Burhan 117 Haziran 2015.indd

advertisement
¾ËWh¸?™h¸??¾lG
´‡A ÅBÆjI •A ÓËçA ÅAjZJºA ľ
¾ËWh¸?™h¸??¾lG
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
³†@ÄAÅiH”@Òʦœ@Ä@iYI¹@ý
ÀÍYjºA ějºA A ÀnI
²…@ÃAÄhH“@ÑÉÁ¥›@Ã@hYI¸@¼
¿mH
Ramazan, Kur’ân’ın indiği, Peygamberimize peygamberliğin verildiği aydır. Bu yüzden onun oruç ayı olarak seçilmesi rastlantı değildir. Adeta oruç ibadetiyle, tüm insanlığa bu
nimetlerin verilmesi kutlanmaktadır. Nitekim
Peygamberimizin hayatında bu ay, her bakımdan
diğer aylardan farklı olmuştur. Şöyle ki, her zaman cömert olan Hz. Peygamber Ramazan’da
daha cömert olur; her zaman Kur’ân okuyan
Hz. Peygamber, Ramazan’da daha çok Kur’ân
okur, daha çok ibadet ederdi.
Müslüman gücü nispetinde bu rahmetten daha çok
pay almaya çalışmalıdır. Diyelim ki bizler Ramazan
dışında da namazını kılan, Kur’ân’ı okuyan, hayırını
yapan müslümanlarız. Ramazan da bunların üzerine bir şeyler koyabilmeliyiz. Hiç namaz kılmayan
bir kimse Ramazan’da namaza başlıyorsa; namaz
kılan biri olarak bizim Ramazan’da namaz
kalitemiz artmalıdır. Aksi takdirde herkese bir şeyler kazandıran Ramazan, bize bir
şey kazandırmamış olacaktır. Ramazan’daki
Kur’ân okumalarımızda diğer aylardan farklı
olmalı. Anlayarak, özümseyerek okumalarla tanışmalıyız Ramazan’da. Elbette bu, Ramazan hatimlerimize engel olmamalıdır. Kur’ân’ı anlama işi,
bir aya sığmayacak kadar büyük bir iş, ama
Ramazan bizim bu hayırlı işe başlama ayımız olamaz mı?
¿ÌXi¹@Úi¹@@¿mH
¾ËXh¸@™h¸@@¾lH
Dünyanın pek çok yerinde çok sayıda insanın ibadet kervanına katılmasıyla Ramazan, amel
ve rahmet panayırına dönüşmektedir. Bunun
sonucunda Ramazan’da bir ibadet ve rahmet yoğunluğu yaşamaktadır. Bu yoğunluktan her seviye
ve konumdaki her insan nasibini alabilmektedir.
Bu yüzden Ramazan’da suç işleme oranları en
aza inmekte, ibadet yerleri dolup taşmaktadır.
Ramazan ayı, Allah’ın rahmetini hak
edenlere rahmetiyle gelir, onların ibadetlerini
bereketlendirdiği gibi, zaman, rızık ve çalışmalarını da bereketlendir, bağışlanmayı hak edenlerin de
bağışlanmasına sebep olur. Bu yüzden rahmet,
bereket ve mağfireti hak etmek gerekir. Kim
ne kadar hak ederse, bu erdemlere ne kadar
layık olursa, o ölçüde payını almış olur.
Ramazan ayının hayatımızda özel bir
yeri olmalıdır. Çünkü o, sıradan bir ay değildir.
O, ibadet ve taatta pek çok insanın yoğunlaştığı, sürekli rahmetin yağdığı bir aydır. Her
İbadet, müslümanın her zaman yapması gereken bir yükümlülüktür. İbadet, ölüm gelinceye
kadar devam eder. Ramazan ayı ise, ibadetlerin sevap çarpanlarının katlandığı aydır.
Bu yüzden her Müslüman Ramazan’da daha
çok ve seviyeli ibadet yapmaya çalışmalıdır.
Ramazan ayı, bizleri hayata hazırlayan bir
okul, bir kamp zamanıdır. O, bizi manen güzelliklerle tanıştırır, iyiliklerle donatır. Önemli olan ise,
onun bize kazandırdıklarını Ramazan’dan
sonra da sürdürebilmektir. Zira müslümanlık
bize her zaman gerekli olan bir değerdir. İslamî güzellikler de her zaman bize yakışan erdemlerdir. Bu
nedenle Ramazana Elveda, Ramazan güzelliklerine
elvedaya dönüşmemelidir.
İçindekiler
;
<
<
3
,
+
=
+
Rahmet Ayı RAMAZAN 4
,
+
Yrd. Doç Dr. Mustafa KARABACAK
'
'
2
7
Hz. Peygamber’in Oruç Günlüğü 8
+
/
2
1
/
"
=
8
9
8
/
Prof. Dr. ALİ AKPINAR
8
5
?
#
2
"
:
(
'
Liberal Toplumun Oruç Fotoğrafı 12
Murat TÜRKER
Zaman ve İnsan 14
Abdullatif ACAR
@
B
"
0
D
E
Ötekine Benzeyerek Ötekileşmek
-
6
0
+
-
$
%
%
/
"
+
$
#
,
5
1
+
'
4
6
5
>
0
A
C
<
=
+
:
+
3
-
9
#
#
0
#
%
2
:
(
1
+
%
*
,
"
)
:
=
5
#
3
(
5
0
3
;
/
*
'
.
3
$
!
#
&
"
22
Yrd. Doç. Dr. Ebubekir SİFİL
@
F
Hayatın İslam’a Göre Tayin Edilmesi
G
/
9
$
P
Q
R
W
^
;
h
!
m
*
#
*
U
:
:
|
!
*
:
Bağlamında Ehl-i Sünnet
0
I
Hz. Pîr Seyyid Ahmed er-Rufai (k.s) 38
U
u
X
X
7
O
K
$
w
,
#
V
l
>
V
V
+
Y
R
+
*
\
T
-
#
'
l
>
,
+
*
-
%
'
V
7
#
q
g
-
j
p
/
j
p
9
@
<
v
N
M
/
%
a
Osmanlı Devleti’nde Enerji 40
N
g
>
*
%
j
j
Gemileri Karadan Yürüten Sultan 47
Gültekin YILMAZ
Yeryüzü Müslümanlara Emanettir 48
Ersan BİLGİN
j
Seçilmiş Mursi’ye Selam Olsun 52
s
N
x
v
K
x
w
v
Hızır Dostu 54
<
y
'
(
%
+
{
<
Memduh ERGİN
K
$
*
v
v
7
z
Yrd.Doç.Dr.Abdulkadir DEVELİ
+
+
x
w
9
y
R
+
Y
W
*
+
$
>
'
,
W
O
t
'
1
\
&
p
F
6
*
#
=
I
,
I
#
K
v
:
%
v
>
7
R
V
Hikmet Damlası
j
p
'
o
f
#
l
V
2
V
Dr. İhsan ŞENOCAK
2
]
[
+
g
\
:
g
[
#
g
%
g
*
C
+
{
<
Aydın BAŞAR
(
(
}
`
~
P
R
a
a
I
b
a
`
S
T
T
[
\
P

Q
_
P
a
P
b
[
R
a
[
R
O
w
R

T
^
T
a
v
s
W
K
K
P
`
b
`
\
\
\
a
P
~
M. Emin KARABACAK
K
Salih AYDIN
R
P
R
a
\
^
a
P
\
[
R

_

e
R
a
W
Hz. Üsame b. Zeyd (r.anh) 65
R
3
T
O
Q
Q
_
a
_
e
R
K
8
*
`
ƒ
R
a
f
+
/
h
`
‚
-
8
f
Q
\
+
:
~
P
_
R
U
_

T
Hazır Çorba gibi Çocuk Yetiştirenler 60
5
5
`
]
<
e
R
U
#
u
/
%
~
d
.
K
7
d
%
'
>
3
3
K
<
G
3
|
3
>
`
<
7
$
<
V
*
+
|
K
@
r
7
#
Y
_
%
V
@
%
I
>
@
/
P
I
i
"
*
/
(
'
c
i
L
U
"
n
$
<
*
I
k
5
#
*
*
4
2
b
*
'
3
P
:
3
a
k
%
!
M
I
O
>
'
W
E
:
M
V
U
`
Z
:
B
$
1
O
X
Z
U
#
5
G
?
N
U
'
h
"
/
D
M
_
%
/
Tasavvurunun Yeniden İnşası 30
]
<
.
L
,
T
'
5
S
1
K
#
5
U
W
5
(
*
I
(
%
H
I
5
C
J
%
H
~
\
R
ƒ
R
`
G
_
~
}
b
P
_
R
S
}
~
Q
\
`
_
\
R
€
P
`
a
Q
`
b
R
_
„
Q
Q
}
R
d
S
T
_

`
T
\
P
b
a
[
R
a
\
`
\
\
P
`
[
a
R
~
Burhan Çocuk 70
[
`
Musa KARACA
b
ƒ
a
R
b
f
a
R
a
f
R
\
~
€
R
`
b
\
`
P
…
_
\
`
…
_
R
€
P
S
S
P
`
\
ƒ
†
P

f
`
S
a
`
\
P
_
Gördün Felek (şiir) 72
Zelilî
8
Hz. Peygamber’in Oruç Günlüğü
Prof. Dr. ALİ AKPINAR
14
Liberal Toplumun Oruç Fotoğrafı
Murat TÜRKER
40
Osmanlı Devleti’nde Enerji
Yrd.Doç.Dr.Abdulkadir DEVELİ
52
Seçilmiş Mursi’ye Selam Olsun
Memduh ERGİN
Rahmet Ayı RAMAZAN
Yrd. Doç. Dr. Mustafa KARABACAK
rivâyet
)
.
a
.
r
(
’den
s.a.v.):
üreyre
(
H
h
a
l
û
l
b
E
ûlü
re Ras
nı
ö
g
e
n
i
sevabı
e
v
k
a
edildiğ
ar
zan
m inan
i
k
r
Rama
e
k
e
“H
r
e
çk le y
nin ge
tan be
’
e
h
s
a
l
m
l
i
k
A
tarsa o
u
t
u
n
edilir.”
ff
a
ı
orucu
r
na h l a
miş gü
4
Ramazan ayı İslam inancının kendisine yüklediği önem sebebiyle halk arasında “On bir ayın
sultanı” ve “Şehr-i Mübârek” (Mübârek Ay)
olarak kabul edilmiştir. Ramazan ayı Müslümanların değerlendirmek için adeta yarış yaptığı en
önemli aydır. Bu ay halk tarafından değer atfedilen üç aylardan birisi olduğu gibi aynı zamanda
Kur’an-ı Kerim’in nâzil olduğu aydır. “Ramazan
ayı, doğruyu eğriden ayırma, gidilecek yolu
bulma konusunda açıklamalar ve insanlara
rehber olarak Kur’an’ın indirildiği aydır.”
Ramazan ayı cahiliye döneminde de bilinen
bir aydı. Cahiliye döneminde kendisine bir kutsiyet atfedilmemiş yani kan dökülmesi ve savaşılması
yasak edilmemişti. Bu ayın ayrıcalıklı olması İslâmiyetle birlikte olmuştur. Bu ay on iki ay içinde ismi Kur’an’da anılan tek aydır. Kur’an’ın
bu ayda indirilmesi, bin aydan hayırlı Kadir
Gecesi’nin bu ayda olması, İslâmın temel
ibadetlerinden birisi olan orucun tutulması,
terâvih kılınması, mukâbele okunması, iftar
Haziran
yapılması, sahura kalkılması, itikâfa girilmesi
ve fıtır sadakasının verilmesi gibi ibadetlerin
bu ayda yapılması, İslam dininin dolayısıyla
Müslümanların bu aya ayrı bir önem vermesine
neden olmuştur.
Ramazan ayı bütün hayırları ve bereketleri içerisinde toplamıştır. Yıl içerisinde kişiye ulaşan her bereket ve hayır, sonsuz olan Ramazan ayının bereket
denizinden bir damladır. Bu ayda oluşan birlik, yıl
boyunca oluşacak birliğin sebebidir. Bu ayda oluşan
tefrika/ayrılık, yıl boyunca oluşacak tefrikanın sebebidir. Bu ayın faziletiyle ilgili hadislerde değişik rivayetler vardır. Bunlardan bazısı şöyledir:
Mübârek Bir Ay
Ramazan ayı gelince bazı değişimler olmaktadır. Bunlardan bazısı, semâ kapılarının açılması,
cehennem kapılarının kapanması, şeytanların
zincire vurulması vb. “Ramazan ayı gelmiştir.
O mübârek bir aydır. Allah o ayda size orucu
farz kıldı. O ayda cennet kapıları açılır; cehennem kapıları kapanır ve şeytanlar zincire vurulur. Onda bin aydan hayırlı bir gece vardır.
Kim Kadir Gecesi’nin hayrından mahrum kalırsa, her hayırdan mahrum kalmıştır.”
Ayların Efendisi
Ebû Saîd el-Hudrî’den rivâyet edildiğine göre:
“Ayların efendisi Ramazan, saygı bakımından en büyüğü ise Zilhicce ayıdır.” Abdullah
b. Mes’ûd rivâyetinde ise: “Ayların efendisi Ramazan, günlerin efendisi Cuma günüdür.”
şeklindedir. Aynı konu ile ilgili İbn Abbâs’ın rivâyeti
şöyledir: “Ayların efendisi, Ramazan ayı geldi.
Sıhhat, mukâfât ve hayır ayı hoş sefa getirdi. O
sabır ayıdır. O ayda şeytanlar zincire vurulur,
rahmet iner, çokça tevbe edilir, cehennem kapıları kapanır ve cennet kapıları açılır.”
Kutsal Kitapların
İndiği Ay
Vâsile b. el-Eska’dan rivâyet edildiğine göre
Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “İbrahim’in (a.s.)
sahifeleri Ramazan ayının ilk gecesinde indirildi. Tevrat Ramazan ayının altısında indirildi. İncil Ramazan ayının on üçünde indirildi.
Kur’an da Ramazan ayının yirmi dördünde indirildi.”
Ramazan ayı aynı zamanda Rasûlüllah’ın
(s.a.v.) Cebrail’e (a.s.) Kur’an’ı arz ettiği aydır. “Rasûlüllah (s.a.v.) her yıl Ramazan ayında Cibril’e
(a.s.) Kur’an’ı arz ederdi. Vefât ettiği yıl iki defa
arz etti.”
Yardımlaşma Ayı
Selman el-Fârisî’den rivâyet edildiğine göre
Rasûlüllah (s.a.v.) Şâban ayının sonunda hutbede
şöyle buyurdu: “Ey İnsanlar! Mübârek ayın gölgesi
üzerinize düşmüştür. Onda bin aydan hayırlı bir gece
vardır. Allah onda (Ramazan ayında) orucu farz kılmış, gece ibadetini de tavsiye etmistir. Kim Ramazan
ayında nafile bir ibadet yaparsa, diğer aylarda farz
bir ibadeti yapmış gibidir. Kim Ramazan ayında farz
bir ibadeti yaparsa, diğer aylarda yetmiş farz ibadeti
yapmış gibidir. O sabır ayıdır. Sabrın karşılığı da cennettir. O yardımlaşma ayıdır ve o ayda mü’minin rızkı
artar. Kim bir oruçluyu iftar ettirirse bir köle azat etmiş gibi olur ve günahları için de bağışlanma olur.”
Dediler ki: Ey Allah’ın Rasûlü! Hepimiz oruçluyu iftar
ettirecek bir şey bulamıyoruz? Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Allah bu sevabı, oruçluya bir yudum süt
içirene, bir hurma yedirene veya biraz su ikram edene de verir. Kim bu dünyada bir oruçluyu doyurursa,
günahları için bir bağışlanma olur ve Allah kıyamet
günü ona benim havuzumdan su içirir, bir daha su-
“Ramazan ayı, doğruyu eğriden ayırma, gidilecek yolu bulma konusunda açıklamalar ve insanlara rehber olarak Kur’an’ın indirildiği aydır.
Haziran
5
samaz nihayet cennete girer. Şu da var ki, ona oruç
tutanın ecri gibi vardır. İftâr ettirenin sevabından bir
şey eksilmez. Bu ayın evveli rahmet, ortası mağfiret,
sonu ise cehennemden kurtuluştur. Kim emri altındakilerin yükünü o ayda hafifletirse, Allah onu cehennemden kurtarır.”
Kulların Senenin
Tamamının Ramazan
Olmasını İstedikleri Ay
Ramazan ayı gelince Rasûlüllah (s.a.v): “Kullar Ramazan ayında olan hayrı bilselerdi,
senenin tamamının Ramazan olmasını isterlerdi.” buyurdu. Huzâa kabilesinden bir adam: Ey
Allah’ın Nebîsi, anlatmaya devam et, dedi. Rasûlüllah (s.a.v.): “Ramazan ayının girmesiyle cennet
seneden seneye süslenir. Hûriler derler ki: Ey
Rabbimiz, bu ayda bizler için kullarından eşler yarat ki, onlarla bizim, bizimle de onların
gözleri aydın olsun” buyurdu.
Herkesin Amelinin
Karşılığını Eksiksiz
Aldığı Ay
Ebû Hüreyre’den (r.a.) rivayet edildiğine göre
Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Ramazanda önceki ümmetlere verilmeyen beş özellik benim ümmetime verildi: Oruçlunun ağız kokusu Allah katında misk
kokusundan daha güzeldir. Oruçlu için iftar edinceye
kadar melekler istiğfarda bulunur. Allah onlar için her
gün cennetini süsler ve (cennete) şöyle der: Kullarımdan sıkıntı ve ezanın gitmesi ve sana gelmesi yakındır. Şeytanların azgınları bağlanır, Ramazanın dışında
yaptıklarını yapamazlar. Ramazanın son gecesinde
mü’minler bağışlanır.” Denildi ki: Ey Allah’ın Rasû-
Cennet Kapılarının
Açıldığı Ay
Ebû Hüreyre’den rivâyet edildiğine göre Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Ramazan ayı gelince
semânın kapıları açılır; cehennemin kapıları
kapanır ve şeytanlar zincire vurulur.” Müslim’in
yine Ebû Hüreyre’den bir rivâyetinde “Rahmet kapıları açılır.” bir rivâyetinde de “Cennet kapıları
açılır.” şeklindedir.
Tirmizî ve İbn Mâce’nin haber verdiklerine göre
Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Ramazan ayının
ilk gecesi olunca cinlerin âsileri ve şeytanlar
zincire vurulur. Cehennem kapıları kapanır
ve ondan hiçbir kapı açılmaz. Cennet kapıları
açılır; ondan hiçbir kapı kapanmaz. Bir münâdi şöyle nidâ eder: Ey hayır murad eden! Geri
dön. Ey şer murad eden! Yavaş ol. Allah’ın her
gece cehennemden azat ettikleri vardır. Durum
her gece böyledir.”
Cennet kapılarının açılması Kur’an’da da geçmekte ve semâ kapılarının açılması, cennet kapılarının açılması anlamına gelmektedir.
Bağışlanma Ayı
Ramazan ayı, bağışlanma ve günahlardan arınma ayıdır. Selmân el-Farisî’den rivâyet edildiğine
göre Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Ramazan
ayının evveli rahmet, ortası bağışlanma, sonu
ise cehennemden kurtuluştur.”
Ebû Hüreyre’den (r.a.) rivâyet edildiğine göre
Rasûlüllah (s.a.v.): “Her kim inanarak ve sevabını Allah’tan bekleyerek Ramazan orucunu tutarsa o kimsenin geçmiş günahları affedilir.”
buyurdu. Bu hadisi açıklar mahiyette ise şu rivâyet
zikretmekte fayda vardır. Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Kim Ramazan orucunu tutar, yapılması
gerekenleri bilir, korunması gerekenleri korursa geçmiş günahları bağışlanır.”
lü! Bağışlanma günü Kadir Gecesi midir? Rasûlüllah
(s.a.v.): “Hayır; fakat amel eden amelini bitirdiği zaman karşılığını eksiksiz alır.”
6
Ramazan ayın bağışlanma ayı olduğuna işaret
eden ayrıca şu hadis vardır. Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle
Haziran
buyurdu: “Âmîn, âmîn, âmîn.” Kendisine denildi
ki: Ey Allah’ın elçisi! Sen minbere çıkınca “Âmîn,
âmîn, âmîn” dedin. Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“Cebrail bana, Ramazan ayına yetişip de günahları affolunmayan kişiyi Allah cehenneme girdirsin ve rahmetinden uzaklaştırsın. “Âmîn de” dedi.
Ben “Âmîn” dedim.” Sonra Cebrail:
“Ana babasına veya onlardan birisine sağlığında kavuşup da onlara iyi davranmadan ölürse Allah
onu cehenneme girdirsin ve rahmetinden uzaklaştırsın. “Âmîn de” dedi. Ben “Âmîn” dedim.” Sonra
şöyle dedi:
Yanında senden söz edilince
sana salavât getirmeden ölen kimseyi de Allah cehenneme girdirsin ve
rahmetinden uzaklaştırsın. “Âmîn
de” dedi. Ben “Âmîn” dedim.”
de olması muhtemel Kadir Gecesi ihya edilir,
oruçlulara iftar ettirilir ve çalışanların yükü hafifletilir.
Bol bol zikir yapılır ve istiğfar edilir. Melekler, iftar
edinceye kadar oruçlu için bağışlanma dilerler. Bu mübârek ayda kendimiz için yaptığımız gibi
Müslümanların hayrı ve kurtuluşu için dua etmeyi unutmamalıyız. Sıkıntısı olan kardeşlerimiz
hakkında özellikle onların gıyabında onlar için dua
edelim. Bu aynı zamanda meleklerin bize dua etmesinin de bir yoludur. “Her kim orada hazır olmayan bir din kardeşi için dua ederse kendisine
tevkil edilmiş olan melek, “amin” ve onun bir
misli senin için olsun der.”
Selam ve dua ile…
........................................................................
Ebû
Hüreyre’den
rivâyet edildiğine göre
Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle
*Aksaray Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi
Öğretim Üyesi.
Kaynaklar
buyurdu: “Ramazan ayı
gelince semânın kapıları açılır; cehennemin
kapıları kapanır ve şey-
1 Bakara, 2/185.
2 İmâm Rabbânî, Mektûbât, s. 57- 58, (4. Mektup).
3 Ahmed b. Hanbel, II, 230, 385, 425; Nesâî,
Savm, 3.
4 Beyhakî, Fezâilü’l-evkât, I, 335; Şuabü’l-İmân, V, 310.
tanlar zincire vurulur.”
5 Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, IX, 205.
6 Ebû Tâhir es-Silefî, İntihâb, I, 20, (Hadis
no:19).
7 Ahmed b. Hanbel, IV, 107.
8 Buhârî, Menâkıb,25; Müslim, Fedâil, 50;Fedâiİnsanların sahip olması gereken bazı hasletler lu’s-Sahâbe, 98,99; İbn Mâce, Cenâiz, 64.
vardır. Yardım sever olmak, cömert olmak, merha- 9 İbn Huzeyme, Sahîh, III, 191; İbn Ebi’d-Dünya, Fezâilu Ramazan,
I, 69, (Hadis no: 41).
metli olmak gibi. Bu hasletlere sahip olmak her za- 10 Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat, VII, 44; el-Mu’cemü’l-kebîr, XIII, 37.
man güzel olmakla birlikte bunları Ramazan ayında 11 Ahmed b. Hanbel, II, 292; Tahâvî, Müşkilu’l-âsar, IV, 142; Heyartırmak daha güzeldir. Bu ayda yapılan nâfile semî, a.g.e.,, III, 140; İbn Hacer, el-Metâlibu’l-âliye, I, 274-275, (Hadis no:932).
ibadet farz gibi farz ibadet de yetmiş farz iba12 Buhârî, Savm,5; Müslim, Sıyâm, 1-2.
det gibi değerlendirilmektedir. Yine bu ayda 13 Tirmizî, Savm, 1; İbn Mâce, Sıyâm, 2.
sadaka vermek ve umre yapmak kat kat sevap 14 Sâd, 38/49- 50.
getiren ibadetlerdir. Enes’ten (r.a.) rivâyet edilen 15 el- A’râf, 7/40.
16 Sââtî, Fethu’r-rabbânî, IX, 233.
bir hadiste, Rasûlüllah (s.a.v.) “En faziletli sada- 17 Buhârî, Salâtü’t-Terâvîh,1; Savm,6;Müslim, Salatü’l-Müsâfirîn,
kanın Ramazan ayında verilen sadaka”, Buhârî 175,176.
ve Müslim’de rivâyet edilen bir hadise göre “Rama- 18 Ahmed b. Hanbel, III, 55;İbn Hıbbân, Sahîh, V,182- 183, (Hadis
zanda umre yapmanın hacca eşdeğer” veya Hz. no: 3424); Münzirî, et-Tergîb ve’t-terhîb, II, 91.
19 İbn Hıbbân, Sahîh, II, 131, (Hadis no:904); Ahmed b. Hanbel, II,
Peygamber’le “beraber haccetmeye eşdeğer” ol- 254; Buhârî, el-Edebü’l-müfred, (Hadis no: 644,646); Münzirî, et-Terduğu belirtilmiştir.
gîb ve’t-terhîb, II, 93, 506- 508.
20 Müslim, Taharet, 14- 16; Tirmizî, Salat, 46.
Ramazan ayında Müslümanların bağışlanması 21 Tirmizî, Zekât, 28; Ali el-Muttakî, Kenzü’l-ummâl, VI, 399; Suyûtî,
el- Câmiu’s-sagîr, I, 50;Münâvî, Feyzü’l-kadîr, II,38.
için birçok sebep sayılabilir: Gündüzleri oruç tu- 22 Buhârî, Umre, 4; Müslim, Hac, 221- 222.
tulur, geceleri ibadet edilir. Son on gecesin- 23 Müslim, Zikr ve’d-Dua, 87.
Bir başka hadiste Ebû Hüreyre’den (r.a.) rivâyet edildiğine göre
Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“Beş vakit namaz, iki Cuma ve
iki Ramazan büyük günahlardan
kaçınıldığı takdirde aralarında
işlenen küçük günahlara keffârettir.”
Haziran
7
Hz. Peygamber’in Oruç Günlüğü
Prof. Dr. Ali AKPINAR
Yüce Allah, Kur’ân’ında onu bize ‘Üsve-i hasene/‘en güzel örnek’ diye tanıtmıştır. O, her konuda bizim için en güzel örnek ve önderdir. O’nun
Ramazan farklılıkları ve oruç günlüğü de bizim için
örnektir.
ra k
ber ola
m
a
g
y
k
r pe
ı olara
ualı bi
t
d
a
s
ı
r
z
ı
f
ğ
a
A
:
ı da du
n
ı
r
ederdi
a
l
a
n
u
a
d
r
e
a
yl
ift
ir ve şö
r
i
d
n oruç
n
i
e
ç
l
i
r
e
n
ğ
i
e
d
sen
, yalız
nip
m
ı
h
a
a güve
n
“All
a
s
e
ı, sadec
la iftar
n
ı
k
z
tuttum
ı
in r
.
ve sen
dolsun
m
ı
m
d
a
n
h
a
n
a
i
h’
.” “Alla
landı,
s
m
ı
ı
t
r
ç
a
l
a
ar
mı
2]
ti, dam
t
i
g
.”[1
i
k
t
u
ş
l
e
z
l
u
n
esi
Sus
evap k
s
h
a
l
l
inşa
8
Onun hayatında Ramazan’ın ayrı bir yeri vardı. Zira ona vahiy Ramazan’da gelmeye başlamıştı.
O, Vahiy meleği ile bu ayda müşerref olmuştu. Bu
ayda inmeye başlayan Kur’ân, insanlığı Marifetullah bilinci demek olan takvaya erdirmek için gelmişti. İçerisine riya karışmayan, hep ve yalnız Allah
için tutulan ve bu ayda farz kılınan orucun hedefi
de takvalı insan yetiştirmekti.
Peygamberimizin Ramazan ve Oruç günlüğünü şu şekilde özetlememiz mümkündür:
Ramazan, onun için bir rahmet, bereket,
mağfiret ayı; hayır ve güzellikler pazarı; kullukta yoğunlaşma fırsatı idi. O, bu konuda “Ramazan’a eriştiği halde, günahlarından bağış-
Haziran
lanmayıp cehenneme girene yazıklar olsun!”[1]
buyurarak Ramazan’ın farkına dikkatlerimizi çekmişti.
Ramazanı kulluk fırsatı olarak değerlendiren
Peygamberimiz, Ramazan ve ondaki güzelliklerle ilgili
şöyle buyurarak bu ayı en güzel şekilde değerlendirmeye teşvik etmiştir: “Ramazan ayı girdiği zaman
cennetin kapıları açılır, cehennemin kapıları
kapanır ve şeytanlar da zincire vurulur.”[2]
“Ademoğlunun her ameli katlanır. Hayırlı ameller en az on misliyle yazılır, bu yedi yüz misline kadar çıkar. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: Oruç bu kaideden hariçtir.
Çünkü o sırf benim içindir, onu ben
mükâfatlandıracağım. Kulum benim
için şehvetini, yiyeceğini terketti.”
“Oruçlu için iki sevinç
ânı vardır: Biri, orucu açtığı
zamanki sevincidir, diğeri de
Rabbine kavuşup orucunun sevabını aldığı zamanki sevincidir. Oruçlunun ağzından çıkan
koku, Allah indinde misk kokusundan daha hoştur.”[3]
“Oruçlunun uyuması ibadet, susması tesbih,
çalışması bereket, duası makbul, günahı bağışlanmıştır.”[4]
“Cennetin Reyyan adlı bir kapısı vardır,
oradan yalnızca oruç tutanlar girer.”[5]
O, diğer ayları gibi Ramazan’ı da her türlü günahtan uzak bir şekilde geçirirdi, tuttuğu oruçların
sevabını gıybet, dedikodu, yalan ve boş söz gibi günahlarla azaltmazdı. Yine O, orucu uykuya hapsetmezdi, oruçtan en yüksek puanı/sevabı alabilmek için
çabalardı.
Hepimiz için en güzel hayat modelleri sunan
Peygamberimiz günlük olarak nafile ve farzlarıyla
namazlarını kılardı, ama Ramazanda bu namazlarına teravih namazlarını da ekler ve şöyle buyururdu:
“Yüce Allah, size Ramazan orucunu farz kıldı,
ben de Ramazan gecelerinde (teravih namazıyla)
kıyamı sünnet eyledim...”[6] Onun için Ramazan
ayı, önce teravih namazı kılınarak başlar ve bu şekilde ertesi günün orucu namaz temeli üzerine bina
edilir. Bunun içindir ki bizler onun gül hatırı için teravihlerimizi kılmaya şu sözlerle başlarız: Efendimiz Muhammed’e salat ile selam olsun/ O’na izzet ile ikram,
teravihe kıyam olsun!
O, bugün bir çok insanın yaptığı gibi namazı yalnızca Ramazan’a
ve teravihe hasretmezdi. Çünkü beş
vakit namaz O’nun gözünün nuru
idi.
O, diğer aylarda oruç tutardı,
ama Ramazan tümüyle Onun oruç
ayı idi.
Yani O, oruç gibi yüce ibadetten Ramazan dışında da kopmazdı.
Çünkü O, oruçlu iken amellerinin
Rabbine arzedilmesini çok isterdi.
Onun orucu, yalnızca midenin aç susuz kalmasından ibaret değildi. O, mide başta olmak üzere tüm
organlarına oruç tuttururdu. O, orucu gönlü, beyni,
dili ve tüm hücreleriyle tutardı. Ve o, bu konuda şöyle
uyarmıştı bizleri: “Nice oruç tutanlar vardır ki,
tuttukları oruçlarından onlara kalan sadece aç
ve susuz kalmalarıdır.”[7]
“Kim yalan ve iftirayı terk etmezse bilsin ki, onun
yiyip içmesini bırakmasına Allah’ın ihtiyacı yoktur.”[8]
“Oruç perdedir, koruyucu kalkandır. Biriniz bir gün oruç tutacak olursa kötü söz sarf
etmesin, bağırıp çağırmasın. Birisi kendisine
yakışıksız laf edecek veya kavga edecek olursa
‘ben oruçluyum!’ desin ve ona bulaşmasın.”[9]
“Oruçlu için iki sevinç ânı vardır: Biri, orucu açtığı zamanki sevincidir, diğeri de
Rabbine kavuşup orucunun sevabını aldığı zamanki sevincidir. Oruçlunun ağzından çıkan
koku, Allah indinde misk kokusundan daha hoştur.”[3]
Haziran
9
O, oruç için sahur yapmayı bereket görür ve
iftarda acele ederdi: “Sahur yemeği yiyin, zira
sahurda bereket vardır.”[10] “İnsanlar iftarda acele
ettikleri müddetçe hayır üzere devam ederler.”[11]
Bugün bazılarının yaptığı gibi, iftarı ve sahuru
terk etmez ve geçiştirmezdi. Onları vaktinde ve özenle
yapardı.
Ağzı dualı bir peygamber olarak iftar anlarını da
dua fırsatı olarak değerlendirir ve şöyle dua ederdi:
“Allahım, yalız senin için oruç tuttum, sadece
sana güvenip inandım ve senin rızkınla iftarımı açtım.” “Allah’a hamdolsun. Susuzluk gitti,
damarlar ıslandı, inşallah sevap kesinleşti.”[12]
Bu yüzden oruçlu iken de oruçsuz iken de
O’nun ağzından hayır ve haktan başka bir şey sadır
olmazdı.
Oruçluya iftar ettirmek O’nun Ramazan güzellikleri arasındaydı. Bu konuda şöyle derdi: “Kim bir
oruçluya iftar ettirirse, kendisine onun sevabı
kadar sevap yazılır. Üstelik bu sebeple oruçlunun sevabından hiçbir eksilme olmaz.”[13]
O, iftar sofralarında aşırılığa kaçarak israf sofralarına dönüştürmez ve yalnızca zenginlerin birbirlerine ödünç yaparcasına ağırlandığı sofralara çevirmezdi. O’nun mütevazı sofralarında zengin fakir herkese
yer vardı. O’nun hayatında Ramazan, beslenme ayı
da değildi, diyet ayı da, eğlence ayı da, festival ayı
da değildi
O’nun cevapları yaşanabilirdi. Dini anlatırken
taviz de vermezdi, muhataplarını çıkmazlara da götürmezdi.
O, her zaman cömertti, Ramazan’da daha cömert olurdu.. O, Vahiy meleği ile karşılaştığında hayır
ve infakta, esen yellerden daha cömert olurdu.[14]
O’nun cömertliği Ramazan ile sınırlı değildi. Verirken fakirlerin nurlarını korur, sahip olduğunun en
güzelinden ve sevgiyle verirdi.
