Sırrı Şenalp Ders Notu - İstanbul Ticaret Üniversitesi

advertisement
ÖĞR. GÖR. HÜDAİ SIRRI ŞENALP
İstanbul Ticaret Üniversitesi
2014-2015 Öğretim Yılı Bahar Dönemi
Medeniyet ve Toplum Rektörlük Dersi
30-31 Mart 2015
Mimar Sayın Sırrı Şenalp
DERS NOTU
MİMAR SİNAN DÖNEMİNDE OSMANLI MEDENİYETİ’NDE MİMARİ VE
TEKNOLOJİYE YAKLAŞIM
En sonda söylenecek sözü, en başta söylemek gerekirse, Anadolu topraklarının Mimari yaklaşımının
temelinde İnsan vardır. Çünkü bu toprakların anlayışını oluşturan İslam dini ve İslam’ın içindeki
Tasavvuf kültürüne göre insan, Allah’ın esmalarının (isimlerinin) en güzel terkibi ile yaratılmış ilahi bir
varlıktır. Dolayısıyla her insan sahip olduğu potansiyel nedeniyle kâmil insan adayıdır. Kâmil insan,
Sırat-ı Müstakim üzerinde olan, hayatında mal-mülk hırsından kendisini kurtarıp, insanların hizmetine
kendisini veren, mal-mülk kazansa bile bunları kalbinde taşımayan, yüzünü Allah’a doğru çevirmiş,
geri dönmemek üzere Allah’a yolculuk eden insandır.
Buna göre, bu insan modelinin tecessüm etmiş şekline İslam Mimarisi denmektedir. Allah, Hz. İnsan’ı
nasıl bina etmiş ise, insan da yaşadığı mekânları Allah’ın ilminden bir ilim içinde inşa eder. Bu ifadesi
ve anlaması zor meseleyi Mimar Sinan, Sa’i Mustafa Çelebi’ye yazdırdığı Tezkiretül Ebniye’de kendi
ağzından bunu şu şekilde ifade etmiştir:
Şükür Mevlaya kıldı lütfun ızhar (lütfunu gösterdi)
Yoğiken kâinatı eyledi var
Urub âb üzre bünyadı (temel, bina) zemini
Mutabbak (tatbik olunmuş) kıldı çarh-ı (devreden, dönen) heftümini (yedi gök)
Direksiz turdurub bu nüh (dokuz) kubabı (kubbeleri)
Muallak (havada) asdı tûbı (kiremit) âftabı (güneş, pek parlak çehre)
Yedi kudretle tahmir (hamr.’dan mayalandırma) itdi lâyı (çamur)
Vücud-ı Âdeme (ruhundan üfleyerek) urdu binayı
Virüb çeşm-ü (göz) dehan (ağız) gûş-u (kulak) lisan (dil) hem
Ol itdi bizi insan-ı mükerrem (ikram olunmuş insan)
Getürdü hem Halîl’in milletinden
Habib-i Mustafa’nın ümmetinden
Mimar Sinan metafiziğe mimari bir dil ile bakıyorsa, elbette mimariye de metafizik bir perspektiften
bakması doğaldır. Buna göre, belirttiğimiz insan modelinin mimaride tecessüm etmiş şekline İslam
Mimarisi denmektedir. İnsan’dan maksat ise, Sinan’ın “Habib-i Mustafa’nın ümmetinden” olması
hasebiyle şükrettiği efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) dir. Yukarıda çok felsefi kalan meseleyi biraz
daha şu şekilde açabiliriz:
1
ÖĞR. GÖR. HÜDAİ SIRRI ŞENALP
Allah, İnsan’ı nasıl bina etmiş ise, İnsan da içinde yaşadığı mekânları, kendisi Allah’tan bağımsız bir şey
ortaya koyamayacağı için ister istemez Allah’ın ilminden bir ilim içinde inşa eder. Bu ilim ise insan için
iki etmenle şekillenir. Birincisi hareketin gerçekleşmesi neticesinde oluşan zaman, ikincisi ise 2
boyutlu yüzeylerin ve 3 boyutlu hacimlerin geometrisinin oluşturduğu mekân. Bu yüzden zaman ve
mekân derken asıl olan mekân içinde hareket meselesidir. İnsan da hayatını çizgisel hareket ederek
geçirir. Hatta güneşin, elektronların hareketleri de çizgiseldir. Bunlar kendi aralarında dairesel, zigzag
gibi arttırabileceğimiz alt başlıklarda sıralansa da en temelde hareket çizgiseldir. Bu da şu şekilde
açımlanabilir:
Nokta: 0 boyut
Çizgi: 1. Boyut
Yüzey: 2. Boyut
Cisim: 3. Boyut
Mimari olarak, insanın hayatı bir şekilde geçerken hayatı içinde çeşitli işler yapar, buna göre
mekânların fonksiyonları düzenlenir. Bu mekânların düzenlenmesi ve mimarisi insan’a bakış ve
insanın da etrafına bakışı ile farklı kisvelere bürünür. Eğer bu bakış, insanın mükerrem (ikram
olunmuş) yani ilahi bir varlık olarak görülmesi olarak gerçekleşirse o bakışa göre bir şekillenme
gerçekleşir, fonksiyonlar ve mimari form ve diğer alt mimari elemanlar Selçuklu ve Osmanlı
Mimarisi’nde gördüğümüz binalara benzer. Mukarnas, geometrik desenler, bin bir renkleriyle çiniler
ve ötelere atıf yapan daha nice mimari eleman… (süs değil). Anadolu coğrafyasına ait düşünce
sisteminde bu böyledir, başka düşünce sistemlerinde de başka şekilde olmuştur.
