HEDEFLER İÇİNDEKİLER KUR’AN VE KUR’AN’DA İSLAM AHLAK ESASLARI • İslam Ahlakının Birinci Kaynağı Olarak Kur'an • Kur'an'da islam Ahlak Esasları İSLAM AHLAK ESASLARI • Bu üniteyi çalıştıktan sonra • Kur'an'ın muhtevası hakkında genel bilgiler edinecek • Kur'an'daki ahlak esaslarını kavrayabilecek • Kur'an ahlak esaslarının önemini ve gerekliliğini anlayabilecek • Kur'an ahlak esaslarıyla hayat arasındaki bağlantıyı kurabileceksiniz. ÜNİTE 1 Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları GİRİŞ Dünyada kendi duygu, düşünce ve davranışlarıyla ilgili iyi ve kötü şeklinde değer hükümleri veren yegâne varlık insandır. İnsanın iyiliğe olduğu gibi kötülüğe de meyli vardır. Ancak İslam dini insandan, kötülüğe değil, iyiliğe meyletmesini istemektedir. Bunun için ona, hep iyi olmasını tavsiye etmekte, ahlaki hayat adına yararlı olanları geliştirmenin, zararlı olanları da ıslah etmenin yollarını göstermektedir. Bu hedefi gerçekleştirirken İslam, öncelikle insanın Allah’a karşı ahlaki davranışlarının içeriğini, asıl olanın doğru bir inanç ve temiz bir yaşayışla Allah’ın rızasına ulaşmak olduğunu belirtmektedir. Arkasından da Allah’ın yarattıklarını sevip onlara karşı şefkatli hareket etmenin gereği üzerinde durarak insanın, toplumun diğer fertleriyle olan ilişkilerindeki ahlaki tutum ve davranışların niteliklerini beyan etmektedir. Bütün bunlar göstermektedir ki, İslam dinamik bir ahlak yapısına sahiptir. İslam ahlakının bu dinamik yapısı onun, sadece bir kitle veya seçkinler ahlakı olmadığı; aksine maddi, zihnî ve pisikolojik bakımlardan her seviyedeki insanın kaygılarını ve özlemlerini dikkate alan, ayrıca insana içinde bulunduğu durumdan daha ideal olana doğru yükselme imkânı veren kapsamlı ve uyumlu bir ahlak olduğunu ortaya koymaktadır. Sözünü ettiğimiz ahlaki yapının en önemli temel taşı da hiç kuşkusuz Kur’an'dır. Çünkü Kur’an her konuda olduğu gibi İslam ahlakının da birinci kaynağıdır. İSLAM AHLAKININ BİRİNCİ KAYNAĞI OLARAK KUR'AN Kur’an'ın Tanımı ve İçeriği Kur’an, Hz. Peygamber’e(s.a.s) vahiy yoluyla indirilip Mushaflara yazılan, metni tevatüren nakledilip okunmasıyla ibadet edilen mûciz bir kelamdır. İnsanlığın elindeki tek orijinal kitap: Kur'an-ı Kerim Vahiy zincirinin son halkasını oluşturan Kur’an, belli bir zamana ve belli bir topluluğa ait olmayıp bütün insanlığı kucaklayıcı niteliktedir. Kur’an bir taraftan muhatap kabul ettiği toplumun ihtiyaçlarına cevap verirken, diğer taraftan da o toplumdan sonsuzluk âlemine uzanan hayat çizgisini, fert ve cemiyetin muhtaç olduğu evrensel boyuta taşımıştır. Dolayısıyla o, önceki vahiy muhtevalarının bir uzantısı olarak hem hâli düzenlemek hem de fert olarak insanı, ruh ve beden ayrımına tabi tutmaksızın bir bütün olarak ele almak suretiyle istikbale yön vermek için indirilmiştir. Bu yüzden o, ilk önce Allah’ın varlığı, birliği, nübüvvet ve ahiret gibi temel itikadi konular üzerinde durarak Mekke'de bir alt yapı oluşturmuş; Medine döneminde ise ibadetlere ve toplumsal pratiklere (hukuk-ahlak) geniş bir yer vererek insanın hem Allah ile hem de insanla olan ilişkilerini düzenlemiştir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları İşte bu genel görünümüyle Kur’an içerik bakımından, amaç ve araç konular olmak üzere iki kısma ayrılmaktadır. Amaç konular itikadi, ahlaki ve amelî olarak üç kısma ayrılabilir. İtikadi konuları oluşturan ayetler, imanın temel ilkeleri, bunların insan ve topluma sağladığı faydalar, inançsız kişilerin âkıbetleri gibi hususlardan söz ederler. Ahlaki hükümleri içeren ayetlere gelince, bunlar da insanın ve toplumların sahip olmaları gereken iyilikler ve güzelliklerle, sakınmaları gereken kötülükleri ve çirkinlikleri ele almaktadırlar. Amelî konuları inceleyen ayetler ise, kişinin namaz, oruç gibi yaratanına karşı vazifeleriyle (ibâdât), kişinin başka kişilerle ve toplumla olan ilişkilerini (muâmelât) düzenlerler. Bu gruba giren ayetlerde, bütün hukuk dallarına ait ilişkilere temas edilmiş; özellikle aile hukuku, miras hukuku, borçlar hukuku, ceza hukuku, yargılama hukuku, devletler hukuku ve mali hukuk ilişkileri üzerinde durulmuştur. Ayrıca iktisadi hayatın düzenlenmesiyle ilgili önemli ilkelere de yer verilmiştir. Araç konuları da yaratılış ve varlıklar, peygamberlere ve geçmiş topluluklara ait haberler, Allah’ın varlığını ve birliğini düşünmeye ve kavramaya sevk eden kevni/kozmolojik ayetler, Yahudilerin, Hıristiyanların, kâfir ve münafıkların iç yüzlerini anlatan ayetler şeklinde dört ana grupta ele almak mümkündür. Görüldüğü gibi çok zengin bir muhtevaya sahip olan Kur’an, içerdiği konular itibariyle insanları tek olan Allah’a inanmaya, O’na hiçbir şekilde ortak koşmamaya çağırmaktadır. Ayrıca Kur’an, indiği dönemin gerek bireysel ve gerekse toplumsal olaylarla ilgili olarak ortaya çıkan problemlerini hallederken, daha sonraları bu tür olayların çözümüne de ışık tutmaktadır. Bütün bunların yanında Kur’an, hidayet ve dalalet ilişkisi üzerinde sıkça durarak insanları hidayete erdirmeyi hedeflemektedir. Kur’an'ın Ahlaka Bakışı Kur’an-ı Kerim ahlaki fiillerin kaynağının fıtrat olduğunu söyleyerek ve bu nedenle insanın yaratıldığı fıtratı öz olarak kabul ederek, dinî ve ahlaki öğretilerin bu öze yönelmesi gerektiğini vurgulamaktadır. Kur’an, insan fıtratını tasvir ederken insanın, yaratılanlar içinde en güzel bir tabiatta yaratıldığını bildirmektedir: İnsan, ahlaki sorumluluk taşıyan bir varlıktır. "Şüphesiz biz insanı en güzel biçimde yarattık." (Tîn/95:4) Görüldüğü gibi söz konusu ayet de insan karakterinin, diğer varlıklar arasındaki üstünlüğünü ortaya koymaktadır. Bu konumundan dolayıdır ki, Yüce Allah emaneti (sorumluluğu) yüklenmek ve onu taşıyıp hayata geçirmek üzere Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları (Ahzâb/33:72) insanı yaratmıştır. İnsanın üstlendiği söz konusu emanetin başında da ahlaki esaslara uygun davranma sorumluluğu gelmektedir. En temel bir erdem: Dürüstlük. Kur’an'ın konuyla ilgili sunmuş olduğu ahlaki esasların temel özelliklerini şöyle sıralamak mümkündür: "Kur’an'a göre insan, ahlaki sorumluluk taşıyan bir varlıktır." "Ahlaki sorumluluklar bazı yaptırımlarla takviye edilmiştir. Bunlar ahlaki, kanuni ve ilahî yaptırımlardır." "Kur’an’da hayır ahlakı işlenmektedir. Yani Kur’an her zaman hikmeti, rahmeti ve genel faydayı gözetmiştir." "Kur’an, ahlakta mecburilik ve mutlaklığı birleştiren bir vazife ahlakı sunmaktadır." KUR’AN'DA İSLAM AHLAK ESASLARI Kur'an ahlakı evrenseldir. Kur’an içeriği itibariyle bireysel, toplumsal, iş, ticaret, yönetim, din ve manevi konularla ilgili ahlaki esaslara yer vermektedir. Çünkü bunlar dinamik bir hayatın vazgeçilmez unsurlarıdır. Kur’an'ın sözünü ettiğimiz bu esaslara yer vermesi onun, hem birey hem de toplum açısından üstün bir ahlaki yapı oluşturmasından kaynaklanmaktadır. Bu da hiç kuşkusuz Kur’an'ın en temel amacıdır. Onun söz konusu amacını gerçekleştirmek için ahlaka bu kadar geniş bir alan ayırması tabii karşılanmalıdır. Zira o, her şeyden önce insan hayatına yön veren ilahî bir kitaptır. Bireysel Ahlak Esasları Doğruluk-Dürüstlük Doğruluk ve dürüstlük Kur’an'ın en temel ahlaki erdemlerinden biridir. Çünkü söz konusu erdem, insanın söz ve davranışlarıyla niyet ve inancında doğru, dürüst ve iyilikten yana hareket etmesi demektir. Doğruluk ve dürüstlük birey açısından ne kadar önemli ise toplum açısından da o kadar önemlidir. Zira toplumları meydana getiren fertlerdir. Tabiatıyla toplumların sağlıklı olabilmeleri fertlerin bu temel niteliğe sahip olmalarıyla mümkündür. Aksi hâlde yalanlarıyla birbirlerini aldatan, niyet ve davranışları farklı, Kur’an’ın ifadesiyle münafık yani çifte standartlı bireylerden oluşan bir toplum ortaya çıkmış olacaktır. Bunun içindir ki, Kur’an bu konuya oldukça geniş bir yer vererek meseleyi özlü bir şekilde şöyle formüle etmiştir: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol...”(Hûd/11:112) Doğruluk ve dürüstlük insan hayatının her safhasında yer alması gereken bir niteliktir. Kişinin, ilişki içerisinde bulunduğu fert ve çevrelere karşı her türlü davranışlarından, ticari ve siyasi aktivitelerinden tutunuz kamu görevlerine kadar hayatın bütün alanları bu erdemle donatılmalıdır. Hem birey hem kamu açısından çok önemli bir değer olması sebebiyledir ki, İslam ahlak literatüründe doğruluk ve dürüstlük hep ön sıralarda yer almıştır. Şunu da belirtmek gerekir ki, İslam’ın benimsediği doğruluk, sadece görüntüde değil, niyette, irâdede, karar vermede, sözünde durmada, amelde, kısacası dinî ve manevi sahaların tamamında yer almalıdır. Aksi hâlde, tam bir doğruluk ve dürüstlükten söz etmek mümkün olmaz. Alçak Gönüllülük İnsanlara karşı mütevazı ve yumuşak davranmak kibir ve böbürlenmekten kaçınmak anlamına gelen alçak gönüllülük, esasen insanın kendini zelil ve hakir görmesi değil, başkalarına değer vermesi demektir. Bunun içindir ki, Kur’an'ın bir ayetinde iyi kulların üstün niteliklerinden bahsedilirken en başta alçak gönüllülük (tevazu) erdemine işaret edilmiştir. Çünkü alçak gönüllülük insanlar arasında haksızlık yapılmasını, insanların birbirlerine karşı böbürlenmelerini önleyen en temel ahlaki ilkelerden biridir. İlgili ayet şöyledir: "Rahman'ın (has) kulları onlardır ki, yeryüzünde tevâzu ile yürürler ve kendini bilmez kimseler onlara laf attığında "Selam!" derler" (çekip giderler).” (Furkân/25: 63) Görüldüğü gibi bu ayette, Yüce Allah, cahiliye zihniyetinin sergilediği kendini beğenmişlik, küstahlık ve saldırganlık gibi kaba ve hoyrat ahlaki tutumlarına karşılık, Müslümanların tevazu içerisinde hareket ettiklerini ifade etmektedir. Demek ki, Müslümana yakışan din, dil, ırk, soy ve sop ayrımı yapmadan bütün insanlara karşı alçak gönüllü davranmak; hatta kendisine karşı kötülük yapılsa bile bu özelliğini hiçbir zaman kaybetmemektir. Nankörlük Etmemek Nankörlük, bir insanın gördüğü iyiliğin kadrini bilmemesi, kendisine yapılan iyiliği veya eline geçen nimeti inkâr etmesi yahut nimeti verene karşı şükretmemesi gibi manalara gelmektedir. Buna göre nankörlük insanların birbirlerine ya da Allah'a karşı sergiledikleri olumsuz bir davranış demektir. Kur’an’a göre insan çok nankör bir varlıktır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları “Şüphesiz insan, Rabbine karşı pek nankördür.” (Âdiyât/100:6) Bunun için Kur’an, bu kötü sıfattan kurtulması için insandan, Allah’a, O’nun nimetlerine şükretmesini ve nankörlükten uzak durmasını istemektedir. “...Bana şükredin; sakın bana nankörlük etmeyin.” (Bakara/2:152) O hâlde, Kur’an’ın kınamasına hedef olmamak için nankörlüğü bırakıp Allah’a çokça şükretmek gerekmektedir. Esasen insan şükrü terk edip nankörlük etmekle, kendisine zarar vermiş olmaktadır. Bundan dolayı insanın nankörlükten uzak durması akıllıca bir iş olsa gerektir. Nitekim bu husus ayetlerde açık bir şekilde şöyle beyan edilmiştir: “... Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur, nankörlük edene gelince, o da bilsin ki, Rabbimin hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, (O) çok kerem sahibidir.” (Neml/27:40) “...Eğer şükrederseniz, elbette size nimetimi artıracağım ve eğer nankörlük ederseniz, azâbım çok şiddetlidir.” (İbrahim/14:7) Hasetten Arınmak Haset insanın bir başkasını, sağlık, zenginlik ve benzeri nimetlerden dolayı kıskanıp, söz konusu nimetlerin ondan gitmesini istemesidir. Bu yönüyle haset gıpta etmekten farklıdır. Çünkü gıpta etmek bir insanın, başkasında olan bir nimetin kendisinde de bulunmasını temenni etmesidir. Hâlbuki haset, kişinin madem bu nimet bende mevcut değil, o hâlde başkasında da olmasın, diye düşünerek nimet sahibini kıskanmasıdır. Bu yüzdendir ki, Kur’an’da haset eden kişiden Allah'a sığınmak gerektiğine işaret edilmiştir: “Ve kıskandığı zaman kıskanç kişinin şerrinden (sabahın Rabbine sığınırım).” (Felak/113:5) Haset insan tabiatındaki bencillik eğiliminden kaynaklandığı için hem sahibini bir tür psikolojik bunalıma sokmakta, hem de haset edilene zarar vermektedir. Çünkü haset düşüncede kaldığı müddetçe zararsız olsa da bu boyutun ötesine geçtiği Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları zaman haset edilen kişiye “göz değmesi/nazar” şeklinde isabet etmektedir. Nitekim büyük Türk müfessiri Elmalılı Hamdi Yazır'a göre haset esnasında kişinin nefsi öylesine kötü bir pozisyon almaktadır ki, onun his ile fırlattığı kötü bakışların kıvılcımları, kıskanılan kişinin zayıf bir anına denk geldiğinde, onu yıldırım gibi çarpmaktadır. (Bkz. Yazır, (Tsz): IX, 6403) O hâlde hem kendi ruh sağlığı hem de başkalarına vereceği zarar açısından insanın bu kötü sıfattan kendisini arındırması kaçınılmaz derecede önemlidir. Her ne kadar fıtri bir özellik olsa da nefisle mücâdele sonucunda ondan kurtulmak her zaman mümkündür. Toplumsal Ahlak Esasları Adil Olmak Adalet, bir şeyi yerli yerine koymaktır. Adalet bireysel ve sosyal yapıda dirlik ve düzenliği, hakkaniyet ve eşitlik ilkelerine uygun yaşamayı sağlayan, hiçbir zaman başkalarının gelişigüzel istek ve telkinlerinden etkilenmeyen istikrarlı bir doğruluk demektir. Bunun için adalet yalnız ahlakın değil, hukukun da en temel kavramıdır. Çünkü “adalet bir şeyi yerli yerine koymak”demektir. Bu sebepledir ki, adalet olmadığı zaman onun yerine geçen davranış biçimi zulüm olarak adlandırılır. Bu da bir şeyi ait olduğu yere koymamak yani haklıya hakkını vermemek veya bir kimsenin hakkını ihlal etmek anlamına gelir. Kur’an bu anlamdaki zulmün her çeşidini şiddetle reddeder. Çünkü ona göre asıl olan adalettir. Bu konudaki ayetlerden bazıları şöyledir: “... Söz söylediğiniz zaman yakınlarınız dahi olsa adaletli olun...” (En'âm 6/152) “Muhakkak Allah adaleti ve iyiliği emreder...” (Nahl/16:90) “De ki: Rabbim bana adaleti emretti...”(A'râf/7:29) “...İnsanlar arasında hüküm verdiğiniz zaman adaletle hükmedin...”(Nisâ/4:58) Görüldüğü gibi Kur’an insandan, bütün işlerinde adaletli olmasını istemektedir. Zira sağlıklı toplumların oluşmasında ve ayakta kalmasında adalet önemli bir faktördür. Bunun içindir ki Kur’an adaleti, toplumların bekası için en temel şart olarak görmektedir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları İyiliği Emredip Kötülükten Sakındırmak Bu ahlaki davranış tarzı, Kur’an’ın ele aldığı toplumsal tarafı ağır basan önemli bir prensiptir. Çünkü bir toplumda huzur ve güvenin tesis edilmesi, bu prensibin tatbikiyle mümkün görünmektedir. Bu yüzden vurdumduymazlığın ve nemelazımcılığın kol gezdiği toplumlarda iyilik ve güzellik vasfını taşıyan her fiil, yerini kötülüğe ve şerre bırakabilir. Bunun sonucunda da ihtilâflar çoğalır, sapıklıklar yayılır, cehâlet her tarafı sarar, insanlık fesada uğrar ve zamanla dinî hayat olumsuz yönde etkilenebilir. Bunun içindir ki Kur’an, söz konusu ahlaki prensibe çok önem vererek Müslümanlardan bu temel ilkeyi göz ardı etmemelerini istemiştir: “Sizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü men eden bir topluluk bulunsun...”(Âl-i İmrân/3:104) “Siz insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder kötülükten men edersiniz...”(Âl-i İmrân/3:110) Emanete Riayet Etmek İnsanın, toplumsal görev ve sorumluluklar bağlamında yerine getirmesi gereken ahlaki davranışlarından biri de emanete riayet etmektir. Emanete riayet etmek her şeyden önce hem bir insanlık görevi hem de mümin olmanın bir gereğidir. Çünkü insanın emanet konusunda hassasiyet göstermesi, karşı tarafın güven duygusunu pekiştirecek ve insanlar arasındaki ilişkilerin gelişip güçlenmesine yardımcı olacaktır. Müslümanların bu evrensel ilkeye karşı gereken titizliği göstermeleri durumunda da birbirine bağlı, birbirine güvenen, birbirini seven ve sayan örnek bir toplum meydana gelecektir. Bundan dolayıdır ki Kur’an, müminlerin bir vasfının da emanete riayet etmek olduğunu belirtmektedir. Nitekim aşağıdaki Kur’an ayeti bu hususu net bir biçimde gözler önüne sermektedir: “Müminler, emanetlerini gözeten ve sözlerini yerine getirenlerdir.” (Mü'minûn 23/8) Emanete riayetin zıddı, ona hıyanet etmek yani kendisine teslim edilen bir emaneti sahibine vermemektir. Bu ise, Hz. Peygamber’in ifadesiyle münafık olmanın bir alâmetidir. (Müslim, İman: 106-107) Çünkü bir kimsenin kendisine bırakılan emanet konusunda güven sarsıcı bir davranış içerisine girmesi, onun Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları dürüst olmadığını, sözüyle niyet ve tutumunun farklı olduğunu gösterir. Bu da, nifaktan başka bir şey değildir. İnsanlar arasındaki ilişkileri olumsuz yönde etkileyerek sağlıklı bir toplumun oluşmasına engel teşkil ettiği için bütün ilahî kitaplar özellikle de Kur’an böyle bir davranışı asla onaylamamış ve her fırsatta emanete riayet etmeyi emretmiştir. “...Eğer birbirinize emanet bırakırsanız, kendisine emanet edilen kişi, emaneti teslim etsin; Rabbi Allah’ın emrine saygısızlık etmesin...” (Bakara/ 2:283) Verilen Sözü Tutmak Kur’an’ın ahlaki esaslar bağlamında bireylere yüklediği önemli bir görev de, verilen söze sadık kalmaktır. Çünkü bu prensip fertler arasında güven sağlayarak ilişkilerin normal bir şekilde yürümesine imkân verdiği için, toplumsal ilişkilerde gözetilmesi gereken temel bir düzenleyicidir. Bundan dolayıdır ki Kur’an, Allah ile ahitleşmiş olan insanı ahde vefa konusunda sorumlu olarak görmektedir. Buna göre ister Allah’a ister insanlara karşı verilen sözlerde olsun her ahit/söz, ehliyet şartlarını taşıyan insan için yerine getirilmesi gereken ahlaki bir yükümlülüktür. Kur’an bu hususu şu ayette dile getirmektedir: “Verdiğiniz her sözü yerine getirin. Çünkü verilen sözden dolayı (hesap gününde) mutlaka sorguya çekileceksiniz.”(İsrâ/17:34) En temel güven unsuru, verilen sözü tutmaktır. Kur’an ayrıca muhataplarından yaptıkları yeminlerin gereğini yerine getirmelerini de istemektedir. Çünkü bu da sonuçta verilmiş bir söz demektir. “Allah sizi kasıtsız olarak yaptığınız yeminlerden dolayı sorumlu tutmaz. Ama bilerek yaptığınız yeminlerden sorumlu tutar…” (Mâide/5:89) Görüldüğü gibi metin ve mealini zikrettiğimiz bu pasajlar en genel anlamıyla, ilahi kelamın teşvik ve telkin ettiği her şeyi hayata geçirmek istediğini iddia eden, ancak daha sonra bu kararlılığında zaaf gösteren her insanın ahlaki anlamda sorumlu olduğunu ortaya koymaktadır. Çünkü söz vermek ferdin, kendi nefsini gönüllü olarak taahhüt altına sokması demektir. Bu da bir tercih meselesi olduğuna göre verilen sözün mutlaka yerine getirilmesi gerekmektedir. Bunun için Kur’an yerine getirilmeyecek vaatlerden kaçınılmasını, şayet söz verilmişse -çok ciddi bir mazeret olmadıkça- onun mutlaka yerine getirilmesini istemektedir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları Yalan Söylememek Yalan, herhangi bir kimsenin gerçeğe aykırı olduğunu bile bile söylediği söz demektir. Buna göre bir sözün yalan sayılabilmesi, onun gerçeğe aykırılığının söylenen tarafından bilinmesi durumunda söz konusudur. Aksi hâlde yani gerçeğe aykırılığı bilinmeden, gerçek olduğu zannıyla söylenen sözler yalan kategorisine girmemektedir. Kur’an, müminlerin yalandan uzak durmalarını istemektedir: “… Yalan sözden kaçının.”(Hacc/22:30) “Ey inananlar! Allah’tan korkun ve doğru söz söyleyin.”(Ahzâb/33:70) Her türlü kötülüğün anası yalan söylemektir. “Ey inananlar! Yapmadığınız şeyi niçin söylüyorsunuz?”(Sâf/61:2) Görüldüğü gibi Kur’an yalanı yasaklamaktadır. Çünkü yalan kötülük ve haksızlıkları, çirkinlik ve edepsizlikleri örtbas etmek için başvurulan bir yoldur. Tabiatıyla bu da insanlık onuruyla bağdaşmamaktadır. Esasen insana yakışan doğru sözlülüktür. Öyle ki kişi, ilişki içerisinde bulunduğu toplumun diğer bireylerine karşı ticari ve siyasi aktivitelerinden kamu görevlerine kadar hayatın bütün alanlarında bu erdemi prensip edinmelidir. Şayet insan bunun aksine hareket ederek yalanı hayatının bir parçası hâline getirirse, o zaman kendi nefsi başta olmak üzere toplumun diğer fertlerine de zarar vermiş olur. Zira yalan, İslam kültürüne göre “ümmü’l-habâis“ yani bütün kötülüklerin anasıdır. Başlangıçta masum gibi görünse de giderek insana kötülük işleme cesareti ve alışkanlığı vereceği için o, aslında her türlü kötülük ve fenalığın kaynağıdır. Önyargılı Davranmamak Önyargılı davranmak, bir kişinin davranış motifleri hakkında temelsiz kuşkulara yol açabilecek kanaate sahip olmak demektir ki, bu da İslami literatürde “su-i zan“ terimiyle ifade edilmektedir. Bilindiği üzere zan, sözlükte ima ve işaretle oluşan bilgi demektir. Ancak zanda bulunan kimsenin niyeti ve ulaştığı neticeler açısından bakıldığı zaman onun iki özellik taşıdığı görülür. Birisi, insanlara iyi duygularla yaklaşarak müspet bir algılama sonucunda elde edilen olumlu zandır ki, buna neticesi bakımından hüsn-i zan (iyi zan) denilmektedir. Böyle bir zan, Kur’an Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları ve sünnetin tavsiyeleri arasında yer almaktadır. Diğeri de su-i zan (kötü zan) dır ki, bu da aşağıdaki Kur’an ayetiyle yasaklanmıştır: “Ey iman edenler! Zandan çokça sakının (veya yersiz zanda bulunmaktan kaçının); çünkü zannın bir kısmı (da) günahtır.”Hucurât/49:12) Kur’an yorumcularına göre burada söz konusu edilen zan, sahih bir emaresi ve açık bir sebebi bulunmayan zandır. Esasen böylesi bir zan töhmete vesile olmaktadır. Töhmet ise uzak durulması gereken bir haldir. Bu sebepledir ki, zandan kaçınmak vacip, önyargılı hareket ise haram sayılmıştır. Çünkü zan ihtimalli bir hüküm olduğu için gerçekle örtüşmesi mümkün değildir. Böyle olunca da yapılan zan başkasının hakkına ait bir hususta, onun aleyhine hüküm vermek suretiyle iftira etmek demektir. Başkası hakkında kötü zanda bulunmaktan kaçınmak nasıl bireysel ahlaki bir sorumluluk ise, insanların su-i zannına vesile olabilecek hareketlerden sakınmak da aynı şekilde bir sorumluluktur. Çünkü başkaları aleyhinde insanların önyargıda bulunmalarına sebebiyet vermek, onların günah işlemelerine imkân ve fırsat tanımak demektir. Bu da hiç kuşkusuz suça iştirak anlamına gelmektedir. Hâlbuki mümine yakışan hem su-i zandan kaçınmak hem de başkalarının su-i zanda bulunmasına vesile teşkil edecek davranışlardan uzak durmaktır. Gıybet Etmemek Gıybet, bir kimsenin gıyabında hoşlanmayacağı bir şeyi söylemektir. Bu tanım, Allah Resulü Hz. Muhammed‘in kendisine, “gıybet nedir?” şeklinde yöneltilen bir soruya karşılık: “Kardeşini hoşlanmayacağı bir şeyle anmandır. Şayet söylediğin şey onda yoksa, o zaman iftira etmiş olursun” (Müslim, Birr 20; Ebû Davûd, Edeb, 35) tarzındaki cevabından anlaşılmaktadır. Buna göre bir kimse, ben doğruyu söylüyorum, benim söylediklerimin hepsi gıybetini yaptığım insanda mevcuttur, demekle gıybetin cezasından kurtulmuş olamaz. Çünkü gıybet mevcut olanları gaipte söylemek anlamına geldiği için esasen olmayan şeyleri söylemek, sözünü ettiğimiz hadisde de belirtildiği gibi iftira sayılmaktadır. “(Ey iman edenler!)…Biriniz diğerinizi arkasından çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinizin etini yemekten hoşlanır mı? (Bak) işte bundan (nasıl) tiksindiniz. O hâlde Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah tevbeyi çok kabul edendir, çok esirgeyicidir.” (Hucurât /49:12) Kur’an, yukarıdaki ayette gıybetin aklen ve dinen çok kötü bir davranış biçimi olduğunu ifade etmektedir. Çünkü gıybet, aleyhinde söylenen söze muttali Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları olmaması ve kendisini savunacak durumda bulunmaması sebebiyle kişinin şeref ve haysiyetine saldırı anlamına gelmektedir. Bu da insanın, ölü kardeşine saldırarak onun etini yemesiyle eş değerdedir. Müslümanların toplum içerisindeki itibarlarına, saygınlıklarına zarar veren sosyal bir suç olması yanında gıybet, onu yapan kişiler açısından da cesaretsizlik, korkaklık ve ahlaki zafiyet anlamına gelmektedir. Bu yüzden bütün İslam ahlakçıları gıybeti bir hastalık olarak görmüşler ve İslam toplumunda ne bir Müslümanın gıybet yapmasını ne de onun, yanında başka birinin gıybetinin yapılmasına izin vermesini doğru bulmuşlardır. Böyle bir durumla karşı karşıya kalan müminin yapması gereken hiç kuşkusuz, herhangi bir dinî mecburiyet olmadığı hâlde birinin mevcut kusurlarının ortaya dökülmesinin günah olduğunu ve bu tür bir davranış içerisine girenlere, Allah’tan korkarak gıybetten uzak kalmaları gerektiğini telkin etmesidir. Çünkü gıybet etmek gibi gıybeti dinlemek de haramdır. İnsanlarla Alay Etmekten ve Lakap Takmaktan Kaçınmak Bir insanla alay etmek yahut ona lakap takmak, insanın kendini beğenmesi, karşısındakini küçük ve kusurlu görmesi demektir. Bu yüzdendir ki aşağıdaki ayette Yüce Allah erkeklerin ve kadınların birbirleriyle alay etmelerini, birbirlerini ayıplamalarını ve onları kötü lakaplarla anmalarını yasaklamakta; bunları yapmanın yoldan çıkma anlamına gelen fasıklıkla eş değerde olduğunu hatırlatmaktadır. “Ey müminler! Bir topluluk diğer bir topluluğu alaya almasın. Belki de onlar, kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da (diğer) kadınları alaya almasınlar. Belki de kendileriyle alay edilen kadınlar alay edenlerden daha faziletlidir. Kendi kendinizi ayıplamayın, birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın. İmandan sonra fasıklık ne kötü bir isimdir! Kim de tevbe etmezse işte onlar zalimlerdir." (Hucurât /49:11) Sadece gülüp eğlenmek için bir kimse ile alay edilmiş olsa bile, yapılan işte alaya alınan şahsın aşağılanması söz konusudur. Bu da hiç kuşkusuz insani ilişkileri olumsuz yönde etkilemektedir. O nedenle insanlarla alay edenler, aşağılayıcı, küçümseyici lakaplar takanlar yaptıkları işin ahlaki değerler başta olmak üzere evrensel değerler bakımından da asla hoş bir durum olmadığını düşünmelidirler. Nemîme ve Tecessüsten Uzak Durmak Nemîme, insanlar arasında söz götürüp getirmek ve insanları arkalarından çekiştirmektir. Müşâhede edilen bir olayın veya işitilen bir sözün kötülük ve fesat Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları maksadıyla başkalarına aktarılması sebebiyle Kur’an bu tür davranışları gayriahlaki bularak şiddetle reddetmektedir. Bu hususla ilgili ayet şöyledir: “Alabildiğine yemin eden, aşağılık, daima kusur arayıp kınayan, durmadan laf götürüp getirene sakın boyun eğme.” (Kalem /68:10-11) Tecessüs de insanların ayıplarını veya sırlarını araştırıp ortaya çıkarmak demektir. Kur’an'a göre hiçbir insan bir başkasının gizli kalmasını istediği davranışlarını öğrenip deşifre etme hak ve yetkisine sahip değildir. Bu yüzdendir ki Kur’an tecessüsü de yasaklamıştır. Konuyla ilgili ayetler şöyledir: “Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi ondan sorumludur." (İsrâ /17:36) “…Birbirinizin suç ve ayıplarını araştırmayınız…” (Hucurât /49:12) Görüldüğü gibi hem nemîme hem de tecessüs Kur’an tarafından yasaklanmıştır. Çünkü bu tür davranışlar, bir taraftan insanların arasını açarak onları birbirine düşman etmekte, diğer taraftan da özel hayatın içerisinde yer alan ve insanın başkaları tarafından bilinmesini istemediği hallerin araştırılıp ortaya çıkarılmasına yol açmaktadır. İş ve Ticaretle İlgili Ahlak Esasları Yüce Allah Kur’an'da müminlere rızıklarını meşru yollardan kazanmalarını emretmektedir: Meşrû kazanç kutsaldır. “Ey insanlar! Yeryüzünde bulunanların helal ve temiz olanlarından yeyin, şeytanın peşine düşmeyin; zira şeytan sizin açık bir düşmanınızdır." (Bakara/2:168) Kur’an'a göre helal rızık elde etmenin meşru yolları çalışma, karşılıklı rızaya dayanan ticaret, hibe, sadaka, miras vb. den ibarettir. Bu bakımdan tefecilik, kumar, rüşvet, gasp, hırsızlık ve hıyanet gibi tüm hileli kazanç yolları gayrimeşrudur. O nedenle bu tür yollarla kazanç sağlamak haram kılınmıştır. Ayrıca insanları aldatarak, yalan beyanda bulunarak, haksız biçimde etkileyerek ve insanların sıkıntılı anlarından yararlanarak mal elde etmek de haksız Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları kazanç olması sebebiyle dinen haram, ahlaken çok çirkin bir davranış olarak nitelendirilmiştir. Bu da ayrıca dinî emirleri ve kul hakkının ihlali demek olduğundan doğal olarak ahirette de ağır bir cezayı gerektirmektedir. Ölçü ve Tartıda Dürüst Davranmak Kur’an ticari hayatla ilgili bazı prensipler koymuştur. Bu prensiplerin başında yapılacak alımsatımın mahiyet itibariyle helal kazanca yönelik bir faaliyet alanı içerisinde yer alması gerekmektedir. Tabii ki, ticaretin meşru olması da ölçü ve tartıda adaletin bulunmasına bağlıdır. Bu anlamdaki bir adalet de hiç kuşkusuz ölçü ve tartıyı tam yapmaktan geçmektedir. Bunun içindir ki Kur’an aşağıdaki ayetlerde bu hususa hassasiyetle eğilmektedir. “Ölçtüğünüzde ölçüyü tastamam eksiksiz yapınız ve doğru bir ölçü ile tartınız. Bu hem daha iyidir hem de neticesi bakımından daha güzeldir.” (İsrâ /17:35) “İnsanlardan kendileri bir şey ölçüp aldıklarında tastamam almak isteyen; ama onlara bir şeyi ölçüp ya da tartıp verdiklerinde eksilten o hilecilerin vay hâline!”(Mutaffifîn /83:1-3) Bu iki Kur’an nassı bize gösteriyor ki, insanlar satın alırken mal ve hizmetler için gerçek değeri takdir etmeli, satarken de miktarda herhangi bir şekilde eksiltme cihetine gitmemelidirler. Çünkü bu şekilde hareket etmek, bir yandan ekonomik değerlerin geliştirilmesine, diğer yandan da toplumsal dokunun pekişmesine katkı sağlayacaktır. Ticari Hayatta Borçluya Kolaylık Göstermek Kur’an, borç verirken herhangi bir ihtilafın ortaya çıkmaması için borcun miktarının ve ne zaman ödeneceğinin iki şahit huzurunda yazılmasını şart koşmaktadır. (Bkz. Bakara/2:282) Kur’an ayrıca borçlunun, ödeme zamanı gelen borcunu ödeyememe gibi sıkıntı içerisine girmesi durumunda, alacaklıdan borçluya kolaylık göstererek belli bir mühlet vermesini de istemekte, hatta alacağını sadaka olarak kabul etmesinin daha hayırlı olacağını beyan etmektedir: “Eğer (borçlu) darlık içinde ise, eli genişleyinceye kadar ona mühlet vermek (gerekir). Eğer (gerçekleri) anlarsanız bunu sadakaya (veya zekâta) saymak sizing için daha hayırlıdır.” (Bakara /2:280) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları Şayet alacaklı, böyle bir durumda mühlet verme yahut alacağından vazgeçme yerine belli bir müddet için faiz uygulamaya kalkarsa, tabiatıyla borçluyu daha çok sıkıntıya sokacak; belki de onun ticari hayatına son vermiş olacaktır. Çünkü bazen faizle para alan kimselerin vade sonunda borçlarını ödeyememeleri, borcun giderek artmasına yol açmakta; borcun katlanarak büyümesi de ödemeyi hepten imkânsız hâle getirmektedir. Bu da borçlunun, fırsat bulduğunda hem borcunu hem de faizini ödememesine zemin hazırlayacağı için toplumu, ahlaken bozulmaya ve yozlaşmaya götürmektedir. İşte bu sebeple Yüce Yaratıcı Kur’an-ı Kerim'de faizi haram kılmış ve sermayeyi müstakil bir kazanç vasıtası olmaktan çıkarıp emek ile birlikte üretim ve yatırıma yöneltmeye teşvik etmiştir. Tabiatıyla Müslümanların bu durumda yapmaları gereken şey, faizle değil karz-ı hasen yani karşılıksız borç verip, ödeme vakti geldiğinde de alacaklıyı sıkıştırmamaktır. Zira ahlaki olan bu şekilde davranmaktır. Yönetimle İlgili Ahlak Esasları Emaneti Ehline Vermek Emaneti ehline vermek ahlaki bir değerdir. Emaneti ehline vermek, bir hakkı hak sahibine ulaştırmak, herhangi bir görevlendirmede layık olan kişiyi tercih etmek demektir. Çünkü emanet korunması gereken maddi ve manevi bir değerdir. Kişinin kullanıp sahibine iade etmek üzere aldığı eşya emanet olduğu gibi devletin hizmet makamları, ilim, din, antlaşmalar, sözleşmeler, komşuluk hakları vb. de birer emanettir. İşte bu yüzden Kur’an emanetin korunup muhataplarına teslimini emretmektedir. Bu husustaki ayet şöyledir: “Allah size, emanetleri ehline vermenizi emereder...”(Nisâ /4:58) Bilindiği gibi tarih boyunca insanlar huzur ve mutluluğu iki şeyde bulmuşlardır. Bunlardan birisi emanet diğeri de adalettir. Bu sebepledir ki, emanetler ehline verildiği ve adalet ölçülerine riayet edildiği müddetçe toplumlar huzur ve saadete erişmişler, hıyanetler ve haksızlıklar ise huzursuzlukların ve kavgaların temel sebebleri olmuştur. Çünkü emanete ve adalete riayet edilmediği takdirde, toplum bireyleri arasındaki güven unsuru ortadan kalkmakta, bunların yerini haksızlık, zulüm, adam kayırma, liyakatsız insanlara görev verme gibi ahlaksızlıklar almaktadır. İşte Kur’an’ın bu anlamda öngördüğü prensip, öncelikle bireyi ve dolayısıyla da toplumu söz konusu hastalıklardan koruyarak, başta güven unsuru olmak üzere sevgi, saygı, eşitlik, adalet, hak ve hukuk gibi kavramların geçerli olduğu son derece sağlıklı ve dinamik bir toplum oluşturmaktır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları İnsanlara Eşit Davranmak Eşitlik, İslam düşüncesinin dayandığı temel prensiplerden biridir. Bütün semâvi dinlerin ortak paydasını oluştursa da, Kur’an’ın yer verdiği eşitlik anlayışı, başka hiçbir dinde bu derece belirgin çizgilerle yer almamıştır. Zira Kur’an’a göre her insan “nefs-i vâhide” den yani dış görünüşteki farklılıklarına rağmen hepsi tek bir asıldan yaratılmıştır. (Nisâ 4/1) Bundan dolayı Kur’an bu beyanıyla herhangi bir görmektedir. "Hakikaten bu sizin ümmetiniz tek bir ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim. Öyle ise bana kulluk edin.” (Enbiyâ /21:92) Herkese eşit davranmak yöneticilerin şiarı olmalıdır. Bu temel noktadan hareketle diyebiliriz ki, Kur’an’ın ilke olarak kabul ettiği eşitlik, tabiatıyla halkı yönetenlerin de mutlaka hassasiyet göstermeleri gereken önemli bir ahlak prensibidir. Çünkü otorite gücünü elinde bulunduranların yönetilenlere karşı başlıca iki amacı gerçekleştirmek gibi bir sorumlulukları vardır. Bunlardan biri, kanun önünde herkese eşit ve adil davranmak, diğeri de devlete ait mevcut kaynakların tümünü insanların yararına kullanmaktır. Kanun önünde eşitlik prensibi uygulanırken -ister Müslüman ister gayrimüslim olsun- temel hak ve hürriyetler başta olmak üzere eğitim, sağlık, hukuk vb. konularda eşitlik prensibine göre hareket etmek gerekmektedir. Bunun gibi kaynakların kullanımında da insanların yararı, vazgeçilmez bir ilke olarak görülmelidir. Çünkü devletin sahip olduğu maddi ve mali imkânlar aslında o ülke bireylerine aittir. Aşağıdaki ayet bunu ifade etmektedir: " Onların mallarında, muhtaç ve yoksullar için bir hak vardır." (Zâriyât/ 51:19) Ancak burada konu edinilen eşitlik, insanların kanun karşısında herhangi bir ayrıma tabi tutulmamalarıdır. Bu da renk, dil, din, cinsiyet, siyasi düşünce ve felsefi inanç sebebiyle insanlar arasında ayrım yapılmaması demektir. Tabii ki, kanun önünde insanları eşit kabul etme prensibi, onların hukuk dışı statü ve davranışlarında farklı olmalarına engel teşkil etmemelidir. Çünkü insanlar ilimde, takvada, salih amelde vb. eşit değildirler. Nitekim Kur’an bu hususu şöyle ifade etmektedir: “Allah kiminizi kiminizden derece derece üstün kılmıştır…”(En'âm/ 6:165) Buna göre şayet birey kendisine sunulan eşit imkân ve fırsatları yerli yerinde ve iyi bir şekilde kullanarak bir formasyon kazanırsa, bu durumda söz konusu Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları eşitliği kendi lehinde bozabilir ki, bu da onun en tabii hakkıdır. Doğal olarak böyle durumlarda da yöneticilerin, insanların bireysel yetenek ve donanımlarını dikkate alıp değerlendirmeleri gerekir. Aslında bu, eşitliği bozmak değil, bilakis uygulamada eşit davranmak demektir. Çünkü Kur’an’a göre bilenlerle bilmeyenler, çalışanlarla çalışmayanlar ve yeteneklilerle yeteneksizler bir değildir. O hâlde başlangıçta herkese sunulan eşit imkân ve fırsatların daha sonra bir değere dönüştürülmesi ve bunun da bir şekilde karşılık görmesi, asla eşitliği bozucu bir unsur olarak görülmemelidir. Ahlaki Değerlere Bağlı Bir Toplum Oluşturmak Allah korkusu her şeyin başıdır. Ahlak bireyler için olduğu kadar toplumlar için de vazgeçilmez bir erdemdir. Çünkü ahlaklı olmak, bütün yaratıklara karşı merhametli olmayı, sosyal ilişkilerde dürüstlük ve güvenilirliği, karşılık beklemeden sevgi ve fedakârlığı, samimi davranmayı, iyi niyetle hareket etmeyi, kötü arzu ve isteklerin bastırılmasını gerektirmektedir. Bütün bunlar da Kur’an-ı Kerim’e göre insanın öncelikle inanç sevgisini elde edip kötülüklerden uzak durmasıyla (Hucurât /49:7,14) ve kalbini yani iç dünyasını Allah bilinci ile huzura kavuşturmasıyla (Ra'd /13:28) mümkün olmaktadır. Bu yüksek erdem sayesinde ancak insan, çıkar kaygılarını bir kenara atarak tüm niyet ve davranışlarının, Allah’ın rızasına uygun düşüp düşmediğini test etmeye çalışabilir. Böyle bir ahlaki olgunluğa erişen insan da doğal olarak kendisine, ailesine, milletine, dindaşlarına, insanlığa ve hatta bütün canlılara karşı yerine getirmekle yükümlü olduğu vazifelerini eksiksiz yapmaya gayret eder. Tabii ki, fertler üzerlerine düşen bireysel görevleri ifa ettikleri takdirde maddi ve manevi bakımdan sağlıklı nesiller meydana gelir. Bu da hiç kuşkusuz kıskançlıkları ve iç çatışmaları önleyerek, sosyal barışı temin edecek olan ailelerin, aileler de aynı nitelikteki toplulukların ortaya çıkmasına vesile teşkil ederler. Bütün bunların sonucunda da bireysel ahlak bakımından iman, ahlak ve bilgi gibi erdemlerle donanımlı, medeni ahlak bağlamında insan hak ve özgürlüklerine saygılı, iktisadi ahlak açısından gayrimeşru yollardan kazanç sağlamayan, çalışanların haklarını gözeten, toplumun zararına herhangi bir tüketim ve harcamada bulunmayan, israftan kaçınan, sağlığa zararlı olan şeylere harcama yapmayan, fakir ve ihtiyaç sahiplerinin yardımına koşan ve infakta bulunan bir insan profili ortaya çıkmış olur ki, işte Kur’an’ın hedeflediği birey ve toplum modelinde bu üstün nitelikler yer almaktadır. Çünkü Kur’an’ın nihâi gayesi yeryüzünde ahlaklı bir toplum oluşturarak, bu toplum sayesinde insanlığın temel değerlerini korumaktır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları Dinî ve Manevi Ahlak Esasları İman İnsanın Allah’a karşı yükümlü tutulduğu ahlaki esasların başında, Kur’an’ın odak kavramı olan iman gelmektedir. Çünkü Allah’a karşı yerine getirilmesi gereken ahlaki süreç, iman olgusuyla başlar. İmanın zıddı olan küfür ise Allah’a eş koşma ve inkâr anlamı taşıması sebebiyle en büyük ahlaksızlık demektir. Kur’an’ın iman çağrısı yapan ayetlerinde de görüleceği üzere iman eyleminin oluşumunda merkezî konu Allah’tır. "Ey iman edenler! Allah’a ve elçisine iman edin!” (Nisâ /4:136) "Allah’a ve elçilerine iman edin ve ‘O, üçtür’ demeyin.” Nisâ /4:171) Bu nedenle Allah, insan için olmazsa olmaz derecede ahlaki bir sorumluluk alanı oluşturur. Çünkü O, bütün âlemlerin yaratıcısı, sahibi, var edeni ve Rabbi’dir. Hem kozmik varoluşun gerçek sahibi ve yöneteni hem de aşkınlık ve insani varoluşun ontolojik olarak sahibi ve varlık kazandıranıdır. Kur’an’a göre iman bir tasdik ameliyesidir. Bu da başta Allah inancı olmak üzere inanılması gereken her şeyi kabul etmek demektir. Söz konusu anlamda tasdik, imana yönelik ilk hareketi ifade eder ki, kulun yaratıcısına karşı yerine getirmekle yükümlü tutulduğu ahlaki esasların başında da bu gelmektedir. Nitekim bu husus -aşağıdaki ayetlerde de görüleceği gibi- kulun Yaratıcısına karşı yerine getirmekle yükümlü kılındığı ahlaki bir davranış olarak ifade edilmektedir. “Ey iman edenler! Allah’a, peygamberine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba iman ediniz. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve kıyâmet gününü inkâr ederse tam anlamıyla sapıtmıştır.” (Nisâ /4:136) “Asıl iyilik o kimsenin yaptığıdır ki, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanır…”(Bakara/ 2:177) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları İhlas İhlas, insanın kendisini şirk, riya ve batıl inançlardan uzak tutarak, gönlünü kötü duygulardan ve çıkar hesaplarından temizleyip her türlü iş ve amelinde Allah’ın rızasını gözetmesi demektir. Kur’an, ihlası birçok ayetinde aşağıdaki şekilde formüle etmiştir: “…Hâlis bir dindarlıkla yalnız Allah’a bağlanarak…” (Bakara/ 2:139) İhlâs: samimi bir dindarlık. Büyük İslam bilgini Râğıb İsfahânî (ö. 502/1108) ihlası, Yahudilerin teşbih iddialarından ve Hıristiyanların teslis inançlarından uzak durmak olarak açıklamaktadır. (İsfahânî, (tsz.): 154) Bu da kulun öncelikle ve özellikle inancını ve bunun tabii bir sonucu olarak da amelini şirk, riya (gösteriş) ve süm’a (duyurma) gibi olumsuz unsurlardan arındırarak, her türlü yapıp etmelerinde Allah’ın rızasını gözetmesi şeklinde anlaşılabilir. Çünkü ihlassız yani Allah rızası gözetilmeden yapılan işler veya riya katılarak yapılan ibadetler bir nevi şirk sayılmaktadır. Bu da tevhit inancını zedeleyen hatta onu yok eden temel bir unsur olarak görülmektedir. O hâlde denilebilir ki, tevhit inancı ancak ihlas ile mümkündür. Fakihlerin, ibadetlerde ihlası batıni şart olarak kabul etmelerinin arka planındaki espri de bu olsa gerektir. Zira onlara göre abdestsiz kılınan namaz nasıl geçersiz ise, ihlassız yapılan ibadetler de makbul değildir. İhsan İhsan, insanlara karşı iyilik etmek, her işi güzel ve sağlam yapmak ve her an Allah'ı görüyormuş gibi yaşamak gibi anlamlara gelmektedir. Kelimenin bu son anlamı Cibrîl hadisinde zikredilmektedir: “İhsan senin Allah’ı görüyormuş gibi O’na ibâdet etmendir." (Buhârî, Tefsir: 31; Müslim, İmân: 57; et-Tirmizî, İmân: 4) Böylece anlaşılıyor ki ihsan, insanın bir taraftan Allah’a diğer taraftan da bütün insanlara, hatta tabiata karşı yaklaşımında kendi imkân ve kabiliyetine göre kulluğun, özverinin ve erdemin en yüksek derecesinde hareket ederek varlıklara karşı iyilik ve güzellikle yaklaşmasını ifade etmektedir. Buna göre bir insanın infakta bulunması nasıl maddi anlamda iyilik ise, yakınlarıyla olan ilişkilerinde kırıcı olmaması, onlara her konuda yardım elini uzatması, bir yoksulu, bir yetimi giydirip barındırması, güler yüz ve tatlı sözle onlara karşı muamelede bulunup sevgi ile başlarını okşaması, üzgün ve dertli birini teselli etmesi, hasta ve yaşlı kimseleri ziyaret ederek onların dertlerine çözüm üretmesi, kısacası özünde iyilik bulunan Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları her türlü eylemi gerçekleştirmesi de ahlaki ve manevi anlamda bir iyiliktir. Bütün bunlar da zaten Kur’an'ın yapılmasını istediği, akıl ve vicdanın da güzel gördüğü şeylerdir. Bu sebepledir ki her insan, toplum içerisinde yaşadığı sürece bu değerli prensibi yerine getirme noktasında üstüne düşeni yapmalıdır. Çünkü birbirinin yardımına koşmayan, hep kendi çıkar ve menfaatini düşünerek başkalarına sırt çeviren bireylerden meydana gelen toplumlar, varlıklarını uzun süre devam ettiremezler. Kur’an'ın bu konudaki yaklaşımı aşağıdaki şekildedir: “(Ey İman edenler!) … günahta ve düşmanlıkta yardımlaşmayın, iyilik ve takva üzerinde yardımlaşın…” (Mâide/ 5:2) “Allah’a ibadet edin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yakın arkadaşa, yolcuya, ellerinizin altında bulunanlara (köle, cariye, hizmetçi vb.) iyi davranın; Allah kendini beğenen ve daima böbürlenip duran kimseyi sevmez.” (Nisâ /4:36) Takva Takva bir bilinçlilik hâlidir. Takva, Allah'a saygısızlık etmekten sakınmak, din ve ahlakın sakıncalı bulduğu tutum ve davranışlardan kaçınmak ve sorumluluk şuuru taşımak demektir. Buna göre takva esasen bir bilinçlilik hâlini ifade etmektedir. Yani kul bu ahlaki erdem sayesinde bir taraftan Allah'a karşı saygısızca davranmaktan çekinmekte; diğer taraftan da her türlü tutum ve davranışında O'nun rızasını kazanmayı düşünmektedir. Bu sebepledir ki, Yüce Allah Kur’an’da müminlerden, kendisine saygı göstermelerini, itaat etmelerini ve sorumluluk bilinci taşımalarını istemiştir. Bu manadaki pek çok ayetten birinde hem Hz. Peygamber’e hem de onun şahsında ümmetine şöyle denilmiştir: “Ey Peygamber! Allah’a karşı sorumluluğunun bilincinde ol, kâfirlere ve münafıklara boyun eğme. Elbette Allah her şeyi bilmekte ve yerli yerince yapmaktadır.” (Ahzâb /33:1) Kur’an’a göre Allah'a karşı sorumluluğun bilincinde hareket edip, O'na karşı derin saygı duyan müminlerin hem dünyada hem de ahirette ödüllendirileceği ifade edilmektedir: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları “Ey iman edenler! Eğer sorumluluğun bilincinde olursanız O, size iyi ile kötüyü ayırt edecek bir anlayış (kabiliyet) verir ve sizin kötülüklerinizi örter, sizi bağışlar. Allah büyük lütuf sahibidir.” (Enfâl/ 8:29) “… Kim Allah’a karşı sorumluluğunun bilincinde olursa, Allah ona bir çıkış yolu ihsân eder. Ve ona beklemediği yerden rızık verir…” (Talâk /65:2-3) Tevekkül Tevekkül, esbâba tevessülden sonradır. Önemli ahlak ilkelerinden biri de Allah'a tevekkül etmektir. Tevekkül dinî bir terim olarak bir taraftan meşru bir hedefe ulaşabilmek için gerekli tüm çabayı gösterirken diğer taraftan da Allah’a dayanıp güvenmek ve işin sonunu O’na bırakmak demektir. Kur’an-ı Kerim’e göre tevekkül İslam akidesinin bir gereği ve Allah’a samimi iman ve teslimiyetin zorunlu bir sonucudur. Bu manadaki ayetlerin bazıları şöyledir: “...Kim Allah’a tevekkül ederse O, ona kâfidir...” (Talâk /65:3) “Allah kuluna kâfi değil midir?...”(Zümer /39:36) “Gerçek şu ki: İman edip de yalnız Rablerine tevekkül edenler üzerinde onun (şeytanın) bir hâkimiyeti yoktur.”(Nahl /16:99) Ancak ne yazık ki tevekkül, tarihi süreç içerisinde Kur’an’daki anlamını kaybederek en fazla istismara uğrayan bir kavram olmuştur. Çünkü tevekkül zamanla asıl anlamının dışına çekilerek oldukça yaygın bir biçimde, kişinin kendi sorumluluğunu Allah’ın üzerine yıkmasının, tembelliğin meşrulaştırılmasının bir aracı olarak kullanılmıştır. Oysa yukarıda da ifade etmeye çalıştığımız gibi tevekkül Kur’an’da, insanın herhangi bir konuda kendi üzerine düşen bir sorumluluğu yerine getirdikten sonra, dışarıdan gelebilecek engelleyici unsurların bertaraf edilmesi için Allah’ı “vekil” kılması, O’na güvenmesi demektir. Yani tevekkül hiçbir zaman uyuşukluk ve hareketsizliğin bir mazereti olmamalı, bütün güçlüklerine rağmen işlerimizi başarmamıza yardım edeceğine inandığımız Kadir-i Mutlak’a olan samimi güven ve imanın bir göstergesi olmalıdır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 Özet Bireysel Etkinlik Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları • Bu bölümde Kur’an’daki bireysel erdemlerden sadece dördü üzerinde durulmuştur. Kur’an’da bahsedilen öteki bireysel erdemleri araştırınız. •İslami ilimlerin temel kaynağı olan Kur’an, hiç kuşkusuz ahlak ilminin de en önemli kaynağıdır. Kur’an-ı Kerim içerdiği diğer konular gibi ahlaki konuları da sistematik bir şekilde ele almamakla birlikte, eksiksiz bir ahlak sistemi oluşturacak zenginlik ve genişlikte kurallar koymaktadır. Bu kurallar da esasen ahlaklı bir toplum oluşturma amacı taşımaktadır. Bu yüzdendir ki, onda sadece bireysel ahlak esasları yer almamakta; toplumu ilgilendiren temel ahlaki ilkeler de bulunmaktadır. Sözünü ettiğimiz ahlak ilkeleri de özellikle toplumu oluşturan bireylerin birbirleriyle olan ilişkilerinde sözgelimi, iş hayatı başta olmak üzere ticari ve idari konularda kendini göstermektedir. •Kur'an'ın öngördüğü ahlak sisteminde ayrıca insanın Allah ile olan ilişki düzeyini belirleyen ve söz konusu düzeyin ilahî irade istikametinde şekillenmesini sağlayan ahlak ilkeleri de yer almaktadır. Başta iman olmak üzere ihlas, ihsan, takva ve tevekkül gibi ahlaki esaslar bunlardan bazılarıdır. İnsanın dinî ve manevi bakımdan Allah katındaki değeri ya da değersizliği onun bu ilkelere bağlılığı ile ilgilidir. •Bütün bunlar bize göstermektedir ki, Yüce Allah insanı sorumlu bir varlık olarak yaratmıştır. Onun söz konusu sorumluluğu da iki boyutludur: Biri, insanın içinde yaşadığı toplumun diğer fertleriyle yani yakın ve uzak çevresiyle; diğeri de kendisini yaratıp bolca nimet verdiği yaratanıyla ilgilidir. Kur'an'a göre sözünü ettiğimiz her iki sorumluluğun özünde ahlak yer almaktadır. Çünkü Kur'an her şeyden önce güzel ahlakı tesis etmek için inzal edilmiştir. Bunun içindir ki, Hz. Âişe bir soru üzerine Hz. Peygamber'in ahlakının "Kur'an ahlakı" olduğunu dile getirmiştir. (Müslim, Müsâfirûn, 139) Bu da göstermektedir ki, İslam'ın birinci temel kaynağı olan Kur'an, içerdiği hükümler itibariyle bazı hukuk düzenlemelere yer verse de esasen onun varlık amacı üstün bir ahlaki yapı oluşturmaktır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22 Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları DEĞERLENDİRME SORULARI 1. Aşağıdakilerden hangisi Kur’an'ın tanımında yer alan bir özellik değildir? Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. a) Allah tarafından vahyedilmesi b) Mushaflara yazılmış olması c) Tevatüren nakledilmesi d) Okunmasıyla ibadet edilmesi e) İlahî kelam olması 2. Aşağıdakilerden hangisi bireysel ahlak esaslarından biri değildir? a) Yalan söylememek b) Doğruluk c) Alçak gönüllülük d) Nankörlük etmemek e) Haset etmemek 3. Aşağıdakilerden hangisi dinî ve manevi ahlak esaslarından biri değildir? a) İhlas b) İhsan c) Takva d) Tevekkül e) Emaneti ehline vermek 4. Aşağıdakilerden hangisi, insanın gönlünü kötü duygulardan ve çıkar hesaplarından temizleyip her türlü iş ve amelinde Allah’ın rızasını gözetmesi anlamına gelmektedir? a) İhlas b) Takva c) Tevbe d) Doğruluk e) Alçak gönüllülük Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23 Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları 5. Aşağıdakilerden hangisi iyilik yapmak, yaptığı her işi güzel ve sağlam yapmak ve her an Allah'ı görüyormuş gibi ibadet etmek gibi anlamlara gelmektedir? a) İman b) Tevekkül c) İslam d) İhsan e) Tevbe Cevap Anahtarı 1.e 2.a 3.e 4.d 5.d YARARLANILAN ve BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR Akseki, Ahmet Hamdi. (1963). İslam Ahlakının Esasları. İstanbul. Ateş, Süleyman.(2000). “İhlas”, DİA. İstanbul. Çağrıcı, Mustafa. (2006). İslam Düşüncesinde Ahlak. İstanbul: Dem Yayınları Ensar Neşriyat. Çağrıcı, Mustafa. (1985). Anahatlarıyla İslam Ahlakı. İstanbul. Demirci, Muhsin. (2005). Kur’an'da Toplumsal Düzen. İstanbul: Ensar Neşriyat. Demirci, Muhsin. (2010). Kur’an'a Göre İnsan ve Sorumlulukları. İstanbul: Ensar Neşriyat. Gazzâlî, Ebû Hâmid Muhammed. (1334). İhyâuUlûmi'd-dîn. Kahire. Izutsu, Toshihiko.(tsz). Kur’an’da Dini ve Ahlaki Kavramlar.İstanbul. sfahânî, Ebu'l-kâsım Hüseyin zeriaİâmekimi’ş-şeria. Kahire. b. Muhammed Râğıb. (1299). İsfahânî, Ebu'l-kâsım Hüseyin b. Muhammed Râğıb. MüfredâtFîGarîbi'ur'ân. Tah. Muhammed SeyyidKeylânî. Beyrut. Kitabu’z(tsz). el- Kandemir, M. Yaşar. (1980). Örneklerle İslam Ahlakı. İstanbul. Kiraz, Celil. (2007). Kur’an'da Ahlak İlkeleri. Bursa: Emin Yayın. Müslim, Ebu'l-Hüseyn Müslim b. Haccâc. (tsz). es-Sahih, Beyrut. Râzi, Mefâtihu’l-gayb. (tsz). Beyrut. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24 Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları Yaran, Cafer Sadık. (2011). İslam Ahlak Felsefesine Giriş. İstanbul: Dem YayınlEnsar Neşriyat. Yazır, Muhammed Hamdi. (tsz). Hak Dini Kur’an Dili. İstanbul. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25 HEDEFLER İÇİNDEKİLER HADİS VE AHLAK • • • • • Ahlak ve Değer Kavramları İslam Ahlakının Kaynakları Ahlak - İman - İbadet İlişkisi Hadis Edebiyatı ve Ahlak Hadis Rivayetleri ve Ahlak • Bu üniteyi çalıştıktan sonra • Ahlak ve değer kavramları ile hadisler arasındaki ilişkiyi kavrayabilecek • Üstün ahlaka ulaşmada hadislerin rehberliğinden istifade etmenin gerekliliğini algılayabilecek • Hadis edebiyatında ahlak konusunun nasıl ele alındığını açıklayabilecek • Hadis rivayetlerinin ahlakın tesis edilmesindeki rolünü değerlendirebileceksiniz. İSLAM AHLAK ESASLARI ÜNİTE 2 Hadis ve Ahlak GİRİŞ Hz. Peygamber’in söz, davranış ve takrirlerini yansıtan hadis rivayetlerinde, din ile ahlak arasında ontolojik bir ilişkinin tesis edildiği görülmektedir. Bu noktaya dikkat çekmek isteyen Hz. Peygambersas, kendisinin güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildiğini vurgulamış (Muvatta, Hüsnü’l-Hulk: 8), hatta İslam’ı tanımlarken “İslam güzel ahlaktır” ifadesini kullanmıştır. Dolayısıyla güzellik ya da güzel ahlakla din arasında doğal bir ilişki kurulmuştur. İbn Ebi’d-Dünya tarafından ifade edilen “Hiçbir güzel ahlak ve davranış yoktur ki, Allah onu din ile göndermiş olmasın” (İbn Ebi’d-Dünya, 1989: 40) tespidi bu durumun ifadesi niteliğindedir. Hadis ve ahlak arasındaki ilişkiyi değerlendireceğimiz bu ünitede, ‘ahlak’ın hadislerle ilişkisi; diğer bir ifade ile ahlaka kaynaklık etmesi açısından hadis rivayetleri konusu ele alınacaktır. Bu bağlamda ilk olarak ahlak kavramına ve İslam ahlakının kaynaklarına temas edilecek, ahlak-iman, ahlak-ibadet ve ahlak-davranış ilişkisine dikkat çekildikten sonra, hadis edebiyatında ‘ahlak’a vurgu yapan veya ahlaka ilişkin müstakil çalışmaların yerinin ne olduğu tartışılacaktır. Daha sonra da pratik anlamda hadis rivayetleri ile güzel ahlak arasındaki ilişkiye dikkat çekilecektir. AHLAK VE DEĞER KAVRAMLARI “İslam güzel ahlaktır” Arapçadaki ‘hulk’ kelimesinin çoğulu olan ‘ahlak’; kelime olarak tabiat, huy ve karakter manalarını ihtiva etmektedir (İbn Manzur, *trz.+: XI, 374). Terim olarak ise ahlak; insanın fıtratındaki kötülük yönünün arındırılmasını, denetim altına alınmasını ve iyilik yönünün geliştirilmesini, böylece bireyler arası ilişkilerde insanların vicdanlarının önemini kabul ettiği erdemli ve faydalı davranışların gerçekleştirilmesini temin eden değerlerin tümünü içermektedir(Yaran, 2010:9). Bir kavram olarak “değer”in kıymetli bulduğumuz, üstün tuttuğumuz, öneminden dolayı üzerine titrediğimiz somut ya da soyut her şeyi kapsadığını düşündüğümüzde değerler bütünü olarak ahlaki kuralların önemi kendisini ortaya koymaktadır. Bu durumda ahlak, iyiye de kötüye de yatkın olarak yaratılan ve her konuda seçim özgürlüğü tanınan insanın asla dışına çıkamayacağı ve bigâne kalamayacağı değerler dünyasını ifade etmektedir (Yaran, 2010: 12,309). Akleden bir varlık olarak insanoğlu, diğer canlıların aksine; tasarlayan, amaçlayan, plan yapan, seçim ve tercihlerde bulunan ve tüm bu tasarı, amaç, plan, seçim ve tercihlere bağlı olarak eylemde bulunan bir varlıktır. Burada kullanılan eylem, bir ilke, norm, inanç ve değere bağlı iradi davranışlara işaret etmektedir. (Özlem, 2004: 13-14) Alternatif davranışlar arasında seçim yapabilme gücüne sahip Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 Hadis ve Ahlak olan insanın bir ilkeden ve değerden mahrum olarak ortaya konacak eylemlerinin, hayatını “değersizleştireceği” ve de “anlamsızlaştıracağı” da bir hakikattir. (Turgut, 1980: 18) Ahlak sayesinde insan, davranışlarındaki güzel ve çirkini kavrarken fazilet ve reziletleri de anlar, ahlaki faziletlerle süslenme ve kötülüklerden korunma yollarını öğrenir (Kamil, 1330: 7). ‘Ahlak’ sadece iyi huylar ve kabiliyetler anlamına gelen bir kavramı değil bilakis iyi ve kötü huyların tamamını kapsayan bir anlamı ifade etmektedir. Bu nedenle kendisinde iyi huylar geliştirmiş olan kimseye ‘iyi ahlaklı’, kötü huylar geliştirmiş olana da ‘kötü ahlaklı’ denilir. Nitekim aşağıdaki ayet-i Kerimelerde yüce Allah’ın(c.c.) insanoğluna hem fücûrun hem de takvanın ilham edildiğini belirtmesi de her iki yönden birinin geliştirilmesine müsait olduğunu ortaya koymaktadır. Ancak bunlardan birinin geliştirilmesi diğerinin baskılanması anlamına gelmektedir. “Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip ona kötülük duygusunu ve takvasını (kötülükten sakınma yeteneğini) ilham edene andolsun ki, nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir.” (Şems/91:7-8-9) “Ben ancak güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim” (Muvatta, Hüsnü’l-Hulk, 8) İnsan kendi iradesiyle güzel ahlaki değerleri içselleştirmesi ve eyleme dönüştürmesiyle ‘ahsen-i takvîm’ (en güzel niteliklere sahip) kategorisine yerleşecektir; tam tersi bir durumda ise “esfel-i sâfilîn” (aşağıların da aşağısı) olarak nitelenenlerin arasında yer edinecektir. Burada, insanın konumunu belirleyenin ahlakı olduğunu vurgulamak gerekmektedir. “İslam, güzel ahlaktır” hadisi de bu duruma açık bir şekilde atıfta bulunmaktadır. Hadislerde ahlakın tasviri yapılırken, bir taraftan yerilen kötü ahlaka vurgu yapılırken, öte yandan da özendirilen güzel ahlaka dikkatler çekilmektedir. Yerilen / Kötü Ahlak Dini literatürde, kötü huyları ifade etmesi için, suu’l-huluk, el-ahlak ezzemime, el-ahlak es-seyyie gibi ifadeler kullanılmaktadır. İnsan, dinin istediği güzellikleri bir kenara bırakarak kendi nefsine tabi olduğunda çıkarcı, başkasının hak ve hukuna saygı göstermeyen vb. huylara sahip bir portre oluşturacak, dolayısıyla da kötü ahlaka sahip bir birey olarak nitelenecektir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de arzularının esiri olanlar “hevasını tanrı edinen” (Furkan/25:43) kimseler olarak vasıflandırmıştır. Övülen / Güzel Ahlak Hüsnü’l-huluk, mehâsinü’l-ahlak, mekârimü’l-ahlak, el-ahlak el-hasene, elahlak el-hâmide tamlamalarıyla ifade edilen güzel ahlak, Hz. Peygamber Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 Hadis ve Ahlak tarafından, kendisinin gönderiliş nedeni olarak belirtilmiştir. Hatta “güzel ahlak dinin yarısıdır” ifadesiyle, güzel ahlakın önemine vurgu yapmıştır. Hayatın her alanında inananlar için güzel bir örnek olarak gösterilen Hz. Peygamber’in ahlakı, Kur’an olarak nitelenmiştir. (Müslim, Müsafirin, 139) İSLAM AHLAKININ KAYNAKLARI Yeryüzünde yaşayan ilk insan, aynı zamanda ilk peygamber olan Hz. Âdem’dir. Rabbine kulluk etsin diye yaratılan insan, başıboş da bırakılmamıştır. (Bk. Kıyamet/75:36) Bu kulluğun en önemli göstergesi ya da ifadesi, güzel ahlaktır. Nitekim, Yüce Allah gönderdiği Peygamberlere, insanlara karşı hakkın şahidi olmak gibi bir misyon yüklemiş, aynı beklentiyi müminlerin de diğer insanlara karşı hakkın şahidi olması talebiyle sürdürmüştür. (Bk. Bakara/2:143) Bu beklentinin karşılanması, öncelikle Hz. Peygamber gibi Kur’an’ı ahlaka çevirmeye, dolayısıyla büyük bir ahlak üzere hayat süren bireyler olunmasına bağlıdır. Bunun için, sınav alanı olarak nitelenen bu dünyada yapılması ve yapılmaması gereken hususlar insana bildirilmiş, evrensel değerler üretilmiş, güzellikler düşüncenin ve pratiğin merkezine alınmış ve onların korunması hedeflenmiştir. Bu bağlamda kullanılan en önemli kavramlar, maruf ve münker, iyi ve kötü, hayır ve şer, sevap ve günah kavramlarıdır. Bu kavramlarla düşünmeyi, yargı ve değer üretmeyi amaçlayan İslam dininin iki temel kaynağı bulunmaktadır. Kur’an-ı Kerim Yüce Allah’ın Peygamberine vahyettiği Kur’an-ı Kerim, ortaya koymuş olduğu bütün kurallarıyla, ürettiği bütün değerleriyle, bütün insanlığa huzur, mutluluk ve barış temin edecek, onların garantörü olarak görülen evrensel bir ahlak ikâme etmeyi hedeflemiştir. Bunu yaparken önce kendi temsilcisi olarak görülen elçisini, ahlak eksenine oturtmuş ve başarısının gerçek nedeninin de ahlaki davranışlar olduğunu kendisine hatırlatmıştır: “Sen büyük bir ahlak üzeresin.” (Kalem/ 68:4) “Allah’ın rahmeti sayesinde sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık sen onları affet. Onlar için Allah’tan bağışlama dile. İş konusunda onlarla müşavere et. Bir kere de karar verip azmettin mi, artık Allah’a tevekkül et, (ona dayanıp güven). Şüphesiz Allah, tevekkül edenleri sever.” (Âl-i İmrân/ 3:159) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 Hadis ve Ahlak Kur’an-ı Kerim elçisine, insanlarla ilişkideki stratejisini de öğretmiştir. Hatta bu şekilde davrandığında sonucun farklı olacağına da dikkatleri çekmiştir: “İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir şekilde önle. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan bir dost olur.” (Fussilet/41:34) İslami ahlakın en temel kaynağı olan Kur’an-ı Kerim, inananlara ahlakı anlatırken ya da ahlaki değerleri işlerken, kendi pozisyonuna dikkatleri çekmektedir. “Ey insanlar, size Rabbinizden bir öğüt, gönüllerde olan dertlere bir şifa, müminler için bir hidayet ve rahmet gelmiştir” (Yunus/10:57). Ardından da müminlerin nasıl davranması gerektiğine atıfta bulunmaktadır: “İşte bu Kur’an indirdiğimiz feyz kaynağı bir kitaptır. Artık buna tabi olun ve kötülüklerden kaçının. Böylece esirgenmiş olursunuz” (En’am/6:155) ayeti de yine Kur’an’ın İslam ahlakının en temel kaynağı oluşuna işaret etmektedir. Kur’an-ı Kerim, kurmuş olduğu bu ilişki ağında, farklı ahlaki davranışlar sergilemeyi mubah kılacak kategoriler belirlememiştir. Aksine bütün insanlara karşı ahlaklı olmayı vurgulamıştır. Bu bağlamda Kur’an iyiliğin de kötülüğün de zerre kadarının bile önemli olduğunu belirtir ve her ikisinin de muhakkak karşılığının görüleceğini belirterek insanın eylemleri için uhrevi yaptırıma dayalı ahlaki bir temel oluşturur. “Kim zerre kadar iyilik yapmışsa onu görür. Kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onu görür.” (Zilzâl/99:7-8) Kur’an-ı Kerim pek çok fazileti ahlaki bir değer olarak vurgular. Bunlardan en çok dikkat çekeni dürüstlük ve adalet gibi değerlerin, davranışlarda hâkim kılınması ve diğer insanlarla ilişkilerimizde yardımseverlik ve infak duygularıyla hareket edilmesidir: “Şüphesiz Allah, adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara yardım etmeyi emreder; hayasızlığı, fenalığı ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.” (Nahl/16:90) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 Hadis ve Ahlak Kur’an’daki ayetlerin her biri, insanın dünya ve ahiret saadetine kavuşmasını temin edecek ahlaki değerleri hâkim kılmayı salık vermekle birlikte bazı erdemli davranışları ihtiva eden İsrâ suresindeki şu ayet-i Kerimeler oldukça dikkat çekicidir: “Rabbin, kendisinden başkasına asla ibadet etmemenizi, anaya-babaya iyi davranmanızı kesin olarak emretti. Eğer onlardan biri, ya da her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşırsa, sakın onlara “öf!” bile deme; onları azarlama; onlara tatlı ve güzel söz söyle. Onlara merhamet ederek tevazu kanadını indir ve de ki: “Rabbim! Tıpkı beni küçükken koruyup yetiştirdikleri gibi sen de onlara acı.” (İsra/17:23) “Ölçtüğünüzde ölçmeyi tam yapın, doğru terazi ile tartın. Bu daha hayırlı, sonuç bakımından daha güzeldir. Hakkında kesin bilgi sahibi olmadığın şeyin peşine düşme. Çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur. Yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Çünkü sen yeri asla yaramazsın; boyca da dağlara asla erişemezsin.” (İsra/17:35-36-37) İkinci halka, inananlara yönelik düzenlemeler olarak dikkatimizi çekmektedir. İnananların peygamberle ilişkisi, peygamber karşısındaki konumunun belirlenmesi, bütün bunların kişisel inisiyatife bırakılmayıp inançla irtibatlandırılmış olması önem arz etmektedir. Zira hem dinin ve hem de ahlakın ikinci derecede kaynağı hadislerdir. Ancak daha önemlisi bütün bunları öğretecek, bu bağlamda emirler verecek, düzenlemeler yapacak tek otorite Hz. Peygamber’dir. Hz. Peygamber’in Hadis ve Sünneti Kendisine peygamberlik verilmeden evvel de insanlar tarafından beğenilen bir ahlaka sahip olan Hz. Peygamber’in toplum nezdindeki durumunu Hz. Hatice’nin şu ifadeleri özetlemektedir: “Sen akrabana bakarsın, işini görmekten aciz olanların yüklerini çekersin, yoksula verir, hiçbir şeyi olmayana bağışta bulunursun, misafiri ağırlarsın, bir felakete uğrayana yardım edersin” (Buhârî, Bed’u’l-Vahy: 1) Peygamberliğinden önce de, sonra da üstün ahlakın temsilcisi olan Hz. Peygamber, dolayısıyla onun hadis ve sünneti, İslam ahlakının ikinci temel kaynağını oluşturmuştur. Resulullahsas, vahiyle belirlenen öğretileri bizzat kendisi tatbik etmiş, bu nedenle insanlar için örnek gösterilmiştir. Zira O, uygulamanın nasıl olacağını gösterdiği gibi, istisnaların neler olabileceğini de gösterme yetki ve Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 Hadis ve Ahlak sorumluluğuna sahiptir. Bu nedenle ayet-i kerime’de örnek diğer bir ifade ile model olarak takdim edilmiştir: “Andolsun, Allah’ın Resulünde sizin için; Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek vardır” (Ahzâb/33:21). Hz. Peygamber inananlar için örnek olarak gösterilmiş, ancak O’nunla ilişkimiz farklı parametreler üzerine oturtulmuştur. Diğer bir ifade ile farklı kategorilere yerleştirilebilecek olan söz ve beyanları bağlayıcılık açısından farklı güce sahiptir. Burada ilişki biçimi ve şeklinin insanların arzu ve isteklerine bırakılmamış olması, hatta sevap-günah ve imanla irtibatlandırılması, Müslümanlar arasında ana hususlarda tarz farklılığını ortadan kaldırmaktadır. Söz konusu ilişki ağını tespit edebilmek amacıyla Kur’an’a baktığımızda, üç farklı noktaya dikkat çekildiğini görmekteyiz: Hz. Peygamber’e İttiba Etmek: Hz. Peygamber’le ümmeti arasındaki ilişki ortaya konulurken, ‘peşinden gitmek’, ‘izini takip etmek’ anlamlarına gelen “ittiba” kelimesine özel vurgunun yapılması oldukça dikkat çekicidir. Zira kurtuluşu/bağışlanması açısından inanan insan için iman ettiği peygamberin getirdiği öğretiye tabi olması bir zorunluluktur. Bu durum, Hz. Peygamber’in ifadeleriyle Kur’an-ı Kerim’de açıkça ortaya konulmuş ve Allah’ın sevgisini kazanmanın yolu olarak takdim edilmiştir: “De ki: ‘Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah bağışlayan, esirgeyendir." (Âl-i İmrân/3:31) Mümin açısından Allah’ı sevmek ve O’nun bağışlamasını ümit etmek kadar hayati öneme sahip olan başka bir şey olamaz. Zira hiçbir Müslüman, kendi yaptığı ile kurtuluşa ereceğini düşünmemektedir. Bu durumda, O’nun sevgi ve mağfiretine kavuşmanın yolu olarak takdim edilen, elçisine ittiba etmekten başka bir çıkar yol görülmemektedir. Hz. Peygamber’e İtaat Etmek: Hz. Peygamber, toplumun sosyal, ekonomik ve siyasal her türlü problemiyle yakından ilgilenen bir lider ve rehberdir. Hicretle birlikte, elçilik görevinin yanında siyasi sorumluluğu da yüklenen Hz. Peygamber'e(s.a.s) itaat, imani bir zorunluluk olarak takdim edilmektedir. Zira kendilerine itaat edilmesi, peygamberlerin Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 Hadis ve Ahlak görevlerini yerine getirebilmeleri için ön şarttır. Bu nedenle Allah Teâlâ, elçi göndermekle, onlara itaat edilmesi arasında doğrudan bir ilişki kurmaktadır: “Biz hiçbir elçiyi, Allah'ın izniyle itaat edilmekten başka bir amaçla göndermedik.” (Nisâ/4:64) “Ey inananlar, Allah'a itaat edin, Elçi’ye ve sizden olan emir sahibine itaat edin. Eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz; -Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız- onu Allah'a ve Elçiye götürün. Bu, daha iyidir ve sonuç bakımından daha da güzeldir.” (Nisâ/4:59). “Hayır, Rabbin hakkı için onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp, sonra da senin verdiğin hükme, içlerinde bir burukluk duymadan, tam anlamıyla teslim olmadıkça inanmış olmazlar.” (Nisâ/4:65) “Kim Resul'e itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse (çevirsin), biz seni onların üzerine bekçi göndermedik.” Nisâ/4:80. Görüldüğü gibi, Kur’an-ı Kerim’de Resule itaat, açıkça emredilmektedir. Ancak vurgunun sadece emirle bırakılmayıp, Resule itaatle Allah’a itaat arasında doğrudan bir ilişkinin kurulmuş olması, konuya özel bir anlam yüklemektedir. Bu uslübun biat konusunda “Sana biat edenler, gerçekte Allah’a biat etmektedirler.”(Fetih/ 48:10) ifadesiyle de sürdürüldüğünü görmekteyiz. Zihinleri bu şekilde bir eğitime tabi tutulan Müslümanlara, Resulün çok özel bir konuma sahip olduğu öğretilmiştir. Hz. Peygamber’i Örnek Almak: Tarih boyunca elçi olarak görevlendirilen peygamberler, gönderildikleri toplumun seçkin bir ferdi alarak o topluma örnek kılınmıştır. Tıpkı Hz. Musa’nın ve Hz. İbrahim’in kavimlerine örnek kılındıkları gibi, Hz. Peygamber de, aynı gelenek içerisinde kendi kavmine üsve-i hasene yani en güzel örnek kılınmıştır. “Andolsun Allah'ın Elçisi’nde sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmaya inanan ve Allah'ı çok anan kimseler için, (uyulacak) en güzel bir örnek vardır.” (Ahzab/33:21) Ayet-i Kerimelerde açık bir şekilde görüldüğü üzere, gönderilen elçiye iman etmek, insanların kendi tercihleridir. Ancak iman ettikten sonra O’na itaat ve ittiba etmek, kişilerin inançlarıyla doğrudan ilişkisi olan bir vecibe, bir zorunluluk olarak takdim edilmiştir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 Hadis ve Ahlak Ümmetlerine rehber olarak gönderilen bütün peygamberler, şu veya bu nedenle kavimlerinden bazıları tarafından yanlış anlaşılmışlar ya da zihinlerde olması gerekenden farklı bir yere oturtulmuşlardır. Aynı durum bizim peygamberimiz için de geçerlidir. Zira teorikte örnek kılınan Hz. Peygamber'i, pratikte örnek almamızı engelleyen birtakım etkenlerin bulunduğunu görmekteyiz. Bunların en önemlisi Hz. Peygamber'i gereği gibi tanıyamamak ya da yanlış algılamaktır. Bu durum sadece günümüze ait olan bir problem de değildir. Zira, yanlış kavrama, Hz. Peygamber döneminde başlamış, sonraki dönemlerde, onu efsaneleştirecek şekilde, daha da belirginleşerek süregelmiştir. Hz. Peygamber(s.a.s) sonrası hadise verilen değeri de doğrudan etkileyen bu duruma, kendi döneminden bir örnek vermek gerekirse şu rivayeti zikredebiliriz: “Birkaç kişi Hz. Peygamber’in hanımlarının yanına gelerek Peygamber’in ibadetlerini soruşturuyorlar. Kendilerine durum anlatılınca, yapılan ibadeti az bularak “Biz nerede Resulullah nerede? O’nun geçmiş ve gelecek günahları bağışlanmıştır” dediler. Bunun üzerine onlardan biri: Ben ömrüm boyunca bütün gecelerimi namaz kılarak geçireceğim; bir diğeri: ben bütün sene oruç tutacağım; öbürü de: ben kadınlardan ayrılacağım, bir daha evlenmeyeceğim” der. Bu olay üzerine Hz. Peygamber gelir ve şöyle şöyle söyleyen siz misiniz? diye sorar ve “Andolsun ki ben sizden daha fazla Allah’tan korkarım ve sizden daha müttakiyim. Bununla beraber ben oruç tutarım, iftar da ederim. Gece namaz kılarım ve uyurum. Kadınlarla da evlenirim. Bilin ki, kim benim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir.” (Buhârî, Nikah: 68/1) Söz konusu rivayette ashabdan olan bu insanlar, son derece samimi bir ruh hâli içersinde Hz. Peygamber’in ibadetini, O’nun konumuyla kıyaslayarak bu miktardaki ibadeti, kendi konumlarında olan bir insan için yetersiz bulmuşlardır. İşte bu nedenle cennete girebilmek için sürekli namaz kılmayı veya sürekli oruç tutmayı kendileri için bir zorunluluk hâline getirmişlerdir. Bu şartlarda, söz konusu davranışın arzu edilmeyen bir fiil olduğunu belirten Hz. Peygamber (s.a.s), kendi sünnetinin takip edilmesini istemiş; yani kendi örnekliğine dikkat çekmiştir. Bu tavrıyla Hz. Peygamber, kendisinin bir model olduğunu ortaya koymuş ve bunun Müslümanın hayatındaki önceliğini şu ifadeleriyle vurgulamıştır: “Sizden birisi ben kendisine, ebeveyninden, çocuğundan ve bütün insanlardan daha sevgili olmadığım sürece iman etmiş olmaz.” (es-Suyutî, 1981: 586) Örnek alınan, itaat ve ittiba edilen Hz. Peygamber'in(s.a.s), kendi ashabı içerisindeki durumunu, istişare hususundaki ayetin gereğini yerine getirirken Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 Hadis ve Ahlak ortaya koyduğu tavır ve ashabın bu konudaki yaklaşımı çok açık bir şekilde gözler önüne sermektedir. Peygamberin, bir beşer olduğu, iradesini kullandığı; hatta kendi görüşüyle bir işe karar verdiğinde sahabenin onunla fikir teatisinde bulunduğu bilinen bir vakıadır. Zira “...iş hususunda onlara danış...” (Âl-i İmrân/ 3:159) emrinin birinci derecede muhatabı o idi. Sonuç olarak, yaşadığı dönemde Hz. Peygamber'e(s.a.s) karşı gösterilmekte olan saygı, O’nun görüşlerine verilen değer, talimatlarına şartsız itaat bilinci, Peygamberin fiili rehberliğinin bulunmadığı sonraki dönemlerde, sözlü, yazılı ya da pratik hayatta fiilen yaşanan hadislerine karşı çok özel bir ihtimam gösterilmesine neden olmuştur. Hz. Peygamber’den nakledilen hadisler, hem kendi pozisyonunu ifade etmekte ve hem de Müslümanların ahlaka bakışlarını, hayatlarında ahlakın yerini ve davranışlarının ahlakiliğini belirlemektedir. Ebû Hureyre’den(r.a.) rivayete göre, Resulullah(s.a.s) şöyle buyurmuştur: “Allah satışında hoşgörülü, alışında hoşgörülü, ödemesinde hoşgörülü kimseleri sever.” (Tirmizî, Buyu’: 75) İslam ahlakının altın ilkelerinden olarak vasıflandırılabilecek şu hadisler de Hz. Peygamber’in sünnetinin ve hadislerin ahlaki değerleri kazanma hususunda taşıdığı önemi ortaya koymaktadır: “Sizin en hayırlınız, ahlak bakımından en güzel olanlarınızdır” (Ebû Dâvud, Sunne:15) Sizden birisi kendisi için sevip istediğini mü'min kardeşi içinde sevip temedikçe(kâmil anlamda) mü'min olamaz.'' (Buhârî, Îman: 7) İSLAM’DA İMAN-AMEL VE AHLAK BİRLİKTELİĞİ “İman eden ve sâlih amel işleyenler (güzel davranış segileyenler) için güzel bir gelecek ve mutluluk vardır.” (Ra’d/13:29). İnanç esaslarını tereddütsüz kabul etmek ve inanılması gereken hususları kalp ile tasdik edip dil ile ikrar etmek imanı; imanın gereği olarak ortaya çıkan davranışlar ise salih ameli ve üstün ahlakı öne çıkaracaktır. İman ve salih amelin beslediği, güzelleştirdiği ve olgunlaştırdığı kişilikten güzel ahlakın en değerli örnekleri tezahür eder. Yüce dinimiz imanın ardından salih amele ve üstün ahlaka ehemmiyet göstermiş, suretten çok sîrete, kalıptan çok kalbe önem vermiştir. Bu manada, yüce Allah’ın(c.c.) Resulullah’ı(s.a.s) överken, O’nu, yaptığı ibadet ve itaatlerin ötesinde güzel ahlakıyla ön plana çıkarması dikkate şâyandır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 Hadis ve Ahlak İman, ibadet ve ahlak arasındaki ilişkiyi vurgulayan Hz. Peygamber, dualarında Yüce Allah’tan ahlakının güzelleştirilmesini şu ifadeleriyle talep etmiştir: “Allah’ım! Yaratılışımı güzel yaptığın gibi ahlakımı da güzel yap.” (Ahmed b. Hanbel, I/403; VI/68, 155) “…Allah’ım! Beni amellerin en iyisine ve ahlakın en iyisine ilet. Amel ve ahlakın en iyisine ancak sen hidayet edebilirsin. Amellerin kötüsünden ve ahlakın kötüsünden beni koru. Amel ve ahlakın kötüsünden ancak sen koruyabilirsin.” (Nesâî, İftitâh: 16) “Allah’ım! Ayrılıktan, iki yüzlülükten ve ahlakın kötüsünden sana sığınırım.” (Nesâî, İstiâze: 21) Bu değerlendirmeler ışığında iman, amel ve ahlak birlikteliği açısından üzerinde tefekkür edilmesi gereken şu ayeti zikretmeyi uygun buluyoruz: “İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir. Asıl iyilik, o kimsenin yaptığıdır ki, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanır. (Allah'ın rızasını gözeterek) yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere ve kölelere sevdiği maldan harcar, namaz kılar, zekât verir. Antlaşma yaptığı zaman sözlerini yerine getirir. Sıkıntı, hastalık ve savaş zamanlarında sabreder. İşte doğru olanlar, bu vasıfları taşıyanlardır. Müttakiler ancak onlardır!” (Bakara/2:177). İman - Ahlak İlişkisi Hadis-i şeriflerde bireyin üstün ahlaka sahip olması, iman ve teslimiyetinin bir sonucu olarak değerlendirilmiş ve kişinin imanının en dikkate değer sonucunun güzel ahlak olduğu vurgulanmıştır. Sahabeden Amr b. Abese Resulullah’a(s.a.s) "İman nedir" diye soru yönelttiğinde Hz. Peygamber’in, "Sabırlı ve hoşgörülü olmaktır" cevabını vermesi ve devamında "İmân(ın gerektirdiği hangi davranış) daha faziletlidir" diye sorduğunda da Allah Resulü’nün(s.a.s) "Güzel ahlaktır" diye karşılık vermesi (Ahmed b. Hanbel, IV,385), imanın salt inançtan ibâret bir kavram olmadığını, iman ve ahlak arasında ontolojik bir bağın olduğunu göstermektedir. Hz. Peygamber’den nakledilen diğer hadislerde de iman ve ahlak arasındaki bu ilişkiye şahit olmak mümkündür. Peygamberimiz(s.a.s) iman ve ahlak ilişkisine şu ifadeleriyle dikkatlerimizi çekmektedir: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 Hadis ve Ahlak İman yetmiş (veya altmış) küsur şubedir. En yükseği, "Allah'tan başka ilah yoktur" demek; en aşağısı ise, yoldan, eziyet veren şeyleri gidermektir. Utanmak da imânın bir şubesidir." (Müslim, Îmân: 58) “Müminlerin iman bakımından en mükemmel olanları ahlakı en güzel olanlarıdır”. (Tirmizî, Radâ: 11) Bu hadis-i şerifler aynı zamanda imanın aksiyonel bir sonuca sebebiyet vermesi gerektiğine, inanan kişinin imanının sadece kalbinde ve dilinde kalmayarak yaşantısında ahlaki değerler eşliğinde belirleyici olmasının gerekliliğine işaret etmektedir. Amel - Ahlak İlişkisi Yüce yaradana kulluk bilinci eşliğinde ibadet etmekle sorumlu olan insanoğlunun (Zâriyât /51:56) gerçekleştirmekle mükellef olduğu namaz, oruç, zekât ve hac gibi belirli kurallara uyarak yaptığı ibadetlerin temel amaçlarından birisi; üstün ahlak ilkelerinin insanın yaşamında hayatiyet bulabilmesini temin etmektir. Örneğin, Kur’an-ı Kerim’de günde beş vakit olarak kılınan namazın, insanı hayasızlıktan ve haramlardan koruduğu ve üstün ahlaka yönelttiği şu ayet-i kerime ile bildirilmektedir: “Namazı dosdoğru kıl, çünkü namaz insanı fuhuş (her türlü çirkin, söz, fiil ve davranışlardan) ve münkerden (haramlardan, dinin ve akl-ı selimin çirkin gördüğü işlerden) men eder, alıkor.” (Ankebût/29:45) Bir hadis-i şerifte ise Hz. Peygamber, namaz ibadetinin insanın ruh dünyasında ve davranışlarında değişimi getirmesi gerektiğini şu ifadelerle vurgulamaktadır: “… Nice geceleri namaz kılanlar vardır ki onların namazdan nasipleri sadece uykusuz kalmaktır.” (İbn Mâce, Sıyâm: 21) Orucun farz olduğunu bildiren ayet-i Kerimede “Ey müminler! (Kötülüklerden ve haramlardan) korunmanız için oruç tutmak, sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de farz kılındı.” (Bakara 2/18:3) ifadesiyle oruç tutmanın insan davranışlarında meydana getireceği değişikliğe işaret edilirken Hz. Peygamber’in şu hadislerinde de oruç ibadetinin üstün ahlaka ulaşmadaki etkisine işaret edilmektedir: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 Hadis ve Ahlak “Oruç kalkandır. Biriniz oruçlu iken çirkin, kötü ve kaba söz söylemesin, bağırıp çağırmasın, kavga etmesin. Birisi kendisine söver ya da çatarsa ona ‘ben oruçluyum’ desin” (Müslim, Sıyâm: 163; Buhârî, Savm: 9) Resulullah’ın(s.a.s) ifadelerinden, oruç ibadetinde insanın edep ve ahlakının güzelleştirilmesinin hedeflendiği açıkça anlaşılmaktadır. Bu hedef gerçekleşmediğinde, yani oruç tutan insan kötü söz, eylem ve davranışlara devam ettiğinde oruç ibadeti amacına ulaşamamış olacaktır. Nitekim Hz. Peygamber bu durumu şu sözleriyle ortaya koymaktadır: “Kim yalan sözü ve yalan ile iş yapmayı bırakmazsa Allah’ın onun yemesini ve içmesini terk etmesine ihtiyacı yoktur” (Buhârî, Savm: 8; Ebû Dâvûd, Savm: 25) "Nice oruç tutanlar vardır ki onların oruçtan nasipleri sadece aç (ve susuz) kalmalarıdır.” (İbn Mace, Sıyam: 21) Kurban ibadetinde de ahlaki gaye bir ayette şöyle ifade edilmektedir: “Onların ne etleri, ne de kanları hiç bir zaman Allah’a yükselip erişmez. O’na yalnız takvanız ulaşır.” (Hac/22:37) Tartışma Netice olarak şunu söyleyebiliriz ki, insanoğlu İslam'ın emir ve yasaklarına uyduğu ve ibadetlerin gereğini yerine getirdiği nispette üstün ahlak sahibi olacak, emir ve yasakları ihlâl ettiği nispette üstün ahlaktan uzaklaşacaktır. •İbadetler ile üstün ahlak arasında bir ilişkinin olduğu gerçektir. Bununla birlikte ibadetlerini düzenli olarak yerine getir(e)meyen bir kişinin erdemli tavırlar sergilemesi ya da ibadetlerini yapan bir kimsenin üsün ahlaka sahip olmaması nasıl açıklanabilir? Konuyu hadisler eşliğinde gerekçeleri ile forumda tartışabilirsiniz. •Düşüncelerinizi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “tartışma forumu” bölümünde paylaşabilirsiniz. HADİS EDEBİYATINDA AHLAK Hadis edebiyatının hemen her bölümünde, hayatın her alanına ilişkin görgü ve edeble ilgili rivayetlere rastlamak mümkündür. Zira din onlarla tamamlanmakta, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 Hadis ve Ahlak dindarlık da onlara riayetle özdeşleştirilmektedir. Öte yandan edep ve ahlaka ilişkin rivayetler sadece edep bölümlerinde değil, hadis eserlerin tümüne serpiştirilmiş bir vaziyette yer almaktadır. Bu anlamda hadis edebiyatında ahlakı bir konu olarak ayrı bir bölümde aramak ya da ahlak konusunu sadece belirli bölümlere has bir kavram olarak vasıflandırmak doğru bir tutum olmayacaktır. Çünkü ahlak, muhaddis musanniflerin zihin dünyasında sadece bu kavramlara ait bir olguya işaret etmemekte; bilakis Hz. Peygamber’den nakledilen her hadis-i şerif “ahlak” kavramının kapsam alanı içerisinde yer almaktadır. Bu nedenle de bütün bir hadis edebiyatına, ahlakla ilgili temel ilkelerin bulunabileceği bir hazine olarak yaklaşılması gerekmektedir. Ancak doğrudan ahlak konusunu içeren rivayetler karşısında musanniflerin tutumunu ortaya koyabilmek adına bir tasnif yapmanın gerekliliği de kaçınılmazdır. Bu nedenle öncelikle, temel hadis kaynaklarında müelliflerin doğrudan ahlakla ilişkili rivayetleri konu edindikleri bâbları dikkate alacak ardından hadis edebiyatı içerisinde tamamen ahlak konusuna hasredilen eserlere değineceğiz. Temel Hadis Kaynaklarında Ahlakla İlgili Bölümler Temel hadis eserlerinde “Kitabu’l-Edeb”, “Kitabu’l-Birr ve ‘s-Sıla”, “Kitabu’zZühd”, “Kitabu’l-İsti’zan” gibi başlıklarla tasnif edilen bölümlerin doğrudan ahlakla ilişkili olduğu kabul edilmektedir. “Kitâbu’l-Edeb” Hadis kaynaklarının ahlaki tutumlarla ilişkili en yakın bölümünün edep başlığı ile tasnif edilen bölümler olduğu ifade edilebilir. Ancak bu bölümlerde ahlakla alakalı bütün rivayetler bir araya getirilmemiş, müelliflerin uygun gördükleri konuları nakleden rivayetler bu başlık altında nakledilmiştir. Kütübü Sitte kaynaklarında Kitâbu’l-Edeb bölümlerinde ortak olarak şu konuları içeren rivayetler nakledilmiştir: Oturuş şekli ve oturma kalkma adabı Hapşırana esenlik dileme şekli ve ehemmiyeti Çocuklara güzel isim vermenin önemi Günlük konuşmalara ilişkin tavsiyeler vb. hususlara ilişkin rivayetlere yer verilmiştir. Müellifler genel olarak bu temel konular üzerinde durarak “Edeb” başlığını vermeyi tercih ettikleri bölümleri oluştururken, her musannifin aynı başlık altında farklı rivayetleri zikretmeyi tercih edebildiği de gözden uzak tutulmamalıdır. Nitekim Tirmizî’nin giyim kuşam ve koku sürünme ile ilgili rivayetleri, diğer Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 Hadis ve Ahlak müellifler “libâs” ya da “zinet” gibi bölümlerde zikretmesine rağmen, edep bahsinde ele alması bunun bir göstergesidir. “Kitabu’l-Birr ve ‘s-Sıla” İslam ahlakının en temel dinamiklerinden olan “birr” ve “sıla” kelimeleri musannifler tarafından birlikte kullanılarak bölüm başlığı olarak takdir edilmiştir. “Birr” kelimesi sözlükte iyilik yapmak, ihsânda bulunmak anlamına gelirken “sıla” kelimesi ise bağlantı ve ilgi anlamlarına gelmektedir. Birr kelimesinin temel hareket noktası değer verilmesi gereken her şeye değer vermek iken, sıla kavramı ise en yakından başlayarak bütün müminlerle iyi ilişkiler içinde olmayı ifade etmektedir. Bu anlamda “Kitabu’l-Birr ve’s-Sıla” başlıklı bölümlerde anne-baba hakkına, komşu hakkına, akraba hukukuna işaret eden rivayetler yer almakta bunların yanı sıra kişiler arası ilişkilerde her türlü hak ihlalini kapsayan yalan, gıybet, haset vb. kötü hasletllerle ilgili rivayetlere de yer verilmektedir. “Kitabu’l-İsti’zan” Kelime olarak izin istemek anlamına gelen “e-z-n” kökünden türemiş bir masdar olarak isti’zan bölümlerinde, musannifler toplumsal ilişkilere ve sosyal ahlak kurallarına işaret eden rivayetleri bir araya getirmişlerdir. Ebu Musa el-Eş’ari tarafından nakledilen kapının üç defa çalınmasına rağmen açılmaması hâlinde geri dönülmesini belirten rivayet (Müslim, Edeb 33-37) ekseninde kapsam alanı daha iyi anlaşılan bu bölümlerde şu konulara yer verilmiştir: Selamlaşma Çeşitli mekânlara giriş ve çıkış adabı Toplumsal kullanıma açık alanlarda uyulması gereken kurallar Yazışmalarda uyulacak kurallar Yolculuk ve konaklama esnasında uyulması gereken kurallar Uyuma ve uyanma anında yapılması gerekenler “Kitâbu’z-Zühd” ve “Kitabu’r-Rikāk” Hadis kaynaklarında “zühd” ve “rikāk” başlıkları altında tasnif edilen rivayetler de yine doğrudan ahlakı ilgilendiren rivayetlerin yer aldığı bölümler olmuşlardır. Dünya nimetleri karşısında insanın takınması gereken tavrı tavsif eden rivayetlerin ağırlıklı olarak nakledildiği bu bölümlerde dinin dünyaya bakışı, tevekkül, sabır, tevazu, zenginlik ve fakirlik kavramları ile ilişkilendirilerek ortaya konulmuştur. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 Hadis ve Ahlak Ahlak Konulu Hadis Eserleri Hadis eserlerinde doğrudan ahlak ile ilgili oluşturulan bölümlerin haricinde müstakil olarak ahlak konusuna tahsis edilerek oluşturulan eserler de mevcuttur. Hadis Edebiyatı’nda “Edeb”, “Mekârim”, “Fedâil” ve “Zühd” kitapları müstakil olarak ahlak konusunu içeren eserlerdir. “Edeb Kitapları” İnsanın hangi durumlarda nasıl davranması gerektiği hususunda rehberlik yapan Edeb kitaplarının en çok bilineni ve en önemli kaynağı Buhârî’nin (ö.256/870) “Edebu’l-Müfred”’idir. Yine İbn Ebî Şeybe’nin (ö.235/849) “Kitâbü’lEdeb”’i de hadis edebiyatında edep bahsi altında önemli bir yere sahiptir. Edeb kitaplarında içerik olarak kişisel ahlaki nitelikleri konu edinen yalan söylememek, kibarlık, hayâ, cömertlik, cimrilik, küs durmama, iki yüzlülük vb. konulara yer verilirken aynı zamanda kişinin çevresiyle iletişimini konu edinen anne-babayla ilişkiler, akrabalık ilişkileri, yetimlerle ilişkiler, büyüklere saygı, küçüklere sevgi, çocuk hakları, komşu hakları, izin isteme, hasta ziyareti vb. bölümler yer almaktadır. “Mekârim Kitapları” Mekârim eserleri hadis literatüründe ahlak konusuna tahsis edilmiş önemli kaynaklardandır. “Mekârimü’l-Ahlak” başlığıyla sunulan mekârim eserlerinin önde gelenleri İbn Ebi’d-Dünyâ’nın (ö.281/894) ve Taberânî’nin (ö.281/894) Mekârimü’lAhlak adlı eserleridir. Dürüstlük, cömertlik ve kardeşlik gibi değerlerin vurgulandığı bu eserlerin konuları ana hatlarıyla şu kavramlar etrafında şekillenmektedir: Utanma duygusu, dürüstlük, verilen sözü tutma, akrabalık ilişkileri, güvenirlilik, komşu hakları, hediyeleşmek. “Fedâil Kitapları” Fedâil edebiyatının en önemli özelliği, fazilet ve erdemiyle üstün niteliklere sahip davranış ya da kişileri konu edinmesi ve örneklik niteliği taşıyan güzel davranışları bir arada sunmasıdır. Bu açıdan ilk sırada Hz. Peygamber tarafından uygulanması tavsiye edilen davranışlar eserlerde yer almıştır. Fedâil eserlerinin elimize ulaşan ilk örneği İbnü’s-Sünnî’nin (ö.364/974) “Fedâilü’l-A’mâl”idir. Yine İbn Şâhîn’in (ö.385/995) “et-Terğîb fî-Fedâili’l-A’mâl ve Sevâbü Zâlik” adlı eseri de genel olarak hadis edebiyatında fedâil eserlerinin en eski örneklerindendir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 Hadis ve Ahlak “Fedâilu’l-A’mâl” başlığıyla sunulan bu eserlerde Kur’an okuma, ilim tahsil etme, zikir, abdest, namaz, oruç, hac ve zekât gibi ibadetlerin faziletlerini ifade eden rivayetlerin nakledilmesiyle birlikte kişisel ve sosyal hayata ahlaki niteliklerin taşınması hususunda rehberlik edecek akıl, tevazu, hilm, kanâat, selamlaşmak, gıybet etmemek gibi bahislere de yer verilmektedir. “Zühd Kitapları” Dünya hayatında kanaatkâr olmak, tevekkül sahibi olmak, haramlardan uzak durmak ve kimsenin elindeki nimete göz dikmemek gibi ahlaki niteliklere işaret eden zühd kavramı ekseninde oluşturulan bu eserlerde kişinin dünya hayatında takınması gereken ahlaki tavrın ne olması gerektiğine ilişkin bilgiler sunulmaktadır. Zühd eserlerinin en bilinen örneği Abdullah ibnü’l-Mübârek’in (ö.181/797) “Kitâbü’z-Zühd ve’r-Rekâik” adlı eseridir. Yine Vekî İbnü’l-Cerrâh’ın (ö.197/813) “Kitâbü’z-Zühd” adlı eseri de zühd literatürünün ilk dönemine ait önemli örneklerdendir. İmâm Beyhakî’nin (ö.458/1065) “Kitâbü’z-Zühd”’ü de zühd eserlerinin en bilinen örneklerindendir. HADİS RİVAYETLERİNDE AHLAK İnsanların yeryüzünde mutlu ve huzurlu yaşayabilmeleri için, öncelikle birbirleri ile ilişkilerini sağlıklı bir zemine oturtmaları gerekir. Hz. Peygamber’in ifade ve davranışlarını bizlere aktaran hadis rivayetleri de bu anlamda, beşerî ilişkilerde üstün ahlaki değerlerin hâkim kılınmasına öncülük etmektedirler. Ünitemizin bu bölümünde farklı noktalardan yaklaşarak hadislerin ahlaki ilkelere hayatiyet kazandırma hususundaki işlevlerini ele alacağız. Hadislerde Aile ve Ahlak İlişkisi Aile, peygamberi ahlakın hâkim kılınması gereken, toplumun en önemli kurumudur. Dünya ve ahiret mutluluğunun sebebi ve kaynağı olarak vasıflandırılabilecek aile kurumu, neslin devamı için bir vesile, kişiyi günah iş ve davranışlardan koruyan bir engel ve kalkandır. Bu nedenle, Hz. Peygamber tarafından “aile” kurumuna büyük önem verilmiş, aile kurmaya insanlar teşvik edildiği gibi ailede bütünlük ve dirliğin korunmasını ve düzenli bir aile yaşantısını temin için tavsiyelerde bulunulmuştur. Aile içi iletişim ahlakı olarak da vasıflandırılabilecek bu tavsiyelerle Resulullah(s.a.s) üstün ahlaki niteliklere sahip bir toplum inşa etmeyi hedeflemiştir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 Hadis ve Ahlak Bu kapsamda Hz. Peygamber’den nakledilen şu hadisler çok anlamlıdır: “Sizin en hayırlınız, ailesine karşı iyi olanınızdır. Ben, aileme karşı en iyi olanınızım.” (İbn Mâce, Nikâh: 50) “Kadınlar hakkında Allah’tan korkun. Çünkü onları Allah’ın emanıyla aldınız ve Allah’ın sözüyle onları kendinize helal kıldınız.” (Müslim/ Hacc: 147) Hadis-i şeriflerde ailenin geçimini temin edebilmek için gayret göstermek, erdemli bir davranış olarak sunulmuş Allah yolunda yapılan bir çalışma olarak değerlendirmiştir: “Küçük çocuklarının nafakasını kazanmak için çalışan kimse, Allah yolundadır.” (Beyhâkî, VII/479) Aileye harcanan her bir kuruş da Allah için verilmiş sadaka hükmündedir ve eşler için sevap kaynağıdır. Hadis-i şeriflerde bu durum şöyle müjdelenir: "Bir adam sırf Allah rızasını umarak aile halkına infak ederse bu onun hesabına sadakadır". (Buhârî, Nafakat: 1, Îmân: 41) "Bir adamın hayra harcadığı dinarın en faziletli olanı, çoluk çocuğunun geçimi için sarf ettiği dinar ile Allah yolunda kullanacağı atı için verdiği dinar ve Allah rızası için (çarpışan) arkadaşlarına harcadığı dinardır". (Müslim, Zekât: 38) Evlilik kurumunun başarıyla yürütülmesi ve her iki tarafa da mutluluk ve huzur getirebilmesi için eşlerin birbirine karşı hoşgörülü ve anlayışlı olması şarttır. Aile içinde eşlerin birbirleriyle olan iletişiminde üstün ahlaka sahip olarak birbirlerine değer vererek hareket etmeleri ise şu hadisler ile temin edilmektedir: "Hiçbir mü'min erkek, mü'min kadınına buğzetmesin; zira hoşlanmadığı huyları varsa buna karşılık razı kalacağı huyları da vardır. (Müslim, Kitabu’r-Radâ: 61) . "Mü'minlerin imanca en kâmil olanı, en güzel ahlaklı olanlarıdır. Hayırlı olanınız da kadınlara karşı iyi davrananlarınızdır". (Tirmizî, Radâ: 11) ".. Kadınlara hayırla muamele etmenizi tavsiye ederim. ….. Şunu biliniz ki! kadınlar üzerinde haklarınız olduğu gibi kadınlarınızın da sizin üzerinizde haklan vardır. … ". (Tirmizî, Radâ': 11 ) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 Hadis ve Ahlak “Kadın da kocasının evi ve çocukları üzerinde gözeticidir ve o da bunlardan sorumludur.” (Buhârî, Cum'a: 11; Müslim, İmâret: 20) Netice olarak şunu ifade edebiliriz ki, hadis-i şeriflerde sağlıklı nesiller yetiştirmeye vesile olan aile müessesesinin kurulması gerekli ve önemli bulunarak karşılıklı sevgi ve saygı esasına dayanan, hak ve sorumluluklarının bilincinde mutlu bir aile yuvasının oluşturulmasını hedeflemiştir. Gençleri evlenmeye ve aile kurmaya davet eden Sevgili Peygamberimiz zikrettiğimiz hadislerde de görüldüğü üzere bizlere her konuda olduğu gibi bu konuda da en güzel örnek olmuştur. Hadislerde Gençlik ve Ahlak İlişkisi İnsanoğlunun hayırda da, şerde de büyük mesafeler alabileceği gençlik dönemi, insan ömrünün en verimli çağıdır. Enerjinin ve kabiliyetlerin doruk noktaya ulaştığı bir zaman olması nedeniyle bu dönemde sahip olunacak üstün ahlaki nitelikler çok daha önemlidir. Nitekim insanların gölgeden mahrum olacakları kıyamet gününde, gölgelenebilecek yedi sınıf insanı belirtirken Resulullah’ın(s.a.s) “…Rabbine ibadet yolunda serpilip büyüyen genç, …” (Buhârî, Muhâribîn: 4) ifadeleriyle gençlik döneminde ibadetini aksatmayan ve kulluk bilinci içinde hareket eden kimseleri de zikretmesi bunun bir göstergesidir. Bir başka hadis-i şerifte ise “insanoğluna... gençliğini nerede (nasıl) yıprattığı…” sorulmadan kıyamet gününde hesabının tamamlanmayacağının belirtilmesi (Tirmizî, Sıfâtul-Kıyâme: 1) de gençlik döneminde insanları hayat bilinci açısından üstün ahlaka sahip olmaya teşvik eder niteliktedir. Rabbine ibâdet yolunda serpilip büyüyen gençler.. (Buhârî, Muhâribîn, 4) Bu anlamda hevasına uymayan ve erdemli davranışlar sergileyen gençler için ise müjde vardır: "Allah, gayrimeşru şehvet peşinde olmayan genci pek beğenir." (Ahmed b. Hanbel, IV/151) Gençlik döneminin bilinçli bir şekilde geçirilmesinin tavsiye edilmesiyle birlikte bu dönemde diğer insanlara gösterilecek saygının da şu şekilde karşılık bulacağı ifade edilmiştir: "Bir genç yaşlı bir insana yaşlılığından dolayı ikramda bulunursa, yaşlandığı zaman kendisine ikramda bulunacak bir kimseyi Allah ona musahhar kılar." (Tirmizî, Birr: 75) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 Bireysel Etkinlik Hadis ve Ahlak •Gençlik döneminde üstün ahlakı edinmenin gerekliliğini hadis-i şeriflerin rehberliğinde düşününüz. Hadislerde İktisadi Davranışlar ve Ahlak İlişkisi Bireyler iktisadi hayatlarında ahlaki prensiplere bağlı kaldıkları ve davranışlarını bu çerçevede düzenledikleri takdirde; toplumsal hayattaki ekonomik huzursuzluklar ve dengesizlikler ortadan kalkabilecek, sosyal barış tesis edilebilecektir. Bu anlamda hadisler ahlaki müeyyideleri vurgulayarak insanları; cimrilikten, müsriflikten, zengin-fakir ayrımından, dünya malına aşırı bağlılıktan sakındırarak ve alışveriş ahlakını tesis ederek sosyal adaletin oluşturulmasını temin etmektedirler. Örneğin Kayle adında bir kadının, Resulullah(s.a.s) umre yaparken, yanına gelerek “Ey Allah'ın Resulü! Ben, ticaret yapan bir kadınım. Bir şey satın almak istediğim zaman ona vermek istediğim fiyatın altında teklif yaparak pazarlık ederim. Sonra satın almak istediğim fiyata kadar çıkarım. Bir şey satmak istediğimde de istediğim fiyatın üzerinde bir fiyat söylerim. Sonra pazarlık sırasında istediğim fiyata kadar düşerim.” sözlerine karşılık Allah Resulü(s.a.s) “Ey Kayle! Böyle yapma. İster verilsin isterse verilmesin almak istediğin fiyatı söyle" buyurmuştur. (İbn Mâce, Kitabü’t-Ticârât: 29) “Bizi aldatan bizden değildir.” (Müslim, Îmân 164, Fiten 16) Bir başka hadiste ise Resulullâh(s.a.s) buğday satan bir tüccarın alt tarafa yaş buğdayı üst tarafa ise kurusunu koymak suretiyle satış yaptığını tespit ettiğinde “İnsanların görmesi için ıslak olanı üst tarafına koysaydın ya! Aldatan bizden değildir." (Müslim, İman: 164) buyurması alış-verişte doğruluk prensibinin üstün ahlakın bir göstergesi olarak hâkim kılınması gerektiğine delalet etmektedir. Nitekim ölçü ve tartıya özellikle dikkat etmek hususunun hadis-i şeriflerde emredilmiş olması ve doğru ölçü ve tartının bereket sebebi olduğunun bildirilmesi (Buhârî, Buyû: 52) de bu prensibin bir gereğini ortaya koymaktadır. Ahlaki bir nitelik olarak doğruluk prensibine bir başka hadis-i şerifte de malın fiyatının, müşteriyi aldatarak, kasıtlı olarak artırılmaması gerektiği vurgusuyla şu ifadelerle işaret edilmektedir: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 Hadis ve Ahlak “(Bir malı satın almak istemediğiniz halde alıcıları kızıştırarak) malın fiyatını suni olarak artırmayınız."