Onun, zahidane bir hayatı vardı; ama o, Ramazanda daha bir zahiddi. Çünkü bu ay Onun
i’tikaf ayı, mescidin bir köşesinde on gün, kendini Yüce Allah’a verme ayı idi. Hz. Peygamber,
kendisine peygamberlik gelmeden önce Hıra mağarasında münzevi bir hayat yaşardı. Ama Kur’ân
ayetlerinin inmeye başlamasıyla O, Hıradan toplum
içerisine indi ve tebliğ görevini sürdürdü. Fakat O, insanlardan ve dünya nimetlerinin cazibesinden geçici
bir süre de olsa uzak kalmayı tamamen ihmal etmedi.
Bu sefer halkın içinde, mescidinde O, Ramazanın son
on gününü itikafla geçirirdi.
O, oruç tutuyorum diye hayattan kopmaz,
yapması gereken işleri hakkıyla yapmaktan geri kalmazdı. Nitekim Bedir savaşına o, bir Ramazan
ayında çıkmıştı.
O, halk içinde Hakla beraber olur, ibadetlerini
asla hayattan ve insanlardan kopmaya, onlarla ilişkilerini kesmeye ara yapmazdı.
Ne orucu uykuya tutturur ve ne de orucu
işini savsaklama aracı yaparak istismar ederdi.
O, her zaman Allah’ı zikrederdi, Ramazan’da
daha çok zikrederdi. Bu kutlu ayda dualarına dua
katardı.
Oruçla ilgili kendisine yöneltilen sorularda, her
zamanki gibi kolaylaştırıcı bir yöntem izler ve alternatif çözümler sunardı.
O, sürekli Kuran okur ve Kur’ân’lı bir hayat yaşardı, ama Ramazanda daha çok Kur’ân okurdu.
Onun orucu, yalnızca midenin aç susuz kalmasından ibaret değildi. O, mide başta olmak üzere tüm organlarına oruç tuttururdu. O, orucu gönlü, beyni, dili ve tüm hücreleriyle
tutardı. Ve o, bu konuda şöyle uyarmıştı bizleri: “Nice oruç tutanlar vardır ki, tuttukları
oruçlarından onlara kalan sadece aç ve susuz kalmalarıdır.”[7]
10
Haziran
Onun mukabelelerine Vahiy meleği ve ashabın
seçkinleri eşlik ederdi. Onun vahiy meleği ile
karşılıklı Kur’ân okuyup ezberini sağladıkları
ay da Ramazan’dı.[15]
O’nun Kur’ân okumaları anlamak ve en iyi şekilde yaşamak içindi. O, asla Kur’ân okumayı dünyalıklara alet etmedi ve adete dönüştürmedi.
O, Ramazan’ın son on günü içerisinde, dua, istiğfar, zikir ve ibadet fırsatı olan Kadir gecesini arar
ve kadir gecesini ihya etmeye teşvik ederdi: “Kim
inanarak ve sevabını Allah’tan bekleyerek kadir gecesini ihya ederse, geçmiş günahları bağışlanır.”[16]
Kısaca O, Ramazan’da kulluk
ve dua yoğunluğu içerisinde olurdu. Ve Ramazan’da sergilediği bu
güzellikleri Ramazan’dan sonrasına taşır ve bunu ümmetine tavsiye
ederdi. Yani on bir ayın sultanı Ramazan, onun on bir ayını da yönetirdi: “Kim Ramazan orucunu
tutar ve ona şevval ayından altı
gün ilave ederse, sanki yıl orucu
tutmuş olur.”[17] “Resûlullah Zilhicce’den dokuz günle Aşûra günü oruç
tutardı. Bir de her aydan üç gün, ayın
ilk pazartesi ile perşembe günü oruç
tutardı.”[18]
Tüm bu Ramazan güzellikleriyle o bizleri aydınlatmaya, gönüllerimizi ısıtmaya, beyinlerimizi ışıtmaya, sözlerimizi güzelleştirmeye, davranışlarımızı hep
hayır ve güzelliklere yönlendirmeye devam ediyor.
O’nun ümmeti olarak O’nu özlemeye, hayatımızın her alanında O’na benzemeye, O’ndaki güzellikleri yaşamaya ve yaşatmaya var mısınız? O, bizleri,
Mahşerde buluşma yerimiz olan Kevser havzının başında bekleyip durmakta.
Ramazanda daha
çok Kur’ân okurdu.
Onun mukabelelerine Vahiy meleği ve ashabın seçkinleri eşlik
ederdi. Onun vahiy
meleği ile karşılıklı
Kur’ân okuyup ezberini sağladıkları ay da
R amazan’dı.
Çünkü O’nun için Ramazan, bir eğitim kampı,
bir yenilenme fırsatı, bir donanım ve dolum ayı idi.
O, Ramazan’dan aldığı enerji ile Ramazan sonrası
hayatını şekillendirirdi. O, bayramını tekbir ve namazla başlatırdı. Tekbir ve namaz üzerine kurulan
Haziran
bayram sonrası hayat, tekbir ve namaz doğrultusunda devam ederdi.‫ﻓﻔــﻒ‬
Salat ü selam, her türlü ihtiram
O’na ve O’nun bağlılarına olsun.
________________________________________
[1] El-Münzirî, et-Terğîb, II, 215-216. (Hakim)
[2]Buhari, Savm: 5, Bed’ü’l- Halk: 11, Müslim,
Sıyâm: 2, (1079); Nesâî, Sıyâm: 5, (4, 129); İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi,
Akçağ Yayınları: IX, 426.
[3] İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte , IX, 419.
[4] Muhtâru’l-Ehâdisîn, No:1287 (Taberânî)
[5] (Buharî, Müslim, Nesâî) Ali en-Nâsıf, et-Tâc,
II, 48.
[6] (Nesâî, Ahmed) Ali en-Nâsıf, et-Tâc, II, 46.
[7] (İbn Mace, Ahmed, Hakim) Ali en-Nâsıf, etTâc, II, 61.
[8] Buhari, Savm: 8, Edeb: 51; Ebu Dâvud,
Savm: 25, (2326); Tirmizî, Savm: 16, (707); İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte, IX, 503.
[9] Buhari, Savm: 2, 9, Libas: 78; Müslim,
Sıyâm: 164 (1151); Muvatta, Sıyâm: 58, (1, 310);
Ebu Dâvud, Savm: 25 (2363); Tirmizî, Savm: 55, (764); Nesâî,
Sıyâm: 41, (2, 160-161); İbnu Mâce, Sıyam: 1, (1638), Edeb: 58,
(3823); İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte, IX, 420.
[10] Buhari, Savm: 20, Müslim, Sıyâm: 45, (1095); Tirmizî, Savm:
17, (708); Nesâî, Savm: 18, (4, 141); İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte,
IX, 490.
[11] Buharî, Savm: 45; Müslim, Sıyân: 48, (1098); Muvatta, Sıyâm:
6, (1, 288); Tirmizî, Savm: 13, (699); İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte,
IX, 499.
[12] Ebu Dâvud, Savm: 22, (2357). İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte,
IX, 500.
[13] Tirmizî, Savm: 82, (807); İbnu Mâce, Sıyâm: 45, (1746); İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte, IX, 426.
[14] (Buharî, Müslim) Ali en-Nâsıf, et-Tâc, II, 62.
[15] Cibrîl, her Ramazan Peygamberimize gelir ve o ana kadar inen
ayetleri karşılıklı okurlardı. “Arza” diye isimlendirilen bu karşılıklı
okuma (mukabele) Peygamberimizin vefat edeceği sene iki defa tekrarlanmıştı. Bkz. Buhari, Bedü’l-Vahy 5, Fedâilü’l-Kur’ân 7; Müslim,
Fedâil 50; Zerkeşî, el-Bürhân, I, 232; İbnü’l-Esîr, en-Nihâye, III, 212;
Bilmen Ö. Nasuhi, Büyük Tefsir Tarihi, I, 21.
[16] El-Münzirî, et-Terğîb, II, 229.
[17] Müslim, Sıyâm: 204, (1164); Tirmizî, Savm: 53, (759); Ebu Dâvud, Savm: 58, (2432); İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte, IX, 471.
[18] Ebu Dâvud, Savm: 61, (2437); Nesâî, Savm: 83, (4, 220); İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte, IX, 472.
11
Liberal Toplumun Oruç Fotoğrafı
Murat TÜRKER
İçki servisi yapan veya içki satan mekânların camlarına astığı “Ramazan münasebetiyle
kapalıyız” yazılarının yerini son yıllarda “Ramazan’da açığız” levhaları almış.
e
a yerin
d
m
a
l
n
or;
şahsî a
n
i
t
i artıy
e
s
d
i
t
s
e
İba
b
er
lan
lirlik s
i
b
e
l
dete o
i
a
r
b
i
e
geti
r
gö
lâm’ın
r kavle
s
i
İ
b
,
k
a
t
a
t
ha
Anc
eliyor.
s
k
n şeâir
a
ü
l
y
o
e
u
d
r
su
ilgi
bir un
ri)
m
i
h
ü
ahürle
z
e
t
,
i
çok m
r
etle
k
vşekli
’ın işar
e
m
g
â
r
l
i
s
İ
b
(
hiş
a müt
d
n
u
r.
s
konu
zanıyo
a
k
e
ivm
Üstelik, bu “Ramazan’da açık” olan yerler arasında, muhafazakâr insanların sahip olduğu
bazı kafe ve mekânlar da bulunuyormuş.
Bu tespitlere şaşırmalı mıyız; yoksa her fikrin ve tutumun kendini ifade adına özgürleşmesi gerektiğinin bu ölçüde tartışılmaz bir
argüman haline getirildiği bir vasatta tüm
bunları normal mi karşılamalıyız?
Kendi hesabıma ben, ikinci gruptayım, yani
olan bitenden rahatsız olmakla beraber, bunları bir
sürpriz olarak karşılamıyorum, bu gidişin böyle bir
neticeye müncer oluşuna şaşırmıyorum.
Ne bekliyorduk ki!?
12
Haziran
Şimdi önümüzde duran sosyal fotoğrafı netleştirelim ve somutlaştıralım. (Eskiden bunun yerine
‘müşahhaslaştıralım’ denilirdi ama böyle yazınca artık anlaşılmıyor; dille gelen tahrip ne korkunçtur!)
O fotoğrafta, oruç tutanların artık bu şahsî ibadetlerini daha rahat, en azından konjonktür sayesinde amirden, patrondan vs çekinmeden yerine getirebildiklerini gösteren bir boyut var.
(Gerçi oruç tutanların sayısında artma mı azalma mı olduğu meselesi de oldukça tartışma kaldıran
bir bulanıklık içeriyor ama bu şimdi
bizim konumuz değil)
Fotoğrafta var olan diğer
boyut ise, yazının başında telmihte bulunduğumuz “Ramazan’da
açığız” muhabbetiyle ilişkili olan,
oruç tutmayanların artık bunu ifşa
etmekte hiçbir beis görmeyecekleri
bir sosyal vasata ulaşmış olmamız.
Denilebilir ki, oruç tutmayanlar zaten hep vardı ve bunu
açıktan zaten sergiliyorlardı.
Doğrudur ama ben, bu tavrın
artık neredeyse hiçbir mahcubiyet emaresi olmaksızın ortaya konulmasında ifadesini bulan rahatlıktan
ve bu rahatlığın her geçen gün gitgide artış göstermesinden söz ediyorum.
O halde iki yönünü tasvir ettiğimiz bu fotoğrafın
adını da doğru koyalım. Olan şudur: İbadetin şahsî
anlamda yerine getirilebilirlik serbestisi artıyor; hatta bir kavle göre ibadete olan ilgi de yükseliyor. Ancak, İslâm’ın çok mühim bir unsuru olan
şeâir (İslâm’ın işaretleri, tezahürleri) konusunda
müthiş bir gevşeklik ivme kazanıyor.
İşte muhafazakâr pratik, topluma tam
da böyle bir dindarlık tasavvuru zerk ediyor.
İbadette kısıtlamaların ortadan kalktığı ama İslâm’ın
şiarlarının, yani Din’in toplumsal boyutunun tedricen
rafa kalktığı bir içtimâî atmosfer…
Elbette, bir toplumun itikadına ve imanına sahip çıkmasının, esasen bu şeaire sahip
Haziran
çıkmakla son derece alâkalı olduğu gerçeği de
dikkatle gözden kaçırılıyor.
Şahsî bir ibadet olan oruç kadar, oruca saygının da -bir şiar olması yönüyle- dindarlığımıza şekil
veren olmazsa olmaz bir unsur olduğu hakikati sümen altı ediliyor.
Ve bu mantığı oruç özelinden çıkarıp genele
teşmil ettiğimizde de, ibadetlerin ferdî boyutunun
canlılık kazandığı ama toplumsal işleyişte sokağın
Müslümanlığını temin eden İslâm’ın hüküm
ve değerlerinin aziz olmaktan
çıkartılıp, hürmetlerinin ihlâl
edildiği ve rahatlıkla tahkir/
tezyif edilebildikleri bir atmosferin yükselişte olduğu anlaşılıyor.
Müslümanların
liberal-demokrat eğilimlere teşne kılınmasının doğal sonucu, İslâmî şeâirin
böylesine ucuzlatılması ve İslâm’ın
kıymet hükümlerinin yok sayıldığı
bir kurguya Müslümanların hiç yüksünmeden dâhil edilebilir hale gelmeleridir.
Elbette bu yazının ana fikri, ‘oruç tutmayanlara
müdahale edelim, edilsin’ vs değildir. Böyle anlamak,
yazının mesajını hiç kavramamış olmaktır.
İşaret etmek istediğimiz husus, Müslüman zihin ve kalplerde meydana gelen ve alttan alta seyreden şuur boşalmasıdır. Neyi kazanç, neyi kayıp
olarak görmemiz gerektiği noktasındaki ciddi kafa
karışıklığıdır.
‘Kaşıkla verip kepçeyle alma’ deyiminin
capcanlı örneğini görüyor, hatta yaşıyor olmamıza rağmen, kaşıkla aldıklarımız için zafer türküleri
tertip eden bilinç kaybıdır, gündeme getirmeye çalıştığımız…
‘Muhafazakâr’ belediyeler eliyle Ramazan’ın
içinin boşaltılması ise apayrı bir yazı konusu…
Ona hiç girmeyelim!
13
Zaman ve İnsan
Abdullatif ACAR
ysa
ki: “O
r
o
y
u
r
u
an,
lla buy
bulun
ş
i
m
l
Yüce A
ge
z,
i eceli
d
n
e
teleme
r
k
e
h
e
a
l
l
l
k
A
nli
ryi kesi
e
s
aberda
h
m
i
n
k
a
ç
i
d
h
ız
ıkların
t
p
a
y
un,11)
g
i
f
Allah
a
n
ü
dır.” (M
Zaman, insan için en kıymetli bir nimet,
paha biçilmez bir değerdir. Hayatın ta kendisidir. O yoksa hayat yok, o varsa her imkan vardır.
Yaşamın adıdır zamana sahip olmak. O, Yüce Yaradandan insana tanınan bir fırsattır. Herşeye onun
varlığıyla sahip olursunuz. Yaşamınızda. Onun ya
varlığından söz ederek fırsatların değerlendirilmesi
temennilerinde bulunursunuz yada yetmediğinde,
dillerinize dolarsınız yakına yakına. Her imkana sahip olsanız da, o imkanları değerlendirme alanınız,
kullandığınız gerçek sermayeniz, işlediğiniz tezgâhınız, sergilediğiniz salonunuz yine odur. Onunla iç
içe; ne ondan ayrı ne de ondan gayrısınızdır.
Ahmet Hamdi Tanpınar bunu ne güzel ifade
etmiştir.
“Ne içindeyim zamanın
Nede büsbütün dışında
Yekpare geniş bir anın
Paçalanmaz akışında”
Necip fazılda zamanla ilgili:
14
Haziran
Otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum
Gök yüzünden habersiz, uçurtma uçurtmuşum.” diyerek akıp giden zamanı ve zamandan
habersiz insanı anlatmıştır.
Akıp giden bu zaman içerisinde, “Azıcık zamanım olsaydı, halledecektim, Zaman Müsaade etmedi, keşke önceden bunu düşüne bilseydim” gibi sözlerle önceliklerini gerçekleştirmek
isteyen insanların zamana olan muhtaçlıklarını ve iştahlarını duymuşsunuzdur. Yada ilerde nice hayalleri
hedefine koyup zamanları yetersiz
olduğundan, ömürleri elvermediğinden bu dünyadan göçüp gidenlerle ilgili: “Daha gencecik yaşındaydı, hayatının baharındaydı,
hayallerini gerçekleştiremedi”
gibi sözlerle ansızın zamanın bitişine sitem edenlerin serzenişine şahit
olmuşsunuzdur. Bazen de böyleleri
için teselli babından, “Yapılacak
bir şey yok, ne gelir elden ömür
bitmiş, Allah taksiratını affetsin, sizede sabır versin.” dediğimiz zamanlar olmuştur.
Ne gariptir ki bazen de zamanın çokluğundan şikayet edenlere, onu adeta sırtında
yük görenlere şahit olursunuz. Günlerini nasıl geçireceklerinin telaşını yaşayan böyle insanlarla doludur
bu dünya. “Nereye tatile gitsek, nasıl bir meşguliyet bulsak, iyi ki geldin de zaman geçirdik
gibi...” Bazen olur ki daha da ileriye gidip kahırlar
okunur varlığından zamanın, isyan sözcükleri dökülür insanın dilinden: “Görmeseydim, yaşamasaydım, keşke bu günleri ”...
Peygamberimiz (s.a.v.), insanın en fazla aldandığı, sağlığın ve boş zamanın, değerlendirilmesi, pişmanlığın yaşanmaması, günaha, isyana dalınmaması
için bizleri uyararak buyuruyor ki:
“İnsanın çoğunun faydalanma hususunda aldandığı iki nimet vardır. Bunlar, sağlık ve
boş zamandır.” (Buhari, Rikak, 1)
Aşırı ihtiraslarla dünyaya bağlanan, nefislerinin
sınırsız isteklerini gerçekleştirmek için zamanı kısıtlı
gören, yada bu dünyaya boş yere geldiğini zannedip
hayatın içerisinde kendine rol bulmaktan aciz, yapılacak işlerin çokluğundan habersiz olan insanlar Allah’ın şu buyruğunu düşünemiyorlar ebetteki:
“Bizim, sizi boşuna yarattığımızı ve tekrar huzurumuza döndürülüp
hesap vermeyeceğinizi mi sandınız.” (Müminun, 115)
Evet, zaman mefhumu imanın ve islamın emrettiği bir anlayış
ve bakış açısıyla değerlendirilmediğinde, “zaman benim zamanım, hayat benim hayatım, mal
benim malım, şu dünyaya bir
daha mı gelecem, anlayışıyla teslimiyetten ve hakikatten
yoksun bir hayat sürüyoruz
çoğu zaman. İnsan her şeyi doğrudan kendinin görünce onu, sınırsız
bir şekilde harcama yetkisine sahip
olduğunu zannediyor. Zamanı öldürmeyi dahi bir kazanç kabul ediyor. Başka türlü geçiremediği zamanı, adeta günahla, isyanla, gıybetle,
dedikoduyla, malayani ve fuzuli işleklerle geçirmenin
normal bir davranış olduğunu düşünüyor.
Sorumsuzluk ve delaletin içerisindeki insanı, zamanın kıymetine ve önemine işaret babından onun
üzerine yemin ederek, -felaha ve kurtuluşa ermenin
de yolunu göstererek- yüce Allah şöyle buyuruyor:
“Asra( zamana) yemin olsun ki insanoğlu
hüsrandadır, ancak iman edip salih amel işleyenler birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır”(Asr süresi)
“Asra( zamana) yemin olsun ki insanoğlu hüsrandadır, ancak iman edip salih
amel işleyenler birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır”(Asr süresi)
Haziran
15
Felaha ve kurtuluşa kavuşabilmek, ancak
meselenin ciddiyetini kavramak, sorumluluk içerisinde hareket etmekle mümkündür. Böyle bir seviyeyi
yakalayabilen insanın seviyesiz, anlamsız, faydasız
işlerle uğraşması düşünülemez. Çünkü ortaya koyduğun en değerli şey ömründür, hesabı sorulacak zamandır. Öyleyse zararı olan, sana fayda sağlamayacak işlerle uğraşmak akıllı bir davranış olmasa gerek.
Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor ki:
Kişinin kendisini ilgilendirmeyen şeyleri
terk etmesi, müslümanlığının güzel olmasındandır. (Tirmizi,Züht, 11)
Böyle erdemli insanlarla ilgili yüce Allah’ta:
“Onlar boş ve faydasız işlerden yüz çevirirler” (Mü’minun,3) buyuruyor
Zamana hükmedemeyen onu kontrol altına
alıp disipline edemeyen, ibadet ve itaatle anlamlı hale
getiremeyenleri, zaman etkisi altına alır, anlamsız ve
gayesi olmayan insan haline getirir; “zaman sana
uymuyorsa sen zamana uyacaksın” anlayışıyla,
her ortam, yeni ve farklı her gün, adeta günahlar işlemek adına kötü bir başlangıç olur, mazeretlerin önü arkası kesilmez. Gördüğün nimetlere,
yaşadığın hayata karşı kapalı bir girdabın içerisine
girer, duyarsız, anlayışsız düşünemeyen, hikmetleri
okuyamayan, sonuçları kestiremeyen adeta yaşayan
bir ölü haline gelirsiniz.
Evet, hiç bir şey anlamsız olmadığı gibi gayesiz
de değildir. Her şeyin bir hesabı var; bakkaldan aldığın
bir ekmeyin ücretini ödüyorsun, bedava değil, arabana benzin doldurduğunda o istasyon sahibi elini uzatıyor, çünkü bedava değil, bir lokantada karnını tıka
basa doyurup çıkarken lokanta sahibi senin gözünün
içine bakıyor, bedava değil. Bütün bunlar bir gaye için
sana hizmet ediyorlar, O ömrün, hayatın niye bedava
olsun, istediğin gibi, ölçüsüz kuralsız kontrolsüz bir şekilde kullanabilesin diye niye verilmiş olsun.
Allah’ın, kimsenin yaptığı ibadetlere, ettiği şükürlere ihtiyaca yoktur. O, bütün noksanlıklardan
münezzehtir. Buna muhtaç olan insandır. O, senden
sadece kul olmanı istiyor, ibadet etmeni emrediyor.
Seni görüp gözetiyor; yedirip, içiriyor, bütün herşeyi
emrinin altına amade kılıyor, meleklerle takip ediyor.
Zikirle fikirle şükürle yaptığın ve yapmadığın şeylerle
karşılık bekliyor. Merhametiyle hesap gününü hatırlatıyor ve uyarıyor:
“Nihayet o gün nimetlerden elbette ve elbette hesaba çekileceksiniz”(Tekasür ,8)
Peygamberimiz (s.a.v.)de buyuruyor ki:
Kıyamet günü dört şeyden sorgulanmadıkça kulun ayakları yerinden kımıldamaz.
1- Ömründen: onu ne ile geçirdi
2- Gençliğinden. Onu nerede çürüttü
3- Malından: onu nerede kazanıp nerede sarf etti
4- İlminden: onunla ne yaptı (Tirmizi, Kıyame ,1)
Akıp Giden Sermaye
Kullarına bahşettiği en kıymetli zaman sermayesiyle ebedi alemi nasıl kazanabileceğimizi Yüce Allah bizlere göstermiştir. O, akıllıca kullanır, rıza-i ilahi
doğrultusunda değerlendirilirse kar üstüne kar edilir.
Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor ki:
Kişinin kendisini ilgilendirmeyen şeyleri terk etmesi, müslümanlığının güzel olmasındandır. (Tirmizi,Züht, 11)
16
Haziran
Onun için hayatı uyanık geçirmeli. Çünkü sen uyur- bir şey kalmamıştır artık. Ah vah etmenin faydası olken zaman uyumuyor, sen yorulurken o yorul- mayacaktır. Ömrünü heba eden, Allah için geçirmemuyor, sen dururken o durmuyor. Her geçen yenlerin ahiretteki pişmanlıklarını, feryadı figanlarını
saniye ömründen alıp götürüyor, imkânların yüce Allah bir ayetinde şöyle anlatıyor:
tükeniyor. Zaman akıp giderken de sonsuz aleme
“Onlar, orada imdat istemek için: “Ey
doğru aslında, senin yaptıklarını ve yıktıklarını taşıRabbimiz
bizi buradan çıkarıp, dünyaya geri
yor sırtında. O zaman sermayesiyle, ömür tarlasına
gönderde daha önceden yaptıklarıibadet ve itaat ektinse mükâfat, isyan
mızdan başka salih ameller yave günah tohumu attınsa da ceza ve
palım.” diye feryat ederler.. Allah’ü
Allah’ü teala onlacefa biçeceksin unutma.
teala onlara şöyle buyurur: “Biz
ra şöyle buyurur: “Biz
size, düşünüp ibret alacak ve
Atalarımız “vakit nakittir” dersize, düşünüp ibret alahakikati görecek kimsenin düken, zamanın nakitten daha değerli
cak ve hakikati görecek
şünebileceği kadar bir ömür verolduğuna işaret etmişlerdir. Çünkimsenin
düşünebimedik mi? Hem size peygamberkü vakitle nakit kazanılır, nice mala
leceği kadar bir ömür
ler gelip ikaz etti, öyleyse tadın
mülke ve servete sahip olunur. Anvermedik mi? Hem
azabı, zalimlerin hiç bir yardımcak nakitle bir saniyeyi dahi satın
size
peygamberler
gecısı yoktur.”(Fatır,37)
alamaz, geçen bir günü geri getiremezsiniz.
Hasan-ı Basri Hazretleri geçmişte şahit olduğu, zamanının kıymetini bilen insanların durumunu
şöyle anlatıyor:
lip ikaz etti, öyleyse
tadın azabı, zalimlerin
hiç bir yardımcısı yoktur.”(Fatır,37)
“Öyle zaatlara eriştim ki, sizin nakitlerinizi harcamaktan çekindiğinizden daha fazla
vakitlerini harcamaktan çekiniyorlardı. Yani
ya okuyorlardı, ya yazıyorlardı, ya da ibadetle
meşgul oluyorlardı. Tek dakikalık vakitlerini
dahi boşa harcamıyorlardı”.
Hala nefes alıp vermeniz bu fırsatın elinizden
alınmadığın göstergesidir. Öyleyse her saatimizi Yüce
Allah’ın emirleri doğrultusunda geçirmeliyiz. Yoksa
akşam olduğunda, hayat güneşi battığında, kar ve
zarara oturduğumuzda ne demet taşları başımıza balyoz gibi inip kalkacaktır. Ancak, o zaman yapılacak
Onun için peygamberimiz
(s.a.v.) bizi uyarıyor, kendimize gelmemizi istiyor, fırsatlar elden gitmeden önce o fırsatı değerlendirmemiz
gerektiğini emir buyuruyor:
“Beş şey gelmeden beş şeyin kıymetini
bilin:
İhtiyarlık gelmeden gençliğinin,
Hastalık gelmeden sıhhatinin,
Fakirlik gelmeden zenginliğini,
Meşguliyet gelmeden boş vaktini,
Ecel gelmeden hayatını”.(Hakim, Müstederek, 7846)
Yine, Peygamberimiz (s.a.v.)’in. “iki günü
eşit geçen ziyandadır” sözünü kulaklarımıza
küpe etmeliyiz. Her günün sonunda o günün hesabını gözden geçirmeli, bir sonraki günü daha karla
kapatmanın planını ve programını yapmalıyız. Yüce
Allah: “Bir işi bitirince diğerine koyul”( İnşirah,
7) buyurarak müminin boş zamanın olmayacağına
işaret ediyor.
Hz. Ömer(r.a.) her gün için defter tutar, yapıp ettiklerini yazardı, akşam olunca hesaba
oturur, nefsini sıkı bir şekilde sığaya çekerdi.
İbni Mesud’da(r.a.):“Her hangi bir hayırlı amel
işlemediğim gün, güneş batarken pişman olduğum kadar hiç bir şeye pişman olmadım. O
gün geçti fakat ben amelimi artıramadım” der.
Haziran
17
layı basmış, onlar temizlenecek, taşı kayası ayıklanacak, sonra imanın gücüyle iradenin çubuğuyla, ihlas
ve samimiyetle o tarla sürülecek, oraya ibadet
ve itaat tohumları ekilecek, ahlak meyveleri
dikilecek, zikirle sulanacak, yapılacak çok iş
var değil mi, ancak zaman az.
Yarın Yaparım Deme!
İmam Gazali her nefesi bir cevhere benzetmiş ve şöyle demiştir. “İnsanın kendisinden gafletle çıkan tek bir nefesi için, ömrü boyunca
ağlaması lazımdır. Zira nefeslerinden her biri
değeri biçilmez bir cevher kabilindendir. Eline
bahsedilen tek bir tane geçipte, ondan yararlanmayarak zayi eden kimsenin hali nice olur”.
Peygamberimiz (s.a.v.) bir hadis-i şerifinde, ahirette, Cennet halkının bile, ibadet ve itaatsiz geçen
günlerin kaybına nedamet ve hasret duyacaklarını
şöyle ifade ediyor:
“Cennet halkı başka bir şeye değil, sadece
dünyada Allah’ı zikretmeksizin, geçirdikleri anlara, hasret ve nedamet duyacaklardır.”(Haysemi)
Evet, kardeşim, zaman en kıymetli hazinendir, unutma! Onu haram olan, boş ve anlamsız
şeyler uğruna saçıp savurma! o ‘zaman’ senin
cennetinde olabilir cehenneminde, felaketinde olur
saadetinde. Her geçen gün senin aleyhinedir. Gelecek zamana ulaşacağın belli değildir, senin
için en önemli zaman bulunduğun andır. O anı
iyi değerlendir. Allah’ın, seni her an görüp gözettiğini unutma! Ona göre otur ona göre kalk, ona
göre davran. O zaman, belki her anını ibadetle en iyi
bir şekilde değerlendirme bahtiyarlığına ermiş olursun, her yaşadığın zaman diliminde hayatından zevk
alırsın. ‘Yapılacak iş yok, ne yapıyım’ deme. Bu
dünya ahiretin tarlasıdır; bak yabancı otlar o tar-
İnsan ne yemek yemeyi, su içmeyi ne uyumayı
ne gezmeyi tozmayı, ne evlenmeyi, ne de çoluk çocuk sahibi olmayı erteler, maişetini temin için işine
gitmeyi de unuttuğu pek olmaz. Bir ev alabilmek için
para biriktirmeyi, okuyup makam sahi olmak adına
senelerce dirsek çürütmeyi akıllılık saydığı gibi bunları
ertelemeyi de eksiklik addeder. Çünkü Hedefi ve hayalleri vardır, ‘Kavuşacağı belli olmayan’. Kendince
kıymet biçtiği meşguliyetleri ertelerken beynini yorarcasına düşünür, “Bugünün işini yarına bırakma!”
sözünün büyüklerin, düşünemeyenlere, karını ve zararını hesap edemeyenlere söyledikleri nasihat olarak
anlarız. Ancak bunu, dünyevi menfaatlerini temin
için sarf ederken unuttuğumuz ebedi alem adına niye
kullanamadığımızı sorgulamayız bile. Kazanmanın ve
kayıp etmenin şartını kurallarını kriterlerini geçici şu
dünyanın mihengine kalıbına soktuğumuz kadar bile,
ebedi alem için yormayız kendimizi.
Çünkü ahiretle ilgili, ebedi alemle alakalı, kulluğumuz söz konusu olduğunda ibadetlerimizin hemen yapılmasının zaruri olmadığını düşünür, nasıl
olsa ilerde yapılabileceği düşüncesiyle, ertelemekten
çekinmez, onun ızdırabını da yaşamayız maalesef. İlk
önce özgürce hayatı kendi arzularımız doğrultusunda
yaşamayı, sonrasında ise kendimizi ümitsiz, hayattan
yorgun argın bir halde hissettiğimiz de, geçmiş günleri, ibadet ve itaatle o son zaman dilimine sıkıştırarak telafi etmeye çalışırız. Allah’ın mağfiretini teselli
kaynağı görerek, yine bildiğimiz şeylerin peşine sürüklenir. “İlerde yaparım” diyerek o Allah’ın sonsuz
affını kendimizce yorumlamaya kalkışırız.
İmam Gazali her nefesi bir cevhere benzetmiş ve şöyle demiştir. “İnsanın kendisinden gafletle çıkan tek bir nefesi için, ömrü boyunca ağlaması lazımdır. Zira nefeslerinden her biri değeri biçilmez bir cevher kabilindendir. Eline bahsedilen tek bir tane geçipte, ondan yararlanmayarak zayi eden kimsenin hali nice olur”.
18
Haziran
Kulluk öyle ertelenebilecek bir şey de değildir,
böyle bir özellik onun mahiyetine zıttır. Nasıl ki hayatın devamı için hava, su neyse, bunları ertelemek mümkün değilse. Ruhumuzun ihtiyaçlarını da ertelemek mümkün değildir, ibadet ve
itaati her zaman yerine getirmeli, onları ertelemek gibi bir vahamete düşmemeli, bir an olsun
Allah’tan gafil olmamalıyız.
nım yok”, bir doktorun “muayeneyi şimdi yapamam” zira fabrikada dükkânda kasapta işlerim
yoğun demelerinden daha vahimdir.
Halbuki eşrefi mahluk olan insanın asli vazifesi yaratılış gayesi “Ben insanları ve cinleri bana
ibadet etsinler diye yarattım” (Zariyyat ,56) buyruğunda ifadesini bulduğu gibi, Allah’a ibadet etmektir. Bu böyle olunca hayatın anlamı, ne sadece doğup
büyüyüp, sonrada ihtiyarlanıp zaman bittiğinde ölmektir. Nede yiyip içip istediğince ölçüsüz ve pervasızca yaşayarak insanın şerefini haysiyetini değerini,
banka, yemekhane tuvalet, arasında heba etmektir.
Bu dünyadaki asıl görev ve sorumlulukları
yerine getirememenin bahanelerini bulmaya çalışmak, çeşitli mazeretlerle ibadetin ertelenebileceğine
inanmak ancak insanın kendi kendisini aldatmaktan
başka bir işe yaramaz. Çünkü Allah’tan hiç bir şeyin gizlenmesi mümkün değildir;
o kalplerde olanı en detaylı bir
Hayatın devamı
şekilde bilendir, insanların açıiçin hava, su neyse, bunğa vurdukları da gizledikleri de
ları ertelemek mümkün
onun için birdir, sözlerin arkasındaki niyetlere de aşinadır.
değilse. Ruhumuzun ih-
tiyaçlarını da ertelemek
Hayatı anlamlı kılan, insanı değerli hale getiren, insanın asli görevine geri dönmesi, ibadet ve itaati,
“Sana ölüm gelinceye kadar
Rabbın’a ibadet et.”(Hicr,99)
diye Yüce Allah’ın buyruğunda
olduğu gibi, her zaman diliminde
olmak üzere asla ertelemeden, hayatın tam orta yerine koyup, diğer
meşguliyetleri buna ayarlamasıdır.
