ünite - Holy Kaaba

advertisement
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
GİRİŞ
TANIM, AMAÇ, YÖNTEM
• İslam Mezhepleri Tarihi, Tanımı ve
Kısa Tarihçesi
• İslam Mezhepleri Tarihinin Yöntemi
ve Kaynakları
• Mezhep Kavramı ve Mezheplerin
Doğuş Sebepleri
İSLÂM
MEZHEPLERİ
TARİHİ
Prof. Dr. Hasan ONAT
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• İslam Mezhepleri Tarihinin kısa geçmişini ve
yöntemini bileceksiniz.
• İslam Mezhepleri Tarihi kaynakları ile ilgili
problemleri öğreneceksiniz.
• İslam Mezhepleri Tarihi okumalarında dikkat
edilmesi gereken hususları ana hatlarıyla
bileceksiniz.
• Mezheplere ayrılma nedenlerini öğreneceksiniz.
• Din-Mezhep ilişkisini bileceksiniz.
ÜNİTE
1
Giriş
İslam Mezhepleri Tarihi, Tanım, Amaç ve Kısa Tarihçe
İslam, Kur’an’ın temel kurucu ilkeleri etrafında, Hz. Muhammed’in en
güzel örnekliğinde şekillenen bir dindir.
Bir insanın Müslüman olması, Kur’an’da belirtilen temel iman esasları
olan Tevhid, Ahiret ve Nübüvvet’e inanması ile mümkün olur. Bu esaslara
inanan her insan Müslümandır ve İslam dairesi içindedir. Vahyin insanla
buluştuğu andan itibaren ortaya çıkan bütün anlama biçimleri esas itibariyle
yorumdur ve beşeri bilgidir; insan, vahyi ve her türlü bilgiyi yorumlayarak alır
ve yorumlayarak üretir.
Hz. Muhammed’in peygamberlikle görevlendirilmesi, insanlık
tarihinde bir dönüm noktasını işaret etmektedir. Kur’an’ın ilk inen ayetleriyle
birlikte okumanın, düşünmenin, yazmanın, kalemin ve kitapın öne çıktığı;
merkezinde Tevhidin, fıtratın, aklın ve yüksek insani değerlerin yer aldığı yeni
bir medeniyet yürüyüşü başlamıştır. Bu süreçte en etkin unsurlardan biri,
Kur’an’ın getirdiği yeni bakış açısıdır. Kur’an, insanoğlunun insana, tabiata,
dünyaya ve dine bakışını, fıtrata uygun noktaya taşımış, aklın ve yaratıcı
yetilerin önünü açmıştır.
Kur’an, ısrarla insanın düşünmesini, aklını
kullanmasını istemiştir. Kur’an, doğru verilerle doğru düşünmeyi başarabilen
insanın, doğruyu bulabileceğinden emindir; insan aklına güvenmektedir.
Kur’an, insanın bilgiye açık olmasını ister. Kur’an, insanın “bilmediği şeyin
ardına düşmemesini” (17/36), her sözü dinleyip, anlayıp “en güzeline
uymasını” (39/18), zanla değil, bilgi ve belge ile hareket etmesini ister. Hz.
Muhammed de, bilim talep etmenin kadın-erkek her Müslümana farz
olduğunu belirtir.
Kur’an’ın getirdiği bu bakış açısı, kısa sürede etkisini göstermiş;
Müslümanlar bir yandan olay ve olguları doğru anlamaya ve açıklamaya
çalışırken; diğer yandan da bilgiye, öğrenmeye açık hale gelmişler ve insanlığın
birikimine talip olmuşlardır. Kur’an’ın “Oku!” emri, Müslümanı “eşyanın
hakikatini”, olay ve olguların iç yüzünü anlamaya sevk etmiş; bir “yitik”
ararcasına bilginin peşine düşürmüştür. Hem ulaşılabilen her türlü bilgi
öğrenilmiş, hazmedilmiş hem de yeni bilgi alanları yaratılmış ve bilimsel bilgi
üretilmiştir. Böylece, İslam medeniyetini inşa eden bilimsel zihniyetin,
medeniyet bilinci ve bilimsel birikimin temelleri atılmıştır. İşte bugün İslam
bilimleri denilen Fıkıh Usulü, Kelam, Tefsir, Hadis, İslam Tarihi, İslam
Mezhepleri Tarihi gibi disiplinler, bu bakış açısının ve birikimin ürünü olarak
ortaya çıkmıştır. İslam bilimleri, en temelde Müslümanların İslam’ı ve insanı
anlama çabasını özünde barındıran, Müslüman bilim geleneği çerçevesinden
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Giriş
ortaya çıkan beşeri birikimin ana damarlarının adıdır. İslam Mezhepleri Tarihi,
İslam bilimleri yelpazesinde yer alan, amacı ve konusu belli olan, kendine özgü
bir yöntemi bulunan bir disiplindir.
İslam Mezhepleri Tarihi, adından da anlaşılabileceği gibi, öncelikle
“mezhep” adı altında ortaya çıkan beşeri oluşumları araştırır. Kısaca, din
anlayışındaki farklılıkların kurumsallaşması sonucu ortaya çıkan bütün beşeri
oluşumlar, İslam Mezhepleri Tarihinin ilgi alanı içindedir. Bunlar en başta
Haricilik, Şiilik, Mürcie ve Mutezile gibi daha çok siyasi saiklere dayalı olarak
ortaya çıkan, “fırka” da denilen oluşumlardır. Hanefilik, Şafiilik, Malikilik ve
Hanbelilik gibi esasta itikadi olmasına rağmen sonuç itibariyle amelde ortaya
çıkan farklılıklarla kendini ortaya koyan ameli/fıkhi mezhepler de İslam
Mezhepleri Tarihi’nin ilgisiz kalamayacağı konulardır. Sayısı yüzlerle ifade
edilebilecek fıkhi mezheplerin itikadi bir boyutunun olmadığı elbette
söylenemez. Kadiyanilik, Bahailik gibi vahiy algısındaki ve mehdilik-mesihlik
konusundaki anlayış biçimi ile kendini ortaya koyan oluşumları da İslam
Mezhepleri Tarihi araştırır. Ayrıca, günümüzde farklı din anlayışları ile insanları
çeken birtakım dini cemaatler, dini akımlar, yeni dini arayışlar, oluşumlar ve
hareketler de İslam Mezhepleri Tarihi’nin araştırdığı alanlardır.
İslam Mezhepleri Tarihi’nin temel amacı, ilgi alanına giren mezhep ve
benzeri oluşumları bilimsel yöntemlerle araştırmak ve bu alanda bilimsel bilgi
üretmektir. Mezhepler Tarihçisi, ilgilendiği mezheple ilgili günümüze ulaşan
bütün bilgi, belge ve bulguları değerlendirerek, bir anlamda imkânlar
nispetinde aslına en uygun şekilde ilgilenilen mezhebi yeniden inşa etmeye
çalışır. Bunun için de, yapılması gereken ilk iş, bütün mezheplerin ve benzeri
oluşumların insani olduğu gerçeğinden hareketle, adaletle, dürüstçe verilere
dayalı olarak mezhepleri anlamaya çalışmaktır.
İslam Mezhepleri Tarihinin konusunu, amacını ve yöntemini esas alarak
şöyle bir tanım yapılabilir: İslam Mezhepleri Tarihi, beşeri oluşum olan
mezhepleri ve diğer din anlayışlarını, farklılaşmaya yol açan esas fikirlerin
neler olduğu, nasıl doğduğu, hangi yerde hangi zaman diliminde hangi
olaylarla irtibatlı olduğu; nasıl bir süreçte kurumsallaşmaya yol açtığı,
kurumsal yapıların nasıl bir süreç takip ettiği, nerelerde etkin olduğu, bu
süreçte ortaya çıkan gelişmelerin nelere sebep olduğu; üretilen görüş ve
düşüncelerin İslam düşüncesine ne gibi katkılar sağladığı bakımlarından
araştıran; bu mezheplerin kendi kaynaklarını merkeze alarak, onlarla ilgili
süreçleri güvenilir belge ve bilgilere dayalı olarak, bilimsel yöntemle yeniden
inşa etmeye çalışan bir disiplindir. (Krş. Onat, Fığlalı’nın Yeri, Kutlu, Giriş, 1011)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Giriş
İslam Mezhepleri Tarihi, her şeyden önce İslam’ı bir bütün olarak
görme ve farklı anlayış biçimlerini bir zenginlik olarak kabul etme imkânı
sağlar. Diğer dinlerin olduğu gibi İslam’ın da tek bir anlaşılma biçimi yoktur.
Her insanın din anlayışının bile özgün boyutları olduğu düşünülürse,
farklılıkların kurumsal nitelik kazanması ile oluşan her mezhebin, dinin
anlaşılma biçimlerinden sadece biri olduğu kolayca görülebilir. Üstelik her
mezhebin de değişerek, dönüşerek ve farklılaşarak daha sonraki nesillere
ulaştığı unutulmamalıdır. İslam Mezhepleri Tarihi, farklı anlayışlara dayalı
oluşumların İslam’la özdeşleştrilemeyeceğini bilmeyi mümkün kılar. Adı ne
olursa olsun, hiçbir mezhep veya dini anlama biçimi İslam’la aynileştirilemez.
İslam Mezhepleri Tarihi, dinin insan için olduğunu, insan hayatına anlam
kazandırdığını; hatta dinin de insanla anlam kazandığını ortaya koyar. İslam
Mezhepleri Tarihi, din alanındaki farklılaşmaların temelinde insan gerçeğinin
yattığını kavrama imkânı verir.
İslam medeniyeti, insanın bizatihi değer olduğu bilinci ile evrensel
ölçekte değer üretmeyi, insan onurunu yüceltmeyi ve tabiatı Allah’ın bir
emaneti görerek imar etmeyi esas alan bir medeniyet olmuştur. Bu
medeniyet, Müslümanlar farklılıkları zenginlik olarak gördüğü müddetçe
insanlığın ufkunu aydınlatmıştır. Müslümanların İslam ortak paydasını göz ardı
etmeksizin oluşturdukları, adına “mezhep” denilen beşeri oluşumlar; İslam
medeniyetinin ana arterlerini meydana getirmişlerdir. Mezhepler, hem dinin
anlaşılması planında, hem de insanın düşünce, tutum, tavır ve eylemlerinde
bir tür ikinci derecede paradigma işlevi gördüğü için, İslam medeniyetinin
layıkıyla anlaşılabilmesi, ona vücut veren, onu besleyen ana damarların, yani
İslam düşünce ekolleri olan mezheplerin doğru anlaşılmasına bağlıdır.
Müslümanların on dört asrı aşan tarihleri boyunca, meydana getirilen
medeniyete rengini, hiç kuşkusuz İslam ortak paydası kazandırmıştır. Bu
yüzden İslam medeniyetinden söz edilmektedir. Tarihsel akışa dikey olarak
bakıldığında bu algının yanlış olmadığı hemen görülebilir. Ancak, bir de
medeniyetin yatay algılanması, yani Müslümanların yaşadıkları farklı
bölgelerde bu ortak paydanın, ortak rengin kazandığı çeşitlilik ve zenginlikler
söz konusu olduğunda bakış açısı da farklılık arz etmek durumundadır. İslam
medeniyetinin gerçek anlamda “medeniyet” olarak ilk çiçeklendiği HorasanMaveraünnehir bölgesinde, Tek Tanrı’ya inanan, yerleşik hayatın özgün
tecrübesine sahip Türklerin katkısı elbette göz ardı edilmez. Fakat HanefiMaturidi geleneğini hesaba katmaksızın, bu bölgedeki medeniyet hamlesini,
özellikle de yaratıcı düşüncenin nasıl medeniyet hamurunu yoğurduğunu
anlayabilmek ve açıklayabilmek pek mümkün olmaz. Bağdat, Basra
denildiğinde Mutezileyi hatırlamadan geçmek, doğru değildir. Mısır’da İslam
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Giriş
Makalât, İlmu’l-Makalât,
İlmu Makalâti’l-Fırak
terimleri erken
dönemde İslam
Mezhepler için
kullanılmıştır.
Milel-Nihal türü eserler,
Mezhepler Tarihi’nin
gelişim çağında daha
çok Ehlisünnet âlimleri
tarafından savunma
amacıyla yazılmıştır.
öncesinin birikimi, Emevi-Abbasi katkılarının yanında, Fatımilerle farklı
boyutlar kazanmıştır. Kısaca söyleyecek olursak, on dört asırlık süreçte İslam
medeniyetinin ana renklerini İslam Mezhepleri Tarihinin sayfalarında takip
edebileceğimiz Haricilik, Mürcie, Mutezile ve Şiilik, daha sonra Ehlisünnet gibi
itikadi ekollerle birlikle, Hanefilik, Şafiilik, Hanbelilik ve Malikilik gibi amelifıkhi ekoller oluşturmuştur. Ara renkleri bu mezheplerin alt kolları ile tarihin
derinliklerinde kaybolup gitmiş yüzlerce fıkhi-ameli ekol meydana getirmiştir.
İslam Medeniyeti, on dört asrı aşan tarihi akışta, bütün Müslümanların
katkıları ile yaratılmıştır. İslam ortak paydası göz önünde bulundurulduğu
takdirde, her mezhebin bu akıştaki yeri ve katkısı daha kolay anlaşılabilir.
İslam Mezhepleri Tarihi, İslam bilimleri içinde en erken teşekkül
eden disiplinlerden biri olup evveliyatı 1300 yıl öncesine kadar gitmektedir.
İslam Mezhepleri Tarihi geleneğinin oluşum aşamasında ilk kullanılanlar,
“Makalât”, “İlmu’l-Makalât” ve “İlmu Makalâti’l-Fırak” gibi isimler
olmuştur. Bu tür eserler, “mezhep” kategorisine girebilecek ilk oluşumların
yeni yeni teşekkül etmeye başladığı dönemlerde, daha çok bu oluşumlara
mensup kimseler tarafından kaleme alınmış yazılardır. Hicretin birinci
yüzyılından itibaren başlayan birtakım siyasi ve itikadî tartışmalar üzerine,
muhtelif fırkalara mensup şahısların, kendi görüşlerinden birini veya
birkaçını açıklayan sözleri oldukça kısa idi ve bu sözlerden her biri, şu veya
bu fırkanın yürüdüğü yol ile uyuşan bir görüşe işaret eden belli bir meseleyi
bir ‘makale’ çerçevesi içinde ele alıyordu. Ehlisünnet’in dışındaki mezhep
mensuplarınca yazılan bu küçük eserlere, bu sebepten ‘Makale’ (çoğulu
Makalât); eserleri ortaya koyanlara da ‘Ashabu’l-Makalât’ deniyordu.
Haricilik, Şiilik, Mürcie, Mutezile gibi büyük mezhepler ortaya çıkıp,
itikadi görüşlerini açıkça ortaya koymalarından sonra, Mezhepler Tarihçiliği
geleneğinde, adına “Milel-Nihal” dediğimiz yeni bir dönem başlamıştır. Bu
dönemde kaleme alınan bu tür eserler, çoğu zaman mukayeseli bir tarzda
mezhepleri anlatırken, muhtelif dinlerin görüşlerine de yer vermiştir.
“Milel-Nihal” dönemi eserlerinin kaleme alınmasında dikkat çeken
en önemli hususlardan birisi, daha çok Ehlisünnete mensup âlimlerin,
Ehlisünnetin dışındaki mezheplerin görüşlerinin bâtıl olduğunu, “Fırka-ı
Nâciye” (Kurtuluşa eren fırka)nın sadece Ehlisünnet olduğunu ortaya
koyma gayretidir.
Milel-Nihal döneminden itibaren kaleme alınan, başta Naşi el-Ekber
(293/ 905)’in Usulu’n-Nihal’i, Eş’arî(324/ 935)’nin Makalatu’l-İslamiyyin’i
olmak üzere bütün eserler, İslam Mezhepleri Tarihi’nin en temel
eserleridir. Bu dönemin doruk eserinin Şehristanî (548/1153)’nin el-Milel
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Giriş
ve’n-Nihal’i olduğunu söylemek mümkündür. Bütün bu eserler, her ne
kadar, savunma amacıyla kaleme alındıkları için objektiflikten uzak olsalar
da, “İslam düşünce ekollerinin serüvenini anlamak isteyenler için bir hazine
değerindedirler.
Makalat ve Milel-Nihal döneminden sonra da mezhepler ilgi odağı
olmaya devam etmiştir. Bu doğrultuda Selçuklu ve Osmanlılar döneminde
pek çok eser kaleme alınmıştır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluşu
ile birlikte, eğitim-öğretim hayatında da yeni bir dönem başlamıştır. 3 Mart
1924 tarih ve 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun 4. Maddesi ile
“yüksek diniyat mütehassısları yetiştirmek üzere” Daru’l-Fünun bünyesinde
bir “İlahiyat Fakültesi”nin kurulması kararlaştırılmıştır. Mayıs 1924
tarihinden itibaren eğitim-öğretim faaliyetine başlayan İlahiyat
Fakültesi’nde, Kâtib-i Umumi Muallim Yusuf Ziya (Yörükan) İslam
Mezhepleri Tarihi dersini okutmuştur. 1933 yılında Darü’l-Fünun
lağvedilmiş ve İlahiyat Fakültesi de, “öğrenci yokluğu” gerekçesiyle
kapatılmıştır. Daha sonra İstanbul Üniversitesinde, İlahiyat Fakültesi yerine
Edebiyat Fakültesine bağlı olarak İslam Tetkikleri Enstitüsü kurulmuştur. Bu
enstitü de 1941 yılında hoca ve talebe yokluğundan kapanmıştır.
1949 yılında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi kurulduğunda,
“İslam Dini ve Mezhepleri Tarihi” adıyla okutulan dersin hocası yine Prof.
Yusuf Ziya Yörükan’dır. Bu dersin adı, 1954 yılında “İslam Mezhepleri
Tarihi” şeklini alır.
Yüksek Öğretim Kurulunun 17. 10. 1991 tarih 2547 sayı 7-d/2
maddesi ile İslam Mezhepleri Tarihi, Ana Bilim Dalı haline gelmiştir. 2809
sayılı kanunun 3. maddesi çerçevesinde gerçekleştirilen yapılanmada, bu
ana bilim dalı bünyesinde, Klasik İslam Mezhepleri Bilim Dalı ve Çağdaş
İslam Akımları Bilim Dalı oluşturulmuştur.
İslam Mezhepleri Tarihi’nin Yöntemi
İslam Mezhepleri Tarihi’nde takip edilen yöntem, hiç kuşkusuz
bilimsel bir yöntemdir. “Bilimsel yöntem, olgusal nitelikli problem çözmenin,
bilim üretmenin bilinen ve belli süreçleri olan, en güvenilir yolu olarak kabul
edilir”. (Karasar, 12). Bilimsel bilgiyi, en genel anlamda olgusal, sistemli, akılcı,
birikimli, sağlam ve göreli bilgi olarak tanımlarsak, bizi böylesi bir bilgiye
götürecek süreç ya da süreçler, bilimsel yöntem olarak ortaya konulabilir.
Bilim, en temelde insan ürünüdür. Tabiat bilimleri, insanın kendisini
içinde bulduğu varlık alanını anlama ve açıklama faaliyetidir. Buna Tanrısal
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Giriş
aklın nasıl işlediğinin anlaşılması demek de mümkündür. İnsan bilimleri ise,
insan aklının nasıl işlediğinin anlaşılması faaliyetidir. İnsan ürünü ve göreceli
olan bilim, diğer bilgi türlerinden farklı olarak güvenilebilir, sağlam ve
savunulabilir bilgi olmak durumundadır. Durum böyle olunca, ne doğa
bilimlerinin yönteminin diğer alanlara dayatılması ne de diğer alanlardaki
yöntem anlayışının genel geçerliğinin iddiası söz konusu olacaktır. Sağlıklı
bilim algısı, her alanın, bilim ortak paydası altında, kendine özgü boyutları olan
bir yöntem geliştirmesine engel değildir.
Bütün bilim alanlarında geçerli olacak, yöntem ilkelerinden bazılarını
şöyle sıralamak mümkündür: Bilimsel yöntem; açık seçiktir, denetlenebilir;
yansızdır; eleştirici ve düzelticidir; deneyicidir; akla uygundur; duyarlığı
yüksektir; olgusal düzeyde, bilinen en güvenli problem çözme yöntemidir
(Karasar, 17) . İslam bilimlerinin yeri İnsan Bilimleri/Sosyal Bilimler/Manevi
Bilimler alanıdır. Çünkü İslam bilimleri, Müslüman insanın İslam’ı anlama ve
yaşama konusundaki çabalarını yansıtmaktadır. Bu durum İlahiyatçıya,
Felsefe-Sosyoloji-Psikoloji-Antropoloji gibi alanların yöntem desteğini ve
birikimini kolayca kullanma imkânı sağlayacaktır.
İslam bilimleri, Sosyal Bilimler/İnsan Bilimleri şemsiyesi altında yer
alacakları için, beş kademeden oluşan, en üstte de bilim adamının kişisel
anlayışı ile taçlanan bir yöntemle çalışılacaktır. En temelde bütün bilimlerde
ortak olan genel bilimsel yöntem; onun üzerinde Sosyal Bilimlerin yapısal
özellikleri ile örülen, açıklayıcı anlamayı da içeren Sosyal Bilim Yöntemi; onun
üzerinde İslam bilimleri Yöntemi; daha sonra İslam bilimleri içindeki uzmanlık
alanlarının kendine özgü niteliklerini öne çıkartan İhtisas Alanı Yöntemi ve
nihayet bilim adamının yöntem anlayışının özgün nitelikleri. Bu piramit bize,
İslam/İlahiyat Bilimlerinde ihtisaslaşmanın bir derinleşmeden çok bir
yükselme olması gerektiğini de göstermektedir. Bu, hem yöntem hem de alan
olarak yükselmedir. İslam Mezhepleri Tarihi alanında çalışan bir insan, sağlıklı
bir bilimsel bilgi birikimine sahip olabilmek için, Temel İslam bilimlerinin
oluşturduğu bir zemin üzerinde, Kelamın, İslam Tarihinin ve İslam Felsefesinin
desteğini de alarak, Mezhepler Tarihi çizgisinde yükselmek durumundadır.
İslam Mezhepleri Tarihi, İslam bilimleri yelpazesinde Kelam ve Tarih
arasında kendine özgü yeri olan bir disiplindir. Özellikle Kelam ve tarih
kaynaklarından yararlanmasına, bu iki disiplinle sıkı işbirliği yapmasına
rağmen, her ikisinden de farklı bir yeri vardır. İslam Mezhepler Tarihi,
Kelam’dan, süreçleri esas alması, İslami bütünlüğün mezhepler üstü bir
yaklaşımla fark edilmesi ve savunmacı bir yaklaşıma sahip olmamasıyla ayrılır.
Tarih’ten de, Tarih’in zeminini kullanmasına rağmen, din anlayışı noktasındaki
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Giriş
farklılaşmalara dayalı kurumsallaşmaları, öncelikle bu yapıların kendi
kaynaklarını esas alarak yeniden inşa etmeye çalışmakla ayrılır.
İslam Mezhepleri
Tarihi’nin Kelam’la
ayrıldığı asıl nokta
olgulara savunmacı bir
yaklaşımla değil;
bilimsel ve tarafsız
olarak bakmasıdır.
İslam Mezhepleri Tarihi’nin amacının esas itibariyle bilimsel bilgi
üretmek olduğunu söylemiştik. Bu alanda yürütülen bilimsel faaliyet, aynı
zamanda dinin anlaşılma biçimi olan mezhepleri yeniden inşa etme
faaliyetidir. Bu faaliyetin sağlıklı olabilmesi için öncelikle malzemenin, yani
bilgi, belge ve bulguların bütün imkânlar seferber edilerek toplanması tasnif
edilmesi; fikir, hadise, zaman ve mekân irtibatının doğru bir şekilde kurulması
gerekmektedir. Her mezhep, her dini oluşum bir yerde, bir mekânda ortaya
çıkar. Her mezhebin oluşumunda ve kurumsallaşma aşamasında etkin olan
fikirler vardır. Her fikir toplum içinde üretilir, içinde geliştiği olaylar olduğu
gibi, fikirler yeni olayları da beraberinde getirebilir. Her mezhep bir zaman
diliminde ortaya çıkar, bazıları tarihin karanlıklarında kaybolup giderken,
bazıları da değişerek dönüşerek de olsa varlığını sürdürebilir. Bu bakımdan
kısaca “fikir-hadise irtibatı” diye formüle edilebilecek ilke, Mezhepleri ve
benzeri oluşumları anlama ve inşa etme sürecinde özel bir önem taşır.
Mezhepler tarihçisi, adalet duygusu ile tarafsız olarak, verileri bağlamından
kopartmadan yerli yerince kullanarak tarihin karanlıklarını aydınlatmaya
çalışır. Bu alanda bilimsel bilgi üretebilmek için, takip edilen süreçlerin açık
seçik olması gerekir. Ortaya çıkan sonuçların, mevcut belgelere dayalı olduğu,
yeni belge, bilgi ve bulguların ışığında yeniden gözden geçirilmesi gerektiği
unutulmamalıdır.
Mezheplerle ilgili inşa faaliyetinin ilk aşaması veri toplama, tasnif etme
ve veriler üzerinde çalışma şeklinde ortaya çıkar. Diğer bilim alanlarında
olduğu gibi İslam Mezhepleri Tarihi de, ele alınan konu ile ilgili olarak bize
intikal eden belgelerle var olmak durumundadır. Mezhepler Tarihi açısından
belge, herhangi bir mezheple ilgili yazıya geçmiş, kayıt altına alınmış bilgidir.
Yazılı belgenin dışında da, birtakım bulgular bize bilgi verebilir.
Belgelerle ilgili değerlendirme yapabilmek için öncelikle şu üç önemli
hususun belirtilmesinde fayda vardır: Birincisi, belgeleyen insandır. İnsanın
içinde yaşasa bile, hiçbir olayı bütünüyle kavraması ve belgelemesi mümkün
değildir. Belgeyi değerlendiren de insandır. İkincisi, mezheplerle ilgili yapılan
her çalışma, bir inşa faaliyetidir. Belki bir binayı, kalıntılarına, hakkındaki
bilgilere dayalı olarak, aslına yakın bir şekilde yeniden inşa etmek mümkün
olabilir. Ancak, mezheplerle ilgili inşa faaliyeti için öncelikle sağlam bir zemin
bulmak pek kolay değildir. Çünkü en temelde bir mezhebe mensup bireylerin
algısı ile genel mezhep algısı; mezhebin içinde olanların algısı ile dışında
olanların algısı, hiçbir zaman birebir örtüşmez. Üstelik bize ulaşan belgeler de,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Giriş
bu algılardan süzülerek gelmişlerdir. Üçüncüsü, Müslüman kültürde ve
zihniyetinde “süreç” algısının sağlıklı olduğunu söyleyebilmek biraz zordur.
Süreçleri hesaba katmadan, bırakın mezhepleri yeniden inşa etmeyi, insanı
anlamak bile mümkün değildir.
Geçmişten bize intikal eden her şeyin, hiç şüphesiz kendine özgü bir yeri
ve değeri vardır. Ancak bu durum “belge”nin kutsiyet kazanmasına yol
açmamalıdır.
Hiçbir
belge,
bağlamından
bağımsız
olarak
değerlendirilmemelidir.
İslam mezhepleri açısından bilimsel bilgi; öncelikle apaçık, sağlam,
güvenilebilecek ve savunulabilecek doğru bilgidir. Bu ve benzeri vasıflar
taşıyan bilgiyi elde edebilmek için, öncelikle malumatın kaynak ve aidiyet
açısından sağlamlığının ve güvenilirliğinin teyit edilmesi gerekmektedir. Daha
sonra da, içerik açısından bilgi değerlendirilir.
İslam Mezhepleri Tarihi
araştırmacısı, mezhebin
kendi kaynaklarına
öncelik vermelidir.
İslam Mezhepleri Tarihi açısından belgelerde öncelik, her mezhebin
kendi kaynaklarına verilmek durumundadır. Bilimsel yaklaşım ve daha
kapsayıcı olan “bilimsel adalet” bunu gerektirir. Herhangi bir mezhebi
muhaliflerin görüşlerini esas alarak doğru anlayabilmek pek mümkün değildir.
Ancak sadece o mezhebin kendi mensuplarının görüşleriyle yetinmek de
sağlıklı anlamayı engelleyebilir. Mensubiyet duygusu, özünde kendi mezhebini
yüceltmeyi, mensup olanların aidiyet duygularını güçlendirmeyi, kazanılması
muhtemel kimselerin gönüllerini okşamayı esas alır. Bazen geçişlilikleri
önlemek için en yakın mezheplerle olan duvarlar kalınlaştırılır. Bazen
muhalifler üzerinden meşruiyet oluşturulmaya çalışılır. Bütün bunlara rağmen,
Mezhepler Tarihi araştırmalarından belge olarak her mezhebin kendi
kaynaklarına öncelik verilmesi adaletin gereğidir.
Muhaliflerden gelen belgeleri yok saymak elbette mümkün değildir. İşin
gerçeği, geçmişten bize intikal eden her belge, içinde bir şekilde hakikat
kırıntılarını barındırır. İşte bilim adamı belge üzerinde çalışırken, bunları
yakalamaya çalışmalıdır.
Araştırmacı, araştırdığı mezheple ilgili bütün bilgiler üzerinde titizlikle
çalışmalı, belgenin bağlamını tespit etmeli, güvenilirliğini sorgulamalı ve
belgeleri birbiri ile mukayese etmelidir. Belgelerdeki hakikat kırıntıları bir
araya geldiği zaman beklenmedik bir aydınlık sağlayabilir. Ayrıca belgelerin
tasnifi de özel bir önem taşımaktadır.
Bilimsel bilgi, birikimli bir bilgidir; bütün bilim dallarında daha önce
oluşmuş birikimin üzerine yeni bir şeyler ilave edilerek yeni bilgiler, teoriler
üretilir. Her bilim adamı, eğer sağlam iş yapmak istiyorsa, öncelikle sahip
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Giriş
olduğu, üretim için esas alacağı bilginin kaynağını iyi bilmek zorundadır. Çünkü
kaynağı bilinmeyen bilginin içerik bakımından sağlıklı bir değerlendirmesini
yapmak her zaman mümkün olmaz.
İslam Mezhepleri Tarihi Yöntemine Göre Dini Bilgi-Beşeri Bilgi
İslam bilimlerinde bilginin kaynağı denildiği zaman akla gelen, vahiy ve
akıl olmaktadır.
Vahyi Bilgi; Kur’an’da yer alan bütün bilgilerdir. Hz. Muhammed,
kendisine gelen vahyi, vahiy kâtiplerine yazdırtmıştır. Bugün elimizde bulunan
Kur’an, Hz. Muhammed’e gelen vahiylerden meydana gelmiştir. Kur’an’ın
dışındaki bütün bilgiler, Hz. Muhammed’in söz ve fiilleri de dahil beşeri bilgi
kategorisindedir. Hz. Muhammed, sağlığında vahiy muamelesi yapılması
gereken vahyi, vahiy kâtiplerine yazdırdığına göre, bunun dışındaki bilgiler
arasında vahiy olsa bile, onlar beşeri bilgi kategorisinde olmak durumundadır.
Hz. Muhammed’le birlikte vahiy kapısı kapanmış olduğuna göre, artık,
hiç kimse İslam’ın sınırları dahilinde kendisine vahiy geldiğini iddia edemez.
Dolayısıyla, Müslümanların bütün tarihleri boyunca üretilen bütün bilgiler
beşeri bilgidir; sonuna kadar her türlü tenkit ve tahlile açıktır.
Hz. Peygamber’den bize intikal eden her şeye, metodik şüphe ile
yaklaşmak, bilimsel düşüncenin gereğidir. Bu yaklaşım tarzı, hadisleri ve
sünneti inkâr etmek, görmezlikten gelmek demek değildir. Tam tersi, Hz.
Peygamber’den bize intikal ettiği söylenen her şeye, onun “örnek” alınması ve
doğru anlaşılmasını kolaylaştıracağı düşüncesi ile daha bir önemseyerek
yaklaşmaktır. Söz konusu olan Hz. Muhammed ise, onun hakkında mümkün
olabilecek en “doğru” bilgiye sahip olmak, onun peygamber olduğuna
inanmanın gereğidir.
Kur’an, Hz. Muhammed’in bir beşer olduğunun altını çizer ve onu diğer
insanlardan ayıran yegâne özelliğin, Allah katından vahiy alması oluğunu
belirtir. Mevcut yaygın anlayışta ise Hz. Muhammed’in beşeri yönü, neredeyse
kaybolmuş gibidir. Baştan ayağa mucize bir peygamber tasavvuru ortaya
çıkmıştır. Oysa Hz. Muhammed’i doğru anlayabilmek, onu örnek almanın da,
İslam’ı doğru anlamanın da en önemli koşullarından biridir.
Vahyi bilgi-beşeri bilgi konusundaki bu yaklaşım tarzı, bilimsel
yaklaşımın beraberinde gelen bir anlayıştır. Tarih boyunca Müslümanların
çoğunluğu böyle anlamış olsa bile, zaman zaman Kur’an’ın Allah kelamı
olduğunu söylemesine rağmen, kendisine vahiy geldiğini iddia eden insanlar,
hatta mezhep kurucuları olmuştur. Sufi gelenekte “ilham” bir bilgi kaynağı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Giriş
olarak görülmüştür. Bu tür yaklaşımları, “yorum” kategorisinde ele almak
imkân dâhilindedir. Çünkü İslam Mezhepleri Tarihi açısından esas olan,
ilgilenilen mezhebe mensup olanları yargılamak değil, onların görüş ve
düşüncelerini aslına uygun olarak doğru anlamaya çalışmaktır.
Beşeri bilgi, insanın dış dünyadan gelen verilere, tecrübesine, anlayışına
dayanarak ürettiği bilgidir. Bu tür bilginin doğru olmama ihtimali her zaman
mevcuttur. Aslında bu bağlamda göreceliğin insanın varlık yapısından
kaynaklandığını söylemek mümkündür. İnsan her şeyi yorumlayarak anlar.
Anlamanın dereceleri vardır. İnsan aynı zamanda unutkan bir varlıktır. Vahiy
söz konusu olmayınca, beşeri bilgi için eleştirel yaklaşım daha bir önem
kazanmaktadır.
Kaynak Kritiği
Yazarı tanımak,
kaynak kritiğinin ilk
adımıdır.
Geçmişten bize intikal eden her türlü bilgi ve belge, önemlidir,
değerlidir. Ancak, bir kitabın, bilginin ya da belgenin, bize ulaşmış olması, tek
başına ondan yararlanabilmek için yeterli değildir. Özellikle en önemli bilgi
kaynağımız olan kitapları merkeze alarak düşünecek olursak, onun yazarı,
hangi zaman diliminde yazıldığı, niçin yazıldığı, en az içeriği kadar önemlidir.
“Kaynak kritiği” de denilebilecek bu eleştirel yaklaşım, içeriğin doğru
anlaşılabilmesinin gereklerindendir. Kaynak kritiğinden ilk adım, yazarı
tanımaktan geçmektedir. Her ne kadar bir metni yazarından daha iyi
anlamanın mümkün olabileceği iddiası var ise de, yazarı tanımanın metni
doğru anlamayı kolaylaştıracağı bilinen bir husustur. Yazarı tanımak, onun
kim olduğunu, nasıl bir ortamda nasıl bir geleneğin içinde büyüdüğünü, aile
yapısını, hocalarını, okuduğu kitapları bilmekle mümkün olabilir. Şii bir yazar,
Sünnilerin egemen olduğu bir ortamda yaşamış ve eserlerini orada kaleme
almış ise, ortamı doğru çözümlemeden yazarı anlamak kolay olmaz. Siyasi yapı
ve toplumdaki güç dengelerinin insanlar üzerinde etkili olmadığı elbette
söylenemez. Yaratıcı yetileri yüksek insanların güvenli ve takdir gördükleri
ortamları tercih etmeleri tesadüf olmamalıdır.
Bir âlim, ne kadar bilgili olursa olsun, içinde yetiştiği koşullardan
bağımsız değildir. Daha da ötesi, her insanın içinde yetiştiği ortamın ürünü
olduğunu söyleyenler, pek de haksız sayılmazlar. Yazarın yaşadığı dönemi,
kitabın yazıldığı ortamı bilmek de çoğu zaman yetmemektedir; yazarın o eseri
hayatının hangi döneminde yazdığı da önemlidir. Mesela, Eş’ari’nin
Makalat’ını, onun Mutezile döneminde mi, yoksa daha sonra mı yazıldığını
bilmeden doğru değerlendirmek biraz zordur. Bir başka ifadeyle, Eş’ari’nin
Mu’tezile hakkındaki verdiği bilgiler, Mutezili iken müspet; Mutezili
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Giriş
görüşlerden vazgeçtikten sonra ise, aşırı derecede olumsuzdur. Sanki, Eş’ari,
kendisinin Mutezili bir geçmişi olduğunu silmek için özel çaba sarf etmiş
gibidir.
Herhangi bir eserden iyi bir şekilde yararlanabilmenin bir diğer koşulu
da, eserin ve yazarının ait olduğu yeri, zamanı ve geleneği bilmektir. Eserin
hangi alanla ilgili olduğu kadar, yazarın hangi eğilimle eserini kaleme aldığı da
önem taşımaktadır.
İkinci aşama olan
fikir, olay, zaman ve
mekân irtibatı, doğru
sonuç alabilmenin
vazgeçilmez bir
unsurudur.
İslam Mezhepleri Tarihi açısından belirleyici /kurucu olması gereken
belgenin, söz konusu mezhebin kendisine ait olmasının çok önemli olduğuna
dikkat çekmiştik. Zaman ve mekan meselesi, belgenin odaklanılan zaman
dilimine yakınlığına göre de değer kazanmasını sağlamaktadır. Aslında birinci
el kaynak denildiğinde, araştırılan konuya ve zamana en yakın olan, hatta
mümkünse olayın tanıklarından gelen bilgilerin kaynakları akla gelmektedir.
Kaynak kritiği, aynı zamanda belgenin, ya da kaynakların içeriğinin de
eleştirel bir yaklaşımla değerlendirilmesini gerektirir. Şekil bakımından
güvenilir bulunan bir bilginin içeriği güvenilir olmayabilir. İçerik tahlilinde en
önemli kriter akla uygunluktur. Bir bilginin apaçık, güvenilir, savunulabilir
olması, öncelikle onun, akla, eşyanın hakikatine, olayların mantığına uygun
olmasına bağlıdır.
Akıl, insanı ilgilendiren her konuda neyin doğru, neyin yanlış; neyin akla
uygun, neyin akla aykırı olduğu konusunda bize yol gösterebilir. Bir meselenin
aklın sınırları aşması ile akla aykırı olması aynı şey değildir.
Kavram kayması,
zaman-mekân
kaymasını da
beraberinde getirir.
Kaynak kritiği; eserin yazıldığı dönem, yazarın yetiştiği ortam, bize,
eserde kullanılan kavramların ve temel fikirlerin aidiyetleri hakkında sağlıklı
düşünme imkânı da sağlamaktadır. Şöyle ki, İslam düşünce tarihinin en temel
problemlerinden biri, kavram, fikir, zaman ve mekan kaymasıdır. Bu durum,
tarih bilinç ve bilgisinin, İslam bilimleri açısından özel bir önem taşımasının
sebeplerinden birisidir.
İslam Mezhepleri Tarihi alanında yürütülen bilimsel faaliyetin ikinci
aşaması, elde edilen güvenilir verilerin fikir, olay, zaman ve mekan irtibatının
kurulmasıdır. Burada önceliği kavramlar almaktadır.
Bilimsel bilgi kavramlar üzerine kurulur. Bilimsel düşünmek,
tanımlanabilen kavramlarla düşünmek anlamına gelir. Oysa İslam Mezhepleri
Tarihi’nin kavramlar konusunda ciddi sorunları vardır. Kaynakların pek
çoğunda kavramların kullanılmasında özenli olunduğunu söyleyebilmek
zordur. Bazen daha sonra üretilen, içeriği sonradan belirlenen kavramlar, çok
önceki olaylarla ilgili olarak kullanılmıştır. Bazen de tersi olmuş, önce üretilen
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Giriş
kavramlar daha sonraki olaylarla irtibatlandırılmıştır. Kavram kayması,
gerçekten ciddi bir sorundur. Bu durum, beraberinde zaman ve mekân
kaymasını getirmektedir.
Mezheplerin
menşelerini Hz.
Peygamber ile
irtibatlandırma çabaları
kavram kaymasına
neden olan
etmenlerdendir.
Ortaya çıkan her mezhep, her tarikat, hatta her cemaat kendisinin en
sahih olduğunu kanıtlayabilmek için, menşeini bir şekilde Hz. Peygamber’le ve
onun yaşadığı zaman dilimi ile irtibatlandırma yoluna gitmiştir. Mesela birinci
asrın son çeyreğinden önce Şia’dan ve Şii fikirlerden söz etmek mümkün
olmamasına rağmen, Şiiliğin tohumlarının bizzat Hz. Peygamber tarafından
atıldığı, pek çok Şii âlim tarafından dile getirilmiştir. Böylece hem Hz.
Peygamber’e Şiilikle ilgili hadisler söylettirilmiş hem de hiç alakası olmadığı
halde Şia kavramı o dönemde varmış gibi kullanılmıştır. Şiiler, Şia’nın Hz.
Peygamber’in sağlığında tohum olarak var olduğunu, onun vefatını müteakip
Hz. Ali’nin etrafında toplandıklarını iddia ederler.
Kavram kayması, Şia örneğinde görüldüğü gibi zaman ve mekân
kaymasına da sebep olmaktadır. Kavramların güvenilirliği İslam Düşünce
Tarihi’nin en temel problemlerinden birisidir. Özellikle toplumsal boyut
taşıyan kavramların; mezheplere, gruplara, cemaatlere verilen isimlerin
tarihsel akış içerisinde nasıl anlam değişikliklerine uğradıkları ve nasıl keyfi
olarak kullanıldıkları maalesef çok fazla dikkat çekmeyen bir husustur. Bunun
sebebi, belki de “süreç” mantığının çok fazla ön plana çıkmayışı olabilir. İslam
bilimlerinin bütün alanlarında, öncelikle kavramlar konusuna özen göstermek,
İslam düşüncesinin tarihi seyrini anlamayı kolaylaştıracağı gibi, Müslümanların
bilim dünyasına yapmış oldukları katkının ortaya çıkmasına da imkân
sağlayacaktır.
Fikir-hadise irtibatına dikkat etmemek, zaman, mekân ve fikir
kaymasının farkında olmamak, Müslümanların mevcut birikimini doğru
değerlendirmeyi güçleştiren bir husustur. Hiçbir fikir, görüş ve düşünce
boşlukta doğmaz; her fikrin mutlaka sosyal, siyasal, teolojik, felsefi vb.
dayanak noktaları ya da beslenme kaynakları ve oluştukları ortamları vardır.
İslam bilimlerinin hangi dalında araştırma yapılırsa yapılsın, kavram konusuna
ve “fikir-hadise” irtibatına dikkat edilmediği sürece, geçmiş hakkında doğru
bilgi sahibi olmak, kanaatimizce pek mümkün olmayacaktır. Bu da ancak,
İslam bilimleri alanında metodoloji konusunda bir ortak paydanın sağlanması
ile gerçekleştirilebilir.
İyi niyet ve
samimiyet olduğu
sürece farklılıklar
zenginliktir.
İslam bilimlerinin hemen tamamının tarihsel bir boyutu vardır. Bu
durum, tarih bilgi ve birikiminin, tarih bilincinin özel bir önem kazanmasına yol
açmaktadır. Geçmiş ve tarih aynı şey değildir. Tarih, her zaman geçmişin
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Giriş
yeniden inşası anlamına gelmektedir. Aslında geçmişle ilgili her türlü
araştırma, her türlü çalışma, biz farkında olmasak bile bir tür inşa faaliyeti
olarak karşımızda durmaktadır. O zaman, önemli olan, geçmişin doğru bilgi ile
doğruya en yakın biçimde inşa edilmesine çalışmaktır. Bu durum, özellikle
İslam dini ve Müslümanlar açısından özel bir önem arz etmektedir. Şöyle ki,
bugün Müslümanların kafasında, birbirinden çok farklı birden çok
Müslümanların Tarihi olduğu gibi, geçmişin bir şekilde kutsallaştırılması
diyebileceğimiz, tarih bilincinin oluşmasına engel olan yine birden çok tarih
telakkisi de vardır. Sadece “Dört Halife Dönemi” ile ilgili farklı anlayış
biçimlerini örnek olarak vermek, bu ifademizin daha iyi anlaşılmasını
sağlayabilir. Hariciler, Ebu Bekir ve Ömer dönemlerini ideal dönemler olarak
kabul edip, ilk altı yıldan sonra Osman’ı, Tahkim’den sonra da Ali’yi tekfir
etmişlerdir. Şia, imametin/hilafetin nass ve tayinle Ali’nin hakkı olduğunu, Ebu
Bekir, Ömer ve Osman’ın onun hakkını gasp ettiğini ileri sürer ve bu
doğrultuda bir “On iki İmam” kültü yaratır. Ehlisünnet ise, “Dört Halife”
dönemini ve bu dönemdeki uygulamaları farklı bir şekilde idealize etme
yoluna gitmiş; halifelik sıralamasını bir tür “fazilet” sıralaması olarak
görmüştür. Böylece, kısacık (otuz yıl) bir zaman dilimi ile ilgili olarak
birbirinden farklı tarih inşaları ortaya çıkmış olmaktadır. İşin tuhaf tarafı,
bütün mezhepler, Hz. Muhammed’in vefatından çok sonraları ortaya çıkmış
olmalarına rağmen, kendilerini doğrudan Hz. Peygamber’in yaşadığı zaman
dilimi ile irtibatlandırma yoluna gitmiş ve bu doğrultuda, kendi özel tarihlerini
inşa etmişlerdir.
İslam Mezhepleri Tarihi’nde takip edilen bilimsel yöntemin üçüncü
aşaması değerlendirmedir. Bu aşamada imkânlar nispetinde aslına uygun
olarak gerçekleştirilen inşa faaliyetinin değerlendirilmesi söz konusudur. Önce
ele alınan mezhebin, kavramların, üretilen bilgilerin İslam düşüncesinin genel
bütünlüğü içindeki yeri tespit edilir. Daha sonra da İslam düşüncesine katkıları
ortaya konulur.
Din-Mezhep İlişkisi
Günümüzde Müslümanların en temel sorunlarından biri, din temelli
gruplaşmalar, hizipleşmelerdir. Kur’an, “Hepiniz birden Allah’ın ipine sımsıkı sarılın”
derken, Hz. Muhammed, mü’minlerin kardeş olduklarını belirtirken, Müslümanlar,
maalesef din anlayışları yüzünden gittikçe daha da küçük grublara ayrılmaktadırlar.
