edebiyat fakültesi dergisi - Trakya Üniversitesi

advertisement
TRAKYA ÜNİVERSİTESİ
EDEBİYAT
FAKÜLTESİ DERGİSİ
Cilt: 2
Sayı: 3
Ocak 2012
TRAKYA UNIVERSITY
JOURNAL OF THE FACULTY
OF LETTERS
Volume: 2
No: 3
ISSN 1309-7660
Edirne
January 2012
TRAKYA ÜNİVERSİTESİ
TRAKYA UNIVERSITY
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ
JOURNAL OF FACULTY OF LETTERS
Cilt: 2, Sayı: 3, Ocak 2012
Volume: 2, Number: 3, January 2012
Dergi Sahibi / Owner
Trakya Üniversitesi Rektörlüğü
Edebiyat Fakültesi Adına
Prof. Dr. İlker ALP
Editör / Editor
Yrd. Doç. Dr. Hasan DEMİROĞLU
Dergi Yayın Kurulu / Editorial Board
Başkan / Chairman
Prof. Dr. İlker ALP
Üyeler / Members
Prof. Dr. Engin BEKSAÇ ● Prof. Dr. Recep DUYMAZ ● Prof. Dr. Ahmet
GÜNŞEN ● Doç. Dr. Burçin ERDOĞU ● Doç. Dr. İbrahim SEZGİN ● Yrd. Doç.
Dr. Levent DOĞAN
Kapak Dizayn / Cover Design
Öğr. Gör. Yavuz GÜNER
İletişim Adresi / Address
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Balkan Yerleşkesi – Edirne / TÜRKİYE
Tel.-Faks: 284 235 95 27
e-mail: [email protected]
Baskı / Publishing
Bizim Büro Basımevi
Yayın Dağıtım San. ve Tic. Ltd. Şti.
GMK Bulvarı 32/C Demirtepe / ANKARA
Tel: (312) 229 99 29-28 Fax. (312) 229 99 29 Mithatpaşa V. D. 1700224039
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi Uluslararası Hakemli bir dergidir.
Bu dergide yayımlanan makaleler Yayın Kurulu’nun izni olmadan aynen veya kısmen
yayınlanamaz ve iktibas edilemez. Yayımlanan yazı ve makalelerin içeriği ile ilgili tüm
sorumluluk yazarlarına aittir.
Kapaktaki Resim: Köl Tigin heykelinin baş kısmı. (Cengiz AYYILMAZ, Orhun Yazıtlarının
Bugünkü Durumu, Ankara 2005, s. 80)
DANIŞMA KURULU
Prof. Dr. İlker ALP ● Trakya Üniversitesi
Prof. Dr. Mehmet ALPARGU ● Sakarya Üniversitesi
Prof. Dr. Nurettin ARSLAN ● Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi
Prof. Dr. Evangelia BALTA ● Ulusal Yunan Araştırmaları Vakfı / Yunanistan
Prof. Dr. Alpaslan CEYLAN ● Atatürk Üniversitesi
Prof. Dr. Mesut ÇAPA ● Karadeniz Teknik Üniversitesi
Prof. Dr. Smail ÇEKİÇ ● Sarajevo Üniversitesi / Bosna-Hersek
Prof. Dr. Hayati DEVELİ ● İstanbul Üniversitesi
Prof. Dr. Nikolay EGOROV ● Çuvaş Sosyal Bilimler Enstitüsü / Çuvaşistan - Rusya
Prof. Dr. Cezmi ERASLAN ● Atatürk Araştırma Merkezi
Prof. Dr. Süleyman Sırrı GÜNER ● Trakya Üniversitesi
Prof. Dr. Derman KÜÇÜKALTAN ● Trakya Üniversitesi
Prof. Dr. Refik MUHAMMETŞİN ● Tatar Devlet Sosyal Bilimler Üniversitesi / Tataristan-Rusya
Prof. Dr. Azmi ÖZCAN ● Bilecik Üniversitesi
Prof. Dr. Christine ÖZGAN ● Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi
Prof. Dr. Nevzat ÖZKAN ● Erciyes Üniversitesi
Prof. Dr. Vitaliy RODİONOV ● Çuvaş Devlet Üniversitesi / Çuvaşistan -Rusya
Prof. Dr. Miryana TEODİSİYEVİÇ ● Belgrad Üniversitesi / Sırbistan
Prof. Dr. Ahmet TAŞAĞIL ● Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi
Prof. Dr. Turan YAZGAN ● Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı
Prof. Dr. İlya V. ZAYTSEV ● Rus Bilimler Akademisi Şarkiyat Enstitüsü / Rusya
BU SAYININ HAKEMLERİ
Prof. Dr. İlker ALP ● Trakya Üniversitesi
Prof. Dr. Fahameddin BAŞAR ● Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi
Prof. Dr. Murat DEMİRKAN ● Marmara Üniversitesi
Prof. Dr. Mehmet ERSAN ● Ege Üniversitesi
Prof. Dr. Temuçin Faik ERTAN ● Ankara Üniversitesi
Prof. Dr. Tuna ERTEM ● Ankara Üniversitesi
Prof. Dr. Saadettin GÖMEÇ ● Ankara Üniversitesi
Prof. Dr. Şeyma GÜNGÖR ● İstanbul Üniversitesi
Prof. Dr. Ahmet KANKAL ● Dicle Üniversitesi
Prof. Dr. Süleyman KIZILTOPRAK ● Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi
Prof. Dr. Abdülkerim ÖZAYDIN ● İstanbul Üniversitesi
Prof. Dr. Abdülkadir ÖZCAN ● Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi
Prof. Dr. Ahmet TAŞAĞIL ● Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi
Prof. Dr. Fikret TÜRKMEN ● Ege Üniversitesi
Prof. Dr. Mehmet Ali ÜNAL ● Pamukkale Üniversitesi
Prof. Dr. Mualla UYDU YÜCEL ● İstanbul Üniversitesi
Doç. Dr. Arif BİLGİN ● Sakarya Üniversitesi
Doç. Dr. Kemalettin KUZUCU ● Trakya Üniversitesi
Doç. Dr. İbrahim SEZGİN ● Trakya Üniversitesi
İÇİNDEKİLER
Mesut ÇAPA
Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye Cumhuriyeti’ne Geçiş Sürecinde
Türkiye’de Tarih Öğretiminin Tarihçesi / 1-28
Cihan Piyadeoğlu
Büyük Selçuklular Dünyasında Yas Tutma Âdetleri ve Taziye Merasimleri / 29-41
Göknur AKÇADAĞ
16. Yüzyılda Bir Osmanlı Sancağı’nda Eşkıyalık Hareketleri: Malatya
Sancağı Örneği / 43-68
Fatih BOZKURT
Yetimi Kolla Malını Koru!
Tereke Defterleri ve Yetim Malları (1785-1875) / 69-90
H. Ahmet ARSLANTÜRK
Nişancı Ferîdûn Ahmed Paşa’nın Vakfiyesi ve Vakıfları / 91-108
Kürşat SOLAK
Memlûk Devleti ve Kuzey Anadolu / 109-121
Kürşat YILDIRIM
Başlangıcından II. Yüzyılın Ortalarına Kadar Doğu Türkistan ile Çin
Münâsebetlerine Genel Bir Bakış / 123-156
İlhan KARASUBAŞI
Primo Levi ve İroni / 157-163
Zehra HAMARAT
Cemre Düşmesiyle İlgili İnanç ve Uygulamalar / 165-200
Venera BAŞARAN
Çarlık Dönemi Rus Tarih Ders Kitaplarında Osmanlı İmgesi / 201-221
CONTENTS
Mesut ÇAPA
History of History Education in the Transition Period From the Ottoman
Empire to the Turkish Republic / 1-28
Cihan Piyadeoğlu
Rites of Mourning and Condolonce Ceremonies during the Great Seljukids
period / 29-41
Göknur AKÇADAĞ
The Bandirty Incidents in an Ottoman Sancaq in the 16th Century: An
Example of the Sancaq of Malatya / 43-68
Fatih BOZKURT
Look After Orphans, Protect Theirs!
Tereke Registers and Orphan’s Proterties (1785-1875) / 69-90
H. Ahmet ARSLANTÜRK
The Endowment Deed and Pious Foundations of Nisanci Feridun
Ahmed Pasha / 91-108
Kürşat SOLAK
Mamluk State and the North Anatolia / 109-121
Kürşat YILDIRIM
An Overview of Relations Between Eastern Turkistan and China Until the
Mid-Second Century / 123-156
İlhan KARASUBAŞI
Primo Levi and Irony / 157-163
Zehra HAMARAT
Beliefs and Practices About the Fall of Cemre / 165-200
Venera BAŞARAN
Ottoman Image in Russian History Textbooks of the Tsarist Period / 201-221
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 3, Ocak-2012, s. 1-28
OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDAN TÜRKİYE
CUMHURİYETİ’NE GEÇİŞ SÜRECİNDE TÜRKİYE’DE
TARİH ÖĞRETİMİNİN TARİHÇESİ
Mesut ÇAPA
ÖZET: Tanzimat’tan önce Osmanlı Tarihi, İslam Tarihi ve daha ziyade yüksek okullarda
Tarih-i Umûmî (Genel Tarih) dersleri okutuluyordu. Bu gelenek bazı değişikliklerle
Cumhuriyet’in ilk yıllarına kadar sürdü. Ancak, 19. yüzyıldan itibaren Batılılaşmayla birlikte
tarih yazımı ve öğretiminde bazı değişiklikler gerçekleşti.
1869 tarihli Maarif-i Umûmîye Nizamnamesi’nde ilköğretimden yüksek öğretime kadar
tüm eğitim kademelerindeki mekteplerde “Muhtasar Tarih-i Osmanî”, “Tarih-i Umûmî ve
Tarih-i Osmanî”, “Muhtasar Tarih ve Coğrafya” ve “Tarih-i Umûmî” gibi muhtelif derslere yer
verildi.
Tanzimat’tan sonra birçok tarih ders kitabı yayınlanmıştır. Bunlar arasında Tarih-i
Umûmîler, Batı etkisinin en fazla görüldüğü kitaplardır. Yusuf Akçura, Abdülaziz döneminden
Cumhuriyetin ilk yıllarına kadar okutulan Tarih-i Umûmî kitaplarındaki Batı etkisini
örnekleriyle ortaya koymuştur. Batıdan yararlanılarak ve Türk dünyasına önem verilerek
yazılan ilk Tarih-i Umûmî kitabı, Süleyman Paşa’nın 1876’da yazdığı Tarih-i Âlem’dir. Daha
sonraları Selim Sabit’in Muhtasar Tarih-i Osmanî, İbrahim Necati’nin Yeni Osmanlı Tarihi, Ali
Cevad’ın Muhtasar Osmanlı Tarihi ve Abdurrahman Şeref Bey’in Tarih-i Devlet-i Osmaniye
adıyla iki ciltlik kitabı yayınlamıştır.
II. Abdülhamid’in saltanatının başlarında Mizancı Murat Bey, Hakkı Bey, Binbaşı Ali Tevfik
Bey Tarih-i Umûmî kitapları yazdılar. II. Abdülhamid, 1890’lardan itibaren tarih öğretiminde
sınırlandırmalar getirdi. 1893 tarihli programla sıbyan mekteplerinden tarih dersi ile
rüşdiyelerde okutulan Tarih-i Umûmî kaldırıldı.
II. Meşrutiyet döneminde okulların tarih müfredatı üzerindeki sınırlamalar kalktı. Rüşdiye,
sultaniye ve idadiye programlarında Osmanlı Tarihi, Umumî Tarih ve Asr-ı Hâzır tarihlerine
yer verilmiştir. Bu okullarda okutulmak üzere Ali Reşad, Ali Seydi, Mehmet Şakir, Ahmet Refik
(Altınay), A. Nüzhet ve Hüseyin Cahit (Yalçın) tarafından muhtelif tarih ders kitapları
yayınlanmıştır.
Bu dönemde, tarih öğretim yöntemleriyle ilgili yeni görüş ve uygulamalara yer verilmiştir.
İstanbul Dârülmuallimîn’inde önemli ıslahatlar gerçekleştiren Satı Bey, Tedrisat-ı İbtidâîye
Mecmuası’nda tarih öğretim usulleriyle ilgili görüşlerini dile getirdiği gibi, bu düşüncelerinin
uygulanması için büyük çaba sarf etti.
Balkan Savaşlarından sonra Osmanlıcılığın yerini Türkçülük almaya başlamışsa da, bu
durum tarih öğretimine pek yansımamıştır. Milli Mücadele dönemi ve Cumhuriyet’in ilk
yıllarında tarih öğretimi, önemli ölçüde İkinci Meşrutiyet döneminin devamı şeklinde
sürdürüldü. 1930’lara gelinceye kadar ilköğretim tarih müfredat ve ders kitaplarında bazı
değişiklikler yapıldı ise de, lise eğitiminde benzer değişiklikler aynı oranda gerçekleştirilemedi.
1930’lardan itibaren tarih öğretimi Türk Tarih tezine uygun olarak, yeni tarih anlayışı
çerçevesinde düzenlenmiştir. Yeni anlayışa uygun ders kitapları hazırlanmıştır.
Makalede, Türkiye’de tarih öğretimi Tanzimat’tan Cumhuriyet’in ilk yıllarına kadar gelen
süreç içerisinde ele alınmaktadır. Bu çerçevede tarih müfredatları, okutulan dersler, ders
kitapları ve yazarları, öğretim metotlarındaki değişiklikler kronolojik bir sırayla
incelenmektedir.

Prof. Dr., Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü. [email protected]
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 3, Ocak-2012, s. 1-28
MESUT ÇAPA
Anahtar Kelimeler: Tanzimat, Meşrutiyet, tarih ders kitapları, Tarih öğretimi, Tarihi
Umûmî, Tarihi Osmanî, Satı Bey, Reşat Bey, ibtidaî, sultanî, millî tarih, Türk tarih tezi.
HISTORY OF HISTORY EDUCATION IN THE T RANSITION PERIOD FROM THE OTTOMAN EMPIRE
TO THE TURKISH REPUBLIC
ABSTRACT: Ottoman history, Islam history and general history courses had been taught in
the Ottoman Empire before Tanzimat Edict. This tradition in the history of education in the
Ottoman Empire had continued until the establishment of the Turkish Republic. At this point it
should be noted that there were changes on histography and history education since the 19th
Century. Especially, after the regulation regarding reshaping education proclaimed in 1869,
history courses were seen at all level of education from primary to higher education in the
Ottoman Empire.
New history textbooks were prepared and issued after Tanzimat Edict. Especially general
history textbooks were under the influence of Europe. Yusuf Akcura who is a Turkish scholar
claimed that there was Europe influence on the general history textbooks from late 19th century
to the establishment of the Turkish Republic. We can see this influence especially on a textbook
namely the World History prepared by Süleyman Paşa in 1876. The Turkish world was also
given attention in this book. Besides this, Selim Sabit, Ibrahim Necati and Ali Cevad prepared
new textbooks in this period.
Mizanci Murat Bey, Hakki Bey, Binbasi Ali Tevfik also prepared textbook namely the world
history in the early era of Sultan Abdulhamit who limited history education in 1890. Besides
this, history courses were banned in the primary level in 1893. Furthermore, world history
course was also banned in the secondary level.
Restrictions on the history curriculum in the era of Second Constitutional Monarchy
disappeared. The number of history courses increased in the secondary level in this period. Ali
Resad, Ali Seydi, Mehmet Sakir, Ali Refik, A. Nüzhet and Huseyin Cahit prepared history
textbooks for secondary schools in the era of Second Constitutional Monarchy. There were also
changes on the teaching methods of history education in this period. Especially, Sati Bey wrote
papers on how to teach history in academic journal in the Ottoman Empire.
Turkism was an increasing value in the Ottoman society after the Balkan Wars and
influenced history education to some extent. There were not important changes on the history
education during the Turkish national struggle for independence and in the early period of the
Turkish Republic. However, history education were given attention since 1930s and history
education was shaped in the light of the Turkish History Thesis. New history textbooks were
prepared and important decisions were taken about history education in this period.
The purpose of this paper is to examine history education from Tanzimat edict to the early
years of the Turkish Republic. With this in mind, history curriculum, history textbooks and
teaching method will be examined in this period.
Key Words: Tanzimat, Constitional, History Textbooks, History Education, The World
History, History of the Ottoman, National History Thesis, Turkish History Thesis
Giriş: Tanzimat’tan önce Osmanlı Tarihi, İslam Tarihi ve daha ziyade üst
kademe okullarında Umumî Tarih (Tarih-i Umumî) dersleri okutuluyordu.
Bu derslerde, “ âlem-i medeniyette eser bırakmış olan bütün kavimlerin,
milletlerin ahvalinden, vakayinden bahs”1 edilmekteydi. Başlangıçta
1
2
Ali Reşad- Ali Seydi, Tarih-i Umumî, C.1, İkdam Matbaası, İstanbul, 1327, s.5.
OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDAN TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NE GEÇİŞ SÜRECİNDE
TÜRKİYE’DE TARİH ÖĞRETİMİNİN TARİHÇESİ
Osmanlı tarihçileri yazdıkları Umumî Tarihlerde, “İslam müverrihlerince
makbul şemayı kullanmışlardır. Bu şemaya göre, İslam camiasının
teessüsünde en mühim amillerden olan din, İslam dini tarihin ana hattını
teşkil eder”di2. Islahat dönemine gelindiğinde Osmanlı tarihçilerinin Umumî
Tarihe bakış açıları değişmeye başlamıştır. Sürekli yaşanan yenilgilerin bir
sonucu olarak Hıristiyan Avrupa tarihine de önem vermek gerektiği
hissedilmiştir. Avrupa lisanlarına vâkıf olan bazı Hıristiyan ve Müslüman
Osmanlılar arasında, Batı tarihi eserlerinden yararlanma ve tercüme
teşebbüsleri görülmeye başlanmıştır. Ancak, Batı tarihlerinden yararlanma
çalışmaları Tanzimat döneminde önem kazanarak tarih müfredatında yerini
almıştır.
Tanzimat’tan İkinci Meşrutiyet’e Kadar Tarih Öğretimi: Ahmet
Vefik Paşa, Abdülaziz döneminde yeni açılan Dârülfünûnda, ilk defa 1863’te
kısa bir süre için ‘Hikmet-i Tarih’ adıyla Umumî Tarih dersi vermiştir. Bu
derslerin özeti daha sonra bir kitapçık şeklinde yayınlanmıştır. Ahmet Vefik
Paşa, bu kitapçıkta umumî tarihi en eski dönemlerle ilgili birtakım
hurafelerden ayıramamakla birlikte, Batı usulüyle öğretimde bulunmak
istediği anlaşılmaktadır3. Türk tarihinin Osmanlılarla başlamadığını ve bütün
Türk kavimlerini içine alması gerektiğini ileri sürerek, bu düşüncesini
Hikmet-i Tarih’te dile getirmiştir4. Ahmet Vefik Paşa, mülkiye
mekteplerinde tarih ders kitabı olarak okutulmak üzere 1869’da yazdığı
Fezleke-i Tarih-i Devlet-i Osmaniye’de, Osman Bey’den Abdülaziz’e kadar
her padişah dönemindeki olayları sade ve kısa cümlelerle özetlemiştir5.
Umumî tarih alanında daha sonra Batıdan birçok tercümeler yapılmaya
başlandı. 1868’e doğru, Bab-ı Âlî Tercüme odasında görevli Ahmet Hilmi
Efendi, bir İngiliz’in yazdığı umumî tarihi Türkçeye tercüme etmiştir. Aynı
tarihte, sonraları Sadrazam olan Tevfik Bey de bir umumî tarih tercüme
etmiştir. Çağdaşlarınca “yazı makinesi” lakabıyla tanınan Ahmet Mithat
Efendi, 1870’te “Hace-i Evvel” adıyla çıkardığı külliyatın bir bölümünü
umumî tarihe ayırdı. Ertesi yıl yayınladığı Kainat külliyatı içinde, her
milletin tarihinden ayrı ayrı bahsederek bir umumî tarih ortaya koydu6.
Tanzimat dönemi birçok alanda olduğu gibi, tarih öğretiminde de yeni bir
sürecin başlangıcını oluşturmaktadır. Saffet Paşa’nın ilk Maarif Nazırlığı
2
Y. Akçura, “Tarih Yazmak ve Tarih Okutmak Usullerine Dair”, Birinci Türk Tarih
Kongresi, Maarif Vekaleti, Ankara 1932, s. 589-590.
3
Akçura, a.g.e., s. 593.
4
H.Z. Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, Ülken Yayınları, İstanbul, 1992, s. 203204.
5
N. Sakaoğlu, “Dersimiz Tarih Kitaplarımız Hikaye”, NTV Tarih, 2010, sayı 22, s. 29.
6
Akçura, a.g.e., s. 593-594.
3
MESUT ÇAPA
döneminde hazırlanan 1869 tarihli Maarif-i Umûmîye Nizamnamesi’nde
ilköğretimden yüksek öğretime kadar tüm eğitim kademelerindeki
mekteplerde tarih derslerine yer verilmiştir. Bu dersler Sıbyan mekteplerinde
“Muhtasar Tarih-i Osmanî”, Rüşdiye mekteplerinde “Tarih-i Umûmî ve
Tarih-i Osmanî”, Kız Rüşdiye mekteplerinde “Muhtasar Tarih ve Coğrafya”,
İdadiye mekteplerinde “Tarih-i Umûmî”, Sultanî mekteplerinde “Tarih”, ve
Dârülmuallimînin rüşdiye şubesinde “Tarih-i Umûmî” adıyla belirlenmiştir7.
Maarif-i Umûmîye Nizamnamesi’nin yayınlanmasından sonra, okulların
ders müfredatlarında tarih derslerinin durumu şöyledir:
1875’lerde Mahrec-i Aklâm Mektebinde (3 yıl), her sınıfta “Tarih-i
Umûmî” okutuluyordu. Dârülmuallimât’ta (3 sene) yalnız 3. sınıfta, Rüşdiye
mekteplerinde (4 sene) ise son iki sınıfta “tarih” dersi bulunuyordu.
1891-92 eğitim ve öğretim yılında İnas Rüşdiyelerinde (6 yıl), 4 ve 5.
sınıflarda ikişer saat, 6. sınıfta bir saat tarih dersi vardı. Burada başta İslam
Tarihi olmak üzere Osmanlı Tarihine yer verilmekteydi. Dördüncü sınıfta
Hz. Adem, Nuh Tufanı, Hz. Musa, Hz. İsa, Hz. Muhammed’den
bahsediliyordu. Beşinci sınıfta “Tarih-i Düvel-i İslamiye” (Hulefâ-yı
Râşidîn’den Âl-i Timur’a kadar)’den bahsediliyordu. Altıncı sınıfta ise
“Tarih-i Devlet-i Osmaniye” (Teessüs-i Devlet-i Osmaniye’den Sivastopol
zaferine kadar)’ye yer verilmekteydi. Burada yer alan bir “ihtâr”da, “ Tarih
dersi hiçbir vakit ezber usulüyle ta’lîm ve ta’allüm olunamayacağına binâen
muallime tâlibâtın anlayacağı surette takrîr ve tefhîm ve tâlibâta tekrar
ettirecek ve onlardan dahi o suretle cevap alarak mebâhisi tâlibâtın
zihinlerinde yerleştirmeğe i’tinâ edecektir” şeklinde bir öğretim yöntemi
tavsiye edilmekteydi. Bu tarihlerde, 5. ve 6. sınıfta ikişer saat, son sınıfta bir
saat tarih dersinin okutulduğu İbtidaiye ve Rüşdiyeden oluşan Kız Sanayi
Mekteplerinde (7 yıl) de, İnas Rüşdiyelerindeki program aynen
uygulanmaktaydı8.
“Dersaadet ve Kasâbat İbtidâî Mekteplerinde” (3 yıl) son sınıfta
“Mülahhas Tarih-i Osmanî” dersi, yine aynı adı taşıyan kitaptan takip
edilmekteydi. Bu çerçevede Osmanlıların mensup olduğu boy, devletin
kuruluşu ve Ertuğrul Gazi’den itibaren Sultan Abdülaziz’e kadar gelen
Osmanlı padişahları hakkında bilgi veriliyordu. Bütün Rüşdiye ve İdadiye
mekteplerinde (7 yıl), 2-5. sınıflarda ikişer saat, son iki yılda birer saat tarih
dersi mevcuttu. İkinci sınıfta Tarih-i İslam, üçüncü sınıfta Muhtasar Tarih-i
7
Mahmut Cevad, Maârif-i Umûmiye Nezâreti Târihçe-i Teşkilât ve İcraatı- XIX. Asır
Osmanlı Maârifi- (Hazırlayan: Taceddin Kayaoğlu), Semih Ofset, Ankara 2001, s. 425,
430-431, 433, 435.
8
M. Cevad, a.g.e., s. 247, 270-272, 274, 280-281.
4
OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDAN TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NE GEÇİŞ SÜRECİNDE
TÜRKİYE’DE TARİH ÖĞRETİMİNİN TARİHÇESİ
Osmanî (Osmanlı devletinin kuruluşundan Yeniçeriliğin kaldırılışı ve
Nizam-ı Cedit’e kadar), 4-7. sınıflarda ise “Mufassal Tarih-i Osmanî”
okutulmaktaydı.
Bazı okullara giriş sınavlarında, öğrencilerin diğer derslerle birlikte
tarihten de sorumlu tutuldukları anlaşılmaktadır. 3 Ağustos 1879’da
yapılacak Mekteb-i Fünûn-ı Mülkiye’ye giriş sınavında, birinci sınıftan
başlayacak öğrencilere “Muhtasar Tarih-i Osmanî”, ikinci sınıf için
başvuranlara İlkçağ (Tarih-i Kurûn-ı ûlâ), dördüncü sınıf için ise “Tarih-i
Umûmî”den sorular yöneltileceği basında ilan edildi9.
Türkiye’de, Tanzimat döneminden itibaren birçok tarih ders kitabı
yayınlanmaya başladı. Bunlardan bir kısmının müsabaka yoluyla
hazırlatıldığı anlaşılmaktadır. Maarif-i Umûmîye Nizamnamesi’nden sonra
tarih ders kitapları için bir müsabaka başlatıldığı görülmektedir. Şartnamede,
hazırlanacak olan ders kitabında “Osmanlı devletinin zuhuruna ve o zaman
Anadolu’da bulunan devlet ve milletlere ait bir mukaddime. Osmanlı
devletinin teşkilinden o zamana kadar geçen mühim vakalar. Bilcümle
selâtin-i Osmaniye’nin tarihi veladet ve cülûs ve vefatlarını mübeyyin bir
cedvel. İşbu tarihte münderiç vukuat-ı mühimmenin vukularını mübeyyin bir
cedvel. Osmanlı devletini gösteren bir harita. O zamana kadar geçen
padişahların her birine ait vukuatı zikreden ayrı birer bahis” bulundurulması
istenmiştir. Olayların “hakikat-ı veçhile bitarafane yazılıp fakat muhabbet-i
vataniyeye müteallik mevaddın sena ve sitayişle yad” olunması
istenmektedir. Kitabın “hikaye yolunda” yazılması, “muhakemeye
girişilmeyip” iyi hareketlerin övülmesi, kötü hareketlerin de ayıplanması
tavsiye olunmaktadır. Kitap yüz sayfa kadar olacak ve birinci ve ikinciye
para mükâfatı verilecekti. Anlaşılacağı üzere, şartnamede akla gelen her
husus ayrıntılı bir şekilde belirlenmişti.
1877’de rüşdiyelerde okutulmak üzere Sami, Aziz ve Şevki Beyler
tarafından yazılan Mira’t-ı Tarih-i Osmanî adlı kitabın konuları padişahların
tahta çıkışlarına göre düzenlenmişti. Tanzimat döneminin ileri gelen
eğitimcilerinden Selim Sabit (1829-1911), 1873’te yayınladığı Rehnüma-yı
Muallimîn adlı eserinde “tarihin suret-i talimi”nden bahsetmiştir. O, tarihi
olayların öğrencilere muhtelif şekillerde tekrar ettirilerek öğretilebileceğine
inanmaktaydı10. Ona göre tarih dersi, olayların tarihini ezberlemek ve bu
olayları padişahlarla ilişkilendirmek şeklinde anlaşılmaktaydı. Selim Sabit’in
9
M. Cevad, a.g.e., s. 164, 301-302, 410-411.
F. Baymur, Tarih Öğretimi, Maarif Matbaası, Ankara 1945, s. 7-10.
10
5
MESUT ÇAPA
verdiği örneklerden etkilenen öğretmenler, uzun yıllar tarih derslerinde
yalnızca olayların tarihini ezberletme amacını gütmüşlerdir11.
Batıdan yararlanılarak ve Türk dünyasına önem verilerek yazılan ilk
Tarih-i Umûmî kitabı, Süleyman Paşa’nın 1876’da yazdığı Tarih-i Âlem’dir.
Kitabın elde bulunan basılı nüshası bir ciltlik İlkçağ kısmını kapsamaktadır.
İdadi mekteplerinin ikinci sınıfında okutulmak üzere hazırlanan 1000
sayfalık bu cildin, 144 sayfası Türkler konusuna ayrılmıştır. Süleyman Paşa,
kitabında İbnülesir, İbni Haldun, Ebülfeda gibi doğu eserlerinin yanı sıra,
öncelikle Fransızca kitaplardan yararlanmıştır. Fransız kaynakları arasında
da, de Guignes’nin Hunların, Türklerin, Moğolların ve daha sair Tatarların
Tarih-i Umumîsi adlı kitabı önemli bir yer tutmaktadır. Tarih-i Âlem’de
konular Avrupa tarih ders kitapları örnek alınarak tasnif edilmiştir.
Süleyman Paşa kitabında Türklüğe geniş yer vermiş, Avrupalı tarihçilerin
yazdıklarını tenkit süzgecinden geçirerek ele almıştır12. Mekteb-i Harbiye’de
öğretmenlik de yapan Süleyman Paşa, Avrupa’daki askeri okulların tarih
programları ve kitaplarını örnek alarak askeri okullar için yeni bir müfredat
programı hazırlamıştır13.
1873 yılında Cemiyet-i Tedrisiye-i İslâmiye’nin girişimleriyle açılan
Dârüşşafaka’da Tarih-i Osmanî ve Tarih-i Umûmî dersleri okutulmuştur.
Başlangıçtan itibaren öğretmen kadrosunun genişletilmesine çalışılırken,
aynı zamanda ders kitaplarının da hazırlanmasına önem verilmiştir. Ders
kitaplarının büyük kısmı Cemiyet üyeleriyle mektepte görev yapan öğretmen
ve müderrislere hazırlattırılmıştır. Tarih öğretmeni binbaşı İbrahim Şem’î
Bey’in tercüme ettiği üç ciltlik Tarih-i Umûmî’si ders kitabı olarak
okutulmuştur. Süleyman Paşa’nın Ders Nazırlığı zamanında (1875-1876)
hazırlanıp, Cemiyet-i Tedrisiye-i İslâmiye’ce değiştirilerek uygulanan
programa göre Dârüşşafaka’da 4-5. sınıflarda Tarih-i Osmanî, 6-8. sınıflarda
ise Tarih-i Umûmî okutulmaktaydı. Bu program 1890’lara kadar
uygulanmıştır 14.
1880’lerde Selim Sabit’in Muhtasar Tarih-i Osmanî’si, İbrahim
Necati’nin Yeni Osmanlı Tarihi yayınlanmıştır. 1890’larda Ali Cevad’ın,
Muhtasar Osmanlı Tarihi’nin ilk baskısı yapılmıştır. Bu kitapların doğrudan
ders kitapları olduğuna dair herhangi bir kayıt bulunmamakla birlikte, tarih
öğretiminde yararlanıldığı muhakkaktır.
11
Yahya Akyüz, Türk Eğitim Tarihi, Pegem Akademi Yay., 17. Baskı, Ankara 2010, s. 205.
Akçura, a.g.e., s. 593-594.
13
Sakaoğlu, a.g.m., s. 29.
14
Mehmet İzzet-Mehmet Esat vd., Dârüşşafaka Türkiye’de İlk Halk Mektebi, Evkaf-ı
İslamiyye Matbaası, İstanbul 1927, s.11-15.
12
6
OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDAN TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NE GEÇİŞ SÜRECİNDE
TÜRKİYE’DE TARİH ÖĞRETİMİNİN TARİHÇESİ
II. Abdülhamid’in saltanatının başlarında birkaç Tarih-i Umûmî kitabı
yayınlanmıştır. Bunlar arasında ilk akla gelen, Murat Bey’in (Mizancı
Murat) 1882-1883 tarihlerinde yayımlanan 6 ciltlik Tarih-i Umûmî’sidir.
Süleyman Paşa’nın Tarih-i Alemi’nden sonra en fazla tanınan bu kitap, başta
Fransızca olmak üzere Rusça ve biraz da Türkçe tarih kitaplarından iktibas
yoluyla yazılmıştır. Metot ve olaylara bakış açısı itibarıyla Avrupa’daki
örneklerine uygun hazırlanmıştır. Ancak, Avrupa’daki benzer kitaplara göre
İslam tarihine daha fazla yer verilmiş, dördüncü cildin sonuna, İstanbul’un
fethine kadar Osmanlı tarihi de (152 sayfa) ilave olunmuştur. 2500 sayfaya
yakın kitapta Türk tarihine sadece üç sayfada yer verilirken, Fransız İhtilali
127 sayfada anlatılmıştır.
Bu dönemde Murat Bey tarihinden başka ancak birkaç Tarih-i Umûmî
daha yayınlanabilmiştir. Bunlardan biri Hakkı Bey (İkinci Meşrutiyet’te
sadrazam olan Hakkı Paşa), ikincisi de Harbiye ve Harbiye İdadisi
muallimlerinden Binbaşı Ali Tevfik Bey tarafından yazılmıştır. Her iki eser,
Murat Bey’in Tarih-i Umûmî’sine göre daha kısa ve sadedir. Ali Tevfik
Bey’in 3 ciltlik kitabı, okullarda Tarih-i Umumî derslerinin müfredattan
kaldırılmasına kadar okutulmuştur. Yine o sıralarda Abdurrahman Şeref Bey
Zübdetü’l-Kısas adlı bir umumî tarih yazmaya başlamışsa da
tamamlayamamıştır15.
II. Abdülhamid döneminde, 1890’lardan itibaren tarih öğretiminde
sınırlandırmalar getirilmiştir. 1893 tarihli programla sıbyan mekteplerinden
tarih dersi ve rüşdiyelerdeki tarih-i umumî dersi kaldırılmıştır16. Akçura’nın
ifadesiyle, “Padişah ve hükümet tarihi sevmezler ve tarihten korkarlardı.
İleride biraz tafsilat ile anlatacağız ki, bu devirde bir aralık Umumî Tarih çok
budandı, sonra mekteplerde okutulması menedildi; tarih kitapları eksiltildi;
Bazı tarih kitapları, polis tarafından toplatılıp han odalarına hapsedildi;
rivayete göre bazıları da yaktırıldı…”. Murat Bey tarihinin,
yayınlanmasından beş on sene sonra toplanıp, “evrak-ı muzırra” olarak
görülmesinde Fransız İhtilâli (İnkılâb-ı Kebîr)’ne geniş yer verilmesinin de
büyük rolü olmuştur17.
Bu dönemde Abdurrahman Şeref Bey’in Tarih-i Devlet-i Osmaniye,
Fezleke-i Tarih-i Devlet-i Osmaniye ve Fezleke-i Tarih-i Düvel-i
İslamiyye’si okullarda ders kitabı olarak okutulmuştur18. Mekteb-i Sultanî
Müdürü Abdurrahman Şeref Bey, 1890’larda “Mekâtib-i Âliye’de tedris
olunmak üzere” Tarih-i Devlet-i Osmaniye adıyla iki ciltlik ders kitabı
15
Akçura, a.g.e., s. 594-595.
Baymur, a.g.e., s. 11.
17
Akçura, a.g.e., s. 578, 595.
18
Sakaoğlu, a.g.m., s. 30.
16
7
MESUT ÇAPA
yayınlamıştır. Fihrist dışında 423 sayfadan ibaret olan kitap Abdülhamid’e
dua ve şükran ifadeleriyle son bulmaktadır. Abdurrahman Şeref Bey kitabın
girişinde, “tarihin nevilerinden ve ‘Hikmet-i Tarih’ tabir ettiği pragmatik
tarihten bahseder; ve mekteplerde tarihin nasıl tedris olunması
lazımgeldiğine dair de kendi mütalaalarını söyler. Lâkin tarihte usul ve
tarihin tedrisi meselelerine müteallik bu mütalaalar çok kısadır 19.”
Abdurrahman Şeref Bey yüksek mekteplerde öğretime elverişi kitapların
olmadığını, “ … Bir de elyevm mevcud olan Tarih-i Osmanî hülasaları
ibtidaiye ve rüşdiye mektepleri için müretteb olmakla mekatib-i âliyede
tedrise elverişlisi yoktur” cümlesiyle ifade etmektedir. Kitabın ikinci cildi 59. bölümlerden oluşmaktadır. Kitapta tarihi olaylar, beşinci bölümden
itibaren “Tevakkuf ve teşettüt” başlığı altında Üçüncü Sultan Mehmet’ten
başlayıp Paris Antlaşması’na kadar getirilmektedir. Dokuzuncu bölümün
sonunda, “teşkilat ve tensîkat-ı âhire” başlığı altında merkezi idareden başka
mülkî, askerî, malî, maarif, adliye ve diğer devlet işleriyle ilgili konulara yer
verilmiştir20.
1900’lerin başında, bazı rüşdiye ve idadi mekteplerindeki tarih
öğretmenleri ve tarih müfredatı hakkında salnamelerde birtakım bilgiler
verilmektedir. Bu tarihlerde yayınlanan Maarif Salnamesi’ne göre, tüm
rüşdiye mektepleri ile idadiyelerin (8 sınıf) 2, 3, 4, 5, ve 6. sınıflarında ikişer
saat, son iki sınıflarında ise birer saat tarih dersi okutuluyordu. Mercan
İdadi-yi Mülki şahanesinde sadece İslam Tarihi okutulmaktaydı.
İslam Tarihi Azmi Bey, “Tarih-i İslam ve Coğrafya-yı Osmanî” dersi de
Ali Tevfik Bey tarafından veriliyordu. Üsküdar Mekteb-i İdadi-i
Mülkiyes’inde Osmanlı Tarihi öğretmeni Sadık Bey’di. Yatılı ve gündüzlü
(leylî ve neharî ) eğitim veren Numune-i Terakki Mektebi (idadî, rüşdî ve
ibtidaî)’nde Tarih ve Hesap öğretmeni Nail Bey, Tarih öğretmeni Sadullah
Bey’di. Aşiret Mektebi’nde Tarih ve Kitabet öğretmeni Nureddin Bey’di.
İbtidaî sınıflar (sunûf-ı ibtidaîye) ve rüşdiyeden oluşan Kız Sanayi
Mekteplerinde (7 yıl) 5. ve 6. sınıfta ikişer, son sınıfta bir saat tarih
okutulmaktaydı. İbtidaî sınıflar (sunûf-ı ibtidaîye) ve rüşdiyeden oluşan Kız
(inas) Rüşdiyelerinin (6 yıl) programında 4. ve 5. sınıflarda iki, son sınıfta
bir saat tarih dersi yer alıyordu. Mekteb-i Harbiye-i Şahane İdadîsi’nde
Tarih-i Osmanî öğretmeni Mehmet Salih Bey, Tarih-i Umûmî öğretmen
muavini Nureddin Efendi, Tarih-i Osmanî öğretmen muavini Ahmet Kemal
Efendi idi. Dârülmuallimîn’in İbtidaî şubesi (2 sınıf)’nin 1.sınıfında iki, 2.
sınıfında bir saat İslam Tarihi; Rüşdiye şubesinde (2 sınıf) her iki sınıfta
19
20
8
Akçura, a.g.e., s. 577-578.
Abdurrahman Şeref, Tarih-i Devlet-i Osmaniye, C.2, Karabet Matbaası, İstanbul 1315, s.
424-432.
OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDAN TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NE GEÇİŞ SÜRECİNDE
TÜRKİYE’DE TARİH ÖĞRETİMİNİN TARİHÇESİ
ikişer saat “Tarih” dersi; Âlîye Edebiyat şubesinde (2 sınıf) 1. sınıfta bir saat,
2. sınıfta 2 saat Tarih; Âlîye Fünûn şubesinde tarih dersi yoktu. Bu okulda
Tarih-i Umûmî öğretmeni Azmi Bey’di. Her üç sınıfında birer saat tarih
dersinin okutulduğu Dârülmuallimât’ta (3 sınıf), tarih öğretmeni Samiye
hanımdı.
Mekteb-i Sultanî’de ibtidaî sınıflar (3 sınıf) ile “sunûf-ı tâliye”(3 sınıf)
programlarında tarih dersi bulunmuyordu. “Sunûf-ı âliye”de dördüncü sınıfta
Tarih-i Osmanî (“Tarih-i enbiya muhtasaran talim edilip badehu ibtidai
zuhurundan bin tarihine kadar Devlet-i Osmaniye tarihi”), beşinci sınıfta
yine Tarih-i Osmanî (“Bin tarihinden Paris muahedesine kadar”)
okutuluyordu. Altıncı sınıfta Tarih-i İslam (Düvel-i İslamiyye) tarihi yer
alıyordu. Tarih-i Osmanî ve Tarih-i İslam öğretmeni Abdurrahman Efendi,
Tarih-i Umumî öğretmeni Ohannesyan Efendi idi. Dârüşşafaka’da (8 sınıf)
Muhtasar Tarih-i İslam (4. sınıf), Tarih-i İslam (5. ve 6.sınıf) ve Mufassal
Tarih-i Osmanî (7.8. sınıf) okutuluyordu. Tarih ve Kavanin dersini Hasan
Şerif Efendi, Tarih-i Osmanî ve Ulûmu Ahlak ve Kitabet dersini ise Mehmet
Nuri Bey veriyordu21.
İkinci Meşrutiyet Döneminde Tarih Öğretimi: İkinci Meşrutiyet’in
ilanından sonraki gelişmeler, tarih öğretimi ve yeni kitapların hazırlanmasına
daha uygun bir ortam sağladı. Bu dönemde birçok tarih ders kitabı hazırlandı
ve tercüme edildi; tarih öğretim metotları üzerine yazılar yayınlandı. Ancak,
tarihe Batılıların gözüyle bakma alışkanlığı, özellikle Tarih-i Umûmî
açısından, pek fazla değişmedi. Akçura’nın ifadesiyle, “Tanzimat’tan
itibaren Osmanlı memleketinde tarihin Garplılaşması, daha doğrusu
Fransızlaşması Meşrutiyet devrinde son merhalesine gelmiştir. …Bu devirde
Türkçe yazılan, daha doğrusu Türkçeye tercüme olunan umumi tarihlerde,
Fransız nokta-i nazarı tamamen hakimdir”. Balkan savaşlarından sonra
gelişen Türkçülük fikir akımının da, okullardaki umumî tarih dersleri
üzerinde hiçbir ciddi etkisi olmadı22. Bununla birlikte, İttihatçıların etkisiyle
ilköğretimde Türk Tarihi önem kazanmaya başlamıştır.
1912-1913 eğitim yılında İzmir İttihat ve Terakki Mektebi’nde, Osmanlı
Tarihi dersinde okutulmak üzere, bu okul öğretmenlerinden Salih Zeki Bey
tarafından Türk Tarihi adıyla 32 sayfalık bir kitap yayınlanmıştır. Kitapta
Türk Tarihi, Osmanlı öncesi ve sonrasına da yer verilerek millî bir bütünlük
içerisinde anlatılmıştır. Giriş, “Efendiler; tarih, beşeriyetin geçmiş
vakalarından bahseder, bu sene okuyacağımız tarih, Tarih-i Osmanî’dir.
21
Maarif Salnamesi, Asır Matbaası, İstanbul, 1321, s. 110, 116-117, 122-124, 127, 131, 133,
137-139, 141, 143-144, 148, 150, 153, 164-165, 228-229.
22
Akçura, a.g.e., s. 596.
9
MESUT ÇAPA
Yani bizim kendimize mahsus tarihimizdir. Bir kavim her şeyden evvel
kendi hayatını bilmeğe mecburdur” sözleriyle başlamaktadır. Tarihin ezber
olmadığı, “Tarih bilmek, tarih kitaplarında görülen malûmatı gelişigüzel
ezberlemek demek değildir” şeklinde açıklanmıştır. Tarihin anlaşılabilmesi
için “muhakeme ve idrak” ile okunması gerekirdi. Kitapta, Osmanlı
tarihinden bahsedilirken “Osmanlı Türkleri” deyimi kullanılmıştır. Yine
burada ifade edildiği üzere, “Osmanlılık tarihi Türklük tarihinin bir
şubesinden çıkıyor”du23. Anlaşılacağı üzere Türk tarihinin sınırları, Osmanlı
tarihini de kapsayacak şekilde, genişletilerek ileride daha net bir şekilde
ortaya konulacak olan Türk tarih anlayışına adeta zemin hazırlayacaktı.
Bu dönemde tarih öğretim metotlarıyla ilgili yeni görüşler ileri sürülmüş
ve okullarda bazı uygulamalara girişilmiştir. II. Meşrutiyet’in ilanından
birkaç ay sonra, 1908-1909 öğretim yılında Erkân-ı Harbiye’de siyasî tarih
öğretmeni olarak atanan Yusuf Akçura, tarih derslerinin başlangıcında
tarihte ve tarih öğretiminde usulden bahsetmiştir. Metotla ilgili ders notlarını
hazırlarken, Abdurrahman Şeref Bey ve birkaç Fransız kaynağından
yararlanabilmiştir. 1912-1913 öğretim yılında İstanbul Dârülfünûnu’nda da
siyasî tarih dersleri okutan Akçura, Erkan-ı Harbiye Mektebi’nde uyguladığı
yöntemi biraz daha genişleterek, asıl konuya girmeden önce beş-altı dersini
tarihte usul ve tarihin öğretimi meselelerine ayırmıştır. Akçura’nın
Dârülfünûn’dan ayrılması üzerine, ertesi yıl bu dersleri vermek üzere Prof.
Mortmann tayin edilmiştir. Mortmann’ın 1913-1914 yılında tarihte usul
üzerine verdiği ders notları, “İlm-i Usulü Tarih” adıyla taş basması olarak
sınırlı sayıda yayınlanmıştır. Akçura’nın, “Tarih-i edebiyatımızda bir misli
daha bulunmayan” orijinal bir eser olarak nitelendirdiği 220 sayfalık bu
kitapta, Mortmann tarih usullerinden teorik olarak bahsettikten sonra her
kaideyi, Batı ve özellikle de Doğu tarihlerinden aldığı birçok örnekle
açıklamıştır24.
II. Meşrutiyet’in başlarında İstanbul Dârülmuallimîn’inde önemli
ıslahatlar gerçekleştiren Satı Bey25 tarih öğretimi konusunda da yeni
düşünceler ileri sürmüştür. 1909 tarihinde yayınlamaya başladığı Tedrisat-ı
İbtidaiye Mecmuası’nın 8. sayısında “Tarih Tedrisinin Usulü Esasiyesi”
konulu yazısında, mevcut tarih kitaplarıyla tarih öğretim metotlarını tenkit
etmiştir. Satı Bey’e göre, Meşrutiyet’in ilanından sonra birçok tarih kitabı
yazıldığı halde, bunlar arasında “mekteplerde tedrise salih, fennî terbiyenin
mukteziyatına muvafık kitapların azlığı, daha doğrusu yokluğu” dikkati
çekmektedir. İlkokullarda tarih milli bir bakış açısıyla ve mekan ve zaman
23
Salih Zeki, Türk Tarihi, İttihad Matbaası, İzmir 1328, s. 3-5.
Akçura, a.g.e., s. 578-580.
25
Satı Bey’in Türk eğitim tarihindeki yeri için bkz. Akyüz, a.g.e., s. 301-304.
24
10
OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDAN TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NE GEÇİŞ SÜRECİNDE
TÜRKİYE’DE TARİH ÖĞRETİMİNİN TARİHÇESİ
itibarıyla yakından uzağa doğru verilmelidir. Satı Bey’e göre, mevcut tarih
eğitimi ciddiyetten uzak, öğrenciyi düşündürmeden sadece ezbere yönelten
bir vasıtadan ibaretti. Satı Bey, bu düşüncelerini şöyle dile getirmekteydi:
“Bizde tarih derslerinin şu esaslara ne kadar tevafuk etmekte olduğunu
düşününce, gözümün önünden harfi harfine Fransızca’dan tercüme edilmiş
ders kitapları, mufassal kitaplardan, hiçbir ıstıfa (ayıklama) yapılmaksızın,
ihtisar (kısaltma) edilivermiş küçük tarihler… Bunları ezberlemekle meşgul
muallimler… Sultan Osman’ın sağ mı, ölü mü olduğunu tayin edemeyen
çocuklar… Kırım Muharebesini bir Fransız-Rus muharebesi tasvir
edercesine nakleden talebe… Memleket ile elma almak arasındaki farkı
takdir edemeyen çocuklar takım takım geçiyor ve bana acı ve derin bir
teessürle heyhat (yazık) dedirtiyor26”.
Tedrisat-ı İbtidâîye Mecmuası’nda, konusunu Osmanlı tarihi ve özellikle
Meşrutiyet döneminden alan ders örnekleri yayınlanmıştır. Soru-cevap
(isticvabî) usulüne göre hazırlanan bu derslerde, ezberden ziyade uygulamalı
ve öğrenci merkezli bir tarih eğitiminin amaçlandığı söylenebilir 27.
Ali Reşat Bey, Mayıs 1912’de Tedrisat-ı İbtidâîye Mecmuası’nın 20.
sayısında “Mekteplerde Tarih Tedrisi” başlıklı bir makale yayınlamıştır. Bu
makalede tarih öğretiminin formal eğitimdeki rolü üzerinde durulmaktadır28.
Ali Reşat Bey’e göre, “ Şimdiye kadar mekâtib-i tâliyeye (ortaöğretim)
mahsus tarih kitaplarının Fransızcadan aynen tercüme edilerek, Tarih-i
Osmanî esas ittihaz edilmek suretiyle mekteplerimize mahsus bir Tarih-i
Umumî kitabının yazılmaması mekâtib-i tâliyede tedrisat-ı tarihiyenin şayânı memnuniyet bir halde olmamasını intaç etmiştir.”. Ancak, Ali Reşat Bey
de, ortamektepler ve liseler için yazdığı Tarih-i Umûmîlerde benzer hatalara
düşmekten kendini kurtaramamıştır 29.
1914 yılından sonra Tadrisat Mecmuası, Milli Tetebbüler, Edebiyat
Fakültesi Mecmuası, Muallimler Mecmuası ve Terbiye gibi dergilerde tarih
metodolojisi ve eğitimiyle ilgili makaleler yayınlandı. Maarif Nezareti’nce
1917’de, ilköğretimdeki Tarih derslerinde yararlanılmak üzere Macar
krallarından birinin taç giyme merasimini tasvir eden bir tablo hazırlatılarak
okullara dağıtıldı. Aynı zamanda, tablodaki olayların açıklamak amacıyla bir
de broşür yayınlandı. İhsan Şerif (Saru) Bey tarafından hazırlanıp,
“Mekâtibe Tevzi Edilen Resm-i Tetevvüc Levhası Hakkında İzahat-ı
26
Baymur, a.g.e., s. 12-13.
M. Çapa, “İstanbul Dârülmuallimini Tatbikat Mektebi’nde Tarih Dersleri”, Türk Kültürü,
2002, sayı 471, s. 21-32.
28
Baymur, a.g.e., s. 14.
29
Akçura, a.g.e., s. 579.
27
11
MESUT ÇAPA
Tarihiye ve Terbiyeviye” adıyla yayınlanan broşürde, tablonun
açıklanmasının yanı sıra ibtidaîlerin üçüncü sınıfları için bir ders örneğine de
yer verilmiştir30.
II. Meşrutiyet döneminde ilköğretimden yükseköğretime kadar tarih
müfredatındaki dersler sayı ve muhteva itibarıyla farklı bir dağılım
göstermektedir. İstanbul Dârülmuallimîni’ne bağlı olarak açılan Tatbikat
Mektebi programında (3 sınıf), birinci sınıfta yer alan Musâhabât-ı Ahlâkiye
dersi, tarih için bir hazırlık basamağı oluşturuyordu. İkinci sınıfta başlayan
tarih dersinde Osmanlı tarihindeki önemli olay ve savaşlar verildikten sonra
Tarih-i Umûmî başlığı altında yakın çevredeki tarihi eserlerden örnekler
veriliyordu. Üçüncü sınıfta yine Osmanlı ve Tarih-i Umûmî okutuluyordu.
Umumî Tarih çerçevesinde en eski insanların yaşayış tarzı, Osmanlı
yurdunun tarih açısından önemi, harabeler, tarihi eserler, Mısır medeniyeti,
Yunan medeniyeti, İslam medeniyeti, Ortaçağ ve derebeylik, Fransız İnkılâbı
gibi konular yer almıştır31.
1910 yılında 2 yıllık Dârülmuallimîn-i İbtidâî programında her sınıfta
birer saat “Tarih-i İslam ve Osmanî” okutulmaktaydı. Maarif Nezaretinin,
1913 yılında üç yıldan dört yıla çıkardığı Dârülmuallimîn-i İbtidâîyeler için
hazırladığı yeni programa göre, bütün sınıflara ikişer saat tarih dersi
konulmuştu. Ancak, savaş dolayısıyla bu program pek uygulanamadı32.
1913’te kabul edilen Tedrisat-ı İptidaiye Kanunu Muvakkati ile ilkokullar
üç devreli ve altı sınıftan oluşmuştur. Buna göre Birinci devre (devre-i ûlâ)
1. ve 2., Orta devre (devre-i mutavassıta) 3. ve 4., Yüksek devre (devre-i
âliye) 5. ve 6. sınıflardan oluşuyordu. Aynı yıl çıkan Mekâtib-i İptidâîye
Ders Müfredatına göre, altı dersaneli ve öğretmenli mekteplerle Numune
İbtida Mekteplerinde birinci sınıfta müstakil bir tarih dersi bulunmamakla
birlikte, bu sınıfta okutulacak olan Musâhabât-ı Ahlâkiye ve Medeniye
dersinin “bir kısmı usûl-ı tedris talimatında gösterildiği veçhile tarihi vaka ve
fıkralara istinâd ettirilecektir”. Bu ders tarih öğretiminin ilk basamağını
oluşturmaktaydı. Programda ibtidaîyelerin diğer sınıflarına öğleden önce
okutulmak üzere ikişer saat tarih dersi konulmuştu. İkinci sınıftan itibaren
verilmeye başlanan tarih dersinde, İslam, Türk ve Osmanlı tarihinin en
büyük simaları menkıbelerle anlatılacaktır. Ayrıca Kırım Savaşı, 1877-78
Osmanlı-Rus Savaşı, II. Meşrutiyet, Trablusgarp ve Balkan Savaşlarına da
yer verilecekti. Bu dersler 3 ve 4. sınıflarda Muhtasar Osmanlı Tarihi, 5.
30
Baymur, a.g.e., s. 15.
Çapa, “İstanbul Dârülmuallimini…”, s. 24; Baymur, a.g.e., s. 13.
32
M. Ergün, II. Meşrutiyet Devrinde Eğitim Hareketleri (1908-1914), Ocak Yayınları, Ankara
1990, s. 317-318.
31
12
OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDAN TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NE GEÇİŞ SÜRECİNDE
TÜRKİYE’DE TARİH ÖĞRETİMİNİN TARİHÇESİ
sınıfta Muhtasar Tarih-i Medeniyet, 6. sınıfta ise Muhtasar Kurûn-ı Cedide
(Yeniçağ Tarihi) tarihi adıyla okutulmaktaydı.
Altı sınıflı ibtidâî mekteplerinin 3. sınıfındaki Muhtasar Tarih-i Osmanî
dersi, Osmanlı devletinin kuruluşundan önceki eski Türk tarihi ve Osmanlı
tarihi, Ertuğrul Gazi- Selçuklu münasebetleri gibi konularla başlayıp Sultan
I. Ahmet dönemiyle sona ermektedir. Müfredatta öğretim yöntemlerine de
dikkat çekilerek, üçüncü sınıf ders içeriklerinin sonunda şu uyarılarda
bulunulmaktadır:
“Muallim münasebet düştükçe Yeniçeri hayatından, eski Osmanlı
donanmasının
muvaffakiyetlerinden,
eski
Osmanlı
hayatından,
mefâhirinden, ananelerinden menkıbeler anlatacak, bilhassa devletin i’tilâ ve
tedennisine tesir etmiş olan sebeplerden çocukların anlayacağı derecede
bahsederek onların nazar-ı dikkatini i’tilâ, tevakkuf, inhitat ve tedenni
devirleri ve bu devirlerin ahvali üzerine celb eyleyecektir.
Muallim, talebesini mektepte bulunduğu şehir dahilinde cami, medrese,
çeşme, türbe, kervansaray gibi eski Osmanlı asâr-ı mimariyesini ziyarete
götürerek gösterecek, Dersaadet, Bursa, Edirne gibi şehirlerdeki Osmanlı
âsâr-ı nefise-i mimariyesinin resimlerini göstererek sanatlarına,
güzelliklerine nazar-ı dikkatlerini celb edecektir. Bundan başka eski Osmanlı
silahları, kıyafetleri, çinileri, yazıları, cildleri, kumaşları, kakma ve oyma
işleri hâsılı bilumûm Osmanlı âsâr-ı nefise-i sanaiyesi, Osmanlı medeniyeti
hakkında bir fikir vermeğe çalışılacaktır. Osmanlı âsâr-ı nefisesinin mümkün
ise asılları, olmadığı surette resimleri gösterilecek, bu vesaik çocukların
defterlerine muhtasaran istinsah ettirilecek yahut kağıt, mukavva, çamur gibi
vasıtalarla taklitleri yaptırılacak ve gazetelerde kitaplarda tesadüf edilecek
bu gibi resimler mümkünse kesilip bir hatıra gibi defterlerinde muhafaza
ettirilecektir33.
Müfredata bakıldığında, bu dönemde ezberci tarih eğitiminden
uzaklaşılmaya çalışıldığı anlaşılmaktadır. Tarih eğitiminin sözlü, yazılı ve
görsel materyallerle desteklenmesi öneriliyordu. Öğrencilerin müzeler ve
çevrelerindeki tarihi eser örneklerini görmeleri sağlanacaktı. Ayrıca, bazı
tarihi eserlerin resim ve maketlerinin yaptırılması suretiyle tarih eğitiminde
materyal geliştirme ve uygulamanın önemine dikkat çekilmekteydi.
İbtidaî Mekteplerin 4. sınıfındaki Muhtasar Tarih-i Osmanî dersi, Sultan
ikinci Osman’la başlayıp Balkan Savaşlarıyla sona ermekteydi. 5. sınıfta
okutulmakta olan Muhtasar Tarih-i Medeniyet dersinde Mısırlılar ve
Finikeliler, eski Türk medeniyeti, Yunanlılar, Romalılar ve İslam Medeniyeti
33
Mekatib-i İbtidaîyye Ders Müfredatı, Matbaa-i Amire, İstanbul 1329, s. 26- 29.
13
MESUT ÇAPA
gibi daha birçok konuya yer veriliyordu. Son sınıftaki kısa Yeniçağ
(Muhtasar Kurûn-ı Cedîde) tarihindeki konulardan bir kısmı şöyledir: Yeni
keşifler (Barut, seyahatler, Amerika’nın keşfi vb.), Osmanlı Medeniyeti,
Rusya’da Koca Petro ve ıslahat, Amerika’nın bağımsızlığı, Fransız İhtilali,
İtalya Birliği, Berlin Kongresi, Girit ve Makedonya ihtilalleri, Meşrutiyet’in
ilanı, Bosna Hersek’in Avusturya’ya ilhakı, Bulgaristan’ın bağımsızlığı,
Trablusgarp ve Balkan savaşları, Ondokuzuncu yüzyılda keşifler,
Avrupalıların sömürgecilik siyasetleri34.
1914 yılında Dârülmuallimât-ı ibtidâîyede hazırlık (ihzari) sınıfında bir,
birinci ve ikinci sınıflarda ikişer, üç ve dördüncü sınıflarda birer saat tarih
dersi okutuluyordu. Hazırlık sınıfında girişte tarihin tanımı, önemi, anlamı,
diğer ilimlerle münasebeti, tarih öncesi, tarihin başlangıcı, alemin yaratılışı
ve tarihin devirleri gibi konular öğretilecekti. Ayrıca eski Şark kavimlerine
(Mısırlılar, İbraniler, Finikeliler, İranîler, Hititler, Hind ve Çin, Türkistan),
Yunanlılar v.b. konulara yer verilmiştir. Birinci sınıfta Romalılardan itibaren
Avrupa tarihi; ikinci sınıfta İslam tarihi, İslam medeniyeti, Bizanslılar,
kuruluşundan İstanbul’un fethine kadar Osmanlı tarihi; üçüncü sınıfta
Yeniçağ, İstanbul’un fethinden sonra Osmanlı İmparatorluğu, Osmanlı
Medeniyeti, Avrupa devletleri ve Osmanlı devletine komşu olan devletler
hakkında bilgi; dördüncü sınıfta ise Sultan I. Mustafa’dan Balkan savaşlarına
kadar Osmanlı tarihi, 18. ve 19. yüzyıllarda Avrupa tarihiyle ilgili bilgiler
verilmekteydi35.
1911 yılında düzenlenen programa göre Dârüşşafaka’da (8 sınıf), birinci
yıl Menâkıb-ı Tarihiye (Récits historiques) çerçevesinde, tarihin büyük
simaları ve büyük vakaları hakkında sade ve ciddi menkıbeler verilecekti.
Üçüncü, dördüncü ve beşinci sınıflarda İlkçağdan Yakınçağı da kapsayacak
şekilde ikişer saat Tarih-i Umûmî okutuluyordu. Altıncı sınıfta iki saat
Tarih-i İslam, yedinci sınıfta iki saat Tarih-i Osmanî, sekizinci sınıfta ise üç
saat Makasid-i Tarihiyye verilmekteydi36. 1912’de Dârüşşafaka’nın 1.
devresinin (5 sınıf) 3,4 ve 5. sınıflarında Tarihi Umûmî, İkinci devresinde (3
yıl) 7. sınıfta iki, son sınıfta üç saat “Tarih” dersi vardı37. II. Meşrutiyet
döneminde Dârüşşafaka’da Arif Efendi ve Osman Nuri, Faik, Malik, Nafi’
‘Atuf, binbaşı Nuri ve Yusuf Akçura (Kasım 1910-Mart 1911) Beyler tarih
dersleri okuttular38.
34
Mekatib-i İbtidaîyye…, s. 30-35.
Dârülmuallimat Programı, Matbaa-i amire, İstanbul 1330, s. 32-41.
36
M. İzzet v.d., a.g.e., s. 22-28.
37
Ergün, a.g.e., s. 241-242.
38
M. İzzet v.d., a.g.e., s. 98-102.
35
14
OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDAN TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NE GEÇİŞ SÜRECİNDE
TÜRKİYE’DE TARİH ÖĞRETİMİNİN TARİHÇESİ
1908 yılı Dârülfünûn ders programında Edebiyat Şubesinde (3 sınıf),
bütün sınıflarda ikişer saat Tarih-i Umûmî ve İlm-i Hikmet ve Tarih dersleri
vardı. 2. ve 3. sınıfta ikişer saat Tarih-i Osmanî okutuluyordu39.
II. Meşrutiyet döneminde tarih ders ve kitaplarında çeşitlilik
gözlenmektedir. Rüşdiye, sultaniye ve idadiye programlarında Osmanlı
Tarihi, Umûmî Tarih ve Asr-ı Hâzır Tarihlerine yer verilmiştir. Bu okullarda
okutulmak üzere Ali Reşad, Ali Seydi, Mehmet Şakir, Ahmet Refik
(Altınay), A. Nüzhet, Hüseyin Cahit (Yalçın) tarafından muhtelif tarih ders
kitapları yayınlanmıştır.
Kanaat Kütüphanesi, 1911 yılı itibarıyla Maarif Nezareti’nin son
programına uygun olarak ibtidaîye, rüşdîye ve idadîye mektepleri için tarih
ders kitapları yayınladı. Bu kitapların “resimli ve haritalı” olmalarına özen
gösterildiği anlaşılmaktadır. Her ikisi de Tarih-i Osmanî Heyeti üyelerinden
olan Mülkiye müfettişlerinden Ali Seydi Bey ile İstanbul Leylî İdadisi
müdürü Ali Reşad Bey tarafından İbtidâîyye mektepleri için son usulde
yazılan Küçük Tarih; Rüşdiye mektepleri ile yedi yıllık idadîyelerin üçüncü
sınıfları için Tarih-i İslam, Tarih-i Umûmî; Rüşdiye mektepleri ile yedi yıllık
idadiyelerin ikinci sınıfları için Tarih-i Osmanî; beş yıllık idadî
mekteplerinin üçüncü, dördüncü ve beşinci sınıfları için ayrı ayrı birer Tarihi Umûmî kitapları yayınlandı. Ali Reşat Bey ayrıca, yedi yıllık idadiyelerin
ikinci sınıfları için Tarih-i Umûmî (Ortaçağ), son sınıfları için Asr-ı Hâzır
Tarihini yayınladı. Hüseyin Cahit Bey’in yedi yıllık idadiyelerin ikinci
sınıfları için hazırladığı Tarih-i Umumî (İlkçağ) kitabı da Kanaat
Kütüphanesince yayınlandı40.
Ali Reşad ve Ali Seydi tarafından İdadiye-i Mülkiye mekteplerinin
üçüncü sınıfları için hazırlanan Tarih-i Umûmî’nin birinci cildi 1911 yılında
yayınlandı. Yazarlar, kitabın giriş kısmında her okulda bütün tarih
derslerinin tek bir öğretmene verilmesini, yine aynı zamanda mümkün
olduğu takdirde ibtidaîyeden yüksek okullara kadar okutulacak tarih
kitaplarının aynı yazar tarafından hazırlanması gerektiğini savunmaktadırlar.
Yine girişte, “İşte biz; bu nokta-i nazardan hareketle mekâtib-i rüşdiyenin
sunûf-ı salisesi için resimli ve haritalı birer tarih kitabı: Tarih-i İslam, Tarih-i
Osmanî, Tarih-i Umûmî telif ve tertib eylediğimiz gibi beş sınıftan
mürekkeb taşra idadîlerinin üçüncü, dördüncü ve beşinci sınıfları için de,
yine resimli ve haritalı olmak ve son programa harfi harfine muvafık
bulunmak üzere, şu üç ciltlik, Tarih-i Umumîyi ihzar ederek evlad-ı vatanın
ebedi-i istifadesine vaz’ ve tevdi’ ediyoruz” ifadelerine yer vermişlerdir.
39
40
Ergün, a.g.e., s. 261.
Reşat-Seydi, a.g.e., s. 165-166.
15
MESUT ÇAPA
Kitabın ilk bölümünde tarihin tanımı ve önemi “Tarih bizden evvel
yaşamış olan akvam-ı medeniyenin ahval-i siyasîye ve şerait-i
ictimâîyesinden bahis bir fenn-i celildir ki: Adeten insaniyetin terceme-i
ahvali demektir. O halde tarih; insanların en ziyade muhtac oldukları bir fen,
bir ilimdir. Çünkü: Tarih bilmeyen kimse ne iyi bir hükümet adamı, ne
hariciye memuru, ne mükemmel bir askeri kumandanı, ne de bir müellif,
muharrir olabilir. Bundan dolayıdır ki: Medeniyette ilerlemiş olan milletler
tarihe pek ziyade ehemmiyet verirler, mekteplerinde her ilimden ziyade tarih
okudurlar.” şeklinde açıklanmıştır41. Burada, tarih bilimine verilen önemin
medeni gelişmeyle yakından alakalı olduğu vurgulanmaktaydı. Ayrıca, iyi
bir “hükümet adamı” olabilmek için de tarih bilmek gerekiyordu. Bir başka
ifadeyle, toplumda devlet memuruna verilen değerin bir yansıması sonucu
olsa gerek, iyi bir devlet memuru olabilmenin yolunun tarih eğitiminden
geçtiğine inanılıyordu. Kitabın 162 sayfalık hacmi dahilinde, Mısırîler,
Asurîler, Babilîler, İbranîler (Beniisrail), Finikeliler, Kartacalılar, İranîler,
Yunanîler, Makedonya, Romalılar, Barbarlar, Şarkî Roma İmparatorluğu,
İran, Frank Hükümeti, Almanya, İtalya, İskandinavya, Rusya ve Lehistan
konularına yer verilmiştir.
Erkân-ı Harbiye’den emekli general (ferik), Mekteb-i Sultanî’de Tarih-i
Osmanî ve Tarih-i İslam öğretmeni Mehmet Şakir, iki ciltlik Yeni Osmanlı
Tarihi’ni yazmıştır.
Ali Reşad, Darülmuallimîn-i Âliyye Müdürü ve Mekteb-i Mülkiye Tarihi Osmanî muallimi sıfatıyla 1914 yılında Asr-ı Hâzır Tarihi’ni yayımladı.
Sultanî ve idadî mekteplerinin son sınıfları için yazılan kitap, oldukça
hacimli olup 738 sayfadan oluşmaktadır. Kitap, Fransız İhtilali’nden
Osmanlı’da İkinci Meşrutiyet dönemine kadar olan olayları kapsamaktadır.
Kitabın sonunda II. Meşrutiyet dönemindeki önemli olaylar şöyle
özetlenmektedir:
“İlan-ı Meşrutiyet’i müteakib zuhur eden vakayi-i mühimme 1324 senesi
zarfında Bulgaristan’ın ilan-ı istiklal ederek krallık olması; Bosna ve
Hersek’in Avusturya’ya ilhakıyla Yenipazar sancağının Devlet-i
Osmaniyye’ye iade edilmesi; Arnavutluk, Yemen ve civarında isyanlar
vukua gelmesi; 1327 senesi zarfında İtalya’nın Trablusgarb ve Bingazi’ye
tecavüzü ve Rodos ile civarındaki Cezair’i işgal ve nihayet Trablusgarp ve
Bingazi’de bir sene kadar asakir-i Osmaniye ve Araban İtalyanlara
mukavemet ettikten sonra Uşi muahedenamesiyle bu kıtalar idaresinin
İtalya’ya terk olunması; Yemen’de İmam Yahya ile takarrür eden itilaf
mucibince bir idare-i hususiye teşekkül etmesi; 1328 senesinde
41
Reşat-Seydi, a.g.e., s. 4.
16
OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDAN TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NE GEÇİŞ SÜRECİNDE
TÜRKİYE’DE TARİH ÖĞRETİMİNİN TARİHÇESİ
Arnavutluk’ta zuhur eden isyanın Said Paşa kabinesinin sukutunu ve Meclisi Mebusan’ın feshini intac eylemesi; Bu isyan ile ahval-i askeriyemizden
bilistifade amal-i harisanelerini mevki-i icraya koymak hususunda nifak-ı
dahiliyi fırsat ittihaz eden Bulgaristan, Sırbistan, Karadağ ve Yunanistan
hükümetlerinin akd-i ittifak ederek Rumili Vilâyâtını ve Cezair-i Bahr-i
Sefîd’i işgal etmeleridir42”
Cumhuriyet’in İlk Yıllarında Tarih Öğretimi: II. Meşrutiyet
döneminde okullarda uygulanmakta olan tarih programları, fazla bir
değişikliğe uğramadan Cumhuriyet’in ilk yıllarında kadar yürürlükte
kalmıştır. 1923-1930 yılları arasında öncelikle ilkokullardan başlamak üzere
müfredat programlarında değişiklikler yapılmıştır. 1926’dan itibaren ders
kitaplarının hazırlanması ve seçimi Milli Talim ve Terbiye Dairesi’nin
yetkisine bırakılmıştır. Daha Milli Mücadele döneminden itibaren ilkokul
tarih kitapları milli tarih anlayışına göre yazılmaya başlamıştır. Bununla
birlikte, ortaöğretimde müfredata uygun yeni kitapların hazırlanmasında geç
kalınmıştır. Osmanlı döneminden kalan lise tarih kitapları kısmen değiştirilse
de Meşrutiyet dönemindeki hatalar tekrarlanmıştır.
1924'te ilk, orta ve lise ders programları yeniden düzenledi. Daha sonra
buna bağlı olarak yeni ders kitapları yazıldı. 1924 programına göre tarih
dersi, ilkokulların üçüncü sınıflarında "daha ziyade bir kıraat ve musâhabe"
şeklinde verilirken, dördüncü ve beşinci sınıflarda Genel Tarih ve Türk
Tarihi okutulmaktaydı.1926'da yapılan değişiklikle, yeni eğitim esaslarının
gerektirdiği toplu eğitim metodu uygulamaya konularak ilk üç sınıfta Hayat
Bilgisi dersine, önceki gibi, yine dördüncü ve beşinci sınıflarda asıl tarih
derslerine yer verildi43.
1927-1928 öğretim yılında bütün ilkokullarda uygulanan son programda
tarih dersinin hedefi, " Çocuklara Türk milletinin mazisi hakkında malumat
verip onlarda millî şuur uyandırmak; bugünkü medeniyetin uzun bir mazinin
mahsulü olduğunu anlatmak; büyük şahısların hayat ve hareketleri tasvir
edilerek çocuklara imtisâle şayan numuneler göstermek44" şeklinde
belirlenmişti. Bu programda "millî tarih" anlayışına önem verilerek Türk
tarihi, başlangıcından Cumhuriyet'in kuruluşuna kadar bir bütünlük içinde
ele alınıyordu. Programda İslam tarihine hiç yer verilmediği gibi, Osmanlı
tarihi de yeni bir yaklaşımla hanedana övgü olmaktan çıkarılmıştı.
42
Ali Reşad, Asr-ı Hâzır Tarihi, Kanaat Matbaası, İstanbul 1330, s.725-726.
M. Tunçay, “İlk ve Orta Öğretimde Tarih”, Türkiye’de Tarih Eğitimi, Ankara 1975, s.277278.
44
İlk Mekteplerin Müfredat Programı, İkinci tab’, Devlet Matbaası, İstanbul 1927, s. 2.
43
17
MESUT ÇAPA
İlköğretim müfredatındaki değişikliklere uygun yeni ders kitapları
hazırlanmıştır. Millî Mücadele döneminde ilkokullar için “Millî Tarih”
kitapları yayınlayan Mehmet Fuat (Köprülü), aynı adla 1924 ve 1926
programına uygun daha hacimli iki kitap hazırladı45. Meşrutiyet dönemi
yazar ve öğretmenlerinden İhsan Şerif (Saru), Ahmet Refik (Altınay), Ahmet
Halid (Yaşaroğlu) ve Emin Ali (Çavlı) ilkokullara yönelik olarak
Cumhuriyet Çocuklarına Tarih Dersleri, Çocuklara Tarih-i Osmanî, Türk
Çocuklarına Tarih Dersleri ve Bizim Tarih gibi adlarla ders kitapları
yayınladılar46. Ahmet Refik (Altınay) 1929 yılında ayrıca, Çocuklara Türk
İstiklal Harbi adlı bir kitapçık hazırlamıştır.
Eski ilköğretim müfettişlerinden olan Galatasaray Lisesi Türkçe
öğretmeni Ahmet Halit (Çavlı)Bey’in, ilkokul beşinci sınıflar için hazırladığı
Bizim Tarih’te konular Yeniçağ’dan Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna
kadar getirilmektedir. 1924 müfredatının yoğunluğu 104 sayfadan oluşan bu
kitapta açıkça görülmektedir. Kitapta Osmanlı tarihi ( İstanbul’un fethinden
Saltanat’ın kaldırılmasına kadar) ve medeniyeti, Genel tarih ve Avrupa
tarihinin yanı sıra kısaca Milli Mücadele dönemiyle ilgili (İzmir’in işgali,
İstanbul’un işgali, Türkiye Büyük Millet Meclisi, İstiklal Harbinin son
günleri) konulara da değinilmiştir. Yazar, kitabın sonunda “Bugünkü Türk
Âlemi”yle ilgili bilgi verirken, Türk dünyasının Türkiye’den beklentileriyle
ilgili değerlendirmelerde de bulunmaktadır:
“Bugün Türkler, Avrupa ve Asya’nın muhtelif taraflarında kısmen toplu
ve kısmen dağınık bir surette yaşamaktadırlar. Bu kardaşlarımızın büyük bir
ekseriyeti henüz istiklallerine sahip değildirler. Ufak tefek bir iki yeni
hükümet müstesna olmak üzere Türkiye Cumhuriyeti haricinde müstakil
Türk hükümeti yoktur. Bilhassa Rusya Hükümeti dahilinde on milyonlarca
ve İran’a tabi milyonlarca Türkler halâs gününü bekliyorlar. Binaenaleyh
bütün Türk milleti, gözünü bize dikmiş, bizim refah ve saadetimiz için,
bizim terakki ve te’âlîmiz için dua etmektedir. Biz nasıl Türkiye’nin
halâskârı tanıyorsak onlar da Gazi Paşamızı Türk aleminin halâskârı diye
tanıyorlar. Hududumuzun pek yakınında, Halep ve Musul taraflarında henüz
anavatana kavuşmayan birtakım Türk vatandaşlarımız da vardır. Yakın bir
âtîde uzak ve yakın kardaşlarımızı Türkiye Cumhuriyeti bayrağı altında
toplu göreceğimizden eminiz47.”
45
M. Çapa, “Fuat Köprülü’nün Yazdığı Tarih Ders Kitapları: Millî Tarih’ler”, Askeri Tarih
Araştırmaları Dergisi, 2005, sayı 5, s.17-49.
46
M. Çapa, “Türkiye’de 1930 Öncesi Tarih Öğretimi” Toplumsal Tarih, 2004, sayı 129, s. 8183.
47
Ahmet Halid, Bizim Tarih, Amedi Matbaası, İstanbul 1924, s. 103.
18
OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDAN TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NE GEÇİŞ SÜRECİNDE
TÜRKİYE’DE TARİH ÖĞRETİMİNİN TARİHÇESİ
Başlangıçta ortaokul ve lise müfredatında da bazı değişiklikler yapıldı.
Cumhuriyet dönemine intikal eden "Mekteb-i Sultaniye" müfredat
programında, Sultanilerin birinci devresinde dördüncü sınıftan sekizinci
sınıfa kadar haftada on saat tarih dersi yer alıyordu. Dördüncü sınıfta eski
usul değiştirilmeyerek "Tarih-i Enbiya, Tarih-i İslam" okutulmaktaydı.
Beşinci sınıftaki Osmanlı tarihi, "Türklerin menşeleri"nden başlayıp Osmanlı
Devletinin kuruluşuna kadar olan dönemi kapsıyordu. Sultanilerin altıncı,
yedinci ve sekizinci sınıflarında ise, Eskiçağ'dan Yakınçağ'a kadar
kronolojik bir sıra takip edilerek Birinci Meşrutiyet'e kadar getirilen Osmanlı
tarihi Avrupa tarihiyle birlikte verilmekteydi.
Sultanilerin ikinci devresini oluşturan dokuzuncu, onuncu ve onbirinci
sınıflarının Fen şubesinde 8, Edebiyat şubesinde ise 12 saat tarih dersi
konulmuştu. Programda Osmanlı tarihinin yanı sıra Avrupa tarihine de yer
verilmekteydi. Edebiyat şubesi programında, Fen şubesinden farklı olarak
onuncu ve onbirinci sınıfta ikişer saat fazla tarih dersi yer alıyordu. Bu
sebeple, Edebiyat şubesinin onuncu sınıfında İlkçağ ve ortaçağda Romalılar,
Slavlar, Türkler ve İranlılar; onbirinci sınıfta ise, İslam ve Türk Medeniyet
tarihi hakkında bilgiler verilmiştir48.
1923'te toplanan Birinci Heyet-i İlmiye'de alınan kararla sultaniler lise
olarak adlandırılmışlardır. 1924'te toplanan İkinci Heyet-i İlmiye'de liseler
üçer sınıflık birinci ve ikinci devrelere ayrılarak, lise ve ortaokul müfredat
programları yeniden düzenlenmiştir. Buna göre, liselerin birinci devresi ile
müstakil ortaokullar üç yıllık bir bütün sayılıyordu. Liselerin son sınıfı
edebiyat ve fen olmak üzere iki şubeye ayrılmıştır49.
1924 yılında yapılan yeni düzenlemelere göre, liselerin ikinci devresinde
her sınıfta ikişer saat olmak üzere, üç yılda toplam altı saat tarih okutulması
kararlaştırılmıştır. Konular, dördüncü sınıftan altıncı sınıfa kadar kronolojik
bir sıra takip etmekteydi. İlkçağ'dan başlayan dördüncü sınıf programı, eski
Doğu milletleri (Mısırlılar, Keldanî ve Asurîler, Fenikeliler, Hititler,
İranlılar, İbranîler) ve medeniyetlerinden başlıyordu. Yunanlılar (Adalar
Denizi Medeniyeti) ve Romalılara etraflıca yer verildikten sonra, Ortaçağ'da
Barbarlardan, Avrupa devletleri ve medeniyetlerinden bahsedilirken 13-15.
yüzyıllarda "Avrupa ile münesabatımız nokta-i nazarından" Türk tarihine yer
veriliyordu. Beşinci sınıf programı Yeniçağ'da Avrupa ve Osmanlı tarihi ile
Fransız İhtilali'ni kapsıyordu. Altıncı sınıfta Yakınçağ (Asr-ı Hâzır) Tarihi
çerçevesinde Viyana Kongresi'nden başlayarak Avrupa'daki gelişmeler,
48
Mekâtib-i Sultaniye Müfredat Programı, Matbaa-i Amire, İstanbul 1338, s. 5-7, 54-55, 5868, 193-201, 206-213
49
M. Çapa, “Cumhuriyetin İlk Yıllarında Tarih Öğretimi”, Ankara Üniversitesi Türk İnkılap
Tarihi Enstitüsü Dergisi Atatürk Yolu, 2005, sayı 29-30, s. 42
19
MESUT ÇAPA
"Ondokuzuncu Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu. Bugünkü Türk âlemine
umumî bir nazar", "Medeniyet-i hâzıranın evsaf-ı umûmîyesi" gibi konular
yer almaktaydı. Ayrıca, son sınıfta yalnız Edebiyat şubesinde haftada iki saat
Türk Medeniyet tarihi dersi okutulacaktı50.
1924 programında da, eskiden beri süregelen Avrupa merkezli tarih
öğretimi değişmemiş, Türk tarihinden ziyade, genel tarih ve Avrupa tarihine
öncelik verilmiştir. Bu programın öncekinden en önemli farkı İslam tarih ve
medeniyetine yer verilmemiş olmasıydı. Ortaokul ve liselerde uygulanan bu
tarih programı, 1927 yılında bazı tadilata uğramış ise de; asıl değişiklik ilk,
orta ve liseleri kapsayacak şekilde Türk Tarih Tezine göre 1930'dan sonra
yapılmıştır.
Ortaokul ve liselere yönelik yeni kitapların hazırlanması, ilkokullara göre
daha yavaş ve geç gerçekleşti. Meşrutiyet döneminde okutulan kitaplar
kısmen değiştirilerek okutulmak zorunda kalındı.1923'ten sonra Ahmet
Refik (Altınay), Ali Reşat, Hamit (Ongunsu) ve Muhsin (Teker) lise ve
ortaokullara yönelik ders kitapları yazdılar. Hamit-Muhsin imzasıyla
ortaokul üçüncü sınıflar için yazılan Türkiye Tarihi, 1930 yılında bazı küçük
değişikliklerle üçüncü baskısını yaptı. Osmanlı tarihiyle ilgili konuların
ağırlıkta olduğu bu kitapta resimlere, dipnotlara ve bölüm sonlarında okuma
parçalarına yer verilmişti51. Maarif Vekaleti’nce,1928 yılında liselerde
okutulmak üzere Ahmet Refik (Altınay) Bey’in Umûmî Tarih’i (lise-1),
Hâmid Bey’in Kurûn-Cedîde ve Asr-ı Hâzır Mebâdisi (lise-2) ve Ali Reşad
Bey’in Umûmî Tarih’i (lise-3) adlı kitapları önerilmiştir52.
Eski Maarif müfettişlerinden ve Dârülfünûn müderrislerinden Ali Reşat
Bey, 1926 yılında liselerin ikinci devre son sınıfları için Asr-ı Hâzır
Tarihi’ni yayınladı. 476 sayfadan oluşan kitap 13 bölümden oluşmaktadır.
Kitap, başlangıç ve bitiş konuları itibarıyla yazarın 1914 yılında aynı adla
yayınladığı kitaptan farklıdır. İlk bölüm, “Viyana Kongresi ve bu kongreden
sonra Avrupa” konusuyla başlamaktadır. Sadece yedinci ve onüçüncü
fasıllarda 19. ve 20. yüzyıllarda Türkiye konusuna yer verilmekte, diğer
bölümlerde Avrupa tarihinden bahsedilmektedir. Yirminci yüzyılda Türkiye
başlıklı son bölümde II. Meşrutiyet dönemi, Birinci Dünya Savaşı, İstiklal
Savaşı ve Cumhuriyet konularına yer verilmiştir. Kitapta, Tevfik Paşa
Hükümeti’nin istifası ve İzmir’in işgali anlatılırken “hain”, “sürü” gibi
sübjektif bazı ifadelere yer verilmektedir:
50
Liselerin İkinci Devre Müfredat Programı, Matbaa-i Amire, İstanbul 1340, s. 8-19.
Hâmit-Muhsin, Türkiye Tarihi, Devlet Matbaası, İstanbul, 1930, s. V.
52
M. Çapa, M., “Atatürk Dönemi Ders Kitapları”, Cumhuriyet Dönemi Türk Kültürü Atatürk
Dönemi, Ankara 2009, C.1, s. 687.
51
20
OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDAN TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NE GEÇİŞ SÜRECİNDE
TÜRKİYE’DE TARİH ÖĞRETİMİNİN TARİHÇESİ
“16 Teşrinisanîde teşekkül eden Tevfik Paşa kabinesi Meclis-i Mebusan’ı
fesh etti. Fakat uzun müddet mevki-i iktidarda kalamayarak istifa ettiğinden
Damad Ferid Paşa haini tarafından bir kabine teşkil edildi (5 Mart 1919). ...
İstanbul’da bu fecîalara lakayd kalan, İngilizlerin elinde oyuncak olan
hükümetçe protestodan başka bir şey yapılmadığı sırada Yunan sürüleri
İzmir vilayeti mülhakatına da saldırdılar. …Diğer taraftan Yunan sürüleri
silahsız, mühimmatsız kalan Türkleri geriye süre süre Uşak ve Çivril, Biga
ve Balıkesir, Bursa ve Eskişehir mıntıkalarına doğru ilerlediler53”.
Cumhuriyet'in ilk yıllarında, Tarih ders kitaplarının muhtevasında önemli
değişiklikler yapılmakla birlikte, geçmişten gelen alışkanlıklar ve bakış açısı
tamamen silinmemiştir. Bu durum daha 1930 öncesinde eleştirilere sebep
olmuştur. Yusuf Akçura, öncelikle ders kitaplarında hakim olan skolastik
anlayışın terkedilmesi gereğini savunmuştur. Mayıs 1925'te İstanbul Erkek
Muallim Mektebi'nde verdiği bir konferansta bu konuya değinerek,
okullarımızda okutulan "tarih-i hususî" kitaplarının çoğunluğu, "tarih-i
umumî" kitaplarının ise hemen hepsinin skolastik anlayışa göre yazıldığı
görüşünü savunmuştur. Tarih kitabı yazarlarımız, tarihi olayları sadece
Fransızların gözüyle bakmışlardır. Akçura, Osmanlı Tarihi için de aynı
tesbitte bulunarak, "Hoca Sadettin hangi şemayı kabul etmişse, hemen ona
bağlı kalmışızdır. Böylece tarihi teliflerimiz, ecnebilerin veya vaziyetin
sultalarına mağlup ve mahkum bir haldedir; yani skolastiktir." demektedir54.
Yusuf Akçura, bu konudaki tenkitlerini Birinci Türk Tarih Kongresi'nde de
dile getirmiştir. Akçura, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e kadar yazılmış olan
Tarih-i Umûmî kitaplarını, özellikle Reşat Bey’in Umumî Tarihini, bilimsel
açıdan eleştirmiştir55.
1930’lara gelindiğinde, Atatürk’ün öncülüğünde tarih çalışmalarına
büyük önem verildi. Türk tarihi, İslamiyet öncesinden başlamak üzere bir
bütün olarak ele alınmaktaydı. İlk olarak Türk Ocakları Türk Tarihi Tetkik
Heyeti tarafından 1930'da, Türk Tarihinin Ana Hatları adlı hacimli bir kitap
hazırlandı. Sınırlı sayıda basılan bu kitap, tarihçilere dağıtılıp görüşleri
alındı. Kitabın giriş kısmı 1931'den itibaren üç ayrı basımda 70 bin adet
basılarak dağıtıldı56. Böylece kamuoyunun yeni tarih tezinden haberdar
olmasına çalışıldı.
15 Nisan 1931'de Atatürk'ün himayesinde kurulan Türk Tarihi Tedkik
Cemiyeti, okul kitaplarının yeniden yazdırılmasına öncülük etti. 1929-1930
53
Ali Reşad, Asr-ı Hâzır Tarihi, Milli Matbaa, İstanbul 1926, s. 454-456, 460-461.
Çapa, “Cumhuriyetin İlk Yıllarında…”, s. 47.
55
Akçura, a.g.e., s. 597-602.
56
İkinci Türk Tarih Kongresi, (İstanbul 20-25 Eylül 1937), Kenan Matbaası, İstanbul, 1943,
s. II-VI.
54
21
MESUT ÇAPA
yıllarında Türk Tarihi Tedkik Cemiyeti tarafından liseler için dört ciltlik
tarih (Tarih I-İlkçağ, Tarih II-Ortaçağ, Tarih III-Yeni ve Yakınçağlar, Tarih
IV-Türkiye Cumhuriyeti) serisi hazırlandı57. "Mihverini Türk tarihi teşkil
eden ve hafriyatlardan çıkarılmış vesikalarla ana kaynaklardan alınmış
müsbet malumata istinat eyleyen" bu kitaplar, 1931-1932 öğretim yılından
itibaren liselerde okutulmaya başlandı58. Maarif Vekaleti, Türk Tarihi
Tedkik Cemiyeti’nin yayınladığı kitapları esas alarak ilk ve ortaokullar için
yeni tarih kitapları hazırlattı. Bu çerçevede hazırlanan Ortamektep İçin Tarih
III adlı kitap, 1933 yılında 12.000 adet basıldı. Yine Sadri Ertem ve Kâzım
Nami Duru’nun hazırladıkları Ortaokul İçin Tarih III adlı kitap, Talim ve
Terbiye Heyeti’nin 12.11.1934 tarihli kararıyla ders kitabı olarak kabul
edildi.
1936 yılından itibaren Tarih müfredatının yoğunluğu tartışılmaya
başlanmıştır. Bu doğrultuda bazı düzenlemeler yapılmış olmakla birlikte,
çok müspet bir sonuca varılamamıştır. Ortaokul ve liselerde okutulan tarih
kitaplarında, 1936 yılında "fevkalâde bir değişiklik" yapılmamıştı. Ancak,
ilkokulların dördüncü ve beşinci sınıflarında okutulan tarih kitaplarına, "
Türk Tarihi Tedkik Cemiyeti’nin, son tarihi araştırmalarından alınan
neticelere göre, tekemmül eden tezlerinden" bazı parçalar ilave edilmiştir.
Bu tarihte ortaokul birinci ve ikinci sınıflarda ikişer, üçüncü sınıfta üç saat
olmak üzere haftada yedi saat tarih dersi okutuluyordu. Liselerin ikinci
devresinde de aynı oranda tarih dersi bulunmakla birlikte, daha önce lise
üçüncü sınıfta Edebiyat şubelerinde fazladan verilen tarih dersi
kaldırılmıştır.
1930'larda öncelikle yükseköğretimden başlamak üzere Cumhuriyet ve
İnkılâp tarihi öğretimi başlatılmıştır. 1934'ten itibaren İstanbul ve Ankara'da
fakülte ve yüksek okullarda İnkılâp Tarihi ders ve konferansları verilmeye
başlandı. Amaç, Avrupa'da yayılmaya başlayan totaliter rejimlere karşı
gençliği aydınlatmak ve onların Cumhuriyet ideallerine ve inkılâplara
bağlılıklarını sağlamaktı.1934 yılında İstanbul Üniversitesi'nde İnkılâp
Enstitüsü kuruldu. Atatürk'ün güvendiği ve inkılâbın öncülüğünü üstlenmiş
olan siyasetçi ve devlet adamları (Yusuf Hikmet Bayur, Mahmud Esad
Bozkurt, Yusuf Kemal Tengirşek, Recep Peker) tarafından İnkılâp Tarihi
dersleri verilmeye başlandı. 1934-1935 öğretim yılından itibaren 1942
yılında ölümüne kadar İstanbul Üniversitesi ve Ankara Hukuk Fakültesi ve
yüksek okullarda İnkılâp Tarihi dersleri veren Recep Peker ilk dört dersinde
sırasıyla İnkılâbın Manası, Hürriyet İnkılâbı, Sınıf İnkılâbının Reaksiyonları
konularını ele almıştır.
57
58
Sakaoğlu, a.g.m., s. 30.
Cumhuriyet Halk Partisi On Beşinci Yıl Kitabı, Ankara, s. 23.
22
OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDAN TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NE GEÇİŞ SÜRECİNDE
TÜRKİYE’DE TARİH ÖĞRETİMİNİN TARİHÇESİ
Ankara'da ilk İnkılâp Tarihi dersi Başbakan İsmet İnönü tarafından,
Ankara'daki yüksekokulların son sınıf öğrencilerine 20 Mart 1934'te İnkılâp
Tarihi Kürsüsünde verildi. Maarif Vekili Hikmet Bayur tarafından Halkevi
salonunda verilen ikinci derse ise Ankara'nın tanınmış simaları,
milletvekilleri ve Hukuk Mektebi öğrencileri katıldı59. İleriki yıllarda bu
dersler daha düzenli bir programa bağlanmıştır
II. Meşrutiyet döneminde başlatılan tarih öğretim metotlarıyla ilgili
tartışmalar bu dönemde de sürmüştür. Eğitim dergilerinde sınırlı sayıda da
olsa bazı makaleler yayınlandı. İlk yıllarda Talim ve Terbiye Dairesi Başkanı
İhsan (Sungu) Bey “Tarih tedrisatı hakkında”ki yazısıyla, Nurullah Ata
Bey’in Fransızcadan tercüme ettiği “Tarih tedrisatının vazifesi” başlıklı
makalesini yayınlandı60. İsmail Hakkı Baltacıoğlu 1930’lu yıllarda Fikirler
ve Yeni Adam dergilerinde tarih öğretimiyle ilgili makaleler yayınladı.
Baltacıoğlu, 1935 yılında yayınladığı Tarih ve Terbiye adlı kitabının son
kısmını tarih öğretimine ayırmıştır. 1923’te Mustafa Rahmi tarafından John
Dewey’den tercüme edilen Çocuk ve Mektep adlı kitabın bir bölümünde, “İlk
tedrisatta tarihin maksat ve gayesi”ne yer verilmiştir61.
Tarih programlarında öğretim usulleriyle ilgili tavsiyelere yer
verilmiştir.1926 tarihli ilkokul müfredat programında, tarih öğretiminde
dikkat edilecek noktalar sıralanırken, başta öğretimin asıl odağının Türk
Tarihi olduğu vurgulanıyordu. İlkokullarda genel tarih okutmaya öğrenci
seviyesi ve zaman müsait olmadığından, genel tarihin önemli kısımları Türk
tarihiyle bağlantı kurulmak suretiyle öğretilecekti. Hükümdarların hayatları
ve savaşlardan ziyade medeniyet tarihine önem verilecekti. Dersin daha
somut bir hale getirilmesi için okulda kara tahta, harita, tarihi levhalar,
kartpostallar ve tarihi okuma parçalarından yararlanılması; ayrıca, okul
dışında müze, kale, kule ve su kemerleri gibi tarihi eserlerin tanıtılması
önerilmiştir62.
Harita, eskiden beri tarih öğretiminin vazgeçilmez materyallerinden biri
olarak görülmüştür. Mekteb-i Sultani müfredat programında, "Her sınıfta
hadisat-ı tarihiye behemehal tarihi haritalar üzerinde takip edilecektir. Tarihi
harita bulunmadığı takdirde, bu hususta coğrafya haritalarından istifade
olunacaktır"63 deniliyordu. 1928 yılında Köprülüzade Mehmet Fuat (Fuat
Köprülü) ve Faik Sabri (Unat) tarafından müştereken bir kısmı ilkokullara,
59
Çapa, “Cumhuriyetin İlk Yıllarında …”, s. 44.
Akçura, a.g.e., s. 581.
61
Baymur, a.g.e., s. 15, 18
62
İlk Mekteplerin Müfredat Programı, 1927, s. 31.
63
Mekâtib-i Sultaniye Müfredat Programı, 1338, s. 213.
60
23
MESUT ÇAPA
diğer kısmı da ortaokul ve lise öğretmenlerine yönelik olmak üzere bir Tarihi
Atlas hazırlanmıştır 64.
Bu yıllarda ilkokullarda tarih öğretiminin sonuçlarını anlamaya yönelik
anketler de yapılmıştır. İstanbul Erkek Muallim Mektebi Tatbikat Mektebi
öğretmeni Ali Fahrettin (Alper), 27 Mayıs 1925'te iki ilkokulun üç sınıfında
(3,4,5) tarih okuyan 150 öğrenci arasında yaptığı anket sonuçlarını
yayınlamıştır65. Bunun, o dönem için eğitimin sonuçlarını anlamaya yönelik
nadir çalışmalardan biri olduğu söylenebilir.
Eğitimciler arasında, Tarih öğretiminin gayesi ve hedeflerinin ne olması
gerektiği konusunda görüşler ileri sürülmüştür. Kazım Nami (Duru)'ye göre,
"Tarih; demokrat cumhuriyetçi bir milletin müstakbel nesli için en iyi bir
insani ve milli terbiye aletidir”. 1931 yılında Ankara'da Talim ve Terbiye
Dairesi Başkanı İhsan (Sungu), Maarif Vekaleti'nde müsteşar Mehmet Emin
(Erişirgil) ve Talim ve Terbiye Dairesi üyesi Avni (Başman) Beyler,
özellikle ilkokullarda tarih öğretiminin milli hisleri geliştirmeye yönelik
olması gereğine inanıyorlardı. Tarih ortaokul ve liselerde daha geniş olarak
öğretilebilirdi. Türkiye'de tarih öğretiminin milliyetçi, fakat emperyalist
olmadığı görüşündeydiler. Öğretmen Okulu Müdürü Sadrettin Celal (Antel)
ve öğretmenlerden Hıfzırrahman Raşit (Öymen) Bey, doğru ve tarafsız tarih
öğretiminin lehindeydiler. Her milletin kendi tarihini öğretirken bu ilkeye
uyması, insanlık için çok iyi bir kazanç olur; ülkeler arasında barışı
gerçekleştirebilirdi66.
1930'lardan sonra Türk Tarih Tezi doğrultusunda hazırlanan kitaplarda
diğer milletlere karşı aşağılayıcı herhangi bir ifadeye yer verilmemişti. Ocak
1932'de Paris'te toplanan Uluslararası Tarih Tedrisatı Kongresi’ne Türk
Tarihi Tedkik Cemiyeti'ni temsilen katılan Genel Sekreter Muzaffer Göker,
"Kurumun liseler için yazdığı tarih kitaplarının milletleri birbiri aleyhine
tahrik eden düşmanca fikir ve mevzuları ihtiva etmediği"ni belirterek, diğer
ülkelerin okul kitaplarındaki bu gibi cümlelerin çıkarılmasını temenni
etmiştir67.
Sonuç: Tanzimat döneminden Cumhuriyet’in ilk yıllarına kadar gelen
süreç içinde, tarih öğretiminde önemli değişiklik ve gelişmeler yaşanmıştır.
Bu süreçte her dönemin fikri ve siyasi özellikleri, Tarihe bakış açısı kadar,
tarih ders kitapları ve okullardaki tarih programlarını da etkilemiştir.
64
Çapa, “Cumhuriyetin İlk Yıllarında…”, s. 52.
