T.C Sağlık Bakanlığı Okmeydanı Eğitim ve Araştırma Hastanesi 3.İç Hastalıkları Kliniği Klinik Şefi:Doç. Dr. Necati Yenice YENİ TANI TİP 2 DİYABETES MELLİTUS HASTALARINDA ROSİGLİTAZONUN ADİPONEKTİN DÜZEYİ VE İNSÜLİN DİRENCİ ÜZERİNE ETKİSİ (UZMANLIK TEZİ) Dr.Arzu Kayalar İstanbul-2009 1 1 ÖNSÖZ Dahiliye uzmanlık eğitimim süresince bilgi ve deneyimlerinden yararlandığım değerli hocalarım Doç. Dr. Necati Yenice, Doç. Dr. Laika Karabulut, Doç. Dr. Ayşen Helvacı ve Klinik Şef Yardımcısı sayın Dr. Kemal Kutoğlu’na, Tez çalışmamda hiçbir yardımını esirgemeyen Dr. Semih Kalyon ve değerli uzmanlarımız Dr. Nurten Arıcan, Dr. Duran Erol, Dr.Nevzat Aksoy,Dr.Mehmet Küçük,asistan arkadaşlarım Dr.Servet Yolbaş,Dr.Şermin Altundal,Dr.Yeter Bayram,Dr. Ülkü Aybüke Tunç, Dr. Yılmaz Fakı, Dr. Ekrem Aslan , Dr. Gönül Yakalı, Dr.Özlem Soyer,Dr.Tuğba Özdemir,Dr. Murat Çaçan, Dr.Fevkiye İpek,Dr.Güngör Sitar,Dr.Zafer Yeğen ,Dr. Filiz Demir, Dr. Serkan Turşak, Dr. ve Dr. Hikmet Uzun’a,asistanlık süresince beraber çalıştığım tüm uzman ve asistan arkadaşlarıma, birlikte çalıştığım tüm hemşire arkadaşlara ve hastane personeline , Rotasyonlarım sırasında değerli bilgilerinden yararlandığım Enfeksiyon Hastalıkları Klinik Şefi Sayın Tamer Yıldırmak, Biyokimya Klinik Şefi Sayın Doç. Dr. Sembol Türkmen, S.B: Yedikule Göğüs Hastalıkları Hastanesi 3. Klinik şefi Sayın Dr. Pınar Yıldız’a ve S.B. Koşuyolu Kalp Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ndeki hocam Sn.Dr. Cevat Kırma ‘ya , Hastanemizin değerli başhekimi sayın Uzm. Dr. Hayri Özgüzel’e Hayatımın her anında desteklerini esirgemeyen sevgili aileme en içten teşekkürlerimi sunarım. Dr. Arzu Kayalar 2 iÇiNDEKiLER Sayfa GİRİŞ VE AMAÇ..........................................................................................5 GENEL BiLGiLER........................................................................................7 MATERYAL VE METOD............................................................................81 BULGULAR................................................................................................84 TARTIŞMA VE SONUÇ.............................................................................100 ÖZET.......................................................................................................111 ÖZET(İNGİLİZCE)……………………………………………………………………114 KAYNAKLAR............................................................................................116 3 3 KISALTMALAR ACE İ: Angiotensin Converting Enzyme İnhibitor ADA: American Diabetes Association (Amerikan Diyabet Birliği) AHA: American Heart Association (Amerikan Kalp Birliği) BMI: Beden Kitle İndeksi DM: Diabetes Mellitus WHO: Dünya Sağlık Örğütü GDM: Gestasyonel Diabetes mellitus GFR: Glomeruler Filtrasyon Hızı GLUT: Glukoz Transporter İKH: İskemik KalpHastalığı IGT: Bozulmuş glikoz toleransı IFG:Bozulmuş açlık glukozu HLA: Human Leukocyte Antigen (İnsan Lökosit Antijeni) HOMA: HOmeostasis Model Assesment HsCRP: High sensitivity CRP (Yüksek duyarlılıklı CRP) LADA: Latent Autoimmune Diabetes Adult MODY: Maturity Onset Diabetes of the young NYHA: New York Heart Association OAD: Oral Antidiabetik OGTT: Oral Glukoz Tolerans Testi PAI-1: Plasminogen Activator Inhibitor-1 GiRiŞ ve AMAÇ Son zamanlarda yapılan çalışmalar yağ dokusunun sadece bir enerji deposu değil aynı zamanda aktif endokrin organ olduğunu göstermiştir. Beyaz yağ dokusu, ihtiyaç fazlası enerjiyi trigliserit halinde yağ hücresinde depolar ve ihtiyaç duyulduğunda hızla dolaşıma verebilir. Yağ dokusu vücutta en büyük enerji deposudur ve enerjinin yağ hücresinde depolanması ve salgılanması hormonal sinyallerle (insülin, katekolaminler, glukokortikoitler gibi) kontrol edilir. Yağ hücresinden leptin, resistin, tümör nekrozis faktör-α (TNF-α), adiponektin, adipsin, interlökin-6 (IL-6), plazminojen aktivatör inhibitör-1 (PAI-1), transforming büyüme faktörü-α (TGF-α), anjiyotensinojen, asilation-stimüle edici protein (ASP), insülin benzeri büyüme faktörü (IGF-I), prostaglandin I2 (PG I2), prostaglandin F2α (PG F2α) gibi çok sayıda madde salgılandığı saptanmıştır. Leptin, enerji homeostazisini düzenler ve vücut yağ dokusu hakkında hipotalamusa bilgi verir. Resistin, insülin direnci ve periferik doku insülin hassasiyeti ile ilgili olabilir. TNF-α, insülin reseptör sinyaline karışır ve obezlerde insülin direnci gelişimine neden olur. Adiponektin, ailevi hiperlipidemi patogenezinde yer alır ve insülin direnci ile ilişkilidir. Yağ dokusu salgıladığı bu ürünleri ile vücutta birçok sistemin fonksiyonunu etkiler. Yağ hücresi pasif bir hücre değildir, aksine günlük enerji alımına bağlı sürekli hakim değişkenliği gösteren, ekstrasellüler sıvıya sitokin, hormon salgılayan bir hücredir. Yağ hücresi bu salgı ürünleri ile endokrin, parakrin ve otokrin yolla diğer hücrelerle haberleşir, hormonlar ve sitokinlere membran reseptörleri aracılığı ile yağ asidini kana vererek, yağ asitlerini hücre içine alarak depolama ve hormon, sitokin salgılayarak cevap verir. Adiponektin, yağ hücresinden insülin stimülasyonu ile salgılanan, kollegen VIII ve kompleman C1’e benzeyen, bir hormondur. Plazmada 2-25 μg/mL kadar bulunan adiponektin salgılandıktan sonra plazmada kollegen I, III, V’e bağlanır, II ve IV’e bağlanmaz. Adiponektin endotelyal adezyon moleküllerinin VCAM-I, ICAM-I ve E-selektin ile ilişkisini inhibe eder ve inflamatuar sitokinler (TNF-α gibi) ile ilişkiyi 5 tetikler. Obezlerde ve insülin direnci gelişenlerde plazma seviyesi düşüktür. İn vivo koşullarda, kronik uygulamalarda, adiponektin enjeksiyonlarının plazma serbest yağ asidi miktarını azalttığı görülmüştür. Adiponektinin insülin direncini birçok dokuda düzelttiği de saptanmıştır. İnsülin direnci gelişmiş kemirici hayvanlarda intravenöz adiponektin enjeksiyonları insüline hassasiyeti düzeltir. Adiponektin üretimi PPARγ agonistleri ile uyarılır. Tip 2 diyabetik hastalar, belirgin olarak artmış aterosklerotik risklere sahiptirler. Diyabetik popülasyonda ölümcül bir koroner kalp hastalığı geçirme riskleri neredeyse daha önce myokard enfarktüsü geçirmiş olanlar kadardır. Bu artmış risk; hiperglisemi, dislipidemi ve artmış inflamasyonla bağıntılıdır. Sadece yağ dokuları tarafından sentezlenen adiponektinin tüm bu mekanizmalarda rol aldığı düşünülmektedir. Adiponektin, insülin etkisi ve rezistansı üzerinde modülatör bir moleküldür ve tip 2 diyabet gelişimini önlemede etkindir. Bunun yanında antiinflamatuvar etkileri de saptanmıştır. Ayrıca lipid metabolizmasında da etkileri mevcuttur, kısmen artmış HDL düzeyleri ve azalmış trigliserit düzeyleri ile bağıntılıdır. 6 GENEL BiLGiLER DiABETES MELLiTUS Diabetes mellitus değişik sebeplere bağlı ve değişik komplikasyonlara yol açan, heterojen bir grup karmaşık metabolik bozukluktur. İnsülin hormon sekresyonunun ve/veya insülin etkisinin mutlak veya göreceli azlığı sonucu karbonhidrat, yağ ve protein metabolizmasında bozukluklara yol açar. DM’un uzun vadede progresif gelisen mikrovasküler ve makrovasküler komplikasyonlara yol açar. Toplumların çoğunda son dönem böbrek yetersizliği, körlük, travma dışı amputasyonların en önemli nedeni diyabettir(1). Günümüzde dünya genelinde 171 milyon diyabetli hastanın yaşadığı bunun 2030 yılında 366 milyon olacağı tahmin edilmektedir (1). Bunların %90-95’ini tip 2 diyabetliler oluşturur. Thrifty (tutumlu) Genotip Hipotezinde ileri sürülen “genlerin modern yaşam tarzının gerektirdiği şartlara adapte olamaması” ya da Thrifty Fenotip Teorisinde ileri sürüldüğü gibi “intrauterin malnütrisyon ortamına göre ayarlanmış metabolizmanın ileri yaşlardaki zengin beslenme tarzına adapte olamaması ” veya basitçe, enerji alımının enerji tüketimini aşması bu epidemiden sorumlu olduğu düşünülen başlıca mekanizmalardır(2,3,4). Diabetes Mellitus Epidemiyolojisi İnsanların yaşam sürelerinin giderek uzaması, fiziksel aktivitenin azalması ve obezitenin artması, diabetes mellitus insidans ve prevalansında bir patlamaya neden olmuştur(5). Dünya sağlık örgütü verileri diyabetin prevalansının gelecek 22 yıl içinde iki katına çıkacağını düşünmektedir(6). Dünya genelinde 2025 yılında diyabet prevalansının erişkin populasyonun %5.4 olacağı ve bu olguların %75’inin gelişmekte olan ülkelerde bulunacağı tahmin edilmektedir(6,7). Diyabet prevalansı ülkeler arasında ve farklı etnik gruplarda belirgin düzeyde değişiklik göstermektedir. Papua Yeni Gine’deki kabilelerde, Eskimolar arasında veya Çin’de %1 olan prevalans, Avustralya yerlilerinde, Mikronezya’daki Naurulularda veya Pima Kızılderililerinde %20-45’e kadar çıkabilmektedir. Prevalansdaki bu farklılık uluslar arasında daha 7 belirginleşmektedir. Örneğin Beyaz ırka göre Amerika Birleşik Devletleri’nde Afrika kökenli Amerikalılar arasında iki kat, Meksika kökenli Amerikalılar arasına iki buçuk kat ve yerli Amerikalılar arasında 5 kat daha fazla diyabet görülmektedir(15,16). Farklı toplumlarda görülen diyabet prevalansındaki bu çeşitlilik büyük olasılıkla genetik ve çevresel faktörlerden kaynaklanmaktadır . Etnik gruplar dışında diyabet için risk altında olan belirli popülasyonlardan biri de yaşlılardır. Ulusal Sağlık ve Beslenme İncelemesi Anketi III (NHANES=National Health and Nutrition Examination Survey) verilerine göre diyabet prevalansının 20-39 yaşları arasındaki erkeklerde %1.6 iken 75 yaş üstü erkeklerde %21.1 olduğunu göstermektedir. Bu da gelecek yıllarda diyabet prevalansında öngörülen artışın en az yarısından yaşlanan dünya popülasyonunun sorumlu olacağını işaret etmektedir(18, 19). Dünya genelinde çocuklar arasında fiziksel aktivitede azalma ve obezitede artış sebebiyle, klasik olarak düşük riskli kabul edilen bu popülasyonda da diyabet prevalansı sabit bir artış göstermektedir(20). 1997-98 yıllarında 270 köy ve 270 mahalle merkezinde gerçekleştirilen ve random olarak seçilmiş 20 yaş üzerinde 24788 kişiyi kapsayan TURDEP Çalışmasının sonuçlarına göre Tip 2 diyabet prevalansı %7.2, IGT sıklığı %6.7’dir(8). Bu oranlara dayanarak 2000 yılı nüfus sayımına göre ülkemizde 2.6 milyonun üzerinde hesaplanmaktadır(8). diyabetli ve 2.4 milyon civarında IGT’ linin yaşadığı Ülkemizde Tip 1 diyabet insidansı ile ilgili ulusal ölçekte yayınlanmış bir çalışma bulunmamasına rağmen, 1994 yılında yapılan bir çalışmada Türkiye’de çocukluk çağı Tip 1 diyabet insidansının nispeten düşük olduğu (2,8/100000/yıl) saptanmıştır(3). DM’UN ETiYOLOJiK SINIFLANDIRILMASI ( ADA 1997) (9,10) I-Tip 1 Diyabet: ( Beta hücre yıkımı, çoğunlukla mutlak insülin eksikliği) A: immunolojik B: idiyopatik II-Tip 2 Diyabet:( İnsülin direnci veya insülin salgı bozukluğu ağırlıklı) III- Diğer spesifik tipler : A: Beta hücre fonsiyonunda genetik defekt 8 1- Kromozom 12, HNF-1 alfa ( MODY 3) 2- Kromozom 7, glukokinaz, ( MODY 2 ) 3- Kromozom 20, HNF-4 alfa ( MODY 1 ) 4- Mitokondriyal DNA 5- Diğerleri B: İnsülin etkisinde genetik defekt 1- Tip A insülin rezistans 2- Leprechaunizm 3- Rabson-Mendelhall sendromu 4- Lipoatrofik diyabet C: Ekzokrin pankreas hastalıkları 1- Pankreatit 2- Travma /pankreatektomi 3- Neoplazm 4- Kistik fibrosis 5- Hemakromatosis 6- Fibrokalküloz pankreas 7- Diğerleri D: Endokrinopati 1- Akromegali 2- Cushing sendromu 3- Glukagonoma 4- Feokromasitoma 5- Hipertiroidizm 9 6- Somatostatinoma 7- Aldosteronoma 8- Diğerleri E: Enfeksiyonlar 1- Konjenital rubella 2- Sitomegalovirus 3- Diğerleri F: İmmun diyabetin bilinmeyen formları 1- ‘Stiff-man’ sendromu 2- Anti- insülin antikoru 3- Diğerleri G: İlaç yada kimyasallara bağlı 1- Pentamidin 2- Nikotinik asit 3- Glukokortikoidler 4- Tiroid hormonu 5- Diazoksit 6- B adrenerjik agonistler 7- Tiazidler 8- Dilantin 9- Alfa- interferon 10- Diğerleri 10 H: Diyabetle birlikteliği olan genetik sendromlar 1- Down sendromu 2- Klinefelter sendromu 3- Turner sendromu 4- Wolfram sendromu 5- Friedreich ataksisi 6- Huntington koresi 7- Laurence-Moon-Biedl sendromu 8- Miyotonik distrofi 9- Porfiria 10- Prader-Willi sendromu 11- Diğerleri IV.Gestasyonel DM DiABETES MELLiTUS iÇiN TARAMA Amerika Birleşik Devletleri’nde (ABD) tanı konulmamış diabetes mellitus prevelansı populasyonun yaklaşık %3’ünü oluşturmaktadır. Yüksek riskte olan bireylerde tarama uygundur. Gebe olmayan erişkinler için tavsiye edilen tarama testi açlık kan şekeri tayinidir. Diyabet için tarama 45 yaşından büyük tüm bireylere yapılmalıdır. Eğer test normal ise üç yıllık aralarla tekrar edilmelidir. Kırk beş yaşın altında sadece ek risk faktörü (beden kitle indeksi 25’ten fazla, birinci dereceden akrabasında diyabet olanlar, yüksek riskli etnik kökene mensuplar, gestasyonel diabetes mellitus (GDM) tanısı konanlar, hipertansifler, polikistik over sendromu olanlar) taşıyanlara yapılmalıdır. GDM için tarama normal olarak gebeliğin 24-28. haftalarında yapılmalıdır. GDM’u olan kadınların %40-60’ında doğumdan sonra 5-15 yıl içinde Tip 2 diabetes mellitus gelişmektedir. 11 DiYABETES MELLiTUS TANI KRiTERLERi: Kan glukozunun, teşhis amacıyla değerlendirilmesi, venöz plazma ölçümlerine göre yapılır. Kan şekerini değerlendirmede kan örneği alma yeri önemlidir. Açlıkta kapiller kan glukozu (glukoz çubuğu ile), koldan alınan venöz kana göre açlıkta 5-10 mg kadar, toklukta 20 mg kadar yüksek ölçülebilir. Ayrıca kapiller kan veya venöz plazmada kan şekeri ölçümleri venöz tam kan örneklerinden yaklaşık 20 mg/dl (1mmol/lt) daha yüksektir. Glukoz tam kandan bakılacağı zaman alındıktan hemen sonra bakılmalıdır. Çünkü glukoz kan hücreleri tarafından kullanılır ve saatte %7 oranında azalır(11). AKŞ 8-12 saat açlıktan sonra sabah bakılan kan şekeridir. DM tanısı için ilk etapta AKŞ’ne bakılır. 1 hafta arayla AKŞ 125 mg /dl üzerinde ölçülürse DM tanısı konulur. AKŞ 100-125mg/dl ölçülürse OGTT yapılır. Ayrıca açlık plazma glukozu normal olan, ancak diabet açısından yüksek risk grubunda bulunan bireylerde OGTT ile IGT ve diabet tanısı konulabilir(11). Günümüzde IFG ve IGT “Pre-diabet” olarak adlandırılmaktadır. Bunun nedeni, epidemiyolojik kanıtların bu düşük düzeydeki karbonhidrat intoleransının bile makrovasküler komplikasyonlara yol açtığını ve sıklıkla diabete ilerlediğini göstermesidir. Diabet tanı kriterleri (ADA 1997, WHO 1999): -Diabet semptomlarıyla (poliüri, polidipsi ve açıklanamayan kilo kaybı) beraber günün herhangi bir zamanında plazma glukozu ≥ 200 mg/dl (11.1 mmol/l) veya -İki kez ölçülen açlık plazma glukozu ≥126 mg/dl (7.0 mmol/l)(Açlık en az 8 saat kalori almamak olarak tanımlanır. 8-12. saatler arası kan alınır.) veya -OGTT’ de 2 saatlik plazma glukozu ≥ 200 mg/dl (11.1 mmol/l)(OGTT, WHO’ nun tanımlandığı şekilde 75 g suda çözünen glukoza eşdeğer glukoz yüklemesi ile yapılmalıdır.) 12 Glukoz tolerans durumlarının tanı kriterleri (ADA 2006): Durum Açlık plazma glukozu (mg/dl) Bozulmuş açlık glukozu (IFG) İzole IFG Bozulmuş glukoz toleransı (IGT) İzole IGT Kombine IFG/IGT Normal glukoz toleransı OGTT 2. saat glukoz (mg/dl) 100-125 <200 100-125 <140 <126 140-199 <100 140-199 100-125 140-199 <100 <140 plazma Tablo‐1 WHO/IDF-2006 diyabet ve ara glisemi kademeleri için tanı kriterleri: Durum Açlık plazma glukozu (mg/dl) OGTT 2. saat plazma glukoz Diyabet ≥126 ≥200 Bozulmuş glukoz toleransı <126 140-199 110-125 <140 Bozulmuş açlık glukozu (mg/dl) Tablo-2 Hipergliseminin ve metabolik ayarsızlığın belirgin olmadığı durumlarda testler tekrar edilmelidir. OGTT’nin rutin olarak uygulanması önerilmemektedir. Diyabet için yüksek risk taşıyan bireyler tanı amaçlı olarak OGTT ile değerlendirilmelidir(11). 13 Tip 2 Diabet için araştırılması gereken riskli durumlar(11): 1.Obez veya kilolu (BMI>25 kg/m2) olan, özellikle santral obezite bulunan kişilerde 45 yaşından itibaren AKŞ ölçülmeli, normalse 3 yılda bir tekrar edilmelidir. 2.Ayrıca BMI>25 kg/m2 olan kişilerin aşağıdaki risk faktörlerinden birine mensup olmaları durumunda , daha genç yaşlardan itibaren ve daha sık taranmaları gerekir: Birinci derece yakınlarında diyabet bulunanlar Diyabet prevelansı yüksek etnik gruplara mensup kişiler (Afro-amerikalılar, Latinler, Nativ Amerikalılar, Asya-Amerikalılar, Pasific adaları yerli halkı) İri bebek (>4 kg) doğurma veya daha önce GDM tanısı almış olanlar Hipertansif bireyler (≥140/90) Dislipidemiler (HDL<35 mg/dl ve/veya trigliserid düzeyi >250 mg/dl ) Polikistik over sendromu olan kadınlar İnsülin rezistansıyla ilişkili diğer klinik durumlar (akantozis nigrikans) Daha önce IFG veya IGT saptanmış olan bireyler Vasküler hastalık hikayesi (koroner, periferik veya serebral) Düşük doğum tartılı olan kişiler Sedanter yaşam süren veya fiziksel aktivitesi düşük olan kişiler Doymuş yağlardan zengin ve posa miktarı düşük beslenme alışkanlığı olanlar Şizofreni hastaları Atipik antipsikotik ilaç kulanan kişiler Standart OGTT protokolü(11-12): Kişi testten önce, en az 3 gün yeterli miktarda (≥150gr/gün) karbonhidrat içeren beslenme programına alınmalıdır. Test 3. günün akşamından itibaren 8-14 saatlik açlığı takiben sabah yapılır. Testten önceki akşam 30-50 gr karbonhidrat içeren bir öğün tüketilmesi önerilir. Test sırasında sigara içilmemeli ve mutad fizik aktivite yapılmalıdır. Testin yorumunu etkileyebilecek (ilaçlar, inaktivite, infeksiyonler, hastalıklar vb) faktörler sorgulanmalıdır. Enfeksiyon, diğer akut hastalıklar, ağır stres, uzun sürmüş inaktivite, aşırı fizik aktivite bulunmamalıdır. 14 Kortikosteroidler, diüretikler, oral kontraseptifler, difenilhidantoin, psikotrop ajanlar, tiroksin, beta blokerler, nikotinik asit gibi ilaçlar testten en az 1 hafta önce kesilmelidir. Malabsorbsiyonlarda, ağır karaciğer ve böbrek yetersizliklerinde, hipopotasemi durumunda, Addison Hastalığı, Cushing Sendromu, hipertiroidi, akromegali, feokromositoma gibi hastalıkların aktif dönemlerinde test ertelenmelidir. OGTT uygulanması(11,12): 8-14 saatlik açlık sonrası sabah 0. saatte (açlık) kan alınır (Açlık periyodunda sadece su içilmesine izin verilir). Vakanın glukoz içmeye başladığı an, testin başlangıcı kabul edilir. 300 ml suda eritilmiş 75 g glukoz 5 dakikada içirilir(Gebelerde 100 gr içirilir.). 0, 30, 60, 90, ve 120. dakikalarda glukoz ölçümü için kan alınır. (100 gr OGTT’de 3. saattede kan alınmalı) Glisemi tayini hemen yapılmayacak ise, kan örnekleri sodyum florür (1 ml kan için 6 mg) içeren tüplerde toplanarak santrifüje edilir, plazması ayrılır ve glikoz ölçümüne kadar dondurulması gerekir. Gebelikte DM tarama testi olarak 50 gram glukoz yüklemesinden 1 saat sonra plazma glukoz ölçümü kullanılmaktadır. Tarama testleri genelde gebeliğin 24-28. haftaları arasında yapılmalıdır ve glukoz yüklemesinden 1 saat sonra 140 mg/dl’yi geçen değerler tam diagnostik test (açlık durumunda 100 gram ile 3 saatlik OGTT) ihtiyacını doğurur(11). ADA son yıllarda, 100 gr glukoz yerine 75 gr glukoz ile OGTT yapılmasınıda önermektedir. 75 gr ile OGTT’de açlık ve glukoz sonrası 1. ve 2. saat plazma glukoz düzeylerinden en az ikisinin eşik değerini aşması tanı için yeterlidir. Ancak 75 gr glukozlu testin validasyonu, 100 gr glukozlu OGGT’deki kadar iyi yapılamamıştır. Buna karşılık WHO ise özel bir test yapılmasına gerek olmadığını , 75 gr glukozlu OGTT yapılmasını ve gebe olmayan erişkindeki gibi değerlendirilmesini yeterli görmektedir(12). 15 ADA’ya göre GDM tanı kriterleri(12): 100gr ile OGTT Açlık 1.saat 2.saat 3.saat 95 180 155 140 95 180 155 - (≥2 değer tanı koydurur) 75 gr ile OGTT (≥2 değer tanı koydurur) Tablo-3 WHO’ya göre GDM tanı kriterleri 75 gr ile OGTT Açlık 2.saat ≥126 ≥200 (≥1 değer tanı koydurur) Tablo-4 OGTT endikasyonları(11): Ailede DM hikayesi olanlar Ailesinde MODY tipi diyabet bulunanlar Gestasyonel diyabetin araştırılması amacı ile . Tarama testlerinde AKŞ’nin 110mg/dl üzerinde olması Yüksek bir postrandiyal şekeri varsa (ADA diabet kriterlerini sağlamayan) Anamnezde iri bebek (>4kg), spontan abortus, prematur doğum, ölü doğum, neonatal ölüm, hidroamniyos veya toksemi olan hastada hamilelik 16 İzah edilemeyen nöropati, retinopati, erken ateroskleroz, koroner damar hastalığı, serebrovasküler hastalık veya periferik damar hastalığı olanlarda ve bu patolojilere 50 yaş altında raslanması halinde Operasyon, stres, travma, infarktüs, diyabetojenik ilaç kullanımı veya gebelik esnasında hiperglisemi yada glikozüri saptanan vakalarda bu olaylar geçtikten sonra Reaktif hipoglisemiyi düşündürecek semptomları olan kişilerde uygulanmalıdır. Normalde vücuttaki her protein glikolize olur. DM tanı ve takibinde plazma glukoz düzeylerinin ölçümünün yanı sıra glikolize hemoglobin (HbA1c) ve Glikozile serum proteinlerinin (fruktozamin) ölçümleride önemlidir. Glukohemoglobin, glukoz ile hemoglobin molekülünün zincirlerinin N-terminal aminoasitlerinin birleşmesiyle ortaya çıkan her iki beta irreversibl bir ketoamin reaksiyonudur. Erişkinlerde kandaki hemoglobinin %97’sini HbA1, %2’sini HbA2, %1-2’sini HbF oluşturur. HbA1’in (yani HbA); HbA1a, HbA1b, HbA1c olmak üzere 3 komponenti vardır ve bunlardan en çok bulunanı HbA1c’dir. Glikozile HbA1c normalde total hemoglobinin %4-6 ‘ sını teşkil eder ve kan glukozu uzun süre yüksek kalan diabetlilerde bu değer yükselir ve metabolik kontrol ile orantılıdır. Glikolize Hb ölçümleri HbA1’ın en büyük çoğunluğunu oluşturan HbA1c ile yapılır ve sonuç total Hb yüzdesi olarak yazılır. Hemoglobin bir kez glikozillendikten sonra eritrositin yaşam süresi boyunca stabil kalır (Normalde dolaşımda 120 güne kadar bulunur). Bu nedenle glukohemoglobin, önceki 8-12 haftadaki kan glukoz durumunu yansıtır. Normal değeri %4.2 ile %6.2 arasındadır ve üst sınırın 1.5 kat üstü kabul edilebilir düzeydir(11). Glikolize serum proteinlerinden fruktozamin, serum proteinlerinden başlıca albüminin nonenzimatik glikolizasyonu sonucu ortaya çıkar. Genelde 1-3 hafta gibi kısa sürelik glisemi seviyelerini yansıtır. Fruktozaminin normal sınırı 1.5-2.7mmol/L’dir. HbA1c ve fruktozaminin ölçümleri dışında idrarda glukoz ölçümü, açlık lipid profili, proteinüri mevcutsa serum kreatinin ve üre düzeyleri, tiroid fonksiyon testleri, erişkin diabetlilerde EKG, plazma insülin, proinsülin, Cpeptit, spesifik proinsülin antikorunun bakılması önemlidir(11). Ayrıca Tip 1 DM’ in preklinik döneminde HLA DR4 ve/veya DR3 17 haplotiplerinin varlığı ve pankreas beta hücrelerine karşı gelişen ICA (adacık hücre antikorları), IAA (insülin otoantikorları) ve anti GAD’ ın (Glutamik Asit Dekarboksilaza karşı otoantikorlar) yüksekliği tanıda önem taşır(12). DM’un ileri döneminde gelişebilecek mikro ve makrovasküler komplikasyonların daha iyi önlenebilmesi tanının erken konulması ve metabolik kontrolün iyi yapılması ile mümkün olacaktır. Glikoz homeostazının düzenlenmesi: Kan glikoz düzeyleri, karaciğerde glikoz üretimi ve insüline bağımlı dokular (yağ ve kas) ile insüline bağımlı olmayan dokularda (beyin, böbrek, eritrosit) glikozun kullanımı arasındaki denge sayesinde sağlanır. Bu denge pankreas endokrin hormonları olan insülin ve glukagon tarafından idare edilir(13). Kan şekerinin kaynaklarından biri besinlerle alınan karbonhidrat, diğeri ise karaciğerdir. Açlık halinde insanlarda açken karaciğerde karaciğer tek glikoneogenez kaynak ve olmaktadır(14). Sağlıklı glikojenoliz (sırasıyla aminoasitlerden ve glikojenden glikoz yapılması) üzerinden gerçekleşen glikoz yapımının, glikoz kullanımı ile aynı miktarda olması, plazma glikoz düzeylerinin kontrol altında tutulması ile sonuçlanır (15). Yemek sonrası karaciğerden glikoz çıkışı ile dokular tarafından alınıp kullanılan glikoz miktarı arasındaki bu denge bozulur, kandaki glikoz düzeyi yükselir ve bu durumda, pankreas β hücrelerinden salgılanan polipeptid yapılı hormon (insülin) glikoz homeostazının devamında esas rolünü üstlenir. İnsülin, karaciğerde glikoz yapımını baskılar (glikojenolizi ve glikoneogenezi), periferik dokularda yağ ve kaslarda glikozun alınımını ve kullanımını arttırır(13,15,16). İnsülin sekresyon evreleri: 1. Erken faz: Erken insülin sekresyonu ilk 8-10 dakikada gerçekleşir. İnsülinin büyük kısmı bu sürede salınır. Bu dönemde depolanmış olan insülinin salındığı düşünülmektedir. 2. Geç faz: Erken fazı takiben uyarı devam ediyorsa ikinci salgı dönemi başlar. 2-3 saat içerisinde artarak devam eder. Bu devrede yeni sentezlenen 18 insülininde salındığı düşünülmektedir. 3. Üçüncü saatten sonra başlayan ve 24-36 saat süren bu fazda insülin spontan olarak azalmaya devam eder. Bu dönem, bazal insülin salınımı olan fazdır(14,17). DiYABETES MELLiTUS’ UN PATOGENEZi: Diyabetes mellitusun oluşumunda birinci sebebin insulin yokluğu, yetersizliği veya insulin reseptör direnci olduğu bilinmektedir. Bu olayın etyolojik nedeni henüz kesin olarak aydınlanmamıştır. Tip 1 diyabette ve tip 2 diyabette etyolojik neden ne olursa olsun sonuçta hiperglisemik tablo her iki tip diyabetin en belirgin sonucudur(18). TiP 1 DiYABETES MELLiTUS’UN PATOGENEZi: Tip 1 diyabet insülin eksikliği ile sonlanan karakterize kronik bir hastalıktır. Diyabet tip 1 diyabettir. Etyolojisinde genetik β hücre disfonksiyonu ile populasyonunun eğilim ve çevresel yaklaşık faktörler %5-10’u sorumlu tutulmaktadır. Her yaşta görülebilse de, ağırlıklı olarak 30 yaşın altında ortaya çıkar. En yüksek görüldüğü yaş aralığı 8-14 yaşlarıdır(19). Tip 1 diyabet etyopatogenezinden sorumlu birçok faktör tanımlanmıştır. Etyolojik olarak otoimmun (Tip 1A) ve idiopatik (Tip 1B) olmak üzere iki alt gruba ayrılmaktadır. Otoimmun (Tip 1A): Tip 1A DM beta hücrelerinin otoimmün olarak haraplanması sonucu ortaya çıkar. Adacık hücre harabiyetinden birbirine bağlı olarak üç mekanizma sorumludur. Bunlar genetik eğilim, otoimmünite ve çevresel faktörlerdir(20). Genetik taramalar tip 1A diyabete yatkınlığı düzenleyen pek çok kromozomal bölgeyi (20’nin üzerinde) açığa çıkarmıştır. Bu lokusların en iyi tanımlananı MHC sınıf II genlerininde (HLA-DP, -DR, -DQ) içinde bulunduğu kromozom 6p21 ile olan ilişkidir. IDDM1 olarak adlandırılan bu lokus hastalığa karşı 19 bulunan genetik yatkınlığın %45’ni oluşturur. Sınıf II MHC genleri pankreatik beta hücresi otoantijenine immün cevabın derecesini etkileyebilir ve anormal bir immünolojik reaksiyonu sağlayacak tarzda beta hücresi otoantijeni sunabilir. Tip 1A diyabete yatkınlığı sağlayan MHC’ ye bağlı olmayan çeşitli genler vardır. Fakat bu genlerin etkinliği daha azdır. Tip 1A diyabeti olan birinci derece yakın akrabaların çocuklarının %6’sında bu hastalık görülmektedir. Fakat Tip 1A diyabet tanısı olan ların %80’ninde soygeçmişinde hastalık hikayesi bulunmaz(20). Tip 1A diyabette otoimmünite hastalık başlangıcından yıllar öncesinden beri devam eden kronik bir süreçtir. Hastalığın klasik bulguları (hiperglisemi ve ketoz) geç dönemde beta-hücrelerinin %90’nından fazlası harap olduğunda meydana gelir(20). Preklinik dönemden klinik diyabete geçişte sıklıkla enfeksiyonlar, stres gibi insülin ihtiyacının arttığı durumlar söz konusudur. Klinik olarak kendini göstermiş olan hastalığın erken dönemlerinde, adacıklarda CD4 T lenfositlerinden zengin ve yoğun bir iltihabi infiltrasyona (insulitis) rastlanır. Ayrıca sitotoksik CD8 lenfositler apoptozis yoluyle beta-hücre adaciklarını ortadan kaldırırlar(20). Adacık hücre antijenlerine karşı otoantikorlar tip 1A diyabet riskine işaret eder. Bu otoantikorlar, doğumdan sonraki 9. aydan önce ortaya çıkar(31). İmmün hasarın belirleyicileri adacık hücre antikorları(ICA), insülin otoantikorları(IAA), glutamik asit dekorboksilaz otoantikorları otoantikorlarıdır(IA-2, IA-2 beta). Bu (anti-GAD), tirozin fosfataz otoantikorların bir veya birkaçı, açlık hiperglisemisi ilk olarak saptandığında %85-90 hastada mevcuttur. Bu antikorlar pankreas harabiyeti ile birlikte ortadan kaybolurlar. İdiyopatik tipte otoimmun beta hücre harabiyeti ve immunolojik bulgular görülmez. Tip 1A diyabeti olanlarda yaklaşık %10-20’sinde başka organlara özgü otoimmün hastalıklar görülür(Haşimato tiroiditi, çölyak hastalığı, Graves hastalığı, Addison hastalığı veya pernisyöz anemi gibi). Tip 1A diyabette tiroit fonksiyonlarının rutin test edilmesi gerekir(20). Tip 1 diyabette otoimmün patogenezde çevresel faktörlerin rolünü araştırmak üzere monozigot ikizlerde yapılan çalışmalar, bir kardeşinde tip 1 diyabet olan çocğun aynı genetik yapıya sahip diğer kardeşinde diyabet görülme oranının %3020 50 olduğunu göstermiştir. Bu oran sadece genetik zeminin yeterli olmadığı,otoimmün aktivasyonu tetikleyen çevresel faktörlerin varlığının da çok önemli olduğunu göstermektedir. Sağlıklı insanlarda immun sistem efektör hücreleri kendi hücrelerini tanır. Fakat hücresel bütünlüğü bozan birçok faktör immüntoleransın bozulmasına neden olur. Beta hücrelerinde immün toleransın bozulmasına ve otoimmünitenin aktivasyonuna neden olan etkenlerin başında virüsler, toksinler ve bazı gıda maddeleri gelir. Virüsler beta hücresini infekte ederek ya da infekte etmeden benzerlik yoluyla destrüksiyona moleküler uğratabilirler. Virüs toksinlerle doğal yapısı bozulan beta hücreleri salgıladığı sitokinlerle ya da antijenik peptidlerle immun sistem elemanlarını uyarır. Beta hücre lizisi yapan virüsler içinde en önemlisi ensefalomyokardit virüsüdür. Aktive olan T-lenfositleri destrüktif insülitisi başlatır. Destrüksiyon hızını etkileyen birçok faktör vardır. Sağlam beta hücre oranının %10 civarına inmesi ve mutlak insülin yetersizliğinin gelişmesi klinik dönem Tip 1 diyabetin başlamasına neden olur. İmmün kaynaklı diabet sıklıkla çocukluk ve adelosan dönemde ortaya çıksada her yaşta başlayabilir. Beta hücre harabiyetinin hızı değişken olup özellikle yenidoğan ve çocuklarda hızlı, yetişkinlerde ise yavaştır. Bazı hastalar ilk belirti olarak ketoasidozla başvururlar, diğerlerinde ise infeksiyon veya diğer stres durumlarında hızla ciddi hiperglisemi ve/veya ketoasidoza dönüşebilen orta derecede açlık hiperglisemisi vardır. Bu dönemde halen az da olsa C-peptid mevcuttur. Birinci yılın sonunda Cpeptid düzeyleri sıfıra yakın noktaya geriler ve eksojen insüline ihtiyaç duyulur(20-22). İdiopatik (Tip 1B): Tip 1 diabetik hastaların çok az bir kısmı bu kategoriye girer, bunların çoğunluğu Afrika veya Asya orjinlidir. Bu diyabet formu kuvvetli kalıtımsaldır, otoimmüniteye ait kanıt yoktur ve HLA ile ilgili değildir. Hastalar epizodik ketoasidoz atakları ve ataklar arasında çeşitli derecelerde insülin eksikliği gösterirler. İnsülin replasman tedavisi ihtiyacı değişkenlik gösterir(23). LADA(Latent Autoimmune Diabetes Adult) LADA yeni sınıflandırmada tip 1 otoimmün diabetes mellitus içine girmektedir, fakat onun yavaş ilerleyen bir formudur. 