T.C. ERCİYES ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TEMEL İSLAM BİLİMLERİ ANABİLİM DALI KELAM BİLİM DALI MÂTÜRÎDÎ’NİN BİLGİ KURAMINDA VAHİY (Yüksek Lisans Tezi) Hazırlayan Cem DOĞANBAZ Danışman Yrd. Doç. Dr. Murat SERDAR Şubat 2012 KAYSERİ ÖNSÖZ Matüridî (ö. 333/944), Mâverâünnehir ilim çevresinin yetiştirdiği büyük bir İslam âlimidir. Özellikle, Türkiye'de yaşayan Müslümanlar başta olmak üzere, İslam dünyasının çok önemli bir bölümünde Müslüman kitleler, İslam dininin inançlarına ilişkin konularında, onun ortaya koyduğu yorumlarından oluşan anlayışı benimsemişlerdir. Fakat, kendisinden sonrakiler tarafından hak etmediği şekilde büyük bir ihmale uğramış olan Mâtürîdî hakkındaki araştırmaların gerek sayı gerekse kapsam bakımından azlığı, şanına yakıştırılamayacak bir oranla ifade edilebilir. Hangi nedenlerle olursa olsun onun asırlardır ihmal edilmiş olması, İslam Düşünce Tarihimiz açısından maalesef büyük bir kayıptır. Bu çalışmamızla, İslam Düşünce Tarihinde ilk defa Mâtürîdî ile gündeme gelen ve kendisinden sonra İslam Düşüncesini derinden etkileyen, bilgi sistematiği içerisinde Mâtürîdî’nin, vahyi nereye konumlandırdığını bilimsel bir bakışla gün yüzüne çıkarmaya çalışarak Mâtürîdî hakkında yapılan çalışmalara katkıda bulunmaya çalıştık. Araştırma konumuzun belirlenmesi başta olmak üzere, çalışmamız süresince her zaman görüşleriyle bize yol gösteren ve hiçbir zaman desteğini esirgemeyen, danışmanım Yrd. Doç. Dr. Murat SERDAR’a, içtenlikle teşekkür ediyorum. Cem DOĞANBAZ Ankara, Şubat 2012 MÂTÜRÎDÎ’NİN BİLGİ KURAMINDA VAHİY Cem DOĞANBAZ Erciyes Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi, Şubat 2012 Danışman: Yrd. Doç. Dr. Murat SERDAR KISA ÖZET Mâtürîdî, “Kelamî Epistemoloji”yi, sistematik bir biçimde ortaya koyan önemli bir düşünce adamıdır. İslam kültür ve medeniyetinin önemli bir bölümünü etkilemiş olan Mâtürîdî’nin, bilgi sistematiği içerisinde vahyi, nereye konumlandırdığının gün yüzüne çıkarılarak anlaşılmasını sağlamak, bu çalışmamızın hedefini oluşturmuştur. İnsan bilgisinin büyük bir bölümünün kaynağı olan haber, insanın varlığı ve yaşamının devamlılığı açısından aklî bir zorunluluktur. Haberin bilgi kaynağı olduğunu, aklî zorunluluk olarak ortaya koyan Mâtürîdî, peygamberin haberini de kesin bilgi veren bir haber türü olarak sayar. Çünkü ona göre peygamberin doğruluğunun belgesi apaçık ortadadır ve Allah’ın ayetleriyle pekiştirilmiştir. Doğruluğu, peygamberin haberinden daha kesin olan bir başka haber düşünülemez. Dolayısıyla bu kimselerin haberlerine inanmak insana huzur verirken onu inkâr eden kimse, kibir ve inatçılığa saplanıp kalmış bir zavallı konumundadır. Akıl, tek başına her nesnenin bilgisini elde etme yeteneğiyle yaratılmadığı için, insanları sadece duyusal ve aklî bilgileriyle baş başa bırakmayıp, elçi görevlendirip ona vahiy göndererek Allah’ın insanlara lütufta bulunması, O’nun hakîm oluşunun bir gereği ve rahmetinin bir sonucudur. Onun bilgi sisteminde, “vahiy kaynaklı bilgi” genel geçerliği olan, varlığın her alanının özellikle dinin- bilinmesinde asıl olan, bir kaynak niteliğindedir. Dolayısıyla vahiy, duyuların ve aklın kullanımıyla sınırlı sayılabilecek bir alanda bilgi üretmek zorunda kalan insana belki de hayal edilemeyecek genişlikte ve yepyeni birçok alanda bilgi edinme imkanı tanıyarak ufkunu ve özgürlük alanını genişletmiş olmaktadır. Anahtar Kelimeler: Mâtürîdî, Bilgi, Haber, Nübüvvet, Vahiy, Mûcize. REVELATION IN THE KNOWLEDGE THEORY OF MATURIDI Cem DOĞANBAZ Erciyes University, Institute For Social Sciences Master Thesis, February 2012 Advisor: Yrd. Doç. Dr. Murat SERDAR ABSTRACT Maturidi is a particular philosophic scholar who systematically handled the theological epistemology. For this reason, the main goal of this thesis is to explain and reveal where Maturidi, who impacted great part of Islamic culture and civilization, put the revelation in the system of knowledge. As the source of main part of the human knowledge, news is a rational necessity for the point of view of the presence of human being and continuity of his life. Maturidi who put forth that the news is a source of knowledge as a rational necessity considered that the words of the Prophet are also a kind of news of decisive information source. Because Maturidi says that the Prophet’s truth was testified by the clear testimonies and supported the verses of God. It cannot be imagine that there can be news whose truth is decisive than the words of the Prophet. For this reason, believing the news of such prophets gives the people peace on the one hand, denying it sweeps the unbelievers to the position of a miserable fellow who sunk in the marsh of arrogance and willfulness, on the other. The fact that God graced the revelation through prophets for people, not leaving the mankind to their fate with their sensual and rational knowledge, since the reason was not created alone so as to get all the information of each thing, is a result of necessity of his being justice and wisdom, and his merciful. According to the epistemology of Maturidi, “the knowledge of revelation -origin” is a kind of source having universal consent, and a main base for whole aspects of the existence –especially, of the religion. Consequently the revelation let the human widen his horizon and land of freedom, providing to get quite new knowledge in unimaginable size and in various fields for him who has to produce the knowledge in a presumably limited area with using only the ration and sense. Key Words: Maturidi, Knowledge, News, Prophecy, Revelation, Miracle. İÇİNDEKİLER MÂTÜRÎDÎ’NİN BİLGİ KURAMINDA VAHİY BİLİMSEL ETİĞE UYGUNLUK SAYFASI ............................................................. ii YÖNERGEYE UYGUNLUK SAYFASI ................................................................... iii KABUL VE ONAY SAYFASI .................................................................................. iv ÖNSÖZ ........................................................................................................................ v KISA ÖZET ................................................................................................................ vi ABSTRACT............................................................................................................... vii İÇİNDEKİLER ......................................................................................................... viii KISALTMALAR ........................................................................................................ xi GİRİŞ 1. Çalışmanın Konusu, Önemi ve Amacı..................................................................... 2 2. Kaynaklar ................................................................................................................. 5 3. Çalışmanın Yöntemi ................................................................................................ 7 4. İslâm Kelamı Açısından Bilgi Kuramının Önemi.................................................... 7 1. BÖLÜM FELSEFEDE VE KELAMDA BİLGİ 1.1. Felsefede Bilgi Kuramı ....................................................................................... 11 1.1.1. Bilgi Nedir?............................................................................................... 13 1.1.2. Bilginin İmkânı ......................................................................................... 15 1.1.3. Bilginin Kaynağı ....................................................................................... 17 1.1.4. Bilginin Değeri.......................................................................................... 18 ix 1.2. Kelam’da Bilgi Kuramı....................................................................................... 20 1.2.1. Bilginin İmkânı ve Tanımı........................................................................ 25 1.2.2. Bilginin Kaynağı ....................................................................................... 29 1.2.2.1. Sağlıklı Duyular............................................................................ 29 1.2.2.2. Doğru Haber ................................................................................. 32 1.2.2.2.1. Mütevâtir Haber............................................................. 33 1.2.2.2.2. Peygamber’in Haberi ..................................................... 33 1.2.2.3. Akıl ............................................................................................... 34 2. BÖLÜM MÂTÜRÎDÎ’NİN BİLGİ KURAMI 2.1. Bilginin İmkânı ................................................................................................... 37 2.2. Bilginin Tanımı ................................................................................................... 38 2.3. Bilginin Kaynağı ................................................................................................. 39 2.3.1. Iyân (Duyular)........................................................................................... 41 2.3.2. Haber......................................................................................................... 44 2.3.2.1. Peygamberin Haberi ..................................................................... 46 2.3.2.2. Mütevâtir ve Âhad Haber ............................................................. 47 2.3.3. Nazar (Akıl) .............................................................................................. 50 2.4. Bilginin Değeri ve Türleri................................................................................... 53 3. BÖLÜM MÂTÜRÎDÎ’YE GÖRE VAHYİN EPİSTEMİK DEĞERİ 3.1. Vahyin Anlamı .................................................................................................... 57 3.2. Vahyin İmkânı ve Bilgi Alanı ............................................................................. 62 3.3. Allah’ın İnsanlara Vahyetme Biçimleri .............................................................. 70 3.3.1. Allah’ın Aracısız Vahyetmesi................................................................... 71 3.3.2. Allah’ın Perde Arkasından Vahyetmesi.................................................... 74 3.3.3. Allah’ın Melek Aracılığıyla Vahyetmesi.................................................. 75 3.4. Hz. Peygamber’in Vahyi Alış Biçimleri ............................................................. 75 3.5. Vahiy ve Allah’ın Kelam Sıfatı .......................................................................... 76 x 3.6. Nüzûl, İnzâl ve Tenzîl ......................................................................................... 78 3.7. Nübüvvet Vahyinin Türleri ................................................................................. 80 3.7.1. Vahy-i Metlüv ve Vahy-i Gayri Metlüv ................................................... 80 3.8. Nübüvvet Vahyinin Delili ve Bilgi Değeri ......................................................... 83 3.8.1. Âyet (Mucize) .......................................................................................... 84 3.8.1.1. Aklî Mucizeler ............................................................................. 88 3.8.1.2. Sem’î (Haberî) Mucizeler............................................................. 90 3.8.1.3. Hissî Mucizeler............................................................................. 91 SONUÇ ...................................................................................................................... 96 KAYNAKÇA........................................................................................................... 101 ÖZGEÇMİŞ KISALTMALAR AÜ AÜİF Bkz. c. CÜİF çev. DİA DİB ERÜ FÜİF h. haz. İSAM İÜ Krş. / krş. m.ö. MEB MÜİFAV nşr. ö. s. SBE thk. vb. vd. yy. : Ankara Üniversitesi : Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi : Bakınız : Cilt : Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi : Çeviren : Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi : Diyanet İşleri Başkanlığı : Erciyes Üniversitesi : Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi : hicri : Hazırlayan : İslam Araştırmaları Merkezi : İstanbul Üniversitesi : Karşılaştırınız : Milattan önce : Milli Eğitim Bakanlığı : Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı : Neşreden : Ölüm tarihi : Sayfa : Sosyal Bilimler Enstitüsü : Tahkik : ve benzeri : ve devamı : Yüzyıl GİRİŞ Ebû Mansûr el-Mâtürîdî (ö. 333/944), bugün Özbekistan Cumhuriyeti sınırları içinde olan Semerkand şehrinin Mâtürîd Mahallesinde / köyünde doğmuştur. Asıl adı Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed b. Mahmûd olmasına rağmen doğduğu yerin ismine nispetle daha çok Mâtürîdî unvanıyla tanınır. Doğum tarihi hakkında yeterli bir bilgiye sahip olamadığımız Mâtürîdî’nin hicrî 333 / miladî 944 yılında Semerkand’da öldüğü konusunda ise ittifak vardır.1 İslam inançları başta olmak üzere tefsir ve fıkıh bilimlerinde de Ebû Hanîfe (ö. 150/ 767)’nin dinî anlayış ve yönteminin bir takipçisi olan Mâtürîdî, Ehl-i Sünnet akidesinin sistemleşmesine yaptığı önemli katkılardan dolayı kendisinden sonra gelen İslam âlimlerinin büyük bir çoğunluğu tarafından İslam itikadında önder, imam kabul edilmiş; hatta ona nispetle Mâtürîdiyye adıyla bilinen büyük bir inanç ekolü oluşturulmuştur. Türkiye’de yaşayan Müslümanlar başta olmak üzere, İslam dünyasının çok önemli bir bölümünde, Müslüman kitleler –bilsinler ya da bilmesinler– İslam dininin inançlarına ilişkin konularda onun ortaya koyduğu yorumlardan (te’vil) oluşan “anlayış”ı benimsemişlerdir. Mâtürîdî’nin anlayışını diğerlerinden farklı kılan özelliklerden birisi kanaatimizce onun kullandığı sistem ve bu sistemin dayandığı temel olan “bilgi anlayışı”dır. Onun sisteminin özü; “insan aklıyla ilahi vahyi, ifrata veya tefrite kaçmayan (mutedil) bir uzlaştırma” olarak ifade edilebilir. Bu bakımdan onun akaide dair eserlerinin büyük önemi vardır.2 1 Ebû Mansûr el-Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd Tercümesi (çev. Bekir Topaloğlu), İSAM Yayınları, Ankara 2005, s. XVII vd. Sönmez Kutlu, “Bilinen ve Bilinmeyen Yönleriyle İmam Mâtürîdî”, İmam Mâtürîdî ve Mâtürîdîlik, Tarihî Arka Plan, Hayatı, Eserleri, Fikirleri ve Mâtürîdîlik Mezhebi (haz. Sönmez Kutlu), Kitâbiyât, Ankara 2006, s. 17 vd. 2 Yusuf Ziya Yörükân, İslâm Akaidine Dair Eski Metinler I, AÜİF Yayınları, İstanbul 1953, s. I. 2 1. Çalışmanın Konusu, Önemi ve Amacı Bilgi Kuramı (Epistemoloji), felsefenin ana konularından biri olmanın yanında, İslâm Kelamında da, akide ile ilgili meseleleri temellendirmede kendisine ihtiyaç duyulan çok önemli bir konudur. Zira kelam ilminin, zaman zaman felsefenin sorularıyla da ilgilendiğini ve böylece aynı ortak alanda söz söylemek durumunda olduğunu ve mantığın yöntemlerinden de faydalandığını biliyoruz. Bu bağlamda kelamcılar da bilginin neliğini konu edinirler ve onu tanımlamaya çalışırlar. Hicrî IV. yüzyılın başlarından itibaren kaleme alınan kelam kitaplarındaki ilk konuların, bilgi teorisiyle ilgili olduğu, ardından ontoloji ve teolojiyle ilgili konuların ele alındığı göze çarpmaktadır.3 Bilginin tanımıyla başlayan, imkânı ve kaynakları üzerine yapılan tartışmalarla devam eden bilgi kuramı kapsamında söylenenler, daha sonra gelen diğer konulara hazırlık ve temel oluşturmaktadır. Böylece bilgi hakkında konuşmak, aslında ortaya konulacak olan dünya görüşünü temellendirmek anlamına gelmektedir.4 İslâm inanç esaslarının sağlam temellere dayandırılabilmesi için, doğruluğundan ve kesinliğinden kuşku duyulamayacak bilgilere, dolayısıyla bir bilgi kuramına ihtiyaç olduğu ortadadır. Zira bilgi kuramı; bilginin ne olduğu, neye bilgi denilip denilemeyeceği, doğru bilginin imkânı, nasıl elde edileceği, kaynakları, değeri vb. konuları felsefî bir bakışla açığa çıkarma çabasıdır. İslam kelamında, epistemolojinin konularıyla ilgilenen ve eserlerinde bu meseleye yer veren bilginlerin önde gelenlerinden birisi, hiç şüphesiz Ebû Mansûr el-Mâtürîdî’dir. Çünkü o, “Kelamî Epistemoloji”yi sistematik bir biçimde ilk defa ortaya koyan önemli bir düşünce adamıdır.5 Dolayısıyla İslam kültür ve medeniyetini oluşturan ruhu / bakışı / anlayışı iyi kavrayabilmenin bir yolu da; bu kültür ve medeniyetin önemli bir bölümüne şekil veren Mâtürîdî vb. düşünürlerin fikir dünyalarının açığa çıkarılmasından ve anlaşılmaya çalışılmasından geçmektedir. 3 Örnek olarak Mâtürîdî’nin Kitâbü’t-tevhîd adlı eseri söylenilebilir. Muhit Mert, “Kelamcıların Bilgi Tanımları Üzerine Bir Tahlil Denemesi”, AÜİF Dergisi, c. XLIV, Sayı 1, s. 41. 5 Hüseyin Atay, “Ebû Mansûr el-Mâtürîdî ve Bilgi Kuramı”, İmam Mâtürîdî ve Mâtürîdîlik, Tarihî Arka Plan, Hayatı, Eserleri, Fikirleri ve Mâtürîdîlik Mezhebi, Kitâbiyât, Ankara 2006, s. 175. 4 3 Hüseyin Atay’ın da belirttiği gibi İslam kelamının incelenmeye ve araştırılmaya en yaraşır önderlerinden birisi, belki de birincisi İmam Mâtürîdî olmalıdır. Çünkü o, İslam kelam biliminde, bilgi kuramını sistematik olarak ele alıp inceleyen ve haberi de insan bilgisinin göz ardı edilemeyecek önemde bir başka bilgi kaynağı olduğunu ortaya koyarak en başından inşa edeceği sistemin dayandığı temellerini, yöntemini açıkça ve ilmî / felsefî bir tarzda ortaya koyan ilk kelam bilgini olma niteliğinin sahibidir.6 Bize ulaşan kelam eserleri arasında, “bilgi”yi bir teori olarak ele alan en eski eser, Mâtürîdî’nin Kitâbü’t-tevhîd’idir7. Mâtürîdî bu eserine bilgi konulu bir giriş bölümüyle başlamış ve bu bölümde insan için hem dinî bilgi8 hem de genel bilgi9 konusunu ele almıştır. Giriş bölümünün dışında da bilgiyle ilgili konular, yeri geldikçe eserin çeşitli yerlerinde ele alınmıştır. Eş’ariyye adıyla bilinen diğer bir Ehl-i Sünnet ekolünün kurucusu Ebu’l-Hasen elEş’arî’nin (ö. 324 / 936) de kendi dönemindeki aşırı görüşlere karşı göğüs germiş önemli bir kelam bilgini olmasına karşın, onun eserlerini incelediğimizde bilgi konusunun bağımsız bir başlık altında ele alınıp incelenmemiş olduğunu görüyoruz.10 İmam-ı Â’zam Ebu Hanîfe’nin akaid ve fıkıh alanındaki görüşlerini benimseyerek onun dolaylı yoldan öğrencisi sayılan Mâtürîdî’nin, Ehl-i Sünnet kelamının metot, içerik ve bu içeriğin ele alınış biçimlerini belirlediği eseri Kitâbü’t-tevhîd, kendisinden sonra yazılan gerek Mâtürîdî, gerekse Eş’arî kelam kitaplarına da bir model oluşturmuştur.11 Mâtürîdî ve Eş’arî’den sonra gelen Ehl-i Sünnet kelamcılarının neredeyse tamamının Mâtürîdî’nin sistematiğini kendilerine örnek almışçasına eserlerine bilgi konusuyla başladıkları bilinmektedir.12 6 Atay, “Ebû Mansûr el-Mâtürîdî ve Bilgi Kuramı”, s. 175. Hanifi Özcan, Mâtürîdî’de Bilgi Problemi, MÜİFAV Yayınları, İstanbul 1993, s. 23, 28-29. Atay, “Ebû Mansûr el-Mâtürîdî ve Bilgi Kuramı”, s. 175. 8 Ebû Mansûr el-Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd (thk. Fethullah Huleyf), Beyrut 1986, s. 4-6. 9 Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 7-17. 10 Örneğin e’l-ibâne / Kitabü’l-lümâ’ adlı eserlerinde bilgi konulu bir bölüm bulunmamaktadır. 11 Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân’dan Tercümeler (çev. Bekir Topaloğlu), İmam Ebû Hanîfe ve İmam Mâtürîdî Araştırma Vakfı Yayınları, İstanbul 2003, s. XVI. 12 Nesefî’nin Tabsıra’sı, Pezdevî’nin Usûlü’d-dîn’i, Ebû Bekr el-Bâkıllânî’nin Kitâbü’t-temhîd’i, Îcî’nin Mevâkıf’i, Râzî’nin Muhassal’i, Sâbûnî’nin Bidâye’si... örnek olarak verilebilir. 7 4 Mezhepler tarihi ve kelamla ilgili çeşitli eserlerde, dağınık biçimde de olsa, Mâtürîdî’den önce de bilgi üzerinde durulduğuna dair ipuçları bulunmaktadır.13 Ayrıca Mâtürîdî’nin düşünce sisteminin oluşumunda Mu’tezile doktrininin küçümsenemeyecek derecede etkisinin olduğu bilindiğinden Mâtürîdî’ye bilgi konusunda bazı Mu’tezile kelamcılarının öncülük etmiş olabilecekleri güçlü bir ihtimal olarak akla gelmektedir.14 İslâm kelamında bilginin bir teori olarak kelam kitaplarına ne zaman girdiği konusunda kesin bir tarih ve kişi belirtmek her ne kadar güç olsa da Ehl-i Sünnet ekolünde bu konuyla sistemli bir şekilde ilgilenen ilk kelamcı Mâtürîdî’dir.15 Özel anlamda İslam bilgi kuramına, genel anlamda da günümüzde felsefe biliminin alt dalı sayılan epistemolojiye, onun yapmış olduğu en orijinal katkı, “doğru haber”i bilginin kaynakları arasına alarak insan yaşamının tamamında haberin de kesin bilginin elde edilmesi noktasında önemsenmesi gereken bir payının olduğu fikridir. Onun bundan amaçladığı şey “vahiy yoluyla gelen bilgi”nin de genel geçer bilgi ifade eden üçüncü bir kaynak olarak kabul edilmesini sağlamaya zemin hazırlamaktır. Çünkü o, Kur’an’ın, akıl ve duyulara ilave olarak vahyi de insan bilgisinin önemli bir kaynağı kabul etmesinden hareketle genelde doğru haberi, özelde ise vahyi epistemolojik açıdan irdelemiş; onun imkânını, alanını, sınırlarını, değerini... belirleyebilme ekseninde entelektüel bir çaba ortaya koymuştur. Bütün bunlara rağmen Mâtürîdî, hak etmediği şekilde büyük bir ihmale uğramış16 ve diğer bir Ehl-i Sünnet ekolünün kurucusu Eş’arî kadar geniş bir araştırma konusu olmamıştır.17 İslam düşünce tarihi boyunca yapılan onun hakkındaki araştırmaların sayısının ve kapsamının azlığı, şanına yakıştırılamayacak bir oranla ifade edilebilir. Hangi nedenlerle olursa olsun, onun asırlardır ihmal edilmiş olması, İslam düşünce tarihimiz açısından maalesef büyük bir şanssızlık ve önemli bir kayıptır. 13 Emrullah Yüksel, “Âmidî ve Bazı Kelamcılarda Bilgi Teorisi”, Kelamda Bilgi Problemi Sempozyumu, Arasta Yayınları, Bursa 2003, s. 3. 14 Özcan, s. 25. 15 Özcan, s. 28. Bekir Topaloğlu, “Ebû Mansûr el-Mâtürîdî’nin Kelami Görüşleri”, İmam Mâtürîdî ve Mâtürîdîlik, Tarihî Arka Plan, Hayatı, Eserleri, Fikirleri ve Mâtürîdîlik Mezhebi (haz. Sönmez Kutlu), Kitâbiyât, Ankara 2006, s. 200. 16 Bu ihmalin nedenleri için bak. Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd Tercümesi, s. XIV. Kutlu, s. 48-51. 17 Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd Tercümesi, s. XIV. Kemal Işık, Mâtürîdî’nin Kelam Sisteminde İmân Allah ve Peygamberlik Anlayışı, Fütüvvet Yayınları, Ankara 1980, s. 5. 5 Ana hatlarıyla ifade etmeye çalıştığımız bilgiler göz önünde bulundurularak Mâtüridî’nin epistemoloji anlayışında –özellikle İslam kelamı açısından– vahyi nasıl anladığının ve anlattığının açığa çıkarılmaya çalışılmasının da büyük bir önem arz ettiği görüşündeyiz. Bu bağlamda İslam düşünce tarihinde ilk defa Mâtürîdî ile gündeme gelmiş olduğu kanaatini taşıdığımız ve onun dini meselelere bakışında izlediği metodunun temellerini oluşturan ve kendisinden sonra gelen bütün bir İslam düşüncesini derinden etkileyen bu bilgi sistematiği içerisinde Mâtürîdî’nin, vahyi nereye konumlandırdığının bilimsel bir bakışla gün yüzüne çıkarılmasına çalışmak ve anlaşılmasını sağlamak bu çalışmamızın hedefidir. 2. Kaynaklar Mâtüridî’nin düşünce dünyasını bize gösterebilecek eserlerinden bugün sadece iki tanesine sahibiz. Bunlardan birisi Te’vîlâtü’l-Kur’ân, diğeri de Kitabü’t-tevhîd’dir. Bu iki eser, o zamanki ilmî anlayışı ve tartışılan problemleri göstermesi yönünden tarihî belge niteliğinde bir değere ve günümüze dek süregelmiş olan Ehl-i Sünnet inanç sistemi hakkında ilk elden bilgiler veriyor olması bakımından fevkalade ilmî öneme sahiptir.18 Çalışmamızın temel dayanak noktasını oluşturan Kitâbü’t-tevhîd, kelamî görüşleri açısından Mâtürîdî’nin en önemli eseridir. Aynı zamanda bu eser Mu’tezile başta olmak üzere çeşitli İslâmî fırkalara, dinlere, inançlara ve felsefî görüşlere de yer vermesi nedeniyle düşünce tarihimizin önemli kaynaklarından biridir. Kitâbü’t-tevhîd’in ilk sayfaları, bilgi teorisinin ele alınıp temellerinin atıldığı bölüm olduğundan araştırmamızı ilgilendiren temel verilerin çok önemli bir kısmı burada bulunmaktadır. Bununla birlikte Kitâbü’t-tevhîd, Ebu’l Yüsr Muhammed b. Abdülkerim el-Pezdevî (ö. 493/1100)’nin de belirttiği gibi19 içinde barındırdığı kapalı, ne kastedildiği açık olmayan ifadeler vb. güçlükler nedeniyle anlaşılması zor bir kitaptır.20 18 Yörükân, İslâm Akaidine Dair Eski Metinler I, s. I. Pezdevî, Usûlü’d-dîn (çev. Şerafeddin Gölcük), Kayıhan Yayınevi, İstanbul 1988, s. 3. 20 Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd Tercümesi, s. XXV. M. Sait Yazıcıoğlu, “Mâtürîdî Kelam Ekolünün İki Büyük Siması: Ebû Mansûr Mâtürîdî ve Ebu’l Muîn Nesefî”, AÜİF Dergisi, Sayı XXVII, s. 286. 19 6 Kitâbü’t-tevhîd’in gerek zor, karmaşık ve muğlak üslubunun ortaya çıkaracağı güçlüklerin çözümünde ve gerekse içerdiği fikirlerin daha iyi anlaşılabilmesinde Ebu’l Muîn Nesefî (ö. 508/1115)’nin Tabsıratü’l-edille’sinin önemli derecede yardımcı olacağı kanaatindeyiz. Çünkü Mâtürîdî’nin önemli bir takipçisi olan Nesefî, birçok konuda onunla aynı delilleri kullanarak aynı yoruma ulaşmıştır. Mâtüridî’de kapalı ve muğlak olan pek çok konuyu, daha detaylı ve sistematik biçimde açıklayarak konunun anlaşılmasına önemli katkı sağlamıştır. Bu nedenle bu iki eserin birbirini tamamlar ve açıklar nitelikte olduğu söylenebilir.21 Mâtürîdî kelam ekolünde, İmam Mâtürîdî’den sonra günümüze kadar Ebu’l Muîn Nesefî’den daha büyük ve yetkin bir kelamcının gelmediğini ifade eden Hüseyin Atay’a göre; Nesefî’nin büyüklüğü; kendine has metodu, üslubu ve kültür birikiminden kaynaklanmaktadır.22 Yine onun ve Fethullah Huleyf’in de tespitine göre Ebu’l Muîn Nesefî’nin Tabsıratü’l-edille adlı kitabı, Mâtürîdî ekolünün İmam Mâtürîdî’nin Kitâbü’t-tevhîd’inden sonraki en değerli ikinci kaynağıdır.23 Ayrıca Tabsıra’nın üslup ve ifadesi Kitâbü’t-tevhîd’den daha açık, net ve nispeten daha kolaydır.24 Değinilen özelliklerinden dolayı Kitâbü’t-tevhîd’in yanı sıra Nesefî’nin Tabsıratü’l-edille’si de çalışmamızda başvurduğumuz önemli kaynaklardan biri olmuştur. Ayrıca Mâtürîdî’nin tefsir alanındaki eseri, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, sadece Kur’an’ın bir yorumu olmayıp onun gerek kelam gerekse fıkıh alanındaki düşüncelerinin bilinmesindeki rolü nedeniyle faydalandığımız bir başka kaynaktır. Kitâbü’t-tevhîd ve Te’vîlâtü’l-Kur’ân dışında, Mâtürîdî’ye atfedilen diğer eserlerin bir kısmının ona ait oluşu şüpheli25 olduğundan, bir kısmının da günümüze ulaşmamış olmasından dolayı çalışmamızda bu eserler dikkate alınmamıştır. 21 Yazıcıoğlu, s. 281, 294, 298. Nesefî, Tabsıratü’l-edille fî usûli’d-dîn (thk. Hüseyin Atay), DİB Yayınları, Ankara 1993, c. I, s. 16. Yazıcıoğlu, s. 294. 23 Fethullah Huleyf, Kitâbü’t-tevhîd (Mukaddime), Beyrut 1986, s. 5. Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd Tercümesi, s. XXV. 24 Nesefî, Tabsıra, c. I, s. 14. 25 Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd Tercümesi, s. XXIV vd. 22 7 3. Çalışmanın Yöntemi Araştırma konumuz olan, Mâtürîdî’nin epistemoloji anlayışında vahyin konumu meselesi, onun bu meseleyi ele alıp anlattığı ve sisteminin temellerini attığı eseri “Kitâbü’t-tevhîd”in yanı sıra, bir diğer önemli eseri “Te’vîlâtü’l-Kur’ân”ın da dahil edilmesiyle aydınlatılmaya çalışılmıştır. Bu nedenle çalışmamızda daha çok tanımlayıcı (betimleyici) bir metot kullanılmakla birlikte, zaman zaman farklı fikirlerin de konuya dahil edilmesiyle karşılaştırma yönteminden de yararlanılmıştır. 4. İslâm Kelamı Açısından Bilgi Kuramının Önemi Bilgi kaynaklarının ve onların gerçekten bilgi sağlayıp sağlayamadıklarının araştırılması, felsefi düşüncenin başladığı zamanlardan beri canlılığını koruyan bir konudur. Çünkü bilgi kaynaklarının gerçekliği, bilginin geçerliliği vb. meseleler kesin olarak ortaya konulamazsa, o zaman bu kaynaklar, bizim bilgi iddialarımızı haklı çıkaramaz ve bilgilerimizi doğrulayamaz.26 İslam dininin inanç sistemini, doğruluğundan ve kesinliğinden en ufak bir kuşku duyulamayacak nitelikte sağlam bir temele dayandırabilme amacının gerçekleştirilebilmesi için, bir bilgi teorisinin de ortaya konulmasına ihtiyaç vardır. Bu açıdan denilebilir ki “bilgi teorisi”, Kelam tarafından da zorunlu olarak ele alınması gereken temel bir meseledir. Çünkü İslam Kelamı’nda, Allah’ı bilmenin tek yolu; Kur’an’ın da ısrarla vurguladığı gibi dış dünyanın, kozmosun delâletidir.27 Yani dış dünya, O’nun varlığının bilinmesinin tek delili ve apaçık belgesidir.28 Bundan dolayı eğer eşyanın hakikatleri (hakâiku’l-eşya) ve dış dünyanın varlığı kesin olarak ortaya konulamazsa, o zaman İslam inançlarının ve dininin üzerine kurulacağı sağlam bir temel de olmayacaktır. Eğer bilgimiz gerçeği yansıtmayacaksa, bir değeri yoksa, o zaman bilginin ve imanın da bir değeri kalmayacaktır.29 Öyleyse öncelikle eşyanın hakikati, dış dünyanın varlığı, bilginin mümkün olduğu ve bunlarla ilgili bilgimizin değeri ortaya konulmalıdır. 26 Özcan, s. 60. Örneğin; 2. Bakara / 164. 28 Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 46. 29 Yusuf Ziya Yörükân, “İslam Akaid Sisteminde Gelişmeler”, AÜİF Dergisi, Sayı 2-3, s. II/137. 27 8 Bu gerekçelerden dolayı, nasslar tarafından belirlenmiş olan İslam inanç esaslarını anlama ve yorumlama30 gibi bir amacı da olan Kelam ilmi, kendi alanının başlıca konuları olan tevhid, nübüvvet ve meâd’ın yanı sıra, felsefenin de temel konularından birisi olan bilgi ile de yakından ilgilenir. Böylece, epistemolojik açıdan bilgi söz konusu olduğunda kelam ile felsefe aynı ortak alanda düşünce üretmektedirler. Kelam âlimleri öncelikle Sofizm’e ve Septisizm’e şiddetle ve kararlı bir biçimde karşı çıkarlar. Çünkü onlar, âlem (kozmos) dediğimiz dış dünyanın gerçek / reel bir varlığının olduğuna, bu dünyanın tamamını ve künhünü doğru bir şekilde bilmek ve kavramak mümkün olmasa bile; dış dünyadaki eşyanın bazıları hakkında doğru, sağlam, gerçek, değişmez ve kesin bilgi sahibi olmanın mümkün olduğuna inanırlar. Bu reel dünyadan ve onunla ilgili birtakım kesin bilgilerden yola çıkarak eşyanın yaratıcısına ulaşmaya çalışırlar. Şayet, eser ve eserle ilgili şeyler hakkındaki bilgimiz kesin değil de şüpheli olursa o zaman Allah'ın varlığını aklî delilerle ortaya koyma imkânı kalmayacaktır. Bu nedenle İsbât-ı vâcib konusu başta olmak üzere; öncelikle, şüpheciliğin reddedilerek onun butlânının kesin biçimde ortaya konulması gerekmektedir. Böylece Mâtürîdî, Nesefî... gibi âlimlerin eserlerinde sofistleri ve septikleri reddetmekle işe başlamalarının sebebi de daha iyi anlaşılabilir bir hale gelmektedir. Eşyanın hakikatinin bilinmesi ve tecrübî bilginin insanlar tarafından kullanılıyor olmasının Allah’la ilgili olarak götüreceği sonuçlara Kur’an-ı Kerim’de sıklıkla değinilmektedir. Örneğin; “Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri peşinden gelmesinde, insanlara fayda veren şeylerle yüklü olarak denizde yüzüp giden gemilerde, Allah'ın gökten indirip de ölü haldeki toprağı canlandırdığı suda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları yönlendirmesinde düşünen bir toplum için (Allah'ın varlığını ve birliğini ispatlayan) birçok delil vardır.”31 30 31 Hülya Alper, İmam Mâtürîdî’de Akıl-Vahiy İlişkisi, İz Yayıncılık, İstanbul 2009, s. 52. 2. Bakara / 164. 9 Aynı şekilde; “Ektiğinize bir bakmaz mısınız?”32, “İçtiğiniz suya bir bakmaz mısınız?”33 şeklindeki ifadelerde de tecrübeye vurgu yapılmaktadır. Kelamda bilgi, hem ilahi bilgi hem de insanın bilgisi açısından ele alınır. Allah'ın ilim sıfatı, bu sıfatın ezeli olup olmadığı ve buna bağlı olarak ortaya çıkan Kur'an'ın mahluk olup olmadığı, insanın kaderi... gibi problemler bilginin teolojik boyutunu oluşturmaktadır. İnsan bilgisinin neliği, bilgi olarak adlandırılabilmesi için hangi özellikleri taşıması gerektiği, insanın bilme derecelerini gösteren “zan”, “vehm”, “şüphe”, “rayb”, “cehl” gibi terimlerle nasıl bir ilişkisi olduğu gibi konular da Kelamın bilgi kuramı çerçevesinde tartışılabilecek alanları olarak kabul edilebilir. Böylece Kelam bilimi, diğer İslamî bilimlerden farklı olarak kullandığı bilginin felsefesini de yapmaktadır.34 Mâtürîdî’nin bilgi konusuna yaklaşımında da bilgi, hem ilahi bilgi hem de insani bilgi olarak ayrı ayrı irdelenmektedir. Bu yüzden biz, bu çalışmamızı insan bilgisi orijininde ele almaya çalışacağız. Mâtürîdî'nin Kelam sistemi içerisinde de bilgi meselesi önemli bir yer tutar. Onun sistemi, “eşyanın gerçekte var olduğu, onun hakikati hakkında bilgi edinmenin insan için mümkün olduğu ve mümkün olan bu bilginin de güvenilir olduğu” fikrine dayanmaktadır. Bir din bilgini olma kimliğiyle bilinmesine rağmen, onun sadece dinî bilgiyle değil; aynı zamanda genel bilgiyle de büyük ölçüde ilgilendiğini görüyoruz. Ona göre, dinin bilinmesi için asla zannî ve taklidî bilgilere itimat edilmeyip delile dayalı kesin ve sağlam bilgilere ulaşılması zorunludur;35 dinin bilinmesinde vahiy ve akıl asıldır.36 Mâtürîdî, sistemini sağlam bir temel üzerine oluşturma gereğinden dolayı önce bilginin mümkün olduğunu, insan düşüncesinin ve bilgisinin kaynaklarını, değerini ortaya koymaya çalışmış; eşyanın hakikatinin varlığı ve bilinebilirliliği gibi meseleleri incelemiş, sofistlerin görüşlerini eleştirmiş, reddetmiş ve bu görüşlerin yanlışlığını ortaya 32 56. Vâkıa / 63. 