Ders Notları – 1. Hafta 19.yy Öncesi Dönemde Küresel Ticaretin Yapısı ve Etkileri Joseph E. Inikori, “Africa and the Globalization Process: Western Africa, 1450–1850,”Journal of Global History 2 (2007): pp. 63–86. Dünya tek bir üretim sahası haline geldi. Çokuluslu şirketler imal etmek istedikleri ürün veya parçayı dünyanın istedikleri yerinde üretebiliyorlar. Mamul ne kadar teferruatlı (karmaşık) olursa imalat süreci o denli dünyaya yayılıyor. Bütün bu faaliyetler, mamuller, sermaye ve daha az nispette emeğin dünya genelinde sıkı bir şekilde entegre olması sebebiyle mümkün olmaktadır. Frank ve Gills gibi bazı yazarlar dünyamızın geçen 5000 senedir sürekli değişmekte olduğunu iddia etseler de çoğu yazar tarihte küreselleşme süreçleri yaşandığını, bu süreçlerin sektelere uğradıklarını ve bugünkü dünya düzenini netice veren sürecin 16. yüzyılda başladığını iddia etmektedirler. 2002 senesinde O’Rourke ve Williamson, bu konularla alakalı 2 makale yazdılar. Bu makalelerde Columbus ve da Gama tarafından başlatılan coğrafi keşiflerinden sonraki 500 sene içinde dünya ticaretinin süratle arttığı gösterilmektedir. Bu bilgilere bağlı olarak, “küreselleşme ne zaman başladı” sorusu sorulmaktadır. Makaleler, ticaretin önündeki engellerin kaldırılmaya başlamasının 1820’li senelerden sonra olduğu ve daha önceki üç yüz sene boyunca ticaretteki artışın arz ve talepte sebebiyle olduğu neticesine varmaktadır. 19. ve 20. yüzyıllarda ticaretteki artış ticaretin önündeki engellerin düşürülmesi sebebiyle olmuştur ve bu sebeple makale, küreselleşmenin 19. yüzyılın başlarında başladığını iddia etmektedir. Flynn ve Giraldez’e göre ise sıkı bir şekilde entegre olmuş küresel bir ekonomi 16. yüzyıldan beri vardır. Bu yazarların fikirlerinin farklı olmasının sebebi küresel bir ekonominin manası hakkındaki farklı görüşleridir. O’Rourke ve Williamson açısından, sıkı bir şekilde entegre olmuş küresel bir ekonomi mal ve hizmetlerin imalatında küresel bir iş bölümünün geçerli olmasıdır. Flynn ve Giraldez için ise küreselleşme, dünya çapında ticaret bağlantılarının tesis edilmesiyle başlamıştır. Bu ise, 1571 tarihinde Asya kıtasının Manila üzerinden doğrudan Amerika kıtasıyla bağlanmasıyla başlamıştır. Flynn ve Giraldez için kıstas, küresel iş bölümü değil, küresel bazda ticaret bağlantılarının tesis edilmesidir. Yani, 16. yüzyılda küresel ticaret bağlantılarının tesis edilmesi küreselleşmenin neticesi değil sebebidir. Bazı yazarlar, daha önceden kapitalizmin Avrupa’da gelişmesinin 1500’li senelerde küreselleşme sürecini başlattığını iddia etseler de bu fikir doğru değildir. Batı Avrupa’da ortaya çıkan kapitalizm, küreselleşme sürecinin neticelerinden biridir. Kapitalist bir Avrupa’nın kapitalizmi 16. yüzyılda dünyanın diğer bölgelerine taşıdığını iddia eden Gunder Frank, daha sonraki senelerde, kapitalizmin 19. yüzyıldaki mekanikleşmiş fabrikalardan önce var olmadığını kabul etmiştir. Bu makalenin geri kalan kısmı modern küresel ekonominin gelişmesinde Atlantik havzasının coğrafi olarak çok önemli olduğunu iddia etmektedir ve makaleye göre bu süreçte Afrikalılarının emek gücü kritik bir sebep olmuştur. 15. yüzyılın ortalarından evvel Atlantik havzasındaki ekonomiler ve toplumlar (Batı Avrupa, Batı Afrika ve Amerika Kıtası) arasında doğrudan bir bağlantı yoktu. Batı Avrupa ve Batı Afrika, Afro-Avrasya ticaret sistemi tabir edilen bir yapının içindeydi ve söz konusu ticaret Kuzey Afrikalı ve Ortadoğulu tüccarlar tarafından yürütülmekteydi. 5000 sene önce bugünkü Sahra bölgesi ve Nil Vadisi Afrika’daki küreselleşme sürecinin merkeziydiler. Farklı nüfus yoğunlukları ve doğal kaynak dağılımları bölgeler arasındaki uzmanlaşmanın ve ticaretin artmasına sebep oldu. Atlantik havzasındaki küreselleşme süreci Brezilya ve Karayiplerde pamuk, kahve ve şeker kamışı gibi zirai ürünlerin tarımının yapılması ve bölge halkının tamamına yakınının katledilmesiyle başladı. Amerika’nın İspanya’nın kontrolündeki bölgelerindeki değerli maden (özellikle gümüş) üretimi ve Brezilya’daki şeker üretimi, Atlantik ticaretinin 16. ve 17. yy.lardaki düşük seviyelerinden süratle artmasına sebep oldu. 17. yy’ın ortalarından 19. yy’ın ortalarına kadar önce Karayiplerde ve ardından Amerika’nın Britanya’nın kontrolündeki bölgelerinde yukarıda zikredilen mamüllerin üretimi süratle arttı. Hem hacim hem de değer açılarından 16. yy’da Atlantik’teki ticaret Atlantik havzasındaki bölgeler arasında uzmanlaşma ve iş bölümüne sebep olabilecek seviyede değildi. 16. yy’da küresel bir ekonomiden bahsedenlerin eldeki istatistikleri dikkate almaları gerekir. İspanyol hükümetleri Amerika’nın İspanya’ya ait bölgelerinden gelen değerli madenleri kullanarak Fransa, Hollanda, Almanya ve İngiltere’deki ticarette kullanılmasını teşvik ettiler. Bunun ardından iki önemli gelişme oldu. Bu ülkelerden İspanya’ya yapılan ihracat Avrupa içindeki ticareti ve söz konusu ülkelerdeki üretimi arttırdı. Diğer bir gelişme ise tedavüldeki para miktarının süratle artması oldu ki bu durum 16. yy’da Batı Avrupa’daki fiyat devrimine sebep oldu. Bu iki gelişme söz konusu dönemde Batı Avrupa’da piyasa ekonomisinin gelişmesini ve yurtiçi piyasaların kalkınmasına sebep oldu. Ayrıca, Amerika’dan gelen gümüşün Asya ile ticarette kullanılması Asya ülkelerinden alınan özellikle tekstil, çay ve porselen gibi ürünlerin ithalatının artmasına sebep oldu. Bu durum ise tüketim alışkanlıklarının değişmesine ve daha önceden kendi geçimi için üretim yapan imalatçıların uzun vadede piyasaya yönelik imalat yapmalarına sebep oldu. İspanyol Amerika’sının değerli madenleri Atlantik havzasındaki küreselleşme sürecinde önemli idiler fakat Atlantik ekonomisine sebep olan şey 1650–1850 seneleri arasında Amerika kıtasında yapılan zirai üretim idi. Karayiplerdeki zirai üretimin uzmanlaşmasının ileri derecelerde olması özellikle Britanya Amerikasındaki gıda fabrikaları ve bütün (Britanya’nın olan ve olmayan) Karayipler için gemi nakliyesi yapan işletmeler gibi Atlantik ticaret erbabı için önemli piyasalar haline gelmesine sebep oldu. New England (bugünkü Kuzey Doğu ABD) ve Orta Atlantik bölgesi bu durumdan en fazla faydalananlar oldular. Yukarıda zikredilen zirai mamulleri üretmeye müsait olmayan iklim ve topraklardan dolayı bu bölgeler geçimlik ziraat faaliyetiyle yetinmek zorunda kalmışlardı. 