satacaktır. Tavuklarla ilgili kitapları ise köyün çocuk kütüphanesinden bulur. Eğitim, televizyon, Aya seyahat gibi dönemin yaygın gündemi de eserde temsil edilir. Mina babaannesini razı etmek için başörtüsü taktığını belirtir. Çador giyen kadınları horgörür. Onlar hakkındaki olumsuz kanaatlerini içten içe dillendirir. Kütüphaneden kart alarak kütüphaneye üye olurlar Mina ile Bina. Kütüphane etkinlikleri Farah Pehlevi'nin modernleşme politikalarını anlattığı anılarıyla paralellik gösterir. Kentten kıra doğru kuş uçmaz kervan geçmez köylere kurulan kütüphane çadırları öğrencilerin öğrenme susuzluklarından faydalanarak onları modernleştirir. Behrengi ise, Maocu ilkeleri yönünde bir karşı siyaset ufkunun gündeme taşınmasında bu susuzluktan ve politik çocuk edebiyatının imkânlarından yararlanır. Dönemin yabancı dille eğitim özentisi, Nevruz gösterileri gibi hususlar da tali unsurlar olarak yer alır. Dinin biçimle ilgili uygulamaları ötekileştirilir, din bir tür Hristiyani içsellikle tanımlanır. "Düğünlerine çağırıldıkları akrabalar koyu geleneksel tutumuydular. İstemeyerek (...) başına naylon bir eşarp dolamıştı ama tek örgülü uzun saçını saklamamıştı. Zaten bu suç; baş örtünmesiyle günahın ne ilgisi olacak, bir türlü akıl erdiremezdi. (...) omuzlarını silkti içinden. İleriye gidebilmek için insanı geriye bağlayan köksüz inanışlardan kurtulmak gerek diye düşündü."15 Mollaların kötücül temsiliyeti ve hep yinelenen böşörtüsünü gericilikle özdeş gören bir çocuk kitabı olması hasebiyle önemli bir eser İran ikizleri. Ayrıca İran toplumsallığının yetmişli yıllarda bir komşu tarafından nasıl betimlendiğini anlamamıza da olanak sağlıyor (Uçuk,1978). Türkiye özelinde tarihi temellendirme, toplumsal talepler, kendini yeniden inşa etme, kimlik bağlantıları gibi unsurlardan arındırılarak ele alınamaz çocuk kitapları. Örneğin Eşref Edib’in 1945 yılında yazdığı ve 260 * Mustafa Aldı dönemin Maarif Vekâleti tarafından toplatılan Çocuklarımıza Din Kitabı da din eğitiminin yetersizliği sebebi ile kaleme alınmış eserler olması bu konunun toplumsal taleplerle ilişkilendirilebileceğini ortaya koymaktadır. Belirtilmelidir ki söz konusu çabanın içinde bulunanların farklı epistemolojik ve siyasal kaygılardan beslenerek çocuk ve edebiyat alanında çalışmalar yapmaları ortaya koydukları her çalışmanın çocuk edebiyatı ölçütlerine tamamen uygun olduğu anlamına gelmemektedir. Bugün tarihsel tartışmaları, köken kaygısını aşan çocuk edebiyatının kendi yolunu çizebildiğini görmekteyiz. Türkiye’de çocuk edebiyatının durumu batılılaşan bir ülkenin genel özelliklerinin rengini taşımaktadır. Salt edebiyat anlayışı ile sınırlı olmaksızın verili edebiyat ve toplumsal ilişkiler de çocuk edebiyatı sahasına ağırlıklı olarak yön vermektedir. Türkiye’nin modernleşme yönünde gelenekselleşen coşkusu onun Batılı olanı içselleştirme konusundaki iradesini de kapsamlı bir şekilde yönlendirmiştir. Böylece Türkiye modernleşme sürecinde Batılı değer ve noktalara kendisi için bir buluşma noktası ararken, mevcut gerçekliğin dönüştürülmesini hedeflemiştir. İşte hedefleyiş içinde edebiyat gerçekliği kültürel aktarım aracı olarak önemli bir yer tutmaktadır. Dolayısıyla toplumumuzdaki değişen gerçeklikler tam anlamı ile kavrayabilmek için bu alnın sosyolojik perspektiften derinliğine ve sistematik olarak incelenip araştırılması gerekmektedir. Türkiye’de çocuk kitaplarının erken dönemdeki örneklerine bakıldığında bu çabaların daha çok araçsal bir yönelimle kaleme alındığı gözlemlenmektedir. Osmanlı son döneminde adabı muaşeret kurallarının yeni içeriğinin içselleştirilmesinin yanında kalkınmacı bir retorikte etkili olmaktadır. Başka birçok öge gibi, çocuk edebiyatı da toplumsal yapıyı oluşturan kültür ögelerinden biridir. Hem toplumdan etkilenir, hem de toplumu etkiler. Sosyal yapının gelişmesine katkıda bulunur. Toplumsal ve kültürel değerler, gelecek kuşaklara edebiyat aracılığı ile aktarılır. Çocuk edebiyatının ciddi olarak konuşulmaya başlandığı tarih, 1970'li yıllardır. 1979'un UNESCO tarafından Dünya Çocuk Yılı ilan edilmesi bu alanla ilgili yazınsal etkinliklerin örgütsel çalışmaların, kurumsal yapıların oluşumunun küre ölçeğinde yaygınlaşması için önemli bir aşama olmuştur. Cumhuriyet dönemi dini yayıncılığın 1970' li yıllardan itibaren çocuk özneye yönelik kitaplar yayınlanmaya başladığı görülür. Çocuklara yönelik hazırlanan resimli/resimsiz bu kitapların çocukların dine yönelik olumlu tutumlar geliştirmesinde önemli katkıları olmuştur. Bu yıllardan itibaren basılı dini yayınların artış göstermesinden modernleşmenin vitrini olan medyaların dine kayıtsız kalmaları da etkili olmuştur. (Şirin; 2004:86) Çocuk kitaplarının toplumsal değişmelerin, gelişmelerin, dönüşümlerin hiç de dışında olmadığını gösteren boyutlarını Yaşar Kandemir'in dilinden okumak gerekiyor: ''1970 lerin ikinci yarısıydı. Bir gazetede Kapıkule'den yurda giren gurbetçilerin çocuklarıyla yapılan bir röportaj okudum. Çocuklara Allah, peygamber, ahiret gibi önemli konularda önemli sorular soruluyor, onlarda bu sorulara son derece sığ cevaplar veriyordu. Hele birkaçının '' Peygamberin Çocuk Kitaplarının Sosyolojik Bağlamı * 261 kim?'' sorusuna Atatürk diye cevap vermesi din konusunda hiçbir bilgilerinin olmadığını gösteriyordu. Bazı arkadaşlarımla meseleyi istişare edip çocuk kitapları yazmayı düşünüyorum'' dediğimde ilmi çalışmalarımın daha da önemli olduğunu söylediler. Fakat ben bu ciddi boşluğu önemsedim ve çocuk kitapları yazmaya başladım. O sırada Dame de Sion Fransız Özel Kız Lisesi' inde Din bilgisi dersi okutuyordum. Oradaki rahibeler vasıtasıyla Fransa' dan Hz. İsa ile ilgili bazı çocuk kitapları getirtip inceledim. Bizim hazırlayacağımız kitaplar onlardan geri kalmamalıydı. İlk olarak on kitaplık "Dinim Serisi'' nin ilk kitabı olan "Dine Doğru' yu yazdım. 32 sayfalık kitabın resimleri iki yılda tamamlandı. Bir defasında ressamdan dua eden bir çocuk çizmesini istedim. Tıpkı bir Hıristiyan gibi, iki avucunu birbirine yapıştırarak dua eden bir çocuk resmi geldi önüme. Hem çizim açısından hem de basım açısından çok sorun yaşadım." (Kandemir: 2006.18) Dini içerikli çocuk edebiyatı incelenirken bu alanda geçmiş yıllarda meydana gelen gelişmeler, atılımlar ve öncüler üzerinde durulması bir zorunluluktur. Bugünden bakıldığında günümüzün estetik değerleri ve zevkinden hareketle yapılacak değerlendirmelerde kimi kusurlar görülse bile, bu eserlerin meydana geldiği devrin, hitap ettiği ortamın şartları içinde, doğduğu toplumsal ve tarihi zemine göre düşünülmesi yükümlülüğü vardır. 1970' li yıllarda ortaya konan eserler edebiyat eleştirisi yöntemiyle irdelendiğinde , estetik forma bağlılık çoğu zaman tarihi gerçekleri ihmal edecektir. Bu bakımdan bu yılların değerlendirilmesi edebiyat eleştirisinden ziyade tarihinin konusu olmalıdır Edebiyatın, kendine özgü değerlere ve yapıya sahip bir toplumda var olması, edebiyat araştırmalarında yeni bir bakış açısının ortaya çıkmasını sağlamıştır. Bu, edebiyat hayatı ve ürünlerini sosyolojinin verilerine göre değerlendirmeyi amaçlayan sosyolojik yaklaşımdır. Bu anlayışa göre bir edebiyat eseri, toplumsal koşulların ürünü olan bir belgedir. Öyleyse edebî şahsiyetin, edebî eserin kendisinin ve edebiyat ortamının toplumsal yapı açısından dikkate alınması gerekir. Ancak bu sayede, edebiyat toplum ilişkileri sağlıklı olarak kavranabilir.(Alver,2006) Bu bağlamda çocuk edebiyatının daha kuruluş sürecinde yeni nesillere hatta toplumun bütününe yeni bir kimlik kazandırma görevi üstlendiği görülmektedir. Toplumun yeniden inşası ve kuruluşuna ilişkin beklentiler tabiatıyla çocuğun da yeniden kurulmasını zorunlu kılmıştır. Paradigmatik dönüşüm süreci içinde çocuğun da yeniden kurulmasına duyulan ihtiyaç çocuğun politk bir özne olarak kodlanmasını beraberinde getirmiştir. Radikal bir laikleşme stratejisi ilk dönem kıraat kitaplarında da görülmektedir. Bizdeki gelişime baktığımızda, 60'lı yıllara kadar çocuk ve gençlik edebiyatında modernleşme ve modern yurttaş yetiştirme yerli edebiyatımızın temel anlayışını oluşturmuştur. 60'lı yıllarda sol çocuk edebiyatı gelişme göstermiş, ancak bu edebiyat anlayışında didaktik yönelim ağır basmıştır. 70'li yıllardaki bu ideolojik didaktizm, çocuk edebiyatının sağlıklı gelişimini engellemiş ve 80 sonrasında çocuk edebiyatı yeniden ve yeniden klasiklere dönüş yapmıştır. Örneğin 262 * Mustafa Aldı İtalyan yazar Edmondo de Amicis'in ülkemizde sayısız baskı yapan ve tebliğler dergisi ile okullara önerilerek okul kitaplarından çıkmayan ünlü kitabı "Çocuk Kalbi"nin İtalya ve diğer Avrupa ülkelerinde çoktan unutulmuş olmasına karşın, bizde hâlâ best seller özelliğini koruması çocuk klasiklerinin etkisini göstermesi bakımından önemlidir. 80'li yıllardan sonra dinî çocuk kitapları kamusal alana çıkmış ve okul kitaplıklarında yerini geniş biçimde almıştır. 90'lı yıllar çocuk edebiyatı için bir yeniden doğuş anlamını taşır. Son on beş yıllık sürece baktığımızda çocuk ve gençlik kitapları hem nicelik, hem de nitelik açısından çoğalmış ve bu edebiyat alanına yeni ve gelecek vaat eden yazarlar katılmıştır. Toplumsal gerçekçi akımın yazarları daha geri plana çekilmiş fantastik edebi türler, bilim kurgu gibi türler ön plana geçmiştir. Çok kültürlülük, küreselleşme gibi dünyanın yükselen değerleri çocuk edebiyatında da işlenmeye başlanmıştır. Çok kültürlü bir toplumsal tahayyülü mümkün kılabilmenin, kültürel çeşitliliğin yapısına uygun olarak bütün farklı kültürlerin siyasal veya kamusal alana yansıtabilecekleri talepleri işleyen eserler kaleme alınmaktadır. Yayıncılar bu alana daha fazla ilgi göstermekte; çocuk, edebiyatın nesnesi olmaktan daha fazla öznesi konumuna taşınmaktadır. 5-Sonuç Yerine Çocukla iletişim kuran, onun dil bilincini, estetik duyarlığını, yaşam tanıklığını artıran kitaplar artık vardır ve artmaktadır. Yetişkin edebiyat alanında var olan her türden kitap artık çocuk edebiyatında da vardır. Çocuk edebiyatının bir köprü edebiyat olduğunu, çocuğun dil, estetik, eleştirel bilincini geliştirdiğini ve yetişkin edebiyatına geçtiğinde çok daha kaliteli bir okur olmasını sağladığını söyleyebiliriz.(Sever,2004) Bu nedenle çocukluk döneminde bu edebiyat ürünleriyle daha fazla buluşması gerektiği karşı konulamaz bir gerçektir. Çocuk edebiyatı, onun kendisiyle karşılaşmasını sağlayacak, yaşamla iletişim kurmasını kolaylaştıracaktır. Günümüz Türkiye’sinde çocuk edebiyatına bakılırken gelenekler ve süreçler perspektifinde bir bakış açısı oluşturulmalıdır. Çocuk edebiyatı araştırmaları modernleşme sürecinde bu alanın nasıl bir görev ifa ettiğinin tasviri bir görünümünü sunabilmelidir. Bu alan incelenirken psikoloji, iktisat, tarih felsefe, din gibi disiplinlerden de imkân dâhilinde yararlanılması gerekir. Kapsamlı bir belirleme tüm görünümleri ile ve oldukça geniş bir çerçevede ele almayı amaçlamalıdır. KAYNAKÇA COŞKUN, Sezai (2006) “Türkiye’de Edebiyat Sosyolojisi Çalışmaları” Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi Cilt 4, Sayı 8 ALVER rı,Ankara Köksal(2004a) Edebiyat Sosyolojisi, Hece Yayınla- Çocuk Kitaplarının Sosyolojik Bağlamı * ALVER Köksal(2004b) Yayınları, Ankara 263 Edebiyat Sosyolojisi İncelemeleri, Hece TANPINAR, Ahmet Hamdi(2004) Mücevherlerin Sırrı,YKY,İstanbul BOURDİEU, Pierre (2006) Sanatın Kuralları Çeviren, Necmettin Kâmil Servil,YKY,İstanbul ERDOĞAN, Fatih(2006) “Toplumsal Tarihimizde Çocuk Edebiyatının Yeri” Toplumsal Tarihte Çocuk,Tarih Vakfı Yurt Yayınları,İstanbul BAZİN, Andre (1993) Sinema Nedir? çev İbrahim Şener Sistem UÇUK Cahit(1978.) Türk İkizleri, Uçuk yay. İst. UÇUK Cahit (1973) İran İkizleri, Uçuk yay. İst. KANDEMİR, Yaşar (2006) "Çok Sorun Yaşadım "Aksiyon s.607 ŞİRİN, Mustafa Ruhi (2204) "Çocuk ve Gençlere Yönelik Dini Yayınların Mevcut Durumu ve Geleceğe Yönelik Öneriler " Türkiye I. Dini yayınlar kongresi, Diyanet İşleri Başkanlığı yay. Ank. KÜR,İsmet(2001) Türkiye’de Süreli Çocuk Yayınları,Atatürk Kültür Merkezi Yayınları,Ankara ALVER, Köksal (2006) "Edebiyat ve Sosyoloji, Hikayelerle İnsan Hayatını Anlamaya Çalışır" Hazırlayan Türkan Erdoğan, Dergah s.202 OĞUZKAN, A.Ferhan (2001) Çocuk Edebiyatı, Anı Yayıncılık,Ankara GÜLEÇ-GEÇGEL, Havise Çakmak-Hulusi (2005)Çocuk Edebiyatı,Kök Yayıncılık,Ankara SEVER,Sedat(2004) Çocuk ve Edebiyat, Kök Yayıncılık, Ankara ÇOCUKLARA YÖNELİK DİN EĞİTİMİ VE KÜLTÜRÜ YAYIN VE ARAÇ-GEREÇLERİ ÜRETMEK: SORUNLAR ÜZERİNE BİR PAYLAŞIM Alpaslan Durmuş Tebliğimde hem dinin bilgi içeriğinin hem de onun hayata aktarılması ve kökleşmesinde etkili olan kültürleşme sürecinin üzerinden aktarıldığı bir mecra olarak yayın üretmenin sorunlarını aktarmaya çalışacağım. Bu noktada tebliğimin başlığındaki “Sorunlar Üzerine Bir Paylaşım” ifadesine dikkat çekmek istiyorum. Çünkü sorunlar üzerine saptamalar yapmak kimi zaman bir yazıklanma görevi görerek moral bozukluğuna ve mecalsizliğe, kimi zaman da bir şeyler yapmamanın bahanesine dönüşüveriyor. Oysa ben sorunların çözümü için bir şeyler yapmak imkân ve ihtimali olanları göreve çağırmak üzere kendi deneyimlerimden ve gözlemlerimden edindiklerimi paylaşmak istiyorum. Bir ürünü vücuda getirmek ve ilgilisine ulaştırmak için bir ekip çalışmasına ihtiyaç vardır. Ekibin her üyesine bir iş düşer. Ülkenin ekonomik düzeyi ve üretilecek ürün ne olursa olsun dört temel unsurun bulunması gerekir: aslî üretici, imalâtçı, tüketiciye ulaştıracak perakendeci, bunu organize eden üretici ve tüketici. Bu biraz müphem duran beş unsuru “kitap” örneğinden ifade edecek olursak; yazar, matbaa, kitapçı, yayıncı ve okur’dan bahsediyoruz demektir. Bu beş unsur her zaman gereklidir. Bazen bu rollerden bir kaçı, ekibin üyelerinden biri üzerinde birleşebilir. Ancak son tahlilde bu beş unsur mutlaka söz konusudur. Yazar: Yazar, bir kitap aracılığıyla dünyaya sunulacak fikirlerin mucidi ya da düzenleyicisi, bu fikirleri aktaracak kelimelerin, resimlerin, şekillerin, tabloların yerleştiricisidir. Vücuda getirilen eserin yayınlanma hakkının ilk sahibidir ve bu hakkını satmaya ya da kiralamaya çalışacak veya bir yayıncıyı buna ikna etmeye çalışacaktır. Matbaacı: Matbaacı bir imalâtçıdır. Metin matbaacıya düzenlenmiş olarak gelir, o da bunu basar, ciltler ve yayıncıya geri gönderir. Görevi baskı kalitesini sağlamak, uygun malzemeyi seçmek, üretim programına uymak ve yayıncıyla bu konularda koordineli bir şekilde çalışmaktır. Kitapçı: Kitapları doğrudan ya da dolaylı olarak yayıncıdan alıp dükkânında ya da başka yollarla, alıcılara belirli bir kârla satar. Yazarla başlayan zincirde, nihâî alıcıdan önceki son unsur olan kitapçı, iyi yer Eğitimci, yazar. Çocuklara Yönelik Din Eğitimi ve kültür Yayın ve Araç Gereçleri Üretmek * 265 de ve kolay ulaşılabilir bir dükkân, vitrin, işlevsel ve güzel kitap rafları, stok, okurun ve elemanların aradıklarını kolay bulabilecekleri bir şekilde düzenlemiş bir raflama vs. sağlamalıdır. Okur: İlgisine ve ihtiyaçlarına uygun bir kitabı alıp yazarın mesajlarına kulak veren, bunları kendisinde varolan bilgilerle ilişkilendirerek hayatını zenginleştiren ve ihtiyacını gideren kişidir. Yayıncı: Kitap yayıncılığı işinin genel yöneticisidir. Kitap endüstrisi tablosundan görüleceği gibi yayıncı, bu genel tablonun tam ortasındadır ve diğer unsurların her biriyle mutlaka bir şekilde ilişkisi vardır. Yazardan metni alan, sermayeyi koyan, ressamların, çevirmenlerin ve diğer editörlük uzmanlarının hizmetlerini satın alan, matbaacılara iş verip yapılmasını denetleyen, sonra da bu üretilen kitapların potansiyel piyasaya dağıtımını yöneten yayıncıdır. Kitap yayınlanmasıyla ilgili tüm bu mekanizmayı harekete geçirecek düğmeye basan, yayıncıdır. Şimdi bu süreçte yer alan unsurların her biriyle ilgili problemlere dair tespitleri paylaşalım. 1. Çocuk yayınlarının hedef kitlesi çocuk ve ailesidir. Dolayısıyla üretenlerin bu iki hedef grubun da beklentilerini tatmin etmesi gerekiyor. Çünkü çocuk yayınını “tüketen” her ne kadar çocuk ise de satın alma kararını veren, dergiyi çocuğa ulaştıran çoğunlukla ailedir. Bu noktada yazar ve yayıncı bu iki muhatap kitlesini dikkate almak zorunda olduğu gibi, okur tarafında yer alan ve satın alma kararını veren anne-baba da sadece fiyat çerçevesinde değil, satın alacağı yayınla ilgili çok yönlü bir değerlendirme yapmalıdır. Böylelikle iyi ürün kötü ürünün önüne geçebilecektir. 2. Velilerin ve toplumun alışkanlıkları ve kalıp yargıları çocuklara yönelik dinî yayınların önünde çözmek üzere bekleyen bir problemdir. Toplumun asker millet özelliği çocuklara özel üretilen dinî yayınlarda yazarın zihnini belirler ve örneğin siyerde Hz. Peygamber’in hayatını savaşlardan ibaret bir anlatıma sokar. Veya dilde iki de bir kültür ordusu, eğitim ordusu gibi terkipler şeklinde tezahür eder. 3. Ortalama insan ihtiyacı peşinde koşar, hazza meyledip elemden kaçınır. Çocuk da okuma yapmayı ancak isteğine uygun, ihtiyaçlarını gideren, ilgilerini kuşatan, hoşuna giden, kendisiyle aynı hizadan konuşan metinler ile rahat ve içten gelen bir istekle yapar. Bilgisayar dünyasının caht, oyun gibi imkânlarına çocukların meyli, çizgi filmlerin ürettikleri hayâl ve gerçekliğe uygun düşünmeleri bunun örneğidir. 4. Çocukların dil ve düşünce dünyasının henüz yetişkin kavramlarına aşina olmaması sebebiyle “özel bir dil ve anlatım” çocuk yayınlarının olmazsa olmaz şartıdır. Nitekim bir yetişkin de her şeyi anlamaz, anlayamaz. Bu sebeple yayıncı ve yazarlar özel bir dil ve anlatım geliştirme çabalarını sürekli ve diri tutmalıdırlar. Çocuklarda dinî duygunun sağlıklı gelişimi açısından dinî kavramların çocuk diline 266 * Alpaslan Durmuş aktarılmasında ilahiyatçılar, din eğitimcileri, çocuk psikolog ve edebiyatçıları ortak çalışmalar yapmalıdır. 5. Dinî yayıncılıkta dil sorununun çeşitli boyutları vardır. Basılı ve görsel dinî yayıncılıkta kullanılan dilin doğru ve güvenilir bir dil olması gerekir. Din dilinin inşası bir yana, Türkçenin kullanımı, yazımı ve üslûba dönük temel sorunlar, dinî mesajın etkisini zayıflatmaktadır. Bu konuda bir sözlük ve imlâ kılavuzu olmadığını da belirtmek gerekir. 6. Çocuk yayınlarında “tür”, önem verilmesi gereken bir özelliktir. Çocukların yetişkinlere göre daha bir fantastik duruşları olması başta masal olmak üzere rasyonel olanın dışında ve/veya üstünde olan türleri daha sık ve sıkı bir şekilde gündeme getirmiştir (Cemil Meriç’in harika ifadesiyle “akıl-dışı başkadır, abes başka”). Dolayısıyla yazar ve yayıncılar bu özelliği de göz önünde bulunduran ürünleri dini yayınlar alanında da dikkate almak durumundadırlar. 7. Çocuklara yönelik yayınlarda yeni bir anlayış ve söylem geliştirilmeli; onları güçsüz, öz güvensiz, soru sormaktan yoksun gören ve gösteren üslûptan vazgeçilmeli; dini tarihi dönemlerde yaşanmış bir tecrübe olarak gösteren ürünlerden kaçınılmalıdır. 8. Çocuklar için üretilen ürünlerin önemli ayırt edici bir özelliği de maliyetlerdir. Zira editoryal hizmetler, çizgi ve tasarım gibi artı faktörler çocuk ürünlerinin hem zaman açısından hem de maddî giderler açısından daha fazla bir maliyetle üretilmesini beraberinde getirmektedir. Bu noktada maliyet düşürücü rasyonel tedbirlere ilaveten yurt dışı satımların da yapılmaya çalışılması bir açılım getirecektir. 9. Ülkemizde çocuklara yönelik din eğitimi ve kültürü verme amacındaki ürünler, özellikle Tanzimat döneminden itibaren belli bir ivme kazanmış ve gelişerek artmaya devam etmiştir. Bunda “çocuk” diye ayrı bir kategorinin keşfedilmesi önemli olmuştur. Ancak “çocuk” kategorisinin keşfedilmesinde etkili olan batı ile kıyaslandığında ülkemizdeki çocuk ürünlerinin düzeyini karşılaştırmak mümkün değildir. Ülkemizdeki çocuk ürünleri, başta estetik yön olmak üzere niteliği ve etkisiyle diğer alanlardaki ürünlerin de gerisindedir. Bu seviyenin geliştirilmesi amacıyla resmî kurumlarla özel kuruluşlar bilgi alışverişi ve dayanışma içinde olmalı, periyodik olarak istişare ve çalışma toplantıları düzenlemelidir. 10. Çocuklara yönelik dini yayınlar alanında gerek içerik gerekse biçimsel özellikleri itibarıyla niteliksiz ve özensiz kötü ürünlere sıklıkla rastlanmaktadır. Çeşitli yönleriyle sorunlu birtakım ürünler, ailelerin tüm dini yayınlara mesafe koymasına neden olabilmektedir. Dolayısıyla sıklıkla “Çocukların okuma alışkanlığı yok.” diye bir sorundan bahseder de yazanların Türkçe bilmediklerinden, en basit edebi ilkelerden haberdar olmadıklarından, çocuğu cezbeden diğer mecralar kadar kendilerini cazip kılmadıklarından, hatta çocuğu bazen hafife aldıklarından bahsetmezsek hata ederiz. Çocuklara Yönelik Din Eğitimi ve kültür Yayın ve Araç Gereçleri Üretmek * 267 11. Akademik çocuk yayıncılığı ve dergicilik alanının en temel sorunu, yeterli yayın olmaması ve varolanların da ilmî yeterlilikten yoksunluğu problemidir. Bu sorunu aşmak üzere, akademik camia kendi iç eleştiri mekanizmalarını harekete geçirmelidir. 12. Bu tespitlerin ardından ailelerin çocuklarının okuma alışkanlığı edinmelerindeki rolünü vurgulamak gerekir. Özellikle çocuklarına dair yaptıkları harcama planlarına ve bütçelerine mutlaka çocuk dergilerini ve kitaplarını da eklemeleri gerektiğini hatırlatmak gerekir. Çocuğunun okumadığını söyleyen bir ebeveyn, öğrencilerinin okumadığından yakınan bir öğretmen öncelikle okunacak nesne olarak dergiye/kitaba nasıl baktıklarını sorgulamalıdırlar. Okunacak nesne bir temel ihtiyaç maddesi midir, değil midir? Bu, cevabı verilmesi gereken önemli bir sorudur. 13. Son yıllarda ülkemizde, çocuklara yönelik nitelikli dinî ürünlerin/yayınların sayısında artış olmakla birlikte; çocuk yayıncılığında dinî konulara çağdaş dünya örneğinde olduğu gibi bir yaklaşım sergilendiğini söylemek mümkün değildir. Bu yayınlarda dinî konulardan adeta özellikle uzak durulmakta, dinî değerler yüzeysel bir bakışla ele alınmaktadır. Bu çerçevede iki temel yaklaşım biçimi gözlenmektedir: Bu konulardan ısrarla uzak duran, doğallığı içinde kavramaktan kaçınan bir yaklaşım ile dinî konuları ele alan ürünler. Ancak bu tür ürünlerde de onların algı düzeyi ve psikolojisine uygunluk bakımından birtakım sorunlar vardır. Bunların giderilmesi amacıyla yazar, eğitimci, yayıncı, İlâhiyat Fakülteleri ve Diyanet İşleri Başkanlığı iş birliği içinde olmalıdır. Birinci grupta zikredilen mesafeli yaklaşım sahipleri de olayın doğallığının ve bu dünya ile barışmak zorunda olduklarının farkına varmalıdırlar. Bu da toplumumuzun tüm fertlerinin diyalogu zorlamalarını gerektirmektedir. 14. Yurt dışında yaşayan vatandaşlarımızın ve farklı ülkelerde yaşayan dindaşlarımızın çocuklarının eğitim ihtiyaç ve beklentilerini karşılamak için yeterli çaba görülmemektedir. Bu noktada yapılanlar genellikle ülke içinde üretilenlerin ülke içinde tüketiminden ibaret bir görüntü vardır. Bunu aşmak üzere dışa açılmak için özel bir çaba içine girmek gerekmektedir. Ayrıca, toplumlar ve kültürler arası diyalogun sağlıklı işlemesi bakımından çocuklara yönelik basılı, sesli ve görüntülü yayınlarla ilgili dünyadaki gelişmelerin yakından izlenmesi gerektiği; bu sebeple ülkemizdeki resmî ve özel bütün yayıncıların, yurt dışına yönelik çocuk yayınlarını da değerlendirmek üzere iş birliği içinde olmalarının zorunluluğu kavranmalı ve buna uygun çabalar konulmalıdır. 15. Nitelikli ürünlerin çoğalması için kamu kurum ve kuruluşları ile sivil toplum kuruluşları, çocuklara yönelik dini yayınlar hazırlamayı teşvik edici ödüllü yarışmalar düzenlemeli veya yapılan çabaları ödüllendirmelidir. 268 * Alpaslan Durmuş 16. Devlet, halk kütüphanelerinin satın alacağı kitaplar için komik bütçeler yerine ciddi bütçeler ayırarak yayıncılardan kitap satın almalıdır. yıl 19 1997 96 Abone olunan süreli yayın sayısı 63 Satın alınan kitap sayısı 9.450 19 98 79 199 9 11 100 4 12 238.9 73 1 18 24 9.505 2 000 201. 263 1 03.194 17. Devlet İstatistik Enstitüsü ve Kültür Bakanlığının web sitelerinde kitap istatistikleri güncelleştirilerek işlevsel hâle getirilmeli, böylece gerek yayıncıların gerekse okurların bilgilenmeleri ve iletişim içinde olmaları sağlanmalıdır. 18. Her türlü çocuk yayınında çocukların beden, zihin, hayal ve dil gelişimlerini gözeten bir tutum izlenmelidir. Yayınlarda yaş gruplarının ihtiyaç ve beklentilerine uygun ürün zenginliği ve çeşitliliği sağlanmalıdır. 2003 Yılında Yayımlanan Kitapların Konularına Göre Dağılımı Genel Konular 403 Felsefe,parapsikoloji ve okültizm, psiko- 649 Din 1.590 Toplum bilimleri – Davranış Bilimleri 5.353 Dil 632 Doğa Bilimleri ve Matematik 528 Teknoloji (Uygulamalı Bilimler) 1.860 Sanatlar Güzel Sanatlar 731 Edebiyat 5.989 Coğrafya ve Tarih 1.472 Sınıflandırılan Materyal Sayısı 19.207 Sınıflandırılamayan Materyal 344 Toplam Kitap Sayısı 19.551 loji Çocuklara Yönelik Din Eğitimi ve kültür Yayın ve Araç Gereçleri Üretmek * 269 19. Kitap, üretimi son yıllarda artmıştır. Ancak hâlâ daha fazla üretilmeli, okurun seçenekleri artmalıdır. YI Yayın Sayıları L Türkiye 20 03 19.1 87 20 04 21.7 20 İngiltere 55. 80.972 60. 86.543 972 26.0 00 20 06 Almanya 302 14 05 Fra nsa 125. 390 61. 761 23.8 71 20. Üreticilerin ortaya koydukları çabaların gerek üreticiler gerekse tüketiciler tarafından ulaşılabilir kayıtları olmalıdır. Oysa bununla ilgili veriler hem yetersiz hem de güncel değildir. Bu konuda öncelikle Kültür ve Turizm Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü Türkiye ISBN Ajansı bu bilgileri derlemeli ve güncelliğini sağlamalıdır. Bu konuda yayıncılar da gerekli verilerin oluşması için işbirliği içinde olmalıdır. Örneğin ISBN sistemine kayıtlı yayıncıların verileri en son 2004 itibariyle alınabilmektedir ki 11.000 civarında olup faaliyetine devam eden yayıncı sayısı 1.800- 1.900 arasında olduğu tahmin edilmektedir. Almanya’da bu sayı 20.000, İngiltere’de 50.000’i aşmaktadır. 21. Yayıncı sayısına bakıldığında ISBN Ajansı yaklaşık 11.000 kişi ve kurumun ISBN aldığını belirtirken,. Dolayısıyla alana yeni oyuncular girmelidir. 22. Ülkemizdeki kitapevi sayılarına bakıldığında 10.000 civarında kitapçı olduğu söylenmekle birlikte yayıncılık sektörünün ulaştığı ağırlıklı olarak kitap satılan yerlerin 1300’ler civarında olduğu sanılmaktadır. Bu sayının artması gerekmektedir. Bu noktada gerek zincir kitapevlerinin doğmaya başlaması, gerekse zincir marketlerde kitap reyonlarına yer verilmesi önemli gelişmelerdir. 23. Kitap dağıtımcılığı işiyle uğraşan kurum sayısının da 70’ler civarında olduğu Akademik Yayıncılar Birliğince tespit edilmektedir. Bu da kitapçı sayısında olduğu gibi artması gereken bir rakamdır. 