56. Vâkıa / 68. 34 Şaban Ali Düzgün, “Bilgi”, Sistematik Kelam, Ankuzem Yayınları, Ankara 2005, s.121. 35 Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 3-4. 36 Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 4. 33 10 koymaya çalışmıştır.37 Onun bu çabasındaki ana neden “doğru ve güvenilir bilgiye ulaşma” isteğidir. 37 Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 4-11. 1. BÖLÜM FELSEFEDE VE KELAMDA BİLGİ 1.1. Felsefede Bilgi Kuramı İnsan, –belki de fıtratının gereği olarak– merak eder, soru sorar... İmkânları ölçüsünde, farkına vardığı, ilgisini çeken her şeyi anlamak, anlamlandırmak, açıklamak ister. Zihnini meşgul eden her soruya tatmin edici bir cevap bulmaya çalışır. Hem “kendisi”ni hem de kendi dışındaki “eşyayı bilmek” ister. Zira onun nazarında eşya; bilinmesi gereken şeydir ve bilinmelidir. Varlığını sürdürebilmesi, hatta varlık sürecinde iç huzurunu elde edebilmesi buna bağlıdır. Aristoteles (m.ö. 384-322), ünlü eseri “Metafizik”e bu durumun ifadesi olabilecek şu cümlelerle başlar: “Bütün insanlar, doğal olarak bilmek isterler. Duyularımızdan aldığımız zevk, bunun bir kanıtıdır...” 38 “Bilme”, “aklını kullanma” ve buna bağlı olarak da yaşamını bir düzen içinde sürdürmeye çalışma, insanı insan yapan ve onu diğer varlık türlerinden ayıran en önemli özelliğidir. “Aklını kullanan” ve “bilen insan”ın “bilmeyen insan(lar)la bir olamayacağı” 39 da bilinen bir olgudur. Türkçe’de “öğrenme, araştırma, gözlem yoluyla insan aklının elde edebileceklerinin bütünü”40 olarak tanımlanan bilgi; bazen bir erdem41, bazen de günümüzde olduğu gibi “güç” olarak algılanmıştır. Kendi varlığının farkında olan insan, doğal olarak etrafında olanların ve olup bitenlerin de farkındadır ve yaşayabilmek için öncelikle “doğru” (eşyanın ve olayların gerçekliğini mümkünse olduğu gibi ifade eden), “güvenilir” (belgeleri olan, zandan ve tahminden 38 Aristoteles, Metafizik (çev. Ahmet Arslan), Sosyal Yayınları, İstanbul 1996, s. 75. “... De ki: ‘Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?’...” 39. Zümer / 9. 40 Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu, Ankara 1998, s. 294. 39 12 daha ileri düzeyde) ve paylaşıma açıldığında “savunulabilir” (başkalarını bu bilginin doğruluğu konusunda ikna etme imkânı olan) bilgiye ihtiyacı vardır.42 Felsefi düşüncenin oluşmaya başladığı zamanlardan itibaren filozoflar tarafından bilgi konusu önemsenmiş ve incelenmiştir. Pek çok Yunan filozofu43 bilginin kendisini de “bilmek” istemişler; bunun sonucunda da bilginin imkânı, kaynağı, sınırları, alanı ve ölçütleri gibi konulara ilişkin ilk soruları, ilk şüpheleri, ilk tartışmaları ortaya atmışlardır.44 Böylelikle felsefe biliminin ana konularından biri olan bilgi ile ilgili kuramlar yavaş yavaş oluşmaya başlamıştır. Felsefenin bilgi konulu alanını ifade etmek için “epistemoloji”45 terimini kullanıyoruz.46 Epistemoloji; Eski Yunanca’da “doğru bilgi”, “bilim” anlamlarına gelen “episteme”47 sözcüğü ile “öğreti”, “açıklama”, “temellendirme” gibi anlamlar taşıyan “logos”48 sözcüğünün birleşimiyle oluşturulmuş bir felsefe terimidir.49 Türkçe yazımıyla “epistemoloji” şeklinde dilimizde de kullanılan bu terim; felsefenin bilgiyi genel olarak ele alan, bilgiyle ilgili problemleri araştıran, bilginin imkânını, kaynağını, doğruluğunu, alanını, sınırlarını inceleyen dalına verilen isimdir.50 Kısaca “felsefenin bilgi bahsi”51 veya “bilginin bilgisi”52 denilebilir. Türkçe’de epistemoloji kavramının yanı sıra aynı 41 39. Zümer / 9. Hasan Onat, “Bilgi, Bilim Ve Yöntem”, İslam Bilimlerinde Yöntem, Ankuzem Yayınları, Ankara 2006, s. 5-6. 43 Örneğin; Herakleitos (m.ö. 475/480), Parmenides (m.ö. 5./6. yy.), Demokritos (m.ö. 460-370), Anaksagoras (m.ö. 500-428) vb. 44 Ahmet Arslan, Felsefeye Giriş, Vadi Yayınları, Ankara 1994, s. 17. 45 Bu terimin ortaya konuşu, felsefeyi, epistemoloji ve ontoloji bölümlerine ayıran İskoçyalı filozof J. F. Ferrier’e atfedilir. Bkz. M. Rosenthal ve Pavel Yudin, Materyalist Felsefe Sözlüğü (çev. Aziz Çalışlar), Sosyal Yayınları, İstanbul 1977, s. 140. 46 “Gnose” ve “loji” sözcüklerinden oluşan “gnoseoloji” de aynı anlamdadır. Bkz. Süleyman Hayri Bolay, Felsefî Doktrinler Sözlüğü, Ötüken Yayınları, İstanbul 1979, s. 89. 47 Episteme; İlkçağ Yunan felsefesinde, sanı, kanaat ya da inanç anlamına gelen “doksa”dan farklı olarak, doğru bilgi, bilimsel ya da sistematik bilgi, ilk ilkelerden hareketle kanıtlanabilir olan zarurî bilgi için kullanılan terimdir. Bkz. Abdülbâki Güçlü, Erkan Uzun, Serkan Uzun vd., Felsefe Sözlüğü, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara 2003, s. 473. Ahmet Cevizci, Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yayınları, İstanbul 1999, s. 306. 48 “... logos; nazariye, araştırma, etüt, mütalaa anlamına gelir...” Hüseyin Atay, “Kur’an’da Bilgi Teorisi”, AÜİF Dergisi, c. XVI, s. 155. 49 Güçlü, E. Uzun, S. Uzun vd., s. 218. Orhan Hançerlioğlu, Felsefe Ansiklopedisi (Kavramlar ve Akımlar), Remzi Kitabevi, İstanbul 1976, c. I, s. 168-169. 50 Hilmi Ziya Ülken, Felsefeye Giriş (Birinci Kısım) AÜİF Yayınları, Ankara 1957, s. 45. Cevizci, Felsefe Sözlüğü, s. 307. Bolay, Felsefî Doktrinler Sözlüğü, s. 89. 51 Mustafa Namık Çankı, Büyük Felsefe Lügati, Cumhuriyet Matbaası, İstanbul 1954, c. I, s. 707. 52 Nihat Keklik, Felsefenin İlkeleri, Doğuş Yayın ve Dağıtım, İstanbul 1982, s. 164. 42 13 felsefî alanı ifade etmek için “bilgi nazariyesi”, “bilgi bilim”53, “bilgi teorisi”, “bilgi kuramı”54, “bilgi bili”55, “bilgicilik”56 gibi kavramlar da kullanılmaktadır. 1.1.1. Bilgi Nedir? Felsefe terimi olarak bilgi; genel anlamda “bilen ile bilinen arasındaki ilişki”57 ya da “bu süreç sonunda elde edilen ürün”58 şeklinde tanımlanabilir. Dolayısıyla bilginin birbirinden ayrılmayan iki öğesinin olduğu ortaya çıkmaktadır: Bunlardan birisi “bilen”; bilme arzusuyla donatılmış olan insandır. Diğeri ise “bilinen”; (bilenin kendisi de dahil) bilinebilen, araştırılan, kısaca tüm “var olan”dır. Her bilgi, bu iki öğeye ve bunlar arasında kurulan bağa dayanır. Bilen’e (özne, insan), bilgi kuramı terminolojisinde “süje”59; bilinen’e (nesne) de “obje” adı verilir60. Günümüz epistemoloji anlayışında Süje (özne); “bilinçli olarak bilmeye yönelen, davranışlarda bulunan ve bilen kişi”61 dir. Obje (nesne); genel anlamda “var olan”62, dolayısıyla da “düşünülebilen her şey” dir. Her bilme eyleminde, bilinecek bir şey, dahası “var olan” söz konusudur. Bilginin oluşması, öznenin amaçlı ve bilinçli yönelimiyle, özne ve nesne arasında kurulan ilişkinin sonucuna bağlıdır. Böyle bir ilişkide etkin olan taraf doğal olarak öznedir.63 Yani bilgi, insandan nesneye doğru yönelen bilinçlilik halidir. İnsanın bilinçli yönelimi olmadan bilgi olamaz.64 “Öznenin bilgisinin tamamı böyle bilinçli bir yönelişin ürünü müdür?” sorusuna verilecek cevap elbette ki hayır olacaktır. Çünkü insanların bilinçli bir araştırma 53 Hançerlioğlu, Felsefe Ansiklopedisi (Kavramlar ve Akımlar), c. I, s. 168. Güçlü, E. Uzun, S. Uzun vd., s. 218. 55 Çankı, c. I, s. 707. 56 Atay, “Kur’an’da Bilgi Teorisi”, s. 155. 57 Takiyettin Mengüşoğlu, Felsefeye Giriş, İÜ Edebiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul 1958, s. 35. Mehmet Vural, İslâm Felsefesi Sözlüğü, Elis Yayınları, Ankara 2003, s. 67-68. 58 Hüseyin Subhi Erdem, “Bilgi”, Felsefe Ansiklopedisi, Etik Yayınları, İstanbul 2004, c. II, s. 381. 59 “Süje” deyimi Latince sübjectum kelimesinden türemiştir. “bir şeyi taşıyan, temel teşkil eden şey” demektir. Bkz. Mengüşoğlu, s. 34. 60 Mengüşoğlu, s. 34. 61 Özcan, s. 43. 62 Mengüşoğlu, s. 34. 63 Erdem, “Bilgi”, c. II, s. 381. 64 Süleyman Hayri Bolay, Felsefeye Giriş, Akçağ Yayınları, Ankara 2004, s.18. 54 14 yöntemi kullanmadan elde ettiği bilgi de vardır. Bu, yaygın olarak az ya da çok bütün insanların gündelik hayatlarında ve en sıradan deneyleri sonucunda elde etmiş oldukları sıradan bir bilgidir. “Gündelik bilgi”65 denilen bu türün kaynağı, bütün insanların temelde aynı biyolojik yapıya ve benzer toplumsal şartlara sahip olmalarıdır. Örneğin; herkes yağmurun ıslattığını, ateşin yaktığını... bilir. Bu türden bilgi ister istemez, farkında olunmaksızın (bilinçsiz) kazanıldığından, dağınıktır.66 Tesadüfî ve sistemsizdir.67 Bilinçli yöntemler kullanarak gündelik bilgiyi aşan iki bilgi örneği olarak ise bilimsel bilgi ve felsefî bilgiden söz edilebilir.68 Bilginin oluşumu bir süreçtir. Bu süreçte özne, nesneyi kendi zihinsel imkânları içine taşıma gibi bir eylemde bulunur. Öznenin sahip olduğu bu zihinsel imkâna, genel olarak bilme, öznenin nesneye yönelik eylemi sonunda ortaya çıkan şeye de bilgi adı verilir. O halde, “bilgi; bilen öznenin amaçlı yönelimi sonucunda, bilinen nesne ile arasında kurduğu ilişki ve bu ilişkinin ürünü olan şey” olarak değerlendirilebilir. Böylece biz, bilgi sahibi olan varlığa “bilen”, bilenin yöneldiği, hakkında bilgi elde etmek istediği varlık ya da varlık alanına “bilinen”, elde edilen ürüne de “bilgi” diyoruz.69 Aslında, “bilen” (özne) ile, bilinen (nesne) arasındaki “ilişki”, bilgiden çok insanın dışındaki varlıklarla ilgili bilgiye giden süreci anlatmaktadır. Dış dünyada var olanları beş duyumuzla yani görerek, işiterek, dokunarak, tadarak, koklayarak algılarız. O halde denilebilir ki; bilgi, dış dünyadaki varlıkların zihnimizde bıraktığı bu izlerdir. Ancak, bunu söylerken bizim bilgimizin, salt dış dünyada var olan varlıkların bilgisiyle sınırlı olmadığını biliyoruz. Örneğin, sadece zihnimizde olan bilgi de vardır. Sözgelimi çok sık kullandığımız ‘akıl’, dış dünyanın var olanı değildir. Fakat biz aklın var olduğunu biliriz. Çok ilginçtir ki, biz aklımızın kendisini de aklımızla kavrarız. O halde “bilgi; insanın zihninde kavramsal olarak veya başka bir şekilde karşılık bulan her şeydir” biçiminde de tanımlanabilir. Bu, somut varlıkların bilgisi olabileceği gibi soyut varlıkların bilgisi de olabilir.70 65 Buna “sağ duyu bilgisi” veya eski deyimle “âmiyâne bilgi” de denilmektedir. Arslan, s. 7-8. 67 İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Felsefe, Sebat Basımevi, İstanbul 1938, s. 3-4. 68 Arslan, s. 7-8. İsmail Hakkı İzmirli, Felsefe Dersleri, Dersaadet 1330, s. 3-4. 69 Erdem, “Bilgi”, c. II, s. 381-382. 70 Onat, s. 5. 66 15 Bilgi adıyla ortaya çıkan ürün, “ifade”, “önerme”, “yargı” gibi adlarla anılan dilsel yapılar içinde kendini gösterir.71 Sözcükler ve kavramlar, insanın bilme eyleminin ürünü olan bilgiyi ifade etmekte kullandığı kalıplardır. O halde özne, nesne, öznenin duyularla elde ettiği duyu verileri, onların soyutlanmasından elde edilen kavramlar ve bu kavramlardan kurulan yargılar vb. her birisine bilginin elemanları denilebilir.72 1.1.2. Bilginin İmkânı Bilgi Kuramı’nda önce, bilginin imkânı ya da imkânsızlığına ilişkin tartışmalar ele alınır. İlk soru(n) “bilginin mümkün olup olmadığı”dır. Doğal olarak böyle bir soruya olumlu cevap verenler (bilgi mümkündür diyenler) yanında, olumsuz cevap verenler (bilgi mümkün değildir diyenler) de vardır. İnsanoğlunun sahip olduğu bilgiye ilişkin yetilerin, özellikle de duyularının dış dünyayı olduğu gibi, doğru olarak yansıttığını düşünenler yani bilginin mümkün olduğunu kabul edenler; genellikle felsefede dogmatik olarak adlandırılırlar.73 Bu felsefî tavrı savunanların bütünü, insanın kendisinden bağımsız olarak var olan gerçekliğin bilgisinin bilinebileceği görüşündedirler. Doğru bilginin neden veya nasıl mümkün olduğunu açıklama ihtiyacı duymazlar ve bilginin olmadığından asla şüphe etmezler.74 Ancak bu doğru bilginin nereden geldiği yani kaynağı konusunda (duyu, akıl, deney, sezgi, vahiy...) farklılıklar taşırlar.75 Bilginin mümkün olduğu görüşü, felsefe tarihinde karşımıza en sık çıkan ve çoğunluğu oluşturan görüştür. Bilginin mümkün olmadığını düşünenlere de genel olarak şüpheciler76 veya septikler77 denir. Yunan felsefesi tarihinde, bilgi nazariyesi açısından şüpheye düşen ilk filozoflar 71 Erdem, “Bilgi”, c. II, s. 382. Bolay, Felsefeye Giriş, s.19. 73 “... Fakat dogmatik unvanı sadece bu konuda kullanılmıyor. Meselâ şüpheciler vs. konusunda da, (şayet ifrat derecesine ulaşırlarsa), dogmatik şüpheci tabirine rastlıyoruz. Anlaşılıyor ki dogmatikler, yalnız kendi görüşlerinde (bu görüş ne olursa olsun) ısrâr ve inâd eden kimselerdir. Bu sebepledir ki onlara İslâm Felsefesinde inâdiyye ismi de veriliyordu...” Bkz. Keklik, s. 166-167. İsmail Fennî, Lügatçe-i Felsefe, İstanbul 1341, s. 613-616. 74 A. Kadir Çüçen, Felsefeye Giriş, Asa Kitabevi, Bursa 1999, s. 76. 75 Bu konudaki ayrıntılar “Bilginin Kaynağı” başlığı altında verilmiştir. 76 Fennî, s. 613-616. 77 “... Grekçe’de skeptikos kelimesi, “inceleyen” manasına gelmektedir. Septisizmde esas olan şey; sonuna kadar şüphe etmek, devamlı şüphe ileri sürmektir. Böyle davrananlara septik adı verilir. Türkçe’deki karşılığı şüphecidir...” Bkz. Keklik, s. 167-168. 72 16 sofistlerdir. Onlar, “hakikat” denilen şeyin varlığından şüpheye düşerek felsefe tarihinin ilk sistemli şüphecileri olmuşlardır.78 Dış dünyanın bilgisini, insanın bilemeyeceğini öne süren şüphecilerin anlayışına göre, gerçekliğin bilgisini elde etmek için insanın bilgi yetileri ve kapasitesi yeterli değildir. Aklın daima zıtlık ve çelişki içinde olacağını söyleyerek her zaman bilginin şüpheli olduğuna inanırlar. Bu yüzden kesin, doğru bilgi imkânsızdır ve nesnel / objektif bilgi yoktur.79 Doğru bilgi, herkes için geçerli ve aynı olamaz. Ancak şüpheciler adıyla genelleyerek ifade ettiğimiz bu grubun savunucuları şüphenin derecesi bakımından kendi içlerinde farklı bakış açılarına sahiptir. Bir bölümü her tür bilgiyi tamamen imkânsız görürken, bir başka bölümü yalnızca kesin doğru bilgiyi imkânsız görüp eksik ve yetersiz bilgi sahibi olduğumuzu ileri sürmektedirler.80 Aşırı nitelikli eski Yunan şüpheciliği sonraki dönemlerde daha yumuşak ve yöntemli bir görünüm kazanmıştır. Aslında en aşırısından en ılımlısına kadar bütün bu şüphecilerin hepsi yalnız felsefî ve fikri alanda şüphe ileri sürmüşlerdir. Günlük hayatta böyle bir tereddüt ya da şüpheye ve bunun sonucunda da eylemsizliğe, tembelliğe saplanıp kalmış değillerdir, çünkü yaşamları incelendiğinde düzgün, düzenli bir hayat sürdükleri görülür.81 78 Kâmıran Birand, İlk Çağ Felsefesi Tarihi, AÜİF Yayınları, Ankara 2001, s. 31. Örneğin; Sofistlerin en meşhurlarından Protagoras (m.ö. 482-411)’a göre “insan, her şeyin ölçüsüdür”. Her şeyin ölçüsünün insan olması demek, herkes için geçerliği olacak genel bir doğru bilginin var olmaması demektir. Sadece her insanın kendisine göre doğru olan yada her insanın kendisine göre doğru saydığı, bir takım duygu, düşünce ve tasarıları vardır. Bkz. Birand, s. 31. Arslan, s. 29. 80 Şüphecilik çeşitli türlere ayrılabilir: Tavır olarak şüphecilik: “Eleştiri” felsefe biliminin ana niteliklerinden biridir. Bu nedenle bir tavır olarak şüphe, felsefenin ruhunda vardır. Yöntem olarak şüphecilik: Burada şüphe, bir amaç olarak değil de sadece şüpheyi ortadan kaldırarak kesinliğe ulaşmak için kendisinden faydalanılan bir araçtır. Varılmak istenen kesinliğe ulaşmada şüphe, bir yöntem olarak kullanılmaktadır. Bu türden şüpheciliğin bilinen en iyi örnekleri İslam dünyasında Gazzali, Batı dünyasında da Descartes’dir. Deneycilerin şüpheciliği: Bunlara göre tüm bilgilerimizin tek kaynağı deneydir. Dolayısıyla deney dışı olan her tür bilgiden kuşku duyabiliriz; zira onların nereden geldiğini vs. bilemiyoruz. Bu tür bir şüphenin en iyi örnekleri Hume ve Kant’tır. Örneğin; bu anlayışın sonucu olarak Kant, her türlü insan deneyini aşan bilgilerin, özellikle metafizik diye adlandırılan bilgi alanının imkanını reddetmektedir. Aşırı şüphecilik: Bilginin mümkün olamayacağını aşırı bir biçimde vurgulamaya çalışan bir şüphecilik türüdür. Bu şüphecilik türünün en tipik örnekleri olarak Sofistler ve Septikler gösterilebilir. (Geniş bilgi için bakınız. Birand, s. 31 vd. Keklik, s. 166-168. Çüçen, s. 78-86. Arslan, s. 18, 24-29.) 81 Atay, “Kur’an’da Bilgi Teorisi”, s. 156. 79 17 1.1.3. Bilginin Kaynağı Genel manada bilginin mümkün ve insanın gerçekliğin bilgisine ulaşabilir olduğunu kabul edenlere dogmatik denildiğini belirtmiştik. Ancak “Bilgiyi hangi yollardan, kaynaklardan elde ederiz?” sorusu gündeme geldiğinde bu görüşü tercih edenler kendi aralarında çeşitli gruplara ayrılırlar: Deneycilik (Empirizm)82 olarak anılan anlayışa göre doğru bilginin kaynağı deneydir. Felsefede kaynağı deney olan bilgilere aposteriori bilgiler denilir.83 Dolayısıyla empiristlere göre insan bilgisinin tamamı aposteriori niteliktedir. Akılcılık (Rasyonalizm)84’e göre de doğru bilginin kaynağı akıldır. Akılcılara göre, duyular kesin, doğru ve evrensel bilginin kaynağı olamaz. Çünkü bilgi; genel geçer, değişmez, her yerde ve her durumda aynı olmalıdır. Duyu ya da deney bilgisi bu nitelikleri taşıyamadığından bu bilgilerin kaynağı akıldır. Aklın doğruları, deneyin doğrularına kıyasla daha değerlidirler çünkü onlar deneyden önce de insan zihninde var olan bilgilerdir. Akıl bilgileri apriori olarak doğuştan getirdiğimiz değişmez doğrulardır.85 Deneycilerin aksine akılcılar, apriori bilgiyi kabul ederek, insan zihninin doğuştan boş olmayıp bazı bilgilerle donatılmış olduğunu ileri sürerler. Bu görüşe göre, aklın ilkeleri86 doğuştan gelen apriori ilkelerdir ve her insanda ortak olarak bulunurlar. Matematik bilgiler, Tanrı’ya ait bazı bilgiler... doğuştan aklımızda hazır olarak vardırlar. Eleştiricilik (Kritisizm)87, adı verilen görüşün temsilcisi Immanuel Kant (1724-1801), bilginin kaynağı olarak sadece deneyin ya da aklın esas alınmasını eleştirerek her iki tarafın da kusurlarını ortaya koymaya çalışmıştır. Böylece Kant, aslında doğru bilginin elde edilmesinde yeni bir kaynaktan bahsetmemiş, sadece aklın ve deneyin sınırlarını belirlemeye çalışarak her ikisinin de birlikte bilginin kaynağı olduğunu ileri sürmüştür. 82 Ayrıntılı bilgi için bakınız. Arslan, s. 32. Çüçen, s. 86-87. Kurtuluş Dinçer, Felsefe, Anadolu Üniversitesi Yayınları, 2002, s. 18-19. Bolay, Felsefeye Giriş, s. 71-72. 83 Cevizci, Felsefe Sözlüğü, s. 67. 84 Ayrıntılı bilgi için bakınız. Çüçen, s. 87-88. Arslan, s. 32-33. Dinçer, s. 18-19. Bolay, Felsefeye Giriş, s. 68-71. 85 Cevizci, Felsefe Sözlüğü, s. 67. 86 Sebep-sonuç (nedensellik) ilkesi, çelişmezlik ilkesi... 87 Ayrıntılı bilgi için bakınız. Atay, “Kur’an’da Bilgi Teorisi”, s. 164. Çüçen, s. 88-89. Arslan, s. 34. Bolay, Felsefeye Giriş, s. 73. 18 Ona göre bilgi için hem deneye hem de akla ihtiyaç vardır. Yalnızca birisi yeterli değildir. Bilgi deneyle başlar ama deneyle bitmez. Deneyden gelen aposteriori algı, aklın apriori kavram ve kategorileriyle işlenerek bilgi halini alır. Bir tür uzlaşıcılık sayılabilecek bu anlayış, hem dış dünyadan gelen bir şeylere hem de zihinden gelen bir şeylere yer vererek, bilginin kaynağı olarak tekçi (monist) bir görüşü değil de, ikili (düalist) bir kaynağı kabul etmiş olmaktadır.88 Aklın, doğru, kesin ve sağlam bilgiyi veremediğini savunan Sezgicilik89’e göre gerçekliğin bilgisini ancak “aracısız ve doğrudan bilme”yi içeren sezgi verir. Sezgicilere göre, insan aklı sınırlıdır; çünkü o, zaman ve mekân içinde deneye dayanarak bilgi elde eder. Böyle bir kaynak bize hakikatin bilgisini veremez. Bu ancak anlık bir sezgiyle mümkündür. Akıl ve deney bilgisi dolaylıdır ve aracısız olamaz. Sezgi ise bir bütünü bir bakışla, “doğrudan kavrama” ve “keşfetme”dir. Kişiye ait bir kavrayış olup bireyin öznel yaşantısında hissettiğidir. Bundan dolayı sözcüklerle ya da kavramlarla anlatılamaz ve aktarılamaz ancak yaşanır. Başkalarına anlatılamayacağı için de her birey ancak kendi sezgi yetileriyle hakikati kavrayabilirler. 1.1.4. Bilginin Değeri “Doğru bilginin kriterinin ne olduğu” probleminden yola çıkılarak “Doğru (olduğunu iddia ettiğimiz) bir bilginin, doğru bilgi olduğunu nereden biliyoruz?” veya “Doğru nedir?” sorularının cevabı, bilginin değeri kapsamında ele alınır. Doğruluk (hakikat); herhangi bir ifade, olmayan bir şeyi olmuş gibi gösterirse bu yanlıştır. Dolayısıyla “doğruluk; ifadelerle nesnelerin birbirine uygunluğu” dur. Doğru; düşüncemizin gerçekle uyuşmasıdır. Buna “uygunluk kuramı” denilir.90 Bir nesne hakkında oluşturduğumuz bir görüş, nesnenin kendisine uyuyorsa doğru, uymuyorsa yanlıştır. Basit bir benzetişle; zihni bir ayna, zihnin konusu olan şeyi de aynanın önünde bulunan bir nesne olarak düşünürsek, bu nesnenin aynada oluşan görüntüsü, nesnenin kendisine uyuyorsa, biz bu aynanın nesneyi doğru bir biçimde yansıttığını söyleriz. Ama insan vücudunu tuhaf şekillerde gösteren “komik aynalar”da 88 89 Çüçen, s. 89. Ayrıntılı bilgi için bakınız. Atay, “Kur’an’da Bilgi Teorisi”, s. 164. Çüçen, s. 89. 19 olduğu gibi, önünde bulunan bir nesneyi ona uygun bir şekilde yansıtmayan, çarpıtan bir zihnin, kusurlu bir zihin; böyle bir bilginin ise “yanlış” bir bilgi olduğunu söyleriz. “Uygunluk kuramı” ile kastedilen doğruluk bu türden bir doğruluktur. Birçok düşünür tarafından savunulan bu doğruluk görüşü, günlük kullanıma da çok yakındır.91 İlk bakışta açık ve sade görünen bu tanım, uygunluktan ne anlaşıldığı sorulduğunda güçlükle karşılaşır. İfadenin nesnesiyle uyuşması derken bu uyuşma hangi anlamdadır? Bilmediğimiz bir nesne hakkındaki herhangi bir yargı ifadesinin uygunluğunu (doğruluk), bilmediğimiz o nesneyle nasıl karşılaştırabiliriz? 92 Uygunluk kuramının benzeri güçlükleri göz önüne alınarak adına “tutarlılık kuramı” denilen başka bir doğruluk görüşü ortaya atılmıştır. Bu kurama göre doğruluk; ifademizin nesnesine uygunluğu değil de “ifademizin daha önceki bilgilerimizle uygunluğu”dur. Yani bir bilginin doğru olması demek, doğru olduğunu daha önceden bildiğimiz bilgilerimizle tutarlı olmasıdır.93 Doğruluğun ne olduğunu tanımlama konusunda bir başka görüş daha vardır ve bu görüşün temelini “faydacılık” oluşturur. Bu anlayışa göre, “bir bilgi insanı mutluluğa / başarıya götürüyorsa ve böylece ona bir fayda sağlıyorsa doğru, bir fayda sağlamıyorsa yanlıştır.” Bu anlayış “yararcılık (pragmatizm)” adıyla bilinir.94 Doğruluk kavramıyla ilgili olarak şu noktayı belirtmekte fayda olabilir: “Mantıksal doğruluk”95 ile “Epistemolojik doğruluk” birbirinden tamamen farklıdır. Mantıkta doğruluktan anlaşılan şey, zihnin veya aklın işleyişinde akıl ilkeleri dediğimiz, “özdeşlik”, “çelişmezlik” ve “üçüncü halin imkânsızlığı”... ilkelerine uyularak çıkarım yapılmasıdır. Burada asıl amaç tutarlı olmaktır. Ancak tutarlı olmak ve akıl ilkelerine uymak çıkarımda, doğruluğun yegâne garantisi değildir. Çıkarım tutarlı olabilir, ancak bu mantıksal çıkarımın bilgi kuramının anladığı anlamda doğru olması gerekmez, hatta 90 Dinçer, s. 20-21. Arslan, s. 21. Arslan, s. 21. 92 Dinçer, s. 21. 93 Dinçer, s. 21. 94 Ayrıntılar için bakınız. Arslan, s. 21. Çüçen, s. 90-95. Dinçer, s. 21. 95 “...mantık ilkelerinin karakterinden kaynaklanan formel bir doğruluktur, düşünme ilke ve kurallarına uygunluğu ifade eder...” Bkz. Doğan Özlem, Mantık, Ara Yayıncılık, İstanbul 1991, s. 291. 91 20 sonucun apaçık yanlış olduğu durumlar görülebilir.96 Epistemolojik doğruluk ise, – çoğunluğun kabulüne göre– bilgimizin nesnesine uygunluğudur. 1.2. Kelam’da Bilgi Kuramı İslamî terminolojide bilginin karşılığı olarak “ilim” ve “ma’rifet” terimleri kullanılmaktadır. İlim kelimesi mastar olup sözlükte; “bir şeyin hakikat ve mahiyetini kavrayıp idrak etmek”97, “bir şeyi gerçek yönüyle kavramak”, “sağlam ve kesin bir biçimde, bir şeyin gerçeğini bilmek”98 “bir şeyin ne olduğunun bilincine varmak”99 “bilen için bilinenden gizliliğin kalkması ve kendisiyle tikel ve tümellerin kavrandığı bir sıfat”100 “gerçeğe uygun olan itikat”101 gibi anlamlara gelir. Kısaca “bilmek” olarak ifade edilebilen “ilim” terimi, İslâm kültüründe genellikle “ilâhî ve beşerî bilgi” yanında “bilim” karşılığında da kullanılır.102 Ayrıca insanın, bilmek amacıyla yöneldiği konuyu bütün yönleri ve alanlarıyla kuşatıp anlamasına ihâta, onu tam olarak kavramasına vükûf, aynı konuda derinleşip uzmanlaşmasına da rüsûh denilmektedir. Bilgide kesinliği ifade etmek üzere yakîn terimi kullanılırken zan, şek, şüphe, rayb, vehim gibi terimler de bilgide kesinliğe yaklaşılan veya uzaklaşılan durumları ifade etmek için kullanılır.103 Sözlükte mastar olarak “bilmek, tanımak, ikrar etmek”, isim olarak ta “bilgi” anlamına gelen ma’rifet kelimesi, ilimle eş anlamlı gibi kullanılmakla birlikte, sonradan kazandıkları terim anlamları nedeniyle aralarında bazı farklar vardır.104 Şöyle ki: 96 “...Örneğin eğer, “Bütün filler kuştur” ve “Bütün kuşlar uçar” öncülleri ileri sürülse özdeşlik ilkesine uygun olarak şu sonuç çıkar: “O halde bütün filler uçar”. Bu sonuç mantık bakımından çıkan sonuçtur ve mantığın formel yapısına uygun olduğundan doğrudur. Ama bu çıkarımın, bilgi teorisine göre yanlışlığı apaçıktır...” İsmail Köz, “Bilgi Teorisi ve Bilim Felsefesi”, Felsefe, Ankuzem Yayınları, Ankara 2006, s. 77-78. 97 Yusuf Şevki Yavuz, “İlim”, DİA, İstanbul 2000, c. XXII, s. 108. 98 Râgıb el-İsfehânî, e’l-müfredât fî garîbi’l-Kur’ân (thk. Muhammed Seyyid Keylânî), Dâru’l-ma’rife, Beyrut tarihsiz, s. 343-344. Hüseyin Atay, Arapça-Türkçe Büyük Lügat, Ankara 1981, c. III, s. 471472. 99 Murat Serdar, “Kur’ân-ı Kerîm’e Göre Allah’ın İlim Sıfatı ve Cüziyyâtı Bilmesi Meselesi”, ERÜ SBE, Kayseri 1995 (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi), s. 11. 100 Cürcânî, Kitâbü’t-ta’rîfât, İstanbul 1300, s. 103-104. Serdar, s. 11. 101 Cürcânî, Kitâbü’t-ta’rîfât, s. 103. 102 İlhan Kutluer, “İlim”, DİA, İstanbul 2000, c. XXII, s. 109. 103 Necip Taylan, “Bilgi”, DİA, İstanbul 1992, c. VI, s. 157. 104 Zebîdî, Tâcü’l-arûs, Beyrut 1994, c. XVII, s. 495-496. 21 İlim; tümel ve genel nitelikteki bilgileri ifade ederken, ma’rifet; tikel, özel ve ayrıntılı bilgileri ifade eder.105 Başka bir deyişle “ma’rifet”, “ilim”den daha özel bir anlama sahiptir. Çünkü ma’rifette bilmenin konusu tektir. İlimde ise bilmenin konusu geneldir. Ayrıca marifette “unutulan şeyin hatırlanıp tanınması”106, “tecrübe veya tefekkür ile bilgiye varmak”107 “bir şeyi olduğu gibi idrak edip anlamak”108 anlamı da vardır. Ma’rifet, inkâr’ın karşıtı, ilim de cehl’in karşıtıdır.109 Bu nedenlerle ilim kelimesi her zaman ma’rifetin yerini tutamaz. İslam düşüncesinin tamamını olduğu gibi Kelamcıların da bütün görüş ve anlayışlarını şekillendiren temel dinamik, Kur’an olduğundan kelam disiplini adına ortaya konulan her bir yorumun Kur’an ile birebir örtüşmesi son derece önemlidir. Dolayısıyla Kelamda bilgi kuramının daha iyi anlaşılabilmesi için öncelikle Kur’an’ın bu konuya bakışını temel ilkeler bazında belirtmek uygun olacaktır. İslam düşüncesinin temel dayanağı Kur’an’da bilginin tanımı yapılmamakla birlikte ilim kelimesi, türevleriyle birlikte yaklaşık olarak 750 ayrı yerde Allah, insan ve meleklere nispet edilerek kullanılmıştır.110 Kelimenin bu kadar fazla sayıda kullanılması, bilginin ve bilmekle ilişkili eylemlerin, Kur’an’ın mesajı bakımından ne derece önemli olduğunu ortaya koymaktadır.111 İlim kavramının Kur’an’da daha çok “ilahî bilgi”, “vahiy” anlamlarında kullanımının yanı sıra bu kavram; insanın gerek vahiy yoluyla elde ettiği ilahî kökenli bilgiyi, gerekse kendisine verilmiş olan bilme yeteneğini kullanarak elde ettiği bilgiyi112 ifade etmek için de kullanılmaktadır.113 Kur’an’a göre bir “erdem” olarak nitelenen bilgi, kendisine sahip olan kimseyi, olmayanlardan farklı kılan, üstün bir değere ulaştıran insanî niteliktir. İnsanın sahip 105 Süleyman Uludağ, “Mârifet”, DİA, İstanbul 2003, c. XXVIII, s. 54. Taylan, “Bilgi”, s. 158. Kutluer, “İlim”, s. 110. 107 D. B. Macdonald, “İlim”, İslâm Ansiklopedisi, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1950, c. 5, Kısım 2, s. 973-974. 108 Cürcânî, Kitâbü’t-ta’rîfât, s. 103-104. Serdar, s. 11-12. (Bu tarif, bilme olayının yöneldiği konuyla tam bir uygunluk içinde olmasını şart koşmaktadır.) 109 Cürcânî, Kitâbü’t-ta’rîfât, s. 103. Kutluer, “İlim”, s. 110. Uludağ, “Mârifet”, s. 54. 110 “İlim”, Dinî Kavramlar Sözlüğü, DİB Yayınları, Ankara 2006, s. 310-311. 111 Kutluer, “İlim”, s. 110. 112 Örneğin 2. Bakara / 164. 106 22 olduğu bilme yetisi ve bunun kullanımı sonucunda elde edebildiği bilgi, onu melekler dâhil bütün yaratılmışların üstünde bir konuma yerleştirmiştir. Kur’an’da ifade edilen ve önünde saygı ile eğilmeyi hak eden Hz. Âdem’in meleklere olan üstünlüğü, bilgi sayesinde kazanılmıştır.114 Yaratılmış diğer varlıklar arasında insana üstünlük sağlayan bu nitelik, aynı zamanda insanlar arasında da bilen kimseleri bilmeyenlerin üstünde bir değere ulaştırır.115 Kur’an, felsefî manada herhangi bir bilgi tanımına yer vermemesine karşın onu insan için ontolojik bir imkân olarak gördüğünden bilginin elde edilebileceği araçlara ve alanlara dikkat çeker. Duyuları ve aklı kullanmayı, onlardan faydalanmayı ısrarla vurgulayan Kur’ân’da, ahiret hayatı ile ilgili olarak sıkça zikredilen cennet nimetleriyle cehennem azabı özellikle insan duyularına hitap etmektedir.116 İnsanlar için bilgi edinmenin imkânını vurgulayan Kur’an,117 bilgi edinme sürecinde duyuların algılarına büyük bir önem verir. Duyusal algıyı aşan Allah’ın varlığının anlaşılmasında bile duyu verileri vazgeçilmez bilgi kaynaklarıdırlar. İnsanlardan duyularını kullanmalarını isteyen Kur’an bunun aksine davrananları şiddetle eleştirmektedir.118 Bu bağlamda Kur’an çeşitli vesilelerle müşahedeye de vurgu yaparak onlar üzerinde düşünüp çıkarımlar yapmayı dolayısıyla yeni bilgiler üretebilmeyi salık verir.119 Böylelikle düşünme eyleminin kendisiyle yapılacağı akıl da Kur’an tarafından insan bilgisinin kaynaklarından bir diğeri olarak belirtilmiş olmaktadır. Akıl, Kur’an’da durağan değil, işleyen (faal) bir insanî yetiyi ifade eder. Duyu yetilerinin kullanımında olduğu gibi akla da vurgu yapan Kur’an; insanları akletmeye çağırır120, aklını kullanmayanları da şiddetle yerer.121 Bilgi sürecinde akıl yürütme ve düşünmenin vazgeçilmez yerini belirleyen Kur’an, gerçek anlamda aklını kullananların 113 Kutluer, “İlim”, s. 110. 2. Bakara / 30-34. 115 39. Zümer / 9. 116 Örnek için bakınız. 2. Bakara / 25; 22. Hac / 19-22; 7. A’râf / 50; 14. İbrahim / 16-17. Hayati Hökelekli, “Duyu”, DİA, İstanbul 1994, c. X, s. 8-12. 117 40. Mü’min / 83; 16. Nahl / 78; 28. Kasas / 78; 30. Rûm / 7. 118 7. A’râf / 179. 119 29. Ankebût / 20; 88. Ğâşiye / 17-20; 2. Bakara / 164. 120 Örneğin 16. Nahl / 12. 121 8. Enfâl / 22. 114 23 ancak bilen insanlar olduğunu belirterek akıl yürütmeyle bilgiye ulaşma arasında yakın bir ilişki kurmaktadır.122 Duyuları ve aklı insan bilgisinin birer kaynağı olarak sayan123 Kur’an’ın bunlar içerisinde en çok önem verdiği kaynak; akıldır. Akıl; düşünen, muhakeme eden ve karar veren, böylece doğru ile yanlışı birbirinden ayırt eden ana kaynaktır. Kalp ile duyular sadece aklın bu faaliyetlerinde kullanacağı malzemeleri temin eden araçlar, aracılar konumundadır. Kur’an’ın bilgi edinme sürecinde “kalb”in özel bir yeri vardır. Kalp, salt olarak maddi bir organ olmanın ötesinde düşünen, araştıran ve iman eden iç duyudur. İç dünyada oluşan bir seziş, bir kavrayıştır.124 Bu nedenle duyu, akıl ve kalp bir anlamda birbirlerini tamamlayıcı işleve sahip olduklarından bilgi, bunların ortaklaşa çabalarının sonucunda elde edilmektedir.125 Epistemoloji’de bilginin kaynaklarından biri olarak yer verilen sezgiye Kur’an’ın da değindiğini görüyoruz. Ancak Kur’an, sezginin terim olarak Arapça karşılığı olan hads kelimesini değil de aynı anlama gelen kalb ve basiret kelimelerini kullanmaktadır. Hüseyin Atay bu manada sezgiye sağduyu (akl-ı selim) demekte ve bununla ne kastedildiğini şu sözlerle açıklamaktadır: “İnsan bilgilerinin, çevresinin, geleneklerinin, eğitimcilerinin tesirinden sıyrıldığı zaman ve bu saydıklarımızın tesirinde kalmadan öz aklına, her şeyden açık kalan aklına sağduyu (akl-ı selim) diyoruz. İşte insan böyle bir duruma gelir de ve bu anda içine bir bilgi doğarsa bu bilgi sağlam, apaçık ve kesin olduğu gibi hem de sezginin tanımına uygun olarak vasıtasız, deneyi ve aklı kullanmadan doğmuştur.”126 Bu bilgi kaynakları dışında Kur’an’da vurgulanan bir diğer önemli kaynak daha vardır ki o da vahiydir. Vahye bilgi diyen Kur’an,127 onun üzerinde titizlikle durmakta ve vahyin verdiği bilgilerin diğer kaynaklar olan duyular, kalp ve aklın verileriyle çatışma 122 Temel Yeşilyurt, “Kur’an’da Bilgi”, FÜİF Dergisi, Sayı IX (2004), s. 10. 