1774 tarihinde Britanya’nın Amerika kolonilerindeki hür halkın kişi başına geliri bunu yansıtmaktadır. New England, £38,2; orta-Atlantik, £45,8; Amerika’nın güney eyaletleri, £92,7; Karayipler, £1.200. Bu sebepten dolayı New England bölgesi Avrupa’lı göçmenler için cazip bir bölge değildi.1630–80 seneleri arasında bölgeye 28 bin kişi göç ederken 1680–1780 seneleri arasında nüfus 31 bin kişi azalmıştır. Kuzeydoğu Amerika bölgesi (New England ve orta-Atlantik) güney Amerika ve Batı Avrupa bölgesi için hizmet üretimini arttırmasıyla (zaman içerisinde Batı Avrupa mamullerine rakip ithal ikamesi üretimine başladı) ortaya çıkan zenginleşme batıda gıda ürünleri için ek bir pazar ortaya çıkmasına sebep oldu. Bölgeler arasındaki bu üçlü iş bölümü her bölgedeki iç piyasaların, kısmen göç almaları sebebiyle, süratle büyümesine yol açtı. Bölgeler arasındaki uzmanlaşma ve iç piyasaların süratle büyümesi nakliye konusunda dar boğazların oluşması ve neticede bu alanlara sermaye yatırımlarının artmasına sebep oldu. İlk olarak bir dizi kanal inşa edilirken ardından demiryolları geldi. 1830 senesinde 23 mil demiryolu varken bu rakam 1841 senesinde 3.535 mil, 1851 senesinde 10.982 ve 1890 senesinde 208.152 mil oldu. Bu yatırımlar neticesinde nakliye maliyetlerinin azalması ABD’de Atlantik piyasasına sıkı bir şekilde bağlı milli bir ekonominin ortaya çıkmasına sebep oldu. 1650–1850 seneleri arasında Atlantik ticaretinin, Amerika kıtasındaki zirai üretimle birlikte artması Batı Avrupa ve Amerika kıtasının bir iktisadi sistem içinde entegre olmalarına sebep oldu. Britanya’nın Amerika kolonilerinin askeri zaferlerle birlikte genişlemesi, 1650–1850 senelerinde ticaret için yapılan zirai üretiminde büyük ölçüde söz sahibi olmaları ve bu üç bölgenin birbirlerine sıkı bir şekilde entegre olmaları İngiliz ekonomisinin artan Atlantik ticaretinden bu dönemde daha fazla faydalanmasına sebep oldu. Bu durum, diğer Batı Avrupa ekonomilerine kıyasla İngilitere’nin 19. yy’da nasıl ilk sanayi ülkesi olduğuna dair bir ipucu vermektedir. Sanayileşmeye sebep olan büyük teknolojik buluşların büyük bir kısmı Lancashire, West Riding of Yorkshire ve West Midlands bölgelerinde ortaya çıkmıştır ki, bu bölgelerin özellikle ilk ikisi imalatının büyük bir kısmını Atlantik piyasalarına satan yerler idiler. Neticede Sanayi Devrimi Atlantik havzasının tek bir iktisadi sistem haline gelmesinin son aşamalarında mühim bir rol oynadı. Sanayi Devriminin fabrika organizasyonu ve makineleşmiş imalatı, imalat maliyetlerinin azalmasına sebep oldu. Söz konusu teknolojilerin deniz ve karadan yapılan uluslararası nakliyede kullanılması maliyetleri düşürdü. Telgraf ve diğer iletişim teknolojik gelişmeler uzun mesafeler arasında iş yapmak için gerekli olan bilginin maliyetlerin azalmasına sebep oldu. Neticede, Atlantik havzasında endüstrileşmiş ve endüstrileşmemiş ülkeler arasında 19. yy’da bir iş bölümü gerçekleşmiş oldu. Sanayi Devriminin teknolojilerinin derinleşmesi ve diğer Atlantik ekonomilerine yayılmasıyla birlikte Atlantik iktisadi sistemi Asya, Ortadoğu ve Orta ve Doğu Avrupa ülkelerine yayılarak 1914 senesindeki küresel ekonomik düzende önemli bir çakıl taşı haline geldi. Bu dönemdeki Atlantik ticaretine konu olan mamullerin üretilmesinde Afrika’lı köleler niye bu kadar önemliydi. Temel sebep toprakların çokluğuydu. Toprakların çokluğu söz konusu zirai üretimin aile fertleriyle yapılamayacak çapta olması manasına geliyordu. Topraklar o kadar çoktu ki insanların zorla çalıştırılması haricinde çok az insan o büyüklükteki tarlalarda çalışmaya razı oluyorlardı. Tütün gibi diğer Amerikan zirai mamullerin fiyatları da zaman içerisinde büyük ölçüde azaldı ve bu “gelişme” orta sınıf ve fakirlerin tüketimlerinin artmasına ve yayılmasına ve Avrupa’nın ürettiği mamullere olan talebin artmasına sebep oldu. Batı Avrupa’daki imalatçılar geçimlik imalat yerine piyasaya yönelik üretmeleri, piyasa ekonomisinin gelişmesi ve yayılması ve Amerika kıtasında gelirlerin süratle artması 17. yy’ın ortalarından 19. yy’ın ortalarına kadar Atlantik havzasında ticaret ve küreselleşmenin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Giorgio Riello, “The Making of a Global Commodity: Indian Cottons and European Trade, 1450–1850,” World History Studies and World History Education: The Proceedings of the First Congress of the Asian Association of World Historians (2010), pp. 1-28. Tarihçiler uzun zamandan beri küreselleşmenin ne zaman başladığını münazara etmektedirler. Williamson ve O’Rourke fiyatların dünya üzerinde dengeye gelmesini piyasaların birleşmesi olarak algıladıkları için küreselleşmenin 1800’li senelerden önce var olmadığını iddia etmektedirler. Gunder Frank ve McNeill gibi tarihçiler ise küreselleşmeyi kültürel ve iktisadi bir süreç olarak algılamaktadırlar ve bu sürecin başlangıcının 15. yy’ın ikinci yarısı olduğunu iddia etmektedirler. Diğer tarihçiler ise bu söz konusu tarihin insanların ilk alışverişi yapmaya başladıkları dönem olan “tarih öncesi” dönem olarak görmektedirler. Küreselleşmenin tanımı üzerinde hem fikir olunamaması başlangıcı hakkında da fikir birliğine varılamamasına sebep olmaktadır. Bu makale tanım konusuna eğilmek yerine pamuk tekstili gibi spesifik bir mamulün imalatının, alışverişinin ve tüketilmesinin dünyanın çok geniş bir alanını nasıl etkilediğini anlatmaya çalışacaktır. Makalenin birinci bölümü pamuk tekstilinin 1600 senesinden önce Hint Okyanusundaki rolünü ve Avrupa’nın pamuk kültürünün niye farklı olduğunu anlatmaktadır. Avrasya, pamuğun geçerli olduğu Asya ve yünün geçerli olduğu Avrupa’ya bölünmüştü. Makalenin ikinci bölümü Avrupa’nın Hint pamuğunu ithal etmede neden o kadar istekli olduklarını anlatmaktadır. Pamuk tekstili Avrupa’ya ne zaman geldi ve hangi sebeple o kadar tutuldu? Pamuk tekstilleri Avrupalılarının zevklerine göre nasıl değişti ve Avrupa’daki imalatı nasıl değiştirdi? Avrupa’nın 17. ve 18. yy’larda pamuk ticaretine dâhil olması pamuk tekstilinin dünyadaki rolünü değiştirdi. Makalenin üçüncü ve son bölümü Hint ve Avrupa pamuğunun Batı Afrika, Kuzey ve Latin Amerika’ya yayılmasını anlatmaktadır. Makalenin sonunda Hindistan’ın 19. yy’da pamuk tekstilinin küreselleşme sürecinde hangi konumda olduğu anlatılmaktadır. 