Page 1 46 DEM DERGİ | YI L 1 SAY I 4 Ortak1 bir alanda

advertisement
YORUM
Çok-kültürlülük ve Bir Arada Yaşama:
Bazı Sorular ve Sorunlar
Feyzullah YILMAZ*
B
ugünlerde Alain Touraine’in bir kitabını okuyorum. Kitap, içinde yaşadığım
toplum(lar) çerçevesinde kendimi sürekli olarak içinde bulduğum bir sorunu ele
alıyor: Bir arada yaşama.1 Kitabın özel olarak ikinci kısmında bir arada yaşama tar-
tışmalarına giren Touraine de, konuya ilk olarak referans alınabilecek noktalardan başlamakta ve konuya ilgi duyan birçok insanın sorduğu soruları sorarak konuya girmekte:
>>
Ortak1 bir alanda farklılıklarımızla (dinsel, dilsel, fikirsel, ideolojik, kültürel)
nasıl bir arada yaşayabiliriz, neye göre yaşayabiliriz ve kriterlerimiz neler olabilir? Touraine bu soruları kitabında oldukça ayrıntılı olarak tartıştığı gibi, bunlara bazı cevap önerileri de sunmaya çalışıyor. Benim ise bu yazı çerçevesinde
yapmak istediğim şey, bir arada yaşama konusuna ilişkin bazı temel sorulardan
yola çıkarak kendimize yönelik bir değerlendirme yapmak ve yazıyı okuyanların zihninde kendilerine yönelik olarak küçük de olsa bazı sorgulamalar başlatabilmek. Sorunun çözümü öyle hemencecik gerçekleştirilebilecek bir mesele
olmadığı için, buna ilişkin olarak çok fazla değerlendirme yapmayacağım.
Temel sorulardan bir tanesiyle başlamak gerekirse, bir arada yaşama konusundaki en çetrefilli soru belki de referans meselesidir. Yani, farklılıklarıyla bir
araya gelen insanların, toplulukların, toplumların bir arada sürdürecekleri yaşam hangi kaynaklara, referanslara göre bir düzene koyulabilir? Diyelim ki bir
Hıristiyan, Yahudi, Hindu, Şintoist ya da bir Budist toplumsal alanda birlikte
yaşamak durumunda. Birinin referans aldığı kaynaklara göre gayet normal, kabul edilebilir olan davranışlar, kurallar, bir başkası için kabul edilemez olduğunda ne olacak? Kimin dediği geçerli olacak? Herkes iddia eder ki, kendisinin ilahi
kaynağı en gerçek doğruları söyleyen kaynak. Ama bırakalım ilahi kaynakları, o
* Stockholm Üniversitesi,
Siyaset Bilimi, Yüksek Lisans,
[email protected]
46
DEM DERGİ | YIL 1
1
Touraine, Alain, Eşitliklerimiz ve Farklılıklarımızla Birlikte Yaşayabilecek Miyiz?, İstanbul: Yapı
Kredi Yayınları, 2002.
S AY I 4
Toplumlar arası alış-verişlerin, etkileşimlerin, seyahatlerin, gezilerin, göçlerin ve tabii ki yerleşmelerin giderek daha fazla insanı birbiriyle etkileşim haline soktuğu küresel bir dünyada; artık saf bir
Paris’ten, Londra’dan, Berlin’den bahsetmenin mümkün olmadığı
çok-kültürlü bir dünyada, toplumsal alanda yaşayan farklılıklara
tek inanç, iman veya değer türüne dayalı kurallar, ilkeler, yasaklar
ve davranış kodları dayatabilmek ne kadar mümkün?
toplumsal alanda Ateistler de olabilir. Onların hiç
ilahi kaynakları olmayabilir. Kendi kaynaklarımızda yazanlara onların uymalarını bekleme hakkını
nasıl kendimizde görelim? Nasıl bir ikna aracı ile
toplumsal alanda yaşayan bunca farklılığı bir arada yaşatabilirsiniz? Bizim değerlerimiz, inançlarımız doğru, hakikat diyerek olamayacağına göre,
birlikte yaşayabilmek için başka kriterler bulmak
gerekir. Bu durumda ortaya önce bazı farklı tartışma düzlemleri çıkar. Şimdi kısaca bu farklı tartışma düzlemlerine değinip, özellikle kendi toplumumuzdan hareketle, onları bir arada yaşamaya
ve referans bulma konusuna etkileri çerçevesinde
değerlendirmeye çalışalım. Benim görebildiğim
kadarıyla mesele şu iki farklı şekilde ele alınmaya çalışılıyor: 1) Din bağlamında, özelde ise İslam
dini ve Kur’anî referanslar açısından. 2) Din dışı
referanslar açısından.
