TRAKYA ÜNİVERSİTESİ EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ Cilt: 2 Sayı: 3 Ocak 2012 TRAKYA UNIVERSITY JOURNAL OF THE FACULTY OF LETTERS Volume: 2 No: 3 ISSN 1309-7660 Edirne January 2012 TRAKYA ÜNİVERSİTESİ TRAKYA UNIVERSITY EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ JOURNAL OF FACULTY OF LETTERS Cilt: 2, Sayı: 3, Ocak 2012 Volume: 2, Number: 3, January 2012 Dergi Sahibi / Owner Trakya Üniversitesi Rektörlüğü Edebiyat Fakültesi Adına Prof. Dr. İlker ALP Editör / Editor Yrd. Doç. Dr. Hasan DEMİROĞLU Dergi Yayın Kurulu / Editorial Board Başkan / Chairman Prof. Dr. İlker ALP Üyeler / Members Prof. Dr. Engin BEKSAÇ ● Prof. Dr. Recep DUYMAZ ● Prof. Dr. Ahmet GÜNŞEN ● Doç. Dr. Burçin ERDOĞU ● Doç. Dr. İbrahim SEZGİN ● Yrd. Doç. Dr. Levent DOĞAN Kapak Dizayn / Cover Design Öğr. Gör. Yavuz GÜNER İletişim Adresi / Address Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Balkan Yerleşkesi – Edirne / TÜRKİYE Tel.-Faks: 284 235 95 27 e-mail: [email protected] Baskı / Publishing Bizim Büro Basımevi Yayın Dağıtım San. ve Tic. Ltd. Şti. GMK Bulvarı 32/C Demirtepe / ANKARA Tel: (312) 229 99 29-28 Fax. (312) 229 99 29 Mithatpaşa V. D. 1700224039 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi Uluslararası Hakemli bir dergidir. Bu dergide yayımlanan makaleler Yayın Kurulu’nun izni olmadan aynen veya kısmen yayınlanamaz ve iktibas edilemez. Yayımlanan yazı ve makalelerin içeriği ile ilgili tüm sorumluluk yazarlarına aittir. Kapaktaki Resim: Köl Tigin heykelinin baş kısmı. (Cengiz AYYILMAZ, Orhun Yazıtlarının Bugünkü Durumu, Ankara 2005, s. 80) DANIŞMA KURULU Prof. Dr. İlker ALP ● Trakya Üniversitesi Prof. Dr. Mehmet ALPARGU ● Sakarya Üniversitesi Prof. Dr. Nurettin ARSLAN ● Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Prof. Dr. Evangelia BALTA ● Ulusal Yunan Araştırmaları Vakfı / Yunanistan Prof. Dr. Alpaslan CEYLAN ● Atatürk Üniversitesi Prof. Dr. Mesut ÇAPA ● Karadeniz Teknik Üniversitesi Prof. Dr. Smail ÇEKİÇ ● Sarajevo Üniversitesi / Bosna-Hersek Prof. Dr. Hayati DEVELİ ● İstanbul Üniversitesi Prof. Dr. Nikolay EGOROV ● Çuvaş Sosyal Bilimler Enstitüsü / Çuvaşistan - Rusya Prof. Dr. Cezmi ERASLAN ● Atatürk Araştırma Merkezi Prof. Dr. Süleyman Sırrı GÜNER ● Trakya Üniversitesi Prof. Dr. Derman KÜÇÜKALTAN ● Trakya Üniversitesi Prof. Dr. Refik MUHAMMETŞİN ● Tatar Devlet Sosyal Bilimler Üniversitesi / Tataristan-Rusya Prof. Dr. Azmi ÖZCAN ● Bilecik Üniversitesi Prof. Dr. Christine ÖZGAN ● Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Prof. Dr. Nevzat ÖZKAN ● Erciyes Üniversitesi Prof. Dr. Vitaliy RODİONOV ● Çuvaş Devlet Üniversitesi / Çuvaşistan -Rusya Prof. Dr. Miryana TEODİSİYEVİÇ ● Belgrad Üniversitesi / Sırbistan Prof. Dr. Ahmet TAŞAĞIL ● Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Prof. Dr. Turan YAZGAN ● Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Prof. Dr. İlya V. ZAYTSEV ● Rus Bilimler Akademisi Şarkiyat Enstitüsü / Rusya BU SAYININ HAKEMLERİ Prof. Dr. İlker ALP ● Trakya Üniversitesi Prof. Dr. Fahameddin BAŞAR ● Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi Prof. Dr. Murat DEMİRKAN ● Marmara Üniversitesi Prof. Dr. Mehmet ERSAN ● Ege Üniversitesi Prof. Dr. Temuçin Faik ERTAN ● Ankara Üniversitesi Prof. Dr. Tuna ERTEM ● Ankara Üniversitesi Prof. Dr. Saadettin GÖMEÇ ● Ankara Üniversitesi Prof. Dr. Şeyma GÜNGÖR ● İstanbul Üniversitesi Prof. Dr. Ahmet KANKAL ● Dicle Üniversitesi Prof. Dr. Süleyman KIZILTOPRAK ● Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Prof. Dr. Abdülkerim ÖZAYDIN ● İstanbul Üniversitesi Prof. Dr. Abdülkadir ÖZCAN ● Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi Prof. Dr. Ahmet TAŞAĞIL ● Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Prof. Dr. Fikret TÜRKMEN ● Ege Üniversitesi Prof. Dr. Mehmet Ali ÜNAL ● Pamukkale Üniversitesi Prof. Dr. Mualla UYDU YÜCEL ● İstanbul Üniversitesi Doç. Dr. Arif BİLGİN ● Sakarya Üniversitesi Doç. Dr. Kemalettin KUZUCU ● Trakya Üniversitesi Doç. Dr. İbrahim SEZGİN ● Trakya Üniversitesi İÇİNDEKİLER Mesut ÇAPA Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye Cumhuriyeti’ne Geçiş Sürecinde Türkiye’de Tarih Öğretiminin Tarihçesi / 1-28 Cihan Piyadeoğlu Büyük Selçuklular Dünyasında Yas Tutma Âdetleri ve Taziye Merasimleri / 29-41 Göknur AKÇADAĞ 16. Yüzyılda Bir Osmanlı Sancağı’nda Eşkıyalık Hareketleri: Malatya Sancağı Örneği / 43-68 Fatih BOZKURT Yetimi Kolla Malını Koru! Tereke Defterleri ve Yetim Malları (1785-1875) / 69-90 H. Ahmet ARSLANTÜRK Nişancı Ferîdûn Ahmed Paşa’nın Vakfiyesi ve Vakıfları / 91-108 Kürşat SOLAK Memlûk Devleti ve Kuzey Anadolu / 109-121 Kürşat YILDIRIM Başlangıcından II. Yüzyılın Ortalarına Kadar Doğu Türkistan ile Çin Münâsebetlerine Genel Bir Bakış / 123-156 İlhan KARASUBAŞI Primo Levi ve İroni / 157-163 Zehra HAMARAT Cemre Düşmesiyle İlgili İnanç ve Uygulamalar / 165-200 Venera BAŞARAN Çarlık Dönemi Rus Tarih Ders Kitaplarında Osmanlı İmgesi / 201-221 CONTENTS Mesut ÇAPA History of History Education in the Transition Period From the Ottoman Empire to the Turkish Republic / 1-28 Cihan Piyadeoğlu Rites of Mourning and Condolonce Ceremonies during the Great Seljukids period / 29-41 Göknur AKÇADAĞ The Bandirty Incidents in an Ottoman Sancaq in the 16th Century: An Example of the Sancaq of Malatya / 43-68 Fatih BOZKURT Look After Orphans, Protect Theirs! Tereke Registers and Orphan’s Proterties (1785-1875) / 69-90 H. Ahmet ARSLANTÜRK The Endowment Deed and Pious Foundations of Nisanci Feridun Ahmed Pasha / 91-108 Kürşat SOLAK Mamluk State and the North Anatolia / 109-121 Kürşat YILDIRIM An Overview of Relations Between Eastern Turkistan and China Until the Mid-Second Century / 123-156 İlhan KARASUBAŞI Primo Levi and Irony / 157-163 Zehra HAMARAT Beliefs and Practices About the Fall of Cemre / 165-200 Venera BAŞARAN Ottoman Image in Russian History Textbooks of the Tsarist Period / 201-221 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 3, Ocak-2012, s. 1-28 OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDAN TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NE GEÇİŞ SÜRECİNDE TÜRKİYE’DE TARİH ÖĞRETİMİNİN TARİHÇESİ Mesut ÇAPA ÖZET: Tanzimat’tan önce Osmanlı Tarihi, İslam Tarihi ve daha ziyade yüksek okullarda Tarih-i Umûmî (Genel Tarih) dersleri okutuluyordu. Bu gelenek bazı değişikliklerle Cumhuriyet’in ilk yıllarına kadar sürdü. Ancak, 19. yüzyıldan itibaren Batılılaşmayla birlikte tarih yazımı ve öğretiminde bazı değişiklikler gerçekleşti. 1869 tarihli Maarif-i Umûmîye Nizamnamesi’nde ilköğretimden yüksek öğretime kadar tüm eğitim kademelerindeki mekteplerde “Muhtasar Tarih-i Osmanî”, “Tarih-i Umûmî ve Tarih-i Osmanî”, “Muhtasar Tarih ve Coğrafya” ve “Tarih-i Umûmî” gibi muhtelif derslere yer verildi. Tanzimat’tan sonra birçok tarih ders kitabı yayınlanmıştır. Bunlar arasında Tarih-i Umûmîler, Batı etkisinin en fazla görüldüğü kitaplardır. Yusuf Akçura, Abdülaziz döneminden Cumhuriyetin ilk yıllarına kadar okutulan Tarih-i Umûmî kitaplarındaki Batı etkisini örnekleriyle ortaya koymuştur. Batıdan yararlanılarak ve Türk dünyasına önem verilerek yazılan ilk Tarih-i Umûmî kitabı, Süleyman Paşa’nın 1876’da yazdığı Tarih-i Âlem’dir. Daha sonraları Selim Sabit’in Muhtasar Tarih-i Osmanî, İbrahim Necati’nin Yeni Osmanlı Tarihi, Ali Cevad’ın Muhtasar Osmanlı Tarihi ve Abdurrahman Şeref Bey’in Tarih-i Devlet-i Osmaniye adıyla iki ciltlik kitabı yayınlamıştır. II. Abdülhamid’in saltanatının başlarında Mizancı Murat Bey, Hakkı Bey, Binbaşı Ali Tevfik Bey Tarih-i Umûmî kitapları yazdılar. II. Abdülhamid, 1890’lardan itibaren tarih öğretiminde sınırlandırmalar getirdi. 1893 tarihli programla sıbyan mekteplerinden tarih dersi ile rüşdiyelerde okutulan Tarih-i Umûmî kaldırıldı. II. Meşrutiyet döneminde okulların tarih müfredatı üzerindeki sınırlamalar kalktı. Rüşdiye, sultaniye ve idadiye programlarında Osmanlı Tarihi, Umumî Tarih ve Asr-ı Hâzır tarihlerine yer verilmiştir. Bu okullarda okutulmak üzere Ali Reşad, Ali Seydi, Mehmet Şakir, Ahmet Refik (Altınay), A. Nüzhet ve Hüseyin Cahit (Yalçın) tarafından muhtelif tarih ders kitapları yayınlanmıştır. Bu dönemde, tarih öğretim yöntemleriyle ilgili yeni görüş ve uygulamalara yer verilmiştir. İstanbul Dârülmuallimîn’inde önemli ıslahatlar gerçekleştiren Satı Bey, Tedrisat-ı İbtidâîye Mecmuası’nda tarih öğretim usulleriyle ilgili görüşlerini dile getirdiği gibi, bu düşüncelerinin uygulanması için büyük çaba sarf etti. Balkan Savaşlarından sonra Osmanlıcılığın yerini Türkçülük almaya başlamışsa da, bu durum tarih öğretimine pek yansımamıştır. Milli Mücadele dönemi ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında tarih öğretimi, önemli ölçüde İkinci Meşrutiyet döneminin devamı şeklinde sürdürüldü. 1930’lara gelinceye kadar ilköğretim tarih müfredat ve ders kitaplarında bazı değişiklikler yapıldı ise de, lise eğitiminde benzer değişiklikler aynı oranda gerçekleştirilemedi. 1930’lardan itibaren tarih öğretimi Türk Tarih tezine uygun olarak, yeni tarih anlayışı çerçevesinde düzenlenmiştir. Yeni anlayışa uygun ders kitapları hazırlanmıştır. Makalede, Türkiye’de tarih öğretimi Tanzimat’tan Cumhuriyet’in ilk yıllarına kadar gelen süreç içerisinde ele alınmaktadır. Bu çerçevede tarih müfredatları, okutulan dersler, ders kitapları ve yazarları, öğretim metotlarındaki değişiklikler kronolojik bir sırayla incelenmektedir. Prof. Dr., Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü. [email protected] Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 3, Ocak-2012, s. 1-28 MESUT ÇAPA Anahtar Kelimeler: Tanzimat, Meşrutiyet, tarih ders kitapları, Tarih öğretimi, Tarihi Umûmî, Tarihi Osmanî, Satı Bey, Reşat Bey, ibtidaî, sultanî, millî tarih, Türk tarih tezi. HISTORY OF HISTORY EDUCATION IN THE T RANSITION PERIOD FROM THE OTTOMAN EMPIRE TO THE TURKISH REPUBLIC ABSTRACT: Ottoman history, Islam history and general history courses had been taught in the Ottoman Empire before Tanzimat Edict. This tradition in the history of education in the Ottoman Empire had continued until the establishment of the Turkish Republic. At this point it should be noted that there were changes on histography and history education since the 19th Century. Especially, after the regulation regarding reshaping education proclaimed in 1869, history courses were seen at all level of education from primary to higher education in the Ottoman Empire. New history textbooks were prepared and issued after Tanzimat Edict. Especially general history textbooks were under the influence of Europe. Yusuf Akcura who is a Turkish scholar claimed that there was Europe influence on the general history textbooks from late 19th century to the establishment of the Turkish Republic. We can see this influence especially on a textbook namely the World History prepared by Süleyman Paşa in 1876. The Turkish world was also given attention in this book. Besides this, Selim Sabit, Ibrahim Necati and Ali Cevad prepared new textbooks in this period. Mizanci Murat Bey, Hakki Bey, Binbasi Ali Tevfik also prepared textbook namely the world history in the early era of Sultan Abdulhamit who limited history education in 1890. Besides this, history courses were banned in the primary level in 1893. Furthermore, world history course was also banned in the secondary level. Restrictions on the history curriculum in the era of Second Constitutional Monarchy disappeared. The number of history courses increased in the secondary level in this period. Ali Resad, Ali Seydi, Mehmet Sakir, Ali Refik, A. Nüzhet and Huseyin Cahit prepared history textbooks for secondary schools in the era of Second Constitutional Monarchy. There were also changes on the teaching methods of history education in this period. Especially, Sati Bey wrote papers on how to teach history in academic journal in the Ottoman Empire. Turkism was an increasing value in the Ottoman society after the Balkan Wars and influenced history education to some extent. There were not important changes on the history education during the Turkish national struggle for independence and in the early period of the Turkish Republic. However, history education were given attention since 1930s and history education was shaped in the light of the Turkish History Thesis. New history textbooks were prepared and important decisions were taken about history education in this period. The purpose of this paper is to examine history education from Tanzimat edict to the early years of the Turkish Republic. With this in mind, history curriculum, history textbooks and teaching method will be examined in this period. Key Words: Tanzimat, Constitional, History Textbooks, History Education, The World History, History of the Ottoman, National History Thesis, Turkish History Thesis Giriş: Tanzimat’tan önce Osmanlı Tarihi, İslam Tarihi ve daha ziyade üst kademe okullarında Umumî Tarih (Tarih-i Umumî) dersleri okutuluyordu. Bu derslerde, “ âlem-i medeniyette eser bırakmış olan bütün kavimlerin, milletlerin ahvalinden, vakayinden bahs”1 edilmekteydi. Başlangıçta 1 2 Ali Reşad- Ali Seydi, Tarih-i Umumî, C.1, İkdam Matbaası, İstanbul, 1327, s.5. OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDAN TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NE GEÇİŞ SÜRECİNDE TÜRKİYE’DE TARİH ÖĞRETİMİNİN TARİHÇESİ Osmanlı tarihçileri yazdıkları Umumî Tarihlerde, “İslam müverrihlerince makbul şemayı kullanmışlardır. Bu şemaya göre, İslam camiasının teessüsünde en mühim amillerden olan din, İslam dini tarihin ana hattını teşkil eder”di2. Islahat dönemine gelindiğinde Osmanlı tarihçilerinin Umumî Tarihe bakış açıları değişmeye başlamıştır. Sürekli yaşanan yenilgilerin bir sonucu olarak Hıristiyan Avrupa tarihine de önem vermek gerektiği hissedilmiştir. Avrupa lisanlarına vâkıf olan bazı Hıristiyan ve Müslüman Osmanlılar arasında, Batı tarihi eserlerinden yararlanma ve tercüme teşebbüsleri görülmeye başlanmıştır. Ancak, Batı tarihlerinden yararlanma çalışmaları Tanzimat döneminde önem kazanarak tarih müfredatında yerini almıştır. Tanzimat’tan İkinci Meşrutiyet’e Kadar Tarih Öğretimi: Ahmet Vefik Paşa, Abdülaziz döneminde yeni açılan Dârülfünûnda, ilk defa 1863’te kısa bir süre için ‘Hikmet-i Tarih’ adıyla Umumî Tarih dersi vermiştir. Bu derslerin özeti daha sonra bir kitapçık şeklinde yayınlanmıştır. Ahmet Vefik Paşa, bu kitapçıkta umumî tarihi en eski dönemlerle ilgili birtakım hurafelerden ayıramamakla birlikte, Batı usulüyle öğretimde bulunmak istediği anlaşılmaktadır3. Türk tarihinin Osmanlılarla başlamadığını ve bütün Türk kavimlerini içine alması gerektiğini ileri sürerek, bu düşüncesini Hikmet-i Tarih’te dile getirmiştir4. Ahmet Vefik Paşa, mülkiye mekteplerinde tarih ders kitabı olarak okutulmak üzere 1869’da yazdığı Fezleke-i Tarih-i Devlet-i Osmaniye’de, Osman Bey’den Abdülaziz’e kadar her padişah dönemindeki olayları sade ve kısa cümlelerle özetlemiştir5. Umumî tarih alanında daha sonra Batıdan birçok tercümeler yapılmaya başlandı. 1868’e doğru, Bab-ı Âlî Tercüme odasında görevli Ahmet Hilmi Efendi, bir İngiliz’in yazdığı umumî tarihi Türkçeye tercüme etmiştir. Aynı tarihte, sonraları Sadrazam olan Tevfik Bey de bir umumî tarih tercüme etmiştir. Çağdaşlarınca “yazı makinesi” lakabıyla tanınan Ahmet Mithat Efendi, 1870’te “Hace-i Evvel” adıyla çıkardığı külliyatın bir bölümünü umumî tarihe ayırdı. Ertesi yıl yayınladığı Kainat külliyatı içinde, her milletin tarihinden ayrı ayrı bahsederek bir umumî tarih ortaya koydu6. Tanzimat dönemi birçok alanda olduğu gibi, tarih öğretiminde de yeni bir sürecin başlangıcını oluşturmaktadır. Saffet Paşa’nın ilk Maarif Nazırlığı 2 Y. Akçura, “Tarih Yazmak ve Tarih Okutmak Usullerine Dair”, Birinci Türk Tarih Kongresi, Maarif Vekaleti, Ankara 1932, s. 589-590. 3 Akçura, a.g.e., s. 593. 4 H.Z. Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, Ülken Yayınları, İstanbul, 1992, s. 203204. 5 N. Sakaoğlu, “Dersimiz Tarih Kitaplarımız Hikaye”, NTV Tarih, 2010, sayı 22, s. 29. 6 Akçura, a.g.e., s. 593-594. 3 MESUT ÇAPA döneminde hazırlanan 1869 tarihli Maarif-i Umûmîye Nizamnamesi’nde ilköğretimden yüksek öğretime kadar tüm eğitim kademelerindeki mekteplerde tarih derslerine yer verilmiştir. Bu dersler Sıbyan mekteplerinde “Muhtasar Tarih-i Osmanî”, Rüşdiye mekteplerinde “Tarih-i Umûmî ve Tarih-i Osmanî”, Kız Rüşdiye mekteplerinde “Muhtasar Tarih ve Coğrafya”, İdadiye mekteplerinde “Tarih-i Umûmî”, Sultanî mekteplerinde “Tarih”, ve Dârülmuallimînin rüşdiye şubesinde “Tarih-i Umûmî” adıyla belirlenmiştir7. Maarif-i Umûmîye Nizamnamesi’nin yayınlanmasından sonra, okulların ders müfredatlarında tarih derslerinin durumu şöyledir: 1875’lerde Mahrec-i Aklâm Mektebinde (3 yıl), her sınıfta “Tarih-i Umûmî” okutuluyordu. Dârülmuallimât’ta (3 sene) yalnız 3. sınıfta, Rüşdiye mekteplerinde (4 sene) ise son iki sınıfta “tarih” dersi bulunuyordu. 1891-92 eğitim ve öğretim yılında İnas Rüşdiyelerinde (6 yıl), 4 ve 5. sınıflarda ikişer saat, 6. sınıfta bir saat tarih dersi vardı. Burada başta İslam Tarihi olmak üzere Osmanlı Tarihine yer verilmekteydi. Dördüncü sınıfta Hz. Adem, Nuh Tufanı, Hz. Musa, Hz. İsa, Hz. Muhammed’den bahsediliyordu. Beşinci sınıfta “Tarih-i Düvel-i İslamiye” (Hulefâ-yı Râşidîn’den Âl-i Timur’a kadar)’den bahsediliyordu. Altıncı sınıfta ise “Tarih-i Devlet-i Osmaniye” (Teessüs-i Devlet-i Osmaniye’den Sivastopol zaferine kadar)’ye yer verilmekteydi. Burada yer alan bir “ihtâr”da, “ Tarih dersi hiçbir vakit ezber usulüyle ta’lîm ve ta’allüm olunamayacağına binâen muallime tâlibâtın anlayacağı surette takrîr ve tefhîm ve tâlibâta tekrar ettirecek ve onlardan dahi o suretle cevap alarak mebâhisi tâlibâtın zihinlerinde yerleştirmeğe i’tinâ edecektir” şeklinde bir öğretim yöntemi tavsiye edilmekteydi. Bu tarihlerde, 5. ve 6. sınıfta ikişer saat, son sınıfta bir saat tarih dersinin okutulduğu İbtidaiye ve Rüşdiyeden oluşan Kız Sanayi Mekteplerinde (7 yıl) de, İnas Rüşdiyelerindeki program aynen uygulanmaktaydı8. “Dersaadet ve Kasâbat İbtidâî Mekteplerinde” (3 yıl) son sınıfta “Mülahhas Tarih-i Osmanî” dersi, yine aynı adı taşıyan kitaptan takip edilmekteydi. Bu çerçevede Osmanlıların mensup olduğu boy, devletin kuruluşu ve Ertuğrul Gazi’den itibaren Sultan Abdülaziz’e kadar gelen Osmanlı padişahları hakkında bilgi veriliyordu. Bütün Rüşdiye ve İdadiye mekteplerinde (7 yıl), 2-5. sınıflarda ikişer saat, son iki yılda birer saat tarih dersi mevcuttu. İkinci sınıfta Tarih-i İslam, üçüncü sınıfta Muhtasar Tarih-i 7 Mahmut Cevad, Maârif-i Umûmiye Nezâreti Târihçe-i Teşkilât ve İcraatı- XIX. Asır Osmanlı Maârifi- (Hazırlayan: Taceddin Kayaoğlu), Semih Ofset, Ankara 2001, s. 425, 430-431, 433, 435. 8 M. Cevad, a.g.e., s. 247, 270-272, 274, 280-281. 4 OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDAN TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NE GEÇİŞ SÜRECİNDE TÜRKİYE’DE TARİH ÖĞRETİMİNİN TARİHÇESİ Osmanî (Osmanlı devletinin kuruluşundan Yeniçeriliğin kaldırılışı ve Nizam-ı Cedit’e kadar), 4-7. sınıflarda ise “Mufassal Tarih-i Osmanî” okutulmaktaydı. Bazı okullara giriş sınavlarında, öğrencilerin diğer derslerle birlikte tarihten de sorumlu tutuldukları anlaşılmaktadır. 3 Ağustos 1879’da yapılacak Mekteb-i Fünûn-ı Mülkiye’ye giriş sınavında, birinci sınıftan başlayacak öğrencilere “Muhtasar Tarih-i Osmanî”, ikinci sınıf için başvuranlara İlkçağ (Tarih-i Kurûn-ı ûlâ), dördüncü sınıf için ise “Tarih-i Umûmî”den sorular yöneltileceği basında ilan edildi9. Türkiye’de, Tanzimat döneminden itibaren birçok tarih ders kitabı yayınlanmaya başladı. Bunlardan bir kısmının müsabaka yoluyla hazırlatıldığı anlaşılmaktadır. Maarif-i Umûmîye Nizamnamesi’nden sonra tarih ders kitapları için bir müsabaka başlatıldığı görülmektedir. Şartnamede, hazırlanacak olan ders kitabında “Osmanlı devletinin zuhuruna ve o zaman Anadolu’da bulunan devlet ve milletlere ait bir mukaddime. Osmanlı devletinin teşkilinden o zamana kadar geçen mühim vakalar. Bilcümle selâtin-i Osmaniye’nin tarihi veladet ve cülûs ve vefatlarını mübeyyin bir cedvel. İşbu tarihte münderiç vukuat-ı mühimmenin vukularını mübeyyin bir cedvel. Osmanlı devletini gösteren bir harita. O zamana kadar geçen padişahların her birine ait vukuatı zikreden ayrı birer bahis” bulundurulması istenmiştir. Olayların “hakikat-ı veçhile bitarafane yazılıp fakat muhabbet-i vataniyeye müteallik mevaddın sena ve sitayişle yad” olunması istenmektedir. Kitabın “hikaye yolunda” yazılması, “muhakemeye girişilmeyip” iyi hareketlerin övülmesi, kötü hareketlerin de ayıplanması tavsiye olunmaktadır. Kitap yüz sayfa kadar olacak ve birinci ve ikinciye para mükâfatı verilecekti. Anlaşılacağı üzere, şartnamede akla gelen her husus ayrıntılı bir şekilde belirlenmişti. 1877’de rüşdiyelerde okutulmak üzere Sami, Aziz ve Şevki Beyler tarafından yazılan Mira’t-ı Tarih-i Osmanî adlı kitabın konuları padişahların tahta çıkışlarına göre düzenlenmişti. Tanzimat döneminin ileri gelen eğitimcilerinden Selim Sabit (1829-1911), 1873’te yayınladığı Rehnüma-yı Muallimîn adlı eserinde “tarihin suret-i talimi”nden bahsetmiştir. O, tarihi olayların öğrencilere muhtelif şekillerde tekrar ettirilerek öğretilebileceğine inanmaktaydı10. Ona göre tarih dersi, olayların tarihini ezberlemek ve bu olayları padişahlarla ilişkilendirmek şeklinde anlaşılmaktaydı. Selim Sabit’in 9 M. Cevad, a.g.e., s. 164, 301-302, 410-411. F. Baymur, Tarih Öğretimi, Maarif Matbaası, Ankara 1945, s. 7-10. 10 5 MESUT ÇAPA verdiği örneklerden etkilenen öğretmenler, uzun yıllar tarih derslerinde yalnızca olayların tarihini ezberletme amacını gütmüşlerdir11. Batıdan yararlanılarak ve Türk dünyasına önem verilerek yazılan ilk Tarih-i Umûmî kitabı, Süleyman Paşa’nın 1876’da yazdığı Tarih-i Âlem’dir. Kitabın elde bulunan basılı nüshası bir ciltlik İlkçağ kısmını kapsamaktadır. İdadi mekteplerinin ikinci sınıfında okutulmak üzere hazırlanan 1000 sayfalık bu cildin, 144 sayfası Türkler konusuna ayrılmıştır. Süleyman Paşa, kitabında İbnülesir, İbni Haldun, Ebülfeda gibi doğu eserlerinin yanı sıra, öncelikle Fransızca kitaplardan yararlanmıştır. Fransız kaynakları arasında da, de Guignes’nin Hunların, Türklerin, Moğolların ve daha sair Tatarların Tarih-i Umumîsi adlı kitabı önemli bir yer tutmaktadır. Tarih-i Âlem’de konular Avrupa tarih ders kitapları örnek alınarak tasnif edilmiştir. Süleyman Paşa kitabında Türklüğe geniş yer vermiş, Avrupalı tarihçilerin yazdıklarını tenkit süzgecinden geçirerek ele almıştır12. Mekteb-i Harbiye’de öğretmenlik de yapan Süleyman Paşa, Avrupa’daki askeri okulların tarih programları ve kitaplarını örnek alarak askeri okullar için yeni bir müfredat programı hazırlamıştır13. 1873 yılında Cemiyet-i Tedrisiye-i İslâmiye’nin girişimleriyle açılan Dârüşşafaka’da Tarih-i Osmanî ve Tarih-i Umûmî dersleri okutulmuştur. Başlangıçtan itibaren öğretmen kadrosunun genişletilmesine çalışılırken, aynı zamanda ders kitaplarının da hazırlanmasına önem verilmiştir. Ders kitaplarının büyük kısmı Cemiyet üyeleriyle mektepte görev yapan öğretmen ve müderrislere hazırlattırılmıştır. Tarih öğretmeni binbaşı İbrahim Şem’î Bey’in tercüme ettiği üç ciltlik Tarih-i Umûmî’si ders kitabı olarak okutulmuştur. Süleyman Paşa’nın Ders Nazırlığı zamanında (1875-1876) hazırlanıp, Cemiyet-i Tedrisiye-i İslâmiye’ce değiştirilerek uygulanan programa göre Dârüşşafaka’da 4-5. sınıflarda Tarih-i Osmanî, 6-8. sınıflarda ise Tarih-i Umûmî okutulmaktaydı. Bu program 1890’lara kadar uygulanmıştır 14. 1880’lerde Selim Sabit’in Muhtasar Tarih-i Osmanî’si, İbrahim Necati’nin Yeni Osmanlı Tarihi yayınlanmıştır. 1890’larda Ali Cevad’ın, Muhtasar Osmanlı Tarihi’nin ilk baskısı yapılmıştır. Bu kitapların doğrudan ders kitapları olduğuna dair herhangi bir kayıt bulunmamakla birlikte, tarih öğretiminde yararlanıldığı muhakkaktır. 11 Yahya Akyüz, Türk Eğitim Tarihi, Pegem Akademi Yay., 17. Baskı, Ankara 2010, s. 205. Akçura, a.g.e., s. 593-594. 13 Sakaoğlu, a.g.m., s. 29. 14 Mehmet İzzet-Mehmet Esat vd., Dârüşşafaka Türkiye’de İlk Halk Mektebi, Evkaf-ı İslamiyye Matbaası, İstanbul 1927, s.11-15. 12 6 OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDAN TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NE GEÇİŞ SÜRECİNDE TÜRKİYE’DE TARİH ÖĞRETİMİNİN TARİHÇESİ II. Abdülhamid’in saltanatının başlarında birkaç Tarih-i Umûmî kitabı yayınlanmıştır. Bunlar arasında ilk akla gelen, Murat Bey’in (Mizancı Murat) 1882-1883 tarihlerinde yayımlanan 6 ciltlik Tarih-i Umûmî’sidir. Süleyman Paşa’nın Tarih-i Alemi’nden sonra en fazla tanınan bu kitap, başta Fransızca olmak üzere Rusça ve biraz da Türkçe tarih kitaplarından iktibas yoluyla yazılmıştır. Metot ve olaylara bakış açısı itibarıyla Avrupa’daki örneklerine uygun hazırlanmıştır. Ancak, Avrupa’daki benzer kitaplara göre İslam tarihine daha fazla yer verilmiş, dördüncü cildin sonuna, İstanbul’un fethine kadar Osmanlı tarihi de (152 sayfa) ilave olunmuştur. 2500 sayfaya yakın kitapta Türk tarihine sadece üç sayfada yer verilirken, Fransız İhtilali 127 sayfada anlatılmıştır. Bu dönemde Murat Bey tarihinden başka ancak birkaç Tarih-i Umûmî daha yayınlanabilmiştir. Bunlardan biri Hakkı Bey (İkinci Meşrutiyet’te sadrazam olan Hakkı Paşa), ikincisi de Harbiye ve Harbiye İdadisi muallimlerinden Binbaşı Ali Tevfik Bey tarafından yazılmıştır. Her iki eser, Murat Bey’in Tarih-i Umûmî’sine göre daha kısa ve sadedir. Ali Tevfik Bey’in 3 ciltlik kitabı, okullarda Tarih-i Umumî derslerinin müfredattan kaldırılmasına kadar okutulmuştur. Yine o sıralarda Abdurrahman Şeref Bey Zübdetü’l-Kısas adlı bir umumî tarih yazmaya başlamışsa da tamamlayamamıştır15. II. Abdülhamid döneminde, 1890’lardan itibaren tarih öğretiminde sınırlandırmalar getirilmiştir. 1893 tarihli programla sıbyan mekteplerinden tarih dersi ve rüşdiyelerdeki tarih-i umumî dersi kaldırılmıştır16. Akçura’nın ifadesiyle, “Padişah ve hükümet tarihi sevmezler ve tarihten korkarlardı. İleride biraz tafsilat ile anlatacağız ki, bu devirde bir aralık Umumî Tarih çok budandı, sonra mekteplerde okutulması menedildi; tarih kitapları eksiltildi; Bazı tarih kitapları, polis tarafından toplatılıp han odalarına hapsedildi; rivayete göre bazıları da yaktırıldı…”. Murat Bey tarihinin, yayınlanmasından beş on sene sonra toplanıp, “evrak-ı muzırra” olarak görülmesinde Fransız İhtilâli (İnkılâb-ı Kebîr)’ne geniş yer verilmesinin de büyük rolü olmuştur17. Bu dönemde Abdurrahman Şeref Bey’in Tarih-i Devlet-i Osmaniye, Fezleke-i Tarih-i Devlet-i Osmaniye ve Fezleke-i Tarih-i Düvel-i İslamiyye’si okullarda ders kitabı olarak okutulmuştur18. Mekteb-i Sultanî Müdürü Abdurrahman Şeref Bey, 1890’larda “Mekâtib-i Âliye’de tedris olunmak üzere” Tarih-i Devlet-i Osmaniye adıyla iki ciltlik ders kitabı 15 Akçura, a.g.e., s. 594-595. Baymur, a.g.e., s. 11. 17 Akçura, a.g.e., s. 578, 595. 18 Sakaoğlu, a.g.m., s. 30. 16 7 MESUT ÇAPA yayınlamıştır. Fihrist dışında 423 sayfadan ibaret olan kitap Abdülhamid’e dua ve şükran ifadeleriyle son bulmaktadır. Abdurrahman Şeref Bey kitabın girişinde, “tarihin nevilerinden ve ‘Hikmet-i Tarih’ tabir ettiği pragmatik tarihten bahseder; ve mekteplerde tarihin nasıl tedris olunması lazımgeldiğine dair de kendi mütalaalarını söyler. Lâkin tarihte usul ve tarihin tedrisi meselelerine müteallik bu mütalaalar çok kısadır 19.” Abdurrahman Şeref Bey yüksek mekteplerde öğretime elverişi kitapların olmadığını, “ … Bir de elyevm mevcud olan Tarih-i Osmanî hülasaları ibtidaiye ve rüşdiye mektepleri için müretteb olmakla mekatib-i âliyede tedrise elverişlisi yoktur” cümlesiyle ifade etmektedir. Kitabın ikinci cildi 59. bölümlerden oluşmaktadır. Kitapta tarihi olaylar, beşinci bölümden itibaren “Tevakkuf ve teşettüt” başlığı altında Üçüncü Sultan Mehmet’ten başlayıp Paris Antlaşması’na kadar getirilmektedir. Dokuzuncu bölümün sonunda, “teşkilat ve tensîkat-ı âhire” başlığı altında merkezi idareden başka mülkî, askerî, malî, maarif, adliye ve diğer devlet işleriyle ilgili konulara yer verilmiştir20. 1900’lerin başında, bazı rüşdiye ve idadi mekteplerindeki tarih öğretmenleri ve tarih müfredatı hakkında salnamelerde birtakım bilgiler verilmektedir. Bu tarihlerde yayınlanan Maarif Salnamesi’ne göre, tüm rüşdiye mektepleri ile idadiyelerin (8 sınıf) 2, 3, 4, 5, ve 6. sınıflarında ikişer saat, son iki sınıflarında ise birer saat tarih dersi okutuluyordu. Mercan İdadi-yi Mülki şahanesinde sadece İslam Tarihi okutulmaktaydı. İslam Tarihi Azmi Bey, “Tarih-i İslam ve Coğrafya-yı Osmanî” dersi de Ali Tevfik Bey tarafından veriliyordu. Üsküdar Mekteb-i İdadi-i Mülkiyes’inde Osmanlı Tarihi öğretmeni Sadık Bey’di. Yatılı ve gündüzlü (leylî ve neharî ) eğitim veren Numune-i Terakki Mektebi (idadî, rüşdî ve ibtidaî)’nde Tarih ve Hesap öğretmeni Nail Bey, Tarih öğretmeni Sadullah Bey’di. Aşiret Mektebi’nde Tarih ve Kitabet öğretmeni Nureddin Bey’di. İbtidaî sınıflar (sunûf-ı ibtidaîye) ve rüşdiyeden oluşan Kız Sanayi Mekteplerinde (7 yıl) 5. ve 6. sınıfta ikişer, son sınıfta bir saat tarih okutulmaktaydı. İbtidaî sınıflar (sunûf-ı ibtidaîye) ve rüşdiyeden oluşan Kız (inas) Rüşdiyelerinin (6 yıl) programında 4. ve 5. sınıflarda iki, son sınıfta bir saat tarih dersi yer alıyordu. Mekteb-i Harbiye-i Şahane İdadîsi’nde Tarih-i Osmanî öğretmeni Mehmet Salih Bey, Tarih-i Umûmî öğretmen muavini Nureddin Efendi, Tarih-i Osmanî öğretmen muavini Ahmet Kemal Efendi idi. Dârülmuallimîn’in İbtidaî şubesi (2 sınıf)’nin 1.sınıfında iki, 2. sınıfında bir saat İslam Tarihi; Rüşdiye şubesinde (2 sınıf) her iki sınıfta 19 20 8 Akçura, a.g.e., s. 577-578. Abdurrahman Şeref, Tarih-i Devlet-i Osmaniye, C.2, Karabet Matbaası, İstanbul 1315, s. 424-432. OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDAN TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NE GEÇİŞ SÜRECİNDE TÜRKİYE’DE TARİH ÖĞRETİMİNİN TARİHÇESİ ikişer saat “Tarih” dersi; Âlîye Edebiyat şubesinde (2 sınıf) 1. sınıfta bir saat, 2. sınıfta 2 saat Tarih; Âlîye Fünûn şubesinde tarih dersi yoktu. Bu okulda Tarih-i Umûmî öğretmeni Azmi Bey’di. Her üç sınıfında birer saat tarih dersinin okutulduğu Dârülmuallimât’ta (3 sınıf), tarih öğretmeni Samiye hanımdı. Mekteb-i Sultanî’de ibtidaî sınıflar (3 sınıf) ile “sunûf-ı tâliye”(3 sınıf) programlarında tarih dersi bulunmuyordu. “Sunûf-ı âliye”de dördüncü sınıfta Tarih-i Osmanî (“Tarih-i enbiya muhtasaran talim edilip badehu ibtidai zuhurundan bin tarihine kadar Devlet-i Osmaniye tarihi”), beşinci sınıfta yine Tarih-i Osmanî (“Bin tarihinden Paris muahedesine kadar”) okutuluyordu. Altıncı sınıfta Tarih-i İslam (Düvel-i İslamiyye) tarihi yer alıyordu. Tarih-i Osmanî ve Tarih-i İslam öğretmeni Abdurrahman Efendi, Tarih-i Umumî öğretmeni Ohannesyan Efendi idi. Dârüşşafaka’da (8 sınıf) Muhtasar Tarih-i İslam (4. sınıf), Tarih-i İslam (5. ve 6.sınıf) ve Mufassal Tarih-i Osmanî (7.8. sınıf) okutuluyordu. Tarih ve Kavanin dersini Hasan Şerif Efendi, Tarih-i Osmanî ve Ulûmu Ahlak ve Kitabet dersini ise Mehmet Nuri Bey veriyordu21. İkinci Meşrutiyet Döneminde Tarih Öğretimi: İkinci Meşrutiyet’in ilanından sonraki gelişmeler, tarih öğretimi ve yeni kitapların hazırlanmasına daha uygun bir ortam sağladı. Bu dönemde birçok tarih ders kitabı hazırlandı ve tercüme edildi; tarih öğretim metotları üzerine yazılar yayınlandı. Ancak, tarihe Batılıların gözüyle bakma alışkanlığı, özellikle Tarih-i Umûmî açısından, pek fazla değişmedi. Akçura’nın ifadesiyle, “Tanzimat’tan itibaren Osmanlı memleketinde tarihin Garplılaşması, daha doğrusu Fransızlaşması Meşrutiyet devrinde son merhalesine gelmiştir. …Bu devirde Türkçe yazılan, daha doğrusu Türkçeye tercüme olunan umumi tarihlerde, Fransız nokta-i nazarı tamamen hakimdir”. Balkan savaşlarından sonra gelişen Türkçülük fikir akımının da, okullardaki umumî tarih dersleri üzerinde hiçbir ciddi etkisi olmadı22. Bununla birlikte, İttihatçıların etkisiyle ilköğretimde Türk Tarihi önem kazanmaya başlamıştır. 1912-1913 eğitim yılında İzmir İttihat ve Terakki Mektebi’nde, Osmanlı Tarihi dersinde okutulmak üzere, bu okul öğretmenlerinden Salih Zeki Bey tarafından Türk Tarihi adıyla 32 sayfalık bir kitap yayınlanmıştır. Kitapta Türk Tarihi, Osmanlı öncesi ve sonrasına da yer verilerek millî bir bütünlük içerisinde anlatılmıştır. Giriş, “Efendiler; tarih, beşeriyetin geçmiş vakalarından bahseder, bu sene okuyacağımız tarih, Tarih-i Osmanî’dir. 21 Maarif Salnamesi, Asır Matbaası, İstanbul, 1321, s. 110, 116-117, 122-124, 127, 131, 133, 137-139, 141, 143-144, 148, 150, 153, 164-165, 228-229. 22 Akçura, a.g.e., s. 596. 9 MESUT ÇAPA Yani bizim kendimize mahsus tarihimizdir. Bir kavim her şeyden evvel kendi hayatını bilmeğe mecburdur” sözleriyle başlamaktadır. Tarihin ezber olmadığı, “Tarih bilmek, tarih kitaplarında görülen malûmatı gelişigüzel ezberlemek demek değildir” şeklinde açıklanmıştır. Tarihin anlaşılabilmesi için “muhakeme ve idrak” ile okunması gerekirdi. Kitapta, Osmanlı tarihinden bahsedilirken “Osmanlı Türkleri” deyimi kullanılmıştır. Yine burada ifade edildiği üzere, “Osmanlılık tarihi Türklük tarihinin bir şubesinden çıkıyor”du23. Anlaşılacağı üzere Türk tarihinin sınırları, Osmanlı tarihini de kapsayacak şekilde, genişletilerek ileride daha net bir şekilde ortaya konulacak olan Türk tarih anlayışına adeta zemin hazırlayacaktı. Bu dönemde tarih öğretim metotlarıyla ilgili yeni görüşler ileri sürülmüş ve okullarda bazı uygulamalara girişilmiştir. II. Meşrutiyet’in ilanından birkaç ay sonra, 1908-1909 öğretim yılında Erkân-ı Harbiye’de siyasî tarih öğretmeni olarak atanan Yusuf Akçura, tarih derslerinin başlangıcında tarihte ve tarih öğretiminde usulden bahsetmiştir. Metotla ilgili ders notlarını hazırlarken, Abdurrahman Şeref Bey ve birkaç Fransız kaynağından yararlanabilmiştir. 1912-1913 öğretim yılında İstanbul Dârülfünûnu’nda da siyasî tarih dersleri okutan Akçura, Erkan-ı Harbiye Mektebi’nde uyguladığı yöntemi biraz daha genişleterek, asıl konuya girmeden önce beş-altı dersini tarihte usul ve tarihin öğretimi meselelerine ayırmıştır. Akçura’nın Dârülfünûn’dan ayrılması üzerine, ertesi yıl bu dersleri vermek üzere Prof. Mortmann tayin edilmiştir. Mortmann’ın 1913-1914 yılında tarihte usul üzerine verdiği ders notları, “İlm-i Usulü Tarih” adıyla taş basması olarak sınırlı sayıda yayınlanmıştır. Akçura’nın, “Tarih-i edebiyatımızda bir misli daha bulunmayan” orijinal bir eser olarak nitelendirdiği 220 sayfalık bu kitapta, Mortmann tarih usullerinden teorik olarak bahsettikten sonra her kaideyi, Batı ve özellikle de Doğu tarihlerinden aldığı birçok örnekle açıklamıştır24. II. Meşrutiyet’in başlarında İstanbul Dârülmuallimîn’inde önemli ıslahatlar gerçekleştiren Satı Bey25 tarih öğretimi konusunda da yeni düşünceler ileri sürmüştür. 1909 tarihinde yayınlamaya başladığı Tedrisat-ı İbtidaiye Mecmuası’nın 8. sayısında “Tarih Tedrisinin Usulü Esasiyesi” konulu yazısında, mevcut tarih kitaplarıyla tarih öğretim metotlarını tenkit etmiştir. Satı Bey’e göre, Meşrutiyet’in ilanından sonra birçok tarih kitabı yazıldığı halde, bunlar arasında “mekteplerde tedrise salih, fennî terbiyenin mukteziyatına muvafık kitapların azlığı, daha doğrusu yokluğu” dikkati çekmektedir. İlkokullarda tarih milli bir bakış açısıyla ve mekan ve zaman 23 Salih Zeki, Türk Tarihi, İttihad Matbaası, İzmir 1328, s. 3-5. Akçura, a.g.e., s. 578-580. 25 Satı Bey’in Türk eğitim tarihindeki yeri için bkz. Akyüz, a.g.e., s. 301-304. 24 10 OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDAN TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NE GEÇİŞ SÜRECİNDE TÜRKİYE’DE TARİH ÖĞRETİMİNİN TARİHÇESİ itibarıyla yakından uzağa doğru verilmelidir. Satı Bey’e göre, mevcut tarih eğitimi ciddiyetten uzak, öğrenciyi düşündürmeden sadece ezbere yönelten bir vasıtadan ibaretti. Satı Bey, bu düşüncelerini şöyle dile getirmekteydi: “Bizde tarih derslerinin şu esaslara ne kadar tevafuk etmekte olduğunu düşününce, gözümün önünden harfi harfine Fransızca’dan tercüme edilmiş ders kitapları, mufassal kitaplardan, hiçbir ıstıfa (ayıklama) yapılmaksızın, ihtisar (kısaltma) edilivermiş küçük tarihler… Bunları ezberlemekle meşgul muallimler… Sultan Osman’ın sağ mı, ölü mü olduğunu tayin edemeyen çocuklar… Kırım Muharebesini bir Fransız-Rus muharebesi tasvir edercesine nakleden talebe… Memleket ile elma almak arasındaki farkı takdir edemeyen çocuklar takım takım geçiyor ve bana acı ve derin bir teessürle heyhat (yazık) dedirtiyor26”. Tedrisat-ı İbtidâîye Mecmuası’nda, konusunu Osmanlı tarihi ve özellikle Meşrutiyet döneminden alan ders örnekleri yayınlanmıştır. Soru-cevap (isticvabî) usulüne göre hazırlanan bu derslerde, ezberden ziyade uygulamalı ve öğrenci merkezli bir tarih eğitiminin amaçlandığı söylenebilir 27. Ali Reşat Bey, Mayıs 1912’de Tedrisat-ı İbtidâîye Mecmuası’nın 20. sayısında “Mekteplerde Tarih Tedrisi” başlıklı bir makale yayınlamıştır. Bu makalede tarih öğretiminin formal eğitimdeki rolü üzerinde durulmaktadır28. Ali Reşat Bey’e göre, “ Şimdiye kadar mekâtib-i tâliyeye (ortaöğretim) mahsus tarih kitaplarının Fransızcadan aynen tercüme edilerek, Tarih-i Osmanî esas ittihaz edilmek suretiyle mekteplerimize mahsus bir Tarih-i Umumî kitabının yazılmaması mekâtib-i tâliyede tedrisat-ı tarihiyenin şayânı memnuniyet bir halde olmamasını intaç etmiştir.”. Ancak, Ali Reşat Bey de, ortamektepler ve liseler için yazdığı Tarih-i Umûmîlerde benzer hatalara düşmekten kendini kurtaramamıştır 29. 1914 yılından sonra Tadrisat Mecmuası, Milli Tetebbüler, Edebiyat Fakültesi Mecmuası, Muallimler Mecmuası ve Terbiye gibi dergilerde tarih metodolojisi ve eğitimiyle ilgili makaleler yayınlandı. Maarif Nezareti’nce 1917’de, ilköğretimdeki Tarih derslerinde yararlanılmak üzere Macar krallarından birinin taç giyme merasimini tasvir eden bir tablo hazırlatılarak okullara dağıtıldı. Aynı zamanda, tablodaki olayların açıklamak amacıyla bir de broşür yayınlandı. İhsan Şerif (Saru) Bey tarafından hazırlanıp, “Mekâtibe Tevzi Edilen Resm-i Tetevvüc Levhası Hakkında İzahat-ı 26 Baymur, a.g.e., s. 12-13. M. Çapa, “İstanbul Dârülmuallimini Tatbikat Mektebi’nde Tarih Dersleri”, Türk Kültürü, 2002, sayı 471, s. 21-32. 28 Baymur, a.g.e., s. 14. 29 Akçura, a.g.e., s. 579. 27 11 MESUT ÇAPA Tarihiye ve Terbiyeviye” adıyla yayınlanan broşürde, tablonun açıklanmasının yanı sıra ibtidaîlerin üçüncü sınıfları için bir ders örneğine de yer verilmiştir30. II. Meşrutiyet döneminde ilköğretimden yükseköğretime kadar tarih müfredatındaki dersler sayı ve muhteva itibarıyla farklı bir dağılım göstermektedir. İstanbul Dârülmuallimîni’ne bağlı olarak açılan Tatbikat Mektebi programında (3 sınıf), birinci sınıfta yer alan Musâhabât-ı Ahlâkiye dersi, tarih için bir hazırlık basamağı oluşturuyordu. İkinci sınıfta başlayan tarih dersinde Osmanlı tarihindeki önemli olay ve savaşlar verildikten sonra Tarih-i Umûmî başlığı altında yakın çevredeki tarihi eserlerden örnekler veriliyordu. Üçüncü sınıfta yine Osmanlı ve Tarih-i Umûmî okutuluyordu. Umumî Tarih çerçevesinde en eski insanların yaşayış tarzı, Osmanlı yurdunun tarih açısından önemi, harabeler, tarihi eserler, Mısır medeniyeti, Yunan medeniyeti, İslam medeniyeti, Ortaçağ ve derebeylik, Fransız İnkılâbı gibi konular yer almıştır31. 1910 yılında 2 yıllık Dârülmuallimîn-i İbtidâî programında her sınıfta birer saat “Tarih-i İslam ve Osmanî” okutulmaktaydı. Maarif Nezaretinin, 1913 yılında üç yıldan dört yıla çıkardığı Dârülmuallimîn-i İbtidâîyeler için hazırladığı yeni programa göre, bütün sınıflara ikişer saat tarih dersi konulmuştu. Ancak, savaş dolayısıyla bu program pek uygulanamadı32. 1913’te kabul edilen Tedrisat-ı İptidaiye Kanunu Muvakkati ile ilkokullar üç devreli ve altı sınıftan oluşmuştur. Buna göre Birinci devre (devre-i ûlâ) 1. ve 2., Orta devre (devre-i mutavassıta) 3. ve 4., Yüksek devre (devre-i âliye) 5. ve 6. sınıflardan oluşuyordu. Aynı yıl çıkan Mekâtib-i İptidâîye Ders Müfredatına göre, altı dersaneli ve öğretmenli mekteplerle Numune İbtida Mekteplerinde birinci sınıfta müstakil bir tarih dersi bulunmamakla birlikte, bu sınıfta okutulacak olan Musâhabât-ı Ahlâkiye ve Medeniye dersinin “bir kısmı usûl-ı tedris talimatında gösterildiği veçhile tarihi vaka ve fıkralara istinâd ettirilecektir”. Bu ders tarih öğretiminin ilk basamağını oluşturmaktaydı. Programda ibtidaîyelerin diğer sınıflarına öğleden önce okutulmak üzere ikişer saat tarih dersi konulmuştu. İkinci sınıftan itibaren verilmeye başlanan tarih dersinde, İslam, Türk ve Osmanlı tarihinin en büyük simaları menkıbelerle anlatılacaktır. Ayrıca Kırım Savaşı, 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı, II. Meşrutiyet, Trablusgarp ve Balkan Savaşlarına da yer verilecekti. Bu dersler 3 ve 4. sınıflarda Muhtasar Osmanlı Tarihi, 5. 30 Baymur, a.g.e., s. 15. Çapa, “İstanbul Dârülmuallimini…”, s. 24; Baymur, a.g.e., s. 13. 32 M. Ergün, II. Meşrutiyet Devrinde Eğitim Hareketleri (1908-1914), Ocak Yayınları, Ankara 1990, s. 317-318. 31 12 OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDAN TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NE GEÇİŞ SÜRECİNDE TÜRKİYE’DE TARİH ÖĞRETİMİNİN TARİHÇESİ sınıfta Muhtasar Tarih-i Medeniyet, 6. sınıfta ise Muhtasar Kurûn-ı Cedide (Yeniçağ Tarihi) tarihi adıyla okutulmaktaydı. Altı sınıflı ibtidâî mekteplerinin 3. sınıfındaki Muhtasar Tarih-i Osmanî dersi, Osmanlı devletinin kuruluşundan önceki eski Türk tarihi ve Osmanlı tarihi, Ertuğrul Gazi- Selçuklu münasebetleri gibi konularla başlayıp Sultan I. Ahmet dönemiyle sona ermektedir. Müfredatta öğretim yöntemlerine de dikkat çekilerek, üçüncü sınıf ders içeriklerinin sonunda şu uyarılarda bulunulmaktadır: “Muallim münasebet düştükçe Yeniçeri hayatından, eski Osmanlı donanmasının muvaffakiyetlerinden, eski Osmanlı hayatından, mefâhirinden, ananelerinden menkıbeler anlatacak, bilhassa devletin i’tilâ ve tedennisine tesir etmiş olan sebeplerden çocukların anlayacağı derecede bahsederek onların nazar-ı dikkatini i’tilâ, tevakkuf, inhitat ve tedenni devirleri ve bu devirlerin ahvali üzerine celb eyleyecektir. Muallim, talebesini mektepte bulunduğu şehir dahilinde cami, medrese, çeşme, türbe, kervansaray gibi eski Osmanlı asâr-ı mimariyesini ziyarete götürerek gösterecek, Dersaadet, Bursa, Edirne gibi şehirlerdeki Osmanlı âsâr-ı nefise-i mimariyesinin resimlerini göstererek sanatlarına, güzelliklerine nazar-ı dikkatlerini celb edecektir. Bundan başka eski Osmanlı silahları, kıyafetleri, çinileri, yazıları, cildleri, kumaşları, kakma ve oyma işleri hâsılı bilumûm Osmanlı âsâr-ı nefise-i sanaiyesi, Osmanlı medeniyeti hakkında bir fikir vermeğe çalışılacaktır. Osmanlı âsâr-ı nefisesinin mümkün ise asılları, olmadığı surette resimleri gösterilecek, bu vesaik çocukların defterlerine muhtasaran istinsah ettirilecek yahut kağıt, mukavva, çamur gibi vasıtalarla taklitleri yaptırılacak ve gazetelerde kitaplarda tesadüf edilecek bu gibi resimler mümkünse kesilip bir hatıra gibi defterlerinde muhafaza ettirilecektir33. Müfredata bakıldığında, bu dönemde ezberci tarih eğitiminden uzaklaşılmaya çalışıldığı anlaşılmaktadır. Tarih eğitiminin sözlü, yazılı ve görsel materyallerle desteklenmesi öneriliyordu. Öğrencilerin müzeler ve çevrelerindeki tarihi eser örneklerini görmeleri sağlanacaktı. Ayrıca, bazı tarihi eserlerin resim ve maketlerinin yaptırılması suretiyle tarih eğitiminde materyal geliştirme ve uygulamanın önemine dikkat çekilmekteydi. İbtidaî Mekteplerin 4. sınıfındaki Muhtasar Tarih-i Osmanî dersi, Sultan ikinci Osman’la başlayıp Balkan Savaşlarıyla sona ermekteydi. 5. sınıfta okutulmakta olan Muhtasar Tarih-i Medeniyet dersinde Mısırlılar ve Finikeliler, eski Türk medeniyeti, Yunanlılar, Romalılar ve İslam Medeniyeti 33 Mekatib-i İbtidaîyye Ders Müfredatı, Matbaa-i Amire, İstanbul 1329, s. 26- 29. 13 MESUT ÇAPA gibi daha birçok konuya yer veriliyordu. Son sınıftaki kısa Yeniçağ (Muhtasar Kurûn-ı Cedîde) tarihindeki konulardan bir kısmı şöyledir: Yeni keşifler (Barut, seyahatler, Amerika’nın keşfi vb.), Osmanlı Medeniyeti, Rusya’da Koca Petro ve ıslahat, Amerika’nın bağımsızlığı, Fransız İhtilali, İtalya Birliği, Berlin Kongresi, Girit ve Makedonya ihtilalleri, Meşrutiyet’in ilanı, Bosna Hersek’in Avusturya’ya ilhakı, Bulgaristan’ın bağımsızlığı, Trablusgarp ve Balkan savaşları, Ondokuzuncu yüzyılda keşifler, Avrupalıların sömürgecilik siyasetleri34. 1914 yılında Dârülmuallimât-ı ibtidâîyede hazırlık (ihzari) sınıfında bir, birinci ve ikinci sınıflarda ikişer, üç ve dördüncü sınıflarda birer saat tarih dersi okutuluyordu. Hazırlık sınıfında girişte tarihin tanımı, önemi, anlamı, diğer ilimlerle münasebeti, tarih öncesi, tarihin başlangıcı, alemin yaratılışı ve tarihin devirleri gibi konular öğretilecekti. Ayrıca eski Şark kavimlerine (Mısırlılar, İbraniler, Finikeliler, İranîler, Hititler, Hind ve Çin, Türkistan), Yunanlılar v.b. konulara yer verilmiştir. Birinci sınıfta Romalılardan itibaren Avrupa tarihi; ikinci sınıfta İslam tarihi, İslam medeniyeti, Bizanslılar, kuruluşundan İstanbul’un fethine kadar Osmanlı tarihi; üçüncü sınıfta Yeniçağ, İstanbul’un fethinden sonra Osmanlı İmparatorluğu, Osmanlı Medeniyeti, Avrupa devletleri ve Osmanlı devletine komşu olan devletler hakkında bilgi; dördüncü sınıfta ise Sultan I. Mustafa’dan Balkan savaşlarına kadar Osmanlı tarihi, 18. ve 19. yüzyıllarda Avrupa tarihiyle ilgili bilgiler verilmekteydi35. 1911 yılında düzenlenen programa göre Dârüşşafaka’da (8 sınıf), birinci yıl Menâkıb-ı Tarihiye (Récits historiques) çerçevesinde, tarihin büyük simaları ve büyük vakaları hakkında sade ve ciddi menkıbeler verilecekti. Üçüncü, dördüncü ve beşinci sınıflarda İlkçağdan Yakınçağı da kapsayacak şekilde ikişer saat Tarih-i Umûmî okutuluyordu. Altıncı sınıfta iki saat Tarih-i İslam, yedinci sınıfta iki saat Tarih-i Osmanî, sekizinci sınıfta ise üç saat Makasid-i Tarihiyye verilmekteydi36. 1912’de Dârüşşafaka’nın 1. devresinin (5 sınıf) 3,4 ve 5. sınıflarında Tarihi Umûmî, İkinci devresinde (3 yıl) 7. sınıfta iki, son sınıfta üç saat “Tarih” dersi vardı37. II. Meşrutiyet döneminde Dârüşşafaka’da Arif Efendi ve Osman Nuri, Faik, Malik, Nafi’ ‘Atuf, binbaşı Nuri ve Yusuf Akçura (Kasım 1910-Mart 1911) Beyler tarih dersleri okuttular38. 34 Mekatib-i İbtidaîyye…, s. 30-35. Dârülmuallimat Programı, Matbaa-i amire, İstanbul 1330, s. 32-41. 36 M. İzzet v.d., a.g.e., s. 22-28. 37 Ergün, a.g.e., s. 241-242. 38 M. İzzet v.d., a.g.e., s. 98-102. 35 14 OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDAN TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NE GEÇİŞ SÜRECİNDE TÜRKİYE’DE TARİH ÖĞRETİMİNİN TARİHÇESİ 1908 yılı Dârülfünûn ders programında Edebiyat Şubesinde (3 sınıf), bütün sınıflarda ikişer saat Tarih-i Umûmî ve İlm-i Hikmet ve Tarih dersleri vardı. 2. ve 3. sınıfta ikişer saat Tarih-i Osmanî okutuluyordu39. II. Meşrutiyet döneminde tarih ders ve kitaplarında çeşitlilik gözlenmektedir. Rüşdiye, sultaniye ve idadiye programlarında Osmanlı Tarihi, Umûmî Tarih ve Asr-ı Hâzır Tarihlerine yer verilmiştir. Bu okullarda okutulmak üzere Ali Reşad, Ali Seydi, Mehmet Şakir, Ahmet Refik (Altınay), A. Nüzhet, Hüseyin Cahit (Yalçın) tarafından muhtelif tarih ders kitapları yayınlanmıştır. Kanaat Kütüphanesi, 1911 yılı itibarıyla Maarif Nezareti’nin son programına uygun olarak ibtidaîye, rüşdîye ve idadîye mektepleri için tarih ders kitapları yayınladı. Bu kitapların “resimli ve haritalı” olmalarına özen gösterildiği anlaşılmaktadır. Her ikisi de Tarih-i Osmanî Heyeti üyelerinden olan Mülkiye müfettişlerinden Ali Seydi Bey ile İstanbul Leylî İdadisi müdürü Ali Reşad Bey tarafından İbtidâîyye mektepleri için son usulde yazılan Küçük Tarih; Rüşdiye mektepleri ile yedi yıllık idadîyelerin üçüncü sınıfları için Tarih-i İslam, Tarih-i Umûmî; Rüşdiye mektepleri ile yedi yıllık idadiyelerin ikinci sınıfları için Tarih-i Osmanî; beş yıllık idadî mekteplerinin üçüncü, dördüncü ve beşinci sınıfları için ayrı ayrı birer Tarihi Umûmî kitapları yayınlandı. Ali Reşat Bey ayrıca, yedi yıllık idadiyelerin ikinci sınıfları için Tarih-i Umûmî (Ortaçağ), son sınıfları için Asr-ı Hâzır Tarihini yayınladı. Hüseyin Cahit Bey’in yedi yıllık idadiyelerin ikinci sınıfları için hazırladığı Tarih-i Umumî (İlkçağ) kitabı da Kanaat Kütüphanesince yayınlandı40. Ali Reşad ve Ali Seydi tarafından İdadiye-i Mülkiye mekteplerinin üçüncü sınıfları için hazırlanan Tarih-i Umûmî’nin birinci cildi 1911 yılında yayınlandı. Yazarlar, kitabın giriş kısmında her okulda bütün tarih derslerinin tek bir öğretmene verilmesini, yine aynı zamanda mümkün olduğu takdirde ibtidaîyeden yüksek okullara kadar okutulacak tarih kitaplarının aynı yazar tarafından hazırlanması gerektiğini savunmaktadırlar. Yine girişte, “İşte biz; bu nokta-i nazardan hareketle mekâtib-i rüşdiyenin sunûf-ı salisesi için resimli ve haritalı birer tarih kitabı: Tarih-i İslam, Tarih-i Osmanî, Tarih-i Umûmî telif ve tertib eylediğimiz gibi beş sınıftan mürekkeb taşra idadîlerinin üçüncü, dördüncü ve beşinci sınıfları için de, yine resimli ve haritalı olmak ve son programa harfi harfine muvafık bulunmak üzere, şu üç ciltlik, Tarih-i Umumîyi ihzar ederek evlad-ı vatanın ebedi-i istifadesine vaz’ ve tevdi’ ediyoruz” ifadelerine yer vermişlerdir. 39 40 Ergün, a.g.e., s. 261. Reşat-Seydi, a.g.e., s. 165-166. 15 MESUT ÇAPA Kitabın ilk bölümünde tarihin tanımı ve önemi “Tarih bizden evvel yaşamış olan akvam-ı medeniyenin ahval-i siyasîye ve şerait-i ictimâîyesinden bahis bir fenn-i celildir ki: Adeten insaniyetin terceme-i ahvali demektir. O halde tarih; insanların en ziyade muhtac oldukları bir fen, bir ilimdir. Çünkü: Tarih bilmeyen kimse ne iyi bir hükümet adamı, ne hariciye memuru, ne mükemmel bir askeri kumandanı, ne de bir müellif, muharrir olabilir. Bundan dolayıdır ki: Medeniyette ilerlemiş olan milletler tarihe pek ziyade ehemmiyet verirler, mekteplerinde her ilimden ziyade tarih okudurlar.” şeklinde açıklanmıştır41. Burada, tarih bilimine verilen önemin medeni gelişmeyle yakından alakalı olduğu vurgulanmaktaydı. Ayrıca, iyi bir “hükümet adamı” olabilmek için de tarih bilmek gerekiyordu. Bir başka ifadeyle, toplumda devlet memuruna verilen değerin bir yansıması sonucu olsa gerek, iyi bir devlet memuru olabilmenin yolunun tarih eğitiminden geçtiğine inanılıyordu. Kitabın 162 sayfalık hacmi dahilinde, Mısırîler, Asurîler, Babilîler, İbranîler (Beniisrail), Finikeliler, Kartacalılar, İranîler, Yunanîler, Makedonya, Romalılar, Barbarlar, Şarkî Roma İmparatorluğu, İran, Frank Hükümeti, Almanya, İtalya, İskandinavya, Rusya ve Lehistan konularına yer verilmiştir. Erkân-ı Harbiye’den emekli general (ferik), Mekteb-i Sultanî’de Tarih-i Osmanî ve Tarih-i İslam öğretmeni Mehmet Şakir, iki ciltlik Yeni Osmanlı Tarihi’ni yazmıştır. Ali Reşad, Darülmuallimîn-i Âliyye Müdürü ve Mekteb-i Mülkiye Tarihi Osmanî muallimi sıfatıyla 1914 yılında Asr-ı Hâzır Tarihi’ni yayımladı. Sultanî ve idadî mekteplerinin son sınıfları için yazılan kitap, oldukça hacimli olup 738 sayfadan oluşmaktadır. Kitap, Fransız İhtilali’nden Osmanlı’da İkinci Meşrutiyet dönemine kadar olan olayları kapsamaktadır. Kitabın sonunda II. Meşrutiyet dönemindeki önemli olaylar şöyle özetlenmektedir: “İlan-ı Meşrutiyet’i müteakib zuhur eden vakayi-i mühimme 1324 senesi zarfında Bulgaristan’ın ilan-ı istiklal ederek krallık olması; Bosna ve Hersek’in Avusturya’ya ilhakıyla Yenipazar sancağının Devlet-i Osmaniyye’ye iade edilmesi; Arnavutluk, Yemen ve civarında isyanlar vukua gelmesi; 1327 senesi zarfında İtalya’nın Trablusgarb ve Bingazi’ye tecavüzü ve Rodos ile civarındaki Cezair’i işgal ve nihayet Trablusgarp ve Bingazi’de bir sene kadar asakir-i Osmaniye ve Araban İtalyanlara mukavemet ettikten sonra Uşi muahedenamesiyle bu kıtalar idaresinin İtalya’ya terk olunması; Yemen’de İmam Yahya ile takarrür eden itilaf mucibince bir idare-i hususiye teşekkül etmesi; 1328 senesinde 41 Reşat-Seydi, a.g.e., s. 4. 16 OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDAN TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NE GEÇİŞ SÜRECİNDE TÜRKİYE’DE TARİH ÖĞRETİMİNİN TARİHÇESİ Arnavutluk’ta zuhur eden isyanın Said Paşa kabinesinin sukutunu ve Meclisi Mebusan’ın feshini intac eylemesi; Bu isyan ile ahval-i askeriyemizden bilistifade amal-i harisanelerini mevki-i icraya koymak hususunda nifak-ı dahiliyi fırsat ittihaz eden Bulgaristan, Sırbistan, Karadağ ve Yunanistan hükümetlerinin akd-i ittifak ederek Rumili Vilâyâtını ve Cezair-i Bahr-i Sefîd’i işgal etmeleridir42” Cumhuriyet’in İlk Yıllarında Tarih Öğretimi: II. Meşrutiyet döneminde okullarda uygulanmakta olan tarih programları, fazla bir değişikliğe uğramadan Cumhuriyet’in ilk yıllarında kadar yürürlükte kalmıştır. 1923-1930 yılları arasında öncelikle ilkokullardan başlamak üzere müfredat programlarında değişiklikler yapılmıştır. 1926’dan itibaren ders kitaplarının hazırlanması ve seçimi Milli Talim ve Terbiye Dairesi’nin yetkisine bırakılmıştır. Daha Milli Mücadele döneminden itibaren ilkokul tarih kitapları milli tarih anlayışına göre yazılmaya başlamıştır. Bununla birlikte, ortaöğretimde müfredata uygun yeni kitapların hazırlanmasında geç kalınmıştır. Osmanlı döneminden kalan lise tarih kitapları kısmen değiştirilse de Meşrutiyet dönemindeki hatalar tekrarlanmıştır. 1924'te ilk, orta ve lise ders programları yeniden düzenledi. Daha sonra buna bağlı olarak yeni ders kitapları yazıldı. 1924 programına göre tarih dersi, ilkokulların üçüncü sınıflarında "daha ziyade bir kıraat ve musâhabe" şeklinde verilirken, dördüncü ve beşinci sınıflarda Genel Tarih ve Türk Tarihi okutulmaktaydı.1926'da yapılan değişiklikle, yeni eğitim esaslarının gerektirdiği toplu eğitim metodu uygulamaya konularak ilk üç sınıfta Hayat Bilgisi dersine, önceki gibi, yine dördüncü ve beşinci sınıflarda asıl tarih derslerine yer verildi43. 1927-1928 öğretim yılında bütün ilkokullarda uygulanan son programda tarih dersinin hedefi, " Çocuklara Türk milletinin mazisi hakkında malumat verip onlarda millî şuur uyandırmak; bugünkü medeniyetin uzun bir mazinin mahsulü olduğunu anlatmak; büyük şahısların hayat ve hareketleri tasvir edilerek çocuklara imtisâle şayan numuneler göstermek44" şeklinde belirlenmişti. Bu programda "millî tarih" anlayışına önem verilerek Türk tarihi, başlangıcından Cumhuriyet'in kuruluşuna kadar bir bütünlük içinde ele alınıyordu. Programda İslam tarihine hiç yer verilmediği gibi, Osmanlı tarihi de yeni bir yaklaşımla hanedana övgü olmaktan çıkarılmıştı. 42 Ali Reşad, Asr-ı Hâzır Tarihi, Kanaat Matbaası, İstanbul 1330, s.725-726. M. Tunçay, “İlk ve Orta Öğretimde Tarih”, Türkiye’de Tarih Eğitimi, Ankara 1975, s.277278. 44 İlk Mekteplerin Müfredat Programı, İkinci tab’, Devlet Matbaası, İstanbul 1927, s. 2. 43 17 MESUT ÇAPA İlköğretim müfredatındaki değişikliklere uygun yeni ders kitapları hazırlanmıştır. Millî Mücadele döneminde ilkokullar için “Millî Tarih” kitapları yayınlayan Mehmet Fuat (Köprülü), aynı adla 1924 ve 1926 programına uygun daha hacimli iki kitap hazırladı45. Meşrutiyet dönemi yazar ve öğretmenlerinden İhsan Şerif (Saru), Ahmet Refik (Altınay), Ahmet Halid (Yaşaroğlu) ve Emin Ali (Çavlı) ilkokullara yönelik olarak Cumhuriyet Çocuklarına Tarih Dersleri, Çocuklara Tarih-i Osmanî, Türk Çocuklarına Tarih Dersleri ve Bizim Tarih gibi adlarla ders kitapları yayınladılar46. Ahmet Refik (Altınay) 1929 yılında ayrıca, Çocuklara Türk İstiklal Harbi adlı bir kitapçık hazırlamıştır. Eski ilköğretim müfettişlerinden olan Galatasaray Lisesi Türkçe öğretmeni Ahmet Halit (Çavlı)Bey’in, ilkokul beşinci sınıflar için hazırladığı Bizim Tarih’te konular Yeniçağ’dan Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna kadar getirilmektedir. 1924 müfredatının yoğunluğu 104 sayfadan oluşan bu kitapta açıkça görülmektedir. Kitapta Osmanlı tarihi ( İstanbul’un fethinden Saltanat’ın kaldırılmasına kadar) ve medeniyeti, Genel tarih ve Avrupa tarihinin yanı sıra kısaca Milli Mücadele dönemiyle ilgili (İzmir’in işgali, İstanbul’un işgali, Türkiye Büyük Millet Meclisi, İstiklal Harbinin son günleri) konulara da değinilmiştir. Yazar, kitabın sonunda “Bugünkü Türk Âlemi”yle ilgili bilgi verirken, Türk dünyasının Türkiye’den beklentileriyle ilgili değerlendirmelerde de bulunmaktadır: “Bugün Türkler, Avrupa ve Asya’nın muhtelif taraflarında kısmen toplu ve kısmen dağınık bir surette yaşamaktadırlar. Bu kardaşlarımızın büyük bir ekseriyeti henüz istiklallerine sahip değildirler. Ufak tefek bir iki yeni hükümet müstesna olmak üzere Türkiye Cumhuriyeti haricinde müstakil Türk hükümeti yoktur. Bilhassa Rusya Hükümeti dahilinde on milyonlarca ve İran’a tabi milyonlarca Türkler halâs gününü bekliyorlar. Binaenaleyh bütün Türk milleti, gözünü bize dikmiş, bizim refah ve saadetimiz için, bizim terakki ve te’âlîmiz için dua etmektedir. Biz nasıl Türkiye’nin halâskârı tanıyorsak onlar da Gazi Paşamızı Türk aleminin halâskârı diye tanıyorlar. Hududumuzun pek yakınında, Halep ve Musul taraflarında henüz anavatana kavuşmayan birtakım Türk vatandaşlarımız da vardır. Yakın bir âtîde uzak ve yakın kardaşlarımızı Türkiye Cumhuriyeti bayrağı altında toplu göreceğimizden eminiz47.” 45 M. Çapa, “Fuat Köprülü’nün Yazdığı Tarih Ders Kitapları: Millî Tarih’ler”, Askeri Tarih Araştırmaları Dergisi, 2005, sayı 5, s.17-49. 46 M. Çapa, “Türkiye’de 1930 Öncesi Tarih Öğretimi” Toplumsal Tarih, 2004, sayı 129, s. 8183. 47 Ahmet Halid, Bizim Tarih, Amedi Matbaası, İstanbul 1924, s. 103. 18 OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDAN TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NE GEÇİŞ SÜRECİNDE TÜRKİYE’DE TARİH ÖĞRETİMİNİN TARİHÇESİ Başlangıçta ortaokul ve lise müfredatında da bazı değişiklikler yapıldı. Cumhuriyet dönemine intikal eden "Mekteb-i Sultaniye" müfredat programında, Sultanilerin birinci devresinde dördüncü sınıftan sekizinci sınıfa kadar haftada on saat tarih dersi yer alıyordu. Dördüncü sınıfta eski usul değiştirilmeyerek "Tarih-i Enbiya, Tarih-i İslam" okutulmaktaydı. Beşinci sınıftaki Osmanlı tarihi, "Türklerin menşeleri"nden başlayıp Osmanlı Devletinin kuruluşuna kadar olan dönemi kapsıyordu. Sultanilerin altıncı, yedinci ve sekizinci sınıflarında ise, Eskiçağ'dan Yakınçağ'a kadar kronolojik bir sıra takip edilerek Birinci Meşrutiyet'e kadar getirilen Osmanlı tarihi Avrupa tarihiyle birlikte verilmekteydi. Sultanilerin ikinci devresini oluşturan dokuzuncu, onuncu ve onbirinci sınıflarının Fen şubesinde 8, Edebiyat şubesinde ise 12 saat tarih dersi konulmuştu. Programda Osmanlı tarihinin yanı sıra Avrupa tarihine de yer verilmekteydi. Edebiyat şubesi programında, Fen şubesinden farklı olarak onuncu ve onbirinci sınıfta ikişer saat fazla tarih dersi yer alıyordu. Bu sebeple, Edebiyat şubesinin onuncu sınıfında İlkçağ ve ortaçağda Romalılar, Slavlar, Türkler ve İranlılar; onbirinci sınıfta ise, İslam ve Türk Medeniyet tarihi hakkında bilgiler verilmiştir48. 1923'te toplanan Birinci Heyet-i İlmiye'de alınan kararla sultaniler lise olarak adlandırılmışlardır. 1924'te toplanan İkinci Heyet-i İlmiye'de liseler üçer sınıflık birinci ve ikinci devrelere ayrılarak, lise ve ortaokul müfredat programları yeniden düzenlenmiştir. Buna göre, liselerin birinci devresi ile müstakil ortaokullar üç yıllık bir bütün sayılıyordu. Liselerin son sınıfı edebiyat ve fen olmak üzere iki şubeye ayrılmıştır49. 1924 yılında yapılan yeni düzenlemelere göre, liselerin ikinci devresinde her sınıfta ikişer saat olmak üzere, üç yılda toplam altı saat tarih okutulması kararlaştırılmıştır. Konular, dördüncü sınıftan altıncı sınıfa kadar kronolojik bir sıra takip etmekteydi. İlkçağ'dan başlayan dördüncü sınıf programı, eski Doğu milletleri (Mısırlılar, Keldanî ve Asurîler, Fenikeliler, Hititler, İranlılar, İbranîler) ve medeniyetlerinden başlıyordu. Yunanlılar (Adalar Denizi Medeniyeti) ve Romalılara etraflıca yer verildikten sonra, Ortaçağ'da Barbarlardan, Avrupa devletleri ve medeniyetlerinden bahsedilirken 13-15. yüzyıllarda "Avrupa ile münesabatımız nokta-i nazarından" Türk tarihine yer veriliyordu. Beşinci sınıf programı Yeniçağ'da Avrupa ve Osmanlı tarihi ile Fransız İhtilali'ni kapsıyordu. Altıncı sınıfta Yakınçağ (Asr-ı Hâzır) Tarihi çerçevesinde Viyana Kongresi'nden başlayarak Avrupa'daki gelişmeler, 48 Mekâtib-i Sultaniye Müfredat Programı, Matbaa-i Amire, İstanbul 1338, s. 5-7, 54-55, 5868, 193-201, 206-213 49 M. Çapa, “Cumhuriyetin İlk Yıllarında Tarih Öğretimi”, Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Dergisi Atatürk Yolu, 2005, sayı 29-30, s. 42 19 MESUT ÇAPA "Ondokuzuncu Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu. Bugünkü Türk âlemine umumî bir nazar", "Medeniyet-i hâzıranın evsaf-ı umûmîyesi" gibi konular yer almaktaydı. Ayrıca, son sınıfta yalnız Edebiyat şubesinde haftada iki saat Türk Medeniyet tarihi dersi okutulacaktı50. 1924 programında da, eskiden beri süregelen Avrupa merkezli tarih öğretimi değişmemiş, Türk tarihinden ziyade, genel tarih ve Avrupa tarihine öncelik verilmiştir. Bu programın öncekinden en önemli farkı İslam tarih ve medeniyetine yer verilmemiş olmasıydı. Ortaokul ve liselerde uygulanan bu tarih programı, 1927 yılında bazı tadilata uğramış ise de; asıl değişiklik ilk, orta ve liseleri kapsayacak şekilde Türk Tarih Tezine göre 1930'dan sonra yapılmıştır. Ortaokul ve liselere yönelik yeni kitapların hazırlanması, ilkokullara göre daha yavaş ve geç gerçekleşti. Meşrutiyet döneminde okutulan kitaplar kısmen değiştirilerek okutulmak zorunda kalındı.1923'ten sonra Ahmet Refik (Altınay), Ali Reşat, Hamit (Ongunsu) ve Muhsin (Teker) lise ve ortaokullara yönelik ders kitapları yazdılar. Hamit-Muhsin imzasıyla ortaokul üçüncü sınıflar için yazılan Türkiye Tarihi, 1930 yılında bazı küçük değişikliklerle üçüncü baskısını yaptı. Osmanlı tarihiyle ilgili konuların ağırlıkta olduğu bu kitapta resimlere, dipnotlara ve bölüm sonlarında okuma parçalarına yer verilmişti51. Maarif Vekaleti’nce,1928 yılında liselerde okutulmak üzere Ahmet Refik (Altınay) Bey’in Umûmî Tarih’i (lise-1), Hâmid Bey’in Kurûn-Cedîde ve Asr-ı Hâzır Mebâdisi (lise-2) ve Ali Reşad Bey’in Umûmî Tarih’i (lise-3) adlı kitapları önerilmiştir52. Eski Maarif müfettişlerinden ve Dârülfünûn müderrislerinden Ali Reşat Bey, 1926 yılında liselerin ikinci devre son sınıfları için Asr-ı Hâzır Tarihi’ni yayınladı. 476 sayfadan oluşan kitap 13 bölümden oluşmaktadır. Kitap, başlangıç ve bitiş konuları itibarıyla yazarın 1914 yılında aynı adla yayınladığı kitaptan farklıdır. İlk bölüm, “Viyana Kongresi ve bu kongreden sonra Avrupa” konusuyla başlamaktadır. Sadece yedinci ve onüçüncü fasıllarda 19. ve 20. yüzyıllarda Türkiye konusuna yer verilmekte, diğer bölümlerde Avrupa tarihinden bahsedilmektedir. Yirminci yüzyılda Türkiye başlıklı son bölümde II. Meşrutiyet dönemi, Birinci Dünya Savaşı, İstiklal Savaşı ve Cumhuriyet konularına yer verilmiştir. Kitapta, Tevfik Paşa Hükümeti’nin istifası ve İzmir’in işgali anlatılırken “hain”, “sürü” gibi sübjektif bazı ifadelere yer verilmektedir: 50 Liselerin İkinci Devre Müfredat Programı, Matbaa-i Amire, İstanbul 1340, s. 8-19. Hâmit-Muhsin, Türkiye Tarihi, Devlet Matbaası, İstanbul, 1930, s. V. 52 M. Çapa, M., “Atatürk Dönemi Ders Kitapları”, Cumhuriyet Dönemi Türk Kültürü Atatürk Dönemi, Ankara 2009, C.1, s. 687. 51 20 OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDAN TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NE GEÇİŞ SÜRECİNDE TÜRKİYE’DE TARİH ÖĞRETİMİNİN TARİHÇESİ “16 Teşrinisanîde teşekkül eden Tevfik Paşa kabinesi Meclis-i Mebusan’ı fesh etti. Fakat uzun müddet mevki-i iktidarda kalamayarak istifa ettiğinden Damad Ferid Paşa haini tarafından bir kabine teşkil edildi (5 Mart 1919). ... İstanbul’da bu fecîalara lakayd kalan, İngilizlerin elinde oyuncak olan hükümetçe protestodan başka bir şey yapılmadığı sırada Yunan sürüleri İzmir vilayeti mülhakatına da saldırdılar. …Diğer taraftan Yunan sürüleri silahsız, mühimmatsız kalan Türkleri geriye süre süre Uşak ve Çivril, Biga ve Balıkesir, Bursa ve Eskişehir mıntıkalarına doğru ilerlediler53”. Cumhuriyet'in ilk yıllarında, Tarih ders kitaplarının muhtevasında önemli değişiklikler yapılmakla birlikte, geçmişten gelen alışkanlıklar ve bakış açısı tamamen silinmemiştir. Bu durum daha 1930 öncesinde eleştirilere sebep olmuştur. Yusuf Akçura, öncelikle ders kitaplarında hakim olan skolastik anlayışın terkedilmesi gereğini savunmuştur. Mayıs 1925'te İstanbul Erkek Muallim Mektebi'nde verdiği bir konferansta bu konuya değinerek, okullarımızda okutulan "tarih-i hususî" kitaplarının çoğunluğu, "tarih-i umumî" kitaplarının ise hemen hepsinin skolastik anlayışa göre yazıldığı görüşünü savunmuştur. Tarih kitabı yazarlarımız, tarihi olayları sadece Fransızların gözüyle bakmışlardır. Akçura, Osmanlı Tarihi için de aynı tesbitte bulunarak, "Hoca Sadettin hangi şemayı kabul etmişse, hemen ona bağlı kalmışızdır. Böylece tarihi teliflerimiz, ecnebilerin veya vaziyetin sultalarına mağlup ve mahkum bir haldedir; yani skolastiktir." demektedir54. Yusuf Akçura, bu konudaki tenkitlerini Birinci Türk Tarih Kongresi'nde de dile getirmiştir. Akçura, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e kadar yazılmış olan Tarih-i Umûmî kitaplarını, özellikle Reşat Bey’in Umumî Tarihini, bilimsel açıdan eleştirmiştir55. 1930’lara gelindiğinde, Atatürk’ün öncülüğünde tarih çalışmalarına büyük önem verildi. Türk tarihi, İslamiyet öncesinden başlamak üzere bir bütün olarak ele alınmaktaydı. İlk olarak Türk Ocakları Türk Tarihi Tetkik Heyeti tarafından 1930'da, Türk Tarihinin Ana Hatları adlı hacimli bir kitap hazırlandı. Sınırlı sayıda basılan bu kitap, tarihçilere dağıtılıp görüşleri alındı. Kitabın giriş kısmı 1931'den itibaren üç ayrı basımda 70 bin adet basılarak dağıtıldı56. Böylece kamuoyunun yeni tarih tezinden haberdar olmasına çalışıldı. 15 Nisan 1931'de Atatürk'ün himayesinde kurulan Türk Tarihi Tedkik Cemiyeti, okul kitaplarının yeniden yazdırılmasına öncülük etti. 1929-1930 53 Ali Reşad, Asr-ı Hâzır Tarihi, Milli Matbaa, İstanbul 1926, s. 454-456, 460-461. Çapa, “Cumhuriyetin İlk Yıllarında…”, s. 47. 55 Akçura, a.g.e., s. 597-602. 56 İkinci Türk Tarih Kongresi, (İstanbul 20-25 Eylül 1937), Kenan Matbaası, İstanbul, 1943, s. II-VI. 54 21 MESUT ÇAPA yıllarında Türk Tarihi Tedkik Cemiyeti tarafından liseler için dört ciltlik tarih (Tarih I-İlkçağ, Tarih II-Ortaçağ, Tarih III-Yeni ve Yakınçağlar, Tarih IV-Türkiye Cumhuriyeti) serisi hazırlandı57. "Mihverini Türk tarihi teşkil eden ve hafriyatlardan çıkarılmış vesikalarla ana kaynaklardan alınmış müsbet malumata istinat eyleyen" bu kitaplar, 1931-1932 öğretim yılından itibaren liselerde okutulmaya başlandı58. Maarif Vekaleti, Türk Tarihi Tedkik Cemiyeti’nin yayınladığı kitapları esas alarak ilk ve ortaokullar için yeni tarih kitapları hazırlattı. Bu çerçevede hazırlanan Ortamektep İçin Tarih III adlı kitap, 1933 yılında 12.000 adet basıldı. Yine Sadri Ertem ve Kâzım Nami Duru’nun hazırladıkları Ortaokul İçin Tarih III adlı kitap, Talim ve Terbiye Heyeti’nin 12.11.1934 tarihli kararıyla ders kitabı olarak kabul edildi. 1936 yılından itibaren Tarih müfredatının yoğunluğu tartışılmaya başlanmıştır. Bu doğrultuda bazı düzenlemeler yapılmış olmakla birlikte, çok müspet bir sonuca varılamamıştır. Ortaokul ve liselerde okutulan tarih kitaplarında, 1936 yılında "fevkalâde bir değişiklik" yapılmamıştı. Ancak, ilkokulların dördüncü ve beşinci sınıflarında okutulan tarih kitaplarına, " Türk Tarihi Tedkik Cemiyeti’nin, son tarihi araştırmalarından alınan neticelere göre, tekemmül eden tezlerinden" bazı parçalar ilave edilmiştir. Bu tarihte ortaokul birinci ve ikinci sınıflarda ikişer, üçüncü sınıfta üç saat olmak üzere haftada yedi saat tarih dersi okutuluyordu. Liselerin ikinci devresinde de aynı oranda tarih dersi bulunmakla birlikte, daha önce lise üçüncü sınıfta Edebiyat şubelerinde fazladan verilen tarih dersi kaldırılmıştır. 1930'larda öncelikle yükseköğretimden başlamak üzere Cumhuriyet ve İnkılâp tarihi öğretimi başlatılmıştır. 1934'ten itibaren İstanbul ve Ankara'da fakülte ve yüksek okullarda İnkılâp Tarihi ders ve konferansları verilmeye başlandı. Amaç, Avrupa'da yayılmaya başlayan totaliter rejimlere karşı gençliği aydınlatmak ve onların Cumhuriyet ideallerine ve inkılâplara bağlılıklarını sağlamaktı.1934 yılında İstanbul Üniversitesi'nde İnkılâp Enstitüsü kuruldu. Atatürk'ün güvendiği ve inkılâbın öncülüğünü üstlenmiş olan siyasetçi ve devlet adamları (Yusuf Hikmet Bayur, Mahmud Esad Bozkurt, Yusuf Kemal Tengirşek, Recep Peker) tarafından İnkılâp Tarihi dersleri verilmeye başlandı. 1934-1935 öğretim yılından itibaren 1942 yılında ölümüne kadar İstanbul Üniversitesi ve Ankara Hukuk Fakültesi ve yüksek okullarda İnkılâp Tarihi dersleri veren Recep Peker ilk dört dersinde sırasıyla İnkılâbın Manası, Hürriyet İnkılâbı, Sınıf İnkılâbının Reaksiyonları konularını ele almıştır. 57 58 Sakaoğlu, a.g.m., s. 30. Cumhuriyet Halk Partisi On Beşinci Yıl Kitabı, Ankara, s. 23. 22 OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDAN TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NE GEÇİŞ SÜRECİNDE TÜRKİYE’DE TARİH ÖĞRETİMİNİN TARİHÇESİ Ankara'da ilk İnkılâp Tarihi dersi Başbakan İsmet İnönü tarafından, Ankara'daki yüksekokulların son sınıf öğrencilerine 20 Mart 1934'te İnkılâp Tarihi Kürsüsünde verildi. Maarif Vekili Hikmet Bayur tarafından Halkevi salonunda verilen ikinci derse ise Ankara'nın tanınmış simaları, milletvekilleri ve Hukuk Mektebi öğrencileri katıldı59. İleriki yıllarda bu dersler daha düzenli bir programa bağlanmıştır II. Meşrutiyet döneminde başlatılan tarih öğretim metotlarıyla ilgili tartışmalar bu dönemde de sürmüştür. Eğitim dergilerinde sınırlı sayıda da olsa bazı makaleler yayınlandı. İlk yıllarda Talim ve Terbiye Dairesi Başkanı İhsan (Sungu) Bey “Tarih tedrisatı hakkında”ki yazısıyla, Nurullah Ata Bey’in Fransızcadan tercüme ettiği “Tarih tedrisatının vazifesi” başlıklı makalesini yayınlandı60. İsmail Hakkı Baltacıoğlu 1930’lu yıllarda Fikirler ve Yeni Adam dergilerinde tarih öğretimiyle ilgili makaleler yayınladı. Baltacıoğlu, 1935 yılında yayınladığı Tarih ve Terbiye adlı kitabının son kısmını tarih öğretimine ayırmıştır. 1923’te Mustafa Rahmi tarafından John Dewey’den tercüme edilen Çocuk ve Mektep adlı kitabın bir bölümünde, “İlk tedrisatta tarihin maksat ve gayesi”ne yer verilmiştir61. Tarih programlarında öğretim usulleriyle ilgili tavsiyelere yer verilmiştir.1926 tarihli ilkokul müfredat programında, tarih öğretiminde dikkat edilecek noktalar sıralanırken, başta öğretimin asıl odağının Türk Tarihi olduğu vurgulanıyordu. İlkokullarda genel tarih okutmaya öğrenci seviyesi ve zaman müsait olmadığından, genel tarihin önemli kısımları Türk tarihiyle bağlantı kurulmak suretiyle öğretilecekti. Hükümdarların hayatları ve savaşlardan ziyade medeniyet tarihine önem verilecekti. Dersin daha somut bir hale getirilmesi için okulda kara tahta, harita, tarihi levhalar, kartpostallar ve tarihi okuma parçalarından yararlanılması; ayrıca, okul dışında müze, kale, kule ve su kemerleri gibi tarihi eserlerin tanıtılması önerilmiştir62. Harita, eskiden beri tarih öğretiminin vazgeçilmez materyallerinden biri olarak görülmüştür. Mekteb-i Sultani müfredat programında, "Her sınıfta hadisat-ı tarihiye behemehal tarihi haritalar üzerinde takip edilecektir. Tarihi harita bulunmadığı takdirde, bu hususta coğrafya haritalarından istifade olunacaktır"63 deniliyordu. 1928 yılında Köprülüzade Mehmet Fuat (Fuat Köprülü) ve Faik Sabri (Unat) tarafından müştereken bir kısmı ilkokullara, 59 Çapa, “Cumhuriyetin İlk Yıllarında …”, s. 44. Akçura, a.g.e., s. 581. 61 Baymur, a.g.e., s. 15, 18 62 İlk Mekteplerin Müfredat Programı, 1927, s. 31. 63 Mekâtib-i Sultaniye Müfredat Programı, 1338, s. 213. 60 23 MESUT ÇAPA diğer kısmı da ortaokul ve lise öğretmenlerine yönelik olmak üzere bir Tarihi Atlas hazırlanmıştır 64. Bu yıllarda ilkokullarda tarih öğretiminin sonuçlarını anlamaya yönelik anketler de yapılmıştır. İstanbul Erkek Muallim Mektebi Tatbikat Mektebi öğretmeni Ali Fahrettin (Alper), 27 Mayıs 1925'te iki ilkokulun üç sınıfında (3,4,5) tarih okuyan 150 öğrenci arasında yaptığı anket sonuçlarını yayınlamıştır65. Bunun, o dönem için eğitimin sonuçlarını anlamaya yönelik nadir çalışmalardan biri olduğu söylenebilir. Eğitimciler arasında, Tarih öğretiminin gayesi ve hedeflerinin ne olması gerektiği konusunda görüşler ileri sürülmüştür. Kazım Nami (Duru)'ye göre, "Tarih; demokrat cumhuriyetçi bir milletin müstakbel nesli için en iyi bir insani ve milli terbiye aletidir”. 1931 yılında Ankara'da Talim ve Terbiye Dairesi Başkanı İhsan (Sungu), Maarif Vekaleti'nde müsteşar Mehmet Emin (Erişirgil) ve Talim ve Terbiye Dairesi üyesi Avni (Başman) Beyler, özellikle ilkokullarda tarih öğretiminin milli hisleri geliştirmeye yönelik olması gereğine inanıyorlardı. Tarih ortaokul ve liselerde daha geniş olarak öğretilebilirdi. Türkiye'de tarih öğretiminin milliyetçi, fakat emperyalist olmadığı görüşündeydiler. Öğretmen Okulu Müdürü Sadrettin Celal (Antel) ve öğretmenlerden Hıfzırrahman Raşit (Öymen) Bey, doğru ve tarafsız tarih öğretiminin lehindeydiler. Her milletin kendi tarihini öğretirken bu ilkeye uyması, insanlık için çok iyi bir kazanç olur; ülkeler arasında barışı gerçekleştirebilirdi66. 1930'lardan sonra Türk Tarih Tezi doğrultusunda hazırlanan kitaplarda diğer milletlere karşı aşağılayıcı herhangi bir ifadeye yer verilmemişti. Ocak 1932'de Paris'te toplanan Uluslararası Tarih Tedrisatı Kongresi’ne Türk Tarihi Tedkik Cemiyeti'ni temsilen katılan Genel Sekreter Muzaffer Göker, "Kurumun liseler için yazdığı tarih kitaplarının milletleri birbiri aleyhine tahrik eden düşmanca fikir ve mevzuları ihtiva etmediği"ni belirterek, diğer ülkelerin okul kitaplarındaki bu gibi cümlelerin çıkarılmasını temenni etmiştir67. Sonuç: Tanzimat döneminden Cumhuriyet’in ilk yıllarına kadar gelen süreç içinde, tarih öğretiminde önemli değişiklik ve gelişmeler yaşanmıştır. Bu süreçte her dönemin fikri ve siyasi özellikleri, Tarihe bakış açısı kadar, tarih ders kitapları ve okullardaki tarih programlarını da etkilemiştir. 