Ali Fahreddin, “İlk Mekteplerde Tarih Tedrisatı”, Tedrisat Mecmuası, sayı 13/67, İstanbul
1925, s. 317-338.
66
Çapa, “Cumhuriyetin İlk Yıllarında …”, s. 53-54.
67
Onbeşinci Yıl, s. 575.
65
24
OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDAN TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NE GEÇİŞ SÜRECİNDE
TÜRKİYE’DE TARİH ÖĞRETİMİNİN TARİHÇESİ
Başlangıçta Osmanlı tarihçilerinin yazdıkları Tarihi Umûmîlerde İslam tarihi
esas alınırken, Islahat döneminden itibaren Batılı tarihçilerin bakış açısı
önem kazanmıştır. Tanzimat’tan 1930’lu yıllara gelinceye kadar bu bakış
açısı, özellikle Genel Tarih (Tarih-i Umûmî) ve Yakınçağ (Asr-ı Hâzır)
Tarihi ders kitaplarıyla Tarih öğretiminde etkisini sürdürmüştür.
1869 tarihli Maarif-i Umûmîye Nizamnamesi’nde tüm mekteplerde
muhtelif şekillerde Osmanlı Tarihi ve Genel Tarihe yer verilmiştir. Bu
derslerin müfredattaki yer ve saatleri zaman içerisinde değişikliklere
uğramıştır. Bu tarihlerde Süleyman Paşa, Selim Sabit, İbrahim Necati, Ali
Cevat, Abdurrahman Şeref, Mizancı Murat ve Ali Tevfik Beyler tarih ders
kitapları yayınladılar. İkinci Abdülhamit döneminde tarih öğretimine
sınırlamalar getirilerek, Genel Tarih dersleri müfredattan kaldırılmıştır. Bu
yasaklama kararında “İhtilâl- Kebîr” diye adlandırılan Fransız İhtilâli’ne
geniş yer verilmesinin payı büyüktür.
İkinci Meşrutiyet’in getirdiği hürriyet havası tarih yayın ve öğretimine de
yansımıştır. Tarih müfredatı üzerindeki sınırlamalar kalktı; yeni birçok tarih
ders kitapları hazırlandı veya tercüme edildi. Eğitim dergilerinde Tarih
öğretim metotlarıyla ilgili makaleler yayınlandı. İstanbul Öğretmen
Okulu’nda Satı Bey, bugün de örnek alınabilecek çalışmalar gerçekleştirdi.
Ancak, özellikle Genel tarihe Batılıların gözüyle bakma geleneği bu
dönemde de değişmedi. Balkan yenilgisinden sonra gelişen Türkçülük
düşüncesi İttihatçıların çabalarıyla kısmen ilk mekteplerde etkili oldu.
Osmanlı Tarihi, Türk tarihinin bütünlüğü içerisinde görülmeye başlandı,
“Osmanlı Türkleri”nden bahsedildi. Ahmet Refik (Altınay) de,
Cumhuriyet’in ilk yıllarında yayınladığı Türkiye Tarihi’nde bu deyimi
kullanmıştır. Bu dönemde Ali Reşad, Ali Seydi, Mehmet Şakir, Ahmet Refik
(Altınay), A. Nüzhet ve Hüseyin Cahit (Yalçın) tarafından Osmanlı Tarihi,
Umûmî Tarih ve Asr-ı Hâzır adıyla kitaplar yazılmıştır.
Milli Mücadele dönemi ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında tarih öğretimi,
önemli ölçüde İkinci Meşrutiyet döneminin devamı şeklinde sürdürüldü.
1930’lara gelinceye kadar ilköğretim tarih müfredat ve ders kitaplarında bazı
değişiklikler yapıldı ise de, lise eğitiminde benzer değişiklikler aynı oranda
gerçekleştirilemedi. 1930’dan önce liselerde Ali Reşad ve Ahmet Refik
(Altınay) Bey’in kitapları okutuldu.
1924'te ilk, orta ve lise ders programları bir komisyon tarafından yeniden
düzenledi. Bu düzenlemeyle lise tarih müfredatında önemli bir değişiklik
getirilmemiştir. Avrupa merkezli bir tarih öğretiminin benimsendiği bu
programda, Genel tarih ve Avrupa tarihine Türk tarihinden daha fazla yer
ayrılmıştır. Bu programın öncekinden en önemli farkı, İslam tarih ve
medeniyetine yer verilmemesidir. Buna karşılık programa, 1926 ilkokul
25
MESUT ÇAPA
programında da yer alacak olan, çağdaş dünyayı ve Türk dünyasını tanımaya
yönelik yeni konular ilave edilmiştir.
1926’da yapılan müfredat değişikliğiyle ilkokullarda milli tarih öğretimi
önem kazandı. Meşrutiyet dönemi ders kitabı yazarlarından İhsan Şerif
(Saru), Ahmet Refik (Altınay), Ahmet Halid (Yaşaroğlu) ve Emin Ali
(Çavlı) tarafından yeni ders kitapları hazırlandı. Fuat Köprülü de, 1921-1928
tarihleri arasında ilkokullar için “Millî Tarih” kitapları yayınladı.
1930’lardan itibaren tarih öğretimi Türk Tarih Tezine uygun olarak, yeni
tarih anlayışı çerçevesinde düzenlenmiştir. Atatürk döneminde tarih, iyi bir
yurttaşlık eğitiminin temel unsurlarından biri olarak kabul edilmiştir. Milli
tarih öğretimine öncelik verilmekle birlikte, bunun insanlık tarihinden ayrı
düşünülemeyeceği vurgulanmıştır. Milli Eğitim teşkilatında etkili olan
eğitimciler, ülkeler arasında barışın sağlanmasında doğru ve tarafsız bir tarih
eğitiminin önemini savunmuşlardır. Tarihe milli bir bakış açısı getirmeye
çalışan Türk Tarih Tezinin şekillendirdiği tarih öğretimi, diğer milletlere
düşmanlık besleyen bir vasıta haline getirilmemiştir. Tarih ders kitaplarında,
diğer milletleri aşağılayıcı herhangi bir ifadeye yer verilmemesi, uluslararası
kongrelerde bir övünç kaynağı olarak sunulmuştur.
KAYNAKÇA
Abdurrahman Şeref, Tarih-i Devlet-i Osmaniye, C. 2, Karabet Matbaası, İstanbul
1315.
Ahmet Halid, Bizim Tarih, Amedi Matbaası, İstanbul 1924.
Ahmet Refik, Çocuklara Türk İstiklal Harbi, İstanbul 1929.
Akyüz, Yahya, Türk Eğitim Tarihi, Pegem Akademi Yay., 17. Baskı, Ankara 2010.
Ali Cevad, Muhtasar Osmanlı Tarihi (Tarih-i Osmanî), İstanbul 1324.
Ali Fahreddin, “İlk Mekteplerde Tarih Tedrisatı”, Tedrisat Mecmuası, İstanbul
1925, s. 317-338.
Ali Reşad, Asr-ı Hâzır Tarihi, Kanaat Matbaası, İstanbul 1330.
Ali Reşad, Asr-ı Hâzır Tarihi, Milli Matbaa, İstanbul 1926.
Ali Reşad-Ali Seydi, Tarih-i Umumî, C. 1, İkdam Matbaası, İstanbul 1327.
Akçura, Y. “Tarih Yazmak ve Tarih Okutmak Usullerine Dair”, Birinci Türk Tarih
Kongresi, Maarif Vekaleti, Ankara 1932, s. 597-602.
Baymur, F., Tarih Öğretimi, Maarif Matbaası, Ankara 1945.
Cumhuriyet Halk Partisi On Beşinci Yıl Kitabı, Ankara tarihsiz.
Çapa, M., “İstanbul Darülmuallimini Tatbikat Mektebi’nde Tarih Dersleri”, Türk
Kültürü, 2002, sayı 471, s. 21-32.
26
OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDAN TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NE GEÇİŞ SÜRECİNDE
TÜRKİYE’DE TARİH ÖĞRETİMİNİN TARİHÇESİ
_______, “Türkiye’de 1930 Öncesi Tarih Öğretimi”, Toplumsal Tarih, İstabul 2004,
sayı 129, s. 80-87.
_______, “Cumhuriyetin İlk Yıllarında Tarih Öğretimi”, Ankara Üniversitesi Türk
İnkılap Tarihi Enstitüsü Dergisi Atatürk Yolu, Ankara 2005, sayı 29-30, s. 39-55.
Çapa, M., “Fuat Köprülü’nün Yazdığı Tarih Ders Kitapları: Millî Tarih’ler”, Askeri
Tarih Araştırmaları Dergisi, Ankara 2005, sayı 5, s.17-49.
_______, “Atatürk Dönemi Ders Kitapları” Cumhuriyet Dönemi Türk Kültürü
Atatürk Dönemi, Ankara 2009, cilt 1, s. 685-692.
Dârülmuallimat Programı, Matbaa-i amire, İstanbul 1330.
Ergün, M., II. Meşrutiyet Devrinde Eğitim Hareketleri (1908-1914), Ocak Yayınları,
Ankara 1990.
Ertem, S.-Duru, Kazım N., Ortaokul İçin Tarih III, Ankara 1941.
Hâmit-Muhsin, Türkiye Tarihi, Devlet Matbaası, İstanbul 1930.
İbrahim Necati, Yeni Osmanlı Tarihi, Âlem Matbaası, İstanbul 1309.
İhsan Şerif, Cumhuriyet Çocuklarına Tarih Dersleri, 1926.
İkinci Türk Tarih Kongresi (İstanbul 20-25 Eylül 1937), Kenan Matbaası, İstanbul
1943.
İlk Mekteplerin Müfredat Programı, İkinci tab’, Devlet Matbaası, İstanbul 1927.
Liselerin İkinci Devre Müfredat Programı, Matbaa-i Amire, İstanbul 1340.
Mahmut Cevad, Maârif-i Umûmiye Nezâreti Târihçe-i Teşkilât ve İcraatı- XIX. Asır
Osmanlı Maârifi, (Hazırlayan: Taceddin Kayaoğlu), Semih Ofset, Ankara 2001.
Maarif Salnamesi, Asır Matbaası, Asr Matbaası, İstanbul 1321.
Mehmet İzzet-Mehmet Esat vd., Darüşşafaka Türkiye’de İlk Halk Mektebi, Evkaf-ı
İslamiyye Matbaası, İstanbul 1927.
Mehmet Şakir, Yeni Osmanlı Tarihi, cilt 2, Matbaa-i Hayriye ve Şürekası, İstanbul
1912.
Mekatib-i İbtidaîyye Ders Müfredatı, Matbaa-i Amire, İstanbul 1329.
Mekâtib-i Sultaniye Müfredat Programı, Matbaa-i Amire, İstanbul 1338.
Nüzhet, Musavver Osmanlı Tarihi, İstanbul 1328.
Sakaoğlu, N., “Dersimiz Tarih Kitaplarımız Hikaye”, NTV Tarih, 2010, sayı 22, s.
29-30.
Salih Zeki, Türk Tarihi, İttihad Matbaası, İzmir 1328.
Selim Sabit, Muhtasar Tarih-i Osmanî, İstanbul 1291.
27
MESUT ÇAPA
Tunçay, M., “İlk ve Orta Öğretimde Tarih”, Türkiye’de Tarih Eğitimi, Ankara 1975,
s. 277-278.
Ülken, H. Z., Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, Ülken Yayınları, İstanbul 1992.
28
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 3, Ocak-2012, s. 29-41
BÜYÜK SELÇUKLULAR DÜNYASINDA YAS TUTMA
ÂDETLERİ VE TAZİYE MERASİMLERİ
Cihan PİYADEOĞLU*
ÖZET: Ölüm olgusu, yaşayan her canlının mutlaka karşılaştığı bir durumdur. İnsanlığın
başlangıcından bu yana ölü yakınları, ölüm karşısında farklı davranış biçimleri sergilemişlerdir.
Bu davranış biçimleri kuşkusuz Büyük Selçuklular döneminde de varlığını devam ettirmiştir.
Hangi statüde olursa olsun ölen herkes için taziye merasimleri düzenlenirken, yas tutma
âdetlerinde ise sosyal statüye uygun olarak farklı davranışlar sergilenebilmektedir. Büyük
Selçuklular’ın farklı etnik ve dînî unsuru bir arada barındırmış olması bu farklılığın temel
sebebi olarak göze çarpmaktadır. Makalemizde Bütük Selçuklularda yas tutma âdetleri ve
taziye merasimleri hakkında örnekleriyle birlikte değerlendirmede bulunulacaktır.
Anahtar Kelimeler: Selçuklular, Yas, Taziye, Merasim, Ölüm
RITES OF MOURNING AND CONDOLONCE C EREMINIES DURING THE GREAT SULJUKIDS PERIOD
ABSTRACT: Death is a part of life. From time immemorial, humans have expressed sadness for the
loss of their loved ones. As societies evolved in different parts of the World, they developed different
attitudes and traditions to death. Rites of mourning of course were held for everyone in the Great Seljukid
State but they differed according to the status of the deceased. Since Great Seljukid State extended from
Central Asia to Asia Minor and Syria, it comprised large numbers of ethnic and religious groups and
hence it had different rites of mourning and condolence ceremonies. In this paper the societal attitudes
towards death in the Great Seljukid State are dealt with.
Key Words: Death, Rites of Mourning, Condolonce ceremonies, tradition, Seljukids.
İslâm öncesi Türk topluluklarında görülen “yoğ/yuğ” âdetleri, İslâm’ın
büyük kitleler halinde kabul edilmiş olmasına rağmen Selçuklular
zamanında da büyük ölçüde devam ettirilmiştir. İslâm öncesi Türk
kültüründe var olan “yoğ merasimleri” hakkında İbrahim Kafesoğlu 1: “Eski
Türklerde ölüm hâlinde yas törenleri yapılır, kırlarda ise, ölünün bulunduğu
çadır etrafında sür’atli atlarla dolaşılır, saçlar kesilir, saç-baş dağıtılır, yüz,
kulak bıçakla çizilerek kan akıtılır, ölenin atları, kuyrukları kesilerek kurban
edilir, ayrıca yemek verilirdi.” şeklinde bir açıklama getirmektedir. Verilen
bu tarifte görülen uygulamalarla, Büyük Selçuklular’ın hüküm sürdüğü
dönem ve coğrafyada ölüm sonrasında gösterilen bazı davranışlar büyük
benzerlik taşımaktadır.
Büyük Selçuklular döneminde hanedana mensup veya sıradan halktan
birisinin ölümünden sonraki yas tutma âdetlerinde bazı farklılıklar
görülebilmektedir. Bununla birlikte var olan benzerlikler daha fazladır.
Taziye merasimleri ise ölen herkesin ardından düzenlenen tek ortak fiil
olarak görülmektedir. Taziye, Arapça’da herhangi bir kimseyi, başına gelen
* Yrd. Doç. Dr., İstanbul Medeniyet Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü
1
İbrahim Kafesoğlu, Türk Millî Kültürü, İstanbul 1993, s. 290.
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 3, Ocak-2012, s. 29-41
CİHAN PİYADEOĞLU
felaketten dolayı sabretmeye teşvik etmek, Türkçe’de ise yakını ölen bir
kimseyi teselli etmek, baş sağlığı dilemek anlamına gelmektedir2.
Dönemimizde sultan, vezir, hanedana mensup herhangi bir kişi, âlim, vâiz
veya sıradan halktan birisi için taziye merasimleri düzenlenmektedir. Taht
için mücadele eden hanedan mensupları, rakibinin ölümünden sonra taziye
için oturmakta, hatta bu durum sultana isyan etmiş bir kardeş için de
gerçekleştirilmektedir.
Konumuz olan yas âdetleri ve taziye merasimlerini Selçuklu hanedanına
mensup kişiler, vezirler, Nizâmülmülk’ün aile mensupları, ulemâ ve sıradan
halk için düzenlenenler şeklinde değerlendirmek yerinde olacaktır. Bu
alanda Büyük Selçuklular hanedanı ile ilgili olarak Tuğrul Bey’in (10401063) ölümü sonrasında gerçekleşen olaylar, en iyi örneklerden birini teşkil
eder. Tuğrul Bey, Rey’de vefat ettikten sonra Vezir Amîdülmülk, 70
fersahlık mesafeyi 3 günde alarak başkente ulaşmış, bu süre zarfında Tuğrul
Bey’in ölümü halktan ve askerden gizlenerek devlet işlerinin muntazam bir
şekilde devam ettirilmesi sağlanmıştı. Cenazenin yıkanması ve diğer defin
işleriyle önceleri Çağrı Bey’in eşi olup, onun ölümünden sonra kayınbiraderi
Tuğrul Bey ile evlenmiş olan hatun ve onun hâdimi Ferruh ilgilenmişti. 3
Sultanın ölümü duyurulduktan sonra bazı emîr ve saray mensupları eski
Türk âdeti gereğince elbiselerini yırtmak istemiş, ancak vezir bu işlerle
uğraşmanın zamanının olmadığını belirterek buna engel olmuştur. Vezir
Amîdülmülk’ün Tuğrul Bey’in veliahdı Süleyman’ı tahta çıkarmasına bazı
emîrler karşı çıkarak Alp Arslan adına hutbe okutmuşlardı. Çıkan bu kargaşa
sonraki dönemde hemen hemen bütün hanedan üyeleri için tertip edilen
taziye merasiminin başkent Rey’de Tuğrul Bey adına tertip edilmemesine
sebep olmuştur. Nitekim kaynaklarımız da Tuğrul Bey için taziye merasimi
yapıldığı konusunda bilgi zikretmemektedir. Bununla birlikte Abbâsîler’in
veziri Fahrüddevle İbn Cehîr, Bağdat Sahnü’s-Selâm’da (selâmlık) 26
Ramazan 455/22 Eylül 1063 tarihinde Tuğrul Bey adına bir taziye merasimi
düzenlemiştir4. Kaynağımız5 bu merasime katılan insan sayısının, Tuğrul
2
F. Steingass, Persian-English Dictionary, İstanbul 2005, s. 308; Şemseddîn Sâmî, Kâmus-ı
Türkî, İstanbul 1317, s. 416; R. Strothman, “Ta‘ziye”, İslâm Ansiklopedisi (İA), XII/1, 73.
3
Erkek için yengeyle evlenme durumu anlamına gelen Levirat hakkında bkz. Musa Şamil
Yüksel, “Türk Kültüründe “Levirat” ve Timurlularda Uygulanışı”, Turkish Studies
International Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic,
Volume 5/3, Erzincan 2010, s. 2027 vd.
4
Ebu’l-Ferec Abdurrahmân b. Ali b. Muhammed İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam fî tarihi’l-mülûk
ve’l-ümem, çev. Ali Sevim, Makaleler, Ankara 2005, II, 513; Ebu’l-Hasan İzzeddîn Ali b.
Muhammed b. Abdülkerîm İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-tarih, çev. Abdülkerim Özaydın,
İstanbul 1987, X, 41; el-Feth b. Ali b. Muhammed el-Bundârî, Zübdetü’n-nusra ve
Nuhbetü’l-usra, çev. Kıvameddin Burslan, Irak ve Horasan Selçukluları Tarihi, TTKY,
Ankara 1999, s. 24, 26; Şemseddîn Ebu’l-Muzaffer Yusuf b. Kızoğlu Sıbt İbnü’l-Cevzî,
30
BÜYÜK SELÇUKLULAR DÜNYASINDA YAS TUTMA ÂDETLERİ VE TAZİYE MERASİMLERİ
Bey’in 447/1055 tarihinde Bağdat’a girdiği gün toplanan kalabalıkla aynı
miktarda olduğunu zikretmektedir.
Büyük Selçuklu Devleti’nin ikinci hükümdarı Sultan Alp Arslan (10631072) döneminde yapılan ilk taziye merasimi, taht iddiacısı Kutalmış b.
Arslan Yabgu için gerçekleştirilmiştir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi Tuğrul
Bey’in ölümünden sonra bazı emîrlerin de desteği sonucunda Süleyman’ı
bertaraf ederek Büyük Selçuklu Devleti tahtına çıkan Alp Arslan’a Selçuklu
hanedanından Kutalmış rakip olmuştur. Muharrem 456/Ocak 1064 tarihinde
gerçekleşen savaşta mağlup olan Kutalmış, sadece mağlup olmakla
kalmamış hayatını da kaybetmişti. Sultan Alp Arslan, hükümdarlığını
tanımayan ve kendisiyle taht uğruna mücadeleye girişen Kutalmış adına
taziye için oturmuş, taziyeleri kabul etmişti6.
Büyük Selçuklular döneminde eski “yoğ, yuğ” âdetleriyle en fazla
benzerlik gösteren yas tutma merasimi, Sultan Alp Arslan’ın ölümünden
sonra kızı tarafından gerçekleştirilmiştir. Alp Arslan’ın Seferiyye Hâtun’dan
doğan ve Abbâsî veliahdı Muktedî Biemrillâh ile evlenmiş olan kızı
(464/1072), nikâhtan kısa süre sonra ölen babası Sultan Alp Arslan için yas
tutmak amacıyla elbiselerini çıkarmış, cariyelerin saçlarını yolmuş, kendi
saçlarını yolmak istemişse de halife buna engel olmuştu. Bununla birlikte o
bazı ihsanlarda bulunmuş ve toprak üzerinde oturarak sürdürdüğü yas hâlini,
yedi gün sonra halifenin isteğiyle sona erdirmişti. Diğer taraftan sultanın
ölüm haberi Bağdat’a ulaştığında Vezir Fahrüddevle b. Cehîr, Sahnü’sSelâm’da 8 Cemaziyelevvel 465/20 Ocak 1073 tarihinde taziye için oturmuş,
üç gün devam eden taziye günlerinde Bağdat’taki çarşılar kapatılmış, en son
günde de halifeden üzüntüsünü belirten bir tevkî çıkmıştı7.
Sultan Melikşah (1072-1092) zamanında Selçuklu hanedanından olup
kendisine taziye merasimi düzenlenen ilk kişi Ayaz b. Alp Arslan olarak
Mirâtü’z-zamân fî tarihi’l-‘ayân, çev. Ali Sevim, Makaleler, Ankara 2005, II, 173 vd.;
Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk-İslâm Medeniyeti, İstanbul 1996, s. 142; Mehmet
Altay Köymen, Tuğrul Bey ve Zamanı, Kültür Bakanlığı Yayınları, İstanbul 1976, s. 143
vd.; aynı mlf, Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi, Alp Arslan ve Zamanı, TTKY, Ankara
1992, s. 11, 151-152; Ali Sevim-Erdoğan Merçil, Selçuklu Devletleri Tarihi, TTKY,
Ankara 1995, s. 47; Ahmet Ocak, Selçukluların Dini Siyaseti (1040-1092), İstanbul 2002, s.
362.
5
Bkz. Sıbt İbnü’l-Cevzî, Trk. Trc., II, 175.
6
İbnü’l-Esîr, X, 48-49; Köymen, Alp Arslan, s. 46.
7
İbnü’l-Cevzî, Trk. Trc., II, 542; İbnü’l-Esîr, X, 79; Sıbt İbnü’l-Cevzî, Trk. Trc., II, 284;
Ebu’l-Fidâ İmâdüddîn İsmail b. Ömer İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, çev. Mehmet
Keskin, İstanbul 2000, XII, 227; Ahmed b. Mahmûd, Selçuk-Nâme, haz. Erdoğan Merçil,
İstanbul 1977, I, 114; Turan, Selçuklular, s. 193; Köymen, Alp Arslan, s. 153; SevimMerçil, Selçuklu Devletleri, s. 74.
31
CİHAN PİYADEOĞLU
kaydedilmektedir. Sultan Alp Arslan ölüm döşeğindeyken Belh şehrini oğlu
Ayaz’a iktâ etmişti8. Yaklaşık bir yıl sonra Ayaz’ın ölüm haberi Sultan
Melikşah’a ulaştığında bu durumdan memnun olduğu anlaşılmaktadır.
Ancak Vezir Nizâmülmülk: “Kardeşinin ölümüne sevinme, aksine onun için
taziyet düzenle” diyerek Melikşah’a öğüt vermiş, neticede Sultan Melikşah,
vezirinin tavsiyesine uyarak kardeşi için taziye düzenlemişti9. İbnü’l-Esîr10,
466/1073-1074 yılı olaylarını naklederken verdiği bilgide: “…Ayaz bu sene
öldü. Böylece sultan amcası Kavurd’un şerrinden kurtulduğu gibi onun
şerrinden de kurtulmuş oldu.” diyerek Ayaz’ın Sultan Melikşah için sorun
olduğunu dile getirmektedir. Buna rağmen Melikşah’ın kardeşi için taziye
merasimi düzenlemesi, bu uygulamanın sıradan bir gelenek olmadığını
göstermesi açısından önem taşımaktadır.
Sultan Melikşah’ın Terken Hâtun’dan doğma oğlu Davud’un ölümünden
sonra tuttuğu yas konusunda da kaynaklar önemli bilgiler vermişlerdir.
474/1081-1082 tarihinde vefat eden oğlu için Melikşah çok üzülmüş, cesedin
alınıp yıkanmasına uzun süre izin vermemiş, öyle ki ceset kokmaya
başlamıştı. Hatta sultanın intihara bile teşebbüs ettiği, ancak çevresindeki
emîrlerin buna mani olduğu kaydedilmektedir. Yemeyi-içmeyi bırakan
sultan, telâş ve korku içinde, aşırı sabırsız, bu sebeple elbisesini çekiştirip
duran bir ruh hâline bürünmüştü. Hatta teselli edilmemek için bulunduğu
yerin kapılarını bile kapattırmıştı. Diğer taraftan Melik Davud için Türkler
saltanat sarayında toplanarak saçlarını-başlarını yolmuşlar, saraydaki
hizmetliler de aynı şeyi yapmış, kadınlar ise ağıtlar yakmıştı. Ayrıca
hâdimler atların alınlarındaki kâkülleri ve kuyruklarını kesmiş, eyerlerini ters
çevirmiş, üzerlerine karalar sürmüşler ve atlara kara örtüler giydirmişlerdi.
Halk da evlerinde ve sokaklarda bu yasa iştirak etmiş ve bu durum yedi gün
boyunca devam ettirilmişti. Davud’un ölüm haberi Bağdat’a ulaştığında
halifenin veziri Amîdüddevle, Sahnü’s-Selâm’da üç gün boyunca taziye için
oturmuştu11.
Sultan Melikşah’ın yaşadığı diğer kayıp da Veliahd Ahmed olmuştur.
Ahmed, 481/1088-1089 tarihinde, 11 yaşındayken Merv’de vefat etmişti.
Onun ölümüyle birlikte yas tutmanın gereği olarak hiç kimse ata binmemiş,
insanlar, özellikle de kadınlar sokaklarda feryat-figan etmişlerdi. Kerh
8
Bundârî, s. 46.
Sıbt İbnü’l-Cevzî, Trk. Trc., II, 296; Ahmed b. Mahmûd, I, 122; Köymen, Alp Arslan, s.
153; Sevim-Merçil, Selçuklu Devletleri, s. 81-82.
10
el-Kâmil, X, 93. Ayrıca bkz. Turan, Selçuklular, s. 201; İbrahim Kafesoğlu, Sultan
Melikşah Devrinde Büyük Selçuklu İmparatorluğu, İstanbul 1953, s. 28.
11
İbnü’l-Cevzî, Trk. Trc., II, 562; İbnü’l-Esîr, X, 116; Sıbt İbnü’l-Cevzî, Trk. Trc., II, 375376; İbn Kesîr, XII, 251-252; Ahmed b. Mahmûd, I, 140; Turan, Selçuklular, s. 209;
Köymen, Alp Arslan, s. 152; Sevim-Merçil, Selçuklu Devletleri, s. 117.
9
32
BÜYÜK SELÇUKLULAR DÜNYASINDA YAS TUTMA ÂDETLERİ VE TAZİYE MERASİMLERİ
beldesinde pek çok kişi yas için toplanmış, halk üzüntüsünü belirtmek için
kapılarını siyaha boyatmıştı. Bağdat’ta da taziye merasimi düzenlenmiş ve
bu merasim yedi gün boyunca devam etmişti12.
Sultan Melikşah’ın Abbâsî Halifesi Muktedî ile evli ve Ca‘fer b. Muktedî
Biemrillâh’ın annesi olan kızı Mahmelek13, kocasının kendisinden yüz
çevirdiğini belirterek babasına şikâyette bulunmuştu. Sultanın isteği üzerine
halife, eşinin baba ocağına dönmesine izin vermiş, Mahmelek de Isfahan’a
vardıktan kısa süre sonra Şevval 482/Ocak 1090 tarihinde vefat etmişti. Bu
gelişme üzerine Bağdat’ta yedi gün süren taziye merasimi tertip edilmiş,
halife de Sultan Melikşah’a taziye sunmak üzere iki komutanını
göndermişti14. Melikşah’ın torunu olan Ca‘fer b. Muktedî Biemrillâh’ın
Cemaziyelevvel 486/Mayıs-Haziran 1093 tarihinde ölümü sonrasında da
Bağdat’ta taziye merasimi düzenlenmiş, bu merasim için vezir ve devlet
erkânı 3 gün boyunca taziye için oturmuştu15.
Büyük Selçuklu sultanı olmasına rağmen kendisi için taziye merasimi
düzenlenmeyen diğer bir kişi de Melikşah’tır. Sultan Melikşah’ın ölümü eşi
Terken Hatun tarafından tıpkı Tuğrul Bey’in ölümü gibi gizli tutulmuştur.
Sultan Melikşah’ın ölümünden sonra eşi Terken Hatun, veliahd
Berkyaruk’un yerine kendi oğlu Mahmûd’u tahta çıkartabilmek için eşinin
ölümünü gizli tutmuş, hatta cenazesini bile saklamıştır. Ölümün gizli
tutulması sebebiyle eller yanaklara vurulmamış, elbiseler de yırtılmamıştı.
Ancak Mahmûd adına hutbe okutulduktan sonra Melikşah’ın eşi16 taziye için
oturmuş, Abbâsî veziri Amîdüddevle eşinin ölümünden dolayı kendisine
taziyelerini sunmuştur17.
Büyük Selçuklular döneminde taht mücadelelerinin en yoğun yaşandığı
dönem hiç kuşkusuz Sultan Melikşah’ın ölümü sonrasıdır. İlk fırsatta
Melikşah’ın veliahdı olan Berkyaruk’a küçük kardeşi Mahmûd rakip olarak
çıkartılmış, Melikşah’ın eşi ve Mahmûd’un annesi olan Terken Hatun’un
organizasyonu ile gerçekleşen bu durum, iki kardeşin mücadelesi ile devam
etmişti. İlk mücadelede yenilen Mahmûd, başkent Isfahan’a çekilmiş,
Berkyaruk da Suriye hâkimi ve diğer taht iddiacısı amcası Tutuş ile yaptığı
mücadeleyi kaybetmiş ve Terken Hatun’un ölümünü fırsat bilerek Isfahan’a
12
İbnü’l-Esîr, X, 152; İbn Kesîr, XII, 271; Sevim-Merçil, Selçuklu Devletleri, s. 114.
Bkz. Muhammed b. Ali b. Süleyman er-Râvendî, Rahatü’s-sudûr ve Âyetü’s-sürûr, çev.
Ahmed Ateş, TTKY, Ankara 1957, I, 137; İbnü’l-Cevzî, Trk. Trc., II, 581.
14
İbnü’l-Esîr, X, 157; İbn Kesîr, XII, 272; Sevim-Merçil, Selçuklu Devletleri, s. 132-133.
15
İbn Kesîr, XII, 287.
16
İbnü'l-Cevzî (Trk. Trc., II, 585), Melikşah'ın eşini Zübeyde Hatun olarak zikreder. Doğrusu
Terken Hatun olmalıdır. Zübeyde Hatun da Melikşah'ın eşi olmakla birlikte, veliahd ve
diğer taht iddiacısı olan Berkyaruk'un annesidir.
17
İbnü’l-Cevzî, Trk. Trc., II, 585; Kafesoğlu, Sultan Melikşah, s. 210.
13
33
CİHAN PİYADEOĞLU
gelmeyi uygun görmüştü. Başkent o sırada Emîr Üner tarafından idare
edilmekteydi. Şehre giren Berkyaruk hemen tutuklanarak gözlerine mil
çekilmek istenmiş, tam bu sırada Mahmûd’un çiçek hastalığına yakalanması
bu planın ertelenmesine neden olmuştu. Mahmud’un kısa süre sonra ölmesi
(Şevval sonu 487/Kasım 1094) üzerine Berkyaruk hapisten çıkartılarak tahta
oturtulmuştu18. Bundan sonra Sultan Berkyaruk (1092-1104)’un kardeşi
Mahmûd için taziyeleri kabul etmesi maksadıyla bir merasim tertip
edilmişti19. Sultan Berkyaruk’un gözlerine mil çekilmesine, hatta
öldürülmesine sebep olabilecek olan kardeşi Mahmûd’un ölümünden sonra
bile taziye merasimi düzenlemiş olması, bu geleneğin hanedan için önemini
bir kez daha vurgulamaktadır. Sultan Berkyaruk ile kardeşi Muhammed
Tapar arasında da uzun süren bir taht mücadelesi yaşanmıştı. Sultan
Berkyaruk’un ölümünü Musul şehrini kuşattığı sırada öğrenen Muhammed
Tapar da taziyeleri kabule başlamıştı20.
Büyük Selçuklu Sultanları adına düzenlenen son taziye merasimini
Sencer, ağabeyi Sultan Muhammed Tapar adına gerçekleştirmişti. Sultan
Muhammed Tapar, 24 Zilhicce 511/18 Nisan 1118 tarihinde vefat ettiğinde
kardeşi Sencer, muhtemelen Merv şehrinde bulunmaktaydı. Ölüm haberi
kendisine ulaştığında çok üzülmüş, benzeri görülmedik şekilde mahzûn ve
kederli bir ruh haline bürünmüştü. O, taziyeleri kabul etmek için oturmuş,
ayrıca şehrin kapılarını yedi gün boyunca kapalı tutmuş ve hatiplere de
ağabeyinin yapmış olduğu iyiliklerden bahsetmeleri konusunda emirler
vermişti21.
Büyük Selçuklu hanedanına mensup birisi için düzenlenen ve
kaynağımızın kaydettiği en son taziye merasimi Sultan Melikşah’ın eşi,
Sultan Muhammed Tapar ve Sultan Sencer’in annesi olan Seferiyye
Hâtun’un ölümü münasebetiyle gerçekleştirilmişti. İbnü’l-Esîr’in kaydettiği
bu bilgiye göre22, Irak Selçuklu Sultanı Mahmûd b. Muhammed Tapar,
ninesinin Merv’de ölümü dolayısıyla Bağdat’ta bir taziye merasimi tertip
etmişti. Yine aynı kaynağın ifadesiyle bu merasimin bir benzeri o güne kadar
yapılmış değildi.
18
Sadreddîn el-Hüseynî, Ahbârü’d-Devleti’s-Selçukiyye, çev. Necati Lugal, TTKY, Ankara
1999, s. 52-53; Râvendî, I, 139; İbnü’l-Esîr, X, 199; Sevim-Merçil, Selçuklu Devletleri, s.
145.
19
İbnü’l-Esîr, X, 199.
20
İbnü’l-Esîr, X, 311.
21
İbnü’l-Esîr, X, 435; Abdülkerim Özaydın, Sultan Muhammed Tapar Devri Selçuklu Tarihi,
TTKY, Ankara 1990, s. 150; Sevim-Merçil, Selçuklu Devletleri, s. 204-205.
22
el-Kâmil, X, 469.
34
BÜYÜK SELÇUKLULAR DÜNYASINDA YAS TUTMA ÂDETLERİ VE TAZİYE MERASİMLERİ
Büyük Selçuklular döneminde düzenlenen taziye merasimleriyle ile ilgili
olarak ifade edilebilecek en ilginç bilgiyi Sultan Sencer’in ölümünden sonra
İbnü’l-Esîr23 nakletmekte ve: “Ölüm haberi Bağdat’a ulaşınca adına
okunmakta olan hutbeye son verildi. Dîvânda taziye için merasim
düzenlenmedi.” demektedir. Bu bilgi bile Büyük Selçuklu Devleti’nin
gerçekten sona erdiğine kanıt gibidir. Nitekim Abbâsîler, sultanların ölen
çocukları için bile taziye düzenlemişken, Sultan Sencer’e taziye
düzenlemeyerek Büyük Selçuklu Devleti’nin sona erdiğini kabul ettiklerini
göstermek istemişlerdir.
Büyük Selçuklular coğrafyasında düzenlenen taziye merasimleri bunlarla
sınırlı değildir. Bundârî24, Irak Selçuklu Sultanı Muhammed b. Mahmûd’un
eşi ve Sultan Mes‘ûd’un kızı olan Gevher Hâtun’un vefat ettiğini, Sultan
Muhammed’in taziye için oturduğunu ve çok ağladığını zikretmektedir.
Ayrıca “ulemâ zümresi içinde ben de bulunuyordum” şeklinde verilen
bilgiden, ulemânın da taziye için saraya gittiği anlaşılmaktadır.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi yas tutma âdetleri ve taziye merasimleri
vezirler ve vezir ailesine mensup kişiler için de düzenlenmektedir. Nitekim
Sultan Alp Arslan’ın tahta çıkmasından sonra azledilen Vezir
Amîdülmülk’ün öldürülmesi sırasında eşi, iki kızı ve cariyeleri feryat-figan
etmeye başlamış, başlarını açarak toprak serpmişlerdi25.
Büyük Selçuklu Devleti denildiğinde akla gelen önemli simalardan birisi
de hiç kuşkusuz Vezir Nizâmülmülk’tür. Nizâmülmülk’ün ölüm haberi 18
Ramazan 485/22 Ekim 1092 tarihinde Bağdat’a ulaştığında halk çok
üzülmüş, şairler onun için şiirler söylemişti. Vezir Amîdüddevle ve reisler
dîvânda üç gün boyunca taziye için oturmuşlar, halktan her kesim taziye için
gelmiş, halife de üzüntülerini belirten bir tevkî çıkarmıştır26.
Nizamülmülk’ün oğlu ve kızı için de taziye merasimleri düzenlenmiştir.
Nizamülmülk’ün oğlu Cemâlülmülk, Sultan Melikşah’ın Ca‘ferek adındaki
maskarasını babasını taklit etmesinden ötürü sultanın huzurundan çıkartmış
ve öldürmüştü. Buna çok sinirlenen sultan, bir emîrini Cemâlülmülk’ü
öldürmekle görevlendirmiş, neticede Cemâlülmülk şerbetine zehir konulmak
suretiyle öldürülmüştü. Recep 475/Kasım-Aralık 1082 tarihindeki
ölümünden önce annesini Nîşâbûr’a çağıran Cemâlülmülk, annesinin yanına
ulaşmasından sonra da ölmüştü. Bunun üzerine annesi başına toprak saçmış,
kendisi, yakınları ve gulâmlarının saçları yolunmuş, atların yeleleri kesilmiş
23
İbnü’l-Esîr, XI, 187.
Zübdet, s. 224.
25
Sıbt İbnü’l-Cevzî, Trk. Trc., II, 223; Köymen, Alp Arslan, s. 152.
26
İbnü’l-Cevzî, Trk. Trc., II, 594; İbn Kesîr, XII, 281; Turan, Selçuklular, s. 218.
24
35
CİHAN PİYADEOĞLU
ve bunlar ölünün bulunduğu çadırın önüne serpilmişti. Onlar ayrıca
vücutlarının her yerini siyaha boyamışlardı. Şehirden ayrıldıktan sonra ölen,
ancak Nîşâbûr’da gömülen Cemâlülmülk için kardeşi Müeyyidülmülk,
Bağdat’ta taziye merasimi düzenlemiş, Abbâsî Veziri Fahrüddevle b. Cehîr
ile oğlu Amîdüddevle de taziyede bulunmak üzere gelmişlerdi. Halife ise
taziyenin üçüncü gününde elçi göndererek başsağlığında bulunmuştu. Sultan
Melikşah da Nizâmülmülk’e oğlunun vefatı sebebiyle taziyede bulunmuş ve
“Merak etme! Sabırlı ol. Ben de senin bir oğlunum.” diyerek onu teselli
etmişti27.
Diğer taraftan Vezir Nizâmülmülk’ün kızı Abbâsî Veziri Fahrüddevle İbn
Cehîr’in oğlu Amîdüddevle ile evlendirilmişti. Nizâmülmülk’ün kızı Şevval
470/Nisan-Mayıs 1078 tarihinde doğum yaptıktan bir süre sonra hem
kendisi, hem de yeni doğmuş olan çocuk vefat etmişti. Her ikisi de
Nizâmülmülk’e hürmeten halifelik sarayında defnedilmiş, diğer taraftan
Fahrüddevle ve oğlu Amîdüddevle taziye için Ba‘bü’l-Âmme’deki bir evde
üç gün boyunca oturmuşlardı28.
Halkın her kesimine mensup kişiler için de yas tutma geleneklerinin
uygulandığını yukarıda belirtmiştik. Ulemâ da birbirleri için taziye
merasimleri düzenlemektedir. Büyük Selçuklu dünyasının en ünlü
âlimlerinden birisi olan İmâmü’l-Haremeyn Ebu’l-Me‘alî Abdülmelîk b.
Abdullah b. Yusuf el-Cüveynî (ö. 478/1085)’nin ölümü sonrasında
yaşananlar konumuza en iyi örneklerden birini teşkil eder. İmâmü’lHaremeyn, hastalandığı zaman Nîşâbûr yakınlarında havası ve suyu iyi olan
bir kasabaya götürülmüş ve burada 25 Rebiülâhir 478/20 Ağustos 1085
tarihinde vefat etmişti. Ölümü Nîşâbûr halkı üzerinde şaşılacak derecede bir
etki ve kargaşaya neden olmuş ve şehrin her tarafından ağıtlar yükselmeye
başlamıştı. Öldüğü gecenin sabahında cenazesi Nîşâbûr’a getirilmiş ve
Hüseyin Meydanı’na kadar el üzerinde taşınmıştı. Dükkânlar açılmamış,
öğrencileri ona olan saygılarından kalem ve divitlerini kırmış ve o günden
itibaren bir yıl boyunca sarık takmamışlardı. Hatta şehrin önemli kişileri bile
bir ay boyunca sarık takmaya cesaret edememişti. Diğer taraftan halk da
onun vaazlarını verdiği minberi kırmıştı. Halk uzun süre yas tutmaya devam
etmiş, şairler mersiyeler söylemiş, öğrencileri de şehirde dolaşarak ağıt
yakmaya devam etmişti. Bu durum sadece Şâfi‘î halk için geçerli olmuş,
27
İbnü’l-Esîr, X, 118-119; Bundârî, s. 73-74; Sıbt İbnü’l-Cevzî, Trk. Trc., II, 384-385;
Kafesoğlu, Sultan Melikşah, s. 199.
28
İbnü’l-Esîr, X, 105.
36
BÜYÜK SELÇUKLULAR DÜNYASINDA YAS TUTMA ÂDETLERİ VE TAZİYE MERASİMLERİ
nitekim İmâmü’l-Haremeyn’in muhalifleri bu yası abartılı bulduklarını ifade
etmişlerdir 29.
Bu konudaki diğer bir örneğimiz Ebû İshâk eş-Şîrâzî’nin ölümünden
sonra gerçekleştirilen faaliyetler olmuştur. Bağdat Nizâmiye Medresesi’nin
ilk müderrisi Ebû İshâk eş-Şîrâzî, Cemaziyelâhir 476/Ekim-Kasım 1083
tarihinde vefat etmiş, cenaze namazı Abbâsî sarayında kılınmıştı.
Ölümünden sonra fakihler onun için Nizâmiye Medresesi’nde üç gün süren
taziye merasimi düzenlemiş, halkın her kesiminden pek çok insan da bu
merasime katılmıştı. Ayrıca Ebû İshâk eş-Şîrâzî’ye duyulan saygı göstermek
sebebiyle Nizâmiye Medresesi uzun süre kapalı kalmıştı30.
Bahsettiğimiz dönemde cenazenin ardından yaya yürümek ölüye saygı
belirtisi olarak kabul edilmekteydi. Şâfi‘î fakihi ve reislerinden Ebû Tâhir
Abdurrahmân b. Muhammed b. Alek, Şevval 484/Kasım-Aralık 1091
tarihinde Bağdat’ta vefat etmişti. Nizâmülmülk haricindeki sultanın bütün
devlet erkânı cenazenin ardından yürümüş, daha sonra düzenlenen taziye
merasimine Vezir Nizâmülmülk de katılmıştı31.
İbnü’l-Esîr’in32 naklettiği bir diğer taziye merasimi Ebû Nasr Abdürrahîm
b. Abdülkerîm b. Hevâzin el-Kuşeyrî (ö. 514/1120) için düzenlenmişti. Onun
ölümünden sonra pek çok yerde, hatta uzak memleketlerde bile taziye
merasimleri düzenlenmişti. Bağdat Şeyhü’ş-Şüyûh ribâtında da onun için
taziye verilmişti.
Vaiz Ebu’l-Fütûh Muhammed b. el-Fazl b. Muhammed el-İsferâyînî’nin
Bistâm’da ölümü üzerine öğrencileri Bağdat’ta taziye merasimi
düzenlemişlerdi. Bu merasime hayattayken pek anlaşamadığı Ali el-Gaznevî
de katılmış, hatta Ebu’l-Fütûh’un öğrencilerinden birisi onu merasime
gelerek ağlamasından dolayı kınamıştı33.
29
Ebu’l-Kāsım Ali b. Hasan b. Hibetullah İbn Asâkir, Tebyînu kezibi’l-müfterî fimâ nusibe
ile’l-İmâm Ebi’l-Hasan el-Eş‘arî, Beyrut 1984, s. 278; Şemseddîn Ebu’l-Abbas Ahmed b.
Muhammed İbn Hallikân, Vefeyâtü’l-a‘yân ve enbâu ebnai’z-zamân, İng. çev. Mac Guckin
de Slane, Ibn Khallikan’s Biographical Dictionary, Paris t.y., II, 122; İbn Kesîr, XII, 261;
Abdülhüseyin Zerrinkûb, Medreseden Kaçış İmam Gazzâlî’nin Hayatı Fikirleri ve Eserleri,
çev. Hikmet Gök, İstanbul 2005, s. 68-69; Nurullah Kisâî, Medâris-i Nizâmiye ve Tesîrât-ı
İlmî ve İctimâ-yî Ân, Tahran 1374 hş., s. 93-94.
30
İbnü’l-Esîr, X, 124; İbn Kesîr, XII, 256; Kafesoğlu, Sultan Melikşah, s. 175.
31
İbnü’l-Esîr, X, 174; İbn Kesîr, XII, 276. İbn Kesîr (aynı yer), bütün devlet büyüklerinin
cenazeye yaya olarak katıldığını, sadece Nizâmülmülk’ün yaşlılığını mazeret göstererek
bineğine binmiş olarak geldiğini nakletmektedir.
32
İbnü’l-Esîr, X, 464.
33
İbnü’l-Esîr, XI, 93. İbnü’l-Esîr bu olayı şu şekilde nakletmektedir: “…Ali el-Gaznevî ile
birbirlerini çekemezlerdi. Ölünce el-Gaznevî, Bağdat’a gelip taziyede bulundu ve çok
ağladı. Ebu’l-Fütûh’un adamlarından birisi el-Gaznevî’ye çok kaba ve ağır sözler söyledi.
37
CİHAN PİYADEOĞLU
Vaiz el-Muzaffer b. Erdeşir el-İbâdî’nin Rebiülâhir 546/TemmuzAğustos 1151 tarihinde Hûzistân’da ölümünden sonra oğlu Bağdat’ta
taziyeleri kabule başlamıştı. Halifelik dîvânından bir hacib de bu iş için
görevlendirilmişti34.
Taziye merasimlerinin sıradan halk için de uygulandığı görülmektedir.
Nitekim İbnü’l-Esîr’in35, Bâtınîler’in faaliyetleri hakkında; “…Bir insan her
zaman geldiği vakitte evine dönmeyecek olursa onun Bâtınîler tarafından
öldürüldüğüne kesin olarak inanırlar ve taziye için otururlardı.” şeklinde
nakletmiş olduğu bilgi, bu duruma örnek teşkil etmektedir. Diğer taraftan her
ne kadar gerçekleşmiş olduğu tarih itibariyle Selçuklular zamanında
yaşanmamışsa da, o dönem dünyasında gayrimüslimlerin de taziye merasimi
düzenledikleri anlaşılmaktadır. Nitekim İbn Kesîr36, Bağdat merkezli
437/1045-1046 yılı olaylarını naklederken Hıristiyan büyüklerinden birisinin
öldüğünü ve ailesinin oradaki bir mescidin kapısı önünde taziye kabul etmek
üzere oturduklarını nakletmektedir. Ayrıca o, cenazenin gündüz uğurlandığı
bilgisini de kaydetmektedir.
Görüldüğü üzere Türkler ve İranlılar, benzer yas âdetlerine sahiptir.
Dönem itibariyle Abbâsî sarayında da benzer uygulamaların mevcut olduğu
görülmektedir. Nitekim Abbâsî Halifesi el-Kâim Biemrillâh’ın ölümünden
sonra çarşı ve pazardaki dükkânlar kapatılmış, Hâşimî kadınları ve diğer
kadınlar ağıtlar yakmış, insanlar elbiselerini parçalamıştı. Ayrıca Bağdat’ın
kapıları üç gün boyunca kapalı kalmış ve Abbâsî Veziri İbn Cehîr de 3 gün
taziye merasimi için oturmuştu37. Halife Muktedî Biemrillâh’ın oğlu ve
Kâim Biemrillah’ın kızı için de taziye merasimi düzenlenmiş, Ali b.
Mustazhir Billâh’ın ölümünden sonra davul çalınmasına son verilmiş, halk
da taziye için günlerce mecliste oturmuştu38. Bunlara ek olarak Halife
Müsterşid, Muktedî Biemrillâh ve Halife er-Râşid için de taziye
merasimlerinin düzenlendiği kaydedilmektedir 39. Ayrıca Türkiye
Selçukluları ve Beylikler dönemi Anadolu coğrafyasında buna benzer matem
el-Gaznevî kalkınca öğrencilerinden birisi de taziye için gelmesinden ve çok ağlamasından
dolayı onu kınadı ve: ‘Sen hayatta iken bu adamdan kaçardın, onu hiç sevmezdin; şimdi
gelmiş taziyede bulunuyor, çok gözyaşı döküyor ve üzüntünü ifade ediyorsun dedi.’ Bunun
üzerine el-Gaznevî: ‘Ben kendi hâlime ağlıyorum. Eskiden, ‘Falanca ile falan şahıs öldü.’
denirdi. Bir adamın akrânı ölünce o da gideceğine kesin olarak inanır.’ cevabını verdi”.
34
İbnü’l-Esîr, XI, 139
35
İbnü’l-Esîr, X, 259
36
el-Bidâye, XII, 147.
37
Bundârî, s. 52; İbn Kesîr, XII, 233
38
İbnü’l-Esîr, X, 529; İbn Kesîr, 268, 316, 377.
39
İbnü’l-Esîr, X, 197, XI, 63; İbn Kesîr, XII, 386.
38
BÜYÜK SELÇUKLULAR DÜNYASINDA YAS TUTMA ÂDETLERİ VE TAZİYE MERASİMLERİ
âdetleri devam ettirilmiştir40. Hatta bu tarz matemlerin İlhanlılar zamanında
da var olduğu görülmektedir41
Sonuç: Vermiş olduğumuz bu örneklerden sonra “yoğ, yuğ” âdetlerinin
Büyük Selçuklular zamanında da devam ettirildiğini ve fazlaca önemsendiği
söylemek mümkün olabilmektedir. Nitekim Osman Turan42, Davud b.
Melikşah’ın ölümünden sonra yaşananları: “…Sultanın bu mâtemi herkese
intikal etmiştir, ki eski Türk mâtem (yuğ) an‘anesinin devamı bakımından
dikkate şayandır.” diyerek durumu özetlemektedir.
Yas adetlerinin o dönem coğrafyasında bir arada yaşayan Türkler,
İranlılar ve Araplar için ortak bir âdet olup, ritüeller büyük benzerlikler
göstermektedir. Abbâsî Halifesi el-Kâim Biemrillâh ve Cemâlülmülk b.
Nizâmülmülk için tutulan yas, Türkler’in yas âdetleriyle büyük benzerlikler
göstermektedir. Hatta bu âdetin İranlılar için de önem taşıdığını
Nizâmülmülk’ün Sultan Melikşah’ı kardeşi Ayaz için taziye düzenlemeye
teşvik etmesi bilgisi desteklemektedir.
Yas âdetleri ve taziye merasimlerinin Tuğrul Bey’in ve Sultan
Melikşah’ın ölümünden sonra düzenlenmemesi tamamen siyasî bir
durumdur. Her iki ölüm sonrasında taht mücadelelerinin hemen başlamış
olması, merasimlerin düzenlenmemesi ve yas âdetlerinin yerine
getirilmeyişinin en önemli sebebi olmuştur. Nitekim Tuğrul Bey öldüğünde
Vezir Amîdülmülk, gulâmların yas âdetlerini yerine getirmelerine “zamanı
değil” diyerek izin vermemiş, Melikşah’ın ölümü de eşi Terken Hâtun
tarafından gizlenmiştir.
Taziye merasimlerinin ölen kişiye ihtiram göstermek yanında
devletlerarası siyasette de önemli rol oynadığı görülmektedir. Abbâsîler
tarafından Bağdat’ta Büyük Selçuklu hanedan mensupları adına düzenlenen
taziye merasimlerinin ihtiram yanında siyasî bir içerik taşıdığı da açıktır.
Nitekim hemen hemen her Selçuklu hanedan üyesi için merasim düzenleyen
Abbâsî Hilâfeti, Sultan Sencer’in ölümünden sonra dîvânda onun için taziye
40
Ahmed Eflâkî (Menâkibü’l-‘Ârifîn, çev. T. Yazıcı, Ariflerin Menkıbeleri, İstanbul 1973, I,
29-30), bu konuda şu bilgiyi nakleder: “Baha Veled (Mevlana’nın babası) öldüğünde,
Sultan I. Alâeddîn Keykubat çok elemlenip dövündü. Tam yedi gün saraydan dışarı
çıkmadı. Kırk gün de ata binmedi. Tahtı bırakıp hasıra oturdu ve taziyet âdetini oturmakla
bitirdi.”.
41
İlhanlılar dönemi ile ilgili olarak bkz. Osman Gazi Özkuzugüdenli, Gazan Han ve
Reformları, Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Merkezi, Doktora Tezi, İstanbul
2000, s. 291. Gazan Han, 1304 yılında vefat ettiğinde bütün İlhanlı ülkesinde matem
alâmeti olarak yırtık elbiseler giyilmiş, minarelere siyah bezler asılmış, pazar, cadde ve
meydanlarda gözyaşı dökülmüş, siyah renkli elbiseler giyilerek yedi gün boyunca yas
tutulmuştu.
42
Selçuklular, s. 209.
39
CİHAN PİYADEOĞLU
merasimi düzenlenmemiştir. Bu davranışı, Selçuklu Devleti’nin Sencer ile
birlikte sona erdiğinin Abbâsî Hilâfetince kabulü ve ilânı olarak
değerlendirmek mümkündür.
KAYNAKÇA
Ahmed b. Mahmûd: Selçuk-Nâme, haz. Erdoğan Merçil, İstanbul 1977.
Ahmed Eflâkî: Menâkibü’l-‘Ârifîn, çev. T. Yazıcı, Ariflerin Menkıbeleri, İstanbul
1973.
Bundârî: Zübdetü’n-nusra ve Nuhbetü’l-usra, çev. Kıvameddin Burslan, Irak ve
Horasan Selçukluları Tarihi, TTKY, Ankara 1999.
İbn Asâkir, Tebyînu kezibi’l-müfterî fimâ nusibe ile’l-İmâm Ebi’l-Hasan el-Eş‘arî,
Beyrut 1984.
İbn Hallikân: Vefeyâtü’l-a‘yân ve enbâu ebnai’z-zamân, İng. çev. Mac Guckin de
Slane, Ibn Khallikan’s Biographical Dictionary, Paris t.y.
İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, çev. Mehmet Keskin, İstanbul 2000.
İbnü’l-Cevzî: el-Muntazam fî tarihi’l-mülûk ve’l-ümem, çev. Ali Sevim, Makaleler,
Ankara 2005.
İbnü’l-Esîr: el-Kâmil fi’t-tarih, çev. Abdülkerim Özaydın, İstanbul 1987.
Kafesoğlu, İbrahim: Sultan Melikşah Devrinde Büyük Selçuklu İmparatorluğu,
İstanbul 1953.
________________: Türk Millî Kültürü, İstanbul 1993.
Kisâî, Nurullah: Medâris-i Nizâmiye ve Tesîrât-ı İlmî ve İctimâ-yî Ân, Tahran 1374
hş.
Köymen, Mehmet Altay: Tuğrul Bey ve Zamanı, Kültür Bakanlığı Yayınları,
İstanbul 1976.
___________________: Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi, Alp Arslan ve
Zamanı, TTKY, Ankara 1992.
Ocak, Ahmet: Selçukluların Dini Siyaseti (1040-1092), İstanbul 2002.
Özaydın, Abdülkerim: Sultan Muhammed Tapar Devri Selçuklu Tarihi, TTKY,
Ankara 1990.
Özkuzugüdenli, Osman Gazi: Gazan Han ve Reformları, Marmara Üniversitesi
Türkiyat Araştırmaları Merkezi, Doktora Tezi, İstanbul 2000.
Râvendî: Rahatü’s-sudûr ve Âyetü’s-sürûr, çev. Ahmed Ateş, TTKY, Ankara 1957.
Sadreddîn el-Hüseynî: Ahbârü’d-Devleti’s-Selçukiyye, çev. Necati Lugal, TTKY,
Ankara 1999.
Sevim, Ali - Merçil, Erdoğan: Selçuklu Devletleri Tarihi, TTKY, Ankara 1995.
Sıbt İbnü’l-Cevzî: Mirâtü’z-zamân fî tarihi’l-‘ayân, çev. Ali Sevim, Makaleler,
Ankara 2005.
Steingass, F.: Persian-English Dictionary, İstanbul 2005.
Strothman, R.: “Ta‘ziye”, İslâm Ansiklopedisi (İA), İstanbul 1993.
Şemseddîn Sâmî: Kâmus-ı Türkî, İstanbul 1317.
40
BÜYÜK SELÇUKLULAR DÜNYASINDA YAS TUTMA ÂDETLERİ VE TAZİYE MERASİMLERİ
Turan, Osman: Selçuklular Tarihi ve Türk-İslâm Medeniyeti, İstanbul 1996.
Yüksel, Musa Şamil: “Türk Kültüründe “Levirat” ve Timurlularda Uygulanışı”,
Turkish Studies International Periodical For the Languages, Literature and
History of Turkish or Turkic, Volume 5/3, Erzincan 2010.
Zerrinkûb, Abdülhüseyin: Medreseden Kaçış İmam Gazzâlî’nin Hayatı Fikirleri ve
Eserleri, çev. Hikmet Gök, İstanbul 2005.
41
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 3, Ocak-2012, s. 43-68
16. YÜZYILDA BİR OSMANLI SANCAĞI’NDA EŞKIYALIK
HAREKETLERİ: MALATYA SANCAĞI ÖRNEĞİ
Göknur AKÇADAĞ*
ÖZET: Osmanlı İmparatorluğu’nda 16. yüzyılın ikinci yarısından itibaren başlayan ve
yüzyılın sonunda giderek artan siyasi, iktisadi ve sosyal huzursuzluklar, eşkıyalık olayları
şeklinde de kendisini göstermişti. Osmanlı’da bu konu üzerine yapılan çalışmalar genellikle 1718. yüzyıllardaki eşkıyalık hareketleri ele almıştır. Bu makale ise, 16.yüzyılda Malatya
sancağında ortaya çıkan eşkıyalıkları, Malatya bölgesinin coğrafyası ve konumunu,
devletlerarası siyasi ilişkileri, Osmanlı merkezileşmesinin bölgedeki etkilerini, bölgenin aşiretcemaat yapısını ve eşkıyalık hareketlerinin diğer nedenlerini de göz önünde bulundurarak ele
almayı hedeflemiştir. Mühimme defterlerinde yer alan Malatya sancak bölgesi ile ilgili
hükümler ve diğer kaynaklardan bilgiler değerlendirilmiş ve Malatya sancağında görülen
eşkıyalık hareketleri türlerine göre dört ayrı grupta ele alınmıştır. Devlet görevlilerinin,
aşiretlerin ve Safevi etkisiyle meydana gelen eşkıyalığın anı sıra Celali eşkıyasının en
büyüklerinden olan Karayazıcı ile Kiziroğlu Mustafa’nın eşkıyalığı ve Malatya bölgesindeki
tahribatları anlatılmıştır.
Anahtar Kelimeler: Osmanlı İmparatorluğu, Malatya Sancağı, Eşkıyalık, Eşkıya.
THE BANDİTRY INCIDENTS IN AN OTTOMAN SANCAQ IN THE 16TH CENTURY: AN EXAMPLE OF
THE SANCAQ OF M ALATYA
ABSTRACT: The political, economic and social unrests that began as of the mid-16th century
and increased in the late this century also revealed out themselves as banditry incidents. The
studies carried out about this case mainly focused on the banditry incidents occurred in the 17th
and 18th century. But this article intends to explore the banditries emerged within the sancaq of
Malatya in the 16th century taking the geography and position of the Malatya Region, the
political relations among the states, effects of the Ottoman centralization within the region,
tribal and communal structure of the region and other reasons of banditry acts into
consideration. The banditry incidents seen in the sancaq of Malatya are reviewed in four
separate chapters after the conclusions related to the sancaq of Malatya included in the
Mühimme Registration Books and information are gathered from the other sources. In addition
to the banditry incidents caused by the bureaucrats, tribes and the Safavid the banditry acts and
destruction of Karayazıcı and Kiziroğlu Mustafa within the Malatya Region, which were among
the greatest banditry incidents of the Celali Band, are narrated.
Key Words: Ottoman Empire, Sancaq of Malatya, Banditry, Bandit.
Giriş: Osmanlı İmparatorluğu 16. yüzyılda en parlak dönemini
yaşamasına rağmen, Kanuni devrinden itibaren siyasi, sosyal ve ekonomik
çözülmeye yol açan koşullar ortaya çıktı. Artan nüfus,1 beylik kalıntıları,
*
1
Yrd.Doç.Dr. Göknur Akçadağ, Yıldız Teknik Üniversitesi, İnsan ve Toplum Bilimleri
Bölümü
Bkz. Ö. Lütfü Barkan, “Türkiye’de İmparatorluk Devrinin Nüfus ve Arazi Tahrirleri ve
Hakana Mahsus İstatistik Defterleri”, İstanbul Üniversitesi, İktisat Fakültesi Mecmuası, I/1,
(1940), s. 20-59, II/2, (1941), s. 214-247; Tarihi Demografi Araştırmaları ve Osmanlı
Tarihi”, Türkiyat Mecmuası, S:10, (1951-1953), s.1-26; Leila Erder-Suraiya Faroqhi, “Rise
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 3, Ocak-2012, s. 43-68
GÖKNUR A KÇADAĞ
aşiretler, dış etkiler (Safevi), göçerlik, 2 Osmanlı Devleti'nin hem ekonomik
yapısında hem de kurumlar düzeyinde geçirdiği merkezileşme yöntemi ve
bunun sonuçları, Osmanlı idari yapısı ile sosyal düzenini tehdit eder bir
durum kazandı. Osmanlı kırsal toplumunun geçirdiği toplumsal ve ekonomik
değişim, devletin hazine gelirini artırmak için giriştiği arazi tahrirlerinin
halkta hoşnutsuzluk yaratması, devlet içinde odaklaşan güç ilişkileri ve bu
ilişkilerin tarımsal üretim ve kırsal ekonomi üzerindeki etkileri, özellikle 16.
yüzyıl sonrası devlet düzenini sarsan unsurlar olmuştu.3 16. yüzyılda giderek
tırmanma eğilimi gösteren, 17. yüzyılda ise büyük bir problem haline gelen
bu eğilimin tırmanmasında, Akdeniz havzasında görülen genel değişim
faktörleri de rol oynadı ve Osmanlı’nın gelişme ve canlılık dönemi, yerini
4
olumsuz konjoktüre bıraktı.
Eşkıyalık ve asayişsizliklerin ortaya çıkışının bölgeden bölgeye değişen
bazı farklı gerekçeleri olsa bile, temelde sosyal ve ekonomik değişiklikler
bunda başrolü oynamaktadır. Eşkıyalığın ortaya çıkışını iki temel nedene
bağlayan E. Hobsbawm, ilkini kır ekonomik yapısının koşullarına ve kırın
besleyemediği nüfus fazlasına, ikincisini ise kırsalda toplumla
bütünleşemeyenlerin kanun dışına itilmesine bağlayarak,5 diğer nedenlerin
yanında kırsal toplumdaki değişikliklerin, kanunlara uymayan kesimin
ortaya çıkış dinamiklerine değinmektedir. Eşkıyalık hareketlerinin nedenleri
arasında 16. yüzyılın ortalarında özellikle Şehzade Mustafa ile Selim
arasındaki mücadele de önemli bir yer tutmaktadır. Anadolu, bu mücadele
sırasında, işi gücü olmayan binlerce Anadolu köylüsü paralı asker olarak
And Fall In Anatolia 1550-1620”, Middle Eastern Studies, 15, (London 1979), s. 322-345;
1520-1580 arasında Anadolu nüfusunun 5-11 milyon arasında değiştiği tahmin
edilmektedir. Bu nüfusun sanayi öncesi toplumları için oldukça yüksek olduğu hakkındaki
görüş için ayrıca bkz. Leila Erder, "The Measurement of Preindustrial Population Changes:
The Ottoman Empire From 15 th to the 17 th Century", Middle Eastern Studies 2, (Ekim
1975), s. 3
2
Göçebe Türkmen kitleleri 16. yüzyıl başlarında Anadolu nüfusunun % 15'ini
oluşturmaktadır. Göçer kökenli yaya ve müsellemlerle bu oran % 27'lere çıkmaktadır. Bu
orandaki göçer veya göçer kökenli nüfus, sosyal düzen bakımından büyük öneme sahip olup
şehirli nüfusa göre oranı dikkate alınmalıdır. Bkz. Halil İnalcık, An Economic and Social
History of the Ottoman Empire, Cambridge 1994, s. 34.
3
Mustafa Akdağ, Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası "Celali İsyanları", Ankara 1975,
s. 153 vd; Karen Barkey, Bandits and Bureaucrats: The Ottoman Route to State
Centralization, Cornell University Press, Ithaca 1994, s. 46-47, 55-56, 97, 142; Sabri
Yetkin, Ege’de Eşkıyalar, İstanbul 1997, s. 4 vd; Neşet Çağatay, "16-17. Yüzyıldaki
Anadolu Ayaklanmaları Üzerine", Makaleler ve İncelemeler, Konya 1983, s. 130 vd.
4
Fernard Braudel, Akdeniz ve Akdeniz Dünyası, II, (çev. O. Akalın- N. Hasgül), Ankara 1990,
s. 63-72; Şevket Pamuk, Osmanlı-Türkiye İktisadi Tarihi 1500-1914, İstanbul 2005, s. 108
vd.; Mücteba İlgürel, "Osmanlılarda Eşkıyalık Hareketleri", DİA, XI, s. 467.
5
Eric J. Hobsbawm, Eşkıyalar, (çev. M. A. Kılıçbay), İstanbul 1997, s. 25.
44
16. YÜZYILDA BİR OSMANLI SANCAĞI’NDA EŞKIYALIK HAREKETLERİ:
MALATYA SANCAĞI ÖRNEĞİ
rakip şehzadelerin bayrağı altında toplanıyor, kendi tarafı kazandığı takdirde
askeri sınıfa yükselmeyi umuyordu. Huzursuzluğun başlıca kaynaklarından
birisi de tımarlarını yitiren ve tımarları değer kaybına uğrayan tımarlı
sipahilerdi. Buna ek olarak, genç köylülerden binlercesi de gelecekte dini
zümrelerin ayrıcalıklarından yararlanmak umuduyla bu kentlerindeki
medreselere doluşup, fırsat buldukça gerek kentleri gerekse kırsal alanları
yağmalamaya başlamışlardı. 6 Elde edemediği geliri başka yoldan kazanma
eğiliminin baş göstermesi ile mühimme kayıtlarında sıkça rastlanan bir takım
eşkıya gruplarının neden olduğu yol kesme, ev basıp adam kaçırma türünde
olaylar, haksızlıklara karşı hak arayışına kalkışanların eşkıyalığı, fazla mal
ve makam hırsına kapılan devlet görevlilerinin, aşiret ve taifelerin ve bir
eşkıya bölüğüne katılıp bu tür kazançlar elde etme eğiliminde olan halktan
kişilerin yaptığı eşkıyalık hareketleri reayanın zarar görmesine yol açmıştı.
Eşkıyalığın nedenleri konusunda H. İslamoğlu-İnan, yüzyılın sonlarında
göze batar şekilde artmış olan kente göç olgusunun, köylerde özellikle genç
nüfusun yoğunlaşan üretimin yol açtığı ağır koşullara katlanmak
istemeyişinden kaynaklandığını, nüfus artışının köy ekonomisi üzerinde
köylüyü dışarı atacak derecede tazyik oluşturmadığını ileri sürmekteyse de7,
M. Cook’un 16. yüzyılın ikinci yarısı için öne sürdüğü nüfus artışının
ekilebilir topraklara oranla fazla oluşu yönündeki tespiti8 ve Akdağ’ın
görüşleri genel olarak kabul edilmektedir. Cook ile Akdağ’ın görüşlerinde
farklı olan taraf, 16. yüzyıl sonlarında şahit olunan köylünün geniş kitleler
halinde köylerini terk etmesi olgusunun salt demografik faktörlerle
açıklanamayacağı konusundadır. 9 Bu durumun daha ziyade şehir hayatının
insanlara sunduğu imkanların fazlalığı ile askeri sınıfa dahil olma
arzusundan kaynaklandığı çeşitli araştırmalarda vurgulanmıştır.10 Eşkıyalık
ve krize giden süreçte nüfus baskısı tezini destekler mahiyette bulguların
daha çok oluşu11, yüzyılın ikinci yarısından itibaren Anadolu nüfusundaki
genel artış, Anadolu kırsalında gözlenen yoğun yerleşme emareleri, boş
mezraaların şenlenmesi köye dönüşmesi, hayvan otlatılan meraların giderek
6
Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu: Klâsik Çağ (1300-1600), İstanbul 2003, s. 52.
Huricihan İslamoğlu-İnan, “State and Peasants in the Ottoman Empire: a Study of Peasant
Economy In North-Central Anatolia During the Sixteenth Century”, The Ottoman Empire
and the World Economy, Cambridge 1987, s. 101-111.
8
Michael A. Cook, Studies In The Economic History of The Middle East, London 1970, s.
144, 169-170.
9
Oktay Özel, “Nüfus Baskısından Krize: 16-17. Yüzyıllarda Anadolu’nun Demografi
Tarihine Bir Bakış”, VIII. Uluslararası Türkiye’nin Sosyal ve Ekonomik Tarihi Kongresi
(Bursa 18-21 Haziran 1998), (ed. N. Abacı), İstanbul 2004, s. 219
10
H. İnalcık, “Military and Fiscal Transformation In Ottoman Empire, 1600-1700”, Archivum
Ottomanicum, No: 6, (1980), s. 185.
11
Özel, s. 219 vd.
7
45
GÖKNUR A KÇADAĞ
daralması ile göçebelerin yerleşik hale gelmeleri ve köy yerleşmeleri
oluşturmaları, çiftliklerin görünüşte parçalanması, nüfus artışı, toprak
miktarı dengesizliğinin ortaya çıkışı, ormanlık alanların tarıma açılması gibi
çok sayıda faktör etkili olmuştur.
Nüfus baskısı, Celali isyanları ve demografik kriz üçlüsünü temel
tartışma konularından birisi olarak ele alan Oktay Özel’in de ilgili
makalesinde vurguladığı bir konu önem taşımaktadır. Eşkıyalık
hareketlerinin nedenlerini anlayabilmek için genellemeler yapılarak yapılan
değerlendirmelerde ulaşılan yorumların adet yerini bulsun türünden
kullanılmasının, eşkıyalıkla ilgili olan örneklerin yöreden yöreye
farklılıklarını örnekler üzerinde daha fazla görmek gerekmektedir.
16. yüzyıl boyunca Malatya kaza bölgesinde nüfus azalması veya kente
göç hareketi olmamıştır. Malatya sancak bölgesinde eşkıyalık hareketlerinin
ortaya çıkışında demografik bir zorlama olgusundan kaçınmak mümkün
değildir. Malatya bölgesinde de reaya çiftliklerinin parçalanması ve
küçülmesi, böylece gelirlerin daha azalması olgusunu örnek belgeler
üzerinden gözlemlemek mümkün olabilmiştir. Eşkıyalığın sebepleri
hakkında bu genel görüşleri, Malatya sancak bölgesinin 16. yüzyıldaki nüfus
bilgileri ile yorumlayarak, bölgeye özgü hangi dinamiklerin etkili olduğu
veya olmadığını anlamaya çalışmak bölgeden bölgeye farklılıkları anlamayı
da kolaylaştıracaktır. H. İnalcık’ın Malatya’nın da içinde yer aldığı Rum
eyaleti için 1520-30’da 872.610 olan nüfusun 1570-80’de 1.360.474’e
ulaştığı yolundaki tespiti,12 eyalet bölgesinde % 59.9’luk nüfus artışına işaret
etmektedir. Malatya kaza bölgesine nüfus açısından bakıldığında ise 152030’da 7.000’i şehir nüfusu, 28.000’i kırsal kesim olmak üzere 35.800 toplam
nüfusa sahip olduğu, bunun 1560 tahririne göre 9.000 kadarı şehir, 47.000
kadarı kırsal kesim nüfusu olmak üzere 55.000 toplam nüfusa ulaşmış
olduğunu görmekteyiz. 1530’da genel kaza nüfusunun % 20.5’i şehirde, %
79.5’i kırsal kesimde yaşarken, 1560’da % 16.2’si şehirde, %83.8’i kırsal
kesimde yaşamaktaydı. Kırsal bölge nüfusu, 1520’de 4.270’i Müslüman
hane, 543’ü gayrimüslim hane, 1.115 müslüman mücerred, 93 gayrimüslim
mücerred, 194 muaftan oluşmaktadır. 288 neferan konar-göçer zümre
bulunmaktadır. 1530’da 4.284 Müslüman hane, 499 gayrimüslim hane,
1.122 mücerred, 106 gayrimüslim mücerred, 260 muaf, 527 neferan konargöçer zümre, 1560’da 7.178 Müslüman hane, 936 nefer (hane+mücerred)
gayrimüslim nüfus, 3.269 Müslüman mücerred, 45 muaf, 783 neferan konargöçer zümreden oluşmaktadır.
12
H. İnalcık, “Impact of The Annales School on Ottoman Studies and New Findings”, Studies
In Ottoman Social and Economic History, London 1985, s. 74-75.
46
16. YÜZYILDA BİR OSMANLI SANCAĞI’NDA EŞKIYALIK HAREKETLERİ:
MALATYA SANCAĞI ÖRNEĞİ
1560 tahririne göre hane ve mücerred nüfustaki yüksek oranda artış,
yüzyılın son çeyreğine özgü ileri sürülen genel tezleri Malatya bölgesi
açısından destekler mahiyettedir. Bu verilere göre, şehir-kırsal nüfus
kıyaslamasında 1560 tahririnde yüzyılın ilk yarısındaki orana göre kırsal
nüfusun şehir nüfusuna göre yüksek oranda arttığı anlaşılmaktadır. Bu
durum köyden kente göçün en azından 1560’a kadar ortaya çıkmadığını
göstermektedir. Nüfus durumunun yanı sıra, vergi mükellefi sayısı açısından
da Malatya kazasını incelediğimizde, kırsal kesimin 1520’de 6.021, 1530’de
6.011 ve 1560’da 11.381 vergi mükellefine sahip olduğu, şehir merkezi ile
birlikte, bu rakamın 1520’de 7.330, 1530’da 7.313, 1560’da ise 13.232’e
ulaştığını anlamaktayız. 13 Vergi mükellefi sayısındaki artış ve kırsalda da bu
artışın sürmüş olması en azından 1560’lara kadar istikrarlı bir sürece işaret
etmektedir. Eşkıyalık hareketlerinin yoğunlaştığı yüzyılın sonlarına ait yılları
gösteren Malatya kazasının ayrıntılı nüfus verileri ise mevcut değildir.
Malatya şehrine ait 330 avarızhane14 sayısından şehrin 1619-1625 yıllarında
nüfusunun 16.500 civarında olduğu tahmin edilmekteyse de, bu yıllara ait
kırsal nüfus bilgileri bilinmemektedir. M. Taşdemir’in 16. yüzyıl Malatya
tahrirlerine dayanarak verdiği nüfus bilgileri de Malatya Sancağı’na bağlı
Behisni, Hısn-ı Mansur, Gerger ve Kahta’da nüfusun özellikle 1560’larda
önemli ölçüde arttığını göstermektedir.15
Eşkıyalık hareketlerinin Malatya sancağındaki diğer kazalara göre daha
yoğun görüldüğü Malatya kaza bölgesinde tahrirden tahrire köy-mezraa
oranındaki artışın, 1530’da 247 köy-383 mezraa sayısının 1560’da 295 köy457 mezraaya ulaşmış olması, yeni köy oluşumlarını ve mezraaların
yerleşilerek köye dönüştüğünü göstermektedir. En fazla köy sayısının artış
gösterdiği Cubas, Ağcadağ ve Keder Beyt nahiyelerinden ikisinin en fazla
yörükân taifesinin bulunduğu yerler oluşu dikkati çekmektedir. Yörüklerle
meskun köy sayısı 1520’de 7, 1530’da 11, 1547’de 13 ve 1560’da 15’e
ulaşmıştır. Reaya ile meskun köy yerleşmeleri diğer nahiyelerde 1-3 tane
arasında artış göstermişken, sadece Cubas nahiyesinde 28’den 41’e
yükselmiştir. 1530’da bu nahiyede sadece Harbendelü, Belicarlu cemaatleri
varken, 1560’da Harbendelü’nün yanı sıra yeni cemaatler eklenmiş,
eşkıyalık ile ilgili belgelerde de karşılaştığımız Aşkanlu, Kavi, İzoli
cemaatleri de tahrire yazılmıştır. Ayrıca 1560 tahrir defterinde nahiyelerde
yazılmış olan cemaatlerden farklı yeni cemaatler kaydolunmuştur. Şehir
nahiyesinde Kapdırgalu, Kasaba nahiyesinde Alacaatlu, Keder Beyt’te
13
Göknur Akçadağ, (Göğebakan), XVI. Yüzyılda Malatya Kazası (1516-1560), Malatya 1998,
s. 188-192.
14
BOA, MAD, nu. 43, s.83, 104; 1 avarızhane=10 gerçek hanedir.
15
Mehmet Taşdemir, 16. Yüzyılda Adıyaman (Behisni, Hısn-ı Mansur, Gerger, Kahta) Sosyal
ve İktisadi Tarihi, Ankara 1999.
47
GÖKNUR A KÇADAĞ
Atmalu cemaatleri yeni eklenen cemaatlerdir. Kömi nahiyesinde görülen 37
nefer Türkan cemaati, 1560 tahririnde görülmemektedir.16
Yeni yerleşme yerleri ve köylerin oluşması, mezraların köye dönüşmesi,
özellikle sonraki yüzyıllarda devletin politikası haline dönüşecek olan
göçebelerin zorunlu olarak belli yerlere yerleşmeleri durumu 16. yüzyıl
sonlarına doğru Malatya kaza bölgesinde de gözlemlenmektedir. 1530-60
arasında en fazla köy sayısı artışının olduğu Cubas nahiyesinde 32 köy 44’e,
Ağcadağ’da ise 31’den 42’ye yükselmişti. 1530 tahririnde mezraa olan
Mağruni, Zerato, Bahri, Kamışlu, Aksekü, Veski 1560’da köy yerleşmesi
haline gelmiştir. Samiti, Selvi, Çörtek, Kamili, Karapusı köyleri ise önceki
tahrirlerde yer almayıp, 1560 tahririnde köy olarak kaydedilmiştir. 1560
tahririnde ilk kez kaydedilmiş olan Dayı köyünün durumu da aşiret
yerleşmesi köy oluşumuna örnektir. “Cemaat-i İzoli” nin burada ikamet
etmesiyle köy olarak kaydedilmiş, bu cemaat tarafından ziraat edilmiştir.
Cemaatin asıl yerleşim yeri ise bu civara karşılık gelen yerde Fırat nehrinin
karşı yakasında Kömi nahiyesine bağlı İzoli köyüdür. Ağcadağ nahiyesinde
ilk kez köy olarak kaydedilmiş olan Seki Dere, Tenc-i Ülya, Saz, Halev-i
Ulya ve Süfla, Gözmür, Bazarcık köyleri 1547 tahririnde, Ergücek, Çöreklik,
Kızıl Kaya ve Sarı Kız 1560 tahririnde mezraadan köye dönüşmüş olan
yerleşim yerleridir. Bu köylerin bir kısmı yakınlarındaki gelişmiş bir köy
nezdinde kaydedilmiş yeni köylerdi. 17
Bölgenin Osmanlı hakimiyetine geçmesinden sonra yapılan ilk tahrirlerde
Malatya civarında bulunan mülk topraklar daha fazla iken, sonraki
tahrirlerde giderek azaldığı ve tımara dönüştürme işinin bir süreç içerisinde
gerçekleştirildiği anlaşılmaktadır. 1520 tahririne göre Malatya kazasında 226
köy ve 265 mezrada malikane-divani, toplam 112 köy ve mezrada tımar
sistemi uygulanmıştı. 1560 tahrir verilerine göre bu oran büyük miktarda
değişmiş, 144 köy ve 74 mezrada malikane -divani, 148 köy ve 344 mezrada
tımar sistemi uygulanmıştı. Güçlü toprak aristokrasisinin devlete tehlike
yaratmasının önüne geçilmek için zamana yayılan tımara dönüştürme
uygulamasına rağmen, özellikle Malatya sancağının büyük kısmını teşkil
eden Malatya kaza bölgesinde oturan Osmanlı öncesi dönemin Dulkadırlı’ya
mensup bazı cemaatleri ile bazı Türkmen beylerinin ve Dulkadırlı’ya
mensup görevlilerin bu duruma gösterdikleri çeşitli tepkilerin ve
eşkıyalıkların ortaya çıktığı görülmektedir.18 Malatya sancağında
malikanedivani sistemin çevre sancaklara göre daha fazla uygulanmış olması
ile yörenin eski sahipleri ile uzlaşma yoluna giden Osmanlı merkezi yapısı,
16
Akçadağ, a.g.e, s. 197.
Akçadağ, a.g.e, s. 263-265, 288-289.
18
Akçadağ, a.g.e, s. 318-321.
17
48
16. YÜZYILDA BİR OSMANLI SANCAĞI’NDA EŞKIYALIK HAREKETLERİ:
MALATYA SANCAĞI ÖRNEĞİ
1526’da ilk örnekleri kaynaklarda gözlemlenebilen ve yüzyılın son yarısında
gittikçe artan eşkıyalıkla uğraşmak zorunda kalmıştır. Bölgenin toprak
tasarruf şeklinin dönüşümü ile ilgili olan bu durum, genel bir eşkıyalık
nedeni olarak sancaktaki eşkıyalık hareketlerini temelde etkilemiştir.
Yıldırım Bayezid zamanından itibaren Osmanlı Devleti'nin bölgeye ilgi
duymasıyla birlikte, Malatya merkezli bu bölge siyasi açıdan OsmanlıDulkadırlı ve Osmanlı-Memluk mücadelelerinin odak noktası haline
gelmişti.19 16. yüzyılın ilk yarısında Osmanlı hakimiyetine geçmesiyle
Dulkadır Eyaletine bağlı bir sancak olan Malatya Sancağı, Malatya, Hısn-ı
Mansur, Kahta, Behinsi, Gerger kazalarından oluşmaktaydı. Bu 5 kaza
bölgesinde merkezi kaza durumundaki Malatya Kazası, 1520, 1530 ve
1547’de 10 nahiye, 1560’da ise 11 nahiyeden (Şehir, Kasaba, Keder Beyt,
Arguvan, Kiçik Hacılu, Ağcadağ, Karahisar, Cubas, Kömri (Kömi) ve
Muşar) meydana gelmekteydi.
Bu makalede, devletin düzenini sarsan eşkıyalık hareketlerinin Malatya
Sancak bölgesinde ortaya çıkış nedenleri, 16. yüzyıl boyunca bu eşkıyalığın
kimler ve hangi gruplar tarafından yapıldığı, bölgeyi nasıl etkilediği ve
sonuçları üzerine bir değerlendirme yapılmıştır. Yavuz Sultan Selim'in
Çaldıran zaferi sonrası Osmanlı hakimiyetine geçen bölge, memleket
genelinde ortaya çıkan buhranlı dönem ve bu buhrana sebep olan problemler
Malatya civarında da görülmeye başlayacaktır. Nitekim Malatya'dan 16.
yüzyılın ikinci yarısında kadıların ve sancak beylerinin ve öteki yetkililerin
merkeze yolladıkları raporlar, halkın yakınmalarını yansıtan mektuplar,
eşkıyalık, soygun, hırsızlık gibi olayların gittikçe arttığını göstermektedir. 20
Bunun örneklerini 16. yüzyılın ikinci yarısına ait Mühimme defterlerinde
kadı ve sancak beylerine yazılan hükümlerde bulmak mümkündür. Bölgede
bu hadiseleri doğuran sebeplere dayanarak, tespit edebildiğimiz eşkıyalık
hareketlerini, sebepleri açısından farklı gruplarda toplayıp incelenmiştir. 16.
yüzyıl sonrası 17. ve 18. yüzyılda da Malatya Sancağı’nda eşkıyalık
hareketleri devam etmiştir. Bu konuda Mühime defterlerinde21 ve Malatya
19
Akçadağ, a.g.e, s. 17 vd.
Akdağ, a.g.e, s. 136.
21
17. yüzyılın ilk yarısında Malatya sancağındaki eşkıyalık hareketleri konusunda BOA, MD
75 ve 78 de çok sayıda hüküm bulunmaktadır. 17. yüzyılın savaş giderlerinin karşılanması
için ağırlaşan bu vergiler halkın durumunu iyice zora sokarken kıtlıklara da yol açmıştı. Bu
durumdan etkilenen Adıyaman’da Türkmen oymakları ekili alanları yağma ve tahrip etmiş
ve yüzlerce insanın ölmesine yol açmışlardı. 1688-1689 yıllarında Adıyaman ve yöresinde
yağma ve tahribat yapan Türkmen oymakları; Bozkoyunlu, Murtaza, Herikli, Hardallı, Pir
Budakoğlu, Dimleklü, Beğmişlü, Karaşeyhli, Araplu Musa, Kızıl Ahmed, Beydili’dir. Bkz.
C. Orhonlu, Osmanlı İmparatorluğunda Aşiretlerin İskanı, İstanbul 1987, s. 43
20
49
GÖKNUR A KÇADAĞ
Şer’iyye Sicilleri’nde pek çok kayıt bulunmaktadır.22 Fakat bu makale
sadece 16. yüzyıl ile sınırlandırılmıştır.
a. Safevi Tesiriyle Meydana Gelen Eşkıyalık Hareketleri: Malatya
Sancağı bölgesinde Safevi tesiriyle eşkıyalığın ortaya çıkmasında,
Malatya’nın sınır şehri olması ve Osmanlı-Memluk, Osmanlı- Safevi
ilişkileri açısından geçiş bölgesinde yer alması önemli olmuştur. Aynı
zamanda Malatya yöresinin Anadolu’nun Türkleşme döneminden itibaren ilk
yerleşilen Türk bölgelerinden olması ve Türkmen hayat tarzının yaşandığı
yörelere sahip olması ve aşiretlerin yapısı da Safevi propogandasından
etkilenmesinde önemli rol oynamıştır. Osmanlı coğrafyasında göçebe veya
yarı göçebe geleneklerini sürdüren Türkmen hayat tarzının, merkezileşen
Osmanlı siyasi sistemiyle uyuşmadığı görülmektedir. Osmanlı’ya
yabancılaşmış Anadolu'daki heteredoks Türkmen aşiretleri Şah ismail’in
söylemlerinden etkilenmiş, "kenar"da kalan Türkmen geleneklerine bağlı
göçebe ve köylü kitlelerle, "merkez" deki bürokrasi ve şehirliler birbirine
yabancılaşmıştı. Bu merkez-kenar çelişkisi sonucu, Şah İsmail'in "kenar"ı
temsil eden Anadolu Türkmenlerine yaptığı propaganda tesirini
gösterecektir. Mezhep farklılığı, siyasi nitelikli sebeplerin ve mezhep
propogandasının yanı sıra, nüfus artışına bağlı ekonomik ve sosyal
bunalımlar da Anadolu'daki göçer Türkmenleri ve yoksul köylüleri Osmanlı
ile karşı karşıya getirmiştir.23
16. yüzyıl başlarında yıkılan Akkoyunlu Türkmen hanedanlığının yerine
Anadolu'daki ve Azerbaycan'daki Türk unsurlarına dayanarak Osmanlılardan
hoşnut olmayanların desteğiyle İran'da kurulmuş ve Şiiliği devletin resmi
mezhebi olarak kabul etmiş olan Safevi Devleti'nin batıya doğru
genişlemesi, II. Bayezid devrinden itibaren Osmanlı Devleti için tehlikeli bir
durum ortaya çıkarmıştı. Bu olaylar aynı zamanda Osmanlı’nın Anadolu'nun
Alevi-Bektaşi nüfusuna bakışını da etkilemişti. Bazı kesimlerde devlet-halk
ilişkilerinde yabancılaşmaya yol açan bu durum, Osmanlı-Safevi
çatışmasından kaynaklanarak göçlere de neden olmuştu. Şehzade Bayezid’in
ayaklanması sırasında Şehzade’nin hizmetine girenler arasında Bozkırlı,
Turgutlu, Darendeli, Dulkadırlı gibi boy ve aşiret mensupları da vardı.24 Şah
İsmail, aynı zamanda farklı aşiretlerin göçebe hayatını kendi geleneklerine
göre sürdürebilme serbestliği ile Osmanlı'yı içten yıpratacak olan bu
22
Mehmet Karagöz, “XVIII. Yüzyılın Başlarında Malatya ve Çevresinde Eşkıyalık
Hareketleri”, OTAM, S: 5, (Ankara 1994), s. 193-207.
23
Ahmet Y. Ocak, Türk Sufiliğine Bakışlar, İstanbul 1996, s. 208; Huricihan İslamoğlu-İnan,
Osmanlı İmparatorluğu’nda Devlet ve Köylü, İstanbul 1991, s. 34 vd.
24
Yusuf Oğuzoğlu, “Osmanlı Taşra Düzeninin Bozulmasının İdari ve Sosyo-Kültürel
Sebepleri Üzerine Bir Araştırma (1550-1600)”, VIII. Uluslararası Türkiye’nin Sosyal ve
Ekonomik Tarihi Kongresi, (ed. N. Abacı), Ankara, s. 34-35.
50
16. YÜZYILDA BİR OSMANLI SANCAĞI’NDA EŞKIYALIK HAREKETLERİ:
MALATYA SANCAĞI ÖRNEĞİ
gruplardan istifade etmeyi başarmıştır.25 Malatya’nın da içinde bulunduğu
bölgeyle ilgilenen Şah İsmail’in, kuvvetlerini 1507’de Memluklu
topraklarına yolladığını ve Alaüddevle Bey'in Turna Dağı’na sığınması
üzerine Elbistan ve Maraş'ı tahrip ettikleri, bu arada Memluklu-Osmanlı
hudut şehri olan Malatya'ya da zarar vermiş olduklarını, Memlukluların
Halep valisinin göndermiş olduğu bir rapordan öğrenmekteyiz. 26 Bu
tarihlerde Harput'taki Dulkadırlı kuvvetleri de hapsedilerek, Harput kalesine
Safevi garnizonu yerleştirilmişti. 27 1509’da Ustacalu Muhammed şehir
surları önüne gelmiş, Dulkadırlı kuvvetlerini yenilgiye uğratarak Dulkadırlı
Alaüddevle’nin iki oğlunun başını Şah İsmail’e yollamıştı. 1510’da
Alaüddevle Bey’in Diyarbakır’a yeni bir sefer teşebbüsü de Ustacalu
Muhammed’in galibiyetiyle neticelenmiş, bu galibiyet sonrası Ustacalu’nun
kuvvetleri Memluklu sınırlarını ihlal ederek Malatya’ya kadar ilerlemişse de
Safevilerin müdahalesi bu sefer Alaüddevle Bey tarafından
püskürtülmüştür.28
Yavuz Sultan Selim'in tahta geçtiği 1512 yılında Şah İsmail’in Doğu
Anadolu'da mezhep ayrılığını kullanarak kargaşa yaratması, Osmanlı-Safevi
münasebetlerini daha kötü hale getirdi. 29 Safevi Devleti'nin yeni bir siyasi ve
dini ideoloji ile bölge üzerindeki faaliyetleri ve görünürde dini mahiyet arz
eden isyan hareketlerine karşı Osmanlılar doğuya yönelmek zorunda kaldı.
Safevilerin tehdidi Doğu Anadolu’da Malatya bölgesine kadar uzanmış
bulunmaktaydı.30 1512’de, "halife" sıfatıyla Şah İsmail'in temsilcilerinden
olan Rumlu Türkmen aşiretinden Nur Ali Halife'nin isyanı Anadolu’da
yayıldı. 3-4.000 bin kadar süvari ile Malatya ve Tokat'ı kuşatan isyancılar,
karşılaştıkları mukavemet neticesinde buraları alamayınca, başlarındaki Nur
25
Jean –Louis Bacqué-Grammont, "1527 Anadolu İsyanı Hakkında Yayınlanmamış Bir
Rapor", Belleten LI/199, (Nisan 1985), s.108 vd; Malatya’nın kuzeyinde Sivas bölgesinde
Safevi etkisi ve heterodox Türkmenlerin hareketleri (1511-12, 1520, 1526-27 hakkında bkz.
Bacqué-Grammont, “Seyyid Tamam, Un Agitateur Hétérodoxe a Sivas (1516-1518)”, IX.
TTK (Ankara 21-23 Eylül 1981), Bildiriler II, Ankara 1988, s. 865-874.
26
İbn Iyas, Journal D'un Bourgeoıs Du Caıre-Chronıque D'İbn Iyas- I,(nşr. G. Wıet), Kahire
1945, s. 114; Hayrullah Efendi, Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye Tarihi,V, (nşr. Z. Danışman),
İstanbul 1972, s. 21.
27
Refet Yinanç, Dulkadıroğulları Beyliği, Ankara 1989, s. 93-94.
28
Selahattin Tansel, Yavuz Sultan Selim, Ankara 1969, s. 102
29
Safevi Devleti'nin kuruluşu ve önemli bir tehdit unsuru haline gelmesi hakkında bkz.; F.
Sümer, Safevi Devletinin Kuruluş ve Gelişmesinde Anadolu Türklerinin Rolü, Ankara 1976,
s. 1 vd; V. Keserânî, Osmanlı ve Safevîlerde Din-Devlet İlişkisi, (nşr. M. Canyürek),
İstanbul 1992, s. 59 vd. ; Solakzâde, Solak-zâde Tarihi I, (nşr. V. Çubuk), Ankara 1989, s.
425 vd; Tansel, s. 27 vd.; İ. H. Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi II, s. 225, 257-259.
30
Şah İsmail’in, Malatya’ya kadar uzanan bu sınır ihlallerinin kendi iradesi dışında
yapıldığını ifade ederek Mısır'a üzüntülerini bildirmesi hakkında bkz. Rumlu Hasan,
Ahsenü't-Tevârih I, (nşr. C. N. Seddon), Boroda 1931, s. 96; Yinanç, s. 95.
51
GÖKNUR A KÇADAĞ
Ali Halife’nin de savaşta ölmesi üzerine İran'a doğru kaçtılar.31 Bu sırada
Şah İsmail, Alaüddevle Bozkurt Bey, Kansu Gavri ve hükümdarlığını ilan
ederek daha sonra Malatya ve Darende taraflarına firar etmiş olan Şehzade
Ahmed arasında Yavuz Sultan Selim'e karşı bir işbirliği doğmuştu.32
Nitekim bu işbirliği sonrası Şehzade Ahmed, Şah İsmail'in yanına ilticaya
hazırlanmıştı. 33
Şah İsmail-Yavuz Sultan Selim mücadelesi sırasında Memluklu-Safevi
sınırında bulunan Divriği, Darende, Malatya, Antep şehirleri Memlukluların,
Kemah, Harput ve Urfa ise Safevilerin sınır şehirlerini teşkil etmekteydi. 34
Bu bölgenin kuzeyinde kalan saha ise Osmanlıların elindeydi. Söz konusu
sınır şehirleri Osmanlı hakimiyetine geçtikten sonra da bölgede Safevi etkisi
özellikle Türkmenler arasında devam etmişti. 35 Özellikle İran harplerinin
açıldığı ve devam ettiği yıllarda Anadolu'da bir kısım Türkmenler arasında
kıpırdanmalar ve Şah hesabına kuvvetli bir propaganda faaliyeti vardı. Şah
İsmail'in Anadolu'daki faaliyetleri 1512'de patlak veren Şah Kulu ve Baba
Tekeli İsyanları ile maksadına ulaşıp, tahribata ve büyük insan kaybına yol
açtı. Bu isyanlarda, tımarları ellerinden alınıp başkalarına devredilen
sipahilerin Şah İsmail'in vaatlerine aldanarak Şii isyancıların tarafını
tutmaları devletin işini hayli zorlaştırdı. 36 Bu noktada yörede bu isyanlara
katılımın oluşunda, Osmanlı’nın tımar sistemi içinde dönemin
bozulmalarının etkisini de göz önünde bulundurmak gerekmektedir.
Aslında bölgede daha çok konar-göçer olarak yaşayan Türkmenlerin
Osmanlı hakimiyetini kabul etmeleri kolay olmamış, bilhassa arazi
tahrirlerinin uyandırdığı hoşnutsuzluk geniş isyanlara dönüşmüştü.
Toprakları mîrî mukataa haline getirilen ve tımarları ellerinden alınmış olan
Dulkadırlıların sebep oldukları hadiselerden birisi, 1526 tarihinde meydana
gelmiştir. Bölgeye yeni hakim olan Osmanlı’nın kendilerine reva gördüğü
muameleyi kabullenemeyen kişiler, bölgede isyan eden Hacı Bektaşi Veli
31
Rumlu Hasan, I, s. 18,136; Sümer, s. 34 vd; Ş. Tekindağ, "Yeni Kaynak ve Vesikaların Işığı
Altında Yavuz Sultan Selim'in İran Seferi", İÜİEFTD XVI/22, (Mart 1968), s. 51 vd.
32
Nişancı Feridun Ahmed, Müşeatü's-Selâtin I, İstanbul 1274, s. 300 vd; Hoca Saadeddin,
Tacü't-Tevârih IV, (nşr. İ.Parmaksızoğlu), İstanbul 1979, s. 150 vd; İ. H. Danişmend, İzahlı
Osmanlı Tarihi Kronolojisi IV, İstanbul 1972, s. 2 vd; Akçadağ, a.g.e, s. 32 vd.
33
Ahmet Refık, On Altıncı Asırda Rafizilik ve Bektaşilik, İstanbul 1932, s. 9; Malatya naibi
tarafından Koca Mustafa Paşa'ya yazılan mektup da "... lâkin su~ye âdemi mütevâtir gider
gelür, iki kerre el altından âdem geldi" denilmektedir. Bkz. TSMA, Nr. 3062'den
nakl.,Tekindağ, a.g.e, s. 52, nu. l7.
34
Sümer, a.g.e, s. 136
35
Akdağ, a.g.e, s. 5, nr. 2; Ahmet Refik, T. Yazıcı, "Şah İsmail", İA, cilt XI, s. 274 vd.
