metabolik sendrom tanı kriterleri ile postmenapozal kadınlardaki

advertisement
T.C. SA LIK BAKANLI I
TAKS M E T M VE ARA TIRMA HASTANES
2. DAH L YE KL N
ef Uzm. Dr. smail EK ZO LU
METABOL K SENDROM TANI KR TERLER
LE POSTMENAPOZAL KADINLARDAK
HORMON PROF L ARASINDAK L K VE
KARD YOVASKÜLER R SK
(Uzmanlık Tezi)
Dr. Elif Gülcan ENOL
Koordinatör: Uzm. Dr. Aslan ÇELEB
stanbul 2009
TE EKKÜR
Uzmanlık e itimim süresince engin bilgi ve deneyimlerinden yararlandı ım daima
ho görüsüne sı ındı ım 2. Dahiliye Klinik efi smail EK ZO LU’na, tez koordinatörüm
ve tanıma ansına sahip olmaktan her zaman mutluluk duydu um Sn. Uzm. Dr. Aslan
ÇELEB ’ye, ve onunla birlikte sadece mesleki ustalıklarıyla de il aynı zamanda hayat
duru larıylada çırakları olma ansını yakaladı ım uzman doktorlarım Sn. Uzm. Dr. Rıza
AL CANO LU’na , Sn. Uzm. Dr. Deniz Ö ütmen KOÇ’a, Sn. Uzm. Dr. Tayfun
GÜROL’a,pek çok konuda oldu u gibi tükenmez sorularımızdan asla bıkmayarakda beni
hep a ırtan tüm adımlarımda deste ini hissetti im Sn. Uzm.Dr. Erhan Sayalı’ya birlikte
çalı maktan büyük keyif aldı ım asistan ve hem ire arkada larıma te ekkür ederim.
Asistanlı a ba ladı ım ilk günden itibaren
benden deste ini ve yardımını
esirgemeyen çalı kanlıkları ve do rulukları bana hep model olmu sevgili arkada larım,Uzm
Dr.Ela Temelo lu KESK N ve Uzm Dr. Serkan KESK N’e dostluklarına sı ındı ım her
an için te ekkür ederim.
E itime içtenlikle inanmı ve bu yolculukta özlerinden vererek tüm varlıklarını biz
çocuklarına adamı sevgili annem Gülten ENOL ve sevgili babam smail ENOL’a ve
onların bana hayattaki en güzel hediyesi olan karde lerim A. encan enol ve E.Sevcan
Sa dıç’a sonsuz te ekkür ederim.
Dr. Elif Gülcan ENOL
stanbul 2009
Ç NDEK LER
Sayfa No
GR
VE AMAÇ..................................................................................
1
GENEL B LG LER ..............................................................................
3
GEREÇ VE YÖNTEM .........................................................................
57
BULGULAR ..........................................................................................
59
TARTI MA ...........................................................................................
65
SONUÇ ...................................................................................................
71
ÖZET......................................................................................................
72
ABSTRACT ...........................................................................................
73
KAYNAKLAR.......................................................................................
74
GR
VE AMAÇ
Metabolik sendrom (MS), bir bireyde genetik faktörlere ve çevresel etkenlere ba lı
olarak ortaya çıkan, birden fazla kardiyovasküler risk faktörünün kümelendi i hastalıklar
grubudur. MS'in ba lıca komponentleri hiperglisemi, hipertansiyon, dislipidemi, visseral
obesite, hiperkoagulabilite olarak sıralanmaktadır. Temelinde yatan esas fizyopatolojik olay,
hedef dokuların insülinin uyardı ı glukoz kullanımına direncidir. Geli mi ve geli mekte olan
ülkelerde ya am tarzı de i iklikleri sonucu bir epidemi haline gelen MS, ateroskleroza ba lı
kardiyovasküler hastalıkların sıklı ında artı a yol açmaktadır (1).
Bir di er tanımlamada metabolik sendrom, insülin direnciyle ba layan abdominal
obezite, glukoz intoleransı veya diyabetes mellitus, dislipidemi, hipertansiyon ve koroner arter
hastalı ı
(KAH)
gibi
sistemik
bozuklukların
birbirine
eklendi i
ölümcül
bir
endokrinopatidir(2).
Menopozal Türk kadınlarında kaydedilen göreceli yüksek koroner risk ve bununla
birlikte giden yüksek risk profilinin altında hormonal düzensizlik, özellikle kanda testosteron
seviyesinde bir fazlalık yatıp yatmadı ı ilgi çekici bir sorudur. Abdominal obeziteye sahip
menopozal kadınlarda, dü ük seks-hormonu ba layıcı globülin (SHBG) e li inde, kanda
serbest testosteronun yüksekli i gösterilmi tir (3,4).
Obezitedeki hormon dengesizlikleri ile obezite arasındaki ili ki özellikle santral tipte
ya
da ılımı durumunda daha belirgindir. Bu dengesizlikler arasına plazma kortizol
düzeyinde artma, büyüme hormonu düzeyinde azalma, testosteron düzeyinde erkekte azalma,
kadında artma ve insülin direnci geli mesi girer. Bu düzensizliklerin altında hipotalamuspitüiter-sürrenal ekseninde a ırı duyarlılı ın primer kusur olarak yatabilece i öne sürülmü tür.
1
Çalı mamızda postmenapozal metabolik sendromlu hastalar ile metabolik sendromu olmayan
bireyler arasındaki hormon profillerinin incelenmesi ve bunların kardiyovasküler risk
faktörleri ile kar ıla tırılması amaçlandı.
2
GENEL B LG LER
Metabolik sendromun çe itli tanımları kullanılarak yapılmı prospektif çalı malar,
sendromun
geli iminin,
bazı
faktörlerin
kombinasyonuna
ba lı
olabilece ini
öne
sürmektedirler. Özellikle üstünde durulan faktörler insülin (5,6), obezite (7), hayat tarzı ve
sa lık alı kanlıklarıdır (8). Azalmı insülin duyarlılı ının MS geli iminin öncüsü oldu u
dü ünülmektedir (9, 10). Sonuç olarak obezite, insülin rezistansı, aterojenik dislipidemi,
enflamasyon ve trombozis metabolik sendromun patogenezinde rol alırlar ve metabolik
sendrom da Tip 2 diyabet geli imi ve kardiyovasküler komplikasyonların geli imi için bir risk
faktörleri toplulu udur.
Diyabetes mellitus (DM) karbonhidrat metabolizmasının heterojen ve primer bir
hastalı ı olup, çe itli etyolojik faktörler nedeniyle olu an, mutlak veya göreceli insülin
eksikli i, insüline direnç veya her ikisinin sonucu olarak geli en, hipergliseminin ana
belirleyici oldu u metabolik bir hastalıktır. Tüm diyabet hastalarının % 80–90’ını tip 2 DM
olu turmaktadır ve toplumda sıklı ı giderek artmaktadır.
Diyabetes mellitus’un akut metabolik komplikasyonlarının kontrol altına alınmasında
önemli geli meler kaydedilmesine ra men vasküler komplikasyonları nedeniyle önemli
morbidite ve mortalite nedeni olmaya devam etmektedir. Görme kaybı, böbrek yetersizli i ve
ayak amputasyonu nedenlerinin ba ında diyabet gelmektedir. Diyabeti olmayan ya ıtlarına
göre tip 2 diyabetlilerde kardiyovasküler olay riski 2- 4 kat daha yüksektir.
Hiperglisemi hem do rudan etkiyle hem de çe itli sitokin, kemokin ve büyüme
faktörlerinin lokal ve sistemik etkilerinde artı a yol açarak mikrovasküler komplikasyonları
tetiklemektedir. leri dönemde hipertansiyonun (HT) eklenmesi ile hastalık süreci oldukça
hızlanmaktadır.
3
Geli mi ülkelerde toplumun % 5–10’u tip 2 diyabetiktir. Genellikle orta-ileri ya
hastalı ı olarak kabul edilmekle birlikte, son yıllarda daha genç ya larda tip 2 DM vakaları
görülmeye ba lamı tır. Yurdumuz için diyabet prevalansı 20 ya üstü insanlarda %7,2
civarındadır, bozulmu glukoz toleransı (IGT) prevelansı ise %6,7 bulunmu tur. Bu oranlara
bakılarak ülkemizde 2,6 milyonun üzerinde diyabetli ya adı ı tahmin edilmektedir. Amerika
Birle ik Devletleri’nde yılda yakla ık bir milyon ki i, Almanya'da ise yılda 300–350 bin ki i
M geçirmektedir. Diyabetli hastalarda inme riskinde 2 kat, kalp krizi riskinde 2–3 kat,
bilhassa ayaklarda periferik vasküler yetersizlik riskinde 50 kat artı söz konusudur.
Diyabet tanısı için kan glukoz ölçümü ve Oral Glukoz tolerans Testi (OGTT) en sık
kullanılan tanı testleridir. Fruktozamin ve HbA1C de erleri tanı testi olarak yer almamaktadır.
ADA’ nın 1997 ve WHO’ nun 1999 raporlarındaki kriterlere göre;
1. Günün herhangibir saatinde, ki inin aç olup olmamasına bakılmaksızın ölçülen
plazma glukoz düzeyi 200 mg/dl (11.1mmol/L) e it veya üzerinde olması ve beraberinde
poliüri, polidipsi, glukozüri, ketonüri ve açıklanamayan kilo kaybı gibi diyabet
semptomlarının bulunması,
2. En az 8 saatlik tam açlık sonrası iki farklı günde bakılan açlık plazma glukoz
düzeyinin 126 mg/dl (7 mmol/L) e it veya üzerinde olması,
3. 75 gramlık OGTT testinin 2. saat kan glukoz düzeyi 200 mg/dl (11.1mmol/L) e it
veya üzerinde olması.
Yukarıda belirtilen kriterlerden herhangi biri DM tanısı için yeterli bulunmaktadır.
Yapılan çalı malarda OGTT’nin 2. saat glukoz de erinin kardiyovasküler mortalite riskini
gösterdi i, buna kar ılık açlık kan glukozunun böyle bir prediktif de erinin olmadı ı ileri
sürülmü tür. Bu yüzden 2003 yılında ADA Uzmanlar Toplantısı’nda açlık kan glukozu için
normal üst sınırı 100 mg/dl olarak de i tirmi tir. Böylece bozulmu açlık glukozu (IFG)’nun
bozulmu glukoz toleransı (IGT)’na yakın bir riski yansıtması hedeflenmi tir. (Tablo1)
4
Tablo 1: Diyabet ve bozulmu glukoz regülasyonu tanı kriterleri
Kategori
Açlık plazma glukozu
OGTT 2.saat glukozu
Normal
<100 mg/dl
<140 mg/dl
IFG
100–125 mg/dl
----------------
IGT
-----------------
140–199 mg/dl
Diyabet
126 mg/dl
200 mg/dl
Metabolik sendrom (MS) ça ımızın hastalı ı haline gelmi tir. Metabolik sendromun
hızla yaygınla masında, sanayile mi modern toplum üyelerinin hareketsiz ya am tarzını
benimsemeleri ve beslenme alı kanlıklarını de i tirmeleri sonucu olu an çevresel etkenlerin
yanısıra, kalıtımla gelen bazı özellikler de rol oynamaktadır. Metabolik sendrom,
patogenezinde en önemli neden olarak insülin rezistansının yattı ı bir sendromdur. nsülin
Direnç Sendromu veya "Sendrom X" olarak bilinen bu durum, hiperinsülinemi, hiperglisemi,
hipertansiyon, dislipidemi (dü ük HDL düzeyleri, artmı serbest ya
asidi düzeyleri ve
hipertrigliseridemi) ve obeziteyi içermektedir (11).
Tıp dünyası ‘Sendrom X’ olarak tanımladı ı obezite, diyabet (NIDDM), hipertansiyon
ve dislipidemi’yi yüzyılın ölümcül hastalıkları olarak belirlemi tir. Bu dört elemanın hepsi
bilindi i gibi birer kardiovasküler risk faktörüdür (12).
Metabolik sendrom bile enlerini ta ıyan birçok insanda, insülin aracılı glukoz
metabolizması bozuklukları oldu u epidemiyolojik çalı malarla desteklenmi tir.
nsülin
direnci ve ya dokusunda artı , tip 2 DM patogenezinde i birli i içinde görünmektedir.
nsülin direncinde; bir yandan plazma lipoprotein lipaz (LPL) aktivitesi azalıp plazma
trigliseridleri artarken, bir yandan da karaci erde LPL aktivitesinin artması nedeniyle
5
HDL'nin yıkımı hızlanır. nsülin direncinin özelliklerinden biri de artmı plazma serbest ya
asitleri (SYA) konsantrasyonudur. SYA’leri karaci erde trigliserid birikmesini uyarır (13).
Güncel olarak tıpta en çok ara tırmanın yapıldı ı ve ilgi çeken konulardan biri
metabolik sendromdur. Metabolik sendrom kardiyovasküler hastalıklar için de erlendirilmesi
gereken bir risk faktörleri toplulu unun tanımıdır (14). NCEP Adult Treatment Panel III
raporunda (15) ayrıntılı olarak belirtildi i eklinde metabolik sendrom a a ıdaki bulgulardan
üç veya daha fazlasının aynı bireyde bulunması olarak tanımlanmaktadır:
1. Abdominal obezite = bel çevresi : erkeklerde >102 cm ve kadınlarda >88 cm
2. Hipertrigliseridemi :
150 mg/dl ( 1.69mmol/l)
3. Dü ük HDL kolesterol: erkeklerde < 40 mg/dl ve kadınlarda 50mg/dl
4. Yüksek kan basıncı: sistolik
5. Yüksek açlık kan ekeri:
130 mmHg veya diastolik 85 mmHg
110 mg/dl
Bu kılavuza göre antihipertansif tedavi ya da oral antidiyabetik veya insülin eklinde
antihiperglisemik tedavi alanlar da, yüksek kan basıncı veya yüksek açlık kan
ekeri
kriterlerini dolduruyor sayılırlar.
Metabolik sendrom insidansı geli mi toplumlarda daha yüksektir. Her be ki iden biri
metabolik sendromdan etkilenir. Altmı ya ın üzerinde ise bu oran %40’a ula maktadır.
Türkiye’de ise bir epidemidir. Her sekiz yeti kinden üçünde MS bulunur. Koroner arter
hastalarının % 53’ü metabolik sendromdan etkilenir. Eri kinlerde % 22 ve ya la oran artar 2029 ya grubunda , % 6.7, 60-69, ya grubunda ise % 43.5 dir.
Neden tam bilinmemektedir. Bütün bile enlerinin etiyopatogenezini açıklayabilecek
tek bir genetik, infeksiyöz yada çevresel faktör henüz tanımlanmamı tır. nsülin direnci
zemininde geli en heterojen bir hastalıktır.
hiperinsülinemi esas patogenetik faktördür.
6
nsülin direnci ve buna ba lı geli en
METABOL K SENDROM B LE ENLER
Metabolik sendrom bile enleri insülin direnci, dislipidemi, obezite, hipertansiyon, tip
2 diyabetes mellitus, koroner kalp hastalı ı, endotel disfonksiyonu, non-alkolik ya lı
karaci er,
hiperkoagülabilite,
polikistik
over
sendromu,
subklinik
inflamasyondan
olu maktadır.
nsülin Direnci
Endojen veya ekzojen insüline kar ı biyolojik yanıtsızlıktır. Normal biyolojik yanıtın
alınması için daha fazla insülin gereksiniminin olması hali olarak tanımlanabilir. Esas sebebi
hedef doku defektidir. Abdominal obezite, inaktivite, karbonhidrat a ırlıklı diyet, hormonal
faktörler ve ya lılık ile dokularda insüline kar ı bir direnç olu maktadır. Bu insülin
sekresyonunu daha da artırır. Sonuçta hiperglisemi, hipertansiyon, dislipidemi ile olu an
klinik tablo ortaya çıkar. Vücut hücreleri insülin olmadan glukozu hücre içine alamaz ve
kanda glukoz düzeyi artar. Bir süre sonra pankreas ihtiyaç duyulan fazla insülini kar ılayamaz
ve insülin ve glukoz yüksekli i sonucu vasküler sistemde hasar olu ur. Böbrek
damarlarındaki hasar tuz atılımına engel olur ve hipertansiyonu tetikler. Trigilserit (TG)
düzeyinin artı ı koroner kalp hastalı ını beraberinde getirir. Artmı insülin ihtiyacı pankreas
tarafından kar ılanamadı ından tip 2 DM geli ir.
nsülin direncinin en belirgin sebebi abdominal obezitedir. Visseral yerle imli
ya lanma esas etkendir. Bu ya
ço unlukla TG (3SYA + gliserol)’den olu ur. TG ya
dokusunda birikir ve enerji ihtiyacına paralel olarak serbest ya asitlerine (SYA) parçalanır.
i manlarda SYA salgısı ve dokularda ya lanma daha fazla olur. Kas ve karaci erdeki fazla
ya insülin direncini artırır.
nsülin rezistansını ölçmek için çe itli yöntemler geli tirilmi tir.
Oral Glukoz
Tolerans Testinde 1.75 gr/kg (maksimum 75 gr) oral glukoz verilerek 0, 30, 60, 90 ve 120
7
dakikalarda insülin ve glukoz bakılarak diyabet ve hiperinsülinemi belirlenmektedir. HOMA
(Homeostasis Model Assessment) yöntemi de yaygın olarak kullanılmaktadır.
HOMA açlık insülini(U/ml) x açlık plazma glukozu(mg/dl)/405 formülü ile
hesaplanabilmektedir. Normal bireylerde bu de er 2,7’nin altındadır. nsülin direncinde ise
2,7’nin üzerinde bulunur.
Dislipidemi
Metabolik sendromda TG yüksekli i, HDL-K dü üklü ü ve LDL yüksekli i eklinde "Lipid
triadı" veya "Aterojenik lipoprotein fenotipi“veya "Aterojenik dislipidemi" denen lipid profili
ortaya çıkmaktadır. Bu durum insülin direnci sonucu olu maktadır. Normalde insülin, hormon
duyarlı lipazı inhibe ederek ve glukozun ya hücresi içine girmesini arttırarak, TG sentezi ile,
bu hücrelerdeki TG’leri dengede tutmaktadır. nsülin direncinde ise bu denge bozulmakta ve
ya hücrelerinden daha fazla SYA’i salınımı olmakta, bunlar da karaci erde birikmektedir
Apoliprotein B, TG, orta dansiteli lipoprotein düzeyleri ortaya çıkan anomaliler nedeni
ile artarken, HDL kolesterol düzeyi dü er ve aterojenik profil olu ur. nsülin direnci
oldu unda visseral adiposit lipolitik hormonların metabolik etkilerine daha duyarlıdır. Serbest
ya asitleri karaci ere gelir ve trigliserid ve triglseridden zengin VLDL sentezi için substrat
artımı olur. TG-VLDL, küçük yo un LDL dönü ümü meydana gelir. Kolesterol arteriel
duvarda birikir ve oksidasyona e ilimi artar. Proaterojenik özellikler vasküler endoteliyal
fonksiyonlarını bozar. Dola ımda serbest ya
asidi konsantrasyonunun artı ı endotel
disfonksiyonuna neden olur. Nitrik oksit sentetaz yolu ile endotel ba ımlı vasodilatasyon
fonksiyonu bozulur. nsülin direnci ile birlikte dislipidemi, hipertansiyon, hiperkoagulobilite
ve proinflamatuar aktivite endotel hasarına ve aterosklerozis ile makrovasküler hastalı a yol
açar. Görü ler aterosklerotik komplikasyonların altında yatan patogenezin endoteliyal
disfonksiyon oldu u yönündedir. Dola ımda adezyon moleküllerinin artması, asimetrik
8
dimetil arginin düzeyinin artması (endoteliyal NO sentazın endojen inhibitörü), plazminojen
aktivatör-inhibitör 1, fibrinojen, CRP ve lökosit düzeylerinin artması vasküler hasarın
olu masına katkıda bulunmaktadır (4).
Obezite
Günümüz insanın en önemli sa lık sorunlarından biri haline gelen obezite, dünyadaki
hızlı prevalans artı ı ve beraberinde getirdi i hastalık riskleri nedeniyle güncelli ini
korumakta olan bir konudur. Tüm dünyada obezite hem bireyler hem de toplumlar üzerinde
ciddi derecede olumsuz tıbbi, sosyal ve ekonomik etkiler yaratmaktadır.
Obezite olu umunda, medikal, sosyokültürel, çevresel, kalıtımsal birçok etmen rol
oynamaktadır. Özellikle sosyoekonomik düzeyi yüksek toplumlarda teknolojinin geli mesine
ba lı olarak fiziksel aktivite yetersizli i ve beslenme alı kanlıklarının de i mesi (dengesiz ya
da a ırı beslenme) obezitenin esas çevresel nedenlerini olu turmaktadır. Sosyoekonomik
düzeyi dü ük toplumlarda ise, özellikle uygun gıda bulma olanaklarının kısıtlı olması ki ileri
tek yönlü beslenmeye götürerek, obezite insidansında artı a yol açmaktadır.
Obezite ile ili kili tıbbi durumlar insülin direnci ve tip II diyabetes mellitus,
hipertansiyon, hiperlipidemi, kardiyovasküler hastalık, inme, uyku apnesi, safra kesesi
hastalı ı, hiperürisemi ve gut, osteoartrit ile erkeklerde kolon, rektum, prostat ve kadınlarda
endometriyum, meme ve safra kesesi gibi bazı kanser tiplerini içerir (16).
Tip II DM hastalarının %80’inin obez olması nedeniyle obezitenin tip II DM için
önemli bir risk faktörü oldu u söylenebilir. Obezitenin kendisinin mi tek ba ına glukoz
intoleransına yol açtı ı yoksa ba ka bir faktörün mü hem obeziteye hem de diyabete neden
oldu u ise kesin olarak açıklanmı de ildir. Ancak günümüzde daha çok kabul edilen görü ,
obezitenin tip II DM’da mevcut olan hepatik insülin rezistansını (IR) a ırla tırdı ıdır(17).
9
Obezite dü ük derecede sistemik inflamatuar bir hastalıktır. Obezlerde resistin,
adiponectin, ghrelin, leptin ve C-reaktif protein (CRP), nterlökin-6, TNF- , fibrinojen gibi
inflamasyon belirteçlerinin, insülin direnci ve kardiyovasküler risk faktörleri ile ili kili oldu u
ileri sürülmektedir (18,19). Obezitede ya da ılımına göre android (erkek-santaral-viseral) tip
ve jinoid (kadın) tip olmak üzere iki farklı grup tariflenir. Bel/kalça oranı (BKO), erkekte >
0,95, kadında > 0,80 olması android yani santral obeziteye i aret eder. Yapılan ara tırmaların
ço u vücut ya da ılımının etkisi ve özellikle viseral ya ın rolüne odaklanmı tır. Santral
obezite; hipertansiyon, dislipidemi, insülin direnci, diyabet, kardiyovasküler hastalıklardan ve
erken ölümden sorumlu bir durumdur. Riskin ortaya çıkmasında ya miktarından daha çok
abdominal ya miktarının önemli bir rol oynadı ı bilinmektedir.
