“İslâmcılık” üzerinden

advertisement
HÜR TEFEKKÜRÜN KALESİ
Aylık Siyaset, Strateji ve Toplum Dergisi TEMMUZ 2015 YIL 9 SAYI 104
haber
15 TL www.haberajanda.com.tr
DOÇ. DR. SİNAN CANAN
Gençlik ne işe yarar?
AHMET YOZGAT
20. yüzyıl
Amerikanizminin başarısı ve
“Popüler” Başkanlığın doğuşu
YUSUF KEMAL BOZOK
“Kozmik Oda”dan
2023’te çıkmak üzere
Mesih geldi, Ankara’da dinleniyor!
SEYDAHMET KARAMAĞRALI
20 bitip 21. yüzyıl başlarken
Devsoğulları’nın sonu
SABRİ ÖĞE
AK Parti-MHP koalisyonu
gerçekçi midir?
ORHAN MÜCAHİT
AK Parti için rüzgâr tersine döndü
FATİH BAYHAN
Türkiye, Doğu
Türkistan üzerinden
şantaja uğruyor
AYŞE YAŞAR UMUTLU
Diktatörlük ve despotizmin siyaset
felsefesi bağlamında çözümlemesi
SÖYLEŞİLER
AYTEN ÇALIŞ
MUSTAFA AYDIN:
“Oluşturduğunuz
fark kadar varsınız!”
SERVET HOCAOĞULLARI
“İslâmcılık”
üzerinden
Müslümanları vurmak!
-Erdoğan’ı Yalnızlaştırma Stratejileri-
MURAT İLKTER
ATİLLA KIYAT:
“Bana da darbe teklif ettiler!”
Yayınları
BAYRAMINIZ
BAYRAM
OLSUN!
DEĞİL Mİ Kİ,
geceye gündüz, zorluğa kolaylık, sabrın
ve merhametin mektebi oruca “bayram” ikram edildi; öyleyse şükrünü,
kalbimizin bir mum alevi titrekliğiyle
vecd ile edâ etmeli...
Dualarımızın makbul dualardan olmasını umut ederek “Âmin!” demeli. “Hakk, hakkaniyet ve hakikat yolculuğundaki ayrılıklarımızı birlikteliğe,
dağınıklığımızı düzene, karışıklığımızı
düzgünlüğe çevir. Bizleri birbirimize düşürenlerden muhafaza eyle!”
Haber Ajanda ailesi olarak, “Mübarek Ramazan Bayramı”nızı kutluyor,
mü’minler, devletimiz ve milletimiz için
huzur, sürur ve inşiraha vesile olmasını
temenni ediyoruz.
“(Ey Muhammed!) Senin göğsünü açıp
genişletmedik mi? Belini büken yükünü üzerinden kaldırmadık mı? Senin
şânını yükseltmedik mi? Şüphesiz güçlükle beraber bir kolaylık vardır. Gerçekten, güçlükle beraber bir kolaylık
vardır. Öyleyse, bir işi bitirince diğerine
koyul. Ancak Rabbine yönel ve
yalvar.” (İnşirah)
HABER AJANDA
haberajanda
İçindekiler
SAYI: 104 // TEMMUZ 2015
BAŞYAZI
DOÇ. DR. SİNAN CANAN
Gençlik ne işe yarar?
8
İnsanın kaderidir bu: Haddini aşabilme yeteneği bahşedilmiş tek canlıdır ve
ne yana doğru aşacağına karar verme hürriyetine de sahiptir. Çocuklarımıza
ezbere dikte ettirdiğimiz dininden, mezhebinden, ideolojisinden, milliyetinden, geleneğinden önce “insanlığını” öğretmeden de bu hürriyeti adam gibi
kullanmayı beceremeyeceğiz.
28 KAPAK / SERVET HOCAOĞULLARI
28
“İslamcılık” üzerinden
Müslümanları vurmak!
Sayın Erdoğan ve Türkiye birikimi tüm bu
oyunları bozacak güçtedir. Ancak bu gücün içeride parçalanması noktasında AK
Parti içinde de bazı hesaplar yapılmaktadır. Özellikle Sayın Erdoğan’ın nüfuzunu
azaltacak hamlelerin sayısı her geçen gün
artmaktadır.
34 YUSUF KEMAL BOZOK
“Kozmik Oda”dan 2023’te çıkmak
üzere Mesih geldi, Ankara’da
dinleniyor!
Yoksa Türkiye’nin elinde Batı’yı ve ona
bağlı olarak İsrail’in elini kolunu bağlayacak bir koz mu var? O koz, Ankara’da
dinlenmekte olan “Son Mesih” mi acaba?
46 SEYDAHMET KARAMAĞRALI
20 bitip 21. yüzyıl başlarken
Devsoğulları’nın sonu
Amerika, İncirlik’i kullanma hakkını bize
de vermeli. İncirlik derken, ilçedeki Pentagon hangarlarında yatan -kimine göre
90, kimine göre 200- atom bombasından bahsediyorum. Söz konusu harekâtla
Sünni Hilâl’in patronajının belirleneceği aşikâr.
50 AHMET YOZGAT
34
46
50
2
60
temmuz 2015
60
20. yüzyıl Amerikanizminin başarısı
ve “Popüler” Başkanlığın doğuşu
Ülkemizde hızla yaklaşan başkanlık rejimi ve bu kabil tartışmalarda ABD’nin derinliklerinde yatan Majestik otorite unutulmamalı! Buradan hareketle “Hangi tip
başkanlık?” sorusunun cevabı aranırken,
“Amerikan tipi” tercihinde “saklı güç”ün
etkisi bilinmeli, biliniyorsa hatırlanmalı ve
ciddiyetle gözden geçirilmeli!
SABRİ ÖĞE
AK Parti-MHP koalisyonu
gerçekçi midir?
1999 seçiminden sonra Sayın Bahçeli’nin
son derece yanlış olduğu aşikâr olan DSP
ve ANAP’la yapmış olduğu koalisyonun
sonunda milletten yemiş olduğu şamarın
kendisinde bir koalisyon sendromu, daha
doğrusu bir iktidar sendromu meydana
getirmiş olduğu intibaı var.
4
6
8
10
12
16
20
28
34
46
50
59
60
62
64
EDİTÖR / M. SERHAT BIÇAK
OKUYUCU PLATFORMU
Damat adayı
BAŞYAZI / DOÇ. DR. SİNAN CANAN
Gençlik ne işe yarar?
AYIN OLAYI
“Sivil başkan”: Türkiye’nin kaderi
SELÇUK KAYIHAN
Türkiye Ajanda
ÖMER BEKİR SADIK
Dünya Ajanda
ULUĞ BAYINDIR
Medya Ajanda
KAPAK / SERVET HOCAOĞULLARI
“İslamcılık” üzerinden
Müslümanları vurmak!
-Erdoğan’ı Yalnızlaştırma
StratejileriYUSUF KEMAL BOZOK
“Kozmik Oda”dan
2023’te çıkmak üzere
Mesih geldi,
Ankara’da dinleniyor!
SEYDAHMET KARAMAĞRALI
20 bitip 21. yüzyıl başlarken
Devsoğulları’nın sonu
AHMET YOZGAT
20. yüzyıl Amerikanizminin başarısı ve
“Popüler” Başkanlığın doğuşu
FATMA ŞURA BAHSİ
Hezimet değil, yeniden diriliş
SABRİ ÖĞE
AK Parti-MHP koalisyonu
gerçekçi midir?
ORHAN MÜCAHİT
AK Parti için rüzgâr
tersine döndü
MURAT İLKTER
Söğüde armut aşısı tutmaz
SÖYLEŞİ: AYTEN ÇALIŞ
SÖYLEŞİ: MURAT İLKTER
Mustafa Aydın: “Oluşturduğunuz fark kadar varsınız!”
Atilla Kıyat: “Bana da darbe teklif ettiler!”
90
66
70
77
Bir ülkenin ilmî çalışmaları ve teknolojisi asla siyasete
endekslenmemelidir! Fakat ne yazık ki ülkemizde yıllarca
eğitim ve öğretim sistemi siyasete
endekslendi, dış politikaya bağımlı
kılındı. Bir ülke ile dış politikanız,
siyasetiniz uyuşmayabilir; ama bu,
onun dilini, kültürünü, teknolojisini
almayacağınız anlamına gelmez.
DR. MUHAMMED İKBAL BAKIRCI
Çağın Şeytan Üçgeni:
Şiddet, terör ve savaşın prognozu
MURAT İLKTER
SÖYLEŞİ / ATİLLA KIYAT:
“Bana da darbe teklif ettiler!”
RUKİYE YILDIZ ERDOĞMUŞ
Astık, biz astık!
78 AYŞE YAŞAR UMUTLU
Diktatörlük ve despotizmin
siyaset felsefesi bağlamında
çözümlemesi
82 FATİH BAYHAN
Türkiye,
Doğu Türkistan üzerinden
şantaja uğruyor
88 FİKRİ AKYÜZ
Derginin ilk sayısı
90 AYTEN ÇALIŞ
SÖYLEŞİ / MUSTAFA AYDIN:
“Oluşturduğunuz fark kadar
varsınız!”
103MESUT EMRE BALCI
Bulunmazı aramak
104AHMET FİDAN
Vefatı’nın 235. yıldönümünde
Ma’rifetnâme müessiri âlim, sûfi ve
şair Erzurumlu İbrahim Hakkı
106MEHTAP KAYAOĞLU
Boşanın, tamam!
Ama lütfen bu kararı çocuklarınıza
doğru bir dille açıklayın!
108SUNGUR İNCİ
Kitaplık /
Bir manüpilasyon dosyası:
Kışkırtan Tapeler
112AHMET YOZGAT
Karikatür
70
“Kimsenin kimseyi kandırdığı yok, hepsi darbedir ve
darbenin hiçbir ‘haklı’ nedeni olamaz. Bunları kendisine
bizzat siyasetçilerin, iş adamlarının
gelip ‘Yönetime el koysanıza, daha ne
bekliyorsunuz?!’ denen bir Koramiral,
yani ben diyorum. Kandırmaca, darbelerin toplum kültürü olmayıp, sadece
asker kültürü olduğunu söylemektir.”
62
82
104
78
88
106
ORHAN MÜCAHİT
AK Parti için rüzgâr tersine
döndü
FATİH BAYHAN
Türkiye, Doğu Türkistan
üzerinden şantaja uğruyor
Millet belirsizlikten şikâyetçi
ve tedirgin. Ekonomi adeta diken üstünde duruyor. Sınırımızdaki son gelişmeler Türkiye’nin
daha fazla seyirci kalmamasını, bir an önce bölgeye müdahale edilmesini gerektiriyor. Bu
yüzden MHP seçmeni de, AK
Parti seçmeni de seçim öncesi gergin siyasi gündeme çizgi
çekilerek geçmişin unutulması
görüşünde.
62
ABD’li firmanın Çin’e kaptırmaktan çekindiği nükleer santral ihalesi için Türk kamuoyunda oluşturmaya başladığı
Çin nefretini Türkiye, kendi lehine bir karta dönüştürebilir, Çin Devleti’ne karşı Doğu
Türkistan’daki insanlık dışı zulümlere son vermesi hakkında
baskı yapılabilir.
82
AHMET FİDAN
Erzurumlu İbrahim Hakkı
İbrahim Hakkı’nın iyi bir tahsil gördüğü, eserlerinden anlaşılmaktadır. “Bu zamanda en
dürüst dost, en uygun meclis arkadaşı, en seçkin yoldaş, yârların
en hayırlısı ve sevgililerin en sevgilisi kitaplar olduğu için bunların
sohbetlerine meylimi salmışımdır” şeklindeki sözleri, onun düzenli öğrenim yanında kendi kendini yetiştirmeye de büyük önem
verdiğini göstermektedir.
104
AYŞE YAŞAR UMUTLU
FİKRİ AKYÜZ
MEHTAP KAYAOĞLU
Diktatörlük ve despotizmin
siyaset felsefesi
bağlamında çözümlemesi
Derginin ilk sayısı
Boşanın, tamam! Ama lütfen
bu kararı çocuklarınıza doğru
bir dille açıklayın!
Fıtrat olarak liderlik taşımak başkadır, kanaatimce lütuftur; insanların doğuştan getirdiği kabiliyet ve potansiyeller olduğunu
kabul eden filozof ve düşünürlerle hemfikirim. Bu anlamda liderler nadirdirler.
78
Derginin kurucusu, Sabah’ın patronu Dinç Bilgin ile Nokta’yı satan patron Ercan Arıklı. Genel
Yayın Müdürü ise Mehmet Y. Yılmaz. Ecevit’in İtalya’da yayınlanan Epoca dergisinde röportajı
çıkmış. Dergideki başlık: “Kıskandıran Röportaj”. (Mehmet Y. Yılmaz, bugün Hürriyet’te yazıyor.
88
Gönül ister ki kimse ayrılmasın, insanlar mutlu evliliklerinde, huzur dolu ortamlarında gül
gibi yaşayıp gitsinler, ama olmuyor işte! Bazen iki kişi aynı
evde olunca mutlu oluyor, bazen ayrıldığında...
106
temmuz 2015
3
Sayı: 104/ Temmuz 2015
İMTİYAZ SAHİBİ
AJANDA GRUP
BAŞKANI
YAYINLAR GENEL
YÖNETMENİ
GENEL
KOORDİNATÖR
GENEL YAYIN YÖNETMENİ
SORUMLU
YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
İNTERNET SAYFASI EDİTÖRÜ
REKLAM ABONE ve DAĞITIM
KOORDİNATÖRÜ
GÖRSEL YÖNETMEN
GRAFİK TASARIM
FOTOĞRAFLAR
TEMSİLCİLİKLER
BALKANLAR TEMSİLCİLİĞİ
MAKEDONYA TEMSİLCİLİĞİ
HABER AJANDA
BASKI
Yavuz Selim
[email protected]
Müzeyyen Selim
[email protected]
Sinan Canan
[email protected]
Erkan Oğur
[email protected]
Mehmet Serhat Bıçak
[email protected]
A. Levent Şahsuvaroğlu
Ömer Bekir Sadık
[email protected]
Bige Canan
[email protected]
Ahmet Oğuz
[email protected]
Aykut Koçoğlu
[email protected]
Aktüelya
İlker Kırmızı
Anadolu Ajansı
Serkan Selim Dilek / Bravadziluk
8/71000 Sarajevo
Bosnia and Hercegovina
Ofis Tel : 00 387 33 225526
Cep
: 00 387 62 225526
Salih Utaş / Gradište 97, Üsküp
Skopje - Macedonia
Ofis Tel : 00 389 23 220337
Cep
: 00 389 70 451737
Aktüelya Basın Yayın ve Reklam Tic. Ltd.
Şti. tarafından T.C. yasalarına uygun olarak
yayınlanmaktadır. Kültür Ajanda’nın isim
ve yayın hakları Aktüelya Basın Yayın ve
Reklam Tic. Ltd. Şti.’ne aittir
TŞOF Trafik Matbaacılık A.Ş.
I. Org. San. Böl. Prof. Dr. Orhan Işık Cd. No: 3
Sincan/ ANKARA Tel: 0312 267 08 97
BASKI TARİHİ
Temmuz 2015
İDARİ ADRES
Anafartalar Cad. Şan Sk. 10/303
Kat: 3 Ulus – Ankara
Tel: (0.312) 380 90 92
Fax: (0.312) 381 45 65
HABERLEŞME ADRESİ
Posta Kutusu 168
06420 Yenişehir/Ankara
[email protected]
Dergide yayınlanan malzemelerin her
hakkı saklıdır. Kaynak gösterilerek
alıntı yapılabilir. Yazıların sorumluluğu
yazarlarına, ilanların sorumluluğu ilan
sahiplerine aittir.
Dergimiz haber ahlak ilkelerine uyar.
ISSN
ABONELİK
Yurtiçi yıllık abonelik 180 TL,
kurum ve kuruluşlar için
360 TL, Kıbrıs için 200 TL,
Avrupa için 150 € ve
ABD için 200 $’dir.
HESAP BİLGİLERİMİZ
Aktüelya Basın Yayın ve
Reklam Tic. Ltdi Şti.
Vakıfbank Ankara
Meşrutiyet Şubesi
Hesap (IBAN) No:
TR 1200015 0015 8007 287367226
Posta çeki Hesap No:
5315328
4
1306-5742
Abone
bildiriminiz için
[email protected]
e-mail adresine veya
0 533 165 39 82
GSM numarasına mesaj
bırakabilirsiniz.
0 312 381 45 65’e
faks çekebilirsiniz veya
0 312 380 90 92’yi
direkt arayabilirsiniz.
temmuz 2015
haberajanda
Editör
Mehmet Serhat Bıçak
[email protected]
Görünmez
adam
H
OLLYWOOD yapımı korku
ve gerilim filmlerinin en
kült fikirlerindendir “görünmez adam”. Bu tipin geliştirildiği
bant hakkında düşündüğümüzde
karşımıza asla temiz kalpli bir
kahraman çıkmaz. Zira görünmez
adam, formunu şer bandı üzerinde
yürütülerek şekillendiren bir karakter üzerindedir.
>> İlginçtir, görünmezlik meziyetini
elde eden karakter, daha evvel hayatında olup da kendi kara listesine öyle ya da
böyle eklediği insanlara karşı duyduğu
kini yansıtır her hikâyede. Yani görünmez adam, intikam peşinde koşan, bu
uğurda cinayet işleyip tecavüzler eden
bir tip olup çıkar. Yani söz konusu meziyeti elde etmeden evvel, kinini derin bir
şekilde içerisinde saklayan bir sığıntıdır.
Görünmez adam, Hollywood’dan
esinlenilerek tüm dünyada işlenen bir
tip haline de gelmiştir tabiî. Haliyle onun
gibi bir metafor, bütün dünya insanlarını
etkileme gücüne sahiptir. Ancak her ne
kadar bir dünya metaforu haline gelse
de bir “dünya kahramanı” seviyesinde
değildir sevimliliği. Zira az önce belirttiğimiz hususlardan ötürü sevimli biri
değildir. Tabiî kötüyü kötü sever, iyiyi
iyi; görünmez adamı da şerri yaşatma
dâvâsında olanlar benimserler. Onların
derdi insanlığı kötülükten kurtarmak
değil, kötülüğü görünmez bir konseptin
içinden aşılamaktır.
dikleri bütün coğrafyalarda ihtiraslarını
hâkim kılan sömürgecilere varana kadar
birçok örnekle göstermemiz de mümkün
elbette.
Hollywood yapımlarının iletmek
istediği mesajın doğrudan ne olduğunu
bilemeyebiliriz, ama anlattığı bir gerçek
vardır; zira “görünmez adam”ın bir
korku ve gerilim filmi metaforu olması
da bu yüzdendir. Öyle ya, “Bu adamdan
korkun!” düşüncesi verilir. Ve “münafık,
ikiyüzlü, riyakâr, sığıntı, dilenci, kindar,
cani, mütecaviz, hasta ruhlu” ne kadar
haslet varsa aramızda dolaştığını, bizim
bunun farkında olamayacağımızı ama
bir gün onun varlığını, güç ve kudretini
kabullenip sonsuza dek ondan korkmamız gerektiği vurgulayan bir dil vardır.
Tabiî bu tür yapımlarda bize de bazı
tedbirler gösterirler. Mesela elimizde
hep bir kutu boyayla dolaşmamız, bir
çarşaf veya ona benzer bir örtüyü yanımızda hazır tutmamız, sağlam bir balıkçı
ağı edinmemiz, söz konusu tavsiyeler
arasındadır. Hatta bunun için daha ileri
teknolojiye başvurarak silah kullanmaya
da gidilebilir.
Yeryüzünde bugüne kadar ne kadar
topluluk yaşamış ve bunların ne kadarı
iyiliği emredip kötülüğü nehyeden bir
sosyal davranış ilkesine sahip olmuşsa,
bu toplumların içlerinde yer alıp duyduğu kini bir sığıntı hassasiyetiyle saklayıp
zaman kollayan birçok görünmez adam
var olagelmiştir mutlaka. Onların somut
görüntüleriyle soyut görüntüleri arasındaki fark, Ağrı dağı ile Cehennem obruğu
arasındaki fark gibidir. Zira saklanan kin
eyleme döküldüğünde, zirveyle çukur
arasındaki mesafe nispetince psikolojik
bir tanım aralığı doğacaktır.
Peki, bu tür tedbirlerle görünmez
adam avlanır mı? Bu yalnız filmlerde
olur. Çözüm, görünmez adamın yalnız
ayak izlerini takip etmekten geçer. Ancak
bu noktada bizim eksikliklerimiz başlar.
Zira biz, ayak izinden iyi anlayanları
görmezlikten geliriz. Yani bizim sorunumuz “görünmez adam” değildir. Bizim
sorunumuz, “adamı görmezlikten gelmektir”. Bizdeki sorun, el altında tutma
ile el üstünde tutma sorunudur.
Tarihte yer alıp kendisine veya
kendilerine iyilik edilmesine rağmen
kötülükle beslenip kötülükle yaşayan
ve hücre hücre kin depolayan insanlar
ve topluluklar olmuştur. Bunları Oğul
Kabil’den başlayıp “Helva yemekten
bıktık” diyenlere ve daha sonra uzanabil-
Son yüzyılın bütününe bakıp tablodaki ayak izlerini ortaya çıkartmaya çalıştıkça karşılaştığımız tek şey, söz konusu
izleri takip eden adamların arkalarında
bıraktıkları kan izleridir. Bu yüzden karar
vermeliyiz: Ayak izlerini mi bulacağız,
kan izlerini mi?
SİNAN CANAN
KİMSENİN BİLEMEYECEĞİ ŞEYLER
Bilmek isteyeceğiniz
şeylerle dolu bir kitap!
OKUYUCU PLATFORMU
Okuyucu
6
Platformu
Damat adayı
S
ENE 1986, yer Zonguldak… Büro, 12 Eylül 1980 öncesi Zonguldak Belediye Başkanlarından merhum Nadir Pulat Bey’in mali
müşavirlik bürosu ve konu da Osmanlı İmparatorluğu’nu 33 yıl
ayakta tutan “Sultan Abdülhamit Han”.
>> Sayın Nadir Pulat’ın,
Zonguldak’ın sözü geçen
CHP’li ileri gelen insanları olan
ve başta Başkent Üniversitesi
kurucusu olan Prof. Mehmet
Haberal’ın babası olmak üzere
konukları toplanmış, konuşmaktalar. Onlar hararetle konu
üzerinde mütaalalarına devam
ederlerken Sayın Nadir Pulat
Bey’e meslekî bir konu danışmak için içeriye girdim. Konu
Cennet Mekân Sultan Abdulhamit olunca ilgimi çekti; hem
konuyu bölmek istemedim,
hem de konu hakkında fikirlerinin neler olduğunu öğrenmek için dinlemeye koyuldum.
Konuya yeterince vâkıf
olduktan sonra “Ben de
aranıza katılabilir miyim?”
dediğimde merhum Nadir
Pulat “Tabiî ki… Buyur!” dedi.
Daha önceden yeterince
hazırlıklı olduğum için konukların Sultan Abdulhamit’le
ilgili ileri sürdükleri konuların
hepsine ayrı ayrı cevaplarını
verdiğimde ilave söz söyleyen
çıkmamıştı.
O dönem, üniversiteyi yeni
bitirdiğim yıllardı ve en fazla
ilgimi çelen konu da Sultan
Abdülhamit Han’dı. Onu ve
dönemini bilmeden günümüzü
anlamanın mümkün olmayacağı kanaatinde idim. Piyasada
ne kadar Abdulhamit Han’la
ilgili kitap varsa tamamını alıp
okumuştum. Bu kitaplar içinde sadece bir tanesini yarım
bıraktığımı hatırlıyorum. O da
Orhan Koloğlu’nun “Abdülhamit Gerçeği” adlı kitabı idi. Söz
konusu kitabı yarım bırakmamın sebebi ise, kitapta hiç
alakası yokken bazı insanların
temmuz 2015
Masonluğu öven yazılarının
kitaba dâhil edilmesi idi. Kitapta bir bahane uydurup bazı
insanlara Masonluğu övdürmenin bir sebebi olmalıydı. O
zaman bende oluşan kanaat,
Sayın Koloğlu’nun Mason
olduğu, ancak kendisinin bunu
açıklamaktansa başkalarına
Masonluğu övdürerek görevini
ifa ettiği şeklinde idi. Bu his,
aradan çeyrek asır geçtikten
sonra bir gün televizyonda
Sayın Orhan Koloğlu’nun bir
programda “Ben Masonum”
itirafını kulaklarımla duyuncaya kadar devam etmişti. Yani
1996 yılındaki varsayımım
gerçekleşmiş oluyordu. Şükür,
yanılmamışım. Çok bilindik bir
Mason taktiğidir “kendini ve
davasını başkalarına övdürüp
rakiplerini başkalarına dövdürmek”. Sayın Koloğlu da
kitabında bunu yapıyordu.
Ahlaksız teklif
Sayın Ahmet Sever’in
“Abdullah Gül ile 12 Yıl” kitabı
piyasaya çıkınca, nedendir
bilinmez, birdenbire aklıma
çeyrek asır önceki bu anekdot geliverdi. Sayın Sever’in
kitabının oluşturduğu ortam,
buna benzer bir ortam durumuydu. Sayın Sever’in kitabında, Sayın 11. Cumhurbaşkanı
Abdullah Gül’e güzellemeler,
Sayın Cumhurbaşkanımız -o
zamanki Başbakanımız- Recep
Tayyip Erdoğan’a ise hücum
etmeler mevcut. Sayın Gül,
kitap piyasaya çıktıktan sonra
belli bir süre kitaba sessiz
kalmayı tercih etti.
Sayın Sever kitabın, “Gül
tarafından onaylanıp onaylan-
madığına ilişkin sorular” için
Hürriyet’e verdiği söyleşide,
“Abdullah Gül ile 12 Yıl bugün
raflarda! Gül bu kitabı okudu
ve onayladı. Aslında birkaç
hafta önce yayımlanacaktı.
Ama son anda müdahale
ederek seçimden sonraya bırakılmasını rica etti” demesine
rağmen, Sayın Abdullah Gül
de Ahmet Sever’in kitabıyla
ilgili olarak, “İnancımda, dünya
görüşümde sansüre, baskıya
yer yok. Kitabı benim yazdığım algısı oluşturulmak isteniyor. Kitabın yazımına herhangi
bir dahlim olmadı. Kitabın
yazılmasına sıcak bakmadığımı
kendisine söyledim!” demektedir. Artık neye inanacağınıza
siz karar vereceksiniz!
Bir Müddet sonra ise
Sayın Fehmi Koru’nun Sayın
Abdullah Gül için, “Kendiliğinden ‘Genel Başkan olacağım,
Başbakanlığı elde edeceğim’
gibi bir çabanın, böyle bir
mücadelenin içinde Abdullah
Gül’ü hiçbir zaman görmeyeceğiz. Abdullah Gül’ün yeniden
siyasete dönmesi, ancak AK
Parti’nin ona ihtiyaç duyduğunu en belirgin ve kuvvetli
şekilde ifade etmesi ile olur”
diyor. Ancak Sayın Koru bu
fikirlerini hiç de Abdullah
Gül’e ihtiyaç olmadığı ve hiç
gereği olmadığı bir zamanda,
onun avukatlığına soyunarak
yapıyor.
Yine Sayın Fehmi Koru,
“Bence Erdoğan Saray’ı muhaliflerinin şart koşması olmasa
bile kendisi vermelidir. Bu geri
adım değil. Başkanlık sistemi
gündemden kalktı, saray denilen yerin de yapılma amacına
uygun olarak Başbakanlık
tesisine dönüşmesinde yarar
vardır” dedi. Sayın Koru’nun
bu ve benzeri bazı “onur kırıcı
ve ahlaksız teklifleri” içeren
yazıları yayınlanıyor.
Bu arada AK Parti görünümlü paralel bir arkadaşımdan AK Parti’de 2002 ruhuna
geri dönülmesi gerektiği ve
Sayın Abdullah Gül, Sayın
Hüseyin Çelik ve bazı üç
dönem kuralına takılarak
Meclis dışında kalan eski bakanların adlarını vererek Sayın
Davutoğlu’nun gideceğini,
Sayın Gül’ün yeniden partinin
başına geçeceğini duydum.
Ardından çok da zaman
geçmeden eski Milli Eğitim
Bakanı Sayın Hüseyin Çelik,
“Abdullah Gül’le yaptığım
görüşmeler sonrası konuşuyorum; Abdullah Gül’e bu
parti, günün birinde ‘Size
şurada görev düşüyor’ diye
bir uzlaşmayla bir davet söz
konusu olduğunda, Sayın
Gül ‘Ben yokum’ demez. Ama
bugün için böyle bir şey söz
konusu değildir. Ama Sayın
Gül üç dönemliklerle parti
kuracak, aday olacak diye bir
şey söz konusu olmaz. Ben
kendi açıklamaları üzerine
bunu söylüyorum. Bir davet
söz konusu olursa gelir” diyor.
Böyle netameli bir ortamda
hem “Ama bugün için böyle
bir şey söz konusu değildir”
diyeceksiniz, hem de içeriden
ve dışarıdan yoğun saldırılara
maruz kalındığı bugünlerde
bunu gündeme getirmek için
Sayın Abdullah Gül’ün avukatlığına soyunacaksınız…
Bir Şenol Güneş
vakıası: Paralel
yapı bu açıklamalar yapılmadan,
konuşulacağını nereden biliyor?
Osman Zeki Genç / Ankara
Koalisyon söylentilerinin ortada
dolandığı ve AK Parti’nin Genel
Kurul ile bulabileceği en kıymetli
insanı Genel Başkan yaptığı Sayın
Davutoğlu’nun her zaman olduğu
gibi arı gibi çalışarak görevinin
hakkını layıkı ile verdiği bir zamanda ve AK Parti mensuplarına
çelikten bir duvar gibi liderlerinin
arkasında durmak görevi düştüğü
bir ortamda, hiçbir lider sorunu ve
boşluğu olmadığı halde ortalığı
böyle bulandırmak ne ola ki? Biz
bundan ne anlayalım? Herhalde
sizin çok iyi niyetlerle bunları
gündeme getirdiğinizi düşünmemizi bizden bekliyorsunuz, ama bu
klasik numaralar mazide kaldı. Hem
siz bu açıklamaları yapmadan önce
AK Partili görünümlü pararlelciler
bunları nereden biliyor ve nasıl
piyasaya sürüyorlar?
Bu yaşadıklarımız, nedense geç-
mişte yaşanan diğer bir anekdotun
daha aklıma gelmesine sebep oldu.
Yer Güney Kore, yıl 2002… Dünya
Futbol Şampiyonası… Milli Takımımızın başında antrenör olarak bir
diğer “Zenci Türk” olan Sayın Şenol
Güneş var.
Şampiyona başlar, bir iki maç
oynanır oynanmaz aynı malum
medya grubu, Milli Takım antrenörlüğüne yakıştıramadıkları Sayın
Şenol Güneş’in görevden el çektirilmesi ve yerine ya Fatih Terim ya
da Mustafa Denizli’nin getirilmesi
konusunu sık sık gündeme getirir.
O zamanki Futbol Federasyonu,
Sayın Güneş’in arkasında durdu
ve yazılıp çizilenlere kulak asmadı.
Arı gibi çalışan, görevinin gereğini
bihakkın yerine getiren Şenol
Güneş, tarihinde ilk defa, 63 bin
483 seyirci önünde, 29 Haziran
2002 tarihinde, ev sahibi Güney
Kore’yi 3-2 yenerek A Milli Futbol
Takımı’nın “Dünya Üçüncülüğü”nü
kazanmasını sağlar. Milli Takımımız
o günden bugüne kadar hâlâ bu
başarıya ulaşılabilmiş değil. O gün
adı geçen iki antrenörün de daha
sonra Milli Takım’ın başında neler
yapabildikleri hepimizin malumu.
O gün o iddiaları ileri süren basın
grubu, Sayın Şenol Güneş’in başarısız olacağından endişe ettikleri
için değil, “Ya başarılı olursa biz ne
yaparız?” endişesi ile bunları gündeme getirmişti. Ancak korkunun
ecele fayda vermeyeceği artık herkes tarafından kabul edilmektedir.
O gün de birileri dere geçilirken
at değiştirilmesini teklif ediyorlardı, bugün de yine aynı tip isimler
dere geçilirken at değiştirmeyi ima
ediyorlar. Biz o gün de bunlara
itibar etmedik, Evvel Allah, bugün
de bunlara itibar etmiyoruz.
Bizim bugün ne parti başkanlığı,
ne Başbakanlık, ne de Cumhurbaşkanlığı diye bir sorunumuz var.
En ehil insanlarımız bu görevlerini
bihakkın, dünyanın gıpta ettiği bir
şekilde yürütüyorlar ve inşallah
uzun bir süre daha yapmaya devam edecekler. Hiç kimse “bekâr
hiçbir hanımın bulunmadığı ortamlarda damat adayı gibi ortalarda
dolaşarak kendisini millete güldürmesin”!
2002 yılında nasıl Sayın Şenol
Güneş Futbol Milli Takımımızı
dünya üçüncüsü yaptı ise, bugün
ülkemizin kamarasında kaptanlık
yapan Sayın Cumhurbaşkanımız
Recep Tayyip Erdoğan ve Sayın
Başbakanımız Ahmet Davutoğlu
liderliğinde biz, artık üçüncülüklere
değil, dünya liderliğine yürüyoruz.
Herkes bunu böylece bilsin! Vesselam…
temmuz 2015
7
haberajanda
Başyazı
Gençlik ne işe
H
ER düşündüğümde beni dehşete
düşüren bir gözlemimi paylaşmama izin verin lütfen…
Yaklaşık yirmi yıldır çeşitli üniversitelerde öğretim üyeliği yapıyorum. Başta tıp fakülteleri olmak
üzere, sağlık bilimlerine ait hemşirelik, fizik tedavi, beslenme gibi bölümlerle diş hekimliği
ve psikoloji alanlarında dersler veriyorum. Şimdiye kadar
binlerce öğrencim oldu. Derslerimde sadece elimdeki
müfredatı anlatıp geçmek beni kesmediğinden, sıklıkla
da öğrencilerimle hayata ve ideallere dair konuşma fırsatı
yaratmaya çalıştım. Yıllar içinde yavaşça fark ettiğim acı
gerçek ise şuydu:
>> Öğrencilerimin hepsi,
Türkiye’de belli eğitim derecelerinden geçmiş, yıllarca okumuş,
üniversite sınavı denen bir sınav
engelini aşmayı başarmış, çeşitli
meslek eğitimleri almak üzere
üniversite eğitimine başlamış
insanlardı. Kısacası, üniversite
sınavı kıstas olarak alınacak
olursa, bu gençlerin tamamı belli
bir eleğin üzerinde kalmış, seçilmiş insanlar olarak düşünülebilir.
Hayattan ne beklediklerine dair
ufak sondajlamalar yapmaya başladığımda çoğu kez koca bir “hiç”
ile karşılaşıyorum. İlim yapmak,
8
temmuz 2015
meslek inceliklerini öğrenmek
için üniversiteleri dolduran bu
gençlerin hemen hepsi, sıradan
bir hayata, sıradan ve ortalama
bir rutine ve olabildiğince sıradan
bir ömre hazırlanmaya şartlandırılmış gibiler. Dünyayı değiştirebileceğine, yeni düşünce ufukları
keşfedebileceğine inanan, kendisinden bir tane daha olmadığı
gerçeğinin farkında olan çok az
öğrencim oldu maalesef. Kabaca,
uzaktan, herhangi bir sayısal
ölçüm ve çalışma yapmadan, sadece gözlemlerime dayalı olarak,
elimden geçen öğrencilerin yüzde
sekseninden fazlasının böyle bir
ruh halinde olduğunu söyleyebiliyorum maalesef. İlme, önderliğe,
dünyayı daha iyi bir yer yapmaya,
düşünülmemişi düşünmeye, yapılmamışı yapmaya cesareti olan
çok az öğrenci tanıdım. Cesareti
olanların büyük çoğunluğunun
da örneği ve yöntemi yoktu.
yok. Sınavlarda çıkacak soruları bilmek, sadece derecelerisertifikaları toplamak, sadece
gerekli basamakları çıkmak,
hayatlarını idame ettirmek ve
sonuçta “huzurlu” bir emeklilikle
ölüp gitmek… Vadettiğimiz ve
vazettiğimiz yaşam, bundan
ibaretmiş gibi görünüyor.
Dünyayı değiştirmeye kararlı
insanları bırakın, değiştirmeyi
hayal edebilen insanlar bile
yetiştiremiyoruz. Var olanlar ise
tamamen sistem kazası…
Bu manzara, “insanım” diyen
herkesin kanını dondurmalıdır.
Dondurmuyorsa, ciddi bir sorunumuz var demektir.
Farklı fakülte ve bölümlerde
derse girmenin bir avantajı da
karşılaştırma yapabilecek kadar
çeşitli örnek görebilmem oldu
aslında. İlk düşünüldüğünde, en
yüksek puan dilimininden öğrenci alan tıp ve diş hekimliği gibi
alanlarda bu oranın daha yüksek
olmasını bekleyebilirsiniz. Ama
maalesef öyle değil. Hatta hafifçe
tersi: Sistemde başarı arttıkça,
sisteme uyum ve çizilen kutunun
dışında düşünebilme yeteneği
köreliyor. Giriş puanları için
harcanan çaba arttıkça, sisteme
daha sıkı bağlanılıyor, rutin daha
kıymetli hale geliyor.
Fakültelerimizde okuyan
üniversite öğrencilerimizin büyük
çoğunluğu “bilme”ye, “ilme”
talip değil. İstedikleri arasında
gerçekliğin yeni yüzlerini görmek
On iki yıl temel eğitim veriyoruz. Üzerine yıllarca üniversite
eğitimi… Ardından lisans üstü eğitimlerde harcanan yıllar… Sonuçta
ne elde ediyoruz? İnsanlığa fayda
anlamında ancak bir arpa boyu
yol gidebiliyoruz. İnsandan başka
hiç bir canlı, sırf hayatını sürdürebilmek için ömrünün neredeyse
yarısını “öğrenme” süreçleri için
harcamıyor. Evet, beyin geliştikçe,
oyun ve öğrenme ile geçirilmesi
gereken zaman uzuyor (mesela
maymunlarda olduğu gibi). Fakat
insandaki bu ömür israfı, hele ki
günümüzde, akıl alır boyutlarda
değil.
Meslek garantisi?
Üniversite tercihi yapacak
gençler bana internet üzerinden
ulaşarak genelde hep aynı soruları soruyorlar: Puanıma göre
Doç. Dr. Sinan Canan
[email protected]
yarar?
şöyle seçeneklerim var; hangisinde işim garanti, hangisinde para
kazanabilirim? Bu tarz soruları
her duyduğumda içimi bir ürperti kaplıyor. Çünkü gençlerimize
“ne istediklerini” sormayı, buna
kafa yormayı öğretmiyoruz.
İstemeyi bilmiyorlar. Hayatlarını
ne ile geçirmek istediklerini
düşünmeye gerek görmüyorlar.
İşe girmeyi ve para kazanmayı
tek amaç olarak görüyorlar.
Böyle öğretiyoruz, sistem bunun
üzerine kurulu.
Cevaben soruyorum: “Sen neyi
istiyorsun?” Cevaptan evvel çoğu
kısa bir şok yaşıyor. Sonra “istedikleri” geliyor: Genetik mühendisliği,
tıp, diş hekimliği… Yani eğitimleri
boyunca ve eğitimle ilgili sohbet
süreçlerinde akıllarına sokulan, iş
garantili, prestiji kendinden menkul meslekler bir bir sıralanıyor.
Astronomi, arkeoloji, dinler tarihi,
paleontoloji, felsefe, biyoloji öğrenmek, bu alanlarda çığır açmak
isteyen yok denecek kadar az.
Onlara genelde söylediğim şey
özetle şöyle oluyor:
“Ne okursan oku, sevdiğin ve
istediğin bir alan olsun; ve o alana
dair bir şeylerde herkesten iyi
olmaya bak. O zaman para da, ün
de başarı da, seni takip eder…”
Ama ne kadarı anlaşılıyor, ne
kadar işe yarıyor bilmiyorum…
Kalabalıklara kafa
yetiştirmek
20 Temmuz 2015 günü Urfa
Suruç’ta 30 gencecik insanımızı
alçakça bir bombalı saldırıya
kurban verdik. Çoğu üniversite
öğrencisiydi. Öğrendiğim kadarıyla 6 hukuk, 4 tıp, 8 psikoloji, 6
da sosyoloji öğrencisi vardı aralarında -bu yazıyı da hemen olayın
ertesi günü yazıyorum-. Caniler
ve hainler yine işlerini yaptılar;
yaptılar da, o gencecik insanları o
meydana sürükleyen psikolojik
alt yapıya bakamadık yine.
Tâ öğrencilik dönemlerimde, Hacettepe’de, her vesile ile
gösteri için toplanan öğrenci
gruplarını izler, oradaki arkadaşlarımla konuşurdum. Benim
için üniversite öğrencisi olmak,
kalabalık gruplarla toplanarak
bağırıp çağırma yoluyla değişim
aramak değil, insanları değişmeye ikna edecek fikir ve imkânları
üretmek üzerine konuşmak
ve çalışmak demekti. O gün de
öyleydi, bu gün de aynı şeyi
düşünürüm. Ama bu ülkenin
üniversitelerine girmeye hak kazanmış güzide insanları, değişimi
ancak kimi zaman şiddet dozu
yüksek eylemlere varacak taşkınlıklar üretebilen kalabalıklar
içinde bulunmakla gerçekleştirebileceklerine inandırılıyorlar.
Koskoca bir insan, öyle nice
koskoca insanlar, pırıl pırıl genç
zihinler, vahşi kalabalıklarda birer
slogana indirgeniveriyorlar. Onlar
bunu duyarlılık adına, yüksek
niyetlerle yapıyorlar ama onların
sınırsız potansiyellerini böyle
nümayişlerde, böyle negatif enerji
deposu protestolarda harcayan
muktedirlerin çarklarının nasıl
işlediğini göremiyorlar.
Görmeyi öğretmiyoruz…
Görenleri göremiyoruz… Elbette
Suruç’a ellerinde oyuncaklar ve
yüreklerinde güzel niyetlerle
güle oynaya giden o gençler,
bildiklerinin en iyisini yapıyorlardı; ama bu bizi ve sistemi asla
temize çıkartmaz. Biz onlara daha
iyi bir yol gösteremediğimiz için,
gösterilerden, sloganlardan, basın
açıklamalarından ve daha bir
sürü başka arkaik yöntemden medet ummaya devam ettiler.
Başka yol bilmiyoruz
Yirmi yılı aşkındır internet
güncelerine (blog) yazıyorum.
Kendi fikirlerimi, üniversiteyi
bitirdiğim günden beri buralarda
dile getiriyorum. Kızsam da sevinsem de şaşırsam da yazıyorum.
Belki bir kaç kişi okuyor, ama ben
kişisel notlarımı almaya devam
ediyorum. Bazen, talip olanların
hayatına dokunuyor yazdıklarım.
Aralarından bazıları bana dönüş
yapıyor, o zaman anlıyorum
düşünmenin ve ölçülü konuşmanın ne kadar önemli olduğunu. Bir
daha fark ediyorum, yapmanın
ne kadar zor, yıkmanın ne kadar
kolay olduğunu. Hele ki bu gün,
cep telefonunuzdan canlı video
yayını yapabildiğimiz bir zaman
diliminde, meydanlarda pankart
açarak muktedirlerin davranışlarını değiştirebileceğine inanmaya
devam eden gençlerin hâlâ var
olması, hem de bunların pırıl pırıl
gençlerimizin arasından çıkması,
bizim ayıbımızdır, eğitimimizin
ve kafa yapımızın rezaletidir.
Onlara daha iyi bir dünyanın nasıl
kurulabileceğine dair bir şey öğretemiyoruz! Çünkü biz bilmiyoruz!
Siyaset ve ideolojik saçmalıklar,
din adı altındaki muhtelif hezeyanlar, günlük gereksiz malumat
yığınları, bulaştığında yapışan
bir pislik sağanağı gibi yağıyor
hayatımıza. Görmesek de kokusu
burnumuzun direğini kırıyor,
dermanımızı kesiyor; ayağımızın
altında, dünyanın hakiki zeminiyle aramızda kaygan ve kaypak bir
tabaka oluşturuyor.
İnsan bilgisinin okyanusta
damla dahi olmadığını bilen, o
damlayı büyütmek için önünde
nice fırsatlar olduğunu görebilen,
bu açık gerçeği unutturamadığımız insanların sayısı hızla
azalıyor; yahut sesleri, bu berbat
çığlık orkestrasında sönükleşiyor.
Bizim felaketimiz, türümüzün
kıyameti işte buradan kopacak.
Taliplere ihtiyacımız var. Bilgiyi,
ilmi, irfanı, hikmeti, feraseti, basireti, kabına sığmamayı, taşmayı,
coşmayı amaç edinmiş, verilenle
yetinmeyen, etrafında yepyeni bir
dünya inşa etme cesaretine sahip
taliplere ihtiyacımız var. Üniversitelerde, okullarda değil sadece,
her yerde… Bunu başardığımız
takdirde, kazanacaklarımızı hayâl
bile edemeyeceğiz.
İnsanın kaderidir bu: Haddini
aşabilme yeteneği bahşedilmiş
tek canlıdır ve ne yana doğru
aşacağına karar verme hürriyetine de sahiptir. Çocuklarımıza ezbere dikte ettirdiğimiz dininden,
mezhebinden, ideolojisinden,
milliyetinden, geleneğinden önce
“insanlığını” öğretmeden de bu
hürriyeti adam gibi kullanmayı
beceremeyeceğiz.
temmuz 2015
9
Haber Ajanda
AYINOLAYI
Ayın Olayları
Eski Milli Savunma Bakanımız İsmet Yılmaz’ı TBMM Meclis Başkanlığı’na seçilmesinden dolayı tebrik ediyoruz. Meclis Başkanlık Divanı da 18 üyesiyle hazır! Şimdi
koalisyon görüşmelerinden çıkacak neticeyi bekleyeceğiz. Acaba dört parti bir araya gelip bir koalisyon hükümeti kurabilir mi(!)? Sanırım o hükümetin yapacağı tek
icra, “erken seçim” olacaktır…
“Sivil başkan”: Türkiye’nin kaderi
7
HAZİRAN 2015 Genel Seçimleri’nin ardından şekillenen Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin
ilk görevi, yeni yasama döneminde Meclis
Başkanlığı makamına oturacak ismi belirlemekti. Bu
önemli görev için Meclis’e girebilen dört siyasî partinin dördünden de aday çıktı.
>>Dört siyasî partinin dördünden de aday çıktı çıkmasına da,
mesela içlerinden iki veya daha
fazla aday çıkan tek parti dahi
olmadı. Aslında belki bu olabilirdi,
ancak konjonktür müsait değildi(!).
Hatta birden çok adayın aslında
söz konusu makama çıkmak istediğini ve bunun doğrudan parti
merkezlerince, hatta liderlerince
imkânsız kılındığını da rahatlıkla
söylemek mümkün.
Bu durumu açıkça göstermek
için MHP Genel Başkanı Devlet
Bahçeli’nin kulislerde dolaşan
“MHP’nin adayı Meral Akşener
olabilir” söylentisini bir bıçak gibi
keserek “Demek ki o arkadaşı aday
göstermeyeceğiz” şeklindeki çıkışını önümüze koyabiliriz. Yalnız o
gün Akşener’in bırakın adaylığını,
isminin bile zikredilmeyeceğini
sert bir ihtarla açıklayan Bahçeli,
acaba kulislerde başka MHP’li
isimler de konuşulurken neden
“Akşener” üzerinde durmuş ve
kimlere mesaj vermek istemişti!?
“Seçim” denen organizasyonun
son yıllarda tamamen hesaba dayalı yürütülmesi ilginç. Hele liyakatin nede arandığını bilmeyen güruhlar varsa hem ilginç, hem zor.
Öyle ya, seçim hususunda adayın
adaylığını açıklaması yerine partinin aday göstereceği ismi açıklaması, tam anlamıyla bir demokrasi
ayıbı. Meclis önünde eski tüfekleri
darp etmekten tutun da en son 10
Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı
10
temmuz 2015
Seçimi öncesi dâhil birçok bu tip
örnekle sürüsüne bereket (!) bir
ayıplar silsilemiz var.
Dedik ya, MHP’li Ömer İzgi’den
beridir hesap kitapla yürüyen ve
maalesef makamların ciddiyetine
rağmen hiç ciddi yürütülemeyen
Meclis seçimleri söz konusu.
Zira DSP’ye Başbakanlık makamını veren Anasol-M hükümeti,
MHP’ye de buna karşılık Meclis
Başkanlığı’nı vermişti. Daha sonra
AK Parti’nin hükümet ettiği ülkemizin Meclis başkanları da AK
Partili olacaklardı, ama nedense
yine bu düşünce Meclis’te yaşıyor
haldeydi.
Adına “Meclis seçimleri” dediğimize bakmayın, “Meclis’teki
seçimlerin” hepsi böyleydi. Ahmet
Necdet Sezer’in Cumhurbaşkanı
seçildiği Meclis oylamasından
tutun da Abdullah Gül’ün birinci
ve ikinci defa Cumhurbaşkanı
seçildiği oylama, Köksal Toptan’ın
aday gösterildiği süreç ve TBMM
Başkanı seçilmesi, ikinci Cemil
Çiçek dönemi öncesi –tam da Gezi
provokasyonları sırasında- Prof.
Dr. Burhan Kuzu’nun sitem ederek
TBMM Başkanlığı adaylığından
geri çekilmesi gibi önemli süreç
ve dönemeçlerle yürütüldü
Meclis’teki seçimler.
AK Parti’nin 258, CHP’nin 132,
MHP ve HDP’nin 80’er milletvekiline sahip olduğu Meclis’te ilk seçim
dönemecinin nasıl geçileceği
ortadaydı. Partilerin ortak hesabı
şuydu: “Dördüncü tura çıkamazsam şöyle hareket eder, diğerlerini
suçlarım…”
Bu noktada kafası tek rahat olan
parti, AK Parti’ydi. Ancak CHP, MHP
ve HDP’nin birbirlerine karşı nasıl
tavır takınacağı her ne kadar MHP
açısından belli olsa da özellikle
CHP açısından tıkanık görünüyordu.
Abdullah Gül’ün ikinci kez
Cumhurbaşkanı seçildiği ve bu kez
iptal edilmeyerek onandığı Meclis
oylamasında MHP, erken seçimle
yeniden Meclis’e girebilen yeni
parti olarak milletin önüne kaos getirmekten kaçınmış ve Sabahattin
Çakmaklı ile girdiği seçimde tıpkı
bugünkü Meclis Başkanlığı seçimi
gibi üst turda çekimser oy kullanarak bir demokrasi alternatifi üretmişti. Ekmeleddin İhsanoğlu ismi,
son Cumhurbaşkanlığı seçiminde
yenilmiş bir isim olsa da MHP
yönetimince (liderince) değerli
olduğunu yeniden gösterdi.
Ancak CHP öyle büyük girdaplara tutulmuştu ki ne yapacağını
bilemez haldeydi. Geçici Meclis
Başkanlığı görevini en yaşlı üye
sıfatıyla yürüten Deniz Baykal’ın
Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından davet edilmesi ve iki saati aşan
görüşmenin niteliği, CHP Genel
Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nu
belli ki çok tedirgin etmişti. Politikayı “terfi ile pasifize etmek”
strateji çerçevesinde öğrenen
Kılıçdaroğlu’nun ilk hamlesi,
Baykal’ı CHP’nin Meclis Başkanı
adayı yapmak oldu. Baykal da
bunu kabul edecekti. Çünkü onun
siyaset terbiyesi bunu gerektirecekti. Nitekim yenilen, demokratik
anlamda parti değil, aday olacaktı.
Yine 10 Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı Seçimi’nde
Cumhurbaşkanlığı’na aday olan
HDP Eş Genel Başkanları
Selahattin Demirtaş ve Figen
Yüksekdağ’ın partisi de ilginç
ama kayıp bir strateji izledi.
Eski AK Partili Dengir Mir Mehmet Fırat’ı aday gösteren parti,
dördüncü turda CHP’nin adayı
Deniz Baykal’ı desteklediği gibi,
seçimin ardından da MHP’yi
suçlamakla bir züğürt kıvırması yaşadı. Peki, zamanında
Cumhurbaşkanlığı’na layık görülerek aday yapılan Demirtaş,
bu seçimde neden eski bir AK
Partiliyi sahaya sürdü?
Cumhurbaşkanlığı
Seçimi’nde CHP’nin öne sürdüğü İhsanoğlu’nun MHP’den
milletvekili olması ve de MHP
tarafından Meclis Başkanlığı’na
aday gösterilmesi, yukarıdaki
Kılıçdaroğlu stratejisinden (!)
dolayı CHP’den destek göremezdi. Öyleyse Baykal’ı “HDP’nin
desteklediği aday” olarak göstermek daha iyi olurdu. Zira HDP de
MHP gibi yaparak çekimser oyla
gidebilirdi sandığa, ama nedense
öyle yapmadı.
Bunca hesap kitabın arasında
AK Parti içinde kulis verilerine
göre Prof. Dr. Nabi Avcı ve İsmet
Yılmaz isimleri öne çıkıyordu.
AK Parti, belli ki çok eleştirilen
millî eğitim politikalarına daha
çok eğilmek ve konuda sabit
kalmak namına Nabi Hoca’ya
hak ettiği kıymeti tevdi etti ve
onu Milli Eğitim Bakanlığı’ndan
emekli etmek istemedi. İsmet
Yılmaz ise, görevi süresince ismi
hiçbir tartışmaya bulaşmayan
biri olarak tam bağımsız bir
karakter çiziyordu. AK Parti’nin
Meclis Başkanlığı seçimlerinde
her nedense (!) başka dengeleri
de gözettiğini düşünenlere karşın bu kez “sivil”, hem de sipsivil
bir adayla sahneye çıkması
neredeyse “mükemmel”di.
Zira İsmet Yılmaz bu seçimle
Deniz Baykal, Ekmeleddin İhsa-
noğlu ve Dengir Mir Mehmet Fırat gibi kendisine nazaran daha
vitrin isimleri geçmiş ve makama “liyakatiyle” oturmuş oldu.
“Zaten bütün hesaplar bunu
gösteriyordu” diyebilirsiniz,
ancak bu kez yorumumuzun
başından beri dile getirdiğimiz
“demokrasiye ayıp etmek” meselesinin çukuruna saplanmış
oluruz. Bizce mesele şu: “Kendini
layık gören aday olsun, Meclis’i
oluşturan üyeler de şahsa göre
oy vererek başkan seçsin…” Bu
çerçevede en bahtsız isim İhsanoğlu. Zira Baykal’ı ateşe atan
Kılıçdaroğlu iken, eski AK Partili
Fırat’ı öne süren de Demirtaş idi.
Kurunun yanında belki yaş da
yandı (!) yani.
Peki, AK Parti’de Yılmaz’ın
seçilmesi noktasında aslında
olumsuz yönde oy kullanmak
isteyen “pasif uyumlu” veya
“profesyonel” güdümlü isimler
olabilir miydi? Zira vekil listele-
rine paralel yapının yine sızdığı
iddia ediliyordu. Neyse, şimdi
yine nifakçılıkla suçlar bazısı
bizi, ne de olsa bu daha “ilk seçim” idi, her şey hemen deşifre
olamazdı ya…
Eski Milli Savunma Bakanımız
İsmet Yılmaz’ı TBMM Meclis
Başkanlığı’na seçilmesinden
dolayı tebrik ediyoruz. Meclis
Başkanlık Divanı da 18 üyesiyle
hazır! Şimdi koalisyon görüşmelerinden çıkacak neticeyi
bekleyeceğiz. Acaba dört parti
bir araya gelip bir koalisyon hükümeti kurabilir mi(!)? Sanırım
o hükümetin yapacağı tek icra,
“erken seçim” olacaktır…
Bütün bu detayları birleştirerek ülkemizin başkanlık
sistemine ve seçim sistemlerini
güncellemeye ne kadar muhtaç
olduğunu anlatabilmişizdir
umarım. Zira bu yüzden bu
TBMM Başkanlık Seçimi, gerçekten de ayın olayı idi.
temmuz 2015
11
Türkiye Ajanda
Ellerinizi yıkamadan soframıza
oturamayacaksınız!
20 TEMMUZ 2015 günü, Şanlıurfa’nın Suruç ilçesindeki Amara Kültür Merkezi önünde, öğle saatlerinde gerçekleşen bir patlama neticesinde, o gün itibariyle 31 vatandaşımız hayatını kaybetti. İntihar saldırısı olduğu belirlenen patlamanın ardından yüzlerce kişi de yaralanırken, 74 kişi hastaneye kaldırıldı. Hastaneye götürülenlerden 31’i taburcu edildi. Patlamayla ilgili soruşturma hakkında 4 savcı görevlendirildi.
>> Kobani’ye geçmek için
patlamadan bir gün evvel
İstanbul’dan Suruç’a giden
Sosyalist Gençlik Dernekleri
Federasyonu (SGDF) üyesi
yaklaşık 300 genç, Amara Kültür Merkezi’nde konaklıyordu.
SGDF üyelerinin basın açıklaması sırasında büyük bir patlama yaşandı.
Söz konusu saldırıya ilişkin
açıklamasında Şanlıurfa Valisi
İzzettin Küçük, patlamanın
bir intihar saldırısı olduğunu
kesinleştirdiklerini söyledi
ve patlamayla ilgili bir gözaltı
olmadığının bilgisini de ayrıca
paylaştı.
Amara Kültür Merkezi, DBP’li
Suruç Belediyesi tarafından ilçe
halkının desteğiyle kuruldu.
Burada el işi ve beceri kursları
düzenlenip toplantılar yapılı-
12
temmuz 2015
yor. SGDF mensubu gençlerin
bu merkezde kalmaları için elbette DBP’li Belediye yetkilileri
ile temasa geçmeleri gerekiyordu. Belediye’ye ait bu merkezin
güvenlik önlemlerinin olması
gerektiği de muhakkak. Bunun
yanında gençlerin toplanma
konusu Kobani iken bu konudaki her yerde fotoğraf veren
HDP’lilerin kültür merkezinin
bahçesinde olmayışları dikkat
çekiyor. Derdimiz “HDP’liler de
zarar görmelilerdi” değil elbette,
derdimiz güvenliği sağlaması
gerekenlerin bu tedbirlere
başvurmamalarını ve her yerde
olmalarına rağmen böylesi bir
duruma fiilen destek vermemelerini ortaya koymak.
Öyle ki, HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın yaptığı
açıklama resmen tiksindirici!
Ne diyor Demirtaş? “Bundan
sonra kendi güvenliğimizi
kendimiz sağlayacağız…” Bu
sözleri duyar duymaz eski BBP
Genel Başkanı Şehit Muhsin
Yazıcıoğlu’nu hatırlıyoruz.
Bugün Paralel İhanet Çetesi’ne
çanak tutan Aydın Doğan’ın kapatmalara kıyamadığı Radikal
gazetesinin 8 Eylül 2005 tarihli
manşeti şöyleydi: “Ne diyor bu
adam?”
Böyle alçakça bir manşeti
Şehit Yazıcıoğlu için kullananlar, Yazıcıoğlu’nun devlete
yönetenlere karşı “Titreyin ve
kendinize gelin! Devletin, milletin güvenliğini emanet ettiğimiz
kuruluşları sorumluluğunu
yerine getirmez, yasaları kullanmazlarsa vatandaş geri kalmaz. Milletin, kendi güvenliğini
sağlamak hakkıdır” şeklindeki
önemli tenkidini “Milleti tahrik
edip teröre sevk ediyor” diye
yaygara çıkaranlar, Selahattin
Demirtaş’ın kastî şekilde terör
düzeni kurma ve vatanı bölmeye dayalı sözlerini kulak arkası
yapıyorlar. Yoksa Demirtaş’ın
bu sözleri söylemek için beklediği bir hamle mi vardı? Yoksa
Demirtaş’a “Senin konuşacağın,
hatta şöyle diyeceğin gün gelecek!” diyenler kaç taşla kaç kuş
vuracaklarının hesaplarını mı
yapmışlardı?
Irak ve Suriye’de insanların
ölmemesi ve yurtlarından edilmemesi için fiilî anlamda hareket eden tek güç Türkiye iken,
aklına stratejik noktada sadece
Kobani’yi takan Kürt istirmarcısı leş kargalarının her şerden
Türkiye’yi ve Türkiye’nin bugünkü idarecilerini sorumlu
tutmasının altında ne yatıyor?
Terör örgütleri güçlerini
göstermek ve korku mesajı
vermek için, gerçekleştirdikleri
saldırıları doğrudan üstlenirler.
Hatta bazı örgütler, sahiplenilmeyen eylemleri sırf o eylem
hoşuna gittiği için üstlenmeye
razı konumdadırlar. Suruç’taki
saldırıyla ilgili olarak IŞİD’den
şüphelenilirken IŞİD’den bu
konuda bir üstlenme gelmemesi ve buna rağmen, daha olay
yeni gerçekleşmişken ortaya
atılan “IŞİD yaptı” iddialarıyla
HDP’nin Cumhurbaşkanı Recep
Tayyip Erdoğan ile Başbakan
Ahmet Davutoğlu’nu hedef
alarak sorumlu tutması, hatta
bir noktada katil ilan etmesindeki amaç, son iki yılda olduğu
üzere Türkiye’yi yine IŞİD’le bir
organik bağa oturtma çabası
taşımaktadır.
Ancak şu bilinmelidir ki,
Kobani IŞİD’den PYD ve koalisyon güçlerince temizlendikten
sonra şehre girişi izin verilmeyen insanlar kimler tarafından
kovalanmışlarsa, onlar tarafından sokulmamaktadırlar. Yani
kovalayan IŞİD, şehre girişe izin
vermeyen PYD ise; IŞİD de, PYD
de birdir, bu ikisinin sahibi de.
Ve bu sahip, elleri kanlı Türkiye
düşmanları ile onların ülkemizdeki uşakları, işbirlikçileridir.
Bu eli kanlı sahipler ve uşakları bilmelidirler ki, bu coğrafyanın nimetlerinden rızıklanmaksa derdiniz, önce o kanlı
ellerinizi yıkayacak, ondan
sonra Türkiye’nin bey sofrasına
oturacaksınız. Tabiî biz izin
verdiğimiz müddetçe…
Selçuk Kayıhan // [email protected]
AYM, dershane yasasını iptal etti
2013 yılında başlayan ve paralel yapının
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne meydan
okuma enstrümanı olarak kullandığı dershanelerin kapatılması konusu Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde karara bağlanmış ve
bir yasalar bütünüyle kesinleştirilmişti.
>> Buna göre 2015-2016
eğitim-öğretim dönemi itibariyle dershaneler kapanacak,
yerlerine özel okullar açılması
için dershane sahiplerine fırsatlar ve teşvikler sunulacaktı.
Geçen yıl başlayan uygulamaya göre vatandaşı özel okullara yönlendiren teşviklerden
yararlanan birçok aile ve tabiî
özel okul oldu. Ancak 2015
itibariyle tamamen kesinliğe
ulaşacak bu uygulamaya dair
çıkarılan yasa, Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildi.
Yani kısaca dershaneler kapatılmayacak, isteyen aile çocuğunu
bu kurumlara gönderebilecek.
Kararı değerlendiren Milli Eğitim Bakanı Prof. Dr. Nabi Avcı,
kararın böyle çıkacağını beklemediğini belirterek şaşkınlığını
ifade etti. Konuya ilişkin gösterdikleri fitne hareketleriyle Paralel İhanet Çetesi’nin uşakları ise
şaşırtmıyor ve zehirlerini yaymaktan geri kalmıyorlar. Bu sezon başında da eğitime dair bir
kaosun yaşanacağı belli. Peki, 13
yıldır eğitim politikaları konusunda yalpalayan AK Parti’nin
TBMM Başkanlığı seçimlerinde
kıymetli Nabi Hoca’yı harcamayarak bu konuda artık sabit ve
üretken olacağını düşünmemiz
yalnız bir hüsnüzan olarak mı
kalacak?
Abdullah Gül, Almanya ziyaretçisiydi
11. Cumhurbaşkanı Abdullah
Gül, Bartelmsann Vakfı’nda yapacağı konuşma için Almanya’nın
başkenti Berlin’e gitti. Berlin’deki
temasları çerçevesinde Almanya Dışişleri Bakanı Frank-Walter
Steinmeier ile görüşen Gül,
Dışişleri Bakanlığı’nın konuk
evi Villa Borsig’de basına kapalı
bir görüşme yaptı. Gül, Aspen
Forum tarafından Bertelsmann
Vakfı’nda düzenlenen ve iki gün
süren etkinliğe katıldı. Etkinlikler
basına kapalıydı.
Böcek Davası’nda karar
CUMHURBAŞKANI
Recep Tayyip Erdoğan’ın Başbakanlık Çalışma Ofisi’ne dinleme cihazı konulmasına
ilişkin davada, sanıklardan Sedat Zavar ve İlker Usta’ya, “devletin
güvenliğine ilişkin bilgileri temin etmek” ve
“haberleşmenin gizliliğini ihlal” suçlarından
dolayı 7 yıl 6’şar ay hapis cezası verildi.
>> Ankara 7. Ağır Ceza
Mahkemesi’ndeki duruşmaya tutuklu sanıklar Usta ve Zavar, başka suçtan tutuklu sanık
-eski TÜBİTAK BİLGEM Başkanı- Hasan Palaz, bazı tutuksuz
sanıklar ve avukatları, “müşteki” sıfatındaki Cumhurbaşkanı
Recep Tayyip Erdoğan’ın avukatları Muammer Cemaloğlu
ve Burhanettin Sevencan ile
“müşteki” Başbakanlık avukatı
Sami Arslan Aşkın katıldı.
Mahkeme heyeti, sanıklardan Usta ve Zavar’ı toplamda
7 yıl 6’şar ay hapis cezasına
çarptırırken, sanıklardan eski
Başbakanlık Koruma Dairesi Başkanı Mehmet Yüksel ile
suç tarihinde Erdoğan’ın Yakın
Koruma Müdürlüğünü yapan
Zeki Bulut ve eski TÜBİTAK
BİLGEM Başkanı Palaz, Hurşit
Gölbaşı, Ahmet Türer, Harun
Yavuz, Seyit Saydam ve İbrahim Sarı’nın beraatine, Ali Özdoğan ve Enes Çiğci ile hakkında yakalama kararı bulunan
Serhat Demir’in dosyasının ayrılmasına karar verdi.
Son sözleri sorulan sanıklardan Zavar, soruşturmayla
aile birliğinin zarar gördüğünü
ve işinden ihraç edildiğini söyledi. Söz konusu ekibin içinde
yer aldığını ama arama sırasında kimsenin yalnız kalamayacağını savunan Zavar, en az 3-4
kişinin bulunması gerektiğini
söyledi. Zavar, diğer sanıkların
kendisi hakkında hiçbir suçlamada bulunmadığını ifade
ederek şunları dile getirdi:
“Bir hesap hareketinde adım
geçti ama 3 yıl aradan sonra
bu hesabın benimle alakası
olmadığı ortaya çıktı. Ali Özdağ
ile telefon trafiğimiz doğrudur;
şube müdürü, şube müdürünü
arar, bu gayet doğaldır. Emniyet
İstihbarat görevlisi olduğumuz
için dosyaya eklendik ve suçlu
ilan edildik. Hiçbir örgütle
ilgim, bağlantım yoktur. Vatanıma bağlı biriyim ve vatan
sevgimi kaybetmedim. Üzerimizde bir senaryo oynanıyor
ve bu durumda en çok mağdur
olan biziz.” Böcek Davası’nda verilen
bu karar, “paralel yapıyla ilgili
mahkûmiyet çıkan ilk dava”
olması açısından önemli.
Peki, böylece kapanacak mı?
Hakkında yakalama kararı
bulunanların kovuşturması
hangi aşamada? Yurtdışındalarsa Interpol devreye
sokulacak mı? Interpol devredeyse Türkiye’nin isteği yerine
getirilecek mi? Yoksa kaçaklar
beslenecekler mi? Başbakan’ın
ofisinin dinlenmesi “vatana
ihanet” mesabesindeyken 7
yıl hapsin ceza literatüründeki
kıymeti nedir?
temmuz 2015
13
Türkiye Ajanda
“A k S a ray ” d e ğ i l ,
“Cumhurbaşkanlığı Külliyesi”
ŞİMDİ bahsini edeceğimiz haberi duyduğumda hayli sevindim. Zira
birtakım yanlış anlamalar veya hiç anlayamamalar yüzünden Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin yeni merkezî yönetim adresi muallakta kalacakken durum düzeltildi.
ifadesini benimseyen, zira AK
Parti isminin meftunu olan
kimseler mevcut olunca, meselenin doğrudan “yeni devlet
vizyonuna” ilişkin olduğu bir
türlü anlatılamadı, dolayısıyla
anlaşılamadı. Bizse bu sayfalarda inatla “Cumhurbaşkanlığı
Sarayı” dedik ama ille de “Ak
Saray” demedik.
>> Beştepe’deki yeni Cumhurbaşkanlığı kompleksinin bilindiği üzere birtakım eksiklikleri
kalmıştı. Bu eksiklikler her geçen gün gideriliyor. Bunlardan
biri de kampüste bulunan cami
inşaatının tamamlanmasıydı.
İnşaat tamamlandı ve adına
“Beştepe Millet Camii” denilen
muazzam bir eser kazandırıldı
Türkiye’ye.
Bu kompleksin adına dair
daha önceki aylarda birçok
tartışma yaşanmıştı. Yeni
merkezin adının “Ak Saray”
olacağı, hatta olduğu ve “Cumhurbaşkanlığı Sarayı” ifadesinin
yerine bu ismin konulmasının
da merkezin sözde Erdoğan
saltanatı (!) için yapıldığı çeşitli
iftiralarla öne sürülmüştü. Bunlar bir yana dursun, “Ak Saray”
Belki Ak Saray isminde “Beyaz Saray”a bir atıf vardı. Ancak
bu bile yanlıştı zaten. Zira bu, bir
ABD taklidi görüntüsü verirdi.
AK Parti’nin kurucu ve onur(lu)
lideri Recep Tayyip Erdoğan’ın
devlet için yapılan bu merkeze
oturmasıyla söz konusu yapıya
yine “ak” kelimesinin getirilmesi
de stratejik bir hata olurdu.
tamamlandı diye bu yapıya
“Cumhurbaşkanlığı Külliyesi”
denilmedi, Cumhurbaşkanı
Erdoğan’ın saray tartışmalarına
sırf “saray” kelimesini oturtmamak üzere iyi bir çözüm getirip
kütüphanesinden toplantı salonlarına, düşünce odalarından
hizmet birimlerine, avlusundan
camisine kadar her şeyiyle bize
ait bir “külliye”den bahsetmesi
sebebiyle “külliye” denildi.
Artık resmî olarak Türkiye
Cumhuriyeti’nin yeni idare
merkezinin posta adresi, yani
adı hazırlanmış oldu. Yani söz
konusu komplekse dair en
baştaki eksiklik giderildi. Cumhurbaşkanlığı iletişim bilgileri
hanesindeki posta adresi, artık
“Cumhurbaşkanlığı Külliyesi”...
Bu arada bir anekdotu paylaşmak zorunda olduğumu ve
bundan utandığımı da belirtmek zorundayım. Konu Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’ne dair
bir olumsuzluk içermiyor ama
Türkiye düşmanlarının amiyane tabirle pisliklerini haber
yapmaktan hicap duyduğum
için bunu belirtiyorum.