21 TiP 2 DiABETES MELLiTUS’UN PATOGENEZi Toplumda en sık görülen diabetes mellitus tipidir (%90-95). Son yıllarda tip 2 diabetes mellitus patogenezi ile ilgili olarak yapılan çalışmaların çoğu insülin direnci ve buna neden olan dokuların(karaciğer, kas, yağ) rolleri, bozulmuş insülin sekresyonu ve genetik faktörler üzerine yoğunlaşmıştır. Genetik faktörler tip 2 diyabet oluşumunda kuvvetle etkilidir. Tip II diyabetli hastaların 1. derece akrabalarında hastalık riski olmayanlara göre 5-10 kat daha yüksektir. Ancak mekanizması komplekstir ve tam aydınlatılamamıştır(20,24). Pankreas beta hücresi ile kas ve yağ dokusu metabolizmasında yer alan molekülleri ilgilendiren genler, diabetes mellitusa aday oluşturabilecek genlerdir(25,26). Hastalığın oluşumunda birden fazla anormal gen polimorfizmi rol oynamaktadır. Ayrıca her biri genetik kontrol altında olan insülin sekresyonu ve sensitivitesi bozuklukları da görülebilmektedir. Beta hücresinde monogenetik defektlerle ilişkili diyabet formları arasında MODY ve mitokondriyal diyabet yer almaktadır. MODY(Maturity Onset Diabetes of Young); sıklıkla erken yaşta (genellikle 25 yaş öncesi) başlayan orta derecede hiperglisemi ile karakterizedir. İnsülin etkisinde ya hiç defekt yoktur ya da minimal defektler vardır. Bunun yanında insülin sekresyon bozukluğu mevcuttur. Otozomal dominant geçişlidir. Hastalarda ve diğer aile bireylerinde de diyabet öyküsü vardır. Otoantikorlar negatiftir. Mitokondriyal diyabette DNA nokta mutasyonları gösterilmiştir. Bunlarda insülin bağımlı olmayan diabetes mellitus yanında; sağırlık, myopati, tiroid disfonksiyonu, hiperkalsemi ve büyüme hormonu eksikliği bulunur (27,28). İnsülinin etkisindeki genetik defektlerden kaynaklanan diyabette, insülin reseptörlerindeki mutasyonların yanında akontozis nigrikans, kadınlarda virilizasyon ve büyük kistik overler bulunabilir(27). Obezite ile insülin direnci arasında doğrudan ilişki vardır ve tip 2 diyabet gelişen hastaların %80’i diyabet öncesi dönemde obezdir. Obezite, diyabetin açığa çıkmasına, var olan diyabetin daha da kötüleşmesine neden 22 olur(29). Adipositler; insülin sekresyonu, insülin etkisi ve vücut ağırlığı gibi süreçleri ayarlayan bazı biyolojik ürünleri sekrete ederler ve insülin direnci gelişimine katkıda bulunabilirler. Ancak obezite olmadan da tip 2 diabetes mellitus gelişebilir. Obez tip 2 diabetes mellitusta insülin direnci daha ön planda iken, obez olmayanlarda insülin sekresyon bozukluğu ön plana geçer. Zayıf olan hastalarda yavaş gelişen tip 1 diyabet varyantı olan LADA olma olasılığı mevcuttur. Tip 2 diyabetin patogenezi karmaşık olup başlıca üç patofizyolojik fenomen ile karakterizedir(29): Göreceli insülin yetersizliği ile birlikte pankreas β hücre disfonksiyonu (insülin salgılanma defekti) İnsülin direnci Hepatik glukoz üretimi artışı Asıl olarak Tip II diyabette karakterize olan iki metabolik defekt β hücrelerinden insülin salınımında bozukluk olması ve salınan insüline periferik dokularda direnç gelişmesidir. Fakat tip 2 diabetin ortaya çıkışında insülin eksikliği ile seyreden β hücre fonksiyon bozukluğundan veya insülin direncinden hangisinin primer olarak sorumlu olduğu güncel bir tartışma konusudur. Bunun yanında β hücre fonksiyon bozukluğu ve insülin direnci arasında karşılıklı bir etkileşimin olduğu ve her ikisinin de patogenezde birlikte rol aldığı da ileri sürülmektedir. Hepatik glukoz üretimi artışının primer defekt olduğunu gösteren bulgular azdır. Tip 2 diabetteki primer patolojinin β hücre fonksiyon bozukluğu veya insülin direnci olmasında yaşın, etnik farklılıkların, şişmanlığın ve diabetin hetorejenitesinin kısmen de olsa belirleyici olduğu ileri sürülmektedir. Yukarıda belirtilen tartışmalardan ayrı olarak son yıllarda tip 2 diabetin oluşmasında dördüncü bir görüş olarak primer defektin hiperinsülinemi olduğu ve insülin direncinin hiperinsülinemiye bağlı olarak oluştuğu hipotezi ortaya atılmıştır. Ayrıca normal sağlıklı bireylerde yapılan çalışmalarda kronik fizyolojik 23 öglisemik hiperinsülineminin insülin direncine neden olduğu gösterilmiştir. Hiperinsülineminin nonoksidatif glukoz kullanımını veya glikojen sentezini bozarak tıpkı tip 2 diabette olduğu gibi insülin direncine yolaçabileceği ileri sürülmektedir. Fakat tüm bunlara karşın tip 2 diabetin oluşmasında en önemli iki patogenetik faktör insülin eksikliği ve insülin direncidir(20,30). 1- β HÜCRE DiSFONKSiYONU Normal glukoz toleransından IGT’na ve hafif tip 2 diabete geçildiğinde hiperinsülinemi oluşur. Açlık glukoz düzeyi 80 mg/dl’den 140 mg/dl’e yükseldiğinde insülin düzeyi normal sağlıklı bireylere göre 2-2.5 kat artar. Açlık glukoz düzeyi 140 mg/dl’i geçtiğinde ise beta hücreleri insülin salgılanması daha fazla artamaz ve açlık hiperglisemisi artıkça insülin salgılanması da kademeli olarak azalmaya başlar. İnsülin salgısının azalmaya başladığı bu sırada hepatik glukoz üretimi artmaya başlayarak açlık glisemisinin yükselmesine büyük katkıda bulunur. 250-300 mg/dl arasındaki açlık glisemi düzeyinde ise insülin salgılanması ciddi olarak azalır(20,30). İnsülin direnci ile birlikte olsun veya olmasın, eğer mutlak bir insülin eksikliği varsa tip 2 diabet kaçınılmazdır. İnsülin salgılanmasında bozukluğa yol açan etyolojik faktörler aşağıda sıralanmıştır(20,30): İnsülin salgısında kantitatif/kalitatif bozukluklar *Birinci faz insülin salgısının bozulması *Pulsatil insülin salgılanmasının bozulması Proinsülin salgılanmasında anomaliler Düşük doğum ağırlığı (Thrifty fenotip hipotezi) Glukoz toksisitesi Amilin (Adacık amiloid polipeptid) Calcitonin-Gene-Related–Peptid (CGRP ) İnkretinler (Glucagon like peptid-1, GİP, Galanin ) Lipotoksisite 24 İnsülin salgılanma bozukluğunda genetik nedenler İnsülin salgısında kantitatif bozukluklar: NIDDM’un preklinik döneminde var olan insülin direncinin normale göre daha fazla insülin salınarak aşılmaya çalışılmasıyla normal glukoz toleransı sürdürülür. Açlık glukoz düzeyi 80 mg/dl’den 140 mg/dl’e yükseldiğinde artan insülin düzeyi 140 mg/dl’den sonra hiperglisemiye bağlı olarak gittikçe azalır. Birinci faz insülin salgısının bozulması: Birinci faz insülin salgısının kaybolması ile glukagonun hepatik glukoneogenezi arttırıcı etkisi belirginleşir. İkinci faz insülin salgılanmasının azalması ile de hepatik glukoz üretimi üzerindeki baskılayıcı etki azalır. Fakat 1.faz insülin salgı defektinin insülin direncinin patogenezinde de rol oynadığı ileri sürülmüştür. Yapılan bir çok çalışmada IGT’den NIDDM’e geçildiğinde insülin sensitivitesinde azalma ile birlikte 1. Fazı da içeren insülin salgılanmasında karşıt olarak artış görülmüştür. Ayrıca sıkı metabolik kontrolün 1. Faz insülin salgısını düzeltmesi bu defektin glukoz toksisitesi sonucu olduğunu düşündürmektedir . Pulsatil insülin salgılanmasının bozulması: Normalde dakikada bir periyodik olarak salgılanır. Salgılanma insülin hızlı ve her kısa 5-15 süreli dalgalanmalar şeklinde olup glukagon düzeyi ile senkronizedir. Bu pulsatil salgılanma biçimi hedef dokularda insülin reseptörlerinin down-regulasyonunu önleyerek insülin sensitivitesinin normal sınırlarda kalmasını sağlar. Pulsatil olmayan sürekli insülin salgılanması ise reseptörlerde down-regulasyona yol açarak insülin direncine yol açar. NIDDM veya IGT’li bireylerde ve NIDDM’lu bireylerin birinci derecede yakınlarında bu hızlı ve kısa süreli dalgalanmalar yerine düzensiz ve daha kısa süreli dalgalanmaların oluşması karakteristiktir. Proinsülin salgılanmasında anomaliler: Proinsülin, insülinin kadar biyolojik %2-4’ünü, ancak %5’i etkiye sahip olup insülin immünoreaktivitesinin normal bireylerde NIDDM’lu bireylerde ise %8-10’unu oluşturur. Proinsülinin %70’ini split(kırılmış) proinsülin oluşturur Proinsülin ve split proinsülinlerin klirensleri yavaş olduğundan ve de insülin ölçümünde kullanılan rutin RIA yöntemleri 25 insülinin yanında proinsülinleri de (sağlam ve kırılmış) ölçtüğünden insülin düzeyleri olduğundan yüksek bulunur. Buradan yola çıkarak plazmadaki sağlam ve kırılmış proinsülin konsantrasyonlarının ölçümünün (çift işaretli immünometrik yöntemler ile) insülin direncine veya beta hücre salgılama kapasitesine ya da her ikisine bağlı olarak beta hücresinde oluşan fonksiyon bozukluğunu yansıtabileceği ileri sürülmektedir. Glukoz toksisitesi: Hipergliseminin kendisi hem beta hücresi üzerine etki ederek insülin salgılanmasını baskılar hem de periferik dokularda insülinin kullanılmasını azaltır. Hipergliseminin beta hücresi üzerine olan bu olumsuz etkisine glukoz toksisitesi adı verilmektedir. Hiperglisemi durumunda sıkı metabolik kontrol ile (diyet, OAD düzeldiğinin gözlenmesi ve insülin tedavisi ile) insülin salgılanmasının hipergliseminin kendisinin insülin salgılanması üzerine baskılayıcı bir etkisinin olabileceğini düşündürmüştür. Ayrıca yüksek glukoza sürekli maruz kalan beta hücresinde insülin gen transkripsiyonunun bozulduğu bunun da insülin sentezi ve sekresyonunu azalttığı gösterilmiştir. Lipotoksisite: Yüksek düzeyde serbest yağ asidlerine maruz kalma sonucunda beta hücresinde trigliserid birikerek apoptozise yol açmaktadır. Yakın zamanda yağ asidlerinin, proinsulinin insüline çevrilmesinde rol alan PC1/3 ve PC2 endoproteazlarının posttranslational işlemini azalttıkları bildirilmiştir. Sonuç olarak glukoz ve FFA insülin salgılanmasını artırmakta fakat bir süre sonra uzun zincirli fatty acyl-CoA’yı artırarak down-regulasyona yol açmakta ve/veya Randle siklusu yolu ile insülin salgılanmasını inhibe etmektedir. Bu şekilde beta hücrelerinin artmış FFA düzeylerine uzun süre maruz kalması olarak adlandırılan lipotoksisite insülin salgı bozukluğunun önemli sebepleri arasında gösterilmektedir. İnsülin salgılanma bozukluğunda genetik nedenler: Glukozun beta hücresi tarafından tanınmasında, insülinin sentez ve salgılanmasında rol oynayan spesifik proteinlerdeki mutasyonlar beta hücresi disfonksiyonundan sorumlu olabilmektedirler. Şimdiye dek glukokinaz geni, mitokondriyal DNA geni, insülin geni ve insülin proçesindeki enzimlere ait genlerde mutasyonlar mutasyonlar oldukça nadir olup tüm tanımlanmıştır. Bu NIDDM’lerin %1-2 ‘sini oluştururlar. Glukokinaz geninde çeşitli defektlerin gösterildiği üç ayrı MODY tipi tanımlanmıştır. 26 Amilin (Adacık amiloid polipeptid): Amilin normalde pankreasın beta- hücreleri tarafından üretilir ve glukoz yüklenmesine cevap olarak insülin ile birlikte salınır. Tip 2 diyabetin erken dönemlerinde insülin direnci nedeniyle oluşan hiperinsülinemi beraberinde amilin üretimindede bir artışa yol açar. Bunu adacıklarda amilinin amiloid olarak depolanması izler. Beta-hücrelerini çevreleyen amilin, bu hücrelerin glukoz sinyallerini alımına karşı bir ölçüde engel olur. Daha önemlisi amiloid beta-hücrelerine toksiktir ve ilerlemiş Tip 2 diyabet olgularında izlenen betahücre kaybına katkıda bulunur(20,30). 2-iNSÜLiN DiRENCi İnsülin direnci, abdominal obezite ile birlikte metabolik sendromun altında yatan baskın risk faktörüdür (31). İnsülin karaciğerde glikoneogenezi ve glikojenolizi inhibe ederek, hepatik glukoz üretimini baskılar. Ayrıca glukozu kas ve yağ dokusu gibi, periferik dokulara taşıyarak, glikojen olarak depolanmasını ya da enerji üretmek üzere, okside olmasını sağlar. İnsülin direnci, insülinin glukozu hücre içine gönderme etkisinin azalması veya kaybolması olayıdır. Bu olay sonunda kanda artan glikoz, insülin salgılama mekanizmasını uyarır. Böylece hiperglisemi ve hiperinsülinemi birlikte oluşur. Bu özellik insülin direncinin en göze çarpan tablosudur. İnsülinin karaciğer, kas ve yağ dokusundaki etkilerine karşı direnç oluşarak, karaciğer kaynaklı glukoz yapımı artar. Kas ve yağ dokusuna insülin aracılığıyla olan glukoz alımı azalır. İnsülin direnci kavramını ilk kez 1936’da Himsworth, insüline duyarlı ve insüline duyarlı olmayan iki diyabetik hastanın bulunduğunu ileri sürerek gündeme getirmiştir. Reaven 1988’de obezite, diyabet, hipertansiyon, hiperlipidemi ve aterosklerotik kalp hastalıklarının aynı hastada bulunmalarını gözlemleyerek bunların aynı metabolik bozukluktan kaynaklandığını ileri sürmüştür. Daha sonra Reaven insülin direnci, hiperinsülinemi, obezite, glukoz tolerans bozukluğu, hipertrigliseridemi, azalmış HDL kolesterol konsantrasyonu, hipertansiyon ve koroner arter hastalığından oluşan insülin direnci sendromunu (sendrom X’i) tarif etmiştir (32). İnsulin direnci olan bireylerde ancak fazla miktarda insülin ile normal karbonhidrat metabolizması idame ettirebilmektedir. Pankreasta bir bozukluk olmadığı sürece kompensatuar hiperinsülinemi ile normal karbonhidrat 27 metabolizması idame ettirilir. Beta hücresinde programlanmış bir defekt var ise, bir süre sonra beta hücresi kompensatuar hiperinsülinemiyi sağlayamaz. Bozulmuş glukoz toleransı veya Tip 2 diabetes mellitus gelişir. Hiperinsülineminin aterosklerozu uyardığı endotel ve intima kalınlaşmasını arttırdığı söylenirse de, ateroskleroza yol açan neden hiperinsülinemi değil, hiperinsülinemi tablosu gösteren insülin direncidir. Çünkü UKPDS (United Kingdom Prostective Diabetes Study) çalışmasında dışardan verilen ve sıkı diyabet kontrolü sağlayan hiperinsülinemi değerindeki insülinin kardiovasküler komplikasyonlara yol açmadığı aksine komplikasyonların azaldığı gözlenmiştir. İnsülin tedavisi hiperinsülinemi oluşturmasına karşın glisemik kontrolü sağlayarak ve lipoprotein lipazı aktive ederek antiaterojenik etki gösterir. Yoğun insülin tedavisi küçük yoğun LDL miktarınını ve lipoproteinlerin glikolizasyonunu ve oksidasyonunu azaltarak, olumlu etkiler gösterir. Ancak glisemik kontrol ile lipid düzeylerindeki iyileşme hiçbir zaman tamamen normale dönüşü sağlayamaz(33). Normal insülineminin vasküler direnç üzerine olumlu etkisi vardır. Obez olmayan, insülin direnci bulunmayan normoglisemik bireylere insülin infüzyonu ekstremite kan akımını, kalp debisini arttırır. Obez ve insülin direnci bulunanlarda insülin, iskelet kasının vasküler direncini azaltamaz dolayısı ile kan akımını artıramaz, böylece kalp debisini de arttıramaz. Bu kişilerde ve tip 2 diyabetiklerde insülinin endotel hücresinden nitrik oksit (NO) üretimini uyaran fosfatidilinozitol-3 kinaz (PI-3 kinaz) yolunda defektler olduğu gözlenmiştir. Kısaca insülin direnci insülinin vazodilatasyon etkisinin gelişmesini engeller. Bu da hipertansiyonun gelişmesinde önemli rol oynar. Quebec çalışması açlık insülin düzeyleri ile iskemik kalp hastalığı arasında ilişki olduğunu göstermiştir. MRFIT (Multiple Risk Factor İntervention Trial) çalışmasında ise açlık hiperinsülinemisinin yalnızca apolipoprotein E3/2 fenotipindeki erkeklerde bir koroner arter hastalığı risk faktörü olduğu, daha sık rastlanan apolipoprotein E3/3 fenotipinde böyle bir etkinin olmadığı görülmüştür. Yaşlılarda insülin düzeyi ile ateroskleroz arasında bir korelasyon bulunamamıştır (34). Cinsiyetin insülin düzeyi ile ateroskleroz arasındaki ilişkide rolü belirgin değildir. Jinoid obezitesi olan kadınlarda da insülin ile koroner arter hastalığı arasında bir korelasyon bulunanamıştır. IRAS (Insulin Resistance Atherosclerosis Study) çalışmasında insülin direnci ile karotis intima-media kalınlığı arasında korelasyon bulunması insülin 28 direncinin aterosklerozda bağımsız etken olduğunun işareti olarak kabul edilmiştir. Ancak bu ilişki ancak beyazlarda bulunabilmiştir(34). İnsülin direnci hücresel olarak prereseptör, reseptör ve postreseptör olmak üzere üç düzeyde sınıflandırılmaktadır. İnsülin direncinin oluşmasında reseptör ve özellikle postreseptör düzeyindeki defektler daha önemli olup, prereseptör düzeyindeki defektler daha az rol oynar. İnsülin direnci anatomo-patolojik olarak da iskelet kasında, yağ dokusunda ve karaciğerde olmak üzere sınıflandırılmaktadır(35). İnsülin direncinin hücresel sınıflaması: A. Prereseptör düzeyde insülin direnci: 1. Anormal beta hücre salgı ürünleri : İnsülin geninde yapısal mutasyonlar sonucu, anormal defektif insülin molekülleri oluşur. Ayrıca proinsülin molekülünde proteolitik parçalanma bölgesindeki yapısal anormalliğe bağlı olarak, proinsülin-insülin dönüşümü tam olmaz. Tüm bu nedenlerle endojen insüline karşı doku yanıtı azalarak direnç oluşur. 2. Dolaşan insülin antagonistleri : Bunlar kortizol, büyüme hormonu, glukagon, katekolamin gibi hormonal antagonistler, serbest yağ asitleri, anti insülin antikorları ve insülin reseptör antikorları gibi hormonal olmayan insülin antagonistleridir. 3. İskelet kası kan akımında ve kapiler endotel hücrelerde bozukluklar B. Reseptör düzeyinde insülin direnci : 1. Reseptör sayısının azalması: Tip 2 diyabetiklerde reseptör afinitesinde herhangi bir değişiklik olmaksızın insülin reseptör sayısında azalma söz konusudur. 2.Reseptör mutasyonları C.Postreseptör düzeyinde insülin direnci : Son yıllarda insülin direncinin oluşmasında en önemli katkıyı postreseptör düzeydeki defektlerin sağladığı ileri sürülmektedir(35). Bunlar ; 1. İnsülin reseptör tirozinkinaz aktivitesinin azalması 2. İnsülin reseptör sinyal ileti sisteminde anomaliler 3. Glukoz transportunda azalma 29 4. Glukoz fosforilasyonunda azalma 5. Glikojen sentetaz aktivitesinde bozulma 6. Glikolizis / glikoz oksidasyonunda defektler İnsülin direncinin anatomo-patalojik sınıflaması: A. İskelet kasında insülin direnci : Kas gibi periferik dokular insülin direncinin primer yeridir. Yapılan bir çok çalışmada da tip 2 DM li hastalarda insülin ile uyarılmış glikoz kullanımında defektin en fazla olduğu yerin iskelet kası olduğu gösterilmiştir(36). İskelet kasında insüline bağlı glikoz kullanımında defekt tip 2 diyabetikler dışında non-diyabetiklerdede görülmektedir. B. Yağ dokusunda insülin direnci : Yağ dokusundaki hormon sensitif lipaz, trigliseridleri esterleşmemiş yağ asidi (NEFA) ve gliserola parçalar. Bu işlem normalde insülin tarafından inhibe edilir. Bu yüzden yağ dokusundaki lipolizis insüline çok hassastır. Tip 2 DM ve şişmanlıkta ise insülinin antilipolitik bu etkisine karşı direnç gelişmektedir. Bundan dolayı insülin direnci veya insülin eksikliği hormon sensitif lipazın aktivitesinde artışa yol açarak NEFA salınmasını artırır. C. Karaciğerde insülin direnci : Genel olarak, tip 2 DM de, karaciğerin de insülin etkisine dirençli olduğu kabul edilmektedir. Bu hastalarda açlık hiperglisemisinin tamamının karaciğer glukoz yapımındaki artışa bağlı olduğu kabul edilmektedir. Karaciğerden glikoz yapımı glikojenolizis ve glikoneogenez yolu ile olur. Hepatik glukoneogenezdeki artışın kesin mekanizması bilinmemekle beraber hiperglukagonemi ve laktat, alanin ve gliserol gibi glikoneojenik prekürsörlerin artışı sözkonusudur. İnsülin direnci ölçüm metodları İlk defa 1930’ lu yıllarda Himsworth ve Kerr, insulin duyarlılığını in vivo olarak ölçmek için, oral glukoz tolerans testi (OGTT) ile standart bir yöntem geliştirmeye çalışmışlar, sonuçta bugünkü sınıflama ile Tip1 diyabetik bireyleri ekzojen insuline daha duyarlı, Tip 2 diyabetikleri ekzojen insuline daha dirençli bulmuşlardır. İlerleyen yıllarda radioimmunoassay (RIA) yönteminin gelişmesiyle C–peptid ve insulin 30 düzeylerinin daha hassas bir biçimde ölçülebilmesi, klinikte periferik insülin direncinin kantitatif olarak belirlenebilmesine olanak sağlamıştır. Günümüzde periferik insülin direncini değerlendirme metodlarını şu şekilde sınıflayabiliriz: 1. İnsulin duyarlılık indeksleri 2. İnsülin - glukoz - C-peptid oranları 3. Oral glukoz tolerans testi (OGTT) 4. Continuous Infusion of Glucose with Model Assessment (CIGMA) 5. Minimal Model ile FSIVGTT 6. İnsülin tolerans testi 7. Hiperinsulinemik Öglisemik Klemp Testi (HECT) 8. Homeostasis Model Assesment (HOMA) İnsulin duyarlılık indekleri: Günlük uygulamalarda, nispeten büyük hasta gruplarında gerek bazal, gerekse OGTT sonuçlarından insulin duyarlılığını kolay, çabuk ve ucuz bir şekilde değerlendirebilmek mümkündür. Bu amaçla birçok araştırmacı tarafından çeşitli testler tanımlanmış, bu yöntemlerin büyük bir çoğunluğu HECT, bazıları Bergman’ın Minimal Modeli ile karşılaştırılıp insulin direncinı değerlendirmede güçlü korelasyon gösterdikleri saptanmiştır. İnsulin, glukoz, C-peptid oranları : Periferik insulin direncinı değerlendirmede her zaman komplike testler yapılamayabilir. Bu gibi durumlarda veya geniş vaka gruplarını taramak gerektiğinde, açlık insulin, glukoz ve C peptid oranları kolay, ucuz ve pratik bir seçenektir. Oranlar hiperinsulinemik öglisemik klemp testi ile karşilaştırıldığında güçlü bir korelasyon göstermektedir. Son yıllarda yapılan gözlemler açlık insülin düzeyinin de tek başına insülin direncini doğruya yakın olarak yansıtabileceğini göstermektedir. Normal glukoz toleranslı bireylerde açlık insülin düzeyi ≥13IU/ml olanların %74’ünde, ≥18 IU/ml olanların da tümünde insülin direnci saptanmıştır (37). 31 Oral Glukoz Tolerans Testi: İnsülin direnci olan bireylerde, oral glukoz tolerans testi sırasında, insulin düzeylerinin normalin üzerinde bulunduğu 1960’lı yıllarından beri bilinmektedir. Özellikle glisemileri normal veya hafif glukoz intoleransı olan bireylerde, 75 gr glukoz sonrası 2 saat içinde alınan değerlerde insulin değerlerinin 100 IU/ml’nin üzerinde bulunması insulin direnci varlığınını düşündürmelidir(37). Bu hiperinsülinemik yanıt, insulin sekresyonu bozulmaya başlayıp hiperinsulinemi ön plana geçince kaybolur Glukozun sürekli infüzyon modeli-Continuous Infusion of Glucose with Model Assessment(CIGMA): Glukoz intoleransı, insülin rezistansı ve beta hücre fonksiyonu hakkında bilgi veren bir testtir.Kan örneklerinin alınacağı ven kanı arteriyalize edilir (600ºC sıcaklıkta sıvı olmayan ortamda 30 dakika bekletilerek). Diğer koldan 5mg/ ideal kilo dozunda glukoz infüzyonu başlanır. Düşük doz glukoz infüzyonu başlanması 0. dakika kabul edilir. 50, 55 ve 60.dakikalarda kan örneği alınır. Bu örneklerde glikoz, RIA ve spesifik insülin ile C-peptid düzeyi ölçülür. Üç değerin ortalamalarından β hücre fonksiyonu ve insülin direnci değerlendirilir(38). Minimal Model ile Frequently sampled intravenous glucose tolerance test (FSIVGTT): İntravenöz glukoz tolerans testi yapılarak elde edilen glukoz ve insülin değerlerinden glukoz duyarlılığını saptayabilen bir testtir. Test sabah 08.00 de 10 saatlik açlık sonrasında başlatılır. -15, -10, -5, -1 ve 0. dakikalarda kan örnekleri alındıktan sonra 0.5gr/kg intravenöz glukoz hızlı olarak verilir. Sonrasında 2, 3, 4, 5, 7, 8, 10, 12, 14, 16, 19, 22, 25, 27, 30, 33, 40, 50, 60, 70, 80,100, 120, 140, 160 ve 180. dakikalarda kan örneği alınır. Bergman tarafından geliştirilen bir bilgisayar programı (MiniMod) yardımıyla glukoz duyarlılığı ve β hücre fonksiyonları hakkında bilgi edilinir. Daha az invaziv oluşu, yapılması için kompleks donanım ve özel eğitim görmüş kişi gerektirmemesi, test sonuçlarının oldukça duyarlı olması nedeniyle bilimsel çalışmalarda yoğun olarak kullanılır(38). 32 İnsülin Tolerans Testi: İnsülinin İV verilmesini izleyerek lineer olarak azalan glisemi düzeyi insülin sensitivitesini yansıtır. 12 saatlik açlık sonrası bazal kan örneği alınıp, 0.05-0.1 IU/kg dozunda kısa etkili insülin İV verildikten sonra 0, 3, 6, 9, 12 ve 15. dakikalarda alınan glukoz değerlerinden glukoz yarılanma zamanı (T ½) Least Square Analysis yöntemi ile bulunur(38). Hiperinsülinemik Öglisemik Klemp Testi: Periferik insülin direncini belirlemede “gold standart” olarak kabul edilir. Testin temel prensibi hiperinsülinemik bir ortam yaratarak, bu ortamda normoglisemi sağlamak amacıyla verilen glukozun diğer testlerde olduğu gibi 10 saatlik açlık sonrası teste başlanır. Eğer hasta insülin kullanıyorsa 24 saat öncesinden orta etkili insülinler kesilir, normoglisemi insülin infüzyonu ile sağlanır, testten 2 saat önce infüzyona son verilir. Kan örneklerinin alınacağı ven, o kolun 60º C de 30 dakika tutulmasıyla arteriyalize edilir. Diğer koldan testin ilk 10 dakikası 127.6 mU/m2 den başlayıp 1 dakikalık azalan periyotlar halinde 40mU/ml dozunda sabit kalacak şekilde insülin infüzyonu başlanır. Testin 4. dakikasında glukoz infüzyonu 2 mg/kg/dk hızında başlatılır. 10. dakikadan sonra test bitimine kadar insülin infüzyon hızı sabit kalır. Ancak 5-10 dakikalık aralıklarla glukoz ölçümü yapılarak normoglisemi sağlanacak şekilde glukoz infüzyon miktarı artırılır. Test süresi 120-180 dakikadır. Normal bireylerde glukoz kullanım hızı (GKH) 4.7-8.8 mg/kg/dk olarak bulunmuştur. İnsülin resistansı olan bireylerde GKH azalmış olarak bulunur. İnvaziv, özel ekipman ve bu konuda deneyimli kişilerin varlığı gerektiğinden, rutinde değil, araştırma amacıyla kullanılan çok değerli bir testtir(38). Homeostasis Model Assesment ( HOMA): Bireyden alınan glisemi ve insülinemi değerlerinin kullanımı ile beta sekresyon fonksiyonunu ve insülin direncini değerlendirebilen özellikle geniş hasta populasyonlarını pratik bir şekilde inceleme imkanı sağlayabilen bir testtir. 10 saat mutlak açlık sonrası, 5 dakika ara ile alınan üçer kan örneğinin ortalaması, glikoz mmol/L, insülin mU/ml, c peptid mmol/L birimlerine dönüştürülerek yapılan 33 hesaplamalarda, beta hücre fonksiyonlarında (%B) ve insülin direnci (R) hakkında bir bilgi verir. HOMA, HECT ile normal bireylerde (r:0.83, P<0.0) ve diyabetik hastalarda güçlü korrelasyon gösterir(r:0.92, p<0.0001). Testin en önemli dezavantajı, varyasyon katsayısının yüksek oluşudur (%B için 32; R için %31) . QUICKY(Quantative İnsülin Sensitivity Check Index): Bazal insülin ve bazal glukoz düzeyleri kullanılarak hesaplanan ve klemp tekniği ile korelasyon gösteren diğer bir yöntem de duyarlılığını göstermektedir. glukozu(mg/dl))). Düşük QUICKY değerler insülin = QUICKY’dir. 1/(log(insülin) duyarlılığında İnsülin + log(plazma azalmayı gösterir. Ancak açlık glukozu ve açlık insülin düzeyi kullanıldığından QUICKI daha çok hepatik insülin sensitivitesini göstermektedir. Hepatik ve periferal insülin sensitivitesinin uyumlu olmadığı durumlarda klemp tekniğinden farklı sonuçlar verir. QUICKI geniş bir insülin sensitivite aralığında doğru sonuçlar vermekle birlikte klemp tekniği ile en çok insüline duyarlı obez olmayan hasta grubunda varyasyon göstermektedir. İnsülin direnci gelişimine göre diyabet gelişimi 4 dönemde incelenir(39-42): 1.Preklinik diyabet dönemi (Normoglisemik hiperinsülinemik dönem): Tip 2 diyabetin henüz klinik belirti vermediği bu dönemde beta hücre fonksiyonları nispeten normaldir fakat mevcut olan periferik insülin direnci normale göre daha fazla insülin salınarak aşılmaya çalışılır ve bu şekilde açlık ve post prandiyal şekerleri normal sınırlar içinde tutulur. 2.Glukoz intoleransı dönemi(postprandiyal hiperglisemik hiperinsülinemik dönem): Periferik insülin direncini aşmak için pankreas beta hücrelerinde oluşan aşırı yük zamanla beta hücre bitkinliğine ve insülin salgısında azalmaya neden olunca glukoza intolerans başlar ve bu durumda açlık glisemisi normal olduğu halde postprandiyal glisemi yükselir. 3. Erken klinik diyabet dönemi(hiperglisemik hiperinsülinemik dönem): 34 İnsülin direncinin giderek artması ile kompasasyon bozulmaya başlar ve bu esnada karaciğerde glukoz yapımı artarak plazma glisemisinin yükselmesine yol açar. 4.Klinik diyabet dönemi(hiperglisemik hipoinsülinemik dönem): İnsülin direncinin zirvede olduğu bu dönemde giderek artan glisemi insülin salgı artışıyla kompanse edilemediği için glukoz toksisitesi nedeniyle beta hücreleri insülini daha az salgılamaya başlarlar. Birinci faz insülin salgısının kaybı ve insülin pulsatilitesinin bozulması gibi insülin salgısında kalitatif anormallikler insülinin dokularda oluşturacağı etkiyi bozarak doğrudan insülin direncine yol açabilir. Ayrıca insülin eksikiği altta yatan insülin direncini şiddetlendirmektedir (39). Moleküler genetikten elde edilen sonuçlarda insülin eksikliği veya insülin direncinden sadece birisinin primer bir neden olabileceği konusunda belirsizlik gözlenmektedir. Sözgelimi insülin reseptörü ve insülin reseptör substrat-1 gibi genlerdeki mutasyonlar insülin direncine, insülin ve glukokinaz gibi genlerdeki mutasyonlar ise insülin eksikliğine yol açıyor gibi görünmektedir (42). DiABETES MELLiTUSUN KOMPLiKASYONLARI Akut (metabolik) komplikasyonlar(43) Hiperozmolar non-ketotik durum Diyabetik ketoasidoz Laktik asidoz Hipoglisemi Kronik (dejeneratif) komplikasyonlar(44,45) Mikrovasküler komplikasyonlar Diyabetik nefropati Diyabetik retinopati Diyabetik nöropati Makrovasküler komplikasyonlar Hipertansiyon Koroner arter hastalığı 35 Serebrovasküler hastalık Diğer kronik komplikasyonlar Gastrointestinal (gastroparezi, diyare) Genitoüriner (üropati, seksüel disfonksiyon) Dermatolojik Kemik ve mineral metabolizma bozuklukları Diyabetik ayak Psikolojik problemler ve psikiyatrik bozukluklar Yeni tanı koyulmuş tip 2 diyabetlilerde; %20-30 oranında diyabetik retinopati, %10-20 mikroalbuminür, %30-40’ında HT, %50-80’ninde dislipidemi ve %80-100’e yakın oranlarda vasküler disfonksiyon görülmektedir. Bu nedenle erken tanı ve tedavi önemli yer tutmaktadır(46). A-Mikrovasküler Komplikasyonlar: Diyabetik komplikasyonların oluşmasında rol oynayan faktörler her ne kadar anlaşılmamışsa da etkili olduğu bilinen bazı mekanizmalar şunlardır: Proteinlerin nonenzimatik glukolizasyonu, Poliyol-miyoinositol yolunun yoğun çalışması, Hiperfiltrasyon ve hipertansiyon gibi hemodinamik değişiklikler, Endotel, endotelin destekçisi dokular ve ekstrasellüer matriksin primer bozuklukları, Koagulasyon sistemi ve büyüme faktörlerine ait anormallikler gibi patogenik mekanizmalar diabetik mikrovasküler komplikasyonların oluşmasına yol açar. 1-Diabetik Nefropati (DN): DN özellikle batı ülkelerinde son dönem böbrek yetmezliğinin en sık nedenidir. Diabetik nefropatinin insidansı Tip 1 DM ve Tip 2 DM’da birbirine yakındır. Tip 1 DM’lu hastalarda %30-40 DN görülür. Toplumsal verilere dayanan çalışmalara göre Tip 2 DM’da nefropati prevalansı % 5-10’dur. Bunun nedeni 36 bu hastaların uzun bir subklinik hiperglisemi yaşamış olmalarıdır. Benzer çalışmalar diabetik nefropatinin insidansının Tip 2 DM hastalarında 20. yıldan sonra %2560 olduğunu göstermiştir. Tip 2 DM, Tip 1 DM’a göre 15 kat daha fazla görülmektedir. Bu da tip 2 DM prevelansının daha yüksek görülmesine neden olmaktadır(43). Hastaların %35’i son dönem böbrek hastalığı geliştirerek dializ ve renal transplantasyon gerektirirler. Tip 1 DM’u olanlarda proteinürisi olanların 40 yıl sonra sağ kalma olasılıkları %10 iken, olmayanlarda bu olasılık %70’dir. Makroproteinürisi olan diabetik hastaların %50’si 10 yıllık izlemde ölürken, olmayanlarda ölüm oranı %2’dir. Nefropati ilk 5 yılda nadirdir. 