(Ebû Dâvud, Kitâbu’l-Büyû: 44) İktisadi hayatın en temel kurallarından birisinin haksız kazanç sağlamamak olduğu pek çok hadis-i şerifte vurgulanırken buna yol açabilecek her türlü davranış hoş görülmemiş ve reddedilmiştir. Bu anlamda Resulullah’ın(s.a.s) veda hutbesinde faizin haram olduğunu belirtirken, ilk yasaklamaya kendi yakınlarından başlaması dikkat çekicidir. (Müslim, Hacc: 194) Yine haksız kazancın önüne geçebilmek amacı eşliğinde Hz. Peygamber’in rüşvet alana da verene de lanet etmesi (Ebû Dâvud, Kitâbü’l-Akdiye: 4) müminlerin ekonomik kazanç sağlayabilecekleri her durumda üstün ahlak eşliğinde hareket etmesi gerektiğini göstermektedir. İktisadi hayatta aşırı tüketim insanlar arası kaynak dağılımını bozduğu gibi, aşırı tasarruf da yatırımları azaltacaktır. Bu nedenle hadis-i şeriflerde meşru sınırlar içerisinde harcama yapmak teşvik edilmiştir ki, şu hadis de bu duruma delalet etmektedir: “Yiyiniz, içiniz, sadaka veriniz ve giyininiz. Ancak kibirlenmeyin ve israf etmeyin. Şüphesiz Allah (c.c.) nimetinin eserini (görüntüsünü) kulunun üzerinde görmek ister.” (Buhârî, Libâs: 1; İbn Mace, Libâs: 23.) Hadislerde Bireysel İlişkiler ve Ahlak Huzurlu bir toplumun inşâsında, sevgi ve saygı zemininde kişiler arası sağlıklı bir iletişimin kurulması önem arz etmektedir. Sevginin ve saygının olmadığı samimiyetten yoksun ilişkiler, menfaate dayalı günübirlik ilişkiler olacaktır. Söz konusu zemin, toplumda fertlerin birbirlerine güven duymalarını, dayanışma içerisinde olmalarını dolayısıyla güçlü bir yapı oluşturmalarını sağlayacaktır. Nitekim, hadis-i şeriflerde de sağlıklı bir toplumsal yapının oluşabilmesi için bu hususa dikkat çekilmiş, insani ilişkilerde üstün ahlakın hâkim kılınması esas olarak kabul edilmiştir. Hz. Peygamber’den nakledilen şu hadisler de bunun bir göstergesi konumundadır: “İmânı en mükemmel mümin, ahlakı en güzel olan mümindir.” “Müslüman; insanların elinden ve dilinden emin olduğu kimsedir.” (Tirmizî, Îmân: 12) “İman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de (gerçek anlamda) iman etmiş olamazsınız.” (Müslim, Îmân: 93) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 Hadis ve Ahlak Pek çok hadiste Müslüman kimsenin Allah’a itâat ve ibadet görevinin yanı sıra insâni ilişkilerinde dürüst, samimi, hoşgörülü, başkalarına yardım eden, kimseye kötülük etmeyen, kendisine yapılan kötülüğü bağışlayan, başkalarına yük olmamaya çalışan olgun kimse olarak tasvir edilmesi de bireysel ilişkilere hangi ölçüde ehemmiyet verildiğini göstermektedir. Nitekim, Resulullah’ın(s.a.s) “hangi amel daha üstündür?” diye kendisine soru soran kimseye “insanlara yemek yedirmen ve tanıyıp tanımadığın herkese selam vermendir” (Buhârî, İman, 20) diye cevap vermiş olması ve yine bir başka hadiste “Kişiye şer olarak Müslüman kardeşini hor görmesi yeter.” (Ebu Dâvud, Edeb: 35) ifadesinin nakledilmesi de bunun bir göstergesi niteliğindedir. “Kişiye şer olarak Müslüman kardeşini hor görmesi yeter.” (Ebu Dâvud, Edep: 35) Bireysel ilişkilerde, karşısındaki kişiye güven vermenin en önemli hususlardan biri olduğuna dikkat çekilen hadis-i şeriflerde karşısındaki insana yapılan muameleyi kendine yapılıyormuş düşüncesiyle hareket edip sevinçleri ve kederleri paylaşma yoluna gitmenin gerekliliğine işaret edilmiştir. “Sizden biriniz kendisi için istediğini din kardeşi için de istemedikçe gerçek mümin olamaz” (Buhârî, Îmân: 7) “İyi Müslüman, diğer Müslümanların elinden ve dilinden emin olduğu kimselerdir. Asıl muhacir ise Allah’ın yasaklarından kaçınandır.” (Buhârî, Îmân: 4) “Gerçek mümin hem seven hem de sevilendir. Sevmeyen ve sevilmeyen kimsede hayır yoktur.” (Buhârî, Edeb: 27) “Vallâhi iman etmiş olamaz, vallahi iman etmiş olamaz, vallahi iman etmiş olamaz. ‘Kim ey Allah’ın Resulü’ denildiğinde “şerrinden komşusu emin olmayan kimse” buyurmuştur. (Müslim, Îmân: 73) Allah Resulü(s.a.s) insani ilişkilerde yardımlaşmanın ve karşısındaki insanın ihtiyacını gidermenin önemine “Din kardeşinin ihtiyacını karşılayanın, Allah da ihtiyacını karşılar. Müslümandan bir sıkıntıyı giderenin Allah da kıyamet günündeki sıkıntılarından birini giderir. Bir Müslümanın ayıbını örtenin, Allah da kıyamet gününde ayıplarını örter.” (Müslim, Birr: 58) ifadeleriyle dikkat çekerken ahlak eğitiminde, özellikle mahrumiyet oluşturacak ya da yok sayılmasına neden olacak davranışlarda karşıdaki insanın inancının hiçbir şekilde etkin olamayacağına da işaret edilmiştir. Nitekim koyun kesen Abdullah İbn Amr’ın Yahudi komşusunu defalarca zikretmesi (Buhârî, Edebu’l Müfred: I/58) de buna bir delildir. Yine Hz. Peygamber’in “Üç şey iyiye karşı da kötüye karşı da yapılır: Sıla-i rahim, ahde vefa Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22 Hadis ve Ahlak ve emaneti eda etmek” ifadeleri de kişiler arası ilişkilerde müminin taşıması gereken özellikleri göstermekte, muhatabın niteliğine bakılmadan sergilenmesi gereken tutumu ortaya koymaktadır. Hz. Peygamber’in yirmi üç yıl gibi kısa bir sürede, insanlık tarihinde eşine rastlanılamayacak dönüşümü sağlamasının temel sırrı, alçak gönüllü ve yumuşak huylu olmasıdır. Müminler söz konusu olduğunda, Firdevs’e varis olacakların vasıfları zikredilirken, ibadetlerinde hassas olmalarının yanında, onların boş sözlerden uzak durdukları, emanet ve ahitlerine bağlı kaldıkları vurgulanmaktadır. (Müminûn/70:1-8) Bir başka ayet-i Kerimede ise, “Rahman’ın kulları yeryüzünde tevazuyla yürürler ve cahil kimseler onlara musallat olduğunda da “Selam” deyip geçerler” (Furkân/25:63) buyurularak olgun bir müminin, kendisine musallat bile olsa, diğer insanlara karşı nasıl davranması gerektiği ifade edilmiştir. Nitekim hadisi şeriflerde de bu husus şu şekilde yer almaktadır: “Allah bana birbirinize tevazuyla muamele etmenizi, kimsenin kimseye karşı övünmemesini ve bir kimsenin başkasına zulmetmemesini vahyetti.” (Müslim, Cennet: 64) “Allah refiktir (kullarına kolaylık diler.) Kullarının da her hususta yumuşaklıkla muamele etmelerini ister.” (İbni Mace, Edep: 9) “Allah refiktir, sözde ve işte nazikliği sever. Allah sertlik ve kabalığa hatta ondan başkalarına vermediğini rifke (yumuşaklığa) verir.” (Müslim, Birr: 77) “Sana rifk gerek çünkü rifk, bulunduğu şeyi güzelleştirir, uzaklaştığı şey ise çirkinleştirir.” (Müslim, Birr: 78) Fıtraten yanlış yapmaya ve hata işlemeye meyyal olan insanoğlunun, çevresindekilerle iletişiminde bazen sorunlar yaşaması söz konusu olabilmektedir. Böylesi zamanlarda insanlara düşen önemli görevlerden bir tanesi de bu tür sıkıntıları çözüme kavuşturmaya çalışmaktır. Yalanın her çeşidine şiddetle karşı olan dinimizin, insanların arasını düzeltme gayreti esnasında bunu kabul edilebilir bulması İslam ahlakında insani ilişkilere verilen önemin bir göstergesi niteliğindedir. Bu hususla ilgili olarak Resulullah’tan(s.a.s) nakledilen şu hadisler bireyler arası ilişkilerde prensipleri ortaya koymaktadır: “İnsanların arasını bulmak için hayırlı haber götüren (veya hayırlı söz söyleyen) kimse yalancı sayılmaz.” (Buhârî, Sulh: 2) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23 Hadis ve Ahlak “Resulullahsav, sizlere nafile oruç, nafile namaz ve sadakadan daha faziletli ameli bildireyim mi? diye sorduğunda orada bulunanlar “evet”, deyince Peygamberimiz; “iki kişinin arasını düzeltmektir” buyurdu.” (Ebu Dâvud, Edeb: 58) İbn Şihâb: “ İnsanların yalan söylemelerine şu üç yerin dışında müsaade edildiğini duymadım. Bu üç yer: Savaşta düşmanı yanıltmak için, insanların arasını düzeltmek için, karı kocanın aralarındaki sıkıntıyı gidermek için birbirlerine karşı yalan söylemeleri.” (Müslim, Birr: 101) Toplum bilinci oluşturabilmek adına kişiler arası ilişkilere önem veren Hz. Peygamber insani ilişkilerde iletişim ahlakını tesis edecek ilkeleri belirtmiş, aralarında hiçbir ayrım yapmaksızın, kişilerin birbirleriyle olan ilişkilerinin sağlam prensiplere bağlanmasını istemiş ve bunun ölçülerini ortaya koymuştur. Bu husustaki hadislerden bazıları şu şekildedir: “Müslümanın Müslüman üzerindeki hakkı beştir. Selamını almak, hastalandığında ziyaret etmek, cenazesine iştirak etmek, davetine icabet etmek ve aksırdığında hayır duada bulunmak.” (Buhârî, Cenâiz: 2) “Allah katında insanların hayırlısı, selama önce başlayandır.” (Ebû Dâvud, Edeb: 133) “Musafaha yapınız aranızdaki kin yok olsun, hediyeleşin ki birbirinizi sevesiniz ve cimriliğiniz yok olsun.” (Mâlik, Hüsnü’l-Hulk: 16) “Yemeklerin en şerlisi, zenginlerin çağrılıp fakirlerin terk edildiği yemeklerdir. (Buhârî, Nikâh: 73) İslam âlimlerine göre ahlak, Hz. Peygamber’den gelen her şeyi kapsamaktadır. Bu açıdan bakıldığında hadis edebiyatının ve hadis rivayetlerinin tamamının ahlaka dair olduğu söylenebilir. Bununla birlikte bir konuyu belirli bir yaklaşımla işlemenin getirdiği zorunluluk eşliğinde sunduğumuz örnekler üzerinden şunu ifade edebiliriz ki üstün ahlaka erişmeyi hedefleyen kimseye yaraşan, bu hasletlerin hepsini kendinde toplamaya gayret etmesi, kusuru olduysa da, en azından bazılarını kendinde toplamak için çalışması ve kendisine verilen güzel hasletlere sarılmasıdır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24 Özet Hadis ve Ahlak •Bu ünitede hadis ve ahlak arasındaki ilişki ele alınmış ve özetle şu hususlara değinilmiştir: • Hz. Peygamber’in söz, davranış ve takrirlerini yansıtan hadis rivayetlerinde, din ile ahlak arasında ontolojik bir bağ vardır. Zîra Resulullah (s.a.s.) güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderilmiştir. Dolayısıyla güzellikle ve de güzel ahlâkla din arasında doğal bir ilişki bulunmaktadır • İslam ahlakının iki temel kaynağından birisi olan hadis rivayetleri, müminin iman ve amel dünyasında da etken role sahip olması nedeniyle üstün ahlakın tesisinde önemli bir role sahiptir. • Hadis edebiyatında ahlakı bir konu olarak ayrı bir bölümde aramak ya da ahlak konusunu sadece belirli bölümlere ve belirli rivayetlere has bir kavram olarak vasıflandırmak doğru bir tutum olmayacaktır. Çünkü ahlak, muhaddis musanniflerin zihin dünyasında sadece bu kavramlara ait bir olguya işaret etmemekte bilakis Hz. Peygamber’den nakledilen her hadis-i şerif “ahlak” kavramının kapsam alanı içerisinde yer almaktadır. Bu nedenle de bütün bir hadis edebiyatına ahlâkla ilgili temel ilkelerin bulunabileceği bir hazine olarak yaklaşılması gerekmektedir • Hz. Peygamber'in ahlakı ile ahlaklanmayı hedefleyen kişiye yaraşan, hadislerde ifade bulan üstün ahlaki niteliklere sahip olabilmek için gayret etmesidir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25 Hadis ve Ahlak DEĞERLENDİRME SORULARI Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. 1. Aşağıdakilerden hangisi hadis ve ahlak arasındaki ilişkiyi ifade etmektedir? a) Bazı hadisler insanın ahlaklı olmasını temin etmeyi hedefler. b) Hadis eserlerinin “edeb” bölümleri ahlak ile ilişkilidir. c) Hadis rivayetleri, kişinin ibadet dünyasını belirlediği ölçüde ahlak ile ilişkilidir. d) Hadis rivayetlerinin tümü ile ahlak arasında varoluşsal bir bağ vardır. e) Hadis rivayetleri kişinin imanını kuvvetlendirdiği ölçüde ahlak ile ilişkilidir. 2. Aşağıdakilerden hangisi Hz. Peygamber’in doğrudan “ahlak“ üzerine söylediği hadis-i şeriflerden birisi değildir? a) “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.” b) “Kendisi için istediğini din kardeşi için de istemeyen kâmil mümin olamaz.“ c) “Müminlerin iman yönünden en üstün olanı, ahlakça en üstün olanıdır.“ d) “Yer ve gökler adalet ile ayakta durmaktadır.“ e) “Allah’ım! Ayrılıktan, iki yüzlülükten ve ahlakın kötüsünden sana sığınırım.” 3. “İyilikle kötülük asla bir olmaz. O hâlde sen kötülüğü en güzel şekilde uzaklaştır. O zaman seninle aranda düşmanlık bulunan kimse candan, sıcacık bir dost oluvermiştir. “ (Fussilet Suresi, 41/34) Yukarıdaki ayette vurgulanmak istenen temel mesaj aşağıdaki hangi hadis ile ortak niteliktedir? a) “İman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirini sevmedikçe de iman etmiş olamazsınız.” b) “Allah katında insanların hayırlısı, selama önce başlayandır”. c) “Yiyiniz, içiniz, sadaka veriniz ve giyininiz. Ancak kibirlenmeyin ve israf etmeyin. Şüphesiz Allah (c.c.) nimetinin eserini (görüntüsünü) kulunun üzerinde görmek ister.” d) “Musafaha yapınız aranızdaki kin yok olsun, hediyeleşin ki birbirinizi sevesiniz ve cimriliğiniz yok olsun.” e) “Allah bana birbirinize tevazuyla muamele etmenizi, kimsenin kimseye karşı övünmemesini ve bir kimsenin başkasına zulmetmemesini vahyetti.” 4. - “… Nice geceleri namaz kılanlar vardır ki onların namazdan nasipleri sadece uykusuz kalmaktır.” (İbn Mâce, Sıyam, 21) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 26 Hadis ve Ahlak - “Kim yalan sözü ve yalan ile iş yapmayı bırakmazsa Allah’ın onun yemesini ve içmesini terk etmesine ihtiyacı yoktur” (Buhârî, Savm, 8; Ebû Dâvûd, Savm, 25) Yukarıda zikredilen hadis-i aşağıdakilerden hangisidir? şeriflerde vurgulanan ortak mesaj a) b) c) d) Gece namazını kılanların çoğunluğu sadece uykusuz kalmış olurlar. Allah’ın (c.c.) bizim tutacağımız oruca ihtiyacı yoktur. Oruç tutmak sadece yemek ve içmekten uzak durmayı ifade etmez. Oruç tutarken ve gece namazı kılarken Yüce Allah’ın ibadetlerimizi kabul etmesi için daha çok gayret gösterilmelidir. e) İbadetlerin temel gayelerinden birisi de kişilerin ahlaken olgunlaşmalarını da temin etmektir. Aksi takdirde şeklen yapılan ama davranışlarda insan rehberlik yapmayan ibadetler meyvesiz ağaca benzeyecektir. 5. Aşağıdakilerden hangisi ahlak konulu hadis eserlerinden birisi değildir? a) Buhârî - Edebu’l-Müfred b) Hatîb Tebrîzî - Mişkâtu’l Mesâbîh c) Taberânî - Mekârimü’l-Ahlak d) Abdullah ibnü’l-Mübârek - Kitâbü’z-Zühd ve’r-Rekâik e) İbn Şâhîn - et-Terğîb fî-Fedâili’l-A’mâl Cevap Anahtarı: 1. d 2.d 3.e 4.e 5.b Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 27 Hadis ve Ahlak YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR Akseki, Ahmed Hamdi. (1979). Ahlak İlmi ve İslam Ahlakı: Ahlak Dersleri,sdl: Ali Arslan Aydın. Ankara: Nur Yayınları. Algül, Hüseyin. (1977). İslam Ahlak İlminin Dünü ve Bugünü. Nesil Mecmuası II/2. İstanbul. Aynî, Mehmed Ali. (1343). Ahlak Dersleri. İstanbul. Balaban, Mustafa Rahmi. (1950). İlim-Ahlak-İman. Ankara. _________. (1949). Tarih Boyunca Ahlak. İstanbul. Beekun, Rafik Issa. (1997). Islamic Business Ethics. Virginia. Bertran Alexis. (2001). Ahlak Felsefesi. çev. Salih Zeki, sdl. Hayrani Altıntaş, Ankara: Akçağ Yayınları. Bilmen, Ömer Nasuhi. (1927). Nazarî ve Amelî Ahlak-ı İslamiyye Dersleri. İstanbul. Boutroux, Emile. (1940). Avrupa Medeniyyetinin Ahlak Kökleri. trc. Rahmi Balaban. İzmir. Buhari, Ebû Abdullah Muhammed b. İsmail. (1996). el-Edebü’l-Müfred. thk. Hâlid Abdurrahman el-‘Akk. 1. Baskı, Beyrut. Cevizci, Ahmet. (2002). Etiğe Giriş. İstanbul: Paradigma Çağırıcı, Mustafa. (1985). Anahatlarıyla İslam Ahlakı. İstanbul: Ensar Neşriyat. Çetin, Abdurrahman. (2007). Peygamberimizin Ahlakı, İstanbul: Ensar Neşriyat. Draz, M. Abdullah. (2002). Kur’an Ahlakı. çev. Emrullah Yüksel - Ünver Günay. İstanbul: İz Yayıncılık. Erdem, Hüsameddin. (trz.). Ahlak Felsefesi. Konya: HÜ-ER Yayınları. _________. (1994). Ahlaka Giriş, Konya. _________. (1996). Son Dönem Osmanlı Düşüncesinde Ahlak. Konya: Sebat Matbaacılık Fındıkoğlu, Z. Fahri. (1944). Ahlak Tarihi. İstanbul. Gregorie, François. (1971). Büyük Ahlak Doktinleri. trc. Süreyya Cemal. İstanbul. Güler, İlhami. (2003). İman-Ahlak İlişkisi. Ankara: Ankara Okulu Yayınları. İbn Ebü'd-Dünya. (1989). Mekarimü'l-Ahlak. Beyrût: Dâru'l-Kütübi'l-İlmiyye. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 28 Hadis ve Ahlak İbn Hazm. (2005). Ahlak. çev: C. Erdemci - H. H. Bircan. Van: Bilge Adam Yayınları. İbn Miskeveyh. (1983). Ahlakı Olgunlaştırma. çev. A. Şener, C. Tunç, İ. Kayaoğlu. Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları. Kamil, Mehmet. (1330). Ahlaki Şeriyye Dersleri. İstanbul. Kandemir, Yaşar. (1986). Örneklerle İslam Ahlakı. İstanbul: Nesil Yayınları. Kınalı Zâde, Alâud-Dîn Ali Çelebi. (trz.). Ahlakı-Alâî. sdl. Hüseyin Algül. İstanbul: Tercüman 1001 Temel Eser Dizisi. Kılıç, Recep. (1992). Ahlakın Temelleri. Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. Koca, Suat. (2005). Erken Dönem Mekârim-i Ahlak Literatürünün Ahlak-Değer İlişkisi Bakımından İncelenmesi, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, AÜSBE, Ankara. Kutub, Muhammed. (1977). İslam Terbiye Metodu ve Ahlak Sistemi. trc. Ali Özek. İstanbul. Mustafa Rahmi. (1342). Ahlak. İstanbul. Naim, Babanzade Ahmed. (1963). İslam Ahlakının Esasları. İstanbul. Özlem, Doğan. (2004). Etik-Ahlak Felsefesi. İnkılâp Kitabevi. İstanbul. Pazarlı, Osman. (1980). İslâm’da Ahlak. Remzi Kitabevi. 2. Baskı. İstanbul. Şekerci, Osman. (t.r.z.). Kaynaklarımıza Göre İslam Terbiyesi. İstanbul. Turgut, Ali. (1980). Kur’an-ı Kerim’e Göre Ahlak Esasları. İstanbul: Şamil Yayınevi Ülken, Hilmi Ziya. (1946). Ahlak. İstanbul. Ürkmez, Ahmet. (2010). Ahlak Ekseninde Hadis. Ankara: Diyanet Vakfı Yayınları. Yaran, Cafer Sadık. (2010). Ahlak ve Etik. İstanbul: Rağbet Yayınları. _________. (2005). İslam’da Ahlakın Şartı Kaç: Dört Temel İslâmî Erdem. İstanbul: Elif Yayınları. Yetmen, Fahrunnisa. (1958). Ahlakın Temeli Nefis Terbiyesidir. Ankara: Akın Matbaası. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 29 HEDEFLER İÇİNDEKİLER İSLAM’DA AHLAKIN KAYNAĞI YAPTIRIMI VE İNSANIN DOĞASI • İslam'da Ahlakın Kaynağı ve Kapsamı • Ahlaki Yükümlülük ve Yaptırım • İnsanın Doğası ve Özgürlüğü İSLAM AHLAK ESASLARI • Bu üniteyi çalıştıktan sonra; • İslam'da ahlak ve İslam ahlakının önemini kavrayabilecek • İslam'da ahlakının kaynağını ve kapsamını anlayabilecek • İslam ahlakıyla bağlantılı olarak insanın doğası ve özgürlüğü konusunda bilgi sahibi olabileceksiniz ÜNİTE 3 İslam’da Ahlakın Kaynağı, Yaptırımı ve İnsanın Doğası GİRİŞ Ahlaka ilişkin yapılan tanım zenginliği temel bir noktaya işaret eder: Yaşamı Yönlendirme. Eğer bu çıkarım doğruysa, iyi ve kötünün bilgisine, yöneleceği amaca ve bunları gerçekleştirecek türden bilgi, güç ve iradeye sahip olmayan bir insan yaşamı yönlendiremez (Pazarlı, 1972: 12). Ahlak, son tahlilde, yaşamı yönlendirmeye yönelik ne yapmalıyım ile ne yapmamalıyım sorularını cevaplayan bir disiplin olarak görülür. Bu hâliyle ahlak, “yapılması ya da yapılmaması gereken kuralların izlenmesinden, ahlaki seçimlere yardımcı olan veya onları engelleyen motiflerden, ahlaki kararlar alırken eylemlerimizin sonuçlarının rolünden ve ahlaka uygun bir yaşam sürmekten söz eder. Farklı ahlak düzenleri, insanlık doğasının farklı anlayışlarını, ahlakın yönü ve temelini ve ahlaka uygun kararların biçimini, nasıl olmaları gerektiğini yansıtır. Modern ahlak felsefesinde bölünme çizgileri her iki yanda da düzenlenmiş olarak görülebilir” (Cook, 2004: 198). Ahlaka ilişkin yapılan tanım zenginliği temel bir noktaya işaret eder: Yaşamı Yönlendirmek İslam’da ahlaktan söz edilirken, bir yandan, öncelikle bir ‘Kur’an Ahlakı’na dikkat çekilir, öte yandan, Kur’an Ahlakı’nın yanında bir de bu ahlakı örneklerle zenginleştiren ve daha açık hale getiren ‘Hadis Ahlakı’ndan söz etmek gerekir. Gerçekte dile getirilen bu iki ahlak türü, hem kaynak hem de yapı itibariyle İslam Ahlakı’nı oluşturur. İslam’da ahlaktan söz edilirken, İslam ahlakı ile ne kastedilir? Doğrusu, “‘İslam Ahlakı’ terimi, İslamiyet’in sunmuş olduğu hayat tarzını anlamak için kullanılır. İlahi kaynaklı diğer dinlerde olduğu gibi İslamiyet de; din olarak, insanlığa bir hayat tarzı sunar. İnsanların nasıl yaşamaları gerektiğini, nasıl bir hayat sürdürürlerse mutlu olacaklarını öğretir” (Kılıç, 5). İslam‘da ahlaka yönelik kimi ayrışmalardan söz edilebilir: Kaynağını Kur’an ve Hadis’ten alan İslam Ahlakı. Kaynağını bir yandan Kur’an ve Hadis’ten diğer yandan Antikçağ ahlak felsefesinden alan İslam Ahlak Felsefesi (Yaran, 43). İslam ahlakı, birbirini tamamlayan öz ve yapılar hâlinde Kur’an Ahlakı ve Hadis Ahlakı olarak ikiye ayrışır. Buna göre, “İslam ahlak düşüncesi Kur’an ve Sünnet’le başlar. Bu iki kaynak dinî ve dünyevi hayatın genel çerçevesini çizmiş, ameli kurallarını belirlemiş, böylece daha sonra fıkıhçı ve hadisçiler, kelâmcılar, mutasavvıflar hatta filozoflar tarafından geliştirilecek olan ahlak anlayışlarının temelini oluşturmuştur”(Çağrıcı, 1989: 1). İslam Ahlak Felsefesi ise bu süreçten sonra başlar, dolayısıyla da Felsefi Ahlak, Fıkhi Ahlak, Tasavvufi Ahlak ve Kelami Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 İslam’da Ahlakın Kaynağı, Yaptırımı ve İnsanın Doğası Ahlak olmak üzere dört kategoriye ayrışır. Bununla birlikte, İslam’da ahlaka yönelik öne çıkan pratik açıdan değer taşıyan önemli bir ayrışma daha vardır. Şöyle denilir: İslam’da ahlak, ‘övülen ahlak’ ve ‘yerilen ahlak’ olarak iki kısma ayrışır. Ahlakın övülen kısmında, adalet ve ihsân gibi iyi ve güzel; yerilen kısmında ise kin ve yalan gibi kötü ve çirkin olan vardır(Pazarlı, 1972: 15). İslam’da ahlak ve İslam ahlakı konusunda şu ana dek verdiğimiz bilgiler, yalnızca ahlakın konusu ve kapsamı açısından değer taşımaz, aynı zamanda ahlakın kaynağı, insanın doğası ve özgürlüğü açısından da açıklayıcı bir öneme sahiptir. İSLAM’DA AHLAKIN KAYNAĞI VE KAPSAMI İslam’da Ahlakın Kaynağı İslam’da ahlakın kaynağı sorununu tartışmadan önce, hemen şunu ifade edelim ki, “doğasının gereği olarak ilk insandan beri ahlak, ahlak sorunları, ahlaki çözüm yolları ve ahlaki gelişim imkânı hep var olmuştur ve insan var olduğu sürece de her zaman var olacaktır” (Yaran, 12). İşte bu sorunlardan biri de kuşkusuz, ahlakın kaynağı sorunudur. Ahlakın kaynağı sorunu bağlamında ortaya konulan teorik çerçeve üç ayrı kaynağa işaret eder: Teoloji, Kozmoloji, Antropoloji. Ahlakın kaynağına ilişkin en çok bilinen çerçeve bundan ibarettir. İslam’da ahlakın kaynağı teolojik bir öz içerir. Bu nedenle ahlaka yönelik teolojik temellendirmeyi daha yakından tanımakta fayda vardır. İslam’da ahlakın kaynağı teolojik bir öz taşır. Ahlaka teolojik temel arama konusu, başka bir deyişle “iyi ile kötü arasındaki radikal ayrımı mutlağa bağlama teşebbüsü” insanlık tarihinde iki kategoriye ayrışır. Bu bağlamda, “ilk tezahür Doğu ve Yunan antikitesinde görünmüştür. Bu, ilkesi Çin’de Tao, Hindistan’da Rita, İran’da Urta… ve Yunanistan’da Dike olarak görünen evrensel bir anlam sürekliliği öğretisidir.” İkinci çaba ise İsrail oğulları örneğinde görülür. Daha sade bir ortamda kendini gösteren bu ikinci adım, oldukça net bir biçimde, Tanrı’yı merkeze alır(Buber, 2000: 119, 123). İslam’da ahlakın ilk kaynağı, her şeyden önce, Kur’an-ı Kerim’dir. Bu anlamda Kur’an, bir yandan bütün dinî hükümlerin dayandığı, öte yandan ahlaki hükümlerin çıkarıldığı temel bir kaynak niteliği taşır. “Elif lâm ra. (Bu), Rablerinin izniyle insanları karanlıktan aydınlığa çıkarıp o güçlü ve övgüye layık olan (Allah)ın yoluna iletmen için sana indirdiğimiz kitaptır.” (İbrahim/14: 1) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 İslam’da Ahlakın Kaynağı, Yaptırımı ve İnsanın Doğası “İşte o Kitap; kendisinde hiç şüphe yoktur; müttakiler için yol göstericidir.” (Bakara/2: 2) “Ramazan ayı, insanlara yol gösteren, hidayeti, doğruyu ve yanlışı ayırt edip açıklayan Kur’ân’ın indirildiği aydır.” (Bakara/2: 185) İslam ahlakı’nın ikinci kaynağı Hadis’tir. Başka bir deyişle, “Kur’an’dan sonra, İslam ahlakının en büyük kaynağını, Hz. Peygamber’in hayatı, sözleri ve yaşayış prensipleri teşkil etmektedir. Aynı zamanda bunlar, ameli ahlak alanında uyulması gereken esasları meydana getirirler”(Erdem, 1996: 20). Hz. Peygamber, model alınacak bir ahlaka sahiptir. . Doğrusu, İslam ahlakı’na kaynaklık etme açısından Hadis’in önemi, Peygamberimizin yaşantı, söz ve davranışlarıyla insanlar için ‘model’ olma özelliğinden ileri gelir. Nitekim her peygamber gibi Peygamberimiz, önce insan, sonra da Tanrı’nın insan için görevlendirdiği bir elçidir. Bu cümleden olarak Hz. Peygamberi ‘model’ almanın kimi koşulları vardır. Bu bağlamda şu iki temel nokta büyük önem taşır: Kur’an-ı Kerim’i iyi öğrenmek. Çünkü Hz. Peygamber, hayatını, büyük ölçüde yorumlayıcısı olacak şekilde Kur’an-ı Kerim’e göre yönlendirmiştir. Hz. Peygamber’in olaylar karşısında takındığı tavrı iyi algılamak gerekir. Bu algı, O’nun hayatını iyi öğrenmeye bağlıdır. O’nun hayatını gereği gibi öğrenmek ise hadisleri iyi öğrenmekten geçer(Kılıç, 7- 9). “Andolsun Allah’ın Elçisi’nde sizin için Allah’a ve ahret gününe kavuşmaya inanan ve Allah’ı çok anan kimseler için, (uyulacak) en güzel bir örnek vardır.” (Ahzâb/33: 21). “Ben ahlaki güzellikleri tamamlamak için gönderildim.” (Ahmed b. Hanbel, II, 381) “Allahım, beni güzel yarattığın gibi, ahlakımı da güzelleştir.” (Ahmed b. Hanbel, II/403). İslam’da ahlakı teolojik açıdan temellendirme bazı önemli noktaların öne çıkarılmasına işaret eder. Bu cümleden olarak, ahlakı teolojik açıdan temellendirme: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 İslam’da Ahlakın Kaynağı, Yaptırımı ve İnsanın Doğası Yalnızca görece oluştan kurtuluşu ifade etmez; aynı zamanda, iyi olanın yükselişini, kötü olanın ise alçalışını öngörür(Mevlânâ, 1991: Rubai No: 1239). Bu öngörüde, bireysel özgürlüğe de yer vardır. Varlığı farklı ve bir de öteki boyutlarıyla görme olanağı sağlar. Bu noktanın açığa kavuşmasında, acı çekmeyi neşelenmeye, üzülmeyi yenilenmeye iten faktör olarak gören insanlar örnek olarak verilebilir(Mevlânâ, 1991: Rubai No: 1277). İslam’da ahlakın ilk kaynağı Kur’an-ı Kerim, İkinci kaynağı ise Hadis’tir. Ahlakın içkin boyutunu sorun olmaktan çıkarmayı öngörür. Ahlakın görece oluşu, bu noktada aşılması gereken bir sorun olarak görülür. Nitekim evrenseli yakalama arzusunda olan insan açısından ahlakta içkin boyut ve görece oluş ahlakın en zayıf yönünü ya da yumuşak karnını ifade eder. Ahlak açısından önem taşıyan güçlü benlik, tutarlı kişilik, kontrol edilebilir davranış, davranış güzelliğinde görülen iyileşme, ahlaki kişiliğin iyileşmesi türü söylemlere öncelik öder. Bu bağlamda, İslam ahlakının ikinci kaynağı olarak, Hz. Peygamber’in söz ve davranış biçiminim yönlendirici etkisini iyi görmek gerekir. Öyle anlaşılıyor ki, İslam Ahlakı’nın temeli noktasında Kur’an ve Hadis’e atıfta bulunmanın önemi şu şekilde ortaya konabilir: “Kur’an-ı Kerim’de insanlara ahlak yolunu gösteren pek çok emirler vardır. Hadisler ise hayatın ve toplumun binlerce sorunlarını karşılayacak kadar zengindir.”(Pazarlı, 1972: 18-19). Sonuç olarak, İslam’da ahlakının temel kaynağının Kur’an ve Hadis olduğunu söylemek, İslam ahlakını Tanrı-merkezli düşünmek demektir. Genelde bir ahlakı, özelde ise İslam ahlakını Tanrı merkezli düşünmek, Tanrı’ya yönelik güç, bilgi, irade, hikmet ve adalet gibi kimi nitelemeleri öne çıkarır. İslam’da Ahlakın Kapsamı İslam ahlakı, teorik ve pratik olarak, sonuç elde etmek için gerekli olanı özünde barındır. Bu cümleden olarak, İslam’da ahlakın kapsamı; tanım, amaç, konu ve sorunsal olarak bunların birbirleriyle olan bağlantılarını içerir. Bu cümleden olarak, bize göre, İslam’da ahlakın kapsamı içinde öncelikle şu sorular yer alır: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 İslam’da Ahlakın Kaynağı, Yaptırımı ve İnsanın Doğası İslam, insana ne tür bir hayat tarzı sunar? İslam’ın insana sunduğu hayat tarzının nitelikleri nelerdir? Bu soruya verilecek açıklayıcı bir cevap, İslam ahlakının kaynağı sorunu tartışılırken de ifade edildiği gibi, “İslam’ın sunmuş olduğu hayat tarzının yani İslam Ahlakı’nın ne olduğunu en kısa yoldan öğreneceğimiz ilk kaynak, Kur’an-ı Kerim’dir. İkinci kaynak ise, hadis-i şerifler’dir”(Kılıç, 5). İslam’da ahlakın erişim alanı için ön görülen sınır nedir? Bu noktanın açılımı bağlamında öz olarak şöyle denilebilir: “İslam ahlakı, zaman ve mekân kaydı olmaksızın bütün hayatı içine almaktadır. Merkezde insan olmak üzere, insanın çevresindeki her şeyle olan münasebeti bu ahlak alanı içine girer”(Erdem, 1996:22). İslam’da ahlaklı olmaya niçin önem verilmiştir? İslam Ahlakı’nın ahlaklı olmaya verdiği önem, insanın sahip olduğu özden ileri gelmektedir. Zira insan, yalnızca akıl ve irade sahibi değil, aynı zamanda, egoist ve birlikte yaşam arzusunda olan bir varlıktır. İslam’da ahlakın evrensel içerikte oluşu ne ifade eder? Bu noktanın açılımı, günümüz insanının ahlaki gereksinimi açısından mutluluk ve adalete atıf yapmayı öngörür. Bu cümleden olarak, bir yandan, İslam Ahlakı’nın ilahi buyrukla olan bağlantısı ‘adalet’ temelinde tanrısal bir çerçeveye oturmuş görünür, öte yandan, teorik ve pratik ahlak alanında İslam’ın koyduğu ilkeler, iyi anlaşılmak koşuluyla, bütün insanlığın mutluluğunu karşılayacak genişlikte algılanır. İslam’da ahlakın teorik ve pratik olanla bağlantısı nedir? Genelde ahlak, özelde ise İslam ahlakı, hem teorik olarak en üst iyi üzerinde düşünür, hem de pratik olarak ödevin yerine getirilmesini öngörür. İslam’da ahlak ne tür ödev, yükümlülük ve yaptırım içerir? Ahlaki ödev, yükümlülük ve yaptırımın yalnızca İslam ahlakında görülen üç temel niteliği vardır: İslam ahlakı, insana tanıdığı geniş özgürlükle, yaşamını zaman ve koşullara uygun olarak düzenleme olanağı vermiştir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 İslam’da Ahlakın Kaynağı, Yaptırımı ve İnsanın Doğası Ortaya koyduğu ahlaki kurallarda anlaşılır bir yumuşaklık ve pratik bir hoşgörüye sahiptir. Ahlaki ödevleri sınırlandırır ve bir kategoriye tabi tutar(Draz, 1993: 27, 33, 41; Pazarlı, 1972: 114). Bu niteliklerden ilki, genel olarak insan doğasıyla; ikincisi yaşamın somut gerçekliğiyle; üçüncüsü ise fiilen kategorileşmeyle ilgilidir. Öyle anlaşılıyor ki, İslam’da ahlak dinî ve felsefi bir değer taşır. Öngörülen bu değer, İslam ahlakının; yalnızca tanım ve ayrışımında görülmez, aynı zamanda, içeriğine yönelik iyi, kötü, erdem, özgürlük, yükümlülük, yaptırım, sorumluluk, amaç, davranış, vb. gibi ahlaki kavramların tartışılmasında da görülür. İSLAM’DA AHLAKİ YÜKÜMLÜLÜK VE YAPTIRIM İslam’da Ahlaki Yükümlülük Yükümlülüğün kaynağı nedir? Bir yükümlülük, insana, neden, şu ya da bu işi yapmak zorunda olduğunu söyler? Doğrusu, yükümlülük, ahlak açısından ideal olanı gerçekleştirme konusunda duyduğumuz bir tür istek ve eğilimdir. Bu istek ve eğilimi gerçekleştirecek olan şey ise akıl ve istençtir. Burada hemen şunu ifade edelim ki, “yükümlülük, bir öğütle bir zorunluluk arasında orta bir yerdedir. Zorunluluktur, çünkü ona karşı direnilemez; bir öğüttür, çünkü biz onu tartışmak ve hatta uygulamamak hakkına sahibiz.”(Pazarlı, 1972: 100-101). Doğrusu, yükümlülüğün kaynağı sorunu, öteden beri ahlak filozoflarını meşgul etmiş görünmektedir. Bu soruya yönelik dört ayrı cevabın verildiği dikkat çekmektedir: Yükümsüz ve Yaptırımsız Ahlak Modeli Bu model, Fransız düşünür J. M. Guyau’a aittir. Ona göre, yükümlülüğün temelinde bireysel güçlü bir içgüdü vardır. Sözü edilen bu içgüdü, yaşama engel olan pürüzleri ortadan kaldırırken kendi ahlak yasasını da yapmış olur. Bu cümleden olarak, Guyau’ya göre, ‘mecburum, öyleyse yapmalıyım’ yerine, ‘yapabilirim, öyleyse mecburum’ denilmelidir. Bununla birlikte, Guyau’da ahlaki idealin bulunmaması, yükümsüz ve yaptırımsız ahlak modelinin en zayıf noktasını oluşturur. Gerçekte, yükümlülük olmadan bir ahlak kuralı düşünmek olası gözükmez ve yükümlülük, içgüdüsel bir baskı hâline geldiğinde, ahlaki özelliğini kaybeder. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 İslam’da Ahlakın Kaynağı, Yaptırımı ve İnsanın Doğası Yükümlülüğü Çağrışımdan Alan Ahlak Modeli Bu model, büyük ölçüde, İngiliz filozofu S. Mill’in görüşlerini içerir. Bu model için en temel ahlak yasası çağrışımdır. Birey, çağrışım yoluyla yaptığı bir davranış ile bu davranışın meydana getirdiği sonucu zorunlu olarak birbirine bağlar. Böylece etkin bir çağrışım ortaya çıkar ve sonuçta, bu çağrışıma bağlı olarak, yükümlülüğün emredici doğası belirmiş olur. Bu modelin eleştiriye açık en önemli noktası, amaç olarak ahlakın, çağrışımdan daha fazla bir şey olduğu gerçeğinde görülür. İslam’da ahlak açısından, yükümlülük, zorunluluk değildir. Çünkü zorunluluk, olmazlık edemeyen bir şeyin özüdür Yükümlülüğü Pratik Akıldan Alan Ahlak Modeli Bu model, Alman filozof I. Kant’a aittir. Bu modele göre, yükümlülüğün kaynağı ne içgüdü, ne de çağrışımdır; aksine pratik akıldır. Kant’a göre, pratik akıl, eylemlerimizi idare eder. Bu noktada pratik akıl, sözgelimi “davranışın genel bir ilke olacak şekilde davran” türü maksimler ışığında ahlaki davranışları yönlendirir. Bununla birlikte, Kant’ın öngördüğü ahlak modelinde yücelik ve ideal olsa da, anılan modelde, bir yandan ahlakın duygusal yönünün, öte yandan yükümlülük duygusunun ihmali önemli bir eksiklik olarak görülür. Yükümlülüğü Tanrısal İradeden Alan Ahlak Modeli Bu model, en özgün bir biçimde, İslam ahlakı tarafından temsil edilir. İslam’da ahlak, bu anlamda, teolojik ve rasyonel bir öz taşır. Teolojiktir, çünkü doğa-üstü bir kaynaktan beslenir; rasyoneldir; çünkü ön gördüğü ilkeler akıl ve akıl yürütmelerle güçlenir. Bu nedenle denebilir ki, “İslam ahlakı, Kur’an ve Hadislerle de sınırlı kalmamış, icma’ ve kıyas gibi metotlarla da kaidelerini geliştirmiş ve daha da zenginleştirmiştir”(Erdem, 1996: 21). Bu yönden de İslam ahlakı, büyüyen ve gelişen bir ahlaktır. İslam’da ahlak açısından, yükümlülük, zorunluluk değildir. Çünkü zorunluluk, olmazlık edemeyen bir şeyin özüdür; nitekim 2X2=4 eder denildiğinde, bu çarpımın dört etmemesi olanaksızdır. Buna karşılık, yükümlülükte, seçim ve istem vardır. İslam’da yükümlü insan, iç ve dış güçlerin zorlamasına rağmen, seçime ve isteme bilincine sahiptir. Bu anlamda seçimde, seçme; istemde seçileni yapma gücü vardır. Buna göre, yükümlülük söz konusu olunca, iki önemli husus öne çıkar: İnsan, ahlak açısından, kimi şeyleri yapma konusunda kendisini zorunlu hisseder; Bu hissetme, kelimenin güçlü yükümlülüktür(Pazarlı, 1972: 101). Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi anlamında zorunluluk değil, bir 8 İslam’da Ahlakın Kaynağı, Yaptırımı ve İnsanın Doğası İslam ahlakı açısından, yükümlülük düşüncesi son derece gelişmiştir. Zira yükümlülük olmasaydı, sorumluluk olmazdı; sorumluluk olmasaydı, adalet yerini bulmazdı. İslam’da ahlaka yönelik öngörülen yükümlülük: Evrensel bir öz taşır. Bu şekilde ön görülen yükümlülük; hem içerik olarak buyruk, hem de anılan buyruğa konu olma açısından erdem-erdemsizlik, yakın-yabancı, zengin-fakir, dost-düşman ilişkileri açısından evrenseldir. Egzistansiyal değil, düşünsel bir zorunluluktur. Bu anlamda ahlaki olan bir yükümlülük, olması gerekli bir şey olarak, kendini istence kabul ettirir. Bu bağlamda ortaya çıkan şey, bir gerçeklik hükmü değil, bir değer hükmüdür. Analitik ve statik değil, sentetik ve dinamik bir görünüm arz eder. Çünkü gerçeğe, ahlak açısından, ancak istemli ve özgür olan bir öznenin davranışıyla yaklaşılmaktadır. Ahlaki bir davranışı, bilinçsiz, istemsiz ya da amaçsız bir nedene dayandırmaz. Bu bağlamda özne, davranışın yalnızca fiziksel boyutu üzerine odaklanmaz, aynı zamanda, zorunlu yönünü de dikkate almak durumundadır (Draz, 1993: 22-27). Sonuç olarak, İslam’da yükümlülüğünü tanrısal güç, bilgi, irade, hikmet ve adaletten alan bir ahlak anlayışı söz konusudur. Bu tür bir yükümlülük anlayışının, sözü edilen tanrısal nitelemelerin yanında, evrensellik, sorumluluk, bilgi, bilinç, istem, güç ve amaç gibi yüksek ahlaki değerlerle de bir bütünlük arz edeceği son derece açıktır. İslam’da Ahlaki Yaptırım ve Sorumluluk Yükümlük, beraberinde iki temel kavramı getirir. Bunlardan biri yaptırım diğeri ise sorumluluktur. Bu üç kavram arasında sıkı bir ahlaki bağ vardır. Biz, önce yaptırım üzerinde durmak istiyoruz. Yaptırım Yaptırım, “tabilerinin tutumuna kanunun tepkisi” olarak tanımlanır(Draz, 1993:133). Bu cümleden olarak, “bir kanuna uymak veya muhalefet etmek neticesinde o kanunun o kişiye yüklediği mükâfat veya cezanın tanımına o kanunun yaptırımı denilir”(Erdem, 2009: 97). Daha açık bir ifadeyle yaptırım “insanı bir işi yapmaya veya terk etmeye zorlayan kanun gücü anlamına gelmektedir”(Çağrıcı 2006: 156). Bu bağlamda, hukuksal, sosyal, dinî ve ahlaki birtakım yaptırımlar söz konusudur. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 İslam’da Ahlakın Kaynağı, Yaptırımı ve İnsanın Doğası Genel olarak ifade etmek gerekirse, ahlaki bir yaptırım, koruyacağı kurala göre ya bir araç ya da bir amaç işlevi görebilir. Bir araç işlevi görebilir; çünkü mükâfat görme ümidi ve mücazat görme korkusu ile ahlaki yaptırıma saygı sağlanır. Bir amaç işlevi görür; çünkü ahlaki yaptırım, erdem ile mutluluk arasında denge kurmak ve adaleti gerçekleştirmek için ahlaki kurala eşlik eder(Pazarlı, 1972: 129). Kur’an’ın öngördüğü yaptırım, yalnızca amacı yönünden değil, aynı zamanda yöntemi yönünden de evrenseldir. Yaptırım konusunda, Kur’an’ın, Tevrat ve İncil ile karşılaştırılması hâlinde, şu türden bir çarpıcı sonuç ortaya çıkar: Vaat edilen mutluluğu; Tevrat bu dünyanın nimetlerine, İncil neredeyse bütünüyle cennete indirgerken, Kur’an, her iki anlayışı kuşatmak ve uzlaştırmak amacındadır. Bu cümleden olarak Kur’an, doğrular için olduğu kadar, suçlular için de tanrısal bir karşılığın var olduğunu kesin ve keskin bir dil ile ifade eder. Böylece, Kur’an’ın öngördüğü yaptırım, yalnızca amacı yönünden değil, aynı zamanda yöntemi yönünden de evrenseldir(Draz, 1993: 182, 221). İslam’da ahlak açısından, bir yandan, bir davranışın yapılmasından duyulan hoşnutluk ya da vicdan azabı, öte yandan Kur’an’da ibret alınması gereken örnekler olarak anlatılan kıssalar birer yaptırım olarak görülür. Yine bu cümleden olarak, insana en yakın olan bilinci ve vicdanı, İslam ahlakı açısından, bir şekilde insanı denetleyen bir memur olarak işlev yüklenirler. Dahası; yine İslam ahlakı açısından, tövbe, onarıcı ve önemli bir yaptırımdır ve tövbede istencin çok karmaşık bir durumu ortaya çıkar. Tövbenin bireysel davranış açısından içerdiği yaptırım gücü, kendini, ‘düzeltmek’ ve ‘iyi olanı yapmak’ gibi noktalarda daha güçlü hissettirir. İslam’da ahlak açısından yaptırımlar karşısında insanların durumu üç şekilde görülebilir: Yaşam boyu işlediğimiz iyilik ve kötülükler, özgürlüğümüz, çabamız ve amacımızın denetleyicisi ve motive edicisi olarak görülür. İyiler, bu dünyada karşılaştıkları acı ve güçlüklerle, zaman zaman en küçük hatalarını bile öderler. Kötüler ise yine bu dünyada yaptıkları iyiliklerin karşılığından mahrum bırakılmazlar. İyiler ile kötülerin ödül ve ceza gerektiren davranışları, ölüm ötesi hayatta tam olarak karşılığını bulur(Draz, 1993: 192-193). Sonuç olarak, İslam’da ahlaki yaptırım söz konusu olunca, vicdan, tövbe ve kıssa; akıl, istem, istenç ve bilince sahip olan insanı denetleyici güçler olarak görülür. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 İslam’da Ahlakın Kaynağı, Yaptırımı ve İnsanın Doğası Sorumluluk Sorumluluk, istemli ve akıllı bir varlığın, eylemde bulunurken, yaptırımlara konu olması şeklinde tanımlanır(Pazarlı, 1972: 121). Bu bağlamda daha başka tanımlardan da söz edilebilir. Sözgelimi: “sebeplerini bilerek, isteyerek ve arzuyla yaptığımız bir iş hakkında cevap vermekle sorumlu tutulmak” … “fiillerin hesabını vermeye hazır olmak” … “vazifeden ayrılmayan şey”(Erdem, 2009, s. 88) vb. İslam’da ahlak söz konusu olunca, ahlaki sorumluluğun olması için kimi koşullar gerekir. Bunlar öz olarak şöyle ifade edilebilir: Ahlaki kuralın varlığı, Ahlaki kuralın bilinmesi, Niyetin bulunması, Bireyin özgür olması (Pazarlı, 1972: 123-124). İslam’da ahlaki sorumluluk koşulsuz değildir. Ahlaki sorumluluğu belirleyen koşullar, herkes için, eşit derecede işlevsel olmaz. Bu nedenle ahlaki sorumluluk, bireyin konumuna, zamana ve mekâna göre değişir. Bu cümleden olarak, iyi ve kötü anlayışını bulandıran bir engel, bireysel özgürlüğü ve ahlaki sorumluluğu da etkiler. Nitekim kendi kendimizin neden olmadığı ileri sürülmek koşuluyla, bilmezlik, tutku, sarhoşluk, delilik ve zorlama ahlaki sorumluluğu sınırlayan etkenler arasında sayılır. İslam ahlakı açısından sorumluluğun özellikleri şu şekilde ortaya konabilir: İslam ahlakı açısından sorumluluk kişiseldir. Bu nedenle, İslam ahlakında asli günah yoktur ve insan, sergileyeceği bir davranış konusunda, herhangi bir müdahale olmaksızın, onu yapmakta veya yapmamakta özgürdür. İslam ahlakında, birey, önceden kuralı belirtilmeyen bir davranış nedeniyle sorumlu tutulmaz. Bu cümleden olarak, “gerçekte Allah, ödevlerinden habersiz olan toplumları helak etmeyi haksız bulduğu için, sorumluluklarını başlatmadan önce insanlara öğretmeyi bizzat kendisine bir vazife kılmaktadır” İslam ahlakı açısından sorumluluk bize iki şey ilham eder: Bunlardan biri, yapabilme duygusudur; bu güçtür. Diğeri ise boyun eğme duygusudur; bu ise ödevdir(Draz, 1993: 72-87). Sonuç olarak, İslam’da ahlak söz konusu olunca ahlaki yaptırım ve sorumluluk sıradan ve gelişigüzel bir biçimde tasarımlanmış değildir. Bu çıkarım, bir yandan yaptırım karşısında inanların bulunduğu konumun, öte yandan Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 İslam’da Ahlakın Kaynağı, Yaptırımı ve İnsanın Doğası sorumluluğu oluşturan niteliklerin dikkate alınması hâlinde oldukça net bir biçimde anlaşılmaktadır. İSLAM’DA İNSANIN DOĞASI VE ÖZGÜRLÜĞÜ İslam’da İnsanın Doğası Ahlaki koordinatların mutlaklığı, yalnızca Mutlakla kişisel bir ilişkiden doğabilir. Öyleyse, genelde ahlak, özelde ise İslam’da ahlak açısından insanın doğası ve özgürlüğü son derece önemlidir. İslam ahlakı açısından, Kur’an-ı Kerim, insan doğasının bütünüyle kötü ve onulmaz bir biçimde bozulmuş olduğunu kabul etmez. Aksine, bir yandan, insanın en güzel şekilde yaratıldığını, öte yandan, güzel eylemlerde bulunmayanların kararsız bir öze sahip olduklarını ifade eder. Doğrusu, insan doğası açısından önem taşıyan bir husus, bir yandan insanın kendiyle barışık olması, öte yandan ötekiyle özgürce yaşaması ise, bunu sağlayan şey kuşkusuz ahlaktan ve ahlaklı olmaktan geçer. Yine bu cümleden olarak, eğer, ahlak aynı zamanda “yaratılışın temel ilkesi ve düzeni” olarak görülebilirse, bu ilkeyi ve ötekiyle özgürce yaşamayı insan doğasına yerleştiren varlık Tanrı’dır. Gerek ahlakın gerekse ahlak felsefesinin temel sorunları, her şeyden önce insan doğasının özellikleriyle ilgilidir. İnsan, ne mutlak anlamda özgür ne de tüm yönleriyle kadere mahkûmdur. Aynı şekilde yaratılış itibariyle ne tamamen iyi ve özgeci ne de tamamen kötü ve bencildir. Aksine insan, iyiye eğilimi biraz daha fazla olmakla birlikte doğuştan hem iyiliğe hem de kötülüğe yatkın olarak, hem külli bir kader çerçevesinde hem de yadsınamayacak özgürlük niteliklerine sahip olarak dünyaya gelen bir varlıktır” (Yaran, 12). Bu nedenle, insanın, ahlak ve ahlaki olanla bağlantısı yadsınamaz ve “insan; irade sahibi olduğu ve eylemlerini kendi seçimleriyle yaptığı için ahlaki bir değerlendirmeye tabi tutulur ve ahlaklı veya ahlaksız diye isimlendirilir”(Kılıç, 2). Ahlak ve ahlaka dayalı bir yaşantı içinde “doğru davranış modeli”, “erdemlilik düzeni”, “etik olanla mutlak arasındaki bağlantı”, “adil olanın tasdiki”, “adil olmayanın üstesinden gelinme”, “kişisel dürüstlük” (Buber, 2000:119, 121, 124, 140) gibi değer, değerlendirme, tutum ve davranışlar söz konusu olunca, doğası gereği, “insan gerçekliğin karşısında salt seyirci olarak durmaz. Yalnız seyretmekle kalmaz, değerlendirir de; bu gerçekliği güzel ya da çirkin, iyi ya da kötü, acı ya da tatlı, soylu ya da soysuz, kutlu ya da kutsuz … bulur.” (Bochenski, 2005: 61). Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 İslam’da Ahlakın Kaynağı, Yaptırımı ve İnsanın Doğası Doğrusu; İslam’da ahlak söz konusu olunca, bir yandan, “yaratılmış varlıklar arasında insanın özel ve şerefli bir yeri vardır” (Kılıç, 11). Öte yandan ahlak, “doğrudan doğruya insanı konu olarak alır. İnsanı, bütün varlıkların en üstün ve mükemmel bir yaratığı hâline getirmek ister.” (Pazarlı, 1972: 14). İslam’da tanrısal iradenin varlığı, ahlak açısından insanı sorumsuz yapmaz. “Biz insanı en güzel biçimde yarattık.” (Tin/95: 4) İslam’da ahlakla bağlantılı olarak, “insanın ahlaken övülüp yerilmesinin sebeplerini, insan tabiatında aramak gerekir” (Kılıç, 2). Bu türden bir çıkarımın doğal sonucu olarak, “ahlakın konusu insanın fiil ve hareketleridir. Çünkü insan, yaratıkların en seçkini olarak yaratılmış, akıl ve irade ile bütün canlıların en mükemmeli ve üstünü olmak niteliğini kazanmıştır” (Pazarlı, 1972: 16). Bu nedenle Kur’an, çeşitli biçimler altında iyilik ve kötülüğe ilişkin uygulamanın insan ruhunda oluşturduğu etkiyi, iyi ahlakın güzellikleri ve kötü ahlakın çirkinlikleri ifadesiyle ortaya koymuştur. Sonuç olarak, İslam’da ahlaka yönelik tanrısal iradenin belirleyici oluşu teolojik açıdan gerekli görülür. Ancak böylesi bir çıkarım, insanın özgür olamayacağı anlamına gelmez. İslam ahlakında ahlaki bir çözüm konusunda, bireysel özgürlük, tanrısal özgürlüğün yanındadır. Doğrusu, insan açısından, “ahlak, özgürlüğün zorunlu sonucu olduğu için, her nerede özgürlük varsa, orada kaçınılmaz olarak iyi ile kötü arasında seçim yapmak ve buna göre eylemde bulunmak olan ahlak da vardır”(Yaran, 9). Biraz sonra üzerinde duracağımız üzere, ahlaki alanda özgürlüğe yapılan kesin vurgu, bireyin ahlaklı olma açısından benliğini pozitif gelişimin konusu yapabileceğine olan inancı güçlendirmektedir. İslam’da İnsanın Özgürlüğü Din ve felsefe açısından insana özgü özgürlüğün, ‘zorlamanın yokluğu’, ‘tutuklu olmayan bir varlığın hâli’, ‘bir eylemde bulunma veya bulunmama gücü’ gibi farklı anlamlarda kullanıldığı görülür. Bununla birlikte, insana özgü özgürlük söz konusu olunca, yapma ve isteme iki temel kavram olarak öne çıkar. Bu cümleden olarak, bir açıdan, insanın istediğini yapması, yapma özgürlüğü istediğini istemesi ise isteme özgürlüğü olarak görülür. Bir diğer açıdan ise, bir sorun olarak özgürlüğün büyük ölçüde iki ayrı doktrini karşı karşıya getirdiği dikkat çeker: Determinizm ve Endeterminizm. Determinizmi anlatmada güzel bir örnek, kuzular ile kaplanlara yapılan atıftır. Bu doktrine göre, kuzu ve kaplan gibi, değişmeyen iyi Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 İslam’da Ahlakın Kaynağı, Yaptırımı ve İnsanın Doğası insanlar ve kötü insanlar vardır ve insandan doğan bir eylem, üçgen örneğinde olduğu gibi, mantıksal bir zorunlulukla açıklanır. Buna karşılık endeterminizme göre amaçlı bir eyleme yönelik olarak taşıdığımız sorumluluk kesin bir şey olarak kabul edilir ve ancak özgürlükle açıklanabilir. Bu sonuncu doktrine göre, pratik yaşamın olağan koşulları içinde, istemek yapabilmektir. İnsana özgü özgürlük konusunda, İslam düşüncesinde, üç farklı akımın ortaya çıktığı görülmektedir: Ehl-i Sünnet’in Görüşü: Bu akıma göre, iki karşıttan birinin bizim tarafımızdan seçilebilmesi için, belirleyici bir nedenin bulunması gerekir. Bu neden olmadığı sürece, seçilecek olan şey; proje hâlinde kalır ve asla davranışa dökülemez. Sorumluluk insana insan olduğunu hatırlatan önemli bir duygudur. Havarizmî ve Zemahşerî’nin Görüşü: Bu görüşe göre, iki karşıttan birini seçmede belirleyici bir nedenin gereğinden daha çok tercihe değer bir nedenle yetinmek öne çıkar. Mu’tezile’nin Görüşü: Konuya bu görüş açısından bakıldığında, iki karşıttan birini seçme konusunda özgür istencin dışında başka bir şeyin gerekmediği öngörülür. Bu görüş yanlılarına göre, özgür istenç bir atılımdır; yabancı bir şey, özgür istenci ne meyle zorlar, ne de ona bir şey katar. Özgürlüğe ilişkin yukarıdaki yaklaşımlar dikkate alındığında, burada sözü edilen özgürlük; ne insanın dilediği gibi eylemde bulunması, ne de nedenleri olmayan salt bir seçim olarak görülür. Çünkü insana özgü mutlak özgürlük diye bir şey söz konusu olamaz; nitekim aksi bir durum, her açıdan, ahlakın anlam ve değerini ortadan kaldırır. Bir seçim yapmak için özgürsek, yaptıklarımızdan sorumluyuz. İslam ahlakı, Tanrı’yı, insan özgürlüğünü deyim yerindeyse ‘hiçe sayan’ bir varlık olarak görmez. Nitekim Kur’an, insanın, kendi iç varlığını temizlemek ve iyileştirmek veya karartmak ve fesada uğratmak şeklinde çift yönlü bir güce sahip olduğunu ifade eder. Bu cümleden olarak, değer koyan bir varlık olarak Tanrı; insanı, ahlaki olanı yaşayacak ve değerlendirebilecek güç, akıl ve bilgi ile donatmış bir varlıktır. Dahası; Kur’an’ın bize öğrettiğine göre, insan, iyi ve kötü duygusunu kabul etmiş bulunmaktadır. Yine bu cümleden olarak insan, İslam ahlakı açısından, görüş keskinliği ile donatılmış ve ona, öncesinde, erdem ve erdemsizlik yolları öğretilmiştir. Kur’an ışığında konuyu biraz daha açacak olursak, şöyle denilebilir. İnsan: Gelecekteki davranışlarını önceden kestiremez. İç varlığını iyileştirme ve bozma konusunda bir güce sahiptir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 İslam’da Ahlakın Kaynağı, Yaptırımı ve İnsanın Doğası Kararlarına baskı yapacak yönlendiricilerinin güçsüzlüğünün bilincindedir. İhtiras ve körü körüne taklide mahkûm olmadığı konusunda bilgilidir (Draz, 1993: 109-110). Gerçi, çok sayıda faktör tarafından koşullandırılmış olmamız şüphe götürmez bir gerçektir. Bununla birlikte, insana özgü özgürlük ile determinizm arasındaki fark, determinizmin insan özgürlüğü ve seçimi için hiçbir alan bırakmamasıdır. Oysa özgürlük, determinizme rağmen, yine de kendisine özgü bir alanın var olduğunu ileri sürer. Bu cümleden olarak, özgürlük bağlamında, ahlak ile ilgili iki ayrı çıkarım şu şekilde ortaya konabilir: Bir seçim yapmak için özgürsek, yaptıklarımızdan sorumluyuz. Bu durumda, suçlama ve şükretmeye ek olarak, sahip olduğumuz değerlere bağlı olarak eylemde bulunuruz. Eğer bir seçimde bulunmak için koşullanmışsak, yaptıklarımızda seçme özgürlüğüne sahip değiliz demektir. Bu durumda, seçim ve değerden esinlenerek yaptığımızı düşündüğümüz ahlaki eylemler konusunda konuşmanın bir mantığı olduğunu söyleyemeyiz. Sonuç olarak, gerçi kim olduğumuz, neye inandığımız, dünyayı nasıl algıladığımız, ahlaki bir seçim yaparken bizi etkiler; ancak, insana özgü özgürlüğün tanrısal iradenin erim alanı içinde özel bir yeri vardır. Bu nedenle İslam Ahlakı’nda tanrısal bilgi, güç, irade, hikmet ve adalet olması gerekeni belirler ve insan, olması gerekene ek kimi değerlendirmelerde bulunarak, belirlenen bu alan içinde özgürce hareket eder. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 Özet İslam’da Ahlakın Kaynağı, Yaptırımı ve İnsanın Doğası •İslam’da ahlakının temel kaynağının Kur’an ve Hadis olduğunu söylemek, İslam ahlakını Tanrı-merkezli düşünmek demektir. Genelde bir ahlakı, özelde ise İslam ahlakını Tanrı merkezli düşünmek, Tanrı’ya yönelik güç, bilgi, irade, hikmet ve adalet gibi kimi nitelemeleri öne çıkarır. •İslam’da ahlak dini ve felsefi bir değer taşır. Öngörülen bu değer, İslam ahlakının; yalnızca tanım ve ayrışımında görülmez, aynı zamanda, içeriğine yönelik iyi, kötü, erdem, özgürlük, yükümlülük, yaptırım, sorumluluk, amaç, davranış, vb. gibi ahlaki kavramların tartışılmasında da görülür. •İslam’da yükümlülüğünü tanrısal güç, bilgi, irade , hikmet ve adaletten alan bir ahlak anlayışı söz konusudur. Bu tür bir yükümlülük anlayışının, sözü edilen tanrısal nitelemelerin yanında, evrensellik, sorumluluk, bilgi, bilinç, istem, güç ve amaç gibi yüksek ahlaki değerlerle de bir bütünlük arz edeceği son derece açıktır. •İslam ahlakı açısından, ahlakı yaptırım ve sorumluluk sıradan ve gelişigüzel bir biçimde tasarımlanmış değildir. Bu çıkarım, bir yandan yaptırım karşısında inanların bulunduğu konumun, öte yandan sorumluluğu oluşturan niteliklerin dikkate alınması hâlinde oldukça net bir biçimde anlaşılmaktadır. •İslam’da ahlaka yönelik tanrısal iradenin belirleyiciliği teolojik açıdan gerekli görülür. Ancak böylesi bir çıkarım, insanın özgür olamayacağı anlamına gelmez. İslam ahlakında ahlaki bir çözüm konusunda, bireysel özgürlük, tanrısal özgürlüğün yanında yer alır. Bu anlamda, ahlaki alanda özgürlüğe yapılan kesin vurgu, bireyin ahlaklı olma açısından benliğini pozitif gelişimin konusu yapabileceğine olan inancı güçlendirmektedir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 Ödev Tartışma İslam’da Ahlakın Kaynağı, Yaptırımı ve İnsanın Doğası • İslam'da ahlakın kaynağı, kapsamı, yaptırım, yükümlülük ve insan özgürlüğü konusunda öğrendiklerinizi düşüncelerinizi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “tartışma forumu” bölümünde paylaşabilirsiniz • İslam'da ahlakı, diğer dinlerin ahlak konusundaki görüşleriyle karşılaştırmalı bir biçimde tartışan 300 kelimelik bir ödev hazırlayınız ve bunu arkadaşlarınızla paylaşınız. • Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 İslam’da Ahlakın Kaynağı, Yaptırımı ve İnsanın Doğası DEĞERLENDİRME SORULARI Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. 1. İslam’da ahlakın temelinin İlk kaynağının Kur’an-ı Kerim olduğunu söylemek hangi temellendirmeye işaret eder? a) Kozmolojik temellendirme b)Antropolojik temellendirme c)Teolojik temellendirme d) Emprik temellendirme e) Hiçbiri 2. Ahlaki açıdan bir seçimde bulunurken en çok bizi ne etkiler? a) Kim olduğumuz, b) Neye inandığımız c) Dünyayı nasıl algıladığımız d) Ne tür bir iradeye sahip olduğumuz e) Ne ölçüde bilgili olduğumuz 3. İslam ahlakı açısından sorumluluk bize ne yüklemez? a) Özgür irade bilinci b) Yapabilme gücü c) Boyun eğme d) Vicdan azabı e) Asli günah duygusu 4. Ahlak felsefesi açısından iyi ile kötü arasındaki ayırımı Aşkın olana bağlama girişimi ne ifade eder? a) Özgür iradenin yansımasını b) Ahlakta sorumluluğun önemi c) Vicdan azabının gücünü d) Ahlakı temellendirmeyi e) Hiçbiri Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 İslam’da Ahlakın Kaynağı, Yaptırımı ve İnsanın Doğası 5. Aşağıdaki hangisi İslam ahlakı açısından sorumluluğu gerekli kılar? a) Ahlaki kuralın varlığı, b) Ahlaki kuralın bilinmesi, c) Niyetin bulunması, d) Bireyin özgür olması e) Hepsi Cevap Anahtarı 1.c 2.d 3.e 4.d 5.e YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR İbn Hanbel, Müsned, İstanbul, 1982. Akseki, Ahmet Hamdi, Ahlak İlmi ve İslam Ahlakı: Ahlak Dersleri, Nur Yayınları, Ankara, trs. Babanzade Ahmet Naim, İslam Ahlakının Esasları, Notlarla Sadeleştiren: Recep Kılıç, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 1995. Buber, Martin, Tanrı Tutulması, çev.: Abdüllatif Tüzer, Lotus Yayınevi, Ankara, 2000. Bochenski, J. M., Felsefece Düşünmenin Yolları, çev.: Kurtuluş Dinçer, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara, 2005. Bolay, Süleyman Hayri, Felsefeye Giriş, Akçağ Yayınları, Ankara, 2004. Bulaç, Ali, Bilgi Neyi Bilmektir, Bakış Yayınları, İstanbul, 2003. Cevizci, Ahmet, Etiğe Giriş, Paradigma Yayınları, İstanbul, 2002. Comte-Sponville, André, Felsefeyi Takdimimdir, çev.: S. Seza Yılancıoğlu, Altın Kitaplar, İstanbul, 2006. Cook, David, Filozoflar ve İnanç, çev.: Leyla Güleç, Haberci, İstanbul, 2004. Çağrıcı, Mustafa, “Ahlak”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C, 2, İstanbul, 1989. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 İslam’da Ahlakın Kaynağı, Yaptırımı ve İnsanın Doğası Çağrıcı, Mustafa, Anahatlarıyla İslam Ahlakı, Ensar Neşriyat, İstanbul, 2006. Draz, M. A., Kur’an Ahlakı, çev.: Emrullah Yüksel – Ünver Günay, İz yayıncılık, İstanbul, 1993. Erdem, Hüsameddin, Ahlak Felsefesi, Hü-er Yayınları, Konya, 2009. Erdem, Hüsameddin, Son Devir Osmanlı Düşüncesinde Ahlak, Sebat Ofset Matbaacılık, Konya, 1996. Heineman, Fritz, “Etik”, Günümüzde Felsefe Akımları, der. ve çev.: Doğan Özlem, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 1997. Kılıç, Recep, Ayet ve Hadislerin Işığında İnsan ve Ahlak, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 1995. Kılıç, Recep, Ahlakın Dini Temeli, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 1992. Kur’an-ı Kerim, (Süleyman Ateş çevirisi) Mevlana, Hz. Mevlana’nın Rubaileri. çev.: Şefik Can, C. II, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 1991. Öner, Necati, İnsan Hürriyeti, Selçuk Yayınları, Ankara, 1982. Pazarlı, Osman, İslamda Ahlak, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1972. Muhammed Ali Sadat, İslam Ahlakı, çev.: Cemil Sönmez, Bilge Adamlar, Van, 2009. Thompson, Mel, Kendi Kendinize Felsefe Öğrenin, çev.: Meliha Tekin, Pegasus Yayınları, İstanbul, 2008. Yaran, Cafer S., Ahlak ve Etik, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2010 Yaran, Cafer S., İslam Ahlak Felsefesine Giriş, Değerler Eğitimi Merkezi Yayınları, İstanbul, 2011. Yasa, Metin, “Bir Modern Ahlak Sorunu Olarak Ekolojik Sorumluluk ve Doğal Çevreyi Anlama ve Korumada İnsana Düşen Yükümlülük”, Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nin düzenlediği Modern Çağda Ahlak Sempozyumu (7-8 Mayıs), Konya, 2010. (Sunulmuş ve yayına hazır bildiri). Yasa, Metin, İbn Arabi’de Tanrı Merkezli Bütünü Anlamaya Yönelik Bir Metot Olarak Paradoksal Konuşmak, Elis Yayınları, Ankara, 2007. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 HEDEFLER İÇİNDEKİLER DİNÎ AHLAK VE DİNÎ AHLAKA GÖRE İSLAM AHLAK ESASLARI • Dinî ahlaka göre İslam ahlak esasları • Allah’a iman ve kulluk • Allah ve Peygamber sevgisi • Allah’ın nimetlerine karşı şükür ve kanaat • Allah'a tevekkül ve kazaya rıza göstermek • Korku ve ümitle Allah’a yalvarma ve bağlanma • Bu üniteyi çalıştıktan sonra; • Dinî ahlakın ne olduğunu kavrayabilecek • Dinî ahlaka göre İslam ahlakının esaslarını anlayabilecek • İslam’daki temel ahlak kurallarını değerlendirebileceksiniz. İSLAM AHLAK ESASLARI ÜNİTE 4 Dinî Ahlak ve Dinî Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları GİRİŞ Düşünce tarihinde ahlakın otonomluğu, dinden bağımsızlığı bazı düşünürler tarafından tartışılmakla birlikte, ahlakın kaynağında dinin olduğu genel kabul görmektedir. Ahlakın kaynağında dinin olduğu anlayışına, dinî ahlak adı verilmektedir. Dinî ahlakta, ahlaki değer olan iyiyle kötünün tayini, ilahî otoriteye bırakılmıştır. DİNÎ AHLAKA GÖRE İSLAM AHLAK ESASLARI İlâhiyatçı ahlak olarak da adlandırılan dinî ahlak, ahlaki ilkelerin tabiatüstü bir güçten kaynaklandığını ifade etmektedir. Burada ahlaki ilkeler, Allah’ın ya da O’nun seçmiş olduğu elçinin emirleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Dinî ahlakta ahlaki değer olan iyiyle kötünün tayini, ilahî otoriteye bırakılmıştır. Buna göre iyi Allah’ın emrettiği, kötü ise yasakladığı şeydir. Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam’ın yasak ve emirleri ilahî otoriteye bağlı kılınmıştır. Bütün bu dinlerin sunmuş oldukları emir ve yasaklar, genel olarak dinî ahlak kavramı altında ifade edilir. Biz burada bu kısa bilgiyi verdikten sonra, İslam ahlakının esaslarına geçebiliriz. İslam ahlakı ya da dinî ahlak, ahlakla ilgili her türlü bilginin kaynağında öncelikle Kur’an olmak üzere, Kur’an ve Sünnete yer veren ve model alınacak en ahlaklı insan örneği olarak da hiç kuşkusuz Hz. Peygamber’i gören bir İslam ahlak anlayışı ya da kuramıdır. İslam ahlakı, bazı kaynaklarda gelenekçi ahlak ya da dinî ahlak başlığı altında değerlendirilmiştir. Şunu özellikle vurgulamak gerekir ki, İslam ahlakının gelenekçi ahlak başlığı altında değerlendirilmesinin nedeni, bu ahlakın kaynağında Kur’an ve Sünnetin olmasıdır. Nitekim ahlaki konulara bakışta, İslam’ın ilk devrindeki tavrı korunarak, o zaman olduğu gibi, Kitap ve Sünneti ahlakın temeli ve mutlak kaynağı kabul eden, bu kaynakların ortaya koyduğu ahlakı, her türlü beşerî ahlak görüşlerinin üstünde tutan çalışmalar karşımıza çıkmaktadır. Daha çok hadisçiler ve fıkıhçılar tarafından tertip veya telif edilen bu tür eserlerde, Kur’an-ı Kerîm ve hadislerde yer alan ahlak kaide ve kanunları tartışmasız bir şekilde benimsenerek, işlenen konularla ilgili ayet ve hadislerden bolca örnekler verilir. Ortaya konulan fikirler dinî nasların yorumu doğrultusundadır. Bu çalışmalar, yeni bir ahlak kuramı ortaya koymaktan ziyade, sıradan bir insanın ahlaki durumunu ve kabiliyetlerini birinci derecede göz önüne almaktadırlar. Yine bunlar, İslam ahlakının ameli hükümlerini ve bu hükümlerin dayandığı dinî ilkeleri içermektedir. (Çağrıcı, 1991: 65) Buraya kadar verdiğimiz bilgiler gösteriyor ki, geleneksel ahlak dediğimiz şey, İslam’ın temel kaynaklarını referans alarak oluşturulan ahlaktır. Bu anlamda onu, İslam ahlakıyla aynı göstermek yanlış olmaz. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 Dinî Ahlak ve Dinî Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları Ahlaki kötülüklerden korunmak, ahlaki faziletlerle bezenebilmek için Kitap ve Sünnetten başka ilim ve feyiz kaynağına ihtiyaç duymamış olan Müslümanlar, seçkin Ashap ile Tabiinden başka rehber ve modellere de önem vermemişlerdir. (Ahmed Naim, 1995: XXX) Şunu özellikle vurgulamak gerekir ki, İslam ahlakının Kitap ve Sünnet ile temellendirilmiş olması, ahlaki alanda aklın önemini kesinlikle azaltmadığı gibi, İslam dininde ahlaki görevlerle ilgili buyrukların oldukça çok olması da, yine İslam ahlakına akli niteliğinden bir şey kaybettirmez. İnsanın, kendi dışındaki bir otorite tarafından belirlenmiş olan bu ahlak buyruklarına itaat etmesi, yine ahlaki görev tasavvurunu akıldan alması anlamına gelmektedir. Çünkü insanın Müslüman olup iman etmesi, akli delillendirme sonucunda ortaya çıkmıştır. Bu anlamda dini kabul eden Müslüman için ahlak buyruklarının dinden kaynaklanması, onların aynı zamanda rasyonel temelli olduğunun da bir göstergesidir. Çünkü daha başlangıçta dinin kabulü, akli istidlal ile gerçekleşmiştir. Bunları ifade ederken, ahlakın akıldan kaynaklandığını söylemiyoruz. Söylediğimiz şey, Kur’an ve Sünnet kaynaklı ahlak ilkelerinin akla uygunluğudur. (Ahmed Naim, 1995: XXX) İslam’a inanmış bir insan, bu iman ile birlikte mantıken başka birtakım temel ilkeleri de kabul etmiş olacaktır. Bu kabulün, birtakım bilgileri de beraberinde getireceği bir gerçektir. Bu bilgilerin en önemlilerini şu şekilde sıralayabiliriz: Akli delillendirme sonucunda İslam dinine inanmış olan her insan, aynı zamanda iman ettiği Yüce Allah’ın kâinatın yaratıcısı olduğunu da bilir. İnsani yaratılışın her türlü inceliklerini bilen Yüce Allah’ın, insan için gerekli olan terbiyenin nasıl olması gerektiğini de insandan daha iyi bileceğini de bilir. Yaratılmış varlık dünyasından hiçbir şeye muhtaç olmayan Yüce Yaratıcının emirlerinin daima iyilikle ilgili, yasaklarının da daima kötülükle ilgili olduğunu bilir. (Ahmed Naim, 1995: XXXIII) Bütün bu bilgiler ışığında denilebilir ki, Allah’ın peygamberler gönderip, onlar aracılığıyla emir ve yasaklarını bildirmesi, akıl için bir kolaylaştırma olacak ve insanı rahatlatma kabilinden bir yardım ve irşat anlamına gelecektir. İslam ahlakı Asr-ı Saadet’te tedvin edilmiş bir durumda değildi. Kur’an ve hadislerdeki ahlak ilkeleri Sahabe tarafından kendi anlayış ve yaşayışlarına göre uygulanırdı. Eğer bir problem çıkarsa, bu problemler de Hz. Peygamber tarafından çözülürdü. Hz. Peygamber’in vefatından sonra ise, Kur’an ve Sünnetten hareketle İslam’ın ahlak esasları belli eserlerle ortaya konulmaya başlandı. Başta Kütüb-ü Sitte olmak üzere hemen bütün hadis mecmualarının bazı bölümleri özellikle ahlakla ilgili hadisleri içermektedir. Örneğin Sahih-i Buhâri’de “Kitâbu’l-edeb”, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 Dinî Ahlak ve Dinî Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları Sahih-i Müslim’de “Kitâbu’l-birr” ve “Kitâbu’l-edeb” tamamen ahlaki hadisleri içermektedir. Hadis mecmualarının bu bölümlerinde ahlaki hadisler “bab”lara ayrılmış olup, bu hadisler üzerinde eser sahiplerinin herhangi bir şahsi yorum ve açıklamasına rastlanmaz. Ancak daha sonraki kuşaklar, bu eserler üzerine birtakım şerhler yaparak, yorum ve açıklamalara gitmişlerdir. Fıkıh kitaplarına baktığımızda, bu kitaplar, Kur’an ve hadislerde geçen ahlaki esasları bünyelerine alarak bir ahlak sistemi ortaya koyduklarını görürüz. Bu kitaplarda, ibadet ve hukuka dair konular yanında, bunlarla yakın ilişkisi bulunan bazı ameli ahlak konularına da yer verilmiştir. Nitekim “furû-u fıkh” alanındaki kitaplarda yer alan temizlik, niyet ve ihlâs, anlaşmalarda ahde vefa, zekât ve sadaka, beşerî münasebetlerde adalet ve ihsan gibi fazilet ve iyilikler; diğer yandan içki, kumar, zina, faiz, ihtikâr, rüşvet, gasp gibi ahlaki fenalıklar; ailevi ve toplumsal haklar ve sorumluluklar geniş bir şekilde işlenmektedir. (Çağrıcı, 1991: 65-66) Biz burada, İslami ilimlerle uğraşan bazı âlimlerin Kur’an ve Sünnetten hareketle ortaya koydukları İslam ahlak esaslarıyla ilgili yazmış oldukları bazı eserlerden kısaca bahsetmenin yararlı olacağına inanıyoruz. İmam-ı Buhârî (ö.256/870)’nin el- Edebü’l-müfred’i: Buhâri, bu eserinde yalnızca ahlak ve adaba dair hadisleri ve haberleri bir araya getirmiştir. Bu eser, geleneksel ya da dinî ahlakın ilk örneklerinden birisidir. İmam Mâverdî (ö.450/1058)’nin Edebü’d-dünya ve’d-din’i: Bu eserinde Mâverdi, kendi görüşlerini ayet ve hadislere dayandırmaya özellikle dikkat etmekte, İslami espriye sadık kalmak şartıyla Arap edebiyatından şiir ve hikmetli sözleri bolca nakletmektedir. Birinci bölümde, aklın mahiyeti ve değeri, nefsin kötü isteklerine uymanın zararları konu edilmektedir. İkici bölümde işlenen konu ise, ilim ahlakıdır. İlke olarak ilimlerin hepsinin değerli olduğu kanaatinde olan Mâverdi, buna rağmen en değerli ilmin din ilmi olduğunu vurgulamaktadır. Onun din ilminden kastı, insanın dinî, ahlaki ve hukuki yükümlülüklerini belirleyen disiplinlerin bütünüdür. Üçüncü bölümde, İslam’da dinin edebi konu edilmektedir. Burada dinî ve ahlaki yükümlülükler, ibadetlerin hikmetleri, insanı, görevlerini yapmaktan alıkoyan olumsuz nedenler geniş bir şekilde incelenmektedir. Dördüncü bölümün konusunu ise, İslam’da dünya edebi oluşturmaktadır. Burada insanın sosyal bir varlık olduğu görüşünden hareketle, sosyal ahlak ele alınmakta ve sosyal hayatı iyileştirmenin, mutlu bir dünya düzeni kurmanın ahlaki ve iktisadî şartları ele alınmaktadır. Beşinci bölüme gelince, burada İslam’da nefsin edebi üzerinde durulduğu görülmektedir. Bir tür ahlak pedagojisi olan bu bölümde, ahlaki eğitimin zorunluluğu vurgulanmakta, belli başlı ahlaki erdemlerle, bunları kazanmanın yolları; ahlaki erdemsizlikler ve bunlardan da uzak durmanın çareleri ortaya konulmuştur. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 Dinî Ahlak ve Dinî Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları İbn Hazm (ö.456/1064)’ın İlmu’l-ahlak’ı: İbn Hazm bu eserinde, erdem ve erdemsizliklerin tanımlarını yapmakta, mutlu insanı kendisini erdemlere alıştıran, mutsuz insanı ise erdemsizliklere bulaşmış ve bundan hoşlanmayan insan şeklinde tanımlamaktadır. Ona göre, ahlaki güzellikler ve erdemlerle bezenmek isteyen bir kimsenin Hz. Peygamber’in örnek ahlakını kendisine rehber edinmesi gerekir. Çünkü Resulullah’ın ahlakı, Allah tarafından övülmüştür. O bütün hayırlarda en önde olan insandır. Tüm erdemler en mükemmel şekliyle onda toplanmış olup, o her türlü kusurdan arındırılmıştır. Gazâlî (ö.505/1111)’nin Kimya-ı Saâdet’i: Gazâlî, bu eserinde, Allah’ı bilenin kendisini bileceğini ve eylemlerini buna göre yapacağını vurgulamaktadır. Komşu, akraba, ana-baba ve çocuk haklarının ayrıntılı olarak işlendiği bu kitabın “Helak Ediciler” bölümünde, nefsin riyazeti çeşitli şekillerde ele alınmaktadır. Son bölüm olan “Kurtarıcılar”da ise, büyük ve küçük günahlar ve tövbe konusu işlenmektedir. M. Abdullah Draz (ö.1958)’ın Kur’an Ahlakı: Bu eserin birinci kısımda, ahlak nazariyesi işlenmektedir. Ahlaki yükümlülüklerin kaynakları, ahlaki yükümlülüğün özellikleri, ahlaki müeyyide, niyet ve ahlaki fiilin tabiatı, kötü niyetler, gayret vb. konular tafsilatlı olarak ele alınmaktadır. İkinci kısımda ise, ferdi ahlak, aile ahlakı, sosyal ahlak, devlet ahlakı ve dinî ahlak ortaya konulmaktadır. Abdurrahman Azzam’ın Resul-i Ekrem’in Örnek Ahlakı ve Kahramanlığı: Bu eserde, hak davasında sebat; şecaat ve cesaret; sözünde durma, az ile yetinme, tevazu ve hoşgörü, ibadet, bağışlama, merhamet ve iyilikseverlik, siyaset ve idaredeki üstün başarı ve vicdan hürriyeti ele alınmaktadır. Babanzâde Ahmed Naim (ö.1934)’in İslam Ahlakının Esasları: Bu eserde, güzel ahlakın İslam’daki önemi, iman ile güzel ahlak arasındaki yakın ilişkiyi açıklayan dinî ve akli deliller, insan hürriyeti ve sorumluluğuna işaret eden ayet ve hadisler, iyi ve kötü işin karşılığı gibi konular işlenmektedir. Mustafa Çağrıcı’nın Ana hatlarıyla İslam Ahlakı: Bu eserde de, ahlakın tarifi ve mahiyeti, İslam ve İslam ahlakı, İslam ahlakının doğuşu ve gelişmesi, İslam’ın belli başlı ahlak problemlerine bakışı, İslam ahlakının ameli ve tatbikî cephesi gibi konular ayrıntılı olarak işlenmektedir. Macid Fahri’nin İslam Ahlak Teorileri: Bu eserde, Kur’ani ahlak ilkeleri çeşitli başlıklar altında değerlendirilmekte, kelami ahlak ve felsefi ahlak örnekleriyle ortaya konulmakta, kitabın son bölümünde ise, dinî ahlak, İslam düşünürlerinin görüşlerinden hareketle çeşitli şekillerde ele alınmaktadır. Hüsameddin Erdem’in Ahlak Felsefesi: Erdem, bu eserinde, ahlak ve ahlak felsefesinin ne olduğuyla ilgili genel bilgiler ortaya koymakta, ahlak felsefesinin problemlerini, ahlaki değerler, ahlaki yargı, ahlak fiilinin menşei, ahlaki vazifeler vb. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 Dinî Ahlak ve Dinî Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları başlıklar altında değerlendirmektedir. Uygulamalı ahlak adı altında da ferdi ahlakı, toplumsal ahlakı ve devlet ahlakını ayrıntılı olarak işlemektedir. Cafer Sadık Yaran’ın İslam’da Ahlakın Şartı Kaç: Bu eserde ise, çağdaş küresel sorunlar ve ahlak, İslam ahlakındaki temel erdemler, temel erdemler açısından İslam ahlakının türleri, temel İslami erdemlerin belirlenmesinin yararları ve yolları işlenmektedir. Burada zikrettiğimiz ve zikredemediğimiz İslam ahlakıyla ilgili tüm eserlere baktığımızda, bunların İslam’ın ahlak esaslarını özetle şu başlıklar altında değerlendirdiklerini görmek mümkündür: Allah’a iman ve kulluk, Allah ve Resulü’nü sevmek, Allah’ın nimetlerine şükür ve kanaat, tevekkül ve kazaya rıza, korku ve ümitle Allah’a yalvarma ve bağlanma. Şimdi bunları ayrıntılı olarak ele almaya çalışalım: ALLAH’A İMAN VE KULLUK İman, Allah’ın tevhit ve sıfatlarını, bütün peygamberlerini ve bilhassa Peygamber’imizinsav peygamberliğini ve getirdikleri hükümlerin hakikatini tasdikten ibarettir. Buna göre imanın hakikati ve özü, kalbin tasdikidir. İmanın hakikati ve özü, kalbin tasdikidir. Müslümanlığın birinci temeli, Allah’a imandır. Allah’ı bilmek ve O’na iman etmek, her mükellef üzerine farzdır. Bu bilginin doğru yolu, sahih düşünmedir. Yani bütün âlemi ibret gözüyle seyretme ve bunlarda cereyan eden terbiye ve tekâmül nizamının cereyan şeklini tefekkür ederek, Allah’ın varlığını ve birliğini anlamak ve tasdik etmektir. Çünkü kâinat ve onun her zerresinde cereyan eden her şey, Allah’ın vahdaniyetini dile getirir. Allah’ın varlığı ve birliği, âlemin her kısmında ve her zerrede bu derece açık olarak okunduğu içindir ki, birçok âlim ve filozof, bunu ispat için delile lüzum olmadığını, bunun apaçık ve her insanda fıtri olduğunu söylemişlerdir. Yani yüce bir varlığa bağlanmak, inanmak, insanın yaratılışından, tabiatından doğan bir ihtiyaçtır. Kâinattaki bütün varlıklardan üstün olmasına rağmen insan, kendisinde hissettiği aczi, yüce, sonsuz ve kâmil bir varlığa bağlanmakla telafi etmektedir. İnsan, Allah’ın varlığını anlamak, O’nu isimleriyle ve sıfatlarıyla tanımak ve o suretle iman etmekle mükelleftir. Buna göre Allah’a iman etmek demek, O’na mahsus ve vacip olan yüksek sıfatları, O’nun hakkında caiz veya mümteni olan şeyleri bilip öylece tasdik etmek demektir. İnsanın üzerine farz olan da budur. Farz olan bu görevi yerine getiren insan, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, kendi fıtratında var olan inanma arzusunu doğru bir şekilde yerine getirmiş olur. Allah’a inanmayanların, uydurdukları tanrılara, hurafelere, ideolojilere, sistemlere ve Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 Dinî Ahlak ve Dinî Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları şahıslara bağlı olmaları, onlara inanmaları, insanların bir şeye inanmak ihtiyacının vazgeçilmez olduğunu açıkça göstermektedir. Bunun içindir ki, büyük İslam ahlakçıları, Allah’a iman ve O’na kulluk üzerinde durmuşlar, Allah’a karşı vazifelerimizi de, Allah’ı bilmek ve Allah’a ibadet diye iki kısma ayırmışlardır. Allah’ı bilmek demek, Allah’ın zat ve sıfatlarını, büyüklük ve üstün kudretini bilmek, bütün varlığı yaratan, onların rızkını veren, onları yaşatan ve öldürenin ancak Allah olduğunu idrak etmektir. (Erdem, 2003: 129) İnsan bu şekilde Allah’ın varlığına iman edince, Allah’a karşı sorumluluğunun olduğunun da farkına varacaktır. Buna da kulluk bilinci denir. Kul olduğunun bilincine varan insan, Allah’ın kendisinden istediği şeyi yerine getirecektir. Bu anlamda insanın birinci görevi, öncelikle Allah’a itaat, sonra da sırasıyla peygamberlere, anne-babaya, yöneticilere ve büyüklerimize itaattir. Dolayısıyla Allah’ı tanıyıp O’nun emirlerini bilen bir insanın, ahlaksız bir hayat yaşaması mümkün değildir. Çünkü her ahlak kanunu, bizi bir vazifeyle mükellef kılar. Bir mükellefin bu vazifeden dolayı sorumlu tutulmaması halinde, ahlak kanunu bütün gücünü ve önemini kaybedecektir. Allah’ı tanıyıp, emirlerini yerine getiren insan, bundan dolayı kendisine mükâfat ve ceza verileceğini bildiği için düzenli bir hayat yaşama gayreti içerisinde olacaktır. İnsanlık tarihine baktığımızda, insan aklının kendisine sorumluluk yüklemeyen ahlak anlayışlarını reddettiğini görebiliriz. Bunun içindir ki diğer bütün ilahî dinler gibi İslam dini de bütün insanların sorumluluğa tabi olduklarını belirtmiş, bu hususta peygamberleri de sorumluluktan beri kılmamıştır. İnsanın Allah’a karşı vazifesinin olması, onun bir sorumluluk varlığı olduğu sonucunu doğurur. (Çağrıcı, 1991: 138) Kur’an-ı Kerîm bu hususu şöyle ifade eder: Siz boş yere yaratıldığınızı ve bizim huzurumuza dönmeyeceğinizi mi sandınız?” (Mü’minûn/23:115). “İnsanlar imtihana çekilmeden, iman ettik, demekle bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebût/29:2) İnsan muhakkak ki, yapacağı bütün işlerinde inancının tesiri altındadır. İnanç ve İslam’ın esası sayılan tevhit, insan hayatının bütün yönlerinin Allah’ın kudret elinde olduğunu bilip, O’nu, bütün âlemin sahibi olarak tanımasıdır. Allah’a itaat ve saygıdan kaçmak, O’nun zat ve sıfatlarına, hukuki tasarruflarına ortak koşmak ise tam anlamıyla nankörlüktür. Kur’an, Allah’a iman ve itaat edenin kalbini hidayete ve doğru yola ulaştıracağını ifade etmektedir. Nitekim Teğâbûn suresinde şöyle buyurulmaktadır: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 Dinî Ahlak ve Dinî Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları “Allah’ın izni olmaksızın hiçbir musibet isabet etmez. Kim Allah’a inanırsa, Allah onun kalbini doğruya götürür. Allah her şeyi bilendir.” (Teğâbûn/64:11) Bu ayette görüldüğü gibi, Allah’ın ilmi, iradesi ve takdiri olmadan insana hiçbir musibet gelmeyecektir. Fakirlik, hastalık, ölüm ve üzüntü gibi sıkıntıların Allah’ın takdiriyle olduğuna inanan kimse, bu kötülüklerden sarsılmadan kurtulur. Çünkü onun kalbi, sabır ve metanetle ferahlamaktadır. Hac suresinde ise şöyle buyurulmaktadır: “Bir de, kendilerine ilim verilenler, eziyetin dengi ile karşılık verir de, bundan sonra kendisine yine bir tecavüz ve zulüm vaki olursa, emin olmalıdır ki, Allah ona mutlaka yardım edecektir. Hakikaten Allah, çok bağışlayıcı ve mağfiret edicidir.” (Hac/22: 54) Allah’a karşı iman vazifemizden sonra gelen diğer vazifelerimiz de, ibadetlerimizdir. Allah’a iman eden bir insan, kulluk bilinciyle O’nun kendisine verdiği nimetlere şükreder ve O’na karşı ibadetlerini yerine getirir. Din ile ahlak arasında sıkı bir ilişkinin bulunduğu bilinen bir gerçektir. Bu nedenle Allah’a karşı bir ibadet ve şükür vazifesi olduğunu bilmeyen kişinin, ahlaki erdemler sergilemesi oldukça zordur. Çünkü İslam inancına göre insan, Allah’a ibadet etmek amacıyla yaratılmıştır. (Erdem, 2003: 129) Kur’an-ı Kerîm, bunu şu ayetle net bir şekilde ortaya koymuş, insanın her işe kabiliyetli olmasıyla birlikte asıl maksadının, Hakk’a ibadet etmek olduğunu beyan etmiştir: “Ben cinleri de insanları da ancak bana ibadet etsinler diye yarattım” (Zâriyât/51:56) Şunu ifade etmek gerekir ki, kulluk, yalnızca düşünce ve sözlerle ortaya konulamaz. Bu yüzden Mevlânâ, ibadetlerin, insanın Allah’a inancı, sevgisi konusunda birer şahit olduğunu dile getirmektedir. Mevlânâ’ya göre sevgi, fikir ve manadan ibaret olsaydı, bize oruç ve namaz lüzumlu olmazdı. Bu yüzden bağlılık ve sevgiden bir eser olsun diye dostlar birbirine hediye verirler. O hediyeler, bağlılığın ve sevginin şahitleridir. İşte bütün ibadetler, Allah’a itikat için birer şahit durumundadırlar. (Yeniterzi, 1997: 70) İbadetlerin insanın iman ve takvası üzerindeki tesirleri büyüktür. Bu yüzden İslam ahlakçıları, amelsiz itikadı ışıksız fenere benzetirler. Işık vermeyen bir fener ise, faydasız olduğundan, makbul de değildir. Buna göre dinî emirlere uymayan bir müminin değeri yoktur. İbadetler, sevap ve mükâfatın dışında kalp ve vicdanın temizlenmesi hususunda büyük yararlar sağlar. Bu yararların başında ise, insanın yasaklardan uzaklaşması, kötülüklerden temizlenmesi ve korunması gelmektedir. Nitekim Hz. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 Dinî Ahlak ve Dinî Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları Peygamber, namaz ve oruç ibadetinin, insanları kötülüklerden koruyacağını belirtmektedir. (Erdem, 2003: 130) Kur’an-ı Kerîm, namazın, ahlakı yükseltmek ve kalbi temizlemek noktasından taşıdığı değeri en mükemmel şekilde şöyle ortaya koymaktadır: “Sana vahyedilen kitabı oku ve namazı kıl. Muhakkak ki namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah’ı anmak, elbette en büyük ibadettir. Allah, yaptıklarınızı bilir.” (Ankebût/29:45) Allah, kullarına yakın olduğunu, kendisine dua edenin duasını kabul edeceğini ve doğruya ulaşmaları için kendisine inanıp güvenmelerini emretmektedir. Allah, kullarına umut aşılamakta, onları Allah’a sığınmaya davet etmektedir. Hz. Peygamber, “Asıl ibadet duadır, Rabbiniz, Bana dua edin dileğinizi vereyim, dedi” buyurmuştur. Hz. Peygamber’in duaları, İslam’da ibadetin anlamını ortaya koyduğu gibi, İslami öğretilerdeki ahlak unsurunun güzelliğini de ortaya koymaktadır. Bütün ibadetler, Allah yolunda nefsi terbiye etmek için birer araçtır. Yaratan ile yaratılanlar arasında sürekli bir ilişkinin var olduğunu göz önünde bulundurduğumuzda, yaratılan varlıkların en üstünü olan insanın, Yaratana ulaşmak için insanlığa hizmet etmesi de bir ibadet olarak sayılmıştır. Nitekim Türkçede güzel bir söz vardır: “Halka hizmet, Hakk’a hizmettir.” Mâverdî, Edebü’d-dünya ve’d-din adlı eserinde, insanın hayatını düzenleyen üç şeyden bahsetmektedir. Bunlar: Beşerî ihtiyacı karşılayan madde, doğru yola sevk olunduğunda itaat eden, günahtan men olunduğunda neticeyi kabul eden itaatli nefis, kalplerin meylini üzerine toplayan, fenalıkları def eden sevgi. (Mâverdî, 1998: 221) ALLAH VE PEYGAMBER SEVGİSİ Sevgi, hayatın aslı ve özüdür. Sevgi, insana etki eden, acısını tatlıya, hastalığını şifaya, derdini devaya, sıkıntısını nimete, kahrını rahmete dönüştüren bir duygudur. Her türlü kemale erişmenin kaynağında sevginin olduğunu görmek mümkündür. Çünkü sevgi, hayatın aslı ve özüdür. Sevgi hayatın ve varlığın aslı olduğuna göre, sevginin en ileri noktası olan Allah ve Peygamber sevgisi, her şeyin üzerinde bir değere sahiptir. Allah sevgisi kavramı, iki anlamı ifade etmektedir. Bunlardan birincisi, insanın Allah’ı sevmesi; ikincisi ise, Allah’ın insanı sevmesidir. Kur’an’da her iki sevgiden de söz edilmiştir. Bilindiği gibi Allah’ın güzel isimlerinden biri olan Vedûd ismi de her Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 Dinî Ahlak ve Dinî Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları iki anlamı içermektedir. İnsanın Allah’ı sevmesi, iki şekilde tezahür etmektedir: Allah’ı sevmek ve Allah için sevmek. Allah’ı sevmek, insanın Allah’ı, O’nun Kur’an’da kendisini tanıttığı nitelikleriyle tanıması, O’na ve Peygamber’i vasıtasıyla bildirdiği hak dine iman etmesi, emir ve yasaklarına uyması, kaza ve kaderine ve O’ndan gelene razı olması, O’nun iradesi doğrultusunda hareket etmesidir. (Karagöz, 2009: 12; Erdem, 2003: 131) Kur’an’da, insanın Allah’ı sevmesinin göstergesi olarak Peygamber’e itaat ifade edilmiştir. Nitekim Kur’an’da şöyle buyurulmaktadır: “De ki, eğer Allah’ı seviyorsanız, bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Âl-i İmrân/3:31) Peygamber’e itaat, onun tebliğ ettiği İslam dinini kabul edip ilkelerini, hüküm ve tavsiyelerini uygulamak, onu rehber, örnek ve önder edinmektir. Yukarıdaki ayette ifade edildiği gibi Peygamber’e itaat, Allah sevgisinin ayrılmaz bir parçası olarak zikredilmiş, dolayısıyla Peygamber’in gösterdiği yolu gönülden benimsemeyen kişinin Allah’ı sevdiğini iddia edemeyeceği belirtilmiştir. Allah sevgisinde, Peygamber’e uymak, yani onun sünnetine tabi olmak olmazsa olmaz bir şarttır. Çünkü Allah sevgisi ve O’na itaat ile Peygamber’ine uyma ve tebliğ ettiği dine teslim olma arasında sıkı bir bağ vardır. Peygamber’e uyan doğru yolu bulur, güzel eylemlerde bulunur, ona uymayan kimsenin ise, Allah’ı sevdiğini söylemesi, anlamsız bir ifadeden öteye geçemez. Allah ve Peygamber’in emir ve yasaklarına uymamak, Allah sevgisiyle asla bağdaşmaz. Allah’ı seven, Allah’ın emir ve yasaklarına uyar. Bu emir ve yasaklara uygun davranma, insanın ahlaklı bir eylem ortaya koymasının nedenini oluşturmaktadır. (Karagöz, 2009: 14) İnsanın Allah’ı sevmesi bir kulluk görevidir. Çünkü insanı yaratan, yaşatan ve rızık veren O’dur. Nitekim insanda kendisine Allah’ın nimetlerini göstermesiyle yoğun bir sevgi oluşmaktadır. Bunun içindir ki, sevgili Peygamber’imiz “Sizi nimetleriyle rızıklandırdığı için Allah’ı seviniz” (Tirmizî, Menakıb: 33), buyurmaktadır. Bütün ahlakçılar, sevgiyi, insan ruhunun ve kalbinin gıdası olarak görmektedirler. Mâide suresinde şöyle buyrulmaktadır: “Ey müminler! Sizden kim dininden dönerse, öyle bir toplum getirir ki O, onları sever, onlar da O’nu severler; onlar müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve zorludurlar. Allah yolunda çalışırlar. Hiçbir kınayıcının kınamasından korkmazlar. İşte bu, Allah’ın bir lütfudur, onu dilediğine verir. Allah, lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir.” (Mâide/5: 54) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 Dinî Ahlak ve Dinî Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları Bu ayette görüldüğü gibi, seven insanların beş ahlaki özelliğinden söz edilmektedir. İman, Müminlere karşı mütevazı olma, Kâfirlere karşı izzet sahibi olma, Allah yolunda çalışma, İslam’ı yaşama konusunda hiçbir kınayıcının kınamasından korkmama. Allah’ı seven insan, bunu söz, fiil ve davranışlarıyla ortaya koyar ve sergilediği bu ahlaki tutumuyla örnek olarak insanlara Allah’ı sevdirmeye çalışır ve bunu yapmakla da Allah’ın sevgisini kazanır. Allah için sevmeye gelince, bu da Allah sevgisinin bir gereğidir. Allah’ı seven, Allah’ın sevdiklerini de sever. Varlıkları Allah için sever. Allah’ın sevgisini ve hoşnutluğunu sağlayacak sözleri söyler, eylemleri yapar ve davranışları sergiler. Sevdiklerini Allah için sevmek, kâmil bir imanın sonucudur. (Karagöz, 2009: 15-25) Aşağıdaki hadisler de bu hususa işaret etmektedir: “Kim Allah için sever, Allah için kızar, Allah için verir ve Allah için men ederse, imanı kemâle ermiştir.” (Ebû Dâvud, Sünnet: 16) “Allah için sevmek ve Allah için kızmak, imanın gereğidir.” (Buhârî, Îmân: 1) “Amellerin en faziletlisi, Allah için sevmek ve Allah için kızmaktır” (Ebû Dâvud, Sünnet: 3) Eylemlerini Allah için sevmeye göre sergileyenlerin kötü eylemlerde bulunması, ahlaksız bir hayat yaşaması söz konusu olamaz. Allah için seven, Allah’ın yaratıklarına karşı hor ve hoşa gitmeyen eylemler sergilemez. Nitekim Yunus Emre, bu durumu özetle şu şekilde ifade etmektedir: Yaratılanı hoş gördük, Yaratandan ötürü. ALLAH’IN NİMETLERİNE KARŞI ŞÜKÜR VE KANAAT Şükür; nimeti değil, nimeti vereni görmektir. Şükür, insanın, nimeti kendisine vereni düşünüp, bu ihsanından dolayı o nimeti verene hamd etmesi ve o nimeti kendisine verenin gösterdiği istikamette kullanmasıdır. Yani Allah’ın nimetlerini bilip, karşılığında kulluk ve ibadet vazifesini Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 Dinî Ahlak ve Dinî Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları yerine getirmesidir. Şiblî, şükrü şu ifadeleriyle çok güzel bir şekilde ortaya koymaktadır: “Şükür nimeti değil, nimeti vereni görmektir.” İslam ahlakçıları, şükrün üç çeşidinden söz etmişlerdir. Bunlar; kalp, dil ve bedenle yapılan şükürdür. Kalp ile şükür, nimet verenin Allah olduğunu bilmek; dil ile şükür, nimet sahibini itiraf ile hamd; beden ile şükür ise, bedeni Allah’ın yasaklarından korumak ve Allah’ın buyruklarına uymaktır. (Erdem, 2003: 132) Allah’ın vermiş olduğu nimetlere şükretmek, verilenlerin daha da artmasına sebebiyet vermektedir. Nitekim Yüce Rabbimiz, insanların “Nimetlerine şükredip nankörlük göstermemesini” (Bakara/2:152) istemekte ve bunu yaptıklarında da nimetini arttıracağını (İbrahim/14:7) haber vermektedir. Yukarıdaki ayette de ifade edildiği gibi, nimet, şükür ile çoğalıp varlığını sürdürürken, nankörlükle de yok olup gitmektedir. Nankörlük, nimete şükretmemek, iyiliği tenkit etmek, küçümsemek ve tersine yorumlamaktır. Nankörlüğün en kötüsü, yapılan iyilikleri tamamen unutup, onlara karşı kötülük yapmaktır. Böyle bir nankörlük duygusunun gelişmesinin nedeni ise, insanın vicdani bir terbiyeden mahrum olmasıdır. Yüce Allah, nimetlerine karşı nankörlük edenleri şu şekilde kınamaktadır: “Allah iman edenleri esirger. Şu da muhakkak ki Allah, hain ve nankör olan herkesi sevgisinden mahrum eder.” Hac/22: 38. Bir toplumda nankörlük yaygınlaşırsa, orada sevgi ve merhametten söz edilemez. Çünkü Allah’ın vermiş olduğu nimetlere karşı nankörce davranan, insanların da kendisine verdiği iyi şeylere nankörlük edecektir. Bu yüzden verilen nimetlere şükretmek Allah katında değerli olduğu gibi, toplumsal düzen için de çok olumlu sonuçlar doğuracak bir eylemdir. Örneğin, Allah’ın verdiği nimete şükreden bir insan, nimetleri yaratılış amacına uygun olarak harcayacaktır. Kendisinde var olan malın şükrünün zekâtını vermekle ve ihtiyaç sahiplerine yardım etmekle yerine getirecektir. İlmi varsa, bunun şükrünü de, ilmiyle amel etmekle ve bu ilmi başkalarına öğretip faydalı bir toplum yetiştirmekle sağlayacaktır. Sağlığının şükrünü ise, hastaları arayıp sormakla ve şifa bulmaları için onlara yardımcı olmakla ifa etmiş olacaktır. (Erdem, 2003: 132) Kanaatle ilgili de şunları söylemek mümkündür. Bilindiği gibi Yüce Rabbimiz, insanlara dünya ve ahirette hayır getirecek şeyleri emretmiştir. Bu yüzden bir mümin için en kâmil vasıflardan biri kanaattir. Türkçede “tok gözlülük” diye ifade edilen kanaat, insanın hissesine düşen rızka razı olması, mevcut olan ile yetinmesi, olmayan şeye ise heveslenmemesidir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 Dinî Ahlak ve Dinî Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları Büyüklerimiz, kanaatin, tükenmek bilmeyen bir hazine olduğunu ifade etmektedirler. Kanaatkâr olmayan bir toplumun huzur bulması mümkün değildir. Çünkü Allah'ın verdiğine razı olmayan insanların kalpleri hırsla dolacak ve bu da o insanları huzura kavuşturmayacaktır. Kalplerini hırs bağlamış insanlar, meşru yollarla erişemedikleri menfaatlere, meşru olmayan yollarla ulaşma sevdasına kapılacakları için gece ve gündüz huzursuz olacaklardır. Kanaat sahibi olmayan insan, varlıklı da olsa fakir, kanaatkâr olan ise yoksul da olsa, göz ve gönül tokluğu gibi bir zenginliğe sahiptir. Peygamber’imiz şöyle buyurmuştur: “İslam hidayeti nasip edilen ve yeterli miktarda maişeti olup, buna kanaat edene ne mutlu.” (Tirmizî, Zühd: 35) “Zenginlik mal çokluğuyla değildir. Bilakis zenginlik göz tokluğuyladır” (Buhârî, Rikak: 15) Elindekine kanaat eden insanlar, kendilerinden daha kötü durumda olan insanları görünce, kendi hallerine şükreder ve o insanlara şefkat ve merhametle yaklaşırlar. Bu yüzden şükür ve kanaatin yaygın olduğu bir toplumda, huzur ve barış olacaktır. Bunun içindir ki Hz. Peygamber, bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır: “Sizden kim nefsinden emin, bedeni sıhhatli ve günlük yiyeceği de mevcut ise, sanki dünyalar onun olmuştur.” (Tirmizî, Zühd, 34) Müslüman olan, ahiretin ebedî felaketinden; kâfi miktarda malı bulunan, dünya sefaletinden; kanaat sahibi olan ise, dilencilik rezaletinden kurtulmuş demektir. “Kanaati olmayanı servet zengin etmez.” Hz. Peygamber’in hayatını kanaat prensibine uygun olarak düzenlediği kaynaklarda sabittir. Kanaat, hiçbir zaman az çalışmak, tembellik etmek anlamında değerlendirilemez. O, sadece Allah’ın insana takdir ettiğine razı olmaktır. Sa'd b. Ebi Vakkâs’ın oğluna şöyle nasihat ettiği bildirilmektedir: “Zenginlik istediğin zaman, onunla beraber kanaat de iste. Çünkü kanaati olmayanı servet zengin etmez.” Bu ifadeler, bize, kanaatin ruhi ve ahlaki bir vasıf olduğunu göstermektedir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 Dinî Ahlak ve Dinî Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları ALLAH’A TEVEKKÜL VE KAZAYA RIZA GÖSTERMEK Ders anlatım videosunu izleyiniz Tevekkül, sözlükte, güvenmek, dayanmak, işi başkasına havale etmek anlamlarına gelmektedir. Terim olarak ise, hedefe ulaşmak için gerekli olan maddi ve manevi sebeplerin hepsine başvurduktan ve yapacak bir şey kalmadıktan sonra Allah’a dayanıp güvenmek ve ondan ötesini Allah’a bırakmak demektir. Tevekkül, Müslümanların kadere olan inançlarının tabii bir sonucudur. (Erdem, 2003: 133) Tevekkül eden kimse, Allah’a kayıtsız şartsız teslim olmuş, kaderine razı bir kimsedir. Fakat ne kadere inanmak ne de tevekkül etmek, gerilik ve miskinlik anlamına gelir. Kadere iman ve tevekkül, çalışmaya ve ilerlemeye mani değildir. Çünkü inanan insan, olayların, ilahî düzenin ve kanunların çerçevesinde, nedensonuç ilişkisi içerisinde olup bittiğinin bilincindedir. Tevekkül eden kişi, tohumunu önce yere atar, ondan sonra tevekkül eder. Müslüman, tohum ekilmeden ürün elde edilemeyeceğini, ilaç kullanmadan tedavi olunamayacağını bilmektedir. Bunun için yapacağı işlerde gereken önlemleri alır ve sonucunu Allah’a bırakır. Önlem almadan kader ne ise o olur şeklinde bir anlayış içerisine girmek tevekkül değil, bir tembelliktir. Böyle bir şey, İslam’ın anlayışıyla asla bağdaşmaz. Salih ameller işlenmedikçe, Allah’ın rızası kazanılamaz. Bu yüzden tevekkül, çalışıp çabalamak ve çalışıp çabalarken Allah’ın bizimle olduğunu hatırdan çıkarmamak ve sonucu Allah’a bırakmaktır. Nitekim Yüce Allah müminlerin bir başka varlığa değil, yalnızca kendisine güvenmelerini emretmekte, böylece tevekkül edene kendisinin yeteceğini bildirmektedir: “Kararını verdiğin zaman artık Allah’a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine dayanıp güvenenleri sever.” (Âl-i İmrân: 59) 59 Buraya kadar verdiğimiz bilgilerden de anlaşılıyor ki, İslam’da tevekkülün ) kanunlarının gereğini gözden uzak tutmamak, tuttuğu takdirde başına şartı, tabiat gelen şeylerden kendini kınayıp günahını, hatasını kadere yüklememektir. Tabiat kanunlarından gaflet etmek, onları hiçe saymak, ya Müslümanlığı bilmemekten ya da acz ve miskinlikten kaynaklanmaktadır. Bunun örneğini, devesini mescidin dışında başıboş salıvererek Peygamber’in huzuruna giren ve tevekkülün anlamını bilmeyen bir kişiye, Peygamber’in şöyle buyurmasında görüyoruz. “Devenin ayağını bağla da ondan sonra tevekkül et.” (Tirmizî, Kıyâmet: 60) Yine, Hz. Ömer “Siz necisiniz?” diye sorduğu boşta gezen Yemenlilerden “Biz tevekkül edenlerdeniz” cevabını alınca, “Hayır, siz tevekkül eden değil yalancısınız. Tevekkül eden kişi, tohumunu önce yere atar, ondan sonra tevekkül eder” demiştir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 Dinî Ahlak ve Dinî Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları Allah’tan ancak âlimler korkar Bu örnekler gösteriyor ki, İslam dini, körü körüne tevekkülü reddetmektedir. Çünkü İslam tevekkülünde, başa gelen bir felaket karşısında sebat ve metanet vardır. Bu da, kadere rıza şeklinde ifade edilir. Kadere rıza demek, “Allah tarafından kullara ulaşan kazaya razı olmak”, yani dünya musibet ve felaketlerine, ilahî takdire rıza göstermek ve teslimiyet, dinî vazifelerimizin bütünüdür. Bu yüzden tevekkül, insanı ahlaken yücelten ve Allah’a yaklaştıran önemli bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Çünkü takdire rıza göstermeyen isyan etmiş olur. Bu da tevekkülün insanı günahlardan uzaklaştırdığını, neticesi boş, elim, vahim olan kederlerden koruduğunu göstermektedir. (Erdem, 2003: 133-134) Tevekkül ve kadere rıza, hayatın sıhhati, kalbin huzuru, müminin de açık vasıflarındandır. Ancak yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, bu tedbiri almayıp takdire rıza göstermemek anlamına gelmemektedir. Örneğin, bir çiftçi, önce zamanında tarlasını sürüp ekime hazırlayacak, tohumu atacak, sulayacak, zararlı bitkilerden arındırıp ilaçlayacak, gerekirse gübresini de verecek, ondan sonra iyi ürün vermesi için Allah’a güvenip dayanacak ve sonucu O’ndan bekleyecektir. Bu alınan tedbirlerin sonunda, herhangi bir olumsuz durum ortaya çıksa bile, bu Allah’ın takdiridir deyip sabredecektir. İşte bu yaklaşım, insandaki korkuyu ortadan kaldırarak onu Allah’a yaklaştırmakta ve O’nun sevgisine yöneltmektedir. Sonuç olarak diyebiliriz ki tevekkül, bir toplumun sağlıklı ve düzenli işlemesinin teminatıdır. KORKU VE ÜMİTLE ALLAH’A YALVARMA VE BAĞLANMA Korku ve Ümitle ilgili örnek videoyu izleyiniz Korku ve ümit, bir Müslümanın hem Allah’tan layıkıyla korkmasını hem de O’ndan ümit kesmemesini ifade eden iki kavramdır. Yani inanan bir insan, Allah’ın kendisini cezalandıracağından korktuğu gibi, O’nun kendisine mükâfat vereceğini de ümit etmelidir. Yüce dinimizin öğrettiği ilahî esaslardan birisi, kulun Rabbi huzurundaki durumu ve teslimiyet ölçüsüdür. Buna göre mümin, keremi ve rahmeti sonsuz olan Yüce Yaratıcısına büyük bir muhabbet ve tazimle teslim olacaktır. Ne kadar kusurlu ve günahkâr olsa da O’nun affından ümidini kesmeyecektir. Bununla birlikte Allah’ın bu sonsuz rahmet ve affının yanında, O’nun azabının da çok şiddetli olduğunu unutmayacak; O’ndan korkacak, gazabından da emin olmayacaktır. Ümit etmesi ise, O’nun kendisine mükâfat vereceği temennisi içerisinde olmasıdır. Bu da bize, müminin daima korku ve ümit arasında bulunması gerektiğini göstermektedir. İnsan için bu hayat, gerçekte ümit ve korkuyla dolu bir imtihan yeri olduğu için bu imtihandaki başarı, korku ve ümidin tatlı ahengi içinde ortaya çıkacaktır. Çünkü fazla korkudan ümitsizlik, korkusuz ümitten de gaflet doğar. Mümin, Rabbinin büyüklüğünü ve azabının Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 Dinî Ahlak ve Dinî Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları zorluğunu bilerek O’ndan korkar. Yani Allah’tan en çok korkan, O’nu en çok bilendir. Bu sebeple Resul-i Ekremsav şöyle buyurmuştur: “Ben, içinizde Allah’tan en çok korkanınızım” (Buhârî, Nikâh: 116) Cenab-ı Hak da Fâtır suresinde şöyle buyurmuştur: “Kulları içinde Allah’tan ancak âlimler korkar.” (Fâtır/35: 28) Yukarıdaki hadis ve ayet, bize göstermektedir ki, insandaki ilahî bilgi arttıkça kalbe düşen korku da o nispette çoğalmaktadır. Fakat ümitle dengelenen Allah korkusu insanı bunalımlara değil, isyandan uzak durmaya, geçmişi telafi için taat ve ibadete, geleceğe hazırlanmaya sevk eder. (Yaran, 2005: 135-140) Bunun için büyüklerimiz: “Herkes korktuğunda kaçar, yalnız Allah’tan korkan O’na yaklaşır” demişlerdir. Allah korkusu, toplum hayatında dengeleyici bir etkiye sahiptir. İnsan, Allah korkusuyla kul hakkından, hırsızlıktan, dolandırıcılıktan, cana kıymaktan uzak durur. Eline fırsat geçse bile vahşileşip suçlara yönelemez. Yaratıcısı tarafından her an görüldüğü ve denetlendiğinin bilincinde olduğu için ahlaklı bir yaşam tarzı sergiler. Böyle bir insan herhangi bir güçlükle karşılaşınca, Allah’a yönelik bir ümit içinde olduğu için O’nun rahmetini hissederek O’na yönelecek, durumunun düzeltilmesini O’ndan isteyecektir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 Özet Dinî Ahlak ve Dinî Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları •Dinî ahlak, ahlaki ilkelerin tabiatüstü bir güçten kaynaklandığını ifade etmektedir. Burada ahlaki ilkeler, Allah’ın ya da O’nun seçmiş olduğu elçinin emirleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Dinî ahlakta ahlakî değer olan iyiyle kötünün tayini, ilâhî otoriteye bırakılmıştır. •İslam ahlakıyla ilgili eserler, İslam’ın ahlak esaslarını özetle şu başlıklar altında değerlendirmektedirler. Bunlar; Allah’a iman ve kulluk, Allah ve Resulünü sevmek, Allah’ın nimetlerine şükür ve kanaat, tevekkül ve kazaya rıza, korku ve ümitle Allah’a yalvarma ve bağlanmadır. •İnsan, yapacağı bütün işlerinde inancının tesiri altında olduğu için Allah’a iman ve kulluk, İslam ahlakının esaslarından ilkidir. İnanç ve İslam’ın esası sayılan tevhit, insan hayatının bütün yönlerinin Allah’ın kudret elinde olduğunu bilip, O’nu, bütün âlemin sahibi olarak tanımasıdır. •Allah ve Resulünü sevmek ve onlara itaat etmek ise, İslam ahlakının bir diğer temel esasıdır. Allah ve Resulünü sevip itaat etmeyenin ortaya koyduğu eylemler, İslam ahlakının dışındadır. •Allah’ın nimetlerine şükre gelince, Allah ve Resulünü sevip onlara itaat eden, kendisine verilen nimetlere de şükretmesi gerektiği için bu ahlak kuralı oldukça önemlidir. •Tevekkül, Müslümanların kadere olan inançlarının tabii bir sonucu olduğu için, tevvekkül ve kazaya rıza, İslam ahlakının temel esaslarından bir diğeridir. •Korku ve ümit, bir Müslümanın hem Allah’tan layıkıyla korkmasını hem de O’ndan ümit kesmemesini ifade eden iki kavram olmaları nedeniyle, İslam ahlakında çok önemli bir yere sahiptirler. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 Ödev Dinî Ahlak ve Dinî Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları • İslam ahlakının temel esaslarını diğer dinlerde var olan ahlak ilkeleriyle karşılaştırınız? • Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz. DEĞERLENDİRME SORULARI Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. 