Beden Kitle ndeksi (BK ) 1835 yılında Qutelet tarafından ilk kez tanımlanmı tır ve a ırlık
(kg) / boy(m)² formülü ile hesaplanır. Genel olarak BK ’nin 30 kg/m²’nin üzerinde bulunması
obezite kriteri kabul edilmektedir (20).
BK de erlerine göre a ırı kilolu ve obezite sınıflandırması:
Dü ük kilo
<18.5
Normal aralık
18.5-24
A ırı kilo
>25
Preobez
25-29.9
Obez sınıf I
30.0-34.9
Obez sınıf II
35.0-39.9
Obez sınıf III
>40
Günümüzde hazır BK
cetvellerinin bulunması hesaplama i lemini ortadan
kaldırmaktadır. Obezite dı ında a ırı adale kitlesi bulunan ki ilerde, örne in sporcularda,
yüksek BK de erlerine rastalanabilir. Çünkü BK vücuttaki ya oranından daha çok, ya
10
miktarı ile ili ki göstermektedir (21).
BK ’nin artmasının premenepozal kadınlarda bazal glukoz, bazal insülin, oral glukoz
tolerans testindeki glukoz, adölesanlarda ise sistolik ve diyastolik kan basıncıyla ili kili
oldu u saptanmı tır. Yüksek BK de eri diyabetes mellitus insidansı ve prevalansı ile
ili kilidir (22). Otopsi ve sa lıklı insanların kar ıla tırıldı ı çalı malarda ileri koroner
lezyonlar ile BK arasındaki ili kinin do ru orantılı oldu u bulunmu tur. Ayrıca BK ve
intraabdominal ya
depoları artı ının miyokardiyal hipertrofi ile do ru orantılı oldu u
gösterilmi tir (23).
Yapılan çalı malarda vücuttaki ya birikiminin vücudun farklı iki bölgesinde oldu u
gösterilmi tir. Daha sonraları obezite komplikasyonlarının ortaya çıkması ile vücutta ya
da ılımı arasında bir ili ki oldu u bulunmu tur. lk kez 1940’larda Jean Vaque obezitede
vücudun üst kısmında ya
toplanmasnın daha zararlı etkileri oldu unu ve yine ilk kez
‘Mascuine tip’’ (Erkek tipi) ya lanmanın, yani göbek çevresinde ya toplanmasının diyabetes
mellitus, ateroskleroz, gut ve ürat ta larına yol açtı ına dikkat çekmi tir (16).
Vücuttaki ya birikimine göre iki tip obezite tanımlanmı tır.
Gluteal ve femur üzerinde ya toplanması eklindeki obeziteye jinoid tip, kadın tipi,
periferik tip, armut tipi veya femoral obezite denilmektedir (24). Bu obezite tipi hiperplastik
yani ya hücre sayısı artı ı ile birlikte olan obezitedir. Jinoid obezite ile venöz dola ım
bozuklukları
arasında
anlamlı
bir
ili ki
varken,
obeziteden
kaynaklanan
di er
komplikasyonlar ile arasında herhangi bir anlamlılık yoktur (25).
Her iki cinste de batın bölgesinde ya toplanması (göbeklenme); android tip, erkek
tipi, santral, abdominal, sentripedal, elma tipi veya viseral obezite olarak adlandırılır. Android
obezitede ya hücreleri büyümü tür. Yani hipertrofik bir obezite tipidir.
Subkutan depolardan daha çok, özellikle viseral depolar olmak üzere, abdominal ya
ile obezitenin metabolik komplikasyonları arasında güçlü bir ili ki vardır. Viseral ya dokusu
11
depolarındaki adipozitin hassas lipolitik bir etkisi vardır. Lipolitik hassas adipozit ile
geni lemi ya depoları sonucunda portal ve sistemik dola ımdaki plazma serbest ya asitleri
konsantrasyonu yükselmi olabilir. Bu durum periferde insülin duyarsızlı ını do urabilir.
Yapılan çalı malar yüksek portal serbest ya asitlerinin hepatik insülin alımını inhibe etti i ve
periferik hiperinsülinemiyi do uraca ını göstermektedir. Bu dönü üm insülinin reseptör
düzeyindeki periferik duyarlılı ını azaltmaktadır.
Yapılan çalı malar abdominal obez hastalarda HDL-kolesterol düzeylerinde azalma
oldu unu göstermektedir(26). Abdominal obezitede HDL3’ün, HDL2’ye dönü ümünü uyaran
lipoprotein lipaz enzim düzeyleri azalmı , aksine HDL2’nin HDL3 haline dönmesini uyaran
hepatik trigliserid lipaz enzim düzeyleri artmı tır. Bu nedenle abdominal obezite vakalarında
görülen HDL azalması ba lıca plazma HDL2 düzeylerindeki azalma nedeniyle olmaktadır.
HDL3 düzeyleri ise normal veya artmı olarak bulunmu tur. Abdominal BT ile belirlenmi
viseral ya miktarı yüksek olan gerek erkek ve gerekse kadın hastlarda, HDL kolesterol ve
HDL2 düzeylerinde azalma görülmektedir.
Çalı malar vücut ya
da ılımı tipi ile plazma total kolesterol ve LDL kolesterol
de erleri arasında genellikle ili ki bulunmadı ını veya zayıf düzeylerde oldu unu
göstermektedir (27). Abdominal obezite vakalarında VLDL ve trigliserid düzeyleri artmı
olarak bulunur. VLDL düzeylerinin yüksek olması LDL-kolesterol düzeylerinin yükselmesine
neden olmaktadır. VLDL ve trigliserid düzeylerinin yüksek olması ise HDL-kolesterol
düzeylerinin dü ük olmasına neden olmaktadır. Genel olarak LDL kolesterol majör aterojenik
lipoprotein kabul edilmesine ra men, lipolitik artıklar ve bunlar arasında yer alan ara dansiteli
lipoprotein-(IDL) ve lipoprotein (a) (Lp(a)), yüksek aterojenik özelli e sahip lipoproteinlerdir.
Lp(a) normalde LDL-kolesterol düzeyinin %10-15’ini olu turmasına ra men miktarı
abdominal obezite gibi patolojik durumlarda orantısız olarak yükselir ve belirgin bir risk
faktörünü olu turular.
12
Vücut ya da ılımı ve özellikle viseral ya ın belirlenmesinde nekropsi çalı maları,
ultrasonografi, Bilgisayarlı Tomografi-(BT), Nükleer Manyetik Rezonans-(NMR), DualEnerji X-I ını Absorbsiyometrisi-(DEXA) ve antropometrik ölçümler kullanılmaktadır.
Bundan ba ka abdomial obezitenin saptanmasında kulanılan antropometrik ölçümler;
1. Konisite indeksi (K )
2. Sagittal bel ölçümü
3. Bel/kalça oranı (BKO)
4. Transfer bel çevresi ölçümü
1-Konisite indeksi:
Valdez tarafından geli tirilen bir antropometrik parametredir. Di er parametrelerin
aksine matematiksel modele dayanmaktadır. Konisite indeksi a a ıdaki formül ile
hesaplanmaktadır (28).
K =Bel Çevresi/(0.09)xkilo/boy’un karekökü
2-Sagittal bel ölçümü:
Transvers bel çevresi ölçümü hem viseral hem de cilt altı ya
dokusu miktarını
yansıtmaktadır. Sırt üstü yatan hastada bir cetvel, vücut pergeli veya stadiometre yardımı ile
göbek-sırt arasındaki mesafe ölçülerek tespit edilir. Bu bölgeden batının sagittal çapı
hesaplanabilir. Aynı ölçüm BT ile de yapılabilmektedir.
3-Bel kalça oranı (BKO):
Bel çevresinin (cm), kalça çevresine (cm) oranlanması ile elde edilir. BKO, ya da ılımı
belirlenmesinde en sık kullanılan antropometrik yöntemdir. BKO abdominal obezite ile
gluteal-femoral obezite arasındaki ayırımı yapmak için kullanılır.
BKO erkeklerde 0.95, kadınlarda 0.80’nin üzerinde olması abdominal obezite olarak
kabul edilmektedir. Bazı yazarlar android ile jinoid obezite arasındaki ayırım noktası (cut-off
point) olarak kadınlarda 0.8 ve erkeklerde 1.0’ı kabul etmektedir.
13
Gray ise BKO terimi yerine abdomen/gluteus oranı (AGO) veya android/jinoid oran
terimini kullanmaktadır. AGO’nun kadınlarda 0.80’in, erkeklerde 0.90’ın üzerinde olması
android obezite, bu de erlerin altı ise jinoid obezite olarak kabul edilmektedir. BKO’nun
tamamen masrafsız, iyi bir intraabdominal ya oranı göstergesi olması koruyucu hekimlikte
de kullanılabilir olması de erini arttırmaktadır (29).
sveç’te yapılan prospektif bir çalı mada BKO yüksek bulunan erkek ve kadınlarda
iskemik kalp hastalı ı, stroke (inme) ve mortalite oranının artmı oldu u gösterilmi tir(30).
Yüksek BKO’na sahip hastalarda, hipertansiyon daha sık görülmektedir.
Amerikan morbidite ve mortalite verilerinde Afrikalı Amerikan kadınlarında diyabet,
kalp krizi, hipertansiyon, hiperlipidemi prevalanslarının daha yüksek oldu u görülmü tür.
Bütün bu hastalıklar a ırı ya depoları ile ili kilidir. BKO; diyabet, hipertansiyon, safra kesesi
hastalıkları ile anlamlı ili ki içindedir.
4-Transvers bel çevresi ölçümü:
Dünya Sa lık Örgütü tarafından önerilen bel çevresi ölçümü noktaları; Kosta alt
kenarı ile spina iliaka arasındaki mesafenin ortasından yapılan ölçümdür (31). Bel çevresi
ölçümlerinde en büyük problem ölçümün içine hem viseral ya kalınlı ının hemde cilt altı
ya dokusu kalınlı ının girmesi, yani ölçümün hem viseral ya doku miktarını hemde cilt altı
ya dokusu miktarını yansıtmasıdır.
Yapılan çalı malarda kadınlarda 89 cm, erkeklerde 102 cm’yi a an bel çevresi
ölçümlerinin obeziteye kar ı giri im uygulanması gerektiren bireyleri tanımladı ı kabul edilir
(32). Bel çevresindeki ya , tüm vücut ya ına oranla hastalık prevalansları ile daha çok ili ki
içindedir. Çalı malar bel çevresinin erkeklerde diyabetes mellitus, yüksek kan basıncı
prevalansı ve kardiyovasküler hastalık risk faktörleri ile ili kili oldu unu göstermektedir.
14
Diyabetes Mellitus
DM pankreasın insülin salgısının mutlak veya nisbi yetersizli i ya da insülin rezistansı
sonucu olu an, hiperglisemi ile seyreden karbonhidrat, ya
ve protein metabolizması
bozuklukları ile karakterli bir endokrin ve metabolizma hastalı ıdır (33).
Akut ve kronik komplikasyonları ile ölüme neden olabilen DM, eski ça lardan beri
bilinmekte ve günümüzde de önemli bir sa lık problemi olmaya devam etmektedir
Diyabetes mellitus , karbonhidrat metabolizmasının heterojen ve primer bir hastalı ı
olup, çe itli etyolojik faktörler nedeniyle olu an, mutlak veya göreceli insülin eksikli i,
insüline direnç veya her ikisinin sonucu olarak geli en, hipergliseminin ana belirleyici oldu u
metabolik bir hastalıktır. Tüm diyabet hastalarının % 80–90’ını tip 2 DM olu turmaktadır ve
toplumda sıklı ı giderek artmaktadır.
Diyabetes mellitus’un akut metabolik komplikasyonlarının kontrol altına alınmasında
önemli geli meler kaydedilmesine ra men vasküler komplikasyonları nedeniyle önemli
morbidite ve mortalite nedeni olmaya devam etmektedir. Görme kaybı, böbrek yetersizli i ve
ayak amputasyonu nedenlerinin ba ında diyabet gelmektedir. Diyabeti olmayan ya ıtlarına
göre tip 2 diyabetlilerde kardiyovasküler olay riski 2- 4 kat daha yüksektir.
Diyabetes Mellitusun klasifikasyonu (ADA 1997)
1. Tip 1 Diyabet :(tip 1 DM)
a. mmün aracılı (tip 1A)
b. dyopatik (tip 1B)
2. Tip 2Diyabet :(Tip2 DM)
a. nsülin rezistansı-rölatif insülin eksikli ib. nsülin sekresyon bozuklu u-insülin rezistansı
15
3. Di er spesifik tipler
a. Beta hücre fonksiyonunda genetik hata
b. nsülin etkisinde genetik hata
c. Ekzokrin pankreas hastalıkları
d. Endokrinopatiler
e. laç ve kimyasal maddeler
f. nfeksiyonlar
g. Nadir görülen immün aracılı diyabet
h. Di er genetik sendromlar
4. Gestasyonel DM: (GDM)
DM tanısı ADA kriterlerine göre konulabilmektedir. Bu kriterler içinde yer alan oral
glukoz tolerans testinin endikasyonları öyle sıralanabilir.
Diyabet ve gestasyonel glukoz intoleransının arastırılması amacı ile
Obez ve ailede diyabet öyküsü bulunan bireylerde
Ailesinde MODY tipi diyabet bulunanlarda
ri bebek do uran kadınlarda (4000 g)
Açıklanamayan nöropati, retinopati, erken ateroskleroz, koroner damar hastalı ı veya
periferik damar hastalı ı olanlarda,
Operasyon, stres, travma, infarktüs, diyabetojenik ilaç kullanımı veya gebelik
esnasında hiperglisemi ya da glukozüri saptanan vakalarda bu olaylar geçtikten sonra,
Metabolik sendrom dü ünülen vakalarda reaktif hipoglisemiye uygun yakınmaları olan
ki ilerde uygulanmalıdır.
OGTT kontrendikasyonları ise unlardır.
Klinik olarak açlık ve random glisemi de erlerinin yeterince yüksek oldu u
durumlarda OGTT uygulanması anlamsızdır.
16
Kronik malnütrisyonlu olgular
Akut tıbbi ya da cerrahi stres altındaki olgularda yalancı pozitifli e neden olabilir.
Üç günden fazla yata a ba lı olanlarda immobilite yalancı pozitifli e neden olabilir.
Açlık plazma glukoz de erleri 2 kez 126mg/dl üzerinde çıkarsa diyabet tanısı için
OGTT yapmaya gerek yoktur.
Tip 1 diyabetes mellitus, pankreas beta hücresinin selektif ve ilerleyici harabiyetine
ba lı tüm diyabetes mellitus hastalarını kapsamaktadır. Tip 1 diyabetes mellitusun
etyolojisinde genetik e ilim ve çevresel faktörler sorumlu tutulmaktadır. Hastalık genellikle
çocukluk ve adolesan ya ta ba lamaktadır. Vakaların ço unlu u tanı anında 30 ya ın altında
bulunmaktadır.
Tip 1 diyabetes mellitus genellikle hızlı geli ir. Bazı hastalarda ise yıllar süren yava
bir geli im gösterebilir. Böyle hastalar tip 2 diyabetes mellitus gibi seyreder. Yıllar içinde
insülin eksikli i yava yava artarak oral antidiyabetiklere cevap vermez bir hale geçer. Böyle
vakalar yava seyirli bir otoimmünite gösterebilir (latent autoimmune diabetes in adults,
LADA veya slow onset diabetes in adults, SODA).
Tip 2 diyabetes mellitusda heterojen bir hastalıktır. Bu kategori içine insülin direnci
ve/veya insülin salgılanma kusuru bulunan çe itli diyabetes mellitus tipleri girmektedir.
1. Tip 2 diyabetes mellitus
2. Yava seyirli tip 1 diyabetes mellitus (LADA veya SODA)
3. DIDMOAD sendromu (Wolfram sendromu, MIDD)
4. MODY
5. Atipik diyabetes mellitus (atypical diabetes mellitus)
Böyle hastalarda plazma insülin düzeyleri mutlak anlamda artmı
gözükmesine
ra men, yüksek kan glukozu düzeyleri göz önüne alındı ında göreceli olarak azalmı
bulunmaktadır. Önceleri "insüline ba ımlı olmayan diyabetes mellitus" (noninsulin dependent
17
diyabetes mellitus, NIDDM) veya "eri kin ba langıçlı diyabetes mellitus" (maturity onset
diabetes, MOD) olarak da isimlendirilmekteydi. Bu isimler de, etyolojiden daha çok tedavi ile
ili kiyi yansıtmaktadır.
nsülin direnci göreceli veya mutlak insülin eksikli i ile
karakterizedir. Tüm diyabetes mellitus hastalarının yakla ık % 90 gibi büyük bir kısmını
olu tururlar. Hastalar orta ya tadır. Büyük bir ço unlu u i mandır. Zayıf olan hastaların
yava geli en tip 1 diyabetes mellitus varyantı olan LADA olma olasılı ı mevcuttur. LADA,
adacık hücreleri (ICA) veya pankreas enzimi olan glutamik asit dekarboksilaza (GAD) antikor
geli en hastalarda görülmektedir. Hipergliseminin kontrolü için di er tip 2 hastalarından daha
erken ya ta insülin ba lanması gerekmektedir. skandinav ülkelerindeki tip 2 diyabetes
mellitus vakalarının yakla ık olarak % 10’unu LADA hastaları olu turmaktadır.
Tip 2 diyabetes mellitus antitesi içinde yer alan tablolardan biri de DIDMOAD
sendromu (diyabetes insipidus, diyabetes mellitus, optic atrofi, sa ırlık) veya Wolfram
sendromudur. Genç ya larda ba layan diyabetes mellitus, diyabetes insipidus, optik atrofi,
sa ırlık veya yüksek tonlu sesleri i itme azlı ı ve alt üriner kanal atonisi oldu u
dü ünülmektedir. Bu nedenle MIDD (maternally inherited diabetes and deafness) olarak da
isimlendirilmektedir. Mitokondrial DNA sentezinde bir bozuklu a ba lı olarak geçmektedir.
Transfer RNA (tRNA) sentezinde lösin 3243 de A-G (adenin yerine guanin) tek baz
mutasyonu vardır.
Tip 2 diyabetes mellitus tablosu içinde yer alan bir di er tablo olan MODY (maturity
onset diabetes of young) hipergliseminin genç ya ta ba laması (25 ya ından önce), ketoz
yoklu u, hipergliseminin insülin kullanılmadan düzeltilmesi, diyabetik komplikasyon riski
dü üklü ü ve otozomal dominant geçi gibi özellikler göstermektedir. Monojenik bir geçi
örne i gösteren MODY farklı genetik defektler tarafından meydana getirilmektedir. Her
mutasyonun neden oldu u klinik tablo birbirinden nisbeten farklılıklar göstermektedir
Genç ve i man Afrikalı Amerikalılarda genel olarak akut olarak ketoasidoz ile açılan
18
ve tip 1 seyri gösteren, fakat daha sonra insülin tedavisi gerektirmeyen atipik diyabetes
tablosu "flatbush diyabetes" veya tip 1.5 diyabetes mellitus olarak ta isimlendirilmektedir.
GAD antikorları daima negatif bulunan bu tabloya "phasic insulin dependent diabetes" adı da
verilmektedir.
Bozulmu Glukoz Toleransı
Bozulmu glukoz toleransı (impaired glucose tolerance, IGT) tanısı açlık plazma
glukozu 126 mg/dL’nin altında bulunan hastalarda OGTT ile konulmaktadır. Açlık plazma
glukozu normal olan hastalarda OGTT 2. saat de erinin 140 mg dL den yüksek, fakat 200
mg/dL den dü ük olması bozulmu
glukoz toleransı olarak tanımlanmaktadır. Böyle
hastaların yakla ık % 30’unda 10 yıl içinde a ikâr diyabetes mellitus geli me riski mevcuttur.
Bozulmu glukoz toleranslı hastalarda diyabetes mellitusun makrovasküler komplikasyonları
yani aterosklerotik kardiyovasküler hastalık geli me riski yüksektir ve insülin direnci
sendromunun bir komponenti olarak da ortaya çıkabilir
Bozulmu Açlık Glukozu
Yeni bir antite "bozulmu açlık glukozu’ dur. Açlık kan glukozu 126 mg/dL’nin
altında fakat 100 mg/dL’nin üzerinde olan hastalarda insülin salınımının ilk fazı bozulmu
olabilir ve diyabetin mikro ve makrovasküler komplikasyonlarının geli me riski yüksektir
Gestasyonel Diyabetes Mellitus
Gestasyonel diyabetes mellitus terimi, hastalık ilk kez gebelik esnasında ortaya çıktı ı
zaman kullanılmalıdır. Ço unlukla, üçüncü trimesterde geli mektedir. Ço unun ailesinde tip
2 diyabetes mellitus anamnezi bulunur. Gebelik tarafından açı a çıkarılmı tip 2 diyabetes
olarak da tanımlanmaktadır. Hastaların kesin tanısı için do umdan 6 hafta sonra açlık plazma
glukoz düzeyleri tayin edilmelidir. Böyle hastalarda ilerde a ikâr tip 2 diyabetes mellitus
geli me riski oldukça yüksektir.
19
Gestasyonel diyabetes mellitus tanısında gebeli in 26–28. haftalarında 50 g glukozun
oral yolla verilmesini takiben bir saat sonraki glukoz de eri incelenir. Bu de er 140 mg/dL
veya üzerinde ise 100 g glukoz ile üç saatlik OGTT yapılmalıdır. ki veya daha fazla glukoz
de erinin a a ıdaki kriterlere e it veya daha yüksek bulunması ile gestasyonel diyabetes
mellitus tanısı konulur: Açlık kan glukozu: 95 mg/dL, 1. saat: 140 mg/dL, 2. saat: 155 mg/dL
ve 3. saat 145 mg/dL.
Tip 2 diyabet risk faktörleri
De i tirilebilir
De i tirilemez
Obezite (özellikle santral tip)
Etnik köken
Fiziksel aktivite azlı ı
Ya
Sigara
Cinsiyet
Alkol
Genetik faktörler
Dü ük lifli gıdalarla beslenme
Aile öyküsü,
A ırı doymu ya larla beslenme
Gestasyonel diyabet öyküsü
Glukoz intoleransı öyküsü
Hipertansiyon
Dislipidemi
Dü ük do um a ırlı ı
Tip 2 Diyabetes Mellitus
Tip 2 diyabetes mellitusta genetik geçi in poligenik oldu u dü ünülmektedir. Aday
genler arasında pankreas beta hücresi ile kas ve ya dokusu glukoz metabolizmasında yer alan
moleküller sayılabilir. nsülin, insülin reseptörü, mitokondriyal komponentler, glukokinaz ve
glikojen sentetazı kodlayan genlerde çe itli mutasyonlar saptanmı tır. Tip 2’de genetik geçi in
tip 1’den daha önemli oldu una inanılmaktadır. Monozigot ikizler arasında tip 1 diyabetes
mellitus konkordans oranı % 50 civarında olmasına ra men tip 2 diyabetes mellitusta
konkordans % 80 gibi de erlere çıkabilir.