36
Tekindağ, a.g.e, s. 50 vd
52
16. YÜZYILDA BİR OSMANLI SANCAĞI’NDA EŞKIYALIK HAREKETLERİ:
MALATYA SANCAĞI ÖRNEĞİ
soyundan Kalender'e katılmakta tereddüt etmemişlerdir.37 Çukurova'dan
Sivas'a kadar uzanan sahada görülen bu hareketin Malatya civarında da etkili
olması muhtemeldir. Nitekim benzeri hareketler daha sonra Malatya Sancağı
topraklarında da görülecektir.
Safevi etkisi ve Osmanlı merkezileşmesinin bölgedeki uygulamalarına
duyulan tepki ile meydana gelen eşkıyalık hareketlerinden birisi, 1527'de
Bozok Türkmenlerinden Süğlün oğlu Hoca, Söklen Boy Beyi Musa ve
Dulkadıroğlu soyundan Zünnun, Bozok-Kayseri-Malatya arasındaki bölgede
köylülerin fakirliğini istismar ederek ayaklanmıştır.38 Bu olayların
gelişmesinde Bozok ve Maraş yöresindeki Osmanlı memurlarının
faaliyetlerinin önemli rolü olmuştur. Süğlün Hoca adlı köylüye fazla vergi
yazılması, köylünün buna itirazı sonucu sakalının kesilmesi üzerine isyan
başlamış,39 bunlara Dulkadır beyi Şehsuvaroğlu Ali Bey'in ölümünden sonar
tepki gösteren Dulkadır Türkmenlerinin de katılmasıyla hadise daha da
büyümüştür.40 Ali Bey'in ölmesi Dulkadır ülkesini Osmanlı sancağı haline
getirmişse de, devlete pahalıya mal olan isyanların çıkmasına sebebiyet
vermiştir. Bölgenin tahririne memur edilen Kadı Müslihiddin'i ve Bozok
mirlivası Mustafa Bey'i öldüren isyancılar, üzerlerine gönderilen Karaman
Bey'i Hürrem Paşa'yı da mağlup ve şehit etmişlerdir. Peçevî'nin ifade ettiği
gibi tam bir eşkıyalık hareketi olarak gelişen bu isyan, Malatya sancakbeyi
Yularkıstıoğlu İskender Bey'in de giriştiği harekatta başarılı olamaması
üzerine, Rumeli beylerbeyi Hüseyin Paşa'nın müdahalesi ile sona erecektir.
Bu müdahale ile Zünnun'un öldürülmesine rağmen yer yer devam eden
isyanı tamamen bastıran kişi Diyarbakır Bey'i Hüsrev Paşa olmuştur.41
Bölgeyi etkileyen Baba Zünnun ve Kalenderoğlu isyanları Adıyaman, Besni,
Gerger, Kâhta’da geniş şekilde tahribata yol açıp, sosyo-ekonomik yapısını
zayıflatınca, 1530 yılında üçüncü kez tahrir yapılmıştır.42
1577 yılında Suriye'de ortaya çıkan ve asıl adı Şam Diyade olan bir
kişinin (Düzmece) Şah İsmail adıyla kısa sürede Malatya yöresinde de etkili
37
Danişmend, IV, s. 129 vd.; İ. H. Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi IV, Ankara 1983, s. 310, 346
vd; J. L. Bacque-Grammont, s. 112.
38
Yetkin, a.g.e, s. 134; Tayyip Gökbilgin. "Süleyman I”, İA, cilt XI, s. 109.
39
F. Sümer, Oğuzlar, Ankara 1967, s. 170; Yetkin, a.g.e, s. 134.
40
Peçevî, Tarih-İ Peçevî I, Ankara 1981, s. 56 vd; F. Sümer, a.g.e, s. 75.
41
Celalzâde Mustafa, Tabakât'ül-Memâlik ve Derecât'ül-Mesâlik, (nşr. P. Kappert),
Wıesbaden 1981, s. 161 a-161b; Peçevî I, s. 117 vd.; Solakzâde, Solakzâde Tarihi IV, (nşr.
M. Çubuk), Ankara 1991, s. 151 vd; Müneccimbaşı Ahmed, Sahâifü'I-Ahbâr, I-II, İstanbul
1258, s. 525-526; F.Sümer, "Bozok Tarihine Dair Araştırmalar I", Cumhuriyet'in 5O. Yıl
Dönümü Anma Kitabı, Ankara 1974, s. 321-322; Ahmet Refik, s. 10-11; Ahmet Refık,
Onaltıncı Asırda Anadolu'da Türk Aşiretleri, (966-1200), İstanbul 1989, s. 10 vd.
42
Taşdemir, a.g.e, s. 6-7.
53
GÖKNUR A KÇADAĞ
olması, hatta bölgede elli bini aşkın bir kuvvet toplayabilmesi,43 bölgede
geçmişten gelen Safevi etkisinin varlığını göstermektedir. Şah İsmail’e
öykünerek ortaya çıkan Şam Türkmenlerinden Düzmece Şah İsmail, kısa
sürede Suriye'de güçlendikten sonra Malatya havalisindeki aşiretleri de
kendisine bağlamış, sağladığı kuvvetlerle bölgede o zamana kadar ortaya
çıkan en önemli şekavet hadisesini yaratan kişi olmuştur. Havass-ı
hümayuna vergileri vermeyerek, içlerine devlet memuru sokmayan asi
köylüler, İran harplerinin devam ettiği yıllarda içten içe kıpırdanmalarla Şah
hesabına kuvvetli bir propaganda faaliyeti yürütmekteydiler.44 Nitekim 1578
tarihinde Malatya civarında İzollu Rişvan, Eşkânlû, Solaklu, Şeyh
Hüseyinlü, Hevendilü, Eğribüklü, Adaklû, Kalacıklû, Bezki, Çakallû,
Mihriman, Karasaz ve Kömürlü cemaatleri de Düzmece Şah İsmail'e
bağlılıklarını bildirmişlerdir. Tahkikat amacıyla gönderilen Mehmed
adındaki kişi, nezir gönderenlerin kimler olduğunu tespit etmiştir. Yazılan
hükme göre, bunlardan dinden dönmüş olan ve nezir gönderdikleri sabit olan
eşkıyanın haklarından gelinmesi istenmektedir.45 Her gittiği yerde takip
edilerek,46 neticede Malatya kadısının kuvvetleri tarafından dağıtılan bu
eşkıya grubu Fırat'ı geçerek Siverek'e iltica etmek zorunda kalmıştır.
Yanındaki Rişvanlıların ve sair etrâkın öteye beriye dağıldıkları
bildirildiğinden, Şah İsmail o taraflara geçmişse ele geçirilmeye çalışılması
istenmektedir. Diyarbekir Beylerbeyine yazılan hükmün bir sureti de
Malatya beyine gönderilmiştir.47 Bu hadisenin neticesini kaynaklardan takip
etmek mümkün olmamaktadır. Düzmece Şah İsmail' in bölgede oldukça
güçlü bir destek bulması ve devleti zorlaması İran etkisinin belki de son
yansımalarıdır. Zira Mühimme defterindeki kayıtlardan anlaşıldığı kadarıyla
tamamen dinî mahiyette görülen bu isyan, aynı zamanda müstakil bir siyasi
oluşuma yönelmiş olunduğu izlenimi vermektedir.
43
Başbakanlık Osmanlı Arşivi (bundan sonra BOA), Mühimme Defteri (bundan sonra MD)
35, s. 204, nu. 511 (2 Recep 986).
44
Akdağ, a.g.e, s. 295, nu. 2.
45
“Malatya Beyine hüküm ki, livâya tâbi izoli ve Rişvan ve Eşkanlû ve Solaklû ve Şeyh
Hüseyinlü ve Hevendilü ve Eğribüklü ve Adaklû ve Kalacıklû ve Bezki ve Çakalû ve
Mihrimân ve Karasaz ve Kömürlü nâm cemaât Şah İsmail nâmına zuhûr eden şâkiye nezîr
gönderib mütabaat iderler deyu içlerinden alagetirilub dergâh-ı muallaya gönderilen
Mehmed nezîr gönderenler kimler biliyorum dimeğin..." BOA, MD 35, s. 188, nu. 473 (2
Recep 986).
46
BOA, MD 35, s. 400, nu. 1023 (16 Şevval 986); Ayrıca bkz. B. Kütükoğlu, Osmanlı-İran
Siyasî Münasebetleri I, İstanbul 1982, s.12-13; Bölgede takip edilen Düzmece Şah İsmail'in
yanındaki Han Pîrî adındaki kişiden "vezir" olarak bahsedilmesi söz konusu hareketin ne
derece büyük ve önemli bir hadise olduğunu ortaya koymaktadır. Ayrıca Düzmece Şah
İsmail'in Malatya'nın Çalab köyünde bir müddet tutunup, sonra Fırat'ı geçtiği hakkında bkz.
BOA, MD. 35, nu. 997. (Şevval 986).
47
BOA, MD 35, s. 400, nu. 1023 (16 Şevval 986).
54
16. YÜZYILDA BİR OSMANLI SANCAĞI’NDA EŞKIYALIK HAREKETLERİ:
MALATYA SANCAĞI ÖRNEĞİ
S. Faroqhi Diyarbakır, Mazgird ve Malatya taraflarında heterodoks
akımların izlerine rastlandığını ve Düzmece Şah İsmail'in başlatmış olduğu
ayaklanmaları, bununla bağlantılı ele almak gerektiğini ifade etmektedir. 48
1573 yılında Dulkadır Beylerbeyi ve Malatya Sancakbeyine yazılan bir
hükümde Kâhta kazasına bağlı köylerin Rafizî halkının bir kısmının daimi
surette eşkıyalık yapıp adam öldürdükleri belirtilerek, suçluların tedbir ile
yakalanıp cezalandırılması istenmektedir.49
b. Resmi Görevlilerin Meydana Getirdiği Eşkıyalık Hadiseleri:
Anadolu halkı ile devlet kuvvetlerini birbirine düşüren asıl sebebin iktisadi
olduğu bilinmekle beraber, hükümet merkezinin güttüğü iç idare siyasetinin
de bunda etkili olduğu anlaşılmaktadır. Bilhassa 16. yüzyılın ikinci
yarısından itibaren reaya, bir yandan askeri tecrübelerini eşkıyalıkta kullanan
eski memurların, öte yandan da merkezin koyduğu vergiden çok daha
fazlasının talep eden yeni toprak sahiplerinin, vilayet idarecilerinin, vergi
toplama memurlarının baskısı altındaydı. Bunlar adi suçlular gibi hareket
ederek güç ve servet edinme yolunu seçiyorlardı. Pek çok şikayete rağmen
hükümetin bunlara karşı etkili olamayışı, her tarafta ehl-i örfün reayaya
yaptığı zulümlere karşı, kadıların halkın koruyucusu rolünü üstlenmelerine
neden olmuştu.50 Malatya ve çevresinde görülen eşkıyalık hareketlerinin
çoğunluğu, burada vali, mutasarrıf, naib, sancakbeyi, muhzır, tımarlı sipahi
gibi yönetici ve askeri sınıftan kişilerin maddi çıkar sağlamak amacıyla
halka zulmetmeleri ve haksız uygulamalarına karşı, reayanın tepkileri
sonucu ortaya çıkan hareketlerdi.
1564 tarihli iki belge Malatya kadısı iken Şehrizol kulları ağalığından
mazul Mehmet Ağa'nın, ev basıp para ve mal yağmalaması hakkındadır.
Malatya beyi ve kadısına yazılan hükümde adı geçen kişi ile ilgili tahkikatın
yapılması istenmektedir.51 1565 tarihli bir belgede, yönetici kesimin
bozulmasına örnek teşkil edecek bilgiler mevcuttur. Gerger naibi ve
muhzırlarının otuz seneden beri aynı vazifede olup ahalinin arsalarını
paylaştıkları, halktan cerime (suç parası) aldıkları hakkında şikayette
bulunmuşlardır. Söz konusu kişilerin azledilmesi ve değiştirilmesi
istenilmişse de bunun mümkün olmadığı, Kadı'nın selahiyeti ile
değişebileceğinden bahsedilmektedir.52 Malatya beyi Semender Bey'e ve
kadılarına da gönderilen bir hüküm suretinde, subaşı, sipahi, voyvoda ve
48
S. Faroqhi, Der Bektaschi-Orden In Anatolien, Viyana 1981, s. 39.
BOA, MD 22, s. 314, nu. 625 (14 Rebiü'1-evvel 981).
50
Koçi Bey, Koçi Bey Risalesi, (nşr. Z. Danışman), Ankara, 1985, s. 52, 71; Akdağ, s. 45,287
vd; Çağlar Keyder, Türkiye'de Devlet ve Sınıflar, (nşr. S. Tekay), İstanbul 1989, s. 17 vd.
51
BOA, MD 6, s. 112, nu. 235 (7 Rebiü'1-evvel 972); BOA, MD 6, s. 639, nu. 1403 (20
Zilhicce 972).
52
BOA, MD 5, s. 121, nu. 282.
49
55
GÖKNUR A KÇADAĞ
naiplerin ahaliden kudretli olanların yalancı şahitlerle dava satın alıp hukuku
ihlal ettikleri, başkalarının kızlarını karılarını cebren tenkih ettiklerinin haber
alındığından bahsedilmiş, bu gibi hallerin men edilmesine ve yapılacak
muameleye dair bilgi verilmiştir.53 Zülkadir Beylerbeyi, Maraş ve Behisni
kadılarına yazılan hükümde, Behisni'nin eski kadıları olan Haydar, Kethüda
ve Uğurlu Fakih adındaki kimselerin yaptıkları zulümden Behisni halkının
şikayeti üzerine, gerekli teftişin yapılması ve icabının yerine getirilmesi
istenmiştir.54 1577 tarihinde Zülkadir Beylerbeyine, Gerger ve Şure
(Pütürge) kadılarına gönderilen bir hükümde, Piltenoğlu Zeynel adlı tımar
erbabı kişinin havass-ı hümâyuna dahil bazı köyleri iltizam ederek, reayadan
aldığı malların yarı bedelini verdiği ve yalancı şahitlerle fukarayı
suçladığının bildirilmesi üzerine, sipahinin haklarının ve tımarının
alınmasına karar verilmişti. 55
Malatya ve çevresinde yönetici kesimin yanlış ve haksız
uygulamalarının en fazla görüldüğü yıllar 1580'lerden sonradır. Bu türden
hareketleri önlemek maksadıyla devletin kadı ve sancakbeylerine gönderdiği
hükümlere bu yıllardan sonra daha fazla rastlanılmaktadır. Buna örnek teşkil
edecek belgelerden birisinde Samsat Sancakbeyi Sinan'ın, silahlı adamları ile
Urfa sancağının iki köyünü bastığı, hayvanlarını sürüp götürdüğü ve
reayanın eşyalarını yağmaladığı anlatılmıştır.56 Zülkadirlü Beylerbeyine,
Şure ve Gerger kadılarına yazılan bir başka hükümde, Şure kadılığında
bulunan sipahi Zeynel'in sancakbeyi namına para vermeden halktan yağ ve
bal toplayıp onlara zulmettiğinden bahsedilmektedir.57 Görüldüğü gibi
devletin kendi görevlisi, sipahisi veya sancakbeyi de fırsattan istifade
kendilerine maddi kazanç sağlama gayretine düşmüşlerdi.
1582'de Samsat sancağının yeni beyi olan Ali Bey de benzeri
davranışlar içerisinde olup, livaya bağlı Hısn-ı Mansur, Sakallı ve sair
yerdeki halkın evlerini basmış, bütün ahaliyi hapsederek, hayvan ve
mallarını almıştı. Bu ahali içerisinde Halil adlı birisinin 9.500 altını ile iki
atı, bir katırı ve dört kısrağını aldığı hakkında şikayet edilmesi üzerine
toprak kadıları huzurunda dava edenlerin hakları sabit görülüp mallarının
kendilerine iade edilmesine karar verilmiştir.58 Bu belgede görüldüğü gibi
halktan bedava yiyecek, akçe v.s. temin etmek şeklinde devam eden bu
türden hadiseler giderek artacaktır.
53
BOA, MD 6, s. 536, nu. 1165 (16 Şevval 972).
BOA, MD 6, s. 565, nu. 1231 (6 Zilkade 972).
55
BOA, MD 3l, s. l4, nu. 36 (27 Zilhicce 985).
56
BOA, MD 47, s. 193, nu. 449 (Zilhicce 990).
57
BOA, MD 47, s. 216, nu. 508 (Zilhicce 990).
58
BOA, MD 68, s. 28, nu. 55 (Şevval 999).
54
56
16. YÜZYILDA BİR OSMANLI SANCAĞI’NDA EŞKIYALIK HAREKETLERİ:
MALATYA SANCAĞI ÖRNEĞİ
1592'de memleketin asayişini temin ve eşkıyayı tedip etmediği
bildirilen ayrıca havass-ı hümayün reayasına taarruz eden Türkman-ı Halep
beylerinden Ferruh Bey'in der-i saadete gönderilmesi Malatya beyi ve
kadısından istenmektedir.59 Ferruh Bey ile hizmetinde olan adamları Zeynel
ve Muslu'nun 100 neferden fazla eşkıya toplamaları, ahaliye zulm etmeleri,
halktan mal gasbetmeleri hususunda yazılmış çok sayıda belge
bulunmaktadır. Bu kişilerin bundan böyle Malatya'da ikamet etmeyip
merkeze gitmeleri, inat ettikleri takdirde ise azledilmeleri ifade edilmiştir.
Bir başka belgede, fakir halkın 15.000 kuruşunu ve hayvanlarını gaspeden
Ferruh Bey hakkında tahkikat yapılması istenmektedir. Gelger, Haçlu ve
Efzar cemaati emini olan Ferruh Bey'in reayaya zulmü karşısında
kapuculardan Aydın gönderilmiş, suçunu kapatacak sahte emirler çıkarıp
Malatya mahkemesinde bazı beylerin ona kefil oldukları görülmüştür. Tekrar
edilen emr-i şerif gereğince Aydın'ın gerekeni yapması, kefilleri suçluyu ele
vermezler ise bu kişilerin isim ve resimleriyle yazılıp bildirilmesi
istenmektedir. Bundan böyle Malatya'da ikamet etmeyip merkeze gitmeleri,
inat ettikleri takdirde ise azl edilmeleri hususu ifade edilmiştir.60
Malatya Beyi ve kadısına yazılan bir hükümde, Ağcedağ nahiyesi
sakinlerinden Pür Nazar adlı kişinin kötülük yapan ve gammaz bir kişi
olduğu, sancakbeyinin subaşılarının Müslüman halkın akçelerini zorla
aldıkları anlatılmaktadır. Kendileri bu konuda ikaz edildiği halde
dinlemedikleri, Ağca kazasında bulunan iki köy halkından ehl-i örfe 1.000
kuruş topladıkları da sabit olunmuştur. Sözü edilen subaşıların zulüm ve
düşmanlıktan vazgeçmedikleri için doğrulukla teftiş edilerek merkeze
gönderilmeleri istenilmektedir.61 Gerger Beyi, Sivas Kadısı ve Divriği yolu
üzerinde bulunan kadılara yazılan hükümde, Divriği halkının şikayeti
üzerine, adı geçen livanın beyi olan Alihan Bey ile kethüdası Şah Ali ve
adamlarının her köyden zorla akçe toplayarak zulm etmeleri sebebiyle
ahalinin haklarının alınması ve suret-i sicillerinin gönderilmesi
bildirilmiştir.62 Samsat Sancakbeyi Cüce Halil'in kardeşi Ali'nin beş yüz atlı
ile halktan zorla 5.000 kuruş aldıkları, çok sayıda kişinin mal ve erzaklarını
yağmalayarak eşkıyalık ettikleri arz olunmuş, görevlilerin bunlar hakkında
tahkikat yapması istenmiştir.63
59
BOA, MD 70, s. 232, nu. 455 (6 Cemaziye’l-evvel 1001).
BOA, MD 73, s. 95, nu. 218 (7 Şevval 1003), s. 134, nu. 315; (Şevval 1003); BOA, MD 73,
s. 5l, nu, 129 (Şevval 1003); BOA, MD 73, s. 369, nu. 811 (20 Zilkade 1003); BOA, MD
73, s. 464, nu. 1025 (29 Şevval 1003); BOA, MD 73, s. 526, nu. 1149 (19 Muharrem 1004).
61
BOA, MD 73, s. 138, nu. 323 (27 Ramazan 1003).
62
BOA, MD 73, s. 211, nu. 490 (25 Muharrem 1003).
63
BOA, MD 73, s. 468, nu. 1034 (13 Ramazan 1003).
60
57
GÖKNUR A KÇADAĞ
1578-1606 yılları arasındaki uzun ve ganimet getirmeyen İran ve
Avusturya savaşları devletin mali yükünü, para ihtiyacını ziyadesiyle
artırmış,64 tekalif-i divaniye vergileri her seneye mahsup olmak üzere artan
miktarda tahsil olunmaya başlanmıştır. Aynı zamanda İstanbul'da oturan
rical, iltimasla Anadolu'daki haslarını artırma yoluna gitmiş, sipahileri
namına da bir sürü dirlik ele geçirmişlerdi.65 III. Murat devrinde ehl-i örfü
kötüleyici emirlerle ve I. Adalet Fermanı ile ayaklandırılmış olan halk 1595
yılında III. Mehmet'in Avusturya seferine çıkacağı zaman yayınladığı adalet
fermanı ile benzeri hareketlere devam etmiştir. Anadolu'da yöneticilerin
halka zulmetmekle suçlanması sonucu, bu fermanın tesiri ile meydana gelen
olaylardan birisi de 1595'de Kâhta'da olmuştu. Kâhta'da bir abdal, çevresine
bir grup Ekrad toplayarak, padişah hasları olan köylere girmişti. Bu durum
karşısında kasaba halkı kaleye sığınmak zorunda kalmıştı.66
c. Aşiretlerin Eşkıyalık Hareketleri: Yapı itibariyle kendi başlarına
hareket etme kabiliyetine sahip bulunan aşiretler, gerek sağladıkları iktisadi
imkanlar gerekse birlikteliğin verdiği güç sebebiyle Osmanlı Devleti
tarafından bu dönemde mümkün mertebe hoşgörüyle karşılanmışlardı.
Ancak aşiret idaresinin bulunduğu yerde devlet otoritesinin zayıflayacağının
da her dönemde farkında olan Osmanlı, ona göre tedbirlerini almış, aşiretleri
merkezi sistemin bir parçası yapmak, devletin bilgisi dışında göçerliğe engel
olmak istemişti. Merkezileşen devletin kurallarına uymak istemeyen aşiret
eşkıyalığı sadece aşiret ruhu ile meydana gelmeyip, devlet otoritesinin
birçok alanda sarsılması ile maddi çıkar sağlamaya yönelik hareketler
şeklinde de cereyan etmiş ve saklanmaları kolay olduğundan Osmanlı’yı
uzun süre uğraştırmışlardı. Bir kısım aşiretler de yaylak-kışlak güzergahı
üzerinde eşkıyalık ve soygun yaparak bölge ahalisini tedirgin etmişlerdir.
Malatya ile ilgili belgelerin mahiyetinden anlaşılacağı gibi, aşiretlerin
hareketleri kalabalık gruplar halinde veya birkaç kişilik küçük gruplarla
yapılmıştır.
Malatya ve yöresinde Türk iskânının yoğunlaşması, Dulkadırlı ve Şam
Türkmenlerine bağlı cemaatlerin 14. yüzyıldan itibaren mevcut köylere ve
mezralara yerleşmeleri, veya bir takım yeni köyler kurmaları ile
gerçekleşmiştir. Osmanlı bu bölgedeki Dulkadırlı yönetimini ilhak etmekle
birlikte, onların aşiret-cemaat teşkilatı kalmıştır. Bunlar arasında en fazla
nüfusa sahip olan Mihmadlu ve Harbendelüler bölgenin Osmanlı yönetimine
64
İnalcık, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluş ve İnkişafı Devrinde Türkiye’nin İktisadi
Vaziyeti Üzerine Bir Tetkik Münasebetiyle”, Belleten CV/60, (Ekim 1951), s. 655.
65
Akdağ, a.g.e, s. 57 vd.
66
Akdağ, a.g.e, s. 317 vd.
58
16. YÜZYILDA BİR OSMANLI SANCAĞI’NDA EŞKIYALIK HAREKETLERİ:
MALATYA SANCAĞI ÖRNEĞİ
geçmesinden sonra da varlıklarını devam ettirmişlerdir.67 Hatta imtiyazlı
özel toprak sistemi olan malikane divani sistemine tabi tutularak eski güç
sahipleri elde tutulabilmiş, yönetim altına girmeleri kolaylaştırılmaya
çalışılmıştır.68 Bu durum yörede yaşayan Dulkadırlı’ya mensup bey ve
ailelerin, Osmanlı devrinde de güçlerini devam ettirdiklerini göstermektedir.
14-15. yüzyıldan itibaren Malatya yöresine aşiret ve cemaatler yoğun olarak
yerleşmiş ve konar-göçer zümre zamanla köylerde yerli raiyyete
dönüşmüştür. 16. yüzyılın ilk yarısında Malatya ve yöresinde yerleşik
duruma geçmiş olanların yanısıra, göçebe hayatını devam ettiren Türkmen
grupları da mevcuttu. Bunlar Halep ve Bozulus Türkmenleri idiler. Dulkadır
ulusunun da bir kısmı Osmanlı’nın bölgeyi alması esnasında zirai hayata
geçmiş bulunuyordu. 69 Yerleşik hayata geçmeyen Çepni, Rişvan, (İzoli)
İzollu, Aşkanlu, Çakallu gibi aşiretlerin ise yaylak-kışlak hayatını
sürdürdükleri ve bu arada geçtikleri yerlerde yerleşik ahaliye çeşitli şekilde
zararlar verdikleri görülmektedir. Yüzyılın sonlarından itibaren giderek artan
şekilde bunların iskânı için harekete geçilmiş ve kısmen başarılı olunarak
kışlaklar yanında yaylaklara da yerleştirilmişlerdir.
Belgelerden aşiret eşkıyalık hareketlerinin 1560’lardan itibaren artmaya
başladığını, 1578'de bakayanın ve padişah hasları gelirlerinin toplanabilmesi,
ayrıca tüccarın Arap ve Ekrad eşkıyasından muhafazası için Malatya
sancakbeyi Melek Ahmed Bey'e hüküm yazılmış ve kendisinin sefere
gitmeyip şehrin muhafazasında kalması istenmiştir.70 Bu hükümden devlet
görevlilerinin ve potansiyel maddi kazanç sağlayabilecek kişilerin bazı
eşkıya gruplarınca tedirgin edildiği anlaşılmaktadır. Benzeri durum Besni
kazasında da görülmektedir. Kaza dahilinde yol kesip, mal yağmalayan
eşkıya gruplarının takip edilerek Abdulcabbar ismindeki reisleri ile birlikte
ehl-i fesadın yola getirilmesi hakkında Malatya beyine ve Besni kadısına
hüküm yazılmıştır.71 1560 tarihinde Malatya sancağında bir aşirete mensup
olup, yol kesip, adam öldüren ve kasıtlı olarak yangın çıkartan Çerçioğlu
İbrahim adlı kişi yakalanmıştır.72 1568'de Darende ile Elbistan arasında
Çopurderesi denilen yerde Şerefbeylü cemaatinden bazı kimselerin
Dulkadırlı eşkıyasından ve Kızılbaş mezhebinden olup haramilik ettikleri
67
Göknur Akçadağ, “Osmanlı Hakimiyetine Girdiği Dönemde Malatya Yöresindeki
Aşiretler”, XII. Türk Tarih Kongresi (Ankara 4-8 Ekim 1999) Kongreye Sunulan Bildiriler,
Ankara 1999, s. 1471 vd.
68
Akçadağ, a.g.e, s. 359 vd.; N. Misawa, “Tahrir Defterine Göre Osmanlı İmparatorluğunda
Göçebeler:1560 Tarihli Malatya Livasına Ait Tahrir Defterinin İnceleme Denemesi”, Asia
Afrika Gengo Bunka Kenkyu S: 38, (Tokyo 1989), s. 9 vd. (Japonca).
69
F. Sümer, “Çukurova Tarihine Dair Araştırmalar”, DTFCD I/1, (1963), s. 30.
70
BOA, MD 32, s. 188, nu. 371 (10 Rebiü'1-ahir 1986).
71
BOA, MD 47, s. 252, nu. 606 (Gurre-i Rebiü'1-ahir 990).
72
BOA, MD 4, s. 201, nu. 2096 (15 Recep 968).
59
GÖKNUR A KÇADAĞ
görülmektedir.73 1567’de Samsad Beyi Behlül’ün yılda 4.000 altınla iltizam
ettiği Tariki, Çakallu ve Rişvan cemaatlerinin diğer Ekrad taifesi gibi deftere
kaydolunması istenmiştir.74 1573'de Malatya beyine ve Behisni kadısına
yazılan hükümde yazıldığı gibi, Kaza Türkmenlerinden Çepni taifesinin
yaylağa giderken ve dönerken yolları üzerindeki köylerine zarar vermeleri
gibi cemaat hareketleri bastırılmış ve gerekli önlemlerin alınması konusunda
yöneticiler uyarılmıştır.75
Bölgedeki bazı hareketler maddi fayda sağlama yanında, fırsatçılık ve adi
suç şeklinde cereyan etmiştir. Bunlar Anadolu'nun mevcut durumunu fırsat
bilerek eşkıyalık, soygun, hırsızlık şeklinde gelişen, amaçları tam olarak
anlaşılamayan belki de kişisel zaaflardan kaynaklanan hareketlerdir. 1574
tarihinde Samsat Kürtlerinden altı nefer, donanmaya giderken Kotar
kazasında bir evi yağmalamış, bir kadını katletmişler, suçlarından dolayı bu
kişiler yaşadıkları sürece kürek cezasına çarptırılmışlardı.76 1592'de Malatya
sancağında isyan eden meşhur Rişvan ve Bal Hasanlı aşiretlerinin meclis-I
şer’e ihzar edilip, teftiş olunması Malatya beyi ve kadısından
istenmektedir.77 1593 tarihinde Malatya'ya bağlı Arzus cemaatinden Polat,
İbrahim, Şahin, diğer İbrahim, Kahtalı Aksak Haydar, Molla Piri ve oğlu,
Hızır, aynı cemaatten Şemseddin, başbuğu ile isyan ve şekavet halinde
bulunup, iki yüz kadar eşkıya ile eski Türkman-ı Halep beyi Ağahan bey ve
oğlu Ömer ile Arslan beylerin evlerini basmışlar ve mallarını
yağmalamışlardı. Bu arada çok sayıda müslümanın eşyasını gasp ettikleri
gibi, bir kişiyi de öldürmüşlerdir. Yazılan hükümde tahkikat yapıldıktan
sonra hapsedilmeleri istenmektedir.78 1596’da Behisni’de bulunan Bozcalı
cemaati civarındaki köylerde oturan Davudi cemaatinden bazı eşkıyaların
yol keserek, gelip geçenlerin mallarına el koydukları konusunda yazılan
hükümde, suçluların yakalanması istenmektedir.79
1594’te Malatya beyine ve livadaki kadılara yazılan bir hükümde,
Süleymanlu adındaki Türkmen taifesinin yayladan kışlağa gittiklerinde ve
geri dönerken iki köy ahalisini tedirgin edip, yağmaladıkları ve bazılarını
katlettikleri yazılmaktadır. Bu iki köyün malikanesine mutasarrıf olan
Seyyid Ömer ve Seyyid İsmail'in şikayeti üzerine tahkikat yapılması ve
haklarından gelinmesi istenmektedir.80 Malatya'da Türkmen taifesinden
73
BOA, MD 7, s. 608, nu. 1707 (11 Muharrem 976), 1590 (5 Muharrem 976).
BOA, MD 7, nu. 1273 (976).
75
BOA, MD 22, s. 253, nu. 494 (14 Rebiü’l-evvel 981).
76
BOA, MD 25, s. 136, nu. 1450 (17 Muharrem 1982).
77
BOA, MD 70, s. 233, nu. 456 (Gurre-i Rebiü'1-evvel 1001).
78
BOA, MD 71, s. 62, nu. 127 (17 Muharrem 1002).
79
BOA, MD 74, s. 146, nu. 495 (1005).
80
BOA, MD 73, s. 94, nu. 217 (7 Şevval 1003).
74
60
16. YÜZYILDA BİR OSMANLI SANCAĞI’NDA EŞKIYALIK HAREKETLERİ:
MALATYA SANCAĞI ÖRNEĞİ
Süleymanlu’dan Hacı Vehhab ve oğlu Halil'in arkadaşları ile Iraz adlı köy
üzerine savaş aletleri ile vardıkları üç gün üç gece hasar ettikleri, ahalinin
değirmenlerini basarak zahirelerini zorla aldıkları ve bir kaç kişinin de
ölümüne sebep oldukları anlaşılmaktadır. Fakat adı geçen şakiler suçlarını
inkar edince, çevre köyler onların şekavetlerine şahitlik yapmış, bu sayede
suçları sabit olmuştu.81
d. Bir Nedene Bağlı Olmayan Hareketler, Celali Eşkıyalık
Hareketleri: Bu hareketler diğer eşkıyalık hadiselerden daha geniş çaplı
olup, bölgeyi derinden etkilemiştir. 1582'den sonra birbirin izleyen İran
savaşları, Anadolu'daki karışıklıkları daha da artırmıştır. 1584'den 1587'ye
kadar geçen zaman içerisinde sekban bölüklerinin, Celali gruplarının
isyanlarının etkileri ve asayişsizlikleri Kayseri ve Sivas üzerinden Maraş ve
Malatya'ya kadar uzanıyordu. 1587'de yapılan umumi eşkıya teftişi, henüz
sonuçlanan İran savaşları sonrasında askerlerin yurtlarına dönmesiyle
gerçekleşmişti ve Malatya yöresindeki Celalilerin büyük bir bölümü bu
sırada yakalanarak cezalandırılmıştı. 82
e. Kiziroğlu Mustafa ve Adamlarının Eşkıyalık Hareketleri:
Malatya-Sivas taraflarında ayaklanan Kiziroğlu Mustafa, bu bölgede
kendisinden evvel örnekleri yok denecek derecede kuvvetli bir kaç bölüğe
sahip, geniş sahalara adı ve bölükleri yayılmış bir Celali reisi olarak ortaya
çıkmıştır. Çok uzun süre şekavet hayatı sürerek, çok sayıda çavuş ve yüksek
tımar erbabını bölükbaşları olarak toplatmıştır. Bunlar Malatya'dan Kayseri,
Kırşehir ve Niğde'ye kadar olan geniş bir alana yayılmışlar, Kiziroğlu'nun
ölümünden sonra da onun adına Celaliliğe devam etmişlerdir.83 1587 tarihli
Arapkir sancak beyi Ömer Bey'e yazılmış bir hükümde, Arapkir livasında bir
kaç seneden beri türeyen Kiziroğlu Mustafa adlı eşkıya reisinin, sancak
beyleri, zeamet ve tımar erbabının sefere gitmelerini fırsat bilerek iki yüz elli
kadar yandaş topladığı, çevrede eşkıyalık hareketlerinde bulunduğu
yazılmıştır. Sancakbeyinin Malatya, Divriği ve Arapkir sancakları
muhafazasında kalarak şaki Mustafa'nın ve yanındakilerin haklarından
gelmesi istenilmiştir.84
1593'de Malatya'ya bağlı Eğribük cemaatinden kişilerin eşkıyalık
yapıp 200 ev bastıkları ve yağma ettikleri kaydedilmiştir.85 1596 yılında
81
BOA, MD 73, s. 95, nu. 218 (7 Şevval 1003).
Akdağ, a.g.e, s. 318-319.
83
Akdağ, a.g.e, s. 317, vd.
84
BOA, MD, 64, s. 225, nu. 581 (Şevval 996); Göknur Akçadağ, "Arapgir'de Eşkıyalık
Hareketleri", Türkiye'nin Güvenliği Sempozyumu - Tarihten Günümüzden İç ve Dış
Tehditler-(Elazığ 17-19 Ekim 2001), Elazığ 2001, s. 359.
85
BOA, MD 71, s. 62, nu. 127 (17 Muharrem 1002).
82
61
GÖKNUR A KÇADAĞ
Malatya'da Kelp İlyasoğlu Ali adındaki birisi eşkıyalık ve soygun
hareketlerini artırmış bulunmaktaydı. Kendisinin Kiziroğlu Mustafa'nın
adamlarından olduğu ve onun yerine geçtiği söyleniyordu. Evvelce Malatya
Beyi'ni öldürenler arasında adı geçen İlyasoğlu Ali, Türkman-ı Halep
sancağına baskın yaparak sancakbeyinin evini yağmalamıştı.86
f. Karayazıcı Abdülhalim’in Malatya Yöresindeki Eşkıyalık
Hareketleri: Bu grupta ele alınacak önemli Celali eşkıyasından birisi de
1596-1598 yıllarında Malatya ve çevresinde etkili olan Karayazıcı
Abdulhalim adlı kişidir. Karen Barkey, 16. yüzyıl sonlarından, 17. yüzyıl
ortalarına kadar Anadolu kırsalını alt üst eden Celali eşkıyasından bazılarının
kendi bölgesinde sınırlı kaldığını, Karayazıcı Abdülhalim’in ve Deli
Hasan’ın liderliğindeki eşkıyalık hareketlerinin ise hızla yayılmış olduğunu,
W. Griswold ise Karayazıcı ve Kalenderoğlu gibi eşkıya liderlerinin geniş
alanlara yayılarak etkili olduklarını ifade etmektedirler.87
İl erleri teşkilatı başına Ağa tayin olunan bu eşkıya ve yandaşlarının
merkezî yönetimle olan çatışmaları, Malatya’da büyük zarar ve ziyana yol
açmıştır. Celali şefleri içinde en fazla tanınmışlarından olan bu kimse, Celali
fetreti başlayınca Malatya taraflarına gelmiş, Celalilere karşı her tarafta
teşkil olunan gönüllü bölüklerden birisinin başına ağa olmuştur. Bu arada
bağlı olduğu sancakbeyi sefere gittiğinde, kapı kulluğu sıfatı ile sancağın
idaresini eline aldığı ve pek çok maiyet memurları gibi onun da bölüğü ile
birlikte herhangi bir hadiseyi bahane ederek Celali olduğu ihtimali üzerinde
durulmuştur.
Nitekim 1602 tarihli bir hükümde, hareketin ortaya çıkışına atıfta
bulunularak Malatya'da çoğalan eşkıya ve Celalilerin yok edilmesi amacıyla
seçme yiğitlerden oluşan yüz elli asker, çavuş vs. ile Serhadlu taifesinden
Karayazıcı adlı kimsenin ağa tayin olunmasına rağmen emr-i şerife riayet
etmeyerek Etrak ve Ekrad eşkıyası ile birlikte reayaya zarar verdikleri,
malları yağmaladıklarından bahsedilmektedir.88 Peçevi, Karayazıcı'nın Sivas
sancaklarından birinde bir mirlivaya kaymakamlık yapmakta iken, sancağın
başka bir beye verilmesi ile yeni gelen mütesellime sancağı teslim etmemesi
üzerine isyan ettiğini yazmaktadır.89 Avusturya seferi dolayısıyla bir süredir
valilerden ve askerlerden yoksun kalan Anadolu'da, 1598 yılında ortaya
86
Akdağ, a.g.e, s. 342.
Barkey, a.g.e, s. 153; William J. Griswold, Anadolu’da Büyük İsyan, 1591-1611, (çev. Ü.
Tansel), İstanbul 2000, s. 19 vd., 127 vd.
88
BOA, MD 75, s. 273, nu. 572 (5 Rebiü’l-evvel 1011).
89
Yeni gelen mütesellime sancağı teslim etmeyerek isyan ettiği hakkında bkz. Peçevî, II, s.
252; Solakzâde, a.g.m, cilt IV, s. 417; R. Ekrem Koçu, Dağ Padişahları, İstanbul 1962, s. 7
vd.; Akdağ, a.g.e, s. 380; Akdağ, “Kara Yazıcı”, İA, VI, s. 340-341; Yetkin, a.g.e, s. 144.
87
62
16. YÜZYILDA BİR OSMANLI SANCAĞI’NDA EŞKIYALIK HAREKETLERİ:
MALATYA SANCAĞI ÖRNEĞİ
çıkan ve Karayazıcı'nın liderliğinde meydana gelen ayaklanmanın başlıca
sebepleri kaynaklarda, Osmanlı maliyesinin bozulması ve sultana ait
toprakların gelirlerinin çoğunun mültezimlerin eline geçmesi, tımar
sisteminde saray bürokratlarının yer alması, iktisadi ve sosyal açıdan
haksızlığa uğramış olan kitlelerin Osmanlı'ya tepkisi, devletin mali ve
iktisadi darlığının yükünün reaya sırtına yüklenmesi, devletin giriştiği
savaşlarda ganimet alamaması ve gelirinin azalması şeklinde ifade
edilmiştir.90 Karayazıcı eşkıyalık hareketinin mahiyeti hakkında yorum
yapabilmek açısından Naima Tarihi’nde yer alan Karayazıcı’nın hükmü
adıyla Kayserili birisine verilen bir yazı önem taşımaktadır. Bu hükümde yer
alan “Osmanoğulları’nın eli bu taraflardan tamamen kesilip, saltanat
kavgasız gürültüsüz benim oldukta” ifadesinden Karayazıcı’nın kendi
hükümdarlığını ilan etmeye karar verdiği kanaatine varmak mümkündür.91
Hareketi büyüten gelişmelerden birisi, 1598 Fermanı’nın çıkması ile çok
sıkışan sekban şeflerinin sığınacak yer araması ve doğuya doğru giderek
daha serbest bir bölgede olan Karayazıcı'ya iltihak etmeleridir.92 Yeni
katılanlarla Karayazıcı'nın yanındaki sekban sayısının 20.000 olduğu tahmin
edilmektedir. Eşkıyanın hakkından gelmek üzere 1599'da Harput, Malatya,
Maraş, Kars mirlivaları birleşerek Karayazıcı'ya hücum etmişlerdi, fakat
mağlup olmaları üzerine Karayazıcı'nın şöhreti daha da artmıştı. Şehir
halkından kadı, müderris, âyân ve eşraftan salmalar istemesi ile bizzat
İstanbul'a giderek şikayette bulunanlar hakkında Selanikî: "Bunlardan pek
çokları kaçıp İstanbul'a doldular ve gürültülerinden divanda durulmaz oldu
" kaydını düşmektedir. Karayazıcı eşkıyalığının yarım asır sonrası
Anadolu'da dolaşan Evliya Çelebi ise kalelerin harap yerlerinden veya
tamirlerinden bahsederken, bunların Karayazıcı devrinin izleri olduğunu
söylemiştir.93
Sonuç: Şimdiye kadar örnekleriyle ortaya konulan belgelerden
anlaşıldığı gibi Malatya ve çevresi bilhassa 16. yüzyılın ikinci yarısında
giderek artan eşkıyalık hareketlerine sahne olmuştur. Safevi tesiriyle
meydana gelen eşkıyalık hareketleri, devlet görevlilerinin yaptığı
eşkıyalık hareketleri, aşiretlerin eşkıyalık hareketleri, bir nedene bağlı
olmayan eşkıyalık hareketleri ve Celali eşkıyalık hareketleri olarak dört
farklı şekillerde gelişmişse de, girişte bahsedilen birkaç nedene bağlı
olarak ortaya çıktığı anlaşılmaktadır. Geçmiş tarihi sürecinde sınır şehri
90
Yetkin, a.g.e, s. 142-143; Mustafa Nuri Paşa, Netayicü'1-Vukuât I-II, (nşr. N. Çağatay),
Ankara 1979, s. 183 vd.
91
Naima Mustafa Efendi, Tarih-i Naima, I, (çev. Z. Danışman), İstanbul 1967, s. 254-255.
92
Akdağ, a.g.e, s. 381.
93
Akdağ, a.g.e, s. 389
63
GÖKNUR A KÇADAĞ
özelliğini taşıyan Malatya ve yöresinin bu niteliği, ortaya çıkan eşkıyalık
hareketlerinin mahiyetini etkilemiştir. Eşkıyalar üzerine yapılan
araştırmalar göz önüne alındığında, Anadolu’nun diğer bölgelerinden
farklı olarak Safevi etkisiyle gelişen eşkıyalık hareketlerine Malatya
sancak bölgesinde rastlanmaktadır.
Devlet bu tür hadiselere karşı çeşitli tedbirler almıştır. Belgelerden
anlaşıldığı kadarıyla bu tedbirlerde dikkati çeken nokta, reayadan ve
aşiretlerden olanların yaptığı eşkıyalık hareketlerine karşı devlet kesinliği
olan tedbirler alırken, ehl-i örf mensubu olup yolsuzluk yapan, kendi gücünü
muhafaza için eşkıyalık yapan devlet görevlilerine daha ılımlı davranmış
olması, ikaz veya teftiş edilerek haklarında karar verilmesinin istenilmesidir.
Hemen hemen bütün belgelerde, iyi ve adil tedbir ve gerekirse şahitlerin
teyidi ile karar verilmesi istenmiştir. Bir başka tedbir olarak da kanunsuz
davranan tımarlı sipahilerin tımarlarının ve haklarının ellerinden
alınmasıdır.94 Devlet, görevli olanları bu tür hadiseler sonunda çoğunlukla
merkeze alma yolunu kullanmıştır. Eşkıya yakalayan veya yakalanmasına
yardımcı olan kişiler ise terakki tevcihi ile ödüllendirilmiştir. Eşkıyalar ve
suçlularla ilgili teftiş yapılırken yalan, dolan ve hileden, zorla şahitlik
ettirmekten kaçınıp, hak yolundan vazgeçilmemesi hususunda görevlere
ikazda bulunulmuştur.95 1569’da Malatya’da sancak beyi Ferhad Bey’in
“serbest tımarlara iltica edip korunan eşkıyalar” hakkında şikayet etmesi
örneğinde gibi, eşkıyanın ve ehl-i fesadın sancakbeyi takibinden kaçması ve
serbest tımarlara sığınması ile tımar sahiplerinin bu kişileri himaye
etmemeleri, böyle davranan tımar sahiplerinin de suçlularla aynı cezaya
çarptırılmak üzere cezalandırılacağı konusuna da dikkat çekilmişti96.
Dönemin yıpratıcı hadiselerinden ve devlet otoritesinin boşluğundan
faydalanarak ortaya çıkan eşkıyalık hadiseleri, ister ferdi ister grup hareketi
olsun, her şeyden önce kişilerin ahlaki anlayışı ile de ilgili olup, zarar
vermek, çalmak, düzen bozmak, kısa yoldan zengin olarak ün kazanmak,
kontrol altına girmemek amacına da yönelmiştir. Eşkıyalık hadiselerinin
bastırılması esnasında zaman zaman suçsuz kimselerin de zarar görüp
94
Mesela teftişi emrolunan tımar erbabı Zeynel'in emre itaat etmediği bildirildiğinde,
beylerbeyine merkumu ihzar ve teftiş ettirüp sabit olan hakları aldırması ve yine muhalefet
ederse tımarı alınmak üzere bildirilmesi istenmektedir. Bkz. BOA, MD 31, s. 14, nu. 35 (27
Zilkade 985).
95
"...zulm ve teaddiden hali olmadığı vaki’ ise mezburu mukayyyed ve mahbus idüb südde-i
sa’adetime gönderesin amma teftişde hakk-ı sarîha tâbi' olup tezvîr ve telbisten ve şühud-ı
zordan hazer edip cadde-i hakdan nükûl eylemeyesin" Bkz. BOA, MD 73, s. 138, nu. 323,
(27 Ramazan 1003).
96
BOA MD 7, s. 698, nu. 1924 (22 Sefer 976).
64
16. YÜZYILDA BİR OSMANLI SANCAĞI’NDA EŞKIYALIK HAREKETLERİ:
MALATYA SANCAĞI ÖRNEĞİ
yanlışlıkla suçlu muamelesine maruz kaldıkları olmuştur. Mesela 1592
tarihli bir hüküm bu duruma örnek teşkil etmektedir.97
Malatya sancağında eşkıyalık hadiseleri bölgede tek bir sebebe bağlı
olarak gelişmemiş, her bir hadise bir kaç sebebe bağlı olarak ortaya
çıkmıştır. 16. yüzyılın siyasi ve iktisadi olayları ile bölgedeki aşiretlerin
durumu ve hareketliliği, mezhep farklılığını ve yörenin Osmanlı’ya
geçişinden memnun olmayan eski güç sahiplerinin memnuniyetsizliğini
kullanan Safevi etkisini bir arada düşünerek, Malatya ve çevresindeki
eşkıyalık hareketlerinin mahiyetini anlamak mümkündür. Eşkıyalık
hareketleri, 16. yüzyıl sonrasında alınan tüm tedbirlere rağmen uzun yıllar
bu çevreyi etkisi altında tutmuş, yıkıcı ve etkili bir sosyal hadiseler zinciri
olarak bölge tarihindeki yerini almıştır.
KAYNAKÇA
Arşiv
Mühimme Defterleri (MD), Nu: 4; BOA, MD, Nu: 5; BOA, MD, Nu: 6; BOA, MD,
Nu: 7; BOA, MD, Nu: 22; BOA, MD, Nu: 25; BOA, MD, Nu: 31; BOA, MD, Nu:
32; BOA, MD, Nu: 35; BOA, MD, Nu: 47; BOA, MD, Nu: 64; BOA, MD, Nu: 68;
BOA, MD, Nu: 70; BOA, MD, Nu: 71; BOA, MD, Nu: 73; BOA, MD, Nu: 74;
BOA, MD, Nu: 75; BOA, MD, Nu: 43.
Kaynak ve Araştırma Eserleri
Ahmet Refık, On Altıncı Asırda Rafizilik ve Bektaşilik, İstanbul 1932.
__________, Onaltıncı Asırda Anadolu'da Türk Aşiretleri, (966-1200), İstanbul
1989.
Akçadağ (Göğebakan), Göknur, XVI. Yüzyılda Malatya Kazası (1516-1560),
Malatya 1998.
_______________, “Osmanlı Hakimiyetine Girdiği Dönemde Malatya Yöresindeki
Aşiretler”, XII. Türk Tarih Kongresi (Ankara 4-8 Ekim 1999) Kongreye Sunulan
Bildiriler, Ankara 1999, s. 1471-1484.
Akçadağ, Göknur, "Arapgir'de Eşkıyalık Hareketleri", Türkiye'nin Güvenliği
Sempozyumu-Tarihten Günümüzden İç ve Dış Tehditler-(Elazığ 17-19 Ekim 2001),
Elazığ 2001, s. 357-363.
Akdağ, Mustafa, Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası "Celali İsyanları",
Ankara 1975.
Akdağ, Mustafa, “Kara Yazıcı”, İA, VI, s. 340-341.
Bacqué-Grammont, Jean-Louis, "1927 Anadolu İsyanı Hakkında Yayınlanmamış
Bir Rapor", Belleten LI/199, (1985), s. 113-117.
97
Bazı ehl-i fesad zuhur edip, Türkman-ı Halep Bey'i Ahi Bey'i vesairelerin evlerini bastıkları
bildirildiğinden, derdestleri için emir verildiğinde bazı suçu olmayan kimselerin de ele
geçirilerek rencide edildiği haber verildiğinden, bu hadiselerle ilgisi olmayanlara taarruz
edilmemesi hakkında Zülkadriye beylerbeyisine ve Malatya kadısına hüküm yazılmıştır.
Bkz. BOA, MD 70, s. 82, Nu. 160 (28 Cemaziye’l-evvel 1001).
65
GÖKNUR A KÇADAĞ
___________________________, “Seyyid Tamam, Un Agitateur Hétérodoxe a
Sivas (1516-1518)”, IX. TTK (Ankara 21-23 Eylül 1981), Bildiriler II, Ankara
1988, s. 865-874.
Barkey, Karen, Bandits and Bureaucrats: The Ottoman Route to State
Centralization, Cornell University Press, Ithaca, NY 1994.
Braudel, Fernand, Akdeniz ve Akdeniz Dünyası, II, (çev. O. Akalın-N. Hasgül),
Ankara 1990.
Çağatay, Neşet, "16-17. Yüzyıldaki Anadolu Ayaklanmaları Üzerine", Makaleler ve
İncelemeler, Konya 1983.
Celalzâde Mustafa, Tabakât'ül-Memâlik ve Derecât'ül-Mesâlik, (nşr. P. Kappert),
Wıesbaden 1981.
Danişmend, İ.Hakkı, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi IV, İstanbul 1972.
Erder, Leila, "The Measurement of Preindustrial Population Changes: The Ottoman
Empire From 15 th to the 17 th Century", Middle Eastern Studies 2, (Ekim 1975),
s. 284-301.
Erder L.- Faroqhi, S., “Rise And Fall İn Anatolia 1550-1620”, Middle Eastern
Studies, 15, (London 1979), s. 322-345.
Faroqhi, Suraiya, Der Bektaschi-Orden İn Anatolien, Viyana 1981.
Gökbilgin, Tayyip, "Süleyman I”, İA., XI, s. 109.
Griswold, William J., Anadolu’da Büyük İsyan, 1591-1611, (çev.Ü.Tansel), İstanbul
2000.
Hayrullah Efendi, Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye Tarihi,V, (nşr. Z.Danışman), İstanbul
1972.
Hoca Saadeddin, Tacü't-Tevârih IV, (nşr. İ. Parmaksızoğlu), İstanbul 1979.
Hobsbawm, Eric J., Eşkıyalar, (çev. Mehmet A. Kılıçbay), İstanbul 1997.
İbn Iyas, Journal D'un Bourgeoıs Du Caıre-Chronıque D'İbn Iyas- I,(nşr. G.Wıet),
Kahire 1945.
İlgürel, Mücteba, "Osmanlılarda Eşkiyalık Hareketleri", TDVİA, XI, s. 463-469.
İnalcık, Halil, An Economic and Social History of the Ottoman Empire, Cambridge
1994.
___________, Osmanlı İmparatorluğu: Klâsik Çağ (1300-1600), İstanbul 2003.
___________, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluş ve İnkişafı Devrinde
Türkiye’nin İktisadi Vaziyeti Üzerine Bir Tetkik Münasebetiyle”, Belleten XV/60,
(Ekim 1951), s. 629-690.
___________, “Military and Fiscal Transformation in Ottoman Empire, 16001700”, Archivum Ottomanicum, No: 6, (1980), s. 283-337.
___________, “Impact of The Annales School on Ottoman Studies and New
Findings”, Studies in Ottoman Social and Economic History, London 1985, s. 6996.
İslamoğlu-İnan, Huricihan, Osmanlı İmparatorluğu’nda Devlet ve Köylü, İstanbul
1991.
66
16. YÜZYILDA BİR OSMANLI SANCAĞI’NDA EŞKIYALIK HAREKETLERİ:
MALATYA SANCAĞI ÖRNEĞİ
_________________, “State and Peasants in the Ottoman Empire: a Study of
Peasant Economy in North-Central Anatolia During the Sixteenth Century”, The
Ottoman Empire and the World Economy, Cambridge 1987, s. 101-111.
Karagöz, Mehmet, “XVIII. Yüzyılın Başlarında Malatya ve Çevresinde Eşkıyalık
Hareketleri”, OTAM, S: 5, (Ankara 1994), s. 193-207.
Keserânî, V., Osmanlı ve Safevîlerde Din-Devlet İlişkisi, (nşr. M. Canyürek),
İstanbul 1992.
Keyder, Çağlar, Türkiye'de Devlet ve Sınıflar, (nşr. S. Tekay), İstanbul 1989.
Koçi Bey, Koçi Bey Risalesi, (nşr. Z. Danışman), Ankara 1985.
Koçu, Reşat Ekrem, Dağ Padişahları, İstanbul 1962.
Kütükoğlu, Bekir, Osmanlı-İran Siyasî Münasebetleri I, İstanbul 1982.
Misawa, Nobuo,“Tahrir Defterine Göre Osmanlı İmparatorluğunda Göçebeler:1560
Tarihli Malatya Livasına Ait Tahrir Defterinin İnceleme Denemesi”, Asia Afrika
Gengo Bunka Kenkyu S: 38, (Tokyo 1989) (Japonca).
Mustafa Nuri Paşa, Netayicü'1-Vukuât I-II, (nşr. N. Çağatay), Ankara 1979.
Müneccimbaşı Ahmed, Sahâifü'I-Ahbâr, I-II, İstanbul 1258.
Naima Mustafa Efendi, Tarih-i Naima, I, (çev.Z.Danışman), İstanbul 1967.
Nişancı Feridun Ahmed, Münşeatü's-Selâtin I, İstanbul 1274.
Ocak, A. Yaşar, Türk Sufiliğine Bakışlar, İstanbul 1996.
Oğuzoğlu, Yusuf, “Osmanlı Taşra Düzeninin Bozulmasının İdari ve Sosyo-Kültürel
Sebepleri Üzerine Bir Araştırma (1550-1600)”, VIII. Uluslararası Türkiye’nin
Sosyal ve Ekonomik Tarihi Kongresi (Bursa 18-21 Haziran 1998), (ed. N. Abacı),
İstanbul 2004, s. 33-39.
Orhonlu, Cengiz, Osmanlı İmparatorluğunda Aşiretlerin İskanı, İstanbul 1987, s.
43.
Özel, Oktay,“Nüfus baskısından Krize: 16.-17. Yüzyıllarda Anadolu’nun Demografi
Tarihine Bir Bakış”, VIII. Uluslararası Türkiye’nin Sosyal ve Ekonomik Tarihi
Kongresi (Bursa 18-21 Haziran 1998), (ed.N.Abacı), İstanbul 2004, s. 219-228.
Pamuk, Şevket., Osmanlı-Türkiye İktisadi Tarihi 1500-1914, İstanbul 2005.
Peçevî, Tarih-İ Peçevî I, IV, (nşr. F. Ç. Derin-V. Çubuk), Ankara 1981.
Rumlu Hasan, Ahsenü't-Tevârih I, (nşr C. N. Seddon), Boroda 1931.
Solakzâde, Solakzâde Tarihi I, IV, (nşr.V. Çubuk), Ankara 1989, 1991.
Sümer, Faruk, Oğuzlar, Ankara 1967.
___________, Safevi Devletinin Kuruluş ve Gelişmesinde Anadolu Türklerinin Rolü,
Ankara 1976.
___________, “Çukurova Tarihine Dair Araştırmalar”, DTFCD I/1, (1963).
___________, "Bozok Tarihine Dair Araştırmalar I", Cumhuriyet'in 50.Yıl Dönümü
Anma Kitabı, Ankara 1974.
Tansel, Selahattin, Yavuz Sultan Selim, Ankara 1969.
Taşdemir, Mehmet, 16. Yüzyılda Adıyaman (Behisni, Hısn-ı Mansur, Gerger, Kahta)
Sosyal ve İktisadi Tarihi, Ankara 1999.
67
GÖKNUR A KÇADAĞ
Tekindağ, Şahabettin, "Yeni Kaynak ve Vesikaların Işığı Altında Yavuz Sultan
Selim'in İran Seferi", İÜİEFTD XVI/22, (1968).
Timur, Taner, Osmanlı Çalışmaları, Ankara 1989.
Uzunçarşılı, İ.Hakkı, Osmanlı Tarihi IV, Ankara 1983.
Yazıcı, T., "Şah İsmail", İA, cilt XI, s. 275-279.
Yetkin, Sabri, Ege’de Eşkıyalar, İstanbul 1997.
Yinanç, Refet, Dulkadıroğulları Beyliği, Ankara 1989.
68
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 3, Ocak-2012, s. 69-90
YETİMİ KOLLA, MALINI KORU!
TEREKE DEFTERLERİ VE YETİM MALLARI (1785-1875)
Fatih BOZKURT
ÖZET: Tarih boyunca toplumların korunmaya en çok muhtaç kesimini yetimler
oluşturmuştur. Günümüze göre ortalama insan ömrünün kısa olduğu 20. yüzyıl öncesinde
sağlık ve beslenme alanlarındaki yetersizliklerle beraber savaş ve doğal afetler genel yaşam
kalitesini olumsuz etkilemiştir. Etkileri en çok hasta, yaşlı ve çocuk nüfusu üzerinde görülse
de demografik yapıyı belirleyen bu faktörler, öte yandan, ebeveynlerinden birini ya da her
ikisini kaybeden yetimlerin sayısını arttırmıştır. Osmanlılar bu konuda istisna teşkil
etmiyordu. Toplumun her kesimini ilgilendiren yetimlerin himayesiyle ilgili Osmanlıların
kendi tecrübe ve imkânları çerçevesinde çeşitli düzenleme ve uygulamalara başvurdukları
görülmektedir. Tereke defterleri ve diğer mahkeme kayıtları konu hakkında bilgi veren
kaynakların başında gelmektedir. Yetimlerin korunmasında son derece etkili bir mekanizma
geliştirdikleri gözlemlenen Osmanlı uygulamasında, yetimlerin mirasçı olmaları durumunda
terekelerin mutlaka görevlilerce tahrir ve taksim edilmesi kuralı kati olarak benimsenmişti.
Şeriye Sicilleri’nde mevcut terekelerin çoğunun bu nitelikteki kayıtlardan oluşması, yetimliğin
başlangıç safhasında tespitini ve yetim mallarının tescil edilerek korunmasını sağlıyordu.
Anahtar Kelimeler: Yetimler, Tereke Defteri, Osmanlı Tecrübesi, İstanbul.
LOOK AFTER ORPHANS, PROTECT THEIRS! TEREKE REGISTERS AND ORPHAN’S PROPERTIES
(1785-1875)
ABSTRACT: Throughout history, orphans have formed the most needy group of societies
needed protection. Before the 20th century in which the average human life span was shorter
than today, inadequacy in health and nutrition as well as wars and natural disasters made a
negative impact on the overall quality of life. These factors, which actually determined the
demographic structure though its factors affected mostly on elderly population and children,
increased the number of orphans who lost his father or mother. The Ottomans did not
constitute an exception. It is seen that the Ottomans applied various regulations and practices
within the framework of their own experience and facilities for the protection of orphans
concerning all sections of society. Tereke registers and other court records were the leading
sources giving information about the subject. It is observed that the Ottoman developed a
highly effective mechanism for the protection of orphans. In the Ottoman practice, the officials
had to compose and apportion tereke registers when an orphan was heir. Most of the terekes in
Şeriye Registers were composed of such kinds of records, so these records made it possible to
notice orphanage in its initial phase and protection of their properties by registration.
Key Words: Orphans, Tereke Register, Ottoman Experience, Istanbul.
“…erâmil-i eytâma şefkat ve merhamet ve hulûl-i rüşd ve
sedâdına değin emvâlleri muhâfazasına dikkat Kitâb-ı Kerîm'de
a‘zam-ı evâmir-i ilâhiyyeden ve bu husûsa itinâ ve nezâret
cümlenin ve tahsîs hukkâm-ı şerîfin vâcibe-i zimmetlerinden

Dr.
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 3, Ocak-2012, s. 69-90
FATİH BOZKURT
olmakdan nâşî…” (KŞS, no.895, vr.1a: Rumeli Kazaskeri’ne
hitaben yazılan 1811 tarihli fermandan).
“…ve eğer sagîr ve sagîre eytâmı terk ederek vefât eden olur ise
çünkü bu makûle eytâmın emvâlini muhafaza etmek Devlet-i
Aliyye’nin şân-ı âlî-i hükümeti îcâbından olmasıyla bu makûle
sağîr ve sagîresi bulunan müteveffânın terekesi iktizâ’-yı şerʻîsi
üzere tahrir olunub…” (Düstur, I. Tertip, Cilt I, s.298: Hıristiyan
terekeleri hakkındaki kaleme alınan 13 Ağustos 1861 tarihli
düzenlemeden).
Giriş: Ailesini kaybetmiş, her türlü destek ve himayeye muhtaç kalmış
çocukların durumu geçmişten bugüne önemli bir toplumsal olgu olarak
varlığını korumuştur. Toplumda yetim nüfusun artışı demografik yapıyı
tekrar şekillendiren faktörlerle doğrudan ilgilidir. Savaş, kıtlık, doğal afet ve
salgın hastalıkların nüfus üzerinde etkili olduğu dönemlerde bir taraftan
çocuk popülâsyonu azalırken diğer taraftan yetim kalan çocukların sayısı
çoğalıyordu. Bunlara ilaveten salgın haline dönüşmemiş olsa da
hastalıklardan korunma ve tedavi yöntemlerinin yetersizliğine açlık, sefalet
gibi zorlu yaşam koşullarının eşlik etmesi nadirattan olmadığı için kimsesiz
çocukların varlığı az veya çok her dönemde kendini hissettiriyordu.
Daniel Panzac 1700-1850 yılları arasını kapsayan çalışmasında Osmanlı
coğrafyasının demografik yapısını dramatik şekilde etkileyen afetlerin sık
sık yaşandığını kaydetmektedir. Deprem, yangın, iklim değişikliklerinin yol
açtığı kıtlık gibi doğal afetlerin yanı sıra başta veba olmak üzere sıtma, çiçek
hastalığı, tifo ve tifüs salgınları nüfusu kırıp geçiriyordu 1. Nitekim 16861718 yılları arasında Şam şehri sicillerinde kayıtlı terekelerin sayısının bazı
yıllarda belirgin artışının veba salgını ile açıklanabileceğini düşünen
Establett ve Pascual’ın bulguları da bu gerçeğe işaret etmektedir.2 Salgın
hastalıklar ve diğer olumsuz şartlar toplumun yaşlı, fakir, hasta, zayıf
kesimlerini, bu arada çocukları, daha çok etkiliyordu. Ancak aynı yıllarda
küçük çocuklarını yetim ve öksüz bırakan genç anne babaların ölüm oranları
da artıyordu. 20. yüzyıla kadar dünyanın farklı bölgelerinin az ya da çok
benzer demografik özellikleri taşıması sonucunda babasını, annesini ya da
1
Daniel Panzac, Osmanlı İmparatorluğu’nda Veba (1700-1850), Cev. Serap Yılmaz, Tarih
Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 1997, s. 4-20.
2
Colette Establet ve Jean-Paul Pascual, Famillies et Fortunes a Damas: 450 Foyers
Damascains en 1700, Institut Francais de Damas, Damas 1994, s. 46-47. Eserde
belirtilmemiş olsa da mahkeme kayıtlarına terekeleri sayesinde girmiş ölümlerin önemli
kısmı geride yetimleri mirasçı bırakan kişilere ait olmalıdır. Tahriri mucib olmayan (Kayda
geçme zorunluluğu olmayan) nitelikteki terekelerin nadiren mahkemenin önüne geldiğini
bildiğimize göre, örneğin öldüğünde çocukları reşit olan yaşlıların terekeleri (ölümleri)
kayda girmemiş olmalıdır.
70
YETİMİ KOLLA MALINI KORU!
TEREKE DEFTERLERİ VE YETİM MALLARI (1785-1875)
her ikisini yitirmiş yetimlerin korunması, ihtiyaçlarının karşılanması mühim
toplumsal problemlerden birini oluşturmuştur. Başka etkenlerle beraber
özellikle sağlık alanındaki gelişmeler ortalama insan ömrünün uzamasını
sağlamış, bunun sonucunda yetimlerin sayısı geçmişe göre büyük oranda
azalmıştır. Günümüzde kimsesiz çocukların barınma, beslenme, bakım ve
eğitim ihtiyaçlarının karşılanması devlet ve sivil toplum örgütlerinin
görevleri arasındadır.
Ortalama insan ömrünün kısa olduğu dönemlerde yetim konusunun
önemle ele alınması gereken sosyal sorumluluk olduğu açıktır. Genç yaşta
ebeveyn ölümleri nüfus içinde yetimlerin sayısını arttırmış ve meseleyi
toplumun birçok kesimini doğrudan ilgilendiren daha geniş bir sosyal
zemine yerleştirmiştir. Her toplumun yetimleriyle ilgili kendi tecrübe ve
imkânları çerçevesinde çeşitli düzenleme ve uygulamalara başvurduğunu
düşünebiliriz. Ancak bu çalışmanın kapsamı ve kaynakları Osmanlı
toplumunda yetim olgusunu İstanbul örneği çerçevesinde, mümkün mertebe
genel hatlarıyla ele almamızı gerektirmiştir.
Osmanlıda Yetim Olmak ve Tereke Defterleri: Osmanlı yetimlerine
dair bilgilerimiz sınırlıdır. Az sayıdaki çalışma ağırlıklı olarak 19. yüzyılın
ikinci yarısından sonraki dönem hakkında bilgi verir. Araştırmacılar
yetimlerin korunmasına yönelik devlet eliyle ihdas edilen kurumlar, çıkarılan
nizamnâmeler, çeşitli uygulamalar ve idarecilerin üstlendiği sorumluluklara
özel ilgi duymuşlardır.3 Bazı çalışmalarda imparatorluğun son 50 yılındaki
3
Tahsin Özcan’ın Osmanlı Toplumunda Yetimlerin Himayesi ve Eytâm Sandıkları başlıklı
makalesi, meseleyi 19. yüzyılın ortalarından itibaren, Eytam Sandıkları’nın kuruluşu ve
ağırlıklı olarak ekonomik tedbirler bağlamında ele almaktadır. Yetim malının işletilmesi,
hukukî düzenlemeler, eytâm malının idaresi için oluşturulan meclisler hakkında bilgi veren
Özcan, ayrıca 16. yüzyılda yetim malının işletilmesiyle ilgili örneklere de yer vermiştir
(İstanbul Universitesi İlahiyat Fakultesi Dergisi, sayı 14 (2006), s. 103-121). Eytâm
Sandıkları üzerine yapılmış bir diğer çalışmada, Eytâm İdaresi’nin teşkilatlanması hakkında
bilgi verildikten sonra Batı Anadolu’da Muğla, Aydın, Marmaris ve Girit’te kurulan eytâm
müdürlükleri incelenmiştir. Özellikle yetim mallarının işletilmesi üzerinde yoğunlaşan
makale için bkz. Mehmet Çanlı “Eytam İdaresi-Sandıkları ve Osmanlı Devletinde
Yetimlerin Ekonomik Haklarının Korunması”, Editörler: Emine Gürsoy Naskali ve Aylin
Koç, Savaş Çocukları: Öksüzler ve Yetimler, İstanbul 2003, s. 59-86. Osmanlı toplumunda
yetim olgusunu eğitim, barınma ve sağlık alanında 19. yüzyılın son çeyreği ve 20. yüzyılda
tesis edilen devlet kurumları ve uygulamalarından hareketle değerlendiren araştırmalar da
yapılmıştır. Yetim çocukların eğitiminde Darüşşafaka kurumunun önemi (Aylin Koç,
“Öksüz ve Yetim Çocuklar İçin Kurulmuş Bir Eğitim Kurumu: Darüşşafaka”, Editorler:
Emine Gürsoy Naskali ve Aylin Koç, Savaş Çocukları: Öksüzler ve Yetimler, İstanbul 2003,
s. 183-193), Balkan Savaşları’nda yetim kalan çocukların eğitimleriyle ilgili devletin aldığı
tedbirler (Ebubekir Sofuoğlu, “Osmanlı Devletinde Yetimler İçin Alınan Bazı Sosyal
Tedbirler”, Editorler: Emine Gürsoy Naskali ve Aylin Koç, Savaş Çocukları: Öksüzler ve
Yetimler, İstanbul 2003, s. 49-58) ve I. Dünya Savaşı sırasında Almanya’ya eğitim için
71
FATİH BOZKURT
önemli savaşların neden olduğu ölüm, göç ve kıtlığın ortaya çıkardığı
yetimlere dikkat çekilmiştir4. Tarihte her bir savaş, sebep olduğu sosyoekonomik buhranlarla beraber toplumlara babasını kaybetmiş çocukları da
miras bırakmıştır, şüphesiz. Ancak bugüne kıyasla kalabalık yetim nüfusun
varlığı tarihte sadece savaşların olduğu dönemlere özgü değildir. Yukarıda
bahsi geçtiği üzere salgın hastalıklar, tabii afetler ve kıtlık da nüfusu kırıp
geçiriyor, ailesini yitirmiş çocukları geride bırakabiliyordu. Daha da
önemlisi sağlık, barınma, beslenme imkânlarının yetersizliği diğer bir
ifadeyle yaşam koşullarının ağırlığı bir taraftan zamansız sönen hayatları
diğer taraftan erken yaşta anne veya babasının ölümünü yaşamış yetimleri
ortaya çıkarıyordu.
Modern insana göre her bir Osmanlı insanına ölümün daha yakın
olduğunu gösteren birçok kayıt vardır. Başta tereke defterleri, genç yaşta
hayatını tamamlamış kişilerle doludur. Osmanlı coğrafyasının değişik
şehirlerinde, farklı dönemlerde yaşamış insanlar genç ölümleri çok sık
tecrübe etmişlerdir. 18. yüzyıl Halep’ini incelediği eserinde Abraham
Marcus, kitabın bir bölümünü bu konuya ayırmıştır. Haleplilere ait “Death is
closer than the veil is to the eye” (Ölüm, insana peçe ile göz arasındaki
mesafeden daha yakındır) atasözüyle başlayan bölümde salgın hastalıklar,
tedavi ve korunma yöntemlerinin yetersizliği, ölüm oranlarının yüksekliği,
ölümle beraber yaşamak konuları ele alınmaktadır5. Yetim kalmış evlatlarını
mirasçı bırakan tereke sahiplerinin çoğu ömrünü erken tamamlamış kişilere
ait olmalıdır.6 17. yüzyıl Edirne’sinden7 19. yüzyıl Selanik’ine8, farklı zaman
4
5
6
gönderilen yetim öğrenciler üzerine yapılmış çalışmaları (Safiye Kırbaç, “Osmanlı
Belgelerine Göre Birinci Dünya Savaşı YıllarındaAlmanya’ya Gönderilen Darüleytam
Öğrencileri”, Editörler: Emine Gürsoy Naskali ve Aylin Koç, Savaş Çocukları: Öksüzler ve
Yetimler, İstanbul 2003, s. 87-104) bu bağlamda zikredebiliriz. Ayrıca, İlhanlıların 14.
asırda Tebriz’de kurduğu iki yetimhane hakkında bkz. Osman Gazi Özgüdenli, “XIV.
Yüzyıl Başlarında Tebriz’de İki Yetimhane”, Editörler: Emine Gürsoy Naskali ve Aylin
Koç, Savaş Çocukları: Öksüzler ve Yetimler, İstanbul 2003, s. 161-181.
Makbule Sarıkaya, “Savaş Yıllarında Himaye-i Etfal Cemiyetinin Çocuk Sağlığı
Konusundaki Hedef ve Faaliyetleri”, Editorler: Emine Gürsoy Naskali ve Aylin Koc, Savaş
Çocukları: Öksüzler ve Yetimler, İstanbul 2003, s. 33 vd; Sofuoğlu, a.g.m., s. 50; Kırbaç,
a.g.m., s. 87.
Abraham Marcus, The Middle East on The Eve of Modernity: Aleppo in The Eighteenth
Century, Columbia University Press, New York 1989, s. 252-276.
Tereke defterlerinde ölen kişilerin yaşları verilmediği gibi bu konuda fikir yürütmemizi
sağlaycak genç, orta yaşlı veya ihtiyar gibi bilgiler de aktarılmamıştır. Ancak mirasçılar
arasında tereke sahibinin sağir ve sağire tabir edilen çocukları bulunduğunda ölen kişinin
yaşlı olmama ihtimali yüksektir. Yetimlerle beraber ölenin anne veya babasının da varisler
arasında yer alması tereke sahibinin genç ya da orta yaşlı olarak değerlendirilmesini
gerektirir diye düşünüyoruz. İncelediğimiz 792 örneklemin 215’inde (%27,15) anne ve
babadan en az birinin varisler arasında yer aldığını tespit ettik.
72
YETİMİ KOLLA MALINI KORU!
TEREKE DEFTERLERİ VE YETİM MALLARI (1785-1875)
ve şehirlerde yaşamış Osmanlıların erken yaşta ölümlere ve geride kalan
yetimlere dair tecrübeyle oluşmuş toplumsal hafızaya sahip oldukları
anlaşılmaktadır. 1785-1875 döneminde yaşamış İstanbullular bu genel
durum için bir istisna oluşturmuyordu. İncelediğimiz tereke kayıtlarına göre,
zengin fakir, kadın erkek, askerî reaya, Müslim gayrimüslim İstanbullular,
günümüzde olsa “zamansız ölüm” olarak değerlendirilebilecek yaştaki aile
üyelerinden bir ya da birkaçını kaybetmiştir. Yaşam standartları ve imkânları
daha geniş olan askerîlerin ve zenginlerin normal şartlarda diğerlerinden
daha rahat ve uzun yaşamış olduklarını düşünmemek için bir neden yok.
Başkentin kadınları da kocalarına göre daha uzun bir hayat yaşamış
olmalıdırlar.9 Ancak, bu tahminlerimiz geride mirasçı olarak eşlerini ve
küçük çocuklarını bırakan kadınların ve yüklü miktarda servetini yetimlerine
terk eden varlıklı ve makam sahibi Osmanlıların tereke kayıtlarının
nadirattan olduğu şeklinde değerlendirilmemelidir. Osmanlı toplumunun
hayat, ölüm ve yetimlere ilişkin algı ve tavırları bu acı tecrübelerden
fazlasıyla etkilenmiş olmalıdır. “Halk içinde muteber bir nesne yok devlet
gibi / Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi” dizelerinin çağrıştırdığı
anlam ölümün hastalık, kıtlık, sefalet, yangın ve depremle beraber her an
hazır vaziyette beklediğini bilen Osmanlılar için daha derin olmalıdır.
Tamamı imparatorluğun son yetmiş yıllık tarihine odaklanmış Osmanlı
yetimlerini ele alan çalışmalar makale düzeyinde birkaç incelemeyle sınırlı
7
8
9
Barkan’ın neşrettiği terekelerden 17. yüzyıla ait olanların %81’inde yetimlerin mirasçılığı
söz konusudur. Bu tereke defterleri için bkz. Ömer L. Barkan, “Edirne Askeri Kassamı’na
Ait Tereke Defterleri (1545-1659), Belgeler, Cilt III, Sayı 5-6, s. 163 vd.
Tanzimat Dönemi Selanik’inin demografik yapısının da tahlil edildiği eserde ölen kişinin
anne veya babasının mirasçılar içinde yer alması ve kadınların erkeklere göre daha az
sayıda çocuk sahibi olmaları, tereke sahiplerinin (özellikle kadınların) yaşlarının fazla
olmadığına delalet ettiği şeklinde yorumlanmıştır. (Meropi Anastassiadou, Selanik 18301912 (Tanzimat Çağında Bir Osmanlı Şehri), Çev. Işık Erguden, Tarih Vakfı Yurt
Yayınları, İstanbul 2001, s. 199, 226).
Mirasçılar arasında yer alan annelerin sayısal olarak babalardan daha yüksek olduğunu
görüyoruz. 792 örneklemin 185’inde (%23,36) tereke sahibinin annesi hayattayken, 85’inde
(%10,73) sağ olan babalar mirasçılar arasında yer almıştır. Anne ve babanın beraber mirasçı
olduğu tereke sayısı ise 55’tir (%6,94). 1463-1640 yıllarına ait Bursa şehri terekelerinin
incelendiği çalışmada ise, mirasçılar arasında annelerin bulunma oranı %23,96 olarak tespit
edilirken, babalar için bu rakam %9,19’da kalmıştır (Hüseyin Özdeğer, 1463-1640 Yılları
Bursa Şehri Tereke Defterleri, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakultesi Yayınları, İstanbul
1988, s. 58). 1591-1700 yıllarını kapsayan İstanbul Kısmet-i Askeriye Mahkemesi’nin ilk
yirmi sicilindeki 2670 terekeye göre, tereke sahibinin annesinin varis olduğu 583 kayda
(%21,8) karşılık, 165 örnekte (%6,2) babaların mirasçılığı söz konusudur (Said Öztürk,
Askeri Kassama Ait Onyedinci Asır İstanbul Tereke Defterleri (Sosyo-Ekonomik Tahlil),
Osmanlı Araştırmaları Vakfı, İstanbul 1995, s. 118-119). Bu üç çalışmanın konu hakkındaki
son derece benzer bulguları, İstanbul ve Bursa şehirleri örneğinde Osmanlı toplumunda
genellikle kadınların erkeklerden daha uzun yaşam sürdüklerini ortaya koymaktadır.
73
FATİH BOZKURT
kalmıştır. Hâlbuki Şeriyye Sicilleri Osmanlıda yetim kalmak olgusunu erken
dönemlerden itibaren araştırmamızı sağlayacak yeterli malzemeyi
içermektedir. Toplumun himayeye en çok muhtaç kesimini oluşturan yetim
çocuklarla ilgili Osmanlı tecrübesini idarî, adlî, toplumsal, iktisadî ve
kültürel boyutları olan kapsamlı bir yaklaşımın ürünü olarak
değerlendirebiliriz. İslâm tarihinin ilk yıllarından itibaren yetimlere iyi
davranılması, haklarının korunması teşvik edilmiş; yetimlerin malını gasp
etme, zarar verme ağır şekilde kınanmıştır10. Osmanlı toplumunda yetimlere
gösterilen hassasiyetin temelinde İslâm kültür ve inancının belirleyici
olduğunu düşünmemiz icap eder.
Osmanlıda yetim olmak olgusunun bütün yönleriyle incelenmesi tek
başına müstakil bir çalışma konusudur. Biz ancak mirasın paylaşımı ve
tereke defterleri çerçevesinde yetimlerin himayesini esas alan Osmanlı
uygulamasının dikkat çeken yönleri üzerinde duracağız. Fakat tereke
defterleri ile yetimler arasındaki kuvvetli bağ, diğer kaynaklara başvurmadan
salt terekelere dayalı incelemenin dahi Osmanlı toplum ve idarecilerinin
yetim konusuna gösterdiği hassasiyeti değişik boyutlarıyla açıklayacak
nitelikte olduğunu düşündürür. Yetimlere yardım edilmesi, maddî ve manevî
olarak desteklenmeleri, zor olan yaşamlarının kolaylaştırılması şüphesiz
önemliydi. Ancak ilk yapılması gereken, mevcut haklarının katʻî olarak
muhafazasıydı ve yetimler mirasçı olduğunda tereke defterlerinin
görevlilerce yazımı tam da bu noktada önem arzediyordu. Tahriri mucip
addedilen terekelerin belirlenmesinde mirastan paylarını almakta ve idare
etmekte ehliyeti veya imkânı olmayan varislerin dikkate alınması sicillerde
kayıtlı belgeler bağlamında Osmanlı dönemi miras geleneğinin karakteristik
özelliklerindendir. Muhtemelen Osmanlılara özgü olan veya Osmanlıların
kendine mâl edecek kadar geliştirdiği bu uygulama sonucunda yetimleri
ilgilendiren miras paylaşımlarının kaydı özenle tutulmuş ve sicillerde
mevcut terekelerin önemli kısmı bu şekilde ortaya çıkmıştır.
Osmanlılarda yetim olgusunu tereke defterlerine dayalı olarak incelemek,
iki konunun yani Osmanlı yetimlerinin ve tereke defterlerinin daha iyi
anlaşılmasında oldukça verimli bir yöntemdir. Mahkeme tarafından mirasın
taksim edilmesi demek, çoğu örnekte yetimlerin mirasçı olduğu mâl
paylaşımları anlamına geliyordu. Diğer bir ifadeyle servet, maddî kültür,
aile, hukuk, toplumsal gruplar gibi kavramların Osmanlı şehirleri örneğinde
incelenmesini sağlayan tereke defterlerinin çoğu yetimlerin varlığından
dolayı kaleme alınmıştır. Araştırmamız için seçtiğimiz reaya terekelerinin
%56’sı (329 tereke), askerî sınıf terekelerinin ise %67,2’si (137 tereke) ölen
kişinin küçük yaştaki varislerinden ötürü sicillerdeki yerini almıştır.
10
İbrahim Kâfi Dönmez, “Yetim”, İslam Ansiklopedisi (İA), cilt XIII, İstanbul 1986, s. 402.
74
YETİMİ KOLLA MALINI KORU!
TEREKE DEFTERLERİ VE YETİM MALLARI (1785-1875)
Terekeler Osmanlı toplumunda yetim nüfusun varlığının kanıtı olurken diğer
taraftan yetimler sosyal tarih incelemeleri için zengin bir koleksiyonun
günümüze ulaşmasını sağlamıştır. Bundan başka tereke yazımıyla veya
yetimlerin korunmasıyla ilgili düzenleme ve uygulamaların çoğunda her iki
konunun birlikte ele alınmış olması da manidardır.11 Sadece 19. yüzyılda
değil önceki devirlerde de tereke konusunda yayınlanan ferman, hüküm ve
benzeri belgeler, sürekli olarak yetim ve dulların korunmasına vurgu
yapmaktadır. 19. yüzyılda da yetimlerin himayesi için kurulan müessese ve
hazırlanan nizamnâmeler özellikle iki konu üzerinde yoğunlaşmaktadır:
Terekelerin yazımı esnasında yetimleri mağdur edecek suistimallerin
önlenmesi ve yetimin miras yoluyla sahip olduğu malların güvenli ve verimli
şekilde idare edilmesi. Tereke ve eytâm konusunun iç içe geçmesi, yetim
mallarının muhafazasında terekelerin resmî yollardan paylaştırılmasının
öneminden kaynaklanmaktadır. Sağir ve sağire tabir edilen yetimlerin, varisi
oldukları terekelerin imparatorluğun ilk asırlarından itibaren tahriri mucib
addedilmesi, mahkeme sicillerinde kayıtlı olanların büyük kısmının bu
terekelerden oluşmasını sağlamıştır. Tereke meselesi veya yetimlerle ilgili
kaleme alınan herhangi bir resmî belgede diğer konunun da sık sık gündeme
gelmesi, idarecilerin yetimlerle ilgili hassasiyetini yansıtmaktadır. Bu
kayıtlar aynı zamanda konuyla ilgili devletin tutumunu gösteren kanunlar ile
bunların pratiğe yansımasını gösteren uygulamalara ışık tutmaktadır.12
Tereke defterlerinin tutulmasıyla devlet kontrolüne alınan yetimlere ait
mal ve paraların işletilmesinde de idarecilerin denetimi devam ettirilmiştir.
Mirasın paylaşımı ve sonrasında yetimlerin himayesi için geliştirilen
Osmanlı uygulamasının esas olarak iki özelliği dikkat çekmektedir. İlk
olarak belirtilmesi gereken sürecin (yetimliğin) başlangıcından sonuna kadar
her aşamasının mahkemenin denetiminde olduğu ve yapılan her bir işlemin
kayda geçirildiğidir. Paraya dönüştürülen yetim malının işletilerek
11
19. yüzyılda terekelerle veyahut yetimlerle ilgili çeşitli düzenlemeleri inceleyen
araştırmacıların sürekli olarak yetimlerden, mâllarının korunmasından ya da tereke
yazımında uyulacak kurallardan bahseden metinlerle karşılaşması anlamlıdır. Bkz. Said
Öztürk, “Osmanlı İlmiye Teşkilatında Kassamlık Muessesesi”, İstanbul Üniversitesi
Edebiyat Fakultesi Tarih Enstitusu Dergisi, sayı 15: M. Münir Aktepe’ye Armağan İstanbul
1997, s. 400-405; İlhami Yurdakul, Osmanlı İlmiye Merkez Teşkilatında Reform (18261876), İletişim Yayınları, İstanbul 2008, s. 178-190; Özcan, a.g.m., s. 110-116.
12
Örneğin, 18. yüzyılın ilk çeyreğine ait metrûkâtın müzayedeyle satılmasını emreden ferman
(daha erken tarihlileri de olabilir) yetimlerle ilgili görünmekle beraber aslında başkent
sicillerinde kayıtlı terekekelerin çoğunda (incelediğimiz dönemde %90’a yakın oran) satış
yönteminin uygulanmasına da açıklık getirecek niteliktedir. İlgili ferman ve terekenin satışı
için bkz. Fatih Bozkurt, Tereke Defterleri ve Osmanlı Maddi Kültüründe Değişim (17851875 İstanbul Örneği), Sakarya Üniversitesi SBE basılmamış doktora tezi, Sakarya 2011, s.
131 vd.
75
FATİH BOZKURT
değerlendirilmesi uygulamanın bir diğer önemli özelliğidir. Terekenin
görevlilerce tahrir edilmesi, yetim için vasî atanması, metrûkâtın
müzayedeyle satışı, yetime intikal eden vakıf mülklerin ferağı, miras taksim
edildikten sonra tereke defterinin kaleme alınması, miras hissesi ve ferağ
bedelinden oluşan yetim malının işletilmesi, vasînin yaptığı harcama ve
diğer işlerin teftişi, son olarak reşit olunca yetime malının teslimi süreç
boyunca yapılan işlemleri meydana getirmektedir.
Günümüzde yaygın olarak babasını kaybetmiş çocuk anlamındaki yetim
tabiri13, tereke defterlerinde ve diğer belgelerde anne baba ayrımı
yapmaksızın ebeveyninden birini ya da her ikisini yitirmiş çocuklar için
kullanılmıştır. Yetimlerin korunması, anne veya babanın ölümüyle başlayan
ve çocuğun rüşdünü kazanıncaya kadar devam eden bir süreci
kapsamaktadır. Bu noktada konuyla ilgili bazı temel kavramların
açıklanmasında yarar vardır. Çocukluk, ergenlik ve yetişkinlik dönemlerinin
bilinmesi, Osmanlı uygulamasını anlamamıza fayda sağlayacaktır.
Belgelerde sağir ve sağire olarak geçen çocuklar yaş ve fiziksel özelliklerine
göre tespit edilen olgunluğa ulaştıklarında bâliğ (ergen) hükmü kazanırlar.
Bulûğ terimiyle ifade edilen ergenliğin yaş aralığı, İslâm hukukçularının
çoğunluğuna göre kızlarda 9-15, erkeklerde ise 12-15 yaşlarıdır. Bulûğ için
kabul edilen yaş aralığında olduğu halde ergen vasfı kazanmamış kişiler
mürâhik ve mürâhika olarak adlandırılır. Kişi bedensel gelişimin ötesinde
fikrî olgunluğa kavuştuğunda ve malını yerli yerinde idare edebilecek
ehliyete sahip olduğunda rüşd sahibi olur. Genellikle bulûğ ile rüşd hali
birlikte gerçekleşir; fakat bâliğ olduğu halde reşit olmayan kişiler de
olabilir.14 Tereke defterlerinde vasî atanan mirasçıların çoğu sağir ve sağire
olarak tanımlanan çocuklardan oluşurken, çocukluk ile ergenlik arasında
bulunan mürâhik ve mürâhikalar da bu grupta yer almıştır.
Yetimlerin korunmasını iki bölümde değerlendireceğiz. Önce terekenin
taksim süreci üzerinde duracağız. İkinci olarak da terekenin taksiminden
sonraki süreç ele alınacaktır. Babanın veya annenin ölümüyle başlayan
tereke defterinin kaleme alınmasıyla sona eren ilk aşamada yetime intikal
13
Erken dönem Türkçe metinlerde annesiz kalmış anlamındaki öksüz kelimesinin daha
yaygın geçtiği, babasını yitirmiş olanlar için atasız tabirinin kullanıldığı aktarılmaktadır.
İslâmiyet öncesi ve sonrası farklı Türk lehçelerinde öksüz ve yetim kavramlarının
incelendiği çalışmada, öksüz ve yetim ifadelerinin çeşitli Türk lehçelerinde birbirinin yerine
kullanılabildiği, günümüzde yetim tabirinin yaygın olduğu belirtilmektedir (Asiye Mevhibe
Coşar, “Türk Söz Varlığında Öksüz ve Yetim Kavramları”, Editörler: Emine Gürsoy
Naskali ve Aylin Koc, Savaş Çocukları: Öksüzler ve Yetimler, İstanbul 2003, s. 296-298).
14
Bulûğ ve rüşd kavramları hakkında daha ayrıntılı bilgi için bkz. Ali Bardakoğlu, “Buluğ”,
Diyanet İslam Ansiklopedisi DİA, cilt 6, İstanbul 1993, s. 413-414; Saffet Köse, “Rüşd”
DİA, cilt 35 İstanbul 2000, s. 298-300.
76
YETİMİ KOLLA MALINI KORU!
TEREKE DEFTERLERİ VE YETİM MALLARI (1785-1875)
eden malların dökümünün eksiksiz hazırlanması hedeflenirdi. Vefat eden
anne veya babanın miras paylaşımının görevlilerce yapılması ve tescil
edilmesi yetimlerin himayesi ve mâl-ı eytâmın muhafazası için son derece
önemliydi. Bu uygulama aynı zamanda yetimliğin daha başlangıç safhasında
resmî makamlarca tespit edilmesini de sağlıyordu. Terekenin tahrir ve
taksiminin diğer reşit hak sahiplerinin tercihine bırakılmaması dikkate
şayandır. Böylece yetime hak ettiğinin teslim edilmesi kişilerin vicdanî
sorumluluğuna terkedilmiyordu.
Yetimler konusu inanç, gelenek ve toplumsal beklentilerin idarecilere
önemli görevler yüklediği hassas bir meseledir. Toplumun en zayıf kesimini
oluşturan yetimlerin haklarının korunması, en başta hâkimlerin ve tereke
işinde görev alan mahkeme personelinin sorumluluğundadır. Yetim malının
muhafazasında ihmalkâr davranılması, gerekli hassasiyetin gösterilmemesi
ve hıyanet edilmesi şiddetli cezaları gerektiren suçlardan kabul edilmiştir.
Kassamlıkta görevli kâtiplerden yetim malına ihaneti sabit olanlar meslekten
uzaklaştırılmıştır. 1818 yılında Mustafa Halim Efendi, 1835 yılında
Kumkapılı Arif Efendi, 1841 yılında Şakir Efendi yetim malına zarar
verdikleri için kâtiplikten men edilmişlerdir.15 Yetimlerin hukukunun
korunmasında görevleri icabı kâtiplerin sorumluluğu fazla olduğu için miras
hukuku ve kitabet bilgisi kadar dürüst bir kişiliğe sahip olmaları da
gerekiyordu. 16 Atama yazısında haml-ı merhamet17, emin ve mutemed18,
istikamet üzere19 olduğu ifade edilen kâtiplerin özellikle yetim mallarının
korunmasında titiz davranacakları dikkate alınmış olmalıdır. Aile reisi olan
kocanın ölümüyle en önemli güvencelerinden yoksun kalan yetim ve dulların
himayesine gösterilen hassasiyeti Kassâm-ı Askerî ve Rumeli Kazaskeri için
sicillerde kullanılan sıfatlardan da anlıyoruz. İstanbul’da miras meselesine
bakan kurumlar içinde iş yükü ve dolayısıyla sorumluluğu en fazla mahkeme
olan Askerî Kassamlığın başındaki Kassam Efendiler ve mahkemenin bağlı
bulunduğu Rumeli Sadareti’nin başındaki Kazasker Efendilerin taşıdığı
sıfatlar arasında mu‘înü’l-erâmil ve’l-eytâm (dul ve yetimlere yardım eden)
sıfatı sicillerde çok sık geçmektedir.20
15
İlgili kayıtlar için bkz. Kısmet-i Askeriye Mahkemesi (KŞS), no.1935, vr.4a, 13b, 21a.
“Memâlik-i Mahrûsemde emvâl-i eytâmın muhâfazası evvelen tahrîr-i terekeye me’mûr
olan küttâbın âlim bi'l-mes’ele olup hesâbda mahâretine ve diyânet ve istikāmetine muhtâc
olmağla…” (KŞS, no.706, vr.1a).
17
Mülgâ Beledî Mahkemesi (MŞS), no.78, vr.1a.
18
MŞS, no.83, vr.1a.
19
KŞS, no.1935, vr.16b.
20
Sicil başlıklarından tespit ettiğimiz mu‘înü’l-erâmil ve’l-eytâm tabiri 17 ve 18. yüzyıllarda
kullanılmıştır. Kısmet-i Askeriye Mahkemesi sicillerinde başlangıçta hem Rumeli
Kazaskeri hem de Kassâm-ı Askerî’nin taşıdığı sıfat iken daha sonraları kassam efendilere
mahsus bir nitelik kazanmış görünmektedir; bkz. KŞS, no.18, vr.1b; no.28, vr.1b; no.32,
16
77
FATİH BOZKURT
Mirasın paylaştırılması esnasında yetimlerin korunmasına yönelik
yapılması gereken önemli işlerden biri yetimin “tesviye-i umûrı” için vasî
atanmasıdır. Vasî tayinleri geciktirmeden yapılmış olmalıdır ki incelediğimiz
tereke defterlerinin giriş bölümünde terekenin tahririni (usulen) 21
mahkemeden talep edenler arasında vasîler de mutlaka yer alıyordu. Tereke
defterlerinin yazımının, mirasın taksim edilmesinden sonra mümkün olduğu,
ayrıca vasîlerin mahkemeye sunduğu muhasebe kayıtlarına göre, vasîlik
görevleri en geç tereke defterinin kaleme alınmasıyla başladığından dolayı,
vasî tayinlerinin terekenin taksim edilmesinden önce yapılmış olması
gerekiyordu. Vasîlerin görevlerini kısaca vesâyetleri altında bulunan
yetimlerin reşit oluncaya kadar zarurî ve makul ihtiyaçların karşılanması,
mallarının idaresi ve yetimlerin şahsıyla alâkalı her türlü sorumluluğun
yerine getirilmesi olarak tanımlayabiliriz. Vasîlik kurumunun yetimlerin
himayesinde mühim olduğu ve üstleneceği vazifenin gerektirdiği dürüstlüğe
ve ehliyete sahip olduğu ihbar edilen kişiler arasından vasî atandığı
anlaşılmaktadır.22 Yaygın olmamakla beraber, bazı tereke sahiplerinin daha
hayattayken güvendiği birini vasî atadığı görülmektedir.23 Belgelerde vasî-i
muhtâr olarak tanımlanan bu kişilerin, tereke sahiplerince vesâyet ile
görevlendirilmeleri de mahkeme huzurunda yapılıyor, ölüm gerçekleştiğinde
vasî elindeki hücceti ibraz ederek vasîlik görevini üstleniyordu. Tereke
defterlerinde vasî-i mansûb/mansûbe ya da sadece vasî ibareleriyle geçen
vasîler, kadı tarafından vesâyet görevine atanmış, bu iş için uygun, ehil
bulunmuş kişileri göstermektedir.24 Vasîlerin görevlerini hakkıyla yapıp
vr.1b; no.108, vr.1b; no.171, vr.1b; no.433, vr.1b. Ayrıca Kısmet-i Beledîye Mahkemesi’nin
sicillerindeki benzer tabirler için bkz. MŞS, no.12, vr.1b; no.20, vr.1b; no.36, vr.1b, no.58,
vr.1b.
21
Gerek hak sahiplerinin tercihiyle gerekse zorunlu olarak mahkemenin baktığı miras
paylaşımlarının sonuçlandırılmasıyla kaleme alınan tereke defterlerinin giriş bölümünde
varislerin veya onlar adına vekil ve vasîlerin mirasın paylaştırılmasını mahkemden talep
ettiklerinin yazılması yerleşik bir uygulama olmalıdır. İncelediğimiz tereke defterlerinin her
birinde mirasçıların tamamı talepte bulunanlar arasında yer almaktadır.
22
“…müstakīmü'l-etvâr ve vesâyete ehliyeti bedîdâr birini bî-garaz ehl-i vukūfun ihbârlarıyla
yine huzûr-ı kādîaskerîde veyahud kassâm-ı askerî hâzır olduğu hâlde nasb olunmak…”
(KŞS, no.895, vr.1a).
23
Örneğin Süleyman Ağa’nın sağlığında hem sağir oğlu için hem de terekeyle ilgili diğer
işleri yerine getirmek üzere Perdecibaşı es-Seyyid el-Hac Ali Ağa’yı vasî olarak ataması
şöyle kaydedilmiştir: “…müteveffâ-yı mezbur hayatında bi’l-cümle terekesini marifet-i
şerʻile ahz ve kabz ve beyʻ idüb esmânından vech-i mesnûn üzere techiz ve tekfin ve
levâzım-ı defni umûrını rü’yet ve duyûn-ı müsbetesini ashâb-ı hukuka bade’l-eda ve sağir-i
mezburun tesviye-i emrine ve mâl-ı mevrûsunu ahz ve kabz ve hıfza vasî-i muhtâr nasb ve
taʻyin eylediği ba-hüccet-i şerʻîyye sabit olan perdeci başı es-Seyyid el-Hac Ali Ağa bin elHac Mustafa Ağa…” (Üsküdar Şeriyye Sicilleri (ÜŞS), no.561, vr.11a).