Nihayet kompleksteki
eksikliklerden olan caminin
tamamlanıp da açılışının yapıldığı gün bir haber yayınlandı.
Kompleksin adı, “Cumhurbaşkanlığı Külliyesi” olarak resmî
çerçevede ilan edildi. Ancak
bunu da yanlış yorumlayanlar
oldu. Kompleksin camisi de
Ne mi oldu? Danıştay 14.
Dairesi, Cumhurbaşkanlığı
hizmet binalarının bulunduğu
alanın tarihî SİT özellikleri
taşımadığına karar verdi. Hani
Türkiye düşmanlığından başka
işe yaramadığı tescilli STK’ları
var ya bu ülkenin, işte onların
“Devlet SİT alanını işgal ediyor”
iftirasıyla açtıkları dava düştü.
hitaben diyorum ki, o bize hem
şehitlik makamının önemini
anlatıyor, hem de üzerimize
düşen vazifeyi. Şehidimizin aziz
hatırasını unutmayacağız. Bölücü terör örgütü ve arkasındaki
güçler de bilsinler ki, şehidimizin
üzerindeki al bayrağı kanımızın
son damlasına kadar dalgalan-
dırmaya devam edeceğiz.”
Şehit Ünal 20 Temmuz 2015
tarihinde vatanı için can verirken, Türkiye vahşi bir saldırıyla
daha karşı karşıyaydı. O saldırı
patlak verir vermez IŞİD belası
konuşulmaya başladı. Peki, şehidimizle alakalı olarak PKK’ya
dair tek bir kelam eden, tek satır
yazı yazan oldu mu?
Şehide hazin veda
ADIYAMAN’da PKK ile girilen çatışmada bir uzman
çavuşumuz şehit oldu. Şehit Uzman Çavuş Müsellim
Ünal’ın cenaze törenine Başbakan Ahmet Davutoğlu ve bazı bakanlar da katılırken, önceki gün Suruç’ta
meydana gelen patlamadan ötürü vatan hainlerine ve
ülkemiz üzerinde şer planlar kuranlara lanet okurcasına duygulu anlar yaşandı.
>>Gözyaşlarını muhafaza
edemeyen Davutoğlu, törende
yaptığı konuşmada şu sözleriyle
ciğerimize işledi:
“Büyük milletler, tarihte
büyük başarılarla birlikte, yaptıkları büyük fedakârlıklarla
var olmuşlardır. Bu vesileyle
kadim tarihimizden bu yana bu
14
temmuz 2015
toprakları bize v olarak bırakabilmek için canlarını feda eden
tüm şehitlerimizi rahmetle yâd
ediyorum. Yüceler yücesi bu
makam Çanakkale şehitleri için
nasılsa, Müsellim Kardeşimiz
için de aynıdır. Kardeşimiz
Bedir’in aslanlarıyla haşrolunacaktır. Rahmetli şehidimize
Selçuk Kayıhan
İftar iftiralarına tazminat davası
CUMHURBAŞKANI Recep Tayyip Erdoğan, Diyanet İşleri Başkanı
Mehmet Görmez ve beraberindekilere verilen iftar yemeğinin maliyetinin 1 milyon lira olduğu iddiaları üzerine, Sözcü gazetesi ile Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB) Mimarlar Odası Ankara Şube
Başkanı Tezcan Karakuş Candan hakkında 50’şer bin liralık manevî
tazminat davası açtı.
Külliyesi’nde Diyanet İşleri
Başkanı Mehmet Görmez ve
beraberindeki heyete verilen iftar yemeği için kullanılan masanın maliyetinin 1 milyon lira
olduğu ve 29 kişilik iftar yemeği maliyetinin 87 bin 653 fitrelik
olduğu şeklindeki iddia, açık
bir iftira ve hakarettir. Haberde
açıklama yaptığı iddia olunan
davalı Tezcan Karakuş ve bunu
manşet yapan davalı basın organı da bu durumu bilmektedir.”
Cumhurbaşkanlığı’nın konuya ilişkin basın açıklaması
yaptığı hatırlatılan dilekçede,
gazetede çıkan haberlerin
basın ahlak ve ilkelerine aykırı
olduğu, eleştiri, ifade özgürlüğü,
hak ve görev sınırlarının aşıldığı
bildirildi.
>> Erdoğan’ın avukatları Muammer Cemaloğlu ve Burhanettin Sevencan tarafından
açılan davanın dilekçesinde,
Tezcan Karakuş Candan’ın yaptı-
ğı açıklamaya dayanılarak Sözcü
gazetesinin 24 Haziran 2015 tarihli nüshasında, iftar yemeğiyle ilgili gerçek dışı iddia ve ithamlara yer verilerek kamuoyunun
yanıltıldığı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kamuoyu önünde
yıpratılmak istenildiği belirtildi
ve dava dilekçesinde şunlar
kaydedildi: “Cumhurbaşkanlığı
Tazminatı geçelim, sırf “Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı savunan
yayınlar yapıyor” diye bazı televizyon kanallarının programları
kapatılırken, bu alçak haberi
ekranlarına taşıyan ve toplumu
yanıltmakla kalmayıp fitnesine
fitne katanların programlarının
durdurulup durdurulmayacağını, o denizaltı belgesellerini onların da yayınlayıp yayınlamayacağını kimse merak etmiyor
mu? Doğru ya, merak edilseydi
zaten böyle olmazdı…
“Usulsüz Dinleme İddianamesi” kabul edildi
SİYASİLER, gazeteciler, yargı mensupları ve iş adamlarının da aralarında bulunduğu 48 kişiyi usulsüz dinledikleri iddiasıyla yürütülen Ankara merkezli “usulsüz dinleme” operasyonuna ilişkin 50 şüpheli hakkında hazırlanan iddianame, Ankara 4. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından kabul edildi.
>>Memur Suçları Soruşturma
Bürosu Cumhuriyet Savcısı
Alparslan Karabay’ın hazırladığı
iddianamede şüpheliler, eski
Başbakan Necmettin Erbakan,
bazı Cumhurbaşkanlığı danışmanları ile Anayasa Mahkemesi
üyelerinin yakınları, hâkim, gazeteci, iş adamı, siyasetçi, Emniyet Müdürü ve insansız hava
aracı projesinde yer alanların
da arasında bulunduğu 48 kişiyi,
dosyalara farklı isimlerle dâhil
ederek dinlemekle suçlanıyorlar.
İddianamede, eski Emniyet
İstihbarat Daire Başkanları
Ramazan Akyürek ve Ömer
Altıparmak’ın da arasında
bulunduğu 50 şüpheliye “suç
işlemek için örgüt kurmak ve
yönetmek, örgüte üye olmak,
resmî belgede sahtecilik, kişisel
verileri hukuka aykırı ele geçirme ve saklama, özel hayatın ve
haberleşmenin gizliliğini ihlal
ve iftira” suçlamaları yöneltiliyor. 50 şüpheli hakkında hazırlanan iddianame, Ankara 4. Ağır
Ceza Mahkemesi tarafından
kabul edildi.
İddianamede yer alan
şüpheliler şunlar: Ramazan
Akyürek, Ömer Altıparmak,
Sadettin Akgüç, Recep Güven,
Coşgun Çakar, Hüseyin Özbilgin, Ayhan Falakalı, Gürsel
Aktepe, Yunus Yazar, İbrahim
Tuka, Lokman Kırçılı, Tamer
Bülent Demirel, Ramazan Karakayalı, Ahmet Ümit Seçkin,
Mustafa Başer, Sadık Akpınarlı,
Ali Ağıllı, Tamer Özbek, Yılmaz
Angın, Harun Dağlı, Erdal Argın,
Salih Keskinkılıç, Emre Baykal,
Serkan Şahan, Timurtaş Kayacı, Ahmet Şentürk, Hasan Ali
Okan, İsmail Erol, Ali Poyraz,
Erol Doğan, Uğur Eski, Mustafa
Gürkan, Okan Acaroğlu, Yunus
Hazar, Adem Çoban, Mustafa
Alptekin, Özgür Özden, Ali Ağıllı, Süleyman Aşçı, Muhammet
Fatih Aktaş, Emrah Doğan, Latif
Harun Pişkin, Oğuzhan Yavuz,
Mustafa Akşit, Kenan Peksoy,
Yusuf Üna, Muhammed Mustafa Aksoy, Seyit Gölcük, Selami
Haskul ve Serhat Kadim.
temmuz 2015
15
Dünya Ajanda
Doğu Türkistan’da hayatın
kendisi mahpus!
BİR Ramazan ayını daha geride bıraktık, ancak içimizde uhdeler kaldı.
Zira yeryüzünde yaşayan birçok Müslüman yine çaresizlik ve baskı altındaydı. Ancak bu cümleleri kurarken ne büyük sıkıntı çektiğimi ve ne
büyük ıstırap duyduğumu bir bilseniz…
Türkiye ve diğer Türk
cumhuriyetlerindeki Müslümanlar, hatta dünyadaki tüm
Müslümanlar, Filistin’e dair
daimî Siyonist İsrail zulmüne
tanıklık etmekle kalmayıp nasıl
reaksiyon gösteriyorlarsa, Doğu
Türkistan konusunda da aynı
his ve tavra sahip olmak zorundadırlar!
Siyonist vesvese ve fesat başı
İsrail’in devlet karakterindeki
terörist genin aynını taşıyan
Çin, Türkiye başta olmak üzere
birçok Türk cumhuriyetine,
Müslümanların yönettikleri birçok ülkeye ekonomik açılımlar
göstermeye, yüzlerce yıl sürecek anlaşmalar geliştirmeye
çalışırken, bu çalışmaları yalnız
karşılıklı ekonomik faaliyetlere
değil, insanî açılımlara da yaymak bizlerin elinde! Dememiz
o ki, su testisi su yolunda kırılır;
kavgamızı baştan vererek diplomatik kozları öyle değerli şekilde öne sürmeliyiz ki herkes
kazanabilsin. Nasrettin Hoca da
testi kırılmadan evvel akıl olsun
diye patlamamış mıydı şamarı
oğluna?
Çin eğer hava savunma sistemi ihalelerinde, uydu ve uzay
teknolojilerine dair işbirliği
anlaşmalarında, nükleer santral
ve enerji kaynakları ihalelerinde karşımıza çıkmak istiyor
ve dünyaya meydan okuyan
Türkiye’ye bu konularda yardımcı olmak istiyorsa, zaten bu
tür ekonomik olaylarda bizim
üzerimizden kazanacaksa önce
zulüm ve baskısına son vermeyi öğrenmelidir.
>> Dünyadaki birçok Müslümanın ölüsü de, dirisi de baskı
ve zulüm altında. “Dirisini anladık, ölüsü nereden çıktı?” demeyin lütfen, en basit örnekle IŞİD
ve onun tandansındaki bütün
belaların Müslüman türbelerine ve mezarlarına yaptıkları
dahi ortada. Dünyadaki başka
topraklarda Müslüman yurtlarının ve hatta mezarlarının
üzerine neler dikildiğini şimdi
konuşmuyoruz bile…
Avrupa ve Balkanlardan
Kafkaslara, Afrika’dan Amerika kıtalarına, Ortadoğu’dan
Uzakdoğu’ya kadar nerede
Müslüman yaşıyorsa, üzerinde
binbir türlü baskı ve zulüm var.
Bu zulümlerin çeşitli zaman
16
temmuz 2015
aralıklarında yaşandığını gördüğümüz gibi, daimî biçimde
gerçekleşenlerine de tanık oluyoruz. Ancak bu kez de bizim
tanıklığımız kimi için zaman
aralıklarına, kimi için bütün
zamanlara yayılıyor.
Yeryüzünde Müslüman olup
da daima zulüm ve baskı gören
Müslüman topluluklardan biri
de Uygur Türkleri. Yani daimî
zulmün muhatabı bir ülke Doğu
Türkistan… Doğu Türkistan, işte
bizim tanık olup da bu tanıklığı
çeşitli zaman aralıklarına bıraktığımız, hatta o aralıkları da
eksik/noksan bilgilerle süreç
bitene kadar geçiştirdiğimiz
bir mazlum ülke. Ve biz bu yıl
da Ramazan ayını seçtik Doğu
Türkistan’a tanıklık etmek için.
Peki, Doğu Türkistan’da bu
yılki Ramazan ayına dair Çin
tarafından yapılan bir zulüm
var mıydı? Elbette! Ancak bu
zulüm, bu yıla has değildi. Yani
Çin, her Ramazan olduğu gibi
Doğu Türkistan Müslümanlarına bu yılki Ramazan’da da
zulmetti. Peki, Çin sadece Ramazan aylarında mı bu alçaklığı
güdüyor? Hayır! Çin, Doğu Türkistan Müslümanlarına, Doğu
Türkistan var olduğundan beri
zulmediyor. İşte biz bu daimî
zulme tanıklık dahi edemiyor,
belki de etmek istemiyoruz. Bu
tanıklığa katlanabilsek, Türk
Eli’nde yaşanan bu çaresizliği
belki de çoktan kırabilecektik.
Eğer Shangay İşbirliği Örgütü,
Türkiye gibi ülkelerden kurulu
bir eksen üzerinden dünyaya
“Tek kutuplu dünyayı istemiyoruz” mesajını sürekli vermek ve
bu zihniyeti yaşatmak istiyorsa,
bu yörüngedeki bizlerin dindaş
ve soydaşlarına yapılan zulümden el ayak çekmeleri şarttır!
Müslüman Uygur Türkleri,
Orta Asya’nın en verimli topraklarında hürriyetleri ellerinde
yaşamalıdır! Bırakın oruç tutmanın yasak olmasını, Uygur
Türkleri, insan hakları ellerinden alınmış şekilde yaşamak
zorundadırlar. Ne olur, Doğu
Türkistan’ı sadece Ramazan
yasaklarında hatırlamayalım!
Ne olur Doğu Türkistan’a tanık
olalım, Doğu Türkistanlı da
olalım!
Ömer Bekir Sadık // [email protected]
“ T e l A b y a d ’d a t e h c i r Tunus’ta
p o l i t i k a s ı uyg u l a n ıyo r ” DAEŞ
SURİYE Muhalif ve Devrimci Güçler Koalisyonu (SMDK) tarafından oluşturulan Gerçekleri Araştırma Komisyonu, YPG güçlerinin Suriye’de Türkmenleri ve Arapları hedef alan tehcir politikası uyguladığını belirtti. oyunu
yor mu? YPG’yi bölgenin sevimli kuvveti gösterenlerin oyunları bozulacak mı? Kobani’yi
göstermekten başka derdi
olmayanlara karşı Tel Abyad ve
nice Suriye beldeleri için kıyam
edecek bir kuvvet yok mu?
>> Komisyondan yapılan yazılı açıklamada, YPG güçlerinin
iki hafta önce kontrolünü ele
geçirdiği Tel Abyad’da sivillere
yönelik tehcir politikası uyguladığının belirlendiği, son olarak
Hammam Türkmen beldesinde
yaşayan sivillerin tamamının
göç ettirildiği, bölgede boşalan
evlere el konulduğu ve duvarlara Arap ve Türkmenler aleyhine ırkçı ifadeler yazıldığını
belirtildi.
Öte yandan Türkmenlerin,
Tel Abyad’ın köy ve beldelerinden tehcirinin devam ettiği
ve iki gün içerisinde dahi 5
bin kişinin bu tehcire tâbi tutulduğu ifade ediliyor. Eski bir
Tel Abyad Yerel Meclis üyesi
olan Ekrem Dada, “Kürt gruplar
Türkmenleri Tel Abyad kırsalındaki köylerden tehcire devam
ediyorlar. Tehcir edilenler önce
bir okulda toplanıyor ve güvenlik gerekçesiyle köylerini terk
etmeleri konusunda uyarılıyorlar” dedi. Yani YPG’nin gerçekleştirmesi mümkün bir Türkmen kıyımından korkanlar ve buna göre
strateji ve taktik belirleyenler
var. Peki, buna karşı bir güç ve
savunma politikası izlenebili-
Bu arada Suriyeli muhalifler,
kontrol ettikleri bölgelerde TL
kullanmak için planlar da hazırladılar. Buna göre, bir kısmı Esad
rejimine karşı muhaliflerin elinde bulunan Halep, Golan, Mumbuç, Cerablus, Lazkiye, Bayırbucak, İdlib, Rakka, Tel Abyad ve
Humus gibi yerlerde Suriye Lirası yerine Türk lirası kullanılacak.
Ellerinde yüklü miktarda bulunan Suriye lirasını Türk lirasına
çevirmek isteyen muhalif gruplar, bu sayede TL’deki istikrardan
da yararlanmak istiyorlar. Amaç,
Suriye ekonomisini zor durumda bırakmak…
Suriye Siyasî Araştırmalar
Merkezi’nin hazırladığı rapora
göre iç savaşın ülke ekonomisine 202,6 milyar dolar zarar
verdiği belirtiliyor. Yatırımcıların 36 milyar doları bulan servetleriyle yurtdışına kaçmalarının da ülke ekonomisine zarar
verdiği ifade ediliyor.
Yunanistan nereye doğru?
YUNANİSTAN’da ekonomik
krizden kurtulmanın yolları
bulunamazken, Avrupa Birliği
ile gerçekleştirilen ekonoik
kurtuluş toplantılarından da
hiçbir çözüm çıkmıyor. Öyle ya,
AB yalnız vermiş olduğu borçları tahsil etmenin ve kendi üyesi
olan Yunanistan’dan resmen
kurtulmanın derdinde…
Kreditörlerin öne sürdüğü
şartları parlamentoya taşıyan
Yunan hükümeti, şartların kabulü noktasında halk oylamasına
gidilmesi isteğini kabul ettirebil-
di. Bununla da kalmadı, referandumdan kreditörlerin şartlarına
ret oyu çıkarttırmayı da başardı.
Peki, şimdi ne olacak?
Banka ATM’lerinin yetmediği
Yunanistan’da, nakit sıkıntısı
nedeniyle Türk lirası ve Bulgar
levası da kullanılmaya başlandı.
Bu noktada ilginç bir öneri geldi. Chicago Üniversitesi Hukuk
Profesörü Tom Ginsburg, “Yunanistan, Türkiye ile birleşsin”
dedi. Gerçi bu konuda HDP’den
yükselen “Yunanistan’ın
borçlarını ödeyelim” çıkışını
unutmamak lazım. Bu öneriye
“Yunanistan’ı Türkiye’ye bağlama” ümidiyle olumlu bakanlar
da oldu, öneriyle dalga geçenler
de. Ancak bu öneriyi dillendirenlerin Türkiye’nin Syriza’sı
olma ümidiyle yola çıkanlar
olması ve her fırsatta söz konusu partinin temsilcilerini kahramanlar gibi ülkemize getirmeleri de ayrı bir not olsun bize.
TUNUS’un Susa kentindeki bir otele düzenlenen ve aralarında turistlerin de bulunduğu 39 kişinin ölümüne
yol açan silahlı saldırıyı
DAEŞ üstlendi.
>> Söz konusu eylemi gerçekleştirdiği iddia edilen ve altında “Ebu Yahya el-Kayravani
hilafet askeri” yazılı bir kişiye
ait fotoğrafla paylaşılan açıklamada saldırının amacına
ulaştığı ileri sürüldü.
Susa’daki bir otele düzenlenen saldırıda, aralarında turistlerin de bulunduğu onlarca
hayatını kaybederken, saldırıyı gerçekleştiren terörist de ölü
ele geçirildi.
Tunus’ta yine 2015’in
18 Mart’ında gerçekleştirilen Bardo Müzesi baskınında
da çoğunluğu turist 23 kişi öldürülmüş, 47 kişi yaralanmıştı. Terör örgütü DAEŞ’in
üstlendiği kanlı saldırı yine
uluslararası kamuoyunda geniş yankı uyandırmıştı.
Peki, Yasemin Devrimi’nin
yurdu ve Arap Baharı denen
sürecin başlangıç durağı
Tunus’ta bu yıl gerçekleşen
iki vahşi saldırının altında ne
yatıyor? Değil mi, Tunus, Arap
Baharı sürecinden seçimle
ve yeni anayasasıyla temizce
çıkabilen tek ülkeydi?
temmuz 2015
17
Dünya Ajanda
Ey İngiliz! Daha ne kadar sömüreceksin?
AVUSTRALYA’nın batı ve kuzey bölgesindeki Aborijinlere ait yerleşim yerlerinin Federal
Hükümet tarafından kapatılmasına yönelik girişimlere karşı, Melbourne’de Aborjin Direnişinin Halk Savaşçıları adlı grup tarafından gösteriler organize edildi.
>> Aborijin bayrakları ve
dövizler taşıyan yüzlerce protestocu, Avustralya hükümetinin yerli halka, mültecilere,
sığınmacılara ve Müslümanlara
yaptığı uygulamaları sert sözlerle eleştirdiler.
Peki, daha ne kadar sömürecek?
Irak’ta DAEŞ’e karşı kim savaşıyor?
>> Irak Hava Kuvvetleri’ne ait
savaş uçaklarının, Kerkük’ün 25
kilometre güneyinde olup
DAEŞ’in kontrolünde yer
alan Beşir nahiyesini bombaladığı ve Beşir Karakolu ile
yanındaki DAEŞ hedeflerinin
vurulduğu belirtildi.
Bu arada Irak Başbakanı
Haydar El-İbadi, Bağdat’taki
El-Reşid Otel’de düzenlenen Irak Gazeteciler Günü’nde
DAEŞ’in Musul’daki vatandaşlara işkence yaptığı yönünde
medyada yer alan fotoğraflara
18
temmuz 2015
serbest
Hükümetin yerleşim yerlerini
kapatma girişimi karşısında
eylemlerinin devam edeceğini
belirten protestocular, “Hiçbir yere gitmiyoruz!” diyerek
Federal Hükümet’e meydan
okudular.
Avustralya’da Federal Hükümet, Batı Avustralya ve Kuzey
Bölgesi sınırları içinde bulunan
Aborijinlere ait çok sayıda yerleşim merkezini ekonomik
sebeplerden dolayı kapatmayı
planlıyor. Öyle ya, beyaz adam
her yere ıslah için gidiyor ama
bunu kimse anlamıyor. Küçük
kıta keşfedildiğinde de böyle
olmuştu. İngiliz amiral elini
uzatmış, ama Aborijinler amiralin elini kesmişlerdi. Medeniyete
dair hiçbir şey bilmedikleri gibi
bir de vahşice davranmışlardı.
O zaman bu toprakların ellerinden alınıp topraklarla birlikte
kendilerinin de ıslah edilmesi
şarttı. Ve beyaz adam, kutsal
kitabını da alıp tüfekleriyle
geldi. Yemek yemeyi, giyinmeyi,
oturup kalkmayı öğretti. Bir de
köle olmayı… Tabiî ölmeyi…
IRAK’ın Kerkük şehrinde düzenlenen hava saldırılarında en az 80 DAEŞ militanının öldüğü bildirildi. Naser Oriç
değindi ve fotoğrafların örgüte karşı büyük bir direniş ve
muhalefet hareketi başlattığını
söyledi. İbadi, “Irak, kendi
imkânlarıyla DAEŞ’e karşı savaşan tek ülkedir” diye konuştu.
Bu ifade gerçekten çok önemliydi. Zira İbadi’nin, kendisini
görmezden gelen ABD Başkanı
Barack Obama’nın görgüsüz ve
ahlaksızca tavrını sindiremediğini buradan anlamak mümkün. Hani ABD’ye sorulsa, o da
diyecek ki “Irak’ta DAEŞ’le biz
savaşıyoruz”. Ancak Obama’nın
kaleminden dökülen “DAEŞ’i
eğitiyoruz” özetindeki cümle ile
İbadi’nin bu sözlerini asla unutmayacağız!
İSVİÇRE’de 10 Haziran 2015 günü gözaltına alındıktan sonra özel
uçakla Bosna-Hersek’e
gönderilen 1992 Bosna
Savaşı’nın Boşnak komutanlarından Naser
Oriç, savaş suçlusu olarak aranma gerekçesiyle ifade verdi, daha sonra serbest bırakıldı.
>> Sırbistan Savcılığı, geçen
yıl Şubat ayında, Oriç’in 1992
yılında, Bosna Hersek’in doğusundaki Podrinye bölgesinde
Sırplara yönelik savaş suçu
işlediği iddiasıyla yakalama
emri çıkartılmasını talep etmişti. Interpol tarafından çıkarılan yakalama emri daha sonra geri çekilmişti. Buna rağmen
Boşnak komutan İsviçre’de
gözaltına alınmış ve hakkında
14 gün gözaltı süresi verilmişti.
Oriç, daha önce kendisini
ziyaret eden Srebrenitsa Belediye Başkanı Çamil Durakoviç
aracılığıyla gönderdiği mesajda, “Buradan Sırbistan’a canlı
gitmem” ifadesini kullanmıştı.
Oriç’in iadesini hem BosnaHersek, hem de Sırbistan talep
etmişti. Daha önce Lahey’deki
Eski Yugoslavya Uluslararası
Ceza Mahkemesi’nce yargılanan Boşnak komutan Oriç, suçsuz bulunup hakkında beraat
kararı elde etmişti.
Savaş suçlarını kimlerin işlediği belli be Sırbistan, istersen
git de Rusya adlı ağabeyine
ağla!
Ömer Bekir Sadık
Kaçak Hollanda tazminat ödeyecek
HOLLANDA hükümetinin, Yargıtay’ın iki sene önce onadığı,
1995’teki Srebrenitsa katliamında hayatlarını kaybeden 3 Boşnak’ın
ölümünde bu ülkenin sorumluluğu bulunduğu kararıyla bağlantılı ödemek zorunda olduğu tazminat miktarı konusunda Hollanda Savunma Bakanlığı’ndan yapılan açıklamada, mağdurlarla sürdürülen
görüşmeler sonucu 3 kişiye ödenecek tazminat konusunda anlaşmaya varıldığı kaydedildi.
gereken kararların bir türlü
çıkmamasının sebebi nedir acaba? 20 bin avro kaç can ediyor
Hollanda için? Savaşın mağduru, hakkını kendisini mağdur
edenin vatanında, Lahey’de
arıyor? Rusya BM Güvenlik
Konseyi’nde kullandığı gibi
Savaş Suçları Mahkemesi’nde
de Hollanda için mi veto hakkını kullanıyor? Bu Hollanda nasıl
her işin içinden sıyrılabiliyor?
Yedi Kız Kardeş’in ortancası mı
bu Hollanda, hangisi?
Filistinliler
Katar’da “Filistin
pasaportuyla”
çalışabilecekler
>> Ödenecek meblağ konusunda bilgi verilmeyen açıklamada, Savunma Bakanı’nın geçen sene görüştüğü mağdurlardan özür dilediği de kaydedildi.
Savunma Bakanlığı geçen sene
yaptığı açıklamada, 3 mağdura
20’şer bin avrodan toplam 60
bin avro verilmesinin kararlaştırıldığını bildirmişti. Söz konusu
meblağı düşük bulan Boşnak
aileler ise kişi başı 30 bin avro
olmak üzere toplam 6 mağdur
için 180 bin avro ve maddi zararların karşılanması talebinde
bulunmuşlardı.
Bosna’daki BM’ye bağlı Hollanda askerî birliğinde (Dutchbat) tercümanlık yaparken
Hollandalı askerler tarafından
Sırplara teslim edilen babası ve
kardeşini kaybeden Hasan Nuhanoviç ile aynı yerde elektrikçi
olarak çalıştığı sırada öldürülen
Rizo Mustafiç’in yakınlarının
hukuk mücadelesi 2002 yılında
başlamıştı. İlk önce Lahey Bölge
Mahkemesi’nde görülen davada, Srebrenitsa katliamında hayatlarını kaybeden 3 Boşnak’ın
ölümünde Hollanda Devleti’nin
sorumluluğu olduğu ve ayrıca
ölenlerin yakınlarının tazminat
haklarının bulunduğuna karar
verilmişti. Mahkemenin söz
konusu kararı 2013’te Yargıtay
tarafından da onanmıştı.
Srebrenitsa Anneleri adlı
dernek ise 2007 yılında,
aynı kapsamda 6 bin mağdur adına Hollanda Devleti
aleyhine dava açmıştı. Lahey
Bölge Mahkemesi’nde geçen
sene görülen davada hâkim,
Srebrenitsa’nın işgali sırasında
BM bünyesinde görev yapan
Hollandalı tabura sığınan
300 sivil Boşnak’ın Sırp askerlerine teslim edilmesinden
dolayı Hollanda’yı “kısmen”
suçlu bulmuştu. Mahkemenin
Hollanda’yı sadece 300 kişinin
ölümünden sorumlu tutan
kararını beğenmeyen mağdur
aileler, temyize başvuracaklarını açıklamışlardı.
Savunma Bakanlığı’nın
3 Boşnak’ın yakınlarına vereceği söz konusu tazminat miktarının bu dava için de emsal teşkil
etmesi bekleniyor. Bosna’da, 1995 yılında görev
yapan Hollanda askerî birliğine
sığınan çok sayıda Boşnak, Sırp
General Ratko Mladiç’in başında bulunduğu güçlere teslim
edilmiş ve büyük bir katliam
yaşanmıştı. Tarihe “Srebrenitsa Katliamı” olarak geçen soykırımı gerçekleştiren Bosnalı
Sırpların eski komutanı Ratko
Mladiç’in Lahey kentinde eski
Yugoslavya için kurulan Savaş
Suçları Mahkemesi’nde yargılanmasına devam ediliyor.
Şimdiye kadar özellikle
Hollanda aleyhinde çıkması
FİLİSTİN Çalışma Bakanlığı, Filistinlilerin
kendi ülke pasaportlarıyla Katar’da çalışması
konusunda iki ülke arasında mutabakata varıldığını bildirdi.
>> Filistinliler, daha önce
Ürdün pasaportuyla aldıkları
çalışma izni yerine artık kendi
ülkelerine ait pasaportlarla
bu izni alabilecekler. Böylece
Siyonist İsrail’in baskısı altında
işsizlik sorununu zirve boyutlarda yaşayan Filistinliler için
yeni iş fırsatları doğabilir.
Daha önceki uygulamaya göre Körfez ülkelerine
çalışmak amacıyla gitmek
isteyen Filistinlilerin, vize alabilmek için geçici Ürdün pasaportu çıkartması gerekiyordu.
Katar Emiri Şeyh Temim Bin
Hamad Al Sani, Filistin Ulusal
Uzlaşı Hükümeti Başbakanı
Rami Hamdallah ile geçen yıl
yapılan görüşmenin ardından
söz konusu uygulamanın değiştirilmesi konusunda talimat
vermişti.
temmuz 2015
19
MEDYA AJANDA
Medya Ajanda - Bir Gülen Röportajı
20
Geçmişin dili
geleceği konuşur
temmuz 2015
D
ÜNYACA
ünlü Time
dergisi, her
yıl “Dünyada
En Etkili 100
İsim” listesi
başlığıyla
gelenekselleşen bir çalışma
yapar. Tabiî bu çalışmanın
kriterlerinin ne olduğuna dair
kimse bir şey bilmez. Dünyadaki kimseye bu konu hakkında
danışılmıyordur da...
>> Paralel İhanet Çetesi’nin haince
giriştiği 17-25 Aralık 2013 darbe teşebbüslerinden tam 9 ay evvel Time dergisi, 2013
yılına dair yeni “Dünyada En Etkili 100
İsim” listesini 17 Nisan 2013 günü yayınladı. 2010’da bu listeye giren Recep Tayyip
Erdoğan ismine bu kez yer yoktu. Bu
anekdotu, listeye birden fazla şekilde giren
isimler olduğu için özellikle belirtmemiz
lazım. 2013 listesinde ise Türkiye’nin ismini çok iyi tanıdığı 2 kişi yer aldı. Bu isimler
Fethullah Gülen ve Abdullah Öcalan’dı. Ve
isim listesini beş ayrı kategoride düzenleyerek toplayan dergi, bu iki ismi “Liderler” kısmına yerleştirmişti.
Uluğ Bayındır // [email protected]
Apo’nun profilini İrlanda
Kurtuluş Ordusu (IRA) siyasî
kanadı olan Sinn Fein’in lideri Gerry Adams yazarken,
Gülen’in profilini ise Türkiye konusundaki “Crescent and Star:
Between Two Worlds” (Hilal ve
Yıldız: İki Dünya Arasında Türkiye) adlı kitabın yazarı Stephen Kinzer kaleme aldı. Adams,
Apo’ya dair yazdığı profil
metninde “Kendisini liderliği ve
vizyonu için tebrik ediyor, Türk
hükümetine kendisini serbest
bırakması için çağrıda bulunuyorum” şeklindeki ifadelere yer
verirken, Kinzer ise “dünyanın
en merak uyandırıcı dinî liderleri arasında” dediği Gülen için
şunları belirtiyordu:
“Pennsylvania’daki gözlerden
uzak sığınağından, kendisine
dünya genelinde hayranlar
kazandıran bir hoşgörü mesajı
yayıyor. Gülen’in takipçilerinin
kurduğu okullar tahminen 140
ülkeye yayıldı. Onun dileklerine yanıt veren doktorlar,
felaketlerden etkilenen ülkelerde para almadan çalışıyorlar.
Ancak Gülen, aynı zamanda
bir esrar adamı; anavatanı
Türkiye’deki etkisi çok büyük,
bu etki hükümet, yargı ve polis
bünyesinde önemli noktalara
erişmiş mezunlar tarafından
hayata geçiriliyor. Bu, kendisinin karanlık bir kukla oynatıcısı
gibi görünmesine neden oluyor
ve kendisini seven Türkler
kadar küçümseyenler de var.
Ancak Müslüman dünyasında
ılımlılığın en güçlü savunucusu
olarak Gülen, fazlasıyla önemli
bir kampanya yürütüyor.”
Kinzer’in yaptığı yorumu tekrar yazmayalım ama zahmet
olmazsa bir kez daha okuyalım,
tabiî listenin yayınlandığı tarih
ve bu listeye giren iki tanıdık
ismi hatırlatarak.
Şimdi sizi 1995’e götürelim
ve uzunca bir söyleşiye ortak
edelim. 28 Şubat döneminde
BÇG raporlarına konu olduğu
belirtilen Fethullah Gülen’in,
dönemin Hürriyet Gazetesi
Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök’e verdiği mülakatın,
daha sonra Özkök tarafından
Çevik Bir’e karşı nasıl ve neden
savunulduğunu da birlikte
çözümleyelim.
Hürriyet’in, 1995 yılının 23
Ocak’ından 28 Ocak’ına kadarki
5 günlük röportaj dizisine başlıyoruz!
***
Birinci gün..
• “Siz içine kapalı bir din
adamıydınız. Son günlerde
dışarı açılma niyetinde
olduğunuzu gösteren işaretler var. Neden böyle bir
şeye ihtiyaç duydunuz?
(Gülen, Özkök’e göre bilinen
ama sırlı biri; dolayısıyla
tanınması için çaba sarf edilebilir bir insan. U.B.)
Aslında bir gazeteci kadar,
televizyonda çalışan bir insan
kadar olmasa bile, vazifem itibarı ile hep halkın içindeydim.
Vaizler toplumun içinde olan
insanlardır. 20 yaşından önce
mesleğe intisap ettim. Edirne,
Kırklareli, İzmir ve Ege’de
dolaştım. Uzun zaman gezici
vaizdim. Toplum içindeydim.
Duyulma, görülme, bilinme;
bunlar bir mana ifade ediyorsa,
duyulan, görülen, bilinen bir insandım. Belki medyaya kapalı
bir durum söz konusu idi. Yani
gazetelere intikal etmiyordu
düşüncelerimiz varsa. Televizyonlara ulaşamıyorduk. Belki
şöyle demek daha uygun olur:
Yani ortaya çıkmadan önce bir
kesime açık değildik.
• Yani o kesim hangisi?
Gazetecilerdir, medyadır,
rical-i devletin duyması gibi
şeylerdir. (Demek ki dönem
itibariyle “devlet açılımı” içine
giren bir Gülen var. U.B.) Yoksa
toplumun içindeydik. Ben
Süleymaniye’de vaaz ediyordum, onca insan dinliyordu.
Sokaklara kadar insanlar dinliyordu. Bu açıdan da kapalılık
denmez bunlara.
• Müsaade ederseniz, son
günlerin sıcak konusuyla
başlayıp sonra düşüncelerinize geçelim. Geçen ay
Tansu Hanım’la görüştünüz. Nasıl oldu bu? Bu diyalog devam edecek mi?
Biraz avam kaçacak ama
Tansu Hanım bu görüşme için
epey zılgıt yedi. (Çiller kimden
ve neden zılgıt yedi? U.B.) Bu
(görüşmelerin devamı), biraz
zılgıt yemeden sonra Sayın
Başbakan’ın bundan sonra
olabilecek şeyleri göğüslemeyi
cesaret edip etmemesine bağlı.
(Herhangi bir imam olduğunu
belirten birinin böyle cümleyi
dönemin Başbakan’ı için sarf
etmeye yetecek cüreti nereden
bulduğunu merak ediyoruz. U.B.)
• Görüşme önerisi kimden
geldi?
Ben düz bir vatandaşsam,
herkes gibi yararlı zannettiğim,
belki vehmettiğim düşüncelerimi devletin değişik kademelerinde müessir olabilecek
insanlara ulaştırmamda yararlı
olabilir dedim. Bu mülahazayla
hani belki bizdeki istekleri
Sayın Başbakan’a ulaştırdılar.
Sayın Başbakan da ‘Olur’ dedi,
istek izhar etti, ‘Görüşelim’ dedi.
(O halde her düz vatandaş Başbakan ile görüşebilsin. U.B.)
• ‘Kim kimin ayağına gitti?’
spekülasyonları oldu…
(Soru güzel, cevap ondan
güzel(!). U.B.)
Onun gelmemesini –fakirkendim arzu etmişimdir. Hatta
bir kısım yanlış yorumlamalara
sebebiyet verebilir endişesini
baştan izhar ettim, ben. ‘Sayın
Başbakanım’ dedim, ‘Yanlış
algılamalar olabilir, bunları
göğüslemeye hazır mısınız?’ dedim. O da ‘Daha masum şeyler
Türkiye’de şimdiye kadar çok
yanlış yorumlanmıştı, önemli
değil’ dedi. Yani bu bayan, fakat
erkekçe yaklaştı meseleye… (Bu
noktada dergimiz bir boşluk bırakabilir, zira siz okuyucularımız
burayı istediğiniz gibi doldurursunuz… U.B.)
• Çevreniz bu görüşme hakkında ne düşünüyor?
Bazı arkadaşlarıma sordum,
‘Görüşmede yarar var’ dediler.
(Görüşmeyi sade bir vatandaş
istiyor ama Başbakan istiyor
ama sade vatandaş çevresine
danışıyor ama Başbakan çok
ısrarcı ama sade vatandaş çok
nazlı ama(!)… U.B.)
• Ya sosyal demokratlardan
sizinle görüşen oldu mu?
Selamlaştık… Mesela Hikmet
Çetin Bey’le… Belki gıyabi çok
yakınlığımız oldu. Arkadaşlarımız Murat Bey’le de görüştüler.
Onların görüşmeleri, görüşmelerimiz demekti.
• Ecevit’le görüşmeyi arzu
ettiğinizi duymuştum.
Evet, çok defa Ecevit’le görüşmeyi düşündüm. Bazı arkadaşlar teklif de ettiler. Fakat cevaba
‘sevap’ derdi eskiler, alamadım.
Alsaydım görüşmeyi düşünürdüm. Devletin kaderine hâkim
olmuş bu insanlarla müşterek
yanlarımız, farklı düşüncelerimizden daha çoktur. Belki bu
düşünce harmanıyla milletimiz
adına daha yararlı şeyler elde
edilebilir. Duygum var, düşüncem var zannediyorum. İnşallah olur. Yani sosyal demokratların her kesimiyle de olabilir.
Benim amcam Halk Partili’ydi
de. O dönemlerde gençtim ben
daha. Öyle görüşüyordum ama.
Yani kaderin cilvesi, şu anki
konumum itibariyle görüşme
imkânını bulamadım. Bu bir
eksiklik olabilir. Ve bu eksiklik
bana racidir. (Bu işin içinden
çıkamadım. “Benim teyzem de
namaz kılardı, ben de Müslümanım” der gibi bir şey. Ama isimler
çok önemli! U.B.)
• Siyasetçiler dışında
Ankara’dan sizi ziyaret
edenler olur mu?
Ankara’dan da nadiren gelen
olur. Mesela Petrol Ofisi’nden
Aydın Bolak gelir…
• Siz ‘Fethullahçı’ sözünü
hiç sevmiyorsunuz. Ama
isteseniz de istemeseniz
de size yakın kişilere ‘Fethullahçı’ deniyor. Nedir bu
olay?
Belki bizi bir tarikat insanı
gibi algıladılar. Bir tarikat insanı
konumunda mütalaa ettiler.
Hatta ‘cemaat lideri’ denilmesinden ‘Fethullahçı’ demek
kadar rahatsız oluyorum. (…)
• Bu sözlerle tarikat olmaya
karşı olduğunuzu mu söylemek istiyorsunuz?
“Fethullahçı, tarikatçı veya
filanca cemaatçi” demek, böyle
uzaktan yakından olanlarla
alakasız. Karşı olmak başka mesele yani. Tarikatlar bir dönem
misyon eda etmiştir. Toplumdaki her müessesenin belki bir
yönüyle fonksiyonlarını eda
edemediği dönemde fasıllar
olmuştur. Mevlana gibi, Yunus
gibi, Hacı Bektaş Veli gibi insanlar Anadolu’da ister dinamik,
ister halk açısından çok önemli
katkıları olmuştur. Bizim bu
temmuz 2015
21
MEDYA AJANDA
Medya Ajanda
22
ilk ordumuzun önündeki deliller,
Anadolu’da ilk zemin hazırlayan o
alperenlerdir. Balkanlara bu işi götüren
onlardır. Avrupa içlerine kadar…
• Ama ordunun içlerinde “Fethullahçı” denilen subaylardan söz
ediliyor. Hatta bu yüzden ordudan çıkarılanlar var. Bu kişilerin
sizinle hiç ilişkisi yok mu? (Soru
“Ama” ile başlıyor, ne alaka? Bir “ordu”
kelimesi geçti diye sorulan bu soru,
danışıklı bir işin yürütüldüğünü hissettiriyor. U.B.)
Beni tanıyan insanlardır, değildir. Camiye gelmişlerdir, vaaz dinlemişlerdir,
değildir; bilemem ben onu da. Birileri
böyle diyerek bir yere varmak istiyorlar. Belki askerin içinde de, ordunun
içinde de bu denen şeylere inananlar
vardır. Bilemiyorum, öyle olduğunu
zannedenler, vehmedenler vardır. Bu
manada bir Fethullah yoktur, dolayısıyla Fethullahçılık yoktur. Fethullahçı
yolu yoktur. Ordu içindeki bu olaylar
bazı çevreleri çok düşündürüyor.
Ben utanıyorum bunları söylemeye
temmuz 2015
de. Çünkü bu meseleler sıkıyor beni.
Ben cami kürsülerinde devletin bir
memuru olarak vaazlar verdim. Devlet
memuriyetime sadece bir memuriyet
eda etme meselesi olarak bakmadım.
Bunun yanında inandığım şeyleri
ifadeye hayatını kilitlemiş, milletine
vefalı olmaya çalışmış bir insanım.
Yerinde demişimdir ki ‘Okul açın’, bu
özel okullar Avrupa’da da mevcuttur.
‘Buralarda seviyeli talebeler yetiştirin’
demişimdir. (Soru, bir demagoji üzerine
çöpe gidiyor. U.B.)
• Ben de tam o noktaya gelmek
istiyordum. Her gün size ait okullar açıldığı ve bunun bir tür örgütlenme olduğu söyleniyor. Bu da
birçok kişiyi düşündürüyor.
Bakın, ben gittiğim her yerde insanlara bazı tavsiyelerde bulunuyorum.
Üniversiteye hazırlık kursları açın,
insanımıza seviye kazandırın. İnsanlarımıza, vatandaşlarınıza da aynı
şeyi dedim ama tefrik etmeden, ayırt
etmeden yani. Türkiye’den gelmiş
bir hocayı dinlemeye gelen insanlara
dedim ki, ‘Burada vatandaşlık alın.
Burada kalın. Çocuklarınız sanat mekteplerinde okumasın. Üniversiteye
girecek şekilde okutun onları, eğer
onların genel kültürleri, durumları
üniversiteyi okumaya müsait değilse,
üniversiteye hazırlık kursları açın.
Orada imkânlarımızı bir araya getirerek küreselleşen dünya beraberinde
bazı şeyleri getirecektir. Bunlardan
bir tanesi de bu küçük esnaf, küçük
ticaret… Bunlar yok olup gideceklerdir,
büyük ticarî müesseseler tesis edin’. (…)
(Sanat mektepleri, meslek liseleri oluyor.
İmam-hatip liseleri de meslek lisesi statüsünde. Yalnız imam-hatip okulları için
değil, bütün meslek liseleri için sade bir
vatandaş düşünün ki meslek liselerinin
bitirileceğini yıllar öncesinden bilsin ve
buna göre önlem aldırıp yönlendirsin,
bir de büyük ekonomik hamlelerin
tarifini yapsın. U.B.)
• Peki, bu okullar size bağlı değil mi?
Eğer buna bu anlamda bir bağlılık
deniyorsa, böyle bir bağlılık var yani.
(…) Bu insanların bir teveccühleri var-
Uluğ Bayındır
sa, bu teveccühü ben bir kredi
olarak kullanıyorum. Diyorum
‘Gidin, yapın, eğer bana inanıyorsanız gidin yapın’. Ve bütün
bunları da gelecekte devletimizin dış destekli bir hale gelip
büyüklüğünü koruması, devam
ettirmesini şahsen hedefliyorum. Aşırı derecede kendi devletimize, kendi milletimize karşı
bir alakam var. (…)” (Bu alakanın
şiddetini her şeyiyle gördük. U.B.)
***
İkinci gün...
• “Önce Türk müyüm, yoksa
Müslüman mı?
Müslümanlık benim için bir
esas. Çünkü benim dünyevi
uhrevi saadetimi kucaklıyor. (…)
Şimdiye kadar yüce İslâm dinine değişik milletler millet olarak
da hizmet etmişlerdir. Fakat
benim milletim 9-10 asır bu işin
karakolculuğunu, temsilciliğini
yapmıştır. Ve çok iyi temsil
etmiştir. İhtilal olmadan evvel
bir mecmuadaki mütalaamı bu
millete ‘Son Karakol’ başlığını
koyarak ifade etmeye çalıştım.
(“Son Karakol” başlıklı yazıda
Kenan Evren ve çetesine iltifatlar
düzen Gülen’i iyi tanırız. U.B.)
siyasî bir hedefiniz, beklentiniz var mı?
Katiyen ve katibeten! Bundan sonrası için bırakın siyasî
bir şeyi, yaşamak için bile bir
arzum yok. Farklı bir tipim var.
Yani sizler gibi insanlarla tanıştım, bunca arkadaşım oldu.
Burada, şu salondaki kalabalık
bile bana fazla geliyor. Ben artık
diyorum ki, ‘Ya münzevi köşem
veyahut da öbür âlem benim
için daha iyi’. (…)
• Yani nasıl?
Eski camide bir vaiz, bir
imam… Bu ölçüdeki bir Fethullah o camideki Fethullah
Hoca’yı çok aştığından dolayı…
Bu beni de aşıyor. Çok sıkılıyorum yani. Hele öyle siyaset!
Bunun içinde şöyle böyle
bulunma, bunları çok yâd etmiyorum. Ancak bu milletin
içinde kaldığım sürece kendimi
milletin öz hükümlerinden,
parçalarından, millet dantelasını meydana getiren iplerden
biri olarak görüyorum. Milletin
kaderiyle alakalı meselelerde
bir görüşüm varsa, bundan
sonra o düşüncemi her zaman
başkalarına intikal ettirmeden
geri durmam. Zararlı şeyleri
milletimle beraber, devletimle
beraber göğüslemeyi düşünürüm. Tabiî ki yaşadığım sürece
bunu Allah’ın da herhangi bir
ferdi olarak bana yüklediği mükellefiyetlerden sayarım. Yoksa
kendimi Allah indinde sorumlu
kabul ederim. (Devleti idare
ve milli iradeyi yönlendirme
noktasında doğrudan ve bütün
organizasyonlarımla müdahil ve
aktif ve de derinden yürümeyi
sürdürmekten vazgeçmeyeceğini ne kadar da zarif (!) belirtiyor,
değil mi? U.B.)
• Çeşitli dönemlerde içeride
yattınız. Ne kadar süre
tutuklu kaldınız?
Girdim çıktım değişik zamanlarda. En çoğu 6 buçuk aya
kadar… 12 Mart’ta; o zaman her
kesimden vardı. Beraber soldan
olan arkadaşlarla da bir koğuşta
kaldık.
• Hiç işkence gördünüz mü?
İşkence yapmadılar. Belki
tehdit filan oldu da… Ama ben
de ciddi tavrımı ortaya koyunca vazgeçtiler. Onlara, ‘Çok
sevindirirsiniz beni. Bir ayağım
kabirde, İnsanlığın İftihar Tab-
losuna kavuşmak için içtihatla
bekliyorum. Buna siz vesile
olursunuz. Siz kaybedersiniz.
Ben kazanırım’ dedim. Belki de
hani ‘Zavallı bir hoca’ dediler,
belki de arzu ettikleri şeyleri,
ne bekliyorlardı ise onu, doğru,
düpedüz ifade ettiğimiz için
bir şey görmedik. Yok, yapmadılar… (Gülen konuşmuş, işkenceciler de anlamışlar; Adnan
Menderes’i, Fikri Arıkan’ı, Erdal
Eren’i anlamayan işkenceciler
anlamışlar(!). U.B.)
• Çok kızdığınız insanlar
oldu mu bu dönemde?
Çok sert, çok haşin davranan
insanlar oldu. Mesela biri -zannediyorum biraz seviyeli de- bir
kere başımda durdu. Öyle çok
hakaretamiz şeyler konuşunca
benim de biraz tepem –bağışlayın- attı diyebilirim, ‘Git
Allah’ını seversen’ dedim, ‘Ben
sizin bininiz kadar bu milletin
birliğine, bütünlüğüne hizmet
etmişim. Atarım kendimi şuradan’ dedim. O da bana ‘Çok
doğru’ dedi.” (Neye “Doğru” dedi
o adam? Yılların “tedbirci korkaklarını” yetiştiren Gülen’in tepesinin atmasına mı(!)? U.B.)
***
• Dışarıdan size bakanlar
hep siyasî bir örgütlenme
peşinde olduğunuz hissine
kapılıyor. Hiç siyasî çalışmanız oldu mu?
Hayır, hiç siyasî çalışmam
olmadı, hiç siyasetin içinde olmadım. (“Yalan da olsa hoşuma
gidiyor, söyle!..” Erzurum’daki Komünizmle Mücadele Derneği’yle
başlayan siyasî hayatın öncesi ve
sonrasının hesabı yok. U.B.)
• Oy verir misiniz?
Evet, bir kere ömrümde nasip
oldu. Ya bazen sayılamadı, ya
kaderin cilvesi… (Sayılamadığını
nereden biliyor? U.B.) Milletime
de küskün değilim. Ya içeride oldum, ya takipte oldum. Değişik;
kaderin cilvesi, küskün değilim.
Yapanlara da değilim. Demek benim, onların dimağında meydana getirdiğim imajın yanlışlığından oldu bunlar. Nasip olmadı;
yani bir kere nasip oldu, bir kere
oyumu kullandım. (Oy vermekle
küskün olmanın arasındaki bağı
kavrayan beri gelsin! U.B.)
• Peki, bundan sonrası için
temmuz 2015
23
MEDYA AJANDA
Medya Ajanda
24
Üçüncü gün...
• “(…) Müslümanlık bir evrensel
din, Türklüğe ait çizgileri var mı?
Müslümanlık, temel prensipleri
açısından evrensel. Teferruata ait
meseleler yorumlanabiliyor. Kanaat-i
acizanem, Türk milleti -milletimle
iftihar ederim- çok iyi yorumlamıştır.
Dünyada bir Osmanlı müsamahası
olsa, zannediyorum sadece Müslümanlar değil, aynı zamanda insanlık
adına da çok iyi bir diyalog zemini
hazırlanacaktır. Küreselleşen bir dünyada öyle bir diyaloga açık olması, çok
önemli iki faktördür. (Diyalog konusuna
ne denli titizlikle girildiğine değinmeye
gerek yoktur sanırım. U.B.)
• Daldan dala gidiyorum. Şimdi
son günlerde Türkiye’de çok tartışılan bir konu var: Dinde reform
meselesi… Yani İslam dininde
reform olmadığı, Hıristiyanlıkta
olduğu gibi… Dolayısıyla İslam’ın
geri kaldığı gibi birtakım sözler
var. Kendinizi İslam’da reformist
olarak görüyor musunuz?
Şimdi reform, yeniden yapılanma,
şekillenme, bir şeyi yeniden kurma
manalarına gelen bir kelimeyse,
herhalde bu yönüyle İslam’da kendi
orijinini koruması açısından bir deformasyon olması söz konusu değildir.
Bundan dolayı bir reform da olması
düşünülemez.
• Yani ‘İslam son şeklini almıştır’
mı demek istiyorsunuz? Bütün bu
aşırı İslamcı akımlar, Humeynicilik, İslam’ın normal unsurları
mıdır?
Şimdi İslamiyet’in sivri gibi görünen
bazı meseleleri vardır. Bunlar şahısların yorumları, şahısların içtihatlarıdır.
Değişik dönemlerde bazı devletlerde,
çoğu devlet idarecilerinin yorumlarıdır. Temel prensipleri açısından dini
ele aldığında din, sıkıştırıcı, insanların
boğazını sıkıcı, bir yere kilitleyici, inkişafa mani olucu bir şey görmek mümkün değildir.
• Tekrar dinde reform konusuna
dönmek istiyorum. Bu, çok tartışılan bir konu…
Eskiden bir kısım kişilerin yorumla
ilgili düşünceleri olmuştur. Bunlar
kimilerince reform olarak değerlendirilmiş olabilir. Ama bazıları da buna
içtihat olarak baktı. Yorumu yapanları da müçtehit olarak görmüşlerdir.
Reformda şekli bozulan bir şeyi eski
haline getirme kaidesi vardır. İçtihatta
ise esnekliği sonuna kadar kullanma,
o kapıyı açık bırakma, ağzına kadar ve
temmuz 2015
çağların ihtiyacını karşılama…
• Geçmişte bunun örnekleri var mı?
Mesela Cemaleddin Afgani reformistti. Ama bizim Hayreddin Bey
Hocamıza sorarsanız o da der ki, belki
Muhammed Abduh da, hatta belki Abdulvahap da birer müçtehitti. Bu açıdan da ben reformist hiç değilim. Ama
reformistlerin yerine konacak müçtehitlerin kendine göre ağır şartları
vardır. Bu bir kabiliyet, istidat, hatta bir
deha meselesi… Yani bizim boyumuzu
aşan bir şeydir. Ben düz bir Müslümanım. (Dört soru ve dört cevap boyunca
“Devrin içtihat sağlayıcısı benim!”
mesajının nasıl verildiğini anlatmak ve
açıklamak lazım. Bu müçtehidin, hatta
müceddidin ilk fetvası ne olsa gerek?
Yeni soruya hemen bakalım! U.B.)
• Bu biraz aşırı alçak gönüllüğünün
ifadesi mi yoksa?
Hep kendime öyle kabul baktım. Hiç
farklı konuşmadım. Herkes gibi bilgi
imanı açısından Allah’a layık olmaya
çalıştım. ‘Acaba ben bunlarla kurtulabilir miyim?’ endişesini taşımışımdır.
Fakat Peygamberin verdiği bu ölçüyle
bir kimse hayatında bir kere ‘La İlahe
İllallah’ demişse cennete gireceğine
inanmışımdır. (İlk fetva karşımızda!
Diyalogun ilk enstrümanı, “La İlahe
İllallah” diyen herkesin cennete girmesi…
U.B.)
• Biraz önce ‘Dinde bir yere sıkıştırıcı, baskı yapıcı şeyler görmek
mümkün değildir’ dediniz. Ama
Türkiye’de bunun tersi bir tutum
mevcut değil mi?
Eğer bu din Allah’ın diniyse, bu din
insan tabiatıyla bütünleşmişse, yani
kâinatı yaratan kudret idaresiyle bir
kitap gibi, bir beşer gibi tanzim eden
Allah’ın kelam sıfatından gelen bir
beyanı, bir mesajı ise, Allah, yarattığı
kâinatla insanların hayatı arasında
bir terslik yaratmaz. Çünkü insan bu
kâinatın dolambaçlı koridorlarında
dolaşacaktır. Bu açıdan dinin ruhuyla
insan tabiatının çelişeceğine inanmıyorum, hiç ihtimal vermiyorum.
• Ya bunun aksi bir tutum içinde
olanlar, insanlara din adına ‘Şöyle
giyin, bunu tak’ gibi baskı yapanlar için ne demeli?
Nasıl ki biyolojide Darwinistler seleksiyondan bahsediyorlarsa, esas iş
bir gün dolaşıp kendi tabiatına yönelecektir. Yani din, kendi gerçek külliyetini
kendi ağırlığıyla ortaya koyacaktır.
Dinin içine sonradan sokuşturulmuş
düşünceler, bunlar elenip gideceklerdir. Bu bağnaz gibi, katı gibi görünen,
kendilerinden başka kimseye din
içinde yer vermeyen, vermeyi düşünmeyen insanlar, bunlar da belki kendi
düşüncelerinin altında kalacaklardır.
Din, kendi orijini ile kalacak ve belki
iş o zaman evrenselliği bir kere daha
duyuracak ve herkes vicdanındaki
yere gelecek. (Bu iki soru ve iki cevap,
söz konusu reformist hareketlere değil,
esnekliklerle dolu yeni bir dine ihtiyacın
sinyallerini vermiyor mu? U.B.)
• Gelelim Refah Partisi olayına…
Refah Partisi’nin davranış biçimi
bu tarifinize uyuyor mu?
Şimdi Refah Partisi gerçek bir vakadır. Din yörüngeli olma iddiası da olabilir. Bir şey diyemeyiz. Hani bu umumi
kabul içinde onu da kabul etmeliyiz.
Bu temel disiplinler, temel gereksinmeler açısından önemli yani. Bunu
yapmasak, bunu kabullenmesek biz,
dediğinizi ortaya koyduğumuz bazı
prensiplere başta kendimiz muhalefet
etmiş oluruz. Bunu kabullenmemiz
lazım.
• Ama durup dururken surların
yıkılması, şuranın buranın kapatılması gibi konular gündeme
getiriliyor. Bunlar sizin çizdiğiniz
tabloya ters değil mi?
Fakat acaba ‘Surlar yıkılmalı’ deme
veya daha başka şekilde tahrik edici
bazı şeyler söyleme Refah’ın genel
düşüncesi midir, yoksa bazı şahıslar
kendi düşüncelerini mi ifade ediyorlar? Ama bu gibi kişilere şunu
söyleyebiliriz: Bizden de, Refah’taki
arkadaşlardan da çok daha dindar
olan Fatih, İstanbul’u fethettiği zaman
surları yıkmadı. Belki Topkapı’dan içeri
girerken güllerin açtığı o delikler bile,
kalbinde açılan bir delik gibi kendini
rahatsız etmiştir. O surları daha sonraki
dönemde esas biz yıkmışızdır yani.
Surlar beş asırdan beri ayakta duruyor,
duruyor yani. Bizim milletimizde tarihi
yıkmaya, başkalarının eserini yıkma
âdeti yoktur. Truva hâlâ duruyor. Helenizme dair, buradan Salihli’ye doğru
giderken o Sart Harabeleri filan halen
duruyorlar yani. Bunların dinle alakası
olduğunu iddia etmek çok yanlış olur.
Hadis ölçüleri içinde arz ediyorum.
Yani bir milleti fethettiğiniz zaman,
Roma’ya girdiniz diyelim, başka işiniz
yok, gidin, Vatikan’ı yıkın yani. Olmaz
öyle şey! Onlardan alacağımız ibretler
vardır. Yeniden yapılanmak için çok
hadisler vardır.
• Öyleyse bunları neden söylüyorlar?
Refah’taki arkadaşlarımızın umumi kanaati buysa, evvela bu kanaati
Uluğ Bayındır
düzeltmeleri lazım. Umumun
kanaati bu değilse şayet, o
partinin beyni sayılabilecek
arkadaşlar baştan böyle uluorta
şeylerin konuşulmasına izin
vermemeleri lazımdır. Parti
disiplini içinde dili kafasından
daha büyük, daha uzun olan bu
insanların ağızlarına fermuar
vurulmalıdır. Din adına da,
millet adına da yanlış söylüyorlar.” (Refah Partisi konusuna dair
Gülen’in hezeyanları bütün çıplaklığıyla ortaya çıkıyor. Özkök,
RP üzerinden hedefine oturttuğu
İslam’ı Gülen ekseninde köşeye
sıkıştırdığını hissediyordu o gün
sanırım. U.B.)
***
Dördüncü gün
(Dördüncü gün yayınlanan
bölümde geçen “füruat” kelimesine dair Fethullah Gülen’in
resmî internet sitelerinden
birinde yapılan açıklama şöyle:
“Ertuğrul Özkök’ün bu röportajında geçen ‘teferruat’ kelimesi,
röportaj transkripsiyonuna
sadık kalınarak siteye aynen
alınmıştır. Fethullah Gülen
Hocaefendi’nin muhtelif sohbet
ve yazılarında da geçtiği üzere,
kelimenin aslı ‘füruat’ olarak
yazılmalıydı. ‘Füruat’ ibaresi,
bilindiği gibi ‘dinin usulüne
ait olmayan fer’î meseleleri
anlatmak için kullanılan bir
ıstılah’tır.”)
• “Türkiye’de bir süredir
belirgin bir Alevi-Sünni
gerginliği gözleniyor. Bunun kaynağı nedir?
Sık sık yanıma gelen arkadaşlar bilirler, bu konunun potansiyel çatışma meselesi haline
getirileceğinden endişem var.
Hatta PKK’dan daha tehlikeli
olabilir endişesinde olmuşumdur. Sivas’ta bu meseleyi
kim kullandı, bilemeyeceğim;
Türkiye çok hassas dengeler
üzerinde duruyor. Geçen de
bir TV kapısında olanlar neydi,
bilemeyeceğim. Geçen de bir
yerde biri bana istihbar ettiği
bir şeyi intikal ettirmişti, bunu
salahiyetli birine verdim. Müsaade buyursanız bunları tahsis
etmeyeceğim. (Gülen’de istihbarat sağlamdır(!)… U.B.)
• Ya Diyanet İşleri’nde Alevilerin de temsili meselesi?
Malumları olduğu gibi
Diyanet İşleri, Atatürk döneminde kuruldu. İsmet Paşa
döneminde de hiç ilişilmeden
getirildi. Genel Müdürlük
ölçüsü içerisinde devletin bir
müessesesidir bu. Bu birinci
yanı… İkinci yanı; Mümtaz
Soysal Bey’in dediklerine katı-
lıyorum, Diyanet’te temsil esası
yanlıştır. Alevilik bir mezhepse,
yani Maliki, Şafi, Hanbeli gibi
bir mezhepse, Türkiye’de Şafilerin, Hanbelilerin Malikilerin
bir temsilcisi yok. Aleviler eğer
‘Tarikatız’ derlerse, Kadiriler ve
Nakşiler de derler ki, ‘O zaman
biz de temsil edilmek istiyoruz;
hatta resmi kıyafetiyle bizden
biri gelsin oraya otursun’ derler.
Bence bu da çok tehlikeli bir
şey! Diyanet’in birleştiriciliğine,
uzlaştırıcılığına güvenmek lazım, hepimizin müessesesidir.
(Devlette türedi paralel yapılanmaların istikbalde nasıl ayaklandırılacağının hamlelerine dair
net cevaplar bunlar! U.B.)
• Diyanet’e girme nasıl olmalı?
Diyanet’e girmek için devletin resmi okullarında okumak
gerekiyor. Mesela imam-hatibi
temmuz 2015
25
MEDYA AJANDA
Medya Ajanda
26
temmuz 2015
Fettullah Gülen
Uluğ Bayındır
okuyorsun; imam oluyorsun,
ilahiyat okuyorsan imam, vaiz,
müezzin oluyor veya Diyanet’te
değişik görevlere geliyorsun. Diyanet, herkesin girmesine müsaittir. Ama bir yol koymuşlardır
oraya. Siz şu fakülteden mezun
olacaksınız, sonra gireceksiniz.
Ben bu fakültede okumak istemiyorum, ama bu fakülteler
Cumhuriyet’in, günümüzde
demokrasinin müesseseleridir.
Dünyanın her yerinde de böyledir. (Cevap çok net! Diyanet
dinin değil, devletindir. Öyleyse
devleti elinde tutan, dini elinde
tutar. U.B.)
• Kadın eli sıkma yasağı,
örtünme gibi şeyler gerçekten İslam’ın özünde olan
şeyler midir?
Örtü konusunda bir şey demeye hakkımız yok. Kur’an’ın
içinde açık, sarih naslar var
yani. Bu mevzu bizim yorumlamamızın dışında kalıyor. Çünkü
bu Allah’ın emridir. El sıkma
mevzuu, kadınlarla oturup
kalkma mevzuu hususlarında
bir kısım prensipler objektif
olarak ele alınmıştır. Sizler bizler
gibi insanlar, hani el sıkıştığınız
zaman veyahut da işte kadın
açık olduğu zaman içinizden
bir şey gelmeyebilir, hiçbir şey
duymayabilirsiniz. Bir medenî
insan bunu duymayabilir. Fakat
çok değişik insanlar da olabileceği mülahazasıyla Kur’an’ın bu
mevzudaki prensipleri âlim-i
şümuldür. Herkes nazar-ı itibara
alınmıştır. (Hep demagoji, dolayısıyla bu cevapta Özkök, başörtüsüne dair bir şey alamadığının
farkında, bu yüzden yeni soruyu
daha açık soruyor. U.B.)
• Yani kadınların başını
örtmesi şart mıdır?
Kadının başını örtmesi
meselesi, bir iman meselesi
ölçüsünde önemli değildir.
Allah’a karşı kulluk, umumi
manada kulluk meselesi ölçüsünde önem arz etmez bunlar.
Teferruata ait meselelerdir.
Nitekim Allah’a iman meselesi
ta Mekke’de Efendimize tebliğ
edilmiş, namaz meselesi orada
bize farz kılınmış, daha sonra
zekât farz kılınmış. Ama tesettür
meselesine gelince biraz farklı…
Zannediyorum Peygamberliğin
16, 17’inci senesinde Müslüman
kadınların başları açıktır.
• Ama geçmişte türban meselesi yüzünden toplum neredeyse birbirine girecekti.
Siz bu tartışmayı nasıl
değerlendiriyorsunuz?
Temel meseleler varken teferruatın kavgasını vermek, zannediyorum üslup bakımından
yanlış. Onları öne çıkartmak,
bir yönüyle diğer meselelerin
önemsizliğini ifade etmek
gibi bir şey olur. ‘İnsanlar yine
işin başına geçsinler, başlarını
açsınlar, belli bir dönem sonra
kapatsınlar’ demek de değildir
bu yani, ondan da farkı bir meseledir. Dindeki başörtüsünün
nereye konacağı meselesi çok
iyi kararlaştırılmalı evvela. Bir
diğer yanı da, birileri de bundan
çok rahatsız olmamalı bence,
bu mozaik içinde toplumun bir
kesimi olarak kabul edilmeli.
(…)” (Üst üste gelen bu cevaplarla
yalnız başörtüsüne “furuat”
dediğini çıkarmak yanlış olur.
Zira Gülen için iman meselesi,
hizmet etmekle doğru orantılıdır
ve bunun için de “La İlahe İllallah”
demek yeterlidir, dahasına gerek
yoktur. Yani Gülen için hizmet
ediyorsanız, neye iman ettiğiniz
de furuattandır. U.B.)
***
Beşinci gün
• “Benim çok merak ettiğim
konular var. Şimdi Batı’da
‘Hıristiyan demokrat’ diye
partiler var. Bunlar siyasî
yelpazenin meşru partileri
ve o toplumlarda Hıristiyan
demokrat partilerin siyasî
varlıklarının bulunması
bizim gibi çatışmalara yol
açmıyor. Bizde, adında dinî
bir sıfat olan partilerle ilgili
bir tartışmanın, bu çatışmanın sebebi nedir? Acaba
bu partilerin konumunda
bir yanlışlık mı var? Yoksa Müslümanlık dininin
siyasî örgütlenme biçimi
Batıdakilerden farklı mı?
Bir ölçüde, belki ikisi de söz
konusu, ama zannediyorum
önceki husus daha ağırlıklı. Herhalde biz, Müslümanlar olarak
Müslümanlığı her yanıyla bilemiyoruz. Biraz Müslümanlığı
kavga hevesiyle yapıyoruz. Diyaloga kapalıyız. Henüz bu yeni
dönem itibariyle rüştümüzü
bazı kesimler itibariyle ispat et-
miş, ortaya koymuş bir toplum
sayılmayız gibi geliyor bana.
Yoksa hır gür çıkaracak bir şey
yok. Biraz evvel de söz konusu
edildi, Müslümanlığın temeli,
Muhammed’e, insanlara karşı
sevgiye, alakaya, mürüvvete
kilitliyse, değişik dönemlerde
bu halk böyle olmuşsa, zannediyorum biz yanlış anlıyoruz bir
yönüyle. Diğer taraftan da sizin
sorunuz içinde yok da başkaları, bizim bazı dostlarımız, bu
arada Batılı dostlarımız Müslümanlığı bizim içimizde de böyle
gösteriyorlar, öcü gibi gösteriyorlar. Yani Müslümanlığı ister
kendini koruma, ister müdafaa
harpleri, ister dünya dengesinde yapılan bazı şeylerle, onun
yerine böyle işgalci, müstemlekeci, böyle vuran kıran, kesen…
Devlet yapısını da ona göre… Bu
arada onlardaki bu düşünceyi
destekleyen çevremizdeki bazı
hadiseler de olmadı değil. Bir
taraftan Vehhabî hareketi, Müslümanlık adına tarihî bir tecrit
hareketi gibi algılandı. Diğer
taraftan İran’daki son hareket,
Müslümanlık adına yapılmış en
büyük inkılap gibi gösterildi. Ve
buralarda yapılan şeyler Müslümanlığa mâl edildi. Oysa o şahısların kendi içtihatları, kendi
anlayışları, Müslümanlık adına
kendi yorumlarıydı. Bazıları biliyordu, bunlar Müslümanlık adına fena imajlar getirdi. Yani İran
ve Vehhabî fundemantalizmi,
Müslümanlık adına fena imajlar
getirdi. Bunlar Türkiye’deki
bilgisiz, görgüsüz, Müslümanlığı kendi özüyle bilmeyen bir
kısım kimselerde hayranlık da
uyandırdı. İran’daki hareketin
uzantıları oldu Türkiye’de. Sanki
ona ihtiyacımız varmış gibi,
bu ülkede bütün bunlar ister
Batı’da, ister bizim içimizdeki bir
kısım aydınlarda ‘Gerçek Müslümanlık bu!’ diye bir ürküntü
getirdi. Bu açıdan RP’deki her
gelişme -onların içinde de böyle
düşünen olabilir, bilemiyorum-,
sanki böyle bizi İran veya Suudi
Arabistan’daki oluşumlara doğru çekiyor gibi bir his uyandırdı.
