Ders Notları – 1. Hafta 19.yy Öncesi Dönemde Küresel Ticaretin

advertisement
Ders Notları – 1. Hafta
19.yy Öncesi Dönemde Küresel Ticaretin Yapısı ve Etkileri
Joseph E. Inikori, “Africa and the Globalization Process: Western
Africa, 1450–1850,”Journal of Global History 2 (2007): pp. 63–86.
Dünya tek bir üretim sahası haline geldi. Çokuluslu şirketler imal etmek istedikleri
ürün veya parçayı dünyanın istedikleri yerinde üretebiliyorlar. Mamul ne kadar
teferruatlı (karmaşık) olursa imalat süreci o denli dünyaya yayılıyor. Bütün bu
faaliyetler, mamuller, sermaye ve daha az nispette emeğin dünya genelinde sıkı bir
şekilde entegre olması sebebiyle mümkün olmaktadır.
Frank ve Gills gibi bazı yazarlar dünyamızın geçen 5000 senedir sürekli değişmekte
olduğunu iddia etseler de çoğu yazar tarihte küreselleşme süreçleri yaşandığını, bu
süreçlerin sektelere uğradıklarını ve bugünkü dünya düzenini netice veren sürecin
16. yüzyılda başladığını iddia etmektedirler.
2002 senesinde O’Rourke ve Williamson, bu konularla alakalı 2 makale yazdılar. Bu
makalelerde Columbus ve da Gama tarafından başlatılan coğrafi keşiflerinden
sonraki 500 sene içinde dünya ticaretinin süratle arttığı gösterilmektedir. Bu
bilgilere bağlı olarak, “küreselleşme ne zaman başladı” sorusu sorulmaktadır.
Makaleler, ticaretin önündeki engellerin kaldırılmaya başlamasının 1820’li
senelerden sonra olduğu ve daha önceki üç yüz sene boyunca ticaretteki artışın arz
ve talepte sebebiyle olduğu neticesine varmaktadır. 19. ve 20. yüzyıllarda ticaretteki
artış ticaretin önündeki engellerin düşürülmesi sebebiyle olmuştur ve bu sebeple
makale, küreselleşmenin 19. yüzyılın başlarında başladığını iddia etmektedir.
Flynn ve Giraldez’e göre ise sıkı bir şekilde entegre olmuş küresel bir ekonomi 16.
yüzyıldan beri vardır.
Bu yazarların fikirlerinin farklı olmasının sebebi küresel bir ekonominin manası
hakkındaki farklı görüşleridir. O’Rourke ve Williamson açısından, sıkı bir şekilde
entegre olmuş küresel bir ekonomi mal ve hizmetlerin imalatında küresel bir iş
bölümünün geçerli olmasıdır. Flynn ve Giraldez için ise küreselleşme, dünya
çapında ticaret bağlantılarının tesis edilmesiyle başlamıştır. Bu ise, 1571 tarihinde
Asya kıtasının Manila üzerinden doğrudan Amerika kıtasıyla bağlanmasıyla
başlamıştır. Flynn ve Giraldez için kıstas, küresel iş bölümü değil, küresel bazda
ticaret bağlantılarının tesis edilmesidir.
Yani, 16. yüzyılda küresel ticaret bağlantılarının tesis edilmesi küreselleşmenin
neticesi değil sebebidir.
Bazı yazarlar, daha önceden kapitalizmin Avrupa’da gelişmesinin 1500’li senelerde
küreselleşme sürecini başlattığını iddia etseler de bu fikir doğru değildir. Batı
Avrupa’da ortaya çıkan kapitalizm, küreselleşme sürecinin neticelerinden biridir.
Kapitalist bir Avrupa’nın kapitalizmi 16. yüzyılda dünyanın diğer bölgelerine
taşıdığını iddia eden Gunder Frank, daha sonraki senelerde, kapitalizmin 19.
yüzyıldaki mekanikleşmiş fabrikalardan önce var olmadığını kabul etmiştir.
Bu makalenin geri kalan kısmı modern küresel ekonominin gelişmesinde Atlantik
havzasının coğrafi olarak çok önemli olduğunu iddia etmektedir ve makaleye göre
bu süreçte Afrikalılarının emek gücü kritik bir sebep olmuştur.
15. yüzyılın ortalarından evvel Atlantik havzasındaki ekonomiler ve toplumlar (Batı
Avrupa, Batı Afrika ve Amerika Kıtası) arasında doğrudan bir bağlantı yoktu. Batı
Avrupa ve Batı Afrika, Afro-Avrasya ticaret sistemi tabir edilen bir yapının
içindeydi ve söz konusu ticaret Kuzey Afrikalı ve Ortadoğulu tüccarlar tarafından
yürütülmekteydi.
5000 sene önce bugünkü Sahra bölgesi ve Nil Vadisi Afrika’daki küreselleşme
sürecinin merkeziydiler. Farklı nüfus yoğunlukları ve doğal kaynak dağılımları
bölgeler arasındaki uzmanlaşmanın ve ticaretin artmasına sebep oldu.
Atlantik havzasındaki küreselleşme süreci Brezilya ve Karayiplerde pamuk, kahve
ve şeker kamışı gibi zirai ürünlerin tarımının yapılması ve bölge halkının tamamına
yakınının katledilmesiyle başladı. Amerika’nın İspanya’nın kontrolündeki
bölgelerindeki değerli maden (özellikle gümüş) üretimi ve Brezilya’daki şeker
üretimi, Atlantik ticaretinin 16. ve 17. yy.lardaki düşük seviyelerinden süratle
artmasına sebep oldu. 17. yy’ın ortalarından 19. yy’ın ortalarına kadar önce
Karayiplerde ve ardından Amerika’nın Britanya’nın kontrolündeki bölgelerinde
yukarıda zikredilen mamüllerin üretimi süratle arttı.
Hem hacim hem de değer açılarından 16. yy’da Atlantik’teki ticaret Atlantik
havzasındaki bölgeler arasında uzmanlaşma ve iş bölümüne sebep olabilecek
seviyede değildi. 16. yy’da küresel bir ekonomiden bahsedenlerin eldeki istatistikleri
dikkate almaları gerekir.
İspanyol hükümetleri Amerika’nın İspanya’ya ait bölgelerinden gelen değerli
madenleri kullanarak Fransa, Hollanda, Almanya ve İngiltere’deki ticarette
kullanılmasını teşvik ettiler. Bunun ardından iki önemli gelişme oldu. Bu ülkelerden
İspanya’ya yapılan ihracat Avrupa içindeki ticareti ve söz konusu ülkelerdeki
üretimi arttırdı. Diğer bir gelişme ise tedavüldeki para miktarının süratle artması
oldu ki bu durum 16. yy’da Batı Avrupa’daki fiyat devrimine sebep oldu. Bu iki
gelişme söz konusu dönemde Batı Avrupa’da piyasa ekonomisinin gelişmesini ve
yurtiçi piyasaların kalkınmasına sebep oldu. Ayrıca, Amerika’dan gelen gümüşün
Asya ile ticarette kullanılması Asya ülkelerinden alınan özellikle tekstil, çay ve
porselen gibi ürünlerin ithalatının artmasına sebep oldu. Bu durum ise tüketim
alışkanlıklarının değişmesine ve daha önceden kendi geçimi için üretim yapan
imalatçıların uzun vadede piyasaya yönelik imalat yapmalarına sebep oldu.
İspanyol Amerika’sının değerli madenleri Atlantik havzasındaki küreselleşme
sürecinde önemli idiler fakat Atlantik ekonomisine sebep olan şey 1650–1850
seneleri arasında Amerika kıtasında yapılan zirai üretim idi.