Kur’an, asırlar öncesinden Müslümanları şöyle uyarmaktadır: “Dinlerini
paramparça eden, her gurubun kendi sahip olduğu ile övündüğü kimseler gibi
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Giriş
olmayın.” (30/32). Bu ve benzeri uyarılara rağmen, on dört asırlık süreçte, yüzlerce,
binlerce mezhep, tarikat cemaat ortaya çıkmıştır. Bunların önemli bir kısmı, tarihin
karanlıklarında kaybolup giderken; çok azı, değişerek, dönüşerek günümüze
ulaşmayı başarmıştır.
Mezheplerin beşeri
oluşumlar olduğunun
bilincinde olmak, onları
din ile
özdeşleştirmemek
gerekir.
Sorun, birtakım farklı grupların ortaya çıkması değildir. Gruplaşmalar,
insanın sosyal bir varlık oluşunun doğal sonuçlarıdır. Hatta durumun bir zenginlik
belirtisi olduğunu bile söyleyebiliriz. Şöyle ki, gruplar, iyi niyetle, iyilik, güzellik ve
doğruluk yolunda birbirleri ile yarışırlarsa, farklılıklar elbette zenginlik olur. Ancak,
günümüzde farklı mezhep, tarikat ve cemaatlerin din anlayışları, temel İslam ortak
paydası görmezlikten gelinerek oluşturulmaktadır. Bu durumda, grupların din
anlayışları, görme özürlülerin fil tanımlarına benzemektedir. Herkes, sadece kendi
görüşünün tek doğru olduğunu ileri sürebilmektedir. Her dini topluluk, kendisinin
“kurtuluşa eren fırka” olduğunu iddia edebilmektedir. Kısacası, her topluluk, kendi
din anlayışını İslam ile özdeşleştirme yoluna gitmektedir. Sonuçta, Müslümanlar
birbirlerini anlamaya, medeniyet yolunda yarışmaya çalışacakları yerde, birbirleri
ile uğraşarak enerjilerini tüketmektedirler. İslam dünyasında yaşanan trajedinin, az
gelişmişliğin arka planında, bu tür bir çarpık din anlayışının yattığını söylersek, pek
de abartmış sayılmayız. Çünkü bu defa din, birleştirmek yerine ayrıştırmaya;
özgürleştirmek yerine, özgürlük karşıtı duruşları meşrulaştırmaya başlıyor. Çarpık
din anlayışı, ayrılıkçı duruşların din üzerinden kendisini meşrulaştırmasına yardımcı
olmaktadır.
Hz. Muhammed’in sağlığında ne mezhep ne tarikat ne de cemaat vardı. Bu
zikrettiğimiz oluşumlar, Hz. Peygamber’in vefatından çok sonraları ortaya çıkan
beşeri oluşumlardır. Daha açık bir ifadeyle, mezhep, tarikat ve cemaat hiçbir
şekilde İslam ile özdeşleştirilemez.
Bütün mezhepler ve Hz. Peygamber’in vefatından sonra ortaya çıkan diğer
dini oluşumlar, din anlayışındaki farklılaşmaların kurumsallaşması sonucu ortaya
çıkan beşeri oluşumlardır.
Müslümanlar, İslam ortak paydası üzerinden mezhepleri ve tarikatları
okuyacak, anlayacak ve değerlendirecek olursa, bunlar, gerçekten zenginlik olabilir.
Kur’an, her sözün dinlenip en güzeline uyulmasını ister (39/18). Kur’an,
Müslümanın bilmediği şeyin ardına düşmemesini (17/36), bilerek inanmasını,
bilerek yaşamasını ister. İslam’a göre iman, sorumluluk ve kurtuluş bireyseldir.
Herhangi bir guruba bağlılık, bu gerçeklerin ışığında olursa, yani niçin guruba
girildiği, nasıl çıkılacağı, ne tür faydalar sağlayacağı bilinirse, yanlışlıkların kalıcı
hasar vermesinin önüne geçilmiş olur.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Giriş
“Mezhep” Kavramı, Mezheplerin Doğuşu ve Sebepleri
“Mezhep” Kavramı
Mezhep, Arapçada gitmek anlamına gelen “zehebe” fiilinden türetilmiştir;
kelime olarak “gidilen yol” demektir.
Mezhepler, dinin
anlaşılma biçimleri
ile ilgili birtakım
farklılaşmaların
kurumsallaşması
sonucu ortaya çıkan
beşeri oluşumlardır.
İslam'ın "itikadi ve ameli sahadaki düşünce ekolleri" denilebilecek
mezhepler, dinin anlaşılma biçimleri ile ilgili beşeri tezâhürlerdir. Siyasi, içtimai,
iktisadi, coğrafi, tarihi ve benzeri sebepler, dinin anlaşılması planında, belirli fikirlerin
ya da şahısların etrafında odaklaşmalara yol açmıştır. Böylece, din anlayışında yer yer
farklılaşmalar meydana gelmiştir. Bu farklılaşmaların, zamanla sistematik özellik
kazanarak, düşünce ve davranışları etkilemeye başlaması, kurumsallaşarak ve sosyal
hayatta derin izler bırakarak varlığını sürdürmesi, karşımıza "mezhep" olgusunu
çıkartmaktadır. Bir başka ifadeyle mezhepler, dinin anlaşılma biçimleri ile ilgili
birtakım farklılaşmaların kurumsallaşması sonucu ortaya çıkan beşeri oluşumlardır.
İslam Düşünce Tarihi'nde, mezhep dendiği zaman, hem siyasi ve itikadi
nitelik taşıyanlar, hem de fıkhi, ameli nitelik taşıyanlar anlaşılmaktadır. Özellikle
Türkçede mezhep, her iki alanı da ifade etmek için kullanılmaktadır. Arapçada, siyasi
ve itikadi alandaki farklılaşmalar daha çok "fırka" kelimesi ile ifade edilmektedir.
İslam Mezhepleri Tarihi, daha çok "fırka" kavramı ile karşılanan siyasi ve itikadi
nitelikli mezhepleri inceleyen, İslam düşünce ekollerini araştıran bir bilim dalıdır.
Ancak, fıkhi-ameli mezhepler denildiğinde akla sadece bugün İslam hukukunun ilgi
alanına giren konular gelmemelidir. Fıkıh, adı üstünde anlayış demektir. Bu alanda
ortaya çıkan mezhepler de, özünde anlayış farkları üzerine inşa edilmiştir. Ayrıca,
fıkhi-ameli mezheplerin öncü isimlerinin de, onların yolundan giden mezhep
mensuplarının da, içtihatlarına ve algı biçimlerine temel teşkil eden bir itikadi boyut
her zaman mevcut olmuştur. Örnek üzerinden konuşacak olursak, Ebu Hanife “fakih”
olmadan önce, itikadi görüşlerini sistemleştirmiş bir âlim idi. Bu sebepten, fıkhi-ameli
mezheplerin teşekkül süreçleri ve bu süreçte etkin olan itikadi unsurlar İslam
Mezhepleri Tarihçileri tarafından araştırılmak durumundadır.
Mezheplerin Doğuşu ve Sebepleri
Daha önce de dikkat çekildiği gibi Hz. Peygamber'in sağlığında ne siyasi ve
itikadî mezheplerden, ne fıkhi-ameli mezheplerden söz edebiliriz. Mezhepler, Hz.
Peygamber'in vefatından çok sonraları teşekkül etmeye başlamıştır. İlk ortaya çıkan
mezhep, Haricilik'tir. Daha sonra, Mürcie, Mutezile, Şia gibi itikadi yönü ağır basan
mezhepler oluşmuştur. Fıkhi mezheplerin oluşumu, hicri ikinci asra ve daha sonralara
rastlamaktadır. Ehlisünnet ise, Haricilik, Mürcie, Mutezile ve Şia gibi büyük
mezheplerin görüşlerini sistemleştirip, Müslümanların çoğunluğundan farklı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Giriş
olduklarına inanıp, farklı oldukları hususları açıkça ortaya koymalarından sonra,
geride kalan, ancak çoğunluğu teşkil eden Müslümanların görüş ve düşüncelerinin
sistemli bir biçimde ifade edilmesi sonucu ortaya çıkmıştır. Bu haliyle Ehlisünnetin
Haricilik, Şiilik gibi bir mezhep olarak telakki edilmesi, doğrusu biraz zor
görünmektedir.
Mezheplerin doğuş sebeplerini anlamaya çalışırken, belki de en temele
“insan” gerçeğini yerleştirmek gerekir. Çünkü dini anlayan da, yaşayan da,
kurumsallaştıran da insandır. İnsanla ilgili hiçbir şey, hiçbir zaman tek bir sebebe
indirgenemez. Hatta herhangi bir hususla ilgili bütün sebepleri tespit edebilmek de
pek mümkün değildir. Yapılması gereken, belli başlı sebepleri ortaya koyarak,
makul bir öncelikler sıralaması yapmaktır. Mezheplerin doğuşunda etkili olan pek
çok sebep vardır. Ancak, mezhepler dinin anlaşılma biçimleri ile ilgili beşeri
oluşumlar olduğu için, en temelde insan unsurundan ve sosyo-politik sebeplerden
söz etmek gerekecektir.
İnsan yapısındaki
farklılık, onun dini
anlayış biçimini de
farklılaştırmaktadır
.
İslam’ın insana tanıdığı düşünce özgürlüğünün, farklı anlayışı biçimleri
açısından teşvik edici olmadığını düşünmek elbette mümkün değildir. Dört Halife
Dönemi ve sonrasında yaşanan birtakım acı olaylar, ister istemez insanların
düşünme biçimlerini etkilemiştir. Öyle ki, büyük günah meselesi, amel-iman ilişkisi
gibi hemen her mezhebin görüş beyan etmek durumunda kaldığı bazı meseleler,
doğrudan yaşanan elim olayların beraberinde gelen arayışlarla ilgili olarak düşünce
dünyasında yer bulmuştur. İslam’ın farklı coğrafyalara uzanması, farklı kültürlerle
karşılaşması da, bazı mezheplerin kendilerine özgü bazı renkleri yakalaması
açısından önemli bir husus olarak görünmektedir.
Burada İslam düşüncesinin teşekkül süreci açısından önemli görülebilecek
bazı hususlara kısaca dikkat çekmek faydalı olacaktır.
İnsan Unsuru
Din, insan için vardır. İnsanlar, insanca yaşayabilmenin temel ortak paydasını
dinde bulabilirler. İnsanlık tarihi boyunca, nerede insan varsa, orada din de bir
şekilde var olmuştur.
Din, aklın doğrularına yaptırım gücü kazandırarak insanın, toplum içinde
insanca yaşayabilmesine destek olur ve insanın insanlığını en iyi inşa edebilmesini
mümkün kılar. Din, meşruiyetini de, anlamını da, insanla birlikte ve insanın
fıtratında bulur. İnsan, inanan bir varlıktır; kendi varlığının farkına vardığı andan
itibaren, kendisini Yaratanı aramaya başlar. Aslında hayat, bir yandan hakikati, bir
yandan da Tanrı’yı arayış serüveni sayılabilir. Her insan, kendini, varlığı, etrafında
olup bitenleri anlamak ve açıklamak ister. Her insan, hayatın anlamını bilmek ister.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Giriş
Din, aynı zamanda insanın hayatın anlamını bulmasını ve enerjisini salih amele
dönüştürerek hayatını anlamlı kılmasını da sağlamaktadır.
Dini anlayan ve yaşayan insandır. Her insan biricik, özgün bir varlık olduğuna
göre, her insanın din anlayışı da ister istemez farklı olacaktır. Bu tür farklılıkların
mezhepleşme sürecine girmesi, bu anlayış biçimini benimseyen insanların
toplumsal hayatta belirleyici olmaya başlaması ile mümkün olmaktadır. Bu durum,
din alanında kurumsallaşma sürecinin başlaması anlamına da gelmektedir.
Kur’an’la tanışan Müslüman insan, onun kurucu ilkeleri etrafında bir anlayış
geliştirmeye, dini alanı kurumsallaştırmaya başlamıştır. Bu süreçte, temel
belirleyici insanın varlık yapısıdır. İnsan, akıl ve hür irade sahibi, özgün ve özgür
varlıktır. İnsan aklı, kendisine ulaşan her bilgiyi, esas itibariyle yorumlayarak anlar.
Daha açık bir ifade ile insan kelime ve kavramlarla düşünürken, kendisine ulaşan
her veriyi, her bilgiyi, kendi birikimi, kapasitesi, yetenekleri doğrultusunda anlar;
anladığını yine kendi ifadeleriyle anlatmaya çalışır. Her insanın başlı başına bir
dünya olduğunu, her insanın biricik, özgün bir varlık olduğunu düşünecek olursak,
din anlayışındaki farklılaşmaların, son derecede doğal olduğunu görebiliriz. Sorun
farklı anlama biçimlerinde değildir. Sorun, İslam ortak paydası göz ardı edilerek,
farklı anlama biçimlerinin kurumsallaşma aşamasında dinle özdeş hale
gelmesindedir.
Mezheplerin doğuşuna sebep olan farklılaşmalar, büyük ölçüde insanın varlık
yapısından kaynaklanmaktadır. İnsan sosyal bir varlıktır; hayatını toplum içinde
inşa etmek durumundadır. Toplumsal hayat, ister istemez örgütlenmeyi, hiyerarşiyi
beraberinde getirir. Bu durum, sosyo-kültürel değişmenin, hem tek bireylerin
hayatında, hem de toplumsal hayatta belirleyici olması demektir. Toplumsal hayatı,
toplumsal ilişkileri anlayabilmenin anahtar kavramları, ekonomi ve egemenlik
meselesidir. Her insan, daha güçlü olabilmek için örgütlenmek, ya da bir örgütün
içinde bulunmak ister. Amaç, belki temelde güvenlik arzusudur. Ancak, örgütlü
yapı, güç ve egemenlik anlamına gelir. Bu sebepten, hemen bütün mezheplerin
doğuşunda en temel sebeplerden birisi, egemenlik meselesi ve siyasettir. Kısaca,
din anlayışında, siyasi, sosyal, kültürel, ekonomik, coğrafi, tarihi ve benzeri
sebepler, muhtelif farklılaşmalara yol açmıştır. Bu da beraberinde belirli fikir ya da
şahısların etrafında odaklaşmaları getirmiştir. Her grup, farklı bir isim alarak
kendisinin inanç ve davranışta farklı olduğunu iddia etmiştir. Diğer insanlar da
onları farklı görmeye başlamışlardır. Bu farklı anlayış biçimlerinin, zamanla
sistematik özellik kazanarak, düşünce ve davranışları etkilemeye başlaması ile yani
kurumsallaşması ve toplumsal hayatta derin izler bırakarak varlığını sürdürmesi ile
birlikte mezhepler ortaya çıkmıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Giriş
Sosyo-politik sebepler, Hilafet Tartışmaları ve Erken
Dönemde Yaşanan Bazı Siyasi Olaylar
Mezheplerin beşeri oluşumlar olduğu anlaşılmaya başlanınca, ister istemez
insanın sosyal bir varlık oluşu ön plana çıkmaktadır. İnsan, varlığını toplum içinde
inşa etmek durumundadır. Bu durum, birey-toplum arasında karşılıklı etkileşime ve
birtakım süreçlerin ortaya çıkmasına yol açar. Toplum bireylerden oluşurken,
bireyler de, toplum tarafından biçimlendirilir. Sosyal hayat sürekli değişir, gelişir ve
yenilenir. Bazen, baş döndürücü sosyo-kültürel değişmeler yaşanır. Bu süreçlerde,
ekonominin belirleyiciliğini göz ardı etmek elbette mümkün değildir. Ekonomi, hem
din anlayışını hem de din alanındaki farklılıkların kurumsallaşmasını doğrudan
etkiler. Her türlü toplumsal değişim ve dönüşümün aktörleri, taraftarları olduğu
gibi, ona karşı çıkan, direnenleri vardır. İnsanlar, başlangıçta, "yeni" olan şeylere
hemen karşı çıkmaya hazır gibidirler. Ancak, galip gelenin çoğu zaman “yeni”
olduğunu hatırlamakta fayda vardır.
Egemenlik meselesi
(siyaset ) mezheplerin
ortaya çıkışındaki
etkilerin en önemlisidir
Toplum, sosyal bir varlık olan insanı yoğurmakta ve hakim olan değer
yargıları çerçevesinde şekillendirmektedir. Bundan dolayı, her insan, bir anlamda
içinde yetiştiği toplumun ürünü olacaktır. Sosyal hayatın bu kendine özgü
dinamizmi, yer yer din anlayışında bazı farklılaşmalara yol açar. Sosyal yapının etkin
olması sonucu oluşan bu farklılaşmalar, dinin anlaşılma biçimi olan mezheplerin
doğuşunu doğrudan etkilemiştir. Sözgelimi Haricilik, daha çok çölde yaşayan,
medenî hayata uyum güçlüğü çeken bedevi Arap karakterinin belirgin ögelerini
bünyesinde taşımaktadır.
İnsanın sosyal bir varlık oluşu, ister istemez örgütlenmeyi, ekonomiyi, güç
ilişkilerini, egemenlik meselesini akla getirmektedir. İnsanla ilgili hiçbir şey, hiçbir
zaman tek bir sebebe indirgenemez. Ancak her olayda olduğu gibi, mezheplerin
ortaya çıkışında da bir öncelikler sıralaması yapacak olursak, en başa egemenlik
meselesini koymak durumunda kalırız. Gerek siyasi ve itikadi mezheplerin, gerekse
fıkhi mezheplerin doğuşunda, gelişmesinde ve takip ettiği süreçte başat belirleyici
siyaset olmuştur. Kendilerinde toplumsal hayatta belirleyici olma gücünü
hissedenler, daha etkin olabilmek için bu gücün meşruiyetini din vasıtasıyla
sağlamak isterler. Aynı şekilde, kendilerinin nesne konumuna indirgenmesine itiraz
edenler de, direnebilme gücünü artırabilmek için, yine dinden yardım bulmaya
çalışırlar. Kısacası, tarih boyunca, egemen güçler, hiçbir zaman ellerini dinden
çekmemişlerdir. Çünkü toplumu biçimlendirebilmeyi kolaylaştıran, yapılanların
meşru görülmesini sağlayan en etkin araç dindir. Akıllı siyasiler, kendi taleplerini
toplumun talepleri ile bütünleştirirler ve yaptıkları işin geleneğe ve dine aykırı
olmadığına halkı ikna etmeyi çok güzel başarabilirler.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Giriş
İslam dini, siyasi konuları ve siyasi oluşumları, büyük ölçüde insana
bırakmıştır. Kur'an, İslam toplumunun siyasi-idari yapısıyla ilgili bir kaç temel
ilkenin dışında fazla bir şey getirmiş değildir. Kur'an'ın dikkat çektiği ana ilkeleri;
adaletin sağlanması, işlerin ehline verilmesi, istişare müessesesinin çalıştırılması
gibi başlıklar altında toplamak mümkündür. Hz. Peygamber, Kur'an'ın ana
ilkelerinin ışığında, o zamanki Arap toplumunun siyasi-idari geleneklerinden de
yararlanarak bir model ortaya koymuştur. Dört Halife Dönemi uygulamaları da, bir
arayış olarak değerlendirilmelidir. Bu uygulamaların hepsinin farklı nitelikler taşıyor
olması, bunun doğruluğunun bir kanıtı olarak görülebilir.
Mezhepleri birbirinden ayıran temel motiflerin pek çoğu siyasi nitelik taşır.
Meselâ, Şiiliği diğer mezheplerden ayıran en belirgin görüş "imamet" meselesi
etrafında düğümlenmektedir. Şia'ya göre, "İmamet" inanç esasıdır. Ehlisünnet ise,
imamet konusunu ısrarla inanç alanının dışında tutmaya özen göstermiştir.
Mezheplerin doğuşunda etkin olan siyasi olaylardan bazılarını şöyle
sıralamak mümkündür:
Hz. Peygamber'in vefatı üzerine ortaya çıkan hilafet-imamet tartışmaları:
Hz. Peygamber'in, yerine hiç kimseyi tayin etmediği, açık seçik bilinen bir husustur.
O, vefat ettiğinde, Müslümanlar uzun süre bu olayın şokundan kurtulamamış ve
peygambersiz hayata uyum sağlama konusunda büyük sıkıntı çekmişlerdir.
Hz. Ebu Bekir'in halife seçilmesi böylesine gerginliklerin yaşandığı bir
zaman dilimine tesadüf etmiştir. Hz. Ebu Bekir'in hilafet makamına gelişi ile ilgili
tartışmalardan çıkarılabilecek en önemli sonuçlardan birisi, bu meselenin, daha çok
Arap geleneği doğrultusunda ve kabileler arası denge politikası gözetilerek
çözümlenmiş olduğudur. Diğer önemli sonuç, ilk Müslümanların, hilafet işinin
kendilerine -insana- bırakılmış bir iş olduğunun bilincinde olduklarıdır. Bu hadise,
bize, Hz. Peygamber'in hiç bir kimseyi halife tayin etmediğini de göstermektedir.
Hz. Ebu Bekir'in halife olmasıyla çözülmüş gibi gözüken mesele, daha
sonraları da tartışma konusu olmaya devam etmiştir. Şia, Ebu Bekir'in, Ömer'in
etkisiyle, bir oldubitti sonucu halife olduğunu ileri sürerek, Hz. Peygamber'den
sonra, Ali'nin nass ve tayinle imam olduğunu iddia etmiştir. Ehlisünnet, Ebu Bekir,
Ömer, Osman ve Ali'nin sırasıyla halife olduklarını kabul etmiştir. Hariciler, Ebu
Bekir ve Ömer dönemlerini en ideal dönemler olarak görmüş, ilk altı yıldan sonra
Osman'ın, Tahkim hadisesinden sonra da Ali'nin küfre gittiğini iddia etmişlerdir.
Hz. Osman Devri Olayları: Hz. Osman'ın halife olmasıyla birlikte,
Ümeyyeoğulları, kaybettikleri nüfuzlarına yeniden kavuştuklarını düşünmeye
başlamışlardır. Osman'ın, önemli mevkilere kendi kabilesinden insanları ataması
büyük tepki uyandırmıştır. Ümeyyeoğulları’nın genel tutumu, valilerin birtakım
keyfi uygulamaları, Osman'ın, yaşlılığı ve biraz da Ömer'den sonra gelmesinden
dolayı, bir otorite boşluğunun doğmasına yol açması, onun, Medine'deki tabanını
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Giriş
Muaviye’nin Hz. Ali ile
mücadelesinin arka
planında egemenlik
hırsı, kabile asabiyeti,
Emevi-Haşimi rekabeti
gibi etmenler
bulunmaktadır.
yitirmesine yol açmış ve Hz. Osman'ın öldürülmesine yol açan "Fitne olayları"
başlamıştır. Sonunda Hz. Osman, Medinelilerin gözleri önünde şehit edilmiştir.
Ümeyyeoğulları, Osman'ın öldürülmesinden, doğrudan, Haşimoğulları’nı ve Ali'yi
sorumlu tutmayı tercih etmişlerdir.
Ali-Muaviye Mücadelesi: Hz. Osman'ın öldürülmesinden sonra, Hz. Ali,
hilafet makamına getirilmiştir. Hz. Ali çoğunluğun desteğini almış olmasına rağmen,
Müslümanların birlik ve beraberliğini sağlamada sıkıntı çekmiştir. Onun zamanında
iç karışıklar azalacağı yerde daha da artmıştır. Müslümanlar, Hz. Ali’yi halife olarak
destekleyenler, ona karşı çıkanlar ve tarafsız kalanlar olmak üzere üç gruba
ayrılmışlardır. Şam valisi Muaviye, Hz. Ali'ye biat etmeyi reddetmiştir. Talha,
Zübeyr ve Aişe, Osman'ın intikamı adı altında Hz. Ali'ye karşı ayaklanmış ve
bunlarla Hz. Ali arasında Cemel Savaşı olmuştur. Bazı Müslümanlar da, "hangi
tarafın haklı olduğunu bilmediklerini" ileri sürerek tarafsız kalmayı tercih
etmişlerdir.
Muaviye, Hz. Ali'nin, Hz. Osman'ı öldürdüğünü ileri sürerek, onun kanını
talep adı altında, Ali'ye karşı bayrak açmıştır. Şam Ümeyye Camii'nde Osman'ın
kanlı gömleği ve karısının kesik parmakları sergilenerek, kitleler Hz. Ali'ye karşı
ayaklanmaya çağrılmıştır. Muaviye'nin bu politik tavrının arka planında tarihi
Emevî-Haşimî mücadelesi vardır. Muaviye'nin Osman'ın kanını talep perdesi
arkasına sakladığı iktidar hırsı, kabilecilik zemininde, onu iktidara sürüklemiştir.
Muaviye'nin tavrı, Müslümanları Sıffin Savaşı'nda karşı karşıya getirmiştir.
İslam’ın İnsana Tanıdığı Düşünce Özgürlüğünün ve
Kur’an’ın Bazı Özelliklerinin, Mezheplerin Doğuşundaki
Etkisi
İslam insan için, insanın dünya ve ahiret mutluluğu için gelmiş bir dindir.
İnsanın insanlığını gerçekleştirebilmesi için gerekli olan yüksek evrensel değerler,
Kur'an'la insanlığa sunulmuştur. Kur'an, insanın Allah'ın halifesi olduğunu
bildirmektedir. Göklerde ve yerde olan her şey, Allah'ın halifesi olan insanın emrine
verilmiştir; insanın madde üzerinde tasarruf hakkı vardır.
Kur'an, ısrarla insanın düşünmesini, aklını kullanmasını, ibret almasını
istemektedir. Düşünen insan, ister istemez farklı görüşlere, farklı değerlendirmelere
gidecektir. İslam, hiç bir alanda, insan düşüncesine ket vurmamıştır. İnsanın olduğu
her yerde, akıl ön planda olmak durumundadır. Vahyin muhatabı, vahyi anlayacak
olan akıldır. İslam'ın akıllı olan kimseleri, sorumluluk üstlenecek yaşa geldikleri zaman
sorumlu tutması boşuna değildir. İşte, İslam'ın akla sınır koymaması, ısrarla insanın
düşünmesini, aklını kullanması istemesi, mezheplerin doğuşunda etkili olan
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Giriş
hususlardan birisidir. Her insan başlı başına bir dünya olduğuna göre, her insanın
farklı düşünme, farklı anlama hakkı her zaman vardır.
İnsanın yapısından, dinin her zaman diliminde yeniden anlaşılma zaruretinden
kaynaklanan görüş ayrılıkları, bir zenginlik belirtisidir. Bu, insanoğlunun fikri
gelişmesinin, çevresini bir dünya haline getirme arzusunun sonucudur. Ancak, görüş
ayrılıkları, eleştiriye kapalı bir zeminde kurumlaşmaya başladığı zaman, zenginlik olan
farklılıklar, insanların birbirlerini anlamalarını güçleştiren ciddi engeller haline
gelebilmektedir. Eleştiriye kapalı zeminlerde oluşan düşünce gelenekleri, insanın
özgürce düşünmesini, neredeyse imkânsız hale getirmektedir. Bu durum, düşünce
özgürlüğünün kötüye kullanılması demektir.
Kur’an ayetlerinin
parçacı bir şekilde
ele alınması yanlış
anlaşılmalara yol
açmakta, bazı
mezheplerin
fikirlerine delil olarak
kullanılmasına neden
olmaktadır.
Kur'an, insanların kendisine yaklaşması konusunda hiç bir ön şart
getirmemiştir. Kur'an'a eğilen her insan, kendi yeteneklerine, bilgi birikime, kültürüne
göre, ondan bir şeyler anlamak durumundadır. Sağlıklı sonuçlara ulaşabilmek için,
Kur'an'a "bütüncü bir yaklaşımla" bakmak gerekmektedir. Ne var ki, bütüncü
yaklaşım her zaman kolayca yakalanabilecek bir husus değildir. Bu sebepten, bazı
Müslümanlar, zaman zaman, bazı Kur'an ayetlerini alarak, onları kendi görüşleri
doğrultusunda, yanlış bir şekilde delil olarak kullanma yoluna gitmişlerdir.
Mezheplerin doğuşunda ve görüşlerinin sistematize edilmesinde bu duruma sıkça
rastlamak mümkündür.
Vahiylerin üslubu ve Kur'an'da müteşabihler adı verilen ve ancak Kur'an'ın
bütünlüğü içinde anlaşılabilecek olan bazı ayetler de, din anlayışında farklılaşmalara
sebebiyet vermiştir. Kur'an'da "Allah'ın eli", "Allah'ın yüzü" gibi bazı deyimler
geçmektedir. Bazı Müslümanlar, bunlardan hareketle Allah'ın insan gibi elinin,
yüzünün ve diğer organlarının bulunduğunu ileri sürmüş ve buna bağlı
farklılaşmaların içine düşmüşlerdir.
Diğer taraftan, "Kur'an'ın İslam'ı", evrenseldir; bütün zamanların ve mekânların
dinidir. İslam'ın bu özelliği, onun her zaman diliminde, çağın getirdiği birikimden de
yararlanılmak suretiyle yeniden anlaşılmasını ve yorumlanmasını bir anlamda zorunlu
hale getirmektedir. Ne var ki, bu her zaman böyle olmamıştır. Müslümanlar, özellikle
hicri üçüncü asırdan sonra, "içtihat kapısının kapandığı" ya da "içtihat yapacak ehil
kimselerin bulunmadığı" şeklinde birtakım İslam'ın özü ile bağdaşmayan görüşlerin
arkasına sığınarak, İslam'ın evrenselliğine zarar veren anlayış biçimlerinin içine
düşmüşler ve belli bir zaman diliminde oluşan anlayış biçimini evrenselleştirerek
daha sonraki asırlara taşıma yoluna gitmişlerdir. Böylece İslam, anlayış planında,
kısmen de olsa dondurulmuş olmaktadır. İslam'ın belli bir zaman diliminin
özelliklerine göre şekillenmiş olan anlaşılma biçimi, sadece o dönem insanını mutlu
kılabilir. Bunu diğer asırlara taşımak, ister istemez, dinin özü ile bağdaşmayan çarpık
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
Giriş
oluşumlara yol açmaktadır. Çünkü dondurulmuş olan anlayış biçimi, sosyal değişme
olgusu ile izah edilebilecek yeni oluşumlar karşısında yetersiz kalmak durumundadır.
İslam'ın, belli bir dönemi ilgilendiren anlaşılma biçiminin dondurulmuş olması,
hem itikat alanındaki zenginleşme sürecini durdurmuş hem de İslam'ın hayatla
bütünleşme, insanı mutlu kılma imkânını azaltmıştır. Böylece, İslam âlimlerinin
muayyen bir zaman diliminin özelliklerine göre biçimlenmiş olan görüş ve düşünceleri
de tabulaştırılır hale gelmiştir.
Bir âlim ne kadar büyük olursa olsun, içinde yetiştiği kültürün ürünü olmaktan
öteye gidemez. Tabu haline getirilen görüş ve düşünceler de, bir yandan gelecekteki
daha sağlıklı olması muhtemel oluşumları engellerken, diğer yandan da, İslam'ın
anlayış planında insan fıtratı ile uyumunu zedelemeye başlamıştır.
İslam, bir din olarak Hz. Peygamber'in sağlığında tamamlanmıştır. Böylece,
insanlığın din ihtiyacını karşılamak durumunda olan evrensel ilkeler, tartışılamayacak
bir biçimde yerlerini almıştır. Ne var ki, tarihi akış içerisinde Müslümanlar, İslam'ın
evrensel ilkelerini esas alarak, içinde yaşadıkları zaman dilimine göre, vahyî öze
uygun anlayış biçimini geliştirmeye çalışacakları yerde, hayatın bütün ayrıntılarını bir
anlamda dinleştirmişlerdir. İnsana özgü olan, zamana ve zemine göre değişmek
durumundaki birtakım ayrıntıların din haline getirilmesi, zamanla, şartların da
zorlamasıyla, dinin özüyle uyum sağlayamayan oluşumlara yol açmıştır.
Mezheplerin Doğuşunda İslam’ın Geniş Bir Coğrafyaya
Yayılması İle Başka Kültür ve Medeniyetlerin Etkileri
Kültürel etkileşme, insanın sosyal bir varlık oluşunun getirdiği sonuçlardan
birisidir. Tarih boyunca güçlü kültür ve medeniyetler daima zayıf kültür ve
medeniyetleri etkisi altına almıştır. Bunun yanında, bir kültüre ait birtakım motifler,
zaman zaman hem başka kültürleri etkilemiş, hem de o kültürün içinde bazı yeni
oluşumlara yol açmıştır. Mezheplerin oluşumunda kendisini gösteren farklılaşmaların
bir kısmı da muhtelif kültür unsurlarının etkisiyle vücut bulmuştur.
İslam mezheplerinin doğuşuna etki eden kültür unsurlarını ararken; işe,
Cahiliyye dönemi Arap kültüründen başlamakta fayda vardır. İslam dini, doğuş
döneminde Arap kültüründen gelen, İslam'a aykırı olan unsurları dışlamış; fakat
İslam'a ters düşmeyenler konusunda, ya sessiz kalmış ya da onu benimsemiştir.
İslam'ın dışladığı unsurlardan bir kısmı zamanla tekrar etkin olmaya başlamıştır.
Mesela kabilecilik İslam'ın hoş görmediği, reddettiği bir kültür unsurudur. Buna
rağmen, Hz. Peygamber’in vefatını müteakip ortaya çıkan olaylarda hemen, yeniden
etkisini hissettirmeye başlamıştır. Hz. Osman’ın halife olmasıyla birlikte, bu
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
Giriş
kabileciliğin bütün ağırlığı ile tekrar su yüzüne çıktığını görmekteyiz. Hariciliğin
doğuşunda en önemli etkenlerden birisi olan "Kureyşin Merkezi otoritesine tepki",
kabilecilik anlayışının ilginç ve değişik tezahürlerinden birisidir.
Cahiliyye dönemi
Arap adetleri,
kabilecilik, yerleşik
hayata geçiş gibi
etkenler
mezheplerin
doğuşunda etkili
olmuştur.
Bazı araştırmacılar, Hariciliğin doğuşunda etkili olan sebeplerden birisi olarak
"Bedevî Arapların yerleşik hayata geçiş sürecinde karşılaştığı güçlüklerden" söz
etmektedirler. Bu durum da bize, yine İslam öncesi Arap kültürünün izlerini
hatırlatmaktadır.
Diğer taraftan, Arapların tarihi kabilecilik anlayışına bağlı olarak ortaya çıkan
siyasi olaylar, Arapların diğer kavimlere üstten bakışları de ister istemez, yeni
Müslüman olanların muhtelif alanlarda birtakım farklılaşmaların içine girmelerine
sebep olmuştur.
İslam'ın geldiği ortamda, özellikle Medine'de yaşayan Yahudiler ve bunların
sahip oldukları bir Yahudi kültürü vardır. İslam'ın yayılma sürecinin hızlanması ile
birlikte, anlayış planında Yahudi kültürünün fevkalade etkili olduğunu görmezlikten
gelmek mümkün değildir.
Hızla yayılan İslam, bir yandan oturma sürecini devam ettirirken; diğer yandan
da o dönemin üç büyük medeniyeti olan Mısır, Roma ve Sasani medeniyeti ile yüz
yüze gelmiştir. Bilhassa hicri ikinci asırdaki mezhebi oluşumlarda, bu üç medeniyetin
de derin izlerini bulmak imkân dahilindedir. Her şeyden önce, İslam'ın yayılması ile
birlikte, bu üç medeniyete mensup insanlardan da İslam’ı seçenler olmuştur. Bunlar,
eskiden mensup oldukları dine ve kültüre ait unsurları, ister istemez din anlayışlarına
yansıtmak durumunda kalmışlardır. Hicri birinci asrın sonlarında tarih sahnesine
çıkan Şia’nın muhtelif kollarında Sasani medeniyet ve kültürünün, yerel kültlerin
izlerinin olmadığını söylemek biraz zordur. Şia'nın geliştirdiği ve imamet nazariyesinin
temelinde yatan “Masum imam/karizmatik lider” anlayışının da eski kültlerle irtibatı
olduğu söylenebilir.
Öte yandan, gerek Şiilikte gerekse Sünni anlayışta kendisini gösteren mesihmehdi inancının da, daha çok Yahudilikten ve Hıristiyanlıktan etkilenerek
şekillendiğini söylemek, pek yanlış olmasa gerektir. Çünkü Kur’an’ın inanç esası
olarak belirlediği hususların arasında, bir “mesih-mehdi” inancı yoktur. Kur’an,
kendisinin “mehdî” olduğunu belirtmektedir. Diğer taraftan, mezheplerin doğuşunda,
iktisadi ve coğrafi amillerin de etkili olduğu bilinmektedir. İktisadi unsurlar, tarihin
her döneminde, sosyal hayatın tabii akışında etkili olmuştur.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
Özet
Giriş
•İslam'ın "itikadi ve ameli sahadaki düşünce ekolleri" denebilecek
mezhepler, dinin anlaşılma biçimleri ile ilgili beşeri tezâhürlerdir. Siyasi,
içtimai, iktisadi, coğrafi, tarihi ve benzeri sebepler, dinin anlaşılması
planında, belirli fikir ya da şahısların etrafında odaklaşmalara yol açmıştır.
Böylece, din anlayışında yer yer farklılaşmalar meydana gelmiştir. Bu
farklılaşmaların, zamanla sistematik özellik kazanarak, düşünce ve
davranışları etkilemeye başlaması, kurumsallaşarak ve sosyal hayatta derin
izler bırakarak varlığını sürdürmesi, "mezhep" olgusunu ortaya
çıkartmaktadır.
•İslam Mezhepleri Tarihi, adından da anlaşılabileceği gibi, öncelikle
“mezhep” adı altında ortaya çıkan beşeri oluşumları araştırır. Din
anlayışındaki farklılıkların kurumsallaşması sonucu ortaya çıkan bütün
beşeri oluşumlar, İslam Mezhepleri Tarihi’nin ilgi alanı içindedir. Bunlar en
başta Haricilik, Şiilik, Mürcie ve Mu’tezile gibi daha çok siyasi saiklere dayalı
olarak ortaya çıkan, “fırka” da denilen oluşumlardır. Hanefilik, Şafiilik,
Malikilik ve Hanbelilik gibi esasta itikadi olmasına rağmen sonuç itibariyle
amelde ortaya çıkan farklılıklarla kendini ortaya koyan ameli/fıkhi
mezhepler de İslam Mezhepleri Tarihi’nin ilgisiz kalamayacağı konulardır.
•Mezhepler dinin anlaşılma biçimleri ile ilgili beşeri oluşumlar olduğu için,
mezhepleri oluşturan saiklerden en temelde insan unsurundan ve sosyopolitik sebeplerden söz etmek gerekmektedir. Gerek siyasi ve itikadi
mezheplerin, gerekse fıkhi mezheplerin doğuşunda, gelişmesinde ve takip
ettiği süreçte başat belirleyici siyaset olmuştur.
•İslam mezheplerinin doğuşuna etki eden kültür unsurlarının başında,
Cahiliyye dönemi Arap kültürünün özellikleri gelmektedir. İslâm'ın yayılma
sürecinin hızlanması ile birlikte, anlayış planında Yahudi kültürünün
fevkalade etkili olduğunu görmezlikten gelmek mümkün değildir. Hızla
yayılan İslam, bir yandan oturma sürecini devam ettirirken diğer yandan da
o dönemin üç büyük medeniyeti olan Mısır, Roma ve Sasani medeniyeti ile
yüz yüze gelmiştir. Bilhassa hicri ikinci asırdaki mezhebi oluşumlarda, bu üç
medeniyetin de derin izleri bulunmaktadır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
Giriş
DEĞERLENDİRME SORULARI
1. Din-mezhep ilişkisi açısından aşağıdakilerden hangisi doğru olabilir?
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
a. Din, ilahi; mezhep, beşeridir.
b. Hem din hem mezhep ilahi oluşumlardır.
c. Hz. Muhammed zamanında ehlisünnet mezhebi bulunmaktaydı.
d. Dinin anlaşılmasında mezhebe mensubiyet zorunludur.
e. Mezheplerin ortaya çıkışında insan ve toplum unsurunun herhangi
bir rolü bulunmaz.
2. İslam Mezhepleri Tarihi alanında ortaya çıkan ilk eserlere ne ad
verilmiştir?
a. Milel-Nihal
b. Tarihu’l-Mezahib
c. Usulu’l-Mezahib
d. İlmu’l-Makalat
e. El-Fark beyne’l-Fırak
3. Makalatu’l-İslamiyyin adlı klasik İslam Mezhepleri Tarihi eserinin yazarı
aşağıdakilerden hangisidir?
a. Naşi el-Ekber
b. Gazali
c. Eş’ari
d. Bağdadi
e. Şehristani
4. Aşağıdakilerden hangisi “bilimsel yöntem”in ilkelerinden biri değildir?
a. Açık seçiktir
b. Denetlenebilir ve yansızdır
c. Eleştirici ve düzelticidir
d. Savunmacıdır
e. Deneyicidir; akla uygundur
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
26
Giriş
5. İslam Mezhepler Tarihi’ni Kelam İlmi’inden ayıran en temel özellik
aşağıdakilerden hangisidir?
a. Konu farklılığı
b. İçerik farklılığı
c. İslam Mezhepleri Tarihi’nin süreçleri esas alması
d. Kelam İlmi’nin süreçleri esas alması
e. İslam Mezhepleri Tarihi’nin dogmatik olması
6. “Kaynak Kritiği”inde ilk adım aşağıdakilerden hangisidir?
a. Eseri tanımak
b. Yazarı tanımak
c. Coğrafi şartları bilmek
d. Kültürel şartları bilmek
e. Kaynağın yazılma amacını bilmek
7. Aşağıdakilerden hangisi
terimlerden biri değildir?
“mezhep”
kavramı
yerine
kullanılan
a. Fırka
b. Makalat
c. Milel
d. Nihal
e. Tarikat
8. Mezheplerin ortaya çıkışında en önemli etken aşağıdakilerden
hangisidir?
a. Egemenlik
b. Fıkıh
c. Kuran ve hadisin farklı anlaşılması
d. Bedevilik
e. Şehir hayatı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
27
Giriş
9. Aşağıdaki önermelerden hangisi din-siyaset ilişkisi için doğru kabul
edilebilir?
a. Siyaset Peygamber’in en önemli görevidir.
b. Siyaset dinin itikat alanına dahildir.
c. Din, siyasi meseleleri insana bırakmıştır.
d. Hz. Peygamber kendinden sonra siyasi yönetici tayin etmiştir.
e. Hilafet (siyasi yönetici) Kuran’da yer almaktadır.
10. Aşağıdakilerden hangisi klasik mezheplerin doğuşuna etki eden kültür
unsurlarından biri değildir?
a. Cahiliyye kültürü
b. Kabile kültürü
c. Yahudi kültürü
d. Sasani kültürü
e. Batı kültürü
Cevap Anahtarı:
1. A, 2. D, 3. C, 4. D, 5. C, 6. B, 7. E, 8. A, 9. C, 10. E
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
28
Giriş
YARARLANILAN ve BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Aydınlı, O. (2008). Osmanlı’dan Cumhuriyete İslam Mezhepleri Tarihi Yazıcılığı.
Çorum: Hititkitap Yayınevi.
Bağdadi. (1991). Mezhepler Arasındaki Farklar, (çev. Ethem Ruhi Fığlalı). Ankara:
Türkiye Diyanet Vakfı.
Fığlalı, E. R.(2008). Günümüz İslam Mezhepleri. İzmir: Dokuz Eylül Üniversitesi.
Fığlalı, E. R. (1980). “Mezheplerin Doğuşuna Tesir Eden Sebepler”. Ankara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi. İ. F. D. Sayı, XXV. ss. 115-131.
Fığlalı, E. R. (1983). İbadiye’nin Doğuşu ve Görüşleri. Ankara: Ankara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi.
Kutlu, S. (2008). Mezhepler Tarihine Giriş. İstanbul: Değerler Eğitimi Merkezi, 2008.
Onat, H. (2005). “Mezhep Kavramı ve Mezheplerin Doğuş Sebepleri”. “Elektronik
Sürüm”:
http://www.hasanonat.net/index.php?option=com_content&view=article&id=67:
mezhep-kavram-ve-mezheplerin-dou-sebepleri&catid=36:makale&Itemid=54,
06.08.2012.
Tanci, M. (2011). İslam Düşüncesi Üzerine Makaleler, (editör: Sönmez Kutlu).
Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı.
Watt, W. M. (1981). İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri, (çev. Ethem Ruhi Fığlalı).
Ankara: Umran Yayınları.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
29
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
HARİCİLİK VE İBADİYYE
• İsimlendirme Meselesi
• Hariciliğin / İbadiliğin Teşekkül
Süreci ve Tarihçesi
• Hariciliğin / İbadiliğin Görüşleri
• Harici Anlayışı
• İbadiyyenin yaygın olduğu coğrafya
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• Hariciliğin ve İbadiliğin doğuş sürecini, temel
kaynaklardan elde edilen bilgilerden öğrenmiş,
• Hariciliğin ve İbadiliğin belli başlı görüşlerini
öğrenmiş,
• Hariciliği ve İbadiliği diğer fırkalarla karşılaştırma
imkânını yakalamış,
• Hariciliğin mezhep olarak tarih sahnesinden
silinmesine rağmen en azından şahıs bazında
görüşlerinin nasıl devam ettiğini görmü,
• İbadiliğin mezhep olarak yaygın olduğu coğrafyayı
öğrenmiş,
• İbadiliğin geçmişi nive günümüzdeki durumunu
karşılaştırabilmiş olacaksınız.
İSLAM
MEZHEPLERİ
TARİHİ
Prof.Dr.Sayın DALKIRAN
ÜNİTE
2
Haricilik ve İbadiyye
GİRİŞ
İslam Mezhepleri arasında ilk ortaya çıkan fırka Haricilik / Havariçtir. Bu
çıkış, Hz. Ali ve Muaviye arasında cereyan eden Sıffin Savaşı esnasında
olmuştur. Farklı isimlerle anılmakta olan Haricilerin kendileri için en sık
kullandıkları isim Şurat’tır. Zuhur ettiği ortam ve ilk Haricilerin etnik yapıları
oldukça önemlidir. Onlar hem Hz. Ali’yi hem de Muaviye’yi terk etmişlerdi.
Bunlara ayrılanlar, terk edenler anlamında Harici adı verilmiştir.
Düşüncelerindeki saplantı, kaba ve sığ görüşleri ve şiddete başvurmalarından
dolayı yıllarca Müslümanlar arasında adeta terör havası estirmişlerdir. Bu
yüzden uzun süre tarih sahnesinde kalamamışlardır. Ancak en büyük kolu ve ilk
Haricilere göre daha yumuşak olan İbadiyye kolu günümüzde yaşamını
sürdürmektedir.
İSİMLENDİRME MESELESİ
Bu fırka mensuplarına verilen en genel isim Harici (Çoğulu Havaric)
kelimesidir. Haricî ismi genel anlamda muhalifler tarafından verilmiş bir isimdir.
Zira muhaliflere göre Hariciler; insanlardan, dinden veya haktan ya da Hz.
Ali’den uzaklaşmışlardır.