64 Çapa, “Cumhuriyetin İlk Yıllarında…”, s. 52. Ali Fahreddin, “İlk Mekteplerde Tarih Tedrisatı”, Tedrisat Mecmuası, sayı 13/67, İstanbul 1925, s. 317-338. 66 Çapa, “Cumhuriyetin İlk Yıllarında …”, s. 53-54. 67 Onbeşinci Yıl, s. 575. 65 24 OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDAN TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NE GEÇİŞ SÜRECİNDE TÜRKİYE’DE TARİH ÖĞRETİMİNİN TARİHÇESİ Başlangıçta Osmanlı tarihçilerinin yazdıkları Tarihi Umûmîlerde İslam tarihi esas alınırken, Islahat döneminden itibaren Batılı tarihçilerin bakış açısı önem kazanmıştır. Tanzimat’tan 1930’lu yıllara gelinceye kadar bu bakış açısı, özellikle Genel Tarih (Tarih-i Umûmî) ve Yakınçağ (Asr-ı Hâzır) Tarihi ders kitaplarıyla Tarih öğretiminde etkisini sürdürmüştür. 1869 tarihli Maarif-i Umûmîye Nizamnamesi’nde tüm mekteplerde muhtelif şekillerde Osmanlı Tarihi ve Genel Tarihe yer verilmiştir. Bu derslerin müfredattaki yer ve saatleri zaman içerisinde değişikliklere uğramıştır. Bu tarihlerde Süleyman Paşa, Selim Sabit, İbrahim Necati, Ali Cevat, Abdurrahman Şeref, Mizancı Murat ve Ali Tevfik Beyler tarih ders kitapları yayınladılar. İkinci Abdülhamit döneminde tarih öğretimine sınırlamalar getirilerek, Genel Tarih dersleri müfredattan kaldırılmıştır. Bu yasaklama kararında “İhtilâl- Kebîr” diye adlandırılan Fransız İhtilâli’ne geniş yer verilmesinin payı büyüktür. İkinci Meşrutiyet’in getirdiği hürriyet havası tarih yayın ve öğretimine de yansımıştır. Tarih müfredatı üzerindeki sınırlamalar kalktı; yeni birçok tarih ders kitapları hazırlandı veya tercüme edildi. Eğitim dergilerinde Tarih öğretim metotlarıyla ilgili makaleler yayınlandı. İstanbul Öğretmen Okulu’nda Satı Bey, bugün de örnek alınabilecek çalışmalar gerçekleştirdi. Ancak, özellikle Genel tarihe Batılıların gözüyle bakma geleneği bu dönemde de değişmedi. Balkan yenilgisinden sonra gelişen Türkçülük düşüncesi İttihatçıların çabalarıyla kısmen ilk mekteplerde etkili oldu. Osmanlı Tarihi, Türk tarihinin bütünlüğü içerisinde görülmeye başlandı, “Osmanlı Türkleri”nden bahsedildi. Ahmet Refik (Altınay) de, Cumhuriyet’in ilk yıllarında yayınladığı Türkiye Tarihi’nde bu deyimi kullanmıştır. Bu dönemde Ali Reşad, Ali Seydi, Mehmet Şakir, Ahmet Refik (Altınay), A. Nüzhet ve Hüseyin Cahit (Yalçın) tarafından Osmanlı Tarihi, Umûmî Tarih ve Asr-ı Hâzır adıyla kitaplar yazılmıştır. Milli Mücadele dönemi ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında tarih öğretimi, önemli ölçüde İkinci Meşrutiyet döneminin devamı şeklinde sürdürüldü. 1930’lara gelinceye kadar ilköğretim tarih müfredat ve ders kitaplarında bazı değişiklikler yapıldı ise de, lise eğitiminde benzer değişiklikler aynı oranda gerçekleştirilemedi. 1930’dan önce liselerde Ali Reşad ve Ahmet Refik (Altınay) Bey’in kitapları okutuldu. 1924'te ilk, orta ve lise ders programları bir komisyon tarafından yeniden düzenledi. Bu düzenlemeyle lise tarih müfredatında önemli bir değişiklik getirilmemiştir. Avrupa merkezli bir tarih öğretiminin benimsendiği bu programda, Genel tarih ve Avrupa tarihine Türk tarihinden daha fazla yer ayrılmıştır. Bu programın öncekinden en önemli farkı, İslam tarih ve medeniyetine yer verilmemesidir. Buna karşılık programa, 1926 ilkokul 25 MESUT ÇAPA programında da yer alacak olan, çağdaş dünyayı ve Türk dünyasını tanımaya yönelik yeni konular ilave edilmiştir. 1926’da yapılan müfredat değişikliğiyle ilkokullarda milli tarih öğretimi önem kazandı. Meşrutiyet dönemi ders kitabı yazarlarından İhsan Şerif (Saru), Ahmet Refik (Altınay), Ahmet Halid (Yaşaroğlu) ve Emin Ali (Çavlı) tarafından yeni ders kitapları hazırlandı. Fuat Köprülü de, 1921-1928 tarihleri arasında ilkokullar için “Millî Tarih” kitapları yayınladı. 1930’lardan itibaren tarih öğretimi Türk Tarih Tezine uygun olarak, yeni tarih anlayışı çerçevesinde düzenlenmiştir. Atatürk döneminde tarih, iyi bir yurttaşlık eğitiminin temel unsurlarından biri olarak kabul edilmiştir. Milli tarih öğretimine öncelik verilmekle birlikte, bunun insanlık tarihinden ayrı düşünülemeyeceği vurgulanmıştır. Milli Eğitim teşkilatında etkili olan eğitimciler, ülkeler arasında barışın sağlanmasında doğru ve tarafsız bir tarih eğitiminin önemini savunmuşlardır. Tarihe milli bir bakış açısı getirmeye çalışan Türk Tarih Tezinin şekillendirdiği tarih öğretimi, diğer milletlere düşmanlık besleyen bir vasıta haline getirilmemiştir. Tarih ders kitaplarında, diğer milletleri aşağılayıcı herhangi bir ifadeye yer verilmemesi, uluslararası kongrelerde bir övünç kaynağı olarak sunulmuştur. KAYNAKÇA Abdurrahman Şeref, Tarih-i Devlet-i Osmaniye, C. 2, Karabet Matbaası, İstanbul 1315. Ahmet Halid, Bizim Tarih, Amedi Matbaası, İstanbul 1924. Ahmet Refik, Çocuklara Türk İstiklal Harbi, İstanbul 1929. Akyüz, Yahya, Türk Eğitim Tarihi, Pegem Akademi Yay., 17. Baskı, Ankara 2010. Ali Cevad, Muhtasar Osmanlı Tarihi (Tarih-i Osmanî), İstanbul 1324. Ali Fahreddin, “İlk Mekteplerde Tarih Tedrisatı”, Tedrisat Mecmuası, İstanbul 1925, s. 317-338. Ali Reşad, Asr-ı Hâzır Tarihi, Kanaat Matbaası, İstanbul 1330. Ali Reşad, Asr-ı Hâzır Tarihi, Milli Matbaa, İstanbul 1926. Ali Reşad-Ali Seydi, Tarih-i Umumî, C. 1, İkdam Matbaası, İstanbul 1327. Akçura, Y. “Tarih Yazmak ve Tarih Okutmak Usullerine Dair”, Birinci Türk Tarih Kongresi, Maarif Vekaleti, Ankara 1932, s. 597-602. Baymur, F., Tarih Öğretimi, Maarif Matbaası, Ankara 1945. Cumhuriyet Halk Partisi On Beşinci Yıl Kitabı, Ankara tarihsiz. Çapa, M., “İstanbul Darülmuallimini Tatbikat Mektebi’nde Tarih Dersleri”, Türk Kültürü, 2002, sayı 471, s. 21-32. 26 OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDAN TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NE GEÇİŞ SÜRECİNDE TÜRKİYE’DE TARİH ÖĞRETİMİNİN TARİHÇESİ _______, “Türkiye’de 1930 Öncesi Tarih Öğretimi”, Toplumsal Tarih, İstabul 2004, sayı 129, s. 80-87. _______, “Cumhuriyetin İlk Yıllarında Tarih Öğretimi”, Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Dergisi Atatürk Yolu, Ankara 2005, sayı 29-30, s. 39-55. Çapa, M., “Fuat Köprülü’nün Yazdığı Tarih Ders Kitapları: Millî Tarih’ler”, Askeri Tarih Araştırmaları Dergisi, Ankara 2005, sayı 5, s.17-49. _______, “Atatürk Dönemi Ders Kitapları” Cumhuriyet Dönemi Türk Kültürü Atatürk Dönemi, Ankara 2009, cilt 1, s. 685-692. Dârülmuallimat Programı, Matbaa-i amire, İstanbul 1330. Ergün, M., II. Meşrutiyet Devrinde Eğitim Hareketleri (1908-1914), Ocak Yayınları, Ankara 1990. Ertem, S.-Duru, Kazım N., Ortaokul İçin Tarih III, Ankara 1941. Hâmit-Muhsin, Türkiye Tarihi, Devlet Matbaası, İstanbul 1930. İbrahim Necati, Yeni Osmanlı Tarihi, Âlem Matbaası, İstanbul 1309. İhsan Şerif, Cumhuriyet Çocuklarına Tarih Dersleri, 1926. İkinci Türk Tarih Kongresi (İstanbul 20-25 Eylül 1937), Kenan Matbaası, İstanbul 1943. İlk Mekteplerin Müfredat Programı, İkinci tab’, Devlet Matbaası, İstanbul 1927. Liselerin İkinci Devre Müfredat Programı, Matbaa-i Amire, İstanbul 1340. Mahmut Cevad, Maârif-i Umûmiye Nezâreti Târihçe-i Teşkilât ve İcraatı- XIX. Asır Osmanlı Maârifi, (Hazırlayan: Taceddin Kayaoğlu), Semih Ofset, Ankara 2001. Maarif Salnamesi, Asır Matbaası, Asr Matbaası, İstanbul 1321. Mehmet İzzet-Mehmet Esat vd., Darüşşafaka Türkiye’de İlk Halk Mektebi, Evkaf-ı İslamiyye Matbaası, İstanbul 1927. Mehmet Şakir, Yeni Osmanlı Tarihi, cilt 2, Matbaa-i Hayriye ve Şürekası, İstanbul 1912. Mekatib-i İbtidaîyye Ders Müfredatı, Matbaa-i Amire, İstanbul 1329. Mekâtib-i Sultaniye Müfredat Programı, Matbaa-i Amire, İstanbul 1338. Nüzhet, Musavver Osmanlı Tarihi, İstanbul 1328. Sakaoğlu, N., “Dersimiz Tarih Kitaplarımız Hikaye”, NTV Tarih, 2010, sayı 22, s. 29-30. Salih Zeki, Türk Tarihi, İttihad Matbaası, İzmir 1328. Selim Sabit, Muhtasar Tarih-i Osmanî, İstanbul 1291. 27 MESUT ÇAPA Tunçay, M., “İlk ve Orta Öğretimde Tarih”, Türkiye’de Tarih Eğitimi, Ankara 1975, s. 277-278. Ülken, H. Z., Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, Ülken Yayınları, İstanbul 1992. 28 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 3, Ocak-2012, s. 29-41 BÜYÜK SELÇUKLULAR DÜNYASINDA YAS TUTMA ÂDETLERİ VE TAZİYE MERASİMLERİ Cihan PİYADEOĞLU* ÖZET: Ölüm olgusu, yaşayan her canlının mutlaka karşılaştığı bir durumdur. İnsanlığın başlangıcından bu yana ölü yakınları, ölüm karşısında farklı davranış biçimleri sergilemişlerdir. Bu davranış biçimleri kuşkusuz Büyük Selçuklular döneminde de varlığını devam ettirmiştir. Hangi statüde olursa olsun ölen herkes için taziye merasimleri düzenlenirken, yas tutma âdetlerinde ise sosyal statüye uygun olarak farklı davranışlar sergilenebilmektedir. Büyük Selçuklular’ın farklı etnik ve dînî unsuru bir arada barındırmış olması bu farklılığın temel sebebi olarak göze çarpmaktadır. Makalemizde Bütük Selçuklularda yas tutma âdetleri ve taziye merasimleri hakkında örnekleriyle birlikte değerlendirmede bulunulacaktır. Anahtar Kelimeler: Selçuklular, Yas, Taziye, Merasim, Ölüm RITES OF MOURNING AND CONDOLONCE C EREMINIES DURING THE GREAT SULJUKIDS PERIOD ABSTRACT: Death is a part of life. From time immemorial, humans have expressed sadness for the loss of their loved ones. As societies evolved in different parts of the World, they developed different attitudes and traditions to death. Rites of mourning of course were held for everyone in the Great Seljukid State but they differed according to the status of the deceased. Since Great Seljukid State extended from Central Asia to Asia Minor and Syria, it comprised large numbers of ethnic and religious groups and hence it had different rites of mourning and condolence ceremonies. In this paper the societal attitudes towards death in the Great Seljukid State are dealt with. Key Words: Death, Rites of Mourning, Condolonce ceremonies, tradition, Seljukids. İslâm öncesi Türk topluluklarında görülen “yoğ/yuğ” âdetleri, İslâm’ın büyük kitleler halinde kabul edilmiş olmasına rağmen Selçuklular zamanında da büyük ölçüde devam ettirilmiştir. İslâm öncesi Türk kültüründe var olan “yoğ merasimleri” hakkında İbrahim Kafesoğlu 1: “Eski Türklerde ölüm hâlinde yas törenleri yapılır, kırlarda ise, ölünün bulunduğu çadır etrafında sür’atli atlarla dolaşılır, saçlar kesilir, saç-baş dağıtılır, yüz, kulak bıçakla çizilerek kan akıtılır, ölenin atları, kuyrukları kesilerek kurban edilir, ayrıca yemek verilirdi.” şeklinde bir açıklama getirmektedir. Verilen bu tarifte görülen uygulamalarla, Büyük Selçuklular’ın hüküm sürdüğü dönem ve coğrafyada ölüm sonrasında gösterilen bazı davranışlar büyük benzerlik taşımaktadır. Büyük Selçuklular döneminde hanedana mensup veya sıradan halktan birisinin ölümünden sonraki yas tutma âdetlerinde bazı farklılıklar görülebilmektedir. Bununla birlikte var olan benzerlikler daha fazladır. Taziye merasimleri ise ölen herkesin ardından düzenlenen tek ortak fiil olarak görülmektedir. Taziye, Arapça’da herhangi bir kimseyi, başına gelen * Yrd. Doç. Dr., İstanbul Medeniyet Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü 1 İbrahim Kafesoğlu, Türk Millî Kültürü, İstanbul 1993, s. 290. Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 3, Ocak-2012, s. 29-41 CİHAN PİYADEOĞLU felaketten dolayı sabretmeye teşvik etmek, Türkçe’de ise yakını ölen bir kimseyi teselli etmek, baş sağlığı dilemek anlamına gelmektedir2. Dönemimizde sultan, vezir, hanedana mensup herhangi bir kişi, âlim, vâiz veya sıradan halktan birisi için taziye merasimleri düzenlenmektedir. Taht için mücadele eden hanedan mensupları, rakibinin ölümünden sonra taziye için oturmakta, hatta bu durum sultana isyan etmiş bir kardeş için de gerçekleştirilmektedir. Konumuz olan yas âdetleri ve taziye merasimlerini Selçuklu hanedanına mensup kişiler, vezirler, Nizâmülmülk’ün aile mensupları, ulemâ ve sıradan halk için düzenlenenler şeklinde değerlendirmek yerinde olacaktır. Bu alanda Büyük Selçuklular hanedanı ile ilgili olarak Tuğrul Bey’in (10401063) ölümü sonrasında gerçekleşen olaylar, en iyi örneklerden birini teşkil eder. Tuğrul Bey, Rey’de vefat ettikten sonra Vezir Amîdülmülk, 70 fersahlık mesafeyi 3 günde alarak başkente ulaşmış, bu süre zarfında Tuğrul Bey’in ölümü halktan ve askerden gizlenerek devlet işlerinin muntazam bir şekilde devam ettirilmesi sağlanmıştı. Cenazenin yıkanması ve diğer defin işleriyle önceleri Çağrı Bey’in eşi olup, onun ölümünden sonra kayınbiraderi Tuğrul Bey ile evlenmiş olan hatun ve onun hâdimi Ferruh ilgilenmişti. 3 Sultanın ölümü duyurulduktan sonra bazı emîr ve saray mensupları eski Türk âdeti gereğince elbiselerini yırtmak istemiş, ancak vezir bu işlerle uğraşmanın zamanının olmadığını belirterek buna engel olmuştur. Vezir Amîdülmülk’ün Tuğrul Bey’in veliahdı Süleyman’ı tahta çıkarmasına bazı emîrler karşı çıkarak Alp Arslan adına hutbe okutmuşlardı. Çıkan bu kargaşa sonraki dönemde hemen hemen bütün hanedan üyeleri için tertip edilen taziye merasiminin başkent Rey’de Tuğrul Bey adına tertip edilmemesine sebep olmuştur. Nitekim kaynaklarımız da Tuğrul Bey için taziye merasimi yapıldığı konusunda bilgi zikretmemektedir. Bununla birlikte Abbâsîler’in veziri Fahrüddevle İbn Cehîr, Bağdat Sahnü’s-Selâm’da (selâmlık) 26 Ramazan 455/22 Eylül 1063 tarihinde Tuğrul Bey adına bir taziye merasimi düzenlemiştir4. Kaynağımız5 bu merasime katılan insan sayısının, Tuğrul 2 F. Steingass, Persian-English Dictionary, İstanbul 2005, s. 308; Şemseddîn Sâmî, Kâmus-ı Türkî, İstanbul 1317, s. 416; R. Strothman, “Ta‘ziye”, İslâm Ansiklopedisi (İA), XII/1, 73. 3 Erkek için yengeyle evlenme durumu anlamına gelen Levirat hakkında bkz. Musa Şamil Yüksel, “Türk Kültüründe “Levirat” ve Timurlularda Uygulanışı”, Turkish Studies International Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, Volume 5/3, Erzincan 2010, s. 2027 vd. 4 Ebu’l-Ferec Abdurrahmân b. Ali b. Muhammed İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam fî tarihi’l-mülûk ve’l-ümem, çev. Ali Sevim, Makaleler, Ankara 2005, II, 513; Ebu’l-Hasan İzzeddîn Ali b. Muhammed b. Abdülkerîm İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-tarih, çev. Abdülkerim Özaydın, İstanbul 1987, X, 41; el-Feth b. Ali b. Muhammed el-Bundârî, Zübdetü’n-nusra ve Nuhbetü’l-usra, çev. Kıvameddin Burslan, Irak ve Horasan Selçukluları Tarihi, TTKY, Ankara 1999, s. 24, 26; Şemseddîn Ebu’l-Muzaffer Yusuf b. Kızoğlu Sıbt İbnü’l-Cevzî, 30 BÜYÜK SELÇUKLULAR DÜNYASINDA YAS TUTMA ÂDETLERİ VE TAZİYE MERASİMLERİ Bey’in 447/1055 tarihinde Bağdat’a girdiği gün toplanan kalabalıkla aynı miktarda olduğunu zikretmektedir. Büyük Selçuklu Devleti’nin ikinci hükümdarı Sultan Alp Arslan (10631072) döneminde yapılan ilk taziye merasimi, taht iddiacısı Kutalmış b. Arslan Yabgu için gerçekleştirilmiştir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi Tuğrul Bey’in ölümünden sonra bazı emîrlerin de desteği sonucunda Süleyman’ı bertaraf ederek Büyük Selçuklu Devleti tahtına çıkan Alp Arslan’a Selçuklu hanedanından Kutalmış rakip olmuştur. Muharrem 456/Ocak 1064 tarihinde gerçekleşen savaşta mağlup olan Kutalmış, sadece mağlup olmakla kalmamış hayatını da kaybetmişti. Sultan Alp Arslan, hükümdarlığını tanımayan ve kendisiyle taht uğruna mücadeleye girişen Kutalmış adına taziye için oturmuş, taziyeleri kabul etmişti6. Büyük Selçuklular döneminde eski “yoğ, yuğ” âdetleriyle en fazla benzerlik gösteren yas tutma merasimi, Sultan Alp Arslan’ın ölümünden sonra kızı tarafından gerçekleştirilmiştir. Alp Arslan’ın Seferiyye Hâtun’dan doğan ve Abbâsî veliahdı Muktedî Biemrillâh ile evlenmiş olan kızı (464/1072), nikâhtan kısa süre sonra ölen babası Sultan Alp Arslan için yas tutmak amacıyla elbiselerini çıkarmış, cariyelerin saçlarını yolmuş, kendi saçlarını yolmak istemişse de halife buna engel olmuştu. Bununla birlikte o bazı ihsanlarda bulunmuş ve toprak üzerinde oturarak sürdürdüğü yas hâlini, yedi gün sonra halifenin isteğiyle sona erdirmişti. Diğer taraftan sultanın ölüm haberi Bağdat’a ulaştığında Vezir Fahrüddevle b. Cehîr, Sahnü’sSelâm’da 8 Cemaziyelevvel 465/20 Ocak 1073 tarihinde taziye için oturmuş, üç gün devam eden taziye günlerinde Bağdat’taki çarşılar kapatılmış, en son günde de halifeden üzüntüsünü belirten bir tevkî çıkmıştı7. Sultan Melikşah (1072-1092) zamanında Selçuklu hanedanından olup kendisine taziye merasimi düzenlenen ilk kişi Ayaz b. Alp Arslan olarak Mirâtü’z-zamân fî tarihi’l-‘ayân, çev. Ali Sevim, Makaleler, Ankara 2005, II, 173 vd.; Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk-İslâm Medeniyeti, İstanbul 1996, s. 142; Mehmet Altay Köymen, Tuğrul Bey ve Zamanı, Kültür Bakanlığı Yayınları, İstanbul 1976, s. 143 vd.; aynı mlf, Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi, Alp Arslan ve Zamanı, TTKY, Ankara 1992, s. 11, 151-152; Ali Sevim-Erdoğan Merçil, Selçuklu Devletleri Tarihi, TTKY, Ankara 1995, s. 47; Ahmet Ocak, Selçukluların Dini Siyaseti (1040-1092), İstanbul 2002, s. 362. 5 Bkz. Sıbt İbnü’l-Cevzî, Trk. Trc., II, 175. 6 İbnü’l-Esîr, X, 48-49; Köymen, Alp Arslan, s. 46. 7 İbnü’l-Cevzî, Trk. Trc., II, 542; İbnü’l-Esîr, X, 79; Sıbt İbnü’l-Cevzî, Trk. Trc., II, 284; Ebu’l-Fidâ İmâdüddîn İsmail b. Ömer İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, çev. Mehmet Keskin, İstanbul 2000, XII, 227; Ahmed b. Mahmûd, Selçuk-Nâme, haz. Erdoğan Merçil, İstanbul 1977, I, 114; Turan, Selçuklular, s. 193; Köymen, Alp Arslan, s. 153; SevimMerçil, Selçuklu Devletleri, s. 74. 31 CİHAN PİYADEOĞLU kaydedilmektedir. Sultan Alp Arslan ölüm döşeğindeyken Belh şehrini oğlu Ayaz’a iktâ etmişti8. Yaklaşık bir yıl sonra Ayaz’ın ölüm haberi Sultan Melikşah’a ulaştığında bu durumdan memnun olduğu anlaşılmaktadır. Ancak Vezir Nizâmülmülk: “Kardeşinin ölümüne sevinme, aksine onun için taziyet düzenle” diyerek Melikşah’a öğüt vermiş, neticede Sultan Melikşah, vezirinin tavsiyesine uyarak kardeşi için taziye düzenlemişti9. İbnü’l-Esîr10, 466/1073-1074 yılı olaylarını naklederken verdiği bilgide: “…Ayaz bu sene öldü. Böylece sultan amcası Kavurd’un şerrinden kurtulduğu gibi onun şerrinden de kurtulmuş oldu.” diyerek Ayaz’ın Sultan Melikşah için sorun olduğunu dile getirmektedir. Buna rağmen Melikşah’ın kardeşi için taziye merasimi düzenlemesi, bu uygulamanın sıradan bir gelenek olmadığını göstermesi açısından önem taşımaktadır. Sultan Melikşah’ın Terken Hâtun’dan doğma oğlu Davud’un ölümünden sonra tuttuğu yas konusunda da kaynaklar önemli bilgiler vermişlerdir. 474/1081-1082 tarihinde vefat eden oğlu için Melikşah çok üzülmüş, cesedin alınıp yıkanmasına uzun süre izin vermemiş, öyle ki ceset kokmaya başlamıştı. Hatta sultanın intihara bile teşebbüs ettiği, ancak çevresindeki emîrlerin buna mani olduğu kaydedilmektedir. Yemeyi-içmeyi bırakan sultan, telâş ve korku içinde, aşırı sabırsız, bu sebeple elbisesini çekiştirip duran bir ruh hâline bürünmüştü. Hatta teselli edilmemek için bulunduğu yerin kapılarını bile kapattırmıştı. Diğer taraftan Melik Davud için Türkler saltanat sarayında toplanarak saçlarını-başlarını yolmuşlar, saraydaki hizmetliler de aynı şeyi yapmış, kadınlar ise ağıtlar yakmıştı. Ayrıca hâdimler atların alınlarındaki kâkülleri ve kuyruklarını kesmiş, eyerlerini ters çevirmiş, üzerlerine karalar sürmüşler ve atlara kara örtüler giydirmişlerdi. Halk da evlerinde ve sokaklarda bu yasa iştirak etmiş ve bu durum yedi gün boyunca devam ettirilmişti. Davud’un ölüm haberi Bağdat’a ulaştığında halifenin veziri Amîdüddevle, Sahnü’s-Selâm’da üç gün boyunca taziye için oturmuştu11. Sultan Melikşah’ın yaşadığı diğer kayıp da Veliahd Ahmed olmuştur. Ahmed, 481/1088-1089 tarihinde, 11 yaşındayken Merv’de vefat etmişti. Onun ölümüyle birlikte yas tutmanın gereği olarak hiç kimse ata binmemiş, insanlar, özellikle de kadınlar sokaklarda feryat-figan etmişlerdi. Kerh 8 Bundârî, s. 46. Sıbt İbnü’l-Cevzî, Trk. Trc., II, 296; Ahmed b. Mahmûd, I, 122; Köymen, Alp Arslan, s. 153; Sevim-Merçil, Selçuklu Devletleri, s. 81-82. 10 el-Kâmil, X, 93. Ayrıca bkz. Turan, Selçuklular, s. 201; İbrahim Kafesoğlu, Sultan Melikşah Devrinde Büyük Selçuklu İmparatorluğu, İstanbul 1953, s. 28. 11 İbnü’l-Cevzî, Trk. Trc., II, 562; İbnü’l-Esîr, X, 116; Sıbt İbnü’l-Cevzî, Trk. Trc., II, 375376; İbn Kesîr, XII, 251-252; Ahmed b. Mahmûd, I, 140; Turan, Selçuklular, s. 209; Köymen, Alp Arslan, s. 152; Sevim-Merçil, Selçuklu Devletleri, s. 117. 9 32 BÜYÜK SELÇUKLULAR DÜNYASINDA YAS TUTMA ÂDETLERİ VE TAZİYE MERASİMLERİ beldesinde pek çok kişi yas için toplanmış, halk üzüntüsünü belirtmek için kapılarını siyaha boyatmıştı. Bağdat’ta da taziye merasimi düzenlenmiş ve bu merasim yedi gün boyunca devam etmişti12. Sultan Melikşah’ın Abbâsî Halifesi Muktedî ile evli ve Ca‘fer b. Muktedî Biemrillâh’ın annesi olan kızı Mahmelek13, kocasının kendisinden yüz çevirdiğini belirterek babasına şikâyette bulunmuştu. Sultanın isteği üzerine halife, eşinin baba ocağına dönmesine izin vermiş, Mahmelek de Isfahan’a vardıktan kısa süre sonra Şevval 482/Ocak 1090 tarihinde vefat etmişti. Bu gelişme üzerine Bağdat’ta yedi gün süren taziye merasimi tertip edilmiş, halife de Sultan Melikşah’a taziye sunmak üzere iki komutanını göndermişti14. Melikşah’ın torunu olan Ca‘fer b. Muktedî Biemrillâh’ın Cemaziyelevvel 486/Mayıs-Haziran 1093 tarihinde ölümü sonrasında da Bağdat’ta taziye merasimi düzenlenmiş, bu merasim için vezir ve devlet erkânı 3 gün boyunca taziye için oturmuştu15. Büyük Selçuklu sultanı olmasına rağmen kendisi için taziye merasimi düzenlenmeyen diğer bir kişi de Melikşah’tır. Sultan Melikşah’ın ölümü eşi Terken Hatun tarafından tıpkı Tuğrul Bey’in ölümü gibi gizli tutulmuştur. Sultan Melikşah’ın ölümünden sonra eşi Terken Hatun, veliahd Berkyaruk’un yerine kendi oğlu Mahmûd’u tahta çıkartabilmek için eşinin ölümünü gizli tutmuş, hatta cenazesini bile saklamıştır. Ölümün gizli tutulması sebebiyle eller yanaklara vurulmamış, elbiseler de yırtılmamıştı. Ancak Mahmûd adına hutbe okutulduktan sonra Melikşah’ın eşi16 taziye için oturmuş, Abbâsî veziri Amîdüddevle eşinin ölümünden dolayı kendisine taziyelerini sunmuştur17. Büyük Selçuklular döneminde taht mücadelelerinin en yoğun yaşandığı dönem hiç kuşkusuz Sultan Melikşah’ın ölümü sonrasıdır. İlk fırsatta Melikşah’ın veliahdı olan Berkyaruk’a küçük kardeşi Mahmûd rakip olarak çıkartılmış, Melikşah’ın eşi ve Mahmûd’un annesi olan Terken Hatun’un organizasyonu ile gerçekleşen bu durum, iki kardeşin mücadelesi ile devam etmişti. İlk mücadelede yenilen Mahmûd, başkent Isfahan’a çekilmiş, Berkyaruk da Suriye hâkimi ve diğer taht iddiacısı amcası Tutuş ile yaptığı mücadeleyi kaybetmiş ve Terken Hatun’un ölümünü fırsat bilerek Isfahan’a 12 İbnü’l-Esîr, X, 152; İbn Kesîr, XII, 271; Sevim-Merçil, Selçuklu Devletleri, s. 114. Bkz. Muhammed b. Ali b. Süleyman er-Râvendî, Rahatü’s-sudûr ve Âyetü’s-sürûr, çev. Ahmed Ateş, TTKY, Ankara 1957, I, 137; İbnü’l-Cevzî, Trk. Trc., II, 581. 14 İbnü’l-Esîr, X, 157; İbn Kesîr, XII, 272; Sevim-Merçil, Selçuklu Devletleri, s. 132-133. 15 İbn Kesîr, XII, 287. 16 İbnü'l-Cevzî (Trk. Trc., II, 585), Melikşah'ın eşini Zübeyde Hatun olarak zikreder. Doğrusu Terken Hatun olmalıdır. Zübeyde Hatun da Melikşah'ın eşi olmakla birlikte, veliahd ve diğer taht iddiacısı olan Berkyaruk'un annesidir. 17 İbnü’l-Cevzî, Trk. Trc., II, 585; Kafesoğlu, Sultan Melikşah, s. 210. 13 33 CİHAN PİYADEOĞLU gelmeyi uygun görmüştü. Başkent o sırada Emîr Üner tarafından idare edilmekteydi. Şehre giren Berkyaruk hemen tutuklanarak gözlerine mil çekilmek istenmiş, tam bu sırada Mahmûd’un çiçek hastalığına yakalanması bu planın ertelenmesine neden olmuştu. Mahmud’un kısa süre sonra ölmesi (Şevval sonu 487/Kasım 1094) üzerine Berkyaruk hapisten çıkartılarak tahta oturtulmuştu18. Bundan sonra Sultan Berkyaruk (1092-1104)’un kardeşi Mahmûd için taziyeleri kabul etmesi maksadıyla bir merasim tertip edilmişti19. Sultan Berkyaruk’un gözlerine mil çekilmesine, hatta öldürülmesine sebep olabilecek olan kardeşi Mahmûd’un ölümünden sonra bile taziye merasimi düzenlemiş olması, bu geleneğin hanedan için önemini bir kez daha vurgulamaktadır. Sultan Berkyaruk ile kardeşi Muhammed Tapar arasında da uzun süren bir taht mücadelesi yaşanmıştı. Sultan Berkyaruk’un ölümünü Musul şehrini kuşattığı sırada öğrenen Muhammed Tapar da taziyeleri kabule başlamıştı20. Büyük Selçuklu Sultanları adına düzenlenen son taziye merasimini Sencer, ağabeyi Sultan Muhammed Tapar adına gerçekleştirmişti. Sultan Muhammed Tapar, 24 Zilhicce 511/18 Nisan 1118 tarihinde vefat ettiğinde kardeşi Sencer, muhtemelen Merv şehrinde bulunmaktaydı. Ölüm haberi kendisine ulaştığında çok üzülmüş, benzeri görülmedik şekilde mahzûn ve kederli bir ruh haline bürünmüştü. O, taziyeleri kabul etmek için oturmuş, ayrıca şehrin kapılarını yedi gün boyunca kapalı tutmuş ve hatiplere de ağabeyinin yapmış olduğu iyiliklerden bahsetmeleri konusunda emirler vermişti21. Büyük Selçuklu hanedanına mensup birisi için düzenlenen ve kaynağımızın kaydettiği en son taziye merasimi Sultan Melikşah’ın eşi, Sultan Muhammed Tapar ve Sultan Sencer’in annesi olan Seferiyye Hâtun’un ölümü münasebetiyle gerçekleştirilmişti. İbnü’l-Esîr’in kaydettiği bu bilgiye göre22, Irak Selçuklu Sultanı Mahmûd b. Muhammed Tapar, ninesinin Merv’de ölümü dolayısıyla Bağdat’ta bir taziye merasimi tertip etmişti. Yine aynı kaynağın ifadesiyle bu merasimin bir benzeri o güne kadar yapılmış değildi. 18 Sadreddîn el-Hüseynî, Ahbârü’d-Devleti’s-Selçukiyye, çev. Necati Lugal, TTKY, Ankara 1999, s. 52-53; Râvendî, I, 139; İbnü’l-Esîr, X, 199; Sevim-Merçil, Selçuklu Devletleri, s. 145. 19 İbnü’l-Esîr, X, 199. 20 İbnü’l-Esîr, X, 311. 21 İbnü’l-Esîr, X, 435; Abdülkerim Özaydın, Sultan Muhammed Tapar Devri Selçuklu Tarihi, TTKY, Ankara 1990, s. 150; Sevim-Merçil, Selçuklu Devletleri, s. 204-205. 22 el-Kâmil, X, 469. 34 BÜYÜK SELÇUKLULAR DÜNYASINDA YAS TUTMA ÂDETLERİ VE TAZİYE MERASİMLERİ Büyük Selçuklular döneminde düzenlenen taziye merasimleriyle ile ilgili olarak ifade edilebilecek en ilginç bilgiyi Sultan Sencer’in ölümünden sonra İbnü’l-Esîr23 nakletmekte ve: “Ölüm haberi Bağdat’a ulaşınca adına okunmakta olan hutbeye son verildi. Dîvânda taziye için merasim düzenlenmedi.” demektedir. Bu bilgi bile Büyük Selçuklu Devleti’nin gerçekten sona erdiğine kanıt gibidir. Nitekim Abbâsîler, sultanların ölen çocukları için bile taziye düzenlemişken, Sultan Sencer’e taziye düzenlemeyerek Büyük Selçuklu Devleti’nin sona erdiğini kabul ettiklerini göstermek istemişlerdir. Büyük Selçuklular coğrafyasında düzenlenen taziye merasimleri bunlarla sınırlı değildir. Bundârî24, Irak Selçuklu Sultanı Muhammed b. Mahmûd’un eşi ve Sultan Mes‘ûd’un kızı olan Gevher Hâtun’un vefat ettiğini, Sultan Muhammed’in taziye için oturduğunu ve çok ağladığını zikretmektedir. Ayrıca “ulemâ zümresi içinde ben de bulunuyordum” şeklinde verilen bilgiden, ulemânın da taziye için saraya gittiği anlaşılmaktadır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi yas tutma âdetleri ve taziye merasimleri vezirler ve vezir ailesine mensup kişiler için de düzenlenmektedir. Nitekim Sultan Alp Arslan’ın tahta çıkmasından sonra azledilen Vezir Amîdülmülk’ün öldürülmesi sırasında eşi, iki kızı ve cariyeleri feryat-figan etmeye başlamış, başlarını açarak toprak serpmişlerdi25. Büyük Selçuklu Devleti denildiğinde akla gelen önemli simalardan birisi de hiç kuşkusuz Vezir Nizâmülmülk’tür. Nizâmülmülk’ün ölüm haberi 18 Ramazan 485/22 Ekim 1092 tarihinde Bağdat’a ulaştığında halk çok üzülmüş, şairler onun için şiirler söylemişti. Vezir Amîdüddevle ve reisler dîvânda üç gün boyunca taziye için oturmuşlar, halktan her kesim taziye için gelmiş, halife de üzüntülerini belirten bir tevkî çıkarmıştır26. Nizamülmülk’ün oğlu ve kızı için de taziye merasimleri düzenlenmiştir. Nizamülmülk’ün oğlu Cemâlülmülk, Sultan Melikşah’ın Ca‘ferek adındaki maskarasını babasını taklit etmesinden ötürü sultanın huzurundan çıkartmış ve öldürmüştü. Buna çok sinirlenen sultan, bir emîrini Cemâlülmülk’ü öldürmekle görevlendirmiş, neticede Cemâlülmülk şerbetine zehir konulmak suretiyle öldürülmüştü. Recep 475/Kasım-Aralık 1082 tarihindeki ölümünden önce annesini Nîşâbûr’a çağıran Cemâlülmülk, annesinin yanına ulaşmasından sonra da ölmüştü. Bunun üzerine annesi başına toprak saçmış, kendisi, yakınları ve gulâmlarının saçları yolunmuş, atların yeleleri kesilmiş 23 İbnü’l-Esîr, XI, 187. Zübdet, s. 224. 25 Sıbt İbnü’l-Cevzî, Trk. Trc., II, 223; Köymen, Alp Arslan, s. 152. 26 İbnü’l-Cevzî, Trk. Trc., II, 594; İbn Kesîr, XII, 281; Turan, Selçuklular, s. 218. 24 35 CİHAN PİYADEOĞLU ve bunlar ölünün bulunduğu çadırın önüne serpilmişti. Onlar ayrıca vücutlarının her yerini siyaha boyamışlardı. Şehirden ayrıldıktan sonra ölen, ancak Nîşâbûr’da gömülen Cemâlülmülk için kardeşi Müeyyidülmülk, Bağdat’ta taziye merasimi düzenlemiş, Abbâsî Veziri Fahrüddevle b. Cehîr ile oğlu Amîdüddevle de taziyede bulunmak üzere gelmişlerdi. Halife ise taziyenin üçüncü gününde elçi göndererek başsağlığında bulunmuştu. Sultan Melikşah da Nizâmülmülk’e oğlunun vefatı sebebiyle taziyede bulunmuş ve “Merak etme! Sabırlı ol. Ben de senin bir oğlunum.” diyerek onu teselli etmişti27. Diğer taraftan Vezir Nizâmülmülk’ün kızı Abbâsî Veziri Fahrüddevle İbn Cehîr’in oğlu Amîdüddevle ile evlendirilmişti. Nizâmülmülk’ün kızı Şevval 470/Nisan-Mayıs 1078 tarihinde doğum yaptıktan bir süre sonra hem kendisi, hem de yeni doğmuş olan çocuk vefat etmişti. Her ikisi de Nizâmülmülk’e hürmeten halifelik sarayında defnedilmiş, diğer taraftan Fahrüddevle ve oğlu Amîdüddevle taziye için Ba‘bü’l-Âmme’deki bir evde üç gün boyunca oturmuşlardı28. Halkın her kesimine mensup kişiler için de yas tutma geleneklerinin uygulandığını yukarıda belirtmiştik. Ulemâ da birbirleri için taziye merasimleri düzenlemektedir. Büyük Selçuklu dünyasının en ünlü âlimlerinden birisi olan İmâmü’l-Haremeyn Ebu’l-Me‘alî Abdülmelîk b. Abdullah b. Yusuf el-Cüveynî (ö. 478/1085)’nin ölümü sonrasında yaşananlar konumuza en iyi örneklerden birini teşkil eder. İmâmü’lHaremeyn, hastalandığı zaman Nîşâbûr yakınlarında havası ve suyu iyi olan bir kasabaya götürülmüş ve burada 25 Rebiülâhir 478/20 Ağustos 1085 tarihinde vefat etmişti. Ölümü Nîşâbûr halkı üzerinde şaşılacak derecede bir etki ve kargaşaya neden olmuş ve şehrin her tarafından ağıtlar yükselmeye başlamıştı. Öldüğü gecenin sabahında cenazesi Nîşâbûr’a getirilmiş ve Hüseyin Meydanı’na kadar el üzerinde taşınmıştı. Dükkânlar açılmamış, öğrencileri ona olan saygılarından kalem ve divitlerini kırmış ve o günden itibaren bir yıl boyunca sarık takmamışlardı. Hatta şehrin önemli kişileri bile bir ay boyunca sarık takmaya cesaret edememişti. Diğer taraftan halk da onun vaazlarını verdiği minberi kırmıştı. Halk uzun süre yas tutmaya devam etmiş, şairler mersiyeler söylemiş, öğrencileri de şehirde dolaşarak ağıt yakmaya devam etmişti. Bu durum sadece Şâfi‘î halk için geçerli olmuş, 27 İbnü’l-Esîr, X, 118-119; Bundârî, s. 73-74; Sıbt İbnü’l-Cevzî, Trk. Trc., II, 384-385; Kafesoğlu, Sultan Melikşah, s. 199. 28 İbnü’l-Esîr, X, 105. 36 BÜYÜK SELÇUKLULAR DÜNYASINDA YAS TUTMA ÂDETLERİ VE TAZİYE MERASİMLERİ nitekim İmâmü’l-Haremeyn’in muhalifleri bu yası abartılı bulduklarını ifade etmişlerdir 29. Bu konudaki diğer bir örneğimiz Ebû İshâk eş-Şîrâzî’nin ölümünden sonra gerçekleştirilen faaliyetler olmuştur. Bağdat Nizâmiye Medresesi’nin ilk müderrisi Ebû İshâk eş-Şîrâzî, Cemaziyelâhir 476/Ekim-Kasım 1083 tarihinde vefat etmiş, cenaze namazı Abbâsî sarayında kılınmıştı. Ölümünden sonra fakihler onun için Nizâmiye Medresesi’nde üç gün süren taziye merasimi düzenlemiş, halkın her kesiminden pek çok insan da bu merasime katılmıştı. Ayrıca Ebû İshâk eş-Şîrâzî’ye duyulan saygı göstermek sebebiyle Nizâmiye Medresesi uzun süre kapalı kalmıştı30. Bahsettiğimiz dönemde cenazenin ardından yaya yürümek ölüye saygı belirtisi olarak kabul edilmekteydi. Şâfi‘î fakihi ve reislerinden Ebû Tâhir Abdurrahmân b. Muhammed b. Alek, Şevval 484/Kasım-Aralık 1091 tarihinde Bağdat’ta vefat etmişti. Nizâmülmülk haricindeki sultanın bütün devlet erkânı cenazenin ardından yürümüş, daha sonra düzenlenen taziye merasimine Vezir Nizâmülmülk de katılmıştı31. İbnü’l-Esîr’in32 naklettiği bir diğer taziye merasimi Ebû Nasr Abdürrahîm b. Abdülkerîm b. Hevâzin el-Kuşeyrî (ö. 514/1120) için düzenlenmişti. Onun ölümünden sonra pek çok yerde, hatta uzak memleketlerde bile taziye merasimleri düzenlenmişti. Bağdat Şeyhü’ş-Şüyûh ribâtında da onun için taziye verilmişti. Vaiz Ebu’l-Fütûh Muhammed b. el-Fazl b. Muhammed el-İsferâyînî’nin Bistâm’da ölümü üzerine öğrencileri Bağdat’ta taziye merasimi düzenlemişlerdi. Bu merasime hayattayken pek anlaşamadığı Ali el-Gaznevî de katılmış, hatta Ebu’l-Fütûh’un öğrencilerinden birisi onu merasime gelerek ağlamasından dolayı kınamıştı33. 29 Ebu’l-Kāsım Ali b. Hasan b. Hibetullah İbn Asâkir, Tebyînu kezibi’l-müfterî fimâ nusibe ile’l-İmâm Ebi’l-Hasan el-Eş‘arî, Beyrut 1984, s. 278; Şemseddîn Ebu’l-Abbas Ahmed b. Muhammed İbn Hallikân, Vefeyâtü’l-a‘yân ve enbâu ebnai’z-zamân, İng. çev. Mac Guckin de Slane, Ibn Khallikan’s Biographical Dictionary, Paris t.y., II, 122; İbn Kesîr, XII, 261; Abdülhüseyin Zerrinkûb, Medreseden Kaçış İmam Gazzâlî’nin Hayatı Fikirleri ve Eserleri, çev. Hikmet Gök, İstanbul 2005, s. 68-69; Nurullah Kisâî, Medâris-i Nizâmiye ve Tesîrât-ı İlmî ve İctimâ-yî Ân, Tahran 1374 hş., s. 93-94. 30 İbnü’l-Esîr, X, 124; İbn Kesîr, XII, 256; Kafesoğlu, Sultan Melikşah, s. 175. 31 İbnü’l-Esîr, X, 174; İbn Kesîr, XII, 276. İbn Kesîr (aynı yer), bütün devlet büyüklerinin cenazeye yaya olarak katıldığını, sadece Nizâmülmülk’ün yaşlılığını mazeret göstererek bineğine binmiş olarak geldiğini nakletmektedir. 32 İbnü’l-Esîr, X, 464. 33 İbnü’l-Esîr, XI, 93. İbnü’l-Esîr bu olayı şu şekilde nakletmektedir: “…Ali el-Gaznevî ile birbirlerini çekemezlerdi. Ölünce el-Gaznevî, Bağdat’a gelip taziyede bulundu ve çok ağladı. Ebu’l-Fütûh’un adamlarından birisi el-Gaznevî’ye çok kaba ve ağır sözler söyledi. 37 CİHAN PİYADEOĞLU Vaiz el-Muzaffer b. Erdeşir el-İbâdî’nin Rebiülâhir 546/TemmuzAğustos 1151 tarihinde Hûzistân’da ölümünden sonra oğlu Bağdat’ta taziyeleri kabule başlamıştı. Halifelik dîvânından bir hacib de bu iş için görevlendirilmişti34. Taziye merasimlerinin sıradan halk için de uygulandığı görülmektedir. Nitekim İbnü’l-Esîr’in35, Bâtınîler’in faaliyetleri hakkında; “…Bir insan her zaman geldiği vakitte evine dönmeyecek olursa onun Bâtınîler tarafından öldürüldüğüne kesin olarak inanırlar ve taziye için otururlardı.” şeklinde nakletmiş olduğu bilgi, bu duruma örnek teşkil etmektedir. Diğer taraftan her ne kadar gerçekleşmiş olduğu tarih itibariyle Selçuklular zamanında yaşanmamışsa da, o dönem dünyasında gayrimüslimlerin de taziye merasimi düzenledikleri anlaşılmaktadır. Nitekim İbn Kesîr36, Bağdat merkezli 437/1045-1046 yılı olaylarını naklederken Hıristiyan büyüklerinden birisinin öldüğünü ve ailesinin oradaki bir mescidin kapısı önünde taziye kabul etmek üzere oturduklarını nakletmektedir. Ayrıca o, cenazenin gündüz uğurlandığı bilgisini de kaydetmektedir. Görüldüğü üzere Türkler ve İranlılar, benzer yas âdetlerine sahiptir. Dönem itibariyle Abbâsî sarayında da benzer uygulamaların mevcut olduğu görülmektedir. Nitekim Abbâsî Halifesi el-Kâim Biemrillâh’ın ölümünden sonra çarşı ve pazardaki dükkânlar kapatılmış, Hâşimî kadınları ve diğer kadınlar ağıtlar yakmış, insanlar elbiselerini parçalamıştı. Ayrıca Bağdat’ın kapıları üç gün boyunca kapalı kalmış ve Abbâsî Veziri İbn Cehîr de 3 gün taziye merasimi için oturmuştu37. Halife Muktedî Biemrillâh’ın oğlu ve Kâim Biemrillah’ın kızı için de taziye merasimi düzenlenmiş, Ali b. Mustazhir Billâh’ın ölümünden sonra davul çalınmasına son verilmiş, halk da taziye için günlerce mecliste oturmuştu38. Bunlara ek olarak Halife Müsterşid, Muktedî Biemrillâh ve Halife er-Râşid için de taziye merasimlerinin düzenlendiği kaydedilmektedir 39. Ayrıca Türkiye Selçukluları ve Beylikler dönemi Anadolu coğrafyasında buna benzer matem el-Gaznevî kalkınca öğrencilerinden birisi de taziye için gelmesinden ve çok ağlamasından dolayı onu kınadı ve: ‘Sen hayatta iken bu adamdan kaçardın, onu hiç sevmezdin; şimdi gelmiş taziyede bulunuyor, çok gözyaşı döküyor ve üzüntünü ifade ediyorsun dedi.’ Bunun üzerine el-Gaznevî: ‘Ben kendi hâlime ağlıyorum. Eskiden, ‘Falanca ile falan şahıs öldü.’ denirdi. Bir adamın akrânı ölünce o da gideceğine kesin olarak inanır.’ cevabını verdi”. 34 İbnü’l-Esîr, XI, 139 35 İbnü’l-Esîr, X, 259 36 el-Bidâye, XII, 147. 37 Bundârî, s. 52; İbn Kesîr, XII, 233 38 İbnü’l-Esîr, X, 529; İbn Kesîr, 268, 316, 377. 39 İbnü’l-Esîr, X, 197, XI, 63; İbn Kesîr, XII, 386. 38 BÜYÜK SELÇUKLULAR DÜNYASINDA YAS TUTMA ÂDETLERİ VE TAZİYE MERASİMLERİ âdetleri devam ettirilmiştir40. Hatta bu tarz matemlerin İlhanlılar zamanında da var olduğu görülmektedir41 Sonuç: Vermiş olduğumuz bu örneklerden sonra “yoğ, yuğ” âdetlerinin Büyük Selçuklular zamanında da devam ettirildiğini ve fazlaca önemsendiği söylemek mümkün olabilmektedir. Nitekim Osman Turan42, Davud b. Melikşah’ın ölümünden sonra yaşananları: “…Sultanın bu mâtemi herkese intikal etmiştir, ki eski Türk mâtem (yuğ) an‘anesinin devamı bakımından dikkate şayandır.” diyerek durumu özetlemektedir. Yas adetlerinin o dönem coğrafyasında bir arada yaşayan Türkler, İranlılar ve Araplar için ortak bir âdet olup, ritüeller büyük benzerlikler göstermektedir. Abbâsî Halifesi el-Kâim Biemrillâh ve Cemâlülmülk b. Nizâmülmülk için tutulan yas, Türkler’in yas âdetleriyle büyük benzerlikler göstermektedir. Hatta bu âdetin İranlılar için de önem taşıdığını Nizâmülmülk’ün Sultan Melikşah’ı kardeşi Ayaz için taziye düzenlemeye teşvik etmesi bilgisi desteklemektedir. Yas âdetleri ve taziye merasimlerinin Tuğrul Bey’in ve Sultan Melikşah’ın ölümünden sonra düzenlenmemesi tamamen siyasî bir durumdur. Her iki ölüm sonrasında taht mücadelelerinin hemen başlamış olması, merasimlerin düzenlenmemesi ve yas âdetlerinin yerine getirilmeyişinin en önemli sebebi olmuştur. Nitekim Tuğrul Bey öldüğünde Vezir Amîdülmülk, gulâmların yas âdetlerini yerine getirmelerine “zamanı değil” diyerek izin vermemiş, Melikşah’ın ölümü de eşi Terken Hâtun tarafından gizlenmiştir. Taziye merasimlerinin ölen kişiye ihtiram göstermek yanında devletlerarası siyasette de önemli rol oynadığı görülmektedir. Abbâsîler tarafından Bağdat’ta Büyük Selçuklu hanedan mensupları adına düzenlenen taziye merasimlerinin ihtiram yanında siyasî bir içerik taşıdığı da açıktır. Nitekim hemen hemen her Selçuklu hanedan üyesi için merasim düzenleyen Abbâsî Hilâfeti, Sultan Sencer’in ölümünden sonra dîvânda onun için taziye 40 Ahmed Eflâkî (Menâkibü’l-‘Ârifîn, çev. T. Yazıcı, Ariflerin Menkıbeleri, İstanbul 1973, I, 29-30), bu konuda şu bilgiyi nakleder: “Baha Veled (Mevlana’nın babası) öldüğünde, Sultan I. Alâeddîn Keykubat çok elemlenip dövündü. Tam yedi gün saraydan dışarı çıkmadı. Kırk gün de ata binmedi. Tahtı bırakıp hasıra oturdu ve taziyet âdetini oturmakla bitirdi.”. 41 İlhanlılar dönemi ile ilgili olarak bkz. Osman Gazi Özkuzugüdenli, Gazan Han ve Reformları, Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Merkezi, Doktora Tezi, İstanbul 2000, s. 291. Gazan Han, 1304 yılında vefat ettiğinde bütün İlhanlı ülkesinde matem alâmeti olarak yırtık elbiseler giyilmiş, minarelere siyah bezler asılmış, pazar, cadde ve meydanlarda gözyaşı dökülmüş, siyah renkli elbiseler giyilerek yedi gün boyunca yas tutulmuştu. 42 Selçuklular, s. 209. 39 CİHAN PİYADEOĞLU merasimi düzenlenmemiştir. Bu davranışı, Selçuklu Devleti’nin Sencer ile birlikte sona erdiğinin Abbâsî Hilâfetince kabulü ve ilânı olarak değerlendirmek mümkündür. KAYNAKÇA Ahmed b. Mahmûd: Selçuk-Nâme, haz. Erdoğan Merçil, İstanbul 1977. Ahmed Eflâkî: Menâkibü’l-‘Ârifîn, çev. T. Yazıcı, Ariflerin Menkıbeleri, İstanbul 1973. Bundârî: Zübdetü’n-nusra ve Nuhbetü’l-usra, çev. Kıvameddin Burslan, Irak ve Horasan Selçukluları Tarihi, TTKY, Ankara 1999. İbn Asâkir, Tebyînu kezibi’l-müfterî fimâ nusibe ile’l-İmâm Ebi’l-Hasan el-Eş‘arî, Beyrut 1984. İbn Hallikân: Vefeyâtü’l-a‘yân ve enbâu ebnai’z-zamân, İng. çev. Mac Guckin de Slane, Ibn Khallikan’s Biographical Dictionary, Paris t.y. İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye, çev. Mehmet Keskin, İstanbul 2000. İbnü’l-Cevzî: el-Muntazam fî tarihi’l-mülûk ve’l-ümem, çev. Ali Sevim, Makaleler, Ankara 2005. İbnü’l-Esîr: el-Kâmil fi’t-tarih, çev. Abdülkerim Özaydın, İstanbul 1987. Kafesoğlu, İbrahim: Sultan Melikşah Devrinde Büyük Selçuklu İmparatorluğu, İstanbul 1953. ________________: Türk Millî Kültürü, İstanbul 1993. Kisâî, Nurullah: Medâris-i Nizâmiye ve Tesîrât-ı İlmî ve İctimâ-yî Ân, Tahran 1374 hş. Köymen, Mehmet Altay: Tuğrul Bey ve Zamanı, Kültür Bakanlığı Yayınları, İstanbul 1976. ___________________: Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi, Alp Arslan ve Zamanı, TTKY, Ankara 1992. Ocak, Ahmet: Selçukluların Dini Siyaseti (1040-1092), İstanbul 2002. Özaydın, Abdülkerim: Sultan Muhammed Tapar Devri Selçuklu Tarihi, TTKY, Ankara 1990. Özkuzugüdenli, Osman Gazi: Gazan Han ve Reformları, Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Merkezi, Doktora Tezi, İstanbul 2000. Râvendî: Rahatü’s-sudûr ve Âyetü’s-sürûr, çev. Ahmed Ateş, TTKY, Ankara 1957. Sadreddîn el-Hüseynî: Ahbârü’d-Devleti’s-Selçukiyye, çev. Necati Lugal, TTKY, Ankara 1999. Sevim, Ali - Merçil, Erdoğan: Selçuklu Devletleri Tarihi, TTKY, Ankara 1995. Sıbt İbnü’l-Cevzî: Mirâtü’z-zamân fî tarihi’l-‘ayân, çev. Ali Sevim, Makaleler, Ankara 2005. Steingass, F.: Persian-English Dictionary, İstanbul 2005. Strothman, R.: “Ta‘ziye”, İslâm Ansiklopedisi (İA), İstanbul 1993. Şemseddîn Sâmî: Kâmus-ı Türkî, İstanbul 1317. 40 BÜYÜK SELÇUKLULAR DÜNYASINDA YAS TUTMA ÂDETLERİ VE TAZİYE MERASİMLERİ Turan, Osman: Selçuklular Tarihi ve Türk-İslâm Medeniyeti, İstanbul 1996. Yüksel, Musa Şamil: “Türk Kültüründe “Levirat” ve Timurlularda Uygulanışı”, Turkish Studies International Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, Volume 5/3, Erzincan 2010. Zerrinkûb, Abdülhüseyin: Medreseden Kaçış İmam Gazzâlî’nin Hayatı Fikirleri ve Eserleri, çev. Hikmet Gök, İstanbul 2005. 41 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 3, Ocak-2012, s. 43-68 16. YÜZYILDA BİR OSMANLI SANCAĞI’NDA EŞKIYALIK HAREKETLERİ: MALATYA SANCAĞI ÖRNEĞİ Göknur AKÇADAĞ* ÖZET: Osmanlı İmparatorluğu’nda 16. yüzyılın ikinci yarısından itibaren başlayan ve yüzyılın sonunda giderek artan siyasi, iktisadi ve sosyal huzursuzluklar, eşkıyalık olayları şeklinde de kendisini göstermişti. Osmanlı’da bu konu üzerine yapılan çalışmalar genellikle 1718. yüzyıllardaki eşkıyalık hareketleri ele almıştır. Bu makale ise, 16.yüzyılda Malatya sancağında ortaya çıkan eşkıyalıkları, Malatya bölgesinin coğrafyası ve konumunu, devletlerarası siyasi ilişkileri, Osmanlı merkezileşmesinin bölgedeki etkilerini, bölgenin aşiretcemaat yapısını ve eşkıyalık hareketlerinin diğer nedenlerini de göz önünde bulundurarak ele almayı hedeflemiştir. Mühimme defterlerinde yer alan Malatya sancak bölgesi ile ilgili hükümler ve diğer kaynaklardan bilgiler değerlendirilmiş ve Malatya sancağında görülen eşkıyalık hareketleri türlerine göre dört ayrı grupta ele alınmıştır. Devlet görevlilerinin, aşiretlerin ve Safevi etkisiyle meydana gelen eşkıyalığın anı sıra Celali eşkıyasının en büyüklerinden olan Karayazıcı ile Kiziroğlu Mustafa’nın eşkıyalığı ve Malatya bölgesindeki tahribatları anlatılmıştır. Anahtar Kelimeler: Osmanlı İmparatorluğu, Malatya Sancağı, Eşkıyalık, Eşkıya. THE BANDİTRY INCIDENTS IN AN OTTOMAN SANCAQ IN THE 16TH CENTURY: AN EXAMPLE OF THE SANCAQ OF M ALATYA ABSTRACT: The political, economic and social unrests that began as of the mid-16th century and increased in the late this century also revealed out themselves as banditry incidents. The studies carried out about this case mainly focused on the banditry incidents occurred in the 17th and 18th century. But this article intends to explore the banditries emerged within the sancaq of Malatya in the 16th century taking the geography and position of the Malatya Region, the political relations among the states, effects of the Ottoman centralization within the region, tribal and communal structure of the region and other reasons of banditry acts into consideration. The banditry incidents seen in the sancaq of Malatya are reviewed in four separate chapters after the conclusions related to the sancaq of Malatya included in the Mühimme Registration Books and information are gathered from the other sources. In addition to the banditry incidents caused by the bureaucrats, tribes and the Safavid the banditry acts and destruction of Karayazıcı and Kiziroğlu Mustafa within the Malatya Region, which were among the greatest banditry incidents of the Celali Band, are narrated. Key Words: Ottoman Empire, Sancaq of Malatya, Banditry, Bandit. Giriş: Osmanlı İmparatorluğu 16. yüzyılda en parlak dönemini yaşamasına rağmen, Kanuni devrinden itibaren siyasi, sosyal ve ekonomik çözülmeye yol açan koşullar ortaya çıktı. Artan nüfus,1 beylik kalıntıları, * 1 Yrd.Doç.Dr. Göknur Akçadağ, Yıldız Teknik Üniversitesi, İnsan ve Toplum Bilimleri Bölümü Bkz. Ö. Lütfü Barkan, “Türkiye’de İmparatorluk Devrinin Nüfus ve Arazi Tahrirleri ve Hakana Mahsus İstatistik Defterleri”, İstanbul Üniversitesi, İktisat Fakültesi Mecmuası, I/1, (1940), s. 20-59, II/2, (1941), s. 214-247; Tarihi Demografi Araştırmaları ve Osmanlı Tarihi”, Türkiyat Mecmuası, S:10, (1951-1953), s.1-26; Leila Erder-Suraiya Faroqhi, “Rise Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 3, Ocak-2012, s. 43-68 GÖKNUR A KÇADAĞ aşiretler, dış etkiler (Safevi), göçerlik, 2 Osmanlı Devleti'nin hem ekonomik yapısında hem de kurumlar düzeyinde geçirdiği merkezileşme yöntemi ve bunun sonuçları, Osmanlı idari yapısı ile sosyal düzenini tehdit eder bir durum kazandı. Osmanlı kırsal toplumunun geçirdiği toplumsal ve ekonomik değişim, devletin hazine gelirini artırmak için giriştiği arazi tahrirlerinin halkta hoşnutsuzluk yaratması, devlet içinde odaklaşan güç ilişkileri ve bu ilişkilerin tarımsal üretim ve kırsal ekonomi üzerindeki etkileri, özellikle 16. yüzyıl sonrası devlet düzenini sarsan unsurlar olmuştu.3 16. yüzyılda giderek tırmanma eğilimi gösteren, 17. yüzyılda ise büyük bir problem haline gelen bu eğilimin tırmanmasında, Akdeniz havzasında görülen genel değişim faktörleri de rol oynadı ve Osmanlı’nın gelişme ve canlılık dönemi, yerini 4 olumsuz konjoktüre bıraktı. Eşkıyalık ve asayişsizliklerin ortaya çıkışının bölgeden bölgeye değişen bazı farklı gerekçeleri olsa bile, temelde sosyal ve ekonomik değişiklikler bunda başrolü oynamaktadır. Eşkıyalığın ortaya çıkışını iki temel nedene bağlayan E. Hobsbawm, ilkini kır ekonomik yapısının koşullarına ve kırın besleyemediği nüfus fazlasına, ikincisini ise kırsalda toplumla bütünleşemeyenlerin kanun dışına itilmesine bağlayarak,5 diğer nedenlerin yanında kırsal toplumdaki değişikliklerin, kanunlara uymayan kesimin ortaya çıkış dinamiklerine değinmektedir. Eşkıyalık hareketlerinin nedenleri arasında 16. yüzyılın ortalarında özellikle Şehzade Mustafa ile Selim arasındaki mücadele de önemli bir yer tutmaktadır. Anadolu, bu mücadele sırasında, işi gücü olmayan binlerce Anadolu köylüsü paralı asker olarak And Fall In Anatolia 1550-1620”, Middle Eastern Studies, 15, (London 1979), s. 322-345; 1520-1580 arasında Anadolu nüfusunun 5-11 milyon arasında değiştiği tahmin edilmektedir. Bu nüfusun sanayi öncesi toplumları için oldukça yüksek olduğu hakkındaki görüş için ayrıca bkz. Leila Erder, "The Measurement of Preindustrial Population Changes: The Ottoman Empire From 15 th to the 17 th Century", Middle Eastern Studies 2, (Ekim 1975), s. 3 2 Göçebe Türkmen kitleleri 16. yüzyıl başlarında Anadolu nüfusunun % 15'ini oluşturmaktadır. Göçer kökenli yaya ve müsellemlerle bu oran % 27'lere çıkmaktadır. Bu orandaki göçer veya göçer kökenli nüfus, sosyal düzen bakımından büyük öneme sahip olup şehirli nüfusa göre oranı dikkate alınmalıdır. Bkz. Halil İnalcık, An Economic and Social History of the Ottoman Empire, Cambridge 1994, s. 34. 3 Mustafa Akdağ, Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası "Celali İsyanları", Ankara 1975, s. 153 vd; Karen Barkey, Bandits and Bureaucrats: The Ottoman Route to State Centralization, Cornell University Press, Ithaca 1994, s. 46-47, 55-56, 97, 142; Sabri Yetkin, Ege’de Eşkıyalar, İstanbul 1997, s. 4 vd; Neşet Çağatay, "16-17. Yüzyıldaki Anadolu Ayaklanmaları Üzerine", Makaleler ve İncelemeler, Konya 1983, s. 130 vd. 4 Fernard Braudel, Akdeniz ve Akdeniz Dünyası, II, (çev. O. Akalın- N. Hasgül), Ankara 1990, s. 63-72; Şevket Pamuk, Osmanlı-Türkiye İktisadi Tarihi 1500-1914, İstanbul 2005, s. 108 vd.; Mücteba İlgürel, "Osmanlılarda Eşkıyalık Hareketleri", DİA, XI, s. 467. 5 Eric J. Hobsbawm, Eşkıyalar, (çev. M. A. Kılıçbay), İstanbul 1997, s. 25. 44 16. YÜZYILDA BİR OSMANLI SANCAĞI’NDA EŞKIYALIK HAREKETLERİ: MALATYA SANCAĞI ÖRNEĞİ rakip şehzadelerin bayrağı altında toplanıyor, kendi tarafı kazandığı takdirde askeri sınıfa yükselmeyi umuyordu. Huzursuzluğun başlıca kaynaklarından birisi de tımarlarını yitiren ve tımarları değer kaybına uğrayan tımarlı sipahilerdi. Buna ek olarak, genç köylülerden binlercesi de gelecekte dini zümrelerin ayrıcalıklarından yararlanmak umuduyla bu kentlerindeki medreselere doluşup, fırsat buldukça gerek kentleri gerekse kırsal alanları yağmalamaya başlamışlardı. 6 Elde edemediği geliri başka yoldan kazanma eğiliminin baş göstermesi ile mühimme kayıtlarında sıkça rastlanan bir takım eşkıya gruplarının neden olduğu yol kesme, ev basıp adam kaçırma türünde olaylar, haksızlıklara karşı hak arayışına kalkışanların eşkıyalığı, fazla mal ve makam hırsına kapılan devlet görevlilerinin, aşiret ve taifelerin ve bir eşkıya bölüğüne katılıp bu tür kazançlar elde etme eğiliminde olan halktan kişilerin yaptığı eşkıyalık hareketleri reayanın zarar görmesine yol açmıştı. Eşkıyalığın nedenleri konusunda H. İslamoğlu-İnan, yüzyılın sonlarında göze batar şekilde artmış olan kente göç olgusunun, köylerde özellikle genç nüfusun yoğunlaşan üretimin yol açtığı ağır koşullara katlanmak istemeyişinden kaynaklandığını, nüfus artışının köy ekonomisi üzerinde köylüyü dışarı atacak derecede tazyik oluşturmadığını ileri sürmekteyse de7, M. Cook’un 16. yüzyılın ikinci yarısı için öne sürdüğü nüfus artışının ekilebilir topraklara oranla fazla oluşu yönündeki tespiti8 ve Akdağ’ın görüşleri genel olarak kabul edilmektedir. Cook ile Akdağ’ın görüşlerinde farklı olan taraf, 16. yüzyıl sonlarında şahit olunan köylünün geniş kitleler halinde köylerini terk etmesi olgusunun salt demografik faktörlerle açıklanamayacağı konusundadır. 9 Bu durumun daha ziyade şehir hayatının insanlara sunduğu imkanların fazlalığı ile askeri sınıfa dahil olma arzusundan kaynaklandığı çeşitli araştırmalarda vurgulanmıştır.10 Eşkıyalık ve krize giden süreçte nüfus baskısı tezini destekler mahiyette bulguların daha çok oluşu11, yüzyılın ikinci yarısından itibaren Anadolu nüfusundaki genel artış, Anadolu kırsalında gözlenen yoğun yerleşme emareleri, boş mezraaların şenlenmesi köye dönüşmesi, hayvan otlatılan meraların giderek 6 Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu: Klâsik Çağ (1300-1600), İstanbul 2003, s. 52. Huricihan İslamoğlu-İnan, “State and Peasants in the Ottoman Empire: a Study of Peasant Economy In North-Central Anatolia During the Sixteenth Century”, The Ottoman Empire and the World Economy, Cambridge 1987, s. 101-111. 8 Michael A. Cook, Studies In The Economic History of The Middle East, London 1970, s. 144, 169-170. 9 Oktay Özel, “Nüfus Baskısından Krize: 16-17. Yüzyıllarda Anadolu’nun Demografi Tarihine Bir Bakış”, VIII. Uluslararası Türkiye’nin Sosyal ve Ekonomik Tarihi Kongresi (Bursa 18-21 Haziran 1998), (ed. N. Abacı), İstanbul 2004, s. 219 10 H. İnalcık, “Military and Fiscal Transformation In Ottoman Empire, 1600-1700”, Archivum Ottomanicum, No: 6, (1980), s. 185. 11 Özel, s. 219 vd. 7 45 GÖKNUR A KÇADAĞ daralması ile göçebelerin yerleşik hale gelmeleri ve köy yerleşmeleri oluşturmaları, çiftliklerin görünüşte parçalanması, nüfus artışı, toprak miktarı dengesizliğinin ortaya çıkışı, ormanlık alanların tarıma açılması gibi çok sayıda faktör etkili olmuştur. Nüfus baskısı, Celali isyanları ve demografik kriz üçlüsünü temel tartışma konularından birisi olarak ele alan Oktay Özel’in de ilgili makalesinde vurguladığı bir konu önem taşımaktadır. Eşkıyalık hareketlerinin nedenlerini anlayabilmek için genellemeler yapılarak yapılan değerlendirmelerde ulaşılan yorumların adet yerini bulsun türünden kullanılmasının, eşkıyalıkla ilgili olan örneklerin yöreden yöreye farklılıklarını örnekler üzerinde daha fazla görmek gerekmektedir. 16. yüzyıl boyunca Malatya kaza bölgesinde nüfus azalması veya kente göç hareketi olmamıştır. Malatya sancak bölgesinde eşkıyalık hareketlerinin ortaya çıkışında demografik bir zorlama olgusundan kaçınmak mümkün değildir. Malatya bölgesinde de reaya çiftliklerinin parçalanması ve küçülmesi, böylece gelirlerin daha azalması olgusunu örnek belgeler üzerinden gözlemlemek mümkün olabilmiştir. Eşkıyalığın sebepleri hakkında bu genel görüşleri, Malatya sancak bölgesinin 16. yüzyıldaki nüfus bilgileri ile yorumlayarak, bölgeye özgü hangi dinamiklerin etkili olduğu veya olmadığını anlamaya çalışmak bölgeden bölgeye farklılıkları anlamayı da kolaylaştıracaktır. H. İnalcık’ın Malatya’nın da içinde yer aldığı Rum eyaleti için 1520-30’da 872.610 olan nüfusun 1570-80’de 1.360.474’e ulaştığı yolundaki tespiti,12 eyalet bölgesinde % 59.9’luk nüfus artışına işaret etmektedir. Malatya kaza bölgesine nüfus açısından bakıldığında ise 152030’da 7.000’i şehir nüfusu, 28.000’i kırsal kesim olmak üzere 35.800 toplam nüfusa sahip olduğu, bunun 1560 tahririne göre 9.000 kadarı şehir, 47.000 kadarı kırsal kesim nüfusu olmak üzere 55.000 toplam nüfusa ulaşmış olduğunu görmekteyiz. 1530’da genel kaza nüfusunun % 20.5’i şehirde, % 79.5’i kırsal kesimde yaşarken, 1560’da % 16.2’si şehirde, %83.8’i kırsal kesimde yaşamaktaydı. Kırsal bölge nüfusu, 1520’de 4.270’i Müslüman hane, 543’ü gayrimüslim hane, 1.115 müslüman mücerred, 93 gayrimüslim mücerred, 194 muaftan oluşmaktadır. 288 neferan konar-göçer zümre bulunmaktadır. 1530’da 4.284 Müslüman hane, 499 gayrimüslim hane, 1.122 mücerred, 106 gayrimüslim mücerred, 260 muaf, 527 neferan konargöçer zümre, 1560’da 7.178 Müslüman hane, 936 nefer (hane+mücerred) gayrimüslim nüfus, 3.269 Müslüman mücerred, 45 muaf, 783 neferan konargöçer zümreden oluşmaktadır. 12 H. İnalcık, “Impact of The Annales School on Ottoman Studies and New Findings”, Studies In Ottoman Social and Economic History, London 1985, s. 74-75. 46 16. YÜZYILDA BİR OSMANLI SANCAĞI’NDA EŞKIYALIK HAREKETLERİ: MALATYA SANCAĞI ÖRNEĞİ 1560 tahririne göre hane ve mücerred nüfustaki yüksek oranda artış, yüzyılın son çeyreğine özgü ileri sürülen genel tezleri Malatya bölgesi açısından destekler mahiyettedir. Bu verilere göre, şehir-kırsal nüfus kıyaslamasında 1560 tahririnde yüzyılın ilk yarısındaki orana göre kırsal nüfusun şehir nüfusuna göre yüksek oranda arttığı anlaşılmaktadır. Bu durum köyden kente göçün en azından 1560’a kadar ortaya çıkmadığını göstermektedir. Nüfus durumunun yanı sıra, vergi mükellefi sayısı açısından da Malatya kazasını incelediğimizde, kırsal kesimin 1520’de 6.021, 1530’de 6.011 ve 1560’da 11.381 vergi mükellefine sahip olduğu, şehir merkezi ile birlikte, bu rakamın 1520’de 7.330, 1530’da 7.313, 1560’da ise 13.232’e ulaştığını anlamaktayız. 13 Vergi mükellefi sayısındaki artış ve kırsalda da bu artışın sürmüş olması en azından 1560’lara kadar istikrarlı bir sürece işaret etmektedir. Eşkıyalık hareketlerinin yoğunlaştığı yüzyılın sonlarına ait yılları gösteren Malatya kazasının ayrıntılı nüfus verileri ise mevcut değildir. Malatya şehrine ait 330 avarızhane14 sayısından şehrin 1619-1625 yıllarında nüfusunun 16.500 civarında olduğu tahmin edilmekteyse de, bu yıllara ait kırsal nüfus bilgileri bilinmemektedir. M. Taşdemir’in 16. yüzyıl Malatya tahrirlerine dayanarak verdiği nüfus bilgileri de Malatya Sancağı’na bağlı Behisni, Hısn-ı Mansur, Gerger ve Kahta’da nüfusun özellikle 1560’larda önemli ölçüde arttığını göstermektedir.15 Eşkıyalık hareketlerinin Malatya sancağındaki diğer kazalara göre daha yoğun görüldüğü Malatya kaza bölgesinde tahrirden tahrire köy-mezraa oranındaki artışın, 1530’da 247 köy-383 mezraa sayısının 1560’da 295 köy457 mezraaya ulaşmış olması, yeni köy oluşumlarını ve mezraaların yerleşilerek köye dönüştüğünü göstermektedir. En fazla köy sayısının artış gösterdiği Cubas, Ağcadağ ve Keder Beyt nahiyelerinden ikisinin en fazla yörükân taifesinin bulunduğu yerler oluşu dikkati çekmektedir. Yörüklerle meskun köy sayısı 1520’de 7, 1530’da 11, 1547’de 13 ve 1560’da 15’e ulaşmıştır. Reaya ile meskun köy yerleşmeleri diğer nahiyelerde 1-3 tane arasında artış göstermişken, sadece Cubas nahiyesinde 28’den 41’e yükselmiştir. 1530’da bu nahiyede sadece Harbendelü, Belicarlu cemaatleri varken, 1560’da Harbendelü’nün yanı sıra yeni cemaatler eklenmiş, eşkıyalık ile ilgili belgelerde de karşılaştığımız Aşkanlu, Kavi, İzoli cemaatleri de tahrire yazılmıştır. Ayrıca 1560 tahrir defterinde nahiyelerde yazılmış olan cemaatlerden farklı yeni cemaatler kaydolunmuştur. Şehir nahiyesinde Kapdırgalu, Kasaba nahiyesinde Alacaatlu, Keder Beyt’te 13 Göknur Akçadağ, (Göğebakan), XVI. Yüzyılda Malatya Kazası (1516-1560), Malatya 1998, s. 188-192. 14 BOA, MAD, nu. 43, s.83, 104; 1 avarızhane=10 gerçek hanedir. 15 Mehmet Taşdemir, 16. Yüzyılda Adıyaman (Behisni, Hısn-ı Mansur, Gerger, Kahta) Sosyal ve İktisadi Tarihi, Ankara 1999. 47 GÖKNUR A KÇADAĞ Atmalu cemaatleri yeni eklenen cemaatlerdir. Kömi nahiyesinde görülen 37 nefer Türkan cemaati, 1560 tahririnde görülmemektedir.16 Yeni yerleşme yerleri ve köylerin oluşması, mezraların köye dönüşmesi, özellikle sonraki yüzyıllarda devletin politikası haline dönüşecek olan göçebelerin zorunlu olarak belli yerlere yerleşmeleri durumu 16. yüzyıl sonlarına doğru Malatya kaza bölgesinde de gözlemlenmektedir. 1530-60 arasında en fazla köy sayısı artışının olduğu Cubas nahiyesinde 32 köy 44’e, Ağcadağ’da ise 31’den 42’ye yükselmişti. 1530 tahririnde mezraa olan Mağruni, Zerato, Bahri, Kamışlu, Aksekü, Veski 1560’da köy yerleşmesi haline gelmiştir. Samiti, Selvi, Çörtek, Kamili, Karapusı köyleri ise önceki tahrirlerde yer almayıp, 1560 tahririnde köy olarak kaydedilmiştir. 1560 tahririnde ilk kez kaydedilmiş olan Dayı köyünün durumu da aşiret yerleşmesi köy oluşumuna örnektir. “Cemaat-i İzoli” nin burada ikamet etmesiyle köy olarak kaydedilmiş, bu cemaat tarafından ziraat edilmiştir. Cemaatin asıl yerleşim yeri ise bu civara karşılık gelen yerde Fırat nehrinin karşı yakasında Kömi nahiyesine bağlı İzoli köyüdür. Ağcadağ nahiyesinde ilk kez köy olarak kaydedilmiş olan Seki Dere, Tenc-i Ülya, Saz, Halev-i Ulya ve Süfla, Gözmür, Bazarcık köyleri 1547 tahririnde, Ergücek, Çöreklik, Kızıl Kaya ve Sarı Kız 1560 tahririnde mezraadan köye dönüşmüş olan yerleşim yerleridir. Bu köylerin bir kısmı yakınlarındaki gelişmiş bir köy nezdinde kaydedilmiş yeni köylerdi. 17 Bölgenin Osmanlı hakimiyetine geçmesinden sonra yapılan ilk tahrirlerde Malatya civarında bulunan mülk topraklar daha fazla iken, sonraki tahrirlerde giderek azaldığı ve tımara dönüştürme işinin bir süreç içerisinde gerçekleştirildiği anlaşılmaktadır. 1520 tahririne göre Malatya kazasında 226 köy ve 265 mezrada malikane-divani, toplam 112 köy ve mezrada tımar sistemi uygulanmıştı. 1560 tahrir verilerine göre bu oran büyük miktarda değişmiş, 144 köy ve 74 mezrada malikane -divani, 148 köy ve 344 mezrada tımar sistemi uygulanmıştı. Güçlü toprak aristokrasisinin devlete tehlike yaratmasının önüne geçilmek için zamana yayılan tımara dönüştürme uygulamasına rağmen, özellikle Malatya sancağının büyük kısmını teşkil eden Malatya kaza bölgesinde oturan Osmanlı öncesi dönemin Dulkadırlı’ya mensup bazı cemaatleri ile bazı Türkmen beylerinin ve Dulkadırlı’ya mensup görevlilerin bu duruma gösterdikleri çeşitli tepkilerin ve eşkıyalıkların ortaya çıktığı görülmektedir.18 Malatya sancağında malikanedivani sistemin çevre sancaklara göre daha fazla uygulanmış olması ile yörenin eski sahipleri ile uzlaşma yoluna giden Osmanlı merkezi yapısı, 16 Akçadağ, a.g.e, s. 197. Akçadağ, a.g.e, s. 263-265, 288-289. 18 Akçadağ, a.g.e, s. 318-321. 17 48 16. YÜZYILDA BİR OSMANLI SANCAĞI’NDA EŞKIYALIK HAREKETLERİ: MALATYA SANCAĞI ÖRNEĞİ 1526’da ilk örnekleri kaynaklarda gözlemlenebilen ve yüzyılın son yarısında gittikçe artan eşkıyalıkla uğraşmak zorunda kalmıştır. Bölgenin toprak tasarruf şeklinin dönüşümü ile ilgili olan bu durum, genel bir eşkıyalık nedeni olarak sancaktaki eşkıyalık hareketlerini temelde etkilemiştir. Yıldırım Bayezid zamanından itibaren Osmanlı Devleti'nin bölgeye ilgi duymasıyla birlikte, Malatya merkezli bu bölge siyasi açıdan OsmanlıDulkadırlı ve Osmanlı-Memluk mücadelelerinin odak noktası haline gelmişti.19 16. yüzyılın ilk yarısında Osmanlı hakimiyetine geçmesiyle Dulkadır Eyaletine bağlı bir sancak olan Malatya Sancağı, Malatya, Hısn-ı Mansur, Kahta, Behinsi, Gerger kazalarından oluşmaktaydı. Bu 5 kaza bölgesinde merkezi kaza durumundaki Malatya Kazası, 1520, 1530 ve 1547’de 10 nahiye, 1560’da ise 11 nahiyeden (Şehir, Kasaba, Keder Beyt, Arguvan, Kiçik Hacılu, Ağcadağ, Karahisar, Cubas, Kömri (Kömi) ve Muşar) meydana gelmekteydi. Bu makalede, devletin düzenini sarsan eşkıyalık hareketlerinin Malatya Sancak bölgesinde ortaya çıkış nedenleri, 16. yüzyıl boyunca bu eşkıyalığın kimler ve hangi gruplar tarafından yapıldığı, bölgeyi nasıl etkilediği ve sonuçları üzerine bir değerlendirme yapılmıştır. Yavuz Sultan Selim'in Çaldıran zaferi sonrası Osmanlı hakimiyetine geçen bölge, memleket genelinde ortaya çıkan buhranlı dönem ve bu buhrana sebep olan problemler Malatya civarında da görülmeye başlayacaktır. Nitekim Malatya'dan 16. yüzyılın ikinci yarısında kadıların ve sancak beylerinin ve öteki yetkililerin merkeze yolladıkları raporlar, halkın yakınmalarını yansıtan mektuplar, eşkıyalık, soygun, hırsızlık gibi olayların gittikçe arttığını göstermektedir. 20 Bunun örneklerini 16. yüzyılın ikinci yarısına ait Mühimme defterlerinde kadı ve sancak beylerine yazılan hükümlerde bulmak mümkündür. Bölgede bu hadiseleri doğuran sebeplere dayanarak, tespit edebildiğimiz eşkıyalık hareketlerini, sebepleri açısından farklı gruplarda toplayıp incelenmiştir. 16. yüzyıl sonrası 17. ve 18. yüzyılda da Malatya Sancağı’nda eşkıyalık hareketleri devam etmiştir. Bu konuda Mühime defterlerinde21 ve Malatya 19 Akçadağ, a.g.e, s. 17 vd. Akdağ, a.g.e, s. 136. 21 17. yüzyılın ilk yarısında Malatya sancağındaki eşkıyalık hareketleri konusunda BOA, MD 75 ve 78 de çok sayıda hüküm bulunmaktadır. 17. yüzyılın savaş giderlerinin karşılanması için ağırlaşan bu vergiler halkın durumunu iyice zora sokarken kıtlıklara da yol açmıştı. Bu durumdan etkilenen Adıyaman’da Türkmen oymakları ekili alanları yağma ve tahrip etmiş ve yüzlerce insanın ölmesine yol açmışlardı. 1688-1689 yıllarında Adıyaman ve yöresinde yağma ve tahribat yapan Türkmen oymakları; Bozkoyunlu, Murtaza, Herikli, Hardallı, Pir Budakoğlu, Dimleklü, Beğmişlü, Karaşeyhli, Araplu Musa, Kızıl Ahmed, Beydili’dir. Bkz. C. Orhonlu, Osmanlı İmparatorluğunda Aşiretlerin İskanı, İstanbul 1987, s. 43 20 49 GÖKNUR A KÇADAĞ Şer’iyye Sicilleri’nde pek çok kayıt bulunmaktadır.22 Fakat bu makale sadece 16. yüzyıl ile sınırlandırılmıştır. a. Safevi Tesiriyle Meydana Gelen Eşkıyalık Hareketleri: Malatya Sancağı bölgesinde Safevi tesiriyle eşkıyalığın ortaya çıkmasında, Malatya’nın sınır şehri olması ve Osmanlı-Memluk, Osmanlı- Safevi ilişkileri açısından geçiş bölgesinde yer alması önemli olmuştur. Aynı zamanda Malatya yöresinin Anadolu’nun Türkleşme döneminden itibaren ilk yerleşilen Türk bölgelerinden olması ve Türkmen hayat tarzının yaşandığı yörelere sahip olması ve aşiretlerin yapısı da Safevi propogandasından etkilenmesinde önemli rol oynamıştır. Osmanlı coğrafyasında göçebe veya yarı göçebe geleneklerini sürdüren Türkmen hayat tarzının, merkezileşen Osmanlı siyasi sistemiyle uyuşmadığı görülmektedir. Osmanlı’ya yabancılaşmış Anadolu'daki heteredoks Türkmen aşiretleri Şah ismail’in söylemlerinden etkilenmiş, "kenar"da kalan Türkmen geleneklerine bağlı göçebe ve köylü kitlelerle, "merkez" deki bürokrasi ve şehirliler birbirine yabancılaşmıştı. Bu merkez-kenar çelişkisi sonucu, Şah İsmail'in "kenar"ı temsil eden Anadolu Türkmenlerine yaptığı propaganda tesirini gösterecektir. Mezhep farklılığı, siyasi nitelikli sebeplerin ve mezhep propogandasının yanı sıra, nüfus artışına bağlı ekonomik ve sosyal bunalımlar da Anadolu'daki göçer Türkmenleri ve yoksul köylüleri Osmanlı ile karşı karşıya getirmiştir.23 16. yüzyıl başlarında yıkılan Akkoyunlu Türkmen hanedanlığının yerine Anadolu'daki ve Azerbaycan'daki Türk unsurlarına dayanarak Osmanlılardan hoşnut olmayanların desteğiyle İran'da kurulmuş ve Şiiliği devletin resmi mezhebi olarak kabul etmiş olan Safevi Devleti'nin batıya doğru genişlemesi, II. Bayezid devrinden itibaren Osmanlı Devleti için tehlikeli bir durum ortaya çıkarmıştı. Bu olaylar aynı zamanda Osmanlı’nın Anadolu'nun Alevi-Bektaşi nüfusuna bakışını da etkilemişti. Bazı kesimlerde devlet-halk ilişkilerinde yabancılaşmaya yol açan bu durum, Osmanlı-Safevi çatışmasından kaynaklanarak göçlere de neden olmuştu. Şehzade Bayezid’in ayaklanması sırasında Şehzade’nin hizmetine girenler arasında Bozkırlı, Turgutlu, Darendeli, Dulkadırlı gibi boy ve aşiret mensupları da vardı.24 Şah İsmail, aynı zamanda farklı aşiretlerin göçebe hayatını kendi geleneklerine göre sürdürebilme serbestliği ile Osmanlı'yı içten yıpratacak olan bu 22 Mehmet Karagöz, “XVIII. Yüzyılın Başlarında Malatya ve Çevresinde Eşkıyalık Hareketleri”, OTAM, S: 5, (Ankara 1994), s. 193-207. 23 Ahmet Y. Ocak, Türk Sufiliğine Bakışlar, İstanbul 1996, s. 208; Huricihan İslamoğlu-İnan, Osmanlı İmparatorluğu’nda Devlet ve Köylü, İstanbul 1991, s. 34 vd. 24 Yusuf Oğuzoğlu, “Osmanlı Taşra Düzeninin Bozulmasının İdari ve Sosyo-Kültürel Sebepleri Üzerine Bir Araştırma (1550-1600)”, VIII. Uluslararası Türkiye’nin Sosyal ve Ekonomik Tarihi Kongresi, (ed. N. Abacı), Ankara, s. 34-35. 50 16. YÜZYILDA BİR OSMANLI SANCAĞI’NDA EŞKIYALIK HAREKETLERİ: MALATYA SANCAĞI ÖRNEĞİ gruplardan istifade etmeyi başarmıştır.25 Malatya’nın da içinde bulunduğu bölgeyle ilgilenen Şah İsmail’in, kuvvetlerini 1507’de Memluklu topraklarına yolladığını ve Alaüddevle Bey'in Turna Dağı’na sığınması üzerine Elbistan ve Maraş'ı tahrip ettikleri, bu arada Memluklu-Osmanlı hudut şehri olan Malatya'ya da zarar vermiş olduklarını, Memlukluların Halep valisinin göndermiş olduğu bir rapordan öğrenmekteyiz. 26 Bu tarihlerde Harput'taki Dulkadırlı kuvvetleri de hapsedilerek, Harput kalesine Safevi garnizonu yerleştirilmişti. 27 1509’da Ustacalu Muhammed şehir surları önüne gelmiş, Dulkadırlı kuvvetlerini yenilgiye uğratarak Dulkadırlı Alaüddevle’nin iki oğlunun başını Şah İsmail’e yollamıştı. 1510’da Alaüddevle Bey’in Diyarbakır’a yeni bir sefer teşebbüsü de Ustacalu Muhammed’in galibiyetiyle neticelenmiş, bu galibiyet sonrası Ustacalu’nun kuvvetleri Memluklu sınırlarını ihlal ederek Malatya’ya kadar ilerlemişse de Safevilerin müdahalesi bu sefer Alaüddevle Bey tarafından püskürtülmüştür.28 Yavuz Sultan Selim'in tahta geçtiği 1512 yılında Şah İsmail’in Doğu Anadolu'da mezhep ayrılığını kullanarak kargaşa yaratması, Osmanlı-Safevi münasebetlerini daha kötü hale getirdi. 29 Safevi Devleti'nin yeni bir siyasi ve dini ideoloji ile bölge üzerindeki faaliyetleri ve görünürde dini mahiyet arz eden isyan hareketlerine karşı Osmanlılar doğuya yönelmek zorunda kaldı. Safevilerin tehdidi Doğu Anadolu’da Malatya bölgesine kadar uzanmış bulunmaktaydı.30 1512’de, "halife" sıfatıyla Şah İsmail'in temsilcilerinden olan Rumlu Türkmen aşiretinden Nur Ali Halife'nin isyanı Anadolu’da yayıldı. 3-4.000 bin kadar süvari ile Malatya ve Tokat'ı kuşatan isyancılar, karşılaştıkları mukavemet neticesinde buraları alamayınca, başlarındaki Nur 25 Jean –Louis Bacqué-Grammont, "1527 Anadolu İsyanı Hakkında Yayınlanmamış Bir Rapor", Belleten LI/199, (Nisan 1985), s.108 vd; Malatya’nın kuzeyinde Sivas bölgesinde Safevi etkisi ve heterodox Türkmenlerin hareketleri (1511-12, 1520, 1526-27 hakkında bkz. Bacqué-Grammont, “Seyyid Tamam, Un Agitateur Hétérodoxe a Sivas (1516-1518)”, IX. TTK (Ankara 21-23 Eylül 1981), Bildiriler II, Ankara 1988, s. 865-874. 26 İbn Iyas, Journal D'un Bourgeoıs Du Caıre-Chronıque D'İbn Iyas- I,(nşr. G. Wıet), Kahire 1945, s. 114; Hayrullah Efendi, Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye Tarihi,V, (nşr. Z. Danışman), İstanbul 1972, s. 21. 27 Refet Yinanç, Dulkadıroğulları Beyliği, Ankara 1989, s. 93-94. 28 Selahattin Tansel, Yavuz Sultan Selim, Ankara 1969, s. 102 29 Safevi Devleti'nin kuruluşu ve önemli bir tehdit unsuru haline gelmesi hakkında bkz.; F. Sümer, Safevi Devletinin Kuruluş ve Gelişmesinde Anadolu Türklerinin Rolü, Ankara 1976, s. 1 vd; V. Keserânî, Osmanlı ve Safevîlerde Din-Devlet İlişkisi, (nşr. M. Canyürek), İstanbul 1992, s. 59 vd. ; Solakzâde, Solak-zâde Tarihi I, (nşr. V. Çubuk), Ankara 1989, s. 425 vd; Tansel, s. 27 vd.; İ. H. Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi II, s. 225, 257-259. 30 Şah İsmail’in, Malatya’ya kadar uzanan bu sınır ihlallerinin kendi iradesi dışında yapıldığını ifade ederek Mısır'a üzüntülerini bildirmesi hakkında bkz. Rumlu Hasan, Ahsenü't-Tevârih I, (nşr. C. N. Seddon), Boroda 1931, s. 96; Yinanç, s. 95. 51 GÖKNUR A KÇADAĞ Ali Halife’nin de savaşta ölmesi üzerine İran'a doğru kaçtılar.31 Bu sırada Şah İsmail, Alaüddevle Bozkurt Bey, Kansu Gavri ve hükümdarlığını ilan ederek daha sonra Malatya ve Darende taraflarına firar etmiş olan Şehzade Ahmed arasında Yavuz Sultan Selim'e karşı bir işbirliği doğmuştu.32 Nitekim bu işbirliği sonrası Şehzade Ahmed, Şah İsmail'in yanına ilticaya hazırlanmıştı. 33 Şah İsmail-Yavuz Sultan Selim mücadelesi sırasında Memluklu-Safevi sınırında bulunan Divriği, Darende, Malatya, Antep şehirleri Memlukluların, Kemah, Harput ve Urfa ise Safevilerin sınır şehirlerini teşkil etmekteydi. 34 Bu bölgenin kuzeyinde kalan saha ise Osmanlıların elindeydi. Söz konusu sınır şehirleri Osmanlı hakimiyetine geçtikten sonra da bölgede Safevi etkisi özellikle Türkmenler arasında devam etmişti. 35 Özellikle İran harplerinin açıldığı ve devam ettiği yıllarda Anadolu'da bir kısım Türkmenler arasında kıpırdanmalar ve Şah hesabına kuvvetli bir propaganda faaliyeti vardı. Şah İsmail'in Anadolu'daki faaliyetleri 1512'de patlak veren Şah Kulu ve Baba Tekeli İsyanları ile maksadına ulaşıp, tahribata ve büyük insan kaybına yol açtı. Bu isyanlarda, tımarları ellerinden alınıp başkalarına devredilen sipahilerin Şah İsmail'in vaatlerine aldanarak Şii isyancıların tarafını tutmaları devletin işini hayli zorlaştırdı. 36 Bu noktada yörede bu isyanlara katılımın oluşunda, Osmanlı’nın tımar sistemi içinde dönemin bozulmalarının etkisini de göz önünde bulundurmak gerekmektedir. Aslında bölgede daha çok konar-göçer olarak yaşayan Türkmenlerin Osmanlı hakimiyetini kabul etmeleri kolay olmamış, bilhassa arazi tahrirlerinin uyandırdığı hoşnutsuzluk geniş isyanlara dönüşmüştü. Toprakları mîrî mukataa haline getirilen ve tımarları ellerinden alınmış olan Dulkadırlıların sebep oldukları hadiselerden birisi, 1526 tarihinde meydana gelmiştir. Bölgeye yeni hakim olan Osmanlı’nın kendilerine reva gördüğü muameleyi kabullenemeyen kişiler, bölgede isyan eden Hacı Bektaşi Veli 31 Rumlu Hasan, I, s. 18,136; Sümer, s. 34 vd; Ş. Tekindağ, "Yeni Kaynak ve Vesikaların Işığı Altında Yavuz Sultan Selim'in İran Seferi", İÜİEFTD XVI/22, (Mart 1968), s. 51 vd. 32 Nişancı Feridun Ahmed, Müşeatü's-Selâtin I, İstanbul 1274, s. 300 vd; Hoca Saadeddin, Tacü't-Tevârih IV, (nşr. İ.Parmaksızoğlu), İstanbul 1979, s. 150 vd; İ. H. Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi IV, İstanbul 1972, s. 2 vd; Akçadağ, a.g.e, s. 32 vd. 33 Ahmet Refık, On Altıncı Asırda Rafizilik ve Bektaşilik, İstanbul 1932, s. 9; Malatya naibi tarafından Koca Mustafa Paşa'ya yazılan mektup da "... lâkin su~ye âdemi mütevâtir gider gelür, iki kerre el altından âdem geldi" denilmektedir. Bkz. TSMA, Nr. 3062'den nakl.,Tekindağ, a.g.e, s. 52, nu. l7. 