24
Mahkemenin yetimler için vasî tayin kayıtları, yine yetimler için belirlenen nafaka
miktarlarını gösteren hüccetlerle beraber müstakil bir sicilde toplanabiliyordu (KŞS, no.992,
78
YETİMİ KOLLA MALINI KORU!
TEREKE DEFTERLERİ VE YETİM MALLARI (1785-1875)
yapmadıklarını denetlemek, ayrıca onlara yardımcı olmak (?) üzere nâzır da
atanabiliyordu.25 Vasînin üzerine nâzır atanmasının incelediğimiz tereke
defterleri bağlamında nadirattan olduğu tespit edilmiştir. Atanan vasîlere
baktığımızda yetimin en yakın akrabalarından seçildiği görülmektedir.
Vasîlerin büyük çoğunluğunu sağir ve sağirenin hayatta olan annesi veya
babası teşkil etmiştir. Anneanne, babaanne, dede, amca, dayı, abi, teyze, hala
sıklıkla bu görevi yüklenen diğer akrabaları oluşturmaktadır. Atanan vasîler
ile yetimler arasında akrabalık bağının bulunmadığı örneklerin sayısı fazla
değildir.
Muhallefatın müzayedeyle satışı, yetimler için daha faydalı bir yöntem
olduğu için teşvik edilmişti26. İncelediğimiz terekelerden tahminî fiyatları
içerenler olsa da büyük çoğunluğunun satıldığı tespit edilmiştir. Ailenin reisi
olan kocanın ölümüyle geride kalan dul ve yetimlerin korunması devletin ve
toplumun sorumluluğunda olmuştur. Tevarüs edilen servetin verimli şekilde
değerlendirilmesinin bu kesim için çoğu zaman kolay olmayacağını tahmin
edebiliriz. Atanan vasîlerin adil ve dürüst, ayrıca yeterli ticarî zekaya sahip
olduklarını varsaysak bile kendi malları gibi özen göstermeleri, risksiz
yatırımlarla değerlendirmeleri, bu işlere yeterli vakit ayırmaları, gayret
sarfetmeleri her zaman mümkün olmayacaktır. Bu şartlarda idarecilerin ve
hâkimlerin teşvik ettiği ve toplumda kabul görecek yöntem, yetim malının
nakde çevrilerek işletilmesi olmuştur. Bu usûl kuvvetli şekilde yerleşmiş
olmalıdır ki annenin ölümünde geride kalan çocuklara genellikle babaları
vasî atanmış olmasına rağmen tereke çoğunlukla satılmış, yetimlerin hissesi
paraya dönüştürülmüştür. Ölen kişinin şahsî mülkü dışında icareteynli vakıf
mülklerin tasarruf hakkına sahip olması durumunda, bunların intikali miras
hukuku dışında kendine özgü kaidelere göre gerçekleştirilmiştir. Sadece
evlatlarına intikal eden icareteynli vakıf mülklerin tasarruf hakkına kız ve
erkek evlatları eşit olarak sahip olmuşlardır. Yetim evlatların vakıf
mülklerindeki hisseleri ise vasîlerin talebi, mütevellinin izni ve mahkemenin
onayıyla müzayedeyle başkasına ferâğ (tasarruf hakkının devri) edilmiştir.
İncelediğimiz dönemde başkentte yaygın olan icareteynli vakıf mülklerin
1012, 1021, 1036). Vasî ve Nafaka Hüccetleri başlığını taşıyan Askerî Kassamlık
sicillerindeki vasî atamalarının tamamına yakınında kullanılan yerleşik ifadede hem vasî
tayininin gerekliliğine hem de vasîde bulunması gereken niteliklere dikkat çekilmektedir:
“…kıbel-i şer‘iden bir vasî nasbı lâzım ve mühim olmağın emanet ile ma‘rûf(e) ve istikamet
ile mevsûf(e) ve her vechile vesâyet uhdesinden gelmeğe kādir(e) idiği zeyl-i kitâbda
muharrerü’l-esâmi müslimin haberleriyle…” (KŞS, no.992, vr.1b, 2a, 2b, 3a…).
25
Tütüncü Ömer Ağa öldüğünde zevcesi Aişe Hatun üç sağir oğluna vasî atanırken, vasî
üzerine de nâzırlık göreviyle yetimlerin amcaları Osman ve Veliyüddin Ağalar tayin
edilmişti (MŞS, no.130, vr.81b-82a).
26
KŞS, no.45, vr.1a.
79
FATİH BOZKURT
bedel namıyla kaydedilen27 tasarruf hakkının ferâğ kıymeti birçok örnekte
tereke gelirine yakın rakamlara ulaşmıştır.
Satış yöntemi, bir bakıma, muhallefatın değerinin piyasa şartlarında ve
herkesin gözü önünde belirlenmesi esasına dayanıyordu. Takdire dayalı fiyat
belirlemede haklarına ulaşmaları diğer yetişkin mirasçıların ve ilgililerin
adaletli olmalarına bağlı olan yetimler için, mirasın gerçek değerinin tespiti
aşamasında muhtemel mağduriyetlerin önlenmesi açısından satış usulünün
mühim olduğunu düşünebiliriz. Ancak, bu terekenin satış sürecinde
muhtemel suistimallerin hiç olmadığı anlamına gelmiyordu. Satışın yaygın
olduğu İstanbul’da terekenin müzayede aşamasında çeşitli kişilerin bazen
organize şekilde gerçekleştirdikleri hile ve desiselere konuyla alâkalı
belgelerde dikkat çekilmiştir. Mahkeme personelinin terekeden eşya
alması28, bedesten tüccarlarının ve bit pazarı esnafının aralarında anlaşıp
terekeyi ucuza kapatmaları29, vasîlerin yolsuzlukları30, bedesten bekçilerin
görevlerini ihmalleri31, koltukçu esnafı ile ittifak eden sahafların
terekelerdeki kitapları noksan fiyatla almaları32 bu süreçte olabilecek
usulsüzlüklerdendir. Suistimallerin üzerinde hassasiyetle durulmasının en
önemli sebebi, belgelerin tamamına yakınında dile getirilen eytâma gadr-ı
küllî olduğu ifadesinde saklıdır. Yetim ve dulların korunmasına özen
gösterilmemesi, padişahların muhtaplarını ağır şekilde tehdit ettiği
fermanların sadır olmasını icap ettirmiştir.33 İnsan faktöründen dolayı
27
KŞS, no.706, vr.1a: “…eytâmın ebeveyninden hasbe'l-âde intikāl eden vakıf menâzil ve
dekâkîn ve akārât-ı sâire vasî ma‘rifetiyle âhara ferâğ olundukda bedel-i ferâğı vasî kabz ve
defter-i kassâma bedel ta‘bîriyle kayd olunup…”. Bu konuda ayrıca bkz. KŞS, no.884,
vr.1a; İstanbul Şeriyye Sicilleri (İŞS), no.106, vr.7a.
28
“…tereke fürûhtunda kâtib ve muhzır ve çukadâr ve sâir hukkâm taraflarından me’mûr
olanlar müzâyede olunan emvâl-i eytâmdan bir akçe ve bir habbelik şey iştirâ eylemeyip…”
(KŞS, no. 706, vr. 1a). Aynı hususta ayrıca bkz. KŞS, no.887, vr.1a; Mühimme Defteri,
no.CCXXXIII, 54’ten nakleden Öztürk, a.g.m., 400, dn. 25.
29
KŞS, no. 954, vr. 1a.
30
İŞS, no.106, vr.7a; KŞS, no.884, vr. 1a.
31
Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA), C.BLD, no. 6555.
32
BOA, C.MF, no. 5641.
33
İkisini fikir vermesi için nakledelim. İlki İstanbul Kadısı’na yazılan Ağustos 1790 tarihli
fermandan: “Bezzâzistân ve Bitpazarı'nda bi'l-müzâyede fürûht olunan eşyâ-yı mütenevvi‘ai ibâd ve metrûkât ve muhallefâtı Bezzâzistân ve Bitpazarı ahâlîleri birbirleriyle ittifâk ve
ittihâd ve şirket-i hafiyyeleriyle artırmayıp rahîs bahâlarıyla iştirâ ve tamâm iğtisâb ve
intihâb ve değerinin sülüs ve rub‘u bahâlarıyla iştirâ eylediklerinden sonra birer mahalle
tecemmu‘ ve beynlerinde tekrâr müzâyede ve çıkışma ederek gırlı bahâya iblâğ…… cesâret
eden ahz olundukdan sonra gedik ve mâlik olduğu emvâl ve eşyâsı cânib-i mîrîden zabt ve
kendisi katle bedel Magosa Kal‘ası'na kal‘a-bend olunacağı muhakkak ve meczûm ve
hakkında bâb-ı ricâ ve merhamet mefkūd ve mesdûd idüğünü kendilere tefhîm ve işbu
fermân-ı âlî sudûrunu sâbıklara kıyâs ve tenbîhe lafzı kabîlinden add ile yine âdet-i
merdûde-i sâbıkaları üzere hareket ederler ise bildim bilmedim demelerine bir vechile
80
YETİMİ KOLLA MALINI KORU!
TEREKE DEFTERLERİ VE YETİM MALLARI (1785-1875)
metrûkâtın değerinin tespiti için hangi yönteme başvurulsa az ya da çok
muhtelif problemler yaşanacaktır. Osmanlı toplumu ve idarecileri çeşitli
tecrübelerden sonra özellikle yetim ve diğer zayıf kesimlerin korunması için
terekenin müzayedeyle satışını, fiyat takdir edilmesine göre muhtemelen
daha yararlı bulmuşlardır. Satışı kaçınılmaz hale getiren daha önemli bir
etken ise, yetim malının idare ve işletilmesinde benimsenen yöntemin
malların nakde dönüştürülmesini zorunlu kılmasıydı. Fakat dönemsel ve
bölgesel farklılıkların olabileceğini dikkatten uzak tutmamak gerekir.
İstanbul’da dahi satılmadan varisler arasında taksim edilen miraslar
olabildiği gibi yetime tevarüsen intikal eden gayrimenkullerin vasî
marifetiyle kiraya verilmek suretiyle idare edildiği örnekler de vardır.
Tereke defterlerinin tanzimiyle ebeveyninden intikal eden miras ve vakıf
hisselerinin değeri tespit ve tescil edilen yetimlerin korunmasında ilk safha
tamamlanmış oluyordu. Böylece yetimlerin himayesi ve gözetilmesinde rüşt
yaşına ulaşıncaya kadar devam edecek ikinci dönem başlıyordu. Yıllarca
sürebilen ikinci aşamada yetimin barınma, beslenme, giyinme, eğitim, sağlık
ve diğer zarurî ihtiyaçlarının karşılanması kadar mevcut malının verimli
şekilde yönetilmesi de mühimdi. Yetim mallarının işletilmesiyle elde
edilecek kâr hem bu süreçte yetimin ihtiyaçlarının karşılanması hem de reşit
olduğu zaman hak ettiği servete ulaşması bakımından son derece önemliydi.
Malların idaresi ve işletilmesi vasîlerin sorumluluğunda olmakla beraber,
bunun nasıl yapılacağı noktasında kararın vasîlere bırakılmadığı anlaşılıyor.
Yetim hukukuna gösterilen hassasiyet, mallarının tasarruf şeklinin de
idareciler tarafından belirlenmesi sonucunu doğurmuştur. Toplumda da
kabul görecek usûle göre, yetim parasının faizle işletilmesi ve elde edilecek
kârla yetimin ihtiyaçlarının karşılanması sistemin en temel özelliğiydi.
Devletin müsaade ettiği belli hadler dâhilinde ve muhtemelen piyasa
şartlarında belirlenen faiz oranlarıyla taliplilerine borç olarak verilen yetim
havâle-i sem‘-i i‘tibâr olunmayıp irtikâb edenlere emân verilmeyip va‘îdât-ı merkūme
icrâsı derkâr idüğünü Bezzâzistân ve Bitpazarı ahâlîlerinin gûş-i hûşlarına telkīn
eylemelerini ve kethüdâlar dahi fîmâ-ba‘d bu makūle emr-i memnû‘a cesâret edeni kapıya
göndermekde ve haber vermekde kusûr ederler ise sonra haber alındıkda kendüleri dahi
kazâya uğrayacaklarını Bezzâzistân ve Bitpazarı kethüdâlarına ber-vech-i îzâh beyân ve
tenbîh ve te’kîd eyledikden sonra…” KŞS, no.606, vr.1a.
İkincisi, Rumeli Kazaskeri’ne hitaben yazılan Aralık 1798 tarihli fermandan: “…tahrîr-i
tereke ve kısmet-i verese mâddesinde İstanbul'da ve taşrada yetîm ve yetîmelere gadr
olduğu ve ba‘zı kimesneleri vasî oldum deyu yetîmlerin mâllarını kabz ve kendi umûruna
sarf ile gadra cesâret eyledikleri ma‘lûm olan hâlâtdan olmağla şu kısmet mâddesinde
kassâm ketebesi ve muhzır makūlelerine i‘timâd olunmayub hukkâm-ı şer‘-i şerîf bi'z-zât
dikkat eylemeleri kat‘î matlûb-ı hümâyûnumdur bu irâdemi kādîasker efendilere ve sâir
iktizâ edenlere bildiresin ben dahi taharrî ederim eytâma gadr olunduğunu istimâ‘
edersem sonra bana cevâb vermek güç olur..” KŞS, no.706, vr.1a.
81
FATİH BOZKURT
malının zayi olmaması için seçici ve dikkatli hareket ediliyor; borç talep
eden kişiden sağlam kefiller bulması ya da değerli bir mülkünü rehin
göstermesi isteniyordu. Böylece mâl-ı eytam kayıt ve denetim altında
muhafaza edilerek kişi reşit olduğu zaman kendisine teslim ediliyordu. 30
Aralık 1798 tarihli fermanda yetim mallarıyla ilgili kanun şöyle tarif
edilmiştir: “…emvâl-i eytâm olarak her ne hâsıl olur ise vasîleri yedlerine
teslîm olunmayıp vaz‘-ı bezzâzistân olunup ba‘dehû rehn-i kavî yahud kefîl-i
malı ile alâ vechi'ş-şer‘î i‘mâl ve istirbâh olunup emvâl-i eytâmın teksîrine
sa‘y eylemeleri…”34. Yetim mallarının idaresiyle ilgili temel prensiplerin
özü itibariyle 19. yüzyılın ikinci yarısı ve sonrasında yapılan düzenlemelerde
korunduğu görülmektedir. Yetimin rüşt sahibi birey özelliği kazanıncaya
değin gerek terekenin tesviyesi gerekse mallarının işletilmesi ve lüzumlu
harcamaların yapılması mahkeme kontrolünde, her bir işlemin görevlilerce
tescil ve teftiş edildiği ortamda gerçekleşmiştir. 1850’li yıllardan itibaren ise
hazırlanan nizamnâmeler, ihdas edilen yeni kurumlarla terekenin taksimi ve
yetim mallarının işletilmesinde yaşanan problemler dikkate alınarak esasen
idarî denetimin arttırılması amaçlanmıştır. Tereke ve yetim mallarında çoğu
ötedenberi cari olan uygulamalar hiçbir husus atlanılmadan ayrıntılı şekilde
tarif edildiği nizamnâme maddelerine dönüşmüştür. Yetim mallarının
mümkün mertebe eksiksiz tespiti, daha iyi şartlarda korunması ve
işletilmesiyle ilgili kapsamlı düzenlemeler olsa da terekenin tahriri veyahut
yetim mallarının işletilmesinde köklü değişiklikler yapılmamıştır. Daha
sonra müdüriyete tahvil edilecek Emvâl-i Eytâm Nezâreti’nin teşkili ve
yetimlerle ilgili terekelerde çeşitli sorumlulukların nezârete bırakılması
önemlidir. Emvâl-i Eytâm Nâzırı terekenin tesviye sürecinde mahkeme
tarafından gönderilen kâtip ve diğer memurlarla beraber görev yapacak
kurumun kendi muavin ve kâtiplerini görevlendirmeye başlamıştır. Tereke
işi tamamlandıktan sonra yetim mallarının işletilmesi, denetimi ve muhasebe
kayıtlarının kontrolünde de nezâretin yetkileri söz konusudur. 1874 yılında
ise Şeyhülislâmlık’a bağlı Meclis-i İdare-yi Emvâl-i Eytâm tesis edildi. 35
Sonraki yıllarda yetim mallarının korunması ve değerlendirilmesiyle ilgili
çeşitli düzenlemeler yapılmaya devam etmiştir.36
Başkentlilere ait tereke defterleri, İstanbul örneğinde yetim mallarının
işletilmesiyle ilgili uygulamanın nasıl olduğunu anlamamıza yardım eder.
İncelediğimiz kayıtların çoğunda terekenin, taksimatı takip eden bölümünde
yetimlerle alâkalı bilgiler dikkat çeker. Çoğu yetim haklarının gözetilmesi
kaygısıyla kaleme alınmış tereke defterlerinde reşit mirasçılar söz konusu
34
KŞS, no.706, vr.1a.
Emvâl-i Eytâm Nezareti’nin kurulmasıyla başlayan ve sonraki düzenlemelerle devam eden
süreçle ilgili daha ayrıntılı bilgi için bkz. Yurdakul, a.g.e., s. 177 vd.
36
Yurdakul, a.g.e., s. 177 vd; Özcan, a.g.m., s. 115-119; Öztürk, a.g.m., s. 403-405.
35
82
YETİMİ KOLLA MALINI KORU!
TEREKE DEFTERLERİ VE YETİM MALLARI (1785-1875)
olduğunda öğrenemediğimiz birçok husus yetimlerden dolayı tereke metnine
giriyordu. Örneğin icareteynli vakıf mülklerinin başkentte yaygınlığı ve daha
da önemlisi tereke geliri kadar önemli bir servet unsuru olduğunu ancak
yetimler sayesinde fark edebildik. Günümüzdeki kredi kurumlarının
olmadığı dönemde bedestenlerin banka işlevini üstlenmesini, İstanbul
halkının ve piyasasının finansal ihtiyaçlarının karşılanmasında mâl-ı eytâmın
önemini ortaya koyan kayıtları da yetimlere borçluyuz. Tereke defterlerinin
son kısmında düzenli olarak aktarılan bilgilerin başında, yetime müteveffa
baba veya annesinden intikal eden mal ve paranın nasıl idare edildiği
hakkında bilgiler gelir.
Yetimlerin hissesine isabet eden miras paylarını vasîleri vesâyet yoluyla
ahz ü kabz etmişlerdir. Ancak vasîlerin hukukî açıdan lüzumlu olan bu
beyanları geçici bir durumu ifade ediyordu. Nitekim kaydın devamında
vasîler sorumlu olduğu yetim malının nasıl işletildiğini ve nerede muhafaza
edildiğini açıklıyorlardı. Rehin veya kefilin, bazen her ikisinin de bulunduğu
şartlarla kimlere ne kadar borç verildiği kaydediliyordu. Bu işlemlerin
mahkeme huzurunda yapılıp şerʻî senedinin tanzim edildiğini metinlerde
geçen bâ-hüccet tabirinden anlıyoruz. Özellikle anne veya babanın vasî
olduğu kimi terekelerde yetime ait paranın önemli kısmı bunlar tarafından
kullanılabiliyordu. Fakat incelediğimiz tereke defterlerinde en sık
karşılaştığımız yöntem vasî tarafından bedestene emanet edilmesidir. Bir
kısmı şahıslara borç verilmiş kalanı ise bedestene teslim edilmiş kayıtların
sayısı da az değildir. Vasîlerin yetim parasını uygun şartlarda geciktirmeden
işletmesi gerektiği için eğer taliplisi varsa mirasın taksim edilmesiyle
beraber şahıslara borç veriliyordu. Çoğu zaman kısa sürede bu mümkün
olmadığından yetimin parası vasîlerin elinde bırakılmıyor, bedestende
saklanıyordu. Tereke defterlerinde şahıslara borç verildiği nakledildiğinde
uygulanacak faiz oranı hakkında bilgi nadiren veriliyordu.37 İdâne (borç)
hüccetlerinin kaydı ayrıca tutulduğundan tereke kâtiplerinin faiz oranını
incelediğimiz dönem tereke defterlerinde yazmaları gerekmemiştir.38
Yetim mal ve paralarının bedestene teslimi için sandık kullanılıyordu.
Ayrıntı gibi görünen bu durum, aslında uygulamanın önemli bir özelliğiydi.
37
Hacdan dönerken Şam’da vefat eden Kapan-ı Dakik tüccarından el-Hac Süleyman Ağa’nın
10 Mart 1787 tarihli tereke defterinin son kısmında bu bilgi şöyle kaydedilmişti: “…onu on
bir buçuk hesabı üzere bâ-devr-i şerʻî ilzâm-ı rıbh ve idâne olunduğu bu mahalle şerh
olundu” (KŞS, no.551, vr.51b).
38
Eytâm Nezâreti kurulduğunda paranın işletilmesi, rehin ve kefil işlemlerinde önemli
yetkilere kavuşmuş olmasına rağmen şerʻî hüccetlerin tanzimi Kassamlık’ta yapılmaya
devam etmiştir. Kısmet-i Askeriye Mahkemesi’nin İdâne Sicili başlıklı, borç verilen yetim
paralarının kayıtlarına mahsus sicildeki hüccetler borç kapatıldığında üstüne çizikler
atılarak terkin edilmiştir.
83
FATİH BOZKURT
Zaman zaman sandık yerine kese veya torba tabir edilen eşyalar da
kullanılmıştır; ancak bunların sayısı azdır. Çok sayıda tereke kaydı yetim
adına alınan envai çeşit sandıklar için yapılan mütevazi harcama kalemini
içeriyordu. Tahta, servi, ceviz, hatta köhne sandıklara ödenen para yetimin
hissesinden düşülüyordu. Günümüzün banka kasaları gibi kullanılan
sandıklara yetimin parası konduktan sonra ağzı mühürlenerek bedestene
emanet ediliyordu.39 Bedestende bu amaçla kullanılan mahzen, dolap gibi
mahallerde güvenli şekilde muhafaza edilen sandıklar borç işlemi yapılacağı
zaman mührü sökülerek açılıyor, daha sonra tekrar mühürlenip yerine
kaldırılıyordu. Muhtemelen bedestende kassamlığa ait veyahut yetimlerin
sandıkları için kullanılan özel mekanlar vardı.40 Yetimler dışında İstanbul
halkı ve esnafı da banka kasalarının bulunmadığı devirlerde paralarını ve
kıymetli eşyalarını ağzı mühürlü sandıklar içinde bedestende muhafaza
etmişlerdir.41 Bedestenlerde kullanılan sandıklar, Osmanlı ev içi yaşam
kültürünün önemli eşyasının farklı işlevleri olduğunu göstermektedir. Ev,
dükkan, han odaları ve bedestenlerde benzer veya farklı amaçlarla yaygın
şekilde kullanılan sandıklar, Osmanlı maddî kültürünün kıymetli eşyaları
arasında yer almıştır.
Belgelerde Bezzâzistân-ı Atik ve Sandal Bezzâzistânı (Yeni Bedesten)
ismiyle zikredilen İstanbul bedestenleri, özellikle bezzâzistân-ı atik,
başkentte ticarî hayatın kalbini oluşturuyorlardı. İçinde çeşitli çarşıları
barındıran bedestenlerin bir diğer önemli özelliği İstanbul finans sektörünün
merkezi olmalarıdır. Yetim mâlları nadiren sandal bezzâzistâna emanet
edilirken, terekenin satışında olduğu gibi yetim mâllarının muhafazası ve
işletilmesinde de asıl olarak bezzâzistân-ı atik kullanılmıştır. Bedestene
39
Miss Pardoe, Süleymaniye Camisi’nin kuzey tarafı boyunca uzanan açık galerinin yetim ve
diğer İstanbullulara ait sandıklarla dolu olduğunu bildirir. Vakıf idarecilerine teslim edilmiş
kıymetli emanetlere hiçbir suretle müdahale edilmediğini, hatta idarecilerin ihtiyaç halinde
dahi bu kaynağa müracaat etmediklerini belirtir (Julia Pardoe, Şehirlerin Ecesi İstanbul: Bir
Leydinin Gözüyle 19. Yüzyılda Osmanlı Yaşamı, Cev. Banu Büyükdal, Kitap Yayınevi,
İstanbul 2004, s. 227-228).
40
İstanbul Bedesteni hakkında derli toplu bilginin bulunduğu bedesten maddesinde Koçu,
başkaca malumat vermeden kassam mahkemesine ait dolabı farklı bir bağlamda zikreder:
“Bedestenin kassam mahkemesinine aid dolabın üstünde, içerisinde Allah, Muhammed, Yâ
Müstean yazılı mozayıkdan büyük bir levha vardı…” (Reşat Ekrem Koçu,“Bedestan”, İA,
cilt V, İstanbul 1961, s. 2354).
41
Koçu, a.g.m., s. 2347. Bedesteni bankalara, sandıkları da banka kasalarına benzeten Koçu,
sandıkların kullanılma tarzı hakkında da bilgi verir: “Bankalar (Banka kasaları) yok iken,
bütün İstanbul halkı (içlerinde kıymetli eşyaları mücevherleri parası bulunan) ağzı mühürlü
sandıklarını, (sonraları) kasalarını Bedestene koyar ve mukabilinde bir makbuz alır giderdi.
Sahibi geldiği zaman bir bölük başının nezâreti altında sandığın konulduğu mahzene gidilir,
bölükbaşı kenarda durarak emânet sâhibi sandığından alacağını alır, koyacağını koyar,
tekrar mühürleyip mührünü bölükbaşıya gösterirdi” (Koçu, a.g.m., s. 2354).
84
YETİMİ KOLLA MALINI KORU!
TEREKE DEFTERLERİ VE YETİM MALLARI (1785-1875)
sandık içinde bırakılan yetim paralarını talep edenler arasında sarrafların ilk
sırada geldiği, en azından en önemli grubu oluşturduğunu düşünebiliriz. 42
Nitekim 1805 tarihli belgede sarraflar hakkında aktarılan “…esnâf-ı
mezkûrenin öteden berü kullandıkları mebâliğ kendü mâlları olmayub
ekserisi bazı evkâf ve eytâm ve sair kesânın akçeleri olduğu…”43 bilgisi buna
delalet etmektedir. Önemli kısmı toplumun çeşitli kesimlerinden işletilmek
üzere toplanmış paralardan oluşan sermayelerini başarılı bir şekilde idare
etmeleri, hem piyasa dengelerinin hem de parasını emanet eden kesimlerin
korunması bakımından önemliydi. Her ne kadar meslekleri gereği ticarî zekâ
ve tecrübeleri sayesinde değişen şartlara göre finansal yatırımlarını
şekillendirebilme, ticarî bağlantıları kullanabilme gibi becerileri olsa da her
zaman işlerinin yolunda gittiğini düşünemeyiz.44 Osmanlı ekonomisinde
yaşanabilecek dalgalanmaların etkisi büyük oluyor, ilk olarak sarraflara
onlar üzerinden de hak sahiplerine ulaşıyordu. 19. yüzyılın başlarında
yaşanan malî kriz de bu özellikte olmalıdır. Müflis sarraflar ile borçlu ölen
sarrafların borçlarının tesviyesi için Darphane Emini ve Sarraf Kethüdası
görevlendirilmiş; yapılan inceleme sonucunda bu durumdaki sarrafların
piyasadan 180.549,5 kuruş alacağına karşılık, 452.061 kuruş borcu olduğu
ortaya çıkmıştır.45 Eytâm malının korunması hususunda hassasiyet ve titizlik
gösteren idareciler, yetimlere ait paraların, son dönemde, aralarında müflis
ve borçlu olanların sayısının arttığı sarraflara emanet edilmesinden ziyade
yetimler için esham alınmasını daha faydalı bir yöntem olarak aynı yıllarda
teşvik etmişlerdir.46
42
Sarrafların yetim mallarını (nakdini) yoğun şekilde kullandıklarını göstermesi bakımından
şu iki belge önemlidir: BOA, C.DRB, no.453 (17 N 1220/8 Aralık 1805) ve İŞS, no.106,
vr.4a-5a (22 S 1226/17 Mart 1811).
43
Sarrafların kethüdası tarafından 1805 yılında arz edilen ve sarrafların çeşitli sorunlarının ve
taleplerinin zikredildiği belge için bkz. BOA, C.DRB, no.453.
44
1787 yılında terekesi kayda geçirilmiş olan Haseki Ahmed Ağa’nın bıraktığı toplam miras
3.360 kuruştu. Çeşitli masraflar çıktıktan sonra geriye kalan 2.772 kuruşun ¼’ü eşine, ¾’ü
de beytülmale intikal edecekken, sarraf Yako beytülmâl adına terekeyi kabza memur
Bostancı Başı’nın vekili Eşber Ağa karşısında müteveffadan 19.000 kuruş alacağı olduğunu
senediyle ispat ettikten sonra, terekeye 2.772 kuruşa el koymuştur. Müteveffanın sair
terekesi ortaya çıktığında alacağının kalan kısmını da tahsil edeceğini kayda geçirtmiş olan
sarrafın, verdiği borcun önemli bir kısmını hiçbir zaman tahsil edememesi kuvvetle
muhtemeldir. 1780’li yıllar için hatırı sayılır büyüklükteki kredinin geri dönmemiş olması
sarraf için önemli bir kayıp olmalıdır (KŞS, no.556, vr.37ab).
45
Kassam katibi ve bir kısım alacaklıların da hazır olduğu halde yapılan tetkikat 21 B 1230
(28 Temmuz 1815) tarihinde tamamlanmıştır. 1811-1815 dönemi hesaplarını içeren belgede
müflis sarrafların kimler olduğunun bilgisi bulunmamakla beraber, sarraflara borçlu ve
onlardan alacaklı olanların isimleri ve tutarları kaydedilmiştir. Bu belge için bkz. BOA,
C.DRB, no.1960.
46
Masraf-ı Cenâb-ı Hilâfet Kâtibi İbrahim, vasî-i muhtarları olduğu müteveffa Cavid Mîr
Ahmed'in iki ve Silahdâr-ı Şehriyârî-i esbak müteveffâ Abdullah’ın yedi yetiminin
85
FATİH BOZKURT
Yetim mallarının korunması ve işletilmesiyle ilgili duyarlılığın neticesi
olarak vasîlerin hesapları da mahkemeler tarafından denetlenmiştir. Eylül
1859 tarihinde yayınlanan Şerʻî Mahkemeler ve mahkeme harçları ile ilgili
nizamnâmenin 57. Maddesi, emvâl-i eytâm muhasebesinin (en az) üç senede
bir görüleceğini hükme bağlamıştır.47 Bu tarihe kadar uygulama lüzum
görüldükçe hesapların teftiş edilmesi şeklinde yürümüş; nadir de olsa bir
yıldan kısa döneme ait muhasebe defterleri kaleme alındığı gibi 5-10 yıllık
dönemin hesaplarını içerenleri de olmuştur.
Mahkemeye ibraz edilen muhasebe kayıtları gelir ve gider olarak
adlandırabileceğemiz iki bölümden müteşekkildi. Vasîlik görevi
başladığında yetimin mevcut olan malı ve hesabın görüldüğü tarihe kadar
geçen süreçte işletilmesinden elde edilen kârın toplamı gelir kısmını
oluşturuyordu. Örnekleri az olmak kaydıyla, yetimin satılmayan
gayrimenkullerinden elde edilen kira gelirleri de muhasebe defterinin gelir
hanesine kaydediliyordu. Muhasebe defteri tereke defterinin tanziminden
sonra ilk görülen hesaba ait ise yetimin mevcut mâlını terekeden hissesine
isabet eden tutar ile varsa ebeveyninden intikal eden vakıf mülkün ferâğ
bedelinden meydana geliyordu. Bazen diğer varislerin ve şahısların
yetimlere hibe yaptığı oluyordu; hibe edilen meblağ da yetimin mevcuduna
dâhil ediliyordu. Vasînin mahkemeye sunduğu hesap listesi ikinci veya
sonraki vesâyet dönemine ait gelir ve giderlerin dökümü ise, yetimin mâlı
için hesabı görülen bir önceki muhasebe defterindeki bâkiye tutarı esas
alınıyordu. Yetimin mevcut mâl ve parasının vasî marifetiyle işletilmesinden
elde edilen hâsılat önemliydi. Kahir ekseriyeti şahıslara verilen borcun
karşılığında elde edilen, belgelerde nemâ tabir edilen, ortalama %10-15
oranındaki faiz gelirinden oluşuyordu. 48 Her bir şahsa verilen borcun
sarraflarda bulunan haklarını tahsil edip yetimler için eshâm kavâ’imi almak talebine binaen
çıkan fermanda kendisine izin verildiği gibi, son dönemde iflas eden sarrafların sayısının
artmasından dolayı yetim mallarının sarraflara emanet edilmeyip esham alınmasının tüm
yetimler için evlâ ve enfa‘ olacağı mütalaa edilerek, uygulanması isteniyordu. İstanbul
Kadısı’na hitaben yazılan eytâma sehim i‘tâsı derkenarlı fermân için bkz. İŞS, no.106,
vr.4a-5a (22 S 1226/17 Mart 1811). Bu fermânın Rumeli ve Anadolu Kazaskerleri ile
Galata, Üsküdar ve Eyüp kadılarına da ayrı ayrı yazıldığı aynı kayıtta belirtilmektedir.
47
13 S 1276 tarihli nizamnâme için bkz. Düstur, Tertip I, Cilt I, s. 301-314.
48
İncelediğimiz dönemde, yetim parasını işletirken uygulanacak devlet tarafından kesin
olarak belirlenmiş bir oranın varlığı saptanmamış olmakla beraber kârın gelire nispetinin
%10-15aralığında gerçekleştiği örnekler çoktur. 1851 yılında çıkarılan Eytâm
Nizamnâmesi’ne göre yetim mallarının (parasının) işletilmesinde cari olacak faiz oranı %15
olarak belirlenmiş; ancak bu mümkün olmadığı takdirde sarraflar kumpanyasına veya
muteber esnaf ve diğer yerlere %10 faiz oranıyla verilmesi yetimlerin menfaatine uygun
bulunmuştur (Düstur, Tertip I, cilt I, s. 271-272). Farklılıkları olmakla beraber benzer bir
yöntemle çalışan para vakıfları üzerine yapılan çalışmalarda da erken dönemden itibaren
yaklaşık olarak aynı oranların uygulandığı tespit edilmiştir. Para Vakıfları hakkında ayrıntılı
86
YETİMİ KOLLA MALINI KORU!
TEREKE DEFTERLERİ VE YETİM MALLARI (1785-1875)
miktarı, vadesi ve nemâsı ayrı ayrı yazılabildiği gibi bazı kayıtlarda
görüldüğü üzere “sagîr-i mezbûrenin mâlından vasî-i mezbûrun iʻmâliyle
müddet-i mezbûrede hâsıl olan nemâ 1.315 guruş” şeklinde teferruatına
girmeden icmâl halinde kaydedilebiliyordu. Yetimin vakıf ya da şahsî mülk
statüsünde gayrimenkulleri olması durumunda bunlar vasîleri tarafından
şahıslara kiralanarak gelir temin etme yoluna gidiliyordu. Yetim mâl ve
paralarının verimli şekilde işletilmesi, elde edilen hasılâtla yetimin
ihtiyaçları karşılanarak asl-ı mâlın mümkün mertebe muhafaza edilmesi
vasîlerin temel sorumluluğuydu. Vasîlerin ne kadar başarılı olduğu, 19.
yüzyılın ortalarından itibaren merkezî idarenin denetimini arttıran yeni
kurum ve nizamnâmelerin yetim mâlının korunması ve geliştirilmesinde
etkili olup olmadığı sorularına sağlıklı yanıtlar verebilmek için konunun
etraflıca incelenmesi gerekmektedir.
Muhasebe defterinin gider bölümünde ise yetim için bu süreçte vasî
tarafından yapılan çeşitli masraf ve harcamalar bulunuyordu. En önemli
gider kalemini yetimin barınma, beslenme, giyinme, bakım gibi zarurî
ihtiyaçlarının karşılanması için tahsis edilmiş nafaka ücretleri meydana
getiriyordu. Nafaka-yı mefrûze tabir edilen, genellikle aylık miktarı belirtilen
yetimin temel ihtiyaçlarına sarf edilen meblağ, toplam giderin takriben %80
ile %95’ine karşılık geliyordu. Nafaka kapsamında mütalaa edilmemiş olan
elbise masrafları (muhtemelen çoğu bayramlık veye özel günlere mahsus
kıyafetler olmalıdır), icareteynli vakıf mülklerin tasarruf hakkının devri için
yapılan masraflar, kiraya verilen vakıf mülklerin icare-yi müecceleleri,
yetimin temel ihtiyaçları dışında yapılmış eğitim, bakım vb. harcamalar da
gider kısmında yer alan ancak düzenli olmayan masraf kalemleridir. Son
olarak vasînin hesabının görülerek sicile kaydedilmesinden dolayı tahsil
edilen harc-ı muhasebe ve kaydiyye harçlarını zikretmemiz gerekir.
İncelediğimiz muhasebe kayıtlarında gelir toplamından giderler çıktıktan
sonra kalan tutar üzerinden yaklaşık olarak %1-1,5 oranında alınmıştır. 1859
tarihli şerʻî mahkeme harçlarını düzenleyen nizamnâmenin ilgili maddesinde
ise giderler düşüldükten sonra kalan meblağdan kesede 5 kuruş (%1) harc-ı
muhasebe tahsil edileceği bildirilmektedir.49
Vasîlerin mahkemeye takdim ettikleri muhasebe kayıtlarına göre en
önemli gider kalemi, miktarı mahkeme tarafından tayin edilen nafaka
ücretleridir. Nafaka için belirlenmiş sabit bir meblağ söz konusu değildir.
Kadı veya kassam tarafından nafaka ücreti tayin edilirken yetimin serveti,
ailesinin toplumsal konumu ve mensup olduğu sosyal çevrenin yaşam tarzı
bilgi için bkz. Tahsin Özcan, Osmanlı Para Vakıfları: Kanûnî Dönemi Üsküdar Örneği,
Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 2003.
49
Düstur, Tertip I, cilt I, s. 312.
87
FATİH BOZKURT
dikkate alınmış olmalıdır. 1811 yılına ait muhasebât sicilinde yetimler için
takdir edilen aylık nafaka ücretleri 5 kuruştan 200 kuruşa kadar değişen
miktarlarda olmuştur. Ailesinin, dolayısıyla yetimin askerî sınıfa mensup
olması, zenginliğiyle orantılı olarak nafaka miktarını arttırırken, bu ailelerin
de kendi içinde hiyerarşik bir yapı oluşturduğu görülmektedir. Muhtemelen
reaya statüsünde olan Şerife Zeyneb Hatun’un sağir oğlu için aylık 5 kuruş,
yağcı el-Hac Osman Ağa’nın sağire kızına ise 7 kuruş nafaka ücreti zarurî
ihtiyaçları için yeterli bulunmuştur.50 Her biri askerî zümreden olan Eşrâf-ı
Kuzâttan el-Hac İsmail Efendi’nin sağir oğluna 40 kuruş, Zaim es-Seyyid
Mehmed Ağa’nın yetim kızına 50 kuruş nafaka tayin edilirken, Çiçekçibaşı
es-Seyyid Abdülhalim Ağa’nın oğlunun aylık masrafı 100 kuruş olarak
hesaplanmıştır. Sabık Matbah-ı Âmire Emini Küçük İbrahim Efendi’nin
sağir oğlu için uygun bulunan aylık nafaka ücreti ise 200 kuruştu.51
Bireyler arasında farklılaşmanın çocukluk döneminde başladığını
vasîlerin muhasebe kayıtları ortaya koymaktadır. Sadece yüksek nafaka
miktarları değil nafaka dışında bazı özel harcamaların yapılmasına
mahkemece izin verilmesi de seçkin ailelerden gelen yetimlerin ayrıcalığıdır.
Annesi hayatta olsa dahi bakımı için cariye satın alınması bazı yetimler için
ihtiyaç olarak kabul edilmiştir.52 Süt anneliği, dadılık gibi hizmetleri yerine
getirmek üzere alınan cariyeler sıradan ailelerin yetimleri için söz konusu
olmaz iken, yönetici sınıftan varlıklı ailelerin çocukları için lüzumlu olan
ihtiyaçlar arasında yer almıştır. Babaları Dürrîzâde Mehmed Nurullah Molla
Efendi’nin vefatıyla yetim kalan dört evladına aşçılık hizmeti vermek üzere
alınan aşçı zenciye cariye kaydı, başkentin elit kesimini oluşturan ailelerin
temsil ettiği kibar kültürün farklı alanlarda uzantısının yetimler üzerinden
incelemenin mümkün olabileceğini göstermektedir.53
Sonuç: Günümüze ulaşmış Şeriyye Sicilleri’nde mevcut tereke
defterlerinin çoğu toplumun himayeye en çok muhtaç kesimine yani
yetimlere gösterilen hassasiyetin neticesinde kaleme alınmış sicil
belgeleridir. İslâm Miras Hukuku’nun Osmanlı dönemi tatbikatında emvâl-i
50
İki kayıt için bkz. KŞS, no.876, vr.4a, 69a.
Bu dört muhasebe defteri için (sırasıyla) bkz. KŞS, no.876, vr.9ab, 19b, 8b-9a, 45a.
52
Zaim es-Seyyid Mehmed Ağa’nın sağire kızına annesi vasî tayin edilmişti. Vasî annenin
mahkemenin izniyle gerçekleştirdiği masraflardan biri de kızına hizmet etmek üzere 750
kuruşa cariye satın alınmasıdır. Bkz. KŞS, no.876, vr.20a.
53
Rumeli Kazaskeri iken vefat eden Dürrîzâde Mehmed Nurullah Molla Efendi’nin dört
yetiminin vasîsi amcaları tarafından mahkemeye sunulan muhasebe defterine göre yetimlere
matbah hidmetleri için 72.000 akçeye aşçı zenciye cariye satın alınmıştır. 18 ve 19.
yüzyılların önde gelen meşhur ulema ailelerinden olan Dürrîzâdeler gibi askerî zümrenin
nüfuzlu ve varklıklı ailelerin yetimleriyle ilgili muhasebe kayıtları Osmanlı elitlerin yaşam
tarzı ve seçkin kültürünü yansıtacak özelliktedir. Bu muhasebe kaydı için bkz. KŞS, no.451,
vr.71b-72a.
51
88
YETİMİ KOLLA MALINI KORU!
TEREKE DEFTERLERİ VE YETİM MALLARI (1785-1875)
eytâmın korunması idarecilerin en önemli sorumluluklarından kabul edilmiş;
yetimlerin mirasçı olduğu terekeler mahkeme tarafından tahrir ve taksim
edilerek, mâllarının mümkün mertebe eksiksiz tespit ve tescil edilmesine
özen gösterilmiştir. Mirastan sonra reşit oluncaya kadar yetimleri korumaya
yönelik Osmanlı uygulamaları devam etmiştir. Bu ikinci aşamada tescil
edilen yetim mâlının muhafazası, işletilmesi ve elde edilen kârla
ihtiyaçlarının karşılanması hedeflenmiştir. Mâllarının idaresi ve
ihtiyaçlarının karşılanmasında vasîlerin rolleri önemli olmakla beraber,
mahkemelerin etkin kontrolüne dayalı bir mekanizma geliştirilmiştir.
Terekenin taksimiyle kayıt altına alınan yetim mâlı şahıslara borç verilmek
suretiyle değerlendirilmiş; elde edilen faiz geliri yetimin zarurî ihtiyaçlarına
sarf edilmiştir. Vasî tarafından gerçekleştirilen her bir işlemin sicile
kaydedilmesi, ayrıca hesaplarının mahkemece görülmesi yetim mâlını
korumaya yönelik tedbirler olmuştur. Böylece mâl-ı eytam kayıt ve denetim
altında muhafaza edilerek kişi reşit olduğu zaman kendisine teslim
edilebilmiştir.
KAYNAKÇA
Arşiv Kaynakları
İstanbul Müftülüğü Şeriye Sicilleri Arşivi
Eyüp/Havâss-ı Refia Mahkemesi Şeriye Sicilleri (EŞS)
Galata Mahkemesi Şeriye Sicilleri (GŞS)
İstanbul Kadılığı Mahkemesi Şeriye Sicilleri (İŞS)
Kısmet-i Askeriye Mahkemesi Şeriye Sicilleri (Askerî Kassamlık) (KŞS)
Mülga Beledî Mahkemesi Şeriye Sicilleri (Beledî Kassamlık) (MŞS)
Üsküdar Mahkemesi Şeriye Sicilleri (ÜŞS)
Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA).
Cevdet Belediye (C.BLD).
Cevdet Darbhane (C.DRB).
Cevdet Maarif (C.MF).
Kaynak ve İnceleme Eserler
Anastassiadou, Meropi, Selanik 1830-1912 (Tanzimat Çağında Bir Osmanlı Şehri),
Çev. Işık Ergüden, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 2001.
Bardakoğlu, Ali, “Buluğ”, DİA, cilt VI (1993), s. 413-414.
Barkan, Ömer Lütfi, “Edirne Askeri Kassamı’na Ait Tereke Defterleri (1545-1659),
Belgeler, Cilt III, sayı 5-6 (1966), s. 1-479.
Bozkurt, Fatih, Tereke Defterleri ve Osmanlı Maddi Kültüründe Değişim (17851875 İstanbul Örneği), Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,
Basılmamış Doktora Tezi, Sakarya 2011.
89
FATİH BOZKURT
Coşar, Asiye Mevhibe, “Türk Söz Varlığında Öksüz ve Yetim Kavramları”,
Editörler: Emine Gürsoy Naskali ve Aylin Koç, Savaş Çocukları: Öksüzler ve
Yetimler, İstanbul 2003, s. 295-308.
Çanlı, Mehmet, “Eytam İdaresi-Sandıkları ve Osmanlı Devletinde Yetimlerin
Ekonomik Haklarının Korunması”, Editörler: Emine Gürsoy Naskali ve Aylin
Koç, Savaş Çocukları: Öksüzler ve Yetimler, İstanbul 2003, s. 59-86.
Dönmez, İbrahim Kafi, “Yetim”, İA, cilt XIII (1986), s. 401-403.
Establet, Colette ve Jean-Paul Pascual, Famillies et Fortunes a Damas: 450 Foyers
Damascains en 1700, Institut Francais de Damas, Damas 1994.
Kırbaç, Safiye, “Osmanlı Belgelerine Gore Birinci Dunya Savaşı
YıllarındaAlmanya’ya Gonderilen Daruleytam Oğrencileri”, Editorler: Emine
Gürsoy Naskali ve Aylin Koç, Savaş Cocukları: Öksüzler ve Yetimler, İstanbul
2003, s. 87-104.
Koç, Aylin, “Öksüz ve Yetim Çocuklar İcin Kurulmuş Bir Eğitim Kurumu:
Darüşşafaka”, Editorler: Emine Gürsoy Naskali ve Aylin Koç, Savaş Çocukları:
Öksüzler ve Yetimler, İstanbul 2003, s. 183-193.
Koçu, Reşat Ekrem, “Bedestan”, İA, cilt V (1961), s.2345-2362.
Köse, Saffet, “Rüşd” DİA, cilt 35 İstanbul 2000, s. 298-300.
Marcus, Abraham, The Middle East on The Eve of Modernity: Aleppo in The
Eighteenth Century, Columbia University Press, New York 1989.
Özcan, Tahsin, “Osmanlı Toplumunda Yetimlerin Himayesi ve Eytâm Sandıkları”,
İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakultesi Dergisi, Sayı 14 (2006), s. 103-121.
Özcan, Tahsin, Osmanlı Para Vakıfları: Kanûnî Dönemi Üsküdar Örneği, Türk
Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 2003.
Özdeğer, Hüseyin, 1463-1640 Yılları Bursa Şehri Tereke Defterleri, İstanbul
Üniversitesi İktisat Fakultesi Yayınları, İstanbul 1988.
Öztürk, Said, “Osmanlı İlmiye Teşkilatında Kassamlık Müessesesi”, İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakultesi Tarih Enstitüsü Dergisi, Sayı 15: M. Munir
Aktepe’ye Armağan (1997), s. 393-429.
___________, Askeri Kassama Ait Onyedinci Asır İstanbul Tereke Defterleri
(Sosyo-Ekonomik Tahlil), Osmanlı Araştırmaları Vakfı, İstanbul 1995.
Panzac, Daniel, Osmanlı İmparatorluğu’nda Veba (1700-1850), Çev. Serap Yılmaz,
Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 1997.
Pardoe, Julia, Şehirlerin Ecesi İstanbul: Bir Leydinin Gözüyle 19. Yuzyılda Osmanlı
Yaşamı, Çev. Banu Buyukdal, Kitap Yayınevi, İstanbul 2004.
Sofuoğlu, Ebubekir, “Osmanlı Devletinde Yetimler İcin Alınan Bazı Sosyal
Tedbirler”, Editorler: Emine Gürsoy Naskali ve Aylin Koç, Savaş Çocukları:
Öksüzler ve Yetimler, İstanbul 2003, s. 49-58.
Yurdakul, İlhami, Osmanlı İlmiye Merkez Teşkilatında Reform (1826-1876), İletişim
Yayınları, İstanbul 2008.
90
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 3, Ocak-2012, s. 91-108
NİŞANCI FERÎDÛN AHMED PAŞA’NIN VAKFİYESİ VE
VAKIFLARI
H. Ahmet ARSLANTÜRK
ÖZET: Bu makale, 16. yüzyıl Osmanlı tarihinin en tanınmış bürokratlarından Nişancı
Feridun Ahmed Paşa’nın (öl: 1583) vakıflarını konu edinmektedir. Feridun Ahmed Paşa’nın
vakıfları ile ilgili bilgi veren yegâne birincil kaynak, onun tespit edebildiğimiz tek vakfiyesidir.
Makalede, bu vakfiyedeki detaylardan hareketle Feridun Ahmed Paşa’nın vakfettiği mal ve
mülklerin türleri, Osmanlı coğrafyasındaki dağılımları ve sayılarının birer dökümü verilmiştir.
Vakfın nasıl yönetileceği ve yöneticilerinin kim olacağı, vakfın personeli ve bu personelin hangi
hizmetleri göreceği, hizmetler karşılığında ne kadar ücret alacakları gibi hususlar makalede
ayrıca zikredilen diğer önemli başlıkları teşkil etmektedir. Bu araştırma, 16. yüzyıl Osmanlı
yönetici elitinin bir üyesinin elindeki malî imkanları ne şekilde tasarruf ettiğini ve bu imkanları
ne tür faaliyetlerle kamuya mal ettiğini kısaca değerlendirmeyi amaçlamaktadır.
Anahtar Kelimeler: Nişancı Feridun Ahmed Paşa, Osmanlı Vakıfları, Vakfiye.
THE E NDOWMENT DEED AND PIOUS FOUNDATIONS OF NISANCI FERIDUN AHMED PASHA
ABSTRACT: This article deals with the pious foundations of Nişancı Feridun Ahmed Pasha
(d. 1583), one of the most renowned bureaucrats of 16th-century Ottoman history. The only
primary source which provides information on Feridun Ahmed Pasha’s pious foundations is a
unique endowment deed (vakfiye) that we could identify as his. Based on the details of this
deed, the types and quantities of the properties and goods bequeathed by Feridun Ahmed
Pasha to his pious foundations, and their locations throughout the Ottoman lands are likewise
listed in the following pages. In addition, the staff of his foundation, their duties and salaries are
among the important topics mentioned in this article. Overall, this brief study aims to examine
the questions of how a member of the 16th-century Ottoman ruling elite used the financial
opportunities at his disposal and through which activities he made them public.
Key Words: Nişancı Feridun Ahmed Pasha, Ottoman Pious Foundations, Endowment Deed
(Vakfiye).
Giriş: 16. yüzyılın önemli Osmanlı devlet adamlarından Nişancı Feridun
Ahmed (Bey) Paşa’nın doğum yeri ve tarihi tam olarak bilinmemektedir.
Vakfiyesinde babasının adı Abdülkadir olarak geçmektedir. “Ahmed eş-şehîr
bi-Ferîdûn et-tevkiî” künyesini kullanmaktadır. Defterdar Çivizâde Abdî
Çelebi’nin kapısında ve himayesinde yetişen Feridun Bey, hamisinin
tavassutuyla o vakit Rumeli Beylerbeyi olan Sokollu Mehmed Paşa’nın
hizmetine girmiştir (1553). 1554’te Kanuni Sultan Süleyman’ın Nahcıvan
Seferi’ne iştirak etmiştir. 1565’te Divan-ı Hümayun katipliğine ve aynı
zamanda yeni veziriazam olan Mehmed Paşa’nın sırkatipliği görevine
getirilmiştir. Sigetvar Seferi’ndeki mühim hizmetlerinden dolayı Sultan
Süleyman tarafından dergâh-ı âlî müteferrikalığı ve zeamet tevcihiyle terfi
ettirilmiştir. Kanuni’nin vefatı ve Sultan İkinci Selim’in tahta çıkışı sırasında

Yrd. Doç. Dr., İstanbul Medeniyet Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü Öğretim
Üyesi.
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 3, Ocak-2012, s. 91-108
H. AHMET ARSLANTÜRK
asayiş ve güvenliğin sağlanması konusunda Sokollu Mehmed Paşa’ya büyük
yardımlarda bulunmuştur. Haziran 1570’te reisülküttablık, bundan üç buçuk
yıl sonra nişancılık görevine getirilmiştir.
Sultan Selim’in vefatının akabinde yeni sultan III. Murad tahta çıkmak
için Manisa’dan İstanbul’a gelirken Feridun Bey’in gemisi ile yolculuk
etmesi onun için önemli bir gelişme olmuştur. Ancak Sokollu Mehmed
Paşa’nın devlet idaresindeki etkinliğini kırmak isteyen yeni sultan ve ekibi
üzerinde bu yardımın pek etkisi olmamıştır. Öyle ki cülustan kısa bir süre
sonra ‘Münşeatü’s-Selatin’ adlı meşhur eserini sunan Feridun Ahmey Bey,
Sultan Murad’dan umduğu iltifatı göremediği kaynaklarda zikredilir. Bu
gelişmeden kısa bir süre sonra da Nişancılık görevinden de alınmıştır.
Bundan sonraki yıllarda Semendire ve Köstendil Sancak Beyliklerine atanan
Feridun Bey, Nişancılık makamına tekrar getirilmiştir. Nisan 1582’de
Rüstem Paşa ile Mihrimah Sultan’ın kızları ve vefat eden Semiz Ahmed
Paşa’nın dul eşi Ayşe Sultan ile evlendirilmiştir. Ancak bundan sonra çok
uzun yaşamayan Feridun Bey 16 Mart 1583’te vefat etmiştir. İstanbul Eyüp
Sultan’da kendi vakfı olan türbesine defnedilmiştir.1 Feridun Ahmed Bey’in
türbesi Mimar Sinan’ın inşa ettiği yapılardandır.2
Feridun Ahmed Bey, gösterişe oldukça önem veren zengin bir devlet
yöneticisi idi. Gerlach, onun nişancılıktan azl edilmesi sonrasında yazdıkları
ile hem siyasi hem de ekonomik durumu hakkında önemli bilgiler
vermektedir:
“[…] Nişancıbaşı, Konstantinopolis, Edirne ve Bursa kentlerinden
sürüldü, yani imparatorluğun bu en önemli kentlerine ayak basması ebediyen
yasaklandı. Nişancıbaşı gece yarısı şehri terk edip Ponte Grande’deki (Büyük
Çekmece) malikânesine çekildi. Hükümdar bir kapıcı aracılığı ile kendisine
bir yazı gönderip kararı bildirdi. Onu bu mevkiye getiren Mehmed Paşa
olduğu ve servetinin 200.000 dukayı aştığı tahmin ediliyor. Geçenlerde
yukarıda da belirttiğim gibi, Mehmed Paşa tarafından göreve atanan
reisülküttapta azledilmişti. Şimdi nişancıbaşının görevi sırasındaki tutumu
hakkında araştırma, yani teftiş yapılacağı tahmin ediliyor. Eğer kusurlu
1
Feridun Bey’in hayatı ve eserleri hakkında bakınız: Abdülkadir Özcan, “Feridun Ahmed
Bey”, Diyanet İslam Ansiklopedisi (DİA), Cilt: 12, s.396-397; aynı yazar, “Feridun Ahmed
Bey: Hayatı, Eserleri ve Miftâh-ı Cennet’i”, Prof.Dr. Ramazan Şeşen Armağanı, İSAR
Yayınları, İstanbul 2005, s. 51-66; J. H. Mordtmann, “Ferîdûn Beg”, The Encyclopaedia of
Islam, Vol: 2, s. 881-882.
2
Gülru Necipoğlu, The Age of Sinan: Architectural Culture in the Otoman Empire, Reaktion
Books, London 2005, s. 577.
92
NİŞANCI FERÎDÛN AHMED PAŞA’NIN VAKFİYESİ VE VAKIFLARI
olduğu saptanırsa, padişah ona bir çavuş aracılığıyla bir yazı (ferman)
gönderir. Çavuş ona ‘yıkan ve dua et’ der, sonra da onu kirişle boğar […].”3
Gerlach’ın verdiği sınırlı bilgi bile Feridun Ahmed Bey’in önemli bir
ekonomik potansiyele sahip olduğunu göstermektedir.4 Feridun Ahmed Bey
bu ekonomik gücü ile orantılı olarak bazı mülkler satın alıp ve binalar inşa
ettirerek yatırımlar yapmıştır. Bu mülkler nihayetinde kendisi tarafından
vakfedilerek Feridun Ahmed Bey vakıflarını teşkil etmiş ve bu vakıflar
vakfiyesi ile tescil edilmiştir. Vakıfları ile ilgili bilgi ve detayları
vakfiyesinden edinmek mümkündür. Bu kapsamda Feridun Ahmed Bey’in
vakfiyesi ve vakıfları incelenmeye çalışılacaktır.
Feridun Ahmed Bey Vakfiyesi: Feridun Ahmed Bey’in bir tane
vakfiyesi tespit edilebilmiştir. Bu vakfiye Rumeli Kazaskeri Ahmed bin
Mustafâ tarafında tescil edilerek onaylanmıştır. Vakfiyenin tarihi Evâil
Rebîülevvel 967 (1-10 Aralık 1559) olarak kaydedilmiştir.5 Vakfiye son
derece süslü bir nesir olarak kaleme alınmıştır. Vakfiye metni, kullanılan
beytler, kıtalar ve mesneviler vasıtasıyla ara ara nazımlarla süslenmiştir.
Vakfiyenin birbirinin eşi iki nüshası bulunmaktadır:
3
Stephan Gerlach, Türkiye Günlüğü 1573-1576 - 1.Cilt, Çeviri: Türkis Noyan, Kitap
Yayınevi, İstanbul 2007, s. 311-312.
4
Gerlach’tan daha erken bir tarihte Feridun Ahmed Bey, Sigetvar Seferi’nden sonra 1567-68
yılları arasında kaleme aldığı Nüzhetü Esrâri’l-Ahbâr Der-sefer-i Sigetvar (Topkapı Sarayı
Müzesi Kütüphanesi, Hazine 1339) adlı önemli eserinde oldukça genc yaşlarda sahip
olmaya başladığı ekonomik ve mali gücün bazı kesimlerce gündeme getirildiğini bizzat
zikretmektedir. Adı geçen eser 240a’dan aynen aktararak: “Mürüvvetlü paşa hazretlerinün
sâye-i ‘inâyet ve kenef-i ‘atıfetlerinde mutasarrıf olduğımuz dirliğimüze ve sâir mâmelekimüze reşk ü hased eylemeğle garaz-âmîz ve hased-engîz kelimât-ı nikât-âyât bast
eyleyüb, meclisde hâzır olan kimesnelere eyitmiş ki, Behey yârân! Bu ne hâletdür ki,
sakalımuz ağardı ve ‘ömrimüz âhire irdi, bu kadar zemândan berü ne doyınca nüzül ve
ni‘mete vâsıl olduk ve ne huzûrla başımuz koyacak bir bâlîn-i râhat bulduk. Hidmetkârlık
makāmında olan kimesne ki, henüz şâh-sâr-ı cüvânîde iken semere-i ni‘am ile müsmirr ve
haddinden ziyâde dirliği mukarrer emlâk ü esbâbı vâfir ve müstevfâ ve her ciheti ma‘mûr ve
müheyyâ zâhir oldı”.
5
Vakfiyenin tarihi sadece Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi’ndeki nüshada görülmektedir.
İlgili nüshada tarih “Tahrîren fî evâil-i şehr-i Rebî‘ülevvel li-seneti seb‘a ve sittîn ve tis‘amie ve elf” şeklinde yıl olarak hicrî 1967 olarak yazılmıştır. Ancak, “elf” kelimesinin bir
müstensih hatası olarak vakfiye metnine yanlışlıkla girdiği aşikar olduğu için hicrî 967 yılı
vakfiye tarihi olarak görünmektedir. Millet Kütüphanesi nüshasında ise vakfiyenin tarihi hiç
belirtilmemiştir. Vakfiye kapsamında olan vakıf mülklerin oldukça fazla olması vakfiyenin
daha geç tarihli olabileceğini akla getiriyorsa da bahsi geçen bu tarihin hatalı yazılıp
yazılmadığı başka kaynak ve karinelerle tespit edilemediği için kayda geçmiş bu tarih
nazar-ı itibara alınmak durumunda kalınmıştır. Burada ayrıca zikredilmelidir ki, eğer ki
vakfiyenin tarihi bir hata olmaksızın gerçekten bu kadar erken ise Feridun Ahmed Bey’in
vakfiyesi, onun kariyerinin çok başında fevkalade zenginleştiğini gösterecek bulguları
içermektedir diye kanaat belirtilebilir.
93
H. AHMET ARSLANTÜRK
Birinci nüsha; Ankara’da (VGMA) Vakıflar Genel Müdürlüğü
Arşivi’nde 570 numaralı defterin 124. sırada 198-206 sayfalar arasında yer
almaktadır.
İkinci nüsha; İstanbul Millet Kütüphanesi, Ali Emirî Tarih, no: 933/2’de
5b-18a varakları arasında bulunmaktadır.6 Bu nüshada tarih ve şahitler kısmı
bulunmamaktadır.
Vakfiye, Feridun Bey’in vakıfları hakkında detaylı bilgi edinmemizi
sağlamaktadır. Vakfiyedeki kayda göre tarihi itibarıyla vakıf, Feridun Bey’in
reisülküttab ve nişancı olmadığı bir döneme rastlamaktadır. Feridun Bey bu
tarihlerde Sokollu Mehmed Paşa’nın hizmetinde yaklaşık 5-6 yılı doldurmuş
olan orta düzey bir bürokrat idi. Bu bağlamda bir vezir hizmetinde olan bir
müntesip bürokrat için oldukça geniş ve zengin bir vakfın ortaya çıktığını
ifade etmek yerinde olacaktır. Vakfiyede Feridun Bey’in Halil adında bir
oğlu olduğu bilgisi de bulunmaktadır. Vakfiyenin şahitleri, en önemlisi bir
müderris ve kâtib olmak üzere asker ve hâfız gibi hiyerarşik açıdan çok üst
düzey olmayan 14 devlet görevlisinden oluşmaktadır.
Vakfiyenin içeriğinde, vakfedilen hayrat ve akarât, vakfın nasıl ve kimler
tarafından idare edileceği, vakıfta çalışacak görevliler ve bunların alacakları
ücretler gibi hususlar ayrıntılı bir şekilde açıklanmaktadır. Bu kapsamda
vakfiye Feridun Bey’in oldukça zengin olan vakıfları hakkında bir çalışma
yapmayı gerektirecek kadar değerli ve verdiği detaylı bilgiler açısından da
yeterli bir kaynaktır. Öte yandan vakıfları ile ilgili ayrıntılı bilgiler içeren
başka bir ana kaynakta tarafımızdan tespit edilememiştir. Fakat vakfiyedeki
bilgileri daha da detaylandırmak ve anlaşılır kılmak için bazı bilgiler de
çalışma dışında tutulmamıştır.
Feridun Ahmed Bey Vakıfları: Yukarıda da bahsedildiği üzere Feridun
Bey Vakıfları ile ilgili bu çalışmanın ana kaynağını onun 1559 tarihli
vakfiyesi oluşturmaktadır. Bu sebeple vakıflarıyla ilgili aşağıda sunulan
detaylı bilgileri vakfiyeden edindiğimizi öncelikle ifade etmeliyiz. Vakıfla
ilgili bilgiler derlenmiş şekilde başlıklar halinde sunulmaya çalışılacaktır.
Vakfın Hayratı (Hayır Kurumları ve İşleri). Feridun Bey Osmanlı
coğrafyasının çeşitli yerlerinde hayrat vakfetmiştir, Bunlar aşağıda sırayla
verilmiştir: Silistre’de Karîn-âbâd kazasında Sölenş mezrasında 1 mektep ve
bu mektebin karşısında 1 medrese7 vakfedilmiştir.
6
7
Abdülkadir Özcan, yukarıda zikredilen çalışmalarında Millet Kütüphanesi nüshasından
bahsetmektedir.
Bu mektep ve medresenin masrafları ve görevlileri hakkında vakfiyede bilgiye
rastlanılmamıştır.
94
NİŞANCI FERÎDÛN AHMED PAŞA’NIN VAKFİYESİ VE VAKIFLARI
Medine-i Münevvere’deki Mescid-i Nebevî’de 40 adet İhlashân her sabah
namazından sonra üçer defa İhlas Suresi’ni ve 40 adet Salavathân ise yine
üçer adet Salavat-ı şerife okuyarak bunlardan hasıl olan sevabı öncelikle
Peygamber (Hz. Muhammed) ve yakınlarına ve bütün Müslümanlarla
vakfedenin ruhlarına bağışlamaları vakfın şartları arasında yer almaktadır.
Vakfın sahibi Feridun Bey’in İstanbul Eyüp’teki türbesine8 bir bekçi ve
bir kandilci tayin edilerek türbede beş kandil yakılması ve sanduka
üzerindeki sof örtünün her on yılda bir değiştirilerek eskisinin bekçiye teslim
edilmesi şart koşulmuştur.
İstanbul Zincirlikuyu’da 1 talimhane (şübban mektebi), 1 sıbyan mektebi
ve bu iki mektep arasında 1 mescit ve mescidin sebili9 ve ayrıca kütüphane. 10
Bahsi geçen talimhane Feridun Ahmed Bey’in bir vakıf hayratı olmakla
birlikte, bir anlamda onun meslekî bir girişimini teşkil etmekteydi. Çünkü
Osmanlı kitabet bürokrasisinde görev ifa edecek kâtibler, defter ve hesap
bilen uzmanlar yetiştirme amacı güdülen bu kurumda bu amaca yönelik bir
eğitim verilmekteydi.11 Bu kapsamda burada görev alan iki kitabet
uzmanından (kâtib) birisi talebelere dîvânî ve siyakat yazıları ile hesap ve
usul-i defteri; diğeri ise sülüs, nesih ve rık‘a yazılarını öğretecekti. Bu
hususla ilgili denilebilir ki; vakfın sahibi olan nişancılık görevine kadar
yükselip Osmanlı bürokrasinin çeşitli kademelerinde bulunan Feridun
Ahmed Bey, kendi mesleğini sürdürebilecek yeni bürokrat namzetlerinin
yetişmesine profesyonel anlamda katkı sağlamıştır.
Son olarak, İstanbul Mecmau’l-bahreyn’de12 1 zaviye; 2 tabhanesi,
matbahı, kiları, kenifi gibi diğer müştemilatı ile vakfedilmiştir.
Vakfın Akaratı (Gelir Kaynakları): Vakfın yukarıda teker teker
belirtilen hayratının masrafları için gelir sağlayacak mülk ve yatırımlara
ihtiyaç var idi. Masraflardan oluşan giderlerin karşılanması için aşağıda
sırayla verilen akarlar vakfa bağışlanmıştır:
8
Türbe hakkında daha detaylı bilgi için; Yıldız Demiriz, “Feridun Ahmed Paşa Türbesi”,
Dünden Bügüne İstanbul Ansiklopedisi, cilt: 3, s. 293. Ayrıca bahçe hakkında geç tarihli
arşiv evrakları için bakınız: (Başbakanlık Osmanlı Arşivi) BOA, EV. d 19888; (Topkapı
Sarayı Müzesi Arşivi) TSMA, d. 3949, d. 4313.
9
Bu sebilin hergün doldurulması ve asla boş bırakılmaması vakfın şartları arasındadır. Bu
sebeple bu işi ifa edecek bir saka da vakfın hizmetlileri arasında görünmektedir.
10
Vakfedilen kitapların müfredatları hakkında vakfiyede bilgi yer almamaktadır.
11
Silistre’deki medreseninda benzer amaçlarla kurulduğu vakfiyede ifade edilmektedir.
12
‘Mecmau’l-bahreyn’ denilen mevkiin İstanbul İstinye yakınlarında olduğu vakfiyedeki
ifadelerden anlaşılmaktadır: “Mahrûse-i Kostantiniyye civârında Mecmau’l-bahreynde
Haslar Kazâsı muzâfâtından İstinye nâm karye kurbında ferah-fezâ dimekle ma‘rûf bir cây-ı
rûh-efzâ[yı] […] şirâ‘-i şer‘i ile iştirâ itdikleri bağ-ı pür-safânın bir zâviye-i dil-güşâsında
bir zâviye […] binâ itdiler”.
95
H. AHMET ARSLANTÜRK
İstanbul’da İstinye ve Rumeli Hisarı arasında Baltaoğlu adlı limanı
(şimdiki Baltalimanı) ve karlık.
İstanbul Zincirlikuyu’da 1 bozahane.
İstanbul Kumkapı’da deniz kenarındaki arsa üzerine yaptırdığı odalar.13
İstanbul Unkapanı’nda ‘İshak Beşe Bostanı’ denilen yerde 40 bab oda.
İstanbul Galata’da satın aldığı han mahalli üzerinde yaptırdığı 1
değirmen, hark, dam ve dair müştemilat.
İstanbul Mecmau’l-bahreyn’de 1 bahçe14 ve bahçe yakınlarında 2
peksimet fırını, 1 liman, 1 karlık, 2 balıkçı sandalı ve 2 balık ağı.
İstanbul Sarıyer’de 1 peksimet fırını.
Dimetoka’da 1 büyük çifte hamam, 1 küçük han ve 20 bab dükkan.15
Mora’da Navarin kazasında 2 göz değirmen.
Niğbolu’da iki dam altında 12 göz değirmen.
Rumeli’de Ergiri (Argyrocastron) kazasında 300 dip zeytin ağacı.
Edirne’de 1 bostan, 16 21 oda.
Gelibolu’da 28 bab dükkan, mahzenler, muhtelif araziler.
Lapseki’de 3 göz değirmen, 3 kıta bağ, 1 su bıçkısı.
Bursa’da Akhisar kazasında Orhan Gazi İmarethanesi yakınlarında dam
altında 2 göz değirmen ve yanında etrafı kerpiç duvarla çevrilmiş 1 bahçe.
Yalakâbâd’da (şimdiki Yalova) Koca Deresi’nde 4 göz değirmen; ayrıca
1 su bıçkısı ile bu su bıçkısına tabi evler, ahır ve sair bazı mülkler.
Ankara’da Atpazarı’nda Saraçhane yakınlarında 1 Han.
13
Kumkapı’daki vakıf mülkleri Küçük Ayasofya vakfı ve bazı diğer vakıflarla komşu idi.
Kumkapı’daki bu arsa üzerine daha sonraları binalar inşa edildiği anlaşılmaktadır. Bak:
Mehmet Canatar, İstanbul Vakıfları Tahrir Defteri: 1009 (1600) tarihli, Fetih Cemiyeti,
İstanbul 2004, s. 300-301.
14
Adı geçen bahçe günümüzde Emirgan adıyla anılan korunun olduğu yerde bulunmaktaydı.
Bahçe ile ilgili bazı geç tarihli arşiv kayıtları mevcuttur: BOA, MAD.d 18529; Cevdet Saray
116/5818; İbnülemin Saray Mesalihi 13/1283. Bu bahçenin olduğu yerler XVII. Yüzyıl
ortalarındadan itibaren Emirgan adıyla da anılmaya başlamıştır. Bunun sebebi Sultan IV.
Murad’ın İran Seferi sırasında Revan’ı ele geçirmesi ile kendisine itaat eden Emirgûne oğlu
Tahmasb Kulı Han’ın Feridun Paşa Bahçesi’nin olduğu yere yerleştirilmesinden
kaynaklanmıştır. Tahmasb Kulı Han, Sultan İbrahim devrinde gerçekleşen idamına kadar
yaklaşık 5-6 yıl boyunca burada yaşamıştır. Böylece bahçe Emirgûn/Emirgan adıyla
anılmaya başlanmıştır. Bahçe/ler hakkında daha detaylı bilgi için: G. İncicyan, XVII. Asırda
İstanbul, terc: Hrand D. Andreasyan, İstabul 1976, s. 117-118; Eremya Çelebi Kömürcüyan,
XVII. Asırda İstanbul, İstanbul, 1952, s.46-47, 276; Robert Dankoff vd., Evliya Çelebi
Seyahatnamesi – 1. Kitap, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2006, s. 237, 239.
15
Feridun Ahmed Bey’in Dimetoka’daki vakıfları hakkında kısa bilgi için bakınız: Ekrem
Hakkı Ayverdi, Avrupada Osmanlı Mimari Eserleri: Bulgaristan, Yunanistan, Arnavutluk,
İstanbul Fetih Derneği, İstanbul 1982, s. 194, 322.
16
‘Taş Bostanı’ diye anılan bu bostanı, Sultan İkinci Bayezid vakfından senede 80 akçe
mukataa bedelleri ödenmek koşuluyla alınmıştır.
96
NİŞANCI FERÎDÛN AHMED PAŞA’NIN VAKFİYESİ VE VAKIFLARI
Bolu Eflani kazasında dört duvar içerisinde 350 dükkan ve ortalarında 1
cami ve bunların etrafında 2,5 dönümlük pazar yeri.17 Eflani’deki Pazar yeri
ve etrafındaki müştemilat için 200.000 akçe sarf edildiği vakfiyede ifade
edilmektedir.
Eskişehir Sancağı, Beypazarı kazasında Yeniceköy’de Sakarya nehri
üzerinde 1 çeltik tarlası,18
Sultanönü sancağında 1 köy vakfedilmiştir. Bu mülk ve yatırımlardan
gelecek tutarlar ile vakfa gelir sağlanmaktaydı.
Feridun Ahmed Bey Vakfının Akar Getiren Mülkleri
İstanbul/Baltalimanı
1 karlık, 1 liman
İstanbul/Zincirlikuyu
1 bozahane
İstanbul/Kumkapı
Arsa üzerinde odalar
İstanbul/Unkapanı
40 oda
İstanbul/Galata
1 değirmen, hark, dam ve diğer müştemilat
İstanbul/Mecmau’l-bahreyn
1 bahçe, 1 liman, 1 karlık, , 2 sandal, 2 balık ağı 2
peksimet fırını
İstanbul/Sarıyer
1 peksimet fırını
Dimetoka
1 çifte hamam, 1 han, 20 dükkan
Mora/Navarin
2 değirmen
Niğbolu
12 değirmen
Ergiri
300 dip zeytin ağacı
Edirne
1 bostan, 21 oda
Gelibolu
28 dükkan, mahzenler, araziler
Lapseki
3 değirmen, 3 bağ, su bıçkısı
Bursa/Akhisar
2 değirmen, 1 bahçe
Yalova
4 değirmen, su bıçkısı, evler, ahır vs.
Ankara
1 han
Bolu/Eflani
350 dükkan, 1 pazar yeri
Eskişehir/Beypazarı
1 çeltik tarlası
Sultanönü
1 köy
Vakfın İcar (Kira) ve Muamele-i Şeriyye Gelirleri
İcar (kira) Gelirleri: Vakfın Mecmau’l-bahreyn’de olan limanının ve
balıkçı sandal ve ağlarının kiraya verilerek vakfa gelir sağlanması
istenmiştir. Bu sandalların eskidikçe satılarak yenisinin yaptırılması için
17
Eflani’deki bu vakıf mülklerine müdahale edilmesi ile ilgili İstanbul’dan gönderilen 18.
yüzyıla ait iki belge için; BOA, Ali Emiri, Sultan I. Mahmud 4/295, Cevdet Evkaf
322/16363. Ayrıca VGMA defter: 830, s. 223. Hüccet, Pazar ve diğer müştemilatın
işletilmesi ile ilgilidir.
18
Vakfiyede sahibinden yıllık 500 akçe mukataa ile alındığı ve 170.000 akçe sarf edilerek
vakfa dahil edildiği bilgisi yer almaktadır.
97
H. AHMET ARSLANTÜRK
ihtiyaç duyulan paraların vakfın gelirlerinden karşılanması da bu konudaki
vakfiyede bahsi geçen diğer bir şarttır.
Para Vakfı veya Muamele-i Şeriyye Gelirleri: Vakfiyedeki hüküm
gereğince 12.000 altın vakfedilmiştir. Bu altının muamele-i şeriyye yoluyla
%10 (ona on bir) fark ile işletilip nemalandırılması şart koşulmuş idi19.
Ancak bu paranın sağlam rehin ve kefalet karşılığında borç olarak verilmesi
ve borç olarak verilen meblağların geri dönmeme riskinin bertaraf edilmesi
için tedbirlerin alınması da şart koşulmuştur. Bu paranın muameleye
verilmesi ile edinilecek gelirler Mecmau’l-bahreyn’deki zaviye ve
Zincirlikuyu’daki mekteplerin tamirlerine sarf edilecektir. Ancak bu yapılar
herhangi bir tamir ihtiyacı görmez ise, elde edilen gelirlerin biriktirilmesi
şartı vakfiyede yer almaktadır. Birikecek paralarla da vakfa ilhak edilecek
yeni mülkler alınması istenmiştir. Öte yandan alınan bu yeni mülklerin, nakit
paranın getireceği gelirden daha fazla veyahut en kötü ihtimalle buna denk
bir gelir getirmesinin de göz önünde bulundurulması husus ayrıca
vurgulanmıştır.
Vakfın Gelirlerinin Nasıl ve Nerelere Sarfedileceği
Personel Ücretleri: Vakıfta farklı işleri yapan çok sayıda görevli
bulunmaktaydı. Bunlar verdikleri hizmet karşılığında vakfın gelirlerinden
ödenecek ücretler almaktaydılar. Bu görevliler ve ücretleri aşağıda
görünmektedir:
Medine’de Mescid-i Nebevî’deki 40 kişilik birinci grup İhlâshân ve
Salavathâna yıllık 5.000 akçe.20
Medine’de Mescid-i Nebevî’deki 40 kişilik ikinci grup İhlâshân ve
Salavathâna21 günlük 1’er akçe.
Zincirlikuyu’daki mektepte her gün alesseher birer ihlâs-ı şerif ve birer
fatiha ve üç salavat-ı şerife okumaları meşrut dört talebeye günlük 1’er
akçe.22
Eyüp’teki türbe bekçisine günlük 3 akçe, ve sirâcîye (kandilci) günlük 1
akçe.23
19
Feridun Ahmed Bey’in vakfettiği bu paralar üzerinde yapılan nemalandırma işlemi Osmanlı
toplumu için oldukça yaygın bir kredi hizmeti anlamına geliyordu. Bu dönem için genel
olarak muamele-i şeriyye oranı %10-15 aralığında idi. Bakınız: Tahsin Özcan, Osmanlı
Para Vakıfları: Kanuni Dönemi Üsküdar Örneği, Türk Tarih Kurumu, Ankara 2003, s. 5960.
20
Dimetoka’daki çifte hamam, 20 bab dükkan ve bir hanın gelirleri bu 40 görevlinin ücretleri
için ayrılmıştır.
21
Bolu Eflani kazasındaki Pazar yerinin gelirleri bu görevlilerin ücretleri için ayrılmıştır.
22
Edirne’deki bostanın gelirleri bu giderlere sarf edilecekti.
98
NİŞANCI FERÎDÛN AHMED PAŞA’NIN VAKFİYESİ VE VAKIFLARI
Zincirlikuyu’daki Sıbyan mektebi muallimine24 günlük 15 akçe.
Ders zamanlarına rastlayan namaz vakitlerinde iki mektep arasındaki
mescidin imamlığını da ücretsiz yapmakla da ayrıca mükellef olan talimhane
muallimine günlük 20 akçe.
Talimhane talebelerine yazı ve hesap hocalığı yapmakla görevlendirilmiş
olan iki kâtibin her birine günlük 8 akçe.
Vakfedilmiş kitapların bulunduğu talimhanedeki kütüphanenin hâfız-ı
kütübüne (kütüphane sorumlusu) günlük 6 akçe. 25
Ders zamanlarına rastlayan vakitlerde mescidin müezzinlik görevini
yapmakla sorumlu olan ve aynı zamanda her iki mektebin temizlik ve
güvenliğinden sorumlu olan kayyıma günlük 4 akçe. Ayrıca aynı görevli
mekteplerde buhur yakmak görevinden de sorumlu idi ve bunun için ayrıca
günlük 3 akçe ücret alacaktı.
Mekteplerin avlusundaki sebili her gün dolduran görevliye (saka/sebilci)
günlük 3 akçe.
Mecmau’l-bahreyn’deki zaviyenin şeyh ve vekilharcı olan kimseye
günlük 4 akçe.
Zaviyenin aşçısına günlük 4 akçe, aşçı çırağına günlük 2 akçe. 26
Zaviyenin imamına günlük 3 akçe.
Zaviyenin müezzinine günlük 2 akçe.
Zaviyenin üç ferrâşının her birine günlük 3’er akçe.
Vakfın İstanbul’daki merkez kâtibine günlük 10 akçe. 27
Vakfın gelir toplayan iki cabisinden değirmen gelirlerini toplayana
günlük 5 akçe, diğerine günlük 3 akçe ücret verilmesi vakfiyede geçen
şartlar arasındadır.
Mukataa ödemeleri ve tamir-termim masrafları: Vakfın gelirlerinden
yapılması gereken mukataa ödemelerinin gerçekleştirilmesi vakfın
şartlarından bir tanesidir. Mukataalar ödendikten sonra kalan bakiyeden ilk
23
Bu ücretler ve türbenin giderleri Galata’da han yeri üzerinde yapılan 20 bab odanın
gelirlerinden karşılanacaktı.
24
Bu görevli ayrıca talimhanedeki kalfalık görevini de elinden gelirse yapmakla sorumlu idi.
25
Kütüphane sorumlusu talebelerin istediği kitapları verip almak suretiyle onların
yararlanmasını sağlamakla mükellefti. Öte yandan kitapları korumak ve zayi olmamasını
sağlamakta görevleri arasındaydı.
26
Mutfak işlerinden sorumlu olan bu iki görevlinin zaviyeye gelen misafirlere ikram edilmek
üzere her gün sabahleyin pirinç çorbası ve ikindi vakti ise buğday çorbası pişirip servis
etmeleri gerekmekteydi.
27
Kâtibin hesap işleri ve kitabette muktedir bir kimse olması istenmiştir. Çünkü hesapların ve
yazışmaların doğru ve düzenli olması gerekmekteydi.
99
H. AHMET ARSLANTÜRK
olarak mektep ve zaviyenin tamirlerinin yapılması gerekmekteydi. Bu
tamirlerden 500 akçeye kadar olanları kadının izni ile mütevelli tarafından
yapılabilmekteydi. Ancak 500 akçe üzerindeki tamirler için öncelikle keşif
yaptırılıp masrafın tahminen ortaya çıkması ve bunun neticesinde arz
sunularak padişah izninin alınması ön görülmüştür.
Vakfında hayrat ve akarlarından harap olanlarının mutlaka tamir ve
termim edilmesi şart koşulmuştur. Bahsi geçen bu mülklerin hayrat veya
akar olması fark etmeksizin satılması ve mukataa ile kiraya verilmesi
vakfiyedeki açık şartlar çerçevesinde kesin olarak engellenmiştir.
Malzeme ve erzak giderleri: Zincirlikuyu’daki mekteplerin kış
mevsiminde ısıtılabilmesi için günlük 5 akçelik odun alınması ve ayrıca
buralardaki talebelerin her yıl Kurban bayramında donatılması şart
koşulmuştur. Bu kabilden yetim ve fakir çocukların bayramlıklarına günlük
5 akçe hesabı ile toplamda yıllık 1800 akçe sarf edilmesi uygun görülmüştür.
Mekteplerin yanındaki mescitte yakılan buhurlar için günlük 3 akçe
ayrılacaktır. Zaviyenin tabhanesi ve mescidin mum, hasır ve kandillerine
günlük 3 akçe ayrılmıştır. Ayrıca tabhanede misafirlere sunulmak üzere
günde 20 akçelik ekmek, 10 vukiyye et, bir keyl pirinç, bir keyl buğday ve 2
akçelik karabiber ve 1 akçelik sirke ve günlük 3 altın yoğurt, kabak, ıspanak,
havuç ve ayrıca baharat olarak kimyon, nane, tuz alınması ve matbahın
kapları ve bunların kalaycısı için yetecek kadar paranın verilmesi şart
koşulmuştur.
Vakıf gelirlerinden pay alanlar: Vakfın gelir fazlalarının vakfın
mütevellisi ve Feridun Bey soyundan gelen kimseler tarafından tasarruf
edilmesi vakfiyede şart olarak yer almaktadır. Bu mütevelli, ayrıca ücret
olarak da günlük 30 akçe alacaktır.
Vâkıfın yani Feridun Ahmed Bey’in oğlu Halil’in evlatlarına ve onların
evlatlarına Yalova’daki değirmenlerle diğer müştemilattan gelen gelirlerden
günlük 5’er akçe verilmesi şart koşulmuştur. Eğer oğlu Halil’in soyundan hiç
kimse kalmaz ise bahsi geçen gelirlerin Zincirlikuyu’daki sıbyan mektebine
aktarılması istenmiştir.
Vâkıfın azat edilmiş kölelerine ve bu azatlıların cariyelerine ve bu iki
grubunda azat ettiği kimselere de günlük 5’er akçe verilmesi şart
koşulmuştu. Bu kölelerin ve cariyelerin silsile halinde gelecek nesillerine de
bu tutarlar verilmesi ayrıca belirtilmiştir.
Vakfın bütün mülkleri ve yatırımlarından elde elde edilen gelirlerin onda
birinin (%10) vâkıfın evladı ve onların evlatları ve soylarına intikal
ettirilmesi de ayrıca şart koşulmuştur. Bu soydan gelen sadece bir kişi kalsa
100
NİŞANCI FERÎDÛN AHMED PAŞA’NIN VAKFİYESİ VE VAKIFLARI
dahi bahsedilen yüzdelik tutar o kimseye intikal edecektir. Bununla birlikte
Feridun Bey soyundan herhangi bir kimse kalmaz ise bahsi geçen bu tutarın,
her ne kadar olursa olsun paranın yetişeceği miktar çerçevesinde Müslüman
gazilere birer don, gömlek ve postal alınarak sarf edilmesi istenmiştir.
Vakfın Yönetimi (Nazırlık ve Mütevellik)
Mütevelli: Tevliyet; tebdil, tağyir, taklil, teksir, istibdal, usul-i istiğlal,
azl ve tayin gibi hususlar salahiyetlerinde mutlak surette olmak koşuluyla
vakıf sahibinin yani Feridun Ahmed Bey’in evladına, onun evlatlarına ve
silsile halinde onun evlatlarına meşrut kılınmıştır.
Mütevellinin vakfı ve vakfın gelirlerini diledikleri gibi idare etmeleri ve
gelirlerden ortaya çıkan fazlaları istedikleri gibi tasarruf etmeleri vakfiyede
şart koşulmuştur. Öte yandan gelirlerle ilgili bu hükmün mütevellice
uygulanmasına hiç kimsenin karışmaması da şartlar arasında yer almaktadır.
Mütevelliliği yürütecek Feridun Ahmed Bey’in soyundan gelen herhangi
bir kimse kalmadıysa, onun azat ettiği kölelerden veya bunların evlatları ve
azatlı kölelerinin evlatlarına görev verilecektir.
Mütevellinin vakfın şartlarına muhalif davranması ve yolsuzluk yapması
açık bir şekilde tespit edilirse, söz konusu mütevellinin görevden alınması
şart koşulmuştur. Vakıf nâzırı, kadı ve vakıfta hizmet eden diğer görevlilerin
görüşlerine mutabık şekilde yeni bir mütevelli atanabilecektir. Bu yeni
görevli günlük 5 akçe ücret tayin edilecektir.
Nâzırlık görevi ise yine vâkıfın soyundan gelenler tarafından yapılacaktı.
Sonuç: Feridun Ahmed Bey, sahip olduğu birçok mülk ve yatırımı
vakfetmiştir. Bu vakıf sayesinde başta kendi soyundan gelen kimseler olmak
üzere birçok kimsenin maddî yararlar sağlaması vakfın şartları arasındadır.
Feridun Ahmed Bey vakıfları sahip olduğu mülkler ve bu mülklerin
bulundukları yerler açısından oldukça zengin ve kapsamlı bir evkaftır. Öte
yandan Feridun Bey’in kitabet uzmanı kâtibler vb. yetiştirilmesi için
kuruduğu İstanbul Zincirlikuyu’daki talimhane onun meslekî duyarlılığının
vakıflarına nasıl yansıdığını gösterecek önemli bir örnek teşkil etmektedir.
KAYNAKÇA
Arşiv ve Belge Kayıtları
Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi
Defter: 570, 830.
Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi
Defter: 3949, 4313.
101
H. AHMET ARSLANTÜRK
Başbakanlık Osmanlı Arşivi
Ali Emiri, Sultan I. Mahmud 4/295.
Cevdet Evkaf 322/16363.
Cevdet Saray 116/5818.
EV.d (Evkaf Defterleri) 19888.
İbnülemin Saray Mesalihi 13/1283
MAD.d (Maliyeden Müdevver Defterler) 18529.
İstanbul Millet Yazma Eser Kütüphanesi
Ali Emirî Yazmaları, Tarih 933/2, v.5b-18a.
Diğer Eserler
Ayverdi, Ekrem Hakkı, Avrupada Osmanlı Mimari Eserleri: Bulgaristan,
Yunanistan, Arnavutluk, İstanbul Fetih Derneği, İstanbul 1982.
Canatar, Mehmet, İstanbul Vakıfları Tahrir Defteri: 1009 (1600) tarihli, Fetih
Cemiyeti, İstanbul 2004.
Dankoff, Robert vd., Evliya Çelebi Seyahatnamesi–1. Kitap, Yapı Kredi Yayınları,
İstanbul 2006.
Demiriz, Yıldız. “Feridun Ahmed Paşa Türbesi”, Dünden Bügüne İstanbul
Ansiklopedisi, cilt 3, s. 293.
Eremya Çelebi Kömürcüyan, XVII. Asırda İstanbul, İstanbul 1952.
Ferîdûn Ahmed, Nüzhetü Esrâri’l-Ahbâr Der-sefer-i Sigetvar, Topkapı Sarayı
Müzesi Kütüphanesi, Hazine 1339.
Gerlach, Stephan, Türkiye Günlüğü 1573-1576 - 1.Cilt, terc. Türkis Noyan, Kitap
Yayınevi, İstanbul 2007.
İncicyan, G., XVII. Asırda İstanbul, terc: Hrand D. Andreasyan, İstabul 1976.
Mordtmann, J.H., “Ferîdûn Beg”, The Encyclopaedia of Islam, Vol: 2, s. 881-882.
Necipoğlu, Gülru, The Age of Sinan: Architectural Culture in the Otoman Empire,
Reaktion Books, London 2005.
Özcan, Abdülkadir, “Feridun Ahmed Bey: Hayatı, Eserleri ve Miftâh-ı Cennet’i”,
Prof.Dr. Ramazan Şeşen Armağanı, İSAR Yayınları, İstanbul 2005 s.51-66.
________________, “Feridun Ahmed Bey”, DİA, cilt: 12, s. 396-397.
Özcan, Tahsin, Osmanlı Para Vakıfları: Kanuni Dönemi Üsküdar Örneği, Türk
Tarih Kurumu, Ankara 2003.
102
NİŞANCI FERÎDÛN AHMED PAŞA’NIN VAKFİYESİ VE VAKIFLARI
103
H. AHMET ARSLANTÜRK
104
NİŞANCI FERÎDÛN AHMED PAŞA’NIN VAKFİYESİ VE VAKIFLARI
105
H. AHMET ARSLANTÜRK
Feridun Ahmed Paşa Vakfiyesi Görüntüleri
(Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi Defter: 570/124, sayfa: 198-206)
106
NİŞANCI FERÎDÛN AHMED PAŞA’NIN VAKFİYESİ VE VAKIFLARI
Millet Kütüphanesi, Ali Emirî Tarih 933/2, 5b.
107
H. AHMET ARSLANTÜRK
Eyüp’te Feridun Ahmed Paşa Türbesi
108
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 3, Ocak-2012, s. 109-121
MEMLÛK DEVLETİ VE KUZEY ANADOLU
Kürşat SOLAK
ÖZET: 1250–1517 yılları arasında Mısır ve Suriye’de hüküm sürmüş olan Memlûk Türk
Devleti’nin kuzey sınırı, en yoğun hadiselerin yaşandığı sınırıdır. Özellikle Anadolu’nun
güneyinde bulunan Dulkadiroğulları, Ramazanoğulları ve Karamanoğulları gibi Türkmen
Beylikleri ile iyi ya da kötü yönde seyir gösteren münasebetler içinde olmuştur. Bununla
beraber Anadolu’nun kuzeyi ile aynı oranda irtibat yaşanmamıştır. Bunun en önemli sebebi
aradaki mesafedir. Güney Anadolu Beyliklerinin Memlûklerle sınır olmaları hasebiyle bir
mecburiyetin sonucu olarak hâsıl olan sıkı ilişkileri Kuzey Anadolu Beylikleri için söz konusu
değildir. Buna rağmen Memlûk Devleti ile Candaroğulları Beyliği arasında mektuplaşma,
hediyeleşme ve bazı hadiseler vuku bulmuştur.
Anahtar Kelimeler: Memlûkler, Kuzey Anadolu, Candaroğulları, İsfendiyar, Beylikler.
MAMLUK STATE AND THE NORTH ANATOLIA
ABSTRACT: The North border of the Mamluk Turkish State which reined between 12501517, was the most active border because of the occurrences happened in this region. Especially
they had relations for better or worse with The Turkmen principalities such as Dulqadirids,
Ramazanids and Karamanids situated at the south part of Anatolia. Nevertheless it couldn’t
have been communicated at the same ration with the north. The most important reason of it
was the distance between them. The steady relations that the Mamluks developed with the
South Anatolian Principalities is not point at use for the North Anatolian Principalities.
Nonetheless, some of the correspondences and giving away ceremonies happened between
Candar Principality and The Mamluks.
Key Words: The Mamluks, North Anatolia, Candars, İsfendiyar, Principalities.
Giriş: 1250 ve 1517 yılları arasında Mısır ve Suriye’de hüküm sürmüş
olan Memlûk Devleti Suriye’nin ve kuzey sınırının güvenliği için
Anadolu’yu ileri karakolu olarak görmüş ve Anadolu’da sağlam durmaya her
zaman önem vermiştir. Nitekim Memlûk Sultanı Baybars’tan (1260–1277)
itibaren yıkılışa kadar Memlûk Sultanları mesailerinin mühim bir kısmını
Anadolu’ya sarf etmişlerdir. Bu durum esasen Eyyûbîler dönemindeki
Mısır–Suriye tarihini bilen Memlûk Sultanları için tarihten çıkarılması
zorunlu bir dersti. Zira Mısır’daki Eyyûbî merkezi Suriye’den ve
Anadolu’dan çok sıkıntı çekmişti. Hakikaten Mısır’da kurulan bir devletin
mevcudiyetini sağlıkla devam ettirebilmesi, Mısır–Suriye bütünlüğünü
kurabilmesine ve bu bütünlüğün kuzeyinde yer alan Anadolu’da sağlam
durabilmesine bağlı idi. Nitekim Anadolu’dan Suriye’ye sarkan Selçuklular
Eyyûbî Devleti için sorun teşkil ederken Mısır merkez olmak üzere hüküm
süren Fâtimilerin sonu da Suriye’den gelen Selahaddin Eyyûbî ve Şirkuh

Dr., Ege Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, [email protected]
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 3, Ocak-2012, s. 109-121
KÜRŞAT SOLAK
eliyle olmuştur.1 Muhakkak buna müdrik olan Memlûk Sultanlarının,
devletlerinin kuzey sınırındaki söz konusu hassasiyetini de bu minval üzere
değerlendirmek gerekir. Mamafih Memlûk tarihi, Suriye ve Anadolu
Seferleri ile doludur.2 Bunun sonucu olarak Memlûkler Anadolu’nun
güneyinde ve güney doğusunda kuvvetle olmak üzere Orta Anadolu’ya ve
Alâiye’ye kadar3 nüfûz kurmuşlardır.
Memlûk Devleti’nin Mısır ve Suriye’de tarih sahnesine çıktığı 13.
yüzyılın ikinci yarısında Anadolu’da Türkiye Selçuklu Devleti çökmekte ve
işgalci Moğollar güçten düşmekteydiler. Selçuklu merkezî idaresinin
Moğollar karşısında istiklal hareketlerine girişen Anadolu Türkmenlerini
işgalciler karşısında kullanamaması Türkmenleri devlete küstürmüştü.
Ancak bu durum Türkmenleri yıldırmamış, Aksaray, Ankara, Çankırı, Tokat,
Kastamonu yörelerinde isyanlar birbirini takip etmiş4 ve bu gelişmeler
Türkmen Beyliklerinin ortaya çıkarmıştır. Bununla beraber Suriye sahasında
meskûn Türkmenler ise siyasî bir oluşuma giderek beylik haline gelemediler.
Bunun sebebi o sahada hüküm süren güçlü Memlûk nüfûzu idi. Bu gücün
çok hissedilmediği Güney Anadolu’da ise İlhanlının güçten düşmesi ve
buralardan çekilmekte olması ile Ermenilerin Türkmenlere karşı
direnememesi, sözü edilen beylik oluşumuna zemin hazırlamıştır.5 Anadolu
Türklüğü’nün Moğollara karşı verdiği mücadele sırasında bu mücadelenin
önde gelenlerinden biri olan Niğde Emiri Hatiroğlu Şerefeddin, Hatiroğlu
Ziyaeddin ile Toruntay’ın oğlu Sinaneddin’i Memlûk Sultanı Baybars’a
gönderdi ve Moğollar’a karşı onu Anadolu’ya davet etti.6 Bu davet üzerine
1
Nicola A. Ziadeh, Urban Life in Syria Under the Early Mamluks, Beyrut, 1953, s. 3; Hasan
İbrahim Hasan, “Fâtimiler”, çev. Heyet, DGBİT, c.V, İstanbul 1988, s. 242-245; Seyyid elBâz el-Arînî, eş-Şarku’l-Ednâ fi’l-Asru’l-Vustâ: el-Eyyûbiyyun, Beyrut 1967, s. 28-33;
Altan Çetin, Memlûk Devleti’nin Kuzey Sınırı, Ankara 2009, s.1, 3.
2
Değişik tarihli Anadolu Seferleri için bkz., Baypars Tarihi, çev. M. Şerefüddin Yaltkaya,
Ankara 2000, s. 89; Aziz b. Erdeşir-i Esterâbadî, Bezm u Rezm, çev. Mürsel Öztürk, Ankara
1990, s. 325-336; Takiyüddin Ahmed b. Ali el-Makrîzî, Kitâb es-Sulûk li-Ma‘rifet Duvel elMulûk, c. IV/I, 4 cilt, yay. Muhammed Mustafa Ziyade - Said Abdulfettah Aşûr, Kahire,
1938–1956, 1971–1972, s. 398; Ali b. Davud b. El-Hatîb el-Cevherî es-Sayrafî, Nuzhet enNüfûs ve’l-Ebdân fî Tevârîh ez-Zaman, c.II, 4 cilt, yay. Hasan Habeşî, Kahire, 1970–1973,
1994, s. 437; Türkler ve Askerlik, ed. Süleyman Kızıltoprak, İstanbul 2009, s. 55-70.
3
Ahmed b. Ali el-Kalkaşandî, Subh el-A’şâ fî Sınâat el-İnşâ, c.V, 14 cilt, yay. Muhammed
Abdurrasul İbrahim, Kahire 1913–1920, s. 347.