Şehristani ise, bu ismin cemaatin üzerinde birleştiği adil bir imama
başkaldıran, isyan eden herkese verilebileceğini, bunun sahabe devrinde veya
sonra olmasının fark etmeyeceğini söyler.
Hariciler bu ismi bizzat kendileri,
Hariciler’e, Muhakkime,
Muhakkimetu’l-Ûla,
Haruriyye, ve Marika
gibi isimler verilmiştir.
Onlar kendileri için
Şurat ismini tercih
ederler.
“Allah yolunda hicret eden kişi, yeryüzünde bereketli yer ve genişlik bulur.
Evinden Allah’a ve peygamberine hicret ederek çıkan kimseye ölüm gelirse,
onun ecrini vermek Allah’a düşer.” (Nisa: IV, 100)
Ayetiyle belirtilen zümre ve insanlar oldukları için aldıklarını söylerler. Böylece
Harici gruplar muhalifleri tarafından tahkir içeren bu kelimeyi olumlu bir anlam
yükleyerek kabul etmişlerdir.
Haricilere verilen bir isim de tahkimi (Sıffin savaşında her iki tarafın da
hakeme başvurma kararı) reddettikleri için “El-Muhakkime”dir. Bu ismi “ElMuhakkimetu’l-Ûla” şeklinde kullanan mezhepler tarihi yazarları da
bulunmaktadır. Haricilere Sıffin’den sonra Hz. Ali ile birlikte Kûfe’ye girmeyip
Kûfe yakınlarındaki Harura’da toplandıkları için de “Haruriyye” adı verilir.
“Allah şüphesiz, Allah yolunda savaşıp, öldüren ve öldürülen
mü’minlerin canlarını ve mallarını cennete karşılık satın almıştır” (Tevbe: IX,
111) ve “İnsanlar arasında, Allah’ın rızasını kazanmak için canını verenler
(satanlar) vardır…” (Bakara: II, 207)
Ayetlerini delil olarak gösterdikleri ve pek beğendikleri bir isimleri de
“Şurat’tır.
2
Haricilik ve İbadiyye
Bireysel Etkinlik
Haricilerin ister kendi taraftarlarınca isterse muhaliflerince verilen ve
yorumlayarak kabul ettikleri bu isimlerin yanında, beğenmedikleri, reddettikleri
isim ise “dinden çıkanlar” anlamına gelen “marika” dır.
• Haricilere verilen isimleri ve veriliş
nedenlerini düşününüz.
TARİHÇE
HARİCİLİĞİN ARKA PLANI
Erken dönemde kendi aralarında çıkan anlaşmazlıklar yüzünden
Müslümanlar, üç farklı gruba ayrılmışlardı. Bu gruplar özetle şöyledir:
1. Medine başta olmak üzere Şam dışındaki bütün İslam eyaletlerinin
meşru halifesi olan Hz. Ali’ye bağlı Müslümanlar;
2. Hakem olayı sonunda halifeliği ele geçiren Muaviye ve ona bağlı olan
Şamlılar;
3. Hakem olayının kabul edilişinden dolayı Hz. Ali’den ayrılarak ayrı bir
zümreleşme hareketini başlatan Hariciler.
Hariciliğin ortaya çıkışını bir savaşta olup bitmiş bir olay olarak
değerlendirmek, birden bire zuhur etmiş gibi kabul etmek tabii ki yanlıştır.
Mutlaka diğer mezheplerde de olduğu gibi bu işin arka planı bulunmaktadır.
Konu ile ilgili müstakil çalışmaları bulunan Ethem Ruhi Fığlalı, Haricilerin ortaya
çıkışında arka plan olarak değerlendirilebilecek sebepleri şöyle açıklamaktadır:
a. Bazı Müslümanlar, Osman b. Affan devrinde ortaya çıkan istikrarsızlığı,
önceki dönemlerle kıyaslayarak hoş karşılamıyorlardı. Özellikle yeni
fethedilen memleketlerde görülen genel içtimai karışıklıklar ile
ekonomik ve sosyal adaletsizlikler karşısında, kendilerine mahsus bir
tavır almayı takvalarının tabii bir icabı olarak görüyorlardı.
Buna binaen mutlak adaletin hüküm süreceği, insanların siyasi
çekişmelerden uzaklaşıp ilk devirdeki İslam kardeşliği ve dürüstlüğünün
gerçekleşeceği bir cemiyet anlayışına, otoriter ve adil bir düzen fikrine, sadece
temayül etmediler; bunun ısrarlı takipçisi oldular. Bu işin de ancak hilafet ve
dolayısıyla yönetimle, yani siyasetle ilgili olduğu görüşünde karar kıldılar ve
dolayısıyla halifenin kimliğine, şahsiyetine büyük önem verdiler.
b. Hz. Peygamber’in vefatından sonra ortaya çıkan ridde (dinden dönme)
savaşları, Cahiliyye devrinde büyük çekişmelere sahne olmuş, kabile
asabiyetini tamamen silinememiş olduğunu ortaya koymuştur. Kabile
asabiyeti, Hz. Osman’ın hilafetinin son döneminde, yeniden korkunç bir
3
Haricilik ve İbadiyye
Başlangıçta siyasî
bir hizip olarak teşekkül
eden Hariciler, daha
sonra meydana gelen
olaylar sonucunda dinî
bir hüviyet kazanmıştır.
şekilde kendisini göstermişti. Bunda Haşim Oğulları ile Ümeyye
Oğullarının tesiri büyüktü. Ne Ümeyye Oğulları Bedir’de Hz. Hamza ve
Hz. Ali’den gördüklerini ne de Haşim Oğulları Uhud’da Hind’den
gördüklerini unutabilmişlerdi. Bu iki köklü sülalenin başlattığı liderlik
çekişmeleri, Haricilerin aralarından çıktıkları Rebialılar ile Cahiliyye
devrinde sürekli kavgalar ettikleri Mudar kabileleri arasında yeni
sürtüşmelerin başlamasına da sebep oldu.
Fığlalı’ya göre bu iki ana neden, yani otoriter ve adil bir idare ile
merkezi otoriteyi temsil eden Kureyş’in hâkimiyetini sarsıp, kendi içtimai ve
etnik yapılarının gerektirdiği mizaç istikametinde, fazla derine girmeden
Kur’an’ın zahirine bağlı, sade bir hayat anlayışı, bir takım insanların Hariciler adı
altında bir araya gelmeleri sonucunu doğurmuştur. Başlangıçta siyasî bir hizip
olarak teşekkül eden bu zümre, daha sonra meydana gelen olaylar sonucunda
dinî bir hüviyet kazanmıştır.
HARİCİLİĞİN ORTAYA ÇIKIŞI
Haricilerin ilk
söylemleri; “hüküm
yalnız Allah’a aittir” ve
“el-emru bil’l-marûf
ve’n-nehyu ani’lmünker” olmuştur.
Sıffin savaşında, savaşın çok kızıştığı ve Muaviye ordularının mağlup
olmaya yüz tuttuğu sırada, Muaviye taraftarları, Amr b. el-As’ın tertip ve teşviki
ile Kur’an sahifelerini mızraklar üzerine asarak “Siz ve biz birbirimizi
mahvettikten sonra sınırları kim muhafaza edecek? Aramızda Allah’ın kitabı
hakem olsun!” diye bağırmaya başladılar. Bu sözleri işiten Ali taraftarları
“Allah’ın kitabına uymalıyız!” demeye başladılar. Hz. Ali, bunun bir oyun
olduğunu söyledi ise de onlara anlatamadı. Onlar Hz. Ali’yi tehdit ettiler.
Sonuçta iş hakemlere bırakıldı.
Ali b. Ebi Talib’e karşı ilk isyan edenler, Sıffin Savaşı esnasında Ali’nin
saflarında savaşan bir topluluk idi. Ona karşı çıkma ve dinden uzaklaşma
konusunda en ileri gidenler, “Karşımızdaki kavim bizi Allah'ın kitabına çağırıyor,
sen ise bizi kılıca çağırıyorsun.” dediler. Onlar,“Eşter'i (Hz. Ali’nin ordu komutanı)
Müslümanlarla savaşmaktan men etmezsen, Osman'a yaptığımızı sana da
yaparız” diyerek tehdit ettiler. Bunun üzerine Hz. Ali, savaşın mutlak galibi olmak
üzere iken tehditler karşısında komutanı Eşter'i savaştan alıkoymak
mecburiyetinde kaldı. Eşter de emre uydu.
Hz. Ali, hakem olarak Abdullah b. Abbas'ı düşünmekteydi. Onlar,
Abdullah’ın Hz. Ali’nin yakını olduğunu ileri sürerek buna razı olmadılar. Hz. Ali'yi,
Ebu Musa el-Eş'arî'yi Allah'ın kitabıyla hükmetmek üzere görevlendirmeye
zorladılar.
Daha sonra Hariciler olarak anılacak bu topluluk, savaşın ve hakem
tayininin sonucunun yeni bir kaos anlamına geldiği için bilahare hakem
meselesinde geri adım atarak düşüncelerini tamamen değiştirdiler. Hariciler, Hz.
Ali’ye "Niçin kişileri hakem tayin ettin? Hüküm Allah'a aittir." diyerek karşı çıktılar.
Başka bir ifade ile hakemlerin kabulü ile Hz. Ali’nin saflarından ayrılan Hariciler,
aslında tahkim/hakem tayini işini Hz. Ali’ye başlangıçta zorla kabul
ettirmişlerdi. Ancak sonradan farklı nedenlerden dolayı bu düşüncelerinden
pişman olmuşlar ve Hz. Ali’den de kararından dönmesini istemişlerdi. Hariciler
4
Haricilik ve İbadiyye
Bireysel Etkinlik
içinde ilk çekilen kılıç, Urve b. Hudeyr'in Eş'as b. Kays'a yönelerek "Bu
aşağılanma nedir, bu tahkim nedir, sizlerin birisinin şartı Allah'ın koyduğu
şarttan daha mı sağlamdır?" dediğinde çektiği kılıçtır.
Bu topluluk, Hz. Ali’nin tahkim kararından dönmemesi üzerine
Harûra’ya çekilmişler ve orada kendilerine, Şebes b. Rib’î et-Temîmî’yi askeri
komutan, Abdullah b. el-Keva el-Yeşkurî’yi de namaz kıldırmak üzere imam
seçmişlerdi. Böylece kendi idarelerini oluşturduktan sonra, işlerin şura yoluyla
icra edileceğini, biatin Allah’a olduğunu ve iyilikle emredilip kötülükten
menedileceğini münadilerle ilan etmişlerdi.
Hz. Ali, ayrı bir yönetim kuran bu insanlarla görüşme yapmak üzere
öncelikle Abdullah b. Abbas’ı göndermiş; daha sonra da kendisi liderleri ile
bizzat görüşmüştü. Onun konuşması sonrasında bir kısmı geri dönmüştü.
Geride kalanlar ise, “çok secde etmekten dizleri deve dizleri gibi çatladığı” için
Zu’s-Sefinat denilen Abdullah b. Vehb er-Rasibi’nin evinde toplanarak durumu
gözden geçirmişlerdi. Rasibi, amaçlarının iyiliği emretmek ve kötülükten
sakındırmak prensibini bu dünyaya yaymak olduğunu belirtmişti.
Harura denilen yerde toplanan bu topluluğun bir kısmı böylece
isyanlarına devam ederler. Nehrevan’da yapılan savaş sonrası, kaçarak
kurtulmayı başaran yedi kişinin dışındakiler öldürülür. Ancak, zamanla tekrar
çoğalırlar ve yedi ana fırkaya ayrılırlar.
Hariciler, yönetime karşı eylemlerinde “La hükme illa lillah/Hüküm
yalnız Allah’ındır.” ifadesini slogan olarak kullanırken; kişilere karşı
eylemlerinde “el-emrubi’l-ma’rûf ve’n-nehyuani’l-münker” prensibini esas
almışlardı. “La hükme illa lillah” sloganını Hariciler; “Allah’ın indirdikleriyle
hükmetmeyenler, işte onlar kâfirlerdir.” ayetine dayandırmışlardı. İlk olarak
Hakem Olayı’nda Hz. Ali’ye karşı kullandıkları bu slogan için, Hz. Ali, “Bu, zulüm
kastedilen hak bir sözdür.” şeklinde bir değerlendirmede bulunmuştur.
• Haricilerin bir mezhep olarak ortaya çıktığı
dini, siyasi ve sosyal ortamı düşününüz.
HARİCİ KOLLARI
Sürekli şiddete başvuran ve müsamahasızlıkları ile tanınan Haricilerin
görüşlerinde pek çok tezatlar bulunmaktadır. Haricilerin hoşgörüsüzlüğü,
fırkayı çok süratli bir şekilde alt kollara ayırmıştır. Zira onlar, dışarıya karşı
gösterdikleri müsamahasızlığı, çok zaman kendi aralarında da göstermişlerdir.
Bu açıdan aradan çok kısa bir süre geçmeden 65/684 yılında el-Muhakkimetü’lÛla denilen ilk Haricilerden, kurucularının adlarına izafeten farklı isimlerle
bölünmüşlerdir. Harici fırkalarının en şiddetlisi Ezarika, en mutedili de
İbadiye’dir.
5
Haricilik ve İbadiyye
İlk Hariciler’e göre,
imamete geçecek
kişinin Kureyş
kabilesinden olması şart
değildir.
Hariciler içerisinde en
katı görüşlere sahip
olan fırka Ezarika /
Ezrakiyye’dir.
Muhakkimei Ûla
En önce çıkan Hariciler Muhakkimei Ûla adını alırlar. Hz. Ali ile
savaşanlar bu fırka mensuplarıdır. Bunlar hakem tayinine itiraz ediyor ve “La
hükme illa lillah ve Resulihi” (Hüküm yalnız Allah’ın ve Resulünündür)
diyorlardı. Muhakkimei Ûla, Hz. Osman’ı ve Ali’yi, Ashab-ı Cemel ve Sıffin’i,
Sıffin savaşındaki her iki tarafın hakemini, hakemlerin verdiği hükümlere razı
olanları ve bir bütün olarak büyük günah işleyenleri kâfir sayarlar. Kendileri gibi
kılıç alıp isyan etmeyen diğer Haricileri tekfir etmezler. Onlara göre Kureyş’ten
olsun olmasın, tayin edilen ve halk arasında adaletle idare eden kimse imamdır.
Bu kişi imamlık görevini yerine getirmez ve zulmederse görevinden
uzaklaştırılması ve öldürülmesi vacip olur.
Ezarika / Ezrakiyye
H.65 / M.684-5 tarihinde öldürülen Nafi b. el-Ezrak’ın etrafında
toplanan harici gruba kurucusunun adına nisbetle Ezarika ya da Ezrakiyye
denilmektedir. Hariciler arasında taraftarları en çok ve en kuvvetli fırka budur.
Nafi’nin katledilmesinden sonra pek çok lider etrafında varlıklarını devam
ettirdiler. Bu liderlerin en önemlilerinden ve en cesurlarından biri Katari b. ElFucaa’dır. Onun 77/696 tarihinde öldürülmesinden sonra Ezrakiler tarih
sahnesinden tamamen silindirler.
Ezrakiyyenin çok katı görüşleri bulunmaktadır. En önemli görüşlerinden
biri, kendilerinin dışındaki Müslümanların tamamını kâfir saymalarıdır.
Ezarikaya göre kendilerine muhalif olan Muhammed ümmeti müşrik oldukları
gibi Kaade yani kendileri gibi başkaldırmayan diğer Harici gruplar da müşriktir.
Bunların topraklarına göç etmeyen Müslümanlar da kâfirdir. Muhaliflerinin
darları (bulundukları bölge) dar-ı küfürdür. Muhaliflerinin kadınlarını,
çocuklarını öldürmek mübahtır. Muhaliflerinin çocukları sonsuz olarak
cehennemde kalacaklardır.
Ezarikanın üzerinde hassasiyetle durduğu fikir; Hz. Ali, Hz. Osman’ın
yanı sıra Hz. Talha, Hz. Zübeyr, Hz. Aişe, Hz. Abdullah b. Abbas ve bunlara
taraftar olan herkesin dinden çıkmış olduğuna inanmaktır. Hatta Harici
olmayan Müslümanlar bir tarafa, kendilerine katılmayan Hariciler de kâfirdir.
Ezarika kendilerinden olduğunu ileri sürerek ordugâhlarına gelen birini,
kendilerinin muhaliflerinden bir esir vermek ve bu esiri öldürmesini emretmek
suretiyle imtihana çekmeyi gerekli kılmışlardır. Eğer bu kimse, o esiri öldürürse,
onun, kendilerinden olduğu yolundaki iddiasını tasdik ederler; eğer onu
öldürmezse, «Bu, münafık ve müşriktir.» diyerek öldürürlerdi.
Necedat / Necdiyye
Necde b. Amir el-Hanefi el-Harici’nin taraftarlarının oluşturduğu Harici
gruba Necdiyye adı verilmektedir. Nafi b. El-Ezrak’ın bir kısım görüşlerine
katılmayarak ondan ayrılan Necde taraftarları, kendilerinden olup da büyük
günah işleyenleri kâfir saymazken, muhaliflerden büyük günah işleyenleri kâfir
olmakla itham ediyorlardı. Aynı şekilde, büyük veya küçük günah işlemekte
6
Haricilik ve İbadiyye
ısrar edenler muhaliflerden ise kâfir kabul edilirken, taraftarlarından büyük
günah işleyip, günahlarında ısrar etmeyenler Müslüman olarak kalıyordu.
İhtilafa konu olan olaylardan birisi şudur: Necde, oğlunu bir ordu ile
Katîf'e göndermiş, oraya ulaştıklarında ahalinin erkeklerini öldürüp,
kadınlarını esir almışlar, daha sonra kadınlara bir kıymet takdir ederek
kendi hisselerine ayırmışlardır. Bunlar, ganimetten kendilerine düşen
meblağın, hisselerine ayırdıkları kadınların kıymetinden az olması
durumunda üstünü ödeyeceklerini söyleyerek ganimet taksiminden önce bu
kadınları nikâhlamışlar, ganimetten de taksim edilmeden önce yemişlerdir.
Dönünce durumu Necde’ye söylemişler, O da, onların bunu yapmalarının
doğru olmadığını belirtmiştir. Bunun üzerine onlar, bunu yapmamaları
gerektiğini bilmediklerini söyleyince, Necde onları cehaletlerinden dolayı
mazur saymıştır. Bunun üzerine mensupları ihtilafa düşmüştür.
Necde kendisine uyanları bilgisizliklerinden dolayı mazur görünce, ona
uyanların pek çoğu, bu bidatleri için onu tövbe etmeye çağırmışlar ve ona,
«Mescide git ve bidatlerinden tövbe et!» demişlerdir. O da söyleneni yapmıştır.
Bunun üzerine onlardan bir topluluk, onun tövbeye davet edilişinden pişmanlık
duymuş ve ondan özür dileyenlere katılarak, ona, “Sen imamsın ve senin
içtihada bulunma hakkın vardır. Artık senden tövbe etmeni istemeyeceğiz.
Onun için, ettiğin tövbeden tövbe et ve seni tövbeye davet edenleri, bu defa
sen tövbe etmeye çağır; aksi halde seni terk ederiz.” demişlerdir. Necde de bu
şekilde hareket etmiştir. Bunun üzerine adamları, onun hakkında çeşitli
görüşlere ayrılmışlardır.
Necedat’, darı takiyyede ehli ahd ve ehli zimmenin kanını, canını,
mallarını helal, kendilerinin bulundukları yere göç etmeyen güçsüzleri de
münafık sayıyorlardı. Bunlara göre, halkın imama ihtiyacı yoktur. İmamet ne
aklen ne de şeran vaciptir.
Sufriyye
Ziyad b. El-Asfar’ın taraftarlarına adına nispetle Sufriyye veya Ziyadiyye
adı verilmektedir. Ziyad, diğer haricileri tekfir etmediği gibi, zina edenden recm
cezasını kaldırmamış, muhaliflerin kadın ve çocuklarının öldürülmelerine
hükmetmemiştir. Takiyyeyi söz olarak kabul ederken, uygulamasını kabul
etmemiştir. Şirki; şeytana taat, putlara ibadet olarak ikiye ayırmıştır. Ona göre
küfür de nimet küfrü ve Allah’ı inkâr küfrü olarak iki kısımda
değerlendirilmelidir.
Sonradan farklı kollara ayrılan Sufriyye’nin bazı kollarına göre zina,
hırsızlık, iftira, kasten adam öldürme gibi had vaki olan fiilin sahibi, kâfir de,
müşrik de değildir. Bunlara ancak zani, hırsız, iftiracı, katil adları verilir. Bu
durumda belli büyük günahları işleyen kişi, Allah’ı inkâr anlamında bir küfr
içinde değil, Allah’ın nimetlerini inkâr anlamında bir küfr içine girmiş
olmaktadır.
Hariciler, bu dört önemli kolun dışında yirmi kadar da alt kola
ayrılmıştır ki, çok farklı fikirler öne sürmüşlerdir. Yapıları gereği, çok çabuk
bölünmüş ve ayrılığa düşmüşlerdir.
7
Bireysel Etkinlik
Haricilik ve İbadiyye
• Hariciler fırkalara nasıl ayrılmışlardır? Dört ana
fırkanın ortaya çıkışını ve fikir ayrılıklarını
düşününüz.
HARİCİ MANTIĞI
Haricilere göre,
büyük günah işleyen
herkes kafirdir.
Haricilere göre, büyük günah işleyen herkes kâfirdir. Muhaliflerin
tamamının büyük günah işlediğini kabul ettiklerinden, onların ülkeleri
“darulküfr” kabul edilmiştir. Büyük günahları işleyenleri kâfir saydıkları gibi,
küçük günahları işleyenleri de kâfir ve müşrik kabul etmektedirler. Haricilerin
büyük bir ekseriyeti, iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak adına
Müslümanların büyük çoğunluğunu küfürle itham etmektedirler. Ezarika,
muhaliflerinin müşrik olduklarını, dolayısıyla kendilerinden olmayan bütün
Müslümanların kim olduklarına bakılmaksızın kadın ve çocukları da dahil
hepsinin öldürülmelerini ve onların kanları ile birlikte her şeylerinin kendilerine
mübah kılındığını iddia etmektedir. Onlar, sadece idarecilere hücum etmekle
kalmadılar, ümmetin çoğunluğunu oluşturan insanları da körü körüne boyun
eğmekle suçlayıp karşılarına aldılar.
Harici olmayan bütün Müslümanlar onlara göre kâfirdir. Ancak
onlara göre Harici olmak da yetmemektedir. Zira Nafi' Kaadeyi de (yerlerinde
kalıp isyana katılmayan Hariciler) kâfir saymıştır. Nafi ve taraftarlarına göre
muhaliflerin çocuklarını ve beraberinde bulunan kadınları öldürmek mubahtır.
Ebû Hanife; “El-emru bil-maruf ven-nehyu anil-münker” adına isyan
ederek, silahlı mücadeleye girişen ve böylece cemaatin birliğini tehlikeye
sokanların, “ıslah ettiklerinden ziyade ifsat ettiklerini” belirtmiş, bu sebeple
Haricileri şiddetle tenkit etmiştir.
“El-emrubi’l-ma’rûf ve’n-nehyuani’l-münker” prensibini Haricilerin
uygulamaları, şüphesiz diğer İslam fırkalarından çok farklıdır. Hariciler bu
konuda, son derece sert ve haşindirler, herhangi bir taviz veya müsamahaya
tahammülleri yoktur. Zira içinde bulundukları kabileler arasında sürekli savaş
ve kan davalarının hüküm sürmesi ve oldukça zor hayat şartları altında
yaşamak zorunda kalmaları, bu insanları sert tabiatlı, savaşçı ve şiddet yanlısı
yapmıştır. Şu örnek onların bu yönlerini çok açık bir biçimde göstermektedir:
Hariciler, içlerinde Abdullah b. Habbab b. Eret ile doğumu yaklaşmış bir
derecede hamile bulunan hanımı veya cariyesi olan bir topluluğa rastladılar.
Abdullah b. Habbab’ın boynunda Kur’an asılı idi. Hariciler, Abdullah’a kim
olduğunu sorduktan sonra, ona kendisini güvende hissetmesini ve sorularını
doğru olarak cevaplamasını istediler. İlk olarak, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer
hakkındaki görüşlerini sordular. Abdullah, onları hayırla andı. Hz. Osman’ı
8
Haricilik ve İbadiyye
Hariciler, Hz. Osman ve
Hz. Ali’nin hilafetlerini
kabul etmezler.
sorduklarında ise, onun başlangıçta da sonrasında da haklı olduğunu ifade etti.
Hz. Ali ile ilgili sorularına ise, “O, Allah’ı sizden çok iyi bilir ve sizden daha
dindardır, görüşü de sizden daha isabetlidir.” cevabını verdi. Hariciler, İbn
Habbab’ın verdiği bu cevaplardan memnun olmadılar ve kızarak şöyle dediler:
“Sen hevaya uyuyor ve kişileri işleri ile değil, adları ile tanıyorsun. Allah’a yemin
ederiz ki, seni görülmedik bir şekilde öldüreceğiz.”
Bundan sonra, Abdullah’ı hamile olan eşi ile birlikte alıp kollarını
arkasına bağladılar ve yolda bir hurmalığa vardılar. Abdullah, bunlara; “Ben
Müslümanım, öldürülmemi gerektirecek bir harekette bulunmadım. Ayrıca size
ilk rastladığımda bana emniyette olduğumu söylediniz.” dedi. Ancak onlar,
“Senin boynunda asılı olan Kitap, bize senin öldürülmeni emrediyor.” diyerek,
İslamiyet’e büyük hizmetler etmiş, birçok gazalarda bulunmuş bu önemli zatı
yere yatırıp koyun keser gibi kestiler; karısının da hiçbir suçu yokken, feryat ve
yalvarmalarına bakmadan karnını yararak şehit ettiler. Ayrıca bu kafilede
bulunan diğer dört kadını da kestiler.
Haber Hz. Ali’ye ulaşınca, olayı soruşturmak üzere El-Haris b. Mürre’yi
görevlendirdi. Haris, oraya varır varmaz, Hariciler tarafından sorgusuz sualsiz
öldürüldü. Bunun üzerine, Hz. Ali’nin yanındakiler dehşete kapılarak,
Muaviye’nin üzerine gitmeden, öncelikle Haricilerin işinin bitirilmesi gerektiğini
söylediler. Zira onlar, Şam’a gittiklerinde geride kalan ailelerine ve mallarına
Haricilerin zarar vereceklerinden korkuyorlardı.
Bedevi zihniyeti ile hareket eden, İslam’ın ruhundan habersiz, Kur’an ve
Sünnet hakkında bilgileri son derece yetersiz olan Hariciler; bu katliamı, gaye
edindikleri, “İyiliği emredip kötülüğü yasaklamak” adına yapmışlardı. Ancak bu
prensibi yerine getirirken büyük bir fitne hareketinin içinde olduklarının
farkında bile değillerdi. Zira İslam dünyasında tam bir terör havası estirmekte
idiler. Hariciler, Hz. Osman ile beraber Hz. Ali’nin hilafetlerini kabul edenlerle,
kendi fikirlerini kabul etmeyenlerin dinden çıktıklarını ve bunların öldürülmeleri
gerektiğini ilan ettiler.
Mutezilenin önde gelen isimlerinden biri olan Vasıl b. Ata, arkadaşları
ile çıktığı bir yolculukta Haricilerden bir gurubun kendilerine doğru geldiğini
gördü. Arkadaşları bu durumdan çok korktular. Vasıl, arkadaşlarından kendisini
Haricilerle yalnız bırakmalarını istedi ve bir çaresini bulup kurtulacakları
yolunda ümit verdi. Arkadaşları, yaklaşan Haricilerin korkusundan dehşete
düşmüş bir vaziyette idiler ve ümitlerini Vasıl’ın bulacağı çareye bağlamışlardı.
Hariciler yanlarına geldiğinde, aralarında özetle şöyle bir konuşma cereyan etti:
Haricilerin; “Siz kimlersiniz?” sorusuna Vasıl; “Allah kelamını dinlemek ve
hududu İlahiyi öğrenmek isteyen müşrikleriz.” şeklinde cevap verdi ve
kendilerine talimde bulunmalarını istedi. Bunun üzerine Hariciler, kendilerinin
ahkâmını onlara tebliğ ettiler. Vasıl da “Ben ve arkadaşlarım söylediklerinizi
kabul ettik.” dedi. Bunun üzerine Hariciler, Vasıl ve arkadaşlarına kendileri ile
birlikte yürümelerini, artık bundan böyle arkadaşları olduklarını söylediler. Vasıl
ise onlara; “Buna hakkınız yoktur, çünkü Allahu Teâla kitabında; “Eğer
müşriklerden biri sana sığınacak olursa, Allah’ın sözünü dinleyinceye kadar onu
9
Haricilik ve İbadiyye
Harici zihniyetinde,
Nassların zahirine göre
amel etme vardır.
koru. Sonra da onu güvenilir bir yere gönder.” buyuruyor. Siz bizi, emin
olacağımız yere götürmeye mecbursunuz.” dedi. Bunun üzerine Hariciler
birbirlerine bakındılar ve buna mecbur olduklarına karar verdiler. Kalkarak Vasıl
ve arkadaşlarını gidecekleri yere kadar götürdüler.
Haricileri bu tarz davranışa sürükleyen şeyin, öncelikle mantıkları
oluşuna dikkat çeken Muhammed Ebu Zehra, şöyle demektedir:
“Hariciler düşmanlarının hiçbir delilini kabul etmezlerdi. Ne kadar açıkseçik ve hakka yakın olursa olsun, onların görüşleri ile ikna olmazlardı. Bilakis
rakiplerinin delilleri güçlü olduğu nispette, kendi inançlarına daha fazla sarılırlar
ve kendi inançlarını destekleyen delilleri daha fazla araştırırlardı. Bunun sebebi,
körü körüne düşüncelerine bağlanmaları ve mezheplerinin kalplerine
yerleşmesi, bütün düşünce ve idrak yollarını tıkamasıydı. Diğer yandan Hariciler
bedeviliklerini yansıtan bir şekilde, münakaşalarda çok sert ve katı idiler.
Bunların tek yönlü düşünmelerine ve başka yönleri dikkate almamalarına sebep
de bu idi. Haricilerin mezheplerini aşırı derecede savunmaları, bunların bazen
hadisler uydurarak Rasulullah’a nispet etmelerine neden olmuştu.”
İzmirli İsmail Hakkı da, Haricilerin maksatlarının Kur’an’a karşı gelmek
olmadığını, onların kaba ve sert davranışlarının Kur’an’ı yanlış anlamalarından
kaynaklandığını, onların “fıkıh bilmez bedeviler” olduklarını; dolayısıyla en
küçük bir hatada birbirlerini tekfir ettiklerini ifade etmiştir.
Onları sert davranmaya sevk eden diğer saiklerin yanında kabile
çekişmesi ve ırkçılığını rolünü de unutmamak gerekir. Zira Hariciler, Rebia
kabilesine mensuptular. İktidar ise, Mudar kabilesinin elinde idi. İslam, Cahiliye
döneminde son derece ileri safhada olan kabile çekişmelerini her ne kadar
hafifletti ise de, tamamen silemedi. Zira insanların yaratılışlarında bu duygular
az veya çok daima mevcuttu. Şüphesiz bu duygular, uygun bir ortam
bulduğunda kendiliğinden belirmektedir.
Hariciler İslam’ın emri olan “el-emrubi’l-ma’rûf ve’n-nehyuani’lmünker” prensibini uygulamakta İslam’ın ruhuna o kadar ters düşmüşlerdi ki,
yukarıda sözü edildiği gibi, İslam’a davet adı altında bu gayretlerini
Müslümanlarla savaşmaya tahsis etmişlerdi. Çünkü onlara göre, yegâne
Müslüman kitle kendileri idi ve onların dışındaki Müslümanlar kâfir idi. Bu
itibarla hakkı açıklama yetkisini sadece kendilerinde görmüşlerdir. Gerçek
imanı da kendileri temsil ettikleri için, diğer Müslümanların kendi imanlarına
çağrılması, bu prensibe göre şarttı.
Hz. Ali, Haricilerle Nehravan savaşı öncesi hem kendisi hem de Ebu
Eyyub el-Ensari vasıtasıyla konuşarak onları ikna etmeye çalıştı ise de bir
faydası olmadı. Zira, Hariciler kelime ve lafızların zahirine önem veriyor ve
sımsıkı yapışıyorlardı. Bundan dolayıdır ki, Hz. Ali’nin onlarla münakaşasında
ayetlerin üzerinde durmamıştır. Çünkü o, karşısındakilerin nasların ancak
zahirleriyle meşgul olduklarını biliyordu. Bunun için, onlarla konuşmalarında
Hz. Peygamber’in davranışlarından örnekler vermeye çalıştı.
Muaviye’yi itaate zorlamak için sefer hazırlığı içinde bulunan Hz. Ali, bir
Harici olan Abdurrahman b. Mülcem el-Muradi tarafından şehit edilmiştir (15
10
Haricilik ve İbadiyye
Bireysel Etkinlik
Harici gruplar arasında
günümüze kadar
hayatiyetini devam
ettiren sadece
İbadiler’dir.
Ramazan 40 / Ocak 661). Onlar bu sert ve kaba hareketleri ile İslam’a hizmet
edip, Allah’ın rızasını kazandıklarını sanıyorlardı. Halbuki bir fitne çıkarmak
binlerce katilden daha tehlikeli idi. Bunlar ise, hem fitne ve fesat çıkarıyorlar
hem de katlediyorlardı. İşin garibi, bu hareketlerine de dinî bir renk
veriyorlardı. Öyle ki İbn Mülcem, Hz. Ali’ye kılıcını vururken “Ey Ali, hüküm
Allah’a aittir ne sana ne de arkadaşlarına.” diyebilmekteydi.
Arap bedevi kabileleri, yoksul bir hayat yaşıyor ve hayatlarını
çapulculuk, avcılık ve ticaret kervanlarını yağmalamakla idame ediyorlardı.
Haricilerin çölde yaşadıkları bu hayat tarzı onları, sertliğe, şiddete ve kabalığa
sürüklemişti.
• Harici zihniyetinin özellikleri
nelerdir? düşününüz.
İBADİYYEYE GENEL BİR BAKIŞ
İbadiyye, Nafi b.
Ezrak’ın aşırı
görüşlerine
katılmayarak Basra’da
Abdullah b. İbad’ın
etrafında toplananların
oluşturduğu bir fırkadır.
İbadiyye, Abdullah b. İbaz el-Mürri’nin taraftarlarına verilen bir isimdir.
Haricilerin zamanımıza intikal eden yegâne koludur. Arap Yarımadası’nın bazı
bölgelerinde, Umman’da, Libya’da, Madagaskar’da, Kuzey Afrika ülkelerinde ve
Cerbe adasında bulunmaktadırlar. Bugün Harici gruplar arasında hayatiyetlerini
devam ettiren tek grup olmalarının nedeni, diğerlerine göre daha yumuşak,
daha ılımlı olmalarıdır. Zira diğer Harici gruplar genelde kendilerinden olmayan
Müslümanları kâfir sayıyor; onlarla mücadeleyi cihat kabul ediyor, onların
çocuk ve hanımlarını bile öldürmeyi tecviz ediyordu. İbadiyye ise onların bu
aşırılıklarından uzak kalmıştır.
Bu fırka mensupları kendilerine İbadiyye isminden başka, ilk Hariciler
yani el-Muhakkimetu’l-Ûla ile ilgilerini göstermek için Şurat ismini verirler.
Ayrıca “Cema’atu’l-Muslimin” ve “Ehlu’d-Da’ve” adlarını da kendileri için
kullanırlar. Fırkanın adı Kuzey Afrika ve Umman’da “Ebaziyye” şeklinde
söylenirken çağdaş yazarlardan bir kısmı “İbaziyye” yi tercih etmişlerdir.
Umman İbadilerine “Beyasi”, “Biyasi” veya “Beyazi” de denilmiştir.
İBADİLİĞİN TEŞEKKÜL SÜRECİ VE TARİHÇESİ
İbadiyye asıl itibariyle, 65 / 685 yılında Nafi b. El-Ezrak’ın Harici
olmayan Müslümanlar hakkında ileri sürdüğü aşırı görüşlere katılmayarak
Basra’da Abdullah b. İbad’ın etrafında toplananların oluşturduğu bir fırkadır.
11
Haricilik ve İbadiyye
Abdullah b. İbad’ın hayatı hakkında fazla bir bilgi bulunmamaktadır.
İbadi kaynaklarda onun fırkanın imamı olduğu ve kendisine İmamu’l-Muslimin,
İmamuEhli’t-Tahkîkve’l-Umde (ve’l-Adl) dendiği bildirilmektedir. El-İbad, Emevi
idarecileri ile anlaşma imkanlarını sonuna kadar sürdürmüştür. Mesela, Emevi
Halifesi Abdulmelik b. Mervan (65-86 / 685-705) ile dostane ilişkiler içinde
olmuştur. Onun imamlığında Emevi idaresine başkaldırmaksızın “Cemaatu’lMuslimin” olarak gizli bir şekilde yaşandığı için bu devreye “kitman” devri
denilmiştir. Kitman hali, siyasi anlamda imametin bulunmadığı bir durumdur.
Abdullah b. İbad, kadınların savaşa katılmasını istememiş,
muhaliflerden herkesi kim olduğuna bakılmaksızın öldürmeyi (isti’raz)
reddetmiş ve oturma (kuud) taraftarı olmuştur. Fakat kendi zamanında Basra
valisi İbn Ziyad’ın zulmü arttığı için Ehvaz’a çıkmış, buna rağmen kimseye
saldırmamıştır.
İbn İbad, Cabir b. Zeyd el-Ezdi’nin fikirlerinden mülhem olarak “huruc”
hareketine girişip Basra’dan çıkan müfrit Harici gruplara katılmamıştır. Onun
Basra’daki sakin siyaset hayatı, halefi olarak gösterilen, fırkanın büyük bilgini
Ebu’ş-Şa’sa Cabir b. Zeyd el-Ezdi’nin dirayet ve ilmi ile devam ettirilmiştir
.Cabir, gerek müfrit Haricilerle gerek diğer Müslümanlarla giriştiği
münazaralarla İbadi akidesini kurmuş ve bu faaliyetlerden dolayı Umdetü’lİbadiyye veya Aslu’l-Mezheb unvanını almıştır.
Abdulmelik b. Mervan’ın ölümünden sonra Basra İbadileri arasında bir
takım ayaklanma taraftarları zuhur etmiştir. İbadiler önemli bir isyan
girişiminde bulunmuşlardır. Ancak Haccac bu isyanı şiddetli bir şekilde
bastırmıştır. Bu olaydan sonra İbadi ileri gelenlerini Umman’a sürülmüşlerdir.
Haccac’ın ölümünden sonra mahpus olan İbadi önde gelenlerinden Ebu
Ubeyde, liderliği eline almıştır. Emevi Halifesi Ömer b. Abdülaziz (99-101 / 717720) hilafeti zamanında Basra İbadileri iktidarla daha dostane ilişkiler içinde
bulunmuşlardır. Halife Ömer’in vefatı sonrasında Halife Yezid b. Abdilmelik
dönemindeki sert ve baskıcı tutum, Basra İbadileri arasında yeniden ihtilalci
fikirlerin doğmasına yol açmıştır.
İbadiler, öğrenciler yetiştirerek farklı İslam ülkelerine göndermişler ve
onlar vasıtası ile düşüncelerini yaymaya çalışmışlardır. Bu öğrencilere “ilim
taşıyıcıları” (hamalatu’l-ilm) veya nakaletü’l-ilm adı verilmiştir. Bunlar
sayesinde değişik yerlerde kıyam hareketlerine neden olmuşlarsa da Basra
ibadileri kendilerini gizlemeyi başarmışlardır. İbadiler, Ebu Ubeyde’den sonra
kısmi bir gerileme yaşamışlardır.
Hicaz bölgesindeki İbadiyye hareketi, her yıl Mekke'ye giderek halkı son
Emevi halifesi II. Mervan'a karşı muhalefet yapmaya çağıran Ebu Hamza eş-Şari
ile (130 / 748) başlamıştır. Ondan önce Ebu Ubeyde'nin bu bölgeye dailer
göndermek suretiyle İbadiliği tanıtmış olması da mümkündür. Esasen hicri
altıncı (m. 12.) yüzyılda Mekke'de hala İbadiler mevcuttu.
Yemen İbadiliği'nin başlangıç tarihi ise kesin olarak bilinmemektedir.
İbadi propagandası için Ebu Ubeyde tarafından Mekke'ye gönderilen Ebu
Hamza eş-Şari, 128/746 yılı sonunda Hadramut ileri gelenlerinden Abdullah b.
12
Haricilik ve İbadiyye
Yahya el-Kindi ile karşılaşmıştır. Ebu Hamza'nın sözlerinden hoşlanan Abdullah
kendisini Hadramut'a davet edince Ebu Hamza, Bele b. 'Ukbe ile birlikte
Hadramut'a giderek 129/746 yılı başlarında Abdullah b. Yahya'ya imam olarak
biat etmişlerdir. Talibu'l-hak unvanıyla anılmaya başlanan Abdullah'ın önderliğindeki Hadramut İbadiliği, çok kısa sürede gelişme kaydetmiştir. Talibu'lhak, burada güçlendikten sonra San'a'yı ve diğer Yemen şehirlerini de ele
geçirmiş ve 129/747 yılının hac mevsiminde Ebu Hamza, Bele b.'Ukbe ve
Ebrehe b. Sabbah'ı 1000 kişilik bir kuvvetle Mekke'ye göndermiştir. Ebu Hamza
ve yanındakiler "terviye günü" savaşsız Mekke'ye (8 Zilhicce 129/20 Ağustos
747); ardından da küçük çaplı bir çatışma sonunda Medine'ye (23 Safer 130/2
Kasım 747) girmişlerdir. Burada üç ay kalan Ebu Hamza, Mervan'a karşı
ayaklanmak için Şam'a doğru harekete geçmiştir. Ancak Vadilkura'da meydana
gelen çatışmada İbadiler büyük bir yenilgiye uğramışlardır (Cemaziyelevvel 130
/ Ocak 748). Bu arada Ebu Hamza ve diğer İbadiler öldürülmüştür.
Daha sonra İbn 'Atıyye,San'a'yı İbadiler'den temizlemek harekete
geçmiştir. İbn Atiyye’den kurtulabilenler çeşitli yerlere ve bu arada Umman'a
kaçmışlardır. Böylece Yemen ve Hadramut İbadiliği dağılmıştır. Sonraki
yüzyıllarda Yemen'de yaşayan bazı İbadiler'e rastlanmışsa da bunların Umman
İbad imamlığına bağlı oldukları anlaşılmaktadır.
Umman İbadiliği, bölge halkından bazılarının Mirdas b. Udeyye’nin
faaliyetleriyle ilgilenmesi üzerine başlamış, 2./7. yüzyılın ilk yarısında
hameletu'l-'ilm ekiplerinden Umman'a gelenlerin gayretleriyle kökleşmiştir.
Gassan b. Abdullah el-Yahmedi'nin imameti sırasında Umman, İbadi davetinin
merkezi olmuş ve Basra İbadi ileri gelenleri Umman'da toplanmıştır.
280 / 893 yılında Abbasîler Muhammed b. Nur kumandasında
Umman'a sefer düzenlemişler ve İbadiler'in direnmesine rağmen bölgeyi ele
geçirmişlerdir. Ancak Umman'ın istilası gerçek anlamda bir hâkimiyetin
kurulmasını sağlayamamış ve İbadi imameti orada kesintisiz olarak devam
etmiştir. İbadi kaynaklarına göre gizlice devam eden bu dönem, 320 / 932
yılında Ebu'l-Kasım Said b. Abdullah'ın, İbadiler'i kendi imameti etrafında
toplamasıyla yeni bir hüviyet kazanmıştır.
İbadilik, Ebu'l-Kasım'ın açtığı yolda yürüyerek Umman'daki varlığını
Orta Çağ'da da sürdürmüştür. Umman İbadiliği, miladi on altıncı yüzyıldan
itibaren genel olarak hâkim aile ve veliaht sistemiyle yürüyen bir imamet
şekline bürünmüştür. Bu sistem içinde halkın ve İbadi alimlerinin
beğendiklerine imam, diğerlerine ise vali, mütekaddim, melik veya sultan
denilmiştir. İbadilik bugün de Umman'da Gafiri ve Hina kabilelerinin mezhebi
durumundadır.
Hicri ikinci yüzyılın ortalarından beri Umman'da altmışın üzerinde imam
seçildiği bilinmektedir. On sekizinci yüzyıldan itibaren de bir İbadi sultanın
hâkimiyetiyle İbadi kabilelerinin liderleri tarafından seçilen dini ve cismani
yetkileri haiz imamın mücadelesi Umman'da siyasi ve dini tarihin odak
noktasını oluşturmuştur. Son asırda Umman sultanları, seçilen İbadi imamlarını
kabile liderleri gibi değerlendirmişlerdir. 1992 yılı itibariyle nüfusu 1.500.000
13
Haricilik ve İbadiyye
Bireysel Etkinlik
civarında bulunan Umman'ın % 40-45'i İbadî'dir. Bugünkü (1999) Umman
Sultanı Kabus b. Said b. Teymur da İbadıyye mezhebine mensup olup 1749'dan
bu yana idareyi elinde bulunduran hanedanın temsilcisidir ve 1970'ten beri
hâkimiyetini sürdürmektedir.
Son yıllarda Umman Kültür Bakanlığı'nın İbadıyye kaynaklarını
yayımlama konusunda büyük çaba sarf ettiği görülmektedir. Umman’da
kurulan imamet, istila yolları üzerinde bulunmadığından dolayıdır ki, sakin bir
ömür sürmüş ve sekizinci asırdan zamanımıza kadar gelebilmeyi başarmıştır.
• İbadilerin bir fırka olarak ortaya çıkışını ve diğer
Harici fırkalardan faklılıklarını düşününüz.
KUZEY AFRİKA ve MAĞRİB İBADİLİĞİ
İfrikıye ve Mağrib İbadiliği, hicri ikinci (miladi 7.) yüzyılın başlarına
doğru Selame b. Said (Selme b. Sa'd)'in propaganda faaliyetleriyle başlamış; çok
geçmeden Batı Trablus ve dolaylarına yayılmış ve Berberiler'den Hevvare ve
Zenate kabileleri tarafından da desteklenmiştir.
Trablus'taki Hevvare ve Zenate İbadileri hameletu'l-'ilm ekibinden olan
Ebu'l-Hattab el-Meafıri'nin etrafında toplanarak Batı Trablus yolundaki
Sayyad'da gizli bir toplantı yaparlar ve onu imamlığa seçerler (140/757). Ebu'lHattab'ın idaresindeki İbadiler önce Batı Trablus'u ve Sufriyye'nin elinde
bulunan Kayrevan'ı zaptederler (141/758). Onlar Libya, Tunus ve Cezayir’de
büyük bir ibadi devleti kurmak emelinde idiler. Bu istikamette yapılan savaşlar
sonucu, bugünkü Bingazi'nin bulunduğu Berka'nın batı sınırından itibaren
Cezayir'in doğusuna kadar uzanan bütün Trablus bölgesi (bugünkü Libya)
İbadiler'in hakimiyetine geçmiş olur. Ancak Abbasi halifeleri ile girişilen
muhtelif savaşlarda bazen galip gelir bazen de mağlup olurlar. Sonunda
Abbasiler tarafından 761 yılında başta Ebu’l-Hattab olmak üzere 14 bin taraftarı
öldürülmüş ve Kayrevan da geri alınmıştır.