14-16 yıllık diabet süresinde nefropati gelişme riski pik yapar(47). Diabetik böbrekte ilk etapta diffüz, daha sonra da eksüdatif lezyon gelişir. Arteriollerde hyalinizasyon hyalinizasyon özgü histopatolojik lezyondur. Diabetik süreçte diffüz ve diabete olur. Efferent arteriolde oluşan nodüler interkapiller glomerüloskleroz (Kimmelstiel-Wilson sendromu) dışında renal papilla nekrozu, kronik piyelonefrit, aterosklerotik renal arter darlığı, toksik nefropati gibi nedenlere bağlı olarak da renal tutulum görülebilir. Diabetik nefropatinin normal böbrek fonksiyonundan son evre böbrek yetersizliğine kadar giden birbirinden farklı 5 evresi vardır(43): Evre 1 (Hiperfiltrasyon ve hipertrofi evresi): Diabetin tanısının konduğu anda mevcuttur. Glomeruler filtrasyon hızı (GFR) %20-40, böbrek plazma akımı %9-14 oranında büyür ve böbrek büyüklüğü artmıştır. Normogliseminin sağlanması ile birlikte nefropati daha ileri klinik evrelere geçmeden geriler. Bu devre 2 yıl kadar sürer. Evre 2 (Sessiz devre): Klinik bulgu yoktur. Ama morfolojik değişiklikler yıllar boyu sessiz bir şekilde gelişir. 10-15 yıl kadar sürer. GFR hala yüksektir, hiperfiltrasyon devam eder. Kan basıncı ve idrar albümin atılımı normaldir. Glomerül bazal membranında kalınlaşma, mezengium hacminde artma izlenir. Birçok hasta bu evreden 3. evreye geçmez. İyi glisemi kontrolü ile düzelme gözlenebilir. Evre 3 (Başlangıç nefropati devresi): Devamlı mikroalbüminüri diabetin başlangıcından itibaren 6-15 yıl sonra başlar. Üriner albümin ekskresyonu (UAE) mikroalbümürik düzeyde, yani 30-300mg/24saat veya 20-200 mg/dk 37 arasındadır. Aşikar nefropatinin habercisidir. Hastanın mikroalbüminürik olduğunu kanıtlamak için 6 ay içerisinde en az 3 adet 24 saatlik idrarda mikroalbüminüri tayin edip, en az ikisini pozitif bulunmalıdır. Mikroalbüminüri kan basıncında hafif fakat fark edilir bir yükselme ile birliktedir. GFR inmiş olmasına rağmen hala normalin hafif üzerindedir. Bu devre 10-20 yıl kadar sürer. Bu dönemde birçok hastada hipertansiyon sınırına varmayan progressif kan basıncı artışı gözlenir. İyi glisemik kontrol, protein kısıtlaması (<0,8 gr/kg/gün) ve antihipertansif tedavi (özellikle ACE inhibitörleri ve Anjiotensin Reseptör Blokerleri) ile UAE artışı azaltılarak klinik nefropatiye gidiş süresi geciktirilebilir. Evre 4( Azotemik devre): 3. devreden sonra değişmez bir şekilde 4. devre gelişir. Yerleşik nefropati mevcuttur. Hipertansiyon belirgindir. Proteinüri yılda %15-40 civarında artar ve GFR yılda 10 ml/dk azalır. Glomerüler kapiller bazal membranda kalınlaşma, kapillerin mezanjial genişleme sonucu ezilmesi ve buna bağlı olarak glomerüllerin tahribatı görülür. Tedavi edilmezse terminal dönem böbrek yetmezliği devamlı proteinürinin 7. yılında kendini gösterir. Evre 5 (Üremik devre): Tabloya son dönem böbrek yetmezliği hakimdir. Albüminden daha büyük proteinlerin, örneğin beta 2 mikroalbüminin atılımı söz konusudur. GFR 1-10 ml/dk’dır. Ağır hipertansiyon, üre ve kreatinin yüksekliği vardır, hipoalbüminemi, yaygın ödem ve nefrotik sendrom tablosuyla birlikte olabilir. Koroner vasküler hastalık en sık ölüm nedenidir. GFR 15-20 ml/dk’nın altına indiğinde hastalar renal replasman (peritoneal diyaliz, hemodiyaliz vb.) programına alınmalıdır. Arteriel hipertansiyon ve böbrek yetersizliği olsun veya olmasın proteinürinin varlığı en az 5 yıldır diabeti olan hastada başka bir nedene bağlı değilse, diabetik nefropati olarak değerlendirilir. Tip 2 DM’da tanı anında nefropati olabilir(48). 38 Üriner albümin atılımının derecelendirilmesi: 24 saatlik örnek Normal <30 mg/24 st Kısa süreli örnek <20 mg/dk Spot örnek <30 mg/g Mikroalbüminüri 30-300 mg/24 st 20-200 mg/dk 30-300 mg/g Klinik albuminüri >300 mg/24 st >200 mg/dk >300 mg/g Tablo-5 Aşikar nefropati geliştikten sonra tedavi başlanmayan hastaların glomerüler filtrasyon hızları (GFR) kademeli olarak, ortalama yılda 2-20 ml/dk olarak azalmaktadır. Tip 2 diyabetli hastalar arasında, GFR’ nin düşme hızı bireyler arasında farklı olabilse de tip 1 ve tip 2 diyabet arasında çok farklı olmadığı düşünülmektedir. Diyabetik nefropatiye yönelik tedavi yaklaşımları üç ana başlık altında toplanabilir. Diyabetik nefropati riski taşıyan normoalbuminürik hastaların tedavisi primer önleme, mikroalbuminürik hastanın tedavisi sekonder önleme ve makroalbuminürili ve aşikar nefropatili hastanın tedavisi olan tersiyer önleme şeklinde tanımlanabilir. Primer Önlemler *Glisemi kontrolü: İntensif glisemik kontrol ile mikroalbüminüri gelişimindeki gerileme tip 1 diyabetlilerde yapılan DCCT çalışmasında %25 iken , tip 2 diyabetiklerde yapılan UKPDS çalışmasında %34 olarak bulunmuştur. * Varsa hipertansiyonun agresif kontrolü: UKPDS çalışmasında 6 yıllık izlem sonunda sıkı kan basıncı kontrolünün mikroalbuminüri riskini %29, makroalbüminüri riskini ise %29 oranında zalttığı gösterilmiştir. * Asemptomatik olabilecek üriner enfeksiyonlar ve mesane disfonksiyonu tedavisi 39 *Normoalbuminürik olmasına rağmen anjiotensin dönüştürücü enzim inhibitörlerinin kullanılmasının diyabetik nefropati progresyonunu ve mikroalbuminürinin oluşmasını geciktirdiği bir çok çalışmada gösterilmiştir(49). Sekonder Önlemler Mikroalbuminürinin oluştuğu bu evrede glisemik kontrolün makroalbuminüriye geçişi engellediğine ait veriler azdır. Fakat mevcut tedavi rehberleri glisemik kontrolü aşikar nefropatinin oluşması ve ilerleme riski üzerine etkisi nedeniyle tavsiye etmektedir.Çeşitli çalışmalarda diyabette diyastolik kan basıncının 80 mmhg ‘dan düşük olmasının komplikasyonları azalttığı, epidemiyolojik analizlerde de kan basıncının kardiyovasküler olay riskini ve mortaliteyi artırdığı gösterilmiştir.Bu nedenle diyabetiklerde antihipertansif tedaviyle hedeflenmesi gereken kan basıncı düzeyi 130/80 mmhg ve altındaki değerler olmalıdır. Bu nedenle bunun üstündeki değerlerde nonfarmakolojik ve farmakolojik tedavinin başlanması ve iyi tolere ediliyorsa 120/80 mmHg’nın altına düşürülmesinde ACE-İ veya ARB’ye ek olarak kalsiyum kanal blokerlerinin kullanılması önerilmektedir(49). Düşük proteinli bir diyet uygulamasının diyabetik nefropatinin erken döneminde hiperfiltrasyonu azaltabileceği ve aynı zamanda bireysel yanıtlar değişmekle birlikte GFR’deki düşmeyi geciktirebileceği ileri sürülmektedir. Genellikle önerilen günlük 0,8 g/kg/gün protein alınmasıdır(50). Nefropatisi olan diyabetik hastaların aterosklerotik komplikasyonlara eğilimli ve sıklıkla yüksek düzeyde aterojenik plazma lipid profiline sahip oldukları bilinmektedir. Bu nedenle lipid düzeyleri yakından izlenmeli, diyet uygulamaları dışında statin ve fibratların erken dönemde kullanılması önerilmektedir. Hipertansiyonu olmayan diyabetik hastalara simvastatin verilmesini takiben 1 yıl sonunda albüminürinin %25 azaltıldığının gösterilmesi , nefropatinin her aşamasında bu ajanların kullanımının önerilmesine yol açmıştır. Tersiyer Önlemler Kan glukozu kontrolünün bu evrede DN seyrini değiştirdiğine dair bazı araştırmalar mevcuttur. Oral hipoglisemik ilaçların bir çoğu böbreklerde metabolize ve elimine edildiği için, bu evrede toksisite yaratacağından kullanılmaları sakıncalıdır. Bu devrede hipertansiyon erken ve sık görülen bir olaydır. Ayrıca nokturnal hipertansiyon da vardır. Hipertansiyonun agresif tedavisi GFH azalmasını önler. Yeterli tedavi ile bu 40 evrede özellikle tip 1 DM hastalarında SDBY’nin 7 yıl yerine 30 yıla kadar gecikmesi sağlanabilmektedir. Bu araştırmalar, hedef kan basıncı değerlerinin 130/80 ve hatta 120/75 mmHg (eğer tolere edebiliyorsa) olması gerektiğini bu şekilde GFH’daki azalmanın en aza indirgenebileceğini vurgulamaktadır. Agresif kan basıncı kontrolü için eldeki bütün imkanlar, özellikle ACE-İ’leri kullanılmalıdır. ACE-İ’leri günümüzde diabetik nefropati tedavisinde ilk seçenek ilaçlardır ve diğer antihipertansiflerden ayrıcalıklı bir yere sahiptir . Günümüzde ACE-İ’leri, ARB, non-dihidropiridin kalsiyum kanal blokerlerinin kombine kullanımı önerilmektedir. Sekonder önleme tedavisinde diyet önerileri açısından protein kısıtlı diyet verilirken, nitrik oksit prekürsörü L-Arginin kısıtlamasının olmadığı bir listenin tersiyer önlemede de verilmesi önerilmektedir. Diyabetik hastalarda üremi geliştiği zaman retinopati ve nöropati daha çabuk ilerler, glisemi ve tansiyon arterial kontrolü güçleşir. Üremi ilerlediği zaman renal replasman tedavisi düşünülmelidir (49). 2-Diabetik Retinopati(DR): Gelişmiş ülkelerde, 20-75 yaşları arasındaki yetişkinlerde, yeni oluşan körlüklerin en önemli nedeni diyabetik retinopatidir. Körlük diyabetik hastalarda olmayanlara göre 20 kat fazladır ve hastalığın 15. yılından sonra belirir. Diyabetin 5. yılında %25, 10. yılında %50 ve 15. yılında %95 ‘e ulaşır(43). Kötü kan şekeri kontrolü, diyabet süresi, puberte, gebelik, hipertansiyon, kötü lipid profili ve anemi retinopatinin gelişmesini hızlandıran risk faktörleridir. Başlıca nonproliferatif ve proliferatif retinopati olarak sınıflandırılabilir. -Nonproliferatif Retinopati; Tüm diyabet tiplerinde en sık görülen retinopati şeklidir. Basit ve Background retinopati diye ikiye ayrılır. En erken klinik bulgusu, minik kırmızı noktalar şeklinde görülen retinal kapillerlerdeki mikroanevrizmalardır. Kapiller duvarını çevreleyen perisit kaybı, ardından damar geçirgenliğinin artmasıyla periretinal hemoraji gerçekleşir. Arterioler tıkanma, sert eksuda ve makula ödemi meydana gelir. Tip 2 diyabetiklerde görmeyi en çok bozan makula ödemi olup retinopatinin her evresinde karşımıza çıkabilir. Daha sonra kapiller ve terminal arteriollerin tıkanmasıyla iskeminin neticesinde nonproliferatif lezyonlar daha da ilerler, intraretinal mikrovasküler anormallikler (venlerde 41 düzensizlikler, variköz değişiklikler, venöz tomurcuklar veya çok geçirgen hale gelmiş genişlemiş ) oluşmasıyla 1-2 yıl içinde proliferatif faza ilerler(43). -Proliferatif pamuk manzarası Retinopati; denilen Oluşan yumuşak retinal eksuda olarak iskemi alanları, adlandırılır. atılmış Karakteristik olarak neovaskülarizasyon denilen yeni damar oluşumu ve skarlar meydana gelir. Proliferatif fazın körlükle sonuçlanan iki ciddi komplikasyonu vardır: Vitreus hemorajisi ve retina dekolmanı. Proliferatif retinopati, diabetik oftalmopatinin en ciddi komplikasyonudur riski artar. Proliferatif ve vitreusda kanama, retinal dekolman ve körluk retinopatinin başlangıcından itibaren 5 yılda, Tip 1 DM’da %40 ve tip 2 DM’da %60 körlük gelişir. DR tanısında floresan anjiografi en hassas yöntemdir. Tedavide öncelikle iyi glisemik kontrol sağlanmalıdır. Yılda en az bir kez göz muayenesi yapılmalıdır. Proliferatif retinopatide ve makula ödeminde en iyi tedavi yöntemi lazer fotokoagülasyondur. Aspirin ve aldoz redüktaz inhibitörlerinin yararı gösterilememiştir. Gerekli durumlarda cerrahi tedaviye başvurulabilir. Diyabete bağlı görülen diğer hastalıklar; başta artmış katarkt riski ile birlikte, optik nöropati, oküler sinir paralizileri (III,IV,VI), otonomik pupiller disfonksiyon,retinal arter ve ven tıkanıklıklarıdır. 3-Diabetik Nöropati(DNR): Tip 2 DM hastalarında tanı sırasında %7-8 DNR vardır. Semptomatik yaşam kalitesini bozan nöropati diabetik hastaların %50’sinde mevcutur. DNR’nin mononöropati vazo nervorumların hastalığının neden olduğu, otonom nöropati ve polinöropatinin ise metabolik nedenlerle oluştuğu kabul edilmektedir. Sensoryel bozukluk nedeni ile, anestezi veya hipoestezi, vibrasyon ve pozisyon duyusunda kusur vardır. Diyabetik nöropatisi olan hastalarda el ve ayaklarda ağrı yada duyu kaybı, sindirimde yavaşlama, karpal tünel sendromu veya kardiyovasküler yanıtlarda bozulma görülür(43). Normogliseminin sağlanması diyabetik nöropatinin hangi formu veya devresi olursa olsun tedavinin ilk basamağı olarak kabul edilmektedir. Diyabetik nöropatinin tedavisinde Aldoz redüktaz inhibitörleri, gama-linoleik asit, alfa lipoik asit ve 42 vazodilatörler kullanılabilir. Nöropatik ağrı tedavisinde ise trisiklik antidepresanlar , selektif seratonin reuptake inhibitörleri, karbamazepin, gabapentin, tramadol, meksiletin, lidokain ve topikal kapseisin kullanılabilir. B-Makrovasküler Komplikasyonlar(MVK): Diabetin makrovasküler komplikasyonları ilerlemiş ateroskleroza sekonder olarak olarak gelişirler. Diyabet ateroskleroz için bir risk faktörüdür. Nondiabetiklerde de gözlenen kardiovasküler değişikliklerden farklılık göstermezler. Fakat bu kardiyovasküler değişiklikler diabetik hastalarda daha erken yaşlarda ortaya çıkar, daha süratli ve agresif ilerler. Tip 2 diabetiklerde MVK ölümlerin %80 nedenidir ve bunlarında %60’ı koroner kalp hastalığındandır. Özellikle insülin rezistansının bulunduğu Tip 2 DM’da hiperinsülinemi, muhtemelen proliferasyonunu stimüle ederek, makrovasküler olmaktadır. Hipertansiyon prevelansı tip hastalık düz kas hücresi oluşumunda etkili 2 diabetiklerde en az 2 kat daha fazladır. Çünkü bu hastalarda obezite ve insülin rezistansı sıklıkla diabete eşlik eder. Bu hastalarda hipertansiyon iyi bir şekilde tedavi edildiği takdirde MVK’a ait morbitide ve mortalitenin önemli derecede azaldığı gösterilmiştir(43). Diabetin makrovasküler komplikasyonları başlığı altında 3 ana patoloji incelenmektedir: 1)Diabetik kalp hastalığı (KAH, Dilate KMP, kardiak otonom nöropati) 2)Periferik arter hastalığı (kladikasyon, iskemi, amputasyon) 3)Serebrovasküler hastalık (iskemik, CVA, Hemorajik CVA) Diabetik kalp hastalığı; koroner kalp hastalığı, diabetik kardiyomiyopati ve diabetik kardiyovasküler otonom nöropati şeklinde olabilir. Periferik arter hastalığı; diabetiklerde bacak ve ayak amputasyonları 5 kat daha fazladır. Diz altındaki ufak ve orta çaplı damar lezyonları, mikrovasküler hastalık ve nöropati ile birlikte gangren oluşumu kolaylaştırır. Serebrovasküler hastalık; beyin ateroskleroz nedeniyle değişikliğe kan akımını sağlayan büyük damarlar, uğrar, bu damarlarda trombüs oluşumu, 43 diabetiklerde hiperkoagülabilite yaratan faktörlerinde yardımıyla daha sık görülür. DM’da trombotik inme riski 2-6 kat artmıştır. Diabetiklerde inmeler daha ölümcül olmakta ve daha fazla sekel bırakmaktadır. Kanama tipi inmeler, diabetik hastalarda %8 oranındadır(43). DiYABET VE ATEROSKLEROZ DM, karbonhidrat metabolizmasıyla ilgili bir hastalık olarak bilinsede , aterosklerozla yakın ilişkisi nedeniyle aslında vasküler hastalık olarak kabul edilir(51). Diyabette ateroskleroz, diyabetik olmayanlara kıyasla daha erken yaşta başlamakla kalmaz daha hızlı seyretmektedir. Diyabette koroner arter hastalığı yönünden yapılan çalışmalarda sol ana koroner arterde daha fazla daralma olduğu, daha fazla sayıda ana koroner arterin tutulduğu ve aterosklerotik lezyonların daha yaygın olduğu görülmüştür. Aortada, serebral arterlerde ve alt ekstremitelerin periferik arterlerinde aterosklerozun yaygınlığı ve şiddeti artmıştır. İnsüline bağımlı diyabetik hastaların yaklaşık 1/3’ ü 55 yaşına kadar koroner arter hastalığından ölür ve hastalık süresinin uzaması ile bu oran artar. İnsüline bağımlı olmayan diyabetiklerde ise koroner arter hastalığından ölüm, diyabetin süresi ile ilişkili olmaksızın başta ölümlerin %70’inden sorumludur. gelen Her iki ölüm tip sebebidir. Tip 2 dıyabetteki diyebette aterosklerotik risk faktörlerinin bulunması ve uzun süreli hiperglisemi olması ortak özellikleridir. Diyabette aterosklerozun artmış peroksidasyonunun artması olabilir. olmasının Ayrıca diğer diyabetik bir duruma sebebi lipid bağlı olarak, lipoproteinlerin yapısında ve fonksiyonunda meydana gelen değişiklikler de lipoprotein moleküllerini daha aterojenik hale getirir. İleriye dönük populasyon çalışmalarında, her iki cinsten diyabetikler arasında, koroner arter hastalığına bağlı ölümler 2-4 kat artmış bulunmuştur. Glukoz toleransının bozulmuş olduğu kişilerde de koroner arter hastalığından ölüm artmıştır(52). Diyabette aterosklerotik risk faktörleri; dislipidemi ve dislipoproteinemi, hipertansiyon, hiperglisemi, insülin direnci ve hiperinsülinemi, obezite, trombosit ve 44 pıhtılaşma anormallikleri, endotel disfonksiyonudur. Bu faktörlerin minimale indirilmesi ve şiddetinin azaltılması tedavide en önemli hususdur. DİYABET VE DİSLİPİDEMİ: Dislipidemi ateroskleroz için önemli bir risk faktörlerinden biridir ve diyabetli olgularda sık olarak görülmektedir(51). Tip1 ve tip 2 diyabette meydana gelen başlıca değişiklikler; hipertrigliseridemi, LDL kolesterol artması, HDL kolesterol azalması, LDL’ nin içeriğindeki değişiklikler (trigliseridden zengin, küçük, dens LDL hakimiyeti), apoprotein B ve E’ nin artması, bütün lipoproteinlerin glikolizasyonun ve oksidasyonunun artması ve lipid içeriğindeki değişikliklerdir. Tip 2 diyabetiklerde yapılan bir çalışmada HDL kolesterol düşüklüğü, VLDL ve total kolesterol ile trigliserid yüksekliğinin kardiyovasküler hastalık için kuvvetli risk faktörleri olduğunu bulmuşlardır(53). Sonuç olarak; diyabette meydana gelen trigliserid yüksekliği, HDL kolesterol düşüklüğü, küçük yoğun LDL kolesterol yüksekliği ile bütünleşen “lipid triadı” veya “aterojenik dislipidemi” olarak da adlandırılan bir lipid profili ortaya çıkmaktadır. IL-6 seviyesinin de diğer akut faz reaktanlarıyla birlikte diyabetteki HDL kolesterol düşüşü ve trigliserid artışıyla giden dislipidemide arttığı gösterilmiştir. CRP ve fibrinojen düzeyleri de trigliserid düzeyi yüksekliği ve HDL kolesterol düzeyinin düşüklüğü ile korelasyon gösterir(54). Tip 2 diyabette hastalığın iyi kontrolü, lipid düzeylerini etkilemediği halde tedaviye lipid düşürücü eklemeden önce iyi bir glisemik kontrol sağlanmalıdır. Yapılan çalışmalar aterosklerotik lezyonlarda, etkili bir lipid düşürücü tedavi ile lezyonun gerileyebileceğini gösterir. Aynı zamanda obezite, hipertansiyon gibi risk faktörleri de tedavi edilmelidir. DİYABET VE HİPERTANSİYON: Hipertansiyon DM’lu hastalarda çok sık bir komorbiditedir. Yapılan bir arştırmada obezite, etnisite ve yaşa bağlı olarak değişmek üzere %20-60’ında HT olduğu gösterilmiştir(51). 45 Hipertansif hastaların %50’ sinde insülin direnci ve dislipidemi vardır. Hipertansiyon, LDL kolesterolün oksidasyonunu arttırır. Özellikle hipertansif ve dislipidemik bireylerde trigliserid/HDL kolesterol oranı, koroner arter hastalığının pozitif prediktörüdür. Hipertansiyon, diyabetin damar komplikasyonlarını hızlandırır. Çünkü hipertansiyon, damar duvarının iki önemli elemanı olan endotel hücresi ve düz kas hücrelerinin yapısını ve fonksiyonunu etkiler. Anlaşıldığı üzere; hipertansiyon MS’ un bileşenleri ve diyabet gibi inflamasyon ile yakın ilişkilidir. Hipertansiyonun etkisiyle damar düz kas duvarından IL-6 salınımı olur ve inflamatuar süreç başlar(55). Diyabetik hastalarda çok sıkı kan basıncı kontrolu yapılması ile mortalitenin belirgin olarak azaltılabildiği gösterilmiştir. JNC-VII raporuna göre diyabetliler için hipertansiyon üst sınırı 130/80 mmHg olarak kararlaştırılmıştır(51). Diyabetik hastalarda yapılan agresif antihipertasif tedavinin diyabetik nefropatinin ilerlemesini yavaşlattığı yapılan çalışmalarla net olarak gösterilmiştir. Mikrovasküler komplikasyonlar üzerine olumlu etkilerin yanında makrovasküler komplikasyonlar üzerinede olumlu etkileri de belirgindir(51). DİYABET VE KOAGÜLABİLİTE: Diyabette tromboza eğilimin arttığı birçok çalışmada gösterilmiştir. Tip 2 diyabetin karakteristiği olan hiperinsülinemi, dolaşımda proinsülin ve onun parçalanma ürünlerinin artması, yapılan çalışmalar, yani hiperproinsülinemiyle proinsülinin, birliktedir. plasminojen activator-inhibitor 1 Son (PAI-1) sentezini ve plazma PAI-1 aktivitesini arttırarak endojen fibrinolizi azaltabileceğini göstermiştir. Endojen fibrinolitik aktivite azalması, tekrarlayan veya devamlı trombotik olaylara yol açar. Yapılan bir çalışmada diyabette von Willebrand faktör, PAI-1 ve fibrinojen düzeylerinin artışıyla birlikte fibrinoliz ve koagülasyon anormallikleri bulunmuştur. PAI-1 düzeyinin yüksek olması koroner kalp hastalıklarında miyokard infarktüsü yönünden kötü prognozu işaret eder(56). Hipertrigliseridemi, özellikle insülin direnci olan kişilerde, koagülasyon 46 faktörleri ve fibrinolitik sistemde bazı anormalliklere yol açar. Bunlar; fibrinolitik aktivitede azalma, Faktör VII aktivitesinde artma, PAI-1’ in artması, fibrinojen düzeyinin artmasıdır. Diyabetiklerde trombositler, vasküler düz kas üzerine mitojenik etki gösterir. Diyabetin tüm formlarında trombosit adezyonu ve agregasyonunda, tromboksan yapımında, pıhtılaşma faktörlerinde artma vardır. DİYABET VE ENDOTEL DİSFONKSİYONU: Damar endoteli bir çok işlevi olan bir organ gibidir, trombozisi ve aterosklerozisi engelleyecek şekilde çalışır(51). Damar duvarının iki ana elemanı endotel hücreleri ve vasküler düz kas hücreleridir. Vasküler endotel, normal koşullar altında birbirini dengeleyen vazodilatatör (nitrik oksit) ve vazokonstriktör (anjiyotensin II) faktörler salan aktif endokrin, parakrin ve otokrin bir organdır. Vasküler endotelin bu iki fonksiyonu arasındaki dengenin kaybı, endotel disfonksiyonu olarak tanımlanır. Genellikle vazokonstriktör maddeler düz kas hücrelerinin büyümesini Diyabetin klinik disfonksiyonu arttırıcı, vazodilatatörler belirtileri ortaya çıkmadan ise azaltıcı önceki etkiye sahiptir. dönemlerde endotel geliştiği gösterilmiştir. Endotel disfonksiyonunun tayini için en sık başvurulan noninvazif yöntem, brakiyal arterde akıma bağlı dilatasyonun doppler USG ile ölçümüdür. Anjiotensin, dolaşımdan alınabileceği gibi damar duvarında lokal olarak da oluşabilir. Çünkü damarlarda AT II oluşumu için gerekli tüm elemanlar (renini anjiotensinojen, ACE) vardır. AT II, endotel hücrelerinin çoğalmasını ve prostaglandin yapımını da uyararak aterogenez patogenezinde önemli rol oynar. Bu nedenle ACE inhibisyonunun diyabetin damar komplikasyonlarında koruyucu etkisi vardır(57). Yüksek tarafından glukoz vazokonstriktör seviyelerinde, “endotelin-I” büyük damar salgılanmasınının endotel hücreleri artması, diyabetin vazomotor reaktiviteyi arttırabileceğini düşündürür. Hiperglisemi, endotel hücrelerinde protein kinaz C’ yi aktive eder. Böylece endotelde vazokonstriktör prostaglandinlerin yapımı uyarılır ve vasküler relaksasyonu azaltır. 47 Hiperglisemi, endotel hücrelerinde yaygın bazal membran kalınlaşması ve kollajen sentezinde görevli enzimlerin aktivitesinin artması gibi yapısal değişikliklere neden olur. Glukoz hipertrigliseridemi, oksidasyon ve glikozilasyonun artması gibi diğer metabolik bozukluklar da normal hücre fonksiyonunu bozar. Hiperglisemi, diyabetik damarlarda anormal vasküler düz kas hücresi büyümesinde de rol oynar. Endotel hücre fonksiyonunun bozulmasının başlıca sonucu alttaki düz kas hücrelerinin zarar görmesidir. Çok sayıda çalışmada endotel disfonksiyonu varlığının ilerideki kardiyovasküler olayların bağımsız şekilde ilişkili olduğu gösterilmiştir. Yapılan diğer bir çalışmada endotel disfonksiyonu ile akut faz reaktanları arasında pozitif korelasyon olduğu öne sürülmüştür(58). Akut faz reaktanlarından özellikle CRP, endotel disfonksiyonu ile yakından ilişkilidir. Aynı inflamatuar sitokinlerin endotel bağımlı vazodilatasyonu bozduğu zamanda gösterilmiştir. Hipertansiyon, endotel disfonksiyonuna kan damarı duvarında ve endotelinde mekanik hasar oluşturarak etki eder. Klasik “hasar yanıt” hipotezi, endotelin işlevsel bozukluğunun ateroskleroz gelişim sürecinde ilk basamak olduğunu desteklemektedir. Endotelin işlev bozukluğu ise hemodinamik etkiler (shear stress), çeşitli vazoaktif maddeler, kan hücrelerinden kaynaklanan faktörler (sitokinler), sigara, aterojenik diyet, yüksek kan şekeri seviyeleri ve okside LDL kolesterol tarafından oluşturulabilir. Endotel disfonksiyonu; kasılma ve gevşeme, anti ve protrombojenitise, antiproliferasyon ile proliferasyon arasındaki denge bozukluğunu ifade eder. Asetil kolin kullanılan birçok çalışma, gevşeme olayının diyabette kusurlu olduğunu göstermektedir. Diyabetin Regülasyonu ile Komplikasyonları Arasındaki İlişki Yarım yüzyıldır düzelmiş glisemi kontrolünün diyabetin vasküler ve nöropatik komplikasyonlarını engellediği veya geciktirdiği tartışılmıştır. Bu soruya cevap vermek amacıyla Ulusal Sağlık Örgütü, 9 yıl süren ve 13 ila 39 yaş arasındaki 1441 tip 1 diyabet hastasını Çalışmasını(DCCT) kapsayan yapmıştır. Diyabet Hastalar Kontrolü yoğun insülin ve Komplikasyonları tedavisi alanlar ve 48 konvansiyonel tedavi alanlar olarak ikiye ayrılmışlardı. Yoğun insülin alan gruptaki HbA1c ve ortalama glukoz düzeyleri konvansiyonel tedavi alanlardan sırasıyla % 1,52 ve 60-80 mg/dl kadar azalmıştı. Aynı zamanda çoğu yoğun tedavi alan hastadaki HbA1c düzeyleri normalden ortalama olarak % 1,1 fazlaydı. Buna rağmen yoğun tedavi retinopati gelişmesini % 76 oranında ve retinopatisi olanlardaki retinopati ilerlemesini % 54 oranında azaltmıştı. Ek olarak, konvansiyonel tedavi ile karşılaştırıldığında, yoğun tedavi mikroalbüminüriyi % 39, proteinüriyi % 54, ve klinik nöropatiyi % 60 oranında azaltmıştır. Büyük kardiyovasküler olayların sayısı da azalma eğiliminde olmasına rağmen istatistiksel bir anlam taşımamaktaydı. Bütün bu bulgular iyi glisemi kontrolünün faydasını göstermiştir. Ancak bu yoğun tedavinin risk taşımadığını düşünmek hatalı olur. Ağır hipoglisemi, kilo alımı gibi yan etkiler yoğun tedavi alan grupta sıkça gözükmüş ve yoğun tedavi alacak hastanın iyi seçilmesi gerektiği sonucuna varılmıştır( 59). DCCT çalışması tip 2 diyabetik hastaları kapsamasa da, benzer daha ufak bir çalışma Japonya’da tip 2 hastalar üzerinde yapılmış ve yoğunlaştırılmış insülin tedavisi ile benzer sonuçlara ulaşılmıştır. Tip 2 diyabetik hastalarda gelişmiş kan glukoz kontrolünün faydasını gösteren daha kapsamlı bir çalışma İngiltere’de Birleşik Krallık Prospektif Diyabet Çalışması (UKPDS) adı altında yapılmıştır. 1977 - 1991 yılları arasında yeni tip 2 diyabet tanısı almış 5102 hasta ile çalışılmıştır. 3 ay diyet tedavisinden sonra açlık kan glukozu 110 mg/dl ila 270 mg/dl olan 3867 hasta randomize edilerek ya içinde sülfanilüre ve metformin olan yoğun tedaviye veya insüline veya konvansiyonel tedaviye başlanılmıştır. Hastalar ortalama olarak 10 yıl takip edilmişdir. Yoğun tedavi alan grupta HbA1c değerleri daha düşük saptanmışdır ( % 7’ye karşı % 7,9). Bu mütevazı gelişme mikrovasküler komplikasyonları % 25 ve bütün diyabete bağlı olayları % 12 oranında düşürdüğü tespit edilmişdir. Glisemi ve diyabetik komplikasyonlar arasındaki süregelen ilişki aynen DCCT’deki gibi saptanmıştır (60). Her iki tip diyabetik hasta grubunda da tedavi amacı, hastaları gereksiz riske sokmadan elde edilebilecek en düşük glisemik kontrol olarak gözükmektedir. Tip 2 diyabet hastalarının büyük bir alt grubu, özellikle yaşlı hastalar ve kardiyovasküler hastalığı olanlar, sıkı kontrol için ideal adaylar olmayabilirler. DCCT ve UKPDS çalışmaları göstermiş ki, bütün hastalar kan şekeri seviyelerinin 200 mg/dl’lerden 150 mg/dl’lere kadar çekilmesinden fayda görmektedirler. Çoğu tip 2 hastalarda bu 49 sınırlara diyet, oral ajanlar ve tip 1 hastalar için gerekenden daha basit insülin tedavileriyle ulaşılabilir. DiABETES MELLiTUS TEDAViSi: DM dünyada milyonlarca kişiyi etkileyen kronik bir hastalıktır. Günümüzde diyabet için tam bir iyileşmeden söz edilemez. Diyabet tedavisinin amacı, bireylerin yaşam standartlarının korunması ve kronik komplikasyonların en alt düzeye indirilmesidir. Diyabet tanısı konduktan hemen sonra tedaviye geçilmelidir. Seçilecek tedavi diyabetin tipine göre ayarlanmalıdır. Diyabet tedavisinde köşe taşları diyet, egzersiz ve yaşam stilinin modifikasyonu önemlidir(11). Egzersiz: Tip2 diyabette diyet ile birlikte egzersiz tedavinin ilk basamağıdır. Düzenli aerobik egzersiz (yürüme, yüzme, bisiklete binme), hücre düzeyinde insülin duyarlılığını doğrudan iyileştirici etkisi vardır. Egzersiz glisemik kontrolü düzenler, insülin rezistansını azaltır, kiloyu azaltır, lipid profilini düzeltir ve diğer kardiyovasküler risk faktörlerini azaltır. Egzersiz adale üzerinde önemli etkilerini GLUT 4 miktarını ve glikojen sentaz aktivitesini arttırarak yapar. İdeal olarak haftada 3-5 kez yapılacak ve maksimal kalp kapasitesinin %60-75’ini aşmayan, 30-45 dakika süreli aerobik egzersizleri kapsayan programlar tavsiye edilmektir. Egzersiz öncesi hastanın yaşına bakılmaksızın, kronik komplikasyonların varlığı araştırılır. Bu kapsamda glisemik kontrol düzeyi ve A1C gözden geçirilir, nörolojik, kas iskelet sistem muayenesi, ayak muayenesi ve fundus incelemesi yapılır. Hasta kardiyovasküler risk açısından değerlendirilir. Eğer hasta 35 yaşından büyükse, 25 yaşından büyük ve 10 yıldan uzun süreli tip 2 diyabet yada 15 yıldan uzun süreli tip 1 diyabeti varsa, KAH risk faktörlerine sahipse, periferik damar hastalığı, mikrovasküler hastalık veya otonom nöropatisi varsa efor testi yapılmalıdır. Plazma glukoz düzeyleri ayarsız(<80 mg/dl yada >250 mg/dl), duyu kaybına yol açan nöropati, kardiyovasküler hastalık, hipoglisemiden habersizlik ve proliferatif retinopatisi olanlarda egzersiz yapılması sakıncalı olabilir(11). Diyet: Plazma glukozunu normale döndürmek, ögün sonrası kan şekeri oynamalarını baskılamak, obeziteyi azaltma, kan basıncını normale veya normale yakın seviyede kalmasını sağlamak ve korumak ve lipid ve protein metabolizmasını 50 düzenlemek amacıyla gerçekleştirilen tıbbi beslenme tedavisi son derece önemlidir. Toplam kalorinin %12-15’i protein, %50-60’ı karbonhidrat ve %30’u yağlardan oluşan (doymuş yağ asitleri %7’den az olacak) bir diyet önerilir. Hasta obez ise 20kcal/kg’lık bir diyet ile kademeli kilo vermesi sağlanır. Android tarzdaki abdominal yağlanma Tip 2 DM gelişmesinde bağımsız risk faktörüdür. Kilo kaybı ile insülin rezistansı azalır. Ayrıca kalori kısıtlaması hepatik glukoz yapımını azaltır ve insülinin etkilerinde düzelme ortaya çıkar. Hepatik glukoz yapımındaki azalma açlık plazma glukozunu düşürür ve uzun dönemde metabolik kontrolde etkili olur(11,61). Oral Antidiabetik Ajanlar: Oral antiyabetik ajanlar tip 2 diyabette yaşam tarzı önerilerine ek olarak kullanılabilirler. A- Sekretegog (İnsülinotropik) ajanlar: Sülfanilüreler: Sülfanilüreler primer gösterirler. İnsülin sekresyonunu artırırlar. ATP etkilerini sensitif pankreas K kanallarını üzerinde inhibe ederler, voltaja bağımlı Ca kanalları açılır, intraselüler Ca konsantrasyonu artar ve insülin salınımı gerçekleşir. Ekstrapankreatik etkileri arasında periferik dokularda insülin duyarlılığını arttırmaları ve hepatik glukoz yapımını azaltmaları sayılabilir. Tip 2 DM’li hastaların %20-25’i SU’e primer cevapsızlık gösterirler. Başlangıçta iyi glisemik kontrol gösterenlerde de her yıl %5-10 oranında sekonder yanıtsızlık gelişebilir. En önemli yan etkileri hipoglisemi ve kilo alımıdır. Zayıf tip 2 diyabetlilerde tercih edilirler(11). Sülfanilüre Dışı İnsülin Sekretogogları (Meglitinid grubu): Repaglinid ve nateglinid sülfanilüre benzeri etki ile ATP sensitif K kanallarının kapatır. Etkisi hızlı başlayıp, kısa süre etkilidir, böylece hipoglisemi riski azalmıştır. Özellikle postprandiyal hiperglisemilerin yoğun olduğu erken dönem tip 2 diabette etkilidir. Öğünlerden 10-15 dakika önce alınmalıdır. Sülfanilürelerle birlikte kullanılmaz. 