4
Mehmet Ersan, Türkiye Selçuklu Devletinin Dağılışı, Ankara 2010, s. 102-104.
5
Cüneyt Kanat, “Memlûkler’in Baybars Zamanında (1260–1277) Suriye-Çukurova Siyaseti
ve Bu Siyasetin Çukurova’nın Türkleşmesindeki Rolü”, III. Uluslar Arası Çukurova Halk
Kültürü Bilgi Şöleni (Sempozyumu) Bildiriler, Adana 1999, s. 431.
6
Kerimüddin Mahmud-i Aksarayî, Müsâmeretü’l-Ahbâr ve Müsâyeretü’l-Ahyâr, çev. Mürsel
Öztürk, Ankara, 2000, s. 78; Nejat Kaymaz, Pervâne Muînü’d-Dîn Süleyman, Ankara 1970,
s. 151.
110
MEMLÛK DEVLETİ VE KUZEY A NADOLU
Sultan Baybars’ın emriyle Memlûk Emiri Bedreddin Bektut Elbistan’a geldi.
Buradan Anadolu Beylerine ittifak mektupları gönderdi. 7 Haberi alan
Selçuklu Beyleri cevap olarak sultanın huzuruna varmaya hazır olduklarını
belirttiler.8 Nitekim bu beylerden biri olan Candaroğlu Seyfeddin ve onun
oğlu Bedreddin Kuş Bedreddin Bektut’un yanına vardılar.9 Ayrıca
Makrîzî’nin, Sahibu Rum olarak kaydettiği Emir Candar Şerefeddin Hüseyin
b. Ebu Bekr b. İsmail b. Candar er-Rûmî 1276–1277 yılında babasıyla
Mısır’a gelecektir.10 Bunun yanı sıra Anadolu’nun kuzeyinde de
güneyindekine benzer oluşumlar yaşanmaktaydı. Nitekim 1291 yılında
Sinop’ta Selçuklu ümerasından Şemseddin Yaman Candar tarafından
Candaroğulları Beyliğinin temeli atıldı. Bu beylik onun oğlu Süleyman
zamanında Pervaneoğullarının elinden Sinop’u ele geçirdi, 1322. Bu
durumda, Devâdârî ve Makrîzî’de geçen söz konusu kayıtlar Candaroğulları
ile ilgili en erken kayıtlardır. Bununla beraber onların Mısır’a geliş sebepleri
ile beyliğin kurucusu kabul edilen mezkûr şahısla olan alakaları sarih
değildir.
Sahibu Rum Emir Candar’ın Mısır’a geldiğini yukarıda belirtmiştik.
Bununla beraber Memlûklerin Kuzey Anadolu ile olan ilk irtibatı bu
değildir. Türkiye Selçuklu Devleti’nde Pervanelik görevinde bulunan
Muiniddin Süleyman Moğollarla olan iyi münasebetlerinin sonucu olarak
devlette konumunu güçlendirmiş ve daha sonra Sinop’un iktasını11 Selçuklu
Sultanını umursamadan ve ona sormadan almıştır, 1266.12 Pervane bu
olaydan sonra Moğollara karşı Memlûk Sultanı Baybars ile mektuplaşmış ve
onu Anadolu’ya davet etmiştir. Sultan Baybars’ın 1277 yılında Anadolu’ya
gelerek Kayseri’de Moğol ordusunu hezimete uğratması üzerine bunu duyan
Moğol Hanı Abaka aynı yıl Pervane’yi katlettirmiştir.13 Bunun üzerine
Sinop’ta bulunan Muiniddin Süleyman’ın oğlu Muiniddin Mehmed
7
Aksarayî, Müsâmeretü’l-Ahbâr, s. 79-80; Kaymaz, Pervâne Muînü’d-Dîn Süleyman, s. 152.
Baypars Tarihi, s. 72, 75-76; Makrîzî, Sulûk, c. I/2, s. 621, 625–626; İbn ed-Devâdârî, Kenz
ed-Durer ve Câmiu’l-Gurer, c.VIII, yay. Selâhaddin el-Muneccid-Ulrıch Hartman, Kahire
1971, s. 189.
9
Devâdârî, Kenz ed-Durer, c. VIII, s. 190.
10
Makrîzî, Sulûk, c. II/2, s. 313; Cemaâleddin Ebu’l-Mehâsin Yusuf İbn Tagriberdi, EnNucûm ez- Zâhire fî Mulûk Mısr ve’l-Kâhire, c. IX, 16 cilt, c. I-XII, yay. Dâru’l-Kütübi’lMısrıyye; c.XIII, yay. Fehim Muhammed Şaltûd; c.XIV, yay. Cemal Muharrız-Fehim
Muhammed Şaltûd; c.XV, yay. İbrahim Ali Tarhan; c.XVI, Cemaleddin eş-Şayyal, Kahire
1929-1956, 1970, 1972, 1972, s. 276.
11
Kalkaşandî, Subh el-A’şâ, c.V, s. 349.
12
Aksarayî, Müsâmeretü’l-Ahbâr, s. 63; Kaymaz, Pervâne Muînü’d-Dîn Süleyman, s. 111,
114.
13
Makrîzî, Sulûk, c. I/2, s. 633; Baypars Tarihi, s. 91-92.
8
111
KÜRŞAT SOLAK
Pervaneoğulları Beyliği’ni (1277–1322) kurmuştur.14 Söz konusu beyliğin
kuruluşunda temeli atan kişinin Pervane Muiniddin Süleyman olması ve
Memlûk Sultanı Baybars’la olan muhaberesini her iki siyasî teşekkül
arasında cereyan eden bir münasebet olarak değerlendirmek uygun olacaktır.
Kuzey Anadolu’da varlık gösteren beyliklerden biri de Kuzey-Batı uc
Anadolu’da etkin bir beylik olan ve yaklaşık bir asır süren Çobanoğulları
Beyliği (1211–1322)’dir. Bu beylik önce İlhanlılara bağlı kalmış daha sonra
onlara karşı çıkan Selçuklu Sultanı Rükneddin IV. Kılıç Arslan’ı
desteklemiştir.15 Bununla beraber Çobanoğulları Beyliğinin Memlûklerle bir
irtibatı bilinmemektedir. Aynı şekilde Kuzey Anadolu’da Niksar ve
çevresinde varlık gösteren Tâceddinoğullarının (Canikli Beyleri 1347–1428)
da Memlûklerle münasebeti tespit edilememektedir
Memlûk Devleti’nin Anadolu hassasiyetine ve nüfûzuna sahip olduğunu
daha önce ifade etmiştik. Bununla beraber Memlûklerin Anadolu’nun
kuzeyinde aynı etkiye sahip olduğunu söyleyemeyiz. Bu durum Memlûk
Devleti’nin Batı Anadolu Beylikleri ile olan münasebetleri için de geçerlidir.
Bunun en önemli sebebi ise Kuzey Anadolu ile Batı Anadolu’nun
Memlûklere olan coğrafî uzaklığıdır. Siyasî teşekküller arasındaki mesafenin
münasebetler üzerindeki tesirleri kaynak eserlerden takip edilebilir. Nitekim
seyyah İbn Battuta İlhanlılarla Karamanoğulları arasındaki münasebetlerde,
Karamanoğlu Bedreddin İbrahim Beyin İlhanlı saldırılarına maruz
kalmasına, topraklarının onlara yakın olması durumunu sebep olarak
göstermektedir.16 Bu olgu şüphesiz Memlûk Devleti’nin Kuzey Anadolu ile
olan nâdir ilişkileri için geçerli bir sebeptir. Aynı şekilde Mısırlı müellifler
Ömerî ve Kalkaşandî Anadolu Beyliklerini sayarken en büyüğünün
Germiyan Beyliği olduğunu ve diğer bazılarının bu beyliğe bağlı olduğunu
yazarlar. Bununla beraber Memlûk Sultanları için beylikler arasında en
itibarlı olanının Karamanoğulları olduğunu belirtirler. Bunun sebebi olarak,
Karaman topraklarının Memlûk topraklarına yakın olduğunu ve devletin
sürekli savaş halinde bulunduğu Kilikya Ermenileri ile Karaman Beylerinin
de savaştığını söylerler. Ermeni meselesinden dolayı Memlûk Devleti ile
Karaman Beyliğinin birbirlerine muhtaç olmaları dolayısıyla aralarındaki
mektuplaşmanın hiç eksik olmadığını, diğer beyliklerle ise haberleşmenin
yok denecek kadar az olduğunu ifade ederler.17 Esasen bu anlatılanlar,
14
M. Çetin Varlık, “Pervane Oğulları”, Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi (DGBİT),
cilt VIII, İstanbul 1992, s. 592-594.
15
M. Çetin Varlık, “Anadolu Beylikleri”, DGBİT, cilt X, İstanbul 1992, s. 91-96.
16
Muhammed et-Tancî b. Batûta, Tuhfetu’n-Nuzzâr fi Garaibi’l-Emsâr, c. I, sad. ve haz.
Mümin Çevik, İstanbul 1983, s. 200.
17
Kalkaşandî, Subh el-A’şâ, cilt VIII, s. 12; Ömerî’nin Kitab-ı Dimeşkî (Mesaliku’l-Ebsar)
isimli eserinden naklen, İbrahim Hakkı Konyalı, Karaman Tarihi, İstanbul 1967, s. 14.
112
MEMLÛK DEVLETİ VE KUZEY A NADOLU
Memlûk Devleti’nin Anadolu Beylikleri ile olan münasebetlerinde nelerin
öncelik sebebi olduğunu bir yönüyle ortaya koyar. Bu durumda, beyliğin
Memlûk ülkesine yakın olması ve bir işe yaraması o beylikle olan ilişkileri
arttıran ve iyileştiren etmenlerdir. Bu açıdan değerlendirildiğinde
Candaroğulları Beyliği Memlûklere yakın olmadığı gibi aralarında işlevsel
bir durum da söz konusu değildir.
Candaroğulları Beyliği ve diğer Anadolu Beyliklerinin ortaya çıkmasında
ve rahat nefes almasında Anadolu Moğol Valisi Timurtaş’ın Memlûkler
tarafından ortadan kaldırılması da etkili olmuştur. Nitekim Anadolu Moğol
Valiliği yapan (1317–1327) Timurtaş özellikle uclardaki Türkmenlere göz
açtırmayan, Mehdilik iddiasında bulunarak etki alanını genişletmeye çalışan
bir vali idi. Hıristiyan ahaliyi Müslümanlardan ayırt etmek için onların
başına sarı renkli bir sarık sarıp zorla ayrı biçimde giyinmelerini sağlamıştı.
Onun bu ve bunun gibi baskıcı tavırları halk tarafından hoş karşılanmadı. 18
Ancak Timurtaş daha sonra İlhanlı merkezi ile anlaşmazlık yaşayınca
Mısır’a sığındı ve himaye istedi. Bunun üzerine o sıralarda Memlûklerle
arası iyi olan Karamanoğlu İbrahim Bey Mısır’a mektup gönderdi ve
Timurtaş’ı Memlûk Sultanı en-Nâsır Muhammed b. Kalavun’un (3. saltanatı
1310–1341) gözünden düşürmeye çalıştı. Bunda da başarılı oldu. Böylece
Karamanoğlu İbrahim Bey Anadolu’da yeni yeni filizlenen Türkmen
Beyliklerinin önünü açtı. Nitekim Timurtaş’ın, Sultan en-Nâsır tarafından
ortadan kaldırılmasından sonra Candaroğulları, Karamanoğulları,
Hamidoğulları gibi beylikler rahat nefes almışlar ve bulundukları bölgelerde
tekrar bağımsız olarak hareket etme imkânına kavuşmuşlardır.19 Bunun yanı
sıra Dulkadiroğulları, Eretnalılar ve daha sonra Ramazanoğulları gibi
Türkmen toplulukları beylikleşme fırsatı bulmuşlardır.
Memlûklerin irtibatta olduğu Candaroğlu Beylerinden ilki İbrahim Bey
idi. Memlûkler birçok şehir ve kaleye sahip olan Candaroğlu İbrahim Bey
(1340-?)20 ile devamlı mektuplaşmakta ve arada iyi ilişkiler bulunmaktaydı.
İbrahim Bey, 1344 yılına ait Sinop’ta tanzim edilmiş vakfiyesinde ‘Sahibü’lİlm ve’l-Kalem ve’s-Seyf’ olarak anılmaktadır. Bu ünvanın, Selçuklular gibi
Memlûk Sultanlarının literatüründe de yer aldığı bilinmektedir.21
18
Ömerî’nin Mesaliku’l-Ebsar isimli eserinden naklen, Yaşar Yücel, XIII. XV. Yüzyıllar
Kuzey-Batı Anadolu Tarihi Çoban-Oğulları Candar-Oğulları Beylikleri, Ankara, 1980, s.
187-188; M. Fahrettin Kırzıoğlu, “Eretna-Oğulları”, Tarihte Türk Devletleri, c. II, Ankara
1987, s. 499.
19
Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul 1996, s. 645-650.
20
Kalkaşandî, Subh el-A’şâ, cilt V, s. 341.
21
Yaşar Yücel, “Candar-Oğulları Beyliği (1439-1461)”, Belleten, c. XXXIV, Sayı: 135, 1970,
s. 374; Ömerî’nin Mesaliku’l-Ebsar isimli eserinden naklen, Yücel, XIII – XV. Yüzyıllar
113
KÜRŞAT SOLAK
Anadolu Türk birliğini kurma yolunda ilerleyen Yıldırım Bayezid’in
Anadolu’nun kuzeyinde yer alan Candaroğulları Beyliğini ilhâkını da burada
belirtelim. Yıldırım’ın Candaroğlu Süleyman Paşa’nın (1385–1392) merkezi
olan Kastamonu’ya hücum etmesi üzerine Süleyman Paşa, Kadı
Burhaneddin’den ve Karamanoğlu Alaeddin Ali’den yardım istedi. Kadı
Burhaneddin yardım için hazırlanırken Süleyman Paşa’nın öldürüldüğü ve
Kastamonu’nun Osmanlı eline geçtiği haberi geldi. Bu olaylar 1394–1396
arası cereyan etti. Ertesi yıl Candaroğlu ülkesine giren Yıldırım Bayezid,
beyliğin Sinop dışındaki topraklarını ülkesine kattı.22 Bu hadiseler sırasında
Candaroğlu Süleyman Paşa, Kadı Burhaneddin ve Karamanlıdan yardım
istemiş ancak Memlûk Devleti’ne başvurmamıştır. Hâlbuki Candaroğlu
Süleyman Paşanın Memlûklerle dostane ilişkileri vardı.23 Candaroğulları
Beyliğinin en zor günlerinde bile Memlûk Devleti ile ilişki kurmaması,
esasen Dulkadir, Ramazan ve Karaman Beyliklerinin coğrafî konumlarından
dolayı Memlûk Devleti ile münasebet kurduklarını gösterir. Aynı şekilde
Memlûklerin Candaroğulları ile sıkı münasebet içinde olmamasını aradaki
mesafe ile izah edebiliriz.
Az önce ifade ettiğimiz gibi Candaroğulları Beyliği kuruluş devrinden
beri bir Osmanlı tehlikesi ile karşı karşıya kalmıştır.24 Söz konusu Osmanlı
tazyikine rağmen Candaroğullarının Memlûk Devleti ile olan ilişkileri elçi
gidiş gelişleri ile sınırlı kalmış bunun dışında ciddi irtibat olmamıştır.
Hâlbuki İsfendiyar Bey, ilerleyen satırlarda anlatılacağı üzere Anadolu’ya
gelen Timur’un yanına gitmiş ve itaat bildirmiştir. Timur adına para
bastırdığı gibi ona vergi de ödemiştir. Bu durum, Memlûk Devleti’nin,
Anadolu’nun kuzeyini itaati altına alacak kadar nüfûzunu hissettiremediğinin
göstergesidir. Ne var ki müellif Ömerî’de, sultanlarımız düşmanlarına karşı
Candaroğluna denizleri aşarak yardımcı olmuşlardır ifadeleri geçer. 25
Bununla beraber kanaatimize göre Memlûk Devleti’nin denizler üzerinden
böyle bir yardımda bulunması mümkün değildir. Zira Memlûk deniz
kuvvetleri, değil Karadeniz’e yardım ulaştırmak, batılılara karşı Batı
Kuzey-Batı Anadolu Tarihi Çoban-Oğulları Candar-Oğulları Beylikleri, s. 67, 100, 184,
195.
22
Edirneli Oruç Beğ, Oruç Beğ Tarihi, yay. Atsız, İstanbul 1972, s. 50, 56; Mehmed Neşrî,
Kitâb-ı Cihan-Nümâ, c.I, yay. Faik R. Unat-Mehmed A. Köymen, Ankara 1995, s. 323;
İsmail Hakkı Uzunçarşılı, “Sivas ve Kayseri Hükümdarı Kadı Burhaneddin Ahmet”,
Belleten, c. XXXII, Sayı: 125, 1968, s. 209-210; Yaşar Yücel, Timur’un Ortadoğu-Anadolu
Seferleri ve Sonuçları (1393-1402), Ankara 1989, s. 4.
23
Ömerî’nin Mesaliku’l-Ebsar isimli eserinden naklen M. Çetin Varlık, “Candar Oğulları
Beyliği”, DGBİT, c.VIII, İstanbul 1992, s. 552.
24
Yücel, “Candar-Oğulları Beyliği (1439-1461)”, s. 379.
25
Ömerî’nin Mesaliku’l-Ebsar isimli eserinden naklen, Yücel, XIII – XV. Yüzyıllar KuzeyBatı Anadolu Tarihi Çoban-Oğulları Candar-Oğulları Beylikleri, s. 67, 100, 184, 195.
114
MEMLÛK DEVLETİ VE KUZEY A NADOLU
Anadolu Beyliklerini Adalar Denizi’nde bile destekleyemeyecek kadar
güçsüz ve iddiasız kuvvetlerdi. Nitekim Memlûk donanması ancak büyük bir
tehlike karşısında inşa ediliyor ve tehlike geçince çürümeye terk
ediliyordu. 26
Emir Timur’un Anadolu’ya gelmesi ve Suriye’yi işgal etmesi başta Kadı
Burhaneddin olmak üzere Dulkadiroğulları ve Karamanoğulları Beyliklerini
etkilemiştir. Bu meyanda Timur Anadolu’ya girdiği ve Memlûk Devleti’nin
kuzey sınırında faaliyette bulunduğu sırada, Candaroğulları Beyliğinin sahibi
İsfendiyar Bey (1392–1439) hediyeleriyle onun yanına gitmiştir. Hediyeler
kabul edilmiş ve İsfendiyar Bey ülkesine geri dönmüştür (1401).27 Onun bu
gelişi Timur’a itaat etmesi anlamına gelmekteydi. Bu yönden ortaya
koyduğu tavır, Memlûk ve Osmanlı karşıtı olup Karaman Beyliğinin tavrı ile
Dulkadir Beyliğinin Sevli Bey dönemindeki tavrına benzemektedir. Zira
onlar da Emir Timur’a itaat ve ittifak teklif etmişlerdi. Aynı şekilde
İsfendiyar Bey Ankara Savaşı’ndan sonra Timur’un hâkimiyetini tanıdı.
Bununla beraber Memlûk kaynaklarında geçen diğer bir İsfendiyar kaydında,
1419 yılında Osmanlı Padişahı Çelebi Mehmed, İsfendiyar Bey üzerine sefer
yaptı ve Sinop’u kuşattı. Kendi adına hutbe okunması ve para basılmasını
kabul edene kadar kuşatmayı sürdürdü. İsfendiyar bu durumu kabul edince
kuşatma kaldırıldı. 28 Yine İsfendiyar Beyin akrabalarından Seyfeddin
Beysak b. Abdullah eş-Şeyhî ez-Zâhirî Mısır’da emir olarak bulunmaktaydı.
Daha sonra o, bir sebepten dolayı Memlûk Sultanı Ferec’in gözünden düştü.
Bu yüzden Ferec, adı geçen şahsı İsfendiyar Beye gönderdi. Ancak Beysak,
Sultan Ferec’in ölümünden sonra Mısır’a geri döndü. 1418–1419 yılında
öldü.29 Bu örnekte görüldüğü gibi Anadolu Beylerinin akrabalarının Memlûk
bürokrasisinde görev almaları durumu sık rastlanan bir durumdur. Nitekim
Dulkadir ve Karaman Beylerinin yakınları bu şekilde görevler almışlardır. 30
Aradaki ilişkilerin iyi gitmesi ile ilgili olan bu durumun bir diğer yönü ise
beylerine muhalefet eden hanedan mensuplarını Memlûklerin kendi çıkarları
için kullanması gözüyle de bakabiliriz.
26
Nitekim bu konuda David Ayalon, “Memlûk tarih literatürü binlerce biyografi ihtiva eder
ve hatırladığıma göre de onlardan hiç birisi bir donanma kumandanına ayrılmamıştır. elMakrîzî, Eyyûbîler ve daha sonraki dönemlerde ustuli (denizci) ünvanının bir hakaret olarak
kabul edildiğini ileri sürer.” Bkz., David Ayalon, “Memlûkler ve Deniz Kuvvetleri”, çev.
Salih Özbaran, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Dergisi, Sayı: XXV, 1971, s.
43-44.
27
İbn Tagriberdi, Nucûm, c. XI, s. 268.
28
Makrîzî, Sulûk, c. IV/I, s. 369.
29
İbn Tagriberdi, Nucûm, c. XIV, s. 150.
30
Makrîzî, Sulûk, c. III/1, s. 110, 274, 356; c.III/2, s. 337; Sayrafî, Nuzhet, c. I, 66.
115
KÜRŞAT SOLAK
Sultan Barsbay döneminde (1422–1438), Anadolu’dan onun huzuruna
gelen elçilerden biri Candaroğlu Beyi İsfendiyar’ın elçisi oldu. Bu durum
Anadolu’da yaşanan Timurlu tehlikesinin ortadan kalkması ile ilgilidir. Elçi
hediyelerle geldi. Buna karşılık olmak üzere Sultan Barsbay Candaroğlu
Beyine hediyeler gönderdi.31 Bununla beraber kaynakta İsfendiyar Beyin
itaat bildirdiği ile ilgili bir kayıt yoktur. Hâlbuki Sultan Ferec döneminde
İsfendiyar Bey Timur’a itaat bildirmiş, daha sonra Çelebi Mehmed’in
üzerine gelmesi sonucu Osmanlı egemenliğini tanımıştı.
İsfendiyar Beyle ilgili olarak Memlûk devri tarihçisi İbn Tagriberdi,
841/1437–1438 yılına ait bahisleri anlattığı bölüme başlarken, Rum’da
büyüklerden üç melik vardı; Bursa, Edirne ve civarı sahibi Osmanoğlu
Sultan Murad, onun yanında Bayezid oğlu İsfendiyar ile Lârende, Konya ve
kalan diğer yerlerde Karamanoğlu İbrahim32 ifadelerini kullanır. Bu
durumda Memlûk tarihçiliği Candaroğulları Beyliğini Dulkadir ve Ramazan
Beyliklerinden daha güçlü olarak algılamaktadır. Hâlbuki Dulkadirliler,
İsfendiyar Beyden daha az güçlü değildi. Mamafih müellifin Dulkadir
Beyliğini saymamasında, Memlûk zihniyetinin Dulkadir Beyliğini kendi
nâibliği olarak görmesinin etken olduğunu da burada ifade edelim.
Memlûk nüfûzunun Kuzey Anadolu’ya uzanamadığı ile ilgili bir başka
örnek Candaroğlu Kızıl Ahmed Bey (1461) dönemine aittir. Kızıl Ahmed
Bey döneminde Osmanlılar Kastamonu ve Sinop’a hâkim oldular (1461).
Ülkesi elinden alınan Kızıl Ahmed Bey önce Karamanoğullarına sonra Ak
Koyunlulara sığındı.33 Bu suretle Candaroğulları Beyleri son demlerinde
dahi Memlûklerle irtibat kurmadı. Bu durumun diğer söylenişi ise daha önce
ifade edildiği gibi Memlûk Devleti’nin nüfûzu Kuzey Anadolu’ya
ulaşmıyordu.
Memlûk Devleti’nde saltanat olmadığından dolayı tahta oturmak için
mevcut sultandan sonra emirler arasında taht mücadeleleri yaşanır ve
gücüyle öne çıkarak diğerlerini alt eden emir sultan olurdu.34 Mücadelede
yenik düşen emirlerin ise bir sonraki hamlesi Suriye’ye ya da çok zaman
başka siyasî güçlere sığınmak olurdu. Sığınılan ülkelerin başında da Anadolu
gelirdi. Nitekim isyan durumunda bulunan pek çok emir Dulkadiroğulları,
Eretnalılar ve Kadı Burhaneddin başta olmak üzere Anadolu Beyliklerine
sığınmışlardır. Bu meyanda Candaroğulları Beyliği de isyancı emirlerden
31
Bedreddin Mahmud el-Aynî, Ikd’ul-Cumân fî Tarih Ehle’z-Zaman, yay. Abderrâzık etTantâvî el-Karmût, Kahire 1985, s. 355.
32
İbn Tagriberdi, Nucûm c. XV, s. 224.
33
Erdoğan Merçil, Müslüman-Türk Devletleri Tarihi, Ankara 1993, s. 290.
34
Kâzım Yaşar Kopraman, “Memlûkler”, Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, c. VI,
İstanbul 1992, s. 456-458.
116
MEMLÛK DEVLETİ VE KUZEY A NADOLU
birinin sığınağı oldu. Memlûk Sultanı Tatar’ın ölümünden (1421) sonra
Kahire’de emirler arası rekabet kızışmıştı. O sırada devletin en üst
noktasında iki görevde bulunan Emir Barsbay ile Emir Canıbeg es-Sûfî karşı
karşıya geldiler. Canibeg es-Sûfî Saltanat Nâibliği görevinde bulunurken
Barsbay Atabekü’l-Âsakirlik görevindeydi. Nihayet Barsbay rakibine üstün
geldi ve Canibeg es-Sûfî’yi İskenderiye’ye sürerek orada hapsetti (1421). 35
Bununla beraber Canıbeg iki yıl sonra hapisten kaçtı. Tam on üç yıl kılık
değiştirip kimliğini gizleyerek yaşadı.36 Bütün aramalara rağmen ele
geçirilemedi. Zira Canibeg es-Sûfî bir müddet Mısır’da kaldıktan sonra
Suriye’ye geçmiş, daha sonra Anadolu’ya giderek Kastamonu’da
İsfendiyaroğlu’nun yanına sığınmıştı.37 Bununla beraber Canibeg, İsfendiyar
Beyden umduğu yardımı temin edemeyeceğini düşündüğünden yahut
umduğunu bulamadığından olacak, onun yanından Osmanlı Amasya Valisi
Yörgüç Paşa’nın yanına geçti. Aynı günlerde Anadolu’da, Kayseri meselesi
yüzünden Karamanoğulları ile Dulkadirliler arasında niza vardı. Osmanlı
Devleti ise, o sıralarda Karamanlıları destekleyerek Anadolu işlerine karışan
Memlûk Devleti’ne karşı Canıbeg es-Sûfî’den yararlanmayı planlıyordu. 38
Memlûk Emiri Canıbeg es-Sûfî’nin geçici de olsa Candaroğulları Beyliğine
sığınması Memlûklerin söz konusu beylikle arasında geçen farklı bir
münasebetidir.
Memlûklerin Candaroğulları Beyliği ile ticarî ilişkileri de söz konusu
olmuştur. Nitekim beyliğin uzun yıllar hükmettiği Kastamonu ve Sinop
şehirleri, Kırım, Kıpçak, Bulgaristan, Rusya ve Mısır ile gelişmiş deniz
ticareti olan şehirlerdi. 39 Bununla beraber Anadolu’daki İlhanlı egemenliği
döneminde onların Altın Orda Devleti ile arasının bozulması bu ticarî
ilişkileri olumsuz etkiledi. Zira bu dönemde Karadeniz’in kuzeyinden ve
Kafkaslardan Sivas’a gelen ticaret yolu boğazlar üzerine kaydı. Bu
değişimden Sivas ticareti ile Sinop ve Samsun limanlarını elinde tutan
Candaroğulları büyük zarar gördü.40 Bununla beraber istenilen malların
35
Makrîzî, Sulûk, c. IV/I, s. 231; İbn Tagriberdi, Nucûm, c.XV, s. 61-64; Refet Yinanç,
Dulkadir Beyliği, Ankara 1989, s. 50.
36
Aynî, Ikd’ul-Cumân, s. 203.
37
Makrîzî, Sulûk, c. IV /II, s. 948, 1061; İbn Tagriberdi, Nucûm, c. XV, s. 61-64; Yinanç,
Dulkadir Beyliği, s. 50.
38
Yinanç, Dulkadir Beyliği, s. 50.
39
Kalkaşandî, Subh el-A’şâ, c.V, s. 348-349; Zeki Velidi Togan, Umumî Türk Tarihine
Giriş, İstanbul 1981, s. 319; Ali Sevim – Yaşar Yücel, Türkiye Tarihi, Fetih, Selçuklu ve
Beylikler Dönemi, Ankara 1989, s. 253; Varlık, “Anadolu Beylikleri”, s. 552.
40
Claude Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler, çev. Yıldız Moran, İstanbul 1979,
s. 313.
117
KÜRŞAT SOLAK
İstanbul üzerinden Mısır’a gelişi devam ettiğinden dolayı mevzu bahis
değişim Memlûkleri fazla etkilemedi. 41
Memlûk Devleti ile Anadolu Beylikleri arasındaki ticarî ilişkiler denizler
üzerinden Anadolu’nun batı ve güney sahilleri vasıtasıyla olmuştur. Bunun
yanı sıra deniz yoluyla Antalya ve Alâiye’ye ulaşan tüccarların karadan
devam ederek Karadeniz’e ulaşmaları da vâkidir. Gerçekten muhtemel
tehlikeleri göze alan Mısırlı ve Suriyeli tüccarlar Anadolu’nun ortasından
geçerek Sinop ya da Samsun’a çıkarlar ve oradan Sudak, Kefe gibi
limanlara, Altın Orda ülkesine ulaşırlardı. 42 Söz konusu tüccarların
Anadolu’nun kuzey sahilinde ulaştığı Sinop, Samsun ve Amasra şehirleri ise
malum olduğu üzere Candaroğulları Beyliğinin elindeydi. Candarlı ülkesi ise
bakır madenine ve sayısız zenginliklere sahipti.43 Bu münasebetle
Memlûklerin Candaroğulları Beyliği ile ticarî ilişkisi vardı. Bunun yanı sıra
Karadeniz’de ticaret yapan Ceneviz ve Venedikliler söz konusu şehirlerden
tedarik ettikleri ticarî emtiayı Memlûk ülkesine taşırlardı.44 Bu durumda,
onlar aracılığıyla Memlûkler ile Candaroğulları arasında yaşanan alış
verişler bir dolaylı ticaret örneği idi.
Memlûk Devleti ile Anadolu Beylikleri arasındaki münasebetlerin bir
yönü de aralarında yaşanan para kullanımıdır. Bu meyanda Memlûk
paralarının Anadolu’da tedavülde olduğu bilinmektedir. Bununla beraber
Menteşe, Aydın, Saruhan, Karesi gibi kıyı beyliklerinde ve Candaroğulları
Beyliğinde Memlûk paraları kullanılmazdı. Onların kendilerine ait paraları
vardı. Batı Anadolu Beylikleri ve Candaroğulları Beyliğinin siyasî ve askerî
güç olarak Dulkadiroğulları, Karamanoğulları, Ramazanoğulları gibi
beyliklerden daha güçlü olmadıkları halde Memlûk parası kullanmamaları,
Memlûk ekonomik ve siyasî etki alanından uzak olmalarıyla ilgilidir.
Dolayısıyla bu beyliklerin Mısır ile münasebetleri devlete sınır olan
beyliklere göre farklı özellikler gösterir. Her şeyden önce bu beylikler kendi
adlarına para bastırdıkları için bağımsızdırlar. Nitekim Candaroğullarının
bağımsızlık sembolü olarak kullandıkları paralarının ismi ‘Dâru’s-Saade-i
Sinop’ olup bu para bakırdandı. 45 Ayrıca Osmanlı Devleti’ne yakın olan
yerlerde, dönemin Anadolu’daki güçlü siyasî teşekkülleri olan Osmanlı,
İsfendiyar ve Eretna paraları arasında yakın bir ilişki vardı. Bu ilişki yakın
41
Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 501; Claude Cahen, Haçlı Seferleri Zamanında
Doğu ve Batı, çev. Mustafa Daş, İstanbul 2010, s. 292.
42
Seton Lloyd - Storm D. Rıce, Alanya, çev. Nermin Sinemoğlu, Ankara, 1964, s. 6;
Mükrimin Halil Yinanç, “Alâiye”, İslam Ansiklopedisi, c. I, Eskişehir 1997, s. 288.
43
Hasan-ı Rumlu, Ahsenü’t-Tevârîh, çev. Mürsel Öztürk, Ankara 2006, s. 572.
44
Wilhelm Von Heyd, Yakın-Doğu Ticaret Tarihi, çev. Enver Ziya Karal, Ankara 2000, s.
614-617.
45
Varlık, “Candar Oğulları Beyliği”, s. 560.
118
MEMLÛK DEVLETİ VE KUZEY A NADOLU
ticarî bağlara dayanan bir çeşit ortak para kullanımıydı.46 Bu sebeple 14.
asrın son yarısında Mısır’da başlayan büyük gümüş para sıkıntısı
Anadolu’yu etkilemedi. 47
Netice olarak Memlûk Devleti Anadolu Beylikleri ile sıkı münasebetler
içinde olmasına rağmen Anadolu’nun kuzeyi ile kuvvetli bir irtibata sahip
değildi. Kuzey Anadolu’da varlık göstermiş olan Pervaneoğulları,
Çobanoğulları, Tâceddinoğulları ve Candaroğulları Beyliklerinden
Pervaneoğulları ve Candaroğulları ile münasebeti oldu. Kuzey Anadolu ile
yeterli irtibata sahip olmayan Memlûklerin Anadolu’nun güneyinde kurmuş
olduğu nüfûzu orası için geçerli değildi. Esasen Candaroğulları Beyliği
üzerinde nüfûz kurulamayacak bir beylik değildi. Nitekim Osmanlılar ve
Timur beylik üzerinde hâkimiyet tesis etmişti. Buna rağmen nüfûz
kurulamamasının sebebi ise aradaki mesafedir. Bu hakikatle beraber
Memlûklerin Candaroğulları Beyliği ile münasebeti vâkidir. Mektuplaşma,
hediyeleşme ve elçi gidiş gelişi olmuştur. Ancak Mısır’a gelen Candarlı
elçisinin itaat bildirdiğine dair bir kayıt yoktur.
Memlûk Devleti ile Candaroğulları Beyliği arasında ticaret olmuştur. Bu
ticaret denizler üzerinde gerçekleştiği gibi Antalya’dan giriş yaparak
Anadolu’yu kat eden Mısırlı ve Suriyeli tüccarların Karadeniz’e ulaşması ile
de cereyan etmiştir. Anadolu’da kullanımını gördüğümüz Memlûk paralarına
Candarlı ülkesinde rastlanmaz.
KAYNAKÇA
Aksarayî, Kerimüddin Mahmud, Müsâmeretü’l-Ahbâr ve Müsâyeretü’l-Ahyâr, çev.
Mürsel Öztürk, Ankara 2000.
el-Arînî, Seyyid el-Bâz, eş-Şarku’l-Ednâ fi’l-Asru’l-Vustâ: el-Eyyûbiyyun, Beyrut
1967.
Ayalon, David, “Memlûkler ve Deniz Kuvvetleri”, çev. Salih Özbaran, İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Dergisi, Sayı: XXV, 1971, s. 39–50.
el-Aynî, Bedreddin Mahmud, Ikd’ul-Cumân fî Tarih Ehle’z-Zaman, yay. Abderrâzık
et-Tantâvî el-Karmût, Kahire 1985.
Baypars Tarihi, çev. M. Şerefüddin Yaltkaya, Ankara 2000.
Cahen, Claude, Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler, çev. Yıldız Moran,
İstanbul 1979.
46
Konstantin Zhukov, “Osmanlı, Karesi ve Saruhan Sikkeleri ve Türk Batı Anadolu’sunda
Ortak Para Sorunu (1340-1390)”, Osmanlı Beyliği 1300-1389, İstanbul 1997, s. 256.
47
Zeki Velidi Togan, “Mogollar Devrinde Anadolu’nun İktisadî Vaziyeti 1”, Türk Hukuk ve
İktisat Tarihi Mecmuası, c. I, İstanbul 1931, s. 13.
119
KÜRŞAT SOLAK
__________, Haçlı Seferleri Zamanında Doğu ve Batı, çev. Mustafa Daş, İstanbul
2010.
Çetin, Altan, Memlûk Devleti’nin Kuzey Sınırı, Ankara 2009.
Edirneli Oruç Beğ, Oruç Beğ Tarihi, yay. Atsız, İstanbul 1972.
Ersan, Mehmet, Türkiye Selçuklu Devletinin Dağılışı, Ankara 2010.
Esterâbadî, Aziz b. Erdeşir, Bezm u Rezm, çev. Mürsel Öztürk, Ankara 1990.
Hasan İbrahim Hasan, “Fâtimiler”, çev. Heyet, DGBİT, cilt V, İstanbul 1988, s. 79–
116.
Hasan-ı Rumlu, Ahsenü’t-Tevârîh, çev. Mürsel Öztürk, Ankara 2006.
Heyd, Wilhelm Von, Yakın-Doğu Ticaret Tarihi, terc. Enver Ziya Karal, Ankara
2000.
İbn Batûta, Muhammed et-Tancî, Tuhfetu’n-Nuzzâr fi Garaibi’l-Emsâr, c. I, sad. ve
haz. Mümin Çevik, İstanbul 1983.
İbn Tagriberdi, Cemaâleddin Ebu’l-Mehâsin Yusuf, EnNucûm ez- Zâhire fî
Mulûk Mısr ve’l-Kâhire, cilt IX, 16 cilt, cilt I-XII, yay. Dâru’l-Kütübi’l-Mısrıyye;
c.XIII, yay. Fehim Muhammed Şaltûd; cilt XIV, yay. Cemal Muharrız-Fehim
Muhammed Şaltûd; c.XV, yay. İbrahim Ali Tarhan; cilt XVI, Cemaleddin eşŞayyal, Kahire 1929-1956, 1970, 1972, 1972.
el-Kalkaşandî, Ahmed b. Ali, Subh el-A’şâ fî Sınâat el-İnşâ, 14 cilt, yay.
Muhammed Abdurrasul İbrahim, Kahire 1913–1920.
Kanat, Cüneyt, “Memlûkler’in Baybars Zamanında (1260–1277) Suriye-Çukurova
Siyaseti ve Bu Siyasetin Çukurova’nın Türkleşmesindeki Rolü”, III. Uluslar Arası
Çukurova Halk Kültürü Bilgi Şöleni (Sempozyumu) Bildiriler, Adana 1999, s. 423–
434.
Kaymaz, Nejat, Pervâne Muînü’d-Dîn Süleyman, Ankara 1970.
Kırzıoğlu, M. Fahrettin, “Eretna-Oğulları”, Tarihte Türk Devletleri, c. II, Ankara
1987, s. 495–502.
Konyalı, İbrahim Hakkı, Karaman Tarihi, İstanbul 1967.
Kopraman, Kâzım Yaşar, “Memlûkler”, Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, c.
VI, İstanbul, 1992, s. 433-543.
Lloyd, Seton - Rıce, Storm D., Alanya, çev. Nermin Sinemoğlu, Ankara 1964.
el-Makrîzî, Takiyüddin Ahmed b. Ali, Kitâb es-Sulûk li-Ma‘rifet Duvel el-Mulûk, 4
cilt, yay. Muhammed Mustafa Ziyade - Said Abdulfettah Aşûr, Kahire 1938–1956,
1971–1972.
Merçil, Erdoğan, Müslüman-Türk Devletleri Tarihi, Ankara 1993.
120
MEMLÛK DEVLETİ VE KUZEY A NADOLU
Neşrî, Mehmed, Kitâb-ı Cihan-Nümâ, c.I, yay. Faik R. Unat-Mehmed A. Köymen,
Ankara 1995.
es-Sayrafî, Ali b. Davud b. El-Hatîb el-Cevherî, Nuzhet en-Nüfûs ve’l-Ebdân fî
Tevârîh ez-Zaman, c.II, 4 cilt, yay. Hasan Habeşî, Kahire 1970–1973.
Sevim, Ali–Yücel, Yaşar, Türkiye Tarihi, Fetih, Selçuklu ve Beylikler Dönemi,
Ankara 1989.
Togan, Zeki Velidi, “Mogollar Devrinde Anadolu’nun İktisadî Vaziyeti 1”, Türk
Hukuk ve İktisat Tarihi Mecmuası, c. I, İstanbul 1931, s. 1–42.
__________, Umumî Türk Tarihine Giriş, İstanbul 1981.
Turan, Osman, Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul 1996.
Türkler ve Askerlik, ed. Süleyman Kızıltoprak, İstanbul 2009.
Uzunçarşılı, İsmail Hakkı, “Sivas ve Kayseri Hükümdarı Kadı Burhaneddin
Ahmet”, Belleten, c. XXXII, Sayı: 125, 1968, s. 191–233.
Varlık, M. Çetin, “Candar Oğulları Beyliği”, DGBİT, c.VIII, İstanbul 1992, s. 550561.
__________, “Anadolu Beylikleri”, DGBİT, c.X, İstanbul 1992, s. 23–129.
__________, “Pervane Oğulları”, DGBİT, c. VIII, İstanbul 1992, s. 592–596.
Yinanç, Mükrimin Halil, “Alâiye”, İslam Ansiklopedisi, c. I, Eskişehir 1997, s. 287289.
Yinanç, Refet, Dulkadir Beyliği, Ankara 1989.
Yücel, Yaşar, “Candar-Oğulları Beyliği (1439-1461)”, Belleten, c. XXXIV, Sayı:
135, 1970, s. 373-394.
__________, XIII. XV. Yüzyıllar Kuzey-Batı Anadolu Tarihi Çoban-Oğulları
Candar-Oğulları Beylikleri, Ankara 1980.
__________, Timur’un Ortadoğu-Anadolu Seferleri ve Sonuçları (1393-1402),
Ankara 1989.
Zhukov, Konstantin, “Osmanlı, Karesi ve Saruhan Sikkeleri ve Türk Batı
Anadolu’sunda Ortak Para Sorunu (1340-1390)”, Osmanlı Beyliği 1300-1389,
İstanbul 1997, s. 256–261.
Zıadeh, Nıcola A., Urban Life in Syria Under the Early Mamluks, Beyrut 1953.
121
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 3, Ocak-2012, s. 123-156
BAŞLANGICINDAN II. YÜZYILIN ORTALARINA KADAR
DOĞU TÜRKİSTAN İLE ÇİN MÜNÂSEBETLERİNE GENEL
BİR BAKIŞ
Kürşat YILDIRIM
ÖZET: Çalışmamızda Çin kaynaklarına dayanarak Çinliler ile bugünkü Doğu Türkistan
sahası arasındaki münâsebetlerin başlangıcı ve Çinlilerin bu coğrafyayı terk etmek
mecburiyetinde kaldıkları II. yüzyılın ortalarına kadarki genel durumu incelenmeye
çalışılmıştır. Doğu Türkistan’ın en eski devirlerden beri Çin’in ilgi sahasına girdiği ve coğrafî,
ekonomik ve stratejik bakımlardan Çinliler tarafından daimâ ele geçirilmek istenen bir yer
olduğu Çin kaynaklarının verdiği bilgiler ışığında ortaya konulmuştur.
Anahtar Kelimeler: Doğu Türkistan, Çin, İstilâ, Çin’in Erken Batı Siyaseti
AN OVERVIEW OF RELATIONS BETWEEN EASTERN TURKISTAN AND CHINA FROM THE
BEGINNING UNTIL THE M ID-SECOND CE NTURY
ABSTRACT: In the present study, based on Chinese sources, I have studied the beginning of
the relations between the East Turkestan area and Chinese and overall situation of this relations
until mid-second century when Chinese had been forced to leave area. The result has been
determined that China has always had interest in entering the field of East Turkestan and the
Chinese have always desired to seize area because of the geographical, economic and strategic
reasons since ancient times.
Key words: Eastern Turkistan, China, Invasion, Early Western Policy of China
Giriş: Doğu Türkistan en eski devirlerden bugünlere kadar dünyanın en
önemli ticaret, ilim ve kültür merkezlerinden biri olmuştur. Sâhip olduğu
coğrafî ve stratejik değeriyle Doğudaki Kore, Mançurya, Çin, Hindistan ile
Batıdaki İran, Yunan ve Roma toprakları arasında hem bir köprü vazifesi
görmüş hem de tüm bu kültürlerle içli dışlı olma fırsatına kavuşmuştur.
Batıdaki medeniyetler Doğu Türkistan ile doğrudan ticarî bağlar kurmuş ve
Çinlilere sattıkları malları Doğu Türkistan’daki devletler aracılığıyla Çin
topraklarına ulaştırabilmişler; yine Çinliler de mallarını Doğu Türkistan’daki
devletler sayesinde Batıdaki müşterilerine satabilmişlerdir.
Doğu ve Batı arasında aracılık vazifesi gören Doğu Türkistan’ın kendisi
de başlı başına büyük bir değerdi. Doğu Türkistan gerek yeraltı ve yerüstü
zenginlikleri gerekse medenî şehirleri ile oldukça ileri bir kültürün ve
medeniyetin temsilciliğini yapıyordu. Arkeolojik çalışmalar dünyanın en
eski yerleşik kültürlerinden birinin Doğu Türkistan’da bulunduğunu tespit
etmiştir1. Tarih boyunca çok sayıda kavim çeşitli vesilelerle Doğu Türkistan

Arş. Gör. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü.
J. P Mallory-Victor H. Mair, The Tarim Mummies: Ancient China and the Mystery
of the Earliest Peoples from the West, London 2000.
1
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 3, Ocak-2012, s. 123-156
KÜRŞAT YILDIRIM
coğrafyası ile temasa geçmiştir. Yazılı kaynaklardan ve arkeolojik
malzemelerden anlaşılacağı gibi Doğu Türkistan’daki etnik hareketlilik had
safhadadır ve şehir kültürü önemli bir merhale kat etmiştir. Bu şehir
kültürünü ortaya çıkaran etken ise ticarî ve ilmî faaliyetlerdir.
Tarih boyunca birçok devlet Doğu Türkistan’a hâkim olmak istemiştir.
Bu devletlerden birisi de Çin İmparatorluğu’dur.
Çinliler Ch’in Sülalesi’nin başa geçmesiyle ancak M.Ö. 221 yılında
devlet birliği sağlayabilmişlerdi. Çinlilerin doğal yaşam alanı olan Wei
Irmağı havzası oldukça sınırlı hayat şartlarını beraberinde getiriyordu 2.
Geleneksel Çin kültürünü bu havzada kıt kanaat geçinen köylüler
oluşturmaktaydı. Feodal yapı içerisinde yaşayan Çinliler ancak tahıl ile
yaşayabilirdiler ve hiçbir ticarî imkâna sâhip değillerdi. Bu düşünce en eski
Çin şiirlerine de yansımış ve yabancı olanlar “tahıla el koyanlar” olarak
tahayyül edilmişti3. İçlerine kapanık Çinliler birbirleriyle didişmeyi bırakıp
tek bir devlet çatısı altında toplandıktan sonra gözlerini, ürettikleri ipeği ve
diğer malları vererek yerine ihtiyaç duydukları malları alacakları pazarlara
diktiler. Büyük Hun İmparatorluğu’nun bânisi Mo-tun’un babası T’ou-man
devrinde (M.Ö. 210’lardan önce) Hunlar en verimli otlakları olan Ordos
bölgesini artık Çinlilere kaptırmışlardı ki bu topraklar Çinlilerin o devre
kadar ulaştığı en Batı uç idi. Bunun yanında Çin’in nüfusu M.Ö. 221 yılında
20 milyonu geçmiş ve gitgide artarak M.S. 2 yılında 60 milyona ulaşmıştı ki
bu nüfusu beslemek için 40 milyon hektar ekili tarla gerekiyordu 4. Bu
yayılma ve genişleme sürecinde Çinliler ordularını Türkler gibi
teşkilatlandırmışlar ve Türklerle mal alış verişi yaparak ticaretten kâr etmeye
başlamışlardı. Büyük Hun İmparatorluğu’nun kurulmasından sonra Mo-tun’a
yenilip Hunlara vergi vermeye başlayan Çinliler Mo-tun’un ölümünden
sonra İmparator Wu devrinde (M.Ö. 140-78) hem ticaret yollarına hem de
bereketli topraklara hâkim olmak için dikkatlerini Hsi-yü (“Batı Toprakları”)
dedikleri Doğu Türkistan’a yöneltmişlerdi.
Çinliler Doğu Türkistan’ı Hunların sağ kolu olarak görüyorlar ve Doğu
Türkistan’a hâkim olmanın Hunların sağ kolunu kesmek manasına geldiğini
söylüyorlardı. Gerçekten de milâdî devirlere takaddüm eden yıllarda
Çinlilerin Doğu Türkistan’a yönelmeleri Hunların sonunu getirmiş ve Hunlar
2
Bahaeddin Ögel, Büyük Hun İmparatorluğu Tarihi, I, Ankara 1981, s. 14-15.
Tafsilat için bkz. James Legge, The Chinese Classics: With A Translation, Critical
And Exegetical Notes, prolegomena, and copious indexes, V Cilt, Hong KongLondon 1861–1872.
4
Duan Chang-Qun, Gan Xue-Chun, Jeanny Wang, Paul K. Chien, “Relocation of
Civilization Centers in Ancient China: Environmental Factors”, Ambio, XVII, 7,
Nov. 1998, s. 572-575.
3
124
BAŞLANGICINDAN II. YÜZYILIN ORTALARINA KADAR DOĞU TÜRKİSTAN İ LE ÇİN
MÜNÂSEBETLERİNE GENEL BİR BAKIŞ
gittikçe zayıflayarak ikiye bölünmüşlerdi. Bu gerçek Mo-tun’un M.Ö. 176
yılında Çin İmparatoru’na yazdığı mektupta hâkim olduğu toprakların
merkezine Doğu Türkistan’ı koymasıyla da kendisini göstermektedir5.
Çinliler Mo-tun’un ölümünden sonra Tarım havzasının Güneyindeki
yollardan Doğu Türkistan içlerine girmişler, bazı Çinli tüccarlar
Fergana’daki devletlere kadar uzanmışlardı. Bu toprakların keşfinde en
büyük pay şüphesiz seyyahlık ve casusluk vazifelerinde bulunan Changch’ien (M.Ö. 172-114)’e âitti6. Çin’den Batıya giden yol açıldıktan sonra
çeşitli Çin malları Doğu Türkistan’a ve Baktriya’ya akıyordu; bölge
tüccarları ise buradan aldıkları malları Batıya ve Suriye’ye götürüyorlardı.
Çinliler ipek getiriyorlar ve oradan çeşitli kumaş, dokuma, halı, cam, değerli
metaller, yeşim taşı, mercan, ilaç, baharat, at, deve vesaire alıyorlardı. Çin
malları İran ve Suriye üzerinden Roma İmparatorluğu’na kadar gidiyordu7
ve aynı süreç tersine de işliyordu. Çin bu sırada işgal ettiği Doğu Türkistan’ı
idâre etmek için çeşitli idari birimler yanında Doğu Türkistan Genel Valiliği
kurmuştu ki bu sistem modern sömürgecilik sisteminin en mükemmel
prototipi olarak addedilebilir. İstila ettiği topraklarda kurduğu tımar sistemi 8
ile hem tarımsal ürün hem de asker ihtiyacını karşılıyordu. M.S. 9 yılında
General Wang-mang darbeyle Çin tahtına geldikten sonra Çin’de doğan
karmaşadan istifade eden Doğu Türkistanlı devletler Çin’e karşı başkaldırıp
münasebetlerini kestiler ve hep birlikte tekrar akrabaları olan Hunlara tâbi
oldular.
M.S. 9 yılından sonra artık zayıflamış ve ikiye ayrılmış olan Hunlar Doğu
Türkistan’da tek söz sahibi olmayacaklardı. Yarkend, Hoten, Turfan ve
Çarklık gibi devletler bölgede hâkimiyet mücadelesi veriyorlar ve
birbirleriyle kâh ittifak kuruyorlar kâh birbirlerine saldırıyorlardı. Devletler
bu süreçte denge siyasetinin en ince ayrıntılarına başvurarak Hun ve Çin gibi
iki büyük güç arasında dengeleyici vazifesi üstlenmişler, Kuzey ve Güney
ticaret yollarına hâkim olmaya girişmişlerdi. Bu durum 73 yılına kadar
devam etmişti.
Bu arada Kuzey Hun İmparatorluğu M.S. 83-87 yıllarında tamamen
çökmüştü9. Son yılda Hsien-pei’ler Hunları yenmiş ve Hun İmparatoru’nu
5
Han Shu (HS), Beijing 1997, 94A, s. 3757: “Bundan sonra Lou-lan, Wu-sun, Hukai ile, bunlardan başka, onların yakınlarındaki yirmi altı devletin hepsi alındı”.
6
Chang-ch’ien’in Doğu Türkistan’daki faaliyetleri için bkz. L. A. Borovkova,
Tsarstva “Zapadnogo Kraya” vo II-I Vekah do N. E., Moskva 2001, s. 90 vd.
7
V. İ. Avdiyev, İstoriya Drevnego Vostoka, Moskva 1953, s. 663.
8
Ayrıntılar için aşağı bakınız.
9
Bu devirdeki Hun Çin mücadeleleri için bkz. W. M. McGovern, The Early Empires
of Central Asia, Chapel Hill 1939, s. 255 vd.
125
KÜRŞAT YILDIRIM
öldürmüşlerdi. Kuzey Hunlarından geri kalanlar Batıya doğru hareket edip
91 yılında İli Vadisine girdiler. Hsien-pei’ler onların önceki topraklarına
hareket edip hâkim güç olarak Hunların yerini aldılar ve Batıda Wusun’ların yaşadığı topraklara kadar yayıldılar10.
Çin İmparatorluğu 73 yılında tüm imkânlarını seferber ederek büyük
ordularla Doğu Türkistan’ı istilâya girişti. Bu istilâ Kuzey Hunlarına da
vurulan son darbeydi ve Hunlar artık gitgide Batıya kaymaya başlamışlardı.
Bu sırada proto-Moğol Wu-huan ve Hsien-pei’ler de Güneye doğru inerek
bu süreci hızlandırmışlardı. Doğu Türkistan’daki devletler hiç olmadığı
kadar büyük bir baskı ve kıyımla karşı karşıya idiler. Her ne kadar
kaynaklarda Hoten gibi bazı devletlerin Çin istilâsına tam destek verdiği ve
Çin’i “baba gibi” gördüğü yönünde kayıtlar yer alsa da bu kaynakların
tarafsızlığı tartışmalıdır ve bunlar işgalci kuvvetlere âit kaynaklardır. Üstelik
Hoten Devleti Hunlara karşı Çin’i çok iyi kullanmıştı ve Hunların
kendilerinden intikam almalarından korkuyorlardı11. Çin’in bu büyük istilâsı
Pan-ch’ao (32-102) devrinde zirveye çıkmıştır. Siyaset ve diplomasi üstadı
bu general sayesinde Doğu Türkistan I. yüzyılın sonlarında tamamen Çin
hâkimiyetine girdi; ticaretin tamamı üzerinde kontrol sağlayarak muazzam
bir zenginliğe erişti. Bölge devletlerinin bazı müstakillik girişimleri çok
kanlı bir şekilde bastırıldı. Bölgedeki isyanlara daha fazla dayanamayan Çin
107-108 yıllarında geri çekilmek zorunda kaldı. Doğu Türkistan Genel
Valiliği lağvedildi ve tüm Çin birlikleri Çin’in en Batı sınırı olan Tunhuang’ın Doğusuna çekildi. M.S. 107-108 yılından sonra da Çinliler bölgeye
hâkim olmak için münferit girişimler yapmışlarsa da bir netice elde
edememişlerdir.
Doğu Türkistan Ve Hsı-Yü (“Batı Toprakları”) Tâbiri Ve Çin
Kaynaklarındaki Görünümü: Bugünkü Doğu Türkistan coğrafyası Çin
Halk Cumhuriyeti sınırları içinde yer almakta ve Çin idârî yapısı içinde
“Xinjiang Uygur Özerk Bölgesi”12 olarak adlandırılmaktadır. Doğu
Türkistan Batısında Kazakistan, Kırgızistan, Afganistan ve Tacikistan;
10
Christopher I. Beckwith, Empires of Silk Road, A History of Central Eurasia from
the Bronze Age to the Present, Princeton-Oxford 2009, s. 90 (Türkçesi
tarafımızdan bugünlerde yayınlanmıştır: Christopher I. Beckwith, İpek Yolu
İmparatorlukları, Çev., Kürşat Yıldırım, İstanbul, 2011).
11
McGovern, a.g.e., s. 266 vd.
12
新疆维吾尔自治区. Çin tahtındaki Mançu sülalesi Doğu Türkistan’ı işgal etmiş
ve 1884’de Xinjiang Eyaleti 新 疆 省 kurmuştur. 1 Ekim 1955’te eyalet statüsü
lağvedilip özerk bölge kurulmuştur. Ayrıntılar için bkz. İklil Kurban, Şarki
Türkistan Cumhuriyeti (1944-1949) Ankara 1992; Doğu Türkistan İçin Savaş,
Ankara 1995.
126
BAŞLANGICINDAN II. YÜZYILIN ORTALARINA KADAR DOĞU TÜRKİSTAN İ LE ÇİN
MÜNÂSEBETLERİNE GENEL BİR BAKIŞ
Güneybatısında Pakistan ve Hindistan; Güneyinde Tibet; Kuzeyinde Rusya
ve Moğolistan ve Doğusunda Çin ile komşudur. Coğrafî özelliklerinden
dolayı tarih boyunca Doğu Türkistan coğrafyasının sınırları pek
değişmemiştir. Bu coğrafyada Tarım ve Cungar olmak üzere iki büyük
havza; Altay, Tanrı ve Kunlun Dağları olmak üzere üç büyük dağ silsilesi;
Tarım, Yarkend ve Kaşgar olmak üzere üç büyük ırmak ve Bagraş, Sayram,
Aydıng (Aydın), Ulungur, Ayak Kum, Ebinur, Lobnur, Manas, Hanas gibi
göller vardır13.
Bilindiği gibi yazılı kaynaklardaki Türkistan kelimesi ilk kez
Turkastanak şeklinde eski Yunanlıların İskitya kelimesine karşılık olarak
VIII. yüzyılda yaşamış olan Ermeni tarihçisi Musa Horenki (Moses
Xorenac’i) tarafından kullanılmış ve Batıda İtil, Doğuda İmaos yani Tanrı
Dağlarının Doğu tarafları, Güneyde Maverâünnehir mukabili olan Sogd ile
Arik yani Horasan arasındaki topraklara atfedilmiştir14. Daha evvel Yunan
kaynaklarında henüz VI. yüzyılda, Orta Asya için Türk adına bitişen
Yunanca –hia- ekiyle “Turkhia” denilmişti15. Avesta’da da Turan ve
Türkistan kelimesi geçmekte ve Tanrı Dağlarının Doğusundan İtil Irmağı,
Seyhun ve Ceyhun, Horasan arasında kalan topraklar kastedilmektedir16.
Rusya 1716 yılından itibaren Batı Türkistan’da mâlûm istilâ siyaseti
izlemeye başlamış; Çin ise 1755-1765 yılları arasında Doğu Türkistan’ı işgal
etmiş ve buraya 18 Kasım 1884’de Xin-jiang (Hsin-chiang)17 adını vermiştir;
Batılılar da bu adı kullanmışlar ancak bazen de Doğu Türkistan
demişlerdir 18. Aşağıda açıklayacağımız gibi Çinliler tarihte Doğu
Türkistan’a “Batı ülkeleri” anlamına gelen Hsi-yü19 diyorlardı. İngiliz
tarihçiler XIX. yüzyılın başlarına kadar Batı Türkistan için Büyük Buhâra,
Doğu Türkistan için Küçük Buhâra adını kullanıyorlardı. Fakat XIX.
yüzyıldan sonra Batı Türkistan’ı, Türkistan adıyla anmaya başlamışlardır.
Batı Avrupa ve Rus tarihçileri ise Batı Türkistan tâbirini pek
kullanmamışlardır. Rus edebiyatında Doğu Türkistan terimine XIX.
yüzyıldan itibaren rastlanmaktadır. Ancak bu daha çok tarih, coğrafya ve
etnografya terimi olarak kalmıştır. Ruslar işgal ettikleri Türkistan
13
Bkz. Zeki Velidi Togan, Bugünkü Türkili (Türkistan) ve Yakın Tarihi, I, 2. baskı,
İstanbul 1981, s. 3 vd.
14
Zeki Velidi Togan, Türk Türkistan, İstanbul 1960, s. 14.
15
İbrahim Kafesoğlu, Türk Millî Kültürü, 23. baskı, İstanbul 2003, s. 45.
16
Baymirza Hayit, “Türkistan Terimi Üzerine”, Türk Dünyası Araştırmaları
Dergisi, 53, Nisan 1988, s. 23.
17
新 疆; “yeni toprak veya vilayet” manasındadır.
18
Hayit, a.g.m, s. 25.
19
西 域; “Doğu Türkistan veya ülkeleri”.
127
KÜRŞAT YILDIRIM
topraklarındaki vilayetlerini Türkistan Genel Valiliği adlı idarî bir birim
altında resmen 11 Temmuz 1867’den itibaren toplamışlardır. Doğu
Türkistanlı aydınlar ise XX. yüzyılın başlarında Batı Türkistan’daki bu
gelişmeler doğrultusunda Doğu Türkistan terimini kullanmaya
başlamışlardır 20. Sovyet Rusya ise emperyalist maksatlarla Batı Türkistan
demediği hâlde Doğu Türkistan terimini kullanmış ve buna karşılık Batı
Türkistan yerine Orta Asya demiştir21. İkinci Dünya Savaşından sonra Batı
Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri’nde Türkistan terimi yerine “Orta
Asya veya Merkezî Asya” (Central Asia; Средняя Азия) terimleri
kullanılmaya başlanmış22 buna karşılık Çin’e yönelen siyasî maksatlarla
Doğu Türkistan tâbiri söylenmeye devam edilmiştir. Bunun yanında coğrafî
ve iktisadî gerekçelerle kullanıldığı anlaşılan İç Asya (Inner Asia) terimi 23
çok özel bir terimdir ve Doğu Türkistan’ı ifade etmemektedir.
Çinlilerin Doğu Türkistan için kullandıkları 西 域 Hsi-yü yani “Batı
Toprakları” adını Han sülalesi devrinde (M.Ö. 206-M.S. 220) daha çok Tanrı
Dağlarının Güneyinden kıvrılan yol üzerindeki Yü-men yani “Yeşimtaşı
Kapısı”nın batısındaki topraklar için kullandığı görülmektedir. Esas itibarı
ile Doğu Türkistan toprakları söz konusu olsa da yeri geldiğinde daha
Güneydeki ve Batıdaki topraklardan, devletlerden ve halklardan da
bahsedilmiştir. Bu surette Çin kaynaklarının “Doğu Türkistan” hakkında
bilgi verirken aslında İpek Yolu üzerindeki yerleri anlattığı anlaşılmaktadır.
20
Tafsilat için bkz. Hayit, a.g.m, s. 25-27.
Hayit, a.g.m, s. 30. Orta Asya veya Merkezî Asya teriminin dil hususundan
hareketle başvurulan “Altaik” bir terim olduğu kabul edilmektedir; Denis Sinor,
“The Scope and Importance of Altaic Studies”, Journal of the American Oriental
Society, LXXXIII, 2, Apr.-Jun., 1963, s. 194. Nihayetinde bugün Orta Asya veya
Merkezî Asya terimi ile Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Türkmenistan ve
Özbekistan’ın bulunduğu saha kastedilmektedir; Rafis Abazov, The Palgrave
Concise Historical Atlas of Central Asia, New York 2008, s. 2.
22
Hayit, a.g.m, s. 29.
23
Sinor (Denis Sinor, “Giriş: İç Asya Kavramı”, Çev., R. Sezer, Erken İç Asya
Tarihi, der., Denis Sinor, 4. baskı, İstanbul 2003, s. 18) bu konuda şöyle
demektedir: “İç Asya’nın dünya tarihindeki yerini anlamak için anahtar kavram
bozkırdır. Bu geniş otlak arazisinde; boynuzlu davar, koyun, keçi ya da at olsun
davar üreticiliği her zaman geniş kapsamlı idi. Ekonomik öz-yeterliliği güven
altına almak ve aşırı otlatmadan kaçınmak için sürülerin, genellikle belli sınırlar
içinde, fakat zaman zaman nerede ot bulunabilirse orada, sürekli hareket hâlinde
olmaları gerekiyordu”. István Vásary (István Vásary, Eski İç Asya Tarihi, Çev., İ.
Doğan, İstanbul 2007, s. 21-23) ise Sinor’a dayanarak “İç Asya” kavramını
kullanmış ve İç Asya’nın yerinin zaman ve mekana göre sürekli değişebileceğini
belirtmiştir.
21
128
BAŞLANGICINDAN II. YÜZYILIN ORTALARINA KADAR DOĞU TÜRKİSTAN İ LE ÇİN
MÜNÂSEBETLERİNE GENEL BİR BAKIŞ
En erken Çinli kaynaklar bu yolların aslında Hunların ataları
sayılabilecek kavimlerin hâkimiyeti altında olduğunu belirten ifadeler
kullanmışlardır. Mesela T’ai P’ing Yü Lan’da şöyle denmektedir: “I kitabı
derki (Batı Toprakları, Hsi-yü), Kao-tsung (M.Ö. 1259-1200) devrindeki
Kuei-fang’dır”24. Buradaki Kuei-fang ise Hunların ataları olarak tasnif
edilmektedir 25.
Çinliler eskiden bu toprakları hiç görmemişlerdi ve buraların Hunların
atalarına âit olduğunu düşünüyorlardı. Çinlilerin ilk defa olmak üzere
Batılarındaki toprakları tanımasını sağlayan ve önceleri elçi, seyyah, casus
ve daha sonraları general olan Chang-ch’ien’in (ölümü M.Ö. 114) gezip
dolaştığı topraklar için yazdığı seyahatnamesi Shih Chih (yazım tarihi M.Ö.
109-91)’nin 123. bölümünde yer almaktadır; ancak bu raporun hiçbir yerinde
Hsi-yü yani “Batı Toprakları” ifadesi geçmemektedir. Öte yandan Shihchih’nin yazarı Szu-ma-ch’ien bu adı sadece üç yerde zikretmektedir: Bölüm
60, s. 2109, satır 4’de, Hsi-yü etnik bir tâbir gibi görünmektedir; “西月氏匈
奴 西 域 舉 國 奉 師”. Huo-chü-ping 霍 去 病’in (M.Ö. 140-117) biyorafisinde
Hsi-yü, Yüeh-chih ve Hsiung-nu (Hun)’lar ile yan yana etnik bir tasnife tâbi
tutulmaktadır. Hsi-yü’nün Shih-chih’de görüldüğü bir diğer yer Bölüm 111,
s. 2933, satır 8’dir. Burada gene Huo-chü-ping 霍去病’in Hunların Batı Beyi
Hun-hsieh’e yaptığı seferden bahsetmektedir: “…去 病率 師攻 匈奴 西域 王
渾 邪”. Burada Hsi-yü tâbiri ile Hun devlet düzeninde bugünkü Doğu
Türkistan topraklarını idâre eden bir bey bulunduğu ve bu toprakların Hun
idarî sistemine dâhil olduğu görülmektedir. Szu-ma-ch’ien’in buradaki Hsiyü kaydını Hun devlet sistemindeki bir tâbirden ödünç aldığı
anlaşılmaktadır. Hsi-yü tâbirinin Shih-chih’de görüldüğü son yer Bölüm
117, s. 3044, satır 5’tir: “康居西域重譯請朝…”. Buna göre Hsi-yü, K’angchü (Sogdiana) ile beraber coğrafî-etnik bir ad olarak ya da bir devlet adı
gibi kullanılmıştır 26.
24
T’ai P’ing Yü Lan (TPYL), Taipei 1997, 792, s. 3511a: “易曰高宗伐鬼方”.
Kuei-fang 鬼方. Bkz. HS, 94A, s. 3743.
26
Hsi-yü tâbirine dâir genel bir değerlendirme için bkz. Muhaddere N. Özerdim, “
“Hsi-Yü” Olarak Çin Türkistanı’nın Tarihî Sınırlaması ve Tarihî Önemi”, Ankara
Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi (DTCF), XV, 1-3, s. 209217; Ayşe Onat, “Çin-Türkistan İlişkilerinin Başlangıcı Hakkında Bazı Bilgiler”,
Belleten, LIV, 211, Aralık 1990, s. 915 ve 915, dpt.6. Bu münasebetle Çin
kaynaklarındaki “Hsi-yü” bölümleri Han Shu 漢 書’dan itibaren görülmektedir.
Ayşe Onat’ın haklı olarak belirttiği gibi sonraki dönem Çin kaynaklarındaki “Hsiyü” bölümleri Han Shu ve Hou Han Shu 後漢書gibi yıllıklarda izlenen sistem esas
alınarak oluşturulmuştur.
25
129
KÜRŞAT YILDIRIM
Dolayısıyla Çinlilerin “Hsi-yü” yani “Batı Toprakları” tâbirini Hsiung-nu
(Hun)’lardan ödünç aldıkları ve bu yönüyle “Batı Toprakları”
tanımlamasının Hsiung-nu (Hun) idarî taksimatına has bir kavram olduğu
anlaşılmaktadır.
M. S. III. Yüzyıla Kadar Doğu Türkistan Sahasındaki Yollar:
Bugünkü Doğu Türkistan sahası devrin en önemli ticaret merkezlerinden
biriydi. Çin’den, Hindistan’dan ve Afganistan’dan gelen malların, Roma
İmparatorluğu, Part İmparatorluğu ve Ön Asya’dan gelen mallarla
değiştirildiği bir coğrafyaydı. Doğu Türkistan’daki yollar bu malların gidip
geldiği kanallardı ve bu yollar üzerinde çok zengin ve güçlü devletler
kurulmuştu. Çinlilerin Hsi-yü (“Batı Toprakları”) dediği Doğu Türkistan’a
bağlı ülkelerin yayıldığı saha milâdın başlarında Doğudan Batıya 6 bin,
Güneyden Kuzeye 2 bin li (1 li yaklaşık 500 metredir)’den fazladır. Doğuda
Yü-men (Yeşimtaşı Kapısı) ve Yang-kuang (Yang Geçidi), Batıda Ts’ungling (Pamir) Dağları tarafından çevrilir. Kuzeydoğusunda Hsiung-nu
(Hun)’lar ve Wu-sun’lar ile komşudur. Güneyinde ve Kuzeyinde sıradağlar
vardır, ortasından Tarım Irmağı akar27. Doğu Türkistan’ın Güneyindeki Nanshan (Güney Dağları)28 izlenerek Doğuya doğru gidildiğinde Chinch’eng’a29 varılır. Çin topraklarının Nan-shan (Güney Dağları)’ına dâhildir.
Doğu Türkistan’daki ırmakların iki kaynağı vardır; ilki Ts’ung-ling (Pamir)
Dağlarından çıkıp Doğuya akar30, diğeri Yü-t’ien (Hoten)’in Güneyindeki
dağlardan çıkıp Kuzeye akar31 ve Ts’ung-ling (Pamir)’den gelen ırmakla
birleşir ve Doğuda P’u-ch’ang-hai (Lob Nor)’ya32 akar. P’u-ch’ang (Lob
27
Chavannes (“Les pays d’Occident d’aprés le “Heou Han chou” ”, T’oung Pao, II,
8, s. 168, dpt.4), Doğu Türkistan’ın merkezindeki Tarım Irmağının önceleri
Çinliler tarafından Sarı Irmağın üst akımı zan edildiğini belirtmektedir.
28
Nan-shan 南 山, “Güney Dağları”. Şimdiki adıyla Ch’i-lien Dağları 祁連山 Tibet
toprakları ile Çin arasındaki sınır gibidir.
29
Chin-ch’eng 金 城. Chavannes (a.g.m., s. 169), Lan-chou 蘭 州’da demektedir.
Buranın Önceki Han devrinde (M.Ö. 206-M.S.25) kurulduğu ve bugünkü Kan-su
eyaletindeki Lan-chou ilinin Kuzeybatısında, Sarı Irmağın kıyısında olduğu
bilinmektedir (Chung-kuo-li-shih-ti-ming-ta-tz’u-tien, I, Ed., Shih Wei-le, Beijing
2005, s. 678).
30
Kaşgar Irmağı. Ayrıca bkz. Chavannes, a.g.m., s. 169, dpt.1.
31
Hoten Irmağı.
32
P’u-ch’ang-hai 蒲 昌 海, Lob Nor (Lob Gölü). Tarım havzasında yaklaşık 10 bin
km2 alan kaplamaktadır.
130
BAŞLANGICINDAN II. YÜZYILIN ORTALARINA KADAR DOĞU TÜRKİSTAN İ LE ÇİN
MÜNÂSEBETLERİNE GENEL BİR BAKIŞ
Nor)’ın bir diğer adı Yen-tse (Tuz bataklığı)’dır. Buranın Yü-men
(Yeşimtaşı Kapısı)’e uzaklığı 300 li’den fazladır33.
Tun-huang’dan Batıya gidildiğinde Yü-men (Yeşimtaşı Kapısı) ve Yang
Geçidine varılır. Shan-shan (Çarklık) geçilir ve Kuzeyde I-wu (Kumul)’ya
ulaşana kadar bin li’den fazla yol alınır. I-wu (Kumul)’dan Kuzeyde Ön
Ch’e-shih (Turfan)’daki Kao-ch’ang (Karahoca) kalesine varmak için 1200
li’den fazla yol gidilir. Kao-ch’ang (Karahoca) kalesinden Kuzeyde Arka
Ch’e-shih (Turfan)’daki Chin-man (Beşbalık)34 şehrine gitmek için 500 li
yol alınır. Bu yerler (Karahoca ve Beşbalık) Doğu Türkistan’ın kapısıdır. Bu
33
Hou Han Shu (HHS), Beijing 1997, 88, s. 2914; T’ung Tien (TT), Beijing 2003,
191, s. 5190-91; T’ung Chih (TC), Shanghai 1935, 196, s. 3133a-b; Ts’e Fu Yüan
Kuei (TFYK), Beijing 1982, 957, s. 2262b; TPYL, 792, s. 3511a.
34
Chin-man 金 滿. Jimsar ‫ ﺟ ﻤ ﺴﺎر‬ilçesidir. Burası Uygurlara başkentlik yapmış olan
kadim Beşbalık şehridir (Hsi-yü Ti-ming, Ed., P’ing Ch’eng-chün, Beijing 1980, s.
14 ve 38; Chung-kuo-li-shih-ti-ming-ta-tz’u-tien, II, s. 1614). Chavannes
(Documents sur Les Tou-Kiue (Turcs) Occidentaux, St Pétersbourg 1903, s. 11)
şöyle demektedir: “Hsi-yü-shui-tao-chih 西 域 水 道 記 (“Batı Toprakları Su ve
Yol Kayıtları”, Hsü-sung 徐 松 tarafından 1819 yılında yayınlanmıştır, tekrar
basımı Beijing 2005 yılında Zhung-hua Shu-chü 中 華 書 局 yayınevi tarafından
yapılmıştır)’a ( bölüm III, p. 25 ro; yani Ha-la Nao-er 哈 喇 淖 爾, “Karanor”
bahsi) göre kadim Pei-t’ing, Hu-pao-tzu 護 堡 子’dan (?) başka bir yer değildir.
Şimdiki Pao-hui 保 惠 ilçesinin 20 li Kuzeyinde, T’ang dönemine âit bir taş kitabe
bulunmuştur; kitabe tahrip olmuş olmasına rağmen Chin-man ilçesinin zamanında
burası olduğunu ispat etmektedir. Öte yandan Chiu T’ang Shu (bölüm XL, p. 29
vo)’dan şöyle okuyoruz: “Chin-man… Sonraki Han devrinde Arka Turfan
Devleti’nin hükümdarlık sarayıydı 車 師 後 王 庭 (Chavannes’in bu eserini
Türkçeye tercüme edip 2007 yılında yayınlayan Mustafa Koç (E. Chavannes, Çin
Kaynaklarına Göre Batı Türkleri, Çev., Mustafa Koç, İstanbul 2007, s. 35)
cümleyi tamamen yanlış çevirmiştir: “Kin-man, sonraki Han hanedanına bağlı,
Kuça Krallığı’nın daha sonraki kraliyet sarayı idi”). Bu kadim bozkırlı
payitahtında beş şehir vardır. Bu nedenle halk oraya şöyle derdi: Beş şehir
toprakları 五 城 之 地. Cheng-kuan 貞 觀 (Chavannes yanlış okumuş; hâlbuki
tatbik ettiği École française d'Extrême-Orient (EFEO) çevriyazım sistemine göre
Tchen-kouan olarak okuması gerekirdi) saltanat devresinin 14. yılında (640), Kaoch’ang (Karahoca) Devleti teskin edildikten sonra T’ing ilçesi 庭 州 kurulmuştur.
Aynı kaynağın birkaç satır yukarıda verdiği bilgiye göre ch’ang-an 長 安 saltanat
devresinin 2. yılında (702), T’ing ilçesi 庭 州’nde Pei-t’ing Valiliği 北 庭 都 護 府
kurulmuştur. Dolayısıyla bu metin Hsi-yü-shui-tao-chih’de verilen bilgiyi doğru
kılmaktadır. Çünkü bu bilgiye göre Pei-t’ing, Chin-man’dan başka bir yer
değildir…”. Ayrıca yine Chavannes’e (a.e.) göre Beşbalık, şimdiki Urumçi
değildir ve Guçen’in biraz Batısında bulunmaktadır.
131
KÜRŞAT YILDIRIM
nedenle Çin işgalcileri iki yere de Wu ve Chi Komutanlığı35 kurmuştur. I-wu
(Kumul) topraklarında beş tür tahıl, dut ağacı, kenevir ve üzüm yetişir. I-wu
(Kumul)’nin Kuzeyinde Liu-chung (Lukçun) vardır, tüm bu topraklar çok
zengin ve bereketlidir. Bu nedenle Çin, Doğu Türkistan üzerinde hâkimiyet
kurmak üzere Ch’e-shih (Turfan) ve I-wu (Kumul) için Hsiung-nu
(Hun)’larla daimî bir savaş hâlindedir36.
Shan-shan (Çarklık)’tan Ts’ung-ling (Pamir)’e giderken iki yol vardır.
Nan-shan (Güney Dağları)’ın Kuzey yamaçlarını takip ederek, ırmağın
kıyısından Sha-ch’e (Yarkend)’ya varılır, bu Güney yoludur. Güney
yolundan Batıya giderek Ts’ung-ling (Pamir) aşılırsa Büyük Yüeh-chih
(Kuşan) ve An-hsi (Part) ülkelerine varılır. Ön Ch’e-shih (Turfan)
Devleti’nden Kuzey Dağlarını izleyerek ırmağa, ırmağın kıyısından Batıya
gidilirse Shu-le (Kaşgar)’ya varılır, bu Kuzey yoludur. Kuzey yolundan
gidilerek Ts’ung-ling (Pamir) aşılırsa Ta-wan (Fergana), K’ang-chü (Kanglı)
ve Yen-ts’ai (Alan) ülkelerine varılır37.
Yü-men (Yeşimtaşı Kapısı)’e gidilip Shan-shan (Çarklık), Ch’ieh-mo ve
Ching-chüeh (Niya) topraklarından geçilir ki bu 3 bin li’den fazla bir yoldur
ve Chü-mi (Keriya)’ye varılır38.
Kaynaklara bakıldığında III. yüzyıldan sonra üçüncü bir yolun da
kullanılmaya başlandığı anlaşılmaktadır. San Kuo Chih, 30, s. 858-863’ün
aktardığı kayıp olan Wei-lüeh’in “Batı Jung’ları” bölümüne göre (239-265
yılları arasındaki hadiseleri aktarır) Doğu Türkistan’dan geçen üç yol
vardır39: “Tun-huang ve Yü-men (Yeşimtaşı Kapısı) Geçidinden Doğu
Türkistan’a önceleri iki yol vardı, şimdi üç yol vardır. Yü-men (Yeşimtaşı
Kapısı) Geçidinden Batıya doğru gidip Ch’o-ch’iang’dan geçtikten sonra
Ts’ung-ling (Pamir) aşılır ve Hsüen-tu40 geçilerek Büyük Yüeh-chih (Kuşan)
topraklarına girilir. Bu Güney yoludur. Yü-men (Yeşimtaşı Kapısı)
35
Bu komutanlık için aşağı bakınız.
HHS, 88, s. 2914.
37
HHS, 88, s. 2914; TC, 196, s. 3133b. Bu tarif HS, 96A, s. 3872’de de aynen yer
almaktadır. Batıya giden iki yoldan bahsedilmektedir”.
38
HHS, 88, s. 2914 vd.
39
San Kuo Chih (SKC), 30, s. 859: “從敦煌玉門關入西域前有二道今有三道從玉
門關西出經婼羌轉西越葱領經縣度入大月氏為南道從玉門關西出發都護井
回三隴沙北頭經居盧倉從沙西井轉西北過龍堆到故樓蘭轉西詣龜茲至葱領
為中道從玉門西北出經橫坑辟三隴沙及龍堆出五般北到車師界戊己校尉所
治高昌轉西與中道合龜茲為新道”.
40
Hsüen-tu 縣 度 “asılı geçitler”; Hunza Vadisinden Gilgit’e giden yol üzerindeki
geçitlerdir. Bkz. E. Chavannes, “Les Pays d’occident d’aprés le Wei lio”, T’oung
Pao (TP), II, 6, 1905, s. 529, dpt.5.
36
132
BAŞLANGICINDAN II. YÜZYILIN ORTALARINA KADAR DOĞU TÜRKİSTAN İ LE ÇİN
MÜNÂSEBETLERİNE GENEL BİR BAKIŞ
Geçidinden Batıya doğru gidilip Tu-hu-ching41 geride bırakılır ve San-lungsha’nın42 Kuzey ucu dolanılır, Chü-lu-ts’ang’dan43 geçilir. Ardından Sha-hsijing’dan44 hareket edilir, Kuzeydoğuya gidilip Lung-tui45 geçilir ve eski Loulan topraklarına varılır, Batıya doğru ilerleyip K’uei-tzu (Kuça)’ya varılır ve
ardından Ts’ung-ling (Pamir)’e gelinir. Bu orta yoldur. Yü-men (Yeşimtaşı
Kapısı)’den Kuzeybatıya gidilip Heng-k’eng’dan46 geçilir, San-lung-sha ve
Lung-tui’ye uğramadan Wu-ch’uan’ın47 Kuzeyine gidilir ve Ch’e-shih
(Turfan) sınırında Wu ve Chi Komutanlığı’nın idâre ettiği Kao-ch’ang
(Karahoca)’a varılır, Batıya doğru ilerlenip K’uei-tzu (Kuça)’ya giden yol ile
birleşir. Bu yeni yoldur”.
Böylece III. yüzyıla kadar iki yolun varlığı bilinmektedir:
i)
Güney yolu: Doğu Türkistan’ın Güneyinden ve Tibet
Dağlarının Kuzey eteklerinden yani Hoten kenti üzerinden
Batıya giden yol.
ii)
Kuzey Yolu: Tanrı Dağlarının Güneyinden ve Kuça
üzerinden Batıya giden yol.
Bahaeddin Ögel’e göre III. yüzyıldan sonra eklenen yol zaten tabiî
idi48.
Başlangıcından II. Yüzyılın Ortalarına Kadar Doğu Türkistan ile
Çin Münâsebetleri: Çin daimâ Doğu Türkistan’a hâkim olmak istemiş ve
bu yolda tüm kaynaklarını seferber etmiştir. Tarihin bilinen ilk devirlerinden
beri Doğu Türkistan hem verimli ve sulak arazileri sebebiyle hem de geostratejik ve ticarî cihetten Çin için hayatî öneme sâhiptir. Milâttan önceki
devirlerde dahi Çin malları İran, Suriye ve Roma topraklarına, Roma,
Suriye, İran malları da Çin başkentine kadar ulaşıyordu. Bu ticarî faaliyette
esas aktör Doğu Türkistanlılardı. Çinlilerin Doğu Türkistan ile ilk kez
İmparator Wu devrinde (M.Ö. 140-78) irtibat kurdukları bilinmektedir49. Bu
41
都護井 “valinin kuyusu”.
三隴沙 “üç kum tepesi”.
43
居盧倉mahzen kasrı.
44
沙西井 “çöldeki Batı çeşmesi”.
45
龍堆“ejderha kumulları”.
46
橫坑“Beştoprak vadisi”.
47
五般“beş gemi”.
48
Ögel, Büyük Hun, II, s. 426-427.
49
HHS, 88, s. 2909. TT, 191, s. 5190; TC, 196, s. 3133a; TFYK, 957, s. 2262b. Hou
Han Shu’nun “Batı Toprakları” bölümünün güzel bir tercümesini yayınlamış olan.
Chavannes (TP, II, 8, 1907, s. 153), bir tâbilik ilişkisini vurgulamıştır: “…les
contrées d’Occident étaient sous la dépendance de l’empire”. Ancak 西 域 內 屬
42
133
KÜRŞAT YILDIRIM
devirde Çin, istilâ ettiği Doğu Türkistan devletlerini idâre etmek için
elçilikler ve komutanlıklar tesis etti50. İmparator Hsüan (M.Ö. 73-49) ise tüm
bu unvanları kaldırıp tu-hu51 yani Genel Valilik kurdu52.
Bu Genel Valilikle ilgili bazı haşiyeler Li-hsien başkanlığındaki bir heyet
tarafından HHS’ya T’ang devrinde (618-907) düşmüştür. Bu hadiseye dâir
düştükleri haşiyede şöyle demektedirler53: “İmpatator Hsüan devrinde,
Cheng-chih (Çin’in meşhur generallerinden; ölümü M.Ö. 49), shih-langt’ien54 unvanlı Ch’ü-li’yi bir orduyla göndererek Ch’e-shih (Turfan)
cümlesi tam olarak Çin’e bağlı olmayı ifade etmemektedir. 屬 imi her zaman tam
bir tâbilik ilişkisini ifade etmez. 屬 iminin iki tür okuyuşu vardır: Chu olarak
okunduğunda “bağlantı kurmak, ilişkiye geçmek, toplanmak, bir araya gelmek”
gibi anlamlara gelir. Shu olarak okunduğunda ise bir tâbilik manası çıkartılabilir
(bkz. Tz’u Yüan, I, Beijing 2002, s. 915). İmparator Wu devrinde Batı Toprakları
yani bugünkü Doğu Türkistan coğrafyasının Çin’e bağlı olduğunu söylemek tarihî
gerçeklere uygun düşmemektedir. Üstelik TT, 191, s. 5190’da, “西 域 以 漢 孝 武
時 始 通”, “Batı Toprakları ile Han İmparatoru Hsiao-wu devrinde münasebet
kurulmuştur” denilmektedir. Öte yandan Bahaeddin Ögel (Ögel, Büyük Hun, II, s.
294-295) Batılı tarihçilerin kaynaklarda geçen teslim olma ifadelerini derhal Çin
idâresinin başlangıcı olarak kabul etmelerini eleştirmektedir.
50
漢 為 置 使 者 校 尉 領 護 之 cümlesindeki 使 者 校 尉 shih-che-hsiao-wei imleri
tarafımızdan “elçilikler ve komutanlıklar” olarak tercüme edilmiştir. Çin unvanları
sözlüğü hazırlayan Hucker, Han sülalesi dönemindeki unvanlardan olmak üzere 使
者shih-che için “elçi” veya “ulak”, 校尉hsiao-wei için ise “komutan” karşılıklarını
tespit etmiştir (Charles O. Hucker, A Dictionary of Official Titles in Imperial
China, California 1985, Nu: 5208 ve Nu: 2456). Dolayısıyla iki ayrı unvan söz
konusudur. Han devrine âit böyle tek bir unvana tesadüf edilmemektedir. Ancak
Chavannes (TP, II, 8, s. 153, dpt.2) 使者校尉 shih-che-hsiao-wei yazımını yanlış
mülahaza ederek bunun bir unvan olduğu neticesini çıkarmıştır (“… Commissaire
militaire des ambassadeurs”). Shih-chih 史記, 123, s. 3197’deki ifade açıktır: 侖頭
有田卒數百人因置使者護田積粟以給使外國者 yani “Lun-t’ou yüz askerlik bir
birlikle toprak işlemekteydi, yabancı ülkelerdeki elçilere sumak üzere tarlalardan
toplanan tahılı korumak için elçilik kurdu”. Buna rağmen Chavannes şöyle
demektedir (a.e.): “c'est par erreur semble-t-il, que les deux mots 校 尉 sont omis
dans le texte de Szeu-ma Ts'ien” yani “bu iki kelime Szu-ma Ch’ien’in metninde
atlanmıştır”. M.Ö. 119-104 yılında Doğu Türkistan’da Çin elçiliklerinin
kurulmasıyla ilgili bkz. Borovkova, a.g.e., s. 118 vd.
51
Tu-hu 都 護, “genel valilik”.
52
“宣 帝 改 曰 都 護”. Kelimesi kelimesine şöyle tercüme edilir: “İmparator Huan
değiştirip tu-hu dedi”. Genel Vailiğin kuruluşundan sonra milâdın başlarına kadar
olan devrin bir yorumu için bkz. Borovkova, a.g.e., s. 225 vd.
53
HHS, 88, s. 2910, haşiye 2.
54
侍郎田.
134
BAŞLANGICINDAN II. YÜZYILIN ORTALARINA KADAR DOĞU TÜRKİSTAN İ LE ÇİN
MÜNÂSEBETLERİNE GENEL BİR BAKIŞ
Devleti’ni vurmayı, wei-szu-ma 55 dâiresini oraya taşımayı ve bu surette
Shan-Shan (Çarklık)’ın Güneybatısından geçen yolu güvenlik altına almayı
istiyordu. Bunun üzerine Hsiung-nu (Hun)’ların Jih Chü Beyi56 gelip Chengchih’a teslim oldu. Önden Cheng-chih gitmek üzere Çin ordusu Ch’e-shih
(Turfan) Devleti’ni mağlup etti. Sonra teslim olmuş olan Jih Chü Beyi ile
güçler birleştirilerek Ch’e-shih (Turfan)’ın Kuzeybatısındaki yolun koruma
altına alınması emredildi, bu kurulan makama “tu-hu” denildi. Tu-hu
makamının kurulması Cheng-chih’tan sonra olmuştu”57. Hulsewé ve Loewe
ise “Genel Valilik”in, Çin’den Batıya giden Kuzey ve Güney yolları
boyunca insan ve mal akımını kolaylaştırmak maksadıyla M.Ö. 59 yılında
kurulduğunu ve Çin unvanları, yetki mühürleri ve kurdeleleri alan yerel
beylerin siyasetlerini onay makamı olduğunu belirtmektedirler58. Her ne
kadar Wang-Mang dönemine kadar (M.S. 9) bu makama vali atandığı
görülse de Çin’den Batıya ve Batıdan Çin’e mal satarak para kazanan
Türkistan şehir devletlerinin, Çin ile ilişkileri düzenleyen ve bu dönem için
pek bir askerî ve siyasî nüfuzu bulunmayan bir valinin emrinde olduklarını
söylemek Çin kaynaklarındaki mübalağaları tercüme etmekten başka bir şey
değildir.
Yine İmparator Yüan devrinde (M.Ö. 48-33), Ön Ch’e-shih (Turfan)
Beyi’nin sarayında 59 tımar işletilmesi için Wu ve Chi Komutanlıkları60
kuruldu61.
55
衛司馬; bir tür muhafız birliği.
日逐王.
57
Hucker, bu unvanı şöyle tanımlamaktadır (a.g.e., Nu:7237): “Genel Vali.
Özellikle de şimdiki Xinjiang (Doğu Türkistan)’da itaat altına alınan yabancı
halkları idâre etmek üzere kurulan ve çeşitli biçimlerde genel valinin güçlerine
sâhip askeri bir görev”.
58
A. F. P. Hulsewé-M. A. N. Loewe, China in Central Asia: The Early Stage 125
BC-AD 23, Leiden 1979, s. 64.
59
Komutanlıklar şimdiki Turfan’ın 70 li Güneydoğusundaki Kao-ch’ang-pi 高昌壁
yani Karahoço kalesinde iken Ön Turfan Beyinin sarayı şimdiki Turfan’ın 20 li
Batısında olan Chiao-he 交河(Yarkhoto) şehrindeydi. Bkz. Chavannes, TP, II, 8, s.
155, dpt.1.
60
“戊己校尉” yani Wu-chi komutanlığı. HS, 18, s. 738’de bu konuya değinilmiştir:
“wu-chi-hsiao-wei 戊己校尉, İmparator Yüan’in ch’u-yüan saltanat devresinin ilk
yılında (M.Ö. 48) kurulmuştur. Burada ch’eng 丞 ve szu-ma 司 馬 unvanlı
memurlardan bir ve markilerden 候 ise beşer kişi bulunur. Vergisi 600 tan 石 (1 tan
yaklaşık 103 kilogram).’dır”. Bu kaydan T’ang devrinde şerh düşen Shih-ku 師古
şöyle demektedir (a.e., 18, s. 738, haşiye: 9): “…(diğer makamlar içinde) sadece
wu-chi gezici bir idâredir. Bugün kurulmuş olan komutanlık (hsiao-wei) da belli
bir yerde durmaz, bu sebeple wu ve chi adını almışlardır (wu ve chi imleri
Çinlilerin zaman taksimi içim kullandıkları shih-t’ien-kan 十天干 yani “on göksel
56
135
KÜRŞAT YILDIRIM
Tımar sistemi şöyle işliyordu: İçinde gözetleme kulesi olan sınırdaki
kışlalar sivil ve askerî tarım kolonileri (t’un-t’ien) ile destekleniyordu. Bu
istihkâm hatlarının ardında Çin İmparatorluğu, Doğu Türkistan ile olan
iletişimini sağlıyor, iskân siyasetini sürdürüyor ve Kuzeyinden gelen
saldırılara karşı umumî bir müdafaa temin ediyordu. Kurulan bu sistemde
imparatordan başlamak üzere hanedan üyelerine, yüksek orun sahibi
memurlara, soylulara, kurmay kademesindeki komutanlara ve benzeri
kimselere toprak tahsis ediliyordu. Her bir toprak yıllık olarak verdiği tahıl
miktarına göre tasnif edilmekteydi62.
İmparator Ai (M.Ö. 6-1) ile İmparator P’ing (M.S. 1-5)’in saltanat
devresi esnasında böyle bir düzenin yerleştirilmeye çalışıldığı Doğu
Türkistan, Çin kaynaklarında elli beş ülkeden mürekkep bir yer olarak
kaydedilmiştir.
M.S. 9 yılında General Wang-mang darbeyle iktidara geldikten sonra
daha önceki Çin imparatorlarının Doğu Türkistanlı beylere verdiği imtiyaz
ve rütbeleri düşürüp hou-wang yani “marki-bey” olarak değiştirdi63. Doğu
boy ya da dal”ın iki ögesidir), bir wu ve bir chi komutanlığı vardır, bir söylenene
göre wu ve chi ortada durur ve dört bir yana tazyik edermiş, bugün kurulmuş olan
komutanlık da Hsi-yü (Doğu Türkistan)’dedir ve oradaki ülkeleri hüküm altında
tutmak için vardır”.
61
HHS, 88, s. 2909, TT, 191, s. 5193; Hsi Han Hui Yao (HHHY), Beijing 1998, 70,
s. 711; TC, 196, s. 3133b; TPYL, 792, s. 3512a.
62
Tun-t’ien 屯 田 teriminin tam tercümesi “askerî kışla ve tarım”dır. Çin dışındaki
bölgelerde konuşlanan Çin memur ve askerlerinin kurduğu bir tür toprak
sistemidir. Bu sistemin ayrıntıları için bkz. Rafe de Crespigny, Northern Frontier,
the Policies and Strategy of the Later Han Empire, Canberra 1984. Tam bir
benzerlik olmasa da âlimler tarafından İngilizceye “state farms”, “devlet
çiftlikleri” veya “agricultural colonies”, “tarım colonileri” (Rafe de Crespigny,
a.g.e., her yerde), Fransızcaya “colonie agricole” (Chavannes, TP, II, 8, s. 154),
Almancaya “militärkolonie”, “askeri koloni” (Liu Mau-Tsai, Kutscha und seine
Beziehungen zu China vom 2. Jh. v. bis zum 6. Jh. n. Chr., I, Wiesbaden 1969, s.
42) ve Rusçaya “казенного землепашества” yani “devlet tarımı” (N. Ya. Biçurin,
Sobraniye Svedeniy O Narodah, Obitavşih v Credney Azii v Drevniye Vremena, II,
Almatı 1998, s. 222) olarak tercüme edilen bu terimin Türkçe “tımar” olabileceği
düşüncesindeyiz. De Groot (J. J. M. De Groot, Die Hunnen Der Vorchristlichen
Zeit, I, Berlin 1921, s. 5, 10, ve diğer yerlerde) da bu yapının başında duran kişiyi
“Lehnfürst” yani “tımar beyi” şeklinde tercüme etmiştir. Ayrıca İslâmiyet öncesi
Türklerde tımar sisteminin genel bir tasviri için bkz. Bahaeddin Ögel, “İslâmdan
Önceki Türk Devletlerinde Timar Sistemi”, IV. Türk Tarih Kongresi, Ankara 1014 Kasım 1948, Kongreye Sunulan Tebliğler, Ankara 1952, s. 242-250.
63
“貶易候王” yani “rütbeleri düşürüp hou-wang (marki-bey) olarak değiştirdi”. Bu
olay HS, 94b, s. 3820’da şöyle anlatılmaktadır: “Wang-mang tahtı ele geçirdiği
136
BAŞLANGICINDAN II. YÜZYILIN ORTALARINA KADAR DOĞU TÜRKİSTAN İ LE ÇİN
MÜNÂSEBETLERİNE GENEL BİR BAKIŞ
Türkistan’daki ülkelerin hükümdarları “bey” yani wang 王 unvanı
taşıyorken, Wang-mang’ın bunların unvanını “Hsin (Wang-mang’ın kurduğu
hanedanın adı)’e tâbi marki-bey” yani “Çin’e tâbi bey”, “hou-wang 候 王”
olarak değiştirmek istemişti. Bu ise bölge devletlerinin kabul edebileceği bir
şey değildi. Bu yüzden Doğu Türkistan’daki ülkeler isyan ettiler ve Çin ile
olan münasebetlerini kestiler. Hep birlikte tekrar akrabaları olan Hsiung-nu
(Hun)’lara tâbi oldular64. Bununla beraber Hsiung-nu (Hun)’lar çok ağır
vergiler koymaya başlayınca Doğu Türkistan’daki ülkelere sözlerini
geçiremez oldular.
Çinlilerin Chien-wu saltanat devresinde (22-55) Doğu Türkistan’daki
devletlerin her biri Çin’e elçi gönderip Çin ile münasebet kurmak
istediklerini bildirdi ve Genel Valilik (tu-hu) kurulmasını talep etti.
İmparator Kuang-wu’nun düşüncesine göre (22-57) Çin’de düzen ve sükûnet
henüz sağlanmıştı65 ve dış münasebetlerle uğraşılamazdı; bu sebeple Doğu
Türkistan’daki bu ülkelerin isteklerini kabul etmedi. Kaynaklardaki bu
bilgiler elbette ki Çinlilerin siyasî durumunu yansıtmaktadır. Bu dönemde
Çin içine kapanmıştı ve Hsiung-nu (Hun)’lar Doğu Türkistan’a hâkim
idiler 66. Doğu Türkistan’daki devletler muhtemelen Hsiung-nu (Hun)’lara
karşı denge teşkil etmesi için Çin gücünden istifade etmek istiyorlardı.
