kadının soyadı meselesinin hakimin ödevi bağlamında incelenmesi

advertisement
​
Makaleler >
63
Kadın-Erkek Eşitliği Mi Dediniz?
KADININ SOYADI MESELESİNİN HAKİMİN
ÖDEVİ BAĞLAMINDA İNCELENMESİ
Adalet Bakanlığı’nın tasarısı olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne sevk edilen ve
meclis tarafından 2001 yılında kabul edilip
1 Ocak 2002 tarihinde yürürlüğe giren 4721
sayılı yeni Türk Medeni Kanunu, başta Aile
hukuku ve Miras hukuku alanında kadınerkek eşitliğinin sağlanması yönünde devrim niteliğinde diyebileceğimiz hükümler
içermektedir. Böylece Türk Medeni Kanunumuz, Anayasada düzenlenmiş olan kanun önünde eşitlik ve kişilik hakları ile ilgili
maddelerle de (2, 10, 12, 17) bir anlamda
uyumlu hale getirilmiş bulunmaktadır.
Özellikle yasama organı tarafından 2004
yılında Anayasanın 10. maddesine eklenen
ve kadın-erkek eşitliğini açıkça vurgulayıp
güvence altına alan fıkra bu uyumun yasama organınca ileriki yıllarda da kararlılıkla
devam ettirildiğinin açık bir göstergesidir1.
Durum böyle olmasına karşın, kadının
evlendikten sonra soyadının nasıl şekilleneceğine ilişkin hukuki durumunu düzenleyen Medeni kanunun 187.maddesi2
1 Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu
eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür.
2 III. Kadının soyadı
MADDE 187.- Kadın, evlenmekle kocasının soyadını
alır; ancak evlendirme memuruna veya daha sonra
nüfus idaresine yapacağı yazılı başvuruyla kocasının
soyadı önünde önceki soyadını da kullanabilir. Daha
önce iki soyadı kullanan kadın, bu haktan sadece bir
Mustafa Anıl ÖCALAN
Stj. Avukat
​
64
> Makaleler
yukarıda belirttiğimiz kanun yapma anlayışına ters düşen bir durum sergilemektedir.
Kanun maddesinde kadının evlendiği anda
kocasının soyadını kanun gereği elde edeceğini bunun yanında isterse ilgili yerlere
başvurarak evlenmeden önceki soyadını
da kocasının soyadı ile birlikte kullanabileceği düzenlenmektedir. Bu şekilde hukuk
sistemimizde yasama organı kadının evlendikten sonra hiçbir şekilde önceki soyadını
tek başına kullanmasına imkân vermemektedir. Aslında yürürlükteki Medeni kanunumuzun 187.maddesi, 1926 tarihli mülga
medeni kanununda 1997 yılında yapılan
değişiklikle getirilen bir maddedir. Mülga
kanunun 153.maddesi de aynen bu hükmü
ihtiva etmekteydi. O dönemde bu maddeyle ilgili yapılan eleştiriler sonuçsuz kalmış
ve ilgililer bu konuda umut bağladıkları
yeni Medeni Kanunu’na da aynı hükmün
girmesini engelleyememişlerdir. Aksine
yeni Medeni Kanun’un yürürlüğe girmesi
tartışmaları bu madde bağlamında daha da
alevlendirmiştir.3
Kadının soyadı adı altında yer alan bu
düzenleme medya da geniş yer tutmasının
yanı sıra Türkiye’yi Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi (AİHM) ile de çoğu kez karşı
karşıya getirmiştir ve getirmeye de devam
etmektedir. Örneğin İzmir’de avukatlık
yapan Ayten Ünal Tekeli’nin AİHM’ye yaptığı başvuru bu konuyla ilgili emsal karar
teşkil etmektedir. Söz konusu kişi, hukuk
mücadelesine 1995 yılında başlamış ve
iç hukuk yollarını tüketince AİHM’ye başvurmuş, mahkeme 2004 yılında davacıyı
haklı bulup Türkiye’yi sadece mahkeme
giderlerini ödemeye mahkûm etmiştir. Fakat bu karar iç hukukumuzda emsal teşkil edememiş, AİHM kararına dayanarak
Türkiye’de dava açan başka kişilerin bu
konuyla ilgili davaları yargı organlarımız
soyadı için yararlanabilir.