1. Ahlak ilkelerinin kaynağını ilahî otoriteye bağlı olarak gören ahlak anlayışına ne ad verilir? a) Seküler ahlak b) Profan ahlak c) Dinî ahlak d) Mutluluk ahlakı e) Ödev ahlakı 2. Sadece ahlak ve adaba dair hadisleri bir araya getiren kitap ve yazarı aşağıdakilerden hangisidir? a) Mustafa Çağrıcı, Anahatlarıyla İslâm Ahlakı b) Cafer sadık Yaran, İslâm’da Ahlakın Şartı Kaç c) Maverdî, Edebü’d-dünya ve’d-din d) Gazâlî, İhyâ e) Buharî, el- Edebü’l-müfred 3. İnsana Allah’a karşı sorumluluk bilinci veren İslâm ahlak esası aşağıdakilerden hangisidir? a) Tevekkül ve kazaya rıza b) Allah ve Resulünü sevmek c) Allah’ın nimetlerine şükür Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 Dinî Ahlak ve Dinî Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları d) Allah’a iman ve kulluk e) Hiçbiri 4. İnsanın hayatını düzenleyen üç şey şunlardır: Beşerî ihtiyacı karşılayan madde, doğru yola sevk olunduğunda itaat eden, günahtan men olunduğunda neticeyi kabul eden itaatli nefis, kalplerin meylini üzerine toplayan, fenalıkları def eden sevgi. Bunlara aşağıdaki eserlerin hangisinde vurgu yapılmaktadır? a) Mustafa Çağrıcı, Anahatlarıyla İslâm Ahlakı b) Cafer sadık Yaran, İslâm’da Ahlakın Şartı Kaç c) Maverdî, Edebü’d-dünya ve’d-din d) Gazâlî, İhyâ e) Buharî, el- Edebü’l-müfred 5. Tüm tedbirleri aldıktan sonra başa gelen bir felaket karşısında sebat ve metanet göstermek, İslâm ahlakında hangi kavramla ifade edilmektedir? a) Tedebbür b) Tenevvür c) Tefekkür d) Tevekkül e) Tezekkür Cevap Anahtarı 1.c 2.e 3.d 4.c 5.d Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 Dinî Ahlak ve Dinî Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR Akseki, Ahmed Hamdi, (1981), İslam; Fıtri, Tabii ve Umumi Bir Dindir, Ankara, Nur Yayınları. Ali, Emir, (2007), İslam’ın Özü, İslam ve Hristiyanlığın Mukayesesi, çev. Ömer Rıza Doğrul, Ankara, İlahiyat Yayınları. Ali Bin Emrullah- Muhammed Hadimi, (2009), İslam Ahlakı, İstanbul, Hakikat Kitabevi. Atay, Hüseyin, (1994), Kur’an’a Göre İslam’ın Temel Kuralları, İstanbul, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları. Aydın, Mehmet S., (1991), Tanrı-Ahlak İlişkisi, Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. Çağrıcı, Mustafa, (1991), Anahatlarıyla İslam Ahlakı, İstanbul, Ensar Neşriyat. ______, (1989), İslam Düşüncesinde Ahlak, İstanbul, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları. Çamdibi, Hasan Mahmud, (1983), Şahsiyet Terbiyesi ve Gazali, İstanbul, Han Yayınları. Diyanet İşleri Başkanlığı, (2006), İlmihal, I- II, Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı. Draz, Abdullah, (Tarihsiz), Din ve Allah İnancı, İstanbul, Bir Yayıncılık. ______, (1993), Kur’an Ahlakı, çev. Emrullah Yüksel, Ünver Günay, İstanbul, İz Yayıncılık. El-Behiy, Muhammed, (1995), İnanç ve Amelde Kur’anî Kavramlar, İstanbul, Yöneliş Yayınları. Erdem, Hüsameddin, (1978), Ahlak Felsefesi, Konya, Hü-Er Yayınları. _______, (1996), Sondevir Osmanlı Düşüncesinde Ahlak, Konya, Sebat Matbaacılık. _______, (1990), “Dini Ahlak ve İlahi Dinlerden Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık’daki Bazı Ahlaki Meselelere Mukayeseli Bir Yaklaşım”, Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı: 3. Fahri Macid, (2004), İslam Ahlak Teorileri, İstanbul, Litera Yayıncılık. Gazalî, (1981), Kimya-i Saâdet, çev. Ali Arslan, İstanbul, Arslan Yayınları. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 Dinî Ahlak ve Dinî Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları _______, (1977), İhyâu Ulûmi’d-Din, cilt: 3, çev. Ahmed Serdaroğlu, İstanbul, Bedir Yayınları. ______, (1975), İhyâu Ulûmi’d-Din, cilt: 4, çev. Ahmed Serdaroğlu, İstanbul, Bedir Yayınları. Güngör, Erol, (1995), Ahlak Psikolojisi ve Sosyal Ahlak, İstanbul, Ötüken Yayınları. Kandemir, Yaşar, (2008), Örneklerle İslâm Ahlakı, İstanbul, Nesil Yayınları. Karagöz, İsmail, (2009), Allah Sevgisi Allah Korkusu, Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. Kaya, Yunus, (2009), Tasavvuf Nefsi Arıtma ve Donatma, İstanbul, Uzakülke Yayınları. Kılıç, Recep, (1992), Ahlakın Dini Temeli, Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. _____, (1995), Ayet ve Hadisler Işığında İnsan ve Ahlak, Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. _____, (2004), Dini Anlamak Üzerine, İstanbul, Ötüken Yayınları. Mâverdi, Ebu’l_Hasan, (1982), Edeb’üd-Dünya ve’d-Din, çev. Ali Akın, İstanbul, Temel Neşriyat. Naim, Bababzâde Ahmed, (1995), İslam Ahlakının Esasları, Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. Öztürk, Hüseyin, (1990), Kınalızâde Ali Çelebi’de Aile Ahlakı, Ankara, Aile Araştırma Kurumu Başkanlığı Yayınları. Şekeroğlu, Sami, (2010,. Mâtürîdî’de Ahlak, Felsefi Bir Betimleme, Ankara, Ankara Okulu Yayınları. Yeniterzi, Emine, (1997), Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. Türkeri, Mehmet, (2004), “Bazı İslam Ahlak Kuramlarındaki Ortak Noktalar”, Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı XIX. Yakıt, İsmail, (2005), İslam’ı Anlamak, İstanbul, Ötüken Yayınları. Yaran, Cafer Sadık, (2005), İslam’da Ahlak’ın Şartı Kaç, İstanbul, Elif Yayınları. _____, (2010), Ahlak ve Etik, İstanbul, Rağbet Yayınları. _____, (2011), İslam Ahlak Felsefesine Giriş, İstanbul, Dem Yayıncılık. Yazgan, Mustafa, (1976), Semavi Dinlerde Ahlak, Ankara, Nur yayıncılık. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 Dinî Ahlak ve Dinî Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları Yörükan, Yusuf Ziya, (1998), Müslümanlık ve Kur’an-ı Kerim’den Ayetlerle İslam Esasları, Ankara, Kültür Bakanlığı Yayınları. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22 HEDEFLER İÇİNDEKİLER FELSEFİ AHLAK VE FELSEFİ AHLAKA GÖRE İSLAM AHLAK ESASLARI • Felsefi Ahlak: Dönemleri, Temel Özellikleri ve Kaynakları • Klasik Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları • Modern Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları İSLAM AHLAK ESASLARI • Bu üniteyi çalıştıktan sonra • Nefsin 3 gücünü bilecek • 4 temel erdem ve alt erdemlerini tanıyacak • Ahlak terbiyesi ve tedavi yollarını öğrenecek • Evrensel ahlaki ilkeleri değerlendirebileceksiniz. ÜNİTE 5 Felsefi Ahlak ve Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları GİRİŞ İslam ahlakı, genel olarak şu üç ekole ayrılmaktadır: Geleneksel dinî Ahlak, Felsefi Ahlak, Tasavvufi Ahlak. Bu bölümde felsefi ahlak üzerinde duracağız. Burada “felsefi”den kasıt, elbette, Antikçağ felsefesi gibi İslam öncesi felsefelerin etkilerini taşımakla birlikte esas itibarıyla “İslam felsefesi”ne veya İslam filozoflarına ait ahlak anlayışıdır. Başka bir deyişle, “felsefi ahlak” tamlamasındaki “felsefi” terimi genel anlamda felsefi olanı değil, özellikle İslam kültürü içerisinde Müslümanlarca yapılan felsefe anlamında daha sınırlı bir manayı ifade etmektedir. Kısacası, bu bölümde, Farabi, İbn Miskeveyh, Nasiruddin Tûsî, Kınalızâde Ali Efendi gibi klasik dönem İslam filozoflarının ahlak konusundaki görüşlerini ele alacağız. FELSEFİ AHLAK: DÖNEMLERİ, TEMEL ÖZELLİKLERİ VE KAYNAKLARI Felsefi ahlak, İslam medeniyetinin üçüncü büyük ahlak anlayışıdır. İslam filozoflarının ahlakla ilgili eserlerinde ortaya konulan bu ahlakta, ahlaki ilkeler, erdemler ve örnekler, İslam’ın dinî referansları ve şahsiyetlerinden alınabildiği kadar Antik Yunan ve Roma felsefesinden de alınmaktadır. Bu felsefenin etkisi sadece filozoflar arasında kalmamıştır. Gazâlî dâhil olmak üzere birçok Müslüman ahlakçı, bu ahlak sisteminin açık etkilerini taşımaktadır. Felsefi Ahlakın Dönemleri ve Temel Özellikleri “Araştırmalarımızın amacı, üstün ahlakı elde etmektir.” İbn Miskeveyh İslam felsefi ahlak teorilerini, klasik dönem felsefi ahlakı ve modern dönem yahut Kant sonrası felsefi ahlak diye ikiye ayırmak daha doğru olsa gerek. Çünkü ikisi arasında belirgin bir fark gözükmektedir. Klasik felsefi ahlak teorileri, farklı Yunan felsefe okullarının etkisini taşır. İslam’da felsefi ahlakın en büyük yazarı sayılan İbn Miskeveyh’in Tehzîbü’l-ahlâk’ı, Eflatuncu, Aristocu, Yeni Eflatuncu ve Stoacı unsurların ustaca işlendiği bir ahlak sistemine temel teşkil eder. Onun eserindeki siyasi boyut eksikliği, takipçileri olan Tûsî’nin, Devvânî’nin, Kınalızâde Ali Efendi’nin eserlerinde ev ekonomisi ve siyaset ilmine dair geniş eklerle giderilir. Klasik felsefi ahlakın ileride biraz daha geniş olarak açıklayacağımız temel özelliklerinden bazıları şunlardır: Nefisin üç gücü (düşünme, öfke, arzu) vardır. Bu üç güç ile bağlantılı olarak dört ana erdem vardır (hikmet, cesaret, iffet, adalet). Erdemler, orta yolda veya aşırılıkların ortasında bulunur (ifrat ve tefrit, reziletleri/erdemsizlikleri; itidal/ölçülülük ise faziletleri/erdemleri oluşturur). İnsanlar irade hürriyetine sahiptir, fiillerinde hürdür ve yaptıklarından dolayı sorumludur. Temel değerler evrenseldir; Tanrı, iyiyi, gerçek anlamda iyi olduğu için Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 Felsefi Ahlak ve Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları tüm insanlara buyurur. Toplumlar, siyasal yönetim biçimlerine göre cahil toplumlar ve erdemli toplum olarak ayrılırlar. Ahlak ve siyaset birlikteliğinin amacı, erdemli toplum ve ruhun ebedi saadetidir. Modern yahut çağdaş felsefi ahlak diye ayırt edebileceğimiz ikinci dönem İslam felsefi ahlakını asıl belirleyen ve öncekilerden ayıran ise belirgin bir Kant etkisidir. Bu etki, M. Abdullah Draz'ın Kur’an Ahlakı adlı kitabında da, Ahmet Hamdi Akseki'nin Ahlak İlmi ve İslam Ahlakı adlı kitabında da çok belirgin bir biçimde görülür. Bu kitaplarda kullanılan terimler ya da ahlak dili de tasnifler ve tercihler de Kant'ı ve deontolojik/ödev etiğini yansıtır. Örneğin Akseki, ödev kavramını, bazı İslam ilimlerinde alışkın olduğumuz şekilde, önce gelenler (mütekaddimin) ve sonrakilere (müteahhirin) göre diye ikiye ayırarak tanımlamakta ve Kant’ı sonra gelenlerin en meşhuru olarak görmektedir. Ona göre önce gelenler ödevi şöyle tarif ediyorlar: “Başkalarının bize yapmalarını arzu ettiğimizi, bizim de onlara yapmamız; yapılmasını istemediğimizi, bizim de onlara yapmamamız”(1979: 119). Sonra o, Kant’ın ödev tanımını ve ödev ölçütünü açıklar ve onun ödev ilkesinin kaynağı ve dayanağının akıl olduğunu belirtir. Daha sonra da İslam’ın ödev anlayışını irdelemeye başlar. Felsefe iki kısma ayrılır: Biri ilim, diğeri eylemdir. Eylemsel felsefenin kısımlarının başında da ahlak/etik gelir. Akseki’ye göre, İslam’da, ödevin kaynağı dindir ve tanımı ise şudur: “Vazife, dinin yapılmasını emrettiği hayırdır.” Ya da “Dinin emirlerine uymak, yasaklarından uzaklaşmaktır” (1979: 120).” Akseki, ödevi dine dayalı olarak tanımlamanın, ödev ilkesinin akli mahiyetinden bir şey kaybettirmediğini, zira bir Müslümanın tabi olduğu dinin de sonuçta “aklın temel prensipleri”ne dayandığını savunur. Onun kitabının neredeyse tamamı "Vazife/ödev" kavramı ve gereklerine göre bölümlenmiştir. Bu yaklaşım etkisini günümüzde de sürdürmektedir. Felsefi Ahlakın Temel Kaynakları İslam’da felsefi ahlakın, bir yanda Kur’an ve Sünnet gibi İslami kaynakları öbür yanda da Platon ve Aristoteles’in kitapları gibi felsefi kaynakları vardır. İslami kaynaklar açısından örneğin İbn Miskeveyh kitabına, hamdele ve salvele ile başlar ve kitabının yazılış amacını belirtirken hem metaetik hem de normatif etik açısından çok yoğun içeriği olan şu ayetle devam eder: “Nefse ve onu biçimlendirene, sonra da ona iyilik ve kötülük yapma kabiliyetlerini verene andolsun ki, nefsini arıtan kurtuluşa ermiş, onu kötülükle örten kimse de ziyana uğramıştır.” (Şems/91: 7-10) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 Felsefi Ahlak ve Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları Keza, NasiruddinTusi, örneğin adalet konusunu işlerken, Şeriat sahibi şöyle demiştir diyerek bir hadise yer verir (2007: 128): “Göklerin ve yerin ayakta durması adaletledir.” Bu tür kitapların felsefe ve dîni bir arada kullanmalarına örnek olarak Kınalızâde Ali Efendinin eserinden (t.y.: 138) seçilen şu paragraf gösterilebilir: Adaletin korunması için toplumda üç şey lazımdır: Namus-u Rabbani, Hakim-i İnsani, Dinar-ı Mizani. Yunan filozofları bunların üçüne birden “Namus” derler. Filozoflar derle ki, namus; ilk olarak şer-i ilahîdir. Bu en büyüktür. İkinci namus otoriter devlet başkanı ve adaletli hâkimdir. Üçüncü namus paradır ki, ikinci namusun, yani adaletli hâkimin fermanındadır. İkinci namusun hidayete ulaşabilmesi için birinciye uyması gereklidir. Kur’an-ı Kerim’de bu manaya işaret vaki olmuştur. “… İnsanların adaleti ayakta tutmaları için, beraberlerinde de kitabı ve mizanı indirdik. Bir de kendisinde hem çetin bir sertlik, hem insanlar için menfaatler bulunan demiri indirdik.” (Hadîd/75: 25). Felsefi ahlakın felsefi kaynakları arasında en önemli ikisi, Platon’un Devlet adlı eseri ile Aristoteles’in Nikomakhos’a Etik adlı eserleridir. Platon’un Devlet adlı eserinin etkisi, özellikle nefisin üç gücüne dayalı insan psikolojisi ve dört erdem temelli ahlak anlayışında görülür. Mahmut Kaya’nın belirttiği üzere, “İslam toplumunda başta hadis ve kelâm âlimleri olmak üzere muhafazakâr çevreler felsefeyi eleştirirken hedefleri materyalist-ateist felsefe ile (dehriyye-ilhad) teorik felsefenin (nazari hikmet) dinle çelişen bazı problemlerdir. Buna karşılık filozofların pratik felsefe (ameli hikmet), yani ahlak ve siyaset alanlarında ortaya koyduğu görüşler genellikle bütün çevreler tarafından kabul görmüştür” (1995: 316). Kaya, bunun örneklerini de vermekte ve bu etkinin sadece filozoflarla sınırlı kalmayıp ötesine geçtiğini örnekleriyle belirtmektedir: “Mesela Eflatun’un ahlak felsefesinde faziletin temeli sayılan hikmet, şecaat, iffet ve adalet kavramlarının Gazzali başta olmak üzere Sünni çizgiyi takip eden bütün ahlakçıların eserlerinde yer aldığı görülmektedir.” Felsefi ahlakta çok önemli bir yer teşkil eden bu dört erdem teorisinin temellerinden biri, neredeyse onun kadar yaygın kabul gören “nefisin üç gücü” teorisidir. Aşağıda daha ayrıntılı göreceğimiz bu dörtlü erdem tablosu, Platon’un psikolojisi, yahut nefisin üç gücü (düşünme gücü, öfke gücü, arzu gücü) teorisine dayanmaktadır. Bu psikoloji de, onun devlet ve toplum felsefesinden Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 Felsefi Ahlak ve Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları kaynaklanmakta, yani yöneticiler, koruyucular ve işçilerden oluşan üç toplumsal sınıflı küçük bir site devleti modeline dayanmaktadır; onun da temelinde bir Fenike masalının en azından desteği bulunmaktadır. Platon’un Devlet’te anlattığına göre, üç sınıftan oluşan bütün şehrin veya şehir devletinin “gerekli” ve “güzel” bir “yalan”a, bir “Fenike masalı”na inandırılmaya çalışılması iyi olacaktır. Buna göre Sokrates topluma şöyle diyeceğini anlatır: “Bu toplumun birer parçası olan sizler, diyeceğim, birbirinizin kardeşisiniz. Ama sizi yaratan Tanrı, aranızdan önder olarak yarattıklarının mayasına altın katmıştır. Onlar bunun için baş tacı olurlar. Yardımcı *koruyucu, savaşçı, bekçi+ olarak yarattıklarının mayasına gümüş, çiftçiler ve öbür işçilerin mayasına da demir ve tunç katmıştır”(Platon, 1992: 105). Platon’a göre, bu ütopik site devletindeki en üst sınıf olan ve mayalarına altın katılmış bulunan yönetici sınıf “bilgelik” erdemine sahip olacak, ikinci sınıfı oluşturan ve mayasına gümüş katılmış olan koruyucular (askerler ve bekçiler) “cesaret” erdemine sahip olacak, bu devletteki üçüncü ve en alt tabakadaki, mayalarına demir ve tunç katılmış olan vatandaşlar sınıfını oluşturan işçi, köylü, zanaatkâr sınıfı “ölçülü” veya iffetli olacak, son olarak, bu sınıflardan her birine mensup kişinin yalnız kendi üzerine düşen işleri yapması ve buna razı olması ile de bütün toplum “adalet” erdemine kavuşmuş olacaktır. Buradan hareketle Platon, “toplumdaki yönetenler, savaşanlar ve para kazananlar gibi içimizde de üç bölüm” vardır sonucuna ulaşarak, birey için de aynı erdemlerin geçerli olduğu sonucuna ulaşır. Alasdair MacIntyre’ın dediği gibi, “Platon’un ahlakı ve Platon’un politikası birbirine sımsıkı bağımlıdır”(2001: 59). Platon’un eserleri yanında İslam ahlakını etkileyen en önemli Yunanca ahlak metni, Aristo’nun, İshak b. Huneyn tarafından tercüme edilip Farabi (ö. 950), İbn Rüşd ve diğerlerince şerh edilen Nikomakhos’a Etik’idir. Birçok kişiye göre erdem etiğinin en önemli klasik kaynağı Aristoteles’in Nikomakhos’a Etik adlı eseridir. Onun burada savunduğu ahlak, her şeyden önce, bir amaca ulaşmayı arzulayan teleolojik/erekbilimsel bir ahlaktır. Zira o, kitabına şu cümleyle başlar: “Her sanat ve her araştırmanın, aynı şekilde her eylemin ve tercihin de bir iyiyi arzuladığı düşünülür; bu nedenle iyiyi ‘her şeyin arzuladığı şey’ diye yerinde dile getirdiler” (1998: 1). Yine de, ona göre, amaçlarda kimi farklılıklar var gibi görünmektedir. Örneğin, tıbbın amacı sağlık, gemiciliğin gemi, askerlerin zafer, ekonominin zenginliktir. Bununla birlikte “tüm yapılabilecek iyilerin en ucundaki şey nedir?” diye sorulursa, Aristoteles, “hem sıradan kişiler hem de seçkin insanlar”ın anlaşarak verdiklerini belirttiği cevaba katılır: Mutluluk. Bu insanlarla birlikte o, “iyi yaşamayı ve iyi durumda olmayı da mutlu olmakla bir” tutar. Akıl sahibi insana uygun düşen insani iyi de, “ruhun erdeme uygun etkinliği olur – üstelik yaşamın sonuna kadar etkinliği. Çünkü bir tek kırlangıç baharı Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 Felsefi Ahlak ve Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları getirmez, ne de bir tek gün; aynı şekilde bir tek gün ya da kısa bir süre insanı kutlu ve mutlu kılmaz.” Kısacası ruh, istikrarlı bir biçimde erdeme uygun etkinliklerde bulunursa, iyi olmayı başarmış olur; iyi olmayı uzun süreli bir yaşam biçimi hâline getirmiş olmak da, herkesin amaçladığı mutluluğu yakalamış olmak demektir. Aristoteles’e göre ruhta olup biten şeyler üç türlüdür: Etkilenimler (veya duygulanımlar, duygular), Olanaklar (veya yetenekler), Huylar (ya da eğilimler). Erdem, bunlardan ilk ikisi değil, sonuncusudur; yani erdem “insanın iyi olmasını ve kendi işini iyi gerçekleştirmesini sağlayan huy olmalı”dır (1998: 129131). Fakat bu huy ile doğuştan getirilen özellikler kastedilmez. Aksine erdemlilikte, tercihte bulunma gücü ve tercihini orta yoldan yana yapma seçimi çok önemlidir. Onun ifadesiyle, “erdem, tercihlere ilişkin bir huy*dur+: Akıl tarafından ve aklı başında insanın belirleyeceğiyle belirlenen, bizle ilgili olarak orta olanda bulunma huyudur”(1998: 32). Aristoteles’e göre, yemenin aşırı çoğu da aşırı azı da sağlığı bozduğu, dengeli yemenin ise sağlığı meydana getirdiği, artırdığı ve koruduğu gibi; erdem konusunda da her iki yöndeki aşırılıktan kaçınıp, orta yoldaki duygulanımlar ve etkinlikler izlenmelidir. Örneğin aşırı korkaklık veya aşırı cüretlilik değil, yiğitlik erdemdir; ya da benzer şekilde, aşırı haz düşkünlüğü ya da aşırı duygusuzluk değil, ölçülülük erdemdir. Ölçülülükten kasıt da matematiksel ortayı bulmak değil, “bize göre orta olanı” bulmayı ve ona uygun davranmayı hedef edinmektir. Çünkü herbirimizin kişisel özellikleri de davranışımızı sergileyeceğimiz toplumsal koşullar da az çok değişiklik arz eder. Bu durum da göz önüne alınarak “gerektiği zaman, gereken şeylere, gereken kişilere karşı, gerektiği için, gerektiği gibi bunları yapmak orta olandır ve en iyidir, bu da erdeme özgüdür.” Dolayısıyla kısaca belirtildiğinde, Aristotelses’in anlayışında erdem, “aşırılığı yanlış olan, eksikliği yerilen, ortası övülen ve isabetli olan etkilenimlerle ve eylemlerle ilgili” olan huylardır. “Övülmek ve isabetli olmak da erdeme özgü” ayrımlardır; ayrıca erdemleri gerçekleştirmek bizim elimizdedir ve neyin erdem olduğunu bilmede de “sağ akıl” en büyük yardımcımızdır(1998: 31-32, 52, 113, 129). Aristoteles’e göre, “biri düşünce erdemi, diğeri ise karakter erdemi olmak üzere iki tür erdem vardır.” Düşünce erdeminin örnekleri, bilgelik, doğru yargılama, aklı başındalık gibi erdemlerdir. Cömertlik ve ölçülülük gibi nitelikleri de karakter erdemlerine örnek olarak gösterir. Bunlardan düşünce erdemi daha çok eğitimle oluşur ve gelişir; karakter erdemi ise alışkanlıkla edinilir. Sıklıkla vurguladığı “orta olma” özelliği daha ziyade karakter erdemleriyle ilgilidir. Her ikisi açısında da Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 Felsefi Ahlak ve Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları bakıldığında erdemler, “ne doğal olarak ne de doğaya aykırı olarak edinilir; onları edinebilecek bir doğal yapımız vardır, alışkanlıkla da onları tam olarak geliştiririz.” Örneğin, adil şeyler yapa yapa adil insan, ölçülü davrana davrana ölçülü, yiğitçe davrana davrana da yiğit insanlar oluruz (1998: 23-24). Aristotelses’in düşünce erdemleri dediği erdemler ise, “aklı başındalık”, “bilgelik”, “doğru yargılama” gibi özelliklerdir. Bir varlık için en asil ve en hoş olan şey, doğal olarak o varlığa özgü olan şeydir. İnsanı insan yapan da akıldır. O hâlde insan için en asil, en erdemli ve en mutlu edici yaşam, “akla göre yaşam”dır. Karakter erdemine uygun yaşam bundan sonra gelir. Ona göre pratik bilgelik, herhangi bir durumda neyi yapmanın doğru olacağını görme yeteneğidir. Bir insan, ahlaki bir davranış gerektiren herhangi bir durumda, “pratik olarak bilge ve erdemli insanın” neyi seçer olduğunu belirlemek ve ona uygun olanı yapmak durumundadır. Bu yaklaşımıyla Aristoteles, ilahi buyruk kuramı yanlılarının ya da Kant’ın ahlak kuramına benzemeksizin, önceden belirlenmiş teorik kurallardan ziyade, aydınlanmış bir vicdana çok daha fazla önem atfetmektedir. Nikhomakhos’a Etik adlı kitabında Aristoteles, düşünce erdemlerini daha üstün bulduğunu belirtse de daha ziyade karakter erdemleri üzerinde durur. Önce birkaç sayfa içinde özetlediği ondan fazla karakter erdemini daha sonra kitabın tamamında ayrıntılı bir biçimde inceler ve hepsinin iki aşırı uçtaki erdemsizliklerin ortasında bulunan övülmüş erdemler olduğunu göstermeye çalışır. Erdemleri ikiye ayırmakla Platon’a göre bir adım daha ileri gitmiş olan Aristoteles, onların kendi içlerindeki tasnifinde Platon kadar sade ve sistematik gözükmemektedir. Sadece karakter erdemlerinin sayısı bile onu geçmektedir ve bunların bazılarının uç noktalarındaki erdemsizliklerin bazılarının da kendilerinin özel bir adı olmadığını kendisi de belirtir. Birinci olarak ele aldığı erdem “yiğitlik”tir; ve bu, “korkular ve cüretlerle ilgili orta olma”dır. İkincisi, “hazlar ve acılar konusunda orta olma” olan “ölçülülük”tür. Üçüncüsü “para alma ile para verme konusunda orta olma” olan “cömertlik”tir. Dördüncüsü, para ilgili bir başka orta tutum dediği “ihtişam”dır. Beşincisi, “onur ile onursuzluk konusunda orta olma” saydığı “yüce gönüllülük”tür. Altıncısı, “daha küçük onurla ilgili bir özellik”tir ama özel bir adı yoktur. Yedincisi, “öfke konusunda orta olma” durumudur; aslında adı yoksa da o buna “sakinlik” demeyi uygun görür. Bunların yanında, birbirine benzemekle birlikte farklı yönleri de bulunan, “insanlar arasındaki ilişkilerdeki konuşmalar ve eylemlerle ilgili” olan ve çoğunun özel adı bulunmayan üç orta erdem daha olduğunu belirtir. Bunlar dikkate alınarak söylendiğinde, sekizincisi, “samimiyet”; dokuzuncusu, “şakacılık”; onuncusu ise, “dostluk”tur. Bunlara ilaveten, iki tane de “başa gelenlerle ve etkilenimlerle ilgili ortalar vardır”. Bunları da katarak söylediğimizde, on birinci erdem, “utanmayı Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 Felsefi Ahlak ve Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları bilme”, on ikincisi de, kıskançlık ile hasetin ortası saydığı “infial”dir (1998: 34-36). On üçüncü olarak da, “erdemlerin en önemlisi” olduğu ifade edilen “adalet” erdemi üzerinde durulur. Platon, Aristoteles ve benzerlerinin eserleri yanında, doğal olarak İslam’da felsefi ahlakın asıl kaynakları, İslam tarihi boyunca Müslüman filozoflar ve ahlakçılarca oluşturulan ahlak ve ahlak felsefesi ile ilgili eserlerdir. Ahlaka eserlerinde geniş yer veren ilk büyük İslam filozoflarından biri Farabi’dir. O, müstakil bir ahlak felsefesi kitabı yazmamakla birlikte, Kitabu’t-tenbih ala sebili’s-sa‘âde, es-Siyâsetü’l-medeniyye, İhsâu’l-ulûm, el-Medinetü’l-fâzılâ gibi eserlerinde erdemli devlet ve onun hazırlayıcısı olarak ahlak konuları üzerinde ayrıntılı olarak durmuştur. İhvan-ı Safa’nın Risâleler’inden birçoğunda ahlaka değinilmektedir ve bunlardan biri özellikle ahlakla ilgilidir. İbn Sina’nın eserlerinde de ahlaka yer yer değinilmekte, İlmü’l-ahlâk adlı da bir risalesi bulunmaktadır. İslam ahlak felsefesinde en dikkat çekici ve üretken ahlak filozofu İbn Miskeveyh ve ünlü eseri Tehzîbü’l-ahlâk’tır. Onun ahlaka dair başka eserleri de olmakla birlikte bu eser İslam ahlak felsefesinin en tanınan ve yararlanılan klasiklerinden biridir. Bir diğer önemli çalışma, Nasiruddin et-Tusi’nin Ahlak-ı Nasıri’sidir. Bu son iki kitap daha sonra yazılan birçok ahlak kitabını etkilemiştir. Bunlardan biri de Osmanlı ahlakçısı Kınalızâde Ali Efendi’nin Ahlak-ı Alai’sidir. Bunların yanında sonraki dönem üzerinde en fazla etkili olan kitaplardan biri de hiç kuşkusuz Gazâlî’nin İhyâ’sıdır. Daha sonraki eserler temelde bu eserlerden yararlanırlar. 20. yüzyıldaki ahlak felsefesi eserlerinde Kant’ın etkisi de açıkça görülür. Bunlar arasında Ahmet Hamdi Akseki’nin Ahlak İlmi ve İslam Ahlakı adlı eseri ile Abdullah Draz’ın Kur’an Ahlakı adlı eserleri sayılabilir. Aşağıda daha ziyade, İbn Miskeveyh, Tusi ve Kınalızâde gibi filozof ve ahlakçıların görüşleri özetle tanıtılmaya çalışılacaktır. KLASİK FELSEFİ AHLAKA GÖRE İSLAM AHLAK ESASLARI Felsefi ahlak kitapları genellikle nefis ya da ruhun özellikleri ve özellikle de üç temel gücünün anlatılmasıyla başlar ve bunlardan hareketle dört temel erdem konusuna geçilir. Felsefi ahlakçılara göre, nefis (veya ruh) bedenden bağımsız bir cevherdir. Nefisin fazileti de, bazı insanların zannettiği gibi bedeni hazlarda değil, insanı insan kılan ve öteki canlılardan ayıran düşünme gücünün iyi kullanılması ve geliştirilmesindedir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 Felsefi Ahlak ve Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları Nefisin Üç Gücü Felsefi ahlakçılara göre, nefisin üç gücü vardır: Düşünme (nutk) gücü: Bu, düşünme, akledilir şeyleri algılama, iyi ve kötü fiilleri ayırt etme ve olayların gerçek nedenleri hakkında akıl yürütme gücüdür. Öfke (gazap) gücü: Bu, tehlikeler karşısında gözü peklik ve atılganlık ile her çeşit zararı def etme ve her şekilde otorite ve üstünlük kurmayı, şeref kazanmayı arzu etme gücü olarak tanımlanır. Arzu (şehvet) gücü: Bu da faydalı olduğu düşünülen şeyleri arzu etme, başka bir deyişle, yeme-içme, cinsellik ve benzeri zevk verici bedeni arzuların gerçekleşmesini isteme gücüdür. Bu üç gücün en aşağısı, arzu gücüdür ve buna bazen hayvani nefis de denir. Öfke gücü orta düzeyde görülür; en üstün görülen de düşünme gücü veya düşünen nefistir. İnsan, bu güçlerin en üstünü olan düşünen nefise sahip olduğu için insan olmuş, bu sayede hayvanlardan ayrılmış ve meleklere benzemiştir. İnsanların şereflileri, düşünen nefis güçleri daha kuvvetli olanlar, bu gücün yönlendirmelerine göre hayatlarını idare edenlerdir. Bunun yerine, öteki iki gücünden birinin kendisine hâkim olduğu insanlar, bu hâkimiyetin gücü nispetinde, olgun ve kâmil insan olma derecesinden aşağı doğru düşerler. Bazıları bu üç gücü, yanındaki köpeğiyle ata binip ava giden bir insana benzetirler. Burada, at arzu gücü, köpek öfke gücü, avcı da düşünme gücüne benzetilir. Avcı konumundaki insan, atın ot peşinde koşmasına veya köpeğin yersiz saldırganlıklarına engel olur ve onları gerektiği gibi kullanırsa, amacında başarılı olur; bunun yerine, kendisi onlardan birine uyarsa, asıl hedefine hiçbir zaman ulaşamaz. Dolayısıyla, insani ve ahlaki kemâle yükselmek isteyenler, arzu ve öfke güçlerini daima düşünme gücünün kontrolü altında kullanmalı, en fazla düşünme gücünün yönlendirmelerine itibar etmelidirler (İbn Miskeveyh, 1983: 22, 54; Tûsî, 2007: 36; Kınalızâde, t.y.: 61). Felsefi ahlakçılar, bu şekilde nefisin üç gücü hakkında bilgi verdikten sonra, bu psikoloji anlayışına göre şekillenen erdemler ve erdemsizlikler tablosuna geçerler. Bu güçlerle bağlantılı olan dört temel erdem anlayışı bu ahlak sistemi açısından özel bir önem arzeder. Dört Temel Erdem Üç güçten en önemlisi olan düşünme gücü ölçülü bir biçimde işlevde bulunduğunda hikmet/bilgelik erdemi ortaya çıkar. Arzu gücü ölçülü olup, arzularına aşırı düşkün olmayıp, bu konularda düşünme gücünün uyarılarına itaat ettiği zaman iffet erdemi ortaya çıkar. Öfke gücü ölçülü olup, yerli yersiz kızmaz ve Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 Felsefi Ahlak ve Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları öfkelenmezse ve düşünme gücünün buyruklarına boyun eğerse, cesaret/yiğitlik erdemi ortaya çıkar. Bu üç güç ve bu üç erdem arasında ölçülülük ve denge kurulabilirse bundan da adalet erdemi doğar. Böylece dört temel erdem kişide gerçekleşmiş olur: Hikmet, iffet, cesaret ve adalet. Bu dört erdemin/faziletin zıtları da dört temel erdemsizliği/rezileti oluşturur. Bunlar da bilgisizlik, açgözlülük, korkaklık ve haksızlıktır. Ayrıca, bilinmesi gereken genel özelliklerden biri de aşağı yukarı bütün erdemlerin orta yol olarak kabul edilmesi, bütün erdemsizliklerin de ifrat veya tefrit şeklinde orta yoldan sapma ve aşırılıklara kayma olarak görülmesidir. Her fazilet, kötülüklerin ortasındadır ve fazilet kendine has olan yerden saparsa, aşırı uçlardaki kötülüklerden birine yaklaşılmış olur. Temel erdemleri biraz daha irdelemekte yarar vardır. Zira felsefi ahlakçılara, örneğin Tusi’ye göre, (2007: 90), “önceki ve sonraki bütün filozofların, erdemlerin cinslerinin hikmet, yiğitlik, iffet ve adalet olmak üzere dört olduğu üzerinde icma ve ittifak etmeleri” onların öneminin göstergesidir. Hikmet: Bilgelik veya hikmet, düşünme gücünün fazileti olup; nefis, hikmet erdemi sayesinde, fiillerden hangisinin yapılması ve hangisinin yapılmaması gerektiğini bilir. Hikmet, düşünme gücünü gereksiz yerde ve gereksiz biçimde kullanmak anlamına gelen sefihlik veya cerbeze ile onu gerektiği yerde gerektiği ölçüde kullanamamak anlamına gelen aptallık arasında orta bir yoldur. Burada erdemsizlik olarak sayılan aptallık, düşünme gücünü kullanmanın yaratılışça eksik olması değil, bilerek ve isteyerek ihmal ve iptal edilmesidir. İbn Miskeveyh’in tasnifine göre, hikmet kapsamına giren faziletler, zekâ, hatırlama, akletme, çabuk anlama, anlama gücü, zihin açıklığı ve kolay öğrenmedir. İffet: İffet, şehvet duygusuyla ilgili bir fazilettir. Bu faziletin bir insanda gerçekleşmesi, onun bedensel arzularını aklına göre yönetmesine sebep olur. Böylece insan, arzularının kölesi olmaktan kurtulur; hem daha özgür hem de daha erdemli bir hayat yaşar. İffetin de iki aşırı uçtaki kötülüklerin rasında yer aldığı varsayılır. Bunlar, zevk sefa düşkünlüğü ve bu uğurda gerekli olan sınırın dışına çıkmak anlamında açgözlülük ile bedenin zorunlu ihtiyaçlarını oluşturan doğal zevklere karşı aşırı ilgisiz kalma anlamındaki gevşekliktir. İffetin kapsamına giren ikinci derece faziletler; utanma, sükûnet, sabır, cömertlik, hür olmak, kanaat, yumuşak huyluluk, düzenlilik, iyi hâl, barışseverlik, ağırbaşlılık ve kötülüklerden sakınmadır. Cesaret: Cesaret, nefisin öfkeye ilişkin faziletidir. Cesaret, korkulması gerekmeyen şeyler karşısında bile gösterilen korkaklık ile hiç gerekmeyen durumlarda bile köpürme ve saldırganlık arasında bir orta hâldir. Bu erdeme sahip Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 Felsefi Ahlak ve Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları olan kişi, ne zaman öfkeleneceğini, ne zaman öfkesine hâkim olup sabretmesi gerektiğini bilir. Cesaret, şecaat ya da yiğitliğin kapsamına giren faziletler; nefis büyüklüğü, gözü peklik, büyük himmet sahibi olmak, sebat, sabır, yumuşaklık, sükûnet, yüreklilik ve sıkıntıya katlanmadır. Adalet: Felsefi ahlakçılara göre, adalet, yukarıda zikredilen üç temel fazilet olan hikmet, iffet ve cesaretin bir arada bulunmasıyla ortaya çıkar. Adalet, nefisin üç gücünün birbiriyle barış içinde olması ve nefisin diğer iki gücünün, düşünme gücünün buyruklarına boyun eğmesiyle olur. Adalet, haksızlık etme ile haksızlığa uğrama arasında yer alır. Adalet erdemine sahip olan insan, önce kendi nefisine karşı sonra da başkalarına karşı hakkaniyetli ve insaflı davranır. Adalet şu üç yerde bulunur: Malların ve şereflerin dağıtımında Alım-satım ve değişim gibi karşılıklı olarak yapılan işlerde Haksızlık ve tecavüz bulunan şeylerde. Adil kimse, eşit olmayan şeyler karşısında eşitliği sağlayan kimsedir. İnsanların iyilik yapanlara olan sevgisi adil kimselere olan sevgisinden daha fazladır; ama âlemin düzeni, iyilik yapmaktan ziyade adalete dayanır. Adaletin kapsamına giren faziletler ise, dostluk, ülfet, yakınlarla ilişkiyi sürdürmek, ödüllendirme, iyi muamele, bir şeyi güzelce yerine getirmek, sevgi, dindarlık, kin gütmemek, kötülüğe iyilikle karşılık vermek, lütufkâr olmak, insanlıktan ayrılmamak, düşmanlıkları terk etmek, kötü söz nakletmemek, doğruların davranışlarından söz etmek, zararlı sözleri terk etmek, açgözlülük etmemek, Allah’a yönelmek, yemin etmemek, ve benzeri erdemlerdir (İbn Miskeveyh, 1983: 24-34, 102; Tûsî, 2007: 89-97; Kınalızâde, t.y.: 94-123). Felsefi ahlakta temel erdemler dört olduğu gibi, temel erdemler de bazen tam bunların zıddı olan bir başka dörtlü olur, bazen de bu temel erdemler ortada sayılıp bunların ifrat ve tefrit uçlarını oluşturan sekiz erdemsizlik üzerinde durulur. Erdemsizlikler erdemlerin ilk akla gelen zıtları olarak düşünüldüğünde dört tane olur ve bunlar, hikmetin/bilgeliğin zıddı olarak cehalet, cesaretin zıddı olarak korkaklık, iffetin zıddı olarak haz düşkünlüğü ve adaletin zıddı olarak zulümdür. Erdemleri orta yolda davranışlar sayıp fazlalık yönünde sınırı aşmaktan ibaret ifrat ile azlık yönünde aşırılık olan tefrit hâlleri dikkate alındığında ortaya çıkan sekiz erdemsizlik de şunlardır: Hikmetin karşı kutuplarında yer alan kurnazlık ve aptallık, cesaretin karşı kutuplarında yer alan cüretkârlık ve korkaklık, iffetin karşı Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 Felsefi Ahlak ve Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları kutuplarında yer alan hazlara düşkünlük ve isteksizlik ve adaletin karşısında yer alan zulüm ve zulme boyun eğmedir(Tûsî, 2007: 98-102; Kınalızâde, t.y.: 123 vd.). Burada çok kısaca da olsa şunun belirtilmesinde yarar olabilir ki, İslam filozoflarında görülen dört temel erdem tablosu, oldukça sade ve sistemli bir tablo olmakla ve gerçekten çok güzel erdemleri bir araya toplamış bulunmakla birlikte, binlerce yıl sonra apayrı coğrafyalarda yaşayan bambaşka uygarlıklar ve dinler içinde de geçerli sayılacak kadar aşkın bir tablo, tarihsel-toplumsal-kültürel etkilerden bağımsız bir liste de değildir. Bununla birlikte bu erdemler tablosunun detayını tartışmak ve ayrıntılı değerlendirmesini yapmak bu kitaptaki amaçlardan biri değildir (Bu konuda değerlendirme ve öneriler için bkz. Yaran, 2005). Ayrıca belirtilmesi ve üzerinde durulması gerekir ki, felsefi ahlakta en fazla dört erdem üzerinde durulmakla birlikte, bunlara ilave başka bazı erdemlere de yer verildiği bir gerçektir. Örneğin sevgi konusu üzerinde fazlasıyla durulan erdemlerden biridir ve dolayısıyla bizim de onu kısaca irdelememizde yarar vardır. Sevgi ve Dostluk Adalet erdeminden sonra sevgi konusuna geçen İbn Miskeveyh’e göre, sevgi erdemi sadece bireysel bir tutum ve erdem değil, aynı zamanda toplumsal yönü olan bir erdemdir ve hatta o vatandaşların ulaşabilecekleri amaçların en üstünüdür. Bütün varlıkların düzeni ve durumlarının iyilik içinde olması sevgiye bağlıdır. Sevgi olsaydı belki adalete bile gerek kalmadı; insanlar sevgi şerefine ulaşamadıkları için adalet uygulamaları zorunlu hâle gelmiştir. Bir toplum hâlinde yaşayan insanlar birbirlerini severlerse, aralarında anlaşmazlık çıkmaz ve çıkar gibi olsa da seven insanlar birbirlerine karşı zaten adaletli davranırlar. Çünkü gerçek bir dost, kendisi için istediğini dostu için de ister. Birbirini seven kişiler arasında adalet olduğu gibi, güven, dayanışma ve yardımlaşma da olur. Akıllı yöneticiler, vatandaşlar arasında sevgiyi yerleştirmek için her türlü gayreti göstermeli ve sevginin azalmasına karşı da her türlü önlemi almalıdır. Sevginin birçok türleri ve sebepleri vardır: Çabuk oluşan ve çabuk kaybolan sevgi Çabuk oluşan ve yavaş kaybolan sevgi Yavaş oluşan ve çabuk kaybolan sevgi Yavaş oluşan ve yavaş kaybolan sevgi İnsanların yaşam amaçları ve sevgileri arasında ilişki vardır. İnsanları yaşam amaçları dörttür: Zevk, iyilik, menfaat ve bu üçünün toplamının oluşturduğu şey. Sebebi zevk olan sevgi, çabuk değişen bir şeydir. Sebebi iyilik olan sevgi, çabuk Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 Felsefi Ahlak ve Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları oluşur ve yavaş kaybolur. Sebebi menfaat olan sevgi, yavaş oluşur ve çabuk kaybolur. Bunların birleşmesinden meydana gelen sevgide varsa, bu sevgi yavaş oluşur ve yavaş kaybolur. Sevginin özel türlerinden biri, meveddet veya dostluktur. Dostluk, sevginin genelliğine oranla daha az sayıda insan arasında olur. Aşk da bir başka sevgi türüdür ve dostluktan da daha sınırlı sayıda, iki kişi arasında olur ve sevginin aşırı bir hâlidir. Dostluğun en iyi türü, sebebi iyilik olan dostluktur. İyilik, öz itibarıyla değişmeyeceği için, iyilik nedeniyle dost olanların dostluğu da değişmez ve sürekli olur. İbn Miskebeyh, dostluk konusunda Aristo’nun şöyle dediğini aktarır: “İnsan iyi durumda da kötü durumda da dosta muhtaçtır. Kötü durumda iken dostlarının yardımına, iyi durumda iken de onların yakınlığına ve iyilikte bulunacak kimselere muhtaçtır.” (İbn Miskeveyh, 1983: 120-140) Elbette dost edinmenin ve dostluğu sürdürmenin çeşitli ahlaki şartları vardır ve iyi dostların bunlara riayet etmesi gerekir. Kınalızâde Ali Efendi (s. 114), Abbasi halifelerinden Me’mun’un dostu üç kısma ayırdığını belirtir: Gıda gibi dost: İnsan bundan müstağni kalamaz; her zaman bu tür dosta muhtaçtır. İlaç gibi dost: Bunlara bazen ihtiyaç olur, bazen lüzum görülmez. Hastalık gibi dost: Yakınlık ve dostluğundan hiçbir fayda görülmeyen, bundan dolayı dostluğu da istenmeyen, fakat hastalık gibi olduğu için istese de istemese de ara sıra insana musallat olan dost. İyi dostlarla ülfet etmenin zıddı uzlet, insanlardan nefret ve hiç kimse ile görüşmemeye varan inzivadır ki, İslam felsefi ahlakına göre bu insana uygun bir davranış değildir. Erdemler, fıtratla da az çok ilişkili olmakla birlikte, esas itibarıyla ailede ve okulda alınan eğitim ve kişinin kendi gayret ve çabalarıyla bağlantılı hususlardır. Bundan dolayı, ahlak konusu, felsefi ahlakçılarca, aynı zamanda bir terbiye ve gerektiğinde tedavi işidir. Ahlak Terbiyesi ve Tedavisi Felsefi ahlakçılar, erdem konusunda olduğu gibi erdem eğitimi konusunda da nefisin üç gücü teorisine dayanırlar. Üç güç eksenli eğitim anlayışına göre, doğuştan itibaren gelişen güçlerin tabii sırası ne ise, düzeltilme çabalarında ve eğitimlerinde de aynı sıra izlenmelidir. Buna göre, bizde ortaya çıkan ilk güç, yeme içme gücünün adı olan arzu gücüdür. Daha sonra öfke gücünün ortaya çıktığı, son Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 Felsefi Ahlak ve Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları olarak da düşünme gücünün geliştiği kabul edilir. O hâlde, ahlak eğitiminde de önce arzu gücünün gerekleri terbiye edilmeli, sonra öfke gücü eğitilmeli, en sonunda da düşünme ve ayırt etme gücü eğitilmelidir. Bu kapsamda çocuklara öncelikle yemek yeme, giyinme, oturup kalma kuralları öğretilmeli, sonra arkadaşlarıyla iyi geçinmesi ve gereksiz öfkelenmemesi belletilmeli, daha sonra da mantık ve benzeri ilim dallarının öğretimi gibi yöntemlerle düşünme gücünün gelişmesi sağlanmalıdır (İbn Miskeveyh, 1983: 40, 57-72). Felsefi ahlakçılar ahlaki erdemsizlikleri “nefisin hastalıkları” olarak değerlendirir ve kısmen tıbbi yöntemleri taklit ederek tedavi etme yolları önerirler. Örneğin, önce teşhisin sonra tedavinin geleceğini, yine aynı şekilde, önce sağlığı korumanın sonra hastalığı iyileştirmenin amaç edinilmesi gerektiğini belirtirler. Buna göre, ahlak sağlığını korumak için, öncelikle iyilerle beraber olma, kötülerden uzak durmak gerekir; çünkü kötülük bulaşıcı hastalık gibidir. Çocuklar ve gençler başta olmak üzere, yetişkinler dâhil tüm insanlar kötülerden uzak durmaya özen göstermelidir. İyilerle dostlukta da, asık suratlı, somurtkan vb. olmamakla birlikte, düşük düzeyli şakalar ve fıkralara dostluğu geliştirmek adına da olsa asla tenezzül edilmemelidir. Ahlakın geliştirilmesi ve korunması için iyilerle beraberlik yanında iyi bir ahlak eğitimi ve disiplinli bir ahlak yaşantısına önem verilmelidir. İnsan için zaruri ve yararlı güçler olan öfke gücü ve arzu gücünün ihtiyaçlarına cevap verirken dikkatli olmalı ve ahlaki sınırların dışına çıkmamaya özen göstermelidir. Çünkü Allah bize bu iki gücü onlara hizmet edelim ve onların kölesi olalım diye değil, gerektiğinde meşru ölçüler içinde kullanalım diye vermiştir. Nefisanî güçler aşırılığa meyledip insanı ahlaksızlıklara sürüklediğinde, bunların zararı üzerinde düşünülmeli, bu konudaki bilgiler tazelenmeli ve bundan vazgeçip tövbe etme yoluna girilmelidir. Eğer bunlar fayda etmiyorsa, insan kendini kınayabilmeli ve hatta kendisine caydırıcı cezalar verebilmelidir. İyilik konusunda da kötülük konusunda da alışkanlıkların çok etkili olduğu unutulmamalı; iyilikleri yapmak ve kötülüklere yaklaşmamak alışkanlık hâline getirilmelidir. Kendi kendimize zaman zaman muhasebeler yapmalı, iyi ve kötü yönlerimiz üzerinde düşünülmeli, bu konularda dostlarımızdan fikir alıp, düşmanlarımızın eleştirilerinden dersler çıkarıp kendimizi tanımalı ve ona göre kendimizi kötü yönlerimizden arındırıp, iyi yönlerimizi daha da geliştirmeliyiz (İbn Miskeveyh, 1983: 156 vd.). Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 Felsefi Ahlak ve Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları MODERN FELSEFİ AHLAKA GÖRE İSLAM AHLAK ESASLARI Batı ahlak felsefesi genellikle üç büyük kuram sayılan Erdem Etiği, Ödev Etiği ve Faydacı Etik olarak tasnif edilir. Yukarıda gördüğümüz üzere klasik İslam ahlak felsefesi, Platon ve Aristoteles'ten gelen erdem etiğinin etkilerini yansıtır. Daha önce değindiğimiz gibi, 'İslam ahlak felsefesi" ifadesinin tarihsel olarak ikiye ayrılması ve belki "klasik (dönem) İslam ahlak felsefesi" ve "modern (dönem) İslam ahlak felsefesi" denilmesi daha uygun olur. Bu kırılmayı sağlayan da Kant'tır (ö. 1804). Aşağıda kısaca göreceğimiz üzere, Kant-sonrası Müslüman ahlakçıların artık erdem kavramından ziyade vazife, ödev, ilke, yasa, emir, yükümlülük vb. Kant'çı kavramlar ve konuları daha fazla öne çıkardıkları görülmektedir. Bu dönemde vurgulanan temel ilkelere kısaca değinmekte yarar vardır. Modern Dönemde Erdemden İlkeye Yöneliş Erdemler, insanların sahip olduğu ahlaken övülen nitelikler iken; ilkeler, temel davranış kurallarını belirten önermelerdir. İlke, belki biraz ilk kavramı ile de bağlantılı görülebilir; o, bir kurallar dizininin ilk başta gelen bir veya birkaç ana ögelsi, en genel kapsamlı özüdür. Daha önce de belirttiğimiz gibi, Kant sonrası İslam ahlakçılarının birçoğunda, yer yer onu eleştirmekle birlikte, Kant etkisi açıkça görülür. Kant etkisini yansıtan modern dönem İslam ahlakçılarından biri Ahmet Hamdi Akseki'dir. Akseki'nin kendi ifadeleriyle, "ahlaki meslekler içinde en mükemmel ve ulvi olan meslek, en salim ve isabetli ahlaki nazariye, esasını, 'Vazife’de, diğer bir deyimle; 'Vicdani Sorumluluk’da bulan ve vazife esasını yalnız akıl üzerine kuran akılcıların mesleğidir. Bunu en mükemmel tefsir eden kişi ve bu mesleğin en büyük temsilcisi Kant'tır”(1979: 55). Ana İlke: Kendin İçin İstediğini Kardeşin İçin de İstemek Akseki, "Dini Nasslardan Çıkarılan Ahlak Kanunu ile Kant'ın Meşhur Kaidesi Arasında Bir Mukayese" başlığı altında, Kant'ın birinci kategorik imperatifini ("Öyle hareket et ki, iradenin tabi olduğu fiiller (genel) kaide, yani itaat ettiğin kanun, bir genel kanun prensibi suretinde olsun") dikkate alır ve İslam'da onun benzeri veya daha iyisinin olup olmadığını araştırır. Bu bağlamda, yani İslam ahlakındaki külli genel kanunun ifadesi olarak o, arka arkaya üç hadis verir: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 Felsefi Ahlak ve Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları "Birr, yani hayır ve iyilik, kalbin mutmain olduğu şeydir. Kötülük de nefsini tahrik edip azdıran şeydir. Buna aykırı fetva verseler de aldırma." "İyilik ve hayır güzel ahlaktır; günah ise kalbinde yerleşip de insanların bilmesini istemediğin, yani herkesten gizlediğin şeydir." "Senden sadır olduğunu halkın görmesini istemediğin şeyi yalnız iken de kendi başına iken de yapma" Akseki'nin yorumuna göre, "biz Müslümanlar, bu hadis-i şeriflerden açık olarak anlarız ki; hırsızlık haramdır, hile haramdır, emanete hıyanet haramdır; adam öldürmek haramdır. Çünkü bunları işleyen insan, bu fiilini insanların öğrenmelerini arzu etmez." Ona göre bu hadisler topluca düşünüldüğünde şöyle bir külli ve genel kanun çıkmaktadır: "Halk tarafından sana yapılmasını istediğin şeyi sen de onlara yap, başkaları tarafından sana yapılmasını istemediğin şeyle halkı rahatsız etme"(1979: 59-63). Akseki'ye göre, bu hadislerdeki İslami kaideler ise Kant'ın yalnız akıldan çıkarmış olduğu ahlak kanununa tercih edilir. Çünkü Kant'ın ahlak kanunu "öyle bir şekilde hareket et ki" emriyle başlaması nedeniyle yalnız fillerimizle sınırlı olup, kalbimizdeki niyet ve maksatlarımızı ihmal etmektedir. Hâlbuki İslam'a göre, insanın ahlaki değeri, görünen fiillerinden çok niyetleri ile ilgilidir. Ayrıca, Akseki'ye göre, Kant'ın meşhur kaidesi, hadislerden çıkan kanunun cüzünden ibarettir, yani onların ifade ettiği mana genelliğine yükselemez (1979: 122-24). Abdullah Draz da Akseki gibi bazı yönlerini eleştirmekle birlikte İslam ahlakını Kant'ı dikkate alarak ve büyük ölçüde Kant terminolojisiyle ele alan modern dönem ahlakçılarımızdandır. Draz'ın burada değindiği hadisler, bir kısmı Akseki'nin de değindiğini gördüğümüz hadislerdir: "Helal ve haram açıklanmıştır. Fakat onların arasında şüpheli durumlar vardır. Şüpheden kaçınan kimse imanını ve şerefini kurtarır." (Buhârî, Kitâbü'l-İman: 39) "Seni şüpheye düşürecek şeyden sakın. Zihnini bulandırmayacak şeyi seç; doğruluk sükûnettir, yalan şüphedir." (Buhârî, Kitâbü'l-Büyu: 3). Kendisine iyi ve kötünün tarifi sorulduğunda Hz. Peygamber şöyle buyurur: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 Felsefi Ahlak ve Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları "Kalbine sor, vicdanına danış, insanlar o hususta sana ne derlerse desinler, sana neyi teklif ederlerse etsinler, iyi, ondan ruhun huzur duyduğu, kalbin onunla dinlendiği şeydir. Kötü, ruhu kaygılandıran ve kalbi titreten şeydir." (Müslim, Kitabü'l-Birr: 5) Draz, bunların dışında, çok açıkça olmasa da bu anlamda kullanmış olduğu düşünülebilecek olan bir ayet ve bir hadisten daha bahsetmektedir; onları da görmekte yarar vardır. Draz'ın ifadesiyle, Kur’an-ı Kerim'de "Kendinizin gözlerinizi yummadıkça kabul edemeyeceğiniz adi şeyleri, başkasına vermeye kalkışmayın" (Bakara/2: 267) diye vurgulanmaktadır. İslam Peygamberi de şöyle buyurmaktadır. "Hiçbiriniz, kendisi için sevdiğini kardeşi için de sevmedikçe iman etmiş sayılmaz." (Buhârî, Kitâbü'l-Îmân: 6) Dolayısıyla, "egoizmin bu genel tatbikinden, müşterek vicdan, daha önce ödevin karşılıklı olma ve evrenselliği prensibini çıkarmıştır" (Draz, 2002: 83). "Kendine yapılmasını istemediğini sen de başkasına yapma; kendine yapılmasını istediğini, sen de başkasına yap!" Draz, Kant'ın formülünün, İncil'de de benzeri bulunan yukarıdaki son hadis ve benzerlerinden mülhem sayılabileceğini ima etmektedir. Yukarıdaki ayetin sadece bir şey verip vermeme değil, belki biraz daha geniş çerçevede düşünülen anlamı, Batı literatüründe Altın Kural da denilen ifadenin negatif (yapma) tarafını, zikredilen bu hadis de pozitif (yap) tarafını dile getirmektedir. Bunlar birlikte düşünüldüğünde şöyle bir ilke ortaya çıkardı: "Kendine yapılmasını istemediğini sen de başkasına yapma; kendine yapılmasını istediğini, sen de başkasına yap!" Bu formül, hakikaten Kant'ın formülünün kendisine bir hayli benzediği bir formüldür. Kant'ın yaptığı bunu dinî bağlarından koparıp sekülerleştirmek, biraz daha teknik ve soyut terimlerle ifade etmek ve "kendi" veya kişi yahut ben merkezli referans çerçevesini olabildiğince genişletip, tüm insanları kapsayacak şekilde genişletmeye çalışmasıdır. Sonuç İslam’da felsefi ahlakın temel kaynakları Kur’an ve Sünnet’le birlikte Platon ve Aristoteles gibi Antikçağ filozoflarının da eserleridir. Bu kaynaklardan yararlanılarak oluşturulmuş olan İbn Miskeveyh’inTehzîbü’l-ahlâk gibi eserleri de daha sonra gelen ahlakçıların dayandığı klasikler arasında yer alırlar. Felsefi ahlakı, klasik dönem ve modern dönem diye ikiye ayırmak mümkündür. Zira klasik dönemde kendisinden en çok yararlanılan filozof Platon ve Aristoteles iken modern dönemde Kant ön plana çıkmıştır. Klasik dönemin anahtar kavramı erdem iken, modern dönemde ilke ve ödev gibi kavramlar daha merkezi konuma getirilmiştir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 Felsefi Ahlak ve Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları Klasik dönemdeki felsefi ahlak, temel erdemler listesi açısından en sade yapıya sahip olan ahlak geleneğimizdir. Bu gelenek M.Ö. 5. yüzyılda yaşamış Yunan filozofu Platon’un dörtlü erdem tasnifine bağlı kalmıştır. Buna göre dört temel erdem vardır ve bunlar, hikmet, cesaret, iffet ve adalettir. Platon ve dolayısıyla İslam filozofları bunları, nefisin üç gücü dedikleri, düşünce gücü, öfke güzü ve arzu gücü teorisine dayandırmaktadırlar. Davranışlarda orta yolu temsil eden dört temel erdemin karşıt kutuplarından yahut ifrat ve tefritlerinden oluşan sekiz tane de temel erdemsizlik vardır. Modern dönem felsefi ahlakı Kant’ın kategorik buyruğuna benzeyen ilkeler üzerinde durmuştur. En fazla vurgulanan ilke, bazı ayet ve hadislerle ilgisi kurulabilen “kendin için istediğini başkası için de istemek, kendin için istemediğini başkası için de istememektir.” Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 •İslam'da felsefi ahlak, İslam filozoflarının Kur'an ve Sünnet yanında Antikçağ filozoflarının eserlerinden de yararlanarak oluşturdukları ahlak ekolüne denir. •İslam felsefi ahlakı, erdem ve mutluluk ahlakıdır. Bu ahlaka, İslam ahlak esasları açısından bakıldığında, nefsin üç gücü denilen düşünme gücü, öfke gücü ve arzu gücü anlayışının çok önemli olduğu görülür. •Nefsin üç gücüne dayalı dört temel erdem olduğu anlayışı çok önemlidir. Bu dört temel erdem, hikmet, cesaret, iffet ve adalettir. •Dört erdemin zıttı olan dört erdemsizlik veya ifrat ve tefrit aşırılıkları olan sekiz erdemsizlik vardır. •Modern dönemde Kant etkisiyle erdem konusundan ziyade ilke, hak ve ödev gibi konular ön plana çıkmıştır. •En genel ilkelerden biri, kendin için istediğini kardeşin için de isteme ilkesidir. Ödev Özet Felsefi Ahlak ve Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları • Günüm insanı ve/veya toplumu için en değerli gördüğünüz ahlaki erdem veya ilke konusunda bir makale yazınız. • Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 Felsefi Ahlak ve Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları DEĞERLENDİRME SORULARI Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. 1. Aşağıdakilerden hangisi İslam ahlak ekollerinden/geleneklerinden biri değildir? a) Dini ahlak b) Felsefi ahlak c) İlmi ahlak d) Tasavvufi ahlak e) Hiçbiri 2. Hangisi nefisin üç gücünden biri değildir? a) Düşünme b) Duygu c) Öfke d) Arzu e) Hiçbiri 3. Hangisi dört temel erdemden biri değildir? a) Merhamet b) Adalet c) Cesaret d) İffet e) Adalet 4. Modern dönem Müslüman ahlakçıların en fazla vurguladıkları genel ilke hangisidir? a) Davranışların evrenselleştirilebilmesi b) Eylemlerin faydalı olması c) Kendin için istediğini başkası için de istemek d) Özgürlük ve demokrasi e) Barış ve hoşgörü Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 Felsefi Ahlak ve Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları 5. Varlığı kendinden olmayan ve varlığı da yokluğu da düşünülebilen varlık kategorisi aşağıdakilerden hangisidir? a) Abduh, Cabiri b) Arkoun, İkbal c) Akseki, Akif d) Draz, Fazlurrahman e) Akseki, Draz Cevap Anahtarı 1.c 2.b 3.a 4.c 5.e YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR Akseki, A. H. (1979). Ahlak İlmi ve İslam Ahlakı: Ahlak Dersleri. Sadeleştiren: Ali Arslan Aydın. Ankara: Nur Yayınları. Aristoteles. (1998). Nikomakhos’a Etik. çev. Saffet Babür. Ankara: Ayraç Yayınevi. Aydın, M. (1989). “İslam Felsefesi”. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi. İstanbul. Çağrıcı, M. (2000). İslam Düşüncesinde Ahlak. İstanbul: Birleşik Yayıncılık. Draz, A. (2002). Kur’an Ahlakı. çev. E. Yüksel ve Ü. Günay. İstanbul: İz. Fahri, M. (2004). İslam Ahlak Teorileri. çev. Muammer İskenderoğlu ve Atilla Arkan. İstanbul: Litera Yayıncılık. Gazali. (t.y.). İhyâu ‘Ulûmi’d-Din. çev. Ahmed Serdaroğlu. İstanbul: Bedir Yayınevi. İbnMiskeveyh. (1983). Ahlakı Olgunlaştırm. çev. A. Şener, C. Tunç. ve İ. Kayaoğlu. Ankara. Kant, I. (2002). Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi. çev. I. Kuçuradi. Ankara. Kaya, M. (1995). “Felsefe”, Türkiye Diyanet Vakfi İslam Ansiklopedisi. İstanbul: Diyanet Vakfı Neşriyat. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 Felsefi Ahlak ve Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları Kınalızade (Kınalızade Ali Efendi). (t.y.). Ahlak: Ahlak-ı Alai. çev. H. Algül. İstanbul. MacIntyre, A. (2001). Ethik’in Kısa Tarihi. çev. H. Hünler ve S. Z. Hünler. İstanbul: Paradigma. Platon (Eflatun). (1992). Devlet. çev. S. Eyüboğlu ve M. A. Cimcoz. İstanbul: Remzi Kitabevi. Tusi, N. (2007). Ahlak-ı Nasıri. çev. A. Gafarov ve Z. Şükürov. İstanbul: Litera. Yaran, C. S. (2005). İslam’da Ahlakın Şartı Kaç? İstanbul: Elif Yayıncılık. Yaran, C. S. (2010). Ahlak ve Etik, İstanbul: Rağbet Yayıncılık. Yaran, C. S. (2011). İslam Ahlak Felsefesine Giriş. İstanbul: Dem Yayınları. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22 HEDEFLER İÇİNDEKİLER TASAVVUFİ AHLAK VE TASAVVUFİ AHLAKA GÖRE İSLAM AHLAK ESASLARI • • • • • Giriş Tasavvufi Ahlik Tasavvufi Ahlikın Mahiyeti Tasavvufi Ahlikın Özellikleri Tasavvuf Kaynaklarında Ahlaki Hâller ve Makāmlar • Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları • Bu üniteyi çalıştıktan sonra • Tasavvufun tanımı ve mahiyeti hakkında bilgi edinecek, • Nitelikli ahlakidavranışların önemini kavrayacak, • Tasavvufi ahlakın temel esas ve dayanaklarını öğrenecek, • Tasavvufi ahlakı, diğer ahlak ekolleri ve bu ekollerin ahlak anlayışlarıyla mukayese edebileceksiniz. İSLAM AHLAK ESASLARI ÜNİTE 6 Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları GİRİŞ Ahlak iledir kemâl-i âdem Ahlak iledir nizâm-ı âlem Önceki ünitelerde de değinildiği gibi, ahlakçılar insan davranışlarıyla ilgili olan ahlakı, genel olarak, ruhta (nefiste) köklü bir şekilde yerleşip kendisinden fiil ve davranışların, tekrar tekrar düşünmeye, zorlamaya ihtiyaç duymadan, kolaylıkla meydana gelmesi ve istikrar kazanması olarak tanımlamışlardır. İnsan, gerçek kimliğini ancak, huyu, seciyesi ve tabiatıyla ortaya koyar. Güzel ahlak, zorlamayla, kanun ve ceza yoluyla değil, fertlerin vicdanî sorumluluk ve gayretleriyle gerçekleşir. Bu tanımlamada dikkat çeken husulardan biri; fiillerin iradi olması ve zorlama olmaksızın meydana gelmesidir. Diğeri de; ahlakın ruhta yerleşmesi ve onun bir vasfı olmasıdır ki, bu hem ahlakın bir kalp fiili olduğunu hem de iyilik yapmanın insanda şuur hâline dönüşmesi gerektiğini göstermektedir. “İyilik” ve “kötülük” ruhtaki vasfın adıdır. İnsan hem iyi hem de kötü vasıflarla donatılmış olarak dünyaya gelir. Eğer ruhtaki vasıflar iyi olursa iyi, kötü olursa kötü ahlak ortaya çıkar. Ahlakın iyi veya kötü oluşu ise, ahlaki davranışı meydana getiren sebebe ve yöneldiği gayeye göre değişmektedir. Bu nedenle mutasavvıflar, insan davranışlarının zahiri değil, niyete dayalı deruni ve batıni boyutunun ahlakiliği belirlediğini söylerler. İslam filozofları ahlakı bir ruh sağlığı, ruhani tababet ilmi olarak değerlendirmiştir. Aynı yaklaşımı benimseyen Gazali (ö.505/1111)’ye göre kötü huylar kalplerin ve nefislerin hastalıklarıdır. Bedeni hastalıklar maddi hayatı sona erdirirken, kalbî hastalıklar ebedî hayatı mahveder. Şu hâlde bedeni rahatsızlıklar için gösterilen ihtimamdan daha fazlası kalp hastalıkları için gösterilmelidir (Gazali, III, 60). İnsan, ahlak ilmi sayesinde, ruhunu kötü huylardan, rezilet hastalığından kurtararak; ruhun sıhhati demek olan iyi huylar ve faziletlerle bezemek suretiyle ebedî olan ahiret hayatını kurtarma ve kazanma imkânı bulur. Bu nedenle İslam ahlakçıları, mutlak ve aşkın bir “hayır” inancında ısrar etmekte ve ‘en yüksek saadet’in, ölümden sonra, ahirette gerçekleşeceğine inanmaktadırlar(Çağrıcı, 1991: 20, 62). Mutasavvıfların ahlak teorilerini belirleyen temel unsurlardan başında da bu ahiret saadeti ve dolayısıyla Allah’a yakınlaşma arzusu gelmektedir. İşte tasavvufi ahlakın hareket noktasını bu içe bakış, hedefini ise ilahî inayete mazhar olma oluşturmaktadır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları TASAVVUFİ AHLAK Ahlak bir ruh sağlığı ilmidir. Daha önceki ünitelerde de işlendiği gibi İslam ahlakı, anlayış bakımından genel olarak “Geleneksel Dinî Ahlak ”, “Felsefi Ahlak ” ve “Tasavvufi Ahlak” olmak üzere üç grupta değerlendirilmektedir. Bunlardan tasavvufi ahlak, diğer iki ahlak anlayışını da içine alan ancak müstakil olarak zikredilebilecek kendine has yetkinliği olan bir ahlak anlayışını temsil etmektedir. Tasavvufi Ahlakın Mahiyeti Kur’an-ı Kerim’de iyi bir Müslümanda bulunması gereken ahlaki niteliklerin tamamı “takva” kavramı ile ifade edilmiştir: “Allah katında derecesi en üstün olanınız, en çok takva sahibi olanınızdır.” (Hucurat/49: 13). Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: “Allah'a karşı takva sahibi olmanızı tavsiye ederim.” (Ebu Dâvud, Sünen, 5; Tirmizî, İlim, 16; Ahmed b. Hanbel, II, 325) Ebû Hureyre'nin naklettiğine göre yine Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Birbirinize hased etmeyin. Kendiniz almak istemediğiniz hâlde diğerini zarara sokmak için bir malı methedip fiyatını artırma yarışına kalkışmayın. Birbirinize buğzetmeyin. Birbirinize yüz çevirip arka dönmeyin. Sizden bazınız diğer bazınızın alışverişi üzerine alışverişe girişmesin. Ey Allah'ın kulları! Birbirinizle kardeşler olunuz. Müslüman Müslümanın kardeşidir. Müslüman Müslüman'a zulmetmez. Yardıma muhtaç olduğu zaman da onu yalnız ve yardımcısız bırakmaz. Onu hor ve hakir görmez. Takva işte budur. ‘Resulullah (s.a.s) "takva işte budur.’ sözünü üç defâ tekrarlamış ve her seferinde de eli ile göğsüne işaret etmiştir.” (Müslim, Birr, 32; Tirmizî, Birr, 18; Ahmed b. Hanbel, II, 325) Hz. Peygamber bu ifadeleriyle takvanın mana alanının genişliğini belirtmiş, onun kalbe dayanan manevi bir duygu ve sorumluluk bilinci olduğunu ifâde etmiştir. Takva: Sorumluluk Bilinci Kulun Allah’a karşı sorumluluğunu ifade eden “takva”, yukarıdaki hadiste de ifade edildiği gibi; Allah’a derin saygı duymak ve sorumlulukları hususunda titiz davranmak suretiyle insanın kendisini her türlü kötülükten koruması ve güven altına alması manasına gelir. Bu noktada imanın Allah’a inanmak ve güvenmek Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları anlamına geldiğini ve Kur’an’da çoğu kez iman ve takva kavramlarının birbiri ardınca zikredildiğini hatırlamak gerekir(Konur, 2009: 35). Ruhanî ve ilahî âlemin binlerce tecellisini taşıyan tasavvufi faaliyet, özü itibariyle, dile getirilmekten uzaktır. Takva sahiplerine “muttaki” denilse de İslam topluluklarında açık şekilde bunların kimler olduğu üzerinde durulmamıştır. Müslümanlar arasında mümin veya Müslüman olmanın dışında somut sosyal zümreleşmeler ilk olarak ahlaki özellikteki kavramlar yerine Hz. Peygamber’e yakınlıkla belirlenmiştir. Ahlaki nitelik taşıyan ve zamanla belli bir zümreye ait vasıf olarak karşımıza çıkan ilk kavram “züht” gibi görünmektedir. Yani İslam toplulukları arasındaki değişim ve dönüşümün dinî, siyasi ve sosyal birtakım gerekçelerinin de devreye girmesiyle iyi bir müslümanda bulunması gereken ana ahlaki niteliklerden olan “takva” yerine “züht” kavramı kullanılmaya başlanmış, inanç, ibadet, ahlak ve adaba dair özelliklerin hemen hepsi bu kavramla ifade edilmiştir. Daha sonra her mezheb ve meşrebin kendince yorumlayıp sahip çıkmasıyla birlikte bir bakıma “züht” ve “zahit” kavramı da yıpranmış ve yerine yeni bir kavram olan “tasavvuf” geçmiştir. Bundan böyle iyi bir müslümandan beklenen hasletler “tasavvuf” adı altında ifade edilmeye başlanmış bu hasleti taşıyanlara da “sufi” denilmiştir(Konur, 2009: 15-18). İslam tasavvufu tarihi süreçte çeşitli merhalelerden geçerek değişik görünümlere sahip olmuş, bu merhale ve manzaralara uygun olarak müteaddit kavram ve tanımlar edinmiştir. Bu tanımların farklılığı, tasavvufun nazari ve akli bir ilim değil, aksine tecrübî bir ilim olmasından; asırlar boyu, dinî yaşama zevkinin farklı mizaç ve meşrepler tarafından değişik şekilde duyulup hissedilmesinden kaynaklanmakta olup, her biri onun değişik bir yönüne işaret eder. Tasavvuf üzerinde yapılan tarifler özellikle İslam tasavvufu açısından genellikle şu üç noktada birleşmektedir: İlahî emir ve yasaklara teslimiyet ve kulluk Allah ve Resulünün ahlakı ile ahlaklanmak Allah’tan başka her şeyden (Masivallâh) kalben uzak olmak (Bk. Eraydın, 2001:40). Bu üç özelliğin dile getirildiği tasavvuf tanımlarından ikisi şöyledir: “Muhammed b. Hafîf; Tasavvuf, kalbi beşerîliğe saplanıp kalmaktan arıtmak, bedenî hazlardan ayrılmak, beşerî sıfatları silmek, benlik davasından kaçınmak, illahî sıfatlarla bezenmek, hakikat bilgisine bağlanmak, bütün insanlara iyiliği tavsiye etmek, Allah’ın Resulüne tam uymaktır.”(Sülemî, 1998: 346) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları Ebû’l-Kâsım en-Nasrâbâzî; “Tasavvuf, Kitap ve Sünnet’e tam bağlanmak, bid’at ve zevkleri terk etmek, güzel ahlakla bezenmek, dostlarla hoş sohbet edip, kendilerine hizmette bulunmaktır.”( Sülemî, 1998:365) Tasavvuf, hakikat yani Hakk’a ulaşma yolunun nazari yanını, dervişlik de ameli cephesini ifade ettiği için mutasavvıflar, tasavvufi yaşamda, ibadet ve zikrin yanında ahlaki faaliyet ve faziletlerin de önemli olduğunu belirtmiş, ahlakı güzel olmayanın hakikati bulamayacağını ifade etmişlerdir. Tasavvuf İslam’a dayalı bir ahlakiyattır. Mesela ilk sufilerden Hasan-ı Basrî, takva ehlinin; “doğru sözlülük”, “ahde vefa”, “sıla-i rahim (akraba ziyareti)”, “yoksullara merhamet”, “gurur ve kibirden arınmışlık”, “insanlarla iyi geçinme”, “güzel huy” gibi ahlaki faziletlerle tanınabileceğini belirtmiştir. Birçok mutasavvıf, daha tasavvuf teriminin tarifinde onun ahlakla ilişkişini göstermeye çalışmış ve tasavvufu “hüsnü'l-huluk” (ahlak güzelliği) veya “elahlaku'r-radiye”(razı olunan, sevilen ahlak) şeklinde de tarif etmişlerdir(Çağırıcı, 1989: II, 7). Mutasavvıfların doğrudan tariflerinden bazıları şöyledir: ahlaki olguya vurgu yaptıkları tasavvuf Ebu Muhammed Cerirî (ö. 311/923): “Tasavvuf bütün kötü huyları terk etmek ve bütün güzel ve ulvi olan huylarla bezenmektir.” Ebu Bekir Kettanî (ö. 322/933): “Tasavvuf ahlaktır. Ahlaki açıdan senden üstün olan safa ve manevi temizlik açısından da üstündür.” Ahmed b. Muhammed el-Âdemî (329/939): “Ben ve Cüneyd, tasavvufun, insanın iç dünyasında gizli tabiatın temizliği ve zahire akseden güzelliği olduğu hususunda anlaştık”. Ebu Muhammed Murtaiş (ö. 328/939): "Tasavvuf güzel ahlaktır." Makāmların en yücesi; kötü bir huyu iyi bir huya dönüştürmektir. Tasavvufun en sağlam kriteri “güzel huy”dur. El-Kettânî’nin tanımında da ifade ettiği gibi güzel huy bakımından önde bulunan tasavvufta da ileride sayılır. Tasavvufi hâller, makāmlar ve beşer üstü tasarruflar güzel ahlak ile beraber olmadıkları sürece hiçbir kıymet ifade etmezler. Yine yukarıda verilen tariflerden de anlaşıldığı üzere tasavvuf için asıl olan ve ihtilafın söz konusu olmadığı bir gerçek varsa o da, İslam’a dayalı bir ahlakiyat olduğudur. O hâlde tasavvuf esasında ahlak demektir(Taftazânî, 1986: 223). Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları Tasavvufi Ahlakın Özellikleri Tasavvuf, ahlaktan daha genel bir kavram olmakla birlikte daima ahlakı da içerisinde barındırmıştır. Ahlakın olduğu her yerde tasavvuf olmayabilir. Ancak tasavvufun olduğu her yerde mutlaka ahlak vardır. Tasavvufi faaliyetler ahlakı doğurmadığı veya ahlaki bir sonuca götürmediği takdirde bizzat tasavvuf ehli tarafından sorgulanmıştır (Konur, 2009: 21). Ahlakın tasavvufun olmazsa olmaz bir parçası olduğunu söyleyen mutasavvıflar, ahlaki faaliyetlerin tasavvufi hayat açısından en az ibadet bağlamında değerlendirilen faaliyetler kadar önem taşıdığını ısrarla dile getirmişlerdir. Ebu Hüseyn en-Nurî (ö.295/907) de tasavvufu tarif ederken bu hususa dikkat çekmiş ve şöyle demiştir: “Tasavvuf ne birtakım merasimler ne de bir bilgi yığınıdır; aksine tasavvuf yalnızca ahlaktır.”(Sülemî, 1998: 167) İbn Arabî de (ö. 638/1239) bu hususu dile getiriken “ubudiyet ahlakı” tabirini kullanmış ve tasavvufu “Ubudiyet ahlakıyla süslenme” olarak tanımlamıştır. Tasavvuf, insana ve ahlaka büyük önem vermesi, ahlakın pratik yönünü ve özellikle manevi veçhesini belki en fazla önemseyen anlayış olması yanında İslam kültürü ve geleneği içerisinde sistematik bir ahlaki üst dilin oluşturulmasında da önemli rol oynamıştır. Tasavvufun ahlak ile en çok irtibatlı ilim dalı olduğu ve bu düşünce yapısının Müslüman toplumların zihniyetini, yaşam tarzını, hayata bakışını, davranış kalıplarını, hatta gündelik dilini de birinci derecede etkilediği bilinen bir gerçektir (Konur, 2009: 34, 20). İslam düşüncesinde ahlakın müstakil bir ilim hâline gelmesi oldukça geç dönemlere rastlamasına rağmen, ahlak konuları, tasavvuf bünyesinde daima var olagelmiştir. Bu nedenle ahlakın tasavvufla olan ilişkisi diğer ilimlerle olduğundan daha fazladır. Bunun yanında İslam tarihinde ve dünyasında tasavvufun ahlaki açıdan oynadığı rol bizzat ahlak ilminin oynadığı rolden daha eski ve etkindir (Konur, 2009: 19). İslamın ahlaka ilişkin içeriğini ve tavrını sürekli göz önünde bulundurmaya özen gösteren mutasavvıflar ahlakın güzelleştirilmesi ve olgunlaştırılmasının Allah’ın emirlerine uyup yasaklarından sakınmakla gerçekleşebileceğini, herhangi bir davranışın ahlaki olup olmadığının Allah için yapılıp yapılmadığı ile ortaya çıkacağını söylemişlerdir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları Mutasavvıflara göre tasavvufi ahlak, sadece bir fikrî disiplin ve iyi huyları tanıtan nazari ve mücerret bilgi değil, manevi tecrübelere dayanan bir hâl ve yaşam tarzıdır. Bu ahlak anlayışında bilgi amele tabidir ve ondan doğar. Şu hâlde önemli olan ahlaki davranışın ne olduğunu bilmek değil onu uygulamaktır. Mutasavvıflara göre sufi, mücahede ve riyazet ile temiz hâle getirdiği kalbi, ruhu ve vicdanı ile ahlaka uygun olan ve olmayan hareketlerin neler olduğunu bilir ve bu ahlak bilgisine göre hareket eder. Dolayısıyla ahlaki mükemmellik çalışmayla elde edilen bilgi vasıtasıyla değil, yaşayarak ve zevken elde edilebilir. Yine ahlak ilmi, ahlaki fiillerin içinden çıkar ve ona dayanırsa bir değer ifade eder. Aksi hâlde ahlak diye ortaya atılan şeyler bir bilgi olmaktan öteye gidemez. Sûfiler şahsen yaşadıkları ve doğruluğunu manevi bir tecrübe ile öğrendikleri müşahhas ve tatbikî bir ahlak anlayışından bahsetmiş ve tasavvufu "ameli ahlak" olarak adlandırmışlardır. İslam dünyasında da genellikle ahlak, ameli olarak anlaşılmış ve bu da daha çok tasavvufun ilgi alanı içinde mütalaa edilmiştir. Mutasavvıflar ilk dönemlerden itibaren tasavvufi ahlakla ilgili eserlerinde, kalbî fiiller (âmâlu’l-kulûb) alarak adlandırılan “tevbe”, “takva”, “verâ”, “ihlâs”, “muhabbet” gibi dinî-ahlaki erdemler üzerinde durmuş, ahlakın, Allah’ın emirleri doğrultusunda yönlendirilmesi durumunda güzel huyların tezahür edeceğini, bu yönlendirmenin de ilk önce kalbî amellerden başlanarak gerçekleştirilebileceğini söylemişlerdir. Tasavvuf Kaynaklarında Ahlaki Hâller ve Makamlar Tasavvufu Kur’an ve Sünnet doğrultusunda yaşayanlar olduğu gibi, tasavvuf düşüncesi üzerine eser yazan sufiler de vardır ki, yazılan bu eserler incelendiğinde görülecektir ki hemen hepsi, tasavvufi ahlakın, yukarıda ana hatları ile işaret ettiğimiz temel özelliklerini muhafaza eder niteliktedirler. Kaynağını Kur’an ve Sünnet'ten alan bir ahlakın, duygulara, düşünceye, bedeni fillere ve sulûkla alakalı davranışlara sirayetini sağlamak amacıyla yazılan ilk eserlerde daha ziyade ahlakı, dünya arzularına sırt çevirmek suretiyle gerçekleştirmeyi öğütleyen, zühte dair rivayetler öne çıkarılmış, bu rivayetleri bir araya getiren eserler kaleme alınmıştır. Söz konusu eserler, tasavvufi ahlakın da ilk kaynaklarını teşkil etmişlerdir. Zâhir-bâtın ilişkisine vurgu yapan tasavvufi ahlak, çoğu maddi ve dünyevi olan günlük hayatın büyük kısmına, bu yolla manevi bir boyut katmıştır. Yine tasavvufi ahlakta bedensel hareketler insanı Allah'a götüren ruhi değerler olarak kabul edildiğinden ahlaki her davranışı taklit yolu ile yerleştirmek esas alınmış, bu Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları ahlak anlayışı tarikatlar yolu ile müesseseleşmeyi zorunlu hâle getirmiştir. Sonuçta messeseleşmiş yapı içinde Şeyh-mürid ilişkisi ile bu ahlaka süreklilik kazandırılmıştır. Bu ilişki “Âdab” adlı eserlerin vücuda getirilmesine sebep olmuştur (Görmez, 2003: 580). Tasavvufi ahlakın mühim bir kaynağını da maneviyat ve hüviyetleri herkese malum olan Abdullah Ensârî, Gazali, Sâdi-i Şirâzî, Feridüddin-i Attâr, Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî, Mevlânâ Abdurahman-ı Câmî gibi kemalat sahibi bazı müstesna zatların Pendnâme, Nasihatnâme, Mi’yâr, Menakıpnâme adını verdikleri öğütleri ve yaşayış tarzları oluşturmuştur (Ayni, 1993: 11-12). Başkalarına örnek teşkil edecek kadar güzel olan ahlaki davranışları içeren bu eserlerde sûfilerin anlayışlarını ideal misaller şeklinde ortaya konulmuştur. İlk dönem sufilerinden bazıları da insanın ruh dünyasını keşfe yönelerek, nefisi incelemiş ve insanı helake götüren kötü duyguları tespit edip bunlardan nasıl arınılacağından bahseden eserler kaleme almışlardır. Hâris el-Muhâsibî(ö. 243/857), er-Riâye lî Hukûkillâh; Tûsî, el-Luma’; Ebu Talib el-Mekkî (ö.386/996), Kûtu’l-Kulûb; Kelabâzî, et-Taarruf; Hucvirî, Keşfü’l-Mahcûb; Kuşeyrî, er-Risâle; Gazali, İhyâ; Suhreverdî, Avârif’inde bu konuları Kur’an ve Sünnet perspektifinde işlemişlerdir. Muhâsibî “er-Riâye”sindeinsan haklarını da içine alan "hukukullah'a riayet şeklindeki üstün ahlakı, insana yaraşır yegâne hayat tarzı olarak sunmuştur. Eserde tasavvufi ahlakın esasları özetle şöyle ifade edilmiştir: Bütün iyiliklerin arkasındaki niyet, takva yani Allah’a derin saygı ve itaat düşüncesi olmalıdır. Zahirî amellere yönelmenin yanında ruhun sefaletini hazırlayan kötü eğilimlerden, bencil kaygılardan sıyrılmak ve maddi bir çıkar gözetmeksizin, yalnız Allah’ın rızasını talep etmelidir. İnsan kendi kendisi ile hesaplaşmalı (muhasebe) ve kendi kendini kontrol etmelidir (murakabe) (Çağrıcı, 1991: 70). Serrâc (ö.378/988), Luma´da tasavvufi ahlaka dair makāmları beş olarak tespit etmiştir: “Tevbe, Verâ´, Züht, Fakr, Sabr.” Serrâc, bu beş esas mevcut olunca, diğer bütün ahlaki değerlerin de mevcut olacağını belirtmiştir. Ebu Talib Mekkî, Kûtu´l-kulûb´da, ahiret ilimleri ile dünya nimetleri arasında bir ayrım yapmayı önermiş ve kurtuluşa erdirecek tam bir ahlaki hayatın, tasavvufi hayat olduğunu belirtmiştir. Mekkî, ahiret ilmi ya da “ilm-i yakîn” için hazırlık olarak kabul ettiği ve yakin makāmları adını verdiği tasavvufi-ahlaki faziletleri şöyle sıralamıştır: “Tevbe, sabır, şükür, reca, havf, züht, tevekkül, rıza ve muhabbet.” Kelabâzî, et-Taarruf adlı eserinde sufilerin yaşadıkları hâl ve makāmları; “Tevbe, züht, sabır, fakr, tevazu, havf, takva, ihlâs, şükür, tevekkül, rıza, yakin, zikir, üns, kurb, ittisal ve muhabbet” şeklinde sıralamış ve bunları on yedi bölümde incelemiştir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları Suhreverdî ise Avârif’inde sufilerin başlıca ahlaki erdemlerini şöyle sıralamıştır: “Muhasebe-murakabe, tevbe, züht, tevazu, sabır, edep, muhabbet, ihlâs, doğruluk, diğergamlık.” Ve nihayet bütün bu mühim tasavvufi şahsiyetlerden sonra Gazali İhyâ’sında, tasavvuf yolunun bütün âdâb, erkân ve ıstılahlarını bir kere daha gözden geçirmiş, alim ve sufilerin kabulüne uygun olanları tespit, tenkiti gerekenleri tenkit edip, birbirinden ayrı görünen hususları buluşturup kaynaştırmıştır. Gazali, İhyâ’sında tasavvufi ahlakın âdâb, erkân ve ıstılahlarını; “İbâdât” , “Âdât”, “Mühlikât” ve “Münciyât” olmak dört ana bölüm başlığı altında incelemiştir. Birinci Bölüm’de; itikad, ibadet ve muamelat ile bunların dinî ahlaki içtimai hikmetlerine yer vermiştir. İkinci Bölümde; muamelat ahlakı, dosluk ve muaşeret adabı, Hz. Peygamber’in ahlakı ve yaşayışı gibi konuları ele almıştır. Gazali 'nin asıl tasavvufi çehresini ve ahlaki fikirlerini yansıttığı bölüm Üçüncü Bölüm’dür. Gazali bu Bölüm’de kalp, akıl, nefis ve ruh hakkındaki fikirlerini ve ince tahlillerini sunduktan sonra nefis terbiyesi ve temizliği konusunu işlemiştir. Daha sonra “arzuların dizginlenmesi”, “dilin kötü sözlerden korunması”, “dünya ve mal hırsı”, “makam-mevki hırsı”, “riyâ”, “kibir” ve “kendini beğenme” (ucb) gibi konulara değinmiştir. Gazali nefisin bu tutkuları konusunda son derece değerli ve ince psikolojik tahliller yaparak bu tutkuIarı yenmenin çarelerini de göstermiştir. Gazali, Dördüncü Bölüm’ü belli-başlı ahlaki-tasavvufi faziletlere ayırmıştır. Bu Bölüm’de, tasavvufi ahlakın temel kavramları olan “tevbe”, “sabır”, “şükür”, “havf ve reca”, “fakr ve züht”, “sevgi”, “niyet”, “ihlâs”, “doğruluk”, “murakabe ve muhasebe”, “tefekkür” gibi konularda oldukça geniş felsefi ve psikolojik tahliller yapmıştır. TASAVVUFİ AHLAKA GÖRE İSLAM AHLAK ESASLARI Yukarıda zikrettiğimiz klasik tasavvufi kaynaklar ve benzerlerinde tasavvufi ahlakın mahiyet ve özellikleri ortaya konulmuş ve İslam ahlak esaslarının tasavvufi çerçevesi çizilmiştir. Bu çerçevede yer alan esasları ana başlıklar altında görmeye çalışalım. İnsanda her birisi bir bilinç düzeyine uygun olarak yaratılan nefis ve ruh mertebelerine yönelik tezkiye ve tasfiyeye önem vermek. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları Tasavvuf ehline göre hem dinin ve hem de aklın reddettiği bütün kötü huyların ve çirkin davranışların kaynağı nefistir. İnsan nefisindeki kötü huy ve sıfatların etkilerinin izalesi ancak dinî-ahlaki tezkiye ve tasfiyeye uygun riyazet ve mücahede yöntemleri kullanılarak sağlanabilir. Mutasavvıflar, nefisin isteklerine karşı koymayı bütün ibadetlerin başı ve ahlaki çabaların en değerlisi olarak görmüşlerdir. Onlara göre nefisin terakki edebilmesi için, nefis-i emmâre, levvâme, mülheme, mutmainne, râziye, marziyye, kamile şeklinde sıralanan nefis mertebelerinin ve vücûdunun müştemil bulunduğu ruhani latîfeler denilen Kalp, Ruh, Sır, Hafi, Ahfa, Nefis-i nâtıka ve tüm beden’den oluşan yedi latife(Letâif-i Seb’a)nin; zikir, fikir ve tefekkürle tasfiye ve terbiye görmesi lazımdır. Sufi psikolojisinde nefis, ruhun asıl âlemine yükselmesinin yollarını tıkayan, ancak faydalı alete dönüştürülebilecek bir latifedir. Latîfe: İnsan vücuduna yerleştirilmiş manevi, nuranî cevher, Kur'an kaynaklı, insanın duyuüstü melekelerinden her biridir. Ruhun en alt düzeyi olan “nefis-i emare”, içimizdeki negatif güçlerin hepsinin koleksiyonundan ibarettir. Ruhun en üst düzeyi olan “nefis-i natıka”, İlahî gerçekliği hiçbir bozulmaya uğratmadan yansıtan nefis mertebesidir. Tasavvufi düşünce geleneğinde nefis yedi perdeli olarak vasıflanmıştır. Sufiler bu yedi perdeli nefisi terbiyede iki yol denerler: Nefisi tahrik eden sınırsız isteklerinden uzak tutmak ve bedendeki etki gücünü zayıflatmak. Nefisin tavırlarından her birini, birer ilahi isimle terbiye etmek. Nefisin Dereceleri Nefisin Terbiye Edileceği İlahî İsim Vücuttaki Yeri 1- Nefis-i emmâre Lâ ilâhe illallâh Sadr 2- Nefis-i levvame Allah (c.c) Kalp 5- Nefis-i mülheme Hû Ruh 4- Nefis-i mutmaine Hakk Sır 5- Nefis-i râziye Hayy Sırru’s-sır 6- Nefis-i marziyye Kayyum Hafi 7- Nefis-i kamile Kahhar Ahfa Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları Erdemli kişi, nefsinden ümit ve beklentilerini sona erdirendir. Nefis terbiyesinin amacı kalbi kötü duygulardan temizleyerek hâl ve hareketleri ahlaki bakımdan güzelleştirmektir. Tevbe, fakr, züht, sabır, şükür vb. hâl, makām ve ahlaki yöntemler ruh olgunluğuna erişme yolunda birer araçtır. Nefis terbiyesi yoluyla iyi ve güzel karakter kazanan davranışlar, tasavvufi ahlakın tezahürleri hâline gelir. İslam bize, davet ettiği ahlaki olgunluğun yolunu çizmiş ve kötü huylardan temizlenme ve onların zıddı olan iyi huylarla bezenme konusunda nefisle mücadele etmemizi emretmiştir. Hz. Peygamber de nefisle mücadeleyi büyük cihat, silahlı olarak düşmanla mücadeleyi ise küçük cihat olarak değerlendirmiştir (el-Aclûnî, 1408/1988: I, 511). Nefisin kötü sıfatlarından arınan kimsenin kurtuluşa ereceği Kur’an'ın haber verdiği gerçeklerdendir. Riyâzât, nefsin ve tenin arzularını terk ederek, ya da en aza indirerek ibadetle meşgul olmaktır. Mücahede, nefsanî ve şeytanî güçlerle mücadele etmektir. Akıl: atıyla avlanan bir avcı Şehvet: Atı, Gazap: köpeği gibidir. Avcı işinin ehli, at ve köpeği de eğitimli ise avcı başarılı olur. “Nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiştir. Onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir.” (Şems/91: 9-10) Hz. Peygamber de şöyle buyurur: "En büyük düşmanın iki yanın arasındaki nefsindir" (Beyhakî, Zühd: 343) İslam nefisle savaşa çağırırken bütün gücüyle iyi bir cemiyet hayatının oluşmasını hedef almaktadır. Çünkü fert iyi olduğu vakit cemiyet iyi olacak, fert bozulunca cemiyet de bozulacaktır. Fakat riyazet ve mücahede bizatihi nefisin kendisine karşı değil, ona arız olan ahlaki hastalıklara yönelik olmalıdır. Nefisin terbiyesine yönelik bu davranış biçiminin bedene zarar veren riyazet yöntemleriyle bir ilgisi yoktur. İnsanın ahlak sahibi olması, nefisini öldürmesine ve yok etmesine değil, eğitmesine ve kontrol altında tutmasına bağlıdır. Kötülüğü ve iyiliği seçebilme ve yapabilme imkân ve ihtimalinin olmadığı yerde ahlakilikten bahsedilemez. Zira ahlaki durum, insanın kötü ile iyi arasında, özgür iradesiyle seçim yapabildiği durumlarda ortaya çıkar. Bu nedenle nefis ve nefisani arzuların bulunmaması değil, bulunduğu hâlde kontrol edilmesi; meşru sınırlar içinde tutularak iyi, doğru ve güzele yönlendirilmesi daha anlamlı ve önemlidir(Konur, 2009: 45). Şu hâlde nefisle mücadele bir nevi iradeyi hür kılma, insanın ahlaki mükemmelliğe ulaşmasını önleyen bedeni ve dünyevi tutkuların bağımlılığından kurtulma mücadelesi, tasavvufi ahlak da bu çetin ve zorlu mücadelenin meyvesidir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları Nefis öyle bir alandır ki, kişi onu kendi hâkimiyeti altında tuttuğu sürece iki âlemde de kurtuluşa erecektir. Onu kontrol altına almak da, ancak isteklerini reddetmek ve ona başkaldırmakla başlar. Nefisin sınır tanımayan arzu ve ihtirasları yerine getirildiği zaman, insani kimlik ve erdemler insanlardan uzaklaşır. Ancak ölçülü ve dengeli bir şekilde nefisin muhasebesi ve murakabesi yapıldığı sürece de, erdemler ve faziletler insanda tecessüm eder ve onun özü olur (Muhâsibî, 1998: 406). Riyazet ve mücahedenin baştan sona kadar nefise muhalefet etmekten ibaret olduğunu, nefisi tanımadan yapılacak riyazet ve mücahedenin kişiye faydası olmayacağını söyleyen sufiler, riyazet ve mücahedenin marifete yönelik rolünü ifade etmek üzere “Nefisini tanıyan Rabbini tanır” sözünü sıkça kullanmışlardır. Nefsini zilletle tanıyan, Rabbini izzetle tanır. Sufilere göre Allah’ı bilme (marifet) için öncelikle nefisi tanımak, sonrasında da nefise karşı girişilecek mücahede ile ahlakın güzelleştirilmesini gerekmektedir. Ancak Allah’ın yardımı olmadan mücahedenin meydana gelmesi ve mücahede olmadan ilahî lutfun yetişmesi mümkün değildir. Akıl ve din mizanı doğrultusunda çaba şarttır, fakat sonuç yine de Allah’ın takdirine bağlıdır. İnsandaki kötü sıfatların ıslah ve terbiyesi için kullanılan mücahede ve riyâzât metotları genellikle Kur’an ve sünnet verilerine dayandırılmış ve ferdî eğitim, ahlaki yükseliş bu yolla sağlanmaya çalışılmıştır. Ahlaki bir özelliği, Allah’a ait ilahi bir vasfın beşer düzeyinde tezahürü olarak görüp, “Allah’ın ahlakıyla ahlaklanma” düsturunu Hz. Peygamber’in “üsve-i hasene” şeklinde ifade edilen örnek/model kişiliği doğrultusunda yaşamak. İslam bir tevhit/birlik dinidir. Tevhit sadece Allah’ın birliğini ifade etmekle kalmaz, aynı zamanda, her şeyin onunla irtibatlı ve ilişkili olduğunu ifade eder. Kur’an’a göre her şeyin merkezinde Allah vardır. Bu açıdan bakıldığında, insanla ilgili ahlaki bir özellik, Allah’a ait ilahi bir vasfın beşer düzeyinde tezahürü olarak görülür. Bu durum Hz. Peygamber’e atfedilen, “Allah’ın ahlakıyla ahlaklanma” ifadesi ile dile getirilmiştir(Konur, 2009: 26-27). Kur’an’a göre Allah, insana karşı ahlaki tarzda hareket eder. Bu onun ahlaki nitelikler olan “adalet” ve “ihsân”ının gereğidir. İnsanın da bu oluşa ahlaki tarzda mukabelede bulunması gerekir. Kur’an’ın tanıttığı Allah’ın, ahlakla ilgili vechesine dair kavramlar “rahmet” ve “gazab” olmak üzere birbirine zıt görünen iki ana kavram altında ele alınabilir. Böylece Rabbine bakan insan, onun hoşnutluğundan veya hoşnutsuzluğundan hareketle, hem hangi tutum ve davranışların ahlaki olduğunu hem de hangi durumda nasıl bir ahlaki tutum takınması gerektiğini bilir (Konur, 2009: 29). Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları Allah’ın rahmet ve gazabı diğer bir ifadeyle cemâl ve celâli, adaletinin (iyiliği emreden, kötülüğü nehyeden vasfının) bir gereğidir. Dolayısıyla Allah’ın cemâl ve celâl sıfatlarıyla muttasıf olması, tasavvufun ahlak anlayışına da yansımış, bu sıfatların tecellilerine mazhar olabilme yani onun sıfatlarıyla sıfatlanma, ahlakıyla ahlaklanma, tasavvuf erbabının başlıca uğraş alanını oluşturmuştur. KISSADAN HİSSE Hz. ibrahim çok misafir ağırlamakla şöhret bulmuştur. Anlatıldığına göre, onun sofrasından misafir eksik olmazmış. Bir seferinde üç gün geçtiği hâlde evinin kapısını çalan olmamış, sonunda kapısına bir adam gelmiş ve ona misafir olmak istediğini bildirmiş. Hz. İbrahim ona kim olduğunu sorunca, Mecusilik dinine mensup olduğunu söylemiş. Bunun üzerine Hz. İbrahim, müslüman olursan seni ağırlarım, demiş. Bu şartı kabul etmeyen adam oradan ayrılmış. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, Hz. İbrahim’e şöyle hitap etmiş: "Ey İbrahim! Küfrüne rağmen elli senedir biz onu doyuruyoruz. Dinini değiştirmesini istemeden, bir lokma da sen yedirsen ne olurdu?" Cenâb-ı Hakk'ın bu ikazı ve itabı üzerine Hz. İbrahim hemen peşinden gidip Mecusi'ye yetişmiş ve özür dileyerek onu ağırlamıştır. Hz. İbrahim'deki bu değişikliğin sebebini öğrenen Mecusi ise, "0 ne iyi Rab ki, düşmanı için dostunu azarlıyor.”demiş ve müslüman olmuştur. (Hucvirî, 457) Allah’ın ahlakının örnek ve model oluşu beşerî münasebetler için de geçerlidir. Allah’a karşı dinî-ahlaki tutumun ilahî ahlakın bir yansıması olduğunu düşünen ve Allah’ı örnek alan kişi, başkalarına karşı adil ve dürüst davranmalıdır. Çünkü Allah her zaman adalet ve doğruluk üzeredir. İnsan hiç kimseye zulmetmelidir çünkü Allah kimseye zulmetmez (Izutsu, 1997: 39, Konur, 2009: 36). Şüphe yok ki Allah her nefise bir iyilik, kötülük, kâr ve zarar duygusu vermiştir. Şu var ki insan, akıbet itibariyle hangi şeyin iyi hangisinin kötü olduğunu her zaman ve her hususta aklıyla bilemez. Özellikle ferdî ömrün kifayet etmeyeceği derecede uzun tecrübelere bağlı olan şeyleri, tebliğ ve temsil edici olmadıkça bilemez (Öztürk, 1989: 152). “Tasavvuf, sistemi ve muhtevası itibariyle Kur’anî ve Muhammedî’dir.” İlahî vahye muhatab olduğu kabul edilen bütün peygamberlerin ana görevleri, insanların ahlaki hayatlarını düzeltmek ve onlara doğru yolu göstermek olmuştur. İslam peygamberinin de bundan başka bir gönderiliş gayesi yoktur. Nitekim kendisi de gönderiliş gayesinin “Mekârim-i ahlakı tamamlamak” olduğunu söylemiştir. Burada sorulması gereken husus, İslam peygamberinin tamamlamaya geldiği ahlakın neliği sorunudur. Hakîm Tirmizî bu hadisi ele alırken, söz konusu Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları ahlakın bütün peygamberlerde varolduğunu, İslam peygamberinin bu ahlakı tamamlamak için geldiğini söyler. Öyleyse bütün peygamberlerde var olan bu ahlakın temel ilkelerini tespit etmenin kriterleri nelerdir? (Görmez, 2003: 577). Bunun izini sürmek için müracaat edeceğimiz temel kaynak Kur’an’dır. Ahlak, en genel manasıyla Kur’an’la temsil edilir. Bir anlamda Kur’an, ahlakın evrensel kaynağıdır. Peygamber Efendimiz de bunun en güzel örneğini temsil etmiş, yaşamı boyunca hep Kur’an’ın belirlediği çizgide davranışlarını sürdürmüştür. Kur’an'daki esasları hayatına uygulayarak bir bakıma yaşayan Kur’an hâline gelen Hz. Peygamber'in ahlakı hakkında Hz. Aişe'nin şu sözü oldukça dikkat çekicidir : “O'nun ahlakı Kur’an'dı.”(Müslim, Misafirin: 139). Tasavvuf, İslamın ruh hayatı ve İslam peygamberinin şahsında temsil ettiği manevi otoritenin, müesseseleşmiş ve günümüze kadar yaygınlaşarak gelmiş şekli olarak değerlendirilir. Burada manevi otoriteden kasdedilen Hz. Peygamber’in “üsve-i hasene” şeklinde ifade edilen örnek/model kişiliğidir (Yılmaz, 1994: 19). Kur’an-ı Kerim’de Hz. Peygamber bu bağlamda şöyle tavsif edilmiştir: “Şanım hakkı için Rasululllah’da size ‘örneğin en güzeli’ vardır.” (Ahzâb/33:21) Hz. Peygamber ise, nübüvvetin esasının “güzel ahlak” temeline dayalı bir sistem inşa etmek olduğunu ifade etmiştir. "Ben ancak güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim." (Mâlik, Hüsnü’lHulk: 8.) Hz. Peygamber ahlakını yaşadığı toplumdan almadığı gibi, kendi nefisinin mahsulü de olmadığını ve Allah Teala’nın terbiyesiyle/ahlakıyla ahlaklandığını şu ifadeleriyle dile getirmiştir: “Rabbim beni terbiye etti ve terbiyemi çok güzel yaptı”(Dârimî, Fezâilü’lKur’ân: 3187). Kuluyum cân durdukça ol hikmetli Kur’ân’ın Toprağının tozuyum Muhammed-i Muhtarın Mevlânâ Sufilere göre insanın beşerî ve süfli hayattan saf ruhi hayata yükselmesi yani ruhunu kemale erdirmesi; tezkiye, terbiye, tehzîb ve eğitim işi olup, başta Hz. Peygamber olmak üzere tasavvufi ahlakta model kabul edilen insanların örnekliği yoluyla elde edilir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları Kötü huyları kalpten atıp ahlakını güzelleştirmek isteyen kişinin kendisine rehberlik edecek manevi yetkinliğe sahip birisine ihtiyacı olduğunu söyleyen Gazali, kişinin tıpkı bedeninde bir hastalık oluştuğunda hemen onu tedavi edecek bir doktor aramaya koyulduğu gibi kötü duygu ve davranışlarının farkına vardığında da kendisine manevi bir rehber araması gerektiğini belirtir (Gazali, III, 80, 93; II, 305). Ahlaki arınma ve faziletler kazanmayı, ruhun kemale ermesinin zorunlu şartı olarak gören mutasavvıflar, tasavvufi ahlak eğitimini de nefisi kötü duygulardan ve hayvani eğilimlerden kurtarma, zahir ve batını tenvir istikametinde sürekli bir mücahede hâli olarak değerlendirmişlerdir. Tasavvufun hâl ilmi oluşu, hâllerin de bulaşıcılığı/sirayeti sözkonusu olduğu için ahlak eğitiminde de nazari bilgilerden çok uygulamaya ve bir örnek şahsiyete (üsve-i hasene) ihtiyaç duyulmuştur. Çünkü ahlak, örnek şahsiyetin müşahede ve etki alanı içinde belli bir tezkiye ve tehzîb ile yerleşir. İyilerle beraber olmak iyiliği, kötülerle beraberlik kötülüğü sirayet ettirir. Mesela insan cimri olmamak ve cömert olmak için “cimrilik” ve cömertliğin” ne olduklarını bilmek ister. Bunun için kitap okumak şart değildir. Başkalarının iyi veya kötü örnek teşkil eden davranışlarına bakmak, iyileri olduğu gibi, kötüleri ise ters yönde taklit etmek kâfidir (Konur, 2009: 43). Hz. İsa’ya “seni kim terbiye etti?” diye sorulmuş, o da şöyle cevap vermiştir: “Cehaletin sahibini ne kadar kötü bir durumda bıraktığını gördüm ve böylece cahillikten uzaklaştım.” Gazali ’ye göre insan başkalarında gördüğü kusurların kendisinde olduğunu fark ettiğinde onları terk etse eğitimcilere ihtiyaç kalmazdı (Gazali, III, 80: Reis, 2011: 107). Kuşeyrî de isteklerin zıddına hareket etmeyi, açlık, susuzluk ve uykusuzluk gibi kişiyi güçsüz ve takatsiz bırakan mücahede çeşitlerinden daha etkili ve mükemmel bir tedavi yolu olarak görmektedir ( Kuşeyrî, I, 306-330). Ahlaki-manevi gelişimi, dinamik, hiyerarşik ve birbirini tamamlayan bir hâller ve makāmlar süreci olarak yaşamak. Nefisin kuvvetlerinin insanı hak çizgisinden sapmaya zorlayacak boyutunun eğitimi, mutasavvıflarca Kur’an ve Sünnet’ten alınan hükümlerle sistemleştirilmiş ve bu suretle bir eğitim sistemi geliştirilmiştir. "Seyr u sülûk" adı verilen bu sistem aynı zamanda, ruhi ve ahlaki yükselişin de adıdır. Seyr u sülukun işaret kristalleri de diyebileceğimiz hususlar tasavvuf literatüründe genellikle makāmât olarak ifade edilmiştir. Birer kalbî fiil olarak da değerlendirilen bu ruhani seyrin makāmları sufilerce tasnif ve çeşitlilik açısından farklılık gösterse de usûl-ı aşere (on usûl/makām) diye meşhur olmuştur. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları Çeşitli devirlerde yaşayan sufiler tarafından tespit edilen bu makām ve mertebeler saliklerin konaklama ve nefes alma merkezleri olarak değerlendirilmiş ve genelde şu şekilde sıralanmıştır: Tevbe, Züht, Tevekkül, Kanaat, Uzlet, Zikir, Teveccüh, Sabır, Muhasebe, Rıza (Bk. Tasavvufta On Esas, 2010: 22). Usûl-ı Aşere Tevbe: “Kulun kendi iradesiyle Allah’a yönelmesi.” Hata işledikten sonra pişman olup vazgeçmek, bir daha yapmamaya azmedip, karar vermektir. Züht: “Eşyaya dair isteklerin bütünüyle yok olmasıdır.” Dünyaya gönül bağlamamak, dünya malına kul köle olmamak Tevekkül: Meşru sebeplere yapışarak, bütün işleri Hakk'a ısmarlamaktır. “Allah’ın katında olanlara güvenme, insanların elindekinden ümidi kesme.” Kanaat: “Nefisin alışık olduğu şeylerin bulunmaması durumunda sükût etmek” Uzlet: “Halkla beraber yaşamaktan yüz çevirmek.” Hırs sahibi olmamak ve kazancından dolayı üzüntü hissi duymamak Zikir: “Allahtan gayrı her şeyi unutarak sadece O’nu anmak” Teveccüh: “Allah’tan başka her hangi bir varlığa çağıran her şeyden yüz çevirerek tüm benliği ile O’na yönelmek.” Sabır: “Bela ve sıkıntı anlarında sızlanmayı terk etmek.” Murakabe / Muhasebe: “Hakkın her hâlde kendisini denetlediği ve kalbinde bulunan şeylere muttali olduğunu bilmesi.” Rıza: “Allah’ın her türlü fiil ve takdiri karşısında kalbin sürûru ve O’ndan razı olması.” Kendini gafletten kurtarmak yani Allah Teala’yı anmak, hatırlamaktır. Dinî, ahlakı bozan kimselerden ve her şeyden sakınmak, uzak durmak. Bütün arzu ve isteklerinden sıyrılarak Allah’ü Teala’ya yönelmektir. Haramdan sakınıp nefisin kötü arzularını yapmamaktır. Nefisini hesaba çekmek Allah’ü Teala’dan gelen her şeyden hoşnut olmak, boyun eğmektir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 Alıştırmalar Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları Etkileşimli Alıştırmalar hamîde, gibi terimlerle karşılanmıştır. Reziletler yani kötü huylar ise mühlikât, sıfatu’l-mezmume, emrazu’l-kalb, sûü’lhuluk, ahlaku’zzemîme, ahlaku’sseyyie gibi tabirlerle ifade edilmiştir. etkileşimli alıştırmalarla Takva, tevekkül, şükür gibi kişinin Allah ile ilgili münasebetlerinden doğan çok daha özel anlamdaki dinî içerikli ahlaki davranışlarından ziyade kişisel karakterde ve toplumsal ilişkilerde ortaya çıkması arzu edilen İslam ahlakı erdemlerini dikkate aldığımızda Kur’an'da en çok sayıda ayette tekrar edilme itibarıyla bu erdemlerin sırasıyla, “sabır”, “doğruluk ve dürüstlük ” , “affedicilik”, “yardımseverlik”, “iyilikseverlik”, “ahde vefa”, “adalet”, “barışseverlik”, “basiret”, “iffet”, “emanete riayet”, “helal kazanç”, “merhamet”, “hoşgörü”, “tevazu”, “kardeşlik”, “orta yol veya itidal”, “ağırbaşlılık” ve cömertlik olduğu görülmektedir(Yaran, 2011: 46). İyi Huylar / Faziletler ve Kötü Huylar / Reziletler İnsanın nefisini olgunlaştırması, kalbini arındırması ve ruhunu huzur ve saadete kavuşturması için yapması ve kaçınması gereken hâl ve davranışlar, İslam ahlakçıları tarafından “faziletler” ve “reziletler” ana başlıkları altında ele alınmıştır. Onların sistematik bir teori oluştururken üzerinde durdukları bu hâl ve davranışlar mutasavvıflar tarafından birbirini tamamlayan bir “hâller” ve “makāmlar" süreci olarak değerlendirilmiştir. Hâller daha çok insanın iç dünyası, makāmlar ise davranışlarıyla ilgili ahlaki kavramların üst başlığı olarak değerlendirilmiş ve bunlarla daha çok fazilet sayılabilecek olumlu durumlar kastedilmiştir. Bireysel Etkinlik İslam ahlakçılarının genel olarak “Faziletler” olarak isimlendirdikleri iyi huylar sûfîler tarafından münciyât, makāmatu’ş- şerife, hüsnü’l-huluk, mehâsinü’l-ahlak, mekârimü’l-ahlak, elahlaku’l-hasene, elahlaku’l- • Öğrendiklerinizi pekiştirebiirsiniz • İç dünyamızda var olan iyi ve kötü duygularımız üzerine düşününüz. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları Gazali ’ye göre iyi huylar (münciyât) ve kötü huylar (mühlikât) iyi ve kötü karekteri oluşturur. Kötü huyların bertaraf edilmesiyle ilgili metodlar, riyazet kapsamında yer alır. Kötü huylar günahların kaynağıdır, kişiyi Allahtan uzaklaştırır, dünya ve ahiret hayatında ızdırap ve hüsrana sebep olur. Bu nedenle de “mühlikât” olarak isimlendirilir. Kötü huyların kalpten atılması “tathîru’l-kalb” veya “tezkiyetü’n-nefis” olarak da isimlendirilmiştir. Sür çıkar ağyârı dilden tâ tecellî ede Hakk Pâdişâh konmaz saraya hâne mamûr olmadan Şemseddin-i Sivasî Tasavvuf daha çok İslam ahlakının ameli/pratik yönünü temsil ettiği için tasavvuf literatüründe yapılması ve kaçınılması gereken pek çok hâl ve davranıştan bahsedilmiştir. Bunlardan şu şekilde bir sıralayabiliriz: Kötü ahlaklar İyi ahlak Bedensel arzular/şehevat: Tevbe Sabır a- Mide şehveti: haram yeme-içme arzusu b- Cinsî şehvet: meşru olmayan cinsi arzu Sözlü kötülükler: Gazap, öfke, kızgınlık Lüzumsuz, boş konuşma isteği: yalan, gıybet,(kıskançlık, nemime (koğuculuk) İnsanlarla Haset, çekememezlik) alay etmek, küfürlü konuşmak Dünya sevgisi Havf-Reca Şükür Züht Cimrilik Rıza Mevki edinme Muhabbet Riya/gösteriş Kanaat Kibir İhlâs/samimiyet Gurur Muhasebe-murakabe Ucb (kendini beğenme) Tefekkür Kin Tevazu (Alçakgönüllülük) İsraf Edeb Hırs, tama Sıdk/Doğruluk Şöhret arzusu Îsâr /Diğergamlık Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi Tevekkül 18 Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları Tasavvuf ehline göre, günahlar ve kötü ahlak kalbe hâkim olduğunda dünya sevgisi ve zevkleri kalp üzerinde bir perde oluşturur, kalbin nuru gider ve bu durum marifete engel olur. Dünya sevgisi, şöhret, hırs, tamah, gibi kötü ahlakla dolu olan bir kalp Allah’a yol bulmaz. Marifet nurlarının kalbi kalplaması, bu arzuların terbiyesine, yani nefisin tezkiyesine bağlıdır. Kalp tasfiye, nefis ise tezkiye denilen temizlenme ya da arınma sürecinden geçmeden, marifetin ve ilahi sevginin merkezi olamaz. Bireysel Etkinlik Ahlaki davranışlar da iyi ile kötüyü fark edip bilerek ve isteyerek iyi olanı tercih etmekle ortaya çıkar. Bu açıdan tasavvufi ahlak eğitiminde kalbin önmeli yeri vardır. Kalbin kendisinden beklenen görevi hakkıyla yerine getirebilmesi için temiz ve sağlıklı olması gerekir. Aksi hâlde insan gerçeği göremez, ahlaki tutum ve davranış sergileyemez. Gönlü arındırmak ve mamur hâle getirmek için sarfedilen çabaların insanı ahlaki davranışlara sevk etmesi gerekir. Eğer bu gerçekleşmiyorsa maksat hâsıl olmamış demektir(Konur, 2009: 51, 53). • Sizi iyiliğe ve kötülüğe sevk eden nedenler üzerinde düşününüz. Toplumsal hayata ve dünyevi nimetlere nispeten ilgisiz (züht, vb.) kalabilmek, en azından bunların gönlünde yer etmesine izin vermemeye çalışmak. “Zühd, insanın sonsuzluğuna yardımcı olmayan her şeyin terkidir.” İbn Hâldun, tasavvuf yolunun esaslarından bahsederken şunları sıralar: “Devamlı olarak ibadet etmek, her şeyden alakayı kesip Allah'a yönelmek. Dünyanın süs ve zinetinden yüz çevirmek, çoğunluğun önem verdiği zevk, mal ve makāma rağbet etmemek, ibadet için halktan ayrılıp halveti seçmek.” (Taftazânî, 1986: 227). Bu bir anlamda dünyaya karşı tavır koyma, ma-sivadan yüz çevirip Allah’a yönelme demek olan zühtün ifadesidir. Tasavvufun Allah sevgisine engel olan dünya alakasını kalpten çıkarıp, gönlü Allah’a yöneltme özelliğine dikkat çeken bazı mutasavvıflar onu tanımlarken bu bağlamda tanımlama yoluna da gitmişlerdir. Nitekim kronolojik esasa göre ilk tasavvuf tarifi yapan Marûf el-Kerhî ’nin tanımı bu anlayışı yansıtmaktadır: “Tasavvuf hakikatleri almak, insanların elindekinden ümid kesmektir.” (Yılmaz, 1994: 31). Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları Süfyan es-Sevrî: “Züht aba giymek ve kuru ekmek yemekten ziyade, emeli ihmaldir.” der. Fudayl b. İyaz da: “Gerçek züht Allah’ın hükmüne ram olmaktan ibarettir.”der. Züht Allah ile olmayı önleyen her türlü Masiva ve kıyl u kalden uzak durmak, kalpte onlara yer vermemektir. Kısaca züht; emelleri ihmal, amellere sarılmaktır. Sufilere göre nimet peşinde koşmak züht değildir. Peşinde koşup esiri olmadan gelen servet ve zenginliği Allah’ın rahmet ve nimeti olarak bilmeli ve Rezzâk-ı âleme gereği gibi şükretmelidir(Yılmaz, 1994: 190). Yine züht bir şeylere sahip olmanın terki değil, “dünyaya rağbet ve hırsın terkidir. Yani züht konusunda önemli olan insanın bir şeylere sahip olmaması değil bir şeylerin insana sahip olmamasıdır. Demek oluyor ki zühtün gayesi yoksulluğu gerçekleştirmek değil, insanın iç kuvvetlerini mahveden hırsı temizlemektir. Çünkü İslamiyet gerçek zühtü mal azlığı, yoksulluk olarak görmez. Züht, Allah’tan gafil olmamaktır(Öztürk, 1989: 213-215). Tasavvuf ahlakının ayırıcı vasfı, onun bir “cür'et ahlakı" değil, kelimenin tam anlamıyla bir feragat ahlakı oluşudur. İslam dünyasında bu şekildeki bir feragat ahlakını yaşayanlar daha Hz. Peygamber zamanında mevcuttu. Tarikat silsilelerinin bir sahabiye kadar götürülmesi geleneği de bunu gösterir. Esasen, bizzat Hz. Peygamber başta oImak üzere birçok sahabi, ölçülü bir züht hayatı yaşamış, dünyanın geçici zevklerine itibar ve itibar etmemişlerdir(Çağrıcı, 1991: 70). Ayetlerde de genellikle dünya hayatı ve ona meylin yerilerek ahiret hayatının öğülmesinin sebebi, insanda fıtri olan dünya sevgisini frenlemek ve ona kulluk şuurunun kaybolmasını sağlamaktır. Tasavvufi ahlakın gereçekleştirmeyi amaçladığı ruhi olgunluğa götüren bir vasıta olan züht bu yönüyle Hz. Peygamber’in hadislerinde de övülmüştür. Züht ve zahitlik hakkında söylenen sözün özünü ve en güzelini, Hz. Peygamber söylemiştir: İrade, insanın iç ve dış duyulardan, tabiattan ve cemiyetten aldığı tesirleri karşılayan, ardından öznel ve şahsi karara dönüşen ve nihayet hareket olarak dışa vuran bir kudret, Allah’a kadar yükselmek isteyen içsel, mistik bir kuvvettir. “Dünyada zahidlik, ne helali haram etmek ne de malı mülkü terk etmektedir. Dünyada zahidlik, ancak Allah’ın elinde olana, kendi elindekinden daha fazla güvenmen; başına bir musibet geldiği zaman, musibet başında olduğu müddetçe, onun ecir ve mükâfatından son derece ümitli olmandır.” (Ahmed b. Hanbel, II, 36). Sahabelerden biri gelip Hz. Peygamber’e, “Ey Allah’ın Resulü, bana öyle bir amel göster ki, onu işlediğim zaman beni hem Hakk, hem de halk sevsin.” Hz. Peygamber şöyle buyurmuş: “Dünyaya karşı zahit ol ki insanlar tarafından sevilesin. İnsanların ellerindekilere karşı zahit ol ki, onlar tarafından sevilesin.” (İbn Mâce, Züht: 1: Hâkim en-Nisâbûrî, IV, 313) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları İnsan hürriyetini daha ziyade, nefisanî arzu ve içgüdülerin baskısından azade kalabilmek olarak yorumlamak. Tasavvufi ahlakta nefise karşı verilmesi öngörülen savaş, bir nevi iradeyi hür kılma, insanın ahlaki mükemmelliğe ulaşmasını ve Allah'a yakınlaşmasını önleyen bedeni ve dünyevi tutkuların bağımlılığından kurtulma mücadelesidir. Bu açıdan tasavvuf ahlakında hürriyetin büyük bir değeri vardır. İnsan: Zahirine sahip, batını sahipli, görünüşte hür, gerçekte köledir.” Ebû Süleyman Daranî Ahlak, özgürlüğün zorunlu sonucu olduğu için, her nerede özgürlük varsa, orada kaçınılmaz olarak iyi ile kötü arasında seçim yapmak ve buna göre eylemde bulunmak olan ahlak da vardır. Dolayısıyla, tarihsel açıdan bakıldığında, özgür olan ilk insandan beri ahlaki iyi ve kötüye ilişkin seçimler, bu seçimlerin dayandığı değerler ve bu değerleri bireysel hayatlarında uygulamaya geçirip toplumsal hayatlarında üstün kılmaya çalışan ve onları yeni kuşaklara aktarmayı görev bilen iyi insanlar hep var olmuştur(Yaran, 2011: 13). Mutasavvıflar, insanın şuurunu meşgul eden Allah’tan başka her şeyin hürriyeti kısıtladığı ilkesinden hareketle cennet nimetlerini arzulamayı bile gerçek hürriyete aykırı görmüşlerdir. Kuşeyrî’ye göre hürriyet, kulun üzerinde Allah’tan başka hiçbir şeyin etkili olmamasıdır. Gerçek hürriyet tam kulluktadır. İbrahim ethem ise hürriyeti ölmeden önce dünyadan çıkmak şeklinde açıklamıştır. Tasavvuftaki fakr makāmı hürriyeti de kapsar. Çünkü fakr, insanın hiçbir şeye sahip olmamasından öte hiçbir şeyin insana sahip olamaması demektir. Buna göre hürriyet tasavvufi ahlakın hareket noktası değil gayesidir(Çağrıcı, 1989: 8). “Ubudiyyetin kemâli hürriyettedir.” Hürriyetle ubudiyet birbirini tamamlarlar. Bunların birinde ilerleyen ötekinde de yücelir. Mademki hürriyet kendimizi bulmak, diğer bir tabirle ma-sivadan kurtulmaktır, bizi ma-sivadan kurtaran her şey ve faaliyet hürriyetimizi genişletir. İşte bunun için hürriyet ubudiyetin son haddidir(Öztürk, 1989: 110-111). Ubudiyyette zirveye çıkan benlik asli hâli olan ezeli saflığına en ileri seviyede yaklaşmış, hatta belki de onu elde etmiştir. Bu, Masivadan kurtulmak demektir. Ruh Masivadan kurtulduğunda mutlak hürriyetin sahibi olan yaratıcı, bütün kudret ve tasarrufuyla, saflaşan benlikte tecelli etmeye başlar. İşte bu en ileri hürriyet hâlidir. Makine gibi, davranışları tamamen tespit ve tayin edilmiş bir varlıktan hayır doğmaz. Bu itibarla hürriyet hayır için ilk şarttır. Hürriyet asli varlığımız olan Allah’a ulaşmamızı engelleyen, bizi özümüze yabancılaştıran her şeyden -Masivakurtulmaktır. Meselenin özü, içinde ubudiyet sırrını gerçekleştirene, dışında hürriyet verilir(Öztürk, 1989: 108, 114). Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları Sevgi ve hoşgörüyü hem ahlaki erdemlerin hem de uhrevi müeyyidelerin başında görmek. Sufilere göre insanın ahlaklı olmasının başlıca nedeni, bu dünya ve ötesinde ziyana uğramayıp aksine ebedî saadete kavuşma, bir başkası da her türlü fayda kaygısından uzak olarak Allah tarafından sevilme ve razı olunma gibi yüksek ve aşkın bir inanç ve umuttur (Yaran, 2011: 14). Kendini bilmek; Rahmânî ve şeytanî olanı ayırmaktır. Bir tek kardeşlik vardır. Bu, bütün insanlığı kucaklayan kardeşliktir. Yeryüzünde sadece bir tek ve müşterek hayat vardır. Hayatın ayrılığı yaInızca görünüştedir. İnsan, önce aile, sonra millet (ümmet), sonra da bütün insanlıkta başkaları ile birlik hâlindedir. Sufi kendi milletinden başka milletlere hor bakanları küçümser. Çünkü insan, başka milletten olanlarla insanlıkta müşterektir. Bir tek ahlak kanunu vardır. Bu, ben'i inkâr etmekle filizlenen ve ihsân ile çiçeklenen cihanşümul sevgi kanunudur. Ortada birçok ahlak ilkeleri varsa da, hepsinin özü esası bir tek şeydir: Sevgi. Bu sevgi, arzunun, sabrın, tahammülün hoşgörünün, hâsılı bütün faziletlerin kaynağıdır. Cömertlik, müsamaha ve ihsân sevgiden doğar; bütün fenalıklar sevgi eksikliğinden, ileri gelir. Sevgi gözün ışığıdır. Göz yüzeydekileri görür; oysa sevgi, derinlikleri görür. Tam olarak tutuşmamış ateş ancak duman çıkarır; fakat tam tutuştuğunda alev ve ışık saçar. Seven kalp ile sevmeyen kalp de böyledir. Övülmeye değer bir tek şey vardır: Bu, kalbi yerin derinliklerinden alarak göklerin yüceliğine eriştiren güzelliktir. İnsan, güzeli seven güzel bir ruh ile bezenen varlıktır, sevgi, maddeyi sevmekle başlar, manayı sevmekle kemal bulur. Görüneni, sevmekle başlar; görünmeyeni sevmekle tamamlanır (Çağrıcı, 1991: 70). Tasavvufi ahlak, Yunus Emre, Mevlânâ, Hacı Bektâş-ı Velî felsefelerinde olduğu gibi tabiat, insan ve Tanrı sevgisi temelinde uygulamaları içermektedir. Bu anlayıştan hareketle söz konusu tasavvufi şahsiyetler, barış ve hoşgörü temelinde uygulamalarla, sadece mensubu olduğu zümrelere değil, bütün insanlığa açılarak sevgi dağıtmayı hedeflemiştir. Fakat bunu gerçekleştirirken bireyin öncelikle pratik tecrübelerle “kendini bilmesi ve tanıması”ndan yola çıkarak, toplumsal olgunluğa yönelik ilkeleri inşa etmeye çalışmışlar, faziletli bir toplum için kamil insan modeli inşa etme peşinde olmuşlardır. Bunu gerçekleştirmek için başvurdukları referans noktası tasavvufi ahlak olmuştur. Hacı Bektâş-ı Velî, Makālât’ında hakîkatin makāmlarından ikincisi olarak “yetmiş iki milleti ayıplamama”yı zikrederken, Allâh’ın lütfu, ihsânı, bağışlayıcılığı, cömertliği gibi konuları işlediği Besmele Tefsiri’nde de, Hz. Peygamberin insanlara rahmet peygamberi olarak gönderildiğine vurgu yapmakta ve insanlar arasındaki ilişkilerin bu rahmet teması üzerine oturtulması gereğine dikkat çekerek, tevâzu, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22 Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları merhamet, kulluk, rıza ve teslimiyet içinde olanlara Allâh’ın rahmetinin ulaşacağını söylemektedir. İslamiyet, insanı değerlendirirken, onun Allah ile iç münasebetinden çok, kamu ile münasebetlerine bakmaktadır. Hz. Peygamber bu hususta şöyle buyurmuştur: “İnsanların en hayırlısı insanlara en faydalı olandır.”(et-Taberânî, IV, 58.) İnsan imar edilmeli, güzelleştirilmeli, mutlu kılınmalıdır ki dünya, özlenen kıvam ve düzene, dirlik ve esenliğe ulaşabilsin. Bundan dolayı İslam, insanların saadeti için çalışanları sadece kendini kurtarmaya çalışanlardan üstün tutmaktadır. Ahlaki faziletlerin ileri örneklerinden olan sadakat, vefa, merhamet vs. gibi özelliklerin en mükemmellerini hayvanlarda görüyoruz. Fakat bunların hiçbirine ahlaki damgası vuramayız. Arı bal yapar, köpek kendisini besleyene bağlılık gösterir. Bu davranışlar onların hayat şartlarına, varlık özelliklerine aittir. Aksi davranışta bulunamazlar. O hâlde, aksini yapma gücündeki insandan zuhur ettiklerinde ahlaki davranış adını alan bu belirtiler, hayvan için bir fazilet değildir. (Öztürk, 1989: 92, 112) Mutasavvıflar, insanlarla ilişkilerinde merhamet olgusundan hareket etmekte ve hoşgörü erdemini; affedici, sevgi dolu olma hâli olarak açıklamaktadırlar. Bu, Yunus Emre’nin ifadesiyle “yaratılanı Yaratan’dan ötürü sevme” erdemidir. Kısacası şahsi, ailevi ve millî benliği, hatta ümmet benliğini aşarak bütün insanlığı kucaklayan bir sevgi zenginliğine ulaşmak; nefisin kötü arzularını olabildiğince dizginlemek; ihtiyaçları en aza indirmek; dünyanın ruhu alçaltan yönlerine değer vermemek, züht, riyazet, feragat, fedakârlık; her türlü sıkıntılar ve ıztıraplar karşısında tam bir tevekkül ve rıza ile Allah’ın mutlak iradesine teslim olmak, gerçeğin bilgisine (ma'rifete), ancak tam bir kalp ve ruh tasfiyesi ve güzelliği ile ulaşacağına inanmak, tasavvufi ahlakın temel özelliklerindendir. (Çağrıcı, 1991: 70) Taabbudî (ibadetlerle alakalı) faaliyetler kadar ahlaki faaliyet ve faziletleri de önemli görmek. Tasavvuf batınağırlıklı bir ibadet yolu olması ve şer'i hükümleri de ruhi yanları üzerindeki tesirleri ve vicdanda ortaya çıkan derinlikleri itibariyle ele almasından dolayı başka mesleklere göre biraz daha ledünni, engin ve zor anlaşılır olsa da, çıkış noktası ve hedefi açısından, Kitap ve Sünnet kaynaklı İslami yolların hiçbirine münafi değildir. (Öztürk, 1989: 11) Münafi olmak şöyle dursun diğer Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23 Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları bütün şer'i ilimler gibi tasavvuf da Kitap, Sünnet ve özellikle de ilim, marifet, yakin, ihlâs ve ihsân şuuru gibi hakikatler üzerinde durmuştur. Mutasavvıflara göre hakikat ve bâtın, gerçek sufi için ibadet ve başka iyiliklerde gözetilmesi gereken ahlaki özdür. Bu sebeple başlıca tasavvufi kaynaklarda ibadetlerin zahiri veya fıkhî şart ve rükünleri yanında niyet, ihlâs, huşu, takva gibi kalbî fiillere ve ibadetlerin ahlak üzerinde göstermesi beklenen müsbet tesirlere geniş yer verilmiş, ayet ve hadisler incelenirken bir emri yerine getirmenin veya getirmemenin, yasaklanmış bir şeyi yapmanın veya yapmamanın fayda ve zarar yönünden ruh üzerinde meydana getirdiği tesiri tecrübî ve tatbikî bir şekilde göstermeye çalışmışlardır. Onlara göre İslam ahlakı dinin esasıdır. Faraza şer'î yani itikadi veya fıkhî hükümler, ahlaki esastan mahrum bulunsalar, ruhsuz bir ceset veya içi boş bir heykelden başka bir şey olmazlardı. Dindârlık ise özü olmaksızın dinin sadece şekli unsurlarına sıkıca tutunmak değildir. Din şahsi ihtiyaçları temin için bir vasıta da değildir. Dindarlık şuurlu bir şekilde dinî anlamak ve onunla amel etmektir; ibadet hayatı ile içtimai hayat arasında bağlantı kurabilmektir. Dinin anlaşılmasında, üzerinde önemle durulması gereken hususlardan biri dinin özü itibariyle kul ile Allah, kul ile nefisi, kendisi ile ailesi ve nihayet kendisi ile bütün insanlar arasındaki ahlak esaslarından ibaret oluşudur. Kur’an-ı Kerim'de ve Hz. Peygamber’in hadislerinde çok sayıda ahlaki esas bulunmakta bu esaslarla Müslümanlar imanlarını kemale erdirmek üzere züht, sabır, tevekküI, rıza, muhabbet, vera ve daha pek çok fiilleri benimsemeye ve işlemeye çağırılmaktadır. Allah'a ve O'nun birliğine inanmakla hırs, ümitsizlik, korku, mala tapmak, insanın insanı istismar etmesi gibi kötü huylar birbirine aykırı şeylerdir. Aynı şekilde Halık’ı bırakıp halka dayanmak, yetimi veya zayıfı ezmek, kalbi katı olmak, emanete hıyanet etmek de imanla bağdaşmayan şeylerdir. İnsan bu gibi kötü huyları kendinden atmadıkça İmanı kamil ve sıhhatli olmayacaktır. (Taftazânî, 1986: 224) Bu doğrultuda bakıldığında Hz. Peygamber'in şu hadislerindeki mana derinliğinin daha iyi kavranacaktır: “..Sizden biriniz kendisi sevip istediği bir şeyi kardeşi için de istemedikçe, iman etmiş olmaz.”(Buhârî, Îmân: 7; Müslim, Îmân: 71) “Müminlerin imanca en mükemmel olanı ahlakça en güzel olanıdır.” (Buharî, İman: 1; Darimî, Sünnet, 14) “Kendisine güvenilmeyenin imanı yoktur.” (Ahmet b. Hanbel, III, 135) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24 Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları “Bir müminde şu iki haslet bir araya gelmez: Cimrilik ve kötü huy.”(Tirmizî, Birr: 41) “Sizden biriniz beni ana babasından, çocuğundan ve bütün İnsanlardan daha çok sevmedikçe İman etmiş sayılmazsınız.”(Buharî, Îmân: 8) Aynı şekilde, bilinmelidir ki İslam’ın ibadet ve muamelatla ilgili bütün hükümleri ahlaki bir esasa dayanmadığı müddetçe bir kıymet ve fayda ifade etmezler, Allah katında makbul olmazlar. Tasavvufi ahlak sisteminin etkisindeki Müslümanların ilke ve davranışlarının temelinde büyük ölçüde İslami unsurlar yer almaktadır. Çünkü İbn Ebî’d-Dünya’nın da ifade ettiği gibi; “Hiçbir güzel ahlak ve güzel iş yoktur ki, Allah onu din ile ilişkilendirmiş olmasın!” (İbn Ebî’d–Dünyâ, 1999: 40) Mesela, İslam’da namazın nefis temizliğine, kalp inceliğine, insanın heybet, huşu, müşahede, murakabe, Allah'a münacat ve O'nunla ünsiyet gibi faziletlerle bezenmesine matuf bir ibadet olduğu görülür. Bunlarsız namaz içi boş bir kalıp sayılır. Zekât da nefisin temizlenmesi ve kalbin tezkiyesi içindir; İslam'ın davet ettiği sosyal adaletin bir unsurudur. Orucun iki gayesi olduğu görülür. Birincisi: Nefisi aldatmak ve kemal mertebelerinde derece kat etmek üzere imkân ölçüsünde iradeyi kontrol etmektir. Böylece bu dünya hayatında insan olmanın manası gerçekleşmiş olur. İkincisi: Fert olarak ahlaken yükseldikten sonra, beşerî ve içtimai planda ilerleme kaydetmektir. İnsan fertleri arasında müsâvâtın bir sembolü olan hac da özü itibariyle Allah'a yakınlaşma ve O'na tam kullukta bulunmadır. Dinin özü ahlaktır. İslam’ın muameIat'a dair hükümleri de aynı şekilde, bir Müslümanın başkalarıyla muameleleri sırasında uymasını gerektiren belirli ahlaki kaideler ihtiva eder(Taftazânî, 1986: 225-226). Bu arada şunu da belirtmek gerekir ki tasavvuf, asla dinî, itikadi, ameli ve ahlaki yükümlülüklere karşı kayıtsız kalmayı hoş karşılamaz. Sufinin Kur’an ve Sünnet hakkında sağlam bir bilgisi olması gerekir. Bununla ilgili olarak İmâm-ı Şa’rânî şöyle diyor: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25 Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları “Tasavvuf, evliya zümresinin Ku’ran ve hadis gereğince yaptıkları amel sonunda, parlayan kalplerine yerleşen bir ilimdir. Tasavvuf kulun şeriatin hükümleri ile amel etmesinin semeresidir.” (İmâm-ı Şa’rânî, 1968: I,21) Özet Bütün bunlar gösteriyor ki, dinin özü ahlaktır. İslam tasavvufu da dinî bir ilim olarak ahlak ve süluk cihetine önem verdiği için onu İslamın ruhiyatı olarak da tanımlamak mümkündür. •İslam ahlakiyatı olarak da tanımlanabilen tasavvuf, temel kaynakları olan Kur'an ve Sünnet çerçevesinde ahlaki erdemleri somut ahlaki esaslara dönüştüren tecrübi bir ilimdir. •Kur’an-ı Kerim'de tevbe, sabır, şükür, dünyaya karşı tavır alma, riyazet, tefekkür, muhabbet tevekkül, zikir vb. tasavvufi açıdan yorumlanmaya müsait ahlaki esasları içeren pek çok ayet bulunmaktadır. Tasavvufi eğitim metodunu içinde saklayan naslar olarak algılanan bu tür ayetler, mutasavvıfların hayatını derinden etkilemiş ve tarih boyunca eğitim metodlarını biçimlendirmiştir. Sünnet cephesinde de durum Kur’ân’da olduğundan farklı değildir. •Tasavvuf ehline göre kitaplarda mevcud ilimlerin çoğunun tahsili kolay, ahlak ilminin tahsili zordur. Çünkü ahlak, insanla nefsi arasında vuku bulan ve onu doğru yola sevk edebilmek için yapılan çetin ve zorlu bir mücadelenin meyvesidir. Güzel davranışlar için iyi bir ahlaki formasyon kazanmak hayatı baştan sona dolduran bir ahlaki çabayı gerekli kılar. İnsan kötü arzuların baskısı karşısında gerçek hürriyeti de ancak bu yolla kazanır. Ancak bu mücadele ve mücahede, daima dinî kuralların disiplin ve düzeni içinde olmalıdır. •Ahlaki esasların dindeki ehemmiyetini dikkate alan mutasavvıflar, konusu ve amacı itibariyle diğer İslami ilimlere nibeten ahlakla daha fazla ilgilenmiş sonuçta şu kanaate ulaşmışlardır: "Hangi ilim ki Allah marifeti ile beraber değildir, ondan bir fayda gelmez ve onun bir faydası yoktur." •Tasavvuf ehline göre güzel ahlak, Allah'ı bilme (marifet) ve O'na doğru yol alabilmeyi temin eden en önemli faktördür. Dolayısıyla tasavvufî ahlakta, ahlakı güzelleştirmenin amaç ve neticesi marifet olarak karşımıza çıkmaktadır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 26 Ödev Özet Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları •Konusu Allah, kainat ve insan olan tasavvufun, bu varlık boyutlarıyla ilgili olarak ele aldığı temel ilke ahlak olduğu için insanın hedefi, "Allah'ın ahlakıyla ahlâklanmak" olarak belirlenmiştir. Bu konuda en güzel örnek ise Hz. Peygamberdir. Çünkü o, ahlakî güzellikleri tamamlamak üzere gönderilmiş ve Rabbi tarafından terbiye edilmiş, terbiyesi de en güzel şekilde yapılmıştır. •Tasavvufi terbiye ve ahlak eğitimi daha çok nefis terbiyesine ve kalp tasfiyesine bağlıdır. Kalp temizliği ve iyi niyet esasına dayanmayan hiç bir davranış, kişiyi ahlak mükemmelliğine ve gayelerin en yücesi olan marifetullâh mutluluğuna ulaştıramaz. •İnsanın fıtratındaki kötülük yönünü arındırması ve iyilik yönünü geliştirilerek hem kendisi hem de diğer insanlarla barışık yaşaması ve nihayet Allah'ın hoşnutluğunu kazanma yolunda attığı tüm adımlar insanı ahlaki olarak yücelten ve mutlu kılan adımlardır. Ahlakîlik sürecini tamamlayan bu adımlar, iyi ve kötüyü tanıyıp bilinçli olarak iyiye yönelme azmi ve kararlılığı ile başlar ve sürekli gelişerek devam eder. İşte tasavvufi ahlaka süreklilik ve dinamizm kazandıran da bu yöneliştir. •Tasavvui ahlakın esası: nefsi terbiye, ruhu tasfiye etmek, ibadet ve taate devamla, kulluk şuurunu derinleştirmek ve ruhani yönü geliştirilerek dünyanın heveslerimize bakan fani yüzüne değil ebediliğe açılan yüzüne bakmaktır. Bu, yaratılışın bir gereği olduğu kadar ahiret mutluluğunun da ön şartıdır. Elverir ki dünyanın imkan ve ikballeri bizi esir almasın. •Tasavvufi ahlakın belirlemiş olduğu temel hedef; insanın ulvi yanlarının inkişaf ettirilmesi, imanın zevken duyulup yaşanmasıdır. Bu ise, erdem ve faziletleri "Allah'ın ahlakı ile ahlaklanınız" düsturu doğrultusunda somut ahlakî davranışlara yansıtmakla elde edilir. • Tasavvufi ahlakın esaslarına yönelik pratik uygulama örneklerinden birini 200 kelimeyi aşmayacak şekilde yazınız ve hazırladığınız belgeyi göndermek için yandaki ödev gönderme linkini kullanınız. • Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 27 Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları DEĞERLENDİRME SORULARI Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. 1. Tasavvufta“fenâmakāmı”na kavuşmak aşağıdakilerden hangisiyle ifade edilmiştir? için lazım olan “on şey” a) Makâmât-ı aşere b) Üsve-i hasene c) Makām-ı Mahmûd d) Etvâr-ı Seb‘a e) Letâif-i sitte 2. Aşağıdaki mutasavvıflardan hangisi eserinde “yetmiş iki milleti ayıplamama” tasavvufi makamlardan biri olarak değerlendirmiştir? a) Hasan-ı Basrî b) Rabatu’l-Adeviyye c) Abdulkadir Geylânî d) Hacı Bektaş-ı Veli e) Erzurumlu İbrahim Hakkı 3.Tevbe, Tevekkül, Rıza, Teveccüh ve Muhasebe makamlarından hangisi Seyr u sülûkdafenâ mertebesine daha yakın olan makamdır? a) Tevekkül b) Rıza c) Teveccüh d) Tevbe e) Muhasebe 4.Kronolojik esasa göre ilk tasavvuf tarifi yapan Marûf el-Kerhî (ö.200/815)’nin; “Tasavvuf hakikatleri almak, insanların elindekinden ümit kesmektir.” Şeklindeki tanımı aşağıdaki kavramlardan hangisine karşılık gelmektedir? a) Tevekkül b) Şükür c) Sabır d) Züht e) İnziva Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 28 Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları 5. Ruhun en üst düzeyi olan ve İlahî gerçekliği hiçbir bozulmaya uğratmadan yansıtan nefis mertebesi aşağıdakilerden hangisidir? a) Nefis-i emmâre b) Nefis-i natıka c) Nefis-i mutmanne d) Nefis-i levvame e) Nefis-i mülheme Cevap Anahtarı 1.a 2.d 3.b 4.d 5.b YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR Afifi, Ebu’l-Ala. (1996). Tasavvuf, İslam’da Manevi Devrim. İstanbul: Risale Yayınları. Ahmed b. Hanbel. (1988). Kitabü’z-Züht. Beyrut. Ateş, Süleyman. (1992). İslam Tasavvufu. İstanbul: Yeni Ufuklar Neştiyat. Aydın, Mehmet. (1989). “Ahlak”, DİA. II, 10-14. Ayni, Mehmet Ali. (1993). Türk Ahlâkçıları, İstanbul: Kitabevi. Cebeci, Lütfullah (1985). Kur’an'a Göre Takva. Ankara. Cebecioğlu, Ethem. (1997). Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü. Ankara: Rehber Yayınları. Çağrıcı, Mustafa. (1991).Anahatlarıyla İslam Ahlâkı. İstanbul: Ensar Neşriyat. Çağrıcı, Mustafa. (2006). İslam Düşüncesinde Ahlak. İstanbul: Dem Yayınları Ensar Neşriyat. Çağrıcı, Mustafa.(1996). “Gazzâlî”, DİA, XIII, İstanbul. Dârimî (1992). Sünen I-II, İstanbul: ÇağrıYayınları. Demirci, Muhsin. (2010). Kur’an'a Göre İnsan ve Sorumlulukları. İstanbul: Ensar Neşriyat. Draz, Abdullah. (1993). Kur’an Ahlakı. çev. Emrullah Yüksel, Ünver Günay. İstanbul: İz Yayıncılık. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 29 Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları EbûTâlib el-Mekkî, 1888). Kûtu’l-Kulûb. Mısır: Matbaatu’l-Meymeniyye. el-Aclûnî. (1408/1988). Kesfü’l-Hafâ I. Beyrut. el-Buhârî (1992). el-Câmi‘u’s-Sahîh I-VIII. İstanbul: Çağrı Yayınları. Eraydın, Selçuk (2001). Tasavvuf ve Tarîkatlar. İstanbul: İFAV Yayınları Erdem, Hüsameddin. (2002). Ahlâk Felsefesi. Konya: Hü-Er Yayınları. et-Taberânî. (1995). el-Mu‘cemü’l-Evsat IV. Kahire. Fahri, Macid. (2004). İslam Ahlak Teorileri.İstanbul: Litera Yayıncılık. Gazzâlî. (1977). İhyâuUlûmi’d-Din, cilt: 3, çev. Ahmed Serdaroğlu. İstanbul: Bedir Yayınları. Gazzâlî. (1981). Kimya-i Saâdet, çev. Ali Arslan. İstanbul: Arslan Yayınları. Görmez, Mehmet. (2003). “Ahlâk ve Hadîs”, İslâm'ın Anlaşılmasında Sünnetin Yeri ve Değeri, Kutlu Doğum Sempozyumu. Ankara: TDV Yayınları. Güngör, Erol. (1995). Ahlak Psikolojisi ve Sosyal Ahlak. İstanbul: Ötüken Yayınları. Hâkim en-Nisâbûrî (1334-1342), el-Müstedrek IV. Haydarâbâd. Hârisel-Muhâsibî. (1998). er-Riâye, Çev. Ş. Filiz, H. Küçük. İstanbul. Hucvirî.(1982). Keşfü’l-Mahcûb. Haz. Süleyman Uludağ. İstanbul: Dergâh Yayınları. İbnEbî’d-Dünyâ. (1999).Mekârimu’l-Ahlak. (Tah. Yasin Muhammed Sevvâs. Beyrut: Dâr-ı Sâdır. İbnMâce (1992). Sünen. II. İstanbul. İbnMiskeveyh (1398/1978). Tehzîbü’l- Ahlâk ve Tathîru’l-A’râk. Tahkîk: İbnü’lHatîb. el-Matbaatü’l-Asriyye. İmam Malik b. Enes. (2004). MuvattaI-VIII, Beyrut. İmâm-ı Şa’rânî. (1968). Tabakatu’l-Kübrâ. I-IV. Çev. Abdulkadir Akçiçek. İstanbul: Toker Yayınları. İsmail Ankaravî. (1996). Minhacu’l-Fukara, Fakirlerin Yolu. Haz. Saadettin Ekici. İstanbul: İnsan Yayınları. İzutsu, Toshihiko. (1997). Kuran'da Dini ve Ahlâkî Kavramlar. Çev. Selahattin Ayaz. İstanbul: Pınar Yayınları. Kandemir, M. Yaşar. (1980). Örneklerle İslam Ahlakı. İstanbul. Kaya, Yunus. (2009). Tasavvuf, Nefisi Arıtma ve Donatma. İstanbul: Uzakülke, s.1718. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 30 Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları Kelâbâzî. (1992).et-Taarruflî Mezhebi ehl’t-Tasavvuf ((Doğuş Devrinde Tasavvuf). Haz. Süleyman Uludağ. İstanbul: Dergah Yayınları. Kılıç, Recep. (1992). Ahlakın Dini Temeli. Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. Kılıç, Recep. (1995). Ayet ve Hadisler Işığında İnsan ve Ahlak. Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. Kiraz, Celil. (2007). Kur’an'da Ahlak İlkeleri. Bursa: Emin Yayın. Kuşeyrî. (1978). Kuşeyri Risâlesi. Haz. Süleyman Uludağ. İstanbul: Dergâh Yayınları. Massignon, Luis. (2006). Doğuş Devrinde İslam Tasavvufu. Çev. M. Ali Ayni. Yay. Haz. O. Türer-Cengiz Gündoğdu. İstanbul: Ataç Yayınları. Müslim, Ebu'l-Hüseyn Müslim b. Haccâc. (tsz). es-Sahih, Beyrut. BababzâdeAhmed Naim. (1995). İslam Ahlâkının Esasları. Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. Okur, Himmet. (2009). Tasavvuf Ahlâkı ve İlahî Ahlâk, İnsana Yolculuk. İstanbul: H Yayınları. Öztürk, Y. Nuri. (1989). Kurân-ı Kerim ve Sünnete Göre Tasavvuf (İslâmdaRuhi Hayat). İstanbul: İFAV Yayınları. Reis, Bedriye. (2011). Gazali’de -Marifet İlişkisi. İstanbul: Emin Yayınları. Suhreverdî (1989). Avârifu’l-Meârif (Tasavvufun Esasları). Haz. H.Kamil Yılmaz-İrfan Gündüz. İstanbul: Erkam Yayınları. Sülemî, EbûAbdirrahmân(1998). Tabakâtu’s-SufiyyeI, Daru’l-Kütübi’l-İlm, Beyrut. Tasavvuf Klasikleri. (2010). Ed. Ethem Cebecioğlu. İstanbul: Erkam Matbaacılık. Tasavvufta On Esas -Usûlü’l-Aşere Şerhleri- (2010) Haz. Süleyman Gökbulut, İstanbul: İnsan Yayınları, Tûsî, EbûNasrSerrâc. (19966). El-Luma‘ (İslam Tasavvufu). Haz. H. Kamil Yılmaz. İstanbul: Altınoluk Yayınları. Yaran, Cafer Sadık. (2010). Ahlak ve Etik. İstanbul: Rağbet Yayınları. Yaran, Cafer Sadık. (2005). İslam’da Ahlâk’ın Şartı Kaç, İstanbul: Elif Yayınları. Yaran, Cafer Sadık. (2011). İslam Ahlâk Felsefesine Giriş. İstanbul: Dem Yayınları. Yılmaz, H. Kamil. (1994). Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar. İstanbul: Ensar Neşriyat. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 31 HEDEFLER İÇİNDEKİLER İSLAM AHLAKINDA TEMEL ERDEMLER • Giriş • İslam Ahlak Anlayışları ve Temel Erdemler • Temel Erdemlerin Belirlenmesinin Yolları • Temel Erdemler • Bu üniteyi çalıştıktan sonra • İslam ahlak tarihinde erdemler konusuna nasıl yaklaşıldığını bilebilecek • İslam ahlakında temel erdemlerin hangi metotlarla belirlenmesi gerektiğini kavrayabilecek • Temel erdemlerin neler olduğunu bilebilecek. İSLAM AHLAK ESASLARI ÜNİTE 7 İslam Ahlakında Temel Erdemler GİRİŞ Çağımızın en önemli sorunları ahlaki sorunlardır. Çağımızın en önemli sorunları ahlaki sorunlardır. Bu hem İslam dünyasında ve Türkiye’de, hem de Batı dünyasında böyledir. Küresel ölçekteki ahlaki sorunların temelinde kültürel ahlaki sorunlar, kültürel ahlaki sorunların temelinde de kişisel ahlaki sorunlar vardır. Bu durum da temel ahlaki erdemlerin belirlenerek kolayca kavranabilir ve karakter hâline dönüştürülebilir bir şekilde ortaya konmasını zorunlu hâle getirmektedir. Buna ilaveten İslam ahlakındaki temel erdemlerin belirlenmesinin ve sistematik bir şekilde ortaya konmasının çeşitli faydaları da vardır. Bunları; Ahlaki eğitim-öğretim ve yaşamı kolaylaştırması, Müslümanların farklı mezhep, tarikat ve cemaatleri ile dindarlık anlayışları ve yaşam şekilleri arasındaki ortak noktaların, birlik ve beraberliğin artması, Küresel ahlak arayışları ve karşılaştırmalarına belirgin bir şekilde cevap verme imkânının ortaya çıkması, Ahlaklı yaşamı kolaylaştırması ve sonuçta da erdemsizliğin azalarak erdemliliğin artması şeklinde ifade edebiliriz. Böyle olmasına rağmen İslam’ın ahlak esasları, kolayca bellenebilecek ve her zaman hatırda tutulup her tikel olay karşısında vicdani yargıda ölçüt oluşturabilecek ve hatta kişiye o yönde sarsılmaz alışkanlıklar kazandırabilecek sadelik, netlik ve belirginlik içinde değildir. İslam dininde imanın şartları ile İslam’ın şartlarının son derece sade, sistematik ve belirgin bir şekilde ortaya konmuş olmasına rağmen İslam ahlakında temel erdemler konusunda belirsizlik vardır. İslam’a göre Müslüman bir bireyin sahip olması gereken birinci ve ikinci derecedeki erdemlerin neler olduğu net bir şekilde tespit edilerek ortaya konmuş değildir. Bu durum, İslam düşünürlerinin bireysel erdemler konusunda, şu veya bu sebepten dolayı, bu tür bir belirginleştirme, sadeleştirme ve sistemleştirme yoluna gitmemiş olmalarından kaynaklanmaktadır (Yaran, 2005: 64, 97-107). İslam ahlakında temel erdemlerin neler olduğunu veya olması gerektiğini belirtmeden önce İslam ahlak tarihinde erdemler konusuna nasıl yaklaşılmış olduğunu, İslam ahlak anlayışlarından hareketle, ortaya koyacağız. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 İslam Ahlakında Temel Erdemler İSLAM AHLAK ANLAYIŞLARI VE TEMEL ERDEMLER İslam ahlakı Kur’an ve O’nun ışığında oluşmuş Sünnet’le başlar. İslam ahlakı, asıl kaynağı olan Kur’an ve onun ışığında oluşmuş Sünnet’le başlar. Bu iki kaynak dinî ve dünyevi hayatın genel çerçevesini çizmiş, ameli kurallarını belirlemiştir. Dolayısıyla da İslam’ın ilk yüzyılında ahlak tamamen dinî ilke ve kurallara dayanmaktaydı. Hatta ahlak ile din iki ayrı şey olarak değil, ahlaki emirler, itikat ve ibadete dair emirler gibi bizzat Allah’ın emirleri olarak kabul edilir ve hiçbir tartışmaya ihtiyaç duyulmaksızın benimsenir ve uygulanırdı. Ancak daha sonraları, Resulullah’ın ve onun terbiyesinde yetişmiş olan sahabenin Müslümanların arasından ayrılması, siyasi yayılmanın getirdiği bol imkânlar, iktidar mücadeleleri ve liyakatsiz yöneticilerin yaptığı zulümler gibi sosyal sebepler ile İslam kültürünün başta Antik Yunan ve Helenistik Devir Felsefesi ile Fars/İran Kültür ve Felsefesi olmak üzere çeşitli yabancı kültür ve düşüncelerle karşılaşması ve onlardan etkilenmesi gibi fikri sebepler sonucunda ortaya çıkan problemler, II. yüzyılın başlarından itibaren, İslam dünyasında farklı ahlak anlayışlarının ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu ahlak anlayışlarını üç grupta ifade edebiliriz: Geleneksel ahlak, tasavvufi ahlak, felsefi ahlak. Ahlak anlayışları; geleneksel, tasavvufi ve felsefi ahlak diye üçe ayrılır. Macid Fahri ise ahlak teorilerini; nassî ahlak, kelâmî teoriler, felsefi teoriler ve dinî teoriler olmak üzere dört kısma ayırmıştır. Ancak biz geleneksel veya dinî ahlak, tasavvufi ahlak ve felsefi ahlak şeklindeki üçlü tasnifi dikkate alacağız (Çağrıcı, 1989: 8-9; 1991: 57-64; Fahri, 2004: 23-25). Geleneksel Ahlak Geleneksel ahlak, Kur’an-Kerim ile Hz. Peygamber’in sünnetini ahlakın asli ve mutlak kaynağı olarak kabul etmekle birlikte Antik Yunan ve Helenistik Devir Felsefesi’nden de etkilenmiş olan ahlak anlayışıdır. Bu anlayışa göre ahlak Hz. Peygamber ile sahabenin hayatlarında şekillenmiştir. Dolayısıyla da Kur’an ve Hadislerdeki ahlaki kaide ve kanunlar tartışmasız olarak kabul edilir. Bu yöndeki çalışmalarının başlangıcını Hadislerin tasnif dönemine kadar geri götürmek mümkündür. Ahlak, Hz. Peygamber ile sahabenin hayatında şekillenmiştir. Buhârî (ö. 256/870)’nin el-Edebü’l-müfred, Abdullah b. Mübârek (ö. 181/707)’in Kitâbu’z-züht ve’r-rakaik ve Maverdî (ö. 450/1058)’nin Edebu’d-dünya ve’d-din, Gazali’nin Kimyâ-yı Saâdet isimli eserleri gibi geleneksel ahlak anlayışı içerisinde değerlendirilen eserlerde çeşitli ahlaki erdemlerden bahsedilmiş olmakla birlikte, “İslam ahlakında temel erdemler/faziletler nelerdir?” şeklindeki bir soruya verilebilecek sistematik bir cevap yoktur. Ahlaki erdemlerin listesi yazardan yazara değişmekte ve pek çok erdem herhangi bir önem sırasına konulmadan arka arkaya Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 İslam Ahlakında Temel Erdemler sıralanmaktadır. Dolayısıyla da erdemlerin sayısı bazı eserlerde 20 iken, başka bir eserde 30, 40 veya 50 olabilmektedir. Yine bir eserde 5. sırada ifade edilen bir erdem başka bir eserde 10 veya 15. sırada yer alabilmektedir (Çağrıcı, 1991: 65-69; Fahri, 2004: 25, 29-51; Yaran, 2011: 27-28). Bu nokta geleneksel ahlak kitaplarındaki erdem listelerinden bazı örnekler vermek yararlı olabilir. Abdullah Draz Kur’an Ahlakı isimli eserinin “Ferdi Ahlak” bölümünün “Emirler” kısmında şu erdemlerden bahsetmektedir: “Genel olarak öğretim, ahlaki öğretim, ahlaki gayret, ruhun safiyeti, doğruluk, iffet, edep, bakışlarını haramdan sakındırmak, hayâ ve heveslerine hâkimiyet, gıdâî ve cinsî arzulardan periyodik olarak sakınma, öfke ve hâkimiyet, samimiyet, yumuşaklık, tevazu, hükümlerde ihtiyat, kötü zandan çekinme, sebat ve sabır, iyi Mâverdî ise, itidal, Edeb’üd-Dünya ve’d-Din isimli güzel eserinde şu dinlemesini erdemlerden örneklere uygunluk, güzel işler, iyilikte yarışma, öğütleri bahsetmektedir: ve sebat etmesini bilmek, temiz niyetlilik.” (Draz, 1993: 371-376) “Kibir ve gururdan sakınmak; güzel ahlak; hayâ; yumuşak huyluluk; doğruluk; söz ve sükût; sabır; istişare; sır saklamak; mürüvvet; iffet; nezahet ve sıyanet.”(Maverdî, 1988: 338-500) Bu durum, Cumhuriyet Dönemi düşünürlerinden Ahmet Hamdi Akseki (1887-1951)’nin Ahlak İlmi ve İslam Ahlakı isimli eserinde de aynen devam etmektedir. Akseki, eserinin “Faziletler ve Reziletler” isimli dördüncü bölümünde 15 fazilete yer vermiştir: “Sebat ve metanet; nefse hâkim olmak; şecaat/cesaret; tevazu ve vakar; izzet-i nefs; hilm; sabır; edep; hayâ; emanete riayet; sıdk; sır saklamak; yüksek himmet; iffet; cömertlik.”(Akseki, 1991: 165-180) Örnekleme yaparak belirlemiş olduğumuz kitaplarda da görüldüğü üzere, geleneksel ahlak anlayışında, birçok erdemden bahsedilmekle birlikte, erdemler konusu sistematik olarak ele alınmamış, herhangi bir sınıflandırma yapılmamış ve belirli bir önem sırası da gözetilmemiştir. Ayrıca erdemlerin neler olduğu konusunda da bu ahlak anlayışını temsil eden eserler arasında bir birliktelik yoktur. Tasavvufi Ahlak İslam medeniyetinin ikinci büyük ahlak anlayışı olan tasavvufi ahlak, Kur’an ve Hadise dayanmakla birlikte ahlakta tasavvufi yorum ve yaşayışa da önem veren Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 İslam Ahlakında Temel Erdemler Kur’an ve Sünnet’e dayanmakla birlikte tasavvufi yaşayışa da önem veren ahlak anlayışı şekillenmiştir. bir ahlak anlayışıdır. İnsanın eylemlerinin eksik veya kusurlu olup olmadığını anlamak için murakabe ve nefis muhasebesini gerekli görmektedir. Tasavvufi ahlakın ayırıcı özelliği bir “ferâgat ahlakı” olmasıdır. Tasavvufi ahlakta, insanın ahlaki mükemmelliğe ulaşmasını ve Allah’a yakınlaşmasını önleyen bedeni ve dünyevi tutkuların bağımlılığından kurtulma mücadelesi vardır. Mutasavvıflar, insanın şuurunu meşgul eden Allah’tan başka her şeyin hürriyeti kısıtladığı ilkesinden hareketle Cennet nimetlerini arzulamayı bile hürriyete aykırı görmüşlerdir (Çağrıcı, 1991: 70-73). Tasavvufi ahlak anlayışında farklı erdemlerden bahsedilmektedir. İlk İslam sufilerinden ve tasavvuf düşüncesi hakkında ilk eser yazanlardan biri olan Haris elMuhâsibî (ö. 243/857) sekiz bölümden oluşan er-Riâye(Kalb Hayatı) isimli eserinde sırasıyla; “riya, arkadaşlar, nefsi tanıma, fiillerinin kötülüğüne ve arzularına çağırmasına karşı uyanık olmak, böbürlenmek, kibir, aldanma, gaflet, haset, müridin yola getirilmesi, hâlleri ve hidayetinden sonra fitneden sakındırılması” konularını ele almıştır (Muhasibi, 1998: 289-587). Ebû Tâlib el-Mekkî (ö. 386/1006), İslam tasavvufunun en önemli klasiklerinden ve tasavvuf ahlakının en değerli kaynaklarından olan Kûtü’l-Kulûb (Kalplerin Azığı) isimli eserinde tasavvufi-ahlaki faziletleri şöyle ifade etmektedir: Tevbe, sabır, şükür, recâ, havf, züht, tevekkül, rızâ ve muhabbet (Mekkî, 2003: II, 183-513; III, 13-254). Gazali İhyâu ulûmid-din isimli eserinin belli başlı ahlaki-tasavvufi faziletlere ayrılmış olan “rub’u’l-münciyât” başlıklı IV. cildinde: tevbe, sabır ve şükür, havf ve recâ, fakr ve züht, tevhid ve tevekkül, muhabbet, şevk, üns ve rıza, niyet, ihlâs ve sıdk, murakabe ve muhasebe, tefekkür, ölüm şuuru ve ölümden sonrasını düşünme şeklinde on erdemden bahsetmektedir. (Gazâli, 1985: IV) Söz konusu kitaplarda görüldüğü üzere, tasavvufi ahlak anlayışında da aynen geleneksel ahlak anlayışında olduğu gibi, temel erdemler konusunda bir birliktelik ve sistematize edilmiş herhangi bir durum yoktur. Felsefi Ahlak İslam filozofları, hikmet, şecaat, iffet ve adalet diye dört temel erdem kabul etmişlerdir. Felsefi ahlak başlığı altında İslam filozoflarının ahlakla ilgili görüşleri ele alınmaktadır. İslam filozofları, genel felsefenin temel problemlerinden biri olan ahlak konusunu felsefi sistemleri içerisinde ele almışlar ve bu alanda çeşitli eserler yazmışlardır. Her ne kadar onlar, Kitap ve Sünnet’e dayanan İslam ahlakı karşısında, ondan farklı yeni bir ahlak anlayışı geliştirmek gerektiğini düşünmemişlerse de, ortaya koydukları ahlak görüşü büyük oranda aklın verilerine dayanmaktadır. Eserlerinde nassa ya hiç değinmezler ya da çok az yer verirler. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 İslam Ahlakında Temel Erdemler İslam ahlak felsefesi, Arapların “edep” dedikleri iyi terbiye ve nezaket gibi konulardan farklı nazari ve metotlu bir çalışma olup, nasihat ve tavsiyeler kabilinden yapılmış olan çalışmalarla bir tutulamaz. İslam filozofları, erdem anlayışlarında özellikle tasniflerinin İslam ahlak telakkisiyle uyuşmasıdır. Antik Yunan filozoflarının ahlaki terimlerle ilgili tarif ve tasniflerini benimseyen İslam filozofları, temeli Kur’an ve Sünnet’e dayanan İslam ahlakını söz konusu tarif ve tasniflerden faydalanarak sistemli bir şekilde açıklamaya çalışmışlardır. Ancak İslam filozofları ahlak sahasında sadece Antik Yunan ve Helenistik Devir Felsefesi’nden değil, Fars ve Hint düşüncesinden de etkilenmişlerdir. (Çağrıcı, 1991: 80-90; 1989: 8-9; Erdem, 1996: 25-27; Kandemir, 1993:53; Pazarlı, 1980: 54-58.) İslam dünyasında “hikmet, şecaat, iffet ve adalet” şeklinde dört temel fazilet kabul etme noktasında bir ittifak olmasına rağmen kapsamlarına giren faziletlerin sayısı filozoftan filozofa değişiklik göstermektedir. Örneğin Farabi erdemleri, fikri erdemler ve ahlaki erdemler olmak üzere iki ana guruba ayırmıştır. Hikmet, akıl, basiret, zekâ ve sağlıklı düşünme gibi nefsin zihni kapasitesine ait meziyetleri fikri erdemler; iffet, şecaat, cömertlik ve adalet gibi nefsin eğilimlerine ilişkin meziyetleri de ahlaki erdemler olarak ifade etmiştir. (Çağrıcı, 1989: 86-87) İbn Miskeveyh (ö. 421/1030), faziletleri nefsin üç gücüyle ilişkilendirmekte ve dört temel fazilet kabul etmektedir: “hikmet, şecaat, iffet ve adalet”. Dört temel erdem kabul etmeye ve bu erdemleri nefsin üç kuvvetiyle (el-kuvvetü’n-nâtıka, elkuvvetü’l-gadabiyye, el-kuvvetü’ş-şeheviyye) ilişkilendirmeye varıncaya kadar birçok noktada Antik Yunan filozofları Platon ile Aristoteles’ten etkilenmişlerdir. İslam filozofları erdemleri, nefsin natıka, şehevî ve gadabî kuvvetleriyle ilişkilendirmişlerdir. “Düşünen nefsin davranışı ılımlı olup özünün sınırları dışına çıkmadığı … zaman, hikmetle birlikte bilgi fazileti onda doğar. Behimi nefsin davranışı ılımlı olup düşünen nefse boyun eğdiği, onun buyruklarına karşı gelmediği zaman, onda iffet fazileti ve ardında da cömertlik fazileti meydana gelir. Öfke gücüyle ilgili nefsin davranışı ölçülü ve ılımlı olup, o düşünen nefsin buyruklarına boyun eğerse, onda yumuşaklık fazileti ve bunun ardından da yiğitlik fazileti ortaya çıkar. Sonra bu üç faziletten ölçülülükleri, ılımlılıkları ve birbirleriyle olan dengeli ilişkileri dolayısıyla mükemmellik ve bütünlük fazileti meydana gelir. İşte bu da adalet faziletidir. Bu sebeple filozoflar faziletlerin dört olduğunda birleşmişlerdir. Bunlar da, hikmet, iffet, şecaat ve adalettir.”(İbn Miskeveyh, 1983: 23-24.) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 İslam Ahlakında Temel Erdemler Gazali de insandaki bilgi gücü, öfke gücü ve arzu gücü şeklindeki üç kuvvetten “hikmet”, “şecaat” ve “iffet” şeklindeki üç erdemin, onların ahenginden de “adalet” diye dördüncü bir erdemin ortaya çıktığını belirtmektedir. Nasîruddin et-Tusî ise Ahlak-ı Nâsırî isimli eserinde nefsin düşünme kuvveti, gazabi kuvveti ve şehvani kuvvetlerine karşılık olarak “hikmet”, “yiğitlik” ve “iffet” erdemlerinin meydana geldiğini, bu erdemlerin kendi aralarında uyumlu olmasından da dördüncü bir erdem olarak “adalet” erdeminin ortaya çıktığını belirtmektedir. (Tûsî, 2007: 89-90.) Acaba gerçekten İslam ahlakında temel erdemler, Antik Yunan filozofları Platon ve Aristoteles tarafından geliştirilmiş ve İslam filozofları tarafından da benimsenmiş olan “hikmet, şecaat/yiğitlik, iffet ve adalet” erdemleri midir? Bu erdemler ne kadar İslamidirler? Söz konusu erdemler, sade, sistemli ve hatırda tutulması kolay olmalarına ve bir de, İslam’da imanın şartının altı, İslam’ın şartının beş olduğu dikkate alındığında dört temel erdem kabul etmenin İslam dininin birbirleriyle irtibatlı bölümleri olan iman-ibadet-ahlak şeklindeki sıralamaya sayısal açıdan uygun ve uyumlu olmasına rağmen İslam ahlakının, olmazsa olmaz erdemleri olarak sunulabilecek İslami erdemler değillerdir. İslam’a özgü ayırt edici erdemler olarak kabul edilebilemezler. Farklı coğrafyalarda yaşayan birbirinden farklı uygarlık ve dinler için de geçerli sayılabilecek derecede, tarihsel, toplumsal ve kültürel etkilerden bağımsız aşkın bir tablo değillerdir. Bu erdemler, hem sayısal açıdan, hem de içerik olarak İslam düşünce ve ahlakı ile uygunlukları sorgulanmaksızın Antik Yunan filozofu Platon’un, daha sonraları kendisinin bile vazgeçmiş olduğu üçlü ütopik toplum/devlet görüşüne dayanan üçlü nefs teorisinden alınmışlar, ondan hareketle oluşturulmuşlardır. Ayrıca onlar çok çeşitli erdemler arasından seçilerek alınmış erdemler de değillerdir. Dolayısıyla da felsefi ahlak anlayışında ortaya konmuş olan dört temel erdemin temeli İslami olmadığı gibi, evrensel denilebilecek genel insan doğası ve fıtratı üzerine yapılmış bir bilimsel araştırma ve felsefi düşünce de değillerdir. İslam filozofları tarafından kabul edilmiş olmalarına rağmen, İslam ahlakının temel erdemleri olarak kabul edilemezler (Yaran, 2005: 83-85, 94; 2011: 37-41). Ders anlatım videosunu izleyiniz Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki, tarihi süreç içerisinde İslam dünyasında ortaya çıkmış olan geleneksel, tasavvufi ve felsefi ahlak anlayışlarının her üçü de “İslam ahlakında temel erdemler nelerdir?” sorusuna, imanın şartı ve İslam’ın şartı örneklerinde olduğu gibi, sade, sistematik, bütün Müslümanların ortak olarak kabul edebilecekleri derecede kapsayıcı ve İslam’ın ana kaynaklarından hareketle oluşturulmuş bir cevap vermemişler veya verememişlerdir. Dolayısıyla da İslam Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 İslam Ahlakında Temel Erdemler ahlakında temel erdemlerin neler olduğunun belirlenmesi hâlâ bir problem olarak önümüzde durmaktadır. TEMEL ERDEMLERİN BELİRLENMESİNİN YOLLARI Macit Fahri, İslam Ahlak Teorileri isimli eserinde şöyle söylemektedir: “Müslüman’ın ahlaki, dinî ve sosyal hayatının merkezinde yer alan Kur’an, her ne kadar İslami prensiplerin tümünü içerse de tam anlamıyla bir ahlak teorisi sunmaz. Dolayısıyla bu prensiplerin nasıl açığa çıkarılması gerektiği İslam ahlak araştırmacıları için bir önem arz eder.” Aynı şekilde, “okuyucu sahih hadis kitaplarında yeterli ve sistematik bir adalet ve ahlaki sorumluluk teorisinin açıkça ortaya konduğu varsayımına kapılmamalıdır.” (Fahri, 2004: 17) Dolayısıyla da birtakım metotlar geliştirilerek İslam ahlakında temel erdemlerin neler olduğunun belirlenmesi gerekmektedir. Erdemlerin nasıl belirleneceği noktasında net bir metot ortaya konduğunda işin önemli bir kısmı halledilmiş olacaktır. İslam ahlakındaki temel erdemlerin belirlenmesi noktasında özellikle iki yol dikkat çekmektedir: Kur’an-ı Kerim’de yer alan erdemlerin sayısal çokluğunu dikkate almak ve oradan hareketle bir belirlenimde bulunmak. Kur’an’daki doğrudan erdemlerle ilgili bir veya birkaç ayetten hareket ederek belirlenimde bulunmak. Her iki yolun da olumlu veya olumsuz sonuçlar ortaya çıkaracağı kesindir. Bu yollardan biriyle veya her ikisiyle temel ahlaki erdemleri belirlerken dikkate alınması ve göz önünde bulundurulması gereken birtakım kriterler vardır. Bu kriterler nelerdir? Bu noktada özellikle üç önemli husus ön plana çıkmaktadır: Kur’an-ı Kerim’de en fazla sabır, doğruluk, affedicilik ve yardımseverlik erdemleri yer almaktadır. Belirlenecek olan erdemler sahih hadisler ve İslam ahlak geleneği ile birlikte esas itibariyle Kur’an-ı Kerim’den hareketle belirlenmelidirler. İlk kaynak ve hareket noktası İslam dininin temel kaynağı olan Kur’an olmalıdır. Kültürel ve mezhepsel farklılıklara takılmadan önerilebilecek şekilde “kapsayıcı” olmalıdırlar. bütün Müslümanlara Eğitimsel kolaylık sağlaması açısından - imanın ve İslam’ın şartında olduğu gibi“sade” olmalıdırlar (Yaran, 2005: 109). Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 İslam Ahlakında Temel Erdemler Kur’an-ı Kerim’de zikredilen erdemlerin sayısal çokluğu noktasında Kur’an Mealleri arasında farklılıklar vardır. Birinin verdiği sayı diğerini tutmamaktadır. Bunun için biz de, Elmalı Hamdi Yazır, Hasan Basri Çantay, Ömer Özsoy ve İlhami Güler, Yaşar Nuri Öztürk, A. Fikri Yavuz, Hüseyin Atay, Ahmet Davutoğlu, Ali Özek, İsmail Mutlu ve Nevzat Yüksel’in Kur’an-ı Kerim Meali gibi on tane Kur’an-ı Kerim Mealinde yer alan erdemlerin rakamsal ortalamasın almayı tercih ettik. Ancak bu noktada takva, tevekkül, şükür gibi bireyin Allah ile ilişkisiyle ilgili olan ve bu ilişkiden ortaya çıkan erdemlerden ziyade insanlar arası ilişkilerle ilgili olan ve toplumsal ilişkilerde ortaya çıkması arzulanan erdemleri dikkate aldık. Buna göre Kur’an-ı Kerim’de en fazla yer alan on temel erdem şunlardan oluşmaktadır: Sabır, doğruluk/dürüstlük, affedicilik, yardımseverlik, iyilikseverlik, ahde vefa, adalet, barışseverlik, basiret ve iffet (Yaran, 2005: 111-113). Bu erdemleri dört sayısıyla sınırlandırarak dört temel erdem şeklinde ifade edecek olursak, İslam ahlakında temel erdemler; sabır, doğruluk/dürüstlük, affedicilik ve yardımseverlik olmaktadır. Daha önce belirtmiş olduğumuz üzere İslam ahlakındaki temel erdemleri belirlemenin yollarından birisi de Kur’an-ı Kerim’deki ahlakla ilgili ayetlerin herhangi birinden veya bir kaçından hareket etmektir. İstatistiki ortalamalar önemli olmakla birlikte, İslami ilkelerin belirlenmesinde sayısal vurgunun belirleyici bir kriter olmamasından ve bir de iman ve ibadet esaslarının Kur’an-ı Kerim’de çok fazla yer almalarına göre değil de bir veya birkaç ayetten hareketle belirlenmiş olmalarından dolayı, İslam ahlakında temel erdemlerin neler olduğunu ahlakla ilgili ayetlerden hareketle belirlemenin daha doğru olduğunu söyleyebiliriz. Bu noktada özellikle Leyl Suresi’nin 4-10, Bakara Suresi’nin 177, Asr Suresi 1-3, Maide Suresi’nin 54-56, Mücadele Suresi’nin 26 ve Nahl Suresi’nin 90. ayetleri ileri sürülmektedir. Ömer Nasuhi Bilmen, bütün faziletlerin “hikmet, adalet, semahat ve taharet” şeklindeki dört temel faziletten kaynaklandığını belirttikten sonra Kur’an-ı Kerim’deki Nahl Suresi’nin 90. ayetinin bu faziletleri içerdiğini ifade etmektedir: “Bütün faziletlerin menbaı, hikmet, adalet, semahat, taharetten ibarettir. Bu dört fazilete “fezaili asliye” denir. Nahl Suresi 90. ayeti kerimesi bu dört fazileti camidir. Şöyle ki; Bu ayeti celilede emir buyurulan adil ve ihsân, adalet ve semahat faziletinden ibarettir. Fahşadan, bağiyden nehi de; iffet ve taharet faziletini muntazammındır. Tezekkür ve tenessuh gayesi de hikmet ve marifet faziletini natıkdır. Ne beliğ, ne mu’ciz bir beyanı kur’ani.” (Bilmen, 1964: 29) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 İslam Ahlakında Temel Erdemler Cafer Sadık Yaran da, müstakil bir şekilde sadece ahlaki erdem ve erdemsizliklerden bahsetmesi, ifade ettiği erdem ve erdemsizliklerin kuşatıcı, sade ve genel geçer olması ve bir de Halife Ömer b. Abdülaziz (ö. 101) döneminden itibaren cuma günü hutbelerde özellikle okunuyor olması gibi nedenlerden dolayı, aynen Bilmen gibi, İslam ahlakında temel erdemlerin Nahl Suresi’nin 90. ayetinden hareketle belirlenebileceğini ifade etmektedir (Yaran, 2011: 47). Bu ayette Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Allah şüphesiz adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara bakmayı emreder; hayasızlığı, fenalığı ve haddi aşmayı yasaklar. Tutasınız diye size öğüt verir.” (Nahl/16:90) Görüldüğü üzere ayette, adalet, iyilik yapmak ve yakınlara bakmak gibi üç erdem; hayâsızlık, kötülük yapmamak ve haddi aşmak gibi üç de erdemsizlik yer almaktadır. Erdem ve erdemsizlikler son derece açık, sade, kapsayıcı ve sistematiktir. Yaran, altı olan bu ilkeden; “iyilik yapmak” ve “kötülük yapmamak” şeklindeki ilkeleri, ahlakın en temel ve en genel iki kavramı olmaları dolayısıyla diğerleri ile birlikte dikkate almakta; “hayâsızlık” ve “haddi aşma” erdemsizliklerini de karşıtları olan erdemlerle ifade etmek suretiyle İslam ahlakının dört temel erdemini şu şekilde belirlemektedir: “Adalet”, “yakınlara bakmak”, “haya” ve “haddini bilme”. Daha sonra bu erdemleri, çeviri farklılıklarını dikkate almak ve okuyuculara serbest bir yorum yapma imkânı vermek için Müslümanların anlayabilecekleri bir şekilde son derece sade bir dille şu şekilde ifade etmektedir: “Adalet”, “muavenet/yardımseverlik/yakınlara bakma”, “iffet/hayâsızlık”, “merhamet/haddi aşma”. Bu noktada şunu da ifade etmeliyim ki, İslam ahlakındaki erdemler sadece bu dört erdemden ibaret değildir. Bunların dışında başka erdemler de vardır. Ancak ifade etmiş olduğumuz bu dört erdem İslam ahlakının “temel” veya “asli” erdemleridir (Yaran, 2005: 119-120; 2011, 47-48). TEMEL ERDEMLER Adalet İslam ahlakında temel erdemler; adalet, yardımseverlik, iffet ve merhamettir. “Adalet” kelimesi sözlüklerde, davranış ve hükümde doğru olmak, hakka göre hüküm vermek, herkese verilmesi lazım olanı vermek, eşit olmak, eşit kılmak gibi anlamlara gelmektedir. Kur’an-ı Kerim ve Hadislerde ise “adalet” kelimesi, genellikle düzen, denge, denklik, eşitlik, gerçeğe uygun hükmetme, doğru yolu Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 İslam Ahlakında Temel Erdemler izleme, takvaya yönelme ve tarafsızlık gibi anlamlarda kullanılmıştır (Çağrıcı, 1988: 341-343). “Adalet” kavramı, en geniş anlamıyla, hak sahibine hakkını tam olarak vermektir. Ferdî ve sosyal yapıda dirlik ve düzeni, hakkaniyet ve eşitlik ilkelerine uygun yaşamayı sağlayan ahlaki bir erdemdir. Yetki sahibinin elinden geldiğince adaletle davranmasının ve hak sahibine hakkını tam olarak vermesinin kötülükleri önleyeceği, huzurlu ve güvenli bir ortamın oluşmasına katkıda bulunacağı apaçık ortadadır. Kur’an-ı Kerim’e göre “adalet” erdeminin ölçüsü veya dayanağı hakkaniyettir. Hidayete hak sayesinde ulaşılacabileceği gibi adalet de hakka uymakla sağlanır. “Musa kavminden bir topluluk da var ki Hakk’a götürürler ve onunla adalet yaparlar.” (A’raf/ 7:159) “Yarattıklarımızdan öyle bir ümmet var ki Hakk’a iletirler ve hak ile adalet yaparlar.” (A’raf/ 7:181) Adalet, hak sahibine hakkını tam olarak vermektir. Düşünce tarihine baktığımızda adaletin bütün dinler ve ahlak filozofları tarafından temel erdemlerin başında sayılmış olduğunu görmekteyiz. İslam düşünürleri, adaleti öteki temel erdemlerin uyumlu bir sonucu olarak kabul etmişlerdir. Platon’dan itibaren devam eden ve İslam ahlakçıları tarafından bazı değişikliklerle benimsenen görüşe göre, insan nefsinin düşünme/bilgi, öfke ve şehvet gücü şeklindeki üç temel gücünden hikmet, şecaat ve iffet diye üç fazilet doğar. Bu üç faziletin gerçekleşmesiyle de hepsini içine alan dördüncü bir fazilet ortaya çıkar ki, bu “adalet”tir. İslam ahlak literatüründe, ilk üç faziletten her biri zaman zaman farklı terimlerle ifade edildiği hâlde, dördüncü fazilet daima adalet olarak isimlendirilmiştir. İslam düşünce tarihinde ahlak düşünürü olarak bilinen İbn Miskeveyh, Tehzibü’l-ahlak isimli eserinde nefsin üç gücüne karşılık gelen üç erdemi belirttikten sonra şöyle söylemektedir: “Sonra bu üç faziletten ölçülülükleri, ılımlılıkları ve birbirleriyle olan dengeli ilişkileri dolayısıyla mükemmellik ve bütünlük fazileti meydana gelir. İşte bu da adalet faziletidir.” (İbn Miskeveyh, 1983: 23) İbn Miskeveyh’e göre gerçekten adaletli kişi, ahlaki güçlerini, davranışlarını ve diğer bütün durumlarını dengede tutan ve her durumda başka bir amaç Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 İslam Ahlakında Temel Erdemler gütmeksizin, yalnızca ve doğrudan doğruya “adalet” erdemini amaçlayan kişidir. “Adalet” bütün aşırılıkların ortası ve bütün erdemlerin en tam olana ve adeta odak noktasıdır. Gazali de, İhyâ isimli eserinde, aynen İbn Miskeveyh gibi, nefsin üç gücünden “hikmet”, “şecaat” ve “iffet” şeklindeki üç erdemin ortaya çıktığını, onların kendi aralarındaki ahenk dolayısıyla da dördüncü bir erdem olan “adalet”in meydana geldiğini belirtmektedir (Gazali, 1985: III, 47 ). “Adalet” erdeminin kapsamına giren birçok alt erdem vardır ve bunlar değişik isimler altında ifade edilmiştir: Doğruluk, vefa, ülfet, yakınlarla ilişkiyi sürdürmek, ödüllendirme, iyi muamele, bir şeyi güzelce yerine getirmek, dindarlık, kin gütmemek, kötülüğe iyilikle karşılık vermek, lütufkâr olmak, itidal, ölçülülük, ılımlılık, dengelilik, orta yolda olmak, hakkaniyet, emanete riayet, sözünde durmak, hükümlerde ihtiyatlılık ve tarafsızlık, şahitlikte gerçeği söylemek, güvenilirlik, kararlılık, cesaretlilik, şefkat (İbn Miskeveyh, 1983: 29-30; Yaran, 2005: 122-124). Muavenet / Yardımseverlik “Muavenet” veya “yardımseverlik”, başkalarının yardımına muhtaç olan insanlar için sahip olunması gereken toplumsal erdemlerden biridir. Yardımseverlikten maksat, sadece ekonomik ve parasal açıdan yardım etmek değildir. Yardım akla gelebilecek her konuda olabileceğinden dolayı yardımseverlik, geniş kapsamlı bir erdemdir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de, hem; Kur’an’da somut ve soyut yardımlaşmadan bahsedilmektedir. “Ey inananlar … iyilikte ve fenalıktan sakınmakta yardımlaşın”(Mâide/5:2) ayetinde olduğu gibi soyut değerler alanında yardımlaşmadan bahsedilmektedir, hem de; “Sevdiğiniz şeylerden sarf etmedikçe iyiliğe erişemezsiniz. Her ne sarf ederseniz, şüphesiz Allah onu bilir.” (Âl-i İmrân/3:92) ayetinde olduğu gibi sahip olunan maldan vermek gibi somut yardımlaşmadan bahsedildiğini görmekteyiz. Bu noktada şunu da belirtmeliyim ki, Kur’an somut yardımlaşma alanlarını sadece parasal türden yardımlarla sınırlandırmamıştır, yardım alanını daha geniş kapsamlı tutmuştur. “Yardımseverlik”, mutlak bir güce sahip olmayan ve ne kadar servet veya güç sahibi olursa birgün mutlaka başkalarının yardımına muhtaç olacak insanlar için sahip olunması gereken toplumsal erdemlerin başında gelmektedir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 İslam Ahlakında Temel Erdemler “Yardımseverlik” erdeminin de birçok yan ve alt erdemleri vardır: İyilikseverlik, ihsân, infak, ikram, helal kazanç, hayırda yarış, dostluk, kardeşlik, yakınlarla ilgilenme, iyiliği emr ve kötülükten nehy, birlik ve beraberlik, misafirperverlik, cömertlik ve kanaatkârlık (Yaran, 2005: 124-126; 2011:51-52). İffet / Özdenetim İffet, bedeni hazlara ve nefsanî aşırılıklara ilgi duymaktan kurtarılmış bir ruhi yapıya sahip olmaktır. “İffet” kelimesi sözlüklerde, haramdan uzak durmak, helal ve güzel olmayan söz ve davranışlardan sakınmak, kendimizi zaptetmek, bir şeyi yapmaktan çekinmek, perhiz etmek, mutedil olmak, namuslu olmak, nezih ve temiz olmak, terbiyeli ve lekesiz olmak gibi anlamlara gelmektedir. Ahlak felsefesi eserlerinde ise “iffet”, yeme içme ve cinsi arzu konusunda ölçülü olmak, bedeni hazlara ve nefsani aşırılıklara ilgi duymaktan kurtarılmış bir ruhi yapıya sahip olmak, aşırı istekleri bastırıp dinin ve aklın buyruğu altına sokmak suretiyle kazanılan bir erdem olarak tanımlanmıştır. Ayrıca insanın elini, dilini, gözünü, kulağını ve genel olarak bütün bedenini ahlaka aykırı davranışlardan uzak tutması da “iffet” olarak ifade edilmektedir (Yaran, 2005: s. 126; 2011, 53). Böyle olmasına rağmen “iffet” erdemi, hem düşünce tarihinde, hem de günümüzde şehvet duygusuyla, namusla ve cinsel konularla ilgili bir erdem olarak ele alınmıştır. İbn Miskeveyh “iffet”in şehvet duygusuyla ilgili bir fazilet olduğunu ve şehevi arzuları akla göre yönetmemek dolayısıyla ortaya çıktığını belirtmektedir. Bu yönetim ve denetimi yapabilme gücü ve erdemine sahip olan insan, tutkularına boyun eğmekten kurtulur, şehvetinin kölesi olmaz ve şehvet arzusu ve şehvet pazarlayıcıları karşısında özgür olur (İbn Miskeveyh, 1983: 25). Gazali de, aynen İbn Miskeveyh gibi, “iffet”i dört temel erdemden birisi olarak kabul etmekte, şehevi arzularla ilişkilendirmekte ve arzuların baskısına dayanma noktasında gösterilen ruhi sabır olarak tarif etmektedir (Gazali, 1985: III, 54-55, 79-107, 284). Bütün bunlara rağmen “iffet” erdeminin sadece cinsel konularla sınırlı bir erdem olmadığı da bilinmelidir. Çünkü, Kur’an-ı Kerim’de, “iffet” kelimesi yer almamasına rağmen aynı kökten türemiş olan isim ve fiillerin dört ayette yer aldığını ve “iffet” erdeminin sadece cinsel konularla sınırlandırılmamış olduğunu görmekteyiz. Söz konusu ayetlerden iki tanesi (Bakara, 273, Nisa, 6) mal, mülk ve yeme içme konularında ölçülü ve kanaatkâr olmayı, diğer ikisi de (Nur, 33,60) cinsel istekler noktasında ölçülü olmayı ifade etmektedir. Kur’an’da, “kimsesiz olan Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 İslam Ahlakında Temel Erdemler çocuğun malından yememek” de “iffet olarak ifade edilmiştir (Nisa 4/6). (Çağrıcı, 2000: XXI, 506-507) Hadislerde ise, hem iffet kelimesi, hem de aynı kökten başka kelimeler geçmektedir. Örneğin, şeklinde dua eden Hz. Peygamber, Bakara suresinin 273. ayetini delil göstererek yardıma en layık olan kimselerin iffetlerini korumaya çalışan yoksullar olduğunu bildirmiştir: “Ya rabbi! Senden hidayet, takva ve iffet diliyorum.” (Ahme b. Hanbel, I,389, 439) Diğer bir hadiste ise şöyle buyurmuştur: “Allah yoksul olmasına rağmen iffetini korumaya çalışan mümin kulunu sever.” (İbn Mâce, Zühd: 5) İslam düşünürlerinden Fârâbi’ye göre iffetli kişi, yeme, içme ve cinsel konularda yasanın gerektirdiği kadarıyla yetinip bundan fazlasına istek duymazken nefsine baskı yapan kimse, uygulamada yasanın gerektirdiğiyle yetinmekle birlikte içinde daima daha fazlasına istek duyar. İslam ahlakçıları, insanın aşırı zevklerden uzak durmasının iffet ve erdem sayılabilmesi için bu tutumun bizzat kendi bilinçli tercihine dayanması ve güçlü bir iradi çaba ile gerçekleştirilmesi gerektiğini belirtmektedirler. Psikolojik veya bedensel bir zafiyetten, acizlik, korkaklık ve bilgisizlikten yahut başka bir engelden dolayı zevklerini terk eden kişi erdemli sayılmaz. Aynı şekilde ileride daha fazlasını elde etmek için mevcut bir zevkten feragak etmek de erdem sayılmaz. İslam düşünürleri, aynen diğer erdemler gibi, “iffet” erdeminin de öncelikle ruhi bir meleke hâline getirilmesi gerektiğini kabul ettikleri için insanın yeme, içme, cinsi arzularını disiplin altına alarak ruhunu bu yönde terbiye etmesinin zorunluluğu üzerinde önemle durmuşlardır. Örneğin Gazali, İhyâ’u Ulûmi’d-din isimli eserinin 40 ana konusundan birini insanın manevi ve ahlaki hayatını yıkıma götüren tehlikelerin en büyüğü olarak gördüğü “mide şehveti” ile “cinsi şehvet”e ayırmıştır. Rağıp el-Isfahânî’de “iffet” erdemini, kanaat, züht, gönül zenginliği, cömertlik gibi erdemlerin esası olarak görür ve iffetten yoksun olmanın bütün güzelliklerden mahrum kalmak demek olduğunu belirtir. Ahlak kitaplarında iffetin bir tür özgürlük kaynağı olduğu belirtilmektedir. Çünkü özgür olmak isteyen kişinin öncelikle tutkularının baskısından kurtulması gerekir. Rağıb el-İsfehânî, en alçaltıcı köleliğin şehvet köleliği olduğunu; İbn Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 İslam Ahlakında Temel Erdemler Miskeveyh ise, iffet erdemini kazanmış kişinin tutkularına kul olmaktan kurtulup özgürleşeceğini belirtmektedir. Ahlak kitaplarında “iffet” erdeminin kapsamına giren birçok başka erdem vardır: Utanma/hayâ, sükûnet, hür olma, yumuşak huyluluk, müsamaha, sabır, cömertlik, işleri güzellikle ölçüp tartma, güler yüzlü ve tatlı dilli olma, kolaylaştırıcı olma, düzenlilik, güzel görünüş, kanaat, ağırbaşlılık, kötülüklerden sakınma, günahtan çekinme, kibarlık ve nezaket (İbn Miskeveyh, 1983: 26-27; Çağrıcı, 2000: XXI, 506-507; Yaran, 2005: 128). Merhamet Merhamet, acıma duygusunun etkisiyle yapılan iyilik ve lütuftur. “Merhamet” kelimesi sözlüklerde, acımak, şefkat göstermek, acıma duygusunun etkisiyle yapılan iyilik ve lütuf gibi anlamlara gelmektedir. Hem Allah’ın bütün yaratılmışlara yönelik lütuf ve ihsânını, hem de insanları hemcinslerinin ve diğer varlıklarının sıkıntıları karşısında duyarlı olmaya ve yardım etmeye sevk eden acıma duygusunu ifade etmektedir. Kaynaklarda “merhamet/rahmet” kavramına insanlara nispet edildiğinde duygusal bir anlam yüklenirken Allah’a nispet edildiğinde O’nun fiilî sıfatı olarak kabul edilmesi, dolayısıyla Allah hakkında duygusal manada değil O’nun yarattıklarına in’am ve ihsânı, af ve mağfireti olarak anlaşılması gerektiğine dikkat çekilmekte, buna gerekçe olarak da duyguların değişkenliği ve bu yönüyle beşerî birer kusur sayılması gösterilmektedir. Esasında “şefkat” ve “merhamet” gibi duygular Allah’ın insanların içine koyduğu birer iyilik aracı olup asıl amaç muhtaç ve çaresizlere yardım edip sıkıntılarını gidermektir. Bu açıdan bakıldığında bir kimseye acıyan kişi, eğer bu acımanın verdiği elemden kendisini kurtarmak ve rahatlamak için ona yardım ederse merhamette kemâle ulaşmış sayılmaz. Çünkü merhamette kemâl, kişinin kendisini değil, muhtaç ve çaresiz olanı rahata kavuşturmayı amaçlamasıdır. Görüldüğü üzere hemen hemen bütün tariflerinde acıma, yufka yüreklilik, ilgi ve şefkat, elem duyma gibi kavramlarla psikolojik yönüne vurgu yapılan “merhamet” insanlar arasındaki duygu birliğinin, dayanışma ve paylaşmanın başta gelen amillerinden birisidir. İslami kaynaklarda “merhamet” kavramı genellikle “rahmet” kelimesiyle ifade edilmektedir. Ancak Türkçede “merhamet” kelimesi hem Allah’a, hem de insanlara nispet edilirken “rahmet” sıfatı sadece Allah’a nispet edilmektedir. Kaynaklarda Allah’ın rahman ve rahim isimleri açıklanırken evrendeki bütün oluşlar gibi insanlardaki merhamet duygusununda Allah’ın insanlığa lütfu olduğu belirtilir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 İslam Ahlakında Temel Erdemler Kur’an-ı Kerim’de “merhamet” kelimesi bir ayette geçerken (Beled/90:17) “rahmet” kelimesi 117 farklı ayette geçmektedir. Ayrıca 260 ayette de Allah’ın rahman ve rahîm isimleriyle aynı kökten gelen çeşitli fiil ve isimler yer almaktadır. Bazı ayetlerde (Tevbe/9:128; Feth/48:29; Hadîd/57:27; İsrâ/17:24) merhamet kavramı insanlar arasındaki acıma duygusunu ve bu duygudan kaynaklanan iyiliği ifade etmektedir. Hadislerde de rahmet ve merhamet hem Allah’ın kullarına lütuf ve ihsânı, hem de insanların birbirlerine ve diğer canlılara karşı şefkat, ilgi ve yardımları için kullanılmaktadır. Gazali bir kimseye gerçek anlamda merhametli denilebilmesi, dolayısıyla acıma duygusunun ahlaki bir değer taşıması için onun acıdığı kişinin ihtiyacını gücü ölçüsünde karşılaması, bunu da hür iradesiyle yapması gerektiğini belirtmektedir. Diğer erdemlerde olduğu gibi “merhamet” erdemiyle ilgili de birçok yan ve alt erdem vardır: Affedicilik, sevgi, şefkat, sabır, sebat, tevazu, insaf, barışseverlik, yumuşak huyluluk, öfkeye hâkimiyet ve hoşgörü (Çağrıcı, 2004: XXIX, 184-185; Yaran, 2005: 131). Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 Özet İslam Ahlakında Temel Erdemler •İslam dünyasında, Hz. Peygamber’in vefatından sonra ortaya çıkan fikri ve sosyal sebepler dolayısıyla geleneksel ahlak anlayışı, tasavvufi ahlak anlayışı ve felsefi ahlak anlayışı olmak üzere üç farklı ahlak anlayışı ortaya çıkmıştır. Bu ahlak anlayışları “İslam ahlakında temel erdemler nelerdir?” sorusuna, imanın şartı ve İslam’ın şartı örneklerinde olduğu gibi, sade, sistematik, bütün Müslümanların ortak olarak kabul edebilecekleri derecede kapsayıcı ve İslam’ın ana kaynaklarından hareketle oluşturulmuş bir cevap vermemişlerdir. •İslam ahlakındaki temel erdemlerin belirlenmesi noktasında özellikle iki yol dikkat çekmektedir. Birincisi, Kur’an-ı Kerim’de yer alan erdemlerin sayısal çokluğundan hareketle bir belirlenimde bulunmak. İkincisi ise, Kur’an’daki doğrudan erdemlerle ilgili bir veya birkaç ayetten hareket ederek belirlenimde bulunmak. •Bu yollardan herhangi biriyle veya ikisiyle birlikte temel ahlaki erdemleri belirlerken; sahih hadisler ve İslam ahlak geleneği ile birlikte esas itibariyle Kur’an-ı Kerim’den hareket etmek; kültürel ve mezhepsel farklılıklara takılmadan bütün Müslümanlara önerilebilecek şekilde “kapsayıcı” olmak ve bir de imanın ve İslam’ın şartında olduğu gibi “sade” olmak gibi bir takım kriterlere dikkat edilmelidir. •İslami ilkelerin belirlenmesinde sayısal vurgunun belirleyici bir kriter olmamasından ve bir de iman ve ibadet esaslarının Kur’an-ı Kerim’de çok fazla yer almalarına göre değil de bir veya birkaç ayetten hareketle belirlenmiş olmalarından dolayı, İslam ahlakında temel erdemlerin neler olduğunu ahlakla ilgili ayetlerden hareketle belirlenmelidir. Cuma günü hutbede okunan Nahl Suresi’nin 90. ayetinden hareketle İslam ahlakındaki dört temel erdemi; adalet, muavenet/yardımseverlik/yakınlara bakma, iffet/hayâsızlık ve merhamet/haddi aşma şeklinde ifade edebiliriz. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 Ödev İslam Ahlakında Temel Erdemler • Erdemler arasında en önemli bulduğunuz bir erdemi, başkalarına da sevdirecek şekilde, ayetler ve hadislerden de yararlanarak kısa bir kompozisyon metni hâlinde yazınız. • Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz. DEĞERLENDİRME SORULARI Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. 1. Aşağıdakilerden hangisi İslâm ahlakında temel erdemlerin belirlenmesinin faydalarından değildir? a) Ahlaki eğitim-öğretim ve yaşamı kolaylaştırması b) Müslümanlar arasındaki birlik ve beraberliğin artması c) Ahlaklı yaşamı kolaylaştırması d) İslâm ahlakının diğer ahlak anlayışlarından üstün olduğunun ortaya konması 2. Kur’an ve Sünneti ahlakın asli ve mutlak kaynağı olarak kabul etmekle birlikte Antik Yunan ve Helenistik Devir Felsefesi’nden de etkilenmiş olan ahlak anlayışı aşağıdakilerden hangisidir? a) Tasavvufi ahlak b) Felsefi ahlak c) Geleneksel ahlak d) Kelami ahlak 3. “Feragat ahlakı” olarak isimlendirilen ahlak anlayışı aşağıdakilerden hangisidir? a) Dinî ahlak b) Felsefi ahlak c) Geleneksel ahlak d) Tasavvufi ahlak Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 İslam Ahlakında Temel Erdemler 4. Aşağıdakilerden hangisi Kur’an-ı Kerim’de en fazla yer alan dört temel erdemden biri değildir? a) Sabır b) Doğruluk c) Affedicilik d) Hikmet 5. Bedeni hazlara ve nefsani aşırılıklara ilgi duymaktan kurtarılmış bir ruhi yapıya sahip olmak anlamına gelen erdem hangisidir? a) Şecaat b) İffet c) Merhamet d) Adalet Cevap Anahtarı 1.d 2.c 3.d 4.d 5.b Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 İslam Ahlakında Temel Erdemler YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR Akseki, Ahmet Hamdi. (1991). Ahlak ilmi ve İslâm Ahlakı: Ahlak Dersleri, sad. Ali Arslan Aydın, Ankara, Nur Yayınları. Aristoteles, (1951). The Nicomachean Ethics, A Commentary by th Late H. H. Joachim, Oxford. Aydın, Mehmet. (1989). “Ahlak-İslâm Felsefesi”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, II. Bilmen, Ömer Nasuhi. (1964). Yüksek İslâm Ahlakı, İstanbul, Bilmen Yayınevi. Cara de Vaux. (1997). “Ahlak”, md., İslâm Ansiklopedisi, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, I. Çağrıcı, Mustafa. (1982). Gazali’ye Göre İslâm Ahlakı, İstanbul, Ensar Neşriyat. Çağrıcı, Mustafa. (1988). “Adalet”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, I. Çağrıcı, Mustafa. (1989). “Ahlak”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, II. Çağrıcı, Mustafa. (1989). İslâm Düşüncesinde Ahlak, İstanbul, İFAV. Çağrıcı, Mustafa. (1991). Anahatlarıyla İslâm Ahlakı, , İstanbul, Ensar Neşriyat. Çağrıcı, Mustafa. (2000). “İffet”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, XXI. Çağrıcı, Mustafa. (2004). “Merhamet”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, XXIX Draz, M. A. (1993). Kur’an Ahlakı, Çev. Emrullah Yüksel, Ünver Günay, , İstanbul, İz Yayıncılık. el-Muhâsibî. (1998). er-Ri’aye, çev. Şahin Filiz, , İstanbul, İnsan Yayınları. Erdem, Hüsameddin. (1996). Son Devir Osmanlı Düşüncesinde Ahlak, Konya, Sebat Ofset Matbaacılık. Et-Tusî, Nasîruddin. (2007). Ahlak-ı Nâsırî, çev. Anar Gafarov, Zaur Şükürov, İstanbul, Litera Yayıncılık. Fahri, Macid. (2004). İslâm Ahlak Teorileri, Çev. Muammer İskenderoğlu, Atilla Arıkan, , İstanbul, Litera Yayıncılık. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 İslam Ahlakında Temel Erdemler Gazali, (1985). İhyâu ulûmi’d-dîn, çev. Ahmet Serdaroğlu, İstanbul, Bedir Yayınevi. Gazali, (1999). Kûtü’l-Kulûb/Kalplerin Azığı, çev. Muharrem Tan, İstanbul, İz Yayıncılık, I-IV. Gazali, (ts). Mîzânü’l-amel, Kahire, Mektebetü’l-Cündi. İbn Miskeveyh, (1983). Ahlakı Olgunlaştırma, çev. A. Şener, C. Tunç, İ Kayaoğlu, , Ankara, Kültür Bakanlığı Yayınları. Kandemir, Yaşar. (1993). Örneklerle İslâm Ahlakı, İstanbul, Nesil Yayınları. Maverdi. (1988). Edeb’üd-Dünya ve’d-Din: Beyrut, Daru’l-haya’ul-ulum. Mekkî, Ebû Tâlib, (2003), Kûtu’l-kulûb/Kalplerin Azığı, Çev. Dilaver Selvi, İstanbul, Semerkand Yayınları. Pazarlı, Osman. (1980). İslâm’da Ahlak, İstanbul, Remzi Kitabevi. Platon. (1985). Devlet, Çev. Sabahattin Eyüboğlu, M. A. Cimcoz, İstanbul, Remzi Kitabevi, , IV. Sunar, Cavit. (1980). İbn Miskeveyh ve Yunan’da ve İslâm’da Ahlak Görüşleri, Ankara, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları. Tusî, Nasîruddin. (2007), Ahlak-ı Nâsırî, çev. Anar Gafarov, Zaur Şükürov, Litera Yayıncılık, İstanbul 2007. Yaran, Cafer Sadık. (2005). İslâm’da Ahlak’ın Şartı Kaç, İstanbul. Elif Yayınları. Yaran, Cafer Sadık. (2011). İslâm Ahlak Felsefesine Giriş, İstanbul. Değerler Eğitim Merkezi Yayınları. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 HEDEFLER İÇİNDEKİLER İSLAM AHLAKINDA TEMEL ERDEMSİZLİKLER • • • • • • • • • • • Temel Erdemsizlikler Allah' a Ortak Koşmak Zulüm Fenalık ve Taşkınlık Emanete Hıyanet Etmek Aldatma ve Yalan İsraf ve Cimrilik İftira ve Gıybet Kibir ve Haset Nifak ve Fitne Alay ve Hakaret • Bu üniteyi çalıştıktan sonra • İslam ahlakındaki temel erdemsizliklerin neler olduğunu öğrenebilecek • Temel erdemsizliklerden kaçınmanın önemini kavrayabilecek • Temel erdemsizliklerin birey ve toplum hayatında ortaya çıkardığı problemleri anlayabileceksiniz. İSLAM AHLAK ESASLARI ÜNİTE 8 İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler GİRİŞ İslam dini, insanların dünyada mutlu ve sorunsuz yaşayabilmeleri için birtakım kurallar ortaya koymuştur. Bu kuralların dışında hareket etmek, kişinin bireysel ve toplumsal hayatında ciddi problemlere sebebiyet vermektedir. İşte İslam ahlakında hoş görülmeyen bu kural dışı eylemler, erdemsizlikler olarak isimlendirilmiştir. TEMEL ERDEMSİZLİKLER Bireyin mutluluk ve refahını artıran davranışlar, toplumun refah ve mutluluğunu da artıracaktır. İslam dini, birey ve toplum olarak insanların dünya ve ahiret saadetlerini sağlamayı amaç edinmektedir. Bu nedenle İslam toplumu oluşturan bireyler olarak her birimizi, toplumun bir bütün olarak mutluluğunu en üst düzeye çıkaracak davranışlarda bulunmaya davet etmekte, onun refah ve mutluluğunu azaltacak veya tahrip edecek davranışlardan ise sakınmaya çağırmaktadır. Çünkü toplumun mutluluk ve refahını artıran davranışlar neyse, bireyin mutluluk ve refahı da aynı davranışlarla artacaktır. Bunun tersi de aynı oranda geçerlidir. Bu yüzden İslam, bireye ve topluma zarar verecek, onların saadetini bozacak davranışları yasaklamıştır. Bu davranışlar, İslam ahlakında reziletler/erdemsizlikler olarak görülmektedir. Bizim burada, İslam ahlakında erdemsizlik olarak isimlendirilen bütün kötü huyları tek tek ele almamız mümkün değildir. Çünkü İslam ahlakıyla ilgili kitaplara baktığımızda, bunların bir hayli çok olduğunu görmekteyiz. Bu nedenle konuyu, sınırlandırıp, Kur’an’ın birçok ayetini göz önünde bulundurarak, özellikle de Nahl/16:90’da tavsiye edilen davranışların karşıtlarını ve Peygamber Efendimizin Veda Hutbesi’nde yasaklamış olduğu temel erdemsizlikleri ayrıntılarıyla ele almaya çalışacağız. Bu temel erdemsizlikler; sırasıyla Allah’a ortak koşmak, zulüm, fenalık ve taşkınlık, emanete hıyanet etmek, aldatma ve yalan, israf ve cimrilik, iftira ve gıybet, kibir ve haset, nifak ve fitne, alay ve hakarettir. Şimdi bunları sırasıyla incelemeye çalışalım. Allah’a Ortak Koşmak Riya; gizli bir şirktir Psikoloji bilimi, insanın, kendi yararını düşünen bir varlık olduğunu ortaya koymaktadır. Bu kendi yararını düşünme, insanın çocukluk evresinde daha çok kendini göstermektedir. Örneğin çocuğun, etrafındaki varlıklara kendisini merkeze alarak yaklaştığı bilinen bir gerçektir. Bu yaklaşım sonucunda ortaya çıkan ilgi, çevresindeki varlıkların çocuğun isteklerini karşılaması ve çocuğun da bunlara karşı eğilim ve isteğinin çokluğuyla orantılıdır. Şunu ifade etmek gerekir ki çocuk, buluğ çağına erinceye kadar anne-babasının kendisini dünyaya getirdiklerini, onun için birçok zorluğa katlandıklarını asla takdir edemez. Onda, baba ve annesinin taşıdığı babalık ve annelik bilinci henüz oluşmamıştır. Buluğ çağına erdikten sonra ise, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler babalık ve anneliği takdir ederek sevmeye koyulmaktadır. Artık onun bu sevgisi, kişisel yararla ilgili bir sevgi değildir. Bu kişisel yarar duygusunun, çocukluk safhasından sonraki diğer gelişim merhaleleri içinde ihtiyarlık ya da ihtiyarlık öncesine kadar insana eşlik ettiği belirtilmektedir(el-Behiy,1995: 80-81). Bu durum, ibadet yönünden de kişinin tutum ve davranışlarına yansımaktadır. İnsanın herhangi bir varlığa ibadet etmesi, ona saygı duymasından ve onu, üstün haslet ve özellikleriyle mabud olarak tanıyıp noksanlardan münezzeh kılmasından ileri gelmektedir. Kişisel yarar ve bencillik, hayatının diğer gelişim safhalarında da insana eşlik ettiğine göre; insan, belirli bir varlık üzerinde saygı ve ibadetini toplamakla kalmaz, görüş ve kişisel yararlarına göre birini bırakıp diğerine tapabilir. Örneğin, önceden tapınmaya başladığı, belli varlığın şimdi kendisinin bencil isteklerini karşılayamadığını görünce hemen başka bir varlığa ibadete koyulur. Tapınmaya başladığı yeni varlığın, kişisel ihtiyaçlarını karşılama hususunda güç ve imkân üstünlüğü taşıdığına inanır. İşte şahsi yarar ve bencilliklerin kendisine egemen olduğu kimsenin yaptığı ibadet, değişen ve farklılık taşıyan ibadettir. Böyle bir kimsenin kişisel yararlarını gerçekleştiren mabudları bazen insan, bazen insandan daha aşağı hayvan veya cansız bir varlık olabilmektedir. Şunu da belirtmek gerekir ki insan, bu varlıklara yaptığı ibadet ve saygıyla bir yarar sağlayamamaktadır. Çünkü şahsi yarar ve bencilliğe sıkı bağlılığı, ona insanüstü başka varlıkları araştırma, saygı gösterme ve ibadet etme imkânı bırakmamaktadır. Şahsi yarar ve bencilliklerini beden, şehvet, yeryüzü nimetleri ve maddî çıkarlarla ilgili doğal istekler oluşturmaktadır. Sanki bir çocuk gibi, anne-babasını kendine ait isteklerini karşıladıkları için sevse de onlardaki babalık ve anneliğin ifade ettiği anlamları düşünememekte, baba ve anne oluşun gerisindeki manayı kavrayamamaktadır. İşte Allah’a ortak koşan insan, kişisel gelişimindeki durumundan dolayı, görünen varlıkların üstünde, kendisini gözlerin göremediği, latif ve habir olan, sıfatları tüm üstün hasletleri taşıyan ve bütün varlıkların yaratıcısı olan Allah’a ibadet ve ihtirama yönelmeyen kişidir. Bu sıfatlar, ibadet ederek insanca yaşama seviyesine yükselmek ve ahlaki erdemlere sahip olmak isteyen herkesin yaklaşması gereken sıfatlardır (el-Behiy, 1995:82). Görülüyor ki Allah’a ortak koşmak, insanı bencilliğe sürüklemekte ve İslam ahlakındaki temel erdemlerden uzaklaştırmaktadır. Allah’a ortak koşma, ibadeti ve sonsuz saygıyı Allah’ın dışında, O’nun yarattığı varlıklara yöneltmekten ibarettir. İnsanların Allah’a kulluk etmeleri, onur ve şahsiyetlerini kırmak için değil, Allah’ın kendilerini yaratmasına karşılık şükran borçlarını eda etmek içindir. Onurlu ve şerefli hür bir insan, kendisine verilen nimete karşılık veren ve en azından şükran borcunu eda eden insandır. Bu da, ahlak bakımından temel bir erdemdir. İnsan, Allah’ın verdiği nimetlerin karşılığını verebilmesi için, kendisinden sadece Allah’a başkasını ortak etmemek şartıyla kulluk etmesi, O’na bağlanması istenmiştir(Atay, 1994:35). Hz. Peygamber, birçok hadisinde Müslümanlar için en çok korktuğu Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler şeyin şirk olduğunu vurgulamaktadır. Bu hadislerden birisinde Efendimiz şöyle buyurmaktadır: “Aziz ve celil olan Allah buyuruyor ki: Kim ki, benim için bir amel yapar da o amele benden başkasını ortak kılarsa, o amelin tümü ortak kıldığı kimsenindir. Ben ondan beriyim ve ortağa ihtiyacım olmamakta tekim” (İbn-i Mâce, Zühd: 4192) Bu hadiste ibadete ortak etmek kesinlikle yasaklanmaktadır. Çünkü bu riyadır. Riya da, gizli bir şirktir. Örneğin, Allah’a, kendisine göre çok yakın ve sevgili sandığı biri vasıtasıyla veya onun yanında ve huzurunda olarak onu aklında tutarak ibadet etmek de, hoş bir davranış değildir. Bunun yanında Allah’tan başka herhangi bir kimseye Allah’a gösterilen saygının benzerini göstermek de şirktir. Nitekim Hz. Ali ‘nin şöyle bir sözü vardır: "Riyakâr insanın iki alameti vardır. O yalnızken amelde gevşektir, insanlar yanında ise faaldir. Bir amelden dolayı övülürse onu yapar, övülmezse yapmaz." Herhangi birinin sözünü Allah’ın sözü gibi tutmak ve O’nun yerine koymak da Allah’a ortak koşmaktır. Bu konuyla ilgili Kur’an’da şöyle buyrulmaktadır: “Çoğu Allah’a ancak ortak koşarak inanır ve inancına şirk karıştırır da farkında olmaz.” Yûsuf/12:106. “Allah kendisine ortak koşmayı affetmez. Bundan başkasını dilediği kimse için bağışlar. Allah’a ortak koşan kimse, büyük bir günah ile iftira etmiş olur” Nisâ/4:48. Allah’a ortak koşanın hedefi, sırf bencil kişisel yararlarını gerçekleştirmektir. Artık o kimsenin mabudu tek değildir, birinden diğerine geçebildiği varlıklar kadar çoktur. Allah’a şirk koşan, aynı zamanda insan hayatındaki üstün ahlaki ilkeleri de tanımayandır. Onun Allah’ı inkâr etmesi, bu yüksek erdemleri tanımadığının kanıtıdır. Nasıl ikiyüzlülük ve fırsatçılık için iman etmişse, şimdi de sırf çıkar ve bencilliği yüzünden inanmaktadır. Kendiliğinden inanmamaktadır, çünkü döneklik ve ihanet, onun kötü huyu olmuştur. Kişisel yararını gerçekleştirecek bir yol buldu mu hemen döneklik ve ihanetten birine kayıvermektedir(el-Behiy, 1995: 82-83). Kur’an-ı Kerim’deki birçok ayet bir temel erdemsizlik olan Allah’a ortak koşmayı şiddetle yasaklamakta ve bunun büyük bir günah olduğunu belirtmektedir. Hz. Peygamber’in birçok hadisinde de bu konu işlenmektedir. Efendimiz, Veda Hutbesi’nde de Allah’a ortak koşmayı dört sakıncalı şeylerden ilki olarak zikretmektedir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler Zulüm Zulüm, toplumdaki dirlik ve düzeni ortadan kaldıran bir eylemdir. Adaletin zıddı olan zulüm, bir şeyi yerli yerine koymamak, hak edenin hakkını vermemek şeklinde tanımlanmaktadır. Bir başka ifadeyle zulüm, hak yemek, eziyet, işkence ve baskı kullanmak, adaletsizlik yapmak, haddi aşmak, söz ve fiilde aşırı gitmek anlamına gelmektedir. Bu anlamda zulmetmek, her türlü kötülük ve haksızlık yapmayı, başkasının maddÎ ve manevi hakkına tecavüz etmeyi içine almaktadır. Bir kimsenin hakkı olan vazifeyi ve işi hak etmeyene ve ehil olmayana vermek, hakkı olanın hakkına tecavüz ve ona zulümdür. Nerede olursa olsun bu, Allah’ın bir kanunudur. Başkasının hakkını kendine alan veya başkasına veren zalim olur. Bu haksızlık toplumu ilgilendiriyorsa, hem zulüm hem de hıyanet olur. Zulüm, toplumdaki dirlik ve düzeni ortadan kaldıran bir eylem olduğu için İslam ahlakında temel bir erdemsizlik olarak görülmekte ve bundan kaçınılması emredilmektedir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de zulümden kaçınmakla ilgili çokça ayet bulunmaktadır. Bunlardan birkaçı şöyledir: “Zulmedenler, bilgisiz olarak kötü arzularına uydular. Allah’ın saptırdığını kim hidayete erdirir? Onlar için herhangi bir yardımcı yoktur.” (Rûm/30:29) “O zulmedenler, azabı gördüklerinde, artık onlardan azap hafifletilmez, onlara mühlet de verilmez.” (Nahl/16:85) Zulüm denilince daha çok akla insanların birbirlerine karşı sergiledikleri yanlış, kötü ve zararlı davranışlar gelmektedir. Bu yüzden Hz. Peygamber, zulmün dinen de kötü ve zararlı olduğuna işaret etmiş, mazlumun bedduasının alınmamasına dikkat çekmiştir: “Mazlumun bedduasını almaktan kork. Çünkü onunla Allah arasında perde yoktur." (Buhârî, Zekât: 1, 41) Veda Hutbesi’nde de zulümden sakınmayı emreden Hz. Peygamber, bu bağlamda Müslümanın vasfını şöyle tanımlamaktadır: “Müslüman, diğer Müslümanların elinden ve dilinden emin olduğu kimsedir” (Müslim, Kitâbu’l-Îmân: 41). Büyüklerimiz, zalimlerin zulmünün karanlık bir kuyu olduğunu, dünyanın küfürle abad olsa da, zulümle abad olamayacağını söylemişlerdir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler Mevlânâ da, Mesnevî’sinde zulmün bireysel ve toplumsal yönüne işaret ifadeleri kullanmaktadır: “İçindeki zalim nefse altolan kişi, delilikten her mazluma düşman olur.” “Zulüm can sırlarında örtülüyken zalim, tutar da insanların önüne serer onu.” Mevlânâ, 1983:160-161). Zulüm, bireysel ve toplumsal huzurun bozulmasında, insanların şeref ve onurlarının zarar görmesinde en büyük etkendir. Yine zulüm, bir toplumda birlik ve beraberliğin, dirlik ve düzenin, sevgi, saygı ve sadakatin, barış ve hoşgörünün önündeki en büyük engeldir. Tarihte birçok ülke ve medeniyetin sırf zulümleri yüzünden yıkılıp yok olduğu bilinen bir gerçektir. İbn Haldun hususla ilgili olarak şunları söylemektedir: “Medeniyetlerin yok oluşundaki en büyük nedenlerden biri, halka aşırı görevler yüklemek ve onları emeklerinin karşılığını vermeksizin çalıştırmak, zulüm ve fesat konusunda bundan daha büyük olanı ise, insanların mallarını ellerinden almaktır.”(İbn Haldun, 1930:240) Maverdî de bu ifadeleri destekler mahiyette şunları belirtmektedir: “Yeryüzünü fesada uğratmada ve insanların vicdanlarını bozmada zulümden daha süratli bir şey yoktur. Zulüm, fıtratı bozulmuş, gönlü kirlenmiş, vicdanı kararmış insanların bir niteliğidir.”(Mâverdî, 1978:115) Ahlakçılara göre, zulüm, insanı dinen, aklen ve hikmeten gayet kötü ve çirkin olan yasaklara sevk ettiği için ahlakın en kötülerindendir. Zalim, her fenalığı, ihanet ve hainliği, alçaklık ve cinayeti işler. Herkesin hukukuna tecavüz edebilir. İslam dinine göre, Müslüman olsun veya olmasın hiç kimseye ayrıcalıklı davranılmaz. Her durumda adalet ilkesine bağlı kalınır. Nitekim adaletin uygulanması ve zulümden kaçınılması konusunda şu hâdise oldukça anlamlıdır. Hz. Peygamber zamanında Mahzum oğulları kabilesinden bir kadın hırsızlık yapar. Kabile üyeleri bu kadını affetmesi için Hz. Peygamber’le kimin konuşabileceğini araştırır. Fakat bu konuyu ona söylemeye kimse cesaret edemez. Sonunda Üsame bin Zeyd, Peygamber’den kadını affetmesini ister. Bunun üzerine Resûlullah şunları söyler: “İsrailoğulları, aralarından makam ve mevki sahibi kişiler hırsızlık yaparsa onlara dokunmazlardı. Ama zayıf ve kimsesiz kişiler hırsızlık yaptıklarında onların ellerini keserlerdi. Eğer hırsızlık yapan bu kadın Mahzum oğullarından değil de kendi kızım Fatıma bile olsaydı onun da elini keserdim.” (Buhârî, Hudûd: 11, 12, 14) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler Diyebiliriz ki ister fert ister toplum hâlinde olsun zulüm, girilen her türlü beşerî ilişkide kaçınılması gereken temel ahlaki bir erdemsizliktir. Gerek ferdin mutluluğu gerekse toplumun huzuru, zulümden kaçınmakla mümkündür. Çünkü bir toplumda işler yapılması gerektiği şekilde yapılmaz, ehline teslim edilmez ve hak edenin hakkı verilmezse, o toplumda dirlik ve düzenden bahsetmek mümkün olmaz. Böylesi toplumlarda; haksızlık, zulüm ve anarşi ortaya çıkar(Kılıç, 1995:48). Bu konuda şu hadis-i şerif oldukça anlamlıdır: “İşler ehil olmayanlara verildiği zaman, kıyameti bekleyiniz”(Buhârî, İlim: 2, Rikāk: 35) Ünlü şairimiz Namık Kemal, zulmün devlet ve toplum için ne kadar kötü bir şey olduğunu şu dizleriyle dile getirmektedir: Bulunmazsa adalet milletin efradı beyninde Geçer bir gün zemine arşa çıksa paye-i devlet Kabiliyetsiz kişilere yapamayacakları görevlerin verilmesi, hak ve hukukun gözetilmemesi demektir. Hak ve hukukun gözetilmediği, adaletin sağlanmadığı toplumda güven ve itimadın kalmayacağı bilinen bir gerçektir. Böyle bir toplumda sosyal barıştan söz edilemez. Toplumdaki sosyal barış, zulümden kaçınıp adalete sığınmakla sağlanabilir. Toplumdaki sosyal barışın garantisi, adalettir. Bunun için her insanın her türlü beşerî ilişkide adaleti gözetip zulümden kaçınması birinci dereceden ahlaki bir yükümlülüktür(Kılıç, 1995:47-49). Fenalık ve Taşkınlık Fenalık ve taşkınlık başlığı altında Kur’an-ı Kerim’de geçen fuhuş ve münker kavramlarının açılımını yapacağız. Cenâb-ı Hak Nahl suresinde şöyle buyurmaktadır: Fenalık ve Taşkınlık konusuyla ilgili animasyonu izleyiniz “Şüphesiz Allah, adaleti, iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emreder. Çirkin işleri (fuhuş), fenalık ve azgınlığı (münker) da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt verir.” (Nahl/16:90) Bu ve başka ayetlerde geçen “fuhuş” ve “münker” kavramları, zina etmeyi, adam öldürmeyi ve hırsızlığı ihtiva etmektedir. Fuhuş ve münker kavramları, içtimai suçları ifade etmektedir. Dolayısıyla sonuçları işleyeni aşan ve yaşadığı topluma sıçrayan suçlar münker olmaktadır. Bu bakımdan Kur’an’da “münker”, toplumun sakınması gereken bir kötülük olarak zikredilmektedir: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler “Siz, iyiye çağıran, marufu emreden ve münkerden men eden bir ümmet olun.” (Âl-i İmrân/3:104). “Ey inananlar! Şeytana ayak uydurmayın. Kim şeytanın ardına takılırsa bilsin ki; o fuhşu ve münkeri emreder.”( Nûr/24:21) Ayetinde de fuhuş kelimesi ile münker birlikte zikredilmiş, fuhuştan zina suçu, münkerden de öldürme ve hırsızlığı içine alan genel suçlar kastedilmiştir. Zina, öldürme ve hırsızlık, sosyal nitelikli suçlar ve erdemsizliklerdir. Bu suçlar tek bir fert tarafından işlense de ferdi aşmaktadır. Zina iki kişi arasında işlenen bir fiil olsa da ırza, nesle ve sorumluluğa yönelik bir suç olduğu için sonucu her iki şahsı da aşmaktadır. Örneğin bu iki kişiden çocuk olmakta çocuğun ise gerçek yönüyle veya bizzat toplumda babası tanınmamaktadır. Çocuğun babasının tanınmamış olması, gözetmek ve korumak durumunda olduğu çocuğa karşı sorumluluğun belirlenmemesine neden olmaktadır. Böylece çocuk, toplumda baba gözetiminin ve belli bir sorumluluğun dışında büyümektedir. Bu yüzden çocukta topluma karşı nefret duyguları oluşmaya başlar. Kendisiyle birlikte dünyaya gelen başkalarına karşı duyguları değişir. Çünkü başkaları dünyaya gayri meşru olarak değil, meşru yollarla gelmişler, uzun gelişim devreleri içinde tanınan babalarının gözetim ve desteğini görmüşlerdir. İşte babasını tanımayan çocuğun taşıdığı bu değişik duygu, itilmişlik ve kakılmışlık duygusudur. Bu andan itibaren şimdiye kadar sağlıklı bilinen toplum, sosyal bir hastalığa yakalanmıştır ki bu hastalık, itilip kakılan çocuğun hastalığıdır. İşte bu toplumdaki sağlıksız sonuçlardan dolayı İslam ahlakçıları iffeti iyi ahlakın esası ve faziletin kaynağı saymışlardır. Onlar, iffet ve hayâyı herkes için şerefli bir elbise olarak görmektedirler. Kur’an-ı Kerim, iffet ve hayâyı aile için şart koşmuş, iffetli kalmak için gözleri haramdan sakınmayı ve zinadan kaçınmayı, evlenerek iffeti korumayı emretmiştir. Konuşmalarda ölçülü olmak, kötü sözlerden kaçınmak da, iffet ve hayânın devamı sayılır. Fuhuş, umumi olarak bütün kötülük ve edepsizlikleri içine almaktadır. Akıl ve hikmete uygun olmayan, dine ve insanlığa aykırı olan, bütün nahoş fiil ve hâlleri işleyerek maddi ve manevi, dünyevi ve uhrevi şeylerin kötü ve hoş olmayanını benimsemektir. Fuhuş, toplumda karışıklık meydana getirmekte, aile birliğini bozmakta, insanların maddi ve manevi şahsiyetlerini güvensizliğe ve düzensizliğe sürüklemektedir. O, toplumun manevi temelinin yanında maddi dayanağını da ortadan kaldırarak insanı köksüz, sahipsiz, yol ortasında bırakmaktadır. İnsanoğlunun bir aileye dayanması, milleti huzurlu kılacağı gibi, anaya ve babaya sahip olması da ona toplum içinde güç ve kuvvet vererek şahsiyet kazandırmaktadır. Fuhuşta, medeniyetin esası olan ilahi, vicdani ve medeni kanuna Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler aykırılık ve ters düşmek vardır. Bu kötülük, namusa, ahlak ve maneviyata zarar verdiği için ahlakçılar tarafından insan haysiyetine, maddi ve manevi bir saldırı olarak nitelendirilmiştir. Erkek ve kadınıyla, aile ve toplumuyla sağlıklı ve düzenli bir toplumun kurulması, ancak iffet ve hayânın geliştirilip yaşatılması, fuhuş ve zinanın yok edilmesiyle mümkündür. Adam öldürme de, bir ferdin ve milletin hayatına tecavüz suçudur. Hayatına, öldürmekle kıyılan kişi, aslında öldürenlerden ayrı birisi değildir. Öldürmenin yıkımı, toplumun bütün fertlerinin yıkımı demektir. Bu suç yayılınca, toplum bir bütün hâlinde yıkımla tehdit edilmiş olmakta, düşmanlığın yerleşmesine, fırsatçılıkla başkalarının malını ele geçirmeye zemin hazırlamaktadır. Kur’an-ı Kerimin şöyle buyrulmaktadır: “Kim bir kimseyi öldürürse bütün insanları öldürmüş gibi olur.” (Mâide/5:32) Adam öldürme, toplumdan huzuru kaldırır ve artık kimin ne zaman öldürüleceği hesabı ve endişesi içinde zehirli bir hayat sürüp gider. Bunun için, iyi Müslüman, adam öldürmeyi asla düşünemez ve başkasını da buna teşvik etmekten sakınır. Hırsızlık suçuna gelince, bu da bir yönüyle fert malına, diğer yönüyle de çaldığı maldaki insanların menfaatine saldırıdır. İslam’ın malla ilgili görüşü şudur: İslam mülkü özel bir mülk olarak belirlemişse, bunu başkalarının da menfaatinin bulunduğu sosyal vazifesini yerine getirmek şartına bağlamıştır. Nahl suresinde bu husus şu şekilde beyan edilmektedir: “Allah rızık verirken kiminizi diğerlerine üstün tutmuştur. Üstün kılınanlar, emirleri altında bulunanların rızıklarını vermiyorlar. Oysa onda hepsi eşittir. Allah’ın nimetini bile bile inkâr mı ediyorlar?” (Nahl:16/71) Hırsız hırsızlık suçunu işlediği an, mal sahibini de, malı olmayan başkalarını da mahrum etmektedir. Üstelik malı olmayanlar, olanın mülkünden çıkar sağlamaktadırlar. Burada hırsızlık, içtimai nitelik taşımaktadır. Buraya kadar anlattığımız üç suçun toplum üzerindeki etkisinden dolayı, Kur’an bunları kınamış, işlenmemesini istemiş; bunu fuhuş, münker veya sırf münker ifadeleriyle açıklamıştır. Fuhuş sadece kötülenen bir iş değil, kötülüğün ulaştığı en son seviyedir. Münkeri yalnızca sağlıklı akıl ve beden reddedebilir. Münkerin kötülüğü kimseye gizli olmadığından, ışık-karanlık, gece-gündüz farklılığı kadar açıktır(el-Behiy,1995:253-255). Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler Emanete Hıyanet Etmek Emanete riayet, sağlam bir toplumun dayanabileceği, hayra götürücü en güçlü temellerden birisidir. Emanete hıyanet etmek, güvenilir insan olmamanın, insanın doğru ve adil olmamasının doğal bir sonucudur. İslam dini, koymuş olduğu ahlak ilkeleriyle Müslümanın her konuda güvenilebilen insan olabilmesini sağlamak istemektedir. Hz. Peygamber Müslümanın güven sahibi olmasıyla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır: “Müslüman, Müslümanların elinden ve dilinden güvende oldukları kimsedir” (Müslim, Kitâbu’l-Îmân: 41) Emanete riayet, insandaki en yüksek ahlaki sıfatlardan birisidir. Bunun tersi ise, en büyük erdemsizliktir. Emanete riayet, sağlam bir toplumun dayanabileceği, hayra götürücü en güçlü temellerden birisidir. Çünkü kendisine bir şey emanet edilemeyen kimsenin imanından da şüphe edilir. Emanet ve din, iki cihan saadetinin mucibi açık ve gizli her şeyi bileni razı etmenin sebebidir. Allah’ın bütün hikmetleri, kullarına birer emanettir ve onlara hiçbir zaman hainlik yakışmaz. Emanet ve ahitlere riayet, Müslümanın vasıflarındandır. Emanete hainlik etmek ise, ahde ve emanete sadık kalmayıp ihanet ederek zulüm yapmak anlamına gelmektedir. Bu yüzden hainler, insanların en şerlileridir(Erdem, 2003:172). Çünkü Allah’a karşı verdikleri sözlerden, vaatlerden dönmüşlerdir. Onların azapları da şiddetli olacaktır. Nitekim Cenab-ı Hak, Bakara suresinde bu hususu şu şekilde beyan etmektedir: “Onlar öyle sapıklar ki, kesin söz verdikten sonra sözlerinden dönerler. Allah’ın, ziyaret edilip hal ve hatırının sorulmasını istediği kimseleri ziyaretten vazgeçerler ve yeryüzünde fitne ve fesat çıkarırlar. İşte onlar gerçekten zarara uğrayanlardır.”(Bakara/2: 27) Hıyanet, çoğunlukla çekemeyen, hırslı ve kindar kimseler arasında meydana gelmektedir. Hıyanetin açık olanından korunmak mümkün olsa da, kapalı hıyanetten korunmak oldukça zordur. Hainler hiçbir zaman mutlu olamaz ve refah, rahat yüzü göremezler(Erdem, 2003:172). Hangi şekliyle olursa olsun hainlik, dinimizce yasaklanmış ve haram kılınmıştır. Cenab-ı Hak sorumluluğun yerine getirilmesiyle alakalı olarak şu beyanda bulunmaktadır: “Verdiğiniz sözü yerine gerektirir.”(İsrâ/17:34) getirin. Çünkü verilen söz sorumluluğu Hz. Peygamber de güven, itimadın önemine dikkat çekmekte ve şunları söylemektedir: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler “Bir Müslümana ihanet eden, zarar veren yahut hile yapan kişi bizden değildir” (Müslim, Kitâbu’l-Îmân: 101-102) “Bana altı konuda garanti verirseniz, ben de size cenneti garanti ederim. Birincisi, konuşunca doğru konuşmak; ikincisi, söz verdiğinde sözünde durmak; üçüncüsü, emanet edilen bir şeyi iade etmek; dördüncüsü, namuslu olmak; beşincisi, gözleri haramdan korumak; altıncısı, ellere hâkim olmaktır.” (Ahmed b. Hanbel, V, 323) Şunu ifade etmek gerekir ki emanete hıyanet eden, Allah’a ve Peygamber’e hıyanet etmiş olur. Bu yüzden emanete hıyanet, en temel erdemsizliklerden bir olarak değerlendirilir. Kişiye, geri alınmak üzere verilen para, mal ve eşya emanet olduğu gibi, görevi kötüye kullanmayıp, onu hakkıyla yapmak da bir emanettir. İşe gereği gibi riayet etmemek, görevi ehil olmayana vermek birçok kötülüklere sebep olan bir hıyanettir(Atay, 1994:33). Toplumda her görev, insana bir emanet olarak verildiği için insan görevinin karşılığı olan hizmetini yapmak zorundadır. Örneğin devlet memurları, işini ihmal eder veya tembellik yaparsa, hak etmediği parayı aldığı için bir tür hırsızlık yapmış olur. Hırsız, hırsızlığıyla bir kişiyi zarara sokarken, devlet memuru görevini ihmal etmekle bütün halkı zarara sokmakta, karşılığı olarak aldığı parayla da halkın malını çalmış olmaktadır. Bu da toplumun işine ve malına hainlik yapmak, toplumun düzen ve huzurunu sarsmak anlamına gelmektedir(Erdem, 2003:172). Toplumun huzursuzluklarının temelinde büyük ölçüde emanete yeterince riayet etmemek erdemsizliği yattığı için İslam bunu yasaklamaktadır. Aldatma ve Yalan Aldatma ve yalancılık; doğruluğun aksine söz söylemek, olmuş bir olayı olmamış, olmamış bir olayı da olmuş gibi göstermektir. Aldatma ve yalan, en büyük kötülüklerden birisidir. Bunun böyle olduğunu yalancı ve aldatanın kendisi de bilmektedir. Çünkü aldatan ve yalan söyleyen insan, kendisine aldatıcı ve yalancı denilmesinden hoşlanmaz ve bundan rahatsızlık duyar. Aldatma ve yalan, çevresinde insanı güvenilmeyen bir konuma düşürmektedir. Çünkü aldatan ve yalan söyleyenlerin çoğu, haset ve cimri insanlardır. Bu tür insanlara da hiç kimse haklı olarak güvenmemektedir. Doğru sözlü olmak ne kadar insani ve ahlaki bir özellik ise, aldatma ve yalancılık da o kadar gayriinsani ve gayriahlaki bir durumdur. Aldatma ve yalanın gayriinsani oluşu ve ahlaki kötülüğü, insanlar arasındaki ilişkileri temelinden sarsmasıdır(Kılıç, 1995:126-127). “Doğru söylemek farzdır” demek, aldatma, yalan, iftira, söz götürmek de haramdır demektir. Bu şekilde doğruluk, adalet, emanet farzlarını içine alır ve hile yapmamak, sahtekârlık etmemek, süte su katmamak, çürük mal satmamak, sözünü Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler ve ahdini yerine getirmek manalarına da gelir. Müslümanlık bunları dinin farzları arasına almıştır(Yörükan, 1998:126). Peygamberimiz buyuruyor ki, “Kul yalan söylemeye ve yalan söyleme niyetini taşımaya devam edince bir an gelir ki, kalbinde önce siyah bir nokta belirir. Sonra bu nokta büyür ve kalbinin tamamı simsiyah olur. Sonunda Allah nezdinde yalancılar arasına kaydedilir” (Muvatta, Kelâm: 18) Aldatma ve Yalan ile ilgili örnek videoyu izleyiniz İşte İslam, bu gibi kötülükleri men eder. Kalpte doğruluk; içi başka dışı başka olmamak, riya yapmamak, aldatmamak, aldanmamak, kimseyi kötü zannetmemek, hak ettiğini almak gibi şeylerdir. Bir insan komşusuna gösteriş olsun diye fazla namaz kılarsa en büyük günahı işlemiş olur(Yörükan, 1998:126). Kur’an, bu tür davranış sergileyenlerin azapla karşı karşıya kalacaklarını ifade etmektedir: “Bunlar Allah’a inandık derler, fakat inanmış değillerdir. Kalpleri kararmıştır. Kendilerine bu toprakta fesat çıkarmayın denilince, biz ıslah etmeye çalışıyoruz derler. Bunlar hidayeti, dalalete satmışlardır, fakat kazançları kendilerine fayda vermeyecek ve kurtulamayacaklardır.”