Histen de öte, vehim uyandı…
(Bütün cevabı boyunca Sünni
âlemin liderliğine soyunduğunu
ve bu noktada hedefine oturttuğu
bütün oluşumlarla sonuna kadar
uğraşacağını net şekilde açıklayan Gülen, bugün Paralel İhanet
Çetesi’nin Cumhurbaşkanı Erdoğan ve yanında yer alanlara –açıkça çelişkili görünse de- nasıl hem
IŞİD finansörü, hem de İran ajanı
şeklinde bakacağını ve kamuoyuna da bu biçimde lanse edileceğini 1995’te izah ediyor. U.B.)
• Güzel bir konuşma oldu
benim açımdan. Sizin söylemek istediğiniz, duyulmasını istediğiniz bir şey
var mı?
Estağfurullah, o sizin takdiriniz. Siz duygularınızı, düşüncelerinizi daha geniş bir daireye
yayabiliyor, neşredebiliyorsunuz. Aynı hisleri paylaşıyoruz.
Yazılarınızdan eskilerin ifadesiyle yazıların ‘ruhunu sıkınca’
buna ‘tekaddür ediyor’ derlerdi,
damlıyor yani, damla damla
dökülmüyor. Toplumun değişik
kesimleri arasında mutabakatın
sağlanması için gerekli olan
şeyler yapılmalı, olmayacak şeylerde tansiyon yükselince -askeriyede yükselebilir, devletin
üst kademelerinde yükselebiliraşağı çekilmesi… Türk milletinin
bir zamana ihtiyacı vardır. Onun
için bu zamanı Türk milletine
kazandırmak, bağışlamak çok
önemlidir. Yani milletin varlık ve
bekasıyla size de, belki bize de
önemli vazife düşüyor. Camideki hoca efendiden, bir gazetenin
başındaki sizin gibi ufku engin
kişiden televizyonların, belirli
yapımların başını tutan arkadaşlarımıza kadar, toplumun
değişik kesimleriyle olduğu gibi
kendi konumlarıyla kabul etme
mevzuunda işte böyle telkinlerimiz olmalı. Şartlandırırsak,
herkes herkesi öyle bir kabul
etse, bu toplum böyle kendi
içinde kaynaya kaynaya kıvamına geliyorsa, öyle olacağına
inanıyorum ben, atılmış adımlar
da vardır. Fakat birileri istemiyor
bunu. Zannediyorum vuruşturmak istiyorlar. Bu da bizim
aleyhimize olacak; işin doğrusu
benim aklıma başka bir şey
gelmiyor daha... (Son mesajın her
cümlesi ayrı ayrı önem arz ediyor.
Açıkçası bugünkü planları aydınlattığını düşünüyorum. U.B.)
(Ve Özkök’ün nezaket dolu
dileği ve hitabıyla bitiyor söyleşi:)
• Çok teşekkür ederim
Hocam, sağlık diliyorum
size...”
temmuz 2015
27
haberajanda
Kapak
Batı, stratejisi için iki
ülke seçmiştir: Suriye ve
Afganistan... Hizaya getirmek için ise üç ülkeyi hedef seçmiştir: Mısır,
Türkiye ve İran... Afganistan iç savaşı ile Orta
Asya bandı, Suriye iç savaşı ile de Ortadoğu bandı kontrol altına alınmıştır. Bu küresel oyunu bozacak ülke ve aktör olmadı mı? Kuşkusuz bu
konuda en güçlü aday
Türkiye idi ve özelde
Türkiye’yi tekrar dünya
liderliği klasmanına yükseltecek basirete ve yol
haritasına sahip kişi olarak en güçlü aday Recep
Tayyip Erdoğan idi.
***
17 Aralık’tan bu yana
Gülenci örgütün ısrarla AK Parti’yi ve özellikle
Erdoğan’ı “İslamcı” diye
etiketlemesi ve hatta İslamcılık etiketi üzerinden “İrancı” veya şimdilerde İŞID’ci, DEAŞ’çı gösterme çabası ile Batı’yla
birlikte hareket eden
tüm örgütlerin Erdoğanİslamcılık özdeşliği üzerinden "Müslümanlar
devlet yönetmeye talip olmamalılar; devletine sahip çıkmaya kalkan Müslümanlar sadece
rantçı, yolsuzluk yapan,
kirlenen olurlar!" telkini aslında Batı'nın hesaplarını bozan ve kontrol altında tutulamayan
Erdoğan'ın tasfiyesini
sağlamaya dönük çabalardır.
***
Dolayısıyla Erdoğan'ın
tek hedef seçilmesini
Müslüman aklı ve devlet
aklı ile okuyamayanlar,
Batı'nın hedefine hizmet
eden safta yer aldıkları-
28
temmuz 2015
“İslamcılık” üzerinden
Servet Hocaoğulları
[email protected]
-Erdoğan’ı Yalnızlaştırma Stratejileri-
Müslümanları vurmak!
nı göremezler. Erdoğan'ı
eleştirmek ve hatta siyaseten desteklememek
ile "İslamcılık üzerinden
Müslüman aklı ile devlet aklı arasındaki bağı koparmak" hedefinde olan
Batı'ya hizmet karıştırılmaktadır.
***
Neredeyse iki yüzyıldır Müslüman coğrafyada yaşanan “kan dökücü İslam” imajının perde arkası, Müslüman
aklı-devlet aklı arasındaki çarpık ilişki sebebiyledir. Erdoğan'ın, Batı'nın
bu “B Planı”nı da bozan
ve "Müslüman aklı farklı devletler kurdurabilir,
ancak bu farklılık devletlerin birlikte hareket etmesine engel değildir; tek
millet tek ümmet olunabilir!" ısrarı, Batı'nın ikinci
milenyumdaki bütün senaryolarını boşa çıkaran
bir metod olmuştur. Çünkü Erdoğan, tüm İslam
âlemi için tek bir devlet
değil, tek bir çatı hareketi
olan “ümmet” ufkunu dillendirmiştir.
***
Batı’ya göre Erdoğan ile
soğuk savaş yöntemleriyle baş edilemeyecektir.
Geriye tek seçenek kalmaktadır: Türkiye’yi sıcak
çatışmanın içine itmek...
Yani ya Güneydoğu’da silahlı isyan örgütleyerek iç
çatışmaya veya Suriye’ye
saldırtarak savaş ortamına sürüklemektir. Batı’nın bu hedefi için
önce sınır dışında DEAŞ
ve PKK arasında bir çatışma koridoru oluşturmak
daha sonra da Türkiye’yi
müdahil sıfatıyla sıcak
savaş rüzgârına rüzgâr
gülü yaptırmaktır.
temmuz 2015
29
İ
haberajanda
Kapak
SLÂM, “esenlik ve barış” anlamına gelmesine rağmen neden “şiddet
ve tek tip” ile anılacak şekilde bir algı yönetimiyle tanıtılır? Bunun çok
basit bir nedeni vardır: Batı’nın Doğu’yu sömürmesini gerekçelendirmek ve Batı’nın Doğu’daki zulmünü “şiddeti yerinde yok etmek!” gibi
askerî(!) bir hedef olarak anlamlandırmak...
>> Peki, Batı, aslı “sömürmek” olan bir
hedefi “barış için gelmek” şeklinde nasıl örgütleyebiliyor? Bunun da çok basit bir yolu
var: Müslüman aklını, Devlet aklına düşman etmek!
Batı, bu stratejisini gerçekleştirmek için
hangi araçları ve aklı yönetme metotlarını kullanıyor acaba!? Bunun da basit seçenekleri var:
1. Devlet aklı ile Müslüman
aklını ayrıştırmak
Müslümanların “devlet talebi” olmadığı;
devletin her zaman “güç” kaynağı olma sebebiyle “zulme” yakın, dinin ise “güç” yerine
“hakikat” olması nedeniyle “iyi” olana yakın
durduğu; dinin güç ile buluşturulmasının
veya güce bulaştırılmasının tehlikeli olduğu
iddiası ile bir anlamda “devlet” ve “din” arasındaki etkileşimini “doğrudan koparmak”
hedeflenmiştir. Nitekim “İslamcılar iktidara
gelince bozuldular!” veya “Eskilerin mücahitleri şimdinin müteahhitleri oldu!” gibi propagandaların en temel hedefi, gücü Müslümanlara kaptırmamaktır. Hatta güçten uzak
duranları “kendini dine adamış!” veya “amacı sadece iyilik yapmak!” diye taltif edilmiş
söylemlerin gerçek amacı “Güçlü Müslüman” varlığının olası etkisini zayıflatmaktır.
Bu stratejide iki önemli “imaj”, eş zamanlı
kullanılmıştır: Tasavvuf ve Cihad Hareketleri... Tasavvuf, güce mesafe koyan iyiliği; cihad hareketleri ise, güce talip olunca sapan,
azgınlaşmış aşırı dinciliği temsil ediyor gibi
sunulmuştur. Bu bağlamda “İslamcılık” derken “Devlete talip Müslümanlar” ve dolayısıyla “Siyasal İslam anlayışı” şeklinde formüle edilmiş bir “Dışlamak için etiketle!” taktiği
uygulanmıştır. Bu da bir gerçeğe işaret ediyor: Batı için tarikatlar ve cihad hareketleri,
kullanmak amaçlı iki önemli çalışma alanlarıdır. Nitekim son yüzyılda Batı’ya hizmet
eden, Batı tarafından örgütlenmiş tarikatlar
ve cihad hareketleri hep var olmuştur.
2. Her Müslüman ırkın ve
dilin kendi devletini kurma
hakkı vardır
Batı’nın bu tezgâhına gelmeyen ve Müslüman aklı ile devlet aklı arasındaki ilişkiyi
çözmüş hareketlere ikinci aşamadaki taktik
uygulanmış ve bu sefer de “Dil ve ırk farkı olan Müslümanlar kendi ırk ve dilleri üzere ayrı, bağımsız devlet kurma hakkı vardır!”
denerek adeta Müslümanlar bulundukları devletlere karşı “muhalif / isyan hareketi” olarak kullanılmak istenmiştir. Başarılı
olan hareketler de “devrim/darbe” adı altında tasfiye edilmişlerdir. Bu bağlamda “devlet
aklı” sahibi olmakla herkesin kendi devleti-
ni kurması karıştırılmıştır. Oysa her Müslümanda devlet aklı vardır ancak esas olan
“millet” olmak olduğu için, farklı coğrafyalardaki Müslüman devletler arasındaki dayanışma ve birlikte hareket etmek esastır.
Ancak millet ve bunun örgütlü dokusu olan
ümmet duyarlılığı “ulusalcı” zihniyetle parçalanmıştır. Özellikle Müslüman aklını çelen mezhep, meşrep, cemaat farkları çatışma
noktasına taşınabilecek şekilde kışkırtılabilmiştir. Peki bu kışkırtma nasıl sağlanıyor?
3. Müslüman aklında
temsil krizi
Bütün nebilerin vefatından sonra Müslümanlığı "Allah'ı ve Dini(ni) temsil makamı" olarak anlayan kişi, grup, cemaat, örgüt
ve sosyal tabakalar var olmuştur. Bu psikoloji, Müslümanların tarihindeki en temel ve en
sorunlu psikolojilerin başı ve özü hükmündedir. Çünkü bu Müslümanlık anlayışında iki
önemli "motor" sürekli çalışmaktadır: "Ben
temsil ediyorum!" ve "Beklenen benim!"....
Temsil algı ve psikolojisinin Müslümanların tarihinde üç büyük ekolü olmuştur:
Cihad hareketleri, sufi meşrepleri ve mezhep fanatikleri.... Bu ana hareketlerin Müslüman dünyaya ödettiği bedeller, başlı başına ayrı bir araştırma konusudur.
Aslında cihad hareketleri için de bugün
İŞİD'in, sufi meşrep ve mezhepçilik sentezi
içinde Gülen'in ve fanatik mezhepçilik içinde Cübbeli Ahmed'in ve kendini temsil psikolojisine kaptırmış kanal kanal ve Youtube ekranlarında ateşli temsil sıfatlandırmalarıyla çoşan birçok kişi, grup, cemaat ve örgütlerin Müslümanlık anlayışı noktasında
Sayın Erdoğan
ve Türkiye birikimi tüm bu oyunları bozacak güçtedir. Ancak
bu gücün içeride parçalanması noktasında AK Parti içinde de bazı hesaplar yapılmaktadır. Özellikle Sayın Erdoğan’ın nüfuzunu azaltacak hamlelerin sayısı her geçen gün artmaktadır.
***
Erdoğan'ın,
Batı karşısındaki diklenmeden dik durmasından ve oyun bozan duruşundan tırsan ve Batı'ya "AK Parti içinde Müslüman aklı ile devlet aklı arasında ayırım yapan ılımlı bazı isimler var! Beni fark edin!" diyenler çıkabilir; buna hazır olalım… Bu noktada bir çift sözümüz
var: “Sizin hainliğinizi, Erdoğan'a vefasızlık değil, Türkiye'yi eski Türkiye'deki gibi Batı'ya
bağımlı ve uşak yapmakla sonuçlanacak bir hainlik olarak tarih kaydedecek.”
30
temmuz 2015
Servet Hocaoğulları
Erdoğan bu tezgâhın ve kırdırmanın farkına AK Parti döneminde varmış ve asıl hedefin devletleri rahat yönetmek isteyen Batı’nın bu uydurma tasnifler üzerinden sömürgeciliğini sürdürmek olduğunu çok net görmüştür. Nitekim “AK Parti İslamcı bir parti değildir!” diyerek ve en önemlisi Müslüman aklı ile devlet aklının bütünleşebileceğini göstererek
Batı’nın hesabını bozmuştur.
bu çağda girdiği, düştüğü psikolojiler geçmişten gelen ve devam eden temsil damarında akan anlayıştan ibarettir. Dolayısıyla
Batı her zaman cihad, tarikat ve mezhepler
konusunda Müslümanların arasında temsil
rekabeti ve bu rekabeti tekfir noktasına taşıyan husumetleri kolaylıkla örgütleyebilmiştir. Batı’nın örgütlediği en büyük fay hattı
hangisidir?
El-Kaide ve DEAŞ, Batı
projesi midir?
Batı için esas olan Müslüman, dünya-
da “farklılıkları çatışma potansiyeline çevirmek” ve “kendi içinde şiddet sarmalı oluşturmak” şeklinde yapılar oluşturmaktır. Peki
Müslümanlar farklılıkları çatışma potansiyeline çevirmeye veya şiddet sarmalının parçası olmaya müsaitler mi? Müsaitlerse eğer
Batı bunu hangi araçlar ve konular üzerinden örgütlüyor? Bu sorulara en iyi cevap,
El-Kaide örgütlenmesi ve özelde Sünni-Şii
hattını tetikleyen dış politikalardır.
Bu bağlamda Müslüman grupları silahlandırmak, silahlı grupları mobil hareket edecek şekilde örgütlemek ve sık sık fark-
lı hedefler için kullanmak, Batı’nın en tecrübeli olduğu konuların başında gelmektedir. Özellikle Amerika’daki 11 Eylül saldırısı -ikiz kulelere uçaklarla intihar dalış- sonrası “Terörün yatağı Otadoğu’yu kendi ininde vurmak” şeklinde özetlenebilecek strateji tutmuş ve Müslüman dünyadaki iç savaşlar ve bitmek bilmeyen nefret fay hatları sürekli kırılmalar yaşamıştır.
Batı, stratejisi için iki ülke seçmiştir: Suriye ve Afganistan... Hizaya getirmek için
ise üç ülkeyi hedef seçmiştir: Mısır, Türkiye ve İran... Afganistan iç savaşı ile Orta
temmuz 2015
31
haberajanda
Kapak
larını da “Kültürel İslam”, “Sivil İslam” ve
“Ilımlı İslam” etiketiyle olumlamıştır. Böylelikle Müslüman aklı ile devlet aklı arasında negatif etkileşim olduğunu benimseterek, devletin yönetiminde Müslümanlık aklının etkin olmasının önüne geçmeye çalışmıştır.
Bu bağlamda Türkiye'de “Gülen’ci” grubu “kültürel, sivil, ılımlı Müslümanlık” olarak örgütleyen Batı, Erdoğan'ın köklerini
de oluşturan Millî Görüş’ü “İslamcılık, Siyasal İslam” olarak etiketlemiştir. Gülen'in
otuz yıldır bütün konuşmaları "Ben İslamcı
değilim ve İslamcıların Batı dünyasına verdiği
kötü imajın, aklın panzehiri benim!" demekten ibarettir. Ancak Erdoğan bu tezgâhın
ve kırdırmanın farkına AK Parti döneminde varmış ve asıl hedefin devletleri rahat yönetmek isteyen Batı'nın bu uydurma tasnifler üzerinden sömürgeciliğini sürdürmek
olduğunu çok net görmüştür. Nitekim "AK
Parti İslamcı bir parti değildir!" diyerek ve
en önemlisi Müslüman aklı ile devlet aklının bütünleşebileceğini göstererek Batı'nın
hesabını bozmuştur.
Asya bandı, Suriye -daha önce bu ülke Suriye komşusu Lübnandı- iç savaşı ile de Ortadoğu bandı kontrol altına alınmıştır. Bu
küresel oyunu bozacak ülke ve aktör olmadı mı? Kuşkusuz bu konuda en güçlü aday
Türkiye idi ve özelde Türkiye’yi tekrar dünya liderliği klasmanına yükseltecek basirete
ve yol haritasına sahip kişi olarak en güçlü
aday Recep Tayyip Erdoğan idi.
Recep Tayyip Erdoğan
neden hedefte?
Erdoğan'ın,
Batı'nın son yüzyılda küresel stratejisi iki
temel hedefe yöneliktir demiştik: Müslüman aklı ile devlet aklını ayrıştırmak ve
ayrışmacı-çatışmacı fay hatları yapılandırmak...
Batı, devlete yönelmiş veya devlet aklı
ile olayları analiz eden Müslümanların aklını, fikrini, hareketlerini "aşırı dincilik, siyasal İslam veya İslamcılık" olarak nitelemiş ve devlet talebi olmayan veya devlet
aklını kullanmayan Müslümanlık anlayış-
17 Aralık’tan bu yana Gülenci örgütün ısrarla AK Parti’yi ve özellikle Erdoğan’ı “İslamcı” diye etiketlemesi ve hatta İslamcılık etiketi üzerinden “İrancı” veya şimdilerde İŞID’ci, DEAŞ’çı gösterme çabası ile
Batı’yla birlikte hareket eden tüm örgütlerin Erdoğan-İslamcılık özdeşliği üzerinden
"Müslümanlar devlet yönetmeye talip olmamalılar; devletine sahip çıkmaya kalkan Müslümanlar sadece rantçı, yolsuzluk yapan, kirlenen olurlar!" telkini aslında Batı'nın hesaplarını bozan ve kontrol altında tutulamayan Erdoğan'ın tasfiyesini sağlamaya dönük çabalardır. Dolayısıyla Erdoğan'ın tek
hedef seçilmesini Müslüman aklı ve devlet aklı ile okuyamayanlar, Batı'nın hedefine
hizmet eden safta yer aldıklarını göremezler.
Erdoğan'ı eleştirmek ve hatta siyaseten desteklememek ile "İslamcılık üzerinden Müslüman aklı ile devlet aklı arasındaki bağı koparmak" hedefinde olan Batı'ya hizmet karıştırılmaktadır.
bu ülkeye kazandırdıklarına "canlı bomba" gibi dalmak isteyen tüm hainlere dikkat edelim. Lütfen Batı'nın hesaplarına hizmet eden yorum ve tutumlardan uzak durmak
noktasında tedbirli kalalım. Ve Erdoğan-İslamcılık-DEAŞ özdeşliği üzerinden ülkemizde tezgâhlanan
bu büyük oyunu, ne olur, artık görelim.
32
temmuz 2015
Servet Hocaoğulları
Batı tüm taktiklerine rağmen eğer bazı
Müslüman oluşumlar Müslüman aklı ile
devlet aklı arasında bir uyum ve bütünlük
sağlamayı başarırlarsa, -ki Erdoğan bunun
klas bir örneğidir - o zaman ikinci aşamaya geçerek bu sefer de “Müslümanlar, ırk ve
dil farkına dayalı ayrı bağımsız devletler kurmalıdırlar...” telkinine paralel olarak mezhep ve etnik farklar sebebiyle ayrışan ve çatışan fay hatları oluşturmaktadırlar. Neredeyse iki yüzyıldır Müslüman coğrafyada
yaşanan “kan dökücü İslam” imajının perde arkası, Müslüman aklı-devlet aklı arasındaki çarpık ilişki sebebiyledir. Erdoğan'ın,
Batı'nın bu “B Planı”nı da bozan ve "Müslüman aklı farklı devletler kurdurabilir, ancak
bu farklılık devletlerin birlikte hareket etmesine engel değildir; tek millet tek ümmet olunabilir!" ısrarı, Batı'nın ikinci milenyumdaki bütün senaryolarını boşa çıkaran bir metod olmuştur. Çünkü Erdoğan tüm İslam âlemi
için tek bir devlet değil tek bir çatı hareketi
olan “ümmet” ufkunu dillendirmiştir. Nitekim mezhep, tarikat, etnik yapı farkına rağmen başta Ortadoğu olmak üzere tüm halkı
Müslüman olan devletlerle ilişkisini iyi tutmuştur.
Dolayısıyla Erdoğan, Batı için oyun (kurucuların hesabını) bozan adamdır. Bu gerçeklik ile Erdoğan'ı sevmek ve savunmak
aynı şey değildir. Bu sebeple Batı klasik yöntemine başvurmuştur: Erdoğan'ı tehlikeli, Gülen'i ise “doğru ve örnek adam” olarak
devreye sokmuştur.17 Aralıktan bu yana başta Zaman gazetesinin tüm manşetleri ve
köşe yazarları olmak üzere tüm “Gülenci Örgüt” ısrarla iki şeyin altını çizmektedir: İslamcılık ve Erdoğan'ın tek adamlığı... Çözüm olarak da İslamcılık adı altında bir Müslümanlık anlayışını tehlikeli göstermek ve sorunun sadece Erdoğan olduğu
AK Parti olmadığını telkin etmek...
Peki, Gülencilerin bu Batı taşeronluğuna "paralel" kimler hareket etti? Kırk yıldır Millî Görüş ve Erdoğan'ın İslamcı olduğunu ileri süren ve İslamcılık adı altında
gerçekte İslam düşmanlığı yapan Marksist,
ateist, militarist sol(cu geçinen) derin devletin taşeronluğunu yürüten örgütler... Bugün
özünde İslam düşmanlığı yapmayan Gülencilerle özünde din düşmanı olan sol(cu
görünen) örgütlerin birlikte hareket etmesinin tek sebebi var: Erdoğan'ı tasfiye etmek...
Kuşkusuz din(ci) geçinen Gülencilerin din
düşmanları ile ittifakının analizi ayrıca yapılabilir. Peki, Erdoğan tüm provakasyonla-
rı atlatmasına rağmen beklenilen en büyük
tehlike nedir? Yani son darbe ne olabilir?
Son darbe: DEAŞ
Provakasyonu
Batı’nın Erdoğan gerçeğine karşı kullanabileceği son kozu, “Erdoğan gizli İslamcıdır ve İslamcı terör örgütleriyle gizli bağlantısı vardır?” iddia yılanını akıl torbasına
sokmak... Bunun için en uygun ortam Suriye iç savaşıdır. Esed’i devirmeye çalışan muhalif hareketlerin arkasında Türkiye’nin olduğunu göstermek ve özelde bu muhalif
hareketlerin içindeki İslamcı terör örgütlerin Türkiye tarafından desteklendiğini iddia
ederek Erdoğan odaklı operasyonları hazırlamaktır. 17 Aralık operasyonu bu stratejinin odaklanma seansıdır.
Ancak sayın Erdoğan bu badireyi de atlatabilmiştir. Dolayısıyla Batı’ya göre Erdoğan ile soğuk savaş yöntemleriyle baş edilemeyecektir. Geriye tek seçenek kalmaktadır:
Türkiye’yi sıcak çatışmanın içine itmek...
Yani ya Güneydoğu’da silahlı isyan örgütleyerek iç çatışmaya veya Suriye’ye saldırtarak savaş ortamına sürüklemektir. Batı’nın
bu hedefi için önce sınır dışında DEAŞ ve
PKK arasında bir çatışma koridoru oluşturmak daha sonra da Türkiye’yi müdahil sıfatıyla sıcak savaş rüzgârına rüzgâr gülü yaptırmaktır. Peki bu nasıl sağlanacak?
Reyhanlı-Suruç hattı,
“Ateş Hattı” olarak seçildi
Aslında DEAŞ ve PKK arasında Türkiye sınırına paralel bir koridor oluşturma savaşı var. Ancak DEAŞ ile baş edemeyeceğini düşünen PKK çifte kavrulmuş bir taktik,
propaganda kullanmaktadır: Türkiye Kürt
sorununun çözümünde samimi ise DEAŞ’ı
düşman ilan etsin ve kürtlerin yanında savaşsın! İkincisi de Barzani’ye mesajdır: Türkiye ile sorunumu çözerim ama bu sefer sen
beni DEAŞ’a kurban ettiğin için senin için
sorun olurum!....
PKK’nın bu hesabını gören Esed rejimi
de önce Reyhanlı, ardından Suruç da olmak
üzere birçok saldırının lojistik desteğinde
aktif rol almıştır.
Peki, yukarıdaki "cevap anahtarı" ile Suruç'taki canlı bomba saldırısı arasındaki ilişki nedir?
Çok basit... MİT tırlarına yapılan operasyonda hedeflenen “Ak Parti daha doğru-
su Erdoğan ve özel ekibi İslamcıdır, İŞİD/
DEAŞ yanlısıdır, onlara silah desteği vermektedir; dolayısıyla bir an önce tasfiye edilmeli veya pasifize edilmelidir” algısını gerçekleştirmektir. Sanırım ve korkarım ki bu
imajı vermek için özellikle Gülenciler, CHP
ve HDP tam uyumlu tempo tutacaklardır.
Ancak MHP bu tezgâhın aslında Erdoğan
üzerinden Türkiye Cumhuriyeti’ne dönük
bir hizaya getirme operasyonu olduğunun
farkında "gel-git, kararsız" bir siyasi eşiğe
düşecektir. Bu nedenle erken seçim hedefli koalisyona evet demesi veya erken seçim
deme olasılığ çok yüksektir. Çünkü HDP
aynı oyu alırsa, MHP Batı'ya ve uzantılarına karşı radikalleşme kararı alabilir.
Sonuç olarak, çok dikkatli bakın Gülenci medyaya, CHP’ye, HDP'ye... Erdoğan
odaklı ve İslamcılık adı altında karapropaganda yapmaktan başka bir şey yapmamışlardır. Amaç, olası bir erken seçimde AK
Parti’nin sonunun başlangıcını tetiklemektir.
Ak parti ve Türkiye bu
oyunu bozacak mı?
Sayın Erdoğan ve Türkiye birikimi tüm
bu oyunları bozacak güçtedir. Ancak bu gücün içeride parçalanması noktasında AK
Parti içinde de bazı hesaplar yapılmaktadır.
Özellikle Sayın Erdoğan’ın nüfuzunu azaltacak hamlelerin sayısı her geçen gün artmaktadır. Kuşkusuz bu yazının konusu bu
detay parkurda değildir. O nedenle bu hususa odaklanmayacağız.
Ancak, yukarıdaki yüksek siyaset satrancında direnen Erdoğan'ın Batı karşısındaki
diklenmeden dik durmasından ve oyun bozan duruşundan tırsan ve Batı'ya "AK Parti
içinde Müslüman aklı ile devlet aklı arasında ayırım yapan ılımlı bazı isimler var! Beni
fark edin!" diyenler çıkabilir; buna hazır olalım… Bu noktada bir çift sözümüz var: “Sizin hainliğinizi, Erdoğan'a vefasızlık değil,
Türkiye'yi eski Türkiye'deki gibi Batı'ya bağımlı ve uşak yapmakla sonuçlanacak bir hainlik olarak tarih kaydedecek.”
Hülasa, Erdoğan'ın bu ülkeye kazandırdıklarına "canlı bomba" gibi dalmak isteyen
tüm hainlere dikkat edelim. Lütfen Batı'nın
hesaplarına hizmet eden yorum ve tutumlardan uzak durmak noktasında tedbirli kalalım. Ve Erdoğan-İslamcılık-DEAŞ özdeşliği üzerinden ülkemizde tezgâhlanan
bu büyük oyunu ne olur artık görelim.
temmuz 2015
33
haberajanda
DOSYA
Hıristiyan teolojisine göre Hz.
İsa’ya vahiy gelmez, çünkü o
“Tanrı”dır. Bundan ötürü “İsa
Tanrı”nın havarilere söylediği
her söz ve davranışı vahiy olarak nitelemek, “üçlemeci inancın” iman şartlarından olmazsa
olmazı, hatta birincisidir. Bu
itibarla her havarinin de birer
peygamber sayılması gerekir ki,
bu da teslis amentüsünün ikincisidir. Yani İsevilikte bir eksiğiyle
12 Havari, inancın peygamberleri olarak vahye muhatap olmuş
faniler olarak biliniyor. Sayıları
hâlâ çoğaltılmaya devam eden
azizler de 11 peygamberin arkadaşı, yani ashap…
***
Eğer Vatikan bunda da ümitvar
değilse, diyalog için sözünü ettiğimiz “elmalar” durağının sakinlerinin kendisine ne ilahiyaten,
ne de siyaseten zorluk çıkaracağını zannetmiyoruz. Bu itibarla
rotayı uzak Asya’ya çevirmesi,
kendisini hayal kırıklığına uğratmayan bir neticeye taşır.
Eğer kendini iyi anlatır ve maddî
bedelini öderse başarılı bile olur.
Aslında bunu örneklemiş durumdalar kendileri; çok değil, elli
sene önce Uzakdoğu mistizmine
inanan Güney Kore, şimdiden
eski inancını terk ederek yarı yarıya Hıristiyanlığa inanır sayıya
gelmiş ki tarikatları kendilerine
has: “Moon”...
***
Ruhban-ı İseviyye, teslim
olunan yerin neresi olduğunun
dökümünü yapmış. Günümüzde din değiştirenler, baskın
“Kozmik Oda”dan 2023’te çı
Mesih geldi, Ankara’da
M
EVZUMUZ Mesih… Her
ne kadar tartışma alanımıza 80’lerde girdiyse de
“Mesih ve Mesihçilik” yeni
kavramlar değiller elbette.
Bu husus başlı başına bir
kadim kültür; “Milenyumizm/Binyılcılık Kültürü” olarak da biliniyor ve bir
“mukaddes beklenti” özelliği taşıyor. “Mesiyanik
beklenti” şeklinde de etiketlenebilecek olan bu
konu, Hazreti Âdem’den beri varlığını koruyor,
“Beklenen Kurtarıcı” olarak umut aşılıyor toplumlara; zaman zaman artan ve azalan şiddet ve dozda ama asla kaybolmadan…
34
temmuz 2015
>> Kanaatimizce “Mesih”in
sözünü eden ilk insan ve ilk
peygamber de Hz. Âdem olsa
gerek. Âdem Peygamber, belinden inen çekirdek toplumundan çok, kendisinden sonra
nübüvvet sırasını alacak olan
oğlunu haberdar etmek üzere
“O gelecek!” demiş olmalı:
“Bekle onu; eğer senin vakt-i
nübüvvetinde gelmezse, bu
haberi senden sonraki seçilmişe
ilet, o beklesin!”
Halaskâr beklentisi, bu minvaldeki açıklamayla başlamış
olmalı bidayette. Bekleme
sırası Hz. Âdem’den sonra Şit
Peygamber’e, ondan sonra da diğerlerine uzandı. Yine zannımca, başta Âdem Babamız olmak
üzere tüm peygamberlerin bir
sonraki “mevkidaş”ına “peygamberlik sırrı”nı hangi yolla
aktarırken neler söylediğini, ona
neler emanet ettiğini bilemeyiz,
lakin o söylediklerinden biri de
“O gelecek!” haberi olmalı.
Elbette “O”, Mesih idi
ve tüm peygamberler kendi
dönemlerinde onu beklediler.
Anlaşılan o ki, bu sır, bir şekilde
avamiyet düzlemine de yansıdı/
Yusuf Kemal Bozok
[email protected]
bir oranla Hıristiyanlar ve bunlardan neredeyse tamamı
İslamiyet’i tercih ediyorlar, Uzakdoğu dinlerini değil, Museviliği ise hiç değil, hem de onca kara propagandaya rağmen.
***
Bunca iletişim kolaylığına rağmen Batı’da yazılan antiMüslim kaynaklar, hâlâ Din-i Mübin’i 99 tanrılı bir politeist
kmak üzere
inanç olarak reklam ediyor ve Esma-i
Hüsna’da geçen her ilahî hususiyeti,
bir başka ve bağımsız kutsal olarak
lanse ediyorlar. Pes vallahi!
***
Tahminlere göre Barnabas, M.S. 75
yılında hayatını kaybetmiş ve doğum
yeri olan Salamis köyüne defnedilmiş.
Mezarının, bölgede Hıristiyanlığın
meri olduğu 577 yılında bulunduğu
biliniyor. Mezarı bulan ve açanlar cesedin bozulmamış olduğunu görünce
bir aziz kişiyle karşı karşıya kaldıklarını anlıyor ve saygıda kusur etmiyorlar
doğal olarak. Cesedin göğsü üzerinde
buldukları bir el yazmasını, kutsiyetine binaen öpüp başlarına koyuyor ve
Kıbrıs Başpiskoposu Anthemios’a götürüyorlar. Anthemios hemen anlıyor
onun bir İncil olduğunu; hem de özgün
ve aykırı…
dinleniyor!
yansıtıldı. Resuller ve nebilerle
beraber toplumlar da beklemeye başladılar Kurtarıcı Mesih’i.
Bu beklenti sıkıntılı dönemlerde arttı ve kerameti kendinden
menkul kurtarıcılar kervanı
oluştu; doğal olarak onlara inananlar da oldu, inanmayanlar
da... Bu kervan, çağımızda da
devam ediyor.
Mesih versiyonları
Âdem Baba ve ardılları ne
şekilde isimlendirdiler bilmiyorum, ama “Beklenen”e ilk kez
Yahudiler “Mesih” dedi. Zaten
biz ve dünya, kullanılan kavramı Musevilikten devşirdi. Başka toplumlar başka başka adlar
verdiler Beklenen Halaskâr’a.
Mesela Mısırlılar “Hermes”
şeklinde beklediler onu. Oradan mülhem kadim Yunan
Orfeosçuluğunda Mesih’in adı
yine “Hermes”ti, ancak bu kez
“Trimejik” kavramıyla sıfatlandırılmış ve üç kere “modifiye”
edilmişti. Uzakdoğu dinlerinde
Mesih’in adı “Avatar”dı -hani
şu filmi de çekilen mavi adam
var ya, işte temsilen o-. Film
demişken, Matrix’te Mesih,
temmuz 2015
35
haberajanda
DOSYA
Tercüman, daha ilk
sayfada elindeki fotokopilerin ne kadar önemli
olduğunu anlıyor. Zira
müellif, kitabına daha
ilk sayfaya “Ben, Kıbrıslı
Barnabius” diye başlamış ve devamla “Tespihe layık Âlemlerin
Rabbinden bir bütün
olarak Ruhü’l-Kudüs’le
Meşaha’ya vahyolunanı tıpkı İsa’dan duyduğum gibi sadakatle,
48 gök yılları sonunda
dördüncü nüsha olarak
aynen yazıyorum” diye
not düşmüştü.
***
Vatikan, Portekiz’deki
küçük Meryem’in üç
sırrı iddiasından devam
ederek, “Hayır, İsa Mesih zaten Hıristiyanlığın
Peygamberi değil mi? O
halde niye geri dönüp
‘sapkın bir İsevi mezhep’
olarak ortaya çıkan
Muhammediliği doğrulasın ki? Aksine, onu
yalanlamaya ve son
peygamberin kendisi
olduğunu, buna bağlı
olarak da Hıristiyanlığın
son din, Bibel’in de son
kitap olduğunu bir kez
daha doğrulamak üzere
dünyaya teşrif edecek”.
Hatta o gelince doğal
olarak Papa’ya gerek
kalmayacak. Bu sebeple
son Papa’nın da halen
Vatikan tahtında oturan
mevcut Fransis olacağını da bu sözlerine eklemeyi unutmuyorlar.
***
Eğer Hıristiyanların bin
700 yıldır inandıkları
36
temmuz 2015
Yusuf Kemal Bozok
“Neo” olarak şifrelenmişti ve
yanındaki Morfeus da Cibril’di.
Eski İran dini Mecusilik ya
da Zerdüştlükte “Saoşi” ya da
“Saoşyant” olarak bekleniyordu Kozmik Halaskâr. Daha
sonraki İran inancı da vazgeçmedi Saoşyant inancından
ve Beklenen’i bir alt katmana
evirerek “Mehdi Muntasır” olarak tarif etti. Bugünlerde Kum
kentinin ulularından bir grup,
söz konusu Mehdi’nin geldiğini ve ortaya çıkmak için gün
saydığını iddia ediyor. Bunlar
Tahran’ın Hüccetçi Mesiyanizmi olarak biliniyorlar; hem de
işin içinde eski Cumhurbaşkanı
Ahmedinejad’ı da konuyla
ilgilendirerek…
Şia’da durum bu! İslam’ın
Sünni ekolünde Mesih’le ilgili
muğlak bir durum var. Sünni
camiada konuşulan Mesih,
yani Hazreti İsa, hususi menkıbelerden ibaretken, Mehdi
ise birtakım hadislerde sözü
edilen Mekkeli bir ahir zaman
şahsiyeti. Gerek Mesih, gerekse
Mehdi olsun, hiçbiri Kutsal
Kitap’ın mevzusu değil. Zaten
kafaları karıştıran da işin Kutsal
Kitap boyutundaki yokluğu.
Mesihçi ekoller Kitap’tan
didik didik işaret aramaktalar
ki kendilerince buldukları hüccetleri de var. Bulunan işaretleri reddeden gruplarla “Sünni
Hüccetçiler”, derinliklerde
kıran kırana savaş halindeler.
Barnabas ve
derin kurgunun 12.
peygamberi
Burada duruyor ve Mesih
mevzuunu daha geniş bir yazının hacmi içerisinde izah etme
dileğiyle yukarıdaki girizgâhla
bir virgül koyarak geçiyoruz bu
yazının meselesine…
Neredeyse hepiniz “Barnabas” adını duymuş olmalısınız,
tabiî kitabını da... Hazreti
İsa’nın ardılı olan inanmışlardan Kıbrıslı Barnabas’ın kaleme aldığı kitap/kitaplar, Mesih’i
en doğru şekilde tarif eden İn-
cil/Bibel olarak biliniyor bizim
dünyamızda. Denilenlere göre
Barnabas’ın İncil’inin mevcut
İncillerden tamamen farklı
bir kitap olduğu kesin ve bu
konuda Batı da, Doğu da aynı
görüşte, lakin farklı açılarda.
Barnabas yazmalarının mevcut Bibellerden farkı, monoteist
bir anlayışa sahip olması. Yani
Kıbrıslı Aziz, akaid hususunda
“tektanrıcı” görüşte. Yaratıcı’yı
bir tek kabul eden Barnabas,
bununla sınırlamıyor aykırılığını ki, Yaratan’ın sondan bir
önceki elçisini “kul” sayan bir
anlayışa da sahip. “Aykırı Aziz”
Barnabas, -bu itibarla- yazdığı
kitabında Teslis/Trinity adı verilen üçlemeyi reddetmiş. Doğal olarak onun İncil’ini, M.S.
324’te, İznik şehrimizde toplanan “Kutsal Kitap Konsili” kâle
almamış. Zira Konsil’in iddiasına göre, Barnabas İncili ilahî
özellikte bir kutsal kitap olma
özelliğine haiz değil. Ve yine
Konsil tarafından sıradan insanî
yazmalar olarak basitleştiriliyor.
Yani İsa Peygamber’in tanrı
değil de insan sayıldığı noktada
onun sözleri de ayet değil, bir
nevi hadis haline dönüşüyor.
Bunun gibi, Meryemoğlu’nun
hayatı ve hayat hikâyesi de bir
tanrısal duruşun yazıya geçirilmiş şekli değil, bir nevi “Siyer-i
Nebi” ya da “Siyer-i Mesih”
oluyor.
Buna karşın üçlemeyi esas
almış olan kitaplar, yani İznik
Konsili’nde kabul görmüş
olan Matta, Luka, Markos
ve Yuhanna İncilleri, bizzat
“Tanrı”nın sözleri ve işleri
olarak değerlendiriliyor. Bu
anlamda Hıristiyanlığın kutsal kitap anlayışı, “indirilmiş/
nazil olmuş” değil, burada, yani
dünyada yaşanarak, göz önünde
oluşturulmuş olmaktan ibaret
ve arkası yok, yani vahiy boyutundan yoksun. Bu sebeple
Batılılar, Barnabas’ı reddettikleri gibi, “inzal olmuş Kur’an”a da
inanmıyorlar. Zira onların kozmolojisinde kitap indirilmez,
dünyada yaşanarak oluşturulur.
Buradan hareketle Hıristiyan
teologlar, -haşa- Efendimiz’in
nübüvvetini redde kadar götürüyorlar iddialarını ve bu
görüşe bağlı olarak İsa’yı tanrı
değil, insan olarak tarif eden
Barnabas’ı da kabul etmiyorlar.
Hıristiyan teolojisine göre
Hz. İsa’ya vahiy gelmez, çünkü
o “Tanrı”dır. Bundan ötürü “İsa
Tanrı”nın havarilere söylediği
her söz ve davranışı vahiy olarak nitelemek, “üçlemeci inancın” iman şartlarından olmazsa
olmazı, hatta birincisidir. Bu
itibarla her havarinin de birer
peygamber sayılması gerekir
ki, bu da teslis amentüsünün
ikincisidir. Yani İsevilikte bir
eksiğiyle 12 Havari, inancın
peygamberleri olarak vahye
muhatap olmuş faniler olarak
biliniyor. Sayıları hâlâ çoğaltılmaya devam eden azizler de
11 peygamberin arkadaşı, yani
ashap…
Bir müşterek yok!
Buradan hareketle İslamlık
ve Hıristiyanlığın uyuşmadığı
konuların birincisi “ahad-teslis
durumunda tarif edilen Allah
inancı” ise, ikincisi “nübüvvet
izahı”dır. Bu bağlamda, iki
dinin münderecatında, iki farklı
şekilde tarifi olan peygamber
ve peygamberlik anlayışı, aynı
zamanda “semavilik”te birader
kılan iki dini, iki ayrı düzlemde
konumlandırmakta. Konuşlandığı adres itibariyle İslamiyet,
yalnız başına vazediyor iddialarını; Hıristiyanlık ise durduğu
durakta tek başına değil, az
ötesinde Musevilik var ve hatta
“semavi” sayılmayan pek çok
“soyut tanrılı” ve de “anti-pagan”
inanç da aynı zemine ayak
basmakta.
Burada, konuyu bir başka
paragrafta izah etmek üzere bir
noktalı virgülle durduralım ve
bu makalenin kendi kanalında
devam edelim...
Hıristiyanlığın, özgün İsevilik olabilmesi ya da İslamiyet
anlamında semavi din sayılabil-
din gerçekse, ne diye
Hz. İsa, “Mesih” olarak
gelsin ki? Müslümanları
cehenneme gitmekten
kurtarmak için mi? O
halde niçin 2 milyarlık
Müslümanı da Çin ve
Hindistan’da yaşayan 3
milyarlık sapkın insanlığı değil? Yok, eğer Hıristiyanlık sahteyse ve
doğru olan Müslümanlıksa, niçin bu hakikati
söylemek için İsa geliyor ki Hz. Muhammed
dururken? Dosyamızda
denildi, “Efendimiz’in
gelmesine hacet yok,
zira Kur’an burada
duruyor”... O Kur’an
Hıristiyanlara da hitap
ediyor “Beni okuyun
ve bana dönün!” diye.
Onlardan da okuyan
okuyor, dönen dönüyor,
dönmeyen ise Mesih’ini
beklemeye devam ediyor: “Gelsin de bir kez
daha söylesin iki bin yıl
evvel söylediklerini...”
***
Yoksa Türkiye’nin
elinde Batı’yı ve ona
bağlı olarak İsrail’in
elini kolunu bağlayacak
bir koz mu var? O koz,
Ankara’da dinlenmekte
olan “Son Mesih” mi
acaba? Başta Cumhurbaşkanı olmak üzere,
yönetici kadronun yaslandığı bu koz, bizi böylesine cesaretlendirdiğine göre, “21. Yüzyıl ‘bizim yüzyılımız’ olacak”
iddialarını da hayalden
gerçeğe döndürecek bir
abartı olabilir mi? Kanaatimce hayır!
temmuz 2015
37
haberajanda
DOSYA
mesi için, Hazreti İsa’yı “vahiy
alan bir dünyalı fani” şekline
dönüştürmesi, yani “Barbanaslaştırması” gerekmektedir. O
zaman tanrı anlayışı üçten ikiye
düşecektir. Buna bağlı olarak,
günümüzdeki mer’i İnciller
de Siyer-i Mesih’e dönüşecek
ve sıra, dualist/ikici tanrı anlayışının “Ahad Allah” ya da
“Allah-u Ahad”a ve devamla
“Ve lem yekûn lehu kufüvven
Ahad”a evrilmesine gelecektir -ki o daha da kolay-. Zira
önce Yaratan’ın soyutlaşması
ve hiçbir şeyle benzeşmemesi
lazım. Düalizmle maddeden
manaya geçen ve soyutlaşan
İlah’ın “Vahid” duruma gelmesi
insan beynini o kadar zorlamaz,
çünkü hilkat kodlamaları da bu
minvalde var edilmiştir. İsevîMuhammedî diyaloğun açılması için bu birinci yoldur.
İkinci yol ise
Muhammedîliğin mesela
Nusayrileşmesi veya Aliilahi-
38
temmuz 2015
leşmesi, olmadı On İki İmam
inancında temerküz etmesi
gerekmektedir ki bunun imkânı
yoktur. Zira Müslümanlar,
olabilecek sayıda Aliilahi, Nusayri ya da İmamiyeleşmişlerdir
zaten. Bundan sonra mevcudun
bir tek kişi dahi artması namümkün.
Bu itibarla Hıristiyanlık,
eğer çok istiyorsa söz konusu
mezheplerle ve onlara benzeyen Dürzilik, İsmaililik ve
benzeri inanç türleriyle “teoloik
biraderliği”ni kolaylıkla konuşabilir. Eğer en veciz “İlah”
tarifi olarak İhlas düzleminde
“Yegâne Kutsal, Ahad olan
Allah’tır!” ve onun ardından da
-dine giriş ikrarının tali kısmı
olarak- “Muhammed, O’nun
kulu ve elçisidir” diyen bir
İslamî anlayışın mevcut Hıristiyan inancıyla konuşabileceği
hiçbir asgarî müşterek kalmamıştır, yoktur.
Peki, hiç mi yoktur? Vardır
elbette, ancak o da Hıristiyanlığın “Barnabas İseviliği”ne
dönme hususunda yardım ve
tavsiyelerden ibarettir.
Muharref
Müslüman (!) icadı
Günümüzde Yahudi ve
Hıristiyanlığın durumu, bir
bakıma cürmünü kabul etmiş
suçluların kendisine “suç ortağı” araması gibi bir şey sayılır.
Ya da “tüm suçsuzları kendi
suçlarına benzer bir cürmü
işler şekle getirmek iştiyakı” da
denilebilir buna. Hatta Batılı
ruhban, suçlu-suçsuz ayrılığının
sorun olduğuna ve mutlaka
aynı günahta benzeşmesi arzusunun olmazsa olmazlığına öyle
inanmıştır ki, her ne inanç ve
imanda olurlarsa olsunlar, kimsenin temiz kalmış olacağına
aklı yatmamaktadır. Ve görünen temizliğin göreceli olduğu
saplantısıyla ellerine pertavsızı
alarak müsteşrik urbaları içe-
risinde Kur’an’a hücum ediyor
ve onun İncilleşmiş veya Tevratlaşmış yanını aramaya koyuluyorlar. O da olmadı, Kur’an’ı
İncilleştirme/Tevratlaştırma
yöntemleriyle muharref şekle
getirmek için ellerinden gelen
her şeyi yapageldiler, yapagidiyorlar.
Bu sebeple İslam tarihi,
aynı zamanda bir sahte peygamberler resmigeçidi olarak
karşımızda duruyor. Ta inancın
bidayetinden itibaren ortaya
çıkan Müseylemetü’l-Kezzap
ve Bint-i Cahş gibi “ilahiyat
kalpazanları”, Hak Din’in
Hıristiyanileşmesine/Musevileşmesine çanak tuttular. Ancak
“Diyar-ı Mü’minin”de sahte
peygamber mayası tutmadı.
Yukarıdakiler ve Abdullah
İbni Sebe gibi birtakım dönmeler bir başka yol denediler
ve “tekçi inanç” “Hululiye”
metoduyla “Üçlemeci” şekle
sokulmaya çalışıldı. Bu metotta
Yusuf Kemal Bozok
kısmî muvaffakiyet sağladılar
ki günümüzde adı “Sebeiyye”
olmasa da hulule inanan bir
Nuseyriyye yaşamakta: Derezilik, Aliilahilik ve İsmaililik...
Yukarıda diyalog olarak
önerdiğimiz bu ekoller, kol kola
girerek Hıristiyanlığa bu nedenle zorluk çıkarmayacaktırlar.
Toplayacak elma
arayan Vatikan’ın
trajik hali
Hiç düşündünüz mü, Caferilikte imam sayısı neden 12’dir
ve bu imamların sonuncusu da
kayıptır? Yukarıda söz edildi,
Hıristiyanlıkta da havari sayısı
12’dir ve bunlardan sonuncusunun durumu tartışmalıdır. Bu
benzerlik nereden geliyor? En
önemli benzerlik de imamların
ve havarilerin “masum” olmaları…
Yukarıda yazılan şu cümleyi bir daha kayda geçirelim:
Hıristiyan inancının peygamberleri olarak “Havariyun”
vahye muhataptır; azizler de bu
peygamberlerin ashabıdırlar.
(Tıpkı İran inancında yer alan
Ayetullahların azizler olması
gibi yani.)
Tekrar yukarı dönelim, noktalı virgül koyduğumuz durağa.
Ne demiştik? “Pek çok soyut
tanrılı inanç da Hıristiyanlıkla
aynı düzlemi kullanıyor, İslamiyet ise yalnız başına diğer
durakta…” Bir bakıma aritmetikte sıkça sözü edilen “elmalar
ve armut” dilemmasının dört
işlemi zorlayan, hatta imkânsız
kılan durumu gibi… Ne diyor
aritmetik -kendi kuralları içerisinde-? Elma ve armut elemanları birbiriyle toplanamaz veya
birbirinden çıkartılamaz. Yani
üzerlerinde herhangi bir işlem
namümkün…
Eğer her ne pahasına olursa olsun, Hıristiyan âlemi ve
hususiyetle “Papa Efendi” bir
elma olarak diyalog peşindeyse
de kendilerine ancak “elmalar”
düzlemi en uygun ortamı sunar.
Yok, aradığı armutsa, hakiki
armut bir tane ve kimyası
bambaşka… Ancak armuda
benzeyen “ahlat” adındaki cins
meyvenin varlığı da bir gerçek; bunun İslam âlemindeki
karşılığı yukarıda, Batıniyye
içerisinde örneklendi. Sayıldığı
üzere Papa ve avenesi, İslam
âleminin hangi kesimiyle “teolojik diyalog” kuracağının analizini somut olarak yaparsa, bazı
girişimlerinde boşa kürek çekmemiş olurlar. Ancak anlaşılan
o ki, diyalog düşkünü Vatikan,
önerdiğimiz sektörle diyalog
konusunda çok umutlu değil.
Biz de o kanaatteyiz. Ancak bu
kanaatimiz, akaid noktasındaki
uyumsuzluk sebebiyle değil,
siyaset noktasındaki zıtlıktan
kaynaklanmakta. Bu aşılabilir!
Eğer Vatikan bunda da
ümitvar değilse, diyalog için
sözünü ettiğimiz “elmalar”
durağının sakinlerinin kendisine ne ilahiyaten, ne de siyaseten
zorluk çıkaracağını zannetmiyoruz. Bu itibarla rotayı uzak
Asya’ya çevirmesi, kendisini
hayal kırıklığına uğratmayan
bir neticeye taşır. Eğer kendini
iyi anlatır ve maddî bedelini
öderse başarılı bile olur. Aslında
bunu örneklemiş durumdalar
kendileri; çok değil, elli sene
önce Uzakdoğu mistizmine
inanan Güney Kore, şimdiden
eski inancını terk ederek yarı
yarıya Hıristiyanlığa inanır
sayıya gelmiş ki tarikatları kendilerine has: “Moon”...
Uzakdoğu’nun diğer inançlarını Moonlaştırmak, bir tek
“Ehl-i İhlas Suresi”ni yoldan
çevirmekten daha kolay; o
dinlerin politeist bağlıları, hiç
olmazsa “trinity”e muhtaç namzetler olarak adreslerindeler.
Aslında inanmak, ya birdenbire
ya da peyderpey… Peyderpey
durumun sırası ise politeizm,
trinity, düalizm ve en sonunda
“ahadiyet” şeklinde yükseliyor.
Paragrafın başında verdiğimiz örnek nedeniyle “elmalar”
demeye devam ettiğimiz inançların başında elbette “Budizm”
gelmekte. Günümüzde kos-
koca Çin, Budist inancındadır.
Onunla birlikte Çin ve Hindi
devletleri de Buda’ya inanmaya
devam etmekteler. Nereden
baksanız 2 milyar insandan söz
ediyoruz, belki daha da fazla.
Budizmin dışında Brahmanizm
ya da Hinduizm bağlıları da en
az Budacılar kadar kalabalıklar.
Öte yanda Konfiçyusçuluk ve
Japonların Şintoizmi de yeterince kalabalık cemaatlere sahip
ve Uzakdoğu dinleri olarak
insanlığın inanç coğrafyasında
bir yekûn teşkil ediyor.
Siz hiç duydunuz mu
Papa’nın Budistler yahut Hinduistlerle diyalog arayışına
girdiğini? Ben duymadım! O
halde nedendir Sünni İslam’la
“İlle gel, anlaşalım!” ısrarı?
Üstelik yüz ya da yüz elli yıldır
üzerinden buldozerler geçmiş
Sünni dünyanın pejmürdeliği
ortadayken… “Pejmürdelik”
derken, ekonomik süflilikten
söz etmiyorum, akaid ve amelî
müflisliktir derdim…
Bunun bir tek nedeni olsa
gerek: Efendimiz Hazretleri diyor ya bir hadisinde, “Yahudilik
yetmiş bir fırkaya ayrıldı, bunlardan biri kurtuldu. Ümmetim
ise yetmiş iki fırkaya ayrılacak,
onların da bir fırkası, kurtulanlardan olacak”. Bilmiyorum
benzetmek uygun düşer mi,
ama galiba insanlık da yetmiş
dine ayrılacak ve bunların aralarından sadece biri kurtulacak.
Yukarıda sözünü ettiğimiz
üzere Hıristiyanlar, cürümlerinin farkına varmışlar. Ancak
cürümperestliklerinin –tatmadığımız için tadının ne menem
bir şey olduğunu anlayamadığımız “suç aroması”nın verdiği
hazdan vazgeçemeyen- iflah
olmaz koliklerinden kendilerine “suç ortağı” arıyorlar. Galiba
suçlular denizinde temiz kalmış
tek “Fırkay-ı Naciye” ya da
“Din-i Naciye”yi de parçalarından tutmuş şekilde ateş bahrine
çekmeye çalışıyorlar. Paçayı
kaptırmamak elzem!
Evet, paçayı kaptırmamak
elzem ama bunu başarmak
mümkün mü? Yani aşağıya
çekmeye çalışanları yukarıya
çekmeye uğraşmaktan söz
ediyorum… Bu mümkün
görünmüyor. Zira Müslümanlar, Hıristiyanların inandığı
İsa’ya da inanıyor, Yahudilerin
inandığı Musa’ya da. Tevrat’a
da inanıyor, İncil’e de… Buna
karşın hem Hıristiyan, hem
de Yahudi, Hz. Muhammed’i
tanımıyor/kabul etmiyor. Bu
sebeple galiba Müslümanlardan
istedikleri, peygamber olarak
tanıdıkları İsa’da birleşmek,
sonra da her iki grubun da
tanıdığı Musa’ya gitmek…
Evet, evet, saklı Hıristiyanî
hedef olarak varlığını tahmin
ettiğim “Musa’ya gitmekten”
söz ediyorum. Zira “İsa’nın
değil, ama Hristos’un dini” can
çekişiyor. Başta Papa olmak
üzere tüm Hıristiyan âlemi
bunun farkında. Bir önceki
Papa neden istifa etti sanıyorsunuz? Papalık tarihinde hiç
örneği olmayan istifa olayı,
sabık Papa’nın, yaşanmakta
olan Hristiyanlıktan umudunu
kestiği şeklinde yorumlanmıştı
otoritelerce.
Sebeb-i İslamofobya
Gidişat, nihaî menzili flu da
olsa gösteriyor. Hıristiyanlık
can çekişiyor ve yeryüzünden kalkması mukadder bir
inanç olarak -gün demeyelim
ama- yıl sayıyor. Her ne kadar
dünyanın çeşitli ülkelerinde
2 milyonu aşkın insan Pazar
günleri kiliseye gitseler de bu
davranışları onların “mümin”
olduklarına delalet etmiyor.
Bir nostaljik alışkanlık tekrarı
olan Pazar ayinlerine iştirak,
“sinemaya gitmek” kadar antiteolojik bir rutin olarak yer
tutuyor Batılı familyalarda.
Kimsenin Baba’ya, Oğul’a ve
Ruhü’l-Kudüs’e inandığı yok.
Bunlar birer folklorik figür,
tıpkı Kristmıs’ta “Ho ho!” diye
evleri dolaşıp çocuklara sanal
hediyeler dağıtan Noel Baba
gibi. Hepsi bu!
temmuz 2015
39
haberajanda
DOSYA
Yukarıda “Musa’ya gitmek”
gitmek dedik ya, madem içi
boşalmış Hıristiyanlık gerçek
kurucusu sayılan Pavlus’un bidayetteki inancına rücu etmek
istiyor, tutan mı var, gitsin öyleyse. Müslümanları da katara
dâhil etme ısrarı neden?
Neden mi? Sorunun cevabı
şu: Evet, Hıristiyan ruhbanları
aslında, bir nevi mezhebi oldukları Din-i Musa’ya teslim
niyetindeler, fakat sıradan Hıristiyanların böyle bir tercihleri
yok. Fanatik ruhbanlar ve İslam
düşmanı din tarihçileri onları
rahat bıraksalar, -bir dine gereksinim duyuyorlarsa- gidip
teslim olacakları tek mabet,
sinagog değil, cami olacaktır.
Oluyor da…
Ruhban-ı İseviyye, teslim
olunan yerin neresi olduğunun
dökümünü yapmış. Günümüzde din değiştirenler, baskın
bir oranla Hıristiyanlar ve
bunlardan neredeyse tamamı
İslamiyet’i tercih ediyorlar,
Uzakdoğu dinlerini değil,
Museviliği ise hiç değil, hem
de onca kara propagandaya
rağmen.
Son yılların en çok sözü
edilen dinler arası hoşgörüsüzlüğün bariz örneği olarak adı
konulmuş İslamofobya nereden
çıktı? Çıkmadı efendim, çıkartıldı! Hıristiyanlıktan kaçışı
durdurmak için tek yol, bir
zamanlar komünist dünyanın
“hür âlemi” cehennem diye
göstermesi gibi, İslamiyet’i bir
nevi Drakula pratiği olarak
göstermek…
Hıristiyan âleminin din
tarihçileri, İslamofobya çıkmadan evvel de İslam dinini
bir nevi “şeytan inancı” olarak
gösteriyorlardı ki Müslümanlar
da “şeytan ayetleri”ne inanan
kan içicilerdi. Buna inananların
bugün başlarına gelene bakınız!
Evlatları, şeytana tapınan Satanistler olarak kedi kanı içerek
çıkıyorlar babalarının karşılarına. Ya siz? Gerçeği “şeytan dini”
diye tarif ederseniz, sizin sizden
40
temmuz 2015
kaçan evlatlarınız da yine sizin
tarifiniz üzere izbelerde, bir
nevi kendi Satancı Müslümanlıklarını kurarlar. Alma mazlumun ahını!..
Bunca iletişim kolaylığına
rağmen Batı’da yazılan antiMüslim kaynaklar, hâlâ Din-i
Mübin’i 99 tanrılı bir politeist
inanç olarak reklam ediyor ve
Esma-i Hüsna’da geçen her
ilahî hususiyeti, bir başka ve
bağımsız kutsal olarak lanse
ediyorlar. Pes vallahi!
Kozmik
Oda’daki sır
“İslamî terör” diye diye çekirdek yapılar oluşturup kökü
“slm”, yani “barış”tan gelen
İslamiyet’in yaygın olduğu
topraklara enjekte ettikleri
ölüm virüsleri, bazı beyinsiz
maceracıların katılımıyla büyüyen kartopu gibi etrafa zarar
vermeye başladığında Batılı
mühendisler, bakir zihinlerde
oluşturdukları İslamofobiyle
kaçışı önlemeye giriştiler, lakin
nafile, üç tanrılı araftan firar
devam ediyor.
O halde ne yapsın cürümlerine ortak arayanlar? İşte bu
sorunun yanıtı ve son çare olarak “cenneti kirletmek” kalıyor.
Böylece “diyalog” adı altında
gerçeğe kaçışı ters döndürmek
ve “yalancı Mekke’den hakikî
Kudüs’e” teolojik bir hat kurmak gayeleri. Lakin bu mümkün değil, onca çaba, emek ve
para boşuna! Belki Vatikan da
bunun farkında, ama son bir
umut ve son bir çaba işte! Ya da
yel kayadan ne koparırsa…
Oysa çözüm kolay: Yukarıda
denildiği gibi tek yol, “Yuhannacılığın Barnabaslaşması”
olarak Türk Genelkurmayı’nın
“kozmik oda”sında saklı duruyor.
Evet, iddia bu! Barnabasçılığın son kitabı Türkiye’de ve
denildiği gibi Genelkurmay’ın
kasasında dinlenmede… İlginç
değil mi?
Öyleyse Genelkurmay elindeki Kutsal Barnabas’ı neden
hapsediyor da ortaya çıkarıp
gerçeği ifşa etmiyor? Bu soruyu
Genelkurmay’a sormak lazım,
cevap onlarda zira.
Gelelim şimdi Barnabas’ın
Türkiye serüvenine...
Hint orijinli Mitra dinine
inanan Bizans İmparatorluğu,
Antakya üzerinden Anadolu’ya
giren “İseviliğe” karşı tam 300
yıl mücadele etti. Yahudi bölgesinden neşet eden “yeni inanç”
karşısında çaresiz kalınca, siyaseten Hıristiyan olmaya karar
verdi. Ancak İmparator ve ona
bağlı “derin Bizans” gizli bir
oyunun peşindeydi: Vaktiyle
devletin İranlılardan düalist/
ikilemeci olarak ithal ettiği
“Pers Mitraizmi”ni nasıl “Mısır
Osirizmi”nin etkisiyle teslis/
üçlemeci yapmış ve kendine
has bir “Roman Mitraizmi”
şekline sokmuşsa, şimdi de aynı
metodu İsacılık üzerine uygulayacaktı.
Derin Bizans, Vahdetî/Birlemeci İsa inancını bilhassa Kapadokya civarında kümelenen
saklı kiliselere saldığı “münafık
ruhaniler” formatında donatılmış ajanları vasıtasıyla iki tanrılı
hale getirmenin “ilahî PR”sini
yaptırdı ve bunda çok başarılı
oldu. Daha sonra tanrı sayısın
üçletti ve tabiî ki aynı başarı,
bu düzlemde de sağlandı. Proje
arazide tamamlanmıştı, son
ayak olarak ülkenin değişik
noktalarında “embedlenmiş
sahte azizler”, üç tanrılı İseviliğin -ki artık ona İsevilik değil,
Hıristiyanlık demek gerekiyorkitaplarını yazdılar.
“Pavlus” adlı ve mürtet olduğu iddia edilen bir Yahudi
rabbisini referans alan bu
kitapların finansman ve fikriyatının tamamı derin Bizans’a
aitti. Bir süre okutuldu bu
kitaplar kilise kürsülerinden,
hatta bulundukları yerin yerel
kalemleri tarafından çoğaltılıp
yeni benzerlerinin çıkması için
teşvik edildiler yerel devlet
ricali tarafından. Proje şimdi
gerçekten de tamamlanmıştı.
Lakin eski kuşak İsevilerden
bazıları, tek tanrı inancında
direniyor ve tanrı sayısını üçlememekte diretiyorlardı. Hatta
bunların ellerinde, çok önceleri
kaleme alınmış bazı kitaplar da
vardı ve bu “delalet ruhbanları”,
söz konusu kitapları referans
alıyorlardı. Son olarak devlet,
Ehl-i Delalet’e karşı tam bir
cadı avı başlattı: Vahdetçi İseviler, üç tanrılı Hıristiyan güçleri
tarafından bulundukları yerde
yakalanıp ibret-i âlem için çarmıha gerildiler. Evlerinde bulunan kadim kitaplarsa “kâfirlerin
saçmalıkları” ilan edilerek meydanlarda yakıldı.
Nihaî vakit geldi çattı ve
İmparator bir gün çıkıp, “Hıristiyanlık üzerindeki yasağı
kaldırıyorum!” diye beyanat
verdi. Bu beyan karşısında
herkes şaşırdı, ancak bunun
bir proje olduğunu bilen derin
Bizans elemanları, başarının
verdiği zevkle “Kutsal Şarap”
içmek için Barba Yani’nin meyhanesine gittiler. İmparator’un
hamlesi bitmemişti. Vasileas, ilk
açıklamasının üzerinden çok
geçmeden, kendisinin de Hıristiyan olduğunu, bundan böyle
mütedeyyin Hıristiyanların
saklı kiliselerde ibadet etmelerine gerek kalmadığını duyurdu
kamuoyuna. Hatta bununla
da yetinmedi ve devlet kontrolündeki Apollon tapınakları
ve Mitra mabetlerinin kiliseye
çevrilmesine karşı çıkmayacağını, bu değişimde bir mahsur
görmediğini beyan etti. Çünkü
Kayser, sonunda anlamıştı ki
Hıristiyanlıkla Mitracılık arasında pek bir fark yoktu, neredeyse aynılardı.
Konstantinopol şişkosu
Kayser Konstantin’in tarihî
açıklaması bu minvalde yansıdı
kamuoyuna ve devrin tarih
kitaplarına. Tabiî eski ve yeni
inanç arasındaki bu benzeşmenin saray kaynaklı bir proje
olduğunu kimse bilmedi. Bununla kalmadı İmparator, yeni
Yusuf Kemal Bozok
inancı devletin resmî dini ilan
etmek niyetindeydi. Ancak bir
sorun vardı!
Aradan geçen 300 yıl içerisinde o kadar çok İncil çıkmıştı
ki ortaya, sayısını ancak Allah
bilir. Bunların arasında bir
ayıklama yapmak gerekiyordu.
Tanrı İsa’dan vahiy alan havari peygamberler tarafından
yazılan İncillerin dışındaki
kitapların kutsal sayılmasının
olanağı yoktu. Bununla birlikte
bazı peygamberlerin kaleme
aldıkları kitaplara sonradan
“yadırgı eller” tarafından katılan
eklemelerin “temel inanca” uymadığı da aşikârdı. Bu itibarla
mevcut kitapların incelenmesi
ve “yalan yanlış” olanların ayıklanmasını da devlet yapacaktı.
İmparator 325 yılında,
İznik’te bir konsil topladı.
Elinde kitap olan herkes ve her
kilise İznik’e davet edildi. Kitaplar, her biri ülkenin değişik
bölgelerinden gelen dinî otoritelerden müteşekkil ve birbirinin dilini anlamakta zorlandığı
bilinen üyelerden oluşan bu
konsile sunuldu. Kanaatimizce
bizzat devlet eliyle yazdırılmış
ya da “nova siyasete” göre yeniden dizayn edilmiş olan dört
kitap dışında kalan tüm yazmalar -300 küsur kitap- resmî
direktif doğrultusunda elendi
ve yakılarak ortadan kaldırıldılar. “Masanın üzerinde” Matta,
Luka, Markos ve Yuhanna
İncilleri kaldı. Onlar üç tanrılı inancın dört kitabı olarak
resmî kabul gördü ve kendi
aralarındaki onlarca çelişkiye
rağmen kutsal kabul edildiler.
“İyi haber” anlamında “Evanjel”
de denilen bu dört Kanonik/
Aydınlık Bibel, resmî kabul
gören İnciller olarak biliniyorlar günümüzde de. Hıristiyan
teolojisinde bu dört kitabın
dışındaki İncillerin genel adı
ise “Apokrif İncil”. Yani “varlığı
kabul edilen, ancak içeriği kabul edilmeyen” İncil…
İşte bu Apokrif İncillerden
biri de “Barnabas İncili” olarak
biliniyor. Roma Kilisesi tarafın-
dan yasaklanan Barnabas İncili,
belli ki İznik Konsili’nin “kitap
katliamı”ndan bir şekilde kurtulmuş ya da bir köşede saklı
kalmış yahut da zamanında
kopya edilmiş olması sebebiyle
mevcudiyetini korumuş.
Hazreti İsa’nın şakirtlerinden
Barnabas tarafından yazılmış
olması nedeniyle onun adıyla
anılan söz konusu İncil’in en
eski nüshası, 1709 yılında Prusya/Alman Kralı’nın saray danışmanı Krimer’in kitaplığında
bulunmuştu. Başta Vatikan
olmak üzere tüm Hıristiyan
âlemi, İtalyanca lisanıyla yazılmış olan Barnabas nüshasının
orijinal olmadığı ve zaten bir
orijinal Barnabas’ın da bulunmadığı gerekçesiyle kitabı reddetti. Hz. İsa’nın anadili Aramiceydi ve Latince bir kitabın
“kalp” olduğu gün gibi aşikârdı.
Ancak Hıristiyan dünyasının
Krimer’in kitabını reddetmesinin asıl sebebi Latince ya
da İtalice oluşu değildi. Kitap,
teslis inancına uygun olarak
kaleme alınmamıştı, “Vahdet”e
inanıyordu ve ona göre Hz.
İsa tanrı değil, insandı; dolayısıyla havariyun da peygamber
düzinesi sayılmıyordu, sadece
ashab-ı İsa’ydı.
Tabiî sadece bu değildi
Barnabas’ın kitabının reddine
sebep olan satırlar. “Kıbrıslı
Şakird”in yazdığına göre, Hazreti İbrahim’in kurban etmeye
niyetlendiği çocuğunun “İsmail”
olduğu da kitabın iddiaları
arasındaydı. Barnabas, kurban
mevzuunda Müslümanlarla
aynı ağzı kullanıyor, Musevileri
ve Hıristiyanları yalanlıyordu.
Zira onlara göre İbrahim’in
kurbanlık evladı İsmail değil,
İshak’tı. Kitabın bir başka iddiası da Hz. İsa’nın, kendinden
sonra gelecek peygamberin
adını “Ahmet” şeklinde veriyor
olmasıydı. Bunlara benzer
birçok sıradışı iddia, Krimer
Barnabas’ının reddedilmesi için
yeter de artardı bile. Bırakın
yazı dilinin Latince olmasını,
Aramice de olsa sonuç değişmezdi, değişmedi de.