1400 senesinde Avrasya, koyun ile yünün imalat ve tüketimi üzerine yoğunlaşan Avrupa ve bir bitki lifi olan pamuk ile pamuğun imalat ve tüketimi üzerine yoğunlaşan Asya olmak üzere iki parça halindeydi. Avrupa’nın ve özellikle İngiltere’nin yünlü kumaşlarının Türkiye’de 17. yy’da tutulması bu kumaşların Hindistan ve Çin’e satılması hususunda ümit doğurdu fakat bu ümitler boşa gitti. 1400 senesi itibariyle Hint pamuk tekstilleri Güneydoğu Asya’dan Ümit burnuna kadar Hint Okyanusu boyunca ve Sahra çölü ve Batı Afrika’ya kadar yaygın bir coğrafya satılıyordu. Basra Körfeziyle yapılan ticaret pamuk kumaşlarının Ortadoğu, Orta Asya ve büyük ihtimalle Doğu Avrupa’ya kadar gitmesine sebep olmuştu. Tayland, Sumatra, Japonya, Sri Lanka veya Etiyopya gibi ülkeler üzerinde araştırmalar yapılan tekstil tarihçileri bu ülkelere satılan kumaşların o ülkelerin zevklerine ne kadar uygun olduğunu araştırmışlardır. Araştırmalar, özellikle kaliteli kumaş satan Hint tüccarlarının her ülkede gerekli olan şartlardan haberdar olduklarını tespit etmiştir. Tekstil imalatında kullanılan teknikler dikkate alındığı takdirde Hint kumaşlarının Avrupalı muadillerine kıyasla çok üstün bir kaliteye sahip oldukları ortaya çıkmaktadır. 15. yy’ın sonlarında Ümit Burnu yolunun açılmasının Batı Avrupa ve Asya arasındaki maddi ve iktisadi temasta bir dönüm noktası olduğu anlaşılmaktadır fakat bu doğrudan ticaretin boyutları ve ehemmiyeti üzerinde soru işaretleri vardır. Wallerstein gibi yazarlar Ümit Burnu üzerinden yapılan ticaretin etkileri hakkında şüphe duymaktadır ve 17. ve 18. yy’da iki kıta arasındaki ticaretin azlığına dikkat çekmektedir. Hint pamuk kumaşlarının Avrasya arasındaki ticaret kronolojisi ve miktarlarının ehemmiyeti daha derin bir meseleye işaret etmektedir: pamuklu kumaşlar Avrupa’da neden o kadar başarılı oldular? Hint pamuklu kumaşları renklerin kalıcı olması ve yıkanabilir olmaları gibi özellikleri itibariyle yünlü kumaşlara kıyasla üstün yönleri vardı. Bu özellik Avrupa’da iç çamaşırlar başta olmak üzere çamaşırların temizliği hakkındaki zihniyetlerin değişmesine sebep oldu. Asya pamuklu kumaşlarının önce Avrupa’lı ve daha sonra da Kuzey Amerika’lı tüketicilerin tüketim alışkanlıklarına girmelerinin sebebi ucuzluğun yanında zamanla moda olmaları idi. Hindistan’dan yapılan ithalat Avrupa devletlerinin yetkilileri tarafından endişeyle takip edilmekteydi. Avrupa ülkelerinin Hindistan’la yapılan ticarette açık vermeleri hem ödemeler dengesi açısından endişe veriyordu hem de ülke içindeki tekstil üreticileri açısından bir tehdit oluşturmaktaydı. Devlet yetkilileri 1630’lu senelerde Hollanda’da etkili olan lale çılgınlığına benzer bir durum yaşandığını ve pamuklu ve ipek kumaş ithalatının yasaklanması gerektiğini iddia ettiler. 1686 senesinde Fransa’nın ithal kumaş yasağıyla birlikte Avrupa’daki merkantilist uygulamalar yaygınlaşmaya başladı. Benzer uygulamalar 1713 senesinde İspanya ve Prusya’ya ve 1721’de İngiltere’ye yayıldı. Maxine Berg, Hindistan, Çin ve Japonya’dan 17. ve 18. yy’da yapılan ‘egzotik’ ithalatları incelediği çalışmasında Avrupa’nın bu dönemde ithal ikamesi politikası güttüğünü ifade etmektedir. Pamuk kumaşının imalatının Hindistan’dan Avrupa’ya kaymasında ithal ikamesinin rolü çok büyüktür. Britanya ve genel olarak Avrupa’da bu husustaki başarısının tek sebebi ithal ikamesi değildir. Teknoloji, kurumlar, siyasi hükümranlık ve dünya piyasalarının kontrolü Avrupa’nın 1750–1850 seneleri arasındaki yükselişinin bazı sebepleri olarak gösterilebilir. Asya’dan gelen egzotik mamullerin tanınması, asimile edilmesi ve değiştirilmesiyle Maxine Berg’in deyimiyle, Avrupa bir ‘ürün devrimi’ yaptı ve bu süreç Sanayi Devrimi olarak adlandırılan 18. yy’daki iktisadi büyümeyi sürükledi. Sadece üç nesil içerisinde Avrupa, ithal pamuk kumaşına olan bağımlılığını aşarak iktisadi olarak o zamanlar ne kadar mühim olduğu bilinen bir sanayi oluşturdu. Kendi maddi kültürüne dâhil olmayan ürünleri kullanarak değişimi süratlendirdi, hayalleri harekete geçirdi, buluşları arttırdı ve modayı benimsedi. Yeni imalar sektörü, mamuller yurtdışında satılmadan ayakta duramazdı. Pamuklu kumaşların adeta yeniden üretilmesi sadece Avrupa için değil idi. Atlantik Okyanusu üzerinden Batı Afrika, Kuzey Amerika kolonileri ve Latin Amerika da bu yeni ürünü satın aldılar. Avrupa pamuk kumaşının Avrupa haricinde alıcılarının bulunması söz konusu sektörün gelişimi için elzem oldu. Daha önceden kullanılan ithal ikamesi artık geçerli olamazdı. Pamuğun küresel bir ürün haline gelmesi imalatının makineleşmiş ve sanayileşmiş olması sebebiyle olmadı. Bilakis, pamuk küresel bir mamul olduğu için imalatı makineleşti ve sanayileşti. Inikori’nin açıklamaları Afrika’nın küreselleşmeye katkısının sadece tüketici piyasasıyla sınırlı olmadığını göstermektedir. Atlantik’te yapılan üçgen ticarette pamuklu kumaşlar Afrika’ya satılıp karşılığında köle satın alınıyordu. Bu köleler Amerika’daki tarlalara gönderilip diğer zirai mamullerin yanında pamuk imal ediliyordu. Bu pamuklar da Avrupa’daki tekstil fabrikalarında işlenip kumaş haline getiriliyordu. Merkantilizm ve Avrupa Kapitalizminin Gelişimi