34 Sümer, a.g.e, s. 136 35 Akdağ, a.g.e, s. 5, nr. 2; Ahmet Refik, T. Yazıcı, "Şah İsmail", İA, cilt XI, s. 274 vd. 36 Tekindağ, a.g.e, s. 50 vd 52 16. YÜZYILDA BİR OSMANLI SANCAĞI’NDA EŞKIYALIK HAREKETLERİ: MALATYA SANCAĞI ÖRNEĞİ soyundan Kalender'e katılmakta tereddüt etmemişlerdir.37 Çukurova'dan Sivas'a kadar uzanan sahada görülen bu hareketin Malatya civarında da etkili olması muhtemeldir. Nitekim benzeri hareketler daha sonra Malatya Sancağı topraklarında da görülecektir. Safevi etkisi ve Osmanlı merkezileşmesinin bölgedeki uygulamalarına duyulan tepki ile meydana gelen eşkıyalık hareketlerinden birisi, 1527'de Bozok Türkmenlerinden Süğlün oğlu Hoca, Söklen Boy Beyi Musa ve Dulkadıroğlu soyundan Zünnun, Bozok-Kayseri-Malatya arasındaki bölgede köylülerin fakirliğini istismar ederek ayaklanmıştır.38 Bu olayların gelişmesinde Bozok ve Maraş yöresindeki Osmanlı memurlarının faaliyetlerinin önemli rolü olmuştur. Süğlün Hoca adlı köylüye fazla vergi yazılması, köylünün buna itirazı sonucu sakalının kesilmesi üzerine isyan başlamış,39 bunlara Dulkadır beyi Şehsuvaroğlu Ali Bey'in ölümünden sonar tepki gösteren Dulkadır Türkmenlerinin de katılmasıyla hadise daha da büyümüştür.40 Ali Bey'in ölmesi Dulkadır ülkesini Osmanlı sancağı haline getirmişse de, devlete pahalıya mal olan isyanların çıkmasına sebebiyet vermiştir. Bölgenin tahririne memur edilen Kadı Müslihiddin'i ve Bozok mirlivası Mustafa Bey'i öldüren isyancılar, üzerlerine gönderilen Karaman Bey'i Hürrem Paşa'yı da mağlup ve şehit etmişlerdir. Peçevî'nin ifade ettiği gibi tam bir eşkıyalık hareketi olarak gelişen bu isyan, Malatya sancakbeyi Yularkıstıoğlu İskender Bey'in de giriştiği harekatta başarılı olamaması üzerine, Rumeli beylerbeyi Hüseyin Paşa'nın müdahalesi ile sona erecektir. Bu müdahale ile Zünnun'un öldürülmesine rağmen yer yer devam eden isyanı tamamen bastıran kişi Diyarbakır Bey'i Hüsrev Paşa olmuştur.41 Bölgeyi etkileyen Baba Zünnun ve Kalenderoğlu isyanları Adıyaman, Besni, Gerger, Kâhta’da geniş şekilde tahribata yol açıp, sosyo-ekonomik yapısını zayıflatınca, 1530 yılında üçüncü kez tahrir yapılmıştır.42 1577 yılında Suriye'de ortaya çıkan ve asıl adı Şam Diyade olan bir kişinin (Düzmece) Şah İsmail adıyla kısa sürede Malatya yöresinde de etkili 37 Danişmend, IV, s. 129 vd.; İ. H. Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi IV, Ankara 1983, s. 310, 346 vd; J. L. Bacque-Grammont, s. 112. 38 Yetkin, a.g.e, s. 134; Tayyip Gökbilgin. "Süleyman I”, İA, cilt XI, s. 109. 39 F. Sümer, Oğuzlar, Ankara 1967, s. 170; Yetkin, a.g.e, s. 134. 40 Peçevî, Tarih-İ Peçevî I, Ankara 1981, s. 56 vd; F. Sümer, a.g.e, s. 75. 41 Celalzâde Mustafa, Tabakât'ül-Memâlik ve Derecât'ül-Mesâlik, (nşr. P. Kappert), Wıesbaden 1981, s. 161 a-161b; Peçevî I, s. 117 vd.; Solakzâde, Solakzâde Tarihi IV, (nşr. M. Çubuk), Ankara 1991, s. 151 vd; Müneccimbaşı Ahmed, Sahâifü'I-Ahbâr, I-II, İstanbul 1258, s. 525-526; F.Sümer, "Bozok Tarihine Dair Araştırmalar I", Cumhuriyet'in 5O. Yıl Dönümü Anma Kitabı, Ankara 1974, s. 321-322; Ahmet Refik, s. 10-11; Ahmet Refık, Onaltıncı Asırda Anadolu'da Türk Aşiretleri, (966-1200), İstanbul 1989, s. 10 vd. 42 Taşdemir, a.g.e, s. 6-7. 53 GÖKNUR A KÇADAĞ olması, hatta bölgede elli bini aşkın bir kuvvet toplayabilmesi,43 bölgede geçmişten gelen Safevi etkisinin varlığını göstermektedir. Şah İsmail’e öykünerek ortaya çıkan Şam Türkmenlerinden Düzmece Şah İsmail, kısa sürede Suriye'de güçlendikten sonra Malatya havalisindeki aşiretleri de kendisine bağlamış, sağladığı kuvvetlerle bölgede o zamana kadar ortaya çıkan en önemli şekavet hadisesini yaratan kişi olmuştur. Havass-ı hümayuna vergileri vermeyerek, içlerine devlet memuru sokmayan asi köylüler, İran harplerinin devam ettiği yıllarda içten içe kıpırdanmalarla Şah hesabına kuvvetli bir propaganda faaliyeti yürütmekteydiler.44 Nitekim 1578 tarihinde Malatya civarında İzollu Rişvan, Eşkânlû, Solaklu, Şeyh Hüseyinlü, Hevendilü, Eğribüklü, Adaklû, Kalacıklû, Bezki, Çakallû, Mihriman, Karasaz ve Kömürlü cemaatleri de Düzmece Şah İsmail'e bağlılıklarını bildirmişlerdir. Tahkikat amacıyla gönderilen Mehmed adındaki kişi, nezir gönderenlerin kimler olduğunu tespit etmiştir. Yazılan hükme göre, bunlardan dinden dönmüş olan ve nezir gönderdikleri sabit olan eşkıyanın haklarından gelinmesi istenmektedir.45 Her gittiği yerde takip edilerek,46 neticede Malatya kadısının kuvvetleri tarafından dağıtılan bu eşkıya grubu Fırat'ı geçerek Siverek'e iltica etmek zorunda kalmıştır. Yanındaki Rişvanlıların ve sair etrâkın öteye beriye dağıldıkları bildirildiğinden, Şah İsmail o taraflara geçmişse ele geçirilmeye çalışılması istenmektedir. Diyarbekir Beylerbeyine yazılan hükmün bir sureti de Malatya beyine gönderilmiştir.47 Bu hadisenin neticesini kaynaklardan takip etmek mümkün olmamaktadır. Düzmece Şah İsmail' in bölgede oldukça güçlü bir destek bulması ve devleti zorlaması İran etkisinin belki de son yansımalarıdır. Zira Mühimme defterindeki kayıtlardan anlaşıldığı kadarıyla tamamen dinî mahiyette görülen bu isyan, aynı zamanda müstakil bir siyasi oluşuma yönelmiş olunduğu izlenimi vermektedir. 43 Başbakanlık Osmanlı Arşivi (bundan sonra BOA), Mühimme Defteri (bundan sonra MD) 35, s. 204, nu. 511 (2 Recep 986). 44 Akdağ, a.g.e, s. 295, nu. 2. 45 “Malatya Beyine hüküm ki, livâya tâbi izoli ve Rişvan ve Eşkanlû ve Solaklû ve Şeyh Hüseyinlü ve Hevendilü ve Eğribüklü ve Adaklû ve Kalacıklû ve Bezki ve Çakalû ve Mihrimân ve Karasaz ve Kömürlü nâm cemaât Şah İsmail nâmına zuhûr eden şâkiye nezîr gönderib mütabaat iderler deyu içlerinden alagetirilub dergâh-ı muallaya gönderilen Mehmed nezîr gönderenler kimler biliyorum dimeğin..." BOA, MD 35, s. 188, nu. 473 (2 Recep 986). 46 BOA, MD 35, s. 400, nu. 1023 (16 Şevval 986); Ayrıca bkz. B. Kütükoğlu, Osmanlı-İran Siyasî Münasebetleri I, İstanbul 1982, s.12-13; Bölgede takip edilen Düzmece Şah İsmail'in yanındaki Han Pîrî adındaki kişiden "vezir" olarak bahsedilmesi söz konusu hareketin ne derece büyük ve önemli bir hadise olduğunu ortaya koymaktadır. Ayrıca Düzmece Şah İsmail'in Malatya'nın Çalab köyünde bir müddet tutunup, sonra Fırat'ı geçtiği hakkında bkz. BOA, MD. 35, nu. 997. (Şevval 986). 47 BOA, MD 35, s. 400, nu. 1023 (16 Şevval 986). 54 16. YÜZYILDA BİR OSMANLI SANCAĞI’NDA EŞKIYALIK HAREKETLERİ: MALATYA SANCAĞI ÖRNEĞİ S. Faroqhi Diyarbakır, Mazgird ve Malatya taraflarında heterodoks akımların izlerine rastlandığını ve Düzmece Şah İsmail'in başlatmış olduğu ayaklanmaları, bununla bağlantılı ele almak gerektiğini ifade etmektedir. 48 1573 yılında Dulkadır Beylerbeyi ve Malatya Sancakbeyine yazılan bir hükümde Kâhta kazasına bağlı köylerin Rafizî halkının bir kısmının daimi surette eşkıyalık yapıp adam öldürdükleri belirtilerek, suçluların tedbir ile yakalanıp cezalandırılması istenmektedir.49 b. Resmi Görevlilerin Meydana Getirdiği Eşkıyalık Hadiseleri: Anadolu halkı ile devlet kuvvetlerini birbirine düşüren asıl sebebin iktisadi olduğu bilinmekle beraber, hükümet merkezinin güttüğü iç idare siyasetinin de bunda etkili olduğu anlaşılmaktadır. Bilhassa 16. yüzyılın ikinci yarısından itibaren reaya, bir yandan askeri tecrübelerini eşkıyalıkta kullanan eski memurların, öte yandan da merkezin koyduğu vergiden çok daha fazlasının talep eden yeni toprak sahiplerinin, vilayet idarecilerinin, vergi toplama memurlarının baskısı altındaydı. Bunlar adi suçlular gibi hareket ederek güç ve servet edinme yolunu seçiyorlardı. Pek çok şikayete rağmen hükümetin bunlara karşı etkili olamayışı, her tarafta ehl-i örfün reayaya yaptığı zulümlere karşı, kadıların halkın koruyucusu rolünü üstlenmelerine neden olmuştu.50 Malatya ve çevresinde görülen eşkıyalık hareketlerinin çoğunluğu, burada vali, mutasarrıf, naib, sancakbeyi, muhzır, tımarlı sipahi gibi yönetici ve askeri sınıftan kişilerin maddi çıkar sağlamak amacıyla halka zulmetmeleri ve haksız uygulamalarına karşı, reayanın tepkileri sonucu ortaya çıkan hareketlerdi. 1564 tarihli iki belge Malatya kadısı iken Şehrizol kulları ağalığından mazul Mehmet Ağa'nın, ev basıp para ve mal yağmalaması hakkındadır. Malatya beyi ve kadısına yazılan hükümde adı geçen kişi ile ilgili tahkikatın yapılması istenmektedir.51 1565 tarihli bir belgede, yönetici kesimin bozulmasına örnek teşkil edecek bilgiler mevcuttur. Gerger naibi ve muhzırlarının otuz seneden beri aynı vazifede olup ahalinin arsalarını paylaştıkları, halktan cerime (suç parası) aldıkları hakkında şikayette bulunmuşlardır. Söz konusu kişilerin azledilmesi ve değiştirilmesi istenilmişse de bunun mümkün olmadığı, Kadı'nın selahiyeti ile değişebileceğinden bahsedilmektedir.52 Malatya beyi Semender Bey'e ve kadılarına da gönderilen bir hüküm suretinde, subaşı, sipahi, voyvoda ve 48 S. Faroqhi, Der Bektaschi-Orden In Anatolien, Viyana 1981, s. 39. BOA, MD 22, s. 314, nu. 625 (14 Rebiü'1-evvel 981). 50 Koçi Bey, Koçi Bey Risalesi, (nşr. Z. Danışman), Ankara, 1985, s. 52, 71; Akdağ, s. 45,287 vd; Çağlar Keyder, Türkiye'de Devlet ve Sınıflar, (nşr. S. Tekay), İstanbul 1989, s. 17 vd. 51 BOA, MD 6, s. 112, nu. 235 (7 Rebiü'1-evvel 972); BOA, MD 6, s. 639, nu. 1403 (20 Zilhicce 972). 52 BOA, MD 5, s. 121, nu. 282. 49 55 GÖKNUR A KÇADAĞ naiplerin ahaliden kudretli olanların yalancı şahitlerle dava satın alıp hukuku ihlal ettikleri, başkalarının kızlarını karılarını cebren tenkih ettiklerinin haber alındığından bahsedilmiş, bu gibi hallerin men edilmesine ve yapılacak muameleye dair bilgi verilmiştir.53 Zülkadir Beylerbeyi, Maraş ve Behisni kadılarına yazılan hükümde, Behisni'nin eski kadıları olan Haydar, Kethüda ve Uğurlu Fakih adındaki kimselerin yaptıkları zulümden Behisni halkının şikayeti üzerine, gerekli teftişin yapılması ve icabının yerine getirilmesi istenmiştir.54 1577 tarihinde Zülkadir Beylerbeyine, Gerger ve Şure (Pütürge) kadılarına gönderilen bir hükümde, Piltenoğlu Zeynel adlı tımar erbabı kişinin havass-ı hümâyuna dahil bazı köyleri iltizam ederek, reayadan aldığı malların yarı bedelini verdiği ve yalancı şahitlerle fukarayı suçladığının bildirilmesi üzerine, sipahinin haklarının ve tımarının alınmasına karar verilmişti. 55 Malatya ve çevresinde yönetici kesimin yanlış ve haksız uygulamalarının en fazla görüldüğü yıllar 1580'lerden sonradır. Bu türden hareketleri önlemek maksadıyla devletin kadı ve sancakbeylerine gönderdiği hükümlere bu yıllardan sonra daha fazla rastlanılmaktadır. Buna örnek teşkil edecek belgelerden birisinde Samsat Sancakbeyi Sinan'ın, silahlı adamları ile Urfa sancağının iki köyünü bastığı, hayvanlarını sürüp götürdüğü ve reayanın eşyalarını yağmaladığı anlatılmıştır.56 Zülkadirlü Beylerbeyine, Şure ve Gerger kadılarına yazılan bir başka hükümde, Şure kadılığında bulunan sipahi Zeynel'in sancakbeyi namına para vermeden halktan yağ ve bal toplayıp onlara zulmettiğinden bahsedilmektedir.57 Görüldüğü gibi devletin kendi görevlisi, sipahisi veya sancakbeyi de fırsattan istifade kendilerine maddi kazanç sağlama gayretine düşmüşlerdi. 1582'de Samsat sancağının yeni beyi olan Ali Bey de benzeri davranışlar içerisinde olup, livaya bağlı Hısn-ı Mansur, Sakallı ve sair yerdeki halkın evlerini basmış, bütün ahaliyi hapsederek, hayvan ve mallarını almıştı. Bu ahali içerisinde Halil adlı birisinin 9.500 altını ile iki atı, bir katırı ve dört kısrağını aldığı hakkında şikayet edilmesi üzerine toprak kadıları huzurunda dava edenlerin hakları sabit görülüp mallarının kendilerine iade edilmesine karar verilmiştir.58 Bu belgede görüldüğü gibi halktan bedava yiyecek, akçe v.s. temin etmek şeklinde devam eden bu türden hadiseler giderek artacaktır. 53 BOA, MD 6, s. 536, nu. 1165 (16 Şevval 972). BOA, MD 6, s. 565, nu. 1231 (6 Zilkade 972). 55 BOA, MD 3l, s. l4, nu. 36 (27 Zilhicce 985). 56 BOA, MD 47, s. 193, nu. 449 (Zilhicce 990). 57 BOA, MD 47, s. 216, nu. 508 (Zilhicce 990). 58 BOA, MD 68, s. 28, nu. 55 (Şevval 999). 54 56 16. YÜZYILDA BİR OSMANLI SANCAĞI’NDA EŞKIYALIK HAREKETLERİ: MALATYA SANCAĞI ÖRNEĞİ 1592'de memleketin asayişini temin ve eşkıyayı tedip etmediği bildirilen ayrıca havass-ı hümayün reayasına taarruz eden Türkman-ı Halep beylerinden Ferruh Bey'in der-i saadete gönderilmesi Malatya beyi ve kadısından istenmektedir.59 Ferruh Bey ile hizmetinde olan adamları Zeynel ve Muslu'nun 100 neferden fazla eşkıya toplamaları, ahaliye zulm etmeleri, halktan mal gasbetmeleri hususunda yazılmış çok sayıda belge bulunmaktadır. Bu kişilerin bundan böyle Malatya'da ikamet etmeyip merkeze gitmeleri, inat ettikleri takdirde ise azledilmeleri ifade edilmiştir. Bir başka belgede, fakir halkın 15.000 kuruşunu ve hayvanlarını gaspeden Ferruh Bey hakkında tahkikat yapılması istenmektedir. Gelger, Haçlu ve Efzar cemaati emini olan Ferruh Bey'in reayaya zulmü karşısında kapuculardan Aydın gönderilmiş, suçunu kapatacak sahte emirler çıkarıp Malatya mahkemesinde bazı beylerin ona kefil oldukları görülmüştür. Tekrar edilen emr-i şerif gereğince Aydın'ın gerekeni yapması, kefilleri suçluyu ele vermezler ise bu kişilerin isim ve resimleriyle yazılıp bildirilmesi istenmektedir. Bundan böyle Malatya'da ikamet etmeyip merkeze gitmeleri, inat ettikleri takdirde ise azl edilmeleri hususu ifade edilmiştir.60 Malatya Beyi ve kadısına yazılan bir hükümde, Ağcedağ nahiyesi sakinlerinden Pür Nazar adlı kişinin kötülük yapan ve gammaz bir kişi olduğu, sancakbeyinin subaşılarının Müslüman halkın akçelerini zorla aldıkları anlatılmaktadır. Kendileri bu konuda ikaz edildiği halde dinlemedikleri, Ağca kazasında bulunan iki köy halkından ehl-i örfe 1.000 kuruş topladıkları da sabit olunmuştur. Sözü edilen subaşıların zulüm ve düşmanlıktan vazgeçmedikleri için doğrulukla teftiş edilerek merkeze gönderilmeleri istenilmektedir.61 Gerger Beyi, Sivas Kadısı ve Divriği yolu üzerinde bulunan kadılara yazılan hükümde, Divriği halkının şikayeti üzerine, adı geçen livanın beyi olan Alihan Bey ile kethüdası Şah Ali ve adamlarının her köyden zorla akçe toplayarak zulm etmeleri sebebiyle ahalinin haklarının alınması ve suret-i sicillerinin gönderilmesi bildirilmiştir.62 Samsat Sancakbeyi Cüce Halil'in kardeşi Ali'nin beş yüz atlı ile halktan zorla 5.000 kuruş aldıkları, çok sayıda kişinin mal ve erzaklarını yağmalayarak eşkıyalık ettikleri arz olunmuş, görevlilerin bunlar hakkında tahkikat yapması istenmiştir.63 59 BOA, MD 70, s. 232, nu. 455 (6 Cemaziye’l-evvel 1001). BOA, MD 73, s. 95, nu. 218 (7 Şevval 1003), s. 134, nu. 315; (Şevval 1003); BOA, MD 73, s. 5l, nu, 129 (Şevval 1003); BOA, MD 73, s. 369, nu. 811 (20 Zilkade 1003); BOA, MD 73, s. 464, nu. 1025 (29 Şevval 1003); BOA, MD 73, s. 526, nu. 1149 (19 Muharrem 1004). 61 BOA, MD 73, s. 138, nu. 323 (27 Ramazan 1003). 62 BOA, MD 73, s. 211, nu. 490 (25 Muharrem 1003). 63 BOA, MD 73, s. 468, nu. 1034 (13 Ramazan 1003). 60 57 GÖKNUR A KÇADAĞ 1578-1606 yılları arasındaki uzun ve ganimet getirmeyen İran ve Avusturya savaşları devletin mali yükünü, para ihtiyacını ziyadesiyle artırmış,64 tekalif-i divaniye vergileri her seneye mahsup olmak üzere artan miktarda tahsil olunmaya başlanmıştır. Aynı zamanda İstanbul'da oturan rical, iltimasla Anadolu'daki haslarını artırma yoluna gitmiş, sipahileri namına da bir sürü dirlik ele geçirmişlerdi.65 III. Murat devrinde ehl-i örfü kötüleyici emirlerle ve I. Adalet Fermanı ile ayaklandırılmış olan halk 1595 yılında III. Mehmet'in Avusturya seferine çıkacağı zaman yayınladığı adalet fermanı ile benzeri hareketlere devam etmiştir. Anadolu'da yöneticilerin halka zulmetmekle suçlanması sonucu, bu fermanın tesiri ile meydana gelen olaylardan birisi de 1595'de Kâhta'da olmuştu. Kâhta'da bir abdal, çevresine bir grup Ekrad toplayarak, padişah hasları olan köylere girmişti. Bu durum karşısında kasaba halkı kaleye sığınmak zorunda kalmıştı.66 c. Aşiretlerin Eşkıyalık Hareketleri: Yapı itibariyle kendi başlarına hareket etme kabiliyetine sahip bulunan aşiretler, gerek sağladıkları iktisadi imkanlar gerekse birlikteliğin verdiği güç sebebiyle Osmanlı Devleti tarafından bu dönemde mümkün mertebe hoşgörüyle karşılanmışlardı. Ancak aşiret idaresinin bulunduğu yerde devlet otoritesinin zayıflayacağının da her dönemde farkında olan Osmanlı, ona göre tedbirlerini almış, aşiretleri merkezi sistemin bir parçası yapmak, devletin bilgisi dışında göçerliğe engel olmak istemişti. Merkezileşen devletin kurallarına uymak istemeyen aşiret eşkıyalığı sadece aşiret ruhu ile meydana gelmeyip, devlet otoritesinin birçok alanda sarsılması ile maddi çıkar sağlamaya yönelik hareketler şeklinde de cereyan etmiş ve saklanmaları kolay olduğundan Osmanlı’yı uzun süre uğraştırmışlardı. Bir kısım aşiretler de yaylak-kışlak güzergahı üzerinde eşkıyalık ve soygun yaparak bölge ahalisini tedirgin etmişlerdir. Malatya ile ilgili belgelerin mahiyetinden anlaşılacağı gibi, aşiretlerin hareketleri kalabalık gruplar halinde veya birkaç kişilik küçük gruplarla yapılmıştır. Malatya ve yöresinde Türk iskânının yoğunlaşması, Dulkadırlı ve Şam Türkmenlerine bağlı cemaatlerin 14. yüzyıldan itibaren mevcut köylere ve mezralara yerleşmeleri, veya bir takım yeni köyler kurmaları ile gerçekleşmiştir. Osmanlı bu bölgedeki Dulkadırlı yönetimini ilhak etmekle birlikte, onların aşiret-cemaat teşkilatı kalmıştır. Bunlar arasında en fazla nüfusa sahip olan Mihmadlu ve Harbendelüler bölgenin Osmanlı yönetimine 64 İnalcık, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluş ve İnkişafı Devrinde Türkiye’nin İktisadi Vaziyeti Üzerine Bir Tetkik Münasebetiyle”, Belleten CV/60, (Ekim 1951), s. 655. 65 Akdağ, a.g.e, s. 57 vd. 66 Akdağ, a.g.e, s. 317 vd. 58 16. YÜZYILDA BİR OSMANLI SANCAĞI’NDA EŞKIYALIK HAREKETLERİ: MALATYA SANCAĞI ÖRNEĞİ geçmesinden sonra da varlıklarını devam ettirmişlerdir.67 Hatta imtiyazlı özel toprak sistemi olan malikane divani sistemine tabi tutularak eski güç sahipleri elde tutulabilmiş, yönetim altına girmeleri kolaylaştırılmaya çalışılmıştır.68 Bu durum yörede yaşayan Dulkadırlı’ya mensup bey ve ailelerin, Osmanlı devrinde de güçlerini devam ettirdiklerini göstermektedir. 14-15. yüzyıldan itibaren Malatya yöresine aşiret ve cemaatler yoğun olarak yerleşmiş ve konar-göçer zümre zamanla köylerde yerli raiyyete dönüşmüştür. 16. yüzyılın ilk yarısında Malatya ve yöresinde yerleşik duruma geçmiş olanların yanısıra, göçebe hayatını devam ettiren Türkmen grupları da mevcuttu. Bunlar Halep ve Bozulus Türkmenleri idiler. Dulkadır ulusunun da bir kısmı Osmanlı’nın bölgeyi alması esnasında zirai hayata geçmiş bulunuyordu. 69 Yerleşik hayata geçmeyen Çepni, Rişvan, (İzoli) İzollu, Aşkanlu, Çakallu gibi aşiretlerin ise yaylak-kışlak hayatını sürdürdükleri ve bu arada geçtikleri yerlerde yerleşik ahaliye çeşitli şekilde zararlar verdikleri görülmektedir. Yüzyılın sonlarından itibaren giderek artan şekilde bunların iskânı için harekete geçilmiş ve kısmen başarılı olunarak kışlaklar yanında yaylaklara da yerleştirilmişlerdir. Belgelerden aşiret eşkıyalık hareketlerinin 1560’lardan itibaren artmaya başladığını, 1578'de bakayanın ve padişah hasları gelirlerinin toplanabilmesi, ayrıca tüccarın Arap ve Ekrad eşkıyasından muhafazası için Malatya sancakbeyi Melek Ahmed Bey'e hüküm yazılmış ve kendisinin sefere gitmeyip şehrin muhafazasında kalması istenmiştir.70 Bu hükümden devlet görevlilerinin ve potansiyel maddi kazanç sağlayabilecek kişilerin bazı eşkıya gruplarınca tedirgin edildiği anlaşılmaktadır. Benzeri durum Besni kazasında da görülmektedir. Kaza dahilinde yol kesip, mal yağmalayan eşkıya gruplarının takip edilerek Abdulcabbar ismindeki reisleri ile birlikte ehl-i fesadın yola getirilmesi hakkında Malatya beyine ve Besni kadısına hüküm yazılmıştır.71 1560 tarihinde Malatya sancağında bir aşirete mensup olup, yol kesip, adam öldüren ve kasıtlı olarak yangın çıkartan Çerçioğlu İbrahim adlı kişi yakalanmıştır.72 1568'de Darende ile Elbistan arasında Çopurderesi denilen yerde Şerefbeylü cemaatinden bazı kimselerin Dulkadırlı eşkıyasından ve Kızılbaş mezhebinden olup haramilik ettikleri 67 Göknur Akçadağ, “Osmanlı Hakimiyetine Girdiği Dönemde Malatya Yöresindeki Aşiretler”, XII. Türk Tarih Kongresi (Ankara 4-8 Ekim 1999) Kongreye Sunulan Bildiriler, Ankara 1999, s. 1471 vd. 68 Akçadağ, a.g.e, s. 359 vd.; N. Misawa, “Tahrir Defterine Göre Osmanlı İmparatorluğunda Göçebeler:1560 Tarihli Malatya Livasına Ait Tahrir Defterinin İnceleme Denemesi”, Asia Afrika Gengo Bunka Kenkyu S: 38, (Tokyo 1989), s. 9 vd. (Japonca). 69 F. Sümer, “Çukurova Tarihine Dair Araştırmalar”, DTFCD I/1, (1963), s. 30. 70 BOA, MD 32, s. 188, nu. 371 (10 Rebiü'1-ahir 1986). 71 BOA, MD 47, s. 252, nu. 606 (Gurre-i Rebiü'1-ahir 990). 72 BOA, MD 4, s. 201, nu. 2096 (15 Recep 968). 59 GÖKNUR A KÇADAĞ görülmektedir.73 1567’de Samsad Beyi Behlül’ün yılda 4.000 altınla iltizam ettiği Tariki, Çakallu ve Rişvan cemaatlerinin diğer Ekrad taifesi gibi deftere kaydolunması istenmiştir.74 1573'de Malatya beyine ve Behisni kadısına yazılan hükümde yazıldığı gibi, Kaza Türkmenlerinden Çepni taifesinin yaylağa giderken ve dönerken yolları üzerindeki köylerine zarar vermeleri gibi cemaat hareketleri bastırılmış ve gerekli önlemlerin alınması konusunda yöneticiler uyarılmıştır.75 Bölgedeki bazı hareketler maddi fayda sağlama yanında, fırsatçılık ve adi suç şeklinde cereyan etmiştir. Bunlar Anadolu'nun mevcut durumunu fırsat bilerek eşkıyalık, soygun, hırsızlık şeklinde gelişen, amaçları tam olarak anlaşılamayan belki de kişisel zaaflardan kaynaklanan hareketlerdir. 1574 tarihinde Samsat Kürtlerinden altı nefer, donanmaya giderken Kotar kazasında bir evi yağmalamış, bir kadını katletmişler, suçlarından dolayı bu kişiler yaşadıkları sürece kürek cezasına çarptırılmışlardı.76 1592'de Malatya sancağında isyan eden meşhur Rişvan ve Bal Hasanlı aşiretlerinin meclis-I şer’e ihzar edilip, teftiş olunması Malatya beyi ve kadısından istenmektedir.77 1593 tarihinde Malatya'ya bağlı Arzus cemaatinden Polat, İbrahim, Şahin, diğer İbrahim, Kahtalı Aksak Haydar, Molla Piri ve oğlu, Hızır, aynı cemaatten Şemseddin, başbuğu ile isyan ve şekavet halinde bulunup, iki yüz kadar eşkıya ile eski Türkman-ı Halep beyi Ağahan bey ve oğlu Ömer ile Arslan beylerin evlerini basmışlar ve mallarını yağmalamışlardı. Bu arada çok sayıda müslümanın eşyasını gasp ettikleri gibi, bir kişiyi de öldürmüşlerdir. Yazılan hükümde tahkikat yapıldıktan sonra hapsedilmeleri istenmektedir.78 1596’da Behisni’de bulunan Bozcalı cemaati civarındaki köylerde oturan Davudi cemaatinden bazı eşkıyaların yol keserek, gelip geçenlerin mallarına el koydukları konusunda yazılan hükümde, suçluların yakalanması istenmektedir.79 1594’te Malatya beyine ve livadaki kadılara yazılan bir hükümde, Süleymanlu adındaki Türkmen taifesinin yayladan kışlağa gittiklerinde ve geri dönerken iki köy ahalisini tedirgin edip, yağmaladıkları ve bazılarını katlettikleri yazılmaktadır. Bu iki köyün malikanesine mutasarrıf olan Seyyid Ömer ve Seyyid İsmail'in şikayeti üzerine tahkikat yapılması ve haklarından gelinmesi istenmektedir.80 Malatya'da Türkmen taifesinden 73 BOA, MD 7, s. 608, nu. 1707 (11 Muharrem 976), 1590 (5 Muharrem 976). BOA, MD 7, nu. 1273 (976). 75 BOA, MD 22, s. 253, nu. 494 (14 Rebiü’l-evvel 981). 76 BOA, MD 25, s. 136, nu. 1450 (17 Muharrem 1982). 77 BOA, MD 70, s. 233, nu. 456 (Gurre-i Rebiü'1-evvel 1001). 78 BOA, MD 71, s. 62, nu. 127 (17 Muharrem 1002). 79 BOA, MD 74, s. 146, nu. 495 (1005). 80 BOA, MD 73, s. 94, nu. 217 (7 Şevval 1003). 74 60 16. YÜZYILDA BİR OSMANLI SANCAĞI’NDA EŞKIYALIK HAREKETLERİ: MALATYA SANCAĞI ÖRNEĞİ Süleymanlu’dan Hacı Vehhab ve oğlu Halil'in arkadaşları ile Iraz adlı köy üzerine savaş aletleri ile vardıkları üç gün üç gece hasar ettikleri, ahalinin değirmenlerini basarak zahirelerini zorla aldıkları ve bir kaç kişinin de ölümüne sebep oldukları anlaşılmaktadır. Fakat adı geçen şakiler suçlarını inkar edince, çevre köyler onların şekavetlerine şahitlik yapmış, bu sayede suçları sabit olmuştu.81 d. Bir Nedene Bağlı Olmayan Hareketler, Celali Eşkıyalık Hareketleri: Bu hareketler diğer eşkıyalık hadiselerden daha geniş çaplı olup, bölgeyi derinden etkilemiştir. 1582'den sonra birbirin izleyen İran savaşları, Anadolu'daki karışıklıkları daha da artırmıştır. 1584'den 1587'ye kadar geçen zaman içerisinde sekban bölüklerinin, Celali gruplarının isyanlarının etkileri ve asayişsizlikleri Kayseri ve Sivas üzerinden Maraş ve Malatya'ya kadar uzanıyordu. 1587'de yapılan umumi eşkıya teftişi, henüz sonuçlanan İran savaşları sonrasında askerlerin yurtlarına dönmesiyle gerçekleşmişti ve Malatya yöresindeki Celalilerin büyük bir bölümü bu sırada yakalanarak cezalandırılmıştı. 82 e. Kiziroğlu Mustafa ve Adamlarının Eşkıyalık Hareketleri: Malatya-Sivas taraflarında ayaklanan Kiziroğlu Mustafa, bu bölgede kendisinden evvel örnekleri yok denecek derecede kuvvetli bir kaç bölüğe sahip, geniş sahalara adı ve bölükleri yayılmış bir Celali reisi olarak ortaya çıkmıştır. Çok uzun süre şekavet hayatı sürerek, çok sayıda çavuş ve yüksek tımar erbabını bölükbaşları olarak toplatmıştır. Bunlar Malatya'dan Kayseri, Kırşehir ve Niğde'ye kadar olan geniş bir alana yayılmışlar, Kiziroğlu'nun ölümünden sonra da onun adına Celaliliğe devam etmişlerdir.83 1587 tarihli Arapkir sancak beyi Ömer Bey'e yazılmış bir hükümde, Arapkir livasında bir kaç seneden beri türeyen Kiziroğlu Mustafa adlı eşkıya reisinin, sancak beyleri, zeamet ve tımar erbabının sefere gitmelerini fırsat bilerek iki yüz elli kadar yandaş topladığı, çevrede eşkıyalık hareketlerinde bulunduğu yazılmıştır. Sancakbeyinin Malatya, Divriği ve Arapkir sancakları muhafazasında kalarak şaki Mustafa'nın ve yanındakilerin haklarından gelmesi istenilmiştir.84 1593'de Malatya'ya bağlı Eğribük cemaatinden kişilerin eşkıyalık yapıp 200 ev bastıkları ve yağma ettikleri kaydedilmiştir.85 1596 yılında 81 BOA, MD 73, s. 95, nu. 218 (7 Şevval 1003). Akdağ, a.g.e, s. 318-319. 83 Akdağ, a.g.e, s. 317, vd. 84 BOA, MD, 64, s. 225, nu. 581 (Şevval 996); Göknur Akçadağ, "Arapgir'de Eşkıyalık Hareketleri", Türkiye'nin Güvenliği Sempozyumu - Tarihten Günümüzden İç ve Dış Tehditler-(Elazığ 17-19 Ekim 2001), Elazığ 2001, s. 359. 85 BOA, MD 71, s. 62, nu. 127 (17 Muharrem 1002). 82 61 GÖKNUR A KÇADAĞ Malatya'da Kelp İlyasoğlu Ali adındaki birisi eşkıyalık ve soygun hareketlerini artırmış bulunmaktaydı. Kendisinin Kiziroğlu Mustafa'nın adamlarından olduğu ve onun yerine geçtiği söyleniyordu. Evvelce Malatya Beyi'ni öldürenler arasında adı geçen İlyasoğlu Ali, Türkman-ı Halep sancağına baskın yaparak sancakbeyinin evini yağmalamıştı.86 f. Karayazıcı Abdülhalim’in Malatya Yöresindeki Eşkıyalık Hareketleri: Bu grupta ele alınacak önemli Celali eşkıyasından birisi de 1596-1598 yıllarında Malatya ve çevresinde etkili olan Karayazıcı Abdulhalim adlı kişidir. Karen Barkey, 16. yüzyıl sonlarından, 17. yüzyıl ortalarına kadar Anadolu kırsalını alt üst eden Celali eşkıyasından bazılarının kendi bölgesinde sınırlı kaldığını, Karayazıcı Abdülhalim’in ve Deli Hasan’ın liderliğindeki eşkıyalık hareketlerinin ise hızla yayılmış olduğunu, W. Griswold ise Karayazıcı ve Kalenderoğlu gibi eşkıya liderlerinin geniş alanlara yayılarak etkili olduklarını ifade etmektedirler.87 İl erleri teşkilatı başına Ağa tayin olunan bu eşkıya ve yandaşlarının merkezî yönetimle olan çatışmaları, Malatya’da büyük zarar ve ziyana yol açmıştır. Celali şefleri içinde en fazla tanınmışlarından olan bu kimse, Celali fetreti başlayınca Malatya taraflarına gelmiş, Celalilere karşı her tarafta teşkil olunan gönüllü bölüklerden birisinin başına ağa olmuştur. Bu arada bağlı olduğu sancakbeyi sefere gittiğinde, kapı kulluğu sıfatı ile sancağın idaresini eline aldığı ve pek çok maiyet memurları gibi onun da bölüğü ile birlikte herhangi bir hadiseyi bahane ederek Celali olduğu ihtimali üzerinde durulmuştur. Nitekim 1602 tarihli bir hükümde, hareketin ortaya çıkışına atıfta bulunularak Malatya'da çoğalan eşkıya ve Celalilerin yok edilmesi amacıyla seçme yiğitlerden oluşan yüz elli asker, çavuş vs. ile Serhadlu taifesinden Karayazıcı adlı kimsenin ağa tayin olunmasına rağmen emr-i şerife riayet etmeyerek Etrak ve Ekrad eşkıyası ile birlikte reayaya zarar verdikleri, malları yağmaladıklarından bahsedilmektedir.88 Peçevi, Karayazıcı'nın Sivas sancaklarından birinde bir mirlivaya kaymakamlık yapmakta iken, sancağın başka bir beye verilmesi ile yeni gelen mütesellime sancağı teslim etmemesi üzerine isyan ettiğini yazmaktadır.89 Avusturya seferi dolayısıyla bir süredir valilerden ve askerlerden yoksun kalan Anadolu'da, 1598 yılında ortaya 86 Akdağ, a.g.e, s. 342. Barkey, a.g.e, s. 153; William J. Griswold, Anadolu’da Büyük İsyan, 1591-1611, (çev. Ü. Tansel), İstanbul 2000, s. 19 vd., 127 vd. 88 BOA, MD 75, s. 273, nu. 572 (5 Rebiü’l-evvel 1011). 89 Yeni gelen mütesellime sancağı teslim etmeyerek isyan ettiği hakkında bkz. Peçevî, II, s. 252; Solakzâde, a.g.m, cilt IV, s. 417; R. Ekrem Koçu, Dağ Padişahları, İstanbul 1962, s. 7 vd.; Akdağ, a.g.e, s. 380; Akdağ, “Kara Yazıcı”, İA, VI, s. 340-341; Yetkin, a.g.e, s. 144. 87 62 16. YÜZYILDA BİR OSMANLI SANCAĞI’NDA EŞKIYALIK HAREKETLERİ: MALATYA SANCAĞI ÖRNEĞİ çıkan ve Karayazıcı'nın liderliğinde meydana gelen ayaklanmanın başlıca sebepleri kaynaklarda, Osmanlı maliyesinin bozulması ve sultana ait toprakların gelirlerinin çoğunun mültezimlerin eline geçmesi, tımar sisteminde saray bürokratlarının yer alması, iktisadi ve sosyal açıdan haksızlığa uğramış olan kitlelerin Osmanlı'ya tepkisi, devletin mali ve iktisadi darlığının yükünün reaya sırtına yüklenmesi, devletin giriştiği savaşlarda ganimet alamaması ve gelirinin azalması şeklinde ifade edilmiştir.90 Karayazıcı eşkıyalık hareketinin mahiyeti hakkında yorum yapabilmek açısından Naima Tarihi’nde yer alan Karayazıcı’nın hükmü adıyla Kayserili birisine verilen bir yazı önem taşımaktadır. Bu hükümde yer alan “Osmanoğulları’nın eli bu taraflardan tamamen kesilip, saltanat kavgasız gürültüsüz benim oldukta” ifadesinden Karayazıcı’nın kendi hükümdarlığını ilan etmeye karar verdiği kanaatine varmak mümkündür.91 Hareketi büyüten gelişmelerden birisi, 1598 Fermanı’nın çıkması ile çok sıkışan sekban şeflerinin sığınacak yer araması ve doğuya doğru giderek daha serbest bir bölgede olan Karayazıcı'ya iltihak etmeleridir.92 Yeni katılanlarla Karayazıcı'nın yanındaki sekban sayısının 20.000 olduğu tahmin edilmektedir. Eşkıyanın hakkından gelmek üzere 1599'da Harput, Malatya, Maraş, Kars mirlivaları birleşerek Karayazıcı'ya hücum etmişlerdi, fakat mağlup olmaları üzerine Karayazıcı'nın şöhreti daha da artmıştı. Şehir halkından kadı, müderris, âyân ve eşraftan salmalar istemesi ile bizzat İstanbul'a giderek şikayette bulunanlar hakkında Selanikî: "Bunlardan pek çokları kaçıp İstanbul'a doldular ve gürültülerinden divanda durulmaz oldu " kaydını düşmektedir. Karayazıcı eşkıyalığının yarım asır sonrası Anadolu'da dolaşan Evliya Çelebi ise kalelerin harap yerlerinden veya tamirlerinden bahsederken, bunların Karayazıcı devrinin izleri olduğunu söylemiştir.93 Sonuç: Şimdiye kadar örnekleriyle ortaya konulan belgelerden anlaşıldığı gibi Malatya ve çevresi bilhassa 16. yüzyılın ikinci yarısında giderek artan eşkıyalık hareketlerine sahne olmuştur. Safevi tesiriyle meydana gelen eşkıyalık hareketleri, devlet görevlilerinin yaptığı eşkıyalık hareketleri, aşiretlerin eşkıyalık hareketleri, bir nedene bağlı olmayan eşkıyalık hareketleri ve Celali eşkıyalık hareketleri olarak dört farklı şekillerde gelişmişse de, girişte bahsedilen birkaç nedene bağlı olarak ortaya çıktığı anlaşılmaktadır. Geçmiş tarihi sürecinde sınır şehri 90 Yetkin, a.g.e, s. 142-143; Mustafa Nuri Paşa, Netayicü'1-Vukuât I-II, (nşr. N. Çağatay), Ankara 1979, s. 183 vd. 91 Naima Mustafa Efendi, Tarih-i Naima, I, (çev. Z. Danışman), İstanbul 1967, s. 254-255. 92 Akdağ, a.g.e, s. 381. 93 Akdağ, a.g.e, s. 389 63 GÖKNUR A KÇADAĞ özelliğini taşıyan Malatya ve yöresinin bu niteliği, ortaya çıkan eşkıyalık hareketlerinin mahiyetini etkilemiştir. Eşkıyalar üzerine yapılan araştırmalar göz önüne alındığında, Anadolu’nun diğer bölgelerinden farklı olarak Safevi etkisiyle gelişen eşkıyalık hareketlerine Malatya sancak bölgesinde rastlanmaktadır. Devlet bu tür hadiselere karşı çeşitli tedbirler almıştır. Belgelerden anlaşıldığı kadarıyla bu tedbirlerde dikkati çeken nokta, reayadan ve aşiretlerden olanların yaptığı eşkıyalık hareketlerine karşı devlet kesinliği olan tedbirler alırken, ehl-i örf mensubu olup yolsuzluk yapan, kendi gücünü muhafaza için eşkıyalık yapan devlet görevlilerine daha ılımlı davranmış olması, ikaz veya teftiş edilerek haklarında karar verilmesinin istenilmesidir. Hemen hemen bütün belgelerde, iyi ve adil tedbir ve gerekirse şahitlerin teyidi ile karar verilmesi istenmiştir. Bir başka tedbir olarak da kanunsuz davranan tımarlı sipahilerin tımarlarının ve haklarının ellerinden alınmasıdır.94 Devlet, görevli olanları bu tür hadiseler sonunda çoğunlukla merkeze alma yolunu kullanmıştır. Eşkıya yakalayan veya yakalanmasına yardımcı olan kişiler ise terakki tevcihi ile ödüllendirilmiştir. Eşkıyalar ve suçlularla ilgili teftiş yapılırken yalan, dolan ve hileden, zorla şahitlik ettirmekten kaçınıp, hak yolundan vazgeçilmemesi hususunda görevlere ikazda bulunulmuştur.95 1569’da Malatya’da sancak beyi Ferhad Bey’in “serbest tımarlara iltica edip korunan eşkıyalar” hakkında şikayet etmesi örneğinde gibi, eşkıyanın ve ehl-i fesadın sancakbeyi takibinden kaçması ve serbest tımarlara sığınması ile tımar sahiplerinin bu kişileri himaye etmemeleri, böyle davranan tımar sahiplerinin de suçlularla aynı cezaya çarptırılmak üzere cezalandırılacağı konusuna da dikkat çekilmişti96. Dönemin yıpratıcı hadiselerinden ve devlet otoritesinin boşluğundan faydalanarak ortaya çıkan eşkıyalık hadiseleri, ister ferdi ister grup hareketi olsun, her şeyden önce kişilerin ahlaki anlayışı ile de ilgili olup, zarar vermek, çalmak, düzen bozmak, kısa yoldan zengin olarak ün kazanmak, kontrol altına girmemek amacına da yönelmiştir. Eşkıyalık hadiselerinin bastırılması esnasında zaman zaman suçsuz kimselerin de zarar görüp 94 Mesela teftişi emrolunan tımar erbabı Zeynel'in emre itaat etmediği bildirildiğinde, beylerbeyine merkumu ihzar ve teftiş ettirüp sabit olan hakları aldırması ve yine muhalefet ederse tımarı alınmak üzere bildirilmesi istenmektedir. Bkz. BOA, MD 31, s. 14, nu. 35 (27 Zilkade 985). 95 "...zulm ve teaddiden hali olmadığı vaki’ ise mezburu mukayyyed ve mahbus idüb südde-i sa’adetime gönderesin amma teftişde hakk-ı sarîha tâbi' olup tezvîr ve telbisten ve şühud-ı zordan hazer edip cadde-i hakdan nükûl eylemeyesin" Bkz. BOA, MD 73, s. 138, nu. 323, (27 Ramazan 1003). 96 BOA MD 7, s. 698, nu. 1924 (22 Sefer 976). 64 16. YÜZYILDA BİR OSMANLI SANCAĞI’NDA EŞKIYALIK HAREKETLERİ: MALATYA SANCAĞI ÖRNEĞİ yanlışlıkla suçlu muamelesine maruz kaldıkları olmuştur. Mesela 1592 tarihli bir hüküm bu duruma örnek teşkil etmektedir.97 Malatya sancağında eşkıyalık hadiseleri bölgede tek bir sebebe bağlı olarak gelişmemiş, her bir hadise bir kaç sebebe bağlı olarak ortaya çıkmıştır. 16. yüzyılın siyasi ve iktisadi olayları ile bölgedeki aşiretlerin durumu ve hareketliliği, mezhep farklılığını ve yörenin Osmanlı’ya geçişinden memnun olmayan eski güç sahiplerinin memnuniyetsizliğini kullanan Safevi etkisini bir arada düşünerek, Malatya ve çevresindeki eşkıyalık hareketlerinin mahiyetini anlamak mümkündür. Eşkıyalık hareketleri, 16. yüzyıl sonrasında alınan tüm tedbirlere rağmen uzun yıllar bu çevreyi etkisi altında tutmuş, yıkıcı ve etkili bir sosyal hadiseler zinciri olarak bölge tarihindeki yerini almıştır. KAYNAKÇA Arşiv Mühimme Defterleri (MD), Nu: 4; BOA, MD, Nu: 5; BOA, MD, Nu: 6; BOA, MD, Nu: 7; BOA, MD, Nu: 22; BOA, MD, Nu: 25; BOA, MD, Nu: 31; BOA, MD, Nu: 32; BOA, MD, Nu: 35; BOA, MD, Nu: 47; BOA, MD, Nu: 64; BOA, MD, Nu: 68; BOA, MD, Nu: 70; BOA, MD, Nu: 71; BOA, MD, Nu: 73; BOA, MD, Nu: 74; BOA, MD, Nu: 75; BOA, MD, Nu: 43. Kaynak ve Araştırma Eserleri Ahmet Refık, On Altıncı Asırda Rafizilik ve Bektaşilik, İstanbul 1932. __________, Onaltıncı Asırda Anadolu'da Türk Aşiretleri, (966-1200), İstanbul 1989. Akçadağ (Göğebakan), Göknur, XVI. Yüzyılda Malatya Kazası (1516-1560), Malatya 1998. _______________, “Osmanlı Hakimiyetine Girdiği Dönemde Malatya Yöresindeki Aşiretler”, XII. Türk Tarih Kongresi (Ankara 4-8 Ekim 1999) Kongreye Sunulan Bildiriler, Ankara 1999, s. 1471-1484. Akçadağ, Göknur, "Arapgir'de Eşkıyalık Hareketleri", Türkiye'nin Güvenliği Sempozyumu-Tarihten Günümüzden İç ve Dış Tehditler-(Elazığ 17-19 Ekim 2001), Elazığ 2001, s. 357-363. Akdağ, Mustafa, Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası "Celali İsyanları", Ankara 1975. Akdağ, Mustafa, “Kara Yazıcı”, İA, VI, s. 340-341. Bacqué-Grammont, Jean-Louis, "1927 Anadolu İsyanı Hakkında Yayınlanmamış Bir Rapor", Belleten LI/199, (1985), s. 113-117. 97 Bazı ehl-i fesad zuhur edip, Türkman-ı Halep Bey'i Ahi Bey'i vesairelerin evlerini bastıkları bildirildiğinden, derdestleri için emir verildiğinde bazı suçu olmayan kimselerin de ele geçirilerek rencide edildiği haber verildiğinden, bu hadiselerle ilgisi olmayanlara taarruz edilmemesi hakkında Zülkadriye beylerbeyisine ve Malatya kadısına hüküm yazılmıştır. Bkz. BOA, MD 70, s. 82, Nu. 160 (28 Cemaziye’l-evvel 1001). 65 GÖKNUR A KÇADAĞ ___________________________, “Seyyid Tamam, Un Agitateur Hétérodoxe a Sivas (1516-1518)”, IX. TTK (Ankara 21-23 Eylül 1981), Bildiriler II, Ankara 1988, s. 865-874. Barkey, Karen, Bandits and Bureaucrats: The Ottoman Route to State Centralization, Cornell University Press, Ithaca, NY 1994. Braudel, Fernand, Akdeniz ve Akdeniz Dünyası, II, (çev. O. Akalın-N. Hasgül), Ankara 1990. Çağatay, Neşet, "16-17. Yüzyıldaki Anadolu Ayaklanmaları Üzerine", Makaleler ve İncelemeler, Konya 1983. Celalzâde Mustafa, Tabakât'ül-Memâlik ve Derecât'ül-Mesâlik, (nşr. P. Kappert), Wıesbaden 1981. Danişmend, İ.Hakkı, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi IV, İstanbul 1972. Erder, Leila, "The Measurement of Preindustrial Population Changes: The Ottoman Empire From 15 th to the 17 th Century", Middle Eastern Studies 2, (Ekim 1975), s. 284-301. Erder L.- Faroqhi, S., “Rise And Fall İn Anatolia 1550-1620”, Middle Eastern Studies, 15, (London 1979), s. 322-345. Faroqhi, Suraiya, Der Bektaschi-Orden İn Anatolien, Viyana 1981. Gökbilgin, Tayyip, "Süleyman I”, İA., XI, s. 109. Griswold, William J., Anadolu’da Büyük İsyan, 1591-1611, (çev.Ü.Tansel), İstanbul 2000. Hayrullah Efendi, Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye Tarihi,V, (nşr. Z.Danışman), İstanbul 1972. Hoca Saadeddin, Tacü't-Tevârih IV, (nşr. İ. Parmaksızoğlu), İstanbul 1979. Hobsbawm, Eric J., Eşkıyalar, (çev. Mehmet A. Kılıçbay), İstanbul 1997. İbn Iyas, Journal D'un Bourgeoıs Du Caıre-Chronıque D'İbn Iyas- I,(nşr. G.Wıet), Kahire 1945. İlgürel, Mücteba, "Osmanlılarda Eşkiyalık Hareketleri", TDVİA, XI, s. 463-469. İnalcık, Halil, An Economic and Social History of the Ottoman Empire, Cambridge 1994. ___________, Osmanlı İmparatorluğu: Klâsik Çağ (1300-1600), İstanbul 2003. ___________, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluş ve İnkişafı Devrinde Türkiye’nin İktisadi Vaziyeti Üzerine Bir Tetkik Münasebetiyle”, Belleten XV/60, (Ekim 1951), s. 629-690. ___________, “Military and Fiscal Transformation in Ottoman Empire, 16001700”, Archivum Ottomanicum, No: 6, (1980), s. 283-337. ___________, “Impact of The Annales School on Ottoman Studies and New Findings”, Studies in Ottoman Social and Economic History, London 1985, s. 6996. İslamoğlu-İnan, Huricihan, Osmanlı İmparatorluğu’nda Devlet ve Köylü, İstanbul 1991. 66 16. YÜZYILDA BİR OSMANLI SANCAĞI’NDA EŞKIYALIK HAREKETLERİ: MALATYA SANCAĞI ÖRNEĞİ _________________, “State and Peasants in the Ottoman Empire: a Study of Peasant Economy in North-Central Anatolia During the Sixteenth Century”, The Ottoman Empire and the World Economy, Cambridge 1987, s. 101-111. Karagöz, Mehmet, “XVIII. Yüzyılın Başlarında Malatya ve Çevresinde Eşkıyalık Hareketleri”, OTAM, S: 5, (Ankara 1994), s. 193-207. Keserânî, V., Osmanlı ve Safevîlerde Din-Devlet İlişkisi, (nşr. M. Canyürek), İstanbul 1992. Keyder, Çağlar, Türkiye'de Devlet ve Sınıflar, (nşr. S. Tekay), İstanbul 1989. Koçi Bey, Koçi Bey Risalesi, (nşr. Z. Danışman), Ankara 1985. Koçu, Reşat Ekrem, Dağ Padişahları, İstanbul 1962. Kütükoğlu, Bekir, Osmanlı-İran Siyasî Münasebetleri I, İstanbul 1982. Misawa, Nobuo,“Tahrir Defterine Göre Osmanlı İmparatorluğunda Göçebeler:1560 Tarihli Malatya Livasına Ait Tahrir Defterinin İnceleme Denemesi”, Asia Afrika Gengo Bunka Kenkyu S: 38, (Tokyo 1989) (Japonca). Mustafa Nuri Paşa, Netayicü'1-Vukuât I-II, (nşr. N. Çağatay), Ankara 1979. Müneccimbaşı Ahmed, Sahâifü'I-Ahbâr, I-II, İstanbul 1258. Naima Mustafa Efendi, Tarih-i Naima, I, (çev.Z.Danışman), İstanbul 1967. Nişancı Feridun Ahmed, Münşeatü's-Selâtin I, İstanbul 1274. Ocak, A. Yaşar, Türk Sufiliğine Bakışlar, İstanbul 1996. Oğuzoğlu, Yusuf, “Osmanlı Taşra Düzeninin Bozulmasının İdari ve Sosyo-Kültürel Sebepleri Üzerine Bir Araştırma (1550-1600)”, VIII. Uluslararası Türkiye’nin Sosyal ve Ekonomik Tarihi Kongresi (Bursa 18-21 Haziran 1998), (ed. N. Abacı), İstanbul 2004, s. 33-39. Orhonlu, Cengiz, Osmanlı İmparatorluğunda Aşiretlerin İskanı, İstanbul 1987, s. 43. Özel, Oktay,“Nüfus baskısından Krize: 16.-17. Yüzyıllarda Anadolu’nun Demografi Tarihine Bir Bakış”, VIII. Uluslararası Türkiye’nin Sosyal ve Ekonomik Tarihi Kongresi (Bursa 18-21 Haziran 1998), (ed.N.Abacı), İstanbul 2004, s. 219-228. Pamuk, Şevket., Osmanlı-Türkiye İktisadi Tarihi 1500-1914, İstanbul 2005. Peçevî, Tarih-İ Peçevî I, IV, (nşr. F. Ç. Derin-V. Çubuk), Ankara 1981. Rumlu Hasan, Ahsenü't-Tevârih I, (nşr C. N. Seddon), Boroda 1931. Solakzâde, Solakzâde Tarihi I, IV, (nşr.V. Çubuk), Ankara 1989, 1991. Sümer, Faruk, Oğuzlar, Ankara 1967. ___________, Safevi Devletinin Kuruluş ve Gelişmesinde Anadolu Türklerinin Rolü, Ankara 1976. ___________, “Çukurova Tarihine Dair Araştırmalar”, DTFCD I/1, (1963). ___________, "Bozok Tarihine Dair Araştırmalar I", Cumhuriyet'in 50.Yıl Dönümü Anma Kitabı, Ankara 1974. Tansel, Selahattin, Yavuz Sultan Selim, Ankara 1969. Taşdemir, Mehmet, 16. Yüzyılda Adıyaman (Behisni, Hısn-ı Mansur, Gerger, Kahta) Sosyal ve İktisadi Tarihi, Ankara 1999. 67 GÖKNUR A KÇADAĞ Tekindağ, Şahabettin, "Yeni Kaynak ve Vesikaların Işığı Altında Yavuz Sultan Selim'in İran Seferi", İÜİEFTD XVI/22, (1968). Timur, Taner, Osmanlı Çalışmaları, Ankara 1989. Uzunçarşılı, İ.Hakkı, Osmanlı Tarihi IV, Ankara 1983. Yazıcı, T., "Şah İsmail", İA, cilt XI, s. 275-279. Yetkin, Sabri, Ege’de Eşkıyalar, İstanbul 1997. Yinanç, Refet, Dulkadıroğulları Beyliği, Ankara 1989. 68 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 3, Ocak-2012, s. 69-90 YETİMİ KOLLA, MALINI KORU! TEREKE DEFTERLERİ VE YETİM MALLARI (1785-1875) Fatih BOZKURT ÖZET: Tarih boyunca toplumların korunmaya en çok muhtaç kesimini yetimler oluşturmuştur. Günümüze göre ortalama insan ömrünün kısa olduğu 20. yüzyıl öncesinde sağlık ve beslenme alanlarındaki yetersizliklerle beraber savaş ve doğal afetler genel yaşam kalitesini olumsuz etkilemiştir. Etkileri en çok hasta, yaşlı ve çocuk nüfusu üzerinde görülse de demografik yapıyı belirleyen bu faktörler, öte yandan, ebeveynlerinden birini ya da her ikisini kaybeden yetimlerin sayısını arttırmıştır. Osmanlılar bu konuda istisna teşkil etmiyordu. Toplumun her kesimini ilgilendiren yetimlerin himayesiyle ilgili Osmanlıların kendi tecrübe ve imkânları çerçevesinde çeşitli düzenleme ve uygulamalara başvurdukları görülmektedir. Tereke defterleri ve diğer mahkeme kayıtları konu hakkında bilgi veren kaynakların başında gelmektedir. Yetimlerin korunmasında son derece etkili bir mekanizma geliştirdikleri gözlemlenen Osmanlı uygulamasında, yetimlerin mirasçı olmaları durumunda terekelerin mutlaka görevlilerce tahrir ve taksim edilmesi kuralı kati olarak benimsenmişti. Şeriye Sicilleri’nde mevcut terekelerin çoğunun bu nitelikteki kayıtlardan oluşması, yetimliğin başlangıç safhasında tespitini ve yetim mallarının tescil edilerek korunmasını sağlıyordu. Anahtar Kelimeler: Yetimler, Tereke Defteri, Osmanlı Tecrübesi, İstanbul. LOOK AFTER ORPHANS, PROTECT THEIRS! TEREKE REGISTERS AND ORPHAN’S PROPERTIES (1785-1875) ABSTRACT: Throughout history, orphans have formed the most needy group of societies needed protection. Before the 20th century in which the average human life span was shorter than today, inadequacy in health and nutrition as well as wars and natural disasters made a negative impact on the overall quality of life. These factors, which actually determined the demographic structure though its factors affected mostly on elderly population and children, increased the number of orphans who lost his father or mother. The Ottomans did not constitute an exception. It is seen that the Ottomans applied various regulations and practices within the framework of their own experience and facilities for the protection of orphans concerning all sections of society. Tereke registers and other court records were the leading sources giving information about the subject. It is observed that the Ottoman developed a highly effective mechanism for the protection of orphans. In the Ottoman practice, the officials had to compose and apportion tereke registers when an orphan was heir. Most of the terekes in Şeriye Registers were composed of such kinds of records, so these records made it possible to notice orphanage in its initial phase and protection of their properties by registration. Key Words: Orphans, Tereke Register, Ottoman Experience, Istanbul. “…erâmil-i eytâma şefkat ve merhamet ve hulûl-i rüşd ve sedâdına değin emvâlleri muhâfazasına dikkat Kitâb-ı Kerîm'de a‘zam-ı evâmir-i ilâhiyyeden ve bu husûsa itinâ ve nezâret cümlenin ve tahsîs hukkâm-ı şerîfin vâcibe-i zimmetlerinden Dr. Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 3, Ocak-2012, s. 69-90 FATİH BOZKURT olmakdan nâşî…” (KŞS, no.895, vr.1a: Rumeli Kazaskeri’ne hitaben yazılan 1811 tarihli fermandan). “…ve eğer sagîr ve sagîre eytâmı terk ederek vefât eden olur ise çünkü bu makûle eytâmın emvâlini muhafaza etmek Devlet-i Aliyye’nin şân-ı âlî-i hükümeti îcâbından olmasıyla bu makûle sağîr ve sagîresi bulunan müteveffânın terekesi iktizâ’-yı şerʻîsi üzere tahrir olunub…” (Düstur, I. Tertip, Cilt I, s.298: Hıristiyan terekeleri hakkındaki kaleme alınan 13 Ağustos 1861 tarihli düzenlemeden). Giriş: Ailesini kaybetmiş, her türlü destek ve himayeye muhtaç kalmış çocukların durumu geçmişten bugüne önemli bir toplumsal olgu olarak varlığını korumuştur. Toplumda yetim nüfusun artışı demografik yapıyı tekrar şekillendiren faktörlerle doğrudan ilgilidir. Savaş, kıtlık, doğal afet ve salgın hastalıkların nüfus üzerinde etkili olduğu dönemlerde bir taraftan çocuk popülâsyonu azalırken diğer taraftan yetim kalan çocukların sayısı çoğalıyordu. Bunlara ilaveten salgın haline dönüşmemiş olsa da hastalıklardan korunma ve tedavi yöntemlerinin yetersizliğine açlık, sefalet gibi zorlu yaşam koşullarının eşlik etmesi nadirattan olmadığı için kimsesiz çocukların varlığı az veya çok her dönemde kendini hissettiriyordu. Daniel Panzac 1700-1850 yılları arasını kapsayan çalışmasında Osmanlı coğrafyasının demografik yapısını dramatik şekilde etkileyen afetlerin sık sık yaşandığını kaydetmektedir. Deprem, yangın, iklim değişikliklerinin yol açtığı kıtlık gibi doğal afetlerin yanı sıra başta veba olmak üzere sıtma, çiçek hastalığı, tifo ve tifüs salgınları nüfusu kırıp geçiriyordu 1. Nitekim 16861718 yılları arasında Şam şehri sicillerinde kayıtlı terekelerin sayısının bazı yıllarda belirgin artışının veba salgını ile açıklanabileceğini düşünen Establett ve Pascual’ın bulguları da bu gerçeğe işaret etmektedir.2 Salgın hastalıklar ve diğer olumsuz şartlar toplumun yaşlı, fakir, hasta, zayıf kesimlerini, bu arada çocukları, daha çok etkiliyordu. Ancak aynı yıllarda küçük çocuklarını yetim ve öksüz bırakan genç anne babaların ölüm oranları da artıyordu. 20. yüzyıla kadar dünyanın farklı bölgelerinin az ya da çok benzer demografik özellikleri taşıması sonucunda babasını, annesini ya da 1 Daniel Panzac, Osmanlı İmparatorluğu’nda Veba (1700-1850), Cev. Serap Yılmaz, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 1997, s. 4-20. 2 Colette Establet ve Jean-Paul Pascual, Famillies et Fortunes a Damas: 450 Foyers Damascains en 1700, Institut Francais de Damas, Damas 1994, s. 46-47. Eserde belirtilmemiş olsa da mahkeme kayıtlarına terekeleri sayesinde girmiş ölümlerin önemli kısmı geride yetimleri mirasçı bırakan kişilere ait olmalıdır. Tahriri mucib olmayan (Kayda geçme zorunluluğu olmayan) nitelikteki terekelerin nadiren mahkemenin önüne geldiğini bildiğimize göre, örneğin öldüğünde çocukları reşit olan yaşlıların terekeleri (ölümleri) kayda girmemiş olmalıdır. 70 YETİMİ KOLLA MALINI KORU! TEREKE DEFTERLERİ VE YETİM MALLARI (1785-1875) her ikisini yitirmiş yetimlerin korunması, ihtiyaçlarının karşılanması mühim toplumsal problemlerden birini oluşturmuştur. Başka etkenlerle beraber özellikle sağlık alanındaki gelişmeler ortalama insan ömrünün uzamasını sağlamış, bunun sonucunda yetimlerin sayısı geçmişe göre büyük oranda azalmıştır. Günümüzde kimsesiz çocukların barınma, beslenme, bakım ve eğitim ihtiyaçlarının karşılanması devlet ve sivil toplum örgütlerinin görevleri arasındadır. Ortalama insan ömrünün kısa olduğu dönemlerde yetim konusunun önemle ele alınması gereken sosyal sorumluluk olduğu açıktır. Genç yaşta ebeveyn ölümleri nüfus içinde yetimlerin sayısını arttırmış ve meseleyi toplumun birçok kesimini doğrudan ilgilendiren daha geniş bir sosyal zemine yerleştirmiştir. Her toplumun yetimleriyle ilgili kendi tecrübe ve imkânları çerçevesinde çeşitli düzenleme ve uygulamalara başvurduğunu düşünebiliriz. Ancak bu çalışmanın kapsamı ve kaynakları Osmanlı toplumunda yetim olgusunu İstanbul örneği çerçevesinde, mümkün mertebe genel hatlarıyla ele almamızı gerektirmiştir. Osmanlıda Yetim Olmak ve Tereke Defterleri: Osmanlı yetimlerine dair bilgilerimiz sınırlıdır. Az sayıdaki çalışma ağırlıklı olarak 19. yüzyılın ikinci yarısından sonraki dönem hakkında bilgi verir. Araştırmacılar yetimlerin korunmasına yönelik devlet eliyle ihdas edilen kurumlar, çıkarılan nizamnâmeler, çeşitli uygulamalar ve idarecilerin üstlendiği sorumluluklara özel ilgi duymuşlardır.3 Bazı çalışmalarda imparatorluğun son 50 yılındaki 3 Tahsin Özcan’ın Osmanlı Toplumunda Yetimlerin Himayesi ve Eytâm Sandıkları başlıklı makalesi, meseleyi 19. yüzyılın ortalarından itibaren, Eytam Sandıkları’nın kuruluşu ve ağırlıklı olarak ekonomik tedbirler bağlamında ele almaktadır. Yetim malının işletilmesi, hukukî düzenlemeler, eytâm malının idaresi için oluşturulan meclisler hakkında bilgi veren Özcan, ayrıca 16. yüzyılda yetim malının işletilmesiyle ilgili örneklere de yer vermiştir (İstanbul Universitesi İlahiyat Fakultesi Dergisi, sayı 14 (2006), s. 103-121). Eytâm Sandıkları üzerine yapılmış bir diğer çalışmada, Eytâm İdaresi’nin teşkilatlanması hakkında bilgi verildikten sonra Batı Anadolu’da Muğla, Aydın, Marmaris ve Girit’te kurulan eytâm müdürlükleri incelenmiştir. Özellikle yetim mallarının işletilmesi üzerinde yoğunlaşan makale için bkz. Mehmet Çanlı “Eytam İdaresi-Sandıkları ve Osmanlı Devletinde Yetimlerin Ekonomik Haklarının Korunması”, Editörler: Emine Gürsoy Naskali ve Aylin Koç, Savaş Çocukları: Öksüzler ve Yetimler, İstanbul 2003, s. 59-86. Osmanlı toplumunda yetim olgusunu eğitim, barınma ve sağlık alanında 19. yüzyılın son çeyreği ve 20. yüzyılda tesis edilen devlet kurumları ve uygulamalarından hareketle değerlendiren araştırmalar da yapılmıştır. Yetim çocukların eğitiminde Darüşşafaka kurumunun önemi (Aylin Koç, “Öksüz ve Yetim Çocuklar İçin Kurulmuş Bir Eğitim Kurumu: Darüşşafaka”, Editorler: Emine Gürsoy Naskali ve Aylin Koç, Savaş Çocukları: Öksüzler ve Yetimler, İstanbul 2003, s. 183-193), Balkan Savaşları’nda yetim kalan çocukların eğitimleriyle ilgili devletin aldığı tedbirler (Ebubekir Sofuoğlu, “Osmanlı Devletinde Yetimler İçin Alınan Bazı Sosyal Tedbirler”, Editorler: Emine Gürsoy Naskali ve Aylin Koç, Savaş Çocukları: Öksüzler ve Yetimler, İstanbul 2003, s. 49-58) ve I. Dünya Savaşı sırasında Almanya’ya eğitim için 71 FATİH BOZKURT önemli savaşların neden olduğu ölüm, göç ve kıtlığın ortaya çıkardığı yetimlere dikkat çekilmiştir4. Tarihte her bir savaş, sebep olduğu sosyoekonomik buhranlarla beraber toplumlara babasını kaybetmiş çocukları da miras bırakmıştır, şüphesiz. Ancak bugüne kıyasla kalabalık yetim nüfusun varlığı tarihte sadece savaşların olduğu dönemlere özgü değildir. Yukarıda bahsi geçtiği üzere salgın hastalıklar, tabii afetler ve kıtlık da nüfusu kırıp geçiriyor, ailesini yitirmiş çocukları geride bırakabiliyordu. Daha da önemlisi sağlık, barınma, beslenme imkânlarının yetersizliği diğer bir ifadeyle yaşam koşullarının ağırlığı bir taraftan zamansız sönen hayatları diğer taraftan erken yaşta anne veya babasının ölümünü yaşamış yetimleri ortaya çıkarıyordu. Modern insana göre her bir Osmanlı insanına ölümün daha yakın olduğunu gösteren birçok kayıt vardır. Başta tereke defterleri, genç yaşta hayatını tamamlamış kişilerle doludur. Osmanlı coğrafyasının değişik şehirlerinde, farklı dönemlerde yaşamış insanlar genç ölümleri çok sık tecrübe etmişlerdir. 18. yüzyıl Halep’ini incelediği eserinde Abraham Marcus, kitabın bir bölümünü bu konuya ayırmıştır. Haleplilere ait “Death is closer than the veil is to the eye” (Ölüm, insana peçe ile göz arasındaki mesafeden daha yakındır) atasözüyle başlayan bölümde salgın hastalıklar, tedavi ve korunma yöntemlerinin yetersizliği, ölüm oranlarının yüksekliği, ölümle beraber yaşamak konuları ele alınmaktadır5. Yetim kalmış evlatlarını mirasçı bırakan tereke sahiplerinin çoğu ömrünü erken tamamlamış kişilere ait olmalıdır.6 17. yüzyıl Edirne’sinden7 19. yüzyıl Selanik’ine8, farklı zaman 4 5 6 gönderilen yetim öğrenciler üzerine yapılmış çalışmaları (Safiye Kırbaç, “Osmanlı Belgelerine Göre Birinci Dünya Savaşı YıllarındaAlmanya’ya Gönderilen Darüleytam Öğrencileri”, Editörler: Emine Gürsoy Naskali ve Aylin Koç, Savaş Çocukları: Öksüzler ve Yetimler, İstanbul 2003, s. 87-104) bu bağlamda zikredebiliriz. Ayrıca, İlhanlıların 14. asırda Tebriz’de kurduğu iki yetimhane hakkında bkz. Osman Gazi Özgüdenli, “XIV. Yüzyıl Başlarında Tebriz’de İki Yetimhane”, Editörler: Emine Gürsoy Naskali ve Aylin Koç, Savaş Çocukları: Öksüzler ve Yetimler, İstanbul 2003, s. 161-181. Makbule Sarıkaya, “Savaş Yıllarında Himaye-i Etfal Cemiyetinin Çocuk Sağlığı Konusundaki Hedef ve Faaliyetleri”, Editorler: Emine Gürsoy Naskali ve Aylin Koc, Savaş Çocukları: Öksüzler ve Yetimler, İstanbul 2003, s. 33 vd; Sofuoğlu, a.g.m., s. 50; Kırbaç, a.g.m., s. 87. Abraham Marcus, The Middle East on The Eve of Modernity: Aleppo in The Eighteenth Century, Columbia University Press, New York 1989, s. 252-276. Tereke defterlerinde ölen kişilerin yaşları verilmediği gibi bu konuda fikir yürütmemizi sağlaycak genç, orta yaşlı veya ihtiyar gibi bilgiler de aktarılmamıştır. Ancak mirasçılar arasında tereke sahibinin sağir ve sağire tabir edilen çocukları bulunduğunda ölen kişinin yaşlı olmama ihtimali yüksektir. Yetimlerle beraber ölenin anne veya babasının da varisler arasında yer alması tereke sahibinin genç ya da orta yaşlı olarak değerlendirilmesini gerektirir diye düşünüyoruz. İncelediğimiz 792 örneklemin 215’inde (%27,15) anne ve babadan en az birinin varisler arasında yer aldığını tespit ettik. 72 YETİMİ KOLLA MALINI KORU! TEREKE DEFTERLERİ VE YETİM MALLARI (1785-1875) ve şehirlerde yaşamış Osmanlıların erken yaşta ölümlere ve geride kalan yetimlere dair tecrübeyle oluşmuş toplumsal hafızaya sahip oldukları anlaşılmaktadır. 1785-1875 döneminde yaşamış İstanbullular bu genel durum için bir istisna oluşturmuyordu. İncelediğimiz tereke kayıtlarına göre, zengin fakir, kadın erkek, askerî reaya, Müslim gayrimüslim İstanbullular, günümüzde olsa “zamansız ölüm” olarak değerlendirilebilecek yaştaki aile üyelerinden bir ya da birkaçını kaybetmiştir. Yaşam standartları ve imkânları daha geniş olan askerîlerin ve zenginlerin normal şartlarda diğerlerinden daha rahat ve uzun yaşamış olduklarını düşünmemek için bir neden yok. Başkentin kadınları da kocalarına göre daha uzun bir hayat yaşamış olmalıdırlar.9 Ancak, bu tahminlerimiz geride mirasçı olarak eşlerini ve küçük çocuklarını bırakan kadınların ve yüklü miktarda servetini yetimlerine terk eden varlıklı ve makam sahibi Osmanlıların tereke kayıtlarının nadirattan olduğu şeklinde değerlendirilmemelidir. Osmanlı toplumunun hayat, ölüm ve yetimlere ilişkin algı ve tavırları bu acı tecrübelerden fazlasıyla etkilenmiş olmalıdır. “Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi / Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi” dizelerinin çağrıştırdığı anlam ölümün hastalık, kıtlık, sefalet, yangın ve depremle beraber her an hazır vaziyette beklediğini bilen Osmanlılar için daha derin olmalıdır. Tamamı imparatorluğun son yetmiş yıllık tarihine odaklanmış Osmanlı yetimlerini ele alan çalışmalar makale düzeyinde birkaç incelemeyle sınırlı 7 8 9 Barkan’ın neşrettiği terekelerden 17. yüzyıla ait olanların %81’inde yetimlerin mirasçılığı söz konusudur. Bu tereke defterleri için bkz. Ömer L. Barkan, “Edirne Askeri Kassamı’na Ait Tereke Defterleri (1545-1659), Belgeler, Cilt III, Sayı 5-6, s. 163 vd. Tanzimat Dönemi Selanik’inin demografik yapısının da tahlil edildiği eserde ölen kişinin anne veya babasının mirasçılar içinde yer alması ve kadınların erkeklere göre daha az sayıda çocuk sahibi olmaları, tereke sahiplerinin (özellikle kadınların) yaşlarının fazla olmadığına delalet ettiği şeklinde yorumlanmıştır. (Meropi Anastassiadou, Selanik 18301912 (Tanzimat Çağında Bir Osmanlı Şehri), Çev. Işık Erguden, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 2001, s. 199, 226). Mirasçılar arasında yer alan annelerin sayısal olarak babalardan daha yüksek olduğunu görüyoruz. 792 örneklemin 185’inde (%23,36) tereke sahibinin annesi hayattayken, 85’inde (%10,73) sağ olan babalar mirasçılar arasında yer almıştır. Anne ve babanın beraber mirasçı olduğu tereke sayısı ise 55’tir (%6,94). 1463-1640 yıllarına ait Bursa şehri terekelerinin incelendiği çalışmada ise, mirasçılar arasında annelerin bulunma oranı %23,96 olarak tespit edilirken, babalar için bu rakam %9,19’da kalmıştır (Hüseyin Özdeğer, 1463-1640 Yılları Bursa Şehri Tereke Defterleri, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakultesi Yayınları, İstanbul 1988, s. 58). 1591-1700 yıllarını kapsayan İstanbul Kısmet-i Askeriye Mahkemesi’nin ilk yirmi sicilindeki 2670 terekeye göre, tereke sahibinin annesinin varis olduğu 583 kayda (%21,8) karşılık, 165 örnekte (%6,2) babaların mirasçılığı söz konusudur (Said Öztürk, Askeri Kassama Ait Onyedinci Asır İstanbul Tereke Defterleri (Sosyo-Ekonomik Tahlil), Osmanlı Araştırmaları Vakfı, İstanbul 1995, s. 118-119). Bu üç çalışmanın konu hakkındaki son derece benzer bulguları, İstanbul ve Bursa şehirleri örneğinde Osmanlı toplumunda genellikle kadınların erkeklerden daha uzun yaşam sürdüklerini ortaya koymaktadır. 73 FATİH BOZKURT kalmıştır. Hâlbuki Şeriyye Sicilleri Osmanlıda yetim kalmak olgusunu erken dönemlerden itibaren araştırmamızı sağlayacak yeterli malzemeyi içermektedir. Toplumun himayeye en çok muhtaç kesimini oluşturan yetim çocuklarla ilgili Osmanlı tecrübesini idarî, adlî, toplumsal, iktisadî ve kültürel boyutları olan kapsamlı bir yaklaşımın ürünü olarak değerlendirebiliriz. İslâm tarihinin ilk yıllarından itibaren yetimlere iyi davranılması, haklarının korunması teşvik edilmiş; yetimlerin malını gasp etme, zarar verme ağır şekilde kınanmıştır10. Osmanlı toplumunda yetimlere gösterilen hassasiyetin temelinde İslâm kültür ve inancının belirleyici olduğunu düşünmemiz icap eder. Osmanlıda yetim olmak olgusunun bütün yönleriyle incelenmesi tek başına müstakil bir çalışma konusudur. Biz ancak mirasın paylaşımı ve tereke defterleri çerçevesinde yetimlerin himayesini esas alan Osmanlı uygulamasının dikkat çeken yönleri üzerinde duracağız. Fakat tereke defterleri ile yetimler arasındaki kuvvetli bağ, diğer kaynaklara başvurmadan salt terekelere dayalı incelemenin dahi Osmanlı toplum ve idarecilerinin yetim konusuna gösterdiği hassasiyeti değişik boyutlarıyla açıklayacak nitelikte olduğunu düşündürür. Yetimlere yardım edilmesi, maddî ve manevî olarak desteklenmeleri, zor olan yaşamlarının kolaylaştırılması şüphesiz önemliydi. Ancak ilk yapılması gereken, mevcut haklarının katʻî olarak muhafazasıydı ve yetimler mirasçı olduğunda tereke defterlerinin görevlilerce yazımı tam da bu noktada önem arzediyordu. Tahriri mucip addedilen terekelerin belirlenmesinde mirastan paylarını almakta ve idare etmekte ehliyeti veya imkânı olmayan varislerin dikkate alınması sicillerde kayıtlı belgeler bağlamında Osmanlı dönemi miras geleneğinin karakteristik özelliklerindendir. Muhtemelen Osmanlılara özgü olan veya Osmanlıların kendine mâl edecek kadar geliştirdiği bu uygulama sonucunda yetimleri ilgilendiren miras paylaşımlarının kaydı özenle tutulmuş ve sicillerde mevcut terekelerin önemli kısmı bu şekilde ortaya çıkmıştır. Osmanlılarda yetim olgusunu tereke defterlerine dayalı olarak incelemek, iki konunun yani Osmanlı yetimlerinin ve tereke defterlerinin daha iyi anlaşılmasında oldukça verimli bir yöntemdir. Mahkeme tarafından mirasın taksim edilmesi demek, çoğu örnekte yetimlerin mirasçı olduğu mâl paylaşımları anlamına geliyordu. Diğer bir ifadeyle servet, maddî kültür, aile, hukuk, toplumsal gruplar gibi kavramların Osmanlı şehirleri örneğinde incelenmesini sağlayan tereke defterlerinin çoğu yetimlerin varlığından dolayı kaleme alınmıştır. Araştırmamız için seçtiğimiz reaya terekelerinin %56’sı (329 tereke), askerî sınıf terekelerinin ise %67,2’si (137 tereke) ölen kişinin küçük yaştaki varislerinden ötürü sicillerdeki yerini almıştır. 10 İbrahim Kâfi Dönmez, “Yetim”, İslam Ansiklopedisi (İA), cilt XIII, İstanbul 1986, s. 402. 74 YETİMİ KOLLA MALINI KORU! TEREKE DEFTERLERİ VE YETİM MALLARI (1785-1875) Terekeler Osmanlı toplumunda yetim nüfusun varlığının kanıtı olurken diğer taraftan yetimler sosyal tarih incelemeleri için zengin bir koleksiyonun günümüze ulaşmasını sağlamıştır. Bundan başka tereke yazımıyla veya yetimlerin korunmasıyla ilgili düzenleme ve uygulamaların çoğunda her iki konunun birlikte ele alınmış olması da manidardır.11 Sadece 19. yüzyılda değil önceki devirlerde de tereke konusunda yayınlanan ferman, hüküm ve benzeri belgeler, sürekli olarak yetim ve dulların korunmasına vurgu yapmaktadır. 19. yüzyılda da yetimlerin himayesi için kurulan müessese ve hazırlanan nizamnâmeler özellikle iki konu üzerinde yoğunlaşmaktadır: Terekelerin yazımı esnasında yetimleri mağdur edecek suistimallerin önlenmesi ve yetimin miras yoluyla sahip olduğu malların güvenli ve verimli şekilde idare edilmesi. Tereke ve eytâm konusunun iç içe geçmesi, yetim mallarının muhafazasında terekelerin resmî yollardan paylaştırılmasının öneminden kaynaklanmaktadır. Sağir ve sağire tabir edilen yetimlerin, varisi oldukları terekelerin imparatorluğun ilk asırlarından itibaren tahriri mucib addedilmesi, mahkeme sicillerinde kayıtlı olanların büyük kısmının bu terekelerden oluşmasını sağlamıştır. Tereke meselesi veya yetimlerle ilgili kaleme alınan herhangi bir resmî belgede diğer konunun da sık sık gündeme gelmesi, idarecilerin yetimlerle ilgili hassasiyetini yansıtmaktadır. Bu kayıtlar aynı zamanda konuyla ilgili devletin tutumunu gösteren kanunlar ile bunların pratiğe yansımasını gösteren uygulamalara ışık tutmaktadır.12 Tereke defterlerinin tutulmasıyla devlet kontrolüne alınan yetimlere ait mal ve paraların işletilmesinde de idarecilerin denetimi devam ettirilmiştir. Mirasın paylaşımı ve sonrasında yetimlerin himayesi için geliştirilen Osmanlı uygulamasının esas olarak iki özelliği dikkat çekmektedir. İlk olarak belirtilmesi gereken sürecin (yetimliğin) başlangıcından sonuna kadar her aşamasının mahkemenin denetiminde olduğu ve yapılan her bir işlemin kayda geçirildiğidir. Paraya dönüştürülen yetim malının işletilerek 11 19. yüzyılda terekelerle veyahut yetimlerle ilgili çeşitli düzenlemeleri inceleyen araştırmacıların sürekli olarak yetimlerden, mâllarının korunmasından ya da tereke yazımında uyulacak kurallardan bahseden metinlerle karşılaşması anlamlıdır. Bkz. Said Öztürk, “Osmanlı İlmiye Teşkilatında Kassamlık Muessesesi”, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakultesi Tarih Enstitusu Dergisi, sayı 15: M. Münir Aktepe’ye Armağan İstanbul 1997, s. 400-405; İlhami Yurdakul, Osmanlı İlmiye Merkez Teşkilatında Reform (18261876), İletişim Yayınları, İstanbul 2008, s. 178-190; Özcan, a.g.m., s. 110-116. 12 Örneğin, 18. yüzyılın ilk çeyreğine ait metrûkâtın müzayedeyle satılmasını emreden ferman (daha erken tarihlileri de olabilir) yetimlerle ilgili görünmekle beraber aslında başkent sicillerinde kayıtlı terekekelerin çoğunda (incelediğimiz dönemde %90’a yakın oran) satış yönteminin uygulanmasına da açıklık getirecek niteliktedir. İlgili ferman ve terekenin satışı için bkz. Fatih Bozkurt, Tereke Defterleri ve Osmanlı Maddi Kültüründe Değişim (17851875 İstanbul Örneği), Sakarya Üniversitesi SBE basılmamış doktora tezi, Sakarya 2011, s. 131 vd. 75 FATİH BOZKURT değerlendirilmesi uygulamanın bir diğer önemli özelliğidir. Terekenin görevlilerce tahrir edilmesi, yetim için vasî atanması, metrûkâtın müzayedeyle satışı, yetime intikal eden vakıf mülklerin ferağı, miras taksim edildikten sonra tereke defterinin kaleme alınması, miras hissesi ve ferağ bedelinden oluşan yetim malının işletilmesi, vasînin yaptığı harcama ve diğer işlerin teftişi, son olarak reşit olunca yetime malının teslimi süreç boyunca yapılan işlemleri meydana getirmektedir. Günümüzde yaygın olarak babasını kaybetmiş çocuk anlamındaki yetim tabiri13, tereke defterlerinde ve diğer belgelerde anne baba ayrımı yapmaksızın ebeveyninden birini ya da her ikisini yitirmiş çocuklar için kullanılmıştır. Yetimlerin korunması, anne veya babanın ölümüyle başlayan ve çocuğun rüşdünü kazanıncaya kadar devam eden bir süreci kapsamaktadır. Bu noktada konuyla ilgili bazı temel kavramların açıklanmasında yarar vardır. Çocukluk, ergenlik ve yetişkinlik dönemlerinin bilinmesi, Osmanlı uygulamasını anlamamıza fayda sağlayacaktır. Belgelerde sağir ve sağire olarak geçen çocuklar yaş ve fiziksel özelliklerine göre tespit edilen olgunluğa ulaştıklarında bâliğ (ergen) hükmü kazanırlar. Bulûğ terimiyle ifade edilen ergenliğin yaş aralığı, İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre kızlarda 9-15, erkeklerde ise 12-15 yaşlarıdır. Bulûğ için kabul edilen yaş aralığında olduğu halde ergen vasfı kazanmamış kişiler mürâhik ve mürâhika olarak adlandırılır. Kişi bedensel gelişimin ötesinde fikrî olgunluğa kavuştuğunda ve malını yerli yerinde idare edebilecek ehliyete sahip olduğunda rüşd sahibi olur. Genellikle bulûğ ile rüşd hali birlikte gerçekleşir; fakat bâliğ olduğu halde reşit olmayan kişiler de olabilir.14 Tereke defterlerinde vasî atanan mirasçıların çoğu sağir ve sağire olarak tanımlanan çocuklardan oluşurken, çocukluk ile ergenlik arasında bulunan mürâhik ve mürâhikalar da bu grupta yer almıştır. Yetimlerin korunmasını iki bölümde değerlendireceğiz. Önce terekenin taksim süreci üzerinde duracağız. İkinci olarak da terekenin taksiminden sonraki süreç ele alınacaktır. Babanın veya annenin ölümüyle başlayan tereke defterinin kaleme alınmasıyla sona eren ilk aşamada yetime intikal 13 Erken dönem Türkçe metinlerde annesiz kalmış anlamındaki öksüz kelimesinin daha yaygın geçtiği, babasını yitirmiş olanlar için atasız tabirinin kullanıldığı aktarılmaktadır. İslâmiyet öncesi ve sonrası farklı Türk lehçelerinde öksüz ve yetim kavramlarının incelendiği çalışmada, öksüz ve yetim ifadelerinin çeşitli Türk lehçelerinde birbirinin yerine kullanılabildiği, günümüzde yetim tabirinin yaygın olduğu belirtilmektedir (Asiye Mevhibe Coşar, “Türk Söz Varlığında Öksüz ve Yetim Kavramları”, Editörler: Emine Gürsoy Naskali ve Aylin Koc, Savaş Çocukları: Öksüzler ve Yetimler, İstanbul 2003, s. 296-298). 14 Bulûğ ve rüşd kavramları hakkında daha ayrıntılı bilgi için bkz. Ali Bardakoğlu, “Buluğ”, Diyanet İslam Ansiklopedisi DİA, cilt 6, İstanbul 1993, s. 413-414; Saffet Köse, “Rüşd” DİA, cilt 35 İstanbul 2000, s. 298-300. 76 YETİMİ KOLLA MALINI KORU! TEREKE DEFTERLERİ VE YETİM MALLARI (1785-1875) eden malların dökümünün eksiksiz hazırlanması hedeflenirdi. Vefat eden anne veya babanın miras paylaşımının görevlilerce yapılması ve tescil edilmesi yetimlerin himayesi ve mâl-ı eytâmın muhafazası için son derece önemliydi. Bu uygulama aynı zamanda yetimliğin daha başlangıç safhasında resmî makamlarca tespit edilmesini de sağlıyordu. Terekenin tahrir ve taksiminin diğer reşit hak sahiplerinin tercihine bırakılmaması dikkate şayandır. Böylece yetime hak ettiğinin teslim edilmesi kişilerin vicdanî sorumluluğuna terkedilmiyordu. Yetimler konusu inanç, gelenek ve toplumsal beklentilerin idarecilere önemli görevler yüklediği hassas bir meseledir. Toplumun en zayıf kesimini oluşturan yetimlerin haklarının korunması, en başta hâkimlerin ve tereke işinde görev alan mahkeme personelinin sorumluluğundadır. Yetim malının muhafazasında ihmalkâr davranılması, gerekli hassasiyetin gösterilmemesi ve hıyanet edilmesi şiddetli cezaları gerektiren suçlardan kabul edilmiştir. Kassamlıkta görevli kâtiplerden yetim malına ihaneti sabit olanlar meslekten uzaklaştırılmıştır. 1818 yılında Mustafa Halim Efendi, 1835 yılında Kumkapılı Arif Efendi, 1841 yılında Şakir Efendi yetim malına zarar verdikleri için kâtiplikten men edilmişlerdir.15 Yetimlerin hukukunun korunmasında görevleri icabı kâtiplerin sorumluluğu fazla olduğu için miras hukuku ve kitabet bilgisi kadar dürüst bir kişiliğe sahip olmaları da gerekiyordu. 16 Atama yazısında haml-ı merhamet17, emin ve mutemed18, istikamet üzere19 olduğu ifade edilen kâtiplerin özellikle yetim mallarının korunmasında titiz davranacakları dikkate alınmış olmalıdır. Aile reisi olan kocanın ölümüyle en önemli güvencelerinden yoksun kalan yetim ve dulların himayesine gösterilen hassasiyeti Kassâm-ı Askerî ve Rumeli Kazaskeri için sicillerde kullanılan sıfatlardan da anlıyoruz. İstanbul’da miras meselesine bakan kurumlar içinde iş yükü ve dolayısıyla sorumluluğu en fazla mahkeme olan Askerî Kassamlığın başındaki Kassam Efendiler ve mahkemenin bağlı bulunduğu Rumeli Sadareti’nin başındaki Kazasker Efendilerin taşıdığı sıfatlar arasında mu‘înü’l-erâmil ve’l-eytâm (dul ve yetimlere yardım eden) sıfatı sicillerde çok sık geçmektedir.20 15 İlgili kayıtlar için bkz. Kısmet-i Askeriye Mahkemesi (KŞS), no.1935, vr.4a, 13b, 21a. “Memâlik-i Mahrûsemde emvâl-i eytâmın muhâfazası evvelen tahrîr-i terekeye me’mûr olan küttâbın âlim bi'l-mes’ele olup hesâbda mahâretine ve diyânet ve istikāmetine muhtâc olmağla…” (KŞS, no.706, vr.1a). 17 Mülgâ Beledî Mahkemesi (MŞS), no.78, vr.1a. 18 MŞS, no.83, vr.1a. 19 KŞS, no.1935, vr.16b. 20 Sicil başlıklarından tespit ettiğimiz mu‘înü’l-erâmil ve’l-eytâm tabiri 17 ve 18. yüzyıllarda kullanılmıştır. Kısmet-i Askeriye Mahkemesi sicillerinde başlangıçta hem Rumeli Kazaskeri hem de Kassâm-ı Askerî’nin taşıdığı sıfat iken daha sonraları kassam efendilere mahsus bir nitelik kazanmış görünmektedir; bkz. KŞS, no.18, vr.1b; no.28, vr.1b; no.32, 16 77 FATİH BOZKURT Mirasın paylaştırılması esnasında yetimlerin korunmasına yönelik yapılması gereken önemli işlerden biri yetimin “tesviye-i umûrı” için vasî atanmasıdır. Vasî tayinleri geciktirmeden yapılmış olmalıdır ki incelediğimiz tereke defterlerinin giriş bölümünde terekenin tahririni (usulen) 21 mahkemeden talep edenler arasında vasîler de mutlaka yer alıyordu. Tereke defterlerinin yazımının, mirasın taksim edilmesinden sonra mümkün olduğu, ayrıca vasîlerin mahkemeye sunduğu muhasebe kayıtlarına göre, vasîlik görevleri en geç tereke defterinin kaleme alınmasıyla başladığından dolayı, vasî tayinlerinin terekenin taksim edilmesinden önce yapılmış olması gerekiyordu. Vasîlerin görevlerini kısaca vesâyetleri altında bulunan yetimlerin reşit oluncaya kadar zarurî ve makul ihtiyaçların karşılanması, mallarının idaresi ve yetimlerin şahsıyla alâkalı her türlü sorumluluğun yerine getirilmesi olarak tanımlayabiliriz. Vasîlik kurumunun yetimlerin himayesinde mühim olduğu ve üstleneceği vazifenin gerektirdiği dürüstlüğe ve ehliyete sahip olduğu ihbar edilen kişiler arasından vasî atandığı anlaşılmaktadır.22 Yaygın olmamakla beraber, bazı tereke sahiplerinin daha hayattayken güvendiği birini vasî atadığı görülmektedir.23 Belgelerde vasî-i muhtâr olarak tanımlanan bu kişilerin, tereke sahiplerince vesâyet ile görevlendirilmeleri de mahkeme huzurunda yapılıyor, ölüm gerçekleştiğinde vasî elindeki hücceti ibraz ederek vasîlik görevini üstleniyordu. Tereke defterlerinde vasî-i mansûb/mansûbe ya da sadece vasî ibareleriyle geçen vasîler, kadı tarafından vesâyet görevine atanmış, bu iş için uygun, ehil bulunmuş kişileri göstermektedir.24 Vasîlerin görevlerini hakkıyla yapıp vr.1b; no.108, vr.1b; no.171, vr.1b; no.433, vr.1b. Ayrıca Kısmet-i Beledîye Mahkemesi’nin sicillerindeki benzer tabirler için bkz. MŞS, no.12, vr.1b; no.20, vr.1b; no.36, vr.1b, no.58, vr.1b. 21 Gerek hak sahiplerinin tercihiyle gerekse zorunlu olarak mahkemenin baktığı miras paylaşımlarının sonuçlandırılmasıyla kaleme alınan tereke defterlerinin giriş bölümünde varislerin veya onlar adına vekil ve vasîlerin mirasın paylaştırılmasını mahkemden talep ettiklerinin yazılması yerleşik bir uygulama olmalıdır. İncelediğimiz tereke defterlerinin her birinde mirasçıların tamamı talepte bulunanlar arasında yer almaktadır. 22 “…müstakīmü'l-etvâr ve vesâyete ehliyeti bedîdâr birini bî-garaz ehl-i vukūfun ihbârlarıyla yine huzûr-ı kādîaskerîde veyahud kassâm-ı askerî hâzır olduğu hâlde nasb olunmak…” (KŞS, no.895, vr.1a). 23 Örneğin Süleyman Ağa’nın sağlığında hem sağir oğlu için hem de terekeyle ilgili diğer işleri yerine getirmek üzere Perdecibaşı es-Seyyid el-Hac Ali Ağa’yı vasî olarak ataması şöyle kaydedilmiştir: “…müteveffâ-yı mezbur hayatında bi’l-cümle terekesini marifet-i şerʻile ahz ve kabz ve beyʻ idüb esmânından vech-i mesnûn üzere techiz ve tekfin ve levâzım-ı defni umûrını rü’yet ve duyûn-ı müsbetesini ashâb-ı hukuka bade’l-eda ve sağir-i mezburun tesviye-i emrine ve mâl-ı mevrûsunu ahz ve kabz ve hıfza vasî-i muhtâr nasb ve taʻyin eylediği ba-hüccet-i şerʻîyye sabit olan perdeci başı es-Seyyid el-Hac Ali Ağa bin elHac Mustafa Ağa…” (Üsküdar Şeriyye Sicilleri (ÜŞS), no.561, vr.11a). 