20
Tip 2 diyabetes mellituslu hastalarda fizyopatolojik olarak ba lıca iki defekt
bulunmaktadır
1. Anormal insülin salınması
2. Hedef dokularda insülinin etkisine kar ı direnç.
Hangisinin primer oldu u açık de ildir. Tip 2 diyabetes mellitus üç dönem halinde
seyretmektedir. Hastalarda genetik olarak belirlenmi insülin direnci mevcuttur. Birinci
dönemde insülin direnci nedeniyle insülin yüksekli i olmasına ra men kan glukoz düzeyi
normal sınırlardadır. kinci dönemde insülin direnci daha da belirgin hale gelirken yüksek
insülin düzeylerine ra men, postprandiyal hiperglisemi geli ir. Üçüncü dönemde insülin
direncinde ilerleme olmamasına ra men, insülin salınmasında azalma meydana gelir ve
açlıkta bile hiperglisemi geli erek a ikâr diyabetes mellitus ortaya çıkar. Bununla birlikte,
di er çalı macılar aksine önce beta hücresi fonksiyon bozuklu u oldu unu ileri sürmektedir.
Hiperglisemi sadece bir sonuç de ildir. Diyabetik hastalarda, insülin duyarlılı ını
azaltarak ve hepatik glukoz outputunu arttırarak, glukoz toleransını daha da bozabilir. Yani,
ba ka bir neden olmaksızın sadece yüksek glukoz düzeyleri pankreasdan insülin
salgılanmasını daha da bozabilir ve insülin direncini artırır (glucose toxicity, glucotoxicity).
Devamlı hiperglisemi nedeniyle pankreas beta hücrelerinde glikojen birikir. Diyabetik
hastaların dola ımında bulunan yüksek serum ya asitleri, karaci erde insülin etkisine kar ı
bir dirence yol açar. Artmı ya oksidasyonu, glukoz uptake'i ve glikojen sentezini bozabilir
(lipotoxicity).
Tip 2 diyabetes mellitus hastalarının büyük bir kısmı i mandır. i manlık tek ba ına
insülin direnci nedeni olabilir. i man olmayan tip 2 diyabetes mellitus hastalarında da insülin
direncinin görülmesi, di er faktörlerin de insülin direncinde rol aldı ını akla getirmektedir.
Tip 2 diyabetes mellitusta insülin direnci, insülin reseptör sayısında azalma ile birlikte
olmasına ra men, direncin önemli bir kısmı postreseptör yapısındadır. Tip 2 diyabetes
21
mellitus hastalarının pankreaslarında amiloid depolanması olmaktadır. Bu 37 aminoasitli
peptid "adacık amiloid peptidi" (islet amyloid peptide of pancreas, IAPP) veya "amilin"
olarak isimlendirilmektedir. Amilin, insülin sentezi esnasında normal olarak yapılmakta ve
insülin salgılatıcılarına cevap olarak insülinle birlikte salınmaktadır. Pankreastan a ırı insülin
ve dolayısıyla amilin salınmasının artması insülin direncine yol açabilir. Adacıklardaki amilin
birikimi, insülin direnci nedeni ile a ırı yapıma ba lı olarak geli ir ve insülin direncine
katkıda bulunur. Yani, primer adacık hücre defekti insülinin a ırı salınmasına bu da insülin
direncine yol açmaktadır. Amiloid fibrilleri adacık hücrelerin üzerinde toksik bir etki gösterir.
Beta hücresi apoptozuna ve adacıkların amiloid ile i galine neden olur.
Glukoz ta ıyıcıları da etyolojide rol oynayabilir. Pankreasda bulunan ve insüline
ba ımlı glukoz ta ıyıcısı olan GLUT–2 nin (insulin regutable glucose transporter)
düzeylerindeki dü üklük, glukoza kar ı erken insülin cevabının yoklu undan, kas ve ya
dokusunda bulunan GLUT–4 düzeylerindeki dü üklük ise insülin direncinin geli mesinden
sorumlu tutulmaktadır.
Tip 2 diyabetes mellitus ya amın orta ve ileri ya larında görülmektedir. Hastalar tipik
olarak i mandır. Semptomlar yava yava geli ir veya tesadüfen kan glukozu yüksekli i
saptanır. Tip 1 diyabetes mellitusun aksine, plazma insülin düzeyleri mutlak de er olarak
normal veya yüksek bulunur. Yüksek plazma glukoz düzeylerine göre de erlendirilirse dü ük
oldu u ortaya çıkar, yani göreceli bir insülin eksikli i mevcuttur. Tip 2 diyabetes mellituslu
hastalarda diyabetik ketoasidoz geli mez, buna kar ılık, hiperosmolar nonketotik koma
geli mesine kar ı bir e ilim mevcuttur. Hastalar sadece diyet ile regüle edilebilir. Diyet
tedavisine cevapsız kalan hastaların büyük bir kısmında oral antidiyabetik ilaç tedavisine
cevap alınabilir. Diyabet kontrolü için yeterli cevap alınamayan tip 2 diyabetes mellitus
hastaları insülin ile tedavi edilir.
22
Diyabetes mellitus tedavisi çe itli basamaklardan olu maktadır. Bunlar arasında diyet,
egzersiz, insülin ve oral antidiyabetik ajanlar sayılabilir.
Günümüzde DM diyet programlarında hastaların kolayca uygulayabilecekleri bir
esneklik sunulmaktadır. Önce hastanın total kalori gereksinimi hesaplanır. Standart olarak
erkek için 36 kcal/kg (150 kJ/kg) ve kadın için 34 kcal/kg (140 kJ/kg) ba langıç için uygun
düzeylerdir. Burada hesaplar hastanın mevcut a ırlı ına göre de il, ideal kilosuna göre
yapılmalıdır. i man hastalarda daha da dü ük düzeyler tercih edilebilir. Daha sonra kalori
içeri inin protein, ya ve karbonhidrat da ılımı hesaplanır. yi bir beslenme için minimal
protein gereksinmesi 0,9 g/kg/gün ( sınırları 1,0 ile 1,5 g/kg/gün) kadardır. Nefropatili
hastalarda dü ük proteinli diyet nefropatinin ilerlemesini yava lattı ı için, böyle hastalarda
0,8 g/kg/gün veya günlük kalorinin % 10 u kadar protein verilmelidir. Karbonhidrat ve ya
arasındaki kalori da ılımı bireysel olarak belirlenmelidir. Kilo kaybı isteniyorsa, ya
kısıtlanması uygun olur. A ırlı ı ve kan ya ları normal ki iler için ortalama ya miktarının,
total kalori gereksiniminin % 30 undan az olması ve bunların % 10 undan azının doymu ya
olması önerilmektedir. Protein ve ya içeri i seçildikten sonra kalan kaloriler karbonhidrat
olarak verilir.
Ya lar iki karbon atomu arasında tek ba varsa doymu , çift ba varsa doymamı
olarak ya asidi olarak isimlendirilir. Çift ba bir tane ise tekli doymamı , birden çok ise
çoklu doymamı ya asitleri olarak isim verilir. Aterosklerotik kalp hastalı ı riskinden uzak
kalmak için doymu ya asidi alımı günlük enerji alımının % 10’undan ve total ya alımı ile
sa lanan enerji günlük enerji alımının % 30’undan dü ük olmalıdır. Ya ların cis ve trans
biçimleri de önemlidir. Doymamı ya asitlerinde bulunan hirdojen kökleri aynı yönde ise cis,
farklı yönde ise trans olarak isimlendirilmektedir. Trans ya asitleri genel olarak ticari ya lar
içinde fazla miktarda bulunur ve aterojeniktir. Ya asitleri ayrıca metil ucundaki karbon
atomu omega olarak isimlendirilmektedir. lk çift ba metil ucuna göre 3. karbon atomunda
23
ise omega–3 ya asitleri denir. Omega–3 ya asitleri deniz ürünlerinde bol miktarda bulunur
ve koroner arter hastalı ı riskini azaltı ı ileri sürülmektedir. Omega–6 ya asitleri sıvı bitkisel
ya larda ve omega-9 ya asitleri ise zeytin ya ında bol miktarda bulunmaktadır.
Glisemik indeks 50 g karbonhidrat içeren test yiyece inin 2 saat içerisinde
olu turdu u kan glukozu artı alanının, aynı miktarda karbonhidrat içeren beyaz ekme in
olu turdu u kan glukozu artı alanına kıyaslanması ile elde edilir. Diyabetik hastalarda
glisemik indeksi yüksek karbonhidratlardan kaçınmalıdır.
Diyetin posa içeri i arttırılmalıdır. Lifler suda eriyen ve erimeyenler olarak iki gruba
ayrılır. Suda erimeyen lifler ba lıca sellüloz ve hemisellülozdan olu maktadır. Asıl kaynakları
hububat tohumlarının kepek kısmıdır. Linyin, a açların önemli bir kısmını olu turur ve
bitkilerin tahtamsı yapısına katılır. Tahta ba lıca, sellüloz, hemisellüloz ve linyinden
olu maktadır. Linyin meyvelerin yenen kabuk ve tohumlarında da bulunur. Suda erimeyen
lifler daha çok feçes miktarının artmasını sa lar. Bu nedenle ba lıca kabızlı ın ilaç dı ı
tedavisinde etkili olabilir. Suda eriyen lifler aslında suda erimezler. Sadece su ile kar ıla tı ı
zaman jel olu tururlar. Bu tip lifler arasında pektin, sakızlar, zamklar ve bazı hemisellülozlar
sayılabilir. Pektinler ba lıca elma, portakal ve havuç gibi meyve ve sebzelerde bulunmaktadır.
Di er suda jel yapan lif örnekleri yulaf kepe i, arpa ve baklagillerdir. Böyle maddeler
hidrofilik jellerdir ve bol miktarda sıvı ile alındı ı zaman büyük miktarlarda su çekerek
gastrointestinal distansiyon yaparlar ve doygunluk hissine neden olurlar. Suda jel yapan lifler,
suyu tutarak meydana getirdikleri jel kolonda bakterilerin fermentasyonu için subsrat
olu turur. Bu tür lifler kolesterol dü ürücü etki gösterebilir. Yulaf kepe i a ırı miktarlarda
yulaf zamkı içerir. Bu madde beta glukan yapısındadır ve yulaf kepe inin kolesterol dü ürücü
etkisinden sorumlu olabilir.
Diyabetik hastalar diyetlerinde glukoz dı ında kalan tatlandırıcıları kullanabilirler. ki
grup tatlandırıcı mevcuttur: Besin de eri olanlar (kalorik tatlandırıcılar); kalorik etkisi olan
24
tatlandırıcılardır ve organik maddelerden olu urlar. Örnek olarak fruktoz, sorbitol, mannitol,
ksilitol, izomalt ve laktilol sayılabilir. Besin de eri olmayan tatlandırıcıların pratik olarak
kalorik de eri yoktur. Sentetik yolla elde edilirler. Bunlar arasında siklamat, sakkarin,
aspartam ve asesülfam-K sayılabilir.
Diyabetik hastalarda dengeli bir diyet uygulanıyorsa, ilave vitamin ve eser element
alınımına gerek yoktur.
Alkollü içkilerin hem kalori hem de bazılarındaki karbonhidrat ve ya içeri i dikkate
alınmalıdır. Bir mililitre alkol 0,8 g alkol içerir. Bir gram alkol ise 7 kcal enerji sa lamaktadır.
Alkol ile alınan kalori total enerji alınımını arttırır.
Diyabetes mellitus tedavisinde diyet düzenlenmesinin önemli bir yeri vardır. Diyet
düzenlenmesinde kolaylık sa lanması amacıyla besin de i im listeleri düzenlenmi tir Enerji
ve besin de eri aynı olan yiyecekler bir gruba toplanarak de i im listeleri meydana
getirilmi tir. De i im listeleri gıda örnekleri içindeki enerjinin alınabilmesi için
makrobesinler açısından birbirlerinin yerine geçebilen besinleri göstermektedir. Böyle bir
sisteme göre alınan yiyecekler içerdikleri kalori, karbonhidrat, protein ve ya
miktarı
özelli ine göre altı gruba ayıran bir liste halinde sunulmu tur. Gıdalar ba lıca altı grup
de i im listesi halinde toplanmaktadır: Ya
de i imi, süt de i imi, et de i imi, meyve
de i imi, sebze de i imi ve ekmek, tahıl ve ni a ta de i imi gibi. Ayrıca bazı gıdalar serbest
olarak isimlendirilmektedir. De i im kelimesi bir listede miktarı ile birlikte yer alan bir
gıdanın aynı listenin di er bir yerinde miktarı belirtilen di er gıda ile de i tirilebilece ini
yansıtmaktadır. Alınan besin veya kalori içeri inde de i iklik yapılmak istenirse alınan gıda
di er bir de i im listesindeki gıda ile de i tirilebilir.
Hazırlanan diyet listesinde total kalori miktarı ö ünlere da ıtılır. nsülin kullanan
hastalarda, hipoglisemiden kaçınmak amacıyla ö ünlerin da ıtılması önem kazanmaktadır.
Tipik bir örnek total kalorinin % 20’sini sabah, % 35’ini ö le yeme i, % 30’unu ak am
25
yeme i ve % 15 ini gece yatmadan önce vermektir. Sıklıkla sabah ile ö le arası veya ö le ile
ak am arası ve gece yatmadan önce birer ara ö ün gerekli olabilir. Çok sayıda enjeksiyon
veya insülin pompası ile sıkı kontrol uygulaması yapılan hastalarda daha sık aralıklarla
beslenme önerilebilir. Böylece enerji alınımının % 20’si kahvaltı ve ö le yeme inde, % 30’u
ak am yeme inde ve geri kalan % 30’u hastanın gün boyu plazma glukoz de erlerine göre
ö le, ak am ve gece ara yemeklerine da ıtılmalıdır.
Egzersiz diyabetes melitus tedavisinin önemli bir basama ını olu turmaktadır. Glukoz
intoleransı, kan basıncı kontrolü, a ırlık kontrolü, lipid profili ve kardiyovasküler status
üzerinde yararlı etkileri bulunabilir. Proliferatif retinopatili hastalarda, özellikle yo un
egzersizden sonra ciddi bir kanama hatta retina dekolmanı riski vardır. Diyabetik hastaların
fonksiyonel durumu, sa lık gereksinimi ve medikal durumlarına göre egzersizin tipi,
ciddiyeti(maksimal kalb hızının % 70’ine varan), süresi (en az 30 dakika) ve sıklı ı (haftada
3-5 gün) belirlenmelidir.
Hastalar egzersiz öncesi kan glukozu düzeylerini ölçmelidir. nsülin veya sülfonilürea
kullanan hastalarda egzersiz esnasında veya sonra hipoglisemi geli me riski yüksektir.
Egzersize ba landı ında kan glukozunun hastaya göre de i mekle birlikte, 100–180 mg/dL
arasında olması önerilebilir. Bu nedenle egzersiz uygulayan hastaların diyetinde ayarlamalar
yapılmalıdır. Tüm hastalara ilave aktivite veya egzersiz planlandı ı zaman insülin dozlarının
azaltılması gerekti i ö ütlenmelidir. Aerobik ve "calisthenic" (vücut esteti i sa layıcı) tür
egzersizler diyabetik hastalar için daha uygundur.
nsülin tip 1 diyabetes mellituslu hastaların tümünde ve bazı tip 2 diyabetes mellitus
hastalarında kullanılmaktadır. nsülin enjeksiyonları ile tedavi edilen hastalarda fizyolojik
insülin cevapları taklit edilemez. nsülin preparatları 1980’lerin ortalarına kadar domuz ve
sı ır gibi hayvanların pankreaslarından ekstrakte edilmi insülinlerdi. Günümüzde insülin
preparatları sentetik yollardan ticari olarak E.coli ve çe itli mantar kültürlerinde rekombinan
26
DNA teknolojisi ile elde edilmektedir.
laç piyasasında etki süreleri farklı çe itli insülin preparatları bulunmaktadır:
(1) Erken etkili insülin anologları yemekten 10–20 dakika önce verilirler. Yemek sonrası
glukoz oynamalarının daha az oldu u ileri sürülmektedir.
(a) nsülin anologu lispro, rekombinan DNA yöntemiyle elde edilir ve B zincirinin 28.
pozisyonunda lizin, 29. pozisyonunda prolin mevcuttur. Etki, kristalize insüline göre daha
erken ba lar ve daha kısa sürer. Enjeksiyonlar, yemekten hemen önce yapılır. (b) Bir di er
insülin anologu olan aspart insülin, regülar insüline göre iki misli hızla emilir ve kandaki
düzeyler de regülar insülinden iki misli yüksektir.
(2) Çabuk etkili. Yemekten 30–60 dakika önce verilirler.
(a) Regular (kristalize, solubl veya modifiye edilmemi ) insülinin etkisi erken ba lar
ve kısa sürer. Damariçi, kas içi ve cilt altı yollarından verilebilir. Intravenöz verildi i zaman
etkisi hemen ba lar.
(b) Semi-lente insülin, asetat tamponunda insülin ve çinko içeren kısa etkili
preparattır.
(3) Orta etkili.
(a) NPH insülin, izofan insülin olarak da isimlendirilmektedir. nsülin ve protaminin
e it miktarlarda (izofan), nötral pH’da ve az miktarlarda çinko ve fenol ile karı tırılmasıyla
elde edilir. Protamin katılması emilimin gecikmesini sa lar.
(b) Lente insülin. Lente insülinler, insülinin asetat tamponunda ve fizyolojik pH’da
karı tırılması ile elde edilir. ki tipi mevcuttur: kristalize ve amorf. Amorf olanı hızla emilir ve
çabuk etkili insülin olarak etki eder. Yukarıda bahsedilen semilente insülini olu turur. Daha
güç çözünen kristalize form ise uzun etkilidir ve ultralente insülin olarak bilinmektedir. Orta
etkili lente insülin ise, kabaca % 30 amorf ve % 70 kristalize formdan olu maktadır. Etki
özellikleri di er orta etkili insülin olan NPH ya benzemektedir.
27
(c) nsülin lispro protamin (neutral protamin lispro). Kısa etkili insülin olan lispro
insülini yava salınımlı orta etkili insülin haline getirebilmek için protamin ile kristalize hale
sokulur. Kısa ve orta etkili insülin preparatlarının beraber kullanılması istendi i zaman kısa
etkili lispro insülinler, orta etkili NPH yerine, orta etkili NPL insülinler ile karı tırılmalıdır.
(4) Uzun etkili.
(a) Ultralente insülin, lente insülinler arasında çözünmesi daha güç olan kristalize
formdan olu maktadır. Etkisi geç ba lar ve uzun sürer.
(b) Glargine insülin de insülin anologudur. Etkisi 24 saat sürer. Belirli Escherichia coli
(K12)
u ları tarafından üretilmektedir. A21 pozisyonundaki asparagine yerine glycine
geçmi ve B zincirinin C terminaline iki arginin ilave olmu tur. Di er insülin tipleri ile
karı tırılmamaktadır.
(c) nsülin detemir Lys B29 amino gruplarının kovalent açilasyonu ile olu ur. Bu
modifikasyon albumine reversibl ba lanmasını sa lar. Böylece insulinin subkutan dokudan
absorbsiyonu yava lar. NPH’ya göre çok daha basık zaman - etki profili vardır. Etkisi % 2436 daha azdır. Aynı glisemik kontrolu sa lamak için gerekli doz NPH’dan 2-3 kat daha
fazladır. Hipoglisemik etkisi az ve hastalar arası açlık glukoz varyasyonları da azdır.
(5) kili etkili. Çe itli endikasyonlarda çabuk ve uzun etkili insülinlerin birlikte kullanılması
gerekebilir. Hızlı ve orta etkili karı ım hazırlanırken, regular insülin, NPH ile ve semilente
insülin ise lente insülin ile karı tırılmalıdır. Aynı ırınga içinde ikisinin de etki özellikleri
devam eder (bir hafta kadar sürebilir). Regular insülin, lente ve ultralente insülin ile aynı
ırınga içinde karı tırılıp beklenirse, 2–10 dakika içinde regüler insülinin ani etkisi
kaybolabilir. Günümüzde ticari olarak hazırlanmı ve çe itli oranlarda regular ve NPH insülin
içeren karı ım preparatları ilaç piyasasında bulunmaktadır.
nkretinler: nsülin sekresyonu; glukoz, aminoasit ve ya asitleri gibi absorbe edilen
sindirim
ürünlerinin
serum
konsantrasyonlarıyla
28
birlikte,
intestinal
enteroendokrin
hücrelerden salgılanarak, enteroinsular aksın bir kolunu olu turan ve inkretinler adı verilen
insülin sekrete ettirici hormonlar tarafından düzenlenmektedir. Oral yolla alınan glukozun
intravenöz yolla verilen glukoza göre daha fazla insülin sekresyonuna yol açmasına inkretin
etki denilmektedir. Gastrik inhibitör polipeptid (GIP) ve glukagon-benzeri peptid-1 (GLP-1)
intestinal inkretin etkiden sırasıyla %20 ve % 80 oranında sorumlu olan ba lıca inkretin
hormonlardır. GLP–1 ve GIP’in, duyarlı hücrelerde glukoza ba ımlı insülin sekresyonu
üzerinde önemli etkileri bulunmaktadır. Her iki peptid aynı zamanda pankreas
hücre
proliferasyonu ve sitoproteksiyonunu da düzenlemektedir. GLP–1, gastrik bo almayı,
glukagon sekresyonunu ve besin alımını inhibe ederken, GIP bu etkileri gösterememektedir.
Sekresyonlarını takiben, ba lıca dipeptidil peptidaz IV (DP IV) enzimi tarafından hızla
yıkılmaları nedeniyle, GIP ve GLP-1’in oldukça kısa yarı ömürleri vardır. Tip 2 diyabetik
hastalarda inkretin etki azalmı tır ve orta derecede bir GLP–1 hiposekresyonu bulunmaktadır.
Bununla birlikte GLP-1’e insülinotropik yanıt iyi korunmu tur. GIP ise tip 2 diyabetiklerde
normal veya hafif azalmı olarak sekrete edilmektedir.
Çabuk etkili preparatlar diyabetik acillerde, intravenöz, çok sayıda cilt altı enjeksiyon
ve devamlı cilt altı insülin infüzyonu protokollerinde; orta etkili preparatlar ise klasik tedavi
yöntemlerinde ve çok sayıda cilt altı enjeksiyon protokollerinde ve uzun etkili insülinler ise
hemen hemen sadece üç enjeksiyonlu cilt altı enjeksiyon protokollerinde kullanılmaktadır.