Patrick Karl O’Brien, “The History, Nature and Economic Significance of an Exceptional Fiscal State for the Growth of the British Economy, 1453-1815,” London School of Economics Working Papers No. 109/08 (2008): pp.17-53 only. Avrupalı tarihçiler, akitlerin tatbik edilmesi ve mal ve hizmet ve üretim faktörlerinin değişiminin düzenlenmesi gibi konuların genelde üretim ve ticaret yapan şahıs ve şirketlere bırakıldığı hususunda hemfikir olsalar da devletlerin müdahalesi olmadan insanların ve mallarının zarar ve şiddetten korunmasının mümkün olmadığını kabul etmektedirler. İktisadi açıdan bakılırsa, etkin olmayan devletler, yatırımcılara fiziki ve insan sermayesini tedarik edemeyen ve özel mülkiyeti, dâhili üretimi ve dâhili ve harici ticareti, harici istiladan, dâhili istikrarsızlıktan ve zarardan koruyamayan devletlerdir. Bu teminatlar modern devletlerin ürettikleri en önemli kamu malı olarak görülmektedir. Savaş zamanlarında ganimetler muzaffer devletlerin gelirlerini arttırır fakat bu süreç kısa vadelidir. Afrika, Hindistan ve Amerika kıtasındaki sömürgeleşme hareketlerinden gelen altın ve gümüş gibi değerli madenler ise Portekiz ve İspanyol hanedanlarına yüzyıllarca ek gelir olmuştur. 19. yy’da Hollanda ve Belçika’nın kısa süreli olarak yapabildiklerinin haricinde hiç bir imparatorluk sömürgelerinden gelen kaynaklarla devlet gelirlerine ciddi bir katkı yapamamıştır. Osmanlı, Moğol, Qing, Romanov, Avusturya-Macar, Britanya, Fransa, Danimarka ve diğer modern imparatorlukların elde ettikleri ganimetler verimli ve uzun vadeli, sürdürülebilir bir mali yapı tesis edilmesi açısından çok faydalı olduğu söylenemez. Fetihler için harcanan kaynaklar ve fethedilen yerlerin müdafaa edilmesi ve idare edilmesi için harcanan kaynaklar düşüldükten sonra elde edilen ganimetlerden geriye pek bir şey kalmıyordu ve hatta bazen de eksiye düşülüyordu. Genel olarak bakıldığında sadece Brandenburg Prusyası, İspanya ve Portekiz fethedilen yerlerden mali yapılarına ciddi bir kaynak aktarımı tesis edebilmişlerdir. Mamafih, sermaye yoğun ve teknolojik olarak donanımlı ordu ve donanmaların ortaya çıkmasıyla birlikte 1500 senelerden sonra ganimet gelirlerini vergilerden elde edilen gelirlerle tamamlamak ve zaman içerisinde tamamıyla ikame etmek için devletler üzerindeki baskılar arttı. Protestanlığın ortaya çıkmasıyla birlikte jeopolitik şiddet üzerindeki dini kısıtlamalar kaldırıldıktan sonra Afrika, Amerika kıtası ve okyanuslarda yayılma politikaları yaygınlık kazandı. Bu politikalar maliyetli olduğu için vergi tabanlarının genişletilmesi ve derinleştirilmesi için bütün devletler üzerinde bir baskı ortaya çıktı. Avrupa ölçeğinde bakıldığı zaman ilk İngiliz-Hollanda savaşından Trafalgar ve Waterloo’da Fransa’ya karşı olan zaferlere kadar Britanya’nın olağanüstü mali başarıları iktisat tarihi açısından iki soruyu gündeme getirmektedir. İlk olarak, eski asırlardan beri mali tabanını güçlendirmek için fazla bir başarı elde edemeyen ufak ve savunmasız bir devlet nasıl oldu da milli gelirin vergilere giden payını ve borçlanmayı bu denli tarihi seviyelere çıkartabildi? İkinci soru ise, Britanya’nın Avrupalı rakiplerinin benzer mali başarıları elde etmesini ve neticede jeopolitik hakimiyet ve imparatorluk genişleme tesis etmesini engelleyen iktisadi, siyasi, kültürel ve diğer kısıtlamalar nelerdi? 1648–1815 döneminde İngiliz devleti Avrupa’nın en süratli büyüyen ekonomisini idare ediyordu. Mali olarak elverişli olan o ortam toplumun büyük bir kısmının gelirini yükseltti ve artan tüketimden alınan vergiler devletin vergi gelirlerini arttırdı. Avrupa çapında nüfusun kasaba ve şehirlerde yoğunlaşma oranı gelirlerin artmasını ve vergilerin salınmasının ve toplanmasının artmasına sebep oldu. Daha büyük ve daha yoğun üretim bölgeleri, tesis edilmiş ve düzenli dağıtım ve değişim kanallarıyla birlikte dolaylı vergilerin toplanabilmesi için şarttır. 1688–1731 seneleri arasında Britanya’nın milli geliri 3 katına çıkarken devletin gelirlerinin 15 katına çıkması o dönemde vergi gelirlerinin sadece iktisadi büyüme sebebiyle arttığı fikrini çürütmektedir. Zirai verimliliğin artması, sanayileşme, şehirleşme ve üretimin yer değiştirmesi ve yeniden organize edilmesi devletin vergilerinin artmasına sadece katkı yapmakla kaldığı fikri ağır basmaktadır. Adam Smith’den sonra liberal iktisatçılar kabul etmeseler de devletin güçlü bir mali yapıya sahip olması ülke ekonomisinin gelişmesi için müspet yönde etkili olabilir ve bu durumun ispatı Britanya’nın İspanya, Portekiz, Fransa ve Hollanda’yla mukayese edilmesidir. Osmanlı, Moğol ve Qing devletleriyle birlikte söz konusu batılı devletler mali açılardan güçlü olmadıkları için denizlerde hüküm sürmede, sömürge elde etmede ve mal ve hizmet ticaretinden pay almada Britanya’yla rekabet edemediler. Bu ülkelerin mali zayıflıkları endüstriyel piyasa ekonomisi olmalarını geciktirmiştir. 1642-60 seneleri arasındaki fetret devrinden önce bile İngiliz devleti vergileri arttırmak ve yurtiçi ve Avrupa piyasalarında borçlanabilmek için gerekli siyasi, kurumsal ve iktisadi şartlara haiz idi. İngiliz devletinin idarecileri Avrupa’da Venedik, İspanya, Fransa ve Hollanda’da görülen vergilerin teminat gösterilerek borçlanma fikrinin olgunlaştığını ve değerlendirmeye değer olduğu düşüncesindeydiler. 17. yy’ın sonlarındaki İngiliz iç savaşından önce İngiliz hükümeti gelir ve servet vergileri üzerine yoğunlaşmış ve vergiye muhatap varlıkların değerlemelerini güncellemek ve vergi toplanılan hane halkı sayısını arttırmak eğilimine girmişti. Halktan gelen tepkiler üzerine iç savaştan sonra bu çabalardan vazgeçildi. 1799 senesine kadar İngiltere’de yeni bir doğrudan vergi tesis edilmedi. O seneye kadar devlet yeni vergiler salsa bile varlıklı İngilizler gelir ve servetlerini gizlemede mahir idiler. Bu tip siyasi kısıtlamaları aşabilmek maksadıyla Charles II zamanındaki hükümet dolaylı vergiler konusundaki kanuni düzenlemelere ağırlık verdi. Aslında bu mali stratejiye geçiş 17. yy’ın başlarında yürürlüğe girdi fakat 17. yy’ın sonlarındaki iç savaş ve fetret devriyle birlikte hızlandı. 