Biz şu anda yalnızca Batı medeniyetini takip ettiğimiz için bu düşünce güzelliğinden mahrum kaldık ve
binalarımız ve inşaatlarımız da dâhil, her şeyi aynen Batılılar gibi yapıyoruz. Hâlbuki kaybettiğimiz
medeniyetimiz bundan farklıydı.
Bizim bu topraklardaki mimari yaklaşımımız bu eksen doğrultusunda gerçekleşir. Bu yaklaşıma göre
İnsan, Allah tarafından yaratılmış mükerrem (ikram edilmiş) bir varlıktır ve yeryüzünde tayin ettiği
halifedir (kendi yerine koyduğu kişi), bu yüzden dikkat etmelidir. Vadiler, dağlar, denizler, ormanlar,
su kaynakları ve topografya “halife” olan insanın hizmetine sunulmuştur. Halife olmanın gereği doğa
ile uyum içinde kaynakları kullanmaktır. Mimari malzeme meselesinde de aynı kural geçerlidir.
Malzemeyi bir araya getirip mekanı oluştururken insana prestij eden, onu bu âlemde kalıcı imiş gibi
yaşamasına sebep olan bir yaklaşım değil, geçiciliğini vurgulayan ve Allah’a doğru bir yolculuk içinde
oluşunu hatırlatıcı bir yaklaşımdır bu topraklara ait olan. Bu elbette bir milletin hemen ortaya
çıkarabileceği bir şey değildir. Atalarımızın deneye deneye bulduğu senelerin birikiminden süzülmüş,
bozulmamış haliyle kendi mimarimizdir. Bizse bunu şu anda, her şeyin bozulmaya başladığı bu çağda
ancak kendi geleneğimizden öğrenebiliriz. Geçmişten öğrenerek ortaya bir şey koymak bu yüzden
mimari yaklaşımın temelini oluşturmalıdır.
Elbette İslam mimarisi de yukarıda bahsedildiği gibi birden bire ortaya çıkmamıştır. Şunu belirtmeliyiz
ki İslam Mimarisi’nde en mükemmel mimari örnekleri İslam kültürün başka bir kültüre olan
tepkisinden ortaya çıkmıştır. Emevi ve Abbasi dönemi erken İslam mimarisi Sasani ve Roma
imparatorluklarına tepki iken, Selçuklu ve Osmanlı Mimarisi Bizans kültürüne bir tepkidir. Osmanlı
Mimarisi’nin klasik dönemle birlikte bir barok ve ampir dönemine girilmiş fakat bu etkilenme daha
önce olduğu gibi, örneğin yukarıdaki gibi Sasani ve Bizans geleneğine kapılmadan kendini yenilemek
2
ÖĞR. GÖR. HÜDAİ SIRRI ŞENALP
şekilde değil, olduğu gibi etkilenme olunca, son devir Osmanlı Mimarisi belli başlı örneklerini
verdikten sonra bir kriz dönemine girmiş, bu kriz neticesinde barok mimari olduğu gibi alınmış, fakat
Batı Barok’tan vazgeçince Osmanlı’da Barok mimari de ortadan kalkmıştır. Cumhuriyet ile 1. ve 2.
Ulusal dönemler de çok önemli çabalara rağmen yaraya merhem olamamış, günümüzde de kültürel
yozlaşma neticesinde mimarlık alanına bir karmaşa hâkim olmuştur. Sonuçta ortaya çok çeşitli, ne
yaptığını bilmeyen bir mimari ortaya çıkmıştır.