2. Bakara / 171; 8. Enfâl / 22; 16. Nahl / 78; 23. Mü’minûn / 78; 6. En’âm / 46. 124 Serdar, s. 35. Muhammed İkbal, İslam’da Dinî Düşüncenin Yeniden Teşekkülü (çev. N. Ahmet Asrar), İstanbul 1984, s. 34. 125 Yeşilyurt, s. 8-9. 126 Atay, “Kur’an’da Bilgi Teorisi”, s. 165, 167. 123 24 ve çelişme içinde olmadığını belirtmektedir. Kur’an, “... size bilmediklerinizi bildirecek bir peygamber gönderdik.”128 ifadesiyle vahyin tamamlayıcı bir bilgi verdiğini belirtmekte ve tamamlayıcı olanın tamamladığı şeye zıt olmadığını ve olamayacağını vurgulamaktadır.129 Kur’an’da, tanımı yapılmayan ve bir erdem olarak nitelenen bilgi, doğruluk dereceleri bakımından; ilim130, zan131 ve kuruntu (yalancılık)132 olarak bölümlere ayrılır. Fakat Kur’an-ı Kerim’de geçen ilim sözü, “kesin bilgi” anlamında olup bazen ilim yerine “burhân”133 kelimesinin kullanıldığı da olur.134 Görüldüğü üzere günümüz felsefesinin indirgeyici ve sınırlandırıcı bilgi anlayışının çok ötesinde kuşatıcı bir bakışla “...Kur’an açısından bilginin alanı, kapsamı ya da araçları yalnızca akıl ve duyular alanından ibaret değildir. Kur’an’a göre bilgi, akıl ve duyuların çok daha ötesine uzanır. Kur’an epistemolojisinde olgulara ait bilgiler, vahiy, Allah'ın bilgisi, hikmet, gözlem ve deneyin her biri önemli bir fonksiyon icra eder ve bilgi sürecinde birbirini tamamlarlar. Kur’an, geçersiz ve kuşkuya dayanan bilginin kaynağının sağlam bir kaynak değil, aksine kişisel arzu ve kuruntulardan kaynaklandığını (zan) ifade etmektedir. Dolayısıyla Kur’an’da bir anahtar kavram olarak kullanılan ilim; tamamen güvenilebilir bir kaynaktan alınan bilgiyi, yani ilahî vahyi de içermektedir. Kur’an’da ilim kavramı, vahiyle ilgili bir kavramsal çerçeveye yerleştirilmiş; bizzat güvenilir kaynağa, Mutlak Gerçekliğe dayandığı için de objektif geçerliliğe sahip olabilmiştir. Kur’an vahyi ilim olarak niteler ve bu açık ilim dururken, şüpheli ve kesin olmayan arzuların peşinden koşmanın anlamsızlığına vurgu yapar. Zan ve tahmin ilim değildir; ilim, kesinlik ve gerçeklik ifade eder. Kur’an, vahiy kanalıyla, hem nesnel dünyaya ilişkin birtakım bildirilerde bulunur, hem de ezeli gerçeklikleri açıklar ve aynı zamanda tarihsel birtakım olaylardan da söz eder. Kısacası Kur’an açısından vahiy, bilişsel bir değer ifade eder. Bu nedenle Kur’an’a göre vahiy, bilginin şaşmaz, aşınmaz ve aşılmaz kaynağıdır. Ve Kur’an’a göre vahiy, bilgi edinmenin tek 127 19. Meryem / 43. 2. Bakara / 151 129 Atay, “Kur’an’da Bilgi Teorisi”, s. 173-175. 130 2. Bakara / 120. 131 2. Bakara / 78; 10. Yunus / 36; 53. Necm / 28. 132 6. En’am / 116, 148; 10. Yunus / 66; 43. Zuhruf / 20. 133 4. Nisa / 174. 128 25 kaynağı olmamakla birlikte, en önemli kaynağıdır. Vahiy, geçmiş, şimdiki ve gelecek zaman konusunda bilgi vermektedir.”135 1.2.1. Bilginin İmkânı ve Tanımı Kelamcılar eserlerine önce ilmin ne demek olduğunu açıkladıkları bir bölümle başlarlar. Bununla amaçladıkları şeyin, hangi yolun ya da yöntemin daha sağlam bir ilim yapma yolu olduğunu, bir anlamda kuracakları sistemin dayanacağı metodu ortaya koyup ondan sonra bu sağlam ilkelere dayanarak varmak istedikleri sonuca emin ve sağlam adımlarla ulaşmak olduğu söylenebilir. Kelamcıların bu epistemolojik çabalarında ele aldıkları ilk problem, bilginin imkânı problemidir. Çünkü nazarî karakterli kelam ilmine sağlam bir temel oluşturabilmek için öncelikle bu problemin çözülmesi gerekmektedir. Bu sebeple onlar -yukarıda değindiğimiz üzere- Kur’an’ın aynı meseleye bakışına paralel olarak “eşyanın hakikati sabittir”136 şeklindeki hükümleriyle eşyanın objektif ve bilinebilir bir gerçekliğe sahip olduğunu belirterek insan için bilginin imkânını vurgulamışlardır. Kelamda bilgi (ilim) kavramı teolojik ve epistemolojik açıdan ele alınmaktadır. Allah’ın ilim sıfatı eksenindeki tartışmalar, kavramın teolojik boyutuyla ilgiliyken, insan bilgisi kapsamındaki konular epistemoloji çerçevesinde ele alınır. Bir başka deyişle kelam geleneğinde ilim kavramıyla, ilâhî ve beşerî bilgi problemi birlikte düşünülmektedir. Kelamda ilim, bilgi kavramının analizini gerektiren temel bir meseledir. Kelamcı “neyin ilim olduğu” sorusunu değil de “ilmin ne olduğu” sorusunun cevabını aramak durumunda olduğundan ister istemez felsefe ile aynı ortak alanda çaba göstermek durumundadır.137 Öncelikle belirtelim ki kelamcıların terminolojilerinde ilim kavramıyla kastedilen “kesin delille elde edilmiş bilgi” olduğundan ilmin karşıtı olan kavram zandır.138 Çünkü delile dayalı olarak hayat sürmek, Kur’an’ın en temel ilkelerindendir. Kur’an düşünme aktını 134 Atay, “Kur’an’da Bilgi Teorisi”, s. 167. Yeşilyurt, s. 10. 136 Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 7. Pezdevî, Usûlü’d-dîn, s. 7. Fahreddîn Râzî, Kelâm’a Giriş [ElMuhassal] (çev. Hüseyin Atay), AÜİF Yayınları, Ankara 1978, s. 15 vd. 137 Kutluer, “İlim”, s. 112. 138 Teftâzânî, Şerhu’l-Akâid, Dersaadet 1326, s. 28. 135 26 ön plana çıkarıp delile dayalı konuşma yöntemini önermekte, dolayısıyla da dogmatik bir kabullenmeyi reddetmektedir. Öyleyse her türden bilginin, örneğin insanların gündelik bilgi türünden edindiği bilgilerin139 kelam disiplini açısından bir değerinin olmadığı ve ilim olarak nitelenemeyecekleri söylenebilir.140 Kelam bilginleri, bilgi anlayışlarını da şekillendiren temel dinamik Kur’an’ın meseleye bakışı ile birebir paralellik gösteren bilgi edinmenin mümkün ve belirli araçlarla elde edilen bu bilginin de geçerli olduğu fikrini benimsemiş olmalarına karşın, bilginin tanımı konusunda farklı görüşler ortaya koymuşlardır. Bir başka deyişle, kelamcılar bilginin insanlar için elde edilebilir ve gerçeği ifade ettiği konusunda görüş birliğine vardıkları halde, bilginin tanımında aynı uzlaşıyı gösterememişlerdir. Her mezhep, hatta aynı mezhebin bağlısı âlimler arasında bile, birbirinden farklı ve değişik bilgi tanımlamaları yapılmıştır. Mütekaddimûn dönemi kelamcıları bilgiyi tanımlarlarken özellikle tanımlamada kullanılan ibareler üzerinde durarak bunların kullanımının uygun olup olmadığını ve yapılan bu tanımın Allah’ın bilgisini içerip içermediğini esas almışlarken, müteahhirûn dönemi kelamcıları da kendilerinden öncekilerin kaygılarına, yapılan tanımlamanın Aristo mantığı açısından tutarlı olup olmadığı kaygısını eklemişler hatta bilginin tanımlanamayacağı sonucuna dahi varanlar olmuştur.141 Ancak bütün bu farklılıklara rağmen kelamcıların tamamının çabalarında öncelikli amaçlarının, hem ilâhî hem de hâdis bilgiyi “efrâdını câmi, ağyârını mâni” bir biçimde ifade edebilecek bir bilgi tanımı yapabilmek olduğu görülmektedir.142 Bu çalışmamızda kelamcıların bilgi tanımlamalarının, bunlara ilişkin itiraz ve eleştirilerin ayrıntılarına değinmeyi amacı aşmak olarak değerlendirdiğimiz için konuyu detaylarıyla ele almadan, sadece meşhur ve kabul gören birkaç tanıma değinip kelamcıların ilim terimiyle ne kastettikleri hakkında bir çerçeve fikir oluşturmaya çalışacağımızı belirtelim.143 139 İsmail Hakkı İzmirli, Yeni İlm-i Kelam (Birinci Kitap), İstanbul 1339-1341, s. 217. Muhittin Bağçeci, Kelâm İlmine Giriş, Kayseri 2000, s. 42. 141 Mustafa Bozkurt, “Kelamcılarda Bilginin Tanımı Problemi”, CÜİF Dergisi, c. XII/1, s. 253. 142 Özcan, s. 32 vd. 143 Bu konuda ayrıntılar için İcî’nin Mevâkıf, Cürcânî’nin Şerhu’l-mevâkıf adlı klasik devir eserleri başta olmak üzere ayrıca Hanifi Özcan’ın Mâtürîdî’de Bilgi Problemi, Muhittin Bağçeci’nin Kelâm İlmine 140 27 Îcî (756/1355), Mevâkıf’inde ilmin neliği konusundaki görüşleri üç ana grupta ele alır. Onun verdiği bilgilere göre; bir kısım âlimler bilginin zorunlu olarak bilindiğini söylerken bir kısım âlimlere göre de zorunlu değildir. Diğer bir grup ise bilginin nazarî olduğu görüşündedirler.144 Fahrüddîn er-Râzî (ö. 606/1210), bilginin herhangi bir çaba veya akıl yürütme (nazar) yoluyla kazanılmadığı için zorunlu olarak bilinebileceğinden145 onu tanımlamanın her ne kadar mümkün olmadığını söylemiş146 ise de ilmi şöyle tanımlamıştır: “İlim akıldaki bedihî bilgiden veya kesin delilden dolayı elde edilen, vakıaya uygun kesin itikattır.”147 Cüveynî (478/1085) ile Gazzâlî (505/1111) ilmi, ilim olmayan ve ilimle karışan itikatlardan ayırmak (taksim) yöntemiyle “Kesin, gerçeğe uygun, sabit bir itikattır.” şeklinde, benzetme yoluyla da “Basiret dediğimiz aklın idrak edişi, gözün idrak edişi gibidir. İlim ikinin yarısının bir olduğunu bilmemize benzer.” tarzında tanımlamaya çalışmalarına rağmen onlara göre zorunlu olmadığından148 tarifi de güçtür.149 Gazzâlî, “Bilinenin hakikatine uygun olan sûretin kalpte oluşmasıdır.” biçiminde bir başka tanımlamada daha bulunmaktadır.150 Teftâzânî (791/1390)’nin yaptığı tanım, kelamda tercih edilen tanımlamalardan birisidir. O, bilgiyi; “mezkûr'un (aklın ve duyuların mevzuuna giren her şeyin) tanınmasını sağlayan bir sıfat” olarak tanımlar.151 El-Kâ‘bî (319/931) başta olmak üzere Mu’tezile kelamcıları bilginin “bir itikat (inanç) olduğu” iddiasındadırlar152 ve onlara göre “İlim; akılda varolan zorunlu bilgi ya da hakkında kesin bir delil bulunmasından dolayı bir şeye olduğu üzere inanmaktır.”153 Giriş adlı kitaplarıyla, Mustafa Bozkurt’un, “Kelamcılarda Bilginin Tanımı Problemi”, Muhit Mert’in, “Kelamcıların Bilgi Tanımları Üzerine Bir Tahlil Denemesi” adlı makalelerine bakılabilir. 144 Îcî, el-mevâkıf fî ilmi’l-kelâm, Kahire tarihsiz, s. 9 vd. Cürcânî, Şerhu’l-mevâkıf, Mısır 1325, s. 61 vd. 145 Cürcânî, Şerhu’l-mevâkıf, s. 62. 146 Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi Giriş, Damla Yayınevi, İstanbul 1981, s. 70. 147 Bağçeci, Kelâm İlmine Giriş, s. 45. Serdar, s. 15. 148 Îcî, el-mevâkıf, s. 9. Bağçeci, Kelâm İlmine Giriş, s. 47. Serdar, s. 15. 149 Topaloğlu, Kelam İlmi Giriş, s. 70. 150 Gazzâlî, İhyâu ulûmi’d-dîn, Beyrut tarihsiz, c. III, s. 13. Bozkurt, s. 263. 151 Teftâzânî, Şerhu’l-Akâid, s. 25. 152 Nesefî, Tabsıra, c. I, s. 9. 153 Bağçeci, Kelâm İlmine Giriş, s. 42. Mert, “Kelamcıların Bilgi Tanımları Üzerine Bir Tahlil Denemesi”, s. 45-46. 28 Bilginin bir inanç olduğu fikri, Ehl-i Sünnet tarafından kabul görmemiştir.154 Örneğin Nesefî, bilginin bir inanç olarak düşünülmesinin çeşitli nedenlerden dolayı geçersiz (fâsit) olduğunu ifade eder. Ona göre eğer bilgi inanç olsaydı, bilen (âlim), inanan (mu’tekid) olurdu. Oysaki her âlim olan, inanan değildir. Yine aynı şekilde dinin ve aklın delaletiyle biliyoruz ki; Allah bilendir ama inanan olarak nitelendirilmesi Allah için doğru olamaz. 155 Ehl-i Sünnet kelamında ilim kavramı, hem insanlar tarafından elde edebilmeleri mümkün insanî bilgiyi hem de Allah’ın sahip olduğu mutlak bilgiyi ifade edecek biçimde çok geniş bir çerçevede ele alınmaya çalışılmaktadır. Dolayısıyla kelamda bilginin tanımı konusunda farklı fikirlerin ortaya çıkarak tanımda bir ittifak oluşturulamamasında bilginin neyi kapsadığı sorusunun cevabının net olarak verilmemesi önemli bir nedendir. Çünkü genelde kelamcılar, varlık alanları birbirinden tamamen farklı olan ilahî bilgi ile beşerî bilginin her ikisini de herhangi bir ayrıma tabi tutmadan aynı tanımla ifade etmeye çalıştıklarından farklılıklar ve tartışmalar ortaya çıkmıştır.156 Bu bağlamda Mu’tezile ile Ehl-i Sünnet arasında, ilmin tanım ve kapsamı ekseninde ortaya çıkmış olan tartışmaların temelinde bu bakışın etkili olduğunu söylemek yanlış olmasa gerektir. Nesefî, Tabsıra’sında kelam bilginlerinin ilim tarifiyle ilgili uzun açıklama ve eleştirilerin sonunda, Mâtürîdî’nin bir konuşmasında bilgiyi “kendisine sahip olan kişiye, mezkûr’un (aklın ve duyuların mevzuuna giren her şeyin) açık seçik hale gelmesini sağlayan bir sıfat” olarak tanımladığını naklederek bu tarifin en iyi tarif olduğunu belirtir.157 Bu tanım daha sonraki kelamcıların çoğu tarafından da tercih edilerek aynen kullanılmıştır.158 154 Alâüddîn Muhammed b. Abdil Hamîd e’s-Semerkandî Üsmendî, Lübâbü’l-kelâm (thk. M. Sait Özvarlı), İSAM Yayınları, İstanbul 2005, s. 34 vd. 155 Nesefî, Tabsıra, c. I, s. 11-12. 156 Bozkurt, “Kelamcılarda Bilginin Tanımı Problemi”, s. 273. 157 Nesefî, Tabsıra, c. I, s. 19. 158 Teftâzânî, Şerhu’l-Akâid, s.25. İzmirli, Yeni İlm-i Kelam, s. 218. 29 1.2.2. Bilginin Kaynağı Bütün bunların sonunda, “aklın ve duyuların alanına giren her şeyi gerçeğe uygun, kesin ve değişmez bir biçimde birbirinden ayırt etmemizi sağlayan bir sıfat” biçiminde tanımlanabilmesi mümkün olan insan bilgisinin elde edilebileceği kaynakların; “sağlam duyu organları (havâss-ı selîme)”, “haber-i sâdık” ve “akıl” olduğu konusunda bir ittifak vardır.159 1.2.2.1. Sağlıklı Duyular Bilindiği gibi insanlar işitme, görme, koku alma, tat alma ve dokunma olmak üzere beş duyusal yetiyle yaratılmışlardır.160 Bilgimizin temelini oluşturan dış dünyayı algılamada birinci dereceden kaynağımız, bu duyularımızdır.161 Her bir duyumuz kendine özel duyusal alan (mahsûsât)ın bilgisinin edinilmesinde bilgimizin kaynağını oluştururlar.162 İnsanlar duyular aracılığıyla somut varlıkların bilgisini edinir. Biz bu kaynaktan bilgiyi doğrudan, aracısız ve olduğu gibi (doğru) ediniriz. Böylece duyular, dış dünyadaki varlıklarla insan aklı arasındaki bağı kuran bir köprü görevi üstlenirler ve aklın işlevini yapması için gerekli olan tüm öncülleri sağlarlar. Akıl da, duyum yoluyla aldığı bu izlenimleri genelleştirerek bilgiye dönüştürür. Böylece bilgi aklın bir ürünü olarak ortaya çıkar.163 Duyu organlarının verdiği bilgiler sayesinde akıl, dış dünyaya açılır. Onlardan edindiği veriler sayesinde düşünür ve yaşamına yön verir. Duyuların duyumsadığı evrenin bilgileri, akıl için salt fiziki bilgiler değil, aynı zamanda gerçekliğin bilgisini veren ipuçlarıdır. Duyular akıl için bilgi edinmenin ilk basamağı olup vazgeçilmezdirler. Çünkü akıl ancak duyuların verdiği bilgiler sayesinde işleyebilir.164 Bu durum bize akıl – duyu ilişkisinin vazgeçilmezliğini göstermektedir. 159 Krş. Sabûnî, el bidâye fî usûli’d-dîn, DİB Yayınları, Ankara 2000, s. 17. Nesefî, Kitâbü’t-temhîd li kavâidi’t-tevhîd (thk. Cîbulllah Hasan Ahmed), Mısır 1986, s. 119. İzmirli, Yeni İlm-i Kelam, s. 56. 160 Sabûnî, s. 17. (Mu’tezile’den İbrahim Nazzâm, “insanda sadece vicdan adı verilen tek bir duyu vardır” derken, bir başka Mu’tezilî, Abbâd b. Süleyman ise duyuların sayısının yedi olduğunu belirtir. Ayrıntılar için bakınız. Pezdevî, Usûlü’d-dîn, s. 13. 161 Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân (İlmi Kontrol: Bekir Topaloğlu), Mizan Yayınevi, İstanbul 2008, c. XI, s. 301. 162 Sabûnî, s. 17. 163 Atay, “Kur’an’da Bilgi Teorisi”, s. 159. 164 Harun Çağlayan, Kelam’da Bilgi Kaynakları, AÜ SBE, Ankara 2009, (Yayımlanmamış Doktora Tezi), s. 61. 30 Kelamcılar beş duyuyu ifade etmek üzere havâss terimini kullanırlar ve beş duyu ile elde edilen bilgileri kesinlik bakımından yaptıkları bilgi tasnifinde, “zarûriyyât / yakîniyyât” diye nitelendirdikleri yani herhangi bir delile ya da delillendirmeye muhtaç olmayan nitelikte zorunlu bilgi çeşidi olarak kabul ederler.165 Kelamcıların, duyuların verilerini bilgi elde etmenin temel kaynaklarından biri olarak kabul etmiş olmaları, dış gerçekliğe verdikleri önemin bir göstergesidir. Aslında Allah’ın, Kur’an’da varlığının ve birliğinin delillerini birer ayet olarak kozmosa yaydığını sıklıkla ifade eden açıklamalarını dikkate aldığımızda, somut olarak karşımızda duran dış gerçeklikle aracısız olarak, doğrudan doğruya ilişki kurmamızı sağlayan duyu verilerinin önemi daha iyi anlaşılmaktadır. Çünkü biz ancak somut biçimde algılayabildiğimiz bu gerçeklik yardımıyla soyut olan gayb âlem hakkında da bir kanaate ulaşabiliriz. Bir başka deyişle, duyulur olan bu somut dünya, duyu ötesi olan gaybı dahası her şeyin tek yaratıcısı olan Allah’ı bilebilmenin yoludur.166 İnsan, ancak duyularıyla algılayabildiği çevresinin bilgisiyle düşünebilir. Çevresinde duyularıyla algılayamadığı ancak aklen varlığını zorunlu bir bilgi olarak kabul ettiği gerçekliklerin bilgisine ise, önceden bildiklerinden hareketle kıyas yaparak ulaşabilir. İnsan zihni, algılayamadığı varlıkların bilgisini kavramlaştıramaz. Kavramlaştırma olmayınca da o konuda düşünemez.167 Bu nedenle somuttan soyuta (eserden müessire / hâdisten muhdise) ulaşabilmek için dış gerçekliğe (hakâiku’l-eşyâ)168 önem vermenin kelam açısından bir zorunluluk olduğunu söylemek mümkündür. İslam kelamcıları bilgi anlayışlarına duyu verilerini temel almakla, duyu verilerinin sağladığı bilginin göreli olduğunu iddia eden ve insan için genel geçerliliği olabilecek bir bilginin mümkün olmadığını savunan Sofist düşünceyi reddetmiş olmaktadırlar. Müslüman düşünürler, her duyunun doğal biçimde bir varlık alanına karşılık geldiğini ve böyle bir ilişkiden de zorunlu olarak bilginin doğduğunu kabul ettiklerinden duyuları tek başlarına kesin bilgi üreten kaynaklar olarak görmüşler ve ilke olarak duyuların yanılmazlığını benimsemişlerdir. Buna göre, dış dünya ile ilişkisinde pasif birer alıcı 165 Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. VI, s. 51. Sabûnî, s. 16. İzmirli, Yeni İlm-i Kelam, s. 56. Krş. Cihat Tunç, Sistematik Kelam, ERÜ Yayınları, Kayseri 1994, s. 21. 166 Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 27 vd. 167 Çağlayan, s. 14. 168 Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 7. 31 konumunda olan duyular, varlığı olduğu gibi tıpkı bir aynaya vuran yansı ya da fotoğraf makinesinin çektiği bir fotoğraf gibi herhangi bir yorumlama olmaksızın aynen algıladıkları için hata yapmamaktadırlar. Bu bağlamda, dünyadan daha büyük olan bir yıldızı bir para büyüklüğünde görmek örneğinde olduğu gibi duyu verilerinin yanıltıcı bilgiler de verebildiği yönündeki karşı iddialara kelamcıların cevabı hazırdır. Onlara göre duyuların bu türden verilerinin gerçekte böyle olmadığı insan aklı tarafından zaten bilindiğinden bu yanıltıcı algıya dayanan hatalı bilgiyi insan aklı düzelterek onu doğru bilgiye dönüştürmektedir. İnsanların duyularıyla doğru bilgiler elde edebilmeleri için bu organların kendilerinin fonksiyonlarını eksiksiz biçimde yerine getirebilecek sağlıklı işleyiş içinde olmaları kadar bunlar aracılığıyla algılanacak eşyanın algılanma koşulları da sağlıklı olmalıdır. Örneğin, gözün belirli uzaklıktaki cisimleri algılayıp idrak edebilmesi için kendisinde görmeye engel bir kusur veya kendisiyle algılayacağı nesne arasında görmeyi engelleyici bir durum olmamalı ve o nesnenin bulunduğu ortam da yeterli ölçüde aydınlık olmalıdır.169 Bütün bu şartların gerçekleşmesi sonucunda duyular aracılığıyla elde edilen bilgi zorunlu bir bilgidir. Kelam ıstılahında “ilm-i zarûrî”; “aklın, doğruluğuna bedahet (apaçıklık) la hükmedip karar verdiği bilgi”dir. Bunun tam zıddı olan bilgi türü “istidlâlî bilgi”dir. Bu tür bilgiler bir delil ya da akıl yürütme sonunda elde edildiğinden nazarî bilgi de denilmektedir.170 Filozofların, insan zihninde duyu verilerini değerlendirecek merkezler bulunduğu, tikel olan duyu verilerinin iç duyu ve algı güçleri tarafından değerlendirildikten sonra tümel bilgi haline geldiği görüşüne de karşı çıkan kelamcılar, objektif gerçekliği bulunmadığı gerekçesiyle iç duyu ve algı güçlerinin varlığını da kabul etmezler. Aksine algılama olayının aracısız bir zihinsel işlem olduğunu, yani zihnin duyu verilerini doğrudan doğruya algılayarak değerlendirdiğini söylerler.171 Aynı biçimde kelamcılar, beş dış duyuya karşılık mutasavvıflarca dile getirilen, akıl, kalp, ruh, sır ve hafî gibi terimlerle 169 Cihat Tunç, “İnsana Özgü Bilgi Elde Etme Yolları Veya Bilginin Kaynağı Problemi”, Bilimname Düşünce Platformu, Sayı IV (2004/1), s. 49. 170 İzmirli, Yeni İlm-i Kelam, s. 56. 171 Hökelekli, “Duyu”, c. X, s. 8-12. 32 ifade edilen beş iç duyunun var olduğu görüşünü de aynı şekilde ilmî ve objektif bir ölçüsü bulunmadığı gerekçesine dayandırarak kabul etmemişlerdir.172 1.2.2.2. Doğru Haber Sözlükte, “bir şeyi gereği gibi bilmek için yoklayıp sınamak, bir şeyin iç yüzünden haberdar olmak” anlamını karşılayan bir isim olan haber, terim olarak “geçmişte meydana gelmiş ve gelecek bir zamanda meydana gelecek bir olayı bildiren söz, mahiyeti itibariyle doğru ya da yanlış olma ihtimali olan söz” şeklinde tanımlanmaktadır.173 Kelam disiplininde duyular ve akıl dışında, insan bilgisinin temel üç kaynağından biri sayılan haberin bilgi kaynağı olabilmesi için “doğru” olma niteliği temel şarttır. Bizim gündelik yaşam bilgimizin de kaynağı olan “genel anlamda haber” ve “Peygamber’in bildirdiği haber (haber-i rasûl)” olarak iki kısımda değerlendirilmekle birlikte haber dendiğinde daha çok peygamberin haberi akla gelmektedir. İnsanların sahip olduğu bilginin büyük bir bölümünün kaynağı haber olduğundan haberin bilgide kaynak olması aklî bir zorunluluk olarak karşımıza çıkar. Haber sayesinde insanlar, kendileri tecrübe etmeden de başkalarının tecrübelerini hazır bir biçimde edinirler; ulaşamadıkları alanlarda başkalarının bilgilerinden yararlanırlar. Örneğin geçmişle ilgili olarak binlerce yıl öncesinde yaşanılan şeyleri kavrayıp anlayabilmenin veya günümüzde de mekan itibariyle bizim olamadığımız yerler ya da dünyanın hatta kozmosun herhangi bir yerinde yaşananlar hakkında vs. bilgimizin yegâne kaynağı zorunlu olarak haberdir. Aynı şekilde biz, görmediğimiz birçok yer ya da kişilerin varlığı veya özellikleri gibi birçok konuda bilgiyi yine haber vasıtasıyla öğrenip biliriz. Ve bunların doğruluğundan da asla şüphe içinde bulunmayız. Bu durumun göz ardı edilmesi ve inkârı, psikososyal realiteye aykırı olduğundan kelam 172 173 Hökelekli, “Duyu”, c. X, s. 8-12. Nesefî, Tabsıra, c. I, s. 24-26. Teftâzânî, Kelâm İlmi ve İslâm Akâidi (Şerhu’l-akâid), (haz. Süleyman Uludağ), Dergah Yayınları, İstanbul 1982, s. 110. Cürcânî, Kitâbü’t-ta’rîfât, s. 66. Yusuf Şevki Yavuz, “haber”, DİA, İstanbul 1996, c. XIV, s. 346. 33 ilminde haber de insan bilgisinin bir kaynağı sayılmış ve şartlarına uygun bir haberin174 vereceği bilginin doğru, kesin, zorunlu olduğu kabul edilmiştir. İnsana has bilgi elde etmenin bir başka yolu olan “doğru haber”den kasıt “gerçeğe (vakıa) uygun olan haber” dir ki “haber-i mütevâtir” ve “haber-i resûl” adıyla bilinen iki türü vardır: 1.2.2.2.1. Mütevâtir Haber Mütevâtir haber; “yalan üzerine ittifak etmelerini aklın mümkün görmediği sayıda insanın oluşturduğu bir topluluğun şahadetiyle bildirilen haber”dir. Bu yolla elde edilen bilgiler de duyu bilgisinde olduğu gibi zarurî bilgi ifade ederler. Ancak bunun için hakkında haber verilen şeyin bir delile değil de his ve müşahedeye dayanması ve aklın imkânsız görmediği türden bir nesneye ilişkin bilgi olmalıdır.175 Peygamberliği bir mucize ile kanıtlanmış bir peygamberin dışındaki kimselerin verdikleri haber, sağlıklı beş duyudan biriyle idrak edilebilir olmalı ama aklen muhal olan şeylerden ya da gayba ait bilgilerden olmamalıdır.176 Meşhûr ya da âhad haberler, mütevâtir niteliği taşımadıklarından kelamda bilginin kaynakları olarak kabul edilmezler.177 1.2.2.2.2. Peygamber’in Haberi Peygamber’in haberi ile de kelamda “peygamberliği mucize ile belgelenerek kesinlik kazanmış olan bir peygamberin verdiği haber” anlaşılır. Haberin bu türü mucize ile belgelenmeden önce istidlâlî bir bilgi iken mucizenin teyidiyle zarurî bir bilgi haline gelmektedir.178 174 Haberin kesin bilgi verir nitelikte olabilmesi için taşıması gerekli şartlar için bakınız. Tunç, Sistematik Kelam, s. 21. 175 İsmail Hakkı İzmirli, Mülahhas İlm-i Tevhid, Kanaat Matbaası, İstanbul 1338, s. 30-31. 176 Tunç, “İnsana Özgü Bilgi Elde Etme Yolları Veya Bilginin Kaynağı Problemi”, s. 49. İzmirli, Yeni İlm-i Kelam, s. 57. 177 İzmirli, Yeni İlm-i Kelam, s. 57. 178 İzmirli, Mülahhas İlm-i Tevhid, s. 31. İzmirli, Yeni İlm-i Kelam, s. 58. 34 1.2.2.3. Akıl Etimolojik açıdan; mastar olan akıl; sözlükte “menetmek, engellemek, alıkoymak, bağlamak...”179 “tutmak ve sımsıkı kavramak”180 anlamlarına gelir. İsfehânî (ö. 502/1102), aklı; “bilgiyi kabule hazır olan güç ve insanın bu güçle elde ettiği bilgi” olarak tanımlarken181, Cürcânî (ö. 816/1416) de, “duyu ötesi varlığı vasıtalarla, duyulur varlığı da deney ve gözlem yoluyla algılayan soyut bir cevher” şeklinde tanımlar.182 Felsefe terimi olarak akıl; “varlığın hakikatini idrak eden, maddi olmayan fakat maddeye tesir eden basit bir cevher; maddeden şekilleri soyutlayarak kavram haline getiren ve kavramlar arasında ilişki kurarak önermelerde bulunan, kıyas yapabilen güç” tür.183 İnsanı insan yapan, onu diğer canlılardan ayırarak ilahi emirler karşısında insanın sorumluluk altına girmesini sağlayan akıl, Kur’an’ın en önemli kavramlarından biridir. Akıl kelimesinin kullanıldığı bütün Kur’an ayetlerinde genellikle “akletme”nin, yani aklı kullanarak doğru düşünmenin insan için önemi vurgulanmaktadır.184 Dolayısıyla Kur’ânî bir terim olarak akıl; “bilgi edinmeye yarayan bir güç ve bu güçle elde edilen bilgi”yi ifade eder.185 Üçüncü kaynak olan akılla kelamda “müstefâd” veya “kâmil / yetkin akıl” yani potansiyel olarak insanda bulunan akıl yerine Kur’an’ın istediği biçimde aktif olarak kullanılan insanî yeti kastedilir.186 Kelam ilminde akıl; tarifi, mahiyeti ve nakil ile ilişkisi bakımından ele alınır. Aklın tarifiyle ilgili asıl tartışmalar, aklı, insanın düşünce ve davranışlarına yön veren en önemli ve kesin bilgi kaynağı kabul eden Mu’tezile kelamcılarıyla birlikte başlamıştır. Mu’tezile kelamcıları aklı, birbirlerine yakın olmakla birlikte farklı sayılabilecek şekilde tanımlamışlardır. Örneğin, Vâsıl b. Atâ (ö. 131/749)’ya göre akıl; “hakikatin bilinmesini 179 İbni Manzûr, Lisânü’l-Arab, Beyrut 1970, c. II, s. 845. İsfehânî, e’l-müfradât, s. 341-342. 181 İsfehânî, e’l-müfradât, s. 341-342. 182 Cürcânî, Kitâbü’t-ta’rîfât, s. 101. 183 Süleyman Hayri Bolay, “Akıl”, DİA, İstanbul 1991, c. II, s. 238. 184 Örneğin; 29. Ankebût / 43; 2. Bakara / 171; 2. Bakara / 242. 185 İsfehânî, e’l-müfradât, “a k l”, s. 341-342. 186 Tunç, “İnsana Özgü Bilgi Elde Etme Yolları Veya Bilginin Kaynağı Problemi”, s. 49. 180 35 sağlayan kaynak”tır. Allâf (ö. 235/849)’a göre “insanı diğer varlıklardan ayıran ve nazarî bilgilerin öğrenilmesini sağlayan bir güç”tür.187 Bir bilgi kaynağı olan duyuları kullanan insan, bununla gözlenip duyulabilen somut varlıkların bilgisini edinirken diğer bir bilgi kaynağı olan akıl yardımıyla da duyulur olanların dışında kalan soyut (mücerred) varlıkların bilgisini edinir. Dolayısıyla aklın nesnesi yani bilgi sağladığı alan, soyut varlıklar olmaktadır. Kelamda sadece akılla kavranabilen bu soyut varlık alanına, akılla kavranılanlar anlamına gelen “ma’kûlât” terimi kullanılmaktadır. İnsan aklı tarafından bilgi, belli bir süreç sonunda üretilmektedir. Bu bilgi üretimi sürecinde akıl, şartları ve işleyiş kuralları belirlenmiş birtakım bilişsel faaliyette bulunur. Bu faaliyetini yerine getirirken akıl ilkeleri adını verdiğimiz bir takım temel işleyiş kuralları çerçevesinde gerek daha önceden bilinen birtakım bilgileri gerekse yeni elde ettiği birtakım bilgi öncüllerini usulüne uygun bir biçimde kullanıp düzenler ve böylece daha önceden bilinmeyen yeni bir takım bilgiler üretir. İşte biz kelam literatüründe, aklın bilgiyi üretirken kullandığı bu işleyiş sürecini ifade etmek için nazar ya da istidlâl kavramını kullanmaktayız. Akıl, nazar / istidlal faaliyetini üç ayrı yöntem kullanarak yerine getirmektedir.188 Eğer o, genel nitelik ifade eden öncülleri kullanarak daha özel nitelik ifade eden bir bilgi üretirse buna kıyas189 denilir. Bunun tam tersi bir yöntem kullanarak yani özel nitelik ifade eden öncüllerin kullanımından hareketle genel nitelikli yeni bir bilgi üretirse buna da istikrâ190 denir. Aklın bilgi üretirken kullandığı diğer bir yöntem de temsil191 adıyla bilinir ki, bu tür bir işleyişte akıl özel nitelikli öncüllerden yararlanarak yine özel nitelikli başka bir bilgi üretmektedir. Aklın bu tarz bir işleyiş sonunda ürettiği bilgilere 187 Ayrıntılar için bakınız. Yusuf Şevki Yavuz, “Akıl”, DİA, İstanbul 1991, c. II, s. 242-243. Îcî, Mevâkıf, s. 21-34. Necati Öner, Klasik Mantık, AÜİF Yayınları, Ankara 1974, s. 97. İzmirli, Yeni İlm-i Kelam, s. 58. 189 Ta’lîl, dedüksiyon, tümden gelim gibi adlarla da bilinen bu yöntem “küllîden cüz’îye gitmek” şeklinde de bilinir. Bkz. İzmirli, Yeni İlm-i Kelam, s. 58. Öner, s. 97 vd. 190 Endüksiyon, tüme varım gibi adlarla da bilinen bu yöntem “cüz’î’den küllî’ye gitmek” şeklinde de bilinir. Bkz. İzmirli, Yeni İlm-i Kelam, s. 58. Öner, s. 163 vd. 191 Analoji de denilen bu yöntem “cüz’î’den cüz’î’ye gitmek” şeklinde de ifade edilir. Bkz. İzmirli, Yeni İlm-i Kelam, s. 58. Öner, s. 161 vd. 188 36 nazarî veya istidlâlî bilgiler denmektedir. Bu türden bilgilerin kabul edilebilmesi için mutlaka bir kanıta ihtiyaç vardır.192 İnsan aklının ürettiği bilgilerin çoğunluğu bu türden olmakla beraber bilgi üretmede kullandığı tek yöntem bu değildir. Akıl, beş sağlam duyunun verilerine ve yukarıda belirtildiği üzere hiçbir akıl yürütme işlemine ihtiyaç duymaksızın da bilgi üretebilir. Aklın bu türden ürettiği bilgilere zarûrî (bedîhî) bilgiler denilmektedir. Örneğin, “on’un yarısı beş’tir” bilgisini akıl hiçbir kanıta ve nazar yöntemini kullanmasına gerek kalmadan elde ettiğinden bu bilgi zarûrî (bedîhî) bilgidir.193 Epistemolojik kapsamda akıl, nesnelerin (eşyâ’nın) varlığı hakkında üç tür hükme varır. Bir nesnenin varlığının zorunlu olduğuna hükmederse buna “varlığı zorunlu olan” anlamında vâcib denir. Bunun aksine akıl, var oluşunun imkânsızlığına hükmederse buna da muhal, müstahil ya da mümtenî denir. Bunlar dışında kalan yani var ya da yok olmasının imkan dahilinde olduğuna hükmederse buna da mümkün (câiz) adı verilir. Akıl, nazar yöntemini kullanarak herhangi bir hüküm verirken bir kanıta (delil) ihtiyaç duyar. Akıl tarafından kullanılan bu deliller kesinlik dereceleri bakımından iki kısma ayrılırlar. Belirttikleri ve gösterdikleri şey (medlûl) hakkında bütün ihtimalleri kaldıracak kesinlikte olan deliller bürhân adını alırken, aynı nitelikleri taşımaması nedeniyle medlûlüne delaleti kesin olmayan dolayısıyla da şüphe (zan) içeren aklî delillere de hatabe (zannî delil) denir. 192 193 Öner, s. 172. Ayrıntılar için bak. Öner, s. 172 vd. 2. BÖLÜM MÂTÜRÎDÎ’NİN BİLGİ KURAMI 2.1. Bilginin İmkânı İslam kelamcılarının, “bilginin imkânı” meselesine bakışlarını epistemolojik bir terimle ifade etmek gerekirse, “dogmatik” olduklarını yani bilginin imkânını kabul ettiklerini söyleyebiliriz. Bu kapsamda Müslüman kelamcıların önder isimlerinden biri olan Mâtürîdî de, bilen insan ile bilinen eşya arasında bir bağ kurularak, eşyanın hakikatinin açık, seçik ve kesin bir bilgiyle insanlar tarafından bilinebileceği görüşündedir.194 Eserlerinin incelenmesi sonucunda görüyoruz ki o, insanın bilgiye sahip olabilmesini mümkün gördüğünden, sofistlerin “insan için bilginin imkânsız olduğu” şeklindeki anlayışlarına şiddetle karşı çıkmış ve onların iddialarının geçersizliğini ortaya koymaya çalışmıştır.195 İnsan için bilginin mümkün olduğuna inanan Mâtürîdî, bilginin imkânsızlığını kabul eden kimseleri böyle düşünmeye sevk eden asıl şeyin, düşmanları konumundaki şeytanın tahriki ile kendi nefislerinin bir aldatmacası, hilesi olduğunu belirtir. Böyle bir düşünceyi savunanların şeytan tarafından yenilgiye uğratılmış kimseler olduklarını, ortaya çıkan gerçeklerin görünmesini ve bilinmesini engellemek için böylesi fikirlerin bizzat şeytan tarafından bu gibi kimselerin zihnine yerleştirildiğini ifade eder.196 Bununla birlikte Mâtürîdî’ye göre her ne kadar insanlar için bilgi mümkün olsa da bu sınırlı bir imkândır. Yani insanın bilmesinin de bir sınırı vardır. Nitekim insanların bu sınırlı bilmenin doğal sonucu olarak hiçbir zaman bilemeyeceği konular vardır. Örneğin 194 Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 7. Mâtürîdî’nin sofist düşünceye eleştirisi için bakınız. Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 153 vd. 196 Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 25-26. Bilginin imkanını reddedenlere ilişkin benzer değerlendirmeler Nesefî tarafından da dile getirilmektedir. Ayrıntılar için bakınız. Nesefî, Tabsıra, c. I, s. 20 vd. 195 38 insan, işlevlerini bilse bile duyuların mahiyetini bilme imkânına sahip olamayacaktır.197 Yeni bir şeyi zihninde canlandırabilmesi için daha önceden elde ettiği duyu idrakini kullanarak yeni bir bilgi üretebilen insan için yüce Allah, duyular yoluyla bilinemeyen ve yaratılmış âlem içinde de benzeri bulunmayan bir varlık olduğuna göre, O’nun yaratma eylemini insanın zihninde canlandırıp şekillendirmesi de imkân dâhilinde değildir.198 Yine Mâtürîdî’ye göre, insan idrak yeteneğine sahip olabilmesine karşın kendi yapısal özellikleri konusunda da cahildir ve bu nedenle bedensel veya ruhsal mekanizmasında bir bozulma olduğu zaman onu onarmaktan acizdir.199 Aynı şekilde insanın bilme eylemini gerçekleşmesinde en önemli unsur olan akıl, kendi mahiyetini bilme söz konusu olduğunda bu sınıra boyun eğmek zorunda kalmaktadır. Çünkü akıl kendi mahiyetini bilemez.200 O halde biz eşyanın ancak dış yüzünü yani bize görünen şeklini görebildiğimizden ötürü bizim bilgimiz fizik âlemde ve görünenler dünyasıyla sınırlı kalmaktadır. Eşyanın arka planında kalan çeşitli hikmetler ve incelikler bizlerin nüfuz edemediği bir bilgi alanıdır. Hz. Peygamber’in, kendisine eşyanın inceliklerini, mahiyet ve hakikatini öğretmesi için Allah’a dua etmesinin gerekçesi de muhtemelen bu gerçektir.201 Mâtürîdî’nin insanın bilgi kaynakları konusunda dile getirdiği argümanlar onun bilgiyi nasıl ve ne derece mümkün görüyor olduğuna ilişkin detaylı bilgiler içerdiğinden onun, bilginin imkânına ilişkin anlayışı, bilginin elde edilme yöntemleri konusunda belirteceğimiz fikirleriyle daha net bir biçimde gün yüzüne çıkmış olacaktır. 2.2. Bilginin Tanımı Mâtürîdî’nin eserlerini incelendiğimizde onun bilginin tanımı bağlamında herhangi bir yazılı ifadesini bulamıyoruz.202 Ancak, Ehl-i Sünnet ekolünde tercih edilen tanımlamanın bir benzeri hatta öncüsü sayılabilecek Mâtürîdî’ye ait bir bilgi tanımının Nesefî aracılığıyla bize aktarıldığını, Mâtürîdî’nin eserlerinde olmayan fakat öğrencileriyle yapmış olduğu sohbetler esnasında bizzat Mâtürîdî tarafından yapılmış 197 Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 175. Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 175. 199 Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 176. 200 Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. VIII, s. 251. 201 Özcan, s. 51. 202 Krş. Özcan, s. 35. Bozkurt, s. 259. 198 39 bir bilgi tanımının olduğunu ve Nesefî’ye göre de bu tanımın, üzerine her hangi bir söz söylenemeyecek kadar güzel bir tanım olarak nitelendirildiğine ilişkin açıklamaları, Kelamda bilgi konusunu ele aldığımız bölümde vurgulamıştık. Buna göre Mâtürîdî, bilgiyi “kendisine sahip olan kişiye, mezkûr'un (aklın ve duyuların mevzuuna giren her şeyin) açık seçik hale gelmesini sağlayan bir sıfat” şeklinde tanımlamaktadır.203 Mâtürîdî, bilgiyi tanımlarken bilginin nesnesi olarak “mevcûd”, “ma’dûm”, “mümkün”, “müstehîl (muhal)”, “müfred”, “mürekkeb” ve “cüz’î” olan her şeyi kapsamı içine almasını istediğinden “şey” yerine “mezkûr” kelimesini özellikle tercih etmiştir. Dolayısıyla var olan ya da Anka kuşu gibi var olmayan ama zikredilebilen her şey bu tanım gereği bilginin konusu olabilmektedir.204 Ancak bilgiye konu olan mezkûr’un kapsamının bu denli geniş olması elbette epistemolojik anlamda bilginin sınırını aşmış olmaktadır. Bu duruma açıklık getirmesi bakımından Mâtürîdî’nin, bilgiyi tanımlarken hem ilahi bilgiyi hem de insani bilgiyi içine alacak bir tanım yapma amacından hareket ettiğinin hatırlatılması yerinde olacaktır.205 Sonuç itibariyle bilgi; kendisiyle nitelenen varlığa zikri mümkün her şeyin açık ve kesin olarak tanınmasını sağlayan bir sıfat olduğundan “zann”, “cehl” ve “taklid” bilgi olmaktan çıkmaktadır. Bu bağlamda bilgiyi bir sıfat olarak tanımlama, Kur’an’ın, bilgiyi insanları birbirinden ayırt eden insani bir nitelik olarak gören bakışıyla da örtüşmektedir.206 2.3. Bilginin Kaynağı Mâtürîdî, kelam ilmine ilişkin fikirlerini anlattığı eseri Kitâbü’t-tevhîd’e “taklidin geçersizliği ve dini delile dayalı olarak bilmenin zorunluluğu” başlıklı bir bölümle başlamaktadır. Bir durum tespiti niteliğindeki bu bölümde şu bilgilere yer vermektedir: Herhangi bir dini ya da mezhebi benimsemek konusunda farklı yaklaşımlar sergileyen hatta aynı din ya da mezhebe mensup olan insanlar, kendi aralarında bile anlaşamamalarına karşın, kendilerinin hak, kendileri dışında kalanların ise yanlış 203 Nesefî, Tabsıra, c. I, s. 19. Teftâzânî, Şerhu’l-Akâid, s. 25. Beyazî Kemâlü’d-dîn Ahmet Efendi, İşârâtü’l-merâm min ibârâti’l-imâm (thk. Yusuf Abdürrezzâk), Kahire 1949, s. 39. 204 Ayrıntılı açıklamalar için bakınız. Teftâzânî, Şerhu’l-Akâid, s. 25. Özcan, s. 35-42. Bağçeci, Kelâm İlmine Giriş, s. 47. 205 Özcan, s. 40. 206 Mâtürîdî’nin, insanların derece bakımından birbirlerinden farklılıklarına ilişkin açıklamaları için bakınız. Mâtürîdî, Te’vîlâtü'l-Kur'ân, c. V, s. 281. 40 üzerinde oldukları noktasında tam bir ittifak halindedirler. Kendilerinden önce aynı görüşe sahip çok sayıda insanın bulunması veya bu bilginin çoğu kimseler tarafından kabul edilmiş olması gibi durumları birer delilmiş gibi göstererek kendilerinin bilgilerinin doğruluğunu haklı gösterme çabası içindedirler. Ama bütün bunlara rağmen genel geçerliği olan doğru bir bilgide bulunması gereken özellik ve şartların neler olacağı hususunda ise tam bir çelişki / bilinmezlik içerisindedirler.207 Bu tespitin ardından, delile dayalı bir bilginin ürünü olmayan “taklid”in geçersiz olduğunu belirten Mâtürîdî, tüm insanlar tarafından reddi mümkün olamayacak bir bilginin nasıl olması gerektiğini anlattığı kendi bilgi teorisini ortaya koyan bilgilere yer vermektedir. Mâtürîdî’nin eserine böyle bir girişle başlaması oldukça anlamlıdır. Biliyoruz ki Kur’an, herhangi bir delile dayanmayan, bilinçli bir çabanın ürünü olmayan ve körü körüne bir taklidi şiddetle eleştirmekte208 ve insana “delile dayalı bir bilgi”yi209 tavsiye hatta emretmektedir. Bu nedenle kelam disiplininde bilgi için “kesin delille elde edilmiş” olma özelliği aranmaktadır.210 İnsan için eşyanın hakikatlerine dair doğru bilginin imkânını kabul eden Mâtürîdî’ye göre, bu bilgiyi edinme yolları; ıyân (duyular), ahbâr (haberler) ve nazar (akıl) dır.211 Ona göre, insan bilgisinin kaynağı olan bu üç yoldan her birinin kendine özel bir bilgi alanı yani nesnesi vardır. Tıpkı duyuların her birisinin kendine özel bir duyu alanının bulunması gibi.212 Dolayısıyla bir bilgi hangi alana ilişkin ise o alanın bilgisine özel olan bir araçla elde edilebilir. Bu sadece bir kaynağın bilgi alanına giren bir konuda, o alanın bilgisinin kaynağı olmayan başka bir kaynak aracılığıyla bilgi elde edilemeyeceği anlamına gelmektedir.213 Bunun yanı sıra sayılan bilgi edinme yollarından her biri, zaman zaman bilgi elde etme sürecinde diğer yolların işbirliğine de ihtiyaç duyabildiklerinden bilgi, bazen iki, bazen de üç aracın kolektif ürünü olabilmektedir. 207 Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 3-4. 2. Bakara / 170; 5. Mâide / 104; 2. Bakara / 78; 10. Yunus / 36; 53. Necm / 28; 33. Ahzâb / 67. 209 2. Bakara / 111; 21. Enbiyâ / 24; 27. Neml / 64; 28. Kasas / 71. 210 Bağçeci, Kelâm İlmine Giriş, s. 42. 211 Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 7. Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. XII, s. 191. Nesefî, Kitâbü’t-temhîd, s. 119. 212 Sabûnî, s. 17. 213 Huleyf, s. 29. 208 41 Örneğin; duyu verileri aracılığıyla elde edilen algının kavranıp sentezlenerek kavramlaştırılmasında aklın istidlaline ihtiyaç duyulması kolektif bir işbirliğidir. 2.3.1. Iyân (Duyular) Mâtürîdî, insan bilgisinin kaynaklarından birincisi olarak saydığı duyuları karşılamak için ıyân214 ve havâss215 kelimelerini kullanmaktadır. Sözlükte “bir kimsenin bizzat kendi gözleriyle görerek, açık seçik müşahede etmesi”216 olarak tanımlanan ıyân kelimesinin ifade ettiği anlamın kapsamı Mâtürîdî’de, sadece gözle görmeyle sınırlı kalmayıp bütün duyuları içine alacak biçimde geniştir. Buna karşın havâss kelimesi, sadece beş duyuyu ifade eden sınırlı anlama sahip bir kavramdır. Bu nedenle Mâtürîdî, insan bilgisine kaynaklık eden duyuların tamamını karşılayan bir terim olması bakımından ıyân terimini, havâss terimine tercih etmektedir. Böylece, Kitâbü’t-tevhîd’de “bilgi edinme yolları; ıyân, ahbâr ve nazar’dır” ifadesinde Mâtürîdî’nin, neden his yerine ıyân kelimesini tercih ettiği daha iyi anlaşılmış olmaktadır.217 O halde Mâtürîdî’nin bilgi sistematiğinde ıyân terimiyle, dışımızdaki duyulur dünya ile ilişkimizin aracıları olan beş duyu yanında, haz, elem, keder, sevinç, açlık, susuzluk... gibi kendi iç dünyamızda oluşan duyuları ifade etmek için kullandığımız ve adına “şuur”, “vicdan” dediğimiz altıncı duyu da karşılanmaktadır.218 Dolayısıyla Mâtürîdî, duyular yoluyla edinilen bilginin nesneleri kapsamında dünya ve içindeki varlıklar, gök cisimleri, gözün görebildiği diğer bütün fiziksel varlıklar yanında insana lezzet, zevk, acı veren şeyler, açlık, susuzluk... gibi iç duyuları da sayar.219 Mâtürîdî'ye göre, insanlar kendilerine acı veya zevk veren, varlık ya da yokluklarına sebep olan şeyleri duyular yoluyla bilirler. Bu nedenle duyusal bilgiyi inkâr etmek mümkün değildir. Bunun inkâr edilmesi, cehaletten ve inatçılıktan başka bir şey değildir. Duyu bilgisini inkâr eden kişiyi herkes inatçı olarak isimlendirir. Hayvanlar 214 Bu terimlerin kullanıldığı yerlerle ilgili örnek için bakınız. Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 7, 8, 11, 22, 23, 24, 25, 26. 215 Bu terimlerin kullanıldığı yerlerle ilgili örnek için bakınız. Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 9, 10, 32, 111, 116, 126, 129, 140, 145. 216 Hüseyin Atay, Arapça-Türkçe Büyük Lügat, c. III, s. 528. 217 Krş. Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 7. 218 Özcan, s. 59-60. 219 Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 7, 10, 12, 32, 146, 154, 156, 211, 288. Krş. Kutlu, s. 31-32. 42 bile bu durumda bulunmak istemez. Çünkü her bir hayvan, varlığını devam ettirmesine veya yok olmasına neden olan şeylerin farkında olduğu gibi kendisine zevk ya da acı veren şeyleri de bilir. Ama duyuların kesin bilgi veren bir araç olmadıklarını söyleyen kimse hayvanların bile bildiği ve yaşamları boyunca kullandıkları bir gerçeği yok sayıp inkâr etmektedir.220 O halde duyu bilgisini inkâr eden kimseyle bu konuda konuşmak, tartışmak, bir söz bile söylemek gereksizdir. Çünkü o, yaşamının her anında kendi benliğinde yaşayarak bildiği, tecrübe ettiği ve her an iç içe olduğu bir gerçeği inkâr etmek gibi anlamsız, inatçı bir tavır içindedir. Biz, onun duyu bilgisinin bilincinde olduğundan eminiz, ne var ki o sadece inat ve güçlük çıkarma uğruna bu iddiasını sürdürmektedir. Durum bu kadar açık ve net biçimde ortadayken bunları kabul etmeyenlerle tartışma yapılamaz. Çünkü tartışma, delilleri ortaya koyarak bir görüşün doğruluğu, diğerinin ise yanlışlığı açığa çıkarıldığında faydalı bir eylemdir. Halbuki duyularla elde edilen bilgiyi dahi kabul etmeyerek yok sayan, inatçı bir tavır sergileyenlerin bu tutumlarının yanlışlığını ortaya koymak maksadıyla onlarla fikrî bir tartışmaya girişmek imkânı bulunmamaktadır. Böyle bir durum karşısında o kimseye yapılacak en uygun ya da akıllıca şey, acı ve ıstırap duyduğunu itiraf edinceye kadar, eziyet edici bir tarzda dövmek veya bir tarafını kesmek gibi büyük acı verecek birtakım yöntemleri ona uygulayıp sonra da karşısına geçip bu yapılanlar sonucunda kendisinin herhangi bir acı duymuş olabileceğini tıpkı onun yaptığı gibi inkâr etmektir. Netice itibariyle o kişi “bir musibet bin nasihatten evladır” sözünde olduğu gibi hemen inadından vazgeçerek duyu bilgisinin varlığını itiraf etmek zorunda kalacaktır.221 Mâtürîdî’nin duyu bilgisini inkâr eden kimselerle ortak bir tartışma zemini bulunmadığından, inkârlarının yanlışlığını göstermek için bu türden kimselere karşı şiddet içeren ve acı veren böyle bir yöntemi neden tercih ettiğini daha iyi anlamamızı sağlayacak şu açıklamaları ilgi çekicidir: Ona göre; anlayış düzeyleri bakımından insanlar farklılık gösterirler. Bir takım insanlar başkalarının nasihat ve söz söylemelerine gerek bile kalmadan sadece kendi akıllarını kullanarak onun kılavuzluğunda gerçekleri anlayıp kavrayabilirler. Böyle kimselere en iyi örnek, hikmet sahibi kimseler ile eşyanın hakikatini açık seçik biçimde kavrayabilen 220 221 Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 7. Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 7. Benzer açıklamalar için bak. Nesefî, Tabsıra, c. I, s. 20-21. Sabûnî, s. 17. 43 âlimlerdir. Bunun yanında bazı kimseler de ancak bir başkasının nasihat ve tembihte bulunmasıyla meseleleri kavrayıp öğrenebilirler ki çocuklar bu türe örnektir. Yukarıda sayılan iki grup insana hiç benzemeyen üçüncü grup insan daha vardır ki, bu türden insanlar ne akıllarını kullanırlar ne de başkalarının nasihat ve uyarılarını, bilgilerini dinleyip dikkate alırlar. Ancak başlarına bir bela gelince, sahip oldukları nimetler ellerinden alınınca ya da şiddet aracılığıyla gerçekleri kavrayan bu tür insanlar, akla ve işitip nasihat alarak kavrama özelliğine sahip olmayan hayvanlar gibidirler.222 Sofistlerin öne sürdüğü gibi, duyulardaki çeşitli kusur ve yanılmaları ya da nesne ve olayların herkes tarafından farklı algılanabildiğini gerekçe göstererek duyuların bilgi kaynağı olmalarının reddedilmeye çalışılması da Mâtürîdî tarafından kabul görmez.223 Ona göre duyu yoluyla elde edilen bilgi o duyuya ait durumdaki değişmelere bağlı olarak değişebileceği gibi doğru algılamaya engel oluşturabilecek çevresel koşullar sebebiyle224 de tabi ki değişir. Ama duyusunda böyle bir değişiklik oluşan kimse, hem ortaya çıkan bu kusurun hem de buna bağlı olarak gerçeğin doğru biçimde algılanmasına bu kusurun bir engel oluşturduğunun zaten farkındadır. Böylece o, duyu algısında engel bulunduğu zaman gerçek olmayanı, engel ortadan kalktığında da gerçeği görüp bilecektir.225 Buna ilave olarak sosyal hayatın içinden bir gerçek olarak biliyoruz ki, duyuları kusurlu olan kişiler de bilebildikleri oranda lezzet ve zevk veren şeylere yönelip, eziyet ve zarar veren şeylerden kaçınmaya çalışarak yaşamlarını sürdürmektedirler.226 Mâtürîdî’ye göre eğer duyularımız bilgimizin bir kaynağı olarak kabul edilmezse yaşamın devamı mümkün olamaz. Çünkü bu yaşam ve varlık bize, yok olalım diye verilmemiştir.227 Şayet böyle olsaydı, Yaratan abes bir iş yapmış olurdu. Oysaki O, her 222 Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. V, s. 431-432. Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 25 vd. 224 Doğru algının oluşması için ilgili duyunun kendisinde ve çevre koşullarında bir engelin olmaması gerektiğine ilişkin görme duyusunu örnek veren Mâtürîdî, görmenin olabilmesi için hem gözün görme fonksiyonuna sahip olması (nûru’l-basari), hem de havanın aydınlık olması (nûru’l-hevâi) şartlarının birlikte olması gerektiğini belirtir. Bunlardan birinde meydana gelecek eksiklik doğru algıya engel olacaktır. Bkz. Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. VIII, s. 345. 225 Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 25-26, 154. 226 Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 26. 227 Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 4. 223 44 işini hikmetle228 yapar. “...Mâtürîdî’nin bütün yaklaşımlarında hikmet kavramının merkezî bir rol oynadığını, hatta bu büyük kelam âliminin özellikle ilahiyat alanındaki düşüncelerinin hikmet üzerine kurulu olduğunu söylemek mümkündür. “Sefeh”in zıddı olan ve kelime olarak isabet anlamına gelen hikmet, onun eserlerinde genelde “her şeyi yerli yerine koymak” şeklinde açıklanmakta ve Allah’ın herhangi bir fiilinin hikmet dışı olmayacağı özellikle belirtilmektedir...”229 Mâtürîdî duyuların mutlaka bir bilgi kaynağı olarak kabul edilmesi gerektiğini ortaya koymağa çalışırken Kur’an’dan da delil getirmektedir. Nahl sûresi 78. âyeti yorumlarken “işitme, görme ve kalb”in, “hiç bir şey bilmiyordunuz” ifadesinden sonra gelmesinin, duyuların da bilginin kaynaklarından olduğunu gösteren bir delil olduğunu belirtir.230 Sonuç itibariyle Mâtürîdî’ye göre duyular, zorunlu türden bilginin elde edildiği kaynaklardan birisi ve en üstünüdür.231 2.3.2. Haber Haberin tanımı ve ne olduğu konusunda kelamcılar arasında farklı görüşler olmasına karşın Mâtürîdî’nin konuya bilgi değeri açısından yaklaşarak haberi, “yanlış veya yalan bulunması muhtemel olan bir söz” olarak algıladığı söylenebilir.232 Zira doğası gereği haber, doğruluğu yanında yalan olma ihtimalini de bünyesinde barındırmaktadır. Bu nedenle, kendisine haber ulaşan bir kimse, -ki bu haber, bize arada bulunan bir takım insanların aracılığıyla ulaşan peygamberin haberi bile olsa- onun doğru ya da yanlış olduğu ortaya çıkıp kesinleşinceye kadar o habere karşı nötr olmalı yani ne reddetmeli ne de kabul etmeli ama incelemeye almalıdır.233 Çünkü bütün haberlerin doğru olup olmadığının araştırılması, kaynakla bizim aramızda aracıların bulunması sebebiyle haberin niteliğinden kaynaklanan bir zorunluluktur. İmam Mâtürîdî, haberin insan bilgisinin kaynağı olmasının aklî bir zorunluluk olduğunu belirtir. Ona göre insanın, kendi soyu, adı başta olmak üzere, çeşitli isimler, insan için 228 Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 4, 5, 10, 125. Mâtürîdî’nin hikmet ve sefeh hakkındaki tanımlamaları ve açıklamaları için bakınız. Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. II, s. 78, 188-189; c. V, s. 368-369; c. VIII, s. 277; c. XI, s. 227; c. XII, s. 132-133. 229 Alper, s. 116. 230 Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. VIII, s. 161. Krş. Mâtürîdî, Tefsîru’l-Kur’âni’l-azîm el-müsemmâ Te’vîlâtü ehli’s-sünne (nşr. Fâtıma Yûsuf el-Hıyemî), Beyrut 2004, c. III, s. 107. 231 Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 7. 232 Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 9. 233 Mâtürîdî, Te’vîlâtü ehli’s-sünne, c. III, s. 560. Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. XIV, s. 62-63. 45 faydalı ya da zararlı olan çeşitli gıda maddeleri, yiyecek ve içecekler... hakkında bilgi edinmesi haber sayesindedir.234 Lezzet ve zevk veren şeyler yanında, aklın tek başına kavrayamadığı iyilikler ya da kötülükler de bu yolla öğrenilebilmektedir. Örneğin, kendisinde lezzet / fayda / zarar bulunabilecek bir yiyecek vb. şeyler hakkında bize haber yoluyla herhangi bir bilgi ulaşmamış olsaydı, hangi aklı başında kişi, onlar hakkında bilgi edinmek için belki de kendisini tehlikeye atmış olabilmesi mümkün olan deneme yolunu seçmek isterdi? Oysa insanlar böyle bir denemeye girişmeksizin, kendi varlıkları için zararlı / yararlı olanı haber aracılığıyla kolay ve hazır yoldan öğrenmektedirler.235 Yine dünya üzerinde hükümdarların yönetimleri ve yaptıklarıyla, risâlet ya da hikmet iddiasında bulunanlarla çeşitli sanat dallarıyla ilgili bilgilerde de tek kaynağımız haberdir.236 Haberin sadece din alanında değil insan yaşamının her alanındaki göz ardı edilemez işlevini böylece hatırlatan Mâtürîdî, onu inkâr ettiğini söyleyen kimsenin aslında bu sözünün de bir haber olduğunu dolayısıyla “reddettiği şeyle reddini ifade etme”ye237 çalışan bu kişinin, bir çelişki içinde olup gerçekte zımnen haberi kabul ettiğini itiraf etmekte olduğunu belirtir. İlave olarak haberi kabul etmeyen kimse, duyuları yoluyla elde ettiği bir bilgiyi ya da görüp bildiği bir nesne ve olayı, nasıl ya da haber dışında hangi aracı kullanarak diğer insanlara iletecektir?238 Özetlemek gerekirse haberin inkârı, insanın varlığı ve yaşamının devamlılığı açısından aklın kabul edemeyeceği bir durumdur. Bütün bunlara rağmen yine de inkâra kalkışan birisi bu tavrıyla, insanı konuşabilme ve konuşulanı anlama gibi seçkin bir özellikle yaratarak kendisine hayvanlardan daha üstün bir konum veren Allah’a karşı tam bir nankörlük içindedir. Bu nankörlük ise kibir ve inatçılığın en üst noktasıdır.239 Haberi inkâr eden bu kişiyle de -duyu bilgisini reddeden kişi de olduğu gibi- tartışarak ikna etmeye çalışmak boşunadır. Bunun yerine, ona inatçılığı sebebiyle canını acıtacak türden bir işkence yapılmalıdır. Böylelikle bu kişi her halükârda içinde bulunduğu 234 Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 8. Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 8. 236 Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 4. 237 Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 7. 238 Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 7. 239 Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 8. 235 46 durumu bildirmek için habere başvurmak zorunda kalacaktır.240 Nesefî de benzer bakış açısıyla, haberi ve haberleşmeyi, insanın hayvandan ayrıldığı temel özelliklerden biri olarak görür. İnsan haber sayesinde bilmediği pek çok bilgiye ulaşabilmekte ve kendini sürekli geliştirebilmektedir. Haberin inkâr edilmesiyle, dolaylı olarak işitme duyusunun ve konuşma dilinin varlığı da reddedilmiş olacağı için insan ile hayvanlar arasında da bir fark kalmayacaktır.241 Elde edildiği kaynak bakımından; “kaynağı Allah olan” ve “kaynağı insan olan” şeklinde ikiye ayırabilmemiz mümkün olan haberin, kaynağı Allah olan türünü ifade etmek için vahiy terimini kullanıyoruz. Mâtürîdî tarafından insanın iç dünyasında oluşumu ve yerleşiminin çok hızlı gerçekleşmesinden dolayı bir çeşit hızlı atma ya da süratle bildirme olarak tarif edilen vahiy242 bu şekliyle bir bilgi kaynağı olarak kabul edilmektedir. Dolayısıyla bir bilme ve bilgi edinme yolu olan vahiy hakkındaki ayrıntılara bir sonraki bölümde değineceğiz. Mâtürîdî’nin haber konusundaki açıklamalarının genelini dikkate aldığımızda ona göre insan bilgisine kaynak olması bakımından haber; elde edildiği kaynak açısından; “peygamberin haberi” ve “diğer insanların haberi” olmak üzere iki, kaynağının ne olduğuna bakılmaksızın haberin bilgi değerini belirleyen iletilme biçimi ile de; “mütevâtir haber”243 ve “âhad haber” olmak üzere iki kısımdır.244 2.3.2.1. Peygamberin Haberi Haberlerin bilgi kaynağı olduklarını aklî zorunluluk olarak ortaya koyduktan sonra Mâtürîdî, apaçık delil yani mucize ile masum olduğu bilinen bir peygamberin haberini de kesin bilgi veren bir haber türü olarak sayar. Ona göre doğruluğu peygamberin haberinden daha kesin olan bir başka haber düşünülemez. Çünkü peygamberin 240 Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 8. Nesefi, Tabsıra, c. I, s. 25. 242 Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. VIII, s. 140. 243 Mütevâtir Haber: Bir konuda yalan söylemek üzere birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluk tarafından bildirilen haberdir. Bu tür haberler için topluluğun kaç kişiden oluşacağı konusunda bir sayı söz konusu olmayıp haberin doğru oluşuna ilişkin bir kanaat oluşturması yeterlidir. Ayrıntı için bakınız. Tunç, s. 21. 244 Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 8. Bekir Topaloğlu, “Ebû Mansûr el-Mâtürîdî’nin Hayatı ve Fikirleri”, İmam Mâtürîdî ve Mâtürîdîlik, Tarihî Arka Plan, Hayatı, Eserleri, Fikirleri ve Mâtürîdîlik Mezhebi (haz. Sönmez Kutlu), Kitâbiyât, Ankara 2006, s. 179. 241 47 doğruluğunun belgesi apaçık ortadadır. Dolayısıyla insanların kalbi bu konuda mutmain olmalıdır. Haberin bilgi kaynağı olarak kabul edilmesi aklî bir zorunluluk olduğuna göre peygamberin verdiği haberin kabul edilmesi de aklî bir zorunluluktur. Üstelik bu tür haberlerin doğruluğu, Allah’ın ayetleriyle de pekiştirilmiştir. Bundan dolayı bu kimselerin haberlerine inanmak insana huzur verir. Bunu inkâr eden kimse ise, tarifsiz bir kibir ve inatçılığa saplanıp kalmış bir zavallıdan başka bir şey değildir.245 2.3.2.2. Mütevâtir ve Âhad Haber Din ıstılahında, “yalan üzere birleşmeleri düşünülemeyen bir topluluğun ifadeleri ile sabit olan haber”246 şeklinde tanımlanan mütevâtir haberin, Mâtürîdî’nin bilgi sistemindeki konumu şöyledir: İnsanlardan ya da peygamberlerden bize ulaşan haberler, yanılmaları ve yalan söylemeleri muhtemel kişiler aracılığıyla bize ulaştırılmaktadır. Bu kimselerin doğruluklarını ya da masumiyetlerini kanıtlayacak herhangi bir delile sahip değiliz. Dolayısıyla böyle bir haberde yapılması gereken şey bu haberin incelemeye alınmasıdır.247 Bu inceleme sonunda herhangi bir haber, kendisinde asla yalan bulunmayan, arada bir kopukluk olmaksızın başkasından doğrudan nakleden ve kendisi en son râvî olduğu halde, aradaki diğer râvîlerin güvenilirliklerinden dolayı sanki kendisinin bizzat duyan kişi gibi olduğunu hissettiği bir kimseden gelirse, o haber mütevâtir haberdir.248 Zira tevâtürde aslolan şey; aklın, haberi nakledenlerin gerek sayı gerek nitelik bakımından durumlarını dikkate alarak o haberin doğruluğuna hükmetmesidir.249 Böyle olunca bu tür haberlerin verdiği bilgi onun anlayışında sanki peygamberin söylediği kesin olan bir bilgi gibi değerlidir ve kabul edilmelidir. Zorunlu bilgi ifade edebilmesi açısından mütevâtir derecesinde olmadığından haber-i vâhid de denilen âhad haberlerin bilgi için kaynak olup olamayacağı konusunda Mâtürîdî, bu haberin râvîlerinin durumunun araştırılıp incelenmesi ve ayrıca doğruluğu açıkça bilinen kesin belgeler yani nass ile karşılaştırılarak, böyle bir haberin doğruluğunun 245 Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 8. Teftâzânî, Şerhu’l-akaid, s. 33. Cürcânî, Kitâbü’t-ta’rîfât, s. 66. 247 Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 8-9. Mâtürîdî, Te’vîlâtü ehli’s-sünne, c. III, s. 560. 248 Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 8-9. 249 Topaloğlu, “Ebû Mansûr el-Mâtürîdî’nin Hayatı ve Fikirleri”, s. 179. 246 48 mümkün olup olmadığının aklın hakemliğiyle belirlenmeye çalışılması gerektiğini söyler.250 Bu inceleme ve karar sonrasında galip gelen duruma göre yanlış olma ihtimali bulunmasına rağmen âhad haberlerin kabul veya reddedilebileceğini belirtir.251 Çünkü bilgi edinme yollarının en üstünü olan duyu alanında bile bazen duyuların zayıflığı, algılanacak şeyin uzaklığı, hacimsiz ya da çok küçük bir hacme sahip olması gibi nedenlerden ötürü yanılma ihtimali olmasına rağmen ağırlık kazanan duruma göre davranılmaktadır.252 Yanlış bir hüküm vermiş olmamak için Mâtürîdî, aşağıda örneklerini verdiğimiz gibi bu türden haberler için “doğru ise” ya da “sabit ise”... gibi ifadeler kullanarak kuşkuyla yaklaşmakta253 ve bilgi ifade etmelerini araştırma şartına bağlayarak akla veya Kur’an’a aykırı durumlarda onu reddetmektedir.254 Çünkü, bilgi değeri bakımından âhad haberler hem mütevâtir seviyesinde değildirler hem de haberi bir kişi bir başka kişiden nakletmektedir. Hz. Peygamberden nakledilen haberlerin çoğunluğunu oluşturan âhad haberler daha çok amelî ve ahlakî konulara ilişkindirler. Bu haberlerin, çok az miktarda da olsa şüphe barındırabilme ihtimali nedeniyle, onun verdiği bilginin doğruluğunu destekleyecek mütevâtir nitelikte bir başka haber olmadan, tek başına akâid konularında delil olamayacağı konusunda kelamcılar ittifak etmişlerdir.255 Bu sebeple inanç konularında sadece mütevâtir haberler, delil olarak kabul edilir.256 Bu noktada kelam ekolleri görüş birliği içindeyken, bir haberin mütevâtir haber sayılması için sahip olması gereken 250 Bu yöntemin, Mâtürîdî’nin düşünce dünyası üzerinde önemli derecede etkili olan ve İslam düşünce tarihinin simge isimlerinden Ebu Hanife tarafından aynı biçimde kullanıldığını biliyoruz. Nitekim Ebû Hanîfe, şartsız bir şekilde mütevâtir haberi, şartlı bir şekilde de haber-i vâhidleri kabul etmiş, bizzat Kur’an, akıl ve tarihi gerçeklerle çatışan haber-i vâhidleri benimsememiştir. Bu tür haberlerin metninin Kur’an’a arzedilmesi gerektiğini, daha doğru bir yöntem olarak önerir ve kendisi de bizzat bunu uygular. Ayrıntılar için bakınız. Ramazan Altıntaş, “Ebû Hanîfe'nin Akıl-Vahiy Anlayışı”, Kelam Araştırmaları Dergisi, Sayı 2:1 (2004), s. 16. 251 Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 9. Mâtürîdî, Te’vîlâtü ehli’s-sünne, c. IV, s. 566. Mâtürîdî, Te’vîlâtü’lKur’ân, c. VI, s. 475. Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. VII, s. 295. Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. XIII, s. 376. 252 Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 9. Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. VII, s. 295. Mâtürîdî, Te’vîlâtü’lKur’ân, c. XIV, s. 74. 253 Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. VIII, s. 224. Adil Bebek, “İmam Mâtürîdî ve Kâdî Abdülcebbâr’a Göre Haber-i Vâhidin Epistemolojik Değeri”, Kelamda Bilgi Problemi Sempozyumu, Arasta Yayınları, Bursa 2003, s. 47. 254 Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 9. Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. IV, s. 102. Mâtürîdî, Te’vîlâtü ehli’ssünne, c. IV, s. 566. Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. VIII, s. 224. 255 Nesefi, Tabsıra, c. I, s. 131. İzmirli, Yeni İlm-i Kelam, s. 58. 49 şartların neler olacağı konusunda ihtilaf vardır. Üzerinde ittifak edilememiş şartlardan biri de bu haberi aktaran kişilerin sayısının ne olacağı konusudur.257 Mütevâtir haberlere ilişkin açıklamalarında bu tür haberlerde bulunması gereken herhangi bir sayı şartından bahsetmeyen Mâtürîdî, Nisa suresinin 157. ayetinin tevilinde, Hz. İsa’nın öldürülmesi ile ilgili meşhur olmuş, yaygın biçimde anlatılan hikâyeyi nakleder.258 Bu hikâyenin tevâtür derecesine ulaştığı varsayılmasına rağmen İsa’nın katledildiğine ilişkin haberin yalan oluşunun Kur’an tarafından açıkça ifade edildiğini belirtir ve “Mütevâtir olan bir haberde nasıl yanlış ve yalan olabilir?” şeklinde insanların aklına gelebilecek soruya şu cevabı verir: “Hz. İsa’nın katledildiğine ilişkin haber, hikâyede geçen ve sayıları altı ya da yedi kadar olan kişi tarafından yayılmış bir haber olduğundan bize göre bu kadar az sayıda kimse tarafından aktarılan haberler âhad haberlerdir.” 259 Bir haberin tevâtür niteliğine ulaşabilmesinde herhangi bir sayı şartından bahsetmemiş olmasına karşın Mâtürîdî’nin buradaki açıklamalarından anlaşılacağı gibi bir haberin mütevâtir düzeyine ulaşmasında altı ya da yedi kişilik bir topluluğu yeterli sayı olarak görmediğini söylemek mümkün ise de aslında, İsa’nın öldürüldüğüne dair bu anlatılan olayın gerçeği yansıtmadığı Kur’an tarafından kesinleştiğinden Mâtürîdî, doğal olarak bu haberi, âhad haber kapsamına alarak reddetmektedir. Aynı şekilde Mâtürîdî, Hz. Peygamber’in miraca yükseldiği ve orada kendisinden önce gönderilen diğer peygamber arkadaşlarını gördüğüne ilişkin bir takım haberlerin rivayet edildiğini belirttikten sonra bu habere karşı tavrını da şöyle ifade etmektedir: “Biz bu konuda tıpkı Ebu Bekir Sıddîk (ö. 13/634)’ın “Bunu eğer o söylemişse doğru söylemiştir. Ve ben de onun söylediği şeyin aynen öyle olduğuna yani doğruluğuna şahitlik ederim.” dediği gibi deriz. Ancak Kur’an’da Hz. Peygamber’in, 256 Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. XII, s. 268. Tartışmalı olan sayı konusuyla ilgili olarak bakınız. Ramazan Altıntaş, “Kâdî Abdülcebbâr’ın Sem’iyyâtla İlgili Bazı Görüşleri”, Bilimname Düşünce Platformu, Sayı IV (2004/1), s. 62. 258 Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. IV, s. 101. 259 Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. IV, s. 102. 257 50 sadece Mescid-i Aksâ’ya kadar olan gece yolculuğundan bahsedildiğinden bunun üzerine onun miraca yükseldiği konusunda herhangi bir ilave yapamayız. Çünkü, İsrâ dışında peygamberin miracına ilişkin haberler bize âhad yoluyla ulaşmıştır.” 260 Yine bir haberin mütevâtir sayılabilmesi için o haberin lafzında herhangi bir değişiklik yapılıp yapılamayacağı yani haberi aktarırken kullanılan kelimelerin aynı kelimelerle ve aynı cümle düzeni içinde olup olamayacağına ilişkin tartışmalar kapsamında Mâtürîdî’ye göre haberin ulaştırıldığı zincirin her halkasında aynı lafız bütünlüğünün olması şart olmayıp burada önemli olan şey kastedilen mananın bozulmadan aynen aktarılmasıdır. 261 2.3.3. Nazar (Akıl) Mu’tezilî anlayışça bütün insanlarda eşit olduğu kabul edilen aklı262 ikiye ayıran Mâtürîdî; insanın yaratılışında var olan ve akıl yoluyla kavranabilecekleri kavrayabilmesi için bütün insanlarda bir potansiyel yeti olarak bulunduğunu varsaydığı akla “garîzî akıl” derken, insanların yaşamları boyunca sonradan kazanabildikleri, sürekli gelişmeye açık olan ve insanın ortaya koyacağı çaba sonunda geliştirilerek olgunlaşan akla da sonradan kazanılmış anlamında “mükteseb akıl” adını vermektedir.263 Ehl-i sünnet kelamında da Mâtürîdî, aklı mâhiyeti açısından tanımlamaz. Zira ona göre akıl, asla kendi mâhiyetini bilme gücüne sahip olamadığından kendisinin nasıl işlediğini ve mâhiyetini bilemez.264 Bu anlayışın aynısını kendisinden sonra gelen diğer Ehl-i sünnet kelamcılarında da görmekteyiz. Örneğin, Nesefî de aklın tanımı üzerinde durmak yerine, onun bilgi edinme yolu olduğuna vurgu yaparak bu hususun zorunlu bir şekilde bilindiğini belirtir.265 Aynı şekilde Sâbûnî de Nesefî gibi “aklın nazarı”nın bilgi edinme yöntemi olduğunu ifade eder.266 İmam Mâtürîdî'nin “aklın mâhiyetinin bilinemezliği 260 Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. VIII, s. 224. Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. VIII, s. 30, 47. 262 Sabûnî, s. 18. 263 Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. VII, s. 61. Ramazan Altıntaş, “Ebû Hanîfe’nin Akıl-Vahiy Anlayışı”, s. 4. 264 Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. VIII, s. 251. 265 Nesefî, Kitâbü’t-temhîd, s. 121. 266 Sabûnî, s. 17. 261 51 düşüncesi” muhtemelen Nesefî ve Sâbûnî’de benzer bir açıklama biçiminin doğmasına yol açmış ve her ikisi de bu tür tartışmalara girmemişlerdir.267 Mahiyeti açısından aklın bir tanımlamasını yapmayan Mâtürîdî, işlevi açısından bir tanımlamayı tercih etmektedir ki bu yöntem aslında bütünüyle Kur’an’ın ortaya koyduğu bir yöntemdir. Çünkü Kur’an’da da aklın mahiyetinin tanımlanması yerine bu insanî niteliğin kullanılmasına yönelik önemli teşvik ve yönlendirme söz konusudur.268 Mâtürîdî’ye göre akıl “birleşebilenleri bir araya getiren ve ayrılması gerekenleri de ayırabilen şey”dir.269 Böylece akıl “kendini idrak edememe”sine karşın “gerçekliğin bilgisini (hakâiku’l eşyâ)”270, “gerçeği idrak”271 edebilmekte, “eşyadaki iyilikleri ve kötülükleri bilebilmekte”, “hikmetle sefehi birbirinden ayırabilmekte”dir.272 Ona göre akıl, âlemin içinde bulunur ve onun bir parçasıdır.273 Böylelikle sadece zihnî bir kavram olmayan aklın, zihin dışında da ontolojik bir varlığı söz konusudur.274 Akaid konularında Ebû Hanife’nin yolunu takip eden Mâtürîdî’nin metodunda herhangi bir aşırılığa kaçmadan ve haddini aşmaksızın aklın büyük bir yeri ve değeri vardır.275 Akıl ve aklın aktif olarak kullanılması adeta onun sisteminin can damarıdır.276 Mâtürîdî, bilginin kaynaklarını açıklarken, akıl yerine onun bir tür işlevsel faaliyetini ifade eden “nazar” kelimesini kullanır.277 Bu şekildeki kullanım, rastgelelikten uzak bilinçli bir tercihtir. Çünkü ona göre, bir insanda potansiyel olarak aklın bulunmasının neredeyse hiçbir önemi yoktur. Önemli olan, bu potansiyelin aktif bir şekilde kullanılması ve ondan faydalanılmasıdır. Onu bu şekilde bir tavrı benimsemeye götüren ana sebep şüphesiz Kur’an’dır. Çünkü Kur’an’da, insana aklını kullanmasını tavsiye eden, ısrarla vurgulayarak teşvik eden, 267 Alper, s. 60. Bakınız. 41. Fussılet / 53-54; 88. Ğâşiye / 17-20; 2. Bakara / 164; 51. Zâriyât / 20-21. 269 Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 5. 270 Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 7. 271 Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur'ân, c. I, s. 234. Mâtürîdî, idrak kavramıyla “(sınırlı ve hacimli bir şeyi) kapsayıp ihata etme” yi kasteder. Bakınız. Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd Tercümesi, s. 103. 272 Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 10. Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. VIII, s. 251. c. V, s. 368. 273 Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 4. Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. V, s. 368. 274 Alper, s. 54-55. 275 Ethem Ruhi Fığlalı, Çağımızda Îtikâdî İslâm Mezhepleri, Selçuk Yayınları, İstanbul 1993, s. 76-77. 276 Özcan, s. 70. 277 Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 7. 268 52 ancak bu türden aklî eylemlerinin sonucunda insanın doğruya, güzele ve faydalı olana erişebileceğini... bildiren onlarca ayet vardır.278 Nitekim Kitâbü’t-tevhîd’inde Mâtürîdî bu ayetlerden birkaçını da nazar kavramını, salt akıl kavramına tercih ederek kullanmasının belgesi olarak sunar.279 Bu yüzden Mâtürîdî, kullanılmayan ve kendisinden faydalanılmayan aklı bir bilgi kaynağı olarak kabul etmez. O, bilgiye, hiçbir işlevi olmayan bir akıl ile değil de kullanılan ve faydalanılan bir aklın eylemi sonucunda ulaşılabileceği kanaatini taşımaktadır.280 Mâtürîdî’nin bilgi sisteminde doğru ve gerçek bilgiye ulaşmada bu kaynağın (akıl) kabul edilmesi ve kullanılması mümkünün ötesinde bir zorunluluktur. Her ne kadar böyle bir yargıya bizatihi aklın kendisiyle de zorunlu olarak ulaşabilmek mümkün olsa da buna delil olabilecek çeşitli durumlar şöyle sıralanabilir:281 Duyu ve haber yoluyla bilgi edinilirken istidlalde bulunma zorunluluğu vardır. Çünkü duyu ve haber aracılığıyla edinilen bilgilerin doğru olup olmadığı veya bunların dışında kalan diğer hususların ya da haberin herhangi bir yanlışlığı içerip içermediğinin anlaşılabilmesinde başvurabileceğimiz tek kaynak akıldır.282 Akıl, böyle durumlarda, kendisinin kararına başvurmak zorunda kaldığımız âdil, tarafsız bir hâkim gibidir. Biz peygamberlerin doğruluklarının ve davalarının hak olduğunun belgesi olan mucizeyle, sahtekârların hilelerini birbirinden ayırmak imkânını akıl sayesinde elde ederiz.283 Aynı şekilde yine sadece akıl vasıtasıyla, Allah’ın sayısız nimetlerini, varlıkların yaratılışındaki hikmet ve gayeyi, bunların hepsinin bir yaratıcısının bulunmasının zorunluluğu fikrinden hareketle bir yaratıcıya delil olduğunu bilebiliriz. Kadîm olan varlık ile, hâdis olan varlıkları birbirinden ayırabiliriz.284 Eşyadaki iyilikleri ve kötülükleri bilebiliriz.285 Böylelikle akıl sayesinde iyilik ve kötülüğü bilebilen insan, 278 41. Fussılet / 53-54; 88. Ğâşiye / 17-20; 2. Bakara / 164; 51. Zâriyât / 20-21. Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 10. 280 Özcan, s.70-71. 281 Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 9-10. 282 Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 9, 27. 283 Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 9. 284 Huleyf, s. 30. 285 Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 10. Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. VIII, s. 251. Mâtürîdî, Te’vîlâtü’lKur'ân, c. V, s. 368. 279 53 onunla diğer canlılardan üstün olduğunu da idrak ederek diğer bütün varlıkları yönetebilmeye ihtiyaç duyduğu bilgiyi de edinir. Sonuçta insanın hem yaşadığı toplum içinde hem de diğer canlılar üzerinde yönetimi ancak akıl sayesinde gerçekleşebilmektedir.286 İnsan, duyulardan uzakta bulunan veya çok küçük bir hacme sahip olan nesneler hakkında da ancak akıl sayesinde doğru bilgi edinebilmektedir. Diğer taraftan fizik âlemin sınırları içinde olmakla birlikte arada bulunan mesafe ve hacim gibi unsurlar sebebiyle duyular herhangi bir nesneyi algılama hususunda çeşitli problemlerle karşılaşmakta, onu ya hiç algılamamakta ya da hatalı bir şekilde algılayabilmektedirler. İşte bu noktada aklî bilgi, duyu bilgisini tashih etme görevini yerine getirmektedir.287 Duyular aracılığıyla elde edilen algılarla kavramların oluşturulması da ancak istidlal ile mümkündür. İnsan akıl yardımıyla tikel nesnelerden / tecrübelerden tümel kavramlara ulaşma imkânını elde etmektedir. Şayet insan, daha önceki bilgi ve algılarıyla istidlal etmeyecek olsa onun herhangi bir şeyi tanıması, herhangi biriyle insanî ilişkiler geliştirmesi ve insanî gelişimi de mümkün olamayacaktır.288 Bu ve benzeri gerekçelerle ifadesini bulan “aklî bilginin imkânı”nı reddeden kimsenin elinde, nazarı reddetmek için kullanacağı tek delil yine nazardır. Oysa ki bu durum aslında istidlalin gerekliliğini ortaya koyan en güçlü delildir. Dolayısıyla bu kimse aklın bilgi kaynağı oluşunu reddetmek isterken yine aklı kullandığı için bir çelişki içine girmiş olmakta ve aslında nazarı kabul ettiğini gösteren bir itirafta bulunmaktadır.289 2.4. Bilginin Değeri ve Türleri Bilgi kuramında ele alınan en önemli problemlerden birisi olan “bilginin değeri” kapsamında “doğru bilginin ne olduğu” sorusuna cevap arandığını ve günlük yaşamdaki genel kullanıma da uygun olarak çoğunlukla “bilgimizin konusuna olan uygunluğu”nu doğru olmanın ölçütü olarak kabul ettiğimizi hatırlatalım. Bir başka ifadeyle eğer bilgi, gerçeği olduğu gibi yansıtıyorsa yani gerçeğe uygun ise o bilgi doğru demektir. 286 Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 135. Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 9-10. Alper, s. 69. 288 Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 27. Alper, s. 68-70. 289 Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 10. 287 54 Hatırlanacağı üzere Mâtürîdî, bilgiyi “kendisine sahip olan kişiye, mezkûr'un (aklın ve duyuların mevzuuna giren her şeyin) açık seçik hale gelmesini sağlayan bir sıfat” olarak tanımlamaktaydı. Mâtürîdî bu tanımda geçen “mezkûr” kavramıyla bilginin nesnesinin ne olduğu sorusuna cevap verirken, “açık seçik hale gelmesi” ifadesiyle de aslında bilginin değerini belirleyecek olan doğrunun ne olduğu sorusuna cevap vermiş olmalıdır. Çünkü bilgimize konu olan bir nesne eğer bilen kimse tarafından açık seçik hale gelmişse o nesne olduğu gibi ve bütünüyle kavranmış demektir. Dolayısıyla bilgi kuramında doğru olma ile gerçeğin olduğu gibi kavranması kastedildiğinden denilebilir ki Mâtürîdî zaten doğru olma niteliğini taşımıyorsa ona bilgi dememektedir. Söz buraya gelmişken, konunun daha iyi anlaşılabilmesine katkı sağlayacağı düşüncesiyle bilgi elde etme sürecinde, bilgimize kaynaklık eden araçlarla elde ettiğimiz bilginin türlerine değinmek yerinde olacaktır. Mâtürîdî başta olmak üzere kelamcıların bilgi tanımlaması yaparken bu tanımın hem Allah’a hem de insana ait bilgiyi kapsayıcı olmasına özellikle çaba gösterdiklerini biliyoruz. Çünkü kelamcılar açısından bilgi probleminin hem teolojik hem de epistemolojik olarak iki boyutu vardır. Bilginin Allah’la ilgili kısmı teolojik boyut olarak ele alınırken, insan bilgisi orijinli konular problemin epistemolojik boyutunu oluşturmaktadır. Bundan dolayı özellikle Ehl-i Sünnet kelamcıları bilgiye dair her meseleye bu açıdan bakmaya çalıştıklarından bilgi türlerini de doğal olarak önce Allah’ın bilgisini insanın bilgisinden ayrı tutmak için kadîm ve hâdis olarak ikiye ayırmışlardır. Kadîm bilgiyle yaratılmış olanın bilgisine benzemeyen Allah’ın bilgisi kastedilirken, hâdis bilgi yaratılmış olanın bilgisini özellikle de insana ait bilgiyi ifade eder. Kadîm bilgiye genel olarak Ehl-i Sünnet âlimleri hiçbir şeyle kayıtlanmamış olmak anlamında mutlak bilgi adını verirler.290 İnsana ait olan hâdis bilgi zarûrî ve iktisâbî olarak iki kısımdır. Bütün canlı yaratıklarda ortak olarak var olan zarûrî bilgi; hiçbir çaba sarf edilmeden ve aracısız olarak Allah Teâlâ’nın, bilenin nefsinde meydana getirdiği bilgidir. Kişinin kendi varlığını ve açlık, susuzluk, haz, elem gibi değişik kişisel durumlarını hissedip kesin bir şekilde bilmesi bu tür bilgiyi ifade eden örnektir. Aynı şekilde temel akıl ilkeleri olarak adlandırdığımız ve 290 Pezdevi, Usulü’d-dîn, s. 15. 55 insan aklının herhangi bir nazarî işleme başvurmasına gerek duymayacak biçimde bedahetle bildiği hususlar bilginin bu türündendir. Örneğin “bir nesnenin bütününün, parçalarından büyük olduğu” bilgisine akıl hiçbir akıl yürütmeye ihtiyaç duymaksızın ve zorunlu olarak ulaşmaktadır. İktisâbî bilgi ise insanın kendi iradesiyle ortaya koyduğu çabanın sonucunda sonradan kazandığı bilgidir. Bu tür bilgiler çeşitli araç ve sebeplere dayalı olarak kazanıldığından vasıtalı bir bilgidir. Bir süreç sonunda bu tür bilgileri kazanmak için insan aklın nazarı’nı (istidlâl) ve haber’i bir araç olarak kullanmaktadır.291 Mâtürîdî’nin bilgi kuramı kapsamında değerlendirilen görüşlerinin analizinden bilginin değeri bağlamında şöyle bir sonuç çıkarılabilir: Herhangi bir şey hakkında edindiğimiz kanaat eğer doğru ise yani gerçeği olduğu gibi yansıtıyorsa onu bilgi olarak adlandırıyoruz. Dolayısıyla eşyanın gerçekliğini olduğu gibi aktaramayan durumları bilgi olarak değerlendirmeyip bunları zan, şüphe vb. başka kavramlarla ifade ediyoruz. Aslında bilgiyi türlere ayırırken de Mâtürîdî başta olmak üzere Ehl-i Sünnet kelamcılarının tamamının bilginin değerini belirleyen temel kriterleri göz önünde bulundurmuş olduklarını söyleyebiliriz. Her ne kadar bilgimizin kaynakları olan araçlarla elde ettiklerimizin tamamı eşyanın hakikatlerine ilişkin genel anlamda bize tartışma götürmez doğruluk değerinde geçerli bir bilgi veriyorsa da bu doğruluğu kendi içinde derecelendirmek de mümkündür. Bir bilgi elde edilirken onun vasıtalı olarak edinilmiş olup olmadığı bu derecelendirmede belirleyici ana unsur olmaktadır. Örneğin duyuların verdiği bilgi herhangi bir araç kullanılmadan ve insan iradesi devreye sokulmadan olağan bir seyir içinde kendiliğinden ve zorunlu olarak elde edildiğinden bu bilgilerin doğruluğu tartışma götürmez biçimde bizim karşımıza çıkmaktadır. Hatta bu tür duyusal kökenli bilgilerin doğruluğu o kadar açık seçik biçimde ortadadır ki hayvanlar bile bunu bilirlerken insanlarca bu bilgilerin değerinin yani gerçeği doğru olarak ifade edip etmediğinin tartışılması anlamsızdır.292 Aynı şekilde insan aklının herhangi bir bilişsel eyleme gerek duymadan elde ettiği bedihî bilgiler de aynı kapsamda değerlendirilmelidir. Çünkü onlar da vasıtasız ve 291 Sabûnî, s. 16-17. Nesefî, Tabsıra, c. I, s. 9. Pezdevi, Usulü’d-dîn, s. 15. İzmirli, Yeni İlm-i Kelam, s. 56-57. 56 insanların tamamı tarafından hep aynı sonucu verecek biçimde bir kesinlikle elde edildiğinden bu tür bilgilerin de değerleri tartışmasızdır. Ancak gerek aklın istidlâli yönteminin sonucunda olsun gerekse haber aracılığıyla olsun eğer elde ettiğimiz bilgi vasıtalı ise bu bilgi doğruyu içerme bakımından yukarıda anlatılanlar derecesinde bir değere ulaşamazlar. Çünkü bilgi sürecinde bir vasıta kullanılmışsa o vasıta sebebiyle bilginin değerinde bir azalma söz konusudur. İşte bu tür durumlarda Mâtürîdî’yi bu bilgilerin doğru olup olmadığı konusunda karar vermeye götüren tek ölçü araştırma sonucunda kendi benliğinde oluşacak ağırlık kazanan fikirdir. Nitekim o, bu ölçüyü en çok haber kaynaklı bilgilerde kullanmakla birlikte bu durumun istisnası Peygamberin haberi’dir. Çünkü mucize ile desteklenmesi sebebiyle doğruluğu bizzat Allah tarafından tescillenmiş olan bir peygamberin haberi kadar doğru ve güvenilir bir başka haber olamayacağından ötürü insanın kalbi bu haber kaynaklı bilginin değeri konusunda müsterih ve mutmain olmalıdır.293 292 293 Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 7 vd. Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 8. 3. BÖLÜM MÂTÜRÎDÎ’YE GÖRE VAHYİN EPİSTEMİK DEĞERİ 3.1. Vahyin Anlamı “V h y” fiilinin mastarı olan vahy kelimesi, Arap dilinde, “süratle işaret etmek”294, “yazı yazmak, elçi göndermek, ilham, gizli söz, ima ve fısıldama” gibi çeşitli anlamların yanı sıra “yazılı şey, kitap ve yazı” yı da karşılamak için kullanılır. Bu kelimeyle, her ne kadar birbirinden farklı bu anlamlar karşılanıyor olsa da hepsinin temelinde, “gizlilik içinde bildirmek”295 ve “süratlice işaret etmek”296 söz konusudur. Mâtürîdî, kendisine vahiy ulaşan herhangi bir varlıkta, bunun oluşum ve yerleşiminin o varlığın farkına varamayacağı kadar hızlı ve çabuk bir biçimde gerçekleşiyor olmasından dolayı vahyin “bir şeyi kuvvetlice ve hızlıca atmak” olarak adlandırıldığını, ayrıca Allah’ın kalpleri şeytanın vesvesesinden uzaklaştırarak korumak için vahyi bu denli “hızlı ve gizli bir biçimde” gerçekleştirdiğini belirtir.297 Dolayısıyla Mâtürîdî’nin “bir şeyi hızla ve gizli bir şekilde bildirmek” olarak anladığı vahiy kelimesinin karşıladığı anlam ile dil bilginlerinin bu kelimeden anladıkları anlam birebir örtüşmektedir.298 İslamî terminolojide vahiy kavramıyla, “Allah’ın, peygamberlerine bildirmek istediği şeyleri gizli bir yolla ve bu bilgilerin Allah katından olduğuna peygamberlerde kesin ve zorunlu bir bilgi meydana getirecek nitelikte bildirmesi” anlaşılır.299 Kısaca, “Allah’tan 294 İsfehânî, müfredât, s. 515. İbni Manzûr, c. III, s. 892. A. J. Wensinck, “vahy”, İslam Ansiklopedisi, İstanbul 1986, c. XIII, s. 142145. 296 İsfehânî, müfredât, s. 515. Suat Yıldırım, Kur’an-ı Kerim ve Kur’an İlimlerine Giriş, Ensar Neşriyat, İstanbul 1983, s. 19. 297 Mâtürîdî, Te’vilatü’l-Kur’an, c. VIII, s. 140. 298 Mâtürîdî, Te’vilatü’l-Kur’an, c. VIII, s. 140. 299 Mehmet Sofuoğlu, Tefsire Giriş, Çağrı Yayınları, İstanbul 1981, s. 9. 295 58 peygamberlere gönderilen ilahi söz ve haber”300 olarak tanımlanan vahyin, İslam düşüncesindeki genel kabul doğrultusunda terimsel içerik olarak öne çıkan önemli birkaç özelliği vardır.301 Buna göre, peygamberlerin Allah’la iletişim kurarak bilgi almalarının tek yolu olan vahyin kaynağı, Allah’tır. Vahiy esnasında vahyi alanın tüm düşünce ve duygusu, kendisine gelen bu ilahi bilgi etrafında yoğunlaşıp bütünüyle ona yöneldiği için vahye muhatap olanın irade ve arzusunun, vahyolunan ilahi bilginin içeriğine en ufak bir müdahalesi söz konusu değildir. Vahiy yoluyla bildirilen bilgiler, peygamberler için kesinlik ifade eder. Çünkü, peygamberler vahyi, Allah’tan olduğu gibi aldıklarından asla şüphe etmezler. Kur’an-ı Kerim tarafından, yalnız peygamberlere hatta insanlara has olmayan biçimde çok genel bir kullanım alanına sahip olan vahiy kavramı, yukarıda açıklanan sözlük anlamlarını da içerecek şekilde ve Arap dilindeki anlamlarında herhangi bir değişikliğe uğramadan kullanılmaktadır.302 Bu kelime Kur’an’da, daha çok akıl sahibi varlıklara hitaben kullanılıyor olsa da, insanlardan başka, “bal arısı”303 gibi canlı varlıklar, “yer ve gök”304 gibi cansız varlıklar, “melek”305 ve “şeytan”306 gibi metafizik varlıklar için de kullanılmıştır. Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır (ö. 1942)’a göre, böyle bir durumda hitap edilen varlık, akıl sahibi mevkiine konularak kendisine akıllı varlık muamelesi yapılmış olmaktadır.307 Sözlük anlamlarını dikkate alarak Kur’an’da bu kelimenin kullanıldığı ayetleri, “Allah’ın dışındaki varlıkların vahyi” ve “Allah’ın vahyi” şeklinde iki gruba ayırmak mümkündür.308 Allah’ın dışındaki varlıkların vahyinin Kur’an’daki ilk örneği, Meryem suresinin 19. ayetinde konu edilen Zekeriya peygamberin halkına yaptığı vahiydir ki burada kelime 300 İsfehânî, müfredât, s. 515. Wensinck, s. 142. Muhittin Bağçeci, Ayet ve Hadislerde Peygamberlik ve Peygamberler, İstanbul 1977, s. 173. 302 Hüseyin Atay, Kur’an’a Göre İman Esasları, Ankara 1961, s. 71. 303 16. Nahl / 68-69. 304 41. Fussılet / 12. 305 8. Enfâl / 12. 306 6. En’âm / 112, 121. 307 Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Eser Neşriyat 1979, c. 9, s. 6011-6012. 308 İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 1989, s. 37. 301 59 “ima ve işaret etmek” anlamlarındadır.309 İkincisi; En’âm suresi 112. ayette anlatılan, insan ve cin şeytanlarının birbirlerine karşı yaptıkları vahiydir ve burada kelime “telkin etme”310 anlamını ifade etmektedir. Yine aynı surenin 121. ayetinde geçen “...gerçekten şeytanlar dostlarına, sizinle mücadele etmeleri için vahyederler...” ifadesi de, kelimenin “telkin ve teşvik etme”311 anlamında kullanılışının bir başka örneğidir. Allah tarafından yapılan vahyin ise kendi içinde muhatapları açısından birkaç çeşidi vardır. Zilzâl suresinin 4. ve 5. ayetlerinde Allah’ın yeryüzüne, Fussılet suresi 12. ayetinde de gökyüzüne vahyettiğini belirttiği her iki ayette de vahiy kelimesi, “emretti / bildirdi” manasında olup Allah’ın cansız varlıklara olan vahyinin örnekleridir. Bunların dışında Allah’ın canlı varlıklara olan vahyinin örnekleri olarak şunlar sayılabilir: Nahl suresinin 68. ve 69. ayetlerinde anlatılan Allah’ın bal arısına vahyi, “ilham” manasında olup vahyin bu türü “içgüdü” olarak bilinirken, Enfâl suresi 12. ayetinde olduğu gibi, Allah’ın meleklerle konuşmasına da vahiy denilmektedir.312 “Hani havarilere; Bana ve resulüme iman edin diye vahyetmiştim.”313 ayetinde “ima” veya “emir” anlamında kullanılan, ayrıca “Musa’nın annesine: ‘Onu emzir, sana karşı bir tehlike gelince kendisini denize bırak! Korkma! Kederlenme! Çünkü biz onu yine sana geri döndüreceğiz. Hem, onu peygamberlerden biri de yapacağız’ diye vahyettik.”314 şeklinde te’vili yapılabilecek ayette de “ilham” veya “rüya” karşılığında kullanılmış olan vahiy kelimeleri, Allah’ın insanlara vahyinin örnekleri olarak sayılabilir. Bu bilgiler ışığında vahyin Kur’an’da, hem Allah tarafından hem de Allah’ın dışındaki başka varlıklar tarafından yapılan işaret / bildirmeyi ifade eden ve peygamberliğe özel anlamının dışında diğer sözlük anlamlarını da içeren bir kavram olarak kullanıldığı görülmektedir. Ayrıca Kur’an’da vahiy kökünden gelen kelimelerin kullanıldığı ayetlere baktığımızda bu terimdeki ortak yönün, bir varlığın diğer bir varlıkla irtibat kurması, iletişime geçmesi315 olduğundan vahiy, aynı zamanda bir bilgi edinme aracı ve yolu 309 Hasan Basri Çantay, Kur’an-ı Hakîm ve Meâli Kerim, Çantay Yayınları, İstanbul 1985, c. II, s. 552. Çantay, c. I, s. 202. 311 Çantay, c. I, s. 203. Sofuoğlu, s. 9. 312 Wensinck, s. 142-145. 313 5. Mâide / 111. 314 28. Kasas / 7. 315 İbni Manzûr, c. III, s. 892. 310 60 olarak karşımıza çıkmaktadır.316 Aşkın bir varlık olan Allah’ın tabiatı, insan tabiatına benzemediğinden aralarında direkt bir iletişimin kurulması mümkün değildir. Bu nedenle aşkın varlık Allah ile insan arasında iletişimi sağlayacak bir araca ihtiyaç vardır ki bu da vahiydir.317 Bu bağlamda Allah, bazı insanlara kendisiyle muhatap olma imkân ve yeteneği vermiştir. Bu imkân ve yeteneği kendilerinde bulunduran insanlar, Allah ile iletişim kurup O’nun hükümlerini öğrenerek uygulama alanına koyabilirler. İşte vahiy, Allah’tan insana doğru olan bu tek yönlü iletişim esnasında, Allah’ın dilediğini bildirmesinin adıdır318 ve bu haberleşmede vahyin iki esası olarak kabul edilen “gizlilik” ve “hızlılık” da mevcuttur.319 Vahyin, sözlükte ve dini terminolojide ifade ettiği anlamları belirttikten sonra Mâtürîdî’ye göre vahyin anlam alanlarını ve kapsamını belirlemek daha kolay olacaktır. Vahiy kelimesinin, Arap dilindeki anlamlarını dikkate alarak değerlendiren İmam Mâtürîdî’ye göre vahyin dört farklı anlamı vardır:320 “Allah bir insanla ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından konuşur, yahut bir elçi gönderip izniyle ona dilediğini vahyeder. O yücedir, hakîmdir.”321 ayetini delil olarak gösteren Mâtürîdî, Allah’ın nebilerine ve resullerine olan vahyini, nübüvvet vahyi olarak adlandırmaktadır. “Bunun üzerine Zekeriya, mâbetten kavminin karşısına çıkarak onlara: ‘Sabah akşam tesbihte bulunun’ diye vahyetti.”322 ayetinde geçen, Zekeriya peygamberin, kavmiyle sözle değil de işaretle konuşmuş olmasına, işaret vahyi demektedir. “Rabbin bal arısına: ‘Dağlardan, ağaçlardan ve insanların yaptıkları çardaklardan kendine evler edin. Sonra meyvelerin her birinden ye ve Rabbinin sana kolaylaştırdığı yaylım yollarına gir’ diye vahyetti.”323 ayetinde geçen vahiy ile, “Musa’nın anasına: Onu emzir, kendisine zarar geleceğinden endişelendiğinde onu denize bırakıver, hiç korkup kaygılanma, çünkü biz onu sana geri vereceğiz ve onu 316 Muhsin Demirci, Vahiy Gerçeği, MÜİFV Yayınları, İstanbul 1996, s. 25. Muhammed Hamîdullah, İslam Peygamberi (çev. Salih Tuğ), İrfan Yayınevi, İstanbul 1980, c. 1, s. 71-85. Atay, Kur’an’a Göre İman Esasları, s. 72. 318 Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları, İstanbul 1986, s. 24-25. 319 Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. VIII, s. 140. Ali Arslan Aydın, İslam İnançları ve Felsefesi, Çağrı Yayınları, İstanbul 1979, c. 1, s. 427. 320 Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. VIII, s. 142 vd. 321 42. Şûrâ / 51. 322 19. Meryem / 11. 323 16. Nahl / 68. 317 61 peygamberlerden biri yapacağız, diye vahyettik.”324 ayetinde geçen vahyin, ilham vahyi olduğunu, aynı şekilde “... işte o gün (yer) Rabbinin ona vahyetmesiyle bütün haberlerini anlatır.”325 ayetinin de aynı türden olan vahyin, bir diğer örneği olduğunu belirtir. İnsan ve cin şeytanlarının birbirlerine gizlice fısıldadıklarından bahisle “böylece biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık. (Bunlar), aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler vahyederler...”326 ayetinde anlatılan türden vahiy de gizlilik vahyi’dir. Dil bilginlerinin açıklamalarını dikkate alarak vahyin bu dört türünü “nübüvvet vahyi”, “işaret vahyi”, “ilham vahyi” ve “gizlilik vahyi” şeklinde adlandırarak birbirinden ayıran ve Kur’an’dan örneklerle delillendiren Mâtürîdî’ye göre, vahiyde aslolan “gizlilik içerisinde ve örtülü bir biçimde iletmek”tir.327 Bu iletim, çok hızlı gerçekleştiği için vahiy olarak isimlendirilmiştir.328 Dolayısıyla vahyin esası, “hızlıca bildirmek”tir.329 Yine Mâtürîdî, bazı dil bilginlerinin vahyin temel anlamının “kişinin arkadaşına gizli kalması için bir şeyi ilkâ etmesi” olduğunu söylediklerini, bunun da bazen imâ ve yazıyla gerçekleştiğini belirtir.330 Vahyin, Arap dilindeki bu çok yönlü ve geniş anlamlarına ilişkin değerlendirmelerinin sonunda, Mâtürîdî’nin oluşturduğu teolojik ve epistemolojik sistem içerisinde kelimenin, hangi anlamlara konu edildiğini net olarak ortaya koyduğunu görüyoruz. Bu bağlamda, onun bilgi kuramında vahiy konusunun anlaşılması amacına yönelik bu çalışmamızda ele alacağımız vahiy türünün, “nübüvvet vahyi” olduğunu dolayısıyla bu kavramın, sadece “Allah’ın peygamberleriyle kurduğu iletişim olayı”nı ifade eden anlam alanıyla sınırlandırıldığını belirtmeliyiz ki gerek dinî terminolojide gerekse örfte vahiy kavramıyla vahyin bu türü anlaşılmaktadır. 324 28. Kasas / 7. 99. Zilzâl / 4-5. 326 6. En’âm / 112. 327 Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. VIII, s. 142. 328 Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. VIII, s. 143. 329 Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. VIII, s. 142, 143. 330 Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. VIII, s. 142, 143. 325 62 3.2. Vahyin İmkânı ve Bilgi Alanı Nübüvvet vahyi “mümkün müdür?” sorusuna cevap arayacağımız bu bölümün, aslında vahyin mahiyeti konusundan önce sorulup ele alınmasının, bilgi kuramı sistematiği açısından daha doğru olabileceği düşünülebilir. Yani, vahyin ne olduğunu ortaya koymadan önce, onun mümkün olup olmadığının tartışılması, ilk bakışta daha mantıklı görünebilir. Ama, bu kavramla hangi anlam ve olguların karşılandığı hakkında, sınırları çizilmiş bir bilgi sahibi olmadan vahyin mümkün olup olmadığını ortaya koymaya çalışmak veya başka bir ifadeyle ne olduğunu ve kapsamını açık seçik bilmediğimiz ya da belirlemediğimiz bir şeyin imkânından bahsetmek, makul görünmemektedir. Bu gerekçeyle, vahyin imkânı konusunun, onun anlam alanına ilişkin bilgilerden sonra ele alınması daha uygun görünmektedir. Bilgi sistematiğinde, mümkün olmanın ötesine geçerek zorunluluk düzeyinde önemsenen kaynaklardan birisi olan haberi, kendi içerisinde çeşitli bölümlere ayıran Mâtürîdî’ye göre, bilgi değeri açısından peygamberin haberi kadar doğru ve güvenilir bir başka haber yoktur.331 Dolayısıyla “haber” başlığı altında “peygamberin haberi” nitelemesiyle vahyî bilgiye yer vermesi, onun vahyin imkânını ve geçerliliğini kabul ettiğini açıkça göstermektedir. Zira vahyi kabul etmeyen ve onu, insan bilgisinin bir kaynağı olarak görmeyen birisinin, bilgi sistematiğinde vahye yer vermesi elbette düşünülemez. Zaten kendisinin de vahyin imkânını kabul etmeyenlerin düşüncelerinin yanlışlığını göstermek için ortaya koyduğu ve aşağıda ayrıntılarını açıklayacağımız görüşleri, “vahyin mümkün ve ihtiyaç olduğu” ana fikrine dayanmaktadır. O, öncelikle vahyin kendisine gönderileceği muhatap olan peygambere ve dolayısıyla peygamberliğe gerek olup olmadığı konusunu açıklığa kavuşturmakla işe başlamıştır. Çünkü peygamberlik, vahyin eş anlamlısıdır. Nübüvvet ve vahiy birbiriyle o kadar iç içedir ki, birini diğerinden ayırmak, mümkün değildir.332 Dolayısıyla önce, risaletin imkanı net olarak ortaya konulabilirse, bu temel üzerine inşa edilen vahyin imkanı meselesi de kendiliğinden halledilmiş olacaktır. Kitabü’t-tevhîd’in nübüvvete ilişkin ikinci bölümü, “risaletin ispatı ve peygamberlere olan ihtiyaç” başlıklı bir girişle başlamaktadır.333 Bu bölümde, Allah’ın peygamber 331 Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 8. Şerafeddin Gölcük ve Süleyman Toprak, Kelâm, Selçuk Üniversitesi Yayınları, Konya 1988, s. 256. Yusuf Şevki Yavuz, “Nübüvvet”, DİA, İstanbul 2007, c. XXXIII, s. 281. 333 Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 176. 332 63 göndermesi konusunda insanların birbirinden farklı ve çeşitli görüşler ileri sürdüklerini belirten Mâtürîdî’ye göre; hidayet önderleri, hayır öncüleri ve bilge kişiler olarak nitelendirdiği kimseler, risâleti kabul etmişlerdir. Buna karşılık; 1. Allah’ın varlığını inkâr edenler, 2. O’nun varlığına inanmakla birlikte, insanlar için ilahî bir emir ve nehyin söz konusu olmadığını söyleyenler, 3. Hem Allah’ın varlığını hem de onun emir ve yasaklarının olduğunu benimsemiş olmalarına rağmen insan aklının, tek başına yeterli olduğunu düşündükleri için risâlete gerek olmadığını iddia edenler, nübüvveti reddetmişlerdir.334 Allah’ın, peygamber göndermesinin imkânını dolayısıyla da vahyi reddeden kimselerle ilgili olarak yaptığı bu ayırımın ardından Mâtürîdî, bu düşünceleri ileri süren kimseleri, vahyî bilginin imkân ve geçerliliği konusunda ikna etmeye çalışmaktadır. Allah’ın varlığını inkâr edenler, öncelikle O’nun varlığını ispat konusunda tartışmaya davet edilmelidir.335 Çünkü Allah’ın peygamber göndermesinin imkânını anlatabilmenin ilk ve ön koşulu, Allah’ın varlığına inanmaktır. O’nun varlığını benimsemek, meselenin temeli, tartışmanın ortak zemini ve ön şartıdır. Peygamberlikle bir insanı görevlendirme dendiğinde, insanların aklına doğal olarak iki tarafın varlığı gelir. Taraflardan biri, görevlendiren Allah, diğeri de görevlendirilen peygamberdir. Dolayısıyla görevlendirilenden önce, görevlendiren varlık hakkında problem varsa, önce o ortaya konulup giderilmeli ki daha sonra ikinci aşama olarak, gönderilenin durumu ele alınabilsin. O halde, vahyin imkânı ve gerekliliği meselesi, Allah’ın varlığının kabulüyle doğrudan ilgili olduğundan, vahyin imkânı ekseninde yapılacak bir tartışma da ancak Allah’a inanan kimseler arasında söz konusu olabilir. Bu mantıkî gerekçeler nedeniyle olsa gerek, bu tür kimseler için, isbât-ı vâcip konusunda tartışma teklifinden başkaca bir şey söyleme gereği duymayan Mâtürîdî, Allah’ın varlığına inanıyor olmalarına rağmen, 334 335 Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 176 vd. Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 176. 64 O’nun herhangi bir emir veya yasaklamasının söz konusu olmadığını iddia eden kimselerin görüşlerine ilişkin açıklamalarına geçer.336 Mâtürîdî’nin aktardığı bilgilere göre, Allah’ın herhangi bir emir ya da yasaklamasının ve buna bağlı olarak da imtihan etmesinin söz konusu olmadığını iddia eden kimseler, bu düşünceye sahip olmalarını şu gerekçeye dayandırmaktadırlar: Dünya hayatının düzeni içinde, bir takım emir ve yasaklar belirleyerek imtihana tabi tutmada bir menfaat söz konusudur. Çünkü, insanlara bir şeyi emrederek ya da yasaklayarak onları, bu emir ve yasak çerçevesinde bir sınavdan geçirmede, bu kuralları belirleyen kimse için, emredilenin yapılmasında bir kazanç, yasaklananın terk edilmesinde de zararı olacak şeylerden uzak olmak biçiminde, tamamıyla fayda sağlamak amacı vardır. Oysa, bu dünya düzeni açısından sadece kazanç elde etme amacına yönelik olarak belirlenen emir ve yasak koyma, bunlardan imtihan edilme, Allah için düşünülemez. Çünkü O’nun, bu kuralların uygulanmasından elde edilecek olan faydaya ihtiyacı yoktur. Dolayısıyla ihtiyacı olmayan yüce bir varlığın, faydasız ve boş şeylerle uğraşması hatta emretmesi saçma olur.337 Mâtürîdî’nin, nübüvveti kabul etmeyenler arasında saydığı bu ikinci gruptakilerin aslında, bir yaratıcının varlığını kabul edip, O’nun insanlara yönelik emir ve yasaklarının olduğunu reddetmeleri, vahyin imkânı meselesinin açıklığa kavuşturulmasında, sadece Allah’a inanıyor olmanın yeterli değil ama bir ön şart olduğunu göstermektedir. Çünkü insanların “nasıl bir Allah’a inandıkları” da önemlidir. Örneğin, bugünkü din felsefesi terminolojisindeki ifadesiyle “deist” bir tanrı inancına sahip olan kimseler için vahiy mümkün değildir. Çünkü, evren ve insanla herhangi bir ilişkisinin olmadığı kabul edilen deist tanrı anlayışında, vahye gerek yoktur. Aynı şekilde, Tanrı ile yaratılmış olanlar arasındaki ikiliği kaldıran panteist bir tanrı anlayışında da vahyin yeri yoktur. O zaman vahyin mümkün oluşu ancak teist bir tanrı anlayışı çerçevesinde söz konusu olabilir.338 Vahyin imkânı konusunun açıklığa kavuşturulması ile doğru bir Allah inancı arasında, sıkı bir bağ olduğunu gösteren Sabûnî’nin açıklaması önemlidir. Ona göre, yarattığı varlıklar üzerinde yönetim sahibi olan Allah’ın, emir ve yasaklarını içeren hükümlerini bildirmek 336 337 Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 177. Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 177. 