24 Mahkemenin yetimler için vasî tayin kayıtları, yine yetimler için belirlenen nafaka miktarlarını gösteren hüccetlerle beraber müstakil bir sicilde toplanabiliyordu (KŞS, no.992, 78 YETİMİ KOLLA MALINI KORU! TEREKE DEFTERLERİ VE YETİM MALLARI (1785-1875) yapmadıklarını denetlemek, ayrıca onlara yardımcı olmak (?) üzere nâzır da atanabiliyordu.25 Vasînin üzerine nâzır atanmasının incelediğimiz tereke defterleri bağlamında nadirattan olduğu tespit edilmiştir. Atanan vasîlere baktığımızda yetimin en yakın akrabalarından seçildiği görülmektedir. Vasîlerin büyük çoğunluğunu sağir ve sağirenin hayatta olan annesi veya babası teşkil etmiştir. Anneanne, babaanne, dede, amca, dayı, abi, teyze, hala sıklıkla bu görevi yüklenen diğer akrabaları oluşturmaktadır. Atanan vasîler ile yetimler arasında akrabalık bağının bulunmadığı örneklerin sayısı fazla değildir. Muhallefatın müzayedeyle satışı, yetimler için daha faydalı bir yöntem olduğu için teşvik edilmişti26. İncelediğimiz terekelerden tahminî fiyatları içerenler olsa da büyük çoğunluğunun satıldığı tespit edilmiştir. Ailenin reisi olan kocanın ölümüyle geride kalan dul ve yetimlerin korunması devletin ve toplumun sorumluluğunda olmuştur. Tevarüs edilen servetin verimli şekilde değerlendirilmesinin bu kesim için çoğu zaman kolay olmayacağını tahmin edebiliriz. Atanan vasîlerin adil ve dürüst, ayrıca yeterli ticarî zekaya sahip olduklarını varsaysak bile kendi malları gibi özen göstermeleri, risksiz yatırımlarla değerlendirmeleri, bu işlere yeterli vakit ayırmaları, gayret sarfetmeleri her zaman mümkün olmayacaktır. Bu şartlarda idarecilerin ve hâkimlerin teşvik ettiği ve toplumda kabul görecek yöntem, yetim malının nakde çevrilerek işletilmesi olmuştur. Bu usûl kuvvetli şekilde yerleşmiş olmalıdır ki annenin ölümünde geride kalan çocuklara genellikle babaları vasî atanmış olmasına rağmen tereke çoğunlukla satılmış, yetimlerin hissesi paraya dönüştürülmüştür. Ölen kişinin şahsî mülkü dışında icareteynli vakıf mülklerin tasarruf hakkına sahip olması durumunda, bunların intikali miras hukuku dışında kendine özgü kaidelere göre gerçekleştirilmiştir. Sadece evlatlarına intikal eden icareteynli vakıf mülklerin tasarruf hakkına kız ve erkek evlatları eşit olarak sahip olmuşlardır. Yetim evlatların vakıf mülklerindeki hisseleri ise vasîlerin talebi, mütevellinin izni ve mahkemenin onayıyla müzayedeyle başkasına ferâğ (tasarruf hakkının devri) edilmiştir. İncelediğimiz dönemde başkentte yaygın olan icareteynli vakıf mülklerin 1012, 1021, 1036). Vasî ve Nafaka Hüccetleri başlığını taşıyan Askerî Kassamlık sicillerindeki vasî atamalarının tamamına yakınında kullanılan yerleşik ifadede hem vasî tayininin gerekliliğine hem de vasîde bulunması gereken niteliklere dikkat çekilmektedir: “…kıbel-i şer‘iden bir vasî nasbı lâzım ve mühim olmağın emanet ile ma‘rûf(e) ve istikamet ile mevsûf(e) ve her vechile vesâyet uhdesinden gelmeğe kādir(e) idiği zeyl-i kitâbda muharrerü’l-esâmi müslimin haberleriyle…” (KŞS, no.992, vr.1b, 2a, 2b, 3a…). 25 Tütüncü Ömer Ağa öldüğünde zevcesi Aişe Hatun üç sağir oğluna vasî atanırken, vasî üzerine de nâzırlık göreviyle yetimlerin amcaları Osman ve Veliyüddin Ağalar tayin edilmişti (MŞS, no.130, vr.81b-82a). 26 KŞS, no.45, vr.1a. 79 FATİH BOZKURT bedel namıyla kaydedilen27 tasarruf hakkının ferâğ kıymeti birçok örnekte tereke gelirine yakın rakamlara ulaşmıştır. Satış yöntemi, bir bakıma, muhallefatın değerinin piyasa şartlarında ve herkesin gözü önünde belirlenmesi esasına dayanıyordu. Takdire dayalı fiyat belirlemede haklarına ulaşmaları diğer yetişkin mirasçıların ve ilgililerin adaletli olmalarına bağlı olan yetimler için, mirasın gerçek değerinin tespiti aşamasında muhtemel mağduriyetlerin önlenmesi açısından satış usulünün mühim olduğunu düşünebiliriz. Ancak, bu terekenin satış sürecinde muhtemel suistimallerin hiç olmadığı anlamına gelmiyordu. Satışın yaygın olduğu İstanbul’da terekenin müzayede aşamasında çeşitli kişilerin bazen organize şekilde gerçekleştirdikleri hile ve desiselere konuyla alâkalı belgelerde dikkat çekilmiştir. Mahkeme personelinin terekeden eşya alması28, bedesten tüccarlarının ve bit pazarı esnafının aralarında anlaşıp terekeyi ucuza kapatmaları29, vasîlerin yolsuzlukları30, bedesten bekçilerin görevlerini ihmalleri31, koltukçu esnafı ile ittifak eden sahafların terekelerdeki kitapları noksan fiyatla almaları32 bu süreçte olabilecek usulsüzlüklerdendir. Suistimallerin üzerinde hassasiyetle durulmasının en önemli sebebi, belgelerin tamamına yakınında dile getirilen eytâma gadr-ı küllî olduğu ifadesinde saklıdır. Yetim ve dulların korunmasına özen gösterilmemesi, padişahların muhtaplarını ağır şekilde tehdit ettiği fermanların sadır olmasını icap ettirmiştir.33 İnsan faktöründen dolayı 27 KŞS, no.706, vr.1a: “…eytâmın ebeveyninden hasbe'l-âde intikāl eden vakıf menâzil ve dekâkîn ve akārât-ı sâire vasî ma‘rifetiyle âhara ferâğ olundukda bedel-i ferâğı vasî kabz ve defter-i kassâma bedel ta‘bîriyle kayd olunup…”. Bu konuda ayrıca bkz. KŞS, no.884, vr.1a; İstanbul Şeriyye Sicilleri (İŞS), no.106, vr.7a. 28 “…tereke fürûhtunda kâtib ve muhzır ve çukadâr ve sâir hukkâm taraflarından me’mûr olanlar müzâyede olunan emvâl-i eytâmdan bir akçe ve bir habbelik şey iştirâ eylemeyip…” (KŞS, no. 706, vr. 1a). Aynı hususta ayrıca bkz. KŞS, no.887, vr.1a; Mühimme Defteri, no.CCXXXIII, 54’ten nakleden Öztürk, a.g.m., 400, dn. 25. 29 KŞS, no. 954, vr. 1a. 30 İŞS, no.106, vr.7a; KŞS, no.884, vr. 1a. 31 Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA), C.BLD, no. 6555. 32 BOA, C.MF, no. 5641. 33 İkisini fikir vermesi için nakledelim. İlki İstanbul Kadısı’na yazılan Ağustos 1790 tarihli fermandan: “Bezzâzistân ve Bitpazarı'nda bi'l-müzâyede fürûht olunan eşyâ-yı mütenevvi‘ai ibâd ve metrûkât ve muhallefâtı Bezzâzistân ve Bitpazarı ahâlîleri birbirleriyle ittifâk ve ittihâd ve şirket-i hafiyyeleriyle artırmayıp rahîs bahâlarıyla iştirâ ve tamâm iğtisâb ve intihâb ve değerinin sülüs ve rub‘u bahâlarıyla iştirâ eylediklerinden sonra birer mahalle tecemmu‘ ve beynlerinde tekrâr müzâyede ve çıkışma ederek gırlı bahâya iblâğ…… cesâret eden ahz olundukdan sonra gedik ve mâlik olduğu emvâl ve eşyâsı cânib-i mîrîden zabt ve kendisi katle bedel Magosa Kal‘ası'na kal‘a-bend olunacağı muhakkak ve meczûm ve hakkında bâb-ı ricâ ve merhamet mefkūd ve mesdûd idüğünü kendilere tefhîm ve işbu fermân-ı âlî sudûrunu sâbıklara kıyâs ve tenbîhe lafzı kabîlinden add ile yine âdet-i merdûde-i sâbıkaları üzere hareket ederler ise bildim bilmedim demelerine bir vechile 80 YETİMİ KOLLA MALINI KORU! TEREKE DEFTERLERİ VE YETİM MALLARI (1785-1875) metrûkâtın değerinin tespiti için hangi yönteme başvurulsa az ya da çok muhtelif problemler yaşanacaktır. Osmanlı toplumu ve idarecileri çeşitli tecrübelerden sonra özellikle yetim ve diğer zayıf kesimlerin korunması için terekenin müzayedeyle satışını, fiyat takdir edilmesine göre muhtemelen daha yararlı bulmuşlardır. Satışı kaçınılmaz hale getiren daha önemli bir etken ise, yetim malının idare ve işletilmesinde benimsenen yöntemin malların nakde dönüştürülmesini zorunlu kılmasıydı. Fakat dönemsel ve bölgesel farklılıkların olabileceğini dikkatten uzak tutmamak gerekir. İstanbul’da dahi satılmadan varisler arasında taksim edilen miraslar olabildiği gibi yetime tevarüsen intikal eden gayrimenkullerin vasî marifetiyle kiraya verilmek suretiyle idare edildiği örnekler de vardır. Tereke defterlerinin tanzimiyle ebeveyninden intikal eden miras ve vakıf hisselerinin değeri tespit ve tescil edilen yetimlerin korunmasında ilk safha tamamlanmış oluyordu. Böylece yetimlerin himayesi ve gözetilmesinde rüşt yaşına ulaşıncaya kadar devam edecek ikinci dönem başlıyordu. Yıllarca sürebilen ikinci aşamada yetimin barınma, beslenme, giyinme, eğitim, sağlık ve diğer zarurî ihtiyaçlarının karşılanması kadar mevcut malının verimli şekilde yönetilmesi de mühimdi. Yetim mallarının işletilmesiyle elde edilecek kâr hem bu süreçte yetimin ihtiyaçlarının karşılanması hem de reşit olduğu zaman hak ettiği servete ulaşması bakımından son derece önemliydi. Malların idaresi ve işletilmesi vasîlerin sorumluluğunda olmakla beraber, bunun nasıl yapılacağı noktasında kararın vasîlere bırakılmadığı anlaşılıyor. Yetim hukukuna gösterilen hassasiyet, mallarının tasarruf şeklinin de idareciler tarafından belirlenmesi sonucunu doğurmuştur. Toplumda da kabul görecek usûle göre, yetim parasının faizle işletilmesi ve elde edilecek kârla yetimin ihtiyaçlarının karşılanması sistemin en temel özelliğiydi. Devletin müsaade ettiği belli hadler dâhilinde ve muhtemelen piyasa şartlarında belirlenen faiz oranlarıyla taliplilerine borç olarak verilen yetim havâle-i sem‘-i i‘tibâr olunmayıp irtikâb edenlere emân verilmeyip va‘îdât-ı merkūme icrâsı derkâr idüğünü Bezzâzistân ve Bitpazarı ahâlîlerinin gûş-i hûşlarına telkīn eylemelerini ve kethüdâlar dahi fîmâ-ba‘d bu makūle emr-i memnû‘a cesâret edeni kapıya göndermekde ve haber vermekde kusûr ederler ise sonra haber alındıkda kendüleri dahi kazâya uğrayacaklarını Bezzâzistân ve Bitpazarı kethüdâlarına ber-vech-i îzâh beyân ve tenbîh ve te’kîd eyledikden sonra…” KŞS, no.606, vr.1a. İkincisi, Rumeli Kazaskeri’ne hitaben yazılan Aralık 1798 tarihli fermandan: “…tahrîr-i tereke ve kısmet-i verese mâddesinde İstanbul'da ve taşrada yetîm ve yetîmelere gadr olduğu ve ba‘zı kimesneleri vasî oldum deyu yetîmlerin mâllarını kabz ve kendi umûruna sarf ile gadra cesâret eyledikleri ma‘lûm olan hâlâtdan olmağla şu kısmet mâddesinde kassâm ketebesi ve muhzır makūlelerine i‘timâd olunmayub hukkâm-ı şer‘-i şerîf bi'z-zât dikkat eylemeleri kat‘î matlûb-ı hümâyûnumdur bu irâdemi kādîasker efendilere ve sâir iktizâ edenlere bildiresin ben dahi taharrî ederim eytâma gadr olunduğunu istimâ‘ edersem sonra bana cevâb vermek güç olur..” KŞS, no.706, vr.1a. 81 FATİH BOZKURT malının zayi olmaması için seçici ve dikkatli hareket ediliyor; borç talep eden kişiden sağlam kefiller bulması ya da değerli bir mülkünü rehin göstermesi isteniyordu. Böylece mâl-ı eytam kayıt ve denetim altında muhafaza edilerek kişi reşit olduğu zaman kendisine teslim ediliyordu. 30 Aralık 1798 tarihli fermanda yetim mallarıyla ilgili kanun şöyle tarif edilmiştir: “…emvâl-i eytâm olarak her ne hâsıl olur ise vasîleri yedlerine teslîm olunmayıp vaz‘-ı bezzâzistân olunup ba‘dehû rehn-i kavî yahud kefîl-i malı ile alâ vechi'ş-şer‘î i‘mâl ve istirbâh olunup emvâl-i eytâmın teksîrine sa‘y eylemeleri…”34. Yetim mallarının idaresiyle ilgili temel prensiplerin özü itibariyle 19. yüzyılın ikinci yarısı ve sonrasında yapılan düzenlemelerde korunduğu görülmektedir. Yetimin rüşt sahibi birey özelliği kazanıncaya değin gerek terekenin tesviyesi gerekse mallarının işletilmesi ve lüzumlu harcamaların yapılması mahkeme kontrolünde, her bir işlemin görevlilerce tescil ve teftiş edildiği ortamda gerçekleşmiştir. 1850’li yıllardan itibaren ise hazırlanan nizamnâmeler, ihdas edilen yeni kurumlarla terekenin taksimi ve yetim mallarının işletilmesinde yaşanan problemler dikkate alınarak esasen idarî denetimin arttırılması amaçlanmıştır. Tereke ve yetim mallarında çoğu ötedenberi cari olan uygulamalar hiçbir husus atlanılmadan ayrıntılı şekilde tarif edildiği nizamnâme maddelerine dönüşmüştür. Yetim mallarının mümkün mertebe eksiksiz tespiti, daha iyi şartlarda korunması ve işletilmesiyle ilgili kapsamlı düzenlemeler olsa da terekenin tahriri veyahut yetim mallarının işletilmesinde köklü değişiklikler yapılmamıştır. Daha sonra müdüriyete tahvil edilecek Emvâl-i Eytâm Nezâreti’nin teşkili ve yetimlerle ilgili terekelerde çeşitli sorumlulukların nezârete bırakılması önemlidir. Emvâl-i Eytâm Nâzırı terekenin tesviye sürecinde mahkeme tarafından gönderilen kâtip ve diğer memurlarla beraber görev yapacak kurumun kendi muavin ve kâtiplerini görevlendirmeye başlamıştır. Tereke işi tamamlandıktan sonra yetim mallarının işletilmesi, denetimi ve muhasebe kayıtlarının kontrolünde de nezâretin yetkileri söz konusudur. 1874 yılında ise Şeyhülislâmlık’a bağlı Meclis-i İdare-yi Emvâl-i Eytâm tesis edildi. 35 Sonraki yıllarda yetim mallarının korunması ve değerlendirilmesiyle ilgili çeşitli düzenlemeler yapılmaya devam etmiştir.36 Başkentlilere ait tereke defterleri, İstanbul örneğinde yetim mallarının işletilmesiyle ilgili uygulamanın nasıl olduğunu anlamamıza yardım eder. İncelediğimiz kayıtların çoğunda terekenin, taksimatı takip eden bölümünde yetimlerle alâkalı bilgiler dikkat çeker. Çoğu yetim haklarının gözetilmesi kaygısıyla kaleme alınmış tereke defterlerinde reşit mirasçılar söz konusu 34 KŞS, no.706, vr.1a. Emvâl-i Eytâm Nezareti’nin kurulmasıyla başlayan ve sonraki düzenlemelerle devam eden süreçle ilgili daha ayrıntılı bilgi için bkz. Yurdakul, a.g.e., s. 177 vd. 36 Yurdakul, a.g.e., s. 177 vd; Özcan, a.g.m., s. 115-119; Öztürk, a.g.m., s. 403-405. 35 82 YETİMİ KOLLA MALINI KORU! TEREKE DEFTERLERİ VE YETİM MALLARI (1785-1875) olduğunda öğrenemediğimiz birçok husus yetimlerden dolayı tereke metnine giriyordu. Örneğin icareteynli vakıf mülklerinin başkentte yaygınlığı ve daha da önemlisi tereke geliri kadar önemli bir servet unsuru olduğunu ancak yetimler sayesinde fark edebildik. Günümüzdeki kredi kurumlarının olmadığı dönemde bedestenlerin banka işlevini üstlenmesini, İstanbul halkının ve piyasasının finansal ihtiyaçlarının karşılanmasında mâl-ı eytâmın önemini ortaya koyan kayıtları da yetimlere borçluyuz. Tereke defterlerinin son kısmında düzenli olarak aktarılan bilgilerin başında, yetime müteveffa baba veya annesinden intikal eden mal ve paranın nasıl idare edildiği hakkında bilgiler gelir. Yetimlerin hissesine isabet eden miras paylarını vasîleri vesâyet yoluyla ahz ü kabz etmişlerdir. Ancak vasîlerin hukukî açıdan lüzumlu olan bu beyanları geçici bir durumu ifade ediyordu. Nitekim kaydın devamında vasîler sorumlu olduğu yetim malının nasıl işletildiğini ve nerede muhafaza edildiğini açıklıyorlardı. Rehin veya kefilin, bazen her ikisinin de bulunduğu şartlarla kimlere ne kadar borç verildiği kaydediliyordu. Bu işlemlerin mahkeme huzurunda yapılıp şerʻî senedinin tanzim edildiğini metinlerde geçen bâ-hüccet tabirinden anlıyoruz. Özellikle anne veya babanın vasî olduğu kimi terekelerde yetime ait paranın önemli kısmı bunlar tarafından kullanılabiliyordu. Fakat incelediğimiz tereke defterlerinde en sık karşılaştığımız yöntem vasî tarafından bedestene emanet edilmesidir. Bir kısmı şahıslara borç verilmiş kalanı ise bedestene teslim edilmiş kayıtların sayısı da az değildir. Vasîlerin yetim parasını uygun şartlarda geciktirmeden işletmesi gerektiği için eğer taliplisi varsa mirasın taksim edilmesiyle beraber şahıslara borç veriliyordu. Çoğu zaman kısa sürede bu mümkün olmadığından yetimin parası vasîlerin elinde bırakılmıyor, bedestende saklanıyordu. Tereke defterlerinde şahıslara borç verildiği nakledildiğinde uygulanacak faiz oranı hakkında bilgi nadiren veriliyordu.37 İdâne (borç) hüccetlerinin kaydı ayrıca tutulduğundan tereke kâtiplerinin faiz oranını incelediğimiz dönem tereke defterlerinde yazmaları gerekmemiştir.38 Yetim mal ve paralarının bedestene teslimi için sandık kullanılıyordu. Ayrıntı gibi görünen bu durum, aslında uygulamanın önemli bir özelliğiydi. 37 Hacdan dönerken Şam’da vefat eden Kapan-ı Dakik tüccarından el-Hac Süleyman Ağa’nın 10 Mart 1787 tarihli tereke defterinin son kısmında bu bilgi şöyle kaydedilmişti: “…onu on bir buçuk hesabı üzere bâ-devr-i şerʻî ilzâm-ı rıbh ve idâne olunduğu bu mahalle şerh olundu” (KŞS, no.551, vr.51b). 38 Eytâm Nezâreti kurulduğunda paranın işletilmesi, rehin ve kefil işlemlerinde önemli yetkilere kavuşmuş olmasına rağmen şerʻî hüccetlerin tanzimi Kassamlık’ta yapılmaya devam etmiştir. Kısmet-i Askeriye Mahkemesi’nin İdâne Sicili başlıklı, borç verilen yetim paralarının kayıtlarına mahsus sicildeki hüccetler borç kapatıldığında üstüne çizikler atılarak terkin edilmiştir. 83 FATİH BOZKURT Zaman zaman sandık yerine kese veya torba tabir edilen eşyalar da kullanılmıştır; ancak bunların sayısı azdır. Çok sayıda tereke kaydı yetim adına alınan envai çeşit sandıklar için yapılan mütevazi harcama kalemini içeriyordu. Tahta, servi, ceviz, hatta köhne sandıklara ödenen para yetimin hissesinden düşülüyordu. Günümüzün banka kasaları gibi kullanılan sandıklara yetimin parası konduktan sonra ağzı mühürlenerek bedestene emanet ediliyordu.39 Bedestende bu amaçla kullanılan mahzen, dolap gibi mahallerde güvenli şekilde muhafaza edilen sandıklar borç işlemi yapılacağı zaman mührü sökülerek açılıyor, daha sonra tekrar mühürlenip yerine kaldırılıyordu. Muhtemelen bedestende kassamlığa ait veyahut yetimlerin sandıkları için kullanılan özel mekanlar vardı.40 Yetimler dışında İstanbul halkı ve esnafı da banka kasalarının bulunmadığı devirlerde paralarını ve kıymetli eşyalarını ağzı mühürlü sandıklar içinde bedestende muhafaza etmişlerdir.41 Bedestenlerde kullanılan sandıklar, Osmanlı ev içi yaşam kültürünün önemli eşyasının farklı işlevleri olduğunu göstermektedir. Ev, dükkan, han odaları ve bedestenlerde benzer veya farklı amaçlarla yaygın şekilde kullanılan sandıklar, Osmanlı maddî kültürünün kıymetli eşyaları arasında yer almıştır. Belgelerde Bezzâzistân-ı Atik ve Sandal Bezzâzistânı (Yeni Bedesten) ismiyle zikredilen İstanbul bedestenleri, özellikle bezzâzistân-ı atik, başkentte ticarî hayatın kalbini oluşturuyorlardı. İçinde çeşitli çarşıları barındıran bedestenlerin bir diğer önemli özelliği İstanbul finans sektörünün merkezi olmalarıdır. Yetim mâlları nadiren sandal bezzâzistâna emanet edilirken, terekenin satışında olduğu gibi yetim mâllarının muhafazası ve işletilmesinde de asıl olarak bezzâzistân-ı atik kullanılmıştır. Bedestene 39 Miss Pardoe, Süleymaniye Camisi’nin kuzey tarafı boyunca uzanan açık galerinin yetim ve diğer İstanbullulara ait sandıklarla dolu olduğunu bildirir. Vakıf idarecilerine teslim edilmiş kıymetli emanetlere hiçbir suretle müdahale edilmediğini, hatta idarecilerin ihtiyaç halinde dahi bu kaynağa müracaat etmediklerini belirtir (Julia Pardoe, Şehirlerin Ecesi İstanbul: Bir Leydinin Gözüyle 19. Yüzyılda Osmanlı Yaşamı, Cev. Banu Büyükdal, Kitap Yayınevi, İstanbul 2004, s. 227-228). 40 İstanbul Bedesteni hakkında derli toplu bilginin bulunduğu bedesten maddesinde Koçu, başkaca malumat vermeden kassam mahkemesine ait dolabı farklı bir bağlamda zikreder: “Bedestenin kassam mahkemesinine aid dolabın üstünde, içerisinde Allah, Muhammed, Yâ Müstean yazılı mozayıkdan büyük bir levha vardı…” (Reşat Ekrem Koçu,“Bedestan”, İA, cilt V, İstanbul 1961, s. 2354). 41 Koçu, a.g.m., s. 2347. Bedesteni bankalara, sandıkları da banka kasalarına benzeten Koçu, sandıkların kullanılma tarzı hakkında da bilgi verir: “Bankalar (Banka kasaları) yok iken, bütün İstanbul halkı (içlerinde kıymetli eşyaları mücevherleri parası bulunan) ağzı mühürlü sandıklarını, (sonraları) kasalarını Bedestene koyar ve mukabilinde bir makbuz alır giderdi. Sahibi geldiği zaman bir bölük başının nezâreti altında sandığın konulduğu mahzene gidilir, bölükbaşı kenarda durarak emânet sâhibi sandığından alacağını alır, koyacağını koyar, tekrar mühürleyip mührünü bölükbaşıya gösterirdi” (Koçu, a.g.m., s. 2354). 84 YETİMİ KOLLA MALINI KORU! TEREKE DEFTERLERİ VE YETİM MALLARI (1785-1875) sandık içinde bırakılan yetim paralarını talep edenler arasında sarrafların ilk sırada geldiği, en azından en önemli grubu oluşturduğunu düşünebiliriz. 42 Nitekim 1805 tarihli belgede sarraflar hakkında aktarılan “…esnâf-ı mezkûrenin öteden berü kullandıkları mebâliğ kendü mâlları olmayub ekserisi bazı evkâf ve eytâm ve sair kesânın akçeleri olduğu…”43 bilgisi buna delalet etmektedir. Önemli kısmı toplumun çeşitli kesimlerinden işletilmek üzere toplanmış paralardan oluşan sermayelerini başarılı bir şekilde idare etmeleri, hem piyasa dengelerinin hem de parasını emanet eden kesimlerin korunması bakımından önemliydi. Her ne kadar meslekleri gereği ticarî zekâ ve tecrübeleri sayesinde değişen şartlara göre finansal yatırımlarını şekillendirebilme, ticarî bağlantıları kullanabilme gibi becerileri olsa da her zaman işlerinin yolunda gittiğini düşünemeyiz.44 Osmanlı ekonomisinde yaşanabilecek dalgalanmaların etkisi büyük oluyor, ilk olarak sarraflara onlar üzerinden de hak sahiplerine ulaşıyordu. 19. yüzyılın başlarında yaşanan malî kriz de bu özellikte olmalıdır. Müflis sarraflar ile borçlu ölen sarrafların borçlarının tesviyesi için Darphane Emini ve Sarraf Kethüdası görevlendirilmiş; yapılan inceleme sonucunda bu durumdaki sarrafların piyasadan 180.549,5 kuruş alacağına karşılık, 452.061 kuruş borcu olduğu ortaya çıkmıştır.45 Eytâm malının korunması hususunda hassasiyet ve titizlik gösteren idareciler, yetimlere ait paraların, son dönemde, aralarında müflis ve borçlu olanların sayısının arttığı sarraflara emanet edilmesinden ziyade yetimler için esham alınmasını daha faydalı bir yöntem olarak aynı yıllarda teşvik etmişlerdir.46 42 Sarrafların yetim mallarını (nakdini) yoğun şekilde kullandıklarını göstermesi bakımından şu iki belge önemlidir: BOA, C.DRB, no.453 (17 N 1220/8 Aralık 1805) ve İŞS, no.106, vr.4a-5a (22 S 1226/17 Mart 1811). 43 Sarrafların kethüdası tarafından 1805 yılında arz edilen ve sarrafların çeşitli sorunlarının ve taleplerinin zikredildiği belge için bkz. BOA, C.DRB, no.453. 44 1787 yılında terekesi kayda geçirilmiş olan Haseki Ahmed Ağa’nın bıraktığı toplam miras 3.360 kuruştu. Çeşitli masraflar çıktıktan sonra geriye kalan 2.772 kuruşun ¼’ü eşine, ¾’ü de beytülmale intikal edecekken, sarraf Yako beytülmâl adına terekeyi kabza memur Bostancı Başı’nın vekili Eşber Ağa karşısında müteveffadan 19.000 kuruş alacağı olduğunu senediyle ispat ettikten sonra, terekeye 2.772 kuruşa el koymuştur. Müteveffanın sair terekesi ortaya çıktığında alacağının kalan kısmını da tahsil edeceğini kayda geçirtmiş olan sarrafın, verdiği borcun önemli bir kısmını hiçbir zaman tahsil edememesi kuvvetle muhtemeldir. 1780’li yıllar için hatırı sayılır büyüklükteki kredinin geri dönmemiş olması sarraf için önemli bir kayıp olmalıdır (KŞS, no.556, vr.37ab). 45 Kassam katibi ve bir kısım alacaklıların da hazır olduğu halde yapılan tetkikat 21 B 1230 (28 Temmuz 1815) tarihinde tamamlanmıştır. 1811-1815 dönemi hesaplarını içeren belgede müflis sarrafların kimler olduğunun bilgisi bulunmamakla beraber, sarraflara borçlu ve onlardan alacaklı olanların isimleri ve tutarları kaydedilmiştir. Bu belge için bkz. BOA, C.DRB, no.1960. 46 Masraf-ı Cenâb-ı Hilâfet Kâtibi İbrahim, vasî-i muhtarları olduğu müteveffa Cavid Mîr Ahmed'in iki ve Silahdâr-ı Şehriyârî-i esbak müteveffâ Abdullah’ın yedi yetiminin 85 FATİH BOZKURT Yetim mallarının korunması ve işletilmesiyle ilgili duyarlılığın neticesi olarak vasîlerin hesapları da mahkemeler tarafından denetlenmiştir. Eylül 1859 tarihinde yayınlanan Şerʻî Mahkemeler ve mahkeme harçları ile ilgili nizamnâmenin 57. Maddesi, emvâl-i eytâm muhasebesinin (en az) üç senede bir görüleceğini hükme bağlamıştır.47 Bu tarihe kadar uygulama lüzum görüldükçe hesapların teftiş edilmesi şeklinde yürümüş; nadir de olsa bir yıldan kısa döneme ait muhasebe defterleri kaleme alındığı gibi 5-10 yıllık dönemin hesaplarını içerenleri de olmuştur. Mahkemeye ibraz edilen muhasebe kayıtları gelir ve gider olarak adlandırabileceğemiz iki bölümden müteşekkildi. Vasîlik görevi başladığında yetimin mevcut olan malı ve hesabın görüldüğü tarihe kadar geçen süreçte işletilmesinden elde edilen kârın toplamı gelir kısmını oluşturuyordu. Örnekleri az olmak kaydıyla, yetimin satılmayan gayrimenkullerinden elde edilen kira gelirleri de muhasebe defterinin gelir hanesine kaydediliyordu. Muhasebe defteri tereke defterinin tanziminden sonra ilk görülen hesaba ait ise yetimin mevcut mâlını terekeden hissesine isabet eden tutar ile varsa ebeveyninden intikal eden vakıf mülkün ferâğ bedelinden meydana geliyordu. Bazen diğer varislerin ve şahısların yetimlere hibe yaptığı oluyordu; hibe edilen meblağ da yetimin mevcuduna dâhil ediliyordu. Vasînin mahkemeye sunduğu hesap listesi ikinci veya sonraki vesâyet dönemine ait gelir ve giderlerin dökümü ise, yetimin mâlı için hesabı görülen bir önceki muhasebe defterindeki bâkiye tutarı esas alınıyordu. Yetimin mevcut mâl ve parasının vasî marifetiyle işletilmesinden elde edilen hâsılat önemliydi. Kahir ekseriyeti şahıslara verilen borcun karşılığında elde edilen, belgelerde nemâ tabir edilen, ortalama %10-15 oranındaki faiz gelirinden oluşuyordu. 48 Her bir şahsa verilen borcun sarraflarda bulunan haklarını tahsil edip yetimler için eshâm kavâ’imi almak talebine binaen çıkan fermanda kendisine izin verildiği gibi, son dönemde iflas eden sarrafların sayısının artmasından dolayı yetim mallarının sarraflara emanet edilmeyip esham alınmasının tüm yetimler için evlâ ve enfa‘ olacağı mütalaa edilerek, uygulanması isteniyordu. İstanbul Kadısı’na hitaben yazılan eytâma sehim i‘tâsı derkenarlı fermân için bkz. İŞS, no.106, vr.4a-5a (22 S 1226/17 Mart 1811). Bu fermânın Rumeli ve Anadolu Kazaskerleri ile Galata, Üsküdar ve Eyüp kadılarına da ayrı ayrı yazıldığı aynı kayıtta belirtilmektedir. 47 13 S 1276 tarihli nizamnâme için bkz. Düstur, Tertip I, Cilt I, s. 301-314. 48 İncelediğimiz dönemde, yetim parasını işletirken uygulanacak devlet tarafından kesin olarak belirlenmiş bir oranın varlığı saptanmamış olmakla beraber kârın gelire nispetinin %10-15aralığında gerçekleştiği örnekler çoktur. 1851 yılında çıkarılan Eytâm Nizamnâmesi’ne göre yetim mallarının (parasının) işletilmesinde cari olacak faiz oranı %15 olarak belirlenmiş; ancak bu mümkün olmadığı takdirde sarraflar kumpanyasına veya muteber esnaf ve diğer yerlere %10 faiz oranıyla verilmesi yetimlerin menfaatine uygun bulunmuştur (Düstur, Tertip I, cilt I, s. 271-272). Farklılıkları olmakla beraber benzer bir yöntemle çalışan para vakıfları üzerine yapılan çalışmalarda da erken dönemden itibaren yaklaşık olarak aynı oranların uygulandığı tespit edilmiştir. Para Vakıfları hakkında ayrıntılı 86 YETİMİ KOLLA MALINI KORU! TEREKE DEFTERLERİ VE YETİM MALLARI (1785-1875) miktarı, vadesi ve nemâsı ayrı ayrı yazılabildiği gibi bazı kayıtlarda görüldüğü üzere “sagîr-i mezbûrenin mâlından vasî-i mezbûrun iʻmâliyle müddet-i mezbûrede hâsıl olan nemâ 1.315 guruş” şeklinde teferruatına girmeden icmâl halinde kaydedilebiliyordu. Yetimin vakıf ya da şahsî mülk statüsünde gayrimenkulleri olması durumunda bunlar vasîleri tarafından şahıslara kiralanarak gelir temin etme yoluna gidiliyordu. Yetim mâl ve paralarının verimli şekilde işletilmesi, elde edilen hasılâtla yetimin ihtiyaçları karşılanarak asl-ı mâlın mümkün mertebe muhafaza edilmesi vasîlerin temel sorumluluğuydu. Vasîlerin ne kadar başarılı olduğu, 19. yüzyılın ortalarından itibaren merkezî idarenin denetimini arttıran yeni kurum ve nizamnâmelerin yetim mâlının korunması ve geliştirilmesinde etkili olup olmadığı sorularına sağlıklı yanıtlar verebilmek için konunun etraflıca incelenmesi gerekmektedir. Muhasebe defterinin gider bölümünde ise yetim için bu süreçte vasî tarafından yapılan çeşitli masraf ve harcamalar bulunuyordu. En önemli gider kalemini yetimin barınma, beslenme, giyinme, bakım gibi zarurî ihtiyaçlarının karşılanması için tahsis edilmiş nafaka ücretleri meydana getiriyordu. Nafaka-yı mefrûze tabir edilen, genellikle aylık miktarı belirtilen yetimin temel ihtiyaçlarına sarf edilen meblağ, toplam giderin takriben %80 ile %95’ine karşılık geliyordu. Nafaka kapsamında mütalaa edilmemiş olan elbise masrafları (muhtemelen çoğu bayramlık veye özel günlere mahsus kıyafetler olmalıdır), icareteynli vakıf mülklerin tasarruf hakkının devri için yapılan masraflar, kiraya verilen vakıf mülklerin icare-yi müecceleleri, yetimin temel ihtiyaçları dışında yapılmış eğitim, bakım vb. harcamalar da gider kısmında yer alan ancak düzenli olmayan masraf kalemleridir. Son olarak vasînin hesabının görülerek sicile kaydedilmesinden dolayı tahsil edilen harc-ı muhasebe ve kaydiyye harçlarını zikretmemiz gerekir. İncelediğimiz muhasebe kayıtlarında gelir toplamından giderler çıktıktan sonra kalan tutar üzerinden yaklaşık olarak %1-1,5 oranında alınmıştır. 1859 tarihli şerʻî mahkeme harçlarını düzenleyen nizamnâmenin ilgili maddesinde ise giderler düşüldükten sonra kalan meblağdan kesede 5 kuruş (%1) harc-ı muhasebe tahsil edileceği bildirilmektedir.49 Vasîlerin mahkemeye takdim ettikleri muhasebe kayıtlarına göre en önemli gider kalemi, miktarı mahkeme tarafından tayin edilen nafaka ücretleridir. Nafaka için belirlenmiş sabit bir meblağ söz konusu değildir. Kadı veya kassam tarafından nafaka ücreti tayin edilirken yetimin serveti, ailesinin toplumsal konumu ve mensup olduğu sosyal çevrenin yaşam tarzı bilgi için bkz. Tahsin Özcan, Osmanlı Para Vakıfları: Kanûnî Dönemi Üsküdar Örneği, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 2003. 49 Düstur, Tertip I, cilt I, s. 312. 87 FATİH BOZKURT dikkate alınmış olmalıdır. 1811 yılına ait muhasebât sicilinde yetimler için takdir edilen aylık nafaka ücretleri 5 kuruştan 200 kuruşa kadar değişen miktarlarda olmuştur. Ailesinin, dolayısıyla yetimin askerî sınıfa mensup olması, zenginliğiyle orantılı olarak nafaka miktarını arttırırken, bu ailelerin de kendi içinde hiyerarşik bir yapı oluşturduğu görülmektedir. Muhtemelen reaya statüsünde olan Şerife Zeyneb Hatun’un sağir oğlu için aylık 5 kuruş, yağcı el-Hac Osman Ağa’nın sağire kızına ise 7 kuruş nafaka ücreti zarurî ihtiyaçları için yeterli bulunmuştur.50 Her biri askerî zümreden olan Eşrâf-ı Kuzâttan el-Hac İsmail Efendi’nin sağir oğluna 40 kuruş, Zaim es-Seyyid Mehmed Ağa’nın yetim kızına 50 kuruş nafaka tayin edilirken, Çiçekçibaşı es-Seyyid Abdülhalim Ağa’nın oğlunun aylık masrafı 100 kuruş olarak hesaplanmıştır. Sabık Matbah-ı Âmire Emini Küçük İbrahim Efendi’nin sağir oğlu için uygun bulunan aylık nafaka ücreti ise 200 kuruştu.51 Bireyler arasında farklılaşmanın çocukluk döneminde başladığını vasîlerin muhasebe kayıtları ortaya koymaktadır. Sadece yüksek nafaka miktarları değil nafaka dışında bazı özel harcamaların yapılmasına mahkemece izin verilmesi de seçkin ailelerden gelen yetimlerin ayrıcalığıdır. Annesi hayatta olsa dahi bakımı için cariye satın alınması bazı yetimler için ihtiyaç olarak kabul edilmiştir.52 Süt anneliği, dadılık gibi hizmetleri yerine getirmek üzere alınan cariyeler sıradan ailelerin yetimleri için söz konusu olmaz iken, yönetici sınıftan varlıklı ailelerin çocukları için lüzumlu olan ihtiyaçlar arasında yer almıştır. Babaları Dürrîzâde Mehmed Nurullah Molla Efendi’nin vefatıyla yetim kalan dört evladına aşçılık hizmeti vermek üzere alınan aşçı zenciye cariye kaydı, başkentin elit kesimini oluşturan ailelerin temsil ettiği kibar kültürün farklı alanlarda uzantısının yetimler üzerinden incelemenin mümkün olabileceğini göstermektedir.53 Sonuç: Günümüze ulaşmış Şeriyye Sicilleri’nde mevcut tereke defterlerinin çoğu toplumun himayeye en çok muhtaç kesimine yani yetimlere gösterilen hassasiyetin neticesinde kaleme alınmış sicil belgeleridir. İslâm Miras Hukuku’nun Osmanlı dönemi tatbikatında emvâl-i 50 İki kayıt için bkz. KŞS, no.876, vr.4a, 69a. Bu dört muhasebe defteri için (sırasıyla) bkz. KŞS, no.876, vr.9ab, 19b, 8b-9a, 45a. 52 Zaim es-Seyyid Mehmed Ağa’nın sağire kızına annesi vasî tayin edilmişti. Vasî annenin mahkemenin izniyle gerçekleştirdiği masraflardan biri de kızına hizmet etmek üzere 750 kuruşa cariye satın alınmasıdır. Bkz. KŞS, no.876, vr.20a. 53 Rumeli Kazaskeri iken vefat eden Dürrîzâde Mehmed Nurullah Molla Efendi’nin dört yetiminin vasîsi amcaları tarafından mahkemeye sunulan muhasebe defterine göre yetimlere matbah hidmetleri için 72.000 akçeye aşçı zenciye cariye satın alınmıştır. 18 ve 19. yüzyılların önde gelen meşhur ulema ailelerinden olan Dürrîzâdeler gibi askerî zümrenin nüfuzlu ve varklıklı ailelerin yetimleriyle ilgili muhasebe kayıtları Osmanlı elitlerin yaşam tarzı ve seçkin kültürünü yansıtacak özelliktedir. Bu muhasebe kaydı için bkz. KŞS, no.451, vr.71b-72a. 51 88 YETİMİ KOLLA MALINI KORU! TEREKE DEFTERLERİ VE YETİM MALLARI (1785-1875) eytâmın korunması idarecilerin en önemli sorumluluklarından kabul edilmiş; yetimlerin mirasçı olduğu terekeler mahkeme tarafından tahrir ve taksim edilerek, mâllarının mümkün mertebe eksiksiz tespit ve tescil edilmesine özen gösterilmiştir. Mirastan sonra reşit oluncaya kadar yetimleri korumaya yönelik Osmanlı uygulamaları devam etmiştir. Bu ikinci aşamada tescil edilen yetim mâlının muhafazası, işletilmesi ve elde edilen kârla ihtiyaçlarının karşılanması hedeflenmiştir. Mâllarının idaresi ve ihtiyaçlarının karşılanmasında vasîlerin rolleri önemli olmakla beraber, mahkemelerin etkin kontrolüne dayalı bir mekanizma geliştirilmiştir. Terekenin taksimiyle kayıt altına alınan yetim mâlı şahıslara borç verilmek suretiyle değerlendirilmiş; elde edilen faiz geliri yetimin zarurî ihtiyaçlarına sarf edilmiştir. Vasî tarafından gerçekleştirilen her bir işlemin sicile kaydedilmesi, ayrıca hesaplarının mahkemece görülmesi yetim mâlını korumaya yönelik tedbirler olmuştur. Böylece mâl-ı eytam kayıt ve denetim altında muhafaza edilerek kişi reşit olduğu zaman kendisine teslim edilebilmiştir. KAYNAKÇA Arşiv Kaynakları İstanbul Müftülüğü Şeriye Sicilleri Arşivi Eyüp/Havâss-ı Refia Mahkemesi Şeriye Sicilleri (EŞS) Galata Mahkemesi Şeriye Sicilleri (GŞS) İstanbul Kadılığı Mahkemesi Şeriye Sicilleri (İŞS) Kısmet-i Askeriye Mahkemesi Şeriye Sicilleri (Askerî Kassamlık) (KŞS) Mülga Beledî Mahkemesi Şeriye Sicilleri (Beledî Kassamlık) (MŞS) Üsküdar Mahkemesi Şeriye Sicilleri (ÜŞS) Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA). Cevdet Belediye (C.BLD). Cevdet Darbhane (C.DRB). Cevdet Maarif (C.MF). Kaynak ve İnceleme Eserler Anastassiadou, Meropi, Selanik 1830-1912 (Tanzimat Çağında Bir Osmanlı Şehri), Çev. Işık Ergüden, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 2001. Bardakoğlu, Ali, “Buluğ”, DİA, cilt VI (1993), s. 413-414. Barkan, Ömer Lütfi, “Edirne Askeri Kassamı’na Ait Tereke Defterleri (1545-1659), Belgeler, Cilt III, sayı 5-6 (1966), s. 1-479. Bozkurt, Fatih, Tereke Defterleri ve Osmanlı Maddi Kültüründe Değişim (17851875 İstanbul Örneği), Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Doktora Tezi, Sakarya 2011. 89 FATİH BOZKURT Coşar, Asiye Mevhibe, “Türk Söz Varlığında Öksüz ve Yetim Kavramları”, Editörler: Emine Gürsoy Naskali ve Aylin Koç, Savaş Çocukları: Öksüzler ve Yetimler, İstanbul 2003, s. 295-308. Çanlı, Mehmet, “Eytam İdaresi-Sandıkları ve Osmanlı Devletinde Yetimlerin Ekonomik Haklarının Korunması”, Editörler: Emine Gürsoy Naskali ve Aylin Koç, Savaş Çocukları: Öksüzler ve Yetimler, İstanbul 2003, s. 59-86. Dönmez, İbrahim Kafi, “Yetim”, İA, cilt XIII (1986), s. 401-403. Establet, Colette ve Jean-Paul Pascual, Famillies et Fortunes a Damas: 450 Foyers Damascains en 1700, Institut Francais de Damas, Damas 1994. Kırbaç, Safiye, “Osmanlı Belgelerine Gore Birinci Dunya Savaşı YıllarındaAlmanya’ya Gonderilen Daruleytam Oğrencileri”, Editorler: Emine Gürsoy Naskali ve Aylin Koç, Savaş Cocukları: Öksüzler ve Yetimler, İstanbul 2003, s. 87-104. Koç, Aylin, “Öksüz ve Yetim Çocuklar İcin Kurulmuş Bir Eğitim Kurumu: Darüşşafaka”, Editorler: Emine Gürsoy Naskali ve Aylin Koç, Savaş Çocukları: Öksüzler ve Yetimler, İstanbul 2003, s. 183-193. Koçu, Reşat Ekrem, “Bedestan”, İA, cilt V (1961), s.2345-2362. Köse, Saffet, “Rüşd” DİA, cilt 35 İstanbul 2000, s. 298-300. Marcus, Abraham, The Middle East on The Eve of Modernity: Aleppo in The Eighteenth Century, Columbia University Press, New York 1989. Özcan, Tahsin, “Osmanlı Toplumunda Yetimlerin Himayesi ve Eytâm Sandıkları”, İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakultesi Dergisi, Sayı 14 (2006), s. 103-121. Özcan, Tahsin, Osmanlı Para Vakıfları: Kanûnî Dönemi Üsküdar Örneği, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 2003. Özdeğer, Hüseyin, 1463-1640 Yılları Bursa Şehri Tereke Defterleri, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakultesi Yayınları, İstanbul 1988. Öztürk, Said, “Osmanlı İlmiye Teşkilatında Kassamlık Müessesesi”, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakultesi Tarih Enstitüsü Dergisi, Sayı 15: M. Munir Aktepe’ye Armağan (1997), s. 393-429. ___________, Askeri Kassama Ait Onyedinci Asır İstanbul Tereke Defterleri (Sosyo-Ekonomik Tahlil), Osmanlı Araştırmaları Vakfı, İstanbul 1995. Panzac, Daniel, Osmanlı İmparatorluğu’nda Veba (1700-1850), Çev. Serap Yılmaz, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 1997. Pardoe, Julia, Şehirlerin Ecesi İstanbul: Bir Leydinin Gözüyle 19. Yuzyılda Osmanlı Yaşamı, Çev. Banu Buyukdal, Kitap Yayınevi, İstanbul 2004. Sofuoğlu, Ebubekir, “Osmanlı Devletinde Yetimler İcin Alınan Bazı Sosyal Tedbirler”, Editorler: Emine Gürsoy Naskali ve Aylin Koç, Savaş Çocukları: Öksüzler ve Yetimler, İstanbul 2003, s. 49-58. Yurdakul, İlhami, Osmanlı İlmiye Merkez Teşkilatında Reform (1826-1876), İletişim Yayınları, İstanbul 2008. 90 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 3, Ocak-2012, s. 91-108 NİŞANCI FERÎDÛN AHMED PAŞA’NIN VAKFİYESİ VE VAKIFLARI H. Ahmet ARSLANTÜRK ÖZET: Bu makale, 16. yüzyıl Osmanlı tarihinin en tanınmış bürokratlarından Nişancı Feridun Ahmed Paşa’nın (öl: 1583) vakıflarını konu edinmektedir. Feridun Ahmed Paşa’nın vakıfları ile ilgili bilgi veren yegâne birincil kaynak, onun tespit edebildiğimiz tek vakfiyesidir. Makalede, bu vakfiyedeki detaylardan hareketle Feridun Ahmed Paşa’nın vakfettiği mal ve mülklerin türleri, Osmanlı coğrafyasındaki dağılımları ve sayılarının birer dökümü verilmiştir. Vakfın nasıl yönetileceği ve yöneticilerinin kim olacağı, vakfın personeli ve bu personelin hangi hizmetleri göreceği, hizmetler karşılığında ne kadar ücret alacakları gibi hususlar makalede ayrıca zikredilen diğer önemli başlıkları teşkil etmektedir. Bu araştırma, 16. yüzyıl Osmanlı yönetici elitinin bir üyesinin elindeki malî imkanları ne şekilde tasarruf ettiğini ve bu imkanları ne tür faaliyetlerle kamuya mal ettiğini kısaca değerlendirmeyi amaçlamaktadır. Anahtar Kelimeler: Nişancı Feridun Ahmed Paşa, Osmanlı Vakıfları, Vakfiye. THE E NDOWMENT DEED AND PIOUS FOUNDATIONS OF NISANCI FERIDUN AHMED PASHA ABSTRACT: This article deals with the pious foundations of Nişancı Feridun Ahmed Pasha (d. 1583), one of the most renowned bureaucrats of 16th-century Ottoman history. The only primary source which provides information on Feridun Ahmed Pasha’s pious foundations is a unique endowment deed (vakfiye) that we could identify as his. Based on the details of this deed, the types and quantities of the properties and goods bequeathed by Feridun Ahmed Pasha to his pious foundations, and their locations throughout the Ottoman lands are likewise listed in the following pages. In addition, the staff of his foundation, their duties and salaries are among the important topics mentioned in this article. Overall, this brief study aims to examine the questions of how a member of the 16th-century Ottoman ruling elite used the financial opportunities at his disposal and through which activities he made them public. Key Words: Nişancı Feridun Ahmed Pasha, Ottoman Pious Foundations, Endowment Deed (Vakfiye). Giriş: 16. yüzyılın önemli Osmanlı devlet adamlarından Nişancı Feridun Ahmed (Bey) Paşa’nın doğum yeri ve tarihi tam olarak bilinmemektedir. Vakfiyesinde babasının adı Abdülkadir olarak geçmektedir. “Ahmed eş-şehîr bi-Ferîdûn et-tevkiî” künyesini kullanmaktadır. Defterdar Çivizâde Abdî Çelebi’nin kapısında ve himayesinde yetişen Feridun Bey, hamisinin tavassutuyla o vakit Rumeli Beylerbeyi olan Sokollu Mehmed Paşa’nın hizmetine girmiştir (1553). 1554’te Kanuni Sultan Süleyman’ın Nahcıvan Seferi’ne iştirak etmiştir. 1565’te Divan-ı Hümayun katipliğine ve aynı zamanda yeni veziriazam olan Mehmed Paşa’nın sırkatipliği görevine getirilmiştir. Sigetvar Seferi’ndeki mühim hizmetlerinden dolayı Sultan Süleyman tarafından dergâh-ı âlî müteferrikalığı ve zeamet tevcihiyle terfi ettirilmiştir. Kanuni’nin vefatı ve Sultan İkinci Selim’in tahta çıkışı sırasında Yrd. Doç. Dr., İstanbul Medeniyet Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü Öğretim Üyesi. Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 3, Ocak-2012, s. 91-108 H. AHMET ARSLANTÜRK asayiş ve güvenliğin sağlanması konusunda Sokollu Mehmed Paşa’ya büyük yardımlarda bulunmuştur. Haziran 1570’te reisülküttablık, bundan üç buçuk yıl sonra nişancılık görevine getirilmiştir. Sultan Selim’in vefatının akabinde yeni sultan III. Murad tahta çıkmak için Manisa’dan İstanbul’a gelirken Feridun Bey’in gemisi ile yolculuk etmesi onun için önemli bir gelişme olmuştur. Ancak Sokollu Mehmed Paşa’nın devlet idaresindeki etkinliğini kırmak isteyen yeni sultan ve ekibi üzerinde bu yardımın pek etkisi olmamıştır. Öyle ki cülustan kısa bir süre sonra ‘Münşeatü’s-Selatin’ adlı meşhur eserini sunan Feridun Ahmey Bey, Sultan Murad’dan umduğu iltifatı göremediği kaynaklarda zikredilir. Bu gelişmeden kısa bir süre sonra da Nişancılık görevinden de alınmıştır. Bundan sonraki yıllarda Semendire ve Köstendil Sancak Beyliklerine atanan Feridun Bey, Nişancılık makamına tekrar getirilmiştir. Nisan 1582’de Rüstem Paşa ile Mihrimah Sultan’ın kızları ve vefat eden Semiz Ahmed Paşa’nın dul eşi Ayşe Sultan ile evlendirilmiştir. Ancak bundan sonra çok uzun yaşamayan Feridun Bey 16 Mart 1583’te vefat etmiştir. İstanbul Eyüp Sultan’da kendi vakfı olan türbesine defnedilmiştir.1 Feridun Ahmed Bey’in türbesi Mimar Sinan’ın inşa ettiği yapılardandır.2 Feridun Ahmed Bey, gösterişe oldukça önem veren zengin bir devlet yöneticisi idi. Gerlach, onun nişancılıktan azl edilmesi sonrasında yazdıkları ile hem siyasi hem de ekonomik durumu hakkında önemli bilgiler vermektedir: “[…] Nişancıbaşı, Konstantinopolis, Edirne ve Bursa kentlerinden sürüldü, yani imparatorluğun bu en önemli kentlerine ayak basması ebediyen yasaklandı. Nişancıbaşı gece yarısı şehri terk edip Ponte Grande’deki (Büyük Çekmece) malikânesine çekildi. Hükümdar bir kapıcı aracılığı ile kendisine bir yazı gönderip kararı bildirdi. Onu bu mevkiye getiren Mehmed Paşa olduğu ve servetinin 200.000 dukayı aştığı tahmin ediliyor. Geçenlerde yukarıda da belirttiğim gibi, Mehmed Paşa tarafından göreve atanan reisülküttapta azledilmişti. Şimdi nişancıbaşının görevi sırasındaki tutumu hakkında araştırma, yani teftiş yapılacağı tahmin ediliyor. Eğer kusurlu 1 Feridun Bey’in hayatı ve eserleri hakkında bakınız: Abdülkadir Özcan, “Feridun Ahmed Bey”, Diyanet İslam Ansiklopedisi (DİA), Cilt: 12, s.396-397; aynı yazar, “Feridun Ahmed Bey: Hayatı, Eserleri ve Miftâh-ı Cennet’i”, Prof.Dr. Ramazan Şeşen Armağanı, İSAR Yayınları, İstanbul 2005, s. 51-66; J. H. Mordtmann, “Ferîdûn Beg”, The Encyclopaedia of Islam, Vol: 2, s. 881-882. 2 Gülru Necipoğlu, The Age of Sinan: Architectural Culture in the Otoman Empire, Reaktion Books, London 2005, s. 577. 92 NİŞANCI FERÎDÛN AHMED PAŞA’NIN VAKFİYESİ VE VAKIFLARI olduğu saptanırsa, padişah ona bir çavuş aracılığıyla bir yazı (ferman) gönderir. Çavuş ona ‘yıkan ve dua et’ der, sonra da onu kirişle boğar […].”3 Gerlach’ın verdiği sınırlı bilgi bile Feridun Ahmed Bey’in önemli bir ekonomik potansiyele sahip olduğunu göstermektedir.4 Feridun Ahmed Bey bu ekonomik gücü ile orantılı olarak bazı mülkler satın alıp ve binalar inşa ettirerek yatırımlar yapmıştır. Bu mülkler nihayetinde kendisi tarafından vakfedilerek Feridun Ahmed Bey vakıflarını teşkil etmiş ve bu vakıflar vakfiyesi ile tescil edilmiştir. Vakıfları ile ilgili bilgi ve detayları vakfiyesinden edinmek mümkündür. Bu kapsamda Feridun Ahmed Bey’in vakfiyesi ve vakıfları incelenmeye çalışılacaktır. Feridun Ahmed Bey Vakfiyesi: Feridun Ahmed Bey’in bir tane vakfiyesi tespit edilebilmiştir. Bu vakfiye Rumeli Kazaskeri Ahmed bin Mustafâ tarafında tescil edilerek onaylanmıştır. Vakfiyenin tarihi Evâil Rebîülevvel 967 (1-10 Aralık 1559) olarak kaydedilmiştir.5 Vakfiye son derece süslü bir nesir olarak kaleme alınmıştır. Vakfiye metni, kullanılan beytler, kıtalar ve mesneviler vasıtasıyla ara ara nazımlarla süslenmiştir. Vakfiyenin birbirinin eşi iki nüshası bulunmaktadır: 3 Stephan Gerlach, Türkiye Günlüğü 1573-1576 - 1.Cilt, Çeviri: Türkis Noyan, Kitap Yayınevi, İstanbul 2007, s. 311-312. 4 Gerlach’tan daha erken bir tarihte Feridun Ahmed Bey, Sigetvar Seferi’nden sonra 1567-68 yılları arasında kaleme aldığı Nüzhetü Esrâri’l-Ahbâr Der-sefer-i Sigetvar (Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi, Hazine 1339) adlı önemli eserinde oldukça genc yaşlarda sahip olmaya başladığı ekonomik ve mali gücün bazı kesimlerce gündeme getirildiğini bizzat zikretmektedir. Adı geçen eser 240a’dan aynen aktararak: “Mürüvvetlü paşa hazretlerinün sâye-i ‘inâyet ve kenef-i ‘atıfetlerinde mutasarrıf olduğımuz dirliğimüze ve sâir mâmelekimüze reşk ü hased eylemeğle garaz-âmîz ve hased-engîz kelimât-ı nikât-âyât bast eyleyüb, meclisde hâzır olan kimesnelere eyitmiş ki, Behey yârân! Bu ne hâletdür ki, sakalımuz ağardı ve ‘ömrimüz âhire irdi, bu kadar zemândan berü ne doyınca nüzül ve ni‘mete vâsıl olduk ve ne huzûrla başımuz koyacak bir bâlîn-i râhat bulduk. Hidmetkârlık makāmında olan kimesne ki, henüz şâh-sâr-ı cüvânîde iken semere-i ni‘am ile müsmirr ve haddinden ziyâde dirliği mukarrer emlâk ü esbâbı vâfir ve müstevfâ ve her ciheti ma‘mûr ve müheyyâ zâhir oldı”. 5 Vakfiyenin tarihi sadece Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi’ndeki nüshada görülmektedir. İlgili nüshada tarih “Tahrîren fî evâil-i şehr-i Rebî‘ülevvel li-seneti seb‘a ve sittîn ve tis‘amie ve elf” şeklinde yıl olarak hicrî 1967 olarak yazılmıştır. Ancak, “elf” kelimesinin bir müstensih hatası olarak vakfiye metnine yanlışlıkla girdiği aşikar olduğu için hicrî 967 yılı vakfiye tarihi olarak görünmektedir. Millet Kütüphanesi nüshasında ise vakfiyenin tarihi hiç belirtilmemiştir. Vakfiye kapsamında olan vakıf mülklerin oldukça fazla olması vakfiyenin daha geç tarihli olabileceğini akla getiriyorsa da bahsi geçen bu tarihin hatalı yazılıp yazılmadığı başka kaynak ve karinelerle tespit edilemediği için kayda geçmiş bu tarih nazar-ı itibara alınmak durumunda kalınmıştır. Burada ayrıca zikredilmelidir ki, eğer ki vakfiyenin tarihi bir hata olmaksızın gerçekten bu kadar erken ise Feridun Ahmed Bey’in vakfiyesi, onun kariyerinin çok başında fevkalade zenginleştiğini gösterecek bulguları içermektedir diye kanaat belirtilebilir. 93 H. AHMET ARSLANTÜRK Birinci nüsha; Ankara’da (VGMA) Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi’nde 570 numaralı defterin 124. sırada 198-206 sayfalar arasında yer almaktadır. İkinci nüsha; İstanbul Millet Kütüphanesi, Ali Emirî Tarih, no: 933/2’de 5b-18a varakları arasında bulunmaktadır.6 Bu nüshada tarih ve şahitler kısmı bulunmamaktadır. Vakfiye, Feridun Bey’in vakıfları hakkında detaylı bilgi edinmemizi sağlamaktadır. Vakfiyedeki kayda göre tarihi itibarıyla vakıf, Feridun Bey’in reisülküttab ve nişancı olmadığı bir döneme rastlamaktadır. Feridun Bey bu tarihlerde Sokollu Mehmed Paşa’nın hizmetinde yaklaşık 5-6 yılı doldurmuş olan orta düzey bir bürokrat idi. Bu bağlamda bir vezir hizmetinde olan bir müntesip bürokrat için oldukça geniş ve zengin bir vakfın ortaya çıktığını ifade etmek yerinde olacaktır. Vakfiyede Feridun Bey’in Halil adında bir oğlu olduğu bilgisi de bulunmaktadır. Vakfiyenin şahitleri, en önemlisi bir müderris ve kâtib olmak üzere asker ve hâfız gibi hiyerarşik açıdan çok üst düzey olmayan 14 devlet görevlisinden oluşmaktadır. Vakfiyenin içeriğinde, vakfedilen hayrat ve akarât, vakfın nasıl ve kimler tarafından idare edileceği, vakıfta çalışacak görevliler ve bunların alacakları ücretler gibi hususlar ayrıntılı bir şekilde açıklanmaktadır. Bu kapsamda vakfiye Feridun Bey’in oldukça zengin olan vakıfları hakkında bir çalışma yapmayı gerektirecek kadar değerli ve verdiği detaylı bilgiler açısından da yeterli bir kaynaktır. Öte yandan vakıfları ile ilgili ayrıntılı bilgiler içeren başka bir ana kaynakta tarafımızdan tespit edilememiştir. Fakat vakfiyedeki bilgileri daha da detaylandırmak ve anlaşılır kılmak için bazı bilgiler de çalışma dışında tutulmamıştır. Feridun Ahmed Bey Vakıfları: Yukarıda da bahsedildiği üzere Feridun Bey Vakıfları ile ilgili bu çalışmanın ana kaynağını onun 1559 tarihli vakfiyesi oluşturmaktadır. Bu sebeple vakıflarıyla ilgili aşağıda sunulan detaylı bilgileri vakfiyeden edindiğimizi öncelikle ifade etmeliyiz. Vakıfla ilgili bilgiler derlenmiş şekilde başlıklar halinde sunulmaya çalışılacaktır. Vakfın Hayratı (Hayır Kurumları ve İşleri). Feridun Bey Osmanlı coğrafyasının çeşitli yerlerinde hayrat vakfetmiştir, Bunlar aşağıda sırayla verilmiştir: Silistre’de Karîn-âbâd kazasında Sölenş mezrasında 1 mektep ve bu mektebin karşısında 1 medrese7 vakfedilmiştir. 6 7 Abdülkadir Özcan, yukarıda zikredilen çalışmalarında Millet Kütüphanesi nüshasından bahsetmektedir. Bu mektep ve medresenin masrafları ve görevlileri hakkında vakfiyede bilgiye rastlanılmamıştır. 94 NİŞANCI FERÎDÛN AHMED PAŞA’NIN VAKFİYESİ VE VAKIFLARI Medine-i Münevvere’deki Mescid-i Nebevî’de 40 adet İhlashân her sabah namazından sonra üçer defa İhlas Suresi’ni ve 40 adet Salavathân ise yine üçer adet Salavat-ı şerife okuyarak bunlardan hasıl olan sevabı öncelikle Peygamber (Hz. Muhammed) ve yakınlarına ve bütün Müslümanlarla vakfedenin ruhlarına bağışlamaları vakfın şartları arasında yer almaktadır. Vakfın sahibi Feridun Bey’in İstanbul Eyüp’teki türbesine8 bir bekçi ve bir kandilci tayin edilerek türbede beş kandil yakılması ve sanduka üzerindeki sof örtünün her on yılda bir değiştirilerek eskisinin bekçiye teslim edilmesi şart koşulmuştur. İstanbul Zincirlikuyu’da 1 talimhane (şübban mektebi), 1 sıbyan mektebi ve bu iki mektep arasında 1 mescit ve mescidin sebili9 ve ayrıca kütüphane. 10 Bahsi geçen talimhane Feridun Ahmed Bey’in bir vakıf hayratı olmakla birlikte, bir anlamda onun meslekî bir girişimini teşkil etmekteydi. Çünkü Osmanlı kitabet bürokrasisinde görev ifa edecek kâtibler, defter ve hesap bilen uzmanlar yetiştirme amacı güdülen bu kurumda bu amaca yönelik bir eğitim verilmekteydi.11 Bu kapsamda burada görev alan iki kitabet uzmanından (kâtib) birisi talebelere dîvânî ve siyakat yazıları ile hesap ve usul-i defteri; diğeri ise sülüs, nesih ve rık‘a yazılarını öğretecekti. Bu hususla ilgili denilebilir ki; vakfın sahibi olan nişancılık görevine kadar yükselip Osmanlı bürokrasinin çeşitli kademelerinde bulunan Feridun Ahmed Bey, kendi mesleğini sürdürebilecek yeni bürokrat namzetlerinin yetişmesine profesyonel anlamda katkı sağlamıştır. Son olarak, İstanbul Mecmau’l-bahreyn’de12 1 zaviye; 2 tabhanesi, matbahı, kiları, kenifi gibi diğer müştemilatı ile vakfedilmiştir. Vakfın Akaratı (Gelir Kaynakları): Vakfın yukarıda teker teker belirtilen hayratının masrafları için gelir sağlayacak mülk ve yatırımlara ihtiyaç var idi. Masraflardan oluşan giderlerin karşılanması için aşağıda sırayla verilen akarlar vakfa bağışlanmıştır: 8 Türbe hakkında daha detaylı bilgi için; Yıldız Demiriz, “Feridun Ahmed Paşa Türbesi”, Dünden Bügüne İstanbul Ansiklopedisi, cilt: 3, s. 293. Ayrıca bahçe hakkında geç tarihli arşiv evrakları için bakınız: (Başbakanlık Osmanlı Arşivi) BOA, EV. d 19888; (Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi) TSMA, d. 3949, d. 4313. 9 Bu sebilin hergün doldurulması ve asla boş bırakılmaması vakfın şartları arasındadır. Bu sebeple bu işi ifa edecek bir saka da vakfın hizmetlileri arasında görünmektedir. 10 Vakfedilen kitapların müfredatları hakkında vakfiyede bilgi yer almamaktadır. 11 Silistre’deki medreseninda benzer amaçlarla kurulduğu vakfiyede ifade edilmektedir. 12 ‘Mecmau’l-bahreyn’ denilen mevkiin İstanbul İstinye yakınlarında olduğu vakfiyedeki ifadelerden anlaşılmaktadır: “Mahrûse-i Kostantiniyye civârında Mecmau’l-bahreynde Haslar Kazâsı muzâfâtından İstinye nâm karye kurbında ferah-fezâ dimekle ma‘rûf bir cây-ı rûh-efzâ[yı] […] şirâ‘-i şer‘i ile iştirâ itdikleri bağ-ı pür-safânın bir zâviye-i dil-güşâsında bir zâviye […] binâ itdiler”. 95 H. AHMET ARSLANTÜRK İstanbul’da İstinye ve Rumeli Hisarı arasında Baltaoğlu adlı limanı (şimdiki Baltalimanı) ve karlık. İstanbul Zincirlikuyu’da 1 bozahane. İstanbul Kumkapı’da deniz kenarındaki arsa üzerine yaptırdığı odalar.13 İstanbul Unkapanı’nda ‘İshak Beşe Bostanı’ denilen yerde 40 bab oda. İstanbul Galata’da satın aldığı han mahalli üzerinde yaptırdığı 1 değirmen, hark, dam ve dair müştemilat. İstanbul Mecmau’l-bahreyn’de 1 bahçe14 ve bahçe yakınlarında 2 peksimet fırını, 1 liman, 1 karlık, 2 balıkçı sandalı ve 2 balık ağı. İstanbul Sarıyer’de 1 peksimet fırını. Dimetoka’da 1 büyük çifte hamam, 1 küçük han ve 20 bab dükkan.15 Mora’da Navarin kazasında 2 göz değirmen. Niğbolu’da iki dam altında 12 göz değirmen. Rumeli’de Ergiri (Argyrocastron) kazasında 300 dip zeytin ağacı. Edirne’de 1 bostan, 16 21 oda. Gelibolu’da 28 bab dükkan, mahzenler, muhtelif araziler. Lapseki’de 3 göz değirmen, 3 kıta bağ, 1 su bıçkısı. Bursa’da Akhisar kazasında Orhan Gazi İmarethanesi yakınlarında dam altında 2 göz değirmen ve yanında etrafı kerpiç duvarla çevrilmiş 1 bahçe. Yalakâbâd’da (şimdiki Yalova) Koca Deresi’nde 4 göz değirmen; ayrıca 1 su bıçkısı ile bu su bıçkısına tabi evler, ahır ve sair bazı mülkler. Ankara’da Atpazarı’nda Saraçhane yakınlarında 1 Han. 13 Kumkapı’daki vakıf mülkleri Küçük Ayasofya vakfı ve bazı diğer vakıflarla komşu idi. Kumkapı’daki bu arsa üzerine daha sonraları binalar inşa edildiği anlaşılmaktadır. Bak: Mehmet Canatar, İstanbul Vakıfları Tahrir Defteri: 1009 (1600) tarihli, Fetih Cemiyeti, İstanbul 2004, s. 300-301. 14 Adı geçen bahçe günümüzde Emirgan adıyla anılan korunun olduğu yerde bulunmaktaydı. Bahçe ile ilgili bazı geç tarihli arşiv kayıtları mevcuttur: BOA, MAD.d 18529; Cevdet Saray 116/5818; İbnülemin Saray Mesalihi 13/1283. Bu bahçenin olduğu yerler XVII. Yüzyıl ortalarındadan itibaren Emirgan adıyla da anılmaya başlamıştır. Bunun sebebi Sultan IV. Murad’ın İran Seferi sırasında Revan’ı ele geçirmesi ile kendisine itaat eden Emirgûne oğlu Tahmasb Kulı Han’ın Feridun Paşa Bahçesi’nin olduğu yere yerleştirilmesinden kaynaklanmıştır. Tahmasb Kulı Han, Sultan İbrahim devrinde gerçekleşen idamına kadar yaklaşık 5-6 yıl boyunca burada yaşamıştır. Böylece bahçe Emirgûn/Emirgan adıyla anılmaya başlanmıştır. Bahçe/ler hakkında daha detaylı bilgi için: G. İncicyan, XVII. Asırda İstanbul, terc: Hrand D. Andreasyan, İstabul 1976, s. 117-118; Eremya Çelebi Kömürcüyan, XVII. Asırda İstanbul, İstanbul, 1952, s.46-47, 276; Robert Dankoff vd., Evliya Çelebi Seyahatnamesi – 1. Kitap, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2006, s. 237, 239. 15 Feridun Ahmed Bey’in Dimetoka’daki vakıfları hakkında kısa bilgi için bakınız: Ekrem Hakkı Ayverdi, Avrupada Osmanlı Mimari Eserleri: Bulgaristan, Yunanistan, Arnavutluk, İstanbul Fetih Derneği, İstanbul 1982, s. 194, 322. 16 ‘Taş Bostanı’ diye anılan bu bostanı, Sultan İkinci Bayezid vakfından senede 80 akçe mukataa bedelleri ödenmek koşuluyla alınmıştır. 96 NİŞANCI FERÎDÛN AHMED PAŞA’NIN VAKFİYESİ VE VAKIFLARI Bolu Eflani kazasında dört duvar içerisinde 350 dükkan ve ortalarında 1 cami ve bunların etrafında 2,5 dönümlük pazar yeri.17 Eflani’deki Pazar yeri ve etrafındaki müştemilat için 200.000 akçe sarf edildiği vakfiyede ifade edilmektedir. Eskişehir Sancağı, Beypazarı kazasında Yeniceköy’de Sakarya nehri üzerinde 1 çeltik tarlası,18 Sultanönü sancağında 1 köy vakfedilmiştir. Bu mülk ve yatırımlardan gelecek tutarlar ile vakfa gelir sağlanmaktaydı. Feridun Ahmed Bey Vakfının Akar Getiren Mülkleri İstanbul/Baltalimanı 1 karlık, 1 liman İstanbul/Zincirlikuyu 1 bozahane İstanbul/Kumkapı Arsa üzerinde odalar İstanbul/Unkapanı 40 oda İstanbul/Galata 1 değirmen, hark, dam ve diğer müştemilat İstanbul/Mecmau’l-bahreyn 1 bahçe, 1 liman, 1 karlık, , 2 sandal, 2 balık ağı 2 peksimet fırını İstanbul/Sarıyer 1 peksimet fırını Dimetoka 1 çifte hamam, 1 han, 20 dükkan Mora/Navarin 2 değirmen Niğbolu 12 değirmen Ergiri 300 dip zeytin ağacı Edirne 1 bostan, 21 oda Gelibolu 28 dükkan, mahzenler, araziler Lapseki 3 değirmen, 3 bağ, su bıçkısı Bursa/Akhisar 2 değirmen, 1 bahçe Yalova 4 değirmen, su bıçkısı, evler, ahır vs. Ankara 1 han Bolu/Eflani 350 dükkan, 1 pazar yeri Eskişehir/Beypazarı 1 çeltik tarlası Sultanönü 1 köy Vakfın İcar (Kira) ve Muamele-i Şeriyye Gelirleri İcar (kira) Gelirleri: Vakfın Mecmau’l-bahreyn’de olan limanının ve balıkçı sandal ve ağlarının kiraya verilerek vakfa gelir sağlanması istenmiştir. Bu sandalların eskidikçe satılarak yenisinin yaptırılması için 17 Eflani’deki bu vakıf mülklerine müdahale edilmesi ile ilgili İstanbul’dan gönderilen 18. yüzyıla ait iki belge için; BOA, Ali Emiri, Sultan I. Mahmud 4/295, Cevdet Evkaf 322/16363. Ayrıca VGMA defter: 830, s. 223. Hüccet, Pazar ve diğer müştemilatın işletilmesi ile ilgilidir. 18 Vakfiyede sahibinden yıllık 500 akçe mukataa ile alındığı ve 170.000 akçe sarf edilerek vakfa dahil edildiği bilgisi yer almaktadır. 97 H. AHMET ARSLANTÜRK ihtiyaç duyulan paraların vakfın gelirlerinden karşılanması da bu konudaki vakfiyede bahsi geçen diğer bir şarttır. Para Vakfı veya Muamele-i Şeriyye Gelirleri: Vakfiyedeki hüküm gereğince 12.000 altın vakfedilmiştir. Bu altının muamele-i şeriyye yoluyla %10 (ona on bir) fark ile işletilip nemalandırılması şart koşulmuş idi19. Ancak bu paranın sağlam rehin ve kefalet karşılığında borç olarak verilmesi ve borç olarak verilen meblağların geri dönmeme riskinin bertaraf edilmesi için tedbirlerin alınması da şart koşulmuştur. Bu paranın muameleye verilmesi ile edinilecek gelirler Mecmau’l-bahreyn’deki zaviye ve Zincirlikuyu’daki mekteplerin tamirlerine sarf edilecektir. Ancak bu yapılar herhangi bir tamir ihtiyacı görmez ise, elde edilen gelirlerin biriktirilmesi şartı vakfiyede yer almaktadır. Birikecek paralarla da vakfa ilhak edilecek yeni mülkler alınması istenmiştir. Öte yandan alınan bu yeni mülklerin, nakit paranın getireceği gelirden daha fazla veyahut en kötü ihtimalle buna denk bir gelir getirmesinin de göz önünde bulundurulması husus ayrıca vurgulanmıştır. Vakfın Gelirlerinin Nasıl ve Nerelere Sarfedileceği Personel Ücretleri: Vakıfta farklı işleri yapan çok sayıda görevli bulunmaktaydı. Bunlar verdikleri hizmet karşılığında vakfın gelirlerinden ödenecek ücretler almaktaydılar. Bu görevliler ve ücretleri aşağıda görünmektedir: Medine’de Mescid-i Nebevî’deki 40 kişilik birinci grup İhlâshân ve Salavathâna yıllık 5.000 akçe.20 Medine’de Mescid-i Nebevî’deki 40 kişilik ikinci grup İhlâshân ve Salavathâna21 günlük 1’er akçe. Zincirlikuyu’daki mektepte her gün alesseher birer ihlâs-ı şerif ve birer fatiha ve üç salavat-ı şerife okumaları meşrut dört talebeye günlük 1’er akçe.22 Eyüp’teki türbe bekçisine günlük 3 akçe, ve sirâcîye (kandilci) günlük 1 akçe.23 19 Feridun Ahmed Bey’in vakfettiği bu paralar üzerinde yapılan nemalandırma işlemi Osmanlı toplumu için oldukça yaygın bir kredi hizmeti anlamına geliyordu. Bu dönem için genel olarak muamele-i şeriyye oranı %10-15 aralığında idi. Bakınız: Tahsin Özcan, Osmanlı Para Vakıfları: Kanuni Dönemi Üsküdar Örneği, Türk Tarih Kurumu, Ankara 2003, s. 5960. 20 Dimetoka’daki çifte hamam, 20 bab dükkan ve bir hanın gelirleri bu 40 görevlinin ücretleri için ayrılmıştır. 21 Bolu Eflani kazasındaki Pazar yerinin gelirleri bu görevlilerin ücretleri için ayrılmıştır. 22 Edirne’deki bostanın gelirleri bu giderlere sarf edilecekti. 98 NİŞANCI FERÎDÛN AHMED PAŞA’NIN VAKFİYESİ VE VAKIFLARI Zincirlikuyu’daki Sıbyan mektebi muallimine24 günlük 15 akçe. Ders zamanlarına rastlayan namaz vakitlerinde iki mektep arasındaki mescidin imamlığını da ücretsiz yapmakla da ayrıca mükellef olan talimhane muallimine günlük 20 akçe. Talimhane talebelerine yazı ve hesap hocalığı yapmakla görevlendirilmiş olan iki kâtibin her birine günlük 8 akçe. Vakfedilmiş kitapların bulunduğu talimhanedeki kütüphanenin hâfız-ı kütübüne (kütüphane sorumlusu) günlük 6 akçe. 25 Ders zamanlarına rastlayan vakitlerde mescidin müezzinlik görevini yapmakla sorumlu olan ve aynı zamanda her iki mektebin temizlik ve güvenliğinden sorumlu olan kayyıma günlük 4 akçe. Ayrıca aynı görevli mekteplerde buhur yakmak görevinden de sorumlu idi ve bunun için ayrıca günlük 3 akçe ücret alacaktı. Mekteplerin avlusundaki sebili her gün dolduran görevliye (saka/sebilci) günlük 3 akçe. Mecmau’l-bahreyn’deki zaviyenin şeyh ve vekilharcı olan kimseye günlük 4 akçe. Zaviyenin aşçısına günlük 4 akçe, aşçı çırağına günlük 2 akçe. 26 Zaviyenin imamına günlük 3 akçe. Zaviyenin müezzinine günlük 2 akçe. Zaviyenin üç ferrâşının her birine günlük 3’er akçe. Vakfın İstanbul’daki merkez kâtibine günlük 10 akçe. 27 Vakfın gelir toplayan iki cabisinden değirmen gelirlerini toplayana günlük 5 akçe, diğerine günlük 3 akçe ücret verilmesi vakfiyede geçen şartlar arasındadır. Mukataa ödemeleri ve tamir-termim masrafları: Vakfın gelirlerinden yapılması gereken mukataa ödemelerinin gerçekleştirilmesi vakfın şartlarından bir tanesidir. Mukataalar ödendikten sonra kalan bakiyeden ilk 23 Bu ücretler ve türbenin giderleri Galata’da han yeri üzerinde yapılan 20 bab odanın gelirlerinden karşılanacaktı. 24 Bu görevli ayrıca talimhanedeki kalfalık görevini de elinden gelirse yapmakla sorumlu idi. 25 Kütüphane sorumlusu talebelerin istediği kitapları verip almak suretiyle onların yararlanmasını sağlamakla mükellefti. Öte yandan kitapları korumak ve zayi olmamasını sağlamakta görevleri arasındaydı. 26 Mutfak işlerinden sorumlu olan bu iki görevlinin zaviyeye gelen misafirlere ikram edilmek üzere her gün sabahleyin pirinç çorbası ve ikindi vakti ise buğday çorbası pişirip servis etmeleri gerekmekteydi. 27 Kâtibin hesap işleri ve kitabette muktedir bir kimse olması istenmiştir. Çünkü hesapların ve yazışmaların doğru ve düzenli olması gerekmekteydi. 99 H. AHMET ARSLANTÜRK olarak mektep ve zaviyenin tamirlerinin yapılması gerekmekteydi. Bu tamirlerden 500 akçeye kadar olanları kadının izni ile mütevelli tarafından yapılabilmekteydi. Ancak 500 akçe üzerindeki tamirler için öncelikle keşif yaptırılıp masrafın tahminen ortaya çıkması ve bunun neticesinde arz sunularak padişah izninin alınması ön görülmüştür. Vakfında hayrat ve akarlarından harap olanlarının mutlaka tamir ve termim edilmesi şart koşulmuştur. Bahsi geçen bu mülklerin hayrat veya akar olması fark etmeksizin satılması ve mukataa ile kiraya verilmesi vakfiyedeki açık şartlar çerçevesinde kesin olarak engellenmiştir. Malzeme ve erzak giderleri: Zincirlikuyu’daki mekteplerin kış mevsiminde ısıtılabilmesi için günlük 5 akçelik odun alınması ve ayrıca buralardaki talebelerin her yıl Kurban bayramında donatılması şart koşulmuştur. Bu kabilden yetim ve fakir çocukların bayramlıklarına günlük 5 akçe hesabı ile toplamda yıllık 1800 akçe sarf edilmesi uygun görülmüştür. Mekteplerin yanındaki mescitte yakılan buhurlar için günlük 3 akçe ayrılacaktır. Zaviyenin tabhanesi ve mescidin mum, hasır ve kandillerine günlük 3 akçe ayrılmıştır. Ayrıca tabhanede misafirlere sunulmak üzere günde 20 akçelik ekmek, 10 vukiyye et, bir keyl pirinç, bir keyl buğday ve 2 akçelik karabiber ve 1 akçelik sirke ve günlük 3 altın yoğurt, kabak, ıspanak, havuç ve ayrıca baharat olarak kimyon, nane, tuz alınması ve matbahın kapları ve bunların kalaycısı için yetecek kadar paranın verilmesi şart koşulmuştur. Vakıf gelirlerinden pay alanlar: Vakfın gelir fazlalarının vakfın mütevellisi ve Feridun Bey soyundan gelen kimseler tarafından tasarruf edilmesi vakfiyede şart olarak yer almaktadır. Bu mütevelli, ayrıca ücret olarak da günlük 30 akçe alacaktır. Vâkıfın yani Feridun Ahmed Bey’in oğlu Halil’in evlatlarına ve onların evlatlarına Yalova’daki değirmenlerle diğer müştemilattan gelen gelirlerden günlük 5’er akçe verilmesi şart koşulmuştur. Eğer oğlu Halil’in soyundan hiç kimse kalmaz ise bahsi geçen gelirlerin Zincirlikuyu’daki sıbyan mektebine aktarılması istenmiştir. Vâkıfın azat edilmiş kölelerine ve bu azatlıların cariyelerine ve bu iki grubunda azat ettiği kimselere de günlük 5’er akçe verilmesi şart koşulmuştu. Bu kölelerin ve cariyelerin silsile halinde gelecek nesillerine de bu tutarlar verilmesi ayrıca belirtilmiştir. Vakfın bütün mülkleri ve yatırımlarından elde elde edilen gelirlerin onda birinin (%10) vâkıfın evladı ve onların evlatları ve soylarına intikal ettirilmesi de ayrıca şart koşulmuştur. Bu soydan gelen sadece bir kişi kalsa 100 NİŞANCI FERÎDÛN AHMED PAŞA’NIN VAKFİYESİ VE VAKIFLARI dahi bahsedilen yüzdelik tutar o kimseye intikal edecektir. Bununla birlikte Feridun Bey soyundan herhangi bir kimse kalmaz ise bahsi geçen bu tutarın, her ne kadar olursa olsun paranın yetişeceği miktar çerçevesinde Müslüman gazilere birer don, gömlek ve postal alınarak sarf edilmesi istenmiştir. Vakfın Yönetimi (Nazırlık ve Mütevellik) Mütevelli: Tevliyet; tebdil, tağyir, taklil, teksir, istibdal, usul-i istiğlal, azl ve tayin gibi hususlar salahiyetlerinde mutlak surette olmak koşuluyla vakıf sahibinin yani Feridun Ahmed Bey’in evladına, onun evlatlarına ve silsile halinde onun evlatlarına meşrut kılınmıştır. Mütevellinin vakfı ve vakfın gelirlerini diledikleri gibi idare etmeleri ve gelirlerden ortaya çıkan fazlaları istedikleri gibi tasarruf etmeleri vakfiyede şart koşulmuştur. Öte yandan gelirlerle ilgili bu hükmün mütevellice uygulanmasına hiç kimsenin karışmaması da şartlar arasında yer almaktadır. Mütevelliliği yürütecek Feridun Ahmed Bey’in soyundan gelen herhangi bir kimse kalmadıysa, onun azat ettiği kölelerden veya bunların evlatları ve azatlı kölelerinin evlatlarına görev verilecektir. Mütevellinin vakfın şartlarına muhalif davranması ve yolsuzluk yapması açık bir şekilde tespit edilirse, söz konusu mütevellinin görevden alınması şart koşulmuştur. Vakıf nâzırı, kadı ve vakıfta hizmet eden diğer görevlilerin görüşlerine mutabık şekilde yeni bir mütevelli atanabilecektir. Bu yeni görevli günlük 5 akçe ücret tayin edilecektir. Nâzırlık görevi ise yine vâkıfın soyundan gelenler tarafından yapılacaktı. Sonuç: Feridun Ahmed Bey, sahip olduğu birçok mülk ve yatırımı vakfetmiştir. Bu vakıf sayesinde başta kendi soyundan gelen kimseler olmak üzere birçok kimsenin maddî yararlar sağlaması vakfın şartları arasındadır. Feridun Ahmed Bey vakıfları sahip olduğu mülkler ve bu mülklerin bulundukları yerler açısından oldukça zengin ve kapsamlı bir evkaftır. Öte yandan Feridun Bey’in kitabet uzmanı kâtibler vb. yetiştirilmesi için kuruduğu İstanbul Zincirlikuyu’daki talimhane onun meslekî duyarlılığının vakıflarına nasıl yansıdığını gösterecek önemli bir örnek teşkil etmektedir. KAYNAKÇA Arşiv ve Belge Kayıtları Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi Defter: 570, 830. Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi Defter: 3949, 4313. 101 H. AHMET ARSLANTÜRK Başbakanlık Osmanlı Arşivi Ali Emiri, Sultan I. Mahmud 4/295. Cevdet Evkaf 322/16363. Cevdet Saray 116/5818. EV.d (Evkaf Defterleri) 19888. İbnülemin Saray Mesalihi 13/1283 MAD.d (Maliyeden Müdevver Defterler) 18529. İstanbul Millet Yazma Eser Kütüphanesi Ali Emirî Yazmaları, Tarih 933/2, v.5b-18a. Diğer Eserler Ayverdi, Ekrem Hakkı, Avrupada Osmanlı Mimari Eserleri: Bulgaristan, Yunanistan, Arnavutluk, İstanbul Fetih Derneği, İstanbul 1982. Canatar, Mehmet, İstanbul Vakıfları Tahrir Defteri: 1009 (1600) tarihli, Fetih Cemiyeti, İstanbul 2004. Dankoff, Robert vd., Evliya Çelebi Seyahatnamesi–1. Kitap, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2006. Demiriz, Yıldız. “Feridun Ahmed Paşa Türbesi”, Dünden Bügüne İstanbul Ansiklopedisi, cilt 3, s. 293. Eremya Çelebi Kömürcüyan, XVII. Asırda İstanbul, İstanbul 1952. Ferîdûn Ahmed, Nüzhetü Esrâri’l-Ahbâr Der-sefer-i Sigetvar, Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi, Hazine 1339. Gerlach, Stephan, Türkiye Günlüğü 1573-1576 - 1.Cilt, terc. Türkis Noyan, Kitap Yayınevi, İstanbul 2007. İncicyan, G., XVII. Asırda İstanbul, terc: Hrand D. Andreasyan, İstabul 1976. Mordtmann, J.H., “Ferîdûn Beg”, The Encyclopaedia of Islam, Vol: 2, s. 881-882. Necipoğlu, Gülru, The Age of Sinan: Architectural Culture in the Otoman Empire, Reaktion Books, London 2005. Özcan, Abdülkadir, “Feridun Ahmed Bey: Hayatı, Eserleri ve Miftâh-ı Cennet’i”, Prof.Dr. Ramazan Şeşen Armağanı, İSAR Yayınları, İstanbul 2005 s.51-66. ________________, “Feridun Ahmed Bey”, DİA, cilt: 12, s. 396-397. Özcan, Tahsin, Osmanlı Para Vakıfları: Kanuni Dönemi Üsküdar Örneği, Türk Tarih Kurumu, Ankara 2003. 102 NİŞANCI FERÎDÛN AHMED PAŞA’NIN VAKFİYESİ VE VAKIFLARI 103 H. AHMET ARSLANTÜRK 104 NİŞANCI FERÎDÛN AHMED PAŞA’NIN VAKFİYESİ VE VAKIFLARI 105 H. AHMET ARSLANTÜRK Feridun Ahmed Paşa Vakfiyesi Görüntüleri (Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi Defter: 570/124, sayfa: 198-206) 106 NİŞANCI FERÎDÛN AHMED PAŞA’NIN VAKFİYESİ VE VAKIFLARI Millet Kütüphanesi, Ali Emirî Tarih 933/2, 5b. 107 H. AHMET ARSLANTÜRK Eyüp’te Feridun Ahmed Paşa Türbesi 108 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 3, Ocak-2012, s. 109-121 MEMLÛK DEVLETİ VE KUZEY ANADOLU Kürşat SOLAK ÖZET: 1250–1517 yılları arasında Mısır ve Suriye’de hüküm sürmüş olan Memlûk Türk Devleti’nin kuzey sınırı, en yoğun hadiselerin yaşandığı sınırıdır. Özellikle Anadolu’nun güneyinde bulunan Dulkadiroğulları, Ramazanoğulları ve Karamanoğulları gibi Türkmen Beylikleri ile iyi ya da kötü yönde seyir gösteren münasebetler içinde olmuştur. Bununla beraber Anadolu’nun kuzeyi ile aynı oranda irtibat yaşanmamıştır. Bunun en önemli sebebi aradaki mesafedir. Güney Anadolu Beyliklerinin Memlûklerle sınır olmaları hasebiyle bir mecburiyetin sonucu olarak hâsıl olan sıkı ilişkileri Kuzey Anadolu Beylikleri için söz konusu değildir. Buna rağmen Memlûk Devleti ile Candaroğulları Beyliği arasında mektuplaşma, hediyeleşme ve bazı hadiseler vuku bulmuştur. Anahtar Kelimeler: Memlûkler, Kuzey Anadolu, Candaroğulları, İsfendiyar, Beylikler. MAMLUK STATE AND THE NORTH ANATOLIA ABSTRACT: The North border of the Mamluk Turkish State which reined between 12501517, was the most active border because of the occurrences happened in this region. Especially they had relations for better or worse with The Turkmen principalities such as Dulqadirids, Ramazanids and Karamanids situated at the south part of Anatolia. Nevertheless it couldn’t have been communicated at the same ration with the north. The most important reason of it was the distance between them. The steady relations that the Mamluks developed with the South Anatolian Principalities is not point at use for the North Anatolian Principalities. Nonetheless, some of the correspondences and giving away ceremonies happened between Candar Principality and The Mamluks. Key Words: The Mamluks, North Anatolia, Candars, İsfendiyar, Principalities. Giriş: 1250 ve 1517 yılları arasında Mısır ve Suriye’de hüküm sürmüş olan Memlûk Devleti Suriye’nin ve kuzey sınırının güvenliği için Anadolu’yu ileri karakolu olarak görmüş ve Anadolu’da sağlam durmaya her zaman önem vermiştir. Nitekim Memlûk Sultanı Baybars’tan (1260–1277) itibaren yıkılışa kadar Memlûk Sultanları mesailerinin mühim bir kısmını Anadolu’ya sarf etmişlerdir. Bu durum esasen Eyyûbîler dönemindeki Mısır–Suriye tarihini bilen Memlûk Sultanları için tarihten çıkarılması zorunlu bir dersti. Zira Mısır’daki Eyyûbî merkezi Suriye’den ve Anadolu’dan çok sıkıntı çekmişti. Hakikaten Mısır’da kurulan bir devletin mevcudiyetini sağlıkla devam ettirebilmesi, Mısır–Suriye bütünlüğünü kurabilmesine ve bu bütünlüğün kuzeyinde yer alan Anadolu’da sağlam durabilmesine bağlı idi. Nitekim Anadolu’dan Suriye’ye sarkan Selçuklular Eyyûbî Devleti için sorun teşkil ederken Mısır merkez olmak üzere hüküm süren Fâtimilerin sonu da Suriye’den gelen Selahaddin Eyyûbî ve Şirkuh Dr., Ege Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, [email protected] Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 3, Ocak-2012, s. 109-121 KÜRŞAT SOLAK eliyle olmuştur.1 Muhakkak buna müdrik olan Memlûk Sultanlarının, devletlerinin kuzey sınırındaki söz konusu hassasiyetini de bu minval üzere değerlendirmek gerekir. Mamafih Memlûk tarihi, Suriye ve Anadolu Seferleri ile doludur.2 Bunun sonucu olarak Memlûkler Anadolu’nun güneyinde ve güney doğusunda kuvvetle olmak üzere Orta Anadolu’ya ve Alâiye’ye kadar3 nüfûz kurmuşlardır. Memlûk Devleti’nin Mısır ve Suriye’de tarih sahnesine çıktığı 13. yüzyılın ikinci yarısında Anadolu’da Türkiye Selçuklu Devleti çökmekte ve işgalci Moğollar güçten düşmekteydiler. Selçuklu merkezî idaresinin Moğollar karşısında istiklal hareketlerine girişen Anadolu Türkmenlerini işgalciler karşısında kullanamaması Türkmenleri devlete küstürmüştü. Ancak bu durum Türkmenleri yıldırmamış, Aksaray, Ankara, Çankırı, Tokat, Kastamonu yörelerinde isyanlar birbirini takip etmiş4 ve bu gelişmeler Türkmen Beyliklerinin ortaya çıkarmıştır. Bununla beraber Suriye sahasında meskûn Türkmenler ise siyasî bir oluşuma giderek beylik haline gelemediler. Bunun sebebi o sahada hüküm süren güçlü Memlûk nüfûzu idi. Bu gücün çok hissedilmediği Güney Anadolu’da ise İlhanlının güçten düşmesi ve buralardan çekilmekte olması ile Ermenilerin Türkmenlere karşı direnememesi, sözü edilen beylik oluşumuna zemin hazırlamıştır.5 Anadolu Türklüğü’nün Moğollara karşı verdiği mücadele sırasında bu mücadelenin önde gelenlerinden biri olan Niğde Emiri Hatiroğlu Şerefeddin, Hatiroğlu Ziyaeddin ile Toruntay’ın oğlu Sinaneddin’i Memlûk Sultanı Baybars’a gönderdi ve Moğollar’a karşı onu Anadolu’ya davet etti.6 Bu davet üzerine 1 Nicola A. Ziadeh, Urban Life in Syria Under the Early Mamluks, Beyrut, 1953, s. 3; Hasan İbrahim Hasan, “Fâtimiler”, çev. Heyet, DGBİT, c.V, İstanbul 1988, s. 242-245; Seyyid elBâz el-Arînî, eş-Şarku’l-Ednâ fi’l-Asru’l-Vustâ: el-Eyyûbiyyun, Beyrut 1967, s. 28-33; Altan Çetin, Memlûk Devleti’nin Kuzey Sınırı, Ankara 2009, s.1, 3. 