51 İnsülinotropik ajanlar insülin eksikliği gelişmiş, kilolu olmayan tip 2 diabetlilerde tercih edilir. Obez tip 2 diabetiklerde insülinotropik ajanlar 2.basamak olmalıdır(11). B-İnsülin Duyarlılığını arttıran ilaçlar: Biguanidler: Günümüzde kulanımda olan tek üyesi metformindir. Metformin hipoglisemik etkisini periferik insülin duyarlılığını arttırarak, glukoz emilimini azaltarak ve hepatik glukoneogenezi azaltarak gösterir. İnsülin sekresyonunu arttırmaz. GLUT 1 ve GLUT 4’ün plazma membranına translokasyonunu arttırarak glukoz transportunu olumlu yönde etkilemektedir. Metformin ince barsaktan emilir, plazma proteinlerine bağlanmaz ve idrarla değişmeden atılır. Böbrek ve karaciğer fonksiyon bozukluğu olanlar ve aşırı alkol tüketenlerde kullanılmamalıdır. Anorektik etkisi nedeni ile obez tip 2 diabetiklerde ilk tercih olmalıdır. Metformin diğer ilaçlarla ( SU, TZD veya insülin) birlikte kullanıldığında glisemik kontrolü sağlamada sinerjistik etkileri vardır. Hipoglisemi yapmaz. Thiazolidinedionlar (TZD): Bu grup içinde kullanımda roziglitazon ve pioglitazon bulunmaktadır. TZD’ler genel olarak iskelet kası,yağ dokusu ve karaciğer üzerinden insülin direncini azaltarak gösterirler. Etkilerinin az bir kısmı ise glukoz ve lipid metabolizmasında yer alan bir takım proteinlerin gen transkripsiyonunu düzenleyen ve peroksizom proliferatörle aktifleşen reseptörler(PPAR) olarak adlandırılan nükleer reseptörlerin uyarılması sayesinde gerçekleşir. Üç tip PPAR reseptörü vardır(alfa,beta ve gama). Bu reseptörlere olan esas ilgi TZD’nin PPAR-γ ‘nın sentetik bir aktivatörü olmasından kaynaklanmaktadır. metabolik PPAR-γ ‘ların hem risk faktörlerine hem de vasküler enflamasyona etkisi vardır. PPAR-γ yaygın bir şekilde adipoz dokuda bulunur ve adipoz dokunun diferansiasyonu ve fonksiyonuna etkisi vardır. PPAR -γ ‘nın enflamatuar genlerin ekspresyonu üzerinde inhibitör etkisi vardır. PPAR-γ’nın konsantrasyonu obezler ve diyabetik hastaların iskelet kaslarında artmıştır ve DM tip 2 patofizyolojisinde önemli rol oynadığı bilinmektedir. Bu molekül insüline yanıt veren genlerin transkripsiyonunda rol alır. 52 Glitazonlar insülin mevcudiyetinde adale ve yağ dokusunda, insülin ile uyarılan glikoz alımını, GLUT 1, GLUT 4 reseptör ekspresyonunu arttırmaktadır. Ayrıca trigliserid klirensini ve glukoneogenezisi glikojen azaltır. İlacın sentetaz insülin aktivitesini sekresyonuna arttırırken, etkisi yoktur, hepatik insülin sensivitesini arttırır. Glitazonların hipoglisemi riski yoktur. İnsülin rezistansının ön planda olduğu tip 2 diabetlilerde tercih edilmelidir. TZD kullanan hastaların %5’inde görülen ödemin nedeni; sıvı retansiyonu ve endotel permeabilitesindeki artıştır, tedavide diüretiklere yanıt alınamaz . TZD ile doza bağlı kilo artışı olur ve ilaç insülin veya SU ile kombine edildiğinde bu etki belirginleşir(62). Bir çalışmada; 39 santral obeziteli, insülin rezistanslı diyabeti olmayan hastalar randomize edilerek bir gruba diyet ve egzersiz, diğer gruba 30 mg/gün pioglitazon verilerek 20 hafta süre ile takip edilmişlerdir. Bu süre sonunda da her iki grupta da insülin sensitivitesi düzelmiştir. Diyet ve egzersiz grubu ortalama 11.8 kg ağırlık kaybederken, pioglitazon grubu 2.7 kg ağırlık kazanmıştır ve pioglitazon grubunda yağ depolanması esas olarak vücudun alt kısmında olmuştur. Güncel çalışmalar bu ilaçların hayvan modellerinde β hücre fonksiyonunu koruduğu ve β hücrelerinin rejenerasyonunu sağladığını ortaya konmuştur. Bozulmuş insülin toleransı ve alkolik steatohepatite sahip hastalarda kullanılma potansiyelleri araştırılmaktadır. TZD’ler daha çok adipozitler üzerinde etkili olan TNF-α, İL-6 ve ve rezistini azaltmakta ve adiponektin ile GLUT-4’ün aktivitesini ise artırmaktadır. Sonuçta sitokin düzeylerini düşürmekte ve bu da hem karaciğer dokusunda hem de kasta insülin direncinin azalmasına neden olmaktadır. TZD’lerin yağ asitlerini kas, karaciğer, kalp ve pankreas dokusundan uzaklaştırarak cilt altı yağ dokusuna yeniden dağıtmak üzere doğrudan doku düzeyinde etki gösterdikleride ortaya konmuştur. Yağlardaki bu yeniden dağılım daha az kas içi ve karın içi yağ dokusuna ve cilt altında daha fazla yağ oluşmasıyla sonuçlanmaktadır(63,64). TZD’ler vasküler düz kaslar üzerinde doğrudan etki göstererek endotel fonksiyonunu düzeltmekte ve aterosklerotik damar hastalığını baskılamaktadır . Hem pioglitazon hem de roziglitazon yüksek duyarlıklı C-reaktif protein ile interlökin-6 ve plazminojen aktivatör inhibitörü-1 gibi bazı inflamatuar belirtecleri de azaltmaktadır. 53 Roziglitazon daha çok sitokrom p450 2-C8 (daha az oranda 2-C9) tarafından metabolize edilir ve herhangi bir önemli ilaç etkileşimine sahip olduğu bildirilmemiştir. En önemli metabolizma yolları N- demetilasyon ve hidroksilasyonu takiben sülfat ve glukronik asitle konjügasyonudur. Dolaşımdaki tüm metabolitler ana üründen çok daha az güçlüdür. Pioglitazon CYP 2-C8 ve CYP3-A4 tarafından metabolize edilir. Bu da oral kontraseptif ajanların etkinliğini azaltabilir. Şimdiye kadar bunun dışında ilaç etkileşimi bildirilmemiştir(65). TZD’ler sınıf III ve sınıf IV konjestif kalp yetmezliği olan hastalarda kontrendikedir ve önemli kalp kapakçık hastalığı, sınırda ejeksiyon fraksiyonu ya da önemli ölçüde sistolik disfonksiyonu olan hastalarda son derece dikkatli bir şekilde kulanılmalıdır. Bir veya daha fazla kalp yetmezliği riski olan hastalarda , asemptomatik ventriküler disfonksiyonu olanlarda ve NHYA klas I veya II kalp yetmezliği olanlarda başlangıç dozu düşük (rosiglitazon 2-4 mg/gün,pioglitazon 15 mg/gün) olmalıdır. Hastalar kilo alma ve ödem için dikkatle takip edilmelidir. Doz ayarlaması tedricen yapılmalıdır. TZD’ler tübüler düzeyde artmış insülin aktivitesi ve arteriyal vazodilatasyon neticesinde oluşan artmış sodyum geri emilimine bağlı artırabilir. Sodyum retansiyon etkisi diüretik olarak ödem oluşumunu uygulanmasıyla bir miktar baskılanabilmekte ve daha önceden mevcut olan ciddi venöz hastalık ya da ödem oluşumunu artıran ilaçların (dihidropridinler, rofekoksib ya da α- blokerler ) eş zamanlı kullanımıyla ağırlaşabilmektedir. Tekli tedavi alanların %2-4’ünde, kombinasyon tedavisi alanların %4-6’sında ödem oluşmaktayken insülin alan bireylerde bu oran %10-15’lere kadar varabilmektedir. İnsülin almakta olan tip 2 diyabet hastalarına TZD’ler verilirken çok dikkatli olunmalı ve bu durumda insülin duyarlılığını artıran bu ilaçlar mümkün olan en düşük dozda başlanmalıdır. Klinik olarak en düşük doz ile başlayıp dozu kademeli olarak artımak en akılcı yaklaşımdır(66). TZD’lerin hipogisemik etkileri tedavinin başlatılmasından sonraki 2-4 haftalık periyot gibi erken dönemde dahi gösterilmiş olup maksimum etkiye genellikle yaklaşık 4-6 hafta içinde ulaşılmaktadır. Sülfanilürelerle birlikte kulanıldıklarında HbA1c düzeyleri uzun yıllar boyunca (4-5 yıl kadar) sabit ve kararlı olma eğilimi 54 gösterirken, tek başına sülfanilüre kullanıldıklarında HbA1c düzeyleri ya da metforminle birlikte sülfanilüre 1 yıllık periyottan sonra giderek artış göstermektedir. Bu etki hayvanlarda gösterilmiş olduğu gibi , ß-hücre fonksiyonunu korunmasının ve belki de ß-hücresi aktivitesinin rejenerasyonunun bir sonucu olabilir. Monoterapi ve kombinasyon tedavisi içeren klinik çalışmalarda pioglitazonun roziglitazonda olmayan trigliserid düşürücü etkilere sahip olduğu gösterilmiştir. Ayrıca roziglitazonla LDL düzeyleri yükselme eğilimi göstermiş ve ayrıca hem roziglitazon hem de pioglitazon aterojenik, yoğun LDL partiküllerinden daha az aterojenik olan büyük yüzen LDL partiküllerine kayma olduğu ortaya konmuştur. Hem pioglitazon hemde roziglitazon ile benzer HbA1c azalmaları, antienflamatuar faktörler ve açlık şekerleri elde edilmekte olup en önemli farklılıklar trigliserid metabolizmasıyla ilişkili olanlardır. İlginç olarak, her iki üründe KC’de triigliserid üretimini artırma eğiliminde iken, pioglitazon trigliseridin ortamdan uzaklaştırılmasını ve kullanımını hızlandırmaktadır. Pioglitazon hem PPAR-α hemde PPAR-γ üzerinde etkileri vardır. Bu da pioglitazonla trigliserid düzeylerinde azalmayı sağlamaktadır. Tek başına özellikle iki doz uygulandığında , 8 mg/gün roziglitazonun HbA1c düzeylerinde %1.5’e varan oranlarda ve yine açlık glukozunda 58-78 mg/dl düzeylerinde düşüş sağladığı bildirilmiştir. Her ne kadar günde bir kez kulanım şeklinde onay almış olsada rosiglitazon günde iki defa uygulandığında HbA1c düzeylerini daha fazla düşürüyor gibi görünmektedir. Fizyolojik açıdan bakıldığında, TZD’ler anti-enflamatuar ve anti-aterojenik etkileri nedeniyle hücresel düzeyde bazı avantajlar sunarlar. Küçük adipositler, adiponektin(insülin direncini düşüren) üretiminden sorumluyken, büyük adipozitler leptin salan serbest yağ asitleri (insülin direncini artırabilen) üretir. Hem roziglitazon, hem de pioglitazon serbest yağ asidi konsantrasyonlarını düşürdükleri ve adiponektin düzeylerini artırdıkları gösterilmiştir. Hem roziglitazon hemde pioglitazona bağlı ciddi hepatotoksisite bildirilmiş olsa da, bu olgular nadir olup genellikle alkol tüketen ya da asetaminofen gibi diğer hepatotoksik ilaçları fazla miktarda tüketen hastalarla sınırlıdır. Hepatotoksisite 55 nedeniyle TZD tedavisine başlamadan önce ve daha sonra tedavinin ilk yılında 2-3 ayda bir KC fonksiyon testleri bakılmalıdır. Bilinen karaciğer hastalığı olanlar ve ALT değeri normalin 2,5 katını aşmış vakalarda kullanılmamalıdır. Karaciğer fonksiyon testleri üst değerin 3 katından fazla yükseldiğinde TZD’lar kesilmelidir. Sıvı tutulumuna sekonder hafif hemoglobin ve hemotokrit düşüklüğü ve plazma hacminde dilüsyona bağlı artışlarda bildirilmiştir. TZD kulanımıyla normalde görülen kilo alımı metformin eklenmesiyle azalmıştır. Metformin + TZD kombinasyonu giderek popülarite kazanmıştır, çünkü metformin daha çok hepatik glukojenezi baskılarken, TZD’lar daha çok kas dokusunda insülin duyarlılığını artırmaktadır(64). Diyabetli hastalarda , endotelde bulunan vasküler düz kaslardaki aterojenik değişiklikler diyabetin seyri sırasında görülen dislipidemi ile artmaktadır. İnsülinin lipoprotein lipaz üzerindeki etkisinin ve glukozun hücreler tarafından alımının azalması serbest yağ asidi, gliserol ve PAİ-1 üretimini artırır. Adipoz doku düzeyinde insülin direnci, KC’in aşırı miktarda VLDL üretmesine neden olur. Bu da, diyabetli hastalarda azalmış HDL salgısı, hipertrigliseridemi ve küçük-yoğun LDL partiküllerinin baskın olmasıyla ilişkilidir(67). TZD’lerin lipid düzeylerini iyileştirdikleri , glisemiyi düşürücü etkiye sahip oldukları ve böylece endotel fonksiyonlerını iyileştirdikleri ve küçük aterojen LDL düzeylerini düşürdükleri gösterilmiştir. TZD’ler HDL’yi artırarak antioksidan enzim düzeylerini böylece de oksidatif stresi azaltırlar ve arter duvarında lipitlerin uzaklaşma sürecini hızlandırırlar(68). Gerçektende, CRP düzeyleri Hekimlerin Sağlığı Çalışmasında ilk miyokart enfarktüsünün en iyi öngörücüsü olarak bulunmuştur. Risk faktörleri eşit olsa bile kadınlarda yüksek CRP olasılığı erkeklere göre daha fazladır. TZD tedavisi, statinler, metformin, fenofibratlar ve ACEİ’leri gibi çeşitli ilaçlar hsCRP’yi düşürmektedir.Tam doz statin tedavisi hsCRP’yi bazal değerine göre %20-40 oranında azaltırken TZD’lar ilaveten %30 daha düşürmektedir(69). TZD’ların hücre düzeyindeki anti- anjiojenik etkilerinin yeni damar oluşumu sürecinde yararlı olduğu gösterilmiştir. Roziglitazon vasküler endotelyal büyüme faktörün tetiklediği retinadaki pigment epiteli hücrelerinin proliferasyonunu ve göçünü 56 baskılarken, ayrıca yeni damar oluşumunuda doğrudan baskılamıştır. Bu nedenle TZD retinopatinin önlenmesinde önemli olabilir(70). Son dönemdeki heyecan verici gelişmeler risk azaltımında peroksismal proliferatör ile aktifleşen reseptörlerin (PPAR), özelliklede TZD’ların öneminin altı çizilmiştir. Fibratlar PPAR-α için ligant niteliğinde iken TZD’lar PPAR-γ için liganddır. Aterosklerotik sürecin kritik bir yönü inflamasyonun merkezi rolüdür. Ateroskleroz hayvan modelleri TZD’ların makrofaj birikimini baskılayabildiğini ve böylece aterosklerozu azalttığını ve aynı zamanda lipit profillerini iyileştirdiğini ve çeşitli inflamatuar belirteclerin düzeylerini azalttığını göstermiştir. PPAR sisteminin aktivasyonunun özellikle diyabeti ve metabolik sendromu olan bireylerde bir takım çok yönlü yararları vardır. PPAR-γ’nın TZD ile aktivasyonu CRP’yi düşürür, inflamasyonu azaltır ve adiponektin düzeyini artırır, böylece aterosklerozu baskılar ve yeniden stenoz oluşumunu önler . TZD’nin lipit alt gurupları üzerinde pozitif etkisi ve damar imtimasında hiperplazide azalma oluşturması potansiyel kardiyovasküler yararınında desteklemektedir. TZD’ler için kanıta dayalı veriler sağlayacak olan çalışmalar halen sürdürülmektedir(71). C-Alfa Glukozidaz inhibitörleri: Klinik kullanımda olan üyesi akarbozdur. Akarboz olup, barsak fırçamsı yüzünde bulunan bir psödotetrasakkarid alfa glukozidaz enzimlerini inhibe eder. Diyetteki oligo ve disakkaridlerin yıkımını engelleyerek glukoz emilimini geciktirir ve postprandiyal hiperglisemiyi azaltır. Ayrıca enterohormonların sekresyonunu etkiler ve GİP azalır , GLP-1 ise artar. Postprandial proinsülin düzeylerini düşürür, insülin gereksinimini azaltır. En önemli yan etkisi gastrointestinal sistemdedir. Gastrointestinal sistemle ilgili gaz, karın ağrısı gibi yan etkileri vardır. D-İnkretinler İnsülin sekresyonu; glukoz, aminoasit ve yağ asitleri gibi absorbe edilen sindirim ürünlerinin serum konsantrasyonlarıyla birlikte, intestinal enteroendokrin hücrelerden salgılanarak, enteroinsular aksın bir kolunu oluşturan ve inkretinler adı verilen insülin sekrete ettirici hormonlar tarafından düzenlenmektedir. Oral yolla alınan glukozun intravenöz yolla verilen glukoza göre daha fazla insülin 57 sekresyonuna yol açmasına inkretin etki denilmektedir. Gastrik inhibitör polipeptid (GIP) ve glukagon-benzeri peptid-1 (GLP-1) intestinal inkretin etkiden sırasıyla %20 ve % 80 oranında sorumlu olan başlıca inkretin hormonlardır. GLP–1 ve GIP’in, duyarlı hücrelerde glukoza bağımlı insülin sekresyonu üzerinde önemli etkileri bulunmaktadır. Her iki peptid aynı zamanda pankreas β hücre proliferasyonu ve sitoproteksiyonunu da düzenlemektedir. GLP–1, gastrik boşalmayı, glukagon sekresyonunu ve besin alımını inhibe ederken, GIP bu etkileri gösterememektedir. Sekresyonlarını takiben, başlıca dipeptidil peptidaz IV (DP IV) enzimi tarafından hızla yıkılmaları nedeniyle, GIP ve GLP-1’in oldukça kısa yarı ömürleri vardır. Tip 2 diyabetik hastalarda inkretin etki azalmıştır ve orta derecede bir GLP–1 hiposekresyonu bulunmaktadır. Bununla birlikte GLP-1’e insülinotropik yanıt iyi korunmuştur. GIP ise tip 2 diyabetiklerde normal veya hafif azalmış olarak sekrete edilmektedir. Tip 2 diyabetiklerde GIP etkisi kaybolma eğilimi gösterirken, GLP–1 etkisinin korunmakta olması, GLP-1’i bu popülasyonda çekici bir tedavi adayı yapmaktadır. Bundan dolayı; 1) küçük molekül ağırlkılı GLP–1 reseptör agonistlerinin geliştirilmesi, 2) DPP-IV’e dirençli GLP-1 analogların geliştirilmesi, 3) DPP-IV’ün inhibisyonu ve 4) sürekli cilt altı GLP-1 infüzyonunu içeren bir takım yeni stratejiler geliştirilmiştir. Yapılan klinik çalışmalarda tip 2 diyabet tedavisinde GLP-1 agonistleri ve DPP-IV inhibitörleri açısından ümit verici sonuçlar ortaya çıkarılmıştır(72,73). DPP-IV dirençli GLP-1 türevleri:HA1C düzeyini %0.5-1 azaltır. Exenatide:Morfolojik olarak %50 GLP-1 ‘e benzer. Exenatide dört yolla glukoz kontrolünü sağlar: *Exenatide yemek sonrası pankreas cevabını artırır ve böylece yüksek miktarda insülin salgılanarak yükselen kan şekeri kontrol edilir. Plazma glukoz düzeyi normale yaklaşınca pankreas cevabı azalır.Bu da hipoglisemiye yatkınlığı azaltır. *Yemek sonrası pankretik glukagon salınımını suprese ederek karaciğerde glukoneogenezi inhibe eder ve hiperglisemi önlenmiş olur. *Gastrik boşalmayı yavaşlatır. 58 *İştahı azaltır ve yavaş bir kilo kaybı sağlar.En fazla kilo kaybı tedavi başlangıcında fazla kilolu olan grupta görülür.Yapılan klinik çalışmalarda kilo azaltcı etkisinin 2.25 yıl aynı oranda devam ettiği gösterilmiştir. *Exenatide karaciğerdeki yağ miktarını azaltır. Exenatide; metformin, sulfanilüre, TZD veya bunların kombinasyonunu kullanıp glisemik kontrol sağlanamamış hastalarda kullanılabilir. İnsülin, meglitinid ve alfa glukozidaz inhibitörleri ile kullanımı hakkında çalışma yoktur. Günde 2 kez SC injeksiyon şeklinde yapılır. Kan şekeri düşürücü etkisi 6-8 saat sürer. 5 mcg ve 10 mcg olmak üzere iki formu vardır ve düşük dozda başlanıp önemli yan etki görülmezse doz artırılır. Morfolojik olarak %50 GLP-1 ‘e benzer. En önemli yan etkisi bulantı ve kusmadır(%50-60). Ancak hastanın ilacı bırakmasına neden olacak düzeyde değildir. Hipoglisemi riski azdır. 1000 hastadan %0,24 ünde pankreatit yapabilir. Liraglutide: Morfolojik olarak %97 GLP-1 ‘e benzer. GLP-1’in yarılanma ömrü çok kısayken, liraglutidin 11-15 saattir ve günde tek doz SC enjeksiyon şeklinde uygulanır. Uzun etki süresi GLP -1’in 1.pozisyonuna yağ asidi molekülünün eklenmesi ile sağlanır ve subkutan doku ve kanda albumine bağlanmasını sağlar. Albumine bağlı olmasıda degradasyonunu yavaşlatır ve böbrekler tarafından eliminasyonunu azaltır(73,74). İnsülin sekresyonunu artırıp, gastrik boşalmayı yavaşlatıp ve prandiyal glukagon sekresyonunu inhbe ederek yemek ilişkili hiperglisemiyi önler. Diğer tedavi seçenelerine göre bazı avantajları mevcuttur. Sadece glukoz yükseldiğinde insülin sekresyonunu uyardığından ihmal edilecek düzeyde hipoglisemiye neden olur. Hayvan çalışmalarında apoptozisi önlediği ve B hücre rejenerasyonunu stimüle ettiği gösterilmiştir. İştahı azaltır ve kilo alımına neden olmaz. Trigliserid düzeyini düşürür. Sadece hafif ve geçici gastrointestinal yan etkisi mevcuttur. Bu ilaçlara karşı vücutta %50 oranında düşük titrede antikor gelişmektedir. Endojen GLP-1 etkisini uzatan ilaçlar(DPP-IV inhibitörleri): GLP-1 molekülünün postprandial dönemde hızlı yıkılmasını sağlayan DPP-4 enziminin inhibe edilmesi endojen ve doğal inkretinler olan GLP-1 ve GIP 59 düzeylerinin artırılması diğer yeni bir antidiyabetik ilaç grubu olarak karşımıza çıkmaktadır. DPP-4 enzimini kodlayan gen delesyona uğratıldığında glikoz toleransında artış saptanmıştır. DPP-4 enzimi vücutta karaciğer, akciğer, böbrek, bağırsak, lenf dokularında ayrıca çözünmüş olarak kanda bulunmaktadır. DPP-4 birçok GİS hormonunun, nöropeptid, kemokin ve sitokinlerin yıkımından sorumlu geniş bir enzim ailesinin üyesidir. Bu ajanlar dipeptidil peptidaz 4 (DPP-4)enzimini kompetetif olarak inhibe ederek GLP-1 ve GIP in parçalanmasını önler ve böylece insülin sekresyonunu artırıp glukagon salınımını inhibe eder. Glukoz değeri normale yaklaştıkça salınan insülin miktarı ve glukagon supresyonu azalır ve hipoglisemi önlenmiş olur. Gastrik boşalmayı geciktirip tokluk hisi sağlar ve kilo kaybına neden olur. *Vildagliptin ve sitagliptin DPP-4 enzimi üzerine özgül olmasa da seçici etkiye sahiptir . Özgüllük açısından sitagliptin daha potenttir. Bu ilaçlar HA1C %0.5-0.8 azalır. HbA1c düzeyi ne kadar yüksek ise bu ilaçlardan elde edilen HbA1c düşmeleri de o oranda yüksek bulunmuştur. Yapılan çalışmalara göre vildagliptin ve sitagliptin monoterapi ve kombinasyon tedavilerinde güvenli, iyi tolere edilen ve ciddi yan etki bildirilmemiş ilaçlardır. Nadiren bulantı, kusma ve grip benzeri semptomlara yol açabilir. Tek başına kullanıldıklarında hipoglisemi yan etkisi son derecede az oranda bildirilmiştir ve bu oranlar plasebo ile eşittir. İnsülin ve sülfonilüre ile yapılan kombinasyonlarında hipoglisemi sıklığında artış mevcuttur (75). DPP-4 inhibitörleri ve araştırma durumları İsim Sitagliptin Vildagliptin Alogliptin Saxagliptin PSN-9301 RI438 TA-6666 PHXII49 GRC8200 SYR-619 Durum Onaylandı, kullanımda FDA dosyalandı, onay aşamasında Faz III Faz III Faz II Faz II Faz II Faz II Faz II Faz I Tablo-6 60 GLP-1 mimetikler ve DPP-4 inhibitörleri arasındaki klinik farklar GLP-1 mimetikler Uygulama Subkütan yolla günde 1-2 kez DPP-4 inhibitörleri Günde 1 kez oral İnsülin sekresyonunda artış +++ + Glukagon inhibisyonu ++ ++ Gastrik boşalma Azaltır Azaltmaz Etki mekanizması GLP-1 GLP-1+GIP HbA1c düşürücü etki Kilo verdirici etkisi İştah azatlımı En sık yan etkileri GLP-1 düzeyleri Potansiyel immünite ++ Var + Bulantı, kusma ++ Kilo verilmesi üzerine nötr İştah üzerine etkisi yok Önemli yan etki yok Etkileri doza bağlı L-hücrelerinin kapasitesine bağlı ++ - Tablo-7 E-Pramlintide Amilin, B-hücreleri tarafından insülin ile beraber sekrete edilen bir hormondur. Amilin postprandial glikoz seviyesini baskılar ve gastrik boşalmayı yavaşlatır. Pramlintide ise amilinin analoğudur ve potent agonistidir(76). Pramlintide’in Tip 1 diyabette insülin tedavisine ek olarak kullanılmasına onay verilmiştir. Aynı zamanda optimal tedaviye rağmen kan şekeri regülasyonu bozuk olan Tip 2 diyabetik hastalarda da ek tedavi olarak kullanılmasına onay verilmiştir. Pramlintide’in enjeksiyon sonrası biyoyararlanımı %30-40 civarındadır. En hızlı absorpsiyonu vücutta kola yapıldığı zaman olmaktadır, daha sonra azalan sıra ile abdomen ve uyluk kesimi bunu izlemektedir. Pramlintide’in yarı ömrü 48 dakikadır ve primer olarak böbrekler tarafından metabolize edilir. Pramlintide enjeksiyon sırasında insülinlerle 61 karıştırılmamalı ve aynı bölgelere vurulmamalıdır. Pramlintide enjeksiyonu sonrası glukagon sekresyonu, enerji alımı ve gastrik motilite azalmakta, bu etkilerin net sonucu olarak postprandial kan şekerlerinde belirgin bir düşme olmaktadır. Pramlintide’in en uygun enjeksiyon zamanı ise hemen yemek öncesidir . Bu şekilde yapıldığında postprandial dönemde en yüksek plazma değerine çıkmakta ve bu dönemde kan şekerini daha iyi kontrol edebilmektedir. Pramlintide başlanan hastalarda prandial ve/veya miks olarak hangi tip insülin rejimi kullanılırsa kullanılırsa kullanılsın, insülin dozları yaklaşık %30 oranında azaltılmalıdır. Tip 1 diyabette başlangıç dozu 15 μg s.c olarak önerilmektedir. Dozlar hasta tolere ettiği ve yan etki görülmediği sürece 60 μg’a kadar çıkılabilir. Doz artırma araları yaklaşık 72 saat olmalıdır ve bulantı veya kusma olmaması gereklidir. Tip 1 diyabette pramlintide başlanması ile beraber hastaların kullandığı total insülin dozlarında yaklaşık %25-50 oranında azalma gözlenmiştir. Tip 2 diyabette başlangıç dozu 60 μg olarak belirtilmiştir . Pramlintide tedavisinde önemli olan bir durum ise, öğün alınmayacaksa pramlintide yapılmaması gereklidir. En sık yan etkisi, gastrik motiliteyi yavaşlattığı için bulantı ve kusmadır(77). Pramlintide tedavisi şu anda insülin kullanan, HbA1c < %8 olan ve fazladan daha iyi kan şekeri kontrolü isteyen ve ek s.c enjeksiyon yapmak ve postprandial kan şekerlerini takip etmek isteyen hastalarda uygundur. Tip 2 diyabette ise bu kriterlere ek olarak beden kitle indeksi > 35 kg/m2 olan hastalara uygun görülmektedir. F-İnsülin Tip 2 diabette OAD’e primer ve ya sekonder yanıtsızlık olduğunda insüline geçilmelidir. Erken dönemde insülin kulanımı glukoz toksisitesini azaltmakta, endojen insülinin daha etkin kulanımına olanak sağlamakta ve kötüye giden beta hücreleri üzerindeki stresi azaltmaktadır. En önemli istenmeyen etki hipoglisemi ve kilo alınmasıdır. İnsülin rejimlerinin tipi hastadan hastaya değişir, total dozu ayarlamak çoğu kez zordur. Obez tip 2 diabetiklerde ağır insülin rezistansı nedeniyle 1Ü/kg insüline ihtiyaç olabilir. İnsülinler bolus insülin (aspart, lispro, regüler,gluisin) ve bazal insülin (NPH, glarjin, levemir, lente,ultralente) şeklinde gruplandırılabilir. İnsülinler kendi aralarında veya OAD’lerle çeşitli kombinasyonlar şeklinde kulanılabilir(78,79). 62 İnsan insülinlerinin ve analoglarının farmakokinetiği Etki başlangıcı (st) Pik (st) Etki süresi (st) İnsan insülini Regüler 0,5-1 2-4 6-10 NPH 2-4 4-8 12-16 Lente 2-4 4-8 12-16 Ultralente 4-6 Öngörülemez 18-20 Lispro 5-15 dk 1 4-5 Aspart 5-15 dk 1 4-5 İnsülin analoğu Glargin 1-2 Düz ~ 24 Detemir 2-3 6-8 24 İnsülin gluisin 5-15 dk 1 4-5 Tablo 8 Erişkin diyabette rutin incelemeler kapsamında yapılacak testler ve önerilen sıklıkları(80) A) İlk Vizit a) Ayrıntılı anamnez, hastanın özgeçmişinin ve soygeçmişinin incelenmesi b) Fizik muayene 1. Sistemik muayene, boy ve vücut ağırlığının ölçülmesi 2. Oftalmolojik muayene 3. Nörolojik muayene 4. Diş ve periodontal hastalık yönünden inceleme 5. Cilt ve ayak muayenesi c) Laboratuar incelemeleri 1. Açlık, tokluk plazma glukoz düzeyi 63 2. HbA1C 3. İdrar analizi ve gerekiyorsa idrar kültürü 4. Açlık lipid profili 5. Serum kreatinin, BUN 6. Mikroalbuminüri ve GFR tayini 7. EKG B) Sürekli izlem a) Vizit sıklığı 2-3 ayda bir, insülin kullanıyorsa her ay bir kez b) Fizik muayene yılda bir kez sistemik, her yıl oftalmolojik muayene c) Laboratuar incelemeleri 1. Açlık ve postprandiyal glisemi (her vizitte görülmek üzere ve haftanın bir günü en az günde 4 kez hasta tarafından ölçülüp izlem defterine kaydedilmiş olmalıdır) 2. İdrar analizi (her vizit) 3. HbA1C (3 ayda bir) 4. Mikroalbuminüri (başlangıç mikroalbuminüri varsa her 6 ayda bir, yoksa yılda bir kez) 5. Serum kreatinin, BUN, GFR (her yıl, sürekli proteinüri saptandıktan sonra 3 ayda bir) 6. EKG (yılda bir kez) 7. Lipid profili (yılda 1 kez, hiperlipidemisi olan ve ilaç tedavisi verilenlerde 2-3 kez) Erişkin yaştaki diyabette kabul gören metabolik kontrol hedefleri(80): Glisemik kontrol: HbA1c <%7 Preprandial kapiller KG 90-130 mg/dl Postprandiyal KG <180 mg/dl Kan basıncı…………………………… <130/80 Lipidler: LDL-kolesterol <100 mg/dl Trigliserid <150 mg/dl HDL-kolesterol >40 (kadın >50mg/dl) 64 YAĞ DOKUSU VE YAĞ HÜCRESİ Obezite ve tip 2 diyabet tüm dünyada giderek artma gösteren, epidemik olarak yayılan, sosyoekonomik problemlere yol açan ve insan sağlığını tehdit eden hastalıklardır(81-83). Obezitede yağ dokusu artışı ile birlikte vucut ağırlığının artmasına bağlı ile sorunlar oluştur. Tip 2 diyabet ise insüline direnç nedeniyle hiperinsülinemi ile seyreden bir hastalıktır(81,83). Yağ dokusu hücre sayısı ve büyüklüğü bakımından yaşam boyu, enerji ihtiyacı ve tüketimine bağlı olarak, sürekli hacim değişkenliği gösteren bir dokudur (84-86). Yağ hücreleri enerji depolama ve salgılama sürecinde bu fonksiyonlar için çok karışık sistemler tarafından kontrol edilir. Yağ hücresi günlük enerji alımına bağlı olarak sürekli hacim değişkenliği gösteren, ekstrasellüler sıvıya sitokin ve hormon salgılayan bir hücredir (87). Bu salgı ürünleri ile endokrin, parakrin ve otokrin yolla diğer hücrelerle haberleşir. Hormonlar ve sitokinlere membran reseptörleri aracılığı ile yağ asidi salgılayarak veya yağ asitlerini hücre icine alarak, sitokin salgılayarak cevap verir (86,87). Yağ hücresi enerji depolamaya ve salgılamaya adapte olmuştur, yağ lipit damlacıkları trigliserit olarak depolanır ve bu damlacıklar hücrenin yaklaşık %90 kadarını oluşturur, geri kalanını diğer hücre organelleri oluşturur (86-88). Yağ dokusu ikiye ayrılır. Kahverengi yağ hücreleri içerdiği çok sayıda mitokondrileri, erişkinde çok az sayıda bulunması ve termoregulasyonda görev alması ile beyaz yağ hücrelerinden farklıdır. Beyaz yağ dokusu, viseral yağ (karın boşluğunda iç organlar etrafında yerleşmiş olan, omental yağ) ve deri altı yağ olmak üzere iki kısımda incelenir. Viseral yağ, total vücut yağının %10 kadarını oluşturur ve yaşlanmayla bu oran %20’lere kadar artabilir. Deri altı ve viseral yağ arasında hücre büyüklüğü, membran reseptörleri, kana yağ asidi salgılama ve yağ depolama fonksiyonları bakımından farklılıklar vardır . Örneğin viseral yağ dokusundan IL-6 salgılanması deri altı yağ dokusuna göre 2-3 kat daha fazladır ( 89,90,91). Viseral yağ dokusunun venöz drenajı portal sistemedir ve salgılanan yağ asitleri doğrudan karaciğere gider. Karaciğerde glukoneogenezle diğer enerji kaynaklarına dönüştürüldüğü gibi lipoproteinlere dönüştürülerek tekrar kana verilir (89,92). Yağ dokusu ve yağ hücreleri kan damarları ile yakın ilişkilidir ve iyi gelişmiş bir kapiller ağa sahiptir. Yağ dokusu kapillerleri iskelet kası kapillerlerine göre daha geçirgen ve lipoprotein lipaz (LPL) bakımından zengindir. Yağ doku hücreleri kendi 65 aralarında, kapiller endotel ve damar düz kas hücreleri ile sürekli iletişim halindedir (81). Yağ hücrelerinin preadipositlere dönüşümü hamileliğin mitozla 15. haftasından çoğalarak olur, sonra, yaşamın fibroblastlardan ilk iki yılında preadipositlerden yağ hücreleri oluşur, büyüklük ve sayı olarak en çok bu yıllarda değişime uğrarlar (86,87,93). Puberteye kadar yağ hücre sayısı çoğalarak artmaya devam eder. Ergenlikten itibaren yağ hücresinde mitoz görülmez, hücreler sayıca artmaz, sadece hücre büyüklüğü değişir (92-94). Bu nedenle puberte öncesi obezite hiperplastik, puberte sonrası hipertrofikdir. Hücre çap olarak 20 kat kadar büyüme gösterebilirken, hacim olarak büyüme bin kata ulaşabilmektedir (96,97). Yağ hücresi ve dokusu; pasif enerji deposu ve aktif metabolik bir endokrin organ olarak görev yapar (86,89). Yağ hücresi ve salgı ürünlerinin fonksiyonları Yağ hücresinin 3 ana gorevi vardır: 1.Metabolizma fazlası enerjiyi, trigliseritlere çevirerek depolamak 2. İhtiyaç durumunda depo trigliseritleri yağ asidine dönüştürerek kana vermek 3. Sinirsel ve hormonal yolla metabolik kontrolu sağlamak Yağ dokusu vücutta