Fakat liderliği eline alan Ebu Hatim, Ebu’l-Hattab’tan bir yıl sonrasında
“İmam” sıfatıyla hareketi yeniden başlatmış, Kayrevan’ı yeniden zapt etmiştir.
Ebu Hatim’in hakimiyeti 10 yıl kadar sürmüştür. 155/772 yılındaki Trablus
savaşında 30.000 İbadi öldürülmüş, Ebu Hatim yenilmiş ve Trablus İbadi imameti çökmüştür.
İbadiler 943 yılında bu defa Kuzey Afrika’nın yeni hâkimleri olan
Fatımilere karşı isyana girişmişlerdir. Ebu Yezid önderliğinde İbadiler, hemen
14
Haricilik ve İbadiyye
Bireysel Etkinlik
hemen aynı bölgelere hakim olurlarsa da Ebu Yezid Fatimiler tarafından
öldürülür.
Sonrasında buradaki İbadiler Abdurrahman b. Rüstem'e bağlanırlar ve
onun ölümü halinde yerine geçecek imamı seçmek üzere altı kişilik bir şura
teşkil ederler. Şura da İbn Rüstem'in oğlu Abdülvehhab'ı seçer. Şura
üyelerinden Ebu Kudame Yezid b. Fendin el-Yefreni, önce Abdülvehhab'ın
seçilmesini istemişse de seçimden sonra imamın belli bir cemaat ile anlaşmak
ve onlara danışmak suretiyle görev yapmasını ve kendisinden daha ehliyetli
birisi bulunduğu takdirde görevden istifa etmesini isteyince Basra İbadi ileri
gelenleriyle istişare eden Abdülvehhab buna karşı çıkmıştır.
Bu olay, İbadilik'te önemli bir bölünmeye sebep olmuş ve Şuayb b.
Ma'ruf (Mu'arrif) tarafından desteklenen Ebu Kudame grubuna nükkâr (inkâr
edenler) denilmiştir. Vehbiyye adı verilen asıl İbadiler ile Nükkariler arasında
ortaya çıkan çarpışmalarda Ebu Kudame öldürülünce Şuayb ve savaştan
kurtulanlar Trablus'a yerleşmişlerdir. Böylece Kuzey Afrika İbadiliği, Tahert
Rüstemi imamlığı etrafında birleşmiş olur. Bu imamlık 296/908 yılında ŞiiFatımilerin Tahert'i ele geçirmesiyle de yıkılmıştır.
Kuzey Afrika İbadilerinin uzun asırlar süren tabii yaşayışları sırasında,
mezhebin kelam ve fıkıh görüşlerine, tarihine dair birçok eserler İbadi
müellifler tarafından yazılmıştır. Yeniden bir devlet kurma faaliyetine yirminci
asır başlarında Süleyman el-Baruni ile giriştikleri görülmektedir. Süleyman elBaruni, Birinci Dünya Savaşı sonunda Trablus Cumhuriyeti’ni (ElCumhuriyyetu’t-Trablusiyye) kurmuş ve bu devlet 1919 yılında İtalyanlar
tarafından resmen tanınmıştır. Bu mücadele yılları içerisinde İtalya’da İslam
dini mezhepleri ve özellikle Hariciler hakkında sistemli çalışmaların başladığı
bilinmektedir. Trablus Cumhuriyeti 1921 yılında ortadan kalkmıştır.
• İbadilerin hangi bölgelere yayılmışlardır ve bu
bölgelerdeki faaliyetleri nelerdir? düşününüz.
GÖRÜŞLERİ
İbadıyye'nin itikadi görüşlerindeki temel esasları, Kur'an-ı Kerim'in
lafzına sımsıkı sarılmak ve Kur’an’ın Hz. Peygamber ile Hz. Ebu Bekir ve Hz.
Ömer devirlerinin tamamında, Hz. Osman'ın ilk altı yıllık ve Hz. Ali'nin de
Tahkim'e kadarki döneminde tatbik edilen şeklini benimsemek üzerine
kuruludur.
İbadilerin görüşleri imamet ve itikadi esaslar şeklinde iki kısımda ele
alınabilir.
15
Haricilik ve İbadiyye
İmamet
İbadiyye’ye göre,
imamet, vasiyet veya
tayin ile değil, seçim
yoluyla belirlenir.
İbadıyye'ye göre
imamın en önemli
görevi,Kur'an-ı Kerîm'in
bütün hükümlerini
yerine getirmek ve
adaleti sağlamaktır.
İbadıyye için hedeflenen amaç, ilahi kitap ve şeriatın hâkim olacağı bir
siyasi düzen gerçekleştirmektir. Bu düzen kusursuz olacak ve bu yönetim
idaresinde Müslümanlar, yanlış yola sapmadan İslam'ı yaşayıp adaleti
gerçekleştirecek, fitne ve nizamsızlıktan kaçınacaklardır.
Bu yüzden İbadiler yöneticinin belirlenmesinin dini bir görev olduğunu
söylerler. İbadiyye, imamın bazı istisnalar dışında biat yoluyla başa geçirilmesi
gerektiği inancındadır. Her ne kadar elverişli olmayan durumlar sebebiyle
imametten vazgeçilebileceği *kitman+ şeklinde yaklaşımlar varsa da İbadi
kaynaklarında kitman devrinde imam seçilmediğine dair herhangi bir kayda
rastlanmamaktadır.
Kitman halinde yaşayanlar tarafından belirlenen öndere, kendilerine bir
saldırı vuku bulduğu veya hakimiyetin elde edilmesi için faaliyet gösterilmesi
halinde imamu'd-difa'(savunma imamı), normal şartlarda ve usulüne uygun
olarak belirlenen imama da imamu'l-bey'a (kendisine biat edilen) veya kısaca
imam denir.
İbadiyye, imamet makamına getirilecek şahsın Kureyş'ten olması
yolundaki anlayışı kesinlikle reddeder. Onlara göre imamet için soy değil; ilim,
zühd ve adalet sahibi olmak önemlidir. Bu nitelikleri taşıyan ve itaate layık olan
herkes imam olabilir.
İmametin vasiyet veya tayin ile değil, cemaatin icmaı yani serbest
seçimle gerçekleşeceği hususu İbadiyyenin temel prensiplerindendir. Seçim için
gerekli olan şart, biattir ve biat iki kademelidir. İlk kademede imam, ya
Abdurrahman b. Rüstem'in Hz. Ömer örneğine uyarak teşkil ettiği altı kişilik
şûra tarafından yahut da uzun süre Basra'da, sonra da Umman'da bulunan
İbadi meşayihi tarafından seçilir. İkinci kademede şûra veya meşayih meclisi,
biat ettiği adayı halka sunarak onların da biatlarını alır. Söz konusu ikinci
merhale, İbadi telakkisine göre çok önemlidir; çünkü halk isteyerek biat
etmemişse seçilen aday imam unvanına sahip olamaz. Nitekim on dokuzuncu
yüzyıl başlarında Umman'da Seyyid Said halk tarafından pek tutulmadığı için
imam unvanını kullanamamıştır.
İmamın azledilmesi, onun Allah'ın kitabından ayrılması veya halka
zulmetmesi sebebiyle olur. Bu hususta İbadıyye, Ehlisünnetten farklı bir anlayışı
benimsemektedir. Ehlisünnet, imama karşı ayaklanma fikrini kabul etmez.
Mesela İmam Eş'ari, tamamen hak yolu terk ettikleri zaman bile, imamlara
kılıçla karşı çıkmayı reddeder. İmam Ebu Yusuf da, hatalı bile olsa imama itaatin
bütün Müslümanlar üzerine zaruri olduğunu söyler. Ehlisünnet bu konuda,
isyanın fitneye vesile olacağı, fitnenin ise Kur'an-ı Kerim'in kaçınılmasını istediği
bir karışıklık ve nizamsızlık, kısaca adalet ve hâkimiyetin düşmanı demek olduğu
görüşünden hareket etmiştir.
İbadiyye'ye göre imamın en önemli görevi Kur'an-ı Kerim'in bütün
hükümlerini yerine getirmek ve adaleti sağlamaktır. Bunun için gerekirse zora
başvurmak onun geniş yetkisi dahilindedir. İmam şeriatı uygularken Allah'ın
kitabı ile birlikte Peygamber'in sünnetine ve ilk iki halifenin davranışlarına uyar
16
Haricilik ve İbadiyye
Bireysel Etkinlik
ve bu uygulama sırasında kesinlikle tahkime yanaşmaz. Gerekli gördüğü
durumlarda savaş ilan edebilir ve savaşı bizzat yönetir. Ayrıca namazda imamlık
yapar, gereken yerlere vali ve vergi amilleri tayin eder.
İbadi yönetim için en önemli görev olarak kabul edilen adalet telakkisi,
iyiliği emretme ve kötülükten sakındırma (el-emru bi'l-ma'ruf ven-nehyu 'ani'lmunker) şeklinde ifade edilmiştir. Bu prensip başta imam olmak üzere her
Müslümanın vazgeçilmez bir görevidir. Onların bu ilkeyi uygulamada zaman
zaman son derece haşin davrandıkları bilinmektedir. Bununla birlikte İbadiyye,
muhaliflerine karşı diğer Harici fırkalarına göre çok daha müsamahalıdır.
İbadiliğe göre başka bir imkân bulunmadığı takdirde kötülüğün
önlenmesi ve adaletin uygulanabilmesi amacıyla cihada başvurmak zaruridir.
Ayrıca imam kendilerine muhalif olan Müslümanları kendi inançlarına
çağırmalı, reddederlerse onlara karşı da cihat ilan etmelidir. Yine İbadiyyeye
göre muhaliflerinin bulunduğu yer, iman bölgesi değil tevhit bölgesi ve
kendileri dışında idarecilerinin bulunduğu ordugâhlar da zulüm bölgesi
olduğundan bunlara da cihat açılmalıdır.
• İbadilere göre imamete geçecek kişinin
özellikleri ve görevlerinin neler olduğu
hususunu düşününüz.
İtikadi Görüşleri
İbadiyyeye göre iman; ikrar, amel, niyet, sünnete uymak, inanç
konusunda hiçbir kimse için mazeret tanımamak, süfli arzulara uymamak ve
takva yoluna girmekten ibarettir. İman; Allah’a, meleklerine, kitaplarına,
peygamberlerine, cennetine, cehennemine, vadine, vaidine, ölümden sonra
dirilmeye, hesaba, ahiret gününe inanmak; peygamberlerin Rablerinden
getirdiklerini kabul etmek, Kur’an’ın Allah’ın kelamı, vahyi ve indirmesi
olduğunu ve onun, Allah’ın elçisi Muhammed’e (s.a.v.) indiğini onaylamak; Kaza
ve kadere, hayr ve şerre, Allah’ın muhakkak her şeyin yaratanı olduğuna,
O’ndan başka yaratan bulunmadığına, O’nun vadinden dönmeyip vaidini de
iptal etmeyeceğine inanmak ve asla bu konularda şek ve şüpheye
düşmemektir. İman, farzlardan birinin yerine getirilmemesi veya haram olan
bir şeyin işlenmesi durumunda ortadan kalkar. Mesela namazı terk eden yahut
orucu tutmayan bir Müslüman dinden çıkmış sayılmaktadır. Aynı durum,
Kur’an-ı Kerim’de yapılmaması emredilen bir hareketi yapan için de varittir.
İlahi sıfatlar konusunda teşbihe kesinlikle karşı çıkan İbadiyye, Allah'ı
yaratıkların sıfatlarıyla vasıflandıran kimsenin O'nu hakkıyla tanımadığını ve
hataya düştüğünü kabul eder. İbadi âlimleri, Allah'ın isim ve sıfatlarını
benimsemekle birlikte kadimlerin çoğalacağı (taaddüd-i kudema) endişesiyle
O'nun temel sıfatının kıdem olduğunu söylerler. Bu anlayıştan hareketle
17
Haricilik ve İbadiyye
İbadiyye’ye göre,
Kur’an-ı Kerim
yaratılmıştır ve Allah’ın
görülmesi dünyada da
ahrette de mümkün
değildir.
Mutezile ve Zeydiyye'nin çoğunluğu gibi Kur'an-ı Kerim'in mahlûk olduğunu
kabul ederler. Allah'ın görülmesi (rüyetullah) konusunda ise, yine Mutezile
doğrultusunda, bunun dünyada da ahirette de mümkün olmadığını ileri
sürerler. Oysa Ehlisünnete göre Allah dünyada değil; ama ahirette müminlerce
görülecektir.
Harici fırkalarının büyük çoğunluğunun benimsediği büyük günah
(kebire) telakkisinden bazı önemli noktalarda ayrılan İbadiyye, bu hususta
büyük ölçüde Mutezileye yaklaşır. Günahkâr kimse için şefaatin söz konusu
olamayacağını, aksi halde Allah'ın vaad ve vaid ilkelerinin bozulacağını ileri
süren İbadiler, kader konusunda Eşariyyeye yaklaşır. Bu haliyle İbadiyye, genel
olarak hayır ve şerri ile kadere inanır ve “Allah’ın her şeyin yaratıcısı olduğunu
kabul eder. İbadiyye, “Allah’tan başka yaratıcı yoktur.” der. Onlara göre
Allah’ın dilemesi (meşiet) ve iradesi olmaksızın hiçbir şey olmaz. Bu sebepten
hayrı da şerri de yaratan Allah’tır. Dolayısıyla kulların fiilleri de her bakımdan
Allah’ın yaratığıdır, yani kulun fiilinin yaratıcısı Allah’tır.
Onlara göre Allah insanları mümin ve kâfir olmak üzere iki sınıfa
ayırmıştır. Artık dünyayı münafık, asi, zalim, fasık olarak terk eden kimse
kâfirdir. Küfür de nimet küfrü ve şirk küfrü olmak üzere ikiye ayrılır. Şu halde
büyük günah işleyen bir Müslüman, mümin değil muvahhittir ve nimet küfrü
içindedir. Böyle bir kimsenin cehenneme girip orada ebedi kalacağı kesindir;
yegâne kurtuluş yolu ise tövbedir; çünkü Allah tövbe etmedikçe büyük
günahları bağışlamaz.
Esasen İbadiyye, ilk büyük imamlarından Cabir b. Zeyd el-Ezdi'nin
görüşlerine uyarak ilahi azabın üç halde gerçekleşeceğini ileri sürer: İşlenen
günahtan tövbe etmemek; kötülükleri ortadan kaldıracak iyiliklerden uzak
kalmak; günahlardan geri dönmemek ve Allah'a sığınmaya çalışmamak. Bu
konumlardan birinde bulunan kimse ister küçük ister büyük günah işlemiş
olsun mutlaka cezasını çekecektir.
İbadilere göre muhalif olan Ehli kıble, kâfir olup müşrik olmadığından
dolayı onlarla evlenmek caizdir, mirasları helaldir, savaş sırasında at ve
silahlarını ganimet olarak almak helal, diğer şeyleri haramdır. Altın, gümüş geri
verilir. Muhaliflerinin darları (oturdukları yer) dar-ı tevhittir, fakat sultanın
ordugâhı asiler darıdır. Yani sultanın ordusu asiler ordusudur.
İbadi grupları, sahabenin rivayetlerinin geçerliliğini sağlayacak adl
sıfatını taşıyıp taşımadığı konusunda farklı görüşler benimsemişlerdir. Bir
kısmına göre, Kur'an'ın fasık olduğunu bildirdiği Velid b. 'Ukbe ve Sa'lebe b.
Hatib gibiler hariç, ashap adildir. Bazıları da sahabenin hepsinin adil olduğu,
fiten ile ilgili olanlar dışında diğer nakillerinin kabul edilebileceği görüşündedir.
Diğerlerine göre ise sahabiler öbür insanlar gibi olup adaleti bilinenlerin rivayeti
kabul edilir, bilinmeyenler de araştırılarak sonucuna göre davranılır.
18
Bireysel Etkinlik
Haricilik ve İbadiyye
• İbadilerin iman-küfür, Allah'ın sıfatları,
ruyetullah ve Kur'an-ı Kerim hakkındaki
görüşlerini düşününüz.
İBADİYYE’NİN YAYILDIĞI COĞRAFYA
Bireysel Etkinlik
Tarihi açıdan İbadiyye, erken sayılabilecek bir dönemde itikadi ve siyasi
açıdan çeşitli bölünmelere uğramış ve birçok kola ayrılmıştır. Pek çoğu önemsiz
sayılabilecek sebeplerle ana bünyeden ayrılan bu kollar varlıklarını uzun süre
devam ettirememişlerdir. Esasen ilk bölünmeler Kitman devrinde itikadi
mahiyette olmuş, fakat siyasi bir bütünlük ve güç elde edilmeye başlandığı
zamanlarda da dini - siyasi farklılıklar ağır basmıştır. Kaynakların bildirdiklerine
göre İbadiyye, tarihte, pek çok kola ayrılmıştır.
İbadilik Mağripten İspanyaya, II. / VIII. yüzyılın başlarından itibaren
Horasan bölgesine, Umman, Horasan ve Ceziretu İbn Kavan yoluyla Sind'e de
girmiştir. Bundan başka sayıca az da olsalar Mısır, Hicaz ve Yemame'de de
İbadilere rastlanmıştır.
Sayıca pek fazla olmayan Hadramut İbadileri yanında Zengibar'daki
İbadiler daha çoktur. Son yıllarda halkın çoğunun Şafii mezhebine girmesiyle
İbadi sayısında azalma gözlenmektedir.
Ama kesin olarak bilinen şudur ki İbadilik, Kuzey Afrika'nın özellikle
Berberi kabileleri arasında bugün bile hala yaygındır. Libya'da Trablus'un
Zuvare ve Cebelinefuse bölgelerinde, Tunus'un Cerbe mıntıkasında ve
Cezayir'in Vercelan (Vargelan) ve Vadiimizab mevkilerinde yaşayan halk
arasında İbadilik devam etmektedir.
Günümüzde bütün İbadilerin sayısı, kesin olarak bilinmemekle beraber
2-3 milyon civarında tahmin edilmektedir.
• İbadiyyenin yayıldığı bölgeleri ve
günümüzdeki durumunu düşününüz.
19
Özet
Haricilik ve İbadiyye
• Hariciler, sert ve kaba kuvvete dayalı, İslam’ın öngördüğü
yumuşaklıktan
fevkalade
uzak
bir
hayat
modeli
benimsemişlerdir. Hariciler, bu halleri ile pek çok yanlışlar
yapmışlar, silahlı mücadeleye girerek masum Müslümanların
kanlarını akıtmışlar ve Hz. Ali gibi çok seçkin bir şahsa suikast
yaparak hayatına son vermişlerdir.
• Kur’an’a samimi inanan, ancak Kur’an ile ilgili bilgileri, özellikle
fıkhi bilgileri kıt olan ve bütüncül yaklaşımdan çok parçacı
yaklaşımla acele hüküm veren, kendileri dışındaki
Müslümanları kafir ve müşrik kabul eden bu insanların, en fazla
kullandıkları slogan ise, “La hükme illa lillal / Hâkimiyet ancak
Allah’ındır.” şeklindedir.
•Aralarında çok ihtilaf eden ve hızla farklı kollara ayrılan
Haricilerin, birleştikleri hususlardan biri iyiliği emir ve
kötülükten sakındırma konusundaki gösterdikleri sertliktir. Her
ne kadar bu sertliğin kendi aralarında şiddeti farklı ise de,
sonuçta diğer İslam fırkalarına nazaran çok daha şiddetlidirler.
Ödev
•Günümüzde bu fırkanın en mutedil kolu olan İbadiye
dışındakiler sert yapıları ve olumsuz tavırları nedeniyle
varlıklarını sürdürememişlerdir. Ama Harici zihniyeti bugün
farklı radikal İslami gruplar tarafından sürdürülmektedir.
• İslam düşünce tarihinin gelişiminde Haricilerin
yeri ve etkilerini-diğer bilim dallarından da
istifade ederek- 300 kelimeyi aşmayacak şekilde
yazınız. Hazırladığınız belgeyi göndermek için
yandaki ödev gönderme linkini kullanınız.
20
Haricilik ve İbadiyye
DEĞERLENDİRME SORULARI
1.
Değerlendirme
sorularını etkileşimli
olarak
cevaplandırabilirsiniz
Haricilerin, genellikle aşağıdaki tarihi olaylardan hangilerinin sonucu
ortaya çıktığı kabul edilir?
a) Ridde olayları ve Hz. Osman’ın şehit edilmesi
b) Cemel savaşı, Sıffin savaşı ve sonrasında meydana gelen Tahkim olayı
c) Kabilecilik anlayışının yeniden canlanması
d) Hz. Ali’nin şehit edilmesi
e) Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali’nin hilafete seçilmelerinde
yaşanan ihtilaflar.
2. Aşağıdakilerden hangisi Haricilere verilen isimlerden birisi değildir?
a) Marika
b) Muhakkimetü’l-Ûla
c) Şurat
d) Mücahide
e) Muhakkime
3. Aşağıdakilerden hangisi İbadilerin yayıldığı yerler arasında değildir?
a) Umman
b) Horasan
c) Mağrib
d) Buhara
e) Basra
4. Aşağıdakilerden hangisi Haricilerin genel görüşlerinden birisi değildir?
a) Hüküm yalnız Allah’ındır.
b) Büyük günah işleyen bir kişi kafirdir.
c) el-Emrubi’l-ma’rûf ve’n-nehyuani’l-münker farzdır .
d) İmam seçiminde şura esastır.
e)Önceki halifeler gibi Hz. Ali’nin de hilafeti meşrudur.
5. İmamın, Allah'ın kitabından ayrılması veya halka zulmedip adaletsiz
davranması durumunda azledilmesi gerektiği fikri Haricilerin hangi
prensipleri gereğidir?
a) İsti’raz
b) Nübüvvet
c) El-Emru bi’l-ma’ruf ve’n-nehyu ani’l-münker
d) Tevhid
e) El-Hükmü illa lillah
21
Haricilik ve İbadiyye
6. Haricilerin, Tahkim kararından dönmemesi üzerine Hz. Ali’den ayrılarak
kendilerine, Şebes b. Rib’i et-Temimi’yi askeri komutan, Abdullah b. elKeva el-Yeşkuri’yi de namaz kıldırmak üzere imam seçerek bir topluluk
haline geldikleri yerin adı nedir?
a) Harura
b) Basra
c) Şam
d) Medine
e) Yemen
7. Aşağıdakilerden hangisi günümüzde devam eden Harici fırkalardan
birisidir?
a) Ezarika / Ezrakiyye
b) İbadiyye
c) Sufriyye
d) Necadat / Necdiyye
e) Acaride
8. Haricilerin Hz. Ali’yi tekfir etmelerinin sebebi aşağıdakilerden hangisidir?
a) Muaviye’yi haklı görmeleri
b) Savaş ganimetlerinden yeterince pay almamaları
c)Sıffin Savaşı ve Tahkim olayı esnasında Hz. Ali’nin Haricilere yeteri kadar
ilgi göstermemesi
d) Hz. Ali’nin savaşı bırakıp tahkimi kabul etmesi
e) Hiçbiri
9.İbadiyye günümüzde hangi devletin resmi mezhebidir?
a) Bahreyn
b) Umman
c) Yemen
d) İran
e) Lübnan
10. Aşağıdakilerden hangisi Haricilerin genel görüşlerinden birisi değildir?
a) Ruyetullah dünyada da ahirette de mümkün değildir.
b) Kur’an-ı Kerim mahluktur.
c) Küfr; nimet küfrü ve şirk küfrü olmak üzere iki kısımdır.
d) Cehennem ebedi değildir.
e) Allah’ın sıfatları konusunda teşbihe düşmemek için dikkat edilmelidir.
CEVAPLAR:
1. b, 2. d, 3. d, 4. e, 5. c, 6. a, 7. b, 8. d, 9. b, 10. d.
22
Haricilik ve İbadiyye
YARARLANILAN ve BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Ahmed Cevdet.(1331). Kısas-ı Enbiya. II. İstanbul.
Ahmed Emin, (ts.).Duha’l-İslam. Beyrut: , Daru’l-Kitab el-Arabî.
Ahmed Emin. (1976). Fecru’l-İslam (İslam’ın Doğuşu).trc. Ahmet Serdaroğlu.
Ankara.
Akyol, Taha. (2000)Hariciler ve Hizbullah İslam Toplumlarında Terörün Kökleri,
İstanbul.
Bağdadî, Ebû Mansur Abdulkahir b. Tahir el-Bağdadî. (1991).Mezhepler
Arasındaki Faklar (el-Fark Beyne’l-Fırak).trc. Ethem Ruhi Fığlalı, Ankara: T.D.V.
Yay.
Belazurî, Ahmed b. Yahya b. Cabir el-Belazurî. (1417/1996).Ensabu’l-Eşraf. III.
Beyrut.
Büyükkara, Mehmet Ali. (7-9 Eylül 2001). “Bir İnanç ve İmaj Sorunu Olarak
İslam’ın ‘Taliban’cası”. Günümüz İnanç Problemleri İlahiyat Fakültesi Kelam
Anabilim Dalı Sempozyumu. Erzurum, s. 277-287.
Çağatay, Neşet - İbrahim Agah Çubukçu. (1976). İslam Mezhepleri Tarihi,
Ankara.
Dalkıran, Sayın. (1997). İbn-i Kemal ve Düşünce Tarihimiz. İstanbul.
Dalkıran, Sayın. (2002). “Tarih-i Cevdet’te İslam Mezhepleri I”.Atatürk
Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi. Erzurum.9 (20). 219-252.
Demircan, Adnan. (1996). Haricilerin Siyasi Faaliyetleri. İstanbul.
Ebû Hanife, Numan b. SabitEbû Hanife. (1981). el-Fıkhu’l-Ebsat, (İmam
Azam’ın Beş Eseriİçinde). trc. Mustafa Öz. İstanbul: Marmara Ünv. İlahiyat Fak.
Vakfı Yay..
Ebû Zehra, Muhammed (ts.). Tarîhu’l-Mezahibi’l-İslamiyye. I. Kahire: Daru’l
Fikri’l-Arabî.
Ecer, Ahmet Vehbi. (2000). Tarihte Vehhabi Hareketi ve Etkileri, Ankara.
Eşarî, Ebu’l-Hasan Ali b. İsmail el-Eşarî. (1416/1995).Makalatu’l-İslamiyyîn ve
İhtilafu’l-Musallîn. tah. Muhammed MuhyiddinAbdulhamid, I, Beyrut.
Fığlalı, Ethem Ruhi. (1997). “Hariciler”.DİA,İstanbul , XVI, 169.
Fığlalı, Ethem Ruhi. (1978). “Hariciliğin Doğuşu ve Fırkalara Ayrılışı”, AÜİFD,
Ankara. c. XXII, s. 246-275.
Fığlalı, Ethem Ruhi. “İbadiyye’nin Siyasi ve İtikadi Görüşleri”. AÜİFD, XXI, 323
344.
Fığlalı, Ethem Ruhi. (1983).Çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri, İstanbul.
Fığlalı, Ethem Ruhi. (1983).İbadiye’nin Doğuşu ve Görüşleri, Ankara: AÜİF Yay..
Hatipoğlu, Mehmet Said. (1978) “Hilafetin Kureyşiliği”. Ankara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi, cilt XXIII, s. 163.
Hizmetli, Sabri. (1987). “İbadilikteAzzabe”, AÜİFD, cilt XXIX, s. 285.
Hizmetli, Sabri. (1986). “İbadilikte Velayet ve Beraet İnancı”, AÜİFD., XXVIII,
181-204.
İbn Haldun. (1391/1971).Tarihuİbn Haldun. II, Beyrut.
İbnHazm, Ebû Muhammed Ali b. Ahmed b. Saîd b. Hazm et-Tahir. (1395/1975).
el-Faslfi’l-Milelve’l-Ehvai ve’n-Nihal. I-V, Beyrut.
İbnKuteybe, Ebû Muhammed Abdullah b.Müslim İbnKuteybeed-Dineverî.
(1969). el-İmameve’s-Siyase, tah. Mustafa el-Halebî, I, Kahire.
İbnü’l-Esîr, Ebu’l-Hasan Ali b. Muhammed b. Abdilkerimİbnü’l-Esîr.
(1385/1965). el-Kâmil fi’t-Tarih, III, Beyrut.
23
Haricilik ve İbadiyye
İbnü’l-Esîr, İzzüddinEbu’l-Hasa b. Ali b. Muhammed b. Abdilkerim el-Cezerî
İbnü’l-Esîr. (1280). Usdu’l-Gabe fî-Ma’rifeti’s-Sahabe. III, Mısır.
İlhan, Avni – Vehbi Ecer – Mustafa Öz. (1977).İslam Mezhepleri Tarihi, İzmir.
İrfan Abdülhamid. (1994). İslam’da İ’tikadî Mezhepler ve Akaid Esasları, trc. M.
Saim Yeprem, İstanbul.
İşcan, M. Zeki. (1991). Emrbi’l-Ma’ruf ve NehyAni’l-Münker, (Yayımlanmamış
Yüksek Lisans Tezi). Erzurum: Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
İzmirli İsmail Hakkı. (1339-1341).Yeni İlm-i Kelam. İstanbul.
Koçyiğit, Talat. (1989).Hadisçilerle Kelamcılar Arasındaki Münakaşalar, Ankara.
Kutlu, Sönmez. (2001). “İslam Düşüncesinde Tarihsel Din Söylemleri Olgusu”,
İslamiyat, Ankara. cilt 4, sayı 4.
Kutluay, Yaşar. (1968).Tarihte ve Günümüzde İslam Mezhepleri, Ankara.
Kuzgun, Şaban. (2000). “Hizbullah’ın Backgrondu”, Tarih ve Düşünce, sayı 6, s.
23.
Lewıckı, T., “İbadiye”.MEBİA., V, 687-690.
M. Şerafeddin. (1319). İslam’da İlk Fikrî Hareketler ve Dinî Mezhepler,
Darulfünun İlahiyat Fakültesi Mecmuası.4 (14). İstanbul.
Malatî, Ebu’l-Hüseyn Muhammed b. Ahmed b. Abdirrahman el-Malatî eş-Şafiî.
(1388/1968).et-Tenbihve’r-RedalaEhli’l-Ehvave’l-Bid’a.nşr. Muhammed
Zahid b. El-Hasan el-Kevserî, Beyrut.
Maturidî, Ebû Mansur Muhammed b.Muhammed b. Mahmûd el-Maturidî.
(1979). Kitabu’t-Tevhid. nşr. FethullahHuleyf, İstanbul.
Mesûdî, Ebu’l-Hasan Ali b. Hüseyin b. Ali Mesûdî. (1384/1964). Mürûcu’z
Zeheb ve Meadinu’l-Cevher. III, Mısır.
Nevin Abdülhalık Mustafa. (2001). İslam Düşüncesinde Muhalefet. çev. Vecdi
Akyüz, İstanbul.
Öz, Mustafa. (2011). Başlangıçtan Günümüze İslam MezhepleriTarihi. İstanbul:
Ensar Neşriyat.
Razî,
Fahruddin
er-Razî.
(1402/1982).
İ’tikadatuFırakı’l-Müslimînve’lMüşrikîn.Beyrut: Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye.
Şehristanî, Muhammed b. Abdilkerim eş- Şehristanî. (1992). el-Milel ve’n
Nihal. I, Beyrut.
Taberî, Ebû Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi. (ts.).Tarihu’l-Ümemve’l
Mülûk.tah. Muhammed Ebu’l-Fadl İbrahim, V, Beyrut.
Triton, A. S.. (1983). İslam Kelamı. çev. Mehmet Dağ, Ankara.
Vida,G.LeviDellah Vida. (1964). “Hariciler”, İ.A., İstanbul, V, 233.
Watt, W. Montgomeri. (1981).İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri.trc. Ethem
Ruhi Fığlalı, Ankara.
Welhausen, Julius. (1958). el-Havaricve’ş-Şîa, Arapçaya çev. Abdurrahman
Bedevî, Kahire.
Ya’kûbî, Ahmed b. EbîYa’kûb b. Ca’fer b. Vehb el-Ya’kûbî. (1960).Tarîhu’l
Ya’kûbî. II, Beyrut.
Yıldız, Harun. (1999).Din Siyaset ve İdeoloji, Haricilik Düşüncesinin Doğuşu.
İstanbul: Sidre Yayınları.
24
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
MÜRCİENİN DOĞUŞU, FİKİRLERİ
VE YAYILIŞI
• İsimlendirme Sorunu: Mürcie İsmi
ve İrca Kavramı
• Mürcienin Teşekkülü
• Mürcienin Görüşleri ve Temel
Kavramları
• Fırkalara Ayrılışı ve Yayıldığı Bölgeler
• Günümüzdeki Durumu
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• İrca ve Mürcie'nin kavramlarını tanımlayacak,
• Mürcienin doğduğu ortamı açıklayacak,
• Mürcienin temel görüşlerini değerlendirecek,
• Mürcie içerisindeki farklılaşmaları kavrayacak,
• Mürcienin diğer mezheplerle ilişkisini
açıklayacaksınız.
İSLAM MEZHEPLWRİ
TARİHİ
Prof. Dr. Sönmez KUTLU
ÜNİTE
3
Mürcienin Doğuşu, Fikirleri ve Yayılışı
GİRİŞ
Mürcie, İslam'ın ilk dönemlerinde ortaya çıkan ve uzlaşmacı fikirleriyle
tanınan siyasi ve itikadi bir fırkadır. Hz. Osman sonrası gelişen siyasi hadiseler
sonucunda İslam toplumu Emevi veya Haşimi kutuplaşmasında taraftar olmak
zorunda bırakıldı. Ancak bazı kimseler, geçmişte olduğu gibi Müslümanların birliğini
korumak amacıyla, tarafsız kalmayı tercih ederek ne Emevileri ne de Haşimileri
desteklediler. Bu tutum, belli bir süre sonra başta Cemel ve Sıffın savaşlarında ölen
ve öldürülenler olmak üzere büyük günahkârların tamamının durumunu Allah’ın
vereceği hükme bırakılmasıyla, irca adıyla tarif edilen itikadi bir boyut kazandı.
Mürcie, bu süreçte iman, küfür ve büyük günah ile ilgili sorunların çözümü
için kendilerine özgü bir iman nazariyesi geliştirdi. Mürciiler, sorunların çözümünde
toplumsal gerçekliği dikkate alması ve vahyi aklın rehberliğinde anlamaya
çalışması sebebiyle, İslam düşüncesinde akılcı-hadari zihniyetin öncüleri oldular.
Mürcie, İslam
toplumunun birliğini
önceler.
İSİMLENDİRME: MÜRCİE İSMİ VE İRCA KAVRAMI
Arapça bir kelime olan Mürcienin kökü ile ilgili iki ayrı görüş ileri
sürülmüştür. Güçlü olan birinci görüşe göre, " Geriye bırakmak, ertelemek veya
geciktirmek " anlamlarına gelen rce kökünden türetilmiş sıfat bir isimdir. Buna göre
Mürcie, “Bir hükmü geriye bırakan, erteleyen kimse/kimseler” demektir. Zayıf olan
ikinci görüşe göre, " Beklenti içinde olma ve ümit etmek" anlamına gelen rcâ
kökünden türemiştir. Bu durumda Mürcie, “bir konuda insanlara ümit veren veya
onları ümitlendiren kimse/kimseler” demektir. rce ve rcâ kelimelerinin her ikisi de,
farklı türevleriyle Kur’an’da kullanılmıştır. (Bkz.: Tevbe, 9/106; Ahzâb, 33/51; Şuâra,
26/36; Bakara, 2/218; Nebe’, 78/27)
Ayetlerdeki kullanımlar dikkatlice öncelendiğinde, bir fırkanın adı olarak
kullanılan Mürcie, Tevbe Suresi’nin 106. ayetindeki gibi, "Geriye bırakmak,
ertelemek ve geciktirmek" anlamlarına gelen erceden ismi fail olduğu
görülmektedir.
Mürcie, büyük günah
işleyenle ilgili hükmü
Allah’a erteleyendir.
Mürcie ve ircanın terim anlamlarına gelince, bu kavramların tanımlarının
yazardan yazara, mezhepten mezhebe değiştiği ve dönemden döneme farklı
anlamlar yüklendiği anlaşılmaktadır. (Geniş bilgi için bkz.: Kutlu, 2000: 28-38) Bu
sebeple kaynaklar Mürcieye muhalif olanların, Mürcie ve irca ila ilgili pek çok
tanımını aktarmaktadır.
Mürcienin ile ilgili tanımlardan üç tanesi şöyledir:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Mürcienin Doğuşu, Fikirleri ve Yayılışı
1. İlk Mürcie (El-Mürcietü’l-Ûlâ); " Hz.Ali ve Osman'ın durumlarını tehir
eden ve onların imanlı oldukları ve küfre girdikleri konusunda fikir beyan
etmeyen kimselerdir." (İbn Sa’d, 1958: VI, 308)
2. Mürcie; Ehlikıble hakkında susan (vakf eden), onların mezheplere
ayrılmaları ve anlaşmazlıkları sonucu birbirinin kanlarını akıtmaları veya
birbirini tekfir etmeleri ile ilgili görüş belirtmiyerek ceza ve mükâfat
konusundaki durumlarını Allah'a havale eden, Allah'ı tanımayı,
cennetine girmeyi, enbiyasına komşu olmayı arzulayan kimselerdir. (Nâşî
El-Ekber, 1971: 19-20)
3. Mürcie; Muhammed ümmetinden büyük günah işleyenleri mümin kabul
edip, durumlarını Allah'a havale ederek, affedileceklerine veya azab
edileceklerine dair görüş beyan etmeyen ve buna delil olarak "Geri
kalanların bir kısmının işi, Allah'ın emrine kalmıştır, Allah dilerse affeder,
dilerse azap eder." (Tevbe, 9/106) ayetini ileri süren kimselerdir."
(Neşvânu’l-Himyerî, trz.: 203)
İrca ile ilgili tanımlardan üç tanesi şöyledir:
1. İrca; "Kesin bilgi olmayan bir hususta, zanla hüküm vermemek, bilinmeyen
şeyin peşine düşmemektir." (Ebu Hanife, 1992: 94)
İrca, iman’ı öncelemek,
amelleri imandan
sonraya bırakmak
demektir.
Rey Taraftarları ve
Fukaha Mürciesi,
Mürcie için diğer
tanımlamalardır.
2. İrca; Amelleri imandan veya inançtan sonraya bırakmaktır. (Şehristanî,
1990: I/162)
3. İrca; Ali'yi, (hilafet sıralamasında) birinciden dördüncü sıraya bırakmak
demektir. (Şehristanî, 1990: I/161)
Büyük günah işleyenlerin durumunu Allah’ın hükmüne bırakanlara, Mürcie
ismini, hicri 60’lı yılların başında ilk defa Harici Nafi b. El-Ezrak takmıştır. Daha
sonra mezhepler, bu kavramı kendilerine ters düşen yönlerini öne çıkararak farklı
şekillerde tanımlamışlardır. Örneğin sonraki Hariciler, büyük günah işleyenlerin
ahirette cezalandırıp cezalandırılmayacağı konusunda bir hüküm vermedikleri için
Mürcie'yi Şüpheciler (Şükkâk) olarak isimlendirmiştir. Şiiler, ircayı “Meliklerin dini”
veya “Meliklerin destekçileri” olarak tanımladıklarından Hz. Ali’yi, (hilafet
sıralamasında) birinciden dördüncü sıraya bırakan herkesi Mürcie mensubu kabul
etmişlerdir. Hadis taraftarlarına göre ise, "Amelleri imandan veya inançtan sonraya
bırakanlar." veya "İmanı, amelsiz söz (ikrar/kavl) veya sadece söz (ikrar) olarak
tanımlayan” kimselerin adıdır.
Ebu Hanife ve taraftarlarına da; irca fikri benimsemesi, problemlerin
çözümünde, özellikle fıkhi konularda, re’yi kullanmakta ısrar etmeleri ve pek çok
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Mürcienin Doğuşu, Fikirleri ve Yayılışı
meseleyi bu yöntemle çözmeye çalışmaları sebebiyle, muhalifleri tarafından Rey
Taraftarları, Kufe Mürciesi veya Fukaha Mürciesi gibi isimler verilmiştir.
Şârî ve Ehli Cemaa elMürciun, Mürcienin
kendi tanımlamalarıdır.
Mürciiler kendilerini, bazan " Zemmedilen Mürcie" yerine " Övülen
Mürcie" olarak; bazen de "Cennet karşılığında canlarını ve mallarını Allah'a
satanlar" anlamında " Şârî’" olarak ya da İslam toplumunun birlik ve bütünlüğü
savunanlar anlamında "Ehlu'l-Cemaa El-Mürciûn" şeklinde isimlendirme yoluna
gitmişlerdir.
Sonuç olarak siyasi ve itikadi bir fırkanın adı olarak Mürcie şöyle
tanımlanabilir: Mürcie, Hz. Osman ve Hz. Ali başta olmak üzere bütün büyük günah
işleyenlerin durumlarını Allah'a bırakarak, onların cennetlik veya cehennemlik
oldukları konusunda hiç bir fikir ortaya koymayan kimseler ve topluluklara verilen
müşterek bir isimdir.
MÜRCİENİN TEŞEKKÜLÜ
Mürcienin Doğuşunu Hazırlayan Sebepler
Mürcienin ortaya çıkışında etkili olan sebeplerin başında, Harici zihniyet,
Emevi-Haşimi çekişmesi ile Emevilerin siyasi ve ekonomik politikaları
bulunmaktadır. Bunların yanı sıra kentleşme ya da yerleşik hayata geçiş sürecinin
doğurduğu siyasi, ekonomik ve toplumsal problemler de önemli rol oynamıştır.
Harici Zihniyet
Hz. Ali ile Muaviye ordusu arasında yaşanan Sıffin savaşı devam ederken
haklı tarafın tespiti için, hakeme başvurulmasını isteyenler oldu. Hz. Ali'nin
yanında, onunla birlikte Muaviye'ye karşı savaşan bir grup, hakeme
başvurulmasına, önce taraftar iken daha sonra karşı çıktı. Onlar hakemlerin verdiği
kararı Hz. Ali’nin kabul etmesini eleştirerek, "Hüküm ancak Allah'ındır!" deyip
ondan ayrıldılar.
Hariciler adı verilen bu grup, Hz.Ali'yi ve tahkimi kabul eden herkesi tekfir
edip onlarla savaşmaya karar verdiler. En sonunda kendileri gibi düşünmeyen
bütün Müslümanları tekfir ederek, baskınlar yapmak suretiyle kanlarının
akıtılmasını helal gördüler.
Mürcie, Harici zihniyete
bir tepki olarak
doğmuştur.
Nâfi b. El-Ezrak ve grubu, Haricilerin sayı ve kuvvet bakımından en güçlü ve
en büyük fırkası oldu. Onlara göre, "Büyük günah işleyen küfre girmiştir ve küfür
topluluğundandır. O, bütünüyle İslam'dan çıkmış olup, diğer kâfirlerle beraber
ebedi cehennemliktir.” (Şehristanî, 1990: I/141)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Mürcienin Doğuşu, Fikirleri ve Yayılışı
Bu grup, İslam toplumunda tepkiselliği ve kabileciliği temsil eden bir fırkadır.
Kendileri gibi düşünmeyenleri tekfir ederek onlardan teberri ediyorlar ve zalim
imama karşı isyanı gerekli görüyorlardı. Aslında genel olarak Haricilik, bedevi
hayattan yerleşik hayata geçiş dönemi yaşayan bedevi Arap zihniyetinin tipik bir
tezahürüdür. Bu hayattan gelmeleri, onların olaylar ve hadiseler üzerinde
derinlemesine ve sistematik düşünmelerine engel olmuştur. Ayrıca bu durum
onların ferdiyetcilikten çok karizmatik bir cemaat anlayışını savunmalarına sebep
olmuştur.
Mürcie, genelde Arap
olmayan şehirli
Müslümanları temsil
eder .
Harici zihniyetin karşısında, devlet geleneği olan, bütün Müslümanların
eşitliğini ve istikrarlı medenî bir hayatı savunan ılımlı ve uzlaşmacı, insaf sahibi bir
zihniyetin doğması kaçınılmazdı. Bu fırkanın fikirleri ve davranışları, karşıt bir
grubun müesseseleşmesini gerekli kılmıştır. Genelde Arap olmayan Müslümanların
temsil ettiği ve daha çok yerleşik hayattan gelen kimselerin temsil ettiği zihniyetin
adı Mürcie olmuştur.
Emevi-Haşimi Çekişmesi
Hz.Peygamber'in vefatıyla birlikte hilafeti eline geçiren Kureyş kabilesi, Hz.
Osman döneminde meydana gelen fitne hadisesine kadar zahiren bütünlük içinde
olmuşlardı. Siyasi idare, her ne kadar Kureyş'in elinde idiyse de, cahiliye
döneminde Arap siyasi hayatının çekirdeği durumundaki kabilecilik anlayışı hiç bir
zaman yok edilememişti.
Kureyş içinde, hilafet konusunda, rakip iki kabile Haşimoğulları ve
Ümeyyeoğulları, hilafetin kendi hakları olduğuna inanıyorlardı.
Mürcie, iktidar
mücadelesinin İslam
toplumunu bölmesine
karşıdır .
Ebu Bekir, halife seçilirken Haşimoğulları'nın halifeliği gündeme gelmiştir.
Cahiliye döneminde var olan Emevi Haşimi çekişmesi, Hz. Ömer'in ölümü üzerine,
teşkil edilen şurâda Hz. Ali ile Hz. Osman'ın karşı karşıya kalmalarıyla ve fitne
hadiseleriyle tekrar su yüzüne çıkmıştır. Ümeyyeoğulları, Hz. Osman'ın hilafete
gelmesiyle tekrar nüfuz sahibi olmuşlar ve önemli mevkilere gelmişlerdir. Bu en
fazla, Haşimoğullarını rahatsız etmiştir.
Emevi-Haşimi mücadelesi, Sıffin savaşı ile tekrar kendini göstermeye başladı.