Karayiplerdeki zirai üretimin uzmanlaşmasının ileri derecelerde olması özellikle
Britanya Amerikasındaki gıda fabrikaları ve bütün (Britanya’nın olan ve olmayan)
Karayipler için gemi nakliyesi yapan işletmeler gibi Atlantik ticaret erbabı için
önemli piyasalar haline gelmesine sebep oldu. New England (bugünkü Kuzey Doğu
ABD) ve Orta Atlantik bölgesi bu durumdan en fazla faydalananlar oldular.
Yukarıda zikredilen zirai mamulleri üretmeye müsait olmayan iklim ve topraklardan
dolayı bu bölgeler geçimlik ziraat faaliyetiyle yetinmek zorunda kalmışlardı. 1774
tarihinde Britanya’nın Amerika kolonilerindeki hür halkın kişi başına geliri bunu
yansıtmaktadır. New England, £38,2; orta-Atlantik, £45,8; Amerika’nın güney
eyaletleri, £92,7; Karayipler, £1.200. Bu sebepten dolayı New England bölgesi
Avrupa’lı göçmenler için cazip bir bölge değildi.1630–80 seneleri arasında bölgeye
28 bin kişi göç ederken 1680–1780 seneleri arasında nüfus 31 bin kişi azalmıştır.
Kuzeydoğu Amerika bölgesi (New England ve orta-Atlantik) güney Amerika ve
Batı Avrupa bölgesi için hizmet üretimini arttırmasıyla (zaman içerisinde Batı
Avrupa mamullerine rakip ithal ikamesi üretimine başladı) ortaya çıkan zenginleşme
batıda gıda ürünleri için ek bir pazar ortaya çıkmasına sebep oldu. Bölgeler
arasındaki bu üçlü iş bölümü her bölgedeki iç piyasaların, kısmen göç almaları
sebebiyle, süratle büyümesine yol açtı. Bölgeler arasındaki uzmanlaşma ve iç
piyasaların süratle büyümesi nakliye konusunda dar boğazların oluşması ve neticede
bu alanlara sermaye yatırımlarının artmasına sebep oldu. İlk olarak bir dizi kanal
inşa edilirken ardından demiryolları geldi. 1830 senesinde 23 mil demiryolu varken
bu rakam 1841 senesinde 3.535 mil, 1851 senesinde 10.982 ve 1890 senesinde
208.152 mil oldu. Bu yatırımlar neticesinde nakliye maliyetlerinin azalması ABD’de
Atlantik piyasasına sıkı bir şekilde bağlı milli bir ekonominin ortaya çıkmasına
sebep oldu.
1650–1850 seneleri arasında Atlantik ticaretinin, Amerika kıtasındaki zirai üretimle
birlikte artması Batı Avrupa ve Amerika kıtasının bir iktisadi sistem içinde entegre
olmalarına sebep oldu.
Britanya’nın Amerika kolonilerinin askeri zaferlerle birlikte genişlemesi, 1650–1850
senelerinde ticaret için yapılan zirai üretiminde büyük ölçüde söz sahibi olmaları ve
bu üç bölgenin birbirlerine sıkı bir şekilde entegre olmaları İngiliz ekonomisinin
artan Atlantik ticaretinden bu dönemde daha fazla faydalanmasına sebep oldu. Bu
durum, diğer Batı Avrupa ekonomilerine kıyasla İngilitere’nin 19. yy’da nasıl ilk
sanayi ülkesi olduğuna dair bir ipucu vermektedir. Sanayileşmeye sebep olan büyük
teknolojik buluşların büyük bir kısmı Lancashire, West Riding of Yorkshire ve West
Midlands bölgelerinde ortaya çıkmıştır ki, bu bölgelerin özellikle ilk ikisi imalatının
büyük bir kısmını Atlantik piyasalarına satan yerler idiler.
Neticede Sanayi Devrimi Atlantik havzasının tek bir iktisadi sistem haline
gelmesinin son aşamalarında mühim bir rol oynadı. Sanayi Devriminin fabrika
organizasyonu ve makineleşmiş imalatı, imalat maliyetlerinin azalmasına sebep
oldu. Söz konusu teknolojilerin deniz ve karadan yapılan uluslararası nakliyede
kullanılması maliyetleri düşürdü. Telgraf ve diğer iletişim teknolojik gelişmeler
uzun mesafeler arasında iş yapmak için gerekli olan bilginin maliyetlerin azalmasına
sebep oldu. Neticede, Atlantik havzasında endüstrileşmiş ve endüstrileşmemiş
ülkeler arasında 19. yy’da bir iş bölümü gerçekleşmiş oldu. Sanayi Devriminin
teknolojilerinin derinleşmesi ve diğer Atlantik ekonomilerine yayılmasıyla birlikte
Atlantik iktisadi sistemi Asya, Ortadoğu ve Orta ve Doğu Avrupa ülkelerine
yayılarak 1914 senesindeki küresel ekonomik düzende önemli bir çakıl taşı haline
geldi.
Bu dönemdeki Atlantik ticaretine konu olan mamullerin üretilmesinde Afrika’lı
köleler niye bu kadar önemliydi. Temel sebep toprakların çokluğuydu. Toprakların
çokluğu söz konusu zirai üretimin aile fertleriyle yapılamayacak çapta olması
manasına geliyordu. Topraklar o kadar çoktu ki insanların zorla çalıştırılması
haricinde çok az insan o büyüklükteki tarlalarda çalışmaya razı oluyorlardı.
Tütün gibi diğer Amerikan zirai mamullerin fiyatları da zaman içerisinde büyük
ölçüde azaldı ve bu “gelişme” orta sınıf ve fakirlerin tüketimlerinin artmasına ve
yayılmasına ve Avrupa’nın ürettiği mamullere olan talebin artmasına sebep oldu.
Batı Avrupa’daki imalatçılar geçimlik imalat yerine piyasaya yönelik üretmeleri,
piyasa ekonomisinin gelişmesi ve yayılması ve Amerika kıtasında gelirlerin süratle
artması 17. yy’ın ortalarından 19. yy’ın ortalarına kadar Atlantik havzasında ticaret
ve küreselleşmenin ortaya çıkmasına sebep olmuştur.
Giorgio Riello, “The Making of a Global Commodity: Indian Cottons
and European Trade, 1450–1850,” World History Studies and World
History Education: The Proceedings of the First Congress of the Asian
Association of World Historians (2010), pp. 1-28.
Tarihçiler uzun zamandan beri küreselleşmenin ne zaman başladığını münazara
etmektedirler. Williamson ve O’Rourke fiyatların dünya üzerinde dengeye gelmesini
piyasaların birleşmesi olarak algıladıkları için küreselleşmenin 1800’li senelerden
önce var olmadığını iddia etmektedirler. Gunder Frank ve McNeill gibi tarihçiler ise
küreselleşmeyi kültürel ve iktisadi bir süreç olarak algılamaktadırlar ve bu sürecin
başlangıcının 15. yy’ın ikinci yarısı olduğunu iddia etmektedirler. Diğer tarihçiler
ise bu söz konusu tarihin insanların ilk alışverişi yapmaya başladıkları dönem olan
“tarih öncesi” dönem olarak görmektedirler. Küreselleşmenin tanımı üzerinde hem
fikir olunamaması başlangıcı hakkında da fikir birliğine varılamamasına sebep
olmaktadır.