2 Değişik tarihli Anadolu Seferleri için bkz., Baypars Tarihi, çev. M. Şerefüddin Yaltkaya, Ankara 2000, s. 89; Aziz b. Erdeşir-i Esterâbadî, Bezm u Rezm, çev. Mürsel Öztürk, Ankara 1990, s. 325-336; Takiyüddin Ahmed b. Ali el-Makrîzî, Kitâb es-Sulûk li-Ma‘rifet Duvel elMulûk, c. IV/I, 4 cilt, yay. Muhammed Mustafa Ziyade - Said Abdulfettah Aşûr, Kahire, 1938–1956, 1971–1972, s. 398; Ali b. Davud b. El-Hatîb el-Cevherî es-Sayrafî, Nuzhet enNüfûs ve’l-Ebdân fî Tevârîh ez-Zaman, c.II, 4 cilt, yay. Hasan Habeşî, Kahire, 1970–1973, 1994, s. 437; Türkler ve Askerlik, ed. Süleyman Kızıltoprak, İstanbul 2009, s. 55-70. 3 Ahmed b. Ali el-Kalkaşandî, Subh el-A’şâ fî Sınâat el-İnşâ, c.V, 14 cilt, yay. Muhammed Abdurrasul İbrahim, Kahire 1913–1920, s. 347. 4 Mehmet Ersan, Türkiye Selçuklu Devletinin Dağılışı, Ankara 2010, s. 102-104. 5 Cüneyt Kanat, “Memlûkler’in Baybars Zamanında (1260–1277) Suriye-Çukurova Siyaseti ve Bu Siyasetin Çukurova’nın Türkleşmesindeki Rolü”, III. Uluslar Arası Çukurova Halk Kültürü Bilgi Şöleni (Sempozyumu) Bildiriler, Adana 1999, s. 431. 6 Kerimüddin Mahmud-i Aksarayî, Müsâmeretü’l-Ahbâr ve Müsâyeretü’l-Ahyâr, çev. Mürsel Öztürk, Ankara, 2000, s. 78; Nejat Kaymaz, Pervâne Muînü’d-Dîn Süleyman, Ankara 1970, s. 151. 110 MEMLÛK DEVLETİ VE KUZEY A NADOLU Sultan Baybars’ın emriyle Memlûk Emiri Bedreddin Bektut Elbistan’a geldi. Buradan Anadolu Beylerine ittifak mektupları gönderdi. 7 Haberi alan Selçuklu Beyleri cevap olarak sultanın huzuruna varmaya hazır olduklarını belirttiler.8 Nitekim bu beylerden biri olan Candaroğlu Seyfeddin ve onun oğlu Bedreddin Kuş Bedreddin Bektut’un yanına vardılar.9 Ayrıca Makrîzî’nin, Sahibu Rum olarak kaydettiği Emir Candar Şerefeddin Hüseyin b. Ebu Bekr b. İsmail b. Candar er-Rûmî 1276–1277 yılında babasıyla Mısır’a gelecektir.10 Bunun yanı sıra Anadolu’nun kuzeyinde de güneyindekine benzer oluşumlar yaşanmaktaydı. Nitekim 1291 yılında Sinop’ta Selçuklu ümerasından Şemseddin Yaman Candar tarafından Candaroğulları Beyliğinin temeli atıldı. Bu beylik onun oğlu Süleyman zamanında Pervaneoğullarının elinden Sinop’u ele geçirdi, 1322. Bu durumda, Devâdârî ve Makrîzî’de geçen söz konusu kayıtlar Candaroğulları ile ilgili en erken kayıtlardır. Bununla beraber onların Mısır’a geliş sebepleri ile beyliğin kurucusu kabul edilen mezkûr şahısla olan alakaları sarih değildir. Sahibu Rum Emir Candar’ın Mısır’a geldiğini yukarıda belirtmiştik. Bununla beraber Memlûklerin Kuzey Anadolu ile olan ilk irtibatı bu değildir. Türkiye Selçuklu Devleti’nde Pervanelik görevinde bulunan Muiniddin Süleyman Moğollarla olan iyi münasebetlerinin sonucu olarak devlette konumunu güçlendirmiş ve daha sonra Sinop’un iktasını11 Selçuklu Sultanını umursamadan ve ona sormadan almıştır, 1266.12 Pervane bu olaydan sonra Moğollara karşı Memlûk Sultanı Baybars ile mektuplaşmış ve onu Anadolu’ya davet etmiştir. Sultan Baybars’ın 1277 yılında Anadolu’ya gelerek Kayseri’de Moğol ordusunu hezimete uğratması üzerine bunu duyan Moğol Hanı Abaka aynı yıl Pervane’yi katlettirmiştir.13 Bunun üzerine Sinop’ta bulunan Muiniddin Süleyman’ın oğlu Muiniddin Mehmed 7 Aksarayî, Müsâmeretü’l-Ahbâr, s. 79-80; Kaymaz, Pervâne Muînü’d-Dîn Süleyman, s. 152. Baypars Tarihi, s. 72, 75-76; Makrîzî, Sulûk, c. I/2, s. 621, 625–626; İbn ed-Devâdârî, Kenz ed-Durer ve Câmiu’l-Gurer, c.VIII, yay. Selâhaddin el-Muneccid-Ulrıch Hartman, Kahire 1971, s. 189. 9 Devâdârî, Kenz ed-Durer, c. VIII, s. 190. 10 Makrîzî, Sulûk, c. II/2, s. 313; Cemaâleddin Ebu’l-Mehâsin Yusuf İbn Tagriberdi, EnNucûm ez- Zâhire fî Mulûk Mısr ve’l-Kâhire, c. IX, 16 cilt, c. I-XII, yay. Dâru’l-Kütübi’lMısrıyye; c.XIII, yay. Fehim Muhammed Şaltûd; c.XIV, yay. Cemal Muharrız-Fehim Muhammed Şaltûd; c.XV, yay. İbrahim Ali Tarhan; c.XVI, Cemaleddin eş-Şayyal, Kahire 1929-1956, 1970, 1972, 1972, s. 276. 11 Kalkaşandî, Subh el-A’şâ, c.V, s. 349. 12 Aksarayî, Müsâmeretü’l-Ahbâr, s. 63; Kaymaz, Pervâne Muînü’d-Dîn Süleyman, s. 111, 114. 13 Makrîzî, Sulûk, c. I/2, s. 633; Baypars Tarihi, s. 91-92. 8 111 KÜRŞAT SOLAK Pervaneoğulları Beyliği’ni (1277–1322) kurmuştur.14 Söz konusu beyliğin kuruluşunda temeli atan kişinin Pervane Muiniddin Süleyman olması ve Memlûk Sultanı Baybars’la olan muhaberesini her iki siyasî teşekkül arasında cereyan eden bir münasebet olarak değerlendirmek uygun olacaktır. Kuzey Anadolu’da varlık gösteren beyliklerden biri de Kuzey-Batı uc Anadolu’da etkin bir beylik olan ve yaklaşık bir asır süren Çobanoğulları Beyliği (1211–1322)’dir. Bu beylik önce İlhanlılara bağlı kalmış daha sonra onlara karşı çıkan Selçuklu Sultanı Rükneddin IV. Kılıç Arslan’ı desteklemiştir.15 Bununla beraber Çobanoğulları Beyliğinin Memlûklerle bir irtibatı bilinmemektedir. Aynı şekilde Kuzey Anadolu’da Niksar ve çevresinde varlık gösteren Tâceddinoğullarının (Canikli Beyleri 1347–1428) da Memlûklerle münasebeti tespit edilememektedir Memlûk Devleti’nin Anadolu hassasiyetine ve nüfûzuna sahip olduğunu daha önce ifade etmiştik. Bununla beraber Memlûklerin Anadolu’nun kuzeyinde aynı etkiye sahip olduğunu söyleyemeyiz. Bu durum Memlûk Devleti’nin Batı Anadolu Beylikleri ile olan münasebetleri için de geçerlidir. Bunun en önemli sebebi ise Kuzey Anadolu ile Batı Anadolu’nun Memlûklere olan coğrafî uzaklığıdır. Siyasî teşekküller arasındaki mesafenin münasebetler üzerindeki tesirleri kaynak eserlerden takip edilebilir. Nitekim seyyah İbn Battuta İlhanlılarla Karamanoğulları arasındaki münasebetlerde, Karamanoğlu Bedreddin İbrahim Beyin İlhanlı saldırılarına maruz kalmasına, topraklarının onlara yakın olması durumunu sebep olarak göstermektedir.16 Bu olgu şüphesiz Memlûk Devleti’nin Kuzey Anadolu ile olan nâdir ilişkileri için geçerli bir sebeptir. Aynı şekilde Mısırlı müellifler Ömerî ve Kalkaşandî Anadolu Beyliklerini sayarken en büyüğünün Germiyan Beyliği olduğunu ve diğer bazılarının bu beyliğe bağlı olduğunu yazarlar. Bununla beraber Memlûk Sultanları için beylikler arasında en itibarlı olanının Karamanoğulları olduğunu belirtirler. Bunun sebebi olarak, Karaman topraklarının Memlûk topraklarına yakın olduğunu ve devletin sürekli savaş halinde bulunduğu Kilikya Ermenileri ile Karaman Beylerinin de savaştığını söylerler. Ermeni meselesinden dolayı Memlûk Devleti ile Karaman Beyliğinin birbirlerine muhtaç olmaları dolayısıyla aralarındaki mektuplaşmanın hiç eksik olmadığını, diğer beyliklerle ise haberleşmenin yok denecek kadar az olduğunu ifade ederler.17 Esasen bu anlatılanlar, 14 M. Çetin Varlık, “Pervane Oğulları”, Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi (DGBİT), cilt VIII, İstanbul 1992, s. 592-594. 15 M. Çetin Varlık, “Anadolu Beylikleri”, DGBİT, cilt X, İstanbul 1992, s. 91-96. 16 Muhammed et-Tancî b. Batûta, Tuhfetu’n-Nuzzâr fi Garaibi’l-Emsâr, c. I, sad. ve haz. Mümin Çevik, İstanbul 1983, s. 200. 17 Kalkaşandî, Subh el-A’şâ, cilt VIII, s. 12; Ömerî’nin Kitab-ı Dimeşkî (Mesaliku’l-Ebsar) isimli eserinden naklen, İbrahim Hakkı Konyalı, Karaman Tarihi, İstanbul 1967, s. 14. 112 MEMLÛK DEVLETİ VE KUZEY A NADOLU Memlûk Devleti’nin Anadolu Beylikleri ile olan münasebetlerinde nelerin öncelik sebebi olduğunu bir yönüyle ortaya koyar. Bu durumda, beyliğin Memlûk ülkesine yakın olması ve bir işe yaraması o beylikle olan ilişkileri arttıran ve iyileştiren etmenlerdir. Bu açıdan değerlendirildiğinde Candaroğulları Beyliği Memlûklere yakın olmadığı gibi aralarında işlevsel bir durum da söz konusu değildir. Candaroğulları Beyliği ve diğer Anadolu Beyliklerinin ortaya çıkmasında ve rahat nefes almasında Anadolu Moğol Valisi Timurtaş’ın Memlûkler tarafından ortadan kaldırılması da etkili olmuştur. Nitekim Anadolu Moğol Valiliği yapan (1317–1327) Timurtaş özellikle uclardaki Türkmenlere göz açtırmayan, Mehdilik iddiasında bulunarak etki alanını genişletmeye çalışan bir vali idi. Hıristiyan ahaliyi Müslümanlardan ayırt etmek için onların başına sarı renkli bir sarık sarıp zorla ayrı biçimde giyinmelerini sağlamıştı. Onun bu ve bunun gibi baskıcı tavırları halk tarafından hoş karşılanmadı. 18 Ancak Timurtaş daha sonra İlhanlı merkezi ile anlaşmazlık yaşayınca Mısır’a sığındı ve himaye istedi. Bunun üzerine o sıralarda Memlûklerle arası iyi olan Karamanoğlu İbrahim Bey Mısır’a mektup gönderdi ve Timurtaş’ı Memlûk Sultanı en-Nâsır Muhammed b. Kalavun’un (3. saltanatı 1310–1341) gözünden düşürmeye çalıştı. Bunda da başarılı oldu. Böylece Karamanoğlu İbrahim Bey Anadolu’da yeni yeni filizlenen Türkmen Beyliklerinin önünü açtı. Nitekim Timurtaş’ın, Sultan en-Nâsır tarafından ortadan kaldırılmasından sonra Candaroğulları, Karamanoğulları, Hamidoğulları gibi beylikler rahat nefes almışlar ve bulundukları bölgelerde tekrar bağımsız olarak hareket etme imkânına kavuşmuşlardır.19 Bunun yanı sıra Dulkadiroğulları, Eretnalılar ve daha sonra Ramazanoğulları gibi Türkmen toplulukları beylikleşme fırsatı bulmuşlardır. Memlûklerin irtibatta olduğu Candaroğlu Beylerinden ilki İbrahim Bey idi. Memlûkler birçok şehir ve kaleye sahip olan Candaroğlu İbrahim Bey (1340-?)20 ile devamlı mektuplaşmakta ve arada iyi ilişkiler bulunmaktaydı. İbrahim Bey, 1344 yılına ait Sinop’ta tanzim edilmiş vakfiyesinde ‘Sahibü’lİlm ve’l-Kalem ve’s-Seyf’ olarak anılmaktadır. Bu ünvanın, Selçuklular gibi Memlûk Sultanlarının literatüründe de yer aldığı bilinmektedir.21 18 Ömerî’nin Mesaliku’l-Ebsar isimli eserinden naklen, Yaşar Yücel, XIII. XV. Yüzyıllar Kuzey-Batı Anadolu Tarihi Çoban-Oğulları Candar-Oğulları Beylikleri, Ankara, 1980, s. 187-188; M. Fahrettin Kırzıoğlu, “Eretna-Oğulları”, Tarihte Türk Devletleri, c. II, Ankara 1987, s. 499. 19 Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul 1996, s. 645-650. 20 Kalkaşandî, Subh el-A’şâ, cilt V, s. 341. 21 Yaşar Yücel, “Candar-Oğulları Beyliği (1439-1461)”, Belleten, c. XXXIV, Sayı: 135, 1970, s. 374; Ömerî’nin Mesaliku’l-Ebsar isimli eserinden naklen, Yücel, XIII – XV. Yüzyıllar 113 KÜRŞAT SOLAK Anadolu Türk birliğini kurma yolunda ilerleyen Yıldırım Bayezid’in Anadolu’nun kuzeyinde yer alan Candaroğulları Beyliğini ilhâkını da burada belirtelim. Yıldırım’ın Candaroğlu Süleyman Paşa’nın (1385–1392) merkezi olan Kastamonu’ya hücum etmesi üzerine Süleyman Paşa, Kadı Burhaneddin’den ve Karamanoğlu Alaeddin Ali’den yardım istedi. Kadı Burhaneddin yardım için hazırlanırken Süleyman Paşa’nın öldürüldüğü ve Kastamonu’nun Osmanlı eline geçtiği haberi geldi. Bu olaylar 1394–1396 arası cereyan etti. Ertesi yıl Candaroğlu ülkesine giren Yıldırım Bayezid, beyliğin Sinop dışındaki topraklarını ülkesine kattı.22 Bu hadiseler sırasında Candaroğlu Süleyman Paşa, Kadı Burhaneddin ve Karamanlıdan yardım istemiş ancak Memlûk Devleti’ne başvurmamıştır. Hâlbuki Candaroğlu Süleyman Paşanın Memlûklerle dostane ilişkileri vardı.23 Candaroğulları Beyliğinin en zor günlerinde bile Memlûk Devleti ile ilişki kurmaması, esasen Dulkadir, Ramazan ve Karaman Beyliklerinin coğrafî konumlarından dolayı Memlûk Devleti ile münasebet kurduklarını gösterir. Aynı şekilde Memlûklerin Candaroğulları ile sıkı münasebet içinde olmamasını aradaki mesafe ile izah edebiliriz. Az önce ifade ettiğimiz gibi Candaroğulları Beyliği kuruluş devrinden beri bir Osmanlı tehlikesi ile karşı karşıya kalmıştır.24 Söz konusu Osmanlı tazyikine rağmen Candaroğullarının Memlûk Devleti ile olan ilişkileri elçi gidiş gelişleri ile sınırlı kalmış bunun dışında ciddi irtibat olmamıştır. Hâlbuki İsfendiyar Bey, ilerleyen satırlarda anlatılacağı üzere Anadolu’ya gelen Timur’un yanına gitmiş ve itaat bildirmiştir. Timur adına para bastırdığı gibi ona vergi de ödemiştir. Bu durum, Memlûk Devleti’nin, Anadolu’nun kuzeyini itaati altına alacak kadar nüfûzunu hissettiremediğinin göstergesidir. Ne var ki müellif Ömerî’de, sultanlarımız düşmanlarına karşı Candaroğluna denizleri aşarak yardımcı olmuşlardır ifadeleri geçer. 25 Bununla beraber kanaatimize göre Memlûk Devleti’nin denizler üzerinden böyle bir yardımda bulunması mümkün değildir. Zira Memlûk deniz kuvvetleri, değil Karadeniz’e yardım ulaştırmak, batılılara karşı Batı Kuzey-Batı Anadolu Tarihi Çoban-Oğulları Candar-Oğulları Beylikleri, s. 67, 100, 184, 195. 22 Edirneli Oruç Beğ, Oruç Beğ Tarihi, yay. Atsız, İstanbul 1972, s. 50, 56; Mehmed Neşrî, Kitâb-ı Cihan-Nümâ, c.I, yay. Faik R. Unat-Mehmed A. Köymen, Ankara 1995, s. 323; İsmail Hakkı Uzunçarşılı, “Sivas ve Kayseri Hükümdarı Kadı Burhaneddin Ahmet”, Belleten, c. XXXII, Sayı: 125, 1968, s. 209-210; Yaşar Yücel, Timur’un Ortadoğu-Anadolu Seferleri ve Sonuçları (1393-1402), Ankara 1989, s. 4. 23 Ömerî’nin Mesaliku’l-Ebsar isimli eserinden naklen M. Çetin Varlık, “Candar Oğulları Beyliği”, DGBİT, c.VIII, İstanbul 1992, s. 552. 24 Yücel, “Candar-Oğulları Beyliği (1439-1461)”, s. 379. 25 Ömerî’nin Mesaliku’l-Ebsar isimli eserinden naklen, Yücel, XIII – XV. Yüzyıllar KuzeyBatı Anadolu Tarihi Çoban-Oğulları Candar-Oğulları Beylikleri, s. 67, 100, 184, 195. 114 MEMLÛK DEVLETİ VE KUZEY A NADOLU Anadolu Beyliklerini Adalar Denizi’nde bile destekleyemeyecek kadar güçsüz ve iddiasız kuvvetlerdi. Nitekim Memlûk donanması ancak büyük bir tehlike karşısında inşa ediliyor ve tehlike geçince çürümeye terk ediliyordu. 26 Emir Timur’un Anadolu’ya gelmesi ve Suriye’yi işgal etmesi başta Kadı Burhaneddin olmak üzere Dulkadiroğulları ve Karamanoğulları Beyliklerini etkilemiştir. Bu meyanda Timur Anadolu’ya girdiği ve Memlûk Devleti’nin kuzey sınırında faaliyette bulunduğu sırada, Candaroğulları Beyliğinin sahibi İsfendiyar Bey (1392–1439) hediyeleriyle onun yanına gitmiştir. Hediyeler kabul edilmiş ve İsfendiyar Bey ülkesine geri dönmüştür (1401).27 Onun bu gelişi Timur’a itaat etmesi anlamına gelmekteydi. Bu yönden ortaya koyduğu tavır, Memlûk ve Osmanlı karşıtı olup Karaman Beyliğinin tavrı ile Dulkadir Beyliğinin Sevli Bey dönemindeki tavrına benzemektedir. Zira onlar da Emir Timur’a itaat ve ittifak teklif etmişlerdi. Aynı şekilde İsfendiyar Bey Ankara Savaşı’ndan sonra Timur’un hâkimiyetini tanıdı. Bununla beraber Memlûk kaynaklarında geçen diğer bir İsfendiyar kaydında, 1419 yılında Osmanlı Padişahı Çelebi Mehmed, İsfendiyar Bey üzerine sefer yaptı ve Sinop’u kuşattı. Kendi adına hutbe okunması ve para basılmasını kabul edene kadar kuşatmayı sürdürdü. İsfendiyar bu durumu kabul edince kuşatma kaldırıldı. 28 Yine İsfendiyar Beyin akrabalarından Seyfeddin Beysak b. Abdullah eş-Şeyhî ez-Zâhirî Mısır’da emir olarak bulunmaktaydı. Daha sonra o, bir sebepten dolayı Memlûk Sultanı Ferec’in gözünden düştü. Bu yüzden Ferec, adı geçen şahsı İsfendiyar Beye gönderdi. Ancak Beysak, Sultan Ferec’in ölümünden sonra Mısır’a geri döndü. 1418–1419 yılında öldü.29 Bu örnekte görüldüğü gibi Anadolu Beylerinin akrabalarının Memlûk bürokrasisinde görev almaları durumu sık rastlanan bir durumdur. Nitekim Dulkadir ve Karaman Beylerinin yakınları bu şekilde görevler almışlardır. 30 Aradaki ilişkilerin iyi gitmesi ile ilgili olan bu durumun bir diğer yönü ise beylerine muhalefet eden hanedan mensuplarını Memlûklerin kendi çıkarları için kullanması gözüyle de bakabiliriz. 26 Nitekim bu konuda David Ayalon, “Memlûk tarih literatürü binlerce biyografi ihtiva eder ve hatırladığıma göre de onlardan hiç birisi bir donanma kumandanına ayrılmamıştır. elMakrîzî, Eyyûbîler ve daha sonraki dönemlerde ustuli (denizci) ünvanının bir hakaret olarak kabul edildiğini ileri sürer.” Bkz., David Ayalon, “Memlûkler ve Deniz Kuvvetleri”, çev. Salih Özbaran, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Dergisi, Sayı: XXV, 1971, s. 43-44. 27 İbn Tagriberdi, Nucûm, c. XI, s. 268. 28 Makrîzî, Sulûk, c. IV/I, s. 369. 29 İbn Tagriberdi, Nucûm, c. XIV, s. 150. 30 Makrîzî, Sulûk, c. III/1, s. 110, 274, 356; c.III/2, s. 337; Sayrafî, Nuzhet, c. I, 66. 115 KÜRŞAT SOLAK Sultan Barsbay döneminde (1422–1438), Anadolu’dan onun huzuruna gelen elçilerden biri Candaroğlu Beyi İsfendiyar’ın elçisi oldu. Bu durum Anadolu’da yaşanan Timurlu tehlikesinin ortadan kalkması ile ilgilidir. Elçi hediyelerle geldi. Buna karşılık olmak üzere Sultan Barsbay Candaroğlu Beyine hediyeler gönderdi.31 Bununla beraber kaynakta İsfendiyar Beyin itaat bildirdiği ile ilgili bir kayıt yoktur. Hâlbuki Sultan Ferec döneminde İsfendiyar Bey Timur’a itaat bildirmiş, daha sonra Çelebi Mehmed’in üzerine gelmesi sonucu Osmanlı egemenliğini tanımıştı. İsfendiyar Beyle ilgili olarak Memlûk devri tarihçisi İbn Tagriberdi, 841/1437–1438 yılına ait bahisleri anlattığı bölüme başlarken, Rum’da büyüklerden üç melik vardı; Bursa, Edirne ve civarı sahibi Osmanoğlu Sultan Murad, onun yanında Bayezid oğlu İsfendiyar ile Lârende, Konya ve kalan diğer yerlerde Karamanoğlu İbrahim32 ifadelerini kullanır. Bu durumda Memlûk tarihçiliği Candaroğulları Beyliğini Dulkadir ve Ramazan Beyliklerinden daha güçlü olarak algılamaktadır. Hâlbuki Dulkadirliler, İsfendiyar Beyden daha az güçlü değildi. Mamafih müellifin Dulkadir Beyliğini saymamasında, Memlûk zihniyetinin Dulkadir Beyliğini kendi nâibliği olarak görmesinin etken olduğunu da burada ifade edelim. Memlûk nüfûzunun Kuzey Anadolu’ya uzanamadığı ile ilgili bir başka örnek Candaroğlu Kızıl Ahmed Bey (1461) dönemine aittir. Kızıl Ahmed Bey döneminde Osmanlılar Kastamonu ve Sinop’a hâkim oldular (1461). Ülkesi elinden alınan Kızıl Ahmed Bey önce Karamanoğullarına sonra Ak Koyunlulara sığındı.33 Bu suretle Candaroğulları Beyleri son demlerinde dahi Memlûklerle irtibat kurmadı. Bu durumun diğer söylenişi ise daha önce ifade edildiği gibi Memlûk Devleti’nin nüfûzu Kuzey Anadolu’ya ulaşmıyordu. Memlûk Devleti’nde saltanat olmadığından dolayı tahta oturmak için mevcut sultandan sonra emirler arasında taht mücadeleleri yaşanır ve gücüyle öne çıkarak diğerlerini alt eden emir sultan olurdu.34 Mücadelede yenik düşen emirlerin ise bir sonraki hamlesi Suriye’ye ya da çok zaman başka siyasî güçlere sığınmak olurdu. Sığınılan ülkelerin başında da Anadolu gelirdi. Nitekim isyan durumunda bulunan pek çok emir Dulkadiroğulları, Eretnalılar ve Kadı Burhaneddin başta olmak üzere Anadolu Beyliklerine sığınmışlardır. Bu meyanda Candaroğulları Beyliği de isyancı emirlerden 31 Bedreddin Mahmud el-Aynî, Ikd’ul-Cumân fî Tarih Ehle’z-Zaman, yay. Abderrâzık etTantâvî el-Karmût, Kahire 1985, s. 355. 32 İbn Tagriberdi, Nucûm c. XV, s. 224. 33 Erdoğan Merçil, Müslüman-Türk Devletleri Tarihi, Ankara 1993, s. 290. 34 Kâzım Yaşar Kopraman, “Memlûkler”, Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, c. VI, İstanbul 1992, s. 456-458. 116 MEMLÛK DEVLETİ VE KUZEY A NADOLU birinin sığınağı oldu. Memlûk Sultanı Tatar’ın ölümünden (1421) sonra Kahire’de emirler arası rekabet kızışmıştı. O sırada devletin en üst noktasında iki görevde bulunan Emir Barsbay ile Emir Canıbeg es-Sûfî karşı karşıya geldiler. Canibeg es-Sûfî Saltanat Nâibliği görevinde bulunurken Barsbay Atabekü’l-Âsakirlik görevindeydi. Nihayet Barsbay rakibine üstün geldi ve Canibeg es-Sûfî’yi İskenderiye’ye sürerek orada hapsetti (1421). 35 Bununla beraber Canıbeg iki yıl sonra hapisten kaçtı. Tam on üç yıl kılık değiştirip kimliğini gizleyerek yaşadı.36 Bütün aramalara rağmen ele geçirilemedi. Zira Canibeg es-Sûfî bir müddet Mısır’da kaldıktan sonra Suriye’ye geçmiş, daha sonra Anadolu’ya giderek Kastamonu’da İsfendiyaroğlu’nun yanına sığınmıştı.37 Bununla beraber Canibeg, İsfendiyar Beyden umduğu yardımı temin edemeyeceğini düşündüğünden yahut umduğunu bulamadığından olacak, onun yanından Osmanlı Amasya Valisi Yörgüç Paşa’nın yanına geçti. Aynı günlerde Anadolu’da, Kayseri meselesi yüzünden Karamanoğulları ile Dulkadirliler arasında niza vardı. Osmanlı Devleti ise, o sıralarda Karamanlıları destekleyerek Anadolu işlerine karışan Memlûk Devleti’ne karşı Canıbeg es-Sûfî’den yararlanmayı planlıyordu. 38 Memlûk Emiri Canıbeg es-Sûfî’nin geçici de olsa Candaroğulları Beyliğine sığınması Memlûklerin söz konusu beylikle arasında geçen farklı bir münasebetidir. Memlûklerin Candaroğulları Beyliği ile ticarî ilişkileri de söz konusu olmuştur. Nitekim beyliğin uzun yıllar hükmettiği Kastamonu ve Sinop şehirleri, Kırım, Kıpçak, Bulgaristan, Rusya ve Mısır ile gelişmiş deniz ticareti olan şehirlerdi. 39 Bununla beraber Anadolu’daki İlhanlı egemenliği döneminde onların Altın Orda Devleti ile arasının bozulması bu ticarî ilişkileri olumsuz etkiledi. Zira bu dönemde Karadeniz’in kuzeyinden ve Kafkaslardan Sivas’a gelen ticaret yolu boğazlar üzerine kaydı. Bu değişimden Sivas ticareti ile Sinop ve Samsun limanlarını elinde tutan Candaroğulları büyük zarar gördü.40 Bununla beraber istenilen malların 35 Makrîzî, Sulûk, c. IV/I, s. 231; İbn Tagriberdi, Nucûm, c.XV, s. 61-64; Refet Yinanç, Dulkadir Beyliği, Ankara 1989, s. 50. 36 Aynî, Ikd’ul-Cumân, s. 203. 37 Makrîzî, Sulûk, c. IV /II, s. 948, 1061; İbn Tagriberdi, Nucûm, c. XV, s. 61-64; Yinanç, Dulkadir Beyliği, s. 50. 38 Yinanç, Dulkadir Beyliği, s. 50. 39 Kalkaşandî, Subh el-A’şâ, c.V, s. 348-349; Zeki Velidi Togan, Umumî Türk Tarihine Giriş, İstanbul 1981, s. 319; Ali Sevim – Yaşar Yücel, Türkiye Tarihi, Fetih, Selçuklu ve Beylikler Dönemi, Ankara 1989, s. 253; Varlık, “Anadolu Beylikleri”, s. 552. 40 Claude Cahen, Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler, çev. Yıldız Moran, İstanbul 1979, s. 313. 117 KÜRŞAT SOLAK İstanbul üzerinden Mısır’a gelişi devam ettiğinden dolayı mevzu bahis değişim Memlûkleri fazla etkilemedi. 41 Memlûk Devleti ile Anadolu Beylikleri arasındaki ticarî ilişkiler denizler üzerinden Anadolu’nun batı ve güney sahilleri vasıtasıyla olmuştur. Bunun yanı sıra deniz yoluyla Antalya ve Alâiye’ye ulaşan tüccarların karadan devam ederek Karadeniz’e ulaşmaları da vâkidir. Gerçekten muhtemel tehlikeleri göze alan Mısırlı ve Suriyeli tüccarlar Anadolu’nun ortasından geçerek Sinop ya da Samsun’a çıkarlar ve oradan Sudak, Kefe gibi limanlara, Altın Orda ülkesine ulaşırlardı. 42 Söz konusu tüccarların Anadolu’nun kuzey sahilinde ulaştığı Sinop, Samsun ve Amasra şehirleri ise malum olduğu üzere Candaroğulları Beyliğinin elindeydi. Candarlı ülkesi ise bakır madenine ve sayısız zenginliklere sahipti.43 Bu münasebetle Memlûklerin Candaroğulları Beyliği ile ticarî ilişkisi vardı. Bunun yanı sıra Karadeniz’de ticaret yapan Ceneviz ve Venedikliler söz konusu şehirlerden tedarik ettikleri ticarî emtiayı Memlûk ülkesine taşırlardı.44 Bu durumda, onlar aracılığıyla Memlûkler ile Candaroğulları arasında yaşanan alış verişler bir dolaylı ticaret örneği idi. Memlûk Devleti ile Anadolu Beylikleri arasındaki münasebetlerin bir yönü de aralarında yaşanan para kullanımıdır. Bu meyanda Memlûk paralarının Anadolu’da tedavülde olduğu bilinmektedir. Bununla beraber Menteşe, Aydın, Saruhan, Karesi gibi kıyı beyliklerinde ve Candaroğulları Beyliğinde Memlûk paraları kullanılmazdı. Onların kendilerine ait paraları vardı. Batı Anadolu Beylikleri ve Candaroğulları Beyliğinin siyasî ve askerî güç olarak Dulkadiroğulları, Karamanoğulları, Ramazanoğulları gibi beyliklerden daha güçlü olmadıkları halde Memlûk parası kullanmamaları, Memlûk ekonomik ve siyasî etki alanından uzak olmalarıyla ilgilidir. Dolayısıyla bu beyliklerin Mısır ile münasebetleri devlete sınır olan beyliklere göre farklı özellikler gösterir. Her şeyden önce bu beylikler kendi adlarına para bastırdıkları için bağımsızdırlar. Nitekim Candaroğullarının bağımsızlık sembolü olarak kullandıkları paralarının ismi ‘Dâru’s-Saade-i Sinop’ olup bu para bakırdandı. 45 Ayrıca Osmanlı Devleti’ne yakın olan yerlerde, dönemin Anadolu’daki güçlü siyasî teşekkülleri olan Osmanlı, İsfendiyar ve Eretna paraları arasında yakın bir ilişki vardı. Bu ilişki yakın 41 Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 501; Claude Cahen, Haçlı Seferleri Zamanında Doğu ve Batı, çev. Mustafa Daş, İstanbul 2010, s. 292. 42 Seton Lloyd - Storm D. Rıce, Alanya, çev. Nermin Sinemoğlu, Ankara, 1964, s. 6; Mükrimin Halil Yinanç, “Alâiye”, İslam Ansiklopedisi, c. I, Eskişehir 1997, s. 288. 43 Hasan-ı Rumlu, Ahsenü’t-Tevârîh, çev. Mürsel Öztürk, Ankara 2006, s. 572. 44 Wilhelm Von Heyd, Yakın-Doğu Ticaret Tarihi, çev. Enver Ziya Karal, Ankara 2000, s. 614-617. 45 Varlık, “Candar Oğulları Beyliği”, s. 560. 118 MEMLÛK DEVLETİ VE KUZEY A NADOLU ticarî bağlara dayanan bir çeşit ortak para kullanımıydı.46 Bu sebeple 14. asrın son yarısında Mısır’da başlayan büyük gümüş para sıkıntısı Anadolu’yu etkilemedi. 47 Netice olarak Memlûk Devleti Anadolu Beylikleri ile sıkı münasebetler içinde olmasına rağmen Anadolu’nun kuzeyi ile kuvvetli bir irtibata sahip değildi. Kuzey Anadolu’da varlık göstermiş olan Pervaneoğulları, Çobanoğulları, Tâceddinoğulları ve Candaroğulları Beyliklerinden Pervaneoğulları ve Candaroğulları ile münasebeti oldu. Kuzey Anadolu ile yeterli irtibata sahip olmayan Memlûklerin Anadolu’nun güneyinde kurmuş olduğu nüfûzu orası için geçerli değildi. Esasen Candaroğulları Beyliği üzerinde nüfûz kurulamayacak bir beylik değildi. Nitekim Osmanlılar ve Timur beylik üzerinde hâkimiyet tesis etmişti. Buna rağmen nüfûz kurulamamasının sebebi ise aradaki mesafedir. Bu hakikatle beraber Memlûklerin Candaroğulları Beyliği ile münasebeti vâkidir. Mektuplaşma, hediyeleşme ve elçi gidiş gelişi olmuştur. Ancak Mısır’a gelen Candarlı elçisinin itaat bildirdiğine dair bir kayıt yoktur. Memlûk Devleti ile Candaroğulları Beyliği arasında ticaret olmuştur. Bu ticaret denizler üzerinde gerçekleştiği gibi Antalya’dan giriş yaparak Anadolu’yu kat eden Mısırlı ve Suriyeli tüccarların Karadeniz’e ulaşması ile de cereyan etmiştir. Anadolu’da kullanımını gördüğümüz Memlûk paralarına Candarlı ülkesinde rastlanmaz. KAYNAKÇA Aksarayî, Kerimüddin Mahmud, Müsâmeretü’l-Ahbâr ve Müsâyeretü’l-Ahyâr, çev. Mürsel Öztürk, Ankara 2000. el-Arînî, Seyyid el-Bâz, eş-Şarku’l-Ednâ fi’l-Asru’l-Vustâ: el-Eyyûbiyyun, Beyrut 1967. Ayalon, David, “Memlûkler ve Deniz Kuvvetleri”, çev. Salih Özbaran, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Dergisi, Sayı: XXV, 1971, s. 39–50. el-Aynî, Bedreddin Mahmud, Ikd’ul-Cumân fî Tarih Ehle’z-Zaman, yay. Abderrâzık et-Tantâvî el-Karmût, Kahire 1985. Baypars Tarihi, çev. M. Şerefüddin Yaltkaya, Ankara 2000. Cahen, Claude, Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler, çev. Yıldız Moran, İstanbul 1979. 46 Konstantin Zhukov, “Osmanlı, Karesi ve Saruhan Sikkeleri ve Türk Batı Anadolu’sunda Ortak Para Sorunu (1340-1390)”, Osmanlı Beyliği 1300-1389, İstanbul 1997, s. 256. 47 Zeki Velidi Togan, “Mogollar Devrinde Anadolu’nun İktisadî Vaziyeti 1”, Türk Hukuk ve İktisat Tarihi Mecmuası, c. I, İstanbul 1931, s. 13. 119 KÜRŞAT SOLAK __________, Haçlı Seferleri Zamanında Doğu ve Batı, çev. Mustafa Daş, İstanbul 2010. Çetin, Altan, Memlûk Devleti’nin Kuzey Sınırı, Ankara 2009. Edirneli Oruç Beğ, Oruç Beğ Tarihi, yay. Atsız, İstanbul 1972. Ersan, Mehmet, Türkiye Selçuklu Devletinin Dağılışı, Ankara 2010. Esterâbadî, Aziz b. Erdeşir, Bezm u Rezm, çev. Mürsel Öztürk, Ankara 1990. Hasan İbrahim Hasan, “Fâtimiler”, çev. Heyet, DGBİT, cilt V, İstanbul 1988, s. 79– 116. Hasan-ı Rumlu, Ahsenü’t-Tevârîh, çev. Mürsel Öztürk, Ankara 2006. Heyd, Wilhelm Von, Yakın-Doğu Ticaret Tarihi, terc. Enver Ziya Karal, Ankara 2000. İbn Batûta, Muhammed et-Tancî, Tuhfetu’n-Nuzzâr fi Garaibi’l-Emsâr, c. I, sad. ve haz. Mümin Çevik, İstanbul 1983. İbn Tagriberdi, Cemaâleddin Ebu’l-Mehâsin Yusuf, EnNucûm ez- Zâhire fî Mulûk Mısr ve’l-Kâhire, cilt IX, 16 cilt, cilt I-XII, yay. Dâru’l-Kütübi’l-Mısrıyye; c.XIII, yay. Fehim Muhammed Şaltûd; cilt XIV, yay. Cemal Muharrız-Fehim Muhammed Şaltûd; c.XV, yay. İbrahim Ali Tarhan; cilt XVI, Cemaleddin eşŞayyal, Kahire 1929-1956, 1970, 1972, 1972. el-Kalkaşandî, Ahmed b. Ali, Subh el-A’şâ fî Sınâat el-İnşâ, 14 cilt, yay. Muhammed Abdurrasul İbrahim, Kahire 1913–1920. Kanat, Cüneyt, “Memlûkler’in Baybars Zamanında (1260–1277) Suriye-Çukurova Siyaseti ve Bu Siyasetin Çukurova’nın Türkleşmesindeki Rolü”, III. Uluslar Arası Çukurova Halk Kültürü Bilgi Şöleni (Sempozyumu) Bildiriler, Adana 1999, s. 423– 434. Kaymaz, Nejat, Pervâne Muînü’d-Dîn Süleyman, Ankara 1970. Kırzıoğlu, M. Fahrettin, “Eretna-Oğulları”, Tarihte Türk Devletleri, c. II, Ankara 1987, s. 495–502. Konyalı, İbrahim Hakkı, Karaman Tarihi, İstanbul 1967. Kopraman, Kâzım Yaşar, “Memlûkler”, Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, c. VI, İstanbul, 1992, s. 433-543. Lloyd, Seton - Rıce, Storm D., Alanya, çev. Nermin Sinemoğlu, Ankara 1964. el-Makrîzî, Takiyüddin Ahmed b. Ali, Kitâb es-Sulûk li-Ma‘rifet Duvel el-Mulûk, 4 cilt, yay. Muhammed Mustafa Ziyade - Said Abdulfettah Aşûr, Kahire 1938–1956, 1971–1972. Merçil, Erdoğan, Müslüman-Türk Devletleri Tarihi, Ankara 1993. 120 MEMLÛK DEVLETİ VE KUZEY A NADOLU Neşrî, Mehmed, Kitâb-ı Cihan-Nümâ, c.I, yay. Faik R. Unat-Mehmed A. Köymen, Ankara 1995. es-Sayrafî, Ali b. Davud b. El-Hatîb el-Cevherî, Nuzhet en-Nüfûs ve’l-Ebdân fî Tevârîh ez-Zaman, c.II, 4 cilt, yay. Hasan Habeşî, Kahire 1970–1973. Sevim, Ali–Yücel, Yaşar, Türkiye Tarihi, Fetih, Selçuklu ve Beylikler Dönemi, Ankara 1989. Togan, Zeki Velidi, “Mogollar Devrinde Anadolu’nun İktisadî Vaziyeti 1”, Türk Hukuk ve İktisat Tarihi Mecmuası, c. I, İstanbul 1931, s. 1–42. __________, Umumî Türk Tarihine Giriş, İstanbul 1981. Turan, Osman, Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul 1996. Türkler ve Askerlik, ed. Süleyman Kızıltoprak, İstanbul 2009. Uzunçarşılı, İsmail Hakkı, “Sivas ve Kayseri Hükümdarı Kadı Burhaneddin Ahmet”, Belleten, c. XXXII, Sayı: 125, 1968, s. 191–233. Varlık, M. Çetin, “Candar Oğulları Beyliği”, DGBİT, c.VIII, İstanbul 1992, s. 550561. __________, “Anadolu Beylikleri”, DGBİT, c.X, İstanbul 1992, s. 23–129. __________, “Pervane Oğulları”, DGBİT, c. VIII, İstanbul 1992, s. 592–596. Yinanç, Mükrimin Halil, “Alâiye”, İslam Ansiklopedisi, c. I, Eskişehir 1997, s. 287289. Yinanç, Refet, Dulkadir Beyliği, Ankara 1989. Yücel, Yaşar, “Candar-Oğulları Beyliği (1439-1461)”, Belleten, c. XXXIV, Sayı: 135, 1970, s. 373-394. __________, XIII. XV. Yüzyıllar Kuzey-Batı Anadolu Tarihi Çoban-Oğulları Candar-Oğulları Beylikleri, Ankara 1980. __________, Timur’un Ortadoğu-Anadolu Seferleri ve Sonuçları (1393-1402), Ankara 1989. Zhukov, Konstantin, “Osmanlı, Karesi ve Saruhan Sikkeleri ve Türk Batı Anadolu’sunda Ortak Para Sorunu (1340-1390)”, Osmanlı Beyliği 1300-1389, İstanbul 1997, s. 256–261. Zıadeh, Nıcola A., Urban Life in Syria Under the Early Mamluks, Beyrut 1953. 121 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 3, Ocak-2012, s. 123-156 BAŞLANGICINDAN II. YÜZYILIN ORTALARINA KADAR DOĞU TÜRKİSTAN İLE ÇİN MÜNÂSEBETLERİNE GENEL BİR BAKIŞ Kürşat YILDIRIM ÖZET: Çalışmamızda Çin kaynaklarına dayanarak Çinliler ile bugünkü Doğu Türkistan sahası arasındaki münâsebetlerin başlangıcı ve Çinlilerin bu coğrafyayı terk etmek mecburiyetinde kaldıkları II. yüzyılın ortalarına kadarki genel durumu incelenmeye çalışılmıştır. Doğu Türkistan’ın en eski devirlerden beri Çin’in ilgi sahasına girdiği ve coğrafî, ekonomik ve stratejik bakımlardan Çinliler tarafından daimâ ele geçirilmek istenen bir yer olduğu Çin kaynaklarının verdiği bilgiler ışığında ortaya konulmuştur. Anahtar Kelimeler: Doğu Türkistan, Çin, İstilâ, Çin’in Erken Batı Siyaseti AN OVERVIEW OF RELATIONS BETWEEN EASTERN TURKISTAN AND CHINA FROM THE BEGINNING UNTIL THE M ID-SECOND CE NTURY ABSTRACT: In the present study, based on Chinese sources, I have studied the beginning of the relations between the East Turkestan area and Chinese and overall situation of this relations until mid-second century when Chinese had been forced to leave area. The result has been determined that China has always had interest in entering the field of East Turkestan and the Chinese have always desired to seize area because of the geographical, economic and strategic reasons since ancient times. Key words: Eastern Turkistan, China, Invasion, Early Western Policy of China Giriş: Doğu Türkistan en eski devirlerden bugünlere kadar dünyanın en önemli ticaret, ilim ve kültür merkezlerinden biri olmuştur. Sâhip olduğu coğrafî ve stratejik değeriyle Doğudaki Kore, Mançurya, Çin, Hindistan ile Batıdaki İran, Yunan ve Roma toprakları arasında hem bir köprü vazifesi görmüş hem de tüm bu kültürlerle içli dışlı olma fırsatına kavuşmuştur. Batıdaki medeniyetler Doğu Türkistan ile doğrudan ticarî bağlar kurmuş ve Çinlilere sattıkları malları Doğu Türkistan’daki devletler aracılığıyla Çin topraklarına ulaştırabilmişler; yine Çinliler de mallarını Doğu Türkistan’daki devletler sayesinde Batıdaki müşterilerine satabilmişlerdir. Doğu ve Batı arasında aracılık vazifesi gören Doğu Türkistan’ın kendisi de başlı başına büyük bir değerdi. Doğu Türkistan gerek yeraltı ve yerüstü zenginlikleri gerekse medenî şehirleri ile oldukça ileri bir kültürün ve medeniyetin temsilciliğini yapıyordu. Arkeolojik çalışmalar dünyanın en eski yerleşik kültürlerinden birinin Doğu Türkistan’da bulunduğunu tespit etmiştir1. Tarih boyunca çok sayıda kavim çeşitli vesilelerle Doğu Türkistan Arş. Gör. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü. J. P Mallory-Victor H. Mair, The Tarim Mummies: Ancient China and the Mystery of the Earliest Peoples from the West, London 2000. 1 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 3, Ocak-2012, s. 123-156 KÜRŞAT YILDIRIM coğrafyası ile temasa geçmiştir. Yazılı kaynaklardan ve arkeolojik malzemelerden anlaşılacağı gibi Doğu Türkistan’daki etnik hareketlilik had safhadadır ve şehir kültürü önemli bir merhale kat etmiştir. Bu şehir kültürünü ortaya çıkaran etken ise ticarî ve ilmî faaliyetlerdir. Tarih boyunca birçok devlet Doğu Türkistan’a hâkim olmak istemiştir. Bu devletlerden birisi de Çin İmparatorluğu’dur. Çinliler Ch’in Sülalesi’nin başa geçmesiyle ancak M.Ö. 221 yılında devlet birliği sağlayabilmişlerdi. Çinlilerin doğal yaşam alanı olan Wei Irmağı havzası oldukça sınırlı hayat şartlarını beraberinde getiriyordu 2. Geleneksel Çin kültürünü bu havzada kıt kanaat geçinen köylüler oluşturmaktaydı. Feodal yapı içerisinde yaşayan Çinliler ancak tahıl ile yaşayabilirdiler ve hiçbir ticarî imkâna sâhip değillerdi. Bu düşünce en eski Çin şiirlerine de yansımış ve yabancı olanlar “tahıla el koyanlar” olarak tahayyül edilmişti3. İçlerine kapanık Çinliler birbirleriyle didişmeyi bırakıp tek bir devlet çatısı altında toplandıktan sonra gözlerini, ürettikleri ipeği ve diğer malları vererek yerine ihtiyaç duydukları malları alacakları pazarlara diktiler. Büyük Hun İmparatorluğu’nun bânisi Mo-tun’un babası T’ou-man devrinde (M.Ö. 210’lardan önce) Hunlar en verimli otlakları olan Ordos bölgesini artık Çinlilere kaptırmışlardı ki bu topraklar Çinlilerin o devre kadar ulaştığı en Batı uç idi. Bunun yanında Çin’in nüfusu M.Ö. 221 yılında 20 milyonu geçmiş ve gitgide artarak M.S. 2 yılında 60 milyona ulaşmıştı ki bu nüfusu beslemek için 40 milyon hektar ekili tarla gerekiyordu 4. Bu yayılma ve genişleme sürecinde Çinliler ordularını Türkler gibi teşkilatlandırmışlar ve Türklerle mal alış verişi yaparak ticaretten kâr etmeye başlamışlardı. Büyük Hun İmparatorluğu’nun kurulmasından sonra Mo-tun’a yenilip Hunlara vergi vermeye başlayan Çinliler Mo-tun’un ölümünden sonra İmparator Wu devrinde (M.Ö. 140-78) hem ticaret yollarına hem de bereketli topraklara hâkim olmak için dikkatlerini Hsi-yü (“Batı Toprakları”) dedikleri Doğu Türkistan’a yöneltmişlerdi. Çinliler Doğu Türkistan’ı Hunların sağ kolu olarak görüyorlar ve Doğu Türkistan’a hâkim olmanın Hunların sağ kolunu kesmek manasına geldiğini söylüyorlardı. Gerçekten de milâdî devirlere takaddüm eden yıllarda Çinlilerin Doğu Türkistan’a yönelmeleri Hunların sonunu getirmiş ve Hunlar 2 Bahaeddin Ögel, Büyük Hun İmparatorluğu Tarihi, I, Ankara 1981, s. 14-15. Tafsilat için bkz. James Legge, The Chinese Classics: With A Translation, Critical And Exegetical Notes, prolegomena, and copious indexes, V Cilt, Hong KongLondon 1861–1872. 4 Duan Chang-Qun, Gan Xue-Chun, Jeanny Wang, Paul K. Chien, “Relocation of Civilization Centers in Ancient China: Environmental Factors”, Ambio, XVII, 7, Nov. 1998, s. 572-575. 3 124 BAŞLANGICINDAN II. YÜZYILIN ORTALARINA KADAR DOĞU TÜRKİSTAN İ LE ÇİN MÜNÂSEBETLERİNE GENEL BİR BAKIŞ gittikçe zayıflayarak ikiye bölünmüşlerdi. Bu gerçek Mo-tun’un M.Ö. 176 yılında Çin İmparatoru’na yazdığı mektupta hâkim olduğu toprakların merkezine Doğu Türkistan’ı koymasıyla da kendisini göstermektedir5. Çinliler Mo-tun’un ölümünden sonra Tarım havzasının Güneyindeki yollardan Doğu Türkistan içlerine girmişler, bazı Çinli tüccarlar Fergana’daki devletlere kadar uzanmışlardı. Bu toprakların keşfinde en büyük pay şüphesiz seyyahlık ve casusluk vazifelerinde bulunan Changch’ien (M.Ö. 172-114)’e âitti6. Çin’den Batıya giden yol açıldıktan sonra çeşitli Çin malları Doğu Türkistan’a ve Baktriya’ya akıyordu; bölge tüccarları ise buradan aldıkları malları Batıya ve Suriye’ye götürüyorlardı. Çinliler ipek getiriyorlar ve oradan çeşitli kumaş, dokuma, halı, cam, değerli metaller, yeşim taşı, mercan, ilaç, baharat, at, deve vesaire alıyorlardı. Çin malları İran ve Suriye üzerinden Roma İmparatorluğu’na kadar gidiyordu7 ve aynı süreç tersine de işliyordu. Çin bu sırada işgal ettiği Doğu Türkistan’ı idâre etmek için çeşitli idari birimler yanında Doğu Türkistan Genel Valiliği kurmuştu ki bu sistem modern sömürgecilik sisteminin en mükemmel prototipi olarak addedilebilir. İstila ettiği topraklarda kurduğu tımar sistemi 8 ile hem tarımsal ürün hem de asker ihtiyacını karşılıyordu. M.S. 9 yılında General Wang-mang darbeyle Çin tahtına geldikten sonra Çin’de doğan karmaşadan istifade eden Doğu Türkistanlı devletler Çin’e karşı başkaldırıp münasebetlerini kestiler ve hep birlikte tekrar akrabaları olan Hunlara tâbi oldular. M.S. 9 yılından sonra artık zayıflamış ve ikiye ayrılmış olan Hunlar Doğu Türkistan’da tek söz sahibi olmayacaklardı. Yarkend, Hoten, Turfan ve Çarklık gibi devletler bölgede hâkimiyet mücadelesi veriyorlar ve birbirleriyle kâh ittifak kuruyorlar kâh birbirlerine saldırıyorlardı. Devletler bu süreçte denge siyasetinin en ince ayrıntılarına başvurarak Hun ve Çin gibi iki büyük güç arasında dengeleyici vazifesi üstlenmişler, Kuzey ve Güney ticaret yollarına hâkim olmaya girişmişlerdi. Bu durum 73 yılına kadar devam etmişti. Bu arada Kuzey Hun İmparatorluğu M.S. 83-87 yıllarında tamamen çökmüştü9. Son yılda Hsien-pei’ler Hunları yenmiş ve Hun İmparatoru’nu 5 Han Shu (HS), Beijing 1997, 94A, s. 3757: “Bundan sonra Lou-lan, Wu-sun, Hukai ile, bunlardan başka, onların yakınlarındaki yirmi altı devletin hepsi alındı”. 6 Chang-ch’ien’in Doğu Türkistan’daki faaliyetleri için bkz. L. A. Borovkova, Tsarstva “Zapadnogo Kraya” vo II-I Vekah do N. E., Moskva 2001, s. 90 vd. 7 V. İ. Avdiyev, İstoriya Drevnego Vostoka, Moskva 1953, s. 663. 8 Ayrıntılar için aşağı bakınız. 9 Bu devirdeki Hun Çin mücadeleleri için bkz. W. M. McGovern, The Early Empires of Central Asia, Chapel Hill 1939, s. 255 vd. 125 KÜRŞAT YILDIRIM öldürmüşlerdi. Kuzey Hunlarından geri kalanlar Batıya doğru hareket edip 91 yılında İli Vadisine girdiler. Hsien-pei’ler onların önceki topraklarına hareket edip hâkim güç olarak Hunların yerini aldılar ve Batıda Wusun’ların yaşadığı topraklara kadar yayıldılar10. Çin İmparatorluğu 73 yılında tüm imkânlarını seferber ederek büyük ordularla Doğu Türkistan’ı istilâya girişti. Bu istilâ Kuzey Hunlarına da vurulan son darbeydi ve Hunlar artık gitgide Batıya kaymaya başlamışlardı. Bu sırada proto-Moğol Wu-huan ve Hsien-pei’ler de Güneye doğru inerek bu süreci hızlandırmışlardı. Doğu Türkistan’daki devletler hiç olmadığı kadar büyük bir baskı ve kıyımla karşı karşıya idiler. Her ne kadar kaynaklarda Hoten gibi bazı devletlerin Çin istilâsına tam destek verdiği ve Çin’i “baba gibi” gördüğü yönünde kayıtlar yer alsa da bu kaynakların tarafsızlığı tartışmalıdır ve bunlar işgalci kuvvetlere âit kaynaklardır. Üstelik Hoten Devleti Hunlara karşı Çin’i çok iyi kullanmıştı ve Hunların kendilerinden intikam almalarından korkuyorlardı11. Çin’in bu büyük istilâsı Pan-ch’ao (32-102) devrinde zirveye çıkmıştır. Siyaset ve diplomasi üstadı bu general sayesinde Doğu Türkistan I. yüzyılın sonlarında tamamen Çin hâkimiyetine girdi; ticaretin tamamı üzerinde kontrol sağlayarak muazzam bir zenginliğe erişti. Bölge devletlerinin bazı müstakillik girişimleri çok kanlı bir şekilde bastırıldı. Bölgedeki isyanlara daha fazla dayanamayan Çin 107-108 yıllarında geri çekilmek zorunda kaldı. Doğu Türkistan Genel Valiliği lağvedildi ve tüm Çin birlikleri Çin’in en Batı sınırı olan Tunhuang’ın Doğusuna çekildi. M.S. 107-108 yılından sonra da Çinliler bölgeye hâkim olmak için münferit girişimler yapmışlarsa da bir netice elde edememişlerdir. Doğu Türkistan Ve Hsı-Yü (“Batı Toprakları”) Tâbiri Ve Çin Kaynaklarındaki Görünümü: Bugünkü Doğu Türkistan coğrafyası Çin Halk Cumhuriyeti sınırları içinde yer almakta ve Çin idârî yapısı içinde “Xinjiang Uygur Özerk Bölgesi”12 olarak adlandırılmaktadır. Doğu Türkistan Batısında Kazakistan, Kırgızistan, Afganistan ve Tacikistan; 10 Christopher I. Beckwith, Empires of Silk Road, A History of Central Eurasia from the Bronze Age to the Present, Princeton-Oxford 2009, s. 90 (Türkçesi tarafımızdan bugünlerde yayınlanmıştır: Christopher I. Beckwith, İpek Yolu İmparatorlukları, Çev., Kürşat Yıldırım, İstanbul, 2011). 11 McGovern, a.g.e., s. 266 vd. 12 新疆维吾尔自治区. Çin tahtındaki Mançu sülalesi Doğu Türkistan’ı işgal etmiş ve 1884’de Xinjiang Eyaleti 新 疆 省 kurmuştur. 1 Ekim 1955’te eyalet statüsü lağvedilip özerk bölge kurulmuştur. Ayrıntılar için bkz. İklil Kurban, Şarki Türkistan Cumhuriyeti (1944-1949) Ankara 1992; Doğu Türkistan İçin Savaş, Ankara 1995. 126 BAŞLANGICINDAN II. YÜZYILIN ORTALARINA KADAR DOĞU TÜRKİSTAN İ LE ÇİN MÜNÂSEBETLERİNE GENEL BİR BAKIŞ Güneybatısında Pakistan ve Hindistan; Güneyinde Tibet; Kuzeyinde Rusya ve Moğolistan ve Doğusunda Çin ile komşudur. Coğrafî özelliklerinden dolayı tarih boyunca Doğu Türkistan coğrafyasının sınırları pek değişmemiştir. Bu coğrafyada Tarım ve Cungar olmak üzere iki büyük havza; Altay, Tanrı ve Kunlun Dağları olmak üzere üç büyük dağ silsilesi; Tarım, Yarkend ve Kaşgar olmak üzere üç büyük ırmak ve Bagraş, Sayram, Aydıng (Aydın), Ulungur, Ayak Kum, Ebinur, Lobnur, Manas, Hanas gibi göller vardır13. Bilindiği gibi yazılı kaynaklardaki Türkistan kelimesi ilk kez Turkastanak şeklinde eski Yunanlıların İskitya kelimesine karşılık olarak VIII. yüzyılda yaşamış olan Ermeni tarihçisi Musa Horenki (Moses Xorenac’i) tarafından kullanılmış ve Batıda İtil, Doğuda İmaos yani Tanrı Dağlarının Doğu tarafları, Güneyde Maverâünnehir mukabili olan Sogd ile Arik yani Horasan arasındaki topraklara atfedilmiştir14. Daha evvel Yunan kaynaklarında henüz VI. yüzyılda, Orta Asya için Türk adına bitişen Yunanca –hia- ekiyle “Turkhia” denilmişti15. Avesta’da da Turan ve Türkistan kelimesi geçmekte ve Tanrı Dağlarının Doğusundan İtil Irmağı, Seyhun ve Ceyhun, Horasan arasında kalan topraklar kastedilmektedir16. Rusya 1716 yılından itibaren Batı Türkistan’da mâlûm istilâ siyaseti izlemeye başlamış; Çin ise 1755-1765 yılları arasında Doğu Türkistan’ı işgal etmiş ve buraya 18 Kasım 1884’de Xin-jiang (Hsin-chiang)17 adını vermiştir; Batılılar da bu adı kullanmışlar ancak bazen de Doğu Türkistan demişlerdir 18. Aşağıda açıklayacağımız gibi Çinliler tarihte Doğu Türkistan’a “Batı ülkeleri” anlamına gelen Hsi-yü19 diyorlardı. İngiliz tarihçiler XIX. yüzyılın başlarına kadar Batı Türkistan için Büyük Buhâra, Doğu Türkistan için Küçük Buhâra adını kullanıyorlardı. Fakat XIX. yüzyıldan sonra Batı Türkistan’ı, Türkistan adıyla anmaya başlamışlardır. Batı Avrupa ve Rus tarihçileri ise Batı Türkistan tâbirini pek kullanmamışlardır. Rus edebiyatında Doğu Türkistan terimine XIX. yüzyıldan itibaren rastlanmaktadır. Ancak bu daha çok tarih, coğrafya ve etnografya terimi olarak kalmıştır. Ruslar işgal ettikleri Türkistan 13 Bkz. Zeki Velidi Togan, Bugünkü Türkili (Türkistan) ve Yakın Tarihi, I, 2. baskı, İstanbul 1981, s. 3 vd. 14 Zeki Velidi Togan, Türk Türkistan, İstanbul 1960, s. 14. 15 İbrahim Kafesoğlu, Türk Millî Kültürü, 23. baskı, İstanbul 2003, s. 45. 16 Baymirza Hayit, “Türkistan Terimi Üzerine”, Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, 53, Nisan 1988, s. 23. 17 新 疆; “yeni toprak veya vilayet” manasındadır. 18 Hayit, a.g.m, s. 25. 19 西 域; “Doğu Türkistan veya ülkeleri”. 127 KÜRŞAT YILDIRIM topraklarındaki vilayetlerini Türkistan Genel Valiliği adlı idarî bir birim altında resmen 11 Temmuz 1867’den itibaren toplamışlardır. Doğu Türkistanlı aydınlar ise XX. yüzyılın başlarında Batı Türkistan’daki bu gelişmeler doğrultusunda Doğu Türkistan terimini kullanmaya başlamışlardır 20. Sovyet Rusya ise emperyalist maksatlarla Batı Türkistan demediği hâlde Doğu Türkistan terimini kullanmış ve buna karşılık Batı Türkistan yerine Orta Asya demiştir21. İkinci Dünya Savaşından sonra Batı Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri’nde Türkistan terimi yerine “Orta Asya veya Merkezî Asya” (Central Asia; Средняя Азия) terimleri kullanılmaya başlanmış22 buna karşılık Çin’e yönelen siyasî maksatlarla Doğu Türkistan tâbiri söylenmeye devam edilmiştir. Bunun yanında coğrafî ve iktisadî gerekçelerle kullanıldığı anlaşılan İç Asya (Inner Asia) terimi 23 çok özel bir terimdir ve Doğu Türkistan’ı ifade etmemektedir. Çinlilerin Doğu Türkistan için kullandıkları 西 域 Hsi-yü yani “Batı Toprakları” adını Han sülalesi devrinde (M.Ö. 206-M.S. 220) daha çok Tanrı Dağlarının Güneyinden kıvrılan yol üzerindeki Yü-men yani “Yeşimtaşı Kapısı”nın batısındaki topraklar için kullandığı görülmektedir. Esas itibarı ile Doğu Türkistan toprakları söz konusu olsa da yeri geldiğinde daha Güneydeki ve Batıdaki topraklardan, devletlerden ve halklardan da bahsedilmiştir. Bu surette Çin kaynaklarının “Doğu Türkistan” hakkında bilgi verirken aslında İpek Yolu üzerindeki yerleri anlattığı anlaşılmaktadır. 20 Tafsilat için bkz. Hayit, a.g.m, s. 25-27. Hayit, a.g.m, s. 30. Orta Asya veya Merkezî Asya teriminin dil hususundan hareketle başvurulan “Altaik” bir terim olduğu kabul edilmektedir; Denis Sinor, “The Scope and Importance of Altaic Studies”, Journal of the American Oriental Society, LXXXIII, 2, Apr.-Jun., 1963, s. 194. Nihayetinde bugün Orta Asya veya Merkezî Asya terimi ile Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Türkmenistan ve Özbekistan’ın bulunduğu saha kastedilmektedir; Rafis Abazov, The Palgrave Concise Historical Atlas of Central Asia, New York 2008, s. 2. 22 Hayit, a.g.m, s. 29. 23 Sinor (Denis Sinor, “Giriş: İç Asya Kavramı”, Çev., R. Sezer, Erken İç Asya Tarihi, der., Denis Sinor, 4. baskı, İstanbul 2003, s. 18) bu konuda şöyle demektedir: “İç Asya’nın dünya tarihindeki yerini anlamak için anahtar kavram bozkırdır. Bu geniş otlak arazisinde; boynuzlu davar, koyun, keçi ya da at olsun davar üreticiliği her zaman geniş kapsamlı idi. Ekonomik öz-yeterliliği güven altına almak ve aşırı otlatmadan kaçınmak için sürülerin, genellikle belli sınırlar içinde, fakat zaman zaman nerede ot bulunabilirse orada, sürekli hareket hâlinde olmaları gerekiyordu”. István Vásary (István Vásary, Eski İç Asya Tarihi, Çev., İ. Doğan, İstanbul 2007, s. 21-23) ise Sinor’a dayanarak “İç Asya” kavramını kullanmış ve İç Asya’nın yerinin zaman ve mekana göre sürekli değişebileceğini belirtmiştir. 21 128 BAŞLANGICINDAN II. YÜZYILIN ORTALARINA KADAR DOĞU TÜRKİSTAN İ LE ÇİN MÜNÂSEBETLERİNE GENEL BİR BAKIŞ En erken Çinli kaynaklar bu yolların aslında Hunların ataları sayılabilecek kavimlerin hâkimiyeti altında olduğunu belirten ifadeler kullanmışlardır. Mesela T’ai P’ing Yü Lan’da şöyle denmektedir: “I kitabı derki (Batı Toprakları, Hsi-yü), Kao-tsung (M.Ö. 1259-1200) devrindeki Kuei-fang’dır”24. Buradaki Kuei-fang ise Hunların ataları olarak tasnif edilmektedir 25. Çinliler eskiden bu toprakları hiç görmemişlerdi ve buraların Hunların atalarına âit olduğunu düşünüyorlardı. Çinlilerin ilk defa olmak üzere Batılarındaki toprakları tanımasını sağlayan ve önceleri elçi, seyyah, casus ve daha sonraları general olan Chang-ch’ien’in (ölümü M.Ö. 114) gezip dolaştığı topraklar için yazdığı seyahatnamesi Shih Chih (yazım tarihi M.Ö. 109-91)’nin 123. bölümünde yer almaktadır; ancak bu raporun hiçbir yerinde Hsi-yü yani “Batı Toprakları” ifadesi geçmemektedir. Öte yandan Shihchih’nin yazarı Szu-ma-ch’ien bu adı sadece üç yerde zikretmektedir: Bölüm 60, s. 2109, satır 4’de, Hsi-yü etnik bir tâbir gibi görünmektedir; “西月氏匈 奴 西 域 舉 國 奉 師”. Huo-chü-ping 霍 去 病’in (M.Ö. 140-117) biyorafisinde Hsi-yü, Yüeh-chih ve Hsiung-nu (Hun)’lar ile yan yana etnik bir tasnife tâbi tutulmaktadır. Hsi-yü’nün Shih-chih’de görüldüğü bir diğer yer Bölüm 111, s. 2933, satır 8’dir. Burada gene Huo-chü-ping 霍去病’in Hunların Batı Beyi Hun-hsieh’e yaptığı seferden bahsetmektedir: “…去 病率 師攻 匈奴 西域 王 渾 邪”. Burada Hsi-yü tâbiri ile Hun devlet düzeninde bugünkü Doğu Türkistan topraklarını idâre eden bir bey bulunduğu ve bu toprakların Hun idarî sistemine dâhil olduğu görülmektedir. Szu-ma-ch’ien’in buradaki Hsiyü kaydını Hun devlet sistemindeki bir tâbirden ödünç aldığı anlaşılmaktadır. Hsi-yü tâbirinin Shih-chih’de görüldüğü son yer Bölüm 117, s. 3044, satır 5’tir: “康居西域重譯請朝…”. Buna göre Hsi-yü, K’angchü (Sogdiana) ile beraber coğrafî-etnik bir ad olarak ya da bir devlet adı gibi kullanılmıştır 26. 24 T’ai P’ing Yü Lan (TPYL), Taipei 1997, 792, s. 3511a: “易曰高宗伐鬼方”. Kuei-fang 鬼方. Bkz. HS, 94A, s. 3743. 26 Hsi-yü tâbirine dâir genel bir değerlendirme için bkz. Muhaddere N. Özerdim, “ “Hsi-Yü” Olarak Çin Türkistanı’nın Tarihî Sınırlaması ve Tarihî Önemi”, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi (DTCF), XV, 1-3, s. 209217; Ayşe Onat, “Çin-Türkistan İlişkilerinin Başlangıcı Hakkında Bazı Bilgiler”, Belleten, LIV, 211, Aralık 1990, s. 915 ve 915, dpt.6. Bu münasebetle Çin kaynaklarındaki “Hsi-yü” bölümleri Han Shu 漢 書’dan itibaren görülmektedir. Ayşe Onat’ın haklı olarak belirttiği gibi sonraki dönem Çin kaynaklarındaki “Hsiyü” bölümleri Han Shu ve Hou Han Shu 後漢書gibi yıllıklarda izlenen sistem esas alınarak oluşturulmuştur. 25 129 KÜRŞAT YILDIRIM Dolayısıyla Çinlilerin “Hsi-yü” yani “Batı Toprakları” tâbirini Hsiung-nu (Hun)’lardan ödünç aldıkları ve bu yönüyle “Batı Toprakları” tanımlamasının Hsiung-nu (Hun) idarî taksimatına has bir kavram olduğu anlaşılmaktadır. M. S. III. Yüzyıla Kadar Doğu Türkistan Sahasındaki Yollar: Bugünkü Doğu Türkistan sahası devrin en önemli ticaret merkezlerinden biriydi. Çin’den, Hindistan’dan ve Afganistan’dan gelen malların, Roma İmparatorluğu, Part İmparatorluğu ve Ön Asya’dan gelen mallarla değiştirildiği bir coğrafyaydı. Doğu Türkistan’daki yollar bu malların gidip geldiği kanallardı ve bu yollar üzerinde çok zengin ve güçlü devletler kurulmuştu. Çinlilerin Hsi-yü (“Batı Toprakları”) dediği Doğu Türkistan’a bağlı ülkelerin yayıldığı saha milâdın başlarında Doğudan Batıya 6 bin, Güneyden Kuzeye 2 bin li (1 li yaklaşık 500 metredir)’den fazladır. Doğuda Yü-men (Yeşimtaşı Kapısı) ve Yang-kuang (Yang Geçidi), Batıda Ts’ungling (Pamir) Dağları tarafından çevrilir. Kuzeydoğusunda Hsiung-nu (Hun)’lar ve Wu-sun’lar ile komşudur. Güneyinde ve Kuzeyinde sıradağlar vardır, ortasından Tarım Irmağı akar27. Doğu Türkistan’ın Güneyindeki Nanshan (Güney Dağları)28 izlenerek Doğuya doğru gidildiğinde Chinch’eng’a29 varılır. Çin topraklarının Nan-shan (Güney Dağları)’ına dâhildir. Doğu Türkistan’daki ırmakların iki kaynağı vardır; ilki Ts’ung-ling (Pamir) Dağlarından çıkıp Doğuya akar30, diğeri Yü-t’ien (Hoten)’in Güneyindeki dağlardan çıkıp Kuzeye akar31 ve Ts’ung-ling (Pamir)’den gelen ırmakla birleşir ve Doğuda P’u-ch’ang-hai (Lob Nor)’ya32 akar. P’u-ch’ang (Lob 27 Chavannes (“Les pays d’Occident d’aprés le “Heou Han chou” ”, T’oung Pao, II, 8, s. 168, dpt.4), Doğu Türkistan’ın merkezindeki Tarım Irmağının önceleri Çinliler tarafından Sarı Irmağın üst akımı zan edildiğini belirtmektedir. 28 Nan-shan 南 山, “Güney Dağları”. Şimdiki adıyla Ch’i-lien Dağları 祁連山 Tibet toprakları ile Çin arasındaki sınır gibidir. 29 Chin-ch’eng 金 城. Chavannes (a.g.m., s. 169), Lan-chou 蘭 州’da demektedir. Buranın Önceki Han devrinde (M.Ö. 206-M.S.25) kurulduğu ve bugünkü Kan-su eyaletindeki Lan-chou ilinin Kuzeybatısında, Sarı Irmağın kıyısında olduğu bilinmektedir (Chung-kuo-li-shih-ti-ming-ta-tz’u-tien, I, Ed., Shih Wei-le, Beijing 2005, s. 678). 30 Kaşgar Irmağı. Ayrıca bkz. Chavannes, a.g.m., s. 169, dpt.1. 31 Hoten Irmağı. 32 P’u-ch’ang-hai 蒲 昌 海, Lob Nor (Lob Gölü). Tarım havzasında yaklaşık 10 bin km2 alan kaplamaktadır. 130 BAŞLANGICINDAN II. YÜZYILIN ORTALARINA KADAR DOĞU TÜRKİSTAN İ LE ÇİN MÜNÂSEBETLERİNE GENEL BİR BAKIŞ Nor)’ın bir diğer adı Yen-tse (Tuz bataklığı)’dır. Buranın Yü-men (Yeşimtaşı Kapısı)’e uzaklığı 300 li’den fazladır33. Tun-huang’dan Batıya gidildiğinde Yü-men (Yeşimtaşı Kapısı) ve Yang Geçidine varılır. Shan-shan (Çarklık) geçilir ve Kuzeyde I-wu (Kumul)’ya ulaşana kadar bin li’den fazla yol alınır. I-wu (Kumul)’dan Kuzeyde Ön Ch’e-shih (Turfan)’daki Kao-ch’ang (Karahoca) kalesine varmak için 1200 li’den fazla yol gidilir. Kao-ch’ang (Karahoca) kalesinden Kuzeyde Arka Ch’e-shih (Turfan)’daki Chin-man (Beşbalık)34 şehrine gitmek için 500 li yol alınır. Bu yerler (Karahoca ve Beşbalık) Doğu Türkistan’ın kapısıdır. Bu 33 Hou Han Shu (HHS), Beijing 1997, 88, s. 2914; T’ung Tien (TT), Beijing 2003, 191, s. 5190-91; T’ung Chih (TC), Shanghai 1935, 196, s. 3133a-b; Ts’e Fu Yüan Kuei (TFYK), Beijing 1982, 957, s. 2262b; TPYL, 792, s. 3511a. 34 Chin-man 金 滿. Jimsar ﺟ ﻤ ﺴﺎرilçesidir. Burası Uygurlara başkentlik yapmış olan kadim Beşbalık şehridir (Hsi-yü Ti-ming, Ed., P’ing Ch’eng-chün, Beijing 1980, s. 14 ve 38; Chung-kuo-li-shih-ti-ming-ta-tz’u-tien, II, s. 1614). Chavannes (Documents sur Les Tou-Kiue (Turcs) Occidentaux, St Pétersbourg 1903, s. 11) şöyle demektedir: “Hsi-yü-shui-tao-chih 西 域 水 道 記 (“Batı Toprakları Su ve Yol Kayıtları”, Hsü-sung 徐 松 tarafından 1819 yılında yayınlanmıştır, tekrar basımı Beijing 2005 yılında Zhung-hua Shu-chü 中 華 書 局 yayınevi tarafından yapılmıştır)’a ( bölüm III, p. 25 ro; yani Ha-la Nao-er 哈 喇 淖 爾, “Karanor” bahsi) göre kadim Pei-t’ing, Hu-pao-tzu 護 堡 子’dan (?) başka bir yer değildir. Şimdiki Pao-hui 保 惠 ilçesinin 20 li Kuzeyinde, T’ang dönemine âit bir taş kitabe bulunmuştur; kitabe tahrip olmuş olmasına rağmen Chin-man ilçesinin zamanında burası olduğunu ispat etmektedir. Öte yandan Chiu T’ang Shu (bölüm XL, p. 29 vo)’dan şöyle okuyoruz: “Chin-man… Sonraki Han devrinde Arka Turfan Devleti’nin hükümdarlık sarayıydı 車 師 後 王 庭 (Chavannes’in bu eserini Türkçeye tercüme edip 2007 yılında yayınlayan Mustafa Koç (E. Chavannes, Çin Kaynaklarına Göre Batı Türkleri, Çev., Mustafa Koç, İstanbul 2007, s. 35) cümleyi tamamen yanlış çevirmiştir: “Kin-man, sonraki Han hanedanına bağlı, Kuça Krallığı’nın daha sonraki kraliyet sarayı idi”). Bu kadim bozkırlı payitahtında beş şehir vardır. Bu nedenle halk oraya şöyle derdi: Beş şehir toprakları 五 城 之 地. Cheng-kuan 貞 觀 (Chavannes yanlış okumuş; hâlbuki tatbik ettiği École française d'Extrême-Orient (EFEO) çevriyazım sistemine göre Tchen-kouan olarak okuması gerekirdi) saltanat devresinin 14. yılında (640), Kaoch’ang (Karahoca) Devleti teskin edildikten sonra T’ing ilçesi 庭 州 kurulmuştur. Aynı kaynağın birkaç satır yukarıda verdiği bilgiye göre ch’ang-an 長 安 saltanat devresinin 2. yılında (702), T’ing ilçesi 庭 州’nde Pei-t’ing Valiliği 北 庭 都 護 府 kurulmuştur. Dolayısıyla bu metin Hsi-yü-shui-tao-chih’de verilen bilgiyi doğru kılmaktadır. Çünkü bu bilgiye göre Pei-t’ing, Chin-man’dan başka bir yer değildir…”. Ayrıca yine Chavannes’e (a.e.) göre Beşbalık, şimdiki Urumçi değildir ve Guçen’in biraz Batısında bulunmaktadır. 131 KÜRŞAT YILDIRIM nedenle Çin işgalcileri iki yere de Wu ve Chi Komutanlığı35 kurmuştur. I-wu (Kumul) topraklarında beş tür tahıl, dut ağacı, kenevir ve üzüm yetişir. I-wu (Kumul)’nin Kuzeyinde Liu-chung (Lukçun) vardır, tüm bu topraklar çok zengin ve bereketlidir. Bu nedenle Çin, Doğu Türkistan üzerinde hâkimiyet kurmak üzere Ch’e-shih (Turfan) ve I-wu (Kumul) için Hsiung-nu (Hun)’larla daimî bir savaş hâlindedir36. Shan-shan (Çarklık)’tan Ts’ung-ling (Pamir)’e giderken iki yol vardır. Nan-shan (Güney Dağları)’ın Kuzey yamaçlarını takip ederek, ırmağın kıyısından Sha-ch’e (Yarkend)’ya varılır, bu Güney yoludur. Güney yolundan Batıya giderek Ts’ung-ling (Pamir) aşılırsa Büyük Yüeh-chih (Kuşan) ve An-hsi (Part) ülkelerine varılır. Ön Ch’e-shih (Turfan) Devleti’nden Kuzey Dağlarını izleyerek ırmağa, ırmağın kıyısından Batıya gidilirse Shu-le (Kaşgar)’ya varılır, bu Kuzey yoludur. Kuzey yolundan gidilerek Ts’ung-ling (Pamir) aşılırsa Ta-wan (Fergana), K’ang-chü (Kanglı) ve Yen-ts’ai (Alan) ülkelerine varılır37. Yü-men (Yeşimtaşı Kapısı)’e gidilip Shan-shan (Çarklık), Ch’ieh-mo ve Ching-chüeh (Niya) topraklarından geçilir ki bu 3 bin li’den fazla bir yoldur ve Chü-mi (Keriya)’ye varılır38. Kaynaklara bakıldığında III. yüzyıldan sonra üçüncü bir yolun da kullanılmaya başlandığı anlaşılmaktadır. San Kuo Chih, 30, s. 858-863’ün aktardığı kayıp olan Wei-lüeh’in “Batı Jung’ları” bölümüne göre (239-265 yılları arasındaki hadiseleri aktarır) Doğu Türkistan’dan geçen üç yol vardır39: “Tun-huang ve Yü-men (Yeşimtaşı Kapısı) Geçidinden Doğu Türkistan’a önceleri iki yol vardı, şimdi üç yol vardır. Yü-men (Yeşimtaşı Kapısı) Geçidinden Batıya doğru gidip Ch’o-ch’iang’dan geçtikten sonra Ts’ung-ling (Pamir) aşılır ve Hsüen-tu40 geçilerek Büyük Yüeh-chih (Kuşan) topraklarına girilir. Bu Güney yoludur. Yü-men (Yeşimtaşı Kapısı) 35 Bu komutanlık için aşağı bakınız. HHS, 88, s. 2914. 37 HHS, 88, s. 2914; TC, 196, s. 3133b. Bu tarif HS, 96A, s. 3872’de de aynen yer almaktadır. Batıya giden iki yoldan bahsedilmektedir”. 38 HHS, 88, s. 2914 vd. 39 San Kuo Chih (SKC), 30, s. 859: “從敦煌玉門關入西域前有二道今有三道從玉 門關西出經婼羌轉西越葱領經縣度入大月氏為南道從玉門關西出發都護井 回三隴沙北頭經居盧倉從沙西井轉西北過龍堆到故樓蘭轉西詣龜茲至葱領 為中道從玉門西北出經橫坑辟三隴沙及龍堆出五般北到車師界戊己校尉所 治高昌轉西與中道合龜茲為新道”. 40 Hsüen-tu 縣 度 “asılı geçitler”; Hunza Vadisinden Gilgit’e giden yol üzerindeki geçitlerdir. Bkz. E. Chavannes, “Les Pays d’occident d’aprés le Wei lio”, T’oung Pao (TP), II, 6, 1905, s. 529, dpt.5. 36 132 BAŞLANGICINDAN II. YÜZYILIN ORTALARINA KADAR DOĞU TÜRKİSTAN İ LE ÇİN MÜNÂSEBETLERİNE GENEL BİR BAKIŞ Geçidinden Batıya doğru gidilip Tu-hu-ching41 geride bırakılır ve San-lungsha’nın42 Kuzey ucu dolanılır, Chü-lu-ts’ang’dan43 geçilir. Ardından Sha-hsijing’dan44 hareket edilir, Kuzeydoğuya gidilip Lung-tui45 geçilir ve eski Loulan topraklarına varılır, Batıya doğru ilerleyip K’uei-tzu (Kuça)’ya varılır ve ardından Ts’ung-ling (Pamir)’e gelinir. Bu orta yoldur. Yü-men (Yeşimtaşı Kapısı)’den Kuzeybatıya gidilip Heng-k’eng’dan46 geçilir, San-lung-sha ve Lung-tui’ye uğramadan Wu-ch’uan’ın47 Kuzeyine gidilir ve Ch’e-shih (Turfan) sınırında Wu ve Chi Komutanlığı’nın idâre ettiği Kao-ch’ang (Karahoca)’a varılır, Batıya doğru ilerlenip K’uei-tzu (Kuça)’ya giden yol ile birleşir. Bu yeni yoldur”. Böylece III. yüzyıla kadar iki yolun varlığı bilinmektedir: i) Güney yolu: Doğu Türkistan’ın Güneyinden ve Tibet Dağlarının Kuzey eteklerinden yani Hoten kenti üzerinden Batıya giden yol. ii) Kuzey Yolu: Tanrı Dağlarının Güneyinden ve Kuça üzerinden Batıya giden yol. Bahaeddin Ögel’e göre III. yüzyıldan sonra eklenen yol zaten tabiî idi48. Başlangıcından II. Yüzyılın Ortalarına Kadar Doğu Türkistan ile Çin Münâsebetleri: Çin daimâ Doğu Türkistan’a hâkim olmak istemiş ve bu yolda tüm kaynaklarını seferber etmiştir. Tarihin bilinen ilk devirlerinden beri Doğu Türkistan hem verimli ve sulak arazileri sebebiyle hem de geostratejik ve ticarî cihetten Çin için hayatî öneme sâhiptir. Milâttan önceki devirlerde dahi Çin malları İran, Suriye ve Roma topraklarına, Roma, Suriye, İran malları da Çin başkentine kadar ulaşıyordu. Bu ticarî faaliyette esas aktör Doğu Türkistanlılardı. Çinlilerin Doğu Türkistan ile ilk kez İmparator Wu devrinde (M.Ö. 140-78) irtibat kurdukları bilinmektedir49. Bu 41 都護井 “valinin kuyusu”. 三隴沙 “üç kum tepesi”. 43 居盧倉mahzen kasrı. 44 沙西井 “çöldeki Batı çeşmesi”. 45 龍堆“ejderha kumulları”. 46 橫坑“Beştoprak vadisi”. 47 五般“beş gemi”. 48 Ögel, Büyük Hun, II, s. 426-427. 49 HHS, 88, s. 2909. TT, 191, s. 5190; TC, 196, s. 3133a; TFYK, 957, s. 2262b. Hou Han Shu’nun “Batı Toprakları” bölümünün güzel bir tercümesini yayınlamış olan. Chavannes (TP, II, 8, 1907, s. 153), bir tâbilik ilişkisini vurgulamıştır: “…les contrées d’Occident étaient sous la dépendance de l’empire”. Ancak 西 域 內 屬 42 133 KÜRŞAT YILDIRIM devirde Çin, istilâ ettiği Doğu Türkistan devletlerini idâre etmek için elçilikler ve komutanlıklar tesis etti50. İmparator Hsüan (M.Ö. 73-49) ise tüm bu unvanları kaldırıp tu-hu51 yani Genel Valilik kurdu52. Bu Genel Valilikle ilgili bazı haşiyeler Li-hsien başkanlığındaki bir heyet tarafından HHS’ya T’ang devrinde (618-907) düşmüştür. Bu hadiseye dâir düştükleri haşiyede şöyle demektedirler53: “İmpatator Hsüan devrinde, Cheng-chih (Çin’in meşhur generallerinden; ölümü M.Ö. 49), shih-langt’ien54 unvanlı Ch’ü-li’yi bir orduyla göndererek Ch’e-shih (Turfan) cümlesi tam olarak Çin’e bağlı olmayı ifade etmemektedir. 屬 imi her zaman tam bir tâbilik ilişkisini ifade etmez. 屬 iminin iki tür okuyuşu vardır: Chu olarak okunduğunda “bağlantı kurmak, ilişkiye geçmek, toplanmak, bir araya gelmek” gibi anlamlara gelir. Shu olarak okunduğunda ise bir tâbilik manası çıkartılabilir (bkz. Tz’u Yüan, I, Beijing 2002, s. 915). İmparator Wu devrinde Batı Toprakları yani bugünkü Doğu Türkistan coğrafyasının Çin’e bağlı olduğunu söylemek tarihî gerçeklere uygun düşmemektedir. Üstelik TT, 191, s. 5190’da, “西 域 以 漢 孝 武 時 始 通”, “Batı Toprakları ile Han İmparatoru Hsiao-wu devrinde münasebet kurulmuştur” denilmektedir. Öte yandan Bahaeddin Ögel (Ögel, Büyük Hun, II, s. 294-295) Batılı tarihçilerin kaynaklarda geçen teslim olma ifadelerini derhal Çin idâresinin başlangıcı olarak kabul etmelerini eleştirmektedir. 50 漢 為 置 使 者 校 尉 領 護 之 cümlesindeki 使 者 校 尉 shih-che-hsiao-wei imleri tarafımızdan “elçilikler ve komutanlıklar” olarak tercüme edilmiştir. Çin unvanları sözlüğü hazırlayan Hucker, Han sülalesi dönemindeki unvanlardan olmak üzere 使 者shih-che için “elçi” veya “ulak”, 校尉hsiao-wei için ise “komutan” karşılıklarını tespit etmiştir (Charles O. Hucker, A Dictionary of Official Titles in Imperial China, California 1985, Nu: 5208 ve Nu: 2456). Dolayısıyla iki ayrı unvan söz konusudur. Han devrine âit böyle tek bir unvana tesadüf edilmemektedir. Ancak Chavannes (TP, II, 8, s. 153, dpt.2) 使者校尉 shih-che-hsiao-wei yazımını yanlış mülahaza ederek bunun bir unvan olduğu neticesini çıkarmıştır (“… Commissaire militaire des ambassadeurs”). Shih-chih 史記, 123, s. 3197’deki ifade açıktır: 侖頭 有田卒數百人因置使者護田積粟以給使外國者 yani “Lun-t’ou yüz askerlik bir birlikle toprak işlemekteydi, yabancı ülkelerdeki elçilere sumak üzere tarlalardan toplanan tahılı korumak için elçilik kurdu”. Buna rağmen Chavannes şöyle demektedir (a.e.): “c'est par erreur semble-t-il, que les deux mots 校 尉 sont omis dans le texte de Szeu-ma Ts'ien” yani “bu iki kelime Szu-ma Ch’ien’in metninde atlanmıştır”. M.Ö. 119-104 yılında Doğu Türkistan’da Çin elçiliklerinin kurulmasıyla ilgili bkz. Borovkova, a.g.e., s. 118 vd. 51 Tu-hu 都 護, “genel valilik”. 52 “宣 帝 改 曰 都 護”. Kelimesi kelimesine şöyle tercüme edilir: “İmparator Huan değiştirip tu-hu dedi”. Genel Vailiğin kuruluşundan sonra milâdın başlarına kadar olan devrin bir yorumu için bkz. Borovkova, a.g.e., s. 225 vd. 53 HHS, 88, s. 2910, haşiye 2. 54 侍郎田. 134 BAŞLANGICINDAN II. YÜZYILIN ORTALARINA KADAR DOĞU TÜRKİSTAN İ LE ÇİN MÜNÂSEBETLERİNE GENEL BİR BAKIŞ Devleti’ni vurmayı, wei-szu-ma 55 dâiresini oraya taşımayı ve bu surette Shan-Shan (Çarklık)’ın Güneybatısından geçen yolu güvenlik altına almayı istiyordu. Bunun üzerine Hsiung-nu (Hun)’ların Jih Chü Beyi56 gelip Chengchih’a teslim oldu. Önden Cheng-chih gitmek üzere Çin ordusu Ch’e-shih (Turfan) Devleti’ni mağlup etti. Sonra teslim olmuş olan Jih Chü Beyi ile güçler birleştirilerek Ch’e-shih (Turfan)’ın Kuzeybatısındaki yolun koruma altına alınması emredildi, bu kurulan makama “tu-hu” denildi. Tu-hu makamının kurulması Cheng-chih’tan sonra olmuştu”57. Hulsewé ve Loewe ise “Genel Valilik”in, Çin’den Batıya giden Kuzey ve Güney yolları boyunca insan ve mal akımını kolaylaştırmak maksadıyla M.Ö. 59 yılında kurulduğunu ve Çin unvanları, yetki mühürleri ve kurdeleleri alan yerel beylerin siyasetlerini onay makamı olduğunu belirtmektedirler58. Her ne kadar Wang-Mang dönemine kadar (M.S. 9) bu makama vali atandığı görülse de Çin’den Batıya ve Batıdan Çin’e mal satarak para kazanan Türkistan şehir devletlerinin, Çin ile ilişkileri düzenleyen ve bu dönem için pek bir askerî ve siyasî nüfuzu bulunmayan bir valinin emrinde olduklarını söylemek Çin kaynaklarındaki mübalağaları tercüme etmekten başka bir şey değildir. Yine İmparator Yüan devrinde (M.Ö. 48-33), Ön Ch’e-shih (Turfan) Beyi’nin sarayında 59 tımar işletilmesi için Wu ve Chi Komutanlıkları60 kuruldu61. 55 衛司馬; bir tür muhafız birliği. 日逐王. 57 Hucker, bu unvanı şöyle tanımlamaktadır (a.g.e., Nu:7237): “Genel Vali. Özellikle de şimdiki Xinjiang (Doğu Türkistan)’da itaat altına alınan yabancı halkları idâre etmek üzere kurulan ve çeşitli biçimlerde genel valinin güçlerine sâhip askeri bir görev”. 58 A. F. P. Hulsewé-M. A. N. Loewe, China in Central Asia: The Early Stage 125 BC-AD 23, Leiden 1979, s. 64. 59 Komutanlıklar şimdiki Turfan’ın 70 li Güneydoğusundaki Kao-ch’ang-pi 高昌壁 yani Karahoço kalesinde iken Ön Turfan Beyinin sarayı şimdiki Turfan’ın 20 li Batısında olan Chiao-he 交河(Yarkhoto) şehrindeydi. Bkz. Chavannes, TP, II, 8, s. 155, dpt.1. 60 “戊己校尉” yani Wu-chi komutanlığı. HS, 18, s. 738’de bu konuya değinilmiştir: “wu-chi-hsiao-wei 戊己校尉, İmparator Yüan’in ch’u-yüan saltanat devresinin ilk yılında (M.Ö. 48) kurulmuştur. Burada ch’eng 丞 ve szu-ma 司 馬 unvanlı memurlardan bir ve markilerden 候 ise beşer kişi bulunur. Vergisi 600 tan 石 (1 tan yaklaşık 103 kilogram).’dır”. Bu kaydan T’ang devrinde şerh düşen Shih-ku 師古 şöyle demektedir (a.e., 18, s. 738, haşiye: 9): “…(diğer makamlar içinde) sadece wu-chi gezici bir idâredir. Bugün kurulmuş olan komutanlık (hsiao-wei) da belli bir yerde durmaz, bu sebeple wu ve chi adını almışlardır (wu ve chi imleri Çinlilerin zaman taksimi içim kullandıkları shih-t’ien-kan 十天干 yani “on göksel 56 135 KÜRŞAT YILDIRIM Tımar sistemi şöyle işliyordu: İçinde gözetleme kulesi olan sınırdaki kışlalar sivil ve askerî tarım kolonileri (t’un-t’ien) ile destekleniyordu. Bu istihkâm hatlarının ardında Çin İmparatorluğu, Doğu Türkistan ile olan iletişimini sağlıyor, iskân siyasetini sürdürüyor ve Kuzeyinden gelen saldırılara karşı umumî bir müdafaa temin ediyordu. Kurulan bu sistemde imparatordan başlamak üzere hanedan üyelerine, yüksek orun sahibi memurlara, soylulara, kurmay kademesindeki komutanlara ve benzeri kimselere toprak tahsis ediliyordu. Her bir toprak yıllık olarak verdiği tahıl miktarına göre tasnif edilmekteydi62. İmparator Ai (M.Ö. 6-1) ile İmparator P’ing (M.S. 1-5)’in saltanat devresi esnasında böyle bir düzenin yerleştirilmeye çalışıldığı Doğu Türkistan, Çin kaynaklarında elli beş ülkeden mürekkep bir yer olarak kaydedilmiştir. M.S. 9 yılında General Wang-mang darbeyle iktidara geldikten sonra daha önceki Çin imparatorlarının Doğu Türkistanlı beylere verdiği imtiyaz ve rütbeleri düşürüp hou-wang yani “marki-bey” olarak değiştirdi63. Doğu boy ya da dal”ın iki ögesidir), bir wu ve bir chi komutanlığı vardır, bir söylenene göre wu ve chi ortada durur ve dört bir yana tazyik edermiş, bugün kurulmuş olan komutanlık da Hsi-yü (Doğu Türkistan)’dedir ve oradaki ülkeleri hüküm altında tutmak için vardır”. 61 HHS, 88, s. 2909, TT, 191, s. 5193; Hsi Han Hui Yao (HHHY), Beijing 1998, 70, s. 711; TC, 196, s. 3133b; TPYL, 792, s. 3512a. 62 Tun-t’ien 屯 田 teriminin tam tercümesi “askerî kışla ve tarım”dır. Çin dışındaki bölgelerde konuşlanan Çin memur ve askerlerinin kurduğu bir tür toprak sistemidir. Bu sistemin ayrıntıları için bkz. Rafe de Crespigny, Northern Frontier, the Policies and Strategy of the Later Han Empire, Canberra 1984. Tam bir benzerlik olmasa da âlimler tarafından İngilizceye “state farms”, “devlet çiftlikleri” veya “agricultural colonies”, “tarım colonileri” (Rafe de Crespigny, a.g.e., her yerde), Fransızcaya “colonie agricole” (Chavannes, TP, II, 8, s. 154), Almancaya “militärkolonie”, “askeri koloni” (Liu Mau-Tsai, Kutscha und seine Beziehungen zu China vom 2. Jh. v. bis zum 6. Jh. n. Chr., I, Wiesbaden 1969, s. 42) ve Rusçaya “казенного землепашества” yani “devlet tarımı” (N. Ya. Biçurin, Sobraniye Svedeniy O Narodah, Obitavşih v Credney Azii v Drevniye Vremena, II, Almatı 1998, s. 222) olarak tercüme edilen bu terimin Türkçe “tımar” olabileceği düşüncesindeyiz. De Groot (J. J. M. De Groot, Die Hunnen Der Vorchristlichen Zeit, I, Berlin 1921, s. 5, 10, ve diğer yerlerde) da bu yapının başında duran kişiyi “Lehnfürst” yani “tımar beyi” şeklinde tercüme etmiştir. Ayrıca İslâmiyet öncesi Türklerde tımar sisteminin genel bir tasviri için bkz. Bahaeddin Ögel, “İslâmdan Önceki Türk Devletlerinde Timar Sistemi”, IV. Türk Tarih Kongresi, Ankara 1014 Kasım 1948, Kongreye Sunulan Tebliğler, Ankara 1952, s. 242-250. 63 “貶易候王” yani “rütbeleri düşürüp hou-wang (marki-bey) olarak değiştirdi”. Bu olay HS, 94b, s. 3820’da şöyle anlatılmaktadır: “Wang-mang tahtı ele geçirdiği 136 BAŞLANGICINDAN II. YÜZYILIN ORTALARINA KADAR DOĞU TÜRKİSTAN İ LE ÇİN MÜNÂSEBETLERİNE GENEL BİR BAKIŞ Türkistan’daki ülkelerin hükümdarları “bey” yani wang 王 unvanı taşıyorken, Wang-mang’ın bunların unvanını “Hsin (Wang-mang’ın kurduğu hanedanın adı)’e tâbi marki-bey” yani “Çin’e tâbi bey”, “hou-wang 候 王” olarak değiştirmek istemişti. Bu ise bölge devletlerinin kabul edebileceği bir şey değildi. Bu yüzden Doğu Türkistan’daki ülkeler isyan ettiler ve Çin ile olan münasebetlerini kestiler. Hep birlikte tekrar akrabaları olan Hsiung-nu (Hun)’lara tâbi oldular64. Bununla beraber Hsiung-nu (Hun)’lar çok ağır vergiler koymaya başlayınca Doğu Türkistan’daki ülkelere sözlerini geçiremez oldular. Çinlilerin Chien-wu saltanat devresinde (22-55) Doğu Türkistan’daki devletlerin her biri Çin’e elçi gönderip Çin ile münasebet kurmak istediklerini bildirdi ve Genel Valilik (tu-hu) kurulmasını talep etti. İmparator Kuang-wu’nun düşüncesine göre (22-57) Çin’de düzen ve sükûnet henüz sağlanmıştı65 ve dış münasebetlerle uğraşılamazdı; bu sebeple Doğu Türkistan’daki bu ülkelerin isteklerini kabul etmedi. Kaynaklardaki bu bilgiler elbette ki Çinlilerin siyasî durumunu yansıtmaktadır. Bu dönemde Çin içine kapanmıştı ve Hsiung-nu (Hun)’lar Doğu Türkistan’a hâkim idiler 66. Doğu Türkistan’daki devletler muhtemelen Hsiung-nu (Hun)’lara karşı denge teşkil etmesi için Çin gücünden istifade etmek istiyorlardı. Bahaeddin Ögel’e göre Hsiung-nu (Hun)’ların 46’dan sonra Türkistan sahasında gerilemesi üç sebep yüzündendi: Kuraklık ve kıtlık, Doğudan gelen proto-Moğol akınları ve Çin’in Hsiung-nu (Hun) düzenini bozması67. sırada, chien-kuo saltanat devresinin ilk yılında (M.S. 9)…Ch’an-yü’ye verilmiş olan eski mührün değiştirilmesini buyurmuştu. Eski mühür üzerinde “Hsiung-nu Ch’an-yü’sü Mührü” 匈奴單于璽 yazılıydı, Wang-mang 王莽 bunu “Hsin’e (Yani Wang-mang’ın kurduğu yeni hanedana) Tâbi Hsiun-nu Ch’an-yü’sü Damgası” 新匈奴單于章 olarak değiştirmişti” (Tercüme için ayrıca bkz. Chavannes, TP, II, 8, s. 155, dpt.2; Ayşe Onat-Sema Orsoy-Konuralp Ercilasun, Han Hanedanlığı Tarihi, Bölüm 94A/B Hsiung-nu (Hun) Monografisi, Ankara 2004, s. 81). 64 “並 復 役 屬 匈 奴” yani “hep birlikte tekrar Hsiung-nu (Hun)’lara tâbi oldular”. Burada tam bir tâbilik ilişkisi ifade edilmektedir. Doğu Türkistan’ın Çin ile bağlılık kurduğunu ifade etmek için zikrettiğimiz “西域內屬” cümlesi kullanılmış iken Hunlara tâbi olduğunu hususiyetle ifade etmek için “i 役” imi kullanılmıştır ki bu bir fiil olarak “zorla çalışmak, köle olmak” gibi anlamlara gelmektedir (bkz. TY, I, s. 1067). 65 Hsin 新hanedanın kuran gasıp Wang-mang M.S.23 yılında devrilmiş ve 25 yılında Doğu Han 東漢veya Sonraki (Hou) Han 後漢 Devleti kurulmuştu. 66 Ayrıntılar için bkz. A. Onat, “Hunların Doğuda Siyasal Üstünlük Dönemi”, DTCF, XXXI, 1-2, s. 383-396. 67 Ögel, Büyük Hun, II, s. 299-300. 137 KÜRŞAT YILDIRIM Hsiung-nu (Hun)’lar bu devreden sonra gittikçe zayıflamaktaydılar. Bu sırada Sha-ch’e (Yarkend) Beyi Hsien68 ise bazı ülkeleri ortadan kaldırıp ilhak etti. Hsien’in ölümünden sonra Doğu Türkistan daha da karmaşa içine düştü69. Hsiao-wan70, Ching-chüeh (Niya)71, Jung-lu72 ve Ch’ieh-mo 73 devletleri, Shan-shan (Çarklık)74 Devleti tarafından ilhak edildi75. Yü-t’ien (Hoten)76 Devleti ise, Ch’ü-le77 ve P’i-shan (Guma) devletlerini işgal ederek 68 “莎 車 王 賢” yani Yarkend Beyi Hsien. Hsien 賢 adının bu beyin adının manasının Çinceleştirilecek yazılmış olması galip bir ihtimaldir ki bu ad “bilge”dir. Hsien 賢iminin karşılığı için bkz. TY, II, s. 2966. 69 HHS, 88, s. 2909; TT, 191, s. 5193; TT, 196, s. 3133b-c. 70 Şimdiki Çerçen’in Güneyinde, üç günlük yürüme mesafesindedir (Hulsewé ve Loewe ise, a.g.e., s. 92). 71 Ch’ieh-mo’nun Güneyine doğru uzanan dar sahada Ching-chüeh, Chü-mo ve Hsiao-wan ile birlikte Kapa ve Açan arasındaki dağ yerleşimleri olarak görünmektedir; burası Lob-nor sahası içinde kalan Shan-shan veya Loulan’a tâbi idi. Böylece Ching-chüeh, Niya topraklarıyla özdeşleştirilebilir (A. Stein, Serindia: Detailed Report of Explorations in Central Asia and Westernmost China, I, Oxford 1921, s. 219. Benzer görüş için bkz. Hulsewé ve Loewe, a.g.e., s. 93, dpt.132). 