(Bakara/2: 9,10,11,13) Ahlakçılar, aldatma ve yalanı ruh hastalıklarından birisi olarak gördükleri için bu konular üzerinde çokça durmuşlardır. Aldatma ve yalan, bütün şerlerin anası ve kaynağı, bütün ruhi hastalıkların çıktığı yer, insani ve medeni musibetlerin sebebi olarak gösterilmektedir. Bu nedenle aldatma ve yalan, ahlaki araştırmaların başlangıç ve hareket noktasını teşkil eder. Hemen her kötülüğün altında yalan ve itimatsızlık yatmaktadır. Bunun için de, aldatmakla inanmamak, aynı şey olarak görülmüştür(Erdem, 2003:112-113). Bundan dolayı Cenab-ı Hak, Hac suresi 30. ayette yalan söylemekten kaçınmayı emretmekte; Nahl suresi 116. ayette ise, yalanın hakikatleri ters yüz ettiğini; Âl-i İmrân suresinin 61. ayetinde de, bunun lanet ve azabın artmasına sebep olduğunu beyan etmektedir. Aldatmak ve yalan, bütün şerlerin anası ve kaynağıdır. Aldatmak ve yalan konuşmak, beşeri ilişkileri köklü bir şekilde zedelemektedir. İnsanlar arasında iyi ilişkiler kurabilmenin zorunlu şartı, insanların birbirlerine güven duymalarıdır. İşte aldatma ve yalan, insanlar arasındaki bu güven ortamının oluşmasına engel teşkil etmektedir. Karşılıklı olarak birbirlerine güvenmeyen insanların, sağlıklı ilişkiler kurabilmesi mümkün değildir. Bu yüzden toplumu meydana getiren fertler arasında sağlıklı ve samimi ilişkiler kurma imkânını ortadan kaldıran aldatma ve yalancılık, İslam ahlakında kesin bir dille yasaklanmıştır. “Yalan uyduranlar, Allah’ın ayetlerine inanmayanlardır. Yalancılar da onlardır.” (Nahl/16: 105) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler Yalanı en büyük günahlardan biri olarak kabul eden Peygamberimiz de şöyle buyurmaktadır: “Resulullah, ‘Size günahların en büyüğünü haber vereyim mi?’ diye sorunca, biz de ‘Haber ver, ya Resulullah’ dedik. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle dedi: ‘Günahların en büyüğü; Allah’a ortak koşmak, anne-babaya asi olmaktır’. Buraya kadar söylediklerini yaslanmış bir şekilde söylemiş olan Hz. Peygamber oturdu ve şöyle devam etti: ‘Özellikle yalan konuşmaya, yalan yere şahitlik etmeye dikkat ediniz.’ Yalancılık ve yalancı şahitlik yapmaktan sakınmak üzerinde o kadar ısrarla durdu ki hiç kesmeyeceğini sandık.” (Müslim, Kitâbu’lÎmân: 87) Yalan, insanın kurabileceği her türlü beşerî ilişkiyi olumsuz yönde etkilediği için özenle kurulmuş manevi çevreye zarar vermektedir. Güvenilen, fikirlerine itibar edilen insan olma özelliğini kaybettirdiği için şaka olsun diye de yalan söylemek asla iyi karşılanmamaktadır(Kılıç, 1995:126-128). Nitekim Hz. Peygamber de bir hadisinde şöyle buyurmaktadır. “Yazıklar olsun o kimseye ki, insanları güldürmek için konuşur ve yalan söyler; yazık, yazıklar olsun ona” (Tirmizî, Kitâbu’z-Zühd: 2315) İsraf ve Cimrilik Kur’an’da israf, Allah’ı inkâr ederek normal ölçüden çıkmak, Allah’ın dinine karşı gelerek meydan okumayı sürdürmek manasına geldiği gibi, harcamada ölçüsüz davranmak anlamına da gelmektedir. Birinci anlamıyla israf, imana karşı koyarken şiddet göstermek ve Allah’ı inkârda ileri gitmek demektir. Bununla ilgili Kur’an’da birçok ayet bulunmaktadır. Biz israfın bu anlamını Yunus suresi 83. ayeti Kerimesiyle belirttikten sonra, diğer anlamı üzerinde duracak ve bunun nasıl bir temel erdemsizlik olduğunu ortaya koymaya çalışacağız. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmaktadır: “Firavun ve erkânının kendilerine fenalık yapmasından korktukları için, toplumunun az bir kesimi dışında kimse Musa’ya inanmamıştı. Çünkü Firavun yeryüzünde hâkimdi. O gerçekten müsriflerdendi.” (Yunus/10:83) Bu ayette görüldüğü gibi Mısır’a hicret edip orayı yurt edinen İsrail oğullarından Musa’ya inananların az olmasının nedeni, Firavun’un azgınlığından ve hükmündeki katılığından korkmalarıdır. Firavun’un taşkınlığı, onu müsriflerden, yani Allah ve risaletine karşı gelmekte ileri gidenlerden olmaya dönüştürmüştür(elBehiy, 1995:265). Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler İsraf daha çok, kişinin sahip olmuş olduğu malı ölçüsüz bir şekilde saçıp savurması anlamında kullanılmaktadır. “Onlar, sarf ettikleri zaman ne israf ederler, ne de cimrilik; ikisi arasında dengeli bir yol tutarlar.” (Furkân/25:67) buyurulmaktadır. Buradaki israf, harcamada ölçüsüzlük anlamınadır. Bunun delili ise, “Sarf ettikleri zaman” ifadesine, “Cimrilik etmezler” ve “Dengeli bir yol tutarlar” cümlesinin bitişmesidir. Benzer şekilde Araf suresinde şöyle buyrulmaktadır: “Ey insanlar! Her mescide güzel elbiselerinizi giyinerek gidin; yiyin için fakat israf etmeyin. Çünkü Allah müsrifleri sevmez.” (A‘raf/7: 31) Burada, süslenme, yeme ve içme tabirleri kullanıldığı için israf, ölçüsüzlük anlamına gelmektedir(el-Behiy, 1995:267). İsraf, İslam ahlakında yasaklanmış kötü huylardandır. Lüks hayata düşkünlük müsrifliktir. Kötü ve pis bir hayat yaşamak ise sefihliktir. Kişi malını yerine ve ihtiyacına göre sarf etmeli, sefahat yerlerinde harcamamalıdır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmaktadır: “Mallarınızı sefihlere vermeyin.” (Nisâ /4: 5). Sefih, cahil, akılsız ve tedbirsiz demektir. Malını lüzumundan fazla harcar, yiyeceğini ve içeceğini lüzumundan fazla yer, içer ve yedirir; bu, kişinin irade yokluğudur. Böyle bir davranış şekli, ruhî hastalık ve hafif meşreplik olarak da vasıflandırılır. İsrafa alışan kimse, parayı ve malı verirken layık olanla olmayanı ayırt edemez olur; o, insanın ruhunu kötü bir tabiat olarak kaplar, görüşlerinde hafiflik, iradesinde kusur ve yanlışlıklar baş gösterir(Yörükan, 1998:154; Erdem, 2003:128). İsraf, sefahati, fakirlik ve sefaleti artırır ve sonuçta toplumu yıkar. Ahlakçılar, israfın sefahati artırıp toplumu yıktığını, fakirlik ve sefaleti, en sonunda da iflası davet ettiğini, bunun da esaret ve zilleti doğurduğunu ileri sürmektedirler. Çünkü malı rastgele kullanmak, geçimsizlik doğurup aile düzenini de yıkmaktadır. Bu hastalık topluma sirayet edince toplumu sarsmakta, malı ve gücü yok etmektedir(Erdem, 2003:128). Örneğin bunun topluma iki yönden zararı bulunmaktadır. Birincisi, israf sonucunda fiyatlar artar. İkincisi de, başkalarının onlardan kâfi miktarda yararlanamamaları ortaya çıkar. Başkasına zarar vermek haram olduğu gibi, kendisine zarar vermek de haram ve temel bir erdemsizliktir. İsrafın zıddı ise cimriliktir. Nefis tezkiyesinde insan ahlakını menfi yönde etkileyen ve kötü bir huy olan cimrilik, dinen veya mürüvvet icabı mal verilmesi gereken yerden sakınmaya denir. Kendinin ve evinin ihtiyaçlarını yerine Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler getirmemek, para biriktireceğim diye çocuklarına ve ailesine, kendine yaraşan şekilde bakmamak cimriliktir(Erdem, 2003:128; Yörükan, 1998:154). Cimri insanlar, malı çok sevdikleri için, onu çoğaltıp ellerinin altında bulundurmayı gaye edinmişlerdir. Onlar, maldaki dinî emirleri ve milli vazifeleri yerine getirmekten kaçınarak, varislerine bir anlamda hazinedarlık yapmaktadırlar. Cimrilik Kur’an-ı Kerim’de de yerilmiş ve şeytan işlerinden sayılmıştır: “Allah’ın, kereminden kendilerine verdiklerini cimrilik gösterenler, sanmasınlar ki o, kendileri için hayırlıdır; tersine bu onlar için pek fenadır. Cimrilik ettikleri şey, kıyamet gününde boyunlarına dolanacaktır.” (Âl-i İmrân/3: 180). Mal, mülk, para vb. şeyler bir şeyi elde etmek için vasıtadır. Hâlbuki cimri, para ve malı gaye edinmektedir. Bundan dolayı da cimrilik insanı aç gözlülüğe götürmekte, sahibine zillet ve utanç getirmektedir. Eğer insan kendisini ve ailesini, mal ve mülkü, parası olduğu hâlde mahrumiyetler içinde yaşatıyorsa, bu insan da haristir. Böyle bir insan kendine ve ailesine zulmetmektedir. İnsanın serveti ne kadar olursa olsun, onda fakirin payı da bulunmaktadır. Bunu gerekli yerlere vermemek, temel bir erdemsizlik olan cimriliktir(Erdem, 2003:128). İftira ve Gıybet İftira etmek, bir insanı yapmadığı bir kötülükle suçlamaktır. Bu nedenle iftira, insana yapılabilecek en büyük haksızlıklardan birisi olarak kabul edilmektedir. Bu yalanın bir çeşididir. Yalan insanın kendi iş ve sözleriyle ilgiliyken, iftira başkasıyla ilgilidir. İftirada büyük bir kötülük vardır. Çünkü bu kötü huy, düşmanlık meydana getirerek kötülüğün insanlar arasında yayılmasına sebep olmaktadır. Kötülüğü, çirkinliği, ahlaksızlığı yaymak büyük günahlardandır. Suçsuz ve günahsız insanlar, iftira ile toplum önünde kötü ve suçlu insan durumuna düşmekte, aile ve arkadaşlarına karşı zor durumda kalmakta ve hiçbir haksızlık veya kötülük yapmadıkları hâlde yapmış gibi işlem görmektedirler. Temel bir erdemsizlik olan ve kolayca atılan iftira, özene bezene kurulan aile yuvalarının yıkılmasına, arkadaşlık bağlarının kopmasına neden olmaktadır. Bu yüzden iftira, hem tek tek insanlara hem de topluma karşı yapılabilecek en büyük kötülüktür. Çünkü iftira eden insan, sadece başkalarına zarar vermekle kalmayıp en büyük zararı farkına varmadan kendine yapmaktadır. İftira ettiği ortaya çıkan bir insanın, toplum tarafından soyutlanıp yalnızlığa itilmesi bunun bir göstergesidir. Çünkü kimse böyle bir insanla samimi bir dostluk kurmaya cesaret edemez(Atay, 1994:29; Kılıç,1995129-130). Kur’an-ı Kerim’de de iftira, insanın manevi çevresine zarar veren ahlaki kötülüklerden biri olarak zikredilmiştir: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler İftira ve Gıybet, büyük kötülüklerdir. “Mümin erkeklerle mümin kadınlara yapmadıkları bir şeyden dolayı eziyet edenler, şüphesiz bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmişlerdir.” (Ahzab/33: 58) Uzak durulması gereken ahlaki kötülüklerden bir diğeri de insanları arkalarından çekiştirmek olan gıybettir. Gıybet insanın hoşlanmadığı bir şekilde anılması, yerilmesi ve kötülenmesidir. İlmi tenkit ile ve kötüleme kastı olmadan yanlışı söylemek bunun dışında tutulmalıdır(Atay, 1994:30). “Hatasız dost arayan dostsuz kalır.” Şunu ifade etmek gerekir ki arkadan konuşulan şeylerin doğru olması, konuşan insanı haklı göstermez. Zaten bir insan hakkında yalan şeyleri konuşmak o insana iftira etmek demektir. İnsanları arkalarından çekiştirmek de, ahlaki bir kötülüktür. Böyle bir tavır insanlar arasındaki güveni sarsmaktadır. Güven ortamının sarsılması ise, hem fert olarak insanın hem de toplumun huzurunu bozmakta, yardımlaşma ve kardeşlik duygularını zedelemektedir(Kılıç, 1995:131). Hatasız insanın olduğu düşünülemez. Mevlana’nın dediği gibi “Hatasız dost arayan dostsuz kalır.” Her insanın birtakım hatalarının olabileceğini kabul etmek gerekir. Bu konuda ahlaki olan tavır, başkalarının hatalarını aramak yerine, kendi hatalarını düzeltmenin yollarını bulmaktır. Kur’an-ı Kerim’de konu ile ilgili olarak şöyle buyrulmaktadır: “Ey inananlar! Zannın birçoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. İnsanların günahlarını araştırmayın. Birbirinizi çekiştirmeyin. Sizden biriniz, hiç ölü kardeşinin etini yemek ister mi? Bundan tiksinirsiniz. O halde Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah, tövbeleri kabul edendir.” (Hucurât/49:12) Kibir ve Haset Kibir ve Haset konusuyla ilgili video izleyiniz İnsanlar arasındaki ilişkileri olumsuz yönde etkileyen temel erdemsizliklerden bir diğeri de, kibir ve hasettir. Kibrin İslam ahlakında temel bir erdemsizlik olmasının, Allah’ın kibirli olanları sevmemesinin arka planındaki nedeni şuna bağlamak mümkündür: İnsanın kibirli olması, kendisine verilmiş olan birtakım yetileri ve nimetleri iyi değerlendirememesinden, etrafındaki olay ve olguları yanlış anlamlandırmasından kaynaklanmaktadır. Kibirlenmek, insanın sahip olduğu değerlerin gerçek sahibini bilmemesinden, kısaca kendisini tanımamasından kaynaklanmaktadır. İslam’da her şeyin gerçek sahibi Yüce Allah’tır. Allah’ın her şeyin sahibi olması, hem her şeyin yaratıcı olduğu gerçeğini hem de dünyadaki düzenin bütünüyle O’nun kontrolü altında olduğu gerçeğini ifade etmektedir. Böyle bir inanç sistemine sahip olan insanın kibirlenmesi, her şeyden önce inancında samimi olmaması demektir(Kılıç, 1995:134-135). Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler Kur’an-ı Kerim’de kibirle alakalı olarak Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır: “Kibirlenerek insanlardan yüzünü çevirme. Yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Çünkü Allah, kendini beğenmiş kibirli kimseleri asla sevmez.” (Lokman/31:18) Hz. Peygamber de bir hadis-i şeriflerinde kibrin ne kadar kötü bir şey olduğunu şu şekilde ifade etmektedir: “Kalbinde zerre kadar iman bulunan kimse ateşe girmez. Kalbinde zerre kadar kibir bulunan da, cennete giremez.”(Müslim, Kitâbu’l-Îmân: 148) İslam ahlakında temel bir erdemsizlik olan haset ise, kıskançlık demektir. Bu kötü huy, insanın kendinde olmayan özelliklere sahip olanları çekememesi demektir. Ahlakçılara göre haset, cehalet ile tamahın bir araya gelmesiyle oluşan kötü bir huy olup bir tür ruh hastalığıdır. Kalbe ıstırap veren kötü bir davranıştır. İnsanı hırsa, tamaha, yalana, hata, zulüm ve cinayete sevk eden sebeplerin en tehlikeli ve tesirlilerindendir. Bazı ahlakçılar, “Allah’ın bazılarına diğerlerinden fazla verdiği şeyleri temenni etmeyin.” (Nisa/32:54) ayetine dayanarak hasedi, Allah’ın fiiline bir çeşit itiraz olarak kabul etmektedirler. Dünyada vicdani bir azap olarak nitelendirilen haset, cehalet ve hırsın birleşmesi olarak ortaya çıkar(Erdem, 2003:126). Kendinde olmayan şeylere sahip olanları kıskanan insan, başka her türlü kötülüğü yapabilecek bir karaktere sahip demektir. İnsanın sahip olmadığı güzelliklere sahip olanları kıskanması yerine, o insanlar gibi olmaya çalışmanın adı hasedin zıddı olan gıptadır. Gıpta, insanı ahlaken olgunlaştırırken haset, insanı ahlaken küçültmektedir. Bu yüzden İslam dini, koymuş olduğu ahlaki ilkelerle insanlar arasında sevgi ve saygıya dayalı bir kardeşlik ortamı oluşturmak istemektedir(Kılıç, 1995:138-139). Haset ve kıskançlık ise, insanlar arasında kurulması gereken kardeşlik bağlarını zedelediği için dinimiz tarafından şiddetle yasaklanmıştır. Peygamberimiz, bu konuyla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır: “Birbirinize hiddetlenmeyin, birbirinize haset edip kıskanmayın, birbirinize arka çevirmeyin. Ey Allah’ın kulları, kardeş olun.”(Buhârî, Edebu’l-Mufred: 398) Nifak ve Fitne Nifak ve Fitne kardeşlik bağlarına ciddi zararlar verir. İslam ahlakının hoş karşılamadığı temel erdemsizliklerden bir diğeri de, nifak ve fitnedir. Bu iki kötü huy, kardeşlik bağlarına çokça zarar vermektedir. Nifak, iki yüzlülük anlamına gelmektedir. Bunun da din dilindeki karşılığı münafıklıktır. Münafık olan insan, konuştuğunda yalan söyler, verdiği sözde durmaz ve emanete hıyanetlik eder. Bunlar ise, toplumdaki güven ortamının sarsılmasına, kardeşlik ilişkilerinin ise bozulmasına sebebiyet verir(Kılıç, 1995:140-141). Toplumdaki huzur Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler ve mutluluk, insanlar arasındaki güven duygusundan kaynaklanmaktadır. Verdikleri sözlerde durmayan, iki yüzlü davranıp nifak çıkaran insanların çok olduğu bir toplumda birlik ve beraberlikten söz edilemediği gibi, mutluluk ve refahtan da söz edilemez. Peygamberimizin dualarından biri şöyledir: “Allah’ım ayrılık ve nifaktan, ikiyüzlülük ve kötü ahlaktan sana sığınırım.” (Neseî, Kitâbu’l-İstiaze: 21) Diğer bir temel erdemsizlik olan fitne ise; ayrılık, karışıklık, kargaşa anlamına gelmekte olup sıkıntıya, belaya ve düşmanlığa sebep olan şeyleri ihtiva etmektedir. İnsanları sıkıntıya, belaya düşürmek, karışıklığa sebep olmak, fitne çıkarmak demektir. Fitne çıkarmak ise Kur’an-ı Kerim’de adam öldürmekten daha kötü bir davranış olarak zikredilmiştir: “Fitne çıkarmak, adam öldürmekten daha kötüdür.” (Bakara/2: 191) Hz. Peygamber de bir hadisi şerifte şunu ifade etmektedir: “Kıyametten hemen önce karanlık gecenin parçaları gibi fitneler vardır. Kişi o fitnelerde mümin olarak sabaha erer, akşama kâfir olur; mümin olarak akşama erer, sabaha kafir çıkar. O fitnede oturan, ayakta durandan hayırlıdır. Yürüyen koşandan hayırlıdır. Öyleyse yaylarınızı kırın, kirişlerinizi parçalayın, kılıçlarınızı da taşa vurun. Sizden birinin evine girerlerse Hz. Adem’in iki oğlundan hayırlısı olun” (Ebû Dâvud, Fiten: 4259, 4262) Bu kötü huy, insanların ve toplumların huzurunu kaçırıp anlaşmazlık ve kavga ürettiği için İslam dinî tarafından şiddetle reddedilmiştir. Fitne, toplumda tedavisi zor sonuçlar ortaya çıkardığı için bundan kaçınılması gerekir. Alay ve Hakaret Alay ve Hakaret ile ilgili örnek videoyu izleyiniz İnsanlarla alay edip onlara hakaret etmek de, İslam ahlakının men ettiği temel erdemsizliklerdendir. Alay ve hakaret, insanın manevi çevresine büyük zararlar vermektedir. İnsan toplumsal bir varlık olduğu için, kendisinin içinde yaşadığı toplumda başkalarıyla iyi ilişkiler kurmak zorundadır. İnsanlarla alay edip onlara hakaret eden kişi, çevresiyle sağlıklı bir ilişki oluşturamaz. Bunun içindir ki Yüce Allah, şöyle buyurmuştur: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler “Ey iman edenler! İçinizden bir kimse başka bir kimse ile alay etmesin. Belki, kendileriyle alay edilenler, alay edenlerden hayırlıdır. Kadınlar da diğer kadınlarla alay etmesinler. Belki berikiler ötekilerden hayırlıdırlar. Birbirinizde ayıplar aramayın. Birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın, iman ettikten sonra kötü bir ad sahibi olmak ne çirkin şeydir. Her kim tövbe etmezse, zalim kimselerdir.” (Hucurât/49:11) Yukarıdaki ayette istihza ve eğlenmek haram kılındığı gibi, insanların birbirini kötülemesi ve kötü lakaplar vermesi de haram kılınmıştır. İnsanları isimleriyle çağırmak gerekir. Onlara lakaplar takarak çağırmak, onları hakir görmek anlamına gelmektedir. İslam dini, insanın yaptığı suçtan dolayı gerekli cezaya çarptırılmasını kabul ettiği hâlde, böyle bir ceza verilen kimseye bile hakaret edilmesini doğru bulmamaktadır. Suçlu olmak, hakaret edilmeye izin verilmesine sebep olamaz. İslam’ın bu ilkesi de insana verilen değeri göstermektedir. İnsan suçlu da olsa, ölüme de mahkum edilse, cezası ona hakaret edilmeden uygulanacaktır(Atay, 1994:33). Cenab-ı Hak, kötü söz ve hakaretle ilgili olarak şunları buyurmaktadır: “Allah çirkin ve incitici sözlerin açıklanmasını sevmez. Zulme uğrayanlar hariç. Allah her şeyi duyucu ve bilicidir. İyiliği açık veya gizli yapar, fenalığı affederseniz, şüphe yok ki Allah, affedicidir ve hakkıyla kudretlidir.” (Nisa/4:148-149) “Sakın yetimi üzme! Yoksula gelince sakın onu azarlama! Rabbinin nimetine gelince, O’nu minnet ve şükranla an.” (Duha/93: 9-11) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 Özet İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler •İslam ahlakında temel erdemsizliklerin başında Allah’a ortak koşmak gelmektedir. Bu erdemsizlik, kişinin bencilliğini göstermekte ve bu erdemsizliği sergileyen kişinin onur ve haysiyetini yok ettiğini ortaya koymaktadır. •Zulüm, kaçınılması gereken temel erdemsizliklerden bir diğeridir. Zulüm, toplumdaki dirlik ve düzeni ortadan kaldıran bir eylem olduğu için İslam ahlakında temel bir erdemsizlik olarak görülmekte ve bundan kaçınılması emredilmektedir. •Fenalık ve taşkınlık erdemsizliği, zina, adam öldürme ve hırsızlığı ihtiva etmektedir. Bu üç erdemsizliğin toplum üzerindeki olumsuz etkisinden dolayı, Kur’an bunları kınamış, işlenmemesini istemiştir. •Emanete hıyanet etmek ise, güvenilir insan olmamanın, insanın doğru ve adil olmamasının doğal bir sonucu olduğu için İslam dini, koymuş olduğu ahlak ilkeleriyle Müslüman insanın her konuda güvenilebilen insan olabilmesini sağlamak istemekte, emanete hıyanet etmeyi şiddetle yasaklanmaktadır. •Aldatma ve yalancılık, İslam ahlakında doğruluğun aksine söz söylemek, olmuş bir olayı olmamış, olmamış bir olayı da olmuş gibi göstermek olduğu için temel bir erdemsizlik diye görülmekte, yalanın ve aldatmanın her türlüsü yasaklanmaktadır. •İsraf ve cimrilik, iftira ve gıybet, kibir ve haset, nifak ve fitne, alay ve hakaret, İslam ahlakında çokça yerilen kötü huylar olduğu için bunlar da temel erdemsizlikler olarak belirlenen diğer şeylerdir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 Ödev İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler • İslam’daki temel erdemsizlikleri, diğer kültürlerdeki erdemsizliklerle karşılaştırarak, ortak noktaları belirtiniz. • Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz. DEĞERLENDİRME SORULARI Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. 1.Sonuçları işleyeni aşan ve yaşadığı topluma sıçrayan suçlar hangi kavramla ifade edilmektedir? a)Yalan b)İftira c)Gıybet d)Münker e)Alay 2.İbadeti ve sonsuz saygıyı Allah’ın dışında, O’nun yarattığı varlıklara intikal ettirmek diye nitelendirilen temel erdemsizlik aşağıdakilerden hangisidir? a)Nifak b)Alay ve hakaret c)Zulüm d)Allah’a ortak koşmak e)Kibir ve haset 3.Kur’an’da, genel olarak zina, adam öldürme ve hırsızlık gibi suçları ihtiva eden temel kavram aşağıdakilerden hangisidir? a)Fuhuş b)Münker c)Zulüm Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler d)Adalet e)Müsrif 4.Allah’ın dinine karşı gelerek meydan okumayı sürdürmek anlamına da gelen temel erdemsizlik aşağıdakilerden hangisidir? a)Cimrilik b)Zulüm c)Kibir d)Aldatma e)İsraf 5. İnsanın kendinde olmayan özelliklere sahip olanları çekememesi hangi temel erdemsizlik başlığı altında incelenir? a)Zulüm b)Hakaret c)Alay d)Haset e)Hiçbiri Cevap Anahtarı 1.d 2.d 3.b 4.e 5.d Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22 İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR Akseki, Ahmed Hamdi, (1981), İslam; Fıtri, Tabii ve Umumi Bir Dindir, Ankara, Nur Yayınları. Ali, Emir, (2007), İslam’ın Özü, İslam ve Hristiyanlığın Mukayesesi, çev. Ömer Rıza Doğrul, Ankara, İlahiyat Yayınları. Ali Bin Emrullah- Muhammed Hadimi, (2009), İslam Ahlakı, İstanbul, Hakikat Kitabevi. Atay, Hüseyin, (1994), Kur’an’a Göre İslam’ın Temel Kuralları, İstanbul, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları. Aydın, Mehmet S., (1991), Tanrı-Ahlak İlişkisi, Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. Çağrıcı, Mustafa, (1991), Anahatlarıyla İslam Ahlakı, İstanbul, Ensar Neşriyat. ______, (1989), İslam Düşüncesinde Ahlâk, İstanbul, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları. Çamdibi, Hasan Mahmud, (1983), Şahsiyet Terbiyesi ve Gazali, İstanbul, Han Yayınları. Diyanet İşleri Başkanlığı, (2006), İlmihal, I- II, Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı. Draz, Abdullah, (Tarihsiz), Din ve Allah İnancı, İstanbul, Bir Yayıncılık. ______, (1993), Kur’an Ahlakı, çev. Emrullah Yüksel, Ünver Günay, İstanbul, İz Yayıncılık. El-Behiy, Muhammed, (1995), İnanç ve Amelde Kur’anî Kavramlar, İstanbul, Yöneliş Yayınları. Erdem, Hüsameddin, (1978), Ahlâk Felsefesi, Konya, Hü-Er Yayınları. _______, (1996), Sondevir Osmanlı Düşüncesinde Ahlak, Konya, Sebat Matbaacılık. _______, (1990), “Dini Ahlak ve İlahi Dinlerden Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık’daki Bazı Ahlaki Meselelere Mukayeseli Bir Yaklaşım”, Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı: 3. Fahri Macid, (2004), İslam Ahlak Teorileri, İstanbul, Litera Yayıncılık. Gazalî, (1981), Kimya-i Saâdet, çev. Ali Arslan, İstanbul, Arslan Yayınları. _______, (1977), İhyâu Ulûmi’d-Din, cilt: 3, çev. Ahmed Serdaroğlu, İstanbul, Bedir Yayınları. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23 İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler ______, (1975), İhyâu Ulûmi’d-Din, cilt: 4, çev. Ahmed Serdaroğlu, İstanbul, Bedir Yayınları. Güngör, Erol, (1995), Ahlak Psikolojisi ve Sosyal Ahlak, İstanbul, Ötüken Yayınları. İbn Haldun, Mukaddime, (1930) Kahire, Ezher Matbaası. Kandemir, Yaşar, (2008), Örneklerle İslâm Ahlâkı, İstanbul, Nesil Yayınları. Karagöz, İsmail, (2009), Allah Sevgisi Allah Korkusu, Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. Kaya, Yunus, (2009), Yayınları. Tasavvuf Nefsi Arıtma ve Donatma, İstanbul, Uzakülke Kılıç, Recep, (1992), Ahlakın Dini Temeli, Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. _____, (1995), Ayet ve Hadisler Işığında İnsan ve Ahlak, Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. _____, (2004), Dini Anlamak Üzerine, İstanbul, Ötüken Yayınları. Mâverdi, Ebu’l_Hasan, (1982), Edeb’üd-Dünya ve’d-Din, çev. Ali Akın, İstanbul, Temel Neşriyat. Naim, Bababzâde Ahmed, (1995), İslam Ahlâkının Esasları, Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. Öztürk, Hüseyin, (1990), Kınalızâde Ali Çelebi’de Aile Ahlakı, Ankara, Aile Araştırma Kurumu Başkanlığı Yayınları. Şekeroğlu, Sami, (2010,. Mâtürîdî’de Ahlak, Felsefi Bir Betimleme, Ankara, Ankara Okulu Yayınları. Yeniterzi, Emine, (1997), Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. Türkeri, Mehmet, (2004), “Bazı İslam Ahlak Kuramlarındaki Ortak Noktalar”, Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı XIX. Yakıt, İsmail, (2005), İslam’ı Anlamak, İstanbul, Ötüken Yayınları. Yaran, Cafer Sadık, (2005), İslam’da Ahlâk’ın Şartı Kaç, İstanbul, Elif Yayınları. _____, (2010), Ahlak ve Etik, İstanbul, Rağbet Yayınları. _____, (2011), İslam Ahlak Felsefesine Giriş, İstanbul, Dem Yayıncılık. Yazgan, Mustafa, (1976), Semavi Dinlerde Ahlak, Ankara, Nur yayıncılık. Yörükan, Yusuf Ziya, (1998), Müslümanlık ve Kur’an-ı Kerim’den Ayetlerle İslam Esasları, Ankara, Kültür Bakanlığı Yayınları. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24 HEDEFLER İÇİNDEKİLER İSLAM AHLAKINDA EVRENSEL İLKELER, HAKLAR VE ÖDEVLER • İslam Ahlakında Evrensel İlkeler • İslam Ahlakında Evrensel Haklar • İslam Ahlakında Evrensel Ödevler • Bu üniteyi çalıştıktan sonra • İslam ahlakının özünü oluşturan temel ilkeleri kavrayabilecek • İslam ahlak esaslarıyla ibadet ve inanç esasları arasındaki ilişkiyi ve bütünlüğü kavrayabilecek • İslam’ın kendisine tanıdığı haklarını kavrayabilecek • İslam’ın kendisine yüklediği ödev ve yükümlülüklerini kavrayacak ve farkına varabilecek • İslam ahlak ilkelerinden doğan hak ve ödevlerin insanın yapısına ve yaratılışına uygun olduğunu, yaşanabilirliğini, kolaylığını kavrayabilecek • İslam ahlak ilkelerinin, hakların ve ödevlerin belirlenmesinde Kur’an ve hadislerin yerini ve önemini kavrayabilecek • Hz. Peygamber’in İslam ahlakının oluşturulmasında ve yaşanmasındaki rolünü ve önemini kavrayabileceksiniz. İSLAM AHLAK ESASLARI ÜNİTE 9 İslam Ahlakında Evrensel İlkeler, Haklar ve Ödevler GİRİŞ Her dinin ahlaki bir yönü vardır. Bütün dinlerde özellikle ilahi dinlerde ahlaki öğretiler temel öneme sahiptir. Çünkü her din kendi değer sistemiyle beraber var olur. İman esasları yanında davranış kuralları ve bu kuralların bağlı olduğu ilkeleri getirir. Bütün dinlerde Tanrı her şeyin olduğu gibi ahlaki değerlerin ve ahlak kanunun da sebebidir. Bu anlayış dinî veya teolojik ahlak olarak değerlendirilebilir. İslam kendisini son din olarak gördüğü için Kur’an, geldiği dönemden dünyanın sonuna kadar bütün insanlığa hitap eden ilkeleri içinde barındırdığı iddiasındadır. Dolayısıyla bu ilkeler inananlar için hem evrensel hem de ebedîdir. Kur’an’da yer alan ahlaki ilkeler ve bunlarla ilgili örnekler, hikâyelerden alınacak derslerin ve verdiği mesajların bütün insanlığa hitap edecek şekilde evrensel ve ebedî olduğu kabul edilir. Kur’an’ın ilkeleri dünya-ahiret, inanç-eylem, ruh-şekil bütünlüğü içerisindedir. Orada iman, ibadet ve sosyal hayatla ilgili ölçüler birbirinden ayrılmaz bir şekilde iç içedir. Hepsi bir sistemi oluşturur. İslam ahlakı bu sistemin ifadesi, bunların hepsi olduğu için birisindeki eksiklik ahlaki bir eksiklik olarak karşımıza çıkar. İSLAM AHLAKINDA EVRENSEL İLKELER İslam Ahlakında Evrensel İlkeler Sorunu Başlangıç, ilk, kendisinden başka bir şeyin çıktığı temel, neden, ilk neden, temel düşünce, temel inanç gibi sözlük anlamına sahip olan “ilke”; özellikle ahlak söz konusu olunca ahlak eyleminin en yüksek kuralları, genel ve nesnel geçerliği olan yasalar, buyruklar veya yalnızca birey için, kişi için geçerli olan öznel ilkeler (maxime) anlamına gelir. (Büyük Türkçe Sözlük, http://tdkterim.gov.tr/bts , 09-062011) Günlük hayatımızda özellikle günümüzde sıklıkla birbiri yerine kullandığımız ahlak ile etik arasında felsefe dilinde fark vardır. Ahlak ile doğru ve yanlış davranışlar söz konusu edilirken etik ile bu doğru ve yanlış davranışların ilkeleri dile getirilir. Ahlak davranışların pratik boyutuna, etik ise teorik kısmına işaret eder. Dolayısıyla etikle insan davranışlarının ilkeleri, ahlak ile bu ilkelerin bireyler tarafından uygulanması, hayata geçirilmesi anlaşılır (Billington, 1995: 45-47). Ahlak felsefesi olarak da isimlendirilen etik kendi içinde birtakım sınıflandırmalara ayrılır. Doğru-yanlış, iyi-kötü gibi değerleri, belirli durumlarda insanların nasıl davranması, hangi amaçlar peşinde koşması, nasıl hayat sürmesi Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 İslam Ahlakında Evrensel İlkeler, Haklar ve Ödevler gerektiğini belirleyen, insanların eylemlerinin ahlaki olabilmesi için kurallar, ilkeler koyan kısmına normatif etik adı verilir. İnsanlara rehberlik yapan, belli bir hayat tarzı ortaya koyan normatif etik, etiğin klasik ya da geleneksel bölümüdür. Normatif etikle uğraşan filozoflar en genel ahlaki ilkeleri tespit etmeye ve ahlaki yargılara ulaşmaya çalışırlar. Dini ahlaklar da özü itibariyle yeni bir hayat tarzı teklif ettikleri, yeni ahlaki ilkeler, değerler ortaya koydukları için normatiftirler yani kural koyucudurlar. İslam ahlakı da yeni bir ahlak sistemi getirdiği için bu anlamda normatiftir. Klasik dönem İslam ahlak kaynaklarında genel olarak ahlaki ilkeler kavramı kullanılsa da bu ilkelerin hangileri olduğuna dair açıklamalardan çok, ahlaki erdemlere vurgu yapmıştır. Platon ve Aristoteles’in görüşlerine dayanan erdem ahlakının etkisiyle ahlak kitaplarında erdemler ve erdemsizlikler konuları işlenir. Felsefi ahlaka karşı olduğu bilinen Gazali gibi düşünürler de bile eski Yunan düşüncesine ait erdem ahlakının etkisi fazlasıyla hissedilir. Öyle ki Aristoteles’in erdemler ve rezillikler sınıflandırmasına aynen yer vermiş buna bazı İslami olduğunu düşündüğü erdemleri ve rezillikleri de ilave etmiştir. Dolayısıyla klasik dönem İslam ahlakı ister dini, ister felsefi, isterse kelâmî vb. farklı yaklaşım tarzlarına sahip olsun tümüyle erdem ahlakına dayanır. Orada sanki ahlaki ilkelerle ahlaki erdemler aynı şeyler gibi takdim edilir. Oysa aralarında fark vardır. “Erdemler, insanların sahip olduğu ahlaken övülen nitelikler iken; ilkeler, temel davranış kurallarını belirten önermelerdir. İlke, belki biraz ilk kavramı ile de bağlantılı görülebilir; o, bir kurallar dizisinin ilk başta gelen bir veya birkaç ana öğesi, en genel kapsamlı özüdür. Klasik mantık tabiriyle, ilke cins gibi, kurallar tür gibidir.” (Yaran, 2010: 87-88; Yaran, 2011: 6162) Ancak erdem ile ilke aralarındaki bu farka rağmen birbirleriyle çok yakın ilişki içindedirler. “Erdem ve ilke vurgu olarak, öncelik ve önem olarak ayrılabilirse de birbirlerinden tamamen kopamaz ve biri olmadan diğeri gerçek varlık ve işlevini sürdüremez unsurlardır. Onlar birbirlerini dışlayan ve tek başına var olabilen cevherler değildir; ama doğal olarak, daha önce belirttiğimiz farkları vardır ve bunlardan dolayı bazıları önceliği erdeme verirken, Kant gibi bazıları da önceliği ilkeye verir. Erdem daha önemli ise de, ilke daha önceliklidir. Başka bir deyişle, ilke olmadan, erdem oluşturmak zordur; erdem hâline dönüşmeyen ilkenin de fazla bir işlevi ve anlamı yoktur. Dolayısıyla, erdem kadar ilke de önemlidir.” (Yaran: 2010, 88-89, Yaran: 2011, 62) Allah Kur’an’da adaleti övmüş ve adaleti “iyi” olarak değerlendirmiştir. (Nahl 16/76, 90; Hucurat 9) Dolayısıyla adalet iyi bir değer olarak vahiyle belirlenmiştir. Bu sebeple “Adaletli olmayı”, “adaletli davranmayı” veya aksi olan “zulüm yapmamayı” (Nisâ/4:58,135; Mâide/5:8, 42; En’am/6:152; A’raf/7:29; Hud/11:85, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 İslam Ahlakında Evrensel İlkeler, Haklar ve Ödevler 112; Nahl/16:76, 90; Hucurât/49:9; Rahmân/55:9; Hadîd/57:25) emreden ayetler adalet değerine uygun davranılmasını gerektiren birer ahlaki ilke konumundadır. Adalet ise bu ilkeye uyan kişinin sahip olduğu erdemdir. Benzer şekilde Kur’an ve hadislerde bizden cömert olmamız istenmiştir. Dolayısıyla “cömert olmak” veya olumsuzu olan “cimri olmamak” ve “savurgan olmamak” birer ahlaki ilkedir. Cömertlik ilkesinin gereğini yerine getiren insan cömertlik erdemini kazanmış olur. Eğer bu erdemin gereği olan cömertlik sınırını aşarsa erdem savurganlık reziletine dönüşür. Eğer savurganlık reziletine sahip olmamak için gereğinden fazla tutumlu davranırsa bu defa cimrilik reziletine sahip olabilir. Erdemler özellikle ahlak felsefesinde ortada ve itidalde olmaya işaret eden, dengede olma durumunu gösteren niteliklerdir. İslam Ahlakında Evrensel İlkelerinin Kaynağı İnsanlar günlük hayatlarında davranışlarıyla ilgili pek çok seçimler yaparlar. Bunu yaparken birtakım ilkelerden hareket ederler. Bu ilkelerin kaynağının ne olduğu insanın hayata bakış açısını da belirler. Ahlaki ilkeler genellikle dinî ve din dışı olarak iki gruba ayrılır. Din dışı ahlak ilkeleri akıl, duyu, sezgi gibi doğal insani nitelikleri esas alarak oluşturulan ilkelerden, davranış (eylem) tarzlarından oluşmaktadır. Bunun aksine din ile temellendirilen ahlak ilkelerinin kaynağı vahye dayanan bilgidir. Allah mutlak varlık olduğu için dinî temelli ahlak anlayışlarında vahiyle belirlenen ilkeler, değerler de mutlaktır. Dolayısıyla Allah’ın vahiyle bildirdiği zaman ve mekâna göre değişmez, sabit değerlere bağlı olarak ortaya çıkan ahlak ilkeler evrensel niteliktedir. (Kılıç, 1992: 161) İslam ahlakında evrensel ilkelerin kaynağı da doğal olarak vahiy yani Kur’an-ı Kerim ve onun anlaşılmasına yönelik oluşan Hz. Peygamber’in sünnetidir. “Şüphesiz sen büyük bir ahlak üzerinesin.” (Kalem/68:4) denilerek Kur’an’da övülen Hz. Peygamber’in ahlakı hakkındaki soruya eşi Hz. Aişe “Onun ahlakı Kur’an’dı” (Müslim, Müsafirûn: 139; Ebû Dâvud, Tetavvu’: 26; Tirmizî, Birr: 69; Nesâî, Kıyamü’l-Leyl: 2; İbn Mâce, Ahkâm: 14) şeklinde cevap verirken onun ahlak kaynağının Kur’an’da öğütlenilen ahlak olduğuna işaret etmiştir. “Resulullah’da sizin için pek güzel bir örnek vardır” (Ahzab/33:21) ayetiyle de Hz. Muhammed dinin bütün alanlarında olduğu gibi ahlak konusunda da insanlığa en ideal model olarak gösterilmiştir. Şüphesiz Kur’an’daki emir ve yasakları en iyi anlayıp yorumlayan onu getiren elçidir. Bu sebeple ayetlerdeki ilahî espriyi anlayıp onun gereğini yerine getiren ve ona göre davranışları sergileyen Hz. Muhammed insan olarak diğer insanlara örnek, bir prototip oluşturmaktadır. Ancak onun buradaki örnekliği insanüstü bir varlık olarak görülmesinden, peygamber olmasından değil, insan olmasındandır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 İslam Ahlakında Evrensel İlkeler, Haklar ve Ödevler Ayrıca Kur’an hayatın bütünü hakkında dolayısıyla ahlak konusunda da temel ilkeler koymuş fakat ayrıntılardan bahsetmemiştir. Hz. Peygamber bu ilkeleri uygularken ve yaşarken bütüne yönelik ayrıntılar da kendiliğinden ortaya çıkar. Allah rızasına uygun hareket etmek en önemli ilkedir. Kur’an’da ifadesini bulan ahlaki bir toplum ve eylem modeli Hz. Muhammed’in uygulamalarıyla hayali, ulaşılmaz bir tavsiye olmaktan çıkıp O’nun şahsında anlam kazanır ve somut bir gerçeğe dönüşür. Bu sebeple İslam ahlak düşüncesi Kur’an ve onun Peygamber tarafından uygulanması görünümündeki sünnetle başlar. Bu iki kaynak, dinî ve dünyevi hayatın genel çerçevesini çizmiş, tutum ve davranışların ilkelerini belirlemiş; böylece daha sonra fıkıhçılar, mutasavvıflar, hadisçiler, kelâmcılar ve filozoflar tarafından geliştirilecek olan ahlak anlayışının temelini oluşturmuştur. Kur’an içerdiği diğer konular gibi ahlak konularını da sistematik bir şekilde ele almamakla beraber eksiksiz bir ahlak sistemi oluşturacak zenginlikte teorik ve pratik kurallar ortaya koymaktadır. Kur’an sistematik bir ahlak kitabı değildir. Bu sebeple onda ahlaki ilkeler arasında önem sıralaması yapılması, önemli daha az önemli vb. gruplandırmaları söz konusu değildir. Kur’an’daki ahlaki ilkeleri belirlemedeki en büyük sorun hangilerinin ahlaki hangilerinin dinî olduğunu ayırmaktır. Çünkü bunlar Kur’an’da çoğu zaman içiçe geçmiş gibidir. Ayrıca ileri de işaret edileceği gibi Allah rızasına uygun hareket etmek en önemli ilkedir. Dolayısıyla ahlaki olarak nitelenen bir emri yerine getirmek aynı zamanda dinî bir vecibe, Allah’a itaatin bir parçası ve ibadet olduğu gibi, çıkar kaygısı vb. kötü niyetlerle yapılan bir davranış görünüşte ahlaki niteliklere sahip olsa da ahlaki değer taşımaz. (Çağrıcı, 2006: 38-39) Bunun dışında İslam’ın ahlaki ilkeleri onu ele alan Müslüman düşünürlerin bağlı bulundukları (felsefe, kelâm, tasavvuf gibi) yaklaşımlara göre farklılık gösterir. İlkeler İslam ahlakının teorik boyutudur. Onun pratik boyutunu ortaya koyan, hayat geçiren, ahlak hâline getiren ise Hz. Peygamber’dir. İslam Ahlakında Evrensel İlkeler İlkeler İslam ahlakının teorik boyutudur. Kur’an insan için gelmiştir ve onun canının, malının, ırzının, namus, şeref ve şahsiyetinin korunmasına, dünya ve ahiret hayatının düzenlenmesine yönelik ilkeleri içerir. Dolayısıyla ortaya koyduğu ilkeler genellikle inanç ve ibadetle ilgili olduğu kadar ahlaki niteliğe de sahiptir. İslam ahlakının evrensel nitelikte pek çok ilkesinden söz edilebilir. Ancak yukarıda da işaret edildiği gibi ahlaki ilkeler klasik ahlak kitaplarında erdemler ve reziletler gibi sıralanmamış, isim olarak tespit edilmemiştir. Aslında Allah’ın bütün buyrukları birer dinî ilke konumundadır ve çoğunun ahlaki bir boyutu vardır. Ayrıca İslam ahlak düşüncesi içinde değerlendirilen dini, felsefi, tasavvufi ve kelami ahlak anlayışlarının kendilerine göre bir ilke telakkileri vardır. Bu açıdan Kur’an’a dayalı olarak oluşturulma çabası Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 İslam Ahlakında Evrensel İlkeler, Haklar ve Ödevler gösterilen bu ilkeler farklı ekol ve düşünce mensupları tarafından farklı farklı yorumlanmıştır. Dolayısıyla bu grupların yaklaşımlarına göre erdemlerin isimleri ve sayısı değiştiği gibi ilkelerin isimleri ve sayıları da değişiklik göstermektedir. Burada öncelikle farklı düşünce mensuplarının genel erdem ve ilke anlayışlarınından yola çıkarak hepsinde ortak olan ve İslam ahlak düşüncesini belirleyen hem dinî hem de ahlaki niteliğe sahip temel ilkeler ortaya konmaya çalışıldı: Temel İlkeler Özgürlük ilkesi Sorumluluk ilkesi Eşitlik ilkesi Özgürlük İlkesi Özgürlük; insanın bir şeye bağlı olmadan, etki altında kalmadan, zorlanmadan her türlü dış etkilerden bağımsız olarak kendi iradesi ile kendisini belirleme, düzenleme, denetleme, yönlendirme, karar verme ve bunlara uygun eylemde bulunabilme imkânı olarak tanımlanır. Özgürlük insanın doğuştan getirdiği bir hak olarak da kabul edilir. Dolayısıyla en temel ilke konumundadır. İslam düşüncesinde genel olarak insanın davranışlarında özgür olduğu kabul edilir. Bazı mezhep sahiplerinin istisna görüşlerini hariç tutarsak İslam anlayışına göre insanın Allah’ın sonsuz ve sınırsız külli iradesi yanında cüz’i iradesi vardır. Bu külli irade insanın cüz’i iradesini kapsamakla beraber insana davranışlarını seçme özgürlüğünü verir. İnsan bu irade ile iyiyi kötüden ayırıp, doğru olan davranışları seçer, onun seçtiği bu davranışlar Allah’ın tarafından yaratılır. İnsan bu özgürlük alanı içinde Allah’ın emir ve yasaklarını anlama, seçme ve seçimine uygun uygulama gücüne sahip olduğu, dolayısıyla iyi-kötü, doğru-yanlış, helal-haram olan davranışlardan birisini tercih edip yapabilecek irade ve kudretinin varlığı genel olarak kabul edilir. İslam anlayışında insan kendi davranışlarını seçme ve seçimlerini uygulama imkânı vardır. İnsanın ahlaki fiilleri, istediği eylemi seçme ve seçtiği davranışı yerine getirebilme bakımından çift kademeli fiillerdir. Gazali ’nin belirttiğine göre iradeli bir fiil seçimli, bilinçli ve amaçlı bir eylem olmalıdır. Çünkü bir fiilin bizim fiilimiz olması için sadece bizim tarafımızdan yapılması yetmez, aynı zamanda bizim irademizle yapılması gerekir. Bu fiilin aynı zamanda bilinçli bir istekle yapılması gerekir. Çünkü bilinçsiz ve bilgisiz bir istekle yapılan bir fiil gerçekte iradi bir fiil olmaz. (Çağrıcı, 2006: 255) Kur’an’da “…Nefse ve ona birtakım kabiliyetler verip de iyilik ve kötülüklerini ilham edene, nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiştir, onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir.” (Şems/91:7-10) ayetleriyle iyi kötü gibi değerlerin insanın ruhuna ilham edildiğine, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 İslam Ahlakında Evrensel İlkeler, Haklar ve Ödevler yani iyiyi kötüden ayırma yeteneğinin ve irade özgürlüğünün Allah tarafından insana var oluşuyla beraber verildiğine ve “Ey iman edenler! Eğer Allah’a karşı gelmekten sakınırsanız; O, size iyiyi kötüden ayırt edecek bir anlayış verir ve sizin kötülüklerinizi örter, sizi bağışlar. Allah, büyük lütuf sahibidir.” (Enfal/8:29) ayetiyle de seçme gücünün hâlâ daha verilmeye devam ettiğine işaret edilir. Dolayısıyla insan özgür seçimiyle ve özünde var olan bu değer duygusuyla olgular karşısında kendisine dönmeli, vicdanına danışmalı ve bu duyguyla davranışlarını seçip yönlendirmelidir. Hz. Muhammed’in şu hadisi yine iyiyi kötüden ayrıracak vicdan duygusu ve irade özgürlüğünün varlığına işaret etmektedir. “Kalbine sor, vicdanına danış. İnsanlar o konuda sana ne derlerse desinler, sana neyi teklif ederlerse etsinler, iyi, ondan huzur duyduğu, kalbin onunla dinlendiği şeydir. Kötü ruhu kaygılandıran ve kalbi titreten şeydir.” (Müslim, Kitâbu’l-birr: 5) Şu ayetler de insandaki irade özgürlüğünü kanıtlamak için kullanılır: “İnkâr edenler ile Allah'ın yolundan ve içinde, yerli, misafir bütün insanları eşit kıldığımız Mescid-i Harâm'dan alıkoyanlar (azabı hak etmişlerdir.) Kim de orada zulmederek haktan sapmak isterse biz ona elem dolu bir azaptan tattıracağız.” (Hac/22:25) “Başınıza her ne musibet gelirse kendi yaptıklarınız yüzündendir. O, yine de çoğunu affeder.” (Şûrâ/42:30) “Semûd kavmine gelince biz onlara doğru yolu göstermiştik. Ama onlar körlüğü hidayete tercih etmişler ve yaptıklarına karşılık, alçaltıcı azap yıldırımı onları çarpmıştı.” (Fussilet/41:17) Ayetlerde bildirildiğine göre insan davranışlarını iradesiyle seçebilmekte ve bu seçimlerini yapabilmektedir. Allah’ın mükâfat ve cezası da insanların bu seçimleri sonucunda yaptıklarına göre olmaktadır. Buna göre “İnsan davranışlarını seçmekte ve seçimlerine uygun olarak yapmakta özgürdür. O hâlde insan doğru ve iyiyi seçmeli ve bu seçimlerine göre davranılmalıdır. Hak ettiği karşılık buna göre olacaktır.” temel bir ahlaki ilke olarak dile getirilebilir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 İslam Ahlakında Evrensel İlkeler, Haklar ve Ödevler Sorumluluk İlkesi İnsanın özgür olduğunu kabul etmek aslında onun davranışlarından sorumlu olduğunu da kabul etmeyi gerektirir. Sorumluluk; kişinin özgür iradesiyle bilerek ve isteyerek yaptığı kendi davranışları veya kendi yetki alanı içindeki olayların sonuçlarını üstlenmesi anlamına gelmektedir. Bu “İnsanın yaptıklarından sorumlu olması ve işlenen suç ve mükafaların bireyselliği ilkesi” olarak geniş bir şekilde ifade edilebilir. Müslüman için Allah’ın buyruklarına uymak hem dinî hem de ahlaki sorumluluğu gerektirir. “İşittik ve iman ettik” (Âl-i İmrân/3:193) ve “İşittik, itaat ettik” (Bakara/2:285; Maide/5:7) diyen bir mümin Kur’an’ın emirlerine göre uyma sorumluğunu almış demektir. Kur’an’da yer alan; “Her kim zerre kadar iyilik işlerse onu bulur, her kim de zerre kadar kötülük işlerse onu bulur.” (Zulzilet/ 99:8) “İyi eylemde bulunan kendi menfaatine, kötü eylemde bulunan da kendi zararına çalışmış olur. Ondan sonra da Rabbinize dönersiniz.” (Câsiye/45:15) Herkes yaptığının karşılığını alacaktır. Ayetlerinde açık bir şekilde dile getirildiği gibi İslam dinine göre Peygamber’ler de (A’râf/7:6) dâhil bütün insanlar davranışlarından kesin olarak sorumlu tutulmuştur ve herkes yaptığının karşılığını alacaktır. Bu Allah’ın adaletinin ve vaadinin gereğidir. Burada işaret edilen sorumluluk şahsi sorumluluktur. Hiçbir kimse bir başkasının işlerinden sorumlu tutulup, sorgu veya cezaya uğramayacağı gibi mükâfat da alamaz. “Hiçbir kimse başkasının günahını yüklenmez.” (Zümer/39:7; Fâtır/89:18, En’am/6:164, İsrâ/17:15) şeklinde benzerlerine Kur’an’ın pek çok yerinde rastladığımız ayetlere göre İslam dinî asli günah teorisini açık bir şekilde reddeder. Hz. Peygamber’den gelen bir hadise göre İslam dinî çocukların masum, günahsız olarak doğduklarını daha sonra aileleri tarafından ailelerinin dinine göre yetiştirildiklerini ve o dinin mensubu olduklarını kabul eder. (Buhârî, Cenâ’iz 79, 80, 93; Müslim, Kader 22-25) İnsan ancak yaptığı iyilik ve kötülüğü başkalarına bulaştırıyor ve onların da yapmalarına sebep oluyorsa bundan dolayı yani ortaya çıkan iyilik ve kötülük devam ettiği sürece kötülükteki hissesinden dolayı sorumlu kabul edilip bunun karşılığını alacaktır. Hz. Muhammed bir hadisinde; Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 İslam Ahlakında Evrensel İlkeler, Haklar ve Ödevler “İslam’da güzel bir adet (sünnet) başlatan kimse o yoldan gidenlerin sevabınca sevap kazanacak, kötü bir adet başlatanlar ise aynı ölçüde günahkâr olacaktır” demektedir. (Müslim, Zekat: 69, İlim: 15; Nesâî, Zekat: 64; İbn Mâce, Mukaddime: 14) Benzer şekilde; “İnsan öldüğünde amellerini tamamlamış olur; ancak şu üç eseri hariçtir; faydası devamlı hayır, insanlara yararlı ilim ve geride hayır dua edecek evlat bırakmak.” (Müslim, Vasiyyet: 14; Ebû Dâvud, Vasâyâ:14) Sorumluluk şahsi sorumluluktur. Hadisiyle de iyiliklerin devamına katkı sağlayan kişinin bunun karşılığını almaya devam edeceği müjdesini verir. Bunun dışında herkes kendi yaptığı işlerden sorumludur ve yalnızca onun karşılığı olan mükâfat veya cezayı görecektir. Buna göre “İnsan özgür iradesiyle seçtiği ve yaptığı davranışlarının sorumluluğunu alır ve sonuçlarına katlanır. O hâlde insan sonuçlarına katlanacağının bilincinde olarak sorumluluklarını yerine getirmelidir.” temel bir ahlaki ilke olarak dile getirilebilir. Eşitlik İlkesi Bu “eşitlik ve insanlar arasındaki üstünlüğün sadece takva ile ölçülmesi ilkesi” olarak daha geniş bir şekilde dile getirilebilir. Eşitlik; “ahlaki ve toplumsal bir ideal olarak, insanların birbirleriyle, aynı insan doğasına sahip olmaları bakımından, aynı konum ve değerde olmaları hâli; insanların birbirleriyle eş değerde olduğunu, bundan dolayı insanlar arasında ayrım gözetilmemesi gerektiğini dile getiren ilke” (Cevizci, 2002:380) olarak tanımlanır. İslam dîni asli günah teorisini açık bir şekilde reddeder. Allah insana değer vermiş ve Kur’an-ı Kerim’de onu muhatap almıştır. İnsanın değerini ifade eden ayetlere göre; Allah insanı en güzel tabiatta (yapıda) yaratmış (Tîn 95/4), insanı şan ve şeref sahibi kılmış (İsrâ 17/70), ona kendi ruhundan üflemiştir (Hicr 15/29). Bu sebeple insanlığın atası olan ve tüm insanlığı temsil eden Hz. Âdem karşısında Allah’ın emri gereğince melekler secdeye kapanmışlardır. Bunun sebebi, Âdem’in bilgiyle donatılıp yeryüzünde Allah’ın halife olarak yaratılmış olmasıdır (Bakara 2/15-18). “Ey insanlar! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız, takva bakımından en üstün olanınızdır.” (Hucurat/49:13) “Biz, gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık… Ancak, iman edip salih ameller işleyenler başka. Onlar için devamlı bir mükâfat vardır.” (Tîn/95:4-6) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 İslam Ahlakında Evrensel İlkeler, Haklar ve Ödevler Ayetlerinde işaret edildiği gibi Allah insanı bu âlemde en üstün varlık olarak yaratmıştır ancak bu üstünlüğünü koruması Allah’ın rızasına uygun fiilleri aklını kullanarak iradesiyle seçmesine ve bu yönde ruhsal bakımdan kendisini geliştirmesine bağlıdır. Bu şekilde insan meleklerin bulunduğu yüksek mevkilere çıkabileceği gibi, sadece beslenme, savunma ve cinsellik gibi bedeni duygularını tatmin etmeye yönelik davranışlar sergileyerek hayvanlık mertebesine de inebilir. Aklını kullanıp ruhunu temizleyerek kötülüklerden arındıran insanlar takva erdemini elde ederler ve “Allah’ın yeryüzünde halifesi olma”ya (Bakara/2:30; Fatır/35:39; En’am/6:165) layık olurlar. “İnsanlar eşit olduklarının bilincinde olarak sadece takva ve güzel ahlakla Allah’a yakın olmaya insanlığın en üst seviyelerine çıkmaya çalışmalıdırlar.” Ayetlerde açık bir şekilde dile getirildiği gibi ahlak ve takva dışında zenginin fakire, bilginin cahile, bir millet, ırk mensubunun diğer millet, ırk mensubuna, amirin memura dinî bakımdan herhangi bir üstünlüğü yoktur ve Allah’ın buyrukları karşısında eşittirler. Bu sebeple Hz. Peygamber hırsızlık yapan zengin ve asil bir ailenin kızının affedilmesi ricasını “Sizden öncekiler zayıfı cezalandırıp güçlüyü affettikleri için helak oldular. Kızım Fatıma dahi yapmış olsaydı affetmezdim” (Buhârî, Hudud: 11, 12, 14, Şehadat: 8, Enbiya: 50, Fedâilu'l-Ashab: 18, Megazi: 52; Müslim, Hudud: 8) diyerek reddetmiş Allah’ın buyrukları karşısında bütün insanların eşit olduğunu açık bir dille ifade etmiştir. Dolayısıyla İslam dinine göre insanların herhangi bir yönden birbirlerine karşı üstünlükleri söz konusu değildir. Üstünlük sadece Allah katında takva iledir. Bunun derecesini ise insanlar değil sadece Allah bilir. O hâlde insanlar eşittir ve birbirlerine göre herhangi bir üstünlükleri yoktur. Üstünlük Allah katında sadece takva ve güzel ahlakla sağlanır. Bu durum “İnsanlar eşit olduklarının bilincinde olarak sadece takva ve güzel ahlakla Allah’a yakın olmaya insanlığın en üst seviyelerine çıkmaya çalışmalıdırlar.” şeklinde temel bir ilke hâlinde ifade edilebilir. Ahlaka Özel Somut İçerikli İlkeler Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi Kur’an’daki ilkelerin hangilerinin dinî hangilerinin ahlaki olduğunu tespit etmek zordur. Burada ahlaki olarak verilen ilkelerdeki ahlak vurgusu diğerlerinden fazla olduğu ve Kur’an’da ahlaki davranışlara işaret edilirken daha sıklıkla kullanıldığı için ahlaki çerçeveyi oluşturma, içeriği somut bir şekilde belirleme niteliğe sahip olması bakımından en öncelikli, en genel ahlaki ilkeler olarak tespit edilmiş ve akılda kalıcılığı kolay olması için sayı az tutulmuştur. Şüphesiz bu sayı artırılabilir. Ancak ahlaki ilkelere uygun davranmanın ibadet hükmünde olduğu, aksi davranışların günah sayılıp cezayı gerektirdiği unutulmamalıdır. Ahlaki niteliği veya vurgusu yüksek olan, somut içerik sunan, en öncelikli ilkeler şunlar olabilir: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 İslam Ahlakında Evrensel İlkeler, Haklar ve Ödevler Niyet ilkesi Ölçülülük İlkesi Adalet ve Hak ilkesi İyilik ilkesi Sevgi ilkesi Niyet İlkesi İslam ahlak ilkelerinin ilk basamağını niyet ilkesi daha geniş bir ifade ile “Amellerin niyetlere göre değerlerinin belirlenmesi ve Allah’ın rızasına uygun hareket etmek” ilkesi oluşturmalıdır. Çünkü bu ilke bütün ahlaki ilkeler için ilk basamakta hedef koyar, amaç belirler. İlk adımdan son noktaya kadar hep bu niyet ve amaca dikkat çekilir. Eylemlere başlanılan ilk noktada hem her bir eylem hem de tüm eylemler için en temel niyet ve amacı gösterir. Bunun için ilk basamaktan olması daha uygundur. Niyet “kesin olarak azmetmek, karar vermek, bir şeyi yapmaya içten bağlanmak” manasına gelir ve her işin başında ortaya çıkar. Ahlak düşünürlerine göre niyet vazgeçilmez bir ilkedir(Erdem, 2003:73). İslam ahlakçıları da Hz. Peygamber’in şu hadislerini niyetin davranışlardaki önemine delil olarak kullanmışlardır. “Ameller niyetlere göredir. Bir kimsenin niyet ettiği ne ise eline geçeçek olan da ancak odur.” (Buhârî, Bedyu’l-vahy: 1, İman: 41, Müslim, İmaret: 45; Ebû Dâvud, Talak: 11; Tirmizî, Fezâilü’l-cihâd: 16; Nesâî, Taharet: 59) “Allah sizin sûretlerinize (şekillerinize) ve mallarınıza değil, kalplerinize ve niyetlerinize bakar.” (Ahmed b. Hanbel, II, 285, 539) Niyetten kasıt ise ihlâsla hareket etmek, yani Allah rızasına uygun eylemlerde bulunmaktır. Allah mutlak iyi olduğu için O’nun rızasını kazanmak için yapılan eylemler de mutlak iyiye layık olmalıdır. Bu sebeple Hz. Peygamber davranışlarda “Allah rızasının” kazanılmasını hedeflemiştir. O hâlde İslam ahlakında en önemli ilk ilke Allah’ın rızasını, hoşnutluğunu kazanmak, en değerli eylem O’nun rızasına uygun eylem olmaktadır. Bu gaye güdülmeden yapılan bütün davranışlar görünüşte iyi olsalar bile aslında kötüdürler. Çünkü özündeki yüksek değerler, ahlaki ilkeler dikkate alınmamıştır. Bu ilk ilkenin niçin önceliğe sahip olduğunun göstergesidir. Kur’an’ın bazı ayetleri teşvik metoduna uygundur. Ancak insan belli bir ahlaki Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 İslam Ahlakında Evrensel İlkeler, Haklar ve Ödevler olgunluğa ulaştığında cennet mükâfatını değil, yalnızca Allah’ın rızasını kazanmayı düşünür. Cennet mükâfatı bu yöndeki davranışın doğal sonucudur. İslam’a göre insanın işlediği iyi davranışlar bu dünyada ona iyilik olarak dönerken kötü davranışlarla da kendisine zarar vermektedir. İnsanın yaptığı iyilikten dolayı sevinç, kötülükten dolayı pişmanlık duymasının da ahlaki ve dinî bir değeri vardır. Ancak İslam’da bütün ahlaki görevler uhrevi müeyyidelere bağlanmış, iyilik yapanlara cennete girmek müjdelenirken kötülük yapanların cezalandırılacakları bildirilmiştir. İnsan sadece cennette birtakım nimetleri hak etmek veya cehennem azabından kurtulmak için Allah’ın buyruklarına uygun ahlaki bir hayat yaşamamalı, bunların çok ötesinde Allah istediği için, O’nu memnun etmeye ve sevgisini kazanmaya vesile olacağı için bu hayatı tercih etmelidir. Bu sebeple Kur’an ve Sünnet’te Allah’ı en yüksek derecede sevmek, onun hoşnutluğuna layık olmak ve O’ndan hoşnut olmak temel ahlaki ilke olarak gösterilmiş, doğru inanç ve temiz yaşayışın en yüksek gayesinin Allah’ın memnuniyetini kazanmak olduğu vurgulanmıştır. Bu hoşnutluk düzeyinin artmasını bazı düşünürler Allah’a yakın olmak (Kurbiyet-aynı olmak veya onunla aynı yerde olmak değil) olarak değerlendirmişlerdir. İnsan Kur’an’ın ruhuna (sistemine) uygun bir hayat yaşadığı sürece Allah’ın ahlakıyla ahlaklanacak ve ruhsal anlamda hem bu dünyada hem de ahiret hayatında ona en yakın mertebede olacaktır. Aşağıdaki ayetler davranışlarda Allah rızasını kazanma ilkesine işaret etmektedir: “Allah’ın rızasını kazanmak arzusuyla ve kalben mutmain olarak mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, yüksekçe bir yerdeki güzel bir bahçenin durumu gibidir ki, bol yağmur alınca iki kat ürün verir. Bol yağmur almasa bile ona çiseleme yeter. Allah, yaptıklarınızı hakkıyla görendir.” (Bakara/2:265) “Onları hidayete erdirmek sana ait değildir. Fakat Allah, dilediğini hidayete erdirir. Hayır olarak ne harcarsanız, kendiniz içindir. Zaten siz ancak Allah’ın rızasını kazanmak için harcarsınız. Hayır olarak her ne harcarsanız -hiç hakkınız yenmeden- karşılığı size tastamam ödenir.” (Bakara/2:272) “Bir sadaka vermeyi yahut iyilik yapmayı, yahut da insanların arasını düzeltmeyi emredenleri hariç, onların aralarındaki gizli konuşmaların çoğunda hiçbir hayır yoktur. Kim bunları sırf Allah’ın rızasını kazanmak için yaparsa, biz ona büyük bir mükâfat vereceğiz.” (Nisâ/4:114) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 İslam Ahlakında Evrensel İlkeler, Haklar ve Ödevler “Binasını takva (Allah’a karşı gelmekten sakınmak) ve O’nun rızasını kazanmak temeli üzerine kuran kimse mi daha hayırlıdır, yoksa binasını çökmeye yüz tutmuş bir yarın kenarına kurup, onunla birlikte kendisi de cehennem ateşine yuvarlanan kimse mi? Allah, zalimler topluluğunu doğru yola erdirmez.” (Tevbe/9:109) “Onlar, seve seve yiyeceği yoksula, yetime ve esire yedirirler. (Yedirdikleri kimselere şöyle derler:) "Biz size sırf Allah rızası için yediriyoruz. Sizden bir karşılık ve bir teşekkür beklemiyoruz.” (İnsan/76:8-9) “Bütün eylemlerinizi Allah’ın rızasını kazanmak niyetiyle yapınız” Bu ayetlerin yol göstericiliğine göre İslam ahlakında en önemli ilke, bir eyleme değer katan şey onun “Allah’ın rızasını kazanmak için yapılması”, “en değerli eylem Allah’ın rızasına uygun eylem” olmaktadır. Bu gaye güdülmeden yapılan bütün davranışlar görünüşte iyi olsalar bile aslında insanı ahlaki yetkinliğe ulaştırmaktan uzaktırlar. O hâlde “Bütün eylemlerinizi Allah’ın rızasını kazanmak niyetiyle yapınız” şeklinde ahlaki bir ilke hâlinde ifade edilebilir. Görüldüğü gibi bu hem dinî hem de ahlaki nitelikte bir ilke konumundadır. Takva ise bu ilkenin erdemi olarak ortaya çıkmaktadır. Ölçülülük İlkesi Bu ilke insanlara ahlaki ilkeleri elde etme yolunda istikamet ve yöntem vermektedir. Onun için ikinci basamağa yerleştirilmiştir. İnsanların hedeflerine giderken hangi yolu tutacakları hangi yöntemi kullanacakları sorusunun cevabıdır. İslam’da ölçülülük; sınırı aşmamak, aşırı gitmemek, doğru yolda olmak, dengeli ve ölçülü bir hayat yaşamak hem ahlaki hem de dinî bir ilke konumundadır. Burada ahlaki ilkeler için hedefe giden istikameti belirlerken ölçülü ve dengeli bir hayat ile yönteme işaret etmektedir. Genellikle ölçülülük ahlak felsefesinde iffet erdeminin karşılığı gibi kullanılır. Oysa Kur’an’da ölçülülük, dosdoğru olmak, itidalli ve dengeli davranmak, haddi aşmamak olarak ifade edilir. Kur’an’da insanın davranışlarındaki ölçü “sırata’lmüstakim-başka yerlere sapmayıp dosdoğru olmak, doğru yolda olmak” olarak verilir. Bu aşırılıklardan uzak orta yolda bir hayatı ifade eder. “ ‘Şüphesiz Rabbimiz Allah’tır’ deyip sonra da dosdoğru olanlara hiçbir korku yoktur, onlar üzülmeyecekler de.” (Ahkaf/46:13) ayetinde zikredilen “dosdoğru yolda olmak”, yani ölçülü ve dengeli bir hayat sürmek, Allah’a imandan sonraki en önemli ahlaki ilke konumundadır. Benzer anlayışın Hz. Peygamber’in hadisinde de devam ettiği görülür. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 İslam Ahlakında Evrensel İlkeler, Haklar ve Ödevler Bir sahabe Hz. Peygamber’e gelip “Ey Allah'ın Resulü, bana İslam hakkında öyle bir bilgi ver ki, bana yetsin ve sizden başka kimseye İslam'dan sormaya hacet bırakmasın dediğinde "Allah'a inandım de, sonra da dosdoğru ol"” buyurmuştur. (Müslim, İman, 62; Tirmizî, Zühd, 47) Kur’an’da doğru yolda olmak insanlara en öncelikli ilkelerden biri olarak sunulmakta, bir anlamda insanlara gidecekleri istikamet hakkında bilgi verilmektedir: “Bizi doğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet”(Fatiha/1:6) “(Ey Muhammed!) Bundan dolayı sen çağrıya devam et ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Onların heva ve heveslerine uyma ve şöyle de: ‘Ben Allah'ın indirdiği her kitaba inandım ve aranızda adaleti gerçekleştirmekle emrolundum. Allah bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim işlediklerimiz bize, sizin işledikleriniz sizedir…" (Şûrâ/42:15) “Öyle ise emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Beraberindeki tövbe edenler de dosdoğru olsunlar. Hak ve adalet ölçülerini aşmayın. Şüphesiz O yaptıklarınızı hakkıyla görür.” (Hûd/11:112) Bu ayetlerin anlamlarına bakıldığında doğru yolda olunması, hak ve adaletle belirlenen ölçülerin aşılmaması, heva ve hevese uyulmasından sakınılması, doğru yolda, dosdoğru olmanın gereği olan dengeli, aşırılıklardan uzak bir hayatın yaşanması açıkça emredilmektedir. Doğru yolda olma emredildikten sonra adalet ve hak ölçüsüne göre hareket edilmesinin emredilmesi oldukça manidardır. Adeta doğru yolda olmanın ölçüsü olarak adalet ve hak verilmektedir ki bir üst seviyedeki ilkedir. Müslüman düşünürler İslam’ın sırata’l-müstakim anlayışına uygun buldukları için Aristoteles’den gelen orta-itidal ve bunun gerçekleşmesinden doğan adalet anlayışını hararetle benimsemişler ve bu konudaki düşüncelerini Platon’un görüşleriyle birleştirerek Platoncu-Aristotelesçi geleneğin devamı olacak şekilde geliştirdikleri erdem anlayışı doğrultusunda açıklamaya çalışmışlardır. İslam ahlak felsefesinde orta noktanın erdemleri, bunun iki yanındaki ucun reziletleri, erdemlerin itidal noktasında gerçekleşmesinden adalet erdeminin ortaya çıktığı hatırlanırsa Aristoteles’ten gelen itidalde, dengede olma anlayışının, ölçülü davranmak olarak niçin Müslüman filozoflar tarafından kabul gördüğü, önemli bir ahlaki erdeme dönüştüğü daha iyi anlaşılır. Nitekim Osmanlı ahlak düşünürü Kınalızâde Ali Efendi’ye göre yukarıdaki ayetlerde geçen doğru yol (sırât-ı mustakîm) ifadesi ahlak felsefesindeki erdem noktası olan itidalde olmak demektir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 İslam Ahlakında Evrensel İlkeler, Haklar ve Ödevler Ancak ahlak felsefesinde hakiki itidal noktasına ulaşılınca orada uzun süre durabilmek mümkün değildir. Bu zorluk sebebiyle Hz. Muhammed “…emrolunduğun gibi dosdoğru ol” ayetini kasdederek “Hud sûresi beni yaşlandırdı” demiş, yine bu emrin zorluğundan dolayı sufiler ve takva ehli dehşet içinde kalmışlardır. “Sırat köprüsünün kıldan ince kılıçtan keskin” olarak tanımlanmasının altında da ölçülü ve dengeli bir hayatı yaşamının ve bunu sürdürmenin zorluğu yatar. Orta yolun itidal olmasıyla ilgili benzer açıklamalara Gazali, Nasiruddîn Tûsî ve Celâleddin Devvâni gibi diğer Müslüman ahlak düşünürlerinin eserlerinde de rastlanır (Oktay, 2005: 286, 290). Aşırı gitmemek ve ölçülü davranmakla ilgili Kur’an birçok ayet vardır. Bunlardan ikisi şöyledir: “Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda siz de savaşın. Ancak aşırı gitmeyin. Çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez.” (Bakara/2:190) “Rabbinize alçak gönüllüce ve için için dua edin. Çünkü O, haddi aşanları sevmez.” (A’raf/7:55) Hz. Muhammed’in şu hadisleri de aşırıya gitmemeyi tavsiye etmektedir: “Sevdiğin kimseye karşı duyduğun sevgide aşırılığa kaçma, belki de bir gün o kimse düşmanın oluverir, düşman olduğun kimseye karşı gösterdiğin düşmanlıkta aşırı gitme, belki de birgün dostun oluverir.” (Tirmizî, Kitabu’l-birr: 60) “Allah’ın en çok buğuzettiği insan, düşmanlıkta aşırı gidendir.” (Tecrîd, VII, 387) Peygamberimiz ahlaki davranışlar kadar ibadetler konusunda da itidal üzerine olmayı tavsiye etmiş, aşırıya gidilmesinin yasak olduğu ifade etmiştir: "Ey insanlar, takat getireceğiniz işleri yapın. Zira siz (dua etmekten) usanmadıkça Allah da sevap yazmaktan usanmaz. Allah'a en hoş gelen amel, az da olsa devamlı olanıdır." “Eylemlerinizi seçerken daima doğru yolu seçin ve davranışlarınızda daima ölçülü olun, sınırı aşmayın.” Ebu Hüreyre (r.a)'den nakledilen bir rivayette de şöyle buyurmuştur: "Orta yolu tutun, güzele yakın olanı arayın, sabah vaktinde, akşam vaktinde, bir miktar da gecenin son kısmında yürüyün (ibadet edin), ağır ağır hedefe varabilirsiniz. Unutmayın ki sizden hiç kimseye, yaptığı amel, cenneti kazandırmayacaktır." "Sen de mi (amelinle cennete gidemiyeceksin) ey Allah'ın Resulü?" diye sorulduğunda "Evet, ben de, Allah affı ve rahmeti ile muamele Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 İslam Ahlakında Evrensel İlkeler, Haklar ve Ödevler etmezse ben de!" buyurmuştur. Buhârî ve Nesâî'de gelen bir başka rivayette: "Bu din kolaylıktır. Kimse (aşırı gayretle) dinî geçmeye çalışmasın, (başa çıkamaz, yine de yapamadığı eksiklikleri kalır ve) galibiyet dinde kalır" buyrulmuştur. (Buhârî, Îmân: 16-29, Ezan: 81, Rikāk: 18; Müslim, Salât: 283; Muvatta, Salâtu'l-Leyl: 4) Bu açıklamalar ışığında “Eylemlerinizi seçerken daima doğru yolu seçin ve davranışlarınızda daima ölçülü olun, sınırı aşmayın” şeklinde genel bir ölçülülük ilkesi ortaya konulabilir. Adalet ve Hak ilkesi Hedefini ve amacını seçen ve bu yoldaki istikametini ve yöntemini belirleyen insanın varacağı ilk durak adalet ve hak ilkesidir. Bir önceki ilkede dile getirildiği gibi insan davranışlarında ölçüyü belirlerken adalet ve hak ilkesine göre hareket edilecektir. Bu sebeple adalet ve hak ilkesi bir üst seviyeyi gösterir. Adalet ve hak birbirlerinden ayrılmazlar, birinin olduğu yerde diğerinin varlığı söz konusudur. Adalet insanın hakkına riayet etmektir. Her şeyi yerli yerine koymak, hak edene hakkını vermek olarak tanımlanan adalet ahlakın en önemli ilkelerinden birisidir. (Çağrıcı, 2006-1: 157) Hak da adalet kavramıyla beraber içerikli ilkeler arasında değerlendirilir. (Yaran, 2010: 115) Adalet hem tasavvuf hem de kelâmcılar için de ahlaki ilke konumundadır. Ragıb el-İsfâhanî adaleti dinin ahlaki ilkelerinden sayar. (İsfâhânî, 2003: 53) Mutezile için de adalet beş esastan birisidir ve diğerini de kapsayan en önemli ilke konumundadır. İnsanlar arasında haksızlık etmemek, adaletli davranmak İslam’da önemli bir ortak ilkedir. Hak, insanın ilişkili olduğu bütün varlık alanlarını kuşatan, kapsayan, onlarla ilgili ilişkilerini, eylemlerini düzenleyen, ahlaki davranışın en temel ilkesi konumundadır. (Yaran, 2010: 115-116) Toplum içersinde yaşayan bir canlı olarak insanın huzuru ve mutluluğu kazanması ancak diğer insanlarla olan ilişkilerinde hak ve adalet ilkesinin gerektirdiği eylemleri yapması, adaletli davranmayı bir hayat felsefesi hâline getirmesiyle mümkündür. Bu insanın tüm hayatını kuşatan bir perspektifi gerektirmektedir. Bu ilke teorik bir ilke olmanın ötesinde insanın günlük ihtiyaçlarını karşılama noktasında, günlük alışverişinde, ticari hayattaki eylemlerinde karşısına çıkmaktadır. İşte tam bu nokta da Kur’an insanlara uyarıda bulunmaktadır: “Tartıyı adaletle yapın, teraziyi eksik tutmayın.” (Rahmân/55:9) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 İslam Ahlakında Evrensel İlkeler, Haklar ve Ödevler “Ey kavmim! Ölçüyü ve tartıyı adaletle tam yapın. İnsanların eşyalarını (mallarını ve haklarını) eksiltmeyin. Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın.” (Hûd/11:85) “Rüşdüne erişinceye kadar yetimin malına ancak en güzel şekilde yaklaşın. Ölçüyü ve tartıyı adaletle tam yapın. Biz herkesi ancak gücünün yettiği kadarıyla sorumlu tutarız. (Birisi hakkında) konuştuğunuz zaman yakınınız bile olsa adil olun. Allah’a verdiğiniz sözü tutun. İşte bunları Allah size öğüt alasınız diye emretti.” (En’am/6:152) Kur’an’da adalet konusunda ticari hayatın yanı sıra öne çıkan yönlerden bir diğeri ise yukarıda değinildiği şekilde toplumsal bir canlı olan insanın adaletle yönetilmesi ve yönetmesi üzerinedir. Bu konudaki ayet ve hadislerin zenginliği daha sonraki dönemlerde zengin bir ahlaki edebiyat örneği olan siyasetnamelerin yazılmasına vesile olmuştur. Şu ayetlerle de adalet açıkça yapılması emredilen bir ahlaki ilke olarak belirlenmiştir: “Allah, size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor…” (Nisâ/4:58) “…Eğer sana gelirlerse, ister aralarında hüküm ver, ister onlardan yüz çevir… Eğer hükmedecek olursan, aralarında adaletle hükmet. Çünkü Allah, âdil davrananları sever.” (Mâide/5:42) “Ey iman edenler! Allah için hakkı titizlikle ayakta tutan, adalet ile şahitlik eden kimseler olun. Bir topluma olan kininiz, sakın ha sizi adaletsizliğe itmesin. Âdil olun…” (Mâide/5:8) “Ey iman edenler! Allah için hakkı titizlikle ayakta tutan, adalet ile şahitlik eden kimseler olun. Bir topluma olan kininiz, sakın ha sizi adaletsizliğe itmesin. Âdil olun…” (Mâide/5:8) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 İslam Ahlakında Evrensel İlkeler, Haklar ve Ödevler “Eğer inananlardan iki grup birbirleriyle savaşırlarsa aralarını düzeltin. Eğer biri ötekine karşı haddi aşarsa, Allah’ın buyruğuna dönünceye kadar haddi aşan tarafa karşı savaşın. Eğer (Allah’ın emrine) dönerse, artık aralarını adaletle düzeltin ve (onlara) adaletli davranın. Çünkü Allah, adaletli davrananları sever.” (Hucurât/49:9) “Akrabaya, yoksula ve yolda kalmış yolcuya haklarını ver, fakat saçıp savurma.” (İsra 17/26) “Yarattıklarımızdan, hakka sarılarak doğru yolu gösteren ve hak ile adaleti gerçekleştiren bir topluluk vardır.” (A’raf/7:181) . Bu ilkenin olumsuz yönü olan haksızlık ve zulümün varlığına da Kur’an’da şöyle işaret edilmiştir: “Aranızda birbirinizin mallarını haksız yere yemeyin. İnsanların mallarından bir kısmını bile bile günaha girerek yemek için onları hâkimlere (rüşvet olarak) vermeyin.” (Bakara/2:118) “Her hak sahibine hakkını verin ve adaletin gerektirdiği şekilde eylemde bulunun.” “Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, ancak ve ancak karınlarını doldurasıya ateş yemiş olurlar ve zaten onlar çılgın bir ateşe (cehenneme) gireceklerdir.” (Nisa/4:10) ayetleriyle de haksızlık yapmak yasaklanmış, benzer şekilde “…Sizden kim de zulüm ve haksızlık ederse, ona büyük bir azap tattırırız.” (Furkan/25:19) ayetiyle de zulüm haksızlıkla eş tutulmuş; "İman edip salih ameller işleyenlere gelince, Allah onların mükâfatlarını tastamam verecektir. Allah zalimleri sevmez." (Al-i İmran/3:57) “Bir kötülüğün karşılığı, onun gibi bir kötülüktür (ona denk bir cezadır). Ama kim affeder ve arayı düzeltirse onun mükâfatı Allah'a aittir. Şüphesiz O, zâlimleri sevmez.” (Şura/42:40) ayetleriyle de zulüm yapan zalim insanları Allah’ın sevmediği açık bir şekilde ifade edilmiş; “…İyi bilin ki zâlimler, sürekli bir azâp içindedirler.” (Şura/42:45) ayetleriyle zulüm yapanların cezalandırılacağı belirtilerek zulüm yapmamak gerektiğine işaret edilmiştir. Adaletin olmadığı veya hakkın yerine gelmediği yerde haksızlık ve zulüm ortaya çıkar. Bu ayetler ışığında adalet ve hak “Her hak sahibine hakkını verin ve adaletin gerektirdiği şekilde eylemde bulunun” şeklinde genel bir ilke hâline getirilebilir. İyilik Ahlakta esas olan ve ahlakı ahlak yapan iyilik ilkesidir. Hak ve adalet ilkesinde hukuk ve ahlak aynı düzeydedir. Oysa ahlak insanı hukukun bıraktığı yerden alır ve Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 İslam Ahlakında Evrensel İlkeler, Haklar ve Ödevler insanı kâmil, mükemmel ve yetkin olmaya yönlendirir. Bu da iyiliğin amaçlamasıyla gerçekleşir. Ahlakın kendisine özgü konusu ve merkezi kavramları iyilik ve kötülüktür. “İyilik, vermen gereken bir hak veya yerine getirmen gereken bir ödev olmadığı hâlde, kendisinden fedakârlıkta bulunarak, fazladan ve karşılık beklemeden başkalarının lehine yaptığın takdire şayan davranışlardır. Ahlakın insanda geliştirmek ve sürekli kılmak istediği özellik budur.” (Yaran, 2010: 116-117) Hilim, tevazu, doğruluk, hayâ gibi pek çok ahlaki erdem ve değerler iyilik yapmak elde edilir. Dolayısıyla pek çok erdem ve değerin ortaya çıkması bu ilke ile gerçekleşir. Kur’an’da Türkçe’ye iyilik olarak çevrilen ve aralarında küçük farklar bulunmasına rağmen aynı ahlaki değerin ifadesi olan ve aynı ilkeyi ifade eden birr, hayr, hasene, maruf, salih amel kelimeleri mevcuttur. Kur’an’da iyiliğin dar bir anlama sahip olmanın ötesinde iman, ibadet ve ahlaki eylemlerin tümünü içeren ve Allah’a yaklaştıran bütün davranışları kapsayan geniş bir anlamı olduğuna şu ayetle işaret edilmektedir: “İyilik (birr), yüzlerinizi doğu ve batı taraflarına çevirmeniz(den ibaret) değildir. Asıl iyilik, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitap ve peygamberlere iman edenlerin; mala olan sevgilerine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, (ihtiyacından dolayı) isteyene ve (özgürlükleri için) kölelere verenlerin; namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren, antlaşma yaptıklarında sözlerini yerine getirenlerin ve zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda (direnip) sabredenlerin tutum ve davranışlarıdır. İşte bunlar, doğru olanlardır. İşte bunlar, Allah’a karşı gelmekten sakınanların (takva)da kendileridir.” (Bakara/2:177) Kur’an’da iyiliğin (birr)’in yapılmadığında ortaya çıkan olumsuz durum kötülük (ism) olarak tanımlanmıştır: “İyilik (birr) ve takva (Allah’a karşı gelmekten sakınma) üzere yardımlaşın. Ama kötülük (ism) ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın. Allah'a karşı gelmekten sakının. Çünkü Allah’ın cezası çok şiddetlidir.” (Mâide/5:2) Hz. Peygamber de “Size doğruluğu tavsiye ederim. Doğrulukla iyilik (birr) bir bütündür ve bu ikisine sahip olanlar cennetliklerdir.” hadisinde iyiliğin yapılmasını tavsiye etmektedir. (Çağrıcı, 2006-1: 62) Kur’an’da iyilik olarak çevrilen bir diğer kelime maruftur. İslami kaynaklarda genelikle “iyi ve doğru kabul edilen inanç, düşünce ve davranışlara tek kelime ile işaret edilmek istendiğinde en çok maruf kelimesi; yanlış, İslam dinine yabancı, Müslüman toplum tarafından yadırganan inanç, düşünce ve davranışlar için de –bazen- fahşa ile birlikte –münker kelimesi Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 İslam Ahlakında Evrensel İlkeler, Haklar ve Ödevler kullanılmaktadır.” Maruf olumsuz anlamı münker kelimesiyle beraber “emr-i bi’lmaruf nehiy ani’l-münker” (iyiliği emretmek ve kötülüğü nehyetmek” şeklindeki kalıbıyla Kur’an’da ayetlerde geçmekte (Al-i İmran/3:104, 110, 114; A’raf/7:157; Tevbe/9:71,112; Lokman/31:17) ve iyiliklerin yayılması ve yaygınlaşması, kötülüğün önlenmesi, erdemli bir toplumun oluşturulması için İslam toplumunda ortak bir şuur oluşturulmasına yönelik ilkelerden birisi olarak kabul edilmektedir. (Çağrıcı: 2006-1, 62-64) Kur’an’da ayrıca hayr ve hasene kelimeleri de iyilik anlamında kullanılmaktadır. “İyi hal ve hareketler ile hoşa giden, ulaşılmak istenen nimet ve imkânlar için kullanılan ahlaki bir terim olan hasene kelimesi hem genel olarak iyi fiilleri veya özel bir fiilin iyilik niteliğini hem de amaçlanan, özlenen, elde edilmek istenen iyi durumları ifade etmek üzere kullanılır; bu kullanımıyla hayır ve maâruf kavramlarının, aynı şekilde olumsuz manası olan seyyie de şer ve münker kavramlarının eşanlamlısı olarak kabul edilebilir. Ancak hayır daha çok fiilin veya amacın bizatihi iyilik vasfını, maruf da bunların beğenilen ve genel kabul gören yönünü açığa çıkarırken hasene bir fiil veya gayenin hoşa giden, tatmin eden, göz ve gönül okşayan, hayranlık uyandıran yönünü ifade eden ve böylece, ahlak alanında kullanıldığında, ahlakın estetikle ilgisini çağrıştırır.” (Çağrıcı: 2006-1, 6566) Aşağıdaki ayetler hasene ve hayır kelimelerinin iyilik anlamında kullanımına örnektir: “Şüphesiz Allah (hiç kimseye) zerre kadar zulüm etmez. (Yapılan) çok küçük bir iyilik (hasene) de olsa onun sevabını kat kat arttırır ve kendi katından büyük bir mükâfat verir.” (Nisa/4:40) “İyilikle (hasene) kötülük (seyyie) bir olmaz. Kötülüğü en güzel bir şekilde sav. Bir de bakarsın ki, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse sanki sıcak bir dost oluvermiştir.” (Fussilet/41:34) “Ey iman edenler, rükû edin, secde edin, Rabbinize kulluk edin ve hayır işleyin ki kurtuluşa eresiniz.” (Bakara/2:77) “Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin. Kendiniz için her ne iyilik (hayır) işlemiş olursanız, Allah katında onu bulursunuz. Şüphesiz Allah bütün yaptıklarınızı görür.” (Bakara/2:110) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 İslam Ahlakında Evrensel İlkeler, Haklar ve Ödevler “Sana Allah yolunda ne harcayacaklarını soruyorlar. De ki: Hayır olarak ne harcarsanız o, ana-baba, akraba, yetimler, fakirler ve yolda kalmışlar içindir. Hayır olarak ne yaparsanız, gerçekten Allah onu hakkıyla bilir.” (Bakara/2:215) “Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten men eder ve Allah’a iman edersiniz. Kitap ehli de inansalardı elbette kendileri için hayırlı olurdu. Onlardan iman edenler de var. Ama pek çoğu fasık kimselerdir.” ( Âl-i İmrân/3:110) “Onlar, Allah’a ve ahiret gününe inanırlar. İyiliği emrederler. Kötülükten men ederler, hayır işlerinde birbirleriyle yarışırlar. İşte onlar salihlerdendir.” (Âl-i İmrân/3:114) Kur’an’da hasene ile aynı kökten gelen ihsân kelimesi de iyilik olarak çevrilmektedir. İyilik yapmak, iyi bir iş yapmak, bir işi, bir davranışı, bir ödevi en güzel şekilde yapmak anlamlarına gelir. Ancak onun daha özel bir anlamı vardır. Cibril hadisinde ihsânın ne olduğunu soran Cebrail’e Hz. Peygamber “Allah’ı görür gibi ibadet etmendir. Her ne kadar sen onu görmesen de o seni görüyor” (Buhârî, İman, 37, I,18.) Karşılığını vermiştir. “Allah’ın sana verdiği şeylerde ahiret yurdunu ara. Dünyadan da nasibini unutma. Allah’ın sana iyilik (ihsân) yaptığı gibi sen de iyilik yap ve yeryüzünde bozgunculuk isteme. Çünkü Allah, bozguncuları sevmez.” (Kasas/28:77) “Şüphesiz Allah, adaleti, iyilik yapmayı (İhsan), yakınlara yardım etmeyi emreder; hayâsızlığı, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.” (Nahl/16:90) Adalet konusunda yukarıda da yer verilen bu ayete göre birisine hakkı olanı vermek adaletin gereğidir. Ancak ayette ihsân ile de verilmesi emredilmektedir. Dolayısıyla adalet emri gereği insan başkalarının canına kıymaz ama ihsân emri gereği başka insanların hayatını da kurtarmaya yönelir. Adalet emri başkalarının malına dokunmayı yasaklar ama ihsân (iyilik) emri başkalarına kendi malından pay vermeyi emreder. (Akseki, 1991: 234) Bu ayet adalet ilkesi ile iyilik ilkesi arasındaki düzey ve ahlaki bakımdan yetkinlik farkını açık bir şekilde göstermektedir. Dolayısıyla muhsin kavramı bu şuurla ibadet eden, yaptığı iyilikleri Allah görüyormuşçasına, ibadet aşkıyla en güzel, en iyi biçimde fedakârca yapan insan Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 İslam Ahlakında Evrensel İlkeler, Haklar ve Ödevler anlamındadır ve ayette onların takva ehli ile beraber Allah katında olduğuna işaret edilir: “Şüphesiz Allah, kendisine karşı gelmekten sakınanlar (takva ehli) ve iyilik yapanlarla (muhsin) beraberdir.” (Nahl/16:128) Kur’an’da sık sık “inanlar ve salih amel işleyenler” (Bakara/2:62; Nisa/4:24; Hac/22:50; Ankebut/29:9; Talak/65:11; İnşikak/84:25; Buruç/85:11; Tin/95:6; Beyyine/98:7) ayetleri yer almaktadır. Arapçada saluha fiili iyiye ve güzel doğru giden ve gittikçe yükselen bir kavisi ifade etmektedir. Hem kendisine hem de topluma yararlı olan anlamında çift kutuplu bir fiildir. (Yakıt, 2005: 91) İslamın kabul ettiği, onayladığı, beğendiği eylemleri ifade etmek için yukarıda iyi anlamına gelen kelimelerin hepsi aynı manaya gelse de özellikle salih amel kavramında kanaatimizce biraz farklılık vardır. Salih amel yukarıda iyi anlamına gelen bütün kavramların kuşatan bir anlam genişliğine sahiptir. Zıddı amel-i seyyie’dir. Kur’an’ın ifadeleri ve bunların somutlaşmış örneği Hz. Peygamber’in davranışları incelendiğinde salih amelle ahlaken iyi, bilgi bakımından olgulara uygun, estetik açıdan da güzel olan bütün davranışları kapsadığı görülür. Bu üç özelliği bünyesinde barındıran davranışlar “salih amel” statüsündedir. Kur’an ve onun uygulayıcısı Hz. Peygamber salih amel ile davranışların sadece iyi, doğru, helal olmasını değil güzelle estetik bir değerde taşımasını arzu etmektedir. Bu sebeple iman ve salih amel birlikte değerlendirilmekte ayetlerin devamında, imanın gereği olarak salih amelleri yapan kişilere verilecek çeşitli mükafatlardan, cennet nimetlerinden söz edilmektedir. Salih amelleri yerine getirmek, salihlerden olmak bir anlamda Kur’an’da idealize edilen insan tipinin gerçekleşmesidir, zirve hâlidir. Nitekim diğer Peygamber’lerin de salihler zümresinde yer almak için dua ettikleri Kur’an’da şu ayetlerle ifade edilir: (Yakıt, 2005: 90) Hz. İbrahim “Ey Rabbim! Bana bir hikmet bahşet ve beni salih kimseler arasına kat.” Şuara/26: 83) derken Hz. Süleyman duasında; “Her zaman, az da olsa iyilik yapın, hiçbir zaman, az da olsa kötülük yapmaktan kaçının.” “…Ey Rabbim! Beni; bana ve ana babama verdiğin nimetlere şükretmeye ve razı olacağın salih ameller işlemeye sevk et ve beni rahmetinle salih kullarının arasına kat!” (Neml/27:19) Hz. Yusuf duasında; “Rabbim! Gerçekten bana mülk verdin ve bana sözlerin yorumunu öğrettin. Ey gökleri ve yeri yaratan! Dünyada ve ahirette sen benim velimsin. Benim canımı müslüman olarak al ve beni iyilere (salihlerin) kat.” (Yusuf/12:101) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22 İslam Ahlakında Evrensel İlkeler, Haklar ve Ödevler Ve Hz. Muhammed’in “iyiliği ile sevinen, kötülüğü yüzünden üzülen insan mümindir.” (Tirmizî, Fiten: 7; Ahmet b. Hanbel, I, 18, 26, III, 414) hadisinde yaptığı iyilikten dolayı sevinmek, kötülükten dolayı üzülmek imanın göstergelerinden birisi olarak takdim edilir. Kur’an’ın çeşitli kavramlarla farklı niteliklerine vurgu yaparak işaret ettiği iyilik “her zaman, az da olsa iyilik yapın, hiçbir zaman, az da olsa kötülük yapmaktan kaçının” şeklinde ahlaki ilke olarak dile getirilebilir. Sevgi Ahlaki ilkelerin önemli bir basamağını da sevgi ilkesi oluşturur. Sevgi ilkesi iyilik ilkesini mükemmelleştiren, onu adalet ve ödev gereği yapılan kuru bir eylemler dizisi olmaktan çıkaran bir yetkinlik ilkesi konumundadır. Ahlakın temel ilkesi iyiliktir ama sevgiden yoksun bir iyilik ilkesi tatsız tuzsuz bir yemek gibidir. Ahlakta adalet ve hak ilkesi zorunluluk, iyilik yeterliliği temsil ederken sevgi ilkesi yetkinlik durumunu temsil etmektedir. (Yaran, 2010: 118-119) Sevgi ahlaki bir ilke olarak insanları sevgi ile bencillik, hırs, tamahkârlık gibi olumsuz ahlaki duygulardan arınır ve olumlu ahlaki niteliklere sahip kılar. Sevgi adalet, iyilik ve ölçülülük gibi diğer ilkelerin daha iyi yerine getirilmesine yardımcı olur. İnsanlar arasında güven, saygı, merhamet, cömertlik, yardımlaşma, hoşgörü, ayıpları örtmek, zulmetmemek, bozgunculuk yapmamak gibi diğer ahlaki değerlerin oluşmasını sağlar. Sevgisiz hak ve adalet, iyilik ilkeleri yetkinlikten uzak olacaktır. Bu sebeple Kur’an’da çeşitli örneklerle Allah’ın kullarına, kulların Allah’a ve kulların birbirine karşı sevgisi övülmüş, Müslüman olmanın gereği olarak kabul edilmiştir. “Onlardan (muhacirlerden) önce o yurda (Medine’ye) yerleşmiş ve imanı da gönüllerine yerleştirmiş olanlar, hicret edenleri severler. Onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık duymazlar. Kendileri son derece ihtiyaç içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden, hırsından korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.” (Haşr/59:9) ayeti insanların sevgi dolayısıyla verdikleri şeylerden rahatsız olmadıkları bencillikten arınıp fedakârlık yaptıklarına işaret edilmektedir. Müslüman filozoflar da sevgiyi insanlar arasında birlikte yaşamanın getirdiği sorunların ortadan kaldırılması ve düzenin sağlanması için en önemli ilke olarak düşünmüşlerdir. Sevgi fedakârlığı gerektirir. Kişi sevdiği insan kendisinin istediği şeyi arzularsa onu sevdiğine vermek ister, kendisi yerine onun arzusuna kavuşmasını diler. Bu sebeple filozoflar sevgi ile adalet arasında bir karşılaştırma yaparlar ve sevgiyi adaletten üstün tutarlar. Çünkü sevgi tabii birliğe benzer. Adalet ise yapma bir birliktir. Adalet ikilik meydana geldikten sonra olur. Oysa sevgi ikiliği Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23 İslam Ahlakında Evrensel İlkeler, Haklar ve Ödevler kaldırıp birliği gerektirir ve hakiki birlik olan Allah’a ulaşma imkânını verir. İbn Sînâ’nın da içinde olduğu bazı filozoflar sevginin sadece insana özgü olmadığını bütün varlıklar için söz konusu olduğunu, hava, su, toprak ateş gibi basit unsurlardan gökyüzündeki gezegenlerin hareketine kadar bütün varlıklardaki hareketlerin sevgi ve aşkla meydana geldiğini belirtmişlerdir. (Oktay, 2005: 477478) Bu yaklaşım tarzından dolayı sevgi/ilahi sevgi ile bunun daha ileri boyutu olan aşk ve ilahi aşk kavramları Kur’an’da yer almamasına rağmen İslami literatürde önemli bir yere sahip olmuştur. Aşağıdaki ayetler ve hadislerde sevgi ile iman arasında bir ilişki kurulduğu ve sevginin imanın bir göstergesi olduğuna işaret edilir. “İnanıp salih ameller işleyenler için Rahmân, (gönüllere) bir sevgi koyacaktır.” (Meryem/19:96) “Ola ki Allah sizinle, içlerinden düşman olduğunuz kimseler arasına bir sevgi (ve yakınlık) koyar. Allah, hakkıyla gücü yetendir. Allah çok bağışlayandır, çok merhametlidir.” (Mümtehine/60:7) “Kendileri ile huzur bulasınız diye sizin için türünüzden eşler yaratması ve aranızda bir sevgi ve merhamet var etmesi de O’nun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için elbette ibretler vardır.” (Rûm 30/21) “Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, (bilin ki) Allah onların yerine öyle bir topluluk getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler...” (Maide 5/54) İnsanların birbirini sevmesinin Allah sevgisi ve imandan kaynaklandığını belirten hadislerden bazıları da şunlardır: “Birbirinizi ve bütün varlıkları Allah için, ondan dolayı seviniz, hiçbir varlığa zulüm etmeyiniz, yeryüzünde bozgunculuk yapmayınız.” “Hiçbiriniz kendisi için sevdiğini (istediğini) müslüman kardeşi için de istemedikçe iman etmiş olmaz.” (Buhârî, Tecrid: 13) “İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız” (Buhârî, Edebü’l-müfred: 260; Müslim, İman: 93; İbn Mâce, Mukaddime: 9.) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24 İslam Ahlakında Evrensel İlkeler, Haklar ve Ödevler “Müminler birbirlerini sevmekte, birbirlerine merhamet etmekte ve her konuda yardımlaşmakta bir beden gibidirler. Vücudun her hangi bir organı hastalanınca, diğer organları da uykusuzluk ve acıyla bundan rahatsız olurlar.” (Müslim, Birr: 17.) “Allah şöyle buyuruyor: “Benim rızam için birbirini sevenlere, benim için bir araya gelenlere, benim için birbirlerini ziyaret edenlere… sevgim vacip olmuştur.” (İmam Malik, Şi’r: 16) “Kişi sevdiği ile beraberdir.” (Buhârî, Edeb: 96; Tirmizî, Zühd: 50) Görüldüğü gibi sevginin en güzeli, en yücesi Allah sevgisidir bunun yansıması ise insanların birbirlerini sevmeleri, Allah için sevmeleri ve buna uygun davranmalarıdır. Böylelikle Allah rızasına uygun olarak hareket etmeyi amaçlayarak ve niyetlenerek yola çıkan insan Allah sevgisine ve O’nun sevgisiyle bütün varlıkları sevmeye yönelecektir. Nitekim Hz. Peygamber de bu bağlamda buyuruyorlar ki: “İşlerin en güzeli Allah için sevmek ve Allah için kınamaktır.” (Ebû Dâvud, Kitabu’s-sünne: 3) Yunus Emre de “Yaratılanı severiz Yaratandan ötürü” dizesiyle bütün varlıkları sevmenin temelinde Allah sevgisi olduğunu ifade etmektedir. O hâlde “Birbirinizi ve bütün varlıkları Allah için, ondan dolayı seviniz, hiçbir varlığa zulüm etmeyiniz, yeryüzünde bozgunculuk yapmayınız” ahlaki bir ilke olarak dile getirilebilir. İslam Ahlakında Evrensel Haklar Hak kavramının pek çok tanımı vardır. Ancak genel olarak “bireyin varlığını devam ettirebilmesi için gereken unsurlar” ödev ise “hak kavramınının uygulanmasından doğan mantıki bir sonuç” olarak tanımlanmıştır. Hak ile ödev birbirinden ayrılamaz kavramlardır. Hakkın kaynağı ne ise ödevin kaynağı da odur. (Erdem, 2003:96) İnsanın sahip oldukları hak, başkalarının bu haklara saygı göstermesi ödevdir. Modern batı düşüncesinde hak ile bir insanın bir şeyi kendi hakkı veya kendisine göre hak olduğunu söylemesi anlaşılır. Bu insan için tanımlanan hak kavramı bir başkası veya başkaları için yükümlülük anlamına gelir. Yani bir insanın konuşma hakkının olması diğer insanların onun bu hakkına saygı gösterme yükümlülüğünü doğurur. İnsanın sahip oldukları hak, başkalarının bu haklara saygı göstermesi ödevdir. (Hazlitt, 2006: 333) Benzer şekilde kişinin başkalarının haklarına saygı göstermesi de onun ödevidir, yükümlülüğüdür. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25 İslam Ahlakında Evrensel İlkeler, Haklar ve Ödevler Hak Kur’an, hadis ve İslami kaynaklarda “korunması, gözetilmesi ya da sahibine ödenmesi gerekli olan maddi veya manevi imkân, pay, eşya ve menfaatler; görev, sorumluluk, borç” gibi anlamlara gelmektedir. Hakların kaynağı diğer konularda olduğu gibi Kur’an ve Sünnettir. Kur’an ve hadislerden faydalanarak akrabanın, yoksulun, Allah’ın, Peygamber’in, İslam’ın, dilencinin, anne-babanın, din kardeşinin, arkadaş ve dostların, eşlerin, komşuların, misafirlerin, malın, hayvanların, Müslümanın Müslüman üzerindeki haklarından söz edilebilir. Haklar çeşitli yönlerden belli sınıflara ayrılırlar ve bu gruplandırmalara göre belirlenirler. Hz. Peygamber’in bütün zamanını ibadetle geçiren bir sahabeye bunun yanlışlığını, kişinin kendisi üzerinde bedeninin, organlarının, ailesinin, misafirlerinin hakkının olduğunu, bunların haklarının ihmal edilmemesi gerektiğini belirten hadisine dayanılarak hakların kapsamı belirlenmeye çalışılmıştır. Hadisin sonundaki “hak sahibine hakkını ver” (Buhârî, Savm: 51-55, Nikah: 89, Edeb: 84-85; Müslim, Sıyam: 182, 187; Ebû Dâvud, Salat: 317) emri insanlara haklara uyma yükümlülüğü getirirken, “Hak sahibinin konuşma yetkisi vardır” (Buhârî, Hibe: 23; Müslim, Musâkât: 120; Tirmizî, Büyû: 73) hadisi de hak sahibine hakkını isteme, kullanma ve koruma imkânı vermektedir. (Çağrıcı, 1997: 138) Hak Çeşitleri İnsan değerli ve değer taşıyan bir varlık olarak yaratılmıştır. İnsan dışında hiçbir canlı eylemlerinden dolayı ahlaki bir değerlendirmeye tabii tutulmamaktadır. İnsanın akıl ve düşünce sahibi oluşu, hak ve hürriyetlerinin bulunuşu onun sahip olduğu bu niteliğinin açık bir örneğidir. Bu açıdan insan dışında kalan diğer canlıların ne hakları ve hürriyetleri ne de bu anlamda akılları bulunmaktadır. Bunun doğal bir sonucu olarak hak ve ödev insana özgü, ona yüklenmiş bir sorumluluk olarak gözükmektedir. Bütün canlıların kendisi için yaratıldığı bütün semavi dinlerde haber verilen insan bu yönüyle saygın ve saygı gösterilmeye değer bir varlıktır. En eski dönemlerden beri yapıla gelen klasik bir tanımlamanın ifade ettiği gibi insan toplum içinde yaşayan, toplumsal bir varlıktır. İnsan mensubu bulunduğu toplumda, birlikte yaşadığı insanlarla sürekli olarak karşılıklı ilişki kurar. Bu açıdan toplumsal bir canlı olarak insanın kurduğu, oluşturduğu bu karşılıklı ilişkiler, aynı zamanda karşılıklı olarak hakları ve ödevleri doğurur. Toplumsal hayat insanın gerek kendisi, gerekse kendi dışındakilerle, karşılıklı olarak yapılması istenen veya istenmeyen birtakım şeyleri, beklentileri doğurur. Netice olarak bütün bunlar kişinin haklarını oluşturur. Kişinin toplum içinde toplumun diğer mensuplarına karşı yerine getirmesi veya yapılmasından kaçınılması gereken sorumlulukları, diğer bir ifadeyle ödevleri bulunmaktadır. Bunun doğal sonucu olarak açıkça ifade edebiliriz ki hak ve ödev birbirini gerektiren, biribirini içeren iki temel insani kavramdır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 26 İslam Ahlakında Evrensel İlkeler, Haklar ve Ödevler Bunların düzenlenmesi ve temellendirilmesi noktasında aynı zamanda toplumların bir arada yaşama sürecini sağlayan üç önemli müessese bulunmaktadır: Din, Hukuk ve Ahlak. Hak kavramı İslam’da çift boyutludur. Hak kavramı İslam’da çift boyutludur. Birincisi genel kullanımıdır. Genel kullanımda hak kavramıyla insanın insan olmasından kaynaklanan, doğuştan getirdiğine veya doğumuyla Allah tarafından verildiğine inanılan bireye ait, başkalarının saygı göstermek zorunda olduğu haklardan söz edilmektedir. Her birey kendisinin bu hakka sahip olduğunu düşünür, karşısındaki diğer insanlardan buna saygı gösterme yükümlülüğünü bekler. İslam’da haklar her iki boyutuyla ele alınır. Sadece kişinin sahip olduğu haklar değil, diğer insanlarında onun üzerindeki haklarından söz edilir. İnsanın insan olmasından kaynaklanan ve diğer insanların saygı göstermek yükümlülüğündeki haklarına karşılık, diğer insanların da -komşu, eş, anne-baba olmak gibi- çeşitli konumlarında, bu insanla ilişkilerinden doğan kişi üzerinde hakları vardır ve diğer insanların kendi üzerindeki haklarına da bu insan saygı göstermekle yükümlülüdür. Yani hak sadece bireyin sahip olduğunu ve talep ettiği bir özellik değil, başkalarının da ondan durumuna, ilişkisine göre istediği bir ilkedir. Kur’an ve hadislerdeki mesela komşu hakkı, anne-baba hakkı, hayvanların hakkı gibi kullanımlarda bir birey üzerindeki diğer varlıkların, insanların hakları anlaşılır. Hatta bedeninin, organ vb. hakları ifadelerine göre bireyin kişiliği üzerinde kendi bedenin de hakkı vardır. Allah Hakkı-Kul Hakkı Kavramları İslam hukukunda haklar kul hakkı (hakku’l-ibad) ve Allah hakkı (hukukullah) olmak üzere iki ana kısma ayrılır. Allah’ın kulları üzerinde hakları vardır ve bu kulun O’nun tüm emir ve yasaklarına uyması olarak özetlenebilir. Allah hakkı genellikle ahiret hayatıyla ilgili, Allah’tan başka bir otoritenin ilgisine ihtiyaç duyulmayan, sadece Allah’a hesap verilerek ve O’nun affetmesiyle sona eren haklardır. Allah dilerse cezalandırır, dilerse bağışlar. (Armağan, 1996: 57-58) İman ve ibadet gibi sadece O’na yönelik haklar dışında kamu yararı ve düzenini ilgilendiren haklar da Allah hakkı kapsamdadır. Allah’ın hakları herhangi bir bireyin tasarrufunda olmadığı için af vb. yollarla kaldırılması, değiştirilmesi söz konusu olmadığı gibi onları toplumdaki bütün insanların ve kamu otoritesini temsil eden kişilerin iyiliği emretmek, kötülüğü yasaklamak emri gereğince koruma ve kollama görevleri vardır. Haklarını koruyamayan kimseler ve bakıcısız çocuklar da Allah hakkı kapsamında yer alırlar. Kul hakkı ise insan ile insan arasındaki ilişkilerden doğar ve Hz. Peygamber’de dâhil olmak üzere hiçbir dinî otorite bu hakka müdahale edemez. Allah da hakkı ödenmedikçe ya da hak sahibi affetmedikçe veya razı olmadıkça kul hakkını affetmemektedir. Allah’a karşı yaptığı ibadetlerin boyutu ne olursa olsun Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 27 İslam Ahlakında Evrensel İlkeler, Haklar ve Ödevler başka bir kula ait hakkı Allah bağışlamamaktadır. Bu sebeple kul hakkının Allah hakkına göre önceliği olduğu belirtilir. (Armağan, 1996: 57) Bunların dışında Allah ile kul hakkının ortak olduğu bazı haklar da vardır. Fıkıhçılar bunları Allah hakkının galip olduğu haklar, kul hakkının galip olduğu haklar şeklinde ikiye ayırırlar. Allah hakkının galip olduğu haklarda bireyin hakkı sınırlanmaktadır. Örneğin insanın beden ve ruh sağlığını koruması, malını boş yere harcamaktan kaçınması onun bunlar üzerinde temel tasarruf hakkı olarak görülse de Allah’a karşı sorumluluğunun gereği ve toplumsal düzenin sağlanması açısından bu haklarda Allah’ın hakkının galip olduğu kabul edilir. Çünkü kişi sağlığını korumazsa, hayatını tehlikeye atacak işler yaparsa, malını boş yere harcarsa Allah’ın verdiği nimetleri korumadığı, bunlarla Allah’a kulluk görevini yerine getiremeyeceği ve topluma hizmet edemeyeceği, belki aksine yük getireceği için düzen ve huzur bozulur. Dolayısıyla bunlar sadece kişinin bireysel hakkı olarak görülüp kendiliğinden vazgeçebileceği veya dilediği gibi tasarrufta bulunabileceği haklar değildir. Doğal Haklar Haklar genel olarak doğal ve kazanılmış olarak ikiye ayrılır. Doğal haklar insanın insan olmasından kaynaklanan, doğuştan getirdiği haklardır. Allah tarafından insanlara verilen bu haklardan hiçbir insan mahrum bırakılamaz. Kazanılmış haklar ise dinin ve kanunların insanlara verdiği, insanların hak edip aldığı haklardır. Örneğin işçinin çalışmasının karşılığında belli ücret alması bir haktır; ama bu onun çalışması sonucunda kazandığı bir haktır. İnsanın en temel doğal hakları olarak hayat hakkı ve mülk edinme ve bunun üzerinde tasarrufta bulunma hakkı verilebilir. İnsanın bu haklara sahip olması özgürlük, sorumluluk ve eşitlik ilkelerinin gereğidir. Diğer bütün haklar bu temel doğal haklara bağlı olarak gelişir. Her iki hak da temelde insanın doğal hakkı olmasına rağmen bireysel ve toplumsal içeriği gereği hem insan hem de Allah arasındaki ortak haklardandır. Özgürlük ve eşitlik de insanların doğuştan sahip olduğu haklar olarak kabul edilir. Hayat Hakkı Hayat hakkı en temel haktır. Hayat hakkı en temel hak kabul edilir. İnsanın maddi manevi bütün varlığıyla hayatını sürdürme hakkı vardır. İnsanın maddi varlığının devamını sağlayan beslenme, barınma, sağlığını koruma vb. hakları yanında manevi hayatının devamına din, akıl, ruh, ırz, namus, şeref ve haysiyetini korumaya yönelik hakları da sahiptir. Bu anlamda insanın maddi manevi varlığını koruması, bununla ilgili Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 28 İslam Ahlakında Evrensel İlkeler, Haklar ve Ödevler önlemleri alması ahlaki bir gereklilik olduğu gibi ona zarar verecek şeylerden uzaklaşması da ahlaki bir zorunluluktur. Güvenlik içinde yaşama, beslenme, temiz ve helal gıdanın temini, barınma, sağlık, hastalıklardan korunma ve tedavi, evlenme, neslin devamı vb. haklar hayat hakkının içinde yer alır. İslam dini Allah’ın kullarına bahşetti doğal bir hak olan hayatın korunmasını önemsemiş, bu sebeple işkence, yaralama, bir organını kesme, cinayet, haksız yere adam öldürme, intihar, kürtaj gibi suçlar hayat hakkının çiğnenmesi olarak düşünülmüş ve yasaklanmış, bu hakka saygı göstermeyen bireylere de şiddetli cezalar verileceği belirtilmiştir. “Kim bir mümini kasden öldürürse cezası, içinde ebedîyen kalacağı cehennemdir…” (Nisâ/4:93) “…Kim, bir cana veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın (haksız yere) bir cana kıyarsa bütün insanları öldürmüş gibi olur. Her kim bir canı kurtarırsa bütün insanları kurtarmış gibi olur…” (Mâide/5:92) İnsan öldürmek gibi insanın maddi varlığına zarar veren ve sağlığını bozan içki, uyuşturucu vb. alışkanlıklarda hayat hakkına saygısızlık çerçevesinde değerlendirilmekte ve yasaklanmaktadır. İnsanın maddi hayatının yanında manevi hayatı da vardır. İnsanın dinini, aklını, ruhunu, ırzını, namusunu, şeref ve haysiyetini korunması da esastır ve insanın hayat hakkı içinde ele alınır. Bunlar çoğu zaman insanın bedensel varlığından daha değerli olabilmektedir ve daha fazla önemsenmişlerdir. Çünkü insanlar bunları korumak uğruna ölümü göze alabilmektedirler. Bu sebeple insan onurunu çiğneyen, onun manevi varlığına zarar veren bütün davranışlar ve alışkanlıklar hayat hakkına saygısızlık olarak değerlendirilmiştir. İslam dinî insanın akıl ve ruh sağlığı mükellefiyetin esaslarından olduğu için bunu bozan kötü arkadaş, içki, uyuşturucu vb. her türlü alışkanlığı yasaklamıştır. Yine insanın şeref ve haysiyetini, insan onurunu korumaya yönelik tedbirleri almış, bu anlamda alay etme, gıybet, iftira, zina iftirası (ifk), dedikodu, sövme ve hakaret etme, kin, kibir, bencillik, ayıplarını ve kusurlarını araştırma, hicvetme, kıskançlık gibi kötü ahlak içinde değerlendirilen tüm davranışları da yasaklamıştır. İnsanın manevi dünyasını koruyacak, zenginleştirecek, eğitim ve kendisini geliştirme, öğrenme ve bilgi edinme, düşüncelerini ifade edebilme, yayabilme, seyahat, ibadet vb haklar da bu kapsamda yer alır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 29 İslam Ahlakında Evrensel İlkeler, Haklar ve Ödevler Mülkiyet ve Tasarrufta Bulunma Hakkı Doğal hakkın diğer bir türü mal edinme ve bunda tasarrufta bulunma hakkıdır. İnsanların hayat hakkına sahip olması tek başına yeterli değildir. Bu hakkı korumak ve devam ettirebilmek için zorunlu birtakım ihtiyaçlarının da karşılanması gerekir. Mal insanın bu zorunlu ihtiyaçlarını karşılamak için çalışması sonucunda eline geçendir. Mmal elde edilince onda tasarruf hakkı da kendiliğinden doğar ve kimse insanı bu haktan mahrum edemez. Çalışmak, ticaret, işçi ve işveren olmak, miras, malını kiralama, bağışlama vb. haklar da mülkiyet hakkı içinde değerlendirilir. Ancak malın helal yoldan kazanılması, yalancılık, yalancı şahitlik, gasp, hırsızlık, dolandırıcılık, rüşvet, kumar, faiz, yankesicilik, hile ve düzenbazlık, alışverişte kandırmak, yağma vb. yollarla elde edilmemesi esastır. Aynı şekilde mülkiyet hakkının kutsiyetinden dolayı malı gasp etmek, çalmak, yağmalamak, yalan ve hile ile ele geçirmek vb. davranışlar da bu hakka tecavüz olarak değerlendirilmiş ve yasaklanmıştır. Bu tür davranışlar hem kişinin mal edinme hakkına hem de topluma karşı işlenen şuçlar kapsamında ele alınır. Şu ayetler mülkiyet hakkına saygı gösterme ile ilgilidir. “Ey iman edenler! Karşılıklı rızaya dayanan ticaret olması hali müstesna, mallarınızı, batıl (haksız ve haram yollar) ile aranızda (alıp vererek) yemeyin. Ve kendinizi öldürmeyin. Şüphesiz Allah, sizi esirgeyecektir.” (Nisâ/4:29) “Menedildikleri hâlde faizi almalarından ve haksız (yollar) ile insanların mallarını yemelerinden dolayı içlerinden inkara sapanlara acı bir azap hazırladık.” (Nisâ/4:161) Kazanılmış Haklar Dinin, kanunların verdiği veya insanların kendi mücadeleleri sonuçu elde ettiği haklara kazanılmış haklar denilir. Bu hakların kaynağı doğal haklardır. Kanunlar zamana ve şartlara göre değiştiği için bunlarla belirlenen haklar da kanunların yapıldığı dönemlere, şartlara uygun olarak değişebilmektedir. Bugün sözü edilen pek çok hakkın varlığı konusunda iki yüzyıl önceki insanların bilgisi dahi bulunmamaktadır. Sendika hakkı gibi. “Kul hakkı İslam’ın insanlara tanıdığı, İslam’la insanın kazandığı en önemli haktır.” Dinler de bir anlamda yasalar koydukları için insanlara haklar verirler ve insanlar üzerinde daha belirleyici ve daha kalıcı konumdadırlar. Allah karşısında insanın ontolojik bir varlık olarak konumunun belirleyen kulluk hakkı, insanların birbirleri üzerindeki kul hakkı İslam’ın insanlara tanıdığı, İslam’la insanın kazandığı en önemli haklardır. Yine kadınların, çocukların, yoksul ve yetimlerin, hayvanların İslam’la elde ettiği haklar kazanılmış haklar kapsamındadır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 30 İslam Ahlakında Evrensel İlkeler, Haklar ve Ödevler Diğer Varlıkların Kişi Üzerindeki Hakları Hak kavramının Kur’an ve hadislerdeki kullanımında mesela komşu hakkı, anne-baba hakkı, hayvanların hakkı gibi kullanımlarda birey üzerindeki diğer varlıkların, insanların hakları anlaşılır. Hatta bedeninin, organ vb. hakları ifadelerine göre bireyin kişiliği üzerinde kendi bedenin de hakkı vardır. Bunlar İslam’ın bireye kazandırdığı haklar olarak değerlendirilmelidir. Diğer kişilerin birey üzerindeki bu haklar aynı zamanda bireyin bu kişilere karşı yerine getirmekle yükümlü olduğu ödevleri durumundadır. Bundan dolayı ödev başlığı altında daha geniş açıklama yapılacaktır. Bu haklar ilişkili olduğu varlıklara göre şu alt başlıklarda toplanabilir. Allah’ın Birey Üzerindeki Hakları İnsanın Allah’ın varlığını tanıması, bilmesi ve yüceliğinin farkında olması, kulAllah ilişkisini devam ettirecek ibadet ve amellerine devam etmesi bu hak kapsamında değerlendirilir. Bunlar Allah’ın kulun üzerindeki hakkı, kulun ise O’na karşı ödevidir. Kişinin Kendi Bireysel Varlığı Üzerindeki Hakları Kişinin kendi bedensel ve ruhsal varlığını, kişiliğini koruması ve bununla ilgili hayat hakkı konusunda verilen tüm haklar bu bölümde ele alınabilir. Kişinin kendi bedeninin ve organlarının kendisi üzerinde hakkı olduğu Hz. Peygamber’in hadisinde açık bir şekilde belirtilmiştir. Ailesinin Birey Üzerindeki Hakları İnsanınberaber yaşadığı en küçük topluluk ailesidir. Bu yaşantı içinde aile bireylerinin, anne, baba, büyükanne, büyükbaba, kardeşler, eş ve çocuklar, torunlar, akrabalarının birbirlerine karşı hakları doğar. Aile bireylerinden her birinin kişi üzerinde hakkı söz konusudur. Bu hakları yerine getirmek bireyin ödevidir. Günümüzdeki anne baba hakkı, kadının kocası, kocanın kadın üzerindeki hakkı, eşlerin birbirlerine karşı hakları, akrabalık hakkı, kadın hakları, çocuk hakları vb. haklar bu grup içinde yer alır. Toplumun Birey Üzerindeki Hakları İnsan sosyal bir varlıktır ve hayatını devam ettirmek için iş bölümü yapmak ve insanlarla bir arada yaşamak zorundadır. Bu zorunluluk karşılıklı haklar ve ödevleri gerektirir. İnsan üzerinde gerek içinde yaşadığı toplumun gerekse mensup olduğu insanlık âleminin hakları vardır. Günümüzdeki özel hayatının gizliliği, komşuluk, dostluk ve arkadaşlık, seçme ve seçilme, kadın, çocuk, haberleşme, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 31 İslam Ahlakında Evrensel İlkeler, Haklar ve Ödevler iletişim, sağlık, işçi işveren, üretim, tüketim vb. haklar insanın yaşadığı toplumda çeşitli sosyal durumlarına uygun olarak üzerinde bulunan haklardır. Evrenin Birey Üzerindeki Hakları İnsan evrende yalnız değildir ve başka varlıklarla evreni paylaşmaktadır. Dolayısıyla içinde yaşadığı çevre, ağaçlar, bitkiler, hayvanlar, nehirler, denizler, gökyüzü, canlı cansız, fizik veya metafizik bütün varlıkların insan üzerinde hakları vardır. Hz. Peygamber bir hadisinde; “Siz yeryüzündekilere karşı merhametli olunuz ki gökler de size merhametli olsunlar.” (Ebû Dâvud, Edeb: 58; Tirmizî, Birr: 16) buyurarak yeryüzündeki varlıkların üzerimizdeki haklarına bir anlamda işaret etmektedir. Bugün çevre ahlakı içinde değerlendirilen konular aslında çevrenin, evrenin ve doğanın bireyin üzerindeki haklarını ifade etmektedir. İslam Ahlakında Evrensel Ödevler Ödev; insanın yapmasının, yerine getirmesinin din, insanlık duygusu, töre ve yasa ile yükümlü kılındığı, belli bir sorumluluk ve yaptırım gücüne sahip olan iş, davranış, vazife, vecibe için kullanılan bir kavramdır. İnsanın birtakım şeyleri yapması, bazılarını ise yapmaması kendisine yüklenmiş bir ödevdir. Kur’an’ın buyrukları inanan müminler için birer ödev kabul edilir. Dinin emirlerine uymak, yasaklarından kaçınmak inanlar için en temel vazifedir. Bu buyruklar ibadet, itikat ve ahlakla ilgili olduğu için ödevler de bütününü kapsar. Hatırlanacağı üzere Kur’an’daki tüm ahlaki hükümler aynı zamanda iman ve ibadetle ilgili hükümlerdir. Ahlaki davranışlar da öncelikle Allah’ın emri ve ona olan inancın, saygının gereği olduğu için yapılmaktadır. Bu sebeple ibadet hükmündedir. Ahlaki buyruklar dinî, dinî buyruklar ahlaki buyruklar olarak Kur’an’ın bütünlüğü içinde birbiriyle kaynaştığı gibi ödevler de birbirlerinden ayrılamaz. Ödev kavramının bir başka boyutuda hak kavramıyla olan ilişkisinden ortaya çıkar. Hak ve yükümlülük veya hak ve ödev kavramları birbirini takip eden biri olmadan diğeri düşünülemiyen kavramlardır. Hak kelimesinin çoğulu olan hukukta, özellikle modern hukuk ve ahlakta hak ve yükümlülük kavramları kullanılırken, İslam düşüncesi kaynaklarında hak ve ödev (vazife, vecibe) kelimeleri geçmektedir. Ayrıca yukarıda da işaret edildiği gibi hak kavramıyla diğer insanların birey üzerindeki haklarından söz edilmekte, hak kavramı adeta kişinin diğer insanlara ve varlıklara karşı yerine getirmek zorunda olduğu yükümlülük ve ödevler için kullanılmaktadır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 32 İslam Ahlakında Evrensel İlkeler, Haklar ve Ödevler Hakkın olduğu yerde adalet vardır. İslam düşüncesinde hak kavramı iki boyutlu olduğu için ödevlerde haklara uygun olarak çift boyutludur. Bu durum “Her hak bir vazifeyi gerektirir” (Akseki, 1991: 233) veya “İslam’da da her hakka karşılık bir vecibe vardır. Hak ile vecibe arasında her zaman bir bağ mevcuttur.” (Ebu Zehra, 1981: 313) şeklinde ifade edilir. Hak mı ödev mi önceliklidir konusu tartışmalıdır. Bazı ahlakçılar “her ödevin sonunda bir hak doğar” diyerek ödevin fıtri bir duygu olduğunu ve öncelikli olduğunu belirtirken (Erdem, 2003: 87) diğer bazıları “hakın ödevden önce geldiğini” (Akseki, 1991: 236) iddia ederler. Anne karnındaki ceninin hiçbir ödeve karşılık gelmeyen yaşama hakkı vardır. Buna göre hak esastır ve önceliğe sahiptir. Ancak hak da ödeve göre, vazifeye oranla tespit edilmektedir. Yani eğer sahip olduğunuz haklarınız azsa vazifenizde o oranda azalmakta dolayısıyla mükafat ve cezanızın oranı da düşmektedir. Benzer şekilde örneğin çalışma görevinizi yerine getirmediğiniz takdirde ücret hakkınız, bir kimseyi öldürdüğünüz takdirde yaşam hakkınız elinizden alınmakta dolayısıyla ödevinizi yapmadığınız zaman hak kaybedilmektedir. Adalet ve hak ilkesi bunun için gereklidir. Hakkın olduğu yerde adalet vardır. Adalet başkalarının hakkına uymaktır. İnsan ancak başkasının hakkına saygı gösterirse kendi hakkına sahip olabilir. Hak bizim alacağımız, ödev ise yükümlülüğümüzdür. Ödevlerini yerine getirmeden hakkını istemekte uygun bulunmamıştır. İslam’da Ödevlerin Evrenselliği Adalet başkalarının hakkına uymaktır. İslam ahlakında haklar gibi ahlaki ödevlerin kaynağı da Kur’an ve Sünnet’tir. Ancak insanın aklı ve vicdanını da İslam göz ardı etmez ve sunduğu tekliflerin insanın aklı ve vicdanı ile ölçülmesini, sonrasında kabul edilmesini bekler. Hz. Peygamber’in şu hadisi iyilik ve kötülüğü algılayan vicdan duygusuna dikkati çekmektedir: “iyilik (birr), ahlak güzelliğidir; kötülük (ism) ise nefsinde (vicdanında) sıkıntı doğuran şeydir.” (Müslim, Birr: 14) Hak bizim alacağımız, ödev ise yükümlülüğümüzdür. Kur’an’ın buyrukları hem ahlaki hem de dinî kanunlardır ve ayrım yapmaksızın bütün insanlığa hitap ettiği için evrenseldir. Bireysel olarak gelen ayetler dahi kıyas, analoji vb. metodlarla evrenselleştirilebilme, tüm insanları ilgilendirecek ilkeler oluşturabilecek şekilde genişletilebilme niteliğine sahiptir. Kur’an’ın emrettiği ödevler ve yükümlülükler bu anlamda evrenseldirler. Ancak onların Kant’ın ödev ahlakında olduğu gibi mutlak zorunluluğu yoktur. Onda da birtakım ahlaki zorunluluklar söz konusudur ancak bunlar fiziki veya mantıki zorunluluklardan farklıdır. Kur’an’ın teklif ettiği ödevleri insan imkânı ölçüsünde yerine getirir. Bu yaparken de ödevleri kişisel çıkarları, öznel beklentilerine göre değiştiremez. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 33 İslam Ahlakında Evrensel İlkeler, Haklar ve Ödevler Ödevlerin Yaptırımı Ahlaki ilkelerin belirlenmesi yeterli değildir. Aynı zamanda bu ilkelerin gereği olan eylemlerin hayata geçirilmesi gerekir. Bu da ödevlerin yerine getirilmesiyle gerçekleşir. Ödevlerin yapılması samimi bir imanı gerektirir. İnsanın “Allah bana iyilik yapmayı emretti ama ben bunu yapmakla yükümlü değilim” demesi, “mükemmel bir iyilik, hikmet ve bilgi sahibi olan ve daima doğruyu buyuran bir varlık bana iyilik yapmamı emretti; ama benim onu yapmam gerekmez” anlamına gelir ve paradoksal bir tutumdur. Ancak çoğu zaman insanlar doğru olan davranışları ve ahlaki ilkeleri bilmelerine rağmen yükümlü oldukları ödevleri yapmakta ihmalkârlık göstermektedirler. Kur’an’da insanların başkalarını özellikle atalarını taklit ettikleri (Bakara/2:170-171; Maide/5:104; A’raf/7:28; Tevbe/9:30; Yunus /10:78; Enbiya/21:53), heva ve heveslerine uydukları (Furkan/ 25:43; Sad/38:26; Casiye/45:23; Muhammed/47:16) ve bu sebeple Allah’ın ayetlerinden yüz çevirdikleri belirtilmektedir. Heva ve hevese uymak bir anlamda nefsin isteklerine tabii olmak, kötü ahlaka sürüklenmektir. Ahlak ilkelerini koyan bir mutlak otorite olmazsa ahlaki buyruklar motive edecek güçten yoksun kalır. “Allah yoksa her şey mübahtır” sözünün anlamı budur. Kur’an koyduğu buyrukları uyma konusunda öncelikle ceza ve mükâfat sistemiyle insanları motive eder. Daha sonra insan iman ve ahlak bakımından olgunlaştıkça buna uygun olarak mükâfatlar takva sahipleri, muhsinler ve salih kişiler arasında yer almak olarak değişir. “İnananlar ve salih amel işleyenler” ayetleri iman ile salih ameli adeta kopmaz bağlarla birleştirmekte, biri olmadan diğeri olmaz anlayışını getirmekte, içindeki imanın dışa yansımasının salih amellerle olması tavsiye edilmekte, karşılığında alacağı mükâfatlardan söz edilmektedir. Bu ise insanları ödeve yönlendiren, yaptırım gücünü artıran önemli bir etkendir. Fakat ahlakta esas olan ödevlerin karşılık beklemeksizin sadece Allah rızası için (İnsan 76/8-9) yapılmasıdır. Ödevden beklenen en büyük hedef bir vazifeyi sadece Allah için yapmaktır. Yunus Emre aşağıdaki dizelerinde bunu çok veciz bir şekilde ifade etmiştir: Cennet Cennet dedikleri birkaç köşkle birkaç huri İsteyene ver Sen anı, bana Seni gerek Seni Ödevlerin Uygulanabilirliği Kur’an’ın buyrukları mutlaktır, evrenseldir, herkesi kapsar ve devamlılığı olan hükümlerdir. Dolayısıyla sürekli yapılması gerekir. İnsanın sürekli seçimler yapmak zorunda olması ve nefsinin kötü arzularının, heva ve heveslerinin getirdiği baskı Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 34 İslam Ahlakında Evrensel İlkeler, Haklar ve Ödevler sebebiyle doğru yolu seçmesinde, ahlaki davranışlara yönelmesindeki güçlüğün farkında olan Allah Teala bu zorluğu “sarp yokuşu tırmanmak olarak” (Beled/90:1016) tanımlamıştır. Ahlaki ödevleri yerine getirmek zor olmasına rağmen insanın gücünün üstünde değildir. “Bir kimseye gücünün yettiğinden başkasını teklif etmeyiz” (Bakara/2:286; En’am/6:152; Müminûn/23:62; Talak/65:7) anlamına gelen ayetlerle açıkça kimsenin gücünün üstünde bir ödevle yükümlü tutulmadığına işaret edilmiştir. Kur’an’ın buyruğu olan ödevlerin yaşanabilir ve uygulanabilir olduğunun bir başka göstergesi Hz. Peygamber’in varlığıdır. Hz. Muhammed, Kur’an’da emredilen ödevleri yerine getirerek, bunların uygulanabilirliğini, insan fıtratına uygunluğunu, bizzat yaparak ve yaşayarak göstermiştir. Böylece Kur’an’ın buyurduğu ödevler yükümlülükler, Kur’an’a uygun bir ahlaki hayat Hz. Muhammed’in yaşantısıyla ütopik bir tavsiye olmaktan çıkıp O’nun varlığıyla eyleme dönüşmüş ve gerçeklik kazanmıştır. İslam Ahlakında Evrensel Ödev Çeşitleri Ödevin öncelikle hak kavramına karşılık olduğu yukarıda belirtilmişti. Dolayısıyla insanın sahip olduğu haklarına karşılık diğer insanların sahip olduğu haklara saygı gösterme yükümlülüğü vardır. İnsanın yaşama ve mülk edinme hakkı olduğuna göre başlarının yaşam ve mülk edinme hakkına saygı göstermek görevidir. İslam’ın buyruklarını yerine getirmek inanan müminler için ödevdir. Buna göre Kur’an’da yapılması istenilen dini, itikadi ve ahlaki bütün emirler aslında yapmakla yükümlü bulunulan birer ödev hükmündedir. Hak kavramı incelenirken Kur’an ve hadislere dayanılarak hakkın çift boyutlu olduğu, sadece insanın doğuştan getirdiği hakları olmadığı diğer yönden Allah’ın, ailesinin, komşularının vb. pek çok insanın kişi üzerinde hakları olduğundan söz edilmişti. Her hak ödevi gerektirdiğine göre ödevler bu haklara göre sınıflandırılabilir. Doğal Haklardan Kaynaklanan Ödevler Hayat Hakkına Saygıdan Kaynaklanan Ödevler Hayat hakkı sadece insanın kendisine verilmiş bir hak değildir. Diğer insanların da yaşamak hakkı vardır ve bireyin diğer insanlardan maddi ve manevi varlığını devam ettirmek için beklediği ödevleri o da diğer insanlara yapmak yükümlülüğündedir. Bireyin başka insanların hayat hakkını korumak, onları Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 35 İslam Ahlakında Evrensel İlkeler, Haklar ve Ödevler yaralamamak, öldürmemek vb. ödevleri yanında diğer insanların haysiyet ve şerefini korumak, onlara karşı gıybet, iftira, alay vb. davranışlardan uzak durmak da yükümlülükleri arasındadır. Mülk Edinme ve Tasarrufta Bulunma Hakkından Kaynaklanan Ödevler Kişinin başka insanlardan beklediği malını, mülkünün tasarrufuna karışmamak, çalma, yağma vb. yollarla malına zarar vermemek, malını helal yolla kazanıp helal yollarda harcamak vb. ödevler onun yükümlülüklerinden sayılır. Kazanılmış Haklardan Doğan Ödevler “Kul hakkından doğan haklar ve ödevler kişilerin kendi aralarındadır ve herhangi bir gücün bunu kaldırma, affetme yetkisi yoktur.” İslam’la insanın kazandığı en önemli hak kul hakkıdır. Kul hakkıyla insan diğer insanların kendi gibi Allah’ın yarattığı bir varlık olduğunun ve hayat, mal, mülk edinme gibi aynı temel haklara eşit bir şekilde sahip olduğunun bilincine varır. Dolayısıyla başkasından beklediği ödevlerle kendisi de yükümlü olur. Kul hakkı vatandaşlık vb. haklardan farklıdır. Kul hakkından doğan haklar ve ödevler kişilerin kendi aralarındadır ve herhangi bir gücün bunu kaldırma, affetme yetkisi yoktur. Kişi bu hakkı çiğneyip ödevlerini yerine getirmediği zaman sorumlu olduğu kişiden başkasının affetme yetkisi bulunmamakta, Allah’da o kul adına affetmemektedir. Allah katında bu hakkın kullanımı ve hakdan doğan ödevlerin affetdilmesi konusunda da bir ayrıcalığa sahip değildir. Başkalarının Birey üzerindeki Hakları Bakımından Ödevler İnsanın Allah’a Karşı Ödevleri Allah’ın varlığını bilmek, tanımakla başlayıp O’na karşı yapmakla yükümlü olduğu tüm ibadetler, hatta dinî hükümlerle belirlenen bütün ödevler bu grupta yer alır. Kişinin Kendi Varlığına Karşı Ödevleri İnsanın öncelikle kendi maddi manevi varlığını koruması sonra da geliştirmesi onun en temel ödevidir. Kendi akıl ve ruh sağlığını koruması, bedenine ve ruhuna zarar verecek alışkanlıklardan uzaklaşması, onu gereksiz tehliklere, yorgunluklara atmaması korumaya yönelik, akıl ve ruh sağlığını, kişiliğini geliştirecek eğitim vb. işlerle meşgul olması, iman ve ibadetle ilgili görevlerini yerine getirmesi, ilim öğrenmesi, ruhunu olgunlaştıracak işler yapması, iradesini güçlendirmesi, güzel ahlaka yönelik alışkanlıklar edinmesi, kötü ahlaktan uzaklaşması geliştirmeye dönük ödevleri arasındadır. İnsanın Allah’a ve diğer Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 36 İslam Ahlakında Evrensel İlkeler, Haklar ve Ödevler insanlara, varlıklara karşı ödevlerini yerine getirebilmesi kendi varlığına karşı ödevlerini iyi bir şekilde yapmasına bağlıdır. Bu sebeple bu ödevlerin yapılması son derece önemlidir. Klasik İslam ahlak kitaplarındaki ferdi ahlak bölümlerinde bu konular işlenir. Ailesine Karşı Ödevleri Kişinin ailesinin geçimini temin etmesi, ihtiyaçlarını karşılaması, erkeğin eşine mihrini vermesi, anne-babaya öf bile dememesi, çocuklarının eğitimini sağlaması, akrabayla ilgilenmesi, memleketini ziyaret etmesi (sıla-ı rahim), ailesinin hakkı olan malı saçıp savurmaması vb. ödevlerle dinen sorumlu tutulmuştur. Klasikdönem İslam ahlakına ait eserlerde aile ahlakıyla ilgili bölümlerde kişi üzerindeki aile bireylerinin hakları ve bireyin ödevleri anlatılır. Topluma Karşı Ödevleri Komşular, arkadaşlar, öğretmenler, kendisinden büyükler, küçükler, idareciler, dilenciler, yoksullar, yetimler, yanında çalışan işçiler vb. toplumu meydana getiren bütün insaların birey üzerinde hakları olduğu gibi bireyin de yoldaki insanlara eziyet veren taşı kaldırmaktan başlayarak, toplumun düzenini bozmama, herkese hakkını verme, yoksulu yetimi kollama, zulüme fırsat vermeme, insanlara iyilik yapma, halka ait yerleri kirletmeme, koruma, geliştirme, adil yöneticileri seçme, toplumun gelişmesine katkı sağlama, gerektiğinde tehlikelerden koruma, savunma, savaşma, askerlik gibi dinin buyruklarıyla çerçevesinin çizildiği ödevleri vardır. Klasikdönem İslam ahlakına ait eserlerde siyaset veya devlet ahlakıyla ilgili bölümlerde veya siyasetname türü eserlerde bu konulara yer verilir. Evrene Karşı Ödevleri Evrenin kendisi ve içindeki tüm varlıklar Allah’ın varlığına işaret eden ayetler, kanıtlar konumundadır. O’nun yarattıklarına zarar veren, israf eden, kıymetini bilmeyen aslında onların Yaratıcısına değer vermemektedir. Dolayısıyla evrene ve içindekilere saygı ve sevgi beslemek aslında onu yaratana sevgi ve saygı beslemektir. Ayrıca Allah hiçbir şeyi boşu boşunayaratmamıştır. Evrende yaratılan tüm varlıklar belli bir gaye ve hikmet gereğince yaratılmış ve insanın hizmetine verilmiştir. Dolayısıyla bunları yerli yerince kullanmak ve faydalanmak insanın hakkı olduğu gibi bu varlıkların da birey üzerinde hakları vardır. İnsanın hayvanlara eziyet etmemesi, yuvalarını bozulmaması, dağlanmaması, nehir kenarları, durgun sular ve su kaynaklarına bevl yapmaması, su kaynaklarını israf etmemesi, nehir kenarında abdest alırken bile suyu idareli kullanması, ağaç dikmesi, çevreyi kirletmemesi vb. yönündeki dinin emirleri insanın bu tür ödevleri arasında değerlendirilebilir. Bugün çevre ahlakı içinde yer alan havayı, çevreyi kirletmemek, hayvanları korumak, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 37 İslam Ahlakında Evrensel İlkeler, Haklar ve Ödevler hayvan neslinin ve bitki türlerinin devamını sağlamak ve tükenmesine engel olmak, yeşil alanları ve temiz su kaynaklarını korumak gibi ödevler bu grupta yer almalıdır. Hakka Karşılık Olmayan Ödevler İslam’da yukarıda sayılanlar dışında başka ödevler vardır. Bunlar ödevlerin derecelendirilmesinden kaynaklanır. İnsanların terbiye ve ahlaki yapıları farklı olduğu için yükümlülük dereceleri de farklıdır. Bundan dolayı ahlaki ve dinî ödevleri iki kademelidir. Birincisi başkalarına karşı adalet, kendisine karşı ruhsat derecesi, ikincisi başkalarına ihsân, kendisine karşı azimet derecesidir. (Babanzâde, 1995:93) Adalet ve ruhsat derecesindeki ödevler bir hakka karşılıktır ve zorunludur. Oysa ihsân ve azimet derecesindeki ödevler bir hakka karşılık değildir ancak “Allah adalet ve ihsânla emreder” (Nahl/16:90) ayetinde buyrulduğu gibi Müslüman adaletle olduğu gibi ihsânla da yükümlüdür. (Akseki, 1991: 234-235) “Kendin için istediğini, başkası için de iste; kendine yapılmasını istediğin davranışı başkasına yap; kendine yapılmasını istemediğin davranışı başkasına yapma” Adalet ilkesinin gereği olarak kendisine kötülük yapan bir insana kişi mukabiliyle karşılık verir. Burada sadece kötülüğün miktarınca karşılık verilmesi, bu konuda ileri gidilmemesi, haddi aşılmaması gerekir. Hatta daha azı tavsiye edilir. Ancak daha yüksek ahlaki seviyedeki bir insan yukarıdaki ayete göre kendisini yapılan kötülüğü affetmek veya iyilikle karşılık vermekle mükellef tutar. Bu ihsân ve azimet seviyesidir. Aşağıdaki ayetler de bu derecedeki insanın durumuna işaret etmektedir. “…Ama affeder, hoş görüp vazgeçer ve bağışlarsanız şüphe yok ki Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Tegâbun/64:14) “Yine de sen onları affet ve aldırış etme. Çünkü Allah, iyilik yapanları (muhsin) sever.” (Mâide/5:13) İhsan derecesinde insan adalet ilkesinin gereği olan başkalarının malına zarar vermeme, zekât ve sadaka verme emri ile yetinmeyecek, malının bir kısmını fakirlerle paylaşmayı isteyecek, sadece başkalarının haklarına saygı göstemekle yetinmeyecek, onların korunması ve geliştirilmesi konusunda da çalışacaktır. Dolayısıyla iyilik ilkesinin gereği olan ihsân derecesi yüksek bir terbiyeye işaret etmekte, ihsân derecesindeki ödevler de herhangi bir hakka karşılık olmayıp ahlaki yetkinlik seviyesinde ortaya çıkmaktadır. Bu “kendin için istediğini, başkası için de iste; kendine yapılmasını istediğin davranışı başkasına yap; kendine yapılmasını istemediğin davranışı başkasına yapma” şeklindeki en genel ahlak düşüncesinden doğar. (Akseki, 1991: 273) Dolayısıyla tamamen kişinin özgür iradesine bırakılmıştır, yapmak zorunda değildir. İnsan adalet ilkesinin gereği olan ödevlerini yaptığında hakkına karşılık olan yükümlülüklerini yerine getirmiş olur. Ödevler Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 38 İslam Ahlakında Evrensel İlkeler, Haklar ve Ödevler Özet yerine getirilirken herkese eşit şekilde davranmak gerekir. Fakat ihsân ödevi hakkın karşılığı olmadığı için onun ölçüsü bulunmamaktadır. Kendi menfaatlerinden fedakârlık edip kime, ne için, ne kadar iyilik yapacağına kişi kendisi karar verir. Bunun için sorgulanmaz. İhsan ödevinde yardıma muhtaç birisine yardım ettiği için karşılık bekleme hakkı yoktur. Ancak bu vicdani bir sorumluluktur, sevgi, merhamet ve şefkat duygularıyla hareket eder ve adaletin gereği olan ödevlerin tamamlayıcısı konumundadır. İyilik ve sevgi ilkelerinin gereğini yapmaktır. Yardıma ihtiyacı olan birisine zorunlu olmadığı hâlde yardım etmek ahlaki olgunluğun göstergesidir. Bu da ahlaklılıktan esas beklenen, istenen tutumdur, ahlaki yetkinliktir. •İslam ahlakı da yeni bir ahlak sistemi getirdiği için normatif yani kural koyucudur. Kur’an içerdiği diğer konular gibi ahlak konularını da sistematik bir şekilde ele almamakla beraber eksiksiz bir ahlak sistemi oluşturacak zenginlikte teorik ve pratik kurallar ortaya koymaktadır. İlkeler İslam ahlakının teorik boyutudur. Onun pratik boyutunu ortaya koyan, hayat geçiren, ahlak haline getiren ise Hz. Peygamber’dir. Kur’an insan için gelmiştir ve onun canının, malının, ırzının, namus, şeref ve şahsiyetinin korunmasına, dünya ve ahiret hayatının düzenlenmesine yönelik ilkeleri içerir. •Dolayısıyla ortaya koyduğu ilkeler genellikle inanç ve ibadetle ilgili olduğu kadar ahlaki niteliğe de sahiptir. Ahlaki ilkelere uygun davranmanın ibadet hükmünde olduğu, aksi davranışların günah sayılıp cezayı gerektirdiği unutulmamalıdır. •İslam ahlakındaki evrensel ilkeler temel ilkeler ve ahlaki niteliği yüksek, somut içerikli ilkeler olmak üzere iki grupta ele alınabilir. Temel İlkeler şunlardır: 1-Özgürlüğü ilkesi, 2-Sorumluluk ilkesi, 3-Eşitlik ilkesi. Ahlaki niteliği veya vurgusu yüksek olan, somut içerik sunan, en öncelikli ilkeler şunlar olabilir: 1-Niyet ilkesi, 2-Ölçülülük İlkesi, 3Adalet ve Hak ilkesi, 4-İyilik ilkesi, 5-Sevgi ilkesi. •Hak kavramının pek çok tanımı vardır. Ancak genel olarak “bireyin varlığını devam ettirebilmesi için gereken unsurlar” ödev ise “hak kavramınının uygulanmasından doğan mantıki bir sonuç” olarak tanımlanmıştır. Hak ile ödev birbirinden ayrılamaz kavramlardır. Hakkın kaynağı ne ise ödevin kaynağı da odur. İnsanın sahip oldukları hak, başkalarının bu haklara saygı göstermesi ödevdir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 39 Özet İslam Ahlakında Evrensel İlkeler, Haklar ve Ödevler •İslam’da haklar her iki boyutuyla ele alınır. Sadece kişinin sahip olduğu haklar değil, diğer insanlarında onun üzerindeki haklarından söz edilir. İnsanın insan olmasından kaynaklanan ve diğer insanların saygı göstermek yükümlülüğündeki haklarına karşılık, diğer insanların da -komşu, eş, anne-baba olmak gibi- çeşitli konumlarında, bu insanla ilişkilerinden doğan kişi üzerinde hakları vardır ve diğer insanların kendi üzerindeki haklarına da bu insan saygı göstermekle yükümlülüdür. Hakkın olduğu yerde adalet vardır. Adalet başkalarının hakkına uymaktır. •Hak ve yükümlülük veya hak ve ödev kavramları birbirini takip eden biri olmadan diğeri düşünülemiyen kavramlardır. İnsan ancak başkasının hakkına saygı gösterirse kendi hakkına sahip olabilir. Hak bizim alacağımız, ödev ise yükümlülüğümüzdür. Ödevlerini yerine getirmeden hakkını istemek uygun bulunmamıştır. •İslam ahlakında haklar gibi ahlaki ödevlerin kaynağı da Kur’an ve sünnettir. Ancak insanın aklı ve vicdanını da İslam gözardı etmez ve sunduğu tekliflerin insanın aklı ve vicdanı ile ölçülmesini, sonrasında kabul edilmesini bekler. •İnsanların terbiye ve ahlaki yapıları farklı olduğu için yükümlülük dereceleri de farklıdır. Bundan dolayı ahlaki ve dini ödevleri iki kademelidir. Birincisi başkalarına karşı adalet, kendisine karşı ruhsat derecesi, ikincisi başkalarına ihsan, kendisine karşı azimet derecesidir. Adalet ve ruhsat derecesindeki ödevler bir hakka karşılıktır ve zorunludur. Oysa ihsan ve azimet derecesindeki ödevler bir hakka karşılık değildir ancak “Allah adalet ve ihsanla emreder” (Nahl 16/90) ayetinde buyrulduğu gibi Müslüman adaletle olduğu gibi ihsanla da yükümlüdür. Yardıma ihtiyacı olan birisine zorunlu olmadığı hâlde yardım etmek ahlâkî olgunluğun göstergesidir. Bu da ahlâklılıktan esas beklenen, istenen tutumdur, ahlaki yetkinliktir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 40 Ödev İslam Ahlakında Evrensel İlkeler, Haklar ve Ödevler • İslam’daki temel erdemsizlikleri, diğer kültürlerdeki erdemsizliklerle karşılaştırarak, ortak noktaları belirtiniz. • Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz. DEĞERLENDİRME SORULARI Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. 1. Hz. Muhammed “…emrolunduğun gibi dosdoğru ol” ayetini kasdederek niçin “Hud suresi beni yaşlandırdı” demiştir? Ayetin içerdiği zorluğun sebebi nedir? a) Doğru yolu bilmemek b) Doğru yolu bulamamak c) Her zaman doğru söylemenin zor olması d) İtidalde, dengede, doğru yolda bir hayat sürmenin zorluğu 2. Aşağıdakilerden hangisi İslâm ahlâkının özelliği değildir? a) Normatif/kural koyuculuk b) Zamana ve şartlara göre değişmezlik c) Yaptırım gücü yüksek d) Ceza ve mükâfat sunmaz 3. Aşağıdakilerden hangisi adalet ilkesinin olumsuzu konumundadır? a) Şer b) Yalan c) Zulüm d) Ölçülülük 4. Aşağıdakilerden hangisi hayat hakkı içinde değerlendirilemez? Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 41 İslam Ahlakında Evrensel İlkeler, Haklar ve Ödevler a) Kişinin sağlığı koruması b) Eğitim c) Öldürmemek d) Ev sahibi olmak e) Gıybet ve iftira etmemek 5. Aşağıdakilerden hangisi insanın manevi kişiliğine karşı görevlerinden birisi değildir? a) Eğitim b) İbadet c) Kötü alışkanlıklardan kurtulma d) İntihar etmeme Cevap Anahtarı: 1.d 2.d 3.c 4.d 5.d Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 42 İslam Ahlakında Evrensel İlkeler, Haklar ve Ödevler YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR Akseki, Ahmet Hamdi; Ahlâk İlmi ve İslam Ahlâkı, Ahlâk Dersleri, sad. Ali Arslan Aydın, Nur Yayınları, Ankara, 1991. Armağan, Servet; İslam Hukukunda Temel Hak ve Hürriyetler, Diyanet İşleri Başkanlığı yayınları, Ankara, 1996. Babanzâde Ahmet Naim, İslam Ahlâkının Esasları, Notlarla sadeleştiren Recep Kılıç, TDV yayınları, Ankara, 1995. Billington, Ray; Felsefeyi Yaşamak, çev. Abdullah Yılmaz, Ayrıntı yayınları, İstanbul, 1997. Çağrıcı, Mustafa; Anahatlarıyla İslam Ahlakı, Ensar Neşriyat , İstanbul, 2006. Çağrıcı, Mustafa; Hak maddesi, DİA, XV, İstanbul, 1997. Çağrıcı, Mustafa; İslam Düşüncesinde Ahlâk, Dem yayınları, İstanbul, 2006. (20061) Draz, M.A.;Kur’an Ahlâkı, çev. Emrullah Yüksel, Ünver Günay, İz yayıncılık, İstanbul, 1993. Erdem, Hüsamettin; Ahlâk Felsefesi, Hü-er yayınları, Konya, 2003. Hazlitt,Henry; Ahlakın Temelleri, çev. Mehmet Aydın, Recep Tapramaz, Liberte yayınları, Ankara, 2006. Kılıç, Recep; Ahlâkın Dini Temeli, TDV yayınevi, Ankara, 1992. Muhammed Ebu Zehra, İslam Hukuk Metodolojisi, Çev. Abdülkadir Şener, Ankara, 1981. Oktay, Ayşe Sıdıka; Kınalızâde Ali Efendi ve Ahlâk-ı Alâî, İz yayıncılık, İstanbul, 2005. Ragıb el-İsfâhanî, İslâm’ın Ahlâkî İlkeleri (ez-Zerî’a ilâ Mekârim’iş-şerî’a), ter. Abdi Keskinsoy, Beşikçi yayınevi, İstanbul, 2003. Yakıt,İsmail; İslam’ı Anlamak, Ötüken neşriyat, İstanbul, 2005. Yaran, Cafer Sadık; Ahlâk ve Etik, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2010. Yaran, Cafer Sadık; İslam Ahlak Felsefesine Giriş, Dem Yayınları, İstanbul, 2011. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 43 HEDEFLER İÇİNDEKİLER BİREYSEL AHLAK VE AHLAK EĞİTİMİ • Bireysel ahlak kavramı ve tanımı • Ahlak eğitiminde ailenin önemi • Ahlak eğitiminde metot ve yöntemler • Ahlak eğitimini olumsuz etkileyen faktörler İSLAM İSLAMİNANÇ AHLAK ESASLARI ESASLARI • Bu üniteyi çalıştıktan sonra; • Bireysel ahlak kavram ve tanımını açıklayabilecek • Bireysel ahlakın inşasında ailenin yerini ve rolünü kavrayabilecek • Ahlak eğitiminde izlenebilecek belli başlı yöntemleri öğrenebilecek • Ahlak eğitimini olumsuz yönde etkileyen faktörleri değerlendirebileceksiniz. ÜNİTE ÜNİTE 10 10 Bireysel Ahlak ve Ahlak Eğitimi GİRİŞ Son yüzyılda insanlık, çok önemli ekonomik, bilimsel ve teknolojik gelişmeler kaydetmiştir. Bu önemli gelişmeler neticesinde insanların eğitim ve öğretim seviyeleri ve yaşam standartları yükselmiştir. Ancak meseleye ahlaki değerler açısından bakıldığında, aynı olumlu gelişmeyi gösterdiğini söylemek oldukça zor görülmektedir. Bu bağlamda en çok değer kaybına uğrayan kurumların başında da aile gelmektedir. Zira dünyadaki ekonomik, kültürel ve toplumsal değişmelere paralel olarak, aile yapısında da köklü değişimler yaşanmış ve boşanma oranları artmıştır. Aile yapısında meydana gelen bu gelişmeler, başta çocukların yetişmesini olumsuz yönde etkileyerek, dalga dalga toplumun tüm kesimlerinde kendisini hissettirmeye başlamıştır. Oysa başta aile olmak üzere, yetişen nesle etkili bir ahlak eğitimi vermeden ve ahlaklı bireyler yetiştirmeden, sağlıklı toplumların oluşturulması imkânsızdır. BİREYSEL AHLAK KAVRAMI VE TANIMI İslam’da pek çok inanç ve ibadet esasının temelini ahlaki davranışlar oluşturmaktadır. İslam’ın inanç ve ibadet esaslarından sonra üzerinde durduğu en temel konulardan birisi de ahlaktır. Hatta pek çok inanç ve ibadet esasının temelini ahlaki davranışlar oluşturmaktadır. Örneğin dinin direği olarak kabul edilen namazın bile, esas amacı, insanı kötülüklerden alıkoymaktır. Aynı durum oruç, zekât ve diğer ibadetler için de geçerlidir. “Sana vahyedilen kitabı oku ve namazı kıl. Şüphesiz ki namaz hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah’ı anmak elbette en büyük ibadettir. Allah yaptıklarınızı bilir.”(Ankebût/29:45). “Ey iman edenler! Oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de farz kılındı. Umulur ki korunursunuz.” (Bakara/2:183). “Onların mallarından, onları kendisiyle arındıracağın ve temizleyeceğin bir sadaka (zekât) al ve onlara dua et. Çünkü senin duan onlar için sükûnettir (Onların kalplerini yatıştırır.) Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” (Tevbe/9:103). "Kim yalanı ve onunla ameli terk etmezse (bilsin ki) onun yiyip içmesini bırakmasına Allah'ın ihtiyacı yoktur." (Buhârî, Savm: 8, Edeb:51; İbn Mâce, Sıyâm: 21) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 Bireysel Ahlak ve Ahlak Eğitimi Yukarıdaki tüm ayet ve hadisler bize, ibadetlerle ahlaki davranışlar arasında sıkı bir ilişkinin olduğunu göstermektedir. İslam bilginleri pratik ahlakı, “bireysel ahlak, aile ahlakı, sosyal ahlak, devlet ahlakı ve dinî ahlak” olmak üzere beş grup hâlinde ele almışlardır Ahlak, İslam’ın en önemli bir alanını oluşturduğundan, İslam bilginleri de ahlak konusuna gereken önemi vermiş, bu alanla ilgili olarak, geçmişten günümüze yüzlerce kaynak eser yazmışlardır. Konunun daha iyi anlaşılması için de ahlakı genel olarak teorik ve pratik ahlak diye ikiye ayırmışlardır. Teorik ahlak, ahlakın daha çok dinî ve felsefi boyutunu ele alırken, pratik ahlak insanların doğrudan tutum ve davranışlarıyla ilgilenmektedir. İslam bilginleri pratik ahlakı, “bireysel ahlak, aile ahlakı, sosyal ahlak, devlet ahlakı ve dinî ahlak” olmak üzere beş grup hâlinde ele almışlardır (Draz, 1950: 371-427). Aslına bakılırsa, bu ahlak alanlarını birbirinden kesin çizgilerle ayırmak mümkün değildir. Zira bireyi ilgilendiren her hangi ahlaki bir davranış, aynı zamanda aileyi, toplumu hatta devleti de ilgilendirebilmektedir. Ancak tüm pratik ahlak alanlarının temelini bireysel ahlakın oluşturduğu da bir gerçektir. Zira ister aile, ister toplum, isterse devlet bazında olsun, tüm bu kurumların temel taşı bireylerdir. O bakımdan, ne kadar ahlaklı ve erdemli bireyler yetiştirilirse, diğer ahlak alanları da o derece bundan etkilenir. Bireysel ahlakın tanımını şöyle yapabiliriz: “doğrudan bireyi ilgilendiren, İslam’ın ortaya koyduğu emir, yasak ve mübahlarbütününüdür.” Bu tanımdan da anlaşılacağı üzere, bireysel ahlak üç kısımdan oluşmaktadır. Bunlar emirler, İslam bilginleri pratik ahlakı, “bireysel ahlak, aile ahlakı, sosyal ahlak, devlet ahlakı ve dinî ahlak” olmak üzere beş grup hâlinde ele almışlardır yasaklar ve mübahlardır. İslam’ın bireysel ahlak bağlamında emirler olarak sunduğu tutum ve davranışlara şunları örnek olarak verebiliriz. Doğru olmak, iffetli olmak, nefsi istekleri kontrol altında tutmak, cinsi arzulardan sakınmak, öfkeye hâkim olmak, samimi ve ihlâslı olmak, tevazu sahibi olmak, ihtiyatlı olmak, sebat ve sabırlı olmak, güzel işler yapmak, iyilikte yarışmak ve ruh ve beden temizliğine sahip olmak (Draz, 1950:371377). Bireysel ahlak “doğrudan bireyi ilgilendiren, İslam’ın ortaya koyduğu emir, yasak ve mübahlar bütününüdür.” Bireysel ahlakın ikinci kısmını ise yasaklar oluşturmaktadır. Yasaklara örnek olarak da intihar etmek, vücudun uzuvlarından birini kesmek ya da şeklini bozmak, yalan söylemek, fitne-fesat çıkarmak, verdiği söze uymamak, cimrilik yapmak, israf yapmak, gururlu ve kibirli davranmak, haset etmek, tamah sahibi olmak, fuhuş yapmak, içki içmek, kumar oynamak, gayrimeşru işlerde uğraşmak ve bu işlerden para kazanmak gibi davranışları verebiliriz (Draz, 1950:377-382). İster emirler olsun isterse yasaklar olsun, tüm bunlar, Kur’an ve hadisler tarafından kesin bir şekilde ortaya konmuştur. İdeal bir Müslümanın yapacağı iş ise, bu emir ve yasaklara uymaktır. Üçüncü grup bireysel ahlak davranışlarını da mübahlar kısmı oluşturmaktadır. Mübah demek, ne emir ne de yasak olmayan, yapılıp yapılmaması bireyin kendisine bırakılan eylemlerdir. İyi ve helal şeylerden itidalli bir şekilde yararlanmak, zaruretler karşısında ise aşırı olmamak şartıyla kural dışı davranmak; Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 Bireysel Ahlak ve Ahlak Eğitimi susuzluktan ya da açlıktan ölüm noktasına gelindiğinde, normalde haram olan şeylerin yenmesi ve içilmesi mübaha öernek olarak verilebilir. Burada bireysel ahlaki davranışları bilmek kadar, onları tutum ve davranış hâline getirmek de önemlidir. Bu konuda da en büyük görev ve sorumluluk aileye düşmektedir. Bu durum Kur’an’da şöyle dile getirilmektedir: “Kendinizi Ailede verilecek ahlak Ailenin en temel eğitimini verimli kılan görevlerinden birisi de etmenlerin başında, ahlaklı çocuklar örgün eğitim yetiştirerek topluma kurumlarının aksine, olumlu anlamda katkı gönüllülük esasına sağlamaktır. dayalı, spontane ve sürekli oluşu gelmektedir. ve ailenizi yakıtı insanlar ve taşlar olan bir ateşten koruyun.”(Tahrim/66:6). “Onlar ki, ‘Ey Rabbimiz! Bize göz nuru olacak eşler ve çocuklar bahşet; bizi Sana karşı sorumluluk bilinci taşıyan kimseler için örnek ve öncü yap’ diye dua ederler.” (Şuarâ/25:77). Yukarıdaki buyurmuştur: ayetleri destekler mahiyette Peygamberimiz de şöyle “Bir babanın evladına verebileceği en değerli hediye iyi bir terbiyedir.” (Buhârî, Vesaya: 9). Bu ayet ve hadislerden de açıkça anlaşılıyor ki, ailenin en temel görevlerinden birisi de ahlaklı çocuklar yetiştirerek topluma olumlu anlamda katkı sağlamaktır. AHLAK EĞİTİMİNDE AİLENİN ÖNEMİ Bireysel ahlak konusunda üzerinde durulması gereken en temel hususlardan birisi de hiç kuşkusuz, bu ahlaki davranışların nasıl ve nerede kazandırılacağıdır. Belki burada ilk akla gelen okul ya da cami gibi dinî kurumlar olabilir. Ancak dünya çapında yapılan karşılaştırmalı bir çalışmada, en etkili din ve ahlak eğitiminin verildiği yerin “ev ve aile” olduğu ortaya çıkmıştır (Edwards, 1986:3). Bu alanda yapılan pek çok araştırma, bireylerde dinî ve ahlaki değerlere ilişkin tutumların oluşmasında ilk faktör olarak ailenin, daha sonra bireysel düşünce ve tecrübenin ve son olarak da okulun rol oynadığını ortaya koymaktadır. İşte bu yüzden, günümüz eğitimcileri, ailenin önemine dikkat çekerek, geleceğin eğitiminin “aile temelli” olması gerektiğini ileri sürmektedirler. Zira insan hayatı, en derin ve bireysel seviyede aile içinde yaşanmaktadır. Hatta bu, parçalanmış ya da tek ebeveynden oluşan aileler için bile geçerlidir. Psikolojik veriler, olumlu ya da olumsuz anlamda kişilik gelişiminin 2-6 yaş arasında oluştuğunu ortaya koymaktadır (Çağlar, 1981: 34). “Bir kişi yedisinde neyse yetmişinde de odur,” atasözümüz de bu psikolojik verileri doğrulamaktadır. Kısacası çocukluğun bu ilk yılları, sosyal ve ahlaki bilgi Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 Bireysel Ahlak ve Ahlak Eğitimi gelişimin en hızlı yaşandığı bir dönem olup, bu da büyük ölçüde aile içinde gerçekleşmektedir. O bakımdan aile temelli ahlak eğitimi, son derece önemli görülmektedir. Ebeveynlerin çocuklarına karşı tutumları oldukça farklılık göstermektedir. Bu duruma kültürel farklılıklar etki ettiği gibi, aile bireylerinin yetişme tarzı ile sosyoekonomik seviyeleri de etkili olabilmektedir. Ailede verilecek ahlak eğitimini verimli kılan etmenlerin başında, örgün eğitim kurumlarının aksine, gönüllülük esasına dayalı, spontane ve sürekli oluşu gelmektedir. Zira devam zorunluluğu ve değerlendirme korkusu, hangi ders için olursa olsun, çocuklar için çok cazip gelmemektedir. Bu durum, din ve ahlak eğitimi için de geçerlidir. Oysa ailelerde böyle bir değerlendirme endişesi olmadığından, verilen ahlak eğitimi ve öğretimi de daha etkili olabilmektedir. Ayrıca çocuklar, kendi aileleriyle o kadar özdeşleşirler ki artık, aile bireylerinin yaşam, duygu ve düşünce tarzları, onların da bir parçası olur. Böylece aile, çocukların ahlaki değerleri, normlarıve uygulamaları benimsediği ve diğerlerinin değer, norm ve uygulamalarını değerlendirmede kullandığı ilk referans grubunu oluşturur. Aile, çocuğun sadece dinî ve ahlaki tutum ve davranışlarının yoğunluğunu değil, aynı zamanda şeklini de belirler. Zira aile, çocuğun anlayış modelini oluşturur. Temel aile tecrübesi ve kültürü doğrudan, çocuğun davranış modelini oluşturur. Daha doğrusu gerek sağlıklı, gerekse sağlıksız ahlaki değerler algısında aile, temel rol oynamaktadır. Diğer tüm değerler gibi, dinî ve ahlaki değerler de doğrudan aile fertleri tarafından kazandırılır ve bu kazanımlar büyük ölçüde hayat boyu etkisini devam ettirir. Çocuğun ahlak eğitiminde ailenin kendisi kadar, çocuğa yaklaşım tarzları da son derece önemlidir. AHLAK EĞİTİMİNDE AİLE MODELLERİ Çocukların ahlak eğitiminde olumlu ya da olumsuz rol oynayan en önemli faktörlerden birisi de hiç şüphesiz ebeveynlerinin çocuklarına karşı olan tutumlarıdır. Ebeveynlerin çocuklarına karşı tutumları oldukça farklılık göstermektedir. Bu duruma kültürel farklılıklar etki ettiği gibi, aile bireylerinin yetişme tarzı ile sosyo-ekonomik seviyeleri de etkili olabilmektedir. Her ne kadar litaretürde, aile modellerine ilişkin farklı görüşler olsa da, biz bu aile modellerini ve çocukların ahlaki davranışlarına olan etkilerini şu şekilde özetleyebiliriz (Aydın, 2009:34-61; Yavuzer, 1997: 26-34): Baskıcı anne-baba tutumları: Özellikle sosyo-ekonomik seviyesi düşük ailelerde görülen bir anne-baba tutumudur. Bu tür anne ve babaların temel özelliği, çocuklarına karşı oldukça katı olmalarıdır. Bunlar çocuklarını ceza tehdidi altında kurallara sıkı sıkıya bağlı kalmalarını ve bu kuralları yerine getirmelerini isterler. Durum ve şartlar ne olursa olsun, anne babaya boyun eğilmelidir. Bu tür aileler, disiplini sağlamak için, genellikle cezaya başvururlar. Cezalar çoğunlukla suçla orantısız ve ağırdır. Bu tür anne ve babalar için kendi kendine yeterlilik ya da çocuk Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 Bireysel Ahlak ve Ahlak Eğitimi otonomisi çok önemli değildir. Kayıtsız şartsız itaat, bu tür ailelerinin en önemli özelliğidir. Bu tür ailelerde yetişen çocuklar, kendine güvenleri gelişmediği için, korkak ve ürkek hareket eder, kendi bildiği doğrularını yaşayamaz. Yine bu ailelerde çocuğun kendi duygu ve düşüncelerine fazla önem verilmediğinden ya da cezalandırılmaktan korktuklarından, yalan söylemek, çocukların ve gençlerin elindeki tek savunma mekanizması hâline gelir. Sonuçta çocuk, bağımlı, utangaç, yönetilmeye hazır, sosyal açıdan yetersiz, gergin, acımasız, kavgacı ve ilgisiz bir kişi olur. Demokratik ailelerin en önemli özelliklerinden birisi de, çocuklarına karşı hoşgörülü, anlayışlı, destekleyici, güven verici, değer veren ve makul özgürlük alanı tanımalarıdır. Aşırı koruyucu anne-baba tutumları: Çocuklarına karşı büyük bir sevgi ile bağlanmış, çok kollayıcı anne baba tutumlarıdır. Bu tür ailelerde, anne babalar çocuğun tüm sorunlarıyla yakından ilgilendiğinden ve kendi davranışlarının sonuçlarını ve hatalarını görme imkânı tanınmadığından, çocuğun kendi ayakları üstünde kalması engellenmiş olabilir. Sonuçta bu tür ailelerde yetişen çocuk, içe dönük, bağımlı, yönetilmeye hazır, sosyal gelişimi yetersiz ve sosyal çevresinde uyumda zorlanan, devamlı bir şeyler isteyen, çok çabuk karşı gelen, güvensiz, kıskanç, uyumu güç, sinirli, mutsuz ve duygusal sorunları olan bir kişi olur. Aşırı serbest anne-baba tutumları: Bu tutumdaki anne babalar, çocuklarının doğru-yanlış hiçbir hareketine karışmaz, hatta yaptığı yanlışlıklara bile kızmaz. Disiplinin yok denecek kadar az olduğu bu tür ailelerde, “çocuktur yapar” denilerek, çoğu olumsuz davranışları bile hoşgörüyle karşılanır. Çocuğa sınırsız haklar tanınmış, ancak nerede duracağı belirtilmemiştir. Bu tür ailelerde yetişen çocuklar, neyin doğru neyin yanlış olduğu konusunda karar veremeyen, kendini denetleyemeyen, aşırı serbestlik beklentisi içinde olan, sorumsuz, bencil, özgürlüğü kısıtlandığında da saldırgan ve isyânkâr davranışlara başvuran kişiler olabilmektedirler. Mükemmeliyetçi anne-baba tutumları: Bu tutuma sahip olan anne-babalar, çocuklarını her açıdan dört dörtlük yetiştirmek isterler. Böyle ailelerde çocuğun yanlış yapmaya hakkı yoktur. Çocuktan aşırı titizlik ve düzenlilik beklenir. Evde her şey bir kurala bağlanmıştır. Adeta askeri bir eğitim sistemi mevcuttur. Ondan, toplumsal ve ahlaki kurallara harfiyen itaat etmesi istenir. Bu tür anne ve babalar kendi hayatlarında gerçekleştiremediği hedef ve idealleri kendi çocuklarının gerçekleştirmesini beklerler. Bu tür ailelerde yetişen çocuklar, ağır nörotik gelişim gösterebilirler. Çocukların kişilik ve karakter yapıları genelde çok katıdır. Esneklik göstermezler. Çocuk anne ve babasının yönlendirmesi ve yüksek beklentileri sonucu, her işte en iyisi ve üstünü olmak ister. Fakat her işte istediği başarıyı yakalamayınca da hayal kırıklığına uğrayarak, aşağılık duygusu geliştirir. Sonuçta, bu tip anne ve babaların çocukları utangaç, içe dönük ve yalnızlık çeken çocuklar olarak tanımlanabilir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 Bireysel Ahlak ve Ahlak Eğitimi İlgisiz anne-baba tutumları: Yukarıdaki tutumun aksine, bu tür anne ve babalar çocuklarına karşı ilgisiz, çocuklarının maddî ve manevi ihtiyaçlarına karşı duyarsız, sevgi ve şefkati yetersiz, kontrolü de gevşektir. Nasıl ki otoriter anne baba tutumları, çocukların gelişim özellikleri için tehlikeli ise, ilgisiz anne ve babaların çocukları da toplum için o denli tehlikeli olabilir. Bu tutumun uç noktasında çocuklar kindar, kavgacı, isyânkar, saldırgan, suça eğilimli ve güvensiz olabilirler. Çocuklara aile ortamında temel ahlaki değerleri kazandırmak için, hem aile ortamının düzgün olması, hem de aile bireylerinin bilinçli bir şekilde çocuklarına birtakım ahlaki bilgi ve değerleri kazandırmaya yönelik amaçlarının olması gerekir. Dengesiz ve tutarsız anne-baba tutumları: Bu tür tutuma sahip olan anne ve babalar, bazen aşırı hoşgörülü ve serbest, bazen engelleyici, bazen de baskıcı ve cezalandırıcı bir tutum içindedirler. Bu ailelerde kurallara uyma konusunda bir kararlılık ve süreklilik yoktur. Babanın onayladığı bir davranışı anne, annenin onayladığı bir davranışı da baba onaylamayabilir. Kısacası bu tür ailelerde, sadece çocuklara karşı değil, aile fertleri arasında da herkesin uyması gereken ortak kurallar yoktur. Bu ortamda yetişen çocuklar, neyin iyi, neyin kötü olduğuna karar veremez. Hangi davranışın nerede ve ne zaman yapılıp yapılamaması gerektiğini bilmez. Çocuk davranışın, doğru veya yanlış oluşuna göre değil, “ne zaman yaparsam ceza verilemez” sorusunun cevabına göre davranmaya başlar. Bu tür ailelerde yetişen çocuklar ürkek, korkak, kararsız, dengesiz ve güvensiz olurlar. Demokratik anne-baba tutumları: Bu tür aile tutumlarında anne ve babalar, bir taraftan çocuklarına birtakım kurallar koyarken, bir taraftan da onlardan bazı beklentileri vardır. Ancak tüm bunlar, gerçekçi bir tarzdadır. Anne ve baba, çocukların ilgi ve ihtiyaçlarını makul bir şekilde karşılamaya çalışırken, diğer taraftan da ortaya konan beklentilerin gerçekleşmesi konusunda sorumluluk ve görev verirler. Bu tür ailelerin en önemli özelliklerinden birisi de çocuklarına karşı hoşgörülü, anlayışlı, destekleyici, güven verici, değer veren ve makul özgürlük alanı tanımalarıdır. Bu tutuma sahip anne ve babalar, çocuklarının yaptıklarıyla ilgilenir, doğru davranışlarını takdir ve teşvik eder, yanlışlarını düzeltmesi için de gerekli önlemler alır. Sorunlar ise, karşılıklı sevgi ve saygı ortamında, karşılıklı konuşularak çözülmeye çalışılır. Bu tür ailelerde yetişen çocuklar ise, uyumlu, kendine güvenen, tutarlı ve en önemlisi de mutlu olurlar. Elbette aileleri kesin sınırlarla bir aile modeli içine yerleştirmek hem zor hem de imkânsızdır. Durum ve şartlara göre aile fertleri, farklı tutum ve davranışlar sergileyebilirler. Burada önemli olan, aile fertlerinin birbirlerini severek ve sayarak karşılılıklı anlayış ve hoşögürü ortamında yaşamlarını sürdürmektir. AHLAK EĞİTİMİNİN TEMEL İLKELERİ Her ne kadar bireyler hayat boyu birtakım bilgi ve becerilerini geliştirip, yeni tutum ve davranışlar kazansalar da ahlaki değerler, temel olarak ilk çocukluk yıllarında kazanılıp etkisini ömür boyu devam ettirdiğinden, ahlak eğitiminin temel ilkelerini de daha çok aile temelli olarak ele almak istiyoruz. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 Bireysel Ahlak ve Ahlak Eğitimi Çocuklara aile ortamında temel ahlaki değerleri kazandırmak için, hem aile ortamının düzgün olması, hem de aile bireylerinin bilinçli bir şekilde çocuklarına birtakım ahlaki bilgi ve değerleri kazandırmaya yönelik amaçlarının olması gerekir. Şimdi kısaca bu ilkelere değinelim. Mutlu ve Huzurlu Bir Aile Ortamı Oluşturulmalıdır Aile içinde karşılıklı güven duygusu ve dayanışma varsa, aile dışında çocuğun şahsiyetini olumsuz yönde etkileyebilecek olaylar, etkisini pek göstermez. Her ne kadar ailenin çocuklarına, ahlaki değerleri nasıl kazandıracağı konusunda, farklı düşünceler olsa da tüm sosyal bilimcilerin üzerinde anlaştığı bir husus vardır ki, o da, ideal bir ahlak eğitimi için, mutlu ve huzurlu bir aile ortamının olmasıdır. Huzurlu bir aile ortamı olmadan, çocuklara birtakım ahlaki değerleri kazandırmak pek mümkün görünmemektedir. Güzel bir sözümüzde de belirtildiği gibi, “Sevginin, saygının ve hoşgörünün, kısacası, huzurun olmadığı yerde bülbüller susar, goncalar açmaz.” Aile içinde karşılıklı güven duygusu ve dayanışma varsa, aile dışında çocuğun şahsiyetini olumsuz yönde etkileyebilecek olaylar, etkisini pek göstermez. Sevgi ve güven duygusunun baskın olduğu aile, dış dünyanın yaratmış olduğu üzüntü ve kaygılardan kurtulacak bir sığınak ortamı oluşturur. Acaba mutlu ve huzurlu bir aile ortamını oluşturan unsurlar nelerdir? Bu konuda kültürler arası yapılan çalışmalardan hareketle (Neff, 1995: 166-179) mutlu ve huzurlu bir ailede bulunması gereken özelikleri şu şekilde sıralayabiliriz: Taahhüt, bağlanma: Taahhüt demek, bir bakıma aile birliğine önem verme ve aileyi bir bütün olarak kabul etme duygu ve düşüncesidir. Bu özelliğe sahip aileler, kendi ailelerini her şeyin üstünde tutarlar. Bu tür ailelerde, tüm aile fertleri, o ailenin üyesi olmaktan kıvanç duyarlar. Bunlar için aile, her şeyden önce gelir ve zamanlarını ve enerjilerini kendi aileleri için harcarlar. Hem anne ve baba, hem de çocuklar, birbirlerini severler ve biri diğeri adına fedâkarlık yapmaya hazırdır. Bu tür ailelerinin en önemli özelliklerinden birisi de aile fertlerinin birbirlerini kayıtsız şartsız sevmeleridir. Bu sevgi, her hangi bir menfaat için değil, sadece o ailenin ferdi olduğundan dolayıdır. Zaman birlikteliği: Mutlu ve huzurlu ailelerinin diğer önemli bir özelliği de zamanlarını birlikte geçirmeleridir. Zaten insanın hiç unutmadığı, hep hatırladığı anlar, ailesiyle ve sevdiği insanlarla geçirdiği zamanlardır. Ancak zaman birlikteliği demek, tüm aile bireylerinin tamamının, günlerini ve zamanlarını hep birlikte geçirecekleri anlamına da gelmez. Aile fertleri elbette istediklerinde, yalnız kalma ya da diğer insanlarla da birlikte zaman geçirebilirler. Ancak bütün bunlar, aile fertlerinin karşılıklı rızalarıyla olur. Zaman birlikteliğinin en önemli unsurlarından birisi de, zamanın niceliğinden ziyade niteliğidir. Burada önemli olan, hem nicelik hem de nitelik olarak, zamanın birlikte geçirilmesidir. İletişim: Mutlu ve huzurlu ailelerin en temel özelliklerinden bir tanesi de aile fertleri arasında açık ve etkili iletişim şeklinin mevcut olmasıdır. Bu tür iletişimin en önemli özelliği, onun açık, belirgin ve samimi olmasıdır. Mutlu ve huzurlu Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 Bireysel Ahlak ve Ahlak Eğitimi ailelerinin iletişiminde, yakınlık ve samimiyet, temel unsurdur. Aile fertleri birtakım olumlu iletişim özelliklerine sahiptirler. Aile bireyleri birbirlerini hem sözel olarak, hem de duygusal olarak dinlerler. Birbirlerine karşı dürüst ve samimidirler. Birbirlerini eleştirmekten, değerlendirmeye tabi tutmaktan veya suçlamaktan kaçınırlar. Psikoloinin öncülerind birisi olan William James, takdir edilme ihtiyacının, belki de en önemli insani ihtiyaç olduğunu ileri sürmektedir. Elbette bunları söylerken, mutlu ve huzurlu ailelerin hiç tartışmayacağı ya da farklı duygu ve düşüncelere sahip olamayacağı anlamına gelmez. Tabii ki birlikte yaşayan insanların farklılıkları olacaktır. Ancak mutlu ve huzurlu aileler, çatışma ve olumsuzlukları, aşırı noktalara ulaşmadan çözmeye çalışırlar. Bunların kullandığı tekniklerden birisi, aile bireylerinin birbirlerine saldırmaları, birbirlerine karşı gelmeleri yerine, ortadaki sorunu açıklamak, muhtelif çözüm önerileri sunmak ve herkes için en iyi olarak görülen çözüm yolunu araştırmaktır. Birbirlerini suçlamak ya da rekabet etmek yerine, iş birliğine önem verilir ve düşmanlıklar engellenmeye çalışılır. Takdir ve teşvik etme: Psikolojinin öncülerinden birisi olan William James, takdir edilme ihtiyacının, belki de en önemli insani ihtiyaç olduğunu ileri sürmektedir. İnsanların çoğu gündelik olarak sırf takdir edilmek için pek çok şey yapmaya çalışır. Bu durum aile fertleri için de geçerlidir. Zira takdir etme, bir taraftan takdir edilen kişinin öz benliğini desteklerken, diğer taraftan da takdir eden ile takdir edilen kişi arasında güçlü bir ilişki oluşturur. Diğer taraftan sık sık eleştirilen kişiler, kendilerinde bir yetersizlik, incinme ve önemsizlik hissi geliştirebilir. Her ne kadar bazı aileler, yaptıkları eleştirilerin çocuklarının eksikliklerini düzeltmek olduğunu ve yaptıkları eleştirilerin, “yapıcı bir eleştiri” olduğunu ileri sürseler de bunun doğuracağı sonuç, hiç de öyle değildir. Bunun sonunda çocuklar, “Ben hiç mi doğru yapmıyorum,” “Ben demek ki yeteri kadar iyi değilim,” gibi düşüncelerle kendisine karşı olan öz güvenini kaybedebilirler. Eleştiriler ve suçlamalar, davranışları iyileştirme yerine daha da bozulmasına ve yozlaşmasına neden olabilir. Bunun için de olumsuz duygu ve düşünceler yerine, ailede olumlu duyguların yer almasına ve hâkim olunmasına çalışılmalıdır. Rol performansları: Rol, aile bireyleri arasındaki kişilerin yapmaları gereken hususları içeren bir kavramdır. Aile üyelerinin her birinin değişik rolleri vardır. Başarılı bir şekilde fonksiyonunu devam ettiren aileler, her bir aile üyesi için muayyen bir rol tanımlamıştır. Bu tür ailelerdeki fertlerden her biri, kendi yapacağı görevi bilir ve gereğini yapar. Kısacası bir görev karmaşası yoktur. Bununla beraber, mutlu ve huzurlu aile üyeleri bu görevler konusunda çok da katı olmayıp, bir esneklik tutumu gösterirler. Herkesin yapmakla sorumlu olduğu görevini bilmesine rağmen, herhangi olağanüstü bir durumda, aile ilişkilerinin normal düzeyde devam etmesi için, esnek olmanın da rahatlığını hissederler. Manevi ortam: Mutlu ve huzurlu ailelerin en önemli özelliklerinden birisi de evlerinde manevi bir ortam oluşturmalarıdır. Elbette manevi ortam, farklı kişilere Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 Bireysel Ahlak ve Ahlak Eğitimi göre farklı anlamlar ifade edebilir. Ancak genelde manevi ortam deyince akla, Allah’a iman, ahlaki davranış, dinî yaşantı, ümit ve iyimserlik duyguları, doğruluk, sadakat, şuurluluk, erdemlik ve öz saygınlık gibi kavramlar akla gelmektedir. Maneviyat, insanların hayatlarını değişik açılardan etkiler. Her şeyden önce maneviyat, insanlara hayatın bir anlamı ve gayesinin olduğu hissini verir. Maneviyat, insanların hayatlarını değişik açılardan etkiler. Her şeyden önce maneviyat, insanlara hayatın bir anlamı ve gayesinin olduğu hissini verir. Hayatın bir anlam ve gayesinin olduğuna inanmak, insanların günlük kaygı ve stresleri aşmasına yardımcı olur. İnancın olmadığı yerde ise, hayatın bir amacı ve gayesi eksik kalarak, insanlar yalnızlık ve depresyona maruz kalabilirler. Ancak inanç sayesinde aile fertleri bir ümit, dayanma gücü ve yaşama sevinci elde edebilir. Kriz ve stresle başa çıkma: Mutlu ve huzurlu aile bireyleri de diğer aile fertleri gibi, zaman zaman günlük yaşamlarında çeşitli kriz ve streslerle karşı karşıya kalabilirler. Ancak onların özelliği, bu sıkıntılı anlardan kurtulma yollarını geliştirmiş olmalarıdır. Bu tür aileleri, diğer ailelerden ayran temel özellik, onların yaşamlarındaki bu tür olumsuz durumlara olumlu bakabilecek noktaları bulma ve onlar üzerine odaklaşmalarıdır. Mutlu ve huzurlu ailelerdeki bireyler de elbette gerçekten üzücü, kızgınlık, ya da korkuya neden olabilecek olaylarla karşılaşabilirler. Ancak onlar bu tür olaylardan kurtulacak pozitif unsurlar da bulabilen kişilerdir. Onlar dengeli bir tutum ve davranış gösterebilme yeteneğine ve belli bir ümit besleme yeteneğine sahiptirler. Zira onlar bilirler ki, başlarına gelen her bela ve musibetin, bir nedeni olduğu gibi, bir hikmeti de vardır. Bu ailelerde bu tür olumsuz durumlarda başa çıkmadaki en büyük desteklerinden birisi de yukarıda da kısmen bahsettiğimiz gibi, manevi güç yani imanlarıdır. Onlar bu tür olaylarda imanları ve ümitleri sayesinde, bu olayların etkisinden kurtulmaya çalışırlar. Kriz anlarında bu ailelerin başvurduğu diğer bir yöntem de aile bireyleri arasındaki açık iletişimdir. Aile bireyleri, birbirlerine karşı olumsuz tepki vermekten korkmadan ve endişe duymadan rahatça duygu ve düşüncelerini paylaşabilirler. Çocuğun Gelişim Özelliklerine Dikkat Edilmelidir Diğer eğitim alanlarında olduğu gibi, ahlak eğitimi konusunda da, çocuğun biyolojik, psikolojik ve sosyal gelişim özelliklerini dikkate almak gerekir. Diğer eğitim alanlarında olduğu gibi, ahlak eğitimi konusunda da çocuğun biyolojik, psikolojik ve sosyal gelişim özelliklerini dikkate almak gerekir. Çocukların gelişim dönemlerini ve özelliklerin bilmek, verilecek olan ahlak eğitiminin başarısını da olumlu yönde etkileyecektir. Eğer bu gelişim dönemleri bilinmezse, çocuğun yaptığı bazı davranışlar, çocuğun çevresi tarafından ahlaksızlık olarak algılanabilir. Psikologlar çocukluk dönemi ahlak gelişimini beş dönem hâlinde incelemektedirler. Bu gelişim dönemlerini şu şekilde özetleyebiliriz (Aydın, 2009: 63-92). Ahlak öncesi dönem: İlk birkaç yılında çocuklarda değer kavramı diye bir şey yoktur. Ancak çocuk üç yaşına doğru, bazı davranışların iyi olup yapılması Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 Bireysel Ahlak ve Ahlak Eğitimi gerektiğini, bazı davranışların ise kötü olup, yapılmaması gerektiğini öğrenmeye başlar. Bu dönemde çocuklar anlamını bilmese de konuşmalarında kötü sözlere yer verebilirler. Yine bu dönemde çocuklar, “gerçek” kavramına sahip olmadıklarından, bazı şeyleri gereğinden fazla abartarak yalan söyleyebilirler. Yine bu dönem çocuklarında henüz bir mülkiyet anlayışı oluşmadığından, kendilerin ait olmayan herhangi bir nesneyi kolaylıkla alabilirler. Tüm bu olumsuz gibi görülen davranışlar abartılmamalıdır. Bu dönemde çocuk, bir davranışı anne ve babasının tasvip edip etmemesine göre yapar ya da yapmaz. Bu dönemde anne ve babanın yapacağı şey, kesin tavırlı olmak ve yaptığı olumsuzlukların üzerinde fazla durmamaktır. Bencillik dönemi: Çocukların ilk 3-5 yıllarının en önemli özelliklerinden birisi de onların bencil bir duyguya ve yapıya sahip olmalarıdır. Çocuklar genellikle altı yaşlarına kadar bencil olup, davranışlarını başkalarının durumunu ve görüşünü fazla dikkate almadan, kendi istekleri doğrultusunda değerlendirirler. Genel olarak çocuklar 6-7 yaşlarına kadar, “başkalarına uygunluk dönemi” dediğimiz özellikleri yansıtır. Bu dönemde çocukların değer anlayışı büyük ölçüde otoriteye bağlıdır. Büyüklerin cezalandırdıkları davranışlar yanlış olup, görev ve sorumluluk, otoriteye itaat olarak anlaşılır. Yine bu dönemde çocuklar için niyetten ziyade davranışların sonuçları önemlidir. Çocuklar, ancak sekiz yaşından itibaren davranışlarla niyetler arasında bir ilişki kurabilirler. Bu dönem, çocuğun kolay etkilendiği bir dönem olduğundan, anne ve babaların davranışlarına önem vermeleri, sözleri ve davranışlarıyla çocuğa örnek olmaları gerekir. Duygusal vicdan dönemi: Düşüncenin uyandığı bir dönem olup, genellikle 7-12 yaş dönemini kapsar. Çocuklar yedinci yaştan itibaren, ahlaki kavramları anlamaya başlarlar. Bu anlamda yedinci yaş ayırt etme (temyiz) yaşıdır. Özellikle 9-10 yaşından itibaren çocuk, artık iyi ile kötüyü, haklı ve haksız kavramlarını ayırabilecek düzeydedir. Bu dönemdeki çocuklar belli bir ahlak kavramını oluşturmaya başlarlar. Çocuk doğruluk, dürüstlük, adalet, kişisel hak ve özgürlükler konusunda belli bir görüş edinmiştir. On yaşından sonra ise çocuklar, kendilerine telkin edilen davranış kurallarını benimsemeye başlarlar. Ergenliğe doğru ise, geçimsiz, ters, inatçı, kıskanç ve bencil bir çocuk olabilir. Çocukların bu dönemdeki olumsuz davranışlarına bakarak, yanlış girişimlerde bulunmamak gerekir. Bu dönemde anne babalara düşen görev, serinkanlılıkla, sabırla ve hoşgörüyle davranarak, yine onlara model olmaya devam etmektir. Akılcı vicdan dönem: Bu dönem, ergenlik dönemi olarak adlandırılan 13-21 yaş arasını kapsar. Bu dönemde ergen ahlaki ilke ve prensipleri dış güçlerden ziyade, bizzat kendi vicdanıyla ve kendi geliştirdiği ahlak ilkeleriyle tanımlar. Bu dönemde birey artık, sadece kendisi için değil, başkalarını da dikkate alan, yüksek düzeyde bir değerler sistemi geliştirir. Hak, adalet, yardımlaşma ve paylaşma gibi ahlaki değerlerin en yüksek olduğu dönem, bu dönemdir. Bu dönemde de yapılacak olan, tutarlı ve dengeli bir disiplin uygulamaktır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 Bireysel Ahlak ve Ahlak Eğitimi Dengeli Bir Disiplin Uygulanmalıdır Katı bir disiplin anlayışı ya da fiziki cezaya maruz kalan çocukların Allah inancı da sert, korumasız ve cezalandırıcı bir Allah tasavvuruna dönüşmektedir. Ahlak eğitiminde ele alınması gereken en önemli konulardan bir tanesi de ailenin çocuğa uygulayacağı disiplin şekli ve yöntemidir. Anne ve babaların kullandığı disiplin şekilleri, çocukların psikolojik gelişimi kadar, onların dinî ve manevi anlayışlarını da etkiler. Bu alanda yapılan araştırmalara göre, katı bir disiplin anlayışı ya da fiziki cezaya maruz kalan çocukların Allah inancı da sert, korumasız ve cezalandırıcı bir Allah tasavvuruna dönüşmektedir. Tutarsız bir disiplin anlayışına sahip olan aile çocuklarının Allah anlayışı ise, anne ve babalarının tutumlarına paralel olarak, fazla adaletle ilgilenmeyen, bireylerin davranışlarıyla uygunluk arz etmeyen, ne zaman nasıl bir ceza vereceği belli olmayan bir Allah anlayışına neden olmaktadır. Diğer taraftan, demokratik bir aile ortamından gelen çocukların Allah anlayışları ise, daha olumlu bir Allah anlayışı olabilmektedir. Acaba anne ve babalar, çocuklarının ahlak eğitiminde hiç mi cezaya başvurmayacaklardır? Bu konu hem İslam eğitimcileri, hem de batı eğitimcileri tarafından yüzyıllar boyunca tartışılmış ve hâlâ da tartışılmaktadır. Hem çağdaş eğitimciler hem de klasik İslam eğitimcilerinden bazıları, son çare olarak ve aşırı olmamak kaydıyla, fiziki cezanın verilebileceğini ifade etseler de şu bilinen bir gerçektir ki, din ve ahlak eğitiminde fiziki ceza etkili bir metot olmadığı gibi, aksine olumsuz yönde etki etmektedir. Fiziki ceza çocukta, yalana, hilekârlığa ve iki yüzlülüğe sevk etmek gibi kötü ahlaki sonuçlara yol açmaktadır. Ayrıca evden kaçma, korkak ve ürkek olma, içe dönüklük, pasiflik, saldırganlık ve düşmanlık, başkalarına eziyet verme, sadist ruhlu olma ve altını ıslatma gibi pek çok psikolojik ve sosyolojik yönden de olumsuzluklara neden olabilmektedir. Hele hele baskıyla, dayakla ya da zorlamayla dinî ve ahlaki değerleri kazandırmaya çalışmak, tamamen olumsuz sonuçların doğmasına neden olabilir. Dolayısıyla, mümkün olduğunca, fiziki cezaya başvurmamak ve alternatif disiplin şekilleri kullanmak gerekir. Alternatif disiplin şekilleri olarak da; yanlış davranışı görmezden gelmek, tazmin (hatasını düzelttirmek), çocuğu sevdiği arkadaş grubundan ayırmak, yalnız bırakmak, sevdiği bir şeyden mahrum bırakmak, yaptığı davranışın yanlış olduğunu açıklamak, doğal sonuçlarıyla karşı karşıya bırakmak, arzulanan davranışa model olmaya çalışmak, sözleşme yapmak ve yeniden yönlendirmek sayılabilir. Çocuğa İyi Örnek ve Model Olunmalıdır “Ağaca çıkan keçinin, dala bakan oğlağı olur.” Çocuklara ahlaki değerleri kazandırmadaki en önemli metotlardan birisi de tüm eğitimcilerin üzerinde birleştiği, aile bireylerinin çocuklarına örnek ve model olmasıdır. Bu durum bir atasözümüzde şöyle belirtilir: “Ağaca çıkan keçinin, dala bakan oğlağı olur.” Çocuklar, ilk yıllardan itibaren, etrafındaki insanların tutum ve davranışlarını gözetler ve onları en ince ayrıntısına kadar kopya ederler. Küçük çocuklar, anne ve babalarının sözlerini, eylemlerini ve mimiklerini olağanüstü bir şekilde taklit etme Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 Bireysel Ahlak ve Ahlak Eğitimi yeteneğine sahiptirler. Erik Erikson’a göre çocuklar, diğer insanlara karşı olan güven veya güvensizliği, bağımlılık veya bağımsızlığı ya da sorumluluk veya sorumsuzluğu, etrafındaki insanları gözlemleme ve onları model alma yoluyla öğrenirler. Bununla birlikte çocuklar, sözden ziyade davranışların etkisinde kalırlar. Büyüklerin kendilerinin yaptıkları davranışları, çocuklarından yapmamalarını ya da yapmadıkları davranışlarını çocuklarından yapmalarını istemeleri onları şaşırtır ve onlarda hangi davranışın iyi, hangisinin ise kötü olduğu konusunda muayyen bir fikir oluşmamasına neden olur. Ayrıca bu durum onların büyüklerine karşı güvenlerini de sarsar. Aslında söz davranış uygunluğu, sadece küçük çocukların işi olmayıp, yetişkin insanlar için de söz konusudur. Bu durum, Kur’an’ da şöyle ifade edilir: “Ey inananlar! Yapmayacağınız şeyi niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyi söylemenizden, Allah şiddetle nefret eder.” (Saf/61:2-3). Çocuklar, iyi ya da kötü olsun, pek çok ahlaki davranışı başkalarını gözlemleyerek öğrenirler. Günümüzde bu yaklaşım, “sosyal öğrenme modeli” olarak adlandırılmaktadır. Bu modelin öncülerinden biri olan Albert Bandura’ya göre, çocuklarda sıkça görülen saldırganlık davranışlarının nedeni de, çevresinde gördüğü bu tür davranış şekilleridir. Örneğin dövüşen iki çocuk, diğer çocuklar için de bir model ve örnek olmuş olur. Onları seyretmek suretiyle birbirlerini itip kakabilirler ve böylece diğer arkadaşları da öğrenmiş olur. Böylece çocuklar, düşmanca davranışlara model olan insanların eylemlerini taklit etmek suretiyle, saldırgan davranışları kazanmış olurlar. Bununla birlikte, her model aynı şekilde etkili olmayabilir. Bir modelin etkili olabilmesi için bazı özelliklere sahip olması gerekir. Bunlardan dört özellik aşağı yukarı tüm çalışmalarda vurgulanmaktadır (Craig, 1979: 994-995) Güç, ihtiyaçları karşılama, algılanan benzerlik ile sevilme ve takdir edilme. Araştırmalar, çocukların izafi olarak daha güçlü yetişkinleri taklit etme eğiliminde olduklarını ortaya koymaktadır. İhtiyaçları karşılamanın da model almada önemli bir yeri vardır. Buna göre, çocuklar sıcak, mükâfatlandırıcı ve şefkatli modelleri; soğuk, cezalandırıcı ve uzak olanlara nispetle daha fazla taklit etme eğilimindedirler. Algılanan benzerlik de, model almada diğer önemli bir etkendir. Erkek çocukları diğer erkek çocuk ve yetişkinleri; kızlar, diğer kızları ve kadınları; güçlü ve atletik çocuklar, güçlü ve atletik olan kişileri; sakin ve düşünceli çocuklar da kendileri gibi çekingen ve sakin kişileri model alma eğilimindedirler. Taklit etmedeki en önemli faktörlerden birisi de sevilme ve takdir edilme duygusudur. Özellikle çocuklar, sevdikleri ve takdir ettikleri yetişkinleri taklit etme eğilimi gösterirler. Yukarıdaki açıklamalar ışığında şunu söyleyebiliriz ki, bir anne ve babanın çocuğuna yapabileceği en iyi şey, çocuklarına güzel örnek olmaktır. Anne ve babanın ne olduğu, ne söylediğinden ve ne yaptığından çok daha önemlidir. Eğer Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 Bireysel Ahlak ve Ahlak Eğitimi anne-baba, çalışma, sevme, affetme, nazik olma, sorumluluk sahibi ve dürüst olma gibi birtakım ahlaki kuralları öğütlüyorsa, bunları başta kendilerinin yapması ve yaşaması gerekir. Ahlaki değerler, çocuklar tarafından sözden ziyade, eylem yoluyla daha etkili bir şekilde kazanılır. Olumlu ya da olumsuz olsun, anne babalar çocukları için doğal eğitim ve öğrenme modelleridir. Aile Bireyleri Birlikte Hareket Etmelidir Yukarıdaki maddede açıkladığımız gibi, ahlaki değerlerin kazanımındaki en önemli rol modelleri, anne ve babalarıdır. Ancak bu konuda etkili olabilmeleri için, anne ve babanın birlikte hareket etmesi gerekir. Davranış birlikteliği, eğitimde başarılı olmanın ilk ve en önemli şartıdır. Aile bireylerinin birlikte hareket etmemeleri çocuğu ortada bırakır. Zira böyle bir aile ortamında yetişen çocuk, neyin iyi neyin kötü, hangi davranışın, nerede ve ne zaman yapılıp yapılmaması gerektiğini bilemez. Tüm aile bireyleri, evin düzenini sağlamak ve çocuklara güzel örnek olabilmek için konulan kuralların uygulanmasında tutarlı olmaları gerekir. Birinin tepki gösterip, diğerinin tepkisiz kalması, çocuğun ebeveynine güvenini yitirmesine yol açar. Ebeveynler koydukları kurallar konusunda tutarlı olmalıdırlar. Anne ve babaların birlikte hareket etmeleri, her alanda mutlak anlamda birlikte hareket etmelerini gerektirmez. Bazı durumlarda görüş ayrılılıkları olabilir. Burada önemli olan, farklı görüşleri varsa, bunun nedenini çocuğa anlayacağı bir şekilde izah etmek ya da daha doğrusu, bu farklı görüşleri çocuğun yanında tartışmamaktır. Tartışıldığı takdirde çocuk, hangi tarafın görüşünün daha doğru olduğunu anlayamayacağı gibi, anne ve babasını mutsuz eden bir sorunun da kaynağı olduğu düşüncesine kapılabilir. Bu ise, çocukta ciddi anlamda psikolojik birtakım sorunların ortaya çıkmasına neden olabilir. Eğer çocuğun birtakım hataları, başarısızlıkları ve olumsuz davranışları varsa, bunların düzeltilmesi konusunda takip edilecek yollar, önceden tartışılmalı, nasıl bir yol izlenilmesi gerektiğine karar verilmeli, çocuk yalnızca nihai kararla karşılaşmalıdır. Ahlaki Değerlere İlişkin Bilgi Verilmelidir “Çocuk, çok seversen bahtsız, çok söylersen arsız, aç bırakırsan hırsız olur.” Çocuk doğuştan fıtri özellikleri dışında hiçbir şey bilmediğine göre ya çevresinde bulunan kişileri taklit etmek yoluyla ya da kazandırılmak istenen ahlaki davranışlar konusunda bilgilendirmek suretiyle öğrenecektir. Aslında eğitimin bilgi, davranış ve duygu olmak üzere üç boyutu vardır. Davranış, daha çok taklit ve model yoluyla öğrenilirken, hangi davranışın iyi, hangi davranışın kötü olduğu hususu da daha çok bilgilendirme yoluyla öğretilir. Bununla birlikte, ahlaki davranışlar konusunda çocuğa bilgi verirken, birtakım hususlara da dikkat etmek gerekir. Bunun için de çocuğa uzun uzadıya öğütler vermek yerine, kısa öğütler daha etkilidir. Bu durumu bir atasözümüz şu şekilde Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 Bireysel Ahlak ve Ahlak Eğitimi dile getirir: “Çocuk, çok seversen bahtsız, çok söylersen arsız, aç bırakırsan hırsız olur.” Kısa ve sade fikirler daha kolay anlaşılır ve kabul edilir. Bu konuda Kur’an’a baktığımızda, Hz. Lokman’ın(as) oğluna, kısa ve öz olarak birtakım tavsiyelerde bulunduğunu görmekteyiz (Lokman/31:13-19). Verilecek bilgi ile ilgili olarak dikkat edilmesi gereken diğer bir husus da verilecek bilgilerin çocuğun gelişim düzeyine uygun olmasıdır. Zira her yaş döneminin belli özellikleri ve bir öğrenme kapasitesi vardır. Ayrıca her çocuğun ayrı bir yapısı ve mizacı vardır. Vereceğimiz bilgilerle çocuğun bu özelliklerinin uyuşması gerekir. Çocuğa birtakım ahlaki davranışları kazandırmada uygun fırsatları kollayıp değerlendirmek gerekir. Meseleye çocuk açısından bakıldığında, çocuklara bilgi verilecek en iyi zaman, onların oyun ve eğlence zamanları yani doğal ortamlardır. Bu zamanları fırsat bilerek, ahlaki davranışlar hakkında birtakım bilgiler verilebilir. Tüm bunlara ilave olarak, çocukların olumsuz ve yanlış davranışlarına vurgu yapmak yerine, doğru, iyi ve güzel olanlara vurgu yapılmalıdır. Çocuğun hatalı davranışları karşısında onur kırıcı, hakaret içeren sözler yerine, onun yanlışı görmesine yardımcı olacak sözler söylemek, uygun bir şekilde açıklama getirmek daha etkili olur. Akran Grubu Çocukların aile yapıları ne olursa olsun, onların ahlaki davranışlarına etki eden önemli faktörlerden bir tanesi de akranlarıdır. Küçük çocukların huyları diğer arkadaşlarını da etkilemektedir. Çocuklar büyüdükçe, diğer çocuklarla, özellikle de yakın arkadaşlarıyla daha fazla zaman geçirirler. Aslında bu, çocukların normal olarak sosyalleşmesi için bir ihtiyaçtır. Ortalama yedi yaşındaki bir çocuk, yetişkinlerle geçirdiği zaman kadar arkadaşları ve akran grubuyla zaman geçirmektedir. Çocuklara olumlu ahlaki davranışları kazandırmada olumlu çevre şartları oluşturmak kadar, olumsuz çevre şartlarından uzak tutmak da bir o kadar önemlidir. Yedi ile dokuz yaşları arasında çocuklar, yakın arkadaşlıklar kurmaya, özellikle de hemcinsleriyle arkadaş olmaya başlarlar. Aynı cinsten olan arkadaş seçimi, çocukların hayali oyunlarında bile söz konusudur. Bu dönemde çocuklar, akranlarını önemli bir bilgi kaynağı olarak görürler. Genellikle de kendilerini ölçmede arkadaşlarını bir ölçü olarak kabul ederler. Onlara bir davranış modeli olarak bakarlar. On-onbir yaşlarında akran grubu çok daha önemlidir. Özellikle bu dönemdeki çocuklar için akran grubu, ailelerinden daha önemlidir. Çocuklar bu dönemde otoriteye, bireysel ve grupsal kimliğe, dil kullanımına ve giyim seçimlerine karşı koyma eğilimindedirler. Yine, akranlar cinsel tutum ve davranış geliştirmede de oldukça etkilidir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 Bireysel Ahlak ve Ahlak Eğitimi Altı-yedi yaşları arasındaki çocukların akran grupları informel ve düzensiz oluşurken, çocuklar büyüdükçe arkadaş grupları da daha düzenli ve resmîdir. Farklı yetenekler ve güçler, grup üyeleri arasında önemli farklılıklar oluşturur. Görünüş, fiziki gelişim, atletik ve akademik başarı ve liderlik gibi özellikler üzerine temellendirilen statü düzeni oldukça yaygındır. Çocuklar, akran guruplarının ya da arkadaşlarının sadece birtakım psikolojik ve sosyolojik özelliklerini değil, aynı zamanda dinî ve ahlaki davranışlarını da model almaya, onlar gibi inanmaya ve davranmaya çalışırlar. Bu bakımdan, çocukların oynayacağı arkadaş gurubunun, dinî ve ahlaki yapısını da göz önünde bulundurmak son derece önemli bir husustur. AHLAK EĞİTİMİNİ OLUMSUZ YÖNDE ETKİLEYEN FAKTÖRLER Çocuklara olumlu ahlaki davranışları kazandırmada olumlu çevre şartları oluşturmak kadar, olumsuz çevre şartlarından uzak tutmak da bir o kadar önemlidir. Bunun en önemli nedenlerinden birisi, olumsuz çevre şartlarının olumlu çevre şartlarına göre daha ektili olması ve kontrol edilmesinin de son derece zor olmasıdır. Televizyonun en olumsuz yanı, özellikle çocuklarda, saldırganlık ve şiddet duygularının ve davranışlarının oluşmasına neden olmasıdır. Günümüzde olumsuz çevre faktörlerinin başında, kitle iletişim araçları gelmektedir. Çocukların, gençlerin, hatta yetişkinlerin bile ahlaki tutum ve davranışlarını etkileyen en önemli faktörlerden birisi de medya, özellikle görsel medya olarak adlandırabileceğimiz televizyon ve internet ortamıdır. Doğru ve yerinde kullanıldığında elbette bu teknolojik aletlerin önemli faydaları vardır. Ancak mevcut duruma baktığımızda, yaygın olması itibariyle özellikle televizyonun ahlaki tutum ve davranışlar açısından bazı olumsuz etkilerinin olduğu da bir gerçektir. Bir kere meseleye zaman açısından bakıldığında, aktif olarak insan hayatının önemli bir kısmı televizyon karşısında geçmektedir. Bu alanda yapılan araştırmalar, bir çocuğun doğuşundan lise sonlarına kadar televizyon ya da internet başında geçirdiğini zamanın, okul yıllarında geçirdiği zamandan daha çok olduğunu ortaya koymaktadır. Bununla beraber, televizyonun en olumsuz yanı, özellikle çocuklarda, saldırganlık ve şiddet duygularının ve davranışlarının oluşmasına neden olmasıdır. 1950’li yıllardan beri yapılan araştırmalar, televizyonun, çocukların gerçek hayatlarında onları daha saldırgan yaptığını ve şiddete başvurmalarına neden olduğunu göstermektedir. Bu etki, tüm coğrafik ve sosyoekonomik farklılıklar gösteren çocuklar için de geçerlidir. Bu durum özellikle henüz doğru dürüst bir sansür ve program anlayışının olmadığı ülkelerde çok daha önemli hâle gelmektedir. Bu konuda anne ve babalar da gerekli özeni göstermediklerinden, çoğunlukla izlenen televizyon programları hep yıkıcı yönde hizmet etmektedir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 Bireysel Ahlak ve Ahlak Eğitimi Haberler, şovlar, filmler, diziler, hatta çizgi filmler bile hep saldırganlık, şiddet, cinsel istismar, hırsızlık, gasp ve çalışmadan köşe dönme fikrini işlemekte, sonuçta bu tür yayınlar, başta öğrenmenin en ideal çağında olan çocuk ve ergenler olmak üzere, tüm yaş gruplarını olumsuz yönde etkilemektedir. Çocukları olumlu ya da olumsuz yönde etkileyen en önemli faktörlerden birisi de çocukların okuduğu kitaplardır. Okunana kitaplar, ocukları hem olumlu, hem de olumsuz yönde etkileyebilir. Kitaplar, çocuğun zihinsel, duygusal, sosyal ve ahlaki gelişiminde önemli bir uyarandır. Çocuk nasıl ki anne ve babasını model alıyorsa, okuduğu kitaptaki kitap kahramanlarını da model olarak alabilir. Çocuk okuduğu kitaplardaki benimsediği kahramanlara benzemeye ve onların özelliklerine sahip olmaya çalışır. Dolayısıyla çocuklara eğitici yönünden sağlıklı davranış değişikliği geliştirmeyen, sanat değeri olmayan, okuma zevki ve ilgisi vermeyen, aksine çocukları şiddete yönelten kitaplardan uzak tutmak gerekir. Kitle iletişim araçları için anne ve babalara düşen görev, onları tamamen yasaklamak yerine, seçici davranarak, birlikte izlemek ve mümkün olduğunca onların yerine alternatif etkinlikler düzenlemektir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 Özet Bireysel Ahlak ve Ahlak Eğitimi •İslam ahlakçılarına göre pratik ahlakın farklı yönleri bulunmaktadır.Bunlardan birisi de" ferdi ahlak " olarak gruplandırılan daha çok bireyi ilgilendiren ahlaki tutum ve davranışlardır. Her ne kadar diğer ahlak alanları da önemli olmakla beraber, diğer tüm ahlaki alanların özüne ve temelini ferdi ahlak oluşturmaktadır. Zira aile ahlakı, sosyal ahlak, devlet ahlakı ve dini ahlak da büyük oranda yetişecek olan bireylerin ahlaki yapılarına bağlıdır. •Ferdi ahlakın kazandıracağı dönem de büyük oranda çocukluk yıllarını kapsamaktadır.Zira tüm psikologlara göre, çocukluğun ilk altı yılı ahlaki tututm ve davranış kazandırmada en temel zaman birimidir. Bu dönemde genellikle aile ortamında geçeceğinden, başta anne ve baba olmak üzere, tüm aile bireylerinin çocuklara ahlaki davranışları kazandırmasına gereken önemi vermeleri gerekir.Bu bağlamda çocuklara olumlu ahlaki tutum ve davranışları kazandırmak için, her şeyden önce ailenin mutlu ve huzurlu olması, çocuklarına model olması, aile bireylerinin birlikte davranmaları, uygun disiplin kurallarını uygulamaları, çocukların ahlaki gelişim aşamalarına uygun olarak ahlaki bilgiler vermesi gerekmektedir. •Çocuklara ahlaki davranış kazandırmada olumlu modellerin önemi kadar, çocuğun ahlaki gelişimini ve davranışlarını olumsuz yönde etkileyen faktörler de önemli olduğundan, çocukların ahlaki davranışlarını olumsuz yönde etkileyebilecek olan kitle iletişim araçlarının zararlı etkilerinden de korumak gerekir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 Alıştırmalar Etkileşimli Alıştırmalar • Öğrendiklerinizi pekiştirebilirsiniz Ödev Bireysel Ahlak ve Ahlak Eğitimi • Klasik islam kaynaklarlarından yararlanarak çocuk eğitiminde dikkat edilmesi gereken hususları 200 kelimeyi aşmayacak şekilde yazınız ve hazırladığınız belgeyi göndermek için yandaki ödev gönderme linkini kullanınız. • Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi etkileşimli alıştırmalarla 19 Bireysel Ahlak ve Ahlak Eğitimi DEĞERLENDİRME SORULARI Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. 1. Aşağıdakilerden hangisi pratik ahlakın çeşitlerinden birisi değildir? a) Bireysel ahlak b) Aile ahlakı c) Sosyal ahlak d) Seküler ahlak e) Devlet ahlakı 2. Çocukların ahlak eğitiminde en ideal aile tutumu aşağıdakilerden hangisidir? a) Mükemmelliyetçi anne-baba tutumları b) Baskıcı anne-baba tutumları c) Demokratik anne-baba tutumları d) İlgisiz anne-baba tutumları e) Dengesiz anne-baba tutumları 3. Aşağıdakilerden hangisi huzurlu bir aile ortamında bulunmaması gereken bir özelliktir? a) Etkili iletişim b) Aile üyeleri arasında takdir ve teşvik c) Katı disiplin kuralları d) Krizle başa çıkma özelliği e) Nitelikli zaman birlikteliği 4. “Hak, adalet, yardımlaşma ve paylaşma gibi ahlaki değerlerin en yüksek olduğu dönem hangi dönemdir? a) Ahlak öncesi dönem b) Bencillik dönem c) Akılcı vicdan dönem d) Duygusal vicdan dönemi e) Geleneksel ahlak dönemi 5. Aşağıdakilerden hangisi “alternatif disiplin” şekillerinden birisi değildir? a) Yanlış davranışı görmezden gelmek b) Fiziki ceza uygulamak c) Çocuğu sevdiği arkadaşlarından ayırmak d) Sevdiği bir şeyden mahrum bırakmak e) Hatasını düzelttirmek Cevap Anahtarı 1.d 2.c 3.c 4.c 5.b Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 Bireysel Ahlak ve Ahlak Eğitimi YARARLANILAN KAYNAKLAR Aydın, Mehmet Zeki, Ailede Ahlak Eğitimi (2009), İstanbul: Timaş Yayınları Çileli, Meral, Ahlak Psikolojisi ve Eğitimi (1986), Ankara: VYayınları Craig, Grace J. Child Development (1979), EnglewoodCliffs, New Jersey, PrenticeHall Dodurgalı, Abdurrahman, Ailede Din Eğitimi((2010), İstanbul: Timaş Doğan Çağlar, Uyumsuz Çocuklar ve Eğitimi, 2. Baskı, Ankara: A.Ü.E.F. Yay. 1981 Draz, M. Abdullah, Kur’an Ahlakı (1950), Çev. Emrullah Yüksel ve Ünver Günay. İstanbul: İz Yayıncılık Edwards, Carolyn P.,PromotingSocialand Moral Development YoungChildren(1986), New York andLondon: TeachersCollegePress in Neff, Blake J., (ed)., Handbook of FamilyReligiousEducation (1995), Alabama: REP Ratcliff, Ronald E. (ed), Handbook of Children’sReligiousEducation (1992), Alabama: REP Yavuzer, Haluk, Ana-Baba ve Çocuk (1997), İstanbul: Remzi Kitabevi BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR Bayraktar, M. Faruk, “Ailenin Eğitim Görevi”, (1995), Din Eğitimi Araştırmaları Dergisi, Sayı 2 Canan, İbrahim (ed), İslam’da Aile ve Çocuk Terbiyesi-2 (2005), İstanbul: Ensar Neşriyat Kagan, Jerome, SharonLamb (ed), TheEmergence of Morality YoungChildren(1990), Chicago andLondon: University of Chicago Press in Peker, Hüseyin, Din ve Ahlak Eğitimi (1998), Samsun Sarıoğlu, Hüseyin (ed), Çağımızın Ahlak Bunalımı ve Çözüm Arayışları (2009), İstanbul: Ensar Neşriyat Yörükoğlu, Atalay, Çocuk Ruh Sağlığı (1987), Ankara, Doğuş Matbaası Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 HEDEFLER İÇİNDEKİLER İSLAM AİLE AHLAKI • Aile Yuvasının Kurulması • Aile • Ailede Karşılıklı Görevler • Bu üniteyi çalıştıktan sonra • Aile yuvası kurulurken doğru eş seçiminin önemini kavrayabilecek • Evliliğin ve aile ortamının fıtri bir ihtiyaç olduğunu kavrayabilecek • Ailenin, ahlaki değerlerin öğrenildiği ve uygulandığı bir eğitim yuvası olduğunu anlayabilecek • Ailede karşılıklı görevlerin neler olduğunu değerlendirebileceksiniz. İSLAM AHLAK ESASLARI ÜNİTE 11 İslam Aile Ahlakı GİRİŞ Aile en küçük sosyal kurumdur. Ailenin temeli evlilik ile atılır. Evlenmek ve bir aile yuvası kurmak, insanın fıtri bir ihtiyacıdır. Hayvanlar bile çoğunlukla bir aile ortamında doğar, yaşamını aile ortamında daha rahat bir şekilde sürdürür. Sağlıklı, huzurlu ve mutlu bir aile için evlilikte doğru eş seçimi son derece önemlidir. Dinimiz de evlenip mutlu bir yuva kurmayı ve hayırlı evlat yetiştirmeyi teşvik etmiştir. İnsan neslinin sağlıklı ve temiz bir şekilde devamı, ancak evlilik sayesinde mümkündür. Evlilik, insanın dinini ve namusunu korumada adeta bir kalkan görevi görür. Evlilikten amaç, sadece cinsel arzuların tatmini değil, hayırlı nesil yetiştirmek ve Allah’a yakınlaşmaktır. Kur’an-ı Kerim evliliğin de amacının “takva” olduğunu ifade eder. Aile ortamı, ahlaki değerlerin öğrenildiği ve yaşandığı, nesilden nesile aktarıldığı bir mektep gibidir. Aile, bireyleri, yaşlılarıyla geçmişe bağlar, gençleri ve çocuklarıyla da geleceğe hazırlar. Ailede kuşaktan kuşağa bilgi ve tecrübe aktarımı her daim yaşanır. Bu açıdan aile önemli bir eğitim yuvasıdır. Ailede vatanına, milletine ve dinine hayırlı olacak evlat yetiştirmek dinî ve millî bir görevdir. Ailenin üzerine kurulduğu ve sağlıklı bir şekilde devamını borçlu olduğu birtakım ahlak değerleri vardır. Ailedeki birlik ve beraberliğin, huzur ve mutluluğun kaynağı bu değerlerdir. Bunlar karşılıklı sevgi-saygı ve hoşgörü, fedakârlık, paylaşım, namus ve iffet, sadakat ve vefa, sorumluluk bilinci, samimiyet ve iyi niyet… vb. değerlerdir. Aileyi oluşturan bireylerin birbirine karşı birtakım görev ve sorumlulukları vardır. Bunlar, dinimizin ve ahlakın yüklediği görev ve sorumluluklardır. Bu sorumluluklar yerine getirildiği sürece, o aile huzurlu ve mutlu bir aile olur ve topluma iyi bireyler yetiştirmeye devam eder. Bu bakımdan, ailede eşlerin birbirine karşı görevleri; anne-babanın, çocuklarına karşı; çocukların da anne-babaya karşı ve kardeşlerin birbirine karşı görev ve sorumlulukları son derece önemlidir. AİLE YUVASININ KURULMASI Eş Seçimi ve Evlilik Aile yuvası evlilik ile kurulur. Ailenin temeli evlilik ile atılır. Aile yuvası evlilik ile kurulur. Ailenin temeli evlilik ile atılır. Bundan dolayı evlilik son derece önemli ve ciddi bir olaydır. Kişinin nasıl bir aile yuvası kurmak istediği, nasıl bir evlilik yapmak istediğiyle ya da nasıl bir eş aradığıyla yakından ilişkilidir. O hâlde evlilikte doğru eş seçimi büyük bir önem arz eder. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 İslam Aile Ahlakı İnsan neslinin sağlıklı ve helâl bir şekilde devamı, ancak evlilik kurumu ile mümkün olur. Aksi hâlde soyu-sopu belli olmayan, bozuk bir nesil ortaya çıkar. Aile hayatının doğru bir biçimde kurulmasının, sonra da sağlıklı, huzurlu ve mutlu bir şekilde devam etmesinin temel şartlarından biri, öncelikle eş seçiminin doğru ve isabetli yapılmış olmasıdır. Bir Çin atasözü; “evlenirken gözlerini dört açarsan, evlendikten sonra ikisini kapatabilirsin” der. İnsanın, müstakbel eşini seçerken, doğacak çocuklarının annesini (ya da babasını) belirlerken elbet birtakım ölçüleri olmalıdır. Detaylara inildiğinde, bu ölçülerin kişilere göre farklılık göstermesi son derece doğaldır. Ancak, Müslüman bir toplumda yaşayan bireyler, Hz. Peygamber’in bu konuda söylediklerine kulak verdiği takdirde, genel birtakım ilkeler belirlemek kolaylaşır. Peygamberimiz, evlenirken, bir kadının, dört özelliğinden dolayı tercih sebebi olabileceğini söyler: Malı (zenginliği), asaleti, güzelliği ve dindarlığı. Sonra ekler: “Evlenirken gözlerini dört açarsan, evlendikten sonra ikisini kapatabilirsin.” “Eli bereketlenesi, sen dindarını (ve ahlakı güzel olanı) tercih et!” (Buhârî, Nikâh: 16) Maddi zenginlik, asalet ve güzellik elbet önemli niteliklerdir. Ama bunlara sahip olan bir hanımda eğer dindarlık ve ahlak güzelliği yoksa bu artılar kolaylıkla eksiye dönüşebilir. Güzel ahlaktan yoksun bir eş, sürekli bu artılarıyla; zenginliği, asaleti ya da güzelliği ile övünerek eşini küçümseyip hor görebilir. Bu da ailede dengeyi bozar, huzur ve mutluluğu zedeler. Ayrıca bu üç nitelik, gelip geçici olan şeylerdir. Oysa huy ve ahlak güzelliği, hiçbir zaman tükenmeyecek, ömrümüz boyunca işimize yarayacak, huzur ve mutluluğumuzun kaynağı olacak, sonsuz bir hazinedir. Zaten insanı “insan” yapan ve ona erdem kazandıran şey, güzel ahlaktır. Bunun için Hz. Peygamber ısrarlı bir uyarı ile “sen dindarını (ve ahlakı güzel olanı) tercih et!” buyurmuştur. Geleneklerimize göre, evlenecek çağdaki iki genç birbirine gönül verdiklerinde (ya da görücü usulü ile görüşüp) anlaşabileceklerine kanaat getirdikten sonra, ailelerin büyükleri konudan haberdar edilip kız istemeye gidilir. Kız verilince nişan yapılarak tarafların sevinci ifade edilir ve aralarındaki bağ biraz daha güçlenir. Dinimize göre, bir erkek bir kıza talip olduğunda, o sonuçlanmadan o kıza başka birinin talip olması, doğru değildir. Nişan ve düğün törenleri şekil olarak yöreden yöreye, ulustan ulusa değişebilir. Önemli olan, ahlaka ve dinin özüne aykırı düşecek uygulamalardan kaçınmaktır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 İslam Aile Ahlakı Tartışma Bu bağlamda, birbirini seven gençlerin, nişanlılık döneminde ya da daha öncesinde, cadde ve parklarda ya da toplu taşıma araçlarında zaman zaman dikkati çeken, edebe uygun düşmeyen yakın temas görüntülerinin din ve ahlakla, toplumumuzun gelenekleriyle bağdaşmadığını, tamamen Batılı yaşam tarzının ürünü ve uzantısı olduğunu da belirtmeliyiz. Son yıllarda yayılma eğilimi gösteren flört de böyledir. Bir süre flört hayatı yaşadıktan sonra “senden hoşlanmadım” diyerek kenara itilen -kız ya da erkek- bir gencin kırılan onurunu ve yıkılan hayallerini onarmak kolay değildir. Bu, olayın psikolojik boyutudur. Dinî ve ahlaki açıdan ise; flörtün günah oluşunun nedeni, tarafların gönül eğlendirmek amacıyla bir araya gelmeleri, tenha yerlerde gizlice buluşup birbirlerini, yararlanılacak cinsel bir obje gibi görmeleri, bu tavırlarıyla toplumda ahlaki açıdan kötü örnek olmalarıdır. Ciddi bir niyetle, evlenmek amacıyla, birbirini anlayıp tanımaya yönelik olarak ve mahremiyet sınırları gözetilerek kurulan ilişkiler ise, gençlik döneminin yadırganamayacak doğal ilişkileridir. • Flörtün dinî ve ahlâkî açıdan uygun olup olmadığını forumda tartışabilirsiniz. • Düşüncelerinizi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “tartışma forumu” bölümünde paylaşabilirsiniz. Evlilikte tarafların birbirine denk olması, geçimi kolaylaştıran başka bir unsurdur. Denklikdeyince ise, tarafların; servet, asalet, kültür düzeyi, din-ahlak anlayışları ve yaşantıları itibariyle denk olmaları akla gelir. Toplumumuzda, belli bir anlayış düzeyine ulaşmış olan aileler, evlilik söz konusu olduğunda, bu anlamdaki denkliğe de dikkat ederler. Hz. Peygamber bir hadisinde şöyle buyurmuştur: “Üç şeyi ertelemeyiniz: Vakti gelmiş namaz, hazır haldeki cenaze ve dengini bulmuş kadın.” Tirmizî, Mevâkît: 13; Ahmed b. Hanbel, I, 105) Evliliğin ve Aile Ortamının Fıtri Bir İhtiyaç Olduğu Evlilik, evlenmelerine herhangi bir engel bulunmayan bir erkek ile kadının kendi iradeleriyle, birlikte yaşamalarına imkân veren ve onlara karşılıklı bazı hak ve sorumluluklar yükleyen bir sözleşmedir. Evlilik her şeyden önce insanın doğal ve biyolojik bir ihtiyacıdır. Dine, ahlaka, toplumun örf ve âdetlerine uygun olan; bu ihtiyacın, zamanı gelince meşru bir biçimde karşılanmasıdır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 İslam Aile Ahlakı Klasik ahlak kitaplarımızda insan nefsinin üç gücünden bahsedilir: Arzu (şehvet), öfke (gadap) ve düşünme gücü. Arzu gücü, insandaki yeme-içme arzusu ve cinsel arzunun kaynağıdır. Bedeni varlığımızın ve neslimizin devamı bu güce bağlı arzularımız sayesinde gerçekleşir. Öfke gücü ise, manevi varlığımızı; kişiliğimizi, karakterimizi, değerlerimizi, kutsal bildiğimiz şeyleri korumaya yönelik olan güçtür. Biri dinimize, vatanımıza, namusumuza ve kutsal bildiğimiz şeylere saldırmaya yeltendiği zaman, haklı olarak ona kızar ve uygun cevabı vererek kişiliğimizi ve değerlerimizi koruruz. Düşünme gücü ise, insana özgü olan ve diğer iki gücü de kontrolü altına alması gereken güçtür. İnsan akıllı bir varlıktır ve onun akli yeteneği bütün kararlarında ve yapıp etmelerinde etkilidir. Bundan dolayı biz arzularımızı ne zaman, nerede, nasıl ve ne kadar yerine getireceğimize, ortada kızmamız gereken bir durum varsa; kime ne zaman, ne kadar ve nasıl kızacağımıza aklımız ile karar veririz. Bir hadis-i şerifte ifade edildiği gibi, asıl güçlü insan, öfkelendiğinde kendine hâkim olabilendir (Buhârî, Edeb: 76; Müslim, Birr: 107, 108). Bundan dolayı, aklımızı arzularımızın ve öfkelerimizin önünde tutabiliyorsak, ahlaki anlamda dengeyi yakalayabilmişiz demektir. Aksi hâlde, ahlaki birtakım problemleri yaşamamız kaçınılmaz olur. Bu dengeyi yakalayabilmek, kuracağımız aile yuvasında, bu yuvanın sağlıklı bir şekilde devamında, hatta hayatımız boyunca bütün ilişkilerimizde son derece önemlidir. İnsanın birtakım cinsel arzuları olduğu ve bunları gerçekleştirmek istediği, ontolojik bir realitedir. Ancak, nasıl yemenin-içmenin bile birtakım sınırları ve kuralları varsa, bu sınır ve kurallara uyulmadığı takdirde, bazı sağlık problemlerinin yaşanması kaçınılmaz ise, cinsel arzuların tatmininin de birtakım sınırları ve şartları vardır. Bu sınırlara ve şartlara uyulmadığı takdirde, ahlaki ve toplumsal bazı problemlerin yaşanması kaçınılmaz olur. Daha da önemlisi, insan neslinin safiyeti bozulur ve insanın şerefi lekelenir. İşte insanın cinsel arzularını karşılaması için dinimiz birtakım şartlar ve sınırlar koymuş, bu arzuların meşru bir biçimde karşılanması ve insan neslinin sağlıklı bir şekilde devamı için evliliği bir ihtiyaç olarak görmüş, ayrıca evliliği kolaylaştırmayı da tavsiye etmiştir. Kur’an-ı Kerim’deşöyle buyrulur: Çocuk, sevgi ve şefkati, paylaşma, yardımlaşma ve dayanışmayı önce ailede öğrenir. “Aranızdaki bekârları, kölelerinizden ve cariyelerinizden elverişli olanları evlendirin. Eğer bunlar fakir iseler, Allah kendi lütfu ile onları zenginleştirir. Allah (lütfu) geniş olan ve (her şeyi) bilendir.” (en-Nûr/24:32) Gerçekte, evlendiklerinde pek maddi varlığı olmayan birçok çiftin, birkaç yıl sonra maddi anlamda rahatladıklarını görürüz. Ama en büyük zenginliğin, birbirini Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 İslam Aile Ahlakı seven iki insanın duygu ve düşüncelerini birleştirerek oluşturdukları “gönül zenginliği” olduğunu düşündüğümüzde, iki tarafın da evlilik ile kazandıkları yeni sosyal çevreyi (çevre genişlemesini) de buna eklediğimizde, ayette geçen zenginlikteki anlam boyutlarını biraz daha iyi kavramış oluruz. İnsan, tabiatı gereği sıcak bir aile yuvası kurup huzurlu ve mutlu olmak ister. “Kaynaşmanız için size kendi (cinsi)nizden eşler yaratıp aranızda sevgi ve merhamet peyda etmesi de O’nun (varlığının) delillerindendir.” (er-Rûm/30:21) ayeti de ifade etmektedir ki, evlilikten amaç, eşlerin birbiri aracılığıyla huzur ve mutluluğa ulaşmasıdır. Bu huzur ve mutluluğun da, eşler arasındaki sevgi, şefkat ve merhamet duygularının da kaynağı, Allah’tır. Bu huzur ve mutluluk, sevgi ve şefkat, Allah’ın büyüklüğünün, O’nun engin rahmetinin delillerindendir. Evlilikle gerçekleştirilen aile ortamı, insanın, yaratılışı gereği ihtiyaç duyduğu bir ortamdır: İnsan bir aile içinde doğar, beslenip büyümesi ve gelişmesi bir aile içinde olur. Çocuk, sevgi ve şefkati, paylaşmayı, yardımlaşma ve dayanışmayı aile içinde görerek öğrenir ve yaşar. İnsan yavrusunun bakımı, annenin tek başına üstesinden gelemeyeceği, zahmetli ve uzun süren bir iştir. Bu yavrunun sevgi ve şefkate, eğitim ve öğretime ihtiyacı vardır. İşte bu, ancak bir aile içerisinde ve bir aile ortamında gerçekleşir. Bu durum, hayvanlar âleminde bile böyledir. Hayvanların çoğu bir aile ortamında dünyaya gelir. Yavru büyüyüp gelişinceye kadar annenin-babanın desteği ve yakın kontrolü altındadır. Kendi ihtiyaçlarını karşılayıp kendi ayakları üzerinde durabilecek seviyeye gelince, yuvadan ayrılır ve aile içinde öğrendiği becerilerle hayatını sürdürmeye çalışır. Ama çoğu hayvan, yetişkinlik döneminde bile büyük bir aile olarak, sürüler hâlinde yaşamaya devam eder. Çünkü beraber yaşamak, hem gıda teminini, hem de düşmanlara karşı savunmayı kolaylaştırır. Dolayısıyla bir aile olmak ve bir aile içinde yaşamak, hayatı kolaylaştıran fıtri bir ihtiyaç olarak görülmektedir. Evliliğin Amacı Kur’an’a göre kadın ve erkek aile hayatında birbirlerinin eksiğini gideren, birbirini günahtan koruyan, biyolojik anlamda olduğu gibi, psikolojik ve ahlaki açıdan da birbirini tamamlayan iki cins olarak görülür: “Onlar sizin için birer elbise, siz de onlar için birer elbisesiniz.” (el-Bakara/2:187) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 İslam Aile Ahlakı Peygamberimiz de şöyle buyurmuştur: “Gençler! İçinizden evlenmeye gücü yetenler evlensinler. Çünkü evlilik gözü ve cinsel arzuları zinadan korur.” (Buhârî, Savm: 10) “Nikâh benim sünnetimdir. Benim sünnetimi yerine getirmeyen benden değildir. Evleniniz! Zira ben, diğer ümmetler karşısında sizin çokluğunuzla övüneceğim.” (İbn Mâce, Nikâh: 1) Yukarıdaki ayet ve hadislerden anlaşılmaktadır ki, evlilikten amaç, sadece cinsel arzuların tatmini değil, karşılıklı sevgi ve saygı temeli üzerine, sıcak ve mutlu bir aile yuvası kurmak ve bu yuvada ailesine, dinine ve milletine yararlı olacak, bedenen ve ruhen sağlıklı nesiller yetiştirmektir. İslam dini, ailenin sağlam temeller üzerine kurulması için namus ve iffete özel vurgu yapmış, kimlerle evlenilemeyeceğini açıklamış (en-Nisâ 4/22-23), zinayı ve ona götürebilecek davranışları yasaklamıştır. Dinimizde ibadetlerin amacı, “takva”dır. Takva, genelde “Allah korkusu” olarak tanımlanır. Aslında onu “bir müminde Allah’ın sevgisini kaybetme korku ve endişesi” şeklinde tanımlamak daha doğrudur. Mümin bu endişeyle davranışlarına daha fazla dikkat ederek, Allah’ın hoşnutluğunu kazanmaya çalışır. Dolayısıyla takva üst düzeyde bir “Allah bilinci ve duyarlılığı”dır. Namazın amacı, mümini kötülüklerden uzaklaştırıp Allah’a yaklaştırmaktır. Oruçla ilgili bir ayetin sonu; “…umulur ki (bu ibadet sayesinde) takva sahibi olursunuz.” (el-Bakara 2/183) ifadesiyle biter. Kurbanla ilgili ayette de kesilen kurbanların ne etlerinin, ne de kanlarının Allah’a ulaşmadığı, kurban aracılığıyla kuldan Allah’a ulaşacak olan şeyin “takva” olduğu ifade edilir (el-Hac/22:37). Kur’an-ı Kerim’in bize evlilikle ilgili öğrettiği bir dua da oldukça dikkat çekicidir: “(Ve o kullar): Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takva sahiplerine önde kıl! derler.” (Furkân/25:74) Görüldüğü gibi ayetin sonu “bizi takva sahiplerine önder kıl!” şeklinde bitmektedir. Yani “bu evlilik, bu beraberlik sayesinde bizi takva sahiplerine önder yap!” Bu ifadeden, tıpkı diğer ibadetler gibi evliliğin de amacının “takva” olduğu anlaşılmaktadır. Kur’an-ı Kerim’in bu ifadesine dayanarak, İslam dininin evliliği çok önemsediğini, hatta onu bir “ibadet” gibi gördüğünü söyleyebiliriz. Yine buna dayanarak evliliği “insan fıtratının gerektirdiği, fıtraten yerine getirilmesi gereken” anlamında “fıtri bir ibadet” olarak nitelemek, yanlış bir niteleme olmasa gerektir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 Tartışma İslam Aile Ahlakı • Amacı göz önünde bulundurulduğunda, evliliğin "fıtri bir ibadet" olarak nitelenip nitelenemeyeceğini araştırıp gerekçeleri ile forumda tartışabilirsiniz. • Düşüncelerinizi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “tartışma forumu” bölümünde paylaşabilirsiniz. AİLE Ailenin Önemi Aile, evlenmelerine din ve hukuk açısından herhangi bir engel bulunmayan bir erkek ile kadının kendi iradeleriyle evlenmeleri sonucu kurulan en küçük toplumsal bir kurumdur. Dar anlamda anne, baba ve çocuklardan meydana gelir. Buna “çekirdek aile” denir. Daha geniş anlamda ise, büyük anne, büyük baba, amca, dayı, teyze ve halalar da aile kapsamı içinde değerlendirilir. Bu anlamda aile, geniş bir sosyal birliği ifade eder. Ailenin huzur ve mutluluğu, toplumun huzur ve mutluluğu demektiir. Aile toplumun temelini oluşturur. Toplumun huzur ve mutluluğu, ailedeki düzen, huzur ve mutluluk ile yakından ilişkilidir. Bedenen ve ruhen sağlıklı nesiller, ancak sağlıklı ve huzurlu aileler tarafından yetiştirilebilir. Bunun için dinimiz evlenmeyi, sağlıklı bir yuva kurup hayırlı nesil yetiştirmeyi teşvik etmiş, boşanmayı ise, çarelerin tükendiği en son aşamada başvurulacak, “Allah’a oldukça sevimsiz gelen, ama O’nun helâl kıldığı bir çare” olarak nitelemiştir(Ebû Dâvud, Talak: 3). Aile bağı “neseb” kavramı ile dile getirilir. Anne ve baba ile çocuklar arasındaki bağı ifade eden nesebin kaynağı ise, meşru evliliktir. Neseb, ancak meşru evlilik içinde meydana gelen doğum ile gerçekleşir. Aile bağının gücü, aile bireylerinin birbirine karşı sevgi ve saygıları yanında, görev ve sorumluluklarını yerine getirmeleriyle doğru orantılıdır. Bugün toplumda gözlemlenen aile sorunlarının çoğunun; aile içi şiddete ve geçimsizliğe, ahlaki zafiyete, eğitim eksikliğine, sorumluluk bilinci, sevgi ve hoşgörü noksanlığına, aşırı bireysellik ve buna bağlı olarak bağımsızlık talebine dayandığını söylemek mümkündür. Günümüzde birbirini yeterince tanımadan gerçekleştirilen internet evlilikleri ve televizyonlardaki evlendirme programları da, ayrı bir fenomendir. 