65 üzere peygamber göndermesi, aklın kabul edemeyeceği bir durum değildir. Çünkü, bütün varlığı yoktan var eden Allah’ın, yarattığı âlemin her bir cüzünde ve her bir insan üzerinde, yaratma mülkiyeti vardır. Bu nedenle, istediği şekilde tasarrufta bulunmak, O’nun hakkıdır.339 Mâtürîdî, emir ve yasaklarını bildirmek için Allah’ın insanlara peygamber göndermesini, “hikmet”inin bir gereği olarak değerlendirir.340 Onun anlayışında “Allah’ın hakîm oluşu”, en önemli ilahi niteliklerden birisidir341 ve vahyin imkanı başta olmak üzere, Allah’la ilgili bir çok meselenin anlaşılabilmesi, O’nun hikmet sahibi bir varlık olup olmadığının ortaya konmasına bağlıdır. “Hikmet” kelimesi lügatte, “ilim ve amel ile hakka isabet edip ulaşmak”, “adaletle hükmetmek, eşyanın hakikatlerini olduğu gibi bilmek ve gereğine göre davranmak”tır.342 Mâtürîdî’ye göre, “sefeh”in zıddı olan hikmet; “isabet”tir. “Her şeyi yerli yerine koymak”tır.343 Hikmet kavramı, “her şeyi kendi mahiyetine uygun bir şekilde oluşturma”344 anlamını da içerdiğinden Allah, yaptığı her şeyi hikmetle yapmaktadır. O’nun yaptığı hiçbir şey, hikmet dışı olamayacağından Allah için sefeh ve abes söz konusu olamaz.345 Bu bağlamda, Allah’ın varlığına inandığı halde O’nun, insanlara yönelik bir takım emir ve yasaklarının söz konusu olmadığını kabul etmek, Allah’ın bu kâinatı yaratmasında bir hikmet olmadığını kabul etmek anlamına gelir.346 Çünkü, bu tür bir anlayışta kâinat, Allah tarafından sırf yaratmış olmak için yaratılmış olmaktadır. O zaman, yaptıklarında herhangi bir amaç olmayan bir varlık, hakîm olma özelliğinden yoksundur.347 Oysa biliyoruz ki, yaptığı her işi hikmetle yapan Allah, insanları kendisinin belirlediği bir zaman diliminde yaşamaları için yaratmış, yaşamlarını devam ettirebilmelerini beslenme şartına bağlamış, hatta onlara uzun ömürlülüğü kısaca yaşamayı sevdirmiştir. Eğer Allah, bu dünya 338 Recep Kılıç, Modern Batı Düşüncesinde Vahiy, AÜİF Yayınları, Ankara 2002, s. 120-123. Sabûnî, s. 45. 340 Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 178. Sabûnî, s. 45. 341 Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 177. Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. V, s. 568. 342 İsfehânî, müfredât, s. 125. Cürcânî, Kitâbü’t-ta’rîfât, s. 62-63. 343 Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 97, 114, 306. Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. II, s. 78, 189. Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. VIII, s. 277. Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. XII, s. 132-133, 242. 344 Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd Tercümesi, s. 392. 345 Kelamda hikmet kavramı hakkında ayrıntılı bilgiler için bakınız. M. Sait Özvarlı, “hikmet”, DİA, İstanbul 1998, c. XVII, s. 511 vd. Hüseyin Atay, “Müslümanlarda Şüphecilik”, AÜİF Dergisi, Sayı 28, s. 16 vd. 346 Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 4. 339 66 düzeninde, insanlara yönelik emir ve yasaklarından oluşan bir takım kurallar belirlememiş olsaydı, bütün insanlar sahip oldukları bu isteklerinin yönlendirici etkisiyle, kendilerinin süreklilik ve devamlarını sağlayacağını düşündükleri şeylere sahip olma arzusuyla hücum edeceklerdi. Bu sebeple, aralarında tartışma ve mücadele başlayacaktı ki bu durum, insanların birbirini tamamen ortadan kaldırıp yok etmeleriyle sonuçlanacaktı. Böylece, insanın yaşamını devam ettirmesi için verilen şey, insanı yok olmakla karşı karşıya getirecekti. Sonuç itibariyle, vaat ve tehdit içeren emir ve yasakların olması, bu dünyada düzen ve yaşamın devamlılığı açısından aklî bir zorunluluk olarak karşımıza çıkmaktadır. Çünkü, vahiyle bildirilen emir ve yasak içerikli kurallar sayesinde insan yaşamı, her tür tehdit ve tehlikelerden korunarak belirlenen süre içinde devam etme imkanını elde etmektedir.348 Yine Allah, tüm mahlûkatı yaratmış ve yaşamlarını sürdürebilmelerini birbirlerinden faydalanma şartına bağlamıştır. Her şeyden müstağnî olduğundan, O’nun bu durumdan elde edeceği herhangi bir fayda yoktur. Ama yaratılmış olanların birbirlerinden faydalanmaları için ya da birbirlerine karşı verebilecekleri zararlardan kaçınmaları için Allah’ın emir ve yasaklar belirlemesi doğaldır. Üstelik Allah, insanlara faydalı olan şeyleri emretmiş, zararlı olanları ise yasaklamıştır.349 Dolayısıyla kendisine bir faydası olmadığı halde, insanların göndereceği elçisini yalan ve inkar ile karşılayacaklarını bile bile, sırf insanlara faydası olduğu için göndermesi, yine Allah’ın hakîm oluşunun bir sonucudur. Binaenaleyh, bunda insanlara yönelik bir fayda söz konusu olduğundan, reddedileceğini bilerek elçi göndermesi sefihlik olarak nitelenemez.350 Mâtürîdî’ye göre, belirlenen bu emir ve yasaklar çerçevesinde, insanların imtihan edilmeleri de bir zorunluluktur. Çünkü Allah, insanları en güzel biçimde yaratmış, yeryüzündeki her şeyi onun kullanımına sunmuş, hatta göklerin bereketlerini bile ona tahsis etmiştir. Oysa bütün bunlar, insanlar tarafından kazanılarak hak edildiği için veya bir anlamda Allah’ın ödemesi gereken bir borcun karşılığı olarak verilmiş değildir. Üstelik, bu tür imkan ve nimetlerin, kıymetini bilemeyecek olanlara verilmesini akıl doğru bulmaz. Zira, nimetleri heba etmek ve yok yere harcamak gibi bir sonuç doğurabilir. İşte bu 347 Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. V, s. 368-369. Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 177-178. 349 Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 178. 350 Mâtürîdî, Te’vîlâtü ehli’s-sünne, c. IV, s. 98, 181, 423. 348 67 sebeple, insanların bütün bu nimetleri vereni tanıyıp ona teşekkür etmeleri bağlamında imtihan edilmeleri gerekir. Ayrıca Allah, özendirme ve sakındırmanın daha etkili olabilmesi için, bu emir ve yasaklamalara, ödül ve cezayı da eklemiştir.351 Özetle; emir ya da yasak, vaat ya da tehdit içeren kuralların belirlenerek bu kurallar çerçevesinde insanların imtihan edildiklerini bildirmek için vahiy göndermede, Allah için bir menfaat söz konusu olmayıp sadece insan yaşamının düzen ve süreklilik kazanmasına yönelik beşerî bir fayda vardır. Mâtürîdî, insan benliğinin doğasında, kurtuluşunu umduğu bir şeyde onu helake götürebilecek ya da fayda umduğu bir şeyde ona zarar getirebilecek nitelikte bir bilgisizlik ve hoyratlık bulunduğunu; dolayısıyla bu şekilde bir bilgisizliğin insana vereceği zararlardan korunabilmek için insanların, aldığı vahiy kaynaklı bilgi nedeniyle bütün davranışların sonuçlarını çok iyi bilen bir kılavuza yani peygambere muhtaç olduğunu belirtir. İnsan ancak vahyin eğittiği bu kılavuzun rehberliğinde kendi nefsinin, insanı alçaltan arzu ve yanlışlarına karşı başarı kazanarak değerini koruyabilir.352 Mâtürîdî’nin risaleti, dolayısıyla vahyin imkanını reddedenlerin üçüncü bölümünü oluşturan ve Allah’a inanıp onun emir ve yasaklarının olduğunu kabul ettikleri halde insan aklının yeterli olduğu düşüncesiyle, vahye gerek olmadığını söyleyen kimselere vereceği cevabın temel dayanak noktasını, bilgi edinme yollarından birisi olarak kabul ettiği insan aklının, “sınırlı bir bilgi kaynağı olduğu” fikri oluşturur.353 Bilginin kaynakları konusunda da belirttiğimiz gibi her bilgi kaynağının kendine özel bir bilgi alanı vardır. Akıl, tek başına her nesnenin bilgisini elde etme yeteneğiyle yaratılmamış olduğundan, sınırlıdır. Onun da -ister genel bilgide olsun ister dinî bilgide olsun- bilmekte ve kavramakta zorlanacağı hatta aciz kalacağı durumlar vardır.354 Örneğin; gayba ait bilgiler, ölüm sonrası hayat başta olmak üzere sem’iyyât dediğimiz türden bilgileri elde etmede akıl, tek başına hiçbir işe yaramaz. Yine akıl, ibadetlerin keyfiyetini ve miktarlarını da belirleyemez. Bu tür bilgiler ancak haberle yani vahiyle bilinmektedir.355 351 Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 178. Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 179. Gölcük ve Toprak, s. 261. 353 Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. V, s. 381. 354 Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 183. Yavuz, “Nübüvvet”, c. XXXIII, s. 282. 355 Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. V, s. 369. Gölcük ve Toprak, s. 261. 352 68 Ayrıca, insan doğasına hakim olan bir takım kişisel arzular nedeniyle akıl, gerçeği tüm yönleriyle kavrayamayıp yanlış hükümler verebilir. Zira insanın zaman zaman duygularına yenilerek aklın işlevini doğru biçimde yerine getirmesine engel olan zaafları ortaya çıkabilir. Bu durumda insan, kişisel arzusunun etkisinde kalarak karar veren aklının, kendisini yanıltmasından dolayı üzülecek ve kendisini suçlayacaktır.356 Allah, gökyüzünden indirdiği suyla, yeryüzünde insanların yaşamlarını sürdürebilmeleri için ihtiyaç duyacakları her tür faydalı yiyecek, gıda yanında insana zarar verecek hatta yaşamına son verecek şeyleri de yaratmıştır. İnsan, aklıyla yeryüzünde bulunan bu nesnelerin hangisinin kendisinin faydasına ya da zararına olduğunu bilemeyeceği için, yapabileceği tek şey deneme yöntemini kullanmaktır. Ama deneme yoluyla bir nesnenin faydalı ya da zararlı olduğuna kanaat getirmek için, her seferinde insanın kendisini tehlikeye atması da aklın kabul edemeyeceği bir seçimdir. Öyleyse deneyerek öğrenme, aklın tercih edemeyeceği bir yol olduğundan yeryüzünde bulunan bütün nesnelerin mahiyetlerini, Allah’ın kendisine vahiy yoluyla bildirdiği bir peygambere olan ihtiyaç kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.357 Aynı şekilde insanların çeşitli sanat ve meslek bilgilerini öğrenmeleri, tıp başta olmak üzere bütün mesleklere ait bilgiler, yaşadıkları barınaklar, kendilerine faydası olan hayvanları zararlı olanlarından ayırarak onlardan faydalanmak için eğitme ve kullanma konusundaki bilgiler, ticaret, başka şehir ya da ülkelerin yollarının öğrenilmesi, insanların çeşitli lisanları ve nesnelerin isimlerini öğrenmeleri, üreme yöntemleri, çocuk eğitimine ilişkin bilgiler, insan aklıyla bilinmesi mümkün olamayan gıdaların elde edilme yöntemleriyle ilgili bilgilerin tamamı, Mâtürîdî’ye göre insan aklının ürünün olmayıp bütün bu bilgilerin kaynağı peygamberler yani vahiydir.358 Hatta gemilerin yapılışını ve sağlayacağı yararları bilmek, insanların tasarlayacağı bir şey olmadığından bu bilgiler, peygamberler tarafından insanlara öğretilmiş bilgilerdir.359 Bu açıklamalarıyla Mâtürîdî, vahyî bilginin alanını sadece dinî bilgiyle sınırlandırmayıp insanın genel anlamda her tür bilgisinin kaynağı olabileceğini kabul etmiş olmaktadır. 356 Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 184. Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 179. Sabûnî, s. 45. 358 Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 180. Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. VIII, s. 321. Mâtürîdî, Te’vîlâtü’lKur’ân, c. XIV, s. 267. 359 Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. I, s. 299. Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. XIV, s. 267. 357 69 İnsan aklı, kendisine sunulan her hangi bir nimet ve lütuf karşısında, bunları kendisine vereni tanıyıp teşekkür etmeyi yerinde ve doğru bir davranış olarak görür. Aklın doğru gördüğü bu konuda da teşekkür etmenin yöntemi başta olmak üzere, en doğru bilgi bu nimetleri veren varlık tarafından peygamberler aracılığıyla insana iletilen bilgidir. İnsanın kendisine verilen her tür nimet ve iyiliği vereni tanıması ve teşekkür etmesi için de akıl yeterli olamayacağından vahye ihtiyacı vardır.360 Aklın bir nesne hakkında verdiği hüküm, vâcip, mümtenî ve bu ikisinin arasında kalan mümkün olmak üzere üçtür. Vâcip ve mümtenî konusunda akıl, kolaylıkla karar verirken mümkünde iki ihtimal de söz konusu olduğundan insan aklı, hangisini tercih etmesi gerektiği noktasında aciz kalmaktadır. Dolayısıyla peygamberler, mümkün konusunda hangi seçeneğin tercih edilmesi gerektiğini de insana bildiren rehberlerdir.361 Aklın yetersiz olmasından dolayı peygamberlere duyulan ihtiyaç, insanların kendi aralarında anlaşmazlığa düştükleri zaman, daha belirgin bir biçimde ortaya çıkmaktadır. Her insan, kendinin gerçeğe ve doğruya en yakın olduğunu iddia ettiğinden aralarında hakemlik yapacak, onları uzlaştıracak bir kimse de bulunamayabilmektedir. Fakat, yeryüzündeki her tür fesadın temeli ve yok oluşun başlangıcının, anlaşmazlık olduğu bilindiğinden bu durum, akıl tarafından çirkin görülür. Bu bağlamda insan, kendisine yardım edecek, onu salaha ve mutluluğa yöneltecek bir rehbere başvurma ihtiyacı hissedecektir. Bu rehber de, aklın ihtiyaç duyduğu şeyleri en iyi bilen yaratandan haber alarak yeryüzünü ıslah edip her türlü fesattan korumaya çalışacak olan peygamberdir.362 Sonuçta, insan hayatının vazgeçilmezi olarak çok önemli işlevleri olan ve yaşamı boyunca ona kılavuzluk yapan aklın da yetersiz ve aciz kaldığı durumlar olduğunu yani bu insani yetinin sınırlı bir gücünün olduğunu biliyoruz. Ama bütün bunlara rağmen akıl, vahiy olmadan da, tek başına yeterli olsaydı bile Allah’ın elçileri, aldıkları vahiyle akla yardım ederek onun işini kolaylaştırmak gibi bir misyonu yerine getirmektedirler.363 Özellikle de aklın doğru çalışmasını engelleyen kişisel arzular karşısında akla yardımcı olmakta ve rehberlik yaparak ona yol göstermektedir. O halde, elçi görevlendirmek ve ona vahiy 360 Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 181. Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 184. Sabûnî, s. 46. 362 Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 182. 363 İzmirli, Yeni İlm-i Kelam, s. 56. Ahmet Akbulut, Nübüvvet Meselesi Üzerine, Ankara 1992, s. 11-13. 361 70 göndermek, sırf bu sebeple bile olsa Allah’ın insanlara özel bir lütfudur.364 Çünkü, hikmet kavramının, biri adalet diğeri de lütuf olarak iki şekli vardır.365 Dolayısıyla, insanları duyusal ve aklî bilgileriyle baş başa bırakmayıp elçi göndererek Allah’ın insanlara lütufta bulunması da, O’nun hakîm oluşunun bir gereği ve rahmetinin bir sonucudur. 3.3. Allah’ın İnsanlara Vahyetme Biçimleri Ontolojik planda, ilahî tabiatla insan tabiatı birbirlerinden farklı olduğundan aralarında doğrudan doğruya yani aracısız bir iletişim imkânsızdır. Bu iki varlık, birbirleriyle iletişimde dolaylı bir yolu kullanmak durumundadırlar ki bu da vahiydir. Mâtürîdî sistematiğinde, imkânın ötesinde bir gereklilik olduğuna inanılan nübüvvet vahyi, aklî planda kalmayıp pratikte de gerçekleşmiş bir olgudur. Ve bir şeyin fiilen gerçekleşmiş olması, o şeyin imkânından daha büyük delildir.366 Dolayısıyla, pratikte gerçekleşmiş olan Allah’ın peygamberlerine vahyi, “hangi biçimde ve nasıl gerçekleşmektedir?” gibi insan zihninde oluşabilecek soruların da cevapları verilmiştir. Allah, Kur’an-ı Kerim’in Şûra suresinin 51. ayetinde367, kendisinin insanlarla iletişim kurmada kullandığı üç tür yöntem olduğunu bildirmektedir. Buna göre O, insanlarla konuşmasında ya vahyi veya bir perde ya da engel arkasından konuşmayı veyahut da bir elçiyi aracı olarak kullanmaktadır. Mâtürîdî’ye göre, bu ayette geçen “...ya bir vahiyle...” ifadesinde kastedilen “ilham”dır.368 “...ya bir perde arkasından...” ifadesinde ise, -Hz. Musa’nın yaşadığı örnekte olduğu gibi- Allah’ın, ulaştıracağı bir takım bilgileri üçüncü şahıslar dışında sadece muhatabının duyabileceği ama kendi dilediği herhangi bir biçimde yaratacağı 364 Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 184. Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 125. 366 Akbulut, s. 10. 367 “Allah bir insanla ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından konuşur, yahut bir elçi gönderip izniyle ona dilediğini vahyeder. O yücedir, hakîmdir.” 368 Ayrıca Mâtürîdî, ayette geçen vahiyle kastedilenin “rüya” olduğunu söyleyenlerin de olduğu bilgisini verirken “peygamberlerin rüyalarının hak olduğu” notunu da düşmektedir. Bkz. Mâtürîdî, Te’vîlâtü ehli’s-sünne, c. IV, s. 417. 365 71 “ses olarak işittirme”369 anlatılmak istenmektedir. “...yahut bir elçi...” ifadesiyle de melek gönderme kastedilmektedir.370 3.3.1. Allah’ın Aracısız Vahyetmesi Vahiy yoluyla konuşmada Allah, bir elçinin aracılık etmesi olmadan kelâmını, gizli ve süratli bir şekilde peygamberin kalbine bırakır. Bu tür konuşmada peygamber uyanıkken, ilâhî kelâmı içsel bir tecrübeyle, aracısız olarak kavrar. Allah’ın yaratıklarıyla bu tarzda konuşması, sadece peygamberlere münhasır olmayıp dilediği insanın kalbine attığı ilhamın yanı sıra salih kullarına gösterdiği ve olguların teyit ettiği sâdık rüyaları da kapsar.371 Çünkü bu tür vahiy, kalbe bir anlamın atılıp kavratılmasıdır.372 Mâtürîdî’nin terminolojisinde, insana elçilik görevi yükleyen vahiy türü, nübüvvet vahyidir. Bunun yanında o, Allah’ın insanlara vahyinin, peygamberlik görevi verilmemesine rağmen başka insanlar için de gerçekleşmesinin, mümkün ve caiz olabileceği görüşündedir. Allah’ın Musa peygamberin annesine yaptığı vahyi373, bu görüşünün delili olarak sunar. Aynı durum, Hz. Meryem’e bir meleğin gelerek erkek çocuğunun olacağı müjdesini verdiği ayette374 de vardır. Hz. İbrahim’in karısına, bir melek aracılığıyla erkek çocuk müjdelenmesi375 onun bu konuda getirdiği bir başka delildir. Ancak Mâtürîdî, peygamberlik görevi olmadan da vahiy alabilmesi mümkün olan insanlar için olan vahyin bu türüne, ilham vahyi adını vererek onu nübüvvet vahyinden ayırmış ve genel anlamda ilham denilen bir tür vahyin, bütün insanlar için mümkün olduğunu kabul etmiştir.376 369 Mâtürîdî, vahyin kulakla duyulacak bir ses biçiminde ulaştırılmasına “ilkâ” demektedir. Bkz. Mâtürîdî, Te’vîlâtü ehli’s-sünne, c. IV, s. 417. 370 Mâtürîdî, Te’vîlâtü ehli’s-sünne, c. IV, s. 417. 371 Örneğin; Hz. İbrahim’den oğlunu kurban etmesinin rüyada istenmesiyle ilgili olarak bakınız. 37. Sâffât / 102. 372 Elmalılı, c. 6, s. 4255. 373 28. Kasas / 7. 374 19. Meryem / 17-19. 375 11. Hûd / 69. 376 Ayrıntılar için bakınız. Te’vîlâtü ehli’s-sünne, c. III, s. 584-585. 72 Genellikle “feyz yoluyla kalbe gelen bir mana ve fikir”377, “bir anda yakalama, kavrama, sezme, sezip keşfetme”378 gibi anlamları yanında “vasıtasız olarak, aklî bir istidlal ya da duyular yoluyla elde edilmiş bir tecrübe ve temas olmaksızın bir bilginin insan zihninde doğması”379 şeklinde tanımlanan ilham kavramının, gerek dildeki ve gerekse Kur’an’daki kullanımlarına bakılarak aynı manada oldukları akla gelmesine karşın,380 ilham vahyi ile nübüvvet vahyinin ortak olduğu ve ayrıldığı birçok nokta vardır.381 Gerek ilham gerekse nübüvvet vahyi olsun, bunların her biri, bilginin diğer önemli iki kaynağı olan duyular ve akıl alanının dışında, onlardan farklı ve ayrı birer kaynak olduklarından ilham veya nübüvvet vahyi kaynaklı bir bilginin, duyu ya da akıl yardımıyla ispatı mümkün değildir. Her ikisi de, insan zihnine ani ve doğrudan doğruya doğan bir bilgi verirler. İlham ya da nübüvvet vahyi ile bilgi edinen kişi, bu bilginin doğruluğuna kanaat getirir, gönlü ona yatar. Çünkü edinilen bilgi, açık seçik bir bilgidir. Ama ilham, tüm insanlar için geçerliyken, Kur’an nübüvvet vahyini sadece sayılı kimselere isnat ettiği için, ilham yoluyla bilgi elde eden kimse, bu bilgisini yayıp yaymamakta, başkalarına öğretip öğretmemekte serbest ve özgür olduğu halde, nübüvvet vahyi ile gelen bilgi, başkalarına aynen bildirilmek zorundadır. Kur’an, insanların birbirlerine ve şeytanın insanlara yaptığı gizli fısıldamalarını, bir şey söylemelerini, ilham vermelerini de bazen vahiy kelimesiyle ifade etmiştir.382 Ancak, yine Kur’an bir başka yerde bu konuya açıklık getirerek, kaynağı şeytan olan ilhamı, Allah’ın ilhamından yani ilham vahyinden ayırmak için özel bir terim kullanır ve bu türden ilhamı “vesvese” kavramı ile ifade eder.383 Bu nedenle nübüvvet vahyi, ancak Allah tarafından verildiği için384 bilginin kaynağı kesin olarak bilinirken, ilham yoluyla gelen bilginin kaynağı kesin ve net bir biçimde bilinememektedir. Ayrıca ilham, duyu ve akıl ile bilgi elde edilemeyen noktalara bazen ışık tutup tıkanmış olan bir bilgi 377 Özcan, s. 128. Teftâzânî, Şerhu’l akâid, s. 12. Bedia Akarsu, Felsefe Terimleri Sözlüğü, Ankara 1979, s. 154. 379 Atay, “Kur’an’da Bilgi Teorisi”, s. 165. 380 Atay, Kur’an’a Göre İman Esasları, s. 71. 381 Wensinck, c. XIII, s. 142 vd. Atay, “Kur’an’da Bilgi Teorisi”, s. 165-166. Gölcük ve Toprak, s. 291. 382 6. En’âm / 112. 383 114. Nâs / 4-5. 384 “Onlara bir âyet geldiğinde, Allah'ın elçilerine verilenin benzeri bize de verilmedikçe kesinlikle inanmayız, dediler. Allah, peygamberliğini kime vereceğini daha iyi bilir...” 6. En’âm / 124. 378 73 sürecini yeniden açabilir ama kişiye sürekli olarak bilgi sağlamadığından bütünlük yoktur. Fakat nübüvvet vahyi, gerektiği zamanlarda devreye girerek vahyi alan kimseye bilgi verip yol gösterdiğinden sürekli ve sistemlidir... Sonuç olarak, yukarıda anlatılan bilgiler ışığında, nübüvvet vahyinin, ilhamdan çok farklı olması sebebiyle kelamî epistemolojide, insan bilgisinin kaynakları olarak “sağlam beş duyu”, “akıl” ve “doğru haber” kabul edildiğinden, kelamcıların çoğunluğu herkesin kabul edebileceği başka bir delil olmaksızın ilhamın tek başına, doğru ve başkaları için de delil olabilecek nitelikte bir bilgi verebileceğini kabul etmezler.385 Çünkü ilham, herkes tarafından kullanılması ve kontrol edilmesi mümkün olan bir bilgi sağlamadığı gibi, kendisine ilham gelmiş kişi de hatalardan korunmuş bir kişi değildir. Gazzâli gibi, ilhamın da bir bilgi kaynağı olduğunu kabul eden386 kelamcılar istisnayı teşkil ederler. Kelamcılar tarafından, ilhamın niçin bilgi kaynağı olarak kabul edilemeyeceğinin nedenlerini Mâtürîdî, şu şekilde açıklar:387 İlham, doğruluğu herkesçe kabul edilebilecek bir bilgi sağlamaz. Onların verdiği bilgi, kişisel ve rölatif bir bilgi olduğundan genel geçerliği olmayan bilgidir. Ona göre, eğer ilham, din konusunda bilgi veren bir kaynak olsaydı bugün dinler arasında bir çelişkinin bulunmaması lazımdı. Oysa dinler arasında birçok çelişkinin varlığı gün gibi ortadadır. Nitekim her din ya da mezhep, sadece kendisinin doğru, diğerlerinin yanlış üzerinde olduğunu iddia etmektedir. Öyleyse nasıl oluyor da aynı kaynaktan herkes doğruyu elde ediyor ama buna karşılık ortada birbirini sürekli nakzeden bilgiler dolaşıyor. Aynı kaynağın herkese doğruyu ilham etmiş olmasına imkân yoktur. Çünkü, doğru bir tanedir. Fakat, herkese bilgi aynı kaynaktan gelmesine karşın birbirinden farklı bilginin geliyor olması bu kaynağın dini bilmek noktasında bilgi veren bir kaynak olması düşünülemez. Bu açıklamalar ışığında, anlaşılan Mâtürîdî, doğruluklarını gösterecek bir delil bulunmadığından dolayı ilhamın objektif bir bilgi veremeyeceğini düşünerek bunları, dinî bilginin kaynağı olarak kabul etmiyor. Zira, her tür şüphe ve tereddüdü 385 Pezdevî, Usulü’d-dîn, s. 8. Teftâzânî, Şerhu’l-akâid, s. 12. İsmail Hakkı İzmirli, Yeni İlm-i Kelam (haz. Sabri Hizmetli), Ankara 1981, s. 35-36. 386 Geniş bilgi için bakınız. Süleyman Hayri Bolay, Aristo Metafiziği ile Gazzali Metafiziğinin karşılaştırılması, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1976, s. 202. 387 Maturidi, Kitâbü’t-tevhîd, s. 6. Krş. Özcan, s. 128-129. 74 ortadan kaldırarak yakîn derecesinde bir bilgi niteliği taşımadıklarından bu türden bilgiler dinde -özellikle inançla ilgili meselelerde- delil olarak kabul edilemezler.388 İlhamı bu özelliğinden dolayı dinin bilinmesinde geçerli bir kaynak olarak görmeyen Mâtürîdî’ye göre, din bilgisinin kaynağı; sadece akıl ve sem’ yani vahiy kökenli haberdir.389 Kur’an epistemolojisi konusunda da belirttiğimiz gibi vahiy, kesin bilgi veren bir kaynaktır. Şu kadar var ki; Kelam bilginleri vahyi kendi bilgi teorilerinde doğrudan bir kaynak olarak değerlendirmezler. Kelamcılara göre “doğru haber” bir bilgi kaynağıdır. “Vahiy” de, doğru haberler kapsamındadır.390 3.3.2. Allah’ın Perde Arkasından Vahyetmesi Allah’ın insanlarla konuşurken kullandığı ikinci yöntem olan perde arkasından konuşma, bazı nesnelerde veya insandaki duyma merkezinde söz yaratıp işittirmek yoluyla gerçekleşmiş olabileceği düşünülmüştür. Allah’ın Musa peygamber ile konuşmasının bu şekilde vuku bulduğu kabul edilir. Allah’ın bir perde arkasından konuşma yöntemini tercih ederek Hz. Musa ile iletişimde bulunmasının anlatıldığı Kur’an ayetinde391 geçen “ağaçtan seslenme” konusuna açıklık getirmeye yönelik olarak yapılan çeşitli yorumların bir kısmına değinen Mâtürîdî’ye göre bunlar, gerçeği bütünüyle açıklaması mümkün olmayan bir takım ihtimallerdir.392 Allah’ın kendisinin dilediği ve istediği herhangi bir biçimde tıpkı Meryem’e işittirmesinde olduğu gibi393 bu olayın keyfiyetinin nasıl olduğunu doğal olarak ancak duyan ve konuşan kişi bilebilir.394 Dolayısıyla bu tür yorumlardan ziyade, olayın bizi ilgilendiren tarafı, bunun bir vahiy ve Allah’ın perde arkasından konuşması şeklinde belirtilen türden bir vahiy olmasıdır. 388 Tunç, Sistematik Kelam, s. 21-22. Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 4. 390 Pezdevî, Usulü’d-dîn, s. 6. Tunç, Sistematik Kelam, s. 21-22. 391 28. Kasas / 30. 392 Mâtürîdî, Te’vîlâtü ehli’s-sünne, c. IV, s. 417. 393 19. Meryem / 24. 394 Mâtürîdî, Te’vîlâtü ehli’s-sünne, c. III, s. 594. 389 75 3.3.3. Allah’ın Melek Aracılığıyla Vahyetmesi Üçüncü yöntem olan elçi göndererek sözlerini iletme şeklindeki konuşmasında ise Allah, sözlerini ileten bir melek gönderip peygamberlerine dilediğini vahyettirir. Genellikle peygamberlere bu yolla vahiyler verilir.395 Melek, Allah'tan aldığı bilgileri peygambere ulaştırır. Meleğin şekli ve sureti değişik olur. Melek aracılığıyla yapılan vahyin zorunlu bilgi ifade etmesi daha kesindir. Çünkü insanlara yapılan tebligat, telkinat ve ahkamın bildiriminde melek şahitlik etmektedir.396 Allah’ın, ontolojik farklılığa rağmen insan türüyle iletişiminin ancak sayılan bu üç yöntemden birisinin kullanılmasıyla gerçekleşebileceğini söyleyen Mâtürîdî, Kelam’ın önemli tartışma konularından biri olan, “ru’yetullah” konusu kapsamında “Allah’ın kendilerine vahyini bildirdiği elçilerin bu bildirim anında Rablerini görüp görmedikleri” sorusunu soranlar için, vahye muhatap olan kimseler tarafından bile, Allah’ın dünya yaşamında görülemeyeceğinin cevabının ve delilinin, Allah’ın insanlarla konuşma biçimlerinin anlatıldığı bu ayette bulunduğunu belirtir.397 3.4. Hz. Peygamber’in Vahyi Alış Biçimleri Kur’an-ı Kerim, Allah’ın insanlara vahyediş biçimleri konusunda, belirttiğimiz ayette verdiği bilgilerin dışında başka bir bilgi vermez. Bu hususta ayrıntılı birtakım bilgiler bize Hz. Peygamber tarafından verilmektedir.398 Bunları kısaca maddeler halinde özetleyelim: 1. Hz. Peygamber’in uykusunda gördüğü rüyalardır. Bu tür rüyalara “Rüya-i Sâdıka / Sâliha” denilmektedir ki Mâtürîdî’ye göre bütün peygamberlerin rüyaları gerçektir.399 Nitekim o, Müslümanların Mekke’ye güven içinde gireceklerine ilişkin bilginin Hz. Peygamber’e uykusunda bildirildiğini, bunun gerçekleşeceği zamanı söylemeyen peygamberin bu rüyasının gerçekleştiğini söyler.400 Mâtürîdî’nin 395 Elmalılı, c. 6, s. 4255-4256. Gölcük ve Toprak, s. 291. 397 Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. XIII, s. 214-215. Krş., Mâtürîdî, Te’vîlâtü ehli’s-sünne, c. IV, s. 417. 398 Hz. Peygamber’in vahyi alış biçimleri hakkında daha geniş bilgi için bakınız. Buhari, Bedü’l-vahy, c. I. Krş. Cerrahoğlu, s. 48-50. Gölcük ve Toprak, s. 289 vd. Komisyon, İlmihal, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 2008, c. I, s. 112-113. 399 Mâtürîdî, Te’vîlâtü ehli’s-sünne, c. IV, s. 417. 400 Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. VIII, s. 309. 396 76 “peygamberlerin rüyalarının hak olduğu” görüşünü kabul edenler yanında, buna vahiy demenin mümkün olmadığını ve rüyanın bir vahiy şekli olamayacağı görüşünü savunanlar da vardır.401 Bu bağlamda, Kur’an’ın hiçbir ayetinin Hz. Peygamberin rüyasında inzal edilmediğini de özellikle belirtmeliyiz.402 2. Hz. Peygamber uyanık iken meleğin görünmeksizin vahyin onun kalbine ilham edilmesi biçimindeki vahiydir. 3. Cebrail’in, insan şeklinde vahiy getirmesi. “Cibril Hadisi”403 adıyla meşhur olmuş hadis-i şerif vahyin bu şeklinin tevâtüren bilinen bir örneğidir. 4. Meleğin görünmeden, çıngırak sesine benzer bir sesle vahiy getirmesi ki bu, Hz. Peygamber için vahyin geliş şekillerinin en zor olanıdır.404 5. Cebrail’in gerçek kimliğiyle görünerek getirdiği vahiy.405 Allah’ın insanlara vahyini, hangi biçimlerde ulaştırdığına ilişkin verdiğimiz bu bilgilere bağlı olarak akla gelebilecek olan “vahyin nasıl gerçekleştiği” sorusuna cevap bulmak oldukça zordur. Çünkü vahiy, kişisel bir tecrübe olup “Allah ile nebisi arasında bir sır” olduğundan, bu tecrübeden geçmeyenler, bunu pratikte yaşamayanlar, onu anlatamazlar. Kısacası; vahyin mahiyetinin ne olduğunu ancak kendisine müteaddid defalar vahiy gelen, onu iç tecrübe olarak yaşayan kimseler anlayıp anlatabileceklerinden406 her ne kadar bu konuyla ilgili çeşitli yorumlar yapılsa da bu kapsamda söylenecek her sözün bilgi kuramı açısından genel geçer bir değerinin olamayacağını söylemekte bir sakınca olmasa gerektir. 3.5. Vahiy ve Allah’ın Kelam Sıfatı Kelâmcılara göre insanlar açısından aklen bir gereklilik olan vahiy, ilâhî açıdan da mümkündür. Çünkü Allah, hem mürîd ve hem de mütekellim olduğundan O, bu 401 Ayrıntılar için bakınız. Akbulut, s. 45 vd. Muhammed et-Tancî, “Vahiy Çeşitleri”, İslam Mecmuası, Mayıs 1958, Sayı 11. 403 Buhârî, İman 1. 404 Buhârî, Bedü’l-vahy, c. 1, s. 6. 405 Bkz. Wensinck, c. XIII, s. 143. “...Vahiy getiren melek, peygambere gerçek kimliğiyle veya insan şeklinde fakat başkalarına ise sadece insan şeklinde görünüyordu... Peygamber’e, Cebrail’in göründüğü ilk vahiy olayı Hira mağarasında gerçekleşmişti” Bkz. Wensinck, c. XIII, s. 145. 406 Muhammed et-Tancî, “Allah’ın Elçisi Muhammed - Vahy”, İslam Aylık Mecmua, Sayı VIII (AralıkOcak), s. 3. Atay, Kur’an’a Göre İman Esasları, s. 72. 402 77 sıfatlarını nübüvvet ve vahiy vasıtasıyla tecelli ettirip buyruklarını yarattıklarına iletmektedir. Doğal olarak, vahyin imkânsız olduğunu ileri sürmek, Allah'ın bu tür sıfatlarının olmadığı ve bunlarla tecelli etmediği dolayısıyla ekmel varlık olmadığı anlamına gelmektedir.407 Mâtürîdî’ye göre de Allah, “kelâm” sıfatıyla mevsûf olup onun bu sıfatı ezelîdir. Hâdis olduğunu düşünmek, Allah'a noksanlık atfetmek olur. Çünkü sıfatların hâdis olduğunun kabul edilmesi, Allah'ın kemalinin ezelde gerçekleşmediği anlamına gelir ki bu, ulûhiyete aykırılık oluşturduğundan yanlıştır. Dolayısıyla Allah'ın nasslarda belirtilen diğer bütün sıfatları gibi kelam sıfatı da zatı ile kaim, kadim sıfatlardır.408 O’na göre, alimler arasında Allah’ın mütekellim olduğu ve hakikat manasında onun kelamının bulunduğu hususunda bir fikir ayrılığı yoktur. Fikir ayrılığı sadece O’nun kelamının mahiyetine ilişkindir. Allah'ın kelâm sıfatı, gerçekte Allah'ın zatında mevcut kadim bir manadan ibarettir. Bu manaya “kelâm-ı nefsi” de denir. Allah’ın kelamından anlaşılması gereken budur. Dolayısıyla, sesler ve harflerden oluşan kelam, adı geçen kelama dâhil değildir. Çünkü Allah'ın kelam sıfatı kadim iken, ses ve harflerden oluşan kelam hâdistir. Dolayısıyla onlar, hâdis olduğundan, bizzat Allah kelamı olmayıp sadece Allah kelamına delalet eden unsurlardır. Bu nedenle ses ve harflerden oluşan, insanlardan dinlenen kelama, “Allah kelamı” denmesi mecazidir ve Allah’ın zatıyla kaim bulunan aslına uygunluğu sebebiyledir. Harf ve sesler yaratılmış iken; harf ve seslerden soyutlanmış olan Allah kelamı, yani “mana” dediğimiz “kelâm-ı nefsî”, yaratılmamıştır.409 Anılan nedenlerden ötürü Allah, harf, hece ya da sesi kullanarak konuşmakla nitelenemez. Bu sebeple Allah, kelam sıfatının gereği olarak konuşur, konuşmuştur ama bu konuşma harfler ve hecelerden oluşan bir konuşma şeklinde değil de O’nun dilediği herhangi bir biçimde olur ki biz bunun nasıllığını idrak etmekten aciziz.410 Sonuç olarak Ehl-i Sünnet ekolü arasında tartışmalı bir konu olan “Allah’ın kelâmının işitilip işitilemeyeceği” noktasında da Mâtürîdî ve onun takipçileri olan 407 Krş., Yavuz, “Nübüvvet”, c. XXXIII, s. 282. Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 65-67. 409 Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 57-59. Muammer Esen, “Mâtürîdî’nin Bilgi Kuramı ve Bu Bağlamda Onun Alem, Allah ve Kader Konusundaki Görüşlerinin Kısa Bir Tahlili”, AÜİF Dergisi, c. 49, Sayı II, s. 45-56. 410 Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. IV, s. 110. 408 78 kelamcıların görüşleri, “Allah’ın bizzat “kelâm-ı nefsî”si değil de ona delalet eden şey insanlar tarafından işitilebilir.”411 şeklinde özetlenebilir. 