Bahaeddin Ögel’e göre Hsiung-nu (Hun)’ların 46’dan sonra Türkistan
sahasında gerilemesi üç sebep yüzündendi: Kuraklık ve kıtlık, Doğudan
gelen proto-Moğol akınları ve Çin’in Hsiung-nu (Hun) düzenini bozması67.
sırada, chien-kuo saltanat devresinin ilk yılında (M.S. 9)…Ch’an-yü’ye verilmiş
olan eski mührün değiştirilmesini buyurmuştu. Eski mühür üzerinde “Hsiung-nu
Ch’an-yü’sü Mührü” 匈奴單于璽 yazılıydı, Wang-mang 王莽 bunu “Hsin’e (Yani
Wang-mang’ın kurduğu yeni hanedana) Tâbi Hsiun-nu Ch’an-yü’sü Damgası”
新匈奴單于章 olarak değiştirmişti” (Tercüme için ayrıca bkz. Chavannes, TP, II,
8, s. 155, dpt.2; Ayşe Onat-Sema Orsoy-Konuralp Ercilasun, Han Hanedanlığı
Tarihi, Bölüm 94A/B Hsiung-nu (Hun) Monografisi, Ankara 2004, s. 81).
64
“並 復 役 屬 匈 奴” yani “hep birlikte tekrar Hsiung-nu (Hun)’lara tâbi oldular”.
Burada tam bir tâbilik ilişkisi ifade edilmektedir. Doğu Türkistan’ın Çin ile
bağlılık kurduğunu ifade etmek için zikrettiğimiz “西域內屬” cümlesi kullanılmış
iken Hunlara tâbi olduğunu hususiyetle ifade etmek için “i 役” imi kullanılmıştır ki
bu bir fiil olarak “zorla çalışmak, köle olmak” gibi anlamlara gelmektedir (bkz.
TY, I, s. 1067).
65
Hsin 新hanedanın kuran gasıp Wang-mang M.S.23 yılında devrilmiş ve 25 yılında
Doğu Han 東漢veya Sonraki (Hou) Han 後漢 Devleti kurulmuştu.
66
Ayrıntılar için bkz. A. Onat, “Hunların Doğuda Siyasal Üstünlük Dönemi”,
DTCF, XXXI, 1-2, s. 383-396.
67
Ögel, Büyük Hun, II, s. 299-300.
137
KÜRŞAT YILDIRIM
Hsiung-nu (Hun)’lar bu devreden sonra gittikçe zayıflamaktaydılar. Bu
sırada Sha-ch’e (Yarkend) Beyi Hsien68 ise bazı ülkeleri ortadan kaldırıp
ilhak etti. Hsien’in ölümünden sonra Doğu Türkistan daha da karmaşa içine
düştü69. Hsiao-wan70, Ching-chüeh (Niya)71, Jung-lu72 ve Ch’ieh-mo 73
devletleri, Shan-shan (Çarklık)74 Devleti tarafından ilhak edildi75. Yü-t’ien
(Hoten)76 Devleti ise, Ch’ü-le77 ve P’i-shan (Guma) devletlerini işgal ederek
68
“莎 車 王 賢” yani Yarkend Beyi Hsien. Hsien 賢 adının bu beyin adının
manasının Çinceleştirilecek yazılmış olması galip bir ihtimaldir ki bu ad
“bilge”dir. Hsien 賢iminin karşılığı için bkz. TY, II, s. 2966.
69
HHS, 88, s. 2909; TT, 191, s. 5193; TT, 196, s. 3133b-c.
70
Şimdiki Çerçen’in Güneyinde, üç günlük yürüme mesafesindedir (Hulsewé ve
Loewe ise, a.g.e., s. 92).
71
Ch’ieh-mo’nun Güneyine doğru uzanan dar sahada Ching-chüeh, Chü-mo
ve Hsiao-wan ile birlikte Kapa ve Açan arasındaki dağ yerleşimleri olarak
görünmektedir; burası Lob-nor sahası içinde kalan Shan-shan veya Loulan’a tâbi idi. Böylece Ching-chüeh, Niya topraklarıyla özdeşleştirilebilir
(A. Stein, Serindia: Detailed Report of Explorations in Central Asia and
Westernmost China, I, Oxford 1921, s. 219. Benzer görüş için bkz. Hulsewé
ve Loewe, a.g.e., s. 93, dpt.132).
72
Doğuda Hsiao-wan小 宛, Güneyde Ch’o-ch’iang 婼 羌, Batıda ch’u-le 渠 勒
(Bugünkü Hoten ilindeki Keriya ilçesinin Güneyi)’ya komşudur, Güney yolu
üzerinde değildir (HS, 96A, s. 3880).
73
Stein burayı şimdiki Çerçen ile özdeşleştirmektedir (Stein, Serindia, I, s. 295). Bu
yer Tun-huang’dan Hoten’e giden ana yolun merkez noktasındadır (Hulsewé ve
Loewe, a.g.e., s. 92’de benzer görüşü dile getirmişlerdir).
74
Shan-shan’ın yeri konusunda iki görüş olduğu bilinmektedir: Birincisi, başkent
Yü-ni, Lob Nor’un Güneybatısında, şimdiki Ch’o-ch’iang 婼羌 ilçesindeki Çarklık
veya Çarklık ‫ ﭼﺎرﻗ ﻠ ﻖ‬vahasıdır (Hsi-yü-ti-ming, Ed., P’ing Ch’eng-chün, Beijing
1980, s. 19; Chavannes, TP, II, 8, s. 156); ikinci görüş ise bu yerin Lob Nor’un
Kuzeybatısındaki Lou-lan harabeleri civarında olduğu yönündedir (Yu Tai-shan,
“A Study of Saka History”, Sino-Platonic Papers, 80, July 1998, s. 201) ki bu
zayıf bir ihtimaldir ve şimdiki Turfan’ın Doğusunda kalan Shan-Shan ile
karıştırılmaktadır.
75
Bkz. Stein, Serindia, I, s. 330.
76
Yü-t’ien 于 窴, Hoten. Güneyde Ch’o-ch’iang, Kuzeyde Ku-mo (Aksu) ile
komşudur. Yü-t’ien (Hoten)’in Batısında, ırmakların hepsi Batıya akar ve Batı
Denizine dökülür. Onun Doğusunda, ırmaklar Doğuya akar, Yen-tse (Lop Nor)’ya
ve Sarı Irmağın doğduğu yere dökülür. Buradan çok yeşim taşı çıkar. Batıdaki P’ishan (Guma)’a uzaklığı 380 li’dir (HS, 96A, s. 3881).
77
Keriya Irmağından Çıra Irmağına kadar dağ eteği boyunca uzanan ve Tagh
olarak bilinen bu yol üzerinde serpilen yerleşimlerle özdeşleştirilmektedir
(Stein, Serindia, III, s. 1323).
138
BAŞLANGICINDAN II. YÜZYILIN ORTALARINA KADAR DOĞU TÜRKİSTAN İ LE ÇİN
MÜNÂSEBETLERİNE GENEL BİR BAKIŞ
onların topraklarına tamamen hâkim oldu. Yü-li78, Ch’an-huan79, Ku-hu 80 ve
Wu-t’an-tzu-li81devletleri, Ch’e-shih (Turfan) Devleti tarafından ortadan
kaldırıldı82.
Gittikçe gerilemeye başlayan Hsiung-nu (Hun)’lar83 Çinlilerin yung-p’ing
saltanat devresinde (57-75) Doğu Türkistan’daki ülkelere hücum ederek Hehsi’nin şehirlerini yağmaladılar. Etrafı surlarla çevrili şehirlerin halkı
kapıları gündüzleri de kapatılar. M.S. 61’de Hsiung-nu (Hun)’lar Wei-li
(Korla), Yen-ch’i (Karaşar), Kuei-tzu (Kuça) gibi on beş Doğu Türkistan
devletinden topladıkları 300 bin kişilik bir orduyu idâre etmek üzere beş
general gönderdiler 84.
Bugünkü Kansu koridorunu ifade eden He-hsi 河西, “Sarı Irmağın Batısı”
anlamına gelmektedir. He-hsi’nin dört komutanlığı Kan-su eyaletindeki
Liang-chou, Kan-chou, Su-chou ve Tun-huang’da bulunmaktaydı85. Shih78
Doğuda Arka Turfan Devleti’nin istihkâm şehri 車師後城長 ve Kuzeyde Hsiungnu (Hun)’lar ile komşuydu (HS, 96B, s. 3919). Mallory ve Mair’e göre bu devlet
Turfan’ın 125 kilometre Kuzeybatısında kurulmuştu (Mallory-Mair, The Tarim
Mummies, s. 68).
79
Urumçi yakınlarında olduğu söylenmektedir (a.g.e., s. 68).
80
Turfan havzasının Kuzeydoğu ucunda yer alan Lukçun olduğu söylenmektedir
(a.g.e., s. 68).
81
Doğuda Ch’an-huan 單桓, Güneyde Ch’ieh-mi 且 彌, Batıda Wu-sun 烏 孫’lar ile
komşu olan (HS, 96B, s. 3918) bu yer Chavannes’e göre Barköl ile Ebi Nor
arasındadır (Chavannes, TP, II, 8, s. 156, dpt.3).
82
HHS, 88, s. 2909; TC, 196, s. 3133c; TT, 191, s. 5192.
83
Kaynakta Pei-lu 北 虜(HHS, 88, s. 2909) olarak kaydedilmiştir ki Hunları ifade
etmekte ve kelimesi kelimesine tercümesi “Kuzey Düşmanları” mânâsına
gelmektedir. Chavannes, 虜 imini daimî surette “barbares” yani “barbarlar” diye
tercüme etmektedir (mesela bkz. TP, II, 8, s. 156 vd.). Bu yönüyle Hunları kendi
algıladığı biçimde tercüme ettiği anlaşılmaktadır. Hâlbuki lu虜 imi “barbar”
anlamına gelmemektedir. Bu konuda Beckwith (a.g.e., s. 361) şöyle demektedir:
“Barbar fikri Çin’de hiç mevcut olmamıştır ve Çincede bu kelimeyi karşılayacak
hiçbir şey yoktur. Çin tarih kaynakları okunduğunda görülecektir ki Çincede
yabancılar için kullanılan çok sayıda kelimeden Orta Asyalılara atfedilenler
medenî, şehirli (Çinliler bazen takdir ederler), bozkırlı, balıkçı (Mançurya’da,
Güney Çin’de vb.), köylü-çiftçi vb. unsurları kapsamaktadır. Onlar için kullanılan
kelimelerden hiç biri askerî yiğitliği, şehirli ve çiftçi olmayan hayat tarzını, kaba
kültürü kodlamamaktadır ki bu üçü Avrupa âlemi için esasında barbar demektir ve
bu kelime eski ve orta devir Çincesinde Orta Asyalılar da dâhil olmak üzere
yabancılar için kullanılan herhangi bir kelimeye denk düşmez”.
84
Ögel, Büyük Hun, II, s. 270.
85
Chavannes, TP, II, 8, s. 156, dpt.4; milâttan önceki dönemlerde Kansu koridoru
üzerindeki Hun-Çin mücadeleleri için bkz. Borovkova, a.g.e., s. 67 vd.
139
KÜRŞAT YILDIRIM
chih’ye göre Ch’in 秦 imparatorluğunun Çin Seddi şimdiki Lan-chou 蘭 州
eyaletinin Güneyinde yer alan T’ao洮 Irmağı vadisindeki Lin-t’ao臨 洮’da
inşa edilmeye başlanmıştı. Ardından Lan-chou’nun Kuzeyine ve Ordos’un
Kuzeydoğu dirseğine uzatılmıştı. Han devletinin Sarı Irmağı geçerek askerî
ve siyasî bir varlık göstermesi ve He-hsi yani ‘ırmağın batısı’
komutanlıklarını kurması İmparator Wu’nun tahtta olduğu M.Ö. 100
civarına kadar gerçekleşmemişti. Chiu-ch’üan 酒泉, Chang-yeh 張 掖 ve Tunhuang 敦 煌 muhtemelen M.Ö. 104 ve müteakip yıllarda, Wu-wei 武 威 ve
Chin-ch’eng 金 城 ise yarım yüzyıl sonra kurulmuştu. Sonraki Han devrinde
(M.S. 25-220) Wu-wei, Chang-yeh, Chiu-ch’uan ve Tun-huang
komutanlıklarının nüfuz sahası bugünkü Kansu koridoru boyunca
Güneydoğudan Kuzeybatıya uzatılmıştı. Güneybatıda buralar Ch’i-lien
Dağları 祁 連 山 (veya Nan-shan 南 山 “Güney Dağları”) ve şimdiki Ch’inghai 青海 (Koko Nor)’ın dağlık bölgeleriyle çevriliyordu. Kuzeye ve Doğuya
doğru He-lan Dağları 賀 蘭 山 (Alaşan Dağları), Tengger ve Gobi’nin
ucundaki diğer çöllerle karşı karşıya idiler. Şehirler ve yerleşimler
Kuzeydeki yüksek yamaçlardan eriyip Güneye inen ve çölde izleri kaybolan
kar sularının beslediği havzalara serpilmişti86. Liu Mau-Tsai He-hsi’nin net
bir coğrafi tanım olmadığını ve Sarı Irmak dolaylarını, Doğu Türkistan’daki
Shen-si, Kan-su ve Ordos’u kapsadığını belirtmektedir87.
Kansu koridorunda durum böyle karışık iken ve Doğu Türkistan
devletlerinin de Çin ile işbirliği yapmaya hazır olduğu bir ortamda, 73
yılında İmparator Ming generallerine Kuzeydeki Hsiung-nu (Hun)’lara karşı
sefere çıkmalarını emretti88. Generaller I-wu-lu (Kumul) topraklarını aldılar.
Burada tımar işletmek üzere Tahıl Tedarik Komutanlığı89 kuruldu. Bu
hadiselerden sonra Doğu Türkistan’da Çin istilâsı yeniden başladı90. Çin
sarayında hizmet görsünler diye Yü-t’ien (Hoten) ve diğer devlet beylerinin
86
Crespigny, a.g.e., s. 1 vd.
Liu Mau-Tsai, a.g.e., II, s. 225, not: 197: “Ho-si ist ein vager geographischer
Begriff und umfaßt das Gebiet westlich des Gelben Flusses wie Schen-si, Kan-su
und Ordos”.
88
McGovern, a.g.e., s. 264.
89
I-he-tu-wei 宜 禾 都 尉, “Tahıl Tedarik Komutanlığı”. Chavannes’da (TP, II, 8, s.
156), “Commandant militaire favorisant les céréales”. Biçurin (a.g.e., II, s. 223,
dpt.2) yanlış anlamış: “Страна Ивулу переименована в И-хэ”, “Iwulu ülkesinin
adı I-he yapıldı”. Liu Mau-tsai (a.g.e., II, s. 226, dpt.198) ise bunu Tun-huang’da
şimdiki An-hsi ilçesi dolaylarındaki bir yer adı zan etmiş: “I-ho ist ein Ortsname
und entspricht dem heutigen An-si-hien 安 息, nahe Tun-huang”.
90
HHS, 88, s. 2910; TPYL, 792, s. 3512a; TT, 191, s. 5194; TC, 196, s. 3133c.
87
140
BAŞLANGICINDAN II. YÜZYILIN ORTALARINA KADAR DOĞU TÜRKİSTAN İ LE ÇİN
MÜNÂSEBETLERİNE GENEL BİR BAKIŞ
hepsi oğullarını rehine olarak gönderdi91. Böylece Çin altmış beş yıl önce
terk ettiği topraklara geri döndü92.
Çin’in büyük işgalini I-wu-lu (Kumul)’dan başlatması manidardır. I-wulu 伊 吾 盧, Kumul93 veya Hami toprakları Doğu Türkistan sahasına hâkim
olmak isteyen bir devlet için vazgeçilmez topraklardır. Kumul, stratejik
bakımdan Çin’in Doğu Türkistan ve Orta Asya topraklarına açılması için
anahtar vazifesi görmekteydi. Mevcut kayıtlar açık bir biçimde
göstermektedir ki, Önceki Han dönemi (M.Ö. 206-M.S. 25) boyunca Güney
yolundaki Lou-lan’ın Çin’in Orta Asya’ya yaptığı doğrudan teşebbüsler
esnasında üstlendiği rol, Sonraki Han zamanını (25-220) müteakip Batıya
doğru vuku bulan Çin yayılmasında Kumul tarafından Kuzey yolunda
91
“遣 子 入 侍”, “(Çin sarayında) hizmet görsünler diye oğullarını gönderdi”. Bu
Çin ile bölge ülkeleri arasında uygulanan ve devletlerarası anlaşmaların teminatı
olmak üzere uygulanan bir nevî rehine sistemidir. Bu sistemin ayrıntıları için bkz.
Lien-sheng Yang, “Hostages in Chinese History”, Harvard Journal of Asiatic
Studies, XV, 3-4, December 1952, ss. 507-521. Buna göre iki tür rehine vardır: İki
devlet arasındaki dostluğu teminat altına almak için gönerilen karşılıklı rehine ve
ittifak ve sadakati teminat altına almak için tek taraflı olarak zayıf olan tarafın
gönderdiği rehine.
92
HHS, 88, s. 2909; TT, 191, s. 5194; TC, 196, s. 3133c. Wang-mang’ın iktidara
geldiği yıl olan M.S.9’dan 73 yılına kadar olan süre kastedilmektedir.
93
Kumul adının en mükemmel etimolojik tahlilini yapan Erkin Emet (Erkin Emet,
“Türklerin Ana Yurtlarından Biri Kumul (Hami) ve Kumul Kelimesinin
Etimolojisi Hakkında”, Türk Dünyası Dil ve Edebiyat Dergisi, 4, Güz 1997, s.
163) şu mühim tespitleri yapmıştır: “Kumul’un adı eski çağlarda Künvu, Han
Hanedanlığı (M.Ö. 206-M.S.220) Aratörük, Tang Hanedanlığı (M.S.618-907)
İvigol, Yuan Hanedanlığı döneminden başlayarak Kumul adıyla söylenegelmiştir.
Kumul kelimesinin etimolojisi konusunda çeşitli görüşler ileri sürülmektedir. Bazı
bilim adamları, Kumul kelimesinin kamili, kemmul, künmuli gibi kelimelerin
fonetik değişiminden ortaya çıktığını ileri sürmektedirler. Bu görüşler, kelimenin
etimolojisini tam olarak açıklamaya yeterli değildir. Kumul kelimesi Karamil
kelimesinden gelir. 1763 yılında Beijing (Pekin)’de yazılmış Batı Bölgelerinin
Dillerindeki Coğrafya Adlar adlı kitapta Kumul hakkında şöyle yazar: “Kumul
kelimesi Uygurcadaki karamil kelimesinin ses değişimine uğramasıyla ortaya
çıkmıştır. Kara(mak), bakmak anlamındadır. Mil ise, yüksek kale anlamındadır.
Kumul’da uzaklara bakmak yani gözetlemek için yapılan kaleler olduğundan bu
yerin adı böyle adlandırılmıştır”. Günümüzde Çincede söylenen Hami kelimesi,
işte o karamil kelimesinin Çince ses çevirisi olan ha-ye-mi-le kelimesinden
alınmış olabilir. Kumul kelimesi konusundaki diğer bir görüş ise Kumul’un coğrafî
özelliğine dayanarak atılmıştır. Kumul kelimesi kum bol anlamındadır”. Emet’in
sıraladığı diğer görüşler için bkz. a.e., s. 163-165. Turgun Almas (Turgun Almas,
Uygurlar, Çev., D. Ahsen Batur, İstanbul 2010, s. 30) da adın “kumlu”dan geldiği
görüşündedir.
141
KÜRŞAT YILDIRIM
üstlenilmiştir. Eğer bir köprübaşı olarak Lolu-lan bulunmasaydı Lop çölünün
Batı yakasını esas alıp en doğrudan yolu kullanarak Tarım havzasına girmek
Çinliler için fizikî olarak imkânsız olacaktı; aynı şekilde Tanrı Dağlarının
Doğusunun her iki yakasında arazi cihetinden aşılması zor olan topraklara
doğrudan giden yolu açmak ve güvenlik altında tutmak Kuzey Dağlarının
Kuzeybatısı için bir yiyecek deposu olan Kumul’un ekili arazileri imkân
vermeseydi Çinliler için en zor iş olurdu. Sulanabilir olmaktan çok ekilebilir
arazinin mahdut olması tarih boyunca ola gelmiştir; Kumul’un tarımsal
kaynakları Çin tımar sisteminin yerleşmesiyle gelişmiş ve imparatorluğun
Türkistan sahasındaki siyasetinde en mühim nokta olmuştur94. Kumul Doğu
ve Batıdan gelen kervanlar ile orduların dinlenip azıklarını tamamladıkları
bir yerdi95.
I-wu-lu (Kumul)’nun işgalini tamamlayan Çin 74 yılında Doğu
Türkistan’da Genel Valilik ile Wu ve Chi komutanlıkları kurdu. Ertesi yıl
İmparator Ming ölünce96 Çin sarayı bir belirsizliğe büründü. Bu
belirsizlikten istifade eden Yen-ch’i (Karaşar) ve Kuei-tzu (Kuça) devletleri
işgal kuvvetlerine hücum ettiler ve Doğu Türkistan Genel Valisi Ch’enmu’yu öldürdüler ve tüm Çinli subay ve idârecileri darmadağın ettiler.
Hsiung-nu (Hun)’lar ve Ch’e-shih (Turfan) Devleti ise Wu ve Chi
komutanlıklarını kuşattılar.
76 yılının (chien-ch’u saltanat devresinin ilk yılı) ilkbaharında 97, Chiuch’üan98 Valisi Tuan-p’eng99 harekete geçip Chiao-he (Yarkhoto) şehrinde
Ch’e-shih (Turfan) ordusunu yendi. Ancak bölgedeki durumu hiç de iyi
olmayan işgalci Çin ordusu gerilemeye başlamıştı. İmparator Chang (76-
94
Stein, Serindia, III, s. 1147.
Ögel, Büyük Hun, II, s. 300.
96
Bu tarih, yung-p’ing 永 平 saltanat devresinin 18. yılı olan 75 yılıdır.
97
Chavanes (TP, II, 8, s. 157), “ilkbaharda”, “ch’un 春” ifadesini çevirmemiştir.
Hâlbuki makalesinin sonuna ilave ettiği Çince metinde de ch’un 春 imi mevcuttur.
Belki de bir yazım veya baskı hatası mevcuttur.
98
Chiu-ch’üan 酒 泉. He-hsi 河 西 koridorundadır (bkz. dipnot 27). Çin’in idarî
taksimatının anlatıldığı HHS, chih-ti 志 第 23, s. 3521’de şu kayda rastlamaktayız:
“Chiu-ch’üan 酒 泉 ili İmparator Wu devrinde (M.Ö. 140-78) kurulmuştur. Loyang 雒 陽 (şimdiki He-nan 河 南 eyaletinde) ilinden Batıya doğru gidildiğinde
4700 li yol alınır. 9 şehri vardır, 12706 hanesi vardır. Şehirleri Fu-lu 福 祿, Piaoshih 表 氏, Le-kuan 樂 涫, Yü-men 玉 門…”.
99
Chiu-ch’üan Valisi Tuan-p’eng 酒 泉 太 守 段 彭. T’ai-shou 太 守, “vali” için
bkz. Hucker, a.g.e., Nu: 6221).
95
142
BAŞLANGICINDAN II. YÜZYILIN ORTALARINA KADAR DOĞU TÜRKİSTAN İ LE ÇİN
MÜNÂSEBETLERİNE GENEL BİR BAKIŞ
88)’ın kaynaklardaki ifadesiyle “İ’lerle ve Ti’lerle”100 uğraşarak Çin’in
kayba uğrayıp harap olmasını istemiyordu. Bu yüzden Çin İmparatoru, Wu
ve Chi komutanlarını geri çağırdı ve tekrar bir Doğu Türkistan Genel Valisi
atamadı101.
Çin 77 yılında I-wu (Kumul)’daki tımar düzenini lağvetti. Bunun üzerine
Hsiung-nu (Hun)’lar ordu gönderip I-wu (Kumul)’ya hâkim oldu. Bu sırada
Doğu Türkistan’da Çin istilâsını yürüten Tümgeneral102 Pan-ch’ao, Yü-t’ien
(Hoten)’de idi.
89 yılında (İmparator He’nın yung-yüan saltanat devresinin ilk yılı) Çin
ordusu Orgenerali103 Tou-Hsien, Hsiung-nu (Hun)’ları büyük bir yenilgiye
uğrattı104. Bunun üzerine 90 yılında (2. yıl) Tou-hsien, Yardımcı
Komutanı105 Yen-p’an komutasındaki iki binden fazla atlıyı I-wu
(Kumul)’yu kuşatmak üzere gönderdi ve Çinlilere karşı direnen I-wu
100
I-ti 夷 狄, “İ’ler ve Ti’ler. Eski Çinliler Çinli olmayan ve Doğuda olanlara için İ
夷, Kuzeyde olanlar için Ti 狄, Batıda olanlar için Jung 戎 ve Güneyde olanlar
için Man 蠻 gibi bazı genel adlar kullanmışlardır. Ancak genel olarak bu tasnif
yönlere göre yapılmış olmasına rağmen her zaman geçerli değildir (bkz. OnatOrsoy-Ercilasun, a.g.e., s. 99, not:4). Gerçekten de yönlere göre bir tasnif yapılmış
olsaydı metinde “jung”lara da yer verilmesi gerekirdi.
101
HHS, 88, s. 2910; TT, 191, s. 5194; TC, 196, s. 3134a; TPYL, 792, s. 3512a.
102
Chün-szu-ma 軍 司 馬, “tümgeneral”. Hucker (a.g.e., Nu: 1790)’de, “division
commander” yani “tümen komutanı”. Tümen Türkçe olarak “on bin” anlamına
gelir. Muasır ordularda Tümen on ila yirmi bin askerden oluşur. Ancak Sonraki
Han devrinde böyle bir durum söz konusu değildir. Kaynaklardaki ifadelerden bir
netice çıkarmak mümkün olmasa da HHS, 88, s. 2911’de şu ifade mühimdir:
“…可 置 軍 司 馬 將 士 五 百 人”, “…tümgenerallik kurulabilir ve 500 asker
toplanabilir”. Bu ifadeden Chün-szu-ma’nın yaklaşık 500 askerden oluşan bir
orduya komutanlık ettiği anlaşılabilir. Tümgeneral olarak tercüme etmemizin bir
diğer sebebi, Han devrinde ordular komutanı yani orgeneral komutasındaki beş
ordudan biri olmasıdır. Bkz. TY, II, s. 3017: “又 漢 官 名. 漢 大 將 軍 管 五 部,
部 校 尉 一 人, 比 二 千 石; 軍 司 馬一 人, 比千 石”, “Bu unvan Han devrinin de
bir memuriyet unvanıdır. Han devrindeki Ta-ch’iang-chün (Ordular Komutanı
veya Orgeneral) beş komutana hükmeder, hsiao-wei校 尉bir kişidir, geliri yıllık
2000 tan (1 tan yaklaşık 103 kilogram); chün-szu-ma 軍 司 馬 bir kişidir, yıllık
geliri 1000 tan’dır”. Yetersiz bir tercüme sunan Biçurin (a.g.e., II, s. 224) ise bu
unvan için sadece “военачальник”, “komutan” karşılığını uygun görmüştür.
103
Ta-ch’iang-chün 大 將 軍, “Orgeneral”. Hucker (a.g.e., Nu:5897)’de, “Generalin-chief”, “Orgeneral”.
104
HHS, 88, s. 2910; TT, 191, s. 5194; TC, 196, s. 3134a; TPYL, 792, s. 3512a.
105
Fu-hsiao-wei 副 校 尉, “Yardımcı Komutan”. Hucker (a.g.e., Nu: 2032):
“Deputy Commandant”, “Yardımcı Komutan”.
143
KÜRŞAT YILDIRIM
(Kumul) ordusu yenildi. 91 yılında Pan-ch’ao böylece Doğu Türkistan’a
hâkim olmaya başladı. Bu nedenle Çin sarayı Pan-ch’ao’yu Doğu Türkistan
Genel Valisi yaptı. Pan-ch’ao, Kuei-tzu (Kuça)’da ikamet ediyordu. Wu ve
Chi Komutanlığı da tekrar kuruldu. Bu komutanlığın emrinde 500 asker
vardı ve bunlar Ön Ch’e-shih (Turfan) Devleti’ndeki Kao-ch’ang (Karahoca)
Kalesinde106 konuşlandılar. Yine Arka Ch’e-shih (Turfan) Devleti’nin uç
şehrinde107 Gözcü Wu Birliği108 kurulmuştu, buranın (Karahoca Kalesine)
uzaklığı 500 li idi109. 94 yılında (6. yıl) Pan-ch’ao hücum edip Yen-ch’i
(Karaşar) ordusunu yendi. Artık Doğu Türkistan’da elliden fazla ülkenin
tamamı rehineler gönderip Çin ile bağlılık kurdu 110. T’iao-chih (Characene)
ve An-hsi (Part) gibi 40 bin li uzaklarda deniz kıyısında bulunan devletlerin
her biri pek başarılı tercümanlar ve elçiler göndererek haraç sundular.
97 yılında Pan-ch’ao, kâtibi111 Kan-ying’i Hsi-hai (Akdeniz)’ya112 bir
keşif seferi yapmak üzere gönderdi113. O da bu seferi yapıp geri döndü.
Buralara daha önce kimse gitmemişti ve buralara dâir bilgiler Çinlilerin en
eski Coğrafya kitabı olan Shan-hai-ching’de114 mevcut değildi. Kan-ying bu
halkların topraklarına ve geleneklerine dâir araştırmalar yaptı ve onların çok
nadir ve kıymetli mallarından alıp getirdi. Bundan sonra çok uzaklardaki
106
Kao-ch’ang kalesi 高昌壁, Koço veya Karahoca. Pelliot (M. Paul Pelliot, “KaoTch’ang, Qočo, Houo-Tcheou et Qarâ-Khodja”, Journal Asiatique, XIX, JanvierFévrier 1912, s. 581) şöyle demektedir: “… Une colonie militaire chinoise était
installée sur le territoire du royaume “antérieur”, au “mur de Kao-tch’ang” 高昌壁,
qui correspond tout aussi surement á l’emplacement de Qarâ-khodja, á l’est de
Tourfan”. Yani “Bir Çin askeri kolonisi Devletin “ön” topraklarında, “Kao-ch’ang
kalesi”nde kurulmuştur; burası ise kesinlikle Turfan’ın Doğusundaki Karahoca
şehriyle özdeşleşmektedir”. Ayrıca bkz. Chavannes, TP, II, 8, s. 155, dpt.1.
107
候 城, “uç şehir”. Kelimesi kelimesine: “gözetleme şehri”.
108
戊 部 候 “Gözcü Wu Birliği”. Chavannes (TP, II, 8, s. 158) da benzer bir tercüme
yapmıştır: “le surveillant de la tribu wou”.
109
Chavannes (TP, II, 8, s. 158-159) cümleyi yanlış anlamış: “le surveillant de la
tribu wou qui résida (sur le territoire de) la tribu postérieure de Kiu-che (Dsimsa);
le surveillant et la ville se trouvaient á 500 li de distance l’un de l’autre”, “Gözcü
Wu Bölüğü, Turfan’ın arka kısmındaki topraklara yerleşmişti; gözcü ile şehir
arasında 500 li uzaklık vardı”.
110
HHS, 88, s. 2910. TT, 191, s. 5194; TC, 196, s. 3134a; TPYL, 792, s. 3512a.
111
yüan掾, “kâtip”. Bkz. Hucker, a.g.e., Nu: 8219.
112
Hsi-hai 西 海, “Batı Denizi”, yani Akdeniz.
113
TT, 191, 5194; TC, 196, s. 3134a.
114
Shan-hai-ching 山 海 經, “Dağlar ve Denizler Kitabı”. Yazım tarihi tam olarak
bilinmeyen ancak ilk kez Shih-chih 史 記’de (yazılış tarihi M.Ö. 109-91)
zikredilen bir coğrafya kitabıdır. Bkz. TY, I, s. 924.
144
BAŞLANGICINDAN II. YÜZYILIN ORTALARINA KADAR DOĞU TÜRKİSTAN İ LE ÇİN
MÜNÂSEBETLERİNE GENEL BİR BAKIŞ
Meng-ch’i ve Tou-le115 ülkelerinin hepsi Çin’e elçi gönderip haraç
sundular116. Kaynaklarda ifade edilen haraç Çinlilerin diplomatik anlayışları
ve Çinli tarihçilerin bu yöndeki klasik tutumlarından kaynaklanmaktadır.
Söz konusu olan şey elbette ki karşılıklı münasebetti.
Çin İmparatoru Hsiao-he’nın 105 yılında ölümüyle beraber Doğu
Türkistan’daki ülkeler Çin’e karşı ayaklandılar. Bu ülkeler artık yavaş yavaş
müstakillik sürecine girmişlerdi. 107 yılı geldiğinde (İmparator An’ın yungch’u saltanat devresinin ilk yılı) Jen-shang ve Tuan-hsi117 gibi genel valiler
115
Meng-ch’i 蒙 奇 ve 兜 勒 Tou-le. Chavannes (TP, II, 8, s. 159, dpt.5), bu
devletlerin yerini ve adını tespit edememiştir. Fonolojik olarak Meng-ch’i 蒙 奇
Makedonya ve 兜 勒 Tou-le Trakya ya da Tohara ile özdeşleştirmek isteyenler
çıksa da bunun tarihî realiteler ile pek örtüşmeyeceği açıktır. Bkz. Edwin G.
Pulleyblank, “The Roman Empire as Known to Han China”, Journal of the
American Oriental Society, CXIX, 1, 1999, ss. 71-79.
116
HHS, 88, s. 2910; TC, 196, s. 3134a; TPYL, 792, s. 3512b.
117
Jen-shang 任 商. Bu genel valinin 106 yılında Shu-le (Kaşgar)’da kıstırıldığı
anlaşılmaktadır; HHS, 47, s. 1591. Jen-shang, Pan-chao’nun yerine 102 yılında
genel vali olmuştu. Chavannes (TP, II, 8, s. 160, dpt.4) şöyle demektedir: “Panch’ao, Doğu Türkistan’dan döndükten sonra Wu-chi 戊 己 Komutanı Jen-shang
onun yerine genel vali oldu. Yang-p’ing saltanat devresinin ilk yılının 10. ayında
(14 Kasım-13 Aralık 106 yılı) Doğu Türkistan’daki ülkeler isyan edip Genel Vali
Jen-shang’a hücum etti. İmparator Yardımcı Komutan Liang-ch’in’i onun için
yardıma gönderdi ve ona düşmana saldırıp mağlup edilmesi emredildi (HHS, 5, s.
205). Jen-shang geri çağrıldı ve yerine Tuan-hsi 段 禧 getirildi. Ertesi yılın 6.
ayında (8 Temmuz-7 Ağustos 107 yılı), Doğu Türkistan Genel Valiliği makamı
lağvedildi (a.e., s. 207) ve Çin’in Tun-huang’ın Batısı ve Kuzeyindeki topraklarda
hakimiyeti ortadan kalktı. Daha sonra aynı ay içinde Jen-shang, Batıya Sefer
Komutanı (Cheng-hsi Hsiao-wei 征 西 校 尉) yapıldı ve bu ayaklanan Ch’iang
羌’lara karşı sefere çıktı (a.e.). Jen-shang’ın 31 Ekim-29 Kasım 108 yılında
Ch’iang’lara bâriz bir biçimde yenildiği görülmektedir (a.e., s. 211). Bu tekrar 116
yılı 28 Haziran-28 Temmuz ayında yine Ch’iang’lara hücum ederken chung-langchiang 中 郎 將 unvanıyla görmekteyiz (a.e., s. 225). Ch’iang’lara tekrar 118 yılı,
10 Ocak-8 Şubat ayında hücum etmiş ve adamakıllı mağlup olmuştur (a.e., s. 229).
118 yılı 30 Aralık-119 yılı 28 Ocak tarihinde suçlu bulunmuş ve umumun gözü
önünde idam edilmiştir”. Tuan-hsi 段 禧 ise 108 yılının ilkbaharında tüm
maiyetiyle Kumul ve Lukçun’dan çekilmiştir. Bu olaylar HHS, 47, s. 1591-92’de
şöyle anlatılmaktadır: “Yung-yüan saltanat devresinin ilk yılında (107) Genel
Valilik lağvedildi. Atlı Birlikler Komutanı (chi-tu-wei 騎 都 尉) Wang-hung 王
弘, Liang-ch’in 梁 慬, Tuan-hsi 段 禧 ve Chao-po 趙 博’yu karşılamak üzere
Kuan-chung 關 中 ordusunu gönderdi, (bunlar ise) I-wu (Kumul) ve Lukçun (Liu145
KÜRŞAT YILDIRIM
bölge devletleri tarafından defalarca kuşatıldılar. Çin sarayı ordusunun bu
bölgede tehlike içinde olduğunu ve tutunamayacağını anlayınca Doğu
Türkistan Genel Valiliğini lağvetti118. Aynı yıl Çin’in Shan-hsi eyaletinde
yaşayan Güney Hsiung-nu (Hun)’ları isyan etti. Bir yandan da Tibetliler
hücuma geçmişlerdi119. Valiliğin lağvedilmesinden sonra Çin, Doğu
Türkistan’dan çekilmeye başladı. Bunun üzerine Hsiung-nu (Hun)’lar Doğu
Türkistan’a tekrar hâkim oldular ve on yıldan fazla bir süre Çin sınırlarına
hücum ettiler. Bu hücumlara maruz kalan Tun-huang120 valisi Ts’ao-tsung,
Hsiung-nu (Hun)’ların yaptığı tahribat sebebiyle epey sinmişti.
119 yılında (yüan-ch’u saltanat devresinin 6. yılı) Vali Yardımcısı121 Sopan, I-wu (Kumul)’da kışla kurması ve oraları işgal etmesi için binden fazla
askerle Doğu Türkistan’a gönderildi. Bunun üzerine Ön Ch’e-shih (Turfan)
ve Shan-shan (Çarklık) beyleri Çin’e teslim oldular. Birkaç ay sonra Kuzey
Hsiung-nu (Hun)’ları Arka Ch’e-shih (Turfan) Devleti’ni tekrar kendisine
katıp hücum ederek So-pan ve ordusunu yok etti. Bunun ardından Hsiung-nu
(Hun)’lar Ön Ch’e-shih (Turfan) Devleti’nin üzerine yürüdüler, Ön Ch’eshih (Turfan) Beyi kaçtı. Shan-shan (Çarklık) Devleti bu tazyikten ötürü
endişeliydi ve yardım için Ts’ao-tsung’a başvurdu. Ts’ao-tsung ise Çin
sarayından Hsiung-nu (Hun)’lara hücum edilmesini ve So-pan’ın intikamını
almak için ordunun harekete geçirilmesini talep etti, tekrar Doğu Türkistan’a
girip hâkim olmak niyetindeydi. O esnada Çin tahtında oturan dul
İmparatoriçe Teng buna izin vermedi; ancak Doğu Türkistan’ın
kaybedilmemesi için Tun-huang’da Yardımcı Komutanlık kurulmasını ve
burada yeniden 300 kişilik bir kışla konuşlandırılmasını emretti. Kaynakta
geçen bu rakam elbette ki gereçeği yansıtmamaktadır. Çin’in bölgedeki
başarısızlığını gizlemek için Çinli tarihçiler tarafından uydurulan sembolik
bir rakamdır. Çin sarayının Yardımcı Komutanlık kurma kararı üzerine sonra
Kuzey Hsiung-nu (Hun)’ları Ch’e-shih (Turfan) Devleti ile birleşti ve Hehsi’yi yağmaladı. Çinlilerin bu hücumlar karşısında yapacağı hiçbir şey
chung 柳 中)’a çekilip subay ve askerleriyle orada tımar kurdular. Ertesi yıl (108),
ilkbaharda Tun-huang’a çekildiler. Bu sırada Ch’iang’lar isyan etmişlerdi…”.
118
HHS, 88, s. 2911; TC, 196, s. 3134a; TPYL, 792, s. 3512b; TT, 191, s. 5197.
119
Eberhard, “Muahhar Han Devrinde (m.s. 25-220) Hun Tarihine Kronolojik Bir
Bakış”, Belleten, 16, s. 417-418.
120
Bugünkü Kansu eyaletindeki Chiu-ch’üan’dedir. İmparator Wu’nun yüan-ting
saltanat devresinin 6. yılında kurulmuştur. Bkz. Chung-kuo-li-shih-ti-ming-ta-tz’utien (CKLSTM), Ed., Wei Sung-shan, Kuang-tung, Beijing 1995, s. 1130;
Hulsewé-Loewe, a.g.e., s. 75, dpt.40.
121
Ch’ang-shih 長 史, Vali (t’ai-shou 太 守) Yardımcısı. Bkz. Huang Pen-chi, Litai-shih-kuan-piao, Tai-pei 1975, s. 100. Ayrıca bkz. Hucker, a.g.e., Nu: 2561.
146
BAŞLANGICINDAN II. YÜZYILIN ORTALARINA KADAR DOĞU TÜRKİSTAN İ LE ÇİN
MÜNÂSEBETLERİNE GENEL BİR BAKIŞ
yoktu122. Çin İmparatorluk meclisinde bu meseleyi tartışanlar Yü-men
(Yeşimtaşı Kapısı) ve Yang Geçidi’nin kapatılmasını istediler ve böylece bu
beladan korunacağını belirttiler123.
Çin imparatorluk meclisinde müzakereye konu olan Yü-men 玉 門,
“Yeşimtaşı Kapısı” anlamına gelmektedir. Bugünkü Kansu eyaletindeki
Tun-huang ilinin Kuzeybatısındaki Küçük P’an şehri 小 盘 城’ndedir124.
Yang-kuan 陽 關, “Yang Geçidi” ise bugünkü Kansu eyaletindeki Tunhuang ilinin Güneybatısındaki Hu-chen-p’o 湖 鎮 破 şehrindedir125.
Chavannes’e göre Chiu T’ang Shu’da yer aldığı biçimiyle Yang Geçidi陽 關
Shou-ch’ang壽 昌 ilinin (Han devrindeki Lung-le 龍 勒 ili) 6 li Batısında ve
Yü-men Geçidi 玉 門 關 ise aynı yerin 118 li Kuzeybatısındadır. Kuo-ti-chih
括 地 志 Yü-men geçidinin neresi olduğuna dâir bir gösterge sunmaktadır
(Karşılaştırınız Shih Chi, 123’deki Cheng-i 正 義’nin şerhi). Hung-chün
tarafından 1890’da neşredilen haritada Yang Geçidi Rus-Çin sınırında (35.
varak), Tun-huang 敦 煌 şehrinin Güneybatısında epey bir mesafede
gösterilmekte ve burası Tan 丹 河 veya Tang 黨 河 Irmağının sol yakasına
yerleştirilmektedir; Yü-men Geçidi ise buranın daha Kuzeybatısında,
Boulounghir Irmağının Kara Nor’a aktığı yerde görülür. Bu eşleştirme Chiu
T’ang Shu’da verilen bilgilerle uygunluk göstermektedir. Ancak belirtmek
gerekir ki Yang Geçidinin konumu hiçbir zaman değişmemiş ancak Yü-men
Geçidi zaman zaman farklı yerlere atfedilmiştir. T’ang devrinde Budist
Hsüan-chang’ın 629 yılında yaptığı seyahatte, Yü-men Geçidini Hu-lu瓠 臚
(Boulounghir) Irmağı sınırında, Kua-chou 瓜 州 (şimdiki An-hsi-chou 安 西
州’nun 80 li Güneybatısında)’nun 50 li Kuzeyinde zikreder. Bu gösterge
Hsü-sung tarafından yazılan Han-shu-hsi-yü-chuan-pu-chu 漢 書 西 域 傳
補 註’da aktarıldığı biçimiyle yüan-he saltanat devresindeki (806-820)
coğrafî taksimata uygunluk göstermektedir; Yü-men buna göre Kua-chou’ya
bağlı olan Chin-ch’ang 晉 昌 ilinin 20 li Doğusundadır. Nihayetinde bugün
Yü-men ilçesi 玉 門 縣, Su-chou 肅 州’nun 140 li Batısındaki bir yere
atfedilmektedir126. Dolayısıyla kaynaklarda geçen bu iki yer adı zaman
zaman farklı yerlere atfedilse de daimâ Çin’in Batıya açılan kapıları
olmuşlardır. Bu kapıların kapanması Doğu-batı arasındaki mal akışının
122
HHS, 88, s. 2911; TC, 196, s. 3134a.
HHS, 88, s. 2911; TT, 191, s. 5195; TC, 196, s. 3134-3135.
124
CKLSTM, s. 223.
125
a.g.e., s. 469.
126
E. Chavannes, Dix Inscriptions Chinoises de L’asie Centrale, Paris 1902, s. 67,
dpt.2.
123
147
KÜRŞAT YILDIRIM
durması anlamına gelir ki bu Çin ekonomisinin çöküşü demektir. Hsiung-nu
(Hun) saldırılarından korunmak için bu geçitlerin kapatılması önerisi bu
sebeple Çinliler tarafından uzun uzadıya tartışılmıştır. Nihayetinde 123
yılında (Yen-kuang saltanat devresinin 2. yılı) Tun-huang Valisi Chang-tang
imparatora bir tezkere sunarak üç maddelik planını şöyle açıkladı: “Kuzey
düşmanlarından (Hunlardan) Hu-yen Beyi127, P’u-lei (Barköl) ve Ch’in-hai
(Hazar denizi)128 arasında yayılıp gelişmişler, Doğu Türkistan’a hâkim
127
Hu-yen 呼 衍, bir Hun boyu. Bu boy için bkz. Ögel, Büyük Hun, II, s. 393-400;
Chavannes (Dix Inscriptions, s. 18), bu boyu Hunların en soylu boyu olarak tasnif
etmektedir. Benzer görüşü De Grott (De Groot, a.g.e., s. 57) da paylaşmaktadır.
128
Ch’in-hai 秦 海. Chavannes ilk olarak bir çalışmasında (Dix Inscriptions, s. 21),
buranın Hazar Gölü olabileceğini söylemiş ancak daha sonra fikir değiştirip (TP,
II, 8, s. 162, dpt.2), bu göl hakkında kesin bir hüküm vermekten kaçınsa da Balkaş
Gölü olabileceğini yazmıştır. Chavannes’ı başlarda bu görüşe sevkeden, HHS, 88,
s. 2914’e Li-hsien 李賢’in başında bulunduğu heyet tarafından düşülen şerhtir: “大
秦 國 在 大 秦 海 西 古 曰 秦 海 也”, “Ta-ch’in ülkesi (Suriye), Batı Denizinin
Batısındadır; bu nedenle oraya Ch’in Denizi denir”. Herrmann, (A. Herrmann, Die
alten Seidenstrassen zwischen China und Syrien, Berlin 1910, s. 75) bu gölü Turköl ile özdeşleştirmekte ve Stein (A. Stein, Innermost Asia: Detailed Report of
Explorations in Central Asia, Kan-su and Eastern Īrān, Oxford 1928, I, s. 541) de
onu onaylamaktadır; Stein’e göre Hun hareketi Tun-huang sınırındaki BarkölTurköl hattı içinde görülmekteydi ve dolayısıyla Herrmann’ın görüşü tarihî
relitelere uygundu. Bu meselenin dar bir tahlilidir; T’ang devrinin en mühim
tarihçilerinden oluşan bir heyetin bu kadar göz önünde olan bir hususiyeti
bilmemesi ve Ch’in-hai 秦海’yı sadece ad benzerliği nedeniyle Ta-ch’in ülkesi大秦
國 yani Suriye’nin Doğusuna yerleştirmesi mümkün değildir. Oldukça sağlam bir
tarihçilik metodu olan Çin tarih yazıcılığının burada Hazar Gölünü kastetmesi
Hunların yayılma alanları bakımından bazı tarihî gerçeklere dayanmaktadır.
Ptolemaeus, (M.S.90-157) tarafından yazılan ve II. yüzyıl dünyasını anlatan
Geographıa adlı eserinde şöyle yazmaktadır(Claudii Ptolemaei Geographia, edidit
Carolus Fridericus Augustus Nobbe, I, Lipsiae 1843, Lib. III, Cap. 5, s. 172):
“μετξὺ δέ Βαστέρναι χαί ʻΡωξολαυῶυ Χοῦνοι”, “Basternalar ile Rhoxolan’lar
arasında Chuni (Hun) bulunur”. Bu surette “Ptolemaeus’un zikrettiği Hunlar,
Kafkasya’nın Batısında, Manytsch ile Kuban’ın birinci bölümü arasında, Aral
Denizinin Doğu kıyısının iç bölgesine yerleştirilmektedir. Hunlar orada Alanlara
(yani Rhoxolan’lar-Ak veya Parlak Alanlar) komşu olarak Don ve Maeotis’de
oturuyorladı” (F. Altheim, Geschichte Der Hunnen, I, Berlin 1959, s. 3-9’dan
aktaran Ali Ahmetbeyoğlu, Avrupa Hun İmparatorluğu, Ankara 2001, s. 15). II.
yüzyılda artık Kafkasların da ötesine geçmiş olduğu ve bu hâliyle Grek
kaynaklarında yer aldığı görünen Hunlardan, Çin tarihçilerinin haberdar olmaması
pek mümkün değildir; nitekim HHS, 88, s. 2918’e göre İmparator He’nın yungyüan saltanat devresinin 9. yılında (M.S.97), Doğu Türkistan Genel Valisi Panch’ao 班 超, Kan-ying 甘 英’i Ta-ch’in yani Suriye’ye elçi olarak göndermişti.
148
BAŞLANGICINDAN II. YÜZYILIN ORTALARINA KADAR DOĞU TÜRKİSTAN İ LE ÇİN
MÜNÂSEBETLERİNE GENEL BİR BAKIŞ
olmuşlar ve oraları yağmalamışlardır. Bugün Chiu-ch’üan Eyaletine bağlı
ülkelerin subay ve askerlerinden 2 binden fazla kişi K’un-lun129 sınırında
toplanmıştır. Önce Hu-yen Beyi’ne hücum edip kaynaklarını keselim. Bunun
ardından Shan-shan (Çarklık) Devleti’nin 5 bin kişilik ordusunu Arka Ch’eShih (Turfan) Devleti’ni bastırmak için gönderelim. Bu en iyi plandır. Eğer
ordu sefere çıkarılamıyorsa, tümgenerallik130 kurulabilir, 500 asker
toplanabilir, He-hsi’nin dört eyaletinden onun sabanı, öküzü, tahılı ve
yiyeceği tedarik edilebilir, gidip Liu-chung (Lukçun)131 zaptedilebilir, bu
orta hâlli bir plandır. Eğer bu da yapılamazsa, Chiao-he (Yarkhoto) şehrinin
boşaltılması ve Shan-shan (Çarklık) gibi ülkelerin halkının toplanıp sınıra
gönderilmesi gerekir. Bu en son çare olarak uygulanacak bir plandır”132. O
devirdeki güç dengelerini çok iyi analiz eden valinin bu planı reel-politik
esaslarına dayanarak hazırlanmıştı. Planın ilk maddesi Hsiung-nu (Hun)
Kaynaklardaki ifadelerden Kan-ying’in Suriye’nin Doğu sınırlarını, Hazar Denizi
ve İran dolaylarını gezip dolaştığı anlaşılmaktadır. Dolayısıyla Çin bu bölge
hakkında esasen o dönemde bilgi sahibi olmuştu. O hâlde HHS, 88, s. 2914’e Lihsien 李賢’in başında bulunduğu heyet tarafından düşülen şerhin doğru olduğu ve
Ch’in-hai 秦 海 yani Ch’in Denizinin Hazar Denizi olduğu görülecektir. Bu
münasebetle Tun-huang Valisi Chang-tang’ın da genel bir ifade olarak Barköl’den
Hazar Denizine kadar Hunların at koşturduğunu belirtmesi pek yerindedir.
“Chuni” kelimesinin fonolojik durumu için bkz. O. Pritsak, “Xun der Volksname
der Hsiung-nu”, Central Asiatic Journal, V, 1, s. 33. Sonraki Han devrinde (25220) Hu-yen boyunun Çin’e tâbi olmayan tüm Hunları ifade etmek için kullanılmış
olduğu da bir gerçektir; çünkü bu devirde Hu-yen boyu, Hunların soylu ve
hükümdar çıkaran bir boyu olarak toparlayıcı bir fonksiyon üstlenmekteydi,
dolayısıyla Hu-yen boyunun sadece Türk-köl ve Barköl arasında yayıldığını ifade
etmek meselenin halli için kifayet etmez. Hu-yen boy adının tüm Hunlara verilmiş
olduğu ve Çinlilerin de Hu-yen adını kullanarak tüm Hunları kastetmiş olabileceği
bir vakadır. Bu konuda bkz. De Groot, a.g.e., I, s. 57-58; O. Pritsak, a.g.e., ss. 2734.
129
K’un-lun 昆 侖 sıra Dağları. Tibet platosunun Kuzeyi ve Tarım havzası ve Kansu
koridorunun Güneyinden başlayan, Doğuya doğru Wei Irmağının Güneyinden
uzayarak Kuzey Çin platosunda son bulan sıra dağlardır. Askerlerin toplandığı
K’un-lun geçidi ise şimdiki Kansu eyaleyindeki An-hsi 安 西’nin Batısında idi.
Bkz. Chavannes, TP, II, 8, s. 162, dpt.3.
130
“可 置 軍 司 馬”, “Chün-szu-ma (Tümgenerallik) kurulabilir”. Chavannes (TP,
II, 8, s. 162) yanlış anlamış: “Si on ne peut faire sortir une armée, il faut établir un
sseu-ma qui…”, “Eğer bir ordu harekete geçiremiyorsanız, bir szu-ma kurmanız
gerekir…”.
131
Liu-chung 柳 中, Lukçun. Şimdiki Çarklık (Shan-shan) ilçesinin
Güneybatısındaki Lu-k’e-ch’in 魯 克 沁 mahalidir (CKLSTM, s. 750).
132
HHS, 88, s. 2911.
149
KÜRŞAT YILDIRIM
kaynaklarını kesip onlara saldırmaya, diğer iki maddesi ise Hun
saldırılarından korunmaya yönelikti. Çin devleti asgarî zayiatla Hun
tehlikesini bertaraf etme siyasetinde Doğu Türkistan’ı merkeze koymuştu.
İmparatorluk meclisi bu planı tartışmaya açtı. İmparatorluk Sekreteri 133
Ch’en-chung söz alıp şöyle dedi: “Kulunuzun sekiz Man’ın vahşiliğini
duymuştur, ancak hiçbiri Kuzey düşmanlarınınki (yani Hunlarınki) kadar
değildir. Han Sülalesi devleti kurduğunda, Kao-tsu (M.Ö. 206-195), P’ing
şehrinde134 kuşatılıp büyük müşkülata düşmüştü. T’ai-tsung (M.Ö. 179-157)
onlara haraç vermenin utancını taşımak zorunda kalmıştı. Hsiao-wu (141-87)
bu nedenle çok öfkeliydi. Uzun vadeli bir plan yürütmek için derinlemesine
düşünmüştü. Cesur bakanlarına Sarı Irmağı geçip çölün içinden ilerleyerek
Kuzey düşmanlarının (Hunların) payitahtını yıkmalarını emretmişti. Hsüan
(M.Ö. 73-49) ve Yüan (M.Ö. 48-33) devirleri gelince Çin, yabancı tâbilerine
karşı önlem almış, geçit ve sınır kapıları kapatılmamıştı. Bu esnada zamanla
Doğu Türkistan da tâbi olmuştu. Bugün Kuzey düşmanları (Hunlar), Ch’eshih (Turfan) Devleti’ni mağlup etmişlerdir. Bunlar kaçınılmaz olarak
Güneye inip Shan-shan (Çarklık) Devleti’ne saldıracaklardır. Eğer oraları
terk edip yardım etmezsek, ardından bütün beylikler Hsiung-nu (Hun)’ları
takip ederler. Eğer bu olursa Kuzey düşmanlarının (Hunların) parası ve malı
katlanıp çoğalacak, güçleri ve cüretleri artacaktır. Güneyde sınırdaş oldukları
Ch’iang’lara135 da tazyik ederler ve onlarla münasebete geçip birlik olurlar.
Bunun gibi He-hsi’nin dört ili de tehlikeye düşer. Bugün He-hsi artık tehlike
altındadır, buraya yardım götürmek zordur, yapılacak seferlerin maliyeti yüz
kere artar ve bu harcamaları temin edecek kaynak yoktur. Bu mecliste
133
Shang-shu 尚 書, “imparatorluk sekreteri” (Hucker, a.g.e., Nu:5042).
P’ing şehri 平 城. Şimdiki Shan-hsi 山 西 ilindeki Ta-t’ung 大 同 şehrinin
Kuzeydoğusunda yer almaktaydı (CKLSTM, s. 217).
135
Nan-ch’iang 南 羌, “Güney Ch’iang’ları”. Bunlar Tibetlilerin atalarıdır. Eski
devirlerde bu halk esasında epey Doğudaki Shan-hsi 山 西 ve Shaan-hsi 陝 西’de
yaşıyordu (bkz. Tōdō Akiyasu, “Some Notes on the Ch’iang Tribes”, Acta
Asiatica, 16, 1969, s. 40) ancak Han sülalesi başa geçtiği devirlerde (M.Ö. III.
yüzyıl sonu) Ch’iang’lar Çin’in Batı ve Güneybatı sınırları boyunca yayılmış
olarak görünürler (Yü Ying-shih, “Han Foreing Relations”, Cambridge History of
China, Ed., D. Twitchett-J. K. Fairbank, Cambridge 1987, s. 422). Akiyasu (a.g.e.,
s. 48) şöyle demektedir: “Sonraki Han devrinde chien-wu 建 武 saltanat devresi
esnasında (M.S.37), beş bin Ch’iang hanesi Kuang-han ilinde廣 漢 郡 dönüp Han
devleti ile bağlılık kurmuşlardır ve İmparator He’nın ch’eng-yüan saltanat devresi
sırasında (M.S.94), onbinlerce Ch’iang hanesi Szu-ch’uan 四 川’da Han devletine
tâbi olmuşlardır”. Sonraki Han devrinde Ch’iang’lar Chin-ch’eng 金 城 ve Liangchou 涼 州’yu yağmalamışlar ancak Ma-yüan 馬 援’nin seferi sonunda mağlup
edilmişlerdir (a.e.).
134
150
BAŞLANGICINDAN II. YÜZYILIN ORTALARINA KADAR DOĞU TÜRKİSTAN İ LE ÇİN
MÜNÂSEBETLERİNE GENEL BİR BAKIŞ
konuşanlar sadece Batı Toprakları’nın çok uzak oluşu ve yüksek maliyetler
hakkında fikir yürütmüşlerdir. Bugün sınır boylarında müdafaa ve direnme
için kâfi hazırlıklar yapılmamıştır. İçerideki illerde ise askerî hazırlıklar
tamamlanmamıştır. Tun-huang tecrit hâlde ve tehlikededir. Kulunuzun
fikrine göre Doğu Türkistan’daki ülkelere hâkim olmak için Tun-huang
komutanlığı kurulmalı ve eskiden olduğu gibi He-hsi’deki dört ilde
konuşlanan birliklere takviye sağlamalıdır. Çok geniş topraklar bu sayede
hâkimiyet altına alınıp bastırılacak ve Hsiung-nu (Hun)’ların da gözü
korkacaktır”.136 İmparatorluk sekreterinin Hun-Çin-Doğu Türkistan güç
merkezlerini analizi Çinlilerin tarihin en eski devirlerinden beri dış siyasette
Hunları ve Doğu Türkistan’ı merkeze koyduklarını ortaya koymaktadır.
İmparatorluk Sekreterinin bu teferruatlı açıklamalarından etkilenen
İmparator An onun planını onayladı ve Pan-yung’u Doğu Türkistan Vali
Yardımcısı yaptı. İmparator serbest bıraktığı 500 mahkûmu gönderip Liuchung (Lukçun)’a kışla kurdurdu. Bunun ardından Pan-yung, Ch’e-shih
(Turfan) Devleti’ni yenip oralara hâkim oldu. Chien-wu saltanat devresinden
(25-55) yen-kuang saltanat devresine (122-125) kadar Doğu Türkistan’ı üç
kez işgal etmeye teşebbüs eden Çin nihayetinde başarısız oldu137.
127 yılında (İmparator Shun’un yung-chien saltanat devresinin 2. yılı)
Pan-yung Yen-ch’i (Karaşar) Devleti’ne hücum edip orayı teslim aldı.
Bunun üzerine Kuei-tzu (Kuça), Shu-le (Kaşgar), Yü-t’ien (Hoten), Sha-ch’e
(Yarkend) gibi 17 ülke gelip Çin’e tâbi olduklarını bildirdiler ancak Wusun138, Ts’ung-ling (Pamir)139 ve daha Batıdaki ülkelerin Çin ile hiçbir
münasebeti kalmadı.
136
HHS, 88, s. 2912; TT, 191, S.5197; TC, 196, s. 3134b.
HHS, 88, s. 2912.
138
Metnin Wu-sun 烏 孫 ifadesi ile İli Vadisine işaret ettiği (Chavannes, TP, II, 8, s.
167) ve etnik bir atıf yapmadığı anlaşılmaktadır. Nitekim Ögel’in (Bahaeddin
Ögel, “Çin Kaynaklarına Göre Wu-sun’lar ve Siyasi Sınırları Hakkında Bazı
Problemler”, DTCF, VI, 4, Ankara 1948, s. 278) de belirttiği gibi milâttan sonraki
tarihlerde Wu-sun’ların zikri kaynaklarda pek nadir görülür. Wu-sun’ların en eski
yerleşim yerleri Kan-su 甘 肅’da idi, Yüeh-chih 月 氏’ler tarafından mağlup
edilince Tanrı Dağları civarına gelmişler ve Hun İmparatoru Mo-tun, Yüehchih’leri yendikten sonra daha da Batıya gidip İli Irmağının yukarılarına
yerleşmeye başlamışlardır (ayrıntılar için bkz. a.e., ss. 259-278; Ahmet Taşağıl,
Çin Kaynaklarına Göre Eski Türk Boyları, Ankara 2004, s. 17-27). Sonraki Han
devrinde (M.S. 25-220) Çinliler, artık İli Irmağının yukarılarında yayılan Wusun’lar ile General Pan-ch’ao’nun çabaları sayesinde münasebete geçmiştir; ancak
özellikle 108 yılından sonra Çin’in Doğu Türkistan’dan çekilmesi neticesinde bu
çabalar boşa çıkmıştır.
139
Ts’ung-ling 葱 領 Pamir Dağları.
137
151
KÜRŞAT YILDIRIM
Çin İmparatoru 131 yılında tıpkı yung-yüan saltanat devresinde (89-104)
yapıldığı gibi I-wu (Kumul) topraklarına tımar kurulmasını emretti ve bir
kişiyi I-wu (Kumul) Tugay Komutanı140 olarak atadı. İmparatorun
düşüncesine göre I-wu (Kumul) toprakları evvelden beri bereketli ve zengin
topraklardı, Doğu Türkistan’ın kapısı konumundaydı ve Hsiung-nu (Hun)
orayı yağmalıyorlar ve ihtiyaçlarını karşılıyorlardı.
132-134 yılından (yang-chia saltanat devresi) sonra Çin’in bölgedeki
nüfuzu yok olmaya yüz tuttu. Doğu Türkistan’daki ülkelerin artık Çin ile
hiçbir bağlantıları kalmadı. Üstelik artık Hsiung-nu (Hun)’lar iyice Batıya
kaymış ve bölge üzerindeki hâkimiyet mücadelesinden çekilmişlerdi.
Kuzeyden gelen proto-Moğolların kısmî baskısı söz konusu olsa da bu baskı
Kuzey Çin ile sınırlı kalmıştı. Doğu Türkistan’daki devletler artık kendi
aralarında hâkimiyet mücadelesine başlamışlardı141.
Sonuç: Çin kaynaklarına dayanarak Çinliler ile bugünkü Doğu Türkistan
sahasındaki şehir devletleri arasındaki münâsebetlerin II. yüzyılın ortalarına
kadarki genel durumu ele alınmıştır. Çinlilerin en eski devirlerden beri Doğu
Türkistan’a hâkim olmak istedikleri ve hattâ bazen bunu varlık sebebi
addettikleri anlaşılmaktadır. Çin’den Batıya açılan tek kara kapısı olan Doğu
Türkistan ekonomik, coğrafî ve stratejik bakımlardan Çinlilerin
vazgeçemediği bir saha olmuş ve devamlı işgallere uğramıştır. Böylece
Çin’in Doğu Türkistan siyasetinin binlerce yıldır pek değişime uğramadan
devam ettiği görülmektedir.
Ana Kaynaklar
Çin Kaynakları
Shih Chih, Chung-hua Shu-chü Yay., Beijing 1997.
Han Shu, Chung-hua Shu-chü Yay., Beijing 1997.
Hou Han Shu, Chung-hua Shu-chü Yay., Beijing 1997.
San Kuo Chih, Chung-hua Shu-chü Yay., Beijing 1997.
140
Szu-ma 司 馬, “komutan”. TY (I, s. 464)’a göre Han devrinde bu unvanın
mahiyeti şöyle idi: “漢 宮 門 及 大 將 軍, 將 軍, 校 尉 之 屬 官, 都 有 司 馬. 邊
郡 亦 設 置 千 人 司 馬, 專 管 兵 事”., “Han devrinde Kung-men ve Ta-chiangchün (tümgeneral), chiang-chün (general), hsiao-wei (komutan)’ye bağlı
memuriyettir, bu makamların hepsinde szu-ma vardır. Sınır illerinde de bin
askerlik szu-ma kurulur, bunlar askeri kışlalardır”. Kaynaktan anlaşılacağı üzere
szu-ma sınır illerinde bin kişinin başında olan komutandır ve bu surette bir tugay
komutanı olması gerekir ki unvanı bugünkü dilimizde tuğgeneraldir. Ayrıca bkz.
Hucker, a.g.e., Nu: 386 ve 7146; W. Eberhard, Çin Sinoloji’ye Giriş, İstanbul
1946, s. 194: “Büyük generalin (ta-chiang-chün, tümgeneral) yanında”.
141
HHS, 88, s. 2912.
152
BAŞLANGICINDAN II. YÜZYILIN ORTALARINA KADAR DOĞU TÜRKİSTAN İ LE ÇİN
MÜNÂSEBETLERİNE GENEL BİR BAKIŞ
Tzu Chih T’ung Chien, Chung-hua Shu-chü Yay., Beijing 1997.
T’ung Tien, Chung-hua Shu-chü Yay., Beijing 2003.
T’ai P’ing Yü Lan, Shang-wu Yay., Taipei 1997.
Ts’e Fu Yüan Kuei, Chung-hua Shu-chü Yay., Beijing 1982.
T’ung Chih, Shang-wu Yay., Shang-hai 1935.
Wen Hsien T’ung Kao, Chung-hua Shu-chü Yay., Beijing 2006.
Tz’u-yüan, Chung-hua Shu-chü Yay., 5. baskı, Beijing 2002.
Grek Kaynakları
Claudii Ptolemaei Geographia, edidit Carolus Fridericus Augustus Nobbe, I,
Lipsiae 1843.
Pliny, Natural History, İng. çev. H. Rackham, London, 1947.
Strabo, The Geography of Strabo, İng. çev., H. L. Jones, Cambridge 1944.
Araştırma Eserleri
Abazov, R., The Palgrave Concise Historical Atlas of Central Asia, New York
2008.
Abdurrahman, V., “Orta Asya’daki Bir Kısım Türk Yer Adları ve Bu Yerlerin Tarihî
Süreç
İçerisindeki Siyasî Durumu Üzerine”, Çağdaş Türklük Araştırmaları Sempozyumu,
Ankara
2002.
Akiyasu, T., “Some Notes on the Ch’iang Tribes”, Acta Asiatica, 16, 1969.
Almas, T., Uygurlar, Çev. D. Ahsen Batur, Selenge Yay., İstanbul 2010.
Altheim, F., Geschichte Der Hunnen, I, Berlin, 1959.
Avdiyev, V. İ., İstoriya Drevnego Vostoka, Moskva 1953.
Bailey, H. W., Indo-Scythian Studies Being Khotanese Texts, VII, Cambridge 1985.
Barthold, W., “Türkistan”, İA, C. 12/2, Eskişehir 2002
__________, “Fergana”, İA, C. IV, Eskişehir 2002
__________, Moğol İstilasına Kadar Türkistan, Haz. H. Dursun Yıldız, TTK Yay.,
Ankara 1990.
Beal, S., Si-Yu-Ki, Buddhist Records of the Western World, I-II, London 1906.
Beckwith, C. I., Empires of Silk Road, Princeton-Oxford 2009.
____________, İpek Yolu İmparatorlukları, Çev., Kürşat Yıldırım, Ankara 2011.
Bergman, F., Archaeological researches in Sinkiang, Stockholm 1939.
Bernştam, A. N., “K Voprosu ob Usun, Kuşanah, Toharah”, Sovetskaya Etnografiya,
3, 1947.
Biçurin, H. Ya., İstoriya o Narodah Obitavşih v Credney Azii v Drevniya Vremena,
3 Cilt,
Sanktpeterburg 1851.
153
KÜRŞAT YILDIRIM
Borovkova, L. A., Tsarstva “Zapadnogo Kraya” vo II-I Vekah do N. E., Moskva
2001.
Buharalı, E., “İstahri ve İbn Havkal’ın Haritalarına Göre Maveraünnehr”, Türk
Dünyası
Araştırmaları, 99, 1995.
Ch’en Chao-fu, “Ku-tai-Shao-shu-min-tsu-yen-hua”, Min-tsu-ta-hsüeh-yen-chiu, 3,
1982.
Chang Ch’i-chih (ed.), Chung-kuo-li-shih, 7. baskı, Beijing 2006.
Chavannes, E., Dix Inscriptions Chinoises de L’asie Centrale, Paris 1902.
____________, Documents sur Les Tou-Kiue (Turcs) Occidentaux, St Pétersbourg
1903.
____________, “Les Pays d’occident d’aprés le Wei lio”, T’oung Pao, II, 6, 1905.
____________ , “Trois généraux chinois de la dynastie des Han orientaux”, T’oung
Pao, II, 7, 1906.
_____________, “Les pays d’Occident d’aprés le “Heou Han chou” ”, T’oung Pao,
II, 8, 1907.
_____________, Çin Kaynaklarına Göre Batı Türkleri, Çev. M. Koç, Selenge Yay.,
İstanbul 2007.
Chung-kuo-li-shih-ti-ming-ta-tz’u-tien, Ed., Wei Sung-shan, Kuang-tung 1995.
Chung-kuo-li-shih-ti-ming-ta-tz’u-tien, I, Ed., Shih Wei-le, Beijing 2005.
Crespigny, R. de, Northern Frontier, the Policies and Strategy of the Later Han
Empire, Canberra 1984.
De Groot, J. J. M., Die Hunnen Der Vorchristlichen Zeit, I, Berlin 1921.
______________, Die Westlaende Chinas in der vorchristlichen Zeit, II, Berlin,
1926.
Duan Chang-Qun, Gan Xue-Chun, Jeanny Wang, Paul K. Chien, “Relocation of
Civilization Centers in Ancient China: Environmental Factors”, Ambio, XVII, 7,
Nov., 1998.
Eberhard, W., Çin Sinoloji’ye Giriş, İstanbul 1946.
___________, “Muahhar Han Devrinde (M.S. 25-220) Hun Tarihine Kronolojik Bir
Bakış”, Belleten, 16, 1940.
___________, “Çin Kaynaklarına Göre Orta ve Garbi Asya Halklarının
Medeniyeti”, Türkiyat Mecmuası, VII-VIII, 1, İstanbul 1942.
Emet, E., “Türklerin Ana Yurtlarından Biri Kumul (Hami) ve Kumul Kelimesinin
Etimolojisi Hakkında”, Türk Dünyası Dil ve Edebiyat Dergisi, 4, Güz 1997.
Hayit B., “Türkistan Terimi Üzerine”, Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, 53,
Nisan 1988.
Herrmann, A., Die alten Seidenstrassen zwischen China und Syrien, Berlin 1910.
Hirth, F., China and the Roman Orient, Shanghai-Hongkong 1885.
154
BAŞLANGICINDAN II. YÜZYILIN ORTALARINA KADAR DOĞU TÜRKİSTAN İ LE ÇİN
MÜNÂSEBETLERİNE GENEL BİR BAKIŞ
Hsi-yü-ti-ming, Ed., P’ing Ch’eng-chün, Beijing 1980.
Huang Pen-chi, Li-tai-shih-kuan-piao, Tai-pei 1975.
Hucker, C. O., A Dictionary of Official Titles in Imperial China, California 1985.
Hulsewé, A. F. P.-M. A. N. Loewe, China in Central Asia: The Early Stage 125 BCAD 23, Leiden 1979.
Kafesoğlu İ., Türk Millî Kültürü, 23. baskı, İstanbul 2003.
Kurban, İ., Doğu Türkistan İçin Savaş, Ankara 1995.
________, Şarki Türkistan Cumhuriyeti (1944-1949), Ankara 1992.
Legge, J., The Chinese Classics: With A Translation, Critical And Exegetical Notes,
prolegomena, and copious indexes, cilt V, Hong Kong-London 1861–1872.
Liu Mau-Tsai, Kutscha und seine Beziehungen zu China vom 2. Jh. v. bis zum 6. Jh.
n. Chr., I, Wiesbaden 1969.
Mallory, J. P-Mair, V. H., The Tarim Mummies: Ancient China and the Mystery of
the
Earliest Peoples from the West, London 2000.
McGovern, W. M., The Early Empires of Central Asia, Chapel Hill 1939.
Onat, A.-Orsoy, S.- Ercilasun, K., Han Hanedanlığı Tarihi, Bölüm 94A/B Hsiung-nu
(Hun) Monografisi, Ankara 2004.
Onat, A., “Çin-Türkistan İlişkilerinin Başlangıcı Hakkında Bazı Bilgiler”, Belleten,
LIV, 211, Aralık 1990.
_______, “Hunların Doğuda Siyasal Üstünlük Dönemi”, Ankara Üniversitesi Dil
Tarih Coğrafya Fakültesi, XXXI, 1-2, 1987.
Ögel B., Büyük Hun İmparatorluğu Tarihi, I-II, Ankara 1981.
______, “İslâmdan Önceki Türk Devletlerinde Timar Sistemi”, IV. Türk Tarih
Kongresi, Ankara 10-14 Kasım 1948, Kongreye Sunulan Tebliğler, Ankara 1952.
______, “Çin Kaynaklarına Göre Wu-sun’lar ve Siyasi Sınırları Hakkında Bazı
Problemler”, Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Dergisi, VI, 4,
1948.
Özerdim M. N., “Hsi-Yü Olarak Çin Türkistanı’nın Tarihî Sınırlaması ve Tarihî
Önemi”, Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Dergisi, XV, 1-3,
1957.
Pelliot, M. P., “Kao-Tch’ang, Qočo, Houo-Tcheou et Qarâ-Khodja”, Journal
Asiatique, XIX, Janvier-Février, 1912.
Pritsak, O., “Xun der Volksname der Hsiung-nu”, Central Asiatic Journal, V, 1,
1959.
Pulleyblank, E. G., “The Roman Empire as Known to Han China”, Journal of the
American Oriental Society, CXIX, 1, 1999.
Sinor, D., “Giriş: İç Asya Kavramı”, Çev., R. Sezer, Erken İç Asya Tarihi, Der.,
Denis Sinor, 4. baskı, İstanbul 2003.
155
KÜRŞAT YILDIRIM
________, “The Scope and Importance of Altaic Studies”, Journal of the American
Oriental Society, LXXXIII, 2, Apr.-Jun., 1963.
Stein, A., Serindia: Detailed Report of Explorations in Central Asia and
Westernmost China, I-V, Oxford 1921.
Taşağıl, A., Çin Kaynaklarına Göre Eski Türk Boyları, Ankara 2004.
Togan, Z. V., Bugünkü Türkili (Türkistan) ve Yakın Tarihi, I, 2. baskı, İstanbul 1981.
__________, Türk Türkistan, İstanbul 1960.
Vásary, I., Eski İç Asya Tarihi, Çev., İ. Doğan, İstanbul 2007.
Yang, Lien-sheng, “Hostages in Chinese History”, Harvard Journal of Asiatic
Studies, XV, 3-4, December, 1952.
Yıldırım, K., Türk Tarihi İçin Eski Çince Türkçe Sözlük, İstanbul 2010.
__________, Bugünkü Doğu Türkistan Coğrafyasında Kurulan Şehir Devletleri ile
Çin Arasındaki Münâsebetler (Milâdî 73-108), İstanbul Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 2011.
___________, “Orta Doğu’da Bir Çinli Seyyah: Kan Ying (M.S. 97)”, Evliya
Çelebinin Doğumunun 400. Yılı Münasebetiyle Seyyahlar ve Seyahatnameler,
İstanbul, 23-24 Mayıs 2011 (Baskıda).
Yu Tai-shan, “A Study of Saka History”, Sino-Platonic Papers, 80, July, 1998.
Yü Ying-shih, “Han Foreing Relations”, Cambridge History of China, Ed., D.
Twitchett-J. K. Fairbank, Cambridge 1987.
156
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 3, Ocak-2012, s. 157-163
PRİMO LEVİ VE İRONİ
İlhan KARASUBAŞI
ÖZET: Antik dünyadan günümüze birçok yazar tarafından kullanılan ironi II. Dünya Savaşı
gerçeğini yaşayıp kurtulabilen İtalyan yazar Primo Levi tarafından yapıtlarında sıkça
kullanılmaktadır. Ancak yazarın ironiyi kullanmasındaki amacı okuyucuyu güldürmek değil,
onun trajikomik biçimde, yaşanılan olayların ne denli insanlık dışı olduğunu kavramasını
sağlamak ve tüm insanların yaşanılanların farklı yerlerde tekrarlanmaması için çaba
harcamalarını sağlamaktır.
Anahtar Kelimeler: İroni, Savaş, Levi.
PRIMO LEVI AND IRONY
ABSTRACT: Irony used beginning from ancient times until our time is used often by the
Italian writer Primo Levi, testimony of the II. World War and who survived it. But the writer’s
aim in using irony is not to make the people smile, but to make them understand how terrible
all those things happened are and that all the people should do everything possible so that such
things will not happen again in any place in the world.
Keywords: Irony, War, Levi
Giriş: İroni kavramı antik dünyadan günümüze özellikle edebiyat ve
tiyatro alanında bir çok yazar tarafından kullanılmıştır. İroni her zaman
gülme/güldürme ve acı/acıma unsurlardan oluşan bir duygudur. Bununla
birlikte ironi yıkıcı bir araç olarak da işlev görmektedir. Çünkü alışkın
olunanın gerçekte farklı olduğunu anlatabilmek için ona saldırır ve onu
yıpratmaya çalışır. Bu sayede anlamanın ve anlaşılan durumun farklı bir
bilinç ortamına taşınarak gerçek anlamda kavranılmasını amaçlamaktadır.
Yazarın amacı dünyada yaşanılan acı olaylar nedeniyle içinde bulunduğu
duygu karmaşasından kurtulmak ve aynı zamanda kendisini koruyacak bir
öğe geliştirerek olaylara tepki vermektir. Bu bağlamda ele alındığında ironi
aynı zamanda bir iç çatışma ve bir savunma mekanizması olarak ortaya
çıkar. İroni’nin yazarlarca sıkça kullanılması ise, yozlaşan ahlaki değerlere
karşı bir tür tepki geliştirme gereksiniminden doğmaktadır. Kuşkusuz
Levi’nin yapıtlarında anlattıklarının ahlakî boyutu vardır. Bununla birlikte
okuyucuya aktarılmaya çalışılan gerçeklere bir de Levi’ye özgü ironik
anlatım tarzı eklendiğinde, olayların okuyucuya aktarımı daha da etkili
olmaktadır. İroni kavramı kullanıldığında, insanlar ortak bir konu üzerinde
gülebilir. Bu da, toplumsal bağlamda insanların aynı konu etrafında

Bu makale Dr. İlhan Karasubaşı’nın Primo Levi’nin Yapıtlarında Otobiyografik Öğeler ve
İroni Kavramı başlıklı doktora tezinden üretilmiştir.

Arş. Gör. Dr. İlhan Karasubaşı, Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Batı
Dilleri ve Edebiyatları Bölümü, İtalyan Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı. E-posta:
[email protected].
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 3, Ocak-2012, s. 157-163
İLHAN KARASUBAŞI
toplanabildiklerinin ve aynı konu üzerinde benzer düşüncelere sahip
olabildiklerinin göstergesidir.
Levi altmışlı yılların başında, özellikle Luigi Pirandello’dan esinlenerek,
ironi kavramını konu alan bazı öyküler kaleme almıştır. Levi’nin Pirandello1
gibi bu alanda usta birinden yararlandığı açıkça ortadadır. Daha sonra ise,
özellikle Musevî kültürüne özgü bazı konuları ele alarak, ironi kavramı
üzerinde durmuştur. Bu durumda, genelde Yahudilere ilişkin bazı öğeler
farklı dinlere mensup kişilere anlatılıp, açıklanmaya çalışılmaktadır. Bu
konuya ilişkin bazı örnekleri özellikle “Se non ora quando” adlı yapıtta
bulmak mümkündür:
“Tüm insanlar haftanın her günü gündelik işlerini yaparlar. Musevîler
ise Cumartesi günü, günah olduğu düşüncesiyle, neredeyse yemek bile
yemezler.” 2
Levi’nin ironi kavramını kullanımında ustalığını gösteren yapıt “Se
questo è un uomo”dur. Yapıtın ilk sayfalarından itibaren ironi kavramı,
okuyucunun karşısına çıkar:
“Şansıma Auschwitz’e iyi ki yalnızca 1942 yılından sonra getirildim.” 3
Bu sözü söylerken, sözcüklerin her birine ironik bir anlam yükler.
Levi’nin Auschwitz’e gönderildiği dönemde-1942 yılından itibaren-Nazi
Almanyası işgücü açısından sıkıntı çektiğinden, Kamplarda tutulan
insanların ölümünü dolayısıyla da iş gücü kaybını önlemek amacıyla
tutsaklara biraz daha iyi davranmaktaydı. Durumun bilincinde olan Levi söz
konusu amaç sayeinde en azından hayatta kalma şansı biraz olsun arttığından
yaşadıklarını ironik biçimde dile getirir. Aksi halde, bir gencin Auschwitz
Toplama Kampına götürülmesinin şansla açıklanacak olumlu bir yönü
yoktur.
Levi’nin yukarıda belirtilen cümleyi ironik biçimde ifade etmesi, onu
savaş yıllarına ilişkin anılarını yazan diğer yazarlardan ayırmaktadır. Çünkü
Levi Auschwitz’te ölümü bekleyen bir tutsak değildir. O hayata ilişkin
plânları olan ve hayatta kalmak isteyen biridir. Her ne kadar Kamp ortamı
acımasız ve yaşam şartları olumsuz olsa da, Levi yaşama sımsıkı sarılarak
ayakta kalmaya çalışır. Ancak kurtulmayı kendisinden çok diğer insanların
1
Luigi Pirandello: 1867-1936 yılları arasında yaşamıştır. Özellikle Tiyatro yapıtlarıyla
ünlenen yazar, özellikle görecelik kavramı üzerine yapıtlarını oluşturmuştur En ünlü
yapıtlarından biri “Altı kişi Yazarını Arıyor” adlı tiyatro oyunudur.
2
Primo Levi, Se non ora, quando?, Einaudi, Torino 1991, s. 65.
3
Levi, Se questo è un uomo, Einaudi, Torino 1991, s. 5.
158
PRİMO LEVİ VE İ RONİ
iyiliği için ister, çünkü olayları bizzat yaşadığından her şeyi bütün
çıplaklığıyla insanlara aktarabilecektir.
Yine “Se questo è un uomo” adlı yapıtın giriş bölümünde Levi şöyle
demektedir:
“Burada geçen tüm olayların uydurmaca olmadığını söylemek, bana
gereksiz geliyor” 4 Burada Levi’nin amaçladığı, bazı yapıtların başlarında
yer alan ‘Bu kitabın, gerçek kişiler ya da gerçek olaylarla herhangi bir
ilişkisi yoktur’ sözüne atıfta bulunmaktadır. Çünkü Levi bu noktada,
okunulacakların gerçek olduğunu, yazar sıfatıyla olanları tüm çıplaklığıyla
okuyucuya aktaracağını bildirmektedir. Hattâ Levi, anlatılanların son derece
insanlık dışı şeyler olması nedeniyle, okuyucunun bunlara inanmayacağı
endişesini bile taşımaktadır.
Levi, ironi kavramını özellikle okuyucu için kullanmaktadır. Çünkü, ironi
kullanımı ile okuyucusunun dikkatini ve ilgisini ayakta tutacağının
bilincindedir. İroni kavramını, genelde, tarihi olaylar ya da Tanrı gibi,
kavramlar söz konusu olduğunda kullanmaktadır. Örneğin “Il sistema
periodico” adlı yapıtında şöyle der: “Belki de çocukları, aptalları ve
sarhoşları koruyan bir Tanrı’nın var olduğu doğrudur” 5.
Levi’nin bu ifadesi okuyucuya oldukça tuhaf, karmaşık, anlaşılmaz ve
anlamsız gelebilir. Levi’nin buradaki amacı, Kamp ortamında olayların,
aslında, ne kadar karmaşık olduğunu ve bütün değerlerin alt üst edildiğini
göstermektir.
İroni kavramı söz konusu olduğunda, Levi’nin kendisine örnek aldığı
bazı yazarlar vardır. Bunlar Parini, Swift ve Mann’dır. Üç yazarın ortak
yönü, ironi kavramını olayların yapay görüntülerini bozarak gerçekte nasıl
olduklarını göstermek amacıyla kullanmalarında gizlidir. Örneğin, Parini’nin
“Il giorno” 6adlı yapıtında, aristokrat gençlerin gerçekte ne kadar gösteriş
meraklısı ve aptal oldukları ortaya konulmaktadır; Swift’in “Gulliver’in
Seyahatleri” adlı yapıtında ise dünyanın aslında ne kadar gerçek dışı
olduğunu göstermek için her şey alt üst edilmektedir; Mann ise “Yusuf ve
kardeşleri” adlı yapıtının birinci cildinde, İsrail ve Esau’un öyküsünü
yeniden anlatmaktadır. Her üçü de ironiyi, ahlâk kavramıyla birlikte
kullanmaktadır. Levi bu yazarlardan özellikle Parini’yi önemsemektedir.
4
Levi, Se questo…, s. 6.
Levi, Il sistema periodico, Einaudi, Torino 1991, s. 865.
6
Parini’nin çalışmayan soylu sınıfı alaya aldığı Genç Beyefendi adlı yapıtının ‘Gündüz’
başlıklı bölümüdür.
5
159
İLHAN KARASUBAŞI
Hattâ onunla günler boyunca konuştuğunu da düşlemektedir.7 Mann ise,
Levi’ye göre, yüzyılın en önemli yapıtını ortaya koymuştur.
Levi’nin kullandığı ironiyi biraz daha açık biçime getirmek için, Wayne
Booth’un A Rhetoric of Irony-İroninin Retoriği adlı yapıtından yararlanmak
mümkündür.
Booth’a göre ironi, çoğu zaman, istenilerek, ancak gizlice kullanılan bir
öğedir. İroni kullanmanın amacı, edebî bir anlamı yıkmak ve sonra onun
yerine yeni bir anlam kurmaktır.8 Hem Booth’a hem de Levi’ye göre amaç,
okuyucunun dikkatini çekmek ve ona kendisine aktarılacak konuya azamî
dikkatle odaklanması gerektiğini bildirmektir. İroni kullanımındaki bir diğer
amaç, insanları bir ortak payda etrafında toplamaktır. Bilindiği üzere, Levi
insanların bir arada olmasına ve bir arada gerçekleşen yaşama önem
vermektedir.
Booth’a göre, okuyucu ve yazar ironi kavramının kullanımına alışkın
olmalıdır, aksi halde ironinin, şaşırtması ve ilgi uyandırması, yani amacına
ulaşması, mümkün değildir: “Bir çok kişi tarafından ironi kavramı
anlaşıldığında, etkisinin sanılandan çok daha fazla olduğunu gördüm. Ancak
ironi kullanımında okuyucu ve yazarın işbirliği içinde olmaları,
kaçınılmazdır. Aksi takdirde ironi, amacına ulaşamaz.” 9
Levi’de ise, Booth’a göre, ironi kavramında ufak bir fark vardır. Levi
ironinin herkes tarafından anlaşılmasının gereksiz olduğunu, yalnızca onu
kaldırabilecek okuyucuların ironiyi anlayabileceğini savunmaktadır. Bu
nedenle, Levi’nin yapıtlarında rastlanılan ironi kavramı Booth’un ironi
kavramından biraz farklıdır. Ayrıca Levi, ironi kavramını her zaman kendi
yaşam deneyimi ve anılarıyla birlikte kullanmaktadır. Bu da onu, aynı öğeyi
kullanan diğer yazarlardan farklı kılmaktadır. Levi, bir yazısında ironi
üzerine düşüncelerini şöyle dile getirir: “İnsanın kendisiyle ilgili ironi
yapması, ironinin en üst örneklerindendir. Böylece insan kendi sınırlarını
aşabilir. Aynı zamanda okuyucuda sürekli varolan bir ilgi uyandırır.”10
Levi’nin bir çok yapıtında, ironi kavramını bulmak mümkündür. Hattâ
yapıtlarının adında bile bu öğe vardır. Örneğin, “Se questo è un uomo” adlı
yapıtının başlığında Levi, ironik biçimde insan olmak için nelere sahip, ya da
nelerden yoksun olmak gerektiği konusu üzerinde okuyucuyu
düşündürmektedir. Aynı zamanda başlıktan da anlaşılacağı gibi, okuyucunun
7
Levi’nin klasik yapıtlara olan ilgisinin bir göstergesidir. Anissimov, M., Primo Levi o la
tragedia di un ottimista, Baldoni&Castoldi-Milano 2001, s. 30.
8
W. C. Booth, A Rethoric of Irony, University of Chicago Press, Chicago, 1974.s. 22.
9
W. C. Booth, a.g.e, s. 33-47.
10
Levi, Il sistema periodico, Einaudi, Torino 1991, s. 37.
160
PRİMO LEVİ VE İ RONİ
söz konusu konuya ilişkin daha fazla bilgi edineceğini önceden
açıklamaktadır. Aynı zamanda, Auschwitz’te insan olmanın farklı erdem ve
özellikler gerektirdiğinin mesajı okuyucuya verilmektedir.
Özellikle Kamp ortamında ironinin sıkça kullanılması, dikkat çekicidir.
Buradaki amaç, ortamın gerçekten insanlık dışı bir yer olduğunun altını
çizmektir.
Kampa ilişkin bir anısında Levi, kendisiyle Sandro arasında geçen bir
konuşmayı okuyucuya şöyle aktarır: “Sandro beni ironik bir dikkatle
dinliyordu. Ne zaman konuşmamda yanlış bir kullanım yapsam, sanki
üstüme atlayacakmış gibi duruyordu.” 11
Burada da Kamp ortamındaki sıradan bir an tasvir edilmektedir. Ancak
Kamptaki durum o kadar kötüdür ki, insanlar yiyecek bulmakta bile çok
zorlanmaktadır. Buna rağmen Sandro, artık ayakta durmaya gücü kalmayan
Levi’nin konuşmasını düzeltmeye çalışır. Halbuki Levi, dili kullanmayı
bilmediği için yanlış yapmamaktadır. Güçsüz kaldığı için düzgün
konuşmakta zorluk çekmektedir. Aktarılanlarda ironinin varlığı, belirgin
biçimde ortadadır. Levi’nin amacı, Kamp dışında, yani normal yaşam diye
nitelendirilen alanda, burada olduğu gibi konuşurken yanlış yapmasının asla
mümkün olmayacağını göstermektir. Çünkü Kampa gelmeden önce kendisi
İtalyanca’yı oldukça düzgün kullanan biridir.
Levi’nin “Se questo è un uomo” adlı yapıtına seçtiği başlıkta bir ironi
daha vardır. Yaratılış öyküsüne göre, dünyanın yaratıldığı altıncı günde
‘İnsan Nedir?’ sorusu gündeme gelmektedir. Çünkü Levi’ye göre Auschwitz
ve Naziler yeni bir dünya yaratma amacını gütmektedir. Levi ise söz konusu
başlığı koyarak, yeni dünya düzenindeki insanın nasıl olması gerektiğine
ilişkin ip uçlarının da yapıtında var olduğuna işaret etmektedir. Levi’nin bazı
yapıtlarında gerçekten de çarpıcı ironik öğeler vardır: “Laboratuvarda
müdür sıfatıyla çalışan adamın da doktora unvanı var. Ama o Kimya değil,
Dilbilim doktoru, ama yine de laboratuvardan ve insan sağlığından sorumlu
kişi o.”12
Buradaki ironi, Levi gibi uzun yıllar laboratuvar ortamında çalışmış,
kimyadan, tahlillerden, deneylerden anlayan birinin değil, laboratuvardan
hiçbir şey anlamayan birinin Kamptaki laboratuvarda sorumlu kişi
konumunda olmasıdır.
Kampta her şey alt üst edilmiştir. İnsanların hangi mesleğe sahip
olduklarının herhangi bir önemi yoktur. Ayrıca Naziler uygun vasıflara sahip
11
12
Levi, Se questo è un uomo, Einaudi, Torino 1991, s. 775.
Levi, Se questo…, s. 136.
161
İLHAN KARASUBAŞI
olmayan kişileri hiç bilmedikleri alanlarda çalıştırarak onların gerçekte işe
yaramaz olduklarını göstermeye çalışmaktadırlar. Naziler için önemli olan
tutsakların kendilerinin insan olmadıklarına ve dünyada yaşamayı hak
etmediklerine inanmalarını sağlamaktır.
Naziler ellerinden geldiğince tutsaklar üzerinde baskı kurarak, insanca
yaşama onurlarını hiçe sayarak onları öldürmeyi hedeflemişlerdir: “İnsanı
yok etmek onu yaratmak kadar güçtür. Kolay olmadı ama siz Almanlar bunu
başardınız.” 13 Levi için Kamp, oraya giren insanların insanlıklarına ilişkin
bütün duygu, düşünce ve ümitlerini bir kenara bırakıp gittikleri yerdir.
Kampta yaşanılan bütün olaylar Levi’ye sanki kötü bir düş görüyormuş
hissini vermektedir. Öyle ki Levi Dante’den esinlendiği anlarda bile İlahi
Komedya’da yaratılmış olan düşsel cehennemin toplama kampında gerçeğe
dönüştüğünü okuyucuya ironiyi de kullanarak aktarmaya çalışmaktadır.
Dante’nin Cehenneminin giriş kapısının üzerinde ‘Sizler ki bu kapıdan
geçeceksiniz, tüm umutlarınızı dışarıda bırakın’ yazısı vardır. Levi’nin de
uzunca bir dönem tutsak olarak bulunduğu Auschwitz Toplama Kampının
giriş kapısının üzerinde ‘Çalışmak özgür kılar!’ yazısı yer alır.
Sonuç: Levi’nin yapıtlarında var olan belki de en büyük ironi, fazla
gezmeyi sevmeyen, belirsizlikten hoşlanmayan, düzene ve temizliğe âdetâ
tapan, eşitlik ve adalet duygusu gelişmiş, demokrasiye inancı her şeyin
üzerinde olan, utangaç, sıradan, mesleği ve ailesi dışında konularla
ilgilenmeyen, edebiyatı hobi olarak gören ve uygulayan bir kişinin bunların
tam tersini kabul ediyor olmasıdır.
“Tregua” adlı yapıtta Levi, serbest kaldığında pazarda para kazanmak
için beyaz bir gömleğin satışını yapar. Ancak, söz konusu eylemi yapması,
her şeyden önce kendi kişiliğine ters düşmektedir. Çünkü, yapısı gereği
çekingen olan Levi, Pazar yerinde insanlar arasında gezerek gömleğin satılık
olduğunu ve fiyatını bağırarak söylemek zorundadır. Levi, gömleği
satamayacağını anlar ve aç kalma pahasına kendi yapısına ters düşen bu
davranıştan vazgeçer. Daha sonra bir papaza giderek, aç olduğunu Latince
cümlelerle ifade etmiştir.
Burada ironi, aç kalma pahasına da olsa, Kampta bir çok yeni şey
öğrenmiş de olsa, dürüstlüğünden ve kültüründen ödün vermemesidir. Levi
her zaman insanın kendisine ironi ile yaklaşmasının büyük bir erdem
olduğunu savunmuştur ve verilen örnekte de bunu kanıtlamaktadır. Ayrıca
insanın bizzat kendisini ironik öğelerle diğer insanlara anlatabilmesi, kişinin
diğerleri tarafından daha iyi tanınmasını ve anlaşılmasını sağlar.
13
Levi, Se questo, s. 146.
162
PRİMO LEVİ VE İ RONİ
KAYNAKÇA
Anissimov, M., Primo Levi o la tragedia di un ottimista, Baldoni&Castoldi-Milano
2001.
Booth, W. C., A Rethoric of Irony, University of Chicago Press, Chicago, 1974.
Levi, P., Il sistema periodico, Einaudi-Torino 1991.
______, Se questo è un uomo, Einaudi-Torino 1991.
______, La tregua, Einaudi-Torino 1991.
______, Se questo è un uomo, Einaudi-Torino 1991.
______, Se non ora, quando?, Einaudiorino 1991.
______, Ad ora incerta, Einaudi-Torino 1991.
______, I sommersi e i salvati, Einaudi-Torino 2003.
163
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 3, Ocak-2012, s. 165-200
CEMRE DÜŞMESİYLE İLGİLİ İNANÇ VE UYGULAMALAR
Zehra HAMARAT
ÖZET: Baharın yaklaştığını dolayısıyla yeniden üretimi müjdeleyen cemrenin değişik
kültürlerde hangi anlamlara geldiği, ne zaman düştüğü ya da yükseldiği, düştüğü ya da
yükseldiği söylenen yerler, cemre ile arasında ilgi kurulan unsurların neler olduğu, cemrenin
özellikle Türkiye Türkleri arasında meydana getirmiş olduğu inanç ve uygulamalar bu
çalışmada üzerinde durulan konulardır. Türk kültürü ile beraber Arap, Fars, Moğol, Grek vb.
pek çok kültürde rastlanan cemre inanışı insan yaşamını önemli ölçüde etkilemiş, davranış
kalıpları meydana getirmiştir. Araştırılması Türk kültür tarihine katkı sağlayacak bu inançla
ilgili Türkiye’de pek fazla çalışma yapılmamış, yapılan çalışmalar da genelde birbirini tekrar
etmiştir.
Anahtar Kelimeler: cemre, halk takvimi, ısınma, ayın menzilleri, anasır-ı erbaa.
BELIEF AND PRACTICES ABOUT THE FALL OF CEMRE
ABSTRACT: This study focuses on the issues of Cemre which accordingly means coming of
spring and heralds reproduction, and what the meanings of Cemre are and how they vary
according to different cultures; when Cemre rises and falls; the places known where it rises and
falls; what the compenents are related to cemre; and the beliefs and practices which especially
occured among the Turks of Turkey. The belief of Cemre, which is very common in Turkish
culture and also among the Arabs, The Persians, The Mongols, and the Greeks and in many
other cultures, has influenced the human life and formed different behavioural patterns. There
is not much done about the belief of Cemre which would contribute to the history of Turkish
Culture; on the other hand, the studies brought up until now is generally a repetition of
previous researches.
Key Words: cemre, folk calendar, warming, stages of month, four elements
Giriş: İnsanlar tarih boyunca doğayı gözlemlemiş, doğada belli aralıklarla
gerçekleşen iklim olaylarından yola çıkarak, temel uğraşlarının, yaşam
şekillerinin, sosyal hayatlarının da etkisiyle doğal takvimler meydana
getirmişlerdir. Hayatı kolaylaştırmak, değerlendirmek ve çeşitli işleri
düzenlemek için meydana getirilmiş olan bu doğal takvimler uzun süren
tecrübelerin ürünüdür. Hayvancılığa ve tarıma bağlı toplumlarda baharın
gelmesi ayrı bir anlam ifade etmiş, hayat yeniden canlanmış, üretim
başlamış, koç katımı, ekim, hasat gibi dönemler çeşitli törenlerle kutlanmış,
çeşitli inanç ve uygulamalar meydana gelmiştir.