Bu makale tanım konusuna eğilmek yerine pamuk tekstili gibi spesifik bir mamulün
imalatının, alışverişinin ve tüketilmesinin dünyanın çok geniş bir alanını nasıl
etkilediğini anlatmaya çalışacaktır. Makalenin birinci bölümü pamuk tekstilinin
1600 senesinden önce Hint Okyanusundaki rolünü ve Avrupa’nın pamuk kültürünün
niye farklı olduğunu anlatmaktadır. Avrasya, pamuğun geçerli olduğu Asya ve
yünün geçerli olduğu Avrupa’ya bölünmüştü. Makalenin ikinci bölümü Avrupa’nın
Hint pamuğunu ithal etmede neden o kadar istekli olduklarını anlatmaktadır. Pamuk
tekstili Avrupa’ya ne zaman geldi ve hangi sebeple o kadar tutuldu? Pamuk
tekstilleri Avrupalılarının zevklerine göre nasıl değişti ve Avrupa’daki imalatı nasıl
değiştirdi? Avrupa’nın 17. ve 18. yy’larda pamuk ticaretine dâhil olması pamuk
tekstilinin dünyadaki rolünü değiştirdi. Makalenin üçüncü ve son bölümü Hint ve
Avrupa pamuğunun Batı Afrika, Kuzey ve Latin Amerika’ya yayılmasını
anlatmaktadır. Makalenin sonunda Hindistan’ın 19. yy’da pamuk tekstilinin
küreselleşme sürecinde hangi konumda olduğu anlatılmaktadır.
1400 senesinde Avrasya, koyun ile yünün imalat ve tüketimi üzerine yoğunlaşan
Avrupa ve bir bitki lifi olan pamuk ile pamuğun imalat ve tüketimi üzerine
yoğunlaşan Asya olmak üzere iki parça halindeydi.
Avrupa’nın ve özellikle İngiltere’nin yünlü kumaşlarının Türkiye’de 17. yy’da
tutulması bu kumaşların Hindistan ve Çin’e satılması hususunda ümit doğurdu fakat
bu ümitler boşa gitti.
1400 senesi itibariyle Hint pamuk tekstilleri Güneydoğu Asya’dan Ümit burnuna
kadar Hint Okyanusu boyunca ve Sahra çölü ve Batı Afrika’ya kadar yaygın bir
coğrafya satılıyordu.
Basra Körfeziyle yapılan ticaret pamuk kumaşlarının Ortadoğu, Orta Asya ve büyük
ihtimalle Doğu Avrupa’ya kadar gitmesine sebep olmuştu.
Tayland, Sumatra, Japonya, Sri Lanka veya Etiyopya gibi ülkeler üzerinde
araştırmalar yapılan tekstil tarihçileri bu ülkelere satılan kumaşların o ülkelerin
zevklerine ne kadar uygun olduğunu araştırmışlardır. Araştırmalar, özellikle kaliteli
kumaş satan Hint tüccarlarının her ülkede gerekli olan şartlardan haberdar
olduklarını tespit etmiştir.
Tekstil imalatında kullanılan teknikler dikkate alındığı takdirde Hint kumaşlarının
Avrupalı muadillerine kıyasla çok üstün bir kaliteye sahip oldukları ortaya
çıkmaktadır.
15. yy’ın sonlarında Ümit Burnu yolunun açılmasının Batı Avrupa ve Asya
arasındaki maddi ve iktisadi temasta bir dönüm noktası olduğu anlaşılmaktadır fakat
bu doğrudan ticaretin boyutları ve ehemmiyeti üzerinde soru işaretleri vardır.
Wallerstein gibi yazarlar Ümit Burnu üzerinden yapılan ticaretin etkileri hakkında
şüphe duymaktadır ve 17. ve 18. yy’da iki kıta arasındaki ticaretin azlığına dikkat
çekmektedir.
Hint pamuk kumaşlarının Avrasya arasındaki ticaret kronolojisi ve miktarlarının
ehemmiyeti daha derin bir meseleye işaret etmektedir: pamuklu kumaşlar Avrupa’da
neden o kadar başarılı oldular? Hint pamuklu kumaşları renklerin kalıcı olması ve
yıkanabilir olmaları gibi özellikleri itibariyle yünlü kumaşlara kıyasla üstün yönleri
vardı. Bu özellik Avrupa’da iç çamaşırlar başta olmak üzere çamaşırların temizliği
hakkındaki zihniyetlerin değişmesine sebep oldu.
Asya pamuklu kumaşlarının önce Avrupa’lı ve daha sonra da Kuzey Amerika’lı
tüketicilerin tüketim alışkanlıklarına girmelerinin sebebi ucuzluğun yanında zamanla
moda olmaları idi.
Hindistan’dan yapılan ithalat Avrupa devletlerinin yetkilileri tarafından endişeyle
takip edilmekteydi. Avrupa ülkelerinin Hindistan’la yapılan ticarette açık vermeleri
hem ödemeler dengesi açısından endişe veriyordu hem de ülke içindeki tekstil
üreticileri açısından bir tehdit oluşturmaktaydı. Devlet yetkilileri 1630’lu senelerde
Hollanda’da etkili olan lale çılgınlığına benzer bir durum yaşandığını ve pamuklu ve
ipek kumaş ithalatının yasaklanması gerektiğini iddia ettiler. 1686 senesinde
Fransa’nın ithal kumaş yasağıyla birlikte Avrupa’daki merkantilist uygulamalar
yaygınlaşmaya başladı. Benzer uygulamalar 1713 senesinde İspanya ve Prusya’ya
ve 1721’de İngiltere’ye yayıldı.
Maxine Berg, Hindistan, Çin ve Japonya’dan 17. ve 18. yy’da yapılan ‘egzotik’
ithalatları incelediği çalışmasında Avrupa’nın bu dönemde ithal ikamesi politikası
güttüğünü ifade etmektedir. Pamuk kumaşının imalatının Hindistan’dan Avrupa’ya
kaymasında ithal ikamesinin rolü çok büyüktür.
Britanya ve genel olarak Avrupa’da bu husustaki başarısının tek sebebi ithal ikamesi
değildir. Teknoloji, kurumlar, siyasi hükümranlık ve dünya piyasalarının kontrolü
Avrupa’nın 1750–1850 seneleri arasındaki yükselişinin bazı sebepleri olarak
gösterilebilir.
Asya’dan gelen egzotik mamullerin tanınması, asimile edilmesi ve değiştirilmesiyle
Maxine Berg’in deyimiyle, Avrupa bir ‘ürün devrimi’ yaptı ve bu süreç Sanayi
Devrimi olarak adlandırılan 18. yy’daki iktisadi büyümeyi sürükledi. Sadece üç nesil
içerisinde Avrupa, ithal pamuk kumaşına olan bağımlılığını aşarak iktisadi olarak o
zamanlar ne kadar mühim olduğu bilinen bir sanayi oluşturdu. Kendi maddi
kültürüne dâhil olmayan ürünleri kullanarak değişimi süratlendirdi, hayalleri
harekete geçirdi, buluşları arttırdı ve modayı benimsedi.
Yeni imalar sektörü, mamuller yurtdışında satılmadan ayakta duramazdı. Pamuklu
kumaşların adeta yeniden üretilmesi sadece Avrupa için değil idi. Atlantik
Okyanusu üzerinden Batı Afrika, Kuzey Amerika kolonileri ve Latin Amerika da bu
yeni ürünü satın aldılar.
Avrupa pamuk kumaşının Avrupa haricinde alıcılarının bulunması söz konusu
sektörün gelişimi için elzem oldu. Daha önceden kullanılan ithal ikamesi artık
geçerli olamazdı.
Pamuğun küresel bir ürün haline gelmesi imalatının makineleşmiş ve sanayileşmiş
olması sebebiyle olmadı. Bilakis, pamuk küresel bir mamul olduğu için imalatı
makineleşti ve sanayileşti.