24. Dinî yayıncılıkta tercümeyi bir imkân ve zorunluluk kabul etmekle birlikte, yapılacak tercüme faaliyetlerinde doğrudan ter- 270 * Alpaslan Durmuş cüme yerine telifle sentezlenmiş (adapte edilmiş) çevirilere yönelmeli, bu konuda yabancı yayıncılarla da işbirliği geliştirilmelidir. ÇOCUKLUKTAN İLK GENÇLİĞE, MASALDAN BİLİM KURGU’YA KİTAP Yusuf Çağlar Çocukluk hiç eskimiyor. Her yeni doğan çocuk, bizim için yeniden kendini okutturan, harf harf satır satır okutturan muhteşem bir kitap gibi açılıyor önümüze. Bu kitabın sayfalarından her kelime, anlamını hiç yitirmeden, eskitmeden sezdiriyor bizlere. İlk insan ve ilk baba Hazreti Âdem’in çocukları nasıl terennüm etmişlerse kelimeleri, yeni doğan çocuklar da müjdeli haberlerle geliyorlar dünyamıza. Çocukluk bir masal evrenidir aynı zamanda. Orada her şey olağanüstü güzel ve mutlu sona doğru hazırlar kendini. Orada, kötülerin sonunda hak ettikleri cezayı buldukları bir zaman gelir. Bulutlardan geçip, okyanusların üzerinde dolaşan, bir ayağı yerle gök arasında giden devler vardır orada. Her bahar kokuları hiç değişmeden beyazlayan sayısız papatyalar. Orada babalar çocuklarını alınlarından öperler. Bitmeyen ve eksilmeyen söz kitabından masal içinde masal anlatırlar geceleri çocuklarına… Çocukluktan ilk gençliğe doğru gidildikçe, kıssaların, mucizelerin, gerçek hikâyelerin peşine düşer çocuklar. Üzerlerindeki çocukluk kaftanını bir an önce çıkarmak ve kutuplara doğru 80 bin fersah derinliklerde dolaşmak isterler. Soruların çoğaldığı, cevapların siyah ve beyaz hale geldiği bu zamanlarda, bitmeyen öyküler ve kahramanca süren maceralar ister çocuklar. Hiçbir şeyi beğenmeme zamanadır da bu zamanlar. Kaf Dağı’na zaman makinesiyle gidip gelme zamanı. Kelimelerin ve renklerin kendince anlamlara ve açılımlara kavuştuğu bu verimli zamanların, delice savrulup gitmemesi için bentler kurmak ve çocuklarla akıl almaz projelere girişmek gerekir. Yapılacak ilk şey de; onlara “çocuk” demekten vazgeçip bir ad vermekle başlar. Bamsı Beyrek, Pembe İncilli Kaftan, Başını Vermeyen Yiğit, Yedi Kat Göklerden Gelen Kahraman, Denizler Aslanı, Kutuplar Kâşifi, Uzay Gezgini… Çocuk için ve genç bir adam için daima açık duran ve kendini okutan iki kitap vardır aslında. Kur’an kitabı ve Kâinat kitabı. Bu iki olağanüstü güzel ve bitimsiz kaynak dururken, modern zamanlarda üretilen kitapların her zaman bir yanı eksik kalacaktır. Kaf Dağı’na ulaşan çocuk, ötesini de anlamak ve görmek isteyecektir. Hayal denizlerinde sonsuz güzellikte yolculuklar arayacaktır kendine. Uzay’ın derinliklerinde kaybolmaktan korkan genç, evrene açılan pencereleri birer birer aralayıp hayret kuşağında geçip gitmek isteyecektir. Beşik’te sallanırken dünyanın beşik gibi sallandığını fark eden genç adamın, “ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken” tekerle Yazar Çocukluktan İlk Gençliğe, Masaldan Bilim Kurgu’ya Kitap * 273 mesinde, zaman ve mekân kavramlarındaki izafiliği sezmesi uzak bir ihtimal değildir. Masal, bize olağanüstü güzellikler sunar çoğu zaman. Çin’den ülkemize doğru koşarak gelen, ağzından ateşler püskürten ejderhayı alt etmek de yine delikanlılara düşecektir. Bugün masal kitaplarını masalın yerine koyma çabası anlamsız ve yetersiz bir çabadır. Çocuk, daha çok babasının ağzından dökülen kahramanlık öykülerine, olağanüstü güzel masallara bakar. Annesinin gözlerinde seyrettiği dünya hiçbir şeye benzemez onun için. Hayalen söz kapısından çocukla anne çıkıp giderler dünyadan başka bir dünyaya. İşte masalı da olağanüstü güzel yapan şey budur. Masalı çocuklar masalcıdan dinlemeyi sever… Nasıl da takip ederler el kol hareketlerini, jestleri, mimikleri… Az daha yaklaşıverseler, derin bir kuyuya düşecekmiş gibi olurlar... Ansızın uyanacakları harika bir hayaldir bu anlatılanlar. Her anlatılışta yeniden yazılan bir masal kadar daha heyecan verici ne olabilir ki? Elbette masal kitaplarının da çocuk için yeri büyüktür. Kitapların arkadaşlığı önemlidir. Ama hiçbir zaman kitap, masalını olağanüstü hale getiremez. Belki bunu bir parça ressamların yaptığını söyleyebiliriz. Yine de ressamların da çizdikleri ve renklendirdikleri dünya hayal perdesi kadar olağanüstü ve sonsuz renklerle bezenmemiştir. Çocukluktan hızla kaçan ve gençliğe doğru yaklaşan çocuk için de durum pek farksızdır. Bu genç adamın da ‘yaşamak’ kelimesiyle derdi vardır. Bu kelimenin anlamını arar durur... Kitaplara şaşkın ve dikkatli bakışlar atarken ‘öte’de ne olduğunu merak etmesi de bundandır. Çocukken evrenin kendi etrafında döndüğünü düşünen bu adamın, akıl yoluyla fark ettiği bu gerçek, acı bir yara açar kalbinde. Aciz ve yalnız bir varlık olduğunu da fark ettiği bir zamandır bu anlar. Elbette bu zaman içinde kitaplarla verebileceğimiz çok şey vardır genç okurlara. Onlara tecrübelerimizi aktarabilir ve evrendeki yalnızlığını anlamlandırmasına yardımcı olabiliriz. Bilim kurgu maceralarla aklını çelmeye, “boş ver bu da geçer, büyüyünce nasılsa anlarsın!” demeye getiririz cümlelerimizi. Asi ve delikanlı olma hali içinde bakışlarıyla evrenin uzak köşelerine çık gitmeyi sınayan genç adamı, yeni doğmuş bir bebek gibi avutmaya çalışırız. Her yeni günde bir başka filozofun düşüncesiyle uyanan bu büyük çocuklar, yatağına sığmayan ırmaklar gibi çevrelerine taşa taşa akıp giderler gelecek zamanlara. Ülkemizde, çocuk edebiyatı yazarlarından çok, annelerin çocuklarına kendi söz kitaplarından yazdıkları benzersiz ve olağanüstü masalları yeniden anlatmalarına ihtiyacımız var. Bu masallarla büyüyecek çocuklar ve yalnızca bu söz kitabını okudukça sükûn bulacak gençlik coşkusu. Oysa “modern zamanlar” diyerek tanımladığımız bu yüzyıl içinde, annelerin evi terk ettiklerini üzülerek seyrediyoruz. Çocuklar, güzel hayaller yerine derin ve kalbe onulmaz yaralar açan kâbuslarla yüz yüze kalıyorlar geceleri. “Anne sütü gibi tertemiz” cümlesi yerine hazır 274 * Yusuf Çağlar mamalardan konuşuyoruz. Işıklarını usulca kapatıp evlerin, yedi başlı ejderi beklediğimiz o heyecan dolu günler çoktan gitmiş. Evlerimizi Tepegözler’in hiç kapanmayan göz alıcı ışıkları kaplamış. Akşam yemeklerin de bile hayattan-evrenin gizemlerinden konuşacağımıza, havadan sudan şeyler sıralıyoruz peş peşe… Masalı satın almak, kurmaktan-anlatmaktan daha kolay. Uzaya gidip gelmektense, bir kurgu uzaklıktaki oyunlara dalıp gitmek daha kolay. Varsın kaybolup gitsin çocukluğun güzel masalları ve gençliğin bin bir renkle evreni. Son söz yerine; çocuklarımızı masal ve bilim kurgu macera kitaplarıyla okur olmaya hazırladığımız bu dünya’da bir kez de kadim olanı sınayıp onları birer şehzade-sultan, cengaver-kahraman, mucidâlim yapmayı sınayabiliriz. Nasıl mı? Tabii ki, söz kitabını açıp kalbî sevinçler ve aklî kabuller içinde okumalara başlayarak. Hem de masal’dan ve bilim kurgu’dan asla uzak olmadan. Çocuk Kitapları, Çocuk Yayınları Hakkında Notlar: Çocuk okurlar için yayın yapan yayınevleri dizilerini birer kitapevlerine dönüştürdüler. Bu yayın düzlemlerinde editörler, redaktörler, çizerler, tasarımlar çalıştırılıyor… Çocuklar için yazmayı sınayan yazarlar var. Hatta bu konuda, yazı çabasını çocuklara eser vererek başlamak isteyen isimlere rastlıyoruz… Çocuk kitapları resimleyen, çizgi romanlar kurgulayan, çizgi film yapma hayali kuran çizerler var artık ülkemizde. Milli Eğitim’in “kitap okuma” saatleri “kitap tavsiye”leri de bu üretimi ve tüketimi kışkırtıyor. Dünya’nın her dilinden “çocuklar için yayımlanan” bilim-sağlıkedebiyat-eğitim-mizah vd. alanlardaki kitaplar ülkemizdeki büyük yayınevlerinin neredeyse tamamının kitap listelerinde yer alıyor. Artık “mümeyyiz” dergisinin basıldığı matbaanın yerine, 6-7 renkli ve birbirinden özel kâğıtlara baskı yapan makineler geçmiştir. Bir zamanlar Doğan Kardeş’in okur sayısı ve okunurluluğu açısından ulaştığı zirveyi Arkadaşım Dergisi kendine özgü içerik ve görsellikle aşmış ve okuru için de yazarı için de bir mektep olmuştur. Ayrıca Arkadaşım Dergisi birkaç aydır Avrupa’nın 10 ülkesinde 40 bin Türkçe bilen çocuk okura ulaşmayı başarmıştır. Ülkemizde yayımlanan ilk çocuk dergisinden bugüne çeviri çocuk edebiyatı verimleri yerine, yabancı dillere çevirdiğimiz çocuk kitaplarına bırakmıştır. Ayrıca, farklı ülkelerde yayımlanan çocuk dergileri Çocukluktan İlk Gençliğe, Masaldan Bilim Kurgu’ya Kitap * 275 popüler bir içerik ve promosyonla ülkemizde on binlerce okura ulaşabiliyor. Çocuk eğitimi, çocuk sağlığı, çocuk edebiyatı, çocuk hakları vd. alanlarda 1800’lü yıllardan bugüne çok mesafeler aldığımız açık bir gerçektir. Bizim ülkemizde çocuklar yazılı, sözlü, sesli ve görsel iletişimler sayesinde; Grimm Masalları’nı, Binbir Gece’yi, Çin Masallarını, Pinokyo’yu, Alice Harikalar Diyarı’ndayı, Denizler Altında 40 Bin Fersah’ı, Tutiname’yi, Kelile ve Dimne’yi, Nasreddin Hoca’yı, Karagöz’ü, Keloğlan’ı, Billur Köşk’ü, La Fontaine’i, Ezop’u, Mevlâna’yı.. Hepsini bir arada okuyor. Yani, bir anlamda dünyanın dört bucağından okumalar yapılıyor çocuk edebiyatı aracılığıyla. Bu okumaların, bu hafızanın üzerine yeni ve alabildiğince çocukların heyecanla okuyabileceği eserlere imza atmamız mümkündür. Evlerde, çocukken iyi kitaplar okuyamamış annelerin çocuklarını nitelikli kitaplarla buluşturma çabası içinde olduğunu biliyoruz. Okullarımızda her sınıfa bir kütüphane yapmak ve kitapları birbiri ardınca oraya sıralamak, haftanın her günü o kitapları satır satır okumak isteyen çocuklar da var. Şimdi bunca gelişme varken, çocuklarımız neden yeterince okumuyor, neden ülkemizde çocuk okur oranı düşüyor, sorularıyla karşı karşıya kalıyoruz. Çünkü; anlatmaya başlayınca anlatabilecek ve çocuk yayınları açısından söyleyebilecek çok şeyimiz var. Ömrünü çocukları için adamış masalcı annelerimiz ve yazarlarımız olduğunu da biliyoruz. Dünya’da ödül almış, farklı dillere çevrilmiş eserlerimiz var. Bunların hepsi güzel de, sayıları çok az. Çocuklarsa ülkemizin her bir köşesinde, yaşları, sevinçleri, üzüntüleri, ilgileri, istekleri, okumaları, elbiseleri, sesleri, bakışları o kadar çok ve o kadar farklı ki… Yapılan onca şey kaybolup gitmiş bu çocukların çokluğu ve çocukluğun değişkenliği, heyecanı karşısında. Çok gibi görünen şeyler azıcık kalmış… Onun için ısrarla ve bıkmadan usanmadan çalışmalı ve; Bu azları çok hale getirmeliyiz. Devlet’in, özel sektörün, yayıncıların, yazarların, anne-babaların, kütüphanelerin, şehirlerin, araştırmacıların, fakültelerin, çocuk okurların, ülkedeki bütün çocuk kuruluşlarının, bir araya gelmesine ve sahih bir “çocuk gündemi” oluşturmasına çalışmalıyız. Bu gündemin çocuk edebiyatı ya da çocuklara kitap okutturmak için yapılması gerekenlerle de sınırlı kalmaması gerekir. Yoksa her şey çocukların çokluğu ve heyecanları, değişken talepleri karşısında eriyip gidecektir. V. OTURUM MÜZAKERE M. Doğan Karacoşkun* Sayın başkan, değerli misafirler, hepinize saygılar sunarak sözlerime başlıyorum. Sempozyumu başından beri ilgiyle takip ediyorum. Yapılan tespitler ve kitap okumaya dönük önerilerin hepsi hiç şüphesiz kayda değer. Özellikle bu oturumda konuşan kıymetli hocalarım ve arkadaşlarıma zengin sunumları için teşekkür ediyorum. Ancak bütün söylenenleri dikkate almakla birlikte, ben hepsinin üzerine inşa edileceği bir temel dayanak sorunumuzdan söz etmek istiyorum. Efendim, hiç şüphesiz okumak ve kitaplar çok önemlidir. Kitaplarla dost olmak ve okumak gerekir. Ama insanların bir işi, hele de gönüllü bir işi yapabilmeleri için gerekli olan en temel şey, o işi yapmaya hazıroluşluluk durumu ve bu anlamdaki motivasyondur. Peki bugün bu motivasyon ne kadar vardır? Çocuklarımızı okumaya ve kitapları sevmeye ne kadar güdüleyebiliyoruz? Arkadaşlarımız sürekli bahsettiler. Mustafa Aldı Bey çeşitli rakamlarla anlattı. Günümüzde hakikaten o kadar çok sayıda yayın ve kütüphane var ki, okuyacak bir şey bulamadığımızı söyleyebilmek, “yerim dar” demek mantığıyla aynı şeyden başkası değil. O halde neden sürekli olarak, özellikle çocuklarımızın okuma ve kitapla haşir-neşir olma konusunda çok da istekli olmadıklarından yakınıp duruyoruz. Ben bu soruyu cevaplamadan önce, başta belirttiğim gibi, daha temel bir soruya cevap arama ve öncelikle o probleme çözüm getirme yolları üzerinde durmanın doğru olacağı kanaatindeyim. Türk toplumu, özellikle son yıllarda çeşitli nedenlerle gittikçe artan sosyal değişim ve farklılaşma sayesinde, birçok konuda olduğu gibi, aile konusunda da çok ciddi çözülmeler yaşamaktadır. Yusuf Çağlar Bey, yeniden eve dönelim dedi. Bu mümkün mü? Bir kere, çocuklarımızın, sözlü kültürümüzün temel direkleri olan ve hikâyeyi, masalı, şiiri vb. yani edebiyatı onlara sevdiren büyükbaba ve büyükannelerine ailelerde artık yer yoktur. Yine baba ve anneler, günün önemli bir kısmını işyerlerinde geçirmekteler ve çalışma hayatı onları ev ortamından ve çocuklardan uzak kalmaya mecbur ediyor. Diyelim ki dönüldü, peki çocuklar evde mi? Kreş, anaokulu bugün vazgeçilmezlerimiz arasında sanki. Çalışmayan anneler de oralara gönderiyor şehirlerde. Diğer yandan, henüz ilkokul 3. , 4. sınıflardan itibaren çocuklarımızın, bugünkü adıyla OKS (Ortaöğretim Kurumları Sınavı), yani test sistemi merkezli olarak zihinleri kuşatılmaktadır. Kaçamak yapabileceği yegâne adresler televizyon ve bilgisayarlardır. Bütün bunları bir yana bırakıp çok iyimser düşünsek, çocukların anne-babalarıyla daha çok zaman geçirdikleri ve onların da çocuklarıyla daha fazla ilgilenebildiklerini kabul etsek bile, * Yrd. Doç. Dr. Cumhuriyet Üniversitesi Öğretim Üyesi. Kitap-Toplum İlişkisine Dair Ontolojik Bir Değerlendirme * 277 “anne-babalar kitap okuyor mu ki?” diye sormamız yanlış mı olur? En kötüsü ailemizin önemli bir kısmında bile, varsa işiyle ilgili okunacak şeyler ve gazetelerin bulmacalarını çözmek dışında okumak adına nelerden söz edebiliriz? Yani “taşıma suyla değirmen dönmez”. Önce bunu idrak ederek çocuklarımızı değerlendirmeli, iğneyi onlara batırıyorsak, çuvaldızı kendimize batırmalıyız. Diğer bir konu da, en az bunun kadar önemlidir diye düşünüyorum. Gençlerimiz kitap okumalı ama neyi, nasıl okumalı? Alparslan Durmuş bey, oldukça güzel önerileri ile bize yol gösterdi. Ama maalesef onun söylemesinden daha etkili olan kanallar farklı yönlendirmeler yapıyor. Nitekim biz kitap ve okumakla, kültürel birikimimizi yaşatmayı da kastediyoruz öyle değil mi? TV’ler, okullar v.b. çocukları nereye yönlendiriyor dersiniz? Çocuklarda edebiyat, musiki zevki oluşuyor mu? Allah aşkına şu şiir sitelerine, deneme sitelerine bir girin bakın okuyanlar neler okuyorlar? Bırakın onu, daha vahimi, bugün gençler müzik diye neler dinliyorlar, bir bakın! Itrî, Dede Efendi, Hacı Arif Bey deyince alayvari gülümseyen bir gençlik var karşımızda. Yani kesinlikle arkadaşlarımızın söylediği gibi okumalıyız ama aynı zamanda doğru okumalıyız. Bir Bethoven’i, Mozhart’ı da dinlemeli ama Dede Efendi’den habersiz olmamalıyız. Gitarı da tanımalı ama tanburu da tanımalıyız. Bugün piyasalarda müzik diye dinlenenler, ne kadar ucûbe. Kültür diye insanların bildikleri şeyler, bize ne kadar yabancı öğle değil mi? Şair Yavuz Bülent Bakiler, bu tarz kendi kültürüne yabancılaşmış insanlarımıza, aydınlarımıza şöyle sitem eder: “Söylediğin türküler bizim türkümüz değil Başka çeşmelerden doldurmuşsun tasını Yüreğinde nakış yok, acı yok bizden.” Şimdiki halde ise bunun da gerisindeyiz diye düşünüyorum. Bırakın Batı kültürünü olsun okumayı, neredeyse test kitapları dışında hiç okumayan bir kuşak çoğalıyor maalesef. Ama ne demiş atalarımız “Marifet, iltifata tabidir.” Test kitapları çocuklarımıza gelecek getiriyor. Aileler, öğretmenler, devlet bu testlerde başarılı olanlara iltifat ediyor. Bu durumda klasikleri okumanın getirisi ne? Elbette, onları okumak bir başına insanı geliştirecek ve ona haz verecek güzellikte. Ama onlarla tanışmanın da bir motivasyonu lazım. Sonuç olarak, zemini sarsılmış bir toplumda yaşıyoruz. Toplum ve özellikle gençler okumalı! İlla da kendi kültür kaynaklarını okumalı. Okumalı ki, toplumumuz yitirilen zeminini yeniden kazanabilsin. Sağlıklı ve yeniden dünyanın saygın toplumları ve devletlerinden biri olabilmenin de temel yolu ancak bu olsa gerek. Yeniden herkese saygılar sunuyor, beni sabırla dinlediğiniz için herkese teşekkür ediyorum. KİTAP-TOPLUM İLİŞKİSİNE DAİR ONTOLOJİK BİR DEĞERLENDİRME Berat Demirci “Kitap sahibi olmak!” ilk ontolojik bir esas olarak, insanın dünya üzerinde topluluk halinde yaşamaya başlamasından bu yana bütün medeniyetlerin anahatlarını oluşturur. Medeniyetler süreklilik gösteren varlıklardır, kitapla bağ kuramayan, yahut bağını kaybeden toplumlar kalıcı medeniyetler sergileyemez. İlk aile, ilk medeniyettir; sözden yazıya geçiş, buradan başlayarak insan tecrübesinin geleneğe dönüşmesini sağlamıştır. İnsan; artık hem konuşan, hem okuyan, hem yazandır; kitap-ehl-i satır (yani yazar)-konuşarak iletişim kuran halk medeniyetin temelini oluşturur. Toplum hayatı, insan-kitap-söz birliğinin, insan-insan, insan-tabiat ilişkilerine yansıması ve paylaşılmasıdır. Sözlü kültürle, kitabî olan arasında birbirini besleyen ve bütünleyen akış; medeni hayatın tazelenmesinin ve devamının biricik şartıdır. İnsanın kitapla ve sözlü kültürle bütünleşmesinin ölçüsünü veren ikinci ontolojik esasımız: İnsanın varabileceği kemal noktası’nı tarif ve tasvir eden “O, yürüyen bir kitaptır!” ifadesidir. “Yürüyen kitap olmak” hayatla kitap arasındaki bağı sağlam kurmak, tabiat ve insanlar ile geliştirdiği her türlü ilişkide -okuduğuyla, yazdığıyla, söylediğiyle, eylediğiyle- bu özelliği sergilemek demektir. Bu “ontolojik anlamı olan kitabî insan”ın halk dilindeki karşılığı ise, bugün nadiren ve nadir bulunan insanlar için kullanılan “Kitap gibi adam!” tabiridir. Kitap gibi adam, kitaptan aldığına kendi şahsiyetini de katarak, sözün güzelini muhatabının seviyesine göre aktaran insandır. Bu insan, iyiyi, güzeli, doğruyu irfan haline dönüştürerek özü, sözü, eylediği bir olan arif kişidir. İrfan sahibi kişi kitap yazmış olsun olmasın bilen kişidir; ancak her yazan, yahut bilen kişi irfan sahibi olmayabilir. Yazarın, yahut yazılanları bilen kişinin, yazdıklarıyla bildikleriyle eylediği arasında birlik varolsa bile; bu, okuyan kişilerden tamamen bağımsız gelişen bir durumdur. Çünkü artık yazar değil, kitap ile karşı karşıyayızdır. Eskiden de böyledir, ama özellikle matbaanın icadıyla başlayan süreçte, “yazar”ın muhatabıyla hiç karşılaşmadan ulaşması imkanı sürat kazanmıştır. Yazar olarak adlandırılan insanların yazdıkları gibi davranmak mükellefiyetleri olmadığı gibi, pekçoğu günümüzde neredeyse hayattan ve halktan kopuk olmakla o sıfatı kazanırlar. Kitap, yazılıp yayınlandıktan sonra yazarından bağımsızlaşır ve sayısız muhatabına ulaşır. Yazarın kim olduğuna değil, ne yazdığına;eylediğine değil, satırlarda söylediğine bakmak kaçınılamaz bir zorunluluktur. Kita Dr. Cumhuriyet Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Felsefe Bl. Öğretim Üyesi Kitap-Toplum İlişkisine Dair Ontolojik Bir Değerlendirme * 279 bından hareketle hayran olunan pekçok yazar, hasbelkader karşılaştığı okuyucusunu hayal kırıklığına uğratabilir. Okuyucu, yani okuduğunu anlayan kişi; yazarların dünyasında değil, kitapların dünyasında yaşar. Kitap; yazarı uykusunda, hatta dünyasını değiştirmişken bile iş yapan canlı bir varlıktır; varlığı, bugünün “cehl-i mürekkep” ile malûl vasatında, aritmetiğin anlatmaya kifayet edemeyeceği kadar hayatîdir. Okuyan bir toplum olmadığımız doğrudur. Genellikle bu konuda halk kabahatli bulunur; ancak, “Okuma oranının neden düşük olduğu” kadar; kitapların neyi yazdığı sorusu da önemlidir. Kitaplar, toplumun hem mukayyet, hem şifahi akışıyla bir kesişme noktası yakalayamıyorsa orada hitap edenle (kitapla) muhatap (halk) arasında bağ kurulması imkansızlaşır. Bir de işin “bilimsel yayın” künyesini taşıyan ve özellikle sosyal bilimlerde kendisini gösteren “akademik dil” kudümsüzlüğüne dikkat etmemiz gerekir. Sosyal bilimlerin araştırma nesnesi toplumdur; araştırma nesnesiyle irtibatsız yayınlar, bırakınız sıradan bir okuyucuyu, çok iyi bir okuyucuyu bile kendinden uzaklaştıran, ciddi bir anlamama ve anlatamama problemi taşımaktadır. “Kitap gibi adam” olmak için yazar olmak gerekmediğini vurgulamış, bunun davranış düzeyinde örnek teşkil eden “irfan” sahibi adam anlamını taşıdığını söylemiştik. Bu insan halkı bilen, tanıyan; aynı zamanda kitapla beslenen insandır. Kitap ile hayatın, kitabî olanla şifahî olanın aynı anda kavranamayışı, bir toplumun temel dinamiği olan “Kitap gibi adamların” yetişmemesi sonucunu doğurur; ki bu, medeni hayatın kriz içine girmesi demektir. Velûd ve üretkenliğini, market ihtiyacı dışında şehre gitmediğine borçlu olduğunu söyleyen pek çok sosyolog tanıdım. “Kitap gibi adam”ların yetişmesi için, zamanın getirdiklerine şahsiyetli cevaplar veren, muhkem bilgiler ve çözümler sunan “Kitap gibi kitap”lara ihtiyaç vardır. Her ikisi arasında sebep-sonuç değil, karşılıklı ve fonksiyonel bir ilişki vardır. “Nasıl Okumalı?”nın cevabını da veren üçüncü ontolojik esasımız; kitap kainat ilişkisine dairdir. Okumak; hem kitap, hem de kainatı/tabiatı okumak/anlamak demektir. Tabiatı bir kitap gibi okumak, eşyanın dilini anlamak çabasıdır; okumakla anlamak eş anlamlıdır. Bu ontolojik esas; toplum katında, yani kitabın hayatla kesiştiği hatta bize okuduğumuzu “anlamak”, hatta yazandan daha iyi anlamak görevi yüklemektedir. Dünyada olup biteni anlamak istiyorsak, dünyayı anlatan bütün kitaplarla sağlam ve aynı zamanda şahsiyetli bir bağ kurmalıyız. Şahsiyetli; çünkü “anlamak”, insanın kendi varlığını okuduğunun içine katmasıyla mümkündür. Eşya, insanın nefesiyle soluk alıp verir, bu yüzden okumak kitabın dili ile eşyanın dilini aynı anda kavramaktır. O zaman ancak herdem yeni, herdem çağdaş olma sıfatına hak kazanılır. Ontolojik esasa dayanmayan bir okumanın dilimizdeki muzip karşılığı “burnuyla okumak” tır; burun da önemli bir uzvumuzdur, ama imkanlar varlığı insandan, mümkünleri gerçekleştiren insana geçişi gerçekleştirmek için kifayetsizdir. 280 * Berat Demirci “Düşünüyorum o halde varım!” diyerek, kendini mutlaklaştıran, kendi dışındakine hayat hakkı tanımayan zorbalardan, “Düşünüyorum o halde Descartes var!” diyen mukallitlerden kurtulmanın ve gezegenimizi kurtarmanın yolu; kitap ile dünyayı aynı anda okuyan, eşyaya ve insana temiz soluğuyla can katan “Kitap gibi adamlara” sahip olmaktır. Bu insanları yetiştirmek, hem millî, hem de insanî görevimizdir. TÜRKİYE’DE KİTAP YAYINCILIĞININ DURUMU Mehmet Varış Değerli hemşerilerim sizlerle bir arada olmaktan dolayı çok mutlu olduğumu belirterek sözlerime başlamak istiyorum. Kemal İbn-i Hümam Vakfı’nın değerli yöneticilerine ve emeği geçen herkese böyle bir toplantı tertip ettikleri için teşekkür ediyorum. Bu toplantıda Türk kültürüyle ilgili 300’ü aşkın kitap yayınlayan bir yayınevi sahibi ve yöneticisi olarak Türkiye’de yayıncılığın ve buna bağlı olarak kitapçılığın meseleleri üzerinde kendi görüşlerimi sizlerle paylaşmak istiyorum. Her şeyden önce kar amacının ikinci planda kalması, asıl gayenin okura sunulan bilgi araçları yani kitaplar sayesinde toplumdaki zihinsel gelişimin gözetilmesi gerektiği bir sektörün temsilcisi olarak zor bir misyon yüklendiğimizin farkındayım. Ancak bunun gönüllü bir zorunluluk olduğunu da söylemek durumundayım. Çünkü kitaba, bilgiye, ilme, âlime büyük saygı duyan, bütün bu unsurları var oluşun merkezine koyan bir medeniyet anlayışından geliyor ve bu anlayış sayesinde geleceğe umutla bakıyoruz. Ancak aşağıda sıralayacağım sebepler yüzünden maalesef Türk yayın dünyasına bütünüyle bu anlayışın hâkim olduğunu söylemek zordur. Bununla birlikte gerçek, kalıcı ve yüceltici bilgiyi arayan, bu bilgiyle düşüncesini ve hayatını şekillendiren kitap okurunun bilgi ihtiyacını gidermeye çalışan yayınevleri sayıları azda olsa Türkiye’nin yüzünü ağartacak faaliyetler içindedir. Türkiye’nin kültür hayatını zenginleştirmek ve ilerletmek adına sayılarının çoğalmasını arzu ettiğimiz bu tür yayınevlerinin karşılaştıkları başlıca sorunlar ve bu sorunlara getirilecek çözüm yolları şunlardır. 1. Günümüzde intibak etmeye çalışan serbest piyasa ekonomisi sayesinde herkes her işi yapa bilme hürriyetini ve hakkını kendinde göre bilmektedir. İlerleyen teknoloji sayesinde kitap baskı tekniklerinin kolaylaşması, bu teknolojinin kolay elde edilebilmesi ve bir miktar da sermaye birikimi sayesinde özellikle başka alanlarda başarılı olmayan herkes şansını yayıncılık sektöründe denemektedir. Yani yukarda sözünü ettiğim anlayıştan uzak bir şekilde işin ruhunu kavramadan yayıncılığı alelade bir meslek olarak kabul edip bu işe girişen pek çok kişi ve firma “ne olacak, bende yaparım bu işi” demek suretiyle yayıncılık yapmaktadır. Yayıncılık mesleği diğer mesleklerden farklı olarak yapılan işin sonuna kadar arkasında durmayı gerektiren bir meslektir. Nasıl yazıldığı, çevrildiği ya da oluşturulduğu belli olmayan bir kitabı bastıktan sonra “nasıl olsa ben bunu satmanın bir yolunu bulurum; sattıktan, elimden çıkardıktan, para kazanıp kar elde ettikten Yayıncı Türkiyede Okuma oranları ve Kitap Yayıncılığının Durumu * 283 sonra gerisi beni ilgilendirmez” anlayışı bu mesleğin kabul etmeyeceği ve sahip olduğu hassasiyetler bakımından kaldıramayacağı bir anlayıştır. Ancak günümüzde yayıncılığın bir meslek olarak değil de sadece bir kazanç kapısı olarak anlaşılması neticesinde bu anlayışın yayın piyasasında büyük yer edindiğini görüyoruz. 2. Kitap tek bir kalemden çıkmakla ya da farklı kalemleri bir araya getiren ortak bir anlayışın ürünü olmakla beraber muhatabı tek bir kişi değil toplumun kendisidir. Dolayısıyla sağlayacağı yarar ve zararı geniş boyutuyla düşünmek lazımdır. 3. Yayın sektörünün başta gelen eksikliklerinden birisi basılan kitap ile yazar arasındaki ilgisizliktir. Daha önce var olan herkesin kendi bildiği konuda kitap yazma keyfiyeti, bugün maalesef herkesin her konuda kitap yazma serbestliğine dönüşmüş durumdadır. Bu durum okuyucuyu, yanlış, eksik, yetersiz, indi bilgilere ve değerlendirmelere yönlendirmektedir. Bilginin kolay elde edilebilir, adeta sıradan bir meta haline dönüştürülmesi onun saygınlığına indirilmiş büyük bir darbedir. 4. Yukarıda işaret ettiğimiz serbestlik ve kolaycılık yüzünden ortaya çıkan yayınevlerinin çoğunda kitaplar ciddi bir denetimden geçmeden basılmaktadır. Oysa kitap basmak bir ekip işidir. İyi bir kitap yazarla beraber editörlerin, redaktörlerin ve musahhihlerin elinden ve denetiminden çıkmış kitaptır. Maalesef bir kaçı dışında bu meselelere ciddi ilgi gösteren ve çözüm yolları arayan yayınevi bulmak zordur. Öyle ki bazı kitaplar, bırakın okunmadan basılmayı, yazarın dizgisi, sayfa düzeni hatta aydınger çıkışıyla doğrudan matbaaya gönderiliyor. Bu durum içinde bulunduğumuz ortamı anlatması açısından önemlidir bence. 