Regular (kristalize, solubl veya modifiye edilmemi ) insülinin etkisi erken ba lar ve kısa
sürer. Damariçi, kas içi ve cilt altı yollarından verilebilir. ntravenöz verildi i zaman etkisi
hemen ba lar. nsülin anolo u lispro’nun etkisi kristalize insüline göre daha erken ba lar ve
daha kısa sürer. Bu nedenle, yemekten hemen önce enjeksiyonlar yapılır. NPH insülin ve
di er orta ve uzun etkili insülinler sadece cilt altı injeksiyonlarında kullanılır
nsülin verilmesinde tek bir standart plan mevcut de ildir. Tedavi planı hekimden
hekime ve hekimler için de hastadan hastaya de i ir. Üç ayrı tip tedavi rejimi
29
kullanılmaktadır: klasik, çok sayıda cilt altı enjeksiyon ve devamlı cilt altı insülin infüzyonu.
Çok sayıda cilt altı enjeksiyon ve devamlı cilt altı insülin infüzyonu, komplikasyonlara kar ı
korumak amacıyla planlanan yo un tedavi programlarında kullanılmaktadır.
Klasik insülin tedavisinde orta etkili bir insülinin, küçük miktarlarda çabuk etkili
(kristalize) insülin ile veya tek ba ına günde bir veya iki defa yapılmasından olu maktadır.
Günlük insülin gereksinimi 0.25–0.75 ünite/kg/gün (ortalama 0.55 ünite/kg/gün) arasında
de i im göstermektedir. Normal a ırlıklı yeti kinlerde 15–20 ünite/gün, i man hastalarda ise
insülin direncinden dolayı, 25–30 ünite /gün dozu tercih edilir. Dozu de i tirmeden önce bir
kaç gün aynı doz ile gidilmesi tercih edilir. De i imler, her adımda 5 veya 10 üniteden fazla
yapılmaz. Sadece, pankreas insülin salgılama kapasitesi nisbeten devam eden hastalarda
günde tek doz insülin enjeksiyonu ile uygun bir kontrolün sa lanması olasıdır. Kötü kontrol
edilen hastalarda birden fazla enjeksiyon uygulanmalıdır. Günlük total dozun yakla ık olarak
2/3 ü kahvaltıdan önce yapılır ve geri kalanı ak am yeme inden önce verilir. Günlük insülin
gereksinmesi 50–60 ünite/gün dozuna yakla ırsa, hemen hemen daima çift doz rejimi
uygulanmaktadır. Bazı hekimler, ba langıç tedavisinde bile orta etkili insülinlere regülar
insülin ilave eder. Böylece, tek doz rejimleri, tek ba ına 25 ünite orta etkili insülin yerine 20
ünite orta etkili ve 5 ünite regülar insülin ile ba layabilir. ki doz insülin enjeksiyonu
tedavisindeki hastaların büyük bir kısmı, orta ve çabuk etkili insülin karı ımı ile tedavi edilir,
yani, 25 ünite NPH + 10 ünite çabuk ekili insülin kahvaltıdan önce ve 10 ünite NPH + 5 ünite
çabuk etkili insülin ak am yeme inden önce yapılır. Kontrol problemleri olan hastalar
hastaneye yatırılıp, kan glukoz düzeyi ayarlanmalıdır.
Çok sayıda cilt altı insülin enjeksiyonunun en sık uygulanan ekli ise ak amları orta
veya uzun etkili insülin enjeksiyonu ile birlikte her yemekten önce küçük miktarlarda çabuk
etkili insülin yapılmasıdır. Doz ayarlaması glukoz düzeylerine göre belirlenir. Çok sayıda cilt
altı insülin enjeksiyonu, plazma glukoz düzeylerinin kontrol edilmesinde etkilidir ve devamlı
30
cilt altı insülin infüzyonu kadar ba arılı olabilir.
Devamlı cilt altı insülin infüzyonunda insülin infüzyon pompası kullanılmaktadır. Bu
pompa karın duvarına yerle tirilir ve ince bir kelebek i ne (27 gauge) ile çabuk etkili insülin
karın cildi altına verilir. nsülin gün boyunca bazal bir tempo ile verilir, ayrıca hastalar
gereksinimlere göre yemeklerden önce boluslar halinde ilave dozlar yaparlar. Doz
ayarlamaları, kapiller kan glukozu ölçümlerine dayanarak, çok sayıda cilt altı infüzyon tekni i
gibi yapılmaktadır. Günlük total dozun % 40’ı bazal tempo için harcanır. Dozun geri kalanı
yemek öncesi boluslar eklinde verilir. Devamlı cilt altı insülin infüzyonu, klasik insülin
tedavisine göre daha iyi bir kontrol sa lamaktadır. Hipoglisemi, özellikle kan glukozu düzeyi
100 mg/dL nin altında tutulmaya çalı ılan hastalarda geceleri problem yaratabilir. Pompa
kullanan hastalar arasında açıklanamayan ölüm olayları bildirilmi tir. Devamlı cilt altı insülin
infüzyonu hastalarında ayrıca diyabetik ketoasidoz sıklı ı artmı bulunmaktadır. Pompa
kullanımı tecrübeli hekimlerin kontrolü altındaki disiplinli ve motive hastalara saklanmalıdır.
Oral Antidiyabetik Ajanlar:
Diyabetes mellitus tedavisinde çe itli oral ilaçlar kullanılmaktadır: Sülfonilürealar,
biguanidler, alfa-glukosidaz inhibitörleri, tiyazolidinedionlar ve meglitinid grubu gibi.
Sülfonilürea grubu oral antidiyabetik ilaçlar etkilerini Kir6.2/SUR reseptörleri ile
göstermektedir. Bu reseptörler ATP’ye ba ımlı potasyum kanalları (ATP-sensitive K+
kanalları, K+ATP kanalları) olarak da bilinmektedir. Her kanal santral bir açıklık olu turan
dört Kir6.2 proteini ve bunu çevreleyen dört sülfonilüreaya hassas bölgeden olu mu tur.
Kir6.2 proteinleri K+ iyonunun transportunda, SUR subünitesi ise kanal aktivitesinin
düzenlenmesinde yer almaktadır. Üç tip sülfonilürea reseptörü mevcuttur. Bunlardan SUR1
reseptörleri ba lıca pankreas beta hücresi membranında, SUR2A reseptörleri kalpte, SUR2B
reseptörleri ise damarlarda eksprese edilmektedir. Sülfonilürealar reseptöre ba lanınca, beta
31
hücresi membran potansiyelini kontrol eden ATP kanalları kapanır (açılması inhibe edilir).
Kanallar kapanınca hücrede depolarizasyon meydana gelir ve kalsiyum kanalları açılır.
Kalsiyum hücre içine girer ve beta hücresinden insülin salınmasına neden olur. Sülfonilürea
grubu ilaçlar sulfonilürea veya benzamido kökleri içerir. SUR1 reseptörleri üzerinde her ikisi
için de yapı ma yeri vardır. SUR2A ve SUR2B reseptörlerinde ise sadece benzamino kökü
için yapı ma yeri bulunmaktadır. Gliklazid sadece sülfonilürea kökü içerir. Glimepiridde ise
her iki kök de vardır.
SUR1 reseptörlerine ba lanma özelliklerine göre sulfonilüreaların etkileri farklılık
gösterir. Yüksek affinite gösterenler daha dü ük dozlarda etkilidir ve reversibl ba lananlarda
ise hipoglisemi riski dü üktür. Gliklazid, glimepirid’e göre daha yüksek affinite gösterir.
Gliklazid,
tolbutamid
ve
meglitidinler
reversibl
ba lanma
göstermektedir.
Sülfonilüreaların reseptörlere etkisi oldukça farklıdır. Tolbutamid ve gliklazid, sadece
sülfonilürea kökü içerir ve beta hücre reseptörleri (Kir6.2/SUR1) üzerine etki eder. Kardiyak
ve vasküler reseptörler üzerine etki göstermez. Buna kar ılık, hem sülfonilürea hem de
benzamido gruplarını içeren glibenklamid ve glimepiride, hem beta hücresi SUR1 reseptörleri
ve hem de myokard ve damar hücresi Kir6.2/SUR2A reseptörlerine kar ı yüksek affinite
göstermektedir.
Kalpteki SUR2A ve damar cidarında bulunan SUR2B reseptörlerine yapı an
sülfonilürealar potasyuma ba ımlı ATP kanallarının kapanmasına ve hücre içine kalsiyum
girmesine yol açar. Hücre içine giren kalsiyum kalpte myositlerin kasılmasına ve damarda
konstriksiyona neden olur. Böylece kalb koruyucu myosit inhibisyonu ve damar koruyucu
damar dilatasyonu engellenmi olur. Myokard ve koroner dola ımın hasardan korunmasını
önler ve myokard iskemisine neden olur. Bu nedenle, sadece beta hücresi üzerine etki eden
tolbutamid ve gliklazid gibi türevler iskemi durumlarında kalp ve damar cidarı hasarlarını
artırmaz.
32
Pankreasta ayrıca iki türlü K+ hassas ATP kanalı bulundu u ileri sürülmektedir.
Bunlardan bir tanesi klasik sülfonilürea grubunun etki etti i gecikmi ve uzamı etkili
kanallar, di eri ise meglitinid türevlerinin yapı tı ı hızlı ve çabuk etkili kanallardır.
Sülfonilürealar pankreas beta hücrelerinden insülin salınmasını arttırarak etki
göstermektedirler. Yukarda belirtildi i gibi sülfonilüreaların reseptöre ba lanması, beta
hücresi membran potansiyelini kontrol eden ATP kanallarının kapanmasına, depolarizasyona,
kalsiyumun hücre içine giri ine ve insülin salınmasına neden olmaktadır. Sülfonilüreaların
pankreas dı ı etkileri de vardır. Bunlar arasında, insülin reseptörlerinin sayısını arttırmaları ve
artmı
insülin ba lanmasından ba ımsız olarak insüline ba ımlı glukoz transportunu
arttırmaları sayılabilir. Pankreas dı ı etkiler olsa bile fazla önemli bulunmamaktadır.
Sülfonilürealar birinci ve ikinci jenerasyon olmak üzere sınıflandırılır. Birinci jenerasyon
ürünleri arasında klorpropamid, tolozamid, tolbutamid ve asetoheksamid sayılabilir.
Klorpropamidin etkisi uzundur ve renal tubulusların antidiüretik hormona kar ı duyarlılı ını
artırmaktadır. Bu nedenle parsiyel diyabetes insipidusu olan bazı hastalarda kullanılabilir,
fakat diyabetes mellituslu hastalarda su tutulmasına ve kalp yetmezli ine neden olabilir. Ciddi
hipoglisemilere de yol açabilir. Birinci jenerasyon ürünleri artık ülkemizde ilaç piyasasından
çekilmi gibidir.
kinci jenerasyon ürünler arasında yer alan gliburid (glibenklamid), glibornurid,
gliklazid, glipizid ve glimepirid gibi ilaçlar daha küçük miktarlarda etkilidir. kinci jenerasyon
ilaçlar daha potenttir ve yarı ömürleri daha uzundur. Bunlar ba lıca karaci erde metabolize ve
inaktive edilirler. kinci jenerasyon ilaçlar, proteinlere noniyonik olarak ba lanır. Bu nedenle
ilaç kar ılıklı etkile imi fazla görülmez. Karaci erde metabolize olduklarından hafif böbrek
yetmezli i bulunan hastalarda güvenli bir ekilde kullanılabilir. Glibenklamid pankreasta en
çok biriken sülfonilüreadır. Bu nedenle en potent ilaçlardan birini olu turur. Glimepirid ise
çok küçük dozlarda etkilidir. Etkisi hızlı ba lar ve uzun sürelidir. Bu nedenle günde tek doz
33
halinde verilebilir. Hipoglisemi riski en dü ük ilaçlardan biridir. Gliklazid, sekonder
yetersizli in en az geli ti i ilaçlardan biridir. Diyabetes mellitusun vasküler komplikasyonları
üzerinde do rudan iyile tirici etkisi oldu u ileri sürülmektedir. Trombosit agregasyonunu
engeller ve serbest radikalleri temizleyici özellikler gösterir. Sülfonilürea tedavisinde küçük
dozlardan ba lanarak doz yükseltilmelidir. Günde tek veya iki doz halinde verilebilir.
Sülfonilürealara cevapta hem primer hem de sekonder yetersizlik görülebilir.
Hastaların % 10–20’sinde primer cevapsızlık mevcuttur. Yani ilaca ba langıç anında bile
cevap vermezler. lave olarak her sene hastaların % 5–10’unda sekonder cevapsızlık geli ir;
yani önce ilaca cevap verildi i halde sonraları bu cevap kaybolur. Böyle hastalarda insülin
tedavisine geçilmelidir.
Meglitinidler kısa (çok kısa) veya erken etkili insülinotropik ajanlar olarak ta bilinir
(glukoza duyarlı insülinotropik ajanlar). Sülfonilürea grubundan de ildir. Fenilalanin
deriveleridir. Sülfonilürealardan çok daha erken ekilde pankreastan insülin salınmasını
uyarır. Yine sülfonilürealardan farklı olarak, pankreasta hızlı ve çabuk etkili K+ hassas ATP
kanalı üzerinden etki göstermektedir.
Bu gruptan repaglinid, karbamoilmetil benzoik asit derivesidir. Nateglinid ise bir
fenilalanin derivesidir. Beta hücreleri üzerindeki K+ ATP kanalları için daha spesifik oldu u
ileri sürülmektedir. Etkisi repaglinide göre daha erken ba lar ve daha kısa sürer. Yemeklerle
beraber alınır. Daha fizyolojik yemek sonrası insülin düzeyleri sa ladı ı ileri sürülmektedir.
Yemek sonrası hipo ve hiperglisemilere daha seyrek rastlanmaktadır. Bilhassa i man tip 2
diyabetes mellitus hastalarında seçilmi tedavilerden biri olarak görünmektedir. Nateglinid ile
hipoglisemi riski di er sulfonilürealara göre daha dü üktür. Ayrıca, hiperinsülinemi süresi de
çok kısadır. Metformin ile kombine olarak kullanılabilir.
Biguanidler: Bir biguanide türevi olan metformin, hepatik glukoneogenezi inhibe eder;
ayrıca adale ve ya dokusunda da glukoz yıkımını arttırabilir. Diyet ve egzersize cevap
34
vermeyen tip 2 diyabetes mellitus hastalarında kullanılabilir. i man hastalarda tek ilaç olarak
da verilebilir. Metformin, sülfonilüreaların aksine hipoglisemiye neden olmaz. Seyrek de olsa,
fenformin gibi metforminle de laktik asidoz geli ebilir. Bu nedenle, böbrek hastalı ı olanlarda
ilaç kullanılmamalıdır. Bulantı, kusma, ishal veya araya giren bir hastalık durumunda ilaç
kesilmelidir.
Alfa gikozidaz inhibitörü olan akarboz, barsaklarda kompleks karbonhidratların
disakkarit ve emilebilen monosakkaritlere parçalanmasından sorumlu olan intestinal alfaglukozidaz enzimini reversibl olarak inhibe eden bir oligosakkarittir. Barsaklardan
emilmedi i için sistemik yan etkisi yoktur. Ba lıca yan etkisi gastrointestinal sistem
üzerinedir: gaz hissi, karın a rısı ve ishal gibi. Gastrointestinal semptomlardan kaçınmak
amacıyla tedaviye küçük dozlarla ba lamalı ve dozlar tedricen yükseltilmelidir.
Thiazolidinedion grubu ilaçlar “Peroksizom proliferasyonunu aktive edici reseptör”gama (peroxisome proliferator activated receptor-gamma, PPAR) üzerine etki ederler. Bu
subsellüler elemanlar en çok ya dokusu ve karaci erde bulunmaktadır. PPAR, çe itli insüline
cevaplı genlerin transkripsiyonunu düzenleyen bir nükleer reseptör olarak görev yapar.
Thiazolidinedion türevleri bu elemanları uyararak insülin reseptörünün kinaz aktivitesini
arttırır. Böylece insülin duyarlılı ında artı meydana getirererek, kan glukoz, serbest ya asit
ve trigliserit düzeylerini dü ürür. Etkileri 4–6 hafta kadar sonra ba lar. Bu grup ilaçlar
arasında ciglitazone, pioglitazone, englitazone ve troglitazone sayılabilir. Yan etkilere kar ı
dikkatli olunmalıdır. Troglitazone ciddi hepatik yan etkilere neden oldu u için ngilterede
piyasadan çekilmi tir. Di er yan etkiler arasında kilo alma ve ödem sayılabilir.
Yemek öncesi sülfonilürea ve yatmadan önce insülin tedavisi kombinasyonu, sekonder
yetersizli i geli en tip 2 hastalarında kan glukozu kontrolünü kolayla tırır ve insülin
gereksinimini azaltabilir. Kombine tedavinin tek ilaç tedavisine üstünlü ünü savunmak
güçtür. Kombine tedavi ilaç kar ılıklı etkile im ve uzamı
35
hipoglisemi olasılı ını
artırmaktadır.
Dipeptidylpeptidase 4 antagonistleri DPP-4 inhibitörleri olarak da adlandırılır. Üyeleri
vildagliptin, sitagliptin ve saxagliptindir. GLP-1 yıkımını bloke edip do al inkretin etkiyi
arttırırlar. DPP-4 inhibitörlerinin oral yolla verilmesi avantaj ise de tokluk hissi ve kilo kabına
neden olmamaları dezavantajlarıdır. Gıda alımı ile stimüle olan insülin artı ı ve insülin
duyarlılı ını düzeltici etkileri gösterilmi tir.
Obezitenin nsülin Direnci ve Diyabetes Mellitus ile li kisi
Hem diyabetik hem de diyabetik olmayan obez ki ilerde, obezite ile insülin direnci
arasında güçlü bir ili ki vardır (34). BK 20’den 30’a çıktı ında diyabet riski 11 kat artar (35).
Obez olan her hastaya insülin direnci e lik etse de, insülin direncinin derecesi de i kendir ve
obezite, insülin direnci ve tip-II diyabet arasındaki ili ki tam olarak anla ılamamı tır.
Obezite, ya dokusunun artmasını gösterir. Obezite ile ili kili insülin direncinin bir
açıklaması, bazı ki ileri di erlerine göre daha çok insülin dirençli hale getiren faktörlerin ya
dokusunca salınmasıdır. Bu adipozit ürünleri TNF- , CRP, IL-6, IL-2, leptin, ghrelin, resistin
ve adiponektin’dir.
Ya
kitlesi arttıkça insülin direncininin ortaya çıkması ile ili kin en olası aday
faktörler arasında, serbet ya asitleri (SYA), TNF- , leptin yer almaktadır. nsülin direnci ile
ili kili olan viseral obeziteli hastalarda, sialik asit, CRP, IL-2 ve IL-6 gibi akut faz
proteinlerinde bir artı olur.
Obezitede ba ta gelen de i iklik, adipozitlerde triaçilgliserol birikimi olarak kabul
edilmekte ve artmı adipoz doku kitlesi ile ili kili bir faktörün di er dokularda insülin direnci
geli mesine yol açtı ı dü ünülmektedir. En belirgin aday, uygunsuz olarak artan SYA
konsantrasyonlarıdır. Dola ıma SYA da ıtımının artmasının insülin direncini ba latabilece i
gösterilmi tir. Adipozitlerden lipoliz ile serbestle en SYA’nın dola ımdaki düzeyleri
obezitede artar. Bazal lipoliz hızı, ya kitlesi arttıkça yükselir, ancak altta yatan mekanizma
36
bilinmemektedir. Yüksek SYA düzeylerinin glukoz-ya asidi döngüsü yoluyla, karaci er ve
kasta insülin duyarsızlı ını uyarabilece i dü ünülmektedir. Kasta SYA oksidasyonu
sonucunda olu an asetil-Coa piruvat dehidrogenazı inhibe ederek glukoz kullanımının
azalmasına yol açar. Sonuç olarak ortaya çıkan hücre içi glukoz artı ı, glukozu hücre içine
girmeye yönlendiren transmembran konsantrasyon gradyentini dü ürür ve glukoz alımında
ikincil bir azalmaya neden olur. Karaci erde asetil-CoA birikimi de piruvat karboksilazı
inhibe edip, glukoneogenezi uyararak, glukoz metabolizması üzerinde etki gösterir. Bu
nedenle artmı SYA konsantrasyonları hepatik glukoz üretiminin artmasına ve kas tarafından
glukoz alımının azalmasına yol açar. Böylece kan glukoz konsantrasyonunu arttırma e ilimi
gösterir ve insülinin etkisine etkili bir
biçimde kar ı koyar. Artmı SYA konsantrasyonları
ayrıca insülinin karaci er tarafından dola ıma verilmesini inhibe ederek, dola ımdaki insülin
konsantrasyonlarını daha da azaltır. Portal dola ıma do rudan salgılanan SYA, do rudan
karaci ere gönderildi i için özellikle diyabetojenik olabilir. Bu viseral ya depolanması ile
insülin arasında var oldu u bildirilen ili kiyi de açıklayabilir.
nsülin direncinde rol oynayabilecek ya dokusu sekresyon ürünlerinden biri de IL6’dır. IL-6 adipozitler, ya
dokusu destek hücrelerinide içeren bir çok hücre tarafından
salgılanır. IL-6’nın, ya dokusu lipoprotein lipaz (LPL) aktivite azalmasına neden oldu u
gösterilmi tir. Obez ki ilerin adipozitlerinde IL-6 sekresyonu artmı tır ve dola ımdaki bir
hormon veya lokal bir ayarlayıcı gibi insülin üzerinde etkisi olabilir.
Sitokin yapımı ile obeziteyle ili kili insülin direnci arasındaki en tutarlı açıklama, ya
dokusu tarafından artmı TNF- ve IL-6 sekresyonudur. Plazma IL-6 seviyesi ile insülin
duyarlılı ı ili kisi çok güçlüdür ve oldukça belirgin bir ters orantı vardır. nsüline en dirençli
grup ile en hassas grup arasında IL-6 seviyesi bakımından 5 kat fark bulunmu tur.
Bastard ve arkada ları yaptıkları çalı mada; IL-6, TNF- , Leptin, CRP ve di er
inflamatuar belirteçlerin dola ımdaki konsantrasyonlarını, diyabeti olan ve olmayan obez
37
kadınlarda, sa lıklı zayıf kadınlara kıyasla daha yüksek bulmu lardır (36). IL-6 TNF- ve
leptin serum konsantrasyonlarının bu ki ilerin BK de erleri ile belirgin korelasyon içinde
olmaları, bu sitokinlerin dola ımdaki kosantrasyonlarının kısmende olsa ya dokusu üretimini
yansıttı ını göstermektedir.