3 Bu konuyla ilgili olarak sivil toplum örgütlerinin Adalet
Komisyonu’na Şubat 2006’da yapmış oldukları başvuru için bkz: www.ucansupurge.org
tarafından reddedilmiştir.4 Özellikle ilgili
madde hükmü ilk derece mahkemesi tarafından anayasaya aykırılık savıyla Anayasa
Mahkemesi’nin önüne kadar gelmiş ve
Mahkeme bu maddeyi anayasa aykırı bulmamış ve çeşitli gerekçelerle reddetmiştir.5
Davası reddedilen kişilerin bu aşamadan
sonra iç hukuk yollarını tüketip aynı konuyla ilgili olarak AİHM’e tekrardan başvurmaları kaçınılmaz olmuştur. Peki, bu
durum ne zamana kadar devam edecektir?
Türk mahkemeleri ve hâkimleri Medeni
Kanunun ilgili hükmünü ne zamana kadar
savunmaya ve davacı kadınları bu şekilde
haksız bulmayı sürdürecektir? Özellikle
Anayasa Mahkemesi kendisine gönderilen TMK’nin 187.maddesi (mülga kanunun
153.maddesi)hangi gerekçelerle yargıçlar
tarafından savunulmaktadır? Bu bağlamda
“hâkimlerimiz hâkimlik ödevini gereği gibi
yerine getirebilmekte midirler?” gibi sorular kafamızı meşgul eden konulardır. Bu yazımızda temel olarak hâkimlik ödevinin ne
olduğu, bu kavramın içine nelerin girdiği,
kanun koyucu olma ödevinden farkları ve
Anayasa Mahkemesi’nin hâkim olma ödevini sayacağımız ilkeler çerçevesinde gereği
gibi yerine getirip getirmediği üzerinde durulacaktır.
Kanun Koyucu Olma Ödevi - Hâkimlik
Ödevi
Kanun koyucu en basit anlatımla kanun
koyma ödevini yerine getiren organdır.
Yani, toplum yaşamını düzenleyen hukuk kuralarını yaratmaya yetkili olan bir
anayasal kurumdur. Kanun koyucunun
görevleri normlar hiyerarşisi içinde en tepede yer alan Anayasa’da yer almaktadır.
Anayasa bu anlamda bizim için bir tanıma
kuralını teşkil eder. Bu husus anayasamızın 87.maddesinde “kanun yapma ödevi”
olarak yer almıştır. Kanun koyucu anayasa
tarafından kendisine verilen bu görevi ye4 Söz konusu haber için bkz: www.hukukcu.com
5 Anayasa Mahkemesi kararı; Esas sayısı 1997/61, Karar sayısı 1998/59, Resmi gazete 15.11.2002
​
Makaleler >
rine getirirken bazı kıstasları göz önünde
bulundurmak zorundadır. Bu bağlamda
olmak üzere Anayasamızın 2. Maddesinde
belirtilen Cumhuriyetin temel ilkelerine
uygun olarak ve toplumun ortak iyiliğini
gözeterek, objektif, bilgiye dayalı, adaletin gereklerini benimsemiş hukuk kuralları
yaratacaktır. Böylece kanun koyucunun kanun yapmada mutlak anlamda sınırsız olamadığını görüyoruz. Bu sınırlamalar içinde
kalırsa ve bu amaçlarla normlar yaratırsa
anayasada kendisine yüklenen görevi yerine getirmiş olur. Fakat kanun koyucu
belirlediğimiz bu hususların dışına çıkar ve
özellikle toplumun ortak iyiliği yerine, toplumun tamamının veya belirli bir kesiminin
görüşünü esas alıp bu belirli kesimi tatmin
etmeye yönelik çalışmalar yaparsa tehlikeli
sonuçların ortaya çıkacağı aşikardır. Bu durumda toplumsal ahlak ve hukuk tamamen
iç içe geçecek ve böylece hukukun bilgiye
dayanma, objektif olma, adalet ilkelerine
uygunluk gibi temel özellikleri yok olacaktır
çünkü toplumsal ahlakın toplumdan topluma değişen, rastlantısal, göreceli olduğu
unutulmamalıdır. Toplumsal ahlak ancak
bu saydığımız hususlar göz önüne alınıp
hukuk kuralarının içine serpiştirildiğinde
iyidir, yararlıdır.