1713’den sonraki bir asır içerisinde bu politika iyice hızlandı ve devlet gelirlerinin dörtte üçü dolaylı vergilerden müteşekkil hale geldi. Savaşlar devam etse bile 18. yy’daki İngiliz hükümetleri güçlü vergi gelirlerinin verdiği güvenceyle daha fazla borçlanmaktan geri kalmadılar ve bu mali güçle dünya siyasetinde daha fazla söz sahibi oldular. Britanya devleti devletin borç yükü sıralamasında Avrupa ülkeleri sıralamasında sonlardan başlara çıktı. 18. yy’ın sonlarında başbakan Pitt askeri harcamaları karşılayabilmek maksadıyla ilk defa tesis edilen hakiki gelir vergisinin gelirlerini kullanmak için parlamentoyu ikna etti. Pitt’in vergilerinin başarısına rağmen 16 sene sonra Britanya tarihinin en pahalı savaşıyla birlikte devletin borçları milli gelirin üç katına çıkmıştı. Pitt’den sonra gelen Liverpool hükümeti ise mali yapıyı kuvvetlendirmek için halk tarafından pek sevilmeyen gelir vergisini kaldırdı ve laissez-faire ilkesi gereğince devleti ufaltmaya başladı. 1651–1815 tarihleri arasında Britanya’nın girdiği 10 savaşın maliyetlerini karşılayabilmek için vergi gelirlerin arttırılması elzem hale geldi. Britanya’nın Avrupalı rakipleri ise 17. yy’ın daha başlarında çok kötü bir mali yapıya sahip idiler. Birçok Avrupa’lı devlet başarısını tekrarlamak istese de borçlanmada ve vergileri arttırmada Britanya kadar muvaffak olamadılar çünkü vergi gelirlerinin tabanını genişletmek ve derinleştirmek veya finans piyasalarını tesis etmek fikirlerine muhalefet eden siyasi faktörler Britanya’ya kıyasla Fransa, İspanya, Hollanda, Avusturya diğer Avrupa ülkelerinde daha fazla idi. 18. yy boyunca kıta Avrupası ülkelerine kıyasla Britanya devletinin mali yapısının özel sektöre karşı daha müsamahakâr ve devlet gelirlerinin yerel maksatlara yönelik kullanılmasına karşı daha kapalı olduğu anlaşıldı. Londra’daki devletin idarecileri Avrupa’daki diğer devletlere kıyasla mali yapılarını “dikta rejimiyle” idare etmek lüksüne sahip idiler. İngiliz parlamentosunda çıkarılan kanunlarla İngiliz mahkemelerinin vergiler konusunda söz hakkı kısıtlanmış oldu. Devletin askeri alandaki başarılarını finanse etmekte kullanılan devlet borçlarının geri ödemeleri büyük ölçüde dolaylı vergilerle yapıldı. Britanyalı vergi mükelleflerin vergi ödemeye o denli riayet etmeleri Avrupa bağlamında bakıldığı zaman dikkate değerdir ve sadece bu konu bile üzerinde daha fazla inceleme yapılmasını gerektirmektedir. Britanya ve diğer ülkelerin mali konulardaki idari farklılıklarından bir tanesi de kıta Avrupa’sında vergi toplama işinin taşeronluğunun güvenilirliği ve maliyeti idi. Kıta Avrupa’sında devlet adına vergi toplayan taşeronların olması suiistimale açık idi ve vergi kayıpları çok idi. Zaman içerisinde birçok Avrupalı maliye bakanı bu sistemi ıslah veya ilga etmek istese de çok fazla netice alınamamıştı. Teorik açıdan bakıldığında Avrupalı devletler için vergileri arttırmanın ve borçlanmanın maliyeti devlet adına vergi toplama görevini üstlenen taşeronların topladıkları vergilerle bu taşeronların devleti ilettikleri vergiler arasındaki fark idi. Ortaçağın sonlarından itibaren bütün Avrupalı idareciler ülkenin tamamındaki varlıklara, iktisadi faaliyetlere ve halkın her tabakasına karşı salınabilecek tatbik edilebilir ve genel kabul gören vergiler tesis etmek için çaba sarf ettiler. 17. yy’ın sonlarında İngiltere, Hollanda, İsviçre ve Venedik Cumhuriyeti ülkenin tamamında tatbik edilebilen vergileri tesis etmede Fransa, İspanya, İsveç, Avusturya ve Danimarka’ya kıyasla çok başarılı idiler çünkü ikinci grupta zikredilen ülkelerin idarecileri bölgelere, faaliyetlere ve halk tabakasına göre salınan vergiler konusunda vergi mükellefleriyle “pazarlık” yapmaya devam ediyorlardı. Dolaylı vergilere geçişteki net faydalar ülke içindeki üretim ve ithalattan alınan vergilerin maliyetlerin asgariye indirilmesine bağlıydı. 17. yy’ın başlarından sonra İngiliz hükümetleri vergi toplama işinin taşeronlardan alınıp devletin kalıcı kadrolarına verilmesi konularında hukuki ve idari tedbirleri almada başarılı oldular. Yeni sistemdeki vergiler büyük çoğunlukla dolaylı vergilerden müteşekkil idi ve kıta Avrupa’sı sistemlerine göre vergi toplama teşkilatları daha profesyonel ve daha etkin idi. 17. yy’ın sonlarından itibaren İngiliz devleti vergi taşeronları sistemini kaldırıp onun yerine dolaylı vergileri toplamakla yükümlü mükemmel işleyen bir sistem kurmaya hemen muvaffak olamadı. İngiliz devleti sadece devletin mali işlerini takip etmede kullanılacak yeni bir sistemin çekirdeklerini tesis etti. 1641–1688 seneleri arasında İngiliz donanmaları Hollanda’nın uluslararası ticaretteki hâkimiyetini kırdıktan sonra, güç bela ıslah edilen İngiliz devleti daha sonraki senelerde cereyan eden 7 adet savaşı başarıyla finanse ederek Britanya’nın daha sonraki yüzyıllarda gelecek güç ve servet dönemleri için gerekli temelleri atmış oldu. Devlet kurumlarının selim bir şekilde işleyebilmesi, ülkenin uzun vadeli iktisadi büyümesine destek olabilecek vergi gelirlerini toplama hususunda cebri ve idari güce sahip yetkili devlet kurumlarını gerekmektedir. David Washbrook, “From Comparative Sociology to Global History: Britain and India in the Pre-History of Modernity,” Journal of the Economic and Social History of the Orient 40, 4 (1997): pp. 417-38 only. Modernite nedir ve nelerden oluşmaktadır? Modernite fikri 19. yy’daki sosyoloji akımlara dayanmaktadır ve söz konusu akımlar Batı toplumlarında cereyan eden sanayileşme, bürokratik ve bilimsel devlet, ülkelerin oluşumu, sosyal demokrasi, kamuoyu baskısı ve emperyalizm’in genişlemesi gibi devrim niteliğindeki değişimleri açıklamaya çalışır. Bu gelişmeler birbiriyle bağlı ve bir bütünün parçaları olarak görülür. Bu gelişmeler aynı zamanda, bireysellik, sekülerizm, rasyonellik, kanun devleti, piyasa ekonomisi ve temsilci hükümet gibi değerlerin neticeleri olarak algılanır. 