Inikori’nin açıklamaları Afrika’nın küreselleşmeye katkısının sadece tüketici
piyasasıyla sınırlı olmadığını göstermektedir. Atlantik’te yapılan üçgen ticarette
pamuklu kumaşlar Afrika’ya satılıp karşılığında köle satın alınıyordu. Bu köleler
Amerika’daki tarlalara gönderilip diğer zirai mamullerin yanında pamuk imal
ediliyordu. Bu pamuklar da Avrupa’daki tekstil fabrikalarında işlenip kumaş haline
getiriliyordu.
Merkantilizm ve Avrupa Kapitalizminin Gelişimi
Patrick Karl O’Brien, “The History, Nature and Economic Significance
of an Exceptional Fiscal State for the Growth of the British Economy,
1453-1815,” London School of Economics Working Papers No. 109/08
(2008): pp.17-53 only.
Avrupalı tarihçiler, akitlerin tatbik edilmesi ve mal ve hizmet ve üretim faktörlerinin
değişiminin düzenlenmesi gibi konuların genelde üretim ve ticaret yapan şahıs ve
şirketlere bırakıldığı hususunda hemfikir olsalar da devletlerin müdahalesi olmadan
insanların ve mallarının zarar ve şiddetten korunmasının mümkün olmadığını kabul
etmektedirler. İktisadi açıdan bakılırsa, etkin olmayan devletler, yatırımcılara fiziki
ve insan sermayesini tedarik edemeyen ve özel mülkiyeti, dâhili üretimi ve dâhili ve
harici ticareti, harici istiladan, dâhili istikrarsızlıktan ve zarardan koruyamayan
devletlerdir. Bu teminatlar modern devletlerin ürettikleri en önemli kamu malı
olarak görülmektedir.
Savaş zamanlarında ganimetler muzaffer devletlerin gelirlerini arttırır fakat bu süreç
kısa vadelidir. Afrika, Hindistan ve Amerika kıtasındaki sömürgeleşme
hareketlerinden gelen altın ve gümüş gibi değerli madenler ise Portekiz ve İspanyol
hanedanlarına yüzyıllarca ek gelir olmuştur. 19. yy’da Hollanda ve Belçika’nın kısa
süreli olarak yapabildiklerinin haricinde hiç bir imparatorluk sömürgelerinden gelen
kaynaklarla devlet gelirlerine ciddi bir katkı yapamamıştır. Osmanlı, Moğol, Qing,
Romanov, Avusturya-Macar, Britanya, Fransa, Danimarka ve diğer modern
imparatorlukların elde ettikleri ganimetler verimli ve uzun vadeli, sürdürülebilir bir
mali yapı tesis edilmesi açısından çok faydalı olduğu söylenemez. Fetihler için
harcanan kaynaklar ve fethedilen yerlerin müdafaa edilmesi ve idare edilmesi için
harcanan kaynaklar düşüldükten sonra elde edilen ganimetlerden geriye pek bir şey
kalmıyordu ve hatta bazen de eksiye düşülüyordu. Genel olarak bakıldığında sadece
Brandenburg Prusyası, İspanya ve Portekiz fethedilen yerlerden mali yapılarına
ciddi bir kaynak aktarımı tesis edebilmişlerdir.
Mamafih, sermaye yoğun ve teknolojik olarak donanımlı ordu ve donanmaların
ortaya çıkmasıyla birlikte 1500 senelerden sonra ganimet gelirlerini vergilerden elde
edilen gelirlerle tamamlamak ve zaman içerisinde tamamıyla ikame etmek için
devletler üzerindeki baskılar arttı. Protestanlığın ortaya çıkmasıyla birlikte jeopolitik
şiddet üzerindeki dini kısıtlamalar kaldırıldıktan sonra Afrika, Amerika kıtası ve
okyanuslarda yayılma politikaları yaygınlık kazandı. Bu politikalar maliyetli olduğu
için vergi tabanlarının genişletilmesi ve derinleştirilmesi için bütün devletler
üzerinde bir baskı ortaya çıktı.
Avrupa ölçeğinde bakıldığı zaman ilk İngiliz-Hollanda savaşından Trafalgar ve
Waterloo’da Fransa’ya karşı olan zaferlere kadar Britanya’nın olağanüstü mali
başarıları iktisat tarihi açısından iki soruyu gündeme getirmektedir. İlk olarak, eski
asırlardan beri mali tabanını güçlendirmek için fazla bir başarı elde edemeyen ufak
ve savunmasız bir devlet nasıl oldu da milli gelirin vergilere giden payını ve
borçlanmayı bu denli tarihi seviyelere çıkartabildi? İkinci soru ise, Britanya’nın
Avrupalı rakiplerinin benzer mali başarıları elde etmesini ve neticede jeopolitik
hakimiyet ve imparatorluk genişleme tesis etmesini engelleyen iktisadi, siyasi,
kültürel ve diğer kısıtlamalar nelerdi?
1648–1815 döneminde İngiliz devleti Avrupa’nın en süratli büyüyen ekonomisini
idare ediyordu. Mali olarak elverişli olan o ortam toplumun büyük bir kısmının
gelirini yükseltti ve artan tüketimden alınan vergiler devletin vergi gelirlerini
arttırdı. Avrupa çapında nüfusun kasaba ve şehirlerde yoğunlaşma oranı gelirlerin
artmasını ve vergilerin salınmasının ve toplanmasının artmasına sebep oldu. Daha
büyük ve daha yoğun üretim bölgeleri, tesis edilmiş ve düzenli dağıtım ve değişim
kanallarıyla birlikte dolaylı vergilerin toplanabilmesi için şarttır.
1688–1731 seneleri arasında Britanya’nın milli geliri 3 katına çıkarken devletin
gelirlerinin 15 katına çıkması o dönemde vergi gelirlerinin sadece iktisadi büyüme
sebebiyle arttığı fikrini çürütmektedir. Zirai verimliliğin artması, sanayileşme,
şehirleşme ve üretimin yer değiştirmesi ve yeniden organize edilmesi devletin
vergilerinin artmasına sadece katkı yapmakla kaldığı fikri ağır basmaktadır. Adam
Smith’den sonra liberal iktisatçılar kabul etmeseler de devletin güçlü bir mali yapıya
sahip olması ülke ekonomisinin gelişmesi için müspet yönde etkili olabilir ve bu
durumun ispatı Britanya’nın İspanya, Portekiz, Fransa ve Hollanda’yla mukayese
edilmesidir. Osmanlı, Moğol ve Qing devletleriyle birlikte söz konusu batılı
devletler mali açılardan güçlü olmadıkları için denizlerde hüküm sürmede, sömürge
elde etmede ve mal ve hizmet ticaretinden pay almada Britanya’yla rekabet
edemediler. Bu ülkelerin mali zayıflıkları endüstriyel piyasa ekonomisi olmalarını
geciktirmiştir.
1642-60 seneleri arasındaki fetret devrinden önce bile İngiliz devleti vergileri
arttırmak ve yurtiçi ve Avrupa piyasalarında borçlanabilmek için gerekli siyasi,
kurumsal ve iktisadi şartlara haiz idi. İngiliz devletinin idarecileri Avrupa’da
Venedik, İspanya, Fransa ve Hollanda’da görülen vergilerin teminat gösterilerek
borçlanma fikrinin olgunlaştığını ve değerlendirmeye değer olduğu
düşüncesindeydiler.
17. yy’ın sonlarındaki İngiliz iç savaşından önce İngiliz hükümeti gelir ve servet
vergileri üzerine yoğunlaşmış ve vergiye muhatap varlıkların değerlemelerini
güncellemek ve vergi toplanılan hane halkı sayısını arttırmak eğilimine girmişti.
Halktan gelen tepkiler üzerine iç savaştan sonra bu çabalardan vazgeçildi.
1799 senesine kadar İngiltere’de yeni bir doğrudan vergi tesis edilmedi. O seneye
kadar devlet yeni vergiler salsa bile varlıklı İngilizler gelir ve servetlerini gizlemede
mahir idiler.