en büyük enerji kaynağıdır ve bu enerji, açlıkta ve ihtiyaç duyulduğunda hızla dolaşıma yağ asitleri şeklinde geçebilecek trigliserit halinde depolanmıştır. Yağ hücrelerinden enerjinin(yağ asitlerinin) ve salgıladığı hormon ve sitokinlerin dolaşıma geçişi hormonsal sinyallerle kontrol edilir. Yağ hücresine insulin, adrenalin, noradrenalin ve kortizol gibi maddeler etki ederek onun fonksiyonunu düzenlerler (97-99). Yağ hücresinden salgılanan leptinin keşfiyle yağ hücresinin merkezi sinir sistemini etkilediği de saptanmıştır(88,100-102 ). Çünkü leptin reseptörü, en çok besin alımının kontrolu ile ilgili merkezlerde(hipotalamusta) bulunmuştur (87,88,96). Yağ dokusu bir endokrin organ olarak da görev yapmaktadır. Yağ hücresinden leptinden başka, resistin, tümör nekrosis faktör-alfa (TNFa ), Adiponektin, Adipsin, Interlökin-6 ( I L -6), Plazminojen aktivatör protein-1 ( P A I -1), Transforming büyüme faktörü-beta (TGF b ), Anjiotensinojen, Asilation-stimülating 66 protein (ASP), Insülin benzeri büyüme faktörü(IGF-I), Prostoglandin-I 2 (PGI 2 ), Prostoglandin-F2alfa(PGF2a) gibi çok sayıda protein salgılandığı saptanmıştır (81,83,85- 89,95,97-101). Yağ hücresinde ve diğer hücrelerde transkription faktörü olarak bulunan peroksizom proliferator- aktive edici reseptör (PPAR-γ) yağ hücresi için önemlidir ve nükleer reseptör ailesindendir(83). Bu reseptör hücrede yağ asitleri, prostonoitler ve thiazolidinedion gibi ilaçlar tarafından aktive edilir (83,87,89). PPAR-γ yağ hücresinin farklılaşması ve vücut yağ kitlesinin oluşmasında anahtar rol oynar ve insuline hassasiyeti düzenler. PPAR -γ tip 2 diyabetin güçlü belirleyicisidir. Obezlerde PPAR-γ viseral yağ dokusunda deri altı yağ dokusuna göre artmıştır. DNA’nın PPAR-γ’ ya cevap veren bölümünden birçok gen transkripsionuna neden olur. PPAR-γ’nın izoformları PPARγ 1 bir çok dokuda bulunurken PPAR-γ 2 yalnızca yağ hücrelerinde bulunur ve yağ hücrelerinin farklılaşmasının düzenlenmesinde rol oynar. PPAR-γ 2 izoformunda pro12Ala allel tip 2 diyabet riskini azaltır ve bireyin zayıflamasını sağlar(83,102). PPAR-γ geni kromozom 3 de yerleşmiştir(102) . Yağ hücresinden salgılanan TNFa, resistin ve adiponektin, PPAR-γ ‘nın transkripsiyonal olarak kontrolu altındadır ve beslenme ve obezite arasındaki ilişkiyi düzenler. Yağ hücresi salgı ürünleri a-Adiponektin 1995 ve 1996 yıllarında farklı gruplar tarafından bulunan ve bu nedenle de çeşitli isimlerle adlandırılan adiponektin; adipoz doku tarafından sentezlenir, 247 aminoasitten oluşur ve 30 kDa büyüklüğündedir. Salgılandıktan sonra plazmada kollagen I, III, V’e baglanır, II ve IV’e bağlanmaz. Adiponektin endotel adezyon moleküllerinin VCAM-I, ICAM-I ve E-Selektin ile olan ilişkilerini inhibe eder, inflamatuar sitokinler(TNFa gibi) ile ilişkiyi tetikler(103-105). Bu sitokin, çözünebilir savunma kollajen süper familyasına ait bir kollajen benzeri proteindir ve kollajen VIII , X ve kompleman faktörü C1q ile yapısal bir homoloji göstermektedir(106,107,110). İki bağımsız laboratuarda yalnızca adipoz dokuda adiponektin eksprese eden bir fare homologu belirlenmis; AdipoQ (108) ve 30 kDa’lık adipozit komplemana bağlı protein (107) olarak adlandırılmıştır. İnsan plazmasında adiponektin başlıca 3 67 formda bulunur: Trimer, hekzamer ve yüksek molekül ağırlıklı form(121). Tüm adiponektin proteolize uğrar ve daha küçük formlar oluşur. Çok düşük miktarda globular kısım şeklinde dolaşımda bulunabilirse de bu formun biyolojik aktivitesi çok daha fazladır(122). Globular kısmın 3 boyutlu yapısı TNF a ile benzerlik göstermektedir. Dolaşımdaki total plazma proteinlerinin %0.01’ini olusturur ve plazma düzeyleri 3-30 μg/mL arasında degişir(117). Şu ana kadar 2 adiponektin reseptörü tanımlanmıstır:AdipoR1 ve AdipoR2. AdipoR1 baslıca çizgili kasda eksprese olur ve globular forma yüksek afinite ve tüm adiponektine düşük afinite gösterir. AdipoR2 ise başlıca karaciğerde eksprese olur ve her iki adiponektin formuna da benzer afiniteye sahiptir. Adiponektin etkilerinin glukoz metabolizmasındaki yeri ve mekanizması tam bilinmemektedir. Adiponektinin insülin direncini azaltmaktaki farmokolojik etkisi, obez farelerin kas ile karacigerindeki plazma yağ asidi düzeylerinde ve trigliserid içeriğinde meydana gelen bir azalma ile ilişkilidir (120,124). Bu gözlemler açil-Coa oksidaz ve eşleşmeyen protein-2 gibi, beta oksidasyonda ve enerji harcamasında görev alan genlerin fazla eksprese edilmesine bağlı olabilir(124). Ayrıca iskelet kasında insülin reseptörü substrat-3 dahil olmak üzere, insülin ile uyarılan sinyal moleküllerinin tirozin fosforilasyonu adiponektin ile artmıştır(124). Adiponektin ; 5’AMP-aktive protein kinaz aktivasyonuna ek olarak miyositlerde asetil-CoA karboksilaz, yağ asidi oksidasyonunu, glukoz alımı ve laktat üretimini uyarır. AsetilCoA karboksilaz fosforilasyonunu ve karaciğerde glukoneogenezde rol alan moleküllerin azalmasını da uyarmaktadır(121). Yakın zamanda yapılan çalısmalarda; insanlardaki açlık plazma adiponektinin fizyolojik konsantrasyonlarının, iskelet kasında bulunan insülin reseptöründe tirozin fosforilasyonundaki rolü gösterilmiştir(125). Araştırma bulguları adiponektinin ateroskleroza karşı koruyucu bir rol oynadığını düşündürmektedir. Koroner arter hastalığında plazma adiponektin düzeylerinin düşük olduğu bildirilmiştir. Ayrıca erkek bireylerde, kan basıncı yüksek olduğunda, obezite ve tip 2 diabetes mellitus gibi kardiyovasküler hastalığa ilişkin bazı risk faktörleri ile de ilişkili bulunmuştur(112,113,126,128). Adiponektinin monosit makrofajlardan TNF-a sekresyonunu azalttığı ve aynı zamanda TNF-a ile indüklenen biyolojik etkileri zayıflattığı gösterilmiştir. Bu protein makrofajlardan TNF-a sekresyonunu ve ‘’köpük hücre’’ oluşumunu baskılamaktadır(127). Adiponektin bulunmayan fareler ile yapılan çalışmalar, bu 68 proteini içermeyen farelerin adipoz dokuda yüksek TNF-a mRNA konsantrasyonları ve yüksek plazma TNF-a konsantrasyonlarına sahip olduğunu göstermiştir. Bu farelerde viral aracılı adiponektin ekspresyonu adipoz mRNA’nın artışını tersine çevirmektedir(118). Kültüre alınan insan monosit türevi makrofajlarda, adiponektinin kolesterol ester birikimini ve sınıf A çöpçü reseptör gen ekspresyonunu azalttığı da gösterilmiştir(127). Kültürdeki düz kas hücrelerinde adiponektin; trombosit türevi büyüme faktörü, heparin bağlayıcı epidermel büyüme faktörü benzeri büyüme faktörü (HB-EGF,Heparin binding epidermal growth factor-like growth factor), temel fibroblastik büyüme faktörü ve epidermal büyüme faktörü gibi çesitli büyüme faktörleri ile sağlanan DNA sentezini yavaşlatmıştır(116,129). HB-EGF ile indüklenen hücre proliferasyonu ve migrasyonu da adiponektin ile azalmıstır(116). Adiponektin; endotel hücrelerinde in vitro intrasellüler adhezyon molekülü-1, endotel hücresi adhezyon molekülü-1 ve E-selektin ekspresyonunu da baskılamaktadır.TNF-a ile uyarılan insan aortik endotel hücrelerinde monositlerin yapışmasınıda önlemektedir (113,114,127). Bu adipozit türevi proteinin son zamanlarda miyelomonositik progenitörlerin proliferasyonun yanı sıra fagositik aktivite ve makrofajlar tarafından TNF-a üretimi üzerinde inhibitör etkisi oldugu bildirilmistir(115). Ayrıca bu durum, myelomonogenik hücre dizilerinde apoptozu indükleyebilir(115). Adiponektinin, nükleer faktör kB sinyalini cAMP bağımlı bir yol ile düzenlediği öne sürülmüştür(114). Bu nedenle bu sitokinin, inflamatuar uyaranlara yanıtta endotel hücrelerinin endojen bir düzenleyicisi olarak davrandığı düşünülmektedir(113). Birlikte ele alındığında bu veriler adipozit türevi olan bu sitokinin, özellikle endotel hücrelerinde ve makrofajlarda anti-inflamatuar ve antiaterojenik etkileri olabileceğini düşündürmektedir. Bu nedenle vasküler hasarın deney modellerinde ve aterosklerotik sürecin erken meydana gelen olaylarında koruyucu bir rol oynadıgı öne sürülebilir. Adiponektin ekspresyonu subkutan yağ dokusunda visseral yağ dokusundan daha fazladır. Plazma adiponektin düzeyleri erkeklerde kadınlardan belirgin olarak daha düşüktür(130). Obezitede dolaşımdaki düzeyi azalırken kilo verildiğinde düzeyleri artar(131). Kilo vermeksizin yapılan egzersizin insülin direncinde iyileşmeye yol açmasına karşın adiponektin düzeylerini etkilemediği gösterilmiştir(132). Adiponektin açlıkta daha yüksek konsantrasyonda iken yemekten sonra düzeyleri düşer. 69 Klinik Çalısmalar: Plazma adiponektin düzeylerinin yalnızca obez hastalar arasında değil (112), aynı zamanda tip 2 diabetes mellitus (133) ve koroner arter hastalığı (113) gibi sıklıkla obezite ile ilişkili olan bazı hastalıklarda da azaldığı gösterilmistir. Bu konuda Hotta ve arkadaşlarının yaptığı bir çalışmada; tip 2 diabetes mellitus olan hastalarda adiponektin düzeylerinin diyabet olmayan hastalara göre daha düşük, koroner arter hastalığı olan katılımcılarda ise belirgin ölçüde düşük olduğu gösterilmiştir. Bu çalışmada plazma adiponektin konsantrasyonlarının; plazma glukozu, insülin ve trigliserid düzeyleri ve vücut kütle indeksi ile negatif; plazmadaki HDL kolesterol düzeyleri ile pozitif korelasyon gösterdiği belirlenmistir(133). Weyer ve arkadaslarının, 23 beyaz birey ile 121 Pima Yerlisinde yapılan bir çalışmada plazma adiponektin konsantrasyonlarının vücut yağı yüzdesi, bel-kalça oranı, açlık insülini düzeyi ve 2 saatlik glukoz konsantrasyonu ile negatif korelasyon gösterdiği saptanmıştır. Çok degişkenli analizde hipoadiponektineminin adipozite ya da glukoz intoleransı derecesine göre, insülin direnci ve hiperinsülinemi derecesi ile daha fazla ilişkili olduğu gösterilmiştir(134). Bu bulgular insülin direnci ile hiperinsülineminin, obezite ve tip 2 diyabette hipoadiponektineminin önemli göstergeleri olabileceğini düşündürmektedir(134). Ayrıca, 140 Pima Yerlisinde yapılan bir olgu-kontrol çalışmasında adiponektin konsantrasyonları yüksek olan katılımcılara göre, düşük olanlarda tip 2 diyabet gelişme olasılığının daha yüksek olduğu gösterilmiştir (135). Buna ek olarak tip 2 diyabetik hastaların birinci derece akrabalarında dolaşımdaki adiponektin düzeyi normal olsa da, adipoz dokuda adiponektin m-RNA ekspresyonu kontrollere göre düşüktür (136). Bu durum, adiponektin gen ekspresyonunun bu katılımcılarda düzensiz olduğunu göstermektedir. Son zamanlarda yapılan genom taramalarında, adiponektin geninin (apM1) yer aldığı kromozom 3q27’de diyabet-duyarlılık lokusu belirlenmiştir(119,137,138). Tip 2 diyabet ile 45 ve 276 pozisyonlarındaki tek nükleotid polimorfizmleri (139,140) ve proksimal promoter ile adiponektin geninin 3.eksonu (141) arasında ilişki olduğu kanıtlanmıştır.Globüler bölgede bazı mutasyonlar da düşük adiponektin düzeyleri ve tip 2 diyabet ile ilişkili bulunmuştur (142). Bununla birlikte adiponektin gen ekspresyonunun düzenlenmesi henüz açıklanamamıştır. 70 Güncel bulgular, kilo kaybının obezitede adiponektin düzeylerinde bir artışa yol açtığını da düşündürmektedir. Mide bölme ameliyatı ile tedavi edilen 22 obez hastadan olusan bir grupta, ortalama plazma adiponektin düzeyinde %46’lık artıs ile birlikte ortalama vücut kütle indeksinde %21’lik azalma eşlik etmistir (143). Plazma adiponektindeki değişiklikler vücut kütle indeksinde, bel ve kalça çevrelerinde ve sabit koşullardaki plazma glukoz düzeylerinde meydana gelen değişiklikler ile ilişkili olmuştur. Bu veriler insanlarda adipoz kütlesi ile adiponektin üretimi arasında negatif bir “feedback” mekanizmasının bulunduğunu düşündürmektedir. Kronik renal yetersizliği olan hastalarda adiponektinin serum konsantrasyonları ile 227 hemodiyaliz hastasında yapılan bir çalışmada plazma adiponektin düzeyleri, sağlıklı katılımcılara göre diyaliz hastaları arasında 2.5 kat daha yüksek bulunmuştur. Ayrıca kadınlarda erkeklere göre düzeyleri daha yüksek olduğu belirtilmiştir. Klirens hızlarındaki değişikliklerin ve diğer bilinmeyen faktörlerin son evre renal hastalıgı olan bireylerde plazma düzeylerindeki artışta etkili olabilmesine karşın, yüksek adiponektinin renal metabolizması yeterince arastırılmamıştır. Üremik hastaların izlemlerinde, plazma adiponektin düzeylerinin yeni kardiyovasküler olay geçiren hastalar arasında, olaysız hastalara göre daha düşük olduğu gösterilmistir (128). Bu durum; adiponektinin bu hastalarda ateroskleroza karşı koruyucu bir faktör gibi davranabileceğini düşündürmektedir. Hayvan bazlı çalısmalarda; adiponektin eksikliği olan farelerde mekanik hasarlı arterlerde ciddi neointima kalınlaşması olduğunu ve vasküler düz kas hücrelerinin proliferasyonunun arttığını göstermiştir (128,144). Ayrıca, adipoz doku apM1 gen ekspresyonunun ve plazma adiponektin düzeylerinin azalması obezite ve tip 2 diabetes mellitus patogenezinden sorumlu tutulmuştur (145). Adiponektin bulunmayan farelerin bazı durumlarda insülin direnci gösterdikleri saptanmıştır (128,145,146). Bu veriler ışığında hipoadiponektineminin aterosklerotik vasküler hastalık gelişiminde bir rol oynaması olasıdır. Adiponektin ekspresyonundaki azalmanın bazı hayvan modellerinde obezite ve insülin direnci ile iliskili olduğunu göstermiştir. Hu ve arkadaşları beyaz adipoz dokuda adiponektin transkript düzeylerinin, ob/ob farelerde, yabani tip farelere göre daha düşük olduğunu saptamıştır ve ob/ob farelerde, adiponektinin sabit kosullardaki mRNA miktarını azalttığını göstermiştir(108). Adiponektin ekspresyonunun adipogenez sırasında aktive olması mümkündür ve obezite gelisiminde, üretimine iliskin bir “feed-back” inhibisyonu da söz konusu olabilir. Aslında, yakın zamanda 71 farelerde obezite ve diabetes mellitus gelişiminde adipogenik genlerin ekspresyonunun baskılandığının mikroarray yöntemiyle gösterilmiş olması, bir “feedback” inhibitör yolu olduğunu düşündürmektedir(119). Ilginç sekilde, rhesus maymunlarında yapılan prospektif bir çalısmada plazma adiponektin düzeylerindeki azalmanın insülin direnci ve diyabet gelişimi ile paralel olduğu gösterilmiştir (147). Bu gözlemler hayvanlarda plazma adiponektin düzeyinin düşük olmasının insülin direnci ve diabetes mellitus patogenezine katkıda bulunabileceğini düşündürmektedir. Imagawa ve arkadaşları; Plazma adiponektin konsantrasyonlarının tip 1 diyabetik 46 hastadan olusan bir grupta sağlıklı kontrollerle ilişkili olarak anlamlı şekilde yükseldiğini saptamışlardır(145). Adiponektinin sentezinin kontrol altında tutulmasını sağlayan mekanizmalar günümüze kadar belirlenmemiştir. Adiponektin ekspresyonunun düzenlenmesinde sorumlu tutulan tek hormon insülin olmuştur(107). Yakın zamanda yapılan bir çalısma; insülin tedavisinin adiponektin geni ekspresyonunu baskıladığını insülinin adiponektin mRNA düzeyini doza ve zamana bağımlı sekilde azalttığını göstermiştir (147). Hem diyabetik, hem de diyabetik olmayan katılımcılarda adiponektin düzeyleri, hiperinsülinemik-öglisemik glukoz klempi sırasında bazal düzeylerin altına inmiştir (152). Ayrıca, insülin direncinde düsük adiponektin konsantrasyonuna neden olan mekanizmalar belirsizdir. TNF-á, insülin direncine neden olduğu düşünülen moleküllerden biridir. Adipozitlerden adiponektin ekspresyonu ve sekresyonu, TNF-á ile anlamlı olarak azalmıştır(147-149). Bu nedenle yüksek TNF-á, obezitede adiponektin üretiminin düşük olmasından kısmen sorumlu tutulabilir. Adiponektinin hem TNF-á üretimini, hem de etkisini baskılayarak insülin duyarlılığını arttırabilmesi de olasıdır, ancak bu düşünce henüz kanıtlanmamıştır. Adiponektinin ve TNF-á’nın adipoz dokuda yada arter duvarında lokal olarak birbirlerini antagonize edebildikleri, ters işlevler gösterdikleri de düşünülmüştür (153). Kullanılan bazı ilaçların adiponektin seviyesini etkilemesiyle ilgili yapılan bazı çalışmalar; Beta-adrenerjik agonistlerin (150,155), adenilatsiklaz aktivatörlerinin(154) ve glukokortikoidlerin(147-151) adiponektin geni ekspresyonunu ve sekresyonunu baskıladıklarını bildirilmiştir. Ayrıca düşük adiponektin üretimi, katekolamin ya da glukokortikoid ile baskılanan insülin direncinde bir rol oynayabilir. Kastre farelerin testosteron ile tedavisinde, plazma adiponektininde bir azalma görülmektedir. sekresyonunu Ayrıca azaltmıştır, testosteron; böylece 3T3-L1 erkeklerde adipozitlerde androjen ile adiponektin baskılanan 72 hipoadiponektineminin yüksek insülin direnci ve ateroskleroz riski ile iliskili olabileceğini göstermiştir(156). Bu veriler birlikte ele alındığında, adiponektin geni ekspresyonunun insülin, TNF-á ve diğer maddeler ile geri dönüşümlü şekilde “down regüle” olduğunu desteklemektedir. İnsanlarda yapılan çalışmalar, hayvan modellerinde thiazolidinedion tedavisinin endojen adiponektin üretimini arttırdığına ilişkin bulguyu desteklemistir. Glukoz intoleransı olan hafif kilolu katılımcılardan oluşan bir grupta 12 hafta süreyle troglitazon verilmesiyle plazma adiponektin konsantrasyonu doza bagımlı sekilde anlamlı olarak artmıştır (153). Diyabetik hastalardan oluşan bir grupta ve diyabetik olmayan zayıf ve obez katılımcılarda, üç aylık troglitazon tedavisi boyunca adiponektin düzeylerinde artış görülmüştür (152). Yakın zamanda tip 2 diyabetik 64 hastada yapıla çift-kör plasebo kontrollü randomize bir çalışmada, 6 ay süren rosiglitazon tedavisi sonunda plazma adiponektin düzeyleri 2 katta fazla artmıştır (158). Benzer bulgular proglitazon ile de bildirilmiştir(159). Ayrıca dolasımdaki adiponektin düzeylerinin baskın-negatif PPAR-ã mutasyonları ile iliskili ağır insülin direnci olan hastalarda 5 kat baskılandığı saptanmıştır. Bu durum, adiponektininin vivo PPAR-ã aktivasyonu için biyolojik bir belirteç olabileceğini düşündürmüştür (157). PPAR-ã2 geninde Pro12A1a polimorfizmi olan ve olmayan katılımcılar arasında vücut kütle indeksi, plazma glukozu, serum lipidleri ve insülin direnci indeksi farklılık göstermese de; bu polimorfizmin bulundugu Japon katılımcılarda plazma adiponektin düzeylerinin anlamlı ölçüde daha düşük olduğu saptanmıştır (144). Adiponektinin diyete bağlı obezitenin erken safhasında henüz küçük adipozitler aktifken arttığı, adipozitlerin hipertrofik hale geldiği uzun süreli obezite durumunda ve Tip 2 diyabette ise azaldığı bildirilmiştir. Adiponektin düzeyleri hem obezite hem de lipodistrofilerde görülen insülin direnci durumlarında düşük bulunur ve bu durumlarda adiponektin uygulanması metabolik paramatrelerde iyileşme sağlar. İnsülin dirençli lipoatrofik sıçanlarda tek basına adiponektin veya leptinin fizyolojik dozlarda verilmesi insülin direncini kısmen düzeltirken, her iki hormonun kombine verilmesiyle insülin direnci tamamen normale döner. Adiponektin düzeyleri vücut yağı oranı, bel-kalça oranı ve intraabdominal yağ miktarıyla negatif korelasyon gösterir(164,165). Yine adiponektin düzeyleri açlık plazma insülin konsantrasyonu, açlık glukoz konsantrasyonu, glukoz tolerans testinin 2. saatindeki glukoz konsantrasyonu, sistolik ve diastolik kan basıncı, total ve LDL73 kolesterol konsantrasyonları, trigliserid ve ürik asit düzeyleriyle negatif, insülin duyarlılığı ve HDL-kolesterol düzeyiyle pozitif korelasyon gösterir(165-167). C-reaktif protein düzeyleri ile de adiponektin düzeyleri arasında negatif bir korelasyon saptanmıştır(168). Diyabetiklerde ve koroner kalp hastalığı olanlarda adiponektin düzeyleri daha düşük bulunmuştur(166,169). Üstelik, diyabetik olup da koroner arter hastalığı bulunan olguların adiponektin düzeyleri diyabetik olup da koroner arter hastalıgı olmayan olgulardan daha düşük bulunmuştur(166). Hipoadiponektinemiyle tip 2 diyabet gelişimi arasında da bir ilişki saptanmıştır(170,171). Azalmış adiponektin düzeyleri obezite, Tip 2 diyabet, koroner kalp hastalığını predikte eder(172). Diyabet gelişiminden önce adiponektin düzeylerinin düştüğü gösterilmiştir(173). Tip 2 diyabetik bireylerin 1. derece akrabalarında da plazma düzeyleri normal olmakla beraber yağ dokusunda adiponektin mRNA ekspresyonunun kontrol grubuna göre daha düşük olduğu gösterilmiştir(174). Kilo kaybı ve insülin duyarlılığını arttırıcı glitazon türü (roziglitazon, pioglitazon) ilaçların kullanımının sonucu olarak insülin duyarlılığının arttığı durumlarda adiponektin düzeylerinde yükselme gözlenir(166,175177). Tip 2 diyabette glimepirid kullanımı da adiponektin düzeylerinde artış yapmaktadır(178). Metformin ise plazma adiponektin düzeylerini etkilememektedir(179). Bir ACE inhibitör olan temokapril ve bir anjiyotensin 2 reseptör antagonisti olan kandesartanın esansiyel hipertansiyonu olan insülin dirençli olgularda adiponektin düzeylerini arttırdıkları gösterilmiştir(180). Soya proteini içeren diyetler vücut ağırlığında herhangi bir degişiklik olmadan da adiponektinin ekspresyonunu ve plazma konsantrasyonunu arttırırken, PAI-1 ekspresyonunu azaltır(181). Adiponektin direkt olarak kilo kaybına yol açar ve bu özelliği besin alımını azaltmasından çok termogenezi arttırması suretiyledir(161,163). İn vitro olarak, leptinin etkilerine ters olarak, adiponektin miyelomonositer seri hücrelerinin öncülerinin gelişimini inhibe eder, B lenfositlerin gelisimini bloke eder ve olgun makrofajların fonksiyonlarını baskılar(182,183). Bu şekilde hematopoez ve immünite üzerinde de etkiler göstermektedir. Karaciğerde adiponektin insülin duyarlılıgını arttırarak, non-esterifiye yağ asidi çıkısını azaltır, yağ asidi oksidasyonunu arttırır ve karaciğerde glukoneogenezi de 74 inhibe ederek glukoz üretimini azaltır(184,185). Çizgili kasda ise glukoz kullanımını ve yağ asidi oksidasyonunu uyarır. Glukoz klirensini arttırarak plazma glukoz düzeylerinde düşmeye yol açar. Dolayısıyla insülin duyarlılığını arttırıcı etkiye sahiptir(161,163). Damar duvarında, TNF alfa üretimini baskılayarak VCAM-1, ICAM-1 ve E-selektin gibi adezyon moleküllerinde azalmaya yol açar ve monosit adezyonunu inhibe eder, çöpçü reseptörlerin ekspresyonunu azaltarak makrofajların köpük hücrelerine dönüşümünü önler ve büyüme faktörlerinin uyardığı düz kas hücrelerinin bu bölgeye göçü ve proliferasyonlarını azaltır(169,172,172,176). Nitekim adiponektin düzeyleri ile karotis intima media kalınlığı arasında ters bir ilişki tespit edilmiştir(187). Adiponektin vasküler intimada kollojen I, III ve V’e özgün olarak bağlanır ve özellikle hasara ugramış damar duvarında birikir ki bu açıdan zedelenmis damarın tamiri sürecinde rol aldığı düşünülmektedir(188). Ayrıca adiponektin endotel hücrelerinde nitrik oksit üretimini arttırır ve anjiyogenezi uyarır(149). Bu etkilerine insülin reseptörlerinin fosforilasyonunda artıs, AMP’ye baglı artan protein kinazların aktive oluşu ve nükleer faktör kappa B yolağının modülasyonu aracılık etmektedir(189,190). Sonuç olarak adiponektin yağ dokusunda üretilen antidiyabetik, antiinflamatuar ve antiaterojenik bir hormondur. Bir çalışmada, sağlıklı normal olgularda adiponektinin serum serbest T4 düzeyleriyle direkt ilişkisi olduğu, ancak T3’ün adiponektin gen ekspresyonunu etkilemediği gösterilmişse de tiroid disfonksiyonu olan kişilerde yapılan çalışmada tiroid hormonlarının serum adiponektin düzeylerine belirgin bir etkisi olmadığı tespit edilmiştir(191-193). Emzikli kadınlarda adiponektin düzeylerinin düşmesi prolaktinin hormon üzerinde negatif etkisi oldugunu göstermektedir. Bromokriptin ise uyarıcı özelliktedir. Yine soğuga maruz kalınması adrenalektomi ve IGF-1 adiponektin düzeyini arttırır(192,194). İnsülin, glukokortikoidler, testosteron, östrojen, betaadrenerjik agonistler ve TNF alfa ise adiponektini baskılarlar(176,192,195). Glukokortikoidler ve katekolaminlere baglı gelisen insülin direncinde bu hormonlara bağlı adiponektin ekspresyon ve üretimindeki azalma sorumlu olabilir. b-Leptin Leptin; yağ hücresinden salgılanan ve negatif feedback mekanizma ile hipotalamusa etki ederek besin alımını baskılayan ve enerji harcanmasını arttıran hormondur. Enerji homeostasisindeki görevini hipotalamus arkuata nukleusları, 75 ventromedial ve dorsomedial hipotalamusta bulunan reseptörü(Ob-Rb) aracılığı ile yapar, nöropeptit-g (NPg ) sentez ve salgılamasını inhibe eder, enerji harcanmasını arttırırken besin alımını azaltır . Leptinin yağ hücresinden salgılanması vücut yağ miktarıyla orantılıdır ve plazmadaki düzeyi daha çok deri altı yag dokusu miktarı hakkında bilgi verir . Leptin m-RNA’sı; deri altı yağ dokusunda viseral yağ dokusuna göre daha fazla olup, kadınlarda erkeklere göre yaklasık 2 kat daha fazla bulunur. Enfeksiyon, endotoksin, sitokinler, TNFa ve IL-1 leptin üretimini stimüle eder. Leptin kas, karaciger, yağ hücresinde glukoneogenezi arttırırken glukojenolizi azaltarak glukoz metabolizmasına katılır . Plazma leptin miktarı artarsa, besin alımı, lipogenez azalır ve enerji harcaması, lipoliz, insüline hassasiyet artar(196-198). Leptinin fizyolojik etkileri: 1. İştah ve vücut ağırlığının düzenlenmesi (hipotalamusa etkiyle) 2. Kan basıncı homeostazisinde NO salgılanmasını baskılar, ayrıca sempatik aktiviteyi arttırarak etkin olur. 3. Hipotalamo-Hipofiz-Gonadal aksda üreme için enerji depolamaya aracılık eder. 5. Anjiogenezisi stimüle eder, yara iyilesmesini uyarır hematopoez ve immün sistemi modüle eder. 6. Yüksek dozlarda renal tübüler hücrelerde diürez ve natriürezi arttırır. c-Resistin Resistin yağ hücresinde bol miktarda bulunan ve salgılanan hormon olup son yıllarda keşfedilmiştir. Obezite ve tip 2 diyabet ile bağlantılıdır. Periferik sinyal molekülü olan yeni bir polipeptid olduğu sanılmaktadır (197). Resistin negatif feedback mekanizma ile periferik etki ederek vücut yag kitlesini düzenliyor olabilir . Resistinin monositlerin endotel hücresiyle adezyonuna engel olarak aterosklerotik vasküler damar hasarına karşı koruyucu olduğu ileri sürülmektedir. Tip 2 diabette mikroanjiopatiden sorumlu tutulmaktadır. Resistin enjeksiyonları farelerde hedef hücrelerin glukoz toleransını azalttığı, insüline hassasiyeti körelttiği ve serum insülin düzeyini düsürdüğü, böylece insülin direncini giderdiği görülmüştür . Resistin glukoz metabolizmasına etkili insülin antagonisti oldugu sanılmaktadır. Reseptörü henüz bilinmediğinden hedef hücreler ve dokular belirlenememiştir . Resistin, TZD’ nin etki mekanizması araştırılırken saptanmıştır. TZD’nin antidiabetik etkisi PPAR üzerinden olup, TZD tedavisi, insülin direncine bağlı 3T3-L1 yağ hücresinde invitro koşullarda, mRNA farklılaşmasıyla geninin azalmasına ve 76 resistin seviyesinin azalmasına yol açar . 3T3-L1 yağ hücresi insülin ile stimüle edildiğinde, glukoz transportu belirlenebilen model hücre olarak kullanılır. Bu hücreler ile otokrin ve parakrin mekanizmaları açıklayan kültür çalısmaları resistinin kesfine neden olmustur (199,200). d-IL-6 Yağ hücresinden salgılanan insülin duyarlılığını etkileyen sitokinlerdendir. IL-6 birçok immun hücre (fibroblast, lökositler, endokrin hücreler, miyositler, endotel hücreler) tarafından üretildiği gibi yağ hücresinden de diğer hücrelere oranla daha fazla üretilir. IL-6 yağ hücre fonksiyonlarını otokrin ve parakrin olarak düzenler . Viseral yağ hücresinden salgılanan IL-6 portal yolla karaciğere ulaşarak hepatik trigliserid oluşumunu ve sekresyonunu, prokoagülan madde sentezini arttırır. Hipertrigliseridemiye neden olmaktadır. IL-6 reseptörüyle etkisini gösterir. IL-6 resöptörü, klas-I sitokin reseptör sınıfındandır. IL-6 yağ dokusunun LPLaktivitesini ve enerji depolanmasını azaltır. Akut faz protein sentezini kontrol eder, hipotalamohipofizer aksın aktivitesini arttırır, termogenezde kortikotiropin salgılatıcı hormon (CRH) sekresyonunu arttırır . IL-6 kortizol salınımını, CRH ve ACTH salınımını stimüle ederek arttırır. Kortizol ise feedback inhibitör gibi IL-6 üretimini baskılar. Obezitede IL-6 seviyesi artar. Viseral yağ dokusu deri altı yagğdokusuna oranla 2-3 kat daha fazla IL-6 üretir . Plazmada vücut yag kitlesiyle orantılı sekilde bulunur. e-TNFa İlk kez makrofajlardan salgılandığı saptanan, immün mekanizmaları ayarlayan TNFa yağ hücresinden de salgılanan bir sitokindir . TNFa hedef dokuların insülin’e olan duyarlılığına etki eder . Romatoid artrit, septik şok, obezlerde, konakçı paraziter hastalıklarda plazma düzeyi artar. Dolaşımdaki kısmının en büyük kaynağı yağ dokusudur. Viseral yağ dokusunda üretimi deri altı yağ dokusuna göre 67 kat daha azdır. m -RNA’sı vücut yağı ile koreledir. Obezlerde kilo kaybıyla miktarı azalır. Yağ hücre kültürlerinde insülinin etkisini bloke ettiği görülür(201,202). TNFa ’nın 2 reseptörü vardır: p60 ve p80. p60; glukoz transportu ile ilgilidir, p80 insülin direnci patogenezisinde görevlidir ve ikiside yağ hücre membranında bulunurlar. TNF- a yağ hücre sayısını ve volümünü düzenler, leptin üretimini arttırır, lipolizi uyarır. Tümör hücresinde TNFa apopitotik etkilidir. Insülin reseptör sayısını 77 azaltarak insülin direnci oluşturur. Hücrelerin glukoz alımını azaltır . Obezlerde ve insülin direnci gelisenlerde plazma seviyesi düşüktür. İskelet kasında insülin etkisini azalttığı bilinmektedir . f-Adipsin Yağ hücresinden salgılanan serin özellikli, insan da kompleman faktör-D olarak bilinen bir sitokin proteindir. Yağ hücresi başına düşen sekresyon miktarı sabittir, yağ hücresi büyüklüğü artıkça sekresyonunda artma görülmez. Glukokortikoidler ve insülin tarafından plazma miktarı arttırılır. Yağ dokusu metabolizması ve kompleman yolları arasındaki ilişkiyi sağlar (201,202). g-ASP(Asilation Stimülating Protein) ASP, 14 k-Da molekül ağırlıgında, arginin içeren bir serum proteinidir. Obezlerde plazma konsantrasyonu artmıştır. ASP yağ hücre metabolizmasında yağ asitlerinin esterleşmesini, trigliserit sentezini stimüle eder ve sentez hızını arttırır. Adipsin ve ASP birlikte yağ hücre büyüklüğünü düzenler. Bu proteinin olmaması vücut yağının azalmasına, insüline hassasiyetin gelişmesine neden olur (201,202). h-Angiotensinogen Anjiotensinojen büyük oranda karaciğerde sentez edilir. Birçok dokuda mRNA’sı vardır. Kan basıncı ve elektrolit homeostazisinde görevli anjiotensin II nin öncü maddesidir. Reseptörü yağ hücresi membranındadır ve bu reseptörler aracılığı ile preadipositlerin yağ hücresine farklılaşmasını, yağ hücresinin büyüklüğünün düzenlenmesini, besin alımı sinyallerine cevap oluşturulması sağlanır(201,202) . I-PAI-1 (Plazminojen Aktivatör Inhibitör-1) Serin proteaz inhibitör ailesinin bir üyesidir. Doku plazminojen aktivatörünü inhibe ederek endojen fibrinolitik sistemi düzenler . Özellikle tromboembolik olaylarda plazma miktarı artar. Obezitede kardiyovasküler hastalıklar ile fibrinolitik sistem arasındaki ilişkisinin açıklanması bakımından önemlidir. Yağ hücrelerindeki sentezi TGF b tarafından bloke edilir. Obezite de ve insülin direncinde konsantrasyonu artar. Viseral yağ dokusundan daha fazla salgılanır. Fibrinolitik sistemin potent inhibitörüdür ve trombolizi inhibe eder (201,202). 