İsa’nın doğumu temel alınarak oluşturulan, dini bir yanı bulunan miladi
takvimde yılbaşının ocak ayıyla başlamasının bilindiği kadarıyla iklimsel,
mevsimsel olaylarla ya da tabiat olaylarıyla herhangi bir ilgisi
bulunmamaktadır1. Ancak halk arasında bir inanç ve uygulama meydana

1
Arş. Gör. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü.
[email protected]
Türkler arasında önceleri kanun-ı sani olarak adlandırılan bu ay daha sonra Arapça kanun
kelimesinin Türkçeleştirilmesiyle ocak şeklinde adlandırılmıştır. Resuhi Baykara’nın
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 3, Ocak-2012, s. 165-200
ZEHRA HAMARAT
getirmiş olan cemre ile Nevruz, Hıdrellez gibi sayılı günler tabiattaki
değişimlere, iklim ve mevsim değişimlerine göre oluşturulmuştur. Bu sayılı
günler insanların tabiat ile olan bağını; doğal, coğrafi ve iklimsel şartların
toplumlar üzerindeki etkisini bize gösterirken zamanla takvimlerin tabiat ile
olan bağı zayıflamış, aydınlanma, sanayileşme ile birlikte ise toplumlar
birbirleriyle bütünleşmiş, ilişkilerini daha kolay yürütebilmek için genellikle
ortak bir takvim kullanmaya başlamışlardır.
Toplumların yaşayışı ile takvimleri de paralellik göstermektedir. Türkler
atlı göçebe hayatı yaşadıkları dönemde hayvana bağlı idi. Hayvan gerek
süsleme, giyim kuşam gerekse yeme içme gibi Türklerin hayatının pek çok
alanında etkisini hissettirmekteydi. Hayvan, hayatlarını devam ettirebilmek
için Türklerde birinci derece öneme sahipti. Bu nedenle takvimleri de buna
göre şekillenmiş ve Türkler on iki hayvanlı Türk takvimini meydana
getirmişlerdir. Zamanla hayvancılığa bağlı bozkır hayatından tarıma bağlı
yerleşik hayata geçmeleri ile beraber halk takvimi de artık tarımla bağlantılı
olmaya başlamıştır. İnsanlar bu defa tarımsal üretimi temel alarak doğayı
gözlemlemiş ve takvimleri buna göre şekillenmiştir. Halk takviminde yer
alan cemre olayı da ekonomisi hayvana ve tarıma bağlı toplumlarda
karşımıza çıkmaktadır. Özellikle Arap, Fars ve Türklerde karşımıza çıkan
cemrenin Moğol, Çin ve Greklerde de olduğu belirtilmektedir. Havanın
ısınmasına bağlı olarak meydana getirilen bu inancı çeşitli toplumlar kendi
kültürlerinden ve değerlerinden bir şeyler katarak zenginleştirmişlerdir.
Ayrıca cemre olayına benzer olarak Kadıoğlu’nun naklettiğine göre
ABD’de de ocak erimesi bulunmaktadır. ABD'nin kuzeydoğusunda ocak
ayının son haftalarında her yıl tekrarlanan ocak erimesi don olayının sona
ermesini, kar veya buzun erimesini ifade etmektedir. Meteorolojistler cemre
ve ocak erimesi gibi belli zaman aralıklarıyla tekrar eden hava oluşumlarını
gözlemleyip bunları takvimleştirmeye çalışmışlardır2. Bu ise bize insanların
hâlâ doğayla olan bağını koparmadığını göstermektedir.
2
verdiği bilgiye göre kanun-ı saninin Latincesi Jamarius’tur. Romulus’un takviminde
olmayan bu ayı imparator Numa senenin başına koymuştur. (Resuhi Baykara, “Takvim
Yılları ve Ay Adları”, Tarih Dünyası, c. 2, S. 20, Şubat 1951, s. 848.) Takvim-i Ebuzziya’da
belirtildiğine göre bu ay ismini, eski İtalyalıların ilahlarından Yanus’un [Jamus] isminden
almıştır. Yüzünün bir tarafı ihtiyar diğer tarafı genç olarak tasvir edilen bu ilahın yüzünün
bir tarafı maziye diğer tarafı ise istikbale bakmaktadır. Eskiden her şeyin başlangıcı bu ilaha
adandığı için senenin ilk ayı da kendisine tahsis edilmiştir. (Rebi-i Marifet 1302 Sene-i
Kameriyesine Müsadif 1263 Sene-i Şemsiyesi İçin Takvim-i Ebuzziya Beşinci Sene, Matbaai Ebuzziya, Kostantiniyye 1302, s. 48.)
Mikdat Kadıoğlu, Bildiğiniz Havaların Sonu Küresel İklim Değişimi ve Türkiye, Güncel
Yayıncılık, İstanbul 2001, s. 47.
166
CEMRE DÜŞMESİYLE İ LGİLİ İ NANÇ VE UYGULAMALAR
1. Cemrenin Kelime Anlamı: Arapça bir kelime olan cemrenin uzak
veya yakın manasıyla ilgili çeşitli kaynaklarda pek çok bilgi bulunmaktadır.
Konuyla ilgili olan bilgilerden bazıları şunlardır:
Cemre cimin üstünle okunması ve mimin sükûnu ile bir tane ateş koru
anlamında kullanılan bir kelimedir. Cemre için köz tabiri de
kullanılmaktadır. Yanan ateş manasında cem-i cinsi cemrdir. Kelimenin
çoğul kalıbı cemerât ve cimin esreli okunmasıyla cimar şeklindedir.
Mütercim Asım’ın naklettiğine göre bin nefer süvari için de cemre tabiri
kullanılmaktadır. Burada cemre tabirinin kullanılmasının sebebi ya
süvarilerin düşmanı ateş gibi suzan etmesi dolayısıyladır ya da cemre burada
süvarinin çokluğundan dolayı cemiyet manasındadır 3.
Yukarıda da görüldüğü gibi cemrenin ilk anlamı ateş koru4, yanmış
kömür parçası, kor5, kıvılcım6, yükselen ateş, kor alev, 7, kor halindeki ateş,
közdür8.
Şubatta havada, suda, toprakta meydana gelen hararetlerden her biri için
de cemre tabiri kullanılmaktadır9. Cemre hararet olarak kullanılmasının yanı
sıra kışın sonunda şubat ayında peyda olan buhara da cemre denilmektedir.
Bu hararet ve buharın üç defa yerden heyecan ettiği; şubatın ilk haftasında
havada, ikinci haftasında suda, üçüncü haftasında arzda vuku bulduğu
belirtilir10. Cemrenin zeminden heyecan ettiğine dair bilgiler Osmanlı Tarih
Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü’nde de Burhân-ı Katı’dan nakledilmektedir.
Burhân-ı Katı’da verilen bilgilere göre kışın sonunda şubat ayında üç defa
yerden heyecan eden buhar ve hararete cemre denir. Şubatın ilk haftasında
ilk cemre kalkar ve zemine hararet gelir. İkinci haftasında kalktığında suda
hararet meydana gelir, üçüncü haftasında dalgalandığında ise ağaç ve
3
Ebü't-Tahir Mecdüddin Muhammed b. Yakub b. Muhammed Firuzabadi, Kamus Tercümesi,
trc. Mütercim Asım Efendi, c. 1, y.y., y.y. 1272, s. 801.
4
Muallim Naci, Lügat-ı Naci, Asır Matbaası, [İstanbul] [1322], s. 323.
5
Ali Seydi, Resimli Kamus-i Osmani, c. 1, Matbaa ve Kütüphane-i Cihan, Dârülhilâfetilaliyye
1330, s. 347.
6
Ahmet Vefik Paşa, Lehce-i Osmânî, haz. Prof. Dr. Recep Toparlı, Türk Dil Kurumu
Yayınları, Ankara 2000, s. 576.
7
Rıza Abdullahî, “Cemre (2)”, Danişname-i Cihan-ı İslam, zir-i nazar Gulamali Haddad Adil,
c. 10, Bunyad-ı Dairetü’l-Maarif-i İslami, Encyclopaedia Islamica Foundation, Tahran
1385hş., s. 665. [Farsça ve Arapça eserlerdeki bilgilerin çevirisi araştırmacı yazar
Ertuğrul Ertekin ve kısmen de Mehdi Birdal tarafından yapılmıştır.]
8
Yaşar Çağbayır, Orhun Yazıtlarından Günümüze Türkiye Türkçesinin Söz Varlığı Ötüken
Türkçe Sözlük (a-den), c. 1, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2007, s. 774.
9
Muallim Naci, a.g.e., s. 323.
10
Ebüzziya Tevfik, Lügat-ı Ebüzziya, c. 1, Matbaa-i Ebüzziya, Kostantiniye 1306, s. 391.
167
ZEHRA HAMARAT
bitkilerde etkisi görülür11. Eski zeamet sahiplerine göre ise cemre, şubatta
birer hafta ara ile semadan havaya, suya, toprağa düşen üç böcektir ve
hararet de bunlardan etrafa yayılmaktadır. İlk cemre şubatın ilk haftasında
havaya düşen cemre; ikinci cemre şubatın ikinci haftasında suya düşen
cemre; üçüncü cemre şubatın üçüncü haftasında toprağa düşen cemredir12.
Cemre sıcaklık olarak tanımlandığı gibi sıcaklığın yükselişi olarak da
tanımlanmaktadır. Buna göre bahardan az önce, ilkin havada, sonra suda ve
en son da toprakta meydana geldiği sanılan sıcaklık yükselişine cemre
denilmektedir 13. Cemre, bahar mevsiminde ortalığın ısınması14, şubat sonu
ve mart başında birer hafta ara ile havaya, suya ve toprağa düşerek sıcaklığın
yükselmesine sebep olduğu kabul edilen ısıtıcı kuvvet 15, ilkbaharda 19 Şubat
ile 6 Mart tarihleri arasında birer hafta arayla havaya, suya ve toprağa
düştüğüne inanılan ısıtıcı kuvvet veya tabiatta ısının yükselmesi16,
yeryüzünün harareti ve ısısı17 şeklinde de tanımlanmaktadır.
Cemrenin bu anlamları dışında küçük çakıl taşı anlamı da bulunmaktadır.
Hacda birbirinin ardınca üç defa cimar, yani küçük taşlar atılır. Bunlara
cemre-i ula, cemre-i vusta ve cemretü’l ukba denir18. Hac sırasında hacıların
Mina’da şeytanı taşlamaları, bu maksatla atılan çakıl taşı19, Müslüman
hacıların hac sırasında Mina vadisinde attığı taşlardan meydana gelen
yığınların adı20 da yine cemredir.
Karakabarcık denilen iltihaplı bir yara, ateş göynüğü, yanıkara için de
cemre kelimesi kullanılmaktadır21. Burada cemrenin ateş, ısı ile bağlantılı
olarak bir hastalığın adlandırılmasında da kullanıldığını görmekteyiz.
1.1. Cemre Nedir?: Yukarıda sözlük ve ansiklopedilerden alınan
bilgilerde dikkat çeken husus cemrenin ne olduğu ile ilgili fikirlerdir. Cemre
şubatta havaya, suya, toprağa arız olan hararetlerden her biri, şubatta
meydana gelen ve üç defa zeminden heyecan eden buhar ve hararet; hava, su
11
Mehmet Zeki Pakalın, “Cemre”, Osmanlı Tarih Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, c. 1, Milli
Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul 1993, s. 277.
12
Ali Seydi, a.g.e., s. 347.
13
Türkçe Sözlük, haz. Mehmet Ali Ağakay, 4. bs., Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 1966,
s. 137.
14
Ahmet Vefik Paşa, a.g.e., s. 576.
15
İlhan Ayverdi, Kubbealtı Lugatı Asırlar Boyu Tarihi Seyri İçinde Misalli Büyük Türkçe
Sözlük, c. 1 A-G, 2. bs., Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul 2006, s. 470.
16
Yaşar Çağbayır, a.g.e., s. 774.
17
Rıza Abdullahî, a.g.m., s. 665.
18
Ebü't-Tahir Mecdüddin Muhammed b. Yakub b. Muhammed Firuzabadi, a.g.e., s. 802.
19
İlhan Ayverdi, a.g.e., s. 470.
20
Yaşar Çağbayır, a.g.e., s. 774.
21
Aynı yer.
168
CEMRE DÜŞMESİYLE İ LGİLİ İ NANÇ VE UYGULAMALAR
ve toprakta meydana gelen sıcaklık yükselişi; havaya, suya, toprağa düşerek
bunların ısınmalarına sebep olan ısıtıcı kuvvet; havaya, suya, toprağa
semadan düşen ve bunları ısıtan böcek; baharda ortalığın ısınması olarak
düşünülmekte ve tanımlanmaktadır.
Bazı araştırmacılar tarafından çeşitli yörelerden yapılmış olan
derlemelerde de kaynak kişilerin cemrenin ne olduğu ile ilgili çeşitli
inançlara sahip olduğu görülmektedir. Rize halkı cemrenin yuva gibi bir şey
olduğuna ve o yuvadan siyah canlı bir şeylerin (akakopali) çıkıp etrafa
yayıldığına inanmaktadır. Bu şekilde yuvadan siyah canlı şeylerin etrafa
yayılması cemrelerin düştüğü anlamına gelmektedir22.
Uşak yöresindeki yaşlılar ise cemrenin suda göründüğünü söylerken
gençler yaşlıların gördüğü şeyin cemre değil kurbağa yumurtası olduğunu
belirtmektedir. Yaşlıların söylediğine göre cemre suya düşünce kara kara
zincir gibi görünür; kimilerine göre suya düşen bu şey bir böcektir. Cemre
suya düşünce suyun içinde kurbağa boku olur, sonra içinde kara renkli olan
ve böceğe benzeyen bir şeyler oluşur. Kara böcekler Arap balığı, Arap balığı
da kurbağa olur. Ona cemre boku denir ve vırr diye ötünce cemre ötüyor
derler. Bu yöredeki başka bir inanışa göre ise cemre suya düşer, kurbağa gibi
olur, sonra da ondan balık meydana gelir. Yöre halkının kimi ise cemrenin ip
yumağı gibi olduğunu, her yanında gözünün bulunduğunu belirtir. Suya
düşen cemre suyun durgun yerlerinde bulunur, haşhaş tanesi, karıncanın
kafası gibi böceği olur23.
İçel Sarıkeçilileri de benzer şekilde cemrenin suların içinde bulunan, kat
kat ve bağırsak şeklinde olan, aralarında siyah böcekleri bulunan kara böcü
olduğunu söylemekte ve cemrelerin düştüğünü anlamak için gölet ve
pınarları kontrol etmektedirler 24.
Sözlük ve ansiklopedilerden alınan bilgilerde, dikkat çeken husus soyut
bir kavram, ısı, ısıtıcı kuvvet olan cemrenin çoğunlukla çakıl taşı vasıtasıyla
somutlaştırılmasıdır. Ancak gerek Ali Seydi’nin verdiği bilgide gerekse bazı
araştırmacılar tarafından çeşitli yörelerden yapılmış derlemelerde bu
somutlaştırmanın böcek ve böceğe benzer şeyler, yuva gibi bir şey, kara kara
22
Solmaz Karabaşa, “Rize Halk Takvimi ve Meteorolojisi Üzerine Bir Değerlendirme”, II.
Türk Halk Kültürü Araştırma Sonuçları Sempozyumu Bildirileri 16–18 Aralık 1998 Ankara,
Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 2000, s. 288.
23
Gürbüz Erginer, Uşak Halk Takvimi Halk Meteorolojisi, Kültür ve Turizm Bakanlığı Milli
Folklor Araştırma Dairesi Yayınları, Ankara 1984, s. 59–61.
24
Emine Başuğur, “İçel Yöresinde Yaşayan Sarıkeçililerin Takvim ve Meteorolojisinden Bir
Kesit”, I. Türk Halk Kültürü Araştırma Sonuçları Sempozyumu Bildirileri 22–23 Aralık
1994 Ankara, c. 2, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1996, s. 145.
169
ZEHRA HAMARAT
zincir gibi bir şey, Arap balığı, kurbağa, içinde böceği olan ip yumağı gibi
bir şey ve kara böcü vasıtasıyla yapıldığı da görülmektedir.
2. Cemre İnanışının Kaynağı: Cemre inanışının kaynağı, cemrenin
nasıl bir olay olduğu, semadan mı düştüğü yoksa yerin altından mı
üfürüldüğü, yıldızların veya ayın menzillerinin doğup batmasıyla, güneşin
hareketiyle ya da yerin batnı ile ilişkisinin ne olduğu vb. hakkında özellikle
Arapça veya Farsça olan eski eserlerde önemli bilgiler bulunmaktadır.
Bunun dışında Türkçe kaynaklarda da bu kaynaklardaki bilgilere benzer
bilgiler çok az da olsa mevcuttur.
2.1. Cemre İnanışı ile İlgili Rivayetler: Bugün Türkiye’de halk arasında
hâlâ yaygın olan cemre inanışının kaynağı ile ilgili çeşitli eserlerde pek çok
rivayet bulunmaktadır. Bu rivayetlerle ilgili görebildiğimiz en eski kaynak
Kazvini’ye (1202-1283) aittir.
Rıza Abdullahî, Kazvini’nin cemrelerin günlük yaşama etkileri hakkında
bilgi verdiğini, Molla Muzaffer Gonabadi’nin Şerh-i Bist Bab der Marifet-i
Takvim adlı eserinin bir müstensihinin, bu eserin bazı elyazması ve matbu
nüshalarında Kazvini’nin verdiği bilgileri bazı eklemelerle birlikte derkenar
ettiğini belirtmektedir25.
Gonabadi’nin şerhinde Kazvini’nin verdiği bilgiler şu şekilde
kaydedilmektedir: Acâibu’l-Mahlûkât kitabında zikrolunduğuna göre bazı
soğuk memleketlerde çiftçiler ve köylüler kış aylarında hayvanlarıyla
birlikte içlerinde yaşadıkları üç ev inşa ederlermiş26. Rıza Abdullahî’nin
naklettiğine göre ise bu evlerin her birinin duvarı bir diğerini çevreleyecek
şekilde iç içe olurmuş27. Soğuğa daha dayanıklı olan hayvanlarını birinci
eve, soğuktan en fazla etkilenenlerini ise üçüncü eve yerleştirirlermiş.
Soğuğa dayanıklılıkta orta derecede olanları da ikinci eve koyarlarmış. Bu üç
evin her birinin arasında bir bölme yaparlarmış. Soğuklar şiddetlendiğinde
çoluk çocuklarıyla birlikte üçüncü eve yerleşirlermiş. Bu evlerde daima ateş
yanarmış. Birinci cemre düştüğünde üçüncü evin ateşini söndürüp
hayvanlarıyla birlikte ikinci eve taşınır ve ikinci evdeki hayvanları birinci
eve yerleştirip, birinci evdeki hayvanları otlağa gönderirlermiş. Şubat ayının
on dördünde ikinci cemre düştüğünde aynı şekilde birinci eve taşınırlar ve
ikinci evin ateşini söndürürlermiş. Şubat’ın yirmi birinde üçüncü cemre
25
Rıza Abdullahî, a.g.m., s. 667.
Muzaffer b. Muhammed Kasım Gonabadî, Şerh-i Bist Bab- Molla Muzaffer (aleyhi’rrahme ve’l-gufran) der Marifet-i Takvim, Millet Kütüphanesi, A[li].E[miri]. Farsça, nr.:
202, s. 131.
27
Rıza Abdullahî, a.g.m., s. 667.
26
170
CEMRE DÜŞMESİYLE İ LGİLİ İ NANÇ VE UYGULAMALAR
düşünce evin ateşini söndürüp kendileri dışarı çıkar ve bütün hayvanlarını da
dışarıya, otlağa gönderirlermiş 28.
Gonabadi’nin şerhinin derkenarında ayrıca cemre hakkında farklı bir
rivayet de yer almaktadır. Buna göre Hâkânî’nin Divanı’nı şerh eden ve
muhakkiklerin efendisi olarak nitelendirilen Emir Gıyaseddin Mansur
Şirazî’nin (1462-1542) naklettiğine göre kış geldiğinde yılan ağzına üç çakıl
taşı alır, yerin altına iner ve kendini onunla beslermiş. Birinci cemre
düştüğünde çakıl taşının birini ağzından çıkarır, ikincisinde öbür taşı çıkarır
ve üçüncüsünde de geri kalan taşı atarak dışarı çıkarmış 29.
Ahmed Rasim de Bulugü’l-Ereb adlı kitabın üçüncü cildinden cemre
inanışının kaynağını konu alan bölümü çevirmiştir30. Ancak bu çeviri
Bulugü’l-Ereb’de verilen bilgilerden birtakım farklılıklar göstermektedir.
Ahmed Rasim’in çevirisinde, Çin kavmi olarak yer verdiği kavim Bulugü’lEreb’de Çin değil Moğol kavmi olarak geçmektedir. Kavmin adı Ahmed
Rasim tarafından Çin kavmi olarak çevrilmiş, daha sonra bu çeviri asıl
kaynağa bakma ihtiyacı hissedilmeden, Türkiye’de cemre konusu ile ilgili
yapılan çeşitli araştırmalarda bazı araştırmacılar tarafından aynı şekilde
nakledilmiş; böylece yapılan yanlış çeviri bugüne kadar, görebildiğimiz
kadarıyla, herhangi bir düzeltme yapılmaksızın devam ettirilmiştir.
Bulugü’l-Ereb adlı kitabında Mahmud Alusi Cemreler ve Düşüşleri,
Yıldız mıdır, Değil midir? başlıklı bölümde gerçekten uzak olduğunu
düşündüğü iki rivayete yer vermektedir. Buna göre yıldızlar hakkında bilgi
verenlerin naklettiği ilk ilgili rivayet şudur: Bazı Araplar soğuk şiddetlendiği
zamanlarda deve, sığır, koyun gibi hayvanlarıyla beraber dağlarda bulunan
geniş mağaralara girerlerdi. Mağaralarda kendileri için ayrı, koyunları için
ayrı, sığır gibi büyük hayvanları için de ayrı yerler tayin ederlerdi. Soğuğun
şiddetini kırmak için her bir yere ayrı bir ateş yakarlardı. Kış sonuna doğru
soğuğun azaldığını hissettikçe üç ateşi sırayla söndürürlerdi. Bu şekilde ateşi
söndürmeye sukut-ı cemerât derler ve her bir ateşin sönmesine de sukut-ı
cemre adını verirlerdi31.
Mahmud Alusi’nin verdiği bu bilginin benzerine İsmet Konur’un cemreyi
konu alan bir makalesinde de rastlamaktayız. Buna göre göçebe olarak
yaşayan ve mevsimlere göre yer değiştiren eski Arap kabileleri kış
soğuklarının çok şiddetli olduğu zamanlarda kabileye ait bütün ailelerin
28
Muzaffer b. Muhammed Kasım Gonabadî, a.g.e., s. 131.
A.e.
30
Bu çeviriye şu eserde de yer verilmiştir: Mahmud Ragıb, Nevsal-i Ragıb, Karabet Matbaası,
Dersaadet 1324, s. 195–196.
31
Es-Seyyid Mahmud Şükri el-Alusi, Bulugü’l-Ereb fî Ma’rifeti Ahvâli’l-Arab, tsh.
Muhammed Behcet Eseri, c. 3, el-Mektebü’l-Ehliyye, 1925/1343, s. 245.
29
171
ZEHRA HAMARAT
çadırlarını birinden diğerine geçilebilecek şekilde birbirine sıkıca raptederdi.
Bu şekilde yüzlerce çadırdan oluşan uzun tek bir çadır meydana gelmiş
olurdu. Bu uzun çadırın yalnız iki tarafında iki kapı bulunur, buralardan giriş
ve çıkışlar sağlanırdı. Üç bölmeye ayrılmış olan bu uzun çadırın kapılarından
birine yakın yere büyükbaş hayvanlar için bir bölme hazırlanırdı. Ortaya
küçükbaş hayvanlar, diğer kapı tarafına da insanlar yerleştirilirdi. Bu
bölmelerin her birinin ortasında ateş yakılır, insanlar ve hayvanlar bu şekilde
ısınırdı. Bu üç ateş bütün bir kış yanardı. Bahar geldiğinde ateşlerin her biri
belli günlerde söndürülürdü. Arapların cemre düştü demesindeki maksat
artık ateşe gerek kalmadı, yanan ateşler söndürüldü manasındadır. Sırayla
ateşlerin hepsi söndükten sonra çadırlar da ayrılır ve aileler çadırlarını alıp
ayrı ayrı çadırlar kurarlardı32.
Bulugü’l-Ereb’de yer alan ikinci rivayete göre ise Moğol kralları ve o
memleketlerde yerleşen bazı krallar soğuk şiddetlendiği zaman meclislerinde
üç tütsü yakarlardı. Soğuğun şiddetinin kırıldığını hissettikçe birer birer o
tütsüleri kaldırırlardı. Bu işi de cemrelerin düşmesi diye ifade etmişlerdi33.
Bulugü’l-Ereb yazarı bu rivayetler dışında insanlar arasında cemrelerin
düşmesi ifadesinin yaygın olarak soğuğun şiddetinin su, hava ve toprakta
kırılmasından kinaye olarak kullanıldığını belirtir. O, bu inanışın Moğol
değil de Arap inanışı olduğunu düşünmektedir. Çünkü sukut-ı cemerât tabiri
Arapça olup Moğol milletinin inanışlarının da eskiden Araplar tarafından
bilinmediğini ifade etmektedir34.
İsmet Konur da benzer bir ifadeyle cemre inanışının Araplara ait
olduğunu belirtmekte ve bu inanışın kimi milletlerle beraber Türklere de
geçtiğini ifade etmektedir. Ona göre aynı Araplarda olduğu gibi komşu
milletler de şubat ayının belli günleri geldiğinde cemre düştü demeye
başlamışlardır 35.
Yukarıdaki rivayetlerde cemre inanışının kaynağı genellikle, insanların
günlük yaşamlarındaki bir ihtiyaca binaen ortaya koydukları bir uygulama
olarak görülmektedir. Kışın soğuk geçtiği zamanlarda insanlar kendilerini ve
hayvanlarını ısıtabilmek için ya mağaraya ya iç içe yaptıkları özel evlerine
ya da yan yana dizdikleri çadırlarına girmektedirler. Büyükbaş hayvanları,
kendileri, küçükbaş hayvanları için ayrı yerler hazırlayıp buralarda üç ayrı
ateş yakmaları ve havaların ısınmasıyla beraber bu üç ateşi sırayla
söndürmelerinin sukut-ı cemerât tabirinin ortaya çıkmasında etkili olduğu
32
İsmet Konur, “Cemreler”, İnanç, S. 23-24-25, Şubat 1939, s. 18-19.
Es-Seyyid Mahmud Şükri el-Alusi, a.g.e., s. 245.
34
Aynı yer.
35
İsmet Konur, a.g.m., s. 19.
33
172
CEMRE DÜŞMESİYLE İ LGİLİ İ NANÇ VE UYGULAMALAR
düşünülmektedir. Sukut-ı cemerât tabiri burada ateşin sönmesi; yani var olan
bir şeyin yok olması durumu için kullanılırken halk arasında sukut-ı cemerât
olmayan bir şeyin, ısının ortaya çıkması, varlık kazanması durumu için
kullanılmaktadır. Sukut-ı cemerât tabirinin rivayetlerdeki ve halk arasındaki
kullanımında yer alan bu zıtlık dikkat çekmektedir.
Ayrıca rivayetlerin hemen hepsinde sukut-ı cemerât yani cemrelerin
düşmesi inanışı yer almakla birlikte Gonabadi’nin eserinin derkenarında
yılanın ağzına üç çakıl taşı alıp yerin altına inmesi cemrenin yerin altından
üflendiği inanışını çağrıştırmaktadır.
2.2. Cemrenin Gök Cisimleri ve Yerin Batnı ile İlgisi: Rıza Abdullahî,
cemre hakkında bilgi veren kadim eserlerde yer alan cemrenin üflenmesi,
düşmesi, inmesi ve doğması gibi deyimlerin İranlıların ve Arapların,
dünyanın oluşumu ve iklimde meydana gelen değişikliklerin nedenlerine
dair tasavvurlarını bize gösterdiğini belirtmektedir36. Cemre hakkında bilgi
veren eserlerin kiminde cemrenin düştüğü belirtilip ayın menzilleri, bazı
yıldızların doğup batması, güneşin hareketi arasında bağlantı kurulurken
kimi eserlerde de cemrenin yerin batnından üfürüldüğü belirtilmiştir.
2.2.1
Cemreler Düşer mi?: Uluğ Bey’in (1393-1449) eserine
yazdığı şerhinde farklı kavimlerdeki cemre inanışına değinen Abdulali elBircendî (?-1527/28?) cemrenin düştüğüne dair bir inanışı nakletmektedir.
Buna göre Bircendî’nin bahsettiği bir kavim şubatın yedi, on dört ve yirmi
birinde üç tane cemrenin yukarıdan aşağıya indiğine inanmaktadır37.
Cemrelerin üç taneden fazla olmadığını belirten Uluğ Bey de cemrelerin
sukut ettiğini ifade etmektedir38.
Cemrelerin düştüğünü nakleden bir diğer âlim de Şahmerdan b. Ebi’l
Hayr’dır. Şahmerdan her yıl gökyüzünden üç cemre düştüğünün söylendiğini
belirtmektedir 39.
Rıza Abdullahî de ayın menzillerinin düşmesi olayını bazı İranlı
müneccimlerin her yıl gökten üç cemrenin aşağı indiği şeklinde
açıkladıklarını belirtmektedir40. Türkçe sözlük, ansiklopedi, makale ve
derlemelerde verilen bilgilere bakarak söylersek Türkiye Türkleri arasında
da genellikle cemrenin düştüğü inanışı yaygındır.
36
Rıza Abdullahî, a.g.m., s. 665.
Abdulali el-Bircendî, Hallu’z-Zici’l-Cedidi’l-Sultanî, Süleymaniye (Hamidiye)
Kütüphanesi, nr. 840, vr. 50a.
38
Uluğ Bey, Zic-i Sultan, Süleymaniye (Ayasofya) Kütüphanesi, nr. 2693, vr. 12a.
39
Şahmerdan b. Ebi’l-Hayr Razî, Ravzatü’l-Müneccimîn, nşr. Celil İhvan Zencanî, Merkez-i
Neşr-i Nüsah-i Hattî, Tahran ş. 1368, s. 44.
40
Rıza Abdullahî, a.g.m., s. 666.
37
173
ZEHRA HAMARAT
2.2.1.1.
Cemre ve Ayın Menzilleri: Rıza Abdullahî’nin belirttiğine
göre eski İran ve avam Arapları içindeki inanışa göre kış mevsiminin üç
gününde abuhavada birtakım değişiklikler meydana gelmektedir. Cemrenin
anlamı ve mısdakları41 hakkında farklı görüşler ileri sürülmekle beraber bu
görüşlerin geneli; şemsi yılda cemre adı verilen günlerde suyun ve havanın
ısı değişimi, bu günlerin gecelerinde Ay’ın menzillerinin düşmesi ve
doğması üzerine temellendirilmiştir42.
İranlılar ve Araplar gibi bazı milletlerin halk inançlarına göre Ay
menzillerinin tuluu ve gurubu yılın belli zamanlarında rüzgâr, yağış,
kuraklık, rutubet, sıcaklık ve soğukluk gibi hava olaylarını beraberinde
getirmektedir. Bu bağlamda eski Araplar birinci cemrede Ay’ın cebhe adı
verilen onuncu menzilinin düştüğüne inanırlardı. Birinci cemreden yedi gün
sonra ise on dört şubatta ikinci veya orta cemre vuku bulur ve bu günde
zübre denilen on birinci menzil düşerdi. Yirmi bir şubatta ise ayın surfe adı
verilen on ikinci menzili sukut eder ki bu da üçüncü cemreye denk düşerdi.
Üçüncü cemreye kübra veya mehter yani büyük cemre de denilmişti43.
Cemre inanışına değinen âlimlerden Abdulali el- Bircendî de Arapların
cemre günlerinde ortaya çıkan etkilerin kaynağını Ay’ın menzillerinin
sukutuna bağladıklarını belirtmektedir44.
Takıyüddin Farisi de Araplara göre cemrelerin düşmesinin anlamının
ayın menzillerinin düşmesi olduğunu ifade eder. Buna göre yedi şubatta ilk
cemre düşer, buhar yere dökülür ve yeri ısıtır. Birinci cemrenin derecesi ayın
menzillerinden cebhenin düşüşüdür. On dört şubatta ikinci cemre düşer ve su
ısınır. Ayrıca ikinci cemrenin derecesi zührenin derecesidir. Yirmi bir
şubatta üçüncü cemre düşer, ağaçlar ve bitkiler ısınır ve su onların
damarlarında dolaşır. Üçüncü cemrenin derecesi de surfenin düşüşüdür45.
Dehhuda da benzer şekilde Araplar arasında cemrenin düşmesinden
maksadın ayın menzillerinin düşmesi olduğunu; şubatın yedisinde cebhe, on
dördünde zübre, yirmi birinde surfenin düştüğünü; bu düşüşlerin ise şöyle bir
etki yaptığını belirtir: birinci düşüşte toprak, ikincisinde su, üçüncüsünde ise
bitkiler ısınır46.
41
mısdak: bir şeyin doğru olduğunu ıspat eden şey, ölçüt.
Rıza Abdullahî, a.g.m., s. 665.
43
A.e., s. 666.
44
Abdulali el-Bircendî, a.g.e., vr. 50a.
45
Muhammed bin Muhammed Takıyüddin Farisi, “Hallut Takvim”, nşr. Taki Bineş,
Ferheng-i İran Zemin, c. 17, ş. 1349, s. 64.
46
Ali Ekber Dehhuda, Lugatname, c.10 2. kısım, Tahran hş. 1343, s. 101.
42
174
CEMRE DÜŞMESİYLE İ LGİLİ İ NANÇ VE UYGULAMALAR
Her bir cemre arasında yedi gün olduğunu ifade eden Şahmerdan da
cemreleri ayın menzillerinin sukutuna bağlamaktadır. Yedi şubatta birinci
cemrenin vuku bulmasıyla beraber ayın menzillerinden cebhe sukut eder.
Şubattan ondört gün geçince ikinci cemrede ayın menzillerinden zübde sukut
eder. Şubatın yirmi birinde vuku bulan üçüncü cemrede ise ayın
menzillerinden surfe sukut eder 47.
Cemrenin kaynağını ayın menzillerine bağlayan Bîrûnî (973-1061) ise
cemre günlerinde Ay’ın menzillerinden bazılarının tulu ettiğinin söylendiğini
belirtir48. Başka bir eserinde ise Arapların, bu günlerde Ay’ın menzilinin
yıldızlarından bazı yıldızların sukut ettiğine inandığını ifade eder 49.
Bîrûnî’nin verdiği bu bilgi eserinin başka bir çevirisinde şu şekilde
geçmektedir: Arapların söylediğine göre ise bu günlerde ayın
menzillerindeki yıldızlardan meteorlar düşer 50.
Cemre günlerinde toprakta, suda ve ağaçlarda meydana gelen
tesirin kaynağının Araplara göre ayın menzillerinin sukutu olduğunu
belirten Gonabadi bu sukutun cemre günlerinde vuku bulduğunu ifade
eder51.
Cemre olayı ile ayın menzilleri arasında ilişki kurulmasının yanı sıra bir
metinde cemre düşmesi olayına doğrudan ayın menzillerinin adının
verildiğine dair bilgi de bulunmaktadır.
Buna göre şubatın yedisinde birinci cemre düşer ve buna cebhe adı
verilir. On dördünde ikinci cemre düşer ve buna da zübre denir. Yirmi
birinde düşen üçüncü cemreye ise surfe adı verilmektedir.52
Yukarıda zikredilen kaynakların çoğunda cemre düşmesinden maksadın
ayın menzillerinin tuluu veya gurubu olduğuna inananların genellikle
Araplar olduğu belirtilmektedir.
47
Şahmerdan b. Ebi’l – Hayr Razi, a.g.e., s. 44.
Ebu Reyhan Bîrûnî, Tercume-i Âsâru’l- Bâkiyye, trc.: Ekber Dana Sirişt, Kitabhane-i
Hayyam, Tahran ş. 1321, s. 295.
49
Ebu Reyhan Bîrûnî, et-Tefhim li-Evâili Sınaati’t-Tencîm, neşr.: Celaleddin Humaî,
İntişarat-ı Babek, Tahran ş. 1362, s. 262.
50
Ebü'r-Reyhan Muhammed b. Ahmed el-Harizmi Bîrûnî, The Book of İnstruction in the
Elements of the Art of Astrology, Kitâbü’t-Tefhim li-Evaili Sınaati’t-Tencim, Kitâb alTafhim li-Awa’il Sina’at al-Tanjim,; ed. Fuat Sezgin, translated by R. Ramsay Wright, TIP,
Frankfurt am Main, Institut für Geschichte der Arabisch-Islamischen Wissenschaften, 1998,
s. 183. (Islamic Mathematics and Astronomy, 29) Londra 1934’ten tıpkı basım.
51
Muzaffer b. Muhammed Kasım Gonabadî, a.g.e., s. 131.
52
Ebu’l Hasan Ali b. Hüseyin Mesûdî, Murucu’z-Zeheb, çev. Ebu’l - Kâsım Pâyende, 3. bs.,
c. 1, Şirket-i İntişârât-ı İlmi ve Ferhengî, Tahran ş. 1365, s. 552.
48
175
ZEHRA HAMARAT
2.2.1.2.
Cemre ve Güneş’in Hareketi: Abdulali el-Bircendî
cemrelerin sukutunun aslında Güneş’in seyriyle/hareketiyle irtibatlı
olduğunu belirtir53. Gonabadi’nin eserinde de cemrelerin kaynağının
güneş olduğu belirtilmektedir54.
Bîrûnî cemre günlerinde soğuğun yerin batnından aşikâr olduğu
görüşünün aksini savunanların Güneş’in cirminden dolayı hava
soğukluğunun sıcaklığa dönüştüğünü ifade ettiklerini belirtir. Çünkü
Güneş ışınları yakınlaşarak dünyaya dikey olarak düşmektedir. Kışın
su kanallarının suyunun sıcak olması ile yazın soğuk olması
meselesinin de bu konuyla ilgili olduğunu söyler. Ebi Bekr
Muhammed b. Zekeriya er-Razî ile Ebi Bekr Hüseyin et-Temmâr’ın
bu konuyu karşılıklı sorular sorarak tartıştıklarını belirtir55.
2.2.1.3.
Cemre ve Yıldızlar: Bulugü’l Ereb yazarı; belirttiğine göre
cemre olayıyla ilgili bazı muhakkiklerin eserlerinden akla yatkın nakillerde
bulunur; ancak ne bu eserlerin ne de yazarlarının adını verir. Buna göre
cemreler üç yıldızdan ibarettir. Birincisi re’sü’l hayye yani yılanın başıdır ki,
taraf yani kutup yıldızlarından bir yıldızdır. İkincisi zira-i Şamidir (Şam
dirseği) ki, hena yani tepe yıldızlarındandır. Üçüncüsü kalbü’l esed (aslan
kalbi) olup cephe yani alın yıldızlarından bir yıldızdır. Bu yıldızlar
yandıkları ve renkleri kırmızıya meyyal olduğu için cemre diye
isimlendirilmiştir; düşmeleri yani sukut etti denilmesi ise batmaya
meyletmelerindendir. Re’sül hayye şubatın yedisinde seher vaktinde düşer
yani batmaya meyleder ve suda ısınma meydana gelir. Aynı şekilde şubatın
on dördünün seher vaktinde zıra-i Şami denilen yıldızın düşmesiyle de
havada ısınma meydana gelir. Şubatın yirmi birinde seher vakti ise kalbü’l
esed denilen yıldız düşer ve sıcaklığın eseri toprakta hissedilir. Bu suretle
ilkine cemeretü’l ma (su cemresi), ikincisine cemeretü’l hava (hava cemresi),
üçüncüsüne de cemeretü’t türab (toprak cemresi) denilmiştir. Mahmud
Alusi’nin belirttiğine göre çoğunlukla takvimlerde sıralama önce su
cemresinin, sonra toprak cemresinin en son da hava cemresinin düştüğü
şeklindedir. Bazı takvimlerin tertibatında ise birinci cemrenin havaya, ikinci
cemrenin suya, üçüncü cemrenin ise toprağa düştüğü belirtilir. Yazar düşme
sırasındaki bu farklılıkların sıcaklık eserlerinin gözükmesindeki ihtilafa
dayalı olduğunu belirtir56.
53
Abdulali el- Bircendî, a.g.e., vr. 50a.
Muzaffer b. Muhammed Kasım Gonabadî, a.g.e., s. 131.
55
Ebu Reyhan Bîrûnî, a.g.e., ş. 1362, s. 262.
56
Es-Seyyid Mahmud Şükri el-Alusi, a.g.e., s. 245- 246.
54
176
CEMRE DÜŞMESİYLE İ LGİLİ İ NANÇ VE UYGULAMALAR
2.2.2.
Cemreler Yükselir mi?: Arapça ve Farsça eserlerde çeşitli
kavimlerin cemrenin yerin altından yükseldiğine dair bir inanışa sahip
olduğu belirtilirken Türkiye’de ise genellikle cemrenin düştüğü inanışı
yaygındır. Ancak Ebüzziya’nın cemrenin zeminden heyecan etme ifadesi 57
bize cemrenin yükseldiği ile ilgili inancın da bulunduğunu göstermektedir.
2.2.2.1.
Cemre ve Yerin Batnı: Tefhim adlı eserinde Grek ayları
içinde kıştan sonra bahar zamanının yaklaştığı belli günlere cemre
adının verildiğini belirten Bîrûnî, onların inancına göre bu günlerde
dünyanın içinin ısınmaya başladığını ve etrafa buharın yayıldığını
ifade eder58. Cemre adlandırması üzerinde de duran Bîrûnî bunlara
cemreler denilmesinin sebebinin bu günlerde soğuğun, bu meseleye
inananlara göre yerin batınından aşikâr olması olduğunu belirtir59.
Bîrûnî’nin Tefhim adlı eserinden nakillerde bulunan Bircendî yukarıda
Grekler olarak geçen kısmı Rumiler olarak nakleder ve Rumilere göre
cemrelerle yerin karnı/batnının ısındığını ve yerden bir buharın yükseldiğini
ifade eder60. Bîrûnî’nin aynı eserinin Farsça tercümesinde ise herhangi
bir kavim adı zikredilmeden bilgi şu şekilde verilmektedir: Kışın
sonunda, baharın yaklaştığını haber veren günlerdir. Denilir ki bu
günlerde yerin karnı ısınır ve yerden bir buhar yükselir61.
Bîrûnî’nin cemre ve yerin batnı ile ilgili verdiği bilgi Rıza Abdullahî
tarafından da nakledilmiştir. Buna göre Bîrûnî cemre günlerinin soğuk
olmasının sebebinin yerin içindeki soğukluğun yerin yüzeyine çıkması
olduğunu söylemektedir. Rıza Abdullahî başka bir görüşe göre birinci
cemrede yerin altı, toprağın batnının ısınıp oradan yeryüzüne buhar çıkmakta
olduğunu belirtir. Soğuğun ya da sıcağın toprağın, yerin merkezinden
yükseldiği inancının ise cemrenin üflenmesi ifadesinin kullanılmasının
sebeplerinden biri olabileceğini ifade eder 62.
Nefisi cemrelerin kış mevsiminde, Rumi şubat ayında üç defa yerin
altından yükselen hararet ve buhar olduğuna, bunların genel kabulde
belirtilen Rumi tarihlerde vuku bulduğuna ve bunlara cemrelerin sukutu
denildiğine dikkat çekmektedir63
57
Ebüzziya Tevfik, a.g.e., s. 391.
Ebü'r-Reyhan Muhammed b. Ahmed el-Harizmi Bîrûnî, a.g.e., 1998, s. 183.
59
Ebu Reyhan Bîrûnî, a.g.e., ş. 1321, s. 295.
60
Abdulali el- Bircendî, a.g.e., vr. 50a.
61
Ebu Reyhan Bîrûnî, a.g.e., ş. 1362, s. 262.
62
Rıza Abdullahî, a.g.m., s. 666.
63
Ali Ekber Nefisî, Ferheng-i Nefisî, c. 2, Şirket-i Sehâmî-i Çap-i Rengin, Tahran ş. 1318 –
1319, s. 1121.
58
177
ZEHRA HAMARAT
Hallu’t Takvim, Ravzatü’l Müneccimin ve Şerh-i Zic’deki bilgileri
nakleden Gonabadi, Bîrûnî’nin de belirttiği gibi cemrelerle beraber yerin
batnının ısındığı ve üzerinden bir buhar tabakasının yükseldiği inanışını,
yıldız biliminde zamanın önde gelen şairlerinden Vahyuddin [Evhadüddin]
Enverî’nin (?-1189) baharı betimleyen bir beytinin doğruladığını belirtmiştir.
Beyit şu şekildedir:
“Nefesini tutan (yer) cemreyle nefes aldı
“Dili tutulan (doğa) güvercin gibi dile geldi”64.
Dehhuda’nın belirttiğine göre cemre şubat ayında üç kez yerin altından
yükselen bir sıcaklık ve buhardır. Birinci cemre şubatın yedisinde yer üstüne
düşer ve toprak ısınır. İkinci cemre şubatın on dördünde düşer ve suyu ısıtır,
üçüncü cemre ise şubatın yirmi birinde düşer ve ağaçlar ile bitkileri ısıtır 65.
Dehhuda cemrenin yeraltından yükseldiğini ve yer üstüne düştüğünü
belirtmektedir.
Yukarıdaki bilgilerde cemre ile dört farklı unsur arasında ilişki kurulduğu
görülmektedir. Bunlardan ilki ayın menzilleridir, ancak burada kimi
kaynakta ayın menzilinin düşmesi kimi kaynakta da tuluu ile cemre arasında
bir ilişki kurulması dikkat çekmektedir. Ancak genel görüş ayın
menzillerinin düşmesi şeklindedir. Cemrenin yıldızlarla olan ilişkisinde de
benzer şekilde bazı yıldızların seher vaktinde düşmesi; yani batmaya
meyletmesi olduğu belirtilmektedir.
Yerin batnı ile ilgili görüşte ise sıcaklığın yerin batnından
üfürüldüğü görüşüyle beraber yerin batnından sukut ettiği yani
düştüğü ifadesi de kullanılmaktadır.
3. Cemreler Ne Zaman Düşer ya da Yükselir?: Kadıoğlu cemre
sözcüğüyle adlandırılan sayılı günlerin, takvim klimatolojisine nasıl
girdiğinin bilinmediğini; cemrelerin, yılın 180 gün süren soğuk yarısı olarak
ayırt edilen Kasım döneminin 100. gününden sonra, sıcaklığın yükselmesiyle
ilgili gözlem birikimini, kora benzetilen bir enerji kaynağıyla açıklama
düşüncesinden kaynaklandığını nakleder 66. Cemreyle ilgili bilgi veren
Türkçe eserlerde cemrenin düşüş tarihleri tespit edebildiğimiz kadarıyla
miladi takvime göre, Arapça ve Farsça kaynaklarda ise Rumi takvime göre
verilmiştir.
3.1. Miladi Takvime Göre: Cemreyle ilgili Türkiye’de yapılan
derlemelerde ya da Türkçe kaynaklarda cemrelerin düşme tarihleri tespit
64
Muzaffer b. Muhammed Kasım Gonabadi, a.g.e., s. 131.
Ali Ekber Dehhuda, a.g.e., s. 101.
66
Kadıoğlu, a.g.e., s. 45.
65
178
CEMRE DÜŞMESİYLE İ LGİLİ İ NANÇ VE UYGULAMALAR
edebildiğimiz kadarıyla Miladi takvime göre kaydedilmiştir. Eskiden yıl
Kasım ve Hızır günleri olmak üzere ikiye ayrılmaktaydı. 180 gün süren
Kasım, kasım ayının sekizinci günü girerdi; Hızır ise 186 gündü. Kasımın
kırk altısında kırk anlamına gelen Erbain; seksen altıncı günü ise elli
anlamına gelen Hamsin girerdi. Kasımın ilk doksan günü kışın en şiddetli
günleriydi. Erbain ve Hamsin aylarıyla beraber kışın en şiddetli günleri
yaşanmış olurdu. Kasımın doksanı halk arasında kantar ağdı şeklinde ifade
edilirdi. Yani kasımın ilk doksan günü geçtikten sonra kantar yaza doğru
ağmış olurdu. Kasımın yüzü halk arasında geldik yüze, çıktık düze, yüz ellisi
ise yüz elli, yaz belli sözleriyle karşılanırdı. Kasımın yüz beşinde (19–20
Şubat) ilk cemre havaya, yüz on ikisinde (26–27 Şubat) ikinci cemre suya,
yüz on dokuzunda (5–6 Mart) üçüncü cemre toprağa düşerdi. Bu şekilde bu
tarihlerden itibaren sırasıyla hava, su, toprak ısınmış olurdu67.
İsmet Konur cemre inanışının kaynağını verdikten sonra 20 Şubat günü
büyükbaş hayvanların bulunduğu bölmedeki ateşin söndürüldüğünü ve
Arapların buna birinci cemre düştü dediklerini belirtir. 27 Şubatta ise
küçükbaş hayvanların bulunduğu bölmedeki ateş söndürülür ve Araplar buna
da ikinci cemre düştü derlermiş. 6 Mart günü ise insanların bulunduğu
bölmedeki ateş söndürülür ve buna da üçüncü cemre düştü derlermiş 68.
Cemrenin Kelime Anlamı bölümünde cemrenin ne olduğu ile ilgili bilgi
verilirken cemrelerin düşme tarihlerinin farklı olarak zikredildiği
görülmektedir. Buna göre sözlüklerde “şubatta”, “kışın son günlerinde şubat
ayında”, “şubatın ilk, ikinci ve üçüncü haftalarında”, “şubatta birer hafta ara
ile”, “bahardan az önce”, “mevsim-i baharda”, “şubat sonu mart başında
birer hafta ara ile”, “ilkbaharda 19 Şubat 6 Mart arasında birer hafta ara ile”
şeklinde farklı zamanlar zikredilmiştir. Burada dikkat çeken nokta
sözlüklerde kesin bir tarihin verilmemiş olmasıdır.
Cemrenin düşüş zamanları Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri
Sözlüğü’nde ise şu şekilde kaydedilmiştir: Birinci cemre şubatın yirmi
birinde, ikinci cemre şubatın yirmi sekizinde, üçüncü cemre ise martın
yedisinde düşmektedir69. Türkiye’de yapılan derlemelerde de cemre düşmesi
için farklı tarihlerin zikredildiği görülmektedir.
Uşak yöresi halkı arasındaki takvimde 21 günlük cemrelerin düştüğü
zaman ve dokuz günlük de dokuzun dokuzu olmak üzere 30 günlük bir devir
bulunmaktadır. Yöredeki inanışa göre kış ana devrelerinin sonuncusu olan
67
Türk Ansiklopedisi, “Cemre”, Türk Ansiklopedisi, c. 10, Milli Eğitim Basımevi, Ankara
1960, s. 154.
68
İsmet Konur, a.g.m., s. 19.
69
Mehmet Zeki Pakalın, a.g.e., s. 277.
179
ZEHRA HAMARAT
Hamsin’in 15’inde yani miladi olarak 20 Şubat’ta cemreler düşmeye başlar.
Başka bir inanışa göre ise kış çıkarken leyleklerle beraber cemre de gelir70.
Rize’den yapılan derlemede de kaynak kişilerin, cemrelerin düşme
tarihiyle ilgili farklı inançlarda olduğu görülmüştür. Cemre düşmesi olayının
yeni yılda başladığı, on gün ara ile düştüğü gibi inanışlara rastlanmıştır. Bu
yöredeki genel inanış ise cemrenin küçük ayda düşmeye başladığı
şeklindedir 71.
Denizli ve çevresindeki genel kanıya göre cemre zemherinin sonunda,
şubat ayının yirmisinden itibaren düşmeye başlar72.
İsmet Konur; kaynakların çoğunda cemre düşmesi inanışının Araplara ait
olduğunun düşünüldüğünü, Arapların bu inanışlarının kimi milletlerle
beraber Türklere de geçtiğini, aynı Araplarda olduğu gibi komşu milletlerin
de şubat ayının belli günleri geldiğinde cemre düştü demeye başladıklarını
belirtir. Coğrafya olarak farklılıklar bulunduğundan ısınma vakitlerinin de
farklılaştığını, ifade eden Konur, Türklerin de Arapların cemre düştü dediği
vakitte cemrenin düştüğünü belirttiğini; ancak Türk yurdu Araplara göre
daha kuzeyde olduğu için ısınma vaktinin de daha geç olduğunu, yani
cemrelerin Türkiye’de şubat veya mart ayından sonra düştüğünü söyler. Her
milletin cemresi yani ateş ihtiyacı ve bu ihtiyaca gerek kalmayan
zamanlarının olduğunu ve her milletin cemresinin de farklı olduğunu ifade
eder. Konur Türklerde de Araplarda olduğu gibi şubat ve mart aylarında
cemre düştüğünün söylendiğini ancak daha geç ısınmalar başladığı için bu
inanışın fen ve heyet bakımından bir anlamının olmadığı belirtir73. Konur bu
şekilde ifade etse de Mikdat Kadıoğlu’nun yaptırdığı bir çalışmaya göre
cemre tarihlerinde bilimsel olarak kanıtlanmış bir ısınma mevcuttur.
Cemrenin bilimsel olarak var olup olamayacağı konusuna açıklık
getirmeye çalışan bir araştırmadan Büyük Larousse’da bahsedilmekte; ancak
bu araştırmanın ne zaman, kim tarafından yapıldığına dair herhangi bir bilgi
verilmemektedir. 60 yıllık bir dönemi kapsadığı ve İstanbul’da yapıldığı
ifade edilen bu araştırmaya göre cemreler, kıştan bahara geçilirken ortalama
sıcaklık eğrilerinin yükselmeye başladığı dönemi belirlemekte, cemrelerin
düştüğü dönemde sıcaklık, mevsim normallerinin üzerinde olmaktadır.
Cemreler arasındaki günlerdeyse az da olsa sıcaklık düşüşleri yaşanmaktadır.
Bu araştırmaya göre her üç cemre dikkate alındığında bir iki günlük
70
Gürbüz Erginer, a.g.e., s. 59-60.
Solmaz Karabaşa, a.g.m., s. 288.
72
Ayşe Akman, “Denizli İlinin Bazı Yerlerinde Halk Takvimi ve Meteorolojisi”,
Uluslararası Denizli ve Çevresi Tarih ve Kültür Sempozyumu Bildiriler, c. II, Pamukkale
Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Yayınları, Denizli 2007, s. 446.
73
İsmet Konur, a.g.m., s. 19.
71
180
CEMRE DÜŞMESİYLE İ LGİLİ İ NANÇ VE UYGULAMALAR
farklarla, cemrelerin düştüğü tarihlerde %42; iki cemre
alındığındaysa %74 olasılıkla belirgin bir ısınma saptanmaktadır74.
dikkate
Yaptığı bir araştırmada halk takvimlerindeki sayılı günleri bilimsel
verilerle karşılaştıran Semra Ertüre, takvimlerde cemrelerin 20, 27 Şubat, 5–
6 Mart günlerinde kaydedildiğini, bilimsel olarak cemreler arasındaki
günlerin genelde soğuk olsa da birinci cemrede hafif, ikinci ve üçüncü
cemrede belirgin sıcaklık yükselmelerinin olduğunu, cemrelerden sonra belli
dönemlerde sıcaklık düşüşleri yaşansa da bu düşüşlerin genellikle
cemrelerden önceki değerlere inmediğini belirtmektedir75
Cemre düşmesi inancına bilimsel bir açıklama getirmeyi amaçladığı
çalışmasında meteoroloji mühendisi Yasemin Yılmaz, böyle bir meteorolojik
olayın olup olmadığını, eğer varsa düşme tarihlerinin ve sıralarının halk
arasındaki inanca uyup uymadığını istatiksel yöntemler kullanarak
belirlemeye çalışmış ve yukarıda belirtilen araştırmaya yakın sonuçlara
ulaşmıştır. Kandilli Rasathanesinde kaydedilen 82 yıllık sıcaklık gözlemleri,
her yıl belli zamanlarda gerçekleştiği için meteorolojik bir tekillik olduğu
düşünülen cemrenin analizini yapmak amacıyla incelenmiş ve cemre
düşmesi denilen olayın bilimsel olarak da var olabileceğini gösteren verilere
ulaşılmıştır. Buna göre cemrelerin düştüğü belirtilen günlere yakın
zamanların veya o günleri kapsayacak şekilde bazı dönemlerin diğer
günlerden farklı olduğu gözlenmiştir. Sonuçlar kesin olmasa da cemrelerin
düştüğü dönemler civarında bir sıcaklık artışının olduğu tespit edilmiştir.
Cemrelerin oluşma tarihleri ve kaç günlük bir olay olduğu belirsiz olmasına
rağmen sıcaklık grafiklerine bakıldığında ikinci ve üçüncü cemre günlerinde
diğer günlere nazaran belirgin sıcaklık artışları göze çarpmaktadır. Cemre
düşmesi olayı kıştan bahara geçilirken sıcaklık eğrilerinin yükseldiği
yerlerden hemen sonra gerçekleşmektedir. Sıcaklık ortalaması grafiklerine
bakıldığında birinci cemrenin belirtilen günden [halk arasındaki genel
kabulde belirtilen gün] yaklaşık beş gün daha önce gerçekleştiği
düşünülmektedir. İkinci ve üçüncü cemrenin düşme zamanları ise belirtilen
tarihe daha yaklaşıktır. Toprağa düştüğü söylenen üçüncü cemre diğerlerine
nazaran daha belirgindir. Cemre günlerinin arasında ise sıcaklıklarda az da
olsa düşüşler bulunmaktadır. Yılmaz, yapmış olduğu çalışma sonucunda
birtakım tespitlerde bulunsa da daha doğru sonuçlara ulaşabilmek için suya
düşen cemre için su, toprağa düşen cemre için toprak sıcaklıklarının
74
Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi, “Cemre”, Büyük Larousse Sözlük ve
Ansiklopedisi, c. 4, Gelişim Yayınları, y.y. 1986, s. 2259.
75
Semra Ertüre, Halk Takvimlerimizdeki Klimatolojik Verilerle İstanbul Meteorolojik Gözlem
Bulguları Arasındaki İlişkiler Üzerine Bir Araştırma, Basılmamış Doktora Tezi, İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Fiziki Coğrafya Kürsüsü, 1976, s. 98–99.
181
ZEHRA HAMARAT
incelenmesi ve birden fazla istasyona ait verilerin kullanılması gerektiğini
belirtir76.
3.2.
Rumi Takvime Göre: Arapça veya Farsça olan eski
eserlerde cemrelerin düşme veya yükselme tarihleri genellikle Rumi
takvime göre verilmiş, yeri geldikçe de diğer takvimlerdeki farklı
cemre tarihlerine değinilmiştir. Arapça veya Farsça eserlerde
genellikle ilk cemrenin Rumi takvime göre şubatın yedisinde,
ikincinin on dördünde, üçüncünün ise yirmi birinde vuku bulduğu
belirtilmektedir.
Bununla ilgili Uluğ Bey ilk cemrenin şubatın yedisinde, ikinci
cemrenin on dördünde, üçüncü cemrenin ise yirmi birinde sukut
ettiğini, cemrelerin sukutundan sonra ise kış soğuklarında kırılma
olduğunu belirtmektedir77. Gonabadi78, Takıyüddin Farisi79, Mesûdî80,
Mahmud Alusi81 ve Şahmerdan82 da genel kabulde olduğu gibi ilk
cemre için yedi şubat, ikinci cemre için on dört şubat, üçüncü cemre
için ise yirmi bir şubat tarihlerini göstermektedirler.
Cemrelerin düşme tarihlerini aynı şekilde zikreden Bircendî, ara sıra
Rumi takvimle Celali takvim arasında bir günlük farkın meydana gelmesinin
cemrelerin sukut tarihinde de bir fark meydana getirdiğini belirtir. Ayrıca
Bircendî şubatın yedi, on dört ve yirmi birinde üç tane cemrenin yukarıdan
aşağıya indiğine inanan bir kavim olduğunu da kaydetmektedir83.
Bîrûnî de cemre tarihlerindeki farklılıklara değinmiş, Arapların
başlangıçta cemreleri kendi aylarına göre hesap ettiklerini; ancak
ihtilafların çıkması üzerine sabit olan ve değişmeyen Rumi aylara göre
cemrelerin tarihlerini belirlediklerini kaydetmiştir. Ayrıca soğukluk ve
sıcaklığın bölgelere göre değişim gösterdiğini göz önüne alan bazı
Harezmli tekellüf ehli bilginlerin birinci cemrenin şubatın yirmi
birinde, ikinci cemrenin birinciden bir hafta sonra, üçüncü cemrenin
76
Yasemin Yılmaz, Cemre Tekillik Analizi, Basılmamış Bitirme Çalışması, İstanbul Teknik
Üniversitesi Uçak ve Uzay Bilimleri Fakültesi, 1997, s. 25–26.
77
Uluğ Bey, a.g.e., vr. 12a.
78
Muzaffer b. Muhammed Kasım Gonabadi, a.g.e., s. 131.
79
Muhammed bin Muhammed Takıyüddin Farisi, a.g.m., s. 64.
80
Ebu’l Hasan Ali b. Hüseyin Mesûdî, a.g.e., s. 552.
81
Es-Seyyid Mahmud Şükri el-Alusi, a.g.e., s. 246.
82
Şahmerdan b. Ebi’l – Hayr Razi, a.g.e., s. 44.
83
Abdulali el-Bircendî, a.g.e., vr. 50a.
182
CEMRE DÜŞMESİYLE İ LGİLİ İ NANÇ VE UYGULAMALAR
de ikinci cemreden bir hafta sonra sukut ettiğini söyledikleri
belirtilmektedir84.
Rıza Abdullahî de cemrelerin özelliklerine dair görüş ayrılıklarının bir
kısmının, Bîrûnî’nin de bildirdiği üzere, soğukların ve sıcakların çeşitli
ülkelere göre başlangıç tarihlerindeki farklılıktan kaynaklandığını ifade
etmekte ve Bîrûnî’nin verdiği bilgiyi şu şekilde ayrıntılandırmaktadır:
Harezm’de birinci cemre yirmi bir şubatta (hicrî şemsî takvime göre yaklaşık
olarak İsfend ayının üçü veya dördünde) vuku bulurken ikincisi yirmi sekiz
Şubat’ta (birinci cemreden bir hafta sonra), yani artık yıl (sene-i kebise)
olmadığında mezkûr ayın son gününde, üçüncü cemre ise ikinci cemreden
iki hafta sonra, yani normal yıllarda Adar’ın85 on dördünde, artık yıllarda ise
Adar’ın on üçünde gerçekleşir. Rıza Abdullahî, Ezkâyî’nin İsfend ayında
onar gün arayla vuku bulan art arda üç cemreden söz ettiğini
belirtmektedir 86.
Rıza Abdullahî’nin belirttiğine göre Bîrûnî şubatın on beşini de
(Gregoryen takviminde 15 Fevrier, hicrî şemsî takvimde 25 veya 26
Behmen) cemre günleri arasında saymıştır. Onun burada belirttiği tarihin
başka yerlerde yazdıklarıyla çeliştiği, çünkü başka yerlerde cemrenin şubatın
yedisi, on dördü ve yirmi biri şeklinde yalnızca üç gün olduğunu yazdığı
ifade edilir. Ayrıca Bîrûnî’nin on beş şubatta suyun ağaçların aşağı
kısımlarından yukarı kısımlarına doğru yükseldiğine dair verdiği malumat ile
Yahudî takvimine göre Şubat’ın on beşinin ağaçlar ve bitkiler için yılbaşı
olduğu inancı arasında yakın benzerlikler bulunduğu da Rıza Abdullahî
tarafından belirtilmiştir87.
Bîrûnî’nin Tefhim’inin Farsça tercümesinde yukarıdaki bilgiyi
doğrulayacak şekilde birinci cemrenin şubatın yedinci günü, ikinci
cemrenin on dördünde, üçüncü cemrenin ise şubatın yirmi birinde
vuku bulduğu belirtilmektedir88. Bîrûnî Asarül Bakiye adlı eserinin
Farsça tercümesinde de cemreler için aynı tarihleri zikretmekte; küçük
cemre de denilen birinci cemrenin şubatın yedisinde, orta cemre de
denilen ikinci cemrenin şubatın on dördünde, büyük cemre de denilen
üçüncü cemrenin ise şubatın yirmi birinde sukut ettiğini
84
Ebu Reyhan Bîrûnî, a.g.e., ş. 1321, s. 295.
Adar: Arap güneş takviminde Şubat’tan sonraki, Nisan’dan önceki üçüncü ay. Mart ayına
denk düşer. Hasan Enverî, “Azar”, Ferheng-i Foşorde-i Suhan, c. 1, Tahran 1382, s. 25.
86
Rıza Abdullahî, a.g.m., s. 667.
87
A.e., s. 666-667.
88
Ebu Reyhan Bîrûnî, a.g.e., ş. 1362, s. 262.
85
183
ZEHRA HAMARAT
belirtmektedir. Ayrıca Bîrûnî cemreler arasında tam bir hafta
olduğunu ifade etmektedir89.
Rıza Abdullahî’nin belirttiğine göre su ve havadaki değişikliklerin
nedenini ayın menzillerine ve konumuna bağlayanlar Rumi şubat ayının
belirli üç gününün gecelerinde cemre olayının meydana geldiğine
inanmaktadırlar. Burada Rumi şubat ayı ile kastedilen yılın yaklaşık olarak
ocak ayına rastlayan kanun-i sani ayıyla başladığı Süryani Makedonya
takviminin ikinci ayıdır. Güneş-Ay takviminin bir çeşidi olan bu takvim,
Jülyen takviminin tedricen (yani miladi IV. yüzyıldan itibaren)
yaygınlaşmasından önce dünyanın farklı bölgelerinde kullanılmış ve kameri
aylar farklı şekillerde mevsimlerin tespiti için kullanılmıştır90.
Rıza Abdullahî; Bîrûnî’nin bildirdiğine göre küçük cemre de denilen
birinci cemre şubat ayının yedisinde sukut eder dedikten sonra bu tarihin
diğer takvimlerdeki karşılıklarını da şu şekilde vermiştir: Birinci cemre
Gregoryen takviminde Fevrier (Şubat) ayının yedisinde, Celali takviminde
Delv ayının yedisinde veya sekizinde, hicri şemsi takvimde Behmen ayının
on yedi veya on dokuzunda vuku bulur91.
Anne Dozy ise Tekmile’de cemre tarihiyle ilgili biraz farklı bilgiler
vermektedir. Buna göre Kurtuba takvimine göre birinci cemre şubatın
(February) sekizinde, ikincisi on dördünde, üçüncüsü yirmi birinde sukut
eder. Dozy; Hoest’in Takvim Tercümesi’nde birincisinin yedi Şubat’ta,
ikincisinin on yedisinde, üçüncüsünün yirmi birinde sukut ettiğinin yazılı
olduğunu nakletmektedir92.
Cemrelerin düşmesi değil de yükselmesi söz konusu olduğunda da
eserlerde genelde aynı tarihlerin zikredildiği görülmektedir. Cemrenin şubat
ayında üç kez yerin altından yükselen bir sıcaklık ve buhar olduğunu belirten
Dehhuda birinci cemrenin şubatın yedisinde ikinci cemrenin şubatın on
dördünde üçüncü cemrenin ise şubatın yirmi birinde düştüğünü belirtir93.
Nefisi kış mevsiminde, Rumi şubat ayında üç defa yeraltından yükselen
hararet ve buhara cemre adının verildiğini belirtir ve daha sonrasında
cemrelerden birincisinin şubat ayının yedisinde, ikinci cemrenin şubatın on
89
Ebu Reyhan Bîrûnî, a.g.e., ş. 1321, s. 295.
Rıza Abdullahî, a.g.m., s. 665.
91
Aynı yer.
92
Reinhart Pieter Anne Dozy, “Cemre”, Tekmiletü'l-Meacimi'l-Arabiyye, trc. Muhammed
Selim Nuaymi, c. 2, Vizaretü’s-Sekâfe ve’l-i’lam, 1980, s. 267-268.
93
Ali Ekber Dehhuda, a.g.e., s. 101.
90
184
CEMRE DÜŞMESİYLE İ LGİLİ İ NANÇ VE UYGULAMALAR
dördünde, üçüncü cemrenin ise şubatın yirmi birinde vuku bulduğunu
belirtir94.
4. Cemrelerin Düşme ve Yükselme Yerleri: Türkiye’nin çeşitli
yerlerinden yapılan derlemelerde cemrelerin belli yerlere düştüğü
belirtilirken Arapça veya Farsça olan eski eserlerin genelinde cemrenin
düştüğü ya da yükseldiği yerler veya unsurlar değil; etkilediği yerler ya da
unsurlar üzerinde durulmaktadır.
Bircendî’nin bahsettiği bir kavim ilk cemrenin suda etkisini göstererek
suyun soğukluğunu azalttığına, ikinci cemrenin toprakta etkisini
gösterdiğine, üçüncü cemrenin ise ağaçlarda etkisini göstererek onları
harekete geçirdiğine inanmaktadır95.
Bîrûnî’nin cemrelerin etkisini gösterdiği yerler ve unsurlarla ilgili
naklettiği farklı bir bilgi bulunmaktadır. Buna göre birinci cemrede birinci ve
ikinci iklimin96, ikinci cemrede üçüncü ve dördüncü iklimin, üçüncü
cemrede ise diğer iklimlerin ısındığı söylenmektedir97.
Hallut Takvim ve Ravzatü’l Müneccimin’in müelliflerinin birinci cemre
toprağa, ikinci cemre suya tesir eder dediklerini nakleden Gonabadi, Şerh-i
Zic’in musannifinin ise bunun aksini; yani birinci cemrenin suyu, ikinci
cemrenin ise toprağı ısıttığını söylediğini belirtir. Üçüncü cemre konusunda
görüş ayrılığı bulunmadığını ifade eden Gonabadi üçüncü cemrenin ağaçlara
tesir edip ağaçlarda neşvünema kudreti vücuda getirdiğini kaydeder 98.
Gonabadi cemre günlerinde toprak, su ve ağaçlarda birtakım tesirler
meydana geldiğini belirtir. Cemrelerin buralara düştüğü ya da yükseldiğini
belirtmez; ancak bu eserlere bakıldığında cemrelerin buralara düştüğü ifadesi
yer alır.
94
Ali Ekber Nefisi, a.g.e., 1121.
Abdulali el-Bircendî, a.g.e., vr. 50a.
96
Bîrûnî’nin burada verdiği bilgi kanaatimizce yedi iklim teorisiyle ilgilidir. Bir makalesinde
yedi iklim teorisiyle ilgili bilgi veren Şerefeddin Yaltkaya eski âlimlerin yeryüzünü siyasi
olmayıp daima sabit kalan yedi iklime ayırdıklarını belirtir. Gökteki belli yedi yıldız bu yedi
iklimin ayrı ayrı hükümdarıdır. Bu yıldızların her biri bir iklime, haftanın belli günlerine,
günün belli saatlerine ve semada yedi gökten birine hâkimdir. Yerde yedi iklim semada yedi
göğe sahip bu yıldızlara sıcaklık, ıslaklık, kuruluk ve soğukluk gibi dört tabiat ve mizaç
tatbik edilmiş ve bunların her birinin ayrı ayrı mizaç ve tabiatlarının olduğu belirtilmiştir.
Bu yıldızlar hâkim oldukları iklimlerdeki işleri, hadiseleri, insanları ve hayvanları da
etkilemiştir (Şerefeddin Yaltkaya, “Tarihte Renk”, Türkiyat Mecmuası, c. 7–8, 1940–1942,
s. 41-43’ten özetlenmiştir.) Bîrûnî’nin de burada iklimden kastı kanaatimizce semanın yedi
göğünden her biridir.
97
Ebu Reyhan Bîrûnî, a.g.e., ş. 1321, s. 295.
98
Muzaffer b. Muhammed Kasım Gonabadi, a.g.e., s. 131.
95
185
ZEHRA HAMARAT
Gonabadi’nin bu konuyla ilgili Hallut Takvim’den naklettiği bilgi eserin
kendisinde şu şekilde yer almaktadır: İlk cemre düşünce buhar yere dökülür
ve yeri ısıtır, ikinci cemre düşünce su ısınır, üçüncü cemre düşünce ağaçlar
ve bitkiler ısınır, su onların damarlarında dolaşır99.
Yine Gonabadi’nin Ravzatü’l Müneccimin’den naklettiği bilgi ise
Şahmerdan tarafından şu şekilde kaydedilmektedir: İlk cemre yedi şubatta
yeryüzüne bir sıcaklığın gelmesiyle olur ve böylece yeryüzü ısınır. Şubattan
on dört gün geçince ikinci cemre meydana gelir ve suya bir buhar düşerek
suyu ısıtır. Şubatın yirmi birinde vuku bulan üçüncü cemrede ise ağaçlara bir
buhar ve sıcaklık düşer 100.
Rıza Abdullahî de cemrelerin etkisini gösterdiği yerler ve unsurlar
hakkındaki görüşleri şu şekilde nakletmiştir: Yağmur, kar ve dolu
suyunun buharlaşması kimilerinin birinci cemreyi toprağın
ısınmasının, ikinci cemreyi ise suyun ısınmasının nedeni olarak
görmesine sebep olmuştur. Bunun aksine birinci cemrede suyun,
ikinci cemrede ise toprağın ısındığını söyleyenler de bulunmaktadır.
Üçüncü cemre konusunda görüş ayrılığı bulunmadığını belirten Rıza
Abdullahî, müneccimlerin tamamının üçüncü cemreyle ağaçların
uyanmaya başlayıp geliştiklerine ve üçüncü cemreden sonra
soğukların bittiğine inandıklarını ifade eder101.
Anne Dozy ise eserinin dipnotunda Murtazâ ez-Zebîdî’nin Kâmûsü’l
Muhit adlı Arapça sözlüğe yazdığı Tâcül Arûs adlı şerhinden birinci
cemrenin havaya, ikinci cemrenin toprağa üçüncü cemrenin ise suya
düştüğünü nakletmektedir102.
Dehhuda Arapların inanışına göre cemrenin birinci düşüşünde toprağın,
ikinci düşüşünde suyun, üçüncü düşüşünde ise bitkilerin ısındığını
nakleder 103.
Araplar arasıda cemrenin düştüğü ve bu düşme ile etkisini gösterdiği
yerler hakkında bilgi veren eserlerden biri de Bulugül Ereb’dir. Bu eserde ilk
cemre düşünce suda, ikinci cemre düşünce havada, üçüncü cemrenin
düşmesiyle ise toprakta ısınma meydana geldiği belirtilir. Burada da su,
hava, toprak cemrelerin düştüğü yerler olarak değil de cemrelerin etki ettiği
unsurlar olarak geçmektedir. Ayrıca etki etme sebebiyle ilk cemreye
99
Muhammed bin Muhammed Takıyüddin Farisi, a.g.m., s. 64.
Şahmerdan b. Ebi’l–Hayr Razi, a.g.e., s. 44.
101
Rıza Abdullahî, a.g.m., s. 666.
102
Reinhart Pieter Anne Dozy, a.g.e., s. 267.
103
Ali Ekber Dehhuda, a.g.e., s. 101.
100
186
CEMRE DÜŞMESİYLE İ LGİLİ İ NANÇ VE UYGULAMALAR
cemeretül ma, ikincisine cemeretül hava, üçüncüsüne cemeretüt türab
denildiği ifade edilir. Çoğunlukla takvimlerde sıralamanın su cemresi, toprak
cemresi en son da hava cemresi şeklinde olduğu; bazı takvimlerde de birinci
cemrenin havaya ikincinin suya, üçüncünün toprağa düştüğünün
kaydedildiği ifade edilir. Yazar düşme sırasındaki bu farklılıkların sıcaklık
eserlerinin gözükmesindeki ihtilafa dayalı olduğunu belirtir104.
Cemrelerin düşmesine bağlı olarak nakledilen yukarıdaki bilgilerde
cemrelerin düştüğü ya da cemrelerin düşmesiyle beraber etkisinin görüldüğü
yerler hususunda dikkat çeken noktalar üçüncü cemrenin düştüğü veya
etkisinin görüldüğü yerin genellikle ağaç nadiren de bitki, toprak, hava, su
olarak zikredilmesidir. Birinci ve ikinci cemrelerin düştüğü ya da etkisini
gösterdiği yerler de kendi içinde biraz farklılık göstermektedir. Buna göre
birinci cemrenin düştüğü veya etkisini gösterdiği yer olarak yer, yeryüzü,
toprak gibi unsurlar zikredilmekle beraber su ve hava unsurlarının da nadiren
zikredildiği görülmektedir. Aynı durum ikinci cemre için de söz konusudur.
İkinci cemrenin düştüğü ya da etkisini gösterdiği yer olarak genellikle su
zikredilmekle beraber toprak ve havanın az da olsa zikredildiği
görülmektedir.
Cemrelerin yerden yükseldiğini belirten görüşlerde de cemrenin
yükseldiği ve etkilediği yerler veya unsurlar benzer şekilde kaydedilmiştir.
Cemrenin Rumi şubat ayında üç defa yerden yükselen hararet ve buhar
olduğunu belirten Nefisi, birinci cemrenin yeri ısıttığını, ikinci cemrenin
suyu, üçüncü cemrenin ise bitkiler ve ağaçları ısıttığını ifade etmektedir105.
Dehhuda da cemrenin yerin altından yükselen bir sıcaklık ve buhar
olduğunu belirtmekte; birinci cemrenin yer üstüne düştüğünü ve toprağı
ısıttığını, ikinci cemrenin suyu, üçüncü cemrenin ise ağaç ve bitkileri
ısıttığını ifade etmektedir106.
Bîrûnî de cemrelerin yükselmesiyle ilgili benzer bilgileri kaydetmektedir.
Buna göre cemre günlerinde yerden buharlar yükselmekte, birinci buhar yeri,
ikinci buhar suyu, üçüncü buhar ise ağaçları ısıtmaktadır107.
Yukarıdaki bilgilerde de görüldüğü gibi cemrelerin düşme veya
yükselmesi inancında cemrelerin düştüğü ya da yükseldiği ve bunun
sonucunda etkisini gösterdiği yerler benzerlik göstermektedir. Cemreler
yerden yükselince de ilk cemre yere, toprağa ikinci cemre suya, üçüncü
cemre ise ağaç, bitki ya da sadece ağaca yükselmektedir. Hatta birinci ve
104
Es-Seyyid Mahmud Şükri el-Alusi, a.g.e., s. 246.
Ali Ekber Nefisi, a.g.e., s. 1121.
106
Ali Ekber Dehhuda, a.g.e., s. 101.
107
Ebu Reyhan Bîrûnî, a.g.e., ş. 1321, s. 295.
105
187
ZEHRA HAMARAT
ikinci cemrelerin düştüğü yerler kendi içinde değişkenlik gösterirken böyle
bir durumun cemrelerin yükselmesi inancında olmadığını görmekteyiz.
Arapça ve Farsça eserlerde Arap, Fars ve diğer bazı kavimlerin
cemrelerin düştüğü veya yükseldiği ve bunun sonucunda da etkilediği
unsurlar hakkındaki inanışları yukarıdaki gibiyken bu konuda Türkiye’deki
inanışın biraz daha farklı olduğu çeşitli derlemelerde ve sözlük, ansiklopedi
vb. eserlerde verilen bilgilerde görülmektedir.
Erginer’in yaptığı derlemede cemrelerin yedişer gün arayla havaya, suya,
toprağa düştüğü ve bunları ısıttığı inanışının Uşak yöresinde yaygın olduğu
görülmekle beraber farklı olarak ilk cemrenin göğe, orta cemrenin suya ya
da ikinci cemrenin dağa, üçüncü cemrenin ise çalıya düştüğü şeklinde
inanışlar da vardır. Yöre halkının kimi ise ilk cemrenin havaya estiğini, yedi
gün havada durup suya düştüğünü, yedi gün suda durduğunu, sonra yedi gün
de toprakta durduğunu belirtir. Bazıları da son cemrenin toprakta kaldığına
ve toprağı ısıttığına inanmaktadır 108.
Akman’ın Denizli’den yaptığı derlemede de kaynak kişilerin
cemrelerin düştüğü ve etkisini gösterdiği yerler ile ilgili farklı bilgiler
verdiği görülmektedir. Cemrenin önce havaya, havadan toprağa
düştüğü ve toprağa yayıldığı, sonra da suya düştüğü ve suya düştükten
sonra havanın azar azar ısınmaya başladığı belirtildiği gibi ilk
cemrenin havaya düşüp havada bir hafta durduğu, sonra oradan suya
düştüğü, suda da bir hafta durduktan sonra toprağa düştüğü de ifade
edilmektedir109.
Karabaşa’nın Rize’den yaptığı derlemeye göre kaynak kişiler ilk
cemrenin toprağa, ikincinin suya, üçüncünün havaya; ya da ilkinin havaya,
ikincinin ağaca, üçüncünün yere düştüğünü belirtmişlerdir. Ancak yöredeki
genel inanış ilk cemrenin havaya, sonrakinin suya en son cemrenin ise
toprağa düştüğü şeklindedir110.
Cemrelere kısaca da olsa yer verilen derlemelerden biri de Trabzon
Acısu’dan yapılmıştır. Acısu’da cemreye cemile denmektedir, genel kabulde
olduğu gibi yedi gün aralıklarla havaya, suya, toprağa düştüğüne
inanılmaktadır111.
108
Gürbüz Erginer, a.g.e., s. 59-61.
Ayşe Akman , a.g.m., s. 446.
110
Solmaz Karabaşa, a.g.m., s. 288.
111
Meltem Cingöz, “Acısu’da (Trabzon) Halk Takvimi Halk Meteorolojisi”, Türk Halk
Kültüründen Derlemeler 1993, Kültür Bakanlığı, Ankara 1995, s. 77.
109
188
CEMRE DÜŞMESİYLE İ LGİLİ İ NANÇ VE UYGULAMALAR
Derlemelerde birinci cemrenin düştüğü yer olarak hava, gök, toprak;
ikinci cemrenin düştüğü yer olarak su, dağ, toprak, ağaç; üçüncü cemrenin
düştüğü yer olarak ise toprak, çalı, su, hava, yer unsurları zikredilmiştir.
Ancak Türkiye’de halk arasındaki genel kabul birinci cemrenin havaya,
ikinci cemrenin suya, üçüncü cemrenin ise toprağa düştüğü şeklindedir.
Cemrenin Kelime Anlamı bölümünde de görüldüğü gibi sözlüklerin
genelinde ilk cemrenin havaya, ikincinin suya, üçüncünün ise toprağa
düştüğü, diğer bir eserde ise karaya düştüğü belirtilmektedir.
İstanbul Ansiklopedisinde de cemreyle ilgili olarak Hüseyin Kazım
Bey’in Büyük Türk Lugatında cemre-i ulâ be hava, cemre-i saniye be âb,
cemre-i salise be hâk tabirlerine rastlandığı belirtilmektedir112.
Müneccimbaşı Kamil Efendi’nin ise 1302 senesi takviminde cemreleri
cemre-i ulâ-i bâride, cemre-i saniye-i fatire, cemre-i salise-i hamiye şeklinde
kaydettiği de başka bir eserde ifade edilmektedir113. Bu adlandırmaların
cemrelerin düştüğüne inanılan yere göre yapıldığını görmekteyiz.
Mikdat Kadıoğlu halk arasındaki inanca göre havanın yukarıdan aşağıya
doğru hava, su, toprak şeklinde ısındığını; ancak bunun meteorolojik olarak
mümkün olmadığını; çünkü bilimsel verilere göre havanın aşağıdan yukarı
doğru ısındığını belirtir. Cemre düşmesi inancında olduğu gibi güneş
ışınlarının atmosferi doğrudan ısıtmadığını, yer yüzeyinin güneş ışınlarını
yutarak önce kendi ısınıp sonra atmosferi ısıttığını nakleder 114.
Klasik felsefede toprak, su, hava ve ateşten ibaret olan anasır-ı erbaa dört
unsur demektir. Grek düşüncesine göre tanrı veya tanrılar kâinatı yoktan var
etmemiş, kendileri gibi ezeli olan kâinatın ilk maddesine sadece şekil verip
onu düzene sokmuşlardır. Arkhe denilen bu ilk maddenin önce tek tek su,
hava, ateş olduğu düşünülmüş; zamanla düşünürler toprakla beraber bu
dördünün birlikte kâinatın ana maddesini teşkil ettiğini belirtmişlerdir. Dört
unsur teorisini sistemleştiren Aristo (M.Ö. 384-322) olmuştur. Kâinatı ay
üstü ve ay altı olmak üzere ikiye ayıran Aristo ay altı âlemin oluş ve
bozulma âlemi olduğunu, bu nedenle burada birden fazla unsurun
bulunduğunu ifade eder. Bütün varlıkların yapısında bu dört unsur değişik
şekillerde bulunmaktadır. Bu konuyu ana hatlarıyla ele alan ilk İslam
filozofu Kindî (?-866?) olmuştur. Ona göre ay altı âlemin bu dört unsuru
belirli oranlarda karışıp birbirini etkileyerek varlıkları meydana getirirler. Bu
unsurlar birbirlerine dönüşürken yok olup gitmezler, parçaları birbiri içine
112
İstanbul Ansiklopedisi, “Cemre, Cemreler”, İstanbul Ansiklopedisi, c. 7, Reşad Ekrem
Koçu ve Mehmet Ali Akbay İstanbul Ansiklopedisi ve Neşriyat Kolektif Şirketi, İstanbul
1965, s. 3485–3486.
113
Mehmet Zeki Pakalın, a.g.e., s. 277.
114
Mikdat Kadıoğlu, a.g.e., s. 44.
189
ZEHRA HAMARAT
girer. Ay altı âlemin en üst kısmında ateş küresi daha sonra sırasıyla hava, su
ve toprak küreleri yer almaktadır. Gazali’ye (?-1111) göre ise unsurlar
arazdır ve araz oldukları için de değişime maruzdurlar. Bu yüzden kevn ve
fesada uğrarlar. Süflî oldukları için de ay ve güneş gibi gök cisimlerinin
etkisi altındadırlar115.
Felsefedeki bu inanışa bakıldığında aslında Türk halkı arasındaki cemre
düşme sıraları inanışının tesadüfî olmadığı görülmektedir. Mikdat Kadıoğlu
bilimsel olarak böyle bir sıranın olamayacağını söylese de halkın bu düşme
sırasındaki inanışı anasır-ı erbaa felsefesiyle paralellik arz etmektedir.
Cemrelerin düşüş sırası ile ilgili inanışın temelinde ay altı âlemin sırasıyla ve
yukarıdan arza doğru ateş, hava, su ve toprak kürelerinden oluştuğu
anlayışının olabileceği kanaatindeyiz. Ateş, kor parçası anlamını taşıyan ve
ısıtıcı bir kuvvet olan cemre de genel kanaate göre sırasıyla havaya, suya ve
toprağa düşmektedir. Ayrıca anasır-ı erbaa inanışında bu dört unsurun süfli
olduğu için güneş ve ay gibi gökcisimlerinin etkisi altında olduğu
belirtilmektedir. Özellikle Arapça ve Farsça kaynaklarda cemre ile ayın
menzilleri, güneş ve yıldız gibi gökcisimlerinin hareketleri arasında bağlantı
kurulmaktadır. Cemre düşme zamanlarına rastlayan sıcaklık artışları olduğu
için bilimsel olarak da cemrelerin olabileceği düşünülse de cemrelerin düşme
sırasının bilimsel olarak halk arasındaki inanışa göre olamayacağı
belirtilmektedir. Ancak bu inanışın ve sıralamanın tesadüfî olmadığı,
kaynağını anasır-ı erbaa felsefesinden almış olabileceği göz ardı
edilmemelidir.
5. Cemreyle İlgili İnançlar: Rize halkı cemreler düştüğü zaman
havada, suda ve toprakta birtakım değişikliklerin meydana geldiğine
inanmaktadırlar. Buna göre cemre “düşünce” havalar ısınır, suda ise bir
tatsızlık olur. Cemre toprağa düştüğü zaman eğer toprağa güneş vurursa
toprağın üstünde titreşim meydana gelir. Rize halkı cemre düşünce dağ bağ
bir olur der; yani en yüksek dağdan bir damla suyun denize bareştiğine
[muhtemelen ulaşmak anlamında kullanılmıştır] inanmaktadır. Ayrıca
cemrelerin fırtına yaptığı ve cemre günlerinin esintili geçtiği
düşünülmektedir116.
Trabzon Acısu’da halk cemrenin toprağa düşüp toprağı ısıtmasıyla
beraber toprağın döllenmeye hazır hale geldiğine inanmaktadır117.
115
H. Bekir Karlığa, “Anâsır-ı Erbaa”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, c. 3,
İstanbul 1991, s. 149–151.
116
Solmaz Karabaşa, a.g.m., s. 288.
117
Meltem Cingöz, a.g.m., s. 77.
190
CEMRE DÜŞMESİYLE İ LGİLİ İ NANÇ VE UYGULAMALAR
Denizli ve çevresinde cemreye cemile denilmektedir ve cemile
toprağa düştükten sonra toprak ısınır. İnanışa göre en zor ay
cemilelerin düştüğü aydır. Cemre şubatın on beşinde toprağa düşer,
toprağa yayılır, toprak ısınır ve yaz gelir; otlar, çimenler biter. Cemile
önce havaya, havadan da toprağa düşer, toprağa yayılır, bundan sonra
bahar geldi, korkma denir. Cemile suya düştüğünde ise tamamdır, yaz
ayağını salladı denir. Cemile suya da düştükten sonra hava azar azar
ısınmaya başlar. Ayrıca bu yörede halk karakışta rüzgârın dik esip
insanların kuytu yer bulamadığına, cemrelerin çıkmasıyla beraber ise
rüzgârın yandan esmeye başladığına ve insanların rüzgârdan
korunmak için kuytu yer bulabildiğine inanmaktadır118.
Cemrelerin düştüğü günlerin genellikle rüzgârlı ve yağışlı olduğunu
belirten İvgin, halkın cemrenin düştüğü gün yağışlı olursa o yılın da yağışlı
ama bereketli geçeceğine inandığını belirtir. Halk arasındaki inanışa göre
üçüncü cemrenin düştüğü gün poyraz rüzgârı ile lodos rüzgârı kavga
edermiş. O gün ikindiden sonra poyraz rüzgârı fazla eserse poyrazın, lodos
fazla eserse lodosun galip geldiğine inanılırmış. Poyraz fazla eserse kışın
otuz gün daha uzayacağı, lodos fazla eserse bahar günlerinin erken geleceği
kabul edilirmiş119.
Cemrelerin etkisine değinen ve başka kaynaklardan da
aktarmalarda bulunan Bîrûnî birinci cemrenin sukut ettiği gün olan
yedi şubatta batı (dubur) rüzgârlarının esmeye başladığını belirtir.
Eudoxos gibi bazıları bu günde genelde havanın soğuk olduğunu
söylerken Euktemon, Philippos gibi kişiler de şubatın on beşinde
havanın soğuk olduğunu söylemektedirler. Ayrıca bugünde esen
rüzgarlarla ilgili de fikir beyan edilmiş, kimi devirli rüzgarların kimi
ise güney rüzgarlarının estiğini belirtmiştir. Araplar da bu günde
cemrenin üflenmiş olduğuna ve bu günün soğuk geçtiğine
inanmaktadır. Acemler ise bugünde yaz elini suya soktu derler. Bîrûnî
bu günde suyun ağaçların aşağısından yukarısına doğru damarlarında
aktığını ve kurbağaların da bu günde bağırmaya başladığını
belirtmektedir120.
118
Ayşe Akman, a.g.m., s. 446.
Hayrettin İvgin, “Erbain’den Nevruz’a Nevruz’dan Hıdırellez’e”, Uluslararası Nevruz
Sempozyumu Bildirileri 21–23 Mart 2000, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 2000, s. 6566.
120
Ebu Reyhan Bîrûnî, a.g.e., ş. 1321, s. 295.
119
191
ZEHRA HAMARAT
Rıza Abdullahî’nin belirttiğine göre özellikle İranlılar ve Araplar gibi
bazı milletlerin halk inançlarına göre kimi yıldızların doğuşları ve batışları
ile Ay menzillerinin tuluu ve gurubu yılın belli zamanlarında rüzgâr, yağış,
kuraklık, rutubet, sıcaklık ve soğukluk gibi hava olaylarını beraberinde
getirir. Müneccimlere göre cemreler kış soğuklarının son noktasıdır.
Bîrûnî’nin deyişiyle baharın yaklaşmasıyla görülen abuhava değişikliği;
kışın son günlerinde ve baharın ilk günlerinde yağan sağanak yağmurlar;
bahar başlangıcında ortaya çıkarak kısa süreliğine soğukla yer değiştiren
sıcaklık ve yağmur suyunun, kimi zaman kar ve dolunun buharlaşmasıyla
ortaya çıkan buhar hep üç cemre günüyle ilişkilendirilmiştir 121. Bîrûnî de
dikkatli bazı kimselerin cemreyi kış soğuklarının nihayeti olarak
gördüklerini belirtmektedir 122.
Hamsin günleri içinde halkın en değer verdiği günlerin cemrenin düştüğü
günler olduğunu belirten İvgin halkın cemreye cemile dediğini, onun canlı
bir yaratık olduğuna inandığını belirtir123.
Uşak yöresindeki yaşlıların söylediğine göre cemre suya düşünce suyun,
gölün içinde kaynaşma yapar. Cemre suya düşüce kurbağalar ötüşür, suya
pisler; halk da cemre düştü der. Suyun üstünde kurbağalar sur gibi bir şey
yapınca suya cemre düştüğünü anlarlar, cemre toprağa düşünce ise börtü
böcek ortaya çıkar124.
Eski Türklerde de cemre inanışının bulunduğunu belirten Erman Artun,
cemrenin Eski Türkler tarafından gökyüzünde yaşayan yakışıklı bir delikanlı
olarak düşünüldüğünü belirtir. Artun’un belirttiğine göre cemre adındaki bu
delikanlı bir gün dünyayı merak edip dünyaya yaklaşınca havaya düşmüş ve
bu sırada gördüğü bir kıza aşık olmuş. Kıza yaklaşmak isterken suya
düşmüş, suda yıkanıp temizlenince karada aşık olduğu kıza kavuşmuş.
Yakışıklı delikanlı ve güzel kız arasındaki bu aşk, yeryüzüne bereket ve
sıcaklık getirmiş125.
Erhan Tığlı’nın belirttiğine göre ise cemre yalnız Türk kültürüne has
değildir. Çinliler her cemrenin güneşle doğanın zifaf gecesi olduğuna
inanmaktadır126.
121
Rıza Abdullahî, a.g.m., s. 666.
Ebu Reyhan Bîrûnî, a.g.e., ş. 1321, s. 295.
123
Hayrettin İvgin, a.g.m., s. 65.
124
Gürbüz Erginer, a.g.e., s. 59-60.
125
http://www.okudukca.net/cemre-nedir-ilk-cemre-2011-de-ne-zaman-dusecek-133.html, 19
Şubat 2011
126
http://blog.milliyet.com.tr/CEMRE_Nereye_Duser_/Blog/?BlogNo=230554, 22.02.2010
122
192
CEMRE DÜŞMESİYLE İ LGİLİ İ NANÇ VE UYGULAMALAR
6. Cemreyle İlgili Uygulamalar: Cemrelerin düşmesi inanışı
Türkiye’de halk arasında çeşitli uygulamaların ortaya çıkmasına zemin
hazırlamıştır.
Eskiden doğadaki değişimlere göre işlerini belirleyen çiftçiler cemreyi
baharın müjdecisi olarak görmüş, cemrenin toprağa düşmesiyle toprağın
ısındığına inanmış ve cemrenin düşmesiyle ısınan toprağa tohumu
atmışlardır. Isınmayan toprağa atılan tohum yeşermeyeceği için çiftçiler
cemrenin toprağa düşmesini dört gözle beklemiştir127.
Adana Küp köyündeki halk da üçüncü cemrenin toprağa düşmesiyle
beraber toprağa can serpildiğine, toprakta canlanma olduğuna, ağaçların
yeşerip fidanların uzamaya başladığına inanır ve bağlarını da son cemre
düştüğünde sürerler 128.
Rize halkı arasından yaptığı derlemede cemreyle ilgili bir uygulamaya
değinen Karabaşa Rizelilerin cemre düştüğü zaman çocuklara çarık
giydirmediklerini nakletmektedir129.
Denizli ve yöresinden yaptığı derlemeleri nakleden Akman da burada
isim verilirken çok soğuk olur gerekçesiyle Cemile isminin tercih
edilmediğini belirtmektedir. Bu yörede cemreye bağlı olarak ortaya koyulan
bir uygulama da koç ve teke katımının kontrollü bir şekilde yapılmasıdır.
Buna göre eskiden bu yörede koç ve teke katımı üçüncü cemrenin düşüşü
hesaplanarak yapılırdı. Yeni doğan yavruların aşırı soğuktan etkilenip
ölmemeleri için koyun ve keçilerin doğurma zamanı üçüncü cemrenin
düşüşüne denk gelecek şekilde koç ve teke katımı yapılırdı130.
Aynı uygulamayı Erginer de Uşak’tan yapmış olduğu derlemelere yer
verdiği eserinde nakletmiştir. Bu yörede cemre aynı zamanda koyuncuların
bir mevsimi olarak bilinmektedir. Buna göre koyuncular, koyun ve keçilerin
döllenme zamanının sonbahar olmasına rağmen doğan yavruların şiddetli
soğuk ve açlıktan ölmemesi için koçu tutar ve cemreye beş ay kala koyuna
salarlar, böylece koyunlar üçüncü cemre zamanı kuzu doğurmuş olurdu131.
Yöre halkından bazısı koç ve tekeyi biraz erken saldığı için birinci ve
ikinci cemrede de doğumlar olsa da yöre kırsal olduğu ve otlar üçüncü
127
http://www.webhatti.com/kultur/477056-cemre-dusmesi-nedir.html, 08.12.2009
Emine Başuğur, “Küp Köyü Takvim ve Meteorolojisi”, Türk Halk Kültüründen
Derlemeler 1996, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1998, s. 7.
129
Solmaz Karabaşa, a.g.m., s. 288.
130
Ayşe Akman, a.g.m., s. 446.
131
Gürbüz Erginer, a.g.e., s. 61, 85.
128
193
ZEHRA HAMARAT
cemreden sonra iyice yeşerdiği için genelde üçüncü cemre hesaplanarak koç
ve teke katımı yapılırdı132.
Emel Balıkçı da Ortarodoplardaki Türk köylerinde yaşayan yaşlılar
arasında cemreyle ilgili birtakım uygulamaların varlığından söz etmektedir.
Buradaki halk kışın ve karın kendini unutan tembel bir nesne olduğuna
inanmaktadır. Eskiden ailedeki en yaşlı kadın cemrenin düştüğü gün ateşteki
külleri bir kaba doldurup avludaki karın üzerine daire şeklinde serpermiş.
Daha sonra ise insanlar cemrenin düştüğü gün karla buzla kaplı yollara kül,
kum çakıl dökmek yerine ot, çöp, çiçek kırıntıları serpmeye başlamışlardır.
Emel Balıkçı bunun anlamının Toprakana’ya bir uyarı olduğunu, insanların
Toprakana’ya ağaçlar, otlar ve çiçekler sana dönüş için hazır dediklerini
belirtir. Buradaki halk arasında cemre ile ilgili bir başka uygulama da yeni
ekmektir. Sabahtan nohut unu yoğurt da karıştırılarak ekmek mayasıyla
yoğrulur. Bu hamurdan küçük ekmekler yapılır ve ailenin fertlerine dağıtılır.
Eski ekmeklerden kalan kırıntılar da toplanıp kurda kuşa verilir133.
Türk Ansiklopedisi’nde belirtildiğine göre cemreler özellikle kadınlar
arasında bir eğlence vasıtası olmuştur. Buna göre cemreye Cemile Hanım
şeklinde ad veren kadınlar cemreler düşmeden cemreleri benimser, birinci
cemre benim, ikinci cemre filanın, üçüncü cemre feşmekân derlerdi. Birinci,
ikinci ve üçüncü cemrenin düşüş günlerinde havanın iyi veya fırtınalı oluşu
ile bugünlerin ait olduğu kimselerin ahlakı arasında bir münasebet
kurarlardı134.