20. yy’daki tarihi tecrübeler bu fikirleri çürütmüştür ve yukarıda bahsedilen öğelerin diğerleriyle ne kadar alakalı olup olmadığı sorusunu gündeme getirmiştir. Sanayileşme ile sosyal demokrasi arasındaki bağ Faşist Avrupa ve Stalinist Rusya örneklerinden dolayı şüphe uyandırmaktadır. Sanayileşme ile bireysellik arasındaki bağ uzak doğudaki sanayileşme örneği sebebiyle sorgulanmaktadır. Michel Foucalt’ın bilimsel bilginin mantıksızlığı ve otoriterliğini ifşa etmesi ve tarihteki büyük buluşlarda inançların oynadığı roller sebepleriyle bilimsel devlet ile rasyonellik arasındaki ilişki sorgulanmaktadır. 19. yy, modernite fikrinin mükemmelleşmesine sebep olsa da 20. yy bu fikrin çürümesine şahid olmuştur. Modernitenin karşısındaki bir diğer problem bu fikrin benimsediği evrensellik ve kalıcılık varsayımlarıdır. Batı’da ortaya çıkan modernite bütün dünyaya yayılarak onları kendine benzetir ve tarih sona erer. Yani moderniteden sonra bir şey yoktur. Dünya ise moderniteyi benimsemekte çekingen davranmıştır ve modernitenin kendini meşru kılmak için gösterdiği bazı mekanizmalar sebebiyle modernitenin mantıki olarak gerçekleşemeyeceği anlaşılmaktadır. Mesela, sanayileşmenin bütün dünyaya yayılacağı fikri dünyanın çoğunun henüz sanayileşmediği gerçeğiyle çürümektedir. Ayrıca, rekabet kuralları gereği bir bölgedeki sanayileşme diğer bölgelerin sanayileşmeden uzaklaşması neticesini doğurur. Toplumların sanayileştikten sonra hep öyle kalacakları fikri Batı ekonomilerinin sanayileşme sonrası döneme girmeleriyle birilikte çürümüştür. Modernite süreçlerinin de Batı’lı olan ve olmayan toplumlarda tek tip moderniteyi netice vermedikleri görülmektedir. Sadece ilkel bir sosyoloji anlayışı Japonya, ABD, Fransa ve İskandinavya ülkelerini tek tip olarak görebilir. Modernitenin fikirlerinden birisi de devamlılıktır. Batı orijinal bir sebepten dolayı zamanın başlangıcından bu yana Batı olmuştur fakat başlangıçtan beri olmayan Modernitenin nasıl ortaya çıktığına dair açıklama getirilememektedir. 19. yy’ın başlarında dünya tarihi modernite ilkeleri gereğince özetlenmiştir. Son 20 senede ise Asya tarihi uzmanları arasında bir akım modernite Avrupa’sının bildiği ve daha sonradan unutulan birçok şeyi yeniden keşfetmeye ve öğrenmeye çabalamaktadır. Modernite sosyolojisi bir zamanlar sahip olduğu itibarı tamamıyla kaybetmiş ve bu kayıpla “modern” tarihin temelleri de ortadan kalkmıştır. -----Hindistan Britanya’ya kumaşın kendisiyle birlikte dizayn edilmesi ve dokunması bilgilerini aktardı. Britanya Hindistan’dan aldığı bilgileri kullanarak seri üretim teknolojilerinde kullandı ve kamuya açık bir bilim olarak ortaya koydu. Britanya pamuklu kumaş imalatını mekanikleştirirken Hindistan bunu yapmadı. Britanya-Hindistan tarihlerinin mukayesesinde bu durum Hindistan’ın sanayileşememesi olarak özetlenir. Hindistan’ın pamuk ticaret ve sanayiisi teferruatlı bir ticaret ve bankacılık sistemi tarafından desteklenmekteydi. Hindistan, sanayi devrimi öncesi dönemde, Britanya’ya kıyasla kumaşı daha ucuza ve daha kaliteli olarak üretebiliyordu. 18. yy’da Britanya birçok açıdan Hindistan’dan çok farklıydı fakat Britanya’nın dünyayla irtibat kurmadan o farklılıklara ulaşıp ulaşamayacağı meçhuldür. 1. Pamuk nakledilme şekli pahalıya geliyordu ve neticede Britanya pamuğun üretilmesinden ziyade işlenmesindeki maliyetleri düşürmek konusunda teknolojiyi geliştirmek için çaba gösterdi. 2. Britanya’nın iç pazarı mahdut (sınırlı) olduğu için bütün dünyaya üretim yapmak zorunda kalındı ve bunun için de seri üretim yapmak şart oldu. 3. Hindistan’daki tekstil imalatı yapan ustalar bilgi ve becerilerini kendilerine saklıyorlar ve sadece çıraklarına öğretiyorlardı. İlk olarak rahat bir şekilde erişebilir olabilmesi için bilgi, ona sahip olan ustalardan alındı. Britanya’da patent sisteminin geliştirilmesi neticesinde bilgiler çalınma endişesi olmadan yayılma fırsatına kavuştular. Söz konusu bilgilerin ustalardan alınıp kamuya açık bir şekilde yayınlanabilmesi, yeni üretim sistemlerinde üstünlüğün ustalardan ticari sermayeye geçtiği gerçeğini ortaya koydu. Ayrıca patent sisteminin destekleyen adli sistem de kuvvetlendirildi. Britanya’nın ilk ticari devrimini destekleyen sömürge ve tropik mamulleri ticareti Britanya devletinin vergi gelirlerinin ciddi bir şekilde artmasına sebep oldu. Britanya’nın sanayileşme yolundaki süreç çok yönlü ve teferruatlı idi ama iki nokta özelikle göze çarpmaktadır. Birincisi, söz konusu süreç küresel bir çerçevede cereyan etti ve küresel etkileşim olmadan bu süreç açıklanamaz. İkincisi, söz konusu süreç ilk dönemlerinden itibaren sömürgeciliği içinde barındırıyordu. Britanya’nın dünya gücü olmasında sanayileşme hem bir sebep hem de bir neticedir ve sanayileşme başlamadan uzun seneler önce Hindistan bu süreçte önemli bir yer teşkil ediyordu. Elimizden olan veriler Britanyalıların Hindistan’daki sömürgeciliğinin başlıca etkilerinin o ülkenin toplumunu “oryantalize etmek” ve “gelenekselleştirmek” olduğunu ortaya koymaktadır. Sömürgeleştirilmesinden önceki 500 sene içerisinde Hindistan üç ticaret ve medeniyet arasındaki yolların kesişme noktasında bulunuyordu. Batı kıyısında Arabistan ve Ortadoğu, kuzeydoğusunda Orta-Asya ve İran ve güneydoğusunda ise Güneydoğu Asya. Bu yolların hepsinde her iki yönde insan, mamul ve fikir alışverişi vardı ve bu durum Hindistan toplumunun çoğulculuğuna ve medeniyetinin zenginliğine katkıda bulundu. Batı ve kuzeybatıdan İslam, su değirmeni, ticari ve devlet idaresi sistemleri, çeşitli askeri teknolojiler ve büyük miktarda gümüş geldi. Doğudan ise bakır, tropikal meyveler, ipek, baharatlar ve büyük miktarda altın geldi. Her yönde geri giden şey her şeyden önce kumaş idi. 16. yy’dan önce Avrupalılar bu Asya