78 j-TGFb (Transforming Büyüme Faktörü- b ) Değişik hücreler tarafından üretilir. Çok sayıda hücrede büyüme ve hücre tipinin farklılaşmasını sağlar. Migrasyon, adezyon, yara iyilesmesi, doku yenilenmesi gibi hücresel olaylarda etkindir. Preadipositlerin proliferasyonunu arttırır (201,202). k-PGI2 ve PGF2a Koagulasyon, ovulasyon, inflamasyon, menstruasyon gibi önemli düzenleyici fonksiyonları vardır. Yağ dokusunda görevi vazodilatasyonla doku kanlanması ve kapiller permeabilite artışını sağlamaktır (201,202). l-MIF (Makrofaj Inhibitör Faktör) İmmünitenin düzenlenmesinde ve inflamasyon öncesi süreçte yer alır (201,202) 79 MATERYAL VE METOD Çalışmaya Sağlık Bakanlığı Okmeydanı Eğitim ve Araştırma Hastanesi Genel Dahiliye Polikliniğine haziran-ekim 2007 tarihleri arasında başvuran yeni tanı tip 2 diyabetes mellitus 26 tanesi kadın, 10 tanesi erkek olmak üzere toplam 36 hasta alındı. ADA 2006 kriterlerine göre ilaç alması gereken hastalar saptandı. Rosigltazon 4 mg başlandı ve hastalar 3. ayında tekrar değerlendirildi. Çalışmaya Alma Kriterleri : S.B. Okmeydanı Eğitim ve Araştırma Hastanesi Genel Dahiliye Polikliniği ‘ne çeşitli şikayetlerle başvuran ve yeni tanı tip 2 diyabetes mellitus tanısı konulmuş (en az iki kez bakılan açlık kan şekeri 126-200 mg/dl ve/veya herhangi bir zamanda bakılan kan şekeri düzeyi >200 mg/dl) hastalar çalışmaya alınmıştır. Diabet tanı kriterleri (ADA , WHO): -Diabet semptomlarıyla (poliüri, polidipsi ve açıklanamayan kilo kaybıdır. ) beraber günün herhangi bir zamanında plazma glukozu ≥ 200 mg/dl (11.1 mmol/l). veya -2 kez ölçülen Açlık plazma glukozu ≥126 mg/dl (7.0 mmol/l). (Açlık en az 8 saat kalori almamak olarak tanımlanır. 8-12. saatler arası kan alınır) veya -OGTT’ de 2 saatlik plazma glukozu ≥ 200 mg/dl (11.1 mmol/l) (OGTT, WHO’ nun tanımlandığı şekilde 75 g suda çözünen glukoza eşdeğer glukoz yüklemesi ile yapılmalıdır.) Çalışmadan Hariç Tutma Kriterleri : Daha öncesinde herhangi bir oral antidiyabetik ilaç veya insülin kullananlar, AKŞ değeri >200 mg/dlolan hastalar, hamileler veya emziren kadınlar, böbrek veya karaciğer yetersizliği olanlar, antihiperlipidemik ilaç kullananlar, pankreas hastalığı olanlar, glukoz metabolizmasını 80 etkileyen cushing, feokromositoma, akromegali gibi hastsalığı olanlar, CVA öyküsü olanlar, KKY’li hastalar, β-bloker, diüretik,steroid, antineoplastik ilaç kullanan hastalar çalışmaya alınmadı. Çalışma öncesi hastalardan onay alındı. Hastalardan ayrıntılı öykü alındı ve fizik muayeneleri yapıldı.Hastaların yaş, cinsiyet, bel çevresi, sigara ve alkol alışkanlıkları, HT, DM , İKH, hiperlipidemi, KBY, infeksiyon, otoimmün hastalıkve malignite varlığı ve kullandıkları ilaçlar sorgulandı ve kaydedildi. Tüm hastalara EKG çekildi. Tüm olguların kan basıncı muayene öncesi en az 5 dakika dinlendikten sonra sağ brakial arterden havalı manometre kullanılarak, vücut ağırlığı ise üzerinde hafif giyeceklerle, ayakkabısız olarak ölçüldü. Bel çevresi, oda giysileri içinde, aç karnına, normal bir ekspiryum yapıldıktan sonra, ayakta iken ve umblikus hizasından cm olarak belirlendi. Hastaların vücut kitle indeksi kilo ( kg ) / boy²( metre) formülü ile hesaplandı. Çalışma için hastalarda 8-12 saatlik açlığı takiben sabah hsCRP, insülin, üre, kreatinin, HgbA1c, glukoz, total protein, albumin, globulin, total kolesterol, trigliserid , AST, ALT ve diğer rutinleri için kan alındı. Spot idrarda mikroalbuminüri düzeyleri ölçüldü. Çalışmada kullnılan biyokimyasal parametrelerin ölçüm metodları: Glukoz: Serum glikoz düzeyi hekzokinaz yöntemiyle çalışıldı. ATP, magnezyum iyonları ve heksokinaz dönüşür. Glukoz-6-fosfat dehidrogenaz varlığında glukoz glukoz-6-fosfata G-6-P’ı 6-fosfoglukonata dönüştürür.Bu reaksiyonda aynı zamanda NADPH oluşur. Sonuçta glukoz miktarı kadar ortaya NADPH çıkar ve spektrometrik olarak ışığı 340 nm’de emmesiyle ölçülür. CRP: Çalışma kemiluminesan yöntem ile BİODPC MARKA İMMULYTE 2000 cihazında yapılmıştır. İnsülin: İnsülin tek basamaklı immunoenzimatik yöntem, kemiluminisent 81 sistemle ölçüldü Kreatinin: Beckman Coulter Syncron Lx cihazında Beckman Coulter kitleri ile serum ve idrarda jaffe yöntemi ile çalışıldı. Normal değer aralıkları kadınlar için 0.6-1.1 mg/dl, erkekler için 0.7-1.3 mg/lt mg/dl olarak kabul edildi. Çalışmaya serum kreatinin değerleri normal sınırlar içinde hastalar alındı. Üre: Beckman Coulter Syncron Lx cihazında Beckman Coulter firmasının üre kitleri kullanılarak serumda üreaz yöntemi ile çalışıldı. Normal değerlerin referans aralıkları 10-50 mg/dl kabul edildi. Çalışmaya serum üre değerleri normal olan hastalar alındı. Hemoglobin A1c: Tosoh Corporation Auotomated Glycohemoglobin cihazıyla Tosoh firmasının HgbA1c kiti kullanılarak High Performace Liquid Choromatoraphy (HPLC) yöntemi ile ölçüldü. Normal referans aralıkları %4,6-5.2 idi. Total Kolesterol: Beckman Coulter Syncron LX cihazında Beckman Coulter kitleri ile çalışıldı. 200 mg/dl üstü değerler hiper kolesterolemi olarak kabul edildi. Trigliserid : beckman Coulter Syncron Lx cihazında Beckman Coulter kitleri ile çalışıldı. 165 mg/dl üstü değerler hipertrigliseridemi kabul edildi. HDL-Kolesterol:HDL-kolesterolün ölçümü şilomikron, LDL, VLDL fraksiyonlarının elimine edildiği eliminasyon yöntemine dayanır.Çeşitli enzimatik reaksiyonlardan sonra kalan HDL-C konsantrasyonu ortaya çıkan rengin intensitesine paraleldir. VLDL kolesterol düzeyi = Trigliserid / 5 formülü kullanılarak hesaplandı. LDL-kolesterol: trigliserid değerleri 400 mg/dl’nin altında olan kişilerde Friedewald formülünden hesaplandı:LDL kolesterol = Total Kolesterol – (HDL+VLDL) Mikroalbuminüri :Spot idrarda Beckman Coulter Syncron Lx cihazında Beckman Coulter firmasının mikroalbuminüri kitleriyle immunoturbidimetric yöntemle çalışıldı. Albumin kreatini oranı alınarak hesaplandı. İnsülin direnci, açlık insülini ve açlık glikoz seviyelerinden HOMA (Homeostasis model assesment) formülü ile hesaplandı : 82 HOMA-IR = Açlik İnsülin düzeyi x Açlik kan glukozu / 22,5 Adiponektin:ELISA yöntemi ile ölçüldü. Istatistiksel analiz: Verilerin değerlendirilmesinde SPSS for windows 10.0 istatistik paket programı kullanıldı. Karşılaştırmalarda student’s t, Paired t test wilcoxon rank testleri ve pearson korelasyon analizi kullanıldı.p<0.05 anlamlı kabul edildi. 83 BULGULAR N % Erkek 10 27,8 Kadın 26 72,2 CINSIYET Tablo‐9 En küçük En büyük Ortalama SS YAŞ 34 76 49,78 8,39 KİLO 66 120 85,31 12,80 BELÇ.-g 92 138 107,43 11,85 BMI 24 48 33,43 5,37 Tablo-10 Başlangıç 3.ay Ortalama SS Ortalama SS P HA1C 6,60 1,25 6,12 ,56 ,003** INSÜLİN 11,95 7,23 8,76 5,67 ,003** AKŞ1 135,86 30,86 109,89 25,50 ,000*** 3,97 2,60 2,41 1,76 ,000*** 220,00 188,63 300,17 226,54 0.032** ,46 ,52 ,36 ,50 ,130 HOMA ADİPONEKTİN Hs-CRP Tablo‐11 Hba1c değerleri başlangıç değerlerine göre anlamlı derecede başlangıç değerlerine göre anlamlı derecede düşmüştür.p<0.01 İnsülin değerleri düşmüştür.p<0.01 84 AKŞ değerleri başlangıç değerlerine göre anlamlı derecede düşmüştür.p<0.001 HOMA IR değerleri başlangıç değerlerine göre anlamlı derecede değerlerinde başlangıç değerlerine göre anlamlı değişme başlangıç değerlerine gore anlamlı derecede düşmüştür.p<0.001 HsCRP olmamıştır.p>0.05 Adiponektin değerleri artmıştır.p<0.05 Şekil‐1 Şekil‐2 85 Şekil-3 Şekil‐4 Şekil‐5 86 Şekil‐6 Başlangıç 3.ay Ortalama SS Ortalama SS P T.KOL 201,42 34,62 199,94 37,80 ,795 TG 175,06 80,58 200,36 127,59 ,076 LDL 124,06 27,35 117,03 27,84 ,187 HDL 45,31 18,86 43,22 10,51 ,470 VLDL 36,44 15,86 41,11 25,48 ,109 Tablo‐12 T kolesterol, triglierid, LDL, HDl ve VLDL değerlerinde başlangıç değerlerine göre anlamlı değişme olmamıştır.p>0.05 Başlangıç 3.ay Ortalama SS Ortalama SS P WBC1 7564,36 2399,73 7027,50 2133,37 ,255 HGB1 13,91 1,58 13,7389 1,4633 ,211 HTC1 40,18 4,23 40,43 4,15 ,512 PLT1 280858,33 100329,07 262814,44 87975,57 ,151 MCV1 82,55 5,14 86,60 5,71 ,000*** SEDİM1 17,81 9,68 18,11 11,03 ,807 Tablo‐13 87 WBC, Hgb, platelet ve sedimentasyon değerlerinde başlangıç değerlerine göre anlamlı değişme olmamıştır.p>0.05 MCV değerleri başlangıç değerlerine göre anlamlı derecede artmıştır.p<0.001 Şekil‐7 Başlangıç 3.ay Ortalama SS Ortalama SS P ,12 ,17 ,14 ,23 ,680 ÜRE1 27,19 7,96 31,36 9,32 ,000*** ÜASİD1 4,69 2,74 4,45 1,12 ,483 PRÜRİ1 Tablo‐14 Ürik asit ve proteinüri değerlerinde başlangıç değerlerine göre anlamlı değişme olmamıştır.p>0.05 Şekil-8 88 Üre değerleri başlangıç değerlerine göre anlamlı derecede artmıştır.p<0.001 Şekil‐9 Başlangıç 3.ay Ortalama SS Ortalama SS P AST1 21,89 17,58 23,06 12,61 ,543 ALT1 26,00 21,25 25,53 17,12 ,855 GGT 28,42 12,04 21,22 13,97 ,000*** ALP 88,58 38,79 72,25 28,25 ,000*** LDH 210,06 55,98 311,28 118,15 ,000*** CPK 92,37 49,52 99,37 49,70 ,288 Tablo‐15 AST ve ALT değerlerinde başlangıç değerlerine göre anlamlı değişme olmamıştır.p>0.05 LDH değerleri başlangıç değerlerine göre anlamlı derecede artmıştır.p<0.001 GGT değerleri başlangıç değerlerine göre anlamlı derecede başlangıç değerlerine göre anlamlı derecede düşmüştür.p<0.001 ALP değerleri düşmüştür.p<0.001 89 CPK değerlerinde başlangıç değerlerine göre anlamlı değişme olmamıştır.p>0.05 Şekil‐10 Şekil‐11 90 Başlangıç HOMA 3.ay Şekil‐12 Değişim r P r P R P YAŞ -,077 ,656 -,169 ,323 ,047 ,786 KİLO ,241 ,158 ,264 ,119 ,082 ,634 BELÇ-g ,392 ,018* ,414 ,012* ,148 ,389 BMI ,357 ,033* ,237 ,165 ,256 ,132 Tablo-16 Yaş ile başlangıç 3.ay, % ve mutlak değişim HOMA IR değerleri arasında anlamlı bir korelasyon yoktur. Kilo ile başlangıç 3.ay, % ve mutlak değişim HOMA IR değerleri arasında anlamlı bir korelasyon yoktur. Bel çevresi değerleriyle başlangıç ve 3.ay HOMA IR değerleri arasında zayıfderecede pozitif korelasyon vardır.r=0,39 p<0.05 ve r=0,41 p<0.05 Bel çevresi ile değişim HOMA IR değerleri arasında anlamlı bir korelasyon yoktur. BMI değerleriyle başlangıç HOMA IR değerleri arasında zayıf derecede pozitif korelasyon vardır.r=0,35 p<0.05 Bel çevresi ile 3.ay ve değişim HOMA IR değerleri arasında anlamlı bir korelasyon yoktur. 91 Başlangıç HOMA 3.ay Değişim r P r P R P HA1C ,277 ,102 ,512 ,001*** ,088 ,610 ADİPO -,140 ,415 -,134 ,436 -,157 ,360 Tablo-17 3.ay HOMA IR değerleriyle HbA1c değerleri arasında orta derecede pozitif korelasyon vardır.r=0,51 Insülin değerleriyle adiponektin değerleri arasında anlamlı korelasyon yoktur. 30 25 20 Tedavi öncesi insülin 15 10 5 0 0 200 400 600 800 1000 Tedavi öncesi Adiponektin 92 30 25 20 Tedavi sonrası insülin 15 10 5 0 0 200 400 600 800 1000 Tedavi sonrası Adiponektin 30 20 10 Fark insülin 0 -10 -20 -1000 -800 -600 -400 -200 0 200 400 Fark adiponektin Başlangıç HOMA ADİPO 3.ay Değişim r P R P R P -,140 ,415 -,134 ,436 -,157 ,360 Tablo-18 HOMA IR değerleriyle başlangıç,3.ay ve fark adiponektin değerleri arasında anlamlı korelasyon yoktur. 93 8 6 4 2 Fark HOMA 0 -2 -4 -1000 -800 -600 -400 -200 0 200 400 Fark adiponektin 12 10 8 Tedavi öncesi HOMA 6 4 2 0 0 200 400 600 800 1000 Tedavi öncesi adiponektin 94 Başlangıç HOMA 3.ay Değişim r p r P R P PRÜRİ -,186 ,278 -,150 ,381 ,073 ,674 AKŞ ,225 ,188 ,482 ,003** ,232 ,173 Tablo-19 3.ay HOMA IR değerleriyle AKŞ değerleri arasında zayıf derecede pozitif korelasyon vardır.r=0,51 Başlangıç HOMA 3.ay Değişim r p r P R P TKOL -,039 ,822 -,018 ,917 -,030 ,862 TG -,121 ,482 ,045 ,793 ,050 ,772 LDL ,034 ,844 ,070 ,685 -,030 ,862 HDL ,005 ,978 -,246 ,148 ,145 ,399 VLDL -,108 ,529 ,069 ,691 ,034 ,843 Tablo-20 HOMA ve T.kolesterol,TG,LDL,LDL ve VLDL arasında anlamlı korelasyon yoktur. Başlangıç HOMA 3.ay Değişim R p r P R P CPK -,065 ,712 -,324 ,054 ,007 ,970 AST -,012 ,946 ,313 ,063 -,211 ,216 ALT ,131 ,445 ,458 ,005** -,080 ,641 GGT ,326 ,052 ,518 ,001*** ,150 ,382 ALP -,003 ,986 ,197 ,250 -,033 ,851 Tablo-21 3.ay ALT değerleriyle HOMA değerleri arasında zayıf derecede pozitif korelasyon vardır.r=0,46 p<0.01 3.ay GGT değerleriyle HOMA değerleri arasında orta derecede pozitif korelasyon vardır.r=0,52 p<0.001 95 Adiponektin ERKEK KADIN Ortalama SS Ortalama SS P Başlangıç 170,31 131,99 239,12 205,36 ,334 3.ay 236,61 123,72 319,67 256,06 ,794 Fark 66,30 151,17 80,55 260,20 ,768 Tablo-22 Cinsiyetler arasında başlangıç, 3.ay ve fark Adiponektin değerleri arasında anlamlı bir farklılık yoktur. Başlangıç HSCRP ADİPO 3.ay Değişim R p r P R P ,096 ,578 -,257 ,136 -,060 ,734 Tablo-23 Başlangıç Adiponektin ile başlangıç HsCRP değerleri arasında anlamlı bir korelasyon yoktur. 3.ay Adiponektin ile 3.ay HsCRP değerleri arasında anlamlı bir korelasyon yoktur. Değişim Adiponektin ile değişim HsCRP değerleri arasında anlamlı bir korelasyon yoktur. 96 Başlangıç Adiponektin 3.ay Değişim R p r P R P YAŞ ,027 ,876 -,088 ,611 ,108 ,531 KİLO ,024 ,889 ,010 ,952 ,009 ,956 BELÇ-g -,058 ,738 -,170 ,322 ,120 ,487 BMI ,176 ,305 -,060 ,730 ,201 ,241 Tablo-24 Başlangıç Adiponektin ile yaş, kilo, bel çevresi ve BMI arasında anlamlı bir korelasyon yoktur. 3.ay Adiponektin ile yaş, kilo, bel çevresi ve BMI arasında anlamlı bir korelasyon yoktur. Değişim Adiponektin ile yaş, kilo, bel çevresi ve BMI arasında anlamlı bir korelasyon yoktur. Başlangıç Adiponektin HA1C 3.ay Değişim R p r P r P ,161 ,348 -,108 ,530 ,235 ,167 Tablo-25 Başlangıç Adiponektin ile başlangıç HbA1c değerleri arasında anlamlı bir korelasyon yoktur. 3.ay Adiponektin ile 3.ay HbA1c değerleri arasında anlamlı bir korelasyon yoktur. Değişim Adiponektin ile değişim HbA1c değerleri arasında anlamlı bir korelasyon yoktur. 97 Başlangıç Adiponektin 3.ay Değişim R P r P r P PRÜRİ ,107 ,536 ,008 ,965 ,259 ,126 AKŞ ,187 ,274 -,025 ,886 ,125 ,466 Tablo-26 Başlangıç Adiponektin ile başlangıç proteinüri ve AKŞ değerleri arasında anlamlı bir korelasyon yoktur. 3.ay Adiponektin ile 3.ay proteinüri ve AKŞ değerleri arasında anlamlı bir korelasyon yoktur. Değişim Adiponektin ile değişim proteinüri ve AKŞ değerleri arasında anlamlı bir korelasyon yoktur. Başlangıç Adiponektin 3.ay Değişim R p r P r P TKOL ,157 ,360 -,098 ,571 ,064 ,710 TG ,164 ,340 -,234 ,169 -,230 ,178 LDL ,131 ,445 -,063 ,714 ,105 ,541 HDL -,002 ,990 ,341 ,042* ,117 ,495 VLDL ,135 ,434 -,246 ,149 -,214 ,209 Tablo-27 Başlangıç Adiponektin ile başlangıç T.kolesterol, trigliserid, LDL, HDL ve LDL değerleri arasında anlamlı bir korelasyon yoktur. 3.ay Adiponektin ile 3.ay T.kolesterol, trigliserid, LDL ve LDL değerleri arasında anlamlı bir korelasyon yoktur. 3.ay HDL değerleriyle adiponektin değerleri arasında zayıf derecede pozitif korelasyon vardır.r=0,34 p<0.05 Değişim Adiponektin ile değişim T.kolesterol, trigliserid, LDL, HDL ve LDL değerleri arasında anlamlı bir korelasyon yoktur. 98 Başlangıç Adiponektin 3.ay Değişim R p R P r P CPK ,298 ,082 ,267 ,115 ,015 ,933 AST -,151 ,381 -,150 ,383 ,007 ,969 ALT -,194 ,258 -,170 ,322 ,085 ,623 GGT -,285 ,092 -,329 ,051 -,387 ,020* ALP -,147 ,391 -,085 ,621 -,400 ,016* Tablo-28 Başlangıç Adiponektin ile başlangıç CPK, AST, ALT, GGT ve ALP değerleri arasında anlamlı bir korelasyon yoktur. 3.ay Adiponektin ile 3.ay CPK, AST, ALT, GGT ve ALP değerleri arasında anlamlı bir korelasyon yoktur. Değişim Adiponektin ile değişim CPK, AST, ALT, GGT ve ALP değerleri arasında anlamlı bir korelasyon yoktur. Fark ALP değerleriyle adiponektin değerleri arasında zayıf derecede negatif korelasyon vardır.r=-0,40 p<0.05 Fark GGT değerleriyle adiponektin değerleri arasında zayıf derecede negatif korelasyon vardır.r=-0,39 p<0.05 Istatistiksel analiz: Verilerin değerlendirilmesinde SPSS for windows 10.0 istatistik paket programı kullanıldı. Karşılaştırmalarda Paired t test wilcoxon rank testleri ve pearson korelasyon analizi kullanıldı.p<0.05 anlamlı kabul edildi. 99 TARTIŞMA VE SONUÇ Tip 2 Diyabetes Mellitus, temelinde insulin direncinin yattığı, organizmanın karbonhidrat, protein ve yağlardan yeterince yararlanamadığı, sürekli tıbbi bakım gerektiren, kronik inflamatuar bir süreçtir. Diyabet tüm dünyada 230 milyondan fazla kişiyi etkilemekte ve 2025 yılında bu sayının 350 milyona ulaşması beklenmektedir. Diyabetten kaynaklanan hiperglisemi akut komplikasyonlar ile ölüme yol açabilir, uzun dönemde gelişen kronik komplikasyonları ile de yaşam kalitesini bozabilir. Hastalığın akut komplikasyon riskini azaltmak ve uzun dönemde tedavisi pahalı kronik (retinal,renal,nöral,kardiyak ve vasküler) sekellerinden korunmak için etkin bir tedavi şarttır. Tip 2 DM gelişiminden hem pankreatik insülin sekresyonundaki anormallikler hem de insulin direnci sorumludur. Bu nedenle insülin direncini azaltmak tip 2 DM tedavisinde yaygın olarak kullanılacak tedavi yaklaşımı olarak görülmektedir. İnsülin direnci, normal konsantrasyondaki insülinin normalden daha az biyolojik yanıt oluşturması durumudur. Başka bir anlatım ile belirli bir konsantrasyondaki insülinin glukoz uptake’ini uyarma etkisinin azalmasıdır. Bu durumda oluşan insülin direncini karşılayacak ve dolayısıyla normal biyolojik yanıtı sağlayacak kadar insülin salgısı artışı ile metabolik durum kompanse edilir. Böylelikle hipergliseminin önlenebilmesi için beta hücreleri sürekli olarak insülin salgısını artırmaya yönelik bir çaba içerisine girer. Sonuçta normoglisemi sağlanırken insülin düzeylerinde de 1.5-2.0 kat yüksek bir seviye oluşur. İnsülin rezistansı ölçümü için öglisemik hiperinsülinemik klemp testi altın standarttır. Fakat uygulaması zor, zaman alıcı ve maliyeti yüksek bir testtir. Bu yüzden sınırlı sayıda hastada yapılabilmektedir. Bu nedenle, biz çalışmamızda, uygulanması kolay olan ve öglisemik hiperinsülinemik klemp testi ile korelasyon gösteren HOMA-R testini kullandık. HOMA-R testinde insülin rezistansı açısından sınır değer standardize edilmemiştir. Gökçel ve ark. yaptıkları çalışmada Türk toplumunda HOMA-R testinde 2.2’nin insülin rezistansı varlığı için alt sınır değer olduğunu ve bu değerin cinsiyet farkı gözetmediğini göstermişlerdir (74). Santral bölgede adipoz doku artışının tip 2 DM için önemli bir risk faktörü olduğu bilinmektedir. Adipoz doku ,trigiliserid depolayan bir enerji kaynağı olmanın ötesinde, leptin, resistin, tümör nekrozis faktör-α (TNF-α), adiponektin, adipsin, 100 interlökin-6 (IL-6), plazminojen aktivatör inhibitör-1 (PAI-1), transforming büyüme faktörü-α (TGF-α), anjiyotensinojen, asilation-stimüle edici protein (ASP), insülin benzeri büyüme faktörü (IGF-I), prostaglandin I2 (PG I2), prostaglandin F2α (PG F2α) gibi çok sayıda inflamatuar sitokinler,peptidler ve hormonlerın sentezlenip salgılandığı aktif bir endokrin organdır. Adiponektin, ailevi hiperlipidemi patogenezinde yer alır ve insülin direnci ile ilişkilidir. Adiponektin, yağ hücresinden insülin stimülasyonu ile salgılanan, kollegen VIII ve kompleman C1’e benzeyen, bir hormondur. Plazmada 2-25 μg/mL kadar bulunan adiponektin salgılandıktan sonra plazmada kollagen I, III, V’e bağlanır, II ve IV’e bağlanmaz. Adiponektin endotelyal adezyon moleküllerinin VCAM-I, ICAM-I ve E-selektin ile ilişkisini inhibe eder ve inflamatuar sitokinler (TNF-α gibi) ile ilişkiyi tetikler. ARCP 30/adiponektin düzeyi insülin sensitivitesini artırmaktadır. Yapılan deneysel çalışmalarda adiponektinin B–oksidasyon ve enerji katabolizmasında rol alan genlerin üretimini artırarak, periferik insülin dokuda insülin reseptör ve insülin reseptör substrat -1 düzeylerini artırarak glukoneogenezde rol alan maddelerin düzeylerini artırarak ve glukoneogenezde rol alan maddelerin düzeylerini azaltarak insülin sensitivitesini artırdığı ortaya konulmuştur. İnsülin direnci; hiperinsülinemi ile birlikte bulunmaktadır, hiperinsülinemi ise sempatik sinir sistemi aktivitesini artırmakta; artmış sempatik aktivitenin ise adiponektin gen ekspresyonunu azalttığı bildirilmektedir. Adiponektin üretimi PPAR-γ agonistleri ile uyarılır. PPAR-γ reseptör agonisti olan TZD’ lerin normal ve bozulmuş glukoz toleranslı kişilerde ve tip 2 diyabetiklerde adiponektin düzeyini artırdığı yapılan çalışmalarda gösterilmiştir. Tip 2 diyabetik hastalar, belirgin olarak artmış aterosklerotik risklere sahiptirler. Bu artmış risk; hiperglisemi, dislipidemi ve artmış inflamasyonla bağıntılıdır. Sadece yağ dokuları tarafından sentezlenen adiponektinin tüm bu mekanizmalarda rol aldığı düşünülmektedir. Adiponektin, insülin etkisi ve rezistansı üzerinde modülatör bir moleküldür ve tip 2 diyabet gelişimini önlemede etkindir. Bunun yanında antiinflamatuvar etkileri de saptanmıştır. Ayrıca lipid metabolizmasında da etkileri mevcuttur, kısmen artmış HDL düzeyleri ve azalmış trigliserit düzeyleri ile bağıntılıdır. 101 TZD’ler, en fazla yağ dokusunda eksprese edilen PPAR-γ’ya bağlanan ve etkilerini adipogenezisi, adiposit diferansiasyonunu, glikoz ve lipid metabolizmasını etkileyen genlerin transkripsiyonunu aktive ederek gösteren sentetik moleküllerdir. PPAR aktivasyonuyla glikoz regülasyonunda yer alan özel adiposit genlerinin [GLUT 4, lipoprotein (LPL), “fatty acid transporter protein”, malik enzimler vb.] ekspresyonunun artışı, adipositlerin metabolizmasını değiştirir. TZD’ler ile tedavi edilen diyabetik hastalarda, tedavi öncesi yüksek olan proinsülin/insülin oranının düzelmesi bu ilaçların β-hücre fonksiyonlarındaki olumlu etkilerini gösteren dolaylı bir kanıttır. Yağ dokusu üzerindeki doğrudan etkilerinin yanında, kasların insülin hassasiyetini belirleyen adiposit kaynaklı, serbest yağ asidi, adiponektin, leptin ve tümör nekroz faktörü(TNF-) gibi sinyal faktörlerinin salınımını da etkilemektedir. Adiponektinin insülin rezistansını azalttığı, TZD’nin in vivo ve in vitro olarak adiponektin sekresyonunu arttırdığı gösterilmiştir. DERLEM Biz bu çalışmamızda yeni tanı tip 2 diyabetli hastalarda Roziglitazon kullanımının insulin direnci ve adiponektin düzeyi üzerine olan etkisini ve diğer parametrelerle ilişkisini değerlendirmeyi amaçladık. Çalışmaya 26’sı erkek,10’u kadın olmak üzere yeni tanı tip 2 DM tanısı alan 36 hasta alındı.Hastalara 4 mg rosiglitazon başlandı ,tedavi başlanmadan ve tedavinin 12. haftasında hastalar değerlendirildi. TZD’ler temelde insülin direncinin azaltılması aracılığı ile ortaya çıkan iyi tanımlanmıs antihiperglisemik etkilere sahiptir. Rosiglitazonun tek ilaç olarak kullanıldığı çalısmalardan elde edilen bulgular bu ajanların tip 2 diyabetik hastalarda hem HbA1c’nin, hem de açlık plazma glukoz düzeyinin azaltılması açısından etkin olduğunu göstermiştir. Tek başına özellikle iki doz uygulandığında , 8 mg/gün rosiglitazonun HbA1c düzeylerinde %1.5’e varan oranlarda ve yine açlık glukozunda 58-78 mg/dl düzeylerinde düşüş sağladığı bildirilmiştir. Özellikle Jariva ve ark.’nın yaptığı randomize çift-kör klinik çalısmalardan elde edilen havuzlanmış verilerde glisemik kontrolun tek ilaç olarak roziglitazon kullanıldığında en az 2.5 yıl süre ile sürdüğü görülmüştür. TZD’lerin tip 2 diyabette β-hücre fonksiyonu üzerinde yararlı etkileri bulunmaktadır ve bu etkilerin mekanizmasının TZD’lerin insüline duyarlılaştırıcı 102 etkilerine bağlı olduğu düşünülmektedir. Örnek olarak Lebovitz ve arkadaşlarının çalışmasına göre; roziglitazonun 26 hafta süre ile tek ilaç olarak kullanılması, hemostaz model değerlendirmesi (HOMA) kullanılarak yapılan tahminlerde, β-hücre fonksiyonunu plasebo ile karşılaştırıldığında %65 oranında belirgin şekilde iyilestirmistir . Harold E ve ark.nın 493 tip 2 diyabetli hasta üzerinde yaptığı çalışmada; 26 haftalık rosiglitazon kulanımı sonrası HbA1c’de plasepoya göre 1.2-1.5 birimlik bir düşme, açlık kan glukozunda, plazma insülin ve prekürsor insülin molekülerinde anlamlı düşme ve HOMA ile saptanan insülin direncinde ve β hücre fonksiyonlarında anlamlı düzelme saptanmıştır. Yi-Jen Hung ve ark.’nın IGT’ı olan nonobez hastalarda yaptığı çalışmada(203) rosiglitazon tedavisi insülin sensitivitesini ve β-hücre fonksiyonunu düzelttiği saptanmıştır .Tokluk kan şekerinin ve insülin seviyesinin azaldığı, HOMA-IR seviyesinde anlamlı bir düşme olduğu görülmüştür. Serum trigliserid seviyesinde belirgin bir değişiklik olmadan total kolesteol, HDL-C ve LDL-C seviyeleri anlamlı olarak yükseldiği, adiponektin ve CRP düzeylerinin düzeldiği rapor edilmiştir. IGT’nin progresyonda (diyabete dönüşüm) CRP ve adiponektin değişimlerinden bağımsız olarak insülin sensitivitesi daha önemlidir. Ancak rosiglitazonun kardiyovasküler mortalite ve morbiditeyi azaltıcı etkisinin açıklanması için bunun ilave olarak daha büyük ve daha uzun süreli çalışmalarla ortaya konması gerekir(1). Çalışmamızda kontrol parametreleri olan HbA1c (p<0.01), insülin değerleri (p<0.01), AKŞ (p<0.001) ve HOMA-IR (p<0.001) değerleri başlangıç değerlerine gore anlamlı derecede düşmüştür. Yapılmış olan klinik çalışmalara uygun olarak yeni tanı tip 2 diyabet tedavisinde tek başına rosiglitazon kullanımının diyabet regülasyonu için yeterli olduğunu göstermiştir. Çalışmamızda demografik veriler yönünden yaş ve kilo ile başlangıç, 3.ay, % ve mutlak değişim HOMA IR değerleri arasında anlamlı bir korelasyon saptanmamıştır. Bel çevresi değerleriyle başlangıç ve 3.ay HOMA IR değerleri arasında zayıf derecede pozitif korelasyon gözlenmiştir(r=0,39 p<0.05 ve r=0,41 p<0.05). Bel çevresi ile değişim HOMA IR değerleri korelasyon saptanmamıştır. arasında anlamlı bir BMI değerleriyle başlangıç HOMA- IR değerleri arasında zayıf derecede pozitif korelasyon bulunmuştur(r=0,35 p<0.05) . Bel çevresi 103 ile 3.ay ve değişim HOMA IR değerleri arasında anlamlı bir korelasyon saptanmamıştır. Yapılan çalışmalara göre, TZD’ ler kullanılmaya başlandıktan altı ay sonra plato gösteren ortalama 4 kg kilo alımı görülmektedir. Yağ dokusunda bir miktar artışa neden olmakla beraber, yağ dokusundaki bu artış ve kilo alımı visseral yağ dokusundan çok subkütan yağ dokusunda ortaya çıktığından her iki durumun da başlangıçta tahmin edildiğinden daha az zararlı olduğu düşünülmektedir. Ancak TZD’lere bağlı kilo artışının bir diğer sebebi olan plazma hacminde artış, bu grup ilaçların evre III ve evre IV kalp yetmezliği olan hastalarda kullanılmamasını hayati hale getirmektedir. Plazma hacmi artarken arteryel tansiyondaki eş zamanlı düşüş TZD’lerin etkin bir vazokonstrüktör olan endotelin-1 seviyelerinde azalmaya neden olmasıyla açıklanabilir, ancak bu kesin değildir . Bizim çalışmamızda 12 haftalık tedavi sonrasında hastalarda anlamlı bir kilo alımı saptanmamıştır. Plazma adiponektin konsantrasyonları tip 2 diabetlilerde eşit vücut kitle indeksine sahip kontrollere göre daha düşük bulunmuştur (204). Hızla tip 2 diabet gelistirilen maymun modellerinde de plazma adiponektin seviyelerinin düştüğü gözlenmistir(205). Viseral obeziteli insanlarda plazma adiponektin seviyelerinde insülin direnci ile korele kısmi düşüş kaydedilmistir(206-208). Prospektif ve uzun süreli çalışmalar düşük adiponektin seviyelerinin diabetin yüksek insidansı ile birlikte olduğunu göstermektedir(209-211). Hipoadiponektineminin metabolik sendrom ile birlikte seyrettiği gösterilmiştir(212). Düşük plazma adiponektin seviyeleri, kardiyovasküler hastalık ve hipertansiyon gibi çesitli durumlarda insülin direnci ile birlikte sıklıkla gözlenmektedir(213-215). Metabolik sendrom ve tip 2 diabete bagımlı obezite modeli olarak kullanılan KKAy farelerinde (KK fareleri agouti proteinlerini ileri düzeyde eksprese eder) insülin direnci üzerine adiponektinin etkisi incelenmiş ve yüksek yağlı diyetle beslenen KKAy farelerinde plazma adiponektin seviyelerinin düştüğü gözlenmistir. Adiponektin seviyelerinin düzenlenmesi ile yüksek yağlı diyetle indüklenen insülin direnci ve hipertrigliseridemi düzeltilebilmistir. Bu durumdan ötürü adiponektinin insülin duyarlılastırıcı bir adipokin olabilecegi düsünülmektedir(216). Pima yerlilerinde yapılan bir çalışmada yüksek seviyede plazma adiponektin seviyeli bireylerin düşük adiponektin seviyelilere göre daha az Tip 2 diabet geliştirdikleri gözlenmistir. Bu 104 nedenle yüksek adiponektin konsantrasyonu tip 2 diabete karşı dikkat çekici bir koruyucu faktör olarak kabul edilebilir (217). İnsülin direnci, tip 2 diabet, metabolik sendrom ve kardiyovasküler hastalığın tedavisi için plazma adiponektin seviyelerinin düzeltilmesi, adiponektin reseptörlerinin upregülasyonu veya adiponektin reseptör agonistleri terapötik hedef olarak düşünülebilir. TZD aracılı plazma adiponektin seviyelerinin upregülasyonu; TZD’lerin obeziteye bağımlı insülin direnci ve diabetli hayvan modellerinde sistemik insülin sensitivitesini iyileştirdikleri bilinmektedir. Adiponektin insülin duyarlaştırıcı adipokin oldugu için TZD’lerin plazma adiponektin seviyelerini yükselterek insülin duyarlılığını artırıcı etkisinin en azından bir bölümüne aracılık ettigi düşünülebilir. İnsanlarda yapılan çalısmalar, hayvan modellerinde thiazolidindion tedavisinin endojen adiponektin üretimini arttırdığına ilişkin bulguyu desteklemiştir. Glukoz intoleransı olan hafif kilolu katılımcılardan oluşan bir grupta 12 hafta süreyle troglitazon verilmesiyle plazma adiponektin konsantrasyonu doza bagımlı sekilde anlamlı olarak artmıstır. Diyabetik hastalardan oluşan bir grupta ve diyabetik olmayan zayıf ve obez katılımcılarda, üç aylık troglitazon tedavisi boyunca adiponektin düzeylerinde artış görülmüstür . Yakın zamanda tip 2 diyabetik 64 hastada yapılan çift-kör plasebo kontrollü randomize bir çalısmada, 6 ay süren rosiglitazon tedavisi sonunda plazma adiponektin düzeyleri 2 kattan fazla artmıştır(218-220) . Bizim sonuçlarımıza göre de, 12 haftalık tedavi sonrasında hastalarımızda adiponektin düzeyinde yükselme elde edilmiştir. Daha önceki yayınlarda; erkeklerin kadınlara oranla iki ile üç kat daha düşük adiponektin seviyelerine sahip olduğunu göstermiştir (221-224). Bizim çalışma grubumuzda adiponektin düzeyleri ile cinsiyet arasında bir ilişki saptanmamıştır. Adiponektinin obeziteyle yakından alakalı olduğunu belirten bir çalısma; Arita ve arkadasları ortalama plazma adiponektin düzeylerinin obez hastalardan oluşan bir grupta 3.7 μg/ml olduğunu, buna karşın obez olmayan katılımcılarda bu değerlerin ortalama 8.9 μg/ml düzeyine ulastığını göstermiştir . 