3.6. Nüzûl, İnzâl ve Tenzîl Yüce varlık Allah’tan, insana doğru gerçekleşen bir bildirme ve bilgilendirmeye ad olan nübüvvet vahyinde Allah vahyini, peygamberine aracısız olarak iletme yolunu da kullanıyor olduğunu belirtmesine rağmen, onu çoğunlukla bir melek aracılığıyla ulaştırmaktadır. Kur’ân-ı Kerim’e göre, bu görevi yerine getiren melek Cebrail’dir ve vahiy sürecinin en önemli unsurlarından biridir. Dolayısıyla Kurân-ı Kerim, vahiy olgusunun melek aracılığıyla, ontolojik olarak daha yüce olan Allah’tan, daha aşağıda olan insana indirilişini ifade etmek için “inzâl” ile, yine aynı kökten olan “tenzîl” kelimelerini kullanır. Aralarında farklar bulunduğu kabul edilse de aslında, her ikisinin de anlamı “nüzûl” yani “indirme”dir. Sözlükte mastar olarak, “yukarıdan aşağıya inmek, gelmek, konaklamak” manasında ve “iniş” anlamında isim olan “nüzûl” kelimesi, dini bir terim olarak; ilâhi kitapların, özellikle de Kur’an’ın Allah katından gelişini yani vahyin indirilmesini ifade eder. Nüzûl kavramı Kur’an’da, su, rızık, Allah’ın ordusu, azap, şeytan, melek, huzur ve sükûn, rûhu’l-emîn… gibi şeyler yanında, Tevrat, İncil ve Kur’an’a nispet edilerek de kullanılmaktadır. Ancak Tevrat ve İncil hakkındaki nüzûl kavramı, sadece “if‘âl” kalıbında ve “inzâl” şeklinde kullanılırken, Kur’an’la ilgili olanların çoğu yine aynı kalıpta da olmakla birlikte, ayrıca “tef’îl” kalıbında yani “tenzîl” şeklinde de kullanılmaktadır.412 İbni Manzûr (ö. 711 / 1311), söz konusu “inzâl” ve “tenzîl” kavramlarının karşıladıkları anlama ilişkin olarak farklı görüşlerin olduğunu belirtir ama ona göre, bu iki kelime de aynı manaya gelmektedir.413 Ancak İsfehânî (ö. 502 / 1108), bu iki kelime arasındaki ilişkiye temas ederken, “inzâl”in daha genel bir kavram olduğu ve “tenzîl”in anlamını da içerdiği kanaatindedir. Bununla birlikte “inzâl”in, “if‘âl” kalıbında kullanılmasından hareketle, bu kavramın “topluca ve bir seferde indirme” anlamına geldiğini, dolayısıyla 411 412 Ayrıntılar için bakınız. Sabuni, s. 34. Gölcük ve Toprak, s. 196-197. İbni Manzûr, c. III, s. 619. Abdülhamit Birışık, “nüzûl”, DİA, İstanbul 2007, c. XXXIII, s. 309. 79 Kur'an'ın dünya semasına bir defada indiğini söyler. Ayrıca ona göre tenzîl, Kur’an’ın peyderpey inişini ifade etmektedir.414 Kur'ân-ı Kerim'in nüzûlüyle ilgili olarak genel kabul gören görüşe göre; Kur’an vahyi, Cebrâil’e ve dolayısıyla Hz. Peygamber’e intikalinden önce, mahiyeti insanlarca bilinmeyen levh-i mahfûz’da yerini almış,415 oradan da ramazan ayında ve mübarek bir gecede inzâl edilmiş yani toplu olarak indirilmiştir.416 Cebrail, dünya semasına tek seferde ve bütün olarak inen Kur’an ayetlerini, Allah’ın emriyle oradan peyderpey alıp Hz. Peygamber’e gelmiş ve okumuştur. Dolayısıyla tenzîl, Kur’an vahyinin zaman içerisinde bu parça parça gelişin ifadesi olan bir kavram olmuştur.417 Sonuç olarak; Kur’an için, iki türlü nüzûl söz konusudur. İlki, onun levh-i mahfûz’dan dünya semasına inzâlidir. Diğeri de, oradan Cebrail aracılığıyla Peygambere tenzîlidir. İnzâl bütün olarak indirmeye, tenzîl ise parça parça indirmeye delalet etmektedir.418 Mâtürîdî’nin bu konudaki kanaati şöyledir: “Kur’an, Bakara suresi 185. ayette419 belirtildiği gibi, Ramazan ayında bulunan kadir gecesinde, levh-i mahfûz’dan dünya semasına tek seferde ve bütün halinde indirilmiştir. Daha sonra Kur’an vahyi, bu dünya semasından Rasûlüllah (S.A.V.)’e, zaman içerisinde ve ihtiyaca göre bölümler halinde indirilmiştir. Ki bu ihtiyacın kapsamına emir, nehiy, helal, haram, öğütler gibi, insanın ihtiyaç duyacağı her tür konu dahildir.”420 Mekkelilerin Hz. Peygamber’e gelip, “sen peygamber olduğunu iddia ediyorsun ama sana kitap, neden Musa’ya Tevrat’ın, İsa’ya İncil’in ve Davut’a da Zebur’un tek seferde indiği gibi inzâl edilmiyor?” şeklindeki sorularına421 cevap olarak, Kur’an’ın diğer semavi kitaplarda olduğu gibi, toplu halde değil de parça parça gelmesinin hikmeti, Allah tarafından şöyle açıklanmıştır: 413 İbni Manzûr, c. III, s. 619. İsfehânî, müfredât, s. 488-489. 415 85. Bürûc / 21-22. 416 97. Kadr / 1. 417 Birışık, c. XXXIII, s. 309. 418 Cerrahoğlu, s. 43. 419 “…Kur’an’ın kendisinde indirildiği Ramazan ayıdır…” 420 Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. XVII, s. 277. 421 Mâtürîdî, Te’vîlâtü ehli’s-sünne, c. III, s. 502. 414 80 “Biz onu, senin zihnine ve anlayışına iyice yerleştirmek için parça parça indirdik ve onu tane tane ayırarak okuduk.”422 Üstelik parçalar halinde ve tedricen duyulan bir şeyin insan aklında kavranıp muhafaza edilmesi, elbette onun tek seferde ve bütün halinde kavranıp korunmaya çalışılmasından daha çabuk ve kolaydır.423 Nitekim diğer bir ayette, “Biz Kur’an'ı, insanlara dura dura okuyasın diye ayet ayet, sure sure ayırdık ve onu peyderpey indirdik”424 buyrulmaktadır. Kur’an’ın Resûlüllah’a peyderpey gelmesinin, insanların İslâm’a yavaş yavaş ısındırılması hikmetine bağlı olduğunu söyleyen Hz. Aişe’ye göre; Kur’an’ın vahyedilişi eğer böyle olmasaydı veya önce yasaklayıcı hükümler gelseydi insanların İslâmiyet’i benimsemesinde daha ciddi sıkıntılar yaşanırdı.425 Sonuç itibariyle, mekansal anlamda Allah’ın yukarılarda olduğu söylenemeyeceğine göre, vahyin indirilen bir şey olma niteliğini anlatmak için kullandığımız nüzûl, inzâl ve tenzîl ile ifade edilen bu indirmenin, tavandan zemine indirme gibi bir indirme olmadığını, bunun mecazi ve sembolik bir anlatım olduğunu biliyoruz. Öyleyse burada, tenzîl’den ziyade, bir tenezzül söz konusudur ve bu da farklı varlık düzeyleri arasında bir geçişi, ulvî ya da aşkın olandan, denî ya da dünyevî olana doğru ontolojik bir yakınlaştırmayı, diğer bir ifade ile bir indirgemeyi anlatmaktadır. Böylece sanki vahiy, beşer idrakinin algılama alanına indirgenmiş olmaktadır.426 3.7. Nübüvvet Vahyinin Türleri 3.7.1. Vahy-i Metlüv ve Vahy-i Gayri Metlüv Nübüvvet vahyi, “Allah’ın insanlara peygamberleri aracılığıyla bildirmiş olduğu bilgiler bütünü” olarak tarif edilebilir. Bu durumda, vahyin bilgileri bir kitap halinde toplandığında, bu bilginin kutsal olan bir kaynaktan elde edildiği kabul edildiğinden, bu kitap ta kutsal kabul edilecektir. Bu cümleden olarak, Hz. Peygamber’in muhatap olduğu nübüvvet 422 25. Furkan / 32. Mâtürîdî, Te’vîlâtü ehli’s-sünne, c. III, s. 502. 424 17. İsra / 106. 425 Ayrıntılar için bakınız. Birışık, c. XXXIII, s. 309. 426 Faruk Beşer, “Vahiy: Keyfiyeti, Alanı Ve Devamlılığı Konusunda Bir Anlama Denemesi”, Usûl Dergisi, Sayı 3, s. 51, 66. 423 81 vahyinin ürünü olan kutsal kitap, kuşkusuz Kur’an-ı Kerîm’dir ve bu hususta icmâ vardır. Bu konuyla bağlantılı olarak insan zihni, şöyle bir soruya cevap arayabilir: “Allah’ın Hz. Peygamber’e gönderdiği vahiy sadece Kur’an’dan mı müteşekkildir yoksa Hz. Muhammed’e bunun dışında bir vahiy de söz konusu mudur?” “Hz. Peygambere gelen vahyin sadece Kur’an’la sınırlı olmadığı” görüşünde olan Mâtürîdî, bu görüşünü Kur’an’dan delillerle açıklamaya çalışmaktadır. Ona göre, Bakara suresi 4. ayette427 geçen “sana indirilen” ifadesiyle iki şeyin kastedilme ihtimali vardır. Bu ihtimallerden birincisi “Kur’an”, ikincisi de “Kur’an’da belirtilmeyen bir takım hükümler ve şeriatlar” olabileceğinden, burada Hz. Peygamber’e gelen vahyin sadece Kur’an’la sınırlı olmadığı vurgulanmaktadır.428 Yine Mâtürîdî, bu düşüncesine başka bir delil olarak Kehf suresi 27. ayetini gösterir ve ayetin tevilinde “Rabbinin Kitabı’ndan sana vahyedileni oku!” ifadesinde geçen kitaptan maksadın, hem vahy-i metlüv429 olan Kur’an, hem de gayr-i metlüv430 olan Kur’an dışındaki diğer vahiyler olduğunu belirtir.431 Mâtürîdî, Zuhruf suresi ayet 43’e ilişkin açıklamalarında, bu konuda çok daha net ifadeler kullanarak, Allah’ın Hz. Peygamber’e üç tür vahyinin olduğunu belirtir.432 Bunlardan birincisi; Kur’an’dır ki bu vahyin görünen ve bilinen şeklidir. İkincisi; “beyan vahyi”dir ve Hz. Peygamber bununla, insanların lehlerine yada aleyhlerine olan şeyleri açıklayıp beyan etmektedir. Bu tür vahyin bildirilmesi, melek Cebrail’in diliyle olabileceği gibi, Allah’ın dilediği başka herhangi bir yolla da olabilmektedir. Üçüncüsü de; “ilham ve ifhâm (kavrama) vahyi”dir. Nisa suresi ayet 105’te belirtilen, “Allah’ın sana gösterdiği şekilde insanlar arasında hükmedesin diye...” ifadesindeki “Allah’ın sana gösterdiği” ibaresi, bu türden bir vahye işaret etmekte ve Allah’ın peygamberine Kur’an dışında da vahyederek ifhâm yani kavrayış imkânı verdiğini belirtmektedir. Sonuç itibariyle Mâtürîdî’ye göre, Allah peygamberini, ilki, Kur’an; ikincisi, onun beyanı ve üçüncüsü de kavrayışı olmak üzere, üç ayrı çeşit vahye muhatap etmiştir. 427 “onlar, sana indirilene ve senden önce indirilene iman ederler; ahiret gününe de kesinkes inanırlar.” Mâtürîdî, Te’vîlâtü ehli’s-sünne, c. I, s. 15. Krş., Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. I, s. 32. 429 Vahy-i metlüv’le kastedilen, tamamen vahiy ürünü olan Kur’an-ı Kerim’dir. Ayrıntılar için bakınız. Mücteba Uğur, Hadis Terimleri Sözlüğü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 1992, s. 414-416. 430 Vahy-i gayri metlüv; kelime ve lafızlarla okunmamış vahiy anlamında kullanılan bu kavramla kastedilen, sünnettir. Ayrıntılar için bakınız. Uğur, s. 415. 428 82 Hz. Peygamber’e bildirilen vahyin, sadece Kur’an ile sınırlı olmadığını düşünen Mâtürîdî’nin, İslam düşünce tarihi boyunca kabul gören “peygamberin sünnetinin de bir vahiy ürünü olduğu” düşüncesinde olduğu söylenebilir.433 Çünkü beyan ve ifhâm vahyinin anlaşılmasında insan zihni, sünnete çağrışım yaparak onu ön plana çıkarmaktadır.434 Mâtürîdî, sünnetin de bir vahiy ürünü olduğunu söylerken, Hz. Peygamberin, bir insan olarak kendisine verilmiş insanî yetilerini hiç kullanmadan, her şeyi hazır bir biçimde vahiy aracılığıyla alıp bu vahiy ürünlerini aynen aktaran bir varlık konumunda olduğu şeklinde bir yanlış anlamaya mahal vermemek için, Hz. Peygamber’in insanî yetilerinden, örneğin aklın bir tür işlevi olan tedebbür ve teemmülü kullanarak istidlalde bulunduğunu yani içtihat ettiğini de özellikle vurgulamaktadır. O, “Allah'ın sana gösterdiği şekilde insanlar arasında hükmedesin diye sana Kitab’ı hak ile indirdik; hainlerden taraf olma!”435 anlamındaki ayet ile, bütün insanlar için içtihat yapmaya izin verildiğini söyler. Şu kadar farkla ki, bilgisel değer açısından peygamber olan insanların yaptıkları içtihadın, Allah’ın yol göstermesi ya da kılavuzluğunda gerçekleşmiş olmasından dolayı, yanlış ve hata barındırmayacak nitelikte, aynen bir nass kategorisinde olduğunu, çünkü ayette geçen “Allah'ın sana gösterdiği şekilde” ifadesinden, peygamberin, kendi kişisel arzu ve istekleriyle değil436 de, Allah’tan bağını koparmadan bunu yerine getirdiğini belirtir. Peygamber dışında, diğer insanların yaptıkları içtihatta ise, isabet etme ihtimali yanında yanılma ve yanlış yapma ihtimali de her zaman söz konusudur.437 Mâtürîdî, yine bu konuyla bağlantısının kurulabilmesi mümkün görünen, “Allah tarafından vahyedilen Kur’ân’ın, gerek lafızlarına ve gerekse manalarına, bir insan olması bakımından Hz. Muhammed’in, herhangi bir müdahalesi ya da katkısı olmuş mudur?” şeklinde, akıllara gelebilecek bir soruya da değinmiştir. Bu konu ekseninde Mâtürîdî, “Kur’an’ın mana olarak Hz. Muhammed’e indirildiği, indirilen bu mananın 431 Mâtürîdî, Te’vîlâtü ehli’s-sünne, c. III, s. 224. Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. IX, s. 44. Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. XIII, s. 251. 433 Mâtürîdî, Te’vîlâtü ehli’s-sünne, c. IV, s. 603. 434 Ayrıntılar için bakınız. Abdülgaffar Aslan, Kur’anda Vahiy, Ankara Okulu Yayınları, Ankara 2000, s. 86 vd. 435 4. Nisâ / 105. 436 Mâtürîdî, Te’vîlâtü ehli’s-sünne, c. IV, s. 603. 432 83 Arapça lafız formuna Hz. Muhammed tarafından dönüştürülerek insanlara bildirildiği” yani “manası Allah’a, lafzı Peygamber’e aittir” şeklinde özetlenebilecek Bâtınî anlayışın,438 tamamıyla yanlış ve delilsiz olduğu fikrindedir. Çünkü ona göre, Kur’ân’ın, Hz. Muhammed’in peygamberliğinin belgesi olan en büyük mucize olduğunun da belirtildiği, “De ki: And olsun, bu Kur’an’ın bir benzerini ortaya koymak üzere ins ü cin bir araya gelseler, birbirlerine destek de olsalar, onun benzerini ortaya getiremezler.”439 ayeti, bu türden bir anlayışı doğrulamamaktadır. Eğer, onların iddia ettikleri gibi, Kur’an’a bir insanın yani peygamber’in katkısı söz konusu olmuş olsaydı, ayette belirtilen insanlar ve cinlerin bütününün bir araya gelip yardımlaşarak bile Kur’ân’ın bir benzerini getiremeyecekleri yönündeki Allah’ın meydan okuması, anlamsız olurdu.440 Dolayısıyla, Bâtınî’lerin bu anlayışları bizzat Kur’ân tarafından reddedilmektedir. Yine, “anlayasınız diye, biz onu Arapça bir Kur’an olarak indirdik.”441 ayetinde Kur’ân’ın, levh-i mahfuz’dakinin dilinin ne olduğunu bilmiyor olmamıza rağmen, “Hz. Muhammed’e inzâl olunanın dilinin Arapça olduğu” açıklaması da aynı şekilde, Kur’ân manalarının Hz. Peygamber tarafından Arapça lafızlara dönüştürüldüğü iddiasının, geçersizliğini ortaya koymaktadır.442 “...Sana, O’nun vahyi tamamlanmazdan önce Kur’ân’ı (okumakta) acele etme!..” ayeti de, yine Bâtınî anlayışın yanlışlığını ortaya koyan bir başka delildir. Eğer Kur’ân, lafzen değil de sadece mana olarak vahyedilmiş olsa, peygamber onu unutacağı endişesiyle niye acele etsin ve böyle bir uyarıyla karşı karşıya kalsın?443 3.8. Nübüvvet Vahyinin Delili ve Bilgi Değeri Mâtürîdî, vahyin, dolayısıyla da vahyin kendisine bildirildiği kimse olan peygamberin, bu dünya yaşamının düzen ve devamlılığı açısından, insanlar için aklen mümkün olmasının ötesinde zorunluluk derecesinde bir ihtiyaç olduğu ve peygamberlik iddiasının imkansız görülemeyeceği görüşündedir. Peki, vahiy olgusunu aklın mümkün görmesi, vahyin bilgi 437 Ayrıntılar için bakınız. Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. IV, s. 26-27. Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. IX, s. 662. Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. VIII, s. 196. 439 17. İsrâ / 88. 440 Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. VII, s. 57, 140-141. 441 12. Yusuf / 2. 442 Mâtürîdî, Te’vîlâtü ehli’s-sünne, c. II, s.565. Mâtürîdî, Te’vîlâtü ehli’s-sünne, c. III, s.121-122. 443 Mâtürîdî, Te’vîlâtü ehli’s-sünne, c. III, s.310. 438 84 değeri için yeterli midir? Yoksa, vahiy aldığını iddia eden bir kimsenin, bu iddiasının doğru olduğuna dair, başka bir takım delilleri de insanlara sunma zorunluluğu var mıdır? Mâtürîdî, insan aklının genel manada imkanına, hatta ihtiyaç duyduğuna kanaat getirdiği vahyin, özel anlamda bir peygambere bildirildiğini doğrulayacak delillerin olması gerektiği düşüncesindedir. Çünkü o, peygamberleri ve getirdikleri haberleri “doğruluğu delillerle sabit olmuş”444 ve “doğru oldukları konusunda haklarında kesin deliller bulunduğundan tasdik edilmeye en layık kimseler”445 olarak tanımlar. Eğer haberi, insan bilgisinin kaynaklarından biri olarak kabul edersek, bu durumda bilgi değeri (bilginin doğruluğu) açısından, peygamberin bildirdiği haberden daha doğru hiçbir haber düşünülemez.446 Vahiy iddialarının gerçekten iddia edildiği gibi, Allah’tan gelen bir vahiy olup olmadığının gösterilmesi problemine, vahyin doğrulanması problemi adı verilmektedir. Bununla da “sahip olunduğu iddia edilen ve öyle inanılan vahyin, gerçekten inanılıp iddia edildiği gibi Allah’tan gelen vahiy olduğunu göstermek mümkün müdür?” sorusunun cevabının aranması kastedilmektedir.447 Bu bağlamda, vahiy iddiasında bulunan bir kimsenin bu iddiasının doğruluğunun delillerle sabit bulunduğunu söyleyen Mâtürîdî, bu delilleri “âyet”448 ve “mucize”449 kavramlarıyla ifade etmektedir. 3.8.1. Âyet (Mucize) Sözlükte, “apaçık bir işaret ve belirti”450 anlamına gelen âyet kavramı, Kur’an’da peygamberlerin mucizelerini ifade etmek için de kullanılır. Mucizeler, peygamberlerin doğruluklarının delili olan apaçık belirti ve işaret olduklarından bu kelimeyle ifade edilirler. Zaman içerisinde, âyet ve mucize kelimeleri eşanlamlı olarak kullanılmaya başlanmış451 hatta kelam kitaplarında âyet yerine mucize kelimesi tercih edilmiştir.452 Mâtürîdî, hem âyet kavramını hem da mucize kavramını aynı anlamı karşılamak 444 Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 130. Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 145. 446 Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 8. 447 Kılıç, s. 13-14. 448 Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 202. Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. II, s. 272. 449 Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 10. 450 İsfehânî, müfredât, s. 32. 451 A. J. Wensinck, “mûcize”, İslam Ansiklopedisi, İstanbul 1986, c. VIII, s. 444. 452 Halil İbrahim Bulut, Kur’an Işığında Mucize ve Peygamber, Rağbet Yayınları, İstanbul 2002, s. 27. 445 85 maksadıyla kullanırken, Nesefî ve Sabûnî “mucize ile desteklenerek doğrulukları teyit edilmiş peygamberin haberi” ifadesini kullanarak Mâtürîdî’den farklı olarak ayet kelimesi yerine mucizeyi kullanmayı tercih etmektedirler.453 Kaynağı; “a c z” mastarı olan mucize, if’âl babından ism-i fâildir. “Karşı konulamaz, insanı aciz bırakan, olağanüstü” anlamlarını içerir.454 “Acz”, “kudret”in zıddıdır.455 Sonunda bulunan “ta” harfi, “Allâme” kelimesinde olduğu gibi, sıfattan isimleştirilmiş olduğunu belirtmek içindir ve mübalağa ifade eder.456 Peygamberlik iddiasında bulunan kişinin, bu gerçeği kabul etmeyen muhaliflerine meydan okuduğu bir anda, bizzat o kişinin kendisince, Allah tarafından bu iddiasının doğru olduğunun ispatı niteliğinde, hiçbir zaman diliminde bir benzerinin tekrarlanması mümkün olmayan ve tabiat kanunlarına aykırı biçimde, alışılagelen tarzın dışında, muhaliflerini de benzerini getirmekten aciz bırakan olağanüstü olaylara, dinî bir terim olarak mucize denilmektedir.457 Mucize, peygamberlik iddiasında bulunan kişinin, bu iddiasının Allah tarafından doğrulandığının bir belgesi olsun diye, bizzat Allah tarafından yaratılmaktadır.458 Çünkü o, peygamberlerinin doğruluğunu göstermek konusunda, Allah’ın şahitliğidir. Dolayısıyla, gerçekte Allah’a ait bir eylem olup “peygamberin mucizesi” ifadesi aslında mecazidir.459 Bu sebeple mucizeyi, Allah’ın insanlara kendisinin ilahlığını ispatlaması olarak değil de, gönderilen elçisinin Allah’ın mesajını ilettiğini ortaya koyan, onu doğrulayan, insan üstü bir olay olarak değerlendirmek ve böyle kabul etmek gerekir.460 453 Bkz. Nesefî, Kitâbü’t-temhîd, s. 121. Sabûnî, s. 17. Wensinck, “mûcize”, c. VIII, s. 444. Cürcânî, Kitâbü’t-ta’rîfât, s. 148. 455 Teftâzânî, Şerh’ul-mekâsıd, İstanbul h. 1305, c. II, s. 175. 456 Teftâzânî, Şerh’ul-mekâsıd, c. II, s. 175-176. Sabûni, s. 46. 457 Sabûni, s. 46. Teftâzânî, Şerh’ul-mekâsıd, c. II, s. 175. Mucize hakkında ayrıntılı bilgi için bakınız. Bağçeci, Ayet ve Hadislerde Peygamberlik ve Peygamberler, s. 205-278. 458 “...Hiçbir peygamber Allah’ın izni olmaksızın herhangi bir âyeti kendiliğinden getiremez...” 40. Mü’min / 78. 459 Tekıyyüddîn Ebi’l-Abbâs Ahmet bin Teymiyye, e’n-nübüvvât, Mısır 1346, s. 28. 460 Akbulut, s. 17. 454 86 Kestelî (ö. 901), Teftâzânî’nin Şerhu’l-akâid’ine yaptığı hâşiyesinde, bir olayın mucize sayılabilmesinin şartlarını şöyle sıralar:461 1. Allah’a ait bir fiil olmalıdır ki, O’nun tarafından bir “doğrulama” olduğu söz konusu olabilsin.462 2. Olağan üstü bir olay olmalıdır. Olağan olaylar, mucize olamaz. Bazı din bilginleri, su üzerinde yürümek, havada asılı kalmak vb. peygamberin kendi gücü dahilinde olabilecek nitelikte olaylardan olmamasını da bir şart olarak kabul etmişlerdir. Çünkü bu nitelikteki olayların, bir çaba sonucu öğrenilebilmesi ve başkaları tarafından da aynısının tekrarlanabilmesi mümkün olacağından, buna benzer olaylar olağanüstü olma özelliğini yitirmiş olacaklardır. 3. Buna itiraz etmek imkansız olmalıdır. 4. Peygamberlik iddiasını doğrulama olması açısından, bizzat böyle bir iddiada bulunan kişi tarafından ortaya konulmalıdır. 5. Mucize olarak meydana gelen olay, peygamberin mucize iddiasına uygun olmalıdır. Örneğin; peygamber, “bir ölüyü diriltmek benim size göstereceğim mucizem olsun” dese, ama bunun yerine bir başka olağanüstü olay meydana gelse, mesela bir dağ konuşsa, iddia ettiği olay gerçekleşmediğinden dolayı mucize sayılmaz. 6. Meydana getirdiği mucizenin bizzat kendisi, iddiada bulunan kişiyi yalanlar nitelikte olmamalıdır. Örneğin; “şu hayvanı konuşturmak benim size göstereceğim mucizem olsun” dediğinde, o hayvan konuşsa ama o kişinin yalancı olduğunu söylese, bu durumda böyle bir olay, peygamberlik iddiasını doğrulamak bir yana, iddia sahibinin yalancılığına olan inancı güçlendiren güçlü bir delil niteliğindedir. 7. Harikulade olay, peygamberlik iddiasında bulunulan zaman diliminden sonraki dönemlerde olmalıdır. Önceki dönemlere ait olağanüstü bir olay463 varsa bu mucize 461 Muslihiddîn Mustafa el-Kestelî, Hâşiyetü’l kestelî alâ şerhi’l-akâid, Dersaadet 1326, s. 166. Krş. Teftâzânî, Şerhu’l- mekâsıd, c. II, s. 176. Gölcük ve Toprak, s. 306. Wensinck, “mûcize”, c. VIII, s. 445. 462 40. Mü’min / 78. 463 Hz. Peygamberin doğumu anında yaşanılan birtakım olağanüstü olaylar, Hz. İsa’nın daha beşikte konuşması vb. olaylar, bu türün örneklerindendir. 87 sayılmaz. Kelam bilginleri bu türden olaylar için özel bir kavram kullanırlar ve bunlara “irhâs” adını verirler, peygamberliğe bir hazırlık olarak değerlendirirler. Yine bazı bilginler, bunların mucize değil de birer “keramet” niteliğinde olduklarını söylerler ve yine irhâs olarak adlandırırlar.464 Olağanüstü olayın, iddia ve meydan okumanın hemen ardından gerçekleşmesi de mucizenin şartlarındandır. Çünkü, elçisinin doğruluğunu şüpheye düşürmesi, Allah’tan beklenemez.465 Her peygamberin, peygamberliğini doğrulayacak ve Allah tarafından gönderildiğini ortaya koyacak bir belgeye ihtiyacı vardır. İşte mucize, böyle bir belgenin adıdır. Çünkü insanlar, peygamberin iddiasının doğruluğunu ve Allah’ın elçisi olduğunu ancak mucize vasıtasıyla bilebilirler. Aksi bir durumda, doğru söyleyenle yalan söyleyen arasında bir ayırım yapma şansı kalmaz. Bu nedenle, peygambere mucize verilmesi aklın bir gereğidir.466 Allah, mucizelerle peygamberlerini desteklemiş ve her peygamberine yaşadığı zamanının gereğine göre mucizeler vermiştir. İlgi çekici olan nokta; Allah’ın bir peygamberine verdiği mucizeyi, diğer peygamberlere vermemiş olmasıdır.467 Örneğin Davut Peygamber’e, tesbîhâtında dağlar ve kuşların eşlik etmesi, demiri eliyle şekillendirmesi gibi özellikler verilmişken, Süleyman Peygamber’e rüzgara hükmetme mucizesi verilmiştir.468 Peygamberlerin mucizeleri, birbirlerinden farklıdır. Zaten bu farklılık, mucize kavramının doğası gereğidir. Hatırlanacağı gibi, bir seferden fazla meydana gelen olay, olağanüstü olmaktan çıkar ve alışılmış, olağan olur. Olağan şeye de, mucize denilemez. Mucizeler, çoğu kez Kur’an’da, peygamberlerin peygamberliklerinin apaçık bir delili olmaları sebebiyle, “apaçık delil ve şahit”469 anlamına gelen “beyyine” kelimesiyle ifade edilmiştir.470 464 Bağçeci, Ayet ve Hadislerde Peygamberlik ve Peygamberler, s. 207. İbn Teymiye, s. 2. Gölcük ve Toprak, s. 306. Akbulut, s. 18. 466 Tunç, Sistematik Kelam, s. 32. 467 Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. VII, s. 392. Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. XII, s. 226. İbn Teymiye, s. 204. 468 Ayrıntılar için bakınız. Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. XII, s. 226. 469 İsfehânî, müfredât, s. 68. 470 Bağçeci, Ayet ve Hadislerde Peygamberlik ve Peygamberler, s. 208-209. Örnek için bakınız. 9. Tevbe / 70. 465 88 Peygamberlerin, kendilerine Allah tarafından vahiy gönderildiği iddiası sırasında, ellerinde Allah tarafından gönderildiklerine şâhitlik eden ve insan gücünü aşan hissî mucizeler yani hissiyyât, Mâtürîdî’nin âyet kavramının kapsamı içindedir. Bunun yanı sıra peygamberlerin, herhangi bir öğrenim görmedikleri halde ancak öğrenme yoluyla bilinebilecek ya da gayb gibi sadece Allah’ın bilgisi dahilindeki bir takım konulara ilişkin haberler vermesi anlamında sem’iyyât da âyetin bir çeşididir. Ayrıca, deneme ve araştırma yöntemiyle aklı kullanarak insanı bilgiye götüren akliyyât da âyet kapsamındadır. Ve Mâtürîdî’ye göre, âyetin bu üç türünün tamamı Hz. Peygamber’in şahsında gerçekleşmiştir.471 Bununla birlikte, onun gerçekleşen mucizelerinin çoğunluğu, aklî ve sem’î mucizelerden oluşmaktadır.472 Mâtürîdî’nin, âyetleri bu şekilde hissî, sem’î ve aklî olmak üzere üçlü bir ayırıma tabi tutması onun bilgi sistemini oluşturan bilginin elde edildiği temel kaynaklarla da birebir uyum halindedir. Öyle ki peygamberlerin, Allah’ın elçisi olduklarının delilleri tek çeşit değildir ve insanın bilgi edinme yollarının her birine ayrı ayrı hitap etmektedir.473 3.8.1.1. Aklî Mucizeler474 Mâtürîdî’ye göre; vahyin doğruluğunun en büyük ve en güçlü delili, yine kendisi vahiy olan Kur’an’dır. Kur’an, akıllara hitap eden bir kitap olduğundan aynı zamanda Hz. Peygamber’in risaletinin de delili olan en önemli aklî mucizedir.475 Kur’an’ın en büyük aklî mucize olarak kabul edilmesinde, şüphesiz onun bizzat kendisi tarafından dile getirilen, bir benzerinin getirilmesi476 veya on tane suresinin bir benzerinin 471 Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. II, s. 273. Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. V, s. 58. Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. VIII, s. 104. Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. X, s. 74-75. Krş. Alper, s. 136. 472 Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. XIV, s. 227. 473 Alper, s. 136. 474 Mucizenin türlerini alt başlıklar halinde ele alırken Mâtürîdî’nin (örneğin Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. V, s. 58’de) yaptığı, orijinal sıralamayı dikkate alarak aklî, sem’î ve hissî şeklinde bir tertiple ele almaya çalıştık. 475 Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. I, s. 187. Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. II, s. 179. Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. III, s. 350. Kur’an’ın mucize oluşu hakkında ayrıntılar için bakınız. Bağçeci, Ayet ve Hadislerde Peygamberlik ve Peygamberler, s. 246-267. Gölcük ve Toprak, s. 309, 312-316. 476 Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. VIII, s. 353-354. Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 190. “De ki: And olsun, bu Kur’an’ın bir benzerini ortaya koymak üzere ins ü cin bir araya gelseler, birbirlerine destek de olsalar, onun benzerini ortaya getiremezler.” 17. İsra / 88. 89 getirilmesi477, daha olmadı, bir suresinin benzerinin getirilmesine yönelik meydan okuma478 karşısında, tüm insanların ve cinlerin aciz kalmış olmaları,479 Mâtürîdî için yeterlidir.480 Hz. Peygamber’in, belâgat ve fesahatte çok ileri düzeyde olan ve özellikle söz sanatını çok iyi bilen Araplara karşı, Kur’ân-ı Kerîm ile meydan okuduğu ve onların da buna karşılık vermekten âciz kaldıkları, tevâtüren bilinen bir gerçektir. Eğer bu meydan okumaya bir karşılık verilmiş olsaydı, şüphesiz bu gizli kalmayacak ve derhal insanlar arasında yayılacaktı. Çünkü, bazı meşhur şâirlerin, Kur’ân’a nazîre yapmak niyetiyle bazı şiirleriyle Peygamber’e meydan okudukları ve kendilerine gereken karşılık verildiği zaman, aralarında meydana gelen tartışmaların hemen ortaya çıktığı bilinmektedir. O halde, Hz. Peygamber’in, onlara Kur’ân ile meydan okuduğunu inkâr etmek, tarihi bir vakıa olarak imkânsızdır. Arapların, söz sanatındaki üstün yeteneklerini ve kendi dillerini, canlarını ve mallarını korumak, özellikle Müslümanların hüküm ve idaresinden kurtulmak için bütün güçleriyle Peygamber’in nübüvvetini kabul etmemeğe gayret ettiklerini, bu uğurda ortaya koydukları tüm çabalarına rağmen bir başarı elde edemeyip, aciz kaldıklarını inkâr etmek imkânsızdır.481 Kur’an, geçmiş ve geleceğe yönelik verdiği haberleri, kıssaları, içerisindeki bilgilerin bir çelişki içermiyor olması vb. özelliklerinden dolayı mucizedir.482 “... Kur’ân-ı Kerîm’in üslûbunun akıcılığı, insanı hayrette bırakan nazmıyla bir arada bulunan fesahati, Arapların gerek şiirlerinde, gerekse hutbelerinde kullandıkları üslup ve metotlardan bambaşka bir metot ve üslûp kullanması ve özellikle böyle bir nazımla böyle bir akıcılığın bir araya gelmesi, yeryüzünde o güne kadar benzerine rastlanmamış bir mücadele metodu ve Peygamber’in risâletine delâlet eden deliller 477 Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. VII, s. 140-141. “Yoksa, ‘Onu (Kur’an’ı) kendisi uydurdu’ mu diyorlar? De ki: Eğer doğru iseniz Allah’tan başka çağırabildiklerinizi (yardıma) çağırın da siz de onun gibi uydurulmuş on sûre getirin.” 11. Hud / 13. 478 Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. VII, s. 57. 10. Yunus / 38; 2. Bakara / 23. 479 Mâtürîdî, 17. İsra suresi 88. ayette geçen “...benzerini ortaya koymak üzere ins ü cin bir araya gelseler...” ifadesinin Hz. Peygamber’in hem insanlara, hem de cinlere gönderilmiş bir peygamber olduğunun delili olduğunu söyler. Ayrıntılar için bakınız. Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. VII, s. 140141. Ayrıca bakınız. Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. XIV, s. 259-260. 480 Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. II, s. 308. 481 Işık, s. 125. 482 Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 204. Kur’an’ın mucize oluşuna ilişkin ayrıntılı açıklamalar için bakınız. Belkâsım b. Hasan el-Gâlî, Ebû Mansûr el-Mâtürîdî, hayâtühü ve ârâühü’l-akîdiyye, Tunus 1989, s. 197 vd. 90 kullanması, gelip geçmiş bütün peygamberlerden ve gönderildikleri milletlerin durumlarından, o güne kadar hiçbir kimsenin bilmediği ve bilmesi de mümkün olmayan birtakım haberler vermesi ve gelecekle ilgili bilgiler ihtiva etmesi, şüphesiz insanların kudretleri dışında kalan ve Hz. Peygamber’in nübüvvetine delâlet eden en büyük bir mucizedir...”483 Kur’an’ın, insanlar tarafından bir benzerinin getirilmesi hususundaki meydan okuması karşısında aciz kalındığından, onun Allah’ın bir mucizesi olduğunu söyleyen Mâtürîdî, şayet Kur’an’ın kendisi mucize olmasaydı bile, sadece En’am suresinin tek başına mucize olarak yeterli olacağını belirtmektedir.484 3.8.1.2. Sem’î (Haberî) Mucizeler Mucizenin bu türüyle, duyu organlarından biri olan kulak aracılığıyla, işitmeye dayalı mucizeler anlamında Hz. Peygamber’in, geçmiş, şimdiki ya da gelecek zamana ilişkin olarak verdiği bir takım mucizevi haberler kastedilmektedir. Ki aslında haberî mucize kategorisinde sayılabilecek bilgilerin büyük bölümünün Kur’an tarafından dile getirildiğini söyleyebiliriz. Örneğin, geçmiş zamanda yaşanmış olayların anlatıldığı Kur’an kıssalarının neredeyse tamamı, Kur’an’ın muhatabı olan insanlarca bilinmesi ya da öğrenilmesi mümkün olamayacak niteliğe sahip bilgilerden oluştuğundan, insanlar bu konularda ancak vahyin verdiği haberler vasıtasıyla bilgi sahibi olmaktadırlar. Başka inanç ve din mensubu kimselerin bilip de gizledikleri ve bu nedenle başka hiçbir kaynaktan öğrenilme imkanı olmayan bazı bilgilerin, Hz. Peygamber tarafından vahiy yoluyla alınıp insanlara bildirilmesi de Mâtürîdî’ye göre haberî mucizelerdendir.485 Aynı şekilde; “(Resûlüm!) Musa’ya emrimizi vahyettiğimiz sırada, sen batı yönünde bulunmuyordun ve (o hadiseyi) görenlerden de değildin. Bilakis biz nice nesiller var ettik de, onların üzerinden uzun zamanlar geçti. Sen, âyetlerimizi kendilerinden okuyarak öğrenmek üzere Medyen halkı arasında oturmuş da değilsin; aksine (onları sana) gönderen biziz. (Musa’ya) seslendiğimiz zaman da, sen Tûr’un yanında değildin. Bilakis, senden önce kendilerine uyarıcı (peygamber) gelmeyen bir kavmi uyarman için Rabbinden bir rahmet olarak (orada geçenleri sana bildirdik); ola ki düşünüp öğüt 483 Işık, s. 125 vd. Ayrıntılar için bakınız. Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. V, s. 11. 485 Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. IV, s. 185. 484 91 alırlar.”486 ayetinin tevilinde Mâtürîdî, Hz. Peygamber’in bu tür bilgileri, ancak Allah’tan vahiyle alarak haber verdiğine ilişkin, Kur’an’ın şahitliğinin yanında onun risaletine delil olan haberî bir mucize bulunduğunu söyler.487 “Allah, iman edenleri korur...”488 ayetiyle, daha Müslümanlar Mekke’deyken, kafirlerin kendilerine yaptıkları eza ve haksızlıkların, Allah tarafından mutlaka giderileceğine dair bildirilen va’din, aynıyla gerçekleşmiş olması da yine, Hz. Peygamber’in doğruluğunun delili olan bir başka haberî mucizedir.489 Bunun dışında Mâtürîdî, Hz. Peygamber’in, gelecek bir zaman diliminde gerçekleşeceği için gayba ait bir bilgi statüsünde olan, “Bizanslıların, İranlıları yeneceğine dair haberi”n aynen onun söylediği ve haber verdiği şekilde gerçekleşmiş olmasını da, haberî mucizenin bir başka örneği olarak sayar.490 3.8.1.3. Hissî Mucizeler Mâtürîdî, duyular aracılığıyla elde edilen bilgilerin, doğruluğu bakımından hiçbir şüphe barındıramayacağı gerekçesine dayanarak, hissî delillerin aklî delillere kıyasla şüphe ve vesveseyi ortadan kaldırmada çok daha etkin olduğunu söyler. Çünkü aklî delillere zaman zaman şüphe ve tereddüt içerdiği iddiasıyla itirazda bulunulabilir. 