Olayı din bağlamında ele aldığımızda ortaya iki
görüş çıkar. Bunlardan birinci görüşe göre sorunun tartışılmasına hiç gerek yoktur, çünkü cevap
tününe sahip olduklarını ve o değerlere inananla-
çok açık ve nettir: Kaynakta ne yazılıyorsa, çözüm
rın da hepsinin aynı şekilde inandığını varsayarlar
o şekilde sağlanacaktır. Aksini düşünmenin gereği
ve diğerlerinin kendilerinin davrandıkları şekilde
yoktur. Meseleyi ve referans konusunu din bağ-
hareket etmelerini beklerler. İkinci görüş sahipleri
lamında ele alan ikinci görüşe göre ise, metni an-
ise, değerlerin ortak olabileceğini, fakat bunlardan
lamanın tek bir yolu yoktur, aynı metinden farklı
çıkartılan yorumların farklı olabileceğini düşünüp,
yorumlar çıkartılabilir ve dolayısıyla da cevap o
çoğulculuğa daha açık bir tutum sergilerler.2
kadar da açık ve net değildir, olmayabilir. Bu iki
bakış açısı çerçevesinde, birinci görüş sahipleri,
ortak bir değerler, inançlar, ilkeler ve kurallar bü-
2
Bu konuyu daha somutlaştırmak anlamında örnek
olarak, İslam’ın veya Hıristiyanlığın farklı toplumlarda farklı şekillerde yaşanıyor olmasından bahsedi-
YIL 1
S AY I 4 | D E M D E R G İ
47
Yine de insanların kendi değerlerinin referanslılığından vazgeçme noktasında pek istekli olmayacaklarını varsayalım. Peki, o halde bu tek taraflı ve
değer, inanç, iman temelli referansların uygulanabilirliği günümüz “küresel” dünyası açısından ne
kadar gerçekleştirilebilir bir durumdur? Toplumlar arası alış-verişlerin, etkileşimlerin, seyahatlerin,
gezilerin, göçlerin ve tabii ki yerleşmelerin giderek
daha fazla insanı birbiriyle etkileşim haline soktuğu küresel bir dünyada; artık saf bir Paris’ten,
Londra’dan, Berlin’den bahsetmenin mümkün olmadığı çok-kültürlü bir dünyada, toplumsal alanda yaşayan farklılıklara tek inanç, iman veya değer
türüne dayalı kurallar, ilkeler, yasaklar ve davranış
kodları dayatabilmek ne kadar mümkün?
Konuyu bu zeminde tartışmaya devam edecek
olursak, güçten bahsedebiliriz. Mesela istediği-
ahlaki kaygılardır. Fakat sadece ahlaki kaygılar
değil, çıkara dayalı kaygılar da ortaya çıkar. Yani
biz kendi içimizdeki azınlıkları kendi doğrularımıza zor kullanarak “ikna” edersek, başkalarının
çoğunlukta olduğu toplumlarda kendimize zor
kullanılmasını ve bu yolla ikna edilmemizi nasıl
eleştirebiliriz, nasıl engelleyebiliriz? Mesela şimdi
Amerika’daki, Avrupa’daki bütün Müslümanlarımız zorla başka doğrulara inandırılmaya çalışılsa,
ne diyeceğiz? Görünüyor ki, bu işi güçle halletmek
de bir çözüm değil.