2010 Yılında ABD’de yapılan bir araştırmada, beş boşanmadan birinin nedeninin “facebook” olduğu belirtilmektedir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 İslam Aile Ahlakı Son yıllarda huzur evlerinin kapasitesinin ciddi anlamda zorlanması, ilgi ve bakıma muhtaç oldukları yaşlılık döneminde anne ve babalarına karşı, çocuklarda sorumluluk bilincinin eksikliğinin göstergesi olarak kabul edilebilir. Aile, hayatın yükünü omuzlarında taşıyan insan için, hele bunalım içinde yaşayan modern çağ insanı için bir teselli, huzur ve şifa kaynağıdır. Bütün sevinç ve kederler ailede ortaktır. İnsan, başkalarını mutlu ettiğinde, kendisini de mutlu hisseder. Bunun içindir ki, aile topluluğu birlik ve beraberlik örneğidir. Bu örnek, ihtiyarı, orta yaşlısı, genci ve çocukları ile farklı kuşakları bir araya getirir. Bu birlik, yaşlılarıyla uzun bir geçmişe uzanır, gençleri ve çocuklarıyla da uzun bir geleceğe hazırlanır. Bu şekilde, sosyal hayatın mükemmel bir örneği olan ailede insan, kendisi kadar başkalarını da sevmeyi, kendi düşünceleri kadar başkalarının düşüncelerine de değer vermeyi öğrenir. Bütün bu fonksiyonları düşünüldüğünde, insanın bireysel ve toplumsal hayatında ailenin yerini başka hiçbir kurumun dolduramayacağı kolaylıkla anlaşılır. Ailenin Bir Eğitim Yuvası Oluşu Dünyaya bir can getirmek, şehitliğe eş değerde, kutsal bir görevdir. Aile, insan yetiştiren bir kurumdur. Dünyanın en önemli, ama belki de en zor ve en çok sabır ve emek isteyen şeyi, insan yetiştirmektir. İnsan, bu dünyanın en önemli varlığıdır. O, Allah’ın “halife” olmaya layık gördüğü (Bakara/2:30), şerefli ve üstün kıldığı (İsrâ/17:70) bir varlıktır. Bundan dolayı annelik-babalık görevi, kutsal bir görevdir. Kutsallığı nedeniyledir ki, dinimiz doğum esnasında vefat eden bir anne adayını “şehit” hükmünde kabul etmiştir. İnsanın en kıymetli şeyi canıdır. Şehit, canından daha değerli bulduğu şeyler (dini, vatanı, bayrağı, namusu ve kutsal değerleri) uğruna canını veren ve bu sayede ölümsüzleşen kişidir (Bakara/2:154). Doğumda vefat eden anne adayı, dünyaya bir can getirme uğruna canını feda ettiği için, kutsal bildiği değerler uğruna canını çekinmeden feda eden “şehit” hükmünde kabul edilmiştir. Öyleyse dünyaya bir “can” getirmek, o canı güzel yetiştirip büyütmek ve “adam” etmek, şehitliğe eş değerde, kutsal bir görevdir. Nitekim Kur’an-ı Kerim şöyle buyurulmaktadır: “Kim bir cana veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın (haksız yere) bir cana kıyarsa, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Her kim bir canı kurtarırsa, bütün insanları kurtarmış gibi olur.” (Mâide/5:32) Yani bir cana kıyan, bütün insanlığa kıymış, bir canı kurtaran ya da insanlığa yararlı bir can yetiştiren de sanki bütün insanlığı kurtarmış gibi olur. İşte insan yetiştiren bir kurum olarak aile, kutsallığını buradan almaktadır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 İslam Aile Ahlakı Aile aynı zamanda küçük bir eğitim yuvasıdır. Çocuk ilk bilgileri aile yuvasında alır. Bilmediklerini sorar, öğrenir. Bilgisi yanında kişiliği de ailede oluşur ve gelişir. Anne bebeğini uyuturken söylediği ninnilerle bile, bir yandan yavrusuna sevgi ve şefkatini yansıtırken, öte yandan da ona, tertemiz ruhunda iz bırakacak güzel duygular vermektedir. Çocuğun sağlam bir karakter kazanması, gelişip yetişmesi, sonra da hayata hazırlanmasında ailenin önemi sanıldığından da fazladır. Çocuğun kişiliğinin oluşmasında önündeki ilk modeller, annesi-babası ve ailenin diğer bireyleridir. Çocuk belli bir aşamadan sonra bu modellerin de tesiriyle kendine özgü davranışlar geliştirmeye başlar. İnançlar, dinî ve ahlaki değerler, örf ve âdetler, güzel alışkanlıklar hep aile içinde kazanılır. Aile, çocukta toplum törelerine ve millet ideallerine karşı ilginin uyandığı, din ve ahlak duygularının filizlendiği kutsal bir kurumdur. Bireylere millî kimlik kazandıran ilk yer de ailedir. Bundan dolayı, bir toplumun gücü, nüfusunun çokluğu ya da birey olamamış, milleti ile bütünleşememiş kuru kalabalığın fazlalığı ile değil, o toplumu oluşturan ailelerin sağlam ve sağlıklı olmasıyla orantılıdır. Aile yapısı sağlıklı olmayan bir toplumun veya milletin uzun ömürlü olabileceğini söylemek mümkün değildir. Tarihte de milletlerin çöküşünün, onların sosyal yapısında, özellikle de aile yapısındaki bozulmalarla başladığını biliyoruz. İdeal bir ailede anneler ve babalar çocuklarına miras olarak sadece maddi birikimlerini değil, bilgi birikimlerini ve tecrübelerini, ülkü ve ideallerini, kutsal değerlerini de bırakırlar. Ancak bu bilinçteki anne ve babalar topluma, devlete ve millete yararlı evlat yetiştirebilirler. Ahlakın ilk kaynağı, aile ocağıdır. İyi bir evlat, iyi bir kardeş, iyi bir dost ve iyi bir eş olamayan kimse, iyi bir vatandaş ve iyi bir vatansever de olamaz. Bunlar hepsi ailede başlar ve orada öğrenilir. Ailede öğrendiğimiz bu bilgiler ve kazandığımız tecrübeler daha sonra topluma ve toplumsal ilişkilerimize yansır. İnsan, kendisine karşı olan görevlerini ilk önce ailede öğrenir. Aile ortamı, sosyal görev ve sorumlulukların hissedilip yaşandığı ilk yerdir. Ailemiz bize önce birey olmayı, sonra da orada kazandığımız tecrübeye dayanarak toplumda sorumluluk almayı öğretir. Dolayısıyla insan için ahlakın ilk kaynağı aile ocağıdır. Tertemiz duygularla dünyaya gözlerini açan çocuk, bu duyguları zedeleyecek olumsuz etkilerden, ancak ailede yaşatılan temiz duygulara, sevgi ve şafkate sığınarak kendini koruyabilir. Çocuk, aile dışındaki hayatı, bencil duyguların, çıkar ve menfaatlerin çatışma alanı olarak görebilir. Onu bu çatışma alanından uzaklaştıracak olan şey, ailede aldığı ahlak eğitimidir. Çocuğun okuldaki düzeni, başarısı ve arkadaşlarıyla uyumu, ailedeki düzenin, huzur ve mutluluğunun yansımasıdır. Toplumda karşılaştığımız geçimsiz, uyumsuz ve problemli çocuklar, genelde aile yapısında da sorun olan çocuklardır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 İslam Aile Ahlakı AİLEDE KARŞILIKLI GÖREVLER Aile Değerleri ve Eşlerin Birbirine Karşı Görevleri Aile, birtakım değerler doğrultusunda kurulan ve ancak o değerlerle yaşayan sosyal bir kurumdur. Durkheim ailenin “ahlaki temele dayanan bir beraberlik” olduğunu ifade eder. Ona göre “aile, aralarında kandaşlık bağları bulunan ve karşılıklı hak ve ödevlerle birbirine bağlanan bireylerden meydana gelen topluluktur.” Bu tanıma göre ailede kandaşlığın, yani biyolojik bağların yeri olmakla beraber, onda esas olan, karşılıklı ödevler hâlinde kendini gösteren ahlaki bağlardır. Bu bağlar, ilkin karşılıklı anlaşma ile aileyi kuran eşler arasında başlar, sonra ahlak eğitimi şeklinde çocuklara da yansır. Toplumun çekirdeği olan aile, bu anlamda adeta bir “ahlak mektebi”dir (Topçu, 2005: 183). Aile bir ahlak mektebidir. Ailenin, üzerine kurulduğu ve varlığını borçlu olduğu ahlaki değerleri şöyle sıralayabiliriz: Karşılıklı Sevgi ve Saygı: Sevgi ve saygı, insan ilişkilerinin mayasıdır. İnsan, başkasını sevip saydığı, başkasına değer verdiği oranda, başkası da onu sevip sayar ve ona değer verir. Bu, aile bireyleri için de böyledir. Karşılıklı sevgi ve saygı olduktan sonra, ailede aşılamayacak problem yoktur. Sevgi ve saygı, aileyi bir araya getiren ve sonra da bir arada tutan bir zamk görevi görür. Paylaşım: Paylaşım da ailede önemli bir değerdir. Ailede eşler her şeyini paylaşır: Sevgilerini, şefkatlerini, düşüncelerini, kararlarını, ideallerini, sevinçlerini, üzüntülerini, imkânlarını… her şeyini paylaşırlar. Anne-baba bütün güzel duygu ve düşüncelerini, önce birbiriyle, sonra da çocuklarıyla paylaşır. Üstelik bu, karşılık beklemeden yapılır. Eğer bir insan, samimi duygu ve düşüncelerini, bir başka kimse ile paylaşma, onları beraber yaşama ihtiyacı hissetmiyor, kendi ruhunda iyi olan şeyleri, başkalarına da aktarmak istemiyorsa, o insan, var olan bu en yüce duyguları, bencilliği nedeniyle köreltiyor demektir. Namus ve İffet: Namus ve iffet, insanı “insan” yapan değerlerden biridir. İnsan namus ve iffeti için yaşar. Ailede kadın da erkek de bu değerleri koruma konusunda duyarlı davranmalıdır. Aksi hâlde ailenin şerefine leke gelir ve o ailenin temeli sarsılmaya başlar. Hz. Peygamber Veda Hutbesinde ashabına şöyle hitap ediyordu: “Ey insanlar! Bugünleriniz nasıl kutsal günler ise, bu aylarınız nasıl kutsal aylar ise, bu şehriniz (Mekke) nasıl kutsal bir şehir ise, canlarınız, mallarınız, namuslarınız da öyle kutsaldır. Her türlü tecavüzden korunmuştur. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 İslam Aile Ahlakı Ey insanlar! Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allah'tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları, Allah'ın emaneti olarak aldınız ve onların namusunu kendinize Allah'ın emriyle helal kıldınız. Sizin kadınlar üzerinde hakkınız, kadınların da sizin üzerinizde hakkı vardır. Sizin kadınlar üzerindeki hakkınız; yatağınızı hiç kimseye çiğnetmemeleri, hoşlanmadığınız kimseleri izniniz olmadıkça evlerinize almamalarıdır. Kadınların da sizin üzerinizdeki hakları, meşru örf ve âdete göre yiyecek ve giyeceklerini temin etmenizdir.” Sorumluluk Bilinci: Ailede karşılıklı sorumluluk bilincine sahip olmak son derece önemlidir. Sorumluluk bilincine sahip olan insan, görevini bilir ve yerine getirir. Şüphesiz ailede eğilimlere ve yeteneklere göre bir görev ve rol dağılımı vardır. Sorumluluğunun bilincinde olan eşler, ailedeki görevini karşılık beklemeden yerine getirirler. Sadakat ve Vefa: Eşlerin birbirine sadakatı ve vefası da ailede gözetilmesi gereken değerlerdendir. Sadakat ve vefa duygusu, eşlerin birbirine olan güveninin kaynağını oluşturur. Samimiyet ve İyi Niyet: Aile, samimi ve iyi niyetle, geçinmeyi amaçlayan bir yaklaşımla, iyi günde de, kötü günde de beraber olma düşüncesiyle kurulur ve bu yaklaşımla devam eder. Eşler davranışlarında samimi ve iyi niyetli oldukları sürece, geçim kolaylaşır. Ailede esas olan sürekliliktir. “Hele bir deneyelim bakalım, anlaşabilirsek devam ederiz” yaklaşımı samimi ve iyi niyetli bir yaklaşım değildir. Böyle bir düşünceyle aile yuvası kurulamaz. Nikâh bir akittir, karşılıklı sözleşmedir. Nikâh, işte yukarıda belirtilen bütün bu konulara ilişkin, eşler tarafından verilen sözdür. Nikâh bir akittir, karşılıklı sözleşmedir. Ama yazılı olmayan bir sözleşmedir. Yaptırım gücü büyük ölçüde ahlaki ve vicdanidir. Bu akit ile taraflar, ahlaken, dinen ve hukuken birbirine karşı hem sorumluluk üstlenmiş, hem de haklarını garanti altına almışlardır. Eşler, nikâhta attıkları imza ile şahitlerin ve yakınlarının huzurunda bu ilkelere sadık kalacaklarına dair zımnen söz vermiş olurlar. Bu sözleşmeyi ihlâl etmeleri durumunda dini, ahlaki ve hukuki sorumlulukları söz konusudur. Onlar sözlerine sadık kaldıkları sürece, huzur ve mutluluk da onlara eşlik eder. Nitekim bir kutsi hadiste Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Eşler birbirine sadık kaldıkları sürece, onların üçüncüsü benim.” Yani ben onlarla beraberim, onların yardımcısıyım, onların huzur ve mutluluklarını garanti ederim. Belirttiğimiz bu çerçevede, iyi niyetle, karşılıklı sevgi, saygı ve fedakârlık temeli üzerine kurulan evlilikte, eşler bu beraberliğin sağlıklı bir şekilde devamı için sorumluluklarını yerine getirmeli, birbirine hoşgörü ile davranmalı, ailenin şerefine leke getirebilecek her türlü davranıştan kaçınmalıdırlar. Aileyi ilgilendiren önemli Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 İslam Aile Ahlakı kararlar ortak alınmalı, ufak tefek görüş ayrılıkları abartılarak geçimsizlik nedeni hâline getirilmemelidir. Eşler birbirine karşı samimi olmalı, birbirine güvenmeli, yersiz şüphelerle aile bütünlüğü sarsılmamalıdır. Evlilik, ömür boyu beraber yaşama kararıdır. Ancak hayattazaman zaman sıkıntılar da yaşanabilir. Bu sıkıntılar, karşılıklı gayret ve fedakârlıklarla aşılabilir. Bazı olumsuz şartlarda bile hayatı yaşanabilir hâle getirmek eşlerin elindedir. Bir şeyi yapmanın ve devam ettirmenin kendine göre bazı güçlükleri vardır. Yıkmak ise kolaydır. Kur’an-ı Kerim de prensip olarak aile hayatında iyi geçinmenin esas olduğunu ifade eder, boşanmayı son çare olarak görür: “Onlarla (hanımlarınızla) güzellikle geçinin. Eğer onlardan hoşlanmıyorsanız, sabredin, hoşlanmadığınız bir şeyi Allah çok hayırlı kılmış olabilir.”( Nisâ/4:19) Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: Bireysel Etkinlik “Sizin en hayırlılarınız, hanımlarına karşı iyi davrananlarınızdır.” (Tirmizî, Radâ: 11; İbn Mâce, Nikâh: 50) • Aile bireylerinin birbirlerine karşı görevlerinin neler olduğu üzerine düşününüz. Kocanın, Hanımına Karşı Görev ve Sorumlulukları Her insanın bir anne-baba, karı-koca, evlat ya da kardeş olarak, bulunduğu konuma göre birtakım görevleri ve sorumlulukları vardır. Aile bireyleri birbirine, karşılıklı ihtiyaç, yardımlaşma ve dayanışma bağlarıyla bağlı oldukları gibi, sevgi, şefkat ve koruma gibi duygusal bağlarla da bağlıdır. Aileyi oluşturan bireyler, birbirini sevip saydıkları, hak ve sorumluluklarını bilip yerine getirdikleri sürece, o aile “uyumlu, geçimli ve huzurlu bir aile” olmaya devam eder. Ailede kocanın da kadının da kendine özgü bazı hak ve sorumlulukları vardır. Kur’an-ı Kerim bunu şöyle ifade eder: “Erkeklerin kadınlar üzerindeki hakları gibi, kadınların da erkekler üzerinde belli hakları vardır. Ancak erkekler, kadınlara göre bir derece üstünlüğe sahiptirler.” (Bakara/2:228) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 İslam Aile Ahlakı Bu üstünlüğün sebebini başka bir ayetten öğreniyoruz: “Allah’ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle ve mallarından harcama yaptıkları için erkekler kadınların yöneticisi ve koruyucusudurlar.” (Nisâ/4:34) Bu ifadeden anlaşıldığı gibi, erkeğin üstünlüğü, yaratılış itibariyle kadına göre daha güçlü olmasına ve gerek ailenin kuruluşunda, gerekse devamındaki ekonomik rolüne (mehir vermesi ve evin maddi geçiminden daha fazla sorumlu olmasına) dayanmaktadır. Kur’an bu ayetlerle aile reisliğini erkeğe vermektedir. Ancak bu bir imtiyaz olmaktan çok, ona ek yük getiren bir sorumluluktur. Bundan dolayı da kadın üzerinde baskı ve egemenlik kurma aracı olarak değil, ailenin geçimini, düzenini ve himayesini garanti altına alma çabası olarak algılanmalıdır. Bunun bir baskı ve zorbalık aracı olamayacağını, öyle anlaşılmaması gerektiğini Kur’an-ı Kerim; “Onlarla iyi geçinin.” (Nisâ/4:19) uyarısında bulunarak açıklığa kavuşturur. Hayatın diğer bütün yönlerinde olduğu gibi, Peygamberimiz aile hayatıyla; hem bir eş, hem de bir baba olarak bizim için en güzel örnektir. O, hanımlarıyla iyi geçinmiş, onları hiçbir zaman kırmamış, gerektiğinde onlara yardımcı olmayı zevk bilmiştir. Bu açıklamadan sonra, kocanın hak ve görevlerini şöyle ifade edebiliriz: Koca hanımına ve çocuklarına karşı sorumluluğunun bilincinde olmalı, onlara değer vermeli, hanımına karşı nazik ve kibar davranmalı, onun yakınlarına da saygı göstermeli, evin yönetimine hanımını da ortak etmeli, önemli kararları alırken ona da danışmalı, onun haklarını koruyup gözetmeli, sıcak ve rahat bir aile ortamı oluşturabilmek için çalışıp didinmeli, çoluk-çocuğunu helâlinden kazanarak yedirmeli ve giydirmelidir. Kazancını hanımından ve çocuklarından esirgememeli, ama har vurup harman da savurmamalıdır. Ailenin huzurunu bozacak içki, kumar vb. kötü alışkanlıklardan uzak durmalı, ailenin namus ve şerefine leke getirecek davranışlardan kaçınmalıdır. Gerektiğinde ev işlerinde, çocuk bakımı ve eğitiminde hanımına yardımcı olmalıdır. Hanımın, Kocasına Karşı Görev ve Sorumlulukları Eşler arasında her zaman göz önünde bulundurulması gereken genel ahlak ilkesini Kur’an-ı Kerim şöyle ifade eder: “Mümin erkeklerle mümin kadınlar da birbirlerinin velileridir. Onlar iyiliği emreder, kötülükten alıkorlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler, Allah ve Resulüne itaat ederler. İşte onlara Allah rahmet edecektir.” (Tevbe/9:71) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 İslam Aile Ahlakı Aile mutluluğu, karşılıklı sevgi ve saygıya dayanır. Bu ayet, tarafların sorumluluğunu bildiği, dinen ve ahlaken daha iyi olabilmeleri için birbirine yardımcı olduğu, Allah’ın rahmet ve bereketine vesile olacak, iyi niyetle kurulmuş, mutlu ve samimi bir aile ortamını tasvir etmektedir. Zaten ayette geçen “veli”; koruyan, gözeten, yardımcı olan, birbirini seven dost anlamındadır. Karı-koca ilişkisi böyle bir anlayış üzerine kurulduğu takdirde, o ailede işler bir “hak ve görevler envanteri” çıkarılarak değil, karşılıklı sevgi ve saygı, yardımlaşma ve dayanışma ile beraberce yürütülür. Bu ilkeyi temel alarak, evin hanımının hak ve görevlerini şöyle sıralayabiliriz: Kocasına karşı nazik ve kibar davranmak, onun şeref ve itibarına leke getirecek bir davranışta bulunmamak, kocasının cinsel arzusunu karşılıksız bırakmamak, onun istemediği kimseyi eve almamak, evin bütçesini sarsacak aşırı harcamalardan kaçınmak, evin temizliği, çocuğun bakımı ve eğitimi ile ilgilenmek. Hayat tekdüze olmadığı için, ailede zaman zaman ufak tefek kırgınlıkların yaşanması, bazı tartışmaların olması doğaldır. Bu da hayatın bir parçasıdır. Önemli olan, bunların büyütülmeden karşılıklı olarak tolere edilmesi, karşılıklı af ve tolerans ile tekrar huzurlu ortama dönülmesidir. Ana-Babaya Karşı Görevlerimiz Ailede saygıya en layık olanlar anneler ve babalardır. Annemiz ve babamız bizim dünyaya gelişimizin maddi sebebidirler. Anne ve babadaki çocuk sevgisi, doğal ve içten bir sevgidir. Bu sevgi ve şefkat, hayatın her aşamasında farklı biçimde ortaya çıkar. Bundan dolayı, Kur’an-ı Kerim’de hiçbir yerde “çocuklarınızı seviniz” şeklinde bir buyruğa rastlanmaz. Ama anneye babaya saygı emri farklı bağlamlarda tekrarlanır. Çünkü çocuğun, anne ve babasının, kendisi için katlandıkları zahmeti, yaptığı iyilikleri unutma ihtimali vardır. Bunların unutulmayıp, onlara saygıda kusur edilmemesi gerektiği Kur’an’da da, hadislerde de sık sık vurgulanır. Dinimizde anne ve babaya saygı gösterip itaat etmek, Allah’a itaat etmek gibi değerlendirilmiştir. Onlara karşı gelmek ise, Allah’a karşı gelmekle aynı görülmüştür. Bundan dolayı, Alah’ın rızası, ancak anne ve babanın rızasını, dualarını almakla kazanılabilir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 İslam Aile Ahlakı Kur’an-ı Kerim’de ana-baba hakkı ve onlara itaat ayrı ayrı değil, çoğu yerde beraber ve Allah’a itaatten hemen sonra zikredilir: “Rabbin, yalnız kendisine ibadet etmenizi ve ana-babaya da iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti. Onlardan biri veya her ikisi, senin yanında yaşlanırsa, kendilerine ‘of!’ bile deme. Onları azarlama. İkisine de güzel söz söyle. Onları esirgeyerek alçak gönüllülükle üzerlerine kanat ger ve: ‘Rabbim! Küçüklüğümde onlar beni nasıl yetiştirmişlerse, şimdi de sen onlara (öyle) rahmet et!’ diyerek dua et.” (İsrâ/17:23-24) Anne ve baba, çocuklarını büyütürken farklı zahmetlere katlanır, ikisi de kendi mizaçları, eğilimleri ve güçleri oranında çocuğun yetişmesine katkıda bulunurlar. Hamilelik dönemindeki sıkıntılara fedakârlıkla katlanan, bakıma en muhtaç olduğu zamanlarda onu sevgi ve şefkatle kucaklayan, kendisi yemeyip ona yediren, gece uykusunu, gündüz istirahatini terk edip, çocuğunun üzerine titreyen anne-babanın yaptıklarının karşılığı gerçekte kolay ödenemez. Kur’an bu zahmetin bir boyutunu ve ana-babaya itaat gereğini şöyle dile getirir: “Biz insana, ana-babasına iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Çünkü anası onu, nice sıkıntılara katlanarak taşımıştır. Sütten ayrılması da iki yıl içinde olur. (İşte bunun için) önce bana, sonra da ana-babana şükret diye tavsiyede bulunmuşuzdur.” (Lokman/31:14) Allah, çocuğu olgunluk yaşına gelinceye kadar annesine-babasına bağımlı kılmıştır. İnsan, kendisini yarattığı ve birçok nimetlerle donattığı için Allah’a şükretmeli, insan olarak büyütüp yetiştirdikleri için de annesine-babasına minnet duymalı, hayatı boyunca dua etmelidir. Peygamberimiz, büyük günahların en büyüğünün “Allah’a şirk koşmak ve ana-babaya isyan etmek” olduğunu söylemiştir (Buhârî, Edeb: 6). Birgün Hz.Peygamber’e; “Kendisine en iyi davranmam ve en çok hizmet etmem gereken kim?” şeklinde sorulduğunda, O; “Annendir!” buyurmuş. “Sonra kim?” sorusuna, yine; “Annendir!” cevabını vermiş, “Sonra?” diye tekrar sorulunca; “Sonra da babandır!” karşılığını vermiştir (Buhârî, Edeb: 2; Müslim, Birr: 1). Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 İslam Aile Ahlakı Ana-babaya saygının ve iyilik yapmanın önemine dair birçok ayet ve hadis vardır. Ahlak kitaplarımızda da konuya genişçe yer verilmiştir. Bütün bunlardan, anne ve babanın saygı ve iyiliği gerçekten hak ettikleri anlaşılmaktadır. Çocukların da, hak ettikleri şeyi onlardan esirgememeleri gerekir. Çocukların ana-babaya karşı görevleri, onların ölümüyle bitmez. Anababanın ölümünden sonra da çocukların onlara karşı yerine getirmeleri gereken sorumlulukları vardır. Bunu bir Sahâbî, Hz. Peygamber’e: “Anam-babam öldükten sonra onlara yapabileceğim bir iyilik var mı?” diye sorduğunda, O şu cevabı vermiştir: “Evet, onlara dua eder, günahlarının bağışlanmasını dilersin. Vasiyetlerini yerine getirir, akrabasını koruyup gözetir, dostlarına ikramda bulunursun.” (Ebû Dâvûd, Edeb: 120) İslam dîni ebeveynin (anne-baba ve dede-nine) aile içinde kalmasını, ailenin bir parçası olarak diğer aile bireyleri ile birlikte yaşamasını istemektedir. Çağdaş yaşam biçimi ve modern dünya ise, önerdiği çekirdek aile tipiyle ebeveyni ailenin dışına itmektedir. Şurası bir gerçektir ki, anne ve babayı yaşlılıklarında ailenin içinde tutmak, sabır gibi ahlaki bir olgunluğa, vefa ve minnettarlık gibi ahlaki erdemlere sahip olmayı gerektirir. Kendine yabancılaşmış modern insanda ise, aşırı bireyselleşmenin ve kendini düşünmenin bir sonucu olarak, bu değerler, nadir bulunan hasletler hâline gelmiştir. Özet olarak ifade edersek, anne-babamızın bizim üzerimizdeki haklarını şöyle dile getirebiliriz: Bizden istedikleri, dinin yasakladığı bir şey olmadığı sürece, isteklerini yerine getirmek Onlara saygıda kusur etmemek Bakıma ve yardıma muhtaç oldukları zaman kendileriyle ilgilenip yardımcı olmak, hâl-hatır sorarak gönüllerini almak, incitici söz söylememek, onları sıcak aile ortamından ve torun sevgisinden mahrum bırakmamak Öldüklerinde evlat olarak üzerimize düşen görevleri yerine getirmek, onlara her zaman dua etmek Zaman zaman ana-baba dostlarını ziyaret etmek suretiyle annemizin ve babamızın hatıralarını yaşatmak. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 Tartışma İslam Aile Ahlakı • Anaya-babaya karşı görevlerimizin neler olduğunu forumda tartışabilirsiniz. • Düşüncelerinizi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “tartışma forumu” bölümünde paylaşabilirsiniz. Ana-Babanın, Çocuklarına Karşı Görevleri Çocuk, Allah’ın anne-babaya bir lütfu ve hediyesi, bir bakıma anne ile baba arasındaki sevginin de meyvesidir. Tıp bilimindeki gelişmelere rağmen, hâlâ birçok ailenin anne-baba olamadığı düşünüldüğünde, çocuk sahibi (anne-baba) olmanın, başlı başına şükre değer çok önemli bir olay olduğu kolaylıkla anlaşılır. Çocuklar bizim günümüze neşe ve sevinç, hayatımıza anlam katan en değerli varlıklarımızdır. Ancak, çocuklarımızı gerektiği gibi yetiştirmek, onları dünyaya getirmek kadar önemli ve sorumluluk isteyen bir iştir. Bir milletin geleceği, çocuklarının iyi yetişmiş olmasına bağlıdır. Çocuklar, hayatımıza anlam katan en değerli varlıklarımız, bizim geleceğimizdir. Osmanlı dönemi ahlakçılarından Kınalızâde Ali Efendi’nin naklettiğine göre “erdemli” insanlardan biri çocuklarına şöyle dermiş: “Çocuklar! Size, biri doğumunuzdan önce, diğeri doğumunuzda, bir diğeri de doğumunuzdan sonra olmak üzere üç defa iyilik yaptım. Doğumunuzdan önce yaptığım iyilik; size güzel annelik yapacak birini kendime eş, size anne olarak seçtim. Doğumunuzda yaptığım iyilik; size ömrünüz boyunca taşımakla gurur duyacağınız güzel bir isim verdim. Doğumunuzdan sonra yaptığım iyilik ise, sizi elimden geldiğince ve gücüm oranında güzel terbiye ettim, iyi yetiştirmeye çalıştım.” (Kınalızâde, 62) Bu ifadelerden de anlaşılmaktadır ki, anne ve babaların, çocuklarına karşı birtakım görevleri, başka bir deyişle, çocukların anne ve babalar üzerinde birtakım hakları vardır. Onları şöyle ifade edebiliriz: Güzel Bir İsim Sahibi Olmak: Dünyaya gelen çocuğa, zihinde olumsuz çağrışımlar yapacak yabancı isimler değil, kendi dinî ve millî kültürümüzün ürünü olan güzel isimler koymak, anne-babanın ilk görevidir. Psikolojik anlamda, çocuğun kimliğinin, ismi ile bütünleştiği bilinmektedir. Hz. Peygamber’in, “karga” anlamındaki “Gurab” ismini “Müslim” ile “sıkıntı” anlamındaki “Zahîm” ismini de Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 İslam Aile Ahlakı “neşeli, müjdeci” anlamındaki “Beşir” ile değiştirdiği (Buhârî, Edebu’l-Müfred: 824, 829) kaynaklarda yer almaktadır. Eşit Muamele Görme Hakkı: Dünyaya gelen her çocuğun doğumuna sevinmeli, çocuklar arasında kız-erkek ayrımı yapılmamalıdır. Hatta çocuklar arasında bir şey paylaştırılırken, kızların daha duygusal oldukları düşünülerek, kızlara öncelik verilmelidir. Maddi İhtiyaçlarının Karşılanması: Çocukların her türlü maddi ihtiyaçlarını karşılamak; sağlık, beslenme, barınma ve giyim-kuşam konularındaki harcamaları ailenin imkânı ölçüsünde yapmak, bu konularda cimri davranmamak, zamanı geldiğinde çocuğunu evlendirmek de anne-babanın görevleri arasındadır. Manevi İhtiyaçlarının Karşılanması: Sevgi ve şefkat, çocukların manevi gıdasıdır. Bu gıdayı onlardan esirgememek gerekir. Bir çocuğun en mutlu anı, annesinin ya da babasının, kendisini kucağına alarak sevip okşadığı ya da onun oyununa ortak olduğu andır. Bu konuda Hz. Peygamber bizim için güzel bir örnektir. O, çocuklarını ve torunlarını sık sık kucağına alıp okşar, onları severdi. Bir gün torunu Hz. Hasan’ı kucağına alıp öptüğünü gören bir sahabî, biraz da hayretle Peygamberimize, kendisinin on çocuğu olduğunu, ama hiçbirini kucağına alıp öpmediğini söyleyince, Hz. Peygamber ona “Merhamet etmeyene merhamet edilmez.” buyurmuştur (Buhârî, Edebu’lMüfred: 91) Eğitim Hakkı: Çocuğuna iyi bir eğitim vermek, ona din ve ahlak kurallarını, toplumun örf ve âdetlerini öğretmek, onu çağın gerektirdiği bilgilere sahip kılmak da anne-babanın görevlerindendir. Bu konuda da kız-erkek ayrımı yapılmamalıdır. Bugünün kızlarının yarının anneleri olacağı düşünülerek, onların da iyi bir bilgi donanımına sahip olmaları sağlanmalıdır. Peygamberimizin şu sözü bu konuda oldukça anlamlıdır: “Hiçbir baba, çocuğuna güzel terbiyeden daha üstün bir hediye vermiş olamaz.” (Tirmizî, Birr: 33) Çocuk, Önünde Pratik Örnekler Bulabilmeli: Anne-baba çocuğuna her konuda örnek olmalı; ona teorik bilgileri sadece öğretmekle kalmamalı, erdemli, iyi bir insanın nasıl olması gerektiğini davranışlarıyla göstermelidirler. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 Tartışma İslam Aile Ahlakı • Ana-babanın, çocuklarına karşı görevlerinin neler olduğunu forumda tartışabilirsiniz. • Düşüncelerinizi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “tartışma forumu” bölümünde paylaşabilirsiniz. Sonuç olarak denilebilir ki İslam dini, sevgi temeline dayanan, ahlaki değerler üzerine kurulan, görev ve sorumlulukların karşılıklı olarak yerine getirildiği bir aile yapısı öngörmektedir. Bu ailede sorumluluk bilinci ile beraber, dinî ve ahlaki duyarlılık üst düzeydedir. Bu bilinç ve duyarlılığın olduğu yerde ise hukuka iş düşmez. Çünkü hukuk, bir bakıma ahlakın ihlâl edildiği noktada devreye girer. Nasîruddin Tûsî’nin dediği gibi sevginin olduğu yerde adalet aranmaz, çünkü adalete ihtiyaç olmaz, ihtiyaç hissedilmez. Sevgi adaletten üstündür. Adalet, insan cinsi arasında sevgi ve muhabbet olmadığı için düzen ve intizamı koruma ihtiyacından doğmuştur. İnsanlar arasında sevgi olsaydı, adalete, yargı ve yargıca ihtiyaç olmazdı (Tûsî, 2005: 252-253). Kur’an, nazil olduğu toplumun -zinanın ve her türlü kötülüğün yaygın olduğu, kadının adeta insan yerine konmadığı, miras bile alamadığı- aile yapısını; kadına değer verilen, namus ve iffeti önemseyen, herkesin sorumluluğunu bildiği ve yerine getirdiği bir “sevgi ve eğitim yuvası”na dönüştürmüş, anne-babayı bu yuvanın kurucu unsurları olarak saygıya layık görmüş, çocukları ise “dünyanın süsü”, Allah’ın emaneti ve imtihan vesilesi olarak değerlendirmiştir. Ayrıca Kur’an, ailedeki sevgi, saygı ve sorumluluk bilincini akraba, yakın ve uzak çevreye de yayarak, sağlam bir toplumsal yapı oluşturmayı hedeflemiştir. Bugün çağdaş İslam toplumunda yaşanan aile sorunlarının temelinde, İslam’ı ve onun oluşturduğu ahlak değerlerini içselleştirme sorununun yattığını söylemek mümkündür. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 Özet İslam Aile Ahlakı •Eş tercihinde farklı ilkeler göz önünde bulundurulabilir. Hz. Peygamber bu konuda önemli bir tavsiyede bulunmuştur. Müstakbel eşte öncelikle aranması gereken şey, güzel ahlaktır. Ayrıca eşler çok yönlü olarak birbirine denk olmalıdır. •Evlilik, insanın fıtri ve biyolojik bir ihtiyacıdır. Arzu (şehvet) ve öfke (gadap) gücü, insanın hayvanlarla ortak olduğu güçlerdir. İnsan, neslinin devamını ve manevi değerlerini korumayı bu güçlerine borçludur. Ancak insanı insan yapan ve hayvanlardan ayıran yönü, “akıllı” bir varlık oluşudur. O, arzularını ve öfkelerini aklın kontrolüne vermeyi başarmalıdır. Evlilik ile cinsel arzular aklın ve dinin kontrolünde gerçekleşmiş olur. Bir aile ortamında büyümesi de insanın doğal ihtiyacıdır. İnsan yavrusu, kendi ayakları üzerinde durabilene kadar, bakıma muhtaçtır, ihtiyaçlarını ancak büyüklerinin yardımıyla karşılar. •Aile en küçük bir eğitim yuvasıdır. Bütün ahlakî değerler orada öğrenilir. Dede, baba, oğul; babaanne-anneanne, anne ve kız arasında bilgi ve tecrübe aktarımı yapılarak geçmiş ile gelecek arasında bağ kurulur. Çocuklar büyüklerini örnek alır. Büyüklerin de küçüklere iyi örnek olma zorunluluğu vardır. Böylece çocuklar iyi insan olmayı öncelikle ailede öğrenirler. •Aile birtakım ahlaki değerler üzerine kurulmuştur. Aileyi oluşturan bireylerin her birinin kendine göre bazı görev ve sorumlulukları vardır. Bu görev ve sorumlulukların yerine getirildiği aile, huzurlu ve mutlu bir ailedir. Baba, babalık ve eş olma sorumluluğunun; anne, annelik ve eş olma sorumluluğunun; çocuklar, evlatlık; kardeşler de kardeşlik görev ve sorumluluğunun bilinciyle hareket etmelidir. Bu görev ve sorumlulukların tamamı “aile ahlakı”nı oluşturur. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 İslam Aile Ahlakı DEĞERLENDİRME SORULARI Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. 1. Ailenin temeli aşağıdakilerden hangisi ile atılır? a) Doğum b) Nişan c) Söz d) Evlilik e) Kız isteme 2. “Evlenirken gözlerini dört açarsan, evlendikten sonra ikisini kapatabilirsin” sözü ile vurgulanmak istenen aşağıdakilerden hangisidir? a) Her zaman gözlerini dört açmalısın. b) Gözlerini dört açmak iyi bir şeydir. c) Eş seçiminde çok dikkatli olmalısın. d) Evlilik sonrası çok önemli değildir. e) İki göz insana her zaman yeter. 3. “Onlar sizin için birer elbise, siz de onlar için birer elbisesiniz” mealindeki ayette eşlerin hangi özelliği vurgulanır? a) Yardımlaşma ve dayanışma b) Giyim konusundaki dikkatleri c) Kadın-erkek eşitliği d) Eşlerin ahlâk ve namus konusunda birbirini koruyup gözeterek tamamladıkları e) Elbisenin önemli olduğu 4. Allah’a oldukça sevimsiz gelen, ama O’nun helal kıldığı şey aşağıdakilerden hangisidir? a) Evlilik b) Boşanma c) Flört d) Nişanlılık e) Gıybet Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22 İslam Aile Ahlakı 5. Anne-babalar çocuklarına miras olarak neyi bırakmazlar? a) Maddi birikimlerini b) Bilgi birikimlerini c) Kimliklerini d) Hayat tecrübelerini e) Değerlerini Cevap Anahtarı 1.d 2.c 3.d 4.b 5.c Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23 İslam Aile Ahlakı YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR Bertrand, A. (2001). Ahlâk Felsefesi (Çev. H. Altıntaş), Ankara: Akçağ Yayınları. Çağrıcı, M. (2006). Anahatlarıyla İslâm Ahlâkı. İstanbul: Ensar Neşriyat. Draz, M. A. (1993). Kur’an Ahlâkı (Çev. E. Yüksel, Ü. Günay). İstanbul: İz Yayınları. Erdem, H. (2009). Ahlâk Felsefesi. Konya: Hü-er Yayınları. Gündoğdu, M. K. (2003). İslâm’da İnsanî İlişkiler Ve Ahlâkî Hayat. İstanbul: Nesil Yayınları. Kandemir, M. Yaşar. (2003). Örneklerle İslâm Ahlâkı. İstanbul: Nesil Yayınları. Kandemir, M. Y. (2007). Peygamberimin Sevdiği Müslüman. İstanbul: Zafer Yayınları. Kılıç, R. (2005). İnsan ve Ahlâk. Ankara: TDV Yayınları. Kınalızâde, A. Devlet ve Aile Ahlâkı. İstanbul: Tercüman 1001 Temel Eser. Komisyon, (2000). İlmihal II. İstanbul: TDV İsam Yayınları. Topçu, N. (2005). Ahlâk. İstanbul: Dergâh Yayınları. Tûsî, N. (2005). Ahlâk-ı Nâsırî (Çev. R. Sultanov). Ankara: Fecr Yayınları. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24 HEDEFLER İÇİNDEKİLER TOPLUMSAL AHLAK • İnsanların Toplum Hâlinde Yaşama Zorunluluğu • İnsanın Yapısı ve Toplum Hâlinde Yaşamanın Doğurduğu Zorluklar • İnsanın Güvenliğe ve Kurala Olan İhtiyacı • Toplumsal Ahlak • Toplumsal Ahlak İlkeleri İSLAM AHLAK ESASLARI • Bu üniteyi çalıştıktan sonra • İnsanların toplum hâlinde yaşamalarının zorunlu olduğunu kavrayabilecek • Toplum hâlinde yaşamanın zorluklarını ve insanın güvenliğe olan ihtiyacını fark edebilecek • Ahlakın gerekliliğini kavrayabilecek • Toplumsal ahlak ilkelerini öğrenebilecek ÜNİTE 12 Toplumsal Ahlak GİRİŞ Toplum hâlinde yaşamak zorunda olan insan, bunun için kuralların varlığına ihtiyaç duymaktadır. Kurallar bir yandan, insanın temel amacı olan varlığını sürdürmesi için gerekli iken, öte yandan huzurlu ve mutlu bir toplum için zorunludur. İnsanların birbirlerinin haklarına riayet etmeleri, birbirlerine zarar vermemeleri, dahası yardımlaşarak hayatı birbirleri için kolaylaştırmak ve yaşanabilir hâle getirmek için, bazı otoriteler belli kurallar koymuşlardır. Bunlar din, hukuk ve ahlaktır. Konumuz olan ahlak, bireysel kurallar koyduğu gibi, daha genel ve bütün toplumu, hatta bütün insanlığı ilgilendiren kurallar da koymaktadır. Bu genel ilkeler, toplumsal ahlak ilkeleri olarak nitelendirilmektedir. İNSANLARIN TOPLUM HALİNDE YAŞAMA ZORUNLULUĞU Toplum halinde yaşamak bir zorunluluk ise de amaç mutluluktur. İnsanların var oldukları ilk günden beri topluluk hâlinde yaşadıkları, açık bir gerçek olarak onaylanmaktadır. Bazen küçük gruplar, çoğu zaman da büyük topluluklar hâlinde varlıklarını sürdüren insanların, buna niçin ihtiyaç duydukları konusunda ileri sürülen tezler birbirinden farklıdır. Genel olarak ‘toplum teorileri’ diye isimlendirilen bu tezlerden bazısı insanların bir arada bulunmalarına ‘güç’ü temel yaparken (kuvvet teorisi), bazıları da insanların varlıklarını sürdürmede yardımlaşmak zorunda olduklarını öne sürerek, birbirleriyle gizli bir anlaşma yaptıklarını, topluluk hâlinde yaşamanın temelinde ise bu anlaşmanın olduğunu (sözleşme teorisi) kabul etmektedirler. (Elmalı, 2005:113) Her insan yaşamak ve varlığını sürdürmek, hatta basit bir varlık olmaktan kurtulup mükemmelleşebilmek için, doğuştan-yaratılıştan birçok şeye muhtaç olmakla birlikte, bunların hepsini birey olarak, tek başına elde etmesi mümkün değildir. Her insan diğerleriyle bir araya gelme ihtiyacındadır. Dolayısıyla toplum hâlinde yaşamak zorunda olan insan, kendini gerçekleştirmek ve yaşamını sürdürmek için diğer insanların yardımına muhtaçtır. İnsanların toplum hâlinde yaşamaları, temelde bu nedenin bir sonucudur. (Farabi, 1986: 117) Ancak toplumun meydana gelmesinde, belirtilen neden olsa bile, toplumun devamlılığı konusunda başka faktörlerin varlığı da söz konusudur. Bunlardan biri insanları birbirine bağlayan, onların birlikte yaşamalarına ve birlikteliğin sürdürülmesine neden olan sevgidir. Toplumun varlığını devam ettirmesindeki bir diğer faktör de doğaları, yetenekleri birbirinden farklı olan insanların, bu farklı yetenekleri doğrultusunda ürettikleri mal ve hizmetleri birbirlerinin hizmetine sunmalarıdır. Buna göre, toplum hâlinde yaşamak bir zorunluluk ise de amaç mutluluktur. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 Toplumsal Ahlak İNSANIN YAPISI VE TOPLUM HALİNDE YAŞAMANIN DOĞURDUĞU ZORLUKLAR İnsanların bir arada yaşamaları zorunluluk olmasına rağmen, bu birliktelik sırasında, insanın yapısından kaynaklanan bazı problemler de doğmaktadır. “Bireyin fizyolojik ve psikolojik eylemlerinin büyük bir oranı, varlığı devam ettirmeye yarayacak en elverişli şartları belli sınırlar içinde sabit tutma amacını güder.” (Baymur, 1969: 49) Yani belirlenmiş birincil güdülere bakıldığı zaman, hepsinin yaşamı sürdürme ve hayatta kalmaya yönelik oldukları görülmektedir. (Morgan, 1999:199-209) İnsandaki temel güdüler, fizyolojik ve toplumsal güdüler olarak sınıflandırılmaktadır. Fizyolojik güdüler, bedensel olarak insanın varlığını sürdürebilmesi için sahip olduğu güdülerdir. Bunlar açlık, susuzluk, analık, sosyalite, cinsellik vb.dir. Birçok sosyal ve psikolojik güdü insanın varlığını devam ettirmesiyle ilgili olduğu ve dolayısıyla kaynağını fizyolojik güdülerden aldığı için, bu güdülere evrensel ve birincil ihtiyaçlar da denmektedir. Öte yandan psikolojik güdüler de çeşitli ve karmaşıktır. Ancak genel olarak üzerinde anlaşıldığı görülen bazı psikolojik güdüler şunlardır: Bağlılık ihtiyacı, güvenlik ihtiyacı, itibar kazanma ihtiyacı, özgürlük ve özerklik ihtiyacı, saldırganlık güdüsü. (Baymur, 1969: 51-53) Burada asıl ele alınması gereken, psikolojik güdülerin içinde yer alan ‘güvenlik ihtiyacı’ güdüsüdür. Bu güdü kaynağını fizyolojik olarak var olmaya devam etmek, yani canlı kalmak, sağlıklı yaşamak ve gelişmek ana güdüsünden almaktadır. Düşünce tarihinde bazı filozoflar, insanların topluluk haline gelmeden önce ve topluluk haline geldikten sonra da bu güdünün devam ettiğini kabul etmişlerdir. T. Hobbes’un doğal durumu temellendirirken dayandığı natürel temelin bu olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. “Çünkü Hobbes’a göre, her şey–maddi olan da ruhi olan da, ayrı ayrı insanlarda olan da devletlerde olup bitenler de bunların hepsi- doğal nedenlere bağlıdırlar ve ‘doğal nedenler’ tarafından tek anlamlı ve zorunlu olarak belirlenmişlerdir, ‘doğal nedenler’ de her yerde -cansız doğada da, canlı doğada da- hep birdirler, hep aynıdırlar.” (Gökberk, 1990: 281) Buna göre Hobbes, doğal hukuk ve sonraki aşama olarak devlet öğretisini, natüralist bir antropoloji ile temellendirmektedir. Bu öğreti, insanın her şeyden Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 Toplumsal Ahlak önce, kendi varlığını ayakta tutmaya, koruyup sürdürmeye çalıştığını kabul etmektedir; bu, insanın ana güdüsüdür. İnsanın bütün eylemlerini belirleyen işte bu güdüdür. Bu durum ise insanı doğa nimetlerinden elden geldiğince çok yararlanmaya sürükler. Ancak bu doğal duruma bağlı olarak herkes birbiriyle karşı karşıya gelir, yani varlığını sürdürebilmek için birbirlerine karşı acımasızca ve düşmanca davranmaları söz konusu olur. Bu ise ‘bellum omnium contra omnes’i, yani herkesin herkese karşı savaş hâlinde olması durumunu doğurur. (Hobbes, 1995: 93, 94) Böyle bir ortamda ise insanın, insanın kurdu olması kaçınılmazdır. İNSANIN GÜVENLİĞE VE KURALA OLAN İHTİYACI Status naturalis’ten status civilis’e geçiş: Doğal durumdan, yani herkesin kendi kuralını kendisinin koyup uyguladığı durumdan, yurttaşlık durumuna yani herkes için geçerli genel kuralların olduğu duruma geçiş. İnsanın, insanın kurdu olduğu ortam, yaşamını sürdürmek için güvenliğe ihtiyaç duyan insanın, bu arzusu ile çelişmektedir. Bu durumda tek tek bireylerin kendilerini koruma, varlıklarını sürdürme ana güdüsü, genel bir güvenliğin olmaması ve her bireyin her an saldırıya maruz kalabilme ihtimalinin var olması, insanlar arasında karşılıklı saldırmazlıkla ilgili bir sözleşmenin oluşmasını gerekli kılmıştır. Dünya nimetlerini elde etmede kuvvet araçlarına başvurmama konusunda insanların birbirlerine söz vermeleri, kuvvet araçlarını, hep birlikte itaat edecekleri bir kişiye devretmeleri konusunda da anlaşmalarını gerektirir. (Hobbes, 1995: 129-130) İşte bu anlaşma devletin kurulması, (pozitif hukuk) dolayısıyla status naturalis’ten status civilis’e geçilmesi anlamına gelmektedir. (Hobbes, 1995: 285) Pozitif Hukuk Yurttaşlık durumuna geçildikten sonra, doğa durumunda cari olan hak, haksızlık, iyi, kötü, adalet ve adaletsizlik gibi kavramların yeniden tanımlanması gerekmektedir. Doğal durumda insan, yalnızca kendini düşünerek kendi varlığını korumaya yarayan şeye haklı ve iyi aksine ise haksız ve kötü demektedir. Çünkü her insanın kendi varlığını sürdürmek ve hayatta kalmak için her şeye hakkı vardır. Dolayısıyla her bireyin iyisi ve kötüsü birbirinden farklıdır. Ancak yurttaşlık durumuna geçtikten sonra genel güvenlik doğrultusunda yeni bir ortak değerler sistemi oluşturmak gerekmektedir. Artık iyi, genel güvenliği sağlayan şey, kötü de genel güvenliğe zarar veren şeydir. İnsanlar artık her şey üzerinde hak iddia etme hakkına sahip değildir. Böylece herkesin üzerinde birleştiği ahlak (doğal hukuk) meydana gelmektedir. Devlet ise, doğal hukuk durumunun üzerine oturtulur. Doğal hukukun belirlediği değerler ancak devletin oluşturulması durumunda pratik bir önem ve değişmez bir anlam kazanırlar. Örneğin hırsızlık doğal hukukun bir gereği olarak kötü ve haksızlık olarak kabul edilmekle beraber hırsızlığın yasa tarafından belirlenmemesi, söz gelişi ‘hırsızlık, birinin mülkiyeti olarak belirlenmiş olan malını, bir başkasının, doğal hukukça belirlenmiş hakka aykırı olarak Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 Toplumsal Ahlak almasıdır’, gibi bir tanımlama yapılmaması yani yasalaştırılmaması insanların güvenliğini tam olarak garanti altına almaz. Yani doğal durumda insanları birbirine karşı belli kurallar çerçevesinde sorumlu davranmaya zorlayan, yazılı olmayan bir kurallar dizgesi mevcutsa da var olan ve ahlak kuralları olarak da kabul edilen doğal hukuk kuralları, Hobbes’a göre ancak çok güçlü bir devletin kanunlarıyla yani pozitif hukukla kesin anlam ve muhteva kazanabilirler. (Hobbes, 1995: 285-286) Ahlak Böylece Hobbes, yetkilerin devlete devriyle yani sözleşmenin yapılmasıyla, her türlü güvenlik işini devletin yaptığını düşünmektedir. Ancak burada devlete geçtikten sonra da güvenlik ve hayatta kalma ana güdüsünün yok olmadığını ve devam ettiğini göz önünde bulundurmak gerekmektedir. Çünkü devlet, özellikle büyük toplumlarda, her yerde ve her zaman görüp gözetemeyebilir. Sonuçta devletin, yani pozitif hukukun yaptırımı, kayıt altına aldığı iyiler ve kötülerle ilgilidir. Ancak bir toplumda kötü sayılan ve toplumun algılarına göre haksızlık, adaletsizlik ya da kötü olarak algılanan her şey kayıt altına alınmış değildir. Böyle bir şey imkân dâhilinde de görünmemektedir. Diğer taraftan, kayıt altına alınmış her türlü kötülüğün fark edilmesi, yani devletin her şeyi görmesi de söz konusu olmayabilir. İşte tam bu durumda ahlakın önemi ortaya çıkmaktadır. Ahlak, farklı tanımları yapılabilmesine karşın son amaç olarak, belirli kurallarla toplumda düzenin sağlanmasına yardımcı olmak, insanları -birey veya topluluk- mutlu etmek, onların mümkün olabildiği kadar, birbirlerine zarar vermelerini engellemek için, toplum, birey ya da varlığına inanılan metafizik bir otorite tarafından oluşturulmuş/konulmuş kuralların bütününü ifade eden bir kavramdır. Ahlak, eylem biçimlerini, sorumluluklarının bilincinde bir birey olarak, başkalarıyla birlikte şekillendirmek ve iyileştirmek isteyen, topluluk üyesi herkesi ilgilendirir. Başka insanlarla birlikte olmak ve onlarla ilişki kurmak, anlaşılacağı gibi, toplumu, topluluk hâlinde olmayı gerektirir. “Bir topluluğun yaşamı ise kurallarla belirlenir. Kurallara ihtiyaç duymak, baskı istemek ya da kurallarla sınırlanmak anlamına gelmez; bu olgu daha ziyade, özgürlükten herkesin mümkün olduğu kadar çok yararlanabilmesi için pratiğin düzenlenişine ve yapılanmasına müdahâlenin gerekliliğine işaret eder.” (Pieper, 1999: 19) Ahlak kuralları, genelde, kanunlar gibi belli bir güç tarafından (polis gücü gibi) uygulanmamakta, bu kuralların uygulanıp uygulanmadığını, bir yandan sosyal otorite kontrol ederken öte yandan vicdan işin içine girmekte veya diğer yaptırımlar söz konusu olmaktadır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 Toplumsal Ahlak TOPLUMSAL AHLAK Sosyal ahlak, koyduğu ilkelerle toplumları ve bütün insanlığı etkileyen genel kötülükleri en aza indirmeyi, hatta ortadan kaldırmayı amaçlamaktadır. İnsanın yukarıda belirtilen psikolojik durumu ve yapısından dolayı, geçmişe hatta bugüne bakıldığında da rahatlıkla gözlemlenebileceği gibi, zaman zaman savaşlar, düşmanlıklar veya ahlaki açıdan kötü sayılabilecek birtakım olumsuz uygulamalar söz konusu olabilmektedir. Bireysel ahlak, insanlar arası ilişkileri düzenlemek için, koyduğu kurallarla, bazen vicdanı öne çıkararak, bazen sosyal baskıyı veya ödüllendirmeyi bir yaptırım aracı olarak kullanıp işlev görmektedir. Ancak ahlaki açıdan kötü sayılan uygulamalar bazen toplumun tamamını hatta bütün bir insanlığı etkileyecek düzeyde olabilmektedir. İşte sosyal ahlak, koyduğu ilkelerle toplumları ve bütün insanlığı etkileyen genel kötülükleri en aza indirmeyi, hatta ortadan kaldırmayı amaçlamaktadır. Bencil olmayan, kendi faydasından vazgeçip, başkalarının faydasını gözeten, ‘başkası’ olarak tanımladıklarına, kendisi gibi olmasalar, kendisi gibi düşünmeseler de saygı duyan, onları hoşgören bir feragat ahlakına ihtiyaç vardır. Bu anlamda, yani bütün insanlığı kuşatacak biçimde ahlaki ilkeler koyan bazıları için ‘başkası’ kendi soyu sopu, uluslar için kendi ulusu olabilmesine rağmen, bütün bunların üstüne çıkabilen, ‘başkası’ olarak bütün insanlığı kucaklayan dini, beşeri doktrinler ve insanlar vardır. Örneğin Mevlana, Yunus Emre, B. Russell, Farabi vb. birçok düşünür, bütün insanlığı kucaklayacak bir anlayışla düşünmüş ve öğretilerini bu şekilde ortaya koymuşlardır. İnsanlığın huzur ve mutluluğunu temin adına bütün dinler insanların hak, hukuk, adalet ve erdem sahibi olmaları için kurallar koymuş, bu kuralları uygulamaya çalışmış, insanların birbirlerinin hak ve hukukunu tanımaları, birbirlerine zarar vermemelerini öğütlemiştir. Dinlerin ya da numune-i insan sayılabilecek şahsiyetlerin, bütün insanlığı kucaklayacak biçimde oluşturdukları toplumsal ahlak ilkelerinden bazılarını ele almak yararlı olacaktır. TOPLUMSAL AHLAK İLKELERİ Hoşgörü ve Toplumsal Mutluluk Toplumsal mutluluğu sağlayacak ilkelerden biri bağnaz olmamak, hoşgörülü olmaktır. Birçok düşünüre göre, dünyanın uğradığı kötülükler, büyük ölçüde bağnazlıktan kaynaklanmaktadır. Bağnazlık, bir konuya başka her şeyi hiçe sayacak kadar aşırı bir önem vermek, bir inanca körü körüne bağlanıp, kabul edilen inanç ve düşünce ile ilgili herhangi bir eleştiriyi kabul etmemek ve kendi inancının, tartışmaya kapalı olarak, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 Toplumsal Ahlak katı bir şekilde doğru olduğunu savunmak olarak tanımlanabilecek bir ‘kafa hastalığı’dır. Tarihte bağnazlığın iyi işlere kaynak olduğu görülmediği gibi, her zaman kötü işlere yol açmıştır. Çünkü tek yanlıdır ve işe kin karıştırmaması hemen hemen imkânsızdır. Bağnazlık bir zihin problemidir ve herhangi bir düşünce, zihniyet veya olguyu savunanlarda söz konusu olabilir. Ancak daha mutlu bir dünya için hoşgörülü olmak gerekir. Hoşgörü ise, ‘herhangi bir suç olmadıkça, hiçbir düşüncenin cezalandırılmaması demektir.’ Fakat hoşgörünün başıbozukluğa neden olmaması için, elbette suçun ne olduğunu belirleyen kanunlara ihtiyaç vardır ve bu kanunlara uyulmalıdır. (Russell, 1982: 27-33) Gerçekten toplumda huzuru ve mutluluğu sağlamak için hoşgörülü olma, dolayısıyla bağnaz olmama oldukça önemli bir sosyal ahlak prensibidir. Ayrılık, zayıflık ve kaos, birlik ise dayanışma ve mutluluğu doğurur. Bağnazlık, savunulan değerlerin yozlaşmasına da neden olmaktadır. Çünkü bağnazlığın temel nedeni bilgisizliktir. Daha çok bilgili olmanın başkasına zararı yoktur. Aslında bilgi insanın entelektüel anlamda manevi haz duymasının, kendi kendisiyle ve başkalarıyla barışık olmasının kaynağıdır. Dolayısıyla bilgili insanda hoşgörü kendiliğinden gelişir. Bilgili ve entelektüel düzeyi yüksek olan insan, başkalarını zorla ikna etmeye çalışmaz. Bilgi elde etmek ise, ‘bilgi elde etmek için bilgi elde etmek’ yani ‘bilgiyi herhangi bir şeye araç yapmamak’ şeklinde düşünülebilir. İnsanlar bilgi elde etmeyi yalnızca zevkli bir uğraş olarak yaptıkları, onu araç yapıp yıkıcı icatlar ortaya koyma çabası içinde olmadıkları sürece, bilgi erdeme götürecek, böylece hem bilgece bir tutum içinde olmayı ve hoşgörüyü sağlayacak hem de zamanın insan için mutlu bir şekilde akıp gitmesine yardımcı olacaktır. Bilgiyle aydınlanmış insan, başkalarını kınama, eleştirme ve hor görme konusunda oldukça ölçülüdür. Çünkü münevver insan, başkalarının içinde bulundukları duruma geldikleri süreci ve şartları değerlendirebilecek kabiliyete ulaşmış ve empati kuracak erdemliliği kazanmıştır. Yunus Emre bu yüzden kınamayı yersiz bulmuş, Mevlana ise ‘ne olursan ol, gene gel’ diyebilecek kadar engin bir hoşgörüye ulaşmıştır. Bugün dünyada hoşgörü veya bağnazlığa en çok konu olan alanların din ve mezhep olduğu söylenebilir. Oysa insanların tercihlerinin, salt kendi zihinsel süreçlerinin bir sonucu olmadığı, sosyal ve çevresel faktörlerin de oldukça etkili olduğu göz önüne alınarak, empati kurulacak olsa, o zaman hoşgörü çoğu problemi çözmede etkili bir tutum olarak öne çıkacaktır. Çünkü ayrılık, zayıflık ve kaos, birlik ise dayanışma ve mutluluğu doğurur. (Yaran, 2011: 160-163) İnsanın toplum hâlinde yaşamasının amacı hayatı kolaylaştırmak ve mutlu olmak olduğuna göre, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 Toplumsal Ahlak bunu sağlayabilmek için insanların birbirine tahammül etmesi ve hoşgörülü davranması bir zorunluluktur. Adalet İlkesi ve Toplumsal Mutluluk Adalet, insanların bir arada yaşama zorunluluğundan dolayı, insanın varlık sahasına çıktığı andan itibaren, var olmuş bir olgudur. Yukarıda belirtildiği üzere, insanlar kendi varlıklarını sürdürmek için belli güdülere sahiptirler. Anlaşılacağı gibi bu, insandaki bencil yönü ifade etmektedir. Dolayısıyla zaman zaman başkalarının haklarını ihlal etme temayülü ortaya çıkmakta ve bu noktada adalet kavramı gündeme gelmektedir. Adalet, herkese hakkını teslim etmek, hak ve hukuka uygunluk, hakkı gözetme, herkesin doğal ya da yasalarla belirlenmiş haklardan faydalanmasını sağlamak olarak tanımlandığı gibi, insanların hayatına, hürriyetine, vicdanına, değerlerine, mülkiyet hakkına riayet olarak da tanımlanabilir. Adalet denilince ilk olarak, pozitif hukukun bireyler arasındaki anlaşmazlığı hakka uygun olarak çözmesi anlaşılsa da topluluk hâlinde yaşayabilmek ve dahası bütün bir toplumun huzur ve mutluluğu için bireysel haktanırlığın önemi belki daha da fazladır. Yani insanların birbirlerine karşı adalet ilkesini gözeterek davranması, toplumsal mutluluk için oldukça önemlidir. İşte burada yine ahlaki tutumun önemi ortaya çıkmaktadır. İnsanların kabul edip içselleştirdikleri temel ahlaki ilkeler, birinin diğerine karşı davranışını düzenlemekte ve insanların birbirlerine haksızlığını önlemektedir. Herhangi bir konudaki paylaşımda ortaya çıkan anlaşmazlıklarda, ilk işlev görecek olan ilke, ahlaki ilkedir. Adaleti sağlayacak ahlaki ilkelerin neler olduğu konusunda, her toplumda farklılıklar söz konusu olabilmekle birlikte, evrensel boyutta ilkeler de mevcuttur. Hayat Hakkı Bir başkasının hayat hakkı evrensel bir haktır ve buna gerek ahlaken gerekse hukuken uyulmak zorunluluğu vardır. Hem dinler hem de beşeri sistemler hayat hakkını birinci sırada önemli saymışlardır. Öldürmek dinlerde büyük günah, ahlakta büyük kötülük ve hukukta büyük suçtur. Hürriyet Bir başka temel hak konusu, insanların hürriyetidir. Hiç kimse diğerinin hürriyetini keyfi olarak sınırlama hakkına sahip değildir. Hürriyetlerin sınırlandığı durumlar ya pozitif hukuk ya da toplumsal uzlaşmayla ortaya konmuş olan ilkeler tarafından zaten belirlenmiştir. Gerekli olan bu durum, insanın toplumda varlığını sürdürürken sorumsuz olamayacağı temel ilkesinden dolayıdır. Bunun dışında Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 Toplumsal Ahlak herkes hak ve sorumluluklarının farkında olacak, haklarına sahip çıkıp, sorumluluklarını yerine getirecek, ancak bir başkasının hürriyet hakkını ihlal etmeyecektir. Düşünce Hürriyeti Farklılıklara müsamaha göstermek, müsamaha görmenin ön şartı olmakla birlikte, aynı zamanda temel insani bir hakkın, adalet ilkesi doğrultusunda korunmasıdır. Adalete konu olan temel haklardan biri de düşünce hürriyetidir. Aynı toplumu paylaşan insanların, her konuda aynı şeyleri düşünmesi beklenemez. Farklılıklar oldukça doğaldır. Bu farklılıklar, aynı din ve kültüre sahip insanlar arasında olabildiği gibi, farklı din, mezhep ve ideolojiye sahip insanlar için de söz konusudur. Farklılıklara müsamaha göstermek, müsamaha görmenin ön şartı olmakla birlikte, aynı zamanda temel insani bir hakkın, adalet ilkesi doğrultusunda korunmasıdır. Bir insanın, bir başkasının dini düşüncelerine bakışının nasıl olacağı konusunda İslam dininin temel ilkesi, “dinde zorlama yoktur” (Bakara/2:256) mealindeki ayetle belirlenmiştir. Bu hüküm aslında yalnızca dini konuları değil, düşünceyle ilgili diğer alanları da kapsamaktadır. Yani başkalarının sahip oldukları değerler doğrultusunda yaşamaları da yine adaleti gerektiren bir haktır. Bu konudaki tutum, adalet ilkesine uygun olmak durumundadır. Başkalarının hayatlarını belirleyen değerleri aşağılamak, onların akla veya ‘doğru’ya uygunluğunu tartışmak, o değerleri kabul etmiş olanları incitmekten başka bir işleve sahip olamamakta, yalnızca bu konudaki adalet ilkesinin ihlali olmaktan öteye gidememektedir. Mülkiyet Hakkı Toplumsal yaşamın sürdürülebilir olmasında, adalet ilkesini ilgilendiren en temel haklardan biri de mülkiyet hakkıdır. İnsanların meşru yollardan mülk elde etme hakları vardır. Bu hakkın ihlali adaletsizlik olduğu gibi, birinin elde etmiş olduğu mal ve mülke gayrimeşru bir şekilde sahip olmaya çalışmak da toplumsal mutluluğu bozan bir sosyal ahlak ilkesi ihlalidir. (Bilmen, 2007: 130) Adaletle ilgili önemli bir durum da yöneten-yönetilen ilişkisinde ortaya çıkmaktadır. Yukarıda bahsedilenler daha çok, eşit şartlardaki durumları içermekteydi. Yöneten-yönetilen ilişkisi söz konusu olduğunda, bireysel adalet çok daha fazla hissedilmektedir. Geçmişte, yöneticilere hitaben ahlakla ilgili olarak yazılmış eserler söz konusudur. Bu eserler daha çok ‘yöneticiye öğütler’ biçiminde kaleme alınmıştır. Çünkü yöneticinin adaletsizliği zaman zaman önemli sonuçlar doğurmakta ve mağduriyetlere neden olabilmektedir. Bu yüzden yöneticinin adil olması, oldukça önemlidir. Sadi Şirazî, yöneticinin adalet ilkesine uymasını, toplumsal mutluluğu sağlayan önemli bir husus olarak görmektedir. (Elmalı, 2011: 144-155) Sonuç itibariyle insan, birlikte ve mutlu yaşamak için adalete muhtaçtır. Başkalarına karşı adil olmakla ilgili, her toplum ve dinde ayrı ayrı prensipler olsa da Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 Toplumsal Ahlak evrensel boyuta sahip olan şu prensip bile, insanların birbirlerine karşı haksızlığını ortadan kaldırabilir: Kendin için istediğini başkası için de iste! Kendin için istemediğini başkası için de isteme! Kadının Sosyal Statüsü ve Toplumsal Mutluluk Kadının erkekle eşit bir insan olmasıyla ilgili statüsü geçmişte ne yazık ki oldukça tartışılan bir konu olmuştur. Kadın, insan olma noktasında sürekli ikincil seviyede kabul edilmiş ve hak ettiği değeri görememiştir. Bütün dünyada ve hemen hemen bütün kültürlerde kadın sürekli geri plana itilmiş ve birçok insani haktan mahrum bırakılmıştır. Antik Yunan’da, Hindistan’da, eski Roma’da, Çin’de, İslam öncesi Araplarda ve daha birçok yerde alınıp satılan, mirastan mahrum edilen, evleneceği eşi seçme hakkı tanınmayan, vatandaş sayılmayan, hatta bazen nedensiz bir şeklide öldürülmesinde bile mahzur görülmeyen kadın, sosyal hayatın neredeyse hiçbir alanında söz hakkına sahip olamamıştır. (es-Sıbai, 1993: 17-23) Gerek sonradan dinlerin getirdiği hükümler gerekse sanayi devriminden sonraki süreçte gelinen noktada kadın konusundaki algının değişmesiyle, durum artık büyük ölçüde değişmiş, kadınlar yönetim dâhil olmak üzere hayatın bütün alanlarında söz sahibi olmaya başlamışlardır. Anne, kardeş, eş olmanın yanında kadın, yalnızca bu niteliklerle kalmamış, toplumun hak ve sorumlulukta eşit bir bireyi olarak, erkeklerle eşit şartlarda her tür meslekte yerini almış, ihtiyaç olan her kademede toplumsal mutluluğa daha fazla katkı sağlar duruma gelmiştir. Birbirinin hukukunu gözeten eğitilmiş bireylere sahip mutlu toplumların, eğitilmiş annelerin yetiştirdiği bireylerden oluştuğunu göz ardı etmemek gerekir. Çünkü çocuğun ilk muhatap olduğu ve doğruyu, yanlışı, iyiyi, kötüyü ilk öğrendiği öğretmen, annedir. Çocuğun eğitim kalitesi, büyük ölçüde annenin eğitim kalitesiyle orantılıdır ve insanın kişiliğinin oluştuğu dönemin çok erken yaşlar olduğu göz önüne alınırsa, bir kadın olarak annenin değerinin de ne kadar büyük olduğu anlaşılabilir. Çünkü birey ileriki yaşlarında, küçükken kazandığı kişiliğiyle kendini ortaya koymaktadır. Hoşgörülü, özgeci, paylaşımcı bireylerin oluşturduğu, bu doğrultuda bir eğitim almış olan insanlardan meydana gelmiş bir toplum, şüphesiz daha mutlu bir toplumdur. Öte yandan kadın ve erkek arasında yapılacak bir üstünlük tartışması, oldukça anlamsızdır. Çünkü kadın ve erkek doğuştan, insan olarak birbirine üstünlüğü olmayan, biri diğerinin tamamlayıcısı olan iki eşit parça gibidir. Üstünlük, doğuştan hiç kimseye verili değildir. İnsanlık noktasında üstünlük, İslam Dini’ne göre yalnızca takvadadır (kötülüklerden uzak durarak, mükemmel insan olma Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 Toplumsal Ahlak durumu). Diğer hususlarda üstünlük ise, tamamıyla çaba ve çalışmayla elde edilecek kazanımlarla ilgilidir. Kadın veya erkekten hangisinin üstün olduğunu sorgulamak, genelleme yapmaksızın, yalnızca birer insan olarak kadınlar ve erkekler üzerinde tek tek yapılabilir. Yani A erkek ile B kadın arasında, X veya Y özellikleri açısından sorgulama yapılabilir. Bu da hangisinin daha çok bilgi ve beceriye sahip olduğu, hangisinin toplumun değerlerine daha saygılı olduğu ya da topluma hangisinin daha çok katkı sağladığı vb. ile ölçülebilir. Yoksa genelleme yapılarak, cinsiyetlerinden dolayı erkek veya kadından birinin diğerine üstün olduğu söylenemez. Toplumsal katkı noktasında bu şekilde ele alınması gereken kadın-erkek algısı, değerlerin taşıyıcılığı açısından da aynı perspektifle ele alınmalıdır. Toplumsal değerlerin ihlali durumunda belirlenecek tavır konusunda, kadın ve erkek arasında bir fark bulunmamaktadır. Herhangi bir toplumsal değeri ihlal eden kadın ya da erkek, yaptırım karşısında eşit olmalıdır. Erkeğin herhangi bir konuda yaptığı ahlaki ihlal, kadınınkiyle aynıdır. Örneğin namus erkek için ayrı, kadın için ayrı ele alınabilecek bir değer değildir. Bu konuda ihlalde bulunan kadının toplum içerisindeki durumu ile erkeğin durumu arasında fark yoktur. Daha mutlu bir toplum, kadın ve erkeğin her konudaki eşitliğine ve hak ihlallerinin olmamasına, kadınların toplumsal süreç içinde yer almaları ve bu sürecin sonuçlarından eşit biçimde yararlanmalarına bağlıdır. Savaş, Barış ve İnsanlığın Mutluluğu Bütün insanların birbirlerine sevgi duyarak, kin olmadan, nefret olmadan yaşamalarını öğütlemek, doğru bir yaklaşım olsa gerektir. Akıl sağlığı yerinde görünen insanların, hemcinslerini en kısa yoldan yok etmek için planlar yapması, birçok düşünüre göre şaşırtıcı bir durumdur. Örneğin Russell’a göre savaş, bütün dünya medeniyetleri için en büyük tehlikedir. O, ‘ya savaş ortadan kalkmalıdır ya da bütün medeni insanlığın ortadan kalkması söz konusudur’ demektedir. Russell, modern silahların (nükleer) kullanıldığı bir savaştan sonra, insanlık medeniyetinin yeniden başa döneceği kanaatindedir. Böyle bir savaştan kurtulabilecek olanların, dış bölgelerde yaşayan, bu tür silahları yapamayacak kadar bilimden yoksun çok az insan olacağını belirten Russell, bunların da bugünkü medeniyetten uzak insanlar olması yüzünden, insanlığın bir bakıma primitif döneme geri döneceğini düşünmektedir. (Russell, 1984: 25) Russell’a göre, silahsızlanmadan yana olanların dayanağı çoğunlukla, kitle yok etme silahlarının ahlaka aykırılığıdır (immoral). Şüphesiz bu doğrudur, ancak ok Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 Toplumsal Ahlak ile yay da aynı şekilde ahlaka aykırıdır. Açıktır ki arada çok büyük, çok önemli bir derece farkı söz konusudur. Savaşın her türü kötü olmakla beraber, modern silahlar söz konusu olduğunda yeni bir durum ortaya çıkmakta, tek tarafı ilgilendirecek bir immoralizmden bahsetmek anlamsız olmaktadır. Çünkü modern (nükleer) silahların kullanıldığı bir savaşta, her iki tarafın yenilgisi de mutlak anlamda kaçınılmazdır. İşte böyle bir savaşı asıl kötü ve ahlak dışı (immoral) yapan bu durumdur. Günümüzde çıkacak bir savaşta nükleer silahların kullanılması gerçekten tanımlanamaz bir kötülüktür. Çünkü atom silahları kullanıldıkları zaman, yalnız savaşan ülkelere değil, tarafsız ülkelere de sonsuz zarar verecektir. Milyonlarca insanı yeryüzünden silmeye hiç kimsenin hakkı yoktur. (Russell, 1984: 43) Dünya barışı, hele nükleer silahların bazı devletler ve uluslar tarafından, elinde bu tür silahlar bulunmayan uluslara karşı bir üstünlük aracı olarak kullanıldığı bir dönemde, oldukça önemlidir. Bunun için dünya çapında bir iş birliğine gitmek gerekir. Russell’ın dediği gibi, “elimizdeki imkânlarla dünya çapında yapılacak bir iş birliği savaşın, yoksulluğun ortadan kalkmasını, insanlığın daha önceki çağlarda görülmemiş bir mutluluk ve refah düzeyine ulaşmasını sağlayabilir. Ama bu gerçek apaçık ortadayken insanlar yine de iş birliğini yalnızca kendi grupları içinde yapmaktan, başka gruplara karşı düşmanlık beslemekten ve böylece hayatı kendilerine zehir etmekten vazgeçme konusunda bir çaba harcamamaktadırlar.” (Russell, 1965: 79) Dünyada barışı sağlamanın bir yolu da bütün ülkelerin, çocuklarına eğitim verirken, bir başka ülkenin insanlarına karşı kin ve nefret aşılamamalarıdır. Aksi yapıldığı takdirde insanlar savaşa yatkın hâle gelir, nedensiz bile olsa birbirlerine karşı kin ve nefretle doldurulmuş insanlar, birbirlerini öldürmekten kaçınmayabilirler. (Russell, 1928: 154 vd.) Sonuç olarak, savaşın yalnızca meşru müdafaa için yapılabileceğini bilmek ve bunun dışında savaşın bütün taraflar için oldukça yıkıcı olabileceğini göz önünde tutmak gerekir. Bu konudaki en güzel örnek Hz. Muhammed’in uygulamalarıdır. Onun yaptığı bütün savaşlar, savunma savaşıdır ve hiçbir toplum, Hz. Muhammed’in uygulamalarından kaynaklanan bir mağduriyet yaşamamıştır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 Özet Toplumsal Ahlak •İnsanın tek başına yaşaması mümkün olmadığı gibi, birlikte yaşarken de yapısı gereği bazı problemler üretebilmektedir. •Birlikte yaşamayı mümkün hâle getirmek, daha da ötesi huzurlu ve mutlu bir toplumsal hayat sürdürebilmek için, insanların birbirlerine zarar vermelerini önleyecek kurallara ihtiyaç duyulmuştur. •Kurallar, insanlar arasında hak, hukuk, adalet gibi, düzenin sürdürülebilmesi için zorunlu olan kavramları ölçü alarak işlev görmektedir. İşte bu kuralları içeren bir alan da ahlaktır. •Bireysel anlamda, insanların birbirlerini incitmelerine izin vermemek üzere vazedilmiş ahlak kuralları olduğu gibi, bütün bir toplumu, hatta bütün insanlığı göz önünde bulunduran ahlak kuralları da söz konusudur. Bu kurallar ‘toplumsal ahlak’ın konusunu oluşturmaktadır. •İdeal bir yapıya sahip olan toplumsal ahlak kuralları, uygulanabildiği ölçüde, bütün insanlık daha huzurlu ve daha mutlu bir yaşam sürdürme şansına sahip olacaktır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 Toplumsal Ahlak DEĞERLENDİRME SORULARI Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. 1. Aşağıdakilerden hangisi, insanların niçin bir arada yaşadıklarını açıklamak üzere ileri sürülmüş bir teoridir? a) Birliktelik teorisi b) Sözleşme teorisi c) Kural teorisi d) Anlam teorisi e) Bilgi teorisi 2. İnsanların toplum hâlinde yaşarken kurala ihtiyaç duyduklarını vurgulayan ve ‘doğal hukuk’ teorisini savunan düşünür aşağıdakilerden hangisidir? a) Farabi b) Mevlana c) B. Russell d) T. Hobbes e) Yunus Emre 3. “Hemen hemen …………….., insanların hak, hukuk, adalet ve erdem sahibi olmaları için evrensel kurallar koymuş, bu kuralları uygulamaya çalışmış, insanların birbirlerinin hak ve hukukunu tanımaları, birbirlerine zarar vermemeleri için çaba harcamıştır/harcamaktadır”. Paragrafta boş bırakılan yeri tamamlayacak bilgi aşağıdakilerden hangisidir? a) Bütün insanlar b) Bütün filozoflar c) Bütün dinler d) Bütün doktrinler e) Bütün yöneticiler 4. Aşağıdakilerden hangisi toplumsal barışı sağlamak üzere, uyulması gereken temel bireysel haklardan biri değildir? a) Hayat hakkı b) Hürriyet c) Düşünce özgürlüğü d) Sevgi-saygı hakkı Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 Toplumsal Ahlak e) Mülkiyet hakkı 5. Dünya barışını tehdit eden hangi silahların, geniş ölçüde kullanıldıkları zaman, yalnız savaşan ülkelere değil, tarafsız ülkelere de sonsuz zarar verme ihtimali vardır? a) Geleneksel silahlar b) Biyolojik silahlar c) Nükleer silahlar d) Psikolojik silahlar e) Hepsi Cevap Anahtarı: 1.b 2.d 3.c 4.d 5.c Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 Toplumsal Ahlak YARARLANILAN ve BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR Arnaldez, Roger. (tsz) “Farabi’nin Erdemli Şehri ve Ümmet (Umma)”, Çev. Kenanürsoy, Uluslararası İbn Türk, Harezmi, Farabi, Beyruni ve İbn Sina Sempyumu Bildirileri, Atatürk Kültür Merkezi Yayını, 42, 119-138. Baymur, Feriha. (1969) Genel Psikoloji, İstanbul, İnkılap ve Aka Yayınevi. Bilmen, Ömer Nasuhi. (2007). Yüksek İslam Ahlakı, İstanbul, Timaş Yayınlı. Butterworth, Charles E. (1983). “Ethics in Medieval Islamic Philosophy”, The Jornal of Religious Ethics, 11, 226-230. Elmalı, Osman. (2005). “Farabi’de Toplum Felsefesi” Felsefe Dünyası Dergis 42, 113-125 Elmalı, Osman. (2011). “Sadi’nin Ahlak Teorisinin Analizi ve Yönetim Ahlakı Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 15, 141-155. Erdem, Hüsameddin. (2003). Ahlak Felsefesi, 2. Baskı, Konya, Hü-Er Yayınlı. Farabi. (1986). Kitab-u Arai Ehli’l Medineti’l Fazile, Beyrut, et- Tab’atül Hamis, thk. Albert Nasri Nadir, Darü’l Meşrik. Gökberk, Macit. (1990). Felsefe Tarihi, 6. Baskı, İstanbul, Remzi Kitabevi. Hobbes, Thomas. (1995). Leviathan veya Bir Din ve Dünya Devletinin İçeriğiBiçimi, Kudreti, Çev. Semih Lin, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları. İmam Malik. (tsz). Muvatta, Husnu’l Hulk, 8, II/904. Morgan, Clifford T. (1999). Psikolojiye Giriş, Çev. Hüsnü Arıcı vd., 13. Baskı, Ankara, Hacettepe Üniversitesi Psikoloji Bölümü Yayınları. Mustafa Çağrıcı. (2006). Anahatlarıyla İslam Ahlakı, 4. Baskı, İstanbul, Ensar Neşriyat. Mustafa es-Sıbai. (1993). Tarih Boyunca Kadın Haklarının Gelişimi ve Müslüman Kadının Hukuku, İslam’da Kadın Hakları Antolojisi, Ankara, Rehber Basın Yayın Ltd. Şti. Pieper, Annemarie. (1999). Etiğe Giriş, Çev. Veysel Atayman, Gönül Sezer, İstanbul, Ayrıntı Yayınları. Russell, Bertrand. (1928). Sceptical Essays, London, George Allen and Unwin Ltd. Russell, Bertrand. (1965). Denemeler, Çev. Türkan Araz, İstanbul, Ataç Kitabevi. Russell, Bertrand. (1982). Düşünceler, Çev. S. Eyüboğlu - V. Günyol, 4. Baskı, anbul, Say Yayınları. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 Toplumsal Ahlak Russell, Bertrand. (1984). Has Man a Future?, Westport (U.S.A.), Reprin by Greenwood Press. Ulutan, Burhan. (1999), Farabi Felsefesi, İstanbul, Türk Dünyası Araştıaları Vakfı. Yaran, Cafer Sadık. (2011). İslam Ahlak Felsefesine Giriş, Dem Yayınları, İstanbul. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 HEDEFLER İÇİNDEKİLER İSLAM İŞ AHLAKININ ESASLARI • • • • İş (İş Sahibi) Ahlakı İşveren Ahlakı İşçi (İşgören) Ahlakı Erdem ve Ekonomi İlişkisi • Bu üniteyi çalıştıktan sonra • İslam iş ahlakının genel esaslarını sıralayabilecek • Ahlaklı bir işverenin özelliklerini açıklayabilecek • Ahlaklı bir işçinin özelliklerini tanımlayabilecek • Erdem ve ekonomi ilişkisinin farklı düzeylerini ayırt edebileceksiniz. İSLAM AHLAK ESASLARI ÜNİTE 13 İslam İş Ahlakının Esasları GİRİŞ İslam dini, biraz aşağıda daha detaylı olarak ve delilleriyle göreceğimiz üzere, dinler arasında, çalışma, iş ve ticaret hayatına belki en fazla önem veren bir dindir. Bu önemin göstergesi, sadece bu bağlamdaki dinî ifadeler değil, İslam Peygamberi’nin ve arkadaşlarının yaşantılarıdır da. Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed(s.a.s), hem çobanlık gibi tarım ve hayvancılıkla ilgili işlerde çalışmış hem de bundan daha ziyade gerçek anlamda ticaret, kervancılık ve alış veriş gibi iş hayatının en kompleks yönlerinin uzun yıllar bizzat içinde bulunmuştur. İslam bir ticaret merkezi olan Mekke’de doğmuş, sahabilerin çoğu Medine’ye hicretten sonra bile ticaret hayatını büyük bir başarıyla sürdürmüştür. Dolayısıyla, İslam dininin iman ve ibadet yanında en önemli kısımlarından biri ahlak olduğu gibi İslam ahlakının en önemli kısımlarından biri de her zaman iş ahlakı olmuştur. İslam iş ahlakıyla ilgili birçok ayet, pek çok hadis, ashabın uygulamalarıyla ilgili çok sayıda rivayet ve sonradan yazılan ahlak kitaplarında derlenip toparlanmış birçok hüküm, ilke, öğüt ve örnek vardır. İş ahlakı, kısaca tanımlanmak istendiğinde, iş hayatında karşılaşılan tüm ahlaki sorunları, genel ahlaki sorunların ele alındığı yöntemlerle inceleyen ve değerlendiren bir ahlak alanıdır (Arslan, 2005: 4). Bir başka ifadeyle, iş ahlakı, genel ahlak ilkelerinin iş ve işletme davranışlarına uygulanmasıdır (Torlak, 2007: 106). Buradaki sorunlar, çalışanlar arasında, çalışanlarla yöneticiler arasında, işletme ve işletmeyle alışverişte bulunanlar arasında olabilir. İş ahlakı, Batı dünyasında da 1960’lardan itibaren özellikle önemsenmeye ve sadece dinî ve felsefi ahlak bağlamında değil, özellikle iktisadi ve idari bilimler alanında bağımsız bir araştırma konusu ve hatta disiplin olarak gelişmeye başlamıştır. Ülkemizde 2000’lerden itibaren işletme ve benzeri fakültelerde iş ahlakı dersleri okutulmaya ve bu konuda değerli eserler verilmeye başlanmıştır. İslam dininin başlangıcından beri derin bir iş ahlakı literatürü ve deneyimi olan ve Selçuklulardan beri bilhassa Anadolu’da çok etkin bir iş ahlakı kurumu olan Ahilik geleneğine sahip bulunan bizler için iş ahlakı alanındaki son gelişmeler son derece sevindiricidir. Dinimizde iş ahlakının altın harflerle yazılacak ilkeleri ve tarihimizde ahlaklı işletmenin, işçinin ve işverenin unutulmaz örnekleri her zaman gurur duyacağımız ölçüde bolca mevcut olmuşsa da, İslam eleminde son asırlarda yaşamak zorunda kalınan nispeten olumsuz gidişatın iş hayatımızı da olumsuz etkilediği inkâr edilemez bir gerçektir. Nitekim TEDMER (Türkiye Etik Değerler Merkezi) tarafından şirketlerin üst düzey yöneticileri üzerinde yapılan Etik Barometre Araştırması’na katılanlardan % 49,4’ü Türk iş dünyasının etik olmadığına inanmaktadır. Etik Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 İslam İş Ahlakının Esasları konusunda en fazla yol kat etmiş sektörler olarak bankacılık ve finans % 63,0 ile ilk sırada yer alırken inşaat ve tekstil gibi sektörlerde bu oran % 1,2’lerde kalmaktadır. Etik konusunda yerli ve yabancı firmaların karşılaştırılmasında da üzücü bir sonuç ortaya çıkmakta, katılanların % 81,3’ü, etik açıdan yabancı firmaları daha ileri noktada bulmaktadırlar (Acar, 2009). Günümüz Müslümanlarının iş ahlakı konusunda çok da iyi bir durumda olmadıklarını gösteren bu durum, İslam iş ahlakının toplumsal ve ekonomik hayatımız açısından ne kadar önemli bir hâle geldiğinin apaçık göstergesidir. Genel olarak ahlaki hayatımızda görülen dejenerasyon ve erozyona karşı yeniden ahlaki bir sıçrayış ihtiyacı içinde olduğumuz gibi, iş, ticaret ve ekonomi dünyamızdaki ahlaki gerilikten de bir an önce kurtulmamız gerektiği, bunun için de, İslam iş ahlakını iyice öğrenip bilinçli ve titiz bir biçimde uygulamaya geçirmemiz gerektiği aşikardır. Giriş kısmını bitirip İslam iş ahlakının detaylarına geçmeden önce son olarak şu husus da belirtilmelidir ki, iş ahlakı ilkelerini bilmenin ve onlara uymanın yararları sadece dini, ahlaki ve uhrevi hayatımız için önemli değildir; bunların yanında o, dünyevi hayatımız ve ekonomik başarımız için de son derece önemli ve yararlıdır. Nitekim işletme örgütlerinde iş ahlakı yönetiminin faydaları ve bu yolla elde edilecek yararları iyice kısaltılmış maddeler hâlinde şu şekilde özetlemek mümkündür: İş ahlakı, sadece ahirette değil, dünyada da yararlıdır. İş etiğine gösterilen ilgi bir bütün olarak toplumu geliştirir. Bundan çok uzun olmayan yıllar önce, çocukların bile 16 saat çalıştırıldığı, sakatlanan işçilerin açlığa terk edildiği dönemler iş ahlakı bilincinin gelişmesiyle büyük ölçüde ortadan kalkmış; iş ahlakındaki gelişmelere paralel olarak iş yerlerinde adalet ve eşitlik talepleri daha hakkaniyetli bir biçimde karşılanır olmuştur. Ahlaki programlar, hızlı değişim dönemlerinde ahlaki çöküşü azaltır, kötü niyetli girişimleri önler, toplumsal adaleti artırır. İş ahlakı, takım çalışmasını ve verimliliği destekler. Çalışanlar birbirinin değerlerine ve kuruma bağlılık hissederler ve bu da güçlü motivasyonu ve performans artışını getirir. Etik programlar, işçilerin ve çalışanların stresini azaltır, gelişim ve tatmin duygularını artırır. Etik programlar, yaslara uyma konusunda bir nevi sigorta ve denetleme işlevi görür. Etik programlar, olabilecek ihlallerin önceden öngörülüp engellenmesi nedeniyle çeşitli yasaların ihlallerini ve para cezalarını azaltır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 İslam İş Ahlakının Esasları Kaliteye, farklılıkların yönetimine ve stratejik planlamaya destek sağlar. Kamu nezdinde işletmenin itibarını artırır, güçlü bir imaj ve sağlam bir halkla ilişkiler ağı oluşturur. Girişimcilerin değerlerine ve mesajlarına daha fazla duyarlı olmalarını, daha fazla toplumsal sorumluluk projelerine katılmalarını sağlar. Sadece toplumsal fayda değil, işletme veya şirketin yararına doğru kararların alınması ve doğru icraatların yapılmasına katkıda bulunur (Acar, 2009). İşletmecilerin tespit ve teslim ettiği bu maddeler de göstermektedir ki, İslam iş ahlakını bilmek ve iş hayatımızda bunlara uymak sadece dinî ve ahlaki bir vecibe ve uhrevi bir kazanç kapısı değil, aynı zamanda ekonomik düşünmenin ve dünyevi kazanç artışının da kaçınılmaz bir gereğidir. İşletmelerde iş ahlakı, ya işveren-işgören ilişkileri, işletme-müşteri ilişkileri veya işletme-toplum ilişkileri gibi çeşitli ilişkiler dikkate alınarak ya da pazarlamasatış, finans-muhasebe, satın alma ve üretim gibi işlevsel alanlara göre sınıflandırılarak ele alınmaktadır. Bu çalışmada biz bunların her birinin ayrıntısına girmeyecek, önce İslam iş ahlakı ile ilgili genel ilkeler ve temel erdemler üzerinde duracak, daha sonra işçi ahlakı ve işveren ahlakını biraz daha özel bir biçimde vurgulayacak, son olarak da erdem ve ekonomi yahut ahlaklılık ve zenginlik ilişkisi üzerine farklı yol ve yaklaşımları değerlendireceğiz. İŞ (İŞ SAHİBİ) AHLAKI İslam iş ahlakında pek çok ilke ve erdemden bahsedilebilir ve kaynaklarımızda da bahsedilmektedir. Biz bunları, sadelik ve kolaylık olsun diye dört genel ilke veya temel erdem altında toplayabiliriz. Bunlardan ilk ikisi, çalışma ve iş hayatına başlamadan önce iş konusunda sahip olmamız gereken iyi niyet ile çalışma konusundaki doğru dinî bilgiler ve çalışkanlığın fazileti ile ilgilidir. Sonraki ikisi ise iş hayatına atıldıktan sonra işle ilgili çeşitli alanlar ve ilişkilerde uyulması gereken helal kazanç ve adaletle ilgili kurallar ile lütuf ve ihsânla ilgili ahlaki faziletlerdir. İyi Niyetlilik Bir iş hayatına atılırken, başlangıçta olması gereken en önemli ahlaki şartlardan biri, bu işle ilgili niyetin iyi olmasıdır. Niyet, sadece iş konusunda değil, her konuda aslıdır ve ulaşılan sonucun değerini belirleyen en önemli etkendir. Nitekim Peygamberimiz meşhur bir hadisinde “Ameller niyetlere göredir. Herkes için niyet ettiğinin karşılığı vardır” (Buhârî, 2008, 90) buyurmuştur. Dolayısıyla, her Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 İslam İş Ahlakının Esasları konuda olduğu gibi iş hayatına başlarken de iyi bir niyetlere, doğru amaçlara sahip olunmalıdır. Gazali, çalışma, ticaret yapma, kazanç sahibi olma gibi hususları epey övdükten sonra şöyle der: “Biz, ticaretin mutlak şekilde her şeyden üstün olduğunu söylüyor değiliz. Ancak ticaret: a) Ya geçim için, b) Ya servet edinmek için, c) Ya da geçimin biraz üstünde bir gelir sağlamak amacıyla yapılır. Hayır ve hasenat düşünülmeden sırf malı çoğaltmak ve mal biriktirmek için ihtiyaç fazlası mal teminine çalışmak yerilmiştir” (1998, 145). Buradan da anlaşıldığı üzere, iş hayatını geliştirmede en temel ve en meşru niyet, muhannete muhtaç olmadan helal yoldan geçimini temin etmektir. Bir insanın, başkasına el açıp muhtaç olmaması, kimseye yük olmak durumunda kalmaması, kendi geçimini kendisinin temin etmesi kadar onur verici, itibar artırıcı, özgüven kazandırıcı ve yaşama sevincini coşturucu başka bir şey azdır. Nitekim Resulullah şöyle buyurmuştur: “Hiç kimse kendi el emeği ile kazanıp yediğinden daha hayırlı bir şey yememiştir. Allah’ın Peygamberi Davut aleyhisselam da kendi el emeğinden yerdi.” (Buhârî, 2008, 531) İnsanın, normal geçim düzeyinin üzerinde bir gelir sağlamayı amaçlaması da iyi niyet sınırları içindedir. Çünkü bu dünyada çalışıp, iş kurup, mal sahibi olmak ve refah içinde yaşamayı arzulamak, dinî ve ahlaki açıdan kınanacak bir husus değildir. Bu husus bir ayette de açıkça belirtilmektedir: “Rabbinizden refah istemenizde bir engel yoktur…” (Bakara/2: 198). Bu husus sahabenin örnek talepleri ve davranışlarında da görülmektedir. Mesela, annesinin isteği üzerine, Hz. Peygamber, genç bir sahabi olan Enes bin Malik’e yaptığı uzun bir duayı, mal çokluğu ile de ilgili olan şu dileklerle bitirmiştir: “Ya Rabbi, bunun malını ve çocuklarını çoğalt ve kendisine bu hususta bereket ihsân eyle” (Buhârî, 2005, 61). Çünkü mal sahibi olmak, hatta çok mal ve bol rızık sahibi olmak, kötü ve yerilesi bir şey değildir ve Müslümanlar için hiçbir zaman böyle olmamıştır. Zaten böyle bir tutum şu ayete ters düşerdi: “Ey Muhammed de ki: ‘Allah’ın kulları için yarattığı zinet ve temiz rızıkları haram kılan kimdir?, ‘Bunlar dünya hayatında inananlarındır, kıyamet gününde de yalnız onlar içindir…” (A’raf/7: 32). Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 İslam İş Ahlakının Esasları Önemli olan malın tam anlamıyla iyi niyetle ve helal yoldan kazanılmış olması ve kazandıktan sonra yapılması gereken zekâtını, sadakasını verme gibi hukuki ve ahlaki gereklerinin de yerine getiriliyor olmasıdır. Nitekim Resulullah, bir hadisinde “Takva sahibi kimse için zenginlikte bir mahzur yoktur.” (Buhârî, 2005, 119) buyurduğu gibi, mal sahibi olmayı fazla önemli bulmadığını belirten bir sahabiye karşı da şöyle demiştir: “Yararlı mal, iyi kimsenin elinde ne kadar güzeldir.” (Buhârî, 2005, 119). O hâlde, bunlar ve benzeri pek çok ayet ve hadis göstermektedir ki, İslam dîni ve ahlakında, çalışmak, üretmek, kazanmak, mal sahibi olmak, zengin olmak, makul bir refah içinde yaşamak; geçimini helal yoldan temin etmek, daha fazla refah ve huzur içinde yaşamak, kamu ve din yararına harcamalarda bulunabilmek gibi niyetlerle edinildiği ve haram bulaştırılmadığı sürece tamamen meşru ve hatta makbul ve fazlasıyla teşvik edilen şeylerdir. Kötü olan ve yerilen, malı sadece dünyalık niyetlerle edinmek, haram yollarla kazanmak, kötü yollarda harcamak ve malın kendisini ebedî kılacağını zannederek iş meşguliyeti yüzünden ahiretini unutmaktır. Nitekim bu tür insanlarla ilgili şöyle buyrulmaktadır: “Yazıklar olsun malı toplayan ve onu sayan, malının kendisini ebedî kılacağını sanan o hümeze lümeze topluluğuna” (Hümeze/104: 1-3). Bir girişimci için iyi niyetten sonra sahip olunması gereken bir başka özellik, İslam iş ahlakında çalışmanın ve çalışkanlığın önemi konusunda kendisini bilgi ve bilinç sahibi kılmasıdır. Zira İslam’da çalışma, nafile ibadet kabilinden ve kutsal, çalışkanlık da cömertlik ve ihsânın ön şartlarından bir fazilet ve önemli bir erdemdir. Çalışkanlık İslam dîni tembellik ve miskinliği yermiş, çalışmayı ve üretmeyi meşru görmekle kalmamış, çok makbul görmüş ve her surette teşvik etmiştir. Bazen Allah’a tevekkül ve kader gibi inanç esaslarını çalışma ve iş hayatına aktif bir biçimde katılmamanın gerekçesi yapmak isteyen istisnai birkaç kişi çıkmışsa da Asrı Saadet’ten günümüze kadar aklı başında Müslümanlardan hiçbiri çalışma, üretme, iş hayatında verimli, ticaret hayatında kârlı ve kazançlı olma gibi hususlara asla karşı çıkmamışlar, aksine bu konularda hep örnek ve teşvikkâr olmuşlardır. Zira İslam açısından bu durum ihtilaflı ve tartışmaya açık bir durum değildir. Zira Cenabı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır: “Gündüzü *çalışıp+ geçimi sağlama vakti kıldık” (Nebe/78: 11) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 İslam İş Ahlakının Esasları Geceler esas itibarıyla dinlenme, gündüzler de çalışma vaktidir. Yaratılış planında insanoğluna, çalışıp geçimini kazanması için uygun bir vakit tahsis edildiği gibi, o, geçimini sağlayacağı kaynaklara erişeceği uygun bir yere de yerleştirilmiştir. Nitekim bir ayeti Kerimede şöyle denilir: “Sizi yeryüzünde yerleştirdik ve orada size geçimlikler yarattık. Öyleyken pek az şükrediyorsunuz” (Araf/7: 10) İnsanın görevi, yerleştirildiği bu yeryüzünde tembel tembel oturmayıp geçimini aramak, çok da büyük bir zahmete katlanmadan bulabileceği bu nimetler karşısında Allah’a şükretmeyi de unutmadan, bu imtihan sürecinden ibaret hayatını huzur ve başarı içinde tamamlamaktır. Çalışma ödevini yerine getirip rızkını aramayan insan, hem ilahi yaratılışa ters davranmış hem de ilahi buyruğa itaat etmemiş olur. Bu da onu, dünyada da ahirette de mahrum olanlardan kılar. Çünkü hem dünya hem de ahiret kazancı ile ilgili en genel geçer, en evrensel yasalarda biri, ancak çalışanın kazanacağı yasasıdır. Nitekim bu husus bir ayette şöyle belirtilmektedir: “İnsan ancak çalıştığına erişir” (Necm/53: 39). Nitekim peygamberler ve büyük sahabiler dahi dünyevi işlerde çalışmış, belli meslekleri icra etmişlerdir. Mesela, Hz. Âdem çiftçilerin, Hz. Nuh marangozların, Hz. Yusuf ekonomistlerin, Hz. Davut el sanatçılarının, Hz. İsa tabiplerin, Hz. İbrahim ve Hz. Muhammed tüccarların piri ve örneği idi. Hz. Ebu Bekir hububat maddeleri satarak geçimini sağlar, Hz. Ömer dericilikle uğraşır, Hz. Osman yiyecek maddeleri satar, Hz. Ali de ücret karlığı çalışarak geçimini temin ederdi (Yavuz, 1992). Bu örnek şahsiyetlerin uygulamalarında da görüldüğü gibi İslam’da, çalışma ve iş hayatına katılma esasının geçerliliği, ilahi aşk ve dindarlık arzusuyla dahi ihlal edilmez ve ibadet etme görevleriyle de asla çelişmez. İslam dini, “Hiç kimse iki efendiye kulluk edemez; … Siz Allah’a ve mammona *zenginliğe+ kulluk edemezsiniz.” (Matta, 6: 24) diyerek ibadet ve zenginliği çeliştirmek yerine, hem ibadet hem de rızık ve zenginlik aramayı bir arada tutan ve birlikte teşvik eden bir dindir. Nitekim Kur’ân’daki ayetlerde hem ibadet hem de iş art arda emredilmektedir: “Ey inananlar! Cuma günü namaz için ezan okunduğu zaman Allah’ı anmaya koşun; alım satımı bırakın; bilseniz, bu sizin için daha iyidir. Namaz bitince yeryüzüne yayılın; Allah’ın lütfundan rızık isteyin; Allah’ı çok anın ki saadete erişesiniz” (Cuma/62: 9-10). Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 İslam İş Ahlakının Esasları Bu ayette, mutluluğun, hem Allah’ı ibadetler ve zikirle çokça anmak hem de O’ndan rızık isteyerek yeryüzüne yayılıp alımsatım yapmak, çalışmak, kazanmak ve helalinden kazanılmış parayla geçim rahatlığı içinde yaşamakla bağlantılı olduğu anlaşılmaktadır. İslam “ya… ya da…” (örneğin, ya bu dünya ya öteki dünya, ya ibadet ya ticaret) dîni değil, “hem… hem de…” (örneğin, hem bu dünya hem öte dünya, hem ibadet hem iş) dinidir. Nitekim hepimizin çok iyi bildiği bir ayette “Rabbimiz! Bize dünyada iyiyi, ahirette de iyiyi ver” (Bakara/2: 201) diyenlerden olmamız öğütlenmektedir. Dolayısıyla, Müslüman tembellikten, işsizlikten, üretimsizlik ve verimsizlikten kaçınmalı; aksine öte dünya için çalıştığı gibi bu dünya için de çalışkan olmalı, üretmeli, iş yapmalı, iş kurmalı, istihdama katkıda bulunmalı ve böylece kendisine, ailesine, topluma, insanlığa ve dinine daha fazla yararlı olmalıdır. Haksızlıktan Kaçınma ve Adalet Ticari işlemlerde haksızlık yapmaktan, zarar vermekten, zulmetmekten kaçınmak ve bunların aksine hakkaniyetli ve adaletli davranmak ve böylece kazancın tam anlamıyla tertemiz ve helal olmasını sağlamak iş hayatına başladıktan sonra uyulması ve uygulanması gereken en önde gelen şartlardandır. Gazali), iş hayatında başkalarının zarar görmesi ile sonuçlanan haksızlıkları iki kısma ayırır: Zararı genele yansıyan haksızlıklar ve zararı sadece müşteri ile sınırlı kalan haksızlıklar. “Zararı genel olan ticari zulümler” başlığı altında o, karaborsacılık ve kalpazanlığı irdeler. “Zararı yalnız müşteriyi ilgilendiren ticari zulümler” başlığı altında ise çok daha fazla sayıda ticari haksızlık konusunu ele alır. Ona göre, alışveriş yapan kimsenin zarar görmesine sebebiyet veren her şey zulümdür. Bu konularda adalet ise kişinin Müslüman kardeşini zarara sokmamasıyla sağlanır. Burada genel kaide şudur: “Kişi, kendisi için istediği şeyleri müslüman kardeşi için de istemeli; kendisine yapıldığı takdirde ağırına gidecek ve canını sıkacak bir muameleyi başkalarına yapmamalıdır.” Bu kaide bağlamında, yapılmaması gerekenleri o, şu dört esasta toplar: Malda bulunmayan bir özellikle malı övmemek, Malın gizli ve açık bütün kusurlarını açıklayıp, hiçbirini gizlememek, Ölçü ve tartıda hile yapmamak, Müşterinin bildiği takdirde almayacağı fiyatı gizlememek, başka bir deyişle, alıcı veya satıcıya piyasa fiyatını gizlememek. Bu dört esasın birincisi bağlamında o, ticaret için dinî duyguları istismar etmemek gerektiğini de örneklerle birlikte ısrarla vurgular (1998: 170-85). Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 İslam İş Ahlakının Esasları İslam iş ahlakını özetleyen iki temel kavramın “haramdan sakınmak” ve “helal kazanç” kavramları olduğunu söylemek mümkündür. Yukarıda belirtildiği üzere, ticaret yapmak, mal kazanmak, servet sahibi olmak meşru ve makbuldür; fakat bunların hiçbir aşamasında haksızlığın ve dolayısıyla haramın bulunmaması gerekir. Haksızlık ve haram, iş hayatının en temel iki yasağıdır. Zira bir ayeti Kerimede şöyle buyrulmaktadır: “Ey inananlar! Mallarınızı aranızda haksızlıkla değil, karşılıklı rıza ile yapılan ticaretle yiyin, haram ile nefsinizi mahvetmeyin” (Nisâ/4: 29). Haram-helal duyarlılığı bir hadiste de şöyle dile getirilmektedir: “İnsanlara öyle bir zaman gelir ki, kişi malı helalden mi, haramdan mı aldığına hiç aldırmaz” (Buhârî, Büyu: 7, 23). Müslüman daha fazla kazanma hırsıyla ve hatta daha fazla kazanıp bunun bir kısmıyla daha fazla iyilik yapmak, daha fazla zekât ve sadaka vermek, daha fazla öğrenciye burs vermek, daha fazla fakir ve yoksula yardımda bulunmak gibi iyi niyetlerle de olsa kazancına haksızlık ve haram bulaştıramaz, haksız ve haram yollarla servet edinemez. Bu tür yollarla edinilmiş haksız kazançlar, yapılan ufak tefek yardımlarla ve hatta camiler, okullar ve benzeri hayır kurumları yaptırmakla aklanamaz. Kul hakkı ve özellikle de tek bir bireye ait olmayıp kamuyu ilgilendiren ve birden çok kişiyi etkileyen haksızlıklar, Allah’ın affetmeyeceği haksızlıklar kapsamına girmektedir. İşte ayeti Kerimede “haram ile nefsinizi mahvetmeyin” emri ve uyarısı tam da bu konularla ilgilidir. Bilhassa helalleşmenin imkânsız olduğu çok sayıda ve tanınmayan kişilere karşı yapılan haksız işlemler ve kazançlar, dünyada geçici bir süre kazançmış gibi gözükse de, gerçekte ve ahirette çok büyük bir kayba ve mahviyyete sebep olacaklardır. Dolayısıyla, haksızlık ve harama karşı çok duyarlı olmak ve bunların büyük-küçük, gizli-açık, bireysel-kamusal her türünden kaçınmak İslam iş ahlakının temelini oluşturmaktadır. İş hayatında sık karşılaşılan haksızlık ve adaletsizliklerden biri, alışverişte karşı tarafı aldatmak, ölçü ve tartıda hile yapmak gibi ahlaksızlıklardır. İş hayatının her alanında, her ilişki düzeyinde ve her sektörde görülebilecek olan hilekârlıklar ve haksızlıklar, İslam dininin şiddetle kınadığı, kesinlikle yasakladığı ve sadece dünyevi değil uhrevi müeyyidelerle de insanları bunlardan uzaklaştırmaya çalıştığı hususların başında gelmektedir. Nitekim bir ayette iş hayatında hilekârlık yapanlar şöyle tehdit edilir ve uyarılırlar: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 İslam İş Ahlakının Esasları “Alışverişlerinde hile yapanların vay hâline! İnsanlara karşı kendileri için ölçtüklerinde tam ölçerler. Onlar için ölçtükleri veya tarttıkları zaman eksiltirler. Onlar, kendilerinin büyük birgün için diriltileceklerini zannetmezler mi?” (Mutaffifîn/83: 1-5) Oysa biraz derin düşünülse ve biraz vicdanımızın sesine kulak verilse görülür ki hilekârlıkla başkalarını aldattığımızı zannederken aslında kendimizi aldatıyor, kâr ettiğimizi sanırken kaybediyoruz. Çünkü yalancının mumunun yatsıya kadar yandığı gibi hilekârın hilesi de bir yere kadar gizli kalacak, bir süre sonra açığa çıkacak ve o kişi müşteriler nezdinde güvenilirlik ve itibarını kaybedecektir. Hilekârlığı ve dürüst olmayışı ile tanınmış, güvenilirlik ve itibarını kaybetmiş kişilerin ise iş hayatında uzun süre başarılı olması oldukça zor olsa gerektir. Oysa dürüst ve adil olmak ve dürüstlük ve adalet ile tanınmak, insana kendi vicdanı karşısında huzur, toplum içinde itibar, ahiret hayatında mükâfat olarak geri döneceği gibi iş hayatında da daha fazla müşteri, daha fazla satış ve daha fazla kâr olarak yansıyacaktır. Bir ayette doğruluk emredilmekte ve bunun sonucunun çok daha üstün olacağı şöyle belirtilmektedir: “Ölçtüğünüz zaman, tam ölçün, doğru terazi ile tartın. Bu, hem daha hayırlı, hem de sonuç olarak daha güzeldir.” (İsrâ/17: 35) Müslümanın bir Müslümanı aldatması, hatta Müslüman olsun veya olmasın herhangi bir insanı aldatması, herhangi bir insanın saflığından yararlanması doğru değildir. İş hayatının her aşamasında dürüstlük, kişiye ve şartlara göre değişen göreceli bir davranış tarzı değil, her zaman ve mekânda geçerli olan, her dinden ve dilden insanı kapsayan evrensel bir ilke olarak kabul edilmeli ve hipotetik değil kategorik bir buyruk olarak uygulanmalıdır. Turistlerle ilgili örneklerde zaman zaman karşılaşıldığı gibi bazı insanların alışverişin yapıldığı dili bilmiyor oluşu, pazarlık kültürüne yabancı oluşu gibi hususlar yahut bazı insanların doğuştan daha saf, insanlara çabuk güvenen ve kolay aldatılmaya yatkın olması, onlar karşısında dürüstlükten ayrılınmasına ve aldatmaya yönelinmesine yol açmamalıdır. Böyle kimseler aldatılmamalı ve eğer biz böyle kimselerden biri isek baştan “aldatmaca olmaması” konusunda karşı taraf ile açıkça konuşmalıyız. Çünkü birgün bir adam Hz. Peygamber’e, yaptığı satım akitlerinde aldandığını söyledi: Bunun üzerine Hz. Peygamber ona söyle buyurdu: “Alım-satım yaptığında karşı tarafa: ‘Aldatmaca yok!’ de.” (Buhârî, 2008, 538) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 İslam İş Ahlakının Esasları İslam iş ahlakında aldatmama ve aldatılmamaya yönelik öğütlerden biri de alışveriş esnasında yemin etmenin hoş görülmemesidir. Sözümüz, yemine ihtiyaç kalmadan güvenilir olmalı, dürüstlüğümüz yeminle desteklenmeye ihtiyaç duymamalı; ayrıca, farkında olmayarak da olsa hata karışabilecek alışverişlerimize Allah’ın adı ile yemini aracı kılmamalıyız. Yemin edilmesi, bilhassa daha müttaki olanların daha çabuk kanmalarına ve bu yüzden belki de bazen zarar etmelerine yol açacaktır. Bu yüzden, alış verişlerde yemin tasvip edilmemiş hatta yerilmiştir. Hz. Peygamber alışverişte yemin konusunda şöyle buyurmuştur: “(Yalan yere) yemin mala rağbeti artırsa bile bereketi götürür” (Buhârî, 2008, 533). İş hayatında haksızlık ve adaletsizlik bağlamında yapılmaması gereken şeylerden biri de söz verilmiş ve vadesi gelmiş borcu geciktirmektir. İmkânı olanlar borcunu zamanında ödemeli, eğer imkânı yoksa bunu bir an önce alacaklı ile görüşüp anlaşmalıdır. Resulullah bu konuda şöyle buyurmuştur: “Ödeme gücü bulunan kimsenin borcunu geciktirmesi zulümdür.” (Buhârî, 2008, 563). Müslüman, işin hangi sektöründe ve hangi düzeyinde çalışırsa çalışsın, işten, üründen, hizmette etkilenen herhangi bir kişiye en küçük bir haksızlık ve adaletsizlik yapılmadığının farkında olmalı; böylece kendi kursağından geçen ve canı kadar sevdiği çocuklarına yedirdiği lokmanın tam anlamıyla helal olduğundan emin olmalıdır. İhsan ve Hoşgörü İş hayatında, sadece zorunlu hak ve adalet kurallarına uymak ahlaki açıdan bakıldığında yeterli sayılmaz. Çünkü hak ve adalet meseleleri ahlaken de öncelikli olmakla birlikte, bu konular ahlak yanında hukukun da ilgilendiği konulardır. Bunlara riayet edilmediğinde çoğu zaman, vicdani bir kınama ve ahlaki bir ayıplama ile karşılaşma yanında hukuki bir ceza ve yaptırımla da karşılaşılır. Bu düzey de bir ahlaklılık düzeyidir; ancak daha üstün olan ahlaki düzey, hukuk ile ortak olan düzeyin üstündeki bir düzeydir. Gerçek ahlaklılık, zorunluluk düzeyinin üstünde, sorumluluk, gönüllülük, fedakârlık gibi duygu ve değerler nedeniyle yapılan üstün erdemler sayesinde kendini gösterir. Bu bağlamdaki erdem ihsân erdemidir. Gazali’nin de belirttiği üzere, Allah Teâla hem adaletle hem de ihsânla emretmiştir. Dindar birisinin adaletle yetinmesi, zulümden kaçınması ve fakat ihsân kapılarını terk etmesi, bu kapılardan içeri girmemesi yakışık almaz. Çünkü “Allah şüphesiz adaleti, iyilik yapmayı… emreder…” (Nahl/16: 90). Bu bağlamdaki ihsân mefhumuyla o, “müşterinin yararına olan bir fiili, ona yapılacak ikramı” kasteder. Bu bir vecibe değildir, esnafın göstereceği bir fazilet, bir Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 İslam İş Ahlakının Esasları âlicenaplıktır. Esnafın asıl yükümlü olduğu şey, zulmetmeyip adil davranmaktır. Ancak, ticaretle uğraşan bir kimse, şu altı maddeye uyarak, adaletin üstündeki ihsân rütbesine yükselir: Fahiş kardan kaçınmak, Kârdan fedakârlık etmek, Alacakların tahsilinde müsamahakâr davranmak, Borcunu ödemek için, alacaklının gelmesini ve vadesinin dolmasını beklemeden, imkânı varsa onun ayağına gidip borcunu ödemek, Pazarlıktan pişman olup cayana kolaylık göstermek, Fakirler için ayrı bir veresiye defteri tutarak, borçlarını ödeyemedikleri takdirde kendilerinden alacağını istememeye niyet etmek. Gazali’ye göre geçmiş büyüklerin alışverişte izledikleri yöntemler bunlardır. Ama bu yol ve yöntemlerin artık izi kalmamıştır. Bu doğrultuda hareket etmek isteyenler, bu sünneti ihyâ ediyor olacaklardır (Gazali, 1998: 186-193). İhsan kapsamındaki alt erdemlerden biri, müsamahalı davranmak, hoşgörülü olmaktır. İster işçi, ister işveren, ister amir, ister memur olalım, iş ve hizmet üretiminin çeşitli basamaklarında kendi adımıza hassas ve titiz olmaya gayret ederken, başkalarının yapabileceği bazı kusurların olabileceğini de kabul etmeli ve iş arkadaşlarımız yahut paydaşlarımıza karşı müsamahayı elden bırakmamalıyız. Hoşgörülü olmak ekip hâlinde çalışmayı kolaylaştıracak, iş ortamında stres ve gerilimi azaltacak, sinerjiyi ve dolayısıyla verimliliği artıracaktır. Peygamberimiz bir hadisi şerifinde şöyle buyurmuşlardır: “Sattığında, satın aldığında ve hakkını talep ettiğinde müsamahakâr davranan kişiye Allah merhamet etsin” (Buhârî, 2008, 531) İş hayatının yeni girişimcilikler, yatırımlar ve cesaretle risk almalar gibi pek çok konusunda dikkate alınmasında yarar olabilecek erdemlerden biri de cesur davranmakla birlikte belli bir sınırın ötesinde ölçülülüğü aşmamak, makul bir itidal düzeyini korumaktır. İtidalli olmak ve israf etmemek konusundaki şu ve benzeri ayetler, hayatın her alanında olduğu gibi iş hayatında da her zaman göz önünde bulundurulmalıdır: “Onlar, harcadıkları zaman, ne israf ederler, ne de kısarlar. (Onların bu konudaki tutumu) ikisi arasında orta bir yoldur.” (Furkan/25: 67) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 İslam İş Ahlakının Esasları O hâlde, İslam iş ahlakının temel erdemleri veya genel esasları, her şeyden önce iyi bir niyete, temiz bir amaca sahip olmak; çalışmayı nafile ibadet, çalışkanlığı yararlı bir fazilet saymak; iş hayatının hiçbir aşamasında en küçük bir haksızlığa ve hilekârlığa, adaletsizliğe ve aldatmaya, zulme ve baskıya, kısacası kazancı harama ve uhrevi anlamda zarara dönüştürecek eyleme tenezzül ve teşebbüs etmemek; bunlarla da yetinmeyerek, kazancının makul miktarlarını kamu yararına işler için ihsânda bulunarak toplumsal, dinî ve ahlaki sorumluluklarını da tam anlamıyla yerine getirmek olarak özetlenebilir. İş hayatının en önemli kesimlerinden ikisi, işverenler ve işçilerdir. Dolayısıyla, bu iki kesimin sahip olması gereken ahlaki özelliklere biraz daha yakından bakmakta yarar vardır. İŞVEREN AHLAKI İyi bir Müslüman işverenin; işine, işçisine, müşterisine, tüm paydaşlarına, toplumuna, insanlığa, doğal çevresine ve manevi çevresine karşı görev ve sorumluluklarını yerine getirmesi, zorunlu ödev ve yükümlülüklerini yerine getirmekle de kalmayıp üstün ahlaka sahip bir Müslüman olarak fedakârlık gerektiren yüksek faziletlere uygun bir iş adamlığı hayatı sürdürmesi beklenir. Biz burada bunların hepsine değil, en önemlilerinden bazısına değinmekle yetineceğiz. Bunların en önemlilerinden biri, işverenin işçisine karşı davranışlarında uyması gereken ahlaki özelliklerdir. Liyakat ve Hakkaniyet İşveren veya yönetici, işçi veya memur alırken liyakati esas almalı, işi birtakım kişisel tarafgirliklerinden dolayı tercih ettiği liyakatsiz kişiye değil, hak eden kişiye, ehline vermelidir. İşi ehline vermek ve adaletli davranmak, bu konulardaki en temel ilahi emirlerden ikisidir. Nitekim ayeti Kerimede şöyle buyrulmaktadır: “Şüphesiz Allah, size işleri ehline vermenizi, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman da adaletle hükmetmenizi emretmektedir” (Nisâ/4: 58) Buradaki birinci şart, işi ehline vermek, ikinci şart, işe alınan ehil kişinin bundan sonraki tüm haklarını gözetmek, ona asla haksızlık ve adaletsizlik yapmamaktır. Günümüzde işçi hakları oldukça ayrıntılı şekilde ele alınmaktadır; zamanın örfünün uygun gördüğü bu haklar İslam ahlakı için de uygun görülen haklardır. Bunların en önemlilerinden bazıları, ücretini zamanında ve hak ettiği ölçüde ödemek, sağlık sigortası gibi teminatlarını ve can güvenliğini sağlamaktır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 İslam İş Ahlakının Esasları Ücretlerin adil ve yeterli olması ve zamanında ödenmesi kaçınılmaz bir gerekliliktir. Resulullah’ın dediğine göre; “Allahu Teâla şöyle buyurmuştur: Şu üç kimsenin kıyamet günü davacısı ben olacağım: … (üçüncüsü) bir işçi tutup ondan istifade ettiği hâlde ücretini vermeyen kimsedir”(Buhârî, 2008, 555). Her hak sahibinin hakkını vermek İslami ve ahlaki bir gerekliliktir; işçi hakları da ödenmesi gereken hakların en hassaslarından biridir. Ayette, “Akrabaya, yoksula, yolcuya hakkını ver” (İsrâ/17: 26) diye emredilmektedir. İşçiler işverenlerine güvenerek çalıştıklarına göre, bu güvenleri hiçbir zaman boşa çıkarılmamalıdır. İşçinin ücreti, işverenin kendisine güvenilen borcu demektir. Bir ayette, “Şayet birbirinize güvenirseniz, güvenilen kimse borcunu ödesin…” (Bakara/2: 283) denmektedir. En temel işçi hakkı olan ücretle ilgili şu ünlü hadisi herhâlde bilmeyen yoktur: “İşçiye ücretini alınteri kurumadan veriniz” (İbn Mâce, Ruhun: 4). Mesuliyet ve Kardeşlik İyi bir işveren, işçilerinin sadece ücretini ödemek gibi yükümlülüklerini yerine getirmiş olmakla yetinmez. Onları birere araç, fabrikasındaki birkaç makine gibi görmez. Onların gerçek anlamda mesuliyetini taşır, sorumluluğunu üzerinde hisseder, sevinçlerine ve bilhassa kederlerine ortak olur ve bir sıkıntıları olduğundan haberdar olduğunda bunu ortadan kaldırmaya çalışır. İyi bir işveren, tüm çalışanlarını bir aile gibi, işçilerini aile bireyleri gibi görür, kendisini de onlardan sorumlu hisseder. Nitekim bir hadisi şerifte Resulullah şöyle buyurmuştur: “Hepiniz çobansınız. Hepiniz emriniz altındakilerden mesulsünüz. Devlet başkanı bir çobandır ve emri altındakilerden mesuldür. Erkek, aile efradının çobanıdır ve emri altındakilerden mesuldür. Erkeğin kölesi, efendisinin malı üzerinde çobandır ve ondan mesuldür. Dikkat edin! Hepiniz çobansınız ve hepiniz emriniz altındakilerden mesulsünüz” (Buhârî, 2005, 92). Yüksek ahlaka sahip bir işveren, işçileri kadar tanıdığı müşterileri ve öteki paydaşlarını da kendine yakın hisseder, onların sorumluluğunu paylaşır, zor durumda kalanlarına bilhassa borcunu geciktirme, ödeme kolaylığı sağlama gibi konularda yardımcı olur, kol kanat gerer. Hz. Peygamberden bu bağlamda düşünülebilecek şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 İslam İş Ahlakının Esasları “Sizden önceki kavimlerden bir kişinin ruhunu (ölümünden sonra) melekler aldı. Melekler adama sordu: Sen hayır adına bir şey yaptın mı? Adam: Ben yanımda çalıştırdığım kişilere, ödeme gücüne sahip olsalar da borçlulara süre tanımalarını ve kolaylık göstermelerini emrederdim, dedi. Bunun üzerine melekler de birbirine ‘ona kolaylık gösterin’ dediler” (Buhârî, 2008, 532). Ahlaklı bir işveren gerçekten iyice üst düzey bir ahlaklılığa sahipse, işçilerinin sadece sorumluluğunu hissetmekle ve zaman zaman onlara yardımcı olmakla da yetinmez, onları kendisine kardeş bilir, yediğinden yedirir, giydiğinden giydirir ve onlara son derece iyi ve itibarlı davranır. Çünkü Resulullah şöyle buyurmuştur: “Onlar *köleleriniz+ Allah’ın emirleriniz altına koyduğu kardeşlerinizdir. Kimin eli altında kardeşi varsa, ona yediğinden yedirsin, giydiğinden giydirsin. Ona gücünün yetmeyeceği bir şey yüklemesin. Şayet ağır bir iş yüklerse ona yardım etsin” (Buhârî, 2005, 89). Ayetlerde de buna benzer öğütler verilir. Müslümanların ekonomik açıdan kendilerinden daha kısıtlı durumda olanlara karşı davranışları şu ahlaki niteliklerle tasvir edilir: “Onlar yoksula, yetime ve esire seve seve yemek yedirirler. ‘Size ancak Allah rızası için yediriyoruz, sizden ne bir karşılık, ne de bir teşekkür isteriz. Çünkü biz, insanların yüzünü ekşiten, asık suratlı birgünde Rabbimizden korkarız’ derler” (İnsan/76: 8-10). Zekâtını ve Sadakasını Vermek Ahlaklı bir Müslüman iş adamı, işçileriyle ilişkilerinde faziletli davranışlar sergilediği gibi Allah’ın lütuf ve inayetiyle elde ettiği bol kazancının hukuki ve ahlaki gereklerini de yerine getirir, zekâtını verir, sadakalarını verir, gelirinin büyüklüğü oranında kamu yararına büyük hizmetlerde bulunur. Tembellik gibi cimrilik de İslam ahlakının reziletler veya erdemsizlikler listesinin ön sıralarında yer alır. Ahlaklı bir zengin, cimrilikten sakınmalı, servetinin Allah’tan kendisine verilmiş emanet olduğunu ve malında başka insanların da hakkı olduğunu unutmamalıdır. Bir hadiste açıkça şöyle buyrulmaktadır: “Malının zekâtını verdiğin zaman, malındaki fakirin hakkını ödemiş olursun!” (Tirmizî, Zekât: 2). Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 İslam İş Ahlakının Esasları Şu ayet de bu gibi hakları ödemeyen zenginlere yönelik çok ciddi bir uyarıda bulunmaktadır: “Aralarında: ‘Allah bize bol nimetinden verecek olursa, and olsun ki sadaka vereceğiz ve iyilerden olacağız’ diye O’na and verenler vardır. Allah onlara bol nimetinden verince, cimrilik ettiler, yüz çevirdiler” (Tevbe/9: 75,76). Zekât ve sadaka vermekle, infak ve ikram etmekle malın azalacağı sanılmamalıdır. Aksine bunlar hem dünyada hem ahrette daha fazla kazanca sebep olurlar. Nitekim Peygamberimiz bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır: “İnfak et. Cimrilik gösterme ki, Allah da senden lütuf ve rızkını esirgemesin!” (Buhârî, Hibe: 15; Müslim, Zekât: 88). İş Hırsıyla İbadetlerini İhmal Etmemek Ahlaklı işveren işçisine ve toplumuna karşı sorumlu olmakla birlikte, her şeyden önce kendisine ve Rabbine karşı sorumludur. Bu nedenle o, iş ve kazanç hırsıyla kendisini ihmal etmemeli, kazancından ve genel olarak hayatından ahirette sorguya çekileceğini, dünyevi görev ve yükümlülükleri yanında kulluk vazifelerinin de olduğunu unutmamalıdır. Çünkü şu ve benzeri birçok ayette, “Sonra yemin olsun, o gün her türlü nimetten sorulacaksınız” (Tekasür/102: 8) buyrulmaktadır. Bu inanç ve bilinç içindeki Müslüman işveren, toplumsal ahlak ve iş ahlakı kurallarına uygun davrandığı gibi manevi ahlak yönünü de ihmal etmemeli, işi ile birlikte ibadetlerini ve maneviyatını da birlikte götürmeyi bilmelidir. Cenab-ı Hak bu tür işverenler veya zenginler için şöyle buyurmaktadır: “Bunları ne ticaret ve ne de alışveriş Allah’ı anmaktan, namaz kılmaktan, zekât vermekten alıkoyar. Bunlar, gönüllerin ve gözlerin döneceği günden korkarlar” (Nur/24: 37). Gazali’nin de belirttiği üzere, ticaretle uğraşan kişiye, dünyevi çalışmaları ahiretini unutturmamalıdır. Yoksa kısa dünya hayatındaki kazancı, ebedî ahiret hayatı için zarara dönüşür. Ona göre, iyi bir tüccarın başarılı bir iş hayatıyla birlikte dinini de koruması ve ahiretini ihmal etmemesi için şu hususlara dikkat etmesi gerekir: Ticarete başlarken, çoluk çocuğunun nafakasını helal kazançla temin etmek, kendisi için istediğini toplumdaki öteki kişiler için de isteyip onlara yardımcı olmak, kendi kazancıyla dinine yardımcı olmak ve benzeri tarzda iyi niyetler taşımalıdır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 İslam İş Ahlakının Esasları Sanatında veya ticaretinde kifaye farzlardan bir farzı yerine getirmeye, o toplum için gerekli olan iş alanlarından birindeki bir boşluğu doldurmaya niyet etmelidir. Dünya pazarını ahiret pazarına engel yapmamalıdır. Çarşı-pazarda da Allah’ı sürekli hatırlamayı ve anmayı sürdürmelidir. Ticaret konusunda ölçülü olmalı, aşırı hırs ve istek içinde olmamalıdır. Yalnız haramdan kaçınmakla yetinmemeli, şüpheli işlerden de uzak durmalı, fetvalar yanında kalbine de danışmalı ve kalbinin işkillendiği şeyden vazgeçmelidir. Yaptığı her işin bütün safhalarını gözden geçirmeli, birgün hepsinden dolayı hesaba çekileceğini unutmamalıdır (1998, 195-204). İŞÇİ (İŞGÖREN) AHLAKI İş hayatının en önemli iki unsurundan bir diğeri de işçiler veya daha geniş anlamda olmak üzere işgörenlerdir. Burada işçiden veya işgörenden kasıt, sadece dar anlamda işçi statüsünde istihdam edilenler değil mal ve hizmet sektörlerinin her alanındaki tüm çalışanlardır. Haset etmemek ve Hâline Şükretmek İşçi, öncelikle işverenine karşı haset ve kıskançlık içinde olmamalı, işveren değil de işçi olması gibi hususlardan dolayı herhangi bir eziklik duymamalı, çalışıp alın teriyle helal para kazanabildiği bir iş kapısı buldurduğu için Allah’a şükür, işverenine de gerektiğinde teşekkür etmelidir. Haset işçiye hiçbir yarar sağlamayacaktır; ancak mevcut hâline şükreder ve daha çok çalışırsa, birgün kendisi ekonomik açıdan daha üstün konumlara gelebilecektir. Şu iki ayette haset yerilmekte, şükür övülmektedir: “De ki: Ağaran sabahın Rabbine sığınırım … kıskandığı zaman bir hasetçinin kötülüğünden.” (Felak/113: 1, 5). “Şükrederseniz and olsun ki, size karşılığını artıracağım.” (İbrahim/14: 7). İşbilir ve Güvenilir Olmak İşçi, yaptığı işi iyi bilmeli, yeterince bilmiyorsa bir an önce eksikliklerini gidermeli, işi konusunda uzmanlaşmalıdır. Ayrıca o, iş ile ilgili her türlü mal ve bilgi Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 İslam İş Ahlakının Esasları gibi hususta kendisine güvenilir olmalıdır. Resulullah bir zamanların işçisi sayılabilecek olan kölenin dürüstlüğü konusunda şöyle buyurmuştur: “Rabbine karşı kulluğu çok güzel, efendisinin kendisine yüklediği görevleri itaat ve dürüstlükle yerine getiren köle için iki kere mükâfat vardır.”(Buhârî, 2005, 92). İbn Haldun’un işçilerde bulunması gereken erdemlerle ilgili en fazla liyakat ve güven üzerinde durduğu anlaşılmaktadır. Ona göre insanın hizmetinde bulunduracağı kimseler dört sınıfa ayrılır: Bunlardan birincisi, üzerine aldığı görevi hakkıyla görebilen ve işine güvenilebilecek olan doğru bir kimsedir; ikincisi, işine de emanet ve doğruluğuna da güvenilemez bir kimsedir; üçüncüsü, işini ve görevini yapabileceğine güvenilir biridir ama emanet ve doğruluğuna güvenilmez; dördüncüsü ise, emanet ve doruluğuna güvenilir biridir; ama işinin ehli olmaz. İbn Haldun’a göre, birinci sınıf işçi, yani hem işinin ehli hem de güvenilir olan işçi fazla bulunmaz. İşinin ehli de olmayan güvenilir de olmayan ikinci tip işçiyi ise, akıllı kimseler çalıştırmazlar. Çünkü bunların zararı çok olur. Daha kolay bulunabilecek olanlar, son iki sınıftır; yani güvenilir olan ama işini bilmeyenle, işi bilen ama güvenilir olmayan. Bunlar arasında tercih yapmak gerekirse, o, güvenilir değilse de işinin ehli olanın tercih edilmesi gerektiği tavsiyesinde bulunur. Çünkü onun hiyanetinden korunmak için tedbir alınabilir, ama güvenilir de olsa işi bilmeyen kişi, sahibine faydasından çok zarar verir (İbn Haldun, 1988: 329-30). Hakkaniyet ve Mesuliyet Sahibi Olmak İşçi, işverenin haklarını korumalı, işinde haksızlık yapmamalı, az da olsa kazancına haksızlığı ve haramı bulaştırmamalıdır. Resulullah bu konuda şöyle buyurmuştur: “Köle, Allah’a kulluk ederek O’nun hakkını yerine getirirse ve kendisine sahip olan efendisinin hakkını yerine getirirse onun için iki kere mükâfat vardır” (Buhârî, 2005, 92). İşverenin işçisinden mesul olması gibi, işçinin de işverenin kendisine emanet edilen malından mesul olduğu ve bu konuda yeterince sorumluluk duyması gerektiği meşhur bir hadiste açıkça beyan edilmiştir: “Hepiniz çobansınız. Hepiniz emriniz altındakilerden mesulsünüz. … köle, efendisinin malı üzerinde çobandır ve ondan mesuldür” (Buhârî, 2005, 92). Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 İslam İş Ahlakının Esasları İşini, İş Arkadaşlarını ve İşverenini Sevmek İyi bir işçi, başta işi olmak üzere, mümkünse iş arkadaşlarını ve işverenini sevmeli, en azından onlara saygı duymalıdır. İbn Miskeveyh’e göre, “eğer toplum hâlinde yaşayan insanlar birbirlerini seven kişilerse, birbirlerine karşı adaletli davranırlar ve aralarında hiçbir anlaşmazlık ortaya çıkmaz. Diğer bir deyişle, dost, dostunu sever ve kendisi için istediğini onun için de ister. Güven, dayanışma ve yardımlaşma, ancak birbirini seven kişiler arasında gerçekleşir” (İbn Miskeveyh, 1983: 121). Nasırüddin Tusi’ye göre de sevgi adaletten üstündür. Hatta adalete ihtiyaç, insanlar arasındaki sevgi yoksunluğundandır. Eğer bireyler arasında yeterince sevgi olsaydı, ne hakkını verme ne de hakkını almaya ihtiyaç olurdu (Tûsî, 2007: 247, 229). Osmanlı ahlakçılarından Kınalızâde’ye göre, hizmetçiler veya işçiler için de sevgi her şeyden önce gelir. Ona göre, hizmetçiler işlerini sevgi ile yapmalı, sadece ücret karşılığı için yapmamalıdır. Eğer sevgi ile yapmazsa, en azından işçi gibi yapmalı fakat zulüm görmüş gibi yapmamalıdır. Ama aynı şekilde efendiler de hizmetçilerin işlerini isteyerek yapmalı, zorla yapmamalıdır. Bu tavır hizmetçilere de akseder ve hizmetçiler de işlerini böyle yaparlar (Oktay, 2005: 413). Sonuç olarak, işçi, işverenine karşı kıskançlık ve haset içinde olmamalı, bir işi olup çoluk çocuğunun geçimini alnının teriyle ve akıyla sağlayabildiği için şükretmeli, işini çok iyi bilmeli ve iyi yapmalı, güvenilir ve dürüst olmalı, hiçbir haksızlığa tenezzül ve teşebbüs etmemeli, kazancının tam anlamıyla helal olmasına özen göstermeli, iş aletleri ve bilgileri gibi konularda sorumluluk sahibi olmalı, işini, iş arkadaşlarını ve işverenini elden geldiğince sevmeye ve saymaya çalışmalıdır. İnsan ister işçi ister işveren, ister fakir ister zengin olsun, erdemlilik ve ahlaklılığıyla ekonomik çabaları ve mal varlığı arasındaki ilişkiyi nasıl ayarlayacağı hususu tartışmalı olan ve ahlaki açıdan değerlendirilmesi gereken hususlardandır. Nitekim Gazali’nin tasnifine göre, “İnsanlar üç sınıfa ayrılırlar: Dünya için çalışırken ahiretini tamamen unutanlar. Bunlar helak olanlar arasında değerlendirilir. Ahiret kaygısı yüzünden dünya geçimini kaale almayan kimseler. Bunlar da kurtuluşa erenler grubuna girer. Ahireti elde etmek için dünya geçimini dikkate alanlardır ki ölçülü davranan grup olup orta yolu izleyenler arasında mütalaa edilirler” (Gazali, 1998, 139). İslam iş ahlakı bağlamında son olarak biraz da bu konuya değinilecektir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 İslam İş Ahlakının Esasları ERDEM VE EKONOMİ İLİŞKİSİ Erdem, ahlakın, özellikle de felsefi ahlakın en temel kavramıdır. İyi huyluluk, iyi kalplilik, iyi niyetlilik, iyi sözlülük, iyi davranışlılık, kısaca, iyi ahlaklılıktır. Erdemlilik çoğu kere, ahlaklı ve iyi karakter sahibi biri olmakla eş anlamlı kullanılır. Erdem ahlakı veya etiği dendiğinde ilk akla gelen filozof olan Aristoteles, erdemi, iş ahlakıyla da çok bağlantılı bir biçimde tanımlar. Ona göre, “insanın erdemi insanın iyi olmasını ve kendi işini iyi gerçekleştirmesini sağlayan huy olmalı”dır (Aristoteles, 1998: 31). Bu tanım özelinde ise erdem, birinci olarak iyi huylu olmak, ikinci olarak da, akıllı ve özgür bir insan olmanın gereği olarak yaptığımız bütün eylemlerimizde ve özellikle de iş hayatımızda kendi işimizi en iyi kalitede ve en yüksek ahlak ilkelerine uygun olarak gerçekleştirmektir. dinî veya felsefi her gerçek ahlakın amacı, iyi huylu ya da erdemli bireyler ve hatta Farabi’nin tabiriyle erdemli toplum ve mümkünse onun da ötesinde erdemli dünya oluşturmaktır (Bkz. Farabi, 1997, 100). İnsanların üretim, tüketim ve kazanç faaliyetleri ile ilgili bir bilim ve terim olan ekonomide ise amaç, sınırlı kaynakların kullanılmasından sınırsız sayılabilecek insan ihtiyaç ve arzularının karşılanmasına yönelik en fazla faydanın elde edilmesi veya en yüksek oranda karın sağlanmasıdır. Çağdaş ekonomilerde işletmelerin amacı kâr etmek, “sadece biraz kâr etmeye çalışmak değildir. Amaç karı maksimize etmektir” (Pool ve Roe, 2008: 49). Ahlak felsefesinde faydacılık ve hatta onun bir türü sayılan egoizm bile bir ahlak kuramı sayılsa ve pek çok ahlak anlayışında ben merkezliliğin önemli bir yeri olsa da genel olarak değerlendirildiğinde, ahlakta özgeciliğin, diğergamlığın, toplumsal sorumluluğun, kısacası ‘ben’den ziyade ‘öteki’ merkezliliğin asıl olduğu ya da daha fazla öne çıkarıldığı bir gerçektir. Ekonomide de kamu yararını dikkate almak, toplumsal sorumluluklarını yerine getirmek, ötekinin haklarına saygı göstermek gibi ilkeler elbette ekonomik faaliyet içinde bir yer işgal ediyorsa da, ekonominin yüzünün ya da yönünün, diğerinden, başkasından, ötekinden ziyade, ben’e, biz’e, kendi işletmelerimizin kârına yönelik olduğu da herhâlde bir başka genel gerçek olsa gerektir. Bu iki gerçeği, basitçe şöyle ifade etmek de mümkündür: Erdem açısından bakıldığında, veren el alan elden üstündür; ekonomik açıdan bakıldığında ise alan el veren elden üstündür. Bu durumda, erdemliliğin öteki merkezliliği ve iyilikseverlik vurgusu ile ekonominin ben merkezliliği ve maksimum kâr vurgusu nasıl uzlaştırılabilir veya dengelenebilir? İşte, iş ahlakının ana meselelerinden biri de budur. Ekonomi kökenli iş ahlakçılarından biri, ahlak ve ekonomi arasındaki olumlu ilişkiyi tasvip etmekte, bununla birlikte ekonomiden yana gözüken bir tavırla bir tür Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 İslam İş Ahlakının Esasları sınırlama getirmektedir. Ona göre, “ahlak ekonomiden baskın (dominant) olmamalı ve ekonomi de ahlakı geçersiz kılmamalıdır” (Özgener, 2004: 19). Burada, ahlak ekonomiden baskın olmamalı denirken, ekonomi de ahlaktan baskın olmamalı denmemekte, böylece ekonominin baskın olması öngörülmekte; fakat bu baskınlığın ahlakı geçersiz kılacak dereceye varmaması gerektiği savunulmaktadır. Bu fena sayılmayacak bir formüldür; ama ekonomi ve ahlak arasında tam bir adalet sağlayan, eşit değerliliğe riayet eden ve insanların özgürlük imkânını geniş tutan bir formül değildir. Ayrıca, ahlak mesleğinden veya cephesinden gelerek böyle bir formül vermek isteyen bir başkası da muhtemelen tam tersini yapar ve ‘ekonomi ahlaktan baskın olmamalı ve ahlak da ekonomiyi geçersiz kılmamalıdır’ diyebilir. Bu da çok rahat bir biçimde savunulabilecek bir tezdir. Ancak bize göre bu bakış açılarının hiçbiri ahlak ve ekonomiye eşit düzeyde değer atfetmeyerek yeterince adil davranmadığı gibi, bundan daha önemlisi, erdem ve ekonomi ilişkisinde insanların özgür seçim ve tercih alanını oldukça dar tutmaktadırlar. Bize göre, erdem-ekonomi ilişkisinde insanlara bol miktarda meşru, makul ve makbul seçenek sunmak ve onların özgür tercihlerine imkân sağlamak mümkündür. Bu meşru ve makbul seçeneklere geçmeden önce ahlaken uygun görülmeyecek seçenekleri elemek için, önce Aristoteles’in de İslam dininin de fazlasıyla vurguladığı üç ilkesel terim olan, ifrat, tefrit ve itidal kavramlarını hatırda tutarak yola çıkmak mümkündür. Bu cümleden olarak, kısaca şunu söyleyebiliriz ki, insanlık tarihi ahlak rağmına ekonomi yönünde ifrata da, ekonomi rağmına ahlak yönünde tefrite de şahit olmuştur ve olmaktadır. Bakış açımıza göre bunlardan birine ifrat birine tefrit demek mümkündür. Kısa ve teknik terimlerle ifade etmek gerekirse, ahlak ve erdemi hiç önemsemeyen bir materyalizm, maddecilik ve kapitalizmin vahşi, tekelci ve sömürücü türü ifrat kutbunu; ekonomiyi, ‘dünya malı’nı, karı, kazancı, çalışma ve üretmeyi hiç önemsemeyen bir mistisizm ve asketizm türü de tefrit kutbunu oluşturmaktadır. İfrat ve tefrit, İslam dîni ve dolayısıyla ahlakında da klasik dönemin felsefi ahlakında da yanlış olan ve ahlaki bulunmayan tutum ve davranışlardır. Her iki aşırılığın da toplumlara büyük zararları olmuştur. Kapitalist veya komünist ekonomilerdeki materyalizm ifratının Batı dünyasının tüketim toplumlarında, ‘bir takke bir hırka’ ile yetinmeyi kitlesel düzeyde yaygınlaştıran mistisizm tefritinin son asırlarda İslam dünyasının bazı bölgelerinde nelere mal olduğu üzerinde biraz düşünmek bu iki aşırılığın makbul ve hatta meşru ahlaki seçeneklerin dışında tutulması gerektiğinin açık göstergeleri olsa gerektir. Erdem ve ekonomi ilişkisinde uç noktalar olan aşırı materyalizm ve aşırı mistisizmi bir kenara bıraktığımızda, geride hâlâ insanların kendi eğilim ve isteklerine göre özgürce seçimde bulunabilecekleri birçok farklı alternatif vardır ve bunlar insanlara açıkça sunulmalıdır. Yani orta yol da tek boyutlu, dar bir yol olmak zorunda değildir. Orta Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 İslam İş Ahlakının Esasları yolun da kendi içinde alternatif versiyonları olmalıdır ki farklı karakterdeki insanlar kendilerine uygun yeri bulup orada hem erdem hem de ekonomi açısından rahat edebilsinler. Bazılarının eleştirdiği, ekonomideki karı maksimize etme kavramından da esinlenerek, orta yoldaki hem ahlak hem de ekonominin kendi içlerinde üç düzeye ayrılabileceğini varsaymak, erdem-ekonomi ilişkisinde çeşitlilik ve rahatlık sağlama ve insanların da eğilimleri ve özgürlüğüne daha geniş bir alan açma açısından oldukça yararlı olabilir gibi gözükmektedir. Bu açıdan bakıldığında, erdemliliğin de en az üç düzeyi olduğu, ekonominin de en az üç düzeyi olduğu söylenebilir. Bu düzeylere, minumum düzey, mutedil düzey ve maksimum düzey diyebiliriz (kısmen benzer bir tasnif için bkz. Maverdi, 1982: 340 vd.). İnsanlardan beklenen her iki alanda da en az minumum düzeyi yerine getirmeleridir; daha üstüne teşvik edilirler hatta en arzu edilenin erdemlilikte de, ekonomide de maksimum düzeyde olmak olduğu belirtilmelidir; ama bunun her insana göre olmayabileceği aşikârdır. Dolayısıyla insanlar, aradaki farklı seçeneklerden birini kendilerine daha uygun görebilirler. Örneğin, ahlakta minumum düzeyde olmayı yeterli gören bir kişi, ekonomide minimum, mutedil veya maksimum düzeylerden birini hedefleyebilir. Ya da ahlakta maksimum düzeyde olmayı seçen biri, ekonomide minumumu veya mutedili kendisi için yeterli görebilir. Böylece üçün üçlü kombinasyonunun sunduğu birçok seçenek insanlara açıktır. Tekrar vurgulamak gerekirse, elbette arzu edilen, insanların erdem maksimizasyonu ile kâr maksimizasyonunun her ikisini birden ahenkli bir denge içinde götürebilmeleridir. Ama insanlar buna bile zorlanmamalı ve sözünü ettiğimiz seçenekler arasında özgür bırakılmalıdır. Bu seçenekleri biraz daha ayrıntılı olarak sunmakta yarar vardır. Erdem-Ekonomi İlişkisinde Minimum Düzey Bu düzeyin yol gösterici ilkesi yahut pusulası, evrensellik ilkesi yahut altın kural da denilen ilkedir. Bunun aslı, İslam dinide hadis olarak geçen ve öteki dinlerin kutsal metinlerinde de geçen ‘kendin için istediğini kardeşin/başkası için de iste, kendin için istemediğini kardeşin/başkası için de isteme!’ buyruğudur. Buna göre her insan bir eylemde bulunurken, bunun aynısı herkes tarafından yapıldığında sonucun iyi bir şey olup olmayacağını düşünerek karar vermelidir. Örneğin iş güvenliğini sağlamadan ve buna yönelik eğitimi işçiye vermeden işçi çalıştırmak isteyen bir kişi, bu ilkeye bağlı kalırsa, gerekli önlemleri almadan işçi çalıştıramayacaktır. Çünkü bir insanın patronu olan kişi, bir başkasının da işçisi veya hizmet alanıdır. Dolayısıyla, iş güvenliğini hiç kimsenin dikkate almamasını düşünmek hiç kimse için mümkün değildir. Zira sözgelimi, hiç işçi konumunda olmayan bir patron da sık sık uçağa binecektir. Hava yollarının patronu da iş güvenliğini dikkate almazsa, sonuçta fabrikasında veya tersanesinde iş güvenliğini Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22 İslam İş Ahlakının Esasları sağlamayan patron da zarar görecektir. Bu örnek de göstermektedir ki, evrensellik ilkesi veya altın kural, herkesin uyması gereken minimum düzey ilkelerinden biridir. Minimum düzeyde en öncelikli erdemler, hak ve adalet erdemleridir. Adalet, dinler arasında Yahudilikten beri, filozoflar arasında Platon’dan beri en önemli görülen erdem sayılmaktadır. İş dünyasındaki çeşitli ilişkileri de kapsayacak biçimde hiç kimseye haksızlık etmemek ve gerek yargılama gerekse bölüşüm ve dağıtım gibi işlemlerde her hak sahibine hak ettiğini, hak ettiği yer, zaman ve biçimde vermek olarak özetlenebilecek hak ve adalet erdemi, erdemlerin eşik düzeyidir ve olmazsa olmaz alt sınırıdır. Bu minimum şarta herkes uymalıdır. Bu düzeyde hiçbir görecelikten, toplumsal, kültürel veya dinî faklılıktan bahsedilmez. Hak, herkes için haktır; adalet herkes için lazım ve geçerlidir. Zaten bu erdemin gereğini yerine getirmekte ahlakın yetmediği yerde hukuk da devreye girmektedir. Ama ahlaklı insan, işi bu raddeye getirmemelidir. Minimum düzeyin temel erdemleri olan hak ve adalet ve onların evrenselliği ile ilgili şu iki ayet dinî içerik olarak yeterli fikir veriyor olsa gerektir: “Ölçüyü tam yapın, eksiltenlerden olmayın. Doğru terazi ile tartın. İnsanların hakkını azaltmayın…” (Şu‘arâ/26: 181-83). “Ey inananlar! Kendiniz, ana babanız ve yakınlarınız aleyhine de olsa, Allah için şahit olarak adaleti gözetin; ister zengin, ister fakir olsun, Allah onlara daha yakındır. Adaletinizde heveslere uymayın. Eğer eğriltirseniz veya yüz çevirirseniz bilin ki, Allah işlediklerinizden şüphesiz haberdardır” (Nisâ/4: 135). Erdem-Ekonomi İlişkisinde Mutedil Düzey Minimum düzeyin ana ilkesi, zarar vermemek, haksızlık yapmamak idi, bu düzeyin ana ilkesi ise faydalılık ilkesi, faydalı olma kuralıdır. Faydalılık ilkesine göre, eylemlerimizde ne kadar az kişiye ne kadar az zarar veriyor ve ne kadar çok kişiye ne kadar çok fayda sağlıyorsak, eylemlerimiz o derece ahlaki olmuş olur. Bu düzeyde vurgu, zarar vermemenin de ötesinde, faydalı olmaya geçmektedir. Zira hiç kimseye zarar vermemek ve sadece üzerimize düşen ödevi yapmak yetmez; ahlaklılıkta daha üst düzeye çıkmak istiyorsak, onun ötesine geçen faydalar da sağlanmalıdır. Bu durum, erdemler konusunda daha belirgin gözükmektedir. Mutedil düzeye erdemler açısından baktığımızda, buna uygun düşen ana erdemlerin, özellikle de iş ahlakı dikkate alındığında, güvenilirlik ve iyilikseverlik olduğu söylenebilir. Herkesin hakkını vermek ve adaleti yerine getirmek, herkes için bir zorunluluktur. Ama daha ahlaklı insanların bunun ötesine geçerek, Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23 İslam İş Ahlakının Esasları insanlara güven vermesi ve bunun da ötesinde onlara çeşitli düzeylerde elden geldiğince iyilik ve yardım etmesi gerekir. İş dünyası içinde, bize güvenmek isteyen, yardımseverlik ve iyilikseverliğimize muhtaç olan insanlar mutlaka vardır. İyi ahlaklı bir insan, bütün dinler ve ahlak felsefelerine göre, iyi düşünme, iyi duygular besleme, iyilikleri teşvik edici tarzda konuşma ve elindeki imkânlarla iyilik etme özelliği gelişmiş bir insan olmalıdır. Mutedil düzeyin temel erdemi olan iyilikle ilgili de şu iki kısa ayet öz bir fikir vermektedir: “Allah yolunda sarfedin… İşlerinizi iyi yapın. Şüphesiz Allah iyi iş yapanları sever.” (Bakara/2: 195) “Allah şüphesiz adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara bakmayı emreder.” (Nahl/16: 90) Erdem-Ekonomi İlişkisinde Maksimum Düzey İş ahlakının üzerinde durduğu erdemleri sınıflandırarak, hak ve adalet gibi erdemleri minimum düzey, güven ve iyilikseverlik gibi erdemleri mutedil düzey erdemleri olarak belirtmiştik. Erdemlerin maksimum düzeyini, en yüksek seviyesini ise, merhamet ve sevgi erdemlerinin oluşturduğunu söylemek mümkündür. Bazı dinler sadece merhameti, bazıları sadece sevgiyi vurgularken, İslam dîni hem şefkat ve merhameti hem de sevgiyi fazlasıyla vurgular. İslam ahlak filozofları kitaplarında sevgiye tek başına bölümler ayırır ve onu en üstün erdem sayarlar. Bu maksimum düzey erdemlerinin, iş ahlakı için de geçerli olduğu aşikârdır. Arzu edilen şey, işçinin işvereni, işverenin işçisini ve her ikisinin de yaptıkları işi ve iş arkadaşlarını azami derecede sevmeleridir. Böyle bir sevgi olduğunda alt düzeylerdeki ilkeler ve erdemlerin pek çoğuna gerek bile kalmayacaktır. Sevgi varsa, haksızlık da, adaletsizlik de, zarar verme de, verimsizlik ve güvensizlik de olmayacaktır. Bunun için sevgi aşamasına yükselmek iş dünyasındaki herkesin en yüksek erdemi ve yüce ideali olmalıdır. Kardeşlik, merhamet ve sevginin iş ahlakı bağlamında uygulanmasına yönelik tavsiyeler içeren şu hadis de maksimum düzey iş ahlakı erdemleri için yeterli fikri özetliyor olsa gerektir: “Hizmetinizde kullandığınız kimseler, sizin ancak kardeşlerinizdir. Allah onları sizin elinize emanet etmiştir. Bu sebeple onlara yediğinizden yedirin, giydiğinizden giydirin.” (Buhârî, 2005, 89). Sonuç olarak belirtmek gerekirse, modern ekonominin karı maksimize etmek tabiri, dini, felsefi veya ahlaki açıdan kategorik anlamda yanlış değildir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24 İslam İş Ahlakının Esasları Burada İslam iş ahlakının istediği, bu maksimizasyon sürecinde, ahlaki şartları da en az minimum düzeyde, yani hak ve adalet düzeyinde gözetmek ve yerine getirmektir. Ahlaklı bir Müslüman için arzu edilen ve ideal olan ise, hem iyilikseverlik, yardımseverlik, şefkat, merhamet ve sevgi gibi ahlaki değerlerde en üst düzeye erişmek hem de çalışkanlık, üretkenlik, verimlilik, daha fazla kâr ve kazanç gibi ekonomik çabalarda maksimum düzeyi yakalamak ve bunları ahenkli bir denge içinde sonuna dek sürdürmektir. Bu bölümde, iş, işveren ve işçi ahlakından bahsedilmiştir. Bunlar bir cümleyle özetlenmek istendiğinde, İslam iş ahlakı, çalışma ve işi kutsal görüp nafile ibadet sayar; dürüst tüccar veya iş adamının kıyamet günü sıddıklar ve şehitlerle birlikte haşrolunacağını belirtir; helal kazançla çoluk çocuğunun nafakasını sağlamaya çalışan işçinin ise kıyamet gününde yüzü ayın on dördüncü gecesindeki parlaklığı gibi parıldar bir hâlde Allah’ın huzuruna varacağını müjdeler. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25 Özet İslam İş Ahlakının Esasları •İş ahlakı, işçi-işveren ilişkileri, alımsatım, üretim ve tüketim gibi konular başta olmak üzere her tür iş ilişkisinin ahlaki değerler dikkate alınarak yapılmasını konu edinen bir ahlak dalıdır. İş ahlakı konuları, İslam'ın başlangıcından beri bilinen ve iş yaşamında kendisine uyulmaya çalışılan hususlardır. Çünkü İslam ticaret merkezi olan bir kentte, tüccar insanların bol olduğu bir toplumda gelişmiştir. •Batı dünyasında iş ahlakı 1960’lardan itibaren bağımsız bir disiplin olmaya başlamıştır. İş ahlakının yararları sadece dini, ahlaki ve uhrevi değil, aynı zamanda dünyevi ve ekonomiktir. Çünkü iş ahlakına uyulan işletmelerin daha verimli ve kazançlı olduğu gözlenmektedir. •İslam iş ahlakında işverenler, işçilerinin haklarına riayet etmeli, onların sorumluluklarını taşımalı ve onlara olabildiğince kardeşçe davranmalıdır. İşçiler de, işlerinde haksızlık yapmamalı, işlerini layıkıyla yapmalı, dürüst ve güvenilir olmalı ve gerek işini gerekse iş arkadaşları ve işverenini elden geldiğince sevmeye çalışmalıdır. •İslam iş ahlakı açısından, iyi niyetle, dürüstçe ve helal yollarda yapıldığı sürece işin ve çalışmanın her türü ve her düzeyi nafile ibadet düzeyinde kutsal sayılır; ahlaklı işverenler de işçiler de cennetle müjdelenir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 26 İslam İş Ahlakının Esasları DEĞERLENDİRME SORULARI Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. 1. Aşağıdakilerden hangisi İslam iş ahlakı ile ilgili dört temel esastan biri değildir? a) İyi niyetlilik b) Çalışkanlık c) Hakkaniyet ve adalet d) Hikmet e) İhsan 2. Aşağıdakilerden hangisi iyi bir tüccarın iş hayatıyla birlikte dinini de koruması için dikkat etmesi gereken hususlardan biri değildir? a) Ticaret yapma niyetinin iyi olması b) Dünya pazarını ahirete engel yapmaması c) Sektöründeki gelişmeleri takip etmesi d) Çarşı-pazarda da Allah’ı anmayı sürdürmesi e) Yalnız haramlardan değil, şüphelilerden de kaçınması 3. Erdem-ekonomi ilişkisinde mutedil düzeyin ana ilkesi aşağıdakilerden hangisidir? a) Zarar vermemek b) Faydalı olmak c) Şefkat ve merhamet göstermek d) Ödevin gereğini yapmak e) Bilge bir kişi olmak 4. Şu ünlü hadiste boş bırakılan yerdeki ifade hangisidir? “Hepiniz ……………….. Hepiniz emriniz altındakilerden mesulsünüz.” a) Yöneticisiniz b) İşverensiniz c) Tüccarsınız d) Çobansınız e) İdarecisiniz 5. Tusi ve Kınalızâde gibi İslam ahlakçılarına göre aşağıdaki erdemlerden hangisi en üstündür? a) Adalet b) Hoşgörü c) Cesaret d) Sabır e) Sevgi Cevap Anahtarı: 1.d 2.c 3.b 4.d 5.e Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 27 İslam İş Ahlakının Esasları YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR Acar, A.C. (2009). “İş Ahlakı”, Çağımızın Ahlak Bunalımı, ed. H. Sarıoğlu, İstanbul. Affane, H. (2007). İslam’da Ticaret, çev. S. Bayındır, İstanbul. Aristoteles. (1998). Nikomakhos’a Etik, çev. Saffet Babür, Ankara. Arslan, M. (2005). İş ve Meslek Ahlakı, Ankara. Beekun, R. I. (1997). Islamic Business Ethics, Virginia. Buhari. (2008). Sahih-i Buhari Muhtasarı, çev. Kurul, İstanbul. Buhari. (2005). Edebu’l-Müfred, İstanbul. Çağrıcı, M. (2006). Anahatlarıyla İslam Ahlakı, İstanbul. Demir, Ö. (2003). İktisat ve Ahlak, Ankara. Farabi. (1997). İdeal Devlet, çev. Ahmet Arslan, Ankara. Gazali. (1998). İhya’u Ulumi’d-Din, çev. Sıtkı Gülle, İstanbul. Güler, Z. (2010). 40 Hadis’te İş ve Ticaret Ahlakı, İstanbul. İbn Haldun. (1988) Mukaddime, çev. Z.K. Ugan, İstanbul. İbn Miskeveyh. (1983). Ahlakı Olgunlaştırma, çev. A. Şener, C. Tunç, İ. Kayaoğlu, Ankara. Kitab-ı Mukaddes. (1998). İstanbul. Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Anlamı. (1985). Ankara. Maverdi, (1982). Edebü’d-Dünya ve’d-Din, çev. A. Akın, İstanbul. Oktay, A. S. (2005) Kınalızade Ali Efendi ve Ahlak-ı Alai, İstanbul. Özel, M. (1997). Müslüman ve Ekonomi, İstanbul. Özgener, Ş. (2004) İş Ahlakının Temelleri, Ankara. Pool, J.C. ve R.M. Laroe. (2008). Birgünde Ekonomist Nasıl Olunur? çev. Y.F. Zülfikar, İstanbul. Şimşek, M. (2002). Ahilik, İstanbul. Tierney, E.P. (1997). İş Ahlakı, İstanbul. Torlak, Ö. (2007). Pazarlama Ahlakı, İstanbul. Tusi, N. (2007). Ahlak-ı Nasıri, çev. A. Gafarov, Z. Şükürov, İstanbul. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 28 İslam İş Ahlakının Esasları Ülgener, S.F. (1981). Zihniyet ve Din: İslam, Tasavvuf ve Çözülme Devri İktisat Ahlakı, İstanbul. Ülgener, S.F. (1981). İktisadi Çözülmenin Ahlak ve Zihniyet Dünyası, İstanbul Vergara, F. (2006). Liberalizmin Felsefi temelleri: Liberalizm ve Etik, çev. B. Arıbaş, İstanbul. Yaran, C.S. (2010). Ahlak ve Etik, İstanbul. Yaran, C.S. (2011). İslam Ahlak Felsefesine Giriş, İstanbul. Yavuz, Y.V. (1992). Çalışma Hayatı ve İslam, İstanbul. Zaim, S. (1979). İslam ve İktisadi Nizam, İstanbul. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 29 İÇİNDEKİLER • Çevre Sorunları, Ahlak ve Din • Yararlılık: Nimet ve Ayet İlkesi • Sorumluluk: Emanet ve Hilafet İlkesi • Erdemlilik: Merhamet ve Muhabbet İlkesi • Bilgelik: Ubudiyet ve Kutsiyet İlkesi HEDEFLER İSLAM ÇEVRE AHLAKININ ESASLARI • Bu üniteyi çalıştıktan sonra • Çevre sorunları karşısında çevre ahlakının gerekliliğini kavrayabilecek • Çevre konusunda dine yöneltilen haksız eleştirileri cevaplayabilecek • İslam çevre ahlakının esasları ve ilkelerini anlatabilecek • Çevre konusunda daha duyarlı ve örnek davranışlar sergileyebileceksiniz. İSLAM AHLAK ESASLARI ÜNİTE 14 İslam Çevre Ahlakının Esasları GİRİŞ Çevre, bizi kuşatan, canlı-cansız her şey; çevre ahlakı ise çevre ile ilişkilerimizi ahlaki açıdan ele alıp düzenlemeye çalışan bir ahlak dalıdır. Çevre ahlakının ele aldığı konularla ilgili pek çok ayet ve hadis olması dolayısıyla genel İslam ahlakı içinde çevre ahlakının her zaman var olduğu söylenebilir. Bununla birlikte, çevre konusunun ahlak içinde çok daha önemsenen bir bölüm ve hatta bağımsız bir ahlak disiplini hâline gelmesinin, çevre sorunlarının küresel bir kriz hâlini aldığı 20. yüzyılın son çeyreğinden itibaren başlamış nispeten yeni bir gelişme olduğunu belirtmek mümkündür. Çevre sorunlarının geri döndürülemez ve sınırlı boyutlarda tutulamaz hâle geldiğinin anlaşılması, çevre bilincinin birden artmasına ve çeşitli çözüm arayışlarından biri olarak, çevre ahlakının da geliştirilmesine yol açmıştır. ÇEVRE SORUNLARI, AHLAK VE DİN Çevre sorunlarının ahlak ve din ile çok yakın ilişkisi vardır. Çünkü çevre sorunlarının asıl kaynağı, insanların çevreye karşı yanlış düşünce ve etkinlikleridir. Yanlış insani düşünce ve etkinlikleri doğrusu ile değiştirmenin ve düzeltmenin gösterileceği alan ise ahlaktır. Ahlakın en temel kaynağı ve en etkili yaptırım gücü de dindir. Çevre Sorunları ve Ahlak Son yıllarda, dünyanın dört bir yanından gelen çevre sorunları ile ilgili haberler eksik olmamaktadır. Anormal hava olayları, kuraklıklar, yanardağ patlamaları, orman yangınları, seller ya da iklim değişiklikleri sebebiyle Birleşmiş Milletler Raporları’na göre her yıl 150 bin insan hayatını kaybetmekte, binlerce insan kanser ve benzeri hastalıklara yakalanmakta, kimi tahminlere göre her gün yüzden çok canlı türünün nesli tükenmekte, maddî ve manevi kayıplar her geçen gün artmakta ve bunların önlenmesinin maliyeti her geçen yıl daha yüksek boyutlara erişmektedir. Çevre sorunlarının önüne geçilebilmesi için 2030 yılına kadar yapılması gereken yıllık yatırım miktarı yaklaşık 400 milyar dolardır. Son yıllardaki bu olumsuz gelişmelerin tarihçesi birkaç cümleyle özetlenmek istendiğinde denebilir ki, 1960’ların başında meydana gelen iki olay çevreci bilinçlenmenin ilk tohumlarını atmıştır. Bunlardan biri nükleer denemelerden sonra anne sütünde strontiyum 90 elementine rastlanması, diğeriyse, DDT gibi sentetik yapılı tarım ilaçları ve kimyasal maddelerin etkilerinin, hedefledikleri zararlılarla sınırlı kalmayıp, ekosistemi bir bütün olarak ve olumsuz yönde etkilediğinin anlaşılmasıydı. Bu olayların sonucunda insanlar, varlıkların karmaşık ekolojik Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 2 İslam Çevre Ahlakının Esasları döngülerle birbirlerine bağlı olduğunu fark etmeye başladılar. 1980’lerin başında ise art arda gelen yerel çevresel krizlerin aslında yaklaşmakta olan küresel boyuttaki çevresel krizin belirtileri olduğu ortaya çıkmaya başladı. Bu durum, ozon tabakasında belirlenen delikle ve ilk kez 1988’de haberdar olunan küresel ısınma tehlikesiyle dramatik bir biçimde gündeme geldi. Günümüzde artık, toprak kirlenmesi ve erozyonla toprak kaybı, su kirlenmesi ve susuzluktan çölleşme, kirli su nedeniyle oluşan hastalıklar, hava kirliliği ve küresel ısınma, ozon tabakasının delinmesi ve kanser benzeri hastalıklardaki artışlar, yağmur ormanları başta olmak üzere ormanların yok edilmesi ve oralarda yaşayan binlerce bitki ve hayvan türünün neslinin tüketilmesi, fabrika çiftliklerde et tüketimi için yetiştirilen hayvanlara yapılan insanlık dışı muameleler, nükleer ve kimyasal atıkların neden olduğu kitlesel ölümler ve kalıcı hastalıklar, yeryüzü kaynaklarının bir kısım insanlar açlıktan ölürken bir kısmı tarafından adaletsizce ve israf içinde tüketilip yok edilmesi gibi sorunlar, hepimizi etkileyen ve gelecek nesillerimizi de etkileyecek olan çevre sorunlarının sadece birkaç ana başlığını oluşturmaktadır. Çevre sorunları herkesi etkilemekte; dolayısıyla, hepimizi ilgilendirmektedir. Çevre sorunları, sadece somut bir çevre felaketi ile karşılaşan sınırlı bir kesimi etkilemekle kalmamaktadır. Ozon tabakasının tahribi, sera etkisi, petrol sızıntıları, kimyasal atıklar, nükleer santral faciaları, sanayileşmedeki yanlış seçimler ve teknolojideki yanlış kullanımlar, tüm Dünyadaki toprağın, suyun ve havanın alarm verici boyutlarda kirlenmesine yol açmakta, atmosferin bozulmasının etkileri iklim değişikliği olarak her bölgeye yansımaktadır. Bu yansımaları da hepimiz, en azından aşırı sıcaklık, şiddetli basınç, düzensiz yağış ve bunaltıcı nem oranı değişiklikleri olarak yaşamaktayız. Dolayısıyla, günümüz teknolojisinin ürettiği dev boyutlardaki çevre sorunları şu veya bu şekilde herkesi etkilemekte ve hepimizi ilgilendirmektedir. Çevre sorunlarının arkasında elbette her uygarlık ve kültüre mensup insanların neden olduğu pek çok irili ufaklı faktör vardır. Bununla birliktebu sorunla ilgili asıl ve büyük etken, daha önceleri sınırlı sayıdaki insanların felsefi ideolojisi olan maddeciliğin ve onun doğal yandaşları sayılabilecek olan hazcılık ve faydacılığın, son birkaç asırdır neredeyse tüm dünyayı saran yaygın bir dünya görüşü, yaşam biçimi, üretim ve tüketim alışkanlıklarımızı belirleyen sosyoekonomik bir sistem hâlini alması olsa gerektir. Çevre sorunlarının en temel nedenlerinin başında, üretim ve tüketim etkinliklerinde ahlaki duyarlılıkların yitirilmiş olması, doğal kaynakların ahlaki değerler dikkate alınmadan tüketilmesi, insanların gelecek kuşakları dikkate almadan çılgınca tüketim ve israfa teşvik edilmeleri gelmektedir. Buna rağmen, çevre sorunları, sadece suçlunun cezalandırılabileceği türden sorunlar değildir. Aksine Dünyanın bir yerinde ortaya çıkarılan çevre sorunu, onun Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 3 İslam Çevre Ahlakının Esasları her yerini ve ondaki herkesi etkileyebilmektedir. Hatta daha da kötüsü ve üzücü olanı şudur: Çevre konusunda sorunun kaynağı olan suçlular, sonuçta en az cezayı çekmekte, sorunda/şuçta hiçbir rolü olmayanlar ise en ağır bedeli ödemektedir ve gelecekte de ödeyeceklerdir. Örneğin, suçlu gelişmiş ülkelerdir, cezayı gelişmekte olan ülkeler çeker; suçlu zenginlerdir, cezayı fakirler çeker; suçlu yetişkinlerdir, cezayı çocuklar çeker; suçlu insanlardır, cezayı hayvanlar, bitkiler ve doğal çevre çeker ve suçlu bugünkü nesildir, cezayı gelecek kuşaklar çeker. Dolayısıyla, çevre konusunda suçlu olmamak, çevre sorunlarından etkilenmemek anlamına gelmemekte; sorunun kapsayıcılığı, suçlu-suçsuz herkesi sorunun çözümüne katkıda bulunmak zorunda bırakmaktadır. Bu durumda, Müslümanlar da İslam çevre ahlakını geliştirmek ve bu ahlakın kuramlarını ve hatta en yüksek ilkelerini yeniden ve acilen hayata geçirerek çevre sorunlarının çözümüne katkıda bulunmak zorundadırlar. Bu bizim, dini, ahlaki ve insani görevimizdir. Çevre Ahlakı ve Din Çevre sorunlarının çözümü, ahlak; ahlakın kaynağı, dindir. Çevre sorunlarını azaltma çabasında çözüm beklenen alanlardan biri de “çevre ahlakı”dır (environmental ethics). Çünkü çevre sorunlarının nedeni, çevrenin kendisi olmaktan ziyade insanlar, insanların doğal çevreyi yanlış değerlendirmeleri ve doğal kaynakları kötü kullanmalarıdır. Çevre-insan ilişkisinde kötüye gidiş ve bunun doğurduğu tehlikeler son zamanlarda daha önceki dönemlerle karşılaştırılamayacak boyutlara erişmiştir. İlgili eserlerde belirtildiği üzere, “büyük ölçüde insan etkinlikleri nedeniyle” yeryüzünde yaşam, “altmış beş milyon yıl önceki dinozorlar çağından bu yana en büyük kitlesel yok olma tehlikesiyle karşı karşıya” bulunmaktadır (Jardins, 2006: 16). İnsan etkinliklerinin doğru ve yanlışı ile yahut insan davranışlarının iyi ve kötü olanıyla ilgilenen temel alan, ahlak alanıdır. Dolayısıyla, çevreye karşı olan insan davranışlarının doğrulukyanlışlık açısından değerlendirilmesi ve yanlış olanların düzeltilmesi konusunda ahlak alanına ve çevre ahlakına büyük görev düşmektedir. Tanımlanmak istendiğinde çevre ahlakı veya çevre etiği, “insanlar ile doğal çevreleri arasındaki ahlaki ilişkilerin sistemli olarak incelenmesidir.” Ancak çevre ahlakı, bu ilişkiyi sadece incelemekle ve tasvir etmekle kalmaz; ahlak kurallarının, insanların doğal dünya karşısındaki davranışlarını yönetmesi gerektiğini de varsayar. O hâlde bir çevre ahlakı kuramı, çevre konusunda uyulması gereken ahlaki ilke ve kuralların neler olduğunu belirlemek, insanların kimlere ve nelere karşı ahlaki sorumluluk ve yükümlülükleri bulunduğunu açıklamak ve çevreye karşı ahlaki davranışların neden gerekli ve daha erdemli olduğunu göstermek durumundadır (Jardins, 2006: 46). Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 4 İslam Çevre Ahlakının Esasları Tüketici zihniyetin ve teknolojik atıkların artması gibi pek çok sebepten dolayı çevre sorunlarının artıp küresel bir kriz hâline dönüşmesi, çevre ahlakına yöneltilen soruların ve ondan beklenen cevapların da artmasına neden olmuştur. İnsanlar çevreyi nasıl görmeli ve ona nasıl davranmalıdır? İnsanlar çevrelerindeki doğal kaynakları nasıl kullanmalı, üretim ve tüketim ilişkisi nasıl olmalı, ekosistem ve tabii denge nasıl korunmalıdır? Çevremizdeki öteki türlere nasıl davranılmalı, hayvan hakları nasıl anlaşılıp uygulanmalıdır? Bizden sonraki nesiller ve gelecek kuşaklara karşı çevre ile ilgili yükümlülüklerimiz nelerdir? Bunlar ve benzeri sorular, çevre ahlakını ilgilendiren ve çevre ahlakçılarının cevaplamaya çalıştığı pek çok sorudan bir kaçıdır. Bu gibi sorulara doğru cevaplar veren ve bu cevapların insanların zihinlerinde bir bilinç, kaplerinde bir duyarlılık ve davranışlarında bir vazgeçilmezlik hâline gelmesini sağlayan bir çevre ahlakının, çevrenin korunmasına önemli katkılar sağlayacağı ise apaçık bir gerçektir. Batı veya İslam çevre ahlakının bağımsız bir ahlak alanı olarak ortaya çıkmasının tarihi, 1970’ler gibi son derece yakın bir dönemle başlar. Çünkü bu dönemde çevre sorunlarının geri döndürülemez ve sınırlı boyutlarda tutulamaz hâle geldiği ve sorunların asıl kaynağının Kur’an’da da belirtildiği üzere esas itibarıyla insanlar ve onların ahlak dışı davranışları olduğu anlaşılmıştır. Nitekim, Kur’an, çevre sorunlarıyla insan ilişkisini şöyle belirtmektedir: “İnsanların elleriyle işledikleri yüzünden karada ve denizde fesat çıkar; Allah da belki dönerler diye yaptıklarının bir kısmını böylece kendilerine tattırır.” (Rûm/30: 41) Çevre ahlakı, her tür ahlakta olduğu gibi, genellikle dinden beslenir. Din, çevre ahlakının temel ilkelerini sağlayan ve çevre sorunlarının çok arttığı günümüzde acilen yardıma çağrılan kaynaklardan birini teşkil eder. Çevre ahlakının ele aldığı konularla ilgili yaklaşık 500 ayet ve pek çok hadis olması dolayısıyla genel İslam ahlakı içinde çevre ahlakının her zaman var olduğu söylenebilir. Nitekim klasik ve modern İslam ahlakı eserlerinden iki örnek vermek gerekirse, İbn Miskeveyh’in Ahlakı Olgunlaştırma adlı esrinde “Bitkiyi Cansızlardan Üstün Kılan Özellik” ve “Hayvanların Dereceleri” gibi bölüm başlıklarına rastlanabilirken, Ahmet Hamdi Akseki’nin Ahlak İlmi ve İslam Ahlakı adlı kitabında “Hayvanlara Şefkat” gibi bölüm başlıkları vardır. Dinlere yöneltilen “insanmerkezcilik itirazı”, haklı bir itiraz değildir. İslam çevre ahlakının esaslarına geçmeden önce, bazı çevrecilerce çevre ahlakının din ile ilişkisine yöneltilen “insanmerkezcilik itirazı”nı yani kutsal metinlerdeki teshir ayetlerinin insanların doğayı hor kullanmalarına yol açtığı itirazını kısaca cevaplamakta yarar vardır. 1960’lardan beri zaman zaman dile getirilen bu itiraz yersizdir; çünkü Kur’an’ın belirttiğine göre, doğal dünya ve Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 5 İslam Çevre Ahlakının Esasları hayvanlar insana hizmet etmekle birlikte, sadece insanlar için ve onların sorumsuzca tüketimi ve tahakkümü için yaratılmış değillerdir. Örneğin şu ayette bu durum çok açıkça belirtilmektedir: “Allah, yeri canlı yaratıklar için meydana getirmiştir.” (Rahman/55: 10) Şu ayette ise hayvanlar daha açıkça zikredilmiştir: “Doğrusu suyu bol bol indirmekteyiz. Sonra yeryüzünü iyice yarmakta ve orada taneli ekinler, üzümler, sebzeler, zeytin, hurma ağaçları ve bahçelerde koca koca ağaçlı meyveler ve çayırlar bitirmekteyiz. Bunlar sizin ve hayvanlarınız için geçimliktir.” (Abese/80: 25-32) Şu ayette ise yeryüzündeki geçimliklerin nedeni olarak insanlarla beraber çok daha geniş bir kavrama yer verilmektedir: “Yeri yaydık, oraya sabit dağlar yerleştirdik, orada her şeyi bir ölçüye göre bitirdik. Orada sizin ve rızık veremeyeceğiniz kimseler için geçimlikler meydana getirdik.” (Hicr/15: 19,20). Bunlar ve benzeri ayetler, bazı çevrecilerin dinlere yönelik itirazlar ve ithamlarında haklı olmadıklarını göstermektedirler. Dindarlar yahut en azından Müslümanlar, kutsal metinlerde insana yapılan vurguyu, çevre sorunlarına neden olacak şekilde, hayvanlar ve doğal çevreye karşı bir tahakküm ve tahrip vesilesi ve meşruiyeti olarak görmemişlerdir ve görmezler. Çevre sorunlarının asıl kaynağının, her kültürden insanlar ve özellikle de dini-ahlaki duyarlılığı son zamanlara dek uzun bir süre askıya alan modern insan olduğu gizlenemeyecek bir gerçektir. Yeri gelmişken, İslam çevre ahlakına geçmeden, Batı çevre etiği kuramlarına kısaca değinmekte yarar vardır. Batı düşüncesi, çevre etiğinde henüz çok büyük kuramlar geliştirmiş değildir. Derin ekoloji (deep ecology) ya da canlı merkezli (biocentric) etik denilen yaklaşım ile yüzeysel ekoloji (shallow ecology) ya da insan merkezli (anthropocentric) koruma etiği (conservation ethics) denilen yaklaşım, en yaygın kuramlardan ikisidir. Derin ekoloji yanlıları daha radikal görüşleri savunurken, koruma etiği yanlıları daha ılımlı ya da yüzeysel görüşleri savunmaktadırlar. Örneğin yüzeysel ekolojiye göre, bitki ve hayvan türleri gibi doğal çeşitlilik insanın kullanabileceği bir kaynak olarak yararlı görülürken ve korunması gerektiği savunulurken, derin ekolojiye göre doğal çeşitliliğin her bir ögesinin insana sağladığı yarardan bağımsız olarak kendi özsel değeri vardır ve onlar bundan dolayı korunmalıdır. Yine örneğin çevre kirliliği, yüzeysel ekolojiye göre, ekonomik büyümeyi tehdit ediyorsa azaltılmalıdır; oysa derin ekolojiye göre, çevre kirliliğinin azaltılması ekonomik büyümeden daha önce gelir ve buna bakılmaksızın azaltılmalıdır. Keza, kaynak kavramı, birincilere göre, insanlar için kaynak, ikincilere göre ise, bütün canlılar için kaynak anlamına gelmektedir (Olphant, 2007). Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 6 İslam Çevre Ahlakının Esasları Derin ekoloji yanlılarının çevre ve ahlak açısından, insan merkezciliği aşan çok daha yüksek değerleri savunduğu ve bizim aşağıda Batı’daki gibi kutuplaştırmak yerine dikey sıralama içinde sunacağımız İslam çevre etiği kuramlarının daha yüksek düzeydekilerine yakın olduğu bir gerçektir. Bununla birlikte derin ekoloji ekolü de yeterince gelişmiş ve olgunlaşmış olmayıp kendi içinde gelişimini ve farklılaşmalarını sürdürmekte ve İslami açıdan eleştiriye açık yönler barındırmaktadır. İslam çevre ahlakında ise henüz belirgin bir kuramlaşmadan bahsetmek mümkün gözükmemektedir. Ne var ki, bireysel ahlak görüşleri, bireyler ötesi benimsenmişliği olan ahlak ilkelerine, ahlak ilkeleri de, daha geniş kapsamlı ve birleştirici-bütünleştirici olan etik/ahlaki kuramlara ve sistemlere dayanırlar. Dolayısıyla İslam çevre ahlakında da genel kuramların ve temel ilkelerin belirlenmesi ve bilinmesinde yarar vardır. Çünkü çevre etiğinin incelenmesi açısından kuramlar hakkında bilgi sahibi olmayı anlamlı kılan en az dört genel neden vardır. Birinci olarak, ahlak veya etik kuramları, etik sorunları tartışmak ve anlayabilmek için ortak bir dil işlevi görür, ortak inançları ve paylaşılan değerleri açıklığa kavuşturur ve sistemleştirirler. İkinci olarak, çeşitli etik kuramları geleneklerimizde önemli roller oynadıklarından, pek çoğumuzun düşünme biçimlerine de yansırlar. Etik kuramları öğrendikçe düşünce tarzlarımızdaki örüntüleri ve varsayımları daha iyi tanıyabilir, görüşlerimizi daha iyi yansıtabilir ve onları daha iyi savunabiliriz. Üçüncü olarak, bir etik kuramın geleneksel işlevlerinden biri rehberlik ve değerlendirme yapmasıdır. Kuramları özgül durumlara uygularken ve özgül tavsiyelerde bulunurken onlardan yararlanırız. Son olarak da, kimi yorumculara göre, kuramlar karşılaştığımız çevre sorunlarından bazılarının nedenini de oluşturduklarından, etik kuramlar konusunda bilgi sahibi olmak önemlidir (Jardins, 2006). Bunlar ve benzeri nedenlere dayalı önemine binaen, İslam çevre ahlakının dört büyük kuramı olduğunu düşünmek mümkün ve yararlı gözükmektedir. Bu dört kuram şunlardır: Yararlılık (Menfaat) Kuramı, Sorumluluk (Mesuliyet) Kuramı, Erdemlilik (Fazilet) Kuramı ve Bilgelik (Hikmet) Kuramı. Bunların hepsi de geniş anlamda İslam çevre etiği kuramlarıdır; ve bu itibarla da aynı oranda olmamakla birlikte, hepsinin temelinde Kur’an ve Sünnet öğretileri ve öğütleri bulunmaktadır. Bununla birlikte, bu farklılaşmayı sağlayan, önemsedikleri kavram ve eylemlerin öncelik sırasıdır. Bazıları çevreye yarar-zarar ekseninde yaklaşırken, bazıları görev ve sorumluluk bilincini daha fazla öne çıkarmaktadır. Kimisi de erdemlilik ya da bilgeliği merkeze almaktadır. Bunlar, öne çıkarılan ilkeleri gördüğümüzde daha fazla netleşecektir. Ancak bunlar birbirinden kopuk veya birbirine alternatif olan kuramlar değil, yekdiğeriyle bağlantılı olan ve onu yükselterek tamamlayan, yüzeysellikle başlayıp derinliğe doğru ilerleyen dikey boyutlu kuramlardır. İslam Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 7 İslam Çevre Ahlakının Esasları ahlakının çevreyle ilgili esaslarını, Batı çevre etiğindeki yüzeysel (shallow ecology) ve derin (deep ecology) ayrımına kısmen benzer şekilde en basit ve yüzeysel olanlarından en derinlikli olanına doğru sistematik ve hiyerarşik bir çerçeve içerisinde, aşağıdaki şekilde sunmak mümkündür. YARARLILIK: NİMET VE AYET İLKESİ Yararlılık veya faydalılık ya da menfaat kuramı, tabiata her şeyden önce yarar-zarar kavramları ekseninde bakar. Yarar ve zararda asıl dikkate alınan da insanın yarar ve zararıdır. Çok katı veya aşırı versiyonu olmamakla birlikte, bu kuram büyük ölçüde insan merkezli bir kuramdır. Çevrenin insana çeşitli açılardan yararlar sağladığı gerçeği, Kur’an’da da sıkça belirtilen ve dikkat çekilen hususlardandır. “Gökleri ve yeri gereğince yaratmıştır. … İnsanı nutfeden yaratmıştır. … Hayvanları da yaratmıştır. Onlarda sizi ısıtacak şeyler ve birçok faydalar vardır. Onların etlerini de yersiniz. Onları getirirken de, gönderirken de zevk alırsınız. Kendi kendinize zor varacağınız memleketlere, yüklerinizi taşırlar. … Sizin için atları, katırları ve merkepleri binek ve süs hayvanı olarak yaratmıştır. Bilmediğiniz daha nice şeyleri de yaratır. … Yukarıdan size su indiren O’dur. Ondan içersiniz; hayvanları otlattığınız bitkiler de onunla biter. Allah onunla size ekinler, zeytin ve hurma ağaçları, üzümler ve her türlü ürünü yetiştirir. Düşünen kimseler için bunda dersler vardır.” (Nahl/16: 3-10.) Yararlılık kuramının aşağıda detaylandıracağımız iki temel ilkesi olduğunu söylemek mümkündür. Bunlardan biri “nimet ilkesi” denilebilecek olan, tabiatın insana dünyevi, biyolojik, bedensel vb. konularda faydalar, menfaatler sağlaması, bir diğeri de, “ayet ilkesi” denilebilecek olan, tabiatın insana manevi, teolojik, ahlaki vb. konularda dersler, delaletler, ibretler vererek epistemolojik, teolojik ve ruhsal gelişimimize yönelik yararlar sağlamasıdır. Bu iki ilkenin her ikisini birden şu kısa ayette görmek mümkündür: “Ehli hayvanlarda size ders vardır; onlardan çıkan sütten size içiririz; onlarda daha birçok menfaatiniz vardır…” (Mü’minûn/23: 21) Yararlılık kuramı ve onun ilkeleri, İslam çevre etiğinin öncelikli ve yaygın bir kuramıdır; ama bu onun en önemli ve üstün olduğu anlamına gelmemektedir. Kârzarar hesabı mantığı ile çevreye bakan ve dolayısıyla en ilk veya en alt düzeyde ele alınan bu kuramın iki temel ilkesi vardır. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 8 İslam Çevre Ahlakının Esasları Nimet İlkesi Yararlılık kuramı ile bağlantılı olan ve çevreye bakışın, bilgi düzeyine göre farklılık göstermekle birlikte herkes tarafından anlaşılıp kabul edilecek olan en gerçekçi ve en yaygın ilkesi, çevremizdeki varlıkların bizim için birer nimet, ihtiyaçlarımızı karşılamaya ve kendilerinden istifade etmemize yönelik birer kaynak olduklarıdır. Çevre bizim birçok ihtiyacımızı karşılar. Ama biz bunların iki türüne Kur’an’da özellikle dikkat çekildiğini söyleyebiliriz. Bunlardan en birincisi, çevrenin bizim maddi, bedeni ihtiyaçlarımızı karşılayan, bize bedensel varlığımızı idame ettirebilmemiz konusunda yararlı olan bir nimet olmasıdır. Bu hususu belirten ayetlerden sadece birkaçı şöyledir: “Allah’ın gökte olanları da, yerde olanları da buyruğunuz altına verdiğini, nimetlerini açık ve gizli olarak size bolca ihsân ettiğini görmez misiniz?...” (Lokman/31: 20. Krş. İbrahim/14: 32-33; Câsiye/45: 13). “Geceyi, gündüzü, güneşi, ayı sizin istifadenize vermiştir. … Yeryüzünde rengarenk şeyleri de sizin için yaratmıştır. Bunda, öğüt alan kimseler için ibret vardır.” (Nahl/16: 12-13) Çevre bizim için nimettir, bizim istifademize sunulmuş, bizim buyruğumuz altına verilmiştir ve bize hizmet etmektedir; ancak, daha önce de değindiğimiz gibi, burada yanlış anlaşılmaması gereken bir husus vardır. Kur’an, insana hitap ettiği için doğal olarak insanı daha fazla vurgulamakla birlikte, yerde ve gökteki bu nimetlerin sadece insan için değil, bütün canlılar için olduğunu da birden fazla yerde açıkça ve hatta bu nimetleri vurgulayan bir sûrenin en başlarında belirtmektedir: “Allah, yeri canlı yaratıklar için meydana getirmiştir.” (Rahmân/55: 10) “Yeri yaydık, oraya sabit dağlar yerleştirdik, orada her şeyi bir ölçüye göre bitirdik. Orada sizin ve rızık veremeyeceğiniz kimseler için geçimlikler meydana getirdik.” (Hicr/15: 19,20). Yukarıdaki ilk ayette genel gerçek açıkça belirtildikten sonra, yeryüzü nimetleri sayılır, oradaki şeylerin birer nimet olarak bahşedildiği vurgulanır ve insanın bunları yalanlayamayacağına dikkat çekilir: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 9 İslam Çevre Ahlakının Esasları “Orada meyveler, salkımlı hurma ağaçları, kabuklu taneler, güzel kokulu otlar vardır. Ey insanlar ve cinler! Öyleyken, Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız? …. Öyleyken, Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız? …. Öyleyken, Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız? ….” (Rahman/55: 11-77) Nimet ilkesinin uygulama alanında öncelikle Müslümanlardan istediği ve sonra da tüm insanlar için öngördüğü hususlardan biri onu kirletmemek, temiz tutmak (taharet), bir diğeri de onu israf etmemektir (tasarruf). Büyük veya küçük çapta çevre kirliliğine neden olmamak, çevre temizliği konusunda çok duyarlı ve titiz olmak, İslam’ın temizlik konusundaki genel vurgusunun ne kadar haklı, yerinde ve gerekli olduğunun en açık göstergesidir. Müslüman her konuda kirliliğe karşı olmak ve temizlikten yana olmak zorundadır: “Giydiklerini temiz tut. Kötü şeyleri terke devam et.” (Müddessir/74: 4,5) En önemli nimetlerin başında suyun geldiği aşikârdır. En tehlikeli çevre felaketlerinin başında da susuzluğun geleceği Kur’an’ın da belirttiği bir gerçektir: “De ki: Suyunuz yere batarsa, söyleyin, size kim temiz bir su kaynağı getirebilir?” (Mülk/67: 30) Su, sadece dünyalıların değil, Cennet ehlinin bile en önemli nimetleri arasında sayılmaktadır: “Onlar, dikensiz sedir ağaçları, salkımları sarkmış muz ağaçları, uzamış gölge altında, çağlayarak akan sular kenarlarında; bitip tükenmeyen ve yasak da edilmeyen bol meyveler arasında; yüksek döşekler üzerindedirler.” (Vakıa/56: 28-34) Su, hem canlıların kendisinden yaratıldığı temel hayat kaynağı hem de kirliliğin neredeyse tek ilacı olduğu için, su nimetinin korunması ve kirletilmemesi, çevre ahlakının üzerinde en fazla durması gereken doğal kaynakların başında gelir. Atalarımız, suyollarının yapımı ve su kaynaklarının temizliğinin muhafazası için çok titiz önlemler almışlardır. Örneğin Osmanlılarda, suyun şehre geldiği yol güzergâhına iskan yapılmaması, mezbele dökülmemesi, bağ-bahçe ve ağaç dikilmemesi, sığır ve davar salınmaması gibi hususlar temel bir prensip idi (Öztürk, 2008). Nimette aslolan, onun kadrini, kıymetini bilmek, onu gereksiz yere kullanmamak, israf etmemektir. Çevre sorunlarının pek çoğu israfla bağlantılıdır ve bu sorunların çözümüne katkıda yapılabilecek en öncelikli ve de en kolay şeylerden Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 10 İslam Çevre Ahlakının Esasları biri, israftan kaçınmak ve tasarruf anlayışımızı sadece kendi ekonomimiz açısından değil çevre açısından da geliştirmektir. İsraf, İslam ahlakının yerdiği, tasarruf da övdüğü, teşvik ettiği bir davranıştır. Bunlar İslam çevre etiğinin de her zaman ve her yerde uyulması gereken en geçerli kurallarındandır. "Onlar, sarf ettikleri zaman ne israf ederler ne de cimrilik, ikisi arasında orta bir yol tutarlar." (Furkan 25/67) Kur’an, böyle davranılmayıp israfta sınır tanınmadığında er veya geç, günümüz çevre sorunları krizinde olduğu gibi, pişman olunacak bir halle karşılaşılacağı konusunda da herkesi uyarır: "Elini boynuna bağlayıp cimri kesilme, büsbütün de açıp tutumsuz olma, yoksa pişman olur, açıkta kalırsın." (İsrâ 17/29) İsraf etmemeye elbette hadislerde de yerilir ve su israfı konusundaki bir hadis çevre bilincinin en mükemmel özünü vermektedir. Hz. Peygamber (s.a.s.) bir gün ashaptan abdest almakta olan Sa’d’ın yanına varır ve “Bu israf nedir ey Sa’d?” der. Sa’d, “Abdestte israf olur mu?” deyince Hz. Peygamber: “Evet! Akan bir ırmağın kenarında olsan bile” buyururlar. (Ahmet b. Hanbel, II, 221) İsraf etmediğimiz ve kirletmeyip temiz tuttuğumuz gibi, nimet ve lütuflar karşısında hakkıyla şükretmeli, şu ayette belirtildiği üzere nimete nankörlük edenlerden, şükürsüzlerden olmamalıyız: “Size, geceyi dinlenesiniz diye karanlık ve gündüzü (çalışasınız diye) aydınlık olarak yaratan Allah’tır. Doğrusu Allah insanlara karşı lütufkârdır, ama insanların çoğu şükretmezler.” (Mü’min/40: 61) Çevrenin biyolojik varlığımız için nimet olması, yararlılık kuramının ilk ilkesidir; ama çevrenin bize yararı sadece biyolojik varlığımıza katkıyla sınırlı değildir. Çevre bizim bedensel varlığımıza katkıda bulunduğu gibi, ruhsal varoluşumuza da katkı sağlar; buna da ayet ilkesi demek mümkündür. Ayet İlkesi Çevremizdeki varlıklar, Kur’an’ın belirttiği üzere, düşünen insanlar için bir akıl yürütme kaynağı ve insanların ‘nereden geldik, nereye gidiyoruz?’ gibi büyük varoluşsal ve metafiziksel sorularını cevaplamalarında ders alacakları önemli Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 11 İslam Çevre Ahlakının Esasları rehberlerinden biridir. Ayet ilkesi her şeyden önce insanları, çevreyi gözlemleyip üzerinde düşünmeye (taakkul) ve bu derin düşünceden değerli ve doğru dersler çıkarmaya (tefekkür) çağırmaktadır: “Göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde, insanlara yararlı şeylerle denizde süzülen gemilerde, Allah’ın gökten indirip yeri ölümünden sonra dirilttiği suda, her türlü canlıyı orada yaymasında, rüzgârları ve yerle gök arasında emre amade duran bulutları döndürmesinde, düşünen kimseler için deliller *ayetler+ vardır.” (Bakara/2: 164) “Kesin olarak inananlara, yeryüzünde ve kendi içinizde Allah’ın varlığına nice deliller vardır; görmez misiniz?” (Zariyat/51: 20,21) Bu ilke tabiata okul gibi, kitap gibi (tekvini kitap) ve hatta öğretmen gibi bakmayı ve ondan dersler çıkarmayı tavsiye etmekte ve gerektirmektedir. Tabiatın ders vericiliği, başta doğal teoloji veya doğa teolojisi bağlamında ilahiyat, özellikle teleolojik delil bağlamında din felsefesi ve ahlaki erdemlerin kozmik temellendirilmesi bağlamında etik veya ahlak alanı olmak üzere öğrenmenin ve kendini geliştirmenin pek çok alanını kapsamaktadır. Bu ders vericilik ve ders alma bağlamında bir ayette şöyle denmektedir: “Yukarıdan size su indiren O’dur. Ondan içersiniz; hayvanları otlattığınız bitkiler de onunla biter. Allah onunla size ekinler, zeytin ve hurma ağaçları, üzümler ve her türlü ürünü yetiştirir. Düşünen kimseler için bunda dersler vardır.” (Nahl/16: 10) Yararlılık kuramının nimet ve ayet ilkelerinden başka ilkeleri de olabilirse de biz bu iki temel ilkeyi vurgulamayı yeterli bularak, bunların bir üstünde ve tamamlayıcısı olan sorumluluk kuramına geçiyoruz. SORUMLULUK: EMANET VE HİLAFET İLKESİ Sorumluluk kuramı, yararlılık kuramı kadar insan merkezci ve faydacı değildir. Çevremizdeki varlıklara, bizim faydamıza olup olmamaları açısından ziyade, onların hakları ve bizim de onlara karşı ödevlerimiz, görevlerimiz, yükümlülük ve sorumluluklarımız açısından bakmayı esas alır. Herhangi bir şeye, bize faydası açısından bakmakla, bizim ona karşı sorumluluklarımız açısından bakmak elbette bir değildir ve ikincisi birincisinden daha üst düzeyde bir bakıştır. İnsan kendisine verilen her türlü nimetten ve dolayısıyla bunların önemli bir Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 12 İslam Çevre Ahlakının Esasları kısmını oluşturan çevreden Allah’a karşı sorumludur ve sorguya çekilecektir. Bu konuda da var olan pek çok ayetten sadece bir iki kısa örnek vermek yeterlidir: “Sonra o gün, size verilmiş olan her nimetten sorguya çekileceksiniz.” (Tekasür/102: 8) İnsan sahip olduğu nimetlerden ve ilişki içinde olduğu öteki varlıklardan sadece Allah’a karşı değil kendi vicdanına karşı da sorumludur ve onu vicdanı da er veya geç sorguya çekecektir: “Kitabını oku, bugün, hesap görücü olarak sen kendine yetersin.” (İsra/17: 14) Sorumluluk kuramı ile ilgili olarak da iki temel ilke dikkati çekmekte veya öne çıkmaktadır. Aşağıda göreceğimiz üzere bunlara, emanet ve hilafet ilkesi demek mümkündür. Yani, çevre bize emanettir ve bu emaneti koruyup ona hıyanet etmemek bizim görev ve sorumluluğumuzdur. Ayrıca, sorumluluğumuz sadece emaneti korumakla bitmemekte, onun halifesi olmak, daha üst düzeyde görev ve sorumluluklar da yüklemektedir. Sorumluluk kuramının iki temel ilkesi vardır. Emanet İlkesi Emanet ilkesi iki şekilde anlaşılabilir. Çevre insana emanettir; yani insan çevrenin asıl sahibi değildir, onu sadece emaneten kullanmaktadır. Bu durumda, asıl sahibi olmadığımız şeyde çok büyük tasarruflarda bulunmamak, özellikle ona zarar vermemek (hıyanet etmemek) asıl sorumluluktur. Emanet ilkesi ikinci tarzda ve daha insan merkezli anlaşıldığında ise, çevremizdeki varlıklar bize emanet edilmiştir anlamına gelmektedir. Yani korunmaya muhtaç şeyler vardır ve onların korunması, bize güvenilerek, bize teslim edilmiştir. Bu bakış açısı da çevreyi daha ziyade koruyup kollama sorumluluğunu dile gerektirmektedir: “Doğrusu Biz, sorumluluğu *emaneti+ göklere, yere, dağlara sunmuşuzdur da onlar bunu yüklenmekten çekinmişler ve ondan korkup titremişlerdir. Pek zalim ve çok cahil olan insan ise onu yüklenmiştir.” (Ahzab/33: 72) Bütün evren, insana emanet edilmiştir. İnsan kendinden sorumlu olduğu gibi evrende var olan insan dışı varlıklardan da sorumludur. Çünkü o, akıl nimetine sahip tek varlıktır. Kendi varlığı da dâhil olmak üzere bütün varlıklara karşı emanetçi olmanın bilinci ile hareket etmelidir (R. Yaran, 2008: 21). Uygulamada yapılması gereken, öncelikle emanet olan çevreye hıyanet etmemek, onun zarar görmesine imkân vermemek, bozulmasına neden olmamak, sonra da onu en mükemmel ve dengeli hâliyle korumaktır. Çünkü Kur’an’a göre hiç kimse emanete hıyanet etmemelidir: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 13 İslam Çevre Ahlakının Esasları “Hiçbir peygambere ganimete ve millet malına *emanete+ hıyanet yaraşmaz; haksızlık kim yaparsa, kıyamet günü yaptığı ile gelir, sonra, haksızlık yapılmaksızın herkese kazanmış olduğu ödenir.” (Al-i İmran/3: 161) "Düzeltilmişken, yeryüzünde bozgunculuk yapmayın. …" A‘raf 7/56). Çevrede korunması gereken şeyler elbette tek tek saymakla bitmez. Ama bunlar arasında özellikle ormanlar ve ağaçların korunmasını, suların ve toprağın korunmasını, temiz havanın korunmasını ve hayvanların korunmasını ana başlıklar olarak zikretmek mümkündür. Sorumluluğumuz sadece emanete hıyanet etmemek ve mevcudu en güzel hâliyle korumakla sınırlı değildir. Çünkü vasfımız, deyim yerindeyse, sadece emanetçilik değil, bundan çok daha fazlası ve çok daha üstünüdür. İnsanlar, her şeyden önce ve her şeyden önemli olarak, yeryüzünde Allah’ın halifeleridir. Bu da bizi hilafet ilkesine getirmektedir. Hilafet İlkesi Hilafet ilkesi, sorumluluk kuramının ikinci ve daha üst düzey ilkesidir. Terim kaynağını Kur’an’daki şu ve benzeri ayetlerden almaktadır: “Rabbin meleklere ‘Ben yeryüzünde bir halife var edeceğim’ demişti; melekler, ‘orada bozgunculuk yapacak, kanlar akıtacak birini mi var edeceksin? Oysa biz Seni överek yüceltiyor ve Seni devamlı takdis ediyoruz’ dediler; Allah ‘Ben şüphesiz sizin bilmediklerinizi bilirim’ dedi.” (Bakara/2: 30) Milli Park uygulamasının öncüleri, Hz. İbrahim ve Hz. Peygamber(s.a.s.)dir. Hilafet ilkesinin gerektirdiği en önemli sorumluluklardan birincisi çevreyi imar ve geliştirme, ikincisi de çevreyle olan imtihanımızı, denenmemizi/sınanmamızı kazanmaktır. Şu ayet açıkça Allah’ın insanlardan yeryüzünü korumakla kalmayıp imar etmelerini istediğini göstermektedir: “… Allah’a kulluk edin; O’ndan başka tanrınız yoktur; sizi yeryüzünde yaratıp orayı imar etmenizi dileyen O’dur…” (Hud/11: 61) Çevreyi imar bağlamında değerlendirilebilecek hususlardan biri de ağaçlandırma ve böylece hem erozyon ve toprak kaybını hem de çölleşme ve kuraklığı önlemeye katkıda bulunmaktır. Peygamber Efendimizin ağaç dikmeyi teşvik eden birçok hadisi vardır; bunların en bilinenlerinden biri şudur: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 14 İslam Çevre Ahlakının Esasları “Kıyamet koparken birinizin elinde bir fidan bulunursa, şayet kıyamet kopuncaya kadar fidanı dikmeye gücü yeterse, onu diksin.” (Buhârî, 2005, 486) Peygamberimiz sadece ağaç dikmeyi teşvikle kalmamış, milli park anlayışının da öncülerinden olmuştur. Bir kısım yasaklarla tahribattan korunan milli park veya yeşil kuşak uygulamasına ilk defa Mekke’de rastlanır. Hz. İbrahim tarafından haram edilen Mekke ve civarını ihata eden belli bir bölge bu haramlık ve yasaklığını Hz. Peygamber devrine kadar muhafaza etmiştir. Oranın, ağacını kesmek, otunu yolmak, kuş ve diğer yabani hayvanlarını avlamak yasaktır. Hz. Peygamber, Mekke’de mevcut olan bu yeşil kuşağa bir ikincisini eklemiş, Medine ve civarını dört bir yönden ihata eden bir kuşağı haram ilan etmiştir. Buranın da ağacını kesmek, ağaçlarının yapraklarını koparmak, otlarını yolmak ve yabani hayvanlarını avlamak yasaklanmıştır (Canan, 1995). Meskenler ve şehirlerin doğal çevresini imar bağlamında düşünülebilecek bir hadiste de Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “Yoldan rahatsızlık verici şeyleri kaldırmak bir sadakadır.” (Buhârî, 2005, 427) Bu ve benzeri hadisler, gerek doğal gerekse kültürel çevremizi imar etmemizin ve daha mamur, daha yaşanılır hâle getirmemizin ahlaki görevlerimiz arasında bulunduğunu göstermektedir. Nitekim Osmanlılar, şehirlerin inşası ve imarı konusu üzerinde titizle durmuşlardır. Örneğin onlar, şehrin imarı içinde kaldırım yapımına ve bozuk kaldırımların tamirine, özellikle körler ve yaşlılar zahmet çekmesin diyerek apayrı bir özen göstermişlerdir. Şehirlerde geniş ve temiz meydanlar açmış, deyim yerindeyse şehrin rahat nefes almasını sağlamaya çalışmışlardır. Herkesin kendi evi veya dükkânının önünü temizlemesi gerektiğini genel bir kaide hâline getirmiş, yaz mevsiminde tozlanmayı önlemek için o günün şartlarında dahi cadde ve sokakları zaman zaman sulamışlardır. Osmanlıda imar faaliyetleri sadece şehircilik düzenlemeleri ile kalmamış, kırsal kesimin imarını da kapsamıştır. 19. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin neredeyse bütün coğrafyasında bataklıkları kurutma operasyonuna girişilmiştir. Göl ve bataklıkların kurutulması bir taraftan çevre problemine çözüm arama ve kamu sağlığını koruma, diğer taraftan da buralardan elde edilecek arazi ve yapılacak yol ve benzeri ile çevrenin imarı düşünülerek uygulamaya geçirilmiştir (Öztürk, 2008). Şu ayet de halife kılınmamızın nedeninin, doğaya ve hayvanlara üstünlük taslamak, onlara hâkimiyet kurup her şeyi kendi türümüz ve hatta toplumumuz için tüketebilme imkânına kavuşmak, onları kendi çıkarlarımızın basit araçları Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 15 İslam Çevre Ahlakının Esasları konumuna indirmek değil, sunulan bu nimetlerle sınanmak, imtihan edilmek olduğunu göstermektedir. “Verdikleriyle denemek için sizi yeryüzünün halifeleri kılan ve kiminizi kiminize derecelerle üstün yapan O’dur. …” (En’am/6: 165) İnsana düşen çevremizde bulunanlarla ve onlara karşı muamelelerimizle yapılan bu imtihanda başarılı olmaktır. Zaten bazı âlimlere göre, insanın halifeliği doğuştan gelen kategorik bir halifelikten ziyade potansiyel bir halifeliktir; bu üstün niteliğin sorumluluğunu yerine getirerek bu potansiyeli gerçeğe dönüştürebilenler, gerçek anlamda halife sayılırlar. Halifeliğin gereği olan imarı yapmak ve özellikle imtihanı kazanmak da bizi, daha üst bir kuram olan erdemlilik kuramına ve onun iki temel ilkesi olan merhamet ve muhabbet ilkelerine getirmektedir. Yararlılık ve sorumlulukla ilgili bu ilk iki kuram, İslam çevre etiği ile ilgili temel ilkeleri kapsamaktadır. Bunların ilkelerine uyulduğunda Batı çevre etiğinde yüzeysel ekoloji veya koruma etiği denilen kuramlardaki etik gereklilikler karşılandığı gibi ötesine de geçilmektedir. Bununla birlikte, İslam çevre etiğinin daha ileri düzeyi oluşturan iki kuramından daha söz etmek mümkündür. Üçüncü düzeydeki kuram erdemlilik kuramıdır. ERDEMLİLİK: MERHAMET VE MUHABBET İLKESİ Herhangi bir şeye ya da çevreye menfaat açısından bakmanın üzerinde sorumluluk açısından bakmak var olduğu gibi, görev ve sorumluluk açısından bakmanın üzerinde de gönüllülük ve erdemlilik açısından bakmak vardır. Dolayısıyla sorumluluk kuramının üzerinde de erdemlilik kuramı gelmektedir. Birine karşı sorumluluklarımızı yerine getirmek, çoğu kere, fıkhi veya hukuki bir meseledir. Sorumluluğun ötesinde iyilikler yapmak, sevgi beslemek, feragatta bulunmak ise ahlak ve erdem meselesidir. Bu husus çevre için de geçerlidir ve çevreye erdemli bir insanın bakışıyla bakmak, İslam çevre etiğinin daha üst düzey bir kuramıdır. Bu bağlamdaki ayetler saymakla bitmeyeceği için tek bir kısa örnek yeterlidir. "Kim zerre kadar iyilik yapmışsa onu görür. Kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onu görür." (Zilzâl/99:7-8) Erdemlilik kuramının da birçok ilkesi olabilmekle birlikte, en temel sayılabilecek iki tanesinin acıma ve sevgi, merhamet ve muhabbet olduğunu söylemek mümkündür. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 16 İslam Çevre Ahlakının Esasları Merhamet İlkesi Erdemlilik, sorumluluğun gereklerini yerine getirmenin üstünde bir şeydir. Çevreye de sorumluluğumuzun sıradan gereklerinin üstünde bir gözle bakmak, İslam’ın çevre etiğinin temel ilkelerinden olsa gerektir. Çevremizdeki doğa ve canlılar, en üstün erdemlerle kendilerine muamele etmemizi hak etmekte ve bu tarz muameleler bizim daha yetkin/kâmil insan olmamızın da gereği olmaktadır. Erdemli insan, tüm ilişkilerinde erdemli düşünüp duyan ve erdemli davranan insandır. Çevreyle ve özellikle de çevremizdeki canlılarla ilişkimizde riayet etmemiz gereken en önemli erdemlerden biri merhamet erdemidir. Merhamet öncelikle, haksız yere öldürmemek, acı vermemek, zulüm etmemek, yani merhametsiz olmamaktır. Bir hadiste hayvanlarla ilgili merhametsizliğe karşı insanlar şöyle uyarılır: “Haksız olarak bir serçeyi öldürenden Cenab-ı Hak kıyamet gününde hesap soracaktır.” (Müslim, Sayd: 57) Hayvanlara zulmetmemek insanlara zulmetmemekle yakından bağlantılıdır ve o oranda ahlaki bir gerekliliktir. Nitekim Kur’an-ı Kerîm, “Yerde yürüyen hayvanlar ve kanatlarıyla uçan kuşlar da ancak sizin gibi birer toplulukturlar” (En’am/6: 38) buyurmaktadır. Hayvan hakları denildiğinde genellikle onların hayatlarına müdahâle edilmemesi, fıtri yapılarına uygun işlerde çalıştırılmaları, kaldırabilecekleri kadar yük taşıtılmaları, gerekli yiyeceklerinin yeterince ve zamanında verilmesi, tabii ortamlarının ve üreme imkânlarının sağlanması, kendilerine işkence ve eziyet edilmemesi, hasta olduklarında tedavi ettirilmeleri gibi hususlar akla gelir. Osmanlı Türkleri, hayvanların korunması, barınması, yetiştirilmesi ve bu tür haklarına riayet edilmesi gibi birçok hususta çağının anlayışının çok üzerinde uygulamalar sergilemişlerdir. Bunun en iyi göstergeleri, hayvanlar için kurdukları vakıfların bolluğu, kedi ve köpeklerin bakımları için vakfiyelere şartlar koymaları, evler yapılırken uygun yerlere hayvanların su içebilmeleri için yalaklar yapılması, kuşlara yuva temini amacıyla cami ve medrese gibi binaların duvarlarına arabesklerle süslü kuş evlerinin yapılması gibi örnek ve çoğu diğer milletlerde görülmeyen uygulamalardır (Öztürk, 2008). Merhamet ikinci olarak da, kendimizin sebep olmadığı durumlarda da zor, zayıf ve mazlum durumda olanlara acımak ve yardım elini uzatmaktır. Çevremizdeki canlılar çoğu zaman böyle durumlara düşebilmektedir. Bu durumda onlara merhametsizlik etmemekle kalmayıp, şefkat ve merhametle yaklaşarak Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 17 İslam Çevre Ahlakının Esasları yardım etmek İslam çevre etiğinin yüksek ilkelerindendir. Yine bir hadiste merhamete şöyle teşvikte bulunulmaktadır: “Siz yeryüzünde olanlara merhametli olunuz ki, göktekiler de size merhametli olsunlar.” (Ebû Dâvud, Edeb: 58; Tirmizî, Birr: 16) Erdemlilik sadece merhameti değil, merhamete muhtaç olan veya olmayanlara karşı, elden geldiğince muhabbeti de gerektirmektedir. Bu da çevreye yönelik erdemliliğin ikinci temel ilkesidir. Muhabbet İlkesi Muhabbet veya sevgi, birçok erdemsizliği önleyen, birçok erdemi de kapsayan ve gerektiren en yüksek erdem ya da en yüksek erdemlerden biridir. Örneğin sevgi ilgiyi, ilgi de iyilik etmeyi gerektirir. Gerçek sevgi, sevilene karşı yapılabilecek bütün kötülükleri de önler. Sevgi ile ilgili bu hususlar, çevre sevgisi için de geçerlidir. Sevgi merhamette olduğu gibi daha ziyade canlılara yönelik olmak durumunda da değildir. Sevgi, canlı-cansız tüm varlığı kapsar; dağları ve gökleri bile kuşatır. Nitekim Hz. Peygamber’in Uhud dağı ile ilgili söylediği söz çok meşhur ve manidardır: “Uhud öyle bir dağdır ki, o bizi sever, biz de onu severiz.” (Buhârî, Cihâd: 71; Müslim, Hacc: 504) Sevgi bir şeyden zevk almayı, hoşnut ve memnun olmayı ve onu güzel görmeyi sağlar. Bunlar çevre sevgisi için de geçerlidir ve bazı ayetlerde bile gözükmektedir: “Hayvanları da yaratmıştır. Onlarda sizi ısıtacak şeyler ve birçok faydalar vardır…. Onları getirirken de, gönderirken de zevk alırsınız.… Sizin için atları, katırları ve merkepleri binek ve süs hayvanı olarak yaratmıştır….” (Nahl/16: 5-8) Doğadaki çeşitli olaylar, manzaralar, akarsular, şelaleler, ağaçlar ve çiçekler, kelebekler ve türlü türlü hayvanlar bizim için sevilmeye layık oldukları gibi bizim sevinmemize, neşelenmemize ve yaşama sevgimizin artmasına da sebep olurlar. Nitekim bir ayette onların bizi nasıl sevindirdiğine dikkat çekilir: Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 18 İslam Çevre Ahlakının Esasları “Rüzgârları gönderip bulutları yürüten, onları gökte dilediği gibi yayan ve kısım kısım yığan Allah’tır. Artık sen de aralarından yağmurun çıktığını görürsün. Allah’ın, kullarından dilediğine verdiği yağmurla, daha önceden kendilerine yağmur indirilmesinden ümitlerini kesmiş oldukları için onlar sevinirler.” (Rum/30: 48-49) Doğal çevrenin sevinilmeye ve sevilmeye layık şeylerle dolu olduğu bazı ayetlerde onların “rengârenk şeyler” (Nahl/16: 12-13) olduğu, bazılarında normal faydalarının ötesinde “güzel kokulu” (Rahman/55: 10-12) oldukları gibi apaçık estetik bir dille ifade edilmektedir. Peygamberimizin doğal güzellikleri ve birçok hayvanı sevdiğini belirten pek çok hadis de bu konuda Müslümanlara örnek olmalıdır. Bunlara, sadece at ile ilgili bir örnek vermek yeterli fikir verebilir. Enes bin Malik’in anlattığına göre “Medine’de büyük bir korku ve panik olmuştu. Resulullah(s.a.s), Ebu Talha’nın Mendup adındaki atını ödünç olarak aldı. Ata binip araştırmasını yaptı, geri döndüğü vakit şöyle buyurdu: ‘Biz bir şey görmedik; bu atı da derya gibi bulduk.’” (Buhârî, 2005, 903) Memnuniyet, hoşnutluk ve güzel görmeye neden olan sevgi, güzel ilişkiye, güzel davranmaya ve iyilik etmeye de neden olur. Doğal çevre ve hayvanlara karşı olan sevgi ve iyilik etme, belki de en üstün iyiliklerdendir; çünkü bu tür iyilikler karşılık bekleyerek yapılabilecek iyiliklerden değil, karşılıksız iyiliklerdendir ve bu da iyiliğin en üstün şeklidir. Nitekim bir ayette şöyle buyrulur: "O, yaptığı iyiliği birinden karşılık görmek için değil, ancak yüce Rabbinin hoşnutluğunu gözeterek yapmıştır. Elbette kendisi de hoşnut olacaktır." (Leyl 92/19-21) Ashaptan bazıları “Ya Resulullah! Hayvanlara iyilik yapmakta bizim için sevap var mıdır? dediler. Resulullah buyurdu ki: “Her bir yaş ciğer (canlı) sahibine yapılan iyilik için sevap vardır.” (Buhârî, 2005, 383). Erdemlilik, elbette insanların ulaşabileceği en üst düzeylerdendir. Bununla birlikte, sıradan erdemliliğin de üzerinde, erdemlilikle bilginin ve dinî bağlamda biraz da maneviyatın birleştiği bilgelik, hikmet sahibi olma hâli daha da üst bir düzey olsa gerektir. Bu düzey de bizi, bilgelik kuramına ve onun iki temel ilkesi olan ubudiyet ve kutsiyet ilkesine getirmektedir. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 19 İslam Çevre Ahlakının Esasları BİLGELİK: UBUDİYET VE KUTSİYET İLKESİ Bilgelik, erdemli davranışların da ötesinde bir derinlik, sıradan insanlar bir yana, sorumluluğunu yerine getiren erdemli insanların bile kavrayış gücünü aşan biçimde varlıklar, olaylar ve olguların arka planına vukufiyet ve bunun gerektirdiği gibi davranabilme, ama aynı zamanda bilgisinin sınırı konusunda sıradan insandan bile daha mütevazı olabilme gibi üstün niteliklerin adıdır. İslam çevre etiğinin belki en üst düzeyi de çevreye bilgelik gözüyle bakmak ve çevremizdeki her şeyde olağan üstü bir bilgelik görebilmektir. Bu durumu bildiren pek çok ayetten biri şudur: “Biz gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları oyun olsun diye yaratmadık. Biz onları, ancak ve ancak gerektiği gibi *hak ve hikmet üzere+ yarattık, ama insanların çoğu bilmezler.” (Duhân/44: 38, 39) Bilgelik kuramının da iki temel ilkesinin olduğunu söylemek mümkündür. Bunlar, Kur’an’ın bahsettiği ama herkesin anlaması kolay olmayabilen, tabiattaki varlıklarla ilgili ubudiyet ve kutsiyet ilkeleridir. Bunlar her varlığın kendi içinde değerli olduğunu gösteren ve böylece İslami ekolojinin en derin ya da en yüksek ilkelerdir. Bilgelik kuramının da iki temel ilkesi vardır. Ubudiyet İlkesi Bilgelik kuramı, çevredeki varlıkların insandan bağımsız olarak özsel değer taşıdıklarını görme ve kabullenmenin dini/İslami bir versiyonudur. Ama bilgelik, herkesin ulaşması veya anlaması gereken bir düzey değildir. Bilgelik kuramının birincisi ilkesi Kur’ani terimlerle ifade edilmek istendiğinde, ubudiyet ilkesi demek mümkündür. Ubudiyet ilkesi, canlı cansız bütün varlıkların abid ve arif varlıklar gibi görülebilmesi gerektiğini çağrıştıran bir ilkedir. Çünkü Kur’an’da defalarca çevredeki bütün varlıkların Allah’ı tesbih ettiği ve O’na secde ettiği gibi hususlar açıkça belirtilmektedir: “Göklerde ve yerde olanların, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanların ve insanların birçoğunun Allah’a secde ettiklerini görmüyor musun? …” (Hacc/22: 18) “Göklerde ve yerde bulunan her canlı ve melekler, büyüklük taslamaksızın Allah’a secde ederler. Fevklerinde olan Rablerinden korkarlar ve emrolundukları şeyleri yaparlar.” (Nahl/16: 49, 50. Krş. Rahman/55: 6). Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 20 İslam Çevre Ahlakının Esasları Ancak daha önce de belirttiğimiz gibi, bu ve bundan sonraki ilkeler herkesin tam olarak anlaması beklenen hususlar olmasa gerektir. Zaten bu noktadaki anlama güçlüğü Kur’an’da da belirtilmektedir: “Yedi gök, yer ve bunlarda bulunanlar O’nu tesbih eder; O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur; fakat siz onların tesbihlerini anlamazsınız.” (İsra/17: 44. Krş. Hadid/57: 1; Cuma/62: 1; Nur/24: 41) Ubudiyet ilkesi, çevreyi sadece abid gibi görmeyi değil, onun ötesinde, kalp yumuşaklığı ve takva gibi konularda kendisiyle kıyaslanılabilecek ve hatta gıpta edilebilecek varlıklar olarak görmeyi de çağrıştırmaktadır. Nitekim taşlarla ilgili şu ayet bu hususa güzel bir örnektir: “(Ne var ki) bunlardan sonra yine kalpleriniz katılaştı. Artık kalpleriniz taş gibi yahut daha da katıdır. Çünkü taşlardan öylesi var ki, içinden ırmaklar kaynar. Öylesi de var ki, çatlar da ondan su fışkırır. Taşlardan bir kısmı da Allah korkusuyla yukardan aşağı yuvarlanır.” (Bakara/2: 74) Kutsiyet İlkesi Kutsiyet ilkesi, bilgelik kuramının ikinci ve genel olarak İslam çevre etiği ilkelerinin de sekizinci ve sonuncusudur. Varlıkların, abit olmalarının da ötesinde kutsal bir değer taşıdıklarının kabulü anlamına gelir. Müslümanlar için mescitler kutsal yerlerdir ve Hz. Peygamber, yeryüzünün tamamının kendisine mescit kılındığını söylemiştir: “Yeryüzü bana mescit kılındı …” (Buhârî, Salat 56, hadis no: 84; Müslim, Mesacid 3, hadis no: 521; Nesai, Mesacid 42, hadis no: 256). Bu hadis, yeryüzünün en azından mescit mesabesinde bir kutsallık taşıdığını göstermektedir. Bununla birlikte, tam olarak anlamak kolay olmasa da, yer veya gök, canlı veya cansız tüm varlıkların kutsiyetini çağrıştıran Kur’an ayetleri de vardır: “Doğu da Batı da Allah’ındır; nereye dönerseniz Allah’ın yönü orasıdır. Doğrusu Allah her yeri kaplar…” (Bakara/2: 115) Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 21 İslam Çevre Ahlakının Esasları “Allah, göklerin ve yerin nûrudur. O'nun nûrunun temsili, içinde lamba bulunan bir kandillik gibidir. O lamba kristal bir fanus içindedir; o fanus da sanki inciye benzer bir yıldız gibidir ki, doğuya da, batıya da nisbet edilemeyen mübarek bir ağaçtan, yani zeytinden (çıkan yağdan) tutuşturulur. Onun yağı, neredeyse, kendisine ateş değmese dahi ışık verir. (Bu,) nûr üstüne nûrdur. Allah dilediği kimseyi nûruna eriştirir. Allah insanlara (işte böyle) temsiller getirir. Allah her şeyi bilir.” (Nur/24: 35) Bu ayetlerde belirtildiği üzere her yerin Allah’ın olması ve Allah’ın nurunu yansıtması, her yere kutsalın yansıması ve ondan bir şeylerin taşıyıcısı olarak bakmanın mümkün, meşru ve hatta makbul olduğunu göstermektedir. Bu da İslam çevre etiğinin en üst düzey ilkesi olsa gerektir. Sonuç Sonuç olarak, Müslümanlar olarak bizler, Kur’an’da çevre ahlakı ile ilgili bunlar ve benzeri ilkelerin en alt düzeydekinden en üst düzeydekine kadar çevre bilincine sahip olmaya çalışmalı ve çevreye karşı bu bilinç düzeylerinin gerektirdiği yüksek ahlaki ilkeler ve öğütlere uygun bir biçimde davranmaya çalışmalıyız. Çünkü çevre ile ilgili davranışlarımızdan dolayı başta Allah’a karşı olmak üzere, insanlığa karşı, öteki canlılara karşı, vicdanlarımıza karşı ve özellikle de gelecek kuşaklara karşı sorumlu olduğumuzu unutmamalıyız. Ayrıca, bir zamanlar çevreyi hoyratça sömürenler ve hayvanları cansız makinelerden farksız görenler, şimdi de ifratın karşı kutbuna geçip, çevrecilik adına çevreye tapma ve neo-pagan uygulamaları popülerleştirmeye girişmiş olduklarından, Müslümanların çevre ahlakı ve uygulamaları konusunda da ölçülü ve örnek ümmet olma sorumluluklarını yerine getirmelerine, ekolojik açısından olduğu gibi deyim yerindeyse teolojik açıdan da acil ve küresel bir ihtiyaç olduğu aşikârdır. Çünkü çevreye karşı duyarsızlığın tefrit batağındakilere karşı çevremizdeki nimetleri hoyratça sömürmemek gerektiğini söylemek Müslümanlara düştüğü gibi, çevreyi koruyup yüceltmek adına çevreye tapmaya ve yeni putperestlikler türetmeye meylederek ifrat batağına doğru sürüklenenlere karşı şu ilahi uyarıyı hatırlatacak olanlar da Müslümanlardır: “Gece ile gündüz, güneş ile ay Allah’ın varlığının belgelerindendir. “Güneşe ve aya secde etmeyin; eğer Allah’a kulluk etmek istiyorsanız, bunları yaratana secde edin” (Fussilet/41: 37). Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 22 Özet İslam Çevre Ahlakının Esasları •Çevre ahlakı, çevre sorunların küresel bir krize dönüştüğü 1970’li yıllardan sonra gelişmeye başlamıştır. Çevre sorunu, bu krize neden olan veya olmayan herkesi ilgilendirdiği için Müslümanların da çevre ahlakı konusunda fikir beyan etmeleri kaçınılmazdır. Zaten İslam dini çevre konusunda pek çok ilke ve öğütle doludur. Biz burada İslam çevre ahlakını dört kuram ve sekiz ilke olarak hiyerarşik bir tasnife tabi tuttuk. Bu kuramlar ve ilkelerin bir kısmı şöyle özetlenebilir: •YARARLILIK (MENFAAT) KURAMI •Nimet İlkesi (Çevre nimettir; Allah'ın insanlara lütuf ve ihsanıdır.) •Kirletme! •İsraf etme! •Ayet İlkesi (Çevre ayettir; Allah'ın varlığı ve birliğinin işaretidir.) •Düşün! Tefekkür et! •Ders al! İbret al! •SORUMLULUK (MESULİYET) KURAMI •Emanet İlkesi (Çevre insana emanettir.) •Hıyanet etme! •Koru! •Hilafet İlkesi (İnsan yeryüzünün halifesidir.) •İmar et! •İmtihanı kazan! Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 23 İslam Çevre Ahlakının Esasları DEĞERLENDİRME SORULARI Değerlendirme sorularını sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “bölüm sonu testi” bölümünde etkileşimli olarak cevaplayabilirsiniz. 1. Birleşmiş Milletler kaynaklarına göre, çevre sorunları yüzünden her yıl kaç bin insan hayatını kaybetmektedir? a) 50.000 b) 100.000 c) 150.000 d) 200.000 e) 300.000 2. Çevre ahlakının bağımsız bir ahlak disiplini hâlini almaya başlaması hangi tarihlere rastlar? a) 17. yüzyıl b) 18. yüzyıl c) 19. yüzyıl d) 20. yüzyılın ilk çeyreği e) 20. yüzyılın son çeyreği 3. Aşağıdakilerden hangisi İslam çevre ahlakının dört kuramından biri değildir? a) Yararlılık b) Sorumluluk c) Erdemlilik d) Bilgelik e) Çevrecilik 4. “Abdestte israf olur mu?” diye soran Sahabiye Hz. Peygamber aşağıdakilerden hangisi ile cevap vermiştir? a) “Evet! Okyanus kenarında olsan bile.” b) “Evet! Büyük bir deniz sahilinde olsan bile” c) “Evet! Akan bir ırmak kenarında olsan bile” d) “Evet! Bir göl kenarında olsan bile” e) “Evet! Akan bir pınar başında olsan bile” Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 24 İslam Çevre Ahlakının Esasları 5. “……………. öyle bir dağdır ki, o bizi sever biz de onu severiz” hadisinde geçen dağ hangisidir? a) Uhud b) Nur c) Ağrı d) Erciyes e) Kocadağ Cevap Anahtarı 1.c 2.e 3.e 4.c 5.a YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR Akseki, A.H. (1979). Ahlak İlmi ve İslam Ahlakı, İstanbul. Albayrak, S. (1997). 41 Orijinal Belge Işığında Eski İstanbul’da Sosyal Hayat ve Çevre, İstanbul. Armağan, S. (2005). İslam ve Çevre, İstanbul. Bayraktar, M. (1992). İslam ve Ekoloji, Ankara. Buhari, (2005). Edebu’l-Müfred, çev. Rauf Pehlivan, İstanbul. Canan, İ. (1995). Ayet ve Hadislerin Işığında Çevre Ahlakı, İstanbul. Degrazia, D. (2002). Hayvan Hakları, (Ankara: Dost. Foltz, R.C, F.M. Denny, A. Baharuddin, (2003), İslam ve Ekoloji: Bahşedilmiş Bir Emanet, İstanbul: Oğlak Yayınları. İbn Miskeveyh. (1983). Ahlakı Olgunlaştırma, çev. A. Şener, C. Tunç, İ. Kayaoğlu, Ankara. Jardins, J. (2006). Çevre Etiği: Çevre Felsefesine Giriş, çev. Ruşen Keleş, İstanbul. Kayadibi, F. (editör), (2008). İ.Ü. İlahiyat Fakültesi Çevre ve Din Uluslararası Sempozyumu Bildiri Metinleri, cilt I, II, İstanbul. Khâlid F. (1997). İslam ve Ekoloji, çev. Murat Çiftkaya, İstanbul. Mert, H. (1987). İslamiyette Ağaca Verilen Önem, İstanbul. Oliphant, J. (2007). Religious Ethics for AS and A2, London. Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 25 İslam Çevre Ahlakının Esasları Özdemir, İ. (1997). Çevre ve Din, Ankara. Öztürk, S. (2008). “Osmanlı Toplumunda Çevre-İnsan İlişkileri”, İ.Ü. İlahiyat Fakültesi Çevre ve Din Uluslararası Sempozyumu Bildiri Metinleri, cilt II içinde, İstanbul. Singer, P. (2002). Hayvan Özgürleşmesi, İstanbul: Ayrıntı. Sungurbey, İ. (1993). Hayvan Hakları, İstanbul. Turgay, N. (2008). Kur’an Açısından Hayvanlar ve Bitkiler, Diyarbakır. Yaran, C.S. (2010). Ahlak ve Etik, İstanbul. Yaran, C.S. (2011). İslam Ahlak Felsefesine Giriş, İstanbul: dem yayınları. Yaran, Rahmi, (2008). “İmkan-İhtiyaç Dengesi”, Kainattan Sorumluyuz, editör: Kerime Cesur, (İstanbul: İstanbul Müftülüğü Kültür Yayınları, Sayı: 4, Yıl: 2008). Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi 26