Bu tip siyasi kısıtlamaları aşabilmek maksadıyla Charles II zamanındaki hükümet
dolaylı vergiler konusundaki kanuni düzenlemelere ağırlık verdi. Aslında bu mali
stratejiye geçiş 17. yy’ın başlarında yürürlüğe girdi fakat 17. yy’ın sonlarındaki iç
savaş ve fetret devriyle birlikte hızlandı. 1713’den sonraki bir asır içerisinde bu
politika iyice hızlandı ve devlet gelirlerinin dörtte üçü dolaylı vergilerden
müteşekkil hale geldi.
Savaşlar devam etse bile 18. yy’daki İngiliz hükümetleri güçlü vergi gelirlerinin
verdiği güvenceyle daha fazla borçlanmaktan geri kalmadılar ve bu mali güçle
dünya siyasetinde daha fazla söz sahibi oldular. Britanya devleti devletin borç yükü
sıralamasında Avrupa ülkeleri sıralamasında sonlardan başlara çıktı.
18. yy’ın sonlarında başbakan Pitt askeri harcamaları karşılayabilmek maksadıyla ilk
defa tesis edilen hakiki gelir vergisinin gelirlerini kullanmak için parlamentoyu ikna
etti. Pitt’in vergilerinin başarısına rağmen 16 sene sonra Britanya tarihinin en pahalı
savaşıyla birlikte devletin borçları milli gelirin üç katına çıkmıştı. Pitt’den sonra
gelen Liverpool hükümeti ise mali yapıyı kuvvetlendirmek için halk tarafından pek
sevilmeyen gelir vergisini kaldırdı ve laissez-faire ilkesi gereğince devleti ufaltmaya
başladı.
1651–1815 tarihleri arasında Britanya’nın girdiği 10 savaşın maliyetlerini
karşılayabilmek için vergi gelirlerin arttırılması elzem hale geldi. Britanya’nın
Avrupalı rakipleri ise 17. yy’ın daha başlarında çok kötü bir mali yapıya sahip idiler.
Birçok Avrupa’lı devlet başarısını tekrarlamak istese de borçlanmada ve vergileri
arttırmada Britanya kadar muvaffak olamadılar çünkü vergi gelirlerinin tabanını
genişletmek ve derinleştirmek veya finans piyasalarını tesis etmek fikirlerine
muhalefet eden siyasi faktörler Britanya’ya kıyasla Fransa, İspanya, Hollanda,
Avusturya diğer Avrupa ülkelerinde daha fazla idi. 18. yy boyunca kıta Avrupası
ülkelerine kıyasla Britanya devletinin mali yapısının özel sektöre karşı daha
müsamahakâr ve devlet gelirlerinin yerel maksatlara yönelik kullanılmasına karşı
daha kapalı olduğu anlaşıldı.
Londra’daki devletin idarecileri Avrupa’daki diğer devletlere kıyasla mali yapılarını
“dikta rejimiyle” idare etmek lüksüne sahip idiler.
İngiliz parlamentosunda çıkarılan kanunlarla İngiliz mahkemelerinin vergiler
konusunda söz hakkı kısıtlanmış oldu.
Devletin askeri alandaki başarılarını finanse etmekte kullanılan devlet borçlarının
geri ödemeleri büyük ölçüde dolaylı vergilerle yapıldı.
Britanyalı vergi mükelleflerin vergi ödemeye o denli riayet etmeleri Avrupa
bağlamında bakıldığı zaman dikkate değerdir ve sadece bu konu bile üzerinde daha
fazla inceleme yapılmasını gerektirmektedir.
Britanya ve diğer ülkelerin mali konulardaki idari farklılıklarından bir tanesi de kıta
Avrupa’sında vergi toplama işinin taşeronluğunun güvenilirliği ve maliyeti idi. Kıta
Avrupa’sında devlet adına vergi toplayan taşeronların olması suiistimale açık idi ve
vergi kayıpları çok idi. Zaman içerisinde birçok Avrupalı maliye bakanı bu sistemi
ıslah veya ilga etmek istese de çok fazla netice alınamamıştı.
Teorik açıdan bakıldığında Avrupalı devletler için vergileri arttırmanın ve
borçlanmanın maliyeti devlet adına vergi toplama görevini üstlenen taşeronların
topladıkları vergilerle bu taşeronların devleti ilettikleri vergiler arasındaki fark idi.
Ortaçağın sonlarından itibaren bütün Avrupalı idareciler ülkenin tamamındaki
varlıklara, iktisadi faaliyetlere ve halkın her tabakasına karşı salınabilecek tatbik
edilebilir ve genel kabul gören vergiler tesis etmek için çaba sarf ettiler. 17. yy’ın
sonlarında İngiltere, Hollanda, İsviçre ve Venedik Cumhuriyeti ülkenin tamamında
tatbik edilebilen vergileri tesis etmede Fransa, İspanya, İsveç, Avusturya ve
Danimarka’ya kıyasla çok başarılı idiler çünkü ikinci grupta zikredilen ülkelerin
idarecileri bölgelere, faaliyetlere ve halk tabakasına göre salınan vergiler konusunda
vergi mükellefleriyle “pazarlık” yapmaya devam ediyorlardı.
Dolaylı vergilere geçişteki net faydalar ülke içindeki üretim ve ithalattan alınan
vergilerin maliyetlerin asgariye indirilmesine bağlıydı. 17. yy’ın başlarından sonra
İngiliz hükümetleri vergi toplama işinin taşeronlardan alınıp devletin kalıcı
kadrolarına verilmesi konularında hukuki ve idari tedbirleri almada başarılı oldular.
Yeni sistemdeki vergiler büyük çoğunlukla dolaylı vergilerden müteşekkil idi ve
kıta Avrupa’sı sistemlerine göre vergi toplama teşkilatları daha profesyonel ve daha
etkin idi.
17. yy’ın sonlarından itibaren İngiliz devleti vergi taşeronları sistemini kaldırıp onun
yerine dolaylı vergileri toplamakla yükümlü mükemmel işleyen bir sistem kurmaya
hemen muvaffak olamadı. İngiliz devleti sadece devletin mali işlerini takip etmede
kullanılacak yeni bir sistemin çekirdeklerini tesis etti.
1641–1688 seneleri arasında İngiliz donanmaları Hollanda’nın uluslararası
ticaretteki hâkimiyetini kırdıktan sonra, güç bela ıslah edilen İngiliz devleti daha
sonraki senelerde cereyan eden 7 adet savaşı başarıyla finanse ederek Britanya’nın
daha sonraki yüzyıllarda gelecek güç ve servet dönemleri için gerekli temelleri atmış
oldu.
Devlet kurumlarının selim bir şekilde işleyebilmesi, ülkenin uzun vadeli iktisadi
büyümesine destek olabilecek vergi gelirlerini toplama hususunda cebri ve idari
güce sahip yetkili devlet kurumlarını gerekmektedir.
David Washbrook, “From Comparative Sociology to Global
History: Britain and India in the Pre-History of Modernity,”
Journal of the Economic and Social History of the Orient 40, 4
(1997): pp. 417-38 only.
Modernite nedir ve nelerden oluşmaktadır? Modernite fikri 19. yy’daki sosyoloji
akımlara dayanmaktadır ve söz konusu akımlar Batı toplumlarında cereyan eden
sanayileşme, bürokratik ve bilimsel devlet, ülkelerin oluşumu, sosyal demokrasi,
kamuoyu baskısı ve emperyalizm’in genişlemesi gibi devrim niteliğindeki
değişimleri açıklamaya çalışır. Bu gelişmeler birbiriyle bağlı ve bir bütünün
parçaları olarak görülür. Bu gelişmeler aynı zamanda, bireysellik, sekülerizm,
rasyonellik, kanun devleti, piyasa ekonomisi ve temsilci hükümet gibi değerlerin
neticeleri olarak algılanır.