Hiperlipidemi, lipid metabolizması bozuklu una ba lı geli mekte olup, plazma
lipoprotein ve trigliserid düzeyinin yükselmesi olarak ifade edilmektedir. Yüksek
seviyelerdeki dü ük dansiteli lipoprotein (LDL) kolesterol, trigliserid, apoprotein B100,
lipoprotein(a) yada dü ük seviyelerdeki yüksek dansiteli lipoprotein (HDL) kolesterol ve
apoprotein A1 hiperlipidemi geli imini arttıran faktörlerdir. Hiperlipidemi, damarların intima
tabakası altında lipid birikimi sonucu, hücresel-humoral reaksiyonlara sebep olan ve
ateroskleroz olarak adlandırılan vaskuler bozuklu a yol açmaktadır. Ateroskleroz ise, koroner
kalp hastalı ına (KKH)’a zemin hazırlayan faktörlerin ba ında gelmektedir. Kalp hastalıkları
günümüzde ölüm nedenlerinin % 50’sini olu tururken, miyokard enfarktüsü geçirenlerin %
40’ının ya amını yitirdi i de bilinmektedir (16).
Hipertansiyon
Kan basıncı, toplum içerisinde normal da ılım gösterir. Oysa bununla beraber ortaya
çıkan kalp hastalı ı veya inme riski, kan basıncındaki yükselmeyle birlikte hiperbolik ekilde
artar ve belli bir kırılma noktası göstermez. Bu nedenle normal ve yüksek kan basıncı
arasındaki sınır keyfidir ve bundan ötürü de tam anlamıyla hareketli bir hedeftir. Eskiden ya a
100 eklenerek normal sistolik kan basıncının hesaplanması ve bunun üzerindeki de erlerin
tedavi edilmesi önerilirdi. O dönemlerde ya ın ilerlemesiyle aterosklerotik damarlarda kan
akımının devamı için kan basıncının artmasının gerekli (esansiyel) oldu u inancıyla esansiyel
hipertansiyon deyimi kullanılırdı. Sonraları eri kinlerde ya tan ba ımsız olarak 160/95 mmHg
üzerindeki de erler hipertansiyon olarak kabul edildi. Günümüzde ise prospektif randomize
kontrollü çalı maların ı ı ında hipertansiyon için kan basıncı sınırı 140/90 mmHg kabul
38
edilmektedir, çünkü bu sınırın üzerindeki insanlara tedavi verilmesi ile sa lanan fayda
tedaviye ba lı risklerden daha fazladır. Sistemik kan basıncı, kalbin kanı sistemik dola ıma
pompalaması sırasında kanın arter üzerinde olu turdu u basıncı anlatır. Kan basıncı, kardiyak
atım x periferik vasküler direnç olarak basitçe formüle edilebilir. Ancak; kan basıncını
yansıtan bu iki de i ken gün içerisinde birçok faktörün etkisi altında kalır. Dolayısıyla kan
basıncı da birçok eyden etkilenir. Bu faktörler tablo 2 ve tablo 3’de gösterilmi tir.
Tablo 2: Kardiyak atım ve dolum volümünü etkileyen faktörler
A- Sistemik
Sodyum dengesi (Diyetle alım)
Aldosteron
Glukokortikoidler
Atrial natriüretik faktörler
Tiroid hormonu
B- Lokal
Renal: Basınç natriürezi
Adrenerjik sinirler
ntrarenal hormonlar (Prostanoidler)
Kallikrein
Nitrik oksit
Renin anjiyotensin sistemi
Renal interstisyel basınç
Distal tübüler epitelyal sodyum kanalı
39
Tablo 3: Vasküler direnci belirleyen faktörler
A- Fonksiyonel:
1- Uzun Dönem
Nörojenik
Santral sinir sistemi (SSS) adrenerjik uyarı (stres, a rı, travma)
Rejyonel adrenerjik tonüs (renal sinirler)
Baroreseptör refleksleri
Hormonal sistemler
Renin, anjiyotensin, aldosteron
Adrenal katekolaminler
Tiroid hormonu ve nsülin
Na+-K+-ATPaz inhibitörleri
2- Kısa Dönem
Parakrin sistemler
Prostaglandinler
Endotelin
Nitrik oksit
B- Yapısal:
Vasküler doku
Medyal hipertrofi
Kalsiyum
Hipertansiyon
epidemiyolojik
olarak
önemli
bir
halk
sorunudur.
Eri kin
popülasyonunun yakla ık dörtte birini etkileyen hipertansiyon (Türkiye’de 15 milyon,
Amerika Birle ik Devletlerinde 50 milyon, tüm dünyada 1 milyar) hekim ba vuruları arasında
40
en sık nedenlerden biri olmanın yanında, inme, myokard infarktüsü, kalp yetersizli i, periferik
arter hastalı ı, aort diseksiyonu ve kronik böbrek yetersizli i için bilinen en yaygın tedavi
edilebilir risk faktörüdür. Hipertansiyonun tedavi edilmesiyle beraberinde gelen mortalite ve
morbiditenin belirgin olarak azaldı ını ortaya koyan tartı masız bilimsel kanıtların çoklu una
ra men, hipertansif hastalar, en ileri sa lık hizmeti sunan ülkeler de dahil olmak üzere tüm
dünyada yetersiz tedavi edilmektedir (37, 38). Son yıllarda inme, kalp ve böbrek yetersizli i
insidansındaki artı
ile koroner arter hastalı ı mortalitesindeki azalmanın durması gibi
istenmeyen e ilimlerin ortaya çıkmasındaki en önemli etkenlerden biri de hipertansiyonun
yetersiz tedavi edilmesidir.
Kan basıncı ölçümü için son 1 saat içinde kahve, çay ve son 15 dakika içinde sigara
içmemi olan bir kimse ayakları yere basar ekilde bir sandalyede en az 10 dakika oturtulur.
Kolu kalp hizasında desteklenir. Kola uygun geni likte bir man on ( Lastik balon kısmı kol
çevresinin en az %80.ini saracak; uzunlu u kol uzunlu unun 2/3.ünden kısa olmayacak) ile en
az 2 ölçüm yapılır. Ölçümler arasında 5 mmHg. dan fazla fark varsa 3. bir ölçüm daha yapılır.
lk ölçüm her iki koldan da yapılır. Hangisi yüksek ise takip eden ölçümler o koldan yapılır.
Ölçüm esnasında Korotkoff. un 1.fazı sistolik (SKB), 5. fazı ise diyastolik kan basıncı (DKB)
olarak kaydedilir. Tanı için en az 1 hafta arayla 3 defa uygun teknikle kan basıncı ölçülür. Bu
ölçüm sonuçlarının ortalaması tanı için kullanılır.
Son güncel kılavuz olan JNC (Joint National Committee) nin 7. Raporuna göre
sistolik kan basıncının 140 mmHg veya üzerinde ve/veya diyastolik kan basıncının 90 mmHg
veya üzerinde olması hipertansiyon olarak tanımlanmı tır. Hipertansiyon sınıflaması tanı,
tedavi ve korunmanın planlanmasında önem arz etmektedir. Bu nedenle ara tırmalar ı ı ında
sürekli olarak güncel kılavuzlar geli tirilmektedir. Bugün için en çok Avrupa Hipertansiyon
Derne i - Avrupa Kardiyoloji Derne inin 2003’te yayınladı ı “Arteryel Hipertansiyona
Yakla ım ve Tedavi Kılavuzu” (ESH / ESC 2003) ile Yüksek Kan Basıncının Önlenmesi,
41
Saptanması, De erlendirilmesi ve Tedavisi için Yedinci Ortak Ulusal Komite Raporu (JNC 7)
kılavuzlarındaki sınıflamalar kullanılmaktadır. Bu sınıflamalar Tablo 4 ve Tablo 5’de
gösterilmi tir.
Tablo 4. Kan basıncına göre hipertansiyonun sınıflaması (JNC VII) (39)
Kan Basıncı Sınıfı SKB mmHg, DKB mmHg
Normal < 120 ,< 80
Prehipertansiyon 120–139 , 80–89
Evre 1 Hiperansiyon 140–159 ,90–99
Evre 2 Hipertansiyon
160,
100
Tablo 5. ESH / ESC 2003 kılavuzunda kan basıncı sınıflaması
Kan Basıncı Sınıfı SKB (mm-Hg), DKB (mm-Hg)
Optimum < 120, < 80
Normal 120-129, 80-84
Yüksek Normal 130-139, 85-89
1. derece hipertansiyon (hafif) 140-159, 90-99
2. derece hipertansiyon (orta) 160-179, 100-109
3. derece hipertansiyon ( iddetli)
zole sistolik hipertansiyon
180,
110
140 ,<90
Kan basıncı temelde primer/esansiyel hipertansiyon ile sekonder hipertansiyon olarak
ikiye ayrılır (Tablo 6). Sekonder hipertansiyon tanımı ile nedeni bilinebilen ve bu nedene
yönelik tedavi ile kan basıncı yüksekli inin normale dönme potansiyelinin var oldu u klinik
durumlar anla ılır.
42
Tablo 6. Hipertansiyon etiyolojisi
A- Primer (Esansiyel)
B- Sekonder
1- Renal
1.1- Renovasküler
a) Ateroskleroz
b) Hiperplazi
c) Tromboz
d) Anevrizma
e) Kolesterol embolisi
f) Vaskülit
g) Transplant rejeksiyonu
1.2- Parankimal
a) Glomerulonefrit
b) Pyelonefrit
c) Tübülointerstisyel nefrit
d) Akut tübüler nekroz
e) Kistik hastalıklar
f) Nefrokalsinoz
g) Neoplaziler
h) Radyasyon enteriti
i) Renal travma
1.3- Obstrüktif Nefropati
2- Renin Salgılayan Tümörler
43
3- Aort Hastalıkları
a) Koarktasyon
b) Takayasu arteriti
c) Ateroskleroz (Sistolik hipertansiyon)
4- Adrenal
a) Feokromositoma
b) Primer aldosteronizm
c) Cushing sendromu
d) Konjenital adrenal hiperplazi
5- Endokrin Hastalıklar (Di er)
a) Obezite
b) nsülin Direnci
c) Tirotoksikoz
d) Hipotiroidizm
e) Hiperparatiroidizm/Hiperkalsemi
f) Akromegali
g) Karsinoid sendrom
6- Nörojenik
a) Serebrovasküler hastalıklar
b) Artmı kafa içi basıncı
c) Ensefalitler
d) Spinal kord hasarı
7- Gebelik Toksemisi
44
Primer hipertansiyon toplumlardaki kan basıncı yüksekli inin %95.inden fazlasından
sorumlu olan ve nedenleri tam olarak ortaya konamamı bir klinik durumdur. Günümüz verileri
ı ı ında primer hipertansiyonun organizmada kan basıncını düzenleyen birçok sistemdeki
bozukluklar ve bunlar arasındaki karma ık ili kiler yuma ından do du una inanılmaktadır.
Primer hipertansiyon patofizyolojisinde rol oynayan temel faktörler Tablo 7’de gösterilmi tir.
Tablo 7. Primer hipertansiyon patofizyolojisinde rol oynayan faktörler
Genetik yapı
Fetal ya amdaki faktörler
Böbrekler, sodyum metabolizması ve tuza duyarlılık
Renin-anjiyotensin-aldosteron sistemi
Sempatik sinir sistemi
Vasküler yapı
Nitrik oksit
Endotelin
yon transport anormallikleri
Obezite
nsülin Direnci
Obezite ve Hipertansiyon
Hipertansiyon ve obezite arasındaki ili ki tam olarak belirlenmi tir. Framingham kalp
çalı masında gösterildi i gibi erkeklerde ve kadınlarda hipertansiyon prevalansı vücut
a ırlı ındaki artı ile birlikte artmaktadır (40). Ço unlukla obez gruplarda hipertansiyon
prevalansı %50’lere yakla ır. Obezite ile ili kili hipertansiyonun patofizyolojisi karma ıktır.
nsülin direnci, leptin, tuza duyarlılık ve uygunsuz sempatik sinir sistemi aktivitesi kan
basıncının yükselmesinde rol oynamaktadır.
45
nsülin Direnci ve Hipertansiyon
nsülin direnci ve hipertansiyon poligenik hastalıklardır.
kaslarında
glukozun
kullanımının
azalması
ile
nsülin direnci iskelet
karakterizedir.
nsülin
direncinin
hipertansiyonun bir nedeni mi oldu u yoksa her iki hastalı ın temel bir defektten mi
kaynaklandı ı tam olarak yanıtlanamamı tır. Hiperinsülinemi sodyum tutulumuna, hücresel
proliferasyon ve matriks geni lemesi gibi vasküler yanıtlara neden olur. Ayrıca AT-2,
endotelin ve vazoaktif intestinal peptid gibi nörohümoral faktörleri arttırarak endotel ve
vasküler düz kas hücrelerinde proliferasyonu hızlandırır. Çe itli büyüme faktörlerine etkisi ile
de aterosklerozu hızlandırarak damar hasarı yapar.
Hipertansiyon etyopatogenezinde insülin direncinin yeri:
nsülin direnci, hipertansiyon, hiperinsulinemi, dislipidemi ve kardiyovasküler
hastalılar arasındaki ili kiler yıllarca ara tırmaların odak konusu olmu tur. nsülin direnci tip2
diyabet ve obezitede sık görülmekle birlikte obez olmayan ve normal OGTT’si olan sa lıklı
bireylerin %25’inde ve esansiyel hipertansiyonlu hastaların da %25’inde insülin direnci
saptanmı tır. Bu yüzden insülin direnci toplumda sık rastlanan ve yaygın bir fenomendir.
nsülin direnci ve hiperinsülinemi varlı ı, diyabeti olan veya olmayan hastalarda
hipertansiyon geli mesi için belirleyici bir faktördür. Hipertansif hastalarda, normotansif
hastalara kıyasla, oral glukoz uygulanması sonrasında daha yüksek plazma glukoz ve insülin
yanıtları tespit edilmi tir. Ancak, hiperinsülinemisi olan tüm hastalarda hipertansiyon tespit
edilemez.
Örne in;
insülinomalı
hastalarda,
insülin
direncinin
e lik
etmedi i
hiperinsülinemide hipertansiyon kural de ildir Hipertansiyonun olu masında, insülin
direncinin veya dola ımdaki yüksek insülin seviyelerinin mi, yoksa her iki bozuklu un
birlikteli inin mi sorumlu oldu un kesin de ildir. Bazı çalı malarda hipertansiyon ve de i en
derecelerde glukoz intoleransı olan hastalarda plazma insülin konsantrasyonları ve kan basıncı
46
arasında ili ki saptandı ı bildirilmi tir (41). nsülin duyarlılı ının ve kan basıncının, kesin
yöntemlerle (hiperinsülinemik, öglisemik klemp yöntemi ve 24 saatlik ambulatuar kan basıncı
ölçümü) belirlendi i çalı malarda, bu ili ki yalnızca açlık insülin düzeyi ve kan basıncının
ölçümü yöntemine göre, hem diyabeti olmayan hem de tip2 diyabetli hastalarda, daha güçlü
olarak tespit edilmi tir. Ancak insülin direncinin hangi genetik ve fizyolojik mekanizmalar ile
hipertansiyonun geli mesine yol açtı ı tartı malıdır. nsülin iyi bilinen metabolik etkilerinin
yanında kan basıncını etkileyen, sempatik aktivite, iyon dengesi ve vasküler reaktivite üzerine
de etkileri vardır. Deneysel çalı malarda sempatik sinir sistemi aktivasyonunun obesite ve
insülin direnci ile ili kili hipertansiyonun geli mesine yol açtı ı gözlenmi tir. nsülin direnci
sonucunda
geli en
hiperinsülineminin
sempatik
sinir
sistemini
aktifle tirerek,
vazokonstrüksiyon ve renal tuz tutulumunun artması yolu ile hipertansiyona sepep oldu u
dü ünülmektedir. Ayrıca insülin sempatik sinirlerdeki stimulus akı hızını arttırır. Yapılan bir
çalı mada insülin düzeyleri ile kan basıncı arasında belirgin bir korelasyon tespit edilmi tir
(42). Ferrannini ve arkada larının yaptı ı bir çalı mada obeslerde kan basıncındaki bir
yükselmenin hiperinsülinemi ile de il insülin direnci ile ili kili oldu u ortaya konmu tur (43).
Sonuç olarak insülin direnci olan bireylerde insülin direncinin heterojen bir yapı gösterdi i,
kas dokusunda insülin etkisine kar ı direnç olu urken sempatik sinir sistemi ve böbreklerden
sodyum tutulması gibi olayların insülin varlı ına duyarlı oldu u dü ünülmektedir. Bunula
beraber hiperinsülineminin sempatik aktiviteyi uyarabilece i bilindi i halde hangi mekanizma
ile bunu sa ladı ı açıkça ortaya konamamı tır. Bu etkinin öglisemik klemp uygulamalarında
görülmesi insülin etkisi ile olu an hipogliseminin sonucu olmadı ını gösterir. Sa lıklı
bireylerde insülin endotelde nitrik oksit sentaz yardımıyla nitrik oksit miktarını arttırarak
vazodilatör etki gösterir. Ancak insülin direnci ve esansiyel hipertansiyonu olan bireylerde
insülinin bu etkisi ortadan kalkmaktadır. Adiponektinin insülin duyarlılı ını arttırıcı etkisi
dolayısıyla insülin direnci ve hipertansiyon arasındaki ili kide rol oynadı ı dü ünülmektedir.
47
Ancak sürekli hipertansif olan hastalarda daha yüksek plazma insulin ve HOMA indeksi ile
beraber daha dü ük adinopektin seviyeleri oldu u ortaya konmu tur (44). Kardiyovasküler
risk faktörlerinin iyile tirilmesi amacı ile insülin direnci ve hipertansiyonun beraber tedavi
edilmesi, tek ba ına hipertansiyonun tedavi edilmesinden daha etkilidir. nsülin direnci
sonucunda olu an hiperinsülinemi, diyabeti olmayan erkekler için iskemik kalp hastalı ı
açısından bir risk faktörü oldu u gösterilmi tir. Ayrıca, insülin direnci bulunan hastalarda
hiperinsülinemi ile beraber kardiyovasküler risk ile ili kili olan proinsülin de artmı tır. Kan
basıncını farmakolojik olarak dü ürülmesi ile plazma glukoz ve insülin seviyelerinde yeterli
azalma sa lanamamaktadır. Bunun yanında obes ve hipertansif tip2 diyabetli hastalarda
insülin dozu azaltıldı ında kan basıncında azalma tespit edilmi ve oral hipoglisemik ajanlarla
kan glukoz regülasyonu sa lanamayan hastalarda, insülin tedavisi ba landı ında kan
basınçlarında artma tespit edilmi tir.
Metabolik Sendrom ve Hipertansiyon
Epidemiyolojik çalı malar insülin direnci ve hipertansiyon arasındaki ili kiyi
göstermi tir. Hipertansif normoglisemik hastalarda insülin direnci ile ili kili hiperinsülinemi
1966 yılında tanımlanmı tır. Aslında arteryal hipertansiyon, diyabetes mellitus ve
dislipideminin birlikteli i uzun yıllar bilinmesine kar ın 1968 yılında Mehnert ve Kuhlmann
bunların ortak bir kökenden kaynaklanmı olabilece in, yakla ık 20 yıl sonra Ferrannini ve
arkada ları ise insülin direnci ve hiperinsülineminin arteryal hipertansiyon patogenezinde rol
aldı ını belirttiler. nsülin Direnci Sendromu ( DS) ya da yaygın kullanımı ile metabolik
sendrom her 4-5 ki iden 1 ki iyi etkiler. Esansiyel hipertansif hastaların da yarısında insülin
direnci vardır.
48
Metabolik Sendromda Hipertansiyon Olu Makinazmaları:
Hipertansiyonun genetik ve deneysel modellerinde insülin direnci gösterilmi
olmasına ve hipertansiyonun DS’ nin bir bile eni olmasına kar ın aradaki ili ki halen net
olarak belli de ildir.Hipertansif hastalarda glukoz, insülin ve lipoprotein metabolizma
bozuklukları vardır.Bu bozukluklar hipertansif hastaların 1.derece normotansif hastaların
akrabalarında da kar ımıza çıkabilir ve bu patolojiler hipertansiyon patogenez ve
komplikasyonlarından da sorumludur.Hipertansiyon geli ecek olan diyabetin bir habericisi
olarak ele alınabilir.Aslında hipertansiyon inflamatuar bir hastalıktır.Metabolik sendromda
obezite (özellikle abdominal) ve aterogenik dislipidemi, hipertrigliseridemi, küçük, yo un
lipoprotein partiküllerinde artı , dü ük HDL kolesterol düzeyleri, insülin direnci,
hipertansiyon, artmı
fibrinogen ve plazminogen aktivitör inhibitör-1 (PA -1) gibi
protrombotik durum ile birlikte C-reaktif protein (CRP) artı ı vardır.
Patofizyolojisi multifaktöriyel olan klini e çok önemli sa lık problemleri ile yansıyan
morbid ve mortal tabloya neden olan bu sendromun tedavisinde multidisipliner bir yakla ım
olması gerekti i tartı ılmazdır. Tedavide iki ana prensip vardı,.diyabeti önlemek ve
kardiyovasküler hastalı ı önlemek. Tedavide ana hedefler ne olmalıdır?
• Kan basıncı <125/75 mmHg
• LDL Kolesterol < 100mg/dl
• Trigliserid düzeyi<150 mg/dl
• HDL-kolesterol > 40 mg/dl(Erkek),>50 mg/dl(kadın) düzeylerine çekilebilmeli ve
devamı sa lanmalıdır.
Tedavide hedeflerin hepsini bir anda gerçekle tiren tek bir ilaç ya da yöntem yoktur.
Ancak insülin direncinin kırılması tablonun ortaya çıkmasına neden olan faktörleri arasındaki
kısır döngüyü kırmada anahtar noktayı olu turabilir. Bunların en ba ında pek çok çalı ma ile
de gösterildi i gibi ya am stili de i iklikleri yani ekzersiz ve diyet pek çok komplike
49
mekanizma ile birlikte insülin direncini kırar. Bu konu ile yapılmı iki büyük çalı manın
kanıtları da göstermektedir ki spesifik diyet ve 30 dak/gün egzersiz Tip II DM riski
yakla ık%50 oranında azalmaktadır.
Bu tablo içerisinde hiperlipidemik tedavi önemlidir. nsülin direncini de i tirmemekle
birlikte statin tedavisinin aterosklerotik kalp hastalı ı, DM ve serebrovasküler olay öyküsü
olan hastalarda MI ve inme Riskini yakla ık %33 azalttı ı gösterilmi tir. Hiperlipidemik
komponentinin düzeltilmesinin sa layaca ı yararlar açıktır. Bu tedavi ile küçük yo un LDL
partiküllerinin büyük partiküllere dönü ümü gerçekle mektedir. Bu da lipid profilinin
de i imini
sa landı ında
vasküler
endotele
yaptı ı
hasarın
önlenebilir
oldu unu
dü ündürmektedir. Lipid düzeylerinin yukarda belirtilen hedeflere indirilmesi ve bunun
devamının sa lanması metabolik sendrom tedavisinde önemli basamak ta larından birisidir.