72 Doğuda Hsiao-wan小 宛, Güneyde Ch’o-ch’iang 婼 羌, Batıda ch’u-le 渠 勒 (Bugünkü Hoten ilindeki Keriya ilçesinin Güneyi)’ya komşudur, Güney yolu üzerinde değildir (HS, 96A, s. 3880). 73 Stein burayı şimdiki Çerçen ile özdeşleştirmektedir (Stein, Serindia, I, s. 295). Bu yer Tun-huang’dan Hoten’e giden ana yolun merkez noktasındadır (Hulsewé ve Loewe, a.g.e., s. 92’de benzer görüşü dile getirmişlerdir). 74 Shan-shan’ın yeri konusunda iki görüş olduğu bilinmektedir: Birincisi, başkent Yü-ni, Lob Nor’un Güneybatısında, şimdiki Ch’o-ch’iang 婼羌 ilçesindeki Çarklık veya Çarklık ﭼﺎرﻗ ﻠ ﻖvahasıdır (Hsi-yü-ti-ming, Ed., P’ing Ch’eng-chün, Beijing 1980, s. 19; Chavannes, TP, II, 8, s. 156); ikinci görüş ise bu yerin Lob Nor’un Kuzeybatısındaki Lou-lan harabeleri civarında olduğu yönündedir (Yu Tai-shan, “A Study of Saka History”, Sino-Platonic Papers, 80, July 1998, s. 201) ki bu zayıf bir ihtimaldir ve şimdiki Turfan’ın Doğusunda kalan Shan-Shan ile karıştırılmaktadır. 75 Bkz. Stein, Serindia, I, s. 330. 76 Yü-t’ien 于 窴, Hoten. Güneyde Ch’o-ch’iang, Kuzeyde Ku-mo (Aksu) ile komşudur. Yü-t’ien (Hoten)’in Batısında, ırmakların hepsi Batıya akar ve Batı Denizine dökülür. Onun Doğusunda, ırmaklar Doğuya akar, Yen-tse (Lop Nor)’ya ve Sarı Irmağın doğduğu yere dökülür. Buradan çok yeşim taşı çıkar. Batıdaki P’ishan (Guma)’a uzaklığı 380 li’dir (HS, 96A, s. 3881). 77 Keriya Irmağından Çıra Irmağına kadar dağ eteği boyunca uzanan ve Tagh olarak bilinen bu yol üzerinde serpilen yerleşimlerle özdeşleştirilmektedir (Stein, Serindia, III, s. 1323). 138 BAŞLANGICINDAN II. YÜZYILIN ORTALARINA KADAR DOĞU TÜRKİSTAN İ LE ÇİN MÜNÂSEBETLERİNE GENEL BİR BAKIŞ onların topraklarına tamamen hâkim oldu. Yü-li78, Ch’an-huan79, Ku-hu 80 ve Wu-t’an-tzu-li81devletleri, Ch’e-shih (Turfan) Devleti tarafından ortadan kaldırıldı82. Gittikçe gerilemeye başlayan Hsiung-nu (Hun)’lar83 Çinlilerin yung-p’ing saltanat devresinde (57-75) Doğu Türkistan’daki ülkelere hücum ederek Hehsi’nin şehirlerini yağmaladılar. Etrafı surlarla çevrili şehirlerin halkı kapıları gündüzleri de kapatılar. M.S. 61’de Hsiung-nu (Hun)’lar Wei-li (Korla), Yen-ch’i (Karaşar), Kuei-tzu (Kuça) gibi on beş Doğu Türkistan devletinden topladıkları 300 bin kişilik bir orduyu idâre etmek üzere beş general gönderdiler 84. Bugünkü Kansu koridorunu ifade eden He-hsi 河西, “Sarı Irmağın Batısı” anlamına gelmektedir. He-hsi’nin dört komutanlığı Kan-su eyaletindeki Liang-chou, Kan-chou, Su-chou ve Tun-huang’da bulunmaktaydı85. Shih78 Doğuda Arka Turfan Devleti’nin istihkâm şehri 車師後城長 ve Kuzeyde Hsiungnu (Hun)’lar ile komşuydu (HS, 96B, s. 3919). Mallory ve Mair’e göre bu devlet Turfan’ın 125 kilometre Kuzeybatısında kurulmuştu (Mallory-Mair, The Tarim Mummies, s. 68). 79 Urumçi yakınlarında olduğu söylenmektedir (a.g.e., s. 68). 80 Turfan havzasının Kuzeydoğu ucunda yer alan Lukçun olduğu söylenmektedir (a.g.e., s. 68). 81 Doğuda Ch’an-huan 單桓, Güneyde Ch’ieh-mi 且 彌, Batıda Wu-sun 烏 孫’lar ile komşu olan (HS, 96B, s. 3918) bu yer Chavannes’e göre Barköl ile Ebi Nor arasındadır (Chavannes, TP, II, 8, s. 156, dpt.3). 82 HHS, 88, s. 2909; TC, 196, s. 3133c; TT, 191, s. 5192. 83 Kaynakta Pei-lu 北 虜(HHS, 88, s. 2909) olarak kaydedilmiştir ki Hunları ifade etmekte ve kelimesi kelimesine tercümesi “Kuzey Düşmanları” mânâsına gelmektedir. Chavannes, 虜 imini daimî surette “barbares” yani “barbarlar” diye tercüme etmektedir (mesela bkz. TP, II, 8, s. 156 vd.). Bu yönüyle Hunları kendi algıladığı biçimde tercüme ettiği anlaşılmaktadır. Hâlbuki lu虜 imi “barbar” anlamına gelmemektedir. Bu konuda Beckwith (a.g.e., s. 361) şöyle demektedir: “Barbar fikri Çin’de hiç mevcut olmamıştır ve Çincede bu kelimeyi karşılayacak hiçbir şey yoktur. Çin tarih kaynakları okunduğunda görülecektir ki Çincede yabancılar için kullanılan çok sayıda kelimeden Orta Asyalılara atfedilenler medenî, şehirli (Çinliler bazen takdir ederler), bozkırlı, balıkçı (Mançurya’da, Güney Çin’de vb.), köylü-çiftçi vb. unsurları kapsamaktadır. Onlar için kullanılan kelimelerden hiç biri askerî yiğitliği, şehirli ve çiftçi olmayan hayat tarzını, kaba kültürü kodlamamaktadır ki bu üçü Avrupa âlemi için esasında barbar demektir ve bu kelime eski ve orta devir Çincesinde Orta Asyalılar da dâhil olmak üzere yabancılar için kullanılan herhangi bir kelimeye denk düşmez”. 84 Ögel, Büyük Hun, II, s. 270. 85 Chavannes, TP, II, 8, s. 156, dpt.4; milâttan önceki dönemlerde Kansu koridoru üzerindeki Hun-Çin mücadeleleri için bkz. Borovkova, a.g.e., s. 67 vd. 139 KÜRŞAT YILDIRIM chih’ye göre Ch’in 秦 imparatorluğunun Çin Seddi şimdiki Lan-chou 蘭 州 eyaletinin Güneyinde yer alan T’ao洮 Irmağı vadisindeki Lin-t’ao臨 洮’da inşa edilmeye başlanmıştı. Ardından Lan-chou’nun Kuzeyine ve Ordos’un Kuzeydoğu dirseğine uzatılmıştı. Han devletinin Sarı Irmağı geçerek askerî ve siyasî bir varlık göstermesi ve He-hsi yani ‘ırmağın batısı’ komutanlıklarını kurması İmparator Wu’nun tahtta olduğu M.Ö. 100 civarına kadar gerçekleşmemişti. Chiu-ch’üan 酒泉, Chang-yeh 張 掖 ve Tunhuang 敦 煌 muhtemelen M.Ö. 104 ve müteakip yıllarda, Wu-wei 武 威 ve Chin-ch’eng 金 城 ise yarım yüzyıl sonra kurulmuştu. Sonraki Han devrinde (M.S. 25-220) Wu-wei, Chang-yeh, Chiu-ch’uan ve Tun-huang komutanlıklarının nüfuz sahası bugünkü Kansu koridoru boyunca Güneydoğudan Kuzeybatıya uzatılmıştı. Güneybatıda buralar Ch’i-lien Dağları 祁 連 山 (veya Nan-shan 南 山 “Güney Dağları”) ve şimdiki Ch’inghai 青海 (Koko Nor)’ın dağlık bölgeleriyle çevriliyordu. Kuzeye ve Doğuya doğru He-lan Dağları 賀 蘭 山 (Alaşan Dağları), Tengger ve Gobi’nin ucundaki diğer çöllerle karşı karşıya idiler. Şehirler ve yerleşimler Kuzeydeki yüksek yamaçlardan eriyip Güneye inen ve çölde izleri kaybolan kar sularının beslediği havzalara serpilmişti86. Liu Mau-Tsai He-hsi’nin net bir coğrafi tanım olmadığını ve Sarı Irmak dolaylarını, Doğu Türkistan’daki Shen-si, Kan-su ve Ordos’u kapsadığını belirtmektedir87. Kansu koridorunda durum böyle karışık iken ve Doğu Türkistan devletlerinin de Çin ile işbirliği yapmaya hazır olduğu bir ortamda, 73 yılında İmparator Ming generallerine Kuzeydeki Hsiung-nu (Hun)’lara karşı sefere çıkmalarını emretti88. Generaller I-wu-lu (Kumul) topraklarını aldılar. Burada tımar işletmek üzere Tahıl Tedarik Komutanlığı89 kuruldu. Bu hadiselerden sonra Doğu Türkistan’da Çin istilâsı yeniden başladı90. Çin sarayında hizmet görsünler diye Yü-t’ien (Hoten) ve diğer devlet beylerinin 86 Crespigny, a.g.e., s. 1 vd. Liu Mau-Tsai, a.g.e., II, s. 225, not: 197: “Ho-si ist ein vager geographischer Begriff und umfaßt das Gebiet westlich des Gelben Flusses wie Schen-si, Kan-su und Ordos”. 88 McGovern, a.g.e., s. 264. 89 I-he-tu-wei 宜 禾 都 尉, “Tahıl Tedarik Komutanlığı”. Chavannes’da (TP, II, 8, s. 156), “Commandant militaire favorisant les céréales”. Biçurin (a.g.e., II, s. 223, dpt.2) yanlış anlamış: “Страна Ивулу переименована в И-хэ”, “Iwulu ülkesinin adı I-he yapıldı”. Liu Mau-tsai (a.g.e., II, s. 226, dpt.198) ise bunu Tun-huang’da şimdiki An-hsi ilçesi dolaylarındaki bir yer adı zan etmiş: “I-ho ist ein Ortsname und entspricht dem heutigen An-si-hien 安 息, nahe Tun-huang”. 90 HHS, 88, s. 2910; TPYL, 792, s. 3512a; TT, 191, s. 5194; TC, 196, s. 3133c. 87 140 BAŞLANGICINDAN II. YÜZYILIN ORTALARINA KADAR DOĞU TÜRKİSTAN İ LE ÇİN MÜNÂSEBETLERİNE GENEL BİR BAKIŞ hepsi oğullarını rehine olarak gönderdi91. Böylece Çin altmış beş yıl önce terk ettiği topraklara geri döndü92. Çin’in büyük işgalini I-wu-lu (Kumul)’dan başlatması manidardır. I-wulu 伊 吾 盧, Kumul93 veya Hami toprakları Doğu Türkistan sahasına hâkim olmak isteyen bir devlet için vazgeçilmez topraklardır. Kumul, stratejik bakımdan Çin’in Doğu Türkistan ve Orta Asya topraklarına açılması için anahtar vazifesi görmekteydi. Mevcut kayıtlar açık bir biçimde göstermektedir ki, Önceki Han dönemi (M.Ö. 206-M.S. 25) boyunca Güney yolundaki Lou-lan’ın Çin’in Orta Asya’ya yaptığı doğrudan teşebbüsler esnasında üstlendiği rol, Sonraki Han zamanını (25-220) müteakip Batıya doğru vuku bulan Çin yayılmasında Kumul tarafından Kuzey yolunda 91 “遣 子 入 侍”, “(Çin sarayında) hizmet görsünler diye oğullarını gönderdi”. Bu Çin ile bölge ülkeleri arasında uygulanan ve devletlerarası anlaşmaların teminatı olmak üzere uygulanan bir nevî rehine sistemidir. Bu sistemin ayrıntıları için bkz. Lien-sheng Yang, “Hostages in Chinese History”, Harvard Journal of Asiatic Studies, XV, 3-4, December 1952, ss. 507-521. Buna göre iki tür rehine vardır: İki devlet arasındaki dostluğu teminat altına almak için gönerilen karşılıklı rehine ve ittifak ve sadakati teminat altına almak için tek taraflı olarak zayıf olan tarafın gönderdiği rehine. 92 HHS, 88, s. 2909; TT, 191, s. 5194; TC, 196, s. 3133c. Wang-mang’ın iktidara geldiği yıl olan M.S.9’dan 73 yılına kadar olan süre kastedilmektedir. 93 Kumul adının en mükemmel etimolojik tahlilini yapan Erkin Emet (Erkin Emet, “Türklerin Ana Yurtlarından Biri Kumul (Hami) ve Kumul Kelimesinin Etimolojisi Hakkında”, Türk Dünyası Dil ve Edebiyat Dergisi, 4, Güz 1997, s. 163) şu mühim tespitleri yapmıştır: “Kumul’un adı eski çağlarda Künvu, Han Hanedanlığı (M.Ö. 206-M.S.220) Aratörük, Tang Hanedanlığı (M.S.618-907) İvigol, Yuan Hanedanlığı döneminden başlayarak Kumul adıyla söylenegelmiştir. Kumul kelimesinin etimolojisi konusunda çeşitli görüşler ileri sürülmektedir. Bazı bilim adamları, Kumul kelimesinin kamili, kemmul, künmuli gibi kelimelerin fonetik değişiminden ortaya çıktığını ileri sürmektedirler. Bu görüşler, kelimenin etimolojisini tam olarak açıklamaya yeterli değildir. Kumul kelimesi Karamil kelimesinden gelir. 1763 yılında Beijing (Pekin)’de yazılmış Batı Bölgelerinin Dillerindeki Coğrafya Adlar adlı kitapta Kumul hakkında şöyle yazar: “Kumul kelimesi Uygurcadaki karamil kelimesinin ses değişimine uğramasıyla ortaya çıkmıştır. Kara(mak), bakmak anlamındadır. Mil ise, yüksek kale anlamındadır. Kumul’da uzaklara bakmak yani gözetlemek için yapılan kaleler olduğundan bu yerin adı böyle adlandırılmıştır”. Günümüzde Çincede söylenen Hami kelimesi, işte o karamil kelimesinin Çince ses çevirisi olan ha-ye-mi-le kelimesinden alınmış olabilir. Kumul kelimesi konusundaki diğer bir görüş ise Kumul’un coğrafî özelliğine dayanarak atılmıştır. Kumul kelimesi kum bol anlamındadır”. Emet’in sıraladığı diğer görüşler için bkz. a.e., s. 163-165. Turgun Almas (Turgun Almas, Uygurlar, Çev., D. Ahsen Batur, İstanbul 2010, s. 30) da adın “kumlu”dan geldiği görüşündedir. 141 KÜRŞAT YILDIRIM üstlenilmiştir. Eğer bir köprübaşı olarak Lolu-lan bulunmasaydı Lop çölünün Batı yakasını esas alıp en doğrudan yolu kullanarak Tarım havzasına girmek Çinliler için fizikî olarak imkânsız olacaktı; aynı şekilde Tanrı Dağlarının Doğusunun her iki yakasında arazi cihetinden aşılması zor olan topraklara doğrudan giden yolu açmak ve güvenlik altında tutmak Kuzey Dağlarının Kuzeybatısı için bir yiyecek deposu olan Kumul’un ekili arazileri imkân vermeseydi Çinliler için en zor iş olurdu. Sulanabilir olmaktan çok ekilebilir arazinin mahdut olması tarih boyunca ola gelmiştir; Kumul’un tarımsal kaynakları Çin tımar sisteminin yerleşmesiyle gelişmiş ve imparatorluğun Türkistan sahasındaki siyasetinde en mühim nokta olmuştur94. Kumul Doğu ve Batıdan gelen kervanlar ile orduların dinlenip azıklarını tamamladıkları bir yerdi95. I-wu-lu (Kumul)’nun işgalini tamamlayan Çin 74 yılında Doğu Türkistan’da Genel Valilik ile Wu ve Chi komutanlıkları kurdu. Ertesi yıl İmparator Ming ölünce96 Çin sarayı bir belirsizliğe büründü. Bu belirsizlikten istifade eden Yen-ch’i (Karaşar) ve Kuei-tzu (Kuça) devletleri işgal kuvvetlerine hücum ettiler ve Doğu Türkistan Genel Valisi Ch’enmu’yu öldürdüler ve tüm Çinli subay ve idârecileri darmadağın ettiler. Hsiung-nu (Hun)’lar ve Ch’e-shih (Turfan) Devleti ise Wu ve Chi komutanlıklarını kuşattılar. 76 yılının (chien-ch’u saltanat devresinin ilk yılı) ilkbaharında 97, Chiuch’üan98 Valisi Tuan-p’eng99 harekete geçip Chiao-he (Yarkhoto) şehrinde Ch’e-shih (Turfan) ordusunu yendi. Ancak bölgedeki durumu hiç de iyi olmayan işgalci Çin ordusu gerilemeye başlamıştı. İmparator Chang (76- 94 Stein, Serindia, III, s. 1147. Ögel, Büyük Hun, II, s. 300. 96 Bu tarih, yung-p’ing 永 平 saltanat devresinin 18. yılı olan 75 yılıdır. 97 Chavanes (TP, II, 8, s. 157), “ilkbaharda”, “ch’un 春” ifadesini çevirmemiştir. Hâlbuki makalesinin sonuna ilave ettiği Çince metinde de ch’un 春 imi mevcuttur. Belki de bir yazım veya baskı hatası mevcuttur. 98 Chiu-ch’üan 酒 泉. He-hsi 河 西 koridorundadır (bkz. dipnot 27). Çin’in idarî taksimatının anlatıldığı HHS, chih-ti 志 第 23, s. 3521’de şu kayda rastlamaktayız: “Chiu-ch’üan 酒 泉 ili İmparator Wu devrinde (M.Ö. 140-78) kurulmuştur. Loyang 雒 陽 (şimdiki He-nan 河 南 eyaletinde) ilinden Batıya doğru gidildiğinde 4700 li yol alınır. 9 şehri vardır, 12706 hanesi vardır. Şehirleri Fu-lu 福 祿, Piaoshih 表 氏, Le-kuan 樂 涫, Yü-men 玉 門…”. 99 Chiu-ch’üan Valisi Tuan-p’eng 酒 泉 太 守 段 彭. T’ai-shou 太 守, “vali” için bkz. Hucker, a.g.e., Nu: 6221). 95 142 BAŞLANGICINDAN II. YÜZYILIN ORTALARINA KADAR DOĞU TÜRKİSTAN İ LE ÇİN MÜNÂSEBETLERİNE GENEL BİR BAKIŞ 88)’ın kaynaklardaki ifadesiyle “İ’lerle ve Ti’lerle”100 uğraşarak Çin’in kayba uğrayıp harap olmasını istemiyordu. Bu yüzden Çin İmparatoru, Wu ve Chi komutanlarını geri çağırdı ve tekrar bir Doğu Türkistan Genel Valisi atamadı101. Çin 77 yılında I-wu (Kumul)’daki tımar düzenini lağvetti. Bunun üzerine Hsiung-nu (Hun)’lar ordu gönderip I-wu (Kumul)’ya hâkim oldu. Bu sırada Doğu Türkistan’da Çin istilâsını yürüten Tümgeneral102 Pan-ch’ao, Yü-t’ien (Hoten)’de idi. 89 yılında (İmparator He’nın yung-yüan saltanat devresinin ilk yılı) Çin ordusu Orgenerali103 Tou-Hsien, Hsiung-nu (Hun)’ları büyük bir yenilgiye uğrattı104. Bunun üzerine 90 yılında (2. yıl) Tou-hsien, Yardımcı Komutanı105 Yen-p’an komutasındaki iki binden fazla atlıyı I-wu (Kumul)’yu kuşatmak üzere gönderdi ve Çinlilere karşı direnen I-wu 100 I-ti 夷 狄, “İ’ler ve Ti’ler. Eski Çinliler Çinli olmayan ve Doğuda olanlara için İ 夷, Kuzeyde olanlar için Ti 狄, Batıda olanlar için Jung 戎 ve Güneyde olanlar için Man 蠻 gibi bazı genel adlar kullanmışlardır. Ancak genel olarak bu tasnif yönlere göre yapılmış olmasına rağmen her zaman geçerli değildir (bkz. OnatOrsoy-Ercilasun, a.g.e., s. 99, not:4). Gerçekten de yönlere göre bir tasnif yapılmış olsaydı metinde “jung”lara da yer verilmesi gerekirdi. 101 HHS, 88, s. 2910; TT, 191, s. 5194; TC, 196, s. 3134a; TPYL, 792, s. 3512a. 102 Chün-szu-ma 軍 司 馬, “tümgeneral”. Hucker (a.g.e., Nu: 1790)’de, “division commander” yani “tümen komutanı”. Tümen Türkçe olarak “on bin” anlamına gelir. Muasır ordularda Tümen on ila yirmi bin askerden oluşur. Ancak Sonraki Han devrinde böyle bir durum söz konusu değildir. Kaynaklardaki ifadelerden bir netice çıkarmak mümkün olmasa da HHS, 88, s. 2911’de şu ifade mühimdir: “…可 置 軍 司 馬 將 士 五 百 人”, “…tümgenerallik kurulabilir ve 500 asker toplanabilir”. Bu ifadeden Chün-szu-ma’nın yaklaşık 500 askerden oluşan bir orduya komutanlık ettiği anlaşılabilir. Tümgeneral olarak tercüme etmemizin bir diğer sebebi, Han devrinde ordular komutanı yani orgeneral komutasındaki beş ordudan biri olmasıdır. Bkz. TY, II, s. 3017: “又 漢 官 名. 漢 大 將 軍 管 五 部, 部 校 尉 一 人, 比 二 千 石; 軍 司 馬一 人, 比千 石”, “Bu unvan Han devrinin de bir memuriyet unvanıdır. Han devrindeki Ta-ch’iang-chün (Ordular Komutanı veya Orgeneral) beş komutana hükmeder, hsiao-wei校 尉bir kişidir, geliri yıllık 2000 tan (1 tan yaklaşık 103 kilogram); chün-szu-ma 軍 司 馬 bir kişidir, yıllık geliri 1000 tan’dır”. Yetersiz bir tercüme sunan Biçurin (a.g.e., II, s. 224) ise bu unvan için sadece “военачальник”, “komutan” karşılığını uygun görmüştür. 103 Ta-ch’iang-chün 大 將 軍, “Orgeneral”. Hucker (a.g.e., Nu:5897)’de, “Generalin-chief”, “Orgeneral”. 104 HHS, 88, s. 2910; TT, 191, s. 5194; TC, 196, s. 3134a; TPYL, 792, s. 3512a. 105 Fu-hsiao-wei 副 校 尉, “Yardımcı Komutan”. Hucker (a.g.e., Nu: 2032): “Deputy Commandant”, “Yardımcı Komutan”. 143 KÜRŞAT YILDIRIM (Kumul) ordusu yenildi. 91 yılında Pan-ch’ao böylece Doğu Türkistan’a hâkim olmaya başladı. Bu nedenle Çin sarayı Pan-ch’ao’yu Doğu Türkistan Genel Valisi yaptı. Pan-ch’ao, Kuei-tzu (Kuça)’da ikamet ediyordu. Wu ve Chi Komutanlığı da tekrar kuruldu. Bu komutanlığın emrinde 500 asker vardı ve bunlar Ön Ch’e-shih (Turfan) Devleti’ndeki Kao-ch’ang (Karahoca) Kalesinde106 konuşlandılar. Yine Arka Ch’e-shih (Turfan) Devleti’nin uç şehrinde107 Gözcü Wu Birliği108 kurulmuştu, buranın (Karahoca Kalesine) uzaklığı 500 li idi109. 94 yılında (6. yıl) Pan-ch’ao hücum edip Yen-ch’i (Karaşar) ordusunu yendi. Artık Doğu Türkistan’da elliden fazla ülkenin tamamı rehineler gönderip Çin ile bağlılık kurdu 110. T’iao-chih (Characene) ve An-hsi (Part) gibi 40 bin li uzaklarda deniz kıyısında bulunan devletlerin her biri pek başarılı tercümanlar ve elçiler göndererek haraç sundular. 97 yılında Pan-ch’ao, kâtibi111 Kan-ying’i Hsi-hai (Akdeniz)’ya112 bir keşif seferi yapmak üzere gönderdi113. O da bu seferi yapıp geri döndü. Buralara daha önce kimse gitmemişti ve buralara dâir bilgiler Çinlilerin en eski Coğrafya kitabı olan Shan-hai-ching’de114 mevcut değildi. Kan-ying bu halkların topraklarına ve geleneklerine dâir araştırmalar yaptı ve onların çok nadir ve kıymetli mallarından alıp getirdi. Bundan sonra çok uzaklardaki 106 Kao-ch’ang kalesi 高昌壁, Koço veya Karahoca. Pelliot (M. Paul Pelliot, “KaoTch’ang, Qočo, Houo-Tcheou et Qarâ-Khodja”, Journal Asiatique, XIX, JanvierFévrier 1912, s. 581) şöyle demektedir: “… Une colonie militaire chinoise était installée sur le territoire du royaume “antérieur”, au “mur de Kao-tch’ang” 高昌壁, qui correspond tout aussi surement á l’emplacement de Qarâ-khodja, á l’est de Tourfan”. Yani “Bir Çin askeri kolonisi Devletin “ön” topraklarında, “Kao-ch’ang kalesi”nde kurulmuştur; burası ise kesinlikle Turfan’ın Doğusundaki Karahoca şehriyle özdeşleşmektedir”. Ayrıca bkz. Chavannes, TP, II, 8, s. 155, dpt.1. 107 候 城, “uç şehir”. Kelimesi kelimesine: “gözetleme şehri”. 108 戊 部 候 “Gözcü Wu Birliği”. Chavannes (TP, II, 8, s. 158) da benzer bir tercüme yapmıştır: “le surveillant de la tribu wou”. 109 Chavannes (TP, II, 8, s. 158-159) cümleyi yanlış anlamış: “le surveillant de la tribu wou qui résida (sur le territoire de) la tribu postérieure de Kiu-che (Dsimsa); le surveillant et la ville se trouvaient á 500 li de distance l’un de l’autre”, “Gözcü Wu Bölüğü, Turfan’ın arka kısmındaki topraklara yerleşmişti; gözcü ile şehir arasında 500 li uzaklık vardı”. 110 HHS, 88, s. 2910. TT, 191, s. 5194; TC, 196, s. 3134a; TPYL, 792, s. 3512a. 111 yüan掾, “kâtip”. Bkz. Hucker, a.g.e., Nu: 8219. 112 Hsi-hai 西 海, “Batı Denizi”, yani Akdeniz. 113 TT, 191, 5194; TC, 196, s. 3134a. 114 Shan-hai-ching 山 海 經, “Dağlar ve Denizler Kitabı”. Yazım tarihi tam olarak bilinmeyen ancak ilk kez Shih-chih 史 記’de (yazılış tarihi M.Ö. 109-91) zikredilen bir coğrafya kitabıdır. Bkz. TY, I, s. 924. 144 BAŞLANGICINDAN II. YÜZYILIN ORTALARINA KADAR DOĞU TÜRKİSTAN İ LE ÇİN MÜNÂSEBETLERİNE GENEL BİR BAKIŞ Meng-ch’i ve Tou-le115 ülkelerinin hepsi Çin’e elçi gönderip haraç sundular116. Kaynaklarda ifade edilen haraç Çinlilerin diplomatik anlayışları ve Çinli tarihçilerin bu yöndeki klasik tutumlarından kaynaklanmaktadır. Söz konusu olan şey elbette ki karşılıklı münasebetti. Çin İmparatoru Hsiao-he’nın 105 yılında ölümüyle beraber Doğu Türkistan’daki ülkeler Çin’e karşı ayaklandılar. Bu ülkeler artık yavaş yavaş müstakillik sürecine girmişlerdi. 107 yılı geldiğinde (İmparator An’ın yungch’u saltanat devresinin ilk yılı) Jen-shang ve Tuan-hsi117 gibi genel valiler 115 Meng-ch’i 蒙 奇 ve 兜 勒 Tou-le. Chavannes (TP, II, 8, s. 159, dpt.5), bu devletlerin yerini ve adını tespit edememiştir. Fonolojik olarak Meng-ch’i 蒙 奇 Makedonya ve 兜 勒 Tou-le Trakya ya da Tohara ile özdeşleştirmek isteyenler çıksa da bunun tarihî realiteler ile pek örtüşmeyeceği açıktır. Bkz. Edwin G. Pulleyblank, “The Roman Empire as Known to Han China”, Journal of the American Oriental Society, CXIX, 1, 1999, ss. 71-79. 116 HHS, 88, s. 2910; TC, 196, s. 3134a; TPYL, 792, s. 3512b. 117 Jen-shang 任 商. Bu genel valinin 106 yılında Shu-le (Kaşgar)’da kıstırıldığı anlaşılmaktadır; HHS, 47, s. 1591. Jen-shang, Pan-chao’nun yerine 102 yılında genel vali olmuştu. Chavannes (TP, II, 8, s. 160, dpt.4) şöyle demektedir: “Panch’ao, Doğu Türkistan’dan döndükten sonra Wu-chi 戊 己 Komutanı Jen-shang onun yerine genel vali oldu. Yang-p’ing saltanat devresinin ilk yılının 10. ayında (14 Kasım-13 Aralık 106 yılı) Doğu Türkistan’daki ülkeler isyan edip Genel Vali Jen-shang’a hücum etti. İmparator Yardımcı Komutan Liang-ch’in’i onun için yardıma gönderdi ve ona düşmana saldırıp mağlup edilmesi emredildi (HHS, 5, s. 205). Jen-shang geri çağrıldı ve yerine Tuan-hsi 段 禧 getirildi. Ertesi yılın 6. ayında (8 Temmuz-7 Ağustos 107 yılı), Doğu Türkistan Genel Valiliği makamı lağvedildi (a.e., s. 207) ve Çin’in Tun-huang’ın Batısı ve Kuzeyindeki topraklarda hakimiyeti ortadan kalktı. Daha sonra aynı ay içinde Jen-shang, Batıya Sefer Komutanı (Cheng-hsi Hsiao-wei 征 西 校 尉) yapıldı ve bu ayaklanan Ch’iang 羌’lara karşı sefere çıktı (a.e.). Jen-shang’ın 31 Ekim-29 Kasım 108 yılında Ch’iang’lara bâriz bir biçimde yenildiği görülmektedir (a.e., s. 211). Bu tekrar 116 yılı 28 Haziran-28 Temmuz ayında yine Ch’iang’lara hücum ederken chung-langchiang 中 郎 將 unvanıyla görmekteyiz (a.e., s. 225). Ch’iang’lara tekrar 118 yılı, 10 Ocak-8 Şubat ayında hücum etmiş ve adamakıllı mağlup olmuştur (a.e., s. 229). 118 yılı 30 Aralık-119 yılı 28 Ocak tarihinde suçlu bulunmuş ve umumun gözü önünde idam edilmiştir”. Tuan-hsi 段 禧 ise 108 yılının ilkbaharında tüm maiyetiyle Kumul ve Lukçun’dan çekilmiştir. Bu olaylar HHS, 47, s. 1591-92’de şöyle anlatılmaktadır: “Yung-yüan saltanat devresinin ilk yılında (107) Genel Valilik lağvedildi. Atlı Birlikler Komutanı (chi-tu-wei 騎 都 尉) Wang-hung 王 弘, Liang-ch’in 梁 慬, Tuan-hsi 段 禧 ve Chao-po 趙 博’yu karşılamak üzere Kuan-chung 關 中 ordusunu gönderdi, (bunlar ise) I-wu (Kumul) ve Lukçun (Liu145 KÜRŞAT YILDIRIM bölge devletleri tarafından defalarca kuşatıldılar. Çin sarayı ordusunun bu bölgede tehlike içinde olduğunu ve tutunamayacağını anlayınca Doğu Türkistan Genel Valiliğini lağvetti118. Aynı yıl Çin’in Shan-hsi eyaletinde yaşayan Güney Hsiung-nu (Hun)’ları isyan etti. Bir yandan da Tibetliler hücuma geçmişlerdi119. Valiliğin lağvedilmesinden sonra Çin, Doğu Türkistan’dan çekilmeye başladı. Bunun üzerine Hsiung-nu (Hun)’lar Doğu Türkistan’a tekrar hâkim oldular ve on yıldan fazla bir süre Çin sınırlarına hücum ettiler. Bu hücumlara maruz kalan Tun-huang120 valisi Ts’ao-tsung, Hsiung-nu (Hun)’ların yaptığı tahribat sebebiyle epey sinmişti. 119 yılında (yüan-ch’u saltanat devresinin 6. yılı) Vali Yardımcısı121 Sopan, I-wu (Kumul)’da kışla kurması ve oraları işgal etmesi için binden fazla askerle Doğu Türkistan’a gönderildi. Bunun üzerine Ön Ch’e-shih (Turfan) ve Shan-shan (Çarklık) beyleri Çin’e teslim oldular. Birkaç ay sonra Kuzey Hsiung-nu (Hun)’ları Arka Ch’e-shih (Turfan) Devleti’ni tekrar kendisine katıp hücum ederek So-pan ve ordusunu yok etti. Bunun ardından Hsiung-nu (Hun)’lar Ön Ch’e-shih (Turfan) Devleti’nin üzerine yürüdüler, Ön Ch’eshih (Turfan) Beyi kaçtı. Shan-shan (Çarklık) Devleti bu tazyikten ötürü endişeliydi ve yardım için Ts’ao-tsung’a başvurdu. Ts’ao-tsung ise Çin sarayından Hsiung-nu (Hun)’lara hücum edilmesini ve So-pan’ın intikamını almak için ordunun harekete geçirilmesini talep etti, tekrar Doğu Türkistan’a girip hâkim olmak niyetindeydi. O esnada Çin tahtında oturan dul İmparatoriçe Teng buna izin vermedi; ancak Doğu Türkistan’ın kaybedilmemesi için Tun-huang’da Yardımcı Komutanlık kurulmasını ve burada yeniden 300 kişilik bir kışla konuşlandırılmasını emretti. Kaynakta geçen bu rakam elbette ki gereçeği yansıtmamaktadır. Çin’in bölgedeki başarısızlığını gizlemek için Çinli tarihçiler tarafından uydurulan sembolik bir rakamdır. Çin sarayının Yardımcı Komutanlık kurma kararı üzerine sonra Kuzey Hsiung-nu (Hun)’ları Ch’e-shih (Turfan) Devleti ile birleşti ve Hehsi’yi yağmaladı. Çinlilerin bu hücumlar karşısında yapacağı hiçbir şey chung 柳 中)’a çekilip subay ve askerleriyle orada tımar kurdular. Ertesi yıl (108), ilkbaharda Tun-huang’a çekildiler. Bu sırada Ch’iang’lar isyan etmişlerdi…”. 118 HHS, 88, s. 2911; TC, 196, s. 3134a; TPYL, 792, s. 3512b; TT, 191, s. 5197. 119 Eberhard, “Muahhar Han Devrinde (m.s. 25-220) Hun Tarihine Kronolojik Bir Bakış”, Belleten, 16, s. 417-418. 120 Bugünkü Kansu eyaletindeki Chiu-ch’üan’dedir. İmparator Wu’nun yüan-ting saltanat devresinin 6. yılında kurulmuştur. Bkz. Chung-kuo-li-shih-ti-ming-ta-tz’utien (CKLSTM), Ed., Wei Sung-shan, Kuang-tung, Beijing 1995, s. 1130; Hulsewé-Loewe, a.g.e., s. 75, dpt.40. 121 Ch’ang-shih 長 史, Vali (t’ai-shou 太 守) Yardımcısı. Bkz. Huang Pen-chi, Litai-shih-kuan-piao, Tai-pei 1975, s. 100. Ayrıca bkz. Hucker, a.g.e., Nu: 2561. 146 BAŞLANGICINDAN II. YÜZYILIN ORTALARINA KADAR DOĞU TÜRKİSTAN İ LE ÇİN MÜNÂSEBETLERİNE GENEL BİR BAKIŞ yoktu122. Çin İmparatorluk meclisinde bu meseleyi tartışanlar Yü-men (Yeşimtaşı Kapısı) ve Yang Geçidi’nin kapatılmasını istediler ve böylece bu beladan korunacağını belirttiler123. Çin imparatorluk meclisinde müzakereye konu olan Yü-men 玉 門, “Yeşimtaşı Kapısı” anlamına gelmektedir. Bugünkü Kansu eyaletindeki Tun-huang ilinin Kuzeybatısındaki Küçük P’an şehri 小 盘 城’ndedir124. Yang-kuan 陽 關, “Yang Geçidi” ise bugünkü Kansu eyaletindeki Tunhuang ilinin Güneybatısındaki Hu-chen-p’o 湖 鎮 破 şehrindedir125. Chavannes’e göre Chiu T’ang Shu’da yer aldığı biçimiyle Yang Geçidi陽 關 Shou-ch’ang壽 昌 ilinin (Han devrindeki Lung-le 龍 勒 ili) 6 li Batısında ve Yü-men Geçidi 玉 門 關 ise aynı yerin 118 li Kuzeybatısındadır. Kuo-ti-chih 括 地 志 Yü-men geçidinin neresi olduğuna dâir bir gösterge sunmaktadır (Karşılaştırınız Shih Chi, 123’deki Cheng-i 正 義’nin şerhi). Hung-chün tarafından 1890’da neşredilen haritada Yang Geçidi Rus-Çin sınırında (35. varak), Tun-huang 敦 煌 şehrinin Güneybatısında epey bir mesafede gösterilmekte ve burası Tan 丹 河 veya Tang 黨 河 Irmağının sol yakasına yerleştirilmektedir; Yü-men Geçidi ise buranın daha Kuzeybatısında, Boulounghir Irmağının Kara Nor’a aktığı yerde görülür. Bu eşleştirme Chiu T’ang Shu’da verilen bilgilerle uygunluk göstermektedir. Ancak belirtmek gerekir ki Yang Geçidinin konumu hiçbir zaman değişmemiş ancak Yü-men Geçidi zaman zaman farklı yerlere atfedilmiştir. T’ang devrinde Budist Hsüan-chang’ın 629 yılında yaptığı seyahatte, Yü-men Geçidini Hu-lu瓠 臚 (Boulounghir) Irmağı sınırında, Kua-chou 瓜 州 (şimdiki An-hsi-chou 安 西 州’nun 80 li Güneybatısında)’nun 50 li Kuzeyinde zikreder. Bu gösterge Hsü-sung tarafından yazılan Han-shu-hsi-yü-chuan-pu-chu 漢 書 西 域 傳 補 註’da aktarıldığı biçimiyle yüan-he saltanat devresindeki (806-820) coğrafî taksimata uygunluk göstermektedir; Yü-men buna göre Kua-chou’ya bağlı olan Chin-ch’ang 晉 昌 ilinin 20 li Doğusundadır. Nihayetinde bugün Yü-men ilçesi 玉 門 縣, Su-chou 肅 州’nun 140 li Batısındaki bir yere atfedilmektedir126. Dolayısıyla kaynaklarda geçen bu iki yer adı zaman zaman farklı yerlere atfedilse de daimâ Çin’in Batıya açılan kapıları olmuşlardır. Bu kapıların kapanması Doğu-batı arasındaki mal akışının 122 HHS, 88, s. 2911; TC, 196, s. 3134a. HHS, 88, s. 2911; TT, 191, s. 5195; TC, 196, s. 3134-3135. 124 CKLSTM, s. 223. 125 a.g.e., s. 469. 126 E. Chavannes, Dix Inscriptions Chinoises de L’asie Centrale, Paris 1902, s. 67, dpt.2. 123 147 KÜRŞAT YILDIRIM durması anlamına gelir ki bu Çin ekonomisinin çöküşü demektir. Hsiung-nu (Hun) saldırılarından korunmak için bu geçitlerin kapatılması önerisi bu sebeple Çinliler tarafından uzun uzadıya tartışılmıştır. Nihayetinde 123 yılında (Yen-kuang saltanat devresinin 2. yılı) Tun-huang Valisi Chang-tang imparatora bir tezkere sunarak üç maddelik planını şöyle açıkladı: “Kuzey düşmanlarından (Hunlardan) Hu-yen Beyi127, P’u-lei (Barköl) ve Ch’in-hai (Hazar denizi)128 arasında yayılıp gelişmişler, Doğu Türkistan’a hâkim 127 Hu-yen 呼 衍, bir Hun boyu. Bu boy için bkz. Ögel, Büyük Hun, II, s. 393-400; Chavannes (Dix Inscriptions, s. 18), bu boyu Hunların en soylu boyu olarak tasnif etmektedir. Benzer görüşü De Grott (De Groot, a.g.e., s. 57) da paylaşmaktadır. 128 Ch’in-hai 秦 海. Chavannes ilk olarak bir çalışmasında (Dix Inscriptions, s. 21), buranın Hazar Gölü olabileceğini söylemiş ancak daha sonra fikir değiştirip (TP, II, 8, s. 162, dpt.2), bu göl hakkında kesin bir hüküm vermekten kaçınsa da Balkaş Gölü olabileceğini yazmıştır. Chavannes’ı başlarda bu görüşe sevkeden, HHS, 88, s. 2914’e Li-hsien 李賢’in başında bulunduğu heyet tarafından düşülen şerhtir: “大 秦 國 在 大 秦 海 西 古 曰 秦 海 也”, “Ta-ch’in ülkesi (Suriye), Batı Denizinin Batısındadır; bu nedenle oraya Ch’in Denizi denir”. Herrmann, (A. Herrmann, Die alten Seidenstrassen zwischen China und Syrien, Berlin 1910, s. 75) bu gölü Turköl ile özdeşleştirmekte ve Stein (A. Stein, Innermost Asia: Detailed Report of Explorations in Central Asia, Kan-su and Eastern Īrān, Oxford 1928, I, s. 541) de onu onaylamaktadır; Stein’e göre Hun hareketi Tun-huang sınırındaki BarkölTurköl hattı içinde görülmekteydi ve dolayısıyla Herrmann’ın görüşü tarihî relitelere uygundu. Bu meselenin dar bir tahlilidir; T’ang devrinin en mühim tarihçilerinden oluşan bir heyetin bu kadar göz önünde olan bir hususiyeti bilmemesi ve Ch’in-hai 秦海’yı sadece ad benzerliği nedeniyle Ta-ch’in ülkesi大秦 國 yani Suriye’nin Doğusuna yerleştirmesi mümkün değildir. Oldukça sağlam bir tarihçilik metodu olan Çin tarih yazıcılığının burada Hazar Gölünü kastetmesi Hunların yayılma alanları bakımından bazı tarihî gerçeklere dayanmaktadır. Ptolemaeus, (M.S.90-157) tarafından yazılan ve II. yüzyıl dünyasını anlatan Geographıa adlı eserinde şöyle yazmaktadır(Claudii Ptolemaei Geographia, edidit Carolus Fridericus Augustus Nobbe, I, Lipsiae 1843, Lib. III, Cap. 5, s. 172): “μετξὺ δέ Βαστέρναι χαί ʻΡωξολαυῶυ Χοῦνοι”, “Basternalar ile Rhoxolan’lar arasında Chuni (Hun) bulunur”. Bu surette “Ptolemaeus’un zikrettiği Hunlar, Kafkasya’nın Batısında, Manytsch ile Kuban’ın birinci bölümü arasında, Aral Denizinin Doğu kıyısının iç bölgesine yerleştirilmektedir. Hunlar orada Alanlara (yani Rhoxolan’lar-Ak veya Parlak Alanlar) komşu olarak Don ve Maeotis’de oturuyorladı” (F. Altheim, Geschichte Der Hunnen, I, Berlin 1959, s. 3-9’dan aktaran Ali Ahmetbeyoğlu, Avrupa Hun İmparatorluğu, Ankara 2001, s. 15). II. yüzyılda artık Kafkasların da ötesine geçmiş olduğu ve bu hâliyle Grek kaynaklarında yer aldığı görünen Hunlardan, Çin tarihçilerinin haberdar olmaması pek mümkün değildir; nitekim HHS, 88, s. 2918’e göre İmparator He’nın yungyüan saltanat devresinin 9. yılında (M.S.97), Doğu Türkistan Genel Valisi Panch’ao 班 超, Kan-ying 甘 英’i Ta-ch’in yani Suriye’ye elçi olarak göndermişti. 148 BAŞLANGICINDAN II. YÜZYILIN ORTALARINA KADAR DOĞU TÜRKİSTAN İ LE ÇİN MÜNÂSEBETLERİNE GENEL BİR BAKIŞ olmuşlar ve oraları yağmalamışlardır. Bugün Chiu-ch’üan Eyaletine bağlı ülkelerin subay ve askerlerinden 2 binden fazla kişi K’un-lun129 sınırında toplanmıştır. Önce Hu-yen Beyi’ne hücum edip kaynaklarını keselim. Bunun ardından Shan-shan (Çarklık) Devleti’nin 5 bin kişilik ordusunu Arka Ch’eShih (Turfan) Devleti’ni bastırmak için gönderelim. Bu en iyi plandır. Eğer ordu sefere çıkarılamıyorsa, tümgenerallik130 kurulabilir, 500 asker toplanabilir, He-hsi’nin dört eyaletinden onun sabanı, öküzü, tahılı ve yiyeceği tedarik edilebilir, gidip Liu-chung (Lukçun)131 zaptedilebilir, bu orta hâlli bir plandır. Eğer bu da yapılamazsa, Chiao-he (Yarkhoto) şehrinin boşaltılması ve Shan-shan (Çarklık) gibi ülkelerin halkının toplanıp sınıra gönderilmesi gerekir. Bu en son çare olarak uygulanacak bir plandır”132. O devirdeki güç dengelerini çok iyi analiz eden valinin bu planı reel-politik esaslarına dayanarak hazırlanmıştı. Planın ilk maddesi Hsiung-nu (Hun) Kaynaklardaki ifadelerden Kan-ying’in Suriye’nin Doğu sınırlarını, Hazar Denizi ve İran dolaylarını gezip dolaştığı anlaşılmaktadır. Dolayısıyla Çin bu bölge hakkında esasen o dönemde bilgi sahibi olmuştu. O hâlde HHS, 88, s. 2914’e Lihsien 李賢’in başında bulunduğu heyet tarafından düşülen şerhin doğru olduğu ve Ch’in-hai 秦 海 yani Ch’in Denizinin Hazar Denizi olduğu görülecektir. Bu münasebetle Tun-huang Valisi Chang-tang’ın da genel bir ifade olarak Barköl’den Hazar Denizine kadar Hunların at koşturduğunu belirtmesi pek yerindedir. “Chuni” kelimesinin fonolojik durumu için bkz. O. Pritsak, “Xun der Volksname der Hsiung-nu”, Central Asiatic Journal, V, 1, s. 33. Sonraki Han devrinde (25220) Hu-yen boyunun Çin’e tâbi olmayan tüm Hunları ifade etmek için kullanılmış olduğu da bir gerçektir; çünkü bu devirde Hu-yen boyu, Hunların soylu ve hükümdar çıkaran bir boyu olarak toparlayıcı bir fonksiyon üstlenmekteydi, dolayısıyla Hu-yen boyunun sadece Türk-köl ve Barköl arasında yayıldığını ifade etmek meselenin halli için kifayet etmez. Hu-yen boy adının tüm Hunlara verilmiş olduğu ve Çinlilerin de Hu-yen adını kullanarak tüm Hunları kastetmiş olabileceği bir vakadır. Bu konuda bkz. De Groot, a.g.e., I, s. 57-58; O. Pritsak, a.g.e., ss. 2734. 129 K’un-lun 昆 侖 sıra Dağları. Tibet platosunun Kuzeyi ve Tarım havzası ve Kansu koridorunun Güneyinden başlayan, Doğuya doğru Wei Irmağının Güneyinden uzayarak Kuzey Çin platosunda son bulan sıra dağlardır. Askerlerin toplandığı K’un-lun geçidi ise şimdiki Kansu eyaleyindeki An-hsi 安 西’nin Batısında idi. Bkz. Chavannes, TP, II, 8, s. 162, dpt.3. 130 “可 置 軍 司 馬”, “Chün-szu-ma (Tümgenerallik) kurulabilir”. Chavannes (TP, II, 8, s. 162) yanlış anlamış: “Si on ne peut faire sortir une armée, il faut établir un sseu-ma qui…”, “Eğer bir ordu harekete geçiremiyorsanız, bir szu-ma kurmanız gerekir…”. 131 Liu-chung 柳 中, Lukçun. Şimdiki Çarklık (Shan-shan) ilçesinin Güneybatısındaki Lu-k’e-ch’in 魯 克 沁 mahalidir (CKLSTM, s. 750). 132 HHS, 88, s. 2911. 149 KÜRŞAT YILDIRIM kaynaklarını kesip onlara saldırmaya, diğer iki maddesi ise Hun saldırılarından korunmaya yönelikti. Çin devleti asgarî zayiatla Hun tehlikesini bertaraf etme siyasetinde Doğu Türkistan’ı merkeze koymuştu. İmparatorluk meclisi bu planı tartışmaya açtı. İmparatorluk Sekreteri 133 Ch’en-chung söz alıp şöyle dedi: “Kulunuzun sekiz Man’ın vahşiliğini duymuştur, ancak hiçbiri Kuzey düşmanlarınınki (yani Hunlarınki) kadar değildir. Han Sülalesi devleti kurduğunda, Kao-tsu (M.Ö. 206-195), P’ing şehrinde134 kuşatılıp büyük müşkülata düşmüştü. T’ai-tsung (M.Ö. 179-157) onlara haraç vermenin utancını taşımak zorunda kalmıştı. Hsiao-wu (141-87) bu nedenle çok öfkeliydi. Uzun vadeli bir plan yürütmek için derinlemesine düşünmüştü. Cesur bakanlarına Sarı Irmağı geçip çölün içinden ilerleyerek Kuzey düşmanlarının (Hunların) payitahtını yıkmalarını emretmişti. Hsüan (M.Ö. 73-49) ve Yüan (M.Ö. 48-33) devirleri gelince Çin, yabancı tâbilerine karşı önlem almış, geçit ve sınır kapıları kapatılmamıştı. Bu esnada zamanla Doğu Türkistan da tâbi olmuştu. Bugün Kuzey düşmanları (Hunlar), Ch’eshih (Turfan) Devleti’ni mağlup etmişlerdir. Bunlar kaçınılmaz olarak Güneye inip Shan-shan (Çarklık) Devleti’ne saldıracaklardır. Eğer oraları terk edip yardım etmezsek, ardından bütün beylikler Hsiung-nu (Hun)’ları takip ederler. Eğer bu olursa Kuzey düşmanlarının (Hunların) parası ve malı katlanıp çoğalacak, güçleri ve cüretleri artacaktır. Güneyde sınırdaş oldukları Ch’iang’lara135 da tazyik ederler ve onlarla münasebete geçip birlik olurlar. Bunun gibi He-hsi’nin dört ili de tehlikeye düşer. Bugün He-hsi artık tehlike altındadır, buraya yardım götürmek zordur, yapılacak seferlerin maliyeti yüz kere artar ve bu harcamaları temin edecek kaynak yoktur. Bu mecliste 133 Shang-shu 尚 書, “imparatorluk sekreteri” (Hucker, a.g.e., Nu:5042). P’ing şehri 平 城. Şimdiki Shan-hsi 山 西 ilindeki Ta-t’ung 大 同 şehrinin Kuzeydoğusunda yer almaktaydı (CKLSTM, s. 217). 135 Nan-ch’iang 南 羌, “Güney Ch’iang’ları”. Bunlar Tibetlilerin atalarıdır. Eski devirlerde bu halk esasında epey Doğudaki Shan-hsi 山 西 ve Shaan-hsi 陝 西’de yaşıyordu (bkz. Tōdō Akiyasu, “Some Notes on the Ch’iang Tribes”, Acta Asiatica, 16, 1969, s. 40) ancak Han sülalesi başa geçtiği devirlerde (M.Ö. III. yüzyıl sonu) Ch’iang’lar Çin’in Batı ve Güneybatı sınırları boyunca yayılmış olarak görünürler (Yü Ying-shih, “Han Foreing Relations”, Cambridge History of China, Ed., D. Twitchett-J. K. Fairbank, Cambridge 1987, s. 422). Akiyasu (a.g.e., s. 48) şöyle demektedir: “Sonraki Han devrinde chien-wu 建 武 saltanat devresi esnasında (M.S.37), beş bin Ch’iang hanesi Kuang-han ilinde廣 漢 郡 dönüp Han devleti ile bağlılık kurmuşlardır ve İmparator He’nın ch’eng-yüan saltanat devresi sırasında (M.S.94), onbinlerce Ch’iang hanesi Szu-ch’uan 四 川’da Han devletine tâbi olmuşlardır”. Sonraki Han devrinde Ch’iang’lar Chin-ch’eng 金 城 ve Liangchou 涼 州’yu yağmalamışlar ancak Ma-yüan 馬 援’nin seferi sonunda mağlup edilmişlerdir (a.e.). 134 150 BAŞLANGICINDAN II. YÜZYILIN ORTALARINA KADAR DOĞU TÜRKİSTAN İ LE ÇİN MÜNÂSEBETLERİNE GENEL BİR BAKIŞ konuşanlar sadece Batı Toprakları’nın çok uzak oluşu ve yüksek maliyetler hakkında fikir yürütmüşlerdir. Bugün sınır boylarında müdafaa ve direnme için kâfi hazırlıklar yapılmamıştır. İçerideki illerde ise askerî hazırlıklar tamamlanmamıştır. Tun-huang tecrit hâlde ve tehlikededir. Kulunuzun fikrine göre Doğu Türkistan’daki ülkelere hâkim olmak için Tun-huang komutanlığı kurulmalı ve eskiden olduğu gibi He-hsi’deki dört ilde konuşlanan birliklere takviye sağlamalıdır. Çok geniş topraklar bu sayede hâkimiyet altına alınıp bastırılacak ve Hsiung-nu (Hun)’ların da gözü korkacaktır”.136 İmparatorluk sekreterinin Hun-Çin-Doğu Türkistan güç merkezlerini analizi Çinlilerin tarihin en eski devirlerinden beri dış siyasette Hunları ve Doğu Türkistan’ı merkeze koyduklarını ortaya koymaktadır. İmparatorluk Sekreterinin bu teferruatlı açıklamalarından etkilenen İmparator An onun planını onayladı ve Pan-yung’u Doğu Türkistan Vali Yardımcısı yaptı. İmparator serbest bıraktığı 500 mahkûmu gönderip Liuchung (Lukçun)’a kışla kurdurdu. Bunun ardından Pan-yung, Ch’e-shih (Turfan) Devleti’ni yenip oralara hâkim oldu. Chien-wu saltanat devresinden (25-55) yen-kuang saltanat devresine (122-125) kadar Doğu Türkistan’ı üç kez işgal etmeye teşebbüs eden Çin nihayetinde başarısız oldu137. 127 yılında (İmparator Shun’un yung-chien saltanat devresinin 2. yılı) Pan-yung Yen-ch’i (Karaşar) Devleti’ne hücum edip orayı teslim aldı. Bunun üzerine Kuei-tzu (Kuça), Shu-le (Kaşgar), Yü-t’ien (Hoten), Sha-ch’e (Yarkend) gibi 17 ülke gelip Çin’e tâbi olduklarını bildirdiler ancak Wusun138, Ts’ung-ling (Pamir)139 ve daha Batıdaki ülkelerin Çin ile hiçbir münasebeti kalmadı. 136 HHS, 88, s. 2912; TT, 191, S.5197; TC, 196, s. 3134b. HHS, 88, s. 2912. 138 Metnin Wu-sun 烏 孫 ifadesi ile İli Vadisine işaret ettiği (Chavannes, TP, II, 8, s. 167) ve etnik bir atıf yapmadığı anlaşılmaktadır. Nitekim Ögel’in (Bahaeddin Ögel, “Çin Kaynaklarına Göre Wu-sun’lar ve Siyasi Sınırları Hakkında Bazı Problemler”, DTCF, VI, 4, Ankara 1948, s. 278) de belirttiği gibi milâttan sonraki tarihlerde Wu-sun’ların zikri kaynaklarda pek nadir görülür. Wu-sun’ların en eski yerleşim yerleri Kan-su 甘 肅’da idi, Yüeh-chih 月 氏’ler tarafından mağlup edilince Tanrı Dağları civarına gelmişler ve Hun İmparatoru Mo-tun, Yüehchih’leri yendikten sonra daha da Batıya gidip İli Irmağının yukarılarına yerleşmeye başlamışlardır (ayrıntılar için bkz. a.e., ss. 259-278; Ahmet Taşağıl, Çin Kaynaklarına Göre Eski Türk Boyları, Ankara 2004, s. 17-27). Sonraki Han devrinde (M.S. 25-220) Çinliler, artık İli Irmağının yukarılarında yayılan Wusun’lar ile General Pan-ch’ao’nun çabaları sayesinde münasebete geçmiştir; ancak özellikle 108 yılından sonra Çin’in Doğu Türkistan’dan çekilmesi neticesinde bu çabalar boşa çıkmıştır. 139 Ts’ung-ling 葱 領 Pamir Dağları. 137 151 KÜRŞAT YILDIRIM Çin İmparatoru 131 yılında tıpkı yung-yüan saltanat devresinde (89-104) yapıldığı gibi I-wu (Kumul) topraklarına tımar kurulmasını emretti ve bir kişiyi I-wu (Kumul) Tugay Komutanı140 olarak atadı. İmparatorun düşüncesine göre I-wu (Kumul) toprakları evvelden beri bereketli ve zengin topraklardı, Doğu Türkistan’ın kapısı konumundaydı ve Hsiung-nu (Hun) orayı yağmalıyorlar ve ihtiyaçlarını karşılıyorlardı. 132-134 yılından (yang-chia saltanat devresi) sonra Çin’in bölgedeki nüfuzu yok olmaya yüz tuttu. Doğu Türkistan’daki ülkelerin artık Çin ile hiçbir bağlantıları kalmadı. Üstelik artık Hsiung-nu (Hun)’lar iyice Batıya kaymış ve bölge üzerindeki hâkimiyet mücadelesinden çekilmişlerdi. Kuzeyden gelen proto-Moğolların kısmî baskısı söz konusu olsa da bu baskı Kuzey Çin ile sınırlı kalmıştı. Doğu Türkistan’daki devletler artık kendi aralarında hâkimiyet mücadelesine başlamışlardı141. Sonuç: Çin kaynaklarına dayanarak Çinliler ile bugünkü Doğu Türkistan sahasındaki şehir devletleri arasındaki münâsebetlerin II. yüzyılın ortalarına kadarki genel durumu ele alınmıştır. Çinlilerin en eski devirlerden beri Doğu Türkistan’a hâkim olmak istedikleri ve hattâ bazen bunu varlık sebebi addettikleri anlaşılmaktadır. Çin’den Batıya açılan tek kara kapısı olan Doğu Türkistan ekonomik, coğrafî ve stratejik bakımlardan Çinlilerin vazgeçemediği bir saha olmuş ve devamlı işgallere uğramıştır. Böylece Çin’in Doğu Türkistan siyasetinin binlerce yıldır pek değişime uğramadan devam ettiği görülmektedir. Ana Kaynaklar Çin Kaynakları Shih Chih, Chung-hua Shu-chü Yay., Beijing 1997. Han Shu, Chung-hua Shu-chü Yay., Beijing 1997. Hou Han Shu, Chung-hua Shu-chü Yay., Beijing 1997. San Kuo Chih, Chung-hua Shu-chü Yay., Beijing 1997. 140 Szu-ma 司 馬, “komutan”. TY (I, s. 464)’a göre Han devrinde bu unvanın mahiyeti şöyle idi: “漢 宮 門 及 大 將 軍, 將 軍, 校 尉 之 屬 官, 都 有 司 馬. 邊 郡 亦 設 置 千 人 司 馬, 專 管 兵 事”., “Han devrinde Kung-men ve Ta-chiangchün (tümgeneral), chiang-chün (general), hsiao-wei (komutan)’ye bağlı memuriyettir, bu makamların hepsinde szu-ma vardır. Sınır illerinde de bin askerlik szu-ma kurulur, bunlar askeri kışlalardır”. Kaynaktan anlaşılacağı üzere szu-ma sınır illerinde bin kişinin başında olan komutandır ve bu surette bir tugay komutanı olması gerekir ki unvanı bugünkü dilimizde tuğgeneraldir. Ayrıca bkz. Hucker, a.g.e., Nu: 386 ve 7146; W. Eberhard, Çin Sinoloji’ye Giriş, İstanbul 1946, s. 194: “Büyük generalin (ta-chiang-chün, tümgeneral) yanında”. 141 HHS, 88, s. 2912. 152 BAŞLANGICINDAN II. YÜZYILIN ORTALARINA KADAR DOĞU TÜRKİSTAN İ LE ÇİN MÜNÂSEBETLERİNE GENEL BİR BAKIŞ Tzu Chih T’ung Chien, Chung-hua Shu-chü Yay., Beijing 1997. T’ung Tien, Chung-hua Shu-chü Yay., Beijing 2003. T’ai P’ing Yü Lan, Shang-wu Yay., Taipei 1997. Ts’e Fu Yüan Kuei, Chung-hua Shu-chü Yay., Beijing 1982. T’ung Chih, Shang-wu Yay., Shang-hai 1935. Wen Hsien T’ung Kao, Chung-hua Shu-chü Yay., Beijing 2006. Tz’u-yüan, Chung-hua Shu-chü Yay., 5. baskı, Beijing 2002. Grek Kaynakları Claudii Ptolemaei Geographia, edidit Carolus Fridericus Augustus Nobbe, I, Lipsiae 1843. Pliny, Natural History, İng. çev. H. Rackham, London, 1947. Strabo, The Geography of Strabo, İng. çev., H. L. Jones, Cambridge 1944. Araştırma Eserleri Abazov, R., The Palgrave Concise Historical Atlas of Central Asia, New York 2008. Abdurrahman, V., “Orta Asya’daki Bir Kısım Türk Yer Adları ve Bu Yerlerin Tarihî Süreç İçerisindeki Siyasî Durumu Üzerine”, Çağdaş Türklük Araştırmaları Sempozyumu, Ankara 2002. Akiyasu, T., “Some Notes on the Ch’iang Tribes”, Acta Asiatica, 16, 1969. Almas, T., Uygurlar, Çev. D. Ahsen Batur, Selenge Yay., İstanbul 2010. Altheim, F., Geschichte Der Hunnen, I, Berlin, 1959. Avdiyev, V. İ., İstoriya Drevnego Vostoka, Moskva 1953. Bailey, H. W., Indo-Scythian Studies Being Khotanese Texts, VII, Cambridge 1985. Barthold, W., “Türkistan”, İA, C. 12/2, Eskişehir 2002 __________, “Fergana”, İA, C. IV, Eskişehir 2002 __________, Moğol İstilasına Kadar Türkistan, Haz. H. Dursun Yıldız, TTK Yay., Ankara 1990. Beal, S., Si-Yu-Ki, Buddhist Records of the Western World, I-II, London 1906. Beckwith, C. I., Empires of Silk Road, Princeton-Oxford 2009. ____________, İpek Yolu İmparatorlukları, Çev., Kürşat Yıldırım, Ankara 2011. Bergman, F., Archaeological researches in Sinkiang, Stockholm 1939. Bernştam, A. N., “K Voprosu ob Usun, Kuşanah, Toharah”, Sovetskaya Etnografiya, 3, 1947. Biçurin, H. Ya., İstoriya o Narodah Obitavşih v Credney Azii v Drevniya Vremena, 3 Cilt, Sanktpeterburg 1851. 153 KÜRŞAT YILDIRIM Borovkova, L. A., Tsarstva “Zapadnogo Kraya” vo II-I Vekah do N. E., Moskva 2001. Buharalı, E., “İstahri ve İbn Havkal’ın Haritalarına Göre Maveraünnehr”, Türk Dünyası Araştırmaları, 99, 1995. Ch’en Chao-fu, “Ku-tai-Shao-shu-min-tsu-yen-hua”, Min-tsu-ta-hsüeh-yen-chiu, 3, 1982. Chang Ch’i-chih (ed.), Chung-kuo-li-shih, 7. baskı, Beijing 2006. Chavannes, E., Dix Inscriptions Chinoises de L’asie Centrale, Paris 1902. ____________, Documents sur Les Tou-Kiue (Turcs) Occidentaux, St Pétersbourg 1903. ____________, “Les Pays d’occident d’aprés le Wei lio”, T’oung Pao, II, 6, 1905. ____________ , “Trois généraux chinois de la dynastie des Han orientaux”, T’oung Pao, II, 7, 1906. _____________, “Les pays d’Occident d’aprés le “Heou Han chou” ”, T’oung Pao, II, 8, 1907. _____________, Çin Kaynaklarına Göre Batı Türkleri, Çev. M. Koç, Selenge Yay., İstanbul 2007. Chung-kuo-li-shih-ti-ming-ta-tz’u-tien, Ed., Wei Sung-shan, Kuang-tung 1995. Chung-kuo-li-shih-ti-ming-ta-tz’u-tien, I, Ed., Shih Wei-le, Beijing 2005. Crespigny, R. de, Northern Frontier, the Policies and Strategy of the Later Han Empire, Canberra 1984. De Groot, J. J. M., Die Hunnen Der Vorchristlichen Zeit, I, Berlin 1921. ______________, Die Westlaende Chinas in der vorchristlichen Zeit, II, Berlin, 1926. Duan Chang-Qun, Gan Xue-Chun, Jeanny Wang, Paul K. Chien, “Relocation of Civilization Centers in Ancient China: Environmental Factors”, Ambio, XVII, 7, Nov., 1998. Eberhard, W., Çin Sinoloji’ye Giriş, İstanbul 1946. ___________, “Muahhar Han Devrinde (M.S. 25-220) Hun Tarihine Kronolojik Bir Bakış”, Belleten, 16, 1940. ___________, “Çin Kaynaklarına Göre Orta ve Garbi Asya Halklarının Medeniyeti”, Türkiyat Mecmuası, VII-VIII, 1, İstanbul 1942. Emet, E., “Türklerin Ana Yurtlarından Biri Kumul (Hami) ve Kumul Kelimesinin Etimolojisi Hakkında”, Türk Dünyası Dil ve Edebiyat Dergisi, 4, Güz 1997. Hayit B., “Türkistan Terimi Üzerine”, Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, 53, Nisan 1988. Herrmann, A., Die alten Seidenstrassen zwischen China und Syrien, Berlin 1910. Hirth, F., China and the Roman Orient, Shanghai-Hongkong 1885. 154 BAŞLANGICINDAN II. YÜZYILIN ORTALARINA KADAR DOĞU TÜRKİSTAN İ LE ÇİN MÜNÂSEBETLERİNE GENEL BİR BAKIŞ Hsi-yü-ti-ming, Ed., P’ing Ch’eng-chün, Beijing 1980. Huang Pen-chi, Li-tai-shih-kuan-piao, Tai-pei 1975. Hucker, C. O., A Dictionary of Official Titles in Imperial China, California 1985. Hulsewé, A. F. P.-M. A. N. Loewe, China in Central Asia: The Early Stage 125 BCAD 23, Leiden 1979. Kafesoğlu İ., Türk Millî Kültürü, 23. baskı, İstanbul 2003. Kurban, İ., Doğu Türkistan İçin Savaş, Ankara 1995. ________, Şarki Türkistan Cumhuriyeti (1944-1949), Ankara 1992. Legge, J., The Chinese Classics: With A Translation, Critical And Exegetical Notes, prolegomena, and copious indexes, cilt V, Hong Kong-London 1861–1872. Liu Mau-Tsai, Kutscha und seine Beziehungen zu China vom 2. Jh. v. bis zum 6. Jh. n. Chr., I, Wiesbaden 1969. Mallory, J. P-Mair, V. H., The Tarim Mummies: Ancient China and the Mystery of the Earliest Peoples from the West, London 2000. McGovern, W. M., The Early Empires of Central Asia, Chapel Hill 1939. Onat, A.-Orsoy, S.- Ercilasun, K., Han Hanedanlığı Tarihi, Bölüm 94A/B Hsiung-nu (Hun) Monografisi, Ankara 2004. Onat, A., “Çin-Türkistan İlişkilerinin Başlangıcı Hakkında Bazı Bilgiler”, Belleten, LIV, 211, Aralık 1990. _______, “Hunların Doğuda Siyasal Üstünlük Dönemi”, Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi, XXXI, 1-2, 1987. Ögel B., Büyük Hun İmparatorluğu Tarihi, I-II, Ankara 1981. ______, “İslâmdan Önceki Türk Devletlerinde Timar Sistemi”, IV. Türk Tarih Kongresi, Ankara 10-14 Kasım 1948, Kongreye Sunulan Tebliğler, Ankara 1952. ______, “Çin Kaynaklarına Göre Wu-sun’lar ve Siyasi Sınırları Hakkında Bazı Problemler”, Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Dergisi, VI, 4, 1948. Özerdim M. N., “Hsi-Yü Olarak Çin Türkistanı’nın Tarihî Sınırlaması ve Tarihî Önemi”, Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Dergisi, XV, 1-3, 1957. Pelliot, M. P., “Kao-Tch’ang, Qočo, Houo-Tcheou et Qarâ-Khodja”, Journal Asiatique, XIX, Janvier-Février, 1912. Pritsak, O., “Xun der Volksname der Hsiung-nu”, Central Asiatic Journal, V, 1, 1959. Pulleyblank, E. G., “The Roman Empire as Known to Han China”, Journal of the American Oriental Society, CXIX, 1, 1999. Sinor, D., “Giriş: İç Asya Kavramı”, Çev., R. Sezer, Erken İç Asya Tarihi, Der., Denis Sinor, 4. baskı, İstanbul 2003. 155 KÜRŞAT YILDIRIM ________, “The Scope and Importance of Altaic Studies”, Journal of the American Oriental Society, LXXXIII, 2, Apr.-Jun., 1963. Stein, A., Serindia: Detailed Report of Explorations in Central Asia and Westernmost China, I-V, Oxford 1921. Taşağıl, A., Çin Kaynaklarına Göre Eski Türk Boyları, Ankara 2004. Togan, Z. V., Bugünkü Türkili (Türkistan) ve Yakın Tarihi, I, 2. baskı, İstanbul 1981. __________, Türk Türkistan, İstanbul 1960. Vásary, I., Eski İç Asya Tarihi, Çev., İ. Doğan, İstanbul 2007. Yang, Lien-sheng, “Hostages in Chinese History”, Harvard Journal of Asiatic Studies, XV, 3-4, December, 1952. Yıldırım, K., Türk Tarihi İçin Eski Çince Türkçe Sözlük, İstanbul 2010. __________, Bugünkü Doğu Türkistan Coğrafyasında Kurulan Şehir Devletleri ile Çin Arasındaki Münâsebetler (Milâdî 73-108), İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 2011. ___________, “Orta Doğu’da Bir Çinli Seyyah: Kan Ying (M.S. 97)”, Evliya Çelebinin Doğumunun 400. Yılı Münasebetiyle Seyyahlar ve Seyahatnameler, İstanbul, 23-24 Mayıs 2011 (Baskıda). Yu Tai-shan, “A Study of Saka History”, Sino-Platonic Papers, 80, July, 1998. Yü Ying-shih, “Han Foreing Relations”, Cambridge History of China, Ed., D. Twitchett-J. K. Fairbank, Cambridge 1987. 156 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 3, Ocak-2012, s. 157-163 PRİMO LEVİ VE İRONİ İlhan KARASUBAŞI ÖZET: Antik dünyadan günümüze birçok yazar tarafından kullanılan ironi II. Dünya Savaşı gerçeğini yaşayıp kurtulabilen İtalyan yazar Primo Levi tarafından yapıtlarında sıkça kullanılmaktadır. Ancak yazarın ironiyi kullanmasındaki amacı okuyucuyu güldürmek değil, onun trajikomik biçimde, yaşanılan olayların ne denli insanlık dışı olduğunu kavramasını sağlamak ve tüm insanların yaşanılanların farklı yerlerde tekrarlanmaması için çaba harcamalarını sağlamaktır. Anahtar Kelimeler: İroni, Savaş, Levi. PRIMO LEVI AND IRONY ABSTRACT: Irony used beginning from ancient times until our time is used often by the Italian writer Primo Levi, testimony of the II. World War and who survived it. But the writer’s aim in using irony is not to make the people smile, but to make them understand how terrible all those things happened are and that all the people should do everything possible so that such things will not happen again in any place in the world. Keywords: Irony, War, Levi Giriş: İroni kavramı antik dünyadan günümüze özellikle edebiyat ve tiyatro alanında bir çok yazar tarafından kullanılmıştır. İroni her zaman gülme/güldürme ve acı/acıma unsurlardan oluşan bir duygudur. Bununla birlikte ironi yıkıcı bir araç olarak da işlev görmektedir. Çünkü alışkın olunanın gerçekte farklı olduğunu anlatabilmek için ona saldırır ve onu yıpratmaya çalışır. Bu sayede anlamanın ve anlaşılan durumun farklı bir bilinç ortamına taşınarak gerçek anlamda kavranılmasını amaçlamaktadır. Yazarın amacı dünyada yaşanılan acı olaylar nedeniyle içinde bulunduğu duygu karmaşasından kurtulmak ve aynı zamanda kendisini koruyacak bir öğe geliştirerek olaylara tepki vermektir. Bu bağlamda ele alındığında ironi aynı zamanda bir iç çatışma ve bir savunma mekanizması olarak ortaya çıkar. İroni’nin yazarlarca sıkça kullanılması ise, yozlaşan ahlaki değerlere karşı bir tür tepki geliştirme gereksiniminden doğmaktadır. Kuşkusuz Levi’nin yapıtlarında anlattıklarının ahlakî boyutu vardır. Bununla birlikte okuyucuya aktarılmaya çalışılan gerçeklere bir de Levi’ye özgü ironik anlatım tarzı eklendiğinde, olayların okuyucuya aktarımı daha da etkili olmaktadır. İroni kavramı kullanıldığında, insanlar ortak bir konu üzerinde gülebilir. Bu da, toplumsal bağlamda insanların aynı konu etrafında Bu makale Dr. İlhan Karasubaşı’nın Primo Levi’nin Yapıtlarında Otobiyografik Öğeler ve İroni Kavramı başlıklı doktora tezinden üretilmiştir. Arş. Gör. Dr. İlhan Karasubaşı, Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Batı Dilleri ve Edebiyatları Bölümü, İtalyan Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı. E-posta: [email protected]. Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 3, Ocak-2012, s. 157-163 İLHAN KARASUBAŞI toplanabildiklerinin ve aynı konu üzerinde benzer düşüncelere sahip olabildiklerinin göstergesidir. Levi altmışlı yılların başında, özellikle Luigi Pirandello’dan esinlenerek, ironi kavramını konu alan bazı öyküler kaleme almıştır. Levi’nin Pirandello1 gibi bu alanda usta birinden yararlandığı açıkça ortadadır. Daha sonra ise, özellikle Musevî kültürüne özgü bazı konuları ele alarak, ironi kavramı üzerinde durmuştur. Bu durumda, genelde Yahudilere ilişkin bazı öğeler farklı dinlere mensup kişilere anlatılıp, açıklanmaya çalışılmaktadır. Bu konuya ilişkin bazı örnekleri özellikle “Se non ora quando” adlı yapıtta bulmak mümkündür: “Tüm insanlar haftanın her günü gündelik işlerini yaparlar. Musevîler ise Cumartesi günü, günah olduğu düşüncesiyle, neredeyse yemek bile yemezler.” 2 Levi’nin ironi kavramını kullanımında ustalığını gösteren yapıt “Se questo è un uomo”dur. Yapıtın ilk sayfalarından itibaren ironi kavramı, okuyucunun karşısına çıkar: “Şansıma Auschwitz’e iyi ki yalnızca 1942 yılından sonra getirildim.” 3 Bu sözü söylerken, sözcüklerin her birine ironik bir anlam yükler. Levi’nin Auschwitz’e gönderildiği dönemde-1942 yılından itibaren-Nazi Almanyası işgücü açısından sıkıntı çektiğinden, Kamplarda tutulan insanların ölümünü dolayısıyla da iş gücü kaybını önlemek amacıyla tutsaklara biraz daha iyi davranmaktaydı. Durumun bilincinde olan Levi söz konusu amaç sayeinde en azından hayatta kalma şansı biraz olsun arttığından yaşadıklarını ironik biçimde dile getirir. Aksi halde, bir gencin Auschwitz Toplama Kampına götürülmesinin şansla açıklanacak olumlu bir yönü yoktur. Levi’nin yukarıda belirtilen cümleyi ironik biçimde ifade etmesi, onu savaş yıllarına ilişkin anılarını yazan diğer yazarlardan ayırmaktadır. Çünkü Levi Auschwitz’te ölümü bekleyen bir tutsak değildir. O hayata ilişkin plânları olan ve hayatta kalmak isteyen biridir. Her ne kadar Kamp ortamı acımasız ve yaşam şartları olumsuz olsa da, Levi yaşama sımsıkı sarılarak ayakta kalmaya çalışır. Ancak kurtulmayı kendisinden çok diğer insanların 1 Luigi Pirandello: 1867-1936 yılları arasında yaşamıştır. Özellikle Tiyatro yapıtlarıyla ünlenen yazar, özellikle görecelik kavramı üzerine yapıtlarını oluşturmuştur En ünlü yapıtlarından biri “Altı kişi Yazarını Arıyor” adlı tiyatro oyunudur. 2 Primo Levi, Se non ora, quando?, Einaudi, Torino 1991, s. 65. 3 Levi, Se questo è un uomo, Einaudi, Torino 1991, s. 5. 158 PRİMO LEVİ VE İ RONİ iyiliği için ister, çünkü olayları bizzat yaşadığından her şeyi bütün çıplaklığıyla insanlara aktarabilecektir. Yine “Se questo è un uomo” adlı yapıtın giriş bölümünde Levi şöyle demektedir: “Burada geçen tüm olayların uydurmaca olmadığını söylemek, bana gereksiz geliyor” 4 Burada Levi’nin amaçladığı, bazı yapıtların başlarında yer alan ‘Bu kitabın, gerçek kişiler ya da gerçek olaylarla herhangi bir ilişkisi yoktur’ sözüne atıfta bulunmaktadır. Çünkü Levi bu noktada, okunulacakların gerçek olduğunu, yazar sıfatıyla olanları tüm çıplaklığıyla okuyucuya aktaracağını bildirmektedir. Hattâ Levi, anlatılanların son derece insanlık dışı şeyler olması nedeniyle, okuyucunun bunlara inanmayacağı endişesini bile taşımaktadır. Levi, ironi kavramını özellikle okuyucu için kullanmaktadır. Çünkü, ironi kullanımı ile okuyucusunun dikkatini ve ilgisini ayakta tutacağının bilincindedir. İroni kavramını, genelde, tarihi olaylar ya da Tanrı gibi, kavramlar söz konusu olduğunda kullanmaktadır. Örneğin “Il sistema periodico” adlı yapıtında şöyle der: “Belki de çocukları, aptalları ve sarhoşları koruyan bir Tanrı’nın var olduğu doğrudur” 5. Levi’nin bu ifadesi okuyucuya oldukça tuhaf, karmaşık, anlaşılmaz ve anlamsız gelebilir. Levi’nin buradaki amacı, Kamp ortamında olayların, aslında, ne kadar karmaşık olduğunu ve bütün değerlerin alt üst edildiğini göstermektir. İroni kavramı söz konusu olduğunda, Levi’nin kendisine örnek aldığı bazı yazarlar vardır. Bunlar Parini, Swift ve Mann’dır. Üç yazarın ortak yönü, ironi kavramını olayların yapay görüntülerini bozarak gerçekte nasıl olduklarını göstermek amacıyla kullanmalarında gizlidir. Örneğin, Parini’nin “Il giorno” 6adlı yapıtında, aristokrat gençlerin gerçekte ne kadar gösteriş meraklısı ve aptal oldukları ortaya konulmaktadır; Swift’in “Gulliver’in Seyahatleri” adlı yapıtında ise dünyanın aslında ne kadar gerçek dışı olduğunu göstermek için her şey alt üst edilmektedir; Mann ise “Yusuf ve kardeşleri” adlı yapıtının birinci cildinde, İsrail ve Esau’un öyküsünü yeniden anlatmaktadır. Her üçü de ironiyi, ahlâk kavramıyla birlikte kullanmaktadır. Levi bu yazarlardan özellikle Parini’yi önemsemektedir. 4 Levi, Se questo…, s. 6. Levi, Il sistema periodico, Einaudi, Torino 1991, s. 865. 6 Parini’nin çalışmayan soylu sınıfı alaya aldığı Genç Beyefendi adlı yapıtının ‘Gündüz’ başlıklı bölümüdür. 5 159 İLHAN KARASUBAŞI Hattâ onunla günler boyunca konuştuğunu da düşlemektedir.7 Mann ise, Levi’ye göre, yüzyılın en önemli yapıtını ortaya koymuştur. Levi’nin kullandığı ironiyi biraz daha açık biçime getirmek için, Wayne Booth’un A Rhetoric of Irony-İroninin Retoriği adlı yapıtından yararlanmak mümkündür. Booth’a göre ironi, çoğu zaman, istenilerek, ancak gizlice kullanılan bir öğedir. İroni kullanmanın amacı, edebî bir anlamı yıkmak ve sonra onun yerine yeni bir anlam kurmaktır.8 Hem Booth’a hem de Levi’ye göre amaç, okuyucunun dikkatini çekmek ve ona kendisine aktarılacak konuya azamî dikkatle odaklanması gerektiğini bildirmektir. İroni kullanımındaki bir diğer amaç, insanları bir ortak payda etrafında toplamaktır. Bilindiği üzere, Levi insanların bir arada olmasına ve bir arada gerçekleşen yaşama önem vermektedir. Booth’a göre, okuyucu ve yazar ironi kavramının kullanımına alışkın olmalıdır, aksi halde ironinin, şaşırtması ve ilgi uyandırması, yani amacına ulaşması, mümkün değildir: “Bir çok kişi tarafından ironi kavramı anlaşıldığında, etkisinin sanılandan çok daha fazla olduğunu gördüm. Ancak ironi kullanımında okuyucu ve yazarın işbirliği içinde olmaları, kaçınılmazdır. Aksi takdirde ironi, amacına ulaşamaz.” 9 Levi’de ise, Booth’a göre, ironi kavramında ufak bir fark vardır. Levi ironinin herkes tarafından anlaşılmasının gereksiz olduğunu, yalnızca onu kaldırabilecek okuyucuların ironiyi anlayabileceğini savunmaktadır. Bu nedenle, Levi’nin yapıtlarında rastlanılan ironi kavramı Booth’un ironi kavramından biraz farklıdır. Ayrıca Levi, ironi kavramını her zaman kendi yaşam deneyimi ve anılarıyla birlikte kullanmaktadır. Bu da onu, aynı öğeyi kullanan diğer yazarlardan farklı kılmaktadır. Levi, bir yazısında ironi üzerine düşüncelerini şöyle dile getirir: “İnsanın kendisiyle ilgili ironi yapması, ironinin en üst örneklerindendir. Böylece insan kendi sınırlarını aşabilir. Aynı zamanda okuyucuda sürekli varolan bir ilgi uyandırır.”10 Levi’nin bir çok yapıtında, ironi kavramını bulmak mümkündür. Hattâ yapıtlarının adında bile bu öğe vardır. Örneğin, “Se questo è un uomo” adlı yapıtının başlığında Levi, ironik biçimde insan olmak için nelere sahip, ya da nelerden yoksun olmak gerektiği konusu üzerinde okuyucuyu düşündürmektedir. Aynı zamanda başlıktan da anlaşılacağı gibi, okuyucunun 7 Levi’nin klasik yapıtlara olan ilgisinin bir göstergesidir. Anissimov, M., Primo Levi o la tragedia di un ottimista, Baldoni&Castoldi-Milano 2001, s. 30. 8 W. C. Booth, A Rethoric of Irony, University of Chicago Press, Chicago, 1974.s. 22. 9 W. C. Booth, a.g.e, s. 33-47. 10 Levi, Il sistema periodico, Einaudi, Torino 1991, s. 37. 160 PRİMO LEVİ VE İ RONİ söz konusu konuya ilişkin daha fazla bilgi edineceğini önceden açıklamaktadır. Aynı zamanda, Auschwitz’te insan olmanın farklı erdem ve özellikler gerektirdiğinin mesajı okuyucuya verilmektedir. Özellikle Kamp ortamında ironinin sıkça kullanılması, dikkat çekicidir. Buradaki amaç, ortamın gerçekten insanlık dışı bir yer olduğunun altını çizmektir. Kampa ilişkin bir anısında Levi, kendisiyle Sandro arasında geçen bir konuşmayı okuyucuya şöyle aktarır: “Sandro beni ironik bir dikkatle dinliyordu. Ne zaman konuşmamda yanlış bir kullanım yapsam, sanki üstüme atlayacakmış gibi duruyordu.” 11 Burada da Kamp ortamındaki sıradan bir an tasvir edilmektedir. Ancak Kamptaki durum o kadar kötüdür ki, insanlar yiyecek bulmakta bile çok zorlanmaktadır. Buna rağmen Sandro, artık ayakta durmaya gücü kalmayan Levi’nin konuşmasını düzeltmeye çalışır. Halbuki Levi, dili kullanmayı bilmediği için yanlış yapmamaktadır. Güçsüz kaldığı için düzgün konuşmakta zorluk çekmektedir. Aktarılanlarda ironinin varlığı, belirgin biçimde ortadadır. Levi’nin amacı, Kamp dışında, yani normal yaşam diye nitelendirilen alanda, burada olduğu gibi konuşurken yanlış yapmasının asla mümkün olmayacağını göstermektir. Çünkü Kampa gelmeden önce kendisi İtalyanca’yı oldukça düzgün kullanan biridir. Levi’nin “Se questo è un uomo” adlı yapıtına seçtiği başlıkta bir ironi daha vardır. Yaratılış öyküsüne göre, dünyanın yaratıldığı altıncı günde ‘İnsan Nedir?’ sorusu gündeme gelmektedir. Çünkü Levi’ye göre Auschwitz ve Naziler yeni bir dünya yaratma amacını gütmektedir. Levi ise söz konusu başlığı koyarak, yeni dünya düzenindeki insanın nasıl olması gerektiğine ilişkin ip uçlarının da yapıtında var olduğuna işaret etmektedir. Levi’nin bazı yapıtlarında gerçekten de çarpıcı ironik öğeler vardır: “Laboratuvarda müdür sıfatıyla çalışan adamın da doktora unvanı var. Ama o Kimya değil, Dilbilim doktoru, ama yine de laboratuvardan ve insan sağlığından sorumlu kişi o.”12 Buradaki ironi, Levi gibi uzun yıllar laboratuvar ortamında çalışmış, kimyadan, tahlillerden, deneylerden anlayan birinin değil, laboratuvardan hiçbir şey anlamayan birinin Kamptaki laboratuvarda sorumlu kişi konumunda olmasıdır. Kampta her şey alt üst edilmiştir. İnsanların hangi mesleğe sahip olduklarının herhangi bir önemi yoktur. Ayrıca Naziler uygun vasıflara sahip 11 12 Levi, Se questo è un uomo, Einaudi, Torino 1991, s. 775. Levi, Se questo…, s. 136. 161 İLHAN KARASUBAŞI olmayan kişileri hiç bilmedikleri alanlarda çalıştırarak onların gerçekte işe yaramaz olduklarını göstermeye çalışmaktadırlar. Naziler için önemli olan tutsakların kendilerinin insan olmadıklarına ve dünyada yaşamayı hak etmediklerine inanmalarını sağlamaktır. Naziler ellerinden geldiğince tutsaklar üzerinde baskı kurarak, insanca yaşama onurlarını hiçe sayarak onları öldürmeyi hedeflemişlerdir: “İnsanı yok etmek onu yaratmak kadar güçtür. Kolay olmadı ama siz Almanlar bunu başardınız.” 13 Levi için Kamp, oraya giren insanların insanlıklarına ilişkin bütün duygu, düşünce ve ümitlerini bir kenara bırakıp gittikleri yerdir. Kampta yaşanılan bütün olaylar Levi’ye sanki kötü bir düş görüyormuş hissini vermektedir. Öyle ki Levi Dante’den esinlendiği anlarda bile İlahi Komedya’da yaratılmış olan düşsel cehennemin toplama kampında gerçeğe dönüştüğünü okuyucuya ironiyi de kullanarak aktarmaya çalışmaktadır. Dante’nin Cehenneminin giriş kapısının üzerinde ‘Sizler ki bu kapıdan geçeceksiniz, tüm umutlarınızı dışarıda bırakın’ yazısı vardır. Levi’nin de uzunca bir dönem tutsak olarak bulunduğu Auschwitz Toplama Kampının giriş kapısının üzerinde ‘Çalışmak özgür kılar!’ yazısı yer alır. Sonuç: Levi’nin yapıtlarında var olan belki de en büyük ironi, fazla gezmeyi sevmeyen, belirsizlikten hoşlanmayan, düzene ve temizliğe âdetâ tapan, eşitlik ve adalet duygusu gelişmiş, demokrasiye inancı her şeyin üzerinde olan, utangaç, sıradan, mesleği ve ailesi dışında konularla ilgilenmeyen, edebiyatı hobi olarak gören ve uygulayan bir kişinin bunların tam tersini kabul ediyor olmasıdır. “Tregua” adlı yapıtta Levi, serbest kaldığında pazarda para kazanmak için beyaz bir gömleğin satışını yapar. Ancak, söz konusu eylemi yapması, her şeyden önce kendi kişiliğine ters düşmektedir. Çünkü, yapısı gereği çekingen olan Levi, Pazar yerinde insanlar arasında gezerek gömleğin satılık olduğunu ve fiyatını bağırarak söylemek zorundadır. Levi, gömleği satamayacağını anlar ve aç kalma pahasına kendi yapısına ters düşen bu davranıştan vazgeçer. Daha sonra bir papaza giderek, aç olduğunu Latince cümlelerle ifade etmiştir. Burada ironi, aç kalma pahasına da olsa, Kampta bir çok yeni şey öğrenmiş de olsa, dürüstlüğünden ve kültüründen ödün vermemesidir. Levi her zaman insanın kendisine ironi ile yaklaşmasının büyük bir erdem olduğunu savunmuştur ve verilen örnekte de bunu kanıtlamaktadır. Ayrıca insanın bizzat kendisini ironik öğelerle diğer insanlara anlatabilmesi, kişinin diğerleri tarafından daha iyi tanınmasını ve anlaşılmasını sağlar. 13 Levi, Se questo, s. 146. 162 PRİMO LEVİ VE İ RONİ KAYNAKÇA Anissimov, M., Primo Levi o la tragedia di un ottimista, Baldoni&Castoldi-Milano 2001. Booth, W. C., A Rethoric of Irony, University of Chicago Press, Chicago, 1974. Levi, P., Il sistema periodico, Einaudi-Torino 1991. ______, Se questo è un uomo, Einaudi-Torino 1991. ______, La tregua, Einaudi-Torino 1991. ______, Se questo è un uomo, Einaudi-Torino 1991. ______, Se non ora, quando?, Einaudiorino 1991. ______, Ad ora incerta, Einaudi-Torino 1991. ______, I sommersi e i salvati, Einaudi-Torino 2003. 163 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 3, Ocak-2012, s. 165-200 CEMRE DÜŞMESİYLE İLGİLİ İNANÇ VE UYGULAMALAR Zehra HAMARAT ÖZET: Baharın yaklaştığını dolayısıyla yeniden üretimi müjdeleyen cemrenin değişik kültürlerde hangi anlamlara geldiği, ne zaman düştüğü ya da yükseldiği, düştüğü ya da yükseldiği söylenen yerler, cemre ile arasında ilgi kurulan unsurların neler olduğu, cemrenin özellikle Türkiye Türkleri arasında meydana getirmiş olduğu inanç ve uygulamalar bu çalışmada üzerinde durulan konulardır. Türk kültürü ile beraber Arap, Fars, Moğol, Grek vb. pek çok kültürde rastlanan cemre inanışı insan yaşamını önemli ölçüde etkilemiş, davranış kalıpları meydana getirmiştir. Araştırılması Türk kültür tarihine katkı sağlayacak bu inançla ilgili Türkiye’de pek fazla çalışma yapılmamış, yapılan çalışmalar da genelde birbirini tekrar etmiştir. Anahtar Kelimeler: cemre, halk takvimi, ısınma, ayın menzilleri, anasır-ı erbaa. BELIEF AND PRACTICES ABOUT THE FALL OF CEMRE ABSTRACT: This study focuses on the issues of Cemre which accordingly means coming of spring and heralds reproduction, and what the meanings of Cemre are and how they vary according to different cultures; when Cemre rises and falls; the places known where it rises and falls; what the compenents are related to cemre; and the beliefs and practices which especially occured among the Turks of Turkey. The belief of Cemre, which is very common in Turkish culture and also among the Arabs, The Persians, The Mongols, and the Greeks and in many other cultures, has influenced the human life and formed different behavioural patterns. There is not much done about the belief of Cemre which would contribute to the history of Turkish Culture; on the other hand, the studies brought up until now is generally a repetition of previous researches. Key Words: cemre, folk calendar, warming, stages of month, four elements Giriş: İnsanlar tarih boyunca doğayı gözlemlemiş, doğada belli aralıklarla gerçekleşen iklim olaylarından yola çıkarak, temel uğraşlarının, yaşam şekillerinin, sosyal hayatlarının da etkisiyle doğal takvimler meydana getirmişlerdir. Hayatı kolaylaştırmak, değerlendirmek ve çeşitli işleri düzenlemek için meydana getirilmiş olan bu doğal takvimler uzun süren tecrübelerin ürünüdür. Hayvancılığa ve tarıma bağlı toplumlarda baharın gelmesi ayrı bir anlam ifade etmiş, hayat yeniden canlanmış, üretim başlamış, koç katımı, ekim, hasat gibi dönemler çeşitli törenlerle kutlanmış, çeşitli inanç ve uygulamalar meydana gelmiştir. İsa’nın doğumu temel alınarak oluşturulan, dini bir yanı bulunan miladi takvimde yılbaşının ocak ayıyla başlamasının bilindiği kadarıyla iklimsel, mevsimsel olaylarla ya da tabiat olaylarıyla herhangi bir ilgisi bulunmamaktadır1. Ancak halk arasında bir inanç ve uygulama meydana 1 Arş. Gör. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü. [email protected] Türkler arasında önceleri kanun-ı sani olarak adlandırılan bu ay daha sonra Arapça kanun kelimesinin Türkçeleştirilmesiyle ocak şeklinde adlandırılmıştır. Resuhi Baykara’nın Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 3, Ocak-2012, s. 165-200 ZEHRA HAMARAT getirmiş olan cemre ile Nevruz, Hıdrellez gibi sayılı günler tabiattaki değişimlere, iklim ve mevsim değişimlerine göre oluşturulmuştur. Bu sayılı günler insanların tabiat ile olan bağını; doğal, coğrafi ve iklimsel şartların toplumlar üzerindeki etkisini bize gösterirken zamanla takvimlerin tabiat ile olan bağı zayıflamış, aydınlanma, sanayileşme ile birlikte ise toplumlar birbirleriyle bütünleşmiş, ilişkilerini daha kolay yürütebilmek için genellikle ortak bir takvim kullanmaya başlamışlardır. Toplumların yaşayışı ile takvimleri de paralellik göstermektedir. Türkler atlı göçebe hayatı yaşadıkları dönemde hayvana bağlı idi. Hayvan gerek süsleme, giyim kuşam gerekse yeme içme gibi Türklerin hayatının pek çok alanında etkisini hissettirmekteydi. Hayvan, hayatlarını devam ettirebilmek için Türklerde birinci derece öneme sahipti. Bu nedenle takvimleri de buna göre şekillenmiş ve Türkler on iki hayvanlı Türk takvimini meydana getirmişlerdir. Zamanla hayvancılığa bağlı bozkır hayatından tarıma bağlı yerleşik hayata geçmeleri ile beraber halk takvimi de artık tarımla bağlantılı olmaya başlamıştır. İnsanlar bu defa tarımsal üretimi temel alarak doğayı gözlemlemiş ve takvimleri buna göre şekillenmiştir. Halk takviminde yer alan cemre olayı da ekonomisi hayvana ve tarıma bağlı toplumlarda karşımıza çıkmaktadır. Özellikle Arap, Fars ve Türklerde karşımıza çıkan cemrenin Moğol, Çin ve Greklerde de olduğu belirtilmektedir. Havanın ısınmasına bağlı olarak meydana getirilen bu inancı çeşitli toplumlar kendi kültürlerinden ve değerlerinden bir şeyler katarak zenginleştirmişlerdir. Ayrıca cemre olayına benzer olarak Kadıoğlu’nun naklettiğine göre ABD’de de ocak erimesi bulunmaktadır. ABD'nin kuzeydoğusunda ocak ayının son haftalarında her yıl tekrarlanan ocak erimesi don olayının sona ermesini, kar veya buzun erimesini ifade etmektedir. Meteorolojistler cemre ve ocak erimesi gibi belli zaman aralıklarıyla tekrar eden hava oluşumlarını gözlemleyip bunları takvimleştirmeye çalışmışlardır2. Bu ise bize insanların hâlâ doğayla olan bağını koparmadığını göstermektedir. 2 verdiği bilgiye göre kanun-ı saninin Latincesi Jamarius’tur. Romulus’un takviminde olmayan bu ayı imparator Numa senenin başına koymuştur. (Resuhi Baykara, “Takvim Yılları ve Ay Adları”, Tarih Dünyası, c. 2, S. 20, Şubat 1951, s. 848.) Takvim-i Ebuzziya’da belirtildiğine göre bu ay ismini, eski İtalyalıların ilahlarından Yanus’un [Jamus] isminden almıştır. Yüzünün bir tarafı ihtiyar diğer tarafı genç olarak tasvir edilen bu ilahın yüzünün bir tarafı maziye diğer tarafı ise istikbale bakmaktadır. Eskiden her şeyin başlangıcı bu ilaha adandığı için senenin ilk ayı da kendisine tahsis edilmiştir. (Rebi-i Marifet 1302 Sene-i Kameriyesine Müsadif 1263 Sene-i Şemsiyesi İçin Takvim-i Ebuzziya Beşinci Sene, Matbaai Ebuzziya, Kostantiniyye 1302, s. 48.) Mikdat Kadıoğlu, Bildiğiniz Havaların Sonu Küresel İklim Değişimi ve Türkiye, Güncel Yayıncılık, İstanbul 2001, s. 47. 166 CEMRE DÜŞMESİYLE İ LGİLİ İ NANÇ VE UYGULAMALAR 1. Cemrenin Kelime Anlamı: Arapça bir kelime olan cemrenin uzak veya yakın manasıyla ilgili çeşitli kaynaklarda pek çok bilgi bulunmaktadır. Konuyla ilgili olan bilgilerden bazıları şunlardır: Cemre cimin üstünle okunması ve mimin sükûnu ile bir tane ateş koru anlamında kullanılan bir kelimedir. Cemre için köz tabiri de kullanılmaktadır. Yanan ateş manasında cem-i cinsi cemrdir. Kelimenin çoğul kalıbı cemerât ve cimin esreli okunmasıyla cimar şeklindedir. Mütercim Asım’ın naklettiğine göre bin nefer süvari için de cemre tabiri kullanılmaktadır. Burada cemre tabirinin kullanılmasının sebebi ya süvarilerin düşmanı ateş gibi suzan etmesi dolayısıyladır ya da cemre burada süvarinin çokluğundan dolayı cemiyet manasındadır 3. Yukarıda da görüldüğü gibi cemrenin ilk anlamı ateş koru4, yanmış kömür parçası, kor5, kıvılcım6, yükselen ateş, kor alev, 7, kor halindeki ateş, közdür8. Şubatta havada, suda, toprakta meydana gelen hararetlerden her biri için de cemre tabiri kullanılmaktadır9. Cemre hararet olarak kullanılmasının yanı sıra kışın sonunda şubat ayında peyda olan buhara da cemre denilmektedir. Bu hararet ve buharın üç defa yerden heyecan ettiği; şubatın ilk haftasında havada, ikinci haftasında suda, üçüncü haftasında arzda vuku bulduğu belirtilir10. Cemrenin zeminden heyecan ettiğine dair bilgiler Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü’nde de Burhân-ı Katı’dan nakledilmektedir. Burhân-ı Katı’da verilen bilgilere göre kışın sonunda şubat ayında üç defa yerden heyecan eden buhar ve hararete cemre denir. Şubatın ilk haftasında ilk cemre kalkar ve zemine hararet gelir. İkinci haftasında kalktığında suda hararet meydana gelir, üçüncü haftasında dalgalandığında ise ağaç ve 3 Ebü't-Tahir Mecdüddin Muhammed b. Yakub b. Muhammed Firuzabadi, Kamus Tercümesi, trc. Mütercim Asım Efendi, c. 1, y.y., y.y. 1272, s. 801. 