Salamisli Yusuf
Konuya girmeden evvel Aziz
Barnabas’la ilgili olarak iki çift
laf etmek de gerekiyor.
Barnabas 1. yüzyılda, yani
Hz. İsa ile çağdaş olarak
Kıbrıs-Magusa yakınlarındaki
köyünde yaşamış olan varlıklı
bir ailenin çocuğuydu ve elbette Musevi’ydi. Asıl adı da
Joseph Diyani, yani “Yusuf ”
idi. Köyünün adı sebebiyle
“Salamisli Yusuf ” olarak bilinen Barnabas, gençliğinde
bir sebeple –belki hacı olmak
için- Kudüs’e gitmişti. Orada
yeni dinini vazeden Hz. İsa ile
tanışması da bu seyahat sebebiyle oldu. Duyduklarından çok
etkilendi ve seyahatini uzatarak
Peygamber’in etrafında vakit
geçirmeye başladı.
Bu tanışma ve İsa’nın hayatı-
temmuz 2015
41
haberajanda
DOSYA
sayfa sayfa veriliyor.
Tercüman, daha ilk sayfada
elindeki fotokopilerin ne kadar önemli olduğunu anlıyor.
Zira müellif, kitabına daha ilk
sayfaya “Ben, Kıbrıslı Barnabius” diye başlamış ve devamla
“Tespihe layık Âlemlerin
Rabbinden bir bütün olarak
Ruhü’l-Kudüs’le Meşaha’ya
vahyolunanı tıpkı İsa’dan duyduğum gibi sadakatle, 48 gök
yılları sonunda dördüncü nüsha
olarak aynen yazıyorum” niye
not düşmüştü.
İfadelerden anlaşıldığına göre
bu nüsha, kayıp iki kitaptan
birincisi değil, külliyatın dördüncüsü, yani orijinal İncil. Bu
sebeple daha önce bulunan iki
kitabın “Siyer-i İsa” hususiyetini
kat kat aşan bir değere sahip.
na dâhil olması onu “havariler”
arasına dâhil edip etmediği
ikircikli; Barnabas’ı havariyundan sayanlar da var, saymayanlar da. Ancak sonunda bir İncil
yazdığına göre, babasından
kendine miras kalan Musa
Peygamber’in inancından İsa
Peygamber’in şeriatına evrildiği
anlaşılıyor.
Bununla sınırlı kalmadı
Salamisli Yusuf, bu arada kitap
yazmaya da başladı. Zamanla
yazdığı kitap sayısını bir değil,
dört adete çıkardı. Denildiğine
göre Barnabas’ın ilk üç kitabı
birbirinin kopyası ve bir nevi
birer hadis kitabı ya da “Siyer-i
İsa”. Dördüncü kitapsa “ayetler
ve yorumlar şeklinde tanzim
edilmiş”. Yani “orijinal” İncil ve
tefsiri...
Tahminlere göre Barnabas, M.S. 75 yılında hayatını
kaybetmiş ve doğum yeri olan
Salamis köyüne defnedilmiş.
Mezarının, bölgede Hıristiyanlığın meri olduğu 577 yılında
bulunduğu biliniyor. Mezarı
bulan ve açanlar cesedin bozulmamış olduğunu görünce bir
aziz kişiyle karşı karşıya kaldıklarını anlıyor ve saygıda kusur
42
temmuz 2015
etmiyorlar doğal olarak. Cesedin göğsü üzerinde buldukları
bir el yazmasını, kutsiyetine
binaen öpüp başlarına koyuyor ve Kıbrıs Başpiskoposu
Anthemios’a götürüyorlar. Anthemios hemen anlıyor onun bir
İncil olduğunu; hem de özgün
ve aykırı…
Başpiskopos, kitabı Bizans’a
götürüp zamanın imparatoruna
sunuyor. Buna karşılık Kıbrıs
Kilisesi “bağımsızlıkla taltif
ediliyor”. Kıbrıslı Barnabas’ın
dört kitabından ikincisinin
hikâyesi de burada son buluyor.
Peki, nerede şimdi İmparator
Zenon’a sunulan ikinci kitap?
Bilinmiyor! Bizans’ın alacakaranlık saraylarının desiseleri
arasında yok olup gitmiş de
olabilir, zaman zaman sözü
edilen “Ayasofya” veya “Çemberlitaş” sırları arasında da,
bakmak gerek…
Üçüncü kitabın
hikâyesi
Geçelim şimdi üçüncü kitabın hikâyesine. Bu hususta
bilinen şu: 1980’lerin başında, o
dönemde Hakkari’nin bir ilçesi
olan Şırnak sınırları içerisinde
yer alan Uludere arazisi içindeki bir mağarada el yazması
bir kitap bulunduğu haberi
bölgede yayılıyor. Oldukça eski
ve anlaşılmaz bir dil ve alfabeyle yazılmış olan kitabı bulan
köylüler, kitabı aşiretlerinin
reisi olan Ferhan Babat’a teslim
ediyorlar. Kitapla ilgili haber
çevrede yayılınca, bölgeden sorumlu Jandarma ekipleri, Babat
aşiretine baskın yapıp tarihî
eser kaçakçılığı gerekçesiyle söz
konusu kitabı ele geçiriyor.
Bu anlaşılmaz el yazması
hususunda yapılacak en iyi
işi yapan Jandarma komutanı, durumdan Ankara’yı
haberdar ediyor. Bir kuryeyle
başkente yollanan kitabı Genelkurmay teslim alıp Özel
Harp Dairesi’ne zimmetliyor.
Günümüzdeki adı Seferberlik
Dairesi Komutanlığı olan ve
uzun zaman “kontrgerilla”
suçlamasıyla etkilenen söz
konusu dairenin komuta kademesi merak etmiş olmalı ki, el
yazması kitap, dünyada sayıları
bir elin parmağını geçmeyen
Aramice tercümanlardan birine kitabın çevirilmesi isteğiyle
Tercüme devam ederken adını buraya yazmadığımız tercümanın kitap haberini bir ulusal
gazeteye çıtlatması üzerine
Genelkurmay rahatsız oluyor
ve sayfa fotokopilerini de söz
konusu çevirmenden alarak ana
bina olan “Aslanlı Bina”daki
Kozmik Oda’da bulunan aslının
yanına koyuyor. Üst üste üç
kapıdan geçilebilen bir odada
saklı tutulan Barnabas’ın son
yazmasıyla ilgili olarak tüm
bilinenler bundan ibaret. Kimileri “Özgün kitap hâlâ Türk
Genelkurmayı’nın kozmik odasında” diyor, kimileri de “Oradan çıkarıldı, başka adreslere
taşındı”. Gerçeği bilense “Genkur” ve devletin en başındakiler,
lakin onlar da suskunluklarını
bozmak niyetinde değiller.
İşin garibi, konuyla ilgilenen
birkaç adam bugün yaşamıyor.
Bunların başında da merhum
Muhsin Yazıcıoğlu geliyor.
Büyük Birlik camiasının,
“Muhsin Başkan”ın Keş dağında, bir helikopter kazasıyla
“öldürülüşü”nü bu konuya bağlayanlar da var. Zira Başkan’ın,
sağlığında bu konuyla çok
yakından ilgilendiği biliniyor.
Hatta ölümünün arefesinde
konuyu dünya kamuoyuna
Yusuf Kemal Bozok
duyurmak niyetiyle harekete
geçtiği ve bazı arkadaşlarına
projeler hazırlattığı da duyumlar arasında.
Ziyaretçiler
Malum, dünyanın ünlü liderleri yerlerinde durmaz ve sık sık
seyahate çıkar, ya kendilerine
yakın buldukları ülkelerin dışişlerine kendilerini davet ettirir
ya da o ülkenin liderine iade-i
ziyaret maksadıyla resmî geziler
yaparlar. Bundan doğal bir şey
yoktur. Ancak aynı eylemin
doğal olmayanı da vardır!
Dünya liderlerinden iki isim
ya da iki makamın sahibi vardır
ki, bunların ziyaretleri doğal
karşılanmaz. Zaten onlar da
zırt pırt yerlerinden ayrılıp bir
başka ülkeye gitmezler. Sözünü
ettiğimiz iki makamdan biri
“İngiliz tahtı”, diğeri de “Vatikan koltuğu”dur. Yani “Majeste
ve Papa”…
Eğer Majeste bir ülkeyi
ziyaret ediyorsa, orada dünya
çapında bir değişiklik olacak
demektir. Bunun gibi, Papa’nın
ziyareti de olağanüstü bir
sebeple yapılmış olduğu anlamını taşır. Bu ziyaret, politik
olmaktan daha ziyade teolojik
sebepledir.
Son on yıl içerisinde
Türkiye’ye Majeste bir sefer
yaptı: 2005… “Vatikan’ın
Sezar’ı ve dolayısıyla Hıristiyan
Katolizminin hükümdarı sayılan Papa ise iki kere… Papa’nın
seyahati, iki ayrı isim olarak
gerçekleştirildi. Vatikan’ın
Sezar’ı, son seferini 2014 yılında yaptı. İngiliz Majestenin
gelişiyle Türkiye’de yapılmak
istenense artık biliniyor, zira
onun gelişinin hemen akabinde
“Ergenekon dosyaları” açıldı.
Ve kökü Washington’un dışındaki bir başkente bağlı olduğu
bilinen Ergenekon örgütü
çökertildi. Mevzubahis örgütle
birlikte bağlı olduğu başkentin,
yani “Kıta Avrupa”sının merkezi olarak bilinen Berlin’in
Ankara üzerindeki karabasan
hali berhava edilmiş oldu.
Geçen yüzyılını Kıta
Avrupası’nın (Alman-Fransız
ortaklığına “Almofrans” diyoruz malum) sisteminde,
yani parlamenter demokrasi
işletmesiyle laik ve ulus devlet
formatında geçiren Türkiye, o
defteri kapatmak üzere harekete geçirildi. Uluslararası tariflerde “Fransızish paradigma”
olarak bilinen 20. yüzyıl uygulaması, yerini “Americanish
paradigma”ya, yani “başkanlık
sistemi” içerisindeki eyalet
yapılanmasına bırakacak. Tabiî
toplum da laik değil, seküler
formata geçirilecek. Bu sebeple
ülkenin Beştepe’si, “Çatlasanız
da, patlasanız da başkanlık
sistemine geçilecek!” anlamına
gelen sözler sarf ediyor ya...
Artık belli oldu ki, Türkiye Cumhuriyeti’nin ikinci
asrı, yani 21. yüzyıl, “Ada
Avrupa’sının”, yani Anglosaksonların nüfuz sahasında geçecek. Çünkü “Patron/Majeste
mutlu (!) son istiyor”. Bu yüzden Londra Kraliçesi, kırk yılda
bir yaptığı yurtdışı seyahatini
2005’te Ankara’ya yaptı.
Son Papa
Gelelim halef selef Papaların iki Ankara ziyaretine…
Soru şu: Majeste’yi anladık da
“Vatikan Kralları” niye geldiler
Türkiye’ye, hem de iki kere?
Cevap olarak ilk söylenecek söz
şu: Henüz Papa ziyaretlerinin
ortaya çıkmış olan bir sonucu
yok. İkinci söylenecek söz ise
şu: Ziyaretlerin belli birer sonucu olamaz. Zira siyasî değil
bu ziyaretler, dinî. Peki, hangi
manada dinî?
Gelin burada yazının başlığını bir kez daha hatırlayalım:
“Mesih geldi, Ankara’da dinleniyor!” Başlık bizi tekraren Mesih mevzuuna savurmuş olsun
ve oradan devam edelim…
Malum, şimdiye kadar konuyla ilgilenen tüm toplumlar,
bekledikleri Mesih’i kanlı canlı
bir insan olarak tasvir ettiler.
Peygamberlerin de bir nübüvvet sırrı olarak birbirine aktarageldikleri “Mesih” bir kişiydi
nihayet, ancak “Peygamberlerle
avamın ‘Mesih’ dediği kişi aynı
şahsiyet sayılır mıydı?” derseniz,
kanaatimizce değildi. Zaten bu
nedenle tarihin derinliklerinde
sayısız sahte Mehdi/Mesih
zuhur etti. Ancak bunların
tamamı sahteydi ve bugünden
sonra da -dünyanın neresinde
olursa olsun- sıradan avamiyetin beklentisine cevap veren
“Beklenen Halaskâr zuhuru”
kalp olma geleneğini sürdürecek. Çünkü...
Bidayette iki “Beklenen
geleneği” oluşmuş olmalı. İlk
Beklenenlerin hakikisi, Hz.
Âdem’in, oğlu Şit Peygamber’e
haberini verdiği “O” idi. Aynı
zaman zarfında kardeşini
öldürdükten sonra uzaklara
kaçan Kabil toplumunda da bir
“Beklenen kültü” oluşmak zorundaydı. Herhalde “Kurtarıcı”
haberini evlatlarına bizzat ilk
katil ve mücrim olarak sıkıntılar içerisinde bocalayan Kabil
vermiş olmalı. Doğal olarak
Kabil’in verdiği haberdeki
Mesih, babasından duyduğu
gibiydi. Toplum, onu kendince
evirip çevirdi ve “sahte” durumuna getirdi. Böylece “Şit’in
Mesih’i”ne paralel bir “Kabil
Mesih’i” oluştu. Şit’in Mesih’i,
peygamberden peygambere
aktarılan bir haber olarak ve
ilk tarifini koruyarak devam
etti, fakat ete kemiğe bürünmedi. Bununla birlikte Kabil’in
Mesih’i, çok bereketli bir damar
olarak her toplumun sıkıntılı
anında zuhur edip durdu; belki
de 120 bin kere... (Yani rivayet
edilen peygamber sayısınca
Kabil Mesih’inden söz etmek
mümkün, belki de daha çok.)
Beklenen’i günümüzdeki
biçimiyle İsa Mesih olarak anlayalım ve yazmayı bu kanalda
sürdürelim…
Ne diyor konuyu Meryem
oğlu İsa’nın şahsıyla müşahhas
hale getiren fikir sahipleri?
“Ahir zaman kıyamet alamet-
lerinden biri de İsa Mesih’in
zuhuru... İki bin yıl evvel benzerinin çarmıha mıhlandığı
an Müslüman tasavvuruna
göre göğe çekildiği söylenen
Meryem’in Oğlu, Şam’da bir
caminin küçük minaresine inecek yahut bir mağaradan çıkıp
gelecek, sonra da dünyadaki
ikinci serüvenine devam edip
gidecek.” Evet, söylenen bu!
Bu noktadan sonra Müslümanlar devamla diyorlar
ki, “İsa Mesih geldiğinde
İslamiyet’i vazedecek insanlara
ve ‘Hıristiyanlık denilen yalanı’
bağlılarının yüzüne çarpacak.
Ardından gür bir sada ile onları
gerçek olan inanca, yani İslam’a
çağıracak. Bu arada haçı kıracak, domuzu öldürecek”. Peki,
buna karşı ne diyor Hıristiyan
dünyası?
Bilhassa Vatikan,
Portekiz’deki küçük Meryem’in
üç sırrı iddiasından devam
ederek, “Hayır, İsa Mesih zaten
Hıristiyanlığın Peygamberi değil mi? O halde niye geri dönüp
‘sapkın bir İsevi mezhep’ olarak
ortaya çıkan Muhammediliği
doğrulasın ki? Aksine, onu
yalanlamaya ve son peygamberin kendisi olduğunu, buna
bağlı olarak da Hıristiyanlığın
son din, Bibel’in de son kitap
olduğunu bir kez daha doğrulamak üzere dünyaya teşrif
edecek”. Hatta o gelince doğal
olarak Papa’ya gerek kalmayacak. Bu sebeple son Papa’nın da
halen Vatikan tahtında oturan
mevcut Fransis olacağını da bu
sözlerine eklemeyi unutmuyorlar. Durum bu!
Neden?
Görüldüğü gibi her iki taraf
da üçüncü tarafın bu hususu
kabullenmemesine neden olan
bir şey üzerine yoğunlaşmış
durumda: Kanlı canlı bir İsa...
Hatta Beklenen, bizzat İsa
Peygamber’in kendisi...
Soralım: İsa Peygamber
gelince ne söyleyecek gerek
İslam, gerek Hıristiyan dünya-
temmuz 2015
43
haberajanda
DOSYA
sına bilinenlerin dışında ve yeni
olarak? Hiç!
İsa’nın söyleyeceği, iki bin
yıl evvel ne söylemişse onun
tekrarı olmayacak mı? Yani
İncil’i veya İncil’de yer alan
temel fikri bir kez daha duyuracak Meryem’in Oğlu. O halde
neden gerek duyulsun ki iki bin
yıl evvel yaşamış bir peygamberin yeniden zuhuruna? Zaten
Hazreti İsa’nın tekraren gelişi
bilinen bir şeyi bozar: Hazreti
Muhammed’in “son peygamber” oluşunu... Yani İsa Mesih,
zuhuru durumunda ister Hıris-
tiyanlığı anlatsın, ister Müslüman şeriatı üzerine iman edip
İslam’ı tekrarlasın, her durumda
da Yüce Efendimiz’in uhdesinde olan “Hatemü’l-Enbiya”
unvanını alır ve bizzat kendisi
son peygamber olur. İlaveten,
eğer Meryem Oğlu geldiğinde
Hıristiyanlara İslam’ı anlatırsa,
Vatikan açısından Hıristiyanlık
“Hatemü’d-Din” olmaktan
çıkar.
Bunun gibi, eğer Hıristiyanların bin 700 yıldır inandıkları
din gerçekse, ne diye Hz. İsa,
“Mesih” olarak gelsin ki? Müs-
lümanları cehenneme gitmekten kurtarmak için mi? O halde
niçin 2 milyarlık Müslümanı da
Çin ve Hindistan’da yaşayan 3
milyarlık sapkın insanlığı değil?
Yok, eğer Hıristiyanlık sahteyse
ve doğru olan Müslümanlıksa,
niçin bu hakikati söylemek için
İsa geliyor ki Hz. Muhammed
dururken? Yukarıda denildi,
“Efendimiz’in gelmesine hacet
yok, zira Kur’an burada duruyor”... O Kur’an Hıristiyanlara
da hitap ediyor “Beni okuyun
ve bana dönün!” diye. Onlardan
da okuyan okuyor, dönen dönüyor, dönmeyen ise Mesih’ini
beklemeye devam ediyor: “Gelsin de bir kez daha söylesin iki
bin yıl evvel söylediklerini...”
Bu durumda Hz. İsa’nın
dedikleri mevcut İncil’se, gelmesine zaten gerek yok, zira
Hıristiyan âlemi, “peder” dedikleri papazlar aracılığıyla onu her
Pazar dinlemeye devam ediyor.
Buna rağmen “Kitap bana
yetmiyor, bizzat İsa gelsin!”
deniyor ve bugün yarın gelmesi
bir İsevi iman umdesi olarak
bekleniyorsa, o vakit bu analizden “Mevcut kitap yanlış ya
da eksik” anlamı çıkıyor. Zaten
Müslümanlar mevcut İncil’in
yanlış ve eksik olduğunu söylüyorlar. Burada Müslümanlar
kendi kendilerine sorsunlar:
“O halde gerçek İncil nerede?”
“Madem ağaçtan düşeceğimi
bildin, öyleyse ne zaman öleceğimi de bilirsin” durumu yani...
Kozmik Oda’nın
misafiri
Yeryüzünde muhtemelen
Kur’an kat’iyetinde gerçek İncil
yok, ancak gerçeğe en yakın
bir İncil var. Onu da Kıbrıslı
Barnabas yazmış, hem de tam
dört adet. İşte size Mesih’in
dediklerinin gerçeğini havi bir
kitap! Yani bizzat değil, fakat
ruhen Mesih’in kendisi... Hem
de yüzyıllar önce İstanbul’a teslim edilmiş ve bugün halen ele
geçirilememiş olan üçüncüsünü
de hatırlatarak ortada dört tane
Mesih var.
44
temmuz 2015
Yazının başında tarihçesine değindik; Birinci Mesih,
yüzlerce yıl evvel İstanbul’a
gelmiş, lakin Hıristiyanlar onu
dinlememiş ve ilk Mesih’i yok
etmişler. Daha sonra iki Mesih
daha zuhur etmiş Hıristiyan
âleminin birer köşesinde. Mesela bunlardan ikincisi Prusya
Kralı’nın sarayında ortaya
çıkmış ama orada da muhatap
bulamamış. Bu durumda ne
yapsın Mesih? Kendi bağlıları
arasında sözünü dinleyecek, aklı
başında bir kimse bulamayınca
rotayı Müslümanlara çevirmiş,
hem de onların en aklı başındaki kavimleri olan Türklere ya da
Kürtlere.
Hikâyeyi biliyoruz artık…
1980 yılında, yani tam 35 sene
önce “Son Mesih” Hakkari’deki
bir mağaradan doğruldu ve
kendi gerçeğini haykırmak
için gün yüzüne çıktı. Onun
çıkışına Kürtler yardımcı oldu,
demek ki “Mesih ordusu” onlardan oluşacaktı. Ancak oluşamadı. Çünkü onlar, “Mesih’i
satma”nın derdine düştüler.
Neyse ki Türkler imdada yetişti
ve “Son Mesih’i” satılmaktan
son anda kurtardılar. Bununla
kalmadı, Ankara’ya getirip
ülkenin en güvenli kurumunun
en güvenli sarayında, “Kozmik
Oda”da misafir ettiler. Yani
Mesih geldi, Ankara’da dinleniyor!
Soru şu: Mesih Ankara’ya
teşrif ettikten sonra Papa’nın
ülkemizi iki kez ziyaret etmesi bir tesadüf mü, yoksa
bir punduna getirip “Mesih”i
Türklerin elinden almak için
düzenlenmiş bir program mı?
Vatikan, Mesih’i alınca onun
ne dediğini dinleyecek mi,
yoksa daha öncekiler gibi yok
mu edecek? Türkiye’nin bu ilk
ziyarette Mesih’i vermediği
anlaşıldığına göre, ikinci ziyarette verdiği düşünülebilir mi?
Yahut Papa’nın üçüncü ziyareti
ne zaman?
Türkiye’nin
elindeki koz
Osmanlı’nın son döneminden miras kalan bir pelesengimiz var “Batı buna ne
der?” diye. “Batı korkusu”nu
yüreklerinde taşıyan oligarşinin
kurduğu devletin adı “Türkiye
Cumhuriyeti”. Zaman içinde
Batı’dan ödü patlayanların
dilindeki pelesenge bir de “Ya
İsrail’i kızdırırsak” mottosu
eklendi. Son on senedir pelesenk zenginlerinin altındaki
diken miktarı arttı ve uçları
daha da sivrilip “bizlengiç”e
döndü. Çünkü bu süre zarfında
ülkeyi idare edenler ne İsrail’in
insanlık katili ve terörist bir
devlet olduğunu bırakıyor,
ne de çocukları öldürmeyi iyi
bildiklerini. Bunun gibi Batı
da nasibini alıyor “Vanminitist”
idarecilerimizden.
Peki, buna rağmen Batı ve
İsrail neden etkin değil ülke
üzerinde? Sordunuz mu kendinize, neden Batı’ya ve İsrail’e
demediğini bırakmayan yöneticiler hâlâ iktidarda? Bunun gibi,
dünyayı kasıp kavuran, en azından komşu Yunanistan’ı batma
noktasına getiren “global kriz”
bizi nasıl teğet üstüne teğet
geçiyor? Neden, niye, nasıl?!
Bu soruları daha da çoğaltabiliriz, ancak maksat hâsıl olduğuna göre fazla uzatmayalım…
Yoksa Türkiye’nin elinde Batı’yı
ve ona bağlı olarak İsrail’in elini
kolunu bağlayacak bir koz mu
var? O koz, Ankara’da dinlenmekte olan “Son Mesih” mi
acaba? Başta Cumhurbaşkanı
olmak üzere, yönetici kadronun
yaslandığı bu koz, bizi böylesine cesaretlendirdiğine göre,
“21. Yüzyıl ‘bizim yüzyılımız’
olacak!” iddialarını da hayalden
gerçeğe döndürecek bir abartı
olabilir mi? Kanaatimce hayır!
Ancak burada bir sorun
var: Türkiye, kozmik odasında
tuttuğu Son Mesih’in ev sahipliğini ne zamana kadar devam
ettirecek? En mühimi de şu:
Son Mesih’in Kozmik Oda’daki
dinlenmesi misafirlik mesabesinde bırakılıp hapis hayatına
mı çevrilecek? Papa son gelişin-
de şunu mu dedi: “Madem bize
vermiyorsun, tut bari, ortaya
çıkarma!”
Papa ağzıyla dillendirilen
Batı arzusuna Türkiye ne cevap
vermiştir? Türkiye, “tanrısal
kader”in önünü açıp Mesih’i
dünyaya salacak mı, yoksa kendi bekası ve güvenliğini üstün
tutup uhreviyatı dünyalığa
tercih mi edecek?
Malum, Ergenekon davaları
esnasında söz konusu Kozmik
Oda açılmış ve savcılar, evrak
incelemesi gerekçesiyle içeri
girmişlerdi. O esnada bir şayia
ortalıkta dolandı: “Maksat evrak incelemesi değil, odada olduğu bilinen Barnabas İncil’ini
kaçırmaktı ve bunu becerdiler,
artık son İncil bizde değil!”
Siz de duymuş olmalısınız bu
şayiayı. Lakin fakir bu kanaatte
değil. O hâlâ bizde! Eğer kaçırılmış olsaydı Papa gelmezdi;
onca pervasızlığına rağmen
üzerimizdeki, ama “Mesih’in
lahuti muhafazası”, ama
Batı’nın çekincesi sebebiyle devam eden güven kalkanı yırtılır,
etrafımızda dönüp duran global
terör ülkeye duhul eder ve Suriye sınırında takılıp kalmazdı.
Ayrıca Türkiye’nin defteri ta
“Gezi saldırısı” ile dürülür,
ondan sonra olanlar olmaz,
AK Parti 30 Mart’ı alamaz, en
önemlisi de Erdoğan, Cumhurbaşkanı seçilemezdi.
Bütün bunlar olduğuna göre,
“Mesih’in yanında saf tutan
birinci ve başat ülke olarak
Türkiye” kazana kazana ilerlemezdi. Yani korkuya mahal
yok! O artık bizde! Bizler de
“Mesih Ordusu”nun eratıyız. Bu durumda bir başka
“Beklenen”in haberini verelim:
“Deccal bugün yarın tez olarak
huruca hazırlanıyor, antitez
olarak da eşyanın tabiatı gereği
zuhur edecek” demiyoruz, kendini deşifre edecek.
Son söz
Gerçeği ancak Âlim olan
Yaratıcı biliyor, fakat eğer
fakirin yazdıkları hakikatse,
Türkiye’nin konuyu MGK’da
görüşmüş ve nihaî kararı almış olması muhakkak. Sivil
idarenin inanç düzlemindeki
dindar duruşuna güvenerek
söyleyebilirim ki, Türkiye’nin
Son Mesih’i müebbet hapse
mahkûm etmesinin olanağı
yok, ancak onu densiz bir “deli
cesareti” ile ortaya salması da
doğru değil. Ankara en doğru
zamanı bekliyor olmalı. Bunun
için en doğru zaman, ülkenin
“Son Mesih”in arkasında duracak güce erişmiş olmasına bağlı.
Günümüz şartlarında
Türkiye’nin gücü, Son Mesih’e
karşı harekete geçtiğinde, artık
adı İsrail ya da Batı değil, “Deccal İttifakı” şeklinde etiketlenecek olan dünyaya karşı durmaya
yetecek ölçüde değil. Bu şartlarda Son Mesih’in misafirliğini
bitirmek, onu ölüme salmak
olur; münafık bir anlayışla, müebbet hapse mahkûm etmenin
de kıtal olacağı gibi...
Her şeyden önce Türkiye,
Son Mesih’in “tehlikesavar”
özelliğini en az sekiz, hatta on
sene kendi çıkarları açısından
kullanmalı. Batı’yla 2023, olmadı 2025 itibariyle yeni bir
Lozan imzalamalı ve bağımsız
hale gelmeli. Ondan sonra
yapılacak iş, Mesih’in arka-
sında duracak “Mehdi/Mesih
Ordusu”nu teşkil edecek güce
erişmek olacaktır. Bu gücün
hangi özelliklerde olacağı belli:
tıpkı İran gibi Ankara’nın da
kendi nükleer gücünü elde
etmesi… Ancak o zaman Türkler, cesaretle çıkıp Mesih adına
konuşabilir ve onun misyonuna
sahip çıkabilirler.
Mesih misyonuna sahip
çıkma ve onun adına konuşmanın bir diğer argümanı olarak
“global medya mülkiyeti” de
bir olmazsa olmazdır. Türkiye,
bir an evvel tepemizde dönüp
duran uydu güzergâhındaki
sayısını milli yapımlarla çoğaltmalı. Bununla beraber, belli
başlı dünya dillerinde kesintisiz
yayın yapacak olan “CNN ve
Türk El-Cezire”lerinin yayına
geçmesi şart! Bütün bunların,
yani “Kıyamet Savaşı”nın ön
hazırlıklarının yapılması için
zamana ve akla ihtiyaç olduğunun farkındayız. Korkaklık ya da
aculluk edip de son fırsatı elden
kaçırmamak lazım, zira böyle bir
fırsat hem bizim için, hem de
insanlık için bir kez gelir.
Her şeye rağmen Rahman
bizimle… E siz de “Adalet
İmparatorluğu”nu kurmaya
hazırlanın artık İmparator
Çocukları!
temmuz 2015
45
haberajanda
Milenyum Sözlüğü
Doğrusu fakir de nihai
harekâtı yapacak olanın Türkiye olmasında
bir mahsur
görmüyor, lakin
yalnız başına olmaz! Eğer böyle
bir harekâta
kalkışacaksa
Türkiye, yanına
başta İngiltere
olmak üzere
Amerika’yı da
almalı. Almalı
derken, sembolik de olsa
her iki ülkeden
birer taburunun harekâta
katılması şart!
Bir başka şart
da şu: Amerika, İncirlik’i
kullanma
hakkını bize de
vermeli. İncirlik
derken, ilçedeki Pentagon
hangarlarında
yatan -kimine
göre 90, kimine
göre 200- atom
bombasından
bahsediyorum.
Söz konusu
harekâtla Sünni
Hilâl’in patronajının belirleneceği aşikâr. Şii
Hilâl’in harekete
geçmesinin ve
iki Yeşil Hilâl’in
çarpışmasının
ve “salip”in
sevindirilmemesinin yegâne
garantisi, “İncirlik anahtarı”dır.
Bizden söylemesi…
46
temmuz 2015
Seydahmet Karamağralı
[email protected]
20 bitip 21. yüzyıl başlarken
Devsoğulları’nın sonu
D
EVSOĞULLARI… Müminlere inanılmaz sıkıntı çektiren
bir azgın kabile olarak adını yazdırmış tarihe Ehl-i Devs.
Kim mi onlar? Son derece güçlü develerine binmiş olan
Devsi savaşçıları, birer hayalet gibi süzülmüşlerdi inananların arasına. Ve bir ellerinde Horasan taraflarından
ithal edilmiş çifte sulu eğri kılıçları, öteki kollarında Rum
diyarlarının soğuğa dayanıklı, kabuğu kalın mandalarının sırt derilerinin preslenip demir kabaralarla güçlendirilmiş kalkanlarıyla önlerine çıkan herkesi kadın, erkek, çocuk demeden, yaşlı
genç ayrımı yapmadan kırıp geçiriyorlardı. Öyle ki, son katliamlarını Medine’nin
yakınlarındaki bir kasabada gerçekleştirmiş ve irili ufaklı 105 cana kıymışlardı.
Ancak olay ortaya çıkınca inkâr eden yine onlar olacaktı. Hatta kabilenin birbirine normalden yakın iki sabit gözünün ortasından ileri doğru fırlamış bir hançer ucu gibi duran sivri burnuyla tıpkı bir zalim kartalı andıran reisi ne demişti
biliyor musunuz? “Olayı kınıyorum... Bu katliamı canavarlar bile yapmaz!”
>> Doğru, böyle bir mezalimi dağ canavarları, sivri dişli ve kızıl gözlü aç kurtların
yaptıkları görülmüş değildi. Zira onların iktidar benzeri dünyevi hırsları nedeniyle koyun devirdikleri, kısrak parçaladıkları, sığır
gırtlakladıkları görülmüş şey değildi. Onlar
ancak acıktıkları zaman ve ihtiyaç duydukları
kadar yaparlardı bu işleri. Ama ya Devsiler?
Bundan böyle kan revan içinde yaşayamayacaklarını anlayan “Ela Gözlü Müminler”,
aralarında bir heyet oluşturup “Zamanların
Efendisi”nin kapısını çaldı ve “Medet ya
Resulullah!” dediler. Yukarıdaki anekdottan
anladığımız kadarıyla O ne yapıyor? Kıbleye dönüp ellerini “En Yüce Makam”a açarak, kendisine yakışanı üç kere tekrar ediyor:
“Hidayet ver ya Rab!”
Kıssa, Devsoğulları’nın sonuyla ilgili ola-
rak herhangi bir bilgi vermemekte, ancak
tahminimiz odur ki, “İnsanlığın Efendisi”nin duası geri çevrilecek değil ya, “En Yüce
Makam” tarafından kabul edilmiş ve “Devsoğulları zulümatı” izale olmuş olmalı. Neticede onlar da kaçınılmaz sona ulaşmış ve
“İslâm’ın barışçı yanına” teslim olarak kendileri de “sulhün temsilcileri” olmuş olmalılar. Ya olmasaydılar? Cevap tek: Kısasa kısas!
Bedir gibi, Mute gibi, Hayber ve diğerleri
gibi… Hepsi bu!
“Ordular! İlk hedefiniz
Akdeniz’dir…”
Gelelim bugüne… Bizim de güney cihetimizde bir “Devsoğulları” sülalesi yaşıyor. Ne
yaptıkları malûmunuz. Bu durumda, yukarıdaki kıssanın ışığında lazım gelenler sırayla
yapılmalı diye düşünüyoruz. Ya siz ne dersiniz?
Önce hidayet dileği… Yapıldı, ancak sonuç
alınamadı. Şimdi sırada öteki önlem var…
Nisan 2015’te bir haber düşmüştü ajanslara: “Türkiye ve Suudi Arabistan, Suriye’ye
operasyon planlıyor…” Denildiğine göre
iki ülke arasındaki irtibatı Katar sağlıyordu
ve Amerika’nın da durumdan haberi vardı.
Çağdaş Devsoğulları’nın ısınan suyunun
altına Türkiye kara, Suudiler de hava operasyonuyla odun atacaklardı.
Tamam da, bu haberlerden kısa bir süre
önce, içinde Türkiye geçen bir haber daha
çıkmıştı. Bu habere göre Musul’a bir operasyon düzenlenecekti. Operasyonun belkemiği Türk Ordusu yukarıdan aşağı inerken,
Peşmerge de onu arkalayacak, Amerikan
uçakları havadan bomba yağdırarak ameliyeye destek verecekti. İşin ayrıntısını veren
de resmî bir ağız, yani Musul Valisi’ydi.
Vali’nin beyanı soğumadan, iki Türk kargo uçağının bölgeye indiği duyuruldu. Denildiğine göre uçaklar askerî malzeme doluydu, ancak silah dışında kalan askerî teçhizatla potin, üniforma ve basit elektronik
cihazlar ve bu gibi eşyalar da vardı. (Tabiî
biz haber ajanslarının yalancısıyız…)
Bütün bunlar olurken, Irak’ın güneyi ya
da “Şii Irak”, Tikrit operasyonunu başlatmıştı bile. Bağdat ordusuna muvazi hareket eden Şii milisler de yola revan olmuş,
ordunun IŞİD militanlarından arındırdığı
yerlere çökmüştü. Otuz bin paramiliter silahlıdan oluşan milis gücünün komutası da
İranlı bir üst düzey komutanın elindeydi:
“Kasım Süleymani”...
temmuz 2015
47
haberajanda
Milenyum Sözlüğü
tık devletleri ve Polonya’yla kapatan Sovyet
Rusya’sını önlemek ve sıcak denizlere ulaşma hurucunda önünü kesecek olan kuşak
oluşturulmuş oluyordu.
İnsanın diyesi geliyor: “Ne Sovyet’mişsin
be!” Neredeyse Batı tüm dünyayı seferber
etmiş, “kuşak”a dâhil olmayan bölgeleri işgal ederek zorla sisteme sokmuş, oluşturduğu “Yeşil Kuşak”ın tamamını nüfus sahası
dâhiline almış ve tüm bunları yaparak bizim
“sıcak denizimiz Akdeniz”e Moskof ’un inmesini önlemişti.
Oysa yıllar sonra Suriye olayları patlak
verdiğinde öğrendiğimize göre, Rusya zaten
Akdeniz’de bulunuyormuş: Batı Suriye’deki
Tartus liman şehri, onlara ait bir askerî üsmüş. Montrö’den dolayı Akdeniz, İstanbul
ve Çanakkale kapılarıyla Ruslara açıktı -hâlâ
açık-. Ve biliyor musunuz o Montrö, Rusya,
Ukrayna, Romanya, Bulgarya, Gürcistan ve
Türkiye hariç, yani Karadeniz’de kıyısı bulunan devletlerin gemileri hariç, dünyanın
hiçbir ülkesinin gemilerinin Karadeniz’de
21 günden fazla kalmasına izin vermiyor.
Bunun kontrolünü de bizim Sahil Muhafaza yapıyor.
Birkaç aydan beri Türkiye’nin Ortadoğu’ya yönelik politikalarında
için için oluşturulan “gizli saklılıklar”ı nihai hazırlıklar gibi algılamak
mümkün. Bu düzlemde en göze batan gelişme, Süleyman Şah
Türbesi’nin geri çekilip sınırımızın 200 metre dibine konulması. Neden
Türkiye, 1990’dan beri yanan Ortadoğu, -hatta ondan da vazgeçtik5 yıldan beri yanan Suriye’deki olağanüstü şartlara rağmen “Ata
Baba”nın kabrini nakletmedi de şimdi yaptı bunu? Yoksa bir kara
harekâtından önce ayakaltından mı çekti? Çiğnenmesin diye ya da bir
provokatif saldırıdan mı? Galiba her ikisi de…
Daha sonra Bağdat Şii Ordusu’nun yardımına bizzat İran ordusunun yine 30 bin
askerle yardıma geldiği açıklandı. Tahran ilk
defa bu kadar büyük ve donanımlı bir birlikle ve bizatihi katılıyordu Ortadoğu savaşına.
Anlamlıydı, ancak kimse anlamak istemedi.
Türkiye de görmezden gelmeyi daha uygun
buldu zahir -ki sustu-.
Derken İran, bir başka yerde daha ortaya çıktı, biliyorsunuz: “Yemen”… Ta Afganistan harekâtından başlayan zamandan
beri dünyanın kalemleri “Yeşil Kuşak” ya
48
temmuz 2015
da “Yeşil Hilâl” türküsü çığırageldiler ya,
güya Afganistan, Pakistan, kısmen İran ve
Türkiye bir yaydı ve bu yayın devamı olarak Akdeniz’i doğu ve güneyden çeviren
İskenderun-Cebelitarık arasındaki Arap
kemeri de “kuşak”a eklenince grafik tamamlanıyordu. Böylece Karadeniz’in kuzeyinden doğu ve batıya hareketle önemli bir
coğrafyayı kontrol eden, boydan boya Kuzey
Kutup (buz demiyorum) Denizi’ne hâkim,
Manş Denizi’ne bir adım mesafede duran,
o bir adımı da bir zamanlar peyki olan Bal-
Buna karşın, başta Rusya olmak üzere
yukarıda saydığımız Karadeniz ülkelerinin
gemileri için hiçbir kayıt yok. Diğerleri bir
yana, ancak Rusya istediği zaman, istediği
kadar gemiyi Ege ve Akdeniz’e sürme hakkına sahip. Sadece savaş zamanları hariç! O
da Rusya ile Türkiye zıt taraflarda olursa…
Aynı cephedeyse sorun yok!
Dönelim yazının ortasına… Yeşil Kuşak
türküsü bir süre sonra “Sünni Hilâl”e çevrildi malum-u âliniz ve Kuşak’tan İran düştü/düşürüldü. Bu kez söz konusu kalemler,
Sünni Hilâl türküsüne başlamışlardı, ancak
ona koşut “Şii Hilâli”ini de dillendirerek...
Üstelik önerilen hilâlin ikisi de iç içeydi ve
birbirleriyle çakışıyor ya da birbirinden alan
çalıyordu.
Peki, bu hilâllerin şekillendirici ustaları
kim olacaktı? Şii Hilâl’in patronu için adam
aranmadı, zira dünyadaki tek bağımsız Şii
devleti İran’dı. İran, şahlık döneminde tam
anlamıyla Batıcı ve kısmen laik bir idareye
sahipti. Rıza Şah, bir Şah İsmail değildi.
Yani bir dinî devletin peşinde değildi. Bu
nedenle Şii Hilâl’de patronluk gibi bir işe
soyunmaya niyeti yoktu. O, İngiltere’dekine
benzer, ama Suudi Arabistan’daki kadar yetkili bir monarşinin sahibi olma hâli sürsün,
hanedanlığı sonsuza kadar debdebe içerisinde yaşasın, modern bir Pers Kralı olarak
saygı görsün istiyordu. Hepsi bu!
Seydahmet Karamağralı
Bu değilmiş hepsi meğer! Kendisini 2 bin
500 yıllık Pers İmparatorluğu’nun şahı değil, şehinşahı, yani şahlar şahı ilân eden Rıza
Efendi, bir günde alaşağı edildi. Kuyruğunu
kıstırıp yanına evlad-ü iyalını alıp Mısır’a
kaçmasına izin verildi. Çok sürmedi, kendisi Kahire’de kahrından öldü, oğlu da New
York bankalarında yatan İran şekellerini yemek için Amerika’ya gitti. Şimdi oradalar ve
küçük bir “Şahkulu Klan”ın üzerinde şahçılık oynamaya devam ediyorlar.
Hilâl’in hangi ucu?
O derin bakışlı yaşlı Ayetullah bir Fransız
uçağı ve yanında SDECE’nin ajanlarıyla
Tahran’a indiğinde şaşkına dönmüş olmalı. Zira hiç beklemediği bir manzara vardı
karşısında. Neredeyse tüm ahali bir “Yarı
Tanrı”yı bekleyen Atinalılar kadar coşkuluydu. Allah bilir ya, o yaşlı adam içinden
şöyle geçirmiş olmalı: “Bütün bu şartları ben
mi hazırladım Allah’ım, yoksa sen mi?”
Hazırlayan belliydi; 20. yüzyılı bitirmeye,
21. yüzyılı getirmeye hazırlanan “Kıyamet
Planı”nın sahibi Batı ya da gri şatoların Ortaçağ atmosferinde loş koridor ve taş duvarlı
salonlarında, gece yarılarında Kabbaltik,
pagancı ve okült ayinleri düzenleyen derin
dünya…
Sorarım kendi kendime: “Acaba o kara
gözlü Ayetullah vefat ettiğinde, İran krimanalogyası otopsi yaptı mı?” Yaptıysa
“mübarek” vücutta ne tespit etti? Ölüm doğal mıydı, yoksa olağandışı bir durum var
mıydı? Biliyorsunuz, aynı yıllarda Hakk’ın
rahmetine kavuşan Türkiye Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın vücudunda zehir bulundu, hem de 19 yıl sonra. Filistin Devlet
Başkanı Yaser Arafat’ın Paris’teki ölümü de
kuşkuluydu ve kuşku, yıllar sonra bir hakikate ulaştırdı laboratuvarları; onun ölümü
de zehirle olmuştu.
Devam edelim sormaya… 90’lı yıllardan
bugüne ölen üç Suudi kralının kanı da girdi
mi laboratuvar cihazlarına? Kanser olduğu
belli olan Ürdün’ün küçük kralı Hüseyin, sıradan bir kanserli miydi, yoksa oluşturulmuş
bir laboratuvar illeti miydi onunkisi? Ya Suriye diktatörü Hafız Esad? Tikritli Saddam,
Lübnan Başbakanı Hariri ve Mısır Diktatörü ve benzerlerini saymıyorum; bazılarının ölümü göz önünde ve ayan beyan oldu.
Dönelim Devsoğulları’na… 1975’ten
başlayan bir süreç içinde Afganistan-Fas
arasındaki coğrafyada yaşananları göz önüne getirdiğinizde göreceksiniz ki hiçbir şey
doğal değil. Zira Osmanlı’nın ölümüyle
başlayan zaman dilimi içerisinde coğrafyayı
dilim dilim parçalayanlar, her dilim başına
bir Devsoğlu oturtmuş sanki. Zamanı gelen,
uygun bir yöntemle kaldırıldı, yerine yenileri oturtuldu. İşlem sürüyor ama ne zamana
kadar? Galiba buraya kadar!
Her zaman söyleyegeldiğimiz “iki yüzyıl
arası fetret devri”ne sınırı koyalım: 1975 ile
2025 arasındaki 50 yıl… Ne olacaksa bu aralıkta olacak. Daha doğrusu “oldu”! Coğrafya son on yılına girdi, artık final yaklaşıyor.
Açılan sayfaların icmali yapılıp, “Z Raporu”
hazırlanıp kara kapak kapatılacak.
Kaygım şu: Kapak kapanmadan önce planlanan iki hilâlin çarpışması… Bu öyle bir
çarpışma olacak ki, final olduğuna değecek.
Zira coğrafyayı oluşturan parçalar Sünni ve
Şii olarak safını seçmiş durumda. Son bir şey
kalmıştı: Irak, Suriye, Lübnan ve en nihayet
Yemen’le kendi hilâlini oluşturan İran’ın
karşısında biçimlendirilmiş Sünni Hilâl’in
son ve başat parçası “Türkiye”…
Birkaç aydan beri Türkiye’nin Ortadoğu’ya
yönelik politikalarında için için oluşturulan
“gizli saklılıklar”ı nihai hazırlıklar gibi algılamak mümkün. Bu düzlemde en göze batan gelişme, Süleyman Şah Türbesi’nin geri
çekilip sınırımızın 200 metre dibine konulması. Neden Türkiye, 1990’dan beri yanan
Ortadoğu, -hatta ondan da vazgeçtik- 5
yıldan beri yanan Suriye’deki olağanüstü
şartlara rağmen “Ata Baba”nın kabrini nakletmedi de şimdi yaptı bunu? Yoksa bir kara
harekâtından önce ayakaltından mı çekti?
Çiğnenmesin diye ya da bir provokatif saldırıdan mı? Galiba her ikisi de…
Sonuç
Sözü döndürdük dolaştırdık ve tekrar kara
harekâtına getirdik. Bu hususa bir ek yapalım. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Suudi Arabistan ve koalisyon arkadaşlarının Yemen’de
Zeydi/Husilere karşı başlattığı Kararlılık
Fırtınası Hava Operasyonu’nun başladığı
Nisan 2015 başında şöyle demişti: “Hava
saldırılarıyla bu iş olmaz. Kara harekâtıyla
nihai hedefe ulaşılmalı.”
Galiba haklı! Bir ay sonra Yemen’de son
durum: Fırtına saldırılarına rağmen Husiler
yollarına devam ediyor. Güney Yemen’in
başkenti Aden’e girdi girecek noktadalar.
Nota üstüne nota veren İran, iki gemisiyle
bölgeye indi, Suudilerin burnunun dibine
dayandı. Yemen’e malzeme taşıyan bir İran
uçağını durdurmaya çalışan Suudiler, San’a
Havaalanı pistlerini berhava etti, iniş yapamayan uçak geri döndü. Aynı gün İran,
Hürmüz açıklarında seyreden bir ABD
gemisine el koydu, Körfez’e çekti ve Bender
Abbas Limanı’nda tutsak edip zincirledi.
Amerika, geminin Marshall Adaları bandıralı olduğunu açıkladı. Bu arada Erdoğan
Kuveyt’teydi.
Anlaşılan o ki, herkes bir kara harekâtı
arzu ediyor. Lakin bunu kim yapacak?
Hemen hemen herkes, bunu Türkiye’nin
yapmasını istiyor gibi. Kırk kere deli denen
adamın delirmesi gibi, Türkiye’nin de bu işe
aklı yatmış gibi görünüyor. En azından fakir
öyle görüyor…
Peki, harekâtın getirisi ne olacak? Bu
harekât sonunda Devsoğulları gidici…
Kim mi bu Devsoğulları? “Suriye” dediğinizi duyar gibiyim. Doğru, ama yetmez!
Devsoğulları tek adreste oturmuyor. Yüz yıl
evvelinin devleri, Osmanlı’dan arta kalan
her organın birine bir Devsoğlu oturtmuşlardı. Ancak bu oturuşun süresi belli: Bir
asır… Asır tamam olurken, “it leşini sahibine sürükletmek” isteniyor. Burada sahip,
“Ankara” oluyor.
Doğrusu fakir de nihai harekâtı yapacak
olanın Türkiye olmasında bir mahsur görmüyor, lakin yalnız başına olmaz! Eğer böyle bir harekâta kalkışacaksa Türkiye, yanına
başta İngiltere olmak üzere Amerika’yı da
almalı. Almalı derken, sembolik de olsa her
iki ülkeden birer taburunun harekâta katılması şart!
Bir başka şart da şu: Amerika, İncirlik’i
kullanma hakkını bize de vermeli. İncirlik
derken, ilçedeki Pentagon hangarlarında
yatan -kimine göre 90, kimine göre 200atom bombasından bahsediyorum. Söz konusu harekâtla Sünni Hilâl’in patronajının
belirleneceği aşikâr. Şii Hilâl’in harekete
geçmesinin ve iki Yeşil Hilâl’in çarpışmasının ve “salip”in sevindirilmemesinin yegâne
garantisi, “İncirlik anahtarı”dır. Bizden söylemesi…
Sözü bitirirken şunu diyelim: Madem
yazının konusu yüz yıllık Devsoğulları devriydi, sevinerek verelim haberi ki, onların
defteri dürülmek üzere… Bir iyilik daha yapalım ve söz konusu Devsi hanedanlıkların
kim olduğunu tamamlayalım: Yukarıda Suriye Esedleri demiştik; ilaveten Ürdün Haşimileri, Arabistan Suudileri, Körfez Emirlikleri, Filistin El-Fetih’çileri ve tabiî bizdeki
Devsizm… “Ya İsrail?” diyorsunuz… İsrail
“Devsoğlu değil”, onlar “Kurayzaoğulları”…
Kim mi Ben-i Kurayza? Acele eden İslâm
tarihine baksın ya da konuyla ilgili anlatacaklarımızı beklesin!
temmuz 2015
49
haberajanda
Kripto
Çok sürmedi ve üç Yahudi ve iki Arap kabilesinin ileri gelenlerinin ön kabulüyle
“Medine Sözleşmesi” imzalandı. Halk ve idare arasındaki ilişkiyi belirleme zaviyesinden bakıldığında Magna
Carta neyse, Medine Sözleşmesi de benzer bir konumdadır. Zannedildiği gibi sözleşme dinî bir metin değildir.
Tıpkı Carta gibi dünyevî karaktere haizdir. Bununla birlikte, her iki belgede de imzanın başat tarafı teolojik
unvana sahip şahsiyetler olarak karşımıza çıkmakta. Magna Carta’ya imza atan birincil şahsiyet, Hıristiyanlığın
en tepe otoritesi olan Papa.
Öte yanda Efendiler Efendisi, “sözleşme”yi Peygamber
olarak değil, yeni kent statüsünün yöneticisi olarak mühürledi. Beri yanda Papa,
fermanı “dinî lider” olarak imzalamıştı. Carta’nın diğer imzacıları ise Kral ve baronları…
Yani imza töreninde avam/
halk yok, sadece ruhbanik ve
monarşik otoritenin varlığı
söz konusu.
***
Son Nebi, mührünü bastığı ve
taahhüt ettiği haklar hususunda Mümin, Münafık, hâlâ
kalmışsa Müşrik ve Yahudi
toplumlarına en adaletli devlet hâliyle hükmetti. Çünkü
sözleşme, uygulamada yepyeni bir açılım getiriyordu: Her
cemaati kendi teolojik hukuk
anlayışıyla yargılamak, sevk
ve idare etmek… Böylece, belki de dünya tarihinde bir ilk
hayata geçiriliyordu ve bu ilk,
yönetim sanatında bir devrimdi. İşte sözleşme, sadece
bu özelliğiyle bile aşılmaz bir
hususiyetin maliki olarak orada duruyor!
50
temmuz 2015
20. yüzyıl Amerikanizminin başarısı ve
“POPÜLER”
Başkanlığın doğuşu
A
RZUM odur ki, mevzua kısaca “Magna Carta” olarak bilinen ve
“Büyük Ferman” anlamına gelen “Magna Carta Libertatum”dan
bir alıntı yaparak girelim:
“Hiçbir özgür insan, kendi benzerleri tarafından ülke
kanunlarına göre yasal bir biçimde muhakeme edilip hüküm
giymedikçe tutuklanmayacak,
hapsedilmeyecek, mal ve mülkünden yoksun bırakılmayacak, kanundışı ilân edilmeyecek, sürgüne yollanmayacak ve
hangi şekilde olursa olsun zarara uğratılmayacak.”
19 Haziran 1215 yılında, “Tanrı’nın önünde diz
çöktük” diye başlayan Büyük Ferman’ı kaleme alanlar,
Papa Üçüncü İnnocentius ile
Kral John ve baronları, İngiliz ülkesindeki tebaaya mensup insanları tam güvenceye
alacak bir belge imzalamışlardı. Belge Latince yazıl-
mıştı ve 61. maddesinde şöyle diyordu:
“(…) Kapsamlı ve sürekli bir istikrardan faydalansınlar diye… Baronlar kendi
aralarından yirmi beş kişi seçecek. Seçilenler tüm güçleriyle, bu fermanla teyit ettiğimiz
ve kendilerine bağışladığımız
barış ve özgürlükleri uygulayacak, buna uyacak, diğer tarafların da uymasını sağlayacaklar.”
Alıntılardan da anlaşılacağı üzere bu belge ile Kral, ilk
kez yetkilerini kısıtlamış oluyor, bunun karşılığı olarak
halka bazı hak ve özgürlükler
tanıma ferasetini ve iyi niyetini gösteriyordu. Çağdaş anayasal sisteme gelinceye ka-
dar yaşanan süreç içerisinde
geçirilmiş olan “yönetenden
yönetilene hak devri” basamaklarının belki de birincisi
olarak Magna Carta, tarihin
en mühim belgelerinden sayılmakta. Belge, Kral’ın bazı
yetkilerinden vazgeçmesini,
kanunlara uygun davranmasını zorunlu kılıyordu. Bununla birlikte hukukun, kralın arzu ve isteklerinden daha
üstün olduğunun altını çiziyor, günümüzden 800 yıl önceki sosyalitenin önemli bir
gerçeği olarak toplumun var
olan katmanlarını oluşturanların toplumsal güçlerinin sınırlarını ihata ediyordu.
Bununla beraber, adaletli
ve prensipsel bir sosyo-denge
Ahmet Yozgat
[email protected]
T.C. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan
Eksik olan son iki parça
daha vardı: Onlar da Osmanlı ve Romanof İmparatorlukları ile hükmettikleri uçsuz
bucaksız arazilerdi. Bu imparatorluklardan biri Türklerin, diğeri Ruslarındı. İkisi de 1701’de başlayan ve
bir odunla bir tas sudan imal
buhardan çıkan binlerce beygir gücü ile devasa enerji
karşısında tek atlı kalmışlardı. Dolayısıyla “neo-sanayi”
yarışının henüz başındayken tıkanmışlardı. Bilhassa
Birincisi, “Hasta Adam” olarak sıfatlanmıştı. Öyle ki, bugün yarın ölümü kesin görünüyordu. İngiliz Majestesinin
hedefinde öncelikle hastalıklı olan ve gün sayan “Birinci”
vardı. Plan inceydi ve bunu
“İkinci”nin yardımıyla başaracaktı. Akabinde de mücadeleden bitkin çıkan “İkinci”yi
tek vuruşla alaşağı edecekti.
***
Kanaatimiz o ki, ülkemizde
hızla yaklaşan başkanlık rejimi ve bu kabil tartışmalarda ABD’nin derinliklerinde
yatan Majestik otorite unutulmamalı! Buradan hareketle “Hangi tip başkanlık?” sorusunun cevabı aranırken,
“Amerikan tipi” tercihinde
“saklı güç”ün etkisi bilinmeli, biliniyorsa hatırlanmalı ve
ciddiyetle gözden geçirilmeli! Bu anlamda Commonwelt
gibi güdümlü örgütlerin üyelerine ve o yörede kurulan
şu ya da bu tip başkanlık örneklerine yeterince şüpheyle bakılmalı, hatta mümkünse bu tip “bağımlı başkanlık
tekniği” ile oluşturulmuş yönetimler atlanmalı, atlanmıyorsa ıslah edilerek bu
model bağımsız biçime getirilmeli.
temmuz 2015
51
haberajanda
Kripto
kuran belge, kral, din adamları ve devlet
adamlarının halk karşısındaki konumunu
sınırlandırmakla kalmıyor, hudutlarını kalın
kalemlerle çiziyordu. İlaveten yetkiler yeniden belirlenirken, yukarıdan aşağıya doğru
azaltılıyordu. Doğal olarak bu belge, özgün
şartlarıyla günümüz hukukunun da temeline belirgin bir taş koyuyordu.
Elbette Avrupa tarihinde, Milat evvelinde ve 700’lü yıllarda varlığı ortaya çıkan Antik Yunan ve Roma Krallığı önemsenecek
kadar mühim bir “anayasalımsı” sisteme ve
“modernimsi” hukuk anlayışına sahipti. Ancak göz ardı edilen her iki uygarlık, Milat’ın
ardından 4. yüzyılda çökünceye kadar köle
toplumuydu. Bu yapılarıyla dört katmanlı
bir “kast”ın sahibiydiler gevşek bir Hindistan sosyalitesinin mustralığı olarak. En dipte parya altı kölelerin bulunduğu kastın, üst
ve önemli katmanlarını yönetici tabaka, soy-
52
temmuz 2015
lular ve rahipler oluşturmaktaydı. Söz konusu elitler ve paryatik köleler arasında ezici
yığın olarak halk vardı.
Yukarıda sözü edilen “anayasalımsı hukuk sistemi”nin kapsayıcılığı ise sadece royalik elitlerle sınırlıydı. Yönetici/Sezar, royalite ve ruhbaniyeti ayrı ayrı koruma altına
almış olan teorik zırhlar koruyuculuğundaki katmanlar, fevkalade yetkilerle donatılmış
bir toplumsal gettoda rahat ettiren bir anayasal hukuka tâbiydi. Ne halk yığınları, ne
de köleler, mevzubahis anayasal hukuk kapsamına dâhildi. Onların hukuku, hukuksuzluk ya da günübirlik ve kişiye göre hukuka tâbiydi. Günümüzde sözü edilen “elitler
demokrasisi” veya “oligarşik cumhuriyet”in
arkaik tipografyası diye bilinecek Antik
Avrupa sistemi, Magna Carta’nın öncesi sayılmaz, ayrı şeyler olarak değerlendirilmişlerdir. Zira iki dönem arasındaki en önem-
li fark, Büyük Ferman’ın geniş yığınlar -hem
de kastın en altından başlayarak- lehine yönetim kademesinin yetkisel feragatıdır ve bu
itibarla mühimdir.
Demokrasi tarihinin
ilk mihengi
Kadim çağlardan itibaren tarihe giren saltanat anlayışının insanlığı “alt-üst” düalitik
formatıyla ikiye bölen geometrisinin yönetsel adı ve belirleyeni, “hanedanlık” adını ve
zihnî paradigmasını taşımaktaydı. Bu anlayışın terminolojik-teknik düzlemindeki tarifini ise “beşeri sektörleri soylular” ve
buradan hareketle “soysuzlar” şeklinde biçimlendiriyordu. Bu biçem, birçok toplumsal organizasyonda “hanedan ve ahali” şeklinde iki kamptı. Roma ve Antik Yunan’da
ise “oligarşi ve halk”tı. Bunun belirleyeni,
birinci formatta “tanrı ve toplum mesafe-
Ahmet Yozgat
si”, ikincisinde ise “bilgi ve toplum aralığı”
idi. Sözü edilen mesafenin yakınlığı/uzaklığı her iki durumda da sosyal statüyü belirliyordu ve bu bir postülattı.
Bu anlamda, geleneksel topluluklarda ön
kabulle yer edinmiş olan “hanedanlık”, sözü
edilen Antik Grek ve Roma düzleminde
“elitler” olarak karşımıza çıkıyordu. Ancak
kutsanan grup, gerek hanedan olsun, gerekse elitler, nihaî noktada aynı yerde konuşlanmıştı: İmtiyazlı topluluk, müstesna aile
ve seçkin aydınlar…
Buradan hareketle demek istenen o ki,
demokrasinin kısa tarihi içerisinde “kutsanan” ve bir nevi küçük harfle “Şarkî Asr-ı
Saadet” olarak anılan Grek ve Roma idarî
anlayışı, “lanetlenen” saltanat anlayışından
farklı sayılmazdı ve demokrasi dışı “sulta” idarelerinden bir çeşniydi. Lakin Magna Carta’yla girilen İngiliz modeli, farklı bir
parselasyon duruşu olarak demokrasi tarihinin ilk mihengi sayılabilir.
Medine Akdi
Bu arada hem Asr-ı Saadet demişken,
hem de proto-yönetim modellemesine önemli bir örnek olarak Arabistan’a uzanmak ve Hicaz bölgesinin 610 ile 660 yılları arasındaki 50 senelik dönemine de bakmak icap eder.
Bilindiği üzere, hayatımızın yegâne örneği olarak Efendiler Efendisi’nin hayatında 610 tarihi, Risalet’in başlangıcı olarak biliniyor. Lakin O’nun takviminde Risalet’in
üzerine konan 12 yıllık süre, tamamen akaidin tesisiyle ilgili olup, herhangi bir yönetsel dâhiliyet ihtiva etmemekte. Ne zaman ki
Hicret vuku buluyor, Nebi’nin önünde “Dinin Peygamberi” sıfatının yanı sıra, “Resmi Sosyo-Organizasyonun İnşacısı” olma
durumu da başlıyordu. Bu sebeple yönetim düzleminde, yazıyı alâkadar eden yıllar,
O’nun hayatındaki son on yıl olarak şekillenmekte. O’ndan sonraki 30 yıl ise on yıla
eklemlenen “Hulafa-i Raşidin” dönemi, yani
Dört Halife Devri olarak almış yerini İslâm
tarihinde.
Burada, Hicret’in akabinde Efendiler Efendisi’nin “Medine Önderi” vasfını kazanmış olması bir seçim gerektirmiş değil, ilahî
açıdan bir murat, insanî açıdan doğal bir
tercih olarak karşımıza çıkıyor. Sözü edilen
toplumsal tercih de haddizatında bir seçim
ve onaylama hâli sayılabilir kanaatindeyiz.
Zira seçime de gidilse, sonucun değişme ihtimali yoktu. Çünkü eylem, ikinci bir namzetin esamesi okunmayan bir seçim olacaktı
ve nihaî durumda da Son Nebi galip olarak çıkacaktı.
Bu arada unutmadan, o devrin şartlarında, bölge ve kültürde zaten bir seçim vardı
ve bunun adı “biat” idi. Bu bağlamda Medineliler, Hicret’ten evvel iki kez Mekke’ye
giderek Akabe arazisindeki ünlü bodur çöl
ağacının gölgesinde Allah’ın Elçisi’ne biat
etmiş ve şifahî bir sözleşmenin altına “ant”
basmışlardı. Zaten Son Resul, Akabe Biati sebebiyle ve davetli olarak gitti Diyar-ı
Yesrib’e. Ve orada itirazsız kabul gördü.
Hem de Medine mücavirinde mukim üç
Yahudi kabilesinin de açık bir itirazına maruz kalmadan.
Çok sürmedi ve üç Yahudi ve iki Arap
kabilesinin ileri gelenlerinin ön kabulüyle “Medine Sözleşmesi” imzalandı. Halk ve
idare arasındaki ilişkiyi belirleme zaviyesinden bakıldığında Magna Carta neyse, Medine Sözleşmesi de benzer bir konumdadır
-hatta daha ileride de denilebilir-. Zannedildiği gibi sözleşme dinsel bir metin değildir. Tıpkı Carta gibi dünyevî karakteri haizdir. Bununla birlikte, her iki belgede
de imzanın başat tarafı teolojik unvana sahip şahsiyetler olarak karşımıza çıkmakta.
Magna Carta’ya imza atan birincil şahsiyet,
Hıristiyanlığın en tepe otoritesi olan Papa.
Öte yanda Efendiler Efendisi, “sözleşme”yi
Peygamber olarak değil, yeni kent statüsünün yöneticisi olarak mühürledi. Beri yanda Papa, fermanı “dinî lider” olarak imzalamıştı. Carta’nın diğer imzacıları ise Kral ve
baronları… Yani imza töreninde avam/halk
yok, sadece ruhbanik ve monarşik otoritenin
varlığı söz konusu.
Oysa Sözleşme’de, Son Nebi’nin karşısında halkın temsilcileri, yani kabile reisleri
bulunmakta ve reisler, çadır komşuları olarak kendileri gibi yaşayan kabile mensupları
adına imza atmaktaydılar. Carta’da imzacılar
her ne kadar ayrı mezheplerin müntesipleri de olsalar, nihaî durakta Hıristiyan inancına dâhildiler. Hâlbuki Sözleşme’yi kabul ve
imza edenler, Müminler, Münafıklar, Müşrikler ve Yahudiler olarak toplaşmış farklılıklardan oluşmaktaydı.
Kanaatimiz odur ki, bütün bu ve benzer
parametreler, Sözleşme’yi Carta’nın önünde bir yere koymakta. Her ne kadar küresel kabul “Medine Akdi”nden söz etmese ve
-biz dâhil- tüm dünya kamuoyunun önüne
Magna Carta’yı koysa da tarih hakikati bilmekte.
Yine aynı husus üzerinden devam edelim… Her iki vesikanın uygulanmasında
görünen aksaklık ve aksamazlık da neyin
ne olduğunu anlamamıza yardım edecektir zannımızca. Birleşik Krallık’ın Hıristiyan toplumuna uygulanan Magna Carta, temel olarak Kral’ın dinî önderi olduğu
Milli İngiliz Kilisesi’nin resmî mezhebi olan
Protestanlığı baz almıştı ve Calvenist hukuka göreydi. Oysa ülke içerisinde Katolik İrlandalılar da bulunmaktaydı. Ancak Ferman, onlar için bir sorun teşkil etmedi. Zira
Papa, Tudor Kralı’yla anlaşma ve imzalaşmayı onlar adına yapmıştı. Bu anlamda yönetim esnasında Kral, İrlanda Katoliklerine
pozitif ayrımcılık uyguluyordu; bu bir nevi
“aforoz” korkusuyla Katolik kayırmaca mecburiyetiydi.
Bu sebeple Magna Carta, baştan itibaren
aksamaya başlamıştı. Sadece bu değildi elbette Carta’yı topal yapan, ülke halkı arasında “Pürütenler” olarak bilinen bir dinsel topluluk daha vardı ki, onlar ne Kral’ın
mezhebindendi, ne de Papa’yla bir irtibatları vardı. Katoliklere uygulanan “pozitif kayırmacılık” Pürüten dünyada negatife dönüşüyor, söz konusu mezhebin müntesipleri,
Carta’nın demokratik meyvelerinden istifade edemiyorlardı. Aksine Kral ve baronları, hukukuna saygı göstermediği Pürüten
ahalisini bir nevi fundamentalist addederek
baskı altında inletiyordu.
Elbette Magna Carta, özgürlükçü anlayışı içerisinde serbestisini de haviydi. Ancak
Kral ve baronlarının baskısından bunalan
Pürütenler, bir çıkış yolu olarak Amerika kıtasına göçmek istediler. Lakin Royal Saray
buna izin vermedi. Hâlbuki o yıllarda diğer İngiliz tebaa içerisinde İrlandalılar, akın
akın karşı kıtaya göçüyordu ki, bu da kayırmacılığın bir ayrıcalığıydı.
Pürütenler üzerindeki -bir nevi- “antiCarta” baskısı zamanla o kadar arttı ki sonunda dindar bir feodal olan Oliver Cromvell, vekil olarak Pürüten cemaatini temsilen
Parlamento’ya gitti. Daha sonra gelişen birtakım tarihî olayların sonunda Kral ve aristokrasiye karşı isyan bayrağını açan “Parlamento Ordusu”na katıldı, hatta lider oldu.
Mücadele neticesinde Kral Birinci Charles
alaşağı edildi, sonra da infaz…
temmuz 2015
53
haberajanda
Kripto
Böylece ilginç bir gelişme olarak İngiliz
tarihinde ilk ve son cumhuriyet idaresine
geçildi ve adına “Restorasyon Cumhuriyeti” denilen Cromwell tipi halk idaresi dönemi başladı. Tarihler 1660’ı gösterdiğinde
Pürüten Oliver, ülkenin Cumhurbaşkanı idi
ve 61 yaşındaydı.
Kurulan Cumhuriyet idaresi, “Magna
Carta Anayasası”nı bir önceki Monarşi’ye
göre daha rantabl ve adil uygulayabilirdi, ancak uygulamadı. Bu kez de Pürüten Başkan,
aynı Carta’nın gölgesi altında kendi mezhebinin dışındaki Hıristiyan halkı baskı altına
aldı. Durum, ümit edilenden daha kötü olmuştu. Anlaşılan o ki halk, sonuçtan mutlu
ve memnun olmadı ve cumhuriyete monarşiyi tercih etti. Kısa bir süre sonra İskoçya
soylularından biri başkente yürüdü ve Pürüten Cumhuriyeti’ni yıkarak tekrar Tudorları
tahtlarına oturttu.
Bütün bunlara karşı Medine Vesikası ve
uygulamasına bakalım…
Son Nebi, mührünü bastığı ve taahhüt
ettiği haklar hususunda Mümin, Münafık,
hâlâ kalmışsa Müşrik ve Yahudi toplumlarına en adaletli devlet hâliyle hükmetti. Çünkü Sözleşme, uygulamada yepyeni bir açılım
getiriyordu: Her cemaati kendi teolojik hukuk anlayışıyla yargılamak, sevk ve idare etmek… Böylece, belki de dünya tarihinde bir
ilk hayata geçiriliyordu ve bu ilk, yönetim
sanatında bir devrimdi. İşte Sözleşme, sadece bu özelliğiyle bile aşılmaz bir hususiyetin
maliki olarak orada duruyor!
Hendek Savaşı’nda Mekkeli saldırgan
Müşriklerle gizli ittifak içine giren ve Sözleşme’deki imzalarını hiçe sayan Yahudi kabilesi olan -galiba- Kurayzaoğulları’nın ihaneti ortaya çıkınca, sabitleşen suça karşı cezaî müeyyide uygulamak şart olmuştu.
Son Nebi sordu: “İslâm hukukunca mı, yoksa
Musevi hukukuna göre mi yargılanmak istersiniz?” Hayatta kalma ihtimallerini hiçe sayan Kurayzalılar, İslâm hukukunun affediciliğini değil, Museviliğin ihanete hükmettiği
idamı tercih etti ve infaz edildiler. Bu bile
bir tercih serbestisi ve özgür bir idare yansıması olarak tarihe geçti.
Görüldüğü üzere Medine Vesikası, uygulamada da adalet ve hukuk çeşitliliği devriminden ayrılmamış ve Magna Carta’nın
önüne geçmişti.