Kanun koyucu olma ödevine ilişkin temel hususları bu şekilde belirttikten sonra hâkimlik ödevini ele alabiliriz. Hâkimlik
ödevi, hâkimin hukuki uyuşmazlıkları haklı
bir cevap bulacak şekilde çözme ödevidir.
Haklı bir cevap bulacak şekilde çözmek
demek adaletin gereklerine aykırı olmayacak şekilde çözmek demektir. Adaletin
gerekleri ise 20.yy’ın en önemli filozoflarından biri olan John Rawls tarafından, A
Theory of Justice (Bir Adalet Kuramı) adlı
temel eserinde iki şekilde dile getirilmiştir.
Bunlar temel hak ve özgürlükler ile sosyal
adaletin gerekleridir.6 Bu unsurlar adaletin maddi yönünü oluşturmaktadırlar. Yani
6 Rosen-Wolff, Siyasal Düşünce, 2006 sayfa 322
yasa koyucunun çıkarmayı planladığı hukuk
kuralları bu ilkelere uygun olarak yapılırsa
maddi adalet gerçekleşmiş olur. Ama işimiz
bununla sınırlı değildir. Adaletin bir de şekli
boyutu vardır. Şekli adalet hukuk kurallarının tam ve doğru olarak uygulanması demektir. Bunun içine usul hukukundan bildiğimiz tüm hususlar (yargılamanın ucuzluğu,
süreler vs…) girer. Bunun dışında hakkaniyetin de şekli adaletin bir gereği olduğunu
söyleyebiliriz. İşte hem maddi adalet hem
şekli adalet adil bir sonuca ulaşmak için var
olması gereken unsurlardır. Eğer bu unsurlardan birisi eksik olursa ortaya çıkan sonuç
adil olmayacaktır.
Hâkim bu adil sonuca ulaşırken ona yardımcı olacak en büyük silahı ise hukuk kurallarıdır. Hâkim bu uyuşmazlıkları çözmek
için hukuk kurallarını uygulamak zorundadır. Peki, hâkim hukuku nasıl ve neye göre
uygulayacaktır? Bu bağlamda hukukun sınırını çizmek gerekir.
Hukuku sadece pozitif hukuk olarak değil, aynı zamanda temel evrensel nitelikteki
ilkeleri de içeren bir normlar bütünü olarak
algılamamız gerekir. Bu bağlamda Ronald
Dworkin bir çemberin dış sınırını hukuk olarak kabul eder ve bu çemberin içine hâkimi
koyar. Burada hâkimle birlikte aynı zamanda Anayasa, yasalar, tüzükler, yönetmelikler, içtihatlar, doktrin yer alır. Dworkin’e
göre hâkimler bu çemberin dışına çıkmadan, bu sınırlar içinde kalarak hukukun
anlamını belirleyeceklerdir. Böylece hâkim
haklı sonuca bu çizdiğimiz sınırın dışına çıkmadan haklı bir neden dayanarak ama aynı
zamanda adaletin gereklerini de sürekli göz
önünde bulundurarak ulaşacaktır.
Ancak hâkimin adil sonuca ulaşması her
zaman bu kadar şeffaf ve kolay olamamaktadır. Hâkim hukuk kurallarını uygularken bazı mantık kurallarını her zaman
göz önünde bulunduracaktır. Bu bağlamda
olmak üzere hâkim tümden gelim yöntemiyle önündeki somut olaya, genel ve so-
65
​
66
> Makaleler
yut olan hukuk kuralını uygular ve sonuca
ulaşır.7 Fakat bu basit mantık kuralı da her
zaman işleyemeyebilir. Gerek soyut hukuk
normundaki boşluklar, gerek somut olayın
özelliği bu basit mantık kuralını bir kenara
atabilir. İşte bu noktada hukukta yorum ilkesi devreye girecektir ve hâkim önündeki
somut olayı, soyut hukuk kurallarını yorumlayarak çözecektir. Böylece hâkimin karşısına iki tür dava ortaya çıkabilir diyebiliriz:
Hukuk kuralı ile hâkimin önündeki somut
olay açık ve belirgin ise hâkimin doğrudan
hukuk kuralını olaya uygulayabileceği kolay
davalar veya hukuk kuralının anlamı ile somut olayın açık ve belirgin olmadığı zor da­
valar. Burada asıl sorunumuz şudur: hâkim
özellikle zor davalarda yorum meselesini
olayın içine nasıl katacaktır?