dünyasıyla ancak dolaylı yollardan irtibat kurabiliyorlardı ve 18. yy’a kadar Avrupalılar Asyalıların servet ve gücüne hayrandılar. İlk modern zamanlarda dünyada Osmanlı, Moğol ve Ming-Çing’lerin sözü geçiyordu. Britanya’nın 18. yy’daki iktisadi büyümesi rüzgâr-su ve tahta-deriyle alakalı eski teknolojiler için yeni kullanım alanları bulunmasına dayanıyordu. Hindistanın bilgi ve becerilerinin Britanya’lıların kullandığı şekilde ve yönünde kullanılmaması o bilgi ve becerilerin olmaması veya duraksamasından kaynaklanmıyordu. Hindistan devletinin maksadı ticaret erbabından ziyade kendisini ve iktidara yakın olanları zengin etmek idi. Hindistan’ın modernleşmesi toplumunun istikrarını bozmaktan başka bir şeye yaramadı. Britanya’nın East India Company adlı şirketi Hindistan’ı klasik bir tarzda işgal etmedi. Hindistan’ın insan ve para kaynağını kullanarak Hindistan’ı çaldı. Şirketin bunu nasıl becerebildiği bugün bile tam olarak anlaşılamamakla beraber sebeplerden bir tanesi şirketin gerçek niyetlerini ve Britanya devletiyle olan bağlantılarını gizli tutmayı başarabilmesidir. Söz konusu şirketin tehdidini tam olarak göremedikleri ve 18. yy Hindistan’ında diğer eyaletlerin tehditlerine odaklandıkları için Hindistan’daki eyaletlerinin idarecileri şirketi kendi eyaletlerine “davet” ettiler. O zamanların Hindistan’ın tüccarlarını, bankacılarını ve diğer para ve siyasi açılardan güçlü olan kesimlerini şirkete cezbeden şey modernitenin sahte çekiciliği idi. O zamanın Hindistan’ındaki iç çekişmeler açısından bakılırsa modernite, kendi güçlerini ve servetlerini teminat altına almak için kestirme yol olarak görülüyordu. O zamanki şartlarda şirketin etkilediği maddi ve siyasi fikirler Hindistan’da rağbet gördü. Şirket, kendisini, çevredeki eyaletlerin “oryantal despotluğuna” karşı bir dayanak ve ticari açıdan sürdürülebilir bir toplumun öğelerini yeniden tesis etmeye çalışan bir kurum olarak görüyordu. Özetlemek gerekirse: 1. Hindistan toplumu kendi değerlerini ve çevresini tersledi. 2. Moğol hükümdarlar kendi değerlerinden uzaklaştılar. İktidara yakın olan kesimler zenginleştiler. 3. East India Company, eyaletleri modernitenin sahte cazibesiyle kandırarak teker teker merkezi hükümetten ayırmaya başladı. 1815 Sonrasında Küresel Ekonomik Düzenin Avrupa Tarafından Yeniden Şekillendirilmesi Sven Beckert, “Emancipation and Empire: Reconstructing the Worldwide Web of Cotton Production in the Age of the American Civil War,” American Historical Review 109, 5 (2004): pp. 1405-1438. 1861–1865 seneleri arasında cereyan eden ve kuzeylilerin galibiyetiyle neticelenen Amerikan iç savaşı dünyada pamuk üretiminin süratle arttırmasına ve küresel kapitalizmi ateşlenmesine sebep oldu. 19. yy’ın ortalarında pamuk sektörü dünyanın en büyük sektörleri arasındaydı ve belki de 20 milyon insanı istihdam ediyordu. 1861 senesine kadar dünyadaki pamuğun çoğunluğu, köleler tarafından Amerikanın güney eyaletlerinde üretiliyordu ve Lancashire’deki işçiler tarafından işlenerek ipliğe dönüştürülüyordu. Amerikan iç savaşından sonra ise pamuk dünyanın birçok yerinde güçlü devletler ve onların sömürgelerindeki köle olmayan insanlar tarafından üretilmeye başlandı. Ticaret erbabına genelde borçlu olan Hindistan, Mısır, Batı Afrika, Türkmenistan ve Brezilya’daki çiftçiler dünyadaki pamuğun çoğunluğunu üretmeye başladılar. Bu makale Amerikan iç savaşının dünya pamuk üretimini, emek ilişkilerini ve küresel kapitalizmi nasıl değiştirdiğini açıklamaya çalışacaktır. 1850’li senelerin sonlarına gelindiğinde Britanya’da kullanılan 800 milyon pound pamuğun yüzde 77’si, Fransa’da kullanılan 192 milyon pound pamuğun yüzde 90’ı, Almanya’da kullanılan 115 milyon pound pamuğun yüzde 60’ı ve Rusya’da kullanılan 102 milyon pound pamuğun yüzde 92’si ABD’den karşılanıyordu. İç savaş başladıktan sonra güney eyaletlerinin hükümeti olan confederate hükümeti Britanya’lıları kendilerini tanımaya zorlayabilmek için pamuk ihracatını yasakladı. Confederate hükümeti bu politikanın başarısızlığa uğrayacağını ve aslında güney eyaletlerine zarar verdiğini anlayana kadar kuzey eyaletlerinden oluşan merkezi hükümet güney eyaletlerini denizden ablukaya almıştı. Pamuk ticareti yapan ve pamuğu kullanan imalatçılarının zarara uğramaları devlet bürokratlarını pamuk tedarik etmekte yeni alanlar bulmaya itti. 1780’li senelerden sonra pamuk piyasalarında tüccarların sözü geçerken, tekrar merkantilist politikalara dönüşü hatırlatır bir şekilde pamuk devletin bir meselesi haline geldi. Pamuk kıtlığı yeni bir sömürgeciliği içinde barındıran bir akım haline geldi. Britanya’nın pamuk kapitalistleri ve pamuk bürokratları bu tip taleplere karşı anlayışla yaklaşmaya başlayan devletin, büyük ölçekli alt yapı yatırımları yapması, pamuk tağşişini suç yapan kanuni düzenlemeleri yapması ve toprakların pazarlanmasını kolaylaştıran kanuni düzenlemeler yapması için hükümete baskı yaptılar. Belki de en mühimi Hindistan’daki akit kanunlarında pamuk üretimine Avrupa yatırımını kolaylaştıracak yönde değişiklikler için baskı yapılması idi. Pamuk kapitalistleri pamuk üretimi için üreticilere verilen peşinat akitinin bozulmasının suç sayılmasını istiyorlardı. Tüccarlar böyle bir düzenlemenin yatırımları teşvik edeceğini düşünüyorlardı. Böyle bir sistem çiftçilerin tamamıyle bu tip zirai mamullerin üretimine yoğunlaşmalarına sebep olurdu çünkü çiftçiler daha mahsul almadan ihtiyaçları olan şeyleri parayla alabilirlerdi. Bu tip tedbirlerin etkisi pamuk fiyatlarının artmasıyla güçlendi. Amerikan iç savaşının ilk 2 senesinde Hindistan pamuğunun fiyatı 4 katına çıktı ve kendi ihtiyaçları için üretim yapan çiftçiler dünya piyasaları için pamuk üretimine yoğunlaştılar. Daha önceki senelerdeki gelişmelerin de etkisiyle Hindistan, kumaş imalatçısı konumundan pamuk imalatçısı konumuna gelmişti. 