4 Muallim Naci, Lügat-ı Naci, Asır Matbaası, [İstanbul] [1322], s. 323. 5 Ali Seydi, Resimli Kamus-i Osmani, c. 1, Matbaa ve Kütüphane-i Cihan, Dârülhilâfetilaliyye 1330, s. 347. 6 Ahmet Vefik Paşa, Lehce-i Osmânî, haz. Prof. Dr. Recep Toparlı, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 2000, s. 576. 7 Rıza Abdullahî, “Cemre (2)”, Danişname-i Cihan-ı İslam, zir-i nazar Gulamali Haddad Adil, c. 10, Bunyad-ı Dairetü’l-Maarif-i İslami, Encyclopaedia Islamica Foundation, Tahran 1385hş., s. 665. [Farsça ve Arapça eserlerdeki bilgilerin çevirisi araştırmacı yazar Ertuğrul Ertekin ve kısmen de Mehdi Birdal tarafından yapılmıştır.] 8 Yaşar Çağbayır, Orhun Yazıtlarından Günümüze Türkiye Türkçesinin Söz Varlığı Ötüken Türkçe Sözlük (a-den), c. 1, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2007, s. 774. 9 Muallim Naci, a.g.e., s. 323. 10 Ebüzziya Tevfik, Lügat-ı Ebüzziya, c. 1, Matbaa-i Ebüzziya, Kostantiniye 1306, s. 391. 167 ZEHRA HAMARAT bitkilerde etkisi görülür11. Eski zeamet sahiplerine göre ise cemre, şubatta birer hafta ara ile semadan havaya, suya, toprağa düşen üç böcektir ve hararet de bunlardan etrafa yayılmaktadır. İlk cemre şubatın ilk haftasında havaya düşen cemre; ikinci cemre şubatın ikinci haftasında suya düşen cemre; üçüncü cemre şubatın üçüncü haftasında toprağa düşen cemredir12. Cemre sıcaklık olarak tanımlandığı gibi sıcaklığın yükselişi olarak da tanımlanmaktadır. Buna göre bahardan az önce, ilkin havada, sonra suda ve en son da toprakta meydana geldiği sanılan sıcaklık yükselişine cemre denilmektedir 13. Cemre, bahar mevsiminde ortalığın ısınması14, şubat sonu ve mart başında birer hafta ara ile havaya, suya ve toprağa düşerek sıcaklığın yükselmesine sebep olduğu kabul edilen ısıtıcı kuvvet 15, ilkbaharda 19 Şubat ile 6 Mart tarihleri arasında birer hafta arayla havaya, suya ve toprağa düştüğüne inanılan ısıtıcı kuvvet veya tabiatta ısının yükselmesi16, yeryüzünün harareti ve ısısı17 şeklinde de tanımlanmaktadır. Cemrenin bu anlamları dışında küçük çakıl taşı anlamı da bulunmaktadır. Hacda birbirinin ardınca üç defa cimar, yani küçük taşlar atılır. Bunlara cemre-i ula, cemre-i vusta ve cemretü’l ukba denir18. Hac sırasında hacıların Mina’da şeytanı taşlamaları, bu maksatla atılan çakıl taşı19, Müslüman hacıların hac sırasında Mina vadisinde attığı taşlardan meydana gelen yığınların adı20 da yine cemredir. Karakabarcık denilen iltihaplı bir yara, ateş göynüğü, yanıkara için de cemre kelimesi kullanılmaktadır21. Burada cemrenin ateş, ısı ile bağlantılı olarak bir hastalığın adlandırılmasında da kullanıldığını görmekteyiz. 1.1. Cemre Nedir?: Yukarıda sözlük ve ansiklopedilerden alınan bilgilerde dikkat çeken husus cemrenin ne olduğu ile ilgili fikirlerdir. Cemre şubatta havaya, suya, toprağa arız olan hararetlerden her biri, şubatta meydana gelen ve üç defa zeminden heyecan eden buhar ve hararet; hava, su 11 Mehmet Zeki Pakalın, “Cemre”, Osmanlı Tarih Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, c. 1, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul 1993, s. 277. 12 Ali Seydi, a.g.e., s. 347. 13 Türkçe Sözlük, haz. Mehmet Ali Ağakay, 4. bs., Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 1966, s. 137. 14 Ahmet Vefik Paşa, a.g.e., s. 576. 15 İlhan Ayverdi, Kubbealtı Lugatı Asırlar Boyu Tarihi Seyri İçinde Misalli Büyük Türkçe Sözlük, c. 1 A-G, 2. bs., Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul 2006, s. 470. 16 Yaşar Çağbayır, a.g.e., s. 774. 17 Rıza Abdullahî, a.g.m., s. 665. 18 Ebü't-Tahir Mecdüddin Muhammed b. Yakub b. Muhammed Firuzabadi, a.g.e., s. 802. 19 İlhan Ayverdi, a.g.e., s. 470. 20 Yaşar Çağbayır, a.g.e., s. 774. 21 Aynı yer. 168 CEMRE DÜŞMESİYLE İ LGİLİ İ NANÇ VE UYGULAMALAR ve toprakta meydana gelen sıcaklık yükselişi; havaya, suya, toprağa düşerek bunların ısınmalarına sebep olan ısıtıcı kuvvet; havaya, suya, toprağa semadan düşen ve bunları ısıtan böcek; baharda ortalığın ısınması olarak düşünülmekte ve tanımlanmaktadır. Bazı araştırmacılar tarafından çeşitli yörelerden yapılmış olan derlemelerde de kaynak kişilerin cemrenin ne olduğu ile ilgili çeşitli inançlara sahip olduğu görülmektedir. Rize halkı cemrenin yuva gibi bir şey olduğuna ve o yuvadan siyah canlı bir şeylerin (akakopali) çıkıp etrafa yayıldığına inanmaktadır. Bu şekilde yuvadan siyah canlı şeylerin etrafa yayılması cemrelerin düştüğü anlamına gelmektedir22. Uşak yöresindeki yaşlılar ise cemrenin suda göründüğünü söylerken gençler yaşlıların gördüğü şeyin cemre değil kurbağa yumurtası olduğunu belirtmektedir. Yaşlıların söylediğine göre cemre suya düşünce kara kara zincir gibi görünür; kimilerine göre suya düşen bu şey bir böcektir. Cemre suya düşünce suyun içinde kurbağa boku olur, sonra içinde kara renkli olan ve böceğe benzeyen bir şeyler oluşur. Kara böcekler Arap balığı, Arap balığı da kurbağa olur. Ona cemre boku denir ve vırr diye ötünce cemre ötüyor derler. Bu yöredeki başka bir inanışa göre ise cemre suya düşer, kurbağa gibi olur, sonra da ondan balık meydana gelir. Yöre halkının kimi ise cemrenin ip yumağı gibi olduğunu, her yanında gözünün bulunduğunu belirtir. Suya düşen cemre suyun durgun yerlerinde bulunur, haşhaş tanesi, karıncanın kafası gibi böceği olur23. İçel Sarıkeçilileri de benzer şekilde cemrenin suların içinde bulunan, kat kat ve bağırsak şeklinde olan, aralarında siyah böcekleri bulunan kara böcü olduğunu söylemekte ve cemrelerin düştüğünü anlamak için gölet ve pınarları kontrol etmektedirler 24. Sözlük ve ansiklopedilerden alınan bilgilerde, dikkat çeken husus soyut bir kavram, ısı, ısıtıcı kuvvet olan cemrenin çoğunlukla çakıl taşı vasıtasıyla somutlaştırılmasıdır. Ancak gerek Ali Seydi’nin verdiği bilgide gerekse bazı araştırmacılar tarafından çeşitli yörelerden yapılmış derlemelerde bu somutlaştırmanın böcek ve böceğe benzer şeyler, yuva gibi bir şey, kara kara 22 Solmaz Karabaşa, “Rize Halk Takvimi ve Meteorolojisi Üzerine Bir Değerlendirme”, II. Türk Halk Kültürü Araştırma Sonuçları Sempozyumu Bildirileri 16–18 Aralık 1998 Ankara, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 2000, s. 288. 23 Gürbüz Erginer, Uşak Halk Takvimi Halk Meteorolojisi, Kültür ve Turizm Bakanlığı Milli Folklor Araştırma Dairesi Yayınları, Ankara 1984, s. 59–61. 24 Emine Başuğur, “İçel Yöresinde Yaşayan Sarıkeçililerin Takvim ve Meteorolojisinden Bir Kesit”, I. Türk Halk Kültürü Araştırma Sonuçları Sempozyumu Bildirileri 22–23 Aralık 1994 Ankara, c. 2, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1996, s. 145. 169 ZEHRA HAMARAT zincir gibi bir şey, Arap balığı, kurbağa, içinde böceği olan ip yumağı gibi bir şey ve kara böcü vasıtasıyla yapıldığı da görülmektedir. 2. Cemre İnanışının Kaynağı: Cemre inanışının kaynağı, cemrenin nasıl bir olay olduğu, semadan mı düştüğü yoksa yerin altından mı üfürüldüğü, yıldızların veya ayın menzillerinin doğup batmasıyla, güneşin hareketiyle ya da yerin batnı ile ilişkisinin ne olduğu vb. hakkında özellikle Arapça veya Farsça olan eski eserlerde önemli bilgiler bulunmaktadır. Bunun dışında Türkçe kaynaklarda da bu kaynaklardaki bilgilere benzer bilgiler çok az da olsa mevcuttur. 2.1. Cemre İnanışı ile İlgili Rivayetler: Bugün Türkiye’de halk arasında hâlâ yaygın olan cemre inanışının kaynağı ile ilgili çeşitli eserlerde pek çok rivayet bulunmaktadır. Bu rivayetlerle ilgili görebildiğimiz en eski kaynak Kazvini’ye (1202-1283) aittir. Rıza Abdullahî, Kazvini’nin cemrelerin günlük yaşama etkileri hakkında bilgi verdiğini, Molla Muzaffer Gonabadi’nin Şerh-i Bist Bab der Marifet-i Takvim adlı eserinin bir müstensihinin, bu eserin bazı elyazması ve matbu nüshalarında Kazvini’nin verdiği bilgileri bazı eklemelerle birlikte derkenar ettiğini belirtmektedir25. Gonabadi’nin şerhinde Kazvini’nin verdiği bilgiler şu şekilde kaydedilmektedir: Acâibu’l-Mahlûkât kitabında zikrolunduğuna göre bazı soğuk memleketlerde çiftçiler ve köylüler kış aylarında hayvanlarıyla birlikte içlerinde yaşadıkları üç ev inşa ederlermiş26. Rıza Abdullahî’nin naklettiğine göre ise bu evlerin her birinin duvarı bir diğerini çevreleyecek şekilde iç içe olurmuş27. Soğuğa daha dayanıklı olan hayvanlarını birinci eve, soğuktan en fazla etkilenenlerini ise üçüncü eve yerleştirirlermiş. Soğuğa dayanıklılıkta orta derecede olanları da ikinci eve koyarlarmış. Bu üç evin her birinin arasında bir bölme yaparlarmış. Soğuklar şiddetlendiğinde çoluk çocuklarıyla birlikte üçüncü eve yerleşirlermiş. Bu evlerde daima ateş yanarmış. Birinci cemre düştüğünde üçüncü evin ateşini söndürüp hayvanlarıyla birlikte ikinci eve taşınır ve ikinci evdeki hayvanları birinci eve yerleştirip, birinci evdeki hayvanları otlağa gönderirlermiş. Şubat ayının on dördünde ikinci cemre düştüğünde aynı şekilde birinci eve taşınırlar ve ikinci evin ateşini söndürürlermiş. Şubat’ın yirmi birinde üçüncü cemre 25 Rıza Abdullahî, a.g.m., s. 667. Muzaffer b. Muhammed Kasım Gonabadî, Şerh-i Bist Bab- Molla Muzaffer (aleyhi’rrahme ve’l-gufran) der Marifet-i Takvim, Millet Kütüphanesi, A[li].E[miri]. Farsça, nr.: 202, s. 131. 27 Rıza Abdullahî, a.g.m., s. 667. 26 170 CEMRE DÜŞMESİYLE İ LGİLİ İ NANÇ VE UYGULAMALAR düşünce evin ateşini söndürüp kendileri dışarı çıkar ve bütün hayvanlarını da dışarıya, otlağa gönderirlermiş 28. Gonabadi’nin şerhinin derkenarında ayrıca cemre hakkında farklı bir rivayet de yer almaktadır. Buna göre Hâkânî’nin Divanı’nı şerh eden ve muhakkiklerin efendisi olarak nitelendirilen Emir Gıyaseddin Mansur Şirazî’nin (1462-1542) naklettiğine göre kış geldiğinde yılan ağzına üç çakıl taşı alır, yerin altına iner ve kendini onunla beslermiş. Birinci cemre düştüğünde çakıl taşının birini ağzından çıkarır, ikincisinde öbür taşı çıkarır ve üçüncüsünde de geri kalan taşı atarak dışarı çıkarmış 29. Ahmed Rasim de Bulugü’l-Ereb adlı kitabın üçüncü cildinden cemre inanışının kaynağını konu alan bölümü çevirmiştir30. Ancak bu çeviri Bulugü’l-Ereb’de verilen bilgilerden birtakım farklılıklar göstermektedir. Ahmed Rasim’in çevirisinde, Çin kavmi olarak yer verdiği kavim Bulugü’lEreb’de Çin değil Moğol kavmi olarak geçmektedir. Kavmin adı Ahmed Rasim tarafından Çin kavmi olarak çevrilmiş, daha sonra bu çeviri asıl kaynağa bakma ihtiyacı hissedilmeden, Türkiye’de cemre konusu ile ilgili yapılan çeşitli araştırmalarda bazı araştırmacılar tarafından aynı şekilde nakledilmiş; böylece yapılan yanlış çeviri bugüne kadar, görebildiğimiz kadarıyla, herhangi bir düzeltme yapılmaksızın devam ettirilmiştir. Bulugü’l-Ereb adlı kitabında Mahmud Alusi Cemreler ve Düşüşleri, Yıldız mıdır, Değil midir? başlıklı bölümde gerçekten uzak olduğunu düşündüğü iki rivayete yer vermektedir. Buna göre yıldızlar hakkında bilgi verenlerin naklettiği ilk ilgili rivayet şudur: Bazı Araplar soğuk şiddetlendiği zamanlarda deve, sığır, koyun gibi hayvanlarıyla beraber dağlarda bulunan geniş mağaralara girerlerdi. Mağaralarda kendileri için ayrı, koyunları için ayrı, sığır gibi büyük hayvanları için de ayrı yerler tayin ederlerdi. Soğuğun şiddetini kırmak için her bir yere ayrı bir ateş yakarlardı. Kış sonuna doğru soğuğun azaldığını hissettikçe üç ateşi sırayla söndürürlerdi. Bu şekilde ateşi söndürmeye sukut-ı cemerât derler ve her bir ateşin sönmesine de sukut-ı cemre adını verirlerdi31. Mahmud Alusi’nin verdiği bu bilginin benzerine İsmet Konur’un cemreyi konu alan bir makalesinde de rastlamaktayız. Buna göre göçebe olarak yaşayan ve mevsimlere göre yer değiştiren eski Arap kabileleri kış soğuklarının çok şiddetli olduğu zamanlarda kabileye ait bütün ailelerin 28 Muzaffer b. Muhammed Kasım Gonabadî, a.g.e., s. 131. A.e. 30 Bu çeviriye şu eserde de yer verilmiştir: Mahmud Ragıb, Nevsal-i Ragıb, Karabet Matbaası, Dersaadet 1324, s. 195–196. 31 Es-Seyyid Mahmud Şükri el-Alusi, Bulugü’l-Ereb fî Ma’rifeti Ahvâli’l-Arab, tsh. Muhammed Behcet Eseri, c. 3, el-Mektebü’l-Ehliyye, 1925/1343, s. 245. 29 171 ZEHRA HAMARAT çadırlarını birinden diğerine geçilebilecek şekilde birbirine sıkıca raptederdi. Bu şekilde yüzlerce çadırdan oluşan uzun tek bir çadır meydana gelmiş olurdu. Bu uzun çadırın yalnız iki tarafında iki kapı bulunur, buralardan giriş ve çıkışlar sağlanırdı. Üç bölmeye ayrılmış olan bu uzun çadırın kapılarından birine yakın yere büyükbaş hayvanlar için bir bölme hazırlanırdı. Ortaya küçükbaş hayvanlar, diğer kapı tarafına da insanlar yerleştirilirdi. Bu bölmelerin her birinin ortasında ateş yakılır, insanlar ve hayvanlar bu şekilde ısınırdı. Bu üç ateş bütün bir kış yanardı. Bahar geldiğinde ateşlerin her biri belli günlerde söndürülürdü. Arapların cemre düştü demesindeki maksat artık ateşe gerek kalmadı, yanan ateşler söndürüldü manasındadır. Sırayla ateşlerin hepsi söndükten sonra çadırlar da ayrılır ve aileler çadırlarını alıp ayrı ayrı çadırlar kurarlardı32. Bulugü’l-Ereb’de yer alan ikinci rivayete göre ise Moğol kralları ve o memleketlerde yerleşen bazı krallar soğuk şiddetlendiği zaman meclislerinde üç tütsü yakarlardı. Soğuğun şiddetinin kırıldığını hissettikçe birer birer o tütsüleri kaldırırlardı. Bu işi de cemrelerin düşmesi diye ifade etmişlerdi33. Bulugü’l-Ereb yazarı bu rivayetler dışında insanlar arasında cemrelerin düşmesi ifadesinin yaygın olarak soğuğun şiddetinin su, hava ve toprakta kırılmasından kinaye olarak kullanıldığını belirtir. O, bu inanışın Moğol değil de Arap inanışı olduğunu düşünmektedir. Çünkü sukut-ı cemerât tabiri Arapça olup Moğol milletinin inanışlarının da eskiden Araplar tarafından bilinmediğini ifade etmektedir34. İsmet Konur da benzer bir ifadeyle cemre inanışının Araplara ait olduğunu belirtmekte ve bu inanışın kimi milletlerle beraber Türklere de geçtiğini ifade etmektedir. Ona göre aynı Araplarda olduğu gibi komşu milletler de şubat ayının belli günleri geldiğinde cemre düştü demeye başlamışlardır 35. Yukarıdaki rivayetlerde cemre inanışının kaynağı genellikle, insanların günlük yaşamlarındaki bir ihtiyaca binaen ortaya koydukları bir uygulama olarak görülmektedir. Kışın soğuk geçtiği zamanlarda insanlar kendilerini ve hayvanlarını ısıtabilmek için ya mağaraya ya iç içe yaptıkları özel evlerine ya da yan yana dizdikleri çadırlarına girmektedirler. Büyükbaş hayvanları, kendileri, küçükbaş hayvanları için ayrı yerler hazırlayıp buralarda üç ayrı ateş yakmaları ve havaların ısınmasıyla beraber bu üç ateşi sırayla söndürmelerinin sukut-ı cemerât tabirinin ortaya çıkmasında etkili olduğu 32 İsmet Konur, “Cemreler”, İnanç, S. 23-24-25, Şubat 1939, s. 18-19. Es-Seyyid Mahmud Şükri el-Alusi, a.g.e., s. 245. 34 Aynı yer. 35 İsmet Konur, a.g.m., s. 19. 33 172 CEMRE DÜŞMESİYLE İ LGİLİ İ NANÇ VE UYGULAMALAR düşünülmektedir. Sukut-ı cemerât tabiri burada ateşin sönmesi; yani var olan bir şeyin yok olması durumu için kullanılırken halk arasında sukut-ı cemerât olmayan bir şeyin, ısının ortaya çıkması, varlık kazanması durumu için kullanılmaktadır. Sukut-ı cemerât tabirinin rivayetlerdeki ve halk arasındaki kullanımında yer alan bu zıtlık dikkat çekmektedir. Ayrıca rivayetlerin hemen hepsinde sukut-ı cemerât yani cemrelerin düşmesi inanışı yer almakla birlikte Gonabadi’nin eserinin derkenarında yılanın ağzına üç çakıl taşı alıp yerin altına inmesi cemrenin yerin altından üflendiği inanışını çağrıştırmaktadır. 2.2. Cemrenin Gök Cisimleri ve Yerin Batnı ile İlgisi: Rıza Abdullahî, cemre hakkında bilgi veren kadim eserlerde yer alan cemrenin üflenmesi, düşmesi, inmesi ve doğması gibi deyimlerin İranlıların ve Arapların, dünyanın oluşumu ve iklimde meydana gelen değişikliklerin nedenlerine dair tasavvurlarını bize gösterdiğini belirtmektedir36. Cemre hakkında bilgi veren eserlerin kiminde cemrenin düştüğü belirtilip ayın menzilleri, bazı yıldızların doğup batması, güneşin hareketi arasında bağlantı kurulurken kimi eserlerde de cemrenin yerin batnından üfürüldüğü belirtilmiştir. 2.2.1 Cemreler Düşer mi?: Uluğ Bey’in (1393-1449) eserine yazdığı şerhinde farklı kavimlerdeki cemre inanışına değinen Abdulali elBircendî (?-1527/28?) cemrenin düştüğüne dair bir inanışı nakletmektedir. Buna göre Bircendî’nin bahsettiği bir kavim şubatın yedi, on dört ve yirmi birinde üç tane cemrenin yukarıdan aşağıya indiğine inanmaktadır37. Cemrelerin üç taneden fazla olmadığını belirten Uluğ Bey de cemrelerin sukut ettiğini ifade etmektedir38. Cemrelerin düştüğünü nakleden bir diğer âlim de Şahmerdan b. Ebi’l Hayr’dır. Şahmerdan her yıl gökyüzünden üç cemre düştüğünün söylendiğini belirtmektedir 39. Rıza Abdullahî de ayın menzillerinin düşmesi olayını bazı İranlı müneccimlerin her yıl gökten üç cemrenin aşağı indiği şeklinde açıkladıklarını belirtmektedir40. Türkçe sözlük, ansiklopedi, makale ve derlemelerde verilen bilgilere bakarak söylersek Türkiye Türkleri arasında da genellikle cemrenin düştüğü inanışı yaygındır. 36 Rıza Abdullahî, a.g.m., s. 665. Abdulali el-Bircendî, Hallu’z-Zici’l-Cedidi’l-Sultanî, Süleymaniye (Hamidiye) Kütüphanesi, nr. 840, vr. 50a. 38 Uluğ Bey, Zic-i Sultan, Süleymaniye (Ayasofya) Kütüphanesi, nr. 2693, vr. 12a. 39 Şahmerdan b. Ebi’l-Hayr Razî, Ravzatü’l-Müneccimîn, nşr. Celil İhvan Zencanî, Merkez-i Neşr-i Nüsah-i Hattî, Tahran ş. 1368, s. 44. 40 Rıza Abdullahî, a.g.m., s. 666. 37 173 ZEHRA HAMARAT 2.2.1.1. Cemre ve Ayın Menzilleri: Rıza Abdullahî’nin belirttiğine göre eski İran ve avam Arapları içindeki inanışa göre kış mevsiminin üç gününde abuhavada birtakım değişiklikler meydana gelmektedir. Cemrenin anlamı ve mısdakları41 hakkında farklı görüşler ileri sürülmekle beraber bu görüşlerin geneli; şemsi yılda cemre adı verilen günlerde suyun ve havanın ısı değişimi, bu günlerin gecelerinde Ay’ın menzillerinin düşmesi ve doğması üzerine temellendirilmiştir42. İranlılar ve Araplar gibi bazı milletlerin halk inançlarına göre Ay menzillerinin tuluu ve gurubu yılın belli zamanlarında rüzgâr, yağış, kuraklık, rutubet, sıcaklık ve soğukluk gibi hava olaylarını beraberinde getirmektedir. Bu bağlamda eski Araplar birinci cemrede Ay’ın cebhe adı verilen onuncu menzilinin düştüğüne inanırlardı. Birinci cemreden yedi gün sonra ise on dört şubatta ikinci veya orta cemre vuku bulur ve bu günde zübre denilen on birinci menzil düşerdi. Yirmi bir şubatta ise ayın surfe adı verilen on ikinci menzili sukut eder ki bu da üçüncü cemreye denk düşerdi. Üçüncü cemreye kübra veya mehter yani büyük cemre de denilmişti43. Cemre inanışına değinen âlimlerden Abdulali el- Bircendî de Arapların cemre günlerinde ortaya çıkan etkilerin kaynağını Ay’ın menzillerinin sukutuna bağladıklarını belirtmektedir44. Takıyüddin Farisi de Araplara göre cemrelerin düşmesinin anlamının ayın menzillerinin düşmesi olduğunu ifade eder. Buna göre yedi şubatta ilk cemre düşer, buhar yere dökülür ve yeri ısıtır. Birinci cemrenin derecesi ayın menzillerinden cebhenin düşüşüdür. On dört şubatta ikinci cemre düşer ve su ısınır. Ayrıca ikinci cemrenin derecesi zührenin derecesidir. Yirmi bir şubatta üçüncü cemre düşer, ağaçlar ve bitkiler ısınır ve su onların damarlarında dolaşır. Üçüncü cemrenin derecesi de surfenin düşüşüdür45. Dehhuda da benzer şekilde Araplar arasında cemrenin düşmesinden maksadın ayın menzillerinin düşmesi olduğunu; şubatın yedisinde cebhe, on dördünde zübre, yirmi birinde surfenin düştüğünü; bu düşüşlerin ise şöyle bir etki yaptığını belirtir: birinci düşüşte toprak, ikincisinde su, üçüncüsünde ise bitkiler ısınır46. 41 mısdak: bir şeyin doğru olduğunu ıspat eden şey, ölçüt. Rıza Abdullahî, a.g.m., s. 665. 43 A.e., s. 666. 44 Abdulali el-Bircendî, a.g.e., vr. 50a. 45 Muhammed bin Muhammed Takıyüddin Farisi, “Hallut Takvim”, nşr. Taki Bineş, Ferheng-i İran Zemin, c. 17, ş. 1349, s. 64. 46 Ali Ekber Dehhuda, Lugatname, c.10 2. kısım, Tahran hş. 1343, s. 101. 42 174 CEMRE DÜŞMESİYLE İ LGİLİ İ NANÇ VE UYGULAMALAR Her bir cemre arasında yedi gün olduğunu ifade eden Şahmerdan da cemreleri ayın menzillerinin sukutuna bağlamaktadır. Yedi şubatta birinci cemrenin vuku bulmasıyla beraber ayın menzillerinden cebhe sukut eder. Şubattan ondört gün geçince ikinci cemrede ayın menzillerinden zübde sukut eder. Şubatın yirmi birinde vuku bulan üçüncü cemrede ise ayın menzillerinden surfe sukut eder 47. Cemrenin kaynağını ayın menzillerine bağlayan Bîrûnî (973-1061) ise cemre günlerinde Ay’ın menzillerinden bazılarının tulu ettiğinin söylendiğini belirtir48. Başka bir eserinde ise Arapların, bu günlerde Ay’ın menzilinin yıldızlarından bazı yıldızların sukut ettiğine inandığını ifade eder 49. Bîrûnî’nin verdiği bu bilgi eserinin başka bir çevirisinde şu şekilde geçmektedir: Arapların söylediğine göre ise bu günlerde ayın menzillerindeki yıldızlardan meteorlar düşer 50. Cemre günlerinde toprakta, suda ve ağaçlarda meydana gelen tesirin kaynağının Araplara göre ayın menzillerinin sukutu olduğunu belirten Gonabadi bu sukutun cemre günlerinde vuku bulduğunu ifade eder51. Cemre olayı ile ayın menzilleri arasında ilişki kurulmasının yanı sıra bir metinde cemre düşmesi olayına doğrudan ayın menzillerinin adının verildiğine dair bilgi de bulunmaktadır. Buna göre şubatın yedisinde birinci cemre düşer ve buna cebhe adı verilir. On dördünde ikinci cemre düşer ve buna da zübre denir. Yirmi birinde düşen üçüncü cemreye ise surfe adı verilmektedir.52 Yukarıda zikredilen kaynakların çoğunda cemre düşmesinden maksadın ayın menzillerinin tuluu veya gurubu olduğuna inananların genellikle Araplar olduğu belirtilmektedir. 47 Şahmerdan b. Ebi’l – Hayr Razi, a.g.e., s. 44. Ebu Reyhan Bîrûnî, Tercume-i Âsâru’l- Bâkiyye, trc.: Ekber Dana Sirişt, Kitabhane-i Hayyam, Tahran ş. 1321, s. 295. 49 Ebu Reyhan Bîrûnî, et-Tefhim li-Evâili Sınaati’t-Tencîm, neşr.: Celaleddin Humaî, İntişarat-ı Babek, Tahran ş. 1362, s. 262. 50 Ebü'r-Reyhan Muhammed b. Ahmed el-Harizmi Bîrûnî, The Book of İnstruction in the Elements of the Art of Astrology, Kitâbü’t-Tefhim li-Evaili Sınaati’t-Tencim, Kitâb alTafhim li-Awa’il Sina’at al-Tanjim,; ed. Fuat Sezgin, translated by R. Ramsay Wright, TIP, Frankfurt am Main, Institut für Geschichte der Arabisch-Islamischen Wissenschaften, 1998, s. 183. (Islamic Mathematics and Astronomy, 29) Londra 1934’ten tıpkı basım. 51 Muzaffer b. Muhammed Kasım Gonabadî, a.g.e., s. 131. 52 Ebu’l Hasan Ali b. Hüseyin Mesûdî, Murucu’z-Zeheb, çev. Ebu’l - Kâsım Pâyende, 3. bs., c. 1, Şirket-i İntişârât-ı İlmi ve Ferhengî, Tahran ş. 1365, s. 552. 48 175 ZEHRA HAMARAT 2.2.1.2. Cemre ve Güneş’in Hareketi: Abdulali el-Bircendî cemrelerin sukutunun aslında Güneş’in seyriyle/hareketiyle irtibatlı olduğunu belirtir53. Gonabadi’nin eserinde de cemrelerin kaynağının güneş olduğu belirtilmektedir54. Bîrûnî cemre günlerinde soğuğun yerin batnından aşikâr olduğu görüşünün aksini savunanların Güneş’in cirminden dolayı hava soğukluğunun sıcaklığa dönüştüğünü ifade ettiklerini belirtir. Çünkü Güneş ışınları yakınlaşarak dünyaya dikey olarak düşmektedir. Kışın su kanallarının suyunun sıcak olması ile yazın soğuk olması meselesinin de bu konuyla ilgili olduğunu söyler. Ebi Bekr Muhammed b. Zekeriya er-Razî ile Ebi Bekr Hüseyin et-Temmâr’ın bu konuyu karşılıklı sorular sorarak tartıştıklarını belirtir55. 2.2.1.3. Cemre ve Yıldızlar: Bulugü’l Ereb yazarı; belirttiğine göre cemre olayıyla ilgili bazı muhakkiklerin eserlerinden akla yatkın nakillerde bulunur; ancak ne bu eserlerin ne de yazarlarının adını verir. Buna göre cemreler üç yıldızdan ibarettir. Birincisi re’sü’l hayye yani yılanın başıdır ki, taraf yani kutup yıldızlarından bir yıldızdır. İkincisi zira-i Şamidir (Şam dirseği) ki, hena yani tepe yıldızlarındandır. Üçüncüsü kalbü’l esed (aslan kalbi) olup cephe yani alın yıldızlarından bir yıldızdır. Bu yıldızlar yandıkları ve renkleri kırmızıya meyyal olduğu için cemre diye isimlendirilmiştir; düşmeleri yani sukut etti denilmesi ise batmaya meyletmelerindendir. Re’sül hayye şubatın yedisinde seher vaktinde düşer yani batmaya meyleder ve suda ısınma meydana gelir. Aynı şekilde şubatın on dördünün seher vaktinde zıra-i Şami denilen yıldızın düşmesiyle de havada ısınma meydana gelir. Şubatın yirmi birinde seher vakti ise kalbü’l esed denilen yıldız düşer ve sıcaklığın eseri toprakta hissedilir. Bu suretle ilkine cemeretü’l ma (su cemresi), ikincisine cemeretü’l hava (hava cemresi), üçüncüsüne de cemeretü’t türab (toprak cemresi) denilmiştir. Mahmud Alusi’nin belirttiğine göre çoğunlukla takvimlerde sıralama önce su cemresinin, sonra toprak cemresinin en son da hava cemresinin düştüğü şeklindedir. Bazı takvimlerin tertibatında ise birinci cemrenin havaya, ikinci cemrenin suya, üçüncü cemrenin ise toprağa düştüğü belirtilir. Yazar düşme sırasındaki bu farklılıkların sıcaklık eserlerinin gözükmesindeki ihtilafa dayalı olduğunu belirtir56. 53 Abdulali el- Bircendî, a.g.e., vr. 50a. Muzaffer b. Muhammed Kasım Gonabadî, a.g.e., s. 131. 55 Ebu Reyhan Bîrûnî, a.g.e., ş. 1362, s. 262. 56 Es-Seyyid Mahmud Şükri el-Alusi, a.g.e., s. 245- 246. 54 176 CEMRE DÜŞMESİYLE İ LGİLİ İ NANÇ VE UYGULAMALAR 2.2.2. Cemreler Yükselir mi?: Arapça ve Farsça eserlerde çeşitli kavimlerin cemrenin yerin altından yükseldiğine dair bir inanışa sahip olduğu belirtilirken Türkiye’de ise genellikle cemrenin düştüğü inanışı yaygındır. Ancak Ebüzziya’nın cemrenin zeminden heyecan etme ifadesi 57 bize cemrenin yükseldiği ile ilgili inancın da bulunduğunu göstermektedir. 2.2.2.1. Cemre ve Yerin Batnı: Tefhim adlı eserinde Grek ayları içinde kıştan sonra bahar zamanının yaklaştığı belli günlere cemre adının verildiğini belirten Bîrûnî, onların inancına göre bu günlerde dünyanın içinin ısınmaya başladığını ve etrafa buharın yayıldığını ifade eder58. Cemre adlandırması üzerinde de duran Bîrûnî bunlara cemreler denilmesinin sebebinin bu günlerde soğuğun, bu meseleye inananlara göre yerin batınından aşikâr olması olduğunu belirtir59. Bîrûnî’nin Tefhim adlı eserinden nakillerde bulunan Bircendî yukarıda Grekler olarak geçen kısmı Rumiler olarak nakleder ve Rumilere göre cemrelerle yerin karnı/batnının ısındığını ve yerden bir buharın yükseldiğini ifade eder60. Bîrûnî’nin aynı eserinin Farsça tercümesinde ise herhangi bir kavim adı zikredilmeden bilgi şu şekilde verilmektedir: Kışın sonunda, baharın yaklaştığını haber veren günlerdir. Denilir ki bu günlerde yerin karnı ısınır ve yerden bir buhar yükselir61. Bîrûnî’nin cemre ve yerin batnı ile ilgili verdiği bilgi Rıza Abdullahî tarafından da nakledilmiştir. Buna göre Bîrûnî cemre günlerinin soğuk olmasının sebebinin yerin içindeki soğukluğun yerin yüzeyine çıkması olduğunu söylemektedir. Rıza Abdullahî başka bir görüşe göre birinci cemrede yerin altı, toprağın batnının ısınıp oradan yeryüzüne buhar çıkmakta olduğunu belirtir. Soğuğun ya da sıcağın toprağın, yerin merkezinden yükseldiği inancının ise cemrenin üflenmesi ifadesinin kullanılmasının sebeplerinden biri olabileceğini ifade eder 62. Nefisi cemrelerin kış mevsiminde, Rumi şubat ayında üç defa yerin altından yükselen hararet ve buhar olduğuna, bunların genel kabulde belirtilen Rumi tarihlerde vuku bulduğuna ve bunlara cemrelerin sukutu denildiğine dikkat çekmektedir63 57 Ebüzziya Tevfik, a.g.e., s. 391. Ebü'r-Reyhan Muhammed b. Ahmed el-Harizmi Bîrûnî, a.g.e., 1998, s. 183. 59 Ebu Reyhan Bîrûnî, a.g.e., ş. 1321, s. 295. 60 Abdulali el- Bircendî, a.g.e., vr. 50a. 61 Ebu Reyhan Bîrûnî, a.g.e., ş. 1362, s. 262. 62 Rıza Abdullahî, a.g.m., s. 666. 63 Ali Ekber Nefisî, Ferheng-i Nefisî, c. 2, Şirket-i Sehâmî-i Çap-i Rengin, Tahran ş. 1318 – 1319, s. 1121. 58 177 ZEHRA HAMARAT Hallu’t Takvim, Ravzatü’l Müneccimin ve Şerh-i Zic’deki bilgileri nakleden Gonabadi, Bîrûnî’nin de belirttiği gibi cemrelerle beraber yerin batnının ısındığı ve üzerinden bir buhar tabakasının yükseldiği inanışını, yıldız biliminde zamanın önde gelen şairlerinden Vahyuddin [Evhadüddin] Enverî’nin (?-1189) baharı betimleyen bir beytinin doğruladığını belirtmiştir. Beyit şu şekildedir: “Nefesini tutan (yer) cemreyle nefes aldı “Dili tutulan (doğa) güvercin gibi dile geldi”64. Dehhuda’nın belirttiğine göre cemre şubat ayında üç kez yerin altından yükselen bir sıcaklık ve buhardır. Birinci cemre şubatın yedisinde yer üstüne düşer ve toprak ısınır. İkinci cemre şubatın on dördünde düşer ve suyu ısıtır, üçüncü cemre ise şubatın yirmi birinde düşer ve ağaçlar ile bitkileri ısıtır 65. Dehhuda cemrenin yeraltından yükseldiğini ve yer üstüne düştüğünü belirtmektedir. Yukarıdaki bilgilerde cemre ile dört farklı unsur arasında ilişki kurulduğu görülmektedir. Bunlardan ilki ayın menzilleridir, ancak burada kimi kaynakta ayın menzilinin düşmesi kimi kaynakta da tuluu ile cemre arasında bir ilişki kurulması dikkat çekmektedir. Ancak genel görüş ayın menzillerinin düşmesi şeklindedir. Cemrenin yıldızlarla olan ilişkisinde de benzer şekilde bazı yıldızların seher vaktinde düşmesi; yani batmaya meyletmesi olduğu belirtilmektedir. Yerin batnı ile ilgili görüşte ise sıcaklığın yerin batnından üfürüldüğü görüşüyle beraber yerin batnından sukut ettiği yani düştüğü ifadesi de kullanılmaktadır. 3. Cemreler Ne Zaman Düşer ya da Yükselir?: Kadıoğlu cemre sözcüğüyle adlandırılan sayılı günlerin, takvim klimatolojisine nasıl girdiğinin bilinmediğini; cemrelerin, yılın 180 gün süren soğuk yarısı olarak ayırt edilen Kasım döneminin 100. gününden sonra, sıcaklığın yükselmesiyle ilgili gözlem birikimini, kora benzetilen bir enerji kaynağıyla açıklama düşüncesinden kaynaklandığını nakleder 66. Cemreyle ilgili bilgi veren Türkçe eserlerde cemrenin düşüş tarihleri tespit edebildiğimiz kadarıyla miladi takvime göre, Arapça ve Farsça kaynaklarda ise Rumi takvime göre verilmiştir. 3.1. Miladi Takvime Göre: Cemreyle ilgili Türkiye’de yapılan derlemelerde ya da Türkçe kaynaklarda cemrelerin düşme tarihleri tespit 64 Muzaffer b. Muhammed Kasım Gonabadi, a.g.e., s. 131. Ali Ekber Dehhuda, a.g.e., s. 101. 66 Kadıoğlu, a.g.e., s. 45. 65 178 CEMRE DÜŞMESİYLE İ LGİLİ İ NANÇ VE UYGULAMALAR edebildiğimiz kadarıyla Miladi takvime göre kaydedilmiştir. Eskiden yıl Kasım ve Hızır günleri olmak üzere ikiye ayrılmaktaydı. 180 gün süren Kasım, kasım ayının sekizinci günü girerdi; Hızır ise 186 gündü. Kasımın kırk altısında kırk anlamına gelen Erbain; seksen altıncı günü ise elli anlamına gelen Hamsin girerdi. Kasımın ilk doksan günü kışın en şiddetli günleriydi. Erbain ve Hamsin aylarıyla beraber kışın en şiddetli günleri yaşanmış olurdu. Kasımın doksanı halk arasında kantar ağdı şeklinde ifade edilirdi. Yani kasımın ilk doksan günü geçtikten sonra kantar yaza doğru ağmış olurdu. Kasımın yüzü halk arasında geldik yüze, çıktık düze, yüz ellisi ise yüz elli, yaz belli sözleriyle karşılanırdı. Kasımın yüz beşinde (19–20 Şubat) ilk cemre havaya, yüz on ikisinde (26–27 Şubat) ikinci cemre suya, yüz on dokuzunda (5–6 Mart) üçüncü cemre toprağa düşerdi. Bu şekilde bu tarihlerden itibaren sırasıyla hava, su, toprak ısınmış olurdu67. İsmet Konur cemre inanışının kaynağını verdikten sonra 20 Şubat günü büyükbaş hayvanların bulunduğu bölmedeki ateşin söndürüldüğünü ve Arapların buna birinci cemre düştü dediklerini belirtir. 27 Şubatta ise küçükbaş hayvanların bulunduğu bölmedeki ateş söndürülür ve Araplar buna da ikinci cemre düştü derlermiş. 6 Mart günü ise insanların bulunduğu bölmedeki ateş söndürülür ve buna da üçüncü cemre düştü derlermiş 68. Cemrenin Kelime Anlamı bölümünde cemrenin ne olduğu ile ilgili bilgi verilirken cemrelerin düşme tarihlerinin farklı olarak zikredildiği görülmektedir. Buna göre sözlüklerde “şubatta”, “kışın son günlerinde şubat ayında”, “şubatın ilk, ikinci ve üçüncü haftalarında”, “şubatta birer hafta ara ile”, “bahardan az önce”, “mevsim-i baharda”, “şubat sonu mart başında birer hafta ara ile”, “ilkbaharda 19 Şubat 6 Mart arasında birer hafta ara ile” şeklinde farklı zamanlar zikredilmiştir. Burada dikkat çeken nokta sözlüklerde kesin bir tarihin verilmemiş olmasıdır. Cemrenin düşüş zamanları Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü’nde ise şu şekilde kaydedilmiştir: Birinci cemre şubatın yirmi birinde, ikinci cemre şubatın yirmi sekizinde, üçüncü cemre ise martın yedisinde düşmektedir69. Türkiye’de yapılan derlemelerde de cemre düşmesi için farklı tarihlerin zikredildiği görülmektedir. Uşak yöresi halkı arasındaki takvimde 21 günlük cemrelerin düştüğü zaman ve dokuz günlük de dokuzun dokuzu olmak üzere 30 günlük bir devir bulunmaktadır. Yöredeki inanışa göre kış ana devrelerinin sonuncusu olan 67 Türk Ansiklopedisi, “Cemre”, Türk Ansiklopedisi, c. 10, Milli Eğitim Basımevi, Ankara 1960, s. 154. 68 İsmet Konur, a.g.m., s. 19. 69 Mehmet Zeki Pakalın, a.g.e., s. 277. 179 ZEHRA HAMARAT Hamsin’in 15’inde yani miladi olarak 20 Şubat’ta cemreler düşmeye başlar. Başka bir inanışa göre ise kış çıkarken leyleklerle beraber cemre de gelir70. Rize’den yapılan derlemede de kaynak kişilerin, cemrelerin düşme tarihiyle ilgili farklı inançlarda olduğu görülmüştür. Cemre düşmesi olayının yeni yılda başladığı, on gün ara ile düştüğü gibi inanışlara rastlanmıştır. Bu yöredeki genel inanış ise cemrenin küçük ayda düşmeye başladığı şeklindedir 71. Denizli ve çevresindeki genel kanıya göre cemre zemherinin sonunda, şubat ayının yirmisinden itibaren düşmeye başlar72. İsmet Konur; kaynakların çoğunda cemre düşmesi inanışının Araplara ait olduğunun düşünüldüğünü, Arapların bu inanışlarının kimi milletlerle beraber Türklere de geçtiğini, aynı Araplarda olduğu gibi komşu milletlerin de şubat ayının belli günleri geldiğinde cemre düştü demeye başladıklarını belirtir. Coğrafya olarak farklılıklar bulunduğundan ısınma vakitlerinin de farklılaştığını, ifade eden Konur, Türklerin de Arapların cemre düştü dediği vakitte cemrenin düştüğünü belirttiğini; ancak Türk yurdu Araplara göre daha kuzeyde olduğu için ısınma vaktinin de daha geç olduğunu, yani cemrelerin Türkiye’de şubat veya mart ayından sonra düştüğünü söyler. Her milletin cemresi yani ateş ihtiyacı ve bu ihtiyaca gerek kalmayan zamanlarının olduğunu ve her milletin cemresinin de farklı olduğunu ifade eder. Konur Türklerde de Araplarda olduğu gibi şubat ve mart aylarında cemre düştüğünün söylendiğini ancak daha geç ısınmalar başladığı için bu inanışın fen ve heyet bakımından bir anlamının olmadığı belirtir73. Konur bu şekilde ifade etse de Mikdat Kadıoğlu’nun yaptırdığı bir çalışmaya göre cemre tarihlerinde bilimsel olarak kanıtlanmış bir ısınma mevcuttur. Cemrenin bilimsel olarak var olup olamayacağı konusuna açıklık getirmeye çalışan bir araştırmadan Büyük Larousse’da bahsedilmekte; ancak bu araştırmanın ne zaman, kim tarafından yapıldığına dair herhangi bir bilgi verilmemektedir. 60 yıllık bir dönemi kapsadığı ve İstanbul’da yapıldığı ifade edilen bu araştırmaya göre cemreler, kıştan bahara geçilirken ortalama sıcaklık eğrilerinin yükselmeye başladığı dönemi belirlemekte, cemrelerin düştüğü dönemde sıcaklık, mevsim normallerinin üzerinde olmaktadır. Cemreler arasındaki günlerdeyse az da olsa sıcaklık düşüşleri yaşanmaktadır. Bu araştırmaya göre her üç cemre dikkate alındığında bir iki günlük 70 Gürbüz Erginer, a.g.e., s. 59-60. Solmaz Karabaşa, a.g.m., s. 288. 72 Ayşe Akman, “Denizli İlinin Bazı Yerlerinde Halk Takvimi ve Meteorolojisi”, Uluslararası Denizli ve Çevresi Tarih ve Kültür Sempozyumu Bildiriler, c. II, Pamukkale Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Yayınları, Denizli 2007, s. 446. 73 İsmet Konur, a.g.m., s. 19. 71 180 CEMRE DÜŞMESİYLE İ LGİLİ İ NANÇ VE UYGULAMALAR farklarla, cemrelerin düştüğü tarihlerde %42; iki cemre alındığındaysa %74 olasılıkla belirgin bir ısınma saptanmaktadır74. dikkate Yaptığı bir araştırmada halk takvimlerindeki sayılı günleri bilimsel verilerle karşılaştıran Semra Ertüre, takvimlerde cemrelerin 20, 27 Şubat, 5– 6 Mart günlerinde kaydedildiğini, bilimsel olarak cemreler arasındaki günlerin genelde soğuk olsa da birinci cemrede hafif, ikinci ve üçüncü cemrede belirgin sıcaklık yükselmelerinin olduğunu, cemrelerden sonra belli dönemlerde sıcaklık düşüşleri yaşansa da bu düşüşlerin genellikle cemrelerden önceki değerlere inmediğini belirtmektedir75 Cemre düşmesi inancına bilimsel bir açıklama getirmeyi amaçladığı çalışmasında meteoroloji mühendisi Yasemin Yılmaz, böyle bir meteorolojik olayın olup olmadığını, eğer varsa düşme tarihlerinin ve sıralarının halk arasındaki inanca uyup uymadığını istatiksel yöntemler kullanarak belirlemeye çalışmış ve yukarıda belirtilen araştırmaya yakın sonuçlara ulaşmıştır. Kandilli Rasathanesinde kaydedilen 82 yıllık sıcaklık gözlemleri, her yıl belli zamanlarda gerçekleştiği için meteorolojik bir tekillik olduğu düşünülen cemrenin analizini yapmak amacıyla incelenmiş ve cemre düşmesi denilen olayın bilimsel olarak da var olabileceğini gösteren verilere ulaşılmıştır. Buna göre cemrelerin düştüğü belirtilen günlere yakın zamanların veya o günleri kapsayacak şekilde bazı dönemlerin diğer günlerden farklı olduğu gözlenmiştir. Sonuçlar kesin olmasa da cemrelerin düştüğü dönemler civarında bir sıcaklık artışının olduğu tespit edilmiştir. Cemrelerin oluşma tarihleri ve kaç günlük bir olay olduğu belirsiz olmasına rağmen sıcaklık grafiklerine bakıldığında ikinci ve üçüncü cemre günlerinde diğer günlere nazaran belirgin sıcaklık artışları göze çarpmaktadır. Cemre düşmesi olayı kıştan bahara geçilirken sıcaklık eğrilerinin yükseldiği yerlerden hemen sonra gerçekleşmektedir. Sıcaklık ortalaması grafiklerine bakıldığında birinci cemrenin belirtilen günden [halk arasındaki genel kabulde belirtilen gün] yaklaşık beş gün daha önce gerçekleştiği düşünülmektedir. İkinci ve üçüncü cemrenin düşme zamanları ise belirtilen tarihe daha yaklaşıktır. Toprağa düştüğü söylenen üçüncü cemre diğerlerine nazaran daha belirgindir. Cemre günlerinin arasında ise sıcaklıklarda az da olsa düşüşler bulunmaktadır. Yılmaz, yapmış olduğu çalışma sonucunda birtakım tespitlerde bulunsa da daha doğru sonuçlara ulaşabilmek için suya düşen cemre için su, toprağa düşen cemre için toprak sıcaklıklarının 74 Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi, “Cemre”, Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi, c. 4, Gelişim Yayınları, y.y. 1986, s. 2259. 75 Semra Ertüre, Halk Takvimlerimizdeki Klimatolojik Verilerle İstanbul Meteorolojik Gözlem Bulguları Arasındaki İlişkiler Üzerine Bir Araştırma, Basılmamış Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Fiziki Coğrafya Kürsüsü, 1976, s. 98–99. 181 ZEHRA HAMARAT incelenmesi ve birden fazla istasyona ait verilerin kullanılması gerektiğini belirtir76. 3.2. Rumi Takvime Göre: Arapça veya Farsça olan eski eserlerde cemrelerin düşme veya yükselme tarihleri genellikle Rumi takvime göre verilmiş, yeri geldikçe de diğer takvimlerdeki farklı cemre tarihlerine değinilmiştir. Arapça veya Farsça eserlerde genellikle ilk cemrenin Rumi takvime göre şubatın yedisinde, ikincinin on dördünde, üçüncünün ise yirmi birinde vuku bulduğu belirtilmektedir. Bununla ilgili Uluğ Bey ilk cemrenin şubatın yedisinde, ikinci cemrenin on dördünde, üçüncü cemrenin ise yirmi birinde sukut ettiğini, cemrelerin sukutundan sonra ise kış soğuklarında kırılma olduğunu belirtmektedir77. Gonabadi78, Takıyüddin Farisi79, Mesûdî80, Mahmud Alusi81 ve Şahmerdan82 da genel kabulde olduğu gibi ilk cemre için yedi şubat, ikinci cemre için on dört şubat, üçüncü cemre için ise yirmi bir şubat tarihlerini göstermektedirler. Cemrelerin düşme tarihlerini aynı şekilde zikreden Bircendî, ara sıra Rumi takvimle Celali takvim arasında bir günlük farkın meydana gelmesinin cemrelerin sukut tarihinde de bir fark meydana getirdiğini belirtir. Ayrıca Bircendî şubatın yedi, on dört ve yirmi birinde üç tane cemrenin yukarıdan aşağıya indiğine inanan bir kavim olduğunu da kaydetmektedir83. Bîrûnî de cemre tarihlerindeki farklılıklara değinmiş, Arapların başlangıçta cemreleri kendi aylarına göre hesap ettiklerini; ancak ihtilafların çıkması üzerine sabit olan ve değişmeyen Rumi aylara göre cemrelerin tarihlerini belirlediklerini kaydetmiştir. Ayrıca soğukluk ve sıcaklığın bölgelere göre değişim gösterdiğini göz önüne alan bazı Harezmli tekellüf ehli bilginlerin birinci cemrenin şubatın yirmi birinde, ikinci cemrenin birinciden bir hafta sonra, üçüncü cemrenin 76 Yasemin Yılmaz, Cemre Tekillik Analizi, Basılmamış Bitirme Çalışması, İstanbul Teknik Üniversitesi Uçak ve Uzay Bilimleri Fakültesi, 1997, s. 25–26. 77 Uluğ Bey, a.g.e., vr. 12a. 78 Muzaffer b. Muhammed Kasım Gonabadi, a.g.e., s. 131. 79 Muhammed bin Muhammed Takıyüddin Farisi, a.g.m., s. 64. 80 Ebu’l Hasan Ali b. Hüseyin Mesûdî, a.g.e., s. 552. 81 Es-Seyyid Mahmud Şükri el-Alusi, a.g.e., s. 246. 82 Şahmerdan b. Ebi’l – Hayr Razi, a.g.e., s. 44. 83 Abdulali el-Bircendî, a.g.e., vr. 50a. 182 CEMRE DÜŞMESİYLE İ LGİLİ İ NANÇ VE UYGULAMALAR de ikinci cemreden bir hafta sonra sukut ettiğini söyledikleri belirtilmektedir84. Rıza Abdullahî de cemrelerin özelliklerine dair görüş ayrılıklarının bir kısmının, Bîrûnî’nin de bildirdiği üzere, soğukların ve sıcakların çeşitli ülkelere göre başlangıç tarihlerindeki farklılıktan kaynaklandığını ifade etmekte ve Bîrûnî’nin verdiği bilgiyi şu şekilde ayrıntılandırmaktadır: Harezm’de birinci cemre yirmi bir şubatta (hicrî şemsî takvime göre yaklaşık olarak İsfend ayının üçü veya dördünde) vuku bulurken ikincisi yirmi sekiz Şubat’ta (birinci cemreden bir hafta sonra), yani artık yıl (sene-i kebise) olmadığında mezkûr ayın son gününde, üçüncü cemre ise ikinci cemreden iki hafta sonra, yani normal yıllarda Adar’ın85 on dördünde, artık yıllarda ise Adar’ın on üçünde gerçekleşir. Rıza Abdullahî, Ezkâyî’nin İsfend ayında onar gün arayla vuku bulan art arda üç cemreden söz ettiğini belirtmektedir 86. Rıza Abdullahî’nin belirttiğine göre Bîrûnî şubatın on beşini de (Gregoryen takviminde 15 Fevrier, hicrî şemsî takvimde 25 veya 26 Behmen) cemre günleri arasında saymıştır. Onun burada belirttiği tarihin başka yerlerde yazdıklarıyla çeliştiği, çünkü başka yerlerde cemrenin şubatın yedisi, on dördü ve yirmi biri şeklinde yalnızca üç gün olduğunu yazdığı ifade edilir. Ayrıca Bîrûnî’nin on beş şubatta suyun ağaçların aşağı kısımlarından yukarı kısımlarına doğru yükseldiğine dair verdiği malumat ile Yahudî takvimine göre Şubat’ın on beşinin ağaçlar ve bitkiler için yılbaşı olduğu inancı arasında yakın benzerlikler bulunduğu da Rıza Abdullahî tarafından belirtilmiştir87. Bîrûnî’nin Tefhim’inin Farsça tercümesinde yukarıdaki bilgiyi doğrulayacak şekilde birinci cemrenin şubatın yedinci günü, ikinci cemrenin on dördünde, üçüncü cemrenin ise şubatın yirmi birinde vuku bulduğu belirtilmektedir88. Bîrûnî Asarül Bakiye adlı eserinin Farsça tercümesinde de cemreler için aynı tarihleri zikretmekte; küçük cemre de denilen birinci cemrenin şubatın yedisinde, orta cemre de denilen ikinci cemrenin şubatın on dördünde, büyük cemre de denilen üçüncü cemrenin ise şubatın yirmi birinde sukut ettiğini 84 Ebu Reyhan Bîrûnî, a.g.e., ş. 1321, s. 295. Adar: Arap güneş takviminde Şubat’tan sonraki, Nisan’dan önceki üçüncü ay. Mart ayına denk düşer. Hasan Enverî, “Azar”, Ferheng-i Foşorde-i Suhan, c. 1, Tahran 1382, s. 25. 86 Rıza Abdullahî, a.g.m., s. 667. 87 A.e., s. 666-667. 88 Ebu Reyhan Bîrûnî, a.g.e., ş. 1362, s. 262. 85 183 ZEHRA HAMARAT belirtmektedir. Ayrıca Bîrûnî cemreler arasında tam bir hafta olduğunu ifade etmektedir89. Rıza Abdullahî’nin belirttiğine göre su ve havadaki değişikliklerin nedenini ayın menzillerine ve konumuna bağlayanlar Rumi şubat ayının belirli üç gününün gecelerinde cemre olayının meydana geldiğine inanmaktadırlar. Burada Rumi şubat ayı ile kastedilen yılın yaklaşık olarak ocak ayına rastlayan kanun-i sani ayıyla başladığı Süryani Makedonya takviminin ikinci ayıdır. Güneş-Ay takviminin bir çeşidi olan bu takvim, Jülyen takviminin tedricen (yani miladi IV. yüzyıldan itibaren) yaygınlaşmasından önce dünyanın farklı bölgelerinde kullanılmış ve kameri aylar farklı şekillerde mevsimlerin tespiti için kullanılmıştır90. Rıza Abdullahî; Bîrûnî’nin bildirdiğine göre küçük cemre de denilen birinci cemre şubat ayının yedisinde sukut eder dedikten sonra bu tarihin diğer takvimlerdeki karşılıklarını da şu şekilde vermiştir: Birinci cemre Gregoryen takviminde Fevrier (Şubat) ayının yedisinde, Celali takviminde Delv ayının yedisinde veya sekizinde, hicri şemsi takvimde Behmen ayının on yedi veya on dokuzunda vuku bulur91. Anne Dozy ise Tekmile’de cemre tarihiyle ilgili biraz farklı bilgiler vermektedir. Buna göre Kurtuba takvimine göre birinci cemre şubatın (February) sekizinde, ikincisi on dördünde, üçüncüsü yirmi birinde sukut eder. Dozy; Hoest’in Takvim Tercümesi’nde birincisinin yedi Şubat’ta, ikincisinin on yedisinde, üçüncüsünün yirmi birinde sukut ettiğinin yazılı olduğunu nakletmektedir92. Cemrelerin düşmesi değil de yükselmesi söz konusu olduğunda da eserlerde genelde aynı tarihlerin zikredildiği görülmektedir. Cemrenin şubat ayında üç kez yerin altından yükselen bir sıcaklık ve buhar olduğunu belirten Dehhuda birinci cemrenin şubatın yedisinde ikinci cemrenin şubatın on dördünde üçüncü cemrenin ise şubatın yirmi birinde düştüğünü belirtir93. Nefisi kış mevsiminde, Rumi şubat ayında üç defa yeraltından yükselen hararet ve buhara cemre adının verildiğini belirtir ve daha sonrasında cemrelerden birincisinin şubat ayının yedisinde, ikinci cemrenin şubatın on 89 Ebu Reyhan Bîrûnî, a.g.e., ş. 1321, s. 295. Rıza Abdullahî, a.g.m., s. 665. 91 Aynı yer. 92 Reinhart Pieter Anne Dozy, “Cemre”, Tekmiletü'l-Meacimi'l-Arabiyye, trc. Muhammed Selim Nuaymi, c. 2, Vizaretü’s-Sekâfe ve’l-i’lam, 1980, s. 267-268. 93 Ali Ekber Dehhuda, a.g.e., s. 101. 90 184 CEMRE DÜŞMESİYLE İ LGİLİ İ NANÇ VE UYGULAMALAR dördünde, üçüncü cemrenin ise şubatın yirmi birinde vuku bulduğunu belirtir94. 4. Cemrelerin Düşme ve Yükselme Yerleri: Türkiye’nin çeşitli yerlerinden yapılan derlemelerde cemrelerin belli yerlere düştüğü belirtilirken Arapça veya Farsça olan eski eserlerin genelinde cemrenin düştüğü ya da yükseldiği yerler veya unsurlar değil; etkilediği yerler ya da unsurlar üzerinde durulmaktadır. Bircendî’nin bahsettiği bir kavim ilk cemrenin suda etkisini göstererek suyun soğukluğunu azalttığına, ikinci cemrenin toprakta etkisini gösterdiğine, üçüncü cemrenin ise ağaçlarda etkisini göstererek onları harekete geçirdiğine inanmaktadır95. Bîrûnî’nin cemrelerin etkisini gösterdiği yerler ve unsurlarla ilgili naklettiği farklı bir bilgi bulunmaktadır. Buna göre birinci cemrede birinci ve ikinci iklimin96, ikinci cemrede üçüncü ve dördüncü iklimin, üçüncü cemrede ise diğer iklimlerin ısındığı söylenmektedir97. Hallut Takvim ve Ravzatü’l Müneccimin’in müelliflerinin birinci cemre toprağa, ikinci cemre suya tesir eder dediklerini nakleden Gonabadi, Şerh-i Zic’in musannifinin ise bunun aksini; yani birinci cemrenin suyu, ikinci cemrenin ise toprağı ısıttığını söylediğini belirtir. Üçüncü cemre konusunda görüş ayrılığı bulunmadığını ifade eden Gonabadi üçüncü cemrenin ağaçlara tesir edip ağaçlarda neşvünema kudreti vücuda getirdiğini kaydeder 98. Gonabadi cemre günlerinde toprak, su ve ağaçlarda birtakım tesirler meydana geldiğini belirtir. Cemrelerin buralara düştüğü ya da yükseldiğini belirtmez; ancak bu eserlere bakıldığında cemrelerin buralara düştüğü ifadesi yer alır. 94 Ali Ekber Nefisi, a.g.e., 1121. Abdulali el-Bircendî, a.g.e., vr. 50a. 96 Bîrûnî’nin burada verdiği bilgi kanaatimizce yedi iklim teorisiyle ilgilidir. Bir makalesinde yedi iklim teorisiyle ilgili bilgi veren Şerefeddin Yaltkaya eski âlimlerin yeryüzünü siyasi olmayıp daima sabit kalan yedi iklime ayırdıklarını belirtir. Gökteki belli yedi yıldız bu yedi iklimin ayrı ayrı hükümdarıdır. Bu yıldızların her biri bir iklime, haftanın belli günlerine, günün belli saatlerine ve semada yedi gökten birine hâkimdir. Yerde yedi iklim semada yedi göğe sahip bu yıldızlara sıcaklık, ıslaklık, kuruluk ve soğukluk gibi dört tabiat ve mizaç tatbik edilmiş ve bunların her birinin ayrı ayrı mizaç ve tabiatlarının olduğu belirtilmiştir. Bu yıldızlar hâkim oldukları iklimlerdeki işleri, hadiseleri, insanları ve hayvanları da etkilemiştir (Şerefeddin Yaltkaya, “Tarihte Renk”, Türkiyat Mecmuası, c. 7–8, 1940–1942, s. 41-43’ten özetlenmiştir.) Bîrûnî’nin de burada iklimden kastı kanaatimizce semanın yedi göğünden her biridir. 97 Ebu Reyhan Bîrûnî, a.g.e., ş. 1321, s. 295. 98 Muzaffer b. Muhammed Kasım Gonabadi, a.g.e., s. 131. 95 185 ZEHRA HAMARAT Gonabadi’nin bu konuyla ilgili Hallut Takvim’den naklettiği bilgi eserin kendisinde şu şekilde yer almaktadır: İlk cemre düşünce buhar yere dökülür ve yeri ısıtır, ikinci cemre düşünce su ısınır, üçüncü cemre düşünce ağaçlar ve bitkiler ısınır, su onların damarlarında dolaşır99. Yine Gonabadi’nin Ravzatü’l Müneccimin’den naklettiği bilgi ise Şahmerdan tarafından şu şekilde kaydedilmektedir: İlk cemre yedi şubatta yeryüzüne bir sıcaklığın gelmesiyle olur ve böylece yeryüzü ısınır. Şubattan on dört gün geçince ikinci cemre meydana gelir ve suya bir buhar düşerek suyu ısıtır. Şubatın yirmi birinde vuku bulan üçüncü cemrede ise ağaçlara bir buhar ve sıcaklık düşer 100. Rıza Abdullahî de cemrelerin etkisini gösterdiği yerler ve unsurlar hakkındaki görüşleri şu şekilde nakletmiştir: Yağmur, kar ve dolu suyunun buharlaşması kimilerinin birinci cemreyi toprağın ısınmasının, ikinci cemreyi ise suyun ısınmasının nedeni olarak görmesine sebep olmuştur. Bunun aksine birinci cemrede suyun, ikinci cemrede ise toprağın ısındığını söyleyenler de bulunmaktadır. Üçüncü cemre konusunda görüş ayrılığı bulunmadığını belirten Rıza Abdullahî, müneccimlerin tamamının üçüncü cemreyle ağaçların uyanmaya başlayıp geliştiklerine ve üçüncü cemreden sonra soğukların bittiğine inandıklarını ifade eder101. Anne Dozy ise eserinin dipnotunda Murtazâ ez-Zebîdî’nin Kâmûsü’l Muhit adlı Arapça sözlüğe yazdığı Tâcül Arûs adlı şerhinden birinci cemrenin havaya, ikinci cemrenin toprağa üçüncü cemrenin ise suya düştüğünü nakletmektedir102. Dehhuda Arapların inanışına göre cemrenin birinci düşüşünde toprağın, ikinci düşüşünde suyun, üçüncü düşüşünde ise bitkilerin ısındığını nakleder 103. Araplar arasıda cemrenin düştüğü ve bu düşme ile etkisini gösterdiği yerler hakkında bilgi veren eserlerden biri de Bulugül Ereb’dir. Bu eserde ilk cemre düşünce suda, ikinci cemre düşünce havada, üçüncü cemrenin düşmesiyle ise toprakta ısınma meydana geldiği belirtilir. Burada da su, hava, toprak cemrelerin düştüğü yerler olarak değil de cemrelerin etki ettiği unsurlar olarak geçmektedir. Ayrıca etki etme sebebiyle ilk cemreye 99 Muhammed bin Muhammed Takıyüddin Farisi, a.g.m., s. 64. Şahmerdan b. Ebi’l–Hayr Razi, a.g.e., s. 44. 101 Rıza Abdullahî, a.g.m., s. 666. 102 Reinhart Pieter Anne Dozy, a.g.e., s. 267. 103 Ali Ekber Dehhuda, a.g.e., s. 101. 100 186 CEMRE DÜŞMESİYLE İ LGİLİ İ NANÇ VE UYGULAMALAR cemeretül ma, ikincisine cemeretül hava, üçüncüsüne cemeretüt türab denildiği ifade edilir. Çoğunlukla takvimlerde sıralamanın su cemresi, toprak cemresi en son da hava cemresi şeklinde olduğu; bazı takvimlerde de birinci cemrenin havaya ikincinin suya, üçüncünün toprağa düştüğünün kaydedildiği ifade edilir. Yazar düşme sırasındaki bu farklılıkların sıcaklık eserlerinin gözükmesindeki ihtilafa dayalı olduğunu belirtir104. Cemrelerin düşmesine bağlı olarak nakledilen yukarıdaki bilgilerde cemrelerin düştüğü ya da cemrelerin düşmesiyle beraber etkisinin görüldüğü yerler hususunda dikkat çeken noktalar üçüncü cemrenin düştüğü veya etkisinin görüldüğü yerin genellikle ağaç nadiren de bitki, toprak, hava, su olarak zikredilmesidir. Birinci ve ikinci cemrelerin düştüğü ya da etkisini gösterdiği yerler de kendi içinde biraz farklılık göstermektedir. Buna göre birinci cemrenin düştüğü veya etkisini gösterdiği yer olarak yer, yeryüzü, toprak gibi unsurlar zikredilmekle beraber su ve hava unsurlarının da nadiren zikredildiği görülmektedir. Aynı durum ikinci cemre için de söz konusudur. İkinci cemrenin düştüğü ya da etkisini gösterdiği yer olarak genellikle su zikredilmekle beraber toprak ve havanın az da olsa zikredildiği görülmektedir. Cemrelerin yerden yükseldiğini belirten görüşlerde de cemrenin yükseldiği ve etkilediği yerler veya unsurlar benzer şekilde kaydedilmiştir. Cemrenin Rumi şubat ayında üç defa yerden yükselen hararet ve buhar olduğunu belirten Nefisi, birinci cemrenin yeri ısıttığını, ikinci cemrenin suyu, üçüncü cemrenin ise bitkiler ve ağaçları ısıttığını ifade etmektedir105. Dehhuda da cemrenin yerin altından yükselen bir sıcaklık ve buhar olduğunu belirtmekte; birinci cemrenin yer üstüne düştüğünü ve toprağı ısıttığını, ikinci cemrenin suyu, üçüncü cemrenin ise ağaç ve bitkileri ısıttığını ifade etmektedir106. Bîrûnî de cemrelerin yükselmesiyle ilgili benzer bilgileri kaydetmektedir. Buna göre cemre günlerinde yerden buharlar yükselmekte, birinci buhar yeri, ikinci buhar suyu, üçüncü buhar ise ağaçları ısıtmaktadır107. Yukarıdaki bilgilerde de görüldüğü gibi cemrelerin düşme veya yükselmesi inancında cemrelerin düştüğü ya da yükseldiği ve bunun sonucunda etkisini gösterdiği yerler benzerlik göstermektedir. Cemreler yerden yükselince de ilk cemre yere, toprağa ikinci cemre suya, üçüncü cemre ise ağaç, bitki ya da sadece ağaca yükselmektedir. Hatta birinci ve 104 Es-Seyyid Mahmud Şükri el-Alusi, a.g.e., s. 246. Ali Ekber Nefisi, a.g.e., s. 1121. 106 Ali Ekber Dehhuda, a.g.e., s. 101. 107 Ebu Reyhan Bîrûnî, a.g.e., ş. 1321, s. 295. 105 187 ZEHRA HAMARAT ikinci cemrelerin düştüğü yerler kendi içinde değişkenlik gösterirken böyle bir durumun cemrelerin yükselmesi inancında olmadığını görmekteyiz. Arapça ve Farsça eserlerde Arap, Fars ve diğer bazı kavimlerin cemrelerin düştüğü veya yükseldiği ve bunun sonucunda da etkilediği unsurlar hakkındaki inanışları yukarıdaki gibiyken bu konuda Türkiye’deki inanışın biraz daha farklı olduğu çeşitli derlemelerde ve sözlük, ansiklopedi vb. eserlerde verilen bilgilerde görülmektedir. Erginer’in yaptığı derlemede cemrelerin yedişer gün arayla havaya, suya, toprağa düştüğü ve bunları ısıttığı inanışının Uşak yöresinde yaygın olduğu görülmekle beraber farklı olarak ilk cemrenin göğe, orta cemrenin suya ya da ikinci cemrenin dağa, üçüncü cemrenin ise çalıya düştüğü şeklinde inanışlar da vardır. Yöre halkının kimi ise ilk cemrenin havaya estiğini, yedi gün havada durup suya düştüğünü, yedi gün suda durduğunu, sonra yedi gün de toprakta durduğunu belirtir. Bazıları da son cemrenin toprakta kaldığına ve toprağı ısıttığına inanmaktadır 108. Akman’ın Denizli’den yaptığı derlemede de kaynak kişilerin cemrelerin düştüğü ve etkisini gösterdiği yerler ile ilgili farklı bilgiler verdiği görülmektedir. Cemrenin önce havaya, havadan toprağa düştüğü ve toprağa yayıldığı, sonra da suya düştüğü ve suya düştükten sonra havanın azar azar ısınmaya başladığı belirtildiği gibi ilk cemrenin havaya düşüp havada bir hafta durduğu, sonra oradan suya düştüğü, suda da bir hafta durduktan sonra toprağa düştüğü de ifade edilmektedir109. Karabaşa’nın Rize’den yaptığı derlemeye göre kaynak kişiler ilk cemrenin toprağa, ikincinin suya, üçüncünün havaya; ya da ilkinin havaya, ikincinin ağaca, üçüncünün yere düştüğünü belirtmişlerdir. Ancak yöredeki genel inanış ilk cemrenin havaya, sonrakinin suya en son cemrenin ise toprağa düştüğü şeklindedir110. Cemrelere kısaca da olsa yer verilen derlemelerden biri de Trabzon Acısu’dan yapılmıştır. Acısu’da cemreye cemile denmektedir, genel kabulde olduğu gibi yedi gün aralıklarla havaya, suya, toprağa düştüğüne inanılmaktadır111. 108 Gürbüz Erginer, a.g.e., s. 59-61. Ayşe Akman , a.g.m., s. 446. 110 Solmaz Karabaşa, a.g.m., s. 288. 111 Meltem Cingöz, “Acısu’da (Trabzon) Halk Takvimi Halk Meteorolojisi”, Türk Halk Kültüründen Derlemeler 1993, Kültür Bakanlığı, Ankara 1995, s. 77. 109 188 CEMRE DÜŞMESİYLE İ LGİLİ İ NANÇ VE UYGULAMALAR Derlemelerde birinci cemrenin düştüğü yer olarak hava, gök, toprak; ikinci cemrenin düştüğü yer olarak su, dağ, toprak, ağaç; üçüncü cemrenin düştüğü yer olarak ise toprak, çalı, su, hava, yer unsurları zikredilmiştir. Ancak Türkiye’de halk arasındaki genel kabul birinci cemrenin havaya, ikinci cemrenin suya, üçüncü cemrenin ise toprağa düştüğü şeklindedir. Cemrenin Kelime Anlamı bölümünde de görüldüğü gibi sözlüklerin genelinde ilk cemrenin havaya, ikincinin suya, üçüncünün ise toprağa düştüğü, diğer bir eserde ise karaya düştüğü belirtilmektedir. İstanbul Ansiklopedisinde de cemreyle ilgili olarak Hüseyin Kazım Bey’in Büyük Türk Lugatında cemre-i ulâ be hava, cemre-i saniye be âb, cemre-i salise be hâk tabirlerine rastlandığı belirtilmektedir112. Müneccimbaşı Kamil Efendi’nin ise 1302 senesi takviminde cemreleri cemre-i ulâ-i bâride, cemre-i saniye-i fatire, cemre-i salise-i hamiye şeklinde kaydettiği de başka bir eserde ifade edilmektedir113. Bu adlandırmaların cemrelerin düştüğüne inanılan yere göre yapıldığını görmekteyiz. Mikdat Kadıoğlu halk arasındaki inanca göre havanın yukarıdan aşağıya doğru hava, su, toprak şeklinde ısındığını; ancak bunun meteorolojik olarak mümkün olmadığını; çünkü bilimsel verilere göre havanın aşağıdan yukarı doğru ısındığını belirtir. Cemre düşmesi inancında olduğu gibi güneş ışınlarının atmosferi doğrudan ısıtmadığını, yer yüzeyinin güneş ışınlarını yutarak önce kendi ısınıp sonra atmosferi ısıttığını nakleder 114. Klasik felsefede toprak, su, hava ve ateşten ibaret olan anasır-ı erbaa dört unsur demektir. Grek düşüncesine göre tanrı veya tanrılar kâinatı yoktan var etmemiş, kendileri gibi ezeli olan kâinatın ilk maddesine sadece şekil verip onu düzene sokmuşlardır. Arkhe denilen bu ilk maddenin önce tek tek su, hava, ateş olduğu düşünülmüş; zamanla düşünürler toprakla beraber bu dördünün birlikte kâinatın ana maddesini teşkil ettiğini belirtmişlerdir. Dört unsur teorisini sistemleştiren Aristo (M.Ö. 384-322) olmuştur. Kâinatı ay üstü ve ay altı olmak üzere ikiye ayıran Aristo ay altı âlemin oluş ve bozulma âlemi olduğunu, bu nedenle burada birden fazla unsurun bulunduğunu ifade eder. Bütün varlıkların yapısında bu dört unsur değişik şekillerde bulunmaktadır. Bu konuyu ana hatlarıyla ele alan ilk İslam filozofu Kindî (?-866?) olmuştur. Ona göre ay altı âlemin bu dört unsuru belirli oranlarda karışıp birbirini etkileyerek varlıkları meydana getirirler. Bu unsurlar birbirlerine dönüşürken yok olup gitmezler, parçaları birbiri içine 112 İstanbul Ansiklopedisi, “Cemre, Cemreler”, İstanbul Ansiklopedisi, c. 7, Reşad Ekrem Koçu ve Mehmet Ali Akbay İstanbul Ansiklopedisi ve Neşriyat Kolektif Şirketi, İstanbul 1965, s. 3485–3486. 113 Mehmet Zeki Pakalın, a.g.e., s. 277. 114 Mikdat Kadıoğlu, a.g.e., s. 44. 189 ZEHRA HAMARAT girer. Ay altı âlemin en üst kısmında ateş küresi daha sonra sırasıyla hava, su ve toprak küreleri yer almaktadır. Gazali’ye (?-1111) göre ise unsurlar arazdır ve araz oldukları için de değişime maruzdurlar. Bu yüzden kevn ve fesada uğrarlar. Süflî oldukları için de ay ve güneş gibi gök cisimlerinin etkisi altındadırlar115. Felsefedeki bu inanışa bakıldığında aslında Türk halkı arasındaki cemre düşme sıraları inanışının tesadüfî olmadığı görülmektedir. Mikdat Kadıoğlu bilimsel olarak böyle bir sıranın olamayacağını söylese de halkın bu düşme sırasındaki inanışı anasır-ı erbaa felsefesiyle paralellik arz etmektedir. Cemrelerin düşüş sırası ile ilgili inanışın temelinde ay altı âlemin sırasıyla ve yukarıdan arza doğru ateş, hava, su ve toprak kürelerinden oluştuğu anlayışının olabileceği kanaatindeyiz. Ateş, kor parçası anlamını taşıyan ve ısıtıcı bir kuvvet olan cemre de genel kanaate göre sırasıyla havaya, suya ve toprağa düşmektedir. Ayrıca anasır-ı erbaa inanışında bu dört unsurun süfli olduğu için güneş ve ay gibi gökcisimlerinin etkisi altında olduğu belirtilmektedir. Özellikle Arapça ve Farsça kaynaklarda cemre ile ayın menzilleri, güneş ve yıldız gibi gökcisimlerinin hareketleri arasında bağlantı kurulmaktadır. Cemre düşme zamanlarına rastlayan sıcaklık artışları olduğu için bilimsel olarak da cemrelerin olabileceği düşünülse de cemrelerin düşme sırasının bilimsel olarak halk arasındaki inanışa göre olamayacağı belirtilmektedir. Ancak bu inanışın ve sıralamanın tesadüfî olmadığı, kaynağını anasır-ı erbaa felsefesinden almış olabileceği göz ardı edilmemelidir. 5. Cemreyle İlgili İnançlar: Rize halkı cemreler düştüğü zaman havada, suda ve toprakta birtakım değişikliklerin meydana geldiğine inanmaktadırlar. Buna göre cemre “düşünce” havalar ısınır, suda ise bir tatsızlık olur. Cemre toprağa düştüğü zaman eğer toprağa güneş vurursa toprağın üstünde titreşim meydana gelir. Rize halkı cemre düşünce dağ bağ bir olur der; yani en yüksek dağdan bir damla suyun denize bareştiğine [muhtemelen ulaşmak anlamında kullanılmıştır] inanmaktadır. Ayrıca cemrelerin fırtına yaptığı ve cemre günlerinin esintili geçtiği düşünülmektedir116. Trabzon Acısu’da halk cemrenin toprağa düşüp toprağı ısıtmasıyla beraber toprağın döllenmeye hazır hale geldiğine inanmaktadır117. 115 H. Bekir Karlığa, “Anâsır-ı Erbaa”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, c. 3, İstanbul 1991, s. 149–151. 116 Solmaz Karabaşa, a.g.m., s. 288. 117 Meltem Cingöz, a.g.m., s. 77. 190 CEMRE DÜŞMESİYLE İ LGİLİ İ NANÇ VE UYGULAMALAR Denizli ve çevresinde cemreye cemile denilmektedir ve cemile toprağa düştükten sonra toprak ısınır. İnanışa göre en zor ay cemilelerin düştüğü aydır. Cemre şubatın on beşinde toprağa düşer, toprağa yayılır, toprak ısınır ve yaz gelir; otlar, çimenler biter. Cemile önce havaya, havadan da toprağa düşer, toprağa yayılır, bundan sonra bahar geldi, korkma denir. Cemile suya düştüğünde ise tamamdır, yaz ayağını salladı denir. Cemile suya da düştükten sonra hava azar azar ısınmaya başlar. Ayrıca bu yörede halk karakışta rüzgârın dik esip insanların kuytu yer bulamadığına, cemrelerin çıkmasıyla beraber ise rüzgârın yandan esmeye başladığına ve insanların rüzgârdan korunmak için kuytu yer bulabildiğine inanmaktadır118. Cemrelerin düştüğü günlerin genellikle rüzgârlı ve yağışlı olduğunu belirten İvgin, halkın cemrenin düştüğü gün yağışlı olursa o yılın da yağışlı ama bereketli geçeceğine inandığını belirtir. Halk arasındaki inanışa göre üçüncü cemrenin düştüğü gün poyraz rüzgârı ile lodos rüzgârı kavga edermiş. O gün ikindiden sonra poyraz rüzgârı fazla eserse poyrazın, lodos fazla eserse lodosun galip geldiğine inanılırmış. Poyraz fazla eserse kışın otuz gün daha uzayacağı, lodos fazla eserse bahar günlerinin erken geleceği kabul edilirmiş119. Cemrelerin etkisine değinen ve başka kaynaklardan da aktarmalarda bulunan Bîrûnî birinci cemrenin sukut ettiği gün olan yedi şubatta batı (dubur) rüzgârlarının esmeye başladığını belirtir. Eudoxos gibi bazıları bu günde genelde havanın soğuk olduğunu söylerken Euktemon, Philippos gibi kişiler de şubatın on beşinde havanın soğuk olduğunu söylemektedirler. Ayrıca bugünde esen rüzgarlarla ilgili de fikir beyan edilmiş, kimi devirli rüzgarların kimi ise güney rüzgarlarının estiğini belirtmiştir. Araplar da bu günde cemrenin üflenmiş olduğuna ve bu günün soğuk geçtiğine inanmaktadır. Acemler ise bugünde yaz elini suya soktu derler. Bîrûnî bu günde suyun ağaçların aşağısından yukarısına doğru damarlarında aktığını ve kurbağaların da bu günde bağırmaya başladığını belirtmektedir120. 118 Ayşe Akman, a.g.m., s. 446. Hayrettin İvgin, “Erbain’den Nevruz’a Nevruz’dan Hıdırellez’e”, Uluslararası Nevruz Sempozyumu Bildirileri 21–23 Mart 2000, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 2000, s. 6566. 120 Ebu Reyhan Bîrûnî, a.g.e., ş. 1321, s. 295. 119 191 ZEHRA HAMARAT Rıza Abdullahî’nin belirttiğine göre özellikle İranlılar ve Araplar gibi bazı milletlerin halk inançlarına göre kimi yıldızların doğuşları ve batışları ile Ay menzillerinin tuluu ve gurubu yılın belli zamanlarında rüzgâr, yağış, kuraklık, rutubet, sıcaklık ve soğukluk gibi hava olaylarını beraberinde getirir. Müneccimlere göre cemreler kış soğuklarının son noktasıdır. Bîrûnî’nin deyişiyle baharın yaklaşmasıyla görülen abuhava değişikliği; kışın son günlerinde ve baharın ilk günlerinde yağan sağanak yağmurlar; bahar başlangıcında ortaya çıkarak kısa süreliğine soğukla yer değiştiren sıcaklık ve yağmur suyunun, kimi zaman kar ve dolunun buharlaşmasıyla ortaya çıkan buhar hep üç cemre günüyle ilişkilendirilmiştir 121. Bîrûnî de dikkatli bazı kimselerin cemreyi kış soğuklarının nihayeti olarak gördüklerini belirtmektedir 122. Hamsin günleri içinde halkın en değer verdiği günlerin cemrenin düştüğü günler olduğunu belirten İvgin halkın cemreye cemile dediğini, onun canlı bir yaratık olduğuna inandığını belirtir123. Uşak yöresindeki yaşlıların söylediğine göre cemre suya düşünce suyun, gölün içinde kaynaşma yapar. Cemre suya düşüce kurbağalar ötüşür, suya pisler; halk da cemre düştü der. Suyun üstünde kurbağalar sur gibi bir şey yapınca suya cemre düştüğünü anlarlar, cemre toprağa düşünce ise börtü böcek ortaya çıkar124. Eski Türklerde de cemre inanışının bulunduğunu belirten Erman Artun, cemrenin Eski Türkler tarafından gökyüzünde yaşayan yakışıklı bir delikanlı olarak düşünüldüğünü belirtir. Artun’un belirttiğine göre cemre adındaki bu delikanlı bir gün dünyayı merak edip dünyaya yaklaşınca havaya düşmüş ve bu sırada gördüğü bir kıza aşık olmuş. Kıza yaklaşmak isterken suya düşmüş, suda yıkanıp temizlenince karada aşık olduğu kıza kavuşmuş. Yakışıklı delikanlı ve güzel kız arasındaki bu aşk, yeryüzüne bereket ve sıcaklık getirmiş125. Erhan Tığlı’nın belirttiğine göre ise cemre yalnız Türk kültürüne has değildir. Çinliler her cemrenin güneşle doğanın zifaf gecesi olduğuna inanmaktadır126. 121 Rıza Abdullahî, a.g.m., s. 666. Ebu Reyhan Bîrûnî, a.g.e., ş. 1321, s. 295. 123 Hayrettin İvgin, a.g.m., s. 65. 124 Gürbüz Erginer, a.g.e., s. 59-60. 125 http://www.okudukca.net/cemre-nedir-ilk-cemre-2011-de-ne-zaman-dusecek-133.html, 19 Şubat 2011 126 http://blog.milliyet.com.tr/CEMRE_Nereye_Duser_/Blog/?BlogNo=230554, 22.02.2010 122 192 CEMRE DÜŞMESİYLE İ LGİLİ İ NANÇ VE UYGULAMALAR 6. Cemreyle İlgili Uygulamalar: Cemrelerin düşmesi inanışı Türkiye’de halk arasında çeşitli uygulamaların ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Eskiden doğadaki değişimlere göre işlerini belirleyen çiftçiler cemreyi baharın müjdecisi olarak görmüş, cemrenin toprağa düşmesiyle toprağın ısındığına inanmış ve cemrenin düşmesiyle ısınan toprağa tohumu atmışlardır. Isınmayan toprağa atılan tohum yeşermeyeceği için çiftçiler cemrenin toprağa düşmesini dört gözle beklemiştir127. Adana Küp köyündeki halk da üçüncü cemrenin toprağa düşmesiyle beraber toprağa can serpildiğine, toprakta canlanma olduğuna, ağaçların yeşerip fidanların uzamaya başladığına inanır ve bağlarını da son cemre düştüğünde sürerler 128. Rize halkı arasından yaptığı derlemede cemreyle ilgili bir uygulamaya değinen Karabaşa Rizelilerin cemre düştüğü zaman çocuklara çarık giydirmediklerini nakletmektedir129. Denizli ve yöresinden yaptığı derlemeleri nakleden Akman da burada isim verilirken çok soğuk olur gerekçesiyle Cemile isminin tercih edilmediğini belirtmektedir. Bu yörede cemreye bağlı olarak ortaya koyulan bir uygulama da koç ve teke katımının kontrollü bir şekilde yapılmasıdır. Buna göre eskiden bu yörede koç ve teke katımı üçüncü cemrenin düşüşü hesaplanarak yapılırdı. Yeni doğan yavruların aşırı soğuktan etkilenip ölmemeleri için koyun ve keçilerin doğurma zamanı üçüncü cemrenin düşüşüne denk gelecek şekilde koç ve teke katımı yapılırdı130. Aynı uygulamayı Erginer de Uşak’tan yapmış olduğu derlemelere yer verdiği eserinde nakletmiştir. Bu yörede cemre aynı zamanda koyuncuların bir mevsimi olarak bilinmektedir. Buna göre koyuncular, koyun ve keçilerin döllenme zamanının sonbahar olmasına rağmen doğan yavruların şiddetli soğuk ve açlıktan ölmemesi için koçu tutar ve cemreye beş ay kala koyuna salarlar, böylece koyunlar üçüncü cemre zamanı kuzu doğurmuş olurdu131. Yöre halkından bazısı koç ve tekeyi biraz erken saldığı için birinci ve ikinci cemrede de doğumlar olsa da yöre kırsal olduğu ve otlar üçüncü 127 http://www.webhatti.com/kultur/477056-cemre-dusmesi-nedir.html, 08.12.2009 Emine Başuğur, “Küp Köyü Takvim ve Meteorolojisi”, Türk Halk Kültüründen Derlemeler 1996, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1998, s. 7. 129 Solmaz Karabaşa, a.g.m., s. 288. 130 Ayşe Akman, a.g.m., s. 446. 131 Gürbüz Erginer, a.g.e., s. 61, 85. 128 193 ZEHRA HAMARAT cemreden sonra iyice yeşerdiği için genelde üçüncü cemre hesaplanarak koç ve teke katımı yapılırdı132. Emel Balıkçı da Ortarodoplardaki Türk köylerinde yaşayan yaşlılar arasında cemreyle ilgili birtakım uygulamaların varlığından söz etmektedir. Buradaki halk kışın ve karın kendini unutan tembel bir nesne olduğuna inanmaktadır. Eskiden ailedeki en yaşlı kadın cemrenin düştüğü gün ateşteki külleri bir kaba doldurup avludaki karın üzerine daire şeklinde serpermiş. Daha sonra ise insanlar cemrenin düştüğü gün karla buzla kaplı yollara kül, kum çakıl dökmek yerine ot, çöp, çiçek kırıntıları serpmeye başlamışlardır. Emel Balıkçı bunun anlamının Toprakana’ya bir uyarı olduğunu, insanların Toprakana’ya ağaçlar, otlar ve çiçekler sana dönüş için hazır dediklerini belirtir. Buradaki halk arasında cemre ile ilgili bir başka uygulama da yeni ekmektir. Sabahtan nohut unu yoğurt da karıştırılarak ekmek mayasıyla yoğrulur. Bu hamurdan küçük ekmekler yapılır ve ailenin fertlerine dağıtılır. Eski ekmeklerden kalan kırıntılar da toplanıp kurda kuşa verilir133. Türk Ansiklopedisi’nde belirtildiğine göre cemreler özellikle kadınlar arasında bir eğlence vasıtası olmuştur. Buna göre cemreye Cemile Hanım şeklinde ad veren kadınlar cemreler düşmeden cemreleri benimser, birinci cemre benim, ikinci cemre filanın, üçüncü cemre feşmekân derlerdi. Birinci, ikinci ve üçüncü cemrenin düşüş günlerinde havanın iyi veya fırtınalı oluşu ile bugünlerin ait olduğu kimselerin ahlakı arasında bir münasebet kurarlardı134. 7. Cemre İnanışının Edebiyata Yansıması: Cemre inanışı gerek Divan edebiyatında özel bir şiir türü olarak gerekse Halk edebiyatında tekerleme, deyim ve atasözü gibi çeşitli türler içinde kendine yer bulmuştur. Cemre zamanlarında Divan edebiyatı şairleri baharın gelmesi dolayısıyla önemli kişilere övgü şiirleri yazarlardı. Belli bir tür teşkil eden bu şiirlere Cemreviyye adı verilmekteydi. Reşad Ekrem Koçu eski İstanbul’u hemen her yönüyle ele aldığı ansiklopedisinde eski İstanbul halkı arasında bir zamanlar söylenen ve üç cemrenin yıldızların üç oğlu olarak kabul edildiği şu tekerlemeyi nakletmektedir: Üç biraderler Kevakibzadeler Biri meşrebi havai 132 A.g.e., s. 87. http://www.bulturk.org/site/yazarlar/emel-balkc/1386--basamaklhar-bayram.html, Ağustos 2009 134 Türk Ansiklopedisi, s. 154. 133 194 03 CEMRE DÜŞMESİYLE İ LGİLİ İ NANÇ VE UYGULAMALAR Biri deryade yüzer Biri hakipaye yüz sürer135 Cemrelere halk arasında üç kevakip-zadeler denildiğini belirten İlhan Ayverdi, Ekrem H. Ayverdi’den yukarıdaki tekerlemeye benzer şu tekerlemeyi nakletmektedir: Üç kevakip-zadeler biri maildir havaya, biri ab-ı şifaya, biri yüz sürer hak-i paye (Ekrem H. Ayverdi)136. Araplar ve Farslar arasında cemreyle ilgili çeşitli tabirler kullanıldığı gibi Türkiye’de çeşitli yörelerdeki halk arasından yapılan bazı derlemelerde de cemre ile ilgili tabirlere rastlanmaktadır. Bunlar yukarıda ilgili kısımlarda verilmiştir. Yine cemreyle ilgili şu tabirler de Türk halkı arasında kullanılmaktadır: Cemre kömürlüğe düşmüş, Cemrede kar tavada yağ gibidir137, Cemre bizim keseye düşmüş138, Cemre yağışlı ise yıl yağışlı, hasat bereketli139. Değerlendirme ve Sonuç : Halk takvimi özellikle hayvancılığa ve tarıma bağlı toplumlarda günlük yaşamı kolaylaştırmak, çeşitli işleri düzenlemek amacıyla yüzyıllarca süren gözlemler sonucunda oluşturulmuştur. Günümüzde duvar takvimleri başta olmak üzere bazı takvimlerde gözlemler sonucu ortaya çıkmış olan sayılı günlerin kaydedildiğini görmekteyiz. Halkın gözlemlerine dayanan bu sayılı günlerin pek çoğunun bilimsel hava durumu verileriyle paralellik gösterdiği söylenebilir. Bu paralellik cemreler için de geçerlidir. Cemre gibi çeşitli sayılı günler bilimsel araştırmalara göre tesadüfün üstünde bir frekansla gerçekleşmektedir. Ayrıca gerek müneccimler gerekse bazı araştırmacılar tarafından cemreler soğukların son noktası olarak görülmekte, cemreler düştükten sonra sıcaklık düşüşleri yaşansa da bilimsel olarak sıcaklık genelde cemrelerden önceki değerlerin altına inmemektedir. Genellikle Arap, Fars ve Türk kültüründe rastlanan cemre inanışının Grek, Moğol ve Çin kavimleri arasında bulunduğu da belirtilmektedir. Cemre inanışının Araplara ait olduğu, daha sonra çeşitli kavimlere de geçtiği bazı kaynaklarda zikredilmektedir. Cemre inanışın ne zaman ortaya çıktığı ile ilgili kesin bir bilgi bulunmamakla beraber X-XI. yüzyıllar arasında 135 İstanbul Ansiklopedisi, s. 3486. İlhan Ayverdi, a.g.e., s. 470. 137 E. Kemal Eyüboğlu, On Üçüncü Yüzyıldan Günümüze Kadar Şiirde ve Halk Dilinde Atasözleri ve Deyimler, Birinci Kitap, Doğan Kardeş Matbaacılık Sanayi A. Ş., İstanbul 1973, s. 55. 