***
Hz. Muhammed’in vefatının arkasından
54
temmuz 2015
yönetim, “Peygamber Hanedanı”na devredilmedi elbette. Yine “biat yöntemi” ile belirlendi. Halife olarak Hz. Ali ve Hz. Saad’ın
adları geçmesine rağmen, cemaat ileri gelenleri Hz. Ebubekir ismi üzerinde birleşti
ve ona biat ettiler.
Resul’ün ahirete irtihaliyle yeni bir sayfa
açılmaktaydı Hicaz’ın kuzeyinde. Buna sebep, Birinci Halife’nin devrinde tamamlanmış olan bir kitap: Kur’an... Bir nevi bütüncül bir anayasa da sayılabilecek olan Kur’an,
ondan sonra yeni toplumun adaletle yönetilmesinde yeterli oldu.
İkinci hilafet yılında ölüme yatan Birinci Halife’nin sulbü dünyada devam ediyordu ve oğulları vardı onun. Buna rağmen
o, hanedanlığa yeltenmedi. Yerine oturacak şahıs olarak Hz. Ömer’i işaret etti.
Ebubekir’in Hakk’a yürümesinin akabinde müminler, işaret edilen zat üzerinde birleşti ve Hattab oğlu Ömer, biat edilen İkinci Halife oldu. Onun uyacağı kurallar kitabı
elbette Kelam-ı Kadim’di ve Kur’an, İkinci Halife’nin on yılında da genişleyen ve
Arabistan’ın çok uzaklarına taşan imparatorluğu idarede tek hukuksal başvuru kaynağı oldu. Hiç boşluk ve aksama yaşanmadı,
sistem tıkır tıkır işledi.
Üçüncü Halife Osman’ın seçimi, Hz.
Ömer’in önerdiği birkaç kişilik listeye bağlı
kalınarak ve istişareyle yapıldı. Hilafeti esnasında Hz. Osman da ilk iki halifenin yolundan ayrılmadı, lakin yıl ve yıl Resullulah’tan
ve O’nun şehrinden uzaklaşan İslâm memleketinin bazı bölgelerinin ahalisi yönetimden pay istemeye başlamıştı. Bu anlamda çıkartılan bir isyan sonucunda Üçüncü Halife,
80 yaşında hunharca katledildi.
İlk üç halifenin seçimi, Son Nebi’nin hayatında yaşadığı bazı olaylar ve o olaylar sonucunda ortaya çıkan hadislerdeki sıralama,
dördüncü halifenin kim olacağının da tahminine yardımcı olmaktaydı. Üstelik O’nun
yaşamında, en yakınında bulunanlar dizisinde ilk dört kişi arasında Hz. Ali de vardı;
diğer üçü ilk üç halife olarak tarihteki yerlerini almışlardı. Ancak Ali’nin hilafetini belirleyen etken bu değildi. Zira Üçüncü Halife Osman’ı şehit eden isyankârlar, ülkenin
siyasetine de hâkim olmuşlardı. Hususiyetle
Kufeliler, Hz. Ali’nin halife olmasında ısrar
etmekteydiler. Günümüzdeki tarifle ortada
bir darbe vardı ve Hz. Ali, darbecilerin adayı olmak istemedi. Ve galiba Hz. Osman’ın
seçilmesinde kullanılan “şura yöntemi”ni
önceliyordu. Hatta eğer söz konusu yöntem uygulanmış olsaydı yine Hz. Ali seçilirdi. Ancak ondan daha önemlisi şu idi: Bu
şura, birincisi gibi belirlenmiş dar bir kurul
olmayacak ve bir bakıma daha geniş katılımlı “serbest şura” olacaktı. Bu hâliyle ilk üç
seçimden daha “demokratik” sayacaktık biz
onu. Ancak olmadı! Hz. Ali, istemeye istemeye hilafeti kabul etti. Yönetim şartını ve
akabindeki günlerin siyasetinin belirleyicisi isyankâr darbeciler olduğu için sonuçtan
memnun olan ne Halife’nin kendisi, ne de
halk oldu. Meşruiyeti tartışmalı bir yönetim
hâlini alan Dördüncü Halife ve dönemine
itiraz, sadece halktan değil, devletin bürokratlarından da geliyordu.
İslâm’a duhuliyetlerinden beri gözlerini
en başa dikmiş oldukları söylenen Ümeyyeoğulları kabilesinin başındaki şahıs, aynı
zamanda Şam merkezli Suriye’ye de hükmediyordu. O adam Muaviye’ydi. Bu adam,
hırsı nedeniyle Resulullah’ın damadı ve torunlarının babası olan Dördüncü Halife’ye
rahat vermedi. Hatta isyan bayrağını açıp
onunla pervasızca savaştı.
“Sıffin Savaşı” olarak bilinen ve tefrikanın
tavan yaptığı o karşılaşma, İslâm’ı siyaseten paramparça ettiği gibi, etkisi zamanımıza kadar süregelen teolojik bir ayrışmanın
da tetikleyicisi oldu. Sonuç: “Hariciler” adı
verilen agresif ve hatta teröre meyyal, günümüz DAEŞ’çilerini anımsatan bir grup
doğdu. Hz. Ali, bir Harici katilin hançeriyle şehit oldu. Ve Asr-ı Saadet böylece kapandı.
Yönetim, Muaviye üzerinden bir sülaleye geçti. Emevi Hanedanlığı’nın ikinci hükümdarı, tarihin lanetlediği bir adam oldu:
Yezit…
Eksiklerine direnen
temel belge
Dönelim asıl konumuza… Ne yazık ki
Doğu’da Medine Vesikası üzerinden başlatılan “özgürlükçü yönetim”, Kur’an üzerinden otuz yıl kadar devam etmiş, lakin bir
darbeyle sonuçlandırılmıştı. Darbe, tiranik
yöntemleri benimseyen bir sülale hanedanlığına dönüşerek ulvi ideallerle yandırılmış
olan “çerağ”ı söndürdü ve o ışık kaynağı bir
daha canlanmadı.
Fakat Britanya adası, aksak Magna Carta’sında direndi ve yeni Magna Carta’larla
desteklenen sistemini “demokrasi” hâline
Ahmet Yozgat
getirmesini bildi. Ve onu taklit eden Fransa,
İsveç, Norveç ve de Danimarka başta olmak
üzere, Almanya ve İtalya ile “Demokratik
Avrupa”yı oluşturmada temel belge oldu.
Bir “özyönetim” deneyimi
Burada, Avrupa’nın ortasında yer alan bir
ülke olarak Helvetia Konfedarasyonu da
denilen İsviçre’ye özel bir başlık açmak gerekiyor. Bu ülke, Magna Carta’nın yakın tarihine denk gelen kuruluşuyla 13. yüzyıldan
günümüze, kesintisiz bir “özyönetim” deneyimiyle katıldı dünya demokrasi tarihine.
Helvetia adıyla 1200’lü yılların ilk çeyreğinde bir araya gelen bölge derebeyleri, gevşek
bir yapıyla federatif bir organizasyonu oluşturmuşlardı.
Federal yapıyı oluşturan birimlerin her
birine “Kanton” adı verildi. Kantonlar, her
şeyden önce millet ve mezhep birliğine sahip de değillerdi. Alman, Fransız ve İtalyan
anadilli Kantonlar, federatif yapının üç ayrı
resmî dilimini de belirliyordu. Yani sınırlar
içindeki herhangi bir resmî levha ya da tabela, üç dili de içermek durumundaydı.
Çok sonra üç temel anadile “Romansça” adı verilen -bir nevi- “Çingene lisanı” da
dâhil edildi. Sistem, birbirinden tamamen
bağımsız “kanton devletçikleri”nin uyumlu
birlikteliği olarak yoluna devam ediyor.
Temel işleyiş formu olarak ikiye ayrılabilecek olan demokratik idarelerden neredeyse tamamı “temsil” temelli. Yani halk
grupları kendi temsilcilerini seçiyor; seçilenler, bir kurum çatısı altında toplanıp
ülkenin genel durumuna uygun yasa teklifleri veriyor; topluluk bu teklifleri görüşüyor ve oyluyor. Yasama yetkisini halk adına
kullanan temsilci meclisin onayladığı yasa,
devlet adına atanmış/seçilmiş memurin tarafından uygulanıyor. Ki bu biçem, yönetimsel tarih içerisinde “temsilî demokrasi”
adıyla etiketlenmekte.
Bir diğer demokrasi çeşidini ise “doğrudan demokrasi” olarak isimlendiriyor yönetim uzmanları. Uygulanma ihtimali ve uygulanma alanı neredeyse yok denecek kadar
dar olan “doğrudan demokrasi tekniği”nde,
isminden de anlaşılacağı üzere temsilcilik katmanı bulunmamakta. Halk, belli bir
orandaki insanı bir araya toplamak kaydıyla
kanun teklifinde bulunma ve teklifleri doğrudan oylama, kabul etme ve etmeme hakkına sahip. Aritmetiği düşük, köy ve kasaba
mesabesindeki bağımsız organizasyonlarda
uygulama alanı bulabilecek olan bu demokrasi tekniği, en ilkel hâliyle Afrika kabilelerinde veya benzeri toplumlarda, sosyo-kural
belirlemede hayat sahasına çıkmakta. Modern devletlerin matematiğindeki yükseklik
ve sosyal ciddiyet sebebiyle uygulanması zor,
hatta imkânsız bir deneme olarak biraz ütopik sayılmakta.
Ancak İsviçre kantonlarının bazılarında, matematik bu kabil doğrudan demokrasiye uygunluk arz etmekteydi. Birer köy
veya kasaba mesabesindeki bazı kantonlar,
yasama görevinin tamamı olmasa bile bir
kısım yetkilerini halkına bırakmış durumda. Buna, “Yasama işlemini halk yerine getiriyor” hükmünden çok, “Yasaları oylamada
sık sık plebisit yöntemini kullanıyorlar” demek daha doğru sayılabilir. Bununla birlikte referandum bereketi demokrasinin temsiliyet özelliğini halka yansıttığı için önemli
bulunuyor.
Kantonizmin bir başka özelliği de –ki birçok federatif yapıda durum böyledir- kantonların kanunlarının kendi şartlarına göre
yapılıyor olması. Öyle ki, bir husustaki karar, kantonlar arasında farklı farklı değerlendirilmekte, bazen taban tabana zıt bir sonuç
doğurabilmekte.
temmuz 2015
55
haberajanda
Kripto
56
temmuz 2015
Ahmet Yozgat
Buna benzer bir uygulama da ABD’de karşımıza çıkıyor. Şöyle ki, Federal Amerika’yı
oluşturan elli küsur devlet içerisinde kanunlar birbirine benzememekte. Mesela bazı
devletlerde idam uygulanırken, bazılarında
bu konudaki karar, idamsızlık üzerine bina
edilmekte.
Kümülatif demokrasi
Dönelim Magna Carta Britanya’sına…
1666 yılında Pürüten Cromwell eliyle kısa
bir cumhuriyet denemesi yapan İngiltere,
devleti 1648’de İbranilerle tanıştıran/buluşturan adam olarak Oliver’i, yıkılan kısa
ömürlü cumhuriyet tecrübesinin enkazına
gark edilmedi. Pürüten Baba, “Devlet Kurucusu Lord” unvanıyla sekiz yıl sürecek zorunlu emekliliğe tâbi tutuldu. Ancak ülkeye
çok farklı bir deneyim yaşatmıştı ve bu deneyimin formatlanmasına İbrani parmağını
da katarak bir başka açılımın da fitilini ateşlemiş oluyordu.
Bu açılım, “Amerika kolonisinde sektörel
genellikten idarî ulusallık çıkarmak, kısmî
cumhuriyetlerden kümülatif demokrasi oluşturmak” diye ifadelendirilebilir.
***
Biri kaybolmuş olan 13 kabileden oluşan
Yahudi toplumu, kendine has kurallara göre
işleyen ve asla birbirine karışmayan “anane
sektörleri”nden müteşekkil bir toplumdu.
Enine ve dikine bir devinimle genleşen ve
yükselen “Judikyan kabileler”, birbirinden
sosyal ve teolojik hudutlarla ayrılmış, ancak
bütüncül yapı içerisinde birbirlerine sıkı sıkıya bağlı bir bağnazlığı da bünyelerinde barındırmaktaydı.
Kutsal Kitap Tevrat’ın ayan açık ve müteşabih metafiziği, hem içtimai hayata, hem
vicdani deruna kayıtsız şartsız hâkimdi. Bu
hâkimiyet, müntesipler arasında ortak ideal, ancak ayrı ayrı devinim öngörüyor ve insanlığın en disiplinli organizasyonunu oluşturuyordu.
12 Yahudi kabilesinin dinsel piramidinin derununa sızmış olan bir başka piramit
-veya piramitçikler- daha vardı. Bunların en
bilineni, 16. yüzyılın ilk çeyreğinde ortaya
çıkan Masonizm disipliniydi ve bunun da
özeli Binay-i Britt geometrisi olarak sosyal
disiplinde varlığını hissettiriyordu. Gerek
Yahudi Masonluğu olarak bilinen Binay-i
Britt ve gerekse Free Masonluk ve benzeri
gizemli tarikatlar, teşkilatlanmada “Judikyan
Kohenliği”nde öyle bir tecrübe biriktirmişti ki, bu teknikle ahireti kazanmak namümkün, dünyayı kazanmamak ise imkânsızdı.
Anlaşılan o ki İngiliz Sarayı, Cromwell’in
Cumhuriyet Judiko-Masonlarının teşkilat
tecrübelerini birleştirecek, onlara devletin
fundamentalist protestleri olan Pürütenleri de dâhil ederek kolonilerinden Kuzey
Amerika’da işbaşı yapacaktı.
Sandığımızı yaptı ve 1701’de Yahudi aklının eseri olan buhar makinesinin planlarını o aklın sahiplerinden pazarlıkla aldı.
Ve yine İbrani teknikerlerinin maharetiyle
ateş, odun ve sudan can çıkartan “mucizevi makine”yi hayata geçirdi. Böylece ülkenin
dâhilerinin titiz çalışması neticesinde, kendilerini neo-medeniyetin sahibi, dünyanın
hâkimi yapacak olan ameliye olarak “Sanayi
Devrimi”ni başlattı. Bundan üç çeyrek yüzyıl sonra da Amerikan kolonisini yıktı, yerine de yukarıda sözü edilen koalisyon eliyle
ABD’yi kurdurdu.
Yeni kıtanın ilginç devleti, Mısır’ın, Babil’in, Roma’nın, İspanya’nın ve Osmanlı’nın ortaklık yaptığı ve anlaşmazlığa düştüğü
İbranilerdeki gizli gücün şifresini çözmüş
olan Majeste’nin, onlarla ilelebet ortaklık
kurma düşüncesinin bir ürünüydü ve ülkenin köktendinci muhalifleri olan Pürütenlerden kurtulmanın bir yolu olarak da ikinci
kuşu vurma olanağı sağlıyordu. Bir üçüncü faydası da vardı ki, o da Birinci Dünya Savaşı’ndan ve bilhassa İkinci Savaş’tan
sonra ortaya çıkacaktı…
İğrenç plan:
Bir taşla iki kuş
19. yüzyılın ikinci yarısında Hint kıtasını topraklarına katarak akıl almaz bir genleşme ve genişleme yaşamış olan İngiltere,
böylece “üzerinde güneş batmayan imparatorluğunu” kurmuş oluyordu.
Eksik olan son iki parça daha vardı: Onlar da Osmanlı ve Romanof İmparatorlukları ile hükmettikleri uçsuz bucaksız arazilerdi. Bu imparatorluklardan biri Türklerin,
diğeri Ruslarındı. İkisi de 1701’de başlayan
ve bir odunla bir tas sudan imal buhardan
çıkan binlerce beygir gücü ile devasa enerji karşısında tek atlı kalmışlardı. Dolayısıyla “neo-sanayi” yarışının henüz başındayken tıkanmışlardı. Bilhassa Birincisi, “Hasta
Adam” olarak sıfatlanmıştı. Öyle ki, bugün yarın ölümü kesin görünüyordu. İngi-
liz Majestesinin hedefinde öncelikle hastalıklı olan ve gün sayan “Birinci” vardı. Plan
inceydi ve bunu “İkinci”nin yardımıyla başaracaktı. Akabinde de mücadeleden bitkin
çıkan “İkinci”yi tek vuruşla alaşağı edecekti.
Bu sırada kolonizasyon yarışına “bir buçuk oyuncu”nun daha katıldığı görüldü.
Bunlar, 1870 itibariyle Prusya etrafında
ulusal birliğini kuran Almanya ve Sardunya çevresinde toplaşan İtalyanlardı. Haydi
İtalyanlar neyse de, daha işin başında densizlik ederek Almanlar, “dünya mirası”ndan
pay istemeye kalkışmışlardı! “Cin olmadan
adam çarpmak” denirdi buna. Haliyle Majeste bunu karşılıksız koymazdı…
İngilizler ve Almanlar, kısa sürede kızışan politik ortamın rövanşını Türk İmparatorluğu üzerinde yaptılar. Bu birinci raunttu
ve savaşı Birleşik Krallık kazandı. Almanlar, Memalik-i Osmaniye’nin çivisinde takılı olan “ceketlerini alıp” hiçbir şey olmamış
gibi evlerine döndüler; geride kalan muzaffer İngilizler ise müttefikleri Fransa ve
İtalya’yla bir olup Osmanlı arazisini elli parçaya böldü ve sınırları cetvelle çizilmiş otuz
küsur devlet soktular haritaya.
Osmanlı ringinde birinci raundu kaybeden Almanlar, ülkelerine döner dönmez kasap sırasında bekleyen diğer imparatorluk
olan Romanoflu arazisine yönelmiş ve Çar
Ülkesi’nde köklü bir rejim değişikliğinin
tetikleyicisi olmuşlardı: Bolşevizm... Herr
Hans bununla kalmamış, Moskova’nın
yeni yönetimiyle Avrupa’yı tehdit etmeye
başlamıştı. Bu sebeple Majeste, “Osmanlı
Operasyonu”nu mayalanmaya bırakıp “Avrupa Evi”nin (Europa Dame) yolunu tutmuştu. Lakin yorgundu…
Çok sürmemişti; bu sefer de Almanya, başına geçirdiği Hitler adlı bir sınır tanımazı kullanarak “ırkçı çılgınlığını” tatmin
için düğmeye basmıştı bile. “Çılgın Çavuş”,
bir hafta gibi kısa bir zaman diliminde tüm
Avrupa kıtasını yutmuş ve Britanya adasına
göz dikmişti. Messer Schmidt uçaklarının
Londra semalarında görünmesinin ardından gün saymaya başlayan çılgın adam, pilotlarına sadece bir haftalık mühlet vermişti. Pilotlar ya Londra’ya girecek ya da Manş
Denizi’ne çakılacaklardı. Gerçekten de yedinci günde Schmidt pilotları, Britanya’nın
anahtarını Hitler’in masasının üzerine koydular. Üzerinde güneş batmayan İmparatorluk, savaşa ancak bir hafta dayanabilmişti.
İşte bu Majeste’nin hesabında yoktu! Şaş-
temmuz 2015
57
haberajanda
Kripto
gizli saklıdır. Bu gizem bir de Hindistan’da
hayattadır. Nedense?..
Sanıldığı gibi Amerikan Başkanı, kral
yetkisiyle donatılmış bir sorumsuzluk abidesi değildir, gizli bağlılığı ve sorumluluğu
vardır. Beyaz Saray’a yerleşmiş olan “gizli ve
derin İngiltere” üzerinden Majeste’ye karşı sorumludur; tıpkı Güney Afrika Cumhurbaşkanı gibi… Yaptığı bir hata sebebiyle
gece yarısı yatağından, acı acı çalan bir telefon sesiyle uyandırılır ve Majeste tarafından
sorguya çekilir.
Son söz
Kanaatimiz o ki, ülkemizde hızla yaklaşan başkanlık rejimi ve bu kabil tartışmalarda
ABD’nin derinliklerinde yatan Majestik otorite unutulmamalı! Buradan hareketle “Hangi tip başkanlık?” sorusunun cevabı aranırken,
“Amerikan tipi” tercihinde “saklı güç”ün etkisi bilinmeli, biliniyorsa hatırlanmalı ve ciddiyetle gözden geçirilmeli! Bu anlamda Commonwelt gibi güdümlü örgütlerin üyelerine
ve o yörede kurulan şu ya da bu tip başkanlık örneklerine yeterince şüpheyle bakılmalı,
hatta mümkünse bu tip “bağımlı başkanlık
tekniği” ile oluşturulmuş yönetimler atlanmalı, atlanmıyorsa ıslah edilerek bu model
bağımsız biçime getirilmeli.
kınlık had safhadaydı…
Majeste, tüm hesapları yeniden gözden
geçirdi. Ardından milli aritmetiği yeniden
kurdu. Derin ideallerini Commenvelt’in en
güçlü organizasyonu olan ABD’ye taşıdı ve
derin İngiltere’yi Washington’daki ünlü saraya sakladı: Beyaz Saray’a… Britanya adasında ise sadece “sembolik İngiliz” kaldı ve
ikincil bir Batılı devlet olarak sessizliğe büründü.
İkinci adam
Derin İngiltere, gerçekten de çok soğukkanlı ve akıllıydı. O akıl, Magna Carta’dan
başlayan yönetim tecrübesinin üzerine kısa
bir süre tacını, tahtını ve birikimini devraldığı ve 600 yıllık ömrüyle en uzun yaşayan
imparatorluklardan biri olan Osmanlı yönetim tecrübesini de kattı ve bütün bu paradigmanın üzerine Amerika’yı “bir dünya
58
temmuz 2015
devleti” olarak yeniden biçimlendirdi. İkinci Savaş’ın bitiminde “güneş batmayan İmparatorluk” üzerindeki “sahiplik” hakkını ve
yetkisini ABD’ye devreden Londra, geri çekilir gibi görünse de işin başında ve derininde olmaya devam etti.
Şöyle ki, -herkes zanneder ama yanlış
eder- ABD, gerçekte “prezidentizm” ile idare edilmez. ABD Başkanı, orada yürütmenin başıdır; ancak ikincil bir başkanlıktır
onunkisi. Tıpkı Commanwelt/İngiliz Milletler Topluluğu’nun diğer üyeleri Avusturalya, Güney Afrika Cumhuriyeti ve Kanada gibi… Adı ABD’de “başkan”, Kanada’da
“başbakan”, Avustralya’da “genel vali” de
olsa, bu tip Commenwelt liderlerin pozisyonları “ikinci adamlık”tır ve hepsinin üzerinde Birleşik Krallık’ın Kraliçesi vardır. Bu
durum Avusturalya, Güney Afrika, Kanada
ve diğerlerinde ayan beyan, ancak ABD’de
Tıpkı Majeste’nin Commonwelt üyeleri gibi, Fransız Milletler Birliği sayılabilecek
“Frankofon ülkeleri”ni model kabul etme arzusu varsa acele edilmemeli ve o tip örnekler
de yeniden gözden geçirilmeli. Buna benzer
bir başka model de “Rus İmparatorluğu’nun
vassalları” diyebileceğimiz “Bağımsız Ülkeler Topluluğu” devletlerinin tekniklerine de
yaklaşılırken kuşku elden bırakılmamalıdır.
Kanaatimiz odur ki, yeni yüzyılda başkanlık sistemine geçmesi mukadder olan
Türkiye’nin, “rejim” tercihi tartışmalarından
bir an önce vazgeçmesi ve beyin enerjisini
“model” tercihine teksif etmesi hayrına olur.
Hatta son zamanlarda sıkça söz edilen “Türk
tipi başkanlık” ciddiye alınmalı ve konu, geniş katılımlı akıllar tarafından yapıcı şekilde
tartışılarak piramit yavaş yavaş ve usla yoğurularak ortaya çıkarılmalı. Bu mânâda Orta
Asya tecrübeleri iyice araştırılmalı ve işe yarar bölümler çekinmeden alınmalı, modernize edilmeli. Belki o zaman, on yıl sonra
geri dönüp “Nerede yanlış yaptık?” diye sorma durumunda kalmayız inşallah!
haberajanda
Siyaset
>> Genel seçimlerin
sürpriz sonuçları nedeniyle ülke olarak yoğun bir
gündemin içerisindeyiz.
Seçim sonuçları Türk
siyasî hayatı açısından
yeni bir süreci işaret etmekle birlikte 13 yıllık tek
parti iktidarının yerine
koalisyon hükümetinin
kurulması, iç ve dış politik
unsurlar üzerinde de birtakım değişimlerin habercisi
niteliğinde olsa da algısı
Fatma Şura Bahsi
oluşturulmaya çalışılan bir
[email protected] kaos söz konusu değildir.
Seçimlerin hemen
akabinde piyasalarda
yaşanan dalgalanmalar,
Doğu’da HÜDA-PAR
yetkilisinin öldürülmesi,
Suriye’de PYD’nin Türkmen ve Arapları sürgün
etmeye çalışması, Sudan
Cumhurbaşkanı’nın
Güney Afrika’da alıkonulmaya çalışılması, İsrail’in
Gazze’ye saldırması ve
Mısır’da Mursi ve İhvan
yöneticilerine idam cezalarının verilmesi dâhil
olmak üzere her bir gelişme, Türkiye için sürdürülen algı operasyonlarının
bir sonucu olarak tezahür
etmektedir.
Her ne kadar AK Parti
oy kaybetmiş olsa da iç
ve dış muhalefete karşı
savaşarak seçimi birinci
parti olarak tamamlamayı
başarmıştır. Bununla
birlikte iktidar, son birkaç
yıldır birçok krizi, ülkenin istikrar ve itibarını
zedeletmeden atlatmayı
başarmıştır. Hatırlayacak
olursak Gezi olayları, 17 ve
25 Aralık operasyonları,
Kobani nedeniyle oluşturulan provokasyonlar,
paralel yapı ile mücadele
gibi birçok yıpratıcı unsur ile mücadele etmek
durumunda kalan AK
Parti iktidarı yıpratılmak
istenmiştir.
Yeni Türkiye ideali ile
yola çıkan AK Parti’ye ve
güçlü Türkiye’ye yönelik
bu yıpratma eğilimleri
çerçevesinde yürütülen
algı operasyonları seçim
sonuçlarına yansıdı. Bu
bağlamda beklenen/beklenmeyen bir şekilde oy
kaybına uğranmış oldu.
Ülkede çeşitli merciler
tarafından felaket senaryoları yazılmaya başlandı.
Oysa demokrasi yolunda
mesafeler kat eden Tür-
Hezimet değil,
yeniden diriliş!
K
ALEME ve kâğıda kavuşturan Rabbime sonsuz
şükürler olsun! Yaklaşık 4 yıldır ağırlıklı olarak dış
politika analizleri yaptığımız bu köşemizden sizlere kısa süreli veda ederek aktif olarak siyasete
“Bismillah” dediğimiz için sizlerden uzak kalmıştım. Kelam
ile uzak kalmış olsak da gönüllerimiz her daim bir oldu. Bu
vesile ile siz müstesna okuyucularıma yeniden muhabbetle “Merhaba!” diyorum.
üzerinde ehemmiyetle
çalışılması ve bu hedefi
benimsemiş olan ideal
sahibi kişi ve kurumların
topluma konuyu anlatabilmesi gerekmektedir.
kiye için meşru bir seçim
yapıldı ve halk iradesi,
seçim sonuçlarında olduğu gibi tecelli etti.
Elbette 8 Haziran sabahı
için hayal edilen Yeni Türkiye ideali bu değildi. AK
Parti yönetiminin halkın
iradesini, halkın kararını
vakarlı ve olgun bir duruşla karşılamış olması,
oluşturulmak istenilen
kaos ortamına engel teşkil
etmiş oldu.
AK Parti halen
Türkiye’nin omurga
partisidir. Diğer partilerin
aldıkları oyların dağılımına bakıldığında bölgesel
partiler oldukları görülmektedir. Bu bağlamda AK
Parti oylarının düşmüş olması Yeni Türkiye ve 2023
hedefinden bir sapma ya
da kopuş olduğu anlamına
gelmemektedir. Buna
karşın daha da sağlamlaştırılması için AK Parti için
bir fırsat niteliğindedir.
Bu fırsatı öncelikle kendi
içerisinde yapacağı özeleştiri ile değerlendirmelidir.
Oy kaybının kök nedenleri
araştırılarak teşkilatların
tüm kademelerinde reforma gidilmeli, iç muhasebe
yapılmalıdır. Yeni Türkiye
hedefimize daha reformist
bir bakış açısıyla yaklaşılmalıdır.
Bununla birlikte zedelenmeye çalışılan Çözüm
Süreci yeniden inşa edilmeli, ülkenin huzur ve
istikrarı açısından toplumun bütün kesimlerince
sahiplenilmesi ve benimsenmesi sağlanmalıdır.
Koalisyon görüşmelerinin devam ettiği şu
günlerde seçim sonuçlarından da anlaşılacağı
üzere Türkiye’de sistem
tıkanma durumuna gelmiş
olup başkanlık sistemi
kaçınılmaz olmuştur. Bu
bağlamda yeni anayasa
ve başkanlık sisteminin
Bölgemiz ve tüm dünyada zulme uğramış insanların acılarına neden ortak
olduğumuzu, kapılarımızı
ve yüreklerimizi savaşın
çocuklarına, mazlumlarına neden açtığımızı,
bölgesel ve uluslararası
düzeyde ülkemizin itibarını muhafaza etmek için
kimlerle, ne için mücadele
edildiğini, Yeni Türkiye
hedefinin basit bir seçim
beyannamesi olmaktan
öte olduğunu tek tek, kapı
kapı dolaşarak anlatmakla
mükellef olduğumuzu
unutmamalıyız.
Devletimize, milletimize, bölgemize, değerlerimize, ulusal ve uluslararası
çıkarlarımıza sahip çıkmalıyız. Bu seçim sonuçlarının bir hezimet olmadığını,
daha güçlü bir Türkiye
idealini gerçekleştirmek
için hataların görülmesi,
rehavet halinden çıkılması, teşkilat düzeyinde
-amiyane tabirle- davaya
samimiyetle bağlı olanların/olmayanların ayıklanması için bir fırsattır.
Bu süreçte sabırlı ve akil
davranmak, ülkemizin
geleceği için hayırlı dualar
etmek ve her zamankinden daha fazla hoşgörü
ile toplumla bütünleşmek
gerekmektedir.
Söylenecek milyonlarca
söz olmasına karşın sözlerimi burada noktalayarak
gelecek günlerin hayır
ve sevinçler getirmesini
diliyorum.
temmuz 2015
59
haberajanda
Siyaset
1999 seçiminden sonra Sayın
Bahçeli’nin son
derece yanlış olduğu aşikâr olan
DSP ve ANAP’la
yapmış olduğu
koalisyonun sonunda milletten
yemiş olduğu
şamarın kendisinde bir koalisyon sendromu,
daha doğrusu
bir iktidar sendromu meydana
getirmiş olduğu
intibaı var.
Sayın Bahçeli’ye
birileri anlatmalı
ki, o koalisyon
ne kadar yanlış
idiyse, bu defa
sözünü ettiğimiz koalisyon
o kadar doğru
olacaktır.
Buna mukabil
AK Parti, hiçbir
şekilde CHP ile
bir ortaklığa
teşebbüs etmemelidir. CHP’ye
bulaşan iflah
olmuyor! 1973
seçimlerinde 48
milletvekili ile
Meclis’e giren
Milli Selamet
Partisi, CHP
ile koalisyon
kurunca bir
sonraki seçimde
24 milletvekiline düştü. Yine
1990’larda CHP
(SHP) ile ortaklık
kuran Doğru Yol
Partisi de siyaset sahnesinden
silinip gitti.
60
temmuz 2015
AK Parti-MHP koa
Emperyalizm koalisyon ister
Ü
LKEMİZİN yönetimine hükmetmek
isteyen emperyalist güçlerin kullandığı en önemli imkânlardan birinin
siyasi istikrarsızlık, bunu sağlamanın
en etkin yollarından birinin de zayıf, parçalı iktidarların işbaşına getirilmesi olduğunu, dolayısıyla
güçlü, özellikle de sağcı tek parti iktidarlarına asla
tahammüllerinin olmadığını, çeşit çeşit entrikalarla ne yapıp edip dâhildeki işbirlikçileri ve uşakları
marifetiyle siyaseti parçalı-kavgalı hale getirmeyi
başardıklarını, o da olmazsa darbe yaptırdıklarını
biliyoruz.
Bu inişli çıkışlı fasit dairenin, AK Parti’nin 13
yıllık tek parti iktidarı sayesinde tam da kırıldığını, başkanlık sistemi sayesinde ebediyen tarihe
gömülmüş olacağını ummakta iken, 7 Haziran seçim sonuçları, çoktandır unutulan lanetlik koalis-
yon tablosunu bir kere daha milletin önüne getirip
insanların elini böğründe bıraktı.
İktidar partisi kendi oyunun
gasp edilmesine nasıl seyirci
kalıyor?
1950’den beri oluşan siyasî trende bakacak
olursak, koalisyon pazarlıklarının yapılmakta olduğu şu günler, parlak bir dönemin sonunu, uzun
sürecek bir fetret devrinin başlangıcını söylüyor
bize. Meğerki muhtemel olan bir erken seçimle
milletimiz AK Parti’yi yeniden iktidara getirmek
suretiyle düşmanın oyununu bozmuş olsun; milletimiz, bunu başarabilme kabiliyetinin olduğunu
defalarca ispat etti. Fakat burada esas mesele, AK
Parti’nin kendisine yapılmakta olan bu desteğe
sahip ve layık olabilme kapasitesinin olup olmadığıdır.
7 Haziran seçimlerinde Doğu ve Güneydoğu-
Sabri Öğe
[email protected]
lisyonu gerçekçi midir?
daki Kürt bölgelerinde AK Parti neredeyse silindi -silinmiş göründü-. Gerçekte ise
Kürt vatandaşların AK Parti’ye rağbetinin
yüzde 50’den aşağı olmadığı, ancak oyunun
PKK/HDP tarafından gasp edildiği bilinmekte olduğu halde, AK Parti bu gerçeği
itiraf edemiyor ve bu zulü sineye çekiyor.
Kendi oyuna sahip olamayan bir iktidar
partisi olur mu? Böyle bir iktidara gerçekten “iktidar” denilebilir mi? Kürt vatandaşlar
PKK zulmünden bıkmış usanmış, seçimde
oyunu kendi tercihi yönünde kullanamıyor,
feryat edip devletten yardım istiyor; ülkeyi
yöneten iktidarın başı da Kürt seçmene cesur olmasını tavsiye ediyor ve PKK/HDP
zorbalığını vatandaşa şikâyet ediyor. “Kral
çıplak!” filan demeye gerek yok, kralın çıplak, bölgede gerçek iktidarın PKK/HDP
olduğunu herkes biliyor.
Yeni bir seçim olsa ne olacak? Siyasî iktidar görevini yapmadıktan sonra vatandaş
üzerine düşeni yapsa ne olacak? Sayın Başbakan boşa atıp tutuyor, “Kamu düzeninden
şöyle taviz vermeyiz, böyle taviz vermeyiz”
deyip dururken, öbür taraftan Yardımcısı da
HDP’ye “Lütfen silahın gölgesinde siyaset
yapmayın” diye rica üstüne ricada bulunuyor,
HDP’nin başı ise kasım kasım kasılıyor.
Meclis çoğunluğu elinde olup istediği yasal düzenlemeyi yapma imkânına sahip iken
dahi seçim ve sandık güvenliğini sağlamaktan
aciz kalmış olan AK Parti iktidarı, bugünkü
haliyle yeni bir seçimde sandık güvenliğini
nasıl sağlayacak, onca oyunun göz göre göre
gasp edilmesine nasıl mani olacak?
Üstelik bu defa durum çok daha vahim!
Çünkü devletin PKK karşısında havlu attığına inanan Kürt vatandaşlar da çaresiz teslim bayrağını tamamen çekmiş olacaklardır.
Çözüm Süreci’nin faturası
ağır oldu
Bu, işin sadece seçimle ilgili olan safhasıdır. Farz edelim ki yeni bir seçimde AK
Parti yeniden tek başına iktidar olmuş olsa,
vatanımızın Doğu ve Güneydoğu bölgelerinin ve bu bölgede yaşayan vatandaşlarımızın
hali nice olacak? “Şehit cenazeleri gelmiyor”
diye diye bir terör örgütü, koskoca bir devleti
uyutup adım adım hedefini gerçekleştiriyor.
Mesele sadece şehit cenazeleri meselesi ise,
bölgeyi olduğu gibi terör örgütüne resmen
teslim edersek hiç şehit cenazesi de gelmez,
verip kurtulurmuş oluruz(!).
“Çözüm Süreci” iflas etmiştir. PKK silahla
elde edemediğini “Çözüm Süreci” sayesinde
çok daha ucuz ve çok daha kolay elde ediyor.
Bir seçim döneminde AK Parti’nin kendi
oyunun yüzde 20 gibi önemli bir bölümünü kaybetmiş olmasının ana sebebi, uğruna
Bebek Katili eşkıyanın adeta kurtarıcı haline getirilmiş olmasının, Kandil eşkıyalarından gelecek haberlere ümit bağlanmasının,
HDP şımarıklığı ve küstahlıklarına seyirci
kalınmasının zehir yutarcasına sineye çekildiği “Çözüm Süreci”nin fiyaskoyla sonuçlanmaya doğru gittiğinin vatandaş tarafından görülmüş, bıçağın kemiğe dayanmış
olmasıdır.
Bu konuyu çok daha kapsamlı olarak yeniden ele almak mecburiyeti vardır. Türkiye’den başka, acaba dünyanın hangi devleti kendisine düşman olan kanlı bir terör
örgütünün üyelerini parlamentosuna sokar,
belediye yönetimlerini onlara teslim eder,
onların açıkça meydan okumalarına sessiz
kalır? Böyle devlet mi olur?! Bu işlerin yenilip yutulacak bir tarafının kalmadığı artık
idrak edilmelidir.
Türk halkı aciz iktidarları
affetmiyor
AK Parti’nin aldığı yüzde 41 oy, ona
tanınan –muhtemelen- son şanstır. Bu gidişle bu desteğin ilânihaye devam edeceği
sanılmamalıdır. Türk halkı acziyet gösteren
iktidarlardan desteğini hemen çekmek gibi
bir huya sahip. 1965 seçiminde yüzde 51,
1969 seçiminde de yüzde 49 oyla tek başına
iktidar yaptığı Adalet Partisi’ni, sol terör ve
12 Mart Muhtırası karşısındaki aciz tutumu
yüzünden 1973 seçimlerinde oyunu yüzde
29’a düşürmek suretiyle kenara itti ve bir
daha da belini doğrultturmadı.
AK Parti, MHP ile
koalisyon kurmalıdır
Şimdi AK Parti’nin yapması gereken en
doğru şey, bu saçma sapan Çözüm Süreci
ham hayalini kafasından çıkarmak ve birinci seçenek olarak MHP ile uzun ömürlü bir
koalisyon kurmak olmalıdır.
MHP’nin AK Parti’ye samimi olarak
muhalif olduğu yegâne konu “Çözüm Süreci”dir. Diğer konulardaki muhalefetinin
ciddiyeti ve bu iki parti arasındaki bu derece karşıtlığın asla gerçekliği yoktur. Bir AK
Parti-MHP koalisyonunun orta ve uzun vadede çok daha başka, hem her iki parti için,
hem de ülkemiz için çok hayırlı gelişmelere
vesile olması mümkündür. Ancak bu koalisyonun oluşturulmasının önünde iki önemli
engel bulunuyor: Birincisi, Türkiye düşmanı
emperyalist güçlerin buna razı olmak istemeyecekleri; ikincisi de MHP lideri Sayın
Bahçeli’nin kafa yapısıdır.
1999 seçiminden sonra Sayın Bahçeli’nin
son derece yanlış olduğu aşikâr olan DSP
ve ANAP’la yapmış olduğu koalisyonun
sonunda milletten yemiş olduğu şamarın
kendisinde bir koalisyon sendromu, daha
doğrusu bir iktidar sendromu meydana getirmiş olduğu intibaı var. Sayın Bahçeli’ye
birileri anlatmalı ki, o koalisyon ne kadar
yanlış idiyse, bu defa sözünü ettiğimiz koalisyon o kadar doğru olacaktır. Buna mukabil AK Parti, hiçbir şekilde CHP ile bir
ortaklığa teşebbüs etmemelidir. CHP’ye
bulaşan iflah olmuyor! 1973 seçimlerinde
48 milletvekili ile Meclis’e giren Milli Selamet Partisi, CHP ile koalisyon kurunca
bir sonraki seçimde 24 milletvekiline düştü.
Yine 1990’larda CHP (SHP) ile ortaklık
kuran Doğru Yol Partisi de siyaset sahnesinden silinip gitti.
Bir dosttan bu kadar…
temmuz 2015
61
haberajanda
Siyaset
AK Parti için rüzg
BU
satırlar kaleme alındığında Cumhurbaşkanı Erdoğan hükümeti kurma görevini Sayın Davutoğlu’na henüz tevdi
etmiş ve AK Parti koalisyon için muhalefet görüşmelerine
yeni başlamıştı. Siz bu satırları okurken belki de yeni hükümet kurulmuş ve yeni kabine oluşturulmuş olacak.
>> Ancak belki de henüz bir koalisyon
kurulamamış ve formalite icabı Cumhurbaşkanı, hükümet kurma görevini muhalefete vermiş de olabilir. “Formalite” diyorum,
zira mevcut durumda AK Parti’siz veya AK
Parti’ye rağmen herhangi bir hükümetin
kurulamayacağı gerçeği anlaşıldı. Yani bugünden söyleyebilirim ki, bizi bekleyen ya
erken seçim ya da AK Partili bir koalisyon.
Muhalefetin hevesi
kursağında kaldı
62
temmuz 2015
7 Haziran seçim sonuçları, daha önce
belirttiğimiz gibi kimseyi memnun etmedi.
AK Parti 13 yıldır devam eden tek başına
iktidar olma özelliğini kaybetti. Bu sonuç
AK Parti’de ve AK Parti seçmeninde büyük
bir şok yarattı. Fakat geçen zaman içinde
muhalefet partilerinin kendi aralarında iktidar için alternatif bir çözüm üretemeyeceği
anlaşılınca rüzgâr tersine dönmeye başladı.
Meclis Başkanlığı seçimini AK Parti kazanınca moraller yerine geldi.
AK Parti yüzde 41 oyu ile hâlâ en güçlü
iktidar ortağı ve Sayın Davutoğlu’nun belirttiği gibi “iktidarın öznesi” konumunda
olmaya devam ediyor. 7 Haziran akşamı zafer naraları atan muhalefetin hevesleri kursaklarında kalmış oldu. Kılıçdaroğlu liderliğindeki CHP, AK Parti’siz bir koalisyon için
çok çaba sarf etti, ancak MHP’nin kesin ve
kat’i kararı ile böyle bir çözümün mümkün
olmadığını gördü.
Kılıçdaroğlu’nun AK Parti’siz bir koalisyon için MHP lideri Bahçeli’ye Başbakanlık’ı
dahi önerdiği konuşuldu. Ancak Bahçeli,
HDP ile olan hiçbir alternatifte yer almayacağını kesin bir dille belirtti. CHP, ya
kırmızı çizgilerinden feragat ederek AK
Parti ile bir koalisyona razı olacak ya da yine
iktidar yüzü görmeden muhalefete devam
edecek. Enteresan olan, her durumda CHP
Orhan Mücahit
[email protected]
âr tersine döndü
istediğini alamayacak olması. Çünkü iktidar ortağı olamaz ise, iktidar hırsı ile yanıp
tutuşan partililerini memnun edememiş ve
muhalefete devam ederek bir anlamda yenilmiş olacak. AK Parti ile iktidar ortağı
olursa, AK Parti’ye düşman olan seçmeni
veya partililerini kızdırmış, AK Parti karşıtlığı üzerine yürüttüğü muhalif siyasetini
reddetmiş olacak.
Eminim durumun böyle olacağını CHP
lideri Kılıçdaroğlu dâhil hiçbir CHP’li tahmin etmiyordu. Ha unutmadan, elbette CHP için bir diğer seçenek de “erken genel
seçim”. Ancak erken bir genel seçimde AK
Parti’nin yeniden tek başına iktidara gelme
ihtimalinin yüksek olduğu konuşuluyor. Bu
ihtimalin gerçekleşmesi, elbette mevcut durumdan çok daha kötü sonuçlar doğurur.
Bu yüzden CHP, erken genel seçime (her
ne kadar “Hazırız” dese bile) yaklaşmayacaktır.
MHP için de durum çok umut verici
değil. HDP’nin içinde veya destek olduğu
hiçbir çözüme sıcak bakmıyor Bahçeli. Bu
durumda seçenek ya AK Parti ile bir koalisyon ya da ana muhalefet (ki bunun için
AK Parti-CHP iktidarı gerek ya da erken
seçim).
HDP bu seçimin kazananı gibi görünse
de ortaya çıkan sonuç onlar için çok olumlu
değil. Seçim sonrası PKK’nın çözüm adına
olumlu adımlar atması gerekiyordu, ancak
PKK buna yanaşmıyor. Demirtaş HDP’yi
PKK’nın etkisinden çıkaramıyor. Bu sonuç
HDP’nin parlatılan imajı için hiç de olumlu değil. Ayrıca her durumda HDP’nin bir
hükümet kurma şansı görünmüyor. Erken
seçim dışındaki seçeneklerin bazılarını
MHP kat’i olarak kapattı. AK Parti de bu
durumdan fazla mutlu değil ve HDP ile bir
koalisyon düşünülmüyor. İlerleyen günlerde
HDP içinde bir bölünme yaşanacağı dahi
konuşulmaya başlandı. Kısacası HDP için
seçim sonrası oluşan olumlu hava tersine
dönmüş durumda.
“Erken bir genel seçim, sonuçtan memnun olmayan halkın eğilimini yeniden AK
Parti’ye çevirir” korkusu MHP’de de var.
Her ne kadar AK Parti ile iktidar kurma
konusunda kırmızı çizgileri olsa bile, ben
hâlâ bu ihtimalin, yani bir AK Parti-MHP
koalisyonunun mümkün olduğunu düşünüyorum. AK Partili bazı kurmaylar ve Davutoğlu da bu koalisyona olumlu yaklaşıyor.
AK Parti cephesinde ise öncelikle CHP
ile bir koalisyona sıcak bakılmıyor. HDP ile
zaten bir koalisyon düşünülmüyor. AK Parti
ile MHP’nin ülkeyi hükümetsiz bırakmak
istemeyeceğini düşünüyorum. Hele güney
sınırımızda yaşanan son olaylar ve yaklaşan
DEAŞ-PYD tehlikesi böyle bir zamanda
bütün partileri daha sorumlu olmaya itiyor.
Erken seçim durumunda Meclis’teki tüm
partiler ortak bir seçim hükümeti kuracaklar. Bu durum HDP’ye ilk defa iktidara bir
şekilde girme fırsatı vermiş olacak. Böyle
bir seçenek MHP’yi AK Parti ile iktidar, en
azından erken genel seçime hazırlık iktidarı
olarak sorumluluk almaya itecektir.
Millet belirsizlikten şikâyetçi ve tedirgin.
Ekonomi adeta diken üstünde duruyor. Sınırımızdaki son gelişmeler Türkiye’nin daha fazla seyirci kalmamasını, bir an önce bölgeye müdahale edilmesini gerektiriyor. Bu
yüzden MHP seçmeni de, AK Parti seçmeni
de seçim öncesi gergin siyasi gündeme çizgi çekilerek geçmişin unutulması görüşünde.
Suriye ve DEAŞ
DEAŞ, son yıllarda Ortadoğu’da meydana gelen gelişmelerden sonra ortaya çıkmış,
“daha doğrusu çıkartılmış” bir terör örgütü.
Batı, Ortadoğu’daki hâkimiyeti kaybetmeye başladı. Özellikle Arap Baharı sonrası
bölge ülkelerinde halk, mevcut düzeni
sorgulamaya ve hatta bu düzene ses çıkarmayan kendi mevcut krallarına/iktidarlarına karşı ayaklanmaya başladı. Çıkarları ve
menfaatleri tehlikeye giren Batılı devletler,
El-Kaide bağlantılı DEAŞ’ı (IŞİD) ortaya
sürdüler.
Son yıllarda, başta Türkiye olmak üzere
bölge ülkelerinin mevcut düzene karşı tavır
almasından rahatsız olan Batılılar, ortalığı
karıştırmak ve kendi menfaatlerine uygun
yeni bir düzeni tesis etmek için DEAŞ’ı
kullanıyorlar. Güney komşumuz Suriye’de
yaşanan gelişmelerin seyri, 7 Haziran seçimleri sonrası değişti. Suriye’deki iç savaşı
fırsat bilen gruplar, Türkiye’nin seçim sonrası koalisyona kilitlenmesinden ötürü faaliyetlerini hızlandırdılar. Türkiye’nin bölgeye
olan ilgi ve konsantrasyonu haliyle azaldı.
DEAŞ ve PYD arasındaki savaş, Türkmenlere ve Esed’le savaşan muhalif Suriyeli mücahitlere karşı sıçradı.
PYD-PKK, DEAŞ’e karşı kendilerine
destek veren Batılı müttefiklerden güç alarak sınırlarını “Fırsat, bu fırsat” düşüncesiyle
genişletmek için harekete geçti. DEAŞ’in
Kobani’ye saldırması sonrasında PYD’nin,
Batılı güçlerin desteğini çekmesi ve bu bahane ile sınırlarını genişletmesi sağlandı.
DEAŞ, parçalanan Suriye ve parçalanmış
Irak’ın Batılılarca yeniden dizayn edilmesi
için kullanılan taşeron bir örgüt haline geldi.
Birçok milletten paralı askerlerin ve hemen
her milletten gönüllü (!) katılımın asıl sebebi
bu. Batı dünyasının da Türkiye’nin DEAŞ
ortaya çıktığından beri uyarılarını dikkate almamasının asıl sebebi bu. Türkiye’nin
kendi sınır güvenliğini sağlamak, olası yeni
mülteci akınını karşılamak ve en önemlisi
de bölgenin demografik yapısı ile oynayarak
yeni devletçikler çıkmasına müsaade etmemek için ortaya koyduğu “tampon bölge”
fikrinin başta ABD olmak üzere Batılılarca
desteklenmemesi, bize bölgede uzun vadeli
bir planın olduğunu gösteriyor.
Türkiye, Suriye konusunda maalesef “Batı’ya rağmen” elini, hatta bedenini taşın altına tek başına sokmak zorunda kalabilir.
Buna hazırlıklı olmalıyız! Bu yüzden koalisyon çalışmaları bir an önce bitirilmeli, bir
an önce Suriye başta olmak üzere iç ve dış
meselelerimizde ülke menfaatlerini düşünen bir hükümetle yola devam etmeliyiz.
temmuz 2015
63
haberajanda
Analiz
Kurulacak hükümetin,
toplumsal uzlaşmanın
olmadığı noktada devletin politika üretmesinden tutunuz, vizyon ve misyon farkları
tasdikname almasına
sebep olur. Bunun bizdeki adı farklı da edebim elvermiyor söylemeye.
***
Umudumuz o ki, “Bu
şarkı bitmez!”. Kasım
2015’te seçime hazır
olalım. Eğer inatla “Millet koalisyon istedi” deyip ayak diretilirse de
“ömrü, ancak kelebeğin ömrü kadardır”. Bu
da en fazla seçimi 3 ay
kadar erteler. Seçimin
adı da olur o zaman
“sömestri”…
64
temmuz 2015
Söğüde arm
N
EREDEYSE bir buçuk ay oldu. Bülent Arınç’ın da dediği gibi, “Biz seçim mi yaptık, ne oldu, ne değişti?”. Değişmedi! Değişmediği gibi, bir de
öyle bir sonuç çıktı ki ortaya, tam bir belirsizlik! Gerçi siyasette 24 saat
bile çok uzun bir süre, kimse kimseyle koalisyon yapmak istemese de
akşama/sabaha her şey değişebilir. Fakat görünen köy kılavuz istemiyor. Seçmen de sanırım tam da şunu istedi(!): “Sen iktidara devam et, muhalefet de
çözümsüzlük ve beceriksizlik içinde daha beter olsun! Millet bunların ne kadar beceriksiz, basiretsiz ve memleket sorunlarına dair kıllarını kıpırdatamadıklarını görüp
külliyen iradesiz kalsınlar.”
Murat İlkter
[email protected]
ut aşısı tutmaz
>> Koalisyonu yeni nesil bilmez. Koalisyonun halk nezdindeki tarifi, “Kim, hangi
kanaldan ne kadar nemalanacak, kim nereyi
tahkim edip devletin karar noktalarına yerleşerek oradan nasıl oligarşi üretecek?” sorusunun cevabıdır “koalisyon”. Daha başka bir
tanımla, “atama, rant ve ihale” üçgeninin nasıl paylaşılacağı konusudur. Bugüne kadar
yaşanan koalisyonların hangisinden, bundan daha ötesi çıktıysa söylesinler! Koalisyon turlarında da bunların pazarlığı yapılmıyorsa neyim?!
Bahçeli’ye gidiyorsun, adam “Millet bana
ana muhalefet olma görevi verdi, hükümette
benim ne işim var? Kalan üç parti birbirine
benziyor, toplaşın, kurun hükümeti” diyor.
Şimdilerde bazı kulağı kesikler de diyorlarmış ki, “Sayın Başbuğ(!), koalisyona zinhar
girme; çünkü yaptığımız anket ve kamuoyu
araştırmalarında partiniz yüzde 16’dan yüzde 19’a çıkacak”.
İyi de çıkınca ne olacak? Tek başına iktidar olamadığın müddetçe ancak hakkın kadarına razı değil midir paylaşım? Maksat
memlekete hizmet değil mi? Elinden geldiğince, gücün yettiğince ve kendi değerlerin ölçüsünde alınan kararlarda sorumluluk
taşımak değil midir siyaset? Niye kurdun o
zaman o partiyi? Milliyetçi taban -göründüğü kadarıyla- AK Parti-MHP koalisyonunu isterken kendi kendinize aldığınız bu
kararlar size yol, su ve elektrik olarak geri
dönmeyecek mi?
Temenni etmem ama MHP’den bir milletvekilinin ayağı kayıp düşse veya HDP’ye
CHP’den bir milletvekili geçse HDP ana
muhalefet partisi olacakken hangi ana muhalefetten bahsediyorsun Sayın Bahçeli?
MHP ile HDP’nin Meclis’teki sandalye sayısı eşit değil mi? MHP daha baştan kapı-
yı kapatarak AK Parti’yi CHP’nin kucağına itmeyi siyaset stratejisi sanıyorsa eğer,
kibir sana pahalıya patlayacak gibi görünüyor Devlet Abi!
Mahir Kaynak aklıyla düşünürsek, yani
“Bir işten kimin çıkarı varsa, o işi o yapmıştır” mantığından hareketle AK Parti-CHP
koalisyonunu en çok isteyenlerin kimler olduğuna bakmak gerekiyor. Ya da tam tersinden soralım: Tayyip Erdoğan’ı kim ya da
kimler istemiyordu?
İstanbul sermayesi, merkez medya, malum Asimetrik Paralel, Sorosgiller, kısaca
faiz düzeniyle kazanan ve böylece ülkeleri kontrol etmek isteyen baronlar… İçinde
milliyetçisi de, cemaatçisi de, solcusu da,
sağcısı da olabildiğince mevcuttur. Bunların kurumsal karşılıktaki adı da TÜSİAD.
Yani burjuvazi… Tabiî ki bunların ardında
görünmeyen bir kişi… Hans! (Memnun oldum abi!)
Adım gibi eminim ki, Batı’nın bu çıkar
çevreleri işte bu sonuca mahkûm olunmayı hedefliyorlardı. Alternatifsiz kalmış bir
Türkiye… Koalisyon için tek alternatif kaldığına gören CHP de buna istinaden “Hükümete girerim; girerim de 14 şartım var,
bunlara ‘Evet!’ demediğiniz ve kilit bakanlıkları bana vermediğiniz müddetçe hükümete girmem” diye pazarlık gücünü elinde
tutmaya çalışıyor. Yani arkadaşlar diyorlar
ki, “Dönüşümlü inisiyatif olacak!”. (Bunun
bendeki adı, “Sıra bendeyken biraz da ben
götüreyim”.) Hani AK Parti’nin icraatlarını hiç beğenmiyordun? Hani bunlar memleketi satıyor, çalıp çırpıyorlardı? “Sen boz,
ben tamir edeyim, böylece geçinip gideriz”
mi diyorsun? Yapboz mu oynuyoruz hemşerim?
Hele dört numarayı hiç sormayın! “Ben
PKK’ya silah filan bıraktıramam, ancak Apo
bıraktırır. Gidin İmralı’ya, söyleyin, o çağrı yapsın!” derken aklımızla alay ediyor.
Dünyadaki tüm terör örgütleri siyasallaşarak sistem içine alınırlar. Çözüm Süreci’nde,
normalde PKK ve KCK küçülüp HDP’nin
büyümesi gerekirken, inisiyatif ve karar alma
gücünü örgüte teslim edersen senin Meclis’te işin ne? Guguş mu oynuyoruz?!
Velhasıl, “Bu çocuk okumaz!”. Halkın
desteğini arkasına almamış hiçbir hareket/
harekat hedefine ulaşamayacağına göre AK
Parti-CHP koalisyonun gerçekleşmesi, olsa
bile yürümeyeceğinin en büyük nedeni öncelikle paradigma farkıdır. Sosyal yapısı bu
denli farklı iki yapının bir araya gelmesi de
bu yüzden düşünülemez. İki tarafın barışacağını ummak, barışsa bile birlikte aynı noktaya bakacağını düşünmek abesle iştigal.
Kurulacak hükümetin, toplumsal uzlaşmanın olmadığı noktada devletin politika üretmesinden tutunuz, vizyon ve misyon farkları tasdikname almasına sebep olur.
Bunun bizdeki adı farklı da edebim elvermiyor söylemeye.
Sırf ülke hükümetsiz kalmasın diye bu
tür yapılar oluşturmaya kalkmak, saçmalığın
daniskasıdır. O yüzden bu millete deli gömleğini giydirmeye kimsenin hakkı yok! Koalisyon görüşmelerinin teamül olduğuna dair
umudumu o yüzden korumaya devam ediyorum. Reis’in tüm açıklamaları bu minvalde zaten; ne yapalım, başka güvenecek adres
bulamıyoruz şu an.
Umudumuz o ki, “Bu şarkı bitmez!”. Kasım 2015’te seçime hazır olalım. Eğer inatla
“Millet koalisyon istedi” deyip ayak diretilirse de “ömrü, ancak kelebeğin ömrü kadardır”. Bu da en fazla seçimi 3 ay kadar erteler.
Seçimin adı da olur o zaman “sömestri”…
temmuz 2015
65
haberajanda
Toplum
Toplumlar da bu canlı
dokular gibidirler. Devamlı
travmatize edilirlerse ortaya
çıkacak reaksiyon bundan
farklı değildir. Şiddet, terör
ve savaş, sosyal algoritmayı
travmatize eden, ona kasten
bulaş(tırıl)mış ölümcül bir virüstür. Dünya bu şekilde adeta onkolojik bir hasta gibi her
geçen gün kötüye gitmektedir. Kuşaklar boyu devam
edegelen şiddet, terör, savaş,
tecavüz, göç ve yoksulluk,
insanoğlunun ruh dünyasında onarılamaz yaralar açmış
ve bu şekilde ruh hastası bir
dünya, ruh dünyası hasta
bireyler inşa edilmiştir.
66
temmuz 2015
Çağın Şeytan Üçgeni:
ŞİDDET, TERÖR
ve savaşın prognozu
B
Dr. Muhammed İkbal Bakırcı
[email protected]
İREYİ, toplumu ve toplumsal katmanları bir arada
tutan örgüler, hiç şüphesiz birer yaratılış harikasıdır.
Sosyal bağlar ve bu bağların birbiri ile ilişkisi, kusursuz
bir algoritmanın zaman ve mekâna hükmeden uzantılarıdır. İnsanoğlu iç içe geçmiş evrenlerden oluşmaktadır. Sosyal doku ise iç içe geçmiş ve etkileşim halindeki
insanoğlunun meydana getirdiği farklı tabakaların adeta canlı bir algoritmasıdır.
>> Bu canlıya her an konsantre duygular
ve derinliği olan değerler gibi güçlü veriler
yüklenir. Yüklemeler sonrası dünya, her defasında yeniden yaratılır gibi olur. Birey ve
sosyal doku devamlı yeni verilerle veya yeniden eski verilerle kendini günceller. Her
güncelleme, yeni bir ekoloji inşa eder ve her
ekoloji kendi olumlu ya da olumsuz koşullarını belirler.
Ekolojinin koşulları, şiddet, terör, savaş,
güvenlik sorunu ve toplum sağlığı gibi kavramlarla biçim alır.
Şiddet, terör ve savaşın eksik olmadığı bir
dünyada yaşıyoruz. Bitmek bilmeyen güvenlik sorunları, jeopolitik değişimler, yoksulluk ve ideolojik kutuplaşmalar, birtakım
çatışmaları tetiklemekte, etkilemekte ve
genleşmesini sağlayacak koşulları hazırlamaktadır. Sosyal hayatın algoritması bir tual
gibidir. Bugün maalesef terör, savaş ve göç
ile bu tual renklendiriliyor, renk alıyor.
Yaşadığımız diyarlara gelince, buralarda
kan ve gözyaşı hiç eksik olmuyor. İstikrarlı
bir dengesizlik ve programlanmış bir kaos
içinde tutuluyoruz. Bu diyarlarda imara açılmış ruhsal bir sorun var. Kanıksamış durumdayız. Travmatik bu halin aralıksız devam etmesi, sürdürülebilir bir gerilim ve
arzu edildiğinde saldırganlaştırılabilecek
kimlikler üretiyor.
Travma: “Daha
kanser olacaksın!”
Devamlı travmatize edilen etten ve kemikten her canlı doku, günün birinde bir
savunma refleksi olarak kanserleşir. Kanserleşen doku tüm bünyeyi sarana kadar yayılır. Nihayetinde kaçınılmaz son gerçekleşir.
Canlı bünye tükenir, tüm dokular çürür ve
tüm hücrelerde nekroz meydana gelir.
Toplumlar da bu canlı dokular gibidirler.
Devamlı travmatize edilirlerse ortaya çıkacak reaksiyon bundan farklı değildir. Şiddet,
terör ve savaş, sosyal algoritmayı travmatize
eden, ona kasten bulaş(tırıl)mış ölümcül bir
virüstür. Dünya bu şekilde adeta onkolojik
bir hasta gibi her geçen gün kötüye gitmektedir. Kuşaklar boyu devam edegelen şiddet,
terör, savaş, tecavüz, göç ve yoksulluk, insanoğlunun ruh dünyasında onarılamaz yaralar açmış ve bu şekilde ruh hastası bir dünya,
ruh dünyası hasta bireyler inşa edilmiştir.
1990 yılından bu yana meydana gelen
çatışmalarda 2 milyon çocuk öldürüldü. 45 milyon çocuk ciddi yaralanmaya maruz
kaldı ve sakatlandı. Yine bu çatışmalarda
çocukların 12 milyonu evsiz kaldı, 1 milyonu ebeveynlerini yitirdi, 5 milyonu mülteci
kamplarına gönderildi. Bu süreçte en az 20
milyon çocuk psikolojik travmaya uğradı.
Ne hazin akıbettir ki, dünyanın gelecekteki
100 yılı bu çocuklar ve onların yetiştireceği
çocuklarla şekillenecek!
90’lı yıllarda savaş ve iç çatışmalar 50
milyon kişiyi göçe zorladı. Göçe zorlanan
insanların bir kısmı mülteci, bir kısmı sığınmacı statüsü kazandı. Mültecilerin sadece yüzde 5’i AB ülkelerinde yaşamlarını
sürdürürken, tamamına yakını silahlı çatışmaların yaşandığı komşu, yoksul ülkelere sığındı. Hem kendi koşulları açısından, hem
de sığındıkları ülkeler açısından ümitsiz,
problemli bir tablo ortaya çıktı.
Mülteciler, sığındıkları ülkelerde Kaba Ölüm Hızı’nı 5-12 kat arttırırlarken, toplumsal katmanlar arasında uyuşmazlığı derinleştirdiler. Hırsızlık, gasp gibi adi suçlar
daha fazla işlenir oldu. Şiddetin çocuğu göç,
temmuz 2015
67
haberajanda
Analiz
göçün çocuğu şiddet oluverdi.
Hayat memat meselesi
Irak’ta 1960’tan 90’lara kadar bebek, çocuk ve anne ölümlerinde azalma yaşanmıştı.
Sağlık hizmetleri, toplum sağlığı her geçen
gün iyiye gidiyordu. Ardından sanki bu iyileşmeyi durdurmak isteyen bir el, ambargo
dönemini başlattı. Ambargo ile hem bebek
ölümlerinde, hem anne ölümlerinde hızlı bir
artış meydana geldi. Irak basit bir örnek aslında, tüm dünyadaki arzu ettikleri her metrekarede nüfus oyunları oynamayı bilen ve
oynayan karanlık bir el, 10 yıldır Ortadoğu
ve Afrika’da ciddi bir mühendislik çalışması
yapmaktadır. “Tual, şiddet, terör ve savaşla
renk alıyor” dedik ya...
Dünya Sağlık Örgütü, kendine, başkasına, bir grup ya da bir topluma karşı yaralama, öldürme, psikolojiyi olumsuz etkileme,
kasıtlı olarak fiziki güç kullanımı ve tehdit
etme eylemine “şiddet” diyor. Psikolojik,
ahlaki ve siyasal olarak üç çeşidi var. Psikolojik şiddet, öldürücü bir gücün sıkışıp
patlayarak ortaya çıkmasıdır. Ahlaki şiddet, iktidarı elde etmek veya yasal olmayan
amaçlara alet etmek için zora başvurmaktır.
Siyasal şiddet ise amaç, hedef ve kurbanın
yanı sıra koşulları ve uygulama biçimleri tamamen siyasal bir anlam taşıyan, toplumsal
yapı üzerinde bir etki yaratmak amacıyla
ötekileştirilmiş grubun davranışlarını değiştirmeye yönelik karıştırıcı, yıkıcı ve zarar
68
temmuz 2015
verici eylemler bütünüdür.
Benim de hemfikir olduğum Rousseau
ise şiddeti belli etkenlerin bir sonucu olarak
“çıktı” niteliğinde değerlendiriyor. Sosyokültürel bozulmalarla meydana gelen bir
ürün olduğunu söylüyor. Nedenleri arasında ise genetik, psişik, demografik, kültürel,
ekonomik, sosyal, politik koşullar ve etkenler sayılıyor.
Şiddet, onu meydana getiren reaksiyonun
son aşaması değildir aslında. Hem sonuçtur,
hem sebeptir. Kendisini üreten nedenler
için besleyici bir unsur olma özelliği de vardır. Adeta doğurduklarını yiyen, yediklerini
doğuran kısır döngü içindedir.
“Terör” kavramı ise yıldırarak, sindirerek
insanlara belli düşünce ve davranışları benimsetmek için zor kullanma ya da tehdit
etme eylemi olarak tanımlanabilir. Şiddet
içeren her eylemi terör eylemi olarak adlandırma eğilimimiz olsa da teröre “terör”
niteliğini kazandıran şey, ona “siyasal amaç
nedeniyle” başvurulmuş olmasıdır. Terör bir
eylem biçimidir. Siyasal amaçlar için örgütlü, sistemli ve sürekli olarak şiddeti kullanır.
Bu eğer bir yöntem olarak benimsenirse, bu
defa onun adı “terörizm” olur. Terörizmin
hemen her çeşidinde şiddet olayları bulunur, siyasi motifler kullanılır, korku üzerinden organize olarak toplumu ve devleti
hedef alır. Halkta güven bunalımı yaratarak
çaresizlik duygusunu hâkim kılmayı amaçlar. Sembolik hedefler belirlenir, acımasız
yöntemler uygulanır. Ve kendi reklamını
yapmayı çok sever, yapmasını iyi bilir.
Terörün hayat iksiri, uluslararası rekabet
ve güç yarışı için kullanılan bir argüman haline gelmesidir. Bir devlet bir grubu terörist
ilan ederken, başka bir devlet aynı grubu
terörist olarak görmeyebilir, terör faaliyetlerine göz yumabilir, hatta destek dahi çıkabilir. Terörün dünyada tükenmemesinin
temel nedenlerinden biri de budur. Terör
üretilebilir, çoğaltılabilir ve popüler edilebilir. Kitleleri peşinden sürükleyerek belli coğrafyalarda güç dengeleri arasında ateşleyici
unsur olarak kullanılabilir. Kaldı ki İslam
coğrafyasında birtakım güçler tarafından
bahsettiklerimiz yapıldı -yapılmaktadır-.
Taşları yerinden oynatacak terör örgütleri
kurgulanıp, maskeli mücahitler (!) tasarlayıp
turuncu/siyah gibi belli renklerle markalaştırılarak kan ve ürpertinin ön planda olduğu,
korku ile kitlelerin mobilize edildiği, suçun
o örgüte ve örgüt üzerinden temsil ettiği
1990 yılından bu yana
meydana gelen çatışmalarda 2 milyon çocuk öldürüldü. 4-5 milyon çocuk
ciddi yaralanmaya maruz
kaldı ve sakatlandı. Yine
bu çatışmalarda çocukların 12 milyonu evsiz kaldı,
1 milyonu ebeveynlerini
yitirdi, 5 milyonu mülteci
kamplarına gönderildi. Bu
süreçte en az 20 milyon
çocuk psikolojik travmaya
uğradı. Ne hazin akıbettir
ki, dünyanın gelecekteki
100 yılı bu çocuklar ve onların yetiştireceği çocuklarla şekillenecek!
gibi gösterilen değer yargılarına ihale edildiği bir dönemden geçiyoruz.
Ortadoğu diye tanımlanan coğrafi bölgenin ve Kuzey Afrika’nın demografik yapısını, jeopolitik haritasını yeniden dizayn
etme adına stratejik terör, birçok yabancı istihbarat örgütünün kullandığı yöntem oldu.
Ne var ki, ardında ruh dünyası hercümerç
olmuş bir toplumun enkazını bıraktı.
Savaş ve savaş yarası
Savaşa gelince… Savaş öldürür. Öldürmezse sakat bırakır. Savaş, ilk olarak çocuklara zarar verir. Tecavüzler artar. Kitlesel psikolojik yaralar açar. Çevre, eğitim ve
sağlık düzeni sistematik olarak iflas eder.
İktisadî kolonlar yıkılır. Korku, çaresizlik ve
aşağılanma kara bulut gibi çöker insanoğlunun üzerine. Savaşın demografik hasarı
ise göçtür. Göç yoksul bırakır ve hastalıkları
yaygınlaştırır.
Savaşa tanık olmak, savaş sırasında yakınlarını kaybetmek, yaralanmak, doğrudan savaşın mağduru olmak dışında yerinden,
yurdundan, ülkesinden edilmek ve yeni yerleşim alanındaki kötü koşullara maruz kalmak, bireyi ve o toplumu hiç şüphesiz tarumar eder. Yakınlarını kaybedenlerin yaşadığı
korku, savaştan kaçarken özellikle kadınların ve çocukların maruz kaldığı cinsel taciz
ve tecavüzler, barındıkları yerde hissedilen
belirsizlik, değersizlik, ciddi çökkünlükler,
gelecek kaygısı, sosyal dışlanma ve ayrımcılığa maruz kalma gibi sorunlar birçok ruhsal
rahatsızlığın da kaynağı olur. Uyku problemleri, akut stres bozukluğu ya da travma
sonrası stres bozukluğu belirtileri, uzamış
yas reaksiyonları, majör depresyon, kaygı
bozuklukları, bedenselleştirme bozuklukları
gibi birçok hastalık yaygınlaşır.
Toplumsal travmalar kuşaktan kuşağa
aktarılır ve doğası gereği insanların ve toplumların ruhunda tahribat yaratırlar. Ruhsal
sorunlarla bozulmakta olan dünyanın iyileşmesi ise neredeyse imkânsızlaşır.
Bugün dünyayı kuşatan şeytan üçgeni,
“şiddet, terör ve savaş”tan oluşmaktadır. Başımızı ne yana çevirirsek çevirelim, göreceğimiz renk kan kırmızısı; duyacağımız ses
anne baba çığlığı; bulacağımız eşya, üzerinden tank geçmiş çocuk ayakkabısı; gelecek
olan koku ise yanık kokusu olacaktır. İslam
ülkelerinin içine düştüğü ateşten bir kuşatma gibi toplumların ruh ve beden sağlığını
yerle yeksan eden bu kumpas, İslam coğrafyasının uyanışı ile bozulabilir. Uyanış ki, öz
değerlerinin farkında olmakla, kıymetini ve
etki gücünü bilmekle başlar. Müreffeh ve
münevver nesillerin yetiştirilmesi için hiçbir
tahrik edici ve tetikleyici duygu, düşüncenin
tesir edemediği, insandan başlayıp insanda
biten bir dünya değil, inanç ekseninde değer
yargılarının ahlak ve maneviyatla korunduğu
bir cemiyet tasarlanmalı, inşa edilmelidir.
Rabbim mahir muhibbilerin idraklerini
müberra, azimlerini daim etsin! Çağın şeytan üçgeninden başta ümmeti ve tüm dünyayı korusun!
temmuz 2015
69
HABERA JANDA/ SÖYLEŞİ
“Başta Devlet Bahçeli olmak üzere tüm muhalefet
liderlerini basiretsizliklerinden, korkaklıklarından,
sorumluluk almaktan
kaçışlarından dolayı kutlarım(!). Hâlâ AKP ile koalisyon görüşmeleri yaparak
beyler vakit kaybederlerken, AKP erken seçime
hazırlanıyor. AKP’nin
yanına yapışarak kuracağınız koalisyonun başkanı
Davutoğlu değil, Erdoğan
olacaktır ve siz kuzu kuzu,
13 yıldır süregelen AKP
icraatını aynen uygulayacaksınız. Seçmenlerinize
de dönüp, ülke çıkarı için
elinizi taşın altına soktuğunuzu söyleyeceksiniz.
Aklınız varsa, biraz ileriyi
görebiliyor, kendinizi değil
de vatanı düşünüyorsanız,
kesin koalisyon görüşmelerini ve seçim stratejilerinizi belirleyin!”
***
“AKP-CHP koalisyonu olursa neler kaybedeceğiz?
AKP İktidarı devam edecek ve CHP, bu koalisyonun küçük ortağı olacak.
Muhalefette MHP-HDP
ortak hareket edemeyeceği için, muhalefetsiz bir
iktidar olacak ve uzlaşmaya gerek duymadan da
-Anayasa dâhil- her kanunu değiştirebilecek; tabiî
ki büyük ortağın isteği
doğrultusunda… AKP’den
bir tek milletvekilinin
HDP’ye geçmesi halinde
ana muhalefet HDP olacak. Kürt sorununun çözümü sürecinde MHP’nin
esamesi okunmayacak ve
çözüm, bütün milletin arzu
ettiği şekilde olmayacak.
Emperyalist dünyanın
arzu ettiği hükümet iş
70
temmuz 2015
Emekli Koramiral Atilla Kıyat
Murat İlkter // [email protected]
“Bana da
darbe teklif
ettiler!”
BU
röportajın ne amaçla gerçekleştirildiğini eminim birçok
kişi merak edecektir. Yanılıyor muyum, bilmiyorum; öncelikle Amiralimizin, bizim dergimizin misyonu, vizyonu ve
idealleri ile uyuşan bir yapısının olmadığı varsayımıyla bu
metni okumaya başladığınızı düşünüyorum.
>> Açıkçası bu röportaja
başlamadan önce ben de öyle
düşünüyordum. Fakat röportaj
ilerledikçe gördüm ki, kişilerin
dünyası, hayat tarzı, siyasî ve
politik bakışları ne kadar farklı
olursa olsun, bir iyi niyet çabası
ve samimiyet içinde olduğunu
gördüğünüz anda asgarî müşterekte birleşebileceği gibi bir
hissiyata kapılıyorsunuz.
Sohbet ilerledikçe politik
görüşlerimiz farklı olsa da bir
diyalektik oluşturabilir, istişare
kültürünü geliştirerek memleketimiz için birlikte bir şeyler
yapabiliriz diye düşünmeye
başlıyorsunuz. Yeter ki nezaket,
samimiyet ve saygı elden bırakılmasın!
Hele siyasetçilerin birbirlerini hırpalamak adına üslûp
kaymasına uğradığı böyle
zamanlarda bu tür diyaloglara
fazlasıyla ihtiyacımız var. Yoksa
gerçekten toplum parçalanır,
herkes kendine küçük dünyalar oluşturur, toplumun içine
kapandığı anda da bu ülkede
birlik ve beraberlikten kimse
söz edemez. Bölünen toplumlar, ülkeyi kendi elleriyle ufalamaya başlarlar. Sanırım bunu
da kimse istemez.
Seçimler oldu, bitti. Kimi
sonuçtan memnun, kimi değil.
Sonuç, bir koalisyonu gerekli
kılıyor. Olmazsa tekrar millete
gitmek kaçınılmaz. Sonuçta bu
milleti idare edecek bir hükümet lazım. Tasvip edersiniz
veya etmezsiniz ama hükümet
kurmak için tek bir alternatif
kaldı; AK Parti-CHP koalisyonunun konuşulduğu bugünlerde birbirimizi anlamamız
gerekiyor.
Bu bizi hem tek bir noktadan
hayata bakmaktan kurtaracak,
hem de fikir ve düşünce dünyamızın gelişmesine katkıda
bulunacak. En önemlisi de
birbirimizi anlamayı ve birlikte
yaşama kültürümüzü geliştirmiş olacağız.
Peki, bu satırları yazmama
ve bu röportajı yapmama sebep
olan önemli isim kim?
Emekli Koramiral Atilla
Kıyat, ben 1993-1995 seneleri
arasında M. Fevzi Çakmak
gemisinde astsubaylık yaparken,
Harp Filosu Komutanı olması
hasebiyle Komutanımdı. Gerçekten personelini seven, onların hırpalanmasını istemeyen
bir karaktere sahipti. Her denetleme öncesi gemiler baştan
aşağı badana boya yapılırken,
o bizlere şu haberi gönderirdi:
başında olacak; gerek
ekonomi, gerekse dış
politika açısından köşeye
sıkışmışlığımız devam edecek. Cumhurbaşkanı’nın
gücü devam edecek,
yolsuzlukların hesabı sorulamayacak. Süreçten AKP
ve HDP güçlenmiş, CHP
yüzde 20’lere düşmüş ve
MHP de barajın altında
kalmış olarak çıkacak. Ve
korkarım HDP, Türkiye’nin
ikinci büyük partisi olacak.
Önemli değil ama benim
de CHP’liliğim son bulacak!”
***
“Ülkenin güvenliğini
sağlamak, Anayasa’mıza
göre hükümetin görevidir.
Bu görevinizi yerine getirmekte sınıfta kaldınız.
Başarısızlığınızı kimseye
yıkmayın ve kendinize suç
ortağı aramayın!”
***
“Kimsenin kimseyi kandırdığı yok, hepsi darbedir
ve darbenin hiçbir ‘haklı’
nedeni olamaz. Bunları
kendisine bizzat siyasetçilerin, iş adamlarının gelip
‘Yönetime el koysanıza,
daha ne bekliyorsunuz?!’
denen bir Koramiral, yani
ben diyorum. Kandırmaca,
darbelerin toplum kültürü
olmayıp, sadece asker
kültürü olduğunu söylemektir.”
***
“Bence çözüm, sınırlarımız
dışındaki Kürt devletini
tanımak, ‘Kürt asıllı’ Türk
vatandaşlarımıza da, dünyanın çeşitli ülkelerinde
yaşayan soydaşlarımız için
o ülkelerden hangi hakları
istiyorsak, aynı hakları
vermektir.”
temmuz 2015
71
HABERA JANDA/ SÖYLEŞİ
başkanı Fahri Korutürk’ün
oğlu Osman Korutürk ile
de bu konuyu tartışmıştım.
Ben Atatürk’ün bu sözünün
dünya gerçeklerine bakarak
bir temenniden ibaret olduğunu söylediğimde bana
itiraz etmişti. Sizce bölgemize bu kadar müdahale
edenler olması karşısında
bizim pasif bir konuma çekilmemiz doğru mudur? Biz
oyun kuran değil de kurulan
oyunların bir parçası olmak
zorunda mıyız? Görüldüğü
üzere savaşlar bizim de kapımıza dayandığında “barışa davetkâr olmak” ve buna
bölge aktörlerinin uymasını
beklemek uygulanabilir bir
politika mıdır?
“Sizlerden badana boya değil,
topu atan, çarkı dönen gemiler
istiyorum!” Ve biliniz ki bu
anlayış, Bahriye’de bir ilkti!
Artık lafı daha fazla boğmadan röportaja geçelim dilerseniz… Saygılarımla…
***
“Bölgede
oyun kurucu
olma şansımızı
kaybettiğimizi
düşünüyorum”
• Merhabalar Efendim! (Biz
Denizciler genelde askerî
hitaplara pek uymayız; ast,
üstüne genellikle “Efendim”
şeklinde hitap eder.) Şu an
ikimiz de sivil ve emekliyiz.
Fakat eski bir personeliniz
ve astınız olmam hasebiyle
öncelikle size hitapta sıkıntılar yaşadığımı belirtmek
isterim. Bunu bir eziklik
olarak değerlendirmeyiniz
lütfen. Bir hiyerarşik sıkıntı olarak gördüğümden
ve sohbetimizi samimi
bir havaya büründürmek
arzumdan olduğunu belirtmek isterim. Bizim kültü-
72
temmuz 2015
rümüzde kişi emekli de olsa
nedense bir türlü eski statüsünü kaybetmek istemiyor
ve karşısındakinin hitaplarını düzeltmiyor. Çünkü
bir türlü kendini emekli
edemiyor. Bunu sadece
askerler yapmıyor; eski bakanlar, vekiller, başbakanlar,
cumhurbaşkanları, belediye
başkanları, müdürler, hatta
hasbelkader partilerdeki
il ve ilçe başkanları bile bu
hitapları kabul buyuruyorlar. Görüldüğü üzere tüm
eski komutanlar da kendilerine “Komutanım” veya
“Paşam” gibi hitaplardan
kaçmıyorlar. Diğer devlet ve
milletlerde uygulama nasıldır açıkçası pek bilmiyorum,
bizdeki bu uygulamanın
devamı konusunda düşüncelerinizi merak ediyorum.
Kişinin emekliye ayrılması,
kendisine verilen rütbelerin geri
alınması değildir. Bu nedenle
o kişiye askerse -konuşma dilinde- “Generalim”, “Amiralim”
veya “Albayım” şeklinde hitap
etmek, yazı dilinde de bu hitabın önüne “E.” rumuzunu koymak uygundur. “Komutanım”
ifadesi ise alışkanlık sonucu bir
refleks olarak kullanılıyor.
Yabancı ülkelerin her birinde
uygulamanın nasıl olduğunu
detayıyla bilmiyorum. Ama
izlediğim yabancı kanallarda
spiker, emekli konuklarına
rütbesi ile hitap ediyor, yazı
dilinde de “Retired” kelimesinin
kısaltması olan “R.” rumuzunu
kullanıyorlar.
Yabancılardan, birlikte aynı
rütbede görev yaptıklarım, bana
adımla, küçük rütbeliler veya
amiral olduğumu bilen siviller,
mülakat yapan yabancı medya
mensupları ise “Admiral” diye
hitap ediyorlar. Ben bu konuda
hassas değilim. Herkes bana
istediği gibi hitap edebilir, ses
çıkarmam, ama “Paşam” denmesini pek sevmiyorum. Ancak
bu da bizde gelenek olmuş.
• Siz sürekli “Yurtta sulh,
cihanda sulh” ilkesine atıfta
bulunarak dış politikanın
bu minvale oturtulması
gerektiğini söylüyorsunuz.
CHP’nin dış politika kurmayı ve eski bir diplomat
olan merhum Cumhur-
“Yurtta sulh, cihanda sulh”
politikasındaki “sulh” kelimesine bakarak bunun pasif bir
politika olduğunu düşünmek
doğru değildir. Tam aksine, bu
politika, son derece güçlü ve
aktif olmayı gerektirir. Bu politikada milli güç unsurlarının
-ki bunlar ekonomik güç, coğrafi güç, sosyo-kültürel ve askerî
güçtür- geliştirilerek dengeli bir
şekilde kullanılmasını gerektirir.
Ayrıca bu politika, siyasetin
caydırıcı ve gerektiğinde kullanılacağına inandırıcı, bir askeri
güçle desteklenmesi izlenimi
verebildiğiniz takdirde başarıya
ulaşır.
Oyun kurucu olmaya gelince… Bir ülkenin, kendini olduğundan güçsüz görmesi hata,
olduğundan daha güçlü görmesi ise tehlikedir. Balkanlar,
Kafkaslar ve Ortadoğu şeytan
üçgeninin tam merkezindeyiz.
Başkalarının yazdığı senaryolarda oyuncu olarak rol almak,
hatta figüran olmak ne derece
yanlışsa, tek başına senaristliğe
de soyunmak o derece yanlıştır.
Balkanlarda AB ve
NATO’ya rağmen, Kafkaslarda
Rusya’ya rağmen, Ortadoğu’da
ABD’ye rağmen bir şey ya-
Murat İlkter
pılamayacağı gerçeğini kabul
etmemiz gerekir. Sadece biz
değil, hiçbir ülke yapamaz.
Bu nedenle her üç bölgedeki
çıkarlarımızın anılan ülkelerin
çıkarları ile kesişme noktalarını bularak, onlarla birlikte
oyun kurucu olabiliriz. Aksine
soyunmak, bizi sadece onların
oyuncusu ve figüranı yapar.
NATO üyesiyiz, AB’ye
aday ülkeyiz, ne derece geçerliliği kaldı bilmiyorum ama
ABD’nin stratejik ortağıyız,
İslâm İşbirliği Teşkilatı’na üyeyiz. Yıllarca bu çok yönlülüğü
başarıyla dış politikamızda
dengelerken, zaman zaman birine, son zamanlarda ise sadece
mezhepsel boyutuna ağırlık vererek uyguladığımız dış politika
nedeniyle bölgede oyun kurucu
olma şansımızı kaybettiğimizi
düşünüyorum.
“CHP-MHPHDP koalisyonu
gerçekleşseydi…”
• Terminolojik olarak pek
fark görünmüyor gibi olsa
da siyasetle politika arasında fark olduğu konusunu
bana eski editörüm olan
Doç. Sinan Canan öğretmişti. Siyaset “zekâ, yani
stratejik akıl”, politika ise
“sorunlar konusunda izlenen yol” demekti. Tarihe de
bakarak, benim kanaatim
ve inancım her zaman şu
oldu: Türk tarihinin hiçbir
döneminde hain hükümet
yoktur, sadece politika
farkları mevcuttur. Halkın
iradesinin tecelli ettiği her
hükümet bana göre meşrudur. Buna istinaden, seçim
sonuçlarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Seçim ertesinde koalisyon çalışmaları
sizce nasıl gidiyor? Kimsenin tek başına iktidar hakkını elde edemediği böyle
bir Meclis’ten sizce güçlü
ve yürütülebilir bir iktidar
çıkabilir mi?
“Türk tarihinin hiçbir döneminde hain hükümet yoktur”
sözünüze aynen katıldığımı
öncelikle belirtmek isterim.
Seçmen AKP’ye, “Tek başına
iktidar olamazsın” dedi. AKP,
7 Haziran’dan beri tek başına
iktidar ve kendi adayını Meclis
Başkanı seçtirdi. En az bir 40
gün daha tek başına iktidar...
Sonra da erken seçim için
Kasım ayına kadar tek başına
iktidar…
Başta Devlet Bahçeli olmak
üzere tüm muhalefet liderlerini
basiretsizliklerinden, korkaklıklarından, sorumluluk almaktan
kaçışlarından dolayı kutlarım(!).
Hâlâ AKP ile koalisyon görüşmeleri yaparak beyler vakit
kaybederlerken, AKP erken
seçime hazırlanıyor. AKP’nin
yanına yapışarak kuracağınız
koalisyonun başkanı Davutoğlu
değil, Erdoğan olacaktır ve siz
kuzu kuzu, 13 yıldır süregelen
AKP icraatını aynen uygulayacaksınız. Seçmenlerinize de
dönüp, ülke çıkarı için elinizi
taşın altına soktuğunuzu söyleyeceksiniz. Aklınız varsa, biraz
ileriyi görebiliyor, kendinizi
değil de vatanı düşünüyorsanız,
kesin koalisyon görüşmelerini
ve seçim stratejilerinizi belirleyin!
Hükümet kurma şansınızı
teptiniz, Meclis’e giremeyen
partiler de dâhil, hiç olmazsa
erken seçimde bir araya gelmeyi, seçimde güçlü olduğunuz
bölgelerde birbirinizi desteklemeyi başarınız. Bugünkü
tutumlarınızla “tek başına iktidarı” altın tepsi içinde AKP’ye
sunuyorsunuz; ümitlerimizi ve
kendinizi yok ederek, ülkeyi de
tabiî…
• Gönlünüzden geçen hükümet nedir? Uygulanabilirliği
mümkün mü?
Seçimler sonunda önerdiğim,
destek bulduğu kadar da tepki
alan CHP-MHP-HDP koalisyonu gerçekleşseydi neler kazanacaktık? AKP iktidarından
kurtulacaktık. Cumhurbaşkanı
Anayasa sınırları içine çekilecek
ve kaçak sarayı terk edecekti.
Yolsuzluklar araştırılacak ve
sorumlular Yüce Divan’a gönderilecekti. İktidar-muhalefet
dengesi olacak, Anayasa değişiklikleri ve yeni anayasa için
muhakkak uzlaşı gerekecekti.
Sona bıraktım ama bence en
önemlisi: MHP ile HDP’nin
olduğu bir koalisyonda Kürt
sorunu, herkesin beklentisini
karşılayacak bir şekilde çözülecekti. Ben dış politikayı
“E” maddesi kapsamında görmüştüm. Osmanlı olma saçmalığından vazgeçilip “Yurtta
sulh, cihanda sulh” politikasına
dönülecekti.
Şimdi en yakın ihtimal
olarak konuşulan AKP-CHP
koalisyonu olursa neler kaybedeceğiz? AKP İktidarı devam
edecek ve CHP, bu koalisyonun küçük ortağı olacak.
Muhalefette MHP-HDP
ortak hareket edemeyeceği için,
muhalefetsiz bir iktidar olacak
ve uzlaşmaya gerek duymadan
da -Anayasa dâhil- her kanunu
değiştirebilecek; tabiî ki büyük
ortağın isteği doğrultusunda…
AKP’den bir tek milletvekilinin
HDP’ye geçmesi halinde ana
muhalefet HDP olacak. Kürt
sorununun çözümü sürecinde
MHP’nin esamesi okunmayacak ve çözüm, bütün milletin
arzu ettiği şekilde olmayacak.
Emperyalist dünyanın arzu
ettiği hükümet iş başında olacak; gerek ekonomi, gerekse
dış politika açısından köşeye
sıkışmışlığımız devam edecek.
Cumhurbaşkanı’nın gücü
devam edecek, yolsuzlukların
hesabı sorulamayacak. Süreçten AKP ve HDP güçlenmiş,
CHP yüzde 20’lere düşmüş ve
MHP de barajın altında kalmış
olarak çıkacak. Ve korkarım
HDP, Türkiye’nin ikinci büyük
partisi olacak. Önemli değil
ama benim de CHP’liliğim son
bulacak!
• Bu arada siyasete el atmak
üzere olduğunuzu hissediyorum, doğru mu? Partiler
genelde (CHP hariç) asker
temmuz 2015
73
HABERA JANDA/ SÖYLEŞİ
kökenli kişilere çok mesafeli
duruyorlar, değil mi?
Hayır, siyaseti düşünmüyorum. Önce yaşım itibarıyla,
sonra da mevcut siyasi partiler
kanunuyla -karakterim icabıbir liderin iki dudağı arasına
sıkışarak siyaset yapamam.
Ayrıca gençlik kollarından
itibaren siyasetin her kademesinde emek vermişlerin hakkını
yiyerek aralarına paraşütle inmek istemem.
“Çuvaldızı
kendimize,
iğneyi de sivillere
batırmıştım.
İğneyi biraz da
esas sorumlulara
batıralım mı şimdi?”
• Bir TV programınızı anımsıyorum. Orada şu minvalde
cümleleriniz vardı: “Bizler
asker olarak da bazen haddimizi aştık. Sivil iradeye
politik görüşlerimizi dayattık, bu hataydı. Bunu bazen
darbelerle gerçekleştirdik,
74
temmuz 2015
bazen muhtıralarla ilettik…
”Lütfen yanılıyorsam düzeltiniz, bunları duyduğumda
-ki bu düşünceleriniz Balyoz tutuklamalarına denk
geliyordu- “Çok cesurca
açıklamalar yaptı Amiralim”
demiştim. Acaba aynı düşüncede misiniz? Darbeler
doğru uygulamalar mıydı?
Menderes’in asılması veya
28 Şubat’a dair düşünceleriniz nelerdir? Batı Çalışma
Grubu’nun uygulamalarını
doğru buluyor musunuz?
Askerin Milli Güvenlik
Kurulu’nda sivil hayata dair
müdahaleleri sizce doğru
mudur?
Doğru hatırlıyorsunuz, Uğur
Dündar’ın “Arena” adlı programıydı. Kısa özetini vereyim,
sorularınıza yanıt olur:
Kendimizi ülkenin tek sahibi
gördük. Her şeye maydanoz
olduk. RTÜK’e, YÖK’e üye
verdik. MGK kanalıyla ülkeyi
idare etmeye soyunduk. Güç
ve itibarımızı, bir tehdidin var
olması halinde koruyabileceğimizi var saydık. Tehdit yarattık
veya büyüttük. Şeffaf olamadık.
Kendimizi toplumdan soyutladık. Tel örgüler arkasına çekildik; oysa insan kaynağımız tel
örgüler dışındaydı. Komuta ve
hiyerarşik yapının gereği olmayan çok büyük farklılıklar yarattık. Personelimizden koptuk.
Kaynaklarımızı sorumsuzca ve
keyfî kullandık. Personelimizin
sorunlarını çözmek yerine, “Siz
de yükselip bu lüksü yaşayın”
mantığıyla hareket ettik. Terfi,
sadece bizlerin değil, eşlerimizin de birinci önceliği oldu. Bu
nedenle “Üstlerimize yaranalım” derken astlarımızın sevgi
ve saygısını kaybettik. Darbelerin en fazla bize zarar verdiğini
bilmemize rağmen defalarca
darbe yaptık. Hukuk dışı uygulamalara imza attık. 1990’dan
sonra değişen dengelere süratle
ayak uydurup yeniden yapılanma ve personel reformunu
gerçekleştiremedik. Ülkede
“sol”u yok ettik. Kafalardaki
bölünmede pay sahibi olduk.
Evet, o programdan aklımdan
kalanlar bunlar. Bugün de aynı
görüşü muhafaza ediyorum.
Çuvaldızı kendimize, iğneyi
de sivillere batırmıştım. İğneyi
biraz da esas sorumlulara batıralım mı şimdi?
• Lütfen buyurun...
Ülkemizin bugünkü durumundan siz de memnun değilsiniz benim gibi. Sorumluluk,
sivil-asker ayırmaksızın hepimizin… Ben aynı programda
sivillerin hatalarını da “açıkça”
dile getirdim. Medya, maalesef
sadece özeleştirilerimle ilgilendi.
Özetle sivillere dair düşüncelerimse şöyle: Anayasa’dan
kaynaklanan yetkilerini kullanamadılar. Bu bilgi ve otoriteye
sahip kadroları yetiştiremediler.
Askere doğru dürüst siyasî
bir direktif veremediler. Asker
talep ettiğinde de “Siz yazın,
biz imzalayalım” dediler. Askerin sorumluluğunda olmayan
birçok alanı askere bırakıp
sorumluluktan kaçtılar. Askerin
Murat İlkter
bütçe ve harcamalarını denetlemediler. Kirlenen siyasetçibürokrat-iş adamı üçgeni içine
askeri de çekmeye çalıştılar,
bir ölçüde başarılı da oldular.
Siyasetin tıkandığı zamanlarda
-siyasi çözüm getirmek yerine- yasama, yürütme, yargı,
iş adamı, medya ve STK’larla
darbelere davetiye çıkardılar.
Bütün kurum ve kuruluşlarıyla askerin her dediğini emir
telakki ettiler. “Hükümetleri
güçlü tutalım” derken devleti
yok ettiler. Tabiî en önemlisi
de Türkiye’yi, Anayasa’sında
yazdığı gibi demokratik, sosyal,
laik bir hukuk devleti haline
getiremediler. Milli politikalarımızı devlet politikası olmaktan
çıkartıp, hükümetler değiştikçe
değişen hükümet politikalarına
döndürdüler. Güvenilirliğimizi
ve itibarımızı yok ettiler.
• Bu kadarını beklemiyordum
açıkçası…
Enteresan günlerden geçiyoruz…
“Başarısızlığınızı
kimseye yıkmayın
ve kendinize suç
ortağı aramayın!”
• Biraz da vizörü başka bir
yöne kaydıralım… PKK bu
seçim sonucundan sonra
silah bırakır mı? HDP bir
Türkiye partisi olabilir mi
gerçekten? “Kürt Sorunu”
diye bahsedilen açılım ve
süreci doğru buluyor musunuz? Sizce bölünme korkusu var mı? “Bölünme mümkün mü?” dersem sanırım
daha doğru olacak…
Seçimlerden önce Cumhurbaşkanı ve Başbakan, HDP’yi
PKK ile işbirliği yapan,
PKK’nın uzantısı olan bir parti
olarak suçladı. Şimdi ise Başbakan HDP’ye, “Çağrı yapın,
PKK silahları bıraksın” diyor.
HDP ise, “Ben çağrı yaparım
ama onlar beni dinlemezler, tek
dinleyecekleri kişi Öcalan” di-
yor. Köşk ve Başbakan kızıyor,
“PKK’ya söz geçiremeyecekseniz Çözüm Süreci’ne nasıl katkıda bulunacaksınız?” sorusunu
soruyor. Bu ne çelişkidir, ne
acizliktir! Terörü önlemek için
teröristlikle suçladığın partiden
yardım istiyorsun…
Ülkenin güvenliğini sağlamak, Anayasa’mıza göre hükümetin görevidir. Bu görevinizi
yerine getirmekte sınıfta kaldınız. Başarısızlığınızı kimseye
yıkmayın ve kendinize suç
ortağı aramayın!
“Darbenin hiçbir
‘haklı’ nedeni
olamaz!”
• İhtilali halk yapar, darbeleri
ise komitacılar ve cuntacılar... Başardıklarına “ihtilal”
derler, başaramadıklarını ise
-mesela Talat Aydemir bunlardan biridir- “darbe”…
İşte bu anlayış yanlış! Demokrasilerde bu hesabın verilmesi için seçimler beklenmez.
Toplum, demokratik tepki hakkını meydanlarda mitinglerle,
protestolarla, boykotlarla kullanır. Üzerlerine TOMA’larla,
gazla, plastik mermiyle gidilip
“Otur oturduğun yerde, seçimi
bekle!” denmez. Hükümetler ya
demokrasiye, seçimden önceki
sözlerini tutmaya davet edilir ya
da erken seçime zorlanırlar.
Kimsenin kimseyi kandırdığı
yok, hepsi darbedir ve darbenin
hiçbir “haklı” nedeni olamaz!
Bunları kendisine bizzat siyasetçilerin, iş adamlarının gelip
“Yönetime el koysanıza, daha
ne bekliyorsunuz?!” denen bir
Koramiral olarak ben diyorum.
Kandırmaca, darbelerin toplum
kültürü olmayıp, sadece asker
kültürü olduğunu söylemektir.
• Siyasetçiler halkla iletişimlerini yitirip halk nezdinde
itibarlarını kaybettikleri
anda zaten diğer güç odaklarla iletişime geçip mevcut
seçilmiş otoriteyi devirme-
temmuz 2015
75
HABERA JANDA/ SÖYLEŞİ
talimat aldığı izlenimini silerek
onlara sözünü geçiren bir figür
haline gelirse, HDP o zaman
Türkiye’nin partisi olur.
Sonuç olarak bence çözüm,
sınırlarımız dışındaki Kürt
devletini tanımak, “Kürt asıllı”
Türk vatandaşlarımıza da, dünyanın çeşitli ülkelerinde yaşayan
soydaşlarımız için o ülkelerden
hangi hakları istiyorsak, aynı
hakları vermektir.
Sohbeti biraz
yumuşatıp “final”
yapmak adına…
nin hesaplarını yapıyorlar…
Ben hiçbir zaman darbelerin
sadece asker işi olduğunu söylemedim! Tüm darbelerin bir
burjuva ayağı vardır, aristokrasi
ayağı, bürokrasi, STK, medya
ve dış ilişkileri (embeded) ayağı
mevcuttur…
“O kadar
‘Bölecekler’ dedik
ki, PKK’yı da ülkeyi
bölebileceğine
inandırdık”
• Ben Kürt sorunu olduğuna
inananlardanım…
Tabiî ki sorunun çözülmesi
için atılacak adımları desteklerim. Bununla beraber, açılım
sürecinin fikren doğru, uygulama olarak başından beri yanlış
olduğunu düşünüyorum. “Kimsenin çözemediği sorunu ben
çözeceğim” edasıyla yola çıkmak
ve bu konuda devlet politikası
üretmek yerine hükümet politikası haline getirmek yanlıştı.
Açılımı kamuoyuna duyuracak ilk toplantının Polis
Akademisi’nde yapılması ve
sadece yandaş basının çağrılması yanlıştı. Akil Adamlar
Heyeti’nin yine yandaşlardan
kurulması, heyetin açılım nedeni ile AKP’nin muhtemel
oy kaybını önlemek dışında bir
76
temmuz 2015
görevi olmaması da yanlıştı.
“Teröristle konuşan şerefsizdir” deyip İmralı ve Kandil’le
görüşmelere devam etmek
yanlıştı. Çözüm Süreci’ni seçim
anketlerine göre her seferinde
yeniden dizayn etmek yanlıştı.
Bu kadar yanlıştan da bir doğrunun çıkması tabiî ki mümkün
değildi.
Bunlar yakın zamanın yanlışları, daha gerilere gidersek,
sorunun varlığını inkâr etmek
yanlıştı. “Ben Kürdüm” diyenlere ısrarla “Kürt diye bir ırk yok”
demek yanlıştı. PKK terörü
ile mücadeleye “Bunlar ülkeyi
bölecek” varsayımıyla başlamak
yanlıştı. O kadar “Bölecekler”
dedik ki, PKK’yı da ülkeyi
bölebileceğine inandırdık. Oysa
“Bölemezler!” varsayımıyla
mücadeleye başlasaydık, masum
halkla teröristi ayırır, masum
halkı devletle terörist arasında sıkıştırmaz, sadece askerî
yöntemleri uygulamaz, bölgeyi
kaçılacak değil, yaşanacak bir
cazibe merkezi haline getirebilirdik. Bölge halkının devleti
düşman göreceği uygulamalar
yapmazdık.
• Peki, bölünür müyüz?
Şu an inisiyatif maalesef İmralı ve Kandil’de… Bütün parti
liderlerinin bir araya gelme-
siyle ortak bir devlet politikası
üretmek mecburiyetindeyiz.
Bölünmemenin yolu, bir araya
gelmekten geçer. Aksi halde
bölünmenin önüne geçmek, bir
“iç savaş”ı gerektirebilecektir.
Ortadoğu’da bir Kürt devleti
tanınacaktır. “Kurulacaktır”
demiyorum, çünkü zaten Kuzey Irak’ta kurulu bir devlet
var. 2003 yılında bu devleti ilk
Türkiye’nin tanıması için çağrı
yapmıştım. 21’nci yüzyılda hiçbir devlet sınırlarını savaşarak
genişletemez. Bu şekilde tanınmak istemeyişlerinin nedeni
bu olabilir. İşte oyun koruculuk
budur!
Mevcut sınırlar içinde tanınmasını sağlamakla bir anda
muhatabınız bir devlet olur.
Bundan sonraki ilişkilerde
devletler hukuku, Birleşmiş
Milletler Sözleşmesi ve bunlardan kaynaklanacak haklarınızın
kullanılması etkili olur…
• HDP bir Türkiye partisi
olabilir mi?
HDP’nin sihirli değnekle
dokunulmuş gibi bir anda
İmralı ve Kandil’le ilişkisini
kesmesini beklemek saflık olur.
Yalnız Demirtaş şu anki popülaritesi, arkasında 6 milyon oy
ve 80 milletvekilinden aldığı
gücü iyi değerlendirirse, yavaş
yavaş İmralı ve Kandil’den
• Fenerbahçeliliğinizi herkes
biliyor. Kulübün Basın Sözcülüğünü de yaptınız. Öyle
güzel götürüyordunuz ki bir
anda bırakmanızı çoğu kimse anlayamadı. Paylaşımlarınızda görmüştüm, Daum’un
Fenerbahçe Teknik Direktörlüğü’ne getirilişine itirazınızı ve bu yüzden Aziz
Yıldırım ile fikir uyuşmazlığı
yaşadığınızı okumuştum.
Bu olayda politik bir durum/
duruş mu söz konusuydu?
Fenerbahçe Basın Sözcülüğünü bırakmamın arkasında
politik değil, etik bir duruş
vardı. Bu, o zaman herkes tarafından da gayet iyi anlaşılmıştır.
Daum’un Fenerbahçe’yi
şampiyon yapması halinde
milyonlarca gencin “Hem
uyuşturucu kullanıp, hem de
başarılı olunabiliyormuş” intibaına kapılmasına Fenerbahçe
gibi bir kulübün aracı olmamasını düşündüğümden ve bu
görüşlerimi dile getirmeme
rağmen Yönetim Kurulumuzun
oy çokluğu ile Daum’u teknik
direktör olarak göreve getirmesinden dolayı istifa ettim…
• Efendim saygılarımı ve
teşekkürlerimi sunuyor, bu
güzel söyleşi için teşekkür
ediyorum…
Rica ederim, teşekkür ve en
iyi dileklerimle…
haberajanda
Yakın Tarih
A
Rukiye Yıldız Erdoğmuş
[email protected]
STIK, biz astık!
Bu millet nelere şahit olmadı, ne badireler atlatmadı,
ne günler yaşamadı ki?
Astık, biz astık!
Dünyanın cadı kazanı
gibi kaynadığı dönemler…
Savaş ertesi yıllar… Savaştan
yeni çıkmış aç, sefil, ama her
zaman iman gücü ve feraseti
ile iyiyi kötüden tefrik edecek
manevî teçhizat ile donatılmış millet… Batı, Rusya’ya
karşı direnmek için İslam’a
eyvallah dönemini Başkan
Kennedy’nin ölümü ile kapatıp “Artık İslam’ı yanımıza
alma değil, karşımıza alma
dönemindeyiz” dercesine,
İslam dünyasına sinsice
saldırmakta; Rusya ile değil,
artık İslam coğrafyası ile mücadele etmekte ve Pakistan
ve Türkiye gibi birçok İslam
ülkesinde arka arkaya ihtilal
ve kargaşa yaşanmakta. Ve
bu ülkelerdeki piyonları/yandaşları ile ortaklaşa çalışanlar
iş başındalar…
MADDÎ olarak Menderes’in bedeni, manevî olaraksa ezilmiş,
sindirilmiş, zavallı milletin nefesi boğulmaya çalışılıyordu.
Ama Allah o milleti öldürmedi; nice darağaçlarından, nice tuzaklardan kurtuldu millet. “Öldürmeyen darbe kuvvetlendirir” sözü mucibince halk, daha kuvvetli, daha bilinçli olacaktı.
Türk halkının eski partiye
“Hayır!” deyip Demokrat
Parti’yi kahir bir oy çokluğu
ile seçtiği dönemde, ikinci
seçimde, ezanı Türkçe okutacak kadar kukla olan laik
düzene “Hayır!” demekte.
Fakat hemen akabinde on
yıllık atılım ve gelişme yolunda çabaları yine akamete
uğratmak için çeşitli oyunlar/
desiseler devrede…
Maddî olarak Menderes’in
bedeni, manevî olaraksa
ezilmiş, sindirilmiş, zavallı
milletin nefesi boğulmaya
çalışılıyordu. Ama Allah o
milleti öldürmedi; nice darağaçlarından, nice tuzaklardan kurtuldu millet. “Öldürmeyen darbe kuvvetlendirir”
sözü mucibince halk, daha
kuvvetli, daha bilinçli olacaktı. Her zirvenin bir inişi
olacak, zulümde başbakanı
asacak kadar zirve yapanlar,
“Her şeyin fazlası zıddına
tebeddül eder” kaidesince,
şimdi kendi dilinin kanını
yalayan kedi gibi kendilerini
bitiriyorlar.
Astık Başbakanımızı, astık!
27 Mayıs 1960 darbesi
nedir? Yüz küsur yıldır
halkı sindirip, korkutup,
konuşanı idam sehpalarında
sallandırarak tek erk olma
ihtirasından ödün vermeyen
faşist sistemin sahnelediği
film... Tarihimiz boyunca hiç
kapanmayan bu film, dönem
dönem yine “Perde!” diyecektir. Başrollerde muhalif hiçbir
sese tahammülü olmayan
hegomanik eller, asıp kesmekten içtinap etmeyen, tek ses
olma yolunda her şeyi mubah
gören beyinler, tek erk olmak
için entrikanın envay-ı çeşidini uygulayan karanlık güçler…
1950 yılında iktidara gelen
Demokrat Parti’nin oy çokluğunu elinde tutarak Bağdat
Paktı’nı kurması, dışarıdan
kredi alımını azaltmak iç
kaynaklara yönelmesi,
tahkikat komisyonu kurması,
halktan hüsnükabul görmesi
ve giderek güçlenmesi birilerini rahatsız etmişti. Bütün
bunların üstüne Menderes’in
İnönü için sarf ettiği “İnönü
hasta! Hastalığı, iktidar olma
hastalığıdır” sözünü hatırlayalım… İktidar olmayı hastalık derecesinde sevenler
eklenince, bu yükselişe “Dur!”
deyici sesler yükselmiş, yine
kendi yöntemlerince halk ve
halkın seçtikleri temsilciler
susturulmuştu.
işkencelere hiç girmiyoruz.
Halkın gözünü boyamak için
yaptıkları şeyler bile tüyler
ürpertici iken, varın işkenceleri siz düşünün...
Bir de mahkemedeki
komik gerekçeler… Bebek
meselesi, köpek meselesi,
Menderes’i asmak için Kırşehir’ in ilçe yapılması gibi
absürt konular… “CHP mallarına el koydunuz” diyerek
Demokrat Parti’nin sermayesini CHP’ye aktarmalar...
Ve idam!
27 Mayıs
27 Mayıs’ı kronolojik
olarak çok dinlemişsinizdir;
gayemiz, kuru tarihi bir olay
olarak okumak değil, içindeki
mahfuz entrikalara dikkat
çekmek, bütün vicdan sahibi
olanların hissiyatına hitap
etmek ve bu olayda akıllara
takılan pek çok cevapsız
istifhamın olduğunu bildirmektir.
Mesela Cemal Gürsel’in
mektubu… Mektubun orijinalinde Menderes’in başa
geçmesini uygun gördüğü
yer, daha sonra dönemin
bütün matbuatı tarafından
kesilerek intişar edilmiş.
Menderes’in uçağının düşürülmesi konusunda komplo
olduğuna dair hiçbir vesika
yok, ama insan, “Neden bu
tür olaylar Ziyaü’l-Hak’ları,
Eşref Bitlis’leri bulur?” diye
sormadan edemiyor. Ve
dış mihraklarla birlikte film
çevirenler, kendi işbirliklerini
karşı tarafa atmaktalar kör
dövüşü fıkrasında olduğu
gibi.
“Her şeyi o dönemde
Masonlardan ve dış mihraklardan bilme hastalığı vardı”
diye itiraz edenlere, Cemal
Gürsel’le Amerikan Büyükelçisi Fletcher Voron’un tarih
sayfalarına düşmüş konuşmasını okumalarını tavsiye
ederiz.
Menderes’in, ip boynuna
geçirilmeden önceki sözleri
şöyle: “Aize kırgın değilim,
sizin arkanızda olanları
biliyorum…” Kim onlar? Hele
muhtırayı okuyan Türkeş’in
(okutturulan Türkeş’in
demek gerekir) böyle devlet
içi bir meselede “NATO ve
Senato’ya bağlıyız” cümlesini
vurgulayarak söylemesi…
Sonra yine o dönemlere
denk gelen, esir kampı mesabesindeki Sivas-Kabakyazı
da tutulan 485 kişi… İşkence
gören, aç kalan bu kimseler
anılmıyorlar bile. Yüzlerce
İskilipli, onlarca Fatin Rüştü
Zorlu ve nihayetinde Menderes var tarihin açıklanması
yasak sayfalarında. Hangisinden özür dilemeye güç
yeter ki? Arzı titreten, Allah’ın
mühlet denizini dolduran
işkenceler, idamlar, ölümler…
Bu bağlamda Sayın Baki
Tuğ’u da konuşmak gerek,
babası neredeydi?
Olayın başaktörü Menderes gibi görünse de, asıl aktör
“CHP”… CHP zihniyeti, cunta
mantığı ile geldi, aynı mantık
ile devam ediyor. CHP: C
(cunta), H (hegomanya), P
(parti)…
Cunta Hegomanya
Partisi, o günlerde Milli
Birlik Komitesi’ni, yani maşasını kullanarak öğrencileri
ayaklandırır. Sonra bir de
İnönü’nün treninin taşlanması var… Bu olayı şöyle
okuyorum: Koca trene iki
çocuk taş atsa, trenin içindekine değer mi? Ama bu
olay o kadar abartılı anlatılır
ki… Tabiî darbe yapacaklar
ya, halka “Bakın, trenimizi
bile taşladılar, can güvenliği
yok, biz de silahla bastırıyoruz!” diyecekler. Hele
halka Yassıada’dakilerin
durumlarının iyi olduğunu
göstermek için o yaşlı başlı
ihtiram görmeye alışık devlet
erkânından zatlara film
çektirmeleri yok mu? Yapılan
Astık Başbakanımızı, astık!
Ey “Demokrasi” diyerek
demokrasiyi boğan mülevves eller! Bekleyin, bu milletin evlatları size bir gün son
sözü söylerler...
Sus Rukiye, burada Akif
konuşsun yine!
“Geçenler varsa İslam’ın
şu çiğnenmiş diyarından/
Şu yüz binlerce yurdu kanlı
zâirsiz mezarından/ Yürekler
parçalar bir nefha dinler
reh-güzârından/ Bu matem
kim bilir kaç münkesir
kalbin gubarından/ Bu ıssız
aşiyanlar bir zamanlar candan muazzzezdi/ Bu damlar
böyle baykuş seslerinden çın
çın ötmezdi/ Şu kurbağalar
seken vadide ceylanlar
koşup gezdi/ Şu coşmuş
ağlayan ırmak ne handan
gölgeler sezdi/ Bütün maziyi
bir tufan fakat hep boğdu hep
ezdi/ İlahi, altı yüz bin Müslüman birden boğazlandı/
Ne bi-kes hanümanlar işte
yangın verdiler yandı…”
(O iplerde sallandırdıklarınız da birer candı, insandı,
hem Başbakan’dı…)
temmuz 2015
77
haberajanda
Siyaset Felsefesi
DİKTATÖRL
siyaset felsefe
Fıtrat olarak liderlik
taşımak başkadır,
kanaatimce lütuftur; insanların
doğuştan getirdiği kabiliyet ve
potansiyeller olduğunu kabul
eden filozof ve düşünürlerle
hemfikirim. Bu anlamda liderler nadirdirler. Fakat psikolojik
varsayımlara göre “diktatör
doğulmaz, lakin olunur veya
oldurulur”. Diktatörlük ve parlamenter demokrasi arasındaki
terazi dengelenemez ise, açıkçası tarihî, kültürel, coğrafi ve
stratejik konjonktür ile bir lider
diktatörleşebilir, hatta diktatörleştirilir.
78
temmuz 2015
Ayşe Yaşar Umutlu
[email protected]
ÜK VE DESPOTİZMİN
si bağlamında çözümlemesi
H
ATIRLARSANIZ daha önceki yazılarda “Felsefenin işi zaten
bildiğiniz ve düşündüklerinizi sorgulatmaktır” demiştim. Bu
şekilde pek çok kavramı sorgulattığı gibi, bir kavrama yeni
bir mânâ vermenin, eskisini reddedebilmenin de en eski ve
en geçerli yoludur.
>> Fakat felsefî çıkarımlar ya da önermeler arayışında izleyeceğiniz metot içinde
çelişkisiz ve tutarlı olmak ilkesinin yanında
son derece önemli bir diğer prensip de indirgemecilik yapmamaktır! Peki, nedir o?
Bu yazının amacı, diktatörlük ve despotizm kavramlarının içeriğini ve ülkelerin
siyasi rejimlerini nasıl diktatörlüğe çevirdiklerine dair kısa bir analiz ortaya koymak
olacaktır. Konu bağlamında örnek verelim:
Diktatörlüğün bir iki kıstası uyuyor diye
hatalı koşul ve sıfatları diktatörlükle eş ilan
edemezsiniz; ederseniz, indirgemecilik yapmış olursunuz. Ancak cahil ya da daha kaba
bir ifade ile aptalları kandırırsınız.
Açıkçası düşünür, akademisyen, araştırmacı, yazar fark etmez, pek çoğumuzun bu
hataya düşmeden fikir ortaya koymak hususunda itina etmesi gerekiyor. Dolayısıyla
bu yazıda analizi yaparken metot olarak
“kıyas”ı kullanacağım. Çünkü kıyas, kabul
edilmiş, mutlak zannedilen birtakım kabullerin geçersizliğini ortaya koymada önemli
bir yöntemdir. Kişi, birtakım öncüllerle yaptığı çıkarımda mantıklı sonuçlara varmak
zorundadır. Bu anlamda kıyas, yani karşılaştırmalı çözümlemeler önemli olmakla birlikte, bir örnek üzerinde ayrıntılı bir inceleme, irdeleme ve akıl yürütmenin yerini tamamen alamayacağı da iddia edilebilir. Fakat her halükârda kıyas ile aydınlatabileceğimiz pek çok karanlık nokta vardır.
Öyleyse egemen güce bu sıfatı kullanabilmenin, mevcut rejime diktatörlük diyebilmenin siyaset ve felsefe tarihi açısından kıstasları nelerdir?
Ne tür ülkeler rejimlerini diktatörlüğe
kaymaktan koruyamazlar? Hatta ne tür sosyal, politik ve bireylerarası dinamikler buna
uygun zemin hazırlarlar? Bu soruların bu-
güne kadar verilmeye çalışılmış cevaplarına
kısaca bir göz atacağız.
Kim daha diktatör?
Huntington gibi düşünürler diktatörlüğün tanımı sırasında “tek bir kişinin ya da
elit bir grubun hâkimiyeti”ne odaklanırlarken, Brooker gibi birtakım isimlerse “politik
çoğulculuğun kısıtlanması”nı tanım olarak
benimsemişlerdir. Bu durumda “Stalin mi,
yoksa Putin mi daha diktatör; Mao mu, yoksa Çin’in mevcut parti yönetimi şeklindeki
egemenliği mi daha diktatör; İran mollaları
mı, yoksa devrim öncesi Şahlık dönemi mi
daha diktatör?” soruları sorulmuştur.
Öncelikle belirtilmek gereken şudur ki,
siyaset felsefesi tarihinde iki tür diktatörlük
dominant kabul edilir: Faşist diktatörlük ve
komünist diktatörlük… Bunlardan ilki sağ,
diğeri sol olarak tanımlanan rejimlerin ürünleridir. Yine tarihte toplumlar, tarım toplumu ve sanayi toplumu olarak ayrıldığından
beri diktatörlüklerin toprağı daha ziyade
tarım toplumları olmuştur. Fakat özellikle
Almanya, Rusya, Japonya, Çin, Hindistan,
İran, Küba, Vietnam ve Kore gibi ülkeler,
diktatörlükler bağlamında irdelenmesi gereken ülkelerin başında kabul edilirler.
temmuz 2015
79
haberajanda
Siyaset Felsefesi
luğu despotizme sürükleme eğilimi devam
etmiştir. Hatta neredeyse bugünün Batı
toplumlarının hepsinin diktatörlüklerden
doğduğu söylenebilir. Kilise ve ordunun
toplumları yönetmek için dayatmacılık ve
zor kullanma ile kontrolü sağladığını inkâr
etmek mümkün değildir. Bugün aynı unsurları, yani din ve silahlı güçleri, güvenlik
kuvvetlerini kullanan tüm rejimler için “diktatörlük” deniliyor.
Suriye, Çin, Kuzey Kore, İran ve hatta Suudi Arabistan’ın ideolojileri için kullandıkları
da aynı aletlerdir. Peki, Birleşik Devletler’de
bu aletler yok mudur? Demokrasi içinde
her an aynı unsurlar ile diktatörlük rejimine dönüşmez mi? Pek çok düşünürün ortak
kanaatine göre tarihî koşullar ve süreç içinde
de bu daima bir ihtimaldir. Bir devletin demokrasi içinde kalıp kalmayacağını stratejik koşullar belirler. Her an demokratik bir
devletin, militarist veya diktatörlük rejimine
dönüşü imkân dâhilindedir.
Nitekim İngiltere’nin tarım bir ülkesi olmaktan çıkması ile parlamenter bir yönetime geçişinin kolaylaşması bir kriter olarak
kabul edince, Hindistan’ın asla tarım ülkesi
konumundan çıkamamasının parlamenter
bir rejimdeki aksamalara temel neden olarak görülmesi, analizin ilk basamağı olarak
ortaya konur. Varmak istenilen husus şudur:
Bir ülke, tarım ülkesi olup da halkını kölelik
konumunda çalıştırdığı sürece diktatörlük
vasfı ve sistemi kurmaya meyillidir. Sanayileşme ise bu sistemin yıkılıp bireysellik ve demokratik parlamenter oluşumlara daha yakın hale gelmenin koşulu olmuştur. Tarihsel
sürecin böyle gelişmesi delil kabul edilir.
Analizde kullanılan diğer basamak ise,
toplumların kültür ve geleneklerinin kurulan sistemleri ve erkin gücünü, karakterini
şekillendirmesidir. Bu noktada ise lideri diktatörleştiren psikolojik dinamikler önem kazanır. Hangi toplumlarda lider -konu ne
olursa olsun- her ne söylerse söylesin mutlak ve kutsal bir gerçek olarak kabul etme
eğilimi vardır? O tek kişinin söylediğinin
aksini düşünenler için ölüm yahut hapisten
başka bir çıkar yol var mıdır? Yoktur! Tam
bir tanım vermek gerekirse, tek bir kişiye
herkes için karar verme yetkisini koşulsuz
şartsız ve tam bir irade ile teslim etmekten
bahsediyoruz.
Bu bağlamda öncelikle şunu belirteyim:
Fıtrat olarak liderlik taşımak başkadır, kana-
80
temmuz 2015
atimce lütuftur; insanların doğuştan getirdiği kabiliyet ve potansiyeller olduğunu kabul
eden filozof ve düşünürlerle hemfikirim. Bu
anlamda liderler nadirdirler. Fakat psikolojik varsayımlara göre “diktatör doğulmaz,
lakin olunur veya oldurulur”. Diktatörlük
ve parlamenter demokrasi arasındaki terazi
dengelenemez ise, açıkçası tarihî, kültürel,
coğrafi ve stratejik konjonktür ile bir lider
diktatörleşebilir, hatta diktatörleştirilir. (Bu
bağlamda kaynakçada verdiğim Al-Jazeera
belgeselini, konuyu irdelemek isteyenlere
özellikle tavsiye ediyorum.)
“Doğu genellikle diktatör büyütür” derken kastedilen nedir?
Doğu toplumları, akıl ve iradesini teslim
etmekte sakınca görmeyen, sorumluluk ve
yükümlülükten böylece azat olunmuş bireylerden oluşan toplumlar üreten, gelenek
ve göreneklere sahip toplumlar olarak kabul
edilirler. Devletin efendileşmesini isteyen ve
itaat edecekleri güçleri işaret etmesini bekleyen, onaylanan kitlelerin toplumları olarak
görülürler. İşte bu toplumsal kökenler, otoriterleşme teorilerine göre liderlerini diktatörleştirirler. Çoğunlukla da bunlar, Doğu
toplumlarıdırlar.
Fakat Batı da diktatörler konusunda bakir bir toprak değildir. Batı da Roma geleneğinden modern çağlara kadar çeşitli diktatörlükler görmüştür. Demokrasiden sonra
tek kişiyi diktatörleştirme ya da elit çoğun-
Doğu’da, tarih içinde görülmüş önemli
bir başka neden ise şudur: Tarihî çıkmazlar
toplumları boğduğunda, pek çok memnuniyetsiz insanın tek bir kişiyi büyük bir umut
olarak görmeye başlaması... Bu minvalde yapılabilecek bir analize göre bazen bir
komplo, bazen bir ekonomik sancı, bazen
karizmatik bir bilgelik gibi sebepler bu sonuca hızlı götürür. Bu tarihî gaflet ile kurban olarak seçtikleri kabiliyetli bir liderin
vahim kaderi, diktatörleştirilmesidir. Yani
toplum, kendisini kendinden daha iyi düşünüp yönetmesi için babasına tüm aklını,
fikrini, vicdanını teslim eder ya da etmek
zorunda bırakılır. Bu vakıa, aslında bir bakıma kültürel ve tarihî kabullerin toplumları
böyle yaşaması ve anlamaya mecbur kılmasının da bir neticesidir. Böylece ne birey, ne
de toplum, kendisini geliştirmek zorunda
kalmaz. Çünkü tüm yetkileri, yükümlülük
ve sorumlulukları dolayısıyla iradesini tek
ele teslim etmiş, mutlakiyetini de en aşırı
boyutlara ulaştırmıştır. Bu büyük sorumluluk ve mutlak yetkiyi ancak dayatmacılıkla yerine getirebilecek lider, karakterinin
sıfatlarını buna uygun geliştirir. İşte böyle
beslenilen toplumsal karakterler, lider değil,
diktatör yetiştirirler.
Peki, neden
dayatmacılık şart olur?
Yükümlülük almadan teslim olanın sorumluluk melekeleri işlemediği zaman, vücut bir tür uyuşmaya tutulmuştur. Dolayısıyla uyuşmuş beyinleri, idrakleri ve vic-
Ayşe Yaşar Umutlu
danları başka nasıl idare edebilirsiniz ki?
Kuralları dayatır, emreder ve zoraki işletirsiniz. Sadece küçük bir nüans ile aslında
bu durum, bütün toplumlar için geçerlidir.
Nüans şu: Şayet toplumun geneli bireysel
sorumluluk, kişisel idrak, vicdanî vazife için
kendini geliştirmeyi ahlaki ve toplumsal bir
yükümlülük olarak geliştirmiş ise, toplumu
yönetenler diktatörleşmezler. Geriye kalan azınlık için dayatmacılık yöntemi idare
edeni bozmaz. Fakat toplum bahsettiğimiz
mânâda bu yükümlülüğü daima tek kişi
veya lidere veriyor, kendini yükümlülüklere
karşı pasif kılıyor ise, diktatör doğuruyordur.
Birey için lütfu mundar etmenin sonucu ne
ise, bir toplum için lideri diktatör etmenin
bedeli de odur.
Tekrar Batı medeniyetlerine dönecek olursak, özellikle Rönesans ve Fransız İhtilali
ile başlayan süreçle insan merkezli toplumlara dönüşmesi ile toplumların devlet anlayışı, bireye dayandırılanları daha çok kabul
görmüştür. Haklar, özgürlükler, yükümlülük
ve sorumluluklar konusunda kaynak tek tek
her bireydir. Temel amaç, her bireyin akıl
ve sorumluluk duygusunu geliştirmesidir.
Bundan doğacak tüm zarar ve tehlikeler
öncelikle kendine aittir. Topluma ve devlete
yansıyanların dışındakilere müdahale hakkı
kimsenin değildir. Bu yapıyı kabul etmeyen
ve saygı göstermeyen bir siyasal yapı, diktatörler için varlık nedenidir.
Hitler: Anın insanı
Elbette diktatörlük ve despotizm sadece
monarşi ve benzeri yönetimlere has değildir. Demokrasi içinde diktatör olmak, hatta despotlaşan bir çoğunluk olmak mümkündür. Yine bunun en güçlü örneği Hitler’dir.
Hitler’e diktatörlük yolunu açan, demokrasinin içindeki ekonomik, sosyal ve siyasi krizler idi. 1929 Ekonomik Krizi Almanya’yı
etkilediğinde, milyonlarca işçi işten çıkarılmış, küçük işletmeler batmış, parlamento
dağılmış ve Almanya borçlarını ödeyemez
hale gelmişti. Milyonlarca işsiz iş arıyor,
4 milyon civarındaki genç nüfus geleceğe
umutla bakmak istiyordu. Onun tam da bu
noktada demokrasiyi tümüyle reddeden bir
yapı kurmayı demokrasinin içinde nasıl başarabildiği düşünülmelidir.
Hitler, mevcut seçim sistemi içinde önce
cumhurbaşkanlığı için aday olduğu seçimi
kaybetmiş, daha sonra kurduğu Nasyonal
Sosyalist Parti ile yüzde 44 ile yönetime
gelip parlamentodan çıkardığı “yetki yasası”
ile yasa yapma, bütçeyi denetleme, yabancı
devletlerle yapılacak anlaşmaları onaylama,
anayasada değişiklik yapma yetkisini parlamentodan alarak dört yıl için kabineye verir.
Başbakanın çıkaracağı yasaların da anayasaya aykırı olabileceği kabul edilir. Nitekim
parlamenter demokrasinin de sonu olur bu.
Erving Goffman’ın dediği gibi, “Öyleyse
insanlar ve onların anları değil, aksine anlar
ve onların insanları vardır”.
Peki, çoğunluğun despotizmi demokraside nasıl olabilir? Malum bireycilik ve öte
yandan negatif anlamda yalnızlaşan bireylere ait yüz de vardır. Bu bireyler yalnızlaştıkça sorumluluklarını devlet içindeki
egemen çoğunluğa teslim ederek çoğunluğu despotlaştırırlar. Bireycilik anlayışını
hiçbir kurum ve kuruluşla bağ kurmamak
şekline dönüştürmenin zararı olarak yapayalnız kalmış birey, içinde yaşadığı toplum
ve sorunlarına hâkim olamayacağı hissi ile
de ilgisiz kaldığı toplum ve devlet sorunlarını tümüyle iktidar olan çoğunluğun eline
bırakır. Aynı yükümlülüğü kabul etmeme hali burada da kötülüğe hizmet eder.
Tocqueville’nin “Demokrasinin Tehlikeleri” tezinin en birincil teorisi de bunun üzerine kuruludur. Tocqueville, “Bu durumun
çoğunluğu mütecaviz kılacağı için, azınlık
bu durumda susmaktan başka çare bulamayacaktır” der. İşte bu durum, “yeni bir
tür kölelik” olarak tanımlanır!
Tocqueville bu tür despotizmi aslında bir
isim vermeden ifade eder:
“Birbirine benzeyen eşit bir sürü insan…
Küçük, basit zevkler için sürekli didinen,
çırpınan insanlar… Her biri kendi dünyasında, sanki diğerlerinin kaderine yabancı… Çevresindeki yakınları onun için sanki
tüm insanlığını ifade ediyor… Yurttaşlarının yanında, ama onları görmüyor; onlara dokunuyor, ama onları hissetmiyor…
Bunların üstünde muazzam ve koruyucu
bir iktidar yükseliyor. Bu iktidar mutlak,
düzenli, müşfik, koruyucu bir baba otoritesini andırıyor, ama çocuklarını sorumluluk
yüklenecekleri döneme hazırlayan bir baba
otoritesi değil de onları sürekli çocukluk
çağında tutmayı amaçlayan bir baba otoritesi…” (Tocqueville’den aktaran Göze, s.
281)
Sonuç
Lider yahut yöneticinin hangi sıfatlara
haiz olacağını belirlemede toplum da etken
neden ve kaynaktır. Tarihsel, stratejik, ekonomik süreçler de dinamik ve etken ivmeler
kazandırır. Toplum olarak kabullerimiz, so-
rumluluk bilincimiz, idareci ve liderlerimize
verdiğimiz görev ve yetki tanımımız son
derece önemlidir. Diktatör üretebilir, yine
kendimiz de bir çoğunluk olarak despotlaşabilir; hatta bilakis iyilikten ziyade kötülüğe
hizmet eden mutlak ilkeler varsayabiliriz!
Ayrıca şunu da unutmamak gerekir: Tarihte diktatörler genellikle halk ayaklanması ile devrilmemişlerdir. Bazen sahne
öyle görünebilir, lakin arkasındaki hakikat
daha farklıdır. Diktatörler, aslında kendisine muhalif diğer ideolojiler tarafından yok
edilmişlerdir. Dolayısı ile mücadele diktatörler ve halklardan ziyade “ideolojiler arasındadır”. Zamanın ihtiyacı olan ideolojiyi
güçlü temeller ile ortaya koyan hangi rejim
olursa olsun, devamını gönüllü bir halk
ya da zorunlu bir itaat ile sağlamıştır. Bunun için hiçbir egemen yahut iktidarın bu
bağlamdaki gücünün tesirini arttıran şey,
teknoloji veya mali ya da diğer maddi kaynaklar değil, çağın literatürü ile söylemek
gerekir ise “entelektüel sermaye”dir. Bu sermayenin kuracağı zamanın ihtiyaçlarını gideren ideolojiler, önemli güç odaklarıdırlar.
“İdeoloji, yani siyasal ya da toplumsal bir
öğreti oluşturan bir hükümetin, bir siyasi
partinin, bir toplumsal sınıfın davranışlarına yön veren politik, hukuksal, bilimsel, felsefî, dinsel, ahlaki ve estetik düşünceler bütünü…”
Ya liderler?
“Liderin başarısız olması için, iyi takipçilerinin hiçbir şey yapmamaları yeterlidir!”
(Kris Grint)
Kaynakça
• http://www.aeinstein.org/wp-content/uploads/2013/09/
FDTD.pdf
• http://www.davidmlast.org/POE322-2013/5-6_authoritarianism_files/320-caramani_ch06_authoritarian_regimes.
ppt.pdf
• http://www.hks.harvard.edu/fs/pnorris/Acrobat/Huntington_Clash.pdf
• http://www.brookings.edu/~/media/research/files/
papers/2007/10/arabworld/10arabworld.pdf
• http://polisci.berkeley.edu/sites/default/files/people/
u3833/Islam_and_Authoritarianism.pdf
• http://www.aljazeera.com.tr/izle/arap-bahari-mutlak-guc
• http://studysites.uk.sagepub.com/studyleadership/study/
SAGE%20Journal%20Articles/6.Grint.pdf
• https://tr.wikipedia.org/wiki/İdeoloji
• http://polisci2.ucsd.edu/democracy/documents/LinzTotalitarianism.pdf
• Barrington Moore,Jr. Diktatörlüğün ve Demokrasinin
Toplumsal Kökenleri, Çev: Şirin Tekeli, Alaaddin Şenel,
İmge Kitabevi, Ankara, Şubat 2012
• Moghaddam,Fathalı M., Diktatörlüğün Psikolojisi, 3P
Yayıncılık, American Psychological Association Washington,
DC, İstanbul, Mart 2014
• Göze, Ayferi, Siyasal Düşünceler ve Yönetimler, Beta
Yayınevi, İstanbul, Kasım 2013
temmuz 2015
81
haberajanda
Arka Plan
Doğu Türkistan’daki
olaylar bir gerçeğimizdir.
Lakin bunu gündeme
getirenlerin hedefinde,
buradaki insanlık suçlarının sona erdirilmesi
değil, nükleer santral
ihalesinde Çin Devleti’ne
ait şirketi devre dışı bırakma amacı vardır. Türkiye, Urumçi katliamı
üzerinden resmen şantaja uğramış bir haldedir.
***
Türkiye ile Çin ilişkilerinde asıl kıyametin koptuğu başlık ise “Nükleer
Santral Antlaşması”...
Uygur haberlerinin
patladığı döneme dikkat
edelim! Türkiye, MersinAkkuyu ve Sinop’ta yapılacak iki nükleer santralin ardından yapımı
planlanan üçüncü nükleer santral için ABD’li
Westinghouse Electric
Company ve Çin Devlet
şirketi State Nuclear
Technology Corporation
(SNPTC) ile görüşmelere
başladı. Görüşmeler bir
anlaşma içermiyor, ancak ilk 6 aylık süreç çok
önemli. Ve geçtiğimiz
aylar bu ilk 6 aylık ön
görüşmelerin yapıldığı
döneme rast geliyor. Bir
yanda ABD’li Westinghouse Electric Company,
diğer yanda Çin Devlet
şirketi State Nuclear
Technology Corporation (SNPTC)… Rakipler,
20 milyar dolarlık bir iş
için altı aydır yarışıyor.
Ne tesadüftür ki, 6 yıl
önceki Urumçi katliamı
haberleri son altı ayda
Türkiye’nin gündemine
bombardıman gibi atılıyor. Hangi kanaldan?
Sosyal medya üzerinden…
82
temmuz 2015
Türkiye, Doğu Türkista
Fatih Bayhan
[email protected]
n üzerinden şantaja uğruyor
F
ACEBOOK ve Twitter, bir sosyal medya fenomeni oldu olalı
birçok organizasyona “sanal koordinatörlük” yaptı. Bazılarının zihnimizdeki yeri hâlâ tazeliğini koruyor; Mısır, Libya,
Yemen, Tunus, Türkiye… Ülkemizdeki Gezi hadisesi tam anlamıyla sosyal medya üzerinden yürütülen, sosyal olarak da
toplumsal ayrışmayı besleyen bir organizasyon olmuştur.
Son örneğini Doğu Türkistan olayında gördüğümüz sosyal
medya gündemi, bir anda şimşekleri Doğu Türkistan bölgesine çekti. Bu yazının konusu da böylece oluştu. Ancak amacım, kurgusu başka mahfillerde yapılan bir gündemi köşeme
taşımak değil elbet. Lakin olayın nedeni ve nasılını biraz araştırmacı titizliğiyle yaklaştığınızda karşınıza çıkan detayları gördükçe şaşkınlıklarınızı gizleyemediğiniz/gizleyemeyeceğiniz bir konuyla karşı karşıya kalacağınıza eminim.
>> Yaklaşık iyi aydır Facebook ve Twitter gündeminde bir “Çin zulmü” fotoğrafları, “Zalim
Çin!” sloganlarıdır gidiyor. Dehşet verici fotoğraflar paylaşılıyor. İnsanın kanını donduracak sahneler alıp götürüyor. İkinci ayın sonunda bir de bakıyorsunuz “Çin malı” bilgisayarınızdan girdiğiniz,
Çin malı USB ile bağlandığınız, Çin malı mouse
ile imleç attığınız, Çin malı ekrandan izlediğiniz
sahneler, sizi “Kahrolsun Çin!” deme noktasına
götürüyor.
İnsanız, hele Ramazan ayında Uygur Müslümanlarına uygulanan baskı ve işkence haberlerini
okudukça içimizde birikmeye başlayan Çin nefreti, Çin Seddi gibi kırılması zor bir duvara dönüşü-
yor. Giderek karşımıza yeni bir İsrail, mağduriyete
uğramış yeni bir Filistin bulmaya başlıyoruz.
Tam bu baskı ve zulüm haberleri fısıltı halinde dolaşırken, bir gün Türk Dışişlerimizin Çin
Elçisi’ni çağırıp bilgi istediğini haber aldık. Ardından Cumhurbaşkanımızdan bir açıklama geldi; sonrasında Anadolu Ajansı, Facebook ve Twitter’deki sahnelerin ve bilgilerin çok dışında
bir haberle karşıladı bizi: “Doğu Türkistan’da olan
muhabirimiz, buradaki halkın günlük yaşamlarına
devam ettiğini, camilerin açık olduğunu gördü” diye
geliverdi her şey gündemimize…
Cumhurbaşkanımız yeni bir açıklama yaptı; Çin’e bir yurtdışı gezisi koydu ve “Yapılan bu haber-
temmuz 2015
83
haberajanda
Arka Plan
lere inanmayın” demekle yetinerek “İtibar
etmeyin” açıklaması yaptı. Kafamız iyice
karışmıştı, hangisi doğruydu haberlerin? Ya
bu fotoğraflar? Biz iyisi mi gelin, yeni başlayanlar için bir “Doğu Türkistan dosyası”
açalım!
Doğu Türkistan neresi?
Önce bir coğrafya tanımı yapmalıyız. Zira
buradaki asıl sıkıntı, coğrafyasından kaynaklanıyor. Doğu Türkistan, Orta Asya’nın
orta bölümünde yer alan Büyük Türkistan’ın
doğu kesimidir. 1949 yılından bu yana Çin
Halk Cumhuriyeti’nin siyasi ve iktisadi kontrolü altındadır. Bir Ortaçağ Uygur el yazmasında “Uygurların Ülkesi” anlamına gelen
“Uygur Eli” terimi bulunmuştur.
Doğu Türkistan, Türkistan’ın bir parçasıdır.Türkistan, batıda Hazar Denizi’nden doğuda Altay ve Altın dağlarına, güneyde Horasan ve Karakurum dağlarından kuzeyde
Ural dağları ile Sibirya’ya kadar uzanmaktadır.
Doğu Türkistan, Türkistan’ın doğusunda
ve Asya kıtasının tam ortasında bulunmaktadır. Güneyde Pakistan, Hindistan, Keşmir
ve Tibet, güneybatı ve batıda Afganistan ve
Batı Türkistan, kuzeyde Sibirya ve kuzeydoğuda Çin ve Moğolistan ile sınırdır. Doğuda
Çin ve Moğolistan, kuzeyde Rusya Federasyonu, batıda Batı Türkistan ile Afganistan,
güneyde Keşmir ve Tibet ile çevrilmektedir.
Doğu Türkistan’ın büyük bölümü Karakurum, Tanrı dağları, Tarbagatay ve Altay
sıradağları ve Taklamakan çölü ile kaplıdır.
Bu bölgede büyük ölçüde 50 milyon Uygur
Müslümandır ve Türkçe konuşan insanlar
yaşar.
Kısaltılmış tarihinde
“İslam Cumhuriyeti” var
“Tarihteki bilinen ilk Türkler” diye başlar
tarih kitaplarımız Uygurları anlatırken. Ardına Hunları ekler, Ak Hunlar diye devam
eder. Biz Uygurların uzun tarihiyle uğraşırken, Uygur Türkü, Devlet-i Aliye’nin dağıldığı dönemin hemen ertesinde, yani 12 Kasım 1933 tarihinde “Doğu Türkistan İslam
Cumhuriyeti” diye devletini ilan etti. Ancak
bu ilana karşı 6 Şubat 1934 yılında Ma Chnagying’in ordusu, Doğu Türkistan üzerine
yürüdü ve “İslâm Cumhuriyeti ordusunu”
imha ederek yeni kurulan Cumhuriyet’i
yıktı.
Uygurların bağımsızlık hikâyesi burada
84
temmuz 2015
Fatih Bayhan
Öncelikle 2007’den beridir Türk pasaportu veremediğimiz Rabia Kadir’in ülkemize girişini sağlamalı,
nükleer santral ihalesi kartını ülke olarak Çin Devleti’ne karşı kullanır hale gelmeliyiz. Yani ABD’li firmanın Çin’e kaptırmaktan çekindiği nükleer santral ihalesi için Türk kamuoyunda oluşturmaya başladığı
Çin nefretini Türkiye, kendi lehine bir karta dönüştürebilir, Çin Devleti’ne karşı Doğu Türkistan’daki insanlık dışı zulümlere son vermesi hakkında baskı yapılabilir.
kalmadı, kısa bir zaman sonra, yani 12 Kasım 1944 yılında tekrar Doğu Türkistan
Cumhuriyeti kuruldu, ancak beş yıl sonra,
20 Ekim 1949 yılında tekrar yıkıldı. Aralık
1949’da Çin Halk Kurtuluş Ordusu bölgeye
girerek konuşlandırılmış ve Doğu Türkistan, Çin Halk Cumhuriyeti’ne bağlanmıştır.
Doğu Türkistan halkı da o zamandan beri
Çin işgaline karşı direnmektedir.
IŞİD/DAİŞ belası ve
11 Eylül
Doğu Türkistan’daki Müslümanlara uygulanan baskı ve zulüm, 11 Eylül hadisesiyle Batı’nın İslam ve terörizmi eşdeğer tutma paradigmasıyla eşzamanlı artmış ve “terörist” şüphesi gerekçeler arasında belirgin
hale gelmiştir. Son yıllarda Suriye’de baş
gösteren ve yine Batı destekli IŞİD/DAİŞ
terör örgütü İslam ve terörizm eşitlemesine
hizmet ederken Uygur Türklerinin de kıskaca alınması için yeni bir gerekçeye dönüştürüldüğü gözlenmiştir.
Çok değil geçtiğimiz yıl, 7 Ağustos 2014’ten size bir haber paylaşayım:
“Çin Devleti, aldığı karar çerçevesinde Doğu
Türkistan bölgesinde başörtüsü takan, burka
giyen kadınların ve uzun sakallı olan erkeklerin toplu taşımadan yararlanmasını yasaklamıştır. Karara göre kıyafetinde hilal ve yıldız
sembolü olan kimse, bu yasak kapsamında toplu
taşımadan yararlanamayacaktır.
Çin’in Doğu Türkistan bölgesinde yer alan
Karamay kentinde uygulanacak karara göre
başörtülü kadınlar ve uzun sakallı erkekler,
kentteki toplu taşıma hizmetinden yararlanamayacaklar. Yetkililer bu yasağın, kıyafetlerinde hilal ve yıldız sembolleri olan kişileri de
kapsayacağını duyurdu.
Yasakları savunun Çinli yetkililer, bu kararın bölgedeki güvenlik tedbirlerini arttırmak
amacıyla alındığını belirtti. Çin basınına göre
bölgede son iki sene içerisinde meydana gelen
saldırılar neticesinde 300’e yakın kişi hayatını
kaybetti.
Nüfusun yüzde 45’i Müslüman olan Doğu
Türkistan’da halk, karara tepki gösteriyor ve
hükümetin kendilerini baskı altında tuttuğunu belirtiyor.”
Haber ne kadar tanıdık geliyor, değil mi?
Oysa bu adım geçtiğimiz yıl atılmış ve Türk
medyası bu haberi yayınlamış.
Asıl olay 2009’da,
Urumçi’de yaşananlar
5 Temmuz 2009’da, Urumçi’de Çin yönetiminin Doğu Türkistan’daki baskılarını
ve Guangdong eyaletinin Shaoguan şehrindeki Türk işçilerine yönelik saldırılarını
protesto eden Uygur Türklerine açılan ateş
sonucu çıkan olaylarda, resmî rakamlarla
156 kişi öldü. Ancak gerçek rakam binlerle ifade ediliyor. Olaylardan sonra ortadan
kaybolan 10 bin Uygur Türkünden ise hâlâ
haber alınamıyor.
Kendilerine yönelik baskılara tepki gösteren ve şiddet olaylarını protesto eden Uygur
Türklerinin üzerine polis ateş açtı. Urumçi
sokakları kan gölüne döndü. Yürüyüşe engel olmak isteyen Çin polisinin göstericilere
karşı şiddet kullanması üzerine kargaşa yaşandı. Çin polisi kendisine direnen silahsız
göstericiler üzerine ateş açınca ortalık bir
anda kan gölüne döndü. Olaylar büyüyüp
kısa sürede tüm şehre yayıldı. Göstericileri
dağıtmak için Çin polisinin kullandığı su
panzerleri ve tanklarının altında protestocuların ezildiği açıklanırken, sokaklardaki
yangında da ölenlerin olduğu kaydedildi.
Urumçi’de çıkan olayların ardından protesto gösterileri, bölgenin kuzeybatısındaki
Kaşgar kentine de sıçradı. Sokaklarda Çin
polisi şiddet kullanırken, eylemciler de caddelerdeki araçları devirip yakarak tepki gösterdiler.
26 Haziran’da Guangdong eyaletinin Shaoguan şehrindeki bir oyuncak fabrikasında Han Çinlileri ile Doğu Türkistanlılar
arasında olaylar yaşanmış, mecburi işçi olarak çalıştırılan Türk kızlara Çinlilerin sarkıntılık etmesi üzerine Uygur gençler olaya
müdahale etmiş,bunun üzerine oyuncak fabrikasını basan binlerce Çinli, Doğu Türkistanlılara saldırmış, olaylarda 12 Uygur Tür-
kü ölürken çok sayıda kişi de yaralanmıştı.
Türkiye, Urumçi katliamına tepkisini göstermiş, Çin Devleti’ne, “Bu yapılanları BM
Güvenlik Konseyi’ne getireceğim” diye açıklama yapmış ve zulme sessiz kalmayacağını
açıkça ifade ederek Urumçi’deki baskıyı durdurmaya çalışmıştır. Nitekim sonraki yıllarda Çin-Türkiye resmî ilişkilerine bu konu
damgasını vurmuş, Türkiye bazı yatırımlarını da bu bölgeye kaydırarak adeta bölgenin
ekonomik kalkınmasıyla siyasi ve kültürel
işbirliğini eşdeğer tutmaya çalışmıştır.
Urumçi katliamının üzerinden 6 yıl geçti,
acımız hâlâ taze. Ancak öyle bir algı kampanyası yürütüldü ki, sanki “Çin Devleti bu
vahşeti Ramazan ayında yaptı” gibi algılandı.
Bu algı dolayısıyla Türkiye’deki Çin sempatisi bir anda Çin nefretine dönüştü. Biz Çin
nefretini örerken başka neler örüldü peki?
Çin-Türkiye ilişkilerinin son 5 yıllık seyrine göz attığımızda “Neden şimdi?” sorusunun cevabı da ortaya çıkıyor gibi. Zira
Çin ile Türkiye her alanda bir işbirliğine
girmiş, ihracatımız ve ithalatımız 50 milyar USD’ye ulaşmış. 2023’te ise bu rakamı
100 milyar USD’ye çıkartmak içinde altyapı
görüşmeleri sürüyor. Çin’den özellikle yatırım madde ürünlerini ithal ediyoruz ve bu,
ithalatımızın yüzde 52’sini oluşturuyor. İhracatımızın yüzde 82’sini ise metal ürünler
oluşturuyor.
Türkiye-Çin Halk Cumhuriyeti ticaretinde açılım sağlanan konulara göz attığımızda
şu başlıklar öne çıkıyor: Gıda Güvenliği Anlaşması, Türk tütününün Çin’e ihracatının
sağlanması, sivil havacılık alanında işbirliği,
vize işlemlerinin kolaylaştırılması, önümüzdeki dönemde gerçekleştirilmesi öngörülen
faaliyetler, Çin’in önemli zincir mağazaların
alım müdürlerinin ve basın mensuplarının
ülkemize davet edilmesi, ülkemizin önemli alternatif sanayi ve ticaret merkezlerinin tanıtımı (örneğin Gaziantep, Kayseri,
Adana), tanıtım gruplarının faaliyetlerinin
arttırılması, önümüzdeki dönemde Sincan
Uygur Özerk Bölgesi’nde gerçekleştirilmesi
öngörülen faaliyetler, Sincan-Uygur Özerk
temmuz 2015
85
haberajanda
Arka Plan
9 SORUDA DOĞU TÜRKİSTAN
“SON GÜNDEM RAPORU”
1. Haberlerde Uygurların
öldürüldüğü söylenmekte, olay
neden kaynaklanıyor? Gençlerin
saldırı sebepleri nedir? Şu ana
kadar toplam kaç kişi öldürüldü?
Bir de sokaklarda zorla oruç açtırma ve de içki festivali ve yarışmaları
gibi faaliyetleri var. Yetkililer bu tür
faaliyetlerin nedeni sorulduğunda
çekinmeden ve gizlemeden insanların
dinî itikat ve bağlılıklarını yok etmek
olduğu açıklamasını yapabiliyorlar.
Ramazan ayında yoğunlaştırdılar
bunu. Bunların dışında daha çok
meseleler var.
Haziran ayında, yani bir ay içerisinde Türkistan’daki operasyon ve
çatışma olaylarında ölenlerin resmî
kaynaklara yansıyan sayısı yaklaşık
60, ancak farklı olaylarda ölenlerin
sayısının resmî kaynaklardan daha
fazla olduğu ve ölenlerin yüzde 80
masum sivil halk olduğu bilinmekte.
Bölge halkının söylediklerine göre
ölenlerin sayısının 80 civarında olduğu
anlaşılıyor.
Saldırı ve çatışmaların ana sebepleri, son zamanlarda Çin hükümeti
tarafından Doğu Türkistan genelinde
başlatılan ağır baskılar, din ve yaşama
getirilen sert yasaklamalar ve müdahaleler, Çinlilerin çok yoğun göç ve adil
olmayan yerleşimi, insanların seyahat
ve iletişim özgürlüklerine getirilen
yasakları, operasyon ve baskınlar, din,
namus ve hürmetine yönelik artan
hakaret ve uygulamalar vs.
Sayılarla Doğu
Türkistan’da ölüm
• 25 Mayıs, Hoten Karakaş’ta 6 kişi
öldü. Hoten’in Karakaş ilçesinde bir
polis karakoluna 6 Uygur genç bir
baskın düzenliyor, çıkan çatışmada,
olay yerinde 2 genç ölüyor, 4’ü kaçmaya başarıyor, ancak kısa bir süre
son Çin polisi, Karakaş ilçesinde 60
bin Uygur’u zorla toplayıp toplu
arama operasyonu başlatıp tarlaya
sığınan 4 genci oracıkta vurarak
öldürüyor.
• 10 Haziran, Hoten Guma’da 8 kişi
öldü. Bu 8 kişinin ölümü konusunda
da Çinlilerin söylediği gibi teröristler
söz konusu değil. Tutuklanması için
aranan bir Uygur gencin saklandığı
yer ihbar edilmiş ve tutuklama
operasyonunda kaçan genç bir
tarlaya girmiş. Orayı basan silahlı
polislerin açtığı ateş sonucu gençle
beraber onlarca sivil çiftçinin de
öldüğü ifade ediliyor.
• 12 Haziran, Hoten Lopnur’da 7
kişi öldü.
• 22 Haziran, Kaşgar’da 28 kişi
öldü. Kaşgar Tahta Köprüsü polis
kontrolüne birkaç gencin bıçak ve
benzinli saldırı girişiminde ortaya
86
temmuz 2015
4. Geçen senelerden daha
farklı yasaklar mevcut mu?
Cami giriş kartları, lokantaların açık
tutulması ile birlikte içki ve sigara
satılmasının zorunlu kılınması, teravihlerin büyük ölçüde fiilen yasaklanması,
evlere teravih ve sohbet baskınları,
içki festivali ve yarışmaları… Kadınların
Ramazan’da, sokaklarda Çince müzikle
dansa zorlanmasını belirtmeliyiz. (Ramazan öncesi başlatılan bu uygulama
halen uygulanmaktadır.)
çıkan çatışmada, 3 Çin polisi ile
baskını yapan gençler dâhil 20’yi
aşkın sivil masum insanın da öldüğü bilinmektedir. İlk etapta ölenler
15, sonra 18, daha sonra 28 olarak
açıklanmışsa da ölenlerin sayısının
30’un üzerinde olduğu teyit edilmektedir.
• Aksu Kuçar, 10 kişi… Bu olay da
Kaşgar saldırısından sonra, 24
Haziran’da vuku buldu. 10 kişilik
bir grup Uygur, Çin polis kontrol
noktasına saldırıyor ve hepsinin
çatışmada öldüğü bilinirken Çin
polisinden kaç kişinin öldüğü haberi
halen açıklanmıyor.
• 17 Haziran, Çin’in iç kesiminde
Şien Tren İstasyonu’nda bir Uygur
genç, sadece kavga ettiği gerekçesiyle Çinli polis tarafından vurularak
öldürülmüştür.
2. Bölgede bir operasyon
başlatıldı mı, yoksa ufak çaplı bir
çalışma mı var?
Doğu Türkistan genelinde bir
abluka ve kuşatma politikası yürütülmekte olup, özellikle Kaşgar, Hoten,
Aksu Kuçar vilayetleri ve ilçelerinde
çok ciddi bir OHAL tarzı uygulama var.
Geceleri evlere baskın, gündüzleri de
kimlik yoklama baskınları yapılıyor. Ve
Ramazan’a özel olarak evlere teravih
ve sohbet faaliyetleri operasyonu
var. Birçok baskında çatışmaya varan
olaylar sıkça yaşanmaktadır. Birçok
vilayet ve ilçede internet bağlantısı
kesilmiş durumdadır.
3. Geçen sene olduğu gibi bu
sene de Ramazan’da oruç tutma
yasağının olduğu haberlerde yer
almakta. Yolda geçen insanlara
zorla su içirildiği doğru mu?
Eskiden genel cami girişleri için
uygulanan “yasaklananlar listesi”nin
bu sene Ramazan’da oruç ile ilgili
aynen uygulandığı ortada. Öğrenci,18
yaş altı, memurlar, emekliler ve partililer… Teravihler yasak! Hatta teravih
namazı kılmak için Hui Müslümanlarının camilerine giden Uygurları kimlik
tespiti yapılıp gözaltına alınan olaylar
var. Bu konuda Urumçi’deki Hui Camii
imamının itirafları RFA’da vardır.
Camilere giriş için yeşil kart (camii
giriş kartı) uygulaması başlatılmıştır.
Bu kartla sadece izin verilen, kendi
mahallesindeki camiye giriş yapabilir.
Uygurlarda, genellikle Ramazan’larda
lokanta ve restoranlar istekli olarak
kapalı olur. Ancak geçen sene ve
bu sene, Ramazan ayında lokanta
sahipleri sadece lokantalarını açmaya
zorlanmıyor, beraberinde en az 5
çeşit içki türü ve 5 çeşit sigara türü
koymak zorunluluğu ile karşı karşıya.
Uymayanların lokantaları parasal
ceza, gözaltı ve mühürlenmeye kadar
tehditle korkutuluyor.
7. İyiye giden olumlu bir durum var mı bölge halkının yaşamı, özgürlüğü ile ilgili?
Gittikçe daha vahim bir hal almaktadır. Çinlilerin bu uygulamaları
cidden bir provokasyon ve kışkırtıcı bir
üsluptur; bunu neden yaptıkları ve ne
amaçla şiddetle sürdürdüklerine anlam
veremiyoruz.
8. Çinli polisler tarafından
öldürülen insanlar terörist olarak
mı suçlanıyorlar?
“Terörist, bölücü unsur, çılgın dinciler” gibi suçlamalar var. Evlere yapılan
kimlik kontrol baskınları, polis kontrollerinde tepki gösteren ve sataşanlar,
trafik ışıklarında hızlı geçenler bile
polis tarafından hiç tereddüt edilmeden vuruluyor. Bu konuda trafik polisi
ve bekçi dâhil, polislerin herhangi bir
izin ve emir almaksızın vurma hakkı
bulunmaktadır. Bu keyfî uygulamada
ölen biri, hemen “terörist” ilan edilmektedir.
9. Türkiye’de yaşayan göçmenlerin bölgeden gelen haberlere karşı tutumları nedir?
Ciddi biçimde rahatsızlar; ellerinden
bir şey gelmemesinden kendilerini,
teşkilat ve birbirlerini suçluyorlar.
Türkiye’nin hükümet olarak yeterli
tepki göstermediği ve gerekli tavrı
sergilemediği şeklinde bir kanaatleri
var.
Fatih Bayhan
Bölgesi’nde “Türk Sanayi Bölgesi” kurulması projesi ve OÇG kurulması için Mutabakat Zaptı Nisan 2011’de imzalanmıştır.
“Türk Sanayi Bölgesi” için 2 adet uygun alan
tespit edilmiştir. İş adamlarına ve potansiyel
yatırımcılara eyalet ve potansiyel sektörleri
tanıtım faaliyetleri sürdürülecektir.
Kıyamet nükleerde
kopuyor!
Türkiye ile Çin ilişkilerinde asıl kıyametin
koptuğu başlık ise “Nükleer Santral Antlaşması”... Uygur haberlerinin patladığı döneme
dikkat edelim! Türkiye, Mersin-Akkuyu ve
Sinop’ta yapılacak iki nükleer santralin ardından yapımı planlanan üçüncü nükleer santral
için ABD’li Westinghouse Electric Company
ve Çin Devlet şirketi State Nuclear Technology Corporation (SNPTC) ile görüşmelere
başladı. Görüşmeler bir anlaşma içermiyor,
ancak ilk 6 aylık süreç çok önemli. Ve geçtiğimiz aylar bu ilk 6 aylık ön görüşmelerin yapıldığı döneme rast geliyor. Bir yanda ABD’li
Westinghouse Electric Company, diğer yanda Çin Devlet şirketi State Nuclear Technology Corporation (SNPTC)… Rakipler, 20
milyar dolarlık bir iş için altı aydır yarışıyor.
Ne tesadüftür ki, 6 yıl önceki Urumçi katliamı
haberleri son altı ayda Türkiye’nin gündemine
bombardıman gibi atılıyor. Hangi kanaldan?
Sosyal medya üzerinden…
Emin olunuz bu hadise, 3. Havalimanı
ve 3. Köprü’den daha büyük bir meseledir.
Zira Türkiye, bu nükleer santralle enerjideki
bağımlılığını aza indirirken, toplam enerji
ihtiyacının da yüzde 10’unu karşılayabilecek
hale geliyor.
Doğu Türkistan
gerçektir, ancak…
Elbette Doğu Türkistan’daki olaylar bir
gerçeğimizdir. Lakin bunu gündeme getirenlerin hedefinde, buradaki insanlık suçlarının sona erdirilmesi değil, nükleer santral
ihalesinde Çin Devleti’ne ait şirketi devre
dışı bırakma amacı vardır. Türkiye, Urumçi
katliamı üzerinden resmen şantaja uğramış
bir haldedir. Ancak burada yapabilecekleri
de vardır!
Öncelikle 2007’den beridir Türk pasaportu veremediğimiz Rabia Kadir’in ülkemize
girişini sağlamalı, nükleer santral ihalesi
kartını ülke olarak Çin Devleti’ne karşı kullanır hale gelmeliyiz. Yani ABD’li firmanın
Çin’e kaptırmaktan çekindiği nükleer santral
ihalesi için Türk kamuoyunda oluşturmaya
başladığı Çin nefretini Türkiye, kendi lehine
bir karta dönüştürebilir, Çin Devleti’ne karşı
Doğu Türkistan’daki insanlık dışı zulümlere
son vermesi hakkında baskı yapılabilir.
temmuz 2015
87
haberajanda
Tespit
Derginin
kurucusu,
Sabah’ın
patronu
Dinç Bilgin
ile Nokta’yı
satan patron Ercan
Arıklı.
Genel
Yayın Müdürü ise
Mehmet
Y. Yılmaz.
Ecevit’in
İtalya’da
yayınlanan Epoca
dergisinde
röportajı
çıkmış.
Dergideki
başlık:
“Kıskandıran
Röportaj”.
(Mehmet
Y. Yılmaz,
bugün
Hürriyet’te
yazıyor.
Time’ye
kapak olan
Tayyip Erdoğan için
“Kıskandıran Kapak”
başlıklı bir
yazı bekliyoruz kendisinden!)
88
temmuz 2015
Derginin ilk sayısı
B
ENDE aşağı yukarı her derginin ilk nüshasını
bulundurmak gibi ancak “delilere” mahsus bir
merak var. Geçen gün kitaplığımı karıştırırken
(pardon, zaten karışıktı, “toparlarken” diyelim)
benim de bir zamanlar yazdığım ve artık sadece internetten yayın yapan Aktüel’in ilk sayısına denk geldim. Şimdi 1991 yılında yayın hayatına başlayan Aktüel’in ilk
sayısını şöyle bir tarayalım bakalım…
Derginin kurucusu, Sabah’ın patronu Dinç Bilgin ile Nokta’yı satan
patron Ercan Arıklı. Genel Yayın Müdürü ise Mehmet Y. Yılmaz. Ecevit’in İtalya’da yayınlanan
Epoca dergisinde röportajı çıkmış.
Dergideki başlık: “Kıskandıran Röportaj”. (Mehmet Y. Yılmaz, bugün
Hürriyet’te yazıyor. Time’ye kapak
olan Tayyip Erdoğan için “Kıskandıran Kapak” başlıklı bir yazı bekliyoruz kendisinden!)
Cemiyet sayfasında Kenan Evren
ile Semra Özal aynı masada viski içiyorlar. Semra Özal’ın elinde puro
var. (Zira “mekânlarda” sigara yasağı
yok.)
SHP İstanbul İl Başkanlığı’na Ercan Karakaş’ı devirerek gelen Kamer
Gök’le bir röportaj var. “Tuncelili”diye yazıyor.(Bugün olsaydı “Dersimli” yazardı.)
Mehmet Keçeciler, “Semra Özal’ın ANAP İl Başkanı olmasına itiraz ediyoruz, bu böyle devam ederse
başka partiden seçime gireriz” diyor.
Cemil Çiçek, Akbulut kabinesinde
Devlet Bakanı… (Konuyla ilgisi
yok ama Tayyip Erdoğan, 1991’de
RP İstanbul İl Başkanı...)
Benazir Butto, Pakistan Başbakanı;
babası Zülfikar Ali Butto’nun katillerini yargılayacaklarını, ayrıca kocası
Asıf Ali Zardari’nin ipten kurtulmasını sağlayacağını söylüyor. (Bena-
zir Butto, katilleri yargılatamadan
2007’de suikasta kurban gidiyor. Kocası ise ipten kurtuluyor ve yıllar sonra
Pakistan Cumhurbaşkanı oluyor.)
Dergide bir tane bile cep telefonu, iPhone, laptop, LCD TV
reklamı yok. Twitter’den seçmeler
diye bir bölüm de yok. İlanlarda
ise Arçelik reklamı var. Reklamda
“Ürettiğimiz Arçelik televizyonları
üst üste koyduğunuzda yükseklikleri atmosferi aşıyor” diye yazıyor.
(Tüplü televizyonlarla tabiî aşarsınız, LCD’lerle aşın da görelim!
Şaka bir yana, bugün de aşar diye
tahmin ediyorum.)
Ayşe Arman 22 yaşında imiş. Bir
haber “kotarmış”, dört sayfa ve elbette cinsellikle ilgili!
Seksen sene geçse adını unutamayacağım Ahmet Kurtcebe Alptemoçin’le bir röportaj var. (Bir de
o dönemde ANAP Milletvekili
Onural Şeref Bozkurt vardı. Yeri
gelmişken, ANAP’ta o yıllarda “moderen” isimli bakanlar vardı İmren,
Işın, Güneş gibi…)
DYP’li Milli Savunma Komisyonu Başkanı Baki Tuğ, “Ben komisyonda siyaset yaptırmam” demiş.
(Deniz Gezmiş ve iki arkadaşının
idamında “parmağı” olan Tuğ doğru söylemiş. Zira o dönemde siyaset
Genelkurmay Karargâhı’nda yapılıyordu.)
Haşema
A
DINI anmak
istemediğim
biri, Twitter’de
haşema giyenleri
“kaplumbağa”ya benzetmiş. İnsanların kılık kıyafetinden yola çıkarak
o insanları aşağılamak,
herhalde özgürlükçü bir
dünya görüşünün yansıması değil.
Bikini de eleştirilebilir, haşema
da. Ama bikini giymeyenler bikini
giyenleri, haşema giymeyenler
haşema giyenleri “aşağılarsa”,
orada bir sakatlık var demektir.
Ama bu zat çok şükür ki haşema giyenlere “haşere” dememişti. “Haşere” deyince ekleyeyim:
Haşere, “haşr” kökünden geliyor,
“toplanma, kalabalık” anlamında.
Hani böcekler de bir araya toplanırlar ya, o anlamda…
“Mahşer”, yani toplanılan yer
de aynı kökten geliyor. “Haşarı”
da aynı kökten, yani “haşerata
ait, yani böceklere özgü” demek… “Haşır” da aynı kökten;
yani haşır neşir olmak, toplanmak, kaynaşmak…
Özetle, elbette haşemalılar
“mahşer”de kendilerine kaplumbağa diyen bu zat gibilerle
bir araya gelecek, “haşır” neşir
olacaklar. Hepimizin vücudunu
mezarda “haşerat” yiyecek.
Öldüğümüzde yaptığımız
“haşarı”lıkların hesabı sorulacak.
Tabiî bir de “Haşırt!” diye bir
sözcük var ki, bunun haşır, haşere, mahşer, haşarı gibi sözcüklerle bir alakası bulanmamaktadır.
Belki “sandıkta sürekli yenilmek”
ile aynı köktendir, o kadarını
bilmiyorum…
Fikri Akyüz
[email protected] // Twitter.com/akyuzfikri
“Din” deyince yüzü “kireç” gibi bembeyaz olan mahut gazetenin yöneticileri
şunu demeye getiriyorlardı: “Atatürk, din olgusuna birleştiricilik noktasında ehemmiyet atfetmedi.” (Bu tip kişilerin beyinleri “alçı”nın hammaddesinden oluşur. Tıpkı
üzerine su katıldığında alçının katılaşması gibi, bunların beyinleri de sıklıkla sulandığı
için zihniyetleri kaskatıdır.)
ÇİMENTO VE ALÇI AÇILIMI
C
UMHURBAŞKANI
Tayyip Erdoğan, bir
ara Nutuk’ta “Din
çimentodur” anlamına
gelebilecek bir cümle olduğunu
söylemişti de bir gazete bunun
üzerine aynen şöyle bir manşet
atabilmişti: “Atatürk, ‘din çimentodur’ demedi!”
Dolayısıyla “din” deyince yüzü
“kireç” gibi bembeyaz olan mahut
gazetenin yöneticileri şunu demeye getiriyorlardı: “Atatürk, din
olgusuna birleştiricilik noktasında
ehemmiyet atfetmedi.” (Bu tip kişilerin beyinleri “alçı”nın hammaddesinden oluşur. Tıpkı üzerine su
katıldığında alçının katılaşması gibi,
bunların beyinleri de sıklıkla sulandığı için zihniyetleri kaskatıdır.)
Atatürk, “çimento” lafını
Nutuk’ta kullanmadı elbette, ama
“Din olgusu çimento gibidir; birleştirir, kaynaştırır, fitneyi ve nifakı önler” mânâsında kullanmanın,
yani “din-çimento” bağlantısı
kurmanın ne dine, ne de Atatürk’e
bir zararı vardır.
Kaldı ki Nutuk, inşaat fakültesinde okutulan bir ders kitabı
değil ki bu kitapta “çimento” lafı
geçmiş olsun. Kaldı ki “çimento”
sözcüğü, neredeyse Çimento
Müstahsilleri Birliği’nden bile ödül
alacak olan Turgut Özakman’ın
“Şu Çılgın Türkler”inde de yer
almıyor. Hatırlatmaktan hicap
duyarım, ama Kur’an-ı Kerim’de
de “çimento” kelimesi geçmiyor.
temmuz 2015
89
HABERA JANDA/ SÖYLEŞİ
Birçok platformda
sıklıkla dile getirdiğim önemli bir
husus vardır: Bir
ülkenin ilmî çalışmaları ve teknolojisi asla siyasete endekslenmemelidir!
Fakat ne yazık ki
ülkemizde yıllarca
eğitim ve öğretim
sistemi siyasete
endekslendi, dış
politikaya bağımlı
kılındı. Bir ülke
ile dış politikanız,
siyasetiniz uyuşmayabilir; ama bu,
onun dilini, kültürünü, teknolojisini
almayacağınız anlamına gelmez.
***
2002’de altyapı
çalışmalarını tamamlayıp 2003’te
de hayata geçirdiğimiz bu zeminde,
ara eleman ve staj
kavramlarını da
literatürden kaldırdık. Zira bir insana
“ara eleman” dediğinizde onu öldürüyorsunuz zaten.
Kimse ara eleman
olmak için okumaz! Bu tarz insan
faktörünü ve insan
psikolojisini göz
ardı eden tâbirler,
meslekî eğitimimize vurulan en
büyük darbedir
açıkçası. Onun için
kendi eğitim mo90
temmuz 2015
“Oluşturduğunuz fa
Ayten Çalış
Ayten Çalış // [email protected]
rk kadar varsınız!”
D
R. MUSTAFA AYDIN, 1995’te BİL
Dershaneleri ile başlayan, 2003’te
Anadolu-BİL Meslek Yüksek
Okulu, 2007’de de İstanbul Aydın
Üniversitesi’yle gitgide büyüyüp
serpilen o geniş eğitim ağının başındaki isim…
Dr. Mustafa Aydın
delimiz içinde “ara
eleman” ve “staj”
gibi ifadelere hiçbir
şekilde yer yok!
Zira meslekî eğitim
alan her insan bir
ana elemandır ve
biz bu çatı altında
“donanımlı, bu ülkenin ihtiyaçlarına
cevap verebilecek
ana elemanlar”
yetiştiriyoruz.
***
Öğrencinin kafasını çöp tenekesi
gibi gören anlayış
bitmek zorunda
artık! O kafaya ne
bulursak tıkıştırma
mantığından vazgeçmeli ve hemen
ilköğretimden
sonra öğrenciyi
yönlendirmeye başlamalıyız. En önemlisi de şu: Artık 25
yıllık, 50 yıllık, 100
yıllık eğitim stratejileri ve haritaları
ile yol almalıyız!
Örneğin 2050’li
yıllara kadar bu
ülkenin Hititolojiye
ihtiyacı yoksa ve
siz hâlâ ısrarla
Hititoloji okutuyorsanız orada bir
sorun var demektir!
Ya da 2035 yılına
kadar antropolojiye
ihtiyaç yoksa ve siz
sürekli antropolog
yetiştiriyorsanız
yanlış bir mantıktır
bu!
temmuz 2015
91
HABERA JANDA/ SÖYLEŞİ
>> Ve Türkiye Sigarayla
Savaş Derneği (TSDD), Franchising Derneği (UFRAD),
Küçükçekmece Kent Konseyi gibi yurtiçindeki birçok STK görevinin yanında
COPPEM (Avrupa ve Akdeniz Ülkeleri İşbirliği Konseyi),
EURAS (Avrasya Üniversiteler Birliği), DEİK (Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu) ve VİK
(Viyana İktisâdî Forumu) gibi
birçok uluslararası zeminde de
yöneticilik yapan aktif bir sivil
toplumcu…
Aynı zamanda yapılan tüm
eğitim ataklarına kaynaklık
eden BİL-Holding’in de
“Kurucu Yönetim Kurulu Başkanlığı”nı yürüten Dr.
Mustafa Aydın, 1956 yılında
Maçka’nın Kaynarca köyünde
dünyaya gelmiş ve sürekli hedef
büyüterek yol almış oldukça
dinamik bir profil…
“Kızını okula göndermeyen
kâfirdir!” dediği için adı “Komünist İmam”a çıkan sıradışı
bir müftünün, Maçka Müftüsü Halit Aydın’ın beş erkek
evladından biri. Dedesi Hâfız
İsmail Efendi ise, Trabzon evliyası Haçkalı Hoca’nın ihvanından olup kendini hayat boyu
eğitime adamış bir Kuvay-i
Milliye gönüllüsü…
Kadim kültürümüzün karakteristliğini taşıyan, ancak bu
geleneksel kodlardan devşirdiği güç ile “yeninin üst dili”ni
profesyonel bir mantıkla harmanlayan Dr. Mustafa Aydın’la
40 yıllık eğitim yolculuğunu
konuştuk. Ve tabiî ulusal ve
uluslararası plandaki sivil toplum çalışmalarıyla STK’lardaki
etkin rolünü de…
“Artık Everest tepesinin yüksekliğini, Missisippi nehrinin
uzunluğunu ya da Amazon nehrinin debisini ezberlemeye dayalı,
işlev dışı eğitim modelini geride
bırakıp ‘uygulamalı eğitim’in
eksen alındığı bir sisteme geçmek
durumundayız!” diyen ve bu
92
temmuz 2015
temel savını aktif projelerle realize eden Dr. Mustafa Aydın,
Türkiye’nin eğitim serüvenine
ciddi katkılar sağlayan oldukça
mümbit bir isim ve aynı zamanda “STK’lar, toplumun ve
insanlığın aort damarlarıdır”
diyerek bu zeminde ciddi efor
sarf eden etkin bir sivil toplumcu…
***
“Dil alanında
açtığımız ana
arterlerle çok kısa
bir süre içerisinde
zirveye
ulaştık”
• Bu yıl 14’üncüsü düzenlenen “Yılın Starları Ödülleri” kapsamında İstanbul
Aydın Üniversitesi, “Yılın
Üniversitesi” seçildi ve
“Türkiye’nin son 7 yıldır en
çok tercih edilen üniversitesi” olan kurumunuzun aldığı ödül, Ekonomi Bakanı
Nihat Zeybekçi tarafından
takdim edildi. Hazır bir
sermaye gücü ile değil, “çekirdekten gelen bir model”
ile bugünkü yapıyı oluşturmuş bir isimsiniz. Kurucu
Yönetim Kurulu Başkanı
olduğunuz Bil Holding’le
birlikte dershane, meslek
yüksekokulu ve “şimdilerde
40 bin öğrenci kapasitesine
doğru seyreden marka bir
vakıf üniversitesi” şeklinde
sürekli açılarak giden güçlü
bir eğitim ağını yapılandırdınız. Uzun yıllar içinde
seyreden bu genişleme ve
köklenme sürecini sizden
öğrenebilir miyiz?
Öncelikle teşekkür ediyorum… Bu özel eğitim sürecimizden önce malumunuz
Silahlı Kuvvetler’de görev
yapıyordum, TSK’dan emekliyim. Tabiî Silahlı Kuvvetler’de
bulunduğum yıllarda da yine
“öğretmen subaylık” yapıyordum aslında. Bunu, “sürekli
köklenerek giden bir eğitim
sürecinden geldiğimi” ifade
etmek için söylüyorum. Şu an
60 yaşındayım ve hayatının 40
küsur yılını tamamıyla eğitime
ayırmış bir insanım esasen.
Özel eğitim sürecimize ilk
önce dershane sektöründeki
çalışmalarımızla başladık. Fakat
1994-1995 yıllarındaki dershane sürecimizden önce de hep
eğitimcilikle ilgiliydim aslında.
Silahlı Kuvvetler’in değişik
kademelerinde, değişik ülkelerde çalıştım; mesela bir dönem
askerî ataşelik yaptım, Kahire’de
bulundum. Ama yine o yıllarda
eş zamanlı olarak gerek Napoli,
gerek Brüksel, gerek Macaristan, gerekse Kuzey Afrika’nın
değişik ülkelerinde görevlerim
oldu. Bütün bu süreler içerisinde yaptığım çalışmalar, yine
eğitimle doğrudan ilgiliydi yani.
Dolayısıyla bütün bu konulara
eğitimci bir ailenin eğitimci bir
evladı olarak adım attım aslında. Bambaşka bir iş yaparken
aniden eğitim sektörüne girmiş
değilim.
1995 yılında emekli olduğum
zaman dershane sektörüne
girdim. Neden dershane?
Çünkü bugün İstanbul Aydın
Üniversitesi’nin başarılarının
da üzerinde yükseldiği o ana
zemini yapılandırmamız gerekiyordu. Malum, dershane
sektörü bugün biraz tartışılıyor.
Ama o dönemde net olarak
görüyorduk ki ortaöğretimden
gelen ya da liseden mezun olan
öğrencilerin ilave bir eğitim
almadan üniversiteye girmeleri
mümkün değildi. O dönemin
eğitim konjonktürü oydu ve
eğitim modelimizde ciddi bir
eksiklik vardı. Öğrencinin, bana
göre bütün bilimlerin temeli
olan matematik alanında ciddi
bir altyapı eksiği vardı. Buradan
hareketle ve “Dershane sektöründe nasıl bir fark yaratabiliriz?”
sorusundan da yola çıkarak
“Matematik Kampları” adı
altında yaz uygulamaları yapmaya başladık. Yani dershane
sektörüne girdik ama bütün
yaz boyunca Matematik Kampları yaptık, öğrenciye ciddi bir
temel, sağlam bir altyapı oluşturduk.
Sonra bu adımı “danışmanlık
sistemi” ile destekledik. Bu
model, o dönem hiç olmayan
bir sistemdi. Her öğrenciye bir
danışman atayarak, o öğrencinin üniversiteye hazırlık aşamasında hangi dersi ne kadar
alması gerektiğini tespit etmeye
başladık; “Onu alıyor mu, almıyor mu?” noktasında takibe
aldık ve hatta zaman zaman
öğrencilerin ev hayatlarını,
sosyal yaşamlarını da izleyerek
ciddi bir ivme kaydettik. Öyle
ki, zaman içinde Franchising
sistemi ile çoğalttığımız dershane kurumlarımız, 1994-2015
arasındaki yaklaşık 20 yıllık
süreçte 100 küsur gibi bir sayıyı
ve yoğun bir talebi yakaladı.
Franchise vermiş olduğumuz
dershanelerimizde kendi yayınlarımızı, kendi eğitim modellerimizi, kendi programlarımızı,
kendi müfredatımızı, kendi
ölçme-değerlendirmemizi uygulayarak çok ciddi bir başarıya
imza attık. Tabiî o dönemde
dershane sektörüne girerken
konuyu sadece üniversiteye
hazırlık ekseninde tutmayıp
yabancı dil ve bilgisayar kursları
gibi farklı damarları da aynı
anda besledik.
Yabancı dil kurslarımızda
Arapça vardı. Türkiye’de devlet kurumları hariç, ilk kez
bir özel sektörde Arapça dil
kursu bizimle yer buluyordu.
İstanbul Üniversitesi, Ankara
Üniversitesi, Erzurum Atatürk
Üniversitesi ve Konya Selçuk
Üniversitesi gibi noktalarda
elbette vardı Arapça, fakat bir
özel sektörde bu adımı atmak
cesaret istiyordu o dönem.
Şunu net olarak söyleyebilirim
ki, Türkiye’de Arapçayı özelde
ilk kez başlatan insanım. Bir
de “dilbilimci” olmanın verdiği
hassasiyet var tabiî… Sadece
Ayten Çalış
Arapça da değil elbette, Rusça
mesela… Rusça da aynı şekilde,
başat devlet üniversiteleri haricinde hiçbir yerde yoktu ve yine
o dönem Rusça dil kurslarını
da yapılandırdık. Geliyoruz
Yunancaya… O da hiçbir yerde
yoktu, aynı şekilde Yunancayı
da koyduk tabiî, sonra Bulgarcayı vs. Kısacası dille ilgili bir
farkındalık oluşturmaya çalıştık.
Hangi işi yaparsanız yapın, o
alanda olmayan, ihtiyaç teşkil
eden noktaları bulmak zorundasınız öncelikle. Zira oluşturduğunuz fark kadar varsınız!
Tam da bu mantıktan hareketle
proje tabanlı, danışman sistemli, matematik kamplı alternatif
bir modeli yapılandırdık ve dil
alanında açtığımız ana arterlerle çok kısa bir süre içerisinde
zirveye ulaştık.
Henüz o dönemlerde -dile
kolay- 18 ayrı dilde eğitim
veriyorduk biz. Hakeza, henüz
insanların Autocad, Freehand,
Photoshop gibi programların
ismini dahi bilmedikleri bir
dönemde biz bu eğitimlere de
girmiştik.
“Kendi kendinize
yetebilme
düsturunuz
olmalı”
• Finansal anlamda daha
ciddi bir getirisi olabilecek
sahalar yerine eğitim sektörüne yöneliş sebebiniz
tam olarak nedir? 1994’te
başlangıç kaydeden Bil
Holding’in BİL KültürEğitim A.Ş. ana çatısı altında matbaacılık, reklamcılık,
yayıncılık, bilişim ve lojistik
gibi açılımlara paralel
AKEV (Anadolu Eğitim
ve Kültür Vakfı), Anadolu
Bil MYO (Meslek Yüksek
Okulu) ve İstanbul Aydın
Üniversitesi gibi lokomotif
yapıları doğurduğunu görüyoruz. Yatırımlarını tamamen eğitime yönlendirmiş
olan Aydın Ailesi’nin bu
konudaki mutabakatı nereden kaynak alıyor?
1997 yılına gelindiği zaman Franchising sistemi ile
şubelerimizi büyütüyorduk. O
döneme kadar yayınlarımızı
da başka kurumlardan aldırıyorduk. Çünkü kendimize
ait bir yayın firmamız yoktu.
Fakat baktık ki kendi içimizdeki eğitim kalitesi ile almış
olduğumuz yayın hizmetinin
kalitesi birbiriyle örtüşmüyor,
bu sefer de kendi yayınlarımızı
kendimiz basmamız gerektiğini
düşündük. Sonra yayınlarımızı
kendimiz hazırlamaya başladık.
Fakat yayınlarımızı dışarıdaki
bir matbaaya bastırdığımız için,
ürünlerin zamanında teslimi,
baskı kalitesi, araya giren sıcak
paralardan dolayı verdiğiniz işin
tehir edilip bir başka işin öne
alınması gibi sebeplerden dolayı
ciddi sorunlar yaşamaya başladık. Matbaa sektörü genelde
böyle çalışır çünkü. Baktık bu
da bizim çalışma modelimizle
örtüşmüyor, kendi matbaamızı
kurduk. Kendi yayın firmamızı,
yurtdışı eğitim danışmanlığımızı, inovasyon ağımızı,
ajansımızı, kendi basın-yayın
networkumuzu…
Açıkçası bendeki “kendi
kendine yeterli olma mantığı”,
1974 yılında oluştu. Biliyorsunuz, Kıbrıs Barış Harekâtı’ndan
sonra dünya bize ambargo
koymaya başladı. Ben Silahlı
Kuvvetler’deydim o dönemlerde. Tankımız var, yürütemiyoruz; topumuz var, ateşleyemiyoruz; uçağımız var, uçuramıyoruz… Neden? Çünkü uçağın
pimi, tankın paleti eksik, topun
bir başka malzemesi noksan…
İşte bu mantık tetikledi bizi,
kendi kendimize yetebilmemiz noktasında kamçıladı! O
dönem Adapazarı Ağır Bakım
Fabrikası, Kayseri Ağır Bakım
Fabrikası gibi yerler açıldı.
Ayrıca teknik liselerde bu araç
ve gerecin, bu silahların yedek
parçaları yapılmaya başlandı.
Doktora çalışmamı
Endülüslü bir
edip, şair ve devlet adamı olan İbni Şüheyd üzerine
yaptım. Şu an detay veremeyeceğim ama kendi
şahsına münhasır, çok önemli ve farklı bir karakter
olduğunu da söylemeliyim. Hayatımı düzenlerken
çok örnek aldım ondan. Ondan etkilendiğim ve hayatımda modelleme yaptığım konuların başında ise
“zaman yönetimi” geliyor. 992-1035 arasındaki 43
yıllık kısa ömrüne inanılmaz verimlilikte çalışmalar
sığdırmış bir isim İbni Şüheyd, 30’un üzerinde eser
bırakmış insanlığa. Bu durum bana ciddi bir ışık yaktı doğrusu. “İbni Şüheyd bu kısacık ömrüne onlarca
eseri sığdırabilmişse, demek ki oluyor!” düşüncesi
oluştu bende. Yani beni bu konuda motive ettiğini
söyleyebilirim.
temmuz 2015
93
HABERA JANDA/ SÖYLEŞİ
Geçtiğimiz günlerde
Urfa-Suruç,
Adıyaman, Mardin-Nusaybin hattında yaşadığımız
sıcak olaylar ve kayıplar da bunun sayısız örneklerinden biri işte! Bu adresler, tabir yerinde ise yumuşak karnımıza neşter atmaya devam da edecekler.
Burada bizim nerede olduğumuz, dünyadaki gelişmelerin ne kadar farkında olduğumuz ve sağlıklı
strateji üretip uygulayabilmemiz önemli. Tabiî zamanımız dar olduğundan bu konuları şu an açamıyoruz ama bunlar hep geniş kapsamlı konuşulacak,
konuşulması gereken meseleler.
Yani bir bakıma, “Türkiye’ye iyi
ki o ambargoyu koydular!” diyebiliriz pekâlâ.
İşte ben böyle bir felsefeden,
böyle bir kültürden geldiğim
için, eğitim sektörüne girdiğim
zaman da kendi kendime yeterli olmak durumundaydım. O
şuur vardı bende. Tüm eksiklik
ve aksaklıkları minimize etmenin ötesinde, tamamen nötralize edebilmek adına başlı başına
adımlar attık ve süreç içinde
serpilerek, köklenerek ilerledi
94
temmuz 2015
bu adımlarımız. Ve aile olarak
manevî ve tarihî genetiğimizden gelen o köklü eğitimcilik
geleneği ve aslında misyonu, bu
yolu ardına kadar araladı gitti.
Dil konusunda yaptığımız
açılımlar hep riskli adımlardı
aslında. Zira öyle bir dönemdi
ki o dönem, Rusçaya yönelim
gösterseniz “komünist”, Arapçaya yönelim gösterseniz “şeriatçı”
ilan ediliveriyordunuz hemen.
Etiketlenmek an meselesi
idi. Ama bu sıkıntılı zemine
rağmen gereken bütün adımları attık ve Arapça, Yunanca,
Rusça, Bulgarca şeklindeki kurs
açılımları ile çok taze kanallar
açtık.
Birçok platformda sıklıkla
dile getirdiğim önemli bir
husus vardır: Bir ülkenin ilmi,
bilim çalışmaları ve teknolojisi
asla siyasete endekslenmemelidir! Fakat ne yazık ki ülkemizde yıllarca eğitim ve öğretim
sistemi siyasete endekslendi, dış
politikaya bağımlı kılındı. Bir
ülke ile dış politikanız, siyasetiniz uyuşmayabilir, ama bu,
onun dilini, kültürünü, teknolojisini almayacağınız anlamına
gelmez.
Rusça öğrendiğiniz zaman
“komünist” mi oluyorsunuz
yani? Ya da Arapça öğrendiğiniz zaman “şeriatçı” mı oluyorsunuz? Veyahut da Yunanca
öğrendiğiniz zaman “Yunan
sempatizanı” kategorisine mi
giriyorsunuz? Böyle bir şey olabilir mi?! İşte bu çarpık anlayış,
Türkiye’nin eğitim-öğretim
sistemine bir hançer gibi saplanmıştı o gün!
Biliyorsunuz, Soğuk Savaş
öncesi Rusya dağıldığı zaman
sudan çıkmış balığa dönmüştük
-af buyurun-. Ortada kalmışlık
psikolojisi yaşayan Türk Cumhuriyetleri ile iletişim kuramadık. Kendi yaşıtlarımızla konuşamadık mesela. Çünkü hepsi
Rusça konuşuyordu, Türkçe ise
çok az biliniyordu. Ve uzun zaman ekonomiyi de yürütemedik onlarla, ekonomik ilişkiler
kuramadık. Fakat zamanında
tedbir alıp okullarımızda Rusça
öğretmiş olsaydık, Soğuk Savaş
sonrasında o ülkelerle rahatlıkla
iletişim kurabilirdik.
Hâsılı, siyasete endeksli bir
eğitim-öğretim olamaz. Şu
noktanın altını kalın çizgilerle
çizerim hep. Bir ülkeye siyaseten düşman olabilirsiniz, ama o
ülkenin ne tür stratejiler güttüğünü okuyabilmek için de dilini
bilmek zorundasınız! Dolayısıyla dil, en stratejik köprülerden biridir aslında. Dilinizin
sınırları, dünyanızın sınırlarını
belirler çünkü. Ne var ki, zamanında pek sağlıklı kullanamadık
bu kanalı. Ayrıca insanın dile
hâkimiyeti, onun tahayyül
gücünü, yetkinliğini belirler ve
tefekkür yolunda müthiş sıçramalar yaptırır insana.
Ara eleman ve staj
değil, ana eleman ve
uygulamalı
eğitim
• Sürekli eğitim sürecinin
içinde yer almış ve eğitim
camiasında türlü açılımlara
başarı ile imza koymuş
biri olarak Türk eğitim
sisteminde gördüğünüz en
büyük sorun nedir sizce?
Tabiî çözüm önerinizi de
öğrenmek istiyorum…
Çok uzun yıllar içinde, Türk
Ayten Çalış
eğitim sistemindeki sorunlar
noktasında epey gözlem ve
uygulama yapma şansım oldu
doğrusu. Ben bir imam-hatip
okulu mezunuyum. Arkasından
teknik lise, sonrasında askerî
okul ve ardından da Dil ve
Tarih-Coğrafya Fakültesi…
Tabiî teknik lise mezunu olan
biri olarak Türkiye’nin teknikteki ve meslekî eğitimdeki
açığını, eksikliklerini çok iyi
gördüm, fark ettim. Bu noktayı
iyi biliyorum. Zaten dershane
süreci sonrasındaki diğer bir
köklü adımımızın da AnadoluBİL Meslek Yüksek Okulu
şeklinde gelişmesi bu sebeple
oldu. Ana neden bu yani…
Gözlemlediğim eksikliklerden dolayı bir ilke daha adım
atarak “herhangi bir üniversite
şemsiyesi altına girmeden, direkt
YÖK’e bağlı olarak kurulan
ve sadece meslekî eğitim veren”
Anadolu-BİL Meslek Yüksek
Okulu’nu kurduk. AnadoluBİL MYO, ülkemizin “ilk vakıf
meslek yüksek okulu”dur ayrıca.
• Bu da önemli!
Ve 2002’de altyapı çalışmalarını tamamlayıp 2003’te de hayata geçirdiğimiz bu zeminde,
ara eleman ve staj kavramlarını
da literatürden kaldırdık. Zira
bir insana “ara eleman” dediğinizde onu öldürüyorsunuz
zaten. Kimse ara eleman olmak
için okumaz! Bu tarz insan
faktörünü ve insan psikolojisini
göz ardı eden tabirler, meslekî
eğitimimize vurulan en büyük
darbedir açıkçası. Onun için
kendi eğitim modelimiz içinde
ara eleman ve staj gibi ifadelere
hiçbir şekilde yer yok! Zira
meslekî eğitim alan her insan
bir ana elemandır ve biz bu çatı
altında “donanımlı, bu ülkenin
ihtiyaçlarına cevap verebilecek
ana elemanlar” yetiştiriyoruz.
Ayrıca okul sonrası kısacık
bir zaman dilimine sıkıştırılan
ve genellikle kâğıt üzerindeki
sahte bir “yeterlilik” ibâresinden
müteşekkil olan staj kavramını
da tamamen kaldırdık ve onun
yerine teorik eğitimle entegre
yürütülen “uygulamalı eğitim”
modelimizi hayata geçirdik.
“Öğrencinin
kafası çöp tenekesi
değildir; kuru
ezberin yerini
‘uygulamalı eğitim’
almak
zorunda!”
Kısacası Türk eğitim sistemindeki en büyük sorun,
ezbere dayalı, yaşamdan ve
uygulamadan kopuk bir modelin uygulanıyor oluşudur. Çocukların daha ilkokul çağından
itibaren hangi alana daha çok
temayülü olduğu, nelere istidadının bulunduğu, hangi yoldan
giderse daha başarılı ve üretken
olabileceği gibi hususlar belirlenmelidir. Böyle net ve işlevsel
bir haritamız olmalı eğitimde.
Yoksa artık Everest tepesinin
yüksekliğini, Mississippi nehrinin uzunluğunu, Amazon
nehrinin debisini ezberlemeye
dayalı o klasik usulden fayda
görmek zor! Hele bu çağda…
Öğrencinin kafasını çöp
tenekesi gibi gören anlayış
bitmek zorunda artık! O kafaya
ne bulursak tıkıştırma mantığından vazgeçmeli ve hemen
ilköğretimden sonra öğrenciyi
yönlendirmeye başlamalıyız.
En önemlisi de şu: Artık 25
yıllık, 50 yıllık, 100 yıllık eğitim stratejileri ve haritaları ile
yol almalıyız! Örneğin 2050’li
yıllara kadar bu ülkenin Hititolojiye ihtiyacı yoksa ve siz hâlâ
ısrarla Hititoloji okutuyorsanız
orada bir sorun var demektir!
Ya da 2035 yılına kadar antropolojiye ihtiyaç yoksa ve siz
sürekli antropolog yetiştiriyorsanız yanlış bir mantıktır bu!
Veyahut da İngilizce konusunda belirli bir sayıda birikimli insan gerekiyorken hâlâ
“O alanda ihtiyaç yok!” deyip
kaliteli eleman yetiştirmiyor,
Fransızcadan mezun edip “Gel
sana kurs verip İngilizce hocası
yapayım” diyorsanız, hepsi yeniden ve yeniden sorgulanmalıdır
bunların!
Dolayısıyla ülkenin çeyrek,
yarım ve tam asırlık politika ve stratejilere, sağlam yol
haritalarına ihtiyacı var. Zira
Türkiye’nin çağdaş ülkeler
seviyesine taşınmasının bir ön
koşuludur bu.
“Anadolu-BİL’i
kurarken ‘Siz
çılgınsınız!’
dediler”
Röportajın başında saydığımız tüm sebeplerin neticesinde, ülkenin sanayi ve hizmet
sektöründe de istenilen düzey
ve kalitede eleman yetişememektedir. Hal böyle olunca,
“Proje tabanlı eğitim alan, uygulamadan gelen, bilgiye dokunan,
bilgiyi ürüne dönüştüren ana
elemanlar yetiştirmek durumundayız” dedik ve Anadolu-BİL
Meslek Yüksekokulu’nu hayata
geçirdik. Tabiî okulu kurarken
üniversite sahibi dostlarım bize
“Siz çılgınsınız!” dediler, “Biz
üniversitelere öğrenci bulamıyoruz; devlet okullarındaki meslek
yüksekokulları ücretsiz olduğu
halde tercih edilmezken, siz bu işi
nasıl yapacaksınız?”.
Tabelasında hem bir üniversite olan, hem devlet garantisinde yer alan, hem de ücretsiz
olan yerlerin varlığına ve tüm
bu eleştirel söylemlere rağmen
“Boğaziçi’ni de geçeceğiz” dedim
ben de. Ve ilk kayıt yılımız olan
2003’te, 1994 öğrenci alarak
kontenjanımızın tamamını
doldurduk, sadece 6 öğrenci
alamadık; yani 2 bin kişilik
tüm kontenjanı kapattık. Ve o
günden itibaren de Türkiye’nin
meslekî eğitimine damgamızı
vurduk. Şu an Türkiye’deki
meslekî eğitimde Anadolu-BİL
Meslek Yüksek Okulu’nun lokomotif görevi gördüğü herke-
sin malumudur. Ve bu başarıyı
da temel eksen kabul ettiğimiz
uygulamalı eğitim meselesine
borçluyuz esasen. Zira öğrenci
okulda almış olduğu teorik
eğitimi haftada bir veya iki gün
iş yerine giderek uygulamaya
dönüştürüyor; teorik veri tabanını pratize ediyor, bilgiye
dokunuyor.
Bugün 10 bin küsur öğrencisi ile örnek bir meslek yüksekokulu olan Anadolu-BİL MYO,
süreç içinde yoğun talepler
karşısında üniversiteye dönüşerek bu ana çatı ile bağlantılı
bir konuma gelmiş, ancak yine
kendi ismini korumuştur. İstanbul Aydın Üniversitesi’nin
ana çatısı ve desteği altında
Anadolu-BİL Meslek Yüksek
Okulu, kendi alanında başlı
başına bir yapıdır. Sadece idarî
yönden üniversiteye bağlandı;
ancak Anadolu-BİL MYO
logosu ve kendi öz kimliğiyle o
misyonunu da devam ettiriyor
şu an.
Ayrıca ara eleman-ana eleman
meselesinde söylemeden geçemeyeceğim bir şey daha yaptık
biz: “Ara eleman” meselesinin
insan psikolojisi üzerinde yapmış olduğu negatif etkiyi net
olarak görünce, problemli olan
bazı branş ve bölüm isimlerini
değiştirerek daha estetik ve işlevsel hale getirdik. Sekreterlik
bölümünü “yönetici asistanlığı”,
ağırlama hizmetlerini “turizm
rehberliği”, matbaacılık bölümünü “basın-yayın” olarak revize
ettik örneğin. Bu hususların
YÖK’e olan müracaatlarını
bizzat ben yaptım ve YÖK yetkililerine, “Türk insanı sekreter
olmak için okumaz. Ama bunu
‘yönetici asistanlığı’ yaparsak
herkes okur” dedim. Diğerleri de
aynı şekilde…
Buradaki temel felsefe şudur:
Aynı işi yapabilirsiniz ama
sosyal ortamda insan psikolojisini/insan faktörünü asla yadsıyamaz, göz ardı edemezsiniz!
temmuz 2015
95
HABERA JANDA/ SÖYLEŞİ
İnsana nasıl hitap edeceğiniz,
onun hangi kimliği taşıyacağı
çok önemlidir. İşte bu fevkalade
önemli nüanslar sebebiyle ara
eleman tabirini kaldırdık biz.
Tabiî bizim üniversitemizde
staj kavramı da yasak! Bunun
yerine uygulamalı eğitim var.
Zira mevcut eğitim sisteminde
staj denen şeyin de bir kandırmaca olduğunu biliyoruz.
Öğrenci yazın bir iş kurumuna
gidiyor, yaklaşık 30-40 gün
burada bulunuyor ve iş yeri
96
temmuz 2015
sahibinden de “Burada staj
görmüştür” şeklinde bir tane
yazılı kâğıt alıp okula veriyor.
Ne kadar sağlıklı ve fonksiyonel
olduğu ortada olan bir uygulama işte!
Dolayısıyla biz bu sağlıksız
sistemi tamamen kaldırıp, yerine uygulamalı eğitim modelini
getirdik. “Yerinde Uygulama
Merkezi” (YUM) adını verdiğimiz birimimizin koordinatörlüğünde bu işlevsel sisteme geçtik
ve zaman zaman öğrencinin
yerinde uygulama yaptığı iş
yerlerinden, iş yeri sahiplerinden de geri bildirimler alarak
öğrenciyi devamlı takipte tuttuk. Ve “teoriyi anında pratize
etme”ye dayalı bu dinamik
bakış açımızla 2007 yılı içinde
İstanbul Aydın Üniversitesi’ni
kurarak yolumuza daha geniş
bir eğitim-öğretim aralığı ile
devam ettik.
“Sadece ölülerin
bir iddiası yoktur;
iddialı değilseniz,
orada bulunmayacaksınız!”
Bugün İstanbul Aydın Üniversitesi olarak 11 fakültemiz, 3
meslek yüksekokulumuz, 3 enstitümüz, 25 araştırma merkezimiz, 3 bin yabancı öğrencimiz,
500’e yakın dünya üniversitesi
ile işbirliğimiz, güçlü sosyal
etkinliğimiz, teknolojik tabanlı
ve bilişim altyapılı sağlam zeminimiz, birikimli akademik
Ayten Çalış
kadromuz ve toplam 32 bin öğrencimizle Türkiye’nin en önde
gelen “evren-kent”lerinden
biriyiz.
Sizin de az önce “en çok tercih
edilen” şeklinde ifade ettiğiniz
gibi, son 7 yıldan beri en çok
tercih edilen vakıf üniversitesiyiz. Özellikle geçen yıldan
örnek vermek istiyorum:
Geçtiğimiz yılın tercih döneminde tam 180 bin öğrenci,
bu üniversiteye girebilmek için
tercih kılavuzunda işaretleme
yapmıştır. Malumunuz, şimdi
de tercih dönemindeyiz ve yine
bu yıl da müthiş bir rağbet var
okulumuza. Biz bunu, az önce
de ifade ettiğim gibi, 1994
yılında realize etmeye başladığımız dinamik eğitim vizyonumuza borçluyuz. Bu noktadaki
bakışımız nettir! Onun için
“Oluşturduğunuz fark kadar
varsınız!” diyoruz. Zira çalışma
sahanız her ne olursa olsun,
oluşturduğunuz fark, bulunmuş
olduğunuz sektördeki rekabet
edebilirliğinizi ve o rekabeti
sürdürebilirliğinizi sağlar.
Dolayısıyla biz İstanbul Aydın Üniversitesi, BİL Holding
olarak, Anadolu-BİL MYO ve
BİL Dershaneleri olarak hep
bu ufuk ve mantıkla yol aldık.
Şu an mevcut dershane ağımızı
30’a yakın okula dönüştürme
kapasitesine sahibiz örneğin.
Bu manevra kabiliyeti, hep
sağlam bir altyapının neticesidir elbette. Eğer zemininiz
gerçekten sağlamsa, değişen
koşullara uyum kabiliyetiniz de
o denli yüksektir. O nedenle
devletimizin sistem tercihine
göre, bizim BİL Dershaneleri
ya da BİL Kolejleri şeklinde iki
farklı yapıda da hareket etme
imkânımız var. Donanımımız
ve seri uyumlanma kapasitemiz,
mevcudun çok üzerinde.
Şunu unutmayın: Sadece
ölülerin bir iddiası yoktur; iddialı değilseniz, orada bulunmayacaksınız!
İddiasız insanları yaşayan
ölülere benzetirim ben. Zira yaşamda ciddi bir ufku ve hedefi
bulunmayan insan, diri değildir.
Yani içlerinde ruh taşımayan
birer cesede benzetirim ben o
tarz insanları. Böyle nitelendirir,
böyle tanımlarım. Dolayısıyla
bir iddianız, derdiniz, cehdiniz
yoksa, siz de yoksunuz demektir.
“Doktora konum
olan İbni Şüheyd,
yaşamıma çok şey
kattı”
Doktora çalışmamı Endülüslü bir edip, şair ve devlet adamı
olan İbni Şüheyd üzerine
yaptım. Şu an detay veremeyeceğim ama kendi şahsına
münhasır, çok önemli ve farklı
bir karakter olduğunu da söylemeliyim. Hayatımı düzenlerken
çok örnek aldım ondan. Ondan
etkilendiğim ve hayatımda
modelleme yaptığım konuların
başında ise “zaman yönetimi”
geliyor. 992-1035 arasındaki 43
yıllık kısa ömrüne inanılmaz
verimlilikte çalışmalar sığdırmış
bir isim İbni Şüheyd, 30’un
üzerinde eser bırakmış insanlığa. Bu durum bana ciddi bir
ışık yaktı doğrusu. “İbni Şüheyd bu kısacık ömrüne onlarca
eseri sığdırabilmişse, demek ki
oluyor!” düşüncesi oluştu bende.
Yani beni bu konuda motive
ettiğini söyleyebilirim.
“Zamanı yöneten, her şeyi
yönetir!” anlayışından hareket
eden biriyim. Onun için günü
en verimli şekilde kullanmanın
yollarını arayan bir yapıdayım.
Örneğin yaklaşık 25 yıldır değiştirmediğim bir çalışma stilim
vardır. Her gece saat 03:00’da
kalkar ve çalışırım. Saat 05:00’a
kadar bir yandan CNN International ve Al-Jazeera’yı
takip eder, diğer yandan da
e-posta ve raporlarımı okurum.
05:00-06:00 arası bir saat daha
istirahat eder, 6’da kalkar, 6-7
arası hazırlanıp evden çıkar ve
12:00-13:00 arasında da istirahat ederim genellikle. 25 yıldır
böyledir bu!
Ve günü 3’e bölerek yaşarım.
“Günde 24 saat değil, 72 saat
çalışıyorum” diyebilirim bir
bakıma. O verimlilikte yani…
Şöyle ki, tabir yerinde ise yorulan motoru öğleyin tekrar
istirahat ettiriyorsunuz, öğleden
sonra ise yeni bir enerjiyle ikinci bir güne başlıyorsunuz.
Öğleyin sabahki kıyafetimi de değiştiririm ayrıca. Ve
18:00-19:00’dan sonra bir kıyafet değişikliği daha yaparım.
Gece 11-12 gibi ise istirahate
çekilmeye çalışırım.
“Eğitimci olunmaz,
eğitimci
doğulur”
“Finansal anlamda daha ciddi
bir getirisi olabilecek sahalar
yerine eğitim sektörüne yöneliş
sebebiniz nedir?” şeklindeki
sualinize yeniden bağlantı
yapacak olursak, İbni Şüheyd
ve Arap edebiyatının önemli
temsilcilerinden olup “Câhiziye
Ekolü”nün kurucusu ve usta bir
hatip olan Câhiz’e atfen küçük
bir anekdot anlatmak isterim:
Biliyorsunuz eski zamanlarda, sultanlık ve krallık
dönemlerinde kralların ya da
sultanların çocuklarını eğitmek
için özel hocalar tutuluyordu.
Harun Reşid de o dönem,
oğulları Emin ile Memun’un
eğitimi için dönemin âlim
insanlarını tespit ettiriyor ve
huzuruna çağırıyor. Tabiî bu süreçte Câhiz’in de ismi ön plana
çıkıyor ve saraya davet ediliyor.
Zaten Harun Reşid de kendisinin namını duymuş. (Bunları
bize İbni Şüheyd anlatıyor.)
Sonrasında Câhiz’e haber
veriliyor ve kendisi huzura
varıyor. Ancak Câhiz huzura
gelince Harun Reşid ürperiyor;
zira Câhiz’in fizyolojisi bozuk
biraz, tuhaf bir tipi var kendisinin. (“Câhiz” demek, “patlak
gözlü” demek zaten. İsim de
onun asıl adı değil, lakabı.)
Gözünün hadekası, yani gözbebeği çıkık olduğu için “Câhiz”
diye anılıyor. Asıl adı ise “Amr
İbnü’l-Bahr”…
Yani patlak gözlü, yanakları
çıkık, kafası sivri, tırnakları
uzun, çirkin bir adam Câhiz.
Harun Reşid de kendisini görünce ürperiyor haliyle ve “Böyle
bir fizîkî yapıya sahip olan biri
benim çocuklarıma ne öğretebilir
ki? Ne kadar âlim olursa olsun,
faydası olmaz!” diye geçiriyor
içinden. Tabiî bunu belli etmemek ve edepten uzaklaşmamak
için de “Hocam, sizinle tanışmayı çok istedim, hoş geldiniz, iyi ki
geldiniz!” nev’inden gönül okşayıcı cümleler edip birkaç kese
de altın hediye ederek kendisini
uğurluyor. Oysa Câhiz neden
saraya davet edildiğini biliyor,
olayın farkında. Yani çirkin
olduğu için çocuklarına hoca
olarak kabul edilmediğini ve
geri gönderildiğini anlıyor.
Konunun devamında Harun Reşid, Nizâmü’l-Mülk ve
Câhiz arasında bazı nüktedan
gelişmeler de olmuş aslında; bu
olaylara atfen yazdığı eserler var
Câhiz’in. Ama orası şu an bizi
ilgilendirmez.
Konuyu bağlamak istediğim
nokta, “Harun Reşid’in, çocuklarının eğitimini Câhiz’e teslim
etmek istememesi” esasen. İşte
İbni Şüheyd tam da buradan
alarak bir eğitimcinin nasıl
olması gerektiği ile ilgili noktalara değiniyor ve bir öğreticinin
sahip olması gereken sıfatları
anlatıyor. Hâli, tavrı, oturması
kalkması, kılığı kıyafeti vs. hepsini tasvir ediyor ve sonunda da
şu cümleyi kuruyor: “Öğretmen
olunmaz, öğretmen doğulur!”
Kısacası, “Neden Aydın Ailesi
eğitim sektöründe sabitkadem
etti?” diye soruyorsunuz ya, bu
soruyu, “Ailemizin kökenden,
gelenekten eğitimci olduğuna
inanıyor ve bu doğal misyonun
temmuz 2015
97
HABERA JANDA/ SÖYLEŞİ
hakkını vermeye çalışıyoruz”
diye yanıtlayabilirim. Eğitimci
doğduğumuz için ekonomiyi
düşünemeyiz. Doğduğumuz zamandan bu yana hilkat üzerine
hangi çizgideysek, o doğrultuda
devam ederiz! Bu fıtrî misyonun, doğal vazîfenin hakkını
vermek için çaba gösteririz.
“Eğitimci
kimliğimiz, her
zaman siyasetin
önünde
gelmiştir”
• Aslında bu net açılımınız
aktif siyasete girme noktasında her zaman avantajlı;
önü açık bir konumda bulunmanıza rağmen neden
bu kanalı seçmediğinizin
de bir yanıtı oldu. Ama
yine de konuşalım bunu,
yani neden aktif siyasette
olmayı tercih etmediğinizi...
Dönemin ilmî şahsiyetlerinden biri olan Dedeniz
Hâfız İsmail Efendi’nin
vasiyet niteliğindeki bazı
98
temmuz 2015
sözlerinde şu husus geçiyor:
“Nâmahreme bakmayın,
yalan söylemeyin, haram
yemeyin, Allah yolundan
ayrılmayın, Allah korkusunu kalbinizde yaşayın,
Hakk’tan ayrı düşmeyin,
insanları sevin, mümkünse
siyâsete bulaşmayın, unutamayacağınız iyiliği yapmayın!”* Böyle vasiyet eden
dedenizin çizdiği ufka riayet
midir bu tarzınız, yoksa
kişisel bir tercih mi?
Evet, aslında anlattıklarım bu sorunun da cevabı oldu,
doğru. Ama yine de konuşalım
öyleyse…
Öncelikle bu soru için teşekkür ediyorum tabiî; takdir
edersiniz ki, hayatının değişik
zamanlarında çok farklı kademelerde etkin görev yapmış
biriyim. Çok farklı sosyal,
ekonomik, kültürel ortamlarda
yer aldım ve dolayısıyla buna
benzer öneri ve teklifler de çok
geldi bana. İtiraf etmem gere-
kiyor, çok değişik pozisyonlar
teklif edildi, fakat “eğitimci”
kimliğimiz her zaman siyasetin
önünde gelmiştir. Ayrıca şunu
ifade etmeliyim, “eğitimci”
kimliği, insanlara eşit mesafede
yaklaşmayı sağlıyor; tıpkı Hipokrat yemini etmiş bir hekim
gibi dil, din, ırk, mezhep, politik
görüş ayırımı yapmaksızın
bütün insanlarla aynı şekilde
iletişim kuruyor, aynı amaç
doğrultusunda birleşiyorsunuz.
Sanki siyasete girdiğinizde bu
özelliğinizden feragat etmek
zorunda kalacakmışsınız gibi
bir his var tabiî. Böylesi bir algı,
bu tarz bir intiba bizi siyasetten
uzak tuttu, bir bakıma “Muhafaza etti” diyebilirim esasen.