Bu meseleleri düşünmek idealist olmanın yanı sıra,
aslında gayet realist bir yaklaşımın da ürünüdür
ve tam da bu yüzden üzerinde ayrıntılı bir şekilde
düşünülmesi elzemdir. Örneğin, Türkiye örneğinden yola çıkıp da bu çok-kültürlülük konularında
biraz isteksiz olan bir insanımıza, işte bu yukarı-
Farklılıklara karşı hoşgörü genetik bir özellik değildir, anneden-babadan kalıtsal olarak geçmez; toplumsal-kültürel bir özelliktir ve
bu da toplumsal ve kültürel alanda yaşayan farklılıkların ne kadar
açık bir şekilde kendilerini o toplumlarda gösterebildikleri, ifade
edebildikleri, açıklayabildikleri ile alakalıdır.
miz referansları güçle başkalarına kabul ettirebilir
miyiz? Örneğin, bir toplum bazı sınıflar, ideolojiler, dinler anlamında diğerlerine nazaran görece
daha homojen olabilir. O zaman o topluma bakarak, toplumsal alanda hangi sınıflar, gruplar daha
güçlüyse, onların istediklerini diğerlerine zorla da
olsa kabul ettirebileceğini düşünebiliriz. Mesela
Türkiye örneğinden konuşacak olursak, toplumun
%90’ı Müslüman olan bir ülkede, Müslüman’ların,
diğer bütün azınlıktakileri kendi inandıkları türden doğrulara zor da olsa ikna edebilmesi mümkün olabilir. Bunu kabul edilebilir bulabilir miyiz?
Bu noktada iki tür kaygı ortaya çıkar: Birincisi
lebilir. Herkesin malumudur ki, Suudi Arabistan’da,
Afganistan’da veya İran’da yaşanan İslam pratiği ile
Türkiye’de yaşanan İslam pratiği arasında ciddi farklar
vardır.
48
DEM DERGİ | YIL 1
S AY I 4
daki basit karşılaştırmalı örneklerden hareketle,
bu tür tek değere, ilkeye, inanca dayalı referansların kullanılabilirliğinin sorunlu olması hakkında
bazı açıklamalar yapılabilir. Örneğin, Türkiye’deki
yabancılara vakıf kurma, toprak edinme gibi konularda hak verilmesi noktasında isteksiz olan
insanlarımız, başka ülkelerde yaşayan akrabalarının, yaşadıkları ülkelerde benzer istekleri olmasını
normal karşılayacaklardır. Peki, o ülkelerin de bu
isteklere karşı çıkmasını da normal karşılayabilecekler midir? Yani siz kendi toplumunuzda bir referansa (din, ideoloji) dayanarak kural, kanun belirleyebileceğinizi düşünürseniz, o zaman başkaları da sizin azınlıklarınıza karşı kendi ideolojilerine,
dinlerine referansla kanunlar, kurallar koyabilirler.
O zaman bunu, özellikle olumsuz olabilecek uygulamalar çerçevesinde, nasıl eleştirebileceğiz, en-
gelleyebileceğiz? Herkes kendi memleketinde yaşasın, kimse başka bir topluma gidip yerleşmesin
mi diyeceğiz? Herkes tek taraflı kanunlar yapsın,
kimse başkasınınkileri karıştırmasın mı diyeceğiz?
Bu gibi fikirlerin geçerliliklerinin olmadığı bir gerçektir, fakat yine de bazı kesimler tarafından savunuldukları bilinmektedir. Kanaatimce asıl önemli
olan, yukarıda bahsettiğimiz bu basit karşılaştırmaları yapabilir ehliyette olabilmeliyiz.
Olayın referanslar dışında bir de şu boyutu vardır
ki, o da farklılıklara karşı hoşgörünün nasıl ortaya
çıktığı ile alakalıdır. Farklılıklara karşı hoşgörü genetik bir özellik değildir, anneden-babadan kalıtsal olarak geçmez; toplumsal-kültürel bir özelliktir
ve bu da toplumsal ve kültürel alanda yaşayan
farklılıkların ne kadar açık bir şekilde kendilerini
o toplumlarda gösterebildikleri, ifade edebildikleri, açıklayabildikleri ile alakalıdır. Yani, sosyal
gerçeklik alanında farklı bireyleri, toplulukları
görünmeyen bir toplumun ortada hiçbir itici güç
yokken ve kendiliğinden otomatik olarak bu tür
farklılıklara karşı bir hoşgörü kültürü geliştirmesini/geliştirebileceğini düşünmek ve beklemek pek
gerçekçi olmaz. Bu durum diğer bütün farklılıklar
için (Ermeni, Yahudi, Roman, Ateist) geçerlidir.
Peki, bizim toplumumuz açısından durum nasıldır? Bizim böyle çok-kültürlülük derdimiz, sorunumuz, bazılarının söylediği gibi, yok mudur?