20. yy’daki tarihi tecrübeler bu fikirleri çürütmüştür ve yukarıda bahsedilen öğelerin
diğerleriyle ne kadar alakalı olup olmadığı sorusunu gündeme getirmiştir.
Sanayileşme ile sosyal demokrasi arasındaki bağ Faşist Avrupa ve Stalinist Rusya
örneklerinden dolayı şüphe uyandırmaktadır. Sanayileşme ile bireysellik arasındaki
bağ uzak doğudaki sanayileşme örneği sebebiyle sorgulanmaktadır. Michel
Foucalt’ın bilimsel bilginin mantıksızlığı ve otoriterliğini ifşa etmesi ve tarihteki
büyük buluşlarda inançların oynadığı roller sebepleriyle bilimsel devlet ile
rasyonellik arasındaki ilişki sorgulanmaktadır. 19. yy, modernite fikrinin
mükemmelleşmesine sebep olsa da 20. yy bu fikrin çürümesine şahid olmuştur.
Modernitenin karşısındaki bir diğer problem bu fikrin benimsediği evrensellik ve
kalıcılık varsayımlarıdır. Batı’da ortaya çıkan modernite bütün dünyaya yayılarak
onları kendine benzetir ve tarih sona erer. Yani moderniteden sonra bir şey yoktur.
Dünya ise moderniteyi benimsemekte çekingen davranmıştır ve modernitenin
kendini meşru kılmak için gösterdiği bazı mekanizmalar sebebiyle modernitenin
mantıki olarak gerçekleşemeyeceği anlaşılmaktadır. Mesela, sanayileşmenin bütün
dünyaya yayılacağı fikri dünyanın çoğunun henüz sanayileşmediği gerçeğiyle
çürümektedir. Ayrıca, rekabet kuralları gereği bir bölgedeki sanayileşme diğer
bölgelerin sanayileşmeden uzaklaşması neticesini doğurur. Toplumların
sanayileştikten sonra hep öyle kalacakları fikri Batı ekonomilerinin sanayileşme
sonrası döneme girmeleriyle birilikte çürümüştür. Modernite süreçlerinin de Batı’lı
olan ve olmayan toplumlarda tek tip moderniteyi netice vermedikleri görülmektedir.
Sadece ilkel bir sosyoloji anlayışı Japonya, ABD, Fransa ve İskandinavya ülkelerini
tek tip olarak görebilir.
Modernitenin fikirlerinden birisi de devamlılıktır. Batı orijinal bir sebepten dolayı
zamanın başlangıcından bu yana Batı olmuştur fakat başlangıçtan beri olmayan
Modernitenin nasıl ortaya çıktığına dair açıklama getirilememektedir.
19. yy’ın başlarında dünya tarihi modernite ilkeleri gereğince özetlenmiştir. Son 20
senede ise Asya tarihi uzmanları arasında bir akım modernite Avrupa’sının bildiği
ve daha sonradan unutulan birçok şeyi yeniden keşfetmeye ve öğrenmeye
çabalamaktadır.
Modernite sosyolojisi bir zamanlar sahip olduğu itibarı tamamıyla kaybetmiş ve bu
kayıpla “modern” tarihin temelleri de ortadan kalkmıştır.
-----Hindistan Britanya’ya kumaşın kendisiyle birlikte dizayn edilmesi ve dokunması
bilgilerini aktardı.
Britanya Hindistan’dan aldığı bilgileri kullanarak seri üretim teknolojilerinde
kullandı ve kamuya açık bir bilim olarak ortaya koydu. Britanya pamuklu kumaş
imalatını mekanikleştirirken Hindistan bunu yapmadı. Britanya-Hindistan
tarihlerinin mukayesesinde bu durum Hindistan’ın sanayileşememesi olarak
özetlenir.
Hindistan’ın pamuk ticaret ve sanayiisi teferruatlı bir ticaret ve bankacılık sistemi
tarafından desteklenmekteydi. Hindistan, sanayi devrimi öncesi dönemde,
Britanya’ya kıyasla kumaşı daha ucuza ve daha kaliteli olarak üretebiliyordu.
18. yy’da Britanya birçok açıdan Hindistan’dan çok farklıydı fakat Britanya’nın
dünyayla irtibat kurmadan o farklılıklara ulaşıp ulaşamayacağı meçhuldür.
1. Pamuk nakledilme şekli pahalıya geliyordu ve neticede Britanya pamuğun
üretilmesinden ziyade işlenmesindeki maliyetleri düşürmek konusunda
teknolojiyi geliştirmek için çaba gösterdi.
2. Britanya’nın iç pazarı mahdut (sınırlı) olduğu için bütün dünyaya üretim yapmak
zorunda kalındı ve bunun için de seri üretim yapmak şart oldu.
3. Hindistan’daki tekstil imalatı yapan ustalar bilgi ve becerilerini kendilerine
saklıyorlar ve sadece çıraklarına öğretiyorlardı. İlk olarak rahat bir şekilde
erişebilir olabilmesi için bilgi, ona sahip olan ustalardan alındı. Britanya’da
patent sisteminin geliştirilmesi neticesinde bilgiler çalınma endişesi olmadan
yayılma fırsatına kavuştular. Söz konusu bilgilerin ustalardan alınıp kamuya açık
bir şekilde yayınlanabilmesi, yeni üretim sistemlerinde üstünlüğün ustalardan
ticari sermayeye geçtiği gerçeğini ortaya koydu. Ayrıca patent sisteminin
destekleyen adli sistem de kuvvetlendirildi.
Britanya’nın ilk ticari devrimini destekleyen sömürge ve tropik mamulleri ticareti
Britanya devletinin vergi gelirlerinin ciddi bir şekilde artmasına sebep oldu.
Britanya’nın sanayileşme yolundaki süreç çok yönlü ve teferruatlı idi ama iki nokta
özelikle göze çarpmaktadır. Birincisi, söz konusu süreç küresel bir çerçevede
cereyan etti ve küresel etkileşim olmadan bu süreç açıklanamaz. İkincisi, söz konusu
süreç ilk dönemlerinden itibaren sömürgeciliği içinde barındırıyordu. Britanya’nın
dünya gücü olmasında sanayileşme hem bir sebep hem de bir neticedir ve
sanayileşme başlamadan uzun seneler önce Hindistan bu süreçte önemli bir yer
teşkil ediyordu.
Elimizden olan veriler Britanyalıların Hindistan’daki sömürgeciliğinin başlıca
etkilerinin o ülkenin toplumunu “oryantalize etmek” ve “gelenekselleştirmek”
olduğunu ortaya koymaktadır.
Sömürgeleştirilmesinden önceki 500 sene içerisinde Hindistan üç ticaret ve
medeniyet arasındaki yolların kesişme noktasında bulunuyordu. Batı kıyısında
Arabistan ve Ortadoğu, kuzeydoğusunda Orta-Asya ve İran ve güneydoğusunda ise
Güneydoğu Asya. Bu yolların hepsinde her iki yönde insan, mamul ve fikir
alışverişi vardı ve bu durum Hindistan toplumunun çoğulculuğuna ve medeniyetinin
zenginliğine katkıda bulundu. Batı ve kuzeybatıdan İslam, su değirmeni, ticari ve
devlet idaresi sistemleri, çeşitli askeri teknolojiler ve büyük miktarda gümüş geldi.
Doğudan ise bakır, tropikal meyveler, ipek, baharatlar ve büyük miktarda altın geldi.