7. Cemre İnanışının Edebiyata Yansıması: Cemre inanışı gerek
Divan edebiyatında özel bir şiir türü olarak gerekse Halk edebiyatında
tekerleme, deyim ve atasözü gibi çeşitli türler içinde kendine yer bulmuştur.
Cemre zamanlarında Divan edebiyatı şairleri baharın gelmesi dolayısıyla
önemli kişilere övgü şiirleri yazarlardı. Belli bir tür teşkil eden bu şiirlere
Cemreviyye adı verilmekteydi.
Reşad Ekrem Koçu eski İstanbul’u hemen her yönüyle ele aldığı
ansiklopedisinde eski İstanbul halkı arasında bir zamanlar söylenen ve üç
cemrenin yıldızların üç oğlu olarak kabul edildiği şu tekerlemeyi
nakletmektedir:
Üç biraderler
Kevakibzadeler
Biri meşrebi havai
132
A.g.e., s. 87.
http://www.bulturk.org/site/yazarlar/emel-balkc/1386--basamaklhar-bayram.html,
Ağustos 2009
134
Türk Ansiklopedisi, s. 154.
133
194
03
CEMRE DÜŞMESİYLE İ LGİLİ İ NANÇ VE UYGULAMALAR
Biri deryade yüzer
Biri hakipaye yüz sürer135
Cemrelere halk arasında üç kevakip-zadeler denildiğini belirten İlhan
Ayverdi, Ekrem H. Ayverdi’den yukarıdaki tekerlemeye benzer şu
tekerlemeyi nakletmektedir: Üç kevakip-zadeler biri maildir havaya, biri ab-ı
şifaya, biri yüz sürer hak-i paye (Ekrem H. Ayverdi)136.
Araplar ve Farslar arasında cemreyle ilgili çeşitli tabirler kullanıldığı gibi
Türkiye’de çeşitli yörelerdeki halk arasından yapılan bazı derlemelerde de
cemre ile ilgili tabirlere rastlanmaktadır. Bunlar yukarıda ilgili kısımlarda
verilmiştir. Yine cemreyle ilgili şu tabirler de Türk halkı arasında
kullanılmaktadır: Cemre kömürlüğe düşmüş, Cemrede kar tavada yağ
gibidir137, Cemre bizim keseye düşmüş138, Cemre yağışlı ise yıl yağışlı, hasat
bereketli139.
Değerlendirme ve Sonuç : Halk takvimi özellikle hayvancılığa ve tarıma
bağlı toplumlarda günlük yaşamı kolaylaştırmak, çeşitli işleri düzenlemek
amacıyla yüzyıllarca süren gözlemler sonucunda oluşturulmuştur.
Günümüzde duvar takvimleri başta olmak üzere bazı takvimlerde gözlemler
sonucu ortaya çıkmış olan sayılı günlerin kaydedildiğini görmekteyiz.
Halkın gözlemlerine dayanan bu sayılı günlerin pek çoğunun bilimsel hava
durumu verileriyle paralellik gösterdiği söylenebilir. Bu paralellik cemreler
için de geçerlidir. Cemre gibi çeşitli sayılı günler bilimsel araştırmalara göre
tesadüfün üstünde bir frekansla gerçekleşmektedir. Ayrıca gerek
müneccimler gerekse bazı araştırmacılar tarafından cemreler soğukların son
noktası olarak görülmekte, cemreler düştükten sonra sıcaklık düşüşleri
yaşansa da bilimsel olarak sıcaklık genelde cemrelerden önceki değerlerin
altına inmemektedir.
Genellikle Arap, Fars ve Türk kültüründe rastlanan cemre inanışının
Grek, Moğol ve Çin kavimleri arasında bulunduğu da belirtilmektedir.
Cemre inanışının Araplara ait olduğu, daha sonra çeşitli kavimlere de geçtiği
bazı kaynaklarda zikredilmektedir. Cemre inanışın ne zaman ortaya çıktığı
ile ilgili kesin bir bilgi bulunmamakla beraber X-XI. yüzyıllar arasında
135
İstanbul Ansiklopedisi, s. 3486.
İlhan Ayverdi, a.g.e., s. 470.
137
E. Kemal Eyüboğlu, On Üçüncü Yüzyıldan Günümüze Kadar Şiirde ve Halk Dilinde
Atasözleri ve Deyimler, Birinci Kitap, Doğan Kardeş Matbaacılık Sanayi A. Ş., İstanbul
1973, s. 55.
138
Ahmet Vefik Paşa, Atalar Sözü Müntehabât-ı Durûb-ı Emsâl, haz. Doç. Dr. Recep
Duymaz, Gökkubbe, İstanbul 2005, s. 122.
139
Azmi Güleç, “İklim ve İklime Dair Atasözleri, Deyimler”, Türk Folklor Araştırmaları, c.
12, S. 252, 1970, s. 5677.
136
195
ZEHRA HAMARAT
yaşamış Bîrûnî’nin konuyla ilgili bilgi vermesinden hareketle X. yüzyıl veya
muhtemelen daha eski bir zamandan beri bu inanışın var olduğunu
söyleyebiliriz. Türkler arasında cemre düşmesi inanışının ne zamandan beri
var olduğunu da bilememekteyiz. Eski Türkler gibi muğlak ifadelere
rastlanmakla beraber Semra Ertüre 1452 yılı için hazırlanmış Takvim ve
Ahkamı Sal’de cemrelerin kaydedildiğini belirtmektedir140. Ekonomisi
hayvana ve tarıma bağlı toplumlarda karşımıza çıkan cemre inanışı baharın
yaklaşıp havanın ısınmasıyla beraber üretimin de başlamasını simgelemiş ve
bu toplumların değer ve kültürleriyle zenginleşip günümüze kadar kısmi
olarak yaşamıştır.
En genel anlamıyla ısı kavramını karşılayan cemrenin ne olduğuyla ilgili
özellikle Türkiye halkı arasında pek çok inanç bulunmaktadır. Canlı bir
yaratık olduğuna inanılan cemre ile böcek, kurbağa yumurtası, Arap balığı
vb. arasında ilgi kurulduğu görülmektedir.
Cemre inanışının kaynağı hakkında özellikle Arapça ve Farsça
kaynaklarda çeşitli bilgiler verilmektedir. Çok soğuk geçen kış aylarında
ısınma ihtiyacından dolayı hayvan ve insanların bir arada yaşayabilecekleri
özel yerler yapılmış ve buraların üç bölümünde yakılan üç ateşin belli
zamanlarda söndürülmesinin cemre inanışının kaynağını oluşturduğu
belirtilmiştir. Ancak bu türden rivayetlerde ateşin söndürülmesi yani ısının
yok olması durumu görülürken halk arasında olmayan şeyin yani ısının
varlık kazandığı inancı görülmektedir. Nakledilen rivayetler ve halk
arasındaki inanış arasındaki bu zıtlık dikkat çekmektedir.
İnsanın temel bir ihtiyacını, barınma ihtiyacını cemrenin kaynağı olarak
gösteren bilgiler dışında cemrenin düştüğüne inananlar cemrenin kaynağını
ayın menzillerinin tuluu veya gurubu, güneşin hareketleri, bazı yıldızların
batması; cemrenin yükseldiğine inananlar da yerin batnı olarak görmüşlerdir.
Türk halkı arasında ise cemrenin düştüğü inanışı yaygındır; ancak biz Türk
halkının cemre ile ayın menzilleri, güneşin hareketleri ya da bazı yıldızların
batması ile ilişki kurduğuna dair herhangi bir bilgiye rastlayamadık.
Gerek Arapça, Farsça eserlerde gerekse Türk halkı arasında cemrelerin
düşüş veya yükseliş tarihlerinde bir karmaşa olduğu görülse de genel bir
tarihin varlığından söz edilebilir. Bu tarih, özellikle Rıza Abdullahî çok
farklı tarihleri nakletse de Rumi olarak 7, 14, 21 Şubat; miladi olarak 20
Şubat, 27 Şubat ve 5–6 Mart şeklindedir. Bu tarihlerde günün hangi anı
olduğu genelde belirtilmezken Mahmud Alusi seher vakti, Rıza Abdullahî
belirttiği belli günlerin gecelerini düşme anı olarak kaydetmektedir.
Cemrenin düştüğüne inanılan tarih Arap, Fars ve Türklerde yaklaşık olarak
140
Semra Ertüre, a.g.e., s. 19.
196
CEMRE DÜŞMESİYLE İ LGİLİ İ NANÇ VE UYGULAMALAR
aynıdır. Ancak ısınma zamanı göz önünde bulundurularak Harezmliler
tarafından daha geç bir tarihin cemrelerin düşme tarihi olarak kaydedildiği
görülmektedir.
Tarihler konusundaki karmaşa cemrelerin düşüş veya yükseliş yerleri için
de söz konusu olmakla beraber cemrelerin genel olarak düştüğü veya
yükseldiğine inanılan yerler de vardır. Belirtilen bu yerlerdeki düşme
sıralaması Türkler arasında hava, su, toprak şeklinde; diğer kavimlerde ise
toprak, su, ağaç şeklindedir. Diğer kavimlerde cemrelerin yükseldiğine
inanılan yerler de genellikle aynı şekildedir. Bilimsel olarak hava, su, toprak
şeklinde bir ısınma sıralamasının olamayacağı belirtilse de anasır-ı erbaa
felsefesinde ay altı âlemin yukarıdan aşağıya ateş, hava, su, toprak şeklinde
sıralandığı görüşü göz önünde bulundurularak halk arasında zikredilen bu
sıralamanın tesadüfî olmadığı, kaynağını bu görüşten almış olabileceği
düşünülebilir.
Cemre özellikle Türk halkı arasında sadece bir inanış olmakla kalmamış,
insanların hayatını pek çok yönden etkilemiştir. Hatta sadece cemrelerin
düştüğü belirtilen zamanlarda değil bu zamanların öncesinde ve sonrasında
bir etkiden de söz edilebilmektedir. İnsanların üçüncü cemrenin düşüş
tarihine göre toprağa tohum atmaları uygulamasıyla beraber üçüncü
cemrenin düşüşünü hesaplayarak koç ve teke katımı denen uygulamayı
gerçekleştirmeleri bize bunu göstermektedir.
Cemrelerin, resmi takvim bölümlemelerine dahil edilmedikleri halde
insanların gündelik hayatlarına, davranış ve kültür kalıplarına etki ettiği
anlaşılmıştır. Türk dünyasında kullanılan başka zaman unsurlarının da
etraflıca araştırılmasının Türk kültür tarihine önemli bir katkı sağlayacağını
düşünmekteyiz.
KAYNAKÇA
Abdulali el-Bircendî, Hallu’z-Zici’l-Cedidi’l-Sultanî (Yazma Eser), Süleymaniye
(Hamidiye) Kütüphanesi, nr. 840, vr. 50a.
Ahmet Vefik Paşa, Lehce-i Osmânî, haz. Prof. Dr. Recep Toparlı, Türk Dil Kurumu
Yayınları, Ankara 2000, s. 576.
Ahmet Vefik Paşa, Atalar Sözü Müntehabât-ı Durûb-ı Emsâl, haz. Doç. Dr. Recep
Duymaz, Gökkubbe, İstanbul 2005, s. 122.
Akman, Ayşe, “Denizli İlinin Bazı Yerlerinde Halk Takvimi ve Meteorolojisi”,
Uluslararası Denizli ve Çevresi Tarih ve Kültür Sempozyumu Bildiriler, c. II,
Pamukkale Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Yayınları, Denizli
2007, s. 443–452.
Ali Ekber Dehhuda, Lugatname, c.10 - 2. Kısım, Tahran hş. 1343, s. 101.
197
ZEHRA HAMARAT
Ali Ekber Nefisî, Ferheng-i Nefisî, c. 2, Şirket-i Sehâmî-i Çap-i Rengin, Tahran ş.
1318 – 1319, s. 1121.
Ali Seydi, Resimli Kamus-i Osmani, c. 1, Matbaa ve Kütüphane-i Cihan,
Dârülhilâfetilaliyye 1330, s. 347.
Ayverdi, İlhan, Kubbealtı Lugatı Asırlar Boyu Tarihi Seyri İçinde Misalli Büyük
Türkçe Sözlük, c. 1 A-G, 2. bs., Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul 2006, s. 470.
Başuğur, Emine, “İçel Yöresinde Yaşayan Sarıkeçililerin Takvim ve
Meteorolojisinden Bir Kesit”, I. Türk Halk Kültürü Araştırma Sonuçları
Sempozyumu Bildirileri 22–23 Aralık 1994 Ankara, c. 2, Kültür Bakanlığı
Yayınları, Ankara 1996, s. 143–146.
Başuğur, Emine, “Küp Köyü Takvim ve Meteorolojisi”, Türk Halk Kültüründen
Derlemeler 1996, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1998, s. 1–10.
Baykara, Resuhi, “Takvim Yılları ve Ay Adları”, Tarih Dünyası, c. 2, S. 20, Şubat
1951, s. 846–848, 873.
“Cemre”, Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi, c. 4, Gelişim Yayınları, y.y.
1986, s. 2259.
Cingöz, Meltem, “Acısu’da (Trabzon) Halk Takvimi Halk Meteorolojisi”, Türk Halk
Kültüründen Derlemeler 1993, Kültür Bakanlığı, Ankara 1995, s. 75–81.
Çağbayır, Yaşar, Orhun Yazıtlarından Günümüze Türkiye Türkçesinin Söz Varlığı
Ötüken Türkçe Sözlük (a-den), c. 1, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2007, s. 774.
Ebu’l Hasan Ali b. Hüseyin Mesûdî, Murucu’z-Zeheb, çev. Ebu’l - Kâsım Pâyende,
c.1, 3. bs., Şirket-i İntişârât-ı İlmi ve Ferhengî, Tahran ş. 1365, s. 552.
Ebu Reyhan Bîrûnî, Tercume-i Âsâru’l- Bâkiyye, trc.: Ekber Dana Sirişt, Kitabhane-i
Hayyam, Tahran ş. 1321, s. 295.
Ebu Reyhan Bîrûnî et-Tefhim li-Evâili Sınaati’t-Tencîm, neşr.: Celaleddin Humaî,
İntişarat-ı Babek, Tahran ş. 1362, s. 262.
Ebü'r-Reyhan Muhammed b. Ahmed el-Harizmi Bîrûnî, The Book of Instruction in
the Elements of the Art of Astrology, Kitâbü’t-Tefhim li-Evaili Sınaati’t-Tencim,
Kitâb al-Tafhim li-Awa’il Sina’at al-Tanjim,; ed. Fuat Sezgin, translated by R.
Ramsay Wright, TIP, Frankfurt am Main, Institut für Geschichte der ArabischIslamischen Wissenschaften, 1998, s. 183. (Islamic Mathematics and Astronomy,
29) Londra 1934’ten tıpkı basım
Ebü't-Tahir Mecdüddin Muhammed b. Yakub b. Muhammed Firuzabadi, Kamus
Tercümesi, trc. Mütercim Asım Efendi, c. 1, y.y., y.y. 1272.
Ebüzziya Tevfik, Lügat-ı Ebüzziya, c. 1, Matbaa-i Ebüzziya, Kostantiniye 1306, s.
391.
Erginer, Gürbüz, Uşak Halk Takvimi Halk Meteorolojisi, Kültür ve Turizm
Bakanlığı Milli Folklor Araştırma Dairesi Yayınları, Ankara 1984.
Ertüre, Semra, Halk Takvimlerimizdeki Klimatolojik Verilerle İstanbul Meteorolojik
Gözlem Bulguları Arasındaki İlişkiler Üzerine Bir Araştırma, Basılmamış Doktora
Tezi, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Fiziki Coğrafya Kürsüsü, 1976.
Es-Seyyid Mahmud Şükri el-Alusi, Bulugü’l-Ereb fî Ma’rifeti Ahvâli’l-Arab, tsh.
Muhammed Behcet Eseri, c.3, el-Mektebü’l-Ehliyye, 1925/1343, s. 245–246.
198
CEMRE DÜŞMESİYLE İ LGİLİ İ NANÇ VE UYGULAMALAR
Eyüboğlu, E. Kemal, On Üçüncü Yüzyıldan Günümüze Kadar Şiirde ve Halk Dilinde
Atasözleri ve Deyimler, Birinci Kitap, Doğan Kardeş Matbaacılık Sanayi A. Ş.,
İstanbul 1973, s. 55.
Hasan Enverî, “Azar”, Ferheng-i Foşorde-i Suhan, c. 1, Tahran 1382, s. 25.
Güleç, Azmi, “İklim ve İklime Dair Atasözleri, Deyimler”, Türk Folklor
Araştırmaları, c. 12, S. 252, 1970, s. 5675–5679.
http://www.webhatti.com/kultur/477056-cemre-dusmesi-nedir.html, 08.12.2009
http://blog.milliyet.com.tr/CEMRE_Nereye_Duser_/Blog/?BlogNo=230554,
22.02.2010
http://www.okudukca.net/cemre-nedir-ilk-cemre-2011-de-ne-zaman-dusecek133.html, 19 Şubat 2011
http://www.bulturk.org/site/yazarlar/emel-balkc/1386--basamaklhar-bayram.html,
03 Ağustos 2009
İstanbul Ansiklopedisi, “Cemre-Cemreler”, İstanbul Ansiklopedisi, c. 7, Reşad
Ekrem Koçu ve Mehmet Ali Akbay İstanbul Ansiklopedisi ve Neşriyat Kollektif
Şirketi, İstanbul 1965, s. 3485–3486.
İvgin, Hayrettin, “Erbain’den Nevruz’a Nevruz’dan Hıdırellez’e”, Uluslararası
Nevruz Sempozyumu Bildirileri 21–23 Mart 2000, Kültür Bakanlığı Yayınları,
Ankara 2000, s. 63–70.
Kadıoğlu, Mikdat, Bildiğiniz Havaların Sonu Küresel İklim Değişimi ve Türkiye,
Güncel Yayıncılık, İstanbul 2001.
Karabaşa, Solmaz, “Rize Halk Takvimi ve Meteorolojisi Üzerine Bir
Değerlendirme”, II. Türk Halk Kültürü Araştırma Sonuçları Sempozyumu
Bildirileri 16–18 Aralık 1998 Ankara, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 2000, s.
277–309.
Karlığa, H. Bekir, “Anâsır-ı Erbaa”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, c. 3,
İstanbul 1991, s. 149–151.
Konur, İsmet, “Cemreler”, İnanç, S. 23-24-25, Şubat 1939, s. 18-19.
Mahmud Ragıb, Nevsal-i Ragıb, Karabet Matbaası, Dersaadet 1324, s. 195-196.
Muallim Naci, Lügat-ı Naci, Asır Matbaası, [İstanbul] [1322], s. 323.
Muhammed bin Muhammed Takıyüddin Farisi, “Hallut Takvim”, nşr. Taki Bineş,
Ferheng-i İran Zemin, c. 17, ş. 1349, s. 64.
Muzaffer b. Muhammed Kasım Gonabadî, Şerh-i Bist Bab- Molla Muzaffer
(aleyhi’r-rahme ve’l-gufran) der Marifet-i Takvim, Millet Kütüphanesi,
A[li].E[miri]. Farsça, nr.: 202, s. 131.
Pakalın, Mehmet Zeki, “Cemre”, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, c.
1, İstanbul, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, 1993, s. 277–278.
Rebi-i Marifet 1302 Sene-i Kameriyesine Müsadif 1263 Sene-i Şemsiyesi İçin
Takvim-i Ebuzziya Beşinci Sene, Matbaa-i Ebuzziya, Kostantiniyye 1302.
Reinhart Pieter Anne Dozy, “Cemre”, Tekmiletü'l-Meacimi'l-Arabiyye, trc.:
Muhammed Selim Nuaymi, c. 2, Vizaretü’s-Sekâfe ve’l-İ’lam, 1980, s. 267-268.
199
ZEHRA HAMARAT
Rıza Abdullahî, “Cemre (2)”, Danişname-i Cihan-ı İslam, zir-i nazar Gulamali
Haddad Adil, c. 10, Bunyad-ı Dairetü’l-Maarif-i İslami; Encyclopaedia Islamica
Foundation, Tahran 1385hş., s. 665-667.
Şahmerdan b. Ebi’l-Hayr Razî, Ravzatü’l-Müneccimîn, nşr. Celil İhvan Zencanî,
Merkez-i Neşr-i Nüsah-i Hattî, Tahran ş. 1368, s. 44.
Türk Ansiklopedisi, “Cemre”, Türk Ansiklopedisi, c. 10, Milli Eğitim Basımevi,
Ankara 1960, s. 154.
Türkçe Sözlük, haz. Mehmet Ali Ağakay, 4. bs., Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara
1966, s. 137.
Uluğ Bey, Zic-i Sultan (Yazma Eser), Süleymaniye (Ayasofya) Kütüphanesi, nr.
2693, vr. 12a.
Yaltkaya, Şerefeddin, “Tarihte Renk”, Türkiyat Mecmuası, c. 7–8, 1940–1942, s.
41–47.
Yılmaz, Yasemin, “Cemre Tekillik Analizi”, İstanbul Teknik Üniversitesi Uçak ve
Uzay Bilimleri Fakültesi, (Basılmamış Bitirme Çalışması), İstanbul 1997.
200
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 3, Ocak-2012, s. 201-221
ÇARLIK DÖNEMİ RUS TARİH DERS KİTAPLARINDA
OSMANLI İMGESİ
Venera BAŞARAN
ÖZET: Bu çalışma 1837-1918 yılları arasında Rusya’da yayınlanan orta öğretim tarih ders
kitaplarında Osmanlı imgesini incelemektedir. Rusya İmparatorluğu tarih ders kitaplarında
Osmanlı İmparatorluğu ile ilgili yaklaşım ve değerlendirmeler ele alınarak incelenmiştir.
Öncelikle milli devlet ve milli eğitimin oluşum süreçleri incelenmiştir. Milli eğitim kavramı
çerçevesinde tarih ders kitabı incelemelerine ilginin ortaya çıkışı ve artışı, bu tür çalışmaların
inceleme amaçları araştırmada yer almıştır. Bir devletin siyasi yapısı, toplumun siyasi, kültürel,
ideolojik ve diğer değerler üzerine etkisini ortaya koyar. Bu çalışma bütün bu değerlerin bir
milletin üzerinde kurulan imgeleri nasıl etkilediğini göstermeye çalışmıştır. Çalışma sırasında
araştırmanın temel eseri olan tarih ders kitaplarında yer alan imgeler dönemin koşulları göz
önünde bulundurularak ortaya konulmaya çalışılmıştır. Osmanlı ve Rus tarihinin önemli
kırılma noktaları örnek olarak verilmiş, bu konular üzerinde yapılan yorumlar aktarılmıştır.
Rus tarih ders kitaplarında bulunan resimler de bu çalışmada yer almıştır. Bu görüntüler
aracılığıyla verilmek istenilen mesaj ve imgeler de yorumlanmıştır.
Anahtar Kelimeler: Milli Eğitim, Tarih Ders Kitabı, Osmanlı İmparatorluğu, Rusya
İmparatorluğu, Osmanlı İmgesi
OTTOMAN IMAGE IN RUSSIAN HISTORY TEXTBOOKS OF THE TSARIST PERIOD
ABSTRACT: This work investigates the Ottoman image derived from secondary school
history textbooks published in Russia between 1837 and 1918. More precisely, it examines the
Russian history textbooks’ approaches and assessments related to Ottoman Empire. At first, the
formation processes of nation state and national education were analyzed. Within the limits of a
national education’s concept, there are such issues as occurrence and increase in interest to
history textbooks’ research, and also the purpose of the given researches. State’s political
structure affects society’s political, cultural, ideological and other values. This study showed
how all these social values influence one nation’s images. The images in the history textbooks
depending on period of time was examined and the main breaking periods of Ottoman and
Russian Empire’s history were indicated by using interpretation method of measurement. The
pictures represented in Russian history textbooks are also included in the scope of this study.
The messages and images drawn out through those illustrations are also interpreted.
Keywords: National Education, History Textbook, Ottoman Empire, Russian Empire,
Ottoman Image
Giriş: “Demir perde”nin çöküşü, milletlerin yakınlaşmasına imkân
sağlamasına rağmen Sovyetler Birliği ve Yugoslavya’nın dağılması, Avrupa
kıtasındaki barış ve güvenlik süreçlerini tehdit altında bırakmıştır. Etnik
çatışmaların patladığı çağdaş dünyada, bu çatışma ve anlaşmazlıklara sebep
olan nedenler incelenmeye başlanmıştır. Diğer milletlere karşı stereotip,
önyargı, yabancı düşmanlığı gibi süreçlerin nasıl geliştiğini incelemek; bir

İstanbul Üniversitesi Uluslararası İlişkişkiler Bölümü doktora öğrencisi.
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 3, Ocak-2012, s. 201-221
VENERA BAŞARAN
millete ilişkin imgelerin nasıl ve hangi olaylara bağlı kalarak oluştuğunu
öğrenmek önemli bir mevzu haline gelmiştir. Tüm bu süreçlerde milli eğitim
de sorumlu tutulmaya başlamış, siyasi ve pedagoji çevrelerinde ilgi
uyandırmıştır. Böylece, son 20 yıl tarih ders kitaplarına yönelik araştırmalar
giderek artmıştır1.
Tarih ders kitaplarına ilginin İkinci Dünya Savaşı sonrasında da var
olduğu görülebilir. Ders kitaplarını inceleme ve yeniden yazma amacıyla
1951 yılında Georg Eckert Enstitüsü kurulmuş ve bu enstitüde Uluslararası
Ders Kitaplarını Araştırma Ağı oluşturulmuştur. Enstitü tarafından ders
kitaplarını inceleme sürecinde farklı projeler sürdürülmüştür.2 Böylece,
uluslararası işbirliğinde çok önemli bir adım atılmıştır. Çünkü daha önce
eğitim alanı ve doğal olarak, ders kitapları da milli egemenliğin dokunulmaz
bir parçası kabul edilmişti. 3 Fakat yukarıda da belirtildiği üzere, ders
kitaplarına esas ve daha derin ilgi Sovyetler Birliği ve Yugoslavya gibi
devletlerin çöküşü ve yeni millî devletlerin ortaya çıkması ile birlikte
olmuştur.
Dünyadaki gelişmeler çerçevesinde meydana gelen yeni millî devletlerin
asıl amaçları, ayakta kalabilmek, idare kurumları yaratmak ve uluslararası
bir düzeyde meşruiyet, başka bir ifade ile egemenlik kazanmaktı. Diğer
taraftan da ülkelerdeki egemen ideolojinin de yok olması ile beraber, bu
ülkelerin temel ilkelerini yeni dünya düzenine uyumlu hale getirmek
gerekliydi. Bu da ülkenin milli temellerinden birisi olan eğitimin de
değişimini gerektirmişti. Eski dünya düzeninde iki kutuplu sistemin var
olması, her iki kutuptaki eğitim sisteminin de belirli yönde gelişmesini ve
ideolojik olmasını sağlamıştır. İki kutuplu sistemin çöküşü, ülkenin
demokratik yolda gelişmesini ve doğal olarak diğer devletler ile de ilişki
geliştirmesini beraberinde getirmiştir. Bu gelişmelerin var olmasının ancak
eğitimi ve doğal olarak, tarih ders kitaplarını da gözden geçirmekle mümkün
olacağı görülmüştür.
Milli eğitime ilginin artması ile tarih ders kitaplarında yer alan diğer
milletlere ilişkin imgelere de ilgi artmıştır. Bazı ülkelerde imgelerin ortaya
çıkmasını, var oluşunu ve toplumsal etkisini inceleyen bilim dalına
1
Falk Pingel, Avrupa Evi. Ders Kitaplarında 20. Yüzyıl Avrupa’sı, Türkiye Ekonomik ve
Toplumsal Tarih Vakfı, İstanbul 2003, s. 9.
2
Wolfgang Höpken, “Textbooks and Conflicts. Experiences from the Work of the GeorgEckert-Institute for International Textbook Research”,
http://siteresources.worldbank.org/EDUCATION/Resources/2782001121703274255/1439264-1126807073059/World_Bank.pdf [19.09.2008]
3
Leo Fernig, “The International Bureau of Education in Geneva a Centre of the Progressive
Education”, http://www.unesco.org/education/pdf/FERNIG_2.PDF [22.09.2008]
202
ÇARLIK DÖNEMİ RUS TARİH DERS KİTAPLARINDA OSMANLI İ MGESİ
imgebilim denilmiştir. Bu bilim dalı, öncelikle edebiyatta yaygınlık
kazanmıştır. Zaman içerisinde imgebilimin araştırma alanı, edebiyat
alanından tarih alanına da kaymıştır4. Diğer milletlere ilişkin imgelerin
araştırılmasının milli tarih eğitimi ile iç içedir.
Milli eğitim devlet politikasının en önemli stratejik alanına dönüşmüştür.
Milli tarih eğitiminin amaçları kolektif bellek oluşturmak, milli kimlik
yaratmak, yurttaş yaratmak gibi öğeler olarak sıralanabilir.
Her devletin tarihi inişli ve çıkışlı bir seyir izlemektedir. Hiç kuşkusuz
her millet geçmişini yeni nesillere aktarırken, doğal olarak, büyüklüğünü,
gücünü, yenilmezliğini ortaya koymaya çalışmaktadır. Kolektif bellek de bu
amaçları hayata geçirmek için önemli bir rol oynamaktadır5. Kolektif bellek,
eğitimin yapılaşma, millileşme ve gelişme süreçlerinde de önemli rol
oynamaktadır. Hiç kuşkusuz, bu olgunun öncelikli etkisi tarih eğitiminde
gözlemlenebilmektedir. Böylelikle milli tarih eğitiminin kolektif bellek
temeli üzerinde inşa edildiği söylenebilir.
Milli kimliğin gelişimi de çok önemli bir süreçtir. Milli kimlik, birey ya
da halkların kendi kökleriyle ilgili olarak farklı biçimlerde ortaya çıkmıştır:
Eski geleneklerini yaşatmaktan kendi milli devletini kurma isteğine kadar
uzanabilmektedir. Milli kimliğin var olmasını sağlayan ortak değer ve ortak
davranışlardır. Bu özellikler, milli kimliğinin oluşumunu ve tarih boyunca
varlığını ve önemini kaybetmemesini sağlamıştır6.
Milli tarih eğitiminin önemli amaçlarından biri de, vatansever ve sadık bir
yurttaş oluşturmaktır. Yurttaşlık kavramı çeşitli tarihsel dönüşümlerin
sonucunda günümüzdeki anlamına ulaşmıştır. Yurttaşlık bireylerin bir
topluma ait olduğunu göstermekte, bireyin yabancıdan farklılığını ortaya
koymaktadır 7.
Böylece, tüm bu milli tarihi oluşturan mekanizmanın anlaşılması, bir
millete ilişkin imgelerin ortaya çıkartılmasında başrol oynamaktadır. Bu tür
araştırmaları yaparken de bu faktörleri göz önünde bulundurmak
gerekmektedir.
Bu tespitlerin ışığında, bir milletin yaşadığı tarihi gelişme ve süreçler
kuşkusuz ön plana çıkmaktadır. Tarihi önyargılar, farklı etnik gruplar
4
Joep Leerssen, “Images-Information-History and Method of Imagology”,
http://cf.hum.uva.nl/images/info/historymethod.html [25.04.2009].
5
Moris Halbwaks, “Kolektif ve Tarihi Bellek”, http://magazines.russ.ru/nz/2005/2/ha2.html
[15.09.2008].
6
Nuri Bilgin, Kimlik İnşası, Aşina Kitaplar, Ankara 2007, s. 35.
7
Dominique Schnapper, Yurttaşlar Cemaati: Modern Ulus Fikrine Dair, Kesit Yayıncılık,
İstanbul 1995, s. 102.
203
VENERA BAŞARAN
arasındaki ilişkilere ve işbirliğine engel olup zamanla norm haline gelerek,
tartışmasız ve sabit bir unsur olarak nesilden nesle aktarılmaktadır.
Günümüzdeki eğitim temelinin, milliyetçi ve etnik yapıya dayandığı
aşikârdır. Tarih, her milletin ne olursa olsun kendi sınırlarını korumaya,
kültür ve medeniyetini yüceltmeye ve diğer milletler ile farklılıklarını öne
çıkarmaya çalıştığını göstermektedir8.
Çarlık Dönemi Tarih Ders Kitaplarının Özellikleri: Eğitim, hiç
kuşkusuz, sosyal hayat, iç politika ve ülkedeki durumun önemli bir
göstergesidir. Rusya’da 18. asra kadar sadece dini eğitim veriliyordu. Bu
asırdan itibaren seküler eğitim veren ilk devlet okulları açılmıştır. Seküler
devlet okullarının açılmasına rağmen genel eğitimde din eksenli eğitim
devam etmiş, kilise tarafından yayınlanan ders kitaplarının egemenliği
sürmüştür.
1890-1894 yılları arasında yayınlanan kitaplar konuları açısından
aşağıdaki gibi sınıflandırılabilir: Dini eserler (%20.13), edebi eserler
(%18.98), ansiklopedik eserler (%10.13), ders kitapları (%9.43), tıp kitapları
(%8), tarih kitapları (%7.29), halk için kitaplar (%6.22), siyasi, finans
kitapları (%5.88), hukuki eserler (%4.44), çocuk kitapları (%4.16), fen ve
doğa bilim eserleri (%3.71), felsefi eserler (%1.63) v.s.9 Görüldüğü gibi dini
eserler sosyal hayattaki değişikliklere rağmen ağırlığını korumaya devam
etmiştir.
19. asırda tarih ders kitaplarının birçoğu ünlü Rus aydın ve öğretmenler
tarafından yazılmıştır. Bu dönem ders kitaplarının ortak özelliklerini
belirtmemiz gerekirse, bu ders kitapları sade bir tarzda yazılmış ve bazı
kitaplarda görsel malzemeler kullanılmışsa da, bu görseller ünlü kişilerin
resimleri ile sınırlı kalmıştır. Bu açıdan çok sayıda resmin kullanıldığı
Aleksandr Kaçkaçov’un ders kitabı ötekilerden ayrılır.10 Kaçkaçov’un
Russkaya İstoriya v İllyustratsiyah kitabında kullanılan görsellerin önemli
bir bölümü savaşlara özgüdür. İvan Kaydanov ise 1837 basımlı Uçebnaya
Kniga Vseobşçey İstorii (Dlya Yunoşestva) kitabında derkenarlar düşerek
okuyucunun dikkatini önemli gelişmelere çekmeye çalışmıştır.11 Nikolay
Bajenov’un 1907 tarihli Uçebnik Russkoy İstorii ise önemli tarihi kişiliklerin
özgeçmişlerine yer vererek metni dikkat çekici bir hale getirmeye
8
John Issıtt, “Reflections on the Study of Textbooks”, History of Education, Vol. 33, 6, 2004,
s. 683-696.
9
Bolşoy Rossiyskiy Ensiklopediçeskiy Slovar, BRE, Moskva 2003, s. 417.
10
Aleksandr Kaçkaçov, Russkaya İstoriya v İllyustratsiyah, Putevodnıy Ogonyok, Moskva
1908.
11
İvan Kaydanov, Uçebnaya Kniga Vseobşçey İstorii (Dlya Yunoşestva). İstoriya Srednih
Vekov, 1. Baskı. İmperatorskaya Akademiya Nauk, Peterburg 1837.
204
ÇARLIK DÖNEMİ RUS TARİH DERS KİTAPLARINDA OSMANLI İ MGESİ
çalışmıştır12. Ders kitaplarında metinler bölüm ve alt bölümlere ayrılarak ve
bu bölümler için dikkat çekici başlık ve alt başlıklar kullanılarak okurun
kitabı kolaylıkla izlemesi sağlanmıştır.
İvan Kaydanov ve Mihail Bogoslovskiy gibi bazı yazarların ruhban
okullarında eğitim almış olmaları, hiç kuşkusuz, yazdıkları kitaplara da
yansıyan etkiler yaratmıştır. Bu etki gerek metinlerde benimsenen anlatım
tarzında, gerekse kitapların içeriğinde görülmektedir.
Rusya’da 19. yüzyılın sonundan 20. yüzyılın başına kadar Ortodoksluk
ve kilise eğitim alanında etkisini arttırmıştır. Ortodoksluğa dayanan okul
eğitimi, öğrencilerin çarlık rejimi ve yapısına sadakat, devrim fikirlerinden
uzak durmak gibi düşünceleri benimsemesini sağlamaya çalışmıştır. Bu,
eğitim düzeyini yakından etkilemiş, ders ve ders kitaplarının içeriğini de
önemli bir biçimde belirlemiştir.
Osmanlı Türklerinin Fetihleri ve Yeniçeriler: Orta çağ tarihinde
Osmanlı Türklerinin fetihleri önemli yere sahiptir. Kaydanov bu fetihleri
anlatırken Osmanlı ordusu ve sultanlarına önemli bir yer ayırmış, Osmanlı
sultanlarını son derece övücü ifadelerle tasvir etmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun kurucusu olarak ele aldığı Osman Bey için
kullandığı ifadeler bu açıdan örnek olarak ele alınabilir: “Emir Osman, silah
kullanma konusundaki ustalığı, yönetim alanında sergilediği bilgeliği ve iç
güzelliği ile o kadar ünlü oldu ki, ardılları ve yönettikleri Türkler büyük bir
onur ile Osmanlı ismini almışlardır”13. Oğlu ve varisi Orhan ise, “cesur bir
fatih ve kurnaz siyasetçi” olarak gösterilmiş, onun yönettiği dönemde
Türklerin hâkimiyetini Anadolu’ya yaydığı vurgulanmıştır14. Kaydanov, 14.
yüzyılda Makedonya, Bulgaristan, Teselya ve neredeyse tüm Yunanistan’ı
ve Anadolu’nun bir kısmını ele geçiren Beyazıd’ın “tüm düşmanlarını yıkıp
geçtiği” için kendisine verilmiş olan Yıldırım lakabını hak etmiş olduğunu
belirtmiştir 15. Fatih Sultan Mehmet ise ders kitabında “II. Mogammed” ve
“Büyük Türk İskender’i” ismi ile tanıtılmıştır 16.
Kaydanov, Osmanlı Türklerinin piyade ordusunu tasvir ederken, şunu
belirtmiştir: “ordu, askeri yapı bakımından korkunç; dini fanatizm açıdan ise
zapt olunmazdır”17. Görüldüğü gibi, ordunun tasvirinde dini faktör
12
Nikolay Bajenov, Uçebnik Russkoy İstorii, Skoropeçatiya İ. Ja. Lebedeva Kronştadt 1907.
Kaydanov, a.g.e, s. 299.
14
Aynı yer.
15
Kaydanov, a.g.e, s. 303.
16
Kaydanov, a.g.e, s. 305.
17
Kaydanov, a.g.e, s. 299.
13
205
VENERA BAŞARAN
önemlidir, askerlerin din konusunda fanatik oldukları da belirtilmiş ama
fatihlerin hangi dine ait oldukları açık bir biçimde belirtilmemiştir.
Diğer taraftan Kaydanov, Türk ordusunun askeri başarılarını Doğu Roma
İmparatorluğu’nun içinde bulunduğu siyasi koşullara da bağlamaktadır:
“Doğu Roma İmparatorluğu bu kadar kötü bir durumda olmasaydı,
Osmanlıların hâkimiyeti bu kadar kısa bir sürede güçlenmezdi”18. Fakat her
ne kadar Türklerin başarıları fethedilen ülkenin durumuna bağlansa da,
Kaydanov, Türk ordusunun o dönemde çok güçlü ve “zapt olunmaz”
olduğunu defalarca dile getirmiş ve kanıtlamaya çalışmıştır.
Çarlık dönemi tarih ders kitaplarında görülen ortak özellik “piyade
ordusunun” diğer ifade ile yeniçerilerin başarılı Türk fetihlerinin
nedenlerinden birisi olarak gösterilmesidir. Örneğin, Dvornikov, “Osmanlı
Türklerinin yeniçeri adlı piyade ordusunu bir ilk olarak kullanmaya
başladığını, yeniçerilerin de sultandan maaş, giyim, silah alıp, sultana çok
sadık olduklarını ve onun için çok cesurca savaştıklarını” belirtmiştir19.
Kaydanov da, I. Murat döneminde “Yeniçeri” ismini taşıyan piyade Türk
ordusunun güçlendiğini söylemiştir. Yazar, yeniçerilerin kimlerden oluştuğu
konusuna hiçbir şekilde değinmemiştir. Bir tek Petr Dvornikov yeniçerileri,
“işgal edilen bölgelerden Müslümanlığı kabul etmiş Hıristiyanlar” olarak
göstermiştir20. Görüldüğü üzere, çarlık dönemi tarih ders kitaplarında
“yeniçeri” konusu çok fazla ayrıntı ile incelenmemekle beraber, nesnel bir
biçimde ele alınmıştır.
İslam Tehdidi ve İstanbul’un Fethi: Çarlık dönemi tarih ders
kitaplarının orta çağ tarihinde aydınlattığı ve en çok önem verdikleri konu
Bizans’ın çöküşü ve İstanbul’un fethidir. “İslam tehdidi” olarak adlandırılan
bu bölümün başlığı Kaydanov’un Osmanlı fetihleri ile ilgili kullandığı
terimden kaynaklanmaktadır. Çarlık dönemi tarih ders kitaplarında Bizans’ın
fethi ve Konstantinopol’ün düşüşü konusunda yapılan açıklamalarda fetih iç
ve dış faktörlerin ışığı altında gerçekleşen bir gelişme olarak gösterilmekte,
fetihte din unsuru en önemli faktörlerden birisi olarak öne çıkartılmaktadır.
Kaydanov, fetih öncesi Bizans’ın durumunu ‘feci’ olarak nitelendirmiş,
hükümdarların halka zulüm ettiğini, ‘fakirlik, tembellik, yerginlik ve
cinayetlerin, insanların devlete olan bağlılığını zedelediğini’ dile getirmiştir.
18
Aynı yer.
Petr Dvornikov, İstoriya Srednih Vekov. Uçebnik, Tipografiya G. Lissnera i D. Sobko,
Moskova 1909, s. 241.
20
Aynı yer.
19
206
ÇARLIK DÖNEMİ RUS TARİH DERS KİTAPLARINDA OSMANLI İ MGESİ
Yazara göre, Bizans’ın kötü durumda olması, hiç kuşkusuz, Osmanlı
Türklerinin İstanbul’un fethini kolaylaştırmıştır21.
Bizans’ın fethi konusu incelendiğinde dini faktör son derece önemlidir.
Ortodoksluk, diğer ülkeler ile ilişkilerini belirleyen önemli bir unsurdur.
Osmanlı Türklerinin ilerlemesi ile Avrupa’da bir İslam tehlikesi korkusu
oluşmaya başlamıştır. Bizans İmparatorluğu, ‘eski Haçlı seferleri
zamanlarındaki gibi İslam’a karşı çıkacaklarını ümit ederek’, Osmanlı
Türklerinden korunmak için ilk önce Batı Avrupa Hıristiyan ülkelerinden
yardım istemiştir. Fakat ‘Doğu Kilisesine İslam’dan tehlike ve tehdit
görünmüş olmasına rağmen, Batı ve Doğu kiliseleri arasındaki dini
düşmanlık dört yüzyıldan fazla sürmüş ve bitmemiştir’22. Görüldüğü gibi,
tehdit Osmanlı Türklerinden çok İslam’dan beklenmiştir.
Daha önce de belirtildiği gibi, çarlık dönemi tarih ders kitaplarını
yazanların çoğunun ruhban okulunda eğitim görmüş olması tarih ders
kitaplarının içeriğini etkileyen önemli bir faktördü. Ayrıca, bu dönem
eğitimin Ortodoksluk temelli olduğunu da göz önünde bulundurmamız
gerekmektedir.
Bajenov ders kitabında İstanbul’un fethi ile ilgili dipnotta şu bilgiyi
aktarmıştır: ‘Ayasofya Katedrali ve diğer Hıristiyan tapınakları camiler veya
Müslüman ibadethanelerine dönüştürülmüş, üzerine haç yerine hilal simgesi
konulmuştur’23. Kaydanov ise fethi kaleme alırken, ‘büyük, kalabalık ve
ortaçağın en eğitimli devlet’” olarak nitelendirdiği Doğu Roma
İmparatorluğu’nun “yavaşça kendi ölümünü hazırladığını” öne sürmüş,
“Kur-an’ın Hıristiyan dünyasının merkezine geldiğini” belirterek sözlerini
bitirmiştir24.
Böylece, İstanbul’un fethi konusunu ele alan yazarlar üç farklı noktaya
değinmişlerdir. Birincisi, Bizans İmparatorluğu’nun iç durumu ile ilgilidir.
Halkın yaşadığı anlaşmazlıklar, bölünmüşlük fethi kolaylaştırmıştır. İkincisi
ise, Batı (Katolik) ve Doğu (Ortodoks) kiliseleri arasındaki “dini
düşmanlığı” kapsamıştır. Bu durum Bizans’ın yenilgisine sebep olarak
gösterilmiştir. Üçüncüsü de, İstanbul’un fethi, Müslümanlığın Hıristiyan
dünyasına nazaran daha öne çıkmasını sağlamış, bu noktadan itibaren Batı
ülkeleri için yeni tehdit olarak İslam’ın oluştuğu belirtilmiştir.
Osmanlı Türkleri ve Fethedilen Ülkelerdeki Halkın Durumu:
Osmanlı Türklerinin Anadolu, Asya ve Balkan yarımadasındaki fetihleri
21
Kaydanov, a.g.e, s. 300.
Dvornikov, a.g.e, s. 242.
23
Bajenov, a.g.e, s. 54.
24
Kaydanov, a.g.e. s. 300.
22
207
VENERA BAŞARAN
sonucunda Osmanlı Devleti, imparatorluğa dönüşmüştür. Bu devlet büyük
topraklara yayılıp, farklı milletleri, farklı dini inançlara sahip halkları aynı
çatı altında toplamayı ve altı yüz yılı aşkın bir süre yönetmeyi başarmıştır.
Osmanlı İmparatorluğu’nun çok milletli yapısı doğal olarak yazarların çeşitli
milletlerin bir arada nasıl yaşadığı konusuna ilgi duymasına yol açmıştır. Bu
çerçevede Osmanlı İmparatorluğu’nda farklı halkların durumu Çarlık
dönemi ders kitaplarında da detaylı bir şekilde incelenmiştir.
Kaydanov, “Doğu Roma İmparatorluğu’nun Türkler tarafından
fethedilmesinin sonuçları” isimli bir alt başlık altında fetih sonrası dönemi
incelemiştir. Yazar öncelikle “eğitimli Yunanlıların Asya barbarlarının eline
düşmüş olmasını görmenin”, “insan ruhuna aykırı”25 olduğunu söylemekle
birlikte Doğu Roma İmparatorluğu halkı için belirtilen “kölelik
boyunduruğunun söylendiği kadar korkunç ve ağır olmadığını”26 öne
sürmüştür. Her ne kadar Kaydanov Bizans İmparatorluğu’nun yenilmesine
üzülmüş olsa da, onun Katolik kilisesinin etkisi altına girme ihtimalini daha
da kötü bulmuştur. Ona göre, Bizans “Katoliklerin işgaline uğrasaydı, onlar
da kendi geleneklerini, kendi feodalizmini, kendi kanun ve hukukunu, dini
geleneklerini ve Katolik kilisesinin yasalarını getireceklerdi”, böylece
Yunanlılar “milli niteliklerini kaybetmiş olacaklardı” 27. Kaydanov’a göre,
“Türkler, her ne kadar sert, İslam fanatiği, Avrupa ülkelerinin eğitimine
benzemeyen eğitime sahip olsalar bile, Yunanlıları ezmiş olmakla birlikte,
yaşam biçimlerine karışmıyorlardı”28.
Yazar, Türklerin Yunanlılara karşı tutumunu Moğolların Ruslara karşı
davranışları ile karşılaştırmıştır: “onları köle gibi görüyorlardı, fakat sivil
işlerine ve din meselelerine karışmıyorlardı”. Bu yüzden, yazara göre, “Türk
hâkimiyeti altında olan Yunanlılar kendi geleneklerini, dinlerini, milli
özelliklerini ve tarihlerini koruyarak günümüze kadar sürdürebilmişlerdir”29.
Daha da ilginci yazar ilerideki sayfalarda Bizans’ın fethinin “Avrupa
eğitimi için aslında hayırlı”30 olduğunu söylemiştir. Kaydanov’a göre,
Türkler Avrupa’yı doğudan gelecek daha kötü saldırılara karşı korumuş,
“Avrupalıların Asya halkları ile ticari ilişkiler başlatmasına imkân
tanımışlardır”31. Ayrıca, “Türklerden korkmalarının Avrupa için faydalı
olduğuna, zira Avrupa’da vatandaş düzenini koruyan papa hâkimiyet
25
Kaydanov, a.g.e, s. 306.
Kaydanov, a.g.e, s. 307.
27
Aynı yer.
28
Aynı yer.
29
Aynı yer.
30
Aynı yer.
31
Kaydanov, a.g.e, s. 308.
26
208
ÇARLIK DÖNEMİ RUS TARİH DERS KİTAPLARINDA OSMANLI İ MGESİ
düşüncesinin, bu düzeni korumak için başka bir dış güç gerektirdiğini, böyle
bir gücün de Türklerin elinde olduğuna” dikkatleri çekmiştir, çünkü hilal
sembolünü gören Avrupalıların “korkudan kendi aralarındaki anlaşmazlıkları
unuttuğunu, daha da sıkı birleştiğini” dile getirmiştir32.
Son olarak yazar Türk fetihlerinin yarattığı olumsuz etkilerin ve Türk
korkusunun Avrupalılar tarafından iyice abartıldığını” belirterek, Türklerin
“Avrupa devletlerinin bağımsızlığı için hiçbir zaman tehdit oluşturmadığını”
ileri sürmüştür33.
Dvornikov ise Bizanslı köylü ve işçileri “demokratik nüfus” olarak
tanımlamıştır. Yazara göre, köylü ve işçilerin durumu Osmanlı fethi ile
değişmemiştir. Bizans döneminde de “demokratik nüfusu kendi hükümetinin
ağır vergilendirme politikasından muzdaripti” ve fetihten sonra da onlar
“eski şartlarda yaşamaya devam etmişlerdir”34. Yazara göre, aslında fetihten
sonra durumu değişenler soylular olmuştur: “Türkler soylulardan arazilerini
alarak kendi komutanlarına vermişler, Bizanslı toprak sahiplerini ise uzak
bölgelere göndermişlerdir”35.
Kareev, diğer yazarlardan farklı olarak “Türk hâkimiyeti altında bulunan
Yunanlıların durumunun kötüleştiğini” belirtmiştir. Bunu kanıtlamak için,
“(Türk) hükümdarların aklına Yunanlıları tamamen yok etme gibi fikirlerin
geldiğini; Balkan yarımadasının tüm nüfusunun reaya’ya dönüştürüldüğünü;
Türklerin bütün toprağı sultanın mülkiyeti olarak gördüklerini ve bu yüzden
toprağı kullanan halktan büyük vergi topladıklarını; tüm yetişkin erkek
nüfusu askeri hizmetten kurtulmak için özel vergi ödemek zorunda
bırakmalarına rağmen, yeniçeri ordusunu tamamlamak için erkek çocukların
vergi olarak toplandığını” iddia etmiştir 36. Bunun yanı sıra, yazar kötü bir
yönetim organizasyonuna dikkat çekerek, Yunanlıların var olan imtiyazları
kullanmalarını engellediğini, ancak Yunan kilisesinin ve yerli yönetimin
özerkliği sayesinde, bu imtiyazların, Türk boyunduruğu altında bulunan
Yunanlıları yok olmaktan kurtardığını belirtmiştir37.
32
Kaydanov, a.g.e, s. 308
Kaydanov, a.g.e, s. 306-309.
34
Dvornikov, a.g.e, s. 241.
35
Aynı yer.
36
Nikolay Kareev, Uçebnaya Kniga İstorii Srednih Vekov, Tipografiya M. M. Stasyuleviça,
Sankt-Peterburg 1900, s. 170. Kareev’in bu iddialarını yalanlayan birçok kaynağı göstermek
mümkündür. Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayan Rumların birçok hakka sahip olduklarını,
ayrıca çok zengin kısmı oluşturduklarını ve kilise yönetiminde serbest olduklarını
belirlemek gerekir. Ayrıntılı bkz. Yelda Demirağ, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Yaşayan
Azınlıkların Sosyal ve Ekonomik Durumları”,
http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/19/1270/14615.pdf, [15.04.2011].
37
A.g.e., s.170.
33
209
VENERA BAŞARAN
Kareev Osmanlı fetihlerinin “Avrupa’nın Doğu ile sürdürdüğü ticareti
kötü etkilediğine” dikkat çekmiştir38. Buna karşılık, Kareev, “Türklerin
Bizans İmparatorluğu’nu fethederek İtalya’da Yunanca öğretmenlerin
artmasını yol açtığını”39, böylelikle Avrupa’da Bizans’ın tarihi, etnografik ve
siyasi bilimlerin de bu dönemde yaygınlaşmasını sağladığını” belirtmiştir40.
Osmanlı Türklerinin fetih sonrası durumunu değerlendiren Rus yazarlar,
Yunan yerli yönetimi ve kilisesinin özerkliğinin Yunan din, dil ve
geleneklerini sürdürebilmelerini sağladığı konusunda hemfikirdiler. Sadece
Kareev diğer yazarlardan farklı olarak, Yunanlıların durumu ile ilgili ağır bir
vergilendirme politikasına değinerek, Yunanlıların yok olma tehlikesiyle
karşı karşıya kaldıklarını belirtmiştir.
18. Yüzyıl Osmanlı-Rus Savaşları: Rusya İmparatorluğu’nun tarihinde
18. yüzyılın ikinci yarısı (1762-1796) Çariçe II. Katerina ve oğlu I. Pavel
(1796-1801)’in egemenliği altında idi. Osmanlı İmparatorluğunda ise 17501800 yılları arasında dört sultan tahta geçmiştir: III. Osman, III. Mehmet, I.
Abdülhamid ve III. Selim. Bajenov’a göre de: “Dış politikada çariçe II.
Katerina özellikle kendi zamanına kadar tüm Avrupa’yı korkutan ve
kendisinden itibaren gücünü kaybetmeye başlayan Türkler ile sürdürdüğü
savaşlarındaki zaferler ile ün kazanmıştır”41. Bu dönemde hem denizde hem
de karada büyük Osmanlı-Rus savaşları gerçekleşmiştir. Ders kitaplarında
ayrıntılı olarak şu savaşlar incelenmiştir:
1. 1768-1774 I. Osmanlı-Rus savaşı. Savaş, karada Moldova ve
denizde Çeşme’de gerçekleşmiştir.
2. 1787-1791. II. Osmanlı-Rus savaşı Moldova ve Kırım’da
gerçekleşmiştir. İsmail kalesinin ele geçirilmesi bu savaşın en
önemli dönüm noktalarından biridir.
Aynı zamanda bu dönemden itibaren Rus dış politikasında “doğu sorunu”
terimi kullanılmaya başlanmıştır. Borgman, “doğu sorunu” teriminin ilk
olarak “Avrupa ile Asya halkları arasındaki, ikinci olarak Hıristiyan ile
Müslümanlar arasındaki; üçüncü olarak Balkan Hıristiyanları ile Türkler
arasındaki ve son olarak da Rusya (ve diğer Avrupa ülkeleri) ile Osmanlı
İmparatorluğu arasındaki karşılıklı ilişkileri belirtmek için kullanıldığını” 42
belirtmiştir.
38
Kareev, a.g.e, s. 181.
Kareev, a.g.e, s. 183.
40
Kareev, a.g.e, s. 184.
41
Bajenov, a.g.e, s. 115.
42
Aleksandr Borgman, Uçebnaya Kniga Po Russkoy İstorii, İzdanie T-va A.S. Suvorina,
“Novoe Vremya”, Sankt-Peterburg 1913, s.120.
39
210
ÇARLIK DÖNEMİ RUS TARİH DERS KİTAPLARINDA OSMANLI İ MGESİ
İncelenen tarih kitaplarında Birinci Osmanlı-Rus Savaşı ile ilgili olarak
vurgulanan konuların başında Rusya’nın sayıca üstün olan Osmanlı
ordusunu yendiği gelmektedir. Bajenov, “Türklere karşı askeri hücumların o
dönem Osmanlının vilayeti olan Moldova’da yapıldığını, ilk savaş sie Prut
Nehrinin bir kolu olan Larga Nehrinin kıyılarında Kırım Tatarlarına karşı
gerçekleştiğini ve Kırım Hanlığının ordusunun üç kat daha fazla olmasına
rağmen, Rusya’nın bu savaşı kolaylıkla kazandığını” öne sürmüştür43.
Ayrıca, yazar, “Türk ordusundaki askerlerin sayısını 150 bin, Rus
ordusundakilerin sayısını ise 17 bin olarak”44 vermiştir.
Kaçkaçov da Birinci Osmanlı-Rus Savaşını anlatırken taraflar arasındaki
güç dengesine dikkat çekerek “güçlerin eşit olmadığını, Rus ordusunda 30
bin askerin olduğunu, karşılarına ise 80 bin kişilik Kırım ordusunun
çıktığını, aynı zamanda da Tuna Nehri’ne doğru 150 bin kişilik bir Türk
ordusunun yaklaştığını” ifade etmiştir 45.
Bajenov, Rus başkumandanı Rumyantsev’in Osmanlı ordusunun sayıca
üstünlüğünü gerekçe göstererek yardım istediğinde çariçenin “Romalılar
düşmanın sayısını değil, düşmanın nerede olduğunu soruyorlardı”
biçimindeki cevabına yer vermiştir46. Yazar, “bu savaşta sultanın muhafızları
olan yeniçerilerin cesaret gösterdiğini” belirtmiş, ancak; başkumandan
Rumyantsev’in sonuçta Türkleri yendiğini ve “Tuna Nehrini geçtiği için
‘Tuna Fatihi’ unvanı aldığını” söylemiştir47.
Kaçkaçov da, Türklerin yenilgisini anlatırken, “Rumyantsev düşmanlarını
öyle bir yenilgiye uğratmıştır ki, Türkler herşeyi geride bırakıp korku içinde
kaçarak Tuna Nehri’ne atlayıp canlarını kurtarmaya çalışmışlardır”
demiştir48.
Aynı savaşta İzmir yakınlarındaki Çeşme’de büyük bir deniz savaşı da
gerçekleşmiştir. Bajenov “Rus donanmasının başkumandanı Kont Aleksey
Orlov’un geceleyin Türk gemilerine yangın gemileri gönderdiğini, böylece
bir gemi dışında Türk donanmasının yanıp yok olduğunu, kendisinin de bu
savaş dolayısı ile “Çeşme Fatihi” unvanı aldığını” dile getirmiştir49. 1774 yılı
Küçük Kaynarca Barış anlaşması metinlerine göre, “Türkiye’nin Rusya’ya
Kerç Boğazı ile Dinyeper ve Don Nehirlerinin ağızlarını teslim ettiğini, Rus
tüccarları için gemilerinin Karadeniz’den Akdeniz’e inerek serbestçe
43
Bajenov, a.g.e, s. 115.
Aynı yer.
45
Kaçkaçov, a.g.e, s. 119.
46
Bajenov, a.g.e, s. 115.
47
Aynı yer.
48
Kaçkaçov, a.g.e, s. 119.
49
Bajenov, a.g.e, s. 116.
44
211
VENERA BAŞARAN
dolaşımına izin verdiğini ve Kırım Hanlığı’nın bağımsızlığını kazandığını”
belirtmiştir 50.
Borgman’a göre de, Küçük Kaynarca anlaşmasının en önemli şartı
“Türkiye51’nin Kırım Tatarlarının bağımsızlığını kabul etmesidir”.
Böylelikle Türkiye’den ayrılan Kırım Hanlığı iç anlaşmazlıkları nedeniyle
güçlü komşusuna karşı bağımsızlığını koruyamayacak, “er ya da geç
[Rusya’ya] boyun eğecektir”52.
Görüldüğü gibi, Kırım, Rusya için önemli bir zaferdi. Büyük Petro
döneminden bu yana Rusya’nın en büyük arzusu “donmayan denizlere”
çıkmaktı. Karadeniz’in geniş kıyıları Novorossiya: Yeni Rusya adını almıştır.
Kırım’ın işgali ile Rusya Karadeniz filosunu kurmaya başlamış, Sivastopol,
Karadeniz’de askeri üs haline gelmiştir.
İkinci Osmanlı-Rus Savaşı tarih ders kitaplarında II. Türk Savaşı adını
altında anılmıştır. Rus tarih kitaplarına göre bu savaşın kahramanı Aleksandr
Suvorov’dur. Tüm tarih ders kitaplarında Suvorov’a bir bölüm ayrılarak
özgeçmişi, savaş taktikleri ve savaşta gösterdiği kahramanlığı ayrıntılı bir
şekilde yer verilmiştir. Suvorov’un Boze (Rımnik) Nehri kıyısındaki savaşta
ve İsmail kalesinin alınması sırasında gösterdiği kahramanlıklara da çok
fazla yer verilmiştir.
Tüm ders kitaplarında savaşın sorumlusu Türkiye olduğu iddia edilmiştir.
Örneğin, Bajenov’a göre, “Türk sultanı, Kırım yarımadasının kaybetmesini
hazmedemeyerek, yeniden Rusya’ya savaş ilan etmiştir”53.
İsmail kalesinin alınması neredeyse tüm ders kitaplarında ayrıntılı olarak
verilmiştir. Kale, ders kitaplarında zapt olunamaz olarak tanımlanmıştır.
Bajenov, Türklerin sayısının daha fazla olması ve açık meydan savaşlarına
göre kale savaşlarında daha başarılı olmalarına rağmen, Rus ordusunun
başarısını Suvorov’a bağlamıştır54. Savaşa hazırlık döneminde Suvorov
askerlerine şu emri vermiştir. “Bir gün dua ediniz, ikinci gün eğitim alınız,
üçüncü gün ya onurlu bir ölüm ya da zafer yaşayınız” 55. Bajenov’a göre
Türkler en az Ruslar kadar cesaret örneği göstermişlerdir. “İsmail kalesinin
alınması öncesinde Suvorov Türk başkomutanına teslim olmasını teklif
etmiştir. Türk başkomutanı ‘İsmail boyun eğeceğine, Tuna Nehri akışını
50
Bajenov, a.g.e, s. 116.
Kastedilen devlet Osmanlı Devleti’dir.
52
Borgman, a.g.e, s. 120.
53
Bajenov, a.g.e, s.117.
54
Bajenov, a.g.e, s. 121.
55
Bajenov, a.g.e, s. 122.
51
212
ÇARLIK DÖNEMİ RUS TARİH DERS KİTAPLARINDA OSMANLI İ MGESİ
durdurur’ cevabını vermiştir 56. Kaçkaçov’un kitabında dikkat çeken önemli
öğeler arasında, hem Rusların hem Türklerin delicesine savaşmaları, İsmail
kalesinde her sokak ve her evin savaş ile alınmasıdır57.
İsmail kalesinin işgali ve Türkiye ile savaşlarda görülen zaferler
neticesinde II. Katerina “Türkleri tamamen Avrupa’dan Asya’ya kovmak,
Bizans (Yunan) İmparatorluğu’nu yeniden kurmak istemiştir. Bu yönde
“Grek (Yunan) Tasarısı” diye adlandırılan projeyi ortaya atmıştır.58 Yeni
Bizans İmparatoru olarak da çariçenin torunu Konstantin Pavloviç
düşünülmüştür. Fakat diğer Avrupa ülkelerinin karşı çıkması ile II. Katerina
bu fikrinden vazgeçmek zorunda kalmıştır”59.
Kuşkusuz, yüzyıllar boyunca paylaşılamayan topraklar için savaşan
Rusya ve Türkiye’nin birbirini düşman olarak görmeleri son derece doğaldır.
Fakat Türkleri düşman olarak algılayan düşüncenin sebebinin öncelikle dini
kaynaklardan beslendiği aşikârdır. Örneğin, Borgman’a göre, İmparatorun
doğu politikası sadece Rus çıkarları ile değil, Müslümanların boyunduruğu
altında olan Hıristiyanların himaye edilmesiyle meşrulaştırılmıştır. Grek
Projesi de aynı anlayışı yansıtmıştır60.
Sonuç olarak, Çarlık dönemi ders kitaplarında sadık ve vatansever bir
yurttaş yetiştirmek için kullanılan yöntemlerle sık sık karşılaşılmaktadır.
Öncelikle Rus ordusunun sayıca üstün Osmanlı ordusu karşısında cesaretle
savaşması, Türkleri yenilgiye uğratması, yenilen Türklerin korkuya düşerek
kaçması bu dönemin kitaplarında rastlanan ortak konular arasındadır.
Bununla birlikte Çarlık dönemi ders kitaplarında Türklerin de kalelerini
cesaretle savunmaları, savaşmadan teslim olmamaları gibi özelliklerine
gönderme yapmaları dikkat çeken diğer önemli bir husustur.
19. Yüzyıl Osmanlı-Rus Savaşları: Borgman, 19. yüzyılda Rus
politikasına ilişkin değerlendirmesinde Rus dış politikasının ana prensipleri
arasında bir yandan “Kutsal İttifak fikirlerini desteklemek, Viyana
Kongresinin kararlarını yerine getirmek ve Batı Avrupa devletlerini devrim
56
Bajenov, a.g.e, s. 122.
Kaçkaçov, a.g.e, s. 126.
58
‘Yunan Tasarı’sı hakkında bkz. Hasan Demiroğlu, “Rus Kaynaklarına Göre Rusya’nın
Balkan Siyaseti: Ortodoks Birliği ve Panislavizm (1856-1878), İstanbul Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü, İstanbul 2009, s. 43-45. (Yayınlanmamış doktora tezi).
59
Bajenov, a.g.e, s. 122. II. Osmanlı-Rus Savaşı, 1791 yılında Yaş şehrinde (Moldova)
imzalanan anlaşma ile sona ermiştir. Bu anlaşma ya göre, “Rusya’nın sınırları Karadeniz’e
dayanmıştır”: Mihail Bogoslovskiy, Uçebnik Russkoy İstorii, Knigoizdatelstvo T-va
İ.D.Sıtina, Moskva 1915, s. 35.
60
Borgman, a.g.e, s. 122.
57
213
VENERA BAŞARAN
hareketlerinden korumak” öte yandan da Doğu Sorununa Rusya’nın çıkarları
doğrultusunda bir çözüm bulmaktır”61 görüşünü ileri sürmüştür.
Hem Osmanlı hem İran “doğu sorununa” dâhil olup, Rusya için oldukça
önemli bir konuma gelmiştir. Bu dönemi aydınlatan tarih ders kitaplarında
ayrıntıyla verilen ve önemli bir yere konulan üç savaş vardır: 1828-1829
Osmanlı-Rus Savaşı; 1853-1856 Kırım Savaşı ve 1877-1878 Osmanlı-Rus
Savaşıdır.
19. yüzyılda Osmanlı topraklarında yaşayan Hıristiyan tebaanın durumu
oldukça önemli bir mevzu haline gelmiştir. Bu dönemde gerçekleşen
savaşların nedenleri de, öncelikle Hıristiyan halkın durumu ile ilgili olarak
gösterilmiştir. Örneğin, Bajenov, Osmanlı Türklerinin Hıristiyan halkına
baskı uyguladığını iddia etmiştir. Ona göre bu baskının kaynağı kutsal kitap
Kuran-ı Kerim’dir62.
Kaçkaçov da Bajenov ile aynı fikirdedir. Türklerin Hıristiyanlara
uyguladığı politikayı çok acımasız bularak, Osmanlı’daki Hıristiyanların
hiçbir zaman hiçbir hakka sahip olmadıklarını iddia etmiştir 63.
Hıristiyanların Türklere karşı ayaklanmaları ile ilgili ayrıntılı bilgiler
vererek, Rumların “hayvanlardan daha kötü bir muamele gördüklerini”,
Türklerin Rumların mallarını aldıklarını, kadın ve çocuklara işkence yapıp
öldürdüklerini ve İstanbul’da ise paskalya ayini sırasında saldırıya uğrayan
patriğin sunaktan çıkarılıp kilise kapısında asıldığını” belirtmiştir 64.
1828-1829 savaşının hem karada hem de denizde sürdüğünü anlatan
Bajenov, “Rus donanmasının, İngiliz ve Fransız donanmaları ile beraber
1827 yılında Mora (Moreya) yarımadası batı kıyısındaki Navarin şehrinde
Türk donanmasını yok ettiğini”, “Dibiç komutanlığındaki Rus ordusunun,
Tuna Nehrini ve Balkan dağlarını geçerek, Edirne’yi (Adrianopol) işgal
ettiğini, bu sırada Kafkasya’daki diğer Rus komutan Paskeviç’in de Kars
kalesini ve Ermenistan’ın ana şehri olan Erzurum’u aldığını” kaydetmiştir65.
61
Borgman, a.g.e, s. 203.
Bajenov, a.g.e, s. 133.
63
Bu iddianın asılsız olması, Osmanlı Devleti’nde uygulanan birçok düzenlemelerde
görülmektedir. Sosyal hayatlarında bazı kısıtlamalara rağmen, dini özgürlükleri
dokunulmazdı. Ayrıntılı bkz.: Gülnihal Bozkurt, “Türk Hukuk Tarihinde Azınlıklar”
http://auhf.ankara.edu.tr/dergiler/auhfd-arsiv/AUHF-1993-43-01-04/AUHF-1993-43-01-04Bozkurt.pdf, [15.04.2011].
64
Kaçkaçov, a.g.e., s. 150.
Patriğin casus olduğunun kanıtlayan bilgiler için bkz.: Bülent Atalay, Fener Rum Ortodoks
Patrikhanesi'nin Siyasi Faaliyetleri (1908-1923), İstanbul 2001, s. 9-10, d. 41.
65
Ders kitabından öğrendiğimiz üzere 1829 yılı Edirne Barış Antlaşması Rusya için olumsuz
sonuçlar getirmiştir. “Bu anlaşmaya göre, Osmanlı Yunanlıların bağımsızlığını kabul
etmiştir. Yunanlılar bağımsız bir krallık kurmuşlar. Aynı zamanda Osmanlı, Sırbistan,
62
214
ÇARLIK DÖNEMİ RUS TARİH DERS KİTAPLARINDA OSMANLI İ MGESİ
Kaçkaçov’a göre, 19. yüzyılda sürdürdüğü savaşlar sayesinde Rusya
İmparatorluğu Avrupa’da önemli bir pozisyona gelmiştir. Avrupa ülkeleri de
bu durumdan hoşnutsuzluk duyarak, Rusya’ya karşı yeni bir savaş
başlatmayı planlamışlardır66. Ona göre, Rus İmparatorluğu’nun güçlenmesi
herkesi korkutuyordu ve ilk fırsatta Rusya’ya darbe indirmek için bütün
Avrupa birleşmeye hazırdı67.
Bajenov, Kırım Savaşı ve özellikle Sivastopol savunması ile ilgili çok
ayrıntılı bir tablo çizmiştir. Öncelikle, bu savaşta İngiltere, Fransa ve
Osmanlı’nın birleşik bir güçle Rusya’ya saldırdıkları anlatılmış, 11 ay süren
Sivastopol ablukası sürecinde Rus halkının cesareti yüceltilmeye
çalışılmıştır.
Yazarın anlattığı Rus halkının kahramanlık tabloları, kuşkusuz,
okuyucularda yenilgi yüzünden üzüntü, ama o kadar da gurur hislerini
doğurmuştur. Tahkimlerinin hazırlanması, kadın ve çocuklar dâhil tüm
halkın seferber olması gibi ayrıntılar çok net bir şekilde bu dönemde
Sivastopol’un nasıl bir hava içerisinde olduğunu anlamaya yardımcı
olmuştur.
Bajenov, “kahramanca savunmaya rağmen 11 ay sonra Sivastopol’un
düştüğünü” belirterek, bununla ilgili İmparator II. Aleksandr’ın
“kahramanlar için de yapılamayacak şeyler vardır” sözünü dile getirmiştir.
Yenilgiye rağmen, “Rusya için Sivastopol’un yararlılığının çok büyük
olduğunu, düşmanların ülkenin içine ilerleyemediklerini ve şehrin uzun
süren ablukasından dolayı yoruldukları için 1856 yılında imzalanan Paris
anlaşmasına memnuniyetle yaklaştıklarını” belirtmiştir 68.
Kaçkaçov, Kırım Savaşının ayrıntılı resimlerini vermiştir. Bu ders
kitabında en çok dikkatleri çeken iki resim vardır: biri, “Malahov Kurganı’na
Hücum”, diğeri de, “Savaş Öncesi Hayır Duası” adlı resimlerdir.
Moldova ve Eflâk’a (Valahya) kendi hükümdarları tarafından yönetilmesine izin vermiştir.
Ama bu hükümdarlar sultana harç ödemek zorundaydı. Rus hükümeti, Osmanlı’ya
(Karadeniz’in doğu kıyısı (Anapa) dışında neredeyse tüm aldıkları yerleri geri vermiştir”:
Bajenov, a.g.e, s. 133.
66
Kaçkaçov, a.g.e, s. 152.
67
Aynı yer.
68
Bajenov, a.g.e, s. 134-135.
215
VENERA BAŞARAN
Malahov Kurganı’na Hücum69
Savaş Öncesi Hayır Duası70
İlk resimde Ortodoks papazının birleşik ordu silahlarına karşı haç
simgesini tuttuğu, ikinci resimde savaş öncesi Rus halkının papazdan hayır
duası aldığı gösterilmiştir. Ayrıca resimde Ortodoks Hıristiyanları için büyük
önem ve koruma anlamını taşıyan ikon da yer almıştır. Resimlere de
yansımış olan haç, ikon, ayin gibi dini imgeler kuşkusuz büyük bir anlam
taşımaktadır. Makalede değinilen önceki konularda da görüldüğü gibi din ön
planda tutulmuştur. Aynı zamanda bu imgelerin aracılığıyla ders kitaplarında
savaşın din adına yapıldığı, dinin savaşı meşru kıldığı gösterilmiştir.
Kırım Savaşı Avrupa politikasında bir dönüm noktası olmuştur. Rusya
uluslararası politikada üstün konumunu kaybetmeye başlamıştır. Bu dönem
içerisinde Balkan halklarının Osmanlı hâkimiyetine karşı bağımsızlık
mücadelesi başlamış, Balkan halkları Avrupa devletlerinden mücadelelerine
destek olmalarını istemişlerdir. Bu durum Avrupa devletlerinin Osmanlı
İmparatorluğu’nun içişlerine karışmak için uygun bir ortam meydana
getirmiştir.
Osmanlı
İmparatorluğu’nun
Balkan
yarımadasındaki
topraklarının büyük bir bölümünü kaybetmesiyle sonuçlanan 1877-1878
Osmanlı-Rus Savaşının nedenlerini Bajenov Türklerin kendi Hıristiyan
uyruklularına gösterdiği gaddarca davranışa bağlamaktadır71. 1875 yılında
Osmanlı’nın iki vilayeti Bosna ve Hersek’te isyan hareketlerinin başladığı,
ardından 1876 yılında da Bulgarların özgürlüğe kavuşma isteğiyle isyana
kalkıştığı dile getirilmiştir. Türklerin de bu isyanı kanlı bir şekilde bastırdığı
belirtilmiş, Rus imparatoru II. Aleksandr’ın Osmanlı sultanından Slav
uyrukluların yaşamını iyileştirmesini istediğini, fakat “sultanın iyi niyetli
tavsiyelere kulak vermediğini”, böylece de Rusya için savaşın tek seçenek
olduğu ve “Rus İmparatoru’nun bu savaşı derin bir üzüntü ile başlatmak
zorunda kaldığı” iddia edilmiştir72.
69
Kaçkaçov, a.g.e, s. 155.
Aynı yer.
71
Bajenov, a.g.e, s. 144.
72
Aynı yer.
70
216
ÇARLIK DÖNEMİ RUS TARİH DERS KİTAPLARINDA OSMANLI İ MGESİ
Bajenov’a göre 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşının nedeni de Türklerin
Slavlara uyguladığı baskı ve zulümdür. Rus İmparatoru II. Aleksandr’ın Slav
halklarının durumunu savaşmadan iyileştirmek istediğini vurgulayan
Bajenov, Balkanlar’da Hıristiyanlara sadece Rusya’nın koruyuculuk
yapabileceğini iddia etmiştir.
Savaşın dönüm noktası, Plevne savunmasıdır. Bajenov, Plevne’deki
olayların gelişiminde, “Plevne şehrinin Osman Paşa tarafından çok ustaca
tahkim edildiğini”, ama “Rus askerlerinin de kalelerin fethinde meşhur
olduklarını” belirtmiştir. Ayrıca, Osmanlı ordusunun aç kalmasıyla
Plevne’den çıkartılması başarıldığına, Rus hükümdarının Paşaya gerekli
itibarı gösterdiğine ve silahını almadığına dikkat çekilmiştir73.
Görüldüğü gibi, yazar Türklerin kahramanlığını ve komutanları Osman
Paşa’nın ustalığını da nesnel bir şekilde ortaya koymuştur.
Bu savaşın diğer önemli noktası Rus ordusunun Kars Kalesini de ele
geçirmiş olmasıdır. Kaçkaçov, Kars’taki savaşı söyle anlatmıştır: “5 Kasım
gecesi Loris-Melikov komutanlığındaki Rus Ordusu Kars’a hücuma
başlamıştır. Türkler, Rusların geldiklerini görünce silah ve topları ile müthiş
bir ateş açmışlar ama Ruslar yoğun hatları ile ilerleyip, tabyaları geçerek
kaleye atılmışlardır”74.
Kaçkaçov’un tarih ders kitabında “Sonraki başarılar” diye adlandıran alt
bölümde, Rusların Edirne’yi ele geçirmesi, İstanbul’a yaklaşması ve
sonrasında sultanın barış isteğine ilişkin anlatılar verilmiştir ve bu bilgiler
durumun analizi için okunabilir75.
Kaçkaçov ders kitabında, İmparator II. Aleksandr’ın Osman Paşa ile
görüşmesini konu alan resmi de göstermiştir:
73
A.g.e., s.145.
Kaçkaçov, a.g.e. s., 166.
75
A.y.
74
217
VENERA BAŞARAN
İmparator II. Aleksandr’ın Osman Paşa ile Görüşmesi76
Bu resimde Osman Paşa’nın yaralı olmasına rağmen ayakta zor durduğu
görülmektedir. İmparator II. Aleksandr ise onun karşısında dik duruşu ile
dikkat çekmektedir. Burada okuyucuya verilmek istenen mesaj Rus Çarının
daha iyi bir konuma sahip olduğudur.
Bajenov bu savaşın sonuçlarını kaleme alırken, bazı önemli hususları
vurgulamıştır. Yazara göre savaşın ana amacı, Osmanlı’nın Hıristiyan
halklarını kurtarmaktı. Fakat “İngiltere, Avusturya-Macaristan ve Almanya
gibi bazı Batılı devletlerin Rusya’nın güçlenmesi ve başarılarına duydukları
kıskançlık yüzünden” bu amaca tam olarak ulaşmamış, Türkiye’ye bağlı
Hıristiyanların kurtarılmasını engellenmiş, ama buna rağmen bu savaşın
sonuçları bu konuda bazı önemli sonuçlar getirmiştir77. Ona göre savaşın
sonuçları şu şekildedir: “Moldova ve Eflâk’tan (Valahya) oluşan Romanya
ve Sırbistan bütünüyle bağımsızlıklarını kazanmışlardır, böylece, daha önce
ödedikleri haraçları ödememe hakkına kavuşmuşlardır. Tuna ve Balkanlar
arasında yaşayan Bulgarlar, Türkiye’den kısmen bağımsız olarak başkenti
Sofya olan Bulgar Knezliğini kurmuşlardır. Bulgaristan, Türkiye’ye küçük
bir haraç ödemek zorunda kalmıştır”78.
Bu dönem ders kitabı yazarlarının oluşturmak istedikleri genel izlenime
bakılacak olursa, Türklerin Hıristiyanlara karşı uyguladığı baskı ve zulümün
76
Kaçkaçov, a.g.e, s. 167.
Bajenov, a.g.e, s. 146.
78
Aynı yer.
77
218
ÇARLIK DÖNEMİ RUS TARİH DERS KİTAPLARINDA OSMANLI İ MGESİ
sergilenme çabası öne çıkmaktadır. Rusya ise Hıristiyan halkların
koruyucusu olarak gösterilmiştir. “Hayır Duası” gibi resimlere ders
kitaplarında yer verilmesi dini öğelerin etkili olduğunu gösteren bir başka
kanıttır. Ders kitaplarından çıkan ikinci izlenim düşmanlarına karşı savaşan
“yalnız Rusya” imgesidir. Her ne kadar Rus hükümdarları Avrupa’da bu
dönem içerisinde Hıristiyan birliğinden ve ortak çıkarlardan söz etseler de79,
yazarlar, Rusya’nın dış alanda her zaman yalnız olduğunu, Kırım Savaşında
da Rusya’nın neredeyse tüm Avrupa’ya karşı yalnız savaştığını, Rusya’nın
savaşları komutanların ustalığı ve halkın cesaret ve özverisi ile kazandığını
göstermeye çalışmışlardır. Hatta bu fikri desteklemek için İmparator
Nikolay’ın “Rusya’nın sadece iki müttefiki vardır: Ordusu ve donanması”
sözünü kullanarak bunu yaygınlaştırmışlardır80.
Sonuç: Çarlık dönemi tarih ders kitaplarında Osmanlı sultan ve
komutanları son derece övücü bir şekilde tasvir edilmiştir. Örneğin, bu
dönem kitaplarında Osman, Orhan ve Beyazıt gibi sultanlar “cesur”
gösterilmiş, ayrıca Sultan Osman da “bilgili” ve “iç güzelliğine sahip” olarak
nitelendirilmiştir. Osmanlı ordusu ile ilgili ise şu ifadeler kullanılmıştır:
“cesur”, “zapt olunmaz” ve “sultana sadık”. Osmanlı ordusuna da kitaplarda
önemli bir yer ayrılmış, Osmanlı ordusu “cesur”, “başarılı”, “savaşmadan
teslim olmayan” olarak vasıflandırılmıştır. Osman Paşa da “mükemmel Türk
komutanı” olarak gösterilmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun dış politikası
Avrupa kışkırtmalarına itaatkâr ve Avrupa ülkelerine bağlı olarak
görülmüştür.
Çarlık dönemi tarih ders kitaplarında olumsuz imgelere de rastlamak
mümkündür. Örneğin, Hıristiyan halka uygulanan baskı ve zulüm tasvirleri,
kuşkusuz, Osmanlı Türklerinin “gaddar” olduğunu göstermekle yükümlü
imgelerdir.
Rus-Osmanlı ilişkilerine Avrupa ülkelerinin etkisi gösterilmeye
çalışılmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa ülkelerinin kışkırtmalarının
etkisi altında olduğu da ders kitaplarında kanıtlanmaya çalışılmıştır.
Çarlık döneminde “Türk”, bir millet olarak düşman değildi, çok etkin bir
şekilde düşman olarak başka bir din gösterilmiştir: Katoliklik ya da İslam.
Dinin ön planda tutulması son derece belirgindir. Osmanlı fetihleri
79
“Kutsal İttifak” (Svyaşçennıy Soyuz), Napoleon’un devrilmesi ve 1815 yılında gerçekleşmiş
Viyana Kongresi’nden sonra, Rus İmparatoru I. Aleksandr’ın inisiyatifi ile kurulmuştur.
Avusturya, Prusya ve Rusya’nın imzaladığı bu belge, Avrupa’da var olan monarşi düzenini
korumakla
yükümlü
idi.
“Brokgauz
ve
Efron”
Ansiklopedik
Sözlük,
http://www.bibliotekar.ru/bes/298.htm [11.03.2009]. II. Aleksandr, 1861 yılında Rusya’da
toprak köleliğini kaldırmıştır. Böylece, “Kurtarıcı çar” lakabını almıştır.
80
Bajenov, a.g.e, s.146.
219
VENERA BAŞARAN
konusundan başlayarak 19. yüzyıl savaşlarında daha da yoğun bir şekilde
işlenmiştir. Osmanlı’da yaşayan Hıristiyan halklara yapılan baskı ve zulmün
anlatılması, resimlerde Hıristiyan simgelerin kullanılması gibi yöntemlerle
okuyucuya aktarılmıştır.
Çarlık dönemi yazarları Rusya’nın Balkan halklarının Türk
boyunduruğundan kurtulmak için tek ümit ve kurtarıcı olduğunu göstermeye
çalışmışlar. Rusya halkına gurur hissi veren de imgeler ders kitaplarında yer
almıştır. Şöyle ki, savaşlarda sayısı üstün olan Osmanlı ordusunu yenmek, üç
ülke tarafından oluşturulan 11 ay süren ablukaya dayanmak, resimlerde
Osmanlı Paşanın daha ezik ve yenik gösterilmesi vs. gibi imgeler
kullanılmıştır.
KAYNAKÇA
İnceleme Eserleri
Atalay, Bülent, Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi'nin Siyasi Faaliyetleri (19081923), İstanbul 2001.
Bajenov, Nikolay, Uçebnik Russkoy İstorii, Skoropeçatiya İ. Ja. Lebedeva,
Kronştadt 1907.
Bilgin, Nuri, Kimlik İnşası, Aşina Kitaplar, Ankara 2007.
Bogoslovskiy, Mihail, Uçebnik Russkoy İstorii, Knigoizdatelstvo T-va İ.D.Sıtina,
Moskva 1915.
Borgman, Aleksandr, Uçebnaya Kniga Po Russkoy İstorii. Rukovodstvo Dlya
Starşih Klassov Srednih Uçebnıh Zavedeniy, İzdanie t-va A.S. Suvorina – “Novoe
vremya”, S.-Peterburg 1913.
Demiroğlu, Hasan, “Rus Kaynaklarına Göre Rusya’nın Balkan Siyaseti: Ortodoks
Birliği ve Panislavizm (1856-1878), İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, İstanbul 2009, (Yayınlanmamış doktora tezi).
Dvornikov, Petr, İstoriya Srednih Vekov. Uçebnik, Moskva 1909.
Gartvig, Andrey, Nikolay Kryukov, Uçebnik Russkoy İstorii Dlya Vısşıh Naçal’nıh
Uçilişç i Torgovıh Şkol, K.İ. Tihomirova N-ki, Moskva 1917.
Kaçkaçov, Aleksandr, Russkaya İstoriya v İllyustratsiyah, Putevodnıy Ogonyok,
Moskva 1908.
Kaydanov, İvan, Uçebnaya Kniga Vseobşçey İstorii (Dlya Yunoşestva). İstoriya
Srednih Vekov, 1.bs, İmperatorskaya Akademiya Nauk, S.Peterburg 1837.
Kareev, Nikolay, Uçebnaya Kniga İstorii Srednih Vekov, Tipografiya M.M.
Stasyuleviça, Sankt-Peterburg 1900.
Pingel, Falk, Avrupa Evi. Ders Kitaplarında 20. Yüzyıl Avrupa’sı, Türkiye
Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı, İstanbul 2003.
Schnapper, Dominique, Yurttaşlar Cemaati: Modern Ulus Fikrine Dair, Kesit
Yayıncılık, İstanbul 1995.
220
ÇARLIK DÖNEMİ RUS TARİH DERS KİTAPLARINDA OSMANLI İ MGESİ
Vasilev, Aleksandr, Uçebnik İstorii Srednih Vekov, İzdanie T-va İ.D. Sıtina, Moskva
1918.
Makaleler
Demirağ, Yelda, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Yaşayan Azınlıkların Sosyal ve
Ekonomik Durumları”, http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/19/1270/14615.pdf,
[15.04.2011].
Fernig, Leo, “The İnternational Bureau of Education in Geneva a Centre of the
Progressive Education”, http://www.unesco.org/education/pdf/FERNIG_2.PDF
[22.09.2008].
Halbwaks,
Moris,
“Kollektif
ve
Tarihi
Bellek”,
http://magazines.russ.ru/nz/2005/2/ha2.html [15.09.2008].
Höpken, Wolfgang, “Textbooks and Conflicts. Experiences from the Work of the
Georg-Eckert-Institute
for
International
Textbook
Research”,
http://siteresources.worldbank.org/EDUCATION/Resources/2782001121703274255/1439264-1126807073059/World_Bank.pdf [19.09.2008].
Issıtt, John. “Reflections on the Study of Textbooks”, History of Education, Vol.33,
6, 2004, s. 683-696.
Leerssen, Joep, “Images - İnformation - History and Method of İmagology”,
http://cf.hum.uva.nl/images/info/historymethod.html [25.04.2009].
Sözlük ve Ansiklopediler
Şçerbinin, Vladimir, Büyük Rusça-Türkçe Sözlük, İzdatelstvo “Russkij Jazyk”,
Moskova 1998.
Bolşoy Rossiyskiy Entsiklopediçeskiy Slovar, BRE, Moskva 2003.
221
EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ YAYIN İLKELERİ
Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi’nde, aşağıda belirtilen şartlara
uygun makaleler yayınlanır:
1. Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Ocak ve Temmuz ayları
olmak üzere yılda iki sayı olarak yayınlanan uluslararası hakemli bir dergidir.
Yazılar önce Yayın Kurulu tarafından incelenir ve uygun görülenler konunun
uzmanı olan en az iki (2) hakeme gönderilir. Hakemlerden gelen raporlara göre
yazıların neşredilip neşredilmeyeceğine karar verilir.
2. Derginin dili Türkiye Türkçesidir. Ancak her sayıda iki makaleyi
geçmemek kaydıyla diğer Türk lehçeleri ile yabancı dillerde makalelere de yer
verilebilir.
3. Makalelerin dergimizde yayınlanabilmesi için daha önce başka bir yerde
yayınlanmamış veya yayınlanmak üzere kabul edilmemiş olması gerekir. Bilimsel
bir toplantıda sunulmuş ve yayınlammamış bildiriler, bu durum belirtilmek şartı ile
dergimizde yayınlanmak üzere kabul edilebilir.
4. Yazıların her türlü ilmi sorumluluğu yazarlarına aittir.
5. Yazılarda Türk Dil Kurumunun yazım kurallarına uyulur.
6. Yazılar, MS Word programına göre kâğıdın bir yüzüne Times New Roman
yazı karakteriyle, 11 punto, tek satır aralığında, A4 kâğıdına kenar boşlukları, üst 6
cm, alt 5 cm, sağ ve sol 4 cm, üst bilgi 5 cm, alt bilgi 4.5 cm, cilt payı 1 cm olacak
şekilde düzenlenir.
7. Yazılar üç nüsha (iki nüshasında isim, unvan ve çalıştığı kurum
belirtilmeden) ve bir CD olarak editöre gönderilir. 20 sayfayı geçen yazılar dergide
yayınlanmayabilir.
8. Yazılardaki paragrafların ilk satırı 1 cm içeriden başlayacaktır. Ana başlık
büyük harfle ve metin gövdesini ortalayacak şekilde, sayfanın üstünden 4 satır
aşağıda, alt başlıklar ise paragraf düzenine uygun olarak (1 cm içeriden)
konulacaktır. Başlık yazısının sağ alt tarafına yazar veya yazarların adları yan yana
yazılır. Yazar ad/adları yazılırken herhangi bir akademik unvan belirtilmez. Yazarın
akademik unvanı, çalıştığı kurum (üniversite, fakülte, bölüm veya diğer) adları ve
elektronik posta adresi dipnot biçiminde sayfanın altına yazılmalıdır. Akademik
unvan dışında başka unvan kullanılmaz.
9. Başlık yazısı ve yazar adlarından hemen sonra Türkçe özet yer alır (Büyük
harfle ve sayfanın ortasına gelecek şekilde ÖZET sözcüğü yazılır). Konunun Türkçe
özeti 200 kelimeyi geçemez. Türkçe özetten sonra İngilizce özete yer verilir. Her iki
özetin altında Anahtar Kelimeler-Key Words (3-8 kelime) yazılır. Büyük harflerle
yazılmış İngilizce özet (ABSTRACT) başlığının altına eserin yabancı dildeki adı
küçük harflerle (baş harfleri büyük) yazılır.
10. Araştırma ve inceleme dalındaki yazılar Özet (Türkçe ve İngilizce) makale
metni şeklinde düzenlenir. Yabancı dilde yazılan yazılarda yukarıdaki bölümlerin
yabancı dildeki karşılıkları kullanılır ve aynı düzenlemeye uyulur.
11. Dipnotlarda İzlenecek Yöntem: Bilimsel bir yazıda kullanılan
kaynakların künyesi dipnot olarak sayfa altında gösterilir. Yararlanılan kaynaklar ilk
geçtikleri yerlerde ayrıntılı ve aşağıdaki örneklerde belirtilen sıralamaya uygun
olarak verilir.
a. Kitaplar: Yazar Adı Soyadı, Kitap Adı (italik), Baskı Sayısı, Yayın Yeri ve
Yılı, Sayfa Numarası.
Örnek: İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, 10. Baskı, İstanbul 1993, s. 111.
b. Makaleler: Yazar Adı Soyadı, Makale Adı (tırnak içinde), Dergi/Kitap Adı
(italik), Cilt No, Sayı, Yayın Yeri ve Yılı, Sayfa Numarası.
Örnek: Nevzat Özkan, “Gagavuz Türkçesinin Sözlükleri Üzerine”, Türk Dünyası
Dil ve Edebiyat Dergisi, S. 12/2, Ankara Güz 2001, s. 749.
12. Kaynakçada İzlenecek Yöntem: Sayfanın ortasına büyük harflerle
KAYNAKÇA yazılacaktır. Kaynakçadaki eserler yazar soyadına göre alfabetik
olarak sıralandığından, eserlere ayrıca sıra veya bölüm numarası verilmeyecek ve
yazarların unvanları kullanılmayacaktır. Kaynak listesi, yazarın soyadı, adı, varsa
makalenin başlığı (tırnak içinde), dergi veya kitabın adı (italik), varsa derleyen veya
çevirenin adı, cildi, sayısı, birden fazla basıldıysa kaçıncı baskı olduğu, basım yeri
ve yılı biçiminde verilir. Aynı yazarın birden fazla eseri kaynak olarak kullanılmışsa
basım tarihine veya alfabetik sıraya göre eskiden yeniye doğru dizilmelidir.
Kaynakçada her eser 1 cm içeriden yazılmalıdır. Erişim tarihi belirtilerek internet
tabanlı kaynaklar da kullanılabilir.
Örnek: http://arsiv.sabah.com.tr/arsiv/2002/05/10/s01.html
a. Kitaplar: Yazar Soyadı, Adı, Kitap Adı (italik), Baskı Sayısı, Yayın Yeri ve
Yılı.
Örnek: Ögel, Bahaeddin, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, Türk Dünyası
Araştırmaları Vakfı, İstanbul 2001.
b. Makaleler: Yazar Soyadı, Adı, Makale Adı (tırnak içinde), Dergi/Kitap Adı
(italik), Cilt No, Sayı, Yayın Yeri ve Yılı, Sayfa Numarası.
Örnek:Uydu Yücel, Mualla, “Kuman Kıpçakların Tarihinde İgor Destanı’nın
Yeri ve Önemi (4 resim ile birlikte)”, Belleten, Sayı:258, Ağustos 2006, s. 523-560.
13. Gönderilen yazılara ait resim, şekil ve grafikler sayfa yazım alanını
taşmayacak biçimde net ve ofset baskı tekniğine uygun olmalıdır. Bunların sıra
numarası ve adı her şeklin veya grafiğin altında verilmelidir.
14. Derginin aynı sayısında, ilk isim olarak bir yazarın birden fazla eseri
basılamaz.
15. Makalesi yayınlanan yazarlara iki adet dergi verilir.
16. Dergimizde basılmayan yazılar yazarlarına iade edilmez.
17. Yazılar, Fakültemiz Web sayfasından temin edilecek dilekçe ile birlikte
Edebiyat Fakültesi Dekanlığı’na teslim edilecektir.
PUBLICATION PRINCIPLES FOR TRAKYA UNIVERSITY JOURNAL
OF FACULTY OF LETTERS
Articles meeting the following criteria are published in Trakya University
Journal of Faculty of Letters:
1. Trakya University Journal of Faculty of Letters is an international refereed
journal. Articles are examined by the Publication Board first and then sent two at
least two (January-July) referees specialized in the area concerned. It is decided
whether articles will be published or not based on the reports of the referees.
2. The Journal is in Turkish but articles in another Turkish dialects and
foreign languages are also accepted provided that their number does not exceed two.
3. In order for the articles to be published in the Journal they should not be
previously published or accepted for publication elsewhere. Papers presented in a
scientific meeting but not published may be accepted for publication in the Journal
provided that their status is mentioned.
4.
Writers are solely responsible for the content of their articles.
5. It is advised that writing rules of Institute of Turkish Language (TDK) are
followed.
6. Articles submitted to the Journal should be on a standard A4 page layout,
with one side of the paper containing written material. Articles should be submitted
in "Times New Roman" font, fontsize set to 11, and single spaced with margins 6
cm at the top, 5 cm at the bottom, 4 cm at the right and the left with 1 cm binding
space.
7.
Articles should not exceed 20 pages. Articles exceeding 20 pages may not
be published. Three identical hard copies of the article and a one copy on CD should
be submitted to the editor. Author(s) should not include their names, academic title
and institute on two of the hard copies.
8. The paragrahs should start leaving a 1 cm space. The main title should be
centred and in capital letters and placed after leaving the first 4 lines of the paper
blank. The subtitles should be placed in accordance with the paragraph layout
(leaving a 1 cm space). The name(s) of the writer(s) should be written below the
heading and on the right. When writer’s/writers’ name or names are written no
academic title is mentioned the writer’s academic title, institution should be given as
footnotes. No title other than academic title may be used.
9. The title and writer’s name is followed by the abstract in Turkish. (the word
ÖZET is centered and written in capital letters). The abstract in Turkish should not
exceed 200 words. The abstract in Turkish is followed by the abstract in English.
Keywords (3-8 words) follow both abstracts. The title (ABSTRACT) in capital
letters is followed by the the name of the article in foreign language.
10. Footnotes: The sources used in an academic article are mentioned in
footnotes. The sources are given in detail when they are mentioned fort he first time
as in the example below.
a. Books: Author’s Name, Surname, Book’s Name (in italics), Edition,
Publisher, Publishing Place and Year, Page Number.
Example: Necmettin Hacıeminoğlu, Türkçenin Karanlık Günleri, 3rd Edition,
Türk Edebiyatı Vakfı Publications, İstanbul 2003, p. 45.
b. Essays: Author’s Name, Surname, Essay’s Name (in quotation),
Journal’s/Book’s name (in italics), Volume No, Issue No, Publishing Place and
Year, Page Number.
Example: Nevzat Özkan, “Gagavuz Türkçesinin Sözlükleri Üzerine”, Dil ve
Edebiyat Dergisi, Issue 12/2, Ankara Güz 2001, p. 749.
11. References: The title REFERENCES in capital letteres should be centered.
Since the works in the references section are listed alphabetically by surname the
Works will not be given section numbers and the authors’ titles will not be used. The
references list is given as Author’s Surname, Name, the essay’s title if any (in
quotation), journal’s and book’s name (in italics), compiler’s or translator’s name if
any, Volume, Issue No, Edition if any, Publishing Place and year If more than one
work of an Author are used as references they should be listed by date from the
oldest to the newest or by alphabetical order. All references should be written
leaving a 1 cm space. Internet based resources may also be used provided that date
of access is mentioned.
Example: http://arsiv.sabah.com.tr/arsiv/2002/05/10/s01.html.
a. Books
Example: Ögel, Bahaeddin, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, Türk Dünyası
Araştırmaları Vakfı, İstanbul 2001.
b. Essays
Example: Pala, İskender, “Ahmet Fakih ve Şiirleri Üzerine Bir İnceleme”, Türk
Kültürü İncelemeleri Dergisi, Issue: 1, January 2009, 123-148.
12. İmages, figures and graphics should not exceed the writing page area and
they should be clear enough to be printed offset. Their number and name should be
given below the respective figures and graphics.
13. In one issue more than two works containing the same writer as the first
name are not published.
14. The writers whose article is published are sent two issues of the Journal.
15. Articles not published in the Journal are not returned to the authors.
16. Essays may be sent electronically to the e-mail addresses below.
e-mail:[email protected], [email protected]
Download