105 Yamamoto ve arkadaşlarının yaptığı, normal kilodaki 967 Japon katılımcıda yapılan başka bir çalışmada plazma adiponektinin vücut kütle indeksi, sistolik ve diyastolik kan basıncı, açlık plazma glukozu, insülin, insülin direnci, toplam ve düşük dansiteli lipoprotein kolesterol, trigliseridler ve ürik asit ile negatif; yüksek dansiteli lipoprotein (HDL, high-density lipoprotein) kolesterol ile de pozitif korelasyon gösterdiği belirlenmistir . Adiponektin ile serum lipid konsantrasyonları arasındaki ilişkilerin incelendiği bir başka çalışmada Matsubara ve ark. dislipidemili, diyabetik olmayan çok sayıda kadında plazma adiponektininin serum trigliseridi, aterojenik indeks, apo B ya da apo E ile negatif; serum HDL kolesterol ya da apo A-1 düzeyleri ile de pozitif korelasyon gösterdiğini saptamışlardır. 1986 başlamış Amerika Birleşik Devletlerindeki erkek sağlık personelleri arasında “The Health Professionals Follow-upStudy” olarak adlandırılan çalışmadaki 741 tip 2 diyabetli erkeğin verileri değerlendirilmiştir. Bu çalışmada yüksek plazma adiponektin seviyelerinin; ileri yaş, artmış fiziksel aktivite ve yüksek alkol tüketimi ve düşük BMI ile beraberliği saptanmıştır. Ayrıca plazma adiponektin seviyeleri yüksek olan popülasyonda insülin kullanımı daha yüksek ve dislipidemi daha düşük saptanmıştır. Diğer verilerde; adiponektin, HDL ve LDL kolesterolle doğru orantıya sahipken, HbA1c, trigliserit, non-HDL kolesterol, ApoB100, CRP ve fibrinojen ile ters orantılı olarak belirlenmiştir. Bir başka çalışma da; Çek Cumhuriyeti’nde David Stejskal ve arkadaşları tarafından “Tip 2 diyabetes mellituslu kişilerde metabolik kontrol kriteri olarak adiponektin seviyeleri” olarak yapılmıştır. Bu çalışmada da toplam 109 olgu değerlendirilmiştir. Sonuç olarak adiponektin seviyeleri BMI, açlık kan şekeri, ürisemi, trigliserit, HbA1c ile ters; HDL ile doğru orantılı saptanmıştır. Çalışmayı yürütenler sonuç olarak; tip 2 diyabetik hastaların diğer yüksek aterosklerotik risk taşıyan popülasyondan daha düşük serum adiponektin seviyelerine sahip olduğu, iyi glisemik kontrol yapılan hastaların daha yüksek serum adiponektin düzeyine sahip olduğu ve adiponektinin metabolik kontrol ve aterosklerotik risk açısından iyi bir belirteç olduğunu değerlendirmişler . 106 Bizim çalışmamızda ise diğer çalışmalardan farklı olarak başlangıç, değişim ve 3. Ay adiponektin seviyesi ile kilo, glukoz ve insülin arasında saptanmamıştır. Başlangıç ve değişim korelasyon Adiponektin ile başlangıç T.kolesterol, trigliserid, LDL, HDL ve LDL değerleri arasında anlamlı bir korelasyon yokken 3.ay HDL değerleriyle adiponektin değerleri arasında zayıf derecede pozitif korelasyon saptanmıştır.( r=0,34 p<0.05). Frederick F. Samaha ve ark.’nın düşük LDL-C ve metabolik sendromlu hastalarda yaptıkları çalışmada Rosiglitazon alanlarda total kolesterol, LDL-C ve non-HDL-C düzeylerinde orta düzeyde yükselme saptanmıştır(157). HDL-C düzeyinde anlamlı değişiklik saptanmamıştır. CRP, IL-6 ve TNF-α düzeyinde düşme saptanmamıştır. İnflamasyon markırları ile HOMA-IR değişiklikleri arasında anlamlı bir ilişki saptanmamıştır. Roziglitazon, plazma lipid düzeyleri üzerinde istenmeyen etkilere sahip fakat inflamasyon markırları üzerinde iyi bir etkiye sahiptir. Buda roziglitazonun antisklerotik etkisinin inflamasyon ve adipokin üzerindeki etkisine bağlandığını desteklemektedir. RECORD çalışmasıda rosiglitazonun kardiyovasküler hastalık riskini azatıcı etkisinin adipokin ve inflamasyon üzerindeki etkisine bağlı olduğunu desteklemektedir. Olansky L ve ark ‘nın Tip 2 diyabetlilerde yaptığı çalışmada Rosiglitazonun tek başına veya diğer antidiyabetiklerle kullanımın sonrasında pek çok hastada trigliserid ve HDL-kolesterol seviyesinde düşme ve total ve LDL kolesterol seviyesinde artma gözlenmiştir. Ayrıca HbA1c’de düşme ve kilo alımı saptanmıştır(225). Charles G ve ark’nın tip 2 diyabetli hastalarda yaptığı çalışmada Rosiglitazon tedavisi alan hastalarda total kolesterol, trigliserid ve LDL-C düzeyinde anlamlı yükselme ve HDL düzeyinde düşme saptanmıştır(226). P. Raskin ve ark’nın 303 tip diyabetli hasta üzerine yaptıkları çalışmada açlık kan glukozu, postprandial glukoz, HbA1c, C-peptit ve insülin düzeyinde belirgin düşme saptanmıştır. Total kolesterol, LDL-C ve HDL-C düzeyinde anlamlı yükselme saptanmıştır. TG düzeyinde belirgin bir değişiklik görülmemiştir. Total kolesterol/HDL-C oranında anlamlı bir değişiklik görülmemiştir. Yan etkiler açışından anlamlı bir yükselme görülmemiştir(227). 107 Rosiglitazon kullanımının lipid profili üzerine olan etkisiyle ilgili klinik çalışmalarda farklı sonuçlar ortaya konmuştur. Bazı çalışmalarda HDL-C, TG, Total kolesterol ve LDL-C düzelme saptanmış, fakat başka çalışmalarda ise HDL-C'da düşme saptanmıştır (228-231) Bizim çalışmamızda total kolesterol, trigliserid, LDL, HDl ve VLDL değerlerinde başlangıç değerlerine göre anlamlı değişme saptanmamıştır(p>0.05) . Frank Pistrosch ve ark’nın 19 mikroalbüminürisi olan tip 2 diyabet hastası üzerinde yaptığı çalışmada 12 haftalık tedavi sonrası kontrol gurubuna göre rosiglitazon alanlarda glomerüler filtrasyonda düzelme, albumin atılımında azalma ve NO biyoyararlanımında düzelme gözlenmiştir(232). Çalışmamızda rosiglitazon tedavisi ile proteinüride anlamlı bir düşme saptanmamıştır(p=0.68) . Perry ve ark’nın, uzun süreli takiplerin yapıldığı prospektif kohort çalışmasında, yüksek serum GGT seviyesi ile NIDDM riski arasında kuvvetli dereceli ve bağımsız bir ilişki saptanmıştır. GGT’nin normal larak değerlendirildiği seviyelerde NIDDM riski belirgin olarak yüksek bulunmuştur. Serum GGT düzeyinin, hepatik insülin direncine bağlanabilecek viseral ve hepatik yağlanmanın güvenli ve basit bir göstergesi olabileceği, GGT’nin NIDDM ve kardiyovasküler hastalıktaki risk faktörlerine eklenmesi gerektiği sonucuna varılmıştır. Hem rosiglitazon hem de pioglitazona bağlı ciddi hepatotoksisite bildirilmiş olsa da, bu olgular nadir olup genellikle alkol tüketen ya da asetaminofen gibi diğer hepatotoksik ilaçları fazla miktarda tüketen hastalarla sınırlıdır. Al-Salman ve ark’ı 61 yaşındaki bir hastaya 2 hafta süre ile 4 mg/gün roziglitazon başlamışlar, 2 hafta sonra hastada iştahsızlık,bulantı ve karın ağrısı gelişmiş, yapılan tetkiklerde hepatotoksisiteyi gösteren transaminaz yükseklikleri saptanmıştır. Viral ve toksik sebeplerin ekarte edilmesinden sonra roziglitazon kesilmiş ve hasta tamamen iyileşmiştir. Bonkovsky ve ark’ı ise troglitazon kullanmakta olan bir hastada şiddetli hepatotoksisite gelişmesi üzerine troglitazon yerine roziglitazon 8 mg/gün başlamışlardır. Bu kez hastada belirgin sarılık, orta derecede ALP yüksekliği, hafif 108 düzeyde ALT, AST yüksekliği ile karakterize belirgin kolestatik hepatit gelişmiştir. Ağır karaciğer toksisitesine neden olduğuna dair bilgilerden dolayı troglitazon 2000 yılında piyasadan kaldırılmıştır(233). Hepatotoksisite nedeniyle TZD tedavisine başlamadan önce ve daha sonra tedavinin ilk yılında 2-3 ayda bir KC fonksiyon testleri bakılmalıdır. Karaciğer fonksiyon testleri üst değerin 3 katından fazla yükseldiğinde TZD’lar kesilmelidir. Sıvı tutulumuna sekonder hafif hemoglobin ve hemotokrit düşüklüğü ve plazma hacminde dilüsyona bağlı artışlarda bildirilmiştir. Neuschwander-Tetri BA ve ark.nın Non-alkolik steatohepatiti (NASH) olan 30 hasta üzerinde yapılan çalışmada 4mg rosiglitazon 48 hafta süreyle kullanılmıştır. Tedavi sonrasında insülin direncinde ve ALT seviyesinde belirgin düzelme saptanmıştır(248). Rosiglitazon tedavisi ile İnsülin direncindeki düzelme ile beraber NASH histolojik markırlarında düzelme olması, insülin direncinin bu düzelme ile bağlantılı olduğunu ve NASH tedavisinde önemli olabileceğini gösteriyor. Bizim çalışmamızda AST ve ALT değerlerinde başlangıç değerlerine göre anlamlı değişme olmamıştır(p>0.05). Belirgin bir hepatotoksisite saptanmamıştır. LDH değerleri başlangıç değerlerine göre anlamlı derecede artmıştır(p<0.001). GGT değerleri başlangıç değerlerine göre anlamlı derecede düşmüştür(p<0.001). ALP değerleri başlangıç değerlerine göre anlamlı derecede düşmüştür(p<0.001). ALT değeri normalden yüksek (<3 kat) saptanan 3 hastanın ikisinde ALT değerinde belirgin düşme saptanmıştır. Bu roziglitazonun steatohepatit üzerinde etkili olabileceğini desteklemektedir. Roziglitazonun GGT ve ALP üzerindeki bu etkisinin karaciğerdeki metabolik olaylar , kemikler ve diyabet ile ilişkisinin ortaya konması için daha geniş ve detaylı klinik çalişmalar yapılabilir. WBC, Hgb, platelet ve sedimentasyon değerlerinde başlangıç değerlerine göre anlamlı değişme olmamıştır(p>0.05). MCV değerleri başlangıç değerlerine gore anlamlı derecede artmıştır(p<0.001). Bunun plazma hacmindeki dilüsyona bağlı olabileceği düşünüldü. Sonuç olarak bu çalışma roziglitazon tedavisinin tip 2 diyabetes mellituslu hastalarda; insülin sensitivitesini ve b-hücre fonksiyonlarını artırdığı, açlık kan şekeri ve insulin düzeyini azalttığını ve plazma adiponektin düzeyini artırdığını göstermiştir. 109 Bu sonuçlara göre, rosiglitazon tedavisi alan hastalarda, diyabetin akut ve kronik komplikasyonları önlenebilir. Bir çok çalışmada hipoadiponektineminin insülin direnci, ve diyabet gelişimi üzerindeki rolü gösterilmiştir. Bu nedenle, adiponektinin veya adiponektin sekresyonunu ya da etkisini uyaran ilaçların,insülin direncini azaltarak, özelikle tip 2 diabetes mellitus ve obezite ile iliskili hastalıklara karsı tedaviye yönelik seçeneklerde etkili olabileceği düşünülmektedir . : 110 ÖZET Diabetes mellitus (DM), insülin sekresyonu, insülin etkisi veya her ikisindeki bozukluktan kaynaklanan, hiperglisemi ile karakterize kronik progresif bir metabolik hastalıktır. Daha önce yapılmış bir çok çalışmada diyabetes mellitusda kronik ve düşük dereceli inflamatuar sürecin olduğu ortaya konmuştur. Son yapılan tahminler, 2000 yılı itibariyle dünyada 171 milyon diyabetli hastanın yaşadığı ve bu sayının 2030 yılında 366 milyon olacağı yönundedir. Toplumların çoğunda son dönem böbrek yetersizliği, körlük, travma dışı amputasyonların en önemli nedeni diyabettir. Diyabetli olmayan yaşıtlarına kıyasla diyabetli hastaların kardiyovasküler olay riski 2-4 kat daha yüksektir. Bir çok ülkede diyabet ölüme neden olan hastalıklar arasında 5. sıradadır. Tip 2 DM gelişiminden hem insulin eksikliği hemde insulin direnci sorumludur. Santral bölgede adipoz doku artışının tip 2 DM için önemli bir risk faktörü olduğu bilinmektedir. Tip 2 diyabetlilerde FFA düzeyleri yüksektir ve postprandial durumda insulin tarafından yeterli derecede baskılanamaz. Adipoz doku ,trigiliserid depolayan bir enerji kaynağı olmanın ötesinde çok sayıda inflamatuar sitokinler, peptidler ve hormonların sentezlenip salgılandığı aktif bir endokrin organdır. Adipoz doku tarafından sentezlenen 247 aminoasitten oluşan ve 30 kDa büyüklüğünde olan ve serum düzeyi 5-30 μg/ml arasında olan adiponektinin obezlerde ve insülin direnci gelişenlerde plazma seviyesi düşüktür. İn vivo koşullarda, kronik uygulamalarda, adiponektin enjeksiyonlarının, plazma serbest yağ asidi miktarını azalttığı görülmüştür. Adiponektinin insülin direncini birçok dokuda düzelttiği de saptanmıştır. İn vitro çalışmalarda, endotelyal hücreler ve makrofajlarda antiinflamatuar, anti-aterojenik ve antidiabetic özellikleri gösterilmiştir. Bu özelliklerinden ötürü erken dönem aterosklerozda protektif rol almaktadır. Adiponektin üretimi PPARγ agonistleri ile uyarılır . Rosiglitazon PPAR-γ reseptör agonistidir. PPAR-γ‘nın enflamatuar genlerin ekspresyonu üzerinde üzerinde doğrudan etki inhibitör göstererek etkisi vardır. TZD’ler vasküler düz kaslar endotel fonksiyonunu düzeltmekte ve aterosklerotik damar hastalığını baskılamaktadır. Rosiglitazon insülin direncini azaltır 111 ve adiponektin düzeyini artırır. hastalarda Roziglitazon Biz bu çalışmamızda yeni tanı tip2 diyabetli kulanımının insulin direnci,adiponektin ve diğer parametrelerle ilişkisini değerlendirmeyi amaçladık . Çalışmaya 10’u erkek, 26’sı kadın toplam 36 yeni tanı tip 2 diyabetik hasta alındı. Çalışmamızda kontrol parametreleri olan HbA1c (p<0.01), insülin değerleri (p<0.01), AKŞ (p<0.001) ve HOMA-IR (p<0.001) değerleri başlangıç değerlerine göre anlamlı derecede düşmüştür. Hastaların parametreleri değerlendirildiğinde yapılmış olan klinik çalışmalara uygun olarak yeni tanı tip 2 diyabet tedavisinde tek başına roziglitazon kulanımının regülasyon için yeterli olduğunu gösterdi. Rosiglitazon kulanımının lipid profili üzerindeki etkisi ile ilgili değişik klinik çalışmalarda farklı sonuçlar ortaya konmuştur. Bizim çalışmamızda total kolesterol, triglierid, LDL, HDL ve VLDL değerlerinde başlangıç değerlerine göre anlamlı değişme olmamıştır(p>0.05). 3.ay HsCRP değerleriyle HOMA-IR ve LDL değerleri arasında zayıf derecede pozitif korelasyon saptanmıştır(r=0,40 ve r=0.49). Bizim çalışmamızda AST ve ALT değerlerinde başlangıç değerlerine göre anlamlı değişme olmamıştır(p>0.05). Belirgin bir hepatotoksisite saptanmamıştır. LDH değerleri başlangıç değerlerine göre anlamlı derecede artmıştır(p<0.001). GGT değerleri başlangıç değerlerine göre anlamlı derecede düşmüştür(p<0.001). ALP değerleri başlangıç değerlerine göre anlamlı derecede düşmüştür(p<0.001). Roziglitazonun GGT ve ALP üzerindeki bu etkisinin karaciğerdeki metabolik olaylar , kemikler ve diyabet ile ilişkisinin ortaya konması için daha geniş ve detaylı klinik çalişmalar yapılabilir. WBC, Hgb, platelet ve sedimentasyon değerlerinde başlangıç değerlerine göre anlamlı değişme olmamıştır(p>0.05). MCV değerleri başlangıç değerlerine göre anlamlı derecede artmıştır(p<0.001). Bunun plazma hacmindeki dilüsyona bağlı olabileceği düsünüldü. Bizim sonuçlarımıza göre de, 12 haftalık tedavi sonrasında hastalarımızda adiponektin düzeyinde yükselme elde edilmiştir. Daha önceki yayınlarda; erkeklerin kadınlara oranla iki ile üç kat daha düşük adiponektin seviyelerine sahip olduğunu göstermiştir . Bizim çalışma grubumuzda adiponektin düzeyleri ile cinsiyet arasında bir ilişki saptanmamıştır . Daha önce yapılan çalışmalarda adiponektinin; insülin 112 direnci, BMI, bel çevresi, AKŞ, TKŞ, T.KOL., LDL, TG, SKB, DKB ile negatif korelasyonu, HDL düzeyi ile pozitif korelasyonu gösterilmiştir. Bizim çalışmamızda ise, bu parametrelerle adiponektin arasındaki ilişkisaptanmamıştır. Sonuç olarak adiponektin yağ dokusundan kaynaklanan bir adipositokindir ve bir çok çalışmada hipoadiponektineminin insülin direnci, diyabet gelişimi üzerindeki rolü gösterilmiştir. Adiponektin seviyelerinin monitörizasyonu tip 2 diabet ve obezite için önemli bir markırdır. Ayrıca TZD uygulaması gibi adiponektin seviyelerini artıran metodların bu hastalıkların tedavisinde etkili olabilecekleri görülmektedir. : 113 SUMMARY Diabetes mellitus is a chronic progresif metabolic disorder that share the phenotype of hyperglycemia and caused by either decreased effect of insülin or/and reduced secretion of insülin. According to studies, in 2000, there were 171 million diabetic patient in the world and it will reach 366 million people in 2030. DM is the leading cause of end-stage renal disease(ESRD), nontraumatic lower extremity amputations and adult blindness. Cardiovasculer risc of diabetic patient is 2-4 times more than nondiabetic patient. DM is the fifth common cause of death in most of countries. İnsülin resistance and/or impaired secretion give rise to hyperglycemia in DM. Level of free fatty acid is high in DM and not supressed by insülin postprandially. Adipose tissue is not only store of energy and also secrete a variety of inflamatuar cytokines,peptides and hormones. Adiponectin is a 30-kDa adipocyte protein and consist of 247 aminoacids. Plasma level of adipocyte is 5-30 qg/ml and lower plasma levels are documented in obes and insülin resistant patient. In vivo, chronic injection of adiponectin decrease level of free fatty acids. In vitro studies, adiponectin has anti-atherogenic, antiinflamatuar and anti-diabetic functions. PPAR-Y agonists stimulates secretion of adiponectin. Rosiglitasone is agonist of PPAR-Y receptor. PPAR-Y inhibits expression of inflammatory genes. Thiazolidinedions improve endotelial function and decrease atherosclerotic vascular disease. Rosiglitasone decrease insulin resistance and adiponectin level. In our study ,we look at the correlation of insülin resistance and adiponectin level with several parameters in newly diagnosed type 2 diabetic patients. 36 diabetis patients were included in this study. HA1C(p<0.01), fasting plasma glucose level(p<0.01) and HOMA-IR(p<0.01) were decreased after rosiglitasone treatment.This shows that rosiglitazon treatment is appropiate for glucose regulation. 114 There are different results related to effect of insulin on lipid profile. In our study ,no change found in level of total cholesterol,Tg,HDL,LDL and VLDL after treatment(p>0.05). Positive correlation was observed between third month hsCRP level and HOMA-IR/LDL (r=0.40and r=0.49,respectively). No significant change was observed in AST and ALT level(p>0.05). Hepatotoxicity was not seen. Increase of LDH and decrease of GGT and ALP were observed. Further studies on effect of rosiglitazon on liver and bone warrented. No significant change was observed in WBC, Hgb, platelet and sedimentation (p>0.05). MCV was increased after third month of treatment. This increase may be related to hemodilution. After 12 weeks of treatment, increase of plasma adiponectin level was observed. In previous studies, it was reported that men have higher level of adiponectin than women. We didn’t found any relation between adiponectin level and sex. Also, we did not found any relation between adiponectin level and insülin resistance, BMI, waist circumference, fasting-postprandial plasma glucose level, total kolesterol, LDL and TG. In conclusion, rosiglitazon improve insulin sensitivity and function of beta cell, decrease fasting plasma glucose and insulin level and increase adiponectin level. As hypoadiponectinemi is related to insülin resistance and development of DM, drugs that increase plasma level and function of adiponectin is a choice for treatment of diabetes mellitus and obesity. 115 KAYNAKLAR 1. İç Hastalıkları, İliçin G, Biberoğlu K, Süleymanler G, Ünal S, Güneş kitapevi, 2003, S:2279 2. Erdoğan G, Koloğlu endokrinoloji temel ve klinik 2. baskı, MN Medikal- Nobel 2005: 342-343 3. Zimmet P, Doe G, Finch C, King H. The epidemiology and natural history of NIDDM–lesson from South Pasific. Diabetes Metabo Rev 1990;6:91-124. 4. Zimmet P, Taft P, Thoma K. The high prevalence of Diabetes mellitus on a central Pasific Island.1997; Diabetologia 13:111-115. 17) 5. Narayan KM, Boyle JP, Thompson TJ, Lifetime risk for DM in the United States. JAMA 2003;1884-1890 6. Zimmet P. Challenges in Diabetes epidemiology –from west to the Rest.Diabetes Care 1992; 15:232-5213. 7. Zimmet P, Dowse G, Finch C, King H. The epidemiology and natural history of NIDDM –lessons from South Pasific.Diabetes Metabo Rev 1990; 6:91 124. 8. Satman I, Yılmaz MT, and TURDEP group. Population-Based Study of Diabetes and Risk Characteristics in Turkey: Results of the Turkish Diabetes Epidemiology Study (TURDEP). Diabetes Care 2002; 25:1551- 155620) 9. İç Hastalıkları, İliçin G, Biberoğlu K, Süleymanler G, Ünal S, Güneş kitapevi, 2003, S:2279-2280 10. The Expert Committe on the diagnosis and classification of DM :Diabetes Care 2004:27(suppl.1):S5-22) 11. İç Hastalıkları, İliçin G, Biberoğlu K, Süleymanler G, Ünal S, Güneş kitapevi, 2003, S:2279-2291) 12. Satman İ, DM tanı ve izleminde yeni kriterler, Türkiye klinikleri Journal of ınternal Medical Sciences 2007, 3(3):1-1524) 13. Altuntaş Y, Diabetes HerYönüyle Mellitus’un Tanımı, Tanısı ve Sınıflanması, Diabates Mellitus, Ed:Yenigün M, Altuntaş Y, Nobel TıpKitabevleri;2001 51-62 14. Molvalılar S, Alp H. Endokrin Hastalıklar. Bayda Yayınları, İstanbul, 1987: 207-296 116 15. Orhan Y. Diabetes Mellitus, Endokrinoloji Metabolizma ve Beslenme Hastalıkları. Ed: Sencer E, Nobel Tıp Kitabevleri, İstanbul 2001: 247-286 16. Reaven G, Strom T, Tip 2 Diyabet Sorular ve Cevaplar, Çev. ed: Satman İ Merit Publishing International; 2003: 17-35 17. İmamoğlu Ş, Yılmaz MT, Yılmaz C. Diabetes Mellitus 2000, Mayıs 2000 İstanbul: 37-4729) 18. Yenigün M. Diabetes Mellitus’ un Fizyopatolojisi. in: Yenigün M, Altuntaş Y (eds): Her yönüyle Diabetes Mellitus. Nobel Tıp Kitapevi, İstanbul 2001; (1):85- 129. 19. Shulman G. Cellular mechanisms of insulin resistance in humans. Am J Cardiol 1999; 84:3J-10J. 20. Robins Temel Patoloji Türkçe çevirisi, Çevikbaş U, 2003 :642-65432) 21. Busehard K, Danisbo P, Röpke C. Activated CD4 + and CD8+T lymphocyet in newly diagnosed Diabetes mellitus. N Eng J Med 1986; 315:1360-68, 22. Zimmet PZ, Tuomi T, Mackay R, Rowlwy MJ, Knowles W, Cohen M, Lang DA:Latent autoimmune diabetes mellitus in adults(LADA):the role of antibodies to glutamic asid decarboxylase in diagnosis and prediction of insulin dependency .Diabet Med 11:299-303,1994 23. Banerji M, Lebovitz H:Insulin sensitive and insulin resistant variants in IDDM. Diabetes38:784-792,1989 24. Barnett AH, Eff C, Leslie RDG, Pyke DA: Diabetes in identical twins. Diabetologia 20:87-93,1981 25. Reaven G, Strom T, Tip 2 Diyabet Sorular ve Cevaplar, Çev. ed: Satman İ, Merit Publishing International; 2003: 17-35 26. De Fonzo RA. Pathogenesis of type 2 diabetes: Metabolic and molecular implications for identifying diabetes genes. Diabetes Rev 1997; 5(3): 177-269 27. Aslan M. Diabetes Mellitusta Tanı ve Sınıflandırma. İliçin G, Biberoğlu K, Süleymanlar G, Ünal S. İç Hastalıkları, 2. baskı. Güneş Kitabevi, 2003; 2: 2279-2295 28. Reardon W, Ross RJM, Sweeny MG. Diabetes mellitus associated with a patogenic point mutation in mitocondrial DNA. Lancet 1992; 340: 1376-1379 117 29. Goldstein JB, Müller-Wieland D. Tip 2 Diyabet. (Çev. ed: Akman C), A. Martin Dunitz London and New York, 1. baskı, 2004 30. Pahor M, Psaty PM, Furberg CD. (1998) New evidence on the prevention of cardiovascular events in hypertensive patient with Type 2 diabetes . N Engl J Med 348: 883 893 31. Scott M. Grundy, MD, PhD, Chair; James I. Cleeman, MD, Co-Chair; Stephen R. Daniels, MD, PhD; Karen A. Donato, MS, RD; Robert H. Eckel, MD; Barry A. Franklin, PhD; David J. Gordon, MD, PhD, MPH; Ronald M. Krauss, MD; Peter J. Savage, MD; Sidney C. Smith, Jr, MD; John A. Spertus, MD; Fernando Costa, MD. Diagnosis and Management of the Metabolic Syndrome. Circulation. 2005;112:2735- 2752. 32. Reaven GM. Role of insulin resistance in human disease. Diabetes 1988;37:1595-1607. 33. Scott M. Grundy, MD, PhD, Chair; James I. Cleeman, MD, Co-Chair; Stephen R.Daniels, MD, PhD; Karen A. Donato, MS, RD; Robert H. Eckel, MD; Barry A.Franklin, PhD; David J. Gordon, MD, PhD, MPH; Ronald M. Krauss, MD; Peter J.Savage, MD; Sidney C. Smith, Jr, MD; John A. Spertus, MD; Fernando Costa, MD.Diagnosis and Management of the Metabolic Syndrome. Circulation. 2005;112:2735-2752. 34. Oğuz A.: Diabetes mellitus ve ateroskleroz. Ed. Yenigün M., Her yönüyle diabetesmellitus. 2. Basım, Nobel tıp kitapevi, İstanbul, 2001, s.697-711. 35. Altuntaş Y.: İnsülin direnci ve ölçüm metodları. Ed. Yenigün M., Her yönüyle diabetes mellitus. 2. Basım, Nobel tıp kitapevi, İstanbul ,2001,s.839-852 36. Altuntaş Y.: İnsülin direncinde tanı testleri. Klinik Aktüel Tıp metabolik sendrom özelsayısı. İstanbul, Mayıs 2005:12-18 37. Altuntaş Y.: İnsülin direnci ve ölçüm metodları. Ed. Yenigün M., Her yönüylediabetes mellitus. 2. Basım, Nobel tıp kitapevi, İstanbul, 2001, s.839852. 38. Altuntaş Y.: İnsülin direncinde tanı testleri. Klinik Aktüel Tıp metabolik sendrom özelsayısı. İstanbul, Mayıs 2005:12-18 39. Matthews DR, Hosker JP, Rudenski AS, Naylor BA, Treacher DF, Turner RC:Homeostasis model assessment:insulin resistance and beta-cell function from fastingplasma glucose and insulin concentrations in man. Diabetologia 28:412–419, 1985 118 40. American Diabetes Association. Diagnosis and Classification of Diabetes Mellitus. Diabetes Care; 28(Suppliment 1): January 2005 41. Kumbasar AB. Bozulmuş Glikoz Toleransı, Bozulmuş Açlık Glikozu. Ed: Altuntaş Y, Yenigün M. Her Yönüyle Diabetes Mellitus. Nobel Tıp Kitabevleri, 2.baskı. 2001: 236-245 42. Burant CF : Medical Management of Type Two Diabetes 5th.Ed. American DiabetesAssociation 2004 43. İliçin G, Biberoğlu K, Süleymanler G, Ünal S, İç Hastalıkları, Güneş kitapevi, 2003, S:2311-2331 44. İmamoğluŞ.Diabetes Mellitus. Ed. Dolar E, İçHastalıkları, Nobel&Güneş Tıp Kitabeviİstanbul; 2005: 692-7 45. Braunwald E, Fauci AS, Kasper DL, Hauser SL, Longo DL, Jameson JL. Diabetes Mellitus. Harrison İç Hastalıkları Prensipleri, 15. edisyon. Çev. ed: Sağlıker Y. Nobel Tıp Kitabevleri 2004; 2: 2109-2138 46. Satman İ, DM tanı ve izleminde yeni kriterler, Türkiye klinikleri Journal of ınternal Medical Sciences 2007, 3(3):1-15 47. Taskiran M; Feldt Rasmussen B; Jensen GB; Jensen JS: Urinary albumin excretion in hospitalized patients with acute myocardial infarction: Scand Cardivasc j, 32(3): 163-6; 1998 48. Mogensen CE. Microalbuminuria, Blood Pressure and Development on İdeas. Diabetologica 1999;41:736741 49. Rutter MK, Mc Comb JM, Brady S, Marshall SM; Silent myocardial ischemia and microalbuminuria in asymptomatic subjects with non-insulin dependent diabetes mellitus: Am J Cardiol 83(1): 27-31; 1999 50. Gaade P, Vedel P, Larsen N et al. Multifactorial intervention and cardiovascular disease in patients with type 2 diabetes. N Engl J Med 2003;348:383-393 51. Çakır N, DM ve ateroskleroz iliksisi, Türkiye klinikleri Journal of ınternal Medical Sciences 2007, 3(3): 61-67 52. Fuller JH, Shipley MJ, et al: Coronary heart disease risk and impaired glucose tolerance. Lancet 1980:11: 1373-1376. 53. Laakso M, Lehto S: Lipids and lipoproteins predicting coronary disease mortality and morbidity in patients with heart non-insulin- dependent diabetes. Circulation 1993;88 : 1421-1430. 119 54. Das UN. Metabolic syndrome X: an inflammatory condition. Current Hypertension Reports 2004;6:66-73. 55. Abramson JL, Weintraub WS, Vaccarino pulse pressure and C-reactive protein V. among Association apparently between healthy US adults. Hypertension 2002;39:197-202. 56. Devaraj S, et al. Metabolic syndrome: an appraisal of the pro- inflammatory and procoagulant status. Endocrinol Metab Clin N Am 2004; 33: 431-453. 57. Chobanian AV, Haudenschild CC: Antiatherogenetic effects of captopril in teh Wattanabe heritable hyperlipidemic rabbit. Hypertension 1990; 5 :327331. 58. Festa A, D'Agostino R, Howard G. Mykkanen L, Tracey RP, Haffner SM. Chronic subclinical inflammation as part of the insulinresistance syndrome. Circulation 2000:102:4259. Diabetes Control and Complications Trial Research Group: the effect of intensivetreatment of diabetes on the development and progression on long term complications of insulin-dependent diabetes mellitus. N Engl J 1993;329:927 60. Turner RC, Holmann RR, Cull CA, et al. Intensive blood-glucose control with sulphonyureas or insulin compared with conventional treatment and risk of complications in patients with type 2 diabetes(UKPDS 33). Lancet 1998;352837 61. TİP 2 diyabet, Pre-Diyabet ve Metabolik sendrom: Birinci basamak Tanı ve tedavi Rehberi RONALD ACODARİO, 2005:41-54 62. Scarlett JA, Gray RS, GriffinJ, Olefsky JM, Kolterman OG:İnsülin teatment reverses the insülin resistance of type IIdiabetes mellitus .Diabetes Care 5:353-363,1982 63. Paruklar AA, Pendergrass ML, Granda-Ayala R;Lee TR, Fonseca VA, (2001) Nonhypoglycemic effectof TZD. Ann Intern Med134:61-71 2j) -TİP2 diyabet, Pre-Diyabet ve Metabolik sendrom: Birinci basamak Tanı ve tedavi Rehberi RONALD ACODARİO, 2005, S:82-89 64. TİP 2 diyabet, Pre-Diyabet ve Metabolik sendrom: Birinci basamak Tanı ve tedavi Rehberi RONALD ACODARİO, 2005:82-89 120 65. Malinowski JM, Bolesta S (2000) Roziglitazone in the treatment of Tip 2 DM: a critical reviev. Clin ther 22:1151-1168 66. Lebovitz HEKreider M, Freed Mİ. (2002) Evalation of liver function in Tip 2 diabetic patient during clinical trials: evidence of roziglitazone does not cause hepatic diesfonction. Diabetes Care 25: 815-821 67. Grundy SM. (2002) Obesity, Mettabolc syndrome, and coronary atherosclerozis. Circulation 1005:2696-2698 68. Hansson L .(1998) Effects of intensive blood-pressure lowering end lowdose aspirine in patient vith HT:HOT randomised treal.HOT study grube. Lancet351:1755-1762 69. Ridker PM, Hennekens CH, Buring JE, Rifai N. (2000) CRP and other markers of inflammation in the predicition of cardiovasculear disease in women. N ENgl J Med 342:836-843 70. MurataT, Hata Y, İshibashi T, et al.(2001) Responseof experimental retinal neovascularization to TZDArch ofthalmol119:709-717 71. Pahor M, Psaty PM, Furberg CD. (1998) New evidence on the prevention of cardiovascular events in hypertensive patient with Type 2 diabetes . N Engl J Med 348: 883 893 72. Bailey CJ.New pharmacologicalapproachesto glycemic control.Diabet Rev 1999;7:94-113 73. Drucker DJ,Nauck MA.The incretin system.glucagon –like peptide-1 receptor agonists and dipeptidyl peptidase-4 inhibitors in type 2 diabetes.Lancet 2006;368:1696-705 74. Cefalu WT.Pharmacotherapy for treatment of patient with type 2 diabetes mellitus:rationale and specific agents.clinical Pharmacol Ther 2007;81:63649 75. AACE diabetes Mellitus guidlines .Endocr Pract 2007;13(Suppl 1):16-30 76. Buse JB,Weyer C,Maggs DG.Amylin replacement with pramlintide in type 1 and type 2 diabetes :a physiological approach to overcome barriers with insülin therapy.Clin diabetes 2002;20:137-44 77. Hollander PA,Levy P,Fineman M,et al.Pramlintide as an adjunct to insulin therapy improves long term glycemic and weight control in patients with type 2 diabetes:a 1 year randomized controlled trial.diabetes care 2003;26:78490 121 78. Mudaliar SR,Lindberg FA,Joyce M,et al.Insulin aspart (B28 asp-Insulin):a fast acting analog of human insulin.Diabetes Care 1999;22:1501-6. 79. Cohen A,Horton ES.Progress in the treatment of type 2 diabetes :new pharmatological approaches to improve glycemic control.Curr Med res Opin 2007;23.905-17 80. Satman İ, DM tanı ve izleminde yeni kriterler, Türkiye klinikleri Journal of ınternal Medical Sciences 2007, 3(3):1-15 81. Schling P,Loffler G. Cross talk between adipose tissue cell, impact on pathophysiology. News Physiol Sci. 2002; 17 : 99-104 82. Wickelgren I. Obesity : How big a problem? Science1998; 280 : 1364-13643. Goldstein B J. Insulin resistance as the care defect in type 2 diabetes mellitus. Am J Cardiol 2002; 90(suppl) : 3G-10G 83. Goldstein B J. Insulin resistance as the care defect in type 2 diabetes mellitus. Am J Cardiol 2002; 90(suppl) : 3G-10G 84. Lopez F. Pharmacological treatment of obesity.Drugs 2002; 62(6) : 91594444. 