Her yönde geri giden şey her şeyden önce kumaş idi. 16. yy’dan önce Avrupalılar bu
Asya dünyasıyla ancak dolaylı yollardan irtibat kurabiliyorlardı ve 18. yy’a kadar
Avrupalılar Asyalıların servet ve gücüne hayrandılar. İlk modern zamanlarda
dünyada Osmanlı, Moğol ve Ming-Çing’lerin sözü geçiyordu.
Britanya’nın 18. yy’daki iktisadi büyümesi rüzgâr-su ve tahta-deriyle alakalı eski
teknolojiler için yeni kullanım alanları bulunmasına dayanıyordu.
Hindistanın bilgi ve becerilerinin Britanya’lıların kullandığı şekilde ve yönünde
kullanılmaması o bilgi ve becerilerin olmaması veya duraksamasından
kaynaklanmıyordu.
Hindistan devletinin maksadı ticaret erbabından ziyade kendisini ve iktidara yakın
olanları zengin etmek idi.
Hindistan’ın modernleşmesi toplumunun istikrarını bozmaktan başka bir şeye
yaramadı.
Britanya’nın East India Company adlı şirketi Hindistan’ı klasik bir tarzda işgal
etmedi. Hindistan’ın insan ve para kaynağını kullanarak Hindistan’ı çaldı. Şirketin
bunu nasıl becerebildiği bugün bile tam olarak anlaşılamamakla beraber sebeplerden
bir tanesi şirketin gerçek niyetlerini ve Britanya devletiyle olan bağlantılarını gizli
tutmayı başarabilmesidir. Söz konusu şirketin tehdidini tam olarak göremedikleri ve
18. yy Hindistan’ında diğer eyaletlerin tehditlerine odaklandıkları için
Hindistan’daki eyaletlerinin idarecileri şirketi kendi eyaletlerine “davet” ettiler.
O zamanların Hindistan’ın tüccarlarını, bankacılarını ve diğer para ve siyasi
açılardan güçlü olan kesimlerini şirkete cezbeden şey modernitenin sahte çekiciliği
idi. O zamanın Hindistan’ındaki iç çekişmeler açısından bakılırsa modernite, kendi
güçlerini ve servetlerini teminat altına almak için kestirme yol olarak görülüyordu.
O zamanki şartlarda şirketin etkilediği maddi ve siyasi fikirler Hindistan’da rağbet
gördü. Şirket, kendisini, çevredeki eyaletlerin “oryantal despotluğuna” karşı bir
dayanak ve ticari açıdan sürdürülebilir bir toplumun öğelerini yeniden tesis etmeye
çalışan bir kurum olarak görüyordu.
Özetlemek gerekirse:
1. Hindistan toplumu kendi değerlerini ve çevresini tersledi.
2. Moğol hükümdarlar kendi değerlerinden uzaklaştılar. İktidara yakın olan
kesimler zenginleştiler.
3. East India Company, eyaletleri modernitenin sahte cazibesiyle kandırarak teker
teker merkezi hükümetten ayırmaya başladı.
1815 Sonrasında Küresel Ekonomik Düzenin Avrupa Tarafından Yeniden
Şekillendirilmesi
Sven Beckert, “Emancipation and Empire: Reconstructing the
Worldwide Web of Cotton Production in the Age of the
American Civil War,” American Historical Review 109, 5 (2004):
pp. 1405-1438.
1861–1865 seneleri arasında cereyan eden ve kuzeylilerin galibiyetiyle neticelenen
Amerikan iç savaşı dünyada pamuk üretiminin süratle arttırmasına ve küresel
kapitalizmi ateşlenmesine sebep oldu. 19. yy’ın ortalarında pamuk sektörü dünyanın
en büyük sektörleri arasındaydı ve belki de 20 milyon insanı istihdam ediyordu.
1861 senesine kadar dünyadaki pamuğun çoğunluğu, köleler tarafından Amerikanın
güney eyaletlerinde üretiliyordu ve Lancashire’deki işçiler tarafından işlenerek
ipliğe dönüştürülüyordu. Amerikan iç savaşından sonra ise pamuk dünyanın birçok
yerinde güçlü devletler ve onların sömürgelerindeki köle olmayan insanlar
tarafından üretilmeye başlandı. Ticaret erbabına genelde borçlu olan Hindistan,
Mısır, Batı Afrika, Türkmenistan ve Brezilya’daki çiftçiler dünyadaki pamuğun
çoğunluğunu üretmeye başladılar.
Bu makale Amerikan iç savaşının dünya pamuk üretimini, emek ilişkilerini ve
küresel kapitalizmi nasıl değiştirdiğini açıklamaya çalışacaktır.
1850’li senelerin sonlarına gelindiğinde Britanya’da kullanılan 800 milyon pound
pamuğun yüzde 77’si, Fransa’da kullanılan 192 milyon pound pamuğun yüzde 90’ı,
Almanya’da kullanılan 115 milyon pound pamuğun yüzde 60’ı ve Rusya’da
kullanılan 102 milyon pound pamuğun yüzde 92’si ABD’den karşılanıyordu.
İç savaş başladıktan sonra güney eyaletlerinin hükümeti olan confederate hükümeti
Britanya’lıları kendilerini tanımaya zorlayabilmek için pamuk ihracatını yasakladı.
Confederate hükümeti bu politikanın başarısızlığa uğrayacağını ve aslında güney
eyaletlerine zarar verdiğini anlayana kadar kuzey eyaletlerinden oluşan merkezi
hükümet güney eyaletlerini denizden ablukaya almıştı.
Pamuk ticareti yapan ve pamuğu kullanan imalatçılarının zarara uğramaları devlet
bürokratlarını pamuk tedarik etmekte yeni alanlar bulmaya itti.
1780’li senelerden sonra pamuk piyasalarında tüccarların sözü geçerken, tekrar
merkantilist politikalara dönüşü hatırlatır bir şekilde pamuk devletin bir meselesi
haline geldi. Pamuk kıtlığı yeni bir sömürgeciliği içinde barındıran bir akım haline
geldi.
Britanya’nın pamuk kapitalistleri ve pamuk bürokratları bu tip taleplere karşı
anlayışla yaklaşmaya başlayan devletin, büyük ölçekli alt yapı yatırımları yapması,
pamuk tağşişini suç yapan kanuni düzenlemeleri yapması ve toprakların
pazarlanmasını kolaylaştıran kanuni düzenlemeler yapması için hükümete baskı
yaptılar. Belki de en mühimi Hindistan’daki akit kanunlarında pamuk üretimine
Avrupa yatırımını kolaylaştıracak yönde değişiklikler için baskı yapılması idi.
Pamuk kapitalistleri pamuk üretimi için üreticilere verilen peşinat akitinin
bozulmasının suç sayılmasını istiyorlardı. Tüccarlar böyle bir düzenlemenin
yatırımları teşvik edeceğini düşünüyorlardı. Böyle bir sistem çiftçilerin tamamıyle
bu tip zirai mamullerin üretimine yoğunlaşmalarına sebep olurdu çünkü çiftçiler
daha mahsul almadan ihtiyaçları olan şeyleri parayla alabilirlerdi.
Bu tip tedbirlerin etkisi pamuk fiyatlarının artmasıyla güçlendi. Amerikan iç
savaşının ilk 2 senesinde Hindistan pamuğunun fiyatı 4 katına çıktı ve kendi
ihtiyaçları için üretim yapan çiftçiler dünya piyasaları için pamuk üretimine
yoğunlaştılar.
Daha önceki senelerdeki gelişmelerin de etkisiyle Hindistan, kumaş imalatçısı
konumundan pamuk imalatçısı konumuna gelmişti.
1864 senesi itibariyle aşağı Mısır’ın verimli topraklarının yüzde 40’ı diğer zirai
mamullerinden vazgeçilip pamuk üretimine ayrılmıştı.