Farmakolojik tedavide son yıllarda metabolik sendrom tedavisinde gündeme gelen aslında Tip
II DM tedavisinde kullanılan iki grup ilacın üzerinde önemle durmak gereklidir.
Biguanidler 1970’li yıllarda çıkmasına ra men laktik asidoz komplikasyonu nedeni ile
metformin 1995’den sonra kullanılmaya ba lanmı tır. Metformin’in en önemli özelli i insulin
varlı ında da hepatik glukoz üretimin azaltmasıdır. Bu nedenle de insulin duyarlıla tırıcılar
arasında kabul edilir. Metformin monoterapisi, kilo kaybı ve daha az hipoglisemi ile
beraberdir. Beta hücre uyarısı olmadı ı için dola an insulin konsantrasyonu azalır ve
kardiyovasküler avantajlar sa lar. Ayrıca lipid düzeylerini azalttı ı (özellikle LDL-kolesterol
ve trigliserid düzeyi) gösterilmi tir. O halde özetle Metformin glukoz kullanımını artırır,
serum lipid düzeylerini dü ürür, lipid ve glukoz metabolizmasında hücresel düzenleyici rolü
olan protein kinazı aktive eder,ya asidi oksidasyonunu artırır, lipojenik enzim salınımını
azaltır.
nsülin rezistansını iyile tirir. Ayrıca nonalkolik ya lı karaci er hastalı ı için
kullanıldı ı çalı maların sonucunda hepatomegalide gerileme, aminotransferaz anomalilerinde
düzelme hepatik TNF-alfa salınımında azalma, insanlarda yapılan çalı mada ise; transaminaz
50
de erlerinde normale dönü , insülin direncinde iyile me, karaci er hacminde %20 azalma
sa lanmı tır. Yan etki profili de erlendirildi inde karın a rısı, bulantı ve diare hastaların
%50’sinde izlenmi tir. Bu yan etkiler yiyeceklerle birlikte tüketilerek ve dozu yava
arttırılarak azaltılabilmektedir. Renal fonksiyonları bozuk olanlarda, hepatik disfonksiyon
konjestif kalp yetmezli i, metabolik asidoz, alkolizm ve dehidratasyon durumlarında
kullanılamazlar.
Thiazolidinedionlar 1997’den sonra kullanım alanına girmi lerdir. Nükleer bir resptör
olan peroxisome- proliferator activated-receptor gamma’nın farmakolojik ligandıdır. Reseptör
aktive oldu u zaman DNA de i iklikleri olmakta ve karbonhidrat ve lipid metabolizmasının
da nükleer düzeyde de i iklikler olmaktadır. En önemli etkileri ise iskelet kasının insülin ile
yönetilen glukoz uptake’ini arttırırlar, periferik dokulardaki insülin direnci kırılmaktadır.
Thiazolidinedionlar kas ve ya
dokusunun insülin kullanımını insülin sekresyonunu
arttırmadan yapar. Trigliserid ve serbest ya
asidi düzeylerini azaltırlar. HDL kolesterol
düzeylerini arttırırlar. LDL kolesterol düzeylerini etkilemezler. Di er antiaterojenik etkileri
ise; plazminojen aktivatör-inhibitör 1’in ve fibrinojen’in plazma düzeylerini dü ürür.
Endoteliyal fonksiyonları iyile tirerek mikroalbüminüriyi azaltır, Nitrik oksit sentezini arttırır.
Ödem, kilo alımı anemi yan etkileridir. laç kullanımı sırasında karaci er fonksiyon testleri
mutlaka
monitörize
edilmelidir.
Metabolik
sendrom
tedavisinde
11-hydroxysteroid
dehydrogenase tip 1 enzim inhibitörleri üzerinde deneysel çalı malar devam etmekte olup
sorunların çözümünde yukarda özetlenen tedavilerin kombinasyonu gerekebilir. Ancak
ba arılabilirse ya am stili de i ikli i ve fiziksel aktivitenin arttırılması yani 6-12 ayda
a ırlı ın %7-10 kaybedilmesi ve 30 dak/gün ekzersiz insülin direncinin kırılmasında anahtar
rol oynamaktadır.
51
Metabolik Sendromda Tedavi Yakla ımları
Metabolik Sendrom genetik yatkınlı ı olan ki ilerde daha yaygın gibi görünse de
edinsel altta yatan risk faktörleri a ırı kilolu veya obez olmak, fiziksel inaktivite ve aterojenik
diyet sıklıkla klinik bulgular do urmaktadr. Klinik tedavi bireyin risk durumundan ba ımsız
olarak, ilk önce bu altta yatan risk faktörlerine müdahaleye odaklanmalıdır.
Kilo kaybı enerji alımını azaltma yönündeki davranı
dei i ikli i ve enerji
harcamasını arttırma yönünde fiziksel aktivite ile en iyi ekilde ba arılır. Haftada 0,5–1 kg
düzeyinde kilo vermek için kalori alımı günde 500–1000 kalori azaltılmalıdır. Hedef 6-12
ayda yakla ık %7-10 orannda kilo vermektir; bunu uzun süreli davranı dei i ikli i ve artmı
fiziksel aktivite düzeyinin korunması izlemelidir. Pratik, düzenli ve orta düzeyde fiziksel
aktivite ( örn, günde 30 dakika orta yo unlukta egzersiz ) önermektedir. Düzenli ve devamlı
fiziksel aktivite MS’un tüm risk faktörlerini iyile tirir. Bo zamanlarda sedanter aktivitelerin
yerini hızlı yürüme, ko u, yüzme, bisiklet, golf ve takım sporları gibi daha aktif davranı lar
almalıdır. Glukoz intoleransı olan hastalarda tip 2 diyabet insidansını azaltmak için kilo kaybı
ile egzersiz kombinasyonu gözden uzak tutulmamalıdır.
MS’lu hastaların bir dizi beslenme prensibine ba lı kalmaları gerekti i konusunda
genel bir uzla ma vardır: doymu ya lar, trans ya lar ve kolesterolün dü ük düzeyde alımı,
basit eker almının azaltılması ve sebze, meyve ve tam tahıllı besinlerin alımının arttırılması.
Karbonhidrat ve doymamı ya ların relatif miktarları konusunda tartı malar vardır. Bazı
ara tırmacılar dü ük ya alımını savunurken, di erleri yüksek ya lı diyetler önermektedir.
Dü ük ya lı diyetlerin kilo kaybını hızlandırdı ı savunulmu tur, buna kar ılık mono
doymamı
ya ların daha yüksek oranda alımı postpirandiyal glisemiyi azaltır, serum
trigliseridlerini dü ürür ve HDL kolesterol konsantrasyonlarını yükseltir.
52
Terapötik Hedefler ve Öneriler
1. Abdominal Obezite:
Hedef ilk yılda %10 kilo kaybı, daha sonra devamlı kilo kaybı veya kilo korunumu.
Öneriler ise kalori kısıtlaması, düzenli egzersiz, davranı de i ikli i eklinde sıralanabilir.
2. Fiziksel naktivite:
Hedef düzenli orta yo unlukta fiziksel aktivitedir. Hergün 30-60 dakika orta yo unlukta
egzersiz önerilir.
3. Aterojenik Diyet:
Doymu ya lar, trans ya lar ve kolesterol alımının azaltılması hedeflenir. Doymu ya , total
kalorinin %7’si, trans ya ın azaltımı ve besinsel kolesterolün <200 mg/gün alımı, alınan
ya ların total kalorinin %25-35’i olmalıdır.
4. Sigara Kullanmı: Hedef ve öneri sigaranın tamamen bırakılmasıdır.
5. LDL-Kolesterol:
Hedef yüksek riskli hastalarda LDL-K < 100mg/dl, orta riskli hastalarda LDL-K < 130 mg/dl,
dü ük riskli hastalarda LDL-K < 160 mg/dl’dir.
6. Yüksek Trigliserit veya Dü ük HDL-Kolesterol:
Hedefi belirlemek için veriler yetersizdir. Yüksek riskli hastalarda LDL kolesterol dü ürücü
ilaç tedavisine fibrat ( tercihen fenofibrat ) veya nikotinik asit eklenmesi dü ünülebilir.
7. Yüksek Kan Basıncı:
Hedef kan basıncı <135/ <85 mmHg’dır. Ya am tarzı dei i ikli i ve tedavi hedefine ula mak
için gerekirse antihipertansif ilaç(lar) önerilir.
8. Yüksek Glukoz:
Hedef kan glukozunun 100’ün altında tutulmasıdır. Ya am tarzı de i ikli i, tedavi hedefine
ula mak için gerekirse antidiyabetik ajanlar eklenir.
9. Protrombotik Durum:
Protrombotik durumun azaltılması hedeflenmelidir. Yüksek riskli hastalar, dü ük doz Aspirin
alabilir.
53
ANDROJENLER VE METABOL ZMASI
Testosteron, erkeklerde testisler ve adrenal korteksten salgılanır ve erkek seks hormonu
olarak spermatogenez, gonadotropin salgısı ve sekonder seks karakterlerinin geli mesinde rol
oynar. Kadınlarda ise testosteron erkeklere göre 3–4 kat daha dü ük düzeylerdedir, az miktarda
adrenal bezlerden ve overlerden salgılanır. Büyük ço unlu u ise androstenodion ve
dihidroepiandesteron hormonların periferdeki metabolizması sonucu olu ur.
Testosteron ölçümü erkeklerde testis faaliyet noksanlı ının ( hipogonadal ), kadınlarda
kıllanma ve ikincil erkeklik seks karakterlerinin bulunmasının de erlendirilmesinde çok
yardımcı olmaktadır. Erkeklerde, yüksek testosteron düzeyleri androjen rezistansında, azalan
testosteron düzeyleri ise hipogonadizmde, or iyektomi'de, estrojen terapisinde, Kleinfelter's
sendromunda, azalmı hipofiz bezi faaliyetinde ve karaci er sirozu varlı ında görülmektedir.
Kadınlarda testosteron düzeyleri hafifçe yükselmeye ba ladı ında kıllanma açı a çıkabilir.
Kadınlardaki kıllanma, androjenlerin verilmesi veya testosteronun a ırı üretimi ile ilgilidir.
Serum testosteron düzeyleri ve kıllanmanın derecesi arasında bir korrelasyon gözükmekte ise
de de i ik düzeylerde kıllanma gösteren kadınların %25'inde testosteron düzeyleri kadın
referans aralı ında bulunmaktadır. Adet düzensizlikleri, polikistik over sendromu, akne, over
tümörleri, adrenal tümörler ve adrenal hyperplasia testosteronun yükseldi i di er durumlardır.
Androjenin hafif artı ı; Cushing sendromlu, postmenapozal dönem ile hamile kadınlarda ve
androjen tedavisi gören hastalarda gözlenebilir.
Testosteron bir kez salgılanınca hemen hemen tümü ta ıyıcı proteinlere ba lanır.
Dolayısıyla periferal kanda testosteron üç formda bulunur:
1. Serbest
2. Albumin veya kortizol ba layıcı globuline zayıfça ba lı olanlar.
3. Seks hormon ba layıcı globuline ( SHBG )'e sıkıca ba lı olanlar.
54
Serbest testosteron biyolojik olarak aktif olan formdur. Albumine ba lı olan kısım da
kolayca serbestle ebilir. Bu nedenle serbest ve zayıf ba lı olan testosterona "bioavailable" ya
da "SHBG"'e ba lı olmayan testosteron ( NSBT ) olarak adlandırılır (Tablo 8).
Tablo 8: Androjenler ve proteine ba lanma oranları
ANDROJEN
TA IYICI PROTE N
TOTAL' N %
%0.01–3.0(kadınlarda)
Serbest testosteron
Yok
%0.16–0.68(erkeklerde)
%25–65(kadınlarda)
Zayıf ba lı testosteron
Albumin
%45–85(erkeklerde)
%35–75(kadınlarda)
Kuvvetli ba lı testosteron
SHBG
%14–50(erkeklerde)
Serbest testosteron konsantrasyonunu sabit bir düzeyde korumak için total testosteron
düzeyleri SHBG seviyeleri ile birlikte de i ir. SHBG düzeyleri azaldı ında, Total testosteron
aynı düzeyde veya hafifçe yükseldi inde, serbest testosteron fraksiyonu (aktif olan fraksiyon)
yükselir.
Vücutta androjenler kolesterolden sentezlenir. Testesteron testisin interstisiyel (leydig)
hücrelerinde,
5-prognonolondan sentezlenir. Testesteron salındıktan sonra dokularda 5-
redüktaz enzimince asıl aktif ekli olan dihidrotestesterona çevrilir.
Testesteron düzeyleri ile çe itli hastalıklar arasındaki ili ki son zamanlarda ara tırma
konusu olmu tur. Testesteronun cinsel fonksiyonlarla olan bilinen ili kisinin yanında son
zamanlarda yapılan çalı malar metabolik sendrom ve ili kili hastalıklar arasındaki ili kiyi de
gözler önüne sermi tir (45). Testesteron eksikli i sonucunda meydana gelebilecek
55
ateroskleroz ve komplikasyonlarındaki, özellikle miyokard infarktüsü riski arasındaki negatif
ili ki ise önemli konulardan birini olu turmaktadır. Prostat kanseri nedeniyle androjen
supresyon tedavisi uygulanan hastalarda erken ba langıçlı fatal miyokard infarktüsü
görüldü ü çalı malarla kanıtlanmı tır (46, 47). Akut miyokard infarktüsü sırasındada total ve
serbest testesteron ile sex hormonu ba layan globülin düzeylerinde azalma oldu u
gösterilmi tir (48).
Menopozal Türk kadınlarında kaydedilen göreceli yüksek koroner risk ve bununla
birlikte giden yüksek risk profilinin altında hormonal düzensizlik, özellikle kanda testosteron
seviyesinde bir fazlalık yatıp yatmadı ı ilgi çekici bir sorudur (Tablo 9). Abdominal obeziteye
sahip menopozal kadınlarda, dü ük seks-hormonu ba layıcı globülin (SHBG) e li inde,
kanda serbest testosteronun yüksekli i gösterilmi tir (49,50)
Tablo 9: kadınlarda testosteron de erlerinin da ılımı
N
(nmol/L)
SD
Ya grubu
234
0.49
1.23
41-49
11
0.34
0.40
50-59
88
0.58
1.81
60-69
92
0.52
1.11
>70
43
0.88
2.93
Serumda testosteron ile insülin düzeyleri arasındaki ili ki
Obezitedeki hormon dengesizlikleri ile obezite arasındaki ili ki özellikle santral tipte
ya
da ılımı durumunda daha belirgindir. Bu dengesizlikler arasına plazma kortizol
düzeyinde artma, büyüme hormonu düzeyinde azalma, testosteron düzeyinde erkekte azalma,
kadında artma ve insülin direnci geli mesi girer. Bu düzensizliklerin altında hipotalamuspitüiter-sürrenal ekseninde a ırı duyarlılı ın primer kusur olarak yatabilece i öne sürülmü tür.
56
GEREÇ VE YÖNTEM
Çalı mamıza Taksim E itim ve Ara tırma Hastanesi’ne 1-28 Haziran 2009 tarihleri
arasında ba vuran 83 postmenapozal kadın alındı. Bunların 57’si metabolik sendromu iken
26’sı metabolik sendromlu de ildi. Ba vuran metabolik sendromlu hastaların ya , boy, kilo,
vücut kitle indeksi, bel çevresi, tansiyon düzeyleri kaydedildi. Lipid profilleri incelendi.
Estrodiol, testosteron, kortizol, insülin, dihidroepiandesteron sülfat, CRP düzeylerinin tayini
için kanları alındı.
Çalı maya alınma kriterleri en az 12 aydır adet görmüyor olmak,hormon replasman
tedavisi almıyor olmak cerrahi menapozda olmamak,insülin tedavisi almıyor olmak,sigara
içmemek olarak belirlendi.
Hastalardan 12 saatlik açlık sonrası sabah saat 8.00 ile 9.00 arasında kan örnekleri
alındı.
Kan ekeri, total kolesterol, trigliserid, LDL kolesterol, HDL kolesterol için veriler
Modüler Roche P 800 Otomatik Analizörü’nde enzimatik kolorimetrik yöntemle, kreatinin
için veriler Modüler Roche P 800 Otomatik Analizörü’nde kinetik kolorimetrik yöntemle,
HbA1c için veriler Roche Diagnostik ntegra 400 Analizörü’nde immüno türbidimetrik
yöntemle, testesteron için veriler Modüler Analytics E 170 cihazında elektrokemilüminesans
immunoassay test kullanılarak çalı ıldı.
Hastaların sabah aç karnına miksiyon sonrası gö üs kafesi alt ucu ile iliyak kanat üst
kenarı arasındaki en dar yerden bel çevreleri ölçüldü. Kan basıncı hasta 5 dakika dinlendikten
sonra oturma pozisyonunda sa
koldan Erka sfingomanometresi ile ölçüldü. Beden kitle
indeksi vücut a ırlı ının boyun karesine bölünmesiyle (kg/m²) hesaplandı. Metabolik
sendrom NCEP ATP III kriterlerine uyularak belirlendi. Diyabet ve bozulmu açlık glukozu
yorumları Amerikan Diyabet Derne i kriterlerine uyularak yapıldı.
57
Metabolik sendromlu postmenapozal hastaların hormon profilleri kontrol grubu ile
kar ıla tırıldı. Bunun yanında hormon düzeyleri ile metabolik sendrom kriterleri arasındaki
korelasyon de erlendirildi.
STAT ST KSEL YÖNTEM
statistiksel analizlerin hesaplanmasında SPSS 15.0 for Windows programı kullanıldı.
Çalı ma ve Kontrol Grubu olarak ikiye ayrılan örneklemde sayısal de i kenler için
tanımlayıcı istatistikler (ortalama, std. sapma, ortanca, minimum, maksimum) sunuldu. ki
grup arası kar ıla tırmalarda normal da ılım ko ulu altında Ba ımsız Örneklem t-testi ve
Mann-Whitney U (parametrik olmayan veriler için) test istatisti ine bakıldı. Korelasyon
katsayılarının hesaplanmasında Spearman (parametrik olmayan) ve Pearson (parametrik) testi
kullanıldı. statistiksel anlamlılık düzeyi p de erinin 0,05 ten küçük olması durumu olarak
kabul edildi.
58
BULGULAR
Çalı mamıza metabolik sendromlu postmenopozal 57 hasta ile 26 kontrol grubu olan
83 ki i alındı. Veriler Tablo 10’de görülmektedir.
Tablo 10: Çalı ma grubu
Sayı Yüzde
Postmenopozal Metabolik Sendromlu Hasta Grubu 57
68,7
Kontrol Grubu
26
31,3
Tüm Grup
83
100
Postmenopozal metabolik sendromlu hasta grubunun ya ortalaması 55.9 yıl iken
kontrol grubunun ya ortalaması 54.8 yıl olup p de eri 0.561 olarak bulundu. Veriler Tablo
11’de görülmektedir. Hasta grubunun boy ortalaması 158.5 cm iken kontrol grubunun boy
ortalaması 159.2 cm olup p de eri 0.708 idi. Kilo ortalamaları 87.4 kg iken kontrol grubunda
74.1 kg olup p<0.001 olarak tespit edildi. Gruplar arasındaki vücut kitle indeksleri ve bel
çevresi arasındaki farkın p de eri de yine <0.05 bulundu. Sistolik kan basıncı hasta grubunda
154.6 mm-Hg, kontrol grubunda 144.6 mm-Hg olup p de eri 0.053 idi. Diyastolik kan basıncı
ise 91.8 mm-Hg’ya kar ı 91.2 mm-Hg olup p 0,450 olarak tespit edildi. Açlık kan ekeri
ortalamaları ise 120.1 mg/dL’ye kar ı 96.1 mg/dL olup p <0.001 bulundu. Total kolesterol
de eri hasta grubunda 217.2 mg/dL iken kontrol grubunda 209.6 mg/dL, LDL kolesterol
de eri hasta grubunda 141.0 mg/dL iken kontrol grubunda 130.1 mg/dL olup p>0.05 olarak
tespit edildi. Trigliserit ve HDL kolesterol de erleri arasında istatistiksel olarak anlamlı fark
bulundu ve p<0.001 idi.
59
Tablo 11: Postmenopozal Metabolik Sendromlu Hasta Grubu ve Kontrol Grubu
Kar ıla tırması
Grup
Ya (yıl)
Hasta Grubu
Kontrol
Tüm Grup
Boy (cm)
Hasta Grubu
Kontrol
Tüm Grup
Kilo (kg)
Hasta Grubu
Kontrol
Tüm Grup
VK
Hasta Grubu
Kontrol
Tüm Grup
Bel Çevresi (cm)
Hasta Grubu
Kontrol
Tüm Grup
SKB (mm-Hg)
Hasta Grubu
Kontrol
Tüm Grup
DKB (mm-Hg)
Hasta Grubu
Kontrol
Tüm Grup
AK (mg/dL)
Hasta Grubu
Kontrol
Tüm Grup
Hasta Grubu
Total Kolesterol
(mg/dL)
Kontrol
Tüm Grup
Trigliserid (mg/dL) Hasta Grubu
Kontrol
Tüm Grup
LDL (mg/dL)
Hasta Grubu
Kontrol
Tüm Grup
HDL (mg/dL)
Hasta Grubu
Kontrol
Tüm Grup
N
Ortalama
57
26
83
57
26
83
57
26
83
57
26
83
57
26
83
57
26
83
57
26
83
57
26
83
57
26
83
57
26
83
57
26
83
55
25
80
55,9
54,8
55,6
158,5
159,2
158,7
87,4
74,1
83,3
34,6
29,2
32,9
108,6
98,7
105,5
154,6
144,6
151,4
91,8
91,2
91,6
120,1
96,1
112,6
217,2
209,6
214,8
164,4
99,6
144,1
141,0
130,1
137,6
47,4
60,9
51,6
Std.
Sapma
8,2
7,7
8,0
7,0
7,0
7,0
13,5
13,3
14,7
5,8
4,5
6,0
10,5
12,3
11,9
22,0
24,5
23,2
13,0
14,5
13,4
39,0
8,4
34,4
44,1
37,9
42,2
59,8
30,6
60,3
50,7
32,1
45,8
11,0
11,4
12,7
*Mann-Whitney U testi; 1Ba ımsız Örneklem t-testi
60
Ortanca
Minimum
Maksimum
*p
55
54
55
158
158,5
158
85
71,5
84
33,6
28,4
32,5
106
99,5
105
150
140
150
90
80
90
111
95,5
104
206
202,5
204
158
94,5
136
132
119,7
130
46,6
58,6
49,6
42
42
42
143
145
143
64
43
43
24,5
17
17
90
70
70
110
110
110
60
80
60
69
80
69
119
144
119
64
52
52
53,2
75
53,2
25,5
39,8
25,5
77
73
77
178
175
178
129
100
129
47,9
37,9
47,9
139
118
139
220
200
220
120
120
120
275
110
275
337
290
337
344
149
344
392
191
392
77,7
79,8
79,8
0,5611
0,708
<0,001
<0,0011
<0,0011
0,053
0,450
<0,001
0,438
<0,001
0,369
<0,0011
Postmenopozal metabolik sendromlu hasta grubunun estrodiol ortalaması 24.6pg/ml
iken kontrol grubunun estrodiol ortalaması 14.2pg/ml olup p de eri 0,079 olarak bulundu.