Hâkim her şeyden önce yaratıcı ve aktif
bir konumdadır. Bu bağlamda hukukun ne
olduğunu belirleyen bir pozisyona sahiptir.
Hukuki realistlere göre hukuka gerçek anlamını veren hukuku uygulayanlardır. Bu
görüşü benimseyenler hukukta açıkça bir
belirsizlik olduğunu, hukuk kurallarının birden çok anlamının olduğunu, bu nedenle
hukuk kurallarının anlamının ne olduğunu
her somut olayda hâkimlerin belirleyeceğini
savunurlar. Ancak hâkimlerin bu denli geniş
şekilde karar verebilme yetkilerinin olacağı
görüşünü kabul etmek mümkün değildir.
Hâkimlerin bu şekilde geniş takdir yetkileri
olmamalıdır. Onlar istedikleri gibi karar veremezler, ancak adaletin gereklerine uygun
bir şekilde karar verebilirler. Yani, hâkim hukukta yer alan bir takım belirsizliklerden ve
boşluklardan yararlanıp somut olay hakkında keyfi bir şekilde karar veremez. Hâkimin
takdir yetkisi sınırlıdır. Keza bu sınırlama
anayasamızda da belirtilmiştir. Anayasamızın 138. Maddesinde hâkimlerin, görevlerinde bağımsız oldukları belirtildikten sonra
Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak
vicdanî kanaatlerine göre hüküm verecek7 Mantıksal bir önerme: Bütün insanlar ölümlüdür. Ayşe
bir insandır. Ayşe de ölümlüdür.
leri vurgulanmıştır. Bu maddede yer alan
“kanuna ve hukuka uygun olarak” ibareleri
yazımızın başında belirttiğimiz Dworkin’nin
çember örneği ile açıkça örtüşmektedir.
Buna göre hâkim o çemberin sınırları içinde kalarak anayasaya, kanuna, içtihatlara
vs… dayanarak vicdani kanaatine göre karar
verecektir. İşte hâkimin takdir yetkisini sınırlayan husus, vereceği kararın kanuna ve
hukuka uygun olacak olmasıdır.
Sonuç olarak tüm bu üzerinde durduğumuz noktalardan ortaya çıkan sonuç kanun
koyucu olma ödevi ile hâkimlik ödevinin
aynı olmadığıdır. Kanun koyucu toplumun
iyiliğini ve adaletin gereklerini gözeterek
kural koyarken, hâkimlik ödevinde toplumun iyiliğini sağlamak temel problem
değildir. Önemli olan hâkimin önündeki
somut olaya bakarak bu olayı hukuk sınırı
içinde ve adaletin gereklerine uygun olarak
karar vermesidir. Her ne kadar günümüzde
yasama-yürütme-yargı artık iç içe geçmiş
bir durumda olsa da, kuvvetler ayrılığı ilkesinin halen var olması ve özellikle yargıyı diğer iki erkten ayrı tutmaya çalışmamızdan
ötürü hâkim kanun koyucu gibi kural yaratamaz. Eğer hâkim temel olarak bunu gözetecek olursa hukukun içine siyaseti karıştırmış olur. Mahkemeler ve hâkimler sadece
ve sadece hakları ve ilkeleri göz önünde
tutarak, toplumun iyiliğini göz etme zorunluluğunda olmadan önlerindeki somut olay
hakkında karar verirler.
Hâkimlik ödevinin nasıl olması gerektiği
hakkında genel bilgi verdikten sonra ülkemizde bu ödevin kanunlar tarafından nasıl
belirlendiği ve hâkimlerce gereği gibi anlaşılıp anlaşılmadığı üzerinde durulması gerekir.