Emevi-Haşimi mücadelesinde Sıffin'den itibaren birçok insan öldürüldü. Basra'da
zaman zaman Hariciler boy gösterirken, Kûfe'de Hz. Ali taraftarları sürekli isyan
halindeydi. Emeviler ise, sürekli onlarla fiili mücadele içerisindeydi. İşte bu
mücadelenin temelinde iktidar mücadelesinin yattığına inanan birçok kimse,
Sıffın'de, ne Hz. Ali ne de Muaviye'nin yanında yer almıştır. Özellikle Medine
halkının geneli, siyasi olaylardan el çekerek, tarafsız kalmayı ve ilimle uğraşmayı
tercih etmiştir. (El-Malatî, 1991: 36) Mürcienin ilk nüveleri bu kesimler arasından
çıktı.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Mürcienin Doğuşu, Fikirleri ve Yayılışı
Sosyo-Politik ve Ekonomik Durum
Emeviler iktidarı ele geçirdikten sonra kendilerini meşrulaştırma yolları
aradılar. Bunun için de Allah'ın kaza ve kaderiyle halife olduklarını ve onun
hükmünü icra ettiklerini ileri sürdüler. Bu sebeple kendilerine yapılan isyanı Allah'a
karşı yapılmış bir isyan olarak gördüler. Hatta kendilerinin Allah'ın en yüce
askerleri, insanların en hayırlıları olduklarını ve dillerinin en üstün dil olduğunu
söylemeye başladılar. Bu durum onların Emevi soyu dışındakileri ve Arap
olmayanları hakir görmeleriyle ve Müslümanlar arasında asabiyet ruhunun yeniden
ortaya çıkmasıyla neticelendi.
Mürcie, Müslümanların
eşitliği anlayışı esasına
dayanır.
Müminlerin eşitliği ve
kardeşliği, Emevilerin
çıkarlarından önemlidir.
Emevi halifeleri, Arapların tarafını tutup mevaliyle onlar arasında eşit
muamele yapmaktan kaçındılar. Bunun üzerine Arap olmayanlar bir araya gelerek
onlara karşı zaman zaman ayaklandılar. Irak'ta ve hilafetin doğu bölgelerinde İslam
toplumuna mevalî sıfatıyla katılanların sayısı her geçen gün artmaktaydı. Onların
Müslüman olarak kendilerini tanımlaması, cizye ve haraçtan muaf tutulmalarını
gerektiriyordu.
Haccac'ın haraç toplamak için görevlendirdiği kimseler, kendisine zimmilerin
Müslüman olduğunu, bu nedenle haraç sisteminin iflas ettiğini yazdılar. Bunun
üzerine Haccac, Basra ve diğer şehirlere yerleşmiş ve haraç ödemeyen kim varsa
onların şehirlerden çıkarılmasını emretti. Daha sonra, bunlar, bir meydanda
toplanarak nereye gideceklerini bilemedikleri için “Ey Muhammed! Ey
Muhammed!” Diye bağırmaya başladılar. Hatta bir kısım Basralı âlim (kurra') de
kıyafet değiştirip onları destekleyerek birlikte yürüyüşe katıldılar. (Taberî, trz.:
1122-23, 1435)
Haccac, onların her birinin ellerini damgalatarak gitmek istedikleri yerlere
gönderdi. Yeni valinin bu uygulamasıyla, bir ara din kardeşleriyle tam bir eşitlik
ümidine kapılan mevali, topraklarına geri dönmeye ve eskiden olduğu gibi haraç
ödemeye mecbur oldu. Ancak bu davranışlar, birçok kurranın da katıldığı
Abdurrahman b. Eş'as'ın isyanına sebep oldu. Haccac, böyle bir uygulamayla,
Emevi iktidarının ayakta durması ve ekonomik güç uğruna İslam'ın " Müminlerin
kardeşliği " ilkesini ihlal etti. O, cemiyete üyelikte Arap olmayı birinci, Müslüman
olmayı ikinci plana koyuyordu.
Bu durum Arap Müslüman ile Arap olmayan Müslümanın eşitliğini savunun
imanda eşitlik esasına dayalı Mürcie anlayışının doğmasına sebep oldu.
Mürcienin İlk Nüveleri: Tarafsızlar Grubu
Hz. Osman'ın ölümü üzerine meydana gelen siyasi hadiseler, siyasi ve itikadi
bir mezhep olarak Mürcienin de ortaya çıkmasına etki eden sebeplerin başında
gelir. "Hz. Osman ve Ali'nin durumlarının Allah'a bırakılarak cennetlik veya
cehennemlik olduklarına şehadette bulunulmaması " şeklindeki Mürcienin İrca fikri,
mezhebin ilk nüvelerini bu hadiselere karşı geliştirilen tavırlar arasında aramayı
gerektirmektedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Mürcienin Doğuşu, Fikirleri ve Yayılışı
Müslümanların birliğini
savunan Tarafsızlar
Mürcienin ilk
nüveleridir.
Fitne hadiselerinden uzak duran, Cemel ve Sıffin savaşlarında Hz. Ali, Talha,
Zübeyr ve Muaviye'nin yanında yer almayan bir kesim vardı. Böyle bir tavrı, sırf
İslam ümmetinin birliği uğruna benimsemişlerdi. Bunlar Hz. Ali ve Osman
taraftarlarının dışında tarafsızlar diye tanımlanan üçüncü bir tarafı
oluşturuyorlardı.
Tarafsızlık, ilk defa Hz. Osman'ın öldürülmesinden sonra Medine'ye dönen
ve "Şüpheciler" ( Şükkâk ) olarak tanımlanan bazı gaziler tarafından benimsendi.
Bunlar Hz.Osman'ın ölümü üzerine Medine'ye döndüklerinde, birlik ve beraberlik
içerisinde bıraktıkları insanların birbirini öldürmekte ve birbirleriyle çekişmekte
olduklarını görünce, onlardan hangisinin haklı olduğundan şüpheye düşerek şöyle
dediler:
"Biz sizi birlik, beraberlik içerisinde bırakmıştık. Şimdi ise, sizin ayrılığa
düştüğünüzü, bir kısmınızın “Hz. Osman mazlum olarak öldürüldü, o ve ashabı en
adil kişilerdi”, bazınızın ise, "Hz. Ali ve ashabı daha adil ve doğrudur" dediğinizi
görüyoruz. Hâlbuki bize göre, onların hepsi güvenilir ve doğruluğu kabul edilen
kimselerdir. Biz onlardan hiç birisinden nefret etmez, lanet etmez ve aleyhlerinde
şahitlikte bulunmayız. Onların durumlarını Allah'a irca ederiz. Allah kıyamet
gününde o ikisi arasında hükmedecektir." (İbn Asâkîr, 1954)
Burada sergilenen tavır, “Hz.Ali ve Osman'ın durumunu tehir eden ve onların
iman ve küfürlerine şahitlik etmeyen kimseler olarak tanımlanan İlk Mürciilerin
tavırlarıyla tamamen örtüşmektedir.
Tarafsızlar grubu içerisinde, Abdullah b. Ömer, Sa'd b. Ebî Vakkâs,
Muhammed b. Mesleme, Üsame b. Zeyd, Kudâme b. Maz'ûn, Ka'b b. Mâlik, Sa'd b.
Malik, Zeyd b. Sabit, Hassan b. Sabit, Mesleme b. Muhalled, Ebu Saîd el-Hudrî, enNu'mân b. Beşîr, Rafi' b. Hadîc, Fedâle b. Ubeyd, Ka'b b. Ucre, Kays b. Hâzım,
Eymen b. Hureym (Huzeym?), Muhammed b. Ebî Bekre, Velîd b. Ukbe, Imrân b.
Husayn gibi sahabe ve tabiundan önemli şahsiyetler bulunmaktaydı.
Tarafsızlar, Hz. Ali'ye başlangıçta beyat etmekten kaçındı. Ancak daha sonra
beyat ettiler ise de harbe katılmayı ve Ehlikıbleye kılıç çekmeyi reddettiler. Bu
şahıslar, Müslümanların birbirine kılıç çekmesini kabul etmediler ve İslam
ümmetinin birliğini bozacak fitneden uzak durmayı din ve fazilet olarak gördüler.
İktidarı ele geçiren imamı tanıdılar. Ehlikıbleden isyan edenle savaşı haram kabul
ettiler. (Nâşî el-Ekber, 1971: 16-17)
Mekke ve Medine'de büyük bir nüfuza sahip, 84 yaşında ölen Abdullah b.
Ömer, bu Tarafsızlar grubunun başını çekmekteydi. Mürcii fikirlerle ilgili ilk
tartışmaların onun şahsı etrafında gündeme geldiği görülmektedir. Bu sebeple ilk
Mürcii fikirler, onun hayatının sonları olan hicri 60/679'lı yıllardan itibaren
oluşmaya başlamıştır.
Abdullah ibn Ömer, Müslümana karşı savaşmanın doğru olmadığını
savunurdu. Fitne döneminde Medineye ve Mekke'ye vali olarak kim geldiyse, onun
arkasında namaz kıldı ve ona zekâtını verdi. Hatta o, Haccac'ın ve Harici Necde b.
Amir'in ve İbn Zübeyr’in arkasında namaz kıldığı için tenkit edildi.
Tarafsızlar, ehlikıbleye
kılıç çekmeyi
reddettiler.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Mürcienin Doğuşu, Fikirleri ve Yayılışı
Şam, Mısır ve Basra’da da mensupları olmakla beraber Tarafsızlar grubunun
yoğunlukta olduğu yer Mekke ve Medine idi. Bu cereyan, Hasan'ın hilafeti
Muaviye'ye devretmesiyle daha da güçlenmişti. Çünkü bu olaydan sonra, Hz. Ali
taraftarı pekçok kimse de dâhil halk Muaviye'ye beyat etti. Onlar evlerine ve
mescidlerine çekilip biz ilimle, ibadetle meşgul olacağız, dediler. Bütün bunlar,
fitneden uzak duran, ona iştirak etmeyen kimselerin I. asırda Mürcienin ilk
nüvelerini temsil ettiğini göstermektedir.
İrca nazariyesi, siyasi
fikirlerin itikadi alana
taşınmasıyla oluştu.
Tarafsızlar diye bilinen şahıslar, gerek Hz. Ali'nin gerekse Muaviye’nin kendi
taraflarında yer alma taleplerini de kabul etmediler. Bu tutum, ortak bir kararın
sonucu olmaktan ziyade bireysel kararlardı. Onların, savaşan iki taraftan hiç
birisine katılmama şeklinde bir tavır sergilemiş olmaları, siyasi olarak gayet tabii ve
kaçınılmazdır. Bu çeşit bir siyasi tavır ve ileri sürülen görüşler, daha sonraları, irca
fikrine dönüştürülecek nitelikteydi. Ancak onlar doğrudan doğruya Mürcienin
temsilcileri değil, "Mürcienin ilk nüveleri " olarak kabul edilebilir. Bir başka ifadeyle,
irca fikri bu kimselerin tavırları ve fikirlerinin itikadi alana taşınarak sistematize
edilmesiyle başlamış olabilir.
Mürcienin Teşekkülü: 60-75/679-694
Bazı klasik kaynaklar, siyasi ve dini bir haraket olarak Mürcienin teşekkülünü
82/701 yılında patlak veren Abdurrahman b. Muhammed b. el-Eş'as isyanın
sonrasındaki gelişmelerle başlatmaktadırlar. Ancak siyasi tarih kitapları ve
Mürcie’ye ait yeni bilgiler bu hareketin bu isyandan önce oluştuğunu
göstermektedir.
Mürcie, toplumun irca
fikrini benimsemesiyle
başladı.
İrca fikri, başlangıçta
siyasi amaç gütmeyen
kişilerce benimsenmiş
idi.
İrca fikrini
benimseyenlere, ilk
defa Nafi b. el-Ezrak
Mürcie ismini verdi.
Mürcie mezhebini belli bir şahısla başlatmaktansa, ilk Mürcii fikirlerin toplum
tarafından bir siyasi tavır olarak benimsendiği dönemden itibaren başlatmak daha
doğrudur. Çünkü kaynaklarda, ilk irca fikrini ortaya attığından bahsedilen birden
fazla kişi bulunmaktadır. Bunların başında Medineli Hasan b. Muhammed, Kufeli
Hammad b. Ebi Süleyman ve Zer b. Abdillah, Basralı Hassan b. Haris el- Müzenî ve
Ebu Salt es-Semmân gelmektedir. Aslında bunların her biri, bulundukları bölgede
bu fikrin ilk temsilcisi olarak görülebilir.
Son zamanlarda yayımlanan ilk döneme ait bazı kaynaklar, Mürcienin
teşekkülünün 60-75/679-694 tarihleri arasında gerçekleştiğini ortaya koymaktadır.
Şöyleki Muaviye iş başına geldikten sonra Hz. Ali'yi lanetleme ve Hz. Osman'ı övme
kampanyası başlattı. Haşimi olsun veya olmasın pek çok kimse buna tepki gösterdi.
Bunun sonucunda Hz. Ali ve Osman hakkında irca fikrini benimsemek, hicri birinci
asrın ortalarından itibaren, bizatihi siyasi bir tavrın işareti haline geldi.
İlk önce Hz.Ali ve Hz.Osman'ın durumlarının Allah'a bırakılması, bizatihi siyasi
bir tavır olarak benimsendi ve onların cennetlik ve cehennemlik olduğu konusunda
her hangi bir hükümde bulunulmadı. Bu tavır ve hüküm genişletilerek bütün büyük
günah işleyenler için de uygulamaya konuldu.
İslam toplumu, birlik ve bütünlüğünü tehdit eden iç savaşlar, Harici isyanları,
Emevi Haşimi iktidar mücadelesi ve Emevilerin adaletsizliği ile bunalımlı dönemler
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Mürcienin Doğuşu, Fikirleri ve Yayılışı
yaşıyordu. Mürcie, bu süreçte yaşananlara ve özellikle Müslümanların birbirini
öldürmelerine bir tepki olarak 60/679 ile 75/694 tarihleri arasında uzlaşmacı, birlik
ve barış taraftarı siyasi bir fırka olarak doğmuştur.
MÜRCİENİN TARİHÇESİ
Emeviler Döneminde Mürcie
Medine ve Mekke'nin Ebu Bekirci ve Ömerci havası içerisinde ortaya çıkan
Mürcie, teşekkülünden hemen sonra toplumun Arap ve Arap olmayan her
kesiminden büyük destek almaya başlamıştır. Daha sonra çeşitli bölgelere
yayılmaya başlamış ve pek çok meşhur alimin mezhebi olmuştur. Öyleki bazı
yazarlar onları Şam Mürciesi, Kûfe Mürciesi, Irak Mürciesi ve Horasan Mürciesi
şeklinde tasnif etmişlerdir.
Emeviler döneminde mezhebin mensupları arasında Hasan b. Muhammed
gibi mütekellimler, Ebu Rü'be, Sabit Kutna ve Haris b. Sureyc gibi komutanlar, Said
b. Cübeyr gibi müfessirler, Hammad b. Süleyman gibi fakihler ve Muharib b. Disar
ve Sabit Kutna gibi meşhur şairler çıkmıştır. Özellikle Hasan b. Muhammed, irca
konusunda bir eser yazarak Basra, Mekke, Kufe ve diğer büyük şehirlere
göndermiştir. Onun bu eseri, mezhebin fikirlerinin yayılmasında önemli rol
oynamıştır.
Mürcie, Müslümanların
eşitliğini savunduğu için
mevali arasında büyük
ilgi gördü.
Mürcie, Emevi-Haşimi iktidar çekişmesinden bunalan, Arap asıllılar ve
Emeviler tarafından ikinci sınıf vatandaş muamelesi gören ve ilmi başarılarıyla
toplumda itibar kazanmaya çalışan mevali kesimi arasında büyük ilgi gördü.
Hariciler ve Şia gibi Mürcie, iktidarı ele geçirme gibi bir gaye gütmediğinden,
Emeviler onların faaliyetlerine engel olmadı ve onları çeşitli görevlere getirmekte
bir beis görmedi. Ancak kendilerini ilme veren bu mezhep mensupları, iç
çekişmelere ve iktidar kavgalarına taraf olmadılar. Daha çok Horasan ve
Maveraünnehir'de yürütülen fetih hareketlerine katılmak suretiyle kâfirlerle cihadı
tercih ettiler ya da kadılık ve imamlık gibi resmi görevler üstlendiler. Horasan ve
Maveraünnehir'de Mürcii fikirler, Sabit Kutna’nın yazdığı irca Kasidesi yoluyla
yayılmıştır.
Mürcie, Emevilerin Irak valisi Haccac'ın yeni Müslüman olan mevaliden haraç
ve cizye almasına karşı çıktı. Onlar müminlerin eşitliğini savundu. Mevaliye bu
konuda en büyük destek “kurra” kesiminden geldi. Çünkü onların içerisinde pek
çok kimse mevali sınıfındandı. Bu olaylardan sonra onların Emevilerle olan ilişkileri
bozulmaya başladı.
Mürcie içerisinde, haksız tarafla mücadeleyi şart koşan kanada mensup
olanlar, Haccac'ın 76/695 yılında Irak valiliğine getirilmesiyle, ona karşı açıkça
tavır aldılar. Bundan sonra Emevilere karşı gerçekleştirilen isyanların hemen
hemen hepsine fert veya grup olarak katıldılar. Emeviler döneminde, Mürciilerin
şahıs veya grup olarak destekledikleri isyanlar arasında, tarihi sırayla, 81/700
yılında Abdurrahman b. Muhammed b. el-Eş'as, 101/719'de Yezid b. Mühelleb,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Mürcienin Doğuşu, Fikirleri ve Yayılışı
122/739'de Zeyd b. Ali ve 127/744 yılına kadar yaklaşık onüç yıl süren Haris b.
Süreyc isyanı bulunmaktadır.
Mürcie, Emevilerin
mutlak destekçisi
olmadı.
Mürcie sayesinde
Horasan
ve
Mürcie,
mevaliden
Maveraünnehir’de,
alınan
cizye ve haraçın
toplu
ihtidalarsağladı.
oldu.
kaldırılmasını
Haris b. Sürey isyanı,
Mürciilerin desteği ile
gerçekleşti.
Horasan, irca fikrinin
güçlü merkezlerinden
biridir.
Mürcie, bir grup olarak ilk defa, Abdürrahman b. Muhammed b. el-Eş'âs'ın
81/700 yılında Haccac'a karşı isyanına katılmıştır. Mürcii ulemadan Kays b. Ebî
Müslim el-Mâsırî, Saîd b. Cübeyr, Talak b. Habib, İbrahim b. Yezid et-Teymî, Avn b.
Abdillah b. Utbe b. Mes'ûd, Amr b. Mürre ve Zer b. Abdillah bu isyana bizzat iştirak
etmişlerdir. İsyan aylar süren bir çarpışmadan sonra hezimetle sonuçlandı.
Mürcie, Emevi halifeleri arasında en büyük desteği Ömer b. Abdilaziz'den
gördü. Medine valisiyken, isyandan sonra Talak b. Habib ve Said b. Cübeyr gibi pek
çok kişiyi koruduğu için görevinden oldu. Onun dönemi Mürcienin zafer yılları oldu.
Mürcienin önderliğini yapan Haris b. Süreyc de Emevilerle mevali arasındaki
çarpışmalarda mevali yanında yer aldı. Yine mevaliye eşit haklar sağlamak amacıyla
yapılması istenen reformların savunucularının başında Mürcienin önderlerinden
Ebu's-Saydâ ve Sabit Kutna ile arkadaşları bulunmaktaydı. Onların faaliyetleri
bölgedeki İslam'a toplu ihtidaların önünü açtı.
Haris b. Süreyc'in Emeviler'e karşı isyanı on iki veya on üç yıl sürdü. Bu
hareket temelde, Ebu Saydâ ve Sabit Kutna'nın daha önce başlattığı Mürcii tez
üzerine kurulmuş bir ıslah hareketinin devamıydı. Her iki mücadele, Emevi
valilerinin zorba yönetimlerine ve kötü ekonomik politikalarına karşı
sürdürülmekteydi. Bu Mürcii liderler, mevali unsuruna destek vererek cizyenin
kaldırılması ve askerlere ödenen maaşlara ortak olma isteklerini gerçekleştirmeleri
için onları ayaklandırdılar. Bu yüzden daha önce Ebu's-Saydâ ve Sabit Kutna'ya
destek veren dihkanlar ve köylüler ile liderler, Haris b. Süreyc'in yanında da yer
aldılar. Sabit Kutna gibi, Haris de, en önemli desteği Aşağı Toharistan, Cüzcan,
Faryab, Talikan ve Belh'ten aldı. Bu desteğin altında, Haris b. Süreyc'in hareketinin
Mürcii bir hareket olması yatıyordu.
Haris, bu mücadelesinde Cehm b. Safvan ve diğer meşhur Mürciilerden
büyük destek aldı. Haris, Horasan ve Maveraünnehir'de sadece Mürcii fikirlerin
yayılmasında değil, İslam'ın yayılmasında ve insanların topluca İslam'a girmesinde
de önemli bir rol oynadı. Onun, Türklerle birlikte kaldığı yıllarda, İslam'ı yayma
faaliyetlerine devam ettiği anlaşılmaktadır.
Abbasiler Döneminde Mürcie
Mürcie, Emeviler döneminden itibaren Mekke, Medine, Kûfe, Basra ve Şam
gibi şehirlerde, hatta Kuzey Afrika'da faaliyetlerini sürdürdü. Bu fırka Emevilerin
sonlarına doğru ve Abbasilerin ilk yıllarında Horasan ve Maveraünnehir'de
güçlenmeye başladı. Öyleki irca fikri zikredildiğinde Horasan akla gelmekteydi. Bazı
kimseler irca akidesinin bu bölgeden alınmaması konusunda uyarılar
yapmaktaydılar.
Mürcie, Ebu Muslim'in sürdürdüğü Abbasi davetine, ilk yıllarda, Emevi
zulmüne son vermek için destek verdi. Ancak ihtilalin gerçekleşmesinden sonra Ebu
Müslim'in de aynı politikaları sürdürdüğünü görünce, desteklerini keserek ona karşı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Mürcienin Doğuşu, Fikirleri ve Yayılışı
çıktılar. Ancak Ebu Müslim, bu kimseleri öldürdü veya başka yollarla sindirmeye
çalıştı. Fakat sonra mezhebin gücünün anlaşılması üzerine, bu mezhep
Horasan'daki Harici ve Şii tehikesine karşı Abbasiler tarafından desteklendi.
Abbasiler döneminde bölgedeki kadılık ve imamlık makamları, pek çok yerde
Mürciilerin eline geçmiştir. Mürcie, diğer mezheplerin aksine bizzat siyasetin
içerisine girmedi. Abbasilerin her politikasını da kabul etmedi. Resmi kadılık
görevlerine atanmaları dolayısıyla, akide konusundan çok fıkıhla meşgul olmaları
yüzünden önceki fikri derinliklerini kaybettiler. Bununla birlikte bazı Mürciiler,
Mihne döneminde, devletin “Kur'an’ın yaratılmışlığı” ile ilgili dini siyasetini
desteklediler. Bundan dolayı mihne sonrasında, gerek Bağdat gerekse Horasan ve
Maveraünnehir'de, Mutezile ile aynı muameleye tabi tutuldular.
Emeviler döneminde kader problemi, Abbasiler döneminde Kur'an’ın
yaratılmışlığı problemi, Mürcienin tarihinde iki önemli kırılmayı temsil etmektedir.
Bunlar, fırkanın kendi içinde değişim ve dönüşümüne sebep olmuştur. Emeviler
döneminde mezhebin mensupları özgürlükçü ve cebirci olarak ikiye ayrılmışlardır.
Kur'an’ın yaratılmışlığı probleminde de, fırka mensuplarından kimi Mutezilenin
yanında yer alırken kimi de onlara karşı çıkmıştır.
Abbasiler'in ilk yıllarında Horasan'da Belh; Tahiriler döneminde Nişabur,
Rey ve Herat; Samaniler döneminde ise, Maveraünnehir'de Semerkand, Buhara ve
Fergana şehri, Mürcienin faaliyet gösterdiği merkezler haline geldi. Öyleki Belh
şehrinden Kûfe'ye ilim öğrenmeye gelenlerin, özellikle Ebu Hanife'yi ve daha
sonraları onun öğrencilerini tercih etmeleri sebebiyle, buraya Mürcienin
kalesi/yurdu (Mürciabâd) adı verildi. (İbn Davud el-Belhi, 1350: 28; El-Kerderî,
1981: II/515).
Maturidilik, Mürcienin
görüşlerinden etkilendi.
.
Abbasiler döneminde, bu bölgelerde Mürcienin tartışılmaz manevi lideri Ebu
Hanife'dir. Bu yüzden, orada Mürcie denince, Ebu Hanife ve taraftarları olarak
bilinen Re'y Taraftarları akla geliyordu. Belh, Rey, Nişabur ve Semerkand'daki
Mürciiler, Ebu Hanife’nin hem fıkhi, hem de itikadi görüşlerini devam ettirdiler.
Bölgede temelde Mürcii akideye bağlı Rey'de Neccarilik, Nisabur'da ve Sicistan’da
Kerramilik, Semerkant'ta Matüridilik olmak üzere üç ayrı fikir ekolü ortaya çıktı.
MÜRCİENİN GÖRÜŞLERİ
Mürcie, siyasi ve itikadi, fıkhi ve tasavvufi meselelerin çözümü konusunda pek
çok görüş ileri sürmüştür. Ancak onlar, daha çok iman nazariyeleri ile dikkat
çekmişlerdir. Haricilerin iman ve küfürle ilgili görüşlerini reddederek kendilerine
özgü görüşler ortaya atan Mürcie, bu konuda onlara muhalefet eden ilk fırkadır.
Mutezilenin ortaya çıkmasıyla, bu mesele onlarla Mürcie arasında tartışılmaya
devam etmiştir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Mürcienin Doğuşu, Fikirleri ve Yayılışı
Mürcienin İtikadi Görüşleri
İmanın Tanımı
Mürcienin imanın tanımı ile ilgili görüşlerini üç grup halinde ele almak
mümkündür.
Mürciilere göre, iman
kalbin marifeti (tasdiki),
dilin ikrarı veya her
ikisidir.
Mürcie, amelleri imana
dahil etmez.
Birinci görüşe göre iman, kalple gerçekleşen marifettir veya tasdiktir. Bu
görüşü Cehm ve taraftarları savunmuştur. Onlara göre; iman, yalnızca Allah'ı,
Resulleri'ni ve O'ndan gelen herşeyi bilmektir. Marifetin dışındaki dil ile ikrar, kalb
ile kabullenme, Allah'ı ve Resulü'nü sevme, onlara saygı, onlardan korkma ve
azalarla amel İman değildir. Küfür ise, Allah'ı bilmemek olup, İman ve küfrün her
ikisi de, sadece kalpte bulunur.( El-Eşarî, 1980: 132; El-Malatî, 1991: 149)
İkinci görüşe göre iman, dil ile ikrar kalp ile tasdiktir. Yani iman, Allah'ı ve
ondan gelen şeyleri toptan kalp ile tasdik, dil ile ikrar etmektir. (Ebu Hanife, 1992:
52, 119. Krş: 62) Bu, genel olarak Ebu Hanife ve ashabının oluşturduğu Kufeli
Mürcii fakih ve zahitlere ait olup Mürcienin çoğunluğunun görüşüdür.(İbn Teymiye,
trz: 141)
Üçüncü görüşe göre iman sadece dille ikrardır. Muhammed b. Kerram ve
taraftarlarınca benimsenen bu görüşe göre iman, kalbin değil dilin ikrarı ve
tasdikidir. Kalp ile bilmek iman olmadığı gibi, dil ile ikrarın dışında hiç bir şey de
iman değildir. Bu sebeple, Resulullah döneminde münafıklar gerçek mümindiler.
Küfür ise, Allah'ı dil ile tanımama ve inkârdır. (El-Eşarî, 1980: 141; El-Malatî, 1991:
151.) Mürcie, imana üç farklı tanım getirdiyse de, bu tanımların hiç birisinde,
amelleri imana dahil etmediler.
Büyük Günah
Mürcie, büyük günah işleyenin dünyadaki durumu ile ahiretteki durumunu
birbirinden ayrı ele alır. Şöyle ki kıble ehli'nden büyük günah işleyenler (fasıklar),
imanlı olmaları dolayısıyla mümindirler; ancak büyük günah işledikleri için aynı
zamanda fasıktırlar. Onların durumları Alah'a kalmıştır; dilerse affeder, dilerse
cezalandırır. (El-Eşarî, 1980: 229)
Mürcie, fıskı imanın zıddı kabul etmediklerinden ve amelleri imanın bir
parçası olarak görmediklerinden, büyük günah işleyeni fıskı ve fücuru ile birlikte
kâmil bir mümin saymaktadır.
Büyük günah sahibinin
ahiretteki durumu
Allah’ın dilemesine
kalmıştır.
Mürcie, büyük günah işleyenin, günahı dolayısıyla fasık olmakla beraber
gerçek mümin olmaya devam ettiği fikrini "Küfürle birlikte iyi ameller ( ta’at ) fayda
vermediği gibi, İmanla beraber de kötü ameller (seyyie/ma’siyet) zarar vermez "
(Eş-Şehristani, 1990: I/162; İbn Hazm, 1986: IV/205; İbnü'l-Cevzî, 1989: 87)
şeklinde formüle ettiler. Bunun için, bu ifade ilk Mürcienin tanımı olarak kabul
edildi. Onlar böyle bir ifadeyle, büyük günah işleyenin ne bu dünyada ne ahirette
hiç bir ceza görmeyeceğini kasdetmemişlerdir. Çünkü burada anlatılmak istenen,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Mürcienin Doğuşu, Fikirleri ve Yayılışı
büyük günahın kişinin İmanına zarar vermemesi ve bu yüzden küfre girmemesi
hususudur.
Büyük günah sahibi
imandan çıkmaz, ancak
o, ahlaksız mümindir.
Mürcienin asıl amacı, büyük günah işleyenin bu dünyada mümin ve
Müslüman olduğunu ortaya koymaktı. Bu iddialarını doğrulamak için Kur’an'dan
pek çok ayeti delil olarak kullanmaktadırlar. (Kutlu, 2002: 106-107) Ama onların
aynı zamanda günahkâr müminle ilgili şu noktada birleştikleri görülmektedir:
"Ehlisalattan ( ehlikıble ) Allah'ı ve resullerini bilip onu ikrar eden ve bundan sonra
büyük günah işleyen biri, sahip olduğu bu İmanı dolayısıyla mümindir ve imanını
kaybetmemiştir. Bununla beraber kendilerinde bulunan fısk sebebiyle aynı
zamanda fasıktırlar." (El-Eşarî, 1980: 138)
Amelleri imana dahil etmeyen Mürcie, terkini helal görmedikçe, daha sonra
kaza etmek suretiyle bir kimsenin namaz ve orucunu terketmekle kafir olmadığı
fikrini benimsemiştir.
Büyük günah işleyenin
cennetlik veya
cehennemlik olduğuna
şahitlik edilemez.
Mürcie’ye göre büyük günah işleyenin ahiretteki durumunu Allah bilir;
dilerse cezalandırır dilerse affeder.( Naşî el-Ekber, 1971: 19-20; Şehristânî, 1990:
I/161) Mürcieye göre, hükmün Allah’a ertelenmesi, sadece büyük günah
işleyenlerin durumuyla ilgilidir. Çünkü günah işlememiş ve günahından tevbe
ederek ölmüş olan cennetliktir. Kâfir olarak ölmüş ise, cehennemliktir.
Mürcie, genelde, Kur'an'daki herhangi bir ayete dayanarak bir görüş ileri
süren kimsenin asla tekfir edilemeyeceğini savunur. Bir insanın yorumuyla veya
işlediği günah dolayısıyla tekfir edilebilmesi için bütün Müslümanların aynı fikirde
birleşmelerini şart koşar.
İman-amel İlişkisi
Tevil varsa tekfir yoktur.
Taatler imanın bir
parçası değildir.
Amellerin iman olmadığı ve onun özüne dahil edilemiyeceği konusunda
bütün Mürciiler hem fikirdir. Ameller imanın neticesi olduğu için onların iman
olarak isimlendirilmesi sadece mecazen mümkündür. (Kâzî Ebu Ya'la, 1410. 164,
176) Bu yüzden Mürcie, amellere inanmayı ayrı şey, farz olduğunu bildiği halde
yerine getirmemeyi ayrı şey kabul eder. Farz olduğuna inanmayan kâfir; farz
olduğuna inandığı halde kılmayan günahkâr mümin olur.
Mürcieye göre namaz, oruç, zekât, hac iman değil; imanın dışında birer
farzlar veya iman ve İslam'ın ilkeleridir ( Şerâi). (İbn Hazm, 1986, III/221) Kur'an'da
pek çok yerde iman edenlerin ve salih amel işleyenlerin Arapçada atıf harfi olan
“vav”la birbirinden ayrılması, aynı isim altında birleştirilmemesi, amellerin imandan
olmadığının delilidir. Eğer, taatler imandan olsaydı, Allah amel ve İmanı ayırmazdı.
Aynı şekilde, bu ayetlerde geçen lafızlar aynı anlama gelseydi, onların tekrarı
anlamsız olurdu. Bu da gösteriyor ki amel ve iman ayrı ayrı şeylerdir.
Namaz, iman olursa bir defa bile terk edenin, imanını terketmiş sayılması
gerekecektir. Ameller imandan olsaydı, nebiler bile bütün iyilikleri (taatları)
tamamlayamadığından hiç kimsenin imanı mükemmel olmazdı. Aynı şekilde tek bir
günah işleyenin imanı da tam olmazdı. İman vacipleri yerine getirmek, haramları
terketmek olursa, hiç kimse gerçek mümin olduğunu söyleyemeyecektir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Mürcienin Doğuşu, Fikirleri ve Yayılışı
İslam’a girmenin şartı
ikrar ve tasdiktir.
Mürcieye göre, İslam'a girmenin şartı ameller değil Allah'ı ikrar ve tasdiktir.
İnsanlar, amelleri terketmekle mümin ismini kaybetmez; ama tasdiki kaybetmekle
iman ismini kaybeder. Müminlerin iman ismi amellerden önce olması, amel ve
imanın ayrı olduğunu gösterir. İnsanların farzları işlemeleri iman etmiş
olmalarından dolayıdır. Yoksa imanları farz olan şeyleri işlemiş olmalarından
doğmuş değildir. İnsanlar, tasdikte birbirine eşit fakat amellerde birbirinden
farklıdır. Ayrıca fakirin zekâtı vermesi gerekmez ama zekâtın farziyetine inanması
gerekir.
Mürcie bu görüşlerinden dolayı amelleri hafife almakla suçlanmıştır.
İmanda İstisna
Gerçek mümin
imanından şüphe etmez
ve imanını şarta
bağlamaz.
Bu temel esasla, bir kimsenin, "İnşallah, müminim!" veya " Ümit ederim,
müminim!" yerine, "Ben gerçekten müminim." diyerek İmanına şek ve şüphe
katmaması gerektiği kasdedilmektedir. Mürcie, şartlı İmanı yasaklayarak şartlı
mümin olduklarını söyleyenleri, "İmanından şüphe edenler " (Şakkûn) olarak
tanımlamıştır.( Ebu Hanife, 1992: 41; İbn Teymiye, trz.: 101, 230, 299) Çünkü Hz.
Peygamber'in tebliğinden sonra, insanlar, ya mümin ya kâfir ya da münafıktır. Bu
üç grubun dışında bir grup olmadığına göre, mümin olan birinin “gerçekten
müminim” demesi gerekiyordu.
İmanda Artma ve Eksilme
İman, amelleri
işlemekle artmaz, onları
terk etmekle de
eksilmez.
Mürcie, imanın amellerle artmayacağı, amelleri terketmekle veya günah
işlemekle de azalmayacağı fikrini ısrarla savunmaktadır. Ebu Hanife'ye göre,
imanın eksilmesi, küfrün artması, küfrün artması ise İmanın eksilmesi halinde
mümkün olabilir. Bir şahsın aynı anda hem mümin, hem kâfir olması mümkün
değildir. Hâlbuki mümin gerçek mümin, kâfir de gerçekten kafirdir. (Ebu Hanife,
1992, 72)
İmanda Eşitlik
Mürcieye göre, bütün müminler, iman konusunda, birbiriyle aynı olup,
birinin diğerine üstünlüğü yoktur. (Ebu Hanife, 1992: 67; El-Eşa'rî, 1980: 139)
Onların bu görüşü, Kitabu'l-İman'larda şu şekilde ifade edilmiştir: " İnsanlar,
Bütün müminler iman
konusunda birbirine
eşittir.
imanlarında birbirlerinden üstün değildirler, bu sebeple, onların günahkârları da,
salih amel işleyenleri de, iman konusunda eşittirler.(El-Halimî, 1979: I/ 80)
Dolayısıyla müminlerin imanları meleklerin imanı gibidir. Alah'ın vahyi
tamamlandıktan sonra, insanların iman konusunda birbirinden üstün olacak
yanı kalmadı. Bu yüzden, bütün insanların (müminlerin) imanı, Hz. Ebu Bekir
ve Hz. Ömer gibi ilk Müslümanların İmanı ile aynıdır.
Ebu Hanife, imanda eşitlik fikrini, Kitabu'l-Âlim ve'l-Müteallim'de,
şöyle formülleştirmiştir: "Bütün müminler, marifet, yakin, tevekkül, Allah sevgisi,
Allah korkusu ve İman konusunda eşittirler. Bunların dışında İmanı ilgilendiren
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Mürcienin Doğuşu, Fikirleri ve Yayılışı
konularda, birbirinden farklıdırlar. Aynı şekilde küfürde de kâfirler eşittirler." (Bkz.:
Ebu Hanife, 1992: 123, 62) Ona göre, sema ehlinin ve Resullerin dini aynıdır.
Farklı olan sadece farzlardır.( Ebu Hanife, 1992: 67) İman ve tevhitte
inananların eşit olması demek, insanların ve meleklerin, iman konusunda
eşit olması demektir. Bir insan, amellerinde kusur etse bile, imanı
bakımından gerçek mümindir ve onun imanı meleklerin imanı gibidir. (Ebu
Hanife, 1992: 42)
İman-İslam İlişkisi
Her Müslüman mümin,
her mümin
Müslümandır.
Mürcie, iman ve İslam'ın aynı manaya geldiği ve her Müslüman için
mümin, her mümin için de Müslüman tabirinin kullanılabileceğini ileri sürmektedir.
Ebu Hanife'ye göre, iman, tasdik, marifet, yakin, ikrar ve İslam demektir. Aslında bu
kelimeler birbirinden farklı, fakat aynı manaya, yani iman manasına, gelen
kelimelerdir. İmanın tarifinde bu anlamlar bizzat ifade edilmiştir. Şöyleki, iman;
Allah'ın Rab olduğunu, hem ikrar ve tasdik etmek hem de şüphesiz kesin bir bilgiyle
bilmek, tanımak ve aynı zamanda O’nun Rab oluşunu kalbi ve diliyle
kabullenmektir (İstislam). Bütün bunlar, farklı isimler olsa da, manaları aynıdır.
İman, ikrar ve tasdik iken, İslam; Allah'ın emirlerini kabullenmek ve O’na itaat
etmektir. Bu iki kelime arasındaki fark, sadece sözlük anlamı itibariyledir. Bu ikisi,
bir şeyin içi ve dışı gibi olup, İslamsız iman imansız İslam olamaz. Yalnız geniş
anlamlı olan, din kelimesidir. Bu hem imana hem İslama hem de şeriatlerin
bütününe verilen bir isimdir. (Ebu Hanife, 1992: 62)
Ameller iman ve islama
dahil değildir.
Va'd ve Vaîd
Va'd, Allah'ın emir ve yasaklarına uyan kimseyi mükâfatlandıracağına söz
vermesi; Vaîd ise, emirlerine uymayan ve bazı günahları işleyenleri ebedi bir ceza
ile tehdit etmesidir.
Allah’ın va’di değişmez,
vaîdi değişebilir.
Mürcie "Diğerlerinin durumu Allah'ın emrine kalmıştır; O dilerse onları affeder,
dilerse cezalandırır." (Tevbe, 9/ 106) ayetini esas alarak, Muhammed ümmetinden
büyük günah işleyenin durumunu Allah'a bırakarak, affedileceği veya
cezalandırılacağı konusunda kesin bir hüküm vermemiştir.
Mürcie, genelde, Allah'ın va'dinin değişmeyeceğini, ama vaîdinin
değişebileceğini, bazı kayıtlarla daraltılabileceğini veya va'dde istisnanın
olmadığını, sadece vaîdde gizli bir istisnanın olduğunu iddia etmişlerdir. Çünkü
sevap ve mükâfatlandırma, onlarca bir fazilet ve üstünlüktür. Allah, onu ifa eder.
Va'dden dönme, bir noksanlık ve yalan olacağından onu yerine getirir.
Cezalandırma ise adalettir. Allah'ın istediği şekilde tasarruf hakkı vardır. Bu nedenle
vaîdden dönmek, noksanlık sayılmaz; çünkü vaîdden dönme fazilet sahibi ve
bağışlayan birinin vasfıdır. (El-Eşa'rî, 1980: 144-145; Neşvânü'l-Himyeri, trz.: 203)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Mürcienin Doğuşu, Fikirleri ve Yayılışı
Mürcienin Siyasi Görüşleri
Mürcie, Müslümanların birlik ve beraberliğini her şeyin üstünde tutar ve
bunu dinin geliş amacı olarak görür. Bu sebeple Müslümanlar arasında, ilk
dönemlerde meydana gelen ayrılıkları tasvip etmez. Hatta bu olaylarda yer
alanlarla ilgili olarak, onlara yetişmedikleri, olayları bizzat görmedikleri ve kimin
haklı olduğu konusunda kesin bir kanıt olmadığı için verilecek hükmü Allah'a
bırakırlar.
Mürcie, ilk dört halifeyle ilgili olarak, Ebu Bekir ve Ömer'i, haklarında
ümmetin her hangi bir tartışması olmadığı için sonuna kadar savunurlar,
dostluklarını sürdürürler. Osman ve Ali'ye gelince ümmetin, bu ikisi konusunda
ikiye ayrılması sebebiyle, dünyada mümin olduklarını, işledikleri günah ve
hatalarından dolayı ahirette nasıl bir ceza göreceklerini bilmediklerinden, verilecek
hükmün Allah'a bırakılması gerektiğini iddia ederler.
Mürcie, yöneticilerin
zulüm ve işkencelerine
karşı olmuştur.
Mürcie, Osman ve Ali'nin durumunu Allah'a bırakarak kıble ehlinden hiç
kimseyi büyük günahı dolayısıyla tekfir etmediği için, Harici ve Şii olmayan,
çoğunluğun oluşturduğu geniş bir kitlenin desteğine sahipti. Onların Hz. Osman ve
Ali'nin dost veya düşman edinilmemesi şeklindeki görüşleri, Emevilerle olan
ilişkilerinde önemli bir rol oynamaktaydı. Hz. Ali'ye hutbelerde lanet okuma
geleneğini başlatan Muaviye'yi, bu politik davranışı dolayısıyla sevmiyorlardı. Bu
yüzden yaşlı Mürciiler, Muaviye'ye yetişmeyen genç nesli ondan uzaklaşmaya
(teberrî) çağırıyorlardı. (Salim b. Zekvan, 1996: 35/160)
Müslümana kılıç çekmenin karşısında olan Mürcie, siyasi yönetime karşı, Şîa
ve Hariciler gibi, bir grup halinde sürekli mücadele içerisinde olmamışlardır.
Herhangi bir tarafta yer almanın zorunlu olduğu ve yöneticilerin zulüm ve
işkenceye başvurdukları durumlarda bu esasa bağlı kalmayarak tepkilerini
göstermişlerdir.
Mürcie, şu ana kadar, Şii kaynaklardan gelen bazı bilgiler dolayısıyla,
Emevilerin bütün bütün destekçileri olarak görüldü. Hâlbuki Mürcie, Muaviye'yi
eleştiren ve onunla dostluğu haram kılan bir gruptu.
Mürcie, Emevilerin
sadık destekçisi
değildir.
Mürcienin Ömer b. Abdilaziz'le ilişkileri son derece iyi idi; ancak diğer Emevi
halifelerini meşru görmekle beraber, onların zulmüne ve haksızlıklarına karşı boyun
eğmemişlerdir. Onların yaptıkları zulme son vermek için, bazı isyanlara topluca
katılmışlardır. Mürciiler, bu konuda "Mecbur kalmadıkça ve kanları dökülmedikçe
bir Müslümanın kanını asla akıtmayacakları" şeklinde bir prensip geliştirmişlerdir.
Haksızlık ve zulme karşı mücadeleyi seçenler ağır basmakla beraber, bazıları
yönetime itaati ve bazıları da uzleti tercih etmişlerdir.
Mürcie, sanılanın aksine, içerisinde Cebr fikrinin ileri süren kişi olarak
görülen Cehm bile, Emevilere karşı Horasan ve Maveraünnehir bölgesinde yapılan
Mürcii isyana katılmış ve bu isyanın önderlerinden Haris b. Sureyc'in danışmanlığını
yapmıştır. Onların kader konusundaki düşünceleri, Emevilere karşı çıkmalarına
engel olmamıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Mürcienin Doğuşu, Fikirleri ve Yayılışı
Halifenin Kureyşli
olması şart değildir.
Mürcie, diğer mezheplerden oldukça farklı bir siyaset nazariyesi geliştirdi.
Onların çoğunluğu tarafından benimsenen bu nazariyeye göre, hilafetin Kureyşten
olması şart değildir. Bazı kaynaklar, bu sebeple onları Harici Mürciiler olarak
isimlendirdi. Aslında Haris b. Sureyc'in isyan sırasında Emevi valilerinden yaptığı
taleplere bakılacak olursa, onların seçilecek halife veya valinin meşruiyetini halktan
alması gerektiğini iddia ettikleri ve bunu "Müslümanlar tarafından seçilmesi" (Şûrâ
beyne'l-Müslimîn) veya "Herkesin razı olacağı birisine beyat edilmesi" (El-Bey’a li'rRızâ) şeklinde ilkeleştirdiklerini görüyoruz. (et-Taberî, trz.: II/1567-1577; İbnü'l-Esîr,
1965: V/183)
MÜRCİENİN FIRKALARA AYRILIŞI
Makalât yazarları, Mürciileri, kendi aralarında pek çok fırkaya ayırmış,
hatta her bir fırkayı küçük alt gruplara bölmüşlerdir. Pek çoğu yapay olmakla
beraber, 70'e yakın Mürcii fırka ve tali koluna yer veren İslam Mezhepleri Tarihinin
klasik kaynakları, birbirinden farklı tasnifler yapmaktadırlar.
Bazı kaynaklar, Mürcieyi Horasan, Kufe, Irak veya Şam Mürciesi şeklinde
bölgesel olarak; bazıları fırka liderlerine göre Sevbâniyye, Kerrâmiyye, Gaylâniyye,
Şimriyye, Tumeniyye, Neccâriyye şeklinde; bir kısmı, uzmanlık alanlarına göre
Fukaha Mürciesi ve Ehlikelam Mürciesi veya Ehlisünnet karşısındaki konumuna
göre, Sünnet Mürciesi, Bidat Mürciesi şeklinde, ya da kader problemine bakışlarına
göre, Kaderci, Cebirci veya Halis Mürcie olarak; bazıları da fikirlerine göre Kat'iyye,
Şakkiyye, Vâcibiyye, Sâlibiyye şeklinde tasnifler yapmaktadırlar.
Tarihsel gerçekliği olan Mürcii fırkalardan önemlileri şunlardır:
Neccariyye
Neccariler, imanın
artmasını kabul eder,
eksilmesini etmezler.