5. Türkiye’de kültürel yayıncılık yapan müesseselerin bizce öncelikli problemler dağıtım, pazarlama ve reklâmdır. Maalesef kitap piyasasında büyük dağıtım şirketleri yoktur. Olanlar da popüler yayınları dağıtmayı tercih ediyor. Kültürel kitapların satışı sınırlı olduğu ve dağıtım şirketlerine cazip gelmediği için itibar görmüyor. Ayrıca reklâm imkânlarının maliyet yüzünden sınırlı olması bu alanda yayın evlerinin elini kolunu bağlamaktadır. Zaten satış rakamı düşük olan kültürel kitaplara reklâm harcaması yapmak ister istemez fiyatlarını yükseltecek, bu ise tersine olarak kitap satışlarını iyice azaltacaktır. Ancak belli grupların uzantısı olarak yayıncılık yapanların bu tür problemi yoktur. Bu grupların görsel ve yazılı medya organlarına sahip olması reklâm giderlerini bedelsiz olarak yapmalarını sağlamaktadır. Bir kitabın maliyet bedeli kadar reklâm verebilmekte ve tanıtım yapmaktadırlar. 6. Kültürel yayıncılık yapan bizlerin başka bir problemi ise vergi oranlarının yüksekliğidir. Devletin kültürel yayınlardan gelir vergisi almaması, en azından bu vergiyi en alt seviyede tutması gerektiğini düşünüyoruz. 284 * Mehmet Varış 7. Gelir vergisine ilaveten yazar teliflerinin stopaj oranının yüksek oluşu, bu tür kesintileri yazar ve çevirmenlerine yüklemeyip kendisi ödeyen yayıncıların bir başka problemlerinden birisidir. 8. Yayıncıların bir diğer sorunu olarak kitaptaki KDV ve yazar telifine ödenen katma değer vergisidir. Yine bunu çözmek, yani hem kitapta hem de yazar telifinde KDV’nin kaldırılması devletimizce mutlaka göz önünde tutulmalıdır. 9. Türkiye’de yayıncılığın problemlerinden en önemlilerinden birisi de yayınlanan her şeyi taklit eden benzerlerinin korsan veya yasal-legal korsanını( kapağına ismini varana kadar ) taklitçi, ucuzcu, yayıncılık anlayışıdır. Bu tür yayıncılık maalesef ihtiraslı yayıncılar ve belli gruplara yönelik yayın yapanlar tarafından da gerçekleştirilmektedir. Bu gurupların diğer bir özelliği de yeni bir şey ortaya koymak yerine başkalarının yaptığı işleri taklit etmeleri, bazen ustaca gizlenmiş intihal yoluna gitmeleridir. Rezervlerinde bulundurdukları hazır okuyucu sayesinde kitaplarını pazarlama noktasında sıkıntı çekmemektedirler. Zaten okuyucu kitlelerinin de kendilerine sunulan kitapları seçme, beğenmeme, hatta maalesef sorgulama hakları yoktur. Bu kesimlerde yapılan yayıncılık konusunda eleştirel ortamın olmaması yapılan işin ne kadar sağlık olduğunun bir başka göstergesidir. 10. sermaye guruplarının yayıncılık anlayışı felaketlerin beklide en büyüklerinden birisidir. Bu tür yayın evleri bazı yazarlara %20’lere varan telifler vermekte ve teklif etmektedirler. Sermayeleri yazılı ve görsel medyaları hizmetlerinde olduğu için onlarda cemaat yayıncılığı yapanlar gibi insafı biryana bırakmışlardır. Ve maalesef yazarlarda….. Holding yayıncılığı / dar guruplara seslenen yayıncılık, bu sektörde son yirmi yıl içinde ağırlığını ve yayılmacılığını olanca gücüyle hissettirmekte ve gelişmektedir. İkisinin de hedefi özgür düşüncenin kalesi olan özel yayın evlerini boğmaktır. Ayrıca vakıf, belediye, kültür müdürlüğü gibi resmi ve yarı resmi müesseselerde yayın işine soyunup en ucuz telifi veren matbaalara işler yaptırarak özel yayın evlerine rakip olmaktadırlar. 11. Her türlü ideolojik bağnazlığın devam etmesi sebebiyle kültürel yayıncılık yapan yayınevlerinin kitapları kitapevlerinde yer ve raf bulamamaktadır. 12. 2000’li yılların başlarından itibaren birkaç yayınevi hariç pek çok yayın evinin başlattığı 1.90, 2.90, 3.90, şimdi 4.90 YTL’lik kitap üretimleri okuyucu kalitesinin düşmesine yol açmış ve ciddi okuyucu kitaptan ve kitapçıdan soğumuştur. Elli yıl önce yayınlanmış kitapları sadeleştiren kimi yayınevleri de bu sürece katkıda bulunmuşlardır. Elbette okuyucunun ucuz kitap alması herkesin isteğidir. Bir kitabı ucuza mal etmek, bundan çok sayıda basmak ve bunu okuyucuya sunmak herkesin arzusudur. Ancak her işte olduğu gibi kalitenin de bir maliyetinin olduğu unutulmamalıdır. Ucuza satılan kitaplara baktığımızda çoğunun ciddi bir süreçten geçmeden yazıldıklarını, toplumsal Türkiyede Okuma oranları ve Kitap Yayıncılığının Durumu * 285 faydaya hizmet etmediklerini, kalıcı olmaktan ziyade kullan at mantığından hareket edildiğini görüyoruz. Okuduktan sonra bir tarafa atılan, bir daha hiç başvurulmayan nesne olmak kitaba reva görülmesi kabul edilmesi kolay bir tutum değildir. Bu konuda ayrıca hassas davranmak gerekir. Yani kitabı çikletle bir görmemek lazımdır. 13. Devlet - yayınevi ilişkilerinin iyi olmaması da kültürel yayıncıların önemli bir meselesidir. 1400’e yakın kütüphanesi bulunan devletin onlara dağıtılmak üzere, çoğu zaman 80 er adet kitap alması, kütüphanelere yeterli eleman ve kitap alınmaması ayrı bir derttir. Bu arada Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın 2006 yılında hem Bakan Atilla KOÇ’un hem de bakanlık yetkililerinin açıklaması ile 574.000 kitap alımı yaptığını öğrenmiş bulunuyoruz. Bunların büyük çoğunluğu da resmi ve yarı resmi yayınlar ve kitapçılık piyasasında içerikleri ve hazırlanışları güven telkin etmeyen yayınlardır. 14. Son olarak Demoklesin kılıcı gibi başımızda sallanan bandrol zorunluluğu, yayıncılığı son hızla yeni bir sansür mekanizmasına sürüklemektedir. Mesela bir kitabın bandrol pulu için görevliler en erken üç gün süre vermektedirler. Bu işin çözümü kitap seven kitabı sayan yeni bir kitap gördüğünde heyecanlanan, sevinen insanların göreve gelmesiyle gerçekleşe bilecektir. Ayrıca şu da ortaya çıktı ki ne ağır ceza müeyyideler ne de bandrol mecburiyeti korsan yayıncılığı ortadan kaldırmaya yetmemiş bu tür işlere soyunanların matbaaları da dahil olmak üzere daha organize bir biçimde bu sektöre yerleşmelerine ve kendilerine yasal bir görüntü vermelerine sebep olmuştur. Kaldı ki İstanbul’un bazı semtlerinde kaldırımlar korsan kitaplarla doludur ve korsan yayınlar Anadolu şehirlerinde de sergiler yoluyla dar gelirli okuyucuların ayağına götürülmektedir. Türkiye’de Kitap Okuma Oranları Türkiye’de okuma oranı Kültür Bakanlığı’nın internet sitesinden aldığımız verilere göre oldukça düşüktür. Toplumumuzda okuma oranı %4 seviyesindedir. Okuma oranının düşüklüğü aynı zamanda düşük kitap satışları demektir. NİÇİN OKUYORUZ, NASIL OKUMALIYIZ? İbrahim Ünal GİRİŞ Memleketimizdeki en kolay işlerden birisi kütüphane memurluğudur. Hani derler ya; in-cin top atar; böyle bir kütüphaneden okumak için kitap almıştım. Memur, “Hocam, bu kitabı ilk defa siz okuyorsunuz.” deyince ben de şöyle cevap verdim: “Belli; yapraklarını ben açıyorum. Ama olsun. Bu kitap yalnız benim için yazılmış olsa değer. Bir kitabın, bazen bir kişiyi bile etkilemiş olması yeterlidir. Milletlere tek kişinin yön verdiği, tarihte çok görülmüştür.” Yazılmış olan sözler uçmuyor, belki de uçuruyor. Medeniyet ve teknikte bugünkü seviyeye hemen gelinmedi. Yüzyılların birikiminin fasiküller halinde destelenmesi, araştırmacıların ve okuma meraklılarının dikkatini celbetmiştir. Dünyevi ve uhrevi açıdan yaşanılan kolaylıklar, ilimle ilgili harcanan emekle doğru orantılıdır. Cehaleti; en büyük düşmanlarından daha tehlikeli görerek tedbirini alan milletler, kısa sürede kalkınmışlardır. Kendi bünyesindeki mikropların yayılmasını engelleyen toplumlar, dış düşmanların saldırılarını çok kolay etkisiz hâle getirirler. Bunun en kestirme yolu da ilimle aydınlanmaktır. Bu durumda önümüzde duran şu soruları cevaplandırmalıyız: Niçin okumalıyız, nasıl okumalıyız? NİÇİN OKUMALIYIZ? Hiç düşündük mü; Rabbimiz, bizlere ilk emir olarak “İman et!” veya “İbadet et” demiyor da “Oku!” diye hitap ediyor? Hâlbuki kulluk, insanların yaratılış sebebidir. Demek ki okumadan doğru bir kulluk mümkün olmayacaktır. İlk insan Hz. Âdem peygamber olarak da görevlendirilerek kendisine sayfalar verilmiştir. Peygamber Efendimize ve bütün insanlığa Kur'an-ı Kerim’de ilk emir “Oku!” olduğu gibi ilk insana verilen emir de “Oku!” dur. Hemen soralım; okuyor muyuz? Türkiye’mize bakalım: “Birleşmiş İnsani Gelişim Raporuna göre okuma oranı itibariyle 173 ülke arasında 86. sırada duruyoruz.”1 Bin kişiye düşen miktarı itibariyle ülkemizi kıyaslayacak olursak “İspanya’da 170, Almanya’da 2 bin 700, Japonya’da bin, ABD’de 12 bin, Rusya’da 18 bin. Türkiye’mizde ise bin kişiye, sadece 7 kitap düşmektedir!”22 Yazar, Programcı Refik Akten, Hızlı Okuma ile Öğrenme. İstanbul: Nesil Yayınları, 2006, s.11. 2 Yavuz Bülent Bakiler. Mehmet Akif’in Türkiye İdeali. Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, s.11. 1 Niçin Okumalıyız? Nasıl Okumalıyız * 287 “İngiltere’nin önde gelen araştırma kuruluşlarından Bridge Stone, birkaç yıl önce, 40 ülkede bir anket yapmıştı. Bu anketle, bir insanın yıl boyunca kitaba ne kadar para ayırdığı tesbit ediliyordu. İşte birkaç ülkeye ait rakamlar: “Almanya 60, İsveç 55, Fransa 51, ABD 50, Japonya 48 ve İngiltere 45 sterlin. Bu sıralamayı Hollanda, Avustralya, Kanada, İsviçre, İtalya gibi ülkeler takip ediyor. Türkiye’miz ise 2 sterlinle 40. sırayı almıştır.”3 Hâlimiz ve diğer İslam ülkelerinin durumu ortada. Acaba bazı gizli servislerin amacına uygun mu hareket ediyoruz? İşte bir belge: “Alman televizyonunda CIA ile ilgili bir program yayınlanıyor. CIA anlatılırken “Bir toplum nasıl çökertilir?” sorusu şöyle cevabını buluyordu: 1. Eğer bir toplumu çökertmek istiyorsan, önce onun “parasına olan güvenini” sarsacaksın. 2. O toplumun “kendi öz değerlerini” yıkacaksın. 3. Toplumu “tüketim toplumu” hâline getireceksin. 4. Toplumu bilgisizleştireceksin. Bilgi toplumu olmaktan uzaklaştıracaksın.”4 “Kur’an kelimesinin de ‘Oku!’ manasındaki ‘İkra!’ emriyle aynı kökten olması ve ‘okumak’ manasına gelmesi sebebiyle Kitabımızı her aklımıza getirmede ‘okumak’ dersi almamızın sağlanması, Rabbimizin, ilim talebinde yatan ehemmiyeti bizlere hissettirmedeki bir başka rahmeti olmaktadır. “Mesele bu kadarla kalmıyor. Kur’an-ı Kerim’de ‘oku’ kökünden türemiş 87 kelime mevcuttur. Üç ayrı ayette ‘Oku!’ diye emredilirken üç ayrı ayette de ‘Okuyunuz.’ diye çoğul şeklinde emir gelmiştir. 68 yerde de ‘okumak’ manasını da telkin eden ‘Kur’an’ kelimesi geçer. “’Bilmek’ manasına gelen ‘ilim’ kökünden Kur’an’da 780 kelime gelmiştir. Bunlardan 426’sı fiil, 354’ü isimdir. Kur’an-ı Kerim’de aynı kökten bu kadar çok tekrarına rastlanan kelime grubu azdır.”5 İlimden başka üstünlüklere dayanan başarılar geçicidir. Yeryüzünde kurdukları maddi ve manevi saltanatlarının büyüklüğüyle tanınan Hz. Süleyman (a.s.) ve Hz. Davud’un (a.s.) üstünlükleri, Kur’an-ı Kerim’de ilimleriyle izah edilir: “And olsun ki Davud’a ve Süleyman’a ilim verdik. İkisi, ‘Bizi, mümin kulların çoğundan üstün kılan Allah’a hamd olsun.’ dediler.”6“Onun (Davud’un) hükümranlığını kuvvetlendirmiştik, ona hikmet ve kesin hüküm verme salâhiyeti vermiştik.”7 3 4 5 6 7 O.Suat Çelebi ve N. Seler Cebecioğlu. Okuma Alışkanlığı ve Türkiye, s.65 Yavuz Donat, Milliyet, 2.1.1998. İbrahim Canan, Okuma Yazma Seferberliği. İstanbul: Cihan Yayınları, 1984, s.35. Neml 27/15. Sad 38/20. 288 * İbrahim Ünal Sabâ Melikesi Belkıs’ın tahtını, göz açıp kapayıncaya kadar Hz. Süleyman’ın huzuruna getiren kişinin gücünün kaynağı “bilgi” idi. Bilgisizlik, Kur’an-ı Kerim’de şiddetle kınanır. Çeşitli sebeplerden dolayı kız çocuklarını diri diri toprağa gömerek öldürenler için şu ifade kullanılır: “Bilgisizlikleri yüzünden beyinsizce çocuklarını öldürenler...”8 “Ehl-i kitap” dediğimiz Museviler ve Hristiyanlar, Hz. İbrahim’le (a.s.) ilgili tartışmışlardı. İki dinin mensupları Hz. İbrahim’in, kendi dinlerinden olduğunu iddia ediyorlardı. Onlara şu ikaz gelmişti: “... Hadi, hakkında bilgi sahibi olduğunuz konuda tartıştınız. Fakat, bilgi sahibi olmadığınız konuda niçin tartışıyorsunuz?”9 Hâlbuki mesele gayet basitti; çünkü her iki din, Hz. İbrahim’den sonra gelmişti! Bir kimsenin, kendisinden sonra gönderilen dinin mensubu olması mümkün mü? İnsanlar, birçok konuda işte böyle bilgisizlikleri yüzünden tartışıyorlar. Müminlerin, mutlaka yerine getirmeleri gereken bir emir var: Cihat. Birçok ayet ve hadis cihadın öneminden bahsederken Müslüman kahramanlar, canlarını tereddütsüz vererek en güzel şekilde örnek olmuşlardır. Her hâlde ayet ve hadislerde cihattan daha önemli bir direktiften bahsedilmemiştir. Ama bu üstün görev, ilmî meşguliyeti sekteye uğratmayacaktır, bu da Allah’ın emridir: “Müminlerin hepsinin, toptan sefere çıkmaları doğru değildir. Onların her kesiminde bir grup, dinde (dinî ilimlerde) geniş bilgi elde etmek ve kavimleri (savaştan) döndüklerinde onları ikaz etmek için geride kalmalıdır. Umulur ki sakınırlar.”10 “O hâlde sakın, cahillerden olma!”11 kesin emrini alan Sevgili Peygamberimiz (a.s.m.), sahabilerden bir grubu savaşa göndermeyerek onların ilimle meşgul olmalarını sağlamıştır. Okuma konu edilince hemen akla kitap gelmektedir. Dünyayı insansız düşünemediğimiz gibi, insanı da kitapsız düşünemeyiz. Şu dünyadan kitap kayboluverse, yaşamak ne kadar çekilmez bir ağırlık olurdu! Kitap, tarih boyunca hâkimiyetini kaybetmemiştir; ama bundan böyle okuyanla okumayan arasındaki fark, kendisini daha çabuk gösterecektir. Sınırlarda artık silâhla değil, bilgilerle savaşılmaktadır. Kitap, bir medeniyetin devamlılığında son derece önemli bir rol oynuyor. İnsanlığın geçmişle bağlantısı, zihnî seviyede yazılı kültürle sürdürülebilir. Kitap, geçmişin iyi ve kötülerini sinema şeridi gibi gözler önüne sererek, geleceğimize ışık tutar. 8 Enam 6/140. Âl-i İmran 3/66. Tevbe 9/122. 11 Enam 6/35. 9 10 Niçin Okumalıyız? Nasıl Okumalıyız * 289 Adam Smith, “Milletlerin Serveti” isimli eserini yazarak, bütün İngilizlere ticaretin esasını öğretmiştir. Pitt, yirmi yaşında iken bu eseri okumuş, bu sayede bir meslek sahibi olmuş, günün birinde de İngiltere’nin başbakanlığına kadar yükselmiş ve bütün İngiliz başbakanlarının en büyüğü olarak ün kazanmıştı. Onun bu kitaptan öğrendiği şey, “iş hayatının serbest olması gereği” idi. Hâlbuki başkaları, bunu anlamıyorlardı. Hele son senelerde bunu anlamayanlar büsbütün çoğaldılar. Pitt, bütün siyasetini bu kitaba göre hazırlamış ve “devlet idaresi masraflarında kısıntı, iş hayatında hürriyet” prensipleri ortaya atılmıştı. Kitap, tarihi getirip önümüze kor; öncekilerin bilgi ve tecrübeleriyle geleceğe emin adımlarla yürümemizi sağlar. Geçmişini bilmeyen bir millet, geleceğini nasıl düzenleyecektir? Okudukça sisler dağılmaya, karanlıklar azalmaya başlar; ışık huzmelerinin dalmadığı köşe bucak kalmaz. İnsan okudukça hayatındaki monotonluklar, sıkıntılar, duygusuzluklar kaybolur gider. İnsan, yapacak ve yıkacak bir şeyle meşgul olmazsa can sıkıntısından patlayacak hâle gelir. Asrımızın insanı, nimetler içinde çilekeştir; varlık içinde yokluk çekmekte, ağlamak için bahane aramaktadır; avunmaya muhtaçtır. Avunmanın en bilinen şekli ise “okumak”tır. Montesquieu, “Çeyrek saatlik bir okumanın gideremediği üzüntüm olmamıştır.” der. Haftanın beş veya altı gününde iş başında duyduğumuz yorgunluğu gidermek ve işimizde önümüze çıkan güçlükleri unutmak için, okumaktan daha zevkli bir çare yoktur. “İşten yorulmuş olan zihnimizi, okumak daha fazla yorar.” zannetmeyelim; çünkü zihin yorgunluğu, çok işlemesinden değil, zihnin aynı işle meşgul olmasından ileri gelir. Zaten okumak, kitapları yazmak gibi insanın zihnini yormaz, bilakis dinlendirir. Demek ki kitap, insanın acılı günlerinde teselli veren, eşi bulunmaz bir destek, atılımlarında mükemmel bir kılavuz ve sıkıntılarını gidermekte zengin ve cömert bir kaynaktır. Dünyada hiçbir dost, insana kitaptan daha yakın değildir. Sıkıntımızı unutmak, donuk hayatımıza biraz renk katmak kitapla olur. Henry Ford’un şöyle bir tespiti var: “Öğrenmeyi terk eden kimse—ister yirmi yaşında olsun, ister seksen—ihtiyar demektir; öğrenmeye devam eden—kim olursa olsun— genç kalır! Dünyada en güzel şey, zihninizi genç tutmaktır.” Şu görüşler de uzmanların: “Beyninizin genç kalması için, beyin hücrelerinizi sürekli çalıştırmanız gerekir; bu da pek çok şey okuyup araştırmak, zihin analizleri yapmakla mümkündür. “Son zamanlarda, bütün dünyada öldürücü ‘alzheimer’ hastalığı artmakta. ‘Zihin yeteneklerinin azalması’ demek olan bu hastalık, 290 * İbrahim Ünal arteryoskleroz ve kanserden sonra üçüncü ölüm sebebi olmak üzere, 65 yaşın üstündeki her 100 kişiden 7’sini etkilemekte. Araştırmalar, bu hastalığın yaşlılar arasında yayılmasının gerçek sebebinin, zihin egzersizleri eksikliği olduğunu göstermektedir. Gereğince çalıştırılmayan beyin hücreleri köreliyor. Kültürel ilgi azaldığı, yok olduğu zaman hafıza merkezindeki ve asetilkolinin oluşturduğu beyin bazındaki hücreler, iyice körleşip gidiyor, ölüyorlar.” 12 İşte, bu yüzden kendinizi kültüre vermek, bol bol kitap okumak ve tartışmak zihnen dinç kalmanın önde gelen şartıdır. Aksi hâlde bunama hastalığının kurbanı olma ihtimali çok fazla. Okuma, insanı sadece bilgi sahibi yapmaz, beynin çalışmasını sağlar. İnsan, okuduğunu beyninde canlandırır ve algılar. Bu sayede beyin hücreleri çalışmaya başlar. Ayrıştırma, birleştirme, yorumlama ve akıl yürütme gerçekleşir. Böylece düşünce ortaya çıkar. Diktatörler düşünen insanlardan korkarlar. Onlar, vatandaşlarının okumamalarından çok memnun olurlar. Hitler, “İktidar sahipleri için düşünemeyen bir halka sahip olmak ne güzel şanstır!” diye onun için söylüyor herhâlde. Okumayan toplumlarda esen rüzgâra göre fikir değiştiren insanlar çoğalır. Bu tarz insanların bulunduğu toplumlar başkaları tarafından âdeta güdülen sürüler hâline gelir. Bugün dünyaya göz gezdirelim; okuyan milletler, okumayan ülkeleri içerden ve dışardan kuşatmışlardır. Tarihte de böyle olmamış mıdır? Çiçero, Roma İmparatorluğu’nun yıkılış sebebi için şöyle der: “Bilgisizdik ve çok konuşuyorduk.” İslam tarihine de bakalım; okumuşsak yükselmişiz, okumamışsak gerilemişiz ve yıkılmışız. Cehalet ağa, oğlu zaruret efendi, torunu husumet bey Hemen şimdiki hâlimizi seyredelim: Yapılan ibadetler eksik; gelenek ve hurafeler yer yer sünnetin ilerisinde. Şekilcilik, muhtevanın üstüne çıkmış. Bazen de müstehap uğruna farz feda edilebiliyor, mekruhun işlenmemesi için harama girilebiliyor. Doğru bilgi ve dürüst davranışı âdeta özler olduk. Hâlbuki bilmemek mazeret değil. Çünkü “ Ey Muhammed! De ki: ‘ Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” 13 buyuruluyor. Peygamber efendimizin şu hadislerine kulak verip uygulasaydık şüphesiz çok daha farklı durumda olurduk: “Fıkıh bilen bir kişi, şeytan’a karşı, nafile ibadet eden bin kişiden daha üstündür.”14 “Hikmetli söz, müminin yitiğidir; onu nerede bulursa hemen almalıdır.”15 12 13 14 İbrahim Ünal, Kitap Tiryakiliği. İstanbul: Nesil Yayınları,2005, s.18 Zümer 39/9. Tirmizi, İlim 19. Niçin Okumalıyız? Nasıl Okumalıyız * 291 “Öğrenen, bildiğini uygulayan ve başkalarına öğreten kimse, yükseklerdeki melekler tarafından ‘büyük’ diye anılır.”16 “Sadakanın en değerlisi, Müslüman kişinin ilim öğrenip Müslüman kardeşine öğretmesidir.”17 Müslümanlarca pek bilinmeyen ve fazla uygulanmayan bir hadis var; komşulara ilim öğretmekle ilgili: “Hz. Peygamber (a.s.m.), bir gün ayakta halka hitap etti. Allah’a hamd ve senada bulunduktan, Müslümanlardan bazı grupları hayırla andıktan sonra şöyle dedi: “Bir kısım insanlara ne oluyor ki komşularıyla ilgilenip onlara ilim ve fıkıh öğretmezler, dini idrak ettirmezler; onlara iyiliği emredip, kötülükten sakındırmazlar?”18 Hz. Ali “İlim sahibinin dostu çok olur. Mal sahibinin ise düşmanı.” dediğine göre dostlarımızın artması için okumalıyız. Okyanusların derinliklerine dalabilmek, yıldızlarda gezinebilmek için okumalıyız. İnsanın ve kâinatın şifrelerini çözebilmek için okumalıyız. Yüce yaratıcı, aramıza gönderdiği elçisine “Rabbim, ilmimi artır.”19 duasını öğrettiği için, o Efendimiz gibi yaşayabilmek için okumalıyız. NASIL OKUMALIYIZ? “İnsan, taallümle tekemmül eder.” diye bir söz vardır. Yani öğrene öğrene mükemmelliğe doğru yol alınır. Dünyadaki ilmî ve teknik gelişmeler, âdeta hızlı yaşamayı gerektirmektedir. Bu tempoya ayak uydurmayanlar, “ayaklar altında” kalabileceklerdir. “Nasıl okumalı?” sorusunun cevabı şimdilerde daha fazla aranmalıdır. Çünkü telafi edilecek zararlar pek fazladır. Goethe, ömrünün son yıllarında(1830) “Okumayı öğrenmek sanatların en gücüdür. Hayatımın seksen yılını bu işe verdim. Yine de kendimden memnun olduğumu söyleyemem.” demiştir. Biz, yazarlarımız ve ilim adamlarımızın tecrübeleri ve yeni gelişmelerinden faydalanarak okumanın “Nasıl?” ına cevap bulmaya çalışacağız. Bugün, en büyük problemlerden birisi, insanın kendisiyle baş başa kalamamasıdır. Dünyadaki hızlı gelişmeler ve medya, insanların başını döndürmektedir. Sürekli tüketime teşvikler de insan zihnini çok meşgul etmektedir. Hep biyolojik ihtiyaçların peşinde koşan insanlardan ise kültür alanında alaka beklenemez. Onun için insanların gözü, 15 16 17 18 19 Tirmizi, İlim 19. Tirmizi, İlim 19. Tirmizi, İlim 7; Ebu Davud, İlim 10. Ebu Davud, İlim 9. Taha 20/114. 292 * İbrahim Ünal gönlü, aklı, fikri kitaba yönelmelidir. Kitapla baş başa kalabilenler, ancak kendilerine gelebileceklerdir. Kitap okuyanların, kendilerini keşfetmeleri, cevherlerini yakalayabilmeleri mümkün olacaktır. İnsan, kitaplara daldığı ölçüde “kendisini” de en iyi şekilde okuma fırsatı bulacaktır. Okumak, bir gıdadır. Öyleyse o gıdadan az da olsa her zaman almak gerekir. Bir gün yemek yiyip günlerce onunla yetinmek doğru olur mu? Okumak için zaman ve yer arayıp durmaya da gerek yok; okulda, evde, vasıtada, gece gündüz her zaman okumak mümkün. “Denilebilir ki herkesten, her şeyden, hatta ekmek ve sudan fazla okumaya ihtiyaç vardır. Alelade okuma biçimi, bilgi açlığımızı gidermez. Bunun için, hayatın her kademesinde olduğu gibi, okumaanlamada da bir plan ve program gerekir. Okumayı sürekli bir davranış biçimine dönüştürmek ve okunanlardan en üst düzeyde istifade edebilmek için, birtakım prensipleri bilmek ve uygulamak artık kaçınılmaz olmuştur. “Gördüklerimiz ve yaşadıklarımız tecrübeyi, okuma da bilgiyi kazandırır. Başarının ilk sırrı, tecrübeleri bilgiyle desteklemek, yahut bilgiyi tecrübelerle pekiştirmektir. İşte bunun için, her insanın bol bol okumaya ihtiyacı vardır. Ancak, zihnin istenilen olgunluğa erişmesi, okunanların anlaşılmasına bağlıdır. Bir yazıyı tam manasıyla anlamak, başlı başına bir sanattır. Biz, bu sanatın adına ‘okuma-anlama’ diyoruz. Okunan bilginin özümlenmesi ve kültüre dönüşmesi, anlamakla mümkündür. Bu bakımdan, okuma ve anlama, kurallara uygun bir davranış biçimi olmalıdır.”20 “Sağlam vücutlu olan kimseler, çok yiyenler değil, iyi hazmedenlerdir.” Bu sebeple güzel bir kitabı birkaç defa okumak, gerekli notları almak, beğendiğimiz cümleler üzerinde başımızı kaldırarak düşünmek, ondan daha iyi faydalanmayı sağlar. Şüphesiz, okuduklarımızdan ibret almaya bakarız. Hayat hikâyelerini okuduğumuz insanların faydalı fikirlerinden hisseler kapıp kötü örneklerden dersler çıkarmazsak boşuna zaman ve emek harcamış oluruz. Gerçi, verimsiz okumak bile boşluktan iyidir; ama madem okuyoruz, en ideal olanı yapalım. Bir kitabı, bir defa okumakla kenara atmamalı, zaman zaman tekrar okumalıyız. Öğrenmenin, bellemenin ilk şartı tekrardır. Her okuduğumuzu ve gördüğümüzü aklımızda tutamayışımız, psikolojik ve fizyolojik bir gerçektir. Bir kitap şehir gibidir; yalnız bir kere gezmek yeterli olmayabilir; mümkünse şehirde biraz kalmak, bazı mühim yerleri dikkatle ve tekrar gezmek faydalı olur. Bazı insanları tanımak için tek görüşme yetmez. Muhatap hakkında sıhhatli ve derin bilgi edinmenin yolu, onunla sık sık görüşmek20 İskender Pala, Milli Eğitim Dergisi, Ekim 1990, s.29. Niçin Okumalıyız? Nasıl Okumalıyız * 293 tir. Kitaplar da insanlar gibi ilk okuyuşta az şey verirler. Bu sebeple, bir kitabı muhtelif zamanlarda tekrar okumak faydalıdır. Bir eseri düşüne düşüne ve tenkitçi gözüyle okumalıyız. Okumak aynı zamanda düşünmek ve gözlem yapmak demektir. Gözlem ise ancak aktif ve diri bir varlıkla faydalı ve mümkün olabilir. “Düşünmeden okumak körletir, okumadan düşünmek yanıltır.” Yazarı sorguya çekebilmeli, eserin derinliklerine dalmalıyız. Aktif okuyucu, yazarın her söylediğini kabul etmez. Onunla tartışır. Doğruları alır, yanlışları atar; âdeta okuduğu kitaba kendi doğrularını katar. Macoulay “Dikkatlice okunmuş bir sayfa, hızlıca okunmuş bir ciltten iyidir.” derken Oscar Wild şunu ifade eder: “Eğer insan bir kitabı okuduktan sonra onu tekrar tekrar okumaktan zevk almıyorsa, o kitabı okumuş olmasının bile hiçbir değeri yoktur.” Önce bizim olanları anlayalım, bilelim. Okumanın gayesi bir şeyi halletmek ve düşünerek zekâyı kibarlaştırmak olduğuna göre, yük olacak ve sindirilemeyecek bilgiler hiç öğrenilmese daha iyi olur. Beyne yığınla bilgi ve olay doldurmanın ne yararı olur? Kafalar bilgiyle şişmemeli, fakat beslenmelidir; dolmamalı, fakat sağlamlaşmalıdır. Okunan bilgiler hayata ve kana karışmazsa veya tam öğütülmezse, ambarda bekleyen tohumdan farksız olur. Okuma işlemi, anlayarak ve zevk duyarak tamamlandıktan sonra metnin ne demek istediğini ve yazarın fikirlerini yorumlamak, bu konudaki başka bilgilerle karşılaştırmak, ileri sürülen fikirleri eleştirmek gerekir. Aynı konudaki değişik görüşleri inceleyerek kendi fikrimizi sağlamlaştırmak, o konuyu asla unutmamak demektir. Konuşurken muhatabımızı dikkatle dinlediğimiz, ona doğru dönmemiz ve göz göze gelmemizden belli olur. Âdeta kendimizi veririz. Kitaplar da öyle; kendimizi vermeliyiz. Hangi türden yazı olursa olsun; her şeyden önce, okuduğumuzu anlamamız gerekir. Sezai Karakoç “Her evde kutsal kitaplar asılıydı diyor. “Okuyanı görmedim/Okusa da anlayanı görmedim.” “Anlamanın ilk şartı, dikkat etmektir. Dikkat edilmeden okunan bir yazının gözlerimizi yormaktan başka bir yararı yoktur. Zihnimizi, yazıya toplamamız gerekir. Okuma işlemi, ağır ağır yapılır ve her cümlenin üzerinde durularak sürer. Anlaşılmayan cümle, yeniden okunmalıdır; anlamı bilinmeyen kelime ve deyimler ile kullanıldıkları yerler, incelenmeli ve öğrenilmelidir.” Özetlenebilecek şekilde olan eserleri okuduktan sonra ana hatlarını yani şahısları, yeri, zamanı, olayı, fikirleri not almak, zaman kaybını önler. Kitabın okunduğu belli olmalı, başka zaman da göz izleri takip edilebilmelidir. Kitapların akıttığı “hayat suyu” yudum yudum içilerek tadına varılabilmeli. İyi bir kitabı çabuk çabuk okumak, meşhur bir müzeyi koşar adım gezmeye benzer. Acele okumak, ancak bulanık ve gelip geçici 294 * İbrahim Ünal bir intiba bırakır. Yalnız, acele okumakla hızlı okumayı birbirine karıştırmamak gerekir. Hızlı okumak bir tekniktir. Bu teknikten insanlar faydalanmalıdır. Ama mutlaka “Hızlı okunmalı.” diye bir kural koymaya gerek yoktur. Önemli olan zamanın iyi değerlendirilmesidir. İmani ve fikrî eserleri, konulara aşinalık kazanmak için ilk önce sürekli okumak, sonrakilerde dikkatle ve inceleyerek okumak uygun olur. Okumanın başarılı olabilmesi için sesli, hatta sessiz okumalarda bile noktalama işaretlerine dikkat etmek gerekir. Noktalama işaretleri, okuma sırasında sese, vurguya, jest ve mimiklere dönüşür. Yazar ve şairlerin okuma tarzları farklıdır. Onun için, her yerde ve her zaman kullanılabilecek kalıplaşmış metot aramamalı. Mesela Mustafa Özçelik, Yedi İklim dergisinde Mehmet Akif’in okuyuş tarzının özelliklerini şöyle anlatır: “Damadı Ö. Rıza Doğrul bu durumu ‘didikleye didikleye tetkik etmek’ şeklinde ifade ederken, yakın dostu Mithat Cemal de ‘Kitabı önce toptan, sonra tenkit ederek okur, dördüncü okuyuşta intihaplarını yapardı. Az eseri çok okurdu.’ şeklinde açıklamaktadır. “Yine, okumak için özel bir zaman ve mekân aramayan Akif, sürekli olarak yanında kitaplar taşır ve onları okur, okuturdu. Kaynaklar, onun dost ve arkadaş meclislerini hemen bir mektebe çevirdiğini kaydetmektedirler.” Staiger, Roads to Reading isimli eserinde, olgun bir okuyucu için şu özelliklerin olmasını istemektedir: “Okumak için gerçek bir arzu, Kelimeleri anlamlarına çevirebilme, Belirtilmek layabilme, istenen havayı, duyguları duyabilme, yorum- Okunan malzemedeki güçlü ve zayıf kısımları algılayabilme, Geçmiş tecrübelerle karşılaştırabilme.”2121 “Okumanın ilk aşaması, okumaya hazırlıktır. Okunacak yazı kısa ise dikkati yazıya vermek yeterlidir. Ancak okuma işlemi sürekli ve önemli ise öncelikle plan yapmak gerekir. Bir sisteme girmeyen plansız okumadan iyi sonuç almak zordur. Özellikle ders çalışma amacıyla okumak, mutlaka planlı olmalıdır. Söz gelimi, okuma işlemi her gün aynı saatte başlamalı, kararlı ve sabırlı çalışma temposu uygulanmalıdır. Yani ne okuyacağımızı ne amaçla okuyacağımızı iyi bilmemiz gerekir. Okuma işlemi bir ders çalışma biçimi ise ve sürekli olacaksa, mekânın önemi büyüktür. Oturduğumuz iskemleden duvardaki resimlere kadar her şey, bizi etkileyecektir. 21 Özçelebi, a.g.e.,s. 26. Niçin Okumalıyız? Nasıl Okumalıyız * 295 “Genellikle pencere kenarına oturmamak gerekir. Gürültüden uzak ve boş duvara çevrili bir masada çalışmak daha verimlidir. Ancak her 15-20 dakikada bir periyodik olarak pencereden bakmak, iskemleden kalkmak, mutfağa gitmek gibi, zihni yeniden canlandırmaya yarayan bir davranış tarzı seçmek gerekir.” “Okurken herhangi bir şey yemek veya içmek, dikkati dağıtır. Özellikle kuruyemiş yemek, çok sakıncalı bir yoldur.”2222 Dikkatleri toplamadan, göz kitapta, kulak başka şeyle meşgulken okumak da zihinde yalnız gölge fikirler bırakır. Orta eğitimle birlikte gerçek bilgi dönemi başlar. Bu çağda başarılı olmak için her şeyden önce kitabı tanımak, kitabı kullanmak ve anlamak gerekir. Bunun da birtakım kuralları vardır: * Yeni alınan kitap sanat eseriyse (roman, şiir vs.) okunmadan kütüphaneye konulmaz. * Bilimsel bir eser alındıysa sırasıyla arka kapak, ön söz ve giriş okunur; sonra içindekiler bölümü taranır. Bizi en çok ilgilendiren konular işaretlenip zaman buldukça önem sırasına göre okuma başlar. * Ansiklopedi türü başvuru kitaplarında yalnızca ilgi alanımıza giren yahut ihtiyaç duyduğumuz konular okunur. * Kitap, okumak içindir; asla orasına burasına yazı yazılmaz; ancak önemli kısımların altı çizilebilir. * Okuma işlemi, dik oturulan bir iskemlede daha yararlı olur. * Kitabın sayfaları, orta parmakla ve sayfanın sağ üstünden açılır. Parmak ıslatılarak, alttan sayfa açılmaz. * Sayfa kenarları kıvrılıp yıpratılmaz. Okuma işlemine devam edilecekse kaldığımız sayfaya küçük bir kâğıt konulur. Bazı ciltli kitaplarda bu amaçla bir şiraze ip bulundurulur. * Ödünç alınan kitaplar, daha büyük bir özenle kullanılır. * Kütüphane kitapları, zamanında iade edilir. * Evde okurken el altında bir sözlük bulundurulur. * En iyi yolculuk arkadaşı kitaptır; kitapsız (uzun) yola çıkılmaz. * Kitap en iyi dosttur; korunması gerekir. 23 Kitap okurken elde kurşun kalem bulunmalıdır. Kütüphaneden veya birisinden ödünç alınan kitap gerekli notlar alındıktan sonra yıpratılmadan iade edilebilir. İşaretlenen kitap kendimizinse üzerinde işaretlerin ve çizilmelerin bir mahzuru olmaz. Tekrar okumalarda faydasını görürüz. 22 23 Pala, a.g.d., s.29. A.g.d., s. 21. 296 * İbrahim Ünal Kitaplardaki dikkat çekici söz ve bilgiler fişlenebilir. Böylece kendiliğinden özel bir arşivin altyapısı hazırlanmış olur. Kitap içinde karşılaşılan her yeni kelimenin anlamı öğrenilmeli, gerektikçe lügata bakılmalıdır. Ayrıca kelimenin telaffuz, imla ve cümle içinde kullanılışına dikkat edilmelidir. Kitap okuyan her kişi, kendisine ait işaretleme sistemi geliştirebilir. Örnek olması bakımından bir yazarımızın teklifini buraya alıyorum: “ Paragrafların yan taraflarına hatırlatıcılar yazın ya da semboller kullanın: Öyle bir kelime yazın ki o kelime o paragrafı ifade etsin. O kelimeyi görür görmez o paragrafta neden bahsediyor hemen aklınıza gelsin… Yani paragraflara hatırlatıcılar koyun. Kendinize has bir işaret dili de geliştirmeyi unutmayın. Geliştirdiğiniz bu dili kullanın. Bu sizi okuma esnasında zinde tutacak, kontrolsüz hayal kurmanızı engelleyecektir. X =Katılmıyorum. ! =Dikkate değer. =Bu sayfada dikkate değer hiçbir şey yok. M = Makalede kullan. ÖSS =ÖSS’de çıkabilir. P =Mükemmel bir fikir. ? =Bu konuda şüphe duyuyorum. =Bu kadar atılmaz ki!”24 BERABER OKUMALAR Eskiden kıraathaneler varmış. Atalarımız bir araya gelerek kitap okurlarmış. Sonradan kıraathaneler, kahvehanelere dönüşmüş. 1989’da Devlet Bakanlığı kısmen kahvehanelerde kitap okunan mekânlar haline getirmek için çalışmalar başlatmıştı. Ne sonuçlar alındı bilemiyorum. Bu teşebbüsü takdir etmekle beraber, gönüllü kuruluşların daha etkili olacağına inanıyorum. Onların yapacağı en etkili yol, beraber okuma sohbetleridir. Zikir ve dua için bir araya gelen hanımların beraberce ilmihal ve diğer konularda kitaplar okumaları faydalı olmaktadır. Maneviyat büyüklerinden bazıları, kendi mensuplarına, bir araya gelerek kitap okumalarını tavsiye etmişlerdir. Bu büyükler, kendi şahsiyetlerine fazla değer verilmesinden rahatsız olurlar. Dikkati kendilerine değil, kitaplara çekerler. Bu tutumun giderek yaygınlaşması memleketimiz açısından memnuniyet verici bir durumdur. Cemil Meriç’in ifadesiyle “uzun doğum sancılarının mahsülü” olan büyük eserle- 24 Akten, A.g.e., s. 153. Niçin Okumalıyız? Nasıl Okumalıyız * 297 rin gruplar hâlinde ve müzakereli olarak okunması, geleceğimiz açısından ümit verici gelişmelerdir. Başarı, daima verilen emek sonucunda gelmektedir. İnsan hangi iş; yapıyorsa ona ciddi olarak yoğunlaşmalıdır. Namaz mı kılıyoruz? Zihnimizden başka düşünceleri uzaklaştırırsak hem ibadetimiz daha makbul olur hem de manevi hazzımız artar. Öğretmen olarak sınıfta ders mi işliyoruz? Anlattığımız konuya ve öğrencilerimize kendimizi vermeliyiz. Gözlerimiz satırlarda gezinirken sadece okumalıyız. Baş başa, yalnızca kitapla olmalıyız. SONUÇ Bugünkü medyatik dünyada insan artık başkalarının kontrolünde yaşıyor gibi… Kuşatılmış durumda insan… Posası çıkmış, kendine ait düşünceleri olmadan kafası karışık şekilde yaşamak ne kadar acı! Bu çemberi yararak günübirlik yaşamaktan kurtaracak olan, “nasıl”ını ve “niçin”ini bilerek okumaktır. Merhum Cemil Meriç, “Nasıl bir gençlik özlüyorsunuz?” sorusuna ’ikra!’ celilesiyle yatıp ‘ikra’ celilesiyle kalkan bir gençlik özlemi içerisindeyim.” demiştir. Allah Teala, insan için “ Doğrusu o çok zalim, çok cahildir.”25 buyurmuştur. Ayette “çok zalim”le “çok cahil”in peşpeşe gelişi dikkat çekicidir. Cahil insanları ezmek çok kolaydır, ama çoğu zaman cehaletleri, onları perişan etmiştir. “Bilgi güç” olduğuna göre yarı cahiller, tam cahilleri her zaman süründüreceklerdir. Hem tarihte hem de şimdi örnekler boldur. En iyisi, “adam gibi” okuyalım. “Ne iş yaparsınız?” sorusuna “Okuyorum.” diyecek durumda olursak insanlığımız hedefini ancak bulacaktır. KAYNAKLAR Akten, Refik. Hızlı Okuma ile Öğrenme. İstanbul: Nesil Yayınları, 2006. Bakiler, Yavuz Bülent. Mehmet Akif’in Türkiye İdeali. Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları. Canan, İbrahim. Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi. Ankara: Cihan Yayınları, 1994. Okuma Yazma Seferberliği. İstanbul: Cihan Yayınları, 1984. Çocuk Yayınları Sempozyumu (11–13 Kasım 1981). Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları,1987. Çoraklı, Selim. Kitap Okuma Şuuru. İstanbul: Marifet Yayınları,2000. 25 Ahzab 33/72. 298 * İbrahim Ünal Özçelebi, O.Suat ve N. Seler Cebecioğlu. Okuma Alışkanlığı ve Türkiye. İstanbul: Milliyet Yayınları,1990. Özcan, Ferhat. Türkiye’de Okuma Alışkanlığı. Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları,2001. Sevinçgül, Ömer. Güzel Konuşma ve Yazma Sanatı. İstanbul: Timaş Yayınları, 2001. Ünal, İbrahim. Kitap Tiryakiliği. İstanbul: Nesil Yayınları, 2005. VI. OTURUM MÜZAKERE İsmail Çalışkan İki gündür kültür ordumuzun birikimlerini paylaşıyoruz. Dünkü açılış konuşmasında Yavuz Bülent Bakiler beyefendi, Atatürk’ten naklen asker ve kültür olmak üzere iki ordumuzun olduğunu söyledi. İşte kültür ordusunun emeklerine iki gündür şahit oluyoruz. Ben kültürün en önemli dayanağının ve onun yaşatıcısının, devam ettiricisinin kitap olduğuna inanıyorum, bu yüzden de kitabı ve kitap sempozyumunu önemsiyorum. Gerek şu ana kadarki oturumlarda ve gerekse bu oturumda en büyük yaralarımızdan birisi deşildi. Bu yara toplumumuzdaki okuma oranının düşüklüğüdür. Mehmet Varış Bey, bu oranın ülkemizde %4 olduğunu söyledi. Bu bizim daha önceleri de üzerinde durduğumuz ve şikayet ettiğimiz bir durumdur. Ancak bir hususa işaret etmek istiyorum. Kanaatimce bu konu yeterince araştırılmamıştır. Bir takım istatistiklerden hareketle sayısal olarak dünya ülkeleri arasındaki oranımızı dile getiriliyor. Fakat Türkiye’nin özel şartları acaba göz önünde bulunduruluyor mu? Biz geleneksel yapıyı büyük oranda muhafaza eden bir toplumuz. Bir evde 5, 10 kişinin yaşadığı yerler çoktur, şehirlerde de böyle. Bir eve giren kitap üç beş kişi tarafından okunmaktadır. Bu, kişi başına bir kitabın alındığını gösterir mi? Ayrıca kitap almak ekonomik bir güce dayanır. Ülkemizin durumu da malumdur. Yine çok ciltli kitaplar özellikle 1980 sonrasında yaygın olarak basılıp satılmıştır. Bunlar tek kitap mıdır? Söz çok ciltli kitaplardan açılmışken benim bir gözlemimi ve kanaatimi aktarmak istiyorum. Günümüzde uğraş alanları çok çeşitlenmiş buna göre de vaktin planlanması eskiye oranla çok değişmiştir. Zaman iş, okul, eğlence, dinlenme, spor, tv. izleme, alışveriş yapma, internet, ders çalışma vs. arasında paylaştırılmaktadır. Bu arada okuma eylemi için sınırlı zaman kalmaktadır. Dolayısıyla yazar ve yayıncılara düşen, hacmi küçük, daha az sayfalı, ama daha zengin ve doyurucu içerikli kitaplar hazırlamaktır. Oturumumuzdaki tebliğlere gelince sayın Berat Demirci hocamın insanın varoluş süreci, daha doğrusu insanın kitapla birlikte varoluş sürecine ilişkin tebliğini oldukça ilginç buldum. Gerek bu tebliğde ve gerekse diğerlerinde kullanılan şu ifadelere bakalım: kitap almak, kitaplı olmak, kitap sahibi olmak, kitap okumak, kitap gibi adam olmak. Acaba bu varoluş sürecinin nihai aşamasına kitap olmak dersek nasıl olur? Kitap olmak tabiri ile insanın kitapla varoluşunun en üst kademesini, yani kitap okuyan kişinin aldıkları ve öğrendikleri ile belli bir süreç sonunda artık kendisinin okunan bir kitap olmasını kastediyoruz. Öyle ki, başkaları ondan bilgiler öğrenirler, davranış modelleri alırlar, kişilik Doç. Dr. Cumhuriyet Ü. İlahiyat Fak. Tefsir Anabilim Dalı Öğretim Üyesi. Müzakere * 301 örneğini görürler. Bunlar da bir kitap okumak gibidir. Kitap-insan ilişkisinin hedefi bu olmalıdır. Doğal olarak herkes bu konuma ulaşamayabilir, olsun, ama bunu bir hedef olarak koymak güzeldir. Hz. Peygamber’in en iyi örnek olduğunu söylüyoruz, onu anlamak ve anlatmak için sayısız kitaplar yazıyoruz, konuşmalar yapıyoruz, onu adeta bir kitap gibi okuyup duruyoruz. Hatırlatmalıyım ki, onu ‘daima okunan bir kitap’ yapan kaynak, Kur’an gibi bir kitaptır. Mehmet Varış bey, kitap yayıncılığının sorunlarına eğildi. Bir konuya işaret etti ki, bunu ben çok önemsiyorum. O da yayınlanacak kitapların editör aşamasındaki denetimdir. Bu özellikle dini yayınlar alanında maalesef büyük bir problemdir. Bazen öyle şeylerle karşılaşıyoruz ki, din adına nasıl yapılabildiğine şaşırıp kalıyoruz. Yayıncıların bu konuda çok titiz olması gerektiğine işaret etmekle yetineyim. Sayın İbrahim Ünal’ın gündeme getirdiği beraber kitap okuma işi, önemli bir okuma faaliyetidir. Az kitap okunduğuna dair şikayette bu noktayı da dikkate almakta fayda var. Bir kişinin okuyup birçok kişinin dinlediği bir faaliyeti düşünün, bir anda on kişi, belki yüz kişi bir kitabı okuyor. Sempozyumun geneline ilişkini bir iki noktaya temas ederek bitirmek istiyorum. Kitap okumak denildiğinde biraz hürriyetçi olmak gerekir. Kitapları okunacak-okunmayacak diye ayırmamalıyız. Ben sağlam bir temeli olan bireyin, ne okursa okusun ondan zarar değil, alabileceği bir şey varsa ondan istifade edeceğine inanıyorum. Biliyoruz ki, atılım zamanları, bilimsel ve kültürel kalkınmalar kitaplara özgürlüğün tanındığı zamanlarda olmuştur. Bu toplantı boyunca kitap-kültürümüz ilişkisinin daha çok tarihi yönüne ağırlık verilmiş, kitapların içeriğine az değinildi. Yine popüler kitaplar denilen kısma yer veilseydi iyi olurdu. Mesela günümüzde çok yaygın hale gelen kişisel gelişim kitapları neden bu kadar ilgi görüyor. Ömür Boyu Aşk türü kitaplara ihtiyaç nereden doğuyor? Bu konulara eğilmek, toplumun gidişatı, kültürel eğilimlerini anlamada yararlı olacaktır. Ayrıca felsefi düşünceye dair kitaplara yer verilmemesi bir eksiklik olarak görülebilir. Madem hemen her alana eğildik, bütünlüğün sağlanması açısından iyi olurdu. Son olarak kadın fenomenine değineyim. Sempozyumda izleyicilerin büyük kısmı bayanlardan oluştu. Yirmi yılı aşkın bir süreden beri kadın yazarlar ve kadın kitapları bir hayli çoğaldı. Bence toplumuzun aldığı şekil bakımından önemli bir gelişmedir. Burada konuşulmadı ama, en azından düşünülmesini öneriyorum. Bir sonraki sempozyumun eğitim ve kitap konusuna ayrılabileceğini öneriyor, kitaba gösterilen bu mütevazı ve dostane katkıdan dolayı bütün emeği geçenlere -tertipleyenlere, vakfa, katılımcılara ve özellikle dinleyicilere- teşekkür ediyorum. KÜLTÜRÜMÜZDE CÖNKLERİN ÖNEMİ VE SİVAS KAYNAKLI CÖNKLER Doğan Kaya Başta halk şairlerinin şiiri olmak üzere çeşitli folklorik bilgilerin kaydedildiği ve uzunlamasına açılan, sırtı dar, ensiz, deri kaplı deftere cönk denilir. Benzerliğinden ve şeklinden dolayı bu defterlere sığırdili yahut danadili de denilmiştir. Bazı kayıtlarda cönk yerine beyaz-ı büzürg ifadesi kullanılmıştır. Aydınlar da bu defterlere sefine-kâri demişlerdir. Kelimenin milliyeti hakkında iki görüş vardır. Birinci görüş kelimenin Cava ve malaya dillerindeki “conk” sözü ili ilgilidir. İkincisi de Aka Seyyid Muhammed Ali’ye göre kelimenin aslı Türkçedir ve “türlü konuların özellikle çeşitli şairlerden seçilmiş şiirlerin yazılı olduğu kitap veya defter” anlamına gelir. Muhammed Ali, bunun yanında cönke “büyük gemi, fakirlerin kullandığı satrançlı çul ve kilim, büyük nesne” anlamlarını da verir. Şeyh Süleyman Efendi’nin Lugat-i Çağatay ve Türkî-i Osmanî eseri, Hüseyin Kâzım Kadri’nin Büyük Türk Lügati’nde ve Ziya Şükün’ün Farsça-Türkçe Lügat’inde de aşağı cönke yukarı aynı anlamlar verilmiştir. Veled Çelebi (İzbudak) da bu kelimenin “Tespit etmek, derlemek, ciltlemek” anlamına gelen “cönemek, cönlemek, cünlemek” fiilinden türemiş olduğunu ileri sürmüştür. Cönk kelimesi, Türkçede XV. yüzyıldan itibaren kullanılmıştır. Cönkler, âşık edebiyatının ve önceki devirlerin sözlü folklor ürünlerinin yazıya dönüşmüş örneklerini içine aldıkları için en değerli başvuru kaynaklarıdır. Daha ziyade şiirleri ihtiva etmekle beraber, tamamının böyle olduğu söylenemez. İçinde bazı dini bilgilerin, hutbe ve vaaz notları gibi mensur metinlerin bulunduğu cönkler de yok değildir. Cönklerin genel özellikleri şöyle özetlenebilir: 1. Genellikle “Besmele” ile başlanılır. 2. Belli bir ebadı yoktur ve her cönkün ebadı farklıdır. Sözgelişi; 5 X 10, 15 X 23 cm. boyutunda olabilirler. 3. Birden fazla kişi tarafından yazılmış olabilir. 4. Yaprak sayıları ise 10 ilâ 300 arasında değişir. 5. Çoğunda sayfa rakamı yoktur. 6. Aralarında koparılmış sayfalara yahut cönkü okuyanlarca boş kısımlarına yazılmış özel notlara rastlanılır. 7. Önceki yüzyıllara ait cönklerin kâğıtları daha temiz ve iyi terbiye edilmiştir. Sonraki yüzyıllarda tutulmuş cönklerin kâğıtları ise kirli, Yrd. Doç. Dr. Cumhuriyet Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bl. Öğretim Üyesi Kültürümüzde Cönklerin Önemi ve Sivas Kaynaklı Cönkler * 303 kalın ve kaba filigranlıdır. XIX. ve XX. yüzyıla ait cönklerinin kâğıtları ise, pembe, krem, sarı, turuncu, mavi, mor renkte olup aharlıdır. Önceki yıllara ait cönklerde ise aharlı kâğıda sahip cönklere pek rastlanılmaz. Genellikle “Alikurna” yahut “Abadî”adı verilen kâğıt kullanılır. 8. Cönklerde, halk şiirinin dışında divan şairlerinin şiirleri, ilaç tarifleri, gelecek ve nazarla ilgili bilgiler, bilmeceler ve çözümleri, yemek tarifleri, kişilerin doğum ölüm tarihleri, alacak-verecek hesapları, halk hikâyeleri, Karagöz metinleri, rüya tabirleri, hutbeler, mev'izeler, dualar ve salâvatlar, seyirname, fal, büyü, tılısım ve muskalar, ay tutulması, büyük yangınlar ve sel felaketleri, vefkler, mektuplar, tarihi olayları açıklayan kayıt ve tarihler, tekerlemeler görülür. Bu bakımdan cönkler, içinde her türlü mal bulunan gemilere benzetilmiştir. 9. Şiirler, yazan kişinin bilgi eksikliğinden, unutkanlığından yahut özel tavrından dolayı kimi zaman ölçüsüz olabilmektedir. 10. Şiirlerin çoğunun sonunda temmet yazılıdır. Başlarına da çoğu zaman türkü, ilâhî, koşma, şarkı, gazel gibi şiirin türünü belirten başlık yazılır. Ancak bilgisizlikten kaynaklanan yanlış isimlendirmeler de görülür. 11. Genellikle şairin adının geçtiği kelimenin üstü çizilidir. 12. Bazılarında parçanın altında henüz ne anlama geldi bilinmeyen (kâf ve yâ) ibaresi vardır. 13. Çoğunlukla siyah, kahverengi çeşitli tonlarda ve nadiren kırmızı deriyle kaplıdır. Hatta cilt kapağı deri olmayanları dahi vardır ki bunlar genellikle köylerde tutulmuştur. 14. Genellikle tezhipsizdir, ancak bazılarında eğri büğrü cetvel ve satır çizgileri, kaba nakışlar, görülmektedir. Az da olsa bazı cönklerde halk tarzı resim, şekil ve motifler görülür. 15. Büyük şehirlerde yazılmış olan cönklerdeki yazıların çoğu okunaklı ve güzel hat ile yazılmıştır. Anadolu köylerde tutulan cönklerin yazı ve imlâsı bozuktur. Cönklerin imlâsı hususu başlı başına incelenmesi gereken konudur ve imlâ özellikleri onlarca madde altında toplanabilir. Ancak dikkat çekici olanlar şöyle sıralanabilir: *Ağız özellikleri etkisiyle ünsüzlerin yer değiştirilerek yazıldığı görülür. Örnek: kalbimiz yerine kablimiz gibi… *Asıl harf yerine başka harfler kullanılmıştır. Örnek: gurur yerine kurur, gurbet yerine kurbet, sorgu yerine sorku, gürbüz yerine gülbüz, nefs yerine nevs gibi…gibi… *Asıl imlâda (dal, re) ve (zel) vs gibi harfler kendisinden sonra gelen harflerle bitiştirilmezken, cönklerde bitiştirildiği görülür. *Tamlamalarda ilk kelimeden sonra fazladan (ye) harfi yazılmıştır. 304 * Kadir Pürlü *Kimi zaman kelimenin bünyesindeki harfler yazılmamıştır. Örnek: doğruluk yerine toruluk gibi… *Bazı kelimeler konuşulduğu gibi yazılmıştır. Örnek: ark yerine hark, rahat yerine ırahat, rağbet yerine ırağbet gibi… Biz bu bildirimizde yıllarca toplayarak arşivlediğimiz cönklerden Sivas’la ilgili olanları burada tanıtmaya çalışacağız. Özel Arşivimizde bulunan cönklerin toplam sayısı 41’dir. Bunlardan 36’sı Cumhuriyet Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde öğrencilerimize Yüksek Lisans tezi olarak hazırlatılmıştır. Danışmanlığını yaptığım bu tezlerin dökümü ve hazırlayanlar şunlardır: Bülent Şahin (1, 2, 3, 4), M. Necati Demircan (5, 6, 7, 8), Nuran Baygül (10, 11, 12), Emine Çongar (13, 14, 20), Solmaz Bakay (16, 17, 18), Murat Türkyılmaz (26, 27, 28, 29), Zühal Yuvacı (33, 34), Dilara Akbulut (36). Cönkler üzerinde bugüne kadar İbrahim, Aslanoğlu 1, Müjgân Cumbur2, Hikmet, Dizdaroğlu3, Orhan Şaik Gökyay4, Sabri Koz5, Kutlu Özen6, Burhan Paçacıoğlu7, Mehmet Zeki Pakalın8 ve M. Şakir,Ülkütaşır9 gibi araştırmacılar tarafından önemli bilgiler verilmiştir. Cönklerin çoğu Alevî köylerinde yazılmıştır ve özellikleri şu şekildedir: 1 numaralı cönk: 11 X 17 cm. boyutundadır. Son sayfadaki “İmam Musa-yı Kâzım sultan-ı zîşan evladlarından lakabı Küçük Gariboğlu demekle meşhur kaza-yı Divriği 1296 (M. 1880)” ifadesinden anladığımıza göre cönkü, Divriğili Küçük Gariboğlu yazmıştır. Tamamında aynı yazı karakteri vardır. Yandan dikişli olup defter şeklinde açılmaktadır. Cönk toplam 68 yapraktır. Her şiirin sonuna alt alta üçgen oluşturan çizgiler çekilmiştir. Cönkün aslı Divriği’nin Karakale köyündeki Hüseyin Demirtaş’ta bulunmaktadır. Cönkte şu şairlerin 78 şiiri yer almaktadır: Aşıkî, Bende, Dedemoğlu, Dertli, Derviş Ali, Er Mustafa, Fedayî, Gevheri, Hayri, 1 2 3 4 5 6 7 8 9 İbrahim Aslanoğlu, “Geçen yüzyıllarda Folklorumuza Işık Tutan Kaynaklar”, I.Uluslar arası TürkFolklor Kongresi Bildirileri, C. I, Ankara, 1976. Müjgân Cumbur, “Folklor Araştırmalarında Cönklerin yeri”, I. Uluslararası Türk Folkloru Semineri Bildirileri, Ankara, 1974. Hikmet Dizdaroğlu, “Cönklerde Güvenirlilik Derecesi”, Türk Folklor Araştırmaları, XVII (341).Aralık 1977. Orhan Şaik Gökyay, “Cönk” Md., İslâm Ansiklopedisi, T.D.V., İstanbul, 1993. Sabri, Koz “Cönk” Mad., Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, C. 2, Dergâh Yayınları, İstanbul, 1977. Kutlu Özen, “Cönk ve Mecmuaların Halk edebiyatı Araştırmalarındaki Yeri, Sivas Yöresinde tutulmuş olan Cönklerin Bazı Özellikleri”, Kızılırmak, S. 1. Burhan Paçacıoğlu, “Bir Cönk İncelemesi”, Türklük Bilimi Araştırmaları, S. 2, Sivas, 1996. Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, C. I, M. E. B Yay. İstanbul, 1993, s. 303. M. Şakir Ülkütaşır, “Halk Edebiyatı Araştırmalarında Cönklerin Değeri”, Türk Kültürü, Sayı 60, Ankara, 1967. Kültürümüzde Cönklerin Önemi ve Sivas Kaynaklı Cönkler * 305 Hüseyin, İsmail, Kul Himmet, Kul Himmet Üstadım, Niyazî, Pir Sultan Abdal, Sadık, Sefilî, Sıtkı, Sultan Hatayî, Şah Hatayî,Veli, Viranî, Viranî Abdal. 2 numaralı cönk: Boyutu 12 X 18 cm.’dir. Toplam 62 yapraktan oluşmaktadır. Bazı mısraların üstü kırmızı renkli kalemle çizilmiştir. Yazıların mürekkebi aynı tonda değildir. Son yaprağında şöyle bir ibare vardır: “Üçpınar karyesinde Mansur oğlu veli Efendi’nin mecmuasıdır. Sene 1335 (M. 1919)” Oldukça yıpranmış olup cilt kapakları yoktur. İçinde şu şairlerin 78 şiiri yer almaktadır: Abdal Pir Sultan, Âşıkî, Bâki, Bende, Cafer Oğlu, Celalî, Cemalî, Dedemoğlu, Dertli, Derviş Ali, Derviş Süleyman, Fevzi, Gulâm, Gulam Kul, Halil, Hasretî, Hatâyî, Hilmî, Hüseyin, İsmail, Kalender, Kanberî, Kul Himmet, Kul Himmet Üstadım, Kul Mustafa, Nesimî, Niyazî, Noksanî, Sadık, Şah Hatâyî, Sefil Ali, Sefil Mehmet, Sırrı, Sofi Oğlu, Sultan Hatâyî, Teslim Abdal, Ülfetî, Veli, Viran Abdal, Virânî. 3 numaralı cönk: 11 x 23,5 cm. boyutundadır. 29 yapraktır. Sayfaları lekelidir. XX. yüzyılın başlarında Divriği’de yazıldığı tahmin edilmektedir. Düzenleyen kişi ve düzenlendiği tarih hakkında herhangi bir bilgi yok. Şiirlerin hepsi nefes nazım türüyle yazılmıştır. İçinde 63 şiir vardır. Bazılarının şairi belli değildir. Alevî- Bektaşî şairleri çoğunluktadır. Şu şairlerin şiirleri bulunmaktadır: Başından sonuna kadar aynı yazı ile yazılmıştır. İçinde 26 âşığın 64 şiiri bulunmaktadır. Şiirlerine yer verilen başlıca âşıklar şunlardır. Abdal Musa, Abdal Pir Sultan, Ahi, Ali Dede, Baba İbrahim, Balım Sultan, Budala, Cafer Abdal, Deli Şükrü, Dertli Kemter, Derviş, Derviş Ali, Derviş Hüseyin, Geda Müslî, Hacı Recep, Hatayi, Herdemi, Hüseyni, Kaygusuz, Kemter, Kul Himmet, Meczub Abdal, Musa Dede, Pir Sultan, Pir Sultan Abdal, Rahmi, Sefil, Sefil Sersem, Seyyid, Seyyid Dede, Şah Hatayi, Teslim Abdal, Veli Dede. 4 numaralı cönk: Cönkün aslı Kangal’ın Karanlık köyündeki Ali Ekber Öztürk’tedir. 16 X 20 cm. boyutunda olup 29 yapraktır. 1331 (M. 1915) yılında Kangal’ın Karanlık köyünde yazılmıştır. Cönkte 26 şaire ait 58 şiir bulunmaktadır. Şiirlerine yer verilen başlıca şairler şunlardır. Budala, Deli Boran, Fedaî, Feyzî, Fuzulî, Hasretî, Hatayî,Hulkî, İrfanî, Kemterî, Kul Himmet, Muradî, Mehemmed, Nesimî, Noksanî, Pehlül Divane, Pir Sultan Abdal, Sadık, Sefil Kul Himmet, Sefil Mehmet, Şi’rî, Veli, Viranî, Visalî. 5 numaralı cönk: Cönkün aslı Divriği’nin Höbek köyündeki Veli Gökçe’dedir. 29 yaprak ve 10 X 20 cm. boyutundadır. 1290 (M. 1874) yılında Divriği yöresinde yazılmıştır. İçinde; Âşıkî, Dedemoglu, Dertli, Derviş Ali, Gani 306 * Kadir Pürlü Baba, Gevherî, Hatayî, İsmail, Kemter Himmet, Kemter, Kul Himmet, Kul Sevindik, Nesimî, Niyazî, Öksüz, Seyyid Nesimî, Seyyid Seyfi, Türabî, Viranî gibi şairlerin 38 şiiri yer almaktadır. 6 numaralı cönk: Divriği’nin Höbek köyünde tutulduğu sanılmaktadır. Aslı Derviş Aslandoğan’dadır. 18 yaprak ve 16 X 22 cm. boyutundadır. XIX. Yüzyılın sonlarında yazıldığını tahmin edebiliriz. İçinde on dokuz şairin 31 şiiri bulunmaktadır. Sözkonusu şairler şunlardır: Abdal Pir Sultan, Budala, Dedemoğlu, Derviş Ali, Hatayî, Hilmi Dede, Hüseyin, İsmail, Kemter, Kul Himmet, Kul Himmet Üstadım Behlül Divane, Rıza Tevfik, Sadık, Senem, Nesimî, Teslim Abdal. 7 numaralı cönk: İlk ve son sayfaları eksik olan bu cönk tahminimize göre XIX. Yüzyılın ortalarında tutulmuştur. Aslı, Divriği’nin Karakale köyündeki Hüseyin Demirtaş’tadır. Cönk, 14,5 X 21,5 cm. boyutundadır. Toplam 123 yapraktır. İçinde 40 şairin 140 şiirine yer verilmiştir. Bu şairlerin başlıcası alfabetik sıra ile şöyledir: Asrî, Arif, Âşık Umman, Budala, Cafer, Cefaî, Derviş Ali, Dertli, Dedemoğlu, Deli Boran, Fedaî, Feryadî, Gedaî, Gevherî, Gulamî, Hasretî, Hatayî, Hüseyin, İsmail, Kul Himmet, Kul Himmet Üstadım, Kul İsmail, Kul Sevindik, Miratî, Nesimî, Noksanî, Pir Sultan Abdal, Sadık, Sefil Ahmet, Sefil Ali, Sefil Edna, Sıtkı, Sırrı, Şem’î, Şi’rî, Teslim Abdal, Veli, Viranî,. Visalî. 8 numaralı cönk: 79 sayfadan ibaret ve yandan dikişli olup boyutu 12 X 17 cm.'dir. İki farklı yazı vardır. Yazıldığı yıllara ait her hangi bir kayıt yoktur. Ancak içinde yer alan şairlerden ve kâğıdın özelliğinden dolayı XX. yüzyılın başlarında tutulduğunu tahmin edebiliriz. Cönkte yer alan şairlerin başlıcası alfabetik sıra ile şöyledir: Âşık Muhammed, Dertli, Fakir Edna, Fedayî, Hüseyin, İbrahim, İsmail, Kemterî, Kul Fakir, Kul Himmet, Kul Pervane, Mahzunî, Muhammet Mehdî, Muhlisî, Nesimî, Noksanî, Sadık Musa, Sefil Ali, Sefil Sadık, Selmanî, Şah Hatayî, Veli, Viranî. 