Bu sorun, bazılarının iddia ettiği gibi, üretilmeye,
kurgulanmaya çalışılan bir sorun mudur? Ya da bu
sorun, yine bazılarının iddia ettiği gibi, dışarıdan,
yani Batı’dan, kaynaklanan bir sorun mudur? Bizim toplumumuzda, sosyal gerçeklik alanında bu
tür farklılıklar (dilsel, dinsel, cinsel, ideolojik vs.)
yok mudur? Yoksa vardırlar da, pek açıktan açığa
kendilerini ifade etmemekte ya da edememekte
midirler? Benim kanaatime göre bizdeki durum
ikinci görüşe yakın bir durumdur. Evet, toplumsal
alanımızda farklılıklar vardır, fakat bunlar kendilerini açıkça ifade etme, gösterme, açıklama hususlarında geride durmaktadırlar. Fakat toplumsal
alanımızda bu türden farklılıkların olduğu kabul
edilse de, bu durumlarda şu tür argümanlar ileri
sürülmektedir: “Bu toplumda bu türden insanlar
da olabilirler, ama bunların sayıları çok fazla değildir, o yüzden, bunların sorunlarını büyütmeye
YIL 1
S AY I 4 | D E M D E R G İ
49
gerek yoktur.” Birincisi, bunu diyenlerin türban
sorunu yüzünden üniversiteye giremeyen insanların sayısı hakkındaki verilere tekrar bakmaları
gerekir. İkincisi de özgürlükler, haklar konularında bir hiyerarşi yapmanın ne kadar kabul edilebilir bir durum/fikir/argüman olduğunu yeniden
değerlendirmeleri gerekir. Toplumsal alanda yaşanan adaletsizlikleri, sorunları, hak ihlallerini.
bir sorun olarak algılamamız için, onların belli bir
sayıya ulaşmalarını mı beklememiz gerekir, yoksa
insanların sorunlarını sadece insan oldukları için
değerli bulup, sayıları az da olsa onların sorunlarıyla ilgilenmeli miyiz?
Bizim toplumumuzda birçok farklılıklar (dinsel, dilsel, kültürel, ideolojik, cinsel) vardır, fakat
bunların toplumun geri kalan kısmıyla olan iletişimlerinin, kendilerini açıkça ilan etmelerinin pek
yaygın olarak ve açıktan yapılmadığı ileri sürülebilir. Örneğin “bizden olmayanlar” noktasında
toplumsal bir baskının ve hoşgörüsüzlüğün söz
konusu olduğu dönem dönem yapılan araştırmalar neticesinde ortaya çıkmaktadır.3 Örneğin bu
3
Ali Çarkoğlu, Binnaz Toprak, “Değişen Türkiye’de Din,
Toplum ve Siyaset”, Tesev Yayınları, Aralık – 2006. Adı
50
DEM DERGİ | YIL 1
S AY I 4
araştırma çerçevesinde kendisiyle komşu olunmak
istenmeyenler listesine baktığımızda, ilk sırada eşcinselleri %66,2 ile görmekteyiz. Sıralamada eşcinselleri ateist bir aile ile komşu olmak istemeyenler
%49 ile, Rum aile ile %42,9, Ermeni aile ile %42,
Yahudi aile ile %39.1, Kürt aile ile %28.2 ve farklı
mezhepten aile ile %24,4 oranlarıyla takip etmekteler.4 Görüldüğü gibi farklı mezhepten bir aileye
karşı bile %25 gibi, kanaatimce oldukça yüksek bir
hoşgörüsüzlük durumu söz konusudur.