491 Mâtürîdî’ye göre, herhangi bir mucize getirmemiş olsa dahi, Hz. Peygamber başta olmak üzere Allah’ın tüm peygamberlerinin, doğumla başlayıp ömrünün sonuna kadar devam eden bu dünyadaki varlıkları boyunca ortada olan hal ve tavırları, onların yalan ve yanlış hiçbir işin içinde olmadıkları konusunda en ufak bir şüpheye yer vermeyecek şekilde mükemmel olması492 onların doğrululuğunun tek başına en büyük delilidir (Âyetün azîmetün). Hz. Peygamber’in, İslam’a daveti karşısında, Hz. Ebu Bekir’in hiç tereddüt etmeden onun çağrısına icabet etmesinin temelinde bahsedilen bu büyük delil 486 28. Kasas / 44-46. Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. XI, s. 45. 488 22. Hac / 38. 489 Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. XIV, s. 382. 490 Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. XIV, s. 7. 491 Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. VIII, s. 224. Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. VI, s. 51-53. 492 İsmet sıfatının gereği olarak masum oluşları da buna dahildir. Bütün peygamberler gibi “Hz. Peygamberin de masum olduğuna tüm akıllar şahitlik eder.” ayrıntılar için bakınız. Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. VIII, s. 332. Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. XI, s. 383-384. 487 92 vardır.493 Mekke halkı, onun sihirbaz, kahin ya da deli olmadığını çok iyi bilmelerine rağmen, Allah’ın elçisine sihirbaz, kahin, deli vb. iddialarda bulunarak iftira etmişlerdir. O, hiçbir zaman diliminde yalan söylediği görülmemiş büyük ve seçkin ahlaka sahip bir kimse olarak toplumunun içinde temayüz etmiştir. Asla, hiçbir sihir ve kehanet eğitimi de almamıştır. Bu sayılan özellikler başta olmak üzere, onun toplumu nezdinde de aslında çok iyi bilinen, bu örnek ahlakı ve kişisel özellikleri, başka hiçbir mucizeye gerek bırakmayacak nitelikte onu doğrulayan bir delil olarak yeterlidir.494 Bu bağlamda Mâtürîdî, Hz. Peygamber’e, toplumunun eşrafından olan kimselerden daha ziyade, fakir, zayıf ve güçsüzlerin uymasını, onun risaletinin en büyük hissi delillerinden birisi olarak gösterir. Çünkü, Hz. Peygamber’in yanında, üstün ahlakı ve doğruluğundan başka, zayıf kimselere verebileceği malı, mülkü, makamı... yoktu. İnsanlar genelde, bu vb. menfaatleri elde etmek için, varlıklı kişilerin etrafında halkalaşırlar. Oysa, büyük kitlelerin çok kısa zamanda onun etrafında haleleşmesi, menfaat temelli bir beraberlik olmayıp sadece onun seçkin nitelikli varlığının eseridir ve bu durum bile tek başına Hz. Peygamber’in vahiy iddialarının doğruluğunu ortaya koyacak büyük bir delil niteliğindedir.495 Çünkü, peygamberlerin muhatabı olan kimseler, vahiy aldıklarını söyleyen peygamberlerin doğruluklarının örneklerini zaten müşahede etmektedirler.496 Üstün ahlakla mümeyyiz varlığını en büyük delil sayan Mâtürîdî, Hz. Peygamber’in bunun dışında da birçok hissî mucizesinin bulunduğunu belirtir. Bu kapsamda saydığı mucizelerden bazıları da şunlardır:497 Ay’ın ikiye yarılması498, ağacın resulün huzuruna gelmesi, taşın selam vermesi, çok sayıda insana yetmeyecek kadar az miktardaki bir sudan içerek, insanların susuzluklarını gidermeleri499, Peygamber’in bedduasıyla, düşmanlarının kuraklık ve 493 Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. V, s. 12, 417. Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. IX, s. 215. 495 Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. X, s. 316. 496 Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 187. 497 Sayılan bu hissî mucizelere ilişkin kaynaklar hakkında bakınız. Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd Tercümesi, s. 256 ve 257’deki dipnotlar. 498 Bu konuda Mâtürîdî’nin açıklamalarının ayrıntıları için bakınız. Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. XIV, s. 225-226. 499 Mâtürîdî, Hudeybiye günü meydana gelen bu olayın en büyük hissî mucizelerden biri olduğunu söyler. Bu olayda Peygamber (A.S)’in, elinde bulunan su kabındaki suyla abdest aldığını gören sahabenin şaşkın tavırları karşısında “neyiniz var?” sorusuna sahabenin, “elinizde bulunan su dışında abdest alacak ve içecek başka sularının olmadığı” cevabını vermesi üzerine Hz. Peygamber’in, içinde su bulunan kaba elini dokunmasıyla birlikte parmaklarından pınarlar gibi suyun fışkırması ve bu sudan 494 93 kıtlığa maruz kalmalarının ardından, kendisinden yardım dileyip yağmur ve bolluğa kavuşmaları, az miktarda bir yiyecekle kalabalık bir topluluğun doyması, ortalama iki aylık mesafede bulunan Beyt-i Makdis’e bir gecede yapılan yolculuk500, hicret esnasında gizlendiği mağaraya, yakalamak düşüncesiyle gelen insanların gözlerini, Allah’ın baktıkları halde göremez hale getirmesi yani basiretlerini bağlaması, kütüğün inlemesi, koyun etinin zehirli olduğunu haber vermesi...501 Mâtürîdî, peygamberlere verilen hissî mucizelerin, gönderildikleri kavmin önem verdiği ve haberdar olduğu konularda olduğunu, böylece o kavmin, peygambere verilenin mucize olduğunu, daha iyi ve kolay idrak edebileceğini belirtmektedir. Meselâ Hz. Musa zamanında sihir, onun toplumunca yaygın biçimde biliniyordu. Musa, risaletini belgeleme ve doğrulama maksadıyla, kavminin bildiği türden mucizelerle onların karşısına çıktı. Böylece onlar, bir mucize ile karşılaşınca, bunun çok iyi bildikleri türden bir sihir olamayacağına, çünkü bunun sihri aşan semavî bir ayet olduğuna kanaat getirmişlerdir.502 Aynı durum, Hz. İsa’nın mucizelerinde vardır. Ona da tıp alanında mucize verilmiştir. Kavmi, tıp konusunda önemli bilgi birikimine sahip olduğundan, Hz. İsa’nın ortaya koyduğu mucizenin değerini daha iyi anlayabilmişlerdir.503 Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd’de belirttiğine göre, bazı kimselerin aşağıda değineceğimiz gerekçelerle, mucizelerin, vahiy iddiasını doğrulayıcı bir değerinin olmadığı düşüncesinden hareketle, nübüvveti reddetmelerini eleştirir ve bu tür iddialara cevap verir. Mâtürîdî onların ileri sürdükleri itirazı, şöyle ifade etmektedir: “...peygamberlik iddiasında bulunan kişinin göstereceği mucizeler, aslında kâhinlerin, sihirbazlar ve gözbağcıların eylemleriyle aynı türden şeylerdir... Nübüvvet iddiasında olanların gösterdikleri, bu olağanüstü kabul edilen olaylar karşısında, muhataplarının aciz ve çaresiz kalışları, muhatapları olan kimselerin, bu tür olağan üstü olaylar hakkında bilgisiz olmalarından veya alışkın olmamaları sebebiyle olağanüstüymüş gibi algılanmaktadır... Peygamberin, mucize diye yüzlerce kişinin ihtiyacını karşıladığı bilinmektedir. Ayrıntılar için bakınız. Mâtürîdî, Te’vîlâtü’lKur’ân, c. XIV, s. 7. 500 Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. XII, s. 410. 501 Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 203 vd. 502 Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. VI, s. 20. 503 Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. VI, s. 21. 94 sunduğu şey, aslında bu alanda eğitim gören, gayret edip çalışan kimseler için, elde edilmesi mümkün olan türden şeylerdir. Çünkü peygamberlik iddiasıyla ortaya çıkanlar, yeryüzündeki bütün insanların, neleri yapıp yapamayacaklarını yani tüm insanların yeteneklerinin sınırlarını sınamamışlardır. Şayet sınasaydılar, belki de mucize dedikleri şeyin bir benzerini, ortaya koymaya gücü yeten ve bu konuda kendisiyle boy ölçüşen başka kimseleri bulabilecekti...”504 Bu iddianın gerçeklikten yoksun ya da safsata olduğunu anlatabilmek için önce, bu düşünceyi dile getiren kimseye “sen kendin sözünü ettiğin insanların yeteneklerine ve tabiatın özelliklerinin bütününe vakıf olma derecesine ulaşabildin mi ki, bu fikirleri dile getiriyorsun?” diye sormak lazım geldiğini söyleyen505 Mâtürîdî’nin, mucize hakkındaki fikirleri dikkatle incelendiğinde, zaten bu iddianın yanlışlığı ortaya çıkmaktadır. Çünkü bu tür olağan üstü olayların yani mucizelerin kendisi de bir insan olan peygamberin elinde gerçekleşmiş olması, aslında mucizenin, insanüstü bir varlık tarafından gönderildiğinin de en güçlü delilidir. Peygamberlerin, insanlardan seçilerek gönderilmesinin hikmetlerinden biri506 de bu noktada daha iyi anlaşılmaktadır. Çünkü insanlar, bir insanın neleri yapıp yapamayacağı yani insan gücünün sınırlarını, kendileri de insan olmaları nedeniyle çok iyi bilebilmektedirler. Aynı durum, sihir için de geçerlidir. Sihrin sınırının nereye kadar olduğunu ve mucizenin bu sınırın dışında kalıp kalmadığını, yine insanlar özellikle sihirle uğraşanlar bilirler.507 Bundan dolayı, insanların arasından bir peygamber olan kişinin gösterdiği mucizenin, onun tarafından meydana getirilmesinin, insanların sahip oldukları imkan ve sınırlar içinde mümkün olamayacağını,508 aksine onu gönderen varlık tarafından onu doğrulayan bir delil olduğunu, çok daha kolay biçimde idrak edebilirler.509 Bu yönüyle mucizelerin Allah’ın varlığının da delili olduğu söylenebilir.510 504 Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 176 vd. Ayrıntılar için bakınız. Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 186 vd. 506 Peygamberlerin insanlardan gönderilmesiyle ilgili ayrıntılar için bak. Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. VII, s. 8-9. Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. V, s. 336-337. 507 Krş. Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. VI, s. 19, 16-17, 20-21. Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. VII, s. 10. 508 Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. VII, s. 8-9. Mâtürîdî, Kitâbü’t-tevhîd, s. 186-187. 509 Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. VII, s. 8-9. 510 Krş. Alper, s. 140-141. 505 95 Mâtürîdî’nin, mucize konusunda ortaya koyduğu bütün bu bilgiler ışığında, vahyin bilgi değerini yani doğruluğunun kesinliğini üç nedene bağladığını görürüz: 1. Vahyin doğruluğunun en güçlü delili, yine vahyin kendisidir. Herhangi bir yalan ya da yanlış bilgi ve çelişki içermiyor olması gibi özellikler başta olmak üzere, bizzat vahyin içeriği, onun değerini belirleyen en önemli delildir. 2. Peygamberlerin seçkin kişilikleri, vahyin değerinin bir diğer delilidir. Daha önce de belirttiğimiz gibi onların, yaşamları boyunca birlikte yaşadıkları diğer insanlar tarafından yalan söylediklerine, yanlış davranışlarda bulunduklarına ya da doğruluklarına halel getirebilecek herhangi bir durumlarına şahit olunmadığı, tarihsel bir vakıadır. Bu sebeple, haberin kendisi dışında, o haberi getiren kimsenin doğrulukla temayüz etmiş kimliği de, haberin doğruluğuna yeter bir delildir. Ki biz, yaşamımızın her alanına ilişkin haber kaynaklı bilgilerde, öncelikle haberi getirenin kimliğini ön planda tutarak değerlendirme yaparız. Söylenenden önce, söyleyene bakarız. 3. Peygamberler elinde gösterilen mucizeler ki bunlar vahyin doğruluğunun “dış kanıt”ı hükmündedirler.511 Mâtürîdî’nin saydığı bu üç tür delil, “insanların hakikati kavrama noktasında birbirlerinden farkı olduğu, bazılarının akıl yardımıyla, bazılarının işiterek, bazılarının da tecrübe ile kavrayabildikleri” biçimindeki anlayışıyla da örtüşmektedir.512 511 512 Alper, s. 142. Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, c. V, s. 431-432. SONUÇ Felsefenin ana konularından biri olan bilgi kuramı, İslâm Kelamında da, akide ile ilgili meseleleri temellendirmede, kendisine ihtiyaç duyulan çok önemli bir araçtır. Çünkü, bilgi kuramı kapsamında söylenenler, daha sonra gelen teolojik konular için hazırlık ve temel oluşturmaktadır. Bilgi eksenli çaba, bir anlamda ortaya konulacak olan dünya görüşünü temellendirmek demektir. Mâtürîdî, Ehl-i Sünnet akidesinin sistemleşmesine yaptığı önemli katkılardan dolayı, kendisinden sonra gelen İslam âlimlerinin büyük bir çoğunluğu tarafından, İslam itikadında imam kabul edilerek, ona nispetle Mâtürîdiyye adıyla bilinen büyük bir inanç ekolü oluşturulmasını hak etmiş önemli bir kişiliktir. Hiç şüphesiz Mâtürîdî, -şu andaki bilgilerimize göre- İslam kelamında epistemolojik konulara, eserlerinde yer veren ve “Kelamî Epistemoloji”yi, sistematik bir biçimde ilk defa ortaya koyan önemli bir düşünce adamıdır. O, Ehl-i Sünnet kelamının metot, içerik ve bu içeriğin ele alınış biçimlerini belirleyerek, kendisinden sonra yazılan neredeyse bütün kelam kitaplarına da bir model oluşturmuştur. Mâtürîdî, sistemini sağlam bir temel üzerine oluşturacağı “doğru ve güvenilir bilgiye ulaşma” arzusundan hareketle, önce bilginin mümkün olduğunu, insan bilgisinin kaynaklarını, değerini belirlemeye çalışmış; eşyanın hakikatinin varlığı ve bilinebilirliliği gibi meseleleri incelemiş, sofistlerin görüşlerinin yanlışlığını ortaya koymuştur. Çünkü o, dış dünyanın reel bir varlığının olduğuna, bu dünyanın tamamını ve künhünü doğru bir şekilde bilmek ve kavramak mümkün olmasa bile; dış dünyadaki eşyanın bazıları hakkında doğru, sağlam, gerçek, değişmez ve kesin bilgi sahibi olmanın mümkün olduğuna inanmaktadır. Zira, bu reel dünyayla ilgili olarak elde edilecek birtakım kesin bilgiler, insanı eşyanın yaratıcısına ulaştıracaktır. 97 Bir din bilgini olma kimliğiyle Mâtürîdî, felsefenin kabul ettiği akıl ve duyulardan başka, Kur’an’ın vahyi de insan bilgisinin önemli bir kaynağı kabul edişinden hareketle, genelde doğru habere, özelde ise vahye epistemolojik sistemi içerisinde önemli bir yer vermiştir. Haberin bilgi kaynağı olabilmesi için, “doğru” olma niteliği, temel şarttır. Bizim gündelik yaşam bilgimizin de kaynağı olan “genel anlamda haber” ve “Peygamber’in bildirdiği haber” olarak iki kısımda değerlendirilmekle birlikte, haber dendiğinde daha çok peygamberin haberi akla gelmektedir. Onun bilgi sisteminde, “vahiy kaynaklı bilgi” genel geçerliği olan, varlığın her alanının özellikle dinin bilinmesine asıl teşkil eden üçüncü bir kaynak niteliğindedir. İmam Mâtürîdî’ye göre, insanların sahip olduğu bilginin büyük bir bölümünün kaynağı, haberdir. İnsanın kendi soyu, adı başta olmak üzere, çeşitli isimler, insan için faydalı ya da zararlı gıda maddeleri, lezzet ve zevk veren şeyler yanında, aklın tek başına kavrayamadığı iyilikler ya da kötülükler de bu yolla öğrenilmektedir. Kısacası insanlar haber sayesinde, kendileri tecrübe etmeden de başkalarının tecrübelerini hazır bir biçimde edinirler; ulaşamadıkları alanlarda başkalarından edindikleri bu hazır bilgilerden yararlanırlar. Bahsi geçen işlevinden ötürü, haberin insan bilgisinin kaynağı olması aklî bir zorunluluktur. Haberin inkârı, insanın varlığı ve yaşamının devamlılığı açısından aklın kabul edemeyeceği bir durumdur. Haberin bilgi kaynağı olduğunu, aklî zorunluluk olarak ortaya koyduktan sonra Mâtürîdî, apaçık delil yani mucize ile masum olduğu bilinen bir peygamberin haberini de kesin bilgi veren bir haber türü olarak sayar. Çünkü ona göre peygamberin doğruluğunun belgesi apaçık ortadadır ve bu tür haberlerin doğruluğu, Allah’ın ayetleriyle pekiştirilmiştir. Doğruluğu, peygamberin haberinden daha kesin olan bir başka haber düşünülemez. Dolayısıyla bu kimselerin haberlerine inanmak insana huzur verirken onu inkâr eden kimse, kibir ve inatçılığa saplanıp kalmış bir zavallı konumundadır. Doğrudan, aracısız olarak peygamberden duyulan haberin bilgi değeri bu derece açık seçikken, insanlardan ya da peygamberlerden bize ulaşan haberler, yanılmaları ve yalan söylemeleri muhtemel kişiler aracılığıyla bize ulaştırılmaktadır. Konuya bilgi değeri açısından yaklaşan Mâtürîdî’ye göre haber; “yanlış veya yalan bulunması muhtemel olan bir söz”dür. Bu nedenle, kendisine haber ulaşan bir kimse, doğru ya da yanlış olduğu kesinleşinceye kadar o haberi araştırıp incelemelidir. Çünkü peygamberlerde olduğu gibi, 98 haberin aktarılmasına aracılık eden bu kimselerin doğruluklarını ya da masumiyetlerini kanıtlayacak herhangi bir delile sahip değiliz. Bu nedenle, böyle bir haberle karşılaşıldığında, o haberin incelemeye alınmasından başka yapılacak makul bir şey bulunmamaktadır. Bu inceleme sonunda akıl, o haberin doğruluğuna hükmederse o haber mütevâtir haberdir. Bu düşüncesiyle o, bir haberin mütevâtir sayılabilmesi için ne belirli bir sayı kriterinden, ne de belirli bir kelime düzeni içindeki lafız bütünlüğü kriterinden bahsetmektedir. Onun tek kriteri o haberin doğru olup olmadığına ilişkin olarak aklın vereceği hükümdür. Böyle olunca da, bu tür haberlerin verdiği bilgi, sanki peygamberin söylediği kesin olan bir bilgi gibi değerlidir ve kabul edilmelidir. Bilgi değeri açısından mütevâtir derecesine ulaşamayan âhad haberlerin râvîlerinin durumunun araştırılıp incelenmesi, ayrıca doğruluğu kesin belgeler yani nass ile karşılaştırılarak, böyle bir haberin doğruluğuna yine aklın hakemliğiyle karar verilmesi gerekmektedir. Bu inceleme ve karar sonrasında yanlış olma ihtimali bulunmasına rağmen galip gelen duruma göre âhad haberler kabul veya reddedilebilir. Mâtürîdî’ye göre, bilginin değerini belirleyen temel kriter bir bilgi elde edilirken onun vasıtalı olarak edinilmiş olup olmadığıdır. Gerek aklın istidlâli yönteminin sonucunda olsun gerekse haber aracılığıyla olsun eğer elde ettiğimiz bilgi vasıtalı ise, doğruyu içerme bakımından o vasıta sebebiyle bilginin değerinde bir azalma söz konusudur. İşte bu tür durumlarda Mâtürîdî’yi bu bilgilerin doğru olup olmadığı konusunda karar vermeye götüren tek ölçü; araştırma sonucunda kendi benliğinde oluşacak ağırlık kazanan fikirdir. Nitekim o, bu ölçüyü en çok haber kaynaklı bilgilerde kullanmakla birlikte bu durumun istisnası Peygamberin haberi’dir. Çünkü mucize ile desteklenmesi sebebiyle doğruluğu bizzat Allah tarafından tescillenmiş olan bir peygamberin haberi kadar doğru ve güvenilir bir başka haber olamayacağı için insanın kalbi, bu haber kaynaklı bilginin değeri konusunda müsterih ve mutmain olmalıdır. Bilgi sistematiğinde, zorunluluk düzeyinde önemsenen kaynaklardan birisi olan “haber” başlığı altında “peygamberin haberi” nitelemesiyle vahyî bilgiye yer vermesi, onun vahyin imkânını ve geçerliliğini kabul ettiğini açıkça göstermektedir. Mâtürîdî’nin oluşturduğu epistemolojik sistem içerisindeki vahyin türü, “nübüvvet vahyi”dir. Bu kavram, sadece “Allah’ın peygamberleriyle kurduğu iletişim olayı”nı ifade eder ki zaten dinî terminolojide vahiy kavramından anlaşılan da budur. Allah, hem mürîd ve hem de mütekellimdir. O, bu 99 sıfatlarını, nübüvvet ve vahiy vasıtasıyla tecelli ettirip buyruklarını yarattıklarına iletmektedir. Doğal olarak, vahyin imkânsız olduğunu ileri sürmek, Allah’ın bu tür sıfatlarının olmadığı ve bunlarla tecelli etmediği dolayısıyla ekmel varlık olmadığı anlamına gelmektedir. Dolayısıyla vahyin, ancak Allah’a inanan kimseler için bilgi değeri vardır. Mâtürîdî, insan aklının yeterli olduğu düşüncesiyle, vahye gerek olmadığını söyleyenlerin görüşlerine, insan aklının sınırlı bir bilgi kaynağı olduğu gerekçesiyle karşı çıkar. Akıl, insan için çok önemli olmasına rağmen, tek başına her nesnenin bilgisini elde etme yeteneğiyle yaratılmamıştır. Üstelik, her bilgi kaynağının kendine özel bir bilgi alanı vardır. Gaybın bilgisi, ölüm sonrası hayat, ibadetlerin keyfiyet ve miktarı, insanların çeşitli sanat ve meslek bilgilerini öğrenmeleri, yaşadıkları barınaklar, kendilerinden faydalanmak için hayvanları eğitme ve kullanma konusundaki bilgiler, ticaret, başka şehir ya da ülkelerin yollarının öğrenilmesi, insanların çeşitli lisanları ve nesnelerin isimlerini öğrenmeleri, üreme yöntemleri, çocuk eğitimine ilişkin bilgiler, gemilerin yapılışı, insan aklıyla bilinmesi mümkün olamayan gıdaların elde edilme yöntemleriyle ilgili bilgilerin tamamı, kısacası kültür ve medeniyetin gelişmesi kapsamında sayılabilecek her tür bilgi, Mâtürîdî’ye göre insan aklının ürünün olmayıp bütün bu bilgilerin kaynağı peygamberler yani vahiydir. Bütün bunlar, peygamberler tarafından insanlara öğretilmiş bilgilerdir. Dolayısıyla Mâtürîdî’ye göre, vahyî bilginin alanı sadece dinî bilgiyle sınırlı değildir. O halde, insanları sadece duyusal ve aklî bilgileriyle baş başa bırakmayıp elçi görevlendirip ona vahiy göndererek Allah’ın insanlara lütufta bulunması, O’nun hakîm oluşunun bir gereği ve rahmetinin bir sonucudur İnsanlar vahyi, teolojik alana ait bir kavram olarak algıladıkları için vahyin, dinin alanına giren konularda insan bilgisinin kaynağını oluşturduğu düşünülür. “Dinin tanınıp bilinmesinde sem’ ve aklın iki önemli asıl olduğu” görüşüyle Mâtürîdî de nübüvvet vahyini, dinî bilginin iki kaynağından öncelikli olanı olarak kabul etmektedir. Dikkat edilirse o, işitmeye dayanan vahyi, akıl kaynağından önce telaffuz etmektedir. Dolayısıyla din alanına ilişkin her tür bilgimizin tek kaynağı olan vahiy, din dışı alanlarda da, aklın bilgi alanından çok daha geniş bir kapsama sahiptir. Aslında “vahyin verdiği bilginin içeriği”, onun hangi alanları kapsayan bir bilgi kaynağı olduğu konusunda bize en doğru cevabı vermektedir. Bu içeriğe baktığımızda temel ilke olarak diyebiliriz ki, neredeyse vahiy her alanda bilgimize kaynaklık eden bir işleve sahiptir. Vahiy, insana bazen kendisi dışında kalan diğer kaynaklar kullanılarak bilgi edinilmesi mümkün olmayan alanlarda tek başına 100 bilgi verir. “Gayb”a ve “ölüm sonrası”na ilişkin bilgilerde olduğu gibi. Bazen de duyular ve akıl gibi diğer bilgi kaynaklarının alanına giren konularda onları destekleyici, tamamlayıcı hatta doğrulayıcı bilgi de verir. Bu yönüyle o, duyuların ve aklın kullanımıyla sınırlı sayılabilecek bir alanda bilgi üretmek zorunda kalan insana belki de hayal edilemeyecek genişlikte ve yepyeni birçok alanda bilgi edinme imkanı tanıyarak ufkunu ve özgürlük alanını genişletmiş olmaktadır. KAYNAKÇA Akarsu, Bedia, Felsefe Terimleri Sözlüğü, Ankara 1979. Akbulut, Ahmet, Nübüvvet Meselesi Üzerine, Ankara 1992. Alper, Hülya, İmam Mâtürîdî’de Akıl-Vahiy İlişkisi, İz Yayıncılık, İstanbul 2009. Altıntaş, Ramazan, “Ebû Hanîfe'nin Akıl-Vahiy Anlayışı”, Kelam Araştırmaları Dergisi, Sayı 2:1 (2004). ---------, “Kâdî Abdülcebbâr’ın Sem’iyyâtla İlgili Bazı Görüşleri”, Bilimname Düşünce Platformu, Sayı IV (2004/1). Aristoteles, Metafizik (çev. Ahmet Arslan), Sosyal Yayınları, İstanbul 1996. Arslan, Ahmet, Felsefeye Giriş, Vadi Yayınları, Ankara 1994 Aslan, Abdülgaffar, Kur’anda Vahiy, Ankara Okulu Yayınları, Ankara 2000. Atay, Hüseyin, “Ebû Mansûr el-Mâtürîdî ve Bilgi Kuramı”, İmam Mâtürîdî ve Mâtürîdîlik, Tarihî Arka Plan, Hayatı, Eserleri, Fikirleri ve Mâtürîdîlik Mezhebi, Kitâbiyât, Ankara 2006. ---------, “Kur’an’da Bilgi Teorisi”, AÜİF Dergisi, Cilt XVI. ---------, “Müslümanlarda Şüphecilik”, AÜİF Dergisi, Sayı 28. ---------, Arapça-Türkçe Büyük Lügat, Ankara 1981. ---------, Kur’an’a Göre İman Esasları, Ankara 1961. Aydın, Ali Arslan, İslam İnançları ve Felsefesi, Çağrı Yayınları, İstanbul 1979. 102 Bağçeci, Muhittin, Ayet ve Hadislerde Peygamberlik ve Peygamberler, İstanbul 1977. ---------, Kelâm İlmine Giriş, Kayseri 2000. Bebek, Adil, “İmam Mâtürîdî ve Kâdî Abdülcebbâr’a Göre Haber-i Vâhidin Epistemolojik Değeri”, Kelamda Bilgi Problemi Sempozyumu, Arasta Yayınları, Bursa 2003. Beşer, Faruk, “Vahiy: Keyfiyeti, Alanı Ve Devamlılığı Konusunda Bir Anlama Denemesi”, Usûl Dergisi, Sayı 3. Beyazî, Kemâlü’d-dîn Ahmet Efendi, İşârâtü’l-merâm min ibârâti’l-imâm (thk. Yusuf Abdürrezzâk), Kahire 1949. Birand, Kâmıran, İlk Çağ Felsefesi Tarihi, AÜİF Yayınları, Ankara 2001. Birışık, Abdülhamit, “nüzûl”, DİA, Cilt XXXIII, İstanbul 2007. Bolay, Süleyman Hayri, “Akıl”, DİA, Cilt II, İstanbul 1991. ---------, Aristo Metafiziği ile Gazzali Metafiziğinin karşılaştırılması, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1976. ---------, Felsefeye Giriş, Akçağ Yayınları, Ankara 2004. ---------, Felsefî Doktrinler Sözlüğü, Ötüken Yayınları, İstanbul 1979. Bozkurt, Mustafa, “Kelamcılarda Bilginin Tanımı Problemi”, CÜİF Dergisi, Cilt XII/1. Bulut, Halil İbrahim, Kur’an Işığında Mucize ve Peygamber, Rağbet Yayınları, İstanbul 2002. Cerrahoğlu, İsmail, Tefsir Usulü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 1989. Cevizci, Ahmet, Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yayınları, İstanbul 1999. Cürcânî, Kitâbü’t-ta’rîfât, İstanbul 1300. ---------, Şerhu’l-mevâkıf, Mısır 1325. 103 Çağlayan, Harun, Kelam’da Bilgi Kaynakları, AÜ SBE, Ankara 2009 (Yayımlanmamış Doktora Tezi). Çankı, Mustafa Namık, Büyük Felsefe Lügati, Cumhuriyet Matbaası, İstanbul 1954. Çantay, Hasan Basri, Kur’an-ı Hakîm ve Meâli Kerim, Çantay Yayınları, İstanbul 1985. Çüçen, A. Kadir, Felsefeye Giriş, Asa Kitabevi, Bursa 1999. Demirci, Muhsin, Vahiy Gerçeği, MÜİFV Yayınları, İstanbul 1996. Dinçer, Kurtuluş, Felsefe, Anadolu Üniversitesi Yayınları, 2002. Dinî Kavramlar Sözlüğü, DİB Yayınları, Ankara 2006. Düzgün, Şaban Ali, “Bilgi”, Sistematik Kelam, Ankuzem Yayınları, Ankara 2005. el-Gâlî, Belkâsım b. Hasan, Ebû Mansûr el-Mâtürîdî, hayâtühü ve ârâühü’l-akîdiyye, Tunus 1989. el-İsfehânî, Râgıb, e’l-müfredât fî garîbi’l-Kur’ân (thk. Muhammed Seyyid Keylânî), Dâru’l-ma’rife, Beyrut tarihsiz. el-Kestelî, Muslihiddîn Mustafa, Hâşiyetü’l kestelî alâ şerhi’l-akâid, Dersaadet 1326. Elmalılı, Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Eser Neşriyat, 1979. el-Mâtürîdî, Ebû Mansûr, Kitâbü’t-tevhîd (thk. Fethullah Huleyf), Beyrut 1986. ---------, Kitâbü’t-tevhîd Tercümesi (çev. Bekir Topaloğlu), İSAM Yayınları, Ankara 2005. ---------, Te’vîlâtü’l-Kur’ân’dan Tercümeler (çev. Bekir Topaloğlu), İmam Ebû Hanîfe ve İmam Mâtürîdî Araştırma Vakfı Yayınları, İstanbul 2003. ---------, Te’vîlâtü’l-Kur’ân (İlmi Kontrol: Bekir Topaloğlu), Mizan Yayınevi, İstanbul 2005-2008, I-XVII Cilt. ---------, Tefsîru’l-Kur’âni’l-azîm el-müsemmâ Te’vîlâtü ehli’s-sünne (nşr. Fâtıma Yûsuf el-Hıyemî), Beyrut 2004. 104 Erdem, Hüseyin Subhi, “Bilgi”, Felsefe Ansiklopedisi, Etik Yayınları, İstanbul 2004. Esen, Muammer, “Mâtürîdî’nin Bilgi Kuramı ve Bu Bağlamda Onun Alem, Allah ve Kader Konusundaki Görüşlerinin Kısa Bir Tahlili”, AÜİF Dergisi, Cilt 49, Sayı II. et-Tancî, Muhammed, “Allah’ın Elçisi Muhammed - Vahy”, İslam Aylık Mecmua, Sayı VIII (Aralık-Ocak). ---------, “Vahiy Çeşitleri”, İslam Mecmuası, Mayıs 1958, Sayı 11. Fennî, İsmail, Lügatçe-i Felsefe, İstanbul 1341. Fığlalı, Ethem Ruhi, Çağımızda Îtikâdî İslâm Mezhepleri, Selçuk Yayınları, İstanbul 1993. Gazzâlî, İhyâu ulûmi’d-dîn, Beyrut tarihsiz. Gölcük, Şerafeddin ve Süleyman Toprak, Kelâm, Selçuk Üniversitesi Yayınları, Konya 1988. Güçlü, Abdülbâki, Erkan Uzun, Serkan Uzun vd., Felsefe Sözlüğü, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara 2003. Hamîdullah, Muhammed, İslam Peygamberi (çev. Salih Tuğ), İrfan Yayınevi, İstanbul 1980. Hançerlioğlu, Orhan, Felsefe Ansiklopedisi (Kavramlar ve Akımlar), Remzi Kitabevi, İstanbul 1976. Hökelekli, Hayati, “Duyu”, DİA, Cilt X, İstanbul 1994. Huleyf, Fethullah, Kitâbü’t-tevhîd (Mukaddime), Beyrut 1986. Işık, Kemal, Mâtürîdî’nin Kelam Sisteminde İmân Allah ve Peygamberlik Anlayışı, Fütüvvet Yayınları, Ankara 1980. İbni Manzûr, Lisânü’l-Arab, Beyrut 1970. 105 Îcî, el-mevâkıf fî ilmi’l-kelâm, Kahire tarihsiz. İkbal, Muhammed, İslam’da Dinî Düşüncenin Yeniden Teşekkülü (çev. N. Ahmet Asrar), İstanbul 1984. İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Felsefe, Sebat Basımevi, İstanbul 1938. İzmirli, İsmail Hakkı, Felsefe Dersleri, Dersaadet 1330. ---------, Mülahhas İlm-i Tevhid, Kanaat Matbaası, İstanbul 1338. ---------, Yeni İlm-i Kelam (Birinci Kitap), İstanbul 1339-1341. ---------, Yeni İlm-i Kelam (haz. Sabri Hizmetli), Ankara 1981. Keklik, Nihat, Felsefenin İlkeleri, Doğuş Yayın ve Dağıtım, İstanbul 1982. Kılıç, Recep, Modern Batı Düşüncesinde Vahiy, AÜİF Yayınları, Ankara 2002. Komisyon, İlmihal, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 2008. Köz, İsmail, “Bilgi Teorisi ve Bilim Felsefesi”, Felsefe, Ankuzem Yayınları, Ankara 2006. Kutlu, Sönmez, “Bilinen ve Bilinmeyen Yönleriyle İmam Mâtürîdî”, İmam Mâtürîdî ve Mâtürîdîlik, Tarihî Arka Plan, Hayatı, Eserleri, Fikirleri ve Mâtürîdîlik Mezhebi (haz. Sönmez Kutlu), Kitâbiyât, Ankara 2006. Kutluer, İlhan, “İlim”, DİA, Cilt XXII, İstanbul 2000. Macdonald, D. B., “İlim”, İslâm Ansiklopedisi, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1950, Cilt 5, Kısım 2. Mengüşoğlu, Takiyettin, Felsefeye Giriş, İÜ Edebiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul 1958. Mert, Muhit, “Kelamcıların Bilgi Tanımları Üzerine Bir Tahlil Denemesi”, AÜİF Dergisi, Cilt XLIV, Sayı 1, s. 41. Nesefî, Kitâbü’t-temhîd li kavâidi’t-tevhîd (thk. Cîbulllah Hasan Ahmed), Mısır 1986. 106 ---------, Tabsıratü’l-edille fî usûli’d-dîn (thk. Hüseyin Atay), DİB Yayınları, Ankara 1993. Onat, Hasan, “Bilgi, Bilim Ve Yöntem”, İslam Bilimlerinde Yöntem, Ankuzem Yayınları, Ankara 2006. Öner, Necati, Klasik Mantık, AÜİF Yayınları, Ankara 1974. Özcan, Hanifi, Mâtürîdî’de Bilgi Problemi, MÜİFAV Yayınları, İstanbul 1993. Özlem, Doğan, Mantık, Ara Yayıncılık, İstanbul 1991. Özvarlı, M. Sait, “hikmet”, DİA, Cilt XVII, İstanbul 1998. Pezdevî, Usûlü’d-dîn (çev. Şerafeddin Gölcük), Kayıhan Yayınevi, İstanbul 1988 Râzî, Fahreddîn, Kelâm’a Giriş [El-Muhassal] (çev. Hüseyin Atay), AÜİF Yayınları, Ankara 1978. Rosenthal M., ve Pavel Yudin, Materyalist Felsefe Sözlüğü (çev. Aziz Çalışlar), Sosyal Yayınları, İstanbul 1977. Sabûnî, el bidâye fî usûli’d-dîn, DİB Yayınları, Ankara 2000. Serdar, Murat, “Kur’ân-ı Kerîm’e Göre Allah’ın İlim Sıfatı ve Cüziyyâtı Bilmesi Meselesi”, ERÜ SBE, Kayseri 1995 (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi). Taylan, Necip, “Bilgi”, DİA, Cilt VI, İstanbul 1992. Teftâzânî, Kelâm İlmi ve İslâm Akâidi (Şerhu’l-akâid), (haz. Süleyman Uludağ), Dergah Yayınları, İstanbul 1982. ---------, Şerh’ul-mekâsıd, İstanbul h. 1305. ---------, Şerhu’l-Akâid, Dersaadet 1326. Teymiyye, Tekıyyüddîn Ebi’l-Abbâs Ahmet bin, e’n-nübüvvât, Mısır 1346. 107 Topaloğlu, Bekir, “Ebû Mansûr el-Mâtürîdî’nin Hayatı ve Fikirleri”, İmam Mâtürîdî ve Mâtürîdîlik, Tarihî Arka Plan, Hayatı, Eserleri, Fikirleri ve Mâtürîdîlik Mezhebi (haz. Sönmez Kutlu), Kitâbiyât, Ankara 2006. ---------, “Ebû Mansûr el-Mâtürîdî’nin Kelami Görüşleri”, İmam Mâtürîdî ve Mâtürîdîlik, Tarihî Arka Plan, Hayatı, Eserleri, Fikirleri ve Mâtürîdîlik Mezhebi (haz. Sönmez Kutlu), Kitâbiyât, Ankara 2006. ---------, Kelam İlmi Giriş, Damla Yayınevi, İstanbul 1981. Tunç, Cihat, “İnsana Özgü Bilgi Elde Etme Yolları Veya Bilginin Kaynağı Problemi”, Bilimname Düşünce Platformu, Sayı IV (2004/1). ---------, Sistematik Kelam, ERÜ Yayınları, Kayseri 1994. Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu, Ankara 1998 Uğur, Mücteba, Hadis Terimleri Sözlüğü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 1992. Uludağ, Süleyman, “Mârifet”, DİA, Cilt XXVIII, İstanbul 2003. Ülken, Hilmi Ziya, Felsefeye Giriş (Birinci Kısım) AÜİF Yayınları, Ankara 1957. Ünal, Ali, Kur’an’da Temel Kavramlar, Beyan Yayınları, İstanbul 1986. Üsmendî, Alâüddîn Muhammed b. Abdil Hamîd e’s-Semerkandî, Lübâbü’l-kelâm (thk. M. Sait Özvarlı), İSAM Yayınları, İstanbul 2005. Vural, Mehmet, İslâm Felsefesi Sözlüğü, Elis Yayınları, Ankara 2003. Wensinck, A. J., “mûcize”, İslam Ansiklopedisi, Cilt VIII, İstanbul 1986. ---------, “vahy”, İslam Ansiklopedisi, Cilt XIII, İstanbul 1986. Yavuz, Yusuf Şevki, “haber”, DİA, Cilt XIV, İstanbul 1996. ---------, “Akıl”, DİA, Cilt II, İstanbul 1991. ---------, “İlim”, DİA, Cilt XXII, İstanbul 2000. 108 ---------, “Nübüvvet”, DİA, Cilt XXXIII, İstanbul 2007. Yazıcıoğlu, M. Sait, “Mâtürîdî Kelam Ekolünün İki Büyük Siması: Ebû Mansûr Mâtürîdî ve Ebu’l Muîn Nesefî”, AÜİF Dergisi, Sayı XXVII. Yeşilyurt, Temel, “Kur’an’da Bilgi”, FÜİF Dergisi, Sayı IX (2004). Yıldırım, Suat, Kur’an-ı Kerim ve Kur’an İlimlerine Giriş, Ensar Neşriyat, İstanbul 1983. Yörükân, Yusuf Ziya, “İslam Akaid Sisteminde Gelişmeler”, AÜİF Dergisi, Sayı 2-3. ---------, İslâm Akaidine Dair Eski Metinler I, AÜİF Yayınları, İstanbul 1953. Yüksel, Emrullah, “Âmidî ve Bazı Kelamcılarda Bilgi Teorisi”, Kelamda Bilgi Problemi Sempozyumu, Arasta Yayınları, Bursa 2003. Zebîdî, Tâcü’l-arûs, Beyrut 1994. ÖZ GEÇMİŞ KİŞİSEL BİLGİLER Adı, Soyadı : Cem DOĞANBAZ Uyruğu : Türkiye (TC) Doğum Tar. ve Yeri : 1969, Kırıkkale Medeni Durumu : Evli Tel : 0 312 255 03 13 Email : [email protected] Yazışma Adresi : İstiklal İlköğretim Okulu Yenimahalle / ANKARA EĞİTİM Derece Kurum Mezuniyet Tarihi Yüksek Lisans ERÜ Sosyal Bilimler Ens. 2012 Lisans ERÜ İlahiyat Fakültesi 1994 Lise İstanbul İ.H.L. 1987 Yıl Kurum Görev 1994 – Halen Milli Eğitim Bakanlığı Öğretmen İŞ DENEYİMLERİ YABANCI DİL Arapça, Almanca