10. numaralı cönk: Adı geçen cönk 13 X 16 cm. boyutunda olup 54 yapraktır. Divriği yöresinde tutulmuştur ve cönkün orijinali Divriği Anzağar köylü Garip Tuncer’de bulunmaktadır. Cönkte 42 âşığa ait 87, söyleyeni bilinmeyen 10, toplan 97 şiir mevcuttur. Genellikle XIX. ve daha önceki yüzyılda yaşamış şairlerin şiirlerine yer verildiği göz önünde tutulursa, cönkün en geç XIX. yüzyılda tutulduğunu söyleyebiliriz. Cönkte şiiri yer alan âşıklar şunlardır: Âşıkı, Ârifoğlu, Abdal, Budala İsmail, Derviş Süleyman, Dertli, Dedemoğlu, Esirî, Eşrefoğlu, Fedayî, Gevherî, Hasretî, Hatayî, Hüseynî, Kusurî, Kul Sıtkı, Kul Mustafa, Kul Himmet Kültürümüzde Cönklerin Önemi ve Sivas Kaynaklı Cönkler * 307 Üstâd, Kul Fakir, Kemter, Noksanî, Pir Sultan Abdal, Sultan Muhammed, Sofioğlu, Sefil Öksüz, Sefilî, Sadıkî, Şîr’î, Türabî, Teslimoğlu, Teslim Abdal, Velî, Viran Abdal. 11 numaralı cönk: 11 X 17 cm. boyutunda ve 11 yapraktır. Divriği yöresinde tutulmuştur. Aslı, Divriği Anzağar köyündeki Garip Tuncer’de bulunmaktadır. Cönkte, 8 âşığın 19 şiiri yer almaktadır. Bu âşıklar; Dertli, Derviş Ali, Feyzî, Hatayî, Kul Himmet, Kuddusî, Kul Hüseyin, Teslim Abdal’dır. 12 numaralı cönk: R. 1316 (M. 1900) yılında Divriği’nin Venk köyünde tutulmuş olan bu cönk, 9 X 23 cm. boyutundadır. Orijinali Divriği’nin Mursal köyündeki Kalaycı Kamber’dedir. 55 yaprak olan cönkte, 30 şairin 99 şiir bulunmaktadır. Adı geçen şairler şunlardır. Ali, Dertli, Dertli Kemter, Deli Boran, Esirî Baba, Feyzî, Gevherî, Hasan Dede, Hasan Paşa, Hatayî, Hüseyin, İsmail, Kabulî Baba, Kalender Baba, Karacaoğlan, Kemter, Kul Himmet, Kul Himmet Üstadım, Kul Safi, Kusurî, Nesimî, Noksanî, Pir Mehmet, Pir Sultan Abdal, Sadık Baba, Şem’î, Teslim Abdal, Veli, Viranî, Zekayî. 13 numaralı cönk: R. 1325 (M. 1909) tarihinde Divriği’de tutulmuştur. 11.5 X 19 cm. boyutundadır. 37 varak olan bu cönkün aslı Kutlu Özen’de bulunmaktadır. İçinde 18 şairin 34 şiiri bulunmaktadır. Şairin adları şöyledir. Askerî, Can Hatayî, Fakirî, Gevherî, Hüseyin, Kul Himmet, Kul Himmet Üstadım, Noksanî, Nesimî, Pirî, Seyyit Süleyman, Sırrı, Viranî / Viranî Adal, Zuhurî. 14 numaralı cönk: Divriği yöresinde tutulmuştur 8 X 12 cm. boyutunda olup 59 sayfadan ibarettir. XIX. yüzyıl sonlarında yazıldığını tahmin etmekteyiz. İçerisinde yer alan şairler şunlardır. Dedemoğlu, Derviş Ali, Derviş Süleyman, Hatayi, Hüseyin Kul Himmet, Muhammed, Şah Hatayi, Yemini, Zuldan Hatayî. Şiirlerinin çoğunun altında Arapça “temmet” kelimesi bulunmaktadır 15 numaralı cönk: İçinde 13 şiir vardır. 15 yaprak ve 12,5 X 28 cm. boyutundadır. Üç şiirin sahibi belli değildir. Cönkte şu şairlerin şiirleri bulunmaktadır: Abdi, Abdülkadir, Hafızî, Hüseynî, Hüsnî, Hüsnî Efendi, Kâzım, Rıza, Seyranî, Seyyitoğlu, Türabi. Ayrıca bir mani ve bir çok müfret bulunmaktadır. 16 numaralı cönk: Toplam 28 yapraktır. 11,5 X 22,5 cm. boyutunda olup kim tarafından ne zaman yazıldığı hususunda herhangi bir bilgi yer almamaktadır. Ele alınan şairler göz önünde tutulursa, XIX. yüzyılda yazıldığı 308 * Kadir Pürlü düşünülebilir. Cilt kapakları yoktur. Şiirler “tamam” ibaresi ile bitirilmiştir. Cönkün orijinali özel kitaplığımızda bulunmaktadır. Cönkte şiirleri bulunan şairler şunlardır: Azbî, Garîbî, Harâbî, Hasretî, Kalender Abdal, Kamberî, Pir Sultan Abdal, Selîmî, Seyfî, Şehîdî, Türâbî, Zâhir, Virânî gibi şairlerin şiirleri yer almaktadır. 17 numaralı Cönk: R. 1354 (M. 1938) yılında düzenlenmiştir. 40 yaprak 10 X 15 cm. boyutundadır. Birkaç kişi tarafından kaleme alınmıştır ve bu kişilerin kim olduğu belli değildir. Şiirlerin sonunda “temmet” bulunmaktadır. Cönkte şu şairlerin şiir vardır: Âşık Ömer, Eşrefoğlu Rûmî, Zâifî, Yunus Emre, Tevruzî, Nûrî, Sûzî, Şemsî, Fazlî, Hâfızî, Muhibbî, Muhiddin, Nakşî, Nesîmî, Niyazî. Bu arada pek çok şiirin sahibi belli değildir ve çok sayıda da mani vardır. 18 numaralı cönk: Yazıldığı tarih bili değildir. 89 sayfadan ibaret olup 10,5 X 21 cm. boyutundadır. Düzenleyen şahsiyet hakkında da bilgi içermemektedir. Birden fazla yazı tipi bulunması şiirlerin farklı kişiler tarafından kaleme alındığını göstermektedir. İçinde şiirleri bulunan şairler şunlardır: Âşık Ömer, Gevherî, Hüseyin, Kuddûsî, Ali, Mehmet, Derunî, Sürurî, Halil, Yunus, Kâtibî. Bunların yanında çok sayıda mahlassız şiir ile mâni semâî, gazel, münacaat, şarkı ve müfretler de bulunmaktadır. 13, 14, 32, 33, 36, 47, 63. Cönkün bazı sayfaları da boştur. 20 numaralı cönk: Gürün’ün Külahlı köyünden Cafer Kaplan’da bulunmakta olup 117 yapraktır. XIX. yüzyılda tutulmuştur. Yazısı okunaklı ve düzenlidir. Cönkte iki ayrı yazı karakteri vardır. Şiirlerin dışında münacat, Hz. Muhammed’den şefaat dileme, Kur’an-ı Kerim’den ayetler, Kerbelâ olayı, Miraç hadisesi ve öğütler yer almaktadır. Cönkte yer alan şairler ise şunlardır: Abdal Pir Sultan, Aşıkî, Aşık Muhammed, Aşık Hüseyin, Biçare Kalender, Can Hatayî, Dedemoğlu, Dertli, Derviş Ali, Fevziya, Fuzuli, Hakkı, Hatayî, Hatice Mihrap, Hulki Hüseyin, Hüseyin, İsmail, Kalender, Kemter, Kul Hasan, Kul Himmet, Kuddusî, Kusurîi, Muhammed, Nesimî, Noksanî, Pir Sultan Abdal, Sadık, Sefil Abdal, Sefil Ali, Seyyid Budalam, Seyyid Nesimi, Seyyid Nizamoğlu, Sultan Hatayi, Şah Hatayı, Şekür, Nizamoğlu, Teslim Abdal, Veli, Viranî-Viranî AbdalViranî Derviş, Yeminî. 21 numaralı cönk: Düzenlendiği tarih ve yazan kişi hakkında herhangi bir bilgi yoktur. 23 yaprak ve 12 x 24 cm. boyutundadır. İçinde 29 şiir kayıtlıdır ve bunların sekizi mahlassızdır. Ayrıca müfret, mani ve türküler de bulunmaktadır. Yazı farklılıklarından birkaç kişinin kaleme aldığı anlaşılmaktadır. Cönkte şiirleri bulunan şairler şunlardır: Abdi, Âşık Mustafa, Âşık Ömer, Derviş Dede, Gevherî, Hilmi, Kul Mustafa, Mustafa, Ömer, Yunus, Yunus Emre. Kültürümüzde Cönklerin Önemi ve Sivas Kaynaklı Cönkler * 309 22 numaralı cönk: Hangi tarihte yazıldığı bilinmemektedir. 35 yapraktır. 11,5 X 19 cm boyutundadır. Kim tarafından yazıldığı belli değildir. Yazı karakterlerinin farklılıkları birkaç kişi tarafından yazıldığını göstermektedir. Daha çok Alevî-Bektaşî inancıyla söylenmiş şiirler yer almaktadır. İçinde 47 şiir yer almaktadır. Bunlardan altı tanesinin sahibi belli değildir. Bu cönkte şiirleri bulunan şairler şunlardır: Askerî, Can Hatayî, Fakiri, Gulam, Hatayî, Hüseynî, Kul Himmet, Nesimî, Noksanî, Pir Sultan Abdal, Selman, Seyyid, Seyyid Nesimî, Sırrı, Şah Hatayî, Şem’î, Turâbî, Viranî, Virani Abdal. 24 numaralı cönk: Düzenlenen tarih ve düzenleyen kişi hakkında herhangi bir bilgi yoktur. 65 yaprak ve 10,5 x 18 cm. boyutundadır. Bazı sayfalarda boşluk vardır. Cönkte 37 şiir mevcuttur. Bunların dördünün sahibi bilinmemektedir. Farklı karakterleri kullanılmıştır. Yazıları okunaklıdır. Üveys ve İmam’ın “İki Şairin Demeleri” başlığında verilmiş şiir dikkat çekicidir. Cönkte yer alan şiirlerin şairleri şunlardır: Arif, Âşık Ömer, Âşık Şenlik, Âşık Yunus, Bekir, Cihani, Ruhsatî, Derviş, Derviş Yunus, Eşref, Refik, Sümmanî, Tabib, Vuslatî. 26 numaralı cönk: R. 1326 (M. 1910) yılında Şarkışla’da tutulmuş olan bu cönkün aslı Âşık Alimî (Süleyman Erdinç)’dedir. Cönk 12 X 18 cm. boyutunda ve 32 yapraktır. Sivas-Şarkışla kaynaklı olan bu cönkte; Zekaî, Viranî, Turabî, Hulusî, Hatayî, Yusuf, Veli, Necmî, Hüseyin, Hilmi Dede Haydarî, Halimî, Halî, Fedayî, Damenî ve Budala İsmail'in birer şiiri bulunmaktadır. Sonunda; “Muhariri Emlek nahiyesine tabi' Orta Karyeli Kahvecizade Başçavuş Mehmed Efendi tarafından yadigâr olmak üzere Mehmed Ağa'ya yazılmıştır. 1326" sözleriyle cönkün kime kim tarafından yazıldığı kaydedilmiştir. Buna göre 1910 yılında yazıldığı anlaşılmaktadır. Cönkte rik'a ve ta'lik olmak üzere iki yazı karakteri vardır. Mahlassız şiir yoktur. Mısra sayıları her sayfada farklıdır. Alevi-Bektaşi edebiyatına ait örneklerin bulunduğu cönkte; Kerbela olayı Hz. Ali ve Oniki İmam’a sevgi, vb. konular işlenmektedir. 28 numaralı cönk: Aslı Sivas-Yıldızeli-Yukarı Çakmak Köyü’nden Mehmet Korkmaz'da olan cönk, 11 X 23 cm. boyutunda ve 63 yapraktır. Cönkte; Yunus Emre, Talibî, Niyazî, Kevserî, Karacaoğlan, Hicabî Pervane, Gevherî, Âşık Ömer, Zikrî, Zarurî, Şemsî, Suzî, Salih Efendi, Sailoğlu, Nurî, Anî, Mevzunî, Masumî, Kaddî, İrfanî, Hilmî, Derunî, Âşık İbrahim, Âşık Garip, Âşık Abdî ve Ahmedî'nin şiirleri bulunmaktadır. Ayrıca yirmi tane de mahlassız şiir, ilaç tarifi, büyü, Gurrename, Fıkhi konular, Dualar ve cönk sahibini ilgilendiren doğum tarihleri mani ve müfretler de vardır. Bazı sayfalarında kaydedilmiş olan 1244 (l828), 1264 (l847), 1274 (l857) tarihlerinden hareketle cönkün l828-1857 yılları 310 * Kadir Pürlü arasında tutulduğu söylenebilir. Nesih ve rik'a yazı karakterleri kullanılmıştır. 29 numaralı cönk: Sivas - Suşehri kaynaklı olup aslı Murat Bozkurt’tadır. 11, 5 X 18 cm. boyutunda ve 31 yapraktır. Yunus Emre, Hamdî, Şems-i Tebrizî, Necatî, İsmail Hakkı, İbrahim Efendi, Hafız ve Gevherî'nin şiiri bulunmaktadır. Bir kişi tarafından rik'a yazı karakteriyle okunaklı bir şekilde yazılmıştır. Sayfalarda mısra sayıları farklı ve oldukça aralıklıdır. Yedinci yaprakta yer alan R. 1320 tarihi cönkün 1904 yılında yazıldığını göstermektedir. 33 numaralı cönk: Toplam 62 yapraktır. Sonunda Hz. Muhammed Mustafa’ya salâvat verilip okuyana, yazana ve dinleyene dua edilmesi kaydı ve Ali Efendi’den Bektaş Efendiye yadigâr olarak tahrir edildiği kaydı düşülmüştür. Tek ayaklı şiirlerde sık sık “eyzan” kullanılmış ve çoğunun “temam, tamam olundu, hıtam, yadigârdır canlarım” gibi ibareler konulmuştur. İçinde; Pir Sultan Abdal, İsmail, Veli, Kul Mustafa, Sadık, Nesimî, Noksanî, Derviş Ali, Şah Hatayî, Viranî, Kul Himmet Üstadım, Feyzî, Pir Sultan, Mehemmed, Kul Sevindik, Hasreti, Derviş Süleyman, Âşıkî, Derviş Ali, Kul Himmet, Teslim Abdal, Süleyman, Derviş Mehmet, Kul Mehmet, Karacaoğlan, Sürurî’nin şiirleri; “Yılan Duası”, “Saki Duası”, “Salâvat name-i İmameyn”, “Sülâle-i Nebi Aleyhim ecmain” yer almaktadır. Ayrıca bazı sayfalarda basur, sarılık, baş ağrısı, öksürük, kulak ağrısı, kuduz, kuru yara gibi hastalıklarla ilgili olarak birtakım şifa bilgileri verilmiştir. 34 numaralı cönk: Divriği kaynaklıdır. 1906’da yazılmıştır. Sonunda Latin harfleriyle “Hasan Yalıncaklı Divriği Aydoğan Köyü 1928” notu düşülmüştür. 62 yaprak ve 12 X 19 cm. boyutundadır. İlk sayfasına bir insan yüzü figürü çizilmiştir. Cönk kelime-i tevhidle başlamış, Hz Ali’ye, Hz. Hasan’a ve Hz. Hüseyin’e övgüler yapılmıştır. İçinde Delikanlı, Nazmî, Sadık, Noksanî, Kusurî, Kelamî, Kul Edna, Şah Hatayî, Derviş Ali, Hatayi, Sefil Ali, Ragıbî, Pir Sultan, Sıdkî, Viranî, Feyzî, Cemaleddin, İsmail, Cefalı, Pir Sultan Abdal, Kalender Abdal, Abdal Pir Sultan, Fakir Edna, Nesimî, Dertli, Veli, Budala, Kul Budala, Dedemoğlu, Kul Himmet Üstadım, Derviş Ali, Âşık Hüseyin, Kul, Duran Abdal, Kemterî, Kul Âşık, Arif, Sefil, Feryadî, Hasreti, İradî, Viranî Abdal, Hüsnî, Ziya, Kaygusuz, Deli Şükrü, Kul Mustafa, Pir Sultanın Kızı (Senem), İrşadî, Yunus Emre, Er Mustafa, Öksüz Hızır, Rahmi, Öksüz Abdal, Kul Hatayi, Turabî, Niyazî‘nin şiirleri bulunmaktadır. Ayrıca cönkte “Saki Duası”, “Salâvat ü Name-i İmameyn”, “Sülâle-i Nebi Aleyhim Ecmain”, “Salavatullahi Teala Aleyhim Ecmain”, “Mualecat-ı Hükame” başlıklı metinler yer almaktadır. 35 numaralı cönk: Kültürümüzde Cönklerin Önemi ve Sivas Kaynaklı Cönkler * 311 Divriği’nin Aydoğan köyünde tutulmuştur. 15 X 32 cm. boyutunda ve 98 yapraktır. Rik’a yazı çeşidi ile yazılmıştır. Yazılar siyah mürekkeplidir, ancak ayetlerin yer aldığı kısımlar kırmızı renkli mürekkeple yazılmıştır. Muhteva itibarı ile çeşitlilik gösterir. Cönk içerisinde Alevî-Bektâşî şairlerinden; Abdâl Musa, Âhu Baba, Âşık-ı Gedâ, Âşık Veli, Âşık Yunus, Biçâre, Derviş Ali, Derviş İbrahim, Derviş Muhammed, Er Mustafa, Fuzulî, Hatayî, Hüseyin, İrşâdî, Kaygusuz Abdal, Kul Himmet, Kul Veli, Muhammed, Muhyî, Nakşî, Nesimî Sultan, Niyazî, Noksanî, Pîr Sultan Abdal, Sefil Ali, Ulvî, Veli, Virânî Sultan’ın şiirleri kayıtlıdır. Üç tane de mahlassız şiir bulunmaktadır. Ayrıca Oniki İmam’ın isimleri, on dört masum-ı pâk ve şehit edilişleri, tarikât ve şeriât makamları,“Tarik-ı İmam Caferü’s Sâdık” başlıklı bir bölüm, Kaygusuz Abdâl’ın “Vücûdnâme” “Budalanâme” ve “Kitâb-ı Miglâte” adlı mensur eserlerinden bölümler Hacı Bektaş Veli’nin manzum vasiyetnâmesi de yer almaktadır. “Budalanâme” ve “Kitâb-ı Miglâte” adlı eserler cönkte “Hezâ Kitâb-ı Pendnâme Evliyâ-yı Bektâşî Gaygusuz Baba” başlığı altında verilmiştir. Cönk içerisinde Lâtin harfleriyle yazılmış iki sayfa bulunmaktadır. Bu sayfalarda eserin değerine dikkat çekilmesinin yanında yazının bozukluğu ve silindiği, yapraklarının yırtıldığı, bu sebeple iyi okunamadığı vurgulamıştır. Bu ifadelerin sonunda yer alan Cönkteki; “Yozgat, Akdağmadeni, Çerçialan Köyünden Ahmet Bozdan” ve “Sivas, Divriği, Diktaş Köyü, Kadıoğullarından Kâmil oğlu Hasan” ibarelerinden anlaşıldığına göre muhtelif zamanlarda el değiştirmiştir. En son Aydoğan köyünden Hasan Yalıncaklı’da bulunmaktadır. Elimizdeki cönklerin genel özelliklerini şu şekilde niteleyebiliriz: *Cönklerin hemen hemen yarısı XIX. yüzyılda, kalanı da XX. yüzyılın başlarında tutulmuştur. Cönkün yaprak sayıları 18-123 arasında değişmektedir. *Tamamı sığırdili şeklindedir. Boyutları Eni 8 cm. ve 23 cm. arasında değişmektedir. *Çoğu ciltlidir. Ciltli olanların bir kısmı deri, bir kısmı mukavva ile ciltlenmiştir. *Yazı karakteri olarak daha çok rik'a ve ta'liktir. “Şiirlerin sonunda genellikle bittiğine işaret eden “temmet” lafzı yahut “mim” harfi yazılmıştır. * Çok sayıda ağız özelliğini ihtiva eden kelime vardır. Sözgelişi; bahçe-bakçe, gonca-konca, fincan-filcan bunlardan bazılarıdır. *Şiirlerin büyük çoğunluğunun sahibi bellidir. Ancak az da olsa mahlassız şiirlere rastlanmaktadır. *Tek ayak olan şiirlerin dördüncü mısralarına genellikle, “Bu da onun gibi, bu da öyle” anlamına gelen “Eyzan” sözü getirilmiştir. 312 * Kadir Pürlü *Cönklerde yazılı bulunan yüzlerce şiirler içinde nefes, nutuk, ilahî, devriye, koşma, şarkı, semaî, münacat, mersiye, gazel, kıta, müfret, mani gibi şekil ve türler karşımıza çıkmaktadır. *Tanıtmaya çalıştığımız cönklerde, şiirlerin dışında bazı notlar ve özel bilgiler de kayıtlıdır. Bunlardan bazılarını şöyle sıralayabiliriz: Hz. Muhammed’den şefaat dileme, Kur’an-ı Kerim’den ayetler, Kerbelâ olayı, Miraç hadisesi, salâvat name-i İmameyn, Sülâle-i Nebi Aleyhim ecmain, fıkhî konular, öğütler, yılan duası, saki duası, hasatalıklar (basur, sarılık, baş ağrısı, öksürük, kulak ağrısı, kuduz, kuru yara) ve ilaç tarifleri, büyü. *Çoğu cönklerde yazıldığı tarihe ait herhangi bir kayıt bulunmamaktadır. Ancak bazılarında “Üçpınar karyesinde Mansur oğlu veli Efendi’nin mecmuasıdır. Sene 1335 (M. 1919)” şeklinde kayıtlara rastlanılmaktadır. *Âşık Edebiyatında ve Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatında kendisine yer bulmuş pek çok ünlü şairlerin yanı sıra yeni isimlere de rastlamaktayız. Sözgelişi Bâki, Biçare Kalender, Caferoğlu, Cefalı, Cihanî, Deli Şükrü, Duran Abdal, Gani Baba, Hacı Recep, Hakkı, Halî, Halimî, Hayri, İradi, Kul Gulam, Kul Safi, Kul Sıtkı, Musa Dede, Necmî, Ragıbî, Sefil Abdal, Selîmî, Selmanî, Seyyitoğlu, Sofuoğlu, Teslimoğlu, Tevruzî, Ülfetî, Vuslatî, Zâhir, Zarurî, Zekayî, Ziya, Zuhurî edebiyatımızda yer alması gereken yeni isimlerdir. Bu durum Âşık Edebiyatında araştırma yapacak olanlar için oldukça sevindiricidir. SİVAS KİTAPLIĞI PROJESİ M. Sabri Koz Son yıllarda yerel tarih ve kültür yayınlarında “gerçekten” bir patlama yaşanıyor. Köylere varıncaya kadar büyük şehirlerde dernek, vakıf ve benzer biçimlerde örgütlenen gurbetçiler, gurbeti memleket seçenler köyleri, kasabaları ve şehirleri üstüne yayınlar yapıyorlar; kitaplar, dergiler yayımlıyorlar. Pek çok il merkezimizde açılmış olan üniversiteler, herbirine geleceğin üniversitesi gözüyle bakılan meslek yüksek okulları da gerek öğrenci çalışmalarında, gerek yüksek lisans, doktora, doçentlik ve profesörlük çalışmalarında yerel konulara da yer veriyor. Bunlardan kitaplaşarak yaygınlık kazananlar da az değil. Kültür Bakanlığı, Millî Eğitim Bakanlığı, üniversiteler, araştırma merkezleri, vakıflar, belediyeler, valilikler, yerel konularda tarih ve kültür ağırlıklı bilimsel toplantılar yapıyor, bu toplantılarda sunulan bildiriler kitaplar hâlinde yayımlanıyor. Bu toplantılar ve yayınlar içinde bir süreklilik kazanarak üçüncü, beşinci gibi sayılara ulaşmış olanlar da bulunuyor. Bu yayınların, herhangi bir bilimsel toplantıya bağlı olmadan “kültür yayını” adı altında bir dizi oluşturduğu ve sayılarının da giderek arttığı örneklerin bulunduğunu da belirtmekte fayda var. Bunlara kişilerin yaptığı yayınları da eklersek patlamanın boyutları hakkında belli bir fikir elde edebiliriz. Bu girişi bu tür yerel yayın yoğunlaşmalarının yaşandığı 1920’li 1930’lu ve 1940’lı yılların resmî ve özel şehir tarihleri ile Türk Ocakları ve Halkevleri’nin kitap ve süreli yayın faaliyetlerinden önce yapmamın sebebi dünden bugüne değil bugünden düne bir bakış açışı kurmak içindi. 1920’ler savaş yılları da dahil olmak üzere yerel yayınlar bakımından dikkate değer çıkışların yaşandığı yıllardır. Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı’nın “Sıhhî ve İctimâî Coğrafya” dizisidir. Vilâyet ve sancakların merkezden gönderilen bir plan dahilinde tarih, coğrafya, nüfus, kültür, sağlık ve eğitim gibi başlıklar altında incelendiği bu dizide içinde Sivas’ın da yer aldığı 19 kitap yayımlanabilmiştir. Millî Eğitim Bakanlığı’nın, kitabelere de önem veren şehir tarihleri, İstanbul Kdnservatuvarı’nın, Türk Ocakları’nın ve sonraki yıllarda Halkevleri’nin kendini tanıma ve tanıtmaya yönelik araştırmalara sıcak bakması, kitaplar yayımlaması, dergiler çıkarması büyük bir kültür hareketinin doğmasına sebep oldu. Araştırmacı, Yazar Sivas 1000 Temel Eser Projesi * 315 Özellikle Halkevleri’nin yayımladığı kitap ve dergiler, 30’lu ve 40’lı yılların pek çoğu için iyi ki yapılmış, yazılmış ve yayımlanmış dediğimiz araştırmalarının önemini tekrar tekrar vurgulamaya gerek yok. Ama bugün başta bulunduğumuz yer gereği Sivas, Konya, Gaziantep, Diyarbakır, Adana, Balıkesir, Manisa, Ankara, Eminönü halkevinin yayınları yerel tarih ve kültür araştırmaları bakımından görmezlikten gelinebilir mi? Bu yayınlar için büyükçe bir bibliyografya yayımlanmış bulunuyor. Türk halk kültürü, âşık edebiyatı ve yerel tarih konuları bugünkü durumunu 1920’lerde başlayan ve 30 yıl boyunca devam eden bu çalışmalara borçludur. 1960’tan sonra yeniden görülmeye başlayan yerel yayınlar 70’lerden itibaren Anadolu şehirlerindeki üniversitelerin (Erzurum Atatürk Üniversitesi’nin biraz daha öncesinin bulunduğunu belirtmeliyim) devreye girmesiyle ivme ve yükselme kazandı. Öğretmenlerin 20’lerden başlayarak öncülük ettiği yerel araştırmalar, son temsilcileri bugüne kadar gelse bile, üniversitelerde yapılan çalışmalar artık nöbeti devralmış bulunuyor. Sivas Kitaplığı Projesi de iki memleket sevdalısının gerek üniversitelerde yapılan çalışmaları değerlendirmek gerekse üniversite dışında gerçekleştirilmiş, ama nerede hazırlanmış olursa olsun yayımlanmaya değer Sivas araştırmalarını okurla buluşturmak arzusuyla başlatıldı. Önceleri bir heves, belki de her zaman heves, mahsulü olan bu girişim Kitabevi Yayınları sahibi Mehmet Varış’ın güçlü desteği olmasa başlamaz, benim de gönlümde bir heves olarak kalırdı. Dergâh Yayınları’nın “Anadolu Kitaplığı” ve “Erzurum Kitaplığı” dizileri bu hevesin eyleme dönüşmesinde etkili oldu, bunu hiç unutmadık, unutmayacağız. Ezel Elverdi Bey’in bir Anadolu sevdalısı, bir Erzurum sevdalısı olması bu dizilerin yaşamasında etkili olmuştur şüphesiz. Kardeşimiz İsmail Kara’yı da unutmamak icap eder. Anadolu Kitaplığı’nda 14, Erzurum Kitaplığı’nda 22 kitap yayımlandığı düşünülürse “Sivas Kitaplığı”nın gün ışığı görmüş 4 kitabıyla henüz emeklemeye başlamış bir çocuk sayılması tabiidir. Bu emeklemenin, sağlam atılmış adımlara dönüşmesi onu başlatanların yayıncılık deneyimi ve bu işi ciddiye almasının izlerini her zaman taşıyacaktır. İlk dört kitabımız türküleri, masalları, inanç coğrafyasını ve mutfak kültürünü baskı aşamasında olan beşinci kitabımız ise Sivas ve çevresinin el sanatlarını konu edinmektedir: 1Salahaddin Bekki, Baş Yastıkta Göz Yolda. Sivas Türküleri, Kitabevi Yayınları: 222, Sivas Kitaplığı: 1, İstanbul, 2004, 445 s. 2Ayşe Benek Kaya, Has Bahçenin Gülleri. Sivas Masalları, Kitabevi Yayınları: 226, Sivas Kitaplığı: 2, İstanbul, 2004, 606 s. 3Ahmet Gökbel, İnanç tarihi Açısından Sivas, Kitabevi Yayınları: 243, Sivas Kitaplığı: 3, İstanbul, 2004, 336 s. 316 * Kadir Pürlü 4Müjgân Üçer, Anamın Aşı Tandırın başı. Sivas Mutfağı. İl Merkezi ve İlçe Yemekleri. Gelenek, Görenek, İnançlar ve Sözlü Kültür, Kitabevi Yayınları: 298, Sivas Kitaplığı: 4, İstanbul, 2006, XLII, 770, LII s. (resimli). 5Kutlu Özen, Sivas Yöresi Geleneksel El Sanatları [Basım hazırlıkları sürüyor, yaklaşık 300 s., resimli]. Bu kitaplarda dikkat edilen husus şudur: Yayımlanacak kitap Sivas söz konusu olduğunda bir boşluğu doldurmalı, yerellik çerçevesi içinde boğulup kalmamalı ve memleket kültürüne açılabilecek özellikler taşımalı, sonradan yapılacak çalışmalar için kaynak özelliği taşımaldır. Hiçbir kitap, yazarı kim ve ne kadar önemli, bilgili, tanınmış olursa olsun yayıncı ya da onun editörü tarafından okunmadan basılmamalıdır. Bu durum, yerel yayınlarda çok dikkati çeken bir eksiklik olarak karşımıza çıkıyor. Bir köyün, bir ilçenin, bir ilin, bir bölgenin halk kültürü ile ile ilgili bir derleme dosyası gelir. Konu ilginç, derlenen veriler maksada uygundur. Ama eserin başına yazılan uzunlu kısalı tarih ve coğrafya bilgileri içeren bölümler her kitapta farklı bakış açılarıyla ama aynı bilgileri tekrar eder durur. Tarihsiz, coğrafyasız bu iş olmaz ama bunların yer alacağı kitaplar ve sunuluş biçimleri farklıdır. Bunu eğer editör ya da yayıncı yazara anlatabilirse kontrol altına alabilir, yoksa her kitapta birbirinin benzeri bölümler yer almaya başlar. Buna gerek yoktur, tarih tarihçilere, coğrafya coğrafyacılara, halk kültürü halk kültürü araştırmacılarına, edebiyat edebiyat tarihçilerine bırakılmalıdır. Bir genel monografi ise sözkonusu olan, o zaman durum değişir. Yazarımızın o yerle ilgili en son çalışmaları görüp görmediğini denetlemek, bunları bilmek zorunda olan yayıncının ya da görevlendireceği editörün aslî işidir. Önüne gelen dosyaya öncelikle bu gözle bakmalı, bunu görev bilmelidir. Bibliyografya denetlemesi yanında, notların usulüne uygun olup olmadığına bakmak, kaynakların yeteri kadar kullanılıp kullanılmadığını irdelemek, okunmadan, görülmeden yazılmış kaynakları cımbızla ve tabiî yılların tecrübesine dayanarak teker teker çıkarmak, gerekiyorsa sözlük ve dizin hazırlanmasını istemek, olmuyorsa oturup kendisi yapmak, satır satır ve kelime kelime her sözün hesabını kitabı kendi yazmışçasına verme sorumluluğunu taşımak Sivas Kitaplığı’nda uyguladığımız ilkelerden birkaçı. Sivas Kitaplığı, yayıncılığı meslek edinmiş bir kuruluşun markalaştırdığı bir dizidir. Yazanın, baskıya hazırlayanın ve yayınlayanın bunca özeni herhalde küçük bir iltifatı da hak eder. Nedir bu iltifat, öncelikle kitapların okuruna ulaşması mı; bedava dağıtılması imkânsız olduğuna göre belli bir sayıda satılarak yayıncısını yeni kitaplar yayımlama hususunda özendirmesi mi; görevleri arasında bu tür yayınları desteklemek de bulunan makamların ilgi göstermesi; ulusal ve yerel yayın organlarında tanıtım etkinliklerinin gereği kadar yapılması mı? Sivas 1000 Temel Eser Projesi * 317 Tek gücü, satıştan gelen bir yayın dizisinin, ödenekli ve ücretsiz dağıtılan ya da çok çok ucuza satılan resmî ya da yarı resmî yayınlarla rekabet etmesi mümkün müdür? Değildir ama, “heves”le çizilen bir dünyanın, para ile yıkılması da mümkün olmaz, yılda bir iki kitapla ve hayalleri ile başbaşa kalarak ve büyük boyutlu projelere, arzu etse bile yeşil ışık yakamayarak yoluna devam eder. Ağır aksak, düşe kalka ve başı dik... Bu arada “Sivas Kitaplığı”nın bir kardeşi de var: “Sivas 1000 Temel Eser”. 