Veriler tablo 12’de görülmektedir. Hasta grubunun serum testesteron de erinin ortalaması
23.9ng/dl iken kontrol grubunun serum testesteron ortalaması 25.5 ng/dlolup p de eri 0.743
idi. Kortizol ortalamaları 13.4ug/dl iken kontrol grubunda 16.2ug/dl olup p:0.062 olarak tespit
edildi. nsulin düzeyleri hasta grubunda 19.8uU/ml, kontrol grubunda 9.1uU/ml olup p de eri
p<0.001 idi. Dehidroepiandresteronsülfat ise 123.3mg/dl’e kar ı 102.4mg/dl olup p 0,254
olarak tespit edildi. CRP ortalamaları ise 6mg/dl’ya kar ı 4.7mg/dl olup 0.842 bulundu.
Gruplar arasında insülin düzeyleri istatistiksel olarak anlamlı farklılık sergilerken di er
de erler arasında istatistiksel olarak fark yoktu.
Tablo 12: Postmenopozal Metabolik Sendromlu Hasta Grubu ve Kontrol Grubu
Kar ıla tırması
Grup
Estrodiol(pg/ml) Hasta Grubu
Kontrol
Tüm Grup
Hasta
Grubu
Serum
Kontrol
Testosteron
(ng/ml)
Tüm Grup
Kortizol(ug/dl) Hasta Grubu
Kontrol
Tüm Grup
Insulin(uU/ml) Hasta Grubu
Kontrol
Tüm Grup
Hasta Grubu
DHEA-S
Kontrol
(mg/dl)
Tüm Grup
CRP(mg/dl)
Hasta Grubu
Kontrol
Tüm Grup
N
Ortalama
55
25
80
56
25
81
54
25
79
55
25
80
55
24
79
52
14
66
24,6
14,2
21,4
23,9
25,5
24,4
13,4
16,2
14,3
19,8
9,1
16,5
123,3
102,4
117,0
6,0
4,7
5,7
Std.
Sapma
33,2
13,4
28,8
18,5
18,1
18,3
4,7
6,5
5,5
22,3
4,9
19,3
77,2
66,2
74,2
7,1
2,3
6,4
*Mann-Whitney U testi; 1Ba ımsız Örneklem t-test
61
Ortanca
Minimum
Maksimum
*p
13,9
10,2
12,65
20
21
20
13,2
16,3
13,7
14
8
11,5
110,7
87,7
102
3,23
3,23
3,23
5
5
5
2
2
2
2,3
6,8
2,3
6
2
2
16,31
19,93
16,31
3,2
3,22
3,2
200,6
59
200,6
91
65
91
22,5
29,7
29,7
121
25
121
319,9
243,3
319,9
45
9
45
0,079
0,743
0,0621
<0,001
0,254
0,842
Serum testesteron, Dehidroepiandesteronsulfat, estrodiol ve kortizol de erlerinin
metabolik sendrom tanı kriterleri ile korelasyonuna bakıldı ında serum testosteron de eri ya
ile negatif korelasyon sergilemekte ve p istatistiksel olarak anlamlı de ere ula maktaydı.
Veriler Tablo 13’de görülmektedir. Testosteronun boy ile pozitif korelasyonu olup p:0.132,
kilo ile pozitif korelasyon ve p:0.177, vücut kitle indeksi ile pozitif korelasyonu olup p:0.303,
bel çevresi ile pozitif korelasyonu olup p0.445, gö üs çevresi ile pozitif korelasyonu olup
p0.887, sistolik kan basıncı ile pozitif korelasyonu olup p:0.043, diastolik kan basıncı ile
pozitif korelasyonu olup p:0.516, açlık kan ekeri ile pozitif korelasyonu olup p:0.690, total
kolesterol ile pozitif korelasyonu olup p:0.415, trigliserit ile negatif korelasyonu olup p:0.989,
LDL kolesterol ile pozitif korelasyonu olup p:0.403, HDL kolesterol ile pozitif korelasyonu
olup p:0.176, insülin ile pozitif korelasyonu olup p:0.221, CRP ile negatif korelasyonu olup p
0.238 olarak tespit edildi.
Dehidroepiandresteron-Sulfat ile korelasyona bakıldı ında ise ya
ile negatif
korelasyon sergilemekte ve p istatistiksel olarak anlamlı de er olan 0.005 olarak tespit
edilmekteydi. Boy ile pozitif korelasyonu olup p:0.159, kilo ile negatif korelasyon ve p:0.760,
vücut kitle indeksi ile negatif korelasyonu olup p:0.371, bel çevresi ile negatif korelasyonu
olup p 0.673, gö üs çevresi ile negatif korelasyonu olup p 0.423, sistolik kan basıncı ile
pozitif korelasyonu olup p:0.361, diyastolik kan basıncı ile pozitif korelasyonu olup p:0.555,
açlık kan ekeri ile pozitif korelasyonu olup p:0.242, total kolesterol ile pozitif korelasyonu
olup p:0.613, trigliserit ile negatif korelasyonu olup p:0.646, LDL kolesterol ile pozitif
korelasyonu olup p:0.380, HDL kolesterol ile negatif korelasyonu olup p:0.857, insülin ile
pozitif korelasyonu olup p:0.119, CRP ile negatif korelasyonu olup p 0.524 olarak tespit
edildi.
Estradiol ile korelasyona bakıldı ında ise ya ile negatif korelasyon sergilemekte ve
p<0.001 bulundu. Estradiolün boy ile negatif korelasyonu olup p:0.461, kilo ile pozitif
62
korelasyonu olup p:0.048, vücut kitle indeksi ile pozitif korelasyonu olup p:0.020, bel çevresi
ile pozitif korelasyonu olup p:0.156, gö üs çevresi ile pozitif korelasyonu olup p:0.747,
sistolik kan basıncı ile negatif korelasyonu olup p:0.200, diyastolik kan basıncı ile negatif
korelasyonu olup p:0.897, açlık kan
ekeri ile pozitif korelasyonu olup p:0.814, total
kolesterol ile pozitif korelasyonu olup p:0.795, trigliserit ile pozitif korelasyonu olup p:0.295,
LDL kolesterol ile negatif korelasyonu olup p:0.912, HDL kolesterol ile negatif korelasyonu
olup p:0.128, insülin ile pozitif korelasyonu olup p:0.493, CRP ile pozitif korelasyonu olup p
0.776 olarak tespit edildi.
Kortizol ile korelasyona bakıldı ında ise ya ile pozitif korelasyon sergilemekte ve
p:0.816 bulundu. Boy ile negatif korelasyonu olup p:0.122, kilo ile negatif korelasyon ve
p:0.263, vücut kitle indeksi ile negatif korelasyonu olup p:0.432, bel çevresi ile negatif
korelasyonu olup p 0.177, gö üs çevresi ile negatif korelasyonu olup p 0.418, sistolik kan
basıncı ile pozitif korelasyonu olup p:0.134, diastolik kan basıncı ile pozitif korelasyonu olup
p:0.062, açlık kan ekeri ile pozitif korelasyonu olup p:0.977, total kolesterol ile negatif
korelasyonu olup p:0.886, trigliserit ile negatif korelasyonu olup p:0.187, LDL kolesterol ile
pozitif korelasyonu olup p:0.840, HDL kolesterol ile pozitif korelasyonu olup p:0.698, insülin
ile negatif korelasyonu olup p:0.607, CRP ile negatif korelasyonu olup p 0.274 olarak tespit
edildi.
63
Tablo 13: Korelasyon Tablosu
R
P
N
R
P
N
R
P
N
R
P
N
Serum
Testosteron
-0,291
0,011
75
0,169
0,132
81
0,151
0,177
81
0,116
0,303
81
DehidroepiandresteronSulfat
-0,323
0,005
74
0,160
0,159
79
-0,035
0,760
79
-0,102
0,371
79
R
0,084
P
N
SKB
R
P
N
DKB
R
P
N
AK
R
P
N
Total
R
Kolesterol P
N
Trigliserid R
P
N
LDL
r
p
N
HDL
r
p
N
Insulin
r
p
N
CRP
r
p
N
0,455
81
0,043
0,704
81
0,073
0,516
81
0,045
0,690
81
0,092
0,415
81
-0,002
0,989
81
0,094
0,403
81
0,155
0,176
78
0,138
0,221
80
-0,147
0,238
66
*
Ya
Boy
Kilo
VK
Bel
Çevresi
Estrodiol
Kortizol
-0,405
<0,001
74
-0,084
0,461
80
0,221
0,048
80
0,260
0,020
80
0,0281
0,816
73
-0,176
0,122
79
-0,127
0,263
79
-0,0901
0,432
79
-0,048
0,160
-0,1541
0,673
79
0,104
0,361
79
0,067
0,555
79
0,133
0,242
79
0,058
0,613
79
0,052
0,646
79
0,100
0,380
79
-0,021
0,857
76
0,177
0,119
79
-0,081
0,524
64
0,156
80
-0,145
0,200
80
-0,015
0,897
80
0,027
0,814
80
0,030
0,795
80
0,118
0,295
80
-0,013
0,912
80
-0,175
0,128
77
0,078
0,493
79
0,036
0,776
65
0,177
79
0,170
0,134
79
0,211
0,062
79
0,003
0,977
79
-0,016
0,886
79
-0,150
0,187
79
0,023
0,840
79
0,0451
0,698
76
-0,059
0,607
78
-0,139
0,274
64
*Spearman Korelasyon katsayısı; 1Pearson Korelasyon katsayısı
64
TARTI MA
Testesteron düzeyleri ile kardiyovasküler risk faktörleri ve metabolik sendrom
arasındaki ili ki son yıllarda ara tırma konusu olmu tur. Testesteron düzeyleri ile
kardiyovasküler hastalık sıklı ı arasındaki ili kinin bulunması dü ük testesteron düzeylerinin
kardiyovasküler hastalık etyolojisinde bir risk faktörü mü yoksa epifenomen mi oldu u
konusunda tartı malara neden olmu tur. Bunun yanında testesteron düzeylerinin diyabetli
hastalarda dü ük olması impotans etyolojisinde nöropati ve vaskülopatinin yanında
testesteron düzeylerindeki de i ikliklerinde önemli bir rolü oldu unu göstermi tir.
Testesteron bir sex hormonundan daha fazlasıdır (51). Testesteron birçok metabolik
fonksiyon ve birçok sistem ile ili kili etkilere
sahiptir.Uzun zamandır testesteronun
kardiyovasküler fonksiyonlar üzerine olumsuz etkilerinin oldu u dü ünülmü tür. Klasik
anabolik ajanlar, 17-alkylated steroids, gerçekten potansiyel olarak karaci er, insülin
metabolizması ve lipid metabolizması üzerine olumsuz etkilere sahiptir. Ancak testesteron bu
yan etkilere sahip de ildir.
imdiki kanıtlar testesteronun kardiyoprotektif oldu unu
desteklemektedir. mplantabl testesteron düzeylerinin ise prostat kanseri riskini artırdı ı
gösterilememi tir (51). Bu konudaki kanıtlar güçsüzdür. Testesteron kemik, kas, eritropoietin,
libido, mood ve bili sel fonksiyonlar ve penil ereksiyon üzerine uyarıcı etkilere sahiptir.
Aynı zamanda metabolik sendrom ve diyabetes mellituslu hastalarda testesteron
tedavisi LDL kolesterol, kan ekeri, glikolize hemoglobin ve insülin direnci üzerine olumlu
etkilere sahiptir.
Obezitedeki hormon dengesizlikleri ile obezite arasındaki ili ki özellikle santral tipte
ya
da ılımı durumunda daha belirgindir. Bu dengesizlikler arasına plazma kortizol
düzeyinde artma, büyüme hormonu düzeyinde azalma, testosteron düzeyinde erkekte azalma,
kadında artma ve insülin direnci geli mesi girer. Bu düzensizliklerin altında hipotalamuspitüiter-sürrenal ekseninde a ırı duyarlılı ın primer kusur olarak yatabilece i öne sürülmü tür.
65
Bu konuda etkili olabilecek sigara ve alkol içimi bu örneklemde minimal oldu una göre,
kontrol edilemeyen stres, depresyon ve kaygı durumunun menopozal kadınlarımızda anılan
eksende a ırı hassasiyet yaratabilece i dü ünülebilir.
Kadınlarda yüksek testosteron düzeyleri glukoz transportunu ve glikojen sentezini de
etkileyerek insülin direncine yol açar. Yalnız insülin direnci genelde total testosteron ile de il,
serbest (veya biyoyararlı) testosteron ile ili kili (52, 53, 54) bulunmu tur.
Menopozal kadınlardan olu an örneklemlerle yapılan çalı malarda serum total
testosteron konsantrasyonları ile MS arasında ileri derecede anlamlı ili ki bulunmasına kar ın
bu ili kinin ya tan ba ımsız de il, ya ile birlikte giden bir ili ki oldu u belirtilmektedir. Ya ı
denk kontrol grubuna göre 34-54 ya larındaki MS'lu 63 kadında, total testosteron
konsantrasyonları iki grupta anlamlı fark göstermemi tir. Çalı mamızda, serum testesteron
düzeylerini MS’lu postmenapozal kadınlarda daha dü ük bulmamıza kar ın istatistiksel olarak
anlamlı ili ki tespit edemedik. Yine MS’lu kadınlarla kontrol grubu arasında estrodiol,
kortizol, insülin, DHEA-S ve CRP düzeyleri bakımından anlamlı fark tespit edemedik.
Serumda SHBG düzeyleri BK ile ters ili kili olup, obeziteye ba lı olarak SHBG'nin
dü mesi, androjenlerin daha fazla metabolize edilmesine yol açar. Üstelik, pre-(21) ve
postmenopozal kadınlarda adipozite için ayarlamadan sonra, SHBG kadınlarda HDL-K ile
do rusal, insülin ile de ters korelasyon içindedir. Total testosteron da kadında santral
obeziteyle giderek artar, ama total testosteronun SHBG'ye oranı yükselir. Ayrıca, dü ük
SHBG koroner hastalıkla da ili kilendirilmi tir: KKH bulunmayan 32 kadına kıyasla, KKH'lı
55 postmenopozal kadında SHBG düzeyinin apo B ile mutad risk faktörlerinden ba ımsız
ili kisi tanımlanmı tır (55). Yeni olarak Kadın Sa lı ı çalı ması çerçevesinde bir prospektif
vaka-kontrol çalı masında, hormon tedavisi görmeyen 400 kadından, kardiovasküler hastalı ı
olanlarda -olmayanlara kıyasla- SHBG daha dü ük ve serbest androjen indeksi daha yüksek
bulundu, fakat bu obezite ile kardiyak risk faktörlerinden ba ımsız görünmedi (56).
66
DHEA-S ve Obezite
Çalı mamızda dihidroepiandesteron (DHEA) düzeyleri MS olan ve olmayan hasta
grupları arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık göstermemi tir. Sa lıklı erkeklerde
DHEA verilmesi ile vücut ya ında azalma, kas kitlesinde artma ve serum LDL-kolesterol
seviyesinde azalma gözlendi i, ancak kısa süreli dihidroepiandesteron tedavisinin insülin
duyarlılı ında bir etki yapmadı ı bildirilmi tir (57). Dihidroepiandesteron kemirgenlerde
antiobezite etkisi göstermi tir, normal erkeklerde ise vücut ya ını azaltmı tır. Walker ve
ark.larının çalı masında postmenopozal Tip 2 diyabetli kadınlarda 12 haftalık yüksek
karbonhidrata dayalı rejimle vücudun alt bölgesindeki orantısız ya
kaybı DHEA-S’deki
dü ü e ba lanmı tır (58). Normal mens gören premenopozal kadınlarda DHEA-S seviyeleri
ile bel kalça oranı (BKO), ya hücresi boyutu ve metabolik profil arasında ili ki bulunmadı ı,
artmı serum DHEA-S düzeyi ile artmı gövdesel ya oranı ve azalmı ekstremite ya oranı
arasında ili ki bulundu u, menstrüel aktif nondiyabetik obezlerde ise DHEA seviyeleri ile
VK arasında anlamlı ve ters ili ki bulundu u çe itli çalı malarla gösterilmi tir. Tremollieres
ve ark.larının çalı masında postmenopozal kadınlarda VK artmı olan grupta plazma DHEAS seviyeleri, VK normal olan gruba göre daha yüksek bulunmu tur (59). Pasquali ve
ark.larının yaptı ı bir çalı mada VK ile testosteron ve seks hormon ba layıcı globulin
(SHBG) arasında negatif korelasyon, açlık ve glukoz sonrası C-peptid düzeyleri arasında
pozitif korelasyon vardır. BKO ile açlık ve glukoz sonrası insülin seviyeleri arasında anlamlı
ili ki vardır, seks steroidleri ile böyle bir ili ki yoktur (60). De Pergola ve ark.ları diyabetik
olmayan obez kadınlarda DHEA ile VK arasında negatif ili ki saptamı , DHEA-S ile VK ve
BKO arasında anlamlı ili ki gösterilememi tir (61).
Premenopozal kadınlarda VK ’nin androjenler ile (testosteron, androstenedion,
DHEA-S) ve IGF-1 ile ili kisiz oldu u dü ünülmektedir. Usiskin ve ark.larının obez genç
erkeklerde yaptı ı bir çalı mada kısa süreli (28 gün) DHEA tedavisi ile a ırlık, kas kitlesi,
67
ya da ılımı, insülin duyarlılı ı ve lipid durumunda bir de i iklik saptanamamı tır (62).
DHEA-S ve nsülin
Oral glukoz alımı sonrası DHEA-S seviyelerinin, insülin seviyeleriyle ters ve lineer bir
ili kide olarak azaldı ı, oral verilen DHEA-S’nin doku insülin duyarlılı ını artırdı ı, insülinin
yıkımını artırdı ı çe itli çalı malarla bildirilmi tir. Nestler ve ark.larının çalı masında
kadınlarda 12-16 saat süreyle olu turulan akut hiperinsülinemide serum DHEA-S seviyeleri
dü ü göstermi tir (63). Yine Nestler ve ark.larının yaptı ı ba ka bir çalı mada deneysel
hiperinsülinemi sırasında DHEA-S ve DHEA seviyeleri azalmasına ra men üriner DHEA-S
ve konjüge DHEA atılımı sırasıyla %50 ve %86 artmı tır (64). Nestler ve ark.ları ayrıca
erkeklerde yüksek fizyolojik aralıklar içinde insülinin akut olarak artı ının adrenal 17,20liyazın aktivitesini spesifik olarak baskıladı ını, ancak kadınlarda benzer etkisinin olmadı ını
bildirmi tir. Phillips ve ark.larının çalı masında DHEA-S ile insülin arasında her iki cinste de
ili ki gösterilememi tir (65).
DHEA-S ve Ateroskleroz
Dü ük plazma DHEA düzeyleri koroner ateroskleroz geli imini kolayla tırır, artmı
seviyeler ise geciktirir. Kalp hastalı ı öyküsü olan erkeklerde olmayanlara göre önemli
dü üklük göstermektedir. Elli ya
üstündeki erkeklerde herhangi bir nedene veya
kardiyovasküler hastalı a ba lı ölüm ile DHEA-S konsantrasyonları arasında ba ımsız ve ters
bir ili ki vardır. DHEA, DHEA-S, androstenedion, androstenediol glukronid, kortizol,
testosteron ve SHBG düzeylerinin koroner risk faktörleri ile ili kisinin ara tırıldı ı Hautanen
ve ark.larının çalı masında; sadece serum DHEA-S düzeyleri kontrol grubundan anlamlı
farklılık göstermi tir, koroner kalp hastalarında kontrollere göre DHEA-S sülfat düzeyleri
daha yüksek bulunmu tur. Ayrıca DHEA-S ile sigara içimi, alkol tüketimi, trigliserid
düzeyleri, sistolik ve diyastolik kan basınçları arasında anlamlı pozitif ili ki; ya ve yüksek
dansiteli lipoprotein (High Density Lipoprotein; HDL) kolesterol arasında negatif ili ki
68
saptanmı tır (66). Herrington ve ark.larının çalı masında, erkeklerde kardiyovasküler nedenli
ölüm ile serum DHEA-S düzeyleri arasında ters ili ki vardır, ayrıca üriner DHEA düzeyleri
ile KAH klini i arasında da ters ili ki vardır. Kadınlarda plazma DHEA ve DHEA-S
düzeyleri ile koroner hastalık arasında ili ki gösterilememi tir. Erkeklerde ise anjiyografik
olarak gösterilmi koroner ateroskleroz ile DHEA-S düzeyleri arasında ba ımsız ters ili ki
saptanmı tır (67).
Erkeklerde yapılan bir çalı mada LaCroix ve ark.ları nonfatal miyokard infarktüsü (MI)
geli imi ve ateroskleroz progresyonunda DHEA-S’nin rol aldı ını destekler bulgular elde
edememi tir. Ancak DHEA-S ile fatal koroner kalp hastalı ı arasında ili ki bulunmu tur (68).
Serum DHEA-S seviyeleri ile erkeklerde prematür MI (<59 ya ) geli imi arasında ters ili ki
vardır ve bu ili ki bilinen prematür MI risk faktörlerinden ba ımsızdır. Yüksek serum DHEA-S
seviyeleri erkeklerde azalmı kardiyovasküler risk faktörleri ile ili kili görünmekte. Her ne kadar
yükselmi serum DHEA-S düzeyleri çe itli majör kardiyovasküler risk faktörleri ile ili kili
görünse de postmenopozal kadınlarda fatal kardiyovasküler hastalık riski ile ili kili de ildir.
DHEA insanlarda trombosit agregasyonunu geciktirir. DHEA’nın trombosit
aktivasyonunu inhibe etmesi antiaterojenik ve kardiyoprotektif etkisine katkıda bulunur.
Johannes ve ark.larının çalı masında DHEA ve DHEA-S’nin diyastolik ve sistolik kan basıncı
ile pozitif ili kisi oldu u, DHEA-S’nin apolipoprotein A ile negatif ili kisi oldu u
saptanmı tır. DHEA ve DHEA-S ile sigara içimi, alkol, östron ve östradiol seviyesi arasında
pozitif ili ki ve ya la ters ili ki saptanmı tır. Sonuçlar DHEA ve DHEA-S’nin orta ya lı
kadınlarda yüksek olmasının; artmı
kardiyovasküler hastalık riskini gösterebilece ini
dü ündürmektedir.