138 Ahmet Vefik Paşa, Atalar Sözü Müntehabât-ı Durûb-ı Emsâl, haz. Doç. Dr. Recep Duymaz, Gökkubbe, İstanbul 2005, s. 122. 139 Azmi Güleç, “İklim ve İklime Dair Atasözleri, Deyimler”, Türk Folklor Araştırmaları, c. 12, S. 252, 1970, s. 5677. 136 195 ZEHRA HAMARAT yaşamış Bîrûnî’nin konuyla ilgili bilgi vermesinden hareketle X. yüzyıl veya muhtemelen daha eski bir zamandan beri bu inanışın var olduğunu söyleyebiliriz. Türkler arasında cemre düşmesi inanışının ne zamandan beri var olduğunu da bilememekteyiz. Eski Türkler gibi muğlak ifadelere rastlanmakla beraber Semra Ertüre 1452 yılı için hazırlanmış Takvim ve Ahkamı Sal’de cemrelerin kaydedildiğini belirtmektedir140. Ekonomisi hayvana ve tarıma bağlı toplumlarda karşımıza çıkan cemre inanışı baharın yaklaşıp havanın ısınmasıyla beraber üretimin de başlamasını simgelemiş ve bu toplumların değer ve kültürleriyle zenginleşip günümüze kadar kısmi olarak yaşamıştır. En genel anlamıyla ısı kavramını karşılayan cemrenin ne olduğuyla ilgili özellikle Türkiye halkı arasında pek çok inanç bulunmaktadır. Canlı bir yaratık olduğuna inanılan cemre ile böcek, kurbağa yumurtası, Arap balığı vb. arasında ilgi kurulduğu görülmektedir. Cemre inanışının kaynağı hakkında özellikle Arapça ve Farsça kaynaklarda çeşitli bilgiler verilmektedir. Çok soğuk geçen kış aylarında ısınma ihtiyacından dolayı hayvan ve insanların bir arada yaşayabilecekleri özel yerler yapılmış ve buraların üç bölümünde yakılan üç ateşin belli zamanlarda söndürülmesinin cemre inanışının kaynağını oluşturduğu belirtilmiştir. Ancak bu türden rivayetlerde ateşin söndürülmesi yani ısının yok olması durumu görülürken halk arasında olmayan şeyin yani ısının varlık kazandığı inancı görülmektedir. Nakledilen rivayetler ve halk arasındaki inanış arasındaki bu zıtlık dikkat çekmektedir. İnsanın temel bir ihtiyacını, barınma ihtiyacını cemrenin kaynağı olarak gösteren bilgiler dışında cemrenin düştüğüne inananlar cemrenin kaynağını ayın menzillerinin tuluu veya gurubu, güneşin hareketleri, bazı yıldızların batması; cemrenin yükseldiğine inananlar da yerin batnı olarak görmüşlerdir. Türk halkı arasında ise cemrenin düştüğü inanışı yaygındır; ancak biz Türk halkının cemre ile ayın menzilleri, güneşin hareketleri ya da bazı yıldızların batması ile ilişki kurduğuna dair herhangi bir bilgiye rastlayamadık. Gerek Arapça, Farsça eserlerde gerekse Türk halkı arasında cemrelerin düşüş veya yükseliş tarihlerinde bir karmaşa olduğu görülse de genel bir tarihin varlığından söz edilebilir. Bu tarih, özellikle Rıza Abdullahî çok farklı tarihleri nakletse de Rumi olarak 7, 14, 21 Şubat; miladi olarak 20 Şubat, 27 Şubat ve 5–6 Mart şeklindedir. Bu tarihlerde günün hangi anı olduğu genelde belirtilmezken Mahmud Alusi seher vakti, Rıza Abdullahî belirttiği belli günlerin gecelerini düşme anı olarak kaydetmektedir. Cemrenin düştüğüne inanılan tarih Arap, Fars ve Türklerde yaklaşık olarak 140 Semra Ertüre, a.g.e., s. 19. 196 CEMRE DÜŞMESİYLE İ LGİLİ İ NANÇ VE UYGULAMALAR aynıdır. Ancak ısınma zamanı göz önünde bulundurularak Harezmliler tarafından daha geç bir tarihin cemrelerin düşme tarihi olarak kaydedildiği görülmektedir. Tarihler konusundaki karmaşa cemrelerin düşüş veya yükseliş yerleri için de söz konusu olmakla beraber cemrelerin genel olarak düştüğü veya yükseldiğine inanılan yerler de vardır. Belirtilen bu yerlerdeki düşme sıralaması Türkler arasında hava, su, toprak şeklinde; diğer kavimlerde ise toprak, su, ağaç şeklindedir. Diğer kavimlerde cemrelerin yükseldiğine inanılan yerler de genellikle aynı şekildedir. Bilimsel olarak hava, su, toprak şeklinde bir ısınma sıralamasının olamayacağı belirtilse de anasır-ı erbaa felsefesinde ay altı âlemin yukarıdan aşağıya ateş, hava, su, toprak şeklinde sıralandığı görüşü göz önünde bulundurularak halk arasında zikredilen bu sıralamanın tesadüfî olmadığı, kaynağını bu görüşten almış olabileceği düşünülebilir. Cemre özellikle Türk halkı arasında sadece bir inanış olmakla kalmamış, insanların hayatını pek çok yönden etkilemiştir. Hatta sadece cemrelerin düştüğü belirtilen zamanlarda değil bu zamanların öncesinde ve sonrasında bir etkiden de söz edilebilmektedir. İnsanların üçüncü cemrenin düşüş tarihine göre toprağa tohum atmaları uygulamasıyla beraber üçüncü cemrenin düşüşünü hesaplayarak koç ve teke katımı denen uygulamayı gerçekleştirmeleri bize bunu göstermektedir. Cemrelerin, resmi takvim bölümlemelerine dahil edilmedikleri halde insanların gündelik hayatlarına, davranış ve kültür kalıplarına etki ettiği anlaşılmıştır. Türk dünyasında kullanılan başka zaman unsurlarının da etraflıca araştırılmasının Türk kültür tarihine önemli bir katkı sağlayacağını düşünmekteyiz. KAYNAKÇA Abdulali el-Bircendî, Hallu’z-Zici’l-Cedidi’l-Sultanî (Yazma Eser), Süleymaniye (Hamidiye) Kütüphanesi, nr. 840, vr. 50a. Ahmet Vefik Paşa, Lehce-i Osmânî, haz. Prof. Dr. Recep Toparlı, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 2000, s. 576. Ahmet Vefik Paşa, Atalar Sözü Müntehabât-ı Durûb-ı Emsâl, haz. Doç. Dr. Recep Duymaz, Gökkubbe, İstanbul 2005, s. 122. Akman, Ayşe, “Denizli İlinin Bazı Yerlerinde Halk Takvimi ve Meteorolojisi”, Uluslararası Denizli ve Çevresi Tarih ve Kültür Sempozyumu Bildiriler, c. II, Pamukkale Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Yayınları, Denizli 2007, s. 443–452. Ali Ekber Dehhuda, Lugatname, c.10 - 2. Kısım, Tahran hş. 1343, s. 101. 197 ZEHRA HAMARAT Ali Ekber Nefisî, Ferheng-i Nefisî, c. 2, Şirket-i Sehâmî-i Çap-i Rengin, Tahran ş. 1318 – 1319, s. 1121. Ali Seydi, Resimli Kamus-i Osmani, c. 1, Matbaa ve Kütüphane-i Cihan, Dârülhilâfetilaliyye 1330, s. 347. Ayverdi, İlhan, Kubbealtı Lugatı Asırlar Boyu Tarihi Seyri İçinde Misalli Büyük Türkçe Sözlük, c. 1 A-G, 2. bs., Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul 2006, s. 470. Başuğur, Emine, “İçel Yöresinde Yaşayan Sarıkeçililerin Takvim ve Meteorolojisinden Bir Kesit”, I. Türk Halk Kültürü Araştırma Sonuçları Sempozyumu Bildirileri 22–23 Aralık 1994 Ankara, c. 2, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1996, s. 143–146. Başuğur, Emine, “Küp Köyü Takvim ve Meteorolojisi”, Türk Halk Kültüründen Derlemeler 1996, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1998, s. 1–10. Baykara, Resuhi, “Takvim Yılları ve Ay Adları”, Tarih Dünyası, c. 2, S. 20, Şubat 1951, s. 846–848, 873. “Cemre”, Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi, c. 4, Gelişim Yayınları, y.y. 1986, s. 2259. Cingöz, Meltem, “Acısu’da (Trabzon) Halk Takvimi Halk Meteorolojisi”, Türk Halk Kültüründen Derlemeler 1993, Kültür Bakanlığı, Ankara 1995, s. 75–81. Çağbayır, Yaşar, Orhun Yazıtlarından Günümüze Türkiye Türkçesinin Söz Varlığı Ötüken Türkçe Sözlük (a-den), c. 1, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2007, s. 774. Ebu’l Hasan Ali b. Hüseyin Mesûdî, Murucu’z-Zeheb, çev. Ebu’l - Kâsım Pâyende, c.1, 3. bs., Şirket-i İntişârât-ı İlmi ve Ferhengî, Tahran ş. 1365, s. 552. Ebu Reyhan Bîrûnî, Tercume-i Âsâru’l- Bâkiyye, trc.: Ekber Dana Sirişt, Kitabhane-i Hayyam, Tahran ş. 1321, s. 295. Ebu Reyhan Bîrûnî et-Tefhim li-Evâili Sınaati’t-Tencîm, neşr.: Celaleddin Humaî, İntişarat-ı Babek, Tahran ş. 1362, s. 262. Ebü'r-Reyhan Muhammed b. Ahmed el-Harizmi Bîrûnî, The Book of Instruction in the Elements of the Art of Astrology, Kitâbü’t-Tefhim li-Evaili Sınaati’t-Tencim, Kitâb al-Tafhim li-Awa’il Sina’at al-Tanjim,; ed. Fuat Sezgin, translated by R. Ramsay Wright, TIP, Frankfurt am Main, Institut für Geschichte der ArabischIslamischen Wissenschaften, 1998, s. 183. (Islamic Mathematics and Astronomy, 29) Londra 1934’ten tıpkı basım Ebü't-Tahir Mecdüddin Muhammed b. Yakub b. Muhammed Firuzabadi, Kamus Tercümesi, trc. Mütercim Asım Efendi, c. 1, y.y., y.y. 1272. Ebüzziya Tevfik, Lügat-ı Ebüzziya, c. 1, Matbaa-i Ebüzziya, Kostantiniye 1306, s. 391. Erginer, Gürbüz, Uşak Halk Takvimi Halk Meteorolojisi, Kültür ve Turizm Bakanlığı Milli Folklor Araştırma Dairesi Yayınları, Ankara 1984. Ertüre, Semra, Halk Takvimlerimizdeki Klimatolojik Verilerle İstanbul Meteorolojik Gözlem Bulguları Arasındaki İlişkiler Üzerine Bir Araştırma, Basılmamış Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Fiziki Coğrafya Kürsüsü, 1976. Es-Seyyid Mahmud Şükri el-Alusi, Bulugü’l-Ereb fî Ma’rifeti Ahvâli’l-Arab, tsh. Muhammed Behcet Eseri, c.3, el-Mektebü’l-Ehliyye, 1925/1343, s. 245–246. 198 CEMRE DÜŞMESİYLE İ LGİLİ İ NANÇ VE UYGULAMALAR Eyüboğlu, E. Kemal, On Üçüncü Yüzyıldan Günümüze Kadar Şiirde ve Halk Dilinde Atasözleri ve Deyimler, Birinci Kitap, Doğan Kardeş Matbaacılık Sanayi A. Ş., İstanbul 1973, s. 55. Hasan Enverî, “Azar”, Ferheng-i Foşorde-i Suhan, c. 1, Tahran 1382, s. 25. Güleç, Azmi, “İklim ve İklime Dair Atasözleri, Deyimler”, Türk Folklor Araştırmaları, c. 12, S. 252, 1970, s. 5675–5679. http://www.webhatti.com/kultur/477056-cemre-dusmesi-nedir.html, 08.12.2009 http://blog.milliyet.com.tr/CEMRE_Nereye_Duser_/Blog/?BlogNo=230554, 22.02.2010 http://www.okudukca.net/cemre-nedir-ilk-cemre-2011-de-ne-zaman-dusecek133.html, 19 Şubat 2011 http://www.bulturk.org/site/yazarlar/emel-balkc/1386--basamaklhar-bayram.html, 03 Ağustos 2009 İstanbul Ansiklopedisi, “Cemre-Cemreler”, İstanbul Ansiklopedisi, c. 7, Reşad Ekrem Koçu ve Mehmet Ali Akbay İstanbul Ansiklopedisi ve Neşriyat Kollektif Şirketi, İstanbul 1965, s. 3485–3486. İvgin, Hayrettin, “Erbain’den Nevruz’a Nevruz’dan Hıdırellez’e”, Uluslararası Nevruz Sempozyumu Bildirileri 21–23 Mart 2000, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 2000, s. 63–70. Kadıoğlu, Mikdat, Bildiğiniz Havaların Sonu Küresel İklim Değişimi ve Türkiye, Güncel Yayıncılık, İstanbul 2001. Karabaşa, Solmaz, “Rize Halk Takvimi ve Meteorolojisi Üzerine Bir Değerlendirme”, II. Türk Halk Kültürü Araştırma Sonuçları Sempozyumu Bildirileri 16–18 Aralık 1998 Ankara, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 2000, s. 277–309. Karlığa, H. Bekir, “Anâsır-ı Erbaa”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, c. 3, İstanbul 1991, s. 149–151. Konur, İsmet, “Cemreler”, İnanç, S. 23-24-25, Şubat 1939, s. 18-19. Mahmud Ragıb, Nevsal-i Ragıb, Karabet Matbaası, Dersaadet 1324, s. 195-196. Muallim Naci, Lügat-ı Naci, Asır Matbaası, [İstanbul] [1322], s. 323. Muhammed bin Muhammed Takıyüddin Farisi, “Hallut Takvim”, nşr. Taki Bineş, Ferheng-i İran Zemin, c. 17, ş. 1349, s. 64. Muzaffer b. Muhammed Kasım Gonabadî, Şerh-i Bist Bab- Molla Muzaffer (aleyhi’r-rahme ve’l-gufran) der Marifet-i Takvim, Millet Kütüphanesi, A[li].E[miri]. Farsça, nr.: 202, s. 131. Pakalın, Mehmet Zeki, “Cemre”, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, c. 1, İstanbul, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, 1993, s. 277–278. Rebi-i Marifet 1302 Sene-i Kameriyesine Müsadif 1263 Sene-i Şemsiyesi İçin Takvim-i Ebuzziya Beşinci Sene, Matbaa-i Ebuzziya, Kostantiniyye 1302. Reinhart Pieter Anne Dozy, “Cemre”, Tekmiletü'l-Meacimi'l-Arabiyye, trc.: Muhammed Selim Nuaymi, c. 2, Vizaretü’s-Sekâfe ve’l-İ’lam, 1980, s. 267-268. 199 ZEHRA HAMARAT Rıza Abdullahî, “Cemre (2)”, Danişname-i Cihan-ı İslam, zir-i nazar Gulamali Haddad Adil, c. 10, Bunyad-ı Dairetü’l-Maarif-i İslami; Encyclopaedia Islamica Foundation, Tahran 1385hş., s. 665-667. Şahmerdan b. Ebi’l-Hayr Razî, Ravzatü’l-Müneccimîn, nşr. Celil İhvan Zencanî, Merkez-i Neşr-i Nüsah-i Hattî, Tahran ş. 1368, s. 44. Türk Ansiklopedisi, “Cemre”, Türk Ansiklopedisi, c. 10, Milli Eğitim Basımevi, Ankara 1960, s. 154. Türkçe Sözlük, haz. Mehmet Ali Ağakay, 4. bs., Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 1966, s. 137. Uluğ Bey, Zic-i Sultan (Yazma Eser), Süleymaniye (Ayasofya) Kütüphanesi, nr. 2693, vr. 12a. Yaltkaya, Şerefeddin, “Tarihte Renk”, Türkiyat Mecmuası, c. 7–8, 1940–1942, s. 41–47. Yılmaz, Yasemin, “Cemre Tekillik Analizi”, İstanbul Teknik Üniversitesi Uçak ve Uzay Bilimleri Fakültesi, (Basılmamış Bitirme Çalışması), İstanbul 1997. 200 Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 3, Ocak-2012, s. 201-221 ÇARLIK DÖNEMİ RUS TARİH DERS KİTAPLARINDA OSMANLI İMGESİ Venera BAŞARAN ÖZET: Bu çalışma 1837-1918 yılları arasında Rusya’da yayınlanan orta öğretim tarih ders kitaplarında Osmanlı imgesini incelemektedir. Rusya İmparatorluğu tarih ders kitaplarında Osmanlı İmparatorluğu ile ilgili yaklaşım ve değerlendirmeler ele alınarak incelenmiştir. Öncelikle milli devlet ve milli eğitimin oluşum süreçleri incelenmiştir. Milli eğitim kavramı çerçevesinde tarih ders kitabı incelemelerine ilginin ortaya çıkışı ve artışı, bu tür çalışmaların inceleme amaçları araştırmada yer almıştır. Bir devletin siyasi yapısı, toplumun siyasi, kültürel, ideolojik ve diğer değerler üzerine etkisini ortaya koyar. Bu çalışma bütün bu değerlerin bir milletin üzerinde kurulan imgeleri nasıl etkilediğini göstermeye çalışmıştır. Çalışma sırasında araştırmanın temel eseri olan tarih ders kitaplarında yer alan imgeler dönemin koşulları göz önünde bulundurularak ortaya konulmaya çalışılmıştır. Osmanlı ve Rus tarihinin önemli kırılma noktaları örnek olarak verilmiş, bu konular üzerinde yapılan yorumlar aktarılmıştır. Rus tarih ders kitaplarında bulunan resimler de bu çalışmada yer almıştır. Bu görüntüler aracılığıyla verilmek istenilen mesaj ve imgeler de yorumlanmıştır. Anahtar Kelimeler: Milli Eğitim, Tarih Ders Kitabı, Osmanlı İmparatorluğu, Rusya İmparatorluğu, Osmanlı İmgesi OTTOMAN IMAGE IN RUSSIAN HISTORY TEXTBOOKS OF THE TSARIST PERIOD ABSTRACT: This work investigates the Ottoman image derived from secondary school history textbooks published in Russia between 1837 and 1918. More precisely, it examines the Russian history textbooks’ approaches and assessments related to Ottoman Empire. At first, the formation processes of nation state and national education were analyzed. Within the limits of a national education’s concept, there are such issues as occurrence and increase in interest to history textbooks’ research, and also the purpose of the given researches. State’s political structure affects society’s political, cultural, ideological and other values. This study showed how all these social values influence one nation’s images. The images in the history textbooks depending on period of time was examined and the main breaking periods of Ottoman and Russian Empire’s history were indicated by using interpretation method of measurement. The pictures represented in Russian history textbooks are also included in the scope of this study. The messages and images drawn out through those illustrations are also interpreted. Keywords: National Education, History Textbook, Ottoman Empire, Russian Empire, Ottoman Image Giriş: “Demir perde”nin çöküşü, milletlerin yakınlaşmasına imkân sağlamasına rağmen Sovyetler Birliği ve Yugoslavya’nın dağılması, Avrupa kıtasındaki barış ve güvenlik süreçlerini tehdit altında bırakmıştır. Etnik çatışmaların patladığı çağdaş dünyada, bu çatışma ve anlaşmazlıklara sebep olan nedenler incelenmeye başlanmıştır. Diğer milletlere karşı stereotip, önyargı, yabancı düşmanlığı gibi süreçlerin nasıl geliştiğini incelemek; bir İstanbul Üniversitesi Uluslararası İlişkişkiler Bölümü doktora öğrencisi. Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 3, Ocak-2012, s. 201-221 VENERA BAŞARAN millete ilişkin imgelerin nasıl ve hangi olaylara bağlı kalarak oluştuğunu öğrenmek önemli bir mevzu haline gelmiştir. Tüm bu süreçlerde milli eğitim de sorumlu tutulmaya başlamış, siyasi ve pedagoji çevrelerinde ilgi uyandırmıştır. Böylece, son 20 yıl tarih ders kitaplarına yönelik araştırmalar giderek artmıştır1. Tarih ders kitaplarına ilginin İkinci Dünya Savaşı sonrasında da var olduğu görülebilir. Ders kitaplarını inceleme ve yeniden yazma amacıyla 1951 yılında Georg Eckert Enstitüsü kurulmuş ve bu enstitüde Uluslararası Ders Kitaplarını Araştırma Ağı oluşturulmuştur. Enstitü tarafından ders kitaplarını inceleme sürecinde farklı projeler sürdürülmüştür.2 Böylece, uluslararası işbirliğinde çok önemli bir adım atılmıştır. Çünkü daha önce eğitim alanı ve doğal olarak, ders kitapları da milli egemenliğin dokunulmaz bir parçası kabul edilmişti. 3 Fakat yukarıda da belirtildiği üzere, ders kitaplarına esas ve daha derin ilgi Sovyetler Birliği ve Yugoslavya gibi devletlerin çöküşü ve yeni millî devletlerin ortaya çıkması ile birlikte olmuştur. Dünyadaki gelişmeler çerçevesinde meydana gelen yeni millî devletlerin asıl amaçları, ayakta kalabilmek, idare kurumları yaratmak ve uluslararası bir düzeyde meşruiyet, başka bir ifade ile egemenlik kazanmaktı. Diğer taraftan da ülkelerdeki egemen ideolojinin de yok olması ile beraber, bu ülkelerin temel ilkelerini yeni dünya düzenine uyumlu hale getirmek gerekliydi. Bu da ülkenin milli temellerinden birisi olan eğitimin de değişimini gerektirmişti. Eski dünya düzeninde iki kutuplu sistemin var olması, her iki kutuptaki eğitim sisteminin de belirli yönde gelişmesini ve ideolojik olmasını sağlamıştır. İki kutuplu sistemin çöküşü, ülkenin demokratik yolda gelişmesini ve doğal olarak diğer devletler ile de ilişki geliştirmesini beraberinde getirmiştir. Bu gelişmelerin var olmasının ancak eğitimi ve doğal olarak, tarih ders kitaplarını da gözden geçirmekle mümkün olacağı görülmüştür. Milli eğitime ilginin artması ile tarih ders kitaplarında yer alan diğer milletlere ilişkin imgelere de ilgi artmıştır. Bazı ülkelerde imgelerin ortaya çıkmasını, var oluşunu ve toplumsal etkisini inceleyen bilim dalına 1 Falk Pingel, Avrupa Evi. Ders Kitaplarında 20. Yüzyıl Avrupa’sı, Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı, İstanbul 2003, s. 9. 2 Wolfgang Höpken, “Textbooks and Conflicts. Experiences from the Work of the GeorgEckert-Institute for International Textbook Research”, http://siteresources.worldbank.org/EDUCATION/Resources/2782001121703274255/1439264-1126807073059/World_Bank.pdf [19.09.2008] 3 Leo Fernig, “The International Bureau of Education in Geneva a Centre of the Progressive Education”, http://www.unesco.org/education/pdf/FERNIG_2.PDF [22.09.2008] 202 ÇARLIK DÖNEMİ RUS TARİH DERS KİTAPLARINDA OSMANLI İ MGESİ imgebilim denilmiştir. Bu bilim dalı, öncelikle edebiyatta yaygınlık kazanmıştır. Zaman içerisinde imgebilimin araştırma alanı, edebiyat alanından tarih alanına da kaymıştır4. Diğer milletlere ilişkin imgelerin araştırılmasının milli tarih eğitimi ile iç içedir. Milli eğitim devlet politikasının en önemli stratejik alanına dönüşmüştür. Milli tarih eğitiminin amaçları kolektif bellek oluşturmak, milli kimlik yaratmak, yurttaş yaratmak gibi öğeler olarak sıralanabilir. Her devletin tarihi inişli ve çıkışlı bir seyir izlemektedir. Hiç kuşkusuz her millet geçmişini yeni nesillere aktarırken, doğal olarak, büyüklüğünü, gücünü, yenilmezliğini ortaya koymaya çalışmaktadır. Kolektif bellek de bu amaçları hayata geçirmek için önemli bir rol oynamaktadır5. Kolektif bellek, eğitimin yapılaşma, millileşme ve gelişme süreçlerinde de önemli rol oynamaktadır. Hiç kuşkusuz, bu olgunun öncelikli etkisi tarih eğitiminde gözlemlenebilmektedir. Böylelikle milli tarih eğitiminin kolektif bellek temeli üzerinde inşa edildiği söylenebilir. Milli kimliğin gelişimi de çok önemli bir süreçtir. Milli kimlik, birey ya da halkların kendi kökleriyle ilgili olarak farklı biçimlerde ortaya çıkmıştır: Eski geleneklerini yaşatmaktan kendi milli devletini kurma isteğine kadar uzanabilmektedir. Milli kimliğin var olmasını sağlayan ortak değer ve ortak davranışlardır. Bu özellikler, milli kimliğinin oluşumunu ve tarih boyunca varlığını ve önemini kaybetmemesini sağlamıştır6. Milli tarih eğitiminin önemli amaçlarından biri de, vatansever ve sadık bir yurttaş oluşturmaktır. Yurttaşlık kavramı çeşitli tarihsel dönüşümlerin sonucunda günümüzdeki anlamına ulaşmıştır. Yurttaşlık bireylerin bir topluma ait olduğunu göstermekte, bireyin yabancıdan farklılığını ortaya koymaktadır 7. Böylece, tüm bu milli tarihi oluşturan mekanizmanın anlaşılması, bir millete ilişkin imgelerin ortaya çıkartılmasında başrol oynamaktadır. Bu tür araştırmaları yaparken de bu faktörleri göz önünde bulundurmak gerekmektedir. Bu tespitlerin ışığında, bir milletin yaşadığı tarihi gelişme ve süreçler kuşkusuz ön plana çıkmaktadır. Tarihi önyargılar, farklı etnik gruplar 4 Joep Leerssen, “Images-Information-History and Method of Imagology”, http://cf.hum.uva.nl/images/info/historymethod.html [25.04.2009]. 5 Moris Halbwaks, “Kolektif ve Tarihi Bellek”, http://magazines.russ.ru/nz/2005/2/ha2.html [15.09.2008]. 6 Nuri Bilgin, Kimlik İnşası, Aşina Kitaplar, Ankara 2007, s. 35. 7 Dominique Schnapper, Yurttaşlar Cemaati: Modern Ulus Fikrine Dair, Kesit Yayıncılık, İstanbul 1995, s. 102. 203 VENERA BAŞARAN arasındaki ilişkilere ve işbirliğine engel olup zamanla norm haline gelerek, tartışmasız ve sabit bir unsur olarak nesilden nesle aktarılmaktadır. Günümüzdeki eğitim temelinin, milliyetçi ve etnik yapıya dayandığı aşikârdır. Tarih, her milletin ne olursa olsun kendi sınırlarını korumaya, kültür ve medeniyetini yüceltmeye ve diğer milletler ile farklılıklarını öne çıkarmaya çalıştığını göstermektedir8. Çarlık Dönemi Tarih Ders Kitaplarının Özellikleri: Eğitim, hiç kuşkusuz, sosyal hayat, iç politika ve ülkedeki durumun önemli bir göstergesidir. Rusya’da 18. asra kadar sadece dini eğitim veriliyordu. Bu asırdan itibaren seküler eğitim veren ilk devlet okulları açılmıştır. Seküler devlet okullarının açılmasına rağmen genel eğitimde din eksenli eğitim devam etmiş, kilise tarafından yayınlanan ders kitaplarının egemenliği sürmüştür. 1890-1894 yılları arasında yayınlanan kitaplar konuları açısından aşağıdaki gibi sınıflandırılabilir: Dini eserler (%20.13), edebi eserler (%18.98), ansiklopedik eserler (%10.13), ders kitapları (%9.43), tıp kitapları (%8), tarih kitapları (%7.29), halk için kitaplar (%6.22), siyasi, finans kitapları (%5.88), hukuki eserler (%4.44), çocuk kitapları (%4.16), fen ve doğa bilim eserleri (%3.71), felsefi eserler (%1.63) v.s.9 Görüldüğü gibi dini eserler sosyal hayattaki değişikliklere rağmen ağırlığını korumaya devam etmiştir. 19. asırda tarih ders kitaplarının birçoğu ünlü Rus aydın ve öğretmenler tarafından yazılmıştır. Bu dönem ders kitaplarının ortak özelliklerini belirtmemiz gerekirse, bu ders kitapları sade bir tarzda yazılmış ve bazı kitaplarda görsel malzemeler kullanılmışsa da, bu görseller ünlü kişilerin resimleri ile sınırlı kalmıştır. Bu açıdan çok sayıda resmin kullanıldığı Aleksandr Kaçkaçov’un ders kitabı ötekilerden ayrılır.10 Kaçkaçov’un Russkaya İstoriya v İllyustratsiyah kitabında kullanılan görsellerin önemli bir bölümü savaşlara özgüdür. İvan Kaydanov ise 1837 basımlı Uçebnaya Kniga Vseobşçey İstorii (Dlya Yunoşestva) kitabında derkenarlar düşerek okuyucunun dikkatini önemli gelişmelere çekmeye çalışmıştır.11 Nikolay Bajenov’un 1907 tarihli Uçebnik Russkoy İstorii ise önemli tarihi kişiliklerin özgeçmişlerine yer vererek metni dikkat çekici bir hale getirmeye 8 John Issıtt, “Reflections on the Study of Textbooks”, History of Education, Vol. 33, 6, 2004, s. 683-696. 9 Bolşoy Rossiyskiy Ensiklopediçeskiy Slovar, BRE, Moskva 2003, s. 417. 10 Aleksandr Kaçkaçov, Russkaya İstoriya v İllyustratsiyah, Putevodnıy Ogonyok, Moskva 1908. 11 İvan Kaydanov, Uçebnaya Kniga Vseobşçey İstorii (Dlya Yunoşestva). İstoriya Srednih Vekov, 1. Baskı. İmperatorskaya Akademiya Nauk, Peterburg 1837. 204 ÇARLIK DÖNEMİ RUS TARİH DERS KİTAPLARINDA OSMANLI İ MGESİ çalışmıştır12. Ders kitaplarında metinler bölüm ve alt bölümlere ayrılarak ve bu bölümler için dikkat çekici başlık ve alt başlıklar kullanılarak okurun kitabı kolaylıkla izlemesi sağlanmıştır. İvan Kaydanov ve Mihail Bogoslovskiy gibi bazı yazarların ruhban okullarında eğitim almış olmaları, hiç kuşkusuz, yazdıkları kitaplara da yansıyan etkiler yaratmıştır. Bu etki gerek metinlerde benimsenen anlatım tarzında, gerekse kitapların içeriğinde görülmektedir. Rusya’da 19. yüzyılın sonundan 20. yüzyılın başına kadar Ortodoksluk ve kilise eğitim alanında etkisini arttırmıştır. Ortodoksluğa dayanan okul eğitimi, öğrencilerin çarlık rejimi ve yapısına sadakat, devrim fikirlerinden uzak durmak gibi düşünceleri benimsemesini sağlamaya çalışmıştır. Bu, eğitim düzeyini yakından etkilemiş, ders ve ders kitaplarının içeriğini de önemli bir biçimde belirlemiştir. Osmanlı Türklerinin Fetihleri ve Yeniçeriler: Orta çağ tarihinde Osmanlı Türklerinin fetihleri önemli yere sahiptir. Kaydanov bu fetihleri anlatırken Osmanlı ordusu ve sultanlarına önemli bir yer ayırmış, Osmanlı sultanlarını son derece övücü ifadelerle tasvir etmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun kurucusu olarak ele aldığı Osman Bey için kullandığı ifadeler bu açıdan örnek olarak ele alınabilir: “Emir Osman, silah kullanma konusundaki ustalığı, yönetim alanında sergilediği bilgeliği ve iç güzelliği ile o kadar ünlü oldu ki, ardılları ve yönettikleri Türkler büyük bir onur ile Osmanlı ismini almışlardır”13. Oğlu ve varisi Orhan ise, “cesur bir fatih ve kurnaz siyasetçi” olarak gösterilmiş, onun yönettiği dönemde Türklerin hâkimiyetini Anadolu’ya yaydığı vurgulanmıştır14. Kaydanov, 14. yüzyılda Makedonya, Bulgaristan, Teselya ve neredeyse tüm Yunanistan’ı ve Anadolu’nun bir kısmını ele geçiren Beyazıd’ın “tüm düşmanlarını yıkıp geçtiği” için kendisine verilmiş olan Yıldırım lakabını hak etmiş olduğunu belirtmiştir 15. Fatih Sultan Mehmet ise ders kitabında “II. Mogammed” ve “Büyük Türk İskender’i” ismi ile tanıtılmıştır 16. Kaydanov, Osmanlı Türklerinin piyade ordusunu tasvir ederken, şunu belirtmiştir: “ordu, askeri yapı bakımından korkunç; dini fanatizm açıdan ise zapt olunmazdır”17. Görüldüğü gibi, ordunun tasvirinde dini faktör 12 Nikolay Bajenov, Uçebnik Russkoy İstorii, Skoropeçatiya İ. Ja. Lebedeva Kronştadt 1907. Kaydanov, a.g.e, s. 299. 14 Aynı yer. 15 Kaydanov, a.g.e, s. 303. 16 Kaydanov, a.g.e, s. 305. 17 Kaydanov, a.g.e, s. 299. 13 205 VENERA BAŞARAN önemlidir, askerlerin din konusunda fanatik oldukları da belirtilmiş ama fatihlerin hangi dine ait oldukları açık bir biçimde belirtilmemiştir. Diğer taraftan Kaydanov, Türk ordusunun askeri başarılarını Doğu Roma İmparatorluğu’nun içinde bulunduğu siyasi koşullara da bağlamaktadır: “Doğu Roma İmparatorluğu bu kadar kötü bir durumda olmasaydı, Osmanlıların hâkimiyeti bu kadar kısa bir sürede güçlenmezdi”18. Fakat her ne kadar Türklerin başarıları fethedilen ülkenin durumuna bağlansa da, Kaydanov, Türk ordusunun o dönemde çok güçlü ve “zapt olunmaz” olduğunu defalarca dile getirmiş ve kanıtlamaya çalışmıştır. Çarlık dönemi tarih ders kitaplarında görülen ortak özellik “piyade ordusunun” diğer ifade ile yeniçerilerin başarılı Türk fetihlerinin nedenlerinden birisi olarak gösterilmesidir. Örneğin, Dvornikov, “Osmanlı Türklerinin yeniçeri adlı piyade ordusunu bir ilk olarak kullanmaya başladığını, yeniçerilerin de sultandan maaş, giyim, silah alıp, sultana çok sadık olduklarını ve onun için çok cesurca savaştıklarını” belirtmiştir19. Kaydanov da, I. Murat döneminde “Yeniçeri” ismini taşıyan piyade Türk ordusunun güçlendiğini söylemiştir. Yazar, yeniçerilerin kimlerden oluştuğu konusuna hiçbir şekilde değinmemiştir. Bir tek Petr Dvornikov yeniçerileri, “işgal edilen bölgelerden Müslümanlığı kabul etmiş Hıristiyanlar” olarak göstermiştir20. Görüldüğü üzere, çarlık dönemi tarih ders kitaplarında “yeniçeri” konusu çok fazla ayrıntı ile incelenmemekle beraber, nesnel bir biçimde ele alınmıştır. İslam Tehdidi ve İstanbul’un Fethi: Çarlık dönemi tarih ders kitaplarının orta çağ tarihinde aydınlattığı ve en çok önem verdikleri konu Bizans’ın çöküşü ve İstanbul’un fethidir. “İslam tehdidi” olarak adlandırılan bu bölümün başlığı Kaydanov’un Osmanlı fetihleri ile ilgili kullandığı terimden kaynaklanmaktadır. Çarlık dönemi tarih ders kitaplarında Bizans’ın fethi ve Konstantinopol’ün düşüşü konusunda yapılan açıklamalarda fetih iç ve dış faktörlerin ışığı altında gerçekleşen bir gelişme olarak gösterilmekte, fetihte din unsuru en önemli faktörlerden birisi olarak öne çıkartılmaktadır. Kaydanov, fetih öncesi Bizans’ın durumunu ‘feci’ olarak nitelendirmiş, hükümdarların halka zulüm ettiğini, ‘fakirlik, tembellik, yerginlik ve cinayetlerin, insanların devlete olan bağlılığını zedelediğini’ dile getirmiştir. 18 Aynı yer. Petr Dvornikov, İstoriya Srednih Vekov. Uçebnik, Tipografiya G. Lissnera i D. Sobko, Moskova 1909, s. 241. 20 Aynı yer. 19 206 ÇARLIK DÖNEMİ RUS TARİH DERS KİTAPLARINDA OSMANLI İ MGESİ Yazara göre, Bizans’ın kötü durumda olması, hiç kuşkusuz, Osmanlı Türklerinin İstanbul’un fethini kolaylaştırmıştır21. Bizans’ın fethi konusu incelendiğinde dini faktör son derece önemlidir. Ortodoksluk, diğer ülkeler ile ilişkilerini belirleyen önemli bir unsurdur. Osmanlı Türklerinin ilerlemesi ile Avrupa’da bir İslam tehlikesi korkusu oluşmaya başlamıştır. Bizans İmparatorluğu, ‘eski Haçlı seferleri zamanlarındaki gibi İslam’a karşı çıkacaklarını ümit ederek’, Osmanlı Türklerinden korunmak için ilk önce Batı Avrupa Hıristiyan ülkelerinden yardım istemiştir. Fakat ‘Doğu Kilisesine İslam’dan tehlike ve tehdit görünmüş olmasına rağmen, Batı ve Doğu kiliseleri arasındaki dini düşmanlık dört yüzyıldan fazla sürmüş ve bitmemiştir’22. Görüldüğü gibi, tehdit Osmanlı Türklerinden çok İslam’dan beklenmiştir. Daha önce de belirtildiği gibi, çarlık dönemi tarih ders kitaplarını yazanların çoğunun ruhban okulunda eğitim görmüş olması tarih ders kitaplarının içeriğini etkileyen önemli bir faktördü. Ayrıca, bu dönem eğitimin Ortodoksluk temelli olduğunu da göz önünde bulundurmamız gerekmektedir. Bajenov ders kitabında İstanbul’un fethi ile ilgili dipnotta şu bilgiyi aktarmıştır: ‘Ayasofya Katedrali ve diğer Hıristiyan tapınakları camiler veya Müslüman ibadethanelerine dönüştürülmüş, üzerine haç yerine hilal simgesi konulmuştur’23. Kaydanov ise fethi kaleme alırken, ‘büyük, kalabalık ve ortaçağın en eğitimli devlet’” olarak nitelendirdiği Doğu Roma İmparatorluğu’nun “yavaşça kendi ölümünü hazırladığını” öne sürmüş, “Kur-an’ın Hıristiyan dünyasının merkezine geldiğini” belirterek sözlerini bitirmiştir24. Böylece, İstanbul’un fethi konusunu ele alan yazarlar üç farklı noktaya değinmişlerdir. Birincisi, Bizans İmparatorluğu’nun iç durumu ile ilgilidir. Halkın yaşadığı anlaşmazlıklar, bölünmüşlük fethi kolaylaştırmıştır. İkincisi ise, Batı (Katolik) ve Doğu (Ortodoks) kiliseleri arasındaki “dini düşmanlığı” kapsamıştır. Bu durum Bizans’ın yenilgisine sebep olarak gösterilmiştir. Üçüncüsü de, İstanbul’un fethi, Müslümanlığın Hıristiyan dünyasına nazaran daha öne çıkmasını sağlamış, bu noktadan itibaren Batı ülkeleri için yeni tehdit olarak İslam’ın oluştuğu belirtilmiştir. Osmanlı Türkleri ve Fethedilen Ülkelerdeki Halkın Durumu: Osmanlı Türklerinin Anadolu, Asya ve Balkan yarımadasındaki fetihleri 21 Kaydanov, a.g.e, s. 300. Dvornikov, a.g.e, s. 242. 23 Bajenov, a.g.e, s. 54. 24 Kaydanov, a.g.e. s. 300. 22 207 VENERA BAŞARAN sonucunda Osmanlı Devleti, imparatorluğa dönüşmüştür. Bu devlet büyük topraklara yayılıp, farklı milletleri, farklı dini inançlara sahip halkları aynı çatı altında toplamayı ve altı yüz yılı aşkın bir süre yönetmeyi başarmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun çok milletli yapısı doğal olarak yazarların çeşitli milletlerin bir arada nasıl yaşadığı konusuna ilgi duymasına yol açmıştır. Bu çerçevede Osmanlı İmparatorluğu’nda farklı halkların durumu Çarlık dönemi ders kitaplarında da detaylı bir şekilde incelenmiştir. Kaydanov, “Doğu Roma İmparatorluğu’nun Türkler tarafından fethedilmesinin sonuçları” isimli bir alt başlık altında fetih sonrası dönemi incelemiştir. Yazar öncelikle “eğitimli Yunanlıların Asya barbarlarının eline düşmüş olmasını görmenin”, “insan ruhuna aykırı”25 olduğunu söylemekle birlikte Doğu Roma İmparatorluğu halkı için belirtilen “kölelik boyunduruğunun söylendiği kadar korkunç ve ağır olmadığını”26 öne sürmüştür. Her ne kadar Kaydanov Bizans İmparatorluğu’nun yenilmesine üzülmüş olsa da, onun Katolik kilisesinin etkisi altına girme ihtimalini daha da kötü bulmuştur. Ona göre, Bizans “Katoliklerin işgaline uğrasaydı, onlar da kendi geleneklerini, kendi feodalizmini, kendi kanun ve hukukunu, dini geleneklerini ve Katolik kilisesinin yasalarını getireceklerdi”, böylece Yunanlılar “milli niteliklerini kaybetmiş olacaklardı” 27. Kaydanov’a göre, “Türkler, her ne kadar sert, İslam fanatiği, Avrupa ülkelerinin eğitimine benzemeyen eğitime sahip olsalar bile, Yunanlıları ezmiş olmakla birlikte, yaşam biçimlerine karışmıyorlardı”28. Yazar, Türklerin Yunanlılara karşı tutumunu Moğolların Ruslara karşı davranışları ile karşılaştırmıştır: “onları köle gibi görüyorlardı, fakat sivil işlerine ve din meselelerine karışmıyorlardı”. Bu yüzden, yazara göre, “Türk hâkimiyeti altında olan Yunanlılar kendi geleneklerini, dinlerini, milli özelliklerini ve tarihlerini koruyarak günümüze kadar sürdürebilmişlerdir”29. Daha da ilginci yazar ilerideki sayfalarda Bizans’ın fethinin “Avrupa eğitimi için aslında hayırlı”30 olduğunu söylemiştir. Kaydanov’a göre, Türkler Avrupa’yı doğudan gelecek daha kötü saldırılara karşı korumuş, “Avrupalıların Asya halkları ile ticari ilişkiler başlatmasına imkân tanımışlardır”31. Ayrıca, “Türklerden korkmalarının Avrupa için faydalı olduğuna, zira Avrupa’da vatandaş düzenini koruyan papa hâkimiyet 25 Kaydanov, a.g.e, s. 306. Kaydanov, a.g.e, s. 307. 27 Aynı yer. 28 Aynı yer. 29 Aynı yer. 30 Aynı yer. 31 Kaydanov, a.g.e, s. 308. 26 208 ÇARLIK DÖNEMİ RUS TARİH DERS KİTAPLARINDA OSMANLI İ MGESİ düşüncesinin, bu düzeni korumak için başka bir dış güç gerektirdiğini, böyle bir gücün de Türklerin elinde olduğuna” dikkatleri çekmiştir, çünkü hilal sembolünü gören Avrupalıların “korkudan kendi aralarındaki anlaşmazlıkları unuttuğunu, daha da sıkı birleştiğini” dile getirmiştir32. Son olarak yazar Türk fetihlerinin yarattığı olumsuz etkilerin ve Türk korkusunun Avrupalılar tarafından iyice abartıldığını” belirterek, Türklerin “Avrupa devletlerinin bağımsızlığı için hiçbir zaman tehdit oluşturmadığını” ileri sürmüştür33. Dvornikov ise Bizanslı köylü ve işçileri “demokratik nüfus” olarak tanımlamıştır. Yazara göre, köylü ve işçilerin durumu Osmanlı fethi ile değişmemiştir. Bizans döneminde de “demokratik nüfusu kendi hükümetinin ağır vergilendirme politikasından muzdaripti” ve fetihten sonra da onlar “eski şartlarda yaşamaya devam etmişlerdir”34. Yazara göre, aslında fetihten sonra durumu değişenler soylular olmuştur: “Türkler soylulardan arazilerini alarak kendi komutanlarına vermişler, Bizanslı toprak sahiplerini ise uzak bölgelere göndermişlerdir”35. Kareev, diğer yazarlardan farklı olarak “Türk hâkimiyeti altında bulunan Yunanlıların durumunun kötüleştiğini” belirtmiştir. Bunu kanıtlamak için, “(Türk) hükümdarların aklına Yunanlıları tamamen yok etme gibi fikirlerin geldiğini; Balkan yarımadasının tüm nüfusunun reaya’ya dönüştürüldüğünü; Türklerin bütün toprağı sultanın mülkiyeti olarak gördüklerini ve bu yüzden toprağı kullanan halktan büyük vergi topladıklarını; tüm yetişkin erkek nüfusu askeri hizmetten kurtulmak için özel vergi ödemek zorunda bırakmalarına rağmen, yeniçeri ordusunu tamamlamak için erkek çocukların vergi olarak toplandığını” iddia etmiştir 36. Bunun yanı sıra, yazar kötü bir yönetim organizasyonuna dikkat çekerek, Yunanlıların var olan imtiyazları kullanmalarını engellediğini, ancak Yunan kilisesinin ve yerli yönetimin özerkliği sayesinde, bu imtiyazların, Türk boyunduruğu altında bulunan Yunanlıları yok olmaktan kurtardığını belirtmiştir37. 32 Kaydanov, a.g.e, s. 308 Kaydanov, a.g.e, s. 306-309. 34 Dvornikov, a.g.e, s. 241. 35 Aynı yer. 36 Nikolay Kareev, Uçebnaya Kniga İstorii Srednih Vekov, Tipografiya M. M. Stasyuleviça, Sankt-Peterburg 1900, s. 170. Kareev’in bu iddialarını yalanlayan birçok kaynağı göstermek mümkündür. Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayan Rumların birçok hakka sahip olduklarını, ayrıca çok zengin kısmı oluşturduklarını ve kilise yönetiminde serbest olduklarını belirlemek gerekir. Ayrıntılı bkz. Yelda Demirağ, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Yaşayan Azınlıkların Sosyal ve Ekonomik Durumları”, http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/19/1270/14615.pdf, [15.04.2011]. 37 A.g.e., s.170. 33 209 VENERA BAŞARAN Kareev Osmanlı fetihlerinin “Avrupa’nın Doğu ile sürdürdüğü ticareti kötü etkilediğine” dikkat çekmiştir38. Buna karşılık, Kareev, “Türklerin Bizans İmparatorluğu’nu fethederek İtalya’da Yunanca öğretmenlerin artmasını yol açtığını”39, böylelikle Avrupa’da Bizans’ın tarihi, etnografik ve siyasi bilimlerin de bu dönemde yaygınlaşmasını sağladığını” belirtmiştir40. Osmanlı Türklerinin fetih sonrası durumunu değerlendiren Rus yazarlar, Yunan yerli yönetimi ve kilisesinin özerkliğinin Yunan din, dil ve geleneklerini sürdürebilmelerini sağladığı konusunda hemfikirdiler. Sadece Kareev diğer yazarlardan farklı olarak, Yunanlıların durumu ile ilgili ağır bir vergilendirme politikasına değinerek, Yunanlıların yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kaldıklarını belirtmiştir. 18. Yüzyıl Osmanlı-Rus Savaşları: Rusya İmparatorluğu’nun tarihinde 18. yüzyılın ikinci yarısı (1762-1796) Çariçe II. Katerina ve oğlu I. Pavel (1796-1801)’in egemenliği altında idi. Osmanlı İmparatorluğunda ise 17501800 yılları arasında dört sultan tahta geçmiştir: III. Osman, III. Mehmet, I. Abdülhamid ve III. Selim. Bajenov’a göre de: “Dış politikada çariçe II. Katerina özellikle kendi zamanına kadar tüm Avrupa’yı korkutan ve kendisinden itibaren gücünü kaybetmeye başlayan Türkler ile sürdürdüğü savaşlarındaki zaferler ile ün kazanmıştır”41. Bu dönemde hem denizde hem de karada büyük Osmanlı-Rus savaşları gerçekleşmiştir. Ders kitaplarında ayrıntılı olarak şu savaşlar incelenmiştir: 1. 1768-1774 I. Osmanlı-Rus savaşı. Savaş, karada Moldova ve denizde Çeşme’de gerçekleşmiştir. 2. 1787-1791. II. Osmanlı-Rus savaşı Moldova ve Kırım’da gerçekleşmiştir. İsmail kalesinin ele geçirilmesi bu savaşın en önemli dönüm noktalarından biridir. Aynı zamanda bu dönemden itibaren Rus dış politikasında “doğu sorunu” terimi kullanılmaya başlanmıştır. Borgman, “doğu sorunu” teriminin ilk olarak “Avrupa ile Asya halkları arasındaki, ikinci olarak Hıristiyan ile Müslümanlar arasındaki; üçüncü olarak Balkan Hıristiyanları ile Türkler arasındaki ve son olarak da Rusya (ve diğer Avrupa ülkeleri) ile Osmanlı İmparatorluğu arasındaki karşılıklı ilişkileri belirtmek için kullanıldığını” 42 belirtmiştir. 38 Kareev, a.g.e, s. 181. Kareev, a.g.e, s. 183. 40 Kareev, a.g.e, s. 184. 41 Bajenov, a.g.e, s. 115. 42 Aleksandr Borgman, Uçebnaya Kniga Po Russkoy İstorii, İzdanie T-va A.S. Suvorina, “Novoe Vremya”, Sankt-Peterburg 1913, s.120. 39 210 ÇARLIK DÖNEMİ RUS TARİH DERS KİTAPLARINDA OSMANLI İ MGESİ İncelenen tarih kitaplarında Birinci Osmanlı-Rus Savaşı ile ilgili olarak vurgulanan konuların başında Rusya’nın sayıca üstün olan Osmanlı ordusunu yendiği gelmektedir. Bajenov, “Türklere karşı askeri hücumların o dönem Osmanlının vilayeti olan Moldova’da yapıldığını, ilk savaş sie Prut Nehrinin bir kolu olan Larga Nehrinin kıyılarında Kırım Tatarlarına karşı gerçekleştiğini ve Kırım Hanlığının ordusunun üç kat daha fazla olmasına rağmen, Rusya’nın bu savaşı kolaylıkla kazandığını” öne sürmüştür43. Ayrıca, yazar, “Türk ordusundaki askerlerin sayısını 150 bin, Rus ordusundakilerin sayısını ise 17 bin olarak”44 vermiştir. Kaçkaçov da Birinci Osmanlı-Rus Savaşını anlatırken taraflar arasındaki güç dengesine dikkat çekerek “güçlerin eşit olmadığını, Rus ordusunda 30 bin askerin olduğunu, karşılarına ise 80 bin kişilik Kırım ordusunun çıktığını, aynı zamanda da Tuna Nehri’ne doğru 150 bin kişilik bir Türk ordusunun yaklaştığını” ifade etmiştir 45. Bajenov, Rus başkumandanı Rumyantsev’in Osmanlı ordusunun sayıca üstünlüğünü gerekçe göstererek yardım istediğinde çariçenin “Romalılar düşmanın sayısını değil, düşmanın nerede olduğunu soruyorlardı” biçimindeki cevabına yer vermiştir46. Yazar, “bu savaşta sultanın muhafızları olan yeniçerilerin cesaret gösterdiğini” belirtmiş, ancak; başkumandan Rumyantsev’in sonuçta Türkleri yendiğini ve “Tuna Nehrini geçtiği için ‘Tuna Fatihi’ unvanı aldığını” söylemiştir47. Kaçkaçov da, Türklerin yenilgisini anlatırken, “Rumyantsev düşmanlarını öyle bir yenilgiye uğratmıştır ki, Türkler herşeyi geride bırakıp korku içinde kaçarak Tuna Nehri’ne atlayıp canlarını kurtarmaya çalışmışlardır” demiştir48. Aynı savaşta İzmir yakınlarındaki Çeşme’de büyük bir deniz savaşı da gerçekleşmiştir. Bajenov “Rus donanmasının başkumandanı Kont Aleksey Orlov’un geceleyin Türk gemilerine yangın gemileri gönderdiğini, böylece bir gemi dışında Türk donanmasının yanıp yok olduğunu, kendisinin de bu savaş dolayısı ile “Çeşme Fatihi” unvanı aldığını” dile getirmiştir49. 1774 yılı Küçük Kaynarca Barış anlaşması metinlerine göre, “Türkiye’nin Rusya’ya Kerç Boğazı ile Dinyeper ve Don Nehirlerinin ağızlarını teslim ettiğini, Rus tüccarları için gemilerinin Karadeniz’den Akdeniz’e inerek serbestçe 43 Bajenov, a.g.e, s. 115. Aynı yer. 45 Kaçkaçov, a.g.e, s. 119. 46 Bajenov, a.g.e, s. 115. 47 Aynı yer. 48 Kaçkaçov, a.g.e, s. 119. 49 Bajenov, a.g.e, s. 116. 44 211 VENERA BAŞARAN dolaşımına izin verdiğini ve Kırım Hanlığı’nın bağımsızlığını kazandığını” belirtmiştir 50. Borgman’a göre de, Küçük Kaynarca anlaşmasının en önemli şartı “Türkiye51’nin Kırım Tatarlarının bağımsızlığını kabul etmesidir”. Böylelikle Türkiye’den ayrılan Kırım Hanlığı iç anlaşmazlıkları nedeniyle güçlü komşusuna karşı bağımsızlığını koruyamayacak, “er ya da geç [Rusya’ya] boyun eğecektir”52. Görüldüğü gibi, Kırım, Rusya için önemli bir zaferdi. Büyük Petro döneminden bu yana Rusya’nın en büyük arzusu “donmayan denizlere” çıkmaktı. Karadeniz’in geniş kıyıları Novorossiya: Yeni Rusya adını almıştır. Kırım’ın işgali ile Rusya Karadeniz filosunu kurmaya başlamış, Sivastopol, Karadeniz’de askeri üs haline gelmiştir. İkinci Osmanlı-Rus Savaşı tarih ders kitaplarında II. Türk Savaşı adını altında anılmıştır. Rus tarih kitaplarına göre bu savaşın kahramanı Aleksandr Suvorov’dur. Tüm tarih ders kitaplarında Suvorov’a bir bölüm ayrılarak özgeçmişi, savaş taktikleri ve savaşta gösterdiği kahramanlığı ayrıntılı bir şekilde yer verilmiştir. Suvorov’un Boze (Rımnik) Nehri kıyısındaki savaşta ve İsmail kalesinin alınması sırasında gösterdiği kahramanlıklara da çok fazla yer verilmiştir. Tüm ders kitaplarında savaşın sorumlusu Türkiye olduğu iddia edilmiştir. Örneğin, Bajenov’a göre, “Türk sultanı, Kırım yarımadasının kaybetmesini hazmedemeyerek, yeniden Rusya’ya savaş ilan etmiştir”53. İsmail kalesinin alınması neredeyse tüm ders kitaplarında ayrıntılı olarak verilmiştir. Kale, ders kitaplarında zapt olunamaz olarak tanımlanmıştır. Bajenov, Türklerin sayısının daha fazla olması ve açık meydan savaşlarına göre kale savaşlarında daha başarılı olmalarına rağmen, Rus ordusunun başarısını Suvorov’a bağlamıştır54. Savaşa hazırlık döneminde Suvorov askerlerine şu emri vermiştir. “Bir gün dua ediniz, ikinci gün eğitim alınız, üçüncü gün ya onurlu bir ölüm ya da zafer yaşayınız” 55. Bajenov’a göre Türkler en az Ruslar kadar cesaret örneği göstermişlerdir. “İsmail kalesinin alınması öncesinde Suvorov Türk başkomutanına teslim olmasını teklif etmiştir. Türk başkomutanı ‘İsmail boyun eğeceğine, Tuna Nehri akışını 50 Bajenov, a.g.e, s. 116. Kastedilen devlet Osmanlı Devleti’dir. 52 Borgman, a.g.e, s. 120. 53 Bajenov, a.g.e, s.117. 54 Bajenov, a.g.e, s. 121. 55 Bajenov, a.g.e, s. 122. 51 212 ÇARLIK DÖNEMİ RUS TARİH DERS KİTAPLARINDA OSMANLI İ MGESİ durdurur’ cevabını vermiştir 56. Kaçkaçov’un kitabında dikkat çeken önemli öğeler arasında, hem Rusların hem Türklerin delicesine savaşmaları, İsmail kalesinde her sokak ve her evin savaş ile alınmasıdır57. İsmail kalesinin işgali ve Türkiye ile savaşlarda görülen zaferler neticesinde II. Katerina “Türkleri tamamen Avrupa’dan Asya’ya kovmak, Bizans (Yunan) İmparatorluğu’nu yeniden kurmak istemiştir. Bu yönde “Grek (Yunan) Tasarısı” diye adlandırılan projeyi ortaya atmıştır.58 Yeni Bizans İmparatoru olarak da çariçenin torunu Konstantin Pavloviç düşünülmüştür. Fakat diğer Avrupa ülkelerinin karşı çıkması ile II. Katerina bu fikrinden vazgeçmek zorunda kalmıştır”59. Kuşkusuz, yüzyıllar boyunca paylaşılamayan topraklar için savaşan Rusya ve Türkiye’nin birbirini düşman olarak görmeleri son derece doğaldır. Fakat Türkleri düşman olarak algılayan düşüncenin sebebinin öncelikle dini kaynaklardan beslendiği aşikârdır. Örneğin, Borgman’a göre, İmparatorun doğu politikası sadece Rus çıkarları ile değil, Müslümanların boyunduruğu altında olan Hıristiyanların himaye edilmesiyle meşrulaştırılmıştır. Grek Projesi de aynı anlayışı yansıtmıştır60. Sonuç olarak, Çarlık dönemi ders kitaplarında sadık ve vatansever bir yurttaş yetiştirmek için kullanılan yöntemlerle sık sık karşılaşılmaktadır. Öncelikle Rus ordusunun sayıca üstün Osmanlı ordusu karşısında cesaretle savaşması, Türkleri yenilgiye uğratması, yenilen Türklerin korkuya düşerek kaçması bu dönemin kitaplarında rastlanan ortak konular arasındadır. Bununla birlikte Çarlık dönemi ders kitaplarında Türklerin de kalelerini cesaretle savunmaları, savaşmadan teslim olmamaları gibi özelliklerine gönderme yapmaları dikkat çeken diğer önemli bir husustur. 19. Yüzyıl Osmanlı-Rus Savaşları: Borgman, 19. yüzyılda Rus politikasına ilişkin değerlendirmesinde Rus dış politikasının ana prensipleri arasında bir yandan “Kutsal İttifak fikirlerini desteklemek, Viyana Kongresinin kararlarını yerine getirmek ve Batı Avrupa devletlerini devrim 56 Bajenov, a.g.e, s. 122. Kaçkaçov, a.g.e, s. 126. 58 ‘Yunan Tasarı’sı hakkında bkz. Hasan Demiroğlu, “Rus Kaynaklarına Göre Rusya’nın Balkan Siyaseti: Ortodoks Birliği ve Panislavizm (1856-1878), İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul 2009, s. 43-45. (Yayınlanmamış doktora tezi). 59 Bajenov, a.g.e, s. 122. II. Osmanlı-Rus Savaşı, 1791 yılında Yaş şehrinde (Moldova) imzalanan anlaşma ile sona ermiştir. Bu anlaşma ya göre, “Rusya’nın sınırları Karadeniz’e dayanmıştır”: Mihail Bogoslovskiy, Uçebnik Russkoy İstorii, Knigoizdatelstvo T-va İ.D.Sıtina, Moskva 1915, s. 35. 60 Borgman, a.g.e, s. 122. 57 213 VENERA BAŞARAN hareketlerinden korumak” öte yandan da Doğu Sorununa Rusya’nın çıkarları doğrultusunda bir çözüm bulmaktır”61 görüşünü ileri sürmüştür. Hem Osmanlı hem İran “doğu sorununa” dâhil olup, Rusya için oldukça önemli bir konuma gelmiştir. Bu dönemi aydınlatan tarih ders kitaplarında ayrıntıyla verilen ve önemli bir yere konulan üç savaş vardır: 1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı; 1853-1856 Kırım Savaşı ve 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşıdır. 19. yüzyılda Osmanlı topraklarında yaşayan Hıristiyan tebaanın durumu oldukça önemli bir mevzu haline gelmiştir. Bu dönemde gerçekleşen savaşların nedenleri de, öncelikle Hıristiyan halkın durumu ile ilgili olarak gösterilmiştir. Örneğin, Bajenov, Osmanlı Türklerinin Hıristiyan halkına baskı uyguladığını iddia etmiştir. Ona göre bu baskının kaynağı kutsal kitap Kuran-ı Kerim’dir62. Kaçkaçov da Bajenov ile aynı fikirdedir. Türklerin Hıristiyanlara uyguladığı politikayı çok acımasız bularak, Osmanlı’daki Hıristiyanların hiçbir zaman hiçbir hakka sahip olmadıklarını iddia etmiştir 63. Hıristiyanların Türklere karşı ayaklanmaları ile ilgili ayrıntılı bilgiler vererek, Rumların “hayvanlardan daha kötü bir muamele gördüklerini”, Türklerin Rumların mallarını aldıklarını, kadın ve çocuklara işkence yapıp öldürdüklerini ve İstanbul’da ise paskalya ayini sırasında saldırıya uğrayan patriğin sunaktan çıkarılıp kilise kapısında asıldığını” belirtmiştir 64. 1828-1829 savaşının hem karada hem de denizde sürdüğünü anlatan Bajenov, “Rus donanmasının, İngiliz ve Fransız donanmaları ile beraber 1827 yılında Mora (Moreya) yarımadası batı kıyısındaki Navarin şehrinde Türk donanmasını yok ettiğini”, “Dibiç komutanlığındaki Rus ordusunun, Tuna Nehrini ve Balkan dağlarını geçerek, Edirne’yi (Adrianopol) işgal ettiğini, bu sırada Kafkasya’daki diğer Rus komutan Paskeviç’in de Kars kalesini ve Ermenistan’ın ana şehri olan Erzurum’u aldığını” kaydetmiştir65. 61 Borgman, a.g.e, s. 203. Bajenov, a.g.e, s. 133. 63 Bu iddianın asılsız olması, Osmanlı Devleti’nde uygulanan birçok düzenlemelerde görülmektedir. Sosyal hayatlarında bazı kısıtlamalara rağmen, dini özgürlükleri dokunulmazdı. Ayrıntılı bkz.: Gülnihal Bozkurt, “Türk Hukuk Tarihinde Azınlıklar” http://auhf.ankara.edu.tr/dergiler/auhfd-arsiv/AUHF-1993-43-01-04/AUHF-1993-43-01-04Bozkurt.pdf, [15.04.2011]. 64 Kaçkaçov, a.g.e., s. 150. Patriğin casus olduğunun kanıtlayan bilgiler için bkz.: Bülent Atalay, Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi'nin Siyasi Faaliyetleri (1908-1923), İstanbul 2001, s. 9-10, d. 41. 65 Ders kitabından öğrendiğimiz üzere 1829 yılı Edirne Barış Antlaşması Rusya için olumsuz sonuçlar getirmiştir. “Bu anlaşmaya göre, Osmanlı Yunanlıların bağımsızlığını kabul etmiştir. Yunanlılar bağımsız bir krallık kurmuşlar. Aynı zamanda Osmanlı, Sırbistan, 62 214 ÇARLIK DÖNEMİ RUS TARİH DERS KİTAPLARINDA OSMANLI İ MGESİ Kaçkaçov’a göre, 19. yüzyılda sürdürdüğü savaşlar sayesinde Rusya İmparatorluğu Avrupa’da önemli bir pozisyona gelmiştir. Avrupa ülkeleri de bu durumdan hoşnutsuzluk duyarak, Rusya’ya karşı yeni bir savaş başlatmayı planlamışlardır66. Ona göre, Rus İmparatorluğu’nun güçlenmesi herkesi korkutuyordu ve ilk fırsatta Rusya’ya darbe indirmek için bütün Avrupa birleşmeye hazırdı67. Bajenov, Kırım Savaşı ve özellikle Sivastopol savunması ile ilgili çok ayrıntılı bir tablo çizmiştir. Öncelikle, bu savaşta İngiltere, Fransa ve Osmanlı’nın birleşik bir güçle Rusya’ya saldırdıkları anlatılmış, 11 ay süren Sivastopol ablukası sürecinde Rus halkının cesareti yüceltilmeye çalışılmıştır. Yazarın anlattığı Rus halkının kahramanlık tabloları, kuşkusuz, okuyucularda yenilgi yüzünden üzüntü, ama o kadar da gurur hislerini doğurmuştur. Tahkimlerinin hazırlanması, kadın ve çocuklar dâhil tüm halkın seferber olması gibi ayrıntılar çok net bir şekilde bu dönemde Sivastopol’un nasıl bir hava içerisinde olduğunu anlamaya yardımcı olmuştur. Bajenov, “kahramanca savunmaya rağmen 11 ay sonra Sivastopol’un düştüğünü” belirterek, bununla ilgili İmparator II. Aleksandr’ın “kahramanlar için de yapılamayacak şeyler vardır” sözünü dile getirmiştir. Yenilgiye rağmen, “Rusya için Sivastopol’un yararlılığının çok büyük olduğunu, düşmanların ülkenin içine ilerleyemediklerini ve şehrin uzun süren ablukasından dolayı yoruldukları için 1856 yılında imzalanan Paris anlaşmasına memnuniyetle yaklaştıklarını” belirtmiştir 68. Kaçkaçov, Kırım Savaşının ayrıntılı resimlerini vermiştir. Bu ders kitabında en çok dikkatleri çeken iki resim vardır: biri, “Malahov Kurganı’na Hücum”, diğeri de, “Savaş Öncesi Hayır Duası” adlı resimlerdir. Moldova ve Eflâk’a (Valahya) kendi hükümdarları tarafından yönetilmesine izin vermiştir. Ama bu hükümdarlar sultana harç ödemek zorundaydı. Rus hükümeti, Osmanlı’ya (Karadeniz’in doğu kıyısı (Anapa) dışında neredeyse tüm aldıkları yerleri geri vermiştir”: Bajenov, a.g.e, s. 133. 66 Kaçkaçov, a.g.e, s. 152. 67 Aynı yer. 68 Bajenov, a.g.e, s. 134-135. 215 VENERA BAŞARAN Malahov Kurganı’na Hücum69 Savaş Öncesi Hayır Duası70 İlk resimde Ortodoks papazının birleşik ordu silahlarına karşı haç simgesini tuttuğu, ikinci resimde savaş öncesi Rus halkının papazdan hayır duası aldığı gösterilmiştir. Ayrıca resimde Ortodoks Hıristiyanları için büyük önem ve koruma anlamını taşıyan ikon da yer almıştır. Resimlere de yansımış olan haç, ikon, ayin gibi dini imgeler kuşkusuz büyük bir anlam taşımaktadır. Makalede değinilen önceki konularda da görüldüğü gibi din ön planda tutulmuştur. Aynı zamanda bu imgelerin aracılığıyla ders kitaplarında savaşın din adına yapıldığı, dinin savaşı meşru kıldığı gösterilmiştir. Kırım Savaşı Avrupa politikasında bir dönüm noktası olmuştur. Rusya uluslararası politikada üstün konumunu kaybetmeye başlamıştır. Bu dönem içerisinde Balkan halklarının Osmanlı hâkimiyetine karşı bağımsızlık mücadelesi başlamış, Balkan halkları Avrupa devletlerinden mücadelelerine destek olmalarını istemişlerdir. Bu durum Avrupa devletlerinin Osmanlı İmparatorluğu’nun içişlerine karışmak için uygun bir ortam meydana getirmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkan yarımadasındaki topraklarının büyük bir bölümünü kaybetmesiyle sonuçlanan 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşının nedenlerini Bajenov Türklerin kendi Hıristiyan uyruklularına gösterdiği gaddarca davranışa bağlamaktadır71. 1875 yılında Osmanlı’nın iki vilayeti Bosna ve Hersek’te isyan hareketlerinin başladığı, ardından 1876 yılında da Bulgarların özgürlüğe kavuşma isteğiyle isyana kalkıştığı dile getirilmiştir. Türklerin de bu isyanı kanlı bir şekilde bastırdığı belirtilmiş, Rus imparatoru II. Aleksandr’ın Osmanlı sultanından Slav uyrukluların yaşamını iyileştirmesini istediğini, fakat “sultanın iyi niyetli tavsiyelere kulak vermediğini”, böylece de Rusya için savaşın tek seçenek olduğu ve “Rus İmparatoru’nun bu savaşı derin bir üzüntü ile başlatmak zorunda kaldığı” iddia edilmiştir72. 69 Kaçkaçov, a.g.e, s. 155. Aynı yer. 71 Bajenov, a.g.e, s. 144. 72 Aynı yer. 70 216 ÇARLIK DÖNEMİ RUS TARİH DERS KİTAPLARINDA OSMANLI İ MGESİ Bajenov’a göre 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşının nedeni de Türklerin Slavlara uyguladığı baskı ve zulümdür. Rus İmparatoru II. Aleksandr’ın Slav halklarının durumunu savaşmadan iyileştirmek istediğini vurgulayan Bajenov, Balkanlar’da Hıristiyanlara sadece Rusya’nın koruyuculuk yapabileceğini iddia etmiştir. Savaşın dönüm noktası, Plevne savunmasıdır. Bajenov, Plevne’deki olayların gelişiminde, “Plevne şehrinin Osman Paşa tarafından çok ustaca tahkim edildiğini”, ama “Rus askerlerinin de kalelerin fethinde meşhur olduklarını” belirtmiştir. Ayrıca, Osmanlı ordusunun aç kalmasıyla Plevne’den çıkartılması başarıldığına, Rus hükümdarının Paşaya gerekli itibarı gösterdiğine ve silahını almadığına dikkat çekilmiştir73. Görüldüğü gibi, yazar Türklerin kahramanlığını ve komutanları Osman Paşa’nın ustalığını da nesnel bir şekilde ortaya koymuştur. Bu savaşın diğer önemli noktası Rus ordusunun Kars Kalesini de ele geçirmiş olmasıdır. Kaçkaçov, Kars’taki savaşı söyle anlatmıştır: “5 Kasım gecesi Loris-Melikov komutanlığındaki Rus Ordusu Kars’a hücuma başlamıştır. Türkler, Rusların geldiklerini görünce silah ve topları ile müthiş bir ateş açmışlar ama Ruslar yoğun hatları ile ilerleyip, tabyaları geçerek kaleye atılmışlardır”74. Kaçkaçov’un tarih ders kitabında “Sonraki başarılar” diye adlandıran alt bölümde, Rusların Edirne’yi ele geçirmesi, İstanbul’a yaklaşması ve sonrasında sultanın barış isteğine ilişkin anlatılar verilmiştir ve bu bilgiler durumun analizi için okunabilir75. Kaçkaçov ders kitabında, İmparator II. Aleksandr’ın Osman Paşa ile görüşmesini konu alan resmi de göstermiştir: 73 A.g.e., s.145. Kaçkaçov, a.g.e. s., 166. 75 A.y. 74 217 VENERA BAŞARAN İmparator II. Aleksandr’ın Osman Paşa ile Görüşmesi76 Bu resimde Osman Paşa’nın yaralı olmasına rağmen ayakta zor durduğu görülmektedir. İmparator II. Aleksandr ise onun karşısında dik duruşu ile dikkat çekmektedir. Burada okuyucuya verilmek istenen mesaj Rus Çarının daha iyi bir konuma sahip olduğudur. Bajenov bu savaşın sonuçlarını kaleme alırken, bazı önemli hususları vurgulamıştır. Yazara göre savaşın ana amacı, Osmanlı’nın Hıristiyan halklarını kurtarmaktı. Fakat “İngiltere, Avusturya-Macaristan ve Almanya gibi bazı Batılı devletlerin Rusya’nın güçlenmesi ve başarılarına duydukları kıskançlık yüzünden” bu amaca tam olarak ulaşmamış, Türkiye’ye bağlı Hıristiyanların kurtarılmasını engellenmiş, ama buna rağmen bu savaşın sonuçları bu konuda bazı önemli sonuçlar getirmiştir77. Ona göre savaşın sonuçları şu şekildedir: “Moldova ve Eflâk’tan (Valahya) oluşan Romanya ve Sırbistan bütünüyle bağımsızlıklarını kazanmışlardır, böylece, daha önce ödedikleri haraçları ödememe hakkına kavuşmuşlardır. Tuna ve Balkanlar arasında yaşayan Bulgarlar, Türkiye’den kısmen bağımsız olarak başkenti Sofya olan Bulgar Knezliğini kurmuşlardır. Bulgaristan, Türkiye’ye küçük bir haraç ödemek zorunda kalmıştır”78. Bu dönem ders kitabı yazarlarının oluşturmak istedikleri genel izlenime bakılacak olursa, Türklerin Hıristiyanlara karşı uyguladığı baskı ve zulümün 76 Kaçkaçov, a.g.e, s. 167. Bajenov, a.g.e, s. 146. 78 Aynı yer. 77 218 ÇARLIK DÖNEMİ RUS TARİH DERS KİTAPLARINDA OSMANLI İ MGESİ sergilenme çabası öne çıkmaktadır. Rusya ise Hıristiyan halkların koruyucusu olarak gösterilmiştir. “Hayır Duası” gibi resimlere ders kitaplarında yer verilmesi dini öğelerin etkili olduğunu gösteren bir başka kanıttır. Ders kitaplarından çıkan ikinci izlenim düşmanlarına karşı savaşan “yalnız Rusya” imgesidir. Her ne kadar Rus hükümdarları Avrupa’da bu dönem içerisinde Hıristiyan birliğinden ve ortak çıkarlardan söz etseler de79, yazarlar, Rusya’nın dış alanda her zaman yalnız olduğunu, Kırım Savaşında da Rusya’nın neredeyse tüm Avrupa’ya karşı yalnız savaştığını, Rusya’nın savaşları komutanların ustalığı ve halkın cesaret ve özverisi ile kazandığını göstermeye çalışmışlardır. Hatta bu fikri desteklemek için İmparator Nikolay’ın “Rusya’nın sadece iki müttefiki vardır: Ordusu ve donanması” sözünü kullanarak bunu yaygınlaştırmışlardır80. Sonuç: Çarlık dönemi tarih ders kitaplarında Osmanlı sultan ve komutanları son derece övücü bir şekilde tasvir edilmiştir. Örneğin, bu dönem kitaplarında Osman, Orhan ve Beyazıt gibi sultanlar “cesur” gösterilmiş, ayrıca Sultan Osman da “bilgili” ve “iç güzelliğine sahip” olarak nitelendirilmiştir. Osmanlı ordusu ile ilgili ise şu ifadeler kullanılmıştır: “cesur”, “zapt olunmaz” ve “sultana sadık”. Osmanlı ordusuna da kitaplarda önemli bir yer ayrılmış, Osmanlı ordusu “cesur”, “başarılı”, “savaşmadan teslim olmayan” olarak vasıflandırılmıştır. Osman Paşa da “mükemmel Türk komutanı” olarak gösterilmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun dış politikası Avrupa kışkırtmalarına itaatkâr ve Avrupa ülkelerine bağlı olarak görülmüştür. Çarlık dönemi tarih ders kitaplarında olumsuz imgelere de rastlamak mümkündür. Örneğin, Hıristiyan halka uygulanan baskı ve zulüm tasvirleri, kuşkusuz, Osmanlı Türklerinin “gaddar” olduğunu göstermekle yükümlü imgelerdir. Rus-Osmanlı ilişkilerine Avrupa ülkelerinin etkisi gösterilmeye çalışılmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa ülkelerinin kışkırtmalarının etkisi altında olduğu da ders kitaplarında kanıtlanmaya çalışılmıştır. Çarlık döneminde “Türk”, bir millet olarak düşman değildi, çok etkin bir şekilde düşman olarak başka bir din gösterilmiştir: Katoliklik ya da İslam. Dinin ön planda tutulması son derece belirgindir. Osmanlı fetihleri 79 “Kutsal İttifak” (Svyaşçennıy Soyuz), Napoleon’un devrilmesi ve 1815 yılında gerçekleşmiş Viyana Kongresi’nden sonra, Rus İmparatoru I. Aleksandr’ın inisiyatifi ile kurulmuştur. Avusturya, Prusya ve Rusya’nın imzaladığı bu belge, Avrupa’da var olan monarşi düzenini korumakla yükümlü idi. “Brokgauz ve Efron” Ansiklopedik Sözlük, http://www.bibliotekar.ru/bes/298.htm [11.03.2009]. II. Aleksandr, 1861 yılında Rusya’da toprak köleliğini kaldırmıştır. Böylece, “Kurtarıcı çar” lakabını almıştır. 80 Bajenov, a.g.e, s.146. 219 VENERA BAŞARAN konusundan başlayarak 19. yüzyıl savaşlarında daha da yoğun bir şekilde işlenmiştir. Osmanlı’da yaşayan Hıristiyan halklara yapılan baskı ve zulmün anlatılması, resimlerde Hıristiyan simgelerin kullanılması gibi yöntemlerle okuyucuya aktarılmıştır. Çarlık dönemi yazarları Rusya’nın Balkan halklarının Türk boyunduruğundan kurtulmak için tek ümit ve kurtarıcı olduğunu göstermeye çalışmışlar. Rusya halkına gurur hissi veren de imgeler ders kitaplarında yer almıştır. Şöyle ki, savaşlarda sayısı üstün olan Osmanlı ordusunu yenmek, üç ülke tarafından oluşturulan 11 ay süren ablukaya dayanmak, resimlerde Osmanlı Paşanın daha ezik ve yenik gösterilmesi vs. gibi imgeler kullanılmıştır. KAYNAKÇA İnceleme Eserleri Atalay, Bülent, Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi'nin Siyasi Faaliyetleri (19081923), İstanbul 2001. Bajenov, Nikolay, Uçebnik Russkoy İstorii, Skoropeçatiya İ. Ja. Lebedeva, Kronştadt 1907. Bilgin, Nuri, Kimlik İnşası, Aşina Kitaplar, Ankara 2007. Bogoslovskiy, Mihail, Uçebnik Russkoy İstorii, Knigoizdatelstvo T-va İ.D.Sıtina, Moskva 1915. Borgman, Aleksandr, Uçebnaya Kniga Po Russkoy İstorii. Rukovodstvo Dlya Starşih Klassov Srednih Uçebnıh Zavedeniy, İzdanie t-va A.S. Suvorina – “Novoe vremya”, S.-Peterburg 1913. Demiroğlu, Hasan, “Rus Kaynaklarına Göre Rusya’nın Balkan Siyaseti: Ortodoks Birliği ve Panislavizm (1856-1878), İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul 2009, (Yayınlanmamış doktora tezi). Dvornikov, Petr, İstoriya Srednih Vekov. Uçebnik, Moskva 1909. Gartvig, Andrey, Nikolay Kryukov, Uçebnik Russkoy İstorii Dlya Vısşıh Naçal’nıh Uçilişç i Torgovıh Şkol, K.İ. Tihomirova N-ki, Moskva 1917. Kaçkaçov, Aleksandr, Russkaya İstoriya v İllyustratsiyah, Putevodnıy Ogonyok, Moskva 1908. Kaydanov, İvan, Uçebnaya Kniga Vseobşçey İstorii (Dlya Yunoşestva). İstoriya Srednih Vekov, 1.bs, İmperatorskaya Akademiya Nauk, S.Peterburg 1837. Kareev, Nikolay, Uçebnaya Kniga İstorii Srednih Vekov, Tipografiya M.M. Stasyuleviça, Sankt-Peterburg 1900. Pingel, Falk, Avrupa Evi. Ders Kitaplarında 20. Yüzyıl Avrupa’sı, Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı, İstanbul 2003. Schnapper, Dominique, Yurttaşlar Cemaati: Modern Ulus Fikrine Dair, Kesit Yayıncılık, İstanbul 1995. 220 ÇARLIK DÖNEMİ RUS TARİH DERS KİTAPLARINDA OSMANLI İ MGESİ Vasilev, Aleksandr, Uçebnik İstorii Srednih Vekov, İzdanie T-va İ.D. Sıtina, Moskva 1918. Makaleler Demirağ, Yelda, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Yaşayan Azınlıkların Sosyal ve Ekonomik Durumları”, http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/19/1270/14615.pdf, [15.04.2011]. Fernig, Leo, “The İnternational Bureau of Education in Geneva a Centre of the Progressive Education”, http://www.unesco.org/education/pdf/FERNIG_2.PDF [22.09.2008]. Halbwaks, Moris, “Kollektif ve Tarihi Bellek”, http://magazines.russ.ru/nz/2005/2/ha2.html [15.09.2008]. Höpken, Wolfgang, “Textbooks and Conflicts. Experiences from the Work of the Georg-Eckert-Institute for International Textbook Research”, http://siteresources.worldbank.org/EDUCATION/Resources/2782001121703274255/1439264-1126807073059/World_Bank.pdf [19.09.2008]. Issıtt, John. “Reflections on the Study of Textbooks”, History of Education, Vol.33, 6, 2004, s. 683-696. Leerssen, Joep, “Images - İnformation - History and Method of İmagology”, http://cf.hum.uva.nl/images/info/historymethod.html [25.04.2009]. Sözlük ve Ansiklopediler Şçerbinin, Vladimir, Büyük Rusça-Türkçe Sözlük, İzdatelstvo “Russkij Jazyk”, Moskova 1998. Bolşoy Rossiyskiy Entsiklopediçeskiy Slovar, BRE, Moskva 2003. 221 EDEBİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ YAYIN İLKELERİ Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi’nde, aşağıda belirtilen şartlara uygun makaleler yayınlanır: 1. Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Ocak ve Temmuz ayları olmak üzere yılda iki sayı olarak yayınlanan uluslararası hakemli bir dergidir. Yazılar önce Yayın Kurulu tarafından incelenir ve uygun görülenler konunun uzmanı olan en az iki (2) hakeme gönderilir. Hakemlerden gelen raporlara göre yazıların neşredilip neşredilmeyeceğine karar verilir. 2. Derginin dili Türkiye Türkçesidir. Ancak her sayıda iki makaleyi geçmemek kaydıyla diğer Türk lehçeleri ile yabancı dillerde makalelere de yer verilebilir. 3. Makalelerin dergimizde yayınlanabilmesi için daha önce başka bir yerde yayınlanmamış veya yayınlanmak üzere kabul edilmemiş olması gerekir. Bilimsel bir toplantıda sunulmuş ve yayınlammamış bildiriler, bu durum belirtilmek şartı ile dergimizde yayınlanmak üzere kabul edilebilir. 4. Yazıların her türlü ilmi sorumluluğu yazarlarına aittir. 5. Yazılarda Türk Dil Kurumunun yazım kurallarına uyulur. 6. Yazılar, MS Word programına göre kâğıdın bir yüzüne Times New Roman yazı karakteriyle, 11 punto, tek satır aralığında, A4 kâğıdına kenar boşlukları, üst 6 cm, alt 5 cm, sağ ve sol 4 cm, üst bilgi 5 cm, alt bilgi 4.5 cm, cilt payı 1 cm olacak şekilde düzenlenir. 7. Yazılar üç nüsha (iki nüshasında isim, unvan ve çalıştığı kurum belirtilmeden) ve bir CD olarak editöre gönderilir. 20 sayfayı geçen yazılar dergide yayınlanmayabilir. 8. Yazılardaki paragrafların ilk satırı 1 cm içeriden başlayacaktır. Ana başlık büyük harfle ve metin gövdesini ortalayacak şekilde, sayfanın üstünden 4 satır aşağıda, alt başlıklar ise paragraf düzenine uygun olarak (1 cm içeriden) konulacaktır. Başlık yazısının sağ alt tarafına yazar veya yazarların adları yan yana yazılır. Yazar ad/adları yazılırken herhangi bir akademik unvan belirtilmez. Yazarın akademik unvanı, çalıştığı kurum (üniversite, fakülte, bölüm veya diğer) adları ve elektronik posta adresi dipnot biçiminde sayfanın altına yazılmalıdır. Akademik unvan dışında başka unvan kullanılmaz. 9. Başlık yazısı ve yazar adlarından hemen sonra Türkçe özet yer alır (Büyük harfle ve sayfanın ortasına gelecek şekilde ÖZET sözcüğü yazılır). Konunun Türkçe özeti 200 kelimeyi geçemez. Türkçe özetten sonra İngilizce özete yer verilir. Her iki özetin altında Anahtar Kelimeler-Key Words (3-8 kelime) yazılır. Büyük harflerle yazılmış İngilizce özet (ABSTRACT) başlığının altına eserin yabancı dildeki adı küçük harflerle (baş harfleri büyük) yazılır. 10. Araştırma ve inceleme dalındaki yazılar Özet (Türkçe ve İngilizce) makale metni şeklinde düzenlenir. Yabancı dilde yazılan yazılarda yukarıdaki bölümlerin yabancı dildeki karşılıkları kullanılır ve aynı düzenlemeye uyulur. 11. Dipnotlarda İzlenecek Yöntem: Bilimsel bir yazıda kullanılan kaynakların künyesi dipnot olarak sayfa altında gösterilir. Yararlanılan kaynaklar ilk geçtikleri yerlerde ayrıntılı ve aşağıdaki örneklerde belirtilen sıralamaya uygun olarak verilir. a. Kitaplar: Yazar Adı Soyadı, Kitap Adı (italik), Baskı Sayısı, Yayın Yeri ve Yılı, Sayfa Numarası. Örnek: İbrahim Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, 10. Baskı, İstanbul 1993, s. 111. b. Makaleler: Yazar Adı Soyadı, Makale Adı (tırnak içinde), Dergi/Kitap Adı (italik), Cilt No, Sayı, Yayın Yeri ve Yılı, Sayfa Numarası. Örnek: Nevzat Özkan, “Gagavuz Türkçesinin Sözlükleri Üzerine”, Türk Dünyası Dil ve Edebiyat Dergisi, S. 12/2, Ankara Güz 2001, s. 749. 12. Kaynakçada İzlenecek Yöntem: Sayfanın ortasına büyük harflerle KAYNAKÇA yazılacaktır. Kaynakçadaki eserler yazar soyadına göre alfabetik olarak sıralandığından, eserlere ayrıca sıra veya bölüm numarası verilmeyecek ve yazarların unvanları kullanılmayacaktır. Kaynak listesi, yazarın soyadı, adı, varsa makalenin başlığı (tırnak içinde), dergi veya kitabın adı (italik), varsa derleyen veya çevirenin adı, cildi, sayısı, birden fazla basıldıysa kaçıncı baskı olduğu, basım yeri ve yılı biçiminde verilir. Aynı yazarın birden fazla eseri kaynak olarak kullanılmışsa basım tarihine veya alfabetik sıraya göre eskiden yeniye doğru dizilmelidir. Kaynakçada her eser 1 cm içeriden yazılmalıdır. Erişim tarihi belirtilerek internet tabanlı kaynaklar da kullanılabilir. Örnek: http://arsiv.sabah.com.tr/arsiv/2002/05/10/s01.html a. Kitaplar: Yazar Soyadı, Adı, Kitap Adı (italik), Baskı Sayısı, Yayın Yeri ve Yılı. Örnek: Ögel, Bahaeddin, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, İstanbul 2001. b. Makaleler: Yazar Soyadı, Adı, Makale Adı (tırnak içinde), Dergi/Kitap Adı (italik), Cilt No, Sayı, Yayın Yeri ve Yılı, Sayfa Numarası. Örnek:Uydu Yücel, Mualla, “Kuman Kıpçakların Tarihinde İgor Destanı’nın Yeri ve Önemi (4 resim ile birlikte)”, Belleten, Sayı:258, Ağustos 2006, s. 523-560. 13. Gönderilen yazılara ait resim, şekil ve grafikler sayfa yazım alanını taşmayacak biçimde net ve ofset baskı tekniğine uygun olmalıdır. Bunların sıra numarası ve adı her şeklin veya grafiğin altında verilmelidir. 14. Derginin aynı sayısında, ilk isim olarak bir yazarın birden fazla eseri basılamaz. 15. Makalesi yayınlanan yazarlara iki adet dergi verilir. 16. Dergimizde basılmayan yazılar yazarlarına iade edilmez. 17. Yazılar, Fakültemiz Web sayfasından temin edilecek dilekçe ile birlikte Edebiyat Fakültesi Dekanlığı’na teslim edilecektir. PUBLICATION PRINCIPLES FOR TRAKYA UNIVERSITY JOURNAL OF FACULTY OF LETTERS Articles meeting the following criteria are published in Trakya University Journal of Faculty of Letters: 1. Trakya University Journal of Faculty of Letters is an international refereed journal. Articles are examined by the Publication Board first and then sent two at least two (January-July) referees specialized in the area concerned. It is decided whether articles will be published or not based on the reports of the referees. 2. The Journal is in Turkish but articles in another Turkish dialects and foreign languages are also accepted provided that their number does not exceed two. 3. In order for the articles to be published in the Journal they should not be previously published or accepted for publication elsewhere. Papers presented in a scientific meeting but not published may be accepted for publication in the Journal provided that their status is mentioned. 4. Writers are solely responsible for the content of their articles. 5. It is advised that writing rules of Institute of Turkish Language (TDK) are followed. 6. Articles submitted to the Journal should be on a standard A4 page layout, with one side of the paper containing written material. Articles should be submitted in "Times New Roman" font, fontsize set to 11, and single spaced with margins 6 cm at the top, 5 cm at the bottom, 4 cm at the right and the left with 1 cm binding space. 7. Articles should not exceed 20 pages. Articles exceeding 20 pages may not be published. Three identical hard copies of the article and a one copy on CD should be submitted to the editor. Author(s) should not include their names, academic title and institute on two of the hard copies. 8. The paragrahs should start leaving a 1 cm space. The main title should be centred and in capital letters and placed after leaving the first 4 lines of the paper blank. The subtitles should be placed in accordance with the paragraph layout (leaving a 1 cm space). The name(s) of the writer(s) should be written below the heading and on the right. When writer’s/writers’ name or names are written no academic title is mentioned the writer’s academic title, institution should be given as footnotes. No title other than academic title may be used. 9. The title and writer’s name is followed by the abstract in Turkish. (the word ÖZET is centered and written in capital letters). The abstract in Turkish should not exceed 200 words. The abstract in Turkish is followed by the abstract in English. Keywords (3-8 words) follow both abstracts. The title (ABSTRACT) in capital letters is followed by the the name of the article in foreign language. 10. Footnotes: The sources used in an academic article are mentioned in footnotes. The sources are given in detail when they are mentioned fort he first time as in the example below. a. Books: Author’s Name, Surname, Book’s Name (in italics), Edition, Publisher, Publishing Place and Year, Page Number. Example: Necmettin Hacıeminoğlu, Türkçenin Karanlık Günleri, 3rd Edition, Türk Edebiyatı Vakfı Publications, İstanbul 2003, p. 45. b. Essays: Author’s Name, Surname, Essay’s Name (in quotation), Journal’s/Book’s name (in italics), Volume No, Issue No, Publishing Place and Year, Page Number. Example: Nevzat Özkan, “Gagavuz Türkçesinin Sözlükleri Üzerine”, Dil ve Edebiyat Dergisi, Issue 12/2, Ankara Güz 2001, p. 749. 11. References: The title REFERENCES in capital letteres should be centered. Since the works in the references section are listed alphabetically by surname the Works will not be given section numbers and the authors’ titles will not be used. The references list is given as Author’s Surname, Name, the essay’s title if any (in quotation), journal’s and book’s name (in italics), compiler’s or translator’s name if any, Volume, Issue No, Edition if any, Publishing Place and year If more than one work of an Author are used as references they should be listed by date from the oldest to the newest or by alphabetical order. All references should be written leaving a 1 cm space. Internet based resources may also be used provided that date of access is mentioned. Example: http://arsiv.sabah.com.tr/arsiv/2002/05/10/s01.html. a. Books Example: Ögel, Bahaeddin, Türk Kültürünün Gelişme Çağları, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, İstanbul 2001. b. Essays Example: Pala, İskender, “Ahmet Fakih ve Şiirleri Üzerine Bir İnceleme”, Türk Kültürü İncelemeleri Dergisi, Issue: 1, January 2009, 123-148. 12. İmages, figures and graphics should not exceed the writing page area and they should be clear enough to be printed offset. Their number and name should be given below the respective figures and graphics. 13. In one issue more than two works containing the same writer as the first name are not published. 14. The writers whose article is published are sent two issues of the Journal. 15. Articles not published in the Journal are not returned to the authors. 16. Essays may be sent electronically to the e-mail addresses below. e-mail:[email protected], [email protected]