İSLAM BİLİM VE TEKNOLOJİSİ
Modem dönemden önceki teknolojide, tabiata zarar verilmeden, onun kuvvetlerinden yararlanmak
sureti ile icatlar yapılmıştır. Fakat Modern dönemde doğaya zarar geri döndürülemeyecek hale
gelmiş, bir çok hayvan ve bitki türleri yok olmuş, ve bu zarar artarak devam etmektedir. Aşağıda,
Mimar Sinan o güzel binaları yaparken, yine aynı çağda, 16. Yy’da icat edilmiş olan Takiyyuddin’in su
pompasını, tam sanayi devrimi öncesi zamanlarda nasıl bir tür teknolojilerle uğraşıldığı bakımından
inceleyelim:
Takiyyuddin’in Su Pompası
Pompa yatay bir mille su değirmenine bağlı durumdaydı. Yatay mil üzerinde 6 eksantrik
bulunuyor, nehir değirmeni döndürdüğünde mil’i harekete geçirip üzerindeki eksantrik
çubuklarını aşağı itiyordu. Pistona bağlı bu çubukların sonunda ise yönlendirici ağırlıklar
bulunuyor bu sayede bir kaldıraç gibi pistonu aşağı yukarı kaldırarak hareket ettiriyordu.
Raşid'in Tasarladığı Pompanın Maketi - İstanbul İslam Teknoloji Müzesi
Pistonun bu hareketiyle bir vakum etkisi meydana getirerek nehirden su emiyor, emilen su
tekyönlü bir vanadan (Klape vana) geçerek çekiliyor, eksantrik miller serbest kaldığında
yerçekimi etkisiyle bağlı ağırlıklar pistonu aşağı indiriyor, böylece emilen su da serbest
kalarak tek yönlü vanadan geçemediği için dağıtım borularına yöneliyordu.
Yukarıda görüldüğü gibi geçmişte uğraşılan teknoloji, belirli bir çerçevede, insanlık açısından
minimum ölçüde zarara yol açacak tabiat kuvvetlerinden yararlanma prensibine dayanmaktaydı. Bu
bakışa sahip insanlar, tabii çevrenin uyumunu bozacak bir teknoloji üretme anlamına gelebilecek
adımı asla atmamışlar, tahribi modern insan için felakete yol açmış bulunan tabiat dengesinin
kaybedilmesine yol açacak bir teknoloji geliştirmenin tehlikesini sezmişlerdir. Bu sebeple de bildikleri
3
ÖĞR. GÖR. HÜDAİ SIRRI ŞENALP
her şeyi uygulamaya geçirmemişlerdir. Bilimin sınırını, tabiatı gereği, Batı’nın yaptığı gibi “sonlu olan
bir varlık tabakası hakkında, sonsuz ilerleme peşinde koşmak” olarak yorumlamamışlardır. Çünkü
parçanın bilgisini elde etmek için, bütünü asla gözden kaçırmamak gerekiyordu. Global dünya, asırlar
sonra insani güler yüzlü bir teknolojinin önemini, henüz yeni yeni kavramaya başlamıştır.
Aşağıda, Evliya Çelebi’nin anlatımıyla Lagâri Hasan Çelebi’nin 17. Yy’da icat ettiği ilk roketin
bir merasim esnasında kullanıldığı anlatılmaktadır. Böyle bir teknolojinin savaşta değil,
eğlencede kullanılıyor olması yukarıda bahsedilen “teknoloji bilindiği halde zarar vermeme”
düsturuna örnek olarak tarihe geçmiştir. Bunun gibi aynı şekilde denizaltı da eğlencelerde
kullanılmıştır.
Lâgârî Hasan Çelebi
"Lagâri Hasan Çelebi, Murad Han'ın Kaya Sultan nam duhteri pakizesi(temiz kız
evladı) vücude geldiği gece akube şamdanlığı(eğlence) oldu. Lagari Hasan, elli okka
barut macunundan yedi kollu bir fişeng icad etti (roket de denilebilir).
Sarayburnu'nda Hünkar huzurunda fişenge bindi ve şakirdleri (öğrencileri) fişengi
ateşlediler. Lagari, "Padişahım seni Hüda'ya ısmarladım" diyerek temcid (Allah’ı
büyüklemek) ve tevhid(Allah’ı birlemek) ile evci asumana huruc eyledi (gökyüzünün
en yüksek noktasına yükseldi...
Yanında olan fişengleri ateş edip ruyi deryay (deniz yüzünü)ı çeragan eyledi
(ışıldattı). Bam-ı felekde (gökyüzünün çatısında) fişeng-i kebirinin (büyük fişek) barutu
kalmayıp da zemine doğru nüzul ederken (inerken), ellerinde olan kartal kanatlarını
açıp Sinanpaşa Kasrı önünde deryaya indi. Oradan şenaverlik ederek (yüzerek)
uryan(yarı çıplak şekilde) huzurı padişahiye geldi. Zemini bus ederek (öperek) selam
verdi. Bir kese akça ihsan olunup yetmiş akça ile sipahi yazıldı. Sonra Kırım'da
Selamet Giray Han'a gidüp orada merhum oldu. Rahmetli yar-i gaar-ı sadıkımız idi
(arkadaşımız idi).
4
Download