Anayasa Mahkemesi Kararının8 Hâkimlik Ödevi Bağlamında Değerlendirilmesi
Hâkimlik ödevinin nasıl olması gerektiğine yukarıda değindikten sonra bu ödevin
hâkimlerimizce özellikle de Anayasa Mah8 Esas sayısı 1997/61, Karar sayısı 1998/59, Resmi gazete 15.11.2002
​
Makaleler >
kememizin üyeleri tarafından yukarıdaki
tanıma uygun olarak yerine getirilip getirilmediğini sorgulamak gerekir.
si de kendisine bu yola gönderilen kanun
maddelerini anayasaya uygunluk açısından
denetleyecektir.
Hukuk sistemimizde normlar hiyerarşisinin en tepesinde yer alan Anayasamızda
adaletin gereklerine uygun bir yaklaşımın
olduğu konusunda ipuçları vardır. Örneğin
insanların insan olmalarından dolayı sahip
oldukları temel hak ve özgürlükler açıkça
anayasamızda korunmaktadır. Bu bağlamda olmak üzere anayasamız hâkimlere
hukuk kurallarını Anayasa Mahkemesi’ne
gönderme olanağı da vermiştir. Böylece
bir hâkim eğer önüne gelen olayda ilgili
hukuk kuralını adaletin gereklerine uygun
bulmuyorsa bu hukuk kuralını anayasaya uygunluğunun denetimi için Anayasa
Mahkemesi’ne gönderme hakkına sahiptir. Bu hak anayasamızın 152.maddesinde
açıkça belirtilmiştir.9 Anayasa Mahkeme-
Yukarıda birinci bölümün sonunda kanun koyucu olma ödevi ile hâkimlik ödevinin farklarına değinirken hâkimin kural
yaratamayacağını, bunun demokrasi ile
kanun koyucu olma ödevi ile çeliştiğini,
hâkimin sadece haklar çerçevesinde önündeki olayda kimin hakkının ihlal edildiği ile
ilgili araştırma yapacağını ve toplumun iyiliğini gözetme gereği duymadan hukuk sınırları içinde kalarak vicdani kanaatine göre
karar vereceğini belirtmiştik. Durum böyle
olmasına karşın ülkemizde politikayı davaların içine sokmak mahkemeler açısından
özellikle Anayasa Mahkemesi’nde görülmektedir.
9 Bir davaya bakmakta olan mahkeme, uygulanacak bir
kanun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasaya aykırı görürse veya taraflardan birinin
ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddî olduğu kanısına
varırsa, Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği
karara kadar davayı geri bırakır.
Konumuzla ilgili olarak, Anayasa Mahkemesine 1998 yılında Ankara 4. Asliye
Hukuk Mahkemesi’nce anayasanın 152.
maddesine dayanılarak eski Türk Medeni
Kanunu’nun 153.maddesinin10 (yeni ka10 III. Kadının soyadı
67
​
> Makaleler
68
nunun 187.maddesi) anayasanın 10.md,
12.md, 17.maddelerine aykırılığı savıyla
iptal davası açılmıştır. Söz konusu olayda
evlenerek kocasının soyadını alan kadın
evlenmeden önceki soyadını aile soyadı
olarak kullanmak istediğini belirtmiş ve ilgili olaya uygulanacak kanun hükmünün ilk
fıkrasının anayasaya aykırı olduğunu ileri
sürmüştür. Asliye Hukuk Mahkemesi de
davacı tarafın bu savını ciddi görerek iptal
için Anayasa Mahkemesine başvurmuştur.
İlk derece mahkemesi söz konusu hükmün
eşitlik ilkesine aykırı olduğunu, bireylerin
maddi ve manevi bütünlüğünü geliştirmeye engel teşkil ettiğini ve günümüz toplumundaki kadın-erkek eşitliği ilkelerine uymadığını vurgulamıştır. Yüksek Mahkeme
de işin esasına geçerek dava konusu ile
ilgili kararını ret yönünde vermiştir
Öncelikle işe kanun maddesini inceleyerek başlarsak; burada açıkça yukarıda
da değinmiş olduğumuz toplumsal ahlakhukuk ilişkisinin var olduğunu görürüz. Kanun koyucunun böyle bir kanun maddesini
yapmasını sağlayan unsur açıkça toplumsal
ahlak olmuştur. Yasa yapma yetkisi toplumun ahlakını korumak için kullanılmıştır;
çünkü Türk toplumunda yaygın olarak kadının güçsüz olduğu bu nedenle korunmaya
muhtaç olduğu kanısı maalesef hâkimdir.