DHEA’nın antiaterojenik etkileri oldu u dü ünülmektedir. Yine de bu konuda büyük
epidemiyolojik çalı malar yapılmamı tır. Yapılanların da sonuçları çeli kilidir. DHEA-S ve
aterogenez arasında ili ki olmadı ı cinsiyete özgü ve de i ik destekleyici analizlerle
69
saptanmı tır. Kiechl ve ark.larının yaptı ı prospektif toplum bazlı çalı mada endojen DHEAS ile ateroskleroz geli imi arasında ili ki saptanmamı tır (69). Dü ük androjen seviyelerinin
lipid metabolizması, koagülasyon fonksiyonları, insülin duyarlılı ı üstünde olumsuz etkileri
oldu u bildirilmi tir. Bu da erkelerde arterioskleroz ile ili kili bir durumdur. Hak ve
ark.larının çalı masında erkek ve kadınlarda DHEA-S seviyeleri ile
iddetli aortik
ateroskleroz arasında belirgin bir ili ki bulunamamı tır. Erkeklerde yüksek DHEA-S
sevilerinin aortik ateroskleroza kar ı koruyucu oldu u dü ünülmü tür. Ancak anlamlı bir
ili ki saptanamamı tır (70). Premenopozal kadınlarda DHEA-S androjenik etkilere sahip
olabilir ve belki de fibroblast proliferasyonunu artırmaktadır. Postmenopozal periyoda ise
daha çok östrojenik etkileri ve kalp hücreleri üstünde antiproliferasyon etkileri belirgindir.
SHBG ve DHEA-S’nin KAH’ye etkisi olmadı ı Phillips ve ark.ları tarafından bildirilmi tir
(71). Thijs ve ark.larına göre u andaki bulgular erkeklerde dü ük DHEA-S seviyelerinin
KAH ile ili kili oldu unu dü ündürmektedir. Ancak DHEA deste inin kardiyovasküler yarar
sa layıp sa lamadı ı ortaya konulamamı tır. Prospektif randomize çalı malar yapılması
gerekmektedir (72). Glei ve ark.larının yaptı ı çalı mada sonuçlar DHEA-S seviyesiyle 3
yıllık mortalite riski arasında sınırda anlamlı ters bir ili ki oldu unu dü ündürmü tür.
Analizin takip süresi kısa ve ölüm sayısı dü ük olmasına ra men sonuçlar DHEA-S ‘nin
mortalite üstünde ölçülebilir bir etkisi oldu unu göstermektedir (73).
Yapılan çalı ma sonuçları ile çok yönlü olarak de erlendirilebilecek çalı mamızın
sonucunda postmenopozal MS olan ve MS olmayan kadınlarda hormon profilleri yönünden
anlamlı farklılık gözlenmemi tir. Testesteronun örne in obezite ile ili kisi bilinmesine kar ın
di er parametrelerle olmayan ili kisi hormon profilleri arasında farklılık olu mamasına
katkıda bulunmu
olabilir. Bu nedenle testesteron düzeyleri ile kardiyovasküler risk
arasındaki ili kiyi de erlendirirken MS tanı kritrerlerinin tek tek incelenmesinin daha sa lıklı
sonuçlar verebilece i görü ündeyiz.
70
SONUÇ
Vücuttaki androjenler ile çe itli metabolik de erler arasındaki ili ki son yıllarda
ara tırma konusu olmu tur. Testesteronun erkek ve kadınlardaki etkileri endokrin hormon
olmaktan ileri gözükmektedir. Testesteronun kardiyovasküler risk faktörü olup olmadı ı
ara tırılırken di er yandan da tedavide kullanım alanları üzerinde durulmaktadır.
Diyabetik
hastalardaki
testesteron
düzeylerinin
dü ük
komplikasyonların etyopatogenezinde yeni bir adım olmu
seyretmesi
diyabetik
tedavi yakla ımlarında da
de i meler olmu tur. Diyabetik hastalardaki testesteron düzeylerindeki de i melerin
regülasyondan öte diyabetin varlı ı ile daha yakın bir ili ki içinde oldu u görülmektedir.
Çalı mamızda birçok kardiyovasküler risk faktörü ile ili ki içinde olan metabolik
sendromlu postmenapozal hastaları kontrol grubu ile kar ıla tırarak hormon profillerini
inceledik. Postmenapozal metabolik sendromlu hastaların hormon profilleri ile metabolik
sendromu olmayan bireylerin hormon profilleri arasında istatistiksel olarak anlamlı fark
bulamadık. Ancak metabolik sendromlu postmenapozal hastalarda istatistiksel olarak anlamlı
farka ula mayan dü ük testesteron düzeylerinin oldu unu tespit ettik. Metabolik sendrom ile
testesteron ili kisinde, testosteron ile metabolik sendrom komponentlerinin
de erlendirilmesinin gerekti ini dü ündük.
71
ayrı ayrı
ÖZET
Çalı mamıza Taksim E itim ve Ara tırma Hastanesi’ne 1-28 Haziran 2009 tarihleri
arasında ba vuran 83 postmenapozal kadın hasta alındı. Bunların 57’si metabolik sendromu
iken 26’sı metabolik sendromlu de ildi. Ba vuran metabolik sendromlu hastaların ya , boy,
kilo, vücut kitle indeksi, bel çevresi, , tansiyon düzeyleri kaydedildi. Lipid profilleri incelendi.
Estrodiol, testosteron, kortizol, insülin, dihidroepiandesteron sülfat, CRP düzeylerinin tayini
için kanları alındı.
Çalı maya alınma kriterleri en az 12 aydır adet görmüyor olmak,hormon replasman
tedavisi almıyor olmak cerrahi menapozda olmamak,insülin tedavisi almıyor olmak,sigara
içmemek olarak belirlendi.
Çalı mamızda postmenapozal metabolik sendromlu hastalar ile metabolik sendromu
olmayan bireyler arasındaki hormon profillernin incelenmesi ve bunların kardiyovasküler risk
faktörleri ile kar ıla tırılması amaçlandı.
Vücuttaki androjenler ile çe itli metabolik de erler arasındaki ili ki son yıllarda
ara tırma konusu olmu tur. Testesteronun erkek ve kadınlardaki etkileri endokrin hormon
olmaktan ileri gözükmektedir. Testesteronun kardiyovasküler risk faktörü olup olmadı ı
ara tırılırken di er yandan da tedavide kullanım alanları üzerinde durulmaktadır.
Postmenapozal metabolik sendromlu hastaların hormon profilleri ile metabolik sendromu
olmayan bireylerin hormon profilleri arasında istatistiksel olarak anlamlı fark bulamadık.
Ancak metabolik sendromlu postmenapozal hastalarda istatistiksel olarak anlamlı farka
ula mayan dü ük testesteron düzeylerinin oldu unu tespit ettik.
72
ABSTRACT
83 postmenopausal women who applied Taksim Education and Research Hospital
participated in our work. 57 of them had metabolic syndrome while 26 of them didn't have.
Age, height, weight, body mass index, waist circumference and blood pressure levels of
participants were recorded. Their lipid profiles are investigated. Their blood was taken to test
their levels of Estrodiol, testosterone, cortisol, insülin, dihidroepiandesteron sülfat and CRP.
Criteria to participate was not to have menstruation at least for 12 months, not having
hormon replasman treatment, not being in the state of surgical menopause, not having insulin
treatment, being not smoking.
In our work, we aimed to research the hormonal profile differences between patients
with metabolic syndromes and patients without metabolic syndromes and compare the
profiles with patients cardiovascular risc factors.
The relation between androgens in the body and various metabolical values is a hot
topic to research on nowdays. It seems that the effect on testesteron on men and women are
more than just endocrine hormon. While it is being researched whether testosterone is a
cardiovascular risc factor or not on one hand, on the other hand it's uses in treatment is also
researched. We could not point out a remarkable difference in sense of statistics between
hormonal profiles of patients with postmenopausal metabolic syndromes and hormonal
profiles of patients without metabolic syndromes. Nevertheless, we stated that patients with
postmenapausal metabolic syndromes have testesteron that can't reach remarkable levels in
sense of statistics.
73
KAYNAKLAR
1. Lakka H.M., Laaksonen D.E., Lakka T.A. ve ark. The metabolic syndrome and total
and cardiovascular disease mortality in middle-aged men. JAMA. 2002; 288: 2709–
2716.
2. Aslan M. 2003. Metabolik sendrom kılavuzu. Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma
Derne i. 1-13.
3. Evans P.J., Hoffman R.G., Kalkhoff R.K. et al: Relationship of androgenic activity to
body fat topography, fat cell morphology and metabolic aberrations in menopausal
women. J Clin Endocrinol Metab 1983;57:301–310
4. Björntorp P. The associations between obesity, adipose tissue distribution and disease.
Acta Med Scand 1988; Suppl 723:121–134
5. Haffner S.M. , Valdez R.A. , Hazuda H.P. , Mitchell B.D., Morales P.A. , Stern M.P.
Prospective Analysis of The Insulin Resistance Syndrom (Syndrom X). Diabetes
1992;41:715–722
6. Han T.S., Williams K., Sattar N., Hunt K.J., Lean M.E., Haffner S.M. Analysis of
Obesity and Hyperinsulinemia In The Development of Metabolic Syndrom: San
Antonio Heart Study. Obes Res 2002;10:923–931
7. Liese A.D., Mayer-Davis E.J., Tyroler H.A. et al. Development of The
Multiplemetabolic Syndrom in The ARIC Cohort: Joint Contribution of Insulin, BMI
and WHR: Atherosclerosis Risk in Communities. Ann Epidemiol 1997;7:407-416
8. Laaksonen D.E., Lakka H.M., Salonen J.T., Niskanen L.K., Rauramaa R., Laka T.A.
Low Levels of Leisure-time Physical Activity and Cardiorespiratory Fitness Predict
Development of The Metabolic Syndrom. Diabetes Care 2002;25:1612–1618
74
9. Kendall D.M., Harmel A.P. The Metabolic Syndrom, Type 2 Diabetes and
Cardiovascular Disease: Understanding The Role of Insulin Resistance. Am J Manag
Care 2002;8:635–653
10. Reusch J.E. Current Concepts in Insulin Resistance, Type 2 Diabetes Mellitus and the
Metabolic Syndrom. Am J Cardiol 2002;90:19–26
11. I ıldak M, Güven GS, Gürlek A. Metabolik sendrom ve insülin direnci. Hacettepe Tıp
Dergisi. 2004;35:96–99.
12. Görpe U. Metabolik sendrom. Diabetes Mellitus Sempozyumu. 1997;47–51.
13. Shulman GI. Cellular mechanisms of insulin resistance. J Clin Invest. 2000;106:171–176.
14. Scott M. Metabolic Syndrom Part I and II , Endorinol Metab Clin N Am 33(2004)
15. National Cholesterol Education Program (NCEP) Expert Panel on Detection,
Evaluation and Treatment of High Blood Cholesterol In Adults (Adult Tretment Panel
III) : Executive Summary of The Third Report of The National Cholesterol Education
Program (NCEP) Expert Panel on Detection , Evaluation and Treatment of High
Blood Cholesterol In Adults (Adult Treatment Panel III). JAMA 2001;285:2486–2497
16. Vague J. The degree of masculine differentitation of obesities. A factor determining
preposition to diabetes, atherosclerosis, gout and uric calculous disease. Am J Clin
Nutr 1956;4:20–34
17. Unwin N., Harland J., White M. et al: Body mass index, waist circumference, waisthip
ratio and glucos intolerance in Chinese and Europid adults in Newcastle, UK. J
Epidemiol Community Health 1997;51:160–166
18. Vendrell J., Broch M., Vilarrasa N. et al. Resistin, adiponectin, ghrelin, leptin, and
proinflammatory cytokines: relationships in obesity. Obes Res. 2004;12(6):962–971
19. Silha J.V., Krsek M., Skrha J., Sucharda P., Nyomba B.L., Murphy L.J Plasma
75
resistin, leptin and adiponectin levels in lean and obese subjects: correlations with
insulin resistance. Eur J Endocrinol. 2003;149:331–335.
20. Seidell J.C., Deurenberg P., Hatvast J.G. Obesity and fat distribution, in relatin to
health. Current insights and recommendations. World Rev Nutr Diet 1987;50:57–91
21. Terry R.B., Page W.F., Haskell W.L. Waist/hip ratio, body mass index and premature
cardiovasküler disease mortality in US army Veterans during a twenty-three year
follow-up study. Int J obes 1992;16:417-423
22. Unwin N., Harland J., White M. et al. Body mass index, waist circumference, waisthip
ratio and glucos intolerance in Chinese and Europid adults in Newcastle, UK. J
Epidemiol Community Health 1997;51:160–166
23. Kortelainen M.L., Sarkioja T. Coranary atherosclerosis and myocardial hypertrophy in
relation to body fat distribution in healty women: an autopsy study on 33 vilent deaths.
Int J Obes 1997;21:43–49
24. Lukasky H.C. Metods for the assesment of human body composition. Tranditional and
new. Am J C L N Nutr 1987;46:537–556
25. Kssebah A.H. Health risks of obesty. Med Clin North Am 1989;73:111–138
26. Allison S.P. Form and functions Nutritional assesment. Nutrition in Medicine a
Physician’s Viev Ed: nstitut Danone 1996 kitabından S:25–37.
27. Despres J.P., Moorjani S., Lupien P.J., Trembley A. Regional distribution of body fat,
plasma, lipoproteins and cardiovascular disease. Arteriosclerosis 1990;10:497–511
28. Valdez R. A simple model basedinde of abdominal adiposity. J Clin Epidem
1991;44:966–976
29. Ashwell M., Cole T.J., Dixon A.K. Obesity. New insight into the antropometric
classification of fat distribution shown by computed tomography. Br med J 1985;290:
1692–1694
76
30. Larsson B., Svardsudd K., Welin L., Wilhelmsen L., Bjorntorp P., Tibblin G.
Abdominal adipose tissue distribution, obesity and risk of cardiovascular disease and
death. 13year follow up of participants in the study of men born in 1913. BrMed J
1984;288:1401–1440
31. Despres J.P. Lipoprotein metabolism in visceral obesity. Int J obes 1991;15: 45–52
32. Lean M.E.J., Han T.S., Morrison C. Waist circumference as a measure for indicating
need for weight management. British Journal Medical 1995;311:158–161
33. Kolo lu S. Diabetes Mellitus. In: Endokrinoloji. 1.baskı. Kolo lu S. Medikal
Network, 1996;367–386
34. Ludvic B., Nolan J.J., Baloga J., Sacks D., Olefsky J. Effect of obesity on insulin
resistance in normal subject and patients with NIDDM. Diabetes 1995;44:1121–1125
35. Carey V.J., Walters E.E., Colditz G.A. et al. Body fat distribution and risk noninsulindependent diabetes mellitus in women. The Nurses Health Study. Am J Epidemiol
1997;145: 614-619
36. Bastard J.P., Jardel C., Bruckert E. et al. Elavated levels of interleukin-6 are reduced
inserum and subcutaneous adipose tissue of obese women after weight loss. J Clin
Endocrinol Metab 2000;85:3338–3342
37. Reaven G., Strom T. Tip 2 Diyabet Sorular ve Cevaplar, Çev. ed: Satman ., Merit
Publishing International. 2003:17–35.
38. mamo lu S. Diabetes Mellitus. Ed. Dolar E. ç Hastalıkları, Nobel&Günes Tıp
Kitabevi stanbul; 2005:692–719.
39. Chobanian A.V., Bakris G.L., Black H.R. et al. National High Blood Pressure
Education Program Coordinating Committee. The Seventh Report of the Joint
National Committee on Prevention, Detection, Evaluation, and Treatment of High
Blood Pressure: the JNC 7 report. JAMA 2003;289:2560–2572.
77
40. Kenchaiah S., Evans J.C., Levy D. et al. Obesity and the risk of heart failure. N Engl J
Med 2002;347:305–313.
41. Mbanya J.C., Wilkinson R., Thomas T.H. et al. Hypertension and hyperinsulinaemia:
a relation in diabetes but not in essential hypertension. Lancet 1998;1:733-734.
42. Ward K.D., Sparrow D., Landsberg L. et al. Influence of insulin, sympathetic nervous
system activity, and obesity on blood pressure: the Normative Aging Study. J
Hypertens 1996;14:301–308.
43. Ferrannini E., Natali A., Capaldo B. et al. European Group for the Study of Insulin
Resistance (EGIR).Insulin resistance, hyperinsulinemia, and blood pressure: role of
age and obesity. Hypertension 1997;30:1144–1149.
44. Mea P.D., Lupia M., Bandolin V. et al. Adinopektin, insulin resistance, and left
ventricular structure in dipper and nondipper essential hypertensive patients. Am J
Hypertens 2005;18:30–35.
45. Sprenkle P.C., Fisch H. Pathologic effects of testosterone deprivation. Curr Opin Urol.
2007;17:424–430.
46. D'Amico A.V., Denham J.W., Crook J. et al. Influence of androgen suppression
therapy for prostate cancer on the frequency and timing of fatal myocardial
infarctions. J Clin Oncol. 2007;25:5325–5326.
47. Sablik Z., Samborska-Sablik A., Boli ska-Sołtysiak H., Goch J.H., Kula K.
Hyperandrogenism as a risk factor of coronary artery disease in young women. Pol
Arch Med Wewn. 2006;115:118–124.
48. Mohamad M.J., Mohammad M.A., Karayyem M., Hairi A., Hader A.A. Serum levels
of sex hormones in men with acute myocardial infarction. Neuro Endocrinol Lett.
2007;28:182–186.
49. Onat A., Uyarel H. Türkmen S. ve ark. Türk Kardiyol Dern Ar 2004; 32:137–144
78
50. Larsson H., Ahren B. Androgen activity as a risk factor for impaired glucose tolerance
in postmenopausal women: Diabetes Care 1996;19:1399-403
51. Bain J. The many faces of testosterone. Clin Interv Aging. 2007;2:567–576
52. Larsson H., Ahren B. Androgen activity as a risk factor for impaired glucose tolerance
in postmenopausal women: Diabetes Care 1996;19:1399-403
53. Oh J.Y., Barrett-Connor E., Wedick N.M., Wingard D.L. Endogenous sex hormones
and the development of type 2 diabetes in older men and women: the Rancho
Bernardo study. Diabetes Care 2002;25:55–60
54. Kalisch G.M., Barrett-Connor E., Laughlin G.A., Gulanski B. Association of endogenous
sex hormones and insulin resistance among postmenopausal women: results from the
Postmenopausal Estrogen/Progestin Intervention Trial. J Clin Endocrinol Metab
2003;88:1646–52
55. Reinecke H., Bogdanski J., Woltering A. et al: Relation of serum levels of sex hormone
binding globulin to coronary heart disease in postmenopausal women. Am J Cardiol
2002;90:364–368
56. Rexrode K.M., Manson J.A.E., Lee I-M., et al. Sex hormone levels and risk of
cardiovascular events in postmenopausal women. Circulation 2003;108:1688–1694
57. Nestler J.E., Barlascini C.O., Clore J.N., et al. Dehydroepiandrosterone reduces serum low
density lipoprotein levels and body fat but does not alter insulin sensitivity in normal men.
J Clin Endocrinol Metab 1988;66:57–61.
58. Walker K.Z., O'Dea K., Nicholson G.C. Dietary composition affects regional body fat
distribution and levels of dehydroepiandrosterone sulphate (DHEA-S) in post-menopausal
women with Type 2 diabetes. Eur J Clin Nutr 1999;53:700–705.
59. Tremollieres F.A., Pouilles J.M., Ribot C. Vertebral postmenopausal bone loss is reduced
in overweight women: a longitudinal study in 155 early postmenopausal women. J Clin
79
Endocrinol Metab 1993;77:683–686.
60. Pasquali R., Casimirri F., Cantobelli S. et al. Effect of obesity and body fat distribution on
sex hormones and insulin in men. Metabolism 1991;40:101–104.
61. De Pergola G., Zamboni M., Sciaraffia M. et al. Body fat accumulation is possibly
responsible for lower dehydroepiandrosterone circulating levels in premenopausal obese
women. Int J Obes Relat Metab Disord 1996;20:1105–1110.
62. Usiskin K.S., Butterworth S., Clore J.N. et al. Lack of effect of dehydroepiandrosterone in
obese men. Int J Obes 1990;14:457–463.
63. Nestler J.E., Clore J.N., Strauss J.F. et al. The effects of hyperinsulinemia on serum
testosterone, progesterone, dehydroepiandrosterone sulfate, and cortisol levels in normal
women and in a woman with hyperandrogenism, insulin resistance, and acanthosis
nigricans. J Clin Endocrinol Metab 1987;64:180–184.
64. Nestler
J.E.,
Usiskin
K.S.,
Barlascini
C.O.
et
al.
Suppression
of
serum
dehydroepiandrosterone sulfate levels by insulin: an evaluation of possible mechanisms. J
Clin Endocrinol Metab 1989;69:1040–1046.
65. Phillips G.B. Relationship between serum dehydroepiandrosterone sulfate, androstenedione,
and sex hormones in men and women. Eur J Endocrinol 1996;134:201–206.
66. Hautanen A., Manttari M., Manninen V. et al. Adrenal androgens and testosterone as
coronary risk factors in the Helsinki Heart Study. Atherosclerosis 1994;105:191–200.
67. Herrington D.M., Gordon G.B., Achuff S.C. et al. Plasma dehydroepiandrosterone and
dehydroepiandrosterone sulfate in patients undergoing diagnostic coronary angiography. J
Am Coll Cardiol 1990;16:862–870.
68. LaCroix A.Z., Yano K., Reed D.M. Dehydroepiandrosterone sulfate, incidence of
myocardial infarction, and extent of atherosclerosis in men. Circulation 1992;86:
1529–1535.
80
69. Kiechl S., Willeit J., Bonora E. et al. No association between dehydroepiandrosterone
sulfate and development of atherosclerosis in a prospective population study (Bruneck
Study). Arterioscler Thromb Vasc Biol 2000;20:1094–1100.
70. Hak A.E., Witteman J.C., de Jong F.H. et al. Low levels of endogenous androgens
increase the risk of atherosclerosis in elderly men: the Rotterdam study. J Clin Endocrinol
Metab 2002;87:3632–3639.
71. Phillips G.B., Pinkernell B.H., Jing T.Y. Relationship between serum sex hormones and
coronary artery disease in postmenopausal women. Arterioscler Thromb Vasc Biol
1997;17:695–701.
72. Thijs L., Fagard R., Forette F. et al. Are low dehydroepiandrosterone sulphate levels
predictive for cardiovascular diseases? A review of prospective and retro-spective studies.
Acta Cardiol 2003;58:403–410.
73. Glei D.A., Goldman N. Dehydroepiandrosterone Sulfate (DHEA-S) and Risk for
Mortality Among Older Taiwanese. Ann Epidemiol 2006;16:510–515.
81
Download