Ermeniler, Yahudiler, Aleviler konusunda ise çevremde yaptığım bireysel yoklamalardan yola çıkarak küçük bir değerlendirme yapmak gerekirse, şunları söyleyebilirim. Bu bireysel yoklamalar
çerçevesinde benim gördüğüm, bu farklılıklarla
öyle pek de yakın olmadığımızdır, çünkü neredeyse kimsenin eşcinsel, Yahudi, Ermeni arkadaşı,
ahbabı, dostu yoktur. Herkesin çevresi kendinden
olanlarla, kendisine dünya görüşü, ideolojik tercihi yakın olanlarla doludur. Fakat bu iletişimsizlik,
bu farklılıklar toplumumuzda olmadığı için yaşanan bir olgu değil, aksine, onları görmezden gelerek “yaşayabiliyor” olmamızdan kaynaklanıyor
diyebiliriz. Bu noktadan hareketle de, kanaatimce,
insanlar kendilerine bazı basit soruları sormalılar
ve bazı kolay cevapları da hemen verili kabul etmeden, bu tür meseleler üzerinde biraz kafa yormalılar: Örneğin, sizin kendi anlam dünyanızın temellerine zıt olan ve yakın ahbabınız olan kaç kişi
var? Bu kişilerin farklılıklarının derecesi ve çeşitliliği nedir? Kaç Ermeni, Yahudi, Ateist, Kürt, Laz,
Arap, Çerkez, Alevi, Süryani, Hıristiyan, Eşcinsel
arkadaşınız, dostunuz var, kendisiyle oturup kalktığınız, diyalog içerisinde olduğunuz, iletişime,
etkileşime geçtiğiniz? Yoksa sürekli kendinizden
olanlarla kapalı bir kutu içerisinde yaşayıp gidiyor
musunuz?
Sorunun çözümü noktasında bir şey söyleyebilmek
gerçekten çok zor, zaten yazımızın başında da belirttiğimiz gibi, bu yazının amacı da meseleye genel-geçer bir çözüm sunmaya çalışmaktan ziyade,
bazı şeylerin sorgulanmasına girişmek ve tabii ki
4
geçen çalışmaya http://www.tesev.org.tr sitesinden
ulaşılabilir.
Ali Çarkoğlu, Binnaz Toprak, “Değişen Türkiye’de Din,
Toplum ve Siyaset”, Tesev Yayınları, Aralık – 2006, s. 47.
onların başka zihinler tarafından da sorgulanabilmesi için bazı fikirler ileri sürmek. Fakat son tahlilde, İbrahim Kalın’ın bir yazısında bahsettiği Bağdat Kozmopolitliği örneğinden, tarihten yaşanmış
bir çözüm örneği olarak, kısaca bahsedilebilir.
“Nitekim İslam coğrafyasında büyük ilim,
düşünce ve sanat eserlerinin vücuda gelmesinde İslam şehirlerinin kozmopolit yapısı
hayati rol oynamıştır. Kültürel zenginliğin,
ilmi derinliğin, dini özgürlüğün, sosyal mobilitenin ve sonuçta toplumsal dayanışmanın
en güçlü olduğu yerler, kozmopolit kimliğin
kök saldığı yerleşim birimleri olmuştur. Bağdat, Şam, Kahire, İskenderiyye, İstanbul, Isfahan, Lahor, Kurtuba, Granada gibi şehirler
derinlik, esneklik ve hareketliliğin en yoğun
yaşandığı yerler olmuştur. Klasik İslam toplumlarının kozmopolit yapısını gösteren en
çarpıcı örneklerden biri, Müslüman alimlerle
diğer din mensupları arasında yapılan münazaralarda kabul edilen temel kurallardır.
Bu kurallardan biri şöyle diyor: Tartışmalar-
da hiç bir kimse kendi kutsal kitabından delil getirmeyecek. Müslümanlar Kur’an’dan,
Yahudiler Tevrat’tan, Hıristiyanlar İncil’den
hareketle görüşlerini temellendirmeyecekler.
Bütün argümanlar, iddialar, ispat ve deliller
akla, mantığa, ikna gücüne dayanacak. Müslümanlar, “ev sahibi” oldukları için herhangi
bir imtiyaza sahip olmayacaklar.”5
Böyle bir toplumsal sistemin başka zamanlara ve
toplumlara doğrudan aktarılması gibi bir çözüm
önerisinden bahsetmiyoruz, zaten çözümün çok
zor olduğu noktasında da bir fikrimiz mevcut. Fakat hiçbir şey yapmadan ve verili kolay cevapları kabul ederek de bir sonuca ulaşamayacağımızı
biliyoruz. Buradan hareketle de, kanaatimizce,
yapılabilecek en iyi şey, her tür kolay cevaplılığı
bir kenara bırakmak ve elimizi taşın altına sokup,
konunun üzerinde samimi bir şekilde düşünmeye
başlamaktır.
5
İbrahim Kalın, “Türkiye’nin Çoğulculuk Meselesi”,
http://www.setav.org
YIL 1
S AY I 4 | D E M D E R G İ
51
Download