Hüseyin b. Muhammed en-Neccar'a nisbet edilen ve imanı, Allah'ı ve
resullerini, Müslümanların üzerinde birleştiği farzları bilmek, Allah'a boyun eğmek
ve sözle ifade etmek olarak tanımlayan fırkadır. Onlara göre, kendisine deliller
serdedildikten sonra bunları görüp de bahsedilenlerden birine iman etmeyen
kimse inkârcıdır. İmanın her bir hasleti faydalı eylem olup iman değildir. Ayrıca
iman artar, fakat eksilmez.
Hüseyin b. Muhammed ve taraftarları, iman konusundaki nazariyelerinde
Mürcii idiler. Hüseyin b. Muhammed'in Kitâbü'l-İrca adıyla bir eser yazdığı
bilinmektedir. (İbnü'n-Nedîm, 1964: 255) Cürcan ve Horasan'ın diğer şehirlerinde
etkili olan bu fırka, daha sonra Burgusiyye, Za'ferâniyye ve Müstedrekiyye gibi tali
grublara ayrılmıştır. Onlar, bölgede Şiiliğin yayılmasına karşı Sünniliğin temsilcileri
olarak devam etmişlerdir.
Kerramiyye
ve
Muhammed b. Kerram ve taraftarlarından oluşan bu fırka, imanı dilin ikrarı
tasdiki olarak tanımlayarak, bunun dışındakilerin iman olarak
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Mürcienin Doğuşu, Fikirleri ve Yayılışı
tanımlanamıyacağını ileri sürdü. Onlara göre, Allah'ı inkâr da, sözle onun inkâr
edilmesidir. Resulullah dönemindeki münafıklar mümindir.
Kerramilere göre, iman
ikrardan ibarettir.
Kerrâmiyye, Hicrî III./IX asrın sonlarından itibaren İslam dünyasının
doğusunda Horasan ve Maveraünnehir'de Mürcii/Hanefi çevrelerde kendine has
siyasi, itikadi, fıkhi ve tasavvufi görüşleri ile ortaya çıkan ve buradan diğer
bölgelere yayılarak VII./XIII. asrın başlarına kadar yaşayan Mürcii fırkalardan
biridir.
Gazneliler döneminde bölgede çok sayıda tarftara sahip olan Kerrâmiyye
ve onun tali kolları, Türkler ve diğer milletlerden pek çok kimsenin Müslüman
olmasını sağlamışlardır. (Bkz. Kutlu, "Kerrâmiler”, 2002: 25/294-296)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Özet
Mürcienin Doğuşu, Fikirleri ve Yayılışı
•Mürcie, İslam düşüncesinde hilafet ve iman sorunu ile ilgili tartışmaların
ardından ortaya çıkan ve uzlaşmacı fikirleriyle tanınan siyasi ve itikadi bir
fırkadır. İrca, büyük günah işleyen bir Müslüman hakkında verilecek hükmü
Allah'a bırakan anlamına gelir. Mürcie ise, Hz. Osman ve Hz. Ali başta
olmak üzere bütün büyük günah işleyenlerin durumlarını Allah'a bırakarak,
onların cennetlik veya cehennemlik oldukları konusunda hiç bir fikir ortaya
koymayan kişi ve toplulukları müşterek adı olarak kullanılmıştır. Mürcienin
ilk nüveleri, Hz. Osman'nın öldürülmesinin ardından Ümeyyeoğulları va
Haşimoğulları arasında yaşanan iktidar mücadelelerinden uzak duran ve
Abdullah b. Ömer’in ön planda gözüktüğü bir grup tarafsız sahabiye kadar
gerilere götürülebilir. Onlar bu iki kabileye karşı eşit mesafede durmaya
çalışmışlardır. Onların bu siyasi tutumları, zamanla itikadi bir sisteme
dönüşmüştür.
•Mürciler, Müslümanların ayrılığına yol açacak her türlü fitneden uzak
durmayı, din ve fazilet görmüşlerdir. Yönetimi ele geçiren herkesi,
zulmetmedikçe ve haksız yere kan akıtmadıkça meşru saymışlardır.
Haricilerin dışlayıcı ve tekfir edici tavırlarına karşı, büyük günah işleyen de
dahil tüm Müslümanları iman dairesi içerisinde kabul etmişlerdir. Bu fikrin
ilk temsilcileri arasında Medineli Hasan b. Muhammed, Kûfeli Hammad b.
Ebi Süleyman ve Zer b. Abdillah gibi şahıslar bulunmaktadır.
•Mürcienin itikadi bir fırka olarak teşekkülü ise 60–75/679–694 tarihleri
arasına denk gelmektedir. Emevilerin başlatmış olduğu Hz. Osman'ı övme
ve Hz. Ali'yi lanetleme uygulaması, hicri birinci asrın ortalarından itibaren
bazı çevrelerde yeni bir siyasi tutumun geliştirilmesine ve Hz. Ali ve Hz.
Osman hakkında irca fikrinin benimsenmesini doğurmuştur.
•Önceden siyasi olaylar dışında kalan Mürciiler,Haccac'ın 76/695 yılında Irak
valisi olmasıyla tavır değiştirerek Emevi karşıtı büyük çaplı isyanların
tümüne katılmışlardır. Abbasilerin kuruluş döneminde de Horasan ve
Maveraünnehir'de çok sayıda taraftar edinmişlerdir. Bu bölgedeki Harici ve
Şii yayılma gayretlerin engellemeye çalışmışlardır.
•Mürcii çevreler, kadılık gibi bazı resmi görevler kabul etmekle birlikte her
konuda Abbasi siyasetine destek vermediler. Daha çok fıkıhla meşgul
oldular ve bazı itikadi konularda zayıf kaldılar. Bununla birlikte bir kesimin
“Kur’an’ın yaratılmışlığı” ile ilgili tartışmalarda Mutezileye yakın durması,
onların Horasan ve Maveraünnehir gibi bölgelerde Mutezile ile
özdeşleştirilmelerine yol açmıştır.
•Mürcie, Rey'de; Neccârilik, Nisabur'da ve Sicistan’da; Kerrâmilik,
Semerkant'ta daha sonraları Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat olarak tanımlanan
Maturidilik olmak üzere üç ayrı fikir ekolü ortaya çıkmasında etkili
olmuştur.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Ödev gönderimi
Ödev
Etkileşimli Alıştırmalar
Alıştırmalar
Mürcienin Doğuşu, Fikirleri ve Yayılışı
• Öğrendiklerinizi etkileşimli alıştırmalarla
pekiştirebiirsiniz
• Mürcie ile Hanefilik ve Maturidilik arasındaki ilişkiyi
araştırarak 200 kelimeyi aşmayacak şekilde yazınız
ve hazırladığınız belgeyi göndermek için yandaki
ödev gönderme linkini kullanınız.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Mürcienin Doğuşu, Fikirleri ve Yayılışı
DEĞERLENDİRME SORULARI
1. Mürcie tabirinin terim anlamına dair aşağıdaki tanımlardan hangisi
yanlıştır?
Değerlendirme
sorularını etkileşimli
olarak
cevaplandırabilirsiniz
a) Büyük günah işleyenin durumunu Allah’a bırakanlar
b) Büyük günah işleyenin ahirette cezalandırılıp cezalandırılmayacağı
hususunda hüküm vermeyenler
c) Ali’yi hilafet sıralamasında birinci sıradan dördüncü sıraya bırakanlar
d) Amelleri imandan sonraya bırakanlar
e) Günah işleyenlerin küfre girdiğine hükmedenler
2. Aşağıdakilerden hangisi Mürcienin iman anlayışıyla uyuşmaz?
a) İman, ikrar, tasdik veya her ikisidir.
b) Ameller imanın bir parçası değildir.
c) İmanda şek ve şüphe olmaz.
d) Büyük günah işleyen ebedi cehennemliktir.
e) İman, iyiliklerle artar ve farzları terk veya günahlarla eksilir.
3.
I-Harici zihniyet
II-Emevi-Haşimi çekişmesi
III-Hz. Ömer’in öldürülmesi
IV-Cemel-Sıffin savaşları
Yukarıdakilerden hangisi ya da hangileri Mürcienin doğuşunda etkili
olmuştur?
a) I-II
b) I-II-IV
c) III-IV
d) IV
e)Hepsi
4. Mürcienin Arap olmayanlar arasında yayılmasının sebebi hangisidir?
a) Emevileri desteklemeleri
b) İmanda eşitlik fikrini savunmaları
c) İktidarı devirmek istemeleri
d) Haşimi aleyhtarlığı
e) Hiçbiri
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Mürcienin Doğuşu, Fikirleri ve Yayılışı
5. Aşağıdaklerden hangisi Mürcienin iman anlayışıyla uyuşmaz.
a) İman, ikrar, tasdik veya her ikisidir.
b) Ameller imanın bir parçası değildir.
c) İmanda şek ve şüphe olmaz.
d) Büyük günah işleyen ebedi cehennemliktir.
e) İman, iyiliklerle artar ve farzları terk veya günahlarla eksilir
6. Mürcienin en fazla etkilediği Ehlisünnet mezhebi hangisidir?
a) Hadis Taraftarları
b) Eşairilik
c) Maturidilik
d) Selefilik
e) Hiçbiri
7. Mürcienin hangi konudaki görüşleriyle kendine özgü bir mezhep haline
gelmiştir?
a) İmamet
b) İman
c)Tevhit
d) Nübüvvet
e) Emri bi’l-ma’ruf
8. Aşağıdakilerden hangisi Mürcienin alt gruplarından birisi olarak sayılmamıştır?
a) Ashabu’r-re’y
b) Ahbariler
c) Kerramiyye
d) Ğaylaniyye
e) Bişriyye
9. Mürcienin Emevilere karşı gerçekleştirdiği en uzun süren isyanları hangisidir?
a) Yezid b. Mühelleb
b) Abdurrahman b. Eş’as
c) Abbasî İhtilali
d) Haris b. Süreyc İsyanı
e) Mukanna İsyanı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
Mürcienin Doğuşu, Fikirleri ve Yayılışı
10. Aşağıdaki bilginlerden hangisi Mürcie mezhebine mensup değildir?
a) Sabit Kutna
b) Cehm b. Safvan
c) Muharib b. Disar
d) Muhammed b. Kerram
e) Hişam b. Hakem
YARARLANILAN KAYNAKLAR VE BAŞVURULABİLECEK
DİĞER KAYNAKLAR
El-Acûrrî (1983), Eş-Şerîa, Kahire.
Acar, H. (2003). Ebü Muti' Mekhul en-Nesefi'nin Kitabu'r-Red alel-Ahva ve’l-Bida'
İsimli Eserinde Mezhepleri Tasnifi ve Mürcii Makalat Geleneği İçindeki Yeri.,
(Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi) Ankara: Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü.
Ebu Hanife, N. (1992). İmam-ı A’zam’ın Beş Eseri. (Çev. : Mustafa Öz). 2. Baskı.
İstanbul: Kalem Yayıncılık.
Ahmed b. Hanbel (1985), es-Sünne, Beyrut.
El-Bağdâdî, A. (2001). Mezhepler Arasındaki Farklar (El-Fark Beyne'l-Fırak).
(Arapça’dan notlarla Çev.: E. Ruhi Fığlalı). 2. Baskı. Ankara: TDV Yay.
El-Cahız(1991). El-Osmaniyye, (thk. M. Harun), Beyrut.
Ebu'l-Ferec El-İsfehânî(1868). Kitâbü'l- Egânî, Bulak.
Ebu Ubeyd Kasım b. Sellâm (trz.), Kitâbü'l-Îmân, (thk. Elbânî) , (Min Künûzi'sSünne: Resâilü Erbaa içerisinde, 47-102 ), Kuveyt.
El-Eşarî, Ebu’l-Hasan Ali b. İsmâîl (324/941) (1980), Makâlâtü'l-İslamîyyîn ve
İhtilâfü'l-Musallîn, (thk. Helmut Ritter), Wıesbaden.
Givony, J. (1977). The Murjia and the Theological School of Ebu Hanife: a historical
and ıdeological study. (Basılmamış Doktora Tezi) Edinburg: Edinburg University.
El-Halîmi(1979), Kitâbü'l-Minhâc fî Şuabü'l-İmân, (Thk. Fûde), Lübnan:
Darü'l-Fikr.
Hatiboğlu, M. Said (1962). İslamî Tenkid Zihniyeti ve Hadis Tenkidinin
Doğuşu, (Basılmamış Doktora Tezi) Ankara: A.Ü. İlahiyat Fakültesi.
Hasan b. Muhammed El-Hanefiyye (1974), (Van Ess, Josef ) " Das Kitabü'l-İrqa des
Hasan b. Muhammed b. el Hanafiyya ", Arabica XXIII, s. 20-24.
İbn Asâkîr, Ali b. Hasen Eş-Şafii (1954). Tarihu Dımaşk (thk. Sekine Eş-Şihabî),
Dımaşk.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
Mürcienin Doğuşu, Fikirleri ve Yayılışı
İbnü'l-Esîr, A. (1965). El-Kâmil. Mısır: Dâru Sâdır-Dâru Beyrût
İbn Davud El-Belhî (1350), Fedâil-i Belh, ( Farsça'ya Çev. Abdullah Hüseynî
El-Belhî, thk.:Habibî), Tahran.
İbn Hazm (1986). El-Fasl fî'l-Milel ve'l-Ehvâ ve'n-Nihal, Beyrut.
İbn Sa'd (1958), Tabakâtü'l-Kübrâ, Beyrut.
İbn Tayfûr (1948). Tarîhu Bağdad, Kahire.
İbn Teymiye (trz.). Kitâbü'l-Îmân, (thk.: Şazelî). Kahire.
İbnü'l-Cevzî (1989). Telbîsü'l-İblîs, Beyrut.
İbnü'n-Nedîm (1964), El-Fihrist, Beyrut.
İbn Ömer El-Ezdî (1349), Câmiü's-Sahîh Müsnedü'r-Rebi' b. Habîb, Kahire.
El-İsferâyinî (1989). Tabsîr fî'd-Dîn ve Temyîzi'l-Fırkatı'n-Nâciye an Fırakı'lHâlikîn, (thk.: Kevserî), Beyrut.
İnal, H. (2002). The Presentation of the Murji‘a in Islamic Literature. ( Basılmamış
Doktora Tezi) Manchester University.
El-Kadî Ebu Ya'lâ (1410), Mesâilü'l-İmân, (thk.: Halef). Riyad.
El-Kerderî (1981), Menâkıbü Ebi Hanife, Beyrut.
Koçoğlu, G. (2000). Maturidi’ye Göre Mürcie. (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi )
Ankara: A. Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Kummî(301/913) ve Nevbahtî (2004), Şii Fırkalar Kitâbu’l-Makâlât ve’l-Fırak
Fıraku’ş-Şia, (çev.: Sabri Hizmetli- Hasan Onat- Sönmez Kutlu-Ramazan Şimşek),
Ankara: Ankara Okulu Yay.
El-Kummî (1964), Kitâbü'l-Makâlât ve'l-Fırak, Tahran.
Kutlu, S. (1997). “İlk Mürcii Metinler ve Kitâbü'l-İrca”. AÜİFD., 37 (1997), 317-332.
Kutlu, S. (1999). “ İlk Mürcii Metinler: İrca Kasidesi (I) ve irca kasidesi (II)”. AÜİFD.,
XXXIX (1999), 239-252.
Kutlu, S. ( 2006), “Mürcie”, T.D.V. İslam Ansiklopedisi (DİA), Ankara 2006, Cilt: 32,
41-45.
Kutlu, S. (2002 ), “Kerrâmiler”, T.D.V. İslam Ansiklopedisi (DİA), Ankara 2002, Cilt:
25, 294-296.
Kutlu, S. (2002). “Mürcie Mezhebi: Doğuşu, Fikirleri, Edebiyatı ve İslam
Düşüncesine Katkıları”. Gazi Üniversitesi Çorum İlâhiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 1,
Sayı: 1, ss. 168-210.
Kutlu, S. (2003). “Maturidiliğin Mezhebi Arka Planı”. Sönmez Kutlu (ed.) İmam
Maturidi ve Maturidilik. Ankara: Kitabiyât Yayınları. ss. 119-146 .
Kutlu, S. (2002). Türklerin İslamlaşma Sürecinde Mürcie ve Tesirleri. 2. Baskı.
Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.
Kutlu (2000), Sönmez, İslam Düşüncesinde İlk Gelenekçiler, Ankara: Kitabiyat
Yayınları.
Madelung, W. (1992). “Horasan ve Maverâünnehir'de İlk Mürcie ve Hanefiliğin
yayılışı”. (Çev. Sönmez Kutlu). AÜİFD., 33, 239-247.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
Mürcienin Doğuşu, Fikirleri ve Yayılışı
Madelung, W. (1993). “Murdji’a”. EI². VII, 605-607.
El-Makdisî (1906).
Leiden.
Ahsenü't-Tekâsîm fî Ma'rifeti'lEkâlîm, (Thk.: Geoje),
El-Maturidi, Ebu Mansûr Muhammed b. Muhammed b. Mahmud. (tsz.), Kitâbu’tTevhîd. (Thk. Fethullah Huleyf). Mısır.
El-Maturidi, Ebu Mansûr Muhammed b. M.(2002). Kitâbü’t-Tevhîd Tercümesi.
(Çev.: Bekir Topaloğlu). Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı yayınları.
El-Maturidi, Ebu Mansûr Muhammed b. M. (2003). Kitâbü't-Tevhîd, (thk.: Bekir
Topaloğlu ve Muhammed Aruçi). Ankara: İSAM Yayınları.
El-Maturidi, Ebu Mansûr Muhammed b. M. (2006-2011). Te'vilâtü'l
Kur’an.(thk.Bekir Topaloğlu vdğ. İstanbul: Mizan Yayınları.
El- Mesûdî, Ali b. Hüseyin (1964). Mürûcü'z-Zeheb ve Meâdinü'l-cevher, (thk.
Muhammed Muhyiddin Abdülhamit). Mısır.
Naşî El-Ekber (1971), Mesâilü'l-İmâme, Kitâbü'l-Evsât fî'l Makâlât, (thk. van
Ess), Beyrut.
en-Nesefî, Ebu Muti' Mekhûl b. Fazl (318/930) (1980). Kitâbü'r-Red ale'l-Bida', (thk.
Marie Bernand) , Annales Islamologiqes, 16, ss. 39-126.
en-Nesefî, Ebu’l-Mu‘în Meymûn b. Muhammed. (2004). Tabsiratu’l-Edille, I. Nşr.
Hüseyin Atay-Şaban Ali Düzgün. Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı.
Neşvânü'l-Himyerî (trz.). El-Hûrü'l- 'Iyn, Kahire.
en-Nevbahtî (1931), Fıraku'ş-Şîa, İstanbul.
El-Pezdevî, Ebu Yüsr Muhammed(493/1099) (1998). Ehl-i Sünnet Akaidi, çev.
Şerafeddin Gölcük, İstanbul.
Salim b. Zekvân (1996). “Salim b. Zekvân'ın Sîre adlı eserindeki mürcie ile ilgili
kısmın tercemesi”. (Notlarla Çev.: Sönmez Kutlu). AÜİFD., 35, 467-475.
Eş-Şehristani, M. (2010). El-Milel ve'n-nihal: Dinler, Mezhepler ve Felsefi Sistemler
Tarihi, (Çev.Mustafa Öz). İstanbul: Litera Yayıncılık.
Şehristanî, M. (1990). El-Milel ve'n-nihal (nşr. Muhammed Fehmi Muhammed).
Beyrut: Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye.
et-Taberî, M. (Trz.). Târîhu'l-ümem ve'l-Mülûk, (thk. M.Ebu'l-Fazl İbrahim). Beyrut:
Dâru’s-Süveydân.
Watt, W. M. (1981). İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri. ( İng. Çev.: E.Ruhi Fığlalı).
Ankara: Umran Yayınları.
Yaltkaya, M. Ş. (1929-1930). “İslamda İlk Fikri Hareketler ve Dini Mezhepler”.
Darülfünûn İlahiyat Fakültesi Mecmuası. İstanbul. sene: 4, sayı: 14, 26-27.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
MUTEZİLE
İSLAM
MEZHEPLERİ
TARİHİ
• İsimlendirme Meselesi
• Teşekkül Süreci
• Tarihsel Gelişimi
• Mihne Dönemi
• Büveyhiler Dönemi ve Sonrası
• İtikadi Görüşleri
Doç. Dr. Muharrem AKOĞLU
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• Mutezilenin isimlendirme, teşekkül ve tarihsel
gelişim süreçlerini kavrayabilecek,
• Süreç içerisinde Mutezilenin fikri dönüşümünü
görebilecek,
• Mutezilenin görüşlerini kavrayabilecek,
• Günümüz modern din anlayışlarının arka planında
Mutezilenin izlerini bulabileceksiniz.
ÜNİTE
4
Mutezile
GİRİŞ
Mutezile, İslam mezhepleri tarihi içerisinde vücut bulan ana kollardan biridir.
O, düşünce sistemi içerisine akıl ve rasyonel düşünceyi dâhil etmesiyle dikkatleri
üzerine çekmiştir. Bu hâliyle de İslam düşüncesine farklı bir perspektif sunmuştur.
Mutezile, Abbasi, Büveyhi ve Selçukluların belli dönemlerinde yönetime
oldukça yakın durmuştur. Bu yolla etkinlik kazanmak suretiyle de tarih içerisinde
önemli bir siyasal tecrübenin sahibi olmuştur.
Bir mezhep olarak Mutezile, El-Menzile Beyne’l-Menzileteyn, El-Va’d ve’lVaîd, El-Emru bi’l-Ma’ruf ve’n-Nehyi ani’l-Münker, Tevhit ve Adalet şeklinde
sıralanan Usûl-i Hamse/Beş Temel Prensibi benimseyen, kelami ve felsefi
meselelerde temayüzü ile tanınan bir ekoldür.
İSİMLENDİRME MESELESİ
Arapça a-z-l sülasi fiil kökünden türetilen Mutezile kelimesi, “Geri çekilmek,
uzak durmak veya ayrı düşmek” gibi anlamlara gelmektedir. Bu durumda olan kişiyi
ifade için de ismi fail kalıbında Mutezili kavramı kullanılmaktadır.
Mutezile, sözlükte;
geri çekilmek, uzak
durmak veya ayrı
düşmek gibi
anlamlara
gelmektedir.
Mutezile, kelime olarak daha çok dini, fikri ve siyasi platformda toplumsal
ayrışma, gruplaşma ve fırkalaşmalara itibar etmeyen, tarafsızlığı koruyan, bu
şekilde de herhangi bir eğilim ortaya koymayan kimseler için kullanılır. Sözlük
anlamı çerçevesinde bu kavram, ilk dönemden itibaren kullanılagelmiştir. Şüphesiz
bu kullanım, siyasi anlamda oluşmuş veya oluşmakta olan bir mezhebi veya
teşekkülü ifade etmekten oldukça uzaktır.
Bu bağlamda ilk dönemde Mutezile kavramı, Hz. Ali’ye biat etmekle birlikte
Cemel Vakası ve Sıffin Savaşı ile başlayan süreçte, İslam toplumundaki ilk
gruplaşmalar karşısında açıktan tercihte bulunmayıp, tarafsızlığını koruyan
kimseleri nitelemek için kullanılmıştır.
II/VIII. asrın başlarından itibaren Mutezile kelimesinin içeriği, bir mezhebe
ad olabilecek şekilde dönüşmeye başlamıştır. Bu dönemde kavram, büyük günah
işleyen kişinin durumu, iman, tevhit, kader ve insanın kendi fiillerinin yaratıcısı
olması gibi konularda aklı ön plana çıkaran, bu şekilde toplumun diğer kesimlerine
göre farklı bir bakış açısı ortaya koyan kimseler için kullanılır hâle gelmiştir. Bu
kimseler daha çok Basra’yı merkez edinen, entelektüel duyarlılığa sahip kimselerdi.
Söz konusu kimselerin varlığı ve tartıştıkları konuların içerik ve yöntemi, II/VIII.
asrın başlarından itibaren Mutezile kavramında sözlük anlamının ötesinde bir
anlam dolgusunun ortaya çıkmaya başladığını göstermektedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Mutezile
Mezhepler Tarihi kaynaklarında Mutezile isimlendirmesi, daha çok, büyük
günah konusuna ilişkin Hasan Basri’nin meclisinde geçtiği var sayılan bir olayla
ilişkilendirilmektedir. Bu olay, tahmini olarak 105-110/723-728 yılları arasında
gerçekleşmiştir.
Bahse konu olayın meydana geldiği dönemde toplumda hararetle tartışılan
konuların başında büyük günah meselesi gelmektedir. Mesele hakkında toplumda
birbirinden farklı iki görüş belirginleşmiş durumdadır. Bu görüşlerden biri; büyük
günah işleyeni fasık ve kâfir olarak gören ve tövbe etmediği takdirde ebedi
cehennemde kalacağını ileri süren Hariciler’e aittir. Diğeri de; büyük günah
işleyenin fasık-mümin olduğunu, ancak durumlarının Allah’a kaldığını ileri süren
Mürcie’ye aittir. Bu iki görüşten hangisinin doğru olduğu hususu, toplumda
özellikle halk kitleleri nezdinde cevaplanması gereken bir problem olarak ortada
durmaktadır.
Onlardan hangisinin doğru olduğunu öğrenmek isteyen bazı kimseler,
dönemin otorite ilim adamı kabul edilen Hasan Basri’nin meclisine gelerek, bu
hususu sormuşlardır. Hasan Basri’nin kanaatini ortaya koymasını beklemeksizin
talebesi Vasıl b. Ata konuya açıklık getirmeye çalışmıştır. Bu bağlamda Vasıl;
“büyük günah işleyen kimse ne mutlak kâfir, ne de mutlak mümindir; böyle bir kişi
ancak bu iki konum arasında kalmış (El-Menzile beyne’l-Menzileteyn) bir fasıktır.”
demek suretiyle kendi yaklaşımını ortaya koymuştur.
Ancak Vasıl’ın konu hakkında yaptığı bu izah, Hasan Basri’nin düşünceleri
ile örtüşmüyordu. Bunun üzerine Hasan Basri, talebesinin fikri ayrılığına dikkat
çekmek için, “Gad İ’tezele anna Vasıl” yani “Vasıl bizden ayrıldı”. demiştir.
Kaynaklarda rivayet edilen bu olay ve ifadeden sonra Vasıl b. Ata hocasının
meclisinden ayrılarak farklı bir ilim halkası oluşturdu. Bu ayrılma işinde Hasan
Basri’nin bir başka talebesi ve Vasıl’ın arkadaşı Amr b. Ubeyd de ona eşlik etti.
Onların öncülüğünde meydana gelen oluşum, kaynakların ifadesiyle Mutezile
olarak adlandırıldı.
Hasan Basri’nin meclisinde ve Vasıl b. Ata’nın öncülüğünde meydana gelen
bu ayrılma, henüz bir mezhep hareketi olarak isimlendirilmek için yeterli donanımı
ortaya koyamasa da, gelecekte prensipleri belirginleşerek olgunlaşacak olan
Mutezile mezhebine giden yolda önemli ve tarihi ilk kırılmayı ifade etmektedir.
Zaten bu noktada, Mutezilenin El-Menzile beyne’l-Menzileteyn (Büyük günah
işleyen kimse ne mutlak kâfir, ne de mutlak mümindir; böyle bir kişi ancak bu iki
konum arasında kalmış bir fasıktır.) prensibi haricindeki diğer prensipleri gündeme
gelmemiştir. Belki bu prensip çerçevesinde büyük günah, iman, tevhit, kader ve
insanın kendi fiillerinin yaratıcısı olması gibi konular aklı önceleyen bir üslupla
tartışma gündemine gelmiştir. Ancak Mutezilenin diğer temel prensipleri henüz
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Mutezile
olgunlaşmadığı için bu aşamada hâlâ Mutezile mezhebinden söz etmek mümkün
değildir. Çünkü usulü hamse denen beş temel prensip ne zaman belirginleşir ve
olgunlaşırsa, ancak ondan sonra Mutezile mezhebinden söz etmek mümkün
olabilir.
Mutezile isimlendirmesinin ilk kullanımına bakıldığında, bunun başlangıçta
karşıt görüş mensuplarınca ve aşağılama amaçlı kullanıldığı görülmektedir. Bu
nedenle de Mutezile kavramına, ekol mensupları öncelikle sıcak bakmamışlardır.
Fakat bu kavramın toplumda yaygınlaşmasına da mani olamamışlardır. Bu
durumda içeriğini değiştirmek suretiyle kavramın,
“batıldan uzaklaşmak”
manasına geldiğini söylemişlerdir. Hatta aşağıdaki ayetleri de referans göstererek,
Mutezile kavramıyla ilk kaynak Kur’an arasında bir ilinti kurmaya çalışmışlardır.
“Sizden de, Allah’tan başka taptığınız şeylerden de uzaklaşıyor ve Rabbime
yalvarıyorum…” Meryem, 19/48.
“Onların (müşriklerin) söylediklerine katlan ve onlardan güzellikle ayrıl.”
Müzemmil, 73/10.
Bireysel Etkinlik
Teşekkülünü tamamlayan bir mezhebe ad olarak Mutezile isimlendirmesi,
III./IX. asrın ilk çeyreğinden itibaren El-Menzile Beyne’l-Menzileteyn, El-Va’d ve’lVaîd, El-Emru bi’l-Ma’rûf ve’n-Nehyi ani’l-Münker, Tevhit ve Adalet şeklinde
sıralanan Usulü Hamse diye kaynaklarda zikredilen Beş Temel Prensibin
olgunlaşmasıyla mümkün olmuştur. Bu prensipleri benimseyerek, kendi dönemi
içerisinde kelami ve felsefi meselelere temayüz eden kimselere de Mutezili
denilmiştir.
• Mutezile isimlendirmesinin bir
mezhebe ad olma sürecini düşününüz.
MUTEZİLENİN TEŞEKKÜLÜ
Hasan Basri’nin meclisinden Vasıl’ın ayrılışı, Mutezile mezhebinin
teşekkülüne giden yolda tarihi bir kırılmayı ifade etmekteydi. Şüphesiz bu kırılmayı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Mutezile
ortaya çıkaran sosyo-kültürel bir arka plan vardı. Bu arka planda, üç durum dikkat
çekmektedir. Bunları da şu şeklide sıralamak mümkündür.
 Vasıl b. Ata’nın hocası Hasan Basri’den ayrılışının gerçekleştiği Basra
şehrinin özel durumu
Mutezile, Basra’da
ortaya çıktı.
Basra, Hz. Ömer döneminde ilk defa askeri karargâh olarak kurulan,
fakat sonraları yerleşime açılan bir yerdir. Bu nedenle sakinleri
arasında Araplar yer almakla birlikte, birbirlerinden oldukça farklı ırk,
kültür ve düşünce yapılarına sahip kimseler de bulunmaktadır.
Sakinlerinin farklı coğrafya ve kültür iklimlerine mensup olmaları
itibariyle yeni düşünce sistemlerine kucak açan, fikri hareketlilik ve
düşünce harmanlanmasını en üst düzeyde yaşayan Basra, önemli bir
ilim ve fikir merkezi halini almıştır. Mutezile, şehrin sunduğu bu
kültürel ortamdan beslenerek vücut bulmuştur. Nitekim Mutezili
düşüncenin teşekkülünü bu şehirde sağlamasının yanında, ilk ve en
önemli Mutezile ekolünün, Basra Mutezilesi olarak isimlendirilmesi
dikkat çekicidir.
 Mutezile mensuplarının birey ya da kitle olarak genel özellikleri
Mutezile, büyük oranda
mevali kitleden
beslenir.
Mutezile mezhebi, içinde istisnaları bulunsa da, büyük oranda Mevali
kitlelere dayanmaktadır. Mevali, farklı anlamlarda kullanılmakla birlikte
genel olarak Müslüman olmasına rağmen Arap olmayan kimselere
verilen bir ad olarak karşımıza çıkmaktadır. Onlar, özellikle Emevilerin
asabiyete/ırk ve kabile taassubuna dayalı toplum siyasetleri karşısında
ezilen bir kitleyi oluşturmaktadırlar.
Aslında mevali; özgür, hür ve Müslüman olmalarına rağmen, Arap
olmadıkları için Araplar karşısında toplumda daha alt bir sınıfı temsil
ediyorlardı. Bu itibarla da ekonomik açıdan olduğu gibi, toplumsal
itibar ve sosyal statü açısından da eziliyorlardı. Bu nedenle kendi sosyal
statülerini yeniden düzenleyebilecekleri bir alan arayışı içerisine
girmişler ve ilim sahasının kendileri açısından uygun bir ortam
olduğunu görmüşlerdir. Çünkü fetih hareketleri neticesinde Müslüman
dünyasında yer almaya başlayan İslam dışı fikir ve düşünceler
karşısında İslam’ın bakış açısının ortaya konulması ve İslam’a yönelik
soru ve tereddütlerin giderilmesi, toplumda bir ihtiyaç halini almıştı.
Mevali, Arap olmayan
Müslüman halklar için
kullanılan bir terimdir.
Bu ihtiyacın mevali tarafından karşılanması, Araplar karşısında onların
sosyal statülerinin yeniden düzenlenebilmesine imkân sağlamıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Mutezile
Zaten Arapların nesep ilmi haricindeki konulara ilgi göstermemeleri de
onlar açısından ilim alanının kıymetini artırmıştır.
 Mutezile mensuplarının, düşünce sistemleri içerisinde akla ve felsefi
düşünceye özel alan açmaları
Müslümanların fethettiği coğrafya içerisinde yaşayan topluluklar
Müslüman olduktan sonra, tarihsel ve toplumsal arka planları itibariyle
farklı din ve kültürlerden beslendikleri için, İslam adına farklı soru ve
sorunları gündeme getirmişlerdir.
İslam coğrafyası içerisinde yer alan bölgelerde eski din ve kültürlerin
yanında, farklı felsefi düşüncelerin de etkili olduğu okullar vardı.
İskenderiyye Okulu, Harran Okulu ve Cundişapur Okulu, bunlardan ilk
akla gelenlerdendir. Buralarda okutulan felsefi düşünce doğrultusunda
metafizik konularda da bir takım tartışma meseleleri veya konuları
gündeme gelmekteydi.
Farklı coğrafik, kültürel veya felsefi bakış temelli soru, sorun veya
problemlere İslam’ın bakış açısıyla cevaplar üretilmesi ihtiyacı
toplumda belirmiştir. Farklı kültürel yapılara seslenebilmek aklı ve
felsefi bakış açısını kullanmayı da gerekli kılmıştır.
Bu zarureti gidermek adına II./VIII. asırdan itibaren Basra’da, Vasıl b. Ata’yı
takiple, büyük oranda mevali kitleye dayanan, felsefi konulara duyarlı bir
düşünürler topluluğu ortaya çıkmıştır. Bu topluluk gelişen süreç içerisinde itikadi
prensiplerini olgunlaştırarak, teşekkülünü tamamlamak suretiyle Mutezile
mezhebini oluşturmuştur.
Bu topluluk II./VIII. asrın başlarında büyük günah işleyen kişinin durumu,
iman, tevhit, kader ve insanın kendi fiillerini yaratması gibi konuları tartışırken,
teşekkül süreci sonucunda Usulü Hamse denilen Beş Temel Prensibin
olgunlaşmasına zemin hazırlamıştır.
Mutezilenin ilk ortaya
çıkan itikadi nazariyesi,
El-Menzile beyne’lMenzileteyn
prensibidir.
Usulü Hamse içerisinde ilk ortaya çıkan prensip, Hasan Basri’nin meclisinde
gündeme gelen El-Menzile beyne’l-Menzileteyn prensibidir. Bundan sonraki süreç,
ekolün teşekkül veya olgunlaşma sürecidir.
El-Menzile prensibinden sonra ortaya çıkan Mutezili itikadi nazariye, iyilik
ve iyi işler yapan kişilerin Allah tarafından mükâfatlandırılıp, ödüllendirilmesi;
kötülük yapan kişilerin de Allah tarafından cezalandırılması anlamına gelen El-Va’d
ve’l-Vaid ilkesidir. Bu ilke, birinci ilkenin tabii neticesi olarak belirginleşmiştir.
Mutezilenin üçüncü ortaya çıkan prensibi, El-Emru bi’l-Maruf ve’n-Nehyi
ani’l-Münker/İyiliği Emredip, Kötülükten Sakındırmak’tır. Vasıl, fikirlerini yaymak ve
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Mutezile
İslam’ı diğer din mensuplarına karşı savunmak için Doğuda Çin sınırından, Batıda
Mağribe kadar çeşitli beldelere dâî/propagandist/davetçiler göndermiştir. Bu
dâîler, Müslüman olan veya olmayan kimselere İslam’ı anlatmışlar, dini konularda
tartışmalara girmekten çekinmemişler, Müslüman olmayanlara karşı da İslam’ı
savunmuşlardır. Vasıl’ın kendisi de İslam’ı savunan eserler kaleme almıştır. Bütün
bu faaliyetler, El-Emru bi’l-Ma’ruf ve’n-Nehyi ani’l-Münker prensibinin Vasıl ile
irtibatlandırılması sonucunu doğurmuştur.
Mutezilenin hassasiyetle üzerinde durduğu bir diğer prensibi, Tevhit
nazariyesidir. Bu nazariyenin gelişiminde de Vasıl’ın katkıları olduğu, fakat bu
konuların detaylandırılmasının ondan sonraki Mutezile mensupları tarafından
gerçekleştirildiği bilinmektedir.
Mutezilenin ilk kırılmasını gerçekleştiren Vasıl’ın ve ona eşlik eden Amr b.
Ubeyd’in mesailerini yoğun olarak toplumda görülen dini konulardaki problemlerin
çözümüne harcadıkları bilinmektedir. El-Emru bi’l-Ma’ruf ve’n-Nehyi ani’l-Münker
prensibi çerçevesinde ortaya konulan faaliyetler de bunu göstermektedir. Bu
durum, Vasıl ve Amr dönemlerinde dâî sıfatıyla ve propaganda amaçlı faaliyet
gösteren öğrencilerin yetişmesini mümkün kıldı. Ancak felsefi açılımlar sağlayacak
öğrencilerin sayısının ise sınırlı kalması sonucunu doğurdu. Bununla birlikte sonraki
kuşaklarla irtibat kuran önemli isimlerin yetiştiği de bilinmektedir. Nitekim Basra
ilim ve fikir meclisi başkanı olarak kabul edilen Dırar b. Amr (184/800 veya
204/820), bu çerçeveden göze çarpan ilk isimlerdendir. Gerçi Mutezile mensupları,
sonraki dönemde onu, kulların fiilleri, adl, kader ve kudret gibi konulara yaklaşımı
dolayısıyla Mutezilenin dışında gördüler. Buna rağmen o, Allah’ın sıfatları konusu
başta olmak üzere, mukallidin imanı, ru’yetullah, cüz ün lâ yetecazzâ, araz, cisim,
hareket, sükûn, âlem gibi konularda Mutezili düşünce yapısının gelişmesine önemli
katkılar sağladı. Hatta kendisinden sonra Mutezili düşüncenin gelişimi açısından
oldukça önemli görülen Ebu’l-Huzeyl El-Allâf (227/841) gibi birinin yetişmesine
vesile oldu. Ebu’l-Huzeyl’in Mutezile içerisinde Usulü Hamse/Beş Esasa ilişkin ilk
eser yazan kişi olduğu belirtilir. Bu bağlamda Dırar b. Amr’ın, kendisinden önceki ve
sonraki Mutezili yapı arasında bir köprü vazifesi gördüğü anlaşılmaktadır.
Bişr b. Mu’temir,
Sümame b. Eşres,
Nazzâm ve Ebu’lHuzeyl’in de içinde
bulunduğu kuşakla
Mutezile, nakil
karşısında, akıl ve felsefi
düşünceyi önceledi.
Dırar b. Amr’dan sonraki süreçte, Ebu’l-Huzeyl El-Allaf ile aynı dönemde
Bişr b. Mutemir (210/825), Sümame b. Eşres (213/828) ve Nazzam (221/835) gibi
önemli isimlerin de içinde yer aldığı bir nesil ortaya çıkmıştır. Bu neslin yaşadığı
süreç, Mutezili düşünce açısından oldukça güçlü bir dönemi ortaya koymuştur. Bu
nesil döneminde gerçekleştirilen felsefi düşünce zeminindeki ilmi faaliyetler ve
tartışmalarla içerik olgunlaşmaya başlamış ve böylece usulü hamse şekillenmiştir.
Bu dönemde Mutezili düşünce, prensipler bazında teşekkülünü sağlarken,
düşünce sisteminde de bir farklılaşma ortaya çıktı. O da, aklın merkeze alınması
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Mutezile
suretiyle, akıl karşısında naklin önceliğini yitirmesiydi. Çünkü Vasıl ve Amr’la
başlayan süreçte din anlayışının temelinde nakil/sahih dini metinler yer
almaktayken artık bundan sonraki süreçte akıl, nakil karşısında öncelenmeye
başlandı.
Bireysel Etkinlik
Bu durum, Vasıl ve Amr’la ortaya çıkan ilk kırılma neticesinde başlayan
teşekkül veya olgunlaşma sürecinin tamamlandığını, buna karşılık yeni bir sürece
girildiğini göstermektedir. Nitekim ondan sonraki Mutezili kuşağın, felsefi
düşüncenin merkeze alınması şeklinde başlatılan düşünce çizgisinde devam edecek
olması, bunu göstermektedir.
• Mutezilenin teşekkülünü gerçekleştirdiği
sosyo-kültürel ortam ve süreci düşününüz.
MUTEZİLENİN TARİHSEL GELİŞİMİ
Kaynakların verdikleri bilgiler, ilk Mutezili farklılaşmayı Vasıl b. Ata’nın
gerçekleştirdiği şeklindedir. Bununla birlikte Hasan Basri’nin meclisinden ilk ayrılığı
gerçekleştiren kişinin Amr b. Ubeyd olduğunu ileri süren rivayetler de vardır. Ancak
bu rivayetler, Vasıl’ın ismini gölgelemeye yetmemektedir. Bu nedenle ilk ayrılığı
sağlayan kişi olarak Vasıl görülmekte, onun halefi olarak da Amr b. Ubeyd ismi
zikredilmektedir.
Amr’ın lider olarak kabul edildiği dönem, Abbasi Devleti’nin kuruluş
yıllarına denk düşmektedir. Onun, özellikle Abbasi halifelerinden Ebu Cafer Mansur
(136-158/753-775) ile yakın ilişkilerinden söz edilmektedir.
Amr’ın hayatta olduğu dönemde Mutezile mensuplarının Abbasilere karşı
bir ayaklanmaya teşebbüs etmediği, ancak onun vefatından sadece bir yıl sonra
(145/762) Nefsü’z-Zekiyye hareketine iştirak ettikleri bilinmektedir.
Mansur’dan sonra hilafet makamına geçen Mehdi (158-169/775-785)’nin
ilk yıllarında Mutezileye karşı oldukça olumsuz bir yaklaşım sergilendi. Ancak
ilerleyen süreçte ilişkiler seyrini değiştirerek normalleşti. Muhtemelen bunda da
inkârcılık ve zenadıka karşısında İslam’ın bakış açısının korunması konusunda
Mutezileye duyulan ihtiyacın rolü büyük olmuştur. Mutezilenin kullandığı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Mutezile
metotların bu konudaki başarısından istifade niyetinin, ilişkilerin seyrinde etkili
olduğu düşünülmektedir.
Mehdi’den sonra hilafet makamına geçen Hadi (169-170/785-786) dönemi
de daha çok babası Mehdi döneminin bir devamı mahiyetindedir. Ancak Harun
Reşid’in (170-193/786-809) hilafet yılları, Mutezile açısından oldukça önemli bir
dönem olarak görülmektedir.
Harun Reşid döneminde Mutezile açısından iki önemli olay dikkat
çekmektedir. Bunlardan biri; Mutezilenin saray çevresi ve siyasal otoriteyle temasa
geçmesi; diğeri de Basra merkezli Mutezilenin ikinci bir ekol olarak Bağdat koluna
ayrılması.
Mutezilenin ilk temsilcilerinin bazılarının kendi dönemlerindeki devlet
adamlarıyla kişisel ilişkilerinin olduğu bilinmektedir. Ancak bunlar hiçbir şekilde
kendi görüşlerini benimsetebilecek düzeyde bir konuma sahip olamadılar. Ancak
Harun Reşid dönemine gelindiğinde ilişkilerin boyutlarında farklılaşmalar
görülmeye başlandı.
Harun Reşid döneminde Mutezile mensupları saray çevresiyle temas
sağladılar. Bu dönemin kudretli veziri Yahya Bermeki’nin sarayında yapılan ilmi
tartışmalara katılmaya başladılar. Nitekim dönemin önemli Mutezili simalarından
Ebu’l-Huzeyl, Nazzâm, Bişr b. Mu’temir ve Sümame b. Eşres gibi kimseler saray
tartışmalarında etkinlik kazandılar. Ancak kısa bir süre sonra Halife Harun Reşid,
Bermekileri görevden uzaklaştırdı. Bu durum, Mutezile mensuplarının da saray
çevresinden uzaklaşmaları sonucunu doğurdu. Hatta bu süreçte Bişr b. Mu’temir
ve Sümame b. Eşres başta olmak üzere Hz. Ali’yi diğer sahabeye göre üstün tutan
ve Ali Oğullarına taraftar olan bazı Mutezile mensupları kovuşturmalara tabi
tutuldular.
Halife Harun Reşid, hilafetinin sonlarına doğru Yahya b. Hamza El-Hadrami
(183/799) gibi Mutezili düşünceye yakın bir kişiyi Şam kadılığına atadı. Ayrıca itizali
fikirleriyle tanınmış pek çok kimseyi etrafında toplayarak onlarla fikir alış-verişinde
bulundu. Oğlu Memun’un eğitimi hususunda da Mu’tezîlî düşünceye mensup
Yahya b. Mübarek El-Yezîdî’yi (202/817) görevlendirdi.
Bu dönemde Mutezile başlangıçtan beri sadece Basra’da temsil edilirken,
Bağdat’ta da temsil edilmeye başlandı. Bu şekilde Basra kolunun yanında bir de
Bağdat kolu ortaya çıktı. Bu dönemde, Basra kolunun reisi, Ebu’l-Huzeyl El-Allaf,
Bağdat kolunun reisi de Bişr b. Mu’temir (210/825) idi.
Basra Mutezilesine mensup kimseler arasında; Abbad b. Süleyman esSaymeri (250/864), Ebu Osman Amr b. Bahr El-Cahız (255/868), Ebu Yusuf Yakub b.
Halife Harun Reşid
döneminde Mutezile,
Basra kolunun yanında,
bir de Bağdat koluna
ayrıldı.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Mutezile
Abdillah eş-Şahhâm (266/880 veya277/890), Ebu Ali El-Cubbâî (303/915), Ebu
Hâşim El-Cubbâî (321/933) gibi kimseler sayılmaktadır.
Bağdat Mutezile ekolüne mensup kimselerin arasında ise; Ebu Musa b.