2006 yılında Sivas Valiliği İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü’nün başlattığı, bir yayın kurulunun gözetim ve denetiminde ilk 10 kitabı çıkmış bulunan “Sivas 1000 Temel Eser”, “Sivas Kitaplığı” ile içerik ve amaç bütünlüğüne sahiptir. Bu diziye sevinçle karşılıyor; Sivas’ın kültürel kalkınması için vereceğimiz uğraşta el ele, omuz omuza olacağımız günlerin özlemini çekiyoruz. Sivas Kitaplığı’nı başlatan/lar, onun nerede neye kâdir olabileceğini de hesap etmekle birlikte etrafta olup bitenlere duyarsız değillerdir. Yanlışı az, sunumu özenli ve belli bir düzeyin üstüne çıkmış eserler yayımlamak, yayımlayacağı eserleri buna göre seçmek, önüne her geleni basmak gibi bir zorunluğu olmadan yoluna devam etmek de donanımlı olmanın, işini bilmenin, bitmeyecek bir öğrencilik hâlet-i ruhiyesiyle dolup taşmanın ve bozkır havasını solumuş olmanın verdiği bir güç olsa gerek. Daha yolun başındayız ve ilk günkü heyecanımızı koruyoruz. Bir gün kitaplıklarda bir raf dolduracak duruma geldiğimiz zaman Sivas Kitaplığı’nın hayallere sığmayacak kadar büyük bir özlemin ürünü olduğunu herkes görecek ve şu satırların yazarı da memleket borcu ile herhangi bir hak sahibi olmadan kitapların başına “editör yazısı” yazmanın vebalini ödemiş olacaktır. Aşk nelere kâdir değil... Ve edelim: büyük Türk şairi Fuzûlî’yi de rahmetle anarak şiarımızı arz “Aşk imiş her ne var âlemde...” Ne diyelim, aşk olsun! SİVAS 1000 TEMEL ESER PROJESİ Kadir Pürlü Niçin Kitap? Dünyanın kurulduğu günden bu güne kadar birçok medeniyetler doğmuş; muhteşem tapınaklar, şehirler inşa edilmiş; bütün bu yapıların, tarihin akışı içerisinde toz ve toprağa karışarak yok olmasına rağmen, o medeniyetlerin birçok önemli kitabı günümüze kadar ulaşmayı başarmıştır. Yani, fikir ve kitap zamanla yaptığı yarışı kazanarak etki ve gücünü ispat etmiştir. Bu yüzden kitaplar üzerine yeniden düşünmeli, kültür olarak tanımlanan tüm maddi manevi değerlerimizi kitaplara taşıyarak hem kaydetmeli hem de onları geleceğe aktarmalıyız. Zengin bir kültür geçmişi olan bir şehirde yaşıyoruz. Sivas, bin yıllık şehir kültürüne sahip bir kent. Selçuklular bu şehirde 13 tane medrese açmış. Düşüncenin ve bilimin büyük birikimleri var. Sivas asla, sıradan bir şehir değil. “Dâr-ül âlâ”, “Dâr-ül ulema” (Yücelikler Beldesi, Âlimler Beldesi) unvanını boş yere almamıştır. Bilginin ve bilgeliğin yeşerdiği önemli bir şehirdir. Atalarımız bu şehre hizmet etmiş ve geride kendilerini ve bizleri yücelten muhteşem eserler bırakmışlardır. Öyleyse şimdi sıra bizdedir. Bizim de bizden sonraki nesillere bir şeyler bırakmamız gerekmektedir. Onlar gibi büyük eserler ortaya çıkaramasak da, hiç olmazsa kültürümüzü yaşatacak kitaplar yayınlayarak karınca kararınca hizmette bulunabiliriz. İşte bu yüzden kitap dedik. Sivas 1000 Temel Eser Projesi Nasıl Doğdu? Tarafımızca 2004 yılında, “Sivas İçin 100 Kitap” başlıklı bir liste hazırlanmıştı. Bu listede daha çok Tarih ve Edebiyatla ilgili öneri kitaplar yer alıyordu. Sivas Tapu Tahrir Defterleri, Şeriye Sicilleri, Sivas Salnameleri, Selçuklu-Osmanlı-Cumhuriyet Döneminde Sivas, Sivas’ın ilçeleri, Sivas Halk Şairleri, Sivas Coğrafyası,… v.s. Bu liste, Sivas’ta yeni kurulan “Tarih ve Kültür Araştırmaları Merkezi”ne bir öneri olarak sunulacaktı. Ancak, aynı yılın Mart ayında İl Kültür ve Turizm Müdürü olarak atandığımızda bu kitapların yayınlanması fikrini o zamanki valimiz Dr. Hasan Canpolat’a aktardık ve yakın ilgi bulduk. Valimiz büyük bir memnuniyetle: “Kadir Bey, hayallerinizi böyle sınırlamayın, daha çok kitap yayınlayalım.” Dediler. Biz daha da cesaretlenerek: “Sayın Valim, öyleyse 1000 Temel Eser Olsun” deyince, büyük bir memnuniyet içerisinde “Neden olmasın?” diyerek bu projeye şifahi onay verdiler. Böylece “Sivas 1000 Temel Eser” Projesi’nin adı konulmuş oldu. Bundan sonraki safhada Sivas Çevre Kültür ve Sanat Evinde faaliyet gösteren “Tarih ve Kültür Araştırmaları Merkezi” Danışma Kurulu İl Kültür ve Turizm Müdürü Sivas 1000 Temel Eser Projesi * 319 üyelerinin büyük katkıları oldu. Şehrimizde yaşayan ve seçkin şahsiyetlerden oluşan bu kurul, hangi kitapların yayınlanması gerektiği konusunda bize yol gösterdi. Hatta “Yayın Kurulu” adıyla yeni bir yürütme kurulu oluşturuldu. Bu kurulda: Doç. Dr. Alim Yıldız, Yard. Doç. Dr. A. Turan Alkan, Yard. Doç. Dr. Fatih Dervişoğlu, Dr. Berat Demirci, Av. Haluk Çağdaş, Müjgan Üçer, İbrahim Yasak, Hüseyin Kaya ve Tekin Şener yer aldı. Özellikle 2004 yılı Şubat- Mart-Nisan aylarında yapılan toplantılar çok verimli oldu. Valimiz Hasan Canpolat başkanlığında yapılan toplantılara zaman zaman ÇEKÜL Vakfı Başkanı Prof. Dr. Metin Sözen ile hemşehrimiz yazar Necdet Sakaoğlu da katıldılar. Katılımcıların heyecanlı konuşmalarına sahne olan toplantılardan Sivas’la ilgili önemli fikirler ortaya çıktı. Bu toplantıların düzenlemesinde Araştırmacı Yazar Mehmet Ali Öz’ün de büyük katkıları oldu. Gerek Sivas 1000 Temel Eser, gerekse Sivas’ta yürütülen diğer kültür çalışmaları işte böyle bir ortamda mayalandı. Sivas 1000 Temel Eser Projesi Kapsamında Yayınlanan Kitaplar: Sıra düşünüleni icraata dönüştürmeye gelmişti. Yayınlanacak kitapların hangi formaliteyle ve nasıl seçileceğinin belirlenmesi gerekiyordu. Kitap yayınlayacak kişinin valilik makamına bir dilekçeyle başvurması; dilekçe ekindeki eser metninin İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü tarafından yayın kuruluna sevk edilmesi ve kurulun olumlu kararını takiben eserin yayınlanması, şeklinde bir resmi yol izlenmesi, danışma kurulu üyelerimizin önerisiyle belirlendi. Bu yolla valiliğimize ulaşan kitap metinleri yayın kuruluna gönderildi ve yayın kurulumuzun yayınlamasını uygun gördüğü şu kitaplar Sivas İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü tarafından yayına hazırlanarak, İl Özel İdaresi Genel Sekreterliğinden sağlanan ödenekle yayınlandı. 1. Selçuklular Döneminde Sivas, Sempozyum Bildirileri 29 Eylül-01 Ekim 2005, Sivas 2006, Sivas 1000 Temel Eser No: 1 Bu kitap 29 Eylül-1 Ekim 2005 tarihleri arasında Sivas’ta yapılan “Selçuklular Döneminde Sivas Sempozyumu” bildirilerinden oluşmaktadır. Kitabın tamamı 558 sayfa olup, katılımcı ve sempozyum fotoğraflarından meydana gelen son 24 sayfası renkli olarak basılmıştır. Ebadı 16x24 cm.dir. İçinde 41 adet bildirinin yer aldığı kitap, şimdilik Selçuklular Dönemi Sivas’ını anlatan en önemli eserlerden biridir. Birbirinden değerli bildirilerle bu kitapta, Sivas’ın Selçuklular Dönemindeki Siyasi Tarihine, Kültürüne, Coğrafyasına, Mimari ve Sanatına ışık tutulmuştur. 2. Osmanlı Dönemi Sivas Şehri, Prof, Dr. Ömer Demirel, Sivas 2006, Sivas 1000 Temel Eser No: 2 Bu kitap, Prof Dr. Ömer Demirel hocamızın bazı dergilerde yayınladığı Sivas’la ilgili makaleleriyle, çeşitli bilimsel toplantılarda sun- 320 * Kadir Pürlü duğu bildirilerinin bir araya getirilmesinden meydana gelmiştir. Tamamı 206 sayfa olup, son sekiz sayfasında siyah beyaz fotoğraflara yer verilmiştir. Ebadı 16x24 cm olan kitap siyah beyaz baskı tekniğiyle basılmıştır. Yayınlandığı kaynakların mevcudunun kalmaması nedeniyle geniş okuyucu kitlesiyle buluşması mümkün olmayan bu kıymetli bilgiler, bizce “Osmanlı Dönemi Sivas Şehri”yle birlikte bir kat daha değer kazanmıştır. Sivas’ın belirtilen dönemdeki, kültürü, tarihi, sanatı, eğitimi, ekonomisi, nüfus verileri, sosyal yapısı ve kurumları, gibi önemli konuları arşiv belgeleri ışığında incelenerek gün yüzüne çıkarılmıştır. Mahalleleri, tarihi eserleri, zaviyeleri, vakıfları ve şehrimizin sosyal yaşantısını işleyen benzer önemli başlıklarıyla bu kitap gelecekte çocuklarımızın yararlanacağı önemli kaynaklardan birisi olmuştur. 3. Sivas Folkloru I, II, Vehbi Cem Aşkun, Sivas 2006, Sivas 1000 Temel Eser No: 3 Sivas Folklorunun büyük emektarı Vehbi Cem Aşkun tarafından yazılan, 1. Cildi 1940; 2. Cildi ise 1943 yılında Sivas Kâmil Matbaasında basılan ve Sivas şehir merkezinin halk kültürüyle ilgili önemli ilk kaynaklardan olan bu iki kitabın piyasada mevcudu kalmamıştı ve metni fotokopi yoluyla elden ele dolaşmaktaydı. Belirtilen tarihten günümüze kadar ikinci baskıları yapılmamış olduğu için, kültür dünyamız bu bilgi hazinesinden uzak kalmıştı. İki cildi bir araya getirilerek ve asıl metni korunarak tıpkıbasım yoluyla yayınlan bu kitap son haliyle 430 sayfa olmuştur. Son 22 sayfasında fotoğrafların yer aldığı kitap 16x24 cm ebadında olup tamamı siyah beyaz baskı tekniğiyle basılmıştır. Bu kitaplar araştırma metodu yönünden günümüz yazarları tarafından eleştirilmiş olsalar da, yukarda belirtildiği gibi, Sivas şehir kültürüne ait elimizdeki derli toplu iki önemli eser oldukları da bir gerçektir. Teknolojik gelişmenin bu kadar etkili olmadığı ve geleneklerin sağlıklı olarak yaşadığı bir dönemde kaleme alındığı için, Sivas Folkloru kitabı şehrimizin kültürü için ayrı bir şans olmuştur. Çocuklarımız, bundan sonra, “Sel Seyri”, “Karın Cenazesi”, “Baca Pilavı”, gibi birçok kaybolan geleneği bu kitaptan okuyacaklardır. 4. Sıvas Meşhurları Cilt:1, İbrahim Aslanoğlu, Sivas 2006, Sivas 1000 Temel Eser No: 4 Büyük Folklorcu, Sivas ve Türk Folklorunun büyük emektarı İbrahim Aslanoğlu tarafından kaleme alınan eser 560 sayfadır. Tamamı siyah beyaz baskı tekniğiyle basılmış olup, ebadı 16x24 cm.dir. Büyük emekler sonucu hazırlanan kitabın bu cildinde Sivas’ın 250 meşhur kişisi yer almıştır. Bazı isimlerin yer almamış olması nedeniyle eleştirilen bu kitap günümüz şartlarında yazılmaya başlansaydı, bırakınız haklarında bilgi almayı çoğu kişilerin isimlerini dahi bilmemiz mümkün olmayacaktı. Merhum Aslanoğlu’nun yarım asra yakın araştırmaları neticesinde ortaya çıkan bu eser Sivas ve yeni nesiller Sivas 1000 Temel Eser Projesi * 321 için büyük bir şans olmuştur. Bu önemli temelin üzerine yeni taşlar koymak artık daha kolay olacaktır. Belki de bu eser isimler boyutuyla Sivas Ansiklopedisi için önemli bir kılavuz olacaktır. Sivas’ın kıymetli evlatlarının hayatlarını, hizmet ve eserlerini yansıtan bu kitap kültürümüz için son derecede faydalı olmuştur. Birkaç isim eksikliğinden dolayı onu eleştirenler bunu gelecekte çok daha iyi anlayacaklardır. 5. Sıvas Meşhurları Cilt: 2, İbrahim Aslanoğlu, Sivas 2006, Sivas 1000 Temel Eser No: 4 Ünlü Folklorcu İbrahim Aslanoğlu tarafından yazılan kitap 606 sayfadan meydana gelmiş olup, siyah beyaz baskı tekniğiyle basılmıştır. Ebadı 16x24 cm.dir. Sivas’ın 291 meşhur kişisine yer veren ve onların hayatları, eserleri hakkında okuyucuları bilgilendiren bu kitap gerçek bir kültür hazinesidir. Her iki ciltte yer almayan isimlere ayrı bir kitap olarak üçüncü ciltte yer verilirse, bu kitap daha da önem kazanacak ve Sivas Kültür tarihindeki yerini alacaktır. 6. Âşıkların Diliyle Sivas, Dr. Doğan Kaya, Sivas 2006, Sivas 1000 Temel Eser No: 5 Kıymetli Halkbilim uzmanı Dr. Doğan Kaya tarafından yazılan kitap 317 sayfadır. Tamamı siyah beyaz baskı tekniğiyle basılmış olup, ebadı 16x24 cm.dir. Sivas Âşıklar diyarıdır. Sazını eline alıp kendi duygu ve düşüncelerini dile getirmesinin yanı sıra toplumun dertlerine dikkat çeken âşık bir anlamda halkın gören gözü, işiten kulağıdır. Bu yüzden âşıkların ne söyledikleri bizim için çok önemlidir. Bu kitapta Sivaslı âşıkların penceresinden görünen Sivas’ı seyredeceksiniz. Birbirinden güzel 185 şiirin yer aldığı kitapta 100’e yakın âşık ismi geçmektedir. Sivas’ı konu edinen şiirlerle İlçe, belde ve köylerini konu edinen şiirlerin iki ayrı başlık halinde sunulmuş olması da kitabı daha kolay yararlanılabilir hale getirmiştir. Sivas böylece âşıklık kültürüyle ilgili önemli bir kaynağa daha sahip olmuştur. Darısı öteki kitapların başına… 7. Anadolu Türk Konut Mimarisinde Divriği Evleri, Seda Şenol, Sivas 2007, Sivas 1000 Temel Eser No: 6 Seda Şenol tarafından yazılan kitap 158 sayfa olup renkli baskı tekniğiyle basılmıştır. Ebadı 16x24 cm.dir. Bilindiği gibi, Divriği evleriyle ilgili ilk çalışmayı Sayın Necdet Sakaoğlu yapmıştı. Onun 1978 yılında yayınlanan ve şimdi mevcudu kalmayan “Divriği’de Ev Mimarisi” adlı eseri büyük ilgi görmüş ve eser son derecede yararlı olmuştu. 322 * Kadir Pürlü Genç araştırmacımız Seda Şenol ise, belirtilen eser başta olmak üzere daha bir çok kaynaktan yararlanarak hazırlamış olduğu yüksek lisans tezini “Anadolu Türk Konut Mimarisinde Divriği Evleri” adıyla kitap haline getirdi. Bu kitaptan da Divriği’nin kentsel gelişim ve yerleşim düzenini, Divriği evlerinin genel özelliklerini, süsleme özelliklerini ve plan tiplerini öğreniyoruz. Konuların renkli fotoğraflarla desteklenmiş olması kitaba bir başka güzellik daha katmış. Türk İslâm Medeniyetinin önemli mimari ürünlerini sergileyen Divriği’deki sivil mimari örnekleri elbette ki önemlidir. Özellikle Divriği konakları Anadolu’da bir benzeri daha bulunmayan önemli yapılardır. Ata yadigârı bu eserlerle ilgili böyle bir kitap yayınlanmış olması kültürümüz için son derecede önemli bir kazanımdır. Umarız bu tür güzel kitaplar toplum nezdinde ilgi görür ve sayıları gittikçe artar. 8. Divriği Yöresinin Kıyafetleri, Takı ve Aksesuarları, Saliha Çulcuoğlu, Sivas 2007, Sivas 1000 Temel Eser No: 7 Saliha Çulcuoğlu tarafından yazılan kitap 270 sayfa olup renkli baskı tekniğiyle basılmıştır. Ebadı 16x24 cm.dir. Genç araştırmacı Saliha Çulcuoğlu tarafından kaleme alınan kitap altı bölümden meydana gelmiştir. Divriği’nin coğrafi özelikleri, kısa tarihçesi ve gelenekleri hakkında bilgi vererek başlayan kitap daha sonra geniş olarak kıyafetler konusunu işlemektedir. Geleneksel kadın ziynet eşyaları, takı ve süsleri hakkında da geniş bilgi verildikten sonra kitap, ilçenin köşker esnafı ve geleneksel ayakkabı üretimi konusuyla sona ermektedir. Çok sayıda kaynak kişiyle görüşülerek, alanın uzmanlarına danışılarak, örnekler bizzat görülüp fotoğraflanarak ve çok sayıda arşivden yararlanılarak büyük bir emek sonucu ortaya çıkarılan bu eserle Anadolu Türk kıyafet hazinesinin bir bölümü daha ortaya çıkarılmış oldu. Bu kitabın da gelecek nesiller tarafından önemli bir kaynak olarak değerlendirileceğine inancımız sonsuzdur. 9. Sivas Mebusu Mustafa Takî Efendi, Doç. Dr. Cemal Ağırman, Sivas 2006, Sivas 1000 Temel Eser No: 8 Doç. Dr. Cemal Ağırman tarafından kaleme alınan kitap 140 sayfa olup siyah beyaz baskı tekniğiyle basılmıştır. Ebadı 16x24 cm.dir. Mustafa Takî Efendi, ilmi, irfanı, örnek yaşantısı ve eserleriyle Sivas’ta iz bırakmış önemli şahsiyetlerden biridir. Her şeyden önce, yaşadığı dönemde ülkesinin ve milletinin geleceği üzerine kafa yormuş ve bu konularda kitaplar yazmış bir düşünürdür. Onun hayatı, kişiliği, fikirleri ve eserleri hakkında bilgi veren bu kitapla Sivas kültürü önemli bir eser daha kazanmıştır. Sivas 1000 Temel Eser Projesi * 323 Doç. Dr. Cemal Ağırman hocamızın büyük bir emek ve titizlikle hazırladığı bu kitabın da büyük ilgiyle okunacağına inanmaktayız. Yayınlanan Kitaplar Nerelere Dağıtıldı? Her biri 3000 adet basılan kitaplar öncelikle 80 ilin İl Halk Kütüphanelerine, tüm üniversitelerimizin merkezi kütüphanelerine, tüm müzelere, valiliklere, bakanlıklara, yurt genelindeki tarih ve kültürle ilgili kurumlara, ilimiz merkezindeki tüm okul kütüphanelerine ve ilçelerimizdeki tüm okullara, Sivas Tarih ve Kültür Araştırmaları Merkezi danışma kurulu üyelerine, ilimiz protokolüne, ilimiz sivil toplum kuruluşlarına ve bizzat müdürlüğümüze gelerek talepte bulunan kişilere dağıtılmıştır. Bundan Sonra Hangi Kitaplar Yayınlanacaktır? Kitap yayınlatmak isteyen yazarlarımızın valiliğimize başvuruları devam etmektedir. Yayın kuruluna sevk edilip “yayınlanması uygun görülen eserler” şunlardır: 1. Sivas Vilâyet Meclisi Kararları 1911-1912, Prof. Dr. Ömer Demirel. 2. Sivas Halk Şairleri Cilt: 1, Dr. Doğan Kaya. 3. Sivas Halk Şairleri Cilt: 2, Dr. Doğan Kaya. 4. Sivas Halk Şairleri Cilt: 3, Dr. Doğan Kaya. 5. Sivas Halk Şairleri Cilt: 4, Dr. Doğan Kaya. 6. Sivas Halk Şairleri Cilt: 5, Dr. Doğan Kaya. 7. Sivas Yöresinde Geleneksel Bayramlar ve Toplu Törenler, Kutlu Özen. 8. Sivas Bilmeceleri, Murat Türkyılmaz. 9. Divriği’deki Osmanlı Camii ve Çeşmeleri, Prof. Dr. Mustafa Denktaş. 10. Koyulhisar, Dursun Karaca. 11. İmranlı, Recep Demir. 12. Bal Şelalesi, Şükrü Toprak. 13. Divriği’de Mutfak Kültürü, Müjgan Üçer, Fatma Peşken. Bu kitaplar İl Özel İdaresi Genel Sekreterliği tarafından sağlanan ödenek imkânları dâhilinde ve acil olanlara öncelik tanınmak suretiyle önümüzdeki aylarda yayınlanacaktır. Sonuç Sivas kültürünü tespit etmek, korumak, tanıtmak ve gelecek nesillere taşımak amacıyla başlatılan “Sivas 1000 Temel Eser” Projesi gerçekleşme boyutu itibariyle küçük bir mesafe almış gibi görünse de, 324 * Kadir Pürlü gerçekte büyük bir mesafe kat etmiştir. Şehrimizle ilgili on adet kitabın yayınlanmış olması önemli bir kazanımdır. Yazarlarımızın bu proje kapsamında yayınlanmak üzere valiliğimize başvurularının devam etmesi ve bu başvuruların sayılarının gittikçe artması önemli bir gelişmedir. Bu proje yurt genelinde büyük takdir toplamıştır. Kurumumuza gelen teşekkür mektupları ve şifahi tebrikler ümidimizi gittikçe artırmaktadır. Sivas halkı ve tüm kültür dostları bu projeye sahip çıkar ve destek olurlarsa, bir gün çocuklarımız raflarında “Sivas 1000 Temel Eser”i göreceklerdir. İşte o zaman milleti ve kültürleriyle onur duyacak, üzerlerindeki taklit ve küçüklük duygusunu atacaklardır. SİVAS’TA KİTAP YAYINCILIĞI İbrahim Yasak “Kitap ve gazete… Biri zaman’ın dışındadır, öteki “an”ın kendisi. Kitap, beraber yaşar sizinle, beraber büyür. Gazete okununca biter. Kitap fazla ciddi, gazete fazla sorumsuz. Dergi, hür tefekkürün kalesi. Belki serseri ama, taze ve sıcak bir tefekkür. Kitap, çok defa tek insanın eseri, tek düşüncenin yankısı; dergi bir zekalar topluluğunun. Bizde hazin bir kaderi var dergilerin; çoğu bir mevsim yaşar, çiçekler gibi. En tali’lileri bir nesle seslenir.” Cemil Meriç / Bu Ülke Dünya var olduğundan ve insan kalemle tanıştığından beridir, yazılmaktadır. Yazılan düşüncelerin insanlara ulaştırılmasındaki en etkin ve kalıcı araç, basılı medya dediğimiz gazete, dergi ve kitaplardır. İlk önceleri, hattatların yazarak çoğalttığı eserler, sınırlı sayıda insana ulaşırken, matbaanın icadıyla birlikte seri biçimde ve çok sayıda tab edilerek daha fazla insana ulaştırılmaktadır. Yaklaşık 130 yıllık matbaa geçmişi olan Sivas’ta, bu süreç içerisinde çok sayıda gazete, dergi ve kitap gibi basılı eserler yayınlanmıştır. Bugün geriye dönüp baktığımızda, bunların ciddi bir arşivinin ve envanterinin yapılmadığını görmekteyiz. Her ne kadar, ülke genelinde yayınlanan tüm basılı meteryaller Milli Kütüphane ve diğer kütüphanelerde arşivlense de, basılı eserlerin tamamının buralara ulaştırılmadığını, ulaştırılanların da bir kısmının kayıt altına alınmadığını ya da bazı nüshalarını kaybolduğunu da görmekteyiz. Yine, matbaalar ya da yayınevleri, baskılarını yaptıkları eserlere ait ne yazık ki, ciddi bir arşivleme yapmamışlardır. Yapılanlardan bir kısmının da, yangın ve taşınma gibi nedenlerle yıprandıklarını ve yok olduklarını görmekteyiz. Bunlarla beraber, Sivas’ta tabedilen gazete, dergi ve kitaplarla ilgili derinlikli ve geniş çaplı bir araştırma ne yazık ki bugüne kadar yapılmamıştır. Görebildiğimiz kadarıyla, sadece İrade-i Milliye gazetesi başta olmak üzere bazı gazeteler üzerine çeşitli çalışmalar ve tezler yapılmış ve bazı dergiler üzerine inceleme yazıları yayınlanmış ama Sivas’ta yayınlanan kitaplar üzerine her nedense bugüne kadar hiçbir çalışma yapılmamıştır. Şimdi, arşivlemenin sağlıksız ve çok dağınık olduğu bir alanda, tespit edebildiğim Sivas’ta baskısı yapılmış kitaplar üzerine bazı bilgiler vermeye çalışacağım. Araştırmacı Yazar Sivas’ta Kitapçılık 327 SİVAS MATBAALARI Bir şehirde kitap yayınlanabilmesi için yazar ve yayıncının bulunması kadar, kitabı tabedecek matbaanın bulunması gerekli olduğundan, çok kısa olarak Sivas’ta faaliyet gösteren matbaalara değinmek istiyorum. Sivas’a matbaanın gelişi Meşrutiyet dönemine rastlar. Bilindiği gibi “Tanzimat sonrası reformlar çerçevesinde çıkarılan 1864 tarihli Vilayet Nizamnamesiyle ‘eyalet’ sisteminden ‘vilayet’ sistemine geçilmiş ve vilayetler kurulurken de her vilayet merkezine bir matbaanın açılması karara bağlanmıştır.”1 Bu Nizamname’ye istinaden Sivas’ta ilk matbaa Vali Elhac Ahmet İzzet Paşa tarafından 1878 yılında “Vilayet Matbaası” olarak kurulmuştur. Çoğu kaynakta böyle belirtilmesine rağmen, Pars Tuğlacı, bu matbaadan önce Sivas’ta daha önceden kurulmuş olan Ermeniler ait iki ayrı matbaadan daha bahsetmektedir. Bu matbaalarda 12 tane gazete ve 2 tane de kitabın baskısı yapıldığını söylemektedir.2 Sivas’ın ilk ve tek resmi matbaası olan Vilayet Matbaası’ndan sonra 1930 yılında Kitapçı Kamil namıyla maruf Kamil Yalçıner tarafından Sivas’ın ilk özel matbaası olan Kamil Matbaası kurulmuştur. Vilayet Matbaası, kuruluşundan 95 yıl sonra 1993 yılında verimsizliği nedeniyle kapatılmıştır. Matbaada, İrade-i Milliye gazetesi ve Salnameler ile birlikte benim tespit edebildiğim ama sayılarının çok daha fazla olduğunu sandığım 19 kitap yayınlanmıştır. Kamil Matbaasında ise Halkevi Yayınları başta olmak üzere 53 kitabın baskısı yapılmıştır. Bugün, Sivas’ta kitap yayıncılığına hizmet etmiş matbaalar arasında kapanmış olanlardan, Doğuş, Bozkurt, Sebat, Güven, ve Elif Matbaalarını ve hala gelişen teknoloji ile yenilen ve hizmete devam eden Es Form Ofset, Doğan Ofset, Dilek, Önder, Vizyon, Emek ve Madımak matbaalarını saymak mümkündür. SİVAS’TA KİTAP YAYINCILIĞI Tarih boyunca bir eğitim, kültür ve medeniyet şehri olan Sivas, kültürel canlılığını, her dönemde sürekli devam ettiren bir şehirdir. Matbaanın Sivas’a gelmesi ve hayatımıza girmesiyle birlikte, gazete ve dergi yayıncılığına paralel olarak kitap yayıncılığı da, diğer Anadolu kentlerine oranla, daha yoğun bir şekilde Sivas’ta yayınlanmaya başlamıştır. 1 2 Burhan Paçacıoğlu, Cumhuriyet’e Kadar Kongresi, I.Uluslararası Sempozyumu 2002 Burhan Paçacıoğlu, Cumhuriyet’e Kadar Kongresi, I.Uluslararası Sempozyumu 2002 Sivas Basını ve “İrade-i Milliye’nin Yeri, Sivas 2-4 Eylül 2002 Sivas, Siskav Yayınları, Sivas Sivas Basını ve “İrade-i Milliye’nin Yeri, Sivas 2-4 Eylül 2002 Sivas, Siskav Yayınları, Sivas 328*İbrahim Yasak Bütün bunlarla birlikte başta Milli Kütüphane olmak üzere ulaşabildiğim 50’yi aşkın kütüphanenin katalogları, Sivas’taki matbaalar ve yayınevleri ile diğer kaynaklar üzerinde yaptığım araştırmalarda, derleyebildiğim kadarıyla Sivas’ta basımı yapılmış tüm kitapları tespit etmeye çalıştım. Bu tespitlerimde, çok fazla sayıda olmasa da bazı kitapların birkaç baskı yaptığını ya da ikinci üçüncü baskılarının Sivas’ta yapıldığını gördüm. Tüm bu çalışmaların sonucunda matbaanın Sivas’a geldiği günden 2006 yılı sonuna kadar geçen yaklaşık 130 yıllık süre içerisinde şehrimizde 740 adet kitabın yayınlanmış olduğunu tespit edebildim. Tespit edebildiğim bu kitaplardan hareketle, kitapların yayınlanış yılları, içeriği ve Sivas’ta yayıncılık sektörü hakkında bazı özet bilgiler vermek istiyorum. Baskı tarihlerine göre kitapların yıllara dağılımı: Yayınlanış yıllarına göre kitapları değerlendirdiğimizde, doğal olarak matbaanın ilk geldiği yıllardaki yayınlanan kitap sayısı ile sonraki yıllarda yayınlanan kitap sayısında ciddi bir artış gözükmektedir. 1970 li yıllara kadar toplam basılan kitap sayısı 174 dür. 1980 yılından sonra ise ciddi bir artış göstererek 1980’li yıllarda 135, 1990’lı yıllarda ise 231 olmuştur. 2000’li yılların ilk altı senesinde ise 181 kitap yayınlanmıştır. YILLA R BASILAN SAYISI 1800 13 1900 3 1920 3 1930 23 1940 32 1950 10 1960 58 1970 32 1980 135 1990 231 2000 181 KİTAP Sivas’ta Kitapçılık 329 Tarih yok 19 740 Daha değişik bir ifade ile, son 25 yılda yayınlanan kitap sayısı 550 civarındadır. Ortalama yıla düşen kitap sayısı ise 21 kitap civarındadır. Ondan önceki yaklaşık yüzyıllık sürede ise yayınlanan kitap sayısı 174 dür ve yıla düşen ortama kitap sayısı 2 yi tekabül etmektedir. 1980 den sonraki yıllarda ise, başta üniversite olmak üzere kamu kuruluşlarının yayınları % 40’lara ulaşmaktadır. Diğer yayınlar ise şehir tarihi, folkloru ve halk âşıklarının kitapları ve genç istidatların yeni heves yayınladıkları kitaplardan oluşmaktadır. Sivas’ta yayınlanan kitaplar: Yayıncılık her ne kadar asıl amacı itibariyle kültürel bir özelliği taşısa da bugün ekonomik anlamda kazanç elde etmeye yönelik bir sektör olarak çalışmamaktadır. 130 yılı aşkın bir süredir matbaa ile tanışık olan ve bu süreç içerisinde tespit edebildiğimiz kadarıyla 740 tane kitabın basımının yapıldığı şehrimizde, yayıncılığın kazanç elde etmeye yönelik bir sektör olmadığını göstermektedir. Hatta bu açıdan bakıldığında Sivas’ta bir yayıncılık sektöründen söz etmekte söz konusu bile değildir. Sivas’ta yayınlanan kitapları genel ve yüzeysel bir şekilde sınıflandırdığımızda, 740 kitabın gruplara paylaşımı şöyle gerçekleşmektedir: KİTAP SAYISI GRUBU Edebiyat 175 Şehir 112 Halk Aşıkları 98 Genel Kültür 96 Tıp(Bilimsel) Zıraat- Dini Ekonomi/toplumsal Fen 81 54 49 330*İbrahim Yasak Eğitim 40 Sempozyum 20 Lisan 15 740 Edebiyat: Sivas’ta yayınlanan kitapların 175 tanesi edebiyat ağırlıklı kitaplardır. Bunların yaklaşık yarısı ise, genç yeteneklerin yazdıkları şiirleri bir araya getirerek oluşturdukları kitaplardır. Bunların dışında 25 civarında kitapta tanzimat ve daha öncesi dönemlere ait divan ağırlıklı olmak üzere çeşitli edebi eserlerin yeni harflerle yayınlanmasıdır. Bunların arasında Şemşeddin Sivasi, Abdülmecid Sivasi, Şeyh Halid ve Zati Süleyman Efendi’nin Divan’ları, Sabit’in Zafernamesi, Haşmet Külliyatı, Abidin Paşa’nın Mesnevi Şerhi ile Pendname-i Zarifi’yi saymak mümkündür. Yine bu grup içerisinde, Kıpçak Türkçesi, Harezm Türkçesi, Orta Türkçe ile Türk dili ve kompozisyon kitapları belirli bir yer tutmaktadır. Şehir: Yayınlanan kitaplar arasında 112 tanelik bir rakamla önemli bir yer tutan gurup da “Sivas” üzerine yazılmış kitaplardır. Şehre ve şehrin tarih, folklor, sanayi ve kültürüne ait olan bu kitaplar arasında, Vilayet matbaasında basılan 17 adet salname ile Sivas ve ilçelerine ait tarihi ve kültürel değerlerini inceleyen kitaplar yer almaktadır. 1935 yılında Kamil matbaasında basılan Sivas Bülteni, Vehbi Cem Aşkun’un Sivas Folkloru ve Sivas Şairleri, Sivas İli kitapları, Sivas Efsaneleri, anıt ve eserlerini konu edinen kitaplar bulunmaktadır. Halk Aşıkları: Yine yayınlanan kitaplar arasında önemli bir bölümü Sivaslı Halk aşıklarının gerek kendilerinin gerekse başka birileri tarafından yazılan hayat hikayeleri ve şiirlerinden oluşan kitaplar oluşturmaktadır. Âşık Veysel’den Talibi Coşkun’a, Sefil Selimi’den Mesleki’ye halk âşıklarının şiirlerden oluşan kitapların sayısı 81 tanedir. Akademik ve Mesleki kitaplar: Cumhuriyet Üniversitesi’nin 1980’li yıllarda Sivas’ta öğretime başlamasıyla birlikte öğretim üyelerinin yazdıkları bilimsel nitelikli kitaplar yayınlanmaya başlamıştır. Tıp, kimya, fizik, madencilik konularında 81, sosyoloji, ekonomi ve siyasal içerikli olarak da 48 kitap yayınlanmıştır. Ayrıca, Sivas’ta yapılan sempozyumlarda sunulan tebliğlerden oluşan 20 kitabın baskısı yapılmıştır. İlköğrenim, lise ve üniversite öğrenimine yönelik 40 adet, dini içerikli olarak ta 54 adet kitap yayınlanmıştır. Kitap yayınlayan kurum ve kuruşlar: Sivas’ta Kitapçılık 331 Yayıncılık, her ne kadar asıl amacı itibariyle özünde bir kültürel hizmeti yerine getirme özelliğini taşısa da, varlığını sürdürebilmesi için ticari anlamda kazanmak zorundadır. 