85. Ergun A, Leptin(ob Protein), Turkiye Klinikleri Tıp Bilimleri Dergisi 1999,19(2) : 130-136 86. Steppan CM, Lazar MA. Resistin and obesity-associated insulin resistance. Trends in Endocrinology & Metabolism 2002; 13(1) : 18-23 87. Fruhbeck G, J Gomez-Ambrosi, FJ Muruzabal, M A Burrell. The adipocyte : a model for integration of endocrine and metabolic signalling in energy metabolism regulation. Am J Physical Endocrine Metal 2001. 280 : E827E847 88. Caro JF, Sinha MK,Kolaczynski JW, Zhang PL, Considine RV. Leptin : The tale of an obesity gene,Diabetes 1996 45 : 1455-1462 89. Montague C T, S O’Rahilly Causes and Consequences of visceral adiposity. Diabetes 2000 ;49 : 883-888 90. Miller W H, IM Faust, A C Goldberger, J Hırsch.Effects of severe long-term food deprivation and refeeding on adipose tissue cells in the rat. Am J Pysiol 1983 245 : E74-E80 91. Fried S K, D A Bunkın, A S Greenberg. Omental and subcutaneous adipose tissues of obese subjects release interleukin-6 : depot difference and regulation by glucocorticoid. J Clin Endocrinol Metab 1998 83 : 847-850 122 92. Reynısdottır S, M Dauzats, A Thorne, D Langın Comparison of hormonesensitive lipase activity in visceral and subcutaneous human adipose tissue. J Clin Endocrinol Metab 1997;82 : 4162-4166 93. Young B, JW Heath. Wheaters functional histology a text and color atlas Churchill Livingstone 2000 : 74 94. Warden N A S, C H Warden. Biological influences on obesity. Paediatric Clinics of North America 2001; 48(4) : 879-891 95. Mohammed-Ali V, S Goodrick, A Rawesh, D R Katz, J M Miles, J S Yudkin, S Klein, S W Coppack.Subcutaneous adipose tissue releases interleukin-6 but nat Tumour necrosis factor- , in vivo. J Clin Endocrinol Metab 1997; 82 : 4196-4200 96. Kayaalp SO. Rasyonel Tedavi Yonunden Tıbbi Farmakoloji, Hacettepe- Taş, 1998, 2. Cilt, 8. Baskı:1241 97. Wiecek A, F Kokot, J Chudek, M Adamczak. The adipose tissue a novel endocrine organ of interest to the nephrologist. Nefrol Dial Transplant 2002; 17 :191-195 98. Berger A. Resistin : a new hormone that links obesity with type 2 diabetes, BMJ 2001; 322 : 193 99. Schwartz MW, Woods SC, PorteJrD, SeeleyRJ, Baskin DG. Central nervous system control of food intake. Nature 2000, 404 : 661-671 100.Haugen F, Jorgensen A, Drevon CA, Trayhurn P.Inhibition by insulin of resistin gene expression in 3T3-L1 adipocytes. FEBS Letters 2001;507 : 105-108 101.Shuldiner AR, Yang R, Gong DW. Resistin, Obesity, and Insulın Resıstance The emerging role of the adipocyte as an endocrine organ. N Engl J Med 2001, 345(18) : 1345-134666. Stumvoll M, H Haring The peroxisome proliferatoractivated receptor- 2 pro 12Ala polymorphism Diabetes 2002 ; 51 : 2341-2347 102.Spiegelman BM.Obesity and the regulation of energy balance.Cell2001;104 : 531-543 103.Stephan N,Stumvoll M 2002 Adiponectin-itsrole in metabolism and beyond.Horm Metab Res 34:469-47414. Wiecek A,f Kokot, J Chudek, M Adarnczak. 123 104.The adipose tissue a novel endocrine organ of interest to the nephrologist. Nefrot Dial Transplant 2002; 17 :191-195 105.Frühbeck G, J Gomez-Ambrosi, FJ Muruzabal, MA Burrell. The adipocyte : a model for integration of endocrine and metabolic signalling in energy metabolism regulation. Am J Physical Endocrine Metal 2001. 280 : E827E847 106.Macda K, Okubo K, Shimomura I, Funahashi T, Matsuzawa Y &Matsubara K. cDNA cloning and expression of a novel adipase specific collagen-like factor, apMl (adipose most abundant gene transcript 1).Biochemical and Biophysical Research Communications 1996 221 286-289. 107.Scherer PE, Williams S, Fogliano M, Baldini G & Lodish HF.A novel serum protein Similar to Clq, produced exclusively in adipocytes. Journal of Biological Chemistry 1995 270 26746-26749. 108.Hu E, Liang P & Spiegelman BM. AdipoQ is a novel adipocytespecific gene dysregulated in obesity: Journal of Biological Chemistry 1996,271 1069710703. 109.Takahashi M, arita Y, Yamagata K, Matsukawa Y. Okutomi Horie M et aL Genomic stracture and mutations In adipose specific gene, adiponectin.. International Journal of Obesity 2000 24 861-868.. 110.Kishore U & Reid KB. Clq: structure, function, and receptors. Immunopharmacology 2000 49 159-170. 111.Shapiro L&Scherer PE.The crystal structure of a complement family protein suggests an evolutionary link to tumor necrosis factor.. Current Biology 1998 8 335- 338. 112.Arita Y. Kihara S. Ouchi N. Takahashi M. Macda K. Miyagawa J et al. Paradoxical decrease of an adipocyte specific protein,Adiponectin in obesity.Biochemical and Biophysical Research Comunications 1999 257 7983. 113.Ouchi Nt Kihara S, arita Y, Macda K. Kuriyama H. Okamoto Y et al. Novel modulator for endothelial adhesion molecules: adipocyte-derived plasma protein adiponectin. Circulation 1999 100 2473-2476. 124 114.Ouchi N, Kihara S, Arita y, Okamoto ~ Macda K. Kuriyama H et al.Adiponectin, adipocyte-derived plasma protein, Inhibits endothelial NFKBsignaling through cAMP-dependent pathway. Circulation 2000 102 1296-1301. 115.Yokota T, Oritani K, Takahashi i. Ishikawa J, Matsuyama A, Ouchi N et aL. Adiponectin, a new member of the family of soluble defense collagens, negatively regulates the growth of myelomonocytic progenitors and the functions of macrophages. Blood 2000 96 1723-1732. 116.Matsuda M, Shimomura I, Sata M, Arita Y, Nishida M, Macda N et. al. Role of adiponectin hi preventing vascular stenosis. The missing link of adipovascular axis. Journal.of Biological Chemistry 2002 277 37487-37491. 117.Statnick MA, Beavers LS, Conner LJ, Corominola R, Johnson D, Hammond CD et al. Decreased expression of apM1 in omentaland subcutaneous adipose tissue of humans with type 2 diabetes.International Journal of & reproduction and Diabetes Research 2000 1 51- 58. 118.Macda N, Shimomura i, Kishida K, Nishizawa H, Matsuda M,Nagaretani H et al. Diet-induced insulin resistance in mice laeking adiponectin/ACRP30. NatureMedicine 2002 8 731-737 119.Nadler ST,Stoehr JP, Schueler KL,Tanimoto G,YandelI BS&Attic AD. The expression of adipogenic genes is decreased in obesityand diabetes mellitus. PNAS 2001 97 11371-11376. 120.Fruebis J, Tsao TS, Javorsehi S, Ebbets-Reed D, Erickson MR, Yen FT et al. Proteolitic eleavage product of 30-kDa adipocyte;complement reIated protein increases fatty acid oxidation inmuscle and causes weight loss in mice. PNA.s 2001 98 2005-2010. 121.Yamauchi T, Kamon I, Minokoshi y, lto y, Waki h, Uchida S et al .Adiponectin stimulates glucose utilization and fatty-acid oxidation by activating AMP-activated protein kinase. Nature Medicine 2002 8 12881295. 122.Wang Y,Xu A, Knight C, Xu LY&Cooper Gj. Hydroxylation and glycosyIation of the four conserved lysine residues in the collagenousdomain of adiponcctin. Potential role in the modulation ofits insulin-sensitizing activity. Journal of BiologiCal Chemistry2002 277 19521-19529. 125 123.Ma K, Cabrero A, Saha PK, Kojima H, Li L Chang BH et aL Incrcased b oxidation but no insuIin resistance or glucose intolerance in mice Iacking adiponectin. Journal.of Biological Chemistry 2002 277 34658-34661. 124.Yamauchi T,Kamon J, Waki H, Terauchi Y Kubota N,Hara Ket al.The fatderived hormone adiponectin reverses insulin resistance associated with both lipoatrophy and obesity; Nature Medicine 2001 7 941-946. 125.Halleux CM, Takahashi M, Delporte ML, Detry R. Funahashi T,Matsuzawa Y et al Secretion of adiponectin and regulation of apMl gene expression in human visceral adipose tissue.Biochemicaland BIophysical Research Communications 2001 288 1102-1107. 126.Stefan N, Vozarova B, Funahashi T, Matsuzawa Y,Weyer C,Lindsay RS et al. Plasma adiponectin concentrations associatedwith skeletal muscle insulin receptor tyrosine phosphorlation.and low plasma concentration precedes a decrease in whole bodyinsulin sensitivity in humans. Diabetes 2002 51 1884-1888. 127.Kazumi T, Kawaguchi A, Sakai K, Hirano T & Yoshino G. Young men with high-normal blood pressure have lower serum adiponectin, smaller LDL size, and higher elevated heart rate than that with optimal blood pressure. Diabetes Care 2002 25 971-976. 128.Yamamoto Y, Hirose H, Miyashita K, Nishikai K, Saito L Taniyama M et al. PPARgamma2 gene Pro12Ala polymorphism.may influence serum level of an adipocyte-derived protein, adiponectin in the japanese population. Metabolism1 2002 51 1407-1409. 129.Ouchi N, Kihara S, Arita Y, Nishida M, Matsuyama A. Okamoto Y et al. Adipocyte-derived plasma protein, adiponectin, suppresses lipid accumuIation and class A scavenger receptor expression in human monocyte-derived macrophages. Circulation 2001 103 1057 ,.1063. 130.Arita Y, Kihara S, Ouchi N, et al. Paradoxical decrease of an adiposespecific protein, adiponectin, in obesity. Biochem Biophys Res Commun 1999;257:79-83. 131.Nishizawa H, Shimomura I, Kishida K, et al. Androgens decrease plasma adiponectin, an insulin-sensitizing adipocyte- derived protein. Diabetes 2002;51:2734-41. 126 132.Hulver MW, Zheng D, Tanner CJ, et al. Adiponectin is not altered with exercise training despite enhanced insulin action. Am J Physiol Endocrinol Metab 2002;283:E861-5.Hotta K, Funahashi T, Arita Y, Takahashi M, Matsuda M, yamoto Y et al. Plasma concentrations of a novel adiposespecific protein, adiponectin, in type 2 diabetic patients. Arteriosclerosisand Thrombosis vaskuler Biology 2000 20 1595 -159 9. 133.Nishizawa H, Shimomura I, Kishida K, Macda N, Kuriyama H,Nagaretani H et al. Androgens decrease plasma adiponectin. An insulin-sensitizing adipocyte-derived protein. Diabetes 2002 51 134.Weyer C, Funahashi T, Tanaka S, Hotta K, Matsuzawa Y,Pratley RE et aL Hypoadiponectinemia in obesity and type 2 diabetes: close association with insulin resistance and hyperinsulinemia.Journal of Clinical Endocrinology and Metabolism2001 86 1930-1935. 135.Lidsay RS, Funahashi T, Hanson RI, Matsuzawa Y, Tanaka S,Tataranni PA et al. Adiponectin and development of type 2 diabetes in the Pima Indian population. Lancet 2002 360 57-58. 136.Lihn AS., Ostergard T, NyhoIm B, Pedersen SB, Richelsen B &Schmitz O. Adiponectin mRNA expression in subcutaneous adiposem tissue is reduced in first.-degree relatives of type 2 diabetic patients. American Journal of Physigology. Endocrinology and MetaboIism 2003 284 E443-E448. 137.Kissebah AH, Sonnenberg GE,Myklebust J, Goldstein M, Broman K,James RG et al. Quantitative trait loci on chromosomes 3 and 17 Influence phenotypes of the metabolic syndrome. PNAS 2000 97 14478-14483. 138.Stumvoll M, Tschritter 0, Fritsche A, Staiger H, Reen W, Weisser M et al. Assoclation of the T-G polymorphism In adiponectin (exon 2) with obesity and insulin sensitivity: interaction with Family history of type 2 diabetes.Diabetes 2002 51 37-41 139.Hara K,Boutin E Mori Y,Tobe K,Dina C,Yasuda K,et al.Genetic variation In the gene encoding adipone ctin is associated with an increased risk of type 2 diabetes in the Japanese population. Diabetes 2002 51 536- 540. 140.Menzaghi.C, Ercolino T, Di Paola R. Berg AH,Warram JH, Scherer PE et al. A haplotype at the adlponectin locus in associated with obesity and other features of the insuIin resistance syndrome~Diabetes 2002 51 2306-2312. 127 141.Nishizawa H, Shimomura I, Kishida K, Macda N, Kuriyama H,Nagaretani H et al. Androgens decrease plasma adiponectin. An insulin-sensitizing adipocytederived protein. Diabetes 2002 51 142.Vasseur F,Helbecque N,Dina C, Lobbens S, Delannoy V,Gaget S et al. Single-nucleotid polymorphism haplotypes in the both proximal promotor and exon 3 of the APMl gene modulate adipocyte-secreted adiponectin hormone levels and contribute to the genetic risk for type 2 diabetes in French Caucasians.Human and molekuler genetics 2002 11 2607-2614. 143.Matsuzawa Y, Funahashi T&Nakamura ~ Molecular mechanism of metabolic syndrome X: contribution of adipocytokines adipocte-derived bioactive substances. Annals of the New York Academyof Sciences~1999 892 146154. 144.Hrose H, Kawai T. Yamarnoto _Y.Taniyama M,Tomita M. Matsubara K et al. Effects of piogIitazone on metabolic parameters.body fat distribution. and serum adiponectin levels in Japanese male patients with type 2 diabetes. Metabolism 2002 51 314-317. 145.Zoccali C, Mallamaci R Tripepi G. Benedetto FA, Cutrupi S.Parlongo S et al. Adiponectin, metabolic risk factors, and cardiovascular events among patients with end-stage renal disease. Journal of the American Society of Nephrology 2002 13 134-141. 146.Imagatwa A. Funahashi T, Nakamura T~Noriwaki M, Tanaka S,Hishizawa H et al .Elevated serum concentration of adipose derived factor, adiponectin, in patients with type 1 diabetes. Diabetetes Care 2002 25 1665-1666. 147.Delporte ML, Lambert MJ. Hermans MP &Brichard SM. Hyporadiponectinemia in anorexia nervosa. Diabetologia 2002 45(Suppl1) A223-A224. 148.Fasshauer M. Klein J. Neumann S. EszIinger M & Paschke R~Hormonal regulation of adiponectin gene exprcssion in 3T3- Lladipocytes. Biochemical and Biophysical Research Comminications 2002 290 1084-1089. 149.Hulver MW, Zheng D, Tanncr CJ, Houmard LA. Krans WE,Slentz CA et al. Adiponectin is not altered ,with exercise training Despite enhanced insulin action. American Journal of Physigology Endocrinology and Metabolism 2002 283 E861-E865. 128 150.Kappes A & Lofller G. Influences of ionomycin,dibutryl cycloAMP and tumour necrosis factor-alpha on intracelluler amount and secretion of apM1 in differentiating primary human preadipocytes. Hormone and Metabolic Researdch 2000 32 548-554. 151.Zhang ~ Matheny M, ZoIotukhin S, Tumer N&Scarpace JP,Regulatlon of adiponectin and leptin gene expression in white and brown adipose tissue: influence of beta3-adrenergic agonists,retinoic acid leptin and fasting. Biochimical et Biophysica acta 2002 1584 115- 122. 152.Yang WS,Lee WJ,Funahashi T, Tanaka S, Matsuzawa Y,Chao CL et al .Veight reduction increases plasma levels of an adipose-derived antiinfIamatory protein, adiponectin. Journal of ClinicaI Endocrinology and Metabolism 2001 86 3815-3819. 153.Macda N~ Takahashi M, Funahashi T, Kihara S, Nishizawa H,Kishio K et aL.PPARg ligands increase expression and plasma concentrations of adiponectin, an adipose-derived protein. Diabetes 2001 50 2094-2099. 154.Fasshauer M, Klein J. Neumann S, Eszlinger M &Paschke R. Adiponectin gene expression is Inhibited by betaadrenergic stimulationvia protein kinase A in 3T3-L1 adipocytes. FEBS Letters2001 507 142-146. 155.Delporte ML, Funahashi T, Takahashi M, Matsuzawa Y ~ Brichard SM. Preand post-translational negative effect of betaadrenoceptor agonists on adiponectin secretion: In vItro and In vivo studies. Biochemical Journal .2002 367 677-685. 156.Nishizawa H, Shimomura I, Kishida K, Macda N, Kuriyama H,Nagaretani H et al. Androgens decrease plasma adiponectin. Na insulin-sensitizing adipocyte-derived protein. Diabetes2002 51 2734-2741. 157.Combs TP, Wagner JA, Berger J, Doebber T, Wang WJ, Zhang BB et al. Induction of adipocyte complement-related protein of 30 kilodaltons by PPARgammaagonists: a potential mechanism of insulin sensitization.EndocrInology 2002 143 998-1007. 158.Yu JG. Javorschi S. Hevener AL, Kmszynska YT, Norman RA,Sinha M et al. The effect of thiazolidinedione on pIasma adiponectin levels in normal, obese, and type 2 diabetic subjects. Diabetes 2002 51 2968-2974. 129 159.Yang WS, Jeng CY,Wu TJ, Tanaka S, Funahashi T. Matsuzawa Y et al. Synthetic peroxiSome proliferator-activated rcceptor-iyg agonist, rosiglitazone. increases plasma levels of adiponectin in type 2 diabetic patients. Diabetes Care 2002 25 376-380. 160.Arita Y, Kihara S, Ouchi N, et al. Paradoxical decrease of an adiposespecific protein, adiponectin, in obesity. Biochem Biophys Res Commun 1999;257:79-83. 161.Fruebis J, Tsao TS, Javorschi S, et al. Proteolytic cleavage product of 30kDa adipocyte complement-related protein increases fatty acid oxidation in muscle and causes weight loss in mice. Proc Natl Acad Sci USA 2001;98:2005-10. 162.Hu E, Liang P, Spiegelman BM. AdipoQ is a novel adipose- specific gene dysregulated in obesity. J Biol Chem 1996;271:10697-703. 163.Yamauchi T, Kamon J, Waki H, et al. The fat-derived hormone adiponectin reverses insulin resistance associated with both lipoatrophy and obesity. Nat Med 2001;7:941-6. 164.Cnop M, Havel PJ, Utzschneider KM, et al. Relationship of adiponectin to body fat distribution, insulin sensitivity and plasma lipoproteins: Evidence for independent roles of age and sex. Diabetologia 2003;46:459-69. 165.Weyer C, Funahashi T, Tanaka S, et al. Hypoadiponectinemia in obesity and type 2 diabetes: Close association with insulin resistance and hyperinsulinemia. J Clin Endocrinol Metab 2001;86:1930-5. 166.Hotta K, Funahashi T, Arita Y, et al. Plasma concentrations of a novel, adipose-specific protein, adiponectin, in type 2 diabetic patients. Arterioscler Thromb Vasc Biol 2000;20:1595-9. 167.Yamamoto Y, Hirose H, Saito I, et al. Correlation of the adipocyte-derived protein adiponectin with insulin resistance index and serum high-density lipoprotein-cholesterol, independent of body mass index, in the Japanese population.Clin Sci (Lond) 2002;103:137-42. 168.Ouchi N, Kihara S, Funahashi T, et al. Reciprocal association of C-reactive protein with adiponectin in blood stream and adipose tissue. Circulation 2003;107:671-4. 130 169.Ouchi N, Kihara S, Arita Y, et al. Novel modulator for endothelial adhesion molecules: adipocyte-derived plasma protein adiponectin. Circulation 1999;100:2473-6. 170.Lindsay RS, Funahashi T, Hanson RL, et al. Adiponectin and development of type 2 diabetes in the Pima Indian population. Lancet 2002;360:57-8. 171.Spranger J, Kroke A, Mohlig M, et al. Adiponectin and protection against type 2 diabetes mellitus. Lancet 2003;361:226-8. 172.Ouchi N, Kihara S, Arita Y, et al. Adipocyte-derived plasma protein, adiponectin, suppresses lipid accumulation and class A scavenger receptor expression in human monocyte-derived macrophages. Circulation 2001;103:1057-63. 173.Hotta K, Funahashi T, Bodkin NL, et al. Circulating concentrations of the adipocyte protein adiponectin are decreased in parallel with reduced insulin sensitivity during the progression to type 2 diabetes in rhesus monkeys. Diabetes 2001;50:1126-33. 174.Lihn AS, Ostergard T, Nyholm B, Pedersen SB, Richelsen B, Schmitz O. Adiponectin expression in adipose tissue is reduced in first-degree relatives of type 2 diabetic patients. Am J Physiol Endocrinol Metab 2003;284:E443-8. 175.Chehab FF, Mounzih K, Lu R, Lim ME. Early onset of reproductive function in normal female mice treated with leptin. Science 1997;275:88-90. 176.Yang WS, Jeng CY, Wu TJ, et al. Synthetic peroxisome proliferatoractivated receptor-gamma agonist, rosiglitazone,increases plasma levels of adiponectin in type 2 diabetic patients. Diabetes Care 2002;25:376-80. 177.Hirose H, Kawai T, Yamamoto Y, et al. Effects of pioglitazone on metabolic parameters, body fat distribution, and serum adiponectin levels in Japanese male patients with type 2 diabetes. Metabolism 2002;51:314-7. 178.Tsunekawa T, Hayashi T, Suzuki Y, et al. Plasma adiponectin plays an important role in improving insulin resistance with glimepiride in elderly type 2 diabetic subjects. Diabetes Care 2003;26:285-9. 179.Phillips SA, Ciaraldi TP, Kong AP, et al. Modulation of circulating and adipose tissue adiponectin levels by antidiabetic therapy. Diabetes 2003;52:667-74. 131 180.Furuhashi M, Ura N, Higashiura K, et al. Blockade of the renin-angiotensin system increases adiponectin concentrations in patients with essential hypertension. Hypertension 2003;42:76-81. 181.Nagasawa A, Fukui K, Kojima M, et al. Divergent effects of soy protein diet on the expression of adipocytokines.Biochem Biophys Res Commun 2003;311:909-14. Endocrinology and Metabolic Diseases Emral Turkiye Klinikleri J Med Sci 2006, 26 419 182.Yokota T, Oritani K, Takahashi I, et al. Adiponectin, a new member of the family of soluble defense collagens, negatively regulates the growth of myelomonocytic progenitors and the functions of macrophages. Blood 2000;96:1723-32. 183.Yokota T, Meka CS, Medina KL, et al. Paracrine regulation of fat cell formation in bone marrow cultures via adiponectin and prostaglandins. J Clin Invest 2002;109:1303-10. 184.Xu A, Wang Y, Keshaw H, Xu LY, Lam KS, Cooper GJ. The fat-derived hormone adiponectin alleviates alcoholic and nonalcoholic fatty liver diseases in mice. J Clin Invest 2003;112:91-100. 185.Wang Y, Xu A, Knight C, Xu LY, Cooper GJ. Hydroxylation and glycosylation of the four conserved lysine residues in the collagenous domain of adiponectin. Potential role in the modulation of its insulin-sensitizing activity. J Biol Chem 2002;277:19521-9. 186.Arita Y, Kihara S, Ouchi N, et al. Adipocyte-derived plasma protein adiponectin acts as a platelet-derived growth factor-BB-binding protein and regulates growth factor-induced common postreceptor signal in vascular smooth muscle cell. Circulation 2002;105:2893-8. 187.Jansson PA, Pellme F, Hammarstedt A, et al. A novel cellular marker of insulin resistance and early atherosclerosis in humans is related to impaired fat cell differentiation and low adiponectin. FASEB J 2003;17:1434-40. 188.Okamoto Y, Arita Y, Nishida M, et al. An adipocytederived plasma protein, adiponectin, adheres to injured vascular walls. Horm Metab Res 2000;32:4750. 189.Chen H, Montagnani M, Funahashi T, Shimomura I, Quon MJ. Adiponectin stimulates production of nitric oxide in vascular endothelial cells. J Biol Chem 2003;278:45021-6. 132 190.Ouchi N, Kihara S, Arita Y, et al. Adiponectin, an adipocyte- derived plasma protein, inhibits endothelial NF-kappaB signaling through a cAMP-dependent pathway. Circulation 2000;102:1296-301. 191.Fernandez-Real JM, Lopez-Bermejo A, Casamitjana R, Ricart W. Novel interactions of adiponectin with the endocrine system and inflammatory parameters. J Clin Endocrinol Metab 2003;88:2714-8. 192.Fasshauer M, Klein J, Neumann S, Eszlinger M, Paschke R. Hormonal regulation of adiponectin gene expression in 3T3-L1 adipocytes. Biochem Biophys Res Commun 2002;290:1084-9. 193.Santini F, Marsili A, Mammoli C, et al. Serum concentrations of adiponectin and leptin in patients with thyroid dysfunctions. J Endocrinol Invest 2004; 27:RC5-7. 194.Makimura H, Mizuno TM, Bergen H, Mobbs CV. Adiponectin is stimulated by adrenalectomy in ob/ob mice and is highly correlated with resistin mRNA. Am J Physiol Endocrinol Metab 2002;283:E1266-71. 195.Iyengar P, Scherer PE. Adiponectin/Acrp30, an adipocyte- specific secretory factor: Physiological relevance during development. Pediatr Diabetes 2003;4:32-7. 196.Hallakou S, Doare L, Foufelle F, et al. Pioglitazone induce in vivo adipocyte differentiation in the obese Zucker fa/fa rat. Diabetes 1997;46:1393-9. 197.Slieker LJ, Sloop KW, Surface PL, et al. Regulation of expression of ob mRNA and protein by glucocorticoids and cAMP. J Biol Chem 1996;271:5301-4. 198.Norrelund H, Gravholt CH, Englaro P, et al. Increases levels but preserved diurnal variation of serum leptin in GH-deficient patients: Lack of impact of different model of GH administration. Eur J Endocrinol 1998;138:644-52. 199.Gulle K, Karagoz E. Leptinler, Turkiye Klinikleri Tıp Bilimleri 2000 ; 20 : 112121 200.Fasshauer M, Klein J, Neumann S, Eszlinge M,Paschke. İsoproterenol inhibits resistin gene expression through a Gs-protein-coupled in 3T3-L1 adipocytes. FEBS Letters 2001; 500 : 60-63 201.Goldstein B J. Insulin resistance as the care defect in type 2 diabetes mellitus. Am J Cardiol 2002; 90 133 202.Fruhbeck G, J Gomez-Ambrosi, FJ Muruzabal, M A Burrell. The adipocyte : a model for integration of endocrine and metabolic signalling in energy metabolism regulation. Am J Physical Endocrine Metal 2001. 280 : E827E847 (suppl) : 3G-10G 203.Yi-Jen Hung, et al. Rosiglitazone improves insülin sensitivity in non obes subjektwith impaired glukoz tolerans: the role adiponectin and C-reaktif protein. Metabolizm Clin and Exp 2006:55;439-444 204.Hotta K, Funahashi TN, Arita Y, et al. Plasma concentrations of a novel, adiposespecific protein, adiponectin, in type 2 diabetic patients. Arterioscle Thromb Vas Biol, 2000; 20:1595-1599. 205.Hotta K, Funabashi T, Bodkin NL, et al. Circulating concentrations of the adipocyte protein adiponectin are decreased in parallel with reduced insulin sensitivity during the progression to type 2 diabetes in rhesus monkeys. Diabetes, 2001; 50:1126-1133. 206.Ryo M, Nakamura T, Kihara S, et al. Adiponectin as a biomarker of the metabolic syndrome. Circ J, 2004; 68:975-981. 207.Yatagai T, Nagasaka S, Taniguchi A, et al. Hypoadiponectinemia is associated with visceral fat accumulation and insulin resistance in Japanese men with type 2 diabetes mellitus. Metabolism, 2003; 52:1274-1278. 208.Yamamoto Y, Hirose H, Saito I, et al. Adiponectin, an adipocyte-derived protein, predicts future insulin-resistance: two-year follow-up study in Japanese population. J Clin Endocrinol Metab, 2004; 89:87-90. 209.Halleux CM, Takahashi M, Delporte ML, et al. Secretion and regulation of apM1 gene expression in human visceral adipose tissue. Biochem Biophys Res Commun, 2001; 288:1102–1107. 210.Snehalatha C, Mukesh B, Simon M, et al. Plasma adiponectin is an independent predictor of type 2 diabetes in Asian Indians. Diabetes Care, 2003; 26:3226-3229. 211.Spranger J, Kroke A, Möhlig M, et al. Adiponectin and protection against type 2 diabetes mellitus. Lancet. . 2003;361:226–228 212.Matsushita K, Yatsuya H, Tamakoshi K, et al. Comparison of circulating adiponectin and proinflammatory markers regarding their association with metabolic syndrome in Japanese men. Arterioscler. Thromb. Vasc. Biol. . 2006;26:871–876. 134 213.Kumada M, Kihara S, Sumitsuji S et al. Association of hypoadiponectinemia with coronary artery disease in men. Arterioscler Thromb Vasc Biol, 2003; 23:85-89. 214.Pischon T, Girman CJ, Gokhan S, et al. Plasma adiponectin levels and risk of myocardial infarction in men. JAMA. 2004; 291:1730-1737. 215.OUCHI N, Mitsuru O, Kihara S, et al. Association of hypoadiponectinemia with impaired vasoreactivity. Hypertension 2003; 42:231–234. 216.Yamauchi T, Kamon J, Waki H, et al. The fat-derived hormone adiponectin reverses insulin resistance associated with both lipoatrophy and obesity. Nat Med 2001;7:941- 46. 217.Lindsay RS, Funahashi T, Matsuzawa Y, et al. Adiponectin protects against development of type 2 diabetes in the Pima Indian population. Lancet, 2002; 360:57–58. 218.Macda N~ Takahashi M, Funahashi T, Kihara S, Nishizawa H,Kishio K et aL.PPARg ligands increase expression and plasma concentrationsof adiponectin, an adipose-derived protein. Diabetes 2001 50 2094-2099. 219.Yang WS,Lee WJ,Funahashi T, Tanaka S, Matsuzawa Y,Chao CL etal. Weight reduction increases plasma levels of an adipose-derived antiinfIamatory protein, adiponectin. Journal of ClinicaI Endocrinology and Metabolism 2001 86 3815-3819. 220.Yu JG. Javorschi S. Hevener AL, Kmszynska YT, Norman RA,Sinha M et al. The effect of thiazolidinedione on pIasma adiponectin levels in normal, obese, and type 2 diabetic subjects. Diabetes 2002 51 2968-2974. 221.Rajala MW, Scherer PE. Minireview: The adipocyte--at the crossroads of energy homeostasis, inflammation, and atherosclerosis Endocrinology 2003; 144: 3765-3773. 222.Yang WS, Lee WJ, Funahashi T, et al. Weight reduction increases plasma levels of an adipose-derived anti-inflammatory protein, adiponectin. J Clin Endocrinol Metab 200; 86: 3815-3819. 223.Matsubara M, Maruoka S, Katayose S. Decreased plasma adiponectin concentrations in women with dyslipidemia. J Clin Endocrinol Metab 2002; 87: 2764-2769. 224.Diez JJ, Iglesias P. The role of the novel adipocyte-derived hormone adiponectin in human disease. Eur J Endocrinol 2003; 148:293-300. 135 225.Olansky L, Marchetti A, Lau H. Multicenter retrospective assessment of thiazolidinedione monotherapy and combination therapy in patients with type 2 diabetes: comparative subgroup analyses of glycemic control and blood lipid levels. Clin Ther 2003;25 226.Charles G. Gegick, MD, FACP and Michael D. Altheimer, MD, FACE Comparıson Of Effects Of Thıazolıdınedıones On Cardıovascular Rısk Factors: Observatıons From A Clınıcal Practıce. 2001;162-169 227.Raskin, E. B. Rappaport, S. T. Cole, Y. Yan, R. Patwardhan and M. I. Freed. Rosiglitazone short-term monotherapy lowers fasting and post-prandial glucose in patients with Type II diabetes Diabetologia (2000) 43: 278–284 228.Olansky L, Marchetti A, Lau H. Multicenter thiazolidinedione retrospective assessment of monotherapy and combination therapy in patients with type 2 diabetes: comparative subgroup analyses of glycemic control and blood lipid levels. Clin Ther 2003;25 Suppl B:B64-80. 229.Khan MA, St Peter JV, Xue JL. A prospective, randomized comparison of the metabolic effects of pioglitazone or rosiglitazone in patients with type 2 diabetes who were previously treated with troglitazone. Diabetes Care 2002;25:708-11. 230.Gegick CG, Altheimer MD. Comparison of effects of thiazolidinediones on cardiovascular risk factors: observations from a clinical practice. Endocr Pract 2001;7:162-9 231.Van Wijk JP, de Koning EJ, Martens EP, Rabelink TJ. Thiazolidinediones and blood lipids in type 2 diabetes. Arterioscler Thromb Vasc Biol 2003;23:1744-9. 232.Frank Pistrosch, Kay Herbrig, Beate Kindel, Jens Passauer, Sabine Fischer, and Peter Gross . Endothelial Dysfunction, and Microalbuminuria of Incipient Diabetic Nephropathy in Patients.2005 233.Bonkovsky HL, Azar R, Bird S, et al. Severe cholestatic hepatitis B caused by thiazolidinediones: Risk associated with substituting rosiglitazone for troglitazone. Big Dis Sci 2002; 47(7): 1632-7. 234.Neuschwander-Tetri BA, Brunt EM, Wehmeier KR, Oliver D, Bacon BR. Improved nonalcoholic steatohepatitis after 48 weeks of treatment with the PPAR-gamma ligand rosiglitazone. Circulation. 2002;106:679 136