Sabîh El-Murdâr (225/840), Sümame b. Eşres (213/828), Ahmed b. Ebî Duâd
(240/854), Cafer b. Harb (236/850), Cafer b. Mübeşşir (234/849), Ebu Cafer
Muhammed b. Abdillah El-İskâfî (240/854-855), El-Hayyât ve Ebu’l-Kâsım El-Belhî
El-Kâbî (319/931) gibi isimler sayılmaktadır.
Bağdat Mutezilesini Basra Mutezilesinden ayıran pek çok konu olduğu
söylense de, aralarındaki en önemli fark, imamet meselesinde Hz. Ali konusundaki
yaklaşımdır. Çünkü Bağdat Mutezilesi, Hz. Ali’nin efdal/daha faziletli olduğunu
kabul etmekte, onu diğer sahabeye göre daha üstün tutmaktadır. Bununla birlikte
Hz. Ali dışındaki diğer üç halifeyi mefdul/Müslümanlar tarafından tercih edilenler
şeklinde görmek suretiyle imametlerini caiz saymaktadır. Onların Hz. Ali konusunda
ileri sürdükleri yaklaşımları, mutedil Ali taraftarı olarak bilinen Zeydiler ile
yakınlaşmalarının da gerekçesini oluşturmaktadır.
Bağdat Mutezilesinin aksine Basra Mutezilesi, Hz. Ali konusunda daha önce
genel kabul görmüş sahabe tertibini olduğu gibi kabul etmektedir. Bu nedenle de
diğer ashab karşısında Hz. Ali’ye özel bir statü tanımamaktadır. Belki bunda
Basra’nın tarihi tecrübesinin de rolü vardır. Çünkü hatırlanacağı gibi, geçmişte Hz.
Osman’ın şehit edilmesi olayında Basralılar da bulundular. Onun şehit edilmesiyle
toplumsal sıkıntıların aşılacağı sanılıyordu. Ancak bu gerçekleşmedi. Toplumsal
sıkıntı ve huzursuzluklar bir sonraki döneme sıçradı. Gelişen hadiseler neticesinde
Cemel Vakası meydana geldi. Bu vakada yaklaşık 5000 Basralı hayatını kaybetti. Bu
durum, muhtemelen Hz. Ali ile Basralıların arasının açılmasının gerekçesini
oluşturdu. Neticede Basra Mutezilesi, belki duygusal nedenlerle diğer sahabeler
karşısında Hz. Ali’ye özel bir statü tanımadı.
Harun Reşid’den sonra oğlu Emin (193-198/809-813), ardından da Memun
(198-218/813-833) halife oldu. Onun hilafet dönemi Mutezile açısından oldukça
önemlidir. Çünkü Mutezile, halife Memun döneminde siyasal yapı üzerinde
oldukça etkin bir konuma geldi.
Memun döneminde ortaya çıkan bu durum, Mutezilenin siyasal hâkimiyeti
altında gerçekleşen ve tarihte Mihne olarak isimlendirilen baskıya ve zora dayalı
süreci ifade etmektedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Bireysel Etkinlik
Mutezile
• Mihne dönemine gelinceye kadar Mutezile
nasıl bir gelişim seyri izlemiştir? Düşününüz.
Mihne Dönemi ve Sonrası
Baskı ve zora dayalı
sorgulama anlamına
gelen Mihne,
Memun’un son
döneminde (218/833)
başlayıp, Mutasım ve
Vasık dönemlerini
kapsadı. Mütevekkil’in
hilafete gelişiyle
(232/846) de kademeli
olarak kaldırıldı.
Mutezilenin etkinlik sağlamasının alt yapısı öncelikle onların Memun’un
düzenlediği ilim meclislerine girmeleriyle başladı. Onlar girdikleri ilim meclislerinde
halku’l-Kur’an/Kur’an’ın mahluk olduğu düşüncesini gündeme getirdiler. Hatta
konunun, en önemli tartışma mevzuları arasına girmesini sağladılar. Bu hususta
Halifeyi ikna ettiler. Neticede Halife, 212/827 yılında Kur’an’ın mahluk olduğu
inancını kabul ettiğini resmen ilan etti. 218/833 yılına gelindiğinde de, kendisi
Bizans’a karşı sefere çıktığı bir dönemde Bağdat valisi İshak b. İbrahim’e yazdığı
mektuplarla Mihne sürecini fiili olarak başlattı.
Mihne uygulamaları çerçevesinde toplumda kabul gören kadılar,
bürokratlar, ilim ve düşünce adamları, Kur’an’ın mahluk olup-olmadığı hususunda
sorgulandı. Bu sorgulama, ilim meclisleriyle başlatılan Mihne’ye hazırlık sürecinin
artık fiili uygulama aşamasına geçildiğinin ilanıydı. Nitekim bu süreç içerisinde
Memun’un dört ayrı mektupla talimatlarını gönderdiği ve uygulamaları bizzat
yönlendirdiği bilinmektedir. Bu uygulamalarda, Ahmed b. Hanbel başta olmak
üzere, hadisçilerin başını çektiği pek çok kimse de sorguya tabi tutuldu. Onların
çoğu, Kur’an’ın mahluk olduğunu kabul etmeleri yönündeki baskı neticesinde
ölümle tehdit edildi. Kabul etmeyenler, hapse atıldı, işkence gördü veya öldürüldü.
Halife Memun döneminde başlayan Mihne Süreci, Memun’dan sonra
hilafet makamına geçen kardeşi Mutasım döneminde de devam etti. Çünkü
Memun, kardeşine bıraktığı vasiyetinde bir takım taleplerde bulunmaktaydı.
Bunlardan biri, halku’l-Kur’an konusunun takipçisi olması, diğeri de Mutezilenin
önemli isimlerinden Ahmed b. Ebi Duâd’ın görüş ve düşüncelerine önem vermesi,
hatta onun, istişare heyeti içerisinde yer almasıydı. Şüphesiz bu vasiyetler, halku’lKur’an nazariyesinin bir devlet politikası haline getirildiğini göstermesi açısından
önemli görüldüğü gibi, Mutezili şahsiyetlerin düşüncelerine devlet katında önem
atfedilmesi talebini de içermekteydi. Bu durum, Me’mun ile birlikte Mutezilenin
ulaştığı konumu göstermesi açısından oldukça önemlidir.
Me’mun’un vasiyetlerini sıkı bir şekilde tatbik eden Mu’tasım, halku’lKur’an konusunda onun başlattığı baskı ve zora dayalı uygulamaların, şiddetini
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Mutezile
artırarak devam ettirdi. Ahmed b. Ebî Duâd’ı, Kâdi’l-Kudât olarak atadı. Bütün
işlerini onunla istişare etti. Bu şekilde Mutezile, İbn Ebî Duâd’ın şahsında
bürokrasinin en tepesine yerleşerek, icraatın başı oldu.
İbn Ebî Duâd’ın öncülüğünde halku’l-Kur’an fikri ve Ruyetullah konuları
başta olmak üzere Mutezileye ait kelami meseleler, karşıt düşünce sahiplerine bir
baskı aracı olarak uygulandı. Bu çerçeveden, vilayetlere genelgeler gönderilmek
suretiyle, çocuklara verilen eğitimlerin Mutezili düşünce doğrultusunda yapılması
emredildi. Mutezili görüşleri kabul etmeyen Ahmed b. Hanbel başta olmak üzere
pek çok kimse, Memun dönemindekine nazaran çok daha şiddetli baskı ve
zulümlere maruz kaldı.
Mutasım’dan sonra oğlu Vasık, 227/841 yılında hilafet makamına geçti. Bu
şekilde o da, Mihne süreci halifeleri arasındaki yerini aldı. Onun hilafeti yaklaşık beş
yıl sürdü. Bu süreç içerisinde o da, amcası Memun’un başlatıp, babası Mutasım’ın
sürdürdüğü Mihne uygulamalarının devamına imkân sağladı. Çünkü o da, İbn Ebi
Duâd’ın makamını korudu ve tıpkı selefi gibi onun tesiri altında kaldı. Bu yüzden
Mutezile mezhebi, tarihi gelişim süreci içerisinde Vasık’la birlikte güç, kuvvet ve
kudretinin en yüksek seviyesine ulaştı.
Vasık döneminde de Kur’an’ın mahluk olduğu düşüncesini kabule
yanaşmayan Nu’aym b. Hammad (229/843), Ebu Yakub El-Buveyti, (231/845)
Ahmed b. Nasr El-Huzai (231/845) ve İbn A’yan El-Mısri gibi kimseler, sorgulanarak,
şiddete maruz bırakıldılar.
Bütün bunlara rağmen, muhtemelen toplumsal yapı ve talepler dikkate
alınarak Vasık döneminin sonlarına doğru Mihne uygulamalarına bağlı şiddetin
etkisi azaltıldı.
Vasık’tan sonra hilafet makamına Ebu’l-Fazl Cafer b. Muhammed
(Mütevekkil) getirildi. Mütevekkil, kendisinden önceki halife döneminde etkisi
azaltılan Mihne uygulamalarına tamamen son verdi. Bunu da üç aşamada
gerçekleştirdi.
232/846 yılında hilafete geçtiğinde ilk olarak, Mihne Süreci’nde en önemli
gündem maddelerini oluşturan halku’l-Kur’an ve ruyetullah konularındaki
tartışmalardan uzak durulmasını istedi. Kendisinden önceki halifeler döneminde
halku’l-Kur’an tartışmaları nedeniyle hapishanelere atılmış olan insanları serbest
bıraktı; hatta onlara ikramlarda bulundu.
Halife Mütevekkil, hilafete gelişinin ikinci yılı (234/848) ve Mihne karşıtı
uygulamalarının ikinci aşamasında, Mihne sürecinde yaşanan tartışmaları resmi bir
talimatname ile kesin olarak yasakladı. Buna karşılık, Mihneye maruz kalan hadis
ulemasını rahatlatmaya çalıştı. Bu bağlamda onlardan, Mutezili düşünceye
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Mutezile
cevaplar ihtiva eden hadisler rivayet etmelerini ve Mutezilenin düşüncelerini
çürütmelerini istedi.
Halife Mütevekkil, 237/851 yılında ortaya koyduğu Mihne karşıtı
uygulamalarının üçüncü aşamasında, hâlâ yönetimde bulunan Mutezile
taraftarlarının bürokrasiden tamamen uzaklaştırılarak, hapsedilmelerini sağladı. Bu
şekilde Mutezilenin siyasal iktidarına son verdiği gibi, devlet politikasının düşünce
rotasının da değişmesine ön ayak oldu.
Memun ile başlayan Mihne sürecinde siyasal yapıya eklemlenen Mutezile,
gelinen aşamada Mihneden kaynaklanan olumsuzluğun bedelini ödemek
durumunda kaldı. Bu bedel onun, hem siyasal arenanın dışına taşınması, hem de
sahip olduğu halk desteğinin kaybedilmesi şeklinde gerçekleşti.
Siyasi yapının Mutezileden desteğini çekmesiyle birlikte ekol, diğer
alanlarda da gücünü hissedilir derecede kaybetti. Hatta Mutezile kavramı, küçük
düşürücü bir içerikle kullanılmaya başlandı. Bu şartlara rağmen ekol, kendini tekrar
eski günlere döndürme azminde bulunan mensuplar çıkarmaya devam etti.
Nitekim İslam kültür tarihi açısından olduğu gibi, Mutezile açısından da önemli bir
değer olarak kabul edilen Cahız (255/868), bunlardandır.
Mutezilenin iktidar yıllarında olduğu gibi, iktidardan uzaklaştığı dönemde
de etkin olan Cahız, yetiştirdiği çok sayıda talebenin yanında, pek çok da eser
ortaya koydu. Bu ürünleriyle, Mutezili düşüncenin tarihsel süreçte şekillenişine
tesir etti. Bu tesir, Mihne sonrasında Mutezilenin fikri dönüşümünün de resmini
sundu.
Cahız, Mihne sonrasında Mutezilenin varlık mücadelesi çerçevesinden
iktidarla uzlaşı arayışı içerisinde -imamet konusu başta olmak üzere- iktidarın
benimsediği görüşlere yakın düşünceler geliştirme yoluna girdi. Bu durum Mutezili
düşünce açısından Mihne sonrasında, varlık mücadelesinin doğurduğu yeni bir
kırılmanın/evrilmenin ifadesi olarak algılandı.
Mihne sonrasında Mutezili olmanın ağır faturasına katlanamayıp ayrılmak
suretiyle başka fırkalara intisap eden çok sayıda kimse de ortaya çıktı. İbn Râvendî,
Muhammed b. Abdullah b. Mumellek, Ebu Muhammed Hasan b. Musa enNevbahti, Ebu Cafer Muhammed b. Abdurrahman b. Kubbe ve Ebu’l-Hasan b. Bişr
ve İmam Eş’ari gibi kimseler önceleri Mutezili iken sonraları farklı düşünce
sistemlerine meyledenlerin başında gelmektedir.
Mihne sonrasında Mutezile açısından önemli isimlerden biri Ebu Ali Cubbai
(303/916), diğeri de onun oğlu Ebu Hâşim Cubbai’dir (321/933). Bu isimler, yeni
arayışlar çerçevesinde, ekolü tekrar güçlendirebilmek için gayret sarf ettiler.
Onların dönemlerinde ekol, belki eski ihtişamlı günlerine tekrar dönemedi. Ancak
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Mutezile
Bireysel Etkinlik
Ebu Haşim’in yetiştirdiği talebeler vasıtasıyla Mutezile, Büveyhiler döneminde yeni
bir canlanma süreci yaşadı.
• Mihne süreci ve sonrasında Mutezilenin tarihsel
akışı nasıl gerçekleşmiştir? Düşününüz.
Büveyhiler Dönemi ve Sonrası
Mihne sonrasında Mutezile kendi iç dinamikleriyle yetiştirdiği müntesipleri
vasıtasıyla verdiği varlık mücadelesine İslam coğrafyasının değişik bölgelerinde
devam etti. Bu bağlamda Mutezilenin Horasan, Taberistan ve Deylem bölgelerine
ulaştığına şahit olmaktayız.
Büveyhiler, Deylem
bölgesi merkezli olarak
ortaya çıktılar. 334447/945-1055 yılları
arasında yaklaşık 110 yıl
Abbasi-Bağdat
yönetimini ellerinde
bulundurdular.
Deylem bölgesi merkezli olarak ortaya çıkan Büveyhi Hanedanlığı, 334447/945-1055 yılları arasında yaklaşık 110 yıl Bağdat yönetimini elinde
bulundurarak, Abbasi halifeliğini kontrolü altına aldı. Bu süreçte de Mutezile,
tekrar etkinlik kazanmaya başladı. Ancak bu dönemin Mutezili düşünce yapısı
Bağdat Mutezilesi’nin etkinliği altında varlık gösterdi.
Bağdat Mutezilesi, imamet konusu başta olmak üzere bir takım itikadi
görüşlerinde Zeydî düşünceye yakındır. Büveyhiler dönemine gelindiğinde Basra
Mutezilesi’nin de aynı düşünce çizgisine yaklaştığı bilinmektedir. Bu nedenle
Büveyhiler dönemi Mutezili düşünce yapısı, daha önceki Mutezili düşünce
yapılarına göre bir farklılık arz etmektedir. Bu farklılığı ortaya koymak için dönemin
Mutezili anlayışını, Zeydi eğilimi içinde barındırması itibariyle, Zeydi-Mutezili
düşünce yapısı şeklinde isimlendirmek mümkündür.
Büveyhiler Döneminde ilmi bir hareketlilik doğmuştu. Bu hareketlilik
ortamında sultanlar, üst düzey bürokratlar, vezirler ve önemli ilim adamları
kendilerine özel ilim meclisleri oluşturdular. İlk ortaya çıkışından itibaren ilim
meclislerindeki başarısıyla dikkatleri çeken Mutezile, Büveyhiler Dönemindeki ilim
meclislerinde de kendini tekrar göstermeye ve güç elde etmeye başladı. Bu şekilde
tıpkı Mihne sürecinde olduğu gibi ilim meclisleri, Mutezileyi siyasal etkinliğe
kavuşturan alanlar olarak ortaya çıktı.
Büveyhiler döneminde Ebu Abdillah Hüseyin El-Basri, El-Cu’al (369/977),
Ali b. İsa er-Rummânî (384/995), Sahib b. Abbâd (385/995), Ebu’l-Hasan El-
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Mutezile
Esedâbâdî, Kadı Abdulcabbar (415/1025), Ebu’l-Hüseyin Tayyib El-Basri (436/1044),
Ebu Reşid Nisabûrî gibi önemli Mutezili isimler yetişti.
Bu isimlerden Ebu Abdillah Hüseyin El-Basri, ilk Büveyhi sultanlarından
Muizzüddevle, İzzüddevle ve Adududdevle katında önemli bir yer edindi. Onun,
yetiştirdiği talebeler, ortaya koyduğu eserler ve devlet erkânı üzerinde meydana
getirdiği etki, Mutezile mensuplarının ilmi platformlar yanında, bürokratik ve
siyasal alanda da güç elde etmelerine olanak sağladı. Hatta onun talebesi Sahib b.
Abbâd’ın kudretli bir Büveyhi veziri olarak ortaya çıkışı, bu dönemde Mutezilenin
otoritesini göstermesi açısından dikkat çekicidir. Nitekim bu dönemde Mutezile,
eski ihtişamlı günlerine tekrar geri dönme çabası içerisine girdi. Bu şekilde Mihne
sonrasında ikinci parlak dönemini yaşamaya başladı.
Büveyhiler döneminde
siyasi açıdan Mutezile’yi
zirveye taşıyan isim
Sahib b. Abbâd, ilim,
fikir ve düşünce
açısından zirveye
taşıyan da Kadı
Abdulcabbar’dır.
Mutezile mensupları Büveyhiler Döneminde kendilerini daha rahat ifade
eder oldular. Bunun bir yansıması olarak -Mihne sonrasında görülen durumun
aksine-Mutezili kimliklerini açıktan ilan etmeye ve bununla gurur duymaya
başladılar.
Büveyhiler döneminde Mutezilenin ilmi ve siyasi gücü arttıkça etkinlik alanı
genişledi. Basra ve Bağdat’tan sonra Rey şehri de Mutezilenin önemli
merkezlerinden biri oldu. Mutezilenin önemli ismi Kadı Abdulcabbar da burada,
Sahib b. Abbâd’ın himayesinde etkinlik kazandı. O, ilim meclisleriyle ismini
duyurmasının ardından Kadi’l-Kudat olarak atandı. Pek çok kimsenin Mutezili
düşünceye meyletmesine de vesile oldu. O, yazdığı altmış civarında eser,
yetiştirdiği çok sayıda talebe ve ortaya koyduğu faaliyetleriyle Mutezili düşüncenin
akıbetini belirledi. Nitekim Hâkim El-Cüşemi ve İbn Murtaza, Mutezile ekolünün on
ikinci tabakasının tamamına yakınının onun arkadaş ve öğrencilerinden oluştuğunu
bildirmektedirler.
İbn Abbâd’ın vefatından (385/995) sonra Büveyhiler’in Mutezile’ye yönelik
politikalarında farklılaşmalar meydana geldi. Bunun bir yansıması olarak, Büveyhi
Sultanı Fahruddevle’nin emriyle Kadı Abdulcabbar, Kadi’l-Kudat’lık görevinden
azledildi. Hatta onun, bütün malı müsadere edildiği gibi, kendisi de hapse atıldı. Bu
durum Büveyhiler döneminde Mutezilenin elde ettiği siyasal ve toplumsal gücün
kısa süreli ömrünü doldurduğu anlamına gelmektedir. Nitekim bundan sonraki
süreçte Mutezile, yalnızlığa sevk edildiği gibi, dönemin önemli temsilcisi Kadı
Abdulcabbar da siyasal görevlerden uzak bir hayat yaşamaya başladı. O, 415/1025
yılında, doksan yaşını aşmış biri olarak Rey şehrinde vefat etti.
Bu dönemde eser ortaya koyan çok sayıda Mutezili âlim yetişti. Ancak
gelinen noktada Büveyhi Hanedanlığı da, içine düştüğü saltanat mücadeleleri
sonucunda zayıflayan siyasal otoritesini toparlayamadı. Bu zayıflama sürecini kendi
siyasal ikbali için başarıya dönüştürmeyi bilen Abbasi halifesi Kadir-Billah’ın hilafeti
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Mutezile
döneminde Mutezilenin özgürlük alanı tamamen ortadan kaldırıldı. Mutezile
mensuplarının da çoğunlukla Horasan taraflarına sürülmesi sağlandı.
Selçuklular döneminde Mutezilenin etkinliği Tuğrul Bey hayatta iken
devam etti. Ancak kendisinden sonra Alp Arslan’ın (485/1092) göreve gelmesiyle
bu süreç de son buldu.
Mutezile mensupları, merkezden uzaklaşarak Harezm civarlarına doğru
yönelmeye başladı. Bu durum Mutezilenin kaçışı anlamına geliyordu. Fakat bu
kaçış ve mücadele dönemlerinde de Mutezilenin, az da olsa ilim adamı yetiştirme
gayreti içerisinde olduğu görülmektedir. Nitekim Mahmud b. Cerir El-Isfehani
(507/1113), Mahmud ez-Zemahşeri (538/1143), ve Ebu’l-Fadl Muhammed b. Ebu’lKasım El-Harezmi (562/1167) gibi kimseler, Mutezilenin yetiştirdiği önemli
isimlerdendir. Ancak bu isimler, Mutezilenin eski ihtişamlı günlerine geri dönmesini
sağlayamadıkları gibi, sosyolojik varlığını kaybetmesini de engelleyemediler.
Bireysel Etkinlik
Mutezili düşüncenin
etkin olduğu
dönemlerden biri de;
Selçuklu Sultanı Tuğrul
Bey dönemidir.
Büveyhiler döneminden sonra Mutezilenin, Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey
(455/1063) zamanında tekrar canlanmaya başladığı bilinmektedir. Çünkü Tuğrul
Bey’in veziri Amid El-Mülk Ebu Nasr Muhammed b. Mansur El-Kündüri (456/1063)
Mutezili düşünceye yakın ve onu savunan biri idi. Tuğrul Bey katında önemli bir
itibara sahip olan Kündüri, Mutezile mensuplarını tekrar devletin en yüksek
kademelerinde görevlere getirmeye başladı.
• Büveyhiler Dönemi ve sonrasında
Mutezilenin tarihsel sürecini düşününüz.
Mutezilenin Bugünkü Durumu
Bugün Mutezile kimliği ile bilinen bir bölge ya da topluluk
bulunmamaktadır. Bu durum, Mutezilenin bütün bakiyesinin ortadan kalktığı
anlamına da gelmemektedir. Çünkü Mutezile, toplumsal akışkanlık çerçevesinde
fikir ve düşünceleriyle pek çok İslam mezhebine etki etti. Şia’nın bazı kolları
yanında, Zeydiyye içerisindeki etkisi açıktır. Bununla birlikte Mutezile, bütün İslam
dünyasında olduğu gibi, ülkemizde de modern din anlayışı bağlamında ortaya çıkan
rasyonel düşünce yapısının tarihi kültürel arka planında kendini hissettirmektedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Mutezile
Bilindiği gibi sanayi sonrası Batı dünyasının öncülüğünde oluşan toplumsal
yapı, bir uygarlık inşa etti. Bu uygarlık, bilim ve düşünce anlayışını modern kalıplar
temelinde pozitivist-rasyonalizme dayandırdı. Yeni uygarlığın sunduğu bu düşünce
kalıpları, İslam dünyasını da belli oranda etkiledi. Bunun sonucu olarak da yeni din
anlayışları ortaya çıktı. Bu anlayışlar genel hatlarıyla modern din anlayışları olarak
tanımlanmaktadır.
Bireysel Etkinlik
Modern din anlayışları, her ne kadar Batıdan etkilenseler de
mensubiyetleri itibariyle İslam kültürü ve tarihine yaslanmak durumundadır. Bu
nedenle tarih içerisinde rasyonel duruşuyla dikkat çeken Mutezile, modern
anlayışlar için önemli bir referans kaynağı oluşturmaktadır. Bu durum, sosyolojik
olarak günümüze ulaşamamasına rağmen Mutezilenin, modern din anlayışları
üzerinden tekrar hayat bulmakta olduğu anlamına gelmektedir.
• Günümüz modern din anlayışlarında Mutezili
düşüncenin izleri var mıdır? İrdeleyiniz.
MUTEZİLE’NİN İTİKADİ GÖRÜŞLERİ
Mutezilenin itikadi
görüşleri; El-Menzile
beyne’l-Menzileteyn,
El-Va’d ve’l-Vaid, ElEmru bi’l-Ma’ruf ve’nNehyi ani’l-Münker,
Tevhit ve Adl’dir.
Mutezilenin “Usulü Hamse” olarak bilinen beş temel prensibi
bulunmaktadır. Bu prensiplerin tamamı, Mutezilenin itikadi görüşlerini
oluşturmaktadır. Bu görüşler olmaksızın Mutezili düşünceden söz etmek mümkün
değildir. İtikadi görüşleri oluşturan bu beş temel prensip, oluşum sırasına göre; ElMenzile beyne’l-Menzileteyn, El-Va’d ve’l-Vaid, El-Emru bi’l-Ma’ruf ve’n-Nehyi ani’lMünker, Tevhit ve Adl’dir.
1.El-Menzile beyne’l-Menzileteyn
Müslümanlar, ilk dönemden itibaren imanın ne olduğu, hangi unsurlardan
meydana geldiği, bu unsurların ihlal edilmesi halinde kişinin durumunun ne olacağı,
böyle bir kişinin mümin, münafık, kâfir fasık vb. gibi hangi isimlerle isimlendirileceği
hususunda farklı görüşler ortaya koydular.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Mutezile
Mutezili düşüncenin gündeme gelmesinde etken olduğu bilinen “ElMenzile Beyne’l-Menzileteyn” prensibi de bu bağlamda büyük günah işleyen kişinin
isimlendirilmesinin ne olacağı yönünde Hasan Basri’nin meclisinde talebesi Vasıl b.
Ata tarafından dile getirildi.
El-Menzile Beyne’l-Menzileteyn prensibine göre; büyük günah işleyen kişi,
ne tam mümin, ne de tam kâfirdir. Böyle bir kişi, ancak iman ile küfür arasında bir
yerdedir. Çünkü Mutezileye göre; Büyük günah işleyen kişi, hayırlı hasletler ve
özellikler kendisinde mevcut olmadığı için övgü ve meth ifade eden mümin ismini
almaya layık değildir. Böyle bir kişiyi, yaptığı kötü ameller yanında, şehadet
kelimesini söylemesi ve bazı hayırlı amellere sahip olması itibariyle kâfir olarak
isimlendirmek de doğru değildir. Bu nedenle o, ancak iki yer arasında bir yerdedir.
Bu yerin adı fısk, sahibi de fasıktır.
Bu prensibin, büyük günah işleyen kişinin ahiret âlemindeki konumu ile
ilgili de bir yönü vardır. Buna göre; Büyük günah işleyen kişi, tevbe etmeden vefat
ederse, cehennemlik olur. Ancak cezası kâfirlere göre daha hafif, konumu da,
kâfirlere göre daha ehvendir.
Fikir ve düşünce sistemleri, içinde doğdukları sosyo-kültürel ortamın
meydana getirdiği akışkanlığın şekillendirmesiyle vücut bulurlar. El-Menzile
Beyne’l-Menzileteyn prensibinin ortaya çıkışında da, içinde doğduğu sosyo-kültürel
ortamın etkileri görülmektedir. Bu prensibin, Basra’da Hasan Basri’nin meclisinde
ve Vasıl b. Ata’nın dile getirmesiyle gündeme geldiğini biliyoruz. Basra, sonradan
oluşturulan bir yerleşim merkezi olması itibariyle yoğun olarak mevali nüfusun
yaşadığı bir yerdi. Ancak bölgeye gelip yerleşen kimseler, Arap kültür ve yerleşim
geleneği doğrultusunda yerli Arap kabilelerinin refakatinde bölgede meskûn
olabilmekteydi. Bu durum, Temim kabilesi başta olmak üzere bölgede etkin olan
yerli Arapların, yerleşimciler üzerindeki otoritelerini artırmaktaydı. Bölgede Araplar
arasında İbazilik başta olmak üzere Hariciliğin etkisi vardı. Nitekim yerleşen
toplulukların da bu etkiden uzak kalması düşünülemezdi. Bu bağlamda Vasıl’ın dile
getirdiği bu prensipte, Basra’yı merkez edinen Harici-İbazi yaklaşımın etkisi
yanında, ona muhalefetin de izleri görülmektedir.
El-Menzile Beyne’l-Menzileteyn prensibi, başlangıçta siyasi çıkışlı bir
görüntü vermesine rağmen, süreç içerisinde itikadi bir ilke haline geldi. Bu ilke
çerçevesinde küfr, nifak, fısk, kebire ve mürtekibi kebire gibi kavramlar tartışılarak,
Mutezili düşünce zemininde sınırları belirlendi. Vasıl ile birlikte gündeme geldiği
varsayılan bu prensip, Amr b. Ubeyd ve ardından gelen Mutezili nesillerce
savunuldu.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Mutezile
2.El-Va’d ve’l-Vaîd
Mutezileye göre, va’d, iyilik ve iyi işler yapan kişilerin Allah tarafından
mükâfatlandırılıp, ödüllendirilmesi; Vaîd ise, kötülük yapan kişilerin Allah
tarafından cezalandırılması veya Allah’ın bu tür kişileri cehennemle tehdit edip, bu
tehdidinden de dönmemesi anlamına gelmektedir. Bu haliyle va’d, cenneti, vaîd ise
cehennemi ifade etmektedir. Allah, va’d ve vaîd’inden vazgeçmez. O, neyi va’d
etmişse o gerçekleşecek, kötülük yapanları da hangi konuda tehdit etmişse o,
mutlaka belirtildiği üzere, kıyamet günü veya ahirette cereyan edecektir.
Mutezile’ye göre Allah, büyük günahları ancak tevbe edildikten sonra
bağışlar. Mü’min olan kişi dünyayı, tövbe ederek, Allah’a itaat içerisinde terk
ederse, bağışlanmaya, sevaba ve va’de (cennete) hak kazanır. Büyük günah işleyen
kişi, tövbe etmeden dünyayı terk ederse, vaîde (cehenneme) hak kazanır. Ancak
azabı kâfirlerin azabına göre daha hafif olur.
Mutezile, adalet prensibinin yanında bu prensibe de dayanarak ahirette
şefaatin olmaması gerektiği düşüncesini savunmuştur.
3.El-Emru bi’l-Maruf ve’n-Nehyi ani’l-Münker
El-Emru bi’l-Ma’ruf ve’n-Nehyi ani’l-Münker, iyiliği emir ve tavsiye etmek,
kötülüğü yasaklamak ve engel olmak anlamına gelmektedir. Bu prensibin, adil
olmayan zalime karşı koyma, direnme ve isyan şeklinde ortaya çıkan siyasi
boyutunun yanında, iyiliğin yerleştirilmesi, kötülüğün ortadan kaldırılması şeklinde
ifade edilen ahlaki boyutu da bulunmaktadır.
Bu prensibin süreç içerisinde farklı anlamlarda kullanıldığına da şahit
olunmaktadır. Vasıl ve Amr’ın, imam ve yöneticinin adil olması hususundaki
yaklaşımları, prensibin siyasi boyutunun onlarla birlikte teşekkül ettiğini ortaya
koymaktadır. Prensibin ahlakî boyutunun da, Ebu Ali El-Cubbai ve oğlu, Ebu Hâşim
El-Cubbai ile birlikte teşekkül ettiği var sayılmaktadır.
Mutezili düşüncenin ilk gelişim gösterdiği dönemlerde İslam coğrafyası
oldukça büyük bir alanı kapsıyordu. Bu büyük alan içerisinde farklı din ve
kültürlerin temsili yanında, İslam dışı fikir, düşünce ve felsefi akımlara karşı İslam’ın
bakış açısının ortaya konulması ihtiyacı vardı. Çünkü İslam dışı fikirlerin, Müslüman
kitleleri olumsuz etkilemeleri söz konusuydu. Bu etki karşısında Müslüman
toplumunda iyiliğin emr edilip, kötülüğün yasaklanması ve men edilmesi toplumun
birlik ve bütünlüğü açısından önemli görülmekteydi. Bu nedenlerle Mutezile, ElEmru bi’l-Maruf ve’n-Nehyi ani’l-Münker prensibini temel umde olarak belirledi.
Vasıl b. Ata’nın, kendi dönemi içerisinde yetiştirdiği talebelerini, İslam
coğrafyasının farklı bölgelerine dâî/davetçi/propagandist sıfatıyla göndermiş
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Mutezile
olması, Vasıl’ın bu prensibe verdiği önemin bir göstergesi olarak karşımıza
çıkmaktadır.
Ameli tevhit de denilen bu prensibin, düşünce boyutunun varlığından da
söz edilebilir. Fakat Mutezile, bu esasın daha çok amelî yönü ile ilgilendi. Zındık ve
fasıklarla mücadele etmenin bir üstünlük, kaçmanın ise İslam’a muarız olmakla
eşdeğer olduğunu ifade etti. Ebu Bekir El-Esamm hariç bütün Mutezili âlimler, bu
prensibe göre, kişinin gücü yettiği zaman iyiliği emredip kötülüğü yasaklamanın
vacip olduğu hususunda müttefiktir. Mutezile, bu düşüncesini desteklemek
maksadıyla Kur’an’dan bazı ayetleri de kendine delil olarak sunmaktadır. Nitekim
aşağıdaki ayetler bunlardandır.
“Sizden öyle bir cemaat bulunmalıdır ki; herkesi iyiliğe davet etsinler,
iyiliği emretsinler, kötülükten sakındırmaya çalışsınlar. İşte onlar kurtuluşa
erenlerdir.” (Âl-i İmran, 3/104).
“Oğlum, namazı dosdoğru kıl, iyiliği emret, kötülüğü nehyet!” (Lokman,
31/17).
Mutezile, El-Emur bi’l-Ma’ruf ve’n-Nehyi ani’l-Münker prensibini İslam
düşünce ve terbiyesinin muhafaza edilmesi adına ideal bir çerçevede ele alsa da,
özellikle Mihne sürecinde onu, muhalifleri sindirmenin bir aracı olarak
kullanmaktan da geri durmamıştır.
4.Tevhit
Mutezilenin bütün itikadi konularla ilgili perspektif ve bakış açısının mihenk
noktasını tevhit anlayışı oluşturmaktadır. Tevhit, Allah’ın birliğine, tekliğine, eşi,
benzeri ve şeriki olmadığına hükmetmek anlamına gelmektedir. Bu prensibi, Allah
anlayışı ve âlem anlayışı olarak iki kategoride ele almak mümkün olduğu gibi;
Tevhid-i Zat, Tevhid-i Sıfat, Tevhid-i Ef’al ve Tevhid-i Mabudiyet gibi kısımlara
ayırmak da mümkündür.
Tevhit, Allah için kullanıldığı zaman O’nu birlemek, bir ve tek olduğunu
tasdik etmek, ortağı olmadığına iman etmek demektir. Bu prensibin temel esprisi,
yaratılmışların sıfatlarından Allah’ın tenzih edilmesidir. Kısaca Tevhit, Allah Teâlâ’yı
hem zat hem de sıfatları bakımından bir ve tek kabul etmek ve o şekilde tasdik
etmektir.
Mutezilenin tevhit anlayışına göre Allah birdir, misli ve benzeri yoktur.
İşitir, görür. Fakat cisim, suret, şahıs, cevher ve araz değildir. Renk, koku, tat,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Mutezile
hareket, sıcaklık, soğukluk, yaşlık, kuruluk gibi şeylerden uzaktır. Çünkü bu tür
şeyler, arazın özellikleridir. O, her şeyi kuşatır ve mahluklardan hiçbirinin
özellikleriyle vasıflanamaz. O, insanın düşünebileceği her türlü tasavvurun
üzerindedir.
Mutezilenin tevhit konusundaki yaklaşımı, ana hatlarıyla ilk olarak Vasıl b.
Ata’da görüldü. Sonraki Mutezile mensupları tarafından da detaylandırıldı. Ekolün,
üzerinde hassasiyetle durduğu bu prensip, diğer kelami konulardaki bakış
açılarının şekillenmesine de tesir etti. Özellikle sıfatlar, halku’l-Kur’an ve ruyetullah
gibi konular, bunların başında gelmektedir.
Sıfatlar
Mutezileye göre Allah’ın sıfatlarını, Allah’ın, zıtlarıyla vasıflandırılamayacağı
ve onlarsız tasavvur olunamayacağı zati sıfatları ile Allah’ın fiillerinden müştak olan
ve zıtlarıyla vasfedilebileceği fiili sıfatlar olarak iki grupta değerlendirmek
mümkündür.
Mutezileye göre; Allah’ın sıfatları, zatının aynıdır. Onun sıfatları
yaratılmışların sıfatlarına benzemez.
Allah âlim, kadir ve hayydır, denildiğinde; her ne kadar Allah’a ilim, kudret
ve hayat sıfatları nispet ediliyorsa da, bunlardan asıl maksat, onların zıtları olan
cehl, acz ve ölüm gibi anlamları O’ndan nefyetmek/uzak tutmaktır. Mutezile, genel
olarak Allah’ın zatıyla âlim, zatıyla kadir ve zatıyla hayat sahibi olduğunu kabul eder
ve en özel vasfı olan kıdem sıfatına başka sıfatların ortak olmasını, Allah’ın
ulûhiyetine ortak olması anlamına geldiğini düşünür. Bu bakış açısı doğrultusunda
da, “Allah âlimdir” der, ama “Allah’ın ilim sıfatı vardır.” demez. “Allah kadirdir.”
der, fakat “Allah’ın kudret sıfatı vardır.” demez.
Mutezile’ye göre bir diğer sıfat türü de fiili sıfatlardır. Bu sıfatlar kelâm,
rıza, saht (kızgınlık), hubb, buğz, irade, emr, nehy, kerahet, adl, halk (yaratma),
rızık, imate (öldürme), ihya (diriltme), cûd (cömertlik), hilm, sıdk, ihsan, medh,
zemm, gibi sıfatlardır.
Allah’ın cismi veya gölgesi yoktur. O’nun zatıyla ilgili şahıs, cevher veya
araz kabul edilemez. O’nun için uzunluk, derinlik ve genişlik de söz konusu olamaz.
Allah, parçalara ayrılamaz ve bölünemez.
Mutezile, sıfatlar konusundaki yaklaşımıyla, içinde yaşadığı toplumda var
olan Hristiyanlığın Teslis inancı, Dualizm, Mücessime, Müşebbihe ve bazı Şii
fırkalarda görülen Allah’ın mücessem bir varlık olarak takdimi düşüncesine karşı
durdu. Bu şekilde de İslam düşüncesini, değişik din, kültür ve İslam dışı fikirler
karşısında savunma çabasında oldu.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Mutezile
Halku’l-Kur’an
Kur’an’ın yaratılmışlığı anlamına gelen halku’l-Kur’an, tarih içerisinde
önemli kelami tartışmalara kaynaklık eden bir konudur. Mutezile bu konuyu tevhit
prensibi çerçevesinden ele alıp, sıfatlar konusuyla bağlantılı bir şekilde işlemiştir.
Mutezile’ye göre; Allah birdir, eşi ve benzeri yoktur. Allah’ın bir ve kadim
olması sadece Allah’a mahsus bir sıfattır. Allah’ın kıdemi haricinde O’na başka
sıfatlar isnat edildiği takdirde birden çok kadim varlığın mevcudiyeti kabul edilir. Bu
ise, teaddüd-i kudemaya/birden çok kadim varlığın kabulüne sebebiyet verir. Böyle
bir şey ise, Allah’ın birliği ilkesi olan tevhit nazariyesi ile örtüşmez. Kadim olan
sadece Allah’ın zatıdır. O’nun haricinde hiçbir varlığın kıdem sıfatından söz
edilemez.
Mutezilenin sıfatlar konusundaki yaklaşımı nedeniyle Allah’ın kelamı olan
Kur’an-ı Kerim kadim değildir, yaratılmış ve mahluktur.
Mutezile, siyasal iktidarda bulunduğu Mihne süreci’nde, bu prensibi devlet
politikası haline getirerek, siyasallaştırdı. Bu konuda insanları sorgulamak suretiyle,
baskı ve zora başvurdu.
Ruyetullah
Allah’ın görülmesi anlamına gelen Ruyetullah konusu da Mutezilenin
Tevhit prensibi çerçevesinden değerlendirdiği mevzulardandır. Mutezile, Allah’ın
gerek dünyada, gerekse ahirette görülmesinin teşbih ve tecsimi gerektireceği
endişesine sahiptir. Bu nedenle de ruyetullahı kabul etmemektedir.
5.Adl
İnsanların fiillerinin kendileri tarafından meydana getirilip-getirilmediği
veya irade ve fiillerini ortaya koyma hususunda hürriyetlerinin olup-olmadığı gibi
konular, tarih boyunca hep tartışılageldi. Bu bağlamda; insan hürriyeti, kader ve
irade gibi konular adalet ilkesi içerisinde değerlendirildi.
Ana hatları ilk defa Amr b. Ubeyd tarafından belirlenen, sonraki Mutezile
mensupları tarafından da detaylandırılan Adalet ilkesi, bir yönüyle Tevhit ilkesine
benzemektedir. Çünkü Tevhit, ilahi zatın en önemli sıfatı olarak kabul edilirken;
Adalet ilkesi de ilahi fiilin en önemli sıfatı olarak kabul edilmektedir. Nitekim adalet
ilkesi, Allah’ın adaletindeki kusursuzluğu ve O’nun her türlü haksızlıktan uzak
olduğunu ifade etmektedir. Ayrıca Mutezile bu prensip çerçevesinde, Allah’ın şerri
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
Mutezile
yaratmayacağı ve ona göre hükümde bulunmayacağı düşüncesini de dile
getirmektedir.
Bireysel Etkinlik
Mutezileye göre insan, kendi fiilini yine kendisi tercih etmekte, irade ve
potansiyel gücü sayesinde bu fiili gerçekleştirmektedir. Çünkü Allah, kullarına bir
şeyi yapıp-yapmama iradesi ve buna bağlı potansiyel güç vermiştir. İnsan, Allah’ın
kendisine vermiş olduğu bu güç sayesinde murat ettiği işi yine kendi iradesi ve
gücü doğrultusunda yapabilmektedir. Eğer insanın bu türden bir hürriyeti
olmasaydı, işlemiş olduğu iyi veya kötü fiillerinden dolayı mükâfat veya mücazat
(ceza) görmesinin bir anlamı olamazdı. Eğer insanların yapmış olduğu fiiller, Allah
tarafından zorlanmak suretiyle gerçekleştirilmiş olsaydı, Allah’ın o fiillerden dolayı
kişiyi cezalandırması, adaletsizlik ve zulüm olurdu. Oysa Allah, adildir ve kullarına
asla zulmetmez.
• Mutezilenin itikadi prensiplerinin neler
olduğunu detaylarıyla düşününüz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
Ödev
Mutezile
Ödev gönderimi
• İslam kültür tarihinin gelişiminde Mutezili
düşüncenin etki ve katkılarını -diğer bilim
dallarından da istifade ederek- 300 kelimeyi
aşmayacak şekilde yazınız. Hazırladığınız
belgeyi göndermek için yandaki ödev
gönderme linkini kullanınız.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
Mutezile
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını etkileşimli
olarak
cevaplandırabilirsiniz
1. Hasan Basri’nin meclisinde Mutezili düşüncenin ilk kırılmasında gündeme
gelen itikadi prensip aşağıdakilerden hangisidir?
a) Tevhit
b) Adl
c) El-Menzile beyne’l-Menzileteyn
d) El-va’d ve’l-Vaid
e) El-Emru bi’l-Maruf ve’n-Nehyi ani’l-Münker
2. Mutezilenin Bağdat kolunun kurucusu aşağıdakilerden hangisidir?
a) Amr b. Ubeyd
b) Ebu’l-Huzeyl El-Allâf
c) Nazzâm
d) Bişr b. Mu’temir
e) Ebu Ali El-Cubbâî
3. Mutezilenin Basra ve Bağdat kolları arasındaki temel görüş farkı
aşağıdakilerden hangisi ile ilgilidir?
a) İman
b) İmamet
c) Kader
d) Halku’l-Kur’an
e) Ruyetullah
4. Mihne Süreci’nde Mutezilenin siyasallaştırdığı kelami konu aşağıdakilerden
hangisidir?
a) Halku’l-Kur’an
b) El-Menzile beyne’l-Menzileteyn
c) El-Va’d ve’l-Vaîd
d) İmamet
e) Adl
5. Mihne Süreci’nde işkenceye maruz kalan mezhep imamı aşağıdakilerden
hangisidir?
a) Cafer-i Sadık
b) İmamı Azam
c) İmam Malik
d) İmam Şafii
e) İmam Ahmed b. Hanbel
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
Mutezile
6. Büveyhiler döneminde Mutezili düşüncenin genel yapısını gösteren eğilim
aşağıdakilerden hangisidir?
a) İsmaili-Mutezili
b) İmami-Mutezili
c) Zeydi-Mutezili
d) Maturidi-Mutezili
e) Eş’ari-Mutezili
7. Büveyhiler döneminde vezaret makamında bulunarak siyasal yapıda
Mutezile’yi temsil eden ve bürokratik kadrolara Mutezile mensuplarının
atanmasını sağlayan Mutezili kimdir?
a) Ebu Abdillah Hüseyin El-Basri
b) Sahib b. Abbâd
c) Kadı Abdulcabbar
d) Ebu’l-Hüseyin Tayyib El-Basri
e) Ebu Reşid Nisabûri
8. Mutezile Basra’da ortaya çıkıp, daha sonra Bağdat koluna ayrıldı. Bu kolların
yanında Büveyhiler dönemine gelindiğinde Mutezilenin merkez edindiği şehir
aşağıdakilerden hangisidir?
a) Isfehan
b) Hemedan
c) Harezm
d) Cürcân
e) Rey
9. Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey döneminde Mutezilenin güçlenmesine katkı
sağlayan Selçuklu veziri aşağıdakilerden hangisidir?
a) Yahya El-Bermeki
b) Ahmed b. Ebi Duâd
c) Sahib b. Abbâd
d) Amid El-Mülk El-Kündüri
e) Nizamü’l-Mülk
10. Mutezilenin halku’l-Kur’an görüşünü
aşağıdakilerden hangisidir?
a) El-Menzile beyne’l-Menzileteyn
b) El-Va’d ve’l-Vaîd
c) El-Emru bi’l-Ma’rûf ve’n-Nehyi ani’l-Münker
d) Tevhit
e) Adl
dayandırdığı
temel
prensip
1-c, 2-e, 3-b, 4-a, 5-e, 6-c, 7-b, 8-e, 9-d, 10-d.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
26
Mutezile
YARARLANILAN ve BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
1. Akoğlu, Muharrem. (2006). Mihne Sürecinde Mutezile. İstanbul.
2. Akoğlu, Muharrem. (2008). Büveyhiler Döneminde Mutezile. Ankara.
3. Ay, Mahmut. (2002). Mutezile ve Siyaset. İstanbul.
4. Aydınlı, Osman. (2001). İslam Düşüncesinde Aklileşme Süreci Mutezilenin
Oluşumu ve Ebu’l-Huzeyl El-Allaf. Ankara.