Namazı kılmamayı boş vaktimümkün değildir, ibanin olmayışına endeksleyen, hacca
det ve itaati her zaman
gidememeyi, daha çocukların evleyerine getirmeli, onları
neceğine, ev bark sahibi olması geertelemek gibi bir vahaHem yarın yaparım demek
rektiğine bağlayan, cuma namazına
mete
düşmemeli,
bir
an
samimiyetten yoksun bulunan
gidemeyişini patronun izninin olmainsanlara ait bir özelliktir. Doğmasına yamayan, orucu tutmamayı
olsun Allah’tan gafil olrudan insanları ibadet etmekten
basit bir hastalığına iliştiren, zekât ve
mamalıyız.
engelleyemeyen, şeytanın ikinci ve
sadakayı verememeyi kuran okuyaen etkili planı olan bir aldatmadır
mamayı zikir yapamamayı ve daha
nice ibadet ve itaatleri yerine getirememeyi ve ertele- bu. Böyle bir düşüncene tamamen masumdur, nede
meyi, çeşitli dünyevi kılıflara giydiren bir müslümanın inandırıcı bir şeydir. Zira senin, bugünün işini yarına ertelemen seni, bugünün sorumluluğundan muaf
durumu:
hale getirmez bir defa. Bugün yapılacak görevler
Öğretmenin: “Bugün ders verecek vaktim mevcutken, yarında yapılacak daha başka görevyok”, bir mühendisin “Proje çizmek için zama- ler vardır. Hâlbuki yarın olduğunda da daha başka
yarınları gösterirler böyle insanlar. Bugünde, dünün
yarınıydı, yarında bir sonraki günün bugünü, sonuç
olarak, böyle bir düşüncenin neticesi helak olmak,
ahireti kayıp etmektir.
Yüce Allah bir ayeti kerimesinde buyuruyor ki:
“Hiçbir şey hakkında “ ben bunu yarın
mutlaka yapacağım deme, Ancak Allah dilerse
(inşaallah yapacağım de). (Kehf, 23-24)
Çünkü her şey onun dilemesiyle mümkündür.
Yarına çıkacağımızı da, yarın için başımıza ne geleceğini de yine ondan başka kimse bilmez, öyleyse Ona
Haziran
19
bağlanmalı, ona güvenmeliyiz. Ona olan ahdimizin
gereğini yerine getirmeli, ibadetlerimizi erteleyerek
şeytanın tuzağına düşmemeliyiz.
Yine başka bir ayette Yüce Allah: “Ertelemek
ancak inkarda artıştır..” (Tevbe, 37) diye buyurarak işin ne kadar ciddi bir mesele olduğuna vurgu
yapılıyor.
Peygamberimiz (s.a.v.) de bir hadis-i şerifinde:
“Yarın yaparım, yarın yaparım diyen helak olmuştur”(İmam Rabbani) buyuruyor.
Hz. Ali de: “Yarına bırakma, bakarsın yarın
olurda sen olmasın” diyerek uyarmıştır
Mevlana Celaled’din Rumi ibadetlerini erteleyenlerin tutarsızlığı için; “Yarın yaparım diyorsun
kaç tane yarın geçti hayatında. Kaç tena yarın
geçti ne yaptın ki yarın yarım diyorsun” demiştir.
En önemli ibadetlerini yarına erteleyenler İslami
ve ahlaki olmayan yaşantılarından memnun olduklarını -farkında olmadan- ima ederlerken, güya böyle
çıkmaz hallerini bu şekilde bastırıp teselli bulacaklarını zannederler. Ne işledikleri günahtan uzaklaşmayı,
nede güya dinden diyanetten kopmayı arzu ederler.
Ancak neyi erteleyerek, aslında nelere sebebiyet vereceklerini, onun acı sonuçlarını neler olacağını kestiremeyerek bile bile kendilerine zulmeden, ahiretlerini
heba eden bir konuma düşerler. Yüce Allah böyleleri
hakkında şöyle buyuruyor.
“Zalimlere kendi mazeretlerinin hiçbir
yarar sağlamayacakları gün; lanette onlarındır, yurdun en kötüsü de.”(Mümin,52)
Her verilen zamanın hesabı bizlerden
mutlaka sorulacaktır. Aldığımız nefesi nerede
aldığımızın dan tutunda, attığımız adımın tuttuğumuz ellin, baktığımız, duyduğumuz bütün
davranışlarımızın hesabını vereceğiz teker, teker.
Her günü bir fırsat aralığı olarak düşünmeli, belki yaşadığımız günü son gün olarak farz edip,
ibadet ve itaati zirvelerde yaşamalı, çünkü fırsat
insanın eline bir defa geçer, gidince de geri gelmesi
imkânsızdır.
20
Ne geçmişe takılıp, kendimizi karamsarlığa sürüklemeliyiz, nede bizler için geleceği belli olmayan
yarın için ibadetleri ertelemeliyiz. Geçmiş zaten geçmiştir, yaptığıyla, yıktığıyla, kazandırdığı ve kayıp ettirdiğiyle, gelecekte zaten belli değildir. Öyleyse dem
bu dem, saat bu saattir.
Hızla ahirete sevk ediliyoruz, bölük bölük. Tanıdığımız, tanımadığımız nice insanlar yanımızdan bir
ağacın yaprakları gibi düşüyor toprağım kara bağrına, geldiğimiz gibi gidiyoruz.
Yüce Alla buyuruyor ki: “Oysa Allah kendi
eceli gelmiş bulunan, hiç kimseyi kesinlikle
ertelemez, Allah yaptıklarınızdan haberdardır.”(Münafigun,11)
Her insan gibi, ecelin oku bir gün bizi de vuracak, bizim içinde selalar verilecek, er kişi veya hatun
kişi niyetine diye namazımıza durulacak, “nasıl bilirsiniz” sözüne herkes “iyi bilirdik” diye cevap verecek
belki, ancak büyük hesap gününde günah işlediğimiz
her azamız aleyhimize şahitlik edecek, o zaman ertelediklerimizden hesaba durduğumuzda ertelenmeyen
bir adaletin tecellisinden nereye kaçıp kurtaracağız.
Yüce Allah bu hususta da şöyle buyuruyor:
“İşte o an geldiğinde,(artık her) insan önceden
taktim ettiklerini ve ertelediklerini bilip öğrenmiştir”(İnfirah,5)
Allah bizleri ertelenmeyen ölüm için ibadetlerini erteleyerek helak olanlardan eylemesin. Sırat-ı müstakim üzere yaşayan, samimiyet
ve ihlas üzere olan ve o şekilde Rabbının huzuruna çıkan kullarından eylesin. (Amin)
Haziran
Bu yolda yalnız Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’e tabi
olana uymak gerekir. Hak yolu arayanlar, Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi
ve sellem’e tabi olanı bulmalıdırlar. Kendini beğenmiş olanlara ve kuru iddia
sahiplerine uyulmaz.
Hz. Pir Seyyid Ahmed er-Rufai Hazretleri
Haziran
21
Ötekine Benzeyerek Ötekileşmek
Yrd. Doç. Dr. Ebubekir SİFİL
yunca
o
b
h
i
r tar
nu
manla
ü
l
s
nsubu
e
ü
m
M
ç
n
ave ina
n
i
d
çalışm
r
e
i
y
e
m
hiçb
et
e benz
ayann
i
m
r
l
e
o
l
i
n
ma
kend
i
müslü
a
r
mesin
i
e
Z
z
.
n
r
ı
e
t
ra b
mış
manla
ü
l
ltürel,
s
ü
ü
k
,
M
l
a
n
as
ları
yal, siy
s
yol
o
s
,
k
alanda
k
isteme
o
ç
k
t
î… pe
a, fıtra
n
a
y
r
hukuk
bi
k
rmaşa
a
k
ı
ulama
ğ
b
a
c
a
l
a
ı
ç
t
a
bâ
hakkı
a
d
n
ı
plan
tir.
demek
22
Modern dünya zihinlerimizin işleyiş biçimi ile birlikte, kültürümüzü, kıyafetimizi,
yeme içme tarzımız ve alışkanlıklarımızı da
değiştirdi. Bizim uğradığımız bu değişim hiç
şüphesiz üzerimizde yapılan bilinçli bir çalışmanın neticesi. ‘Bu değişime karşı koymak
neden önemli?’ sorusunun cevabını aramak adına,
Ebubekir Sifil Hoca’nın meselenin ehemmiyetine
dair yazısını “Milâdi Yılbaşı”nın yaklaşıyor olmasını
vesile bilerek sizinle paylaşıyoruz..
İslam’ın diğer din ve inanç sistemleriyle fazlaca
ayrışmadığını, ortak yönlerin hayli fazla olduğunu
ispatlamak, modernist Müslümanların en fazla hassasiyet gösterdiği konulardan birisi olmuştur hep.
Müslümanlarla gayrimüslimlerin yüzyıllar boyunca
bir arada yaşamış bulunmasını, İslam’ın engin hoşgörü anlayışına sahip olduğu tezine dayanak yapan
modernistler, İslam’ın sadece hoşgörülü yanına vurgu yapmakla yetinmez, bunun yanında onun “çoğulcu”, “kapsayıcı” ve “ötekileştirmeyen” bir
din olduğunu söylemekten ayrı bir haz alırlar.
Haziran
Yukarıdaki son cümlede tırnak içinde verdiğim
üç kelime (çoğulculuk, kapsayıcılık, ötekileştirme) aslında üç “kavram”dır ve bilincimize modern zamanlarda musallat olmuştur. Biz farkında olalım ya da
olmayalım, modern dönemde bilincimiz, yüklendiği
olumlu çağrışımlar sebebiyle zıddını otomatik olarak
mahkûm eden bu ve benzeri kavramlar vasıtasıyla
bulandırılıyor.
İslam’ın ötekileştirmeyen, kapsayıcı ve çoğulcu
bir din olmadığı anlamına gelen cümleler kurduğunuz
zaman, “İslam tekilci (başkasına tahammülü olmayan), diğer din ve inanç sistemlerini dışlayan
bir dindir” demiş oluyorsunuz ve buna önce Müslümanlar itiraz ediyor! “Tahammülsüzlük”, “dışlayıcılık” ve “benmerkezcilik” ne kadar olumsuz
çağrışımlar yapan kelimeler değil mi?!
Hz. Peygamber (s.a.v) döneminden itibaren Müslümanların değişmez uygulaması olmuştur. Her şeyden
önce gayrimüslimlerin, Müslümanların dinî kimliklerine ve buna dayalı olarak gelişen kültürel hususiyetlerine dikkat etmesi, bu alanda onlara benzememesi
temel ilkedir. Bilhassa “şiar” özelliğindeki göstergeler
titizlikle muhafaza edilir ve bu alanda bir “karışma”ya
asla izin verilmez. Gayrimüslimlerden istenen, “kendileri olarak” var olmalarıdır; inançlarıyla, örf-adetleriyle, kılık-kıyafetleriyle…[1]
İslam, bir yandan gayrimüslimlerden kendilerini Müslümanlara benzetmemelerini isterken, diğer
yandan da Müslümanları onlara benzemekten, dolayısıyla onlarla “kaynaşma” anlamına gelebilecek her
türlü hareket ve uygulamadan şiddetle men etmiş,
bunun büyük bir “münker” olduğunu ilan etmiştir.
Müslümanlar dinlerini, tarihlerini, inanç ve kimliklerini de Batılıların uygun
gördüğü/tayin ettiği tarzda algılama konusunda ne kadar yetenekli olduklarını dünya
âleme göstermenin yarışı içindeler…
Oysa hakikatin yalanla, hakkın bâtılla karıştırılması kadar büyük bir cürüm var mıdır? İstedikleri
kadar mürekkep yalamış olsunlar, bunlar ve benzeri kavramları düşüncesizce dile dolayanlar, gerçekte
hak ve hakikate karşı ihanet içinde olanlardır…
Kavramların bu şekilde uluorta kullanılması,
kaçınılmaz olarak o kavramların ait olduğu inanç,
düşünce sistemi ve kültürle zihnen yakınlaşmayı doğuracak ve sonunda bu süreç, Din algısından pratik
hayata kadar her alanda “ötekine benzeme”yle
neticelenecektir.
Müslümanlar’ın geçmişte farklı din ve inanç sistemlerinin müntesipleriyle bir arada yaşadığı doğrudur. Ancak işbu “birlikte yaşama”nın mahiyetine
baktığımız zaman meselenin öyle “yok aslında birbirimizden farkımız” tarzı söylemlerle çarpıtılamayacak
kadar önemli temellere oturduğunu görürüz.
Sözgelimi Müslümanların diğerleriyle “içiçe”
yaşadığını söylemek kocaman bir yalandır. Araya
görünür-görünmez perdeler koymak, aynı coğrafyayı paylaşmakla birlikte kesinlikle “içiçe” yaşamamak,
Haziran
Bu sebeple İslam’ın, gayrimüslimleri “asimile etmek”
gibi bir hedefi hiçbir zaman olmamıştır. Aslolan ayrışmadır ve aynı coğrafyada yaşıyor olsalar da herkesin
kendi dünyasında kendi değerleriyle yaşaması esastır.
Bu söylenenlerin en sadık şahidi yüzyıllarca
Müslümanların hâkimiyeti altında kalmış coğrafyalarda yaşayan gayrimüslimlerin kimliklerini bugüne kadar muhafaza edebilmiş olmasıdır. Ortadoğu
denen coğrafyada hangi dinden olursa olsun bütün
gayrimüslimlerin dinlerini, âdet, gelenek ve kültürlerini bugüne kadar yaşatabilmiş olmasına mukabil,
mesela Endülüs’te 8 asır devam eden Müslüman
varlığı, Endülüs’ün düşüşünden sonra bıçakla kesilir
gibi kesilmiştir. Bu nokta, aynı zamanda İslam’la diğerleri arasındaki en temel farklardan birisini ortaya
koymaktadır.
Burada bir noktanın altını çizelim: Müslümanların, hâkimiyetleri altında bulundurdukları gayrimüslimlerle kaynaşmaması, elbette
onlarla “küs” ya da “düşmanca” yaşadıkları
anlamına gelmiyor. İslam devletine cizye vergisi
ödeyerek “vatandaş” olma statüsü elde eden gayri-
23
müslimler, vatandaşlığın getirdiği her türlü haktan sonuna kadar istifade etmiştir…
Modernleştirme:
Kendine Yabancılaştırma
İslam’ın bize yüklediği “başkasına benzememe” mükellefiyetinin temelinde bizim fıtrî değerlere
bağlılıktan gelen üstünlüğümüzün bulunduğu en temel bir hakikattir.
İslam dünyasının bugün yaşadığı, İslam’ın hâkimiyeti temelinde oluşmuş bir durum değil. Ümmet-i
Muhammed’in, kendi iradesi dışında verilmiş kararlara uygun davranması için her türlü vasıta devrededir. Kendi kararlarımızı verdiğimizi düşündüğümüz
durumlarda dahi aslında fark edemediğimiz “yönlendirme” mekanizmalarının etkisiyle hareket ediyoruz. Dolayısıyla “geçmişte bir arada yaşadığımız
gibi bugün de yaşayabiliriz” diyerek “çoğulculuk” türküsü söyleyen kesim ve kimseler, kimin/hangi değerlerin çizdiği sınırlar içinde çoğulculuk oyunu
oynamamızı teklif ettiklerini de dürüstçe ve açık yüreklilikle söylemelidirler!
“Herkes kendi değerlerini yaşasın, Müslüman olmayanlar Müslümanlara benzemeye
çalışmasın” diyen İslam, bu anlamda evet “ötekileştiren” bir dindir. Çünkü herkesin kendisi olarak
kalmasını isteyen bir dindir İslam. Yukarıda da
belirtildiği gibi Müslümanlar tarih boyunca hiçbir
din ve inanç mensubunu kendilerine benzetmeye çalışmamıştır. Zira müslüman olmayanların Müslümanlara benzemesini istemek, sosyal, siyasal, kültürel, hukukî… pek çok alanda
yol açacağı karmaşa bir yana, fıtrat planında
hakkı bâtıla bulamak demektir.
Batılı insanın, dünyanın geri kalan kısmını türlü metotlarla kendisine benzetme (modernleştirme)
güdüsü, “içeridekilerin” Batılı gibi olmayı “amentü”
ilkesi gibi belleyip belletme gayretine eklendiğinde
ortaya çıkan durumsa bunun 180 derece aksi istikameti işaret etmektedir. Batılının tipik “Bana
benze, yoksa benzetirim!” tavrı sadece Batılı olmayan toplumların, Batılıların ekonomik beklentilerine uygun tarzda dizayn edilmesini öngörmemekte,
aynı zamanda “dinî tahrif ihracı” gibi bir işlev de
görmektedir. Adına “küreselleşme” denen süreç
bu iki hususun bileşkesiyle vücut bulmakta ve
yürütülmektedir.
Doğrusunu söylemek gerekirse bugün bu alanda epey mesafe katedilmiş durumda. Müslümanların
“Batılılaşmak”tan anladığı şey artık sadece kılık-kıyafette onlara benzemekten ibaret bir yüzeyselliği
yansıtmıyor; Müslümanlar dinlerini, tarihlerini,
inanç ve kimliklerini de Batılıların uygun gördüğü/tayin ettiği tarzda algılama konusunda
ne kadar yetenekli olduklarını dünya âleme
göstermenin yarışı içindeler…
Şehirlerimiz, sokaklarımız, ilişkilerimiz, cümle
kurma ve düşünce aktarma tarzımız, beden dilimiz,
değerlendirme ve akıl yürütme biçimimiz, erkek ve
kadın algımız, Din ve dünya telakkimiz ve tabii ki
kullandığımız araç-gereçler ve onları kullanma biçimimiz… tamamen Batılı değil mi? Bugünün dünyasında özellikle okumuş-yazmış kesimden
hangi müslümana saltanatın, ataerkil aile ya-
Şehirlerimiz, sokaklarımız, ilişkilerimiz, cümle kurma ve düşünce aktarma tarzımız, beden dilimiz, değerlendirme ve akıl yürütme biçimimiz, erkek ve kadın algımız,
Din ve dünya telakkimiz ve tabii ki kullandığımız araç-gereçler ve onları kullanma biçimimiz… tamamen Batılı değil mi?
24
Haziran
pısının, erkek-egemen anlayışın öyle ürkütücü
şeyler olmadığını, tam tersine bunların Müslümanların tarihsel tecrübesini pratikte mümkün kılan başat unsurlar arasında yer aldığını söyletebilirsiniz? Bunları geçtik, hangi “akıllı”
müslümana, İslam’ın diğer dinlerden üstün olduğu
gibi, Müslümanın da diğer insanlardan üstün olduğunu söyletebilirsiniz?!
Oysa İslam’ın bize yüklediği “başkasına
benzememe” mükellefiyetinin temelinde bizim fıtrî değerlere bağlılıktan gelen üstünlüğümüzün bulunduğu en temel bir hakikattir.
Hakkı bâtıla bulamak neyse, hak ehlinin kendisini
bâtıl ehline benzetmek suretiyle onlara bulanması da odur!
Meseleye bu zaviyeden bakıldığında görülen odur ki: Küreselleşmemizin batılılaşma hızımıza bağlı olarak ivme kazandığı ne kadar
gerçekse, batılılaştıkça kendimize
yabancılaştığımız ve bâtıla benzediğimiz de o kadar gerçek.
Hakkı
miştir. Tarih boyunca Müslümanların hep “kendine
mahsus” bir hayat yaşamış olması, eşya ve olayları
bu “mahsus” telakki tarzıyla değerlendirmesi, kökü
buraya dayanan “kimlik bilinci”nin tezahürleridir ve
bu bilinç modern döneme kadar titizlikle muhafaza
edilmiştir.
Efendimiz (s.a.v)’in müslüman kimliğinin
muhafazası konusundaki hassasiyetinin, neredeyse ibadetlere teşvik derecesine vardığını
görmek şaşırtıcı değildir. Zira vahyin hedefi, kendisini başkalarıyla eşitleyen, başkalarına benzemekte
bir sakınca görmeyen, hatta bunu adeta “varlığının
amacı” sayan birey ve toplum değil, hakkın ve hakikatin şahidi ve temsilcisi, inancından,
kimliğinden ve aidiyetlerinden dolayı Yüce Yaratıcı (c.c) nezdinde ayrıcalıklı bir yeri olduğunu bilen, tarihe
maruz kalan değil, tarihi yapan ve
bâtıla buyazan birey ve toplumdur.
lamak neyse, hak ehlinin kendisini bâtıl
Efendimiz (s.a.v)’in, Müslümanların gayrimüslimlere benehline benzetmek suzememesi konusundaki ısrarlı
ikazları bu çerçevede değerlenretiyle onlara bulandirilmelidir. Tarih içinde hep müsBu ahval ve şeraitte, fiilî esareti
ması da odur!
lümanlar üstün durumda olduğu
altında bulunduğu küresel dünyaya
için “Kim kendisini bir kavme
karşı “özgürlük mücadelesi” veren
benzetirse onlardandır”[2] “BizÜmmet’in bugün, matbaanın Osden başkasına benzeyen bizden
manlı ülkesine niçin geç girdiği sodeğildir”[3] gibi Nebevî uyarılar bağrusuna doğru/ikna edici bir cevap bullamında, kılık-kıyafet gibi “görünür” alanlar dışında
ması mümkün görünmüyor. Bu cevabı bulmasının,
gayrimüslimlere benzeme olgusu pek fazla gündem
yürüttüğünü düşündüğü “özgürlük mücadelesi”nin
olmamıştır.
akıbetini tayin edecek kadar önemli olduğunu fark
etmesi de öyle. Meğer ki “ötekine benzememe” hasEvet, bu rivayetler ilk planda dış görüsasiyetinin hikmet-i vücudu hakkında isabetli tesbitler
nüşte, kılık-kıyafette kendimizi başkalarına
yapabilecek kudret ve kabiliyete ulaşsın!
benzetmemizi yasaklıyor. Bu doğru. Ama hepsi
bu değil. Hadislerin mutlak ifadesi dikkate alındığında yasaklanan hususun sadece kılık-kıyafetle sınırlı
olmadığı, “benzeme” tavrının bilinçli bir tercih olarak tezahür ettiği her alanın bu yasağın çerçevesine
dâhil olduğu görülecektir. Bilhassa günümüzde “gayrimüslimlere benzeme”, daha doğrusu “kendisiİslam, hayatın her alanına ve varlığın görü- ni gayrimüslimlere benzetme” illeti, hayatın çok
nür-görünmez her boyutuna “kendine mahsus” fazla fark edilmeyen boyutlarında son derece belirledamgasını vuran bir dindir. Müslüman olmanın yici durumdadır.
kendine has hüküm, tarz, sembol ve göstergelerinin muhafazası, bu sebeple Efendimiz
Ulemamız, mezkûr rivayetleri şerh ederken
(s.a.v) tarafından ümmetine titizlikle öğütlen- problemin bu boyutuna dikkat çekmiş ve buradaki
“Öteki”ne Benzemeye
Çalışmak
Haziran
25
“Kim kendisini bir kavme benzetirse onlardandır”[2] “Bizden başkasına benzeyen bizden değildir”[3] gibi Nebevî uyarılar bağlamında, kılık-kıyafet gibi “görünür” alanlar dışında gayrimüslimlere benzeme olgusu pek fazla gündem olmamıştır.
“benzeme”nin, ahlakta, tavır ve davranışta, giyim-kuşamda… hasılı hangi konuda ve ne şekilde olursa olsun başkasına özenmeyi, kendine ait olanı terk edip
başkasının özelliklerini benimsemeyi ifade ettiğini
söylemiştir.[4]
Hatta bir düğün yemeğinde –içki içmek gibi–
münker fiiller işleniyorsa, orada işlenen münkerata
razı olduğumuz anlamına gelebileceği düşüncesinden
hareketle ulemamız, o merasime iştirak etmenin caiz
olmadığını ve bunun, “Kim kendisini bir kavme
benzetirse onlardandır” hadisinin hükmü altına
gireceğini belirtmiştir.[5]
Şurut-ı Ömeriyye
Sistemli olarak ilk defa Hz. Ömer (r.a) tarafından uygulamaya geçirildiğini için onun adına izafeten terminolojiye “eş-Şurûtu’l-Ömeriyye” (veya
“Şurut-ı Ömeriyye”) diye geçen tatbikat, toplumsal
hayata İslam’ın yön verdiği zamanlarda sadece
Müslümanların kendilerini gayrimüslimlere
benzetmesinin değil, gayrimüslimlerin de kendilerini Müslümanlara benzetmesinin yasaklandığını göstermesi bakımından son derece
önemlidir.
Hz. Ömer (r.a) döneminde fethedilen memleketlerde yaşayan ahalinin uymakla yükümlü kılındığı
hususlardan konumuzla ilgili olanları şu şekilde özetleyebiliriz:
1. Müslümanların elbiselerine, takkelerine,
sarıklarına ve nalinlerine benzer şeyler giymeyecekler. Saç şekillerini onlarınkine benzetmeyecekler; saçlarının ön tarafını tıraş edecekler.
2. Nerede olurlarsa olsunlar kendilerine mahsus
kıyafetleri giyecekler, bellerine zünnar bağlayacaklar.
3. Müslümanların diliyle konuşmayacaklar.
4. Onların künyeleriyle künyelenmeyecekler.
26
5. Çocuklarına Kur’anöğretmeyecekler.
6. Koşumlu (eğerli) hayvana binmeyecekler.
7. Mühürlerine Arap harfleriyle ibare kazıtmayacaklar…[6]
Bu sözleşmede yer alan hususların, Müslümanların din ve kültür safiyetinin muhafazasını, yani
gayrimüslimlerle Müslümanlar arasında herhangi bir
şekilde bir “benzeşme”nin vukuunun önüne geçmeyi
amaçladığı açıktır.
Zimmî statüsündeki (İslam devletinin koruması
altında yaşayan) gayrimüslimlerin uymakla yükümlü
tutuldukları bu hususlar,“Kim kendisini bir kavme
benzetirse onlardandır” hadisinin ve aynı anlamı
ifade eden diğer Nebevî beyanların sadece Müslümanlarla ilgili bir tesbit içermediğini, aynı zamanda
gayrimüslimler için de söz konusu olan bir durumu
dile getirdiğini göstermektedir. İmam Muhammed
Zâhid el-Kevserî’nin bu hadis hakkında kullandığı
“cevamiu’l-kelim” nitelemesinin ne kadar isabetli
olduğu buradan anlaşılmaktadır.
Müslümanlarla gayrimüslimler arasında “benzeşme” olmaması için Hz. Ömer (r.a) sadece gayrimüslim vatandaşları birtakım yükümlülüklere muhatap kılmakla kalmamış, aynı zamanda Sünnet
tarafından yasaklanan “benzeme” durumunun Müslümanlardan gelmesini engellemek için de, yabancıların (e’âcim, Arap olmayanlar, acemler) dillerini öğrenmemeleri, müşriklerin bayram günlerinde onların
ibadet yerlerine gitmemeleri gibi hususları Müslüman
ahaliye emretmiştir. [7]
Burada belirtmek gerekir ki, halkın yabancıların
dillerini öğrenmekten sakındırılmasından hareketle,
bizatihi dil öğrenmenin Hz. Ömer (r.a) tarafından sakıncalı bir husus olarak değerlendirildiği sonucu çıkarılmamalıdır. Zira Hz. Peygamber (s.a.v)’in, Zeyd
b. Sâbit (r.a)’a İbranice öğrenmesini emir buyurduğu
bilinmektedir.[8]
Haziran
Dolayısıyla yabancı dillerin, ilim ve dirayet sahibi kimseler tarafından öğrenilmesinde zarar değil,
fayda vardır. Ancak ilim ve kültür seviyesi düşük halk
kesimlerinin yabancı dil öğrenmesi, öğrendiği dilin ait
olduğu din ve kültürün etkisi altında kalması tehlikesini her zaman beraberinde taşır. Nitekim günümüzde özellikle “geri kalmış” veya “gelişmekte olan”
gibi tabirlerle anılan ülkelerde Batı kaynaklı kültür
emperyalizmi vasıtasıyla nasıl bir kimlik erozyonu yaşandığı ve “ötekine benzeme” olgusunun hangi yollarla “bulaşıcı hastalık” gibi toplumun hücrelerine yayıldığı son derece çarpıcı bir şekilde gözlenmektedir.
Dolayısıyla Hz. Ömer (r.a)’in bu davranışının, münhasıran halkın yabancı din ve kültürlerin etkisinden
korunmasına yönelik olduğunu vurgulamak gerekir.
Ateşleri Birbirini
Görmesin.
Efendimiz (s.a.v), Hâlid b. Velîd (r.a) komutasında küçük bir askeri birliği Has’am kabilesi üzerine göndermişti. Kabileden İslam’a henüz girmiş
birkaç kişi Müslüman askerleri görünce müslüman olduklarını göstermek amacıyla secdeye
kapandılar. Müfrezede bulunanlar onları da müşrik
zannedip, kendileri için secde ettikleri düşüncesiyle
öldürdüler. Ancak daha sonra onların Müslüman olduğu anlaşıldı. Efendimiz (s.a.v), öldürülenlerin
ailelerine yarımşar diyet verilmesine hükmetti
ve “Ben müşrikler arasında ikamet eden müslümandan beriyim” buyurdu. Sahabîler sebebini
sorduklarında son derece kısa ve beliğ bir cümleyle
mukabele etti: “Ateşleri birbirini görmesin.”[9]
Ulema bu hadisi şerh ederken “ateşlerin birbirini görmesin”i, müslümanın bir arada yaşadığı
müşrikten etkilenmesi ve ona mahsus hallerle
hallenmesi şeklinde açıklamıştır.[10] Başkalarından
etkilenebileceği ortamlarda bulunmamak Müslüman
için o kadar “tabii” ve “gerekli” bir tavırdır ki, Fukaha,
gayrimüslimlerin eline esir düşen bir mü’minin, bulduğu ilk fırsatta tutulduğu yerden kaçıp Müslümanların
arasına gelmekle mükellef olduğunu, tutulduğu yerden ayrılmayacağına dair yemin etmiş olsa bile, fırsatı
olduğu halde orada kalmaya devam etmesinin helal
olmayacağını söylemiştir.[11]
Haziran
Müslüman, hayatın, başkalarına benzeme durumunun sıklıkla yaşanabileceği alanları bir tarafa, kendine has ibadetlerini yaparken
bile gayrimüslimlere benzemekten sakınmakla yükümlüdür.
Sözgelimi namaz kılarken kıble istikametinde
canlı resmi bulunması Fukahanın ittifakıyla mekruhtur. Buradaki kerahetin sebebi konusunda söylenen
şudur: Canlı varlığın resmi karşısında bulunduğu halde secde etmek, müşriklerin putların
önünde eğilmesine benzer. Canlı varlık resmine
karşı namaz kılan kimsenin, kendisini müşriklere
benzetme kastı taşıyıp taşımamasının burada herhangi bir önemi yoktur. Kerahet her hal-u kârda söz
konusudur.[12]
Şimdi durup düşünelim: Namaz kılarken bile
başkalarına –kasdetmeden dahi olsa– benzeme durumunun ortaya çıkması kerahet ifade ediyorken, Din’i
ve hayatı “öteki” gibi algılamaya ve yaşamaya kalkışmanın hükmü ne olur?
Keler Deliğinden Girmek
Efendimiz (s.a.v), bu durumu şöyle ifade buyurmuş: “Karış karış, arşın arşın sizden öncekilerin ardından gideceksiniz. Hatta onlar bir
keler deliğinden girse, siz de gireceksiniz.”
Sahabe, “Bizden öncekiler Yahudiler ve Hıristiyanlar mı?” diye sorduğunda da “Ya kim?!” diye
cevap vermiş.[13]
27
“Teşebbüh” bahis konusu olduğunda pek gündeme gelmeyen, ama aslında konuyla doğrudan bağlantılı olan bu hadis-i şerif bize ahir zamanda kimlere
benzeme tehlikesiyle yüz yüze bulunduğumuzu ihtar
etmesi bakımından ayrı bir önemi haizdir.
Bizim, Ehl-i Kitab’ın arkasından gitmemiz, hatta hiç olmayacak işler yapsalar dahi onları taklitten
geri durmamamız nasıl oluyor diye düşündüğümüzde
karşımıza onların Din ve dünya algısı çıkıyor. Onlar
Hz. Musa ve Hz. İsa’nın (ikisine de selam olsun) tebliğ
ettiği İslam’ı nasıl tahrif ettiyse, bu ümmetin arasından İslam’ı aynen öyle tahrif etme yolunda büyük bir
cehd ve gayret gösteren kesim ve kimselerin çıkmasına şaşırmamak gerekir…
Bid’at ehline benzememe konusunda karşılaştığımız bu büyük hassasiyet bizi, küfür ehline benzememe noktasında ne kadar büyük bir sorumluluğun
beklediği konusunda derinden sarsmalıdır.
Allame el-Münâvî meselenin hassas noktasına
dokunuyor ve şunları söylüyor: “Bir kısım âlimler
şöyle demiştir: Başkalarına benzeme durumu bazen
itikat ve irade/kasıt gibi kalbî/soyut konularda, bazen de söz ve fiil gibi haricî/somut alanlarda vuku
bulur. Aynı şekilde ibadet ve –yemek, elbise, evlenme, toplanma-ayrılma, yolculuk, ikamet, binek…
gibi– âdet ve uygulamalarda da benzeme söz konusu olur. Zahirle batın, içle dış arasında irtibat ve
münasebet vardır.
Efendimiz (s.a.v), bu durumu şöyle ifade buyurmuş: “Karış karış, arşın arşın sizden
öncekilerin ardından gideceksiniz. Hatta onlar bir keler deliğinden girse, siz de gireceksiniz.”
28
Bu “zihniyet benzerliği”nin, önemsenmeyen “dış görünüşteki benzeme” ile hiç ilgisi bulunmadığını söylemek mümkün değildir. Gayrimüslimlere mahsus kıyafetler giymenin tek başına kişiyi
dinden çıkarmayacağı tezine karşı ulemanın dikkatimize sunduğu hayatî tesbit bu noktada yolumuzu aydınlatan bir kandil gibidir: Kişi, sadece gayrimüslimlere mahsus kıyafetleri giydiği için kâfir
olmaz, ama itikadını bozmadan da gayrimüslimlere mahsus kıyafetleri giymez. Dış görünüş
deyip geçmemek gerekir. Ulemadan, bid’at ehli tarafından giyilmesi adet olmuş İslamî kıyafetlerin dahi
terk edilmesi gerektiğini söyleyenler olmuştur. Bu
bağlamda İmam el-Gazzâlî, bid’at ehli tarafından
şiar edinilen sünnetlerin terk edileceğini söylemiştir.
[14]
Yine bir Şafiî olan İbn Ebî Hureyre (Kadı Ebû Ali
el-Hasen b. el-Hüseyin el-Bağdâdî) de aynı görüşü
benimsemiştir.[15] Her ne kadar tartışılmış ve genel
kabul görmemiş olsa da, bu tavrın bid’at ehline benzememe hassasiyetinin göstergesi olarak ne büyük
bir anlam taşıdığı ortadadır.
“Allah Teala, Hz. Mustafa (s.a.v)’i sünnete tekabül eden “hikmet”le göndermiştir ki, bu, O’na tayin
buyurduğu “şir’a ve minhac”dır. Allah Teala’nın bu
çerçevede O’na tayin buyurduğu, “kendilerine gazap
edilenler”in ve “sapmışlar”ın yolundan farklılık gösteren fiil ve kaviller vardır. Yüce Allah bu hadiste (“Kim
kendisini bir kavme benzetirse onlardandır”
hadisi, E.S) Hz. Peygamber (s.a.v)’e, dış görünüşte
onlara muhalefet etmesini emir buyurmuştur. Her ne
kadar (tek başına) dış görünüşte benzeme dolayısıyla bir mefsedet ortaya çıkmasa da bunu emretmiştir.
Bunun sebepleri arasında şunlar sayılabilir: Dış görünüşteki benzeme, birbirine benzeyenler arasında bir
örtüşme ve uyuşma doğurur. Bu ise ahlakla ve amellerle ilgili hususlarda muvafakate götürür. Bu, tecrübe
ile sabit bir husustur. (…)
Kişi, sadece gayrimüslimlere mahsus kıyafetleri
giydiği için kâfir olmaz, ama itikadını bozmadan da
gayrimüslimlere mahsus kıyafetleri giymez.
“Bir başka sebep, dış görünüşte başkalarına benzemek, onlarla zahirde ihtilatı doğurur. Öyle ki, hidayete ve rızaya nail olmuşlarla
“Bir diğer sebep de şudur: Dış görünüşte başkalarından farklı olmak, başkalarından ayrı ve uzak
olmayı getirir. Bu da ilahî gazabı ve dalaleti getiren
sebeplerin uzağında olmayı ve ilahî rızaya ve hidayete mazhar olanlara yakın bulunmayı intaç eder.
Haziran
“kendilerine gazap edilmiş olanlar” ve “sapmışlar”ı zahiren birbirinden ayırt etmek mümkün olmaz…”[16]
olur. Hatta bu sadece hak ehlinin zillete düşmesi ile
neticelenen bir durum değildir. Hak ehlinin zillete
düşmesi, kaçınılmaz olarak bâtıl ehlinin izzete kavuşması demektir. İkisi de aynı anda aziz veya zelil
olmaz. Birinin izzeti öbürünün zilletinde, öbürünün
izzeti berikinin zilletindedir. [17]
Söz buraya gelmişken bu noktada sergilenen
bir “alicengiz oyunu”na dikkat çekelim: Bu ümmetin Ehl-i Kitab’ın ardından gitmesi, yani Yahudilere
ve/veya Hıristiyanlara benzemesi ve onlara mahsus
Başlangıçta kılık-kıyafette benzeme gibi “zararhallerle hallenmesi, uleması üzerinden, ulemasına sız” bir ilişki biçimi olarak telakki edilen süreç, giderek
tabiiyet suretiyle olmuyor; tam tersine ulemasına sırt hayat ve din algısının da başkalarının hayat ve din
çevirmek, burun kıvırmak suretiyle oluyor. Zira Tev- algısına dönüşmesini intaç eder ki, bundan daha bürat ve İncil’i onların din adamları tahrif etti. Bizde ise yük bir zillet tasavvur edilemez.
Kur’an ve Sünnet, “alicengiz oyunu”nu sergileyenlerce Ehl-i Kitap’tan öğrendikleri metotlarla tahrif edilSon iki, iki buçuk asırlık süreçte İslam dünyameye çalışılıyor. Hermenötik tekniksında yaşanan durum, “başkalaleri, tarihselci bakış vb. oyunları bu
rına benzemek suretiyle adam
ümmetin âlimlerinden öğrenmedikyerine konulma çabası” olarak
lerine göre kimin kimin arkasından
ifade edilebilir. Oysa adam yerine
Kişi,
sadece
gittiği, kimin kimden ne öğrendiği ve
konulmak, kendimiz olmaktan uzakkimin kime benzediği gün gibi ortalaşmamıza bağlıdır; kendisi olmayı
gayrimüslimlere mahdadır!
başaramamışların da adam yerine
sus kıyafetleri giydiği
konulması mümkün değildir, ne bu
için kâfir olmaz, ama
Zikri geçen metotları Batılı fikir
dünyada, ne de ötede…
itikadını
bozmadan
da
ve zihniyet babalarından öğrenen
______________________________
[1] Gayrimüslimlerin Müslümanlara mahsus
gayrimüslimlere mahmodernist tahrifçiler, ibadetler dışınkıyafetleri giymekten sakındırılıp, kendilerine
daki alanların değişime açık olduğu
sus kıyafetleri giymez.
mahsus şiarları taşımakla yükümlü tutulmasının
anlam ve önemi hakkında bkz. Zâhid el-Kevserî,
ve değişmesi gerektiği, ilahî hitabın
Makâlât, 298 vd.
tarihselliği, ahkâmın yerelliği… gibi,
[2] Ebû Dâvud, “Libâs”, 5; Ahmed b. Hanbel,
II, 50, 92; et-Taberânî, el-Mu’cemu’l-Evsat, VIII,
Din algısı noktasında Ehl-i Kitap ile
179… İbn Hacer (Fethu’l-Bârî, X, 271) bu rivane kadar benzeştiklerini göstermekyetin hasen olduğunu söylemiştir. Hadisin sıhhat
ten başka bir anlam ifade etmeyen iddurumu ve aynı doğrultudaki başka rivayetler için bkz. Muhammed
dialarıyla bu Nebevî ihbarın masadakını teşkil etmek- Zâhid el-Kevserî, Makâlât, 85 vd. Ayrıca bkz. el-Albânî, İrvâu’l-Ğalîl,
V, 109 vd.
ten başka bir iş yapmıyor aslında…
[3] et-Tirmizî, “İsti’zân”, 8; et-Taberânî, el-Mu’cemu’l-Evsat, VII, 238.
Sonuç
İslam, Müslümanları, kılık-kıyafetten
inanca, düşünce tarzından örf, adet ve kültüre kadar her alanda başkalarına benzemekten
şiddetle sakındırmış, hak ehli ile bâtıl ehlinin
birbirine benzemesini hak ile bâtılın birbirine benzemesi olarak görmüştür. Hak ile bâtılın
fıtrî olarak birbirinden ayrışması ne kadar tabii ve
gerekli ise, hak ehli ile bâtıl ehlinin birbirinden kesin hatlarla ayrışması da o kadar tabii ve gereklidir.
İmam-ı Rabbânî’nin de altını çizdiği gibi, hak ehli
bâtıl ehline benzediği anda inancından ve mensubiyetinden gelen “izzet”ten uzaklaşmış, zillete düşmüş
Haziran
[4] İbn Abdilberr, et-Temhîd, VI, 80; el-Münâvî, Feydu’l-Kadîr, VI,
104.
[5] el-Aynî, Umdetu’l-Karî, 8/10.
[6] el-Beyhakî, es-Sünenu’l-Kübrâ, IX, 202; İbn Asâkir, Târîhu Dimaşk, II, 177-84; İbn Kesîr, Müsnedu’l-Fârûk, II, 489; İbnu’l-Kayyım,
Şerhu’ş-Şurûti’l-Ömeriyye, 3-7.
Zikredilen kaynaklarda, zimmîlerin uymakla yükümlü tutulduğu diğer
şartlar da zikredilmiştir. Bunları ihtiva eden vesikanın güvenilirliği konusundaki bir tartışma için bkz. Ebubekir Sifil, Hz. Ömer ve Nebevî
Sünnet, 41 vd.
[7] el-Beyhakî, a.g.e., IX, 34.
[8] el-Hâkim, el-Müstedrek, III, 476.
[9] Ebû Dâvud, “Cihâd”, 95; et-Tirmizî, “Siyer”, 43; et-Taberânî,
el-Mu’cemu’l-Kebîr, IV, 114…
[10] Ebu’l-Heysem’den naklen Ali el-Karî, Mirkâtu’l-Mefâtîh, VII,
105; el-Hattâbî’den naklen el-Azîmâbâdî, Avnu’l-Ma’bûd, VII, 218.
[11] Ali el-Karî, a.g.e., a.y.
[12] Bkz. el-Mevsû’atu’l-Fıkhiyyeti’l-Kuveytiyye, XII, 126.
[13] el-Buhârî, “Enbiyâ”, 51, “Temenni”, 14; Müslim, “İlim”, 6…
[14] İmam el-Gazzâlî, İhyâ, II, 272.
[15] Bkz. Mukaddimâtu’l-İmâm el-Kevserî, 413.
[16] el-Münâvî, Feydu’l-Kadîr, VI, 104.
[17] Bkz. Mektûbât, 163. Mektup.
29
Hayatın İslam’a Göre Tayin Edilmesi Bağlamında
Ehl-i Sünnet Tasavvurunun Yeniden İnşası
Dr. İhsan ŞENOCAK
ün
iki r ük
ı
n
ı
ğ
ı
l
h
var
ünnet
e illela
S
h
i
a
l
l
i
a
h
E
: “L
a eder
n
i
b
.” Müs
e
h
a
n
l
i
l
r
e
ü
ul
üz
ı
ed Res
m
ilahlar
m
a
n
h
ü
t
u
ü
M
le b
ti,
irinciy
b
n
bubiye
a
u
r
,
i
t
lüm
e
h
ulûhiy
,
r
e
ce Alla
d
e
e
d
a
s
i
redd
yet
âkimi
h
.
,
i
y
e
is eder
s
irad
h
a
t
a
Teâlâ’y
30
İslam coğrafyası yaklaşık iki asırdır akidede,
ilimde, fikirde sürekli yeni sorunlar üreten bir kriz
ikliminde kalmaya mecbur edilmiştir. Siyasi, ictimaî
ve iktisadi buhranlara da kaynaklık eden bu iklim,
İslam ümmetini metin ve şerh kitaplarını tarihî vesikalar niyetine okuyup tercüme eden gelenekçilerle,
Batı’nın buyurgan aklının etkisinde kadimi reddeden modernistler arasında çare aramaya mahkûm
etmiştir. İki zıt kutbun, “reddiye” zarfında yürüttükleri “karşılıklı itham savaşları” krizi her geçen gün daha da derinleştirmektedir.
İslam ümmeti, tarihi süreç içerisinde
günümüzdekine benzer krizler yaşamış fakat
bunlar ulemanın ilmî birikimimizi ve tarihi
tecrübemizi dikkate alarak yaptığı inşa faaliyetleriyle kısa zamanda aşılmıştır. Farklı
medeniyetlerle “tedahül” neticesinde ortaya çıkan zihniyet kirliliğini, vahiy ortamında önce izale
sonra ise asla uygun bir surette imar etmek olarak
cereyan eden inşa, kriz dönemlerinde Ebû Hanife,
Haziran
İmam Gazzalî, İmam Rabbanî, Halid Bağdadî (rahimehumullah) gibi büyük ruhlu âlimlerin delaletiyle “ne, niçin, nasıl anlaşılırsa muradı ilahiye
muvafık olur?” sorularına cevap üretmiştir. Tabiûn
kuşağından günümüze kadar farklı dönemlerde ve
coğrafyalarda yaşayan münşî âlimlerin ortak özelliği
krizi, vahiy ortamında kalarak yönetip-çözmeleridir.
Bu durumun kavramsal ve kurumsal karşılığı olan
“Ehl-i Sünnet”, tarihin bu en derin krizini aşabilmenin de yegâne yoludur.
Ehl-i Sünnet’in yeniden
inşası üzerinde isti’mali fikirde
bulunabilmek için önce onun ne
olduğunu, Müslümanların neden
kendilerini “Sünnî” ya da “Ehl-i
Sünnet” kavramlarıyla tanımladıklarını, Ehl-i Sünnet’in hangi
alanlarda temsil imkânı bulduğunu, sosyal bir olgunun ürünü mü,
yoksa İslam’ın yekün ifadesi mi
olduğunu anlamak gerekir.[1]
Bazı çağdaş araştırmacılar,
Ehl-i Sünnet’in siyasî ve ictimaî
gelişmelerin ürünü olduğunu, “bu
durumu” algılayacak donanımdan uzak olan ulemanın ise onu
İslam’ın yekün ifadesi olarak görme yanılgısına düştüğünü savunmaktadır.[2]
Oryantalizm ise, İslam coğrafyasındaki büyük
çoğunluğun Ehl-i Sünnet aidiyetini, İslam öncesi Arapların kültürleriyle münasebeti çerçevesinde
tanımlamış ve bu çerçevede Sünneti, kendi varlık
alanından koparıp -Kur’an-ı Kerim’in hakikati anlayamamanın gerekçesi olarak zikrettiği- atalar geleneğiyle ilişkilendirmiştir. Nitekim Montgomery Watt,
göçebe Arapların hayatta karşılaştıkları zorlukları atalarının izinden giderek aşma anlamında kullandıkları “sünnet” kelimesinin, İslam toplumunda Hz.
Peygamber’in Sünnetini takip etme şeklinde
tezahür ettiğini söylemiştir.[3]
Bu kurgu bazı müslümanları da etkilemiş ve
İslamî nasslarda karşılığı “istikamet” olarak yer
alan “Sünnete ittiba” tam aksi bir içerikte yorumlanmıştır. Bu noktada muasır bir araştırmacı şunları
söylemektedir: “Arapların yaşantıları ve kültürlerinde önceden var olan, geçmişten gelenlere
bağlılık anlamındaki sünnet
telakkisi, dogmatik zihniyetin
temsilcisi olan ulema tarafından Kitap, Sünnet, Sahabe ve
Tabiûna ittiba şeklinde anlaşılmıştır.”[4]
Ehl-i Sünnet’i dogmaların
mecmuası olarak gören modernistler, son iki asırda yaşanan tüm
krizlerin faturasını ona kesmiştir.
Bu yüzden İslam Ümmetine önerdikleri gelecek tasavvurunun özünde Ehl-i Sünnet’ten kopuş vardır.
Nitekim Hasan Hanefî’nin bu çerçevede kaleme aldığı eserlerin bir
kısmının adı şu şekildedir: “mine’l-Akide ila’s-Sevra” (Akideden Devrime); “mine’n-Nassı
ila’l-Vakı’” (Nastan Gerçeğe);
mine’l-Fenâ ile’l-Bekâ (Yokoluştan
Varoluşa); mine’n-Nakl-i ile’l-İbda’
(Nakilcilikten Yaratıcılığa). Buna göre, akideyi, nassı,
yokoluşu ve nakilciliği Ehl-i Sünnet; devrimi, gerçeği,
varoluşu ve yaratıcılığı modernizm temsil etmektedir.
Merkez meselesini Ehl-i Sünnet’in teşkil edeceği
bu makalede, önce mevzunun kavramsal tahlili yapılacak, ardından çağdaş bir müşkil olarak modernitenin mustagriblerin İslam algısına etkisi incelenecektir.
Son alarak da akideden amelî boyuta kadar hayatın
her şubesinde “Ehl-i Sünnet’in topyekün inşası
nasıl olmalıdır?” sorusuna cevap aranacaktır.
Ehl-i Sünnet vatanda, ırkta, renkte ve dilde birlikteliğe karşı, akide ve amelde vahdeti
önerir. Her toplumu, farklı renk, ırk, dil ve kültürleri içerisinde Müslüman olarak yeniden var eder. Ona, adı ümmet olan yeni bir kimlik verir. Kesrette vahdeti gerçekleştirir.
Haziran
31
I. TARİHİ SÜREÇ
Ehl-i Sünnet’in[5] kavram olarak ortaya çıkması
ile alakalı esasta iki farklı görüş vardır. İslam ulemasının benimsediği birinci görüşe göre kavram, Allah
Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’e aittir. Ehl-i Sünnet’in sosyo-politik ortamın ürünü olduğunu iddia
eden oryantalistlere ve onlarla fikir birlikteliği içerisinde olan müslüman araştırmacılara göre ise, “sunî”
kelimesi ilk olarak hicri dördüncü asırda ya da daha
sonraki bir zamanda kullanılmıştır.[6]
Konu ile alakalı rivayet ve değerlendirmeler
birinci görüşü teyit etmektedir. Zira Allah Resulü
“Fırka-i Naciye (kurtulan fırka)”den bahsettiği bir
hadisinde, kendisine yöneltilen soru üzerine kurtulanların, “cemaat”,[7] bir başkasında ise, “kendisi
ve ashabının benimsediği yolda”[8] sebat gösterenler olduğunu ifade etmiştir.[9] Buna göre “kurtulan”, zarurat-ı diniyye kapsamında değerlendirilen
esasları kabul ederek Sahabe ve sevâd-ı azamın yolu
üzerinde olandır.[10] Sahabe de kavramı aynı çerçevede kullanmıştır. Nitekim İbn Abbas (radiyallahu anh);
“Nice yüzlerin ağardığı, nice yüzlerin de karardığı kıyamet gününü düşün.”[11] mealinde ki ayeti
tefsir ederken, yüzleri ağaranların, “Ehl-i Sünnet
ve’l-Cemaat” olacağını belirtmiştir.[12] Tabiûnden
el-Hasanu’l-Basrî (v. 110), Eyyüb es-Sehtiyanî (v.
131), etbau’t-tabiînden de Süfyân es-Sevrî (v. 161)[13]
başta olmak üzere pek çok âlim Ehl-i Sünnet kavramını aynı anlam çerçevesinde kullanmıştır.
Yukarıdaki ifadeler Ehl-i Sünnet’in Eş’arî ya
da Maturidî tarafından kurulan bir mezheb olduğu yönündeki iddiaları da reddetmektedir. Müctehit
İmamların da “münşi” olmadıkları sadece mevcudu
tedvin ve beyan ettikleri gerçeğini ifade noktasında
İbn Teymiyye şunları söylemektedir: “Ehl-i Sünnet,
Ebû Hanife, Malik, Şafiî ve Ahmed b. Hanbel
yaratılmadan çok önce var olan mezhebin adıdır.”[14]
Dış unsurların etkisiyle Hz. Osman devrinden
itibaren kendini gösteren “fitne”, kısa zamanda Haricilik, Şia ve Mutezile gibi isimlerle kurumsal bir hüviyet kazanınca[15] büyük kopuşun ardından geride,
ümmet yapısı içerisinde kalan bütünü kayıtlarla ifade
etme ihtiyacı ortaya çıktı. Sünnetin bid’atin, cemaatin
de bölünmenin karşıtı olması, Ehl-i Sünnet’in İslam’ın
32
rükünlerini koruyan, ana bünyesine dahil olmayan
unsurları da dışarıda bırakan bir kavram olarak iştihar (şöhret bulması) etmesine zemin hazırladı. Yani
Sünnet ve cemaat kavramları İslam’ın ne olduğunu
beyan etmenin yanında, İslam içerisinde farklı temayüllerle temayüz eden Harici, Şiî, Rafizî ve Kaderî gibi
siyasi ve akidevî kopuş ve oluşların da hangi hususlarda inhiraf içerisinde olduklarını tespit etti.
İlerleyen yıllarda fitne ve bid’at, akidevî ve ictimâî anlamda bir karışıklığı ve karşıtlığı anlatırken;
Sünnet Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) gibi
inanıp yaşamayı, cemaat ise ayrılmadan bütün içerisinde kalmayı ifade etti. Sünnet ve cemaatin; bid’at
ve fitneyle tam bir zıddıyet içerisinde olması tarih
boyu devam etti ve hâdise literatüre “Ehl-i Sünnet”
ve “Ehl-i Bid’at” mezhepler olarak geçti. Modernist
Müslümanlar tarafından, ötekileştirme olarak algılanıp eleştirilen bu tasnif, insanların hangi ölçüleri esas
almaları durumunda müstakim olabileceklerini, nerede, niçin yer almaları gerektiğini belirlemelerine katkı
sağladı.
Yukarıdaki ifadelerin bir hulasası olarak Ehl-i
Sünnet’i, Kur’an-ı Kerim ve Sünnet bütünlüğü içerisinde şekillenen, Sahabe tarafından da yaşanarak
temessül eden “müesses İslam” olarak tarif etmek
mümkündür. Nitekim müçtehit imamların kelam ve
fıkıh meclislerindeki inşaî beyanlarından Ehl-i Sünnet’in İslam içinde bir bölünme olmadığı, bilakis hayatı Kur’an ve Sünnet’e göre tayin etmek olduğu anlaşılmaktadır. Bu durum, Ehl-i Sünnet’in vaz-ı cedide
karşı devam-ı hal için yapılan keşf-i kadim olduğu
yönündeki tezi desteklemektedir.
Bu anlamda “Ehl-i Sünnet”, fırkalar mahşerine dönen İslam coğrafyasında hangi esaslar dahilin-
Haziran
de Müslümanca var olunabileceğinin adresi olmuştur.
Bu yüzden o, İslam içerisinde yeni bir oluşumun adı
değil, İslam’a nisbet edilen inanış sistemleri içerisinde
ya da “alternatif İslamlar” arasında Allah’ın indirdiği dinin kendisidir. Bu durumda Ehl-i Sünnet’i sosyo-politik şartların ürünü olarak göstermek mevcudu
gerçeğe aykırı bir şekilde tanımlamak olur.
kül etmiştir. Zamanla ilim merkezleri kurumsal
kimlik kazandı ve İslami disiplinler kökleşti.
Ulema halkla nass, devletle nass, harici siyasetle nass arasında nasstan hareketle çözüm
ve çareler üretti. Ehl-i Sünnet ilmi disiplinlerle, fıkha, tefsire, kelama, fikre, sanata, mimariye, şiire ve
nesire dönüşerek hayatın her şubesinde muşahhas
bir hal aldı.
Akideden Ameli Hayata Ehl-i Sünnet
Ehl-i Sünnet, belli bir zümrenin adı olmaktan ziyade İslam’ın yekun ifadesi olduğuna,[17] bunun da fıkıh, tefsir, kelam, hadis,
edebiyat, mimari gibi temel İslami disiplinlerde
ve ictimaî hayatta farklı temsil alanları
oluşturduğuna göre akidede ya da
tefsirde “Ehl-i Sünnet’e göre….”
diye başlayan bir ifade “İslam’a
göre….” şeklinde başlayan bir ibaEhl-i Sünnet, insareyle ayniyet arz etmektedir. Zira bu
nı, şehvet gibi hayvanşekilde başlayan her hüküm Kur’an
larla ortak olan husuve Sünnet’ten neşet eden, Sahabe
siyeti yerine iman ve
tarafından uygulanma imkânı bulan
ahlak gibi sadece ona
bir rüknün arzıdır. Ehl-i Sünnet’e
has olan özellikleriyle
göre diye başlayan ifadeler aslında
“münzel dine göre…” şeklinde
yüceltir.
anlaşılmalıdır. Bu durumu yanıltıcı
bir beyan olarak görmek[18] ya bir
algı yanılması ya da şuur kaybıdır.
Allah Resulü (sallallahu aleyhi
ve sellem)’in dini tebliğ ettiği ilk dönemdeki İslam algısı etrafında oluşturulan akidevî riskler, Ehl-i Sünnet
kavramının iştihar döneminde de
benzer yoğunlukta olmuştur. Müşrik
kültür havzalarında üretilen ideolojilerin ihtiva ettiği tehlikeler müstakim
âlimlerin Allah Resulü’nün ve Ashabının[16] sahih tevhit tasavvurunu
esas alarak geliştirdikleri risk analizi yöntemleriyle tasfiye edilmiştir.
Bu yüzden Ehl-i Sünnet kavramı ilk
olarak akide alanında iştihar etmiş,
zamanla Hanefîlik, Malikîlik, Şafiîlik, Hanbelîlik gibi amelî mezhepleri
de içine alarak, “fırâk-ı dalle/sapık hareketler”e
karşı “vahyedilen İslam”ın müesses hali olmuştur. Bu
müesses hal neticesinde Kur’an’ı murad-ı ilahiye göre
anlama faailiyeti tefsir, Sünnet’i muhafaza ve rivayet
etmek hadis, tafsılî delillerden ameli şer’î hükümleri
bulup çıkarmak fıkıh, imanın mahiyetine dair kabuller ve düşünceler de kelam başlıkları altında teşek-
Ehl-i Sünnet’in İttifak
Noktaları
Ehl-i Sünnet’e mensup müctehitlerin, asılda aynı olmakla beraber ictihadi hususlarda farklı
mutalalara sahip olmalarını onun standart bir öğretisinin olmadığına gerekçe yapmak[19] ya iradî bir
yönlendirmeden ya da âdem-i vukufiyetten kaynaklanmaktadır.
Ehl-i Sünnet ulemasının Kur’an ve Sünnet çerçevesinde belirlediği esaslar, neyin “tekfir” mevzuu
olacağı ya da olmayacağını beyan ederek ümmet
arasındaki “temel ihtilaf alanlarını” ortadan kaldırmıştır. Abdulkâhir el-Bağdâdî, kimin “Sünnî” addedileceğini belirtme sadedinde bu esasları şu şekilde
hulasa etmektedir: “Âlemin hadis olduğunu, onu
yaratanın birliğini, kadim oluşunu, sıfatlarını,
Haziran
33
adaletini, hikmetini, hiçbir şeye benzemediğini kabul eden; Allah Resulü (sallalalhu aleyhi ve
sellem)’in nübüvvetine, onun evrensel olduğuna, şeriatının ebediliğine, getirdiği her esasın
hakikat olduğuna, Kur’an-ı Kerîm’in şer’î hükümlere kaynaklık ettiğine, Kabe’nin namaz
için kıble olduğuna inanan ve bu inanca -kişiyi
küfre sürükleyecek- bidat karıştırmayan mümine Sünnî denir.”[20]
Ehl-i Sünnet - Sünnet
İlişkisi
Şia, Mutezile, Havaric gibi Ehl-i Sünnet dışı
mezheblerin Sünnet’e tabi olma noktasında Ehl-i
Sünnet’ten farklı olmadıklarını, dolayısıyla Sünnet’e
bağlılık iddiasının Ehl-i Sünnet’le sınırlandırılmasının doğru olmadığını söylemek[21] pek çok yanıltıcı
bilgiler ihtiva etmektedir. Zira söz konusu fırkalardan
günümüzde en etkin olanı Şia, hadisleri Sahabe üzerinden reddetmiş pek çok Sahabeyi de tekfir ederek
onların rivayetlerine itibar etmemiştir. Aynı durum
Mutezile’yi teşkil eden isimler için de söz konusudur.
Nitekim direkt olarak hadisleri reddedemeyen Mutezile en fazla hadis rivayet eden sahabeleri yalancılıkla
itham etmiştir.[22]
Ehl-i Sünnet’in Allah Resulü (sallallahu aleyhi
ve sellem)’in Sünnetini takip eden büyük çoğunluk
olduğu gerçeğini yanıltıcı bulan kimi araştırmacılar
arasında bazı hadisçilerin de yer alması düşündürücüdür.[23]
II. MODERN MÜŞKİL
Ortaya çıkan ya da çıkacak olan sorunları
Kur’an ve Sünnet’i esas alarak çözen, böylece de
“sahih İslam”ın sürekliliğini temin eden Ehl-i Sünnet, ana bünyeyi muhafaza ederek sürekli bir var
oluşu hedefler, hayatı, Kur’an ve Sünnet’e göre tayin
eder. Bu yüzden İslam’ın ne olduğunu ya da ne
olmadığını anlayabilmek için ulemanın İslam
kelimesine düştüğü “Sünnet” ve “Cemaat” kayıtları her dönemde olduğu gibi günümüzde de
hayati bir önemi haizdir.
Ehl-i Sünnet, dış unsurları tasfiye etmeyi, inşanın hareket noktası olarak kabul eder.
Bu yüzden onun önerdiği var oluşla modernitenin
benimsediği sentez esasta birbirinden farklıdır. Birincisi İslam ümmetinin medeni birikimi ve tarihi
tecrübesi içerisinde inşayı/var oluşu önerirken, ikincisi tedahülü tavsiye eder.
İnşa ve tedahül Hz. Ali (radiyallahu anh) döneminden itibaren devam eden iki esas ameliyedir.
Dolayısıyla mevzunun vuzuha kavuşması için inşa
gibi, “fırak-ı dalle”nin ameliyesi olan tedahülün de
günümüzde neye karşılık geldiğini ve bu karşılığın nasıl oluştuğunu bilmek gerekir.
Kökleri itibariyle Batı’ya ait olan ya da Batı’da
kurgulanıp İslam coğrafyasına uyarlanan modernizm,
tedahülün muasır versiyonudur. Batı’ya ait bir kurgunun İslam’a uyarlanması, mevcut krizleri çözüp inşaî
ruhu uyandırma yerine ilmî ve fikri enkazlara yeni harabeler eklemiştir. Batı, kurgusunu İslam coğrafyasına
uyarlarken İslam’ı iman, ahlak ve ibadet esaslarından
mürekkeb bir din olarak tanımlamış; Müslümanların
Ehl-i Sünnet, akideyle başlayan, tefekkür ve amelle bir bütüne dönüşen bir var
oluştur. Akidede, fıkıhta, düşüncede, sanatta, edebiyatta, siyasette, iktisatta,… hasılı cemiyetin her şubesinde İslam’ın hayatı tayin etmesidir.
34
Haziran
siyasî, iktisadî ve ictimaî hususlardaki eserlerini ilgili
alanların müzelerinde ya da kütüphanelerinde sergilenecek tarihî unsurlar olarak göstermiştir.
Batılılar, Mısır gibi İslam ülkelerinde uyguladıkları eğitim sistemi vasıtasıyla -büyük çoğunluk
tarafından- İslam’ın sadece belli ibadet, zikir ve ahlak nazariyelerinden ibaret bir din, Kur’an-ı Kerîm’in
de teberrük için okunan bir kitap olarak algılanmasını başarmışlardır. Nitekim modern dönem İslam
tasavvurlarından dinin hukuk, siyaset, edebiyat, sanat gibi siyasi ve sinaî boyutları hazfedilmiştir. Böylece yegane iktisat, siyaset, eğitim nazariyelerinin
mimarlarının Batılılar olduğu, bu yüzden müslüman
alimlerin onları taklit etmekten başka çareleri olmadığı hissi uyandırılmıştır. Okullarda İslam’ın ana
mevzuları yerine -müsteşriklerin uydurduğu
iftiralara dayalı- şüpheler esas konular olarak
okutulmuştur. Dünyaya, medeniyeti Romalıların,
insan haklarını Fransız devrimcilerin, demokrasiyi de
İngiliz halkının hediye ettiği, buna mukabil, İslam’ın
“kadını erkeğin yarısı gören, ona yalnızca ev
ortamında bir yaşam vaat eden, zekât ve öşürle insanların bir kısmının gelirini diğerlerine
dağıtan, hırsızın elini kesen” bir sistem önerdiği,
bununla da günümüz dünya sistemleri içerisinde yer
almasının imkânsız olduğu telkin edilmiştir. İslam Medeniyeti’ni kendi varlık ortamında öğrenme imkânı
bulamayan modernist müslümanlar Batı’nın toplumsal kölelik sistemini sürekli kılabilmek için, kendi sistemini mutlak doğru kabul ederek geliştirdiği mücadele
tarzını ıslahat reçetesi olarak benimsemiştir. Sonuçta
göremeyen, düşünemeyen, doğruları ancak Batı’nın
değer yargıları üzerinden belirleyen, İslam adına sadece tartışılan ya da Batıların eleştiri için gündemde
tuttuğu konuları bilen bir nesil oluşmuştur.
İslam medeniyetine karşı güven krizi yaşayan
bazı müslüman araştırmacılarda Batı’nın kıstaslarını esas alarak İslam’ı okuma iştiyakı oluşmuştur.
Bu çerçevede yakın tarihte, Batı düşüncesini eskinin
tam aksi istikamette kurgulayan Descartes (1650),
Spinoza (1677), Kant (1804) ve Hegel (1831) gibi
hür olduğunu zannettikleri isimler aramışlardır. Batı’nın her yaptığını doğru kabul etmekten ya da bir
şeyin doğru olabilmesi için Batı ile ayniyet arz etmesi gerektiği inancından kaynaklanan bu arayış, müslüman modernisti meselenin esas problemini görmekten mahrum bırakmıştır. Bu yüzden modernist,
Mustafa Sabri Efendi, İmam Kevserî, Yusuf ed-Dicvî
gibi âlimleri varlık alanlarının tam aksi istikametinde yani kriz üretme merkezinde görür ve onlardan
istifade edemez. Onun nazarında Keşmirî’nin söyledikleri lisans düzeyindeki bir oryantalistin ifadeleri
kadar önem arz etmez. Bu yüzden Arap olmayan
ilahiyatçılar Batı dillerini öğrenebilmek için yoğun
gayret sarf etmektedirler.[24]
Batı intelijansiyası, düşünceyi kilisenin baskısından kurtarabilmek için farklı modeller inşa etmek
zorundaydı. Zira mevcut dini yapı, ıslah kabul etmediğinden sorunları ancak onu reddederek azaltmış
olacaktı. Fakat İslam sahih bir din olduğundan tarihi
süreçte yaşanan krizler yeniden ona dönmek suretiyle aşılabilmiştir. Nitekim Ehl-i Sünnet’e mensup
büyük münşiler kriz ortamlarında, -yaşadıkları
zamanı da dikkate alarak- Kur’an ve Sünnet’i
yeniden okumuşlardır. Bu yüzden hale çare arayan Hegel eskiyi reddeder, Şeyhulislam Mustafa
Sabri Efendi ise kadimi yeniden okur. Hadisenin bu boyutundan mahrum bir araştırmacı, Hegel’in
kayıtlı olduğu düşünce kulübünde Şeyhulislam’ı bulamayınca o ve emsalinin tefekkürünü inkâr eder.
Bizdeki redd-i kadimin özünde bu nev’i bir aramadan
kaynaklanan yanılgı vardır.
Müstakim ilim adamları mutlak doğruların
yalnız Kur’an’a ve Sünnet’e ait olduğuna inandıklarından entellektüel birikimlerini de onları anlamaya
adamışlar ve neticede bağımsız düşünürler olmaktan
ziyade vahiy ortamında vahye bağlı mütefekkirler
olmayı tercih etmişlerdir. Bu tercihi imanlarının bir
gereği olarak yapmışlardır. Bu yüzden onları esasta
birbirinden farklı şeyler söyleyenler olarak düşünmek
var oluşlarına aykırıdır.
Haziran
35
Batı düşüncesini İslam coğrafyası şartlarında
tercüme edip yeniden üretme ödevini üstlenen modernistler bu ameliyeleriyle şunu da telkin etmektedirler: Her şeyin en doğrusu Batı’ya aittir. Dolayısıyla
ona entegre olmak tercih edilecek tek yoldur.
Modernistlerin telkini neticesinde mustagribler
arasında üç ayrı algı oluşmuştur. Birinci algının sahipleri bütünüyle dini reddetmiştir. İkincisi İslam’ı, Batı’nın tayin ettiği anlama disiplini çerçevesinde iman,
ibadet ve ahlaktan müteşekkil bir din olarak algılamış,
aklı esas alarak dini yenilenmeyi savunmuştur. Dini
devletten ya da devleti dinden ayırmıştır. Üçüncüsü
ise İslam’ı bir bütün olarak kabul etmiş fakat Batı’nın
tenkitine maruz kalan recm, el kesme cezası, başörtüsü gibi hususları farklı yöntemlerle reddetme yoluna
gitmiştir.
Ehl-i Sünnet, dış unsurların tedahülü ile yaşanan ayrışma karşısında hayatı İslam’a göre tayin
etme ödevini modernite karşısında da yaptı. Fakat
oryantalist propagandanın etkisiyle varlık alanı, ya
sınırlandı ya da yokluğa mahkûm edildi. Ana başlıkta
üç, alt başlıklarda ise pek çok fırkaya ayrılan modern
dönemdeki parçalanma Hz. Ali (radiyallahu anh)
sonrası başlayan kırılmayla benzerlik arz etmektedir. Bu durumda, vahiy ortamında kalarak akideden
ameli alana kadar hayatı İslam’a göre yeniden tayin
etme zorunluluğu hâsıl olmuştur.
III. YENİDEN İNŞA
Bugün bütün İslam ülkelerinde, eğitim sistemleri, yönetim biçimleri, siyasi oluşumlar, iktisadi kurumlar, sanatsal aktiviteler, giyim tarzları, tüketim kriterleri esasta Batı’ya aittir. Ehl-i Sünnet, hayatın
her şubesinde müessir olma refleksine ve kriz
dönemlerinde yeniden İslam’a dönüşün tecrübesine sahip olması hasebiyle bugün yeniden
okunmalıdır. Bunun ilk adımı “tevhid”in muhtevasını tahlil etmek olmalıdır.
Ehl-i Sünnet varlığını iki rükün üzerine bina
eder: “Lailahe illelah Muhammed Resulüllah.”
Müslüman birinciyle bütün ilahları reddeder,
ulûhiyeti, rububiyeti, iradeyi, hâkimiyeti sadece Allah Teâlâ’ya tahsis eder. Bu şekilde iman
36
eden bir müminin hayatında vahiyden korunmuş bölgeler olmaz. O, akidede, amelde, ahlakta, siyasi duruşta, yaşayışta topyekun müslümandır ve İslam, hayatının her şubesinde
müessirdir.
Ehl-i Sünnet amelden mücerret bir iman nazariyesi değildir. Bu yüzden müslüman kimliğinin oluşması sürecinde akideyi ibadet ve fiilî var oluş takip
eder. Yani o, ne tek başına akidevî bir nazireye ne de
sadece ibadetler mecmuasıdır. Eğer bir mümin akidede ve ibadette müslümanca davranıyor, siyasi ve ictimaî hak ve sorumluluklarında ihtiyari olarak modern
zihniyeti benimsiyorsa fiilî olarak İslam’ın varlığına
dahil olmamış kabul edilir. Bu nev’î insanlar modern
toplum içerisinde varlıklarını sürdüren nazariyât müslümanlarıdır. Hayatları gibi duygularını da modern
toplumun iniş ve çıkışlarına göre belirlerler. Mesela
faizi bir realite olarak gören ve bu doğrultuda ticari
işlemler yapan müslümanın sevincine ve hüznüne faizdeki iniş ve çıkışlar tesir eder. Dolayısıyla nazariyât
müslümanı kapitalist ya da sosyalist sistemi savunacak, onun için sevinecek ve üzülecektir. Entelektüel
birikimini, tecrübesini hep onun daha iyi olması için
harcayacaktır. Böyle bir inanış, parçacı olduğu gibi
İslam toplum yapısının oluşmasını da geciktirecektir.
Allah Resulü’nün İslam’ın cahilliye kültürü ile sentezini reddetmesi gibi, Ehl-i Sünnet
de modern zihniyetle tedahüle karşı çıkar.
Ehl-i Sünnet vatanda, ırkta, renkte ve
dilde birlikteliğe karşı, akide ve amelde vahd
eti önerir. Her toplumu, farklı renk, ırk, dil ve
kültürleri içerisinde Müslüman olarak yeniden
var eder. Ona, adı ümmet olan yeni bir kimlik
verir. Kesrette vahdeti gerçekleştirir.
Haziran
Ehl-i Sünnet, insanı, şehvet gibi hayvanlarla ortak olan hususiyeti yerine iman ve
ahlak gibi sadece ona has olan özellikleriyle
yüceltir.
Efendi, Kevserî (rahimehumullah) gibi ulu hocaların
telakkileri de bu minvaldedir. Yani ders halkalarını ve
telif edilecek eserleri, Nusûs-i İslâmiyyeyi ve mütûn-u
mübârekeyi müesses kaideler çerçevesinde anlayacak ve bu güne aktaracak bir yapıda yeniden inşa
etmek kaçınılmazdır. Bunun başarılmasıyla redd-i kadim ve gelenekçilik, târihî birer vâkıa haline dönüşecek ve Ehl-i Sünnet müessir olacaktır.
Ehl-i Sünnet’in modern değerlerle iç içe olmayı
reddetmesi, onların varlığını dikkate almaması şeklinde anlaşılmamalıdır. Bu gün bir medresede sanayi
devrimi öncesi zamanlarda yazılan “muhalled” eserSonuç olarak, Ehl-i Sünnet, akideyle başlayan,
leri, dünyadaki değişimi görmeden okumak, Ehl-i
Sünnet’in değil onu temsil makamında olduğunu tefekkür ve amelle bir bütüne dönüşen bir var oluşzanneden insanların zafiyetidir.[25] Aslında bu durum tur. Akidede, fıkıhta, düşüncede, sanatta, edebiyatta,
dolaylı olarak modernizme hizmet etmektedir. Zira siyasette, iktisatta,… hasılı cemiyetin her şubesinde
böyle bir din modern zamanda yaşayan bir insan için İslam’ın hayatı tayin etmesidir. Bu tayin ediş ne ideoloji, ne yeni bir mezheb, ne de meşmüesses bir nizam olmaktan ziyade
reptir. Sadece İslam’ı her zaman ve
tarihi değere sahip bir mefhum olaSadece İslam’ı her
mekânda hayatı yönetebilecek şekilrak algılanacaktır. İki asırdır pek çok
zaman
ve
mekânda
hayatı
de yeniden okumaktır. Bu anlamda
yerde medreselerin ibare okuma ve
Ehl-i Sünnet, Keşmirî ve Kevserî’de
yönetebilecek şekilde yetercüme etme merkezleri olarak faaliilim, Necip Fazıl’da fikir, Ali Haydar
niden okumaktır. Bu anyet göstermesi aslında modernizmin
Efendi’de zühd, II. Abdulhamid’te
lamda Ehl-i Sünnet, Keşplanlayıcılarının da hedeflediği bir
siyaset, İmam Şamil’de cihad, Hamirî ve Kevserî’de ilim,
durumdur. İman, ibadet ve ahlak kosan el Benna’da aksiyon olarak teNecip Fazıl’da fikir, Ali
nularını ihtiva eden “ilmihal” literazahür eder.
türünün imamların da “başvuru kitaHaydar Efendi’de zühd,
bı” haline dönüştürülmesi bu planın
II. Abdulhamid’te siyaset,
Dipnotlar
bir parçasıdır. Bununla İslam’ın, kul
[1]- Bu sorular farklı kültür havzalarında neş u
İmam Şamil’de cihad, Hanemâ bulan zihniyetler tarafından birbirine tam
ile Allah arasında bir alana hapsedilsan el Benna’da aksiyon
aksi içerikte anlaşılma riskine sahiptir.
diği dolayısıyla siyasi, ictimaî ve ikti[2]- Mehmet Evkuran, Sünni Paradigmayı Anolarak tezahür eder.
lamak, Ankara Okulu, Ankara, 2005, 99.
sadî boyutlarının olmadığı ezberletil[3]- W. Montgomery Watt, Modern Dünyada
mektedir. Gerçekte ise Ehl-i Sünnet,
İslam Vahyi, ter. Mehmet S. Aydın, Hülbe Yay.,
Ankara,
1982, 56-57.
fıkıh disipliniyle vahiy kıstasını esas alır
[4]- Kısmi tasarruf yapılarak alınmıştır. Sönmez Kutlu, “İslam Düşünve fertten cemiyete, evden devlete bütün bir hayatın cesinde Tarihsel Din Söylemleri Olgusu”, İslâmiyât Dergisi, IV, Ankasorunlarını çözmeye talip olur. Bunu da her dönemde ra, 2001, sy., 4, 27-28.
[5]- Bk. Ebû İshak İbrahim b. Musa eş-Şatıbî, el-İ’tisâm, Beyrut,
metin, şerh, haşiye, talik başlıkları altında eser telif 1997. II, 509.
eden fakihlerle pratik çözümlere dönüştürür. Mücte- [6]- W. Montgomery Watt ve Zeki Necib Mahmud’un değerlendirmeleri için bk. Watt, İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri, 358;
hid sahabelerden günümüze kadar vahyi idrak edip Dâru’n-Nedveti’l-Alimiyye, el-Mavsûatü’l-Müyessere fî’l-Edyân-i
hayata tatbik etme ameliyesi bu şekilde tahakkuk et- ve’l-Mezâhib, Riyad, 1424, II, 979.
[7]- İbn Mâce, Fiten 17.
miştir. Leknevî, Keşmîrî, Kandehlevî, Mustafa Sabri [8]- Tirmzî, Îman 18.
[9]- eş-Şatıbî, a.g.e., II, 458-538; Kevserî, a.g.m., 5-7.
[10]- Muhammed Zahid Kevserî, “İftiraku’l-Ümme ala’l-Fırak”, (İsferâyinî’nin et-Tabsîr-u fi’d-Din adlı kitabının mukaddimesi), Kahire,
ty. 6.
[11]- Âl-i İmran (3): 106.
[12]- Abdullah Muhammed b. Ahmed Kurtubî, el-Camiu’ li-Ahkâmi’l-Kur’an, Beyrut, 2000, IV, 107.
[13]- Celalüddin es-Suyûtî, Miftâhu’l-Cenne fî’l-İhticâci bi’s-Sünne,
Mısır, ty., 46; Ebû’l-Ferec İbnu’l-Cevzî, Telbîs-u İblîs, İskenderiyye, ty.,
9- 10.
[14]- İbn Teymiyye, Minhâcu’s-Sünneti’n-Nebeviyye, Dâru’l-Hadis,
Kahire, 2004, II, 266.
[15]- Muhammed Abdurrahman el-Mubârekfurî, Tuhfetü’l-Ehvezî,
Kahire, 2001, VII, 54; Kevserî, a.g.m., 4.
[16]- Bakara (2): 137.
[17]- Fazlurrahman
Haziran
37
Hz. Pîr Seyyid
Ahmed er-Rufai (k.s) den
Münacat!
Senin artırmayı murad ettiğin şeyler eksilmez. Eksiltmeyi arzuladığın şeyler de artırılamaz. Ne mahlükatı yarattığında senin yanında bir ortak ne, de işleri yönettiğinde bir eş vardı. Diller, senin sıfatlarını
açıklamakta yorulmuş, akıllar, ma’rifetinin hakikatini anlamada
kısır kalmıştır. Senin sıfatlarının hakikati hakkıyla nasıl tavsif edilebilir ki?
Ey Allah’ım! Çünkü sen ezeli ve ebedi, eşi ve benzeri bulunmayan
melik ve cebbar olan bir zat-ı akdessin. İnsanlığın ince ve derin tefekkürü, senin melekûtunu anlamada hayrete düşmüştür. Melikler, heybetin karşısında
boyun eğmişlerdir. Senin yüceliğin sebebiyle yüzler, boyun eğerek secdeye
kapanmıştır. Her şey senin azametine boyun eğip, kudretine teslim
olmuştur. Bunun ötesinde lügatler hayrete düşer, sıfatların tasarrufundaki
tedbir boşa çıkar. Kim bu konuda kendini düşünmeye zorlarsa, gözleri ve
aklı yorgun düşüp şaşkın ve hayretler içerisinde kalır. Ey Allah’ım, en
geniş, en kuvvetli, en sağlam ve devamlı, melekûtunda kaybolmayan, dünyada adedi takdir edilemiyecek kadar çok olan, irfanda
eksilmeyen hamd sanadır.
Yine sayılamıyacak iyiliklerine karşı, gecenin karanlığında, gündüzün aydınlığında, karada ve denizde, sabah akşam ve seherlerde,
gece ve gündüzün bütün dilimlerinde hamd sanadır. Allah’ım tevfikinle beni kurtuluşa erdirdin ve beni velin kıldın.
38
Beni tâkatımın üstündeki şeylerden sorumlu tutmadın. Şüphesiz sen
kendinden başka ilâh bulunmayan gizli olduğun halde kendisinden hiç bir
şeyin gizli kalmadığı, gâib olduğun halde kendisinden hiç bir şeyin gâib
olmadığı ve karanlıklardaki hiçbir yitiğin senden gizli kalmadığı Allah’sın.
Muhakkak ki Sen, bir şey dilediğinde ona “ol” dersin o da oluverir. Ey
Allah’ım, senin kendini övdüğün hamdedenlerin övdüğü, yüceltenlerin yücelttiği, ta’zim edenlerin ta’zim ettiği gibi sana hamdederim. Göz açıp kapayincaya kadar, hatta daha az bir süre içinde bile olsa,
hamd edenlerin hamdi, muvahhit ve muhlislerin tevhidi’ ariflerin takdisi,
seni tesbih, tehlil edenlerin ve namaz kılanların hamdiyle sana tekbaşına
hamd ederim.
Ya Rabb! Senin bildiğin hamdle sana hamdederim. Ki sen
övülmüş, sevilmiş ve bütün canlı yaratıklardan gizlenmişsin. Sana
bir bereket içinde yöneliyorum. Ki o bereket beni, seni övmeden ne güzel konuşturdu. Bana yüklediğin sorumlulukları ne güzel kolaylaştırdı. Sana
şükretmeme karşılık bana vadettiklerini ne çok ziyâdeleştirdi. Bana geniş
ve bol nimetler verdin. Bu nimetlerine karşılık şükretmemi emrettin. Şükrüme karşılık ise kat kat nimet vadettin. Rızkından bana
isteyerek, razı olarak verdin ve benden az bir şükür istedin. Beni zorluk ve
sıkıntılardan kurtardın, bana âfiyet verdin. Beni bela ve musibetlerine
düşmekten korudun. Vücuduma âfiyet, sıhhat ve huzur bahşettin.
Ne istediysem çabucak verdin. Kat kat verdiğin en yüce faziletler sebebiyle
bana doğru yolu vâdettin. Yükseleceğimi müjdeledin, davet ve şefaat bakımından peygamberlerin en üstünü Hz. Muhammed’e (s.a.v) ümmet olmakla beni seçtin.
39
Osmanlı Devleti’nde Enerji
Yrd. Doç .Dr. Abdülkadir Develi
Osmanlı Devleti’nde enerji ihtiyacı ve kullanımı esas olarak sanayileşme adımları ile ön plana
çıkmaya başlamıştır. Bununla beraber demiryolu ağlarının 19. yüzyıl ortalarından itibaren
örülmeye başlanması da Osmanlı Devleti’n-
a kji kayn
r
e
n
e
inin
II.
devlet
ı
l
ancak
n
ı
a
ğ
ı
m
l
s
a
O
ınd
oluşir fark
a
a
d
d
n
a
ı
n
n
ı
ma
lar
han za
t
lığa
i
m
a
h
kında
r
a
f
u
Abdül
nb
ldeki
Oluşa
e
.
i
r
t
u
e
t
l
ş
v
mu
ı de
smanl
O
rası ar
a
n
e
5
1
m
9
ğ
ra
5-1
a
re 190
ö
g
karşıy
e
ı
r
ş
r
e
l
a
e
k
g
bel
ıyla
thalat
i
l
o
r
t
ştır.
tan pe
kalmı
de belli enerji kaynaklarının yoğun şekilde
kullanılmaya başlandığını göstermektedir.
Aynı zamanda 19. yüzyılda başlayan modernleşme hareketleri ile beraber enerji üretimi
ve ithal enerji miktarları da paralel oranda artışlar göstermeye başlamıştır. Özellikle
elektrik enerjisinin kullanımında İstanbul 6. Daire-yi
Belediye’nin önemli bir yeri vardır. XX. başlarında
ise Osmanlı Devleti ithalat sepeti içinde yakıt belirli
yüzdelerle görülmeye başlanmış, hatta II. Abdülhamit Han Osmanlı Devleti sınırları içinde
petrol haritaları çıkarttırmıştır. Bu çalışmada Osmanlı Devleti’nin enerji konusundaki
ilerlemeleri ve son dönemde geldiği noktalar
analiz edilecekti
40
Haziran
Giriş
XIX. yüzyılda Avrupa özellikle sanayileşme anlamında önemli ilerleme kaydetmiştir. Bu ilerlemenin
altında yatan temel sebep ise kuşkusuz gerçekleştirdiği “Sanayi Devrimi” olmuştur. Osmanlı Devleti’nde ise sanayi üretimi küçük el zanaatlarına dayalı olarak başlamıştır. 18. Yüzyılın
başlarında ise devlet eli ile kurulan fabrikalar
ortaya çıkmaya başlamıştır. Özel girişimlerin kuruduğu fabrika ve imalathanelerin ortaya çıkışı ise
1880’lerden itibaren ortaya çıkmaya başlamıştır. Osmanlı Devleti’nin
sanayileşme adımlarında ortaya
çıkan bir önemli hususta enerji meselesi olmuştur. Bu anlamda yapılan çalışmalarda çok kısıtlı olarak
kalmıştır. Bu çalışmada Osmanlı’da
enerji kullanımı ve sanayileşme süreci kronolojik olarak incelenmeye
çalışılacaktır. Osmanlı Devleti’nin
enerji politikaları, enerji üretimi ve
enerji ithalatı İpek Yolu’na bağlı kalınarak incelenecek olup, İpek Yolu’nun bu anlamda Osmanlı sanayisi üzerindeki etkisi tartışılacaktır.
Osmanlı’nın imalat alanında göze belli başlı birkaç bölge çarpmaktadır. Bunlar İpek Yolu üzerinde de bulunan Balkanlar,
Batı Anadolu, Adana ve İzmit bölgeleridir. Bu
coğrafyalarda sadece tarımsal üretim değil aynı
zamanda sanayileşmeye yakın fabrikalaşmalar
ve üretim merkezleri de mevcuttur. Bu imalathane ve fabrikalar XIX. yüzyılda daha da genişletilmiş
ya da yenileri kurulmuştur. Osmanlı’nın XIX. yüzyıl
sanayi yapısı incelendiğinde, çökmüş bir imparatorluktan ziyade XIX. yüzyılda yenilikleri takip eden ve
bunlara uyum sağlamaya çalışan bir yapı görülmektedir. İlerleyen teknoloji, daha ucuz ve kaliteli üretim
teknikleri günümüzde bile bazı sanayilerin gerilemesi-
ne sebep olurken, paralelinde yeni üretim yapıları ve
ürünleri çıkarmaktadır. İşte bu dönemde de Osmanlı
üretiminde bazı malların üretiminde gerileme olduysa
da, Osmanlı yöneticileri bu durumda talebin yoğun
olduğu alanlara yönelmiş ve bu üretimleri teşvik ederek başka üretim alanlarında genişlemeyi sağlamayı
başarmışlardır. Belli alanlardaki bu başarıyı de çağın
gerekliliği olan doğru enerji kaynaklarını üretim ile
bütünleştirerek sağlamışlardır
Sanayileşme Adımları
ve Kullanılan
Enerji Türleri
Osmanlı Devleti’nin sanayi alanında en gelişmiş faaliyet gösteren üretim dalı
dokumacılık olmuştur. XIX.
yüzyıla gelene kadar Osmanlı dokumacılık alanında hem ülke ihtiyacını karşılayabilmiş hem de bu
ürünlerin ihracatını yapabilmiştir.
XVIII. yüzyılın başlarında devlet
eliyle kurulmuş yünlü, ipekli ve
yelkenli endüstrileri mevcuttur.
Mehmet Genç 18. Yüzyıl başlarında Osmanlı Devleti’nde kurulan 3 önemli fabrikayı işaret eder.1 Bu fabrikalar yünlü, ipekli ve
yelkenli tekstili üreten tesisler olup, Osmanlı
Devleti tarafından kurulmuştur. Bu üretim tesislerinde kullanılan enerji kaynağına baktığımızda ise,
Genç’e göre son teknolojiye göre ithal edilmiş makineler bu fabrikalarda kullanılmaktaydı.2 Fakat bu
makinelerin kullanılmasında insan gücü kullanılmıştır.
Fakat 19. yüzyılın başlarından itibaren Osmanlı Devleti’nin sanayide ve sosyal hayatta yeni enerji kaynaklarına başvurduğunu görmekteyiz.
Osmanlı Devleti’nde ise sanayi üretimi küçük el zanaatlarına dayalı olarak başlamıştır. 18. Yüzyılın başlarında ise devlet eli ile kurulan fabrikalar ortaya çıkmaya başlamıştır.
Haziran
41
Osmanlı Sanayisinde
Enerji Kaynağı Olarak
İnsan Gücü
Yukarıda bahsettiğimiz devlet eliyle kurulan
fabrikalardan da anlaşılacağı üzere Osmanlı sanayisinin en gelişmiş alanı dokumacılıktır. Fakat
19. yüzyılda Sanayi Devriminin sonuçlarının
Osmanlı dünyasına etkisi ile birlikte dokumacılık gerilemeye başlamıştır. Osmanlı imalatının
büyük çoğunluğunu küçük ölçekli zanaatkarlar tezgahlardan sağlamıştır. Bu küçük üreticilerin ne kadar
ürettiğini tespit etmek oldukça zordur.3 Fakat nüfusun
tekstile olan talebi ve kullanma zorunluluğundan belirli çıkarsamalar yapılabilir. XVIII. yüzyılın son otuz
yılında ve XIX. yüzyılın ilk yıllarında Osmanlı pamuklu tekstil üretimi yaklaşık 12 milyon nüfusun oluşturduğu iç pazarın ihtiyacını karşılayabilmekteydi. Fakat
XIX. yüzyıl başlarında bu alanda da gerileme başlamıştır. Sanayi Devrimi’nin sonuçlarının ortaya
çıkmaya başlaması ile birlikte Avrupa’da makine ile üretilen mallar Osmanlı pazarlarına
girmeye başlamıştır. Bu malların fiyatları ucuzluğu ile Osmanlı iç tüketiminde önemli bir yer almaya
başlamıştır. 1812 senesinde İşkodra’da 200, Tırnova’da 2000 tezgah çalışmaktayken 1831 senesinde
tezgah sayısı İşkodra’da 40’a, Tırnova’da ise 200’e
düşmüştür.4 Bu düşüş eğilimi yüzyıl boyunca sürmüş
fakat yine de tam anlamıyla ortadan kaybolmamıştır.
Osmanlı sanayisi bu alanda belli alanlarda rekabet
karşısında direnişler göstermiştir. Özellikle yurt dışından ithal edilmeye başlanan ucuz iplikler sayesinde
halıcılık ve iplikli dokuma alanında Osmanlı üretimi
önemli ilerleme kaydetmiştir. Bu ilerleme sağlanırken
kullanılan enerji kaynağı yine insan gücü olmuştur.
Osmanlı’nın tarımsal üretimden sonraki
en önemli üretim kalemi tekstilidir. XIX. yüzyıl
başlarından itibaren Avrupa mallarının piyasaya gir-
mesi ile Osmanlı tekstil üretimi önemli bir gerileme
yaşamıştır. Bu yüzdendir ki ithal mallar karşısında en
çok gerileyen alan tekstil olmuştur. Baskıcı’nın konsolosluk raporlarından tespitlerine göre, Bursa’da İngiliz
mallarının rekabeti nedeniyle 1840’lardan itibaren
ipekli ve pamuklu imalatıyla uğraşan el tezgâhlarının
sayısı azalmıştır.5 1858 senesinde Bursa’da havlu ve
bornoz imalatıyla uğraşan 200 tezgâh varken 1861’de
bu rakam 86’ya düşmüştür. Trabzon’da evlerde keten
bezi dokuyanlar Avrupa ithal malları karşısında zor
duruma düşmüştür. Maraş’ta üretim kaba pamuklu
ve yünlü kumaşa kaymıştır. Adana’da dericilik gerilemiş ve yine tezgâh sayıları azalmıştır. Yaşanan bu
düşüşlerin sonrasında Osmanlı Devleti üretim kapasitesini artırmak ve rekabete cevap verebilmek için insan gücü ile üretim yapan tesislerden vazgeçmeye ve
yeni enerji kaynağı olan buhar gücü ile üretim yapan
endüstrilere yönelmeye başlamıştır.
Osmanlı Sanayisinde
Kullanılan Yeni Bir
Enerji: Buhar Enerjisi
Bu dönemde Osmanlı İmparatorluğu öne sürülenlerin aksine belli sanayi girişimlerinde bulunmuştur. Bu girişimlerin temel üretim hedefi ithal ikamesi
alanında yoğunlaşmak olmuştur. Kuşkusuz Osman-
Osmanlı Devleti’nin sanayi alanında en gelişmiş faaliyet gösteren üretim dalı dokumacılık olmuştur. XIX. yüzyıla gelene kadar Osmanlı dokumacılık alanında hem ülke
ihtiyacını karşılayabilmiş hem de bu ürünlerin ihracatını yapabilmiştir. XVIII. yüzyılın
başlarında devlet eliyle kurulmuş yünlü, ipekli ve yelkenli endüstrileri mevcuttur.
42
Haziran
lı’nın en önemli harcama kalemini askeri giderler oluşturmaktadır. Bu nedenle askerin gerek
kıyafet gerekse araç gereç ihtiyaçları için fabrikalar kurulmuştur. Seyitdanlıoğlu, Tanzimat’a
kadar kurulan sanayileri tespit etmiştir:
bilen fabrika kurulmuştur. Bu fabrikalar bu dönemde
kurulmuş ve daha sonra da dönemin ihtiyaçları göz
önüne alınarak değiştirilmiş ya da genişletilmiştir. Bu
değişim ve genişlemelerin en göze çarpan özelliği
ise, yeni enerji kaynağı olarak buhar gücünün kullanımına geçilmiş olmasıdır. Bu dönemde Osmanlı
“1805’te Beykoz’da kağıt ve çuha fabrikaları Devleti buharlı üretim yapan fabrikaları aylık
açılarak ülkenin ihtiyacı olan bu ürünlerin yine ülke- 120.000 kuruşluk ödenekler ile desteklemişde üretilmesine çalışıldı. II. Mahmut tahta çıktıktan tir.7 Ayrıca Yabancı ustaların destekleri alınarak çuha
yirmi yıl kadar sonra 1827’de Eyüp’te on beş çarktan fabrikası kurulmuştur.8 Osmanlı Devleti buharlı
oluşan bir iplik fabrikası kurdu. Ayrıca 1810’da Ham- üretim yapan fabrikaları Muhimmat-ı Harbiye
za Bey isimli bir girişimci arafından kurulan Beykoz bütçesinden aylık 125.000 kuruş ve DarphaDeri Fabrikası, 1816’da II. Mahmut tarafından satın ne kaynaklarından 100.000 kuruş göndererek
alınarak ordu emrine verildi. 1830’ların başlarında destek vermiştir.9 Bunlara ek olarak, hükümet
Bolu Akmise de bulunan fabrikanın
bu dabakhane ve kundura fabrikası
çalışmaya devam etmesi için aylık
yenilendi. Beykoz’da bulunan kağıt
Yukarıda bahset150.000 kuruşluk yardımı uygun
fabrikasının bir kısmı kumaş fabrikatiğimiz devlet eliyle
görmüştür.10 Bu sayede Osmanlı
sına dönüştürüldü. Ordunun fes ihtikurulan
fabrikalardan
hükümetinin buhar enerjisi ile üreyacının karşılanması amacıyla, daha
da anlaşılacağı üzere
tim yapan fabrikaları desteklediğini
sonra kurulduğu yere göre Defterdar
Osmanlı
sanayisinin
görmekteyiz.
Fabrikası diye anılan Feshane 1835
en gelişmiş alanı doyılında kuruldu. 1836 yılında da İskumacılıktır. Fakat 19.
Osmanlı yöneticileri XIX. yüzlimiye’de bir yün-iplik ve dokuma
yüzyılda Sanayi Devyılın ikinci yarısından itibaren sanafabrikası faaliyete geçirildi. Sultan
yiye verdikleri önemi artırmışlardır.
II. Mahmut saltanatının son yıllarınriminin sonuçlarının
Özellikle 1864-1873 yılları arasında
da Tophane yakınlarında bir kereste
Osmanlı
dünyasına
kurulan “Islah-ı Sanayi Komisve bakır levha fabrikası inşa etmişti.
etkisi ile birlikte doyonu” bu alanda atılan önemli
Tophane’ye bağlı Top Döküm Fabrikumacılık gerilemeye
adımlardan biri olmuştur. Komisyokası ve Dolmabahçe Tüfek Fabrikabaşlamıştır.
nun ilk hedefi esnafların birleşerek
sı ilk kez hayvan gücü yerine buhar
şirketler kurmasını sağlamaya çalışgücünden yararlanabilecek modern
üretim tekniği ile donatılmış ve endüstri devriminin ması olmuştur. Komisyonun diğer hedefi ise mevcut
modern üretim tekniği olan buhar gücü ülkemizde de fabrikaların geliştirilmesi ve ihtiyacın olduğu alanlarda yeni fabrikalar kurulmasını sağlamak olmuştur.
uygulanmaya başlanmıştır.”6
Yapılan tespitlerden de görüldüğü üzere 18001839 yılları arasında tam 9 adet kitlesel üretim yapa-
Haziran
Osmanlı İmparatorluğu, Tanzimat ile birlikte bir
dizi reformlar başlatmıştır. Bu reformların bir sonucu
olarak 1840’lardan itibaren devlet eliyle fabrikalar kurulmaya başlanmıştır. Bu girişimlerin en
önemlisi Zeytinburnu bölgesinde kurulan fabrikalar tesisi olmuştur. Buraya “Büyük Fabrika” denilmiş ve burada üretimi yapılacak mamuller
demir, demir boru, çelik raylar, pulluk, gem, üzengi,
tüfek çakmakları, mızrakbaşı, kılıç, kilit, anahtar, bıçak, ustura, yivli top, havan topu, süvari ve piyade
tüfekleri, tabanca, şayak, astar, pamuklu kumaş ve
çorap gibi çok çeşitli ürünlerden oluşmuştur.11 Bu
tesiste Avrupa kalitesinde savaş silahları üretilmiştir. Ayrıca belirtilen ürünler arasında sadece savaş silahı yerine tekstil mallarının da
43
varlığı göze çarpmaktadır. Bu fabrikada üretilen
tekstil ürünlerin büyük çoğunluğu yine ordunun ihtiyaçları için üretilmiştir.
Bu tesislerin dışında ayrıca Bakırköy’de bir üretim alanı daha mevcuttur ve burada bir iplik bükme,
dokuma ve pamuklu basma fabrikası, iki ocaklı bir
demir atölyesi, bir buharlı makine ardiyesi, küçük buharlı gemiler yapan bir tersane olmak üzere 4 fabrika
daha kurulmuştur.12 Bu ünitede ilk defa 1848 senesinde buharlı gemi üretilmiş ve denize indirilmiştir.
Devlet eliyle kurulan fabrikalar bunlar ile de sınırlı kalmamıştır. Bu dönemde kurulan fabrikalardan
bir tanesi de Hereke Fabrikası’dır. İlk olarak özel teşebbüs olarak kurulan 50 pamuklu ve 25 ipekli canfes13 tezgahından oluşan fabrika 1845 yılında devlete
geçmiş ve sarayın döşemelikleri için kumaş dokumak
üzere 1850’de 100 adet jakarlı el tezgahı14 getirilerek,
mevcut pamuklu tezgahları İstanbul Sanayi Kompleksine bağlı Bakırköy fabrikalarına nakledilmiştir.15
1845 senesinde ise Falkeisen isimli İsviçreli sanayici
ipek iplik üreten buharlı fabrika kurmuş ve içerideki
makineler sayesinde bu tesis hızla büyümüş ve 1876
yılında Bursa’da bu fabrikaların sayısı 14’e çıkmıştır.16
Osmanlı Devleti 1860’lı yıllardan sonra sanayileşme politikalarını değiştirmeye başlamıştır. Yapılan
harcamaların bütçe üzerindeki baskıları ve serbest
ekonomiye geçiş eğilimleri nedeni ile bu dönemden
sonra özel teşebbüslerin fabrika kurmasını teşvik etmeye başlamıştır. İlk önemli özel teşebbüslerde bu
bölgede karşımıza çıkmaktadır. Bursa’da 1856 senesinde makineleşmiş 37 ipek fabrikası işletilmektedir.17
Özel sektör bazında teşebbüsler sadece Bursa
ile sınırlı kalmamış aynı zamanda Ege bölgesinde de
devam etmiştir. J.B. Gout adlı İngiliz girişimci 1863
yılından başlayarak yaklaşık 10 yılda İzmir, Manisa,
Aydın, Tire, Bayındır ve Menemen’de on pamuk çırçır fabrikası kurmuştur.18 1853 senesinde, İzmir’de
1000 işçinin çalıştığı bir halı dokuma tesisi ve Konya
yakınlarında bir tane daha halı dokuma tesisi mevcuttur.19 Ayrıca Mc Andrews ve Forbes isimli bir şirket 1854-1875 yılları arasında Aydın, Söke, Kuşaklı
ve Nazilli’de dört meyan kökü işleme fabrikası açmıştır.20 1852 senesinde Lübnan’da 5’i Fransız, 2’si
İngiliz ve ikisi de yerli sanayici tarafından işletilmek
üzere 9 iplik fabrikası çalışmıştır.21 Yine Ege bölgesinde önemli bir üretim kalemlerinden sabun ve
zeytinyağı içinde üretim tesisleri kurulmuştur. İsviçre sermayesi ile Kartal’da 1 adet konserve fabrikası
kurulmuştur.22 Kurulan bu fabrikalar son teknolojiye
sahip makinelere sahip olup, buhar gücü ile üretim
yapan tesisler olmuştur.
Yeni Enerji Kaynağı
Olarak Madenler:
Kömür Madeni
1861’de çıkarılan Maden Düzenlemesi, imparatorluk sınırları içindeki madenlerin kullanımının tekellerini ortadan kaldırmış ve en yüksek sermayeyi teklif
eden kuruluşa ya da bireye satılması öngörülmüştür.
Bunun akabinde özel teşebbüsler hemen harekete
geçmiş ve Zonguldak kömür madenlerini, Rumeli ve Anadolu’daki demir, kurşun, gümüş,
bakır madenlerini, Bursa ve Kastamonu’daki
Kuşkusuz Sanayi Devrimi’nin gerçekleşmesinde en önemli enerji kaynağı kömür
olmuştur. Osmanlı Devleti’nde kömür üretimine önem vermiştir. 1848 senesinden itibaren kömür üretimi için çalışmalar başlamıştır.
44
Haziran
linyit madenlerini, Çanakkale’deki mangan
yataklarını almışladır.23
Kuşkusuz Sanayi Devrimi’nin gerçekleşmesinde en önemli enerji kaynağı kömür olmuştur. Osmanlı Devleti’nde kömür üretimine önem
vermiştir. 1848 senesinden itibaren kömür üretimi
için çalışmalar başlamıştır. Eldem’in tespitlerine göre
Osmanlı kömür üretimi Hazine-i Hassa döneminde
kömür üretimi 30-50 bin ton, Bahriye devrinin birinci
safhasında 65 bin ton, 1875’te 142 bin ton ve 1880
senesinde 56 bin ton olarak gerçekleşmiştir.24 1880
senesinden sonra yabancı sermaye ile kurulan şirketlerinde etkisi ile Osmanlı Devleti’nde kömür üretimi 1882 senesinde yaklaşık 65
bin tondan 1914 senesinde yakOsmanlı
laşık 651 bin tona çıkmıştır.25
Osmanlı’da
Elektrik Üretimi
İthalatı ve Araştırmaları
Osmanlı Devleti’nde özellikle II. Abdülhamit Dönemi ile
birlikte enerji kaynağı olarak
petrole önem verilmeye başlanmıştır. Fakat Osmanlı Devleti’nde
Kanuni Sultan Süleyman zamanında bazı bölgelerde petrol
(neft) üretilip kullanıldığı görülmektedir.27 Kerkük bölgesinde neft
(petrol) varlığı kanuni zamanından
bu yana bilinmekte olup, bölgedeki
2 adet maden halk tarafından çıkarılarak, gerek savaşlarda kullanılmak
üzere, gerekse de tımarlarda kullanılmak üzere pazarda satılıyordu.28
Fakat petrolün gerçek anlamda sanayiye konu olması ise daha geç dönemlerde gerçekleşmiştir. Osmanlı Devleti’nin petrolü sanayi alanında
kullanması ise ticaret kayıtları baz olarak alındığında
1870’lerden sonraya dayanmaktadır. Aşağıdaki tablo belli yıllarda Osmanlı petrol ithalatının değerlerini
göstermektedir.
Devleti’nde
aydınlatma
için ilk olarak havagazı kullanılmaya başlanmıştır. Avrupa’da
havagazı
kullanımı
1820’lerde
başlamış
olmasına rağmen, Osmanlı Devleti’ne bu
enerji türü ancak 1856
senesinde Dolmabahçe
Sarayı’nın inşası ile gelmiştir.
Osmanlı Devleti’nde aydınlatma için ilk olarak havagazı
kullanılmaya başlanmıştır. Avrupa’da havagazı kullanımı 1820’lerde
başlamış olmasına rağmen, Osmanlı
Devleti’ne bu enerji türü ancak 1856
senesinde Dolmabahçe Sarayı’nın
inşası ile gelmiştir. Bu dönemden
sonra İstanbul’un belirli yerlerinde havagazı ile aydınlatma kullanılmıştır. Havagazı uygulamasını ise ilk
olarak içinde Beyoğlu, Pera gibi yerleri barındıran 6.
Daire-i Belediye kullanmıştır.
Havagazının enerji kaynağı olarak kullanılmaya başlamasından sonra ise, II. Abdülhamit döneminde elektrik üretimi ile ilgili çalışmalar ve
görüşmeler başlamıştır. Bu görüşmeler sonunda
somut adımlar atılmış olunsa da, Osmanlı Anonim
Elektrik Şirketi ancak 1910 yılında devlet tarafından açılan ihale ile Avusturya-Macaristan sermayeli
Ganz Electric Company adlı şirketin ihaleyi kazanması sonucu Brüksel Bankası ve Macar Kredi Genel
Bankası’ndan almış olduğu finansal destekle 1911
kurulmuştur.26 Üretilen ilk elektrik ise öncelikle Dolmabahçe Sarayı ve tramvaya verilmiştir.
Böylelikle havagazına alternatif bir enerji kaynağı
elde edilmiştir.
Haziran
Osmanlı’da Petrol
7DEOR2VPDQOÕ/LPDQODUÕQGDQøWKDO(GLOHQ3HWUROQ'H÷HUOHULVWHUOLQ
ø]PLU/LPDQÕQÕQGDQ 6DPVXQ/LPDQÕQÕQGDQ 7UDE]RQ/LPDQÕQÕQGDQ
øWKDO(GLOHQ3HWURO
øWKDO(GLOHQ3HWURO
<ÕOODU øWKDO(GLOHQ3HWURO
'H÷HUL
'H÷HUL
'H÷HUL
.D\QDN%DVNÕFÕ
Tablo 1’de verilen rakamlar 3 önemli Osmanlı
limanına ithal edilen petrolün değerini gösteren rakamlardır. Bu rakamların daha anlam kazanması için
tablo 2’de petrol ithalatının toplam ithalat içindeki
yüzdesi gösterilmiştir.
45
7DEOH<]\ÕOGD2VPDQOÕøWKDODWÕQÕQ%LOHúLPL
*ÕGD
7HNVWLO
3HWURO
'L÷HU0DOODU
<DWÕUÕP0DOODUÕ
6RXUFH(OGHP
Tablo 2’ye gore Osmanlı’nın 20. Yüzyılın ilk
yıllarında petrol ithalatı toplam ithalat içinde ortalama olarak %4’lük bir paya sahip olmuştur. Bir digger önemli gelişme ise günümüzde
ortaya çıkan II. Abdülhamit’in gayretleri sonucu
ortaya çıkarılan petrol haritasıdır. Günümüzde
büyük tartışmalara sebep olan fakat geçerliliği Kabul
edilen bu harita, Osmanlı Devleti’nin enerjiye verdiği önemi göstermektedir. Enerji anlamında Osmanlı
Devleti gelişmeleri yakından takip etmiş ve yeni enerji kaynaklarına gecikmeli de olsa ulaşma konusunda
yatırımlarını yapmıştır.
Sonuç
Günümüzde dünya fosil yakıtların yaklaşık %70’i Ortadoğu ve hazar bölgesinde yer
almaktadır. 19 yüzyılda adeta bir petrol denizi üzerinde bulunan ve bu bölgeyi kontrol eden Osmanlı
devletinin enerji kaynaklarına dair farkındalığı ancak II. Abdülhamit han zamanında oluşmuştur. Oluşan bu farkındalığa rağmen Osmanlı
devleti eldeki belgelere göre 1905-1915 arası artan
petrol ithalatıyla karşı karşıya kalmıştır.
Buna benzer bir şekilde Osmanlı devleti diğer
enerji kaynaklarını elde etme ve üretim sürecine katma konusunda geç kalmıştır. Artan enerji üretimine
rağmen, yerli enerji kaynaklarının üretim sürecine
aktarımı yeterli düzeyde olmamıştır. Sanayi devriminden olumsuz yönde etkilenen Osmanlı devleti 19
yüzyılda 1800–1839 yılları arasında buhar enerjisi ile
kitlesel üretim yapabilen fabrikalara sahip olmuştur.
Bu kitlesel üretime bağlı olarak 1848 yılımda 30–40
bin ton olan kömür üretimi 1914’de 651 bin ton çıkmıştır. Böylelikle enerjinin bir sanayi girdisi olarak geç
kullanımına rağmen, özellikle kömürün buhar gücü
olarak sanayi girdisi olarak kullanılması kömür üretiminde ciddi bir artışa yol açmıştır. Elektrik üretimi
ise Avrupa’nın çok gerisinde kalmıştır. 19. yüzyılında
Londra sokakları elektrik enerjisi ile aydınlatılmaya
başlanmışken Omsalı devletinin elektrik kullanımı İstanbul’da ancak yüzyılın sonunda olmuştur.
46
Osmanlı devleti son yüzyılda ekonomik açıdan
pekte fazlasıyla olumsuz bir görüntü vermemesine
rağmen sahip olduğu zengin enerji kaynaklarını kitlesel üretimde de kullanamamış ve böylelikle sanayi
devriminden olumsuz yönde etkilenmiştir. Bu dönemde kontrol edilen bölgenin sahip olduğu enerji
kaynaklarının çekiciliği Batıl devletler tarafından da
fark edilmiştir. Sahip olunan petrol rezervleri Kanuni
Sultan Süleyman döneminde Kerkük bölgesinde neft
olarak çıkarılıp ticarete konu oluyordu. Fakat sanayileşme anlamında petrolün kullanılmasın yönelik kayıtlar ancak 1870’li yıllar sonuna kalıyordu. Osmanlı
devleti tıpkı Türkiye Cumhuriyeti gibi enerjide dışa
bağımlı bir ülke konumundaydı..
Kaynaklar
1 Mehmet Genç, Osmanlı İmparatorluğunda Devlet ve Ekonomi, İstanbul: Ötüken 2000, ss. 238-255.
2 a.g.e., s.241.
3 Şevket Pamuk, Osmanlı Ekonomisinde Bağımlılık ve Büyüme 1820-1913 İstanbul: Tarih Vakfı 2005. s. 127.
4 Mehmet Seyitdanlıoğlu, “Tanzimat Dönemi Osmanlı Sanayii” Ankara Üniv.
DTCF Tarih Araştırmaları Dergisi, Cilt:26 Sayı: 46 s.56.
5 Murat Baskıcı, 1800-1914 Yıllarında Anadolu’da İktisadi Değişim Ankara:
Turhan Kitabevi 2005. s.170.
6 Mehmet Seyitdanlıoğlu, “Tanzimat Dönemi Osmanlı Sanayii” Ankara: DTCF
Tarih Araştırmaları Dergisi, Cilt:26 Sayı: 46 ss. 58-59.
7 BOA, Cevdet İktisat, 30/1483, 1836.
8 BOA, Cevdet İktisat, 6/275, 1805.
9 BOA, Cevdet İktisat, 34/1652. 1835.
10 BOA, Cevdet İktisat, 9/448. 1851.
11 Edward Clark, “Osmanlı Sanayi Devrimi” cev: Yavuz Cezar, Ankara: TTK
Belgelerle Türk Tarihi Dergisi 1974, Sayı: 82-83-84, s. 18.
12 Edward Clark, “Osmanlı Sanayi Devrimi” cev: Yavuz Cezar, Ankara: TTK
Belgelerle Türk Tarihi Dergisi 1974, Sayı: 82-83-84, s. 18.
13 üzerinde desen bulunmayan ince dokunmuş, parlak, tok, ipekli kumaş
14 Karmaşık desenli dokuma yapabilen tezgah
15 Mehmet Seyitdanlıoğlu, “Tanzimat Dönemi Osmanlı Sanayii” Ankara: DTCF
Tarih Araştırmaları Dergisi, Cilt:26 Sayı: 46 ss. 63.
16 Standford Shaw & Ezel Kural Shaw, “History of the Ottoman Empire and
Modern Turkey Vol. II” New York: Cambridge University Press 2002. s. 123.
17 Mehmet Seyitdanlıoğlu, “Tanzimat Dönemi Osmanlı Sanayii” Ankara: DTCF
Tarih Araştırmaları Dergisi, Cilt:26 Sayı: 46 s. 65.
18 Orhan Kurmuş, “Emperyalizmin Türkiye’ye Girişi” İstanbul: Bilim 1974. s.
19 Standford Shaw & Ezel Kural Shaw, “History of the Ottoman Empire and
Modern Turkey Vol. II” New York: Cambridge University Press 2002. s. 123.
20 Orhan Kurmuş, “Emperyalizmin Türkiye’ye Girişi” İstanbul: Bilim 1974 s.
21 Ömer Celal Sarc, “Tanzimat ve Sanayimiz”, Tanzimat I, İstanbul: Maarif Vekaleti Yayınları 1940.
22 Standford Shaw & Ezel Kural Shaw, “History of the Ottoman Empire and
Modern Turkey Vol. II” New York: Cambridge University Press 2002. s. 123.
23 Standford Shaw & Ezel Kural Shaw, “History of the Ottoman Empire and
Modern Turkey Vol. II” New York: Cambridge University Press 2002. s. 123.
24 Vedat Eldem, Osmanlı İmparatorluğu’nun İktisadi Şartları Hakkında Bir Tetkik, Ankara: TTK 1994, s.49.
25 a.g.e. s.50.
26 Göncüoğlu, Süleyman Faruk, “İlk Elektrik Santrali”. İstanbul’un İlkleri Enleri.
İstanbul: Ötüken 2010, ss. 129.
27 BOA, Kerkük Livası Mufassal Tahrir Defteri (Kanuni Dönemi), Ankara,
2003, s.V.
28 BOA, Kerkük Livası Mufassal Tahrir Defteri (Kanuni Dönemi), Ankara, 2003,
s.14.
Haziran
Gültekin YILMAZ
Gemileri Karadan Yürüten Sultan
29 Mayıs 1453 milletimizin şanlı tarihinin bir başka
sayfasıdır.Hem ne sayfa sadece
bizi değil tüm dünyayı etkileyen
,çağ açıp çağ kapatan,yeni dönemlere kapı aralayan .Azmin
ve inancın zaferidir olan 29 Mayıs 1453’te nice tecrübeli kralların,imparatorların ,sultanların ,padişahların alamadığını
21 yaşında bir genç padişaha
nasip olduğu gündür .İman varsa imkan da vardır sözünün ispatı, inanmış bir insanın önünde hiçbir engel olamayacağının
kanıtıdır.
Sevgili öğrencilerim değerli okurlar; Fatih nasıl olunur, fetih
nasıl gerçekleştirilir konusunu biraz irdelemek istiyorum bu yazımda. Öncelikle Fatih olabilmenin
ilk şartı ebeveynlerde saklıdır.
Dünyanın sultanlığından vazgeçecek kadar engin gönüllü bir baba
(II.Murad), bütün varlığını hayır işlere adayan, evladını abdestsiz emzirmeyen bir annedir
ilk şart. Bir de hocaları,üstatları,
öğretmenleridir. Fatihi donatacak
kişiler. O dönem eğitime, öğretmene verilen ehemmiyeti şu manidar
olayda çok net görebiliyoruz. Kızılcık sopa ile derse giren Molla
Gürani, şehzade Mehmed’in: o
sopayı ne yapacaksınız sorusu karşısında, üstünüze konan tembellik tozlarını sileceğim cevabı.
Şehzadenin babası olan sultana şikayeti; II. Murad’ın destursuz sınıfa
girişi ile beraber onu sınıftan çıkaran
hoca karşısında iki büklüm hürmetle sınıfı terk etmesi ve Fatih olacak
Mehmed’in kafasın da beliren bir
hüküm: “Hocalık -öğretmenlik
;sultanlıktan daha muteber bir
Haziran
meslekmiş.” Yani nasıl fetihler
Fatihsiz olmazsa, Fatihler de eğitimsiz olmayacağının göstergesidir
II.Mehmed.
Tahta ikinci gelişinde 19 yaşındadır ve kafasında hep o inanç
vardır “ya İstanbul beni alacak
ya ben İstanbul’u’ .Bu gaye için
çalışmaya daha önce kafasında yaptığı planları hayata geçirmeye başlamıştır.Önce Karaca paşa ile İstanbul’un çevresindeki kaleler
fethedilmiş,sonra Rumeli Hisarı üç buçuk ayda tamamlanmış, Şahi topları dökülmüş ve
6 Nisan’da kuşatma başlamıştır. Bütün çabalara rağmen surlar
yıkılamıyor top atışlarını biraz daha
yakından yapma gereği duyuluyordu.Üstüne üstelik haçlılar da Bizans
için toplanmış harekete geçmek
üzereydiler. Dışarıda bu olumsuzluklar yaşanırken II. Mehmed divanı
toplayıp istişare etmek niyetindeyken, babasının tecrübeli kelli
felli vezirleri: vazgeçelim bu
sevdadan demektedirler. Tüm
bu imkansızlıklara karşı divanda
yaptığı konuşmada: “Ben benden
öncekilere benzemem” çıkışı ve
Haliç’e inme fikrini ortaya koyması
herkesi şaşırtmıştır; çünkü Haliç’in
önü büyük zincirle kapatılmış
gemileri oraya sokmanın mümkünatı görülmemekteydi.
Ama II.Mehmed kendisinden
öncekilere benzemediğini ifade etmiş bunu ispat edercesine kendisinden önce hiç yapılmamış, gemileri
karadan yürütme planını dile getirmiştir. Bu ifade karşısında herkes
birbirine bakmış Halil paşa sultana: siz ne dedüğüzü bilmezsünüz gemi dediğin derya da gi-
der kara da ne işi ola? ifadelerini
şaşkınlık içinde söyleyince, Fatih
daha şaşırtıcı bir cevapla karşılık
vermiştir: “Ben ne dediğimi bilirim gemiler karadan gidecek,
karadan gitmezse, havadan
uçacak ama o gemiler o Haliç’e
girecek.” İfadesini kullanarak tam
inanmış adam nasıl olur onu ortaya
koymuştur. Nitekim planını yapmış,
projelerini kafada bitirmiş, her şey
tam da istediği gibi oluvermiştir.
26 Nisanı 27 Nisan’a bağlayan
gece 27 pare kalyon Haliç’in
surlarına indirilmiş. Takiben
toplu sabah namazı, şahadet
niyazları ve taarruzun ardından,
Ulubatlı Hasan’ın sancağı konstantinepolis’in surlarına dikmesi ile beraber II.Mehmed’in Fatih oluşu.
Bizim aynı tarihin evlatları
olarak yeni harikalar ortaya koyma
vaktimiz gelmedi mi? Bence geç bile
kaldık, madem ki biz Fatih Sultan
Mehmed Han hazretlerinin torunuyuz o zaman tıpkı dedemiz gibi
biz de bu zulüm, göz yaşı,katliam
ve sömürü çağını kapatıp; adalet,
hoşgörü ve barışın çağını başlatmak
durumundayız. Kim mi yapacak?
Biz elbette çünkü biz çok değerliyiz.
Bayrak şairimizin dediği gibi: sen
de geçebilirsin yardan, anadan,
serden, senin de destanını okuyalım ezberden, haberin yok
gibidir taşıdığın değerden, el
de sensin dilde sen gönüldesin
baştasın Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın.
Bu dizelere layık olan nesiller olmamız temennisiyle …
Saygılarımla…
47
Yeryüzü Müslümanlara Emanettir
Ersan BİLGİN
Rabbimiz, Müslümanları imanla izzete,
İslam’la istikamete, Kur’an’la hidayete sevketmektedir. Hidayet nimeti en büyük nimettir. Ahiret ancak hidayetle kazanılır.
t,
, şöhre
n
a
ş
,
am
n mak
i
r
e
e, Peyl
i
n
l
i
e
r
k
e
k
fl
e
i
M
ekl
n, vs. t
ı
d
elime,
a
k
ğ
,
a
t
s
e
i
v
ş
r
se
üne
iz ; “G
ben
m
i
r
e
ysanız
o
k
gamb
e
m
sol eli
vazgeç
n
a
d
Ayı da
m
va
n
lam da
s
İ
meyda
e
d
k
e
e
r
n
e
i
r
y
ve
i,
vabını
e
c
akatin
.”
d
a
s
a
mem
n
ası
ya
e “Dav
v
r
i” orta
o
n
y
i
t
e
r
oku
cesa
nu ve
u
ş
u
r
du
ordu.
koyuy
48
İçinde bulunduğumuz zaman diliminde, yeryüzünün en çok neye ihtiyacı vardır diye sorulsa,
elbette verilecek ilk cevap, “yeryüzünün Hazreti
Muhammed Mustafa (sas)’in imanına, şuur ve
duruşuna, ahlakına ihtiyacı vardır” olacaktır.
Bir insanın kurtuluşuna vesile olmak, onu
Efendimiz’in iklimiyle buluşturmak bütün insanları
kurtarmak gibidir. Bir insanın yüreğine girmek, yüreğini fethetmek fetihlerin en büyüğüdür.
Bizler Elhamdülillah Müslüman bir
toplumuz. Müslüman demek, doğumundan
ölümüne kadar yaratan, yaşatan ve yöneten
Rabbimiz’in emirlerine kayıtsız şartsız teslim olmuş, Allah’ın yeryüzünde halifesi olan,
huzur ve barış insanı demektir.
Haziran
Kardeşler topluluğu olan, sevgi ve kardeşliğin,
hak ve adaletin teminatı olan Müslüman, yaşadığı çağdan sorumlu olan insan demektir. En faziletli
Müslüman, şuur, ihlas ve takva sahibi Müslümandır.
Takva sahibi yani, sorumluluğunu kuşanmış, görevini
bilen ve yapan, fedakar insan…
Biz Müslümanlar, inancımız gereği, Müslüman
olsun ya da olmasın bütün insanların hak ve hukukunu gözetmekten sorumluyuz. Yeryüzünde insan
gibi yaşamak her renkten, her ırktan ve inançtan
herkesin hakkıdır.
Müslüman, sadece kendini
düşünen, sadece ferdi ibadetlerini
yerine getiren, sadece namazını kılan, tesbihini çeken insan değildir.
Böyle olsaydı Peygamberimiz Efendimiz (sas), Hira’da ferdi
ibadetlerine devam eder, Mekke
cahiliyye toplumunu İslam’a davete koşmaz, en onulmaz çileleri
çekmez, İslam’In hakim olması için
çalışmazdı. Ama İnsanlığın Efendisi
öyle yapmadı,
“kalk ve insanları uyar (uyandır)” emri gereği, şirk ve zulümle
mücadele etti, herkesi imana ve tevhide davet etti.
Putları, atalarının batıl dinlerini reddetti. Mekke şirk
devletiyle mücadele etti. Bu sebeple Mekkelilerden,
dün beraber olduğu kimselerden zulüm gördü. Çile
çekti, sabretti, yalnız Allah’a teslim oldu.
Mekkelilerin makam, şan, şöhret, servet, kadın, vs. tekliflerine, Peygamberimiz ; “Güneşi sağ
elime, Ayı da sol elime koysanız ben yine de
İslam davamdan vazgeçmem.” cevabını vererek
meydan okuyor ve “Davasına sadakatini, duruşunu ve cesaretini” ortaya koyuyordu.
Efendimiz sahabesiyle birlikte Allah yolunda,
insanlığın iki cihan saadeti için hicret etti, hakkın
hakimiyeti için cihad etti. İslam Devleti’ni kurarak,
Kur’an ve sünnetin fert, toplum ve tüm otoriteler
bazında yaşanmasını ve hakimiyetini tesis etti. Fethi
Mübin’i gerçekleştirdi, Mekke’yi fethetti. Hakkı hakim
kıldı, batılı yer ile yeksan etti. Böylece İslam hakim
oldu. Esenlik, barış, sulh ve selamet geldi.
İslam, Müslüman olsun ya da olmasın bütün insanlığa huzuru ve barışı getirebilecek yegâne nizamdır. İslam haricindeki tüm arayışlar
insanlığın duvara toslamasıdır. İslam haricindeki her nizamın insanlığa verebileceği kaostur, kandır, gözyaşıdır.
Coğrafyamızda 300 yıldır İslam’a, kimliğimize, değerlerimize
karşı yürütülen bir kültür savaşı var.
300 yıldır bu toprakların çocuklarına “insan insanın kurdudur”
diyen Batı’nın ürettiği paradigmalar
sistemli bir şekilde çıkış yolu olarak
dayatılmaya çalışıldı.
Tertemiz zihinlere yaptıkları
yüklemelerle bireyselliği ön plana
çıkarttılar, aile hızla çözüldü, hedonist ve konformist bir nesil oluştu.
Fedakarlık ve diğergamlık gitti. Rasyonellikten, reel
politikten bahsettiler, her şeyin merkezine mülkiyeti-serveti koyan bir nesil oluştu.
Sekülerizmi, pozitivizmi merkeze aldılar, ahlak
ve maneviyattan yoksun bir nesil oluştu. Evrim
teorisini tartışılmaz bir gerçekmiş gibi anlattılar, çıkarları için her türlü tahribatı yapabilecek bir
nesil oluştu.
Gelişen kitle iletişim araçlarıyla yılın 365 günü
7/24 kablolu, kablosuz televizyonlardan, her türlü ekrandan, internet ağından yeni neslin üzerine her türlü kokuşmuşluğu boşaltıyorlar. Bu milletin pırıl pırıl
evlatlarına, henüz masum çocukluk günlerinden yeni
çıkmış evlatlarına bu kötülüğü yapanların insanlıktan
nasiplerini aldıklarını düşünmüyoruz.
Efendimiz sahabesiyle birlikte Allah yolunda, insanlığın iki cihan saadeti için
hicret etti, hakkın hakimiyeti için cihad etti. İslam Devleti’ni kurarak, Kur’an ve sünnetin fert, toplum ve tüm otoriteler bazında yaşanmasını ve hakimiyetini tesis etti.
Haziran
49
Bugün 1 milyar 500 milyon insanın sağlıklı içme suyundan mahrum olduğu, 925 milyon insanın her gece aç yattığı, her 6 saniyede
bir 1 çocuğun açlık nedeniyle öldüğü, her 4
saniyede bir 1 insanın mülteci pozisyonuna düştüğü
bir dünyada yaşarken kalbinde merhamet olan bir
insanın, kalbinde kardeşlik olan bir insanın, kalbinde paylaşmak olan bir insanın İslam Medeniyetini
bırakıp Batı’nın peşinde koşmasından, vicdanları
körelten eğlencelerden, dünyaya kul köle olmaktan,
zalimlerle beraber olmaktan ve her türlü batıl yollardan uzak durması gerekir. Biz İnsanlığın Efendisi’nden bunu öğrendik, öğreniyoruz.
için, iman için, Allah rızası için, yürek fetihleri için,
hak hakim olsun diye, yeryüzünün her noktasına koştular. Çünkü yeryüzü müminlere emanettir. Rabbimiz
“dünyaya şuurlu-salih kullarının sahip çıkmasını” istemektedir. (Enbiya 105)
Allah hepimize Allah yolunda koşmayı,
yorulmayı, bu yoldan dönmemeyi ve Allah yolunda koşarken ölmeyi-şehadeti nasip etsin.
Bizi batıl davaların peşinde sürüklemesin.
Muhammed Suresi 7. Ayeti Kerimede şöyle
buyrulmuştur: “Ey İman edenler, eğer siz Allah’a
İslam, Müslüman olsun ya da olmasın bütün insanlığa huzuru ve barışı getirebilecek yegâne nizamdır. İslam haricindeki tüm arayışlar insanlığın duvara toslamasıdır.
İslam haricindeki her nizamın insanlığa verebileceği kaostur, kandır, gözyaşıdır.
Diğer taraftan komşumuz Suriye’de karışıklıklar
devam ediyor, Irak’ın ırk ve mezhep ekseninde bölünmüşlüğü devam ediyor. Arakan’dan Orta Afrika Cumhuriyeti’ne yine İslam coğrafyası tarumar bir vaziyette.
Bütün bu zulümlerin, haksızlıkların, çürümüşlüğün ve kokuşmuşluğun karşısında İslam’a, İslami şuura ve İslam kardeşliğine sarılmamız lazım.
Üstad İmam-ı Rabbani “insanların yolları,
aşkları kadardır” demiş. Sekülerleşme ve Dünyevileşme önümüzde duran en büyük tehlikedir. Lüksün
ve Konforun rahatlığına zevkine değil imtihanın meşakkatine inanıyoruz. Üç günlük yalan dünyaya
değil ebedi bir hayata inanıyoruz. Menfaate,
çıkara, kaba kuvvete, işbirlikçiliğe değil, hakka, kardeşliğe, merhamete, adalete inanıyoruz. Duruşumuzu ve istikametimizi bozmayan
Allah’a şükürler olsun.
Yeryüzü bize, biz Müminlere ve Müslümanlara emanettir ve dünyanın her yeri ile
ilgili nihai söz hakkı Müslümanlarındır. Müslümanlar bu yetkiyi, iradeyi ve gücü âlemlerin
Rabbi’nden alıyor.
“Modernite ve emparyalist dünya düzeni ile
hesaplaşacak tek hak sistem, Hz. Peygamberimiz’in
Risaleti yani İslam’dır. O’nun risaletini dışta tutarak
yol aramak, emperyalizme ömür biçip hayat hakkı tanımaktan başka bir şey değildir. Ferasetli Müslüman
ise bu oyuna gelmeyendir.”
Allah, Al-i İmran suresi 110. Ayet-i Kerimede
şöyle buyurmuştur. “Siz, insanların iyiliği için
ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği
emreder; kötülükten meneder ve Allah’a inanırsınız.”
Büyük Yaşayanlar, Başkaları İçin Yaşayanlardır.
Büyük hedefler, Büyük fedakarlıklar gerektirir. “İzzet
ve şeref, Allah’ındır, Rasulullah’ındır ve Müminlerindir.” Allah bizimledir. Hak mutlaka galip
gelecektir.
Mekke ve Medine’de 10 bin civarı sahabe kabri
var. Veda hutbesini 120 bin civarı sahabe dinlemişti, değil mi? Nerde 110 bin civarı sahabe? Hepsi din
“Allah’ın rızası, en büyüktür.” Ve akıbet
(güzel sonuç) muttakılerindir…
Bir taraftan inkar ve asimilasyon politikaları,
diğer taraftan karşı ırkçılık ve mezhepçilik Müslüman
kimliğine karşı yöneltilmiş en büyük tehditlerdir.
50
yardım ederseniz, O da size yardım eder ve sizin ayaklarınızı sağlamlaştırır.”
Haziran
Ey iman edenler! Sizden öncekilere farz kılındığı gibi oruç tutmak size
de farz kılındı. Böylece umulur ki takva dairesine girer, fenalıklardan
sakınırsınız.
Haziran
(Bakara Suresi, 2/183)
51
Seçilmiş Mursi’ye Selam Olsun
Memduh ERGİN
Selam olsun seçilmiş Mursi’ye, selam olsun Rabia meydanında hak davası için can veren yiğitlere,
selam olsun hak davası için can verenlere sahip çıkanlara. Selam olsun bütün ümmete. Bizler ki bu yol
hak yoldur dönmeyiz, düsturu ile yola çıktık. Bizler
kutlu bir davanın neferleri olmaya çalışıyoruz. Kutlu
yürüyüşümüz başladı. Elhamdülillah önümüze engeller çıkarmaya çalışanlara inat devam edeceğiz.
Zulüm yapan, Allah’ın hak davasını akıllarınca söndürmek isteyen zavallılar bundan
önce de oldu bundan sonra olacak. Bu dava kıyamete kadar devam edecek. Evet, bu davada kimimiz gün ışığı görmeyen zindanlarda yatacak, kimimiz
ağır işkenceler görecek, kimimiz de yağlı urganlarda
can verecek ama yine de yılmayacağız. Bizler biliyoruz ki eninde sonunda kazanan bizler olacağız. Çünkü
bizimkisi hak davasıdır.
Zalimler ki eninde sonunda kaybetmeye
mahkûmdurlar. Onların hem bu dünyaları hem
de ahiretleri berbat olmuştur. Zavallı zalimlerin
52
isimleri her anıldığında insanların içini nefret ve tiksinti kaplıyor. Sakın yanlış anlaşılmasın, onlara zavallı
dediğim acıdığımdan değil, küçümsediğimdendir.
Ey Mursi’ye idam cezası veren zavallılar
sözüm sizlere! Ey Mursi üzerinden bizlere mesaj
vermek isteyen Sisi’nin efendileri bizleri korkutabileceğinizi mi sandınız? Vallahi de billahi de tallahi
de korkmayız. Rabia meydanında insanların üzerlerine kurşun yağarken ölüme koşa koşa giden insanları korkutabileceğinizi mi sandınız? Evet, yeri geldi
o meydanları terk ettik ama sanmayın ki ölüm korkusundan. Korktuğumuz doğrudur, ama ölüm
değil, kardeşkanı dökmekten. Çok şükür hak
davanın neferlerinin elinde kardeşkanı yok.
Olamaz da. Müslüman haksız yere kan dökmez. Müslümanın Müslümana kanı haramdır.
Sizler böyle cezalar vererek bizleri yıldırabileceğinizi düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz. Bizleri yıldıramazsınız. Bizler hak bildiğimiz davamız için o
ilmiğe boynumuzu seve seve, kendi ellerimizle
Haziran
sokarız. Bizler Allah için ölmeye düğüne derneğe gider gibi gideriz. Hatta şehit olmak için
can atar, olamadığımızda ise müteessir oluruz. Bizleri
tüketemezsiniz. Bizler her ölüşten sonra yeniden çoğalarız. İsimlerimiz değişir, cismimiz değişir ama yine
karşınıza çıkarız. Bazen Seyit Kutub
olur, bazen Erbakan Hoca olur, bazen Bilge kral Aliya İzzetbegoviç
olur, yine de karşınıza çıkarız. Bu
sefer de Mursi olarak karşınıza
çıktık. Allah’ın izniyle bizleri
durduramayacaksınız.
Peki, son kahraman
bu Mursi kim? Muhammed
Mursi, 8 Ağustos 1951 tarihinde, Mısır’ın kuzeyindeki Şarkiye
iline bağlı Eladva köyünde doğdu. Beşkardeşin en büyüğü olan
Muhammed Mursi ilk eğitimini orada
aldı. Babası çiftçi annesi ise ev hanımıydı. Mühendislik lisansını Kahire Üniversitesi’nde aldı
(1975 ve 1978). Mühendislik doktorasını Güney Kaliforniya Üniversitesi’nde tamamladı (1982). Northridge Kaliforniya Eyalet Üniversitesi’nde yardımcı doçent oldu (1982-1985). Ardından eğitim vermek için
Mısır’daki Zagazig Üniversitesi’ne geldi.
İdeolojik bakımdan yakın olduğu Müslüman
Kardeşler hareketi içerisinde siyasete atıldı. Mursi
2000 ve 2005 yılları arasında milletvekili oldu. Müslüman Kardeşler’in yasal olarak seçime katılmaları
mümkün olmadığından parlamentoya bağımsız siyasetçi olarak girdi. Tam 5 yıl Mısır Halk Meclisi üyeliği
yaptı. 2011 Mısır Devrimi’ne muhalif bir lider olarak
destek verdi ve 30 Nisan 2011 tarihinde Müslüman
Kardeşler’in kurduğu, Özgürlük ve Adalet Partisi’nin
başkanı seçildi.
2012 Mısır cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Müslüman Kardeşler’in aday gösterdiği Hayrat Şatır’ın
adaylığı düşünce, yerine Muhammed Mursi seçildi.
Yoğun seçim kampanyası yürüttü. İlk turda %25.5 oy
aldı ve ikinci tura girmeye hak kazandı. İkinci turda da
%51.73 oy alarak, 5. cumhurbaşkanı oldu.
2012–13 Mısır protestoları adıyla bilinen, 3
Temmuz 2013 tarihinde yapılan büyük gösteriler sonucu Mısır ordusu askeri bir müdahale ile yönetime
el koydu. Mursi ise darbeyi kabul etmediğini açıkladı
Haziran
ve yandaşlarına direnmelerini söyledi. Darbenin ardından tutuklanan Muhammed Mursi 16 Mayıs 2015
günü mahkeme tarafından idam cezasına çarptırıldı.
(wikibent)
Tanıdık bir hayat hikâyesi değil mi? Bir çiftçinin çocuğu olarak dünyaya gel, dişinle
tırnağınla oku ve gel kutlu davana sahip çık. Bu dava için yağlı urganları
göze al. Ey Mursi’ye idam cezası veren zavallılar biz de
daha bunun gibi yüzbinlerce Mursiler var. Tek tek
asmayla bizleri bitiremezsiniz.
Evet, Mursi idam cezasına çarptırıldı ve Mısır müftüsü onaylarsa belki de idam
edilecek. İşte burada söz biz Müslümanlara düşüyor. Ey Müslüman kardeşlerim sizlere sesleniyorum. Ta yıllar
öncesinden kaleme alınan Akif’in mısraları ile;
“Baksana kim boynu bükük ağlayan.
Hakkı hayatındır senin ey Müslüman,
Kurtar artık o biçareyi Allah için.
Artık ölüm uykularından uyan.
Bunca zamandır uyudun kanmadın,
Çekmediğin çile kalmadı, uslanmadın.
Çiğnediler yurdunu baştanbaşa.
Sen yine bir kerre kımıldanmadın.”
(Mehmet Akif)
Gün bugündür, dem o demdir. Gün mazluma sahip çıkma günüdür. Gün susma günü
değildir. Gün zulme, haksızlığa karşı haykırma günüdür. Biz susmayacağız, haykıracağız
ki korkak düşmanın yüreğine korku düşsün.
Korku düşsün ki bir daha böyle zalimlikler
yapmaya cesaret edemesinler.
Sözüm herkes için değil elbette. Ama maalesef içimizde ki, bu toplumun büyük bir çoğunluğunu meydana getiriyorlar, bir kere olsun kımıldanmayanlar var. Ve aslında zalimin bu cesareti bizim
sessizliğimizden kaynaklanıyor. Ne zaman ki
sesimiz gür çıkar işte o zaman bu zulüm biter.
Müslümanların bu şuura eriştiği gün zafer bizimdir inşallah.
53
Hızır Dostu
Aydın BAŞAR
“Kimseler bilmez benim işimi,
Bu aşkın yoluna koydum başımı”
Ladikli Ahmed Ağa
Konya ellerindeyim… Büyük evliya Mevlana
hazretlerinin manevî huzurundayım. Burada
manın
a
z
ş
a
sav
sanın
n
i
l
ı olma
e
s
z
a
y
ü
l
g
a
Bu
mad
ye
yasını
l
e hedi
a
r
d
e
a
k
s
m
a
da
bir
de
layan
ğ
a
nlerin
n
ü
i
g
ç
i
k
ı
ı
l
ğ
dı
aç
ıyine o
e
v
ylaştığ
i
a
n
p
i
ğ
e
i
l
t
k
et
öpe
in
i bir k
n
i
evgim
ğ
s
e
n
a
m
l
e
o
y
na
.
ince o
n
ladım
e
r
n
ğ
a
ı
n
ı
nı ö
dığ
a olma
n
u
ş
o
b
ağaçlar, çiçekler, böcekler insana gülümsüyorlar. Türbenin taşları şükür etmede, havuzun suları Kur’an tilavetiyle cennet esintileri
yaşatmakta. Dallardaki kuşlar zikirleriyle
ona eşlik etmekte. Bu bahçede her şey O’nu
söylemekte...
İman edip hayırlı ameller işleyenler için Konya, öz vatanın özlemini duyurmakta… Kimilerine
velilerin menkıbelerini anlatan bu güzel şehir, kimilerine ise daha fazlasını fısıldamakta…
Nasibimize ne düşer, ne kadar düşer bilemiyorum ama evliyaların gezindiği bu sokaklar-
54
Haziran
da edep kurallarını tarumar etmeden yürüyebilirsek, bu şehrin sahibi bize de bir lütufta
bulunacaktır elbette.
Günlerce, aylarca bekledikten sonra, kalemi
defalarca elime alıp da bir kelime olsun yazmadan
geri bıraktığım çok oldu. 1888 yılında Ladik’te doğan
Konya velilerinden Ladikli Ahmed Ağa’dan bahsedeceksem, en ufak bir edepsizlik yapmamalıydım. Sabretmeliydim, zamanını beklemeliydim.
Ladikli Ahmed Ağa bir şiirinde; “Gecelerde
eser senin yellerin” dediğine göre
o vakit, bir gece vakti olmalıydı.
Evet evet, eğer izin çıkarsa bir gece
yarısında harfler kalemimin ucundan dökülüverirdi. Yok, çıkmazsa
bir mani, bir engel mutlaka olurdu.
Zamanı gelmeden bu işe koyulursam belki en hassas yerimden
bir şefkat tokadı yer, bir daha asla
vakitsiz çiçek açmamayı öğrenirdim. Onun için hiç acele etmedim.
Önce hakkında yazılan bazı makaleleri okudum. Sonra yakın dostu
merhum Tahir Büyükkörükçü Hoca’nın vaazlarındaki ilgili yerleri ve
oğlu Abdurrahman Büyükkörükçü Hoca’nın her sene
Ladik Kasabası’nda yapılan anma merasimlerindeki
konuşmalarını izledim.
Daha başka zatların, ilgili konuşmalarını da
dinledim, fakat bu iki ismi özellikle zikrettim çünkü
onların naklettiği bilgilerin referans değeri benim için
oldukça yüksek...
Bu zata olan ilgime gelince, ferman dinlemeyen
bir gönlün sebep belirtmeksizin yönelişinden ibarettir.
Yirmili yaşların ortalarındayken ismini duyduğumdan
beridir kendisini ruhuma yakın hissederim.
Bu güzel insanın savaş zamanında madalyasını madalyası olmadığı için ağlayan bir
askere hediye ettiğini ve yine o açlık günlerinde yemeğini bir köpekle paylaştığını öğrenince ona olan sevgimin boşuna olmadığını anladım. Kalpten kalbe giden yollar boş değildir sevgili
okuyucu!
Haziran
Eşrefoğlu Rumi’den bahseden yazımda, Hızır
aleyhis selam ile ilgili bir elma ve helva kıssası anlatmıştım. Elma ve helvanın Allahu âlem birer sembol
olabileceğini söylemiş idim. O yazıdan birkaç zaman
sonra şimdi yeni öğreniyorum ki Ladikli Ahmed Ağa
o devirde “Elma” soyadını almış. Bu benim için sübjektif de olsa bir anlam ifade ediyor.
Bakalım bunun gibi işaretlerle başka hangi zatlarda karşılaşacağız? Bu sembollerin peşinden gitmeye devam edeceğiz. Nerelere ulaşacağımızı inanın
ben de sizin gibi bilmiyorum. Şimdi sizlere dilimin
döndüğünce bu güzel zattan bahsetmeye çalışacağım.
Kışın Ortasında
Yaz Meyveleri
Bir şiirinde “Ol Mevlam
koymuştur Hüdai adım./ Melekler ederler gökte feryadım”
diyerek bir adının da Hüdai olduğunu ifade eden Ladikli Ahmed Ağa
aşkla söylenen şiirlerinin yanı sıra
daha çok yüzlerce insanın şahit olduğu kerametleri ile tanınan üveysi
meşrepli bir zattır. Yani tarikat şeyhi
veya dervişi olmayan, bu yolda bir mürşide bağlanmaksızın yürüyen bir velidir.
“Bir üstadtan okumadım/ Yol nedir, erkân
nedir?/ İlm-i zahir okumadım./ Kalpteki burhan nedir?” mısralarından da anlaşılacağı üzere
kendisi okuma yazması olmayan, Kur’an okumayı
dahi bilmeyen ümmi bir kimsedir. Onun en çok bilinen ve dikkat çeken özelliği Hızır aleyhis selam ile
olan dostluğudur. Kendisi dostunun kim olduğu konusunda isim vererek konuşmamış, genellikle ondan
“Hocam” diyerek bahsetmiştir.
Yaşadığı küçük köy evinde, gece gündüz
hiç misafiri eksik olmayan Ladikli Ahmet Ağa,
anlatıldığına göre gecenin bir yarısında misafirlerinin
yanından ayrılarak kimsenin bilmediği bir yere gider,
sabaha doğru tekrar geri döner, nereye gittiğini soranlara da “vazifeye çağırmışlardı” dermiş. Bazılarına da daha fazlasını anlatır ve geceleyin dolaştığı
uzak diyarlardan bahsedermiş.
55
Seracılığın henüz olmadığı o yıllarda kendisini
ziyarete gelenlere, kışın ortasında yaz meyveleri ikram ettiği çok olmuş. Mesela merhum Tahir
Hoca buna şahit olanlardan birisidir. O bir vaazında ona misafir olduğu bir gece, kışın ortasında
elindeki sepetle taptaze üzümler getirdiğini,
dışarıda kar kıyamet varken bu üzümleri beraberce yediklerini anlatmıştır.
Anahtar
Onun o kadar çok kerameti vardır ki onları
inkârı kabil olmayacak sayıda kişiler nakletmiştir. Abdurrahman Hoca bir sohbetinde onu tanıyıp da yaşı
müsait olanların mutlaka onun kerametlerini gördüklerini söyler. Evliyanın kerametlerinin Resulullah’ın
hatırına gerçekleştiğini, sanki onun mucizelerinin bir
devamı olduğunu söyleyen Abdurrahman Hoca sözlerinin devamında babasının kendisine anlattığı şöyle
bir anıyı nakleder:
“Bir gün bir ağabeyimiz babacığıma gelmiş;
‘Hocam ben yeni bir araba aldım, arzu ediyorum ki bununla Ladikli Ahmed amcamızı ziyaret edelim.’ Bunun üzerine ziyareti yapmış, hoş saatler geçirmişler. Tam çıkacakları zaman o ağabeyimiz
cebinde arabanın anahtarı olmadığını fark etmiş. Bu
abimiz, Ladikli Ahmed Ağa’yı görmenin heyecanıyla olsa gerek, koltuğun üzerine düşürmüş
anahtarı… Kapıyı da dışarıdan bilmeden kilitlemiş. Sohbetten sonra bakıyorlar ki anahtar arabanın içinde… O ağabeyimiz ‘eyvah’ diyor; ‘Şimdi
açmak için kilidi bozacağız’… Uğraşıyorlar, açamıyorlar. ‘Acaba şu küçük camı mı kıralım’ falan
diye düşünürken Ladikli Ahmed Ağa yanlarına geliyor; ‘Hayırdır, nedir bu telaşınız?’ diyor. Meseleyi
anlatıyorlar. ‘Dur bakalım, telaş etmeyin’ diyor
ve kuşağından küçücük bir çakı çıkartıyor, babacığıma veriyor; ‘Tahir Hoca evladım, bununla aç kilidi’ diyor. Babacığım bıçağı kilide takıyor, bismillah
deyip tık diye çevirince kilit açılıyor. Daha sonra bu
ağabeyimiz; ‘Benim arabam böyle kel bir çakı
ile açılıyor muymuş?’ diye düşünerek evdeki bütün bıçakları kapıda deniyor ama hiçbiri ile açamıyor.
Anlıyor ki keramet Hacı babamızın bıçağı ile Allah’ın
lütfundaymış. Müfettihal ebvab olan Allah isteyince
bütün kapılar açılıyormuş.”
Yetmiş Gün
Onunla uzun yıllar dostluğu olan Tahir Hoca
müftülük vazifesine atanması ile ilgili olarak da Ahmed Ağa’nın bir kerametine şahit olmuştur. Kendisi
bu anısını şöyle anlatır: “Ellili yıllardı, bir gün sohbetimizde Konya müftülüğünden söz açılınca; ‘Bir gün
gelecek sen de inşallah Konya Müftüsü olacaksın hocam’ dedi bana. ‘Bu kadar âlim hoca varken. Ben
onlara abdest suyu dahi dökemezken, nasıl olur da
müftü olurum’ dedim. Ve gün geldi Konya müftüsü
olduk.”
Tahir Hoca bir başka anısını şu cümlelerle
nakleder: “Yine bir gün ziyaretine geldim. Odasına
doğru ilerlerken bana: ‘Tahir Hocam sizi kederli
görüyorum’ dedi. Ben de ‘Biliyorsun altı aydır vaaz
edemiyorum. Vazifeden alındım. Hakkımda tahkikat
açtılar’ dedim. O da bana: ‘Yetmiş gün daha sabret, iki buçuk ay sonra vazifene döneceksin.
Eğer ben hastalanırsam divandaki arkadaşlara
vasiyet edeceğim. Vesikanı inşallah alacağız’
dedi. Mahkemeyi kazandık, yetmiş gün sonra vazifeye döndüm.”
Kerametlerinden bahsedenler arasında ünlü tarihçi Kadir Mısıroğlu da vardır. O da bir sohbetinde
1960 darbesinden önce Ladikli Ahmed Ağa’nın darbenin olacağını önceden haber verdiğini anlatmıştır.
Yine bu konuşmasında onun Hızır aleyhis selam’ın
dostluğuna mazhar olmuş bir Allah dostu olduğunu
ifade etmiştir.
Süleyman Hilmi Tunahan Efendi’nin takipçilerinden Hüseyin Kumaş Hoca da bir sohbetinde,
Yaşadığı küçük köy evinde, gece gündüz hiç misafiri eksik olmayan Ladikli Ahmet
Ağa, anlatıldığına göre gecenin bir yarısında misafirlerinin yanından ayrılarak kimsenin bilmediği bir yere gider, sabaha doğru tekrar geri döner, nereye gittiğini soranlara da “vazifeye
çağırmışlardı” dermiş.
56
Haziran
Ladikli Ahmed Ağa’dan bahsetmiştir. Onu Ladik’te
ziyaret ettiğini, bu ziyareti esnasında Ahmed Ağa’nın
Afyon’daki bir talebe yurdunu sanki görmüş gibi kendisine tarif ettiğini anlatmış, anlattıklarının da aynen
doğru olduğunu söylemiştir.
Bunun gibi sayısız kerametleri olan Ahmed
Ağa’yı, Ramazanoğlu Sami Efendi ve Hacıveysizade
Efendi gibi birçok maneviyat büyüğünün yanı sıra Ali
Ulvi Kurucu gibi birçok arif ve fazıl kişiler de ziyaret
etmişlerdir. Bu güzel zatların hüsnü şahadetleri bile
tek başına onun ne kadar doğru sözlü ve muteber
birisi olduğunun şahidi olsa gerektir.
Ona yetişenlerden birisi de mesnevihanlık geleneğinin son halkası
merhum Şefik Can Dede’dir. O da
Ahmed Ağa’yı Ladik’teki evinde ziyaret etmiştir. Şefik Can Dede, bu
ziyaretinde Ladikli Ahmed Ağa’nın
kendisine anlattığı şu sözleri nakleder:
şöyle anlatılır: Meşhur Kanal Harekatı esnasında
Ahmed Ağa, Gazze dolaylarında İngilizlerle cenk
ederken bağlı bulunduğu birlik İngilizler tarafından
pusuya düşürülür ve birliğin tamamı makineli tüfeklerle taranır. Kendisi yaralı vaziyette yatmaktayken,
şehid olan arkadaşları da üzerine bir bir yığılır. Düşman askerleri onların hepsinin öldüğünü zannederek oradan ayrılırlar.
Ahmed Ağa bir taraftan susuzluğun, bir taraftan da yaralarının verdiği ıstırapla bu çöllerde öylece
Mevla’sına kavuşmayı beklemektedir. Tam ümitlerin
tükendiği bir anda, kanlar içerisinde mecalsiz bir vaziyette yatmaktayken güneşin vurduğu yerden beyaz atıyla mübarek bir zat belirir. Şefkatli bir sesle; “Es selamu
Merhum
Tahir
aleykum! Ahmed ne oldu yaraHoca buna şahit olanlandın mı?” diyerek atından inip
lardan birisidir. O bir
onun yanına gelir. Üzerindeki şehid
vaazında ona misafir
bedenlerini bir bir kaldırdıktan sonolduğu bir gece, kışın
ra dolu bir matara ile ona su ikram
ortasında elindeki seeder. Mübarek ellerini yaralarının
petle taptaze üzümler
üzerinde gezdirdikçe sızıları hafifler.
“Seferberlik zamanında Gazze’de savaşıyorduk. Düşman bizi mugetirdiğini,
dışarıda
hasara altına aldı. Bir hafta boyunca
Sonra onu atının terkisine alır
kar kıyamet varken bu
ne su, ne yiyecek bulabildik. Daha
ve üç günlük mesafede bulunan Susonra yardım ulaştı, kazanlar kaynaüzümleri beraberce yeriye sınırındaki seyyar bir hastaneye
maya başladı. Yemek dağıttılar bize.
diklerini anlatmıştır.
kısa bir sürede götürür. Ahmet Ağa
Bir ekmeğin içine tahin koymuşlardı.
bu zata; “Efendim sizi bir daha göreBen, ekmeği ısırdım, bir lokma ağzıbilecek miyim?” der. O da: “Ahmed!
ma aldım. O sırada karşımda, bir deri
Eğer
sen
Hak
rızası için yaşarsan her zaman
bir kemik kalmış bir köpek gözlerini bana dikmiş bakıyordu. Biraz ekmek bölüp ona attım. Yanımdaki- seninle beraberiz. Yok, öyle yaşamazsan, bu
ler: ‘Ahmed delilik etme, ye yemeğini’ diyorlardı. son görüşmemizdir” dedikten sonra ona şunlaAncak benim gönlüm bu hale elvermedi. Bir rı tembihler: “Askerler gelip seni alınca sana
lokma kendim yedim, bir lokma köpeğe ver- inanmazlar. Onlara beni nöbetçi subaya gödim. Gece uykuya dalınca Peygamber Efendimiz sal- türün dersin. Hadiseyi nöbetçi subaya anlat,
lallahü aleyhi ve sellem teşrif ettiler, sırtımı sıvazlayıp: benim de selamımı söyle!”
‘Ahmed! Evladım, ben seni sevdim’ buyurdular.
Daha sonra uyandığımda Peygamber Efendimiz salKısa bir müddet sonra askerler bir sedyeyle gelallahü aleyhi ve sellem’e karşı büyük bir aşk başladı lip onu karargâha taşırlar. Askerler onun üç günlük
içimde. O günden beri bu haldeyim.”
yoldan geldiğine inanamazlar ve isteği üzere nöbetçi
subaya götürürler. Hal ehli âşık bir kimse olan nöbetçi subay, Ahmet Ağa’yı dinler ve ona inanır. Hemen
onu tedaviye sevk eder. Tedavi eden doktor da işin
farkına varır ve ona inanmayanlara; “Sizin burnuLadikli Ahmed Ağa’nın hocası Hızır aleyhis nuz hiç koku almıyor mu? Şimdiye kadar hiçselam ile tanışmasına gelince, Mustafa Özdamar’ın bir askerde böylesi güzel bir koku duydunuz
hakkında yazmış olduğu kitapta bu konu özetle mu?” diye çıkışır.
İlk Tanışma
Haziran
57
Yaralı olduğu bu süre zarfınca o mübarek zat
iki kere gelir ve onu; “Ahmed, merak etme seni
tekrar gelip göreceğim” diyerek teselli eder.
On İki Kurt
İyileştikten sonra memleketi Ladik’e geri gönderirler. Artık Ladikli Ahmed Ağa’ya bir haller olmuş,
aşk ateşi ile yanıp tutuşmaya başlamıştır. Uzun yıllar
geçmesine rağmen hocasını bir daha göremediği için
de büyük üzüntü ve keder duymaktadır.
Hüzünle çevrelenmiş bu aşk ateşi ile evde duramaz hala gelir. Kar kış dinlemeden dağlarda ovalarda
gezip dolaşmaya başlar. Bir kış gününde dağda
tam on iki tane kurtla karşılaşır ki Allah’ın
inayeti ile ona ilişemezler. Bu on iki kurt aslında
bu hallerin on iki yıl kadar süreceğine delalet eden bir
remizdir. On iki yılın sonunda nihayet beklenen o an
gelir ve hocası ansızın teşrif buyurur. O günden sonra
hocası artık ona sık sık uğrayacaktır.
Zaman gelecek onu odasında ziyaret edecek,
zaman gelecek onu adını duymadığı diyarlara götürecektir. Artık Ahmed Ağa gah Mekke’dedir, gah Hindistan’da, gah Endonezya’dadır, gah başka bir yerde... Kimi zaman da hocasıyla iç yüzünü bilmediğimiz
manevi toplantılara katılacaktır.
Hocasına öylesine alışacaktır ki onu bazı zamanlar göremese evinin damına çıkıp orada bekleyecektir. Beklerken de yanık sesiyle hasret kokan
kasideler okuyacaktır. Yine böyle onu göremediği bir
günde, özlemini şu dizelerle ifade etmiştir: “Bilirim
ki ölüp türab olmadın./ Cihanı gezdirdin ücret
almadın./ Şimdiye kadar böyle geç kalmadın./
Çıkıp yollarını bekler bu Ahmed.”
Ladikli Ahmed Ağa zuhurat ehlidir. Zuhuratla
konuşur, zuhuratla susar. Bu konuları da çoğu zaman
gizler. Kimi zaman da “söylememe izin verildi” di-
yerekten bazı kimselerle paylaşır. Kimileri ona inanırken, kimileri de onun insanları kandırdığını düşünür.
Ne yapsın bazı zavallılar, böylesine saf ve temiz bir insandan yalan sadır olmayacağını idrak edememiştir.
Bir seferinde böyle nasipsiz iki üniformalı onu
alır ve sorgulamaya götürürler. “Her gece Mekke’ye gidiyormuşsun, hadi herkesi kandırdığın
gibi bizi de kandır bakalım” diyerek ona ilişirler.
Onların çirkin sözlere bir müddet sabreder. Onlar sözlerinde ısrar edince, celalli bir hal sadırolur ve onlara
adeta bir ok fırlatırmış gibi şu dizeleri okur: “Ben de
âşık oldum Mekke iline/ Canım kurban olsun
hakkı bilene,/ Benle alay edip şöyle gülene/
İntizar edersem başka hal olur.” Bunun üzerine
onların kalplerine bir korku düşer ve endişelenerek
onu aldıkları yere geri bırakırlar.
İncinin Peşinde
Sevgili Okuyucu! Bizim burada anlattıklarımız
bizzat görerek tanık olduğumuz şeyler olmasa da doğruluğuna güvendiğimiz kaynaklardan nakil ettiğimiz
sözlerdir. Bilhassa Hızır aleyhis selam hakkında bunun dışında bir şeyler söylemeye ne haddimiz ne de
hakkımız vardır.
Hızır aleyhis selamı dilimize pelesenk etmek,
sahte bir gizem havası oluşturarak bilmediğimiz bir
iklimden bahsetmek bizim gibi bir mücrim için bir hadsizlik olur. Onun ismini öyle rasgele ağzımıza almamız caiz değildir. Ancak belirli ölçüleri aşmadan bir
şeyler anlatabiliriz.
Malumunuz çevremizde etrafımızda, insanların
merak duygularını suiistimal eden, gizemleri kullanarak sözlerine dikkat çeken bir sürü zayıf karakterli
insanın olduğu bir gerçektir. Birçokları da bunu bir
takım maddi kazançlar için yapıyorlar. Şükür ki Yüce
Allah bu tür insanların simalarına meymenetsiz bir
ifade koymuş da ehli firaset sayesinde onların tuzak-
Onun ahlakını incelerken en başta gözümüze üç kavram çarpıyor. Birincisi ibadet,
ikincisi aşk, üçüncüsü gözyaşı… Yunus Emre’nin; “Hakka âşık olan kişi/ Akar gözlerinin
yaşı” diyerek ifade ettiği gibi, onun az gülüp çok ağlayan, az uyuyup çok ibadet eden bir zat
olduğunu görüyoruz.
58
Haziran
larına yakalanmıyoruz. Böyle şeylerden ve her türlü
haddini bilmezlikten Allah’a sığınıyoruz.
ler artık olarak değil rahmet ve bereket olarak
görülürdü.”
Bu dua ve niyazdan sonra, şimdi de torunu
Mehmed Elma’nın bir anma merasimindeki konuşmasından faydalanarak biraz da onun ahlakı üzerinde durmak istiyoruz.
Gelen misafirler içerisinde hacılar, hocalar,
şeyh efendiler, arif ve fazıl zatlar olduğu halde, Ladikli Ahmed Ağa bu insanların gözdesiyken bir sefer
olsun kibre kapılmamıştır. Dahası Hızır aleyhis selam
ile müşerref olduğu halde kendisini hep günahkâr bir
kul olarak görmüştür.
Onun ahlakını incelerken en başta gözümüze üç kavram çarpıyor. Birincisi ibadet,
ikincisi aşk, üçüncüsü gözyaşı… Yunus Emre’nin; “Hakka âşık olan kişi/ Akar gözlerinin
yaşı” diyerek ifade ettiği gibi, onun az gülüp çok ağlayan, az uyuyup çok ibadet eden bir zat olduğunu
görüyoruz.
Ziyaretine gelenlerden Şefik Can Dede’nin
naklettiğine göre Ahmet Ağa kendisine; “Bende
bir hal yok, ben ümmi bir çobanım” demiştir.
Yine başka bir ziyaretçisine; “Seksen
yaşımdayım, ömrümüzü boşa
geçirmişiz” diyerek iyi bir kul olaMehmed Elma’nın
madığından dem vurmuştur.
Mehmed Elma’nın şu sözleri bu
tespitimizi doğruluyor: “Çocukken
şu sözleri bu tespitimibazı geceler dedem bizi odasınGenellikle sohbetlerinin ve
zi doğruluyor: “Çocukda yatırırdı. Ne zaman gözümüzü
aşkla söylediği beyitlerinin ardınaçsak, dedemizi ya abdest alırken,
ken bazı geceler dedem
dan kullandığı şu ifadeler ise onya namaz kılarken ya da bir köşede
bizi odasında yatırırdı.
daki tevazuu göstermesi açısından
ağlarken görürdük. Namaz ve abdest
Ne zaman gözümüzü
manidardır: “Allah hakkımızda
konusunda çok hassastı. Abdest alıraçsak,
dedemizi
ya
abhayırlısını versin! İmanımı kurken çok emek sarf ederdi. Namaz
dest alırken, ya namaz
kılarken gördüğümüzde sanki hiç
tarabilirsem ne mutlu bana.”
bitmeyecekmiş gibi zannederdik.
kılarken ya da bir köşeBütün namazlarını cemaatle kılmayı
Onun ahlakını taçlandıran en
de ağlarken görürdük.
ve camiye on beş dakika kadar erken
önemli unsurlardan biri de sağlam
gitmeyi adet edinmişti. Camiye gidip
bir ümmet şuuruna sahip olmasıdır.
gelirken de daima yere bakarak yürür,
Müslümanların dertleriyle dertlenen,
sanki bir şeyler kaybetmiş de onu arıyormuş gibi dü- üzüntüleriyle kederlenen bir yapısı vardır. Mehmed
şünceli bir hali olurdu. Daima ciddî, vakur ve daima Elma’nın anlattığına göre Mısır’daki İslâm âlimlerinin
tefekkürlü bir hâl üzereydi.”
asılması hadisesinden dolayı müteessir olmuş ve iki
Onun ahlakının bir diğer önemli unsuru
da misafirperverliğidir. Kırk yıl evine geceli gündüzlü misafir geldiği halde hiçbir zaman bu durumdan şikâyetçi olmamıştır. Aynı hassasiyeti hanımı da
göstermiş, bir sefer olsun yüzünü ekşitmemiştir. Allah’a hamd olsun ki bu aile Sevgililer Sevgilisi’nin;
“Misafir istemeyende hayır yoktur” buyruğunu
işitmiş ve ona göre amel etmiştir.
Bu evde her daim misafirlerin baş tacı edildiğini, yemeklerin önce misafirlere ikram edildiğini,
sonra kalanların şifa niyetiyle evin çocuklarına yedirildiğini söyleyen Mehmed Elma’nın şu sözü Ladikli
Ahmed Ağa’nın ve bu ailenin nimete bakışını çok güzel özetlemektedir: “Ailemizde bu kalan yemek-
Haziran
gün hasta yatmıştır.
8 Haziran 1969 tarihinde sevgilisine kavuşan
Ladikli Ahmed Ağa dünya metaına gözünün ucuyla
dahi bakmamıştır. Riyadan ve gösterişten uzak
durmuş, öyle ki mezarının bile sade olmasını
vasiyet etmiştir.
Bugün ondan hatıra olarak, yanık sesiyle okuduğu kasidelerin ses kayıtları ve misafirlerini ağırladığı köy odası kalmıştır. Bunun
dışında evladı Zekariya’ya bazı özel emanetler
bırakmıştır ki onları vefatından kısa bir süre
sonra birisinin yüzü tamamen kapalı olmak
üzere üç kişi gelip almıştır.
59
Hazır Çorba gibi Çocuk Yetiştirenler
M. Emin KARABACAK
an
rafınd
a
t
ı
s
a
ab
ine
anne b
i
y
ndiler
e
e
ş
k
,
r
a
Her
kl
a
u ço c u
b
okuld
n
a
n
l
e
ı
d
n
i
yap
kler
da
emedi
n
ayatta
e
v
h
l
ü
a
g
y
s
so
kadar
kacak
r
u
o
ğ
k
u
n
d
ol
kta
k alma
u
l
u
l
sorum
lardır.
Lise Öğrencisi: Anneeee! Akşam yemekte
ne var?
Anne: Fasulye, pilav, salata…
Lise Öğrencisi: Yoğurt da var mı?
Anne: Var.
Lise Öğrencisi: Hazır yoğurt mu?
Anne: Hayır, ev yoğurdu.
Lise Öğrencisi: Hazır yoğurt yoksa ben yemem! Yarın okula da gitmem!
-Se –Sa’lı Yetişen Çocuklar
Konuşmanın devamını tahmin etmişsinizdir.
Anne ne; “Keyfin bilir.” demiştir ne de çocuk
okula gitmemezlik etmiştir. Çünkü günümüz çocukları –se, -sa’larla büyüdükleri için, isteklerini de –se,
-sa’larla yerine getirteceklerinden o anne de ne yapıp ne edip o yoğurdu sofraya getirmiştir.
Eskiden ne anne babaların ne de çocukların böyle bir şansı yoktu. Çünkü sofralarda
bu kadar çeşit olmadığı gibi seçme şansları
60
Haziran
da yoktu. Buna çocuk sayılarının fazlalığı da eklenince sofraya konulan hemen biteceğinden beğenmemezlikte edilmezdi. Yemeğe kızıp yemeyeceğini
söyleyen çocuğa annenin vereceği cevapta; “… ye!”
olacaktır. Günümüzdeki gibi yemeklerin saklanacağı
buzdolabı da olmadığı için, artan yemeklerde ya kedinin çanağına ya da yal kovasına (hayvanlar için
yemek artıklarının toplandığı kova) dökülürdü. Pireye kızıp yorganın yandığını gören çocukta bir daha
sofraya nazlanmadan oturacaktır.
Oysa günümüz çocuklarının yedikleri önünde
yemedikleri arkalarındadır. Buna
rağmen birçok çocuk, önüne konan
birçok yiyeceğe burun kıvırmaktadırlar. Yiyecekleri beğenmeyip
burun kıvıran bu çocukların gönüllerini hoş etmek içinde pazarlığa girilmektedir.
Geriye dönüp şöyle bir baktığımızda çocukların –se, -sa’lar
büyütüldüğünü görüyoruz. -Se,
-sa’larla büyüyen çocukların geribildirimleri de tepkileri de hep –se,
-sa’larla olacaktır.
Anne babaların çocuklara
karşı –se, -sa’ları en çok kullandıkları durumlar: Uslu
uslu oturursan, yemeğini yersen, ödevlerini yaparsan, sınavı kazanırsan, takdir alırsan, çalışırsan, sözümü dinlersen… Yemeğini yemezsen, yaranmazlık
yapmazsan, ödevlerini yapmazsan, sınavı kazanamazsan, sözümü dinlemezsen, zayıfsız gelmezsen…
Bunlar aklımıza ilk gelenler.
-Se, -sa’larla büyüyen çocuklar büyüdükleri
zamanda onlarda yerine göre anne babasıyla yerine
göre arkadaşlarıyla yerine göre de eşiyle sorumluluklarını yerine getirmede –se, -sa’larla yapacaktır.
Seversen(iz), telefon alırsan(ız), tatile götürürsen(iz),
araba alırsan(ız), ev alırsa(ız), iyi bir iş bulursan (ız)…
Neden –Se, -Sa?
Anne babalar, çocuklarla ilişkilerinde –se, -sa’ya
bağlı şart kipi cümleler kurmalarının temelinde; istek
ve beklentilerini gerçekleşmeme kaygısından kaynaklanmaktadır.
Anne-baba ve çocuk arasındaki ilişkilerde –se,
sa’ya dayanan sevgiyi Japon yazar Masumi Toyotome üçe ayırmaktadır. Masumi Toyotome bunları da
“eğer, çünkü rağmen” olarak adlandırır.
Birincisi “Eğer” türü sevgidir.
Beklentiler karşılanırsa karşı tarafa verilecek şartlı sevgi.
Başka bir ifadeyle isteklerini yerine
getirtmek için vaat edilen, karşı tarafı düşünmeyen tek taraflı ve bencil bir sevgi türüdür. Eğer derslerine çalışırsan seni severim, eğer
beni üzmezsen seni severim,
üniversiteyi kazanırsan seni severim.
İkincisi “Çünkü” türü sevgidir. Bu tür sevgide de bir şeylere
sahip olunduğu için ya da koşulu
taşıdığı veya gerçekleştirdiği için gösterilir. Seni seviyorum çünkü: Derslerine çalıştığın için, beni
üzmediğin için, sözümü dinlediğin için, yatağını topladığın için…
Üçüncüsü “Rağmen” türü sevgidir. Eğer ve
çünkü sevgi türlerinde bir şart ve koşul olmasına
rağmen bu tür sevgide böyle bir koşul yok. Sevgiler
karşılıksız ve her şeye rağmen sevgi özelliğini kaybettirmez. Çocuklarının yaramazlıklarına ve
tembelliklerine rağmen sevebilmek bu tür bir
sevgidir.
Sonuç olarak; gönül ister ki çocuklara gösteri-
Gönül ister ki çocuklara gösterilen sevgiler, rağmen türü sevgi olsun. Ancak birçok anne baba sözünü dinletmek ya da çocukların sorumluluklarını yerine getirtmek
için diğer sevgi türlerini kullanmaktadırlar.
Haziran
61
len sevgiler, rağmen türü sevgi olsun. Ancak birçok
anne baba sözünü dinletmek ya da çocukların sorumluluklarını yerine getirtmek için diğer sevgi türlerini
kullanmaktadırlar. “Ne ekersen onu biçersin!”
misali çocuklarda anne babalarında gördükleri –se,
-sa’lı sevgiyi yine anne babalarına istek ve sorumluluklarını –se, sa’ya bağlayarak getirtmektedirler.
Hazır Çorba gibi Çocuk
Yetiştirenler
Gıdaların genetiğiyle mi oynandı yoksa yeni
neslin genetiğiyle mi oynandı bilmem ama anne babalar, çocuk eğitiminin genetiğiyle oynadığı bir gerçek.
Eskiden çocuklarını doğal yollarla (anne
sütü, ev yapımı yoğurdu, tere yağı,…) beslemeye
çalışan anne abalar, günümüzde ise çocukları hazır gıdalarla (hazır mama, hazır çorba, hazır
yoğurt, çikolata, cipsi, kola…) beslenmeye çalışmaktadırlar.
Her şeyleri hazır olacak olan bu çocukların doğumları da hazır olacaktır. Doktor tarafından anne
adayına ağır kaldırmayacaksın deniyor o da
bunu en küçük bir iş yapmayacak diye algılıyor ve her şeyi ayağına bekliyor. Sonuçta anne
adayı hareketsiz kalınca ister istemez doğumda zor
olacaktır. Doğumun zorluğundan korkan anne adayı,
normal doğum yerine farklı bir seçeneği düşünecektir.
Anne ile çocuk arsındaki duyusal bağları güçlendirecek normal doğum yerine, bugün
birçok anne tarafından sıkıntısız olmasından dolayı
sezaryen tercih edilmektedir. Oysa normal doğumun
hem anne için hem de çocuk için birçok faydası olduğu doktorlar tarafından ifade edilmektedir.
Normal doğum yerine sezaryenle hiçbir emek
harcamadan dünyaya gelen çocuklar, beslenmeleri
de anneyi emerek (ekmek için mücadele) değil de bi-
beronla (hazırlığı alıştırma ve hazır mama) yapılınca
çocukların fiziksel gelişimlerinin yanı sıra kişilik gelişimleri açısından da bazı sıkıntıları beraberinde getirecektir.
Evet, birçok anne değişik mazeretler aldı altında
bebeğini emme davranıştan mahrum bırakmaktadır.
Anne ile çocuk arasındaki sevgiyi bağlarını
güçlendirecek anne sütü yerine, daha çocuk
doğar doğmaz biberon ve yalancı emzikle tanıştırılıyor.
Çocuğu hazırcılığa alıştırmak biberonla başlıyor. Çünkü çocuk biberonla beslenirken emek harcamıyor. Biberonla beslenmek eskilerin tabiriyle “Armut piş, ağzıma düş!” oluyor.
Anneyi emmek; başlangıçta çocuklar için çok
zordur ve emek gerektirir. Oysa emmek bebeklerin
birçok duygusal ihtiyaçlarını (bedensel temasa bağlı
olarak sevgi bağı oluşturma) karşılamaktadır. Zekâ
gelişimlerinin yanı sıra çene kaslarının gelişmesi, damak yapısının düzgün olması, diş ve
gaz çıkarma gibi birçok faydası vardır. Anneyi
emmenin birçok ruhsal ve sağlık faydasını bir yana
bıraksak da çocuk emme davranışıyla ekmek için hayatla mücadeleyi öğrenmektedir.
Hayatı öğrenmeyi ve hayatla mücadeleyi birçok çocuk, biberon yüzünden öğrenememektedir.
Eskiden çocuklarını doğal yollarla (anne sütü, ev yapımı yoğurdu, tere yağı,…)
beslemeye çalışan anne abalar, günümüzde ise çocukları hazır gıdalarla (hazır mama, hazır
çorba, hazır yoğurt, çikolata, cipsi, kola…) beslenmeye çalışmaktadırlar.
62
Haziran
Hazırcılığa alıştırma sadece biberonla beslenmekle de
kalınmıyor. Birçok çocuk bebeklikten çıkıp kocaman
olmalarına rağmen yemeğini kendisi yemiyor ya da
yiyemiyor. Karnını iyice doyuramaz ya da üst başını
kirletir diye eline kaşık verilmeyen bu çocuklar, dökmeden yemesini de öğrenemeyeceklerdir. Yemekleri
anne babaları tarafından yedirilen bu çocuklar, kendilerine güvenmedikleri içinde kendi kararlarını veremeyeceklerdir. Bu yüzden çocuğun ekmek için hayatla mücadeleyi öğrenmesinin önüne bir kez daha
geçilmiş olacaktır.
mutfağı bana bırakan annem, bugünün annelerine
sanki bir mesaj yollar gibiydi.
Çocuğun mutfağa girmesini mutfağı karıştırmak
olarak algılayan günümüzün titiz anneleri, çocuklara
bırakın mutfakta bir şey hazırlamalarına müsaade
etmek, sen git dersine çalış diyerek de mutfağa sokulmamaktadır. Bugün üniversite okuyan birçok
kız öğrenci yemek yapmasını, lise öğrencisi de
çay yapmasını bilmemektedir. Erkek çocuklarının da kız çocuklarından kalır tarafı yok. Birçok erkek
çocuğu her şeyi otomatik olan ocağı kullanması dahi
bilmemektedir.
Kendi yemeğini yiyemeyen, üstünü giyemeyen, okul çantasını anne babasına taşıtan çocukların
hallerini gördükçe bir eğitimci bu çocuklara üzülürken kendimi de şanslı
Yardım etmek niyeolarak hissediyorum.
Köyde büyüyenler bilir. Bağ
bahçe zamanında genelde herkes
bağ bahçeye gittiğinden evde kimse
olmaz. Bizlerde okul zamanında öğle
tatilinde yemek için eve geldiğimizde yemeğimiz kendimiz hazırlardık.
Günümüzdeki ocaklar gibi ocağımız
otomatik değildi. Ocağı çakmakla
yakar çayı ocağa koyardık. Çayla
birlikte sofraya koyduğumuz zeytin,
peynir, yoğurt ve kümesten getirip
yağda pişirdiğimiz yumurtaları da
yer okula tekrar geri dönerdik.
tiyle yaptığımız birçok
durumlarda çocuklara
kötülük yapıyoruz. Sonrasında da kendi ayakları üzerinde duramayıp
kendi kararlarını veremeyen çocuklara “Kocaman oldun hala bensiz
bir iş yapamıyorsun!”
sitemini yapıyoruz.
İkindi vakti okuldan geldiğimizde rahmetli anneme nazlanmak adına acıktığımızı söylediğimizde;
“Oğlum mutfağı sırtımda bahçeye götürmedim. Canı ne çektiyse alıp yeseydin.” diyerek
Çocukları hazırcılığa alıştırma
konusunda yürümeyi öğrenirken de
devam etik. Çocuklar doğru dürüst
emekleme davranışını kazanmadan
bu seferde düşmeden yürümesini
öğrenmeleri için örümceklere bindirdik.
Yürümesini örümceklerde öğrenen çocuklar, yolları düşe kalka
yürümek yerine ya ana kucaklarında ya da çocuk arabalarında
geçmektedirler. Yürürken de kendi başına yürümek isteyip elimizden
tutmak istemeyen çocuklara da düşer
diye her şeye rağmen izin vermedik.
Başka bir ifadeyle düştükten sonra kalkma davranışını öğrenmemeleri için elimizden geleni
fazlasıyla yaptık.
Bir gün baba ile oğlu kırlarda gezerken
kelebeklerin kozadan çıkışlarına şahit olurlar.
İlk defa böyle bir şeyle karşılaşan çocuk, babasıyla
birlikte kelebeğin kozadan çıkışını seyretmeye başlar.
Çocuk, kelebeklerin kozadan sıkıntı ve emek
harcayarak çıktıklarını ve ardından da hemen uçtuklarını görür. Çocuk bu ya; kelebeklerin kozadan çıkarken çırpınmalarına ve sıkıntı çekmelerine acır.
Bizim çocuklara iyilik olsun düşüncesiyle yaptıklarımızı çocukta kelebeklere iyilik olsun diye yapar.
Elindeki değnekle onların yollarını açar. Hatta ağlarının önünü de açarak kelebeklerin kolayca kozadan
çıkmalarını sağlar.
Haziran
63
Çocuklarımızı yetiştirip eğitirken onlara ne kadar müdahale edersek; büyüdükleri zamanda kendi ayakları üzerinde durmakta o kadar zorluk çekeceklerdir.
Çocuk, kozadan kolayca çıkan kelebeklerin
havada uçmaya başlamalarının ardından 2-3 saniye
sonra düşerek öldüklerini görür. Çocuk, garibine giden bu durumu öğrenmek için babasına sorar. Baba
da oğluna:
“Kelebekler, uzun ve yorucu bir mücadeleden
sonra kendi çabalarıyla kozadan çıkarlar. Bunun nedeni olarak da Allah, onların uçmalarını sağlayacak
kanat ve bacak kaslarının gelişmesi için bu evreyi
yaratmıştır. Kozadan kanat ve bacak kaslarını güçlendirerek çıkan kelebekler, uçmayı da kolayca öğrenmektedirler.
Oysa senin onlara iyilik adına yapmış olduğun
şey, onların sonu oluyor. Senin yardım ettiğin kelebekler, bacak ve kanat kaslarını geliştiremedikleri için
yani sana göre bu sıkıntılı evreyi yaşamadıkları için
uçamadan ölmektedir.”
Düşmek bana çocukluğumda çok şey hatırlatır: Bisikletten düştük, eşekten düştük, ağaçtan
düştük, merdivenden düştük, dereye düştük, oyun
oynarken düştük ve en önemlisi bu hayat oyununda
kalkıp tekrar oyuna devam edebilmek için düştük.
Düştük çünkü toprağa düşen tohum gibi yeniden dirilmek için düştük. Bu anlamda düşmek (yerinde ve
zamanında) demek tekrar ayağa kalkabilmeyi ve tek
başına da olsa yoluna devam edebilmeyi öğrenebilmek demektir.
Almanya I.Dünya Savaşı’nda, Japonya ise II.
Dünya Savaşı’nda ekonomileri büyük yara almalarına rağmen bugün ekonomik olarak adlarından söz
ettiriyorlarsa düştükten sonra kalkmasını öğrendikle-
64
ri içindir. Biz I.Dünya Savaşı’nda aldığımız yarayla
II. Dünya Savaşı’na katılmamamıza rağmen bugün
Almanya ve Japonya gibi güçlü ekonomimiz yoksa
bu, düştükten sonra kalkmasını öğrenemediğimizden
kaynaklanmaktadır.
Bugün çocuklara, düştükten sonra da kalkmasını öğretmiş olsaydık çocukların ne sınavlarını ne de
işlerini düşünür olurduk. Çocukları o kadar düşündük
ki onların düşünmelerine bile gerek bırakmadık. Bir
zamanlar Metin Akpınar’ın oynadığı bir aşı reklâmı
vardı: “…bu çocuk niye hastalandı anlamadım
gitti. …canı acımasın diye onun aşısını dahi
kendime yaptırdığım halde…”
Çocukları o kadar düşündük ki dün tek başına
yürüyemez diye yürümesine yardım ettiğimiz çocuğa
bugünde tek başına yiyemez diye yemek yemesine
yardım ediyoruz. Okulda ödevlerine, lise ve üniversite de tercihlerine sonra iş bulmasına ve evlenmesine
en sonunda da boşanmasına yardım ediyoruz.
Sonuç olarak; yardım etmek niyetiyle yaptığımız birçok durumlarda çocuklara kötülük yapıyoruz.
Sonrasında da kendi ayakları üzerinde duramayıp
kendi kararlarını veremeyen çocuklara “Kocaman
oldun hala bensiz bir iş yapamıyorsun!” sitemini yapıyoruz.
Sonuç olarak çocuklarımızı yetiştirip eğitirken onlara ne kadar müdahale edersek; büyüdükleri zamanda kendi ayakları üzerinde
durmakta o kadar zorluk çekeceklerdir. Her şeyi
anne babası tarafından yapılan bu çocuklar, kendilerine güvenemediklerinden okulda olduğu kadar sosyal hayatta da sorumluluk almaktan korkacaklardır.
Kendilerine güvenemeyen, kararlarını vermekte zorlanan bu çocuklar, büyüdükleri zaman
bağımlı bir kişi olacaklarından hayatta hep
birilerinin gölgesinde yaşayarak, yönetmekten
çok yönetilmeye müsait kişiler olacaklardır
Haziran
Hz. Üsame b. Zeyd (r.anh)
Salih AYDIN
e’yi sev
m
a
s
Ü
in,
et
(s.a.s)’
r
e
b
s rivay
i
m
d
a
a
g
h
y
r
Pe
bi
.
r şöyle
i
a
same b
d
Ü
e
z
n
i
i
s
ğ
e
i
d
üph
dir: “Ş
e
t
k
n sevim
e
e
n
m
l
ı
i
r
d
a
e
nl
aa, insa
n
a
en olm
b
d
d
z
i
n
i
Ze y
iler
kında
izin iy
k
S
a
.
h
r
i
n
d
nu
lisi
um. O
z”
r
o
y
u
ununu
l
u
b
e
sını um
sind
n Abb
avsiye
İ
t
;
k
9
i
l
7
i
iy
., I,
r, a.g.e
î
s
E
l
6).
’
(İbnü
.e., I, 7
g
.
a
,
r
r
di’l-Be
Haziran
Üsame b. Zeyd b. Hârise b. Surâhîl ashabın ileri gelenlerinden biri olup, RasûlüllahB’ın
azadlı kölesi Zeyd b. Hârise’nin oğludur.
Künyesi, Ebû Muhammed’dir. Değişik rivayetlere
göre; Ebû Zeyd, Ebû Yezîd ya da Ebû Hârice olarak da çağırılmaktaydı (İbn Abdi’l-Beri, el-Istiâb fi
Marifeti’l Ashâb, Kâhire; I, 75 t.y, İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe f-Marifeti’s-Sahabe I, 79)
Üsame’nin annesi Ümmü Eymen (ki, asıl adı
Bereke’dir) Râsulûllah (s.a.s)’ın babası Abdullah’ın
cariyesi ve aynı zamanda Peygamberimizin dadısı
idi. Abdullah vefat edince, Rasûlüllah onu azad etti.
Zeyd b. Hârise b. Surâhîl de Hz. Hatice’nin kölesiydi. Hz. Hatice Peygamberimizle evlenince, Zeyd’i
kendisine hediye etti. Rasûlüllah (s.a.s) de onu
azad edip Ümmû Eymen’le evlendirdi. Üsame, işte bu evlilik sonucu dünyaya geldi (İbn
Sa’d, et-Tabakâtu’l-Kübrâ, Beyrut 1957, VIII, 223;
İbn Abdi I-Berr, a.g.e., I, 75; İbnü’l Esîr, a.g.e., I, 79).
65
Üsame ile Eymen, aynı anadan kardeştirler, fakat babaları ayrıdır. Üsame, islâm döneminde, muhtemelen Rasulüllah (s.a.s)’ın risâletinin dördüncü yılında
Mekke’de doğdu. El-isâbe’de kaydedildiğine göre, Hz.
Muhammed (s.a.v), vefat ettigi zaman Üsame 18-20
yaşlarında bulunuyordu (el-isâbe, Beyrut, t.y., I, 29).
Rasûlûllah (s.a.s), Üsame ve babasını çok severdi. Bu nedenle kendisine; “Rasulüllah’ın sevdiği” anlamına gelen “Hibbu Rasûlüllah” ya
da “el-Hibbu İbnü’l-Hubbi” denirdi. Peygamber
(s.a.s)’in, Üsame’yi sevdiğine dair şöyle bir hadis
rivayet edilmektedir: “Şüphesiz
Üsame b. Zeyd bana, insanların
en sevimlisidir. Sizin iyilerinizden olmasını umuyorum. Onun
hakkında iyilik tavsiyesinde bulununuz” (İbnü’l-Esîr, a.g.e., I, 79;
İbn Abdi’l-Berr, a.g.e., I, 76).
Hz. Âişe’den rivayet edilen şu
hadise de Rasûlüllah (s.a.s)’ın daha
çocuk iken dahi onu ne kadar sevdiğini gösteriyor. Hz. Âişe (r.an) diyor ki; “Bir gün Üsame’nin ayağı
kapının eşiğine takılarak yere
düştü ve yüzü yaralandı. Allah’ın
Rasûlü bana; “Yüzündeki pisliği
temizle” dedi. Ben onu kirli görerek denileni yapmadım. Bunun üzerine Rasûlüllah (s.a.s); “yüzündekileri emerek tükürmeye başladı” (İbnü’l-Esîr,
a.g.e., I, 80).
Yine, Urve İbnü’z-Zübeyr’den rivayet edildiğine göre, Peygamberimiz, Üsame’nin gelmesini
bekleyerek Arafat’tan inmeyi tehir etti. Üsame
çıkıp geldiğinde, onun siyah, basık burunlu bir çocuk olduğunu gören Yemenliler, onu küçümseyerek;
“Biz bunun yüzünden mi hapsedildik?” dediler.
Râvî, Yemenlilerin, Hz. Ebû Bekir zamanında bu yüzden irtidat edip islâm’dan çıktıklarını söyler (İbn Abdi’l-Berr, a.g.e., I, 76).
Üsame de bir çok sahâbî gibi, küçük yaştan itibaren savaşlara katılmayı arzulamıştır. Nitekim Uhud
günü onbeş yaşından küçük olmasına rağmen kendi
yaşıtları olan, Abdullah b. Ömer, Zeyd b. Sabit, Berâ
b. Âzib, Arcir b. Hazm ve Üseyd b. Zühayr’le beraber
savaşa iştirak etmek istemiş, fakat, Rasûlûllah (s.a.s)
yaşları küçük olduğu için bu isteklerini kabul etmemiş
ve savaş başlamadan onları Medine’ye geri göndermiştir. Hendek günü ise savaşmalarına izin verdi (İbn
Hişam, es-Siretü’n-Nebeviyye, Mısır 1955, II, 66).
Üsame, Uhud savaşından sonraki tüm
savaşlara katıldığı gibi, bir çok
seriyyede de önemli görevler
üstlenmiştir. Huneyn gazvesinde; Müslümanlar darmadağın olup
sağa sola kaçışırlarken, Rasûlüllah
(s.a.s)’ın çevresinde sayılı birkaç sahâbî kalmıştır ki, bunlardan biri de Üsame b. Zeyd’dir
(İbn Sa’d, a.g.e., II, 151; İbn Hişam,
a.g.e., II, 443; İbnü’l-Esîr, el- Kâmil
fi’t-Târîh, Beyrut 1965, II, 263).
Üsame’nin kendisinden rivayet edildiğine göre; katıldığı seriyyelerin birinde, düşman safında Müslümanlara karşı savaşan birine karşı
kılıç çekince, o sahıs; “Eşhedü en lâ ilâhe illallah”
diyerek şehâdet getirdi. Fakat Üsame yine de onu öldürdü. Dönüşte, durumu Rasûlüllah (s.a.s)’e haber
verince, Allah Rasûlü, “Lâ ilâhe illallah” diyen birini ne diye öldürdüğünü sorar. Üsame; “Ey Allah’ın
Rasûlü! O ölümden kurtulmak için böyle söyledi dedi.
Fakat, Rasûlüllah, bu soruyu aynı şekilde defalarca
sordu. Üsame, neredeyse Müslümanlığından şüpheye düşecek hale geldi. Kendi kendine; “Allah’a söz
veriyorum, bundan böyle lâ ilâhe illallah diyen
hiçbir kimseyi öldürmeyeceğim” dedi (İbn Sa’d,
a.g.e., II,119; İbnü’l Esîr, Üsüdü’l Gâbe, I, 80; İbn Hişam, a.g.e., II, 622; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, II, 226)
Hz. Âişe (r.an) diyor ki; “Bir gün Üsame’nin ayağı kapının eşiğine takılarak yere düştü
ve yüzü yaralandı. Allah’ın Rasûlü bana; “Yüzündeki pisliği temizle” dedi. Ben onu kirli
görerek denileni yapmadım. Bunun üzerine Rasûlüllah (s.a.s); “yüzündekileri emerek tükürmeye başladı” (İbnü’l-Esîr, a.g.e., I, 80).
66
Haziran
İfk olayında Rasûlüllah (s.a.s) ashabından bazılarına danışarak Hz. Âişe hakkında görüşlerini öğrenmek istedi. Bu arada Üsame’ye de düşüncesini sordu.
Üsame, Hz. Âişe’den övgüyle bahsederek, onu böylesi çirkin bir iftiradan tenzih etti (İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, II,197; İbn Hişam, a.g.e., II, 301).
Rasûlüllah (s.a.s) H,11. yılda, büyük bir
ordu hazırlayarak Üsame’yi bu orduya kumandan tayin etti. Üsame’nin komutası altında
ashâbın birçok ileri gelenleri vardı. Bunlardan
bazıları; Ebu Bekir, Ömer, Ebu Ubeyde, Sa’d
b. Ebî Vakkas, Saîd b. Zeyd, Katâde b. enNu’mân ve Seleme b. Eslem’dir. Bunun üzerine, dirhem kendi oğlu Abdullah’a ise ikibin dirhalktan bazı insanlar; “Peygamber, ilk muhacirle- hem verdi. Abdullah babasına “Neden Üsame’ye
re bir çocuğu komutan tayin etti!” diyerek ileri bana verdiğinden daha fazla verdin? Halbuki
geri konuşmaya başladılar. Bunu duyan Rasûlüllah, onun katılmadığı savaşlara ben katıldım” dedi.
çok kızdı ve minbere çıkarak cemaate şöyle seslendi: Buna karşı Hz. Ömer: “Allah Rasûlü Üsame’yi
“Üsame hakkındaki sözleriniz bana ulaştı. Siz senden daha çok severdi. Üsame’nin babasını
onun komutanlığını tenkid ettiğiniz gibi, daha da senin babandan daha fazla seviyordu” diyerek oğlunu susturdu (İbn Abdi’l-Berr,
önce babasının kumandanlığını
a.g.e.; İbn Sa’d, a.g.e., III; 296, 297;
da tenkit etmiştiniz. Gerçek şu
Rasûlüllah, çok
ki, o komutanlığa layıktır. Niteel-Askalânî, a.g.e., I, 29; İbnü’l-Esîr,
kızdı ve minbere çıkakim babası da komutanlığa laÜsdü’l Gâbe, I, 80).
rak cemaate şöyle seslenyıktı” (İbn Sa’d a.g.e., II, 189,’ 190;
di: “Üsame hakkındaki
el-Askalânî, a.g.e., I, 29).
Üsame; Hz. Osman (r.a)’ın ölsözleriniz bana ulaştı.
dürülmesiyle ortaya çıkan fitnelere
Siz onun komutanlığıÜsame, söz konusu ordusuybulaşmamış, Hz. Ali’ye de bey’at etnı tenkid ettiğiniz gibi,
la hareket etmek üzereyken, Aldaha önce babasının
memiş, onunla herhangi bir savaşa
lah Rasûlü dâr-ı bekâya irtihal etti.
kumandanlığını da tenkatılmamıştır. Bu çekimserliğini; “Lâ
Bunun üzerine Üsame, Medine’ye
kit etmiştiniz. Gerçek
ilâhe illallah” diyen bir kimseyi
geri dönerek, Rasûlüllah (s.a.s)’ın
şu ki, o komutanlığa
öldürmeyeceğine dair ettiği yeminle
yıkanması, teklif ve defnedilmesi işlayıktır. Nitekim babası
izah etmiştir (İbn Abdi’l-Berr, a.g.e.,
lerinde Hz. Ali’ye yardım etti. Defin
da komutanlığa layıktı”
I, 77; İbnü’l-Esîr, Üsüdil’l-Gâbe, I,
işi tamamlandıktan sonra, Üsame
80).
ordusunun başına geçerek ,Şam’a
doğru hareket etti (İbn. Sa’d a.g.e.,
Hz. Ali ile Muaviye arasında meydana gelen
II,189,190, 277, 279; el- Askalânî, a.g.e., I, 29; İbçatışmalar sırasında Üsame bir süre Şam civarında
nü’l-Esîr, el-Kâmil, II, 332).
bir beldede oturdu. Sonra Vadi’l-kura’ya geldi. Bir
Üsame, Ebu Bekir (r.a) ve Ömer (r.a) zamanın- müddet de burada oturdu, ardından Medine’ye gitda yapılan birçok savaşa iştirak etmiştir. Bunlardan ti ve Muaviye’nin hilafetinin sonlarına doğru
biri, Müseylemetü’l-Kezzab’a karşı yapılan savaştır ki, Curf denilen yerde vefat etti.
bu muharebede Halid b. Velid ile beraberdi (İbn Sa’d
a.g.e., IV, 316).
Hz. Ömer (r.a) divan teşkilatını kurunca, Rasûlüllah (s.a.s)’e yakınlık derecelerine ve savaştaki başarılarına göre, Müslümanlara ulûfe dağıtmaya başladı.
Bu arada Üsame b. Zeyd’e dört bin veya beşbin
Haziran
Vefat tarihi çeşitli rivayetlere göre, H. 54, 58,
ya da 59’ dur. Ebû Hüreyre, İbn Abbas, Ebû Osman
et-Hindî, Urve İbn Zübeyr, Ubeydullah b. Abdillah b.
Utbe, Ebû Vâil ve başkaları Üsame’den hadis rivayet
etmişlerdir (İbn Abdi’l Berr, a.g.e., I, 77; İbnü’l Esir
Usdü’l - Gâbe, I, 81; el- Askalâni, a.g.e., I,129).
67
Hacı Şaban Efendi Vakfı(HAKEV)
Ankara Şubesi Açıldı
16 mayıs 2015 günü HAKEV Ankara şubesi açıldı. Gölbaşı ilçesinde bulunan şubenin açılışı
yoğun bir katılım ile gerçekleşti. Açılışa HAKEV genel başkanı Sezgin ÇAKIR genel merkez yönetim
kurulu üyeleri Bahattin ELÇİ, Nazir DUMAN ve Naci MERT ile birlikte Gölbaşı belediye başkanı Fatih DURUAY, Gölbaşı müftüsü Yüksel KAYMAK, Siirt üniversitesi rektör yardımcısı Prof. Dr. Yakup
BASMACI hazır bulundu.
Gölbaşı müftüsü Yüksel KAYMAK’ın açılış duası ile başlayan programda HAKEV ankara şube
başkanı Yrd. Doç Dr. Abdulkadir DEVELİ vakfın açılış amacını ve hedeflerini açıkladı. Abdulkadir
DEVELİ yaptığı konuşmada gençlerimizin günümüz dünyasında karşılaştığı tehditlere karşı alınacak tedbirleri ve bunun için vakfın yapacağı çalışmalar hakkında bilgi verdi. Vakfımız bünyesinde
özellikle gençler için Kur’an, ilmihal, tefsir gibi derslerin yanında İngilizce ve Osmanlıca derslerinde
verileceğini belirtti. HAKEV vakfı genel başkanı Sezgin ÇAKIR da yaptığı konuşma da vakıf kültürünün bizim toplumumuza has bir uygulama olduğunu vurgulayarak genel merkez olarak İstanbul’da
yakın zamanda 700 kişilik bir aşevi açılacağını da belirtti.
Program davetlilere yemek ikramı ile sona erdi.
68
69
Musa KARACA
Sevgili arkadaşlar, büyük bir heyecanla beklediğimiz yaz tatili 12 Haziran’da başlıyor. Bir
hafta sonra da on bir ay hasretle beklediğimiz Ramazan ayı başlamaktadır. Ramazan, rahmet ayıdır. Çünkü kutsal kitabımız Kur’an-ı Kerim, bu ayda indirilmeye başlanmıştır. Kur’an-ı Kerim’de bin
aydan daha hayırlı olduğu bildirilen “kadir gecesi”, yine bu ay içinde kutlanır. Ayrıca İslam’ın temel
ibadetlerinden olan oruç da bu ayda tutulur. Bu nedenle Ramazan ayı, Müslümanlar için en kutsal
aydır ve ona “on bir ayın sultanı” denilmiştir.
Ramazan ayında bir başka heyecan yaşarız. İşlerimizi ibadetlerimize göre ayarlarız. İmsak
vaktinde, uykunun yoğun olduğu bir vakitte
kalkmak zor olsa da, sahur yapmakla başlayan
ibadet aşkı; gün boyu tutulan oruçla rahmete dönüşür. Öyle ki, oruçlunun ağzındaki açlık
kokusu; Allah katında misk kokusundan daha
değerli sayılır. İftar vakti ise Rabbimizin oruçluya sevaplarını sunduğu andır. Teravih namazıyla devam eden rahmet, ertesi günün sahuruna
kalkılmasıyla rahmet döngüsüne dönüşür. Tam
bir ay bu rahmet döngüsü devam eder, en son
Ramazan Bayramı’yla taclandırılır.
On bir ayda bir gelen bu fırsat kaçar mı? Tabii ki, kaçmaz. Öyleyse şimdiden Ramazan’ı en
güzel şekilde değerlendirebilmek için planınızı yapın ve kendinizi bu rahmet ayına hazırlayın. Bu
rahmeti kaçırmak istemeyen küçük kardeşlerimizi “Orucu tutabilir miyim?” diye biraz tereddütlü görüyorum. Merak etmeyin. Siz de sahura kalkın, gücünüzün yettiği vakte kadar orucunuzu tutun. Yani
“tekne orucu” tutun. Namazlarınızı ve teravih namazını ihmal etmeyin. İnşallah, Rabbimiz sizlere de
aynı rahmeti verecektir.
Neler yapabiliriz, derseniz size biraz ipucu verebilirim: Sahura kalkın, orucunuzu tutun, yaz
tatiliyle birlikte başlayan Kur’an kurslarına mutlaka devam edin. Ramazan, Kur’an ayıdır. Kur’an,
bu ayda inmiştir. Kursta okuduklarınızı yeterli bulmayıp evde her gün bir cüz okuyarak Ramazan
ayı sonuna kadar bir hatim yapınız. Camilerde okunan mukabeleleri takip ediniz. Peygamber Efendi’mizin: “Oruç bir zırhtır, bir kalkandır. Oruçlu kimse, kötü söz söylemesin. Eğer herhangi bir kimse
kendisine sataşırsa ona: ‘Ben oruçluyum.’ desin.” hadisini unutmayınız.
Şimdiden hayırlı Ramazanlar.
Bu aya hürmet gerek
Nîmete şükür gerek
Mübârek Ramazan’da
Hakka ibâdet gerek.
70
Göz aydın hepimize
Mübârek günler bize
On bir ayın sultanı
Hoş geldin evimize
Hava sıcak terlerim
Birçok mâni derlerim
Davet verdim bu akşam.
Sizleri de beklerim.
Ne uyursun ne uyursun
Bu uykudan ne bulursun
Al abdesti kıl namazı
Cenneti alayı bulursun.
BİLMECELER
İstanbul’un en küçük ilçesi neresidir?
Yere düşer paslanmaz suya düşer ıslanmaz.
Bir yarışmada, ikinciyi geçen yarışçı kaçıncı olur?
Bir eliyle 10 tonluk kamyonu kim durdurabilir?
Kimler sürekli olarak havadan sudan konuşur?
Yeter Çektiğim!
En çok hap nerede satılır?
Cevaplar:1-Bebek 2-Güneş 3-İkinci 4-Trafik polisi 5-Meteoroloji uzmanları
6-Fotoğraf makinası 7-Ağrı’ da
1234567-
Bulmaca
1- Tan yerinin ağarmaya başladığı zamandan güneş batıncaya kadar ibadet maksadıyla yeme içmeden uzak durma.
2- İmsak vaktinden önce, oruca hazırlık amacıyla yenilen yemek.
3- Orucun başladığı vakit.
4- Orucu açmak.
5- Ramazan aylarında birden fazla minareli camilerin iki minaresi arasına asılan ışıklı yazı veya resimlerin adıdır.
6- Cami veya evlerde, Kur’ân’ın hatmedilmek üzere her gün bir cüz okunması.
7- Temel ihtiyaçlarının dışında belli bir miktar mala sahip olan Müslümanların, kendileri ve bakmakla
yükümlü oldukları her kişi için ramazanda vermeleri gereken sadaka.
8- Ramazan ayında yatsı namazı ile vitir namazı arasında kılınan namaz.
9- Ramazan ayının son on gününde, gece gündüz bir camide kalınarak yapılan ibadet.
10Sürekli bulunan bir hastalıktan veya yaşlılıktan dolayı oruç tutamayanların tutmaları gereken her gün için bir fakiri doyuracak miktarda sadaka vermeleri.
‡
ˆ
‰
Š
‹
Œ

Ž
‰


Cevaplar:1.Oruc 2.Sahur 3. İmsak 4. İftar 5. Mahya 6. Hatim 7. Fitre 8. Teravih 9. İtikaf 10. Fidye
Ses Deneme
Temel köyde imamlık yapmaktadır. İftar saati yaklaşmış. Bütün
köylü de oturmuş iftar açmak için ezanı beklemektedir. Temel
minareye çıkmış:
- Allahuekber! Allahuekber!
Köylü Temel’in sesini duyunca “Bismillah!” diyip oruçlarını açmış..
Biraz sonra minareden Temel’in sesi gelmiş:
- Allahuekber! Allahuekber! Ses deneme 1-2-3! Ses deneme!
71
Kaleardılı Hacı Ahmet Baba Hz.
(1885-1948)
Askerde babamın hastalığını duydum
ve bunu yazdım gönderdim:
Duydum haberini can çilesinde
Ta tepemden çıktı dumanım baba
Hasta mı vücudun yoksa sıhhatte
Tuttu semavatı figanım baba
Sanki neşter vurdun bu aciz cana
Yaşardı gözlerim düştüm figana
Keşke gelmez olsa idim cihana
Duymazdım bu halı cananım baba
Kalbim mahzun oldu titredi yürek
Sana kavuşmaktır Huda’dan dilek
Gayretin Mevla’ya zay olmaz emek
Yetişir derdime lokmanım baba
Olacak ahvali eyledim tekfir
Kalbim Hakk’a bağlı dilimde zikir
Kıyamı hayata eyle bir fikir
Der zelil yolunda kurbanım baba
Zelilî (Mehmet ÇAĞLAYAN)
1927-1982
Mehmet ÇAĞLAYAN
(1927-1982)
Download