130 yılı aşkın bir süredir matbaa ile tanışık olan ve bu süreç içerisinde şehrimizde basılan kitapların gösterdiği sonuç bu işin, ekonomik anlamda kazançlı bir sektör olmadığını ortaya koymaktadır. Bu nedenle de, kitap basım ve yayım işi genellikle kişilerin kendi çaba ve gayretleriyle yapılmaktadır. Haliyle, baskısı bir defaya mahsus ve tirajları sınırlı olan kitaplar çoğunluğu oluşturmaktadır. Bununla beraber, iki, üç hatta beş altı baskı yapan kitaplara rastlamakta mümkündür. Sivas’ta yayınlanan 740 kitabın yaklaşık 2/3 sini oluşturan 520 tanesi kişilerin kendi gayretleriyle yaptıkları yayınlardır. Kalan 220 tanesinin 165 tanesi kamu kurumları ve vakıflarca, 55 tanesi ise Sivas’ta kurulan özel yayınevleri tarafından yayınlanmıştır. Sivas’ta kamu kurumları arasında Cumhuriyet Üniversitesi 110 kitapla ilk sırayı almaktadır. Bu süreç içersinde, Sivas Valiliği 27 adet, Sivas Belediyesi 9 adet, Sivas Ticaret Odası ise 4 adet kitap yayınlamıştır. Özel sektör kitap yayıncılığına gelince, Sivas’ta yayın yapan özel yayınevleri arasında Halkevi Yayınları’nın önemli bir yeri vardır. Sivas’ta bir ilk olması nedeniyle Sivas Halkevi Teşkilatı, Sivas folklor, tarih ve kültürüne yönelik olmak üzere 13 kitap yayınlamıştır. Sivas kitap yayıncılığına 22 kitap yayınlamakla ilk sırayı alan bir diğer kuruluşta Seyran Yayınları’dır. Diğer özel sektör yayınevlerinin yayınladıkları kitap sayıları yüksek değildir. Kamu kurumlarının yayınladığı kitaplar şöyledir: KAMU YAYINLARI Cumhuriyet Yayınları ÖZEL YAYINEVLERİ Ün. 110 Seyran Yayınları 22 Sivas Valiliği 27 Halkevi Yayınları 13 Sivas Belediyesi 9 Dört Eylül Yayınları 4 Siskav Yayınları 6 Gurbet Yayınları 4 Sivas Hizmet Vakfı 4 vakfı 4 Özbelsan Yayınları Kemal İbn Hümam Sivas Ticaret Odası 4 Kültür 2 332*İbrahim Yasak Özbelsan Yayınları Kültür 2 Öznur yayınları 2 2 Ata yayınları 1 1 Buruciye Yayınları 1 165 Su Yayınları 1 Zuhal Yayınları 1 Sivas halk Kültürü Araş Ulaş kaymakamlığı 55 Matbaalara Göre Yayınlanan Kitaplar: Matbaalara göre yayınlanan kitaplar: Sivas’ta kitap baskısı yapan matbaalara baktığımızda ise, ilk kitap basımın yapıldığı tesis, Sivas Vilayet matbaasıdır. Daha sonraki yıllarda 1930’da kurulan ve 50 yıla yakın Sivas kültürüne hizmet eden Kamil Matbaası Sivas’ta yayıncılık anlamında özel sektör olarak ilk kitap baskısı yapan matbaa olarak bilinmektedir. Her iki matbaada da basılan kitap sayısını ve nüshalarını tespit edebilmek, arşiv yetersizliği nedeniyle ne yazık ki pek mümkün olmamaktadır. Bunlara rağmen tespitlerimize göre Vilayet Matbaası’nda 19 adet, Kamil Matbaası’nda ise 53 adet kitap basılmıştır. Tespitlerimize göre Sivas’ta tabedilen 740 kitabın yaklaşık 1/3 ine tekabül eden 227 adet kitap rahmetli Ahmet Tok’un sahipliğini yaptığını Dilek Matbaası’nda basılmıştır. Bunun dışında Es-Form Ofset’te 53 ve Özemek matbaalarında ise 63 kitap basılmıştır. Her iki matbaada da basılan kitap sayısını ve nüshalarını tespit edebilmek, arşiv yetersizliği nedeniyle ne yazık ki pek mümkün olmamaktadır. Bunlarla birlikte tespitlerimize göre Vilayet Matbaasında 19, Kamil matbaasında ise 53 kitap basılmıştır. Tespitlerimize göre Sivas’ta tabedilen 740 kitabın yaklaşık 1/3 ine tekabül eden 227 kitap rahmetli Ahmet Tok’un sahipliğini yaptığını Dilek Matbaasında basılmıştır. Bunun dışında Es-Form’da 53 ve Özemek matbaalarında ise 63 kitap basılmıştır. Teknik donanım anlamında bakıldığında bugün Sivas’ta Türkiye şartlarında baskı yapılacak donanıma sahip matbaalar mevcuttur. Bu tesislerde, gerek tasarım ve gerekse baskı tekniği açısından hiçbir taşra belirtisi taşımayan kitap ve dergiler yayınlayabilmek mümkündür. SONUÇ Sivas’ta Kitapçılık 333 Kitap yazmanın yoğun bir bilgi gerektirdiği, baskı yapmanın teknolojik bir gelişim istediği, dağıtım ve pazarlama için İstanbul gibi bir pazarlama merkezinden uzak olan bir noktada, kısacası kitap yayınlamanın zor olduğu bir anadolu şehrinde, diğer Anadolu kentleri de dikkate alındığında 740 kitabın yayınlanmış olması aslında azımsanacak bir rakam da değildir. Matbaanın geldiği ilk yıllardan itibaren giderek sayıca ve kalitece artan kitap yayıncılığın Sivas için sevindirici bir gelişme olduğunu belirtmek istiyorum. Bu arada bir temennimi de belirterek, konuşmamı tamamlamak istiyorum. Daha fazla zaman geçmeden ve eldeki nüshalarda kaybolmadan, bugüne kadar Sivas’ta yapılmış yayınların arşivlemelerinin yapılması zarureti vardır. Sivas matbaalarında tabedilen tüm basılı eserlerin, mevcutsa asıllarının, yoksa suretlerinin hem basılı, hem de dijital olarak bir araya getirildiği bir merkezin oluşturulması, Sivas’ın geçmiş döneme ait, siyasal, sosyal ve kültürel tarihinin muhafaza edilmesi ve incelenmesi açısından büyük önem taşımaktadır. Bu doğrultuda, geçen yıllarda Ziyabey Kütüphanesi alt katında kurulması düşünülen ve bir türlü başlatılamayan “Sivas Bilgi, Belge ve Dokümantasyon Merkezi’nin bir an önce kurularak faaliyete geçmesi ve işlerliğinin kazandırılması gerekmektedir. VII. OTURUM MÜZAKERE Müjgân Üçer Sayın Başkan, Aziz Misafirler ve Çok Değerli Hemşehrilerim, Oturum başkanımız ve değerli hemşehrimiz Sn.Yavuz Bülend Bakiler Bey’in şahsım için lütfettiği sözlerden çok mütehassis oldum, ayrıca mahcub da oldum. Bu el Sivaslı hanımların elidir. Ben onlardan aldım bu eli. Bana “el verdiler” ve onunla yazıyorum. Anne annem derdi ki “âlim unutmuş kalem unutmamış”. Sivas’ta derlediğim bu atasözü, yazmanın önemini ne kadar güzel belirtir. Evet kalem kitaptan önce vardı.Yazılanlar satırları, sayfaları ve kitapları oluşturdular. Yine atalarımız, “hatırda kalmaz, satırda kalır” sözleriyle ne doğru bir tesbitte bulunmuşlardır. Yazmak evrensel bir olgudur ve aynı zamanda da insanın en önemli macerasıdır.Kitabın kültürümüzdeki önemi, ona verdiğimiz değer, kütüphanelerimizde cildi, hattı yani yazısı ve tezhibleri ile birer sanat şaheseri olan müstesna eserlerle de anlaşılıyor. Sözlü kültürümüzde kitap; çok düzgün ve güzel anlamına gelir. “Kitap gibi” demez miyiz? “Kitap” kutsalımızdır ve kitabı baş tâcı eden bir toplum idik. “Kitapsız”, dört kutsal kitaptan hiç birine inanmayan, dinsiz kimseler için kullanılırsa da, mecazî olarak zâlim, acımasız ve merhametsiz kimse anlamına da gelir. “Kitabın orta yerinden konuşmak” denilince, doğru ve haklı konuşulduğunu anlarız. Kitapla ilgili daha pek çok deyim ve atasözümüz vardır. Kültürümüz ve Kitap sempozyumunun bu oturumunda dört konuşmacıyı dinleyerek, yeni ve güzel bilgiler edindik. İlk konuşmacı olarak, Sn. Yrd. Doç. Dr. Doğan Kaya, “Kültürümüzde Cönklerin Önemi ve Sivas Kaynaklı Cönkler” üzerine yaptığı konuşmasında, halk kültürümüzün can sularının gözeleri olan cönklerimiz ve Sivas kaynaklı cönkler hakkında bilgiler verdi. Dr. Kaya; cönk kelimesinin etimolojisi üzerinde durarak, bu kelimenin XV. yüzyıldan beri kullanıldığını, âşık edebiyatının ve önceki devirlerin sözlü folklor ürünlerinin yazıya dönüşmüş örneklerini içine aldığı için en değerli başvuru kaynağı olduğunu, daha ziyade şiir ihtiva etmekle beraber, cönklerin içinde dinî bilgiler, duâlar, mensur metinler, ilâç tarifleri, büyüler, fal, mâniler ve halk inançlarına ait her türlü bilgiyi de bulundurduğu belirtti. Dr. Doğan Kaya, yıllarca toplayarak arşivlediği 41 cönkün 36’sını Cumhuriyet Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde, öğrencilerine yüksek lisans tezi olarak hazırlatmış ve bizzat danışmanlığını yapmıştır. Konuşmasında bu 36 cönkü tanıtmış, şiirleri yer alan şairlerin adları ile cönkler hakkında özet bilgiler vermiştir. Araştırmacı Yazar Değerlendirme 335 Arşivinde bulunan cönklerin yarısının XIX, kalanın da XX. yüzyılın başlarında tutulduğunu, yaprak sayılarının 18-123 arasında değiştiğini, çoğunun deri veya mukavva ile ciltlendiğini, çok sayıda ağız özelliği olan kelimeler ihtiva ettiğini, şiirlerin çoğunun sahibi belli olmakla beraber, mahlassız şiirlerin de bulunduğunu, yüzlerce şiirin dışında nefes, nutuk, ilâhi, devriye, koşma, şarkı, semaî, münâcaat, mersiye, gazel, kıta, müfred ve mâni gibi şekil ve türlerin bulunduğunu, bazı notlar ve bilgiler içinde, Hz. Muhammed’den şefaat dileme, Kur’an-ı Kerim’den ayetler, Kerbelâ olayı, Mirâc hadisesi, fıkhî konular, öğütler, hastalıklara karşı ilâç tariflerinin de yer almış olduğunu ifade etmiş bulunuyor. Dr. D. Kaya sonuç olarak, cönklerde, Âşık Edebiyatında ve DinîTasavvufî Türk Edebiyatı’nın pek çok ünlü şairinden başka, edebiyatımızda yer alması gereken yeni isimlerin de bulunduğunu, bu durumun âşık edebiyatı üzerinde araştırma yapacak olanlar için önemli olduğunu belirtmiştir. Gerçekten de bu yeni isimler, yerin altındaki suyun macerası gibi, zamanı gelince gün ışığına çıkacak olmalıdır. Cönkün benzerliğinden dolayı, halk tarafından sığırdili, aydınlar tarafından da sefine yani gemi olarak adlandırılması ne kadar güzel bir benzetmedir. Bu sefineler artık kimselerin uğramadığı limanlardan, unutulmaz denizlerden bize haberleri, bilgileri, belgeleri âdetâ bir kırkambar zenginliğinde ulaştırıyorlar. Sivas yetiştirdiği çok sayıdaki şairleriyle de zaten bir âşıklar ummanı değil midir? Zamanın öğüten, yok eden dalgalarından kurtulan erişilmez bilgiler bu sefineler ile günümüzün bilgi limanına ulaşmış oluyor. Cönkler de kitaplar gibi değerli kaynaklardır ve edebiyatımızın temel taşı ve âşık edebiyatımızın, kültürümüzün en önemli belgelerindendir. Tanınan ünlü şairlerden başka, edebiyatımızda yer alması gereken henüz bilinmeyen şairlerin şiirlerini ihtiva eden cönklerin, âşık edebiyatı üzerinde araştırma yapacak olanlar için de önemli kaynaklar olduğunu görüyoruz. İkinci konuşmacımız Sn. M. Sabri Koz arkadaşımız, Sivas Kitaplığı Projesi’ni anlattılar. Kendileri aynı zamanda bu projenin editörüdür. Çok dikkatli, bilgili, ilgili ve de titiz bir editördür. Keşke bütün kitapların böyle editörleri olsa. Böylece kitaplar bilgi ve de imlâ açısından da yanlışsız çıkardı. Halkbilim uzmanı ve yazar M. Sabri Koz ve Kitabevi’nin sahibi Mehmet Varış, “Sivas Kitaplığı” özlemini, iki Sivaslı olarak bağrından kopup geldikleri yere bu gözle bakarak, sevgilerini, bağlılıklarını kitaplara nakşediyorlar. M. Sabri Koz’un da yazdığı gibi, “Anadolu ikliminin kalelerinden, hâzır ve gâib erenler yurdu, şairler yatağı, içli ve yanık türküler diyarı Sivas”, hayal olmaktan çıkıp, kitap libasına bürünerek gerçek hayatımızda yer almaya başladı. Mehmet Varış da şöyle diyor: “Orası bizim doğduğumuz topraklar, orada yaşamıyor olsak da bizim şehrimiz. Ciddî yayınlarla, yeni bir değer üretip yeni bir söz söyleye- 336*Müjgan Üçer rek, herkes kendi doğduğu yere bağlılığını gösterse memleket âbad olur.” İki Sivas sevdalısı hemşehrimiz, derin duyguların kaynağıyla beslenen azimleriyle çalışıyor, yeni ve kalıcı değerler üretiyorlar. Kendilerine ne kadar teşekkür etsek azdır. Kitabevi’inin, M. Sabri Koz tarafından edite edilen bu kitaplarının künyelerine bir bakalım: 1-Salahaddin Bekki, Baş Yastıkta Göz Yolda, Sivas Türküleri, İstanbul, 2002, 445 Sayfa 2- Ayşe Benek Kaya, Has Bahçenin Gülleri, Sivas Masalları, İstanbul, 2004, 606 Sayfa 3-Ahmet Gökbel, İnanç Tarihi Açısından Sivas, İstanbul, Kasım 2004, 336 Sayfa 4-Müjgân Üçer, Anamın Aşı Tandırın Başı, Sivas Mutfağı, İstanbul, Ağustos 2006, 770 Sayfa + 89 Fotoğraf. Sırada Sn. Kutlu Özen kardeşimizin, Sivas El Sanatları kitabı baskı aşamasındadır. “Sivas Mâniler Hazinesi”ni Fatma Peşken ve Murat Türkyılmaz ile birlikte hazırlamış bulunuyoruz. Bunu diğer kitaplar takip edecektir. Kitapların yayın tarihlerine baktığımızda bu projenin biraz yavaş yürüdüğünü görüyoruz.. Bunun sebebini biraz da kendimizde ve hemşehrilerimizde aramalıyız. Sivaslılar olarak bu kitapları desteklememiz hepimize düşen bir borçtur. Bu kitaplar halkımıza yeterince duyurulmuş değil. “Sivas Kitaplığı” projesinin kitaplarını Sivas’taki kitapçılara soruyorum. Çok az sayıda getirtmişler. Türkülerimiz ve masallarımızın bu kadar az satın alınmış olması ne kadar üzücüdür. Sivas türküsü bilmeyen Sivaslı olur mu? Bu kitaplar herkesin evinde olmalıdır diye düşünüyorum. Evlenen gençlerimize, kitaplardan hediye edelim. Bu kitaplarda bulunan yerel malzemeler, halk kültürümüzü beslemekte ve millî kültürümüzü güçlendirmektedir.Bu eserlerde Sivas’ımıza dair ne kadar güzel, doğru ve yararlanacağımız bilgiler bulunuyor. Kitaplar çok pahalı olmayıp, hizmet olarak sunulan eserlerdir.Sivas’taki kütüphanelerin çoğunda bu kitaplar ne yazık ki yok. Sivas Kitaplığı projesine, Sivas’taki resmî, yerel yönetimler ve sivil toplum kuruluşlarının da yeterli ilgiyi ve desteği göstermelerini bekliyoruz. Sivas’taki kütüphanelerde de bu eserler bulunmalıdır, maalesef çoğunda yoktur. Belediyemizin, diğer kuruluşların bu seriyi satın alarak Sivas’a gelen konuklarına armağan olarak vermesi ne kadar önemli bir tanıtım ve kültür hizmetidir. Bütün Sivaslı’lar bu eserlere sahip çıkmalılar. Sivas sevgisi Sivas’a, kültürüne sahip çıkma değil midir? Üçüncü konuşmacımız İl Kültür Müdürü Sn Kadir Pürlü, Sivas 1000 Temel Eser Projesi’nden bahsettiler. Sivas Valiliği’nin kültür kitapları yayıncılığının başlatılmasıyla, Sivas ile ilgili eser vererek kültür Değerlendirme 337 dünyamıza sunan bilim adamları, hocalarımız, yazarlarımız, araştırmacılarımızın değerli çalışmaları kütüphanelerimizdeki yerlerini almış bulunuyor. Bu proje Sivas Valiliği’nin, İl Özel İdaresi’nin, Sivas Valiliği Tarih ve Kültür Araştırmaları Merkezi Yayın Kurulu’nun bir ekip çalışmasıdır. Sivas geçmişteki tarihî ve kültürel potansiyeli ile nice kitaplara konu olacak zenginliktedir. Bu bakımdan 1000 kitap hayal gibi düşünülmemelidir. Hayal ilimden önceki safhadır. Bir şeyi gerçekleştirmek için önce tasarlanması gerekmektedir. Çalışmanın, azmin elinden hiçbir şey kurtulamaz.Sivas 1000 Temel Eser’leri yola çıkmıştır. Şimdi bu proje kapsamında yayımlanan kitapların künyelerine bir bakalım: 1-Selçuklular Döneminde Sivas, Sempozyum Bildirileri, Sivas 2006, 558 Sayfa. 2-Prof. Dr. Ömer Demirel, Osmanlı Dönemi Sivas Şehri, Makaleler-, Sivas, 2006, s. 206 Sayfa. 3-Vehbi Cem Aşkun, Sivas Folkloru, I-II, Sivas, 2006, 430 Sayfa. 4-İbrahim Aslanoğlu, Sivas Meşhurları, I- II Cilt. Sivas, 2006, I. Cilt: 557 Sayfa, II. Cilt: 604 Sayfa 5-Dr. Doğan Kaya, Âşıkların Dili İle Sivas, 2006, 317 Sayfa 6-Seda Şenol, Anadolu Türk Konut Mimarisinde Divriği Evleri, Sivas, 2007, 158 Sayfa + Fotoğraflar. 7-Saliha Çulcuoğlu, Divriği Yöresinin Kıyafetleri, Takı ve Aksesuarları, Sivas, 2007, 270 Sayfa +Fotograflar ve Minyatürler. 8-Doç. Dr. Cemal Ağırman, Sivas Mebusu Mustafa Takî Efendi, Sivas, 2006, 140 Sayfa. Bu projenin birinci kitabı Selçuklular Döneminde Sivas Sempozyum Bildirileri’dir.29 Eylül-1 Ekim 2005 tarihinde Sivas’ta yapılan sempozyumda; Siyasî Tarih, Kültür Tarihi, Tarihi Coğrafya ve Şehir Mimarisi ve Sanat Tarihi Seksiyonu’nda Sivas ile ilgili olarak sunulan birbirinden değerli bildiriler bu kitapta yer alıyor. Bu sempozyum kitabı Sivas’ın tarihi zenginliği hakkındaki bilgilerimiz açısından çok önem taşıyor. Yayımlanmış olan bu kitapların akademisyenler tarafından hazırlananları kendi alanlarındaki önemli çalışmalar olarak büyük değer taşıyor. İbrahim Aslanoğlu hocamız tarafından yıllarca büyük emeklerle hazırlanan ve sağlığında yayımlanamayan, “Sivas Meşhurları” kitabı bu topraklarda yetişen, ilim ve devlet adamları, şairler, yazarlar ve sanatçıların biyografi ve şiirlerini ihtiva eden son derece zor, emek isteyen ve titiz bir çalışmadır. Merhum hocamızın Sivas’ta 1970 li yıllarda başlattığı halk kültürü hareketinin içinde bulunan bahtiyarlardan 338*Müjgan Üçer biri olarak, bu vesile ile minnet ve rahmet dileklerimi bir kez daha ifade etmek istiyorum. Ruhu şâd olsun. Sivas Meşhurları kitabına, hocamızın vefatı dolayısı ile sonradan ilave edilen isimlerin bulunması iyi olmakla beraber, yazılması gereken ve yazılmayan Sivaslılar da vardır. Eserin üçüncü cildi olarak bu hemşehrilerimize de kitapta yer verilmelidir. Merhum hocamızın oğlu Erman Aslanoğlu başkanlığındaki bir ekipten, İl Kültür Müdürlüğü’müzün de yardımı ile ilerleyen zamanlarda Sivas Meşhurları’nın üçüncü cildini bekliyoruz. Sivas 1000 Temel Eser projesinde gereksiz aceleler yüzünden kitaplarda hatalar görmek bizleri üzüyor. Özellikle gençlerin hazırladığı eserlerde sorumlu bir editörün ilgilenmesi gerekmektedir. Yayın Kurulu, kitabın yayınlanması için tavsiye kararı vermekte, editör, yazar ve matbaaya sorumluluk ve önemli görevler düşmektedir. Özellikle de genç araştırmacıların yetişmesinde de katkı sağlayacağını düşündüğümüz bu husus kitabın bilgi ve yazım yanlışlarını da önleyecektir. Sivas Folkloru kitabında, Vehbi Cem Aşkun’un doğum yerinin Eskişehir olarak yazılmasının, Divriği Yöresinin Kıyafetleri kitabında minyatürlerin alt yazılarının yanlış, birinde hiç alt yazı olmamasının, ayrıca kitabın kaynakçasının konulmamasının ve imla hatalarının bulunmasının mes’ulü kimdir? Lütfen bu önemli çalışmalar aceleye getirilmemelidir. Ufak yanlışlar, ilerde çok büyümektedir, emeklere yazık olmaktadır. (Divriği Kıyafetleri kitabına özür beyanı ile minyatür alt yazıları ve kitabın kaynakçasının konması hususundaki tavsiyemizin nazar-ı itibâre alınmasını da memnuniyet verici bir husus olarak kaydetmeliyim.) Bu oturumun son konuşmacısı olarak Sn. İbrahim Yasak’ı “Sivas’ta Kitap Yayıncılığı” başlıklı tebliği ile dinleyerek, Sivas’ta matbaanın kuruluş tarihini, Sivas’ta yayımlanan kitapları tarih ve sayıları itibariyle öğrendik. Kaynaklar, Sivas Vilayet Matbaası’nın ünlü valilerden Hacı Ahmed İzzet Paşa (1812-1892) zamanında kurulduğunu kaydediyor. (Erzincanlı Hacı Ahmed İzzet Paşa 1283/1866-1288/1871 ve 1291/1874-1295/1878 tarihleri arasında olmak üzere iki defa Sivas valiliği görevinde bulunmuştur. Bu vesile ile 21-25 Mayıs 2007 tarihinde yapılacak olan Osmanlılar Döneminde Sivas Sempozyumu’nda memleketimize hizmet etmiş olan Hacı Ahmed İzzet Paşa konusunda bir tebliğ hazırladığımı da belirtmek istiyorum.) Sivas Vilayet Matbaası’nın kuruluşundan 95. yıl sonra, 1993 yılında kapatılmış olduğunu, bu matbaada İrade-i Milliye gazetesi ve Sivas Salnameleri ile birlikte 19 adet kitap yayımlanmış olduğunu, fakat Sn. Yasak’ın da belirttiği üzere bu yayının daha fazla olduğunu tahmin ettiğini, Sivas’ın ilk özel matbaasının da 1930 yılında Kitapçı Kâmil nâmı ile mâruf Kâmil Yalçıner tarafından kurulmuş olduğunu, bu matbaada da Halkevi Yayınları olmak üzere 53 kitabın baskısı yapılmış olduğunu öğreniyoruz. Değerlendirme 339 Bu çalışma ile 130 yıl boyunca Sivas’ta baskısı yapılmış olan kitap sayısının 740 olduğunu, son yirmi beş yılda yayımlanan kitap sayısının 550 civarında bulunduğunu, bunların da şahısların kendi gayretleri ile yayımlandığını, kamu kurumları arasında Cumhuriyet Üniversitesi’nin 110 kitapla ilk sırayı aldığını, Sivas Valiliği’nin 27, Sivas Belediyesi’nin 9, Sivas Ticaret ve Sanayi Odası’nın 4 kitap yayımladığını görüyoruz. Sivas’ta, günümüzde özel yayıncılık olarak Seyran Yayınları’nın 22 kitap yayınlayarak ilk sırayı aldığını, 740 kitabın yaklaşık üçte birine tekabül eden 227 kitabın Dilek Matbaası’nda tabedildiğini, bunu 63 kitapla Özemek ve 53 kitapla da Es-Form’un takip ettiğini de öğreniyoruz. Sivas’ta diğer Anadolu şehirleri dikkate alındığında, 740 gibi sayıda kitap tabedilmiş olması, bunların yıllar itibari ile sayıca ve kalite olarak da artması şehrimiz açısından memnuniyet verici bir gelişmedir. Bizler de Sivas’ta yapılmış yayınların eldeki nüshaları kaybolmadan arşivlenmesini, Ziyabey Kütüphanesi’nde kurulması düşünülen Sivas Bilgi, Belge ve Dokümantasyon Merkezi’nin kurularak faaliyete geçmesini bekliyor, Sn. Yasak’a teşekkür ediyor ve bu önemli çalışmasını kitap boyutuna taşımasını temenni ediyoruz. Bu kültür ziyafetinden sonra, sonuç olarak böyle bir şehirde doğup büyümenin, okumanın, yaşamanın, başka şehirlerde kalmak zorunluluğu olsa bile Sivas hasretinin çekilmesinin ne kadar güzel bir duygu olduğunu söyleyerek, Sivas okunacak bir kitaptır diyorum. Sivas tarihte medreselerin çokluğuyla ünlenen bir şehir ve Ortaçağ’ın aydınlık yüzüdür. Sivas’ta Selçuklu döneminde on üç medrese olduğunu vakıf senetlerinden öğreniyoruz. Bugünkü anlamda birer üniversite olan bu medresenin dördü bütün ihtişamıyla ayaktadır. Sivas; tarihte medreselerin çokluğu ile dâru’l-Ulemâ (alimler beldesi), dâru’l Âlâ (yücelik beldesi) adlarını bu sebeple hak etmiştir. Sivas, Osmanlı döneminin önemli bir eyalet merkezi ve millî mücadelede de bir köşe taşıdır. 4 Eylül 1919 da toplanan Sivas Kongre'si ile Sivas, tarihteki yüceliğine tekrar kavuşmuştur. Yakın tarihimizde bu seçkin yeri ile Sivas, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin kurulma fikrinin bütün vatan sathına yayılması gibi bir kararın şerefini de taşımaktadır. Sivas engin ve zengin bir kitaptır ve iyi okunmalıdır. Onu okumak, tanımak demektir. Nereye baksak okunacak bir şey görürüz. Eğer bilirsek, tanırsak, seversek görürüz. Çifte minarelerin üzerinde “Muhammed” yazılı olduğunu görüyorum.Hiç bir yayında bundan söz edildiğini görmedim ve kimseden de şimdiye kadar duymadım, sizlere söylüyorum. İki renkli tuğlalar ve çinilerle renk ve örgü sistemindeki dekorasyonla bu mübarek isim defalarca gök yüzüne yazılmış.Sivas kendi semalarına sığmayan, her yönü ile okunacak bir kitaptır. (Eski büyüklerimiz “okumak devâ, anlamak şifâ” demişler.) 340*Müjgan Üçer Sivas'ta, taşa vurulsa ses gelir. Şehrin tarihî eserlerinde, coğrafyasını oluşturan yer adlarında bir tarih kitabı okunur, Selçuklu mührünün bin bir nakışında, bir medresenin revakında şaheserler, nice efsaneler dile gelir.Sivas’ımızın cömertlik ve bilgelik kapıları gibi kitaplarınız açık, yolunuz aydınlık olsun. Bu sempozyumun yapılmasını sağlayan, tebliğleri ile katılanlar ve katkı sağlayanlara, hepinize çok teşekkür ediyor ve saygılar sunuyorum. DEĞERLENDİRME Hasan Aksoy Değerli başkanımız, saygıdeğer bilim adamları, hocalarımız ve sevgili Sivaslılar. Sizleri en derin saygılarımla selamlıyorum. Bu iki gün içinde çok yoğun bir biçimde, çok güzel bir sempozyum idrak ettik. Bir kültür ve medeniyet şehri Sivas’a yakışır bir sempozyum oldu. Sempozyumu tertip edenleri canı gönülden tebrik ediyorum. Dikkat ederseniz ben çok içten gelen bir tavırla sevgili Sivaslılar dedim. Burada sizlerle bir hatıramı paylaşmak istiyorum. Bendeniz Sivas ulularından Şemsedin-i Sivâsî hazretlerinin hayatı, eserleri ve Mevlid’i üzerine doktora çalışması yaptım. Ayrıca onun bazı eserlerini neşrettim. İki sene önce 2005’te Isparta’da Gül Sempozyumu yapıldı. Bu sempozyuma davet üzerine gittim. Bu sempozyumu sevgili Sivaslı araştırmacı genç arkadaşımız organize etmişti. Gülşenâbâd’ı hazırlamıştım. Hocam buyurun gelin dediler. Bir güller kitabı, çiçekler kitabı Gülşenâbâd. Biz orada o kadar Sivas’la ve Sivaslılıkla hem-hal olmuşuz ki sempozyumda dostumuz Beşir Ayvazoğlu, Bilal Kemikli bey var; ayrıca iki Sivaslı dostumuz daha var. Ben Isparta’da sevgili Ispartalılar yerine sevgili Sivaslılar diye söze başladım. Belki hatanın veya sevabın bir başka tarafı da bunun yüzü suyu hürmetine bugün buraya geldik. Yanılmıyorsam 1992 yılında yapılan Şemseddin Sivâsî Sempozyumu’na da katılmıştım. Sayın dinleyiciler maalesef okumayan bir milletiz. Yapılan sempozyum tebliğlerinde bazı arkadaşlar okumuyoruz dediler. Maalesef gerçek bu, okumuyoruz. Tabiî okumuyoruz demekle kalmamak lazım. Bunun sebeplerini araştırmak ve sebeplerini bulduktan sonra da bu hastalığı tedavi etmek lazım. Tabiî iyi bir tedavi uygulamak için bir teşhis yapmak gerekmektedir. Bendeniz âcizâne derslerimde olsun, çeşitli toplantılarda olsun, okumakla ilgili çeşitli platformlarda bu hususla alâkalı çeşitli konulara değiniyorum. Okumamakla alâkalı pek çok sebep var. Bir kere tarihî seyri iyi ele almak lazım. Tabiî matbaanın bize çok geç gelmesi, hemen hemen en önemli bir sebeplerden bir tanesidir. Daha sonraki dönemlerde de biliyorsunuz bir harf inkılabı gerçekleşti. Tebliğcilerden bir arkadaş bunun da az da olsa bir etkisi olduğunu bildirmişti. Bizlerin okumayı tabiî öncelikli bir noktaya getirmemiz gerekiyor.Yani okumak, öncelikli işlerimizin arasında olmalıdır. Aynı zamanda bizler büyükler olarak, ebeveyn olarak bizlerden sonrakilere birer iyi örnek teşkil etmeliyiz. Çocuk sizi televizyon seyrederken görecekse televizyon seyredecektir otomatik olarak. Bunun gibi birçok örnek vermemiz mümkündür. Bu son derece önemle üzerinde durulması gereken bir konu tabiî. Prof. Dr. Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Değerlendirme 343 Bu konuda bir başka önemli nokta da maddî olarak alım gücünün olmamasıdır denildi. Aslında böyle bir durum bana pek de inandırıcı gelmiyor. Size başımdan geçen bir olayı anlatmak istiyorum. Ben ve yanımda, sağımda ve solumda oturan Mehmet Akkuş ve Hüsrev Subaşı arkadaşlarımızla Kahire’de bulunmuştuk. Kahire’de her yıl dünyaca ünlü çok önemli bir kitap fuarı açılıyor. Bu fuara bizde gittik. Burada çok enteresan manzaralarla karşılaştık. Mısırlı bir adam, ayağında ayağına giyecek bir ayakkabısı olmayan bir adam, deyimi yerindeyse iki koltuğunun arasına sığacak kadar kitap almış iki kolları kitapla dolu şekilde fuardan çıkıyor. Bu derecede bizden çok fazla kitap okuyor bu insanlar. Ayrıca Türk Cumhuriyetlerine bakacak olursak; onların da alım güçleri bizlerden çok düşük olmasına rağmen oralarda da yaptığımız araştırmalar ve müşahedelere baktığımızda gerçekten o maddî imkansızlıklarına rağmen bizden çok daha fazla kitap okuduklarını görürüz.. Burada istatistiklere girecek nokta, yani referans noktası kitapların satılması meselesidir. Tabiî biz okumayı doğal olarak sübjektif hadise olduğu için yani kişinin kendisiyle alakalı bir durum olduğu için yani doğrudan %100 tespit etmek durumunda değiliz. Dolayısıyla burada kitap satışı bize önemli bilgiler vermektedir. Bendeniz burada biraz daha hatıralarıma gireceğim müsaadenizle. Çocukluğumda hiç unutmuyorum. Kitap bulamıyoruz okumaya; o günün şartları maddî açıdan çok geriydi. Arkadaşlarımdan Tommix, Teksas alıyorum; bizim ilkokul zamanımızda çok meşhurdular. Ben bunları babamdan gizli gizli okurdum. Meselâ unutamadığım bir anı daha var. Babam ablamı Çalıkuşu romanını okuduğu için nerdeyse dövüyordu. Babamı aramızda bulunan arkadaşlarımızdan bazıları tanırlar. Babam öyle geri kafalı biri filan değildi. Aksine çok okuyan birisi idi. Buradan meseleyi şuraya getirmek istiyorum. Belli bir dönemde halk aydın zıtlaşması olmuştu. Üstat Beşir Ayvazoğlu kütüphaneye gider, bütün kitapları okurdum diyor. Ben kitap okumak için kütüphaneye gidemezdim; çünkü babam göndermezdi. Neden? Oraya giderek okuduklarımdan farklı düşüncelere kapılacağımdan korkmaktaydı. Yani bu da önemli bir nokta olsa gerektir. Yani halk aydın zıtlaşması. Böyle bir durum bu dönemde büyük ölçüde ortadan kaldırılmış bulunmaktadır. Yani bundan sonra çok daha fazla kitap satılacak ve inşallah da okunacaktır. Sempozyum çok güzeldi. Kıymetli tebliğler takdim edildi. Ancak mevlidlerden neden bahsedilmedi? Konu başlıklarına baktığımda mevlidler kısmını görmedim. Bunu Alim kardeşimize sorduğumda Ekim ayı içerisinde Bursa’da mevlitle ilgili bir sempozyum olduğunu bunun için yer vermediklerini söylediler kendileri bana. Benim mevlidler üzerine çalışmalarım var. Bana kalırsa sempozyumda yer alması gerekirdi. Böyle bir kültür ve kitap sempozyumunda yine de mevlitlerden bahsedilmesi gerekirdi diye düşünüyorum. Mevlitlerimiz aşağı yukarı 70 şairimizin kaleminden çıkmış, şairi tespit edilemeyen çok sayıda mevlit olduğu tespit edilmiştir. O yüzden mevlidlerin de burada ele alınması 344*Hasan AKSOY gerekirdi. Tabi bu mevlidler sadece Türkiye’miz de değil Türk cumhuriyetlerinde, Balkanlar’da bu eserler hala okunmakta. Bir aralık Arnavutluk’a gitmiştim. Orada da mevlitleri manasını anlasınlar, anlamasınlar gözyaşı içinde dinlediklerini gördüm. Oralarda Türkçe mevlidler okunuyor. Manasını anlamadıkları halde gözyaşları içerisinde dinliyorlar. Bu yüzden Türk tarihinde mevlidler çok önemlidir. Ayrıca Mahmut Kaplan kardeşimiz nasihatnamelerden bahsettiler. Tabiî burada vaktin darlığından dolayı bütün nasihatnamelere değinmek mümkün değildi; ama en azından Gülşenâbâd’ın ve Deh Murg’un adının zikredilmesi gerekirdi onların adını da burada zikretmek istiyorum. Çünkü Gülşenâbâd Şemseddin Sivâsî’nin bir eseri. On civarında çiçeği remiz olarak kullanmak suretiyle mürîdîne nasihatte bulunuyor. Son derece güzel okunaklı, akıcı bir uslupla yazılmış bir eserdir. Deh Murg da Yavuz Sultan Selime sunulmuş bir eser. İlginçtir ama bunun şairinin adı da Şemseddin. Ancak Şemseddin Sivâsî’den çok daha önce yaşamış derviş Şemseddin diye meşhur bir şairdir. Enteresandır, burada şair 10 kuşu remiz alıyor ve okuyanlarına nasihatlerde bulunuyor. Buradaki on kuş birer remiz her biri birer sanat erbabını temsil ediyor. Bir tanesinde astronomi konusuna temas ediyor. Gerçekten mesnevinin bu bölümünde verilen bilgiler bugünün ayın dönüşü, dünyanın dönüşü bilgilerine çok yakın bilgilerdir. Hani derler ya Osmanlı’da ilim yoktur, dünya ineğin boynuzunda olduğu söylenir gibi bilgilere en güzel verilecek cevap. Bakınız 1519 da yavuz Sultan Selim’e sunulan bir nasihatnamede bugünkü bilgilere çok yakın bilgiler anlatılıyor. Bir oturumda bir müzakereci kardeşimiz Marifetname’deki bazı şeylerden bahsettiler. Yani 1519 da bu kadar geniş bir bilgiye sahip bir toplumun Marifetname sahiplerine böyle birtakım basit ve ilme yakışmayacak ifadelerde bulunmasını ben şahsen anlayamadım. Büyük bir ihtimalle bu, o eseri hazırlayanın bir yanlışı olmalıdır. Ayrıca orada bir takım çizimler de var. Bunu da burada söylemiş olayım. Söyleyecek çok şey var, ama sözü daha fazla uzatmadan arkadaşımıza bırakıyorum. Beni sabırla dinlediğiniz için teşekkür ederim. DEĞERLENDİRME Hüsrev Subaşı Hepinizi en içten saygılarımla selamlıyorum. İki günden beri sürekli dinliyorsunuz. Özellikle dinleyiciler. Tabi konuşmacılar da konuşmadıkları zamanlarda dinleyici oluyorlar. Günümüzde global kültürün içinde eriyip kaybolmamak istiyorsak öz değerlerimizi, bizi biz yapan değerlerimizi korumak, geliştirmek ve yarınlara taşımak zorundayız. İki kere iki dört eder derecesinde bir gerçek bu. Bu aşamada geleneksel kültür ve bilgi birikimini tanıma, anlama ve yarınlara taşımada kitap tek vasıta değilse de çok önemli bir vasıtadır. Ancak günümüzde bu önemli vasıtanın mutfak safhasında, servis safhasında, sofra safhasında ve hazım safhasında bir takım problemler vardır. İki gündür süren sempozyum sırasında küçük notlar aldım. Müsaade ederseniz sizlerle paylaşmak istiyorum. Kitabın nasıl yazılacağı, telifte kullanılacak dil ve üslup, muhtevanın sağlam temellere dayandırılmış olması, telifte gerekli kaynaklara yeterince ulaşılmış olma, yayının grafik sanatının imkanlarından olabildiğince yararlandırılmış olması, yayında editör desteği veya editör ihtiyacı, yayıncılıkta kârın tek ve ilk amaç olmaması, yayının muhatap kitleye ulaştırılabilmesi hususunda gerekli donanımların, imkanların oluşturulmuş olması konusu, kitapta bandrol ve KDV meselesi, pek fazla değinilmedi ama telif hakkı konusu, bunun dışında okumak nedir? Anlamadan tekrarlamak okumak mıdır? Kim neyi ve ne kadar okumalıdır? Gibi sunulan bildiriler ışığında birçok konu çıktı iki gündür. Bu konular genel manada bizim problemimizi oluşturuyor. Tebliğciler bu konulara bazen işaret ettiler, tespit ettiler, bazen öneriler sundular. Bir il kitabını ilk basılışta üç bin adet basabilen bir il, şehir merkezinde çocuk kütüphanesi bulunabilen bir il, Hayat Ağacı ve Sultan Şehir gibi yayınlara imza atabilen bir Sivas için onca güzel köklü medresenin varlığının yer aldığı bir güzel şehir için bu verdiğim örnekler geleceğe dair bize güzel ümitler vaat ediyor. Ama kitap meselesi, okuma alışkanlığı gibi konularda Türkiye’nin geneli için aynı şekilde ümitli konuşamayız. Bu tebliğler boyunca bazı kalıp kelimeler not aldım. Bunları size sunmak istiyorum. İşte halk irfanı gibi; Adem ve Havva’nın göz yaşından ıspanak ziraatı gibi, biraz sert ama üzerinde düşünülmesi gereken bir konu, bunların benzeri yayın diye binlercesi dolaşıyor ülkemizde. Bir pazar var ne basarsan alırlar; zemini sarsılmış bir toplumda hizmet; her şey var imkan var teknik var motivasyon yok; söz kitabı-yazılı kitap; düşünce siyasetin önünde olmalı; başka medeniyetlere açılmayan medeniyetler yok olur; popüler yayınlar ko Prof. Dr. Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Değerlendirme 347 nusu; kitapta kullan at mantığı; burnuyla okumak; tabiatı kitap gibi okumak; yazardan daha iyi okumak; Sivas okunacak bir kitaptır; kitap gibi kitap; kitap gibi adam… Bunların altlarını özellikle çizmişim, bunları hiç unutmayacağım. Bana çok güzel ufuklar açtılar. Çok önemli bir konu var aslında bunlardan bir tanesi motivasyon yok dedik önemli bir şeye işaret ettik. Aslında sırf bunun üzerine bir sempozyum yapmak lazım yani; insanlar niçin okumuyorlar? Bunun yeterince araştırıldığını şahsen düşünmüyorum. İnsanlar niçin okumuyoru psikologların, yazarların, mütefekkirlerin hepsinin fikirlerini belirtebileceği bir zemine ihtiyaç var. Bir defa teşhis olmadan tedavi olmaz. Üsküdar’da bir üniversitenin senatosundayım. Dört yıllık bir üniversitenin üçüncü sınıfında olduğumu düşünün ben soruyorum: Arkadaşlar Aziz Mahmut Hüdayi Hazretlerinin türbesini ziyaret eden var mı? Parmakları bir göreyim. Aşağı yukarı öğrencilerin hepsinin parmakları havada. Aziz Mahmut Hüdayi’nin, o büyük şahsın şahsi kütüphanesini içinde barındıran güzel bir kütüphane var yine Üsküdar’da. Üç yıldır buradasınız gören var mı? Yok. Şimdi bakıyorsunuz birbirlerine çok yakın yerlerde bir fakülte bir üniversite bir aydın yetiştiren zemin, talebeler evlerinden okullarına gidiyorlar ve derslerini alıp evlerine dönüyorlar. Farazi olarak bunların arasında üçüncü bir yer bir üçgenin üç noktasından bir tanesinde de bir kültür merkezi var. Orada her gün konserler, sergiler, konferanslar var bunların kaçı buralara gidiyor? Çocuk hayatında kanunu tanımamış, Itrî’yi tanımammış, Dede Efendi’yi bilmiyor, Fuzuli’den bir beyit dahi ezberinde yok, Su Kasidesi’ni sorunca “Lisede öğretmen bize bir şeyler anlatmıştı, anlattığını kendisi dahi anlamadı” diyorsa siz bu çocuğu nasıl okutacaksınız? Bir defa niçin okuması gerektiği için ikna faaliyeti yapılmalıdır ve maalesef bu yoktur. Çocuğa oku diyoruz oku! Niçin okuyayım ya? İknacı bir dil kullanılmalı. Evvela ben okumalıyım. Elinde sigarayla bir babanın oğluna sigara içme nasihatini düşünün, pozisyonumuz ona benziyor. Ben otuz yıllık bir eğitimciyim. 70’li yıllarda bir sınıfa girdiğimde çocukların gözlerine baktığım zaman, 6. saat dersimi yapıyorsam dahi onların gözlerindeki o ışıltıdan ben dersimi daha dinç ve heyecanlı anlatıyordum. Aradan yirmi yıl geçti, bakıyorum çocukların gözlerine 60 yaşındaki bir adamın gözleri gibi. Efendiler bu iki tabloyu, iki fotoğrafı çok iyi incelemek zorundasınız. O bakışların niçin ışığını kaybettiğini çözmeden hiç kimseye kitap okutamazsınız. Hedef yok, maksat yok, ideal yok, niye okusun ki? Yazmanın ve okumanın mankenlik kadar bile teşvik edilmediği, gazete sayfalarının neredeyse yarısının fanatik futbola ayrıldığı, okumadan ziyade seyretmeye yönelik yayıncılık faaliyetinin hakim olduğu bir toplumda, niye okusun insanlar? Niye kitap gibi adam olsun ki? Hele mütefekkir, felsefe adamı, düşünen adamı düşünen adam… Dili bili kalmamış 300 kelimeyle konuşan adamın felsefesi olur mu? Düşüncesi olur mu? Kaleminden akan kanı, şehidin aziz kanından daha muazzez tutan, bilenle bilmeyeni asla aynı kefeye koymayan bir kültür yapısın- 348*Hüsrev SUBAŞI dan, hiçbir şey olmayacaksa öğretmen olsun, ne basarsam alırlar, halk böyle istiyor, beğenmezsen seyretmezsin terbiyesine düşmüş bir toplumda niye okuyamıyoruz? Şikâyeti olamaz efendim. Bir defa zemin sarsılmıştır. Bu ifade bana ait değil, bir tebliğcinin ifadesi, çizdim altını. Zemin sarsılmıştır. Sağ ve sol demeden veya şunu da ekleyelim niye okumuyoruza küçük bir tespit. Buruciye Medresesi’nin o muhteşem kapısının önüne sabah ezanından sonra bir kamera koyalım. Ve o kamera akşama kadar kalsın ve orada kayıt yapsın. Ve o güzel medresenin içindeki çay ortamına en tepeden, en aşağı makamlara kadar şehrin çeşitli kesimlerinden insanlar içerde çaylarını içsinler ve çıksınlar. Sabahtan akşama kadar bu kamera nasıl bir şeyler kayıt etti acaba? Bakıyoruz arkadaşlar. Herkes eliyor elini kolunu sallayarak içeri giriyor. Eğer bunlar içerisinde hiçbir tanesi o kapıdan girerken, yabancı olması şart değil Sivaslılar içinde aynı şey söz konusudur, veya çıkışta o muhteşem kapıya bakmıyorsa, ecdadın ruhunu o kabartma motifler arsında aramıyorsa, o güzel cepheyle konuşmayı denemiyorsa, tanımayı denemiyorsa, buna ihtiyaç hissetmiyorsa bir yerlerde sıkıntı var demektir. O insanlar da okumaz o insanların çocukları da okumaz. Sözler slogan düzeyinde kalır. Buna bizim konuştuklarımızda dahil. O zaman evvela ecdadın ruhuyla tanıştırmak lazım nesilleri ve sen tanımıyorsan, çocuğuna tanıtamazsın. Sen güzel bir kanun taksiminden zevk almıyorsan çocuk Türk musikisini sevmez. Bu çok açık bir şey. Ve biz bir türlü yarı aydınlık halimizi kıramamışız. Tam aydın asıl güzel kelimesiyle münevver olamamışızdır. Sıkıntı hastada değil doktordadır. Doktorun mutlaka muayeneyi sağlıklı yapması lazımdır. Ben biraz arkadaşlarımdan farklı alanlara değindim. Belki biraz karamsar gitti her şey için teşekkür ediyorum. DEĞERLENDİRME Mehmet Akkuş Muhterem başkanım! Değerli meslektaşlarım! Oldukça misafirperver aziz Sivaslılar! Hepinizi hürmetle ve muhabbetle selamlıyorum. İki gündür sabırla, dikkatle konuşmacılarımızı takip ettiniz. Bu iki gün içerisinde tebliğ, müzakere, oturum başkanı, olmak üzere 41 hocamız söz almışlardır. 41 kere maşallah. Daha önceki bir sempozyumda da bir 41 sayısı geçmişti herhalde bunun bir bereketi var, artarak devam etsin inşallah. İkinci bir husus ben Sivas’ı ilk defa Temel Karamollaoğlu Bey’in belediye başkanlığını döneminde yapılan bir sempozyum sırasında görmüştüm. Yine güzel bir vesile ile görmüş olduk. En sondan geriye başlayarak dönmek istersek, bizleri güzel şiirleriyle mest eden muhterem üstadımız Yavuz Bülent Bakiler Bey tabi uygun görürlerse, birkaç sene önce vefat eden bir Türkolog’un beyitlerini kendilerine ithaf ederek sözlerime başlamak istiyorum. Bunun aynısı vaki oldu. Bakın mısırlı bir Arap Türkçe yazıyor. Ve şunu söylüyor Güzel şiir çıkar candan Güzel koku gibi gülden Hakikaten gül kokusu serpti bize üstadımız çok teşekkür ediyorum. Kendilerine. Bir başka husus da hem sempozyumu değerlendiriyoruz hem de Sivas’a gelişimizi. Dün medreseleri gezerken kabrin üzerinde bir kitabe gördüm. Devamını okuyamadım ama orada ‘Biz bu geniş geniş saraylardan kabrin dar mekanına çıkarıldık” yazılıydı. Evet, o dar mekana gitti ama gerisinde hakikaten gönüllerde ilim müesseseleri bırakmış yıkılmayan eserlerle Sivas’ı abat etmiş. O burada dikkatimi çekti keşke vakit olsaydı da devamını da okusaydık. Bir başka husus Kuran-ı Kerim’de Kalem Suresi’nde “kaleme ve kitaba” yemin ediyor, kalemin yazıya döktüğüne. Kaleme ve kitaba yemin var kitapta. O bakımdan kitap için sarf edilen çalışmalar Cenabı Kak Kuran’da bu şekilde buyurduğuna göre önemlidir. Ben şahsım adına Kemal İbn-i Hümam Vakfı’na bu kadar güzel bir konuyu tespit ettiği için teşekkür ediyorum. Bunun dışında sempozyum süresi boyunca birtakım sarf edilen sözler var. Bir defa biz dinimiz açısından kitapla muhatabız. Kültürümüz açısından ise ilk defa Kutadgu Bilig’le muhatabız. Kutadgu Bilig Prof. Dr. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Değerlendirme 351 XI. asırda yazıldı, Kuran-ı Kerim ise VII. asırda nazil oldu. Yani o kadar asırlardan beri hem kitap, hem kitap yazan müellifler insanları irşat etmek için, hakkı ve hakikati duyurmak için, gönülleri fethetmek için, ülkeleri fethetmek için bu uğurda gayret sarf etmişler. Ancak bir konuşmacımız demişti ki sözlü bir kültür var. Hakikaten Kuran-ı Kerim nazil olduğu zamanlarda mushaf yoktu söz vardı. Söz ile insanlar irşat ediliyordu. Peygamber Efendimiz izah ediyor. Medine-i Münevvere’de sahabe-i kiramın şöyle dediği rivayet olunur. Tabi Medine’de daha çok ziraat yapıldığı için akşamüzeri ziraattan dönen, tarladan, bağdan, bahçeden dönenler derlermiş ki “Gelin şöyle bir tefekkür edelim, düşünelim”. Ne düşünecekler? Kitap mı okuyacaklar? Var mı ki? Yok ki!. Peygamber Efendimize yeni bir ayet mi nazil oldu? Peygamber Efendimiz yeni bir hadis mi söyledi? Gelin toplanalım, kaybetmeyelim aradaki mesafe açılmasın diye gelin düşünelim derlermiş. Dolayısıyla ister kitapla olsun ister söz ile olsun bizim mutlaka zaman zaman tefekkür faaliyetinde kitap dinleyerek bunu mutlaka sağlamamız gerektiğine işaret edildi çeşitli vesilelerle. Ben de bunu bir cümle ile ifade etmek istedim. Bir başka husus daha var. Hangi kitapları nasıl okumalı? İşte XIII. asırdan itibaren bizim Türkçe kitaplarımız artarak devam etti. Zaman zaman Arapça ve Farsçası ile biraz daha ağırlaştı ama her halükarda o kitaplar o zamanın insanlarını irşat ettiler. Ama dikkatimi çeken bir husus var. Bazı kitaplar halk unsuru olmuş, köy odalarının vazgeçilmez unsurları olmuşlar. O zaman dinlemek de okumak gibidir diyorum ben. Bir kişi okuyor ama dinleyenler de okumuş oluyor. Bu şekilde yapılır mı yapılmaz mı tartışılır ama bugünkü ev hanımlarımızın hepimiz biliyoruz ki sabah ev işleri yaparken kitap okuyacak zaman bulamadıkları için mahalli radyolardan sürekli okunan kitapları, hadisleri, menkıbeleri veya arkası yarın gibi roman tarzı şeyleri dinleyerek de kitap okumuş oluyorlar bana göre. Bu güzel bir şey aslında. Buna paralel olarak birkaç hususu teklif olarak konuşmamın sonunda arz etmek istiyorum. Böyle toplantılar sonunda, bazı pratik bilgilerin çıkması lazım. Çünkü geçmişte şöyle okumuş, şöyle kitaplar okumuş, dememiz kitap kültürümüzü anlamamız bakımından önemli. Şöyle yapılabilir mi? Kültür müdürümüz, Sivas’la ilgili bin temel eser faaliyeti başlattıklarını ifade ettiler. Okul müdürlerimiz de kitap okumaya teşvik faaliyetinde bulunsunlar. Şöyle ki: Ankara’da Pursaklar belediyesi var. Oradaki belediye başkanı eğitimci bir arkadaşımız. Başka yerlerde olduğunu da duydum bu uygulamanın. Uygulama şöyle: okullara ilan gönderiyor diyor ki “bir kitap okuyup kendi el yazısıyla özet yazana bir kitap hediye edilecektir.” Bu özetleri de bir salon yaptılar oraya falan kişi tarafından falan kitabın özeti diyerek asıyorlar ve özeti yazan kişiye kitap hediye ediyorlar. Hediye ettiği kitaplardan ben iki tanesini gördüm. Bir tanesi Nihat Sami Banarlı’nın 352*Mehmet Akkuş Türkçenin Sırları adlı kitabı diğeri ise Ali Fuat Başgil’in Gençlerle Başbaşa adlı kitabı. Böyle bir faaliyete burada başlanabilir mi? İkincisi. Birçok vakıflarımız, derneklerimiz var. Buralarda Mesnevi’den parçalar okutulabilir mi. Mesela Ankara’da Yazarlar Birliği böyle bir faaliyette bulunuyor. Haftada bir gün Mesnevi okumaları yapıyorlar. Daha önce Safahat okumaları yaptılar. Buna benzer dernekler ve vakıflarda bu tür okumalar yapılabilir mi? Üçüncüsü. Müftülük ve Diyanet Vakfı, Kuran ve Hadis okumaları başlatmalı. Camilerin kendilerine ait yerleri var zaten. Ama maalesef bizim köylerimizdeki, şehirlerimizdeki cemaatimiz dahil olmak üzere ezan vaktinden yarim saat önce gelirler. Caminin önünde dünyalık işler hakkında sohbet ederler. Oralarda da böyle bir faaliyet başlatılamaz mı? Bir başka teklif. Bin temel esere konu olur mu olmaz mı bilmem ama mutlaka değerlendirilmesi gerektiğine inanıyorum. Sivas açısından iyi olur. Veliyyüddin Yeken adlı bir şahıs var. Bu şahıs 1900’lü yıllarda İstanbul’dan Sivas’a sürgüne gönderilmiş ve burada üç ay kalmış. Ulu Camii civarında gözetimde tutularak bir sürgün hayatı yaşamış. İki ciltlik bir kitabında burada yaşadığı sürgün hayatını anlatıyor. Bu da tercüme edilerek bin temel eserin içine katılamaz mı? Sözlerimi bitirmeden önce şu kelimeler belki bir kısmımız tarafından anlaşılmaz ama yine de orijinallerini okumak istiyorum. İki gün zarfında kitaptan bahsettik. Kitabı yazan hazırlayan kitap için emeği geçenlerin isimlerini saymamız ve bu isimleri rahmetle yad etmemiz gerekir. Kimler bunlar? Müellifleri, muharrirleri, musannifleri, şairleri, nasirleri, şarihleri, mütercimleri, mücellitleri, müseyyibleri, muaşileri, hattatları, muhakkıkları, müsennitleri, hafızı kütüpleri, bunlar bir kitabın yazardan itibaren okuyucunun eline ulaşana kadar sanki bir ordu bunların hepsini rahmetle anıyoruz. Bundan sonra bu kitabı alıp okuyan karileri, okutan müderrisleri, ders takrir eden mukarrirleri onları dinleyen talipleri bütün bunlardan rahmetli olanlara Allah’tan rahmet diliyoruz. Hepinizden Allah razı olsun, teşekkür ediyorum. PROGRAM AKIŞI 4 MAYIS 2007 CUMA SİVAS TİCARET VE SANAYİ ODASI KONFERANS SALONU I.OTURUM Saat 10.30-12.00 Prof. Dr. Osman ÖZTÜRK Oturum Başkanı Prof. Dr. Ali AKPINAR Ookunan Bir Ktap olarak Kur’an Doç. Dr. Cemal AĞIRMAN Temel Hadis Kitapları ve Muhteva Tahlilleri Doç. Dr. Murteza BEDİR El-Kitap ve Fıkıh: Fıkhın Kitaplaşma Serüveni Doç. Dr. Ramazan ALTINTAŞ İslam İnancının Temel Klasikleri: Akaid Risaleleri Yrd. Doç. Dr. Galip YAVUZ Müzakere II.OTURUM Saat: 14.00-15.00 Prof. Dr. Hüseyin AKKAYA Oturum Başkanı Doç. Dr. Ünal KILIÇ Hz. Peygamberi Anlamada Ve Anlatmada Kitap Doç. Dr. Ali AKSU İslam’a Davet Kitapları Doç. Dr. Kadir ÖZKÖSE Kültürümüzde Yaşayan Kitaplar Füsusü’l-Hikem ve Mesnevi Örneği Abdullah YILDIZ Çağa ve İnsana Uygun Davet Kitapları Nasıl Olmalı Doç. Dr. Enbiya YILDIRIM Müzakere III.OTURUM Saat 16.00-17.30 Prof. Dr. Ali YILMAZ Oturum Başkanı Doç. Dr. Bilal KEMİKLİ Halk İrfanının İnanç Boyutu: Popüler Dini Kitaplar ve Bir Tartışma Doç. Dr. İset ÇETİN Özel Meclislerde Okunan Kitaplar 354*PROGRAM AKIŞI Prof. Dr. Mefail HIZLI Osmanlı Medreselerinde Okutulan Ders Kitapları Dr. Hasan Basri ÖCALAN Tekkelerde Okutulan Kitaplar Doç. Dr. Alim YILDIZ Müzakere 5 MAYIS 2007 CUMARTESİ SİVAS TİCARET VE SANAYİ ODASI KONFERANS SALONU IV. OTURUM Saat: 09.00-10.30 Prof. Dr. İsmail KARA Oturum Başkanı Doç. Dr. Mustafa ÖZEL Gençliği Etkileyen Kitaplar Yrd. Do. Dr. Yunus AYATA 60 Sonrasının Çok Okunan Romanları Yrd. Doç. Dr. Cafer GARİPER Geleneğin Dünyası Geleceğin Ufukları Arayışı Çizgisinde 1960 Sonrası Toplumsal Ve Kültürel Hayatta Etkili Olmuş Beş İsim Dr. Serdar ÖZTÜRK 1960-80 Arası Tercüme Kitaplar Ve Tercüme-İ Halimize Etkisi Prof. Dr. Talip ÖZDEŞ Müzakere V. OTURUM Saat: 11.00-12.30 Beşir AYVAZOĞLU Oturum Başkanı Prof. Dr. Mahmut KAPLAN Klasik Türk Edebiyatında Nasihat Kitapları Mustafa ALDI Çocuk Kitaplarının Sosyolojik Bağlamı Yusuf ÇAĞLAR Çocukluktan İlk Gençliğe, Masaldan Bilim Kurguya Kitap Alparslan DURMUŞ Çocuklara Yönelik Din Eğitimi Ve Kültürü Malzeme Ve AraçGereçleri Üretmek: Sorular Üzerine Bir Paylaşım Yrd. Doç. Dr. M. Doğan KARA COŞKUN Müzakere VI. OTURUM Saat: 14.00-15.30 Prof. Dr. İbrahim EMİROĞLU Oturum Başkanı PROGRAM AKIŞI Dr. Berat DEMİRCİ Sözlü Kültür ve Kitap Dr. Yusuf KAPLAN Okuma Alışkanlığının Değişimi, Görsel Medya, e-Kitap Mehmet VARIŞ Türkiye’de Okuma Oranları ve Kitap Yayıncılığının Durumu İbrahim ÜNAL Niçin Okumalıyız? Nasıl Okumalıyız Doç dr. İsmail ÇALIŞKAN Müzakere VII. OTURUM Saat: 16.00-17.30 Yavuz Bülent BAKİLER Oturum Başkanı Yrd. Doç. Dr. Doğan KAYA Kültürümüzde Cönklerin Önemi ve Sivas Kaynaklı Cönkler M. Sabri KOZ Sivas Kitaplığı Projesi Kadir PÜRLÜ Sivas 1000 Temel Eser Projesi İbrahim YASAK Sivas’ta Kitap Yayıncılığı Müjgan ÜÇER Müzakere DEĞERLENDİRME ve KAPANŞ OTURUMU Saat: 17.45-18.30 Prof. Dr. Hüsrev SUBAŞI Prof. Dr. Mehmet AKKUŞ Prof. Dr. Hasan AKSOY Yrd. Doç. Dr. İsmail KILLIOĞLU 355 KATILIMCILAR LİSTESİ Abdullah YILDIZ, Araştırmacı Yazar Ali AKPINAR, Prof. Dr. Cumhuriyet Üniversitesi Ali AKSU, Doç. Dr. Cumhuriyet Üniversitesi Ali YILMAZ, Prof. Dr. Ankara Üniversitesi Alim YILDIZ, Doç. Dr. Cumhuriyet Üniversitesi Alparslan DURMUŞ, Eğitim Danışmanı Berat DEMİRCİ, Dr. Cumhuriyet Üniversitesi Beşir AYVAZOĞLU, Araştırmacı Yazar Bilal KEMİKLİ, Doç. Dr. Uludağ Üniversitesi Cafer GARİPER, Yrd. Doç. Dr. Süleyman Demirel Üniversitesi Cemal AĞIRMAN, Doç. Dr. Cumhuriyet Üniversitesi Doğan KAYA, Yrd. Doç. Dr. Cumhuriyet Üniversitesi Enbiya YILDIRIM, Doç. Dr. Cumhuriyet Üniversitesi Galip YAVUZ, Yrd. Doç. Dr. Cumhuriyet Üniversitesi Hasan AKSOY, Prof. Dr. Marmara Üniversitesi Hasan Basri ÖCALAN, Dr. Uludağ Üniversitesi Hüseyin AKKAYA, Prof. Dr. Cumhuriyet Üniversitesi Hüsrev SUBAŞI, Prof. Dr. Marmara Üniversitesi İbrahim EMİROĞLU, Prof. Dr. Dokuz Eylül Üniversitesi İbrahim ÜNAL, Yazar Programcı İbrahim YASAK, Araştırmacı Yazar İsmail ÇALIŞKAN, Doç. Dr. Cumhuriyet Üniversitesi İsmail KARA, Prof. Dr. Marmara Üniversitesi İsmet ÇETİN, Doç. Dr. Gazi Üniversitesi Kadir ÖZKÖSE, Doç. Dr. Cumhuriyet Üniversitesi Kadir PÜRLÜ, Araştırmacı Yazar M. Doğan KARACOŞKUN, Yrd. Doç. Dr. Cumhuriyet Üniversitesi M. Sabri KOZ, Araştırmacı Yazar Mahmut KAPLAN, Prof. Dr. Celal Bayar Üniversitesi Mefail HIZLI, Prof. Dr. Uludağ Üniversitesi Mehmet AKKUŞ, Prof. Dr. Ankara Üniversitesi Mehmet VARIŞ, Yayıncı Murteza BEDİR, Doç. Dr. Sakarya Üniversitesi Mustafa ALDI, Eğitimci Yazar Mustafa ÖZEL, Doç. Dr. Dokuz Eylül Üniversitesi Müjgan ÜÇER, Araştırmacı Yazar Osman ÖZTÜRK, Prof. Dr. Emekli Öğretim Üyesi Ramazan ALTINTAŞ, Prof. Dr. Cumhuriyet Üniversitesi Serdar ÖZDEMİR, Dr. Sakarya Üniversitesi Talip ÖZDEŞ, Prof. Dr. Cumhuriyet Üniversitesi Ünal KILIÇ, Doç. Dr. Cumhuriyet Üniversitesi Yavuz Bülent BAKİLER, Şair ve Yazar Yunus AYATA, Yrd. Doç. Dr. Cumhuriyet Üniversitesi Yusuf ÇAĞLAR, Gazeteci Yazar KEMAL İBN-İ HÜMAM VAKFI’NIN FAALİYET ve HİZMETLERİ Kemal İbn-i Hümam Vakfı, 3 Haziran 1990 tarihinde 23 kişilik kurucu heyet tarafından; Sivas'taki Sosyal dayanışmayı sağlamak, Sivas'ın eğitim ve kültürel yapısına katkıda bulunmak amacıyla kurulmuş olup, bu gaye ile hizmet vermektedir. Vakfımız kurulduğu günden bugüne kadar birçok hayırlı hizmetler yapmıştır. Bunlar: A - EĞİTİM HİZMETLERİ 1- YURTLAR : a) Yüksek Öğrenim Erkek Öğrenci Yurdu : Vakfımız`ın en büyük müesseselerinden biri 7 Eylül 1990 tarihinde temeli atılan ve 1994–1995 öğretim yılı başında hizmete açılmıştır. Sivas`ta ki en lüks yurt olarak hizmetlerine devam etmektedir. b ) Yüksek Öğrenin Kız Öğrenci Yurdu: Üniversitede okuyan hanım kardeşlerimizin Sivas'taki yurt sıkıntılarına çözüm bulmak için yola çıkan Vakfımız, İlim Yayma Vakfı ile işbirliği içerisine girmiş olup, Yüksek Öğrenim Kız Öğrenci Yurdu yapmayı planlamış olup 1995–1996 öğretim yılı başında hizmete açılmıştır. c) Orta Öğrenim Erkek Öğrenci Yurdu: Vakfımız, yine kardeş bir Vakıfla beraber Sivas'ta büyük ihtiyaç duyulan Orta Öğrenim Erkek Öğrenci Yurdu yapmıştır. 200 kişinin barındığı Salih Aşık Orta Öğrenim Erkek Öğrenci Yurdu Ethembey Parkı karşısında 350 m alan üzerine 5 katlı olarak yapılmış olup, toplam kullanım alanı 1750 m dir. 2 - KURSLAR: Vakfımız’ın kültür sitelerinde eğitim amaçlı bir çok programın yanında hanımlara yönelik biçki-dikiş, kumaş boyama ve nakış kursları gibi beceri kursları ile; Kur`an-ı Kerim ve dil kursları; Uzakdoğu sporları kursu halen devam etmektedir. 358*KEMAL İBN-İ HÜMAM VAKFININ FAALİYETLERİ B - KÜLTÜREL FAALİYETLER 1 - KÜLTÜR SİTELERİ : a) Selimiye Kültür Sitesi: Kültürlü, aydın ve pırıl pırıl bir gençlik yetiştirmeyi temel hedefleri arasında bulunduran Vakfımız bu gaye ile Şehrimizin Yenidoğan Mahalesi'nde 10.000 m alan üzerine 800 m kullanım alanına sahip Selimiye Kültür Sitesi'ni inşa etmiş ve burada hizmetleri devam etmektedir. b) Recep Ayan Kültür Sitesi: Vakfımız Şehrimiz'in 4 Eylül Mahallesinde, faaliyetlerini sistemli bir şekilde yürütülmektedir. c) Özürlüler Kültür Sitesi: Türkiye'de ilk defa gerçekleştirilen Özürlüler Kültür Sitesi Sivas Belediyesi ile Vakfımız tarafından ortaklaşa yapılmıştır.İçerisinde iş atölyeleri, konferans salonu ve gerekli görülen diğer müştemilat bulunmakta olup, özürlü vatandaşlarımıza hizmet verilmektedir. d) Etüt Eğitim Merkezi: Şehrimizin Yenişehir mahallesinde Ticaret Merkezi üzerinde bulunan ilköğretim öğrencilerine yönelik eğitim faaliyetlerini 2006-2007 yılında başlatmıştır. 3 – SEMPOZYUMLAR Kamuoyunu bilgilendirmek ve aydınlatmak amacıyla Ülkemizde hatırı sayılan ilim erbabını Sivas'ımıza davet ederek her sene sempozyumlar düzenlemekteyiz: Bunlar: a) Kemal İbn-i Hümam Sempozyunu : İlk sempozyumumuz adına vakıf kurduğumuz büyük alim Kemal İbn-i Hümam 'ı bütün yönleriyle Sivas'a ve ülke kamuoyuna tanıtmaktı. Zira Kemal İbn-i Hümam Türkiye dışındaki İslam ülkelerinde çok iyi tanınıyor eserleri üniversitelerde ders kitabı olarak okutuluyor olmasına rağmen, değil Türkiye'de, Sivaslı olduğu halde Sivas' ta bile tanınmıyordu. Kemal İbn-i Hümam 'ı kamuoyuna tanıtmak amacıyla 25-26 Mayıs 1991 tarihinde "Kemal İbn-i Hümam'ın Hayatı Eserleri ve İlmi Kişiliği" konulu Sempoz-yum'u düzenledik. KEMAL İBN-İ HÜMAM VAKFININ FAALİYETLERİ 359 b) Eğitim ve Verimlilik Sempozyumu : İkinci sempozyumumuz "Eğitim ve Verimlilik" hakkında idi. 15-17 Mayıs 1992 tarihlerinde düzenlenen bu sempozyumda birbirinden güzel tebliğlerle eğitimden ve eğitilmiş insan gücünden nasıl faydalanılacağı ortaya konuldu. c)Şems-i Sivasi Sempozyumu : Üçüncü sempozyumumuz ise şehrimizde yaşamış alim, şair ve büyük bir mutasavvıf olan Şemseddin Sivasi'yi bütün yönleriyle Sivas'a tanıtmak ve bu vesileyle de kamuoyuna iyi bir mesaj vermek idi. Bu amaçla "Şemseddin Sivasi'nin Hayatı, Eserleri ve Tasavvufî Yönü" konulu Sempozyumu 23 Mayıs 1993 tarihinde düzenledik. Büyük ilgi gören bu sempozyum amacına ulaştı ve çok kıymetli tebliğlerle gönüller şad oldu. d) XXI. Yüzyıla Girerken Dünya ve Türkiye Gündeminde İslâm Sempozyumu: 19-21 Mayıs 1995 tarihleri arasında düzenlenen bu sempozyumumuzda İslam'ın Dünya ve Türkiye Gündemindeki Yeri vurgulandı. Kıymetli ilim adamlarımız fikirleriyle kamuoyunu aydınlattılar. Sempozyumumuz 3 gün boyunca yerel televizyonlardan canlı olarak yayınlanmasına rağmen büyük ilgi ve izdihamla takip edildi. e) Kültürümüz ve Kitap Sempozyumu : Dördüncü sempozyumumuzu ise 4-6 Mayıs 2007 tarihinde düzenlenmiştir. Elinizde olan C- SOSYAL HİZMETLER 1- HUZUR EVİ : Vakfımız tarafından gerçekleştirilen diğer bir sosyal hizmet te Sivas Belediyesi'yle ortaklaşa yapılan ve şehrimizin merkezi yerinde bulunan İhramcızade İsmail Hakkı Toprak Huzurevi'dir. 2- BURSLAR : Başarılı öğrencileri teşvik etmek fakir öğrencilere de destek sağlamak amacıyla her sene orta öğretim ve Yüksek öğrenim öğrencilerine burs vermekteyiz. 360*KEMAL İBN-İ HÜMAM VAKFININ FAALİYETLERİ 3-TOPLU SÜNNET ve DÜĞÜN MERASİMLERİ : Bir çok fakir çocuk sünnet ettirilmekte olup, evlenen çiftlerin bütün ev ihtiyaçları da Vakfımız tarafından karşılanmaktadır. 4-YARDIMLAR: Vakfımıza bağış olarak gelen yiyecek ve giyecek yardımları halkımızın fakirlerine sürekli yapılmakta ve yardımlarımız her zaman devam etmektedir. 5 – YEMEKLİ TOPLANTILAR: Vakfımız, faaliyetlerini Sivas dışındaki hemşehrilerimize de tanıtmak amacıyla zaman zaman yemekli toplantılar tertiplemekte ve faaliyetlerini Sivas dışındaki hemşehrilerimize de tanıtma imkanı bulmaktadır. 6- EL İŞİ SERGİLERİ VE KERMESLER Vakfımızın hanım kolları tarafından zaman zaman kültür sitelerimizde, zaman zaman da şehrimizin merkezi yerlerinde el işi ürünleri sergisi ve kermesler düzenlenmektedir. Buradan elde edilen gelirlerle yoksul ailelere ve fakir kız öğrencilere yardımlar yapılmakta; hastası ve cenazesi olan aileler ziyaret edilerek gönülleri alınmaktadır. Bununla beraber unutulmaya yüz tutmuş bir sünnet-i seniyye de ihya edilmeye çalışılmaktadır. KEMAL İBN-İ HÜMAM VAKFININ FAALİYETLERİ 361