Bu gerekçelere dayandırılarak bilgiyle
uzaktan yakından alakası olmayan, belli bir
ideolojinin ürünü olarak bu kanun maddesi
medeni kanuna girmiştir.
Bunun yanı sıra bu kanun maddesinin
ortaya çıkarmasıyla devlet, hukuk devleti
olma özelliğini bir anlamda kaybetmiştir.
Yasa koyucunun böyle bir kanun maddesini yapması bu bağlamda Kantçı yaklaşımla
bağdaşmamaktadır. Bu yaklaşım Mill’in
MADDE 187.- Kadın, evlenmekle kocasının soyadını
alır; ancak evlendirme memuruna veya daha sonra
nüfus idaresine yapacağı yazılı başvuruyla kocasının
soyadı önünde önceki soyadını da kullanabilir. Daha
önce iki soyadı kullanan kadın, bu haktan sadece bir
soyadı için yararlanabilir.
faydacı yaklaşımından farklı olarak göre
hak ve özgürlüklere öncelik verir. Temel
uğraşı insan onurunu korumaktır. İnsana
araç olarak değil amaç olarak yaklaşmaktır.
Buna göre devlet herkesin temel hak ve özgürlüklerini eşit koruyacak şekilde, objektif
olarak, insan haklarına saygılı normlar yaratmalıdır. “Ancak söz konusu madde cinsiyetçi; bireye müdahale, özel yaşama saldırı
ve ayrımcılık içermektedir. İnsan soyunun
sadece erkek üzerinden gittiğini kabul eden
ataerkil yaklaşımın bir yansımasıdır”.11
Kanun maddesini inceleyip yasama organının bu maddeyi koyarkenki amacını da
saptadıktan sonra Anayasa Mahkemesi’nin
söz konusu kanun maddesini anayasaya
neden aykırı görmediğini inceleyebiliriz.
Anayasa Mahkemesi’nin değindiği ilk
nokta kadın ile erkeğin yaradılış gereği
farklı yapıda insanlar olduğu, kadının erkeğe göre daha güçsüz olduğu ve toplumdaki zorluklardan dolayı kadının korunmaya değer varlık olduğudur. Bu hususta,
aile birliğinin korunması ve evlilik birliğinin kalıcı olması için iki başlı bir durumun
yaratılmaması gerekir. Gerçekten ilginç
olan diğer nokta ise Yüksek Mahkeme’ye
göre aile birliğinin kuşaktan kuşağa geçmesi ancak erkekle(!) mümkün olabildiği
için kanun koyucu bu anlamda erkekten
yana takdir hakkını kullanmıştır ve bu birliğin sağlanmasında ona öncelik vermiştir.
Mahkemenin dayandığı bir başka nokta
ise, toplumun gereklerini dikkate alan kanun koyucunun burada kanun yaparken
takdir yetkisini kullanmış olduğunu vurgulamasıdır.
Anayasa Mahkemesi maalesef buraya kadar ısrarla belirtmiş olduğumuz hususların tam tersi şekilde davranmıştır ve
hâkimlik ödevini gereği gibi yerine getirememiştir; çünkü yüksek mahkeme sübjektif, rastlantısal ve göreceli bir ahlak kuralına
11 Avukat Ayten Ünal Tekeli, Uçan süpürge, “Kadınlar başarıyor: Soyadı kanunu değişecek”. 14 Ocak 2005
​
Makaleler >
göre kararını vermiştir. Bunun dışında kanun koyucu olma ödevini yanlış tanımlamış
ve yasama organının takdir yetkisini sınırsız bir yetkiymiş gibi göstermiştir. Böylece
mahkeme, bizim hâkimlik ödevine ilişkin
olarak belirttiğimiz ve benimsemiş olduğumuz ilkelerin tamamını toplumsal ahlaka
uygun olarak yorumlamıştır.
Sonuçta hem yasama organı hem de
Yüksek Mahkeme sadece toplumsal ahlakı
göz önüne alarak bir değerlendirmede bulunmuştur.