Pamuk kıtlığı pamuk kapitalistlerinin devlete olan ihtiyaçlarını ciddi bir şekilde
arttırdı.
Bütün bu olaylardaki ironi gözlerden kaçmıyordu. Dünyanın en büyük pamuk
üreticisi olan ülkenin hükümeti kendisi için o denli önemli olan bir ürünün
üretmeleri için başka ülkelere destek veriyordu. Amerikan merkezi hükümetinin
askeri ve siyasi şartları bu tip olağanüstü adımları gerektiriyordu.
Amerikan iç savaşı kuzeydeki merkezi hükümetin zaferiyle neticelendi. Söz konusu
yıllardaki tecrübeler neticesinde köle olmayan emekle üretilen pamuk savaş
senelerindeki olağanüstü fiyatlar sebebiyle dünya piyasalarına girdi. Savaş yıllarında
Hindistan pamuğunun fiyatı 4 katına çıkmıştı ve daha önceki senelerdeki fiyatlardan
Hintli çiftçiler pamuk imalatına yanaşmamışlardı.
Amerikan iç savaşından sonraki senelerde bazı sorular gündeme geldi.
1860’dan sonraki 30 sene içerisinde kıta Avrupasının kullandığı Hindistan pamuğu
62 kat arttı.
Hindistan, Brezilya ve Mısır pamuğu dünya pamuk piyasalarında mühim bir yer
tuttu. 1883 senesi itibariyle bu ülkelerden gelen pamuk Avrupa pamuk tüketiminin
yüzde 31’ini teşkil ediyordu ki bu oran 1860 senesindeki oranın iki katı idi.
Bütün bu zorluklardan tamamıyle farklı bir emek kontrolü modeli doğdu. Ücretli
işçilerle üretimi yapılan şeker (pancarı veya kamışı)’in aksine pamuk, çiftçilerin
kendi topraklarını veya kiraladıkları toprakları kendi ailelerinin emeğiyle ve
bölgedeki tüccarların sermayesiyle üretilmeye başlandı. Toprakların zirai üretim için
kiralanması, mahsul için peşin para alınması ve güçlü yerel tüccarlar kırsal kesimde
yaygın bir görüntü oluşturdu. Söz konusu pamuk çiftçileri büyük bir borç yükü
altındaydılar, dünya piyasalarındaki fiyat dalgalanmalarına karşı çok duyarlıydılar,
genelde fakirdiler, yaptıkları akitler sebebiyle topraklarından ayrılmaları zordu ve
siyasi olarak marjinalize olmuş bir kesim haline gelmişlerdi. Söz konusu şartlardan
dolayı Hindistan’dan Orta Asya’ya ve Mısır’dan ABD’ye kadar geniş bir yelpazede
yaşayan bu çiftçiler her geçen gün daha fazla pamuk üretimi yapmak zorunda
kalmışlardı.
1850’li senelere kadar pamuk Bombay’a kağnılarla haftalar süren bir süreçten sonra
getiriliyordu. Tren yolları Amerikan iç savaşı senelerinde Hindistan’ın çeşitli
bölgelerini sardı ve pamuk daha çabuk ve ucuza nakledilmeye başlandı.
Hindistan’daki çiftçiler alet edevat ve tohum satın alabilmek, pamuk yetiştirme
mevsiminde geçimlerini sağlayabilmek, vergi ödeyebilmek ve yükse oranlarda faiz
ödeyebilmek için yüksek miktarlarda borçlandılar ve ürettikleri pamukları hasat
zamanından aylar önce borçlandıkları tefecilere satmayı taahhüt ettiler. Faiz oranları
asgari yüzde 12 olmakla birlikte yüzde 24 veya yüzde 60 olabiliyordu.
Pamuk üretilen yerlerde yerel tüccarların üreticilere verdikleri peşinatlar Avrupalı
tüccarlardan geliyordu.
Hindistan’ın büyük bir kısmının dünya piyasalarına entegre olması insanların mal
imalatından çiftçiliğe kaymasıyla birlikte cereyan etti. Amerikan iç savaşı
yıllarındaki yüksek pamuk fiyatları pamuk üretimini teşvik ettiği gibi bu pamukların
Hindistanlı dokumacılar tarafından iplik ve kumaşa haline getirilmesini de arka
plana itti. Böylelikle Hindistan ekonomisi iki yönden zarar görmüş oldu.
ABD’de ise pamuk imalatını eskiden köle olan insanlar değil, eskiden geçimlik
çiftçilik yapan ve artık dünya piyasaları için üretim yapan beyazlar gerçekleştirmeye
başladılar.
1870 senesine gelindiğinde ABD’nin pamuk imalatı 1860 senesindekini geçti ve
1877 senesi itibariyle dünyanın en mühim pamuk piyasası olan Britanya’da savaş
öncesi paylarını tekrar yakalamış oldular. 1880 senesinde ise 1860 senesine kıyasla
daha fazla pamuk ihracatı yapmaya başladılar.
Amerikan’ın güney eyaletlerindeki durumun teyit ettiği gibi pamuk üreticilerine
borç yüklemek ve bu borçlar sebebiyle onları üretim yapmaya zorlamak ve neticede
siyasi gücün pamuk üreticilerinden tüccarlara geçmesi bütün dünyadaki çiftçileri her
geçen gün artan miktarlarda pamuk üretmeye zorlamak için etkili bir metod haline
geldi.
Pamuğun yeni üreticileri köle değillerdi fakat borçlandıkları tefeciler ve tüccarların
ellerindeki akitler sebebiyle hürriyetleri ciddi bir şekilde sınırlandırılmıştı.
Amerikan iç savaşından önceki pamuk dünyasında pamuk üreticileri, fabrika
sahipleri ve aristokratlar köleleri çalışmaya zorlarlarken yeni pamuk dünyasında ise
devletler güçlerini kullanarak pamuk üretimi için toprak, emek ve piyasa temin etme
yoluna girdiler.
Dünyanın bir çok bölgesi dünya ekonomisine entegre oldu fakat bu küreselleşme
içerisinde çeşitli kamplar vardı.
The Economist dergisi gibi dünyanın önde gelen serbest ticaret ve laissez-faire
kapitalizmi savunucusu bile Hindistan’dan pamuk temin edilebilmesi için devlet
gücünün kullanılması fikrini müdafaa etti. Bu fikri arz-talep kanunları çerçevesinde
müdafaa etmek zordu fakat The Economist bir yolunu buldu: Hindistan, arz ve talep
kanunlarının geçerli olduğu bir yer değil idi, serbest piyasanın işleyişini engelleyen
faktörler var idi ve serbest piyasanın işleyişini temin edebilmek için devletin
müdahale etmesi gerekirdi.
Gürcistan’dan Berar’a ve Mısır’dan Brezilya’ya devletler taşradaki halkı eskiden
beri yaptıkları zirai faaliyetleri ve avcılık faaliyetlerini bırakıp sadece pamuk
üretimine odaklanmaya zorladılar.
1873 senesindeki ekonomik buhranla birlikte dünya pamuk fiyatlarında büyük bir
düşüş yaşandı. Pamuk üreticilerinin borçları para cinsinden ve gelirleri de pamuk
fiyatları cinsinden olduğu için zor durumda kaldılar. 1877 senesine kadar ve tekrar
1890’lı yılların sonlarına kadar pamuk fiyatları düştüğü ve yiyecek fiyatları
yükseldiği için Hindistan Berar’da ve Brezilya’da onbinlerce çiftçi açlıktan öldüler.
Özetlemek gerekirse, bir zamanlar pamuk üreticileri ve kölelerin ağırlıkta olduğu
pamuk piyasasında sanayiciler ve devlet bürokratları etkin hale geldiler.
Download