Ama şuna da inanıyorum
tabiî: Bu ülkede kaliteli siyasete
ve siyasetçilere ihtiyaç var! Ne
var ki, ülkeye hizmet etmenin
tek yolu da siyaset olarak görülmemeli muhakkak. İşte biz de
bu niyet ve bu hizmet mantığı
ile kendi üzerimize düşeni
yapmaya gayret ediyoruz. Ayrıca Dedemizin hakkı ve hakikati
gözeten o tavsiyesi de mutlaka
rol oynamıştır üzeirimizde.
“Kitap yüklü bir
eşek gibi ölmemek
için…”
• “Unutamayacağınız iyiliği
yapmayın!” diyen bir dedenin torunusunuz ve çok
aktif biçimde yer aldığınız
birçok sosyal sorumluluk
projesi var. Ayrıca bir vakıf
üniversitesi olan kurumunuzdaki burslu öğrenci
sayısı da oldukça yüksek; bu
noktada genelin üzerinde
bir opsiyonunuz var. Aile ve
devlet kurumları ile “Önce
insan!” anlayışını merkeze
alan, paylaşım odaklı, öğrencilerle hem yüz yüze,
hem de sosyal medya zemininde birebir iletişimi
baz alan, birincil ilişkiler
ekseninde vücut bulan bu
interaktif çalışma tarzınız,
farklı yapınız nereden kaynaklanıyor? Askerî ataşelikten emekli olmanın verdiği
bir meslekî formasyon mu
bu, yoksa tamamen kişisel
yapınız ya da bireysel stratejilerinizden kaynaklanan
şahsî bir model mi?
Meşhur bir Arap atasözü
vardır “El insânu mislül himâru
yahmilûl kutûbu” diye başlar ve
devam eder. Türkçesi şöyledir:
“İnsanoğlu kitap yüklü bir eşeğe
benzer. Ölmeden önce kitapları
dağıtırsa insan gibi ölür. Ölmeden önce kitapları dağıtamaz ise
eşek gibi ölür…”
Açıkçası bir eşek gibi ölmemek için bu kadar STK’nın
içinde çalışıyorum. “Kitap”
nedir bu atasözünde? Kitap,
insanın sahip olmuş olduğu
bütün değerlerdir. Maddî ve
mânevî... Yani bilgi, tecrübe,
deneyimler, maddî imkânlar vs.
Yani neyi varsa bir insanın…
Bunlar hep kitaptırlar yani.
Eğer ölmeden önce bu kitapları
dağıtabiliyor, arkadan gelen
nesle aktarabiliyorsanız, insan
gibi ölürsünüz. Ama hiç kimseye bir şey vermeden, tecrübe
ya da maddî birikimi paylaşmadan, insan yetiştirmeden
gidiyorsanız, o zaman da eşek
gibi ölürsünüz işte! Hatta şeddeli “eşşek” gibi… Bu sorunun
cevabı bu yani!
“Hep beraber
kardeş kardeş
yaşanılamaz,
dünyanın
realitesine aykırı bu!
Doğru stratejilere
ihtiyacımız
var!”
• Mütevellî Heyet
Başkanlığı’nı yürüttüğünüz ve kurucusu olduğunuz İstanbul Aydın
Üniversitesi’nde türlü siyasî
ve ideolojik görüşe, farklı
farklı inançlara sahip birçok
insan, birlikte uyumlu ve
verimli bir çalışma yürü-
Ayten Çalış
tüyor. Bu mânâda İstanbul
Aydın Üniversitesi ile
“demokratik kampüs” ifadesi özdeşleşmiş durumda.
Buradan Türkiye’nin son
süreçteki gündemine ve
Gezi olayları gibi zaman
zaman toplumsal zeminde
dalgalanmalar yaratan “sosyal ve siyasal kutuplaşma”
meselesine geçiş yapacak
olursak, Türkiye’ye zaman
ve enerji kaybettiren bu tarz
tünellerden çıkış için, nasıl
bir çözüm öneriniz olabilir?
Sadece Gezi olayları ya da o
tarz spesifik gelişmelerle ilgili
bir durum değil bu. Dünyanın
parsellenmesi noktasında etkin
faaliyet gösteren belirli yapılar
var dünyanın düzeninde. Bunlar komplo teorisi filan değil,
yüzde yüz gerçekler! Kabul
etmemiz lazım yani bunları.
Ve oturup ağlamak yerine, “Bu
tuzaklardan nasıl sıyrılırız?” sorusunun peşine düşmek lazım!
Dünyanın dümeninde yer
alan ve bu zeminde daha fazla
etkin olmak isteyen tüm devletler ve finansal yapılar, doğal
olarak sosyal, siyasal ve ekonomik nüfuz alanlarını kuvvetlendirmek için bir başkasının
hakkına tecavüz etmek zorundalar. Bu durum, dünyanın bir
gerçeği!
Velhasıl, “Hep beraber kardeş
kardeş yaşayalım” temennisi
hiç de reel değil. Hep beraber
kardeş kardeş yaşayamayız biz.
Dünyanın gerçeğine aykırı
bir olaydır bu. Zira dünyanın
yeraltı kaynakları belli, yer üstü
kaynakları belli, güneşi belli,
havası belli, suyu belli, hatta
rüzgâr enerjisi bile belli; dolayısıyla bir ülke kendi toplumunu
daha müreffeh, daha çağdaş,
daha ekonomik, daha lüks
içinde yaşatmak istiyorsa, bunları bir başka ülkeden çalmak
zorunda. Daha fazla çalmak
zorunda yani…
Bir ülkenin gayrisafi millî
hasılası fert başına 40 bin dolar
ise örneğin, bir başka ülkenin
gayrisafi millî hasılasından
fert başına düşen gelirin aşağı
düşmesi lazım. Bu oranı herkes
için 40 bin dolara çıkarabilir
misiniz? Tabiî ki hayır! Böyle
bir dünya yok. O zaman biri
kazanırken, bir diğeri doğal
olarak kaybetmek durumunda.
Şimdi dünyanın bütün enerjisini toplayalım, çok basit bir
hesap yapalım; dünyanın bütün
enerjilerini kalem kalem alt alta
yazalım örneğin. Şu kadar güneş enerjisi, şu kadar rüzgâr, şu
kadar yeraltı kaynağı, şu kadar
yer üstü kaynağı, şu kadar doğalgaz vs. Diyelim ki 100 sayısına ulaştık… Dünyanın nüfusuna 6 buçuk milyar diyelim
örneğin ve 100 sayısını dünya
nüfusuna bölelim. Eğer kardeşçe yaşayacaksak, bulacağımız
o rakama herkesin razı olması
gerekir. Hesap bu kadar net!
Az önce ifade ettiğim gibi,
bir ülkenin kendi halkının
menfaatine olacak şekilde sosyal, siyasal ve politik gücünü
arttırması demek, bir diğer
grubun zayıflaması demektir.
“Sen Ebu Bekir’liğine bak!” derler adama…
Bu ülkenin en büyük problemi, işbirliğinin ve iç düzenin
sağlanmasıdır aslında. Bunu
sağladığımız zaman çok şey
kolaylaşacak. Zira bu ülkenin
yeraltı kaynakları, insan gücü,
tarihten devşirdiği güç, gelenek
ve göreneklerinden gelen direnci ve kurumsal yapısı dünyayla
rekabet edebilecek güçtedir.
Ama ne zaman? Kendi iç
huzurunu ve işbirliğini tesis
EURAS çatısı altında da
Avrasya Üniversiteler Birliği ismi ile çok ciddi işler yaptık. Hatta “EURAS, bir ERASMUS’tur” cümlesini
kurabilirim size. ERASMUS, bir papazın kuruluşudur, biliyorsunuz. Papaz kurmuştur yani. Biz de bu
networku kendi coğrafyamızda, Avrasya sınırları
içinde, kendi içimizde nasıl gerçekleştirebileceğimizi düşündük ve bu uluslararası ağı yapılandırdık. Dönemin Cumhurbaşkanı Sayın Abdullah Gül
ile dönemin Başbakanı ve şimdiki Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın oluru ve
Bakanlar Kurulu kararı ile kurulmuş bir yapıdır o
da. 8 yıllık bir geçmişe dayanan, kısa zamanda oldukça etkili işler yapan aktif bir sivil toplum ağıdır.
“Ebu Cehil, Ebu
Cehil’liğini, Ebu Bekir
de Ebu Bekir’liğini
yapacak”
Buradan Gezi ve benzeri
spesifik olaylara gelirsek…
Gezi olayları kesinlikle dâhilî
ve haricî işbirliğinin ortaya
çıkartmış olduğu bir tablodur.
Bu sistemin bir ürünüdür. Tabiî
burada “Neden oldu, nasıl
oldu?” gibi detaylara giremeyeceğiz ama burası net!
“Bu ülkeler neden böyle
yapıyorlar?” diye anlamsız bir
kızgınlık ya da kınamaya sarılacak da değiliz tabiî. Zira bu
olgun bir tavır olmaz. O ülkeler
de kendi işlerini, kendi görevlerini yapıyorlar. Ebu Cehil, Ebu
Cehil’liğini, Ebu Bekir de Ebu
Bekir’liğini yapacak sonuçta.
temmuz 2015
99
HABERA JANDA/ SÖYLEŞİ
ettiği zaman… Dolayısıyla
dünyanın dümeninde yer alan
ve bu yumuşak karnımızı bilen
güç odakları da sürekli bu zayıf
noktaya yöneliyorlar ve aynı
can yakıcı olayları yeniden ve
yeniden yaşamak zorunda kalıyoruz.
Geçtiğimiz günlerde UrfaSuruç, Adıyaman, MardinNusaybin hattında yaşadığımız
sıcak olaylar ve kayıplar da bunun sayısız örneklerinden biri
işte! Bu adresler, tabir yerinde
ise yumuşak karnımıza neşter
atmaya devam da edecekler.
Burada bizim nerede olduğumuz, dünyadaki gelişmelerin
ne kadar farkında olduğumuz
ve sağlıklı strateji üretip uygulayabilmemiz önemli. Tabiî
zamanımız dar olduğundan
bu konuları şu an açamıyoruz
ama bunlar hep geniş kapsamlı
konuşulacak, konuşulması
gereken meseleler.
Bakınız, dünyadaki meselelerin alacağı şekle karar veren
merkezler, bu merkezlerin
yönetildiği belirli odalar vardır.
Büyük bir oda, 200 metrekare
genişliğinde bir salon tasavvur
edin, ortada da uzunca bir
masa. Bu odanın her tarafında dolaplar var. Bir dosyanın
girebileceği uzunlukta raflar
düşünün alabildiğine. Bu odada
sanırım 2 bine yakın dosya var.
O odayı gördüm ben, öyle bir
oda var yani. Odanın arkasında
uzunca bir masa var. Bu masanın etrafında da bazen 8, bazen
10, bazen de 12 kişiye kadar
ekipler yer alır. Bunlar çoğunlukla, tıpkı filmlerdeki gibi
beyaz önlük giymişler; laboratuvarda çalışır gibi çalışır bu
kişiler. Bu kişiler masanın etrafında otururlar ve o masanın
üzerinde de devamlı 3-5 dosya
vardır. Dünyanın dümenindeki
bu kişiler bu dosyalara şekil
verirler. İşte o dosyaların bir
bölümünde de “Türkiye” bölümü vardır! Türkiye bölümünün
raflarında kıta sahanlığı, Erme-
100
temmuz 2015
ni meselesi, Kürt sorunu, Batı
Trakya konusu, azınlıklar gibi
dosyalar vardır. Her daim Türkiye ile ilgili bir dosya masanın
üzerindedir yani.
Tabiî sadece Türkiye için
geçerli değildir bu, Rusya da,
Yunanistan da aynı durumdadır. Ve dünyaya şekil veren bu
adamlar, ellerindeki neşterlerle
o ülkenin pozisyonuna göre, o
coğrafyanın yumuşak karnına
dokunurlar. Her dokunuşta o
ülke zıplar biraz. Türkiye, bu
tarz konulara en fazla maruz
kalan coğrafyadır belki. Çok sık
yaşarız biz bunu. Sonra bakarlar ki o ülke çok fazla zıplamaya
başladı ve konu çok dikkat
çekmeye başladı, o zaman o
dosyayı kaldırırlar ve başka bir
dosyayı aşağı indirerek eski
dosyayı bir başka zaman raftan
indirmek üzere yerine koyarlar.
Bu kadar basit ve nettir bu
düzen! Dolayısıyla oturup ağlamak yerine işimizi yapacağız
biz, buradaki temel mesele,
birlik ve beraberliktir.
“STK’lar,
toplumların ve
insanlığın aort
damarlarıdırlar”
• Ağırlıklı olarak eğitimci
yönünüzü konuşurken sivil
toplumcu yönünüze fazla
değinemedik ama bu alanda
da oldukça etkin bir kimliksiniz aslında hem ulusal,
hem de uluslararası planda.
Birçok uluslararası sivil toplum kuruluşunda aktifsiniz.
Ulusal ve uluslararası sivil
toplum örgütlenmelerinin
toplum mühendisliği ve
sosyal rehabilite süreçlerindeki iletişim ve yönetişim
zeminindeki yerini ve fonksiyonalitesini nasıl izah edersiniz? Ülkemizde bu konsept
yeterince işlevsel bir düzeyde
kullanılabiliyor mu sizce?
Neden STK’larda etkin
görev yapmayı tercih ettiğimi
Ayten Çalış
söylemiştim az evvel. Sahip
olduğumuz bilgi birikiminin
aktarılması, gerçek bir iletişimin
sağlanıp toplum yararına açığa
çıkartılması gerekiyor çünkü.
Yapılması gereken asıl şey bu.
Tabiî bunu biraz açarsak sizin
de soruda zikrettiğiniz gibi
STK’ların çok işlevsel kullanılması gereken noktalar olduğuna gelebiliriz. Adeta birer
stratejik üs gibidir bu noktalar.
Kısacası sivil toplum örgütleri,
o toplumun ve insanlığın aort
damarlarıdır aslında. Yani kalbi,
beyni besleyen, vücut sağlığını
tesis eden ana kanallardır.
İnsanların, halkın, toplumun
düşüncelerini, duygularını dile
getiren bu platformların birbiriyle entegre olabilmesi ve işlevsel kullanılabilmesi ise işin püf
noktasıdır biraz. Lokal bir boyutta kalmaması, tecrit edilmiş
bir biçimde spesifik faaliyetlerle
sistemsel yapıdan kopmaması
yani… Bunların siyasî içerikleri
ya da politik kimlikleri yoktur.
Dolayısıyla buradaki bütün
amaç, hangi sektörde olursa olsun, o sektörün kalp atışlarını, o
sektörün duygu ve düşüncelerini, beklentilerini, ilgili alanlarda,
ilgili platformlarda gündeme
getirmek, o sesi ilgili mercilere
duyurmaktır.
Ancak buradaki temel felsefenin altını tekrar çizmek
istiyorum: Etkin olarak faaliyet
gösterdiğimiz STK’ları yukarıdan aşağıya saydığımız ve gerek
Türkiye Sigarayla Savaş Derneği (TSSD), gerek Üniversiteler
Birliği, gerek Kent Konseyi,
gerek Franchising Derneği,
gerek Dünya Gönüllüleri,
gerek Viyana İktisâdî Forumu,
gerekse COPPEM gibi yapıların temeline indiğimiz zaman
hepsinin insan odaklı olduğunu
görüyoruz. İnsan merkezli
kuruluşlar bunlar. Yani bir sivil
toplumcu olarak hedefimiz,
sahip olduğumuz bilgi, birikim
ve tecrübeyi ortak bir havuzda
toplayarak sağlıklı organizas-
yonlarla topluma sunmaktır.
Örneğin Küçükçekmece
bugün 800 bin nüfusuyla
Türkiye’nin en büyük ilçelerindendir. Burada hiçbir siyasî görüş olmadan, her partinin ve her
sivil toplum kuruluşunun temsil
edildiği, Doğu-Batı fark etmeksizin her derneğin temsil imkânı
bulduğu, Alevî’si ve Sünnî’siyle,
Hıristiyan, Yahudi ve Müslümanıyla her türlü rengin mevcut
olduğu bir yapıdır Küçükçekmece Kent Konseyi. Tekrar
söylüyorum: Amaç; dil, din,
ırk, mezhep, siyasî görüş ayrımı
yapmaksızın, daha yaşanılabilir
bir Küçükçekmece’yi meydana
getirebilmek adına ortak hareket
edebilmek. İşte Türkiye’nin de
böyle olması lazım!
“Sigara sağlığa
zararlı değildir;
sigara eşittir
ölümdür”
Sivil toplum aktivasyonlarından söz ederken, 16 yıllık tarihçesi ile bu alandaki tek STK
olma özelliğini taşıyan, Genel
Başkanı olduğum Türkiye Sigarayla Savaş Derneği (TSSD)
ile alakalı birkaç noktayı paylaşmak isterim.
1984 yılında, Mısır’da iken
bir makale okudum. “Sigaranın
Gerçek Yüzü” başlıklı bir yabancı makale… Bizler yıllarca sigaranın sağlığa zararlı olduğunu
biliyorduk. Oysa sigara sağlığa
zararlı filan değil, sigara her şeyiyle ölümdür. “Sağlığa zararlı”
ifadesiyle konunun ciddiyetinin
nasıl ucuzlatıldığını, insanların
nasıl kandırıldığını okuduğum
o makale ile çok net gördüm o
an. Ve o yazıyı okuduktan sonra
hayatımı değiştirdim.
Ben bir sigara içicisiydim
aslında, 80’li yıllarda bıraktım. Ve ondan sonra sigara ile
yapmış olduğum mücadeleyi
Kâbe’de tavaf yapan bir insana
benzeterek, bu alandaki mü-
cadelemi bir ibadet ruhuyla
yerine getirmeye çalıştım. Ve
bu niyetle bu ciddi çalışmaya
girdik. Uzun yıllar içerisinde
de çalışma arkadaşlarımla
birlikte çok ciddi çalışmalar
yürüttük. Derneğimizin açık
adı, “Türkiye Sigarayla Savaş
Derneği” (TSSD). Başındaki
Türkiye ifadesi, malumunuz
Bakanlar Kurulu Kararı ile
verilir. O sözcüğü ancak o şekilde kullanabilirsiniz dernek
olarak. Türkiye Sigarayla Savaş
Derneği bu alanda Türkiye’deki
tek STK’dır. Tütünsüz hava
sahası ile ilgili tüm çalışmalar,
bütün sigara yasakları, çıkan
kanunların tüm altyapıları 16
yıllık çalışmamızın birer mahsulüdür esasen. Bu konuda bize
ciddi bir hizmet imkânı verdiği
için Allah’a şükrediyorum. Çok
hassas olduğum bir konu bu.
“Eğer marka
değilseniz
hamalsınız!”
TSSD’deki faaliyetlerimizden Franchising Derneği’ndeki
çalışmalarımıza geçersek, orada
da şu anahtar cümleyi söyleyebilirim size: “Eğer marka değilseniz, hamalsınız!” Yani eğer
marka olmayı başaramamışsanız, ne üretirseniz üretin, ürettiğiniz şeyin hamalısınız. Dolayısıyla Franchising sistemindeki
aslî gayemiz, Türkiye’deki markalaşma grafiğini yükseltmek,
markalaşabilmişlik oranını
arttırmaktır.
Buradan COPPEM’e geçersek o da çok önemli bir
ağ… Geçmişte başkanlığını Lombardi yapıyordu. Merkezi Palermo’dur bu yapının
da. COPPEM’in başkanlığını, o dönemki “Sicilya Başkanı” kim ise o yapar. Böyle bir
sistemi var yani. Bütün Avrupa
ve Akdeniz’deki ülkeler buraya
üyedirler. 20 yıla yakın bir geçmişe sahip olan bu yapıda da
oldukça aktifiz. Bu çatı altında
yaptığımız ve en çok itibar edi-
len çalışmalardan bir örnek vereyim size.
Avrupa Birliği’ne girmemize muhalif ülkelerin başında
Yunanistan gelir, biliyorsunuz;
gerçi son dönemlerde bu itiraz epey hafifledi ama 10 yıl
önceki atmosferi düşünün…
Yunan Hükümeti siyaseten
bütün deklarasyonlarında
Türkiye’nin AB üyeliğine karşı
olmasına rağmen, o en hararetli dönemlerde, içinde Yunan
delegasyonunun da bulunduğu
COPPEM’de biz, “Türkiye,
Avrupa Birliği’ne girmelidir!”
diye deklarasyon yayınladık. Ve
bu çerçevede Yunan delegasyonunun da imzasını aldık.
Yine başka bir organizasyonda da Filistin ve İsrail delegasyonunu bir araya getirip belediyeler birliğini oluşturduk orada.
İşte bu, sivil toplumun gücüdür!
Birçok alanda bu tarz önemli
örnekleri sayabilirim size.
“EURAS (Avrasya
Üniversiteler Birliği),
bir ERASMUS’tur
aslında”
EURAS çatısı altında da Avrasya Üniversiteler Birliği ismi
ile çok ciddi işler yaptık. Hatta
“EURAS, bir ERASMUS’tur”
cümlesini kurabilirim size.
ERASMUS, bir papazın kuruluşudur, biliyorsunuz. Papaz
kurmuştur yani. Biz de bu
networku kendi coğrafyamızda,
Avrasya sınırları içinde, kendi
içimizde nasıl gerçekleştirebileceğimizi düşündük ve bu
uluslararası ağı yapılandırdık.
Dönemin Cumhurbaşkanı Sayın Abdullah Gül ile dönemin
Başbakanı ve şimdiki Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip
Erdoğan’ın oluru ve Bakanlar
Kurulu kararı ile kurulmuş bir
yapıdır o da. 8 yıllık bir geçmişe
dayanan, kısa zamanda oldukça
etkili işler yapan aktif bir sivil
toplum ağıdır.
Neticede bunların hepsindeki
temmuz 2015
101
HABERA JANDA/ SÖYLEŞİ
temel gaye, bu coğrafyadaki
ekonomik, sosyal, siyasal olayları akademik platformlarda
gündeme getirerek, oradaki
çıktıları ilgili ülkelerin liderleriyle
paylaşmak ve bu coğrafyanın
daha müreffeh, daha huzurlu,
daha etkin, daha eğitimi yüksek
bir seviyeye çıkmasını temin
etmektir. Mesela şu an ENQA
(European Association for
Quality Assurance in Higher
Education-Avrupa Yükseköğretimde Kalite Güvence Birliği)
ile irtibata geçerek EURAS’ın
içinde bir kalite ajansı oluşturuyoruz. Avrasya’daki bütün ülkelerin eğitim kalitesini takip edecek
olan bir merkez olacak burası.
Sonuç itibariyle özetleyecek
olursak, hepsinin temeline indiğimiz zaman, çalışmalarımızın
hepsi insan odaklı ve en önemli
de ortak payda ve amaç bu!
Gençler için kutsal
koordinatlar
• BİL Holding’in de kuruluş felsefesinde yer alan
demokrat ve yenilikçi kimliğinizle, sizi tanımlarken
sıklıkla kullanılan “Türkiye
Sevdalısı” ifadesi ve de iş
102
temmuz 2015
adamı, eğitimci, aktivist
düzeyinde bir sivil toplum
kurumu yöneticisi şeklinde
sıralayabileceğimiz zengin yelpazeniz üzerinden
bugün genç jenerasyona
olan temel mesajınız nedir?
Böylesi ritmik ve mümbit
bir çalışma temposuna, çok
yönlü bir üretim modeline
haiz, dinamik bir kimlik
olarak öğrencilerinize ve
tüm Türkiye gençliğine olan
şahsî önerileriniz, tavsiye
ettiğiniz ufuk ne olabilir?
Bütün hayatını gençliğe
adamış bir insanım. Gerek sivil
toplum kuruluşlarında, gerek
eğitimde yaptığım çalışmalar
sebebiyle benim sektörüm bu,
uzmanlık alanım “gençler”...
Dolayısıyla gençler üzerinde
yakın çalışan biri olarak vereceğim mesaj şudur ki, öncelikle
özgüven meselesi çok önemli!
Gençlerimizin “Yapabilirim/
Edebilirim” ifadelerini içlerine
sindirmeleri lazım.
İkinci nokta ise “sabır”...
Gençler ne kadar sabırlı ve
tahammüllü iseler, ne kadar
özverili bir yapıları varsa, geleceğe de ancak o ölçüde imza
atabilirler. Yani gelecekte iyi
bir hizmet yapmak istiyorlarsa
mutlaka sabırlı, tahammüllü ve
özverili olmalılar.
Bir diğer husus ise “aile”..
Muhakkak kendilerini yetiştiren
ailelerinin kıymetini bilmeliler.
Moral değerlere sahip olmaları,
ahlâkî açıdan sağlam bir yapılarının olması, olmazsa olmazların başında gelen hususlardır
elbette. Geçtiğimiz günlerde
İstanbul Aydın Üniversitesi’nin
yaz okulu projesinde konuşmacıydım. (Bizim bir de “lise yaz
okulu” projemiz var; o alanda da
seçkin okulların seçkin öğrencilerinden bir proje grubu çalışıyor.) O toplantımızda gençlere
aile konusunda şunları aktardım: “İnsanın hayatta kendi
iradesiyle seçemediği iki önemli
varlık vardır: Biri annesi, diğeri
de babası… Bunlar bize ilahî bir
güç tarafından tayin edilmiştir.
Dolayısıyla bunun nedenini,
niçinini sorgulama hakkına
sahip değiliz. Onları bize o ilahî
kudret verdiği için, anne ve
babada da ilahî bir güç, farklı bir
kutsiyet olduğuna inanırım ben.
Şahsî inancım budur! O yüzden
âyet-i kerîme’de ‘Onlara üf bile
demeyiniz!’ buyuruluyor. Bu
ifade bir Hz. Mevlana ya da Hz.
Yunus sözü değil, âyet-i kerîme.
Dolayısıyla Kur’an-ı Şerîf bize,
anne babaya koşulsuz itaati
emretmekte…”
Gençlere anne-baba konusunda çok hassas olmaları
gerektiğini söylerim her fırsatta.
Hele boşanma oranlarının
yüzde 40’lara ulaştığı, toplumumuzun ana harcı olan aile kurumunun yavaş yavaş dağıldığı
böylesi bir zeminde ailelerine,
bir can simidine sarılır gibi
sarılsınlar. Kaybetmez, daima
kazanırlar!
Bir başka tavsiye daha…
Hangi alanda çalışırlarsa çalışsınlar, fark oluştursunlar. Bu
çok önemli! Zira yarın hayatta
başarı sağlayabilmelerinin ön
koşulu bu! Ne kadar fark yaratabildikleri yani… Bunun için
bir diğer kişiden bir adım önde
olmak zorundalar. Yarınlarını
ancak bu cehd ve disiplinle inşa
edebilirler. Hepsinin gözlerinden öpüyorum…
*Alıntının yer aldığı kitap: Trabzonlu
Hâfız İsmail Efendi -Son Dönem Osmanlı
Mütefekkirlerinden-, İstanbul Aydın
Üniversitesi Yayınları, 2012.
haberajanda
Toplum
R
Mesut Emre Balcı
[email protected]
AHMAN, insanı dünyaya
gönderdi ve âlemi onun
hizmetkârı kıldı. Ona
Kendi ruhundan üfledi
ve mahlûkatın zirvesine
onu yerleştirdi. Melekler,
“Yeryüzünde bozgunculuk
yapacak, kan akıtacak
birini mi var edeceksin?”
dediğinde, “Ben sizin bilmediklerinizi bilirim” dedi.
Seçkin kullarına indirdiği
vahiy aracılığıyla bütün insanlığı varlığından haberdar etti. İnsanı da yaratıp
başıboş bırakmadı. Öyle
bir dengeden bahsetti ki,
eğer istikamet üzere olursa
meleklerden üstün hale
gelebileceğini, bozgunculukta ısrar ederse aşağıların en aşağısı olabileceğini
öğretti. İşte bu iki uçurum
arasında yerini seçebilmesi için ona “irade”yi verdi.
İnsan, iradesini kullanarak
ya kendisine iyi ve kötüyü
öğreten ilahî kelâmın ve o
kelâmı bir hayat tarzı olarak dünya pratiğine dökmüş olan Resul’un ışığında
dünyasını abad edecek
ya da bütün bu kılavuzları
hiçe sayarak kendini ebedî
olarak berbat edecekti.
İnsana hitap eden ilahî
söz kaleme döküldü.
Kâinatı kuşatan kelâm
yeryüzüne indikçe kalem
yazdı ve o ilahî söz “Kitap”a
dönüştü. Bütün ilimlerin
kaynağı olan Kur’an, insana hangi dönem veya
hangi çağda yeryüzünde
bulunmuş olursa olsun
rehberlik etti; onun dünya
ve ahiret muhakemesine
ışık tuttu.
İnsan, dünya hayatında
kendi varlığıyla alakalı her
daim bilgiye muhtaçtır.
Aslî ihtiyaçlarını giderebilmek, hayatını devam etti-
“Ben sizin bilmediklerinizi
bilirim” dedi. Seçkin kullarına
indirdiği vahiy aracılığıyla bütün insanlığı varlığından haberdar etti. İnsanı da yaratıp başıboş bırakmadı. Öyle bir dengeden bahsetti ki, eğer istikamet
üzere olursa meleklerden üstün
hale gelebileceğini, bozgunculukta ısrar ederse aşağıların en
aşağısı olabileceğini öğretti. İşte
bu iki uçurum arasında yerini
seçebilmesi için ona “irade”yi
verdi.
Bulunmazı aramak
İRADESİNİ İlahî Kelâmdan aldığı muhakeme yeteneğiyle
hak yolda kullanmak ve dünyayı farklı bir bakışla izlemek,
akıp giden zamana doyumsuz bir tatla dokunmak, insan
için zor ama imkânsız olmayan büyük bir yolculuktur. İlahî
Kelâmın kalem kalem nakşedildiği Kitap’a kendini teslim
etmek, benliğini o nurla doldurmak... Dünyevî her isteğine
ulaştıkça daha fazlasını istemek, bitmek bilmeyen doyumsuzluğuyla haddini aşmak ve istediği olunca kendinden,
olmayınca Rabbinden bilme nankörlüğü insanoğlunun yüzyıllardır süregelen hastalıklarından değil mi?
rebilmek, yaşamını daha
kolay hale getirebilmek
için bilgi en büyük nimettir. Sözgelimi yeni doğmuş
bir bebek hayata adımlarını atarken, kendisine
insan olarak yaratılmış
olması hasebiyle verilmiş
yeteneklerini geliştirirken
anne-babasının kendisine
öğrettiği bilgiyi kullanır.
Çeşitli ilimlerle meşgul
olan insan, kendisinden
önce o ilimle iştigal etmiş
olanların o güne kadar
ürettikleri bilgiyi kullanarak o birikim üzerine
kendi yeteneğini inşa eder.
Her an ve her saniyesinde
bilgiye muhtaçtır insan.
Hayatın gözle görünür,
elle tutulur taraflarının
dışında kalan kısımlarda
ise hikmet devreye girer.
Kaynağını Kur’an’dan alan
bir ilim ve o ilmin, zihnin
her tarafına nakış nakış
işlendiği bir ortamda artık
görünmezleri görünür
kılan, bilinmezleri hisset-
tiren hikmettir. Elmalılı
Hamdi Yazır, “Hikmet, ilim
ve onunla ameldir. Her
ikisini cem edemeyene
hâkim denmez” diyor.
İlim, hiç şüphesiz insan
için çok önemli bir yol
göstericidir; ancak her ilim
insanı doğruya götürmez.
Bu yüzdendir ki Âlemlerin
Efendisi, “fayda vermeyen
ilimden Allah’a sığınmış”,
bize de öyle öğretmiştir.
İnsanın, varlığının
sebebini dahi anlayamadığı kimi nesneler, aklının
almadığı kimi olaylar veya
üzerine düşünüp de bir
türlü iç yüzünü anlayamadığı birçok mesele, esasen
farklı hikmetlerle doludur.
Kâinata hikmet nazarıyla
bakanlar, varlığı bambaşka
bir gözle görür, bambaşka
bir hisle duyarlar.
İradesini İlahî
Kelâmdan aldığı muhakeme yeteneğiyle hak
yolda kullanmak ve
dünyayı farklı bir bakışla
izlemek, akıp giden zamana doyumsuz bir tatla
dokunmak, insan için zor
ama imkânsız olmayan
büyük bir yolculuktur.
İlahî Kelâmın kalem kalem nakşedildiği Kitap’a
kendini teslim etmek,
benliğini o nurla doldurmak... Dünyevî her isteğine
ulaştıkça daha fazlasını
istemek, bitmek bilmeyen
doyumsuzluğuyla haddini
aşmak ve istediği olunca
kendinden, olmayınca
Rabbinden bilme nankörlüğü insanoğlunun yüzyıllardır süregelen hastalıklarından değil mi?
Ne mutlu kalbini ve
aklını insanoğlunun hırslarından arındıranlara! Ne
mutlu gözü ötelerde olanlara! Ne mutlu duygusuz
ve ruhsuz bilgilerin değil,
hikmetin peşinde olanlara!
Kaynağı Kur’an olan ilimle
yola çıkarak bulunmazları aramaya çıkanlara ne
mutlu!
temmuz 2015
103
haberajanda
Portre
Vefatı’nın 235. yıldönümünde
Erzurumlu
İbrahim
Hakkı’nın
iyi bir tahsil
gördüğü,
eserlerinden
anlaşılmaktadır. “Bu
zamanda en
dürüst dost,
en uygun
meclis arkadaşı, en seçkin yoldaş,
yârların en
hayırlısı ve
sevgililerin
en sevgilisi
kitaplar olduğu için bunların sohbetlerine meylimi
salmışımdır”
şeklindeki
sözleri, onun
düzenli öğrenim yanında
kendi kendini
yetiştirmeye
de büyük
önem verdiğini göstermektedir.
2
MUHARREM 1115’te (18 Mayıs 1703), Erzurum’un
Hasankale ilçesinde doğan Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretlerinin babası Derviş Osman Efendi, aralıklarla otuz yıl kadar süren iyi bir eğitim görmüştü
(Ma’rifetnâme, s. 521). Annesi, Hasankale’nin ileri gelenlerinden Dede Mahmud’un kızı Şerîfe Hanîfe Hanım’dır.
>> İbrahim Hakkı’nın “Hakîrullah”diye andığı ve “hilm ü hayâ madeni” olarak tanıttığı babası, bazı
maddî ve ruhî problemler sebebiyle sıkıntılı bir dönem yaşamış, İbrahim Hakkı’nın doğumuyla bir ferahlık hissetse de sıkıntısı devam
etmişti. 1119’da (17-07) Erzurum’a yerleşen Osman Efendi, burada yörenin ileri gelen ilim ve tasavvuf erbabıyla tanışmış ve 1122’de (1710) Hac niyetiyle yola çıkmışken Siirt’e yaklaşık 7 kilometre uzaklıkta bulunan Tillo’ya uğramış, yörenin tanınmış mürşidlerinden İsmail Fakîrullah’a intisap
ederek buraya yerleşmiş, böylece yıllardır aradığı huzura burada kavuşmuştur.
Babasının isteği üzerine dokuz
yaşında iken amcası Ali tarafından
Tillo’ya götürülen İbrahim Hakkı,
babasıyla karşılaştığında şeyhi İsmail Fakîrullah’ı da orada gördüğünü, içinde ona karşı derin bir
sevgi ve hayranlık duygusu uyandığını ifade eder. Bundan sonra
İsmail Fakîrullah’ın babası için
yaptırdığı, günümüze kadar ayakta
kalan hücrede yaşamaya başlamış,
İsmail Fakîrullah’ın ilim ve irfanından istifade etmesinin yanında, Ma’rifetnâme’deki ifadesiyle
(s. 516) “peder-i azîzi kendisini
hücredaş edip hilm ü rıfk ile ilim
öğretip lutufla terbiye kılmıştır”.
İbrahim Hakkı’nın ilk tasavvuf
zevkini babasından aldığı anlaşılmaktadır. 17 yaşında iken babasını
104
temmuz 2015
Ahmet Fidan
[email protected]
Ma’rifetnâme müessiri âlim, sûfi ve şair
İbrahim Hakkı
kaybeden (Receb 1132/Mayıs 1720) İbrahim Hakkı, muhtemelen öğrenimini sürdürmek amacıyla aynı yıl Erzurum’a dönerek büyük amcası Molla Muhammed’in
evine yerleşti. Burada, özellikle Arapça ve
Farsça konusunda kendisinden faydalandığı söylenen Erzurum Müftüsü Şair Hâzık
Mehmed Efendi dışında kimlerden ders
okuduğu hususunda bilgi bulunmamaktadır.
1177’de (1763) üçüncü defa Tillo’ya giden İbrahim Hakkı, İsmail Fakîrullah’ın
oğulları Hamza Ganiyyullah ve Mustafa
Fânî tarafından babalarının halifesi olarak
büyük bir ilgiyle karşılandı; muhtemelen
Tillo’ya yerleşmesini sağlamak üzere onu
kız kardeşleriyle evlendirdiler. Bu sırada
“İnsâniyye” adlı eserinin telifini tamamlayan İbrahim Hakkı, 1177 Şevval’inde (Nisan 1764) Mustafa Fânî ile birlikte ikinci
defa Hacca gitti ve dönüşte yine Tillo’da
kaldı. Burada öğrenci okutmaya ve eser
yazmaya devam etti. Bu arada geniş hacimli eserlerinden “Mecmûatü’l-Meânî”yi
bitirdi. Bir süre sonra da Erzurum’a gitti.
1181’de (1768) Erzurum Müftüsü Şeyh
Mustafa Efendi ile beraber üçüncü defa
çıktığı Hac yolculuğu sırasında amcasının
oğlu Yûsuf Nesîm’e Şam’dan yazdığı mektupta, eserlerinin oralarda bile arandığını ve
ilgiyle okunduğunu bildirmiş, kendisinden
bazı kitaplarını temin edip göndermesini
rica etmiştir.
Vefatı ve ardından
kalanlar
Yolculuğun ardından Erzurum’a dönen
İbrahim Hakkı Hazretleri, yaklaşık üç yıl
sonra oğlu İsmail Fehim ile birlikte tekrar
Tillo’ya giderek buraya yerleşti. 1189’da
(1775) altı ay kadar süren ağır bir hastalığa
yakalandı.
Kısa bir süre sonra şeyhinin büyük oğlu
Hamza Ganiyyullah’ın ölümü üzerine yalnızlığı daha da artan İbrahim Hakkı, 19
Cemâziyelâhir 1194 (22 Haziran 1780)
tarihinde vefat etti.
Vefatından iki yıl önce yazdığı vasiyetnamesinde şeyhinin kubbesi altına defnedilmemesini ve oraya şeyhin evlatlarının gömülmesi gerektiğini belirtmesine rağmen,
bunu bir fedakârlık olarak telakki eden
İsmail Fakîrullah’ın oğlu Mustafa Fânî’nin
isteği üzerine şeyhinin türbesine defnedildi. Bizzat İbrahim Hakkı tarafından yaptırılan, planı da kendisine ait olan bu kubbeli
türbe, yaklaşık 40 metrekaredir ve sekizgen
bir kaide üzerine oturtulmuştur. Günümüzde bir ziyaret mahalli olan türbede, her
yıl 18 Mayıs-22 Haziran tarihleri arasında
çeşitli faaliyetler yapılmaktadır.
İbrahim Hakkı’nın iyi bir tahsil gördüğü,
eserlerinden anlaşılmaktadır. “Bu zamanda
en dürüst dost, en uygun meclis arkadaşı,
en seçkin yoldaş, yârların en hayırlısı ve
sevgililerin en sevgilisi kitaplar olduğu için
bunların sohbetlerine meylimi salmışımdır” şeklindeki sözleri, onun düzenli öğrenim yanında kendi kendini yetiştirmeye de
büyük önem verdiğini göstermektedir.
Geniş tasavvuf bilgisi, konuları iyi bir
düzen içinde ve anlaşılır bir üslûpla ifade etmesi, özellikle eğitimde Arapçanın
hâkim olduğu, Türkçe eserlerde ise ağdalı
bir dilin kullanıldığı dönemde eserlerinin
büyük bölümünü nispeten sade bir Türkçe
ile yazması, İbrahim Hakkı’nın takdire değer yönlerindendir. Ayrıca geleneksel astronomi yanında yeni astronomiyle tıp,
anatomi, fizyoloji, aritmetik, geometri, trigonometri, felsefe, psikoloji ve ahlâk gibi
alanlarda oldukça geniş bir birikime sahip
olduğu görülmektedir.
İbrahim Hakkı, ilmî ve tasavvufî birikimini maddî menfaat temini için kullanmamıştır. İstanbul’da iken kendisine tevcih
edilen Abdurrahman Gazi Dede zâviyedârlığının geliri son derece azdı. Ailesi kendi el emeği ve babadan kalma birkaç parça arazinin geliriyle geçinmeye çalışmış,
kendisi de oldukça kısıtlı imkânlar içinde
yaşamıştır.
Oğullarından birine ithaf ettiği sanılan
“İrfâniyye” adlı eserinin sonunda yer alan
“Tekkelerde eğlenmeyip ilim meclisine gelesin! Herkese şefkat nazarıyla bakıp hiçbir
ferdi hakir görmeyesin ve kimseden hiçbir
nesne istemeyip kimseye bir hizmet buyurmayasın! Tezyîn-i zâhiri koyup gökçek
ahlâk ile tezyîn-i bâtına gidesin!” şeklindeki nasihatleri onun ilme, güzel ahlâka ve
insana verdiği değer yanında kanaatkâr ve
tok gözlü olmayı, minnetsiz yaşamayı telkin etmektedir.
İbrahim Hakkı’dan geriye 58 adet eser
kalmıştır. En meşhuru, “Ma’rifetnâme” adlı
eseridir. Çoğu kez atasözü yerine kullanılan “Hakk şerleri hayreyler” mısraı ile başlayan “Tevfizname”si meşhurdur. Ayrıca
İbrahim Hakkı Hazretlerinin bir de “Su
Kasidesi” bulunmaktadır. Edebiyat ve sanat
bakımından Fuzulî’ninki kadar güzeldir.
temmuz 2015
105
haberajanda
Psiko-Reçete
Boşanın, A
tamam!
Ama lütfen bu kararı
çocuklarınıza doğru
bir dille açıklayın!
106
temmuz 2015
İLE ve Sosyal Politikalar
Bakanlığı “aile yapımız için
doğru adımları attığını” düşünedursun, bizler terapi
odalarında çalışırken evli
çiftlerin boşanma ve bağımsız yaşama
merakıyla uğraşalım. Çiftler evleniyor,
incir çekirdeğini doldursun veya doldurmasın, çeşitli nedenlerle ayrılıyorlar.
>> Bilinçli ebeveyn, kendi geleceği hakkında önemli kararlar alırken çocukları için en doğru olanı yapmaya gayret ediyor elbette. Evliliği götürmek imkânsızlaştığında ayrılık kararı alınıyor ve mahkeme süreci
başlıyor.
Ayrılmak bir şey değil de, ayrılma kararının çocuklara
nasıl açıklanacağı önemli. Gerçi günümüz dünyasında
çocuklar o kadar olgunlar ki inanamazsınız! Anne babanın her gün kavga ederek beyinlerini tüketmelerindense, ayrılarak ayrı hayatları sakin şekilde yaşamalarından yana kullanıyorlar oylarını.
Ben yine de bu ay “Çocuklara ayrılık kararı nasıl açıklanır?” konusunda bazı bilgileri aktarmak istiyorum.
Gece elektronik postalarımı kontrol ederken dikka-
Mehtap Kayaoğlu
[email protected]
timi çekti. “Mehtap Hanım, eşimle ayrılıyoruz! 5 ve 12 yaşında iki kızımız var. Ayrılma kararını nasıl açıklayalım?” sorusuyla
karşılaştım. Oturmuş cevap yazıyordum ki,
“Dur! Kişiye özel cevap olmasın, herkes istifade etsin” dedim kendi kendime. Sizlere de
gönderiyorum aynı cevabı...
Madde madde süreç
Boşanmak, günümüzde maalesef biraz
artmaya başladı. Her ne kadar istemesek
de çevremizde birileri boşanıyor ve bizler
üzülüyoruz. Herkes nice umutlarla evleniyor ama bazen talihsizlikler, bazen yanlış
anlamalar, bazen inat kişilikler, bazen de
beklenmedik anlaşmazlıklar insanların ayrılmalarına neden oluyor.
Eğer ayrılık kaçınılmazsa evlilik danışmanlığı yardımı alın bence. Hatta evlilik
ilişkisi bitme noktasına gelmeden aile danışmanlığı hizmeti alın ki lüzumsuz nedenlerle ayrılmayın. Arabanızdan ses gelse koşa
koşa servise gidiyorsunuz, koltuğunuzun
döşemesi yırtılsa koşa koşa mağazaya gidip
yenisini alıyorsunuz, ancak evliliğinizden
çatırtılar geldiğinde inatla duymazlıktan gelip işi son noktasına getiriyorsunuz.
Madem istemesek de birileri boşanıyor,
madem bu boşanma durumlarında çocuklara
yapılacak açıklama konusunda kafanız karışıyor, ben size hemen maddeler halinde yazıyorum her zaman olduğu gibi. Aklıma gelenleri
sıralamanın en kolay yolu bu çünkü...
Öncelikle mümkünse ayrılmayın!
Evliliğinizde yürümeyen / yürütemediğinize inandığınız konularda mutlaka aile danışmanlarından/aile terapistlerinden yardım
alın. Belki son derece saçma ve aslında üzerinde durulsa kolaylıkla çözümlenebilecek
nedenlerle ayrılıyorsunuzdur. Kim bilir?
Ayrılma kararı kaçınılmaz bir hal almışsa, bu ayrılık kararını önce zihninizde sağlam bir zemine oturtun!
Günlük pratiğinizde “Yok yok, ayrılmam
lazım kesinlikle!” söylemiyle yaşayıp içinizde
bir yerlerde aslında ayrılmak istemediğinizi
düşünüyorsanız, önce kendi iç dünyanızda
boşanmaya hazır olup olmadığınızı gözden
geçirin. Kendinizi ikna edemediğiniz ayrılma kararını çocuğunuza iletmeyin.
Ayrılmak istediğinize eşler olarak birlikte
karar verin!
Biriniz ayrılmayı düşünürken diğeri hâlâ
eşini sevdiğini ve bu evliliğe devam etmek
istediğini düşünüyorsa çocuğun kafası ka-
rışır. Oturun ve konuşun! İyisiyle kötüsüyle
bir süreç paylaştığınızı, zaman içinde birbirinizden farklı olduğunuzu gördüğünüzü,
bu farklılıkların günlük pratiğinizde ikinizi
de yorduğunu, her insanın mutlu olmayı
hak ettiğini, mutluluğun şimdiden sonra
farklı hayatlar yaşamakta gizli olduğunu
söyleyin birbirinize.
Ayrılmaya karar verecekseniz, birlikte karar verin, başkalarının lafı sözüyle ayrılmayın. Başkalarının gereksiz ısrarlarıyla da iyi
gitmeyen bir evliliği sürdürüp kendinize
zulmetmeyin. Eş olarak ikiniz karar verin!
Ayrılma kararını çocuklarınızın yaşına
uygun olacak şekilde yapın!
Örneğin çocuklarınız iki yaş altındaysa
karşınıza alıp konuşmanız gerekmeyecek.
Fakat “Babam nerede?” diye sorarsa, “Baban
şimdi çok uzağa gitti, artık her zaman eve
gelemeyecek. Ama seni çok seviyor, hafta
sonları gelip seninle oyun oynayacak” deyin.
5-7 yaş civarı çocuğunuza dolambaçlı
olmayan, anlayabileceği düz ifadelerle, “Baban artık bizimle yaşamayacak. Biz birlikte
burada yaşayacağız. Seni çok seviyor baban.
Elinden geldiğince sık sık seni görmeye, seninle oynamaya gelecek. Ne zaman istersen
telefonla arayıp konuşabilirsin” diyebilirsiniz.
9-12 yaş civarı çocuğunuz biraz daha iyi
anlayacağı için, “Annenle ben anlaşamıyoruz yavrucuğum. Evde tartışmalar, sorunlar yaşıyoruz. Sizler bu anlaşmazlıktan
olumsuz etkileniyorsun. Hiçbirimiz mutlu
değiliz. Ayrılır, ayrı evlerde yaşarsak hepimiz daha mutlu olacağız gibi görünüyor.
Annen de, ben de sizi çok seviyoruz. Her
zaman birlikte olacağız, sadece yeni hayatımızda farklı evlerde yaşayacağız” şeklinde
söyleyebilirsiniz.
13-17 yaş civarı gençler, zaten biz söylemesek de ne olduğunu gayet iyi biliyorlar.
Onlara, “Oğlum, bir süredir aramızdaki ilişkinin iyi gitmediğini biliyorsun. Ayrılmaya
karar verdik. Ama bundan sonraki hayatımızda ‘Kim kiminle, nerede kalacak, nerede kiminle yaşayacak?’ gibi konularda karar
vermemiz lazım. Ve senin de bu kararları
alırken yapacağımız konuşmalara katılmanı
istiyoruz. Seni çok seviyoruz. Senin için en
uygun yaşam koşullarını oluşturmak istiyoruz” şeklinde izah edebilirsiniz.
Ayrılma kararını açıklarken, ilişkide yaralanmış kişi olarak konuşma yapmayın!
“Ah yavrum! Baban başka birine âşık
olmuş, bu durumda onunla daha fazla evli
kalamam” veya buna benzer yorumlara
girmeyin. Çocuk için gerekçe değil, netice
önemlidir. Karşı tarafa olan öfkenizi yansıtmadan, sadece ayrılık kararınızı açıklayın.
Aksi halde çocuğunuzu taraf tutmaya itersiniz ki çocuk hangi tarafı tutarsa tutsun,
diğer tarafa haksızlık yaptığını zannetmeye
başlar ve zaman içinde depresyona girebilir.
Ne yapın edin, çocuğunuzu ayrılma kararınızın tarafı haline getirmeyin!
Ayrılma kararını söylerken onun duygusal
konforunun bozulmayacağını dile getirin!
Çocuklar hep emniyette olmak isterler.
Şartlar ne olursa olsun, anne ve babalarının onları koruyacağını hissetmek isterler.
Duygusal konfor, “çocuğun sevildiğini, özlendiğini, terk edilmediğini ve şartlar ne
olursa olsun anne ve babası tarafından hep
korunacağını” bilmesidir. “Annen seni çok
seviyor, baban da seni çok seviyor; biz hayattayken seni kimse üzemez!” mesajını vermelisiniz.
Ayrılma kararınızı açıkladıktan sonra gelecek sorulara hazırlıklı olun !
Çocuklar, ayrılma kararını duyunca kendi
yaş ve ihtiyaçlarına göre ters gideceğinden
korktukları durumlar için sorular sıralayabilirler. Örneğin her gece çocuğa kitap okuyan
kişi babaysa ve boşandıktan sonra çocuk anneyle kalacaksa, “Ama ben annemle kalınca
bana gece uyurken kim kitap okuyacak?”
diye kendince endişeli bir soru sorabilir.
Bu durumda anne, “Tatlı kızım benim, ben
okuyacağım! Hem de aynen babanın okuduğu gibi çok tatlı okuyacağım, hiç merak
etme! İstersen babanla buluştuğunuz zamanlarda baban da sana kitap okuyabilir”
diyebilirsiniz.
Veya “E, hafta sonu antrenman çıkışlarında beni kim alacak?” diye soran ergene,
“Tabiî ki baban seni almaya devam edecek,
hem antrenman çıkışında birlikte takılır gezersiniz...” diyebilirsiniz.
Gönül ister ki kimse ayrılmasın, insanlar
mutlu evliliklerinde, huzur dolu ortamlarında gül gibi yaşayıp gitsinler, ama olmuyor
işte! Bazen iki kişi aynı evde olunca mutlu
oluyor, bazen ayrıldığında...
İlk aklıma gelenleri böylece yazmış oldum. Eksik kalanlar için soru sormaya devam edebilirsiniz. Bu konuda çocuğunuzun
çok sıkıldığını görüyorsanız lütfen getirin,
biz çözelim…
Sevgiler...
temmuz 2015
107
haberajanda
Kitaplık
Yazarımız Fikri
Akyüz’ün, Ahmet Yaşar Akkaya ile imza attığı
çalışmasını okudukça kanınız
donuyor, nefes
almakta güçlük
çekiyorsunuz…
Zira bu ülkeye
bir saatlik huzuru çok görenlerin
ne büyük planlara, ne iğrenç
ihtiraslara ve akıl
almaz fantezilere nasıl da sahip
olduklarına tâ o
dönemde şahitlik ediyor, geriliyorsunuz…
Bir manüpilasyo
Kışkırtan T
Akyüz ve
Akkaya’nın
kaleminden
çıkan ve Truva
Yayınları ile yayın dünyasına
arz edilen bu
araştırma-analiz
çalışmasının adı
“Kışkırtan Tapeler”. Kapakta
“Cumhuriyet’in
ilk tapeleri”
ibaresi ile birlikte “Tapelerin
dilinde darbe”
başlığı dikkat
çekiyor. Öyle ya,
dönem itibariyle
27 Mayıs’ı hazırlayan iğrenç
kurgunun planları acaba hangi
kelimelerle kodlanmış, hangi
olaylarla provoke edilmiş, halk
hangi yalanlarla
manipüle edilmişti acaba?!
Fikri Akyüz
108
temmuz 2015
Sungur İnci
[email protected]
n dosyası:
apeler
P
OLİTİKA dünyasının tanımlanması güç
etkenlerindendir ses kayıtları veya video görüntüleri. Tanımlanması güçtür,
zira kullanımıyla büründüğü çerçevede,
suyun içinde bulunduğu kaba göre şekil
alması gibi bir görüntü verir. Zamanında kamuya mâl
edilmiyorsa, kaydın hayır ve kamu faydası üzerine
tutulmadığı aşikârdır. Zira bu düşüncede korunan
kayıt, elinde tutanın faydası için saklanan bir şantaj
malzemesinden başka bir şey değildir.
Bir de şantaj konusu birçok
Latince kök ve ekle değişik
formlara sokulabiliyor. Örneğin
“montaj” ve “dublaj” terimlerini bu
noktada rahatlıkla öne çıkarabiliriz
ki “şantaj” ile akrabalıkları zaman
geçtikçe daha çok gün yüzüne
çıkıyor. Patinaj, arbitraj, senyoraj
gibi terimleri elbette bu konudan
uzak tutmak mümkün…
>> Peki, şantaj malzemesi
olarak kullanılmasa da bazı kayıtlar “Kimseye zarar gelmesin!”
düşüncesiyle saklanmış olabilirler
mi? Mesela sırf “devlet adamı”
unvanına sahip olduğu için yaptığı iş “şer” kategorisinde olsa
da “Devlete zeval gelmesin!”
duyusuyla o devlet adamı unvanına sahip olan kimsenin kayıtları
korunmuş olabilir mi?
Hayatımda tanık olduğum ilk
gizli kayıt, bir milletvekilinin beline
bağladığı ceketle başkalarının da
hazır bulunduğu bir eğlence meclisinde “Amanın T… yanıyorsun!/
Yanıyor, yanıyor, yanıyorsun…”
şeklindeki sözleri, tutturduğu bir
melodiyle dönemin önemli siyasî
aktörlerinden biri hakkında atıp
tutmasını içeriyordu. Görüntü
gizli alınmıştı; zira o milletvekili,
bulunduğu siyasî partinin genel
başkanına yöneltiyordu sözlerini.
Alkollü ve ceketi belinde olması
cabası tabiî…
Yine o dönemlerde her gün ses
kayıtlarından birine denk geliyorduk. Ses ve görüntü kaydına
“ÇALIŞMAMIZDA MİLLÎ İRADE İLE İKTİDARA GELMİŞ BİR
HÜKÜMETİN DARBE İLE, SİYASET DIŞI YOLLARLA NASIL
YIKILDIĞINA VE ÜLKENİN NASIL BİR KAOS ORTAMINA
SOKULDUĞUNA TANIKLIK YAPACAĞIZ. BU ÇERÇEVEDE
BÜLENT ECEVİT, COŞKUN KIRCA, EMİN PAKSÜT, FERİT
MELEN, FERDA GÜLEY, FETİ ÇELİKBAŞ, HIFZI OĞUZ
BEKATA, İSMAİL RÜŞTÜ AKSAL, KEMAL SATIR, KEMALİ
BAYEZIT, ORHAN ÖZTRAK, OSMAN ALİŞİROĞLU, TURAN
FEYZİOĞLU, TURGUT GÖLE VE TURAN GÜNEŞ GİBİ
ÖNEMLİ İSİMLERİN YER ALDIĞI CUMHURİYET TARİHİNİN
İLK TAPELERİNİ, BAŞBAKANLIK DEVLET ARŞİVLERİ
BELGELERİNE DAYANARAK İLK KEZ TÜRK KAMUOYU İLE
PAYLAŞIYORUZ.”
müsaade eden teknolojinin daha
da gelişmesiyle bu tür işlemler
daha fazla yapılır, haliyle medyada
daha çok sunulur oldu.
Peki, “Bütün bu yakın ve günümüz gündemini bir tarafa bırakıp
Cumhuriyet’in ilk yarısına gidelim
ve milleti sokaklara döken, milletin askerinin milletin kendisine
ve seçtiğine namlu doğrulttuğu
günlere gidelim… Ama o günlerin
ses kayıtlarıyla…” desem ne yapardınız? Heyecanlanır mıydınız?
Yazarımız Fikri Akyüz Ağabey,
Ahmet Yaşar Akkaya ile imza
attığı çalışmada işte bu heyecanı
yaşatıyor bize! Ancak o heyecan,
söz konusu kayıtları okudukça
kanınızı donduruyor, nefes almakta güçlük çekiyorsunuz… Zira
bu ülkeye bir saatlik huzuru çok
görenlerin ne büyük planlara, ne
iğrenç ihtiraslara ve akıl almaz
fantezilere nasıl da sahip olduklarına ta o dönemde şahitlik ediyor,
geriliyorsunuz…
Akyüz ve Akkaya’nın kaleminden çıkan ve Truva Yayınları
ile yayın dünyasına arz edilen
bu araştırma-analiz çalışmasının
adı “Kışkırtan Tapeler”. Kapakta
“Cumhuriyet’in ilk tapeleri” ibaresi ile birlikte “Tapelerin dilinde
darbe” başlığı dikkat çekiyor. Öyle
ya, dönem itibariyle 27 Mayıs’ı
hazırlayan iğrenç kurgunun
planları acaba hangi kelimelerle
kodlanmış, hangi olaylarla provoke edilmiş, halk hangi yalanlarla
manipüle edilmişti acaba?
Kitabın arka kapak
metni şöyle:
“17-25 Aralık 2013 operasyonları, tapelerin, Türk kamuoyunun
gündeminde bir kez daha yer
etmesine neden oldu. Cumhuriyet
tarihimizde zaman zaman telefon
dinlemeleri ve tapeler gündeme
geldi.
Türkiye Cumhuriyeti’nde
‘Ordu’nun olağandışı rolü’ her
daim konuşuldu, konuşulmaya
devam ediyor. Silahına güvenen,
silahı yoksa kalemini ‘konuşturan’,
kalemi yoksa sokak olaylarıyla
‘maksadın hâsıl olmasına’ gayret,
hatta teşvik eden, bu teşvikin zemin bulabilmesi için tahrik etmekte bir beis görmeyen ‘millî irade’
düşmanlarının vücut bulduğu bir
yer de Türkiye Cumhuriyeti’dir.
Çalışmamızda millî irade ile
iktidara gelmiş bir hükümetin
darbe ile, siyaset dışı yollarla
nasıl yıkıldığına ve ülkenin nasıl
bir kaos ortamına sokulduğuna
tanıklık yapacağız. Bu çerçevede
Bülent Ecevit, Coşkun Kırca, Emin
Paksüt, Ferit Melen, Ferda Güley,
Feti Çelikbaş, Hıfzı Oğuz Bekata,
İsmail Rüştü Aksal, Kemal Satır,
Kemali Bayezıt, Orhan Öztrak,
Osman Alişiroğlu, Turan Feyzioğlu, Turgut Göle ve Turan Güneş
gibi önemli isimlerin yer aldığı
Cumhuriyet tarihinin ilk tapelerini,
Başbakanlık Devlet Arşivleri belgelerine dayanarak ilk kez Türk
kamuoyu ile paylaşıyoruz.” İbret almalı, uyanık olmalı! Tapelerin kışkırtmalarına gelmemeli!
temmuz 2015
109
haberajanda
Kitaplık
12 yılın polemiği ve bir
“ABDULLAH
GÜL” KİTABI
Kitabı
içinden
dışına mı,
dışından içine
mi işlemek
gerektiğimiz
noktasında
biraz problem
yaşıyorum. İçi
dışına, dışı içine yansıyan
kitabın muazzam bir bütünlük ifade
ettiğini söylememiz lazım.
Sanırım “İçi de
kötü, dışı da”
diyorsunuz
kendi kendinize. Bunu ben
değil, siz söylüyorsunuz!
110
temmuz 2015
A
HMET Sever imzasıyla Doğan Kitap’tan bir yayın sürüldü yazın piyasasına. Özür
dilerim, belirtmeyi unuttuk! Ahmet Sever, 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün ta
Başbakanlığı döneminden itibaren basın danışmanlığını yapan önemli bir gazetecidir. Doğan Kitap’ın ne olduğunu da biliyoruz, detayına girmeye gerek yok.
>> Doğan Kitap’tan
çıkan ve Ahmet Sever
imzasını taşıyan kitabın
adı “Abdullah Gül ile 12
Yıl”. Ha bir de bu başlığın
altında “Yaşadım, gördüm, yazdım” şeklinde
bir ibare var. Ancak bu
ifade ya fazla, ya eksik;
zira Sever’e dair kitabı
sahiplenme sıkıntısı var.
Öyle ya, “Yaşadım” demek yerine “O anları ben
de yaşadım” demek daha
doğru olurdu. Yani şöyle:
“O anları ben de yaşadım,
gördüm, yazdım.”
İlk teklif, eksikliğe
dairdi. Böyle değilse, yani
eksiklik yoksa fazlalık
var ve buna dair teklifimiz de şöyle: “O yaşadı,
ben onu yaşar gördüm,
yaşar görünce ‘Yazayım’
dedim.”
Tabiî bu iki teklifi değerlendirmeyi de yazara
ve yayıncıya bırakırken,
sanırım bahsini ettiğim
teklifin çok geç kaldığım
için değerlendirilmeyeceğini de düşünmeliyim. Zira kitap, Haziran
2015’te 50’inci baskısını
yaptı. Yani artık epey
geçti.
Kitabı içinden dışına
mı, dışından içine mi
işlemek gerektiğimiz
noktasında biraz problem yaşıyorum. İçi dışına, dışı içine yansıyan
kitabın muazzam bir
bütünlük ifade ettiğini
söylememiz lazım. Sanırım “İçi de kötü, dışı da”
diyorsunuz kendi kendinize. Bunu ben değil, siz
söylüyorsunuz!
Kitabı almak için
heyecanla uzattığım
kolum, havada pek
hafif kalıyor. Hani “12
yıl” deyince bir ağırlık,
bir kalınlık, her saniyesi
aksiyonla dolu bir 12 yıl
bekleyerek hacimli bir
kitap düşlüyor insan.
Ancak raftan indirdiğinizde ince (haydi “sade”
diyelim) bir kitapla karşılaştığınızı biliyorum.
Yoksa bendeki baskısı
mı böyle? Bendeki
korsan değil, sizdekini
bilmem. Korsan demişken, Basın Danışmanı
olarak “Zoraki Kral” adlı
filmi basına değerlendiren Gül’ün filmi nasıl
izlediğini hep merak
etmiştim, kitapta ona
yer olmadığını esefle belirtirim. (Twitter yasağını
nasıl deldiği yazıyor ama
film konusu yok…)
Tabiî bu hacim meselesi, kitabın dışına dair
ilk husus; bir de “kapak”
sorunu var. Kapak fotoğrafının kullanımı ve
yazı stilleri üzerine neredeyse yazmak kifayetsiz
kalacak. Bu kadar “apar
topar iş” görüntüsü
verilemezdi. Dağıtım ve
reklam organizasyonu
harikulade (!) gerçekleştirilen kitap için bu
kapak, Doğan Kitap’tan
negatifin harikuladesinde bir performans
notunu hak ediyor.
İçeriyi anlamak için
arka kapağa bakmak
yeterli neredeyse. 12 yıl
boyunca 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün
gündemde doğrudan
“polemik” oluşturan
bütün konuları arka kapağa toplanmış. Bakalım
neler onlar!
27 Nisan muhtıra
gecesi konutta neler
yaşandı, karşı metin
nasıl hazırlandı? 1 Mart
Tezkeresi kabul edilseydi Türkiye’nin rotasını
değiştirecek hangi geliş-
me olacaktı? Gül, Cumhurbaşkanlığı sırasında
en çok neye üzüldü ve
kırıldı? Cemaat’e yakın
mı? (Hangi cemaat?
S.İ.) Gezi olaylarını nasıl
gördü, neler yaptı? Berkin Elvan’ın babasına
ne dedi? 17-25 Aralık
yolsuzluk iddialarına
tepkisi ne oldu? Hangi
olaydan sonra sabrı
taştı? Pişmanlıkları ve
“Keşke”leri nelerdi?
Bugüne bakıp hatırladığı çocukluk hatırası
neydi? Twitter yasağını
nasıl deldi? Erdoğan ile
hangi konularda ayrıştı?
Bülent Arınç’ı istifadan
nasıl vazgeçirdi? Hayrünnisa Hanım ne zaman “Artık yeter!” dedi?
Hakan Fidan krizinde ne
yaptı? Çekilme kararını
ne zaman ve neden aldı?
Hangi ünlü gazeteciyi
hapse girmekten kurtardı? Suriyeli Ermenileri
Türkiye’ye getirmek için
hazırlanan gizli plan
neydi? Erivan’a gitmeye
nasıl karar verdi, bu karara kimler karşı çıktı?
Abdullah Gül ile 12
Yıl, mutlaka okunması
gereken kitaplar arasında yerini alacak. Tabiî
her kitabı, eserden ilham
almak için okumayabilirsiniz. Ama her kitaptan öğreneceğimiz çok
şey var!
Sungur İnci
R A F T A K İ L E R
KALP AYNASI
İ
James Winston Morris
BNÜ’L-ARABİ’nin retoriğindeki incelikleri keşfetmiş modern bir yorumcu olarak James Morris, manevî aklın bütünüyle tedrici olan entelektüel ve ruhanî inkişafını mümkün
olduğu kadar İbnü’l-Arabi’nin kendi kelime, kavram ve genel
kontekstiyle olduğu gibi okura nakletmeyi tercih etmiştir. Bu itibarla Fütuhat’tan uzun iktibaslar üzerine inşa edilmiş olan eser,
İbnü’l-Arabi’nin, insanın bizzat kendi gerçekliği ve kâinattaki
yansıması hakkında farklı bir şuur oluşturan emsalsiz üslûbunu
modern okurlara takdim eder ve onları bizzat İbnü’l-Arabi’nin
kendi dünyasına götürmeyi hedefler.
>> Ancak bizzat müellifin de ifade ettiği
üzere, seçmeci ve belirli
noktalara odaklanmayı gerektiren bu tarz
yaklaşımların, ekberi
külliyata deruhte edilmiş
olan “fütuhatı” bizzat
kendi orijinal formlarında
bilfiil keşfetme ve bütüncül olarak okumanın
hayli kompleks sürecini
zorunlu olarak basitleştireceği de dikkatlerden
kaçmaz.
Eser baştan sona,
tasavvur edilebilir her
bir suretin ve bütünüyle
sonsuz ilahi “ayetlerin”
ya da yaratılışı meydana getiren ve yine asla
tekrar etmeyen sonsuz
tecellîlerin beşerî tecrübe
boyutundaki mahalli olarak kalp, yani ruhanileşmiş,
gerçekliğini bütünüyle
tahakkuk ettirmiş insan-ı
kâmilin kalbi etrafında
dönüp dolaşır. Burada söz
konusu olan kalp, sadece
biyolojik olarak hayatî bir
öneme sahip olan beşerî
bir organ olmayıp, Allah ile
insan arasında bir buluşma
zeminini ifade eden ve
dinî/derûnî olduğu kadar
tecrübî ve epistemolojik
olarak da dinamik işleyişi
olan ruhanî bir yetidir.
Dolayısıyla kalpten bahsedilirken aynı zamanda
onun tefekkür, ruhanî
tekâmül, gerçek benliğin
keşfedilmesi ve Allah’ın
yakînen tanınması noktasındaki önemine vurgu
yapılmaktadır.
Ruhanî hayata ilişkin
olarak Şeyhü’l-Ekber
tarafından takdim edilen
devasa mirasın ve ekberî
külliyata deruhte edilen
varoluşsal hakikatlerin
evrenselliğini ve çağdaş
dünyaya tatbik edilebilirliğini açıkça gösteren bu
kapsamlı çalışma, kutsal
boyutunu yitirerek neredeyse bütünüyle sekülerleşen modern insanı
başlangıçtan beri var olan
saf, bâkir tabiatıyla, bir
diğer ifadeyle ezelde ilahi
olanla ahitleşen fıtratıyla
yüzleşmeye ve “kalp”
vasıtasıyla kutsalla buluşup bütünleşmeye davet
etmektedir. Böylelikle de
eser, modern insanı, “ilahi
gerçekliğin” günlük hayatındaki mevcudiyetinin
ve yansımalarının farkına
varmaya zorlamaktadır.
Eser baştan sona, tasavvur edilebilir her bir suretin ve bütünüyle
sonsuz ilahi “ayetlerin” ya da yaratılışı meydana getiren ve yine asla
tekrar etmeyen sonsuz tecellîlerin beşerî tecrübe boyutundaki mahalli
olarak kalp, yani ruhanileşmiş, gerçekliğini bütünüyle tahakkuk ettirmiş insan-ı kâmilin kalbi etrafında dönüp dolaşır.
ZAMANIN
MUHAFIZI
Süleyman
Barış
Kartal
K
İMSE
kaderi
değiştiremez! Evren buna
izin vermez. Ve
Allah’tan başka
hiçbir güç, kıyamet saatini ne
ileri, ne de geri
kaydırabilir.
Bir şeyler buna
neden olacak
olursa, Zamanın
Muhafızı müdahale etmek zorunda
kalır. Çünkü o,
kıyamet saatine
kadar zamanı
korumakla görevlidir.
Korkunç bir
uçak kazası, kazadan mucize eseri
kurtulan bir doktoru ve evrenin
sırlarını çözmeye
çalışan bir kuantum fizikçisini
birbirine bağlar.
Fakat bu, evreni
tehlikeye sokar ve
Zamanın Muhafızı,
beklenmedik bir
anda ortaya çıkar.
Ankara’dan
Peru’nun yağmur
ormanlarına,
İstanbul’dan
İngiltere’ye uzanan bilinmezlerle
dolu, sürükleyici
bir yolculuk sizi
bekliyor.
Etkileyici
hikâyesi, muhteşem kurgusu
ve akıcı diliyle
bu romanın her
sayfasını merakla
çevireceksiniz! Ve
hiç tahmin etmediğiniz bir sona
ulaşırken, Zamanın Muhafızı gerçeklik kavramınızı
altüst edecek.
Neyin gerçek,
neyin rüya olduğunu kim bilebilir?
temmuz 2015
111
Ahmet Yozgat - [email protected]
haberajanda
Karikatür
112
temmuz 2015
Download