1864 senesi itibariyle aşağı Mısır’ın verimli topraklarının yüzde 40’ı diğer zirai mamullerinden vazgeçilip pamuk üretimine ayrılmıştı. Pamuk kıtlığı pamuk kapitalistlerinin devlete olan ihtiyaçlarını ciddi bir şekilde arttırdı. Bütün bu olaylardaki ironi gözlerden kaçmıyordu. Dünyanın en büyük pamuk üreticisi olan ülkenin hükümeti kendisi için o denli önemli olan bir ürünün üretmeleri için başka ülkelere destek veriyordu. Amerikan merkezi hükümetinin askeri ve siyasi şartları bu tip olağanüstü adımları gerektiriyordu. Amerikan iç savaşı kuzeydeki merkezi hükümetin zaferiyle neticelendi. Söz konusu yıllardaki tecrübeler neticesinde köle olmayan emekle üretilen pamuk savaş senelerindeki olağanüstü fiyatlar sebebiyle dünya piyasalarına girdi. Savaş yıllarında Hindistan pamuğunun fiyatı 4 katına çıkmıştı ve daha önceki senelerdeki fiyatlardan Hintli çiftçiler pamuk imalatına yanaşmamışlardı. Amerikan iç savaşından sonraki senelerde bazı sorular gündeme geldi. 1860’dan sonraki 30 sene içerisinde kıta Avrupasının kullandığı Hindistan pamuğu 62 kat arttı. Hindistan, Brezilya ve Mısır pamuğu dünya pamuk piyasalarında mühim bir yer tuttu. 1883 senesi itibariyle bu ülkelerden gelen pamuk Avrupa pamuk tüketiminin yüzde 31’ini teşkil ediyordu ki bu oran 1860 senesindeki oranın iki katı idi. Bütün bu zorluklardan tamamıyle farklı bir emek kontrolü modeli doğdu. Ücretli işçilerle üretimi yapılan şeker (pancarı veya kamışı)’in aksine pamuk, çiftçilerin kendi topraklarını veya kiraladıkları toprakları kendi ailelerinin emeğiyle ve bölgedeki tüccarların sermayesiyle üretilmeye başlandı. Toprakların zirai üretim için kiralanması, mahsul için peşin para alınması ve güçlü yerel tüccarlar kırsal kesimde yaygın bir görüntü oluşturdu. Söz konusu pamuk çiftçileri büyük bir borç yükü altındaydılar, dünya piyasalarındaki fiyat dalgalanmalarına karşı çok duyarlıydılar, genelde fakirdiler, yaptıkları akitler sebebiyle topraklarından ayrılmaları zordu ve siyasi olarak marjinalize olmuş bir kesim haline gelmişlerdi. Söz konusu şartlardan dolayı Hindistan’dan Orta Asya’ya ve Mısır’dan ABD’ye kadar geniş bir yelpazede yaşayan bu çiftçiler her geçen gün daha fazla pamuk üretimi yapmak zorunda kalmışlardı. 1850’li senelere kadar pamuk Bombay’a kağnılarla haftalar süren bir süreçten sonra getiriliyordu. Tren yolları Amerikan iç savaşı senelerinde Hindistan’ın çeşitli bölgelerini sardı ve pamuk daha çabuk ve ucuza nakledilmeye başlandı. Hindistan’daki çiftçiler alet edevat ve tohum satın alabilmek, pamuk yetiştirme mevsiminde geçimlerini sağlayabilmek, vergi ödeyebilmek ve yükse oranlarda faiz ödeyebilmek için yüksek miktarlarda borçlandılar ve ürettikleri pamukları hasat zamanından aylar önce borçlandıkları tefecilere satmayı taahhüt ettiler. Faiz oranları asgari yüzde 12 olmakla birlikte yüzde 24 veya yüzde 60 olabiliyordu. Pamuk üretilen yerlerde yerel tüccarların üreticilere verdikleri peşinatlar Avrupalı tüccarlardan geliyordu. Hindistan’ın büyük bir kısmının dünya piyasalarına entegre olması insanların mal imalatından çiftçiliğe kaymasıyla birlikte cereyan etti. Amerikan iç savaşı yıllarındaki yüksek pamuk fiyatları pamuk üretimini teşvik ettiği gibi bu pamukların Hindistanlı dokumacılar tarafından iplik ve kumaşa haline getirilmesini de arka plana itti. Böylelikle Hindistan ekonomisi iki yönden zarar görmüş oldu. ABD’de ise pamuk imalatını eskiden köle olan insanlar değil, eskiden geçimlik çiftçilik yapan ve artık dünya piyasaları için üretim yapan beyazlar gerçekleştirmeye başladılar. 1870 senesine gelindiğinde ABD’nin pamuk imalatı 1860 senesindekini geçti ve 1877 senesi itibariyle dünyanın en mühim pamuk piyasası olan Britanya’da savaş öncesi paylarını tekrar yakalamış oldular. 1880 senesinde ise 1860 senesine kıyasla daha fazla pamuk ihracatı yapmaya başladılar. Amerikan’ın güney eyaletlerindeki durumun teyit ettiği gibi pamuk üreticilerine borç yüklemek ve bu borçlar sebebiyle onları üretim yapmaya zorlamak ve neticede siyasi gücün pamuk üreticilerinden tüccarlara geçmesi bütün dünyadaki çiftçileri her geçen gün artan miktarlarda pamuk üretmeye zorlamak için etkili bir metod haline geldi. Pamuğun yeni üreticileri köle değillerdi fakat borçlandıkları tefeciler ve tüccarların ellerindeki akitler sebebiyle hürriyetleri ciddi bir şekilde sınırlandırılmıştı. Amerikan iç savaşından önceki pamuk dünyasında pamuk üreticileri, fabrika sahipleri ve aristokratlar köleleri çalışmaya zorlarlarken yeni pamuk dünyasında ise devletler güçlerini kullanarak pamuk üretimi için toprak, emek ve piyasa temin etme yoluna girdiler. Dünyanın bir çok bölgesi dünya ekonomisine entegre oldu fakat bu küreselleşme içerisinde çeşitli kamplar vardı. The Economist dergisi gibi dünyanın önde gelen serbest ticaret ve laissez-faire kapitalizmi savunucusu bile Hindistan’dan pamuk temin edilebilmesi için devlet gücünün kullanılması fikrini müdafaa etti. Bu fikri arz-talep kanunları çerçevesinde müdafaa etmek zordu fakat The Economist bir yolunu buldu: Hindistan, arz ve talep kanunlarının geçerli olduğu bir yer değil idi, serbest piyasanın işleyişini engelleyen faktörler var idi ve serbest piyasanın işleyişini temin edebilmek için devletin müdahale etmesi gerekirdi. Gürcistan’dan Berar’a ve Mısır’dan Brezilya’ya devletler taşradaki halkı eskiden beri yaptıkları zirai faaliyetleri ve avcılık faaliyetlerini bırakıp sadece pamuk üretimine odaklanmaya zorladılar. 1873 senesindeki ekonomik buhranla birlikte dünya pamuk fiyatlarında büyük bir düşüş yaşandı. Pamuk üreticilerinin borçları para cinsinden ve gelirleri de pamuk fiyatları cinsinden olduğu için zor durumda kaldılar. 1877 senesine kadar ve tekrar 1890’lı yılların sonlarına kadar pamuk fiyatları düştüğü ve yiyecek fiyatları yükseldiği için Hindistan Berar’da ve Brezilya’da onbinlerce çiftçi açlıktan öldüler. Özetlemek gerekirse, bir zamanlar pamuk üreticileri ve kölelerin ağırlıkta olduğu pamuk piyasasında sanayiciler ve devlet bürokratları etkin hale geldiler.