Sonuç ve Öneriler
Yukarıda tüm anlatılanlardan yola çıktığımızda hâkimlik ödevinin yargıçlarımızca
tam olarak anlaşılamadığı gerçeği ile karşı karşıya bulunmaktayız. Hâkimlerimizin
verdikleri bu kararlarla toplumun iyiliğini ve menfaatini gözeten toplumu adeta
bir anne şefkati ile korumaya çalışan özel
bir görev benimsemiş olduklarını görüyoruz. Hâlbuki bunlara hiç gerek olmadığını,
hâkimin sadece haklı bir nedene dayanarak
önündeki somut olayı çözeceğini, o haklı
nedenin ise adaletin gereklerine uygunluk
olduğunu defalarca tekrarladık.
Ancak ortada daha vahim bir durum vardır. O da özellikle Anayasa Mahkemesi’nin
bu anlayışını bir türlü değiştiremiyor olmasıdır; çünkü hakimlik ödevinin gereği gibi yerine getirilememesi Anayasa
Mahkemesi’nin sadece soyadı ile ilgili vermiş olduğu kararlarla sınırlı değildir. Mahkemenin aynı anlayışı ısrarla sürdürerek
vermiş olduğu birçok karar mevcuttur.12 Bu
şekilde yüksek mahkemenin 1988 yılından
itibaren aralıklarla vermiş olduğu aşağıdaki
12 Eski TCK’de yer alan İffetli kadın-İffetsiz kadın ayrımında Anayasa Mahkeme’sinin böyle bir ayrımı kadın- erkek eşitliğine aykırı görmediğine ilişkin kararı için bkz:
Esas Sayısı: 1988/4 Karar Sayısı: 1989/3
2001 yılında yürürlükte olan eski TMK’ de yer alan “Kocanın ikametgâhı, kadının ikametgâhıdır” hükmünün
anayasaya aykırılık savıyla Anayasa mahkemesine
iptal davasının açılması üzerine mahkemenin sergilediği aynı tutum için bkz: Esas Sayısı: 2001/184 Karar
Sayısı: 2001/57
kararlara ilişkin adeta mahkemenin kendince bir içtihat yarattığı, üyelerin zamanla
değişmesinin bile hâkimlik ödevinin gereği
gibi yapılması gerektiği hususunda bir bilinç
değişikliği yaratmadığı açıkça ortadadır.
Önerebileceğimiz çözüm yolları arasında kanun koyucunun bir an önce harekete geçip Medeni Kanunu’muzda yer alan
187. Maddeyi, kadınlara istedikleri takdirde evlenmeden önceki soyadlarını tek
başına aile soyadı olarak kullanabilmelerine imkân sağlayacak düzenlemeyi, hayata
geçirmesi en başta gelmektedir. Zira genel
norm olan anayasa ile ona göre özel norm
olan medeni kanun arasında var olan çatışma, kanunların anayasaya uygun olmak
zorunda oldukları kuralı ile çelişmektedir.
Bunun yanında anayasamızın 90. Maddesinin son fıkrası da göz önüne almamız
gereken çok önemli bir noktadır. Söz konusu madde hükmünde temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası anlaşmaların
kanunların aynı konuda farklı hükümler
içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda uluslararası anlaşmaların esas alınacağı belirtilmektedir. Bu konuyla ilgili
olarak Türkiye’nin 1985 yılında taraf olduğu kadınlara karşı her türlü ayrımcılığın
önlenmesine dair Birleşmiş Milletler sözleşmesi olan CEDAW (The Convention on
the Elimination of All Forms of Discrimination Against Women) anayasanın 90.maddesi bağlamında temel hak ve hürriyetlere
ilişkin bir uluslararası anlaşma olduğu için
esas alınmalıdır.
Sonuç olarak hâkimlerimizin tüm bu düzenlemeleri göz önünde bulundurmaları,
kendilerinin kanun koyucu olmadıklarını,
toplumun iyiliğini asla göz etmek zorunda
olmayacakları gibi hususları dikkate alıp
kararlarını vermeleri Türkiye’ye bir hukuk
devleti olma çizgisinde çok önemli katkılar
sağlayacak ve Türkiye’nin uluslararası platformda itibarını artıracaktır.
69
Download