5. Aydınlı, Osman. (2003). Mutezili İmamet Düşüncesinde Farklılaşma Süreci.
Ankara.
6. Cârullah, Zühdi. (1947). El-Mutezile. Kahire.
7. Hansu, Hüseyin. (2004). Mutezile ve Hadis. Ankara.
8. Işık, Kemal. (1967). Mutezilenin Doğuşu ve Kelami Görüşleri. Ankara.
9. Kâdî Abdulcabbar. (1974). Fazlu’l-İtizâl ve Tabakatü’l-Mutezile. Tah. Fuad
Seyyid. Tunus.
10. Kâdî Abdulcabbar. (1988). Şerhu’l-Usuli’l-Hamse. Tah. Abdulkerim Osman.
Kahire.
11. Onat, Hasan (Editör). (2006). İslam Düşünce Ekolleri Tarihi (İlitam). Ankara.
12. Öz, Mustafa. (2011). Başlangıçtan Günümüze İslam Mezhepleri Tarihi.
İstanbul.
13. Salim, Abdurrahman. (1989). et-Tarihu’s-Siyasi li’l-Mutezile. Kahire.
14. Ümit, Mehmet. (2010). Zeydiyye-Mutezile Etkileşimi. İstanbul: İSAM yayınları.
15. Watt, W. Montgomery. (2010). İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri. Çev. Ethem
Ruhi Fığlalı. Ankara: Sarkaç Yayınları.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
27
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
ŞİANIN DOĞUŞU, İLK Şİİ
FİKİRLER VE HAREKETLER
• Şiilik Nedir
• Şiiliğin Doğuşu Hakkındaki İddialar
• İlk Şii Fikirler ve Şianın Tarih sahnesine
Çıkışı
• İlk Şii Hareketler
İSLAM MEZHEPLERİ
TARİHİ
Prof. Dr. Hasan ONAT
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• Şianın isimlendirme ve teşekkül sürecini
kavrayabilecek,
• Şii düşüncesinin dayandığı fikri temelleri
kavrayabilecek,
• Süreç içerisinde ortay çıkan ilk Şii fikirleri
kavrayabilecek,
• İlk Şii hareketlerin neler olduğunu
görebileceksiniz.
ÜNİTE
5
Şianın Doğuşu, İlk Şii Fikirler ve Hareketler
GİRİŞ
Şiilik, mevcut Müslümanların %10-15’inin din anlayışını biçimlendiren,
kökleri birinci asrın sonlarına uzanan büyük mezheplerden birisidir. Şii
Müslümanlar ağırlıklı olarak Şianın en büyük kolu olan İmamiyyeye
mensupturlar. İsmailiyye ve Zeydilik de Şianın yaşayan kollarındandır. Şiilik
ikinci asırdan itibaren farklılaşarak, değişerek, dönüşerek pek çok fırkaya
ayrılarak bugüne gelmiştir. İran’ın Anayasasında resmi mezhebin İmamiyye
olduğu kayıtlıdır. Mevcut haliyle Şiilik, İslam dünyasında, özellikle Orta Doğu’da
olup bitenleri doğru anlayabilmenin anahtarı gibidir.
Şiiliği diğer
fırkalardan ayıran en
önemli özellik vahiy
algısı ve imamet
anlayışıdır.
Şia’ya göre
imamlar da masum
oldukları için onların
sözleri Hz.
Peygamber’in sözü
gibidir.
Şiiliği diğer fırkalardan ayıran en önemli özellik, vahiy algısı ve imamet
anlayışıdır. Zeydiyenin dışındaki bütün Şii fırkalarda bu iki temel özelliğin var ve
etkin olduğunu görmek mümkündür. Hz. Peygamber’in Hz. Ali’yi özel olarak
bilgilendirdiği şeklindeki iddialar, Şii vahiy algısı ile ilgili ilk tezahürler olarak
değerlendirilebilir. Nitekim Nevbahti ve Kummi’de şu ifadeler yer almaktadır:
“Ali (as), itaat edilmesi Allah ve Resulullah (sas) tarafından farz kılınan bir
imamdır. Halkın onun söylediklerini kabul etmesi ve her şeyi ondan öğrenmesi
vaciptir. Ondan başkasından bir şey almak caiz değildir; ona itaat eden Allah’a
itaat etmiş olur. İsyan eden ise Allah’a isyan etmiş olur. Çünkü Resulullah, onu
insanlar için rehber kıldı ve onun imametini, ona dostluğu farz kıldı. Nebi (sas)
halkın ihtiyacı olan her türlü dini bilgileri, helali, haramı, ilimlerin açık ve gizli
(celil ve dakik) yönlerini, kısaca kendinde ne varsa her şeyini Ali’ye vermiştir.
Bunların hepsini de ona tevdi etmiş ve kendisinden onları korumasını istemiştir.
Bu sebepten Ali, günahlardan korunmuş olması (ismet), temiz soylu olması, ilk
Müslümanlardan olması, ilmi, kahramanlığı, savaştaki başarısı, cömertliği,
zühdü ve sorumluluğu altındakilere karşı gösterdiği adaleti yüzünden imameti
ve Nebi’nin (sas) makamını hak etmiştir.”
Başlangıçta Hz. Peygamber’in Hz. Ali’ye özel olarak “ilim” verdiği iddia
edilmiş; sonra bu “gizli ilim” tartışması, doğrudan nübüvvet-imamet bağlantısı
ile irtibatlandırılarak, imamların Allah’tan istedikleri zaman bilgi alabildikleri
noktasına taşınmıştır. Kuleyni’de, “İmamlar bir şeyi öğrenmek istedikleri
zaman, Allah o şeyi onlara öğretir” şeklinde ifadesini bulan bu husus,
“muhaddes” kavramıyla ifade edilir. Şii anlayışa göre imamlar da masum
oldukları için onların sözleri Hz. Peygamber’in sözü gibi, o da Allah kelamı
gibidir.
Şianın imamların Allah’tan özel bilgi aldıkları şeklindeki iddiası,
Bâtıniliğin ortaya çıkmasında ve Bâtıni zihniyetin İslam düşüncesini
derinlemesine etkilemesinde gerçekten belirleyici olmuştur. Muhtelif İslam
anlayışlarında ortaya çıkan “ilham” kategorisi, hem alternatif epistemolojilerin
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Şianın Doğuşu, İlk Şii Fikirler ve Hareketler
yaratılmasına yol açmış hem de beşeri olan anlayış biçimlerinin din gibi
algılanmasını kolaylaştırmıştır.
Şii imamet nazariyesi, siyasetin dinle iç içe olduğu bir nazariyedir.
İmametin, Şiiliğin omurgasını oluşturduğu düşünülecek olursa, muhtelif Şii
bölgelerde olup bitenlerin arka planında yatan zihniyet daha kolay tahlil
edilebilir. Mezheplerin siyasal ideolojiye indirgenebileceklerini, tarih
göstermektedir. Siyasi erki elinde bulunduranlar, yapıp ettiklerini
meşrulaştırabilmek için çoğu zaman dini kullanırlar. İnsanların önemli bir kısmı
dini, mezhepler üzerinden öğrendiği için mezhep ve din arasındaki farkın pek
farkında olmazlar. Bugün İslam dünyasının karşı karşıya kaldığı en büyük tehlike
mezhep çatışmasıdır. Bunu önleminin tek yolu da, mezhepler hakkında doğru
bilgi ve mezhebin din olmadığının insanlara anlatılmasıdır.
Şia, teşekkül ettikten sonra kendi inanç ve düşünceleri doğrultusunda
alternatif bir tarih inşa etmeyi de başarmıştır. Şii anlayışa göre Hz. Ali, Hz.
Peygamber’den sonra fasılasız imam olduğu için, Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Hz.
Osman, onun hilafetini gasbetmiş olmaktadırlar.
Ş y a kökünden
gelen, Şia kelimesi,
misafiri uğurlamak,
peşinden gitmek, bir
kimsenin taraftarı
olmak, yardımcısı
olmak; ayrılmak,
fırkalaşmak vb.
anlamalara gelir.
Şiilik, tarih telakkisi açısından da üzerinde durulması gereken bir
konudur. Şia, birinci hicri asırda Emevi-Haşimi çekişmesinin ürünü olan pek çok
olayı Şiilikle irtibatlandırmıştır. Hatta Hz. Peygamber’in sağlığında gerçekleştiği
iddia edilen Gadir Humm gibi olayları da, Hz. Ali’nin vasiliği ve Şianın varlığı
doğrultusunda yorumlamıştır. Şianın, kendisini en sahih mezhep olarak
gösterebilmek için ürettiği tarih anlayışının, diğer Müslümanları da derinden
etkilemiş olduğunu hatırlatmakta fayda vardır. Ayrıca, Şianın zaman zaman
inanç esası gibi değerlendirildiğini bildiğimiz “takiyye” konusundaki tutumu,
Şiiliğin doğru anlaşılmasını zorlaştıran sebeplerden birisi olarak karşımıza
çıkmaktadır.
Şiilik Nedir?
Şia, Arapçada ş y a kökünden gelen, misafiri uğurlamak, peşinden
gitmek, bir kimsenin taraftarı olmak, yardımcısı olmak; ayrılmak, fırkalaşmak
vb. anlamlarını ifade eden bir kelimedir. "Şia"nın terim anlamı tespit edilirken,
Şiilerin Şiiliği nasıl tanımladıkları ve bu kavramın içeriğini nasıl doldurdukları
hususu özel bir önem kazanmaktadır. Bir mezhebi doğru anlamak, öncelikle, o
mezhebe mensup kimselerin kendilerini nasıl tanımladıklarını iyi bilmeyi
gerektirir.
Mezhepler tarihi kaynak eserleri arasında kitapları günümüze kadar
ulaşmış olan, erken dönem Şii müelliflerden Nevbahti (300/912) ve Ebu Halef
el-Eş'ari el-Kummi (301/ 913)'ye göre Şia, Hz. Muhammed'in sağlığında "Şiatu
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Şianın Doğuşu, İlk Şii Fikirler ve Hareketler
Ali" (Ali taraftarı) diye isimlendirilen, onun vefatından sonra da Ali'nin imam
halife olduğunu ileri süren kimselerin meydana getirdikleri bir fırkadır.
Bir mezhep
olarak Şia, Hz. Ali’nin
Hz. Peygamber’den
hemen sonra nass ve
tayinle halife olduğuna
inanan, İmametin
insanlığın sonuna dek
Hz. Ali’nin soyundan
devam edeceğini ileri
süren, bu imamların
masum olduklarını iddia
eden toplulukların
müşterek adıdır.
Şii âlim Şeyh Mufid (413/1022) ise, "Şia" kavramıyla ilgili olarak şöyle
demektedir: "Teşeyyu' (Şiiliği müdafaa etmek, Şii olmak) dilde, bir öndere, onu
veli kabul ederek halisane dini bağlarla bağlı olmak demektir. “eş-Şia” şeklinde
lâm-ı tarifle olursa, bu açıkça müminlerin emiri Hz.Ali’ye velayet yoluyla
bağlanan, onun Resulullah (s.a.s)'tan sonra fasılasız halifeliğine inanan, hilafet
makamında ondan öncekilerin imametini tanımayan, itikatta onu kendinden
önce hiçbir halifeye tabi olmayan müstakil bir önder kabul eden kimselere
tahsis için kullanılmış olur. Şia ismi, bu itibarla, zikrettiğimiz fırka için özel isim
olur".
Çağdaş Şii yazarlara bakıldığı zaman, onların da, erken dönem Şii
yazarlardan pek farklı düşünmedikleri kolayca görülebilir. Mesela Tabatabaî,
Şianın "Hz. Peygamber'in halefi olmanın, Hz. Peygamber'in ailesinin özel hakkı
olduğunu düşünen ve İslami ilimler alanında ve kültürde Ehlibeyt okulunu takip
eden kimseleri" ifade ettiğini belirtmektedir.
Bütün bu tariflerden sonra Şianın terim anlamını şöyle tespit etmek
mümkündür: Şia, Ali b. Ebi Talib'in Hz. Muhammed'den hemen sonra nass ve
tayinle halife olduğuna inanan, İmametin insanlığın sonuna dek, Ali'nin
soyunda devam edeceğini ileri süren, bu imamların masum olduklarını iddia
eden toplulukların müşterek adıdır.
Bu tarif, Şiilik konusundaki kafa karışıklarını giderecek birtakım
ipuçlarını içermektedir. Şöyle ki, her mezhep gibi Şia da, kendisini Hz.
Peygamber’in yaşadığı zaman dilimi ile irtibatlandırabilmek için, pek çok olayı,
kendi görüşlerine uygun bir şekilde yeniden yorumlama yoluna gitmiş; hatta
alternatif bir tarih inşa etmiştir. Bu tanım bize, hangi olaylara, hangi koşulları
taşıdıkları zaman Şii sıfatının verilebileceğini göstermektedir. İslam düşünce
tarihinin en temel problemlerinden birisi, zaman, mekân ve fikir kaymasıdır.
Bunun en çarpıcı örneği Şia’da görülebilmektedir. Hicri ikinci hatta üçüncü
asırlarda ortaya çıkan bazı fikirler, ta Hz. Peygamber’in yaşadığı zaman dilimine
taşınmıştır. Bazen de tersi olmuştur, erken dönemde ortaya çıkan bazı fikirler,
daha sonraki dönemlere aitmiş gibi gösterilmiştir.
Şii kaynakları esas alarak yapılan bu tanım, Şianın doğuşu hakkındaki
iddiaların ve Şii nitelikli olduğu söylenilen olayların değerlendirilebilmesi için de
birtakım ilkeleri vermektedir. “Şia”nın kelime anlamını aşmayan “Şiatu Ali” gibi
kavramların kullanıldığını tespit etmek, Şiilikten söz edebilmek için yeterli
değildir. Bu kelimenin ıstılahi nitelik kazanması, tanımda geçen “nass ve tayin”,
“imametin Ali’nin soyuna tahsisi”, “imamların masum olması” gibi hususlardan
en azından birinin içerikte açıkça yer alıyor olmasına bağlıdır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Bireysel Etkinlik
Şianın Doğuşu, İlk Şii Fikirler ve Hareketler
• Şia isminin bir mezhebe ad olma sürecini
ve Şiiliğin ne olduğunu düşününüz.
Şiiliğin Doğuşu Hakkındaki Bazı İddialar
Şii iddiaları, Şianın tohumlarının bizzat Hz. Peygamber tarafından atıldığı,
Şianın onun sağlığında çekirdek olarak var olduğunu ileri sürer. Şiiliğin doğuşu ile
ilgili diğer iddialar ise, Hz. Peygamber’in vefatından birinci asrın son çeyreğine
kadar geniş bir zaman dilimine yayılır. Burada önce Şiiliğin doğuşu hakkındaki Şii
iddialar ele alınıp bunların fikir hadise irtibatı çerçevesinde bir tahlili yapılacak,
daha sonra da diğer iddialardan kısaca söz edilecektir.
Şianın Doğuşu Hakkındaki Şii İddialar ve Tahlili
“Şiatu Ali”, Ali
taraftarları anlamında
Şiiler için kullanılan bir
tabirdir.
Daha önce de dikkat çekildiği gibi Şiiler, Şiiliği ya Hz. Peygamber'in sağlığında
ya da onun vefatıyla birlikte başlatırlar. Eserleri günümüze kadar ulaşmış olan ilk Şii
yazarlardan Nevbahti ve Ebu Halef el-Eşari, Ali taraftarlarının bizzat Hz. Peygamber
tarafından "Şiatu Ali" diye isimlendirildiklerini, Hz. Peygamber vefat edince Ali'nin
imametini ileri sürdüklerini belirtirler. Çağdaş Şii âlimlerden Muhammed Huseyin
Kâşifu'l-Ğıtâ, Şiiliğin tohumlarının bizzat Hz. Peygamber tarafından atılmış olduğunu
ifade eder. Günümüz Şii yazarlarından Tabatabaî de, Şianın, Hz. Peygamber'in
sağlığında "Ali'nin Şiası" diye isimlendirilen toplulukla birlikte başladığını, "Ali'nin
dostlarının ve muakkiplerinin, Hz. Peygamber'in vefatından sonra, hilafetin ve dini
otoritenin Ali'ye ait olduklarına inandıklarını" belirtir. Ona göre Ali ve onun
arkadaşları, -Abbas, Zubeyr, Selman, Ebu Zer, Mikdad ve Ammar gibi- halifenin şura
veya seçim yoluyla seçilme işine karşı çıktılar; aynı şekilde bu işi gerçekleştirenlere de
karşı çıktılar. Onlar, kendi delillerini ve tezlerini ortaya koydular; fakat aldıkları cevap,
Müslümanların selametinin tehlikede olduğu ve çözümün yapılan işte yattığı şeklinde
oldu.
Gadiri Hum
Şii anlayışın merkezinde Hz. Ali'nin Hz. Peygamber tarafından imam/halife
olarak tayin edilmiş olduğu fikri yatmaktadır. Şiaya göre Hz. Peygamber’in Allah’ın
emri ile Ali’nin imametini ilan ettiği en önemli hadise Gadir Hum’da gerçekleşmiştir.
Gadiri Hum, Mekke ile Medine arasında bir yerdir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Şianın Doğuşu, İlk Şii Fikirler ve Hareketler
Şii kaynak eserlerde olay özetle şöyle yer almaktadır: Hz. Peygamber, Veda
Haccından dönerken yolda Mâide suresinin;
"Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et; eğer bunu yapmazsan
O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan korur". (5/67)
“Gadiri Hum”,
Mekke ile Medine
arasındaki bir yerin
adıdır. Şia’ya göre Hz.
Ali’nin imamete burada
atanmıştır.
Mealindeki ayeti nazil olur. Bu ayet nazil olduğu zaman Hacc kafilesi Cuhfe
yakınlarındaki Gadiri Hum denilen yere gelmiştir. Burası yolların ayrıldığı bir noktadır.
Üstelik kervanların konaklamasına elverişli de değildir. Buna rağmen Hz. Peygamber,
hemen ashabını toplar; daha önce yollarına koyulmuş olanlara geri dönmeleri için
haber gönderir. Kafilenin geride kalanlarının da yetişebilmesi için bir müddet
beklenilir. Burada Hz. Peygamber, kızgın güneş altında Müslümanlara hitap eder ve
"Men kuntu mevlahu fehuve Aliyyun mevlahu" (Ben kimin mevlası isem Ali de onun
mevlasıdır) diyerek Ali'nin imametini ilân eder.
Kuleynî'nin el-Kâfî isimli eserindeki rivayetler, Hz. Peygamber'in alelacele
böyle bir konuşma yapmasının sebebini, Şii bakış açısından bize aktarmaktadır. Bu
rivayetlere göre, Mâide suresinin 67. ayetinin nüzul sebebi, Mâide suresinin 55.
ayetiyle (Sizin dostunuz ancak Allah, O'nun peygamberi ve namaz kılan, zekât veren
mü'minlerdir.) Ali b.Ebi Talib'in velayeti bildirilmiş olmasına rağmen Hz.
Peygamber'in, ümmet Ali'nin velayetini kabul etmez de dinden çıkar endişesiyle,
bunu gizlemiş olmasıdır. Tabersi de tefsirinde, bu ayetin Ali b.Ebi Talib hakkında nazil
olduğu konusunda bazı rivayetler nakletmektedir.
Şii rivayetlere göre Hz. Peygamber Ali b. Ebi Talib'in imametini insanlardan
korkarak gizlediği için Mâide suresinin 67. ayeti nazil olmuştur. Hz. Peygamber,
"Allah'ın kendisini insanlardan koruyacağını" öğrenip ve "Ali'nin imametini tebliğ
etmediği takdirde elçilik görevini yerine getirmemiş sayılacağı" ikazını alınca, Veda
Haccı dönüşü Gadiri Hum denilen yerde alelacele Ali'nin imametini ilan etmek
gereğini hissetmiştir. Şii iddialara göre, Hz. Peygamber Ali'nin imametini açıkça ilân
ettikten sonra "dinin tamamlandığını" bildiren Mâide suresinin 3. ayeti (Bugün size
dininizi tamamladım; size nimetlerimi tamamladım ve size din olarak İslam'ı
beğendim) nazil olmuştur. Dinin tamamlanmasını sağlayan, Ali'nin imameti
olmaktadır.
Gadiri Hum Olayı, bir anlamda Şii imamet nazariyesinin de, Şii düşüncenin de
temelini oluşturmaktadır. Bu sebepten, Gadiri Hum olayının, sadece Kur'an'ın ruhuna
ve Hz. Peygamber'in tatbikatına dayanarak reddedilmesi fazla bir anlam ifade
etmeyecektir. Olayın, birkaç değişik açıdan tahlilinin yapılması gerekmektedir:
Birincisi, böyle bir olay fiilen vuku bulmuş mudur? İkincisi, olay esnasında Hz.
Peygamber Ali için tam olarak ne demiştir? Üçüncüsü, eğer Hz. Peygamber, Gadiri
Hum’da Ali hakkında "men kuntu mevlahu fehuve Aliyyun mevlahu" (Ben kimin
mevlası isem, Ali de onun onun mevlasıdır) demiş ise, bu sözle ne kastedilmiştir?
Dördüncüsü, o zamanki Müslümanlar bu sözü nasıl anlamışlardır? Beşincisi, Ali b. Ebi
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Şianın Doğuşu, İlk Şii Fikirler ve Hareketler
Talib ve onun yanında yer alanlar, hilafetle ilgili iddialarını temellendirmek için bu
olayı ve burada söylenenleri delil olarak kullanmışlar mıdır?
Tespit edilebildiği kadarıyla, Hz. Peygamber, Veda Haccı sırasında, bir mola
esnasında Ali ile ilgili bazı şikâyetlere cevap vermiştir. Kaynakların çoğunda bu yerin
Gadiri Hum olduğu konusunda bir sarahat yoktur. Tırmizî'nin naklettiği bir rivayette,
Hz. Peygamber'in bir sefer dönüşü Ali ile ilgili şikâyetleri cevaplandırdığı kayıtlıdır. İbn
Kesîr'in Bureyde'den naklettiği bir rivayette olay Bureyde'nin kendi ağzından şöyle
nakledilir: "Ali ile birlikte Yemen'e gittim. Onun bazı kusurlarını gördüm. Hz.
Peygamber'in yanına geldiğimde durumu anlattım. Resullah'ın yüzünün rengi değişti
ve şöyle dedi: 'Ey Bureyde, ben müminlere nefislerinden daha evla değil miyim?
Evet, ey Allah'ın Resûlü' diye cevap verdim. Bunun üzerine dedi ki: 'Ben kimin mevlası
isem, Ali de onun mevlasıdır".
İbn Hişam, Hz. Ali'nin bir grup Müslümanla birlikte Veda Haccına Yemen
üzerinden geldiğini, bir ara yerine yanındakilerden birisini görevlendirip kervandan
ayrılınca, o insanların; yanlarındaki kumaşları kendilerine elbise yaptıklarını; bunun
üzerine Hz. Ali ile kervandakiler arasında tartışma çıktığını, Ali'nin de sert tepki
gösterdiğini kaydeder. Kervandaki insanlar da, Hz. Peygamber'le karşılaştıklarında Hz.
Ali'nin bu tavrını Hz. Peygamber'e şikâyet ederler. Hz. Peygamber de, onlara şöyle
cevap verir: "Ey insanlar! Ali'den şikâyetçi olmayın, Allah'a and olsun ki, o Allah'la
ilgili hususlarda veya Allah yolunda en sert olanınızdır."
Anlaşılan o ki hac dönüşü bazı kişiler, Ali'nin dini hassasiyetinden
kaynaklanan bir tavrından rahatsızlık duymuşlardır. Hz. Peygamber de, Ali'nin üstün
özelliklerine dikkat çekerek, Ali'nin dini hassasiyetinin belirtisi olan bu gibi tavırların
hoş görülmesini istemiştir. Bu esnada dile getirilen "Ben kimin mevlası isem, Ali de
onun mevlasıdır" hadisi de bu haliyle hem Sünni hem de Şii kaynaklarda yer
almaktadır.
Hz. Peygamber’in Veda Haccı dönüşü, ya da başka bir vesileyle “Ben kimin
mevlası isem, Ali de onun mevlasıdır.” şeklinde bir söz söylediği doğru farz edilse bile
bu ifadeden Ali’nin nass ve tayinle imam olduğu şeklinde bir sonuç çıkarmak pek
mümkün değildir. Eğer Hz. Peygamber, Ali’nin imametini bildirmek isteseydi,
herhalde, çok daha açık bir ifade tarzını tercih ederdi. Hz. Peygamber’in
konuşmasının genelde kolay anlaşılır nitelikte olduğunu bilinmektedir. Nitekim Hz.
Ali’nin torunlarından Hasan b. el-Hasan b. Ali b. Ebi Talib bu duruma işaretle şöyle
demiştir: ”Eğer “men küntü mevlahu” sözünden emirlik ve sultanlık kastedilmiş
olsaydı, Hz. Peygamber onu, tıpkı namaz, zekât, Ramazan orucu ve Hacc konusunda
olduğu gibi açıkça belirtir ve ‘Ey insanlar! Ali benden sonra sizin emiriniz, derdi”.
Meşhur Zeydi imamlardan İbn Murtaza’nın şu ifadeleri de konu açısından
önemlidir: ”Sahabe arasında, hiç kimsenin Ali hakkında açık, mütevatir nassdan söz
ettiği duyulmamıştır. Onlar, önce, Ammar, Ebu Zer, Mikdat b. el-Esved’in de Ali’nin
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Şianın Doğuşu, İlk Şii Fikirler ve Hareketler
imam olduğu görüşünde olduklarını ileri sürmüşlerdir. Lakin isimleri zikredilen bu
kimselerin, Ebu Bekir ve Ömer’den teberri ettiklerini açıklamamış olmaları ve ikisine
de sövmemiş (sebbetmemiş) olmaları, Rafızileri yalanlamaktadır. Öyle ki onların
iddialarının aksine, Ammar, Kûfe’de; Selman el-Farisî de Medain’de Ömer b. elHattâb’ın tayin ettiği amiller olarak görev yapmışlardır”.
Öte yandan, eğer Hz. Ali, Hz. Peygamber tarafından halife tayin edilmiş
olsaydı, bütün Müslümanları ilgilendiren böyle bir meselenin, Hz. Ebu Bekir’in halife
seçildiği Sakıfe olayında, Hz. Ömer’in halife olmasında ve Hz. Osman’ı hilafet
makamına götüren tartışmalarda gündeme gelmeyeceğini düşünmek mümkün
olmazdı. Oysa ne Sakife olayında, ne de diğer olaylarda, hiç kimse Ali ile ilgili böyle bir
delil ileri sürmüştür.
Şia’ya göre Hz.
Ali, Hz. Peygamberden
sonra yerine geçecek
olan imamdır.
Teorik çerçevede bakıldığında, Kur’an’ın, insanlar arasında üstünlük ölçüsü
olarak “ilim ve Allah’a saygı”yı ön plana çıkardığını; siyasi yapı ile ilgili herhangi bir
belirlemede bulunmadığını; herhangi bir kabileye, soya sopa ayrıcalık tanımadığını
hemen görebiliyoruz. Bu doğrultuda, Hz. Muhammed’in -Ali’ye yakınlığından ve
Ali’nin üstün meziyetlerinden dolayı, idareci olarak kendi yerini almasını düşünmüş
olsa bile-, herhangi bir kimseyi, yerine halife olarak tayin etme hakkı ve yetkisine dini
açıdan sahip olmadığını söylemek mümkündür.
Ali b. Ebi Talib'in Vasiliği
"Vasi", sözlükte kendisine vasiyet edilen kişi; sorumluluk üstlenecek yaşa
gelmemiş çocuklar adına söz söyleme yetkisine sahip kişi gibi anlamlara gelmektedir.
Şii literatürde vasi, Hz. Ali'nin imam olduğuna işaret eden özel bir sıfatı olarak
anlaşılmaktadır. "Vasilik, halifelik ve imamlık aynıdır".
Kaynak eserlerde Hz. Ali'nin bir sıfatı olarak "vasi" kelimesine sık sık
rastlamak mümkündür. Tespit edebildiğimiz kadarıyla, hem Hz. Ali'nin saflarında yer
alanlar hem de muhalifleri, onun için "vasi" sıfatını kullanmışlardır.
"Vasi" sıfatının Ali'ye verilişi ile ilgili olarak, Hz. Peygamber'in risaletinin ilk
döneminde "Önce yakın hısımlarını uyar." (26/214) ayeti nazil olduğu zaman,
akrabalarını çağırıp, onlara İslam'ı tebliğ ettiğinde, sadece Ali'nin kendisine olumlu
cevap verdiğini; bunun üzerine Hz. Peygamber'in de "Bu benim kardeşim, vasim ve
halifemdir; onu dinleyiniz ve itaat ediniz." dediği nakledilmektedir.
Kaynaklar, Hz. Ali için “vasi” sıfatının kullanıldığını göstermektedir. Ama bu
kullanış biçimi, daha çok, “Hz. Muhammed’in techiz ve tekfin işlerini yerine getiren
kimse” anlamına dayalı olarak ortaya çıkmıştır. Vasilik kavramı, siyasi içeriğini, birinci
asrın son çeyreğinde kazanmaya başlamıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Şianın Doğuşu, İlk Şii Fikirler ve Hareketler
Kırtas Olayı
Hz. Peygamber, vefatlarına yakın, hasta yatağında yatarken:
"Bana bir kâğıt ve kalem getirin; size bir yazı (vasiyet) yazdırayım ki,
benden sonra ihtilafa, sapıklığa düşmeyesiniz".
buyurmuşlardır. Hz. Peygamber'in bu sözü üzerine orada bulunan Müslümanlar
arasında kalem kâğıdın getirilip getirilmemesi konusunda görüş ayrılığı ortaya çıkar.
Hz. Ömer, Hz. Peygamber'in hastalığın şiddetinden dolayı bu sözü söylemiş
olabileceğini, Allah'ın Kitabının ve Hz. Peygamber'in sünnetinin Müslümanlara
yeteceğini söyler. Hz. Peygamber de, yanında tartışılmasının doğru olmadığını
belirtir. Sonuçta Hz. Peygamber vasiyet olarak herhangi bir şey yazdırmaz.
Şia,"Eğer Hz. Peygamber vasiyetini yazdırmış olsaydı Hz. Ali'nin, kendisinden
sonra Müslümanların halifesi olduğunu yazdıracaktı." diyerek, bu olayı Hz. Ali'nin
imameti için delil olarak gösterir.
Bireysel Etkinlik
Kırtas Hadisesi ya da Vasiyetname meselesi olarak bilinen bu olaya
dayanarak, eğer Hz. Peygamber engellenmeseydi, Hz. Peygamber Ali'nin imam olarak
tayin edildiğini yazdıracaktı diye düşünmek, Şii iddiaların kendi içinde çeliştiğini ifade
etmek anlamına gelecektir. Eğer Hz. Peygamber Gadiri Hum günü Ali'nin hilafetini
ilan etmiş ise, Kırtas olayını delil olarak görmek, Gadiri Hum olayını gölgelemek
olacaktır. Üstelik İbn Abbas'tan gelen bir rivayet, Kırtas olayını Şianın anladığı şekilde
yorumlamanın bir tür zorlama olacağını da ortaya koymaktadır.
• Şia'ın ortaya çıkmasının nedenleri olarak
gösterilen olayları detaylıca düşününüz.
Ali b. Ebi Talib'in İmameti İçin Delil Gösterilen Bazı Ayetler ve
Hadisler
Şia, Hz. Ali’nin nass ve tayinle imam olduğunu kanıtlamak için, zaman zaman
Kur’an’a başvurmakta ve ayetleri delil olarak kullanmaktadır. Bunlardan bazılarını
şöyle sıralamak mümkündür:
Mâide Suresi, 3. ayet:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Şianın Doğuşu, İlk Şii Fikirler ve Hareketler
"...Bugün size dininizi bütünledim, üzerinize olan nimetimi
tamamladım, din olarak sizin için İslamiyeti beğendim...".
Şia, bu ayetin Ali'nin imametinin ilan edilmesinden sonra indiğini; dinin
tamamlanması işinin Ali'nin İmametiyle sağlandığını iddia eder.
Mâide Suresi, 55. ayet:
"Sizin dostunuz ancak Allah, O'nun peygamberi ve namaz kılan, zekât
veren ve rükû eden mü'minlerdir."
Bu ayette müminlerden kastedilen Ali b. Ebi Talib'tir.
Mâide Suresi, 67. ayet:
“Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et, eğer bunu
yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan korur.
Doğrusu Allah kâfirlere yol göstermez."
Enfâl Suresi, 75. ayet:
"Sonra inanıp hicret eden ve sizinle birlikte savaşanlar, işte onlar
sizdendir. Birbirinin mirascısı olan akraba, Allah'ın kitabına göre birbirine daha
yakındır. Doğrusu Allah her şeyi bilir."
Nûr Suresi, 55.ayet:
"Allah, içinizden inanıp yararlı iş işleyenlere, onlardan öncekileri halef
kıldığı gibi, onları da yeryüzüne halef kılacağına, onlar için beğendiği dini temelli
yerleştireceğine, korkularını güvene çevireceğine dair söz vermiştir. Çünkü
onlar Bana kulluk eder, hiçbir şeyi Bana ortak koşmazlar. Bundan sonra inkâr
eden kimseler, işte onlar, artık yoldan çıkmış olanlardır."
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Şianın Doğuşu, İlk Şii Fikirler ve Hareketler
Ahzâb suresi, 33. ayet:
”...Ey Peygamber’in ev halkı (Ehlibeyt)! Şüphesiz Allah sizden kusuru
giderip sizi tertemiz yapmak ister.”
Bu ayette geçen “Allah sizden kusuru giderip sizi tertemiz yapmak ister.”
(İnnemâ yüridullahu li yüzhibe ankumu’r-ricse ehle’l-beyti ve yutahhirakum tathira)
ifadesi, Resulullah’tan sonra Ali’nin imam ve halife oluşuna ve imametin Ali’den
sonra Ehlibeyt’le devam edeceğine delil olarak kullanılmaktadır.
Kur’an'da açıkça Hz. Ali'nin halife ya da imam olacağı ile ilgili hiç bir ayet
yoktur. Zaten konuya Kur’an'ın bütünlüğü içinde yaklaşıldığı zaman, birtakım
ayetleri Ali'nin imameti için delil olarak göstermenin bir zorlamanın ötesini
aşamayacağı açıkça ortaya çıkmaktadır.
Mâide suresinin 3. ayetinde geçen "dinin tamamlanması" meselesini Ali'nin
imam tayin edilmesiyle irtibatlandırmak, hem tarihi hakikatle hem de Kur’an'ın
ruhuyla bağdaşmaz. Yegâne üstünlük ölçüsünün takvâ olduğunu bildiren Allah'ın,
Ali'ye özel imtiyaz tanıdığını düşünmek, Kur’an'ın bütünlüğünü göz ardı etmek
anlamına gelir.
Mâide suresinin 67. ayetinde Allah'ın Hz. Peygamber'i koruyacağını
bildirmesi, doğrudan Hz. Peygamber'in içinde bulunduğu koşullarla ilgili bir
durumdur. Bilinmektedir ki, hem Mekke döneminde, hem de Medine döneminde Hz.
Peygamber'i öldürmek isteyen bir hayli insan vardır. Bunun en çarpıcı delili,
Kureyşlilerin kendisini topluca öldürtme kararı aldığını haber alan Hz. Peygamber'in,
Hz. Ali'yi kendi yatağına yatırarak, Ebu Bekir'le birlikte gizlice Mekke'den ayrılmasıdır.
Hz. Peygamber'in Allah katından almış olduğu vahyi, insanlardan korkarak
gizleyeceğini düşünmek, doğrusu pek mümkün değildir. Ünlü müfessir Fahreddin
Razî, ayetin, Hz. Peygamber'in Yahudilerin ve Hıristiyanların kötülüklerinden emin
olduğunu belirtmek için nazil olduğu şeklindeki görüşü tercih ettiğini belirtmektedir.
Kurtubî de, Mâide suresinin genelde Medine'de nazil olduğunu, ancak söz konusu
ayetin Mekkî olduğunu belirterek, bu ayet nazil olduktan sonra, Hz. Peygamber'in,
Ebu Tâlib tarafından onu korumakla özel olarak görevlendirilen kimselerin
korumasına ihtiyacı olmadığını kaydeder.
Tathir ayeti olarak da bilinen Ahzâb suresinin 33. ayetinin doğrudan Hz.
Peygamber’in ev halkından söz ettiğini; Hz. Ali ve Fatıma’nın evlerinin ayrı olduğunu;
Hz. Peygamber’in ev halkını ise, o anda evde mevcut olan hanımlarının
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Şianın Doğuşu, İlk Şii Fikirler ve Hareketler
oluşturduğunu bilmek için fazla delil aramaya ihtiyaç yoktur. Ahzâb suresinin 32, 33
ve 34. ayetlerini birlikte okumak, konunun açıklık kazanması için yeterlidir:
”Ey Peygamber’in hanımları! Sizler herhangi bir kadın gibi değilsiniz.
Allah’tan sakınıyorsanız edalı konuşmayın, yoksa kalbi bozuk olan kimse kötü
şeyler ümit eder: Daima ciddi ve ağırbaşlı söz söyleyin. Evlerinizde oturun;
eski cahiliyyede olduğu gibi açılıp saçılmayın; namazı kılın; zekâtı verin; Allah’a
ve peygamberine itaat edin. Ey Peygamberin ev halkı! Şüphesiz Allah sizden
kusuru giderip sizi tertemiz yapmak ister. Evlerinizde okunan Allah’ın
ayetlerini ve hikmetini hatırda tutun. Şüphesiz Allah haberdar olandır, lâtif
olandır.”
Şianın, Ali b. Ebi Talib'in İmameti için delil gösterdiği hadislerden bazıları da
şunlardır:
Sakaleyn Hadisi:
"Size iki ağır emanet bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldıkça, hiç bir
zaman sapıtmazsınız. Bunlar, Allah’ın Kitabı ve Itretim (Ehlibeytim)dir.”
Sünni -Şii pek çok hadis kitabında da yer alan bu hadis, Şia’ya göre Ali b. Ebi
Talib’in ve ondan sonraki Şii imamların imametine delil teşkil etmektedir.
Sefine (Gemi) Hadisi: Şii olmayan bazı kaynaklarda da yer alan bu hadise göre
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
”Benim Ehlibeytim, sizlerin arasında Nuh’un gemisine benzer; kim ona
binerse kurtulur; kim ondan yüz çevirirse boğulur”.
Bu hadislerin yanında, imametin Ali b. Ebi Talib’e ve soyuna ait olduğu
yolunda pek çok hadis delil olarak gösterilmiştir. Bunlardan bazılarını şöyle sıralamak
mümkündür:
“Harun’un Musa’ya göre durumu ne ise, senin de bana göre durumun odur.”
“Ali’den daha cesur genç yoktur.”
“Ben Ali’denim, Ali de benden.”
“Ali nereye giderse gitsin, hakikat da onunla birlikte gider.”
“Ben ilmin şehriyim, Ali de onun kapısı.”
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Şianın Doğuşu, İlk Şii Fikirler ve Hareketler
“Hasan ve Hüseyin cennette gençlerin seyitleridir.”
“Her mü’min Ali’yi sever; her münafık da Ali’den nefret eder.”
“Kim Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin’le savaşırsa benimle savaşmış olur; kim de
onlarla barış içinde olursa benimle barış içinde olmuş olur.”
Bu hadislerin hiçbiri, Şiilerin iddia ettikleri gibi, mütevatir nitelikte değildir.
Hz. Peygamber, sadece Ali b. Ebi Talib ile ilgili olarak değil, başta Ebu Bekir, Ömer ve
Osman olmak üzere, diğer önde gelen sahabe ile ilgili olarak da övücü nitelikte pek
çok söz söylemiştir. Bu doğrultuda düşünecek olursak, Hz. Ebu Bekr’in hilafetini de
Hz. Peygamber'in sözleri ile irtibatlandırmak mümkündür. Öte yandan hadisleri,
herhangi bir konuda delil olarak kullanmadan önce, onların sahih olup olmadığına,
eğer sahihse hangi şartlarda söylenmiş olabileceğine bakmakta yarar vardır.
Ayrıca, Şianın Ali b. Ebi Talib’in hilafeti ve hilafetin/imametin onun
Fatıma’dan devam eden soyuna ait olduğu şeklindeki iddialarını temellendirmek için
kullanmış oldukları hadislerin bir kısmının başka rivayet tarzları mevcuttur. Mesela,
”sakaleyn hadisi” olarak bilinen rivayetin İbn Hişam tarafından nakledilen bir
benzerinde, Hz. Peygamber’in Allah’ın Kitabını ve kendi sünneti’ni bıraktığı ifade
edilmektedir.
Bireysel Etkinlik
”Harun Musa’ya göre ne durumda ise, sen de bana göre öylesin; bu sana
yetmez mi?” şeklindeki rivayetin Hz. Ali’nin imametine delil olarak gösterilmesi de
tarihi duruma uygun değildir. Hz. Ali, Tebük seferine katılamamıştır. Çünkü Hz.
Peygamber onu, sadece kendi ailesiyle ilgilenmesi için görevlendirmiştir. Nitekim
kaynak eserlerde, Hz. Ali’nin, Medine’de kendisine yöneltilen bazı eleştirilerden
rahatsız olduğu ve Hz. Peygamber’e yetişerek “Beni kadınların ve çocukların başına
mı bıraktın?” diye şikayet ettiği kaydedilmektedir.
• Şianın Hz. Ali'nin imametliğine delil olarak
gösterdiği ayet ve hadis rivayetlerini detaylıca
düşününüz .
Şianın Doğuşu Hakkında Diğer Görüşler
Hz. Osman Dönemi ve İbn Sebe Meselesi
Şianın doğuşu hakkında görüş belirten araştırıcıların çoğu, Şiiliğin Hz. Osman
dönemindeki fitne olaylarından sonra tarih sahnesine çıktığı görüşündedirler.
Muhammed Ebu Zehra, ”Şiiler ve onlarla birlikte diğerleri, her ne kadar, ’Şii
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Şianın Doğuşu, İlk Şii Fikirler ve Hareketler
mezhebinin kökleri, Hz. Peygamber(s.a)’in vefatlarına kadar uzanır.’ diyorlarsa da, Şii
mezhebi, bu fitnelerin gölgesi altında ortaya çıkmıştır”, diyerek Şiiliğin Hz. Osman
dönemindeki olaylarla birlikte doğduğunu belirtir. Ünlü Alman müsteşrik J.
Wellhausen de, ”Hz. Osman’ın öldürülmesi ile Müslümanlar, Ali taraftarı ve Muaviye
taraftarı olarak iki gruba ayrılmışlardır.” diyerek Şiiliğin doğuşunun Hz. Osman
dönemi olayları ile ilgili olduğunu söyler. Yaşar Kutluay da, hem Hariciliğin hem de
Şiiliğin Hz. Osman dönemi olayları ile ilgili olarak tarih sahnesine çıktığı kanaatindedir.
Şiiliğin Hz. Osman dönemindeki fitne olaylarına bağlı olarak ortaya çıktığı
görüşünde olanlar, daha çok İbn Sebe meselesinden hareket etmektedirler. Her ne
kadar erken dönem bazı Şii kaynak eserlerde de, Hz. Ali hakkında, onun imametinin
farz olduğunu ileri süren ilk kimsenin İbn Sebe olduğu şeklinde kayıtlar mevcut ise de,
Şiiliğin İbn Sebe ile birlikte başladığını söyleyebilmek için, önce İbn Sebe meselesinin
açıklık kazanması gerekmektedir. Oysa İbn Sebe meselesinde, konuyla ilgilenen
araştırıcılar arasında görüş birliği olmadığı gibi, müşterek noktalar bulmak da doğrusu
pek mümkün değildir.
İbn Sebe meselesi hakkındaki bilgilerimiz, ya Taberî’deki Seyf b. Ömer’in
rivayetlerinden, ya da Milel-Nihal kitaplarından gelmektedir. Taberi’de ve diğer tarih
kitaplarında, sadece Seyf’ten gelen rivayetlerde, Hz. Osman devri olayları İbn
Sebe’nin tahriki ile izah edilmektedir. Cemel savaşı sonrası olaylarda ise hiç İbn Sebe
ismi yoktur. Diğer kaynaklarda yer alan bilgiler ise, Hz. Osman döneminden hiç söz
etmeksizin, doğrudan İbn Sebe’nin Ali’nin tanrılığını iddia ettiğini, bunun üzerine
Ali’nin onun yakılmasını emrettiği, fakat daha sonra vazgeçtiğini söylemektedir. Bu
kaynaklara göre, İbn Sebe, Medain’e sürgün edilmiştir. Orada iken Ali’nin ölüm
haberi kendisine ulaştığında, “Onun beynini yetmiş bohça içinde bize getirseniz, onun
öldüğüne yine inanmam.” dediği nakledilmektedir.
İbn Sebe hakkında ileri sürülen iddiaları şöyle özetlemek mümkündür:
 İbn Sebe, Taberi’nin Seyf b. Ömer’den naklettiği rivayetlerde belirtildiği gibi
Yahudi iken Hz. Osman döneminde Müslüman olmuş, daha sonra Müslümanları
birbirine düşürerek Hz. Osman dönemindeki fitne olaylarının mimarlığını yapmıştır.
 İbn Sebe, Ammar b.Yasir’in ta kendisidir.
 İbn Sebe, Seyf b. Ömer’in uydurduğu bir isimdir. Olaylar da hayal ürünüdür.
 İbn Sebe meselesi şüpheli bir meseledir.
Hz. Osman döneminde tarihe “Fitne Olayları” olarak geçen hadiseler,
temelini tarihi Emevi-Haşimi çekişmesinde bulan, Mekke’nin fethine kadar İslam’a
karşı sadece mukavemet göstermekle kalmayıp, Bedir’de, Uhut’ta pek çok
Müslümanın şehit olmasına yol açan Ümeyyeoğulları’nın Mekke’nin fethinden sonra
bir bakıma zor karşısında Müslüman olmaları ve Hz. Osman’la birlikte kendilerini
iktidarda bulmalarının doğurduğu rahatsızlıktan kaynaklanan, Hz. Osman’ın
hilafetinin özellikle ilk altı yılından sonra baş gösteren olumsuz icraatlardan beslenen
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Şianın Doğuşu, İlk Şii Fikirler ve Hareketler
olaylardır. Olayların arka planında tarihi Emevi-Haşimi çekişmesinin yattığını
söylemek pek yanlış olmasa gerektir.
Hz. Osman’ın hilafet makamına gelmesiyle birlikte, Ümeyyeoğulları bir bütün
olarak iktidar sarhoşluğuna yakalanmışlardır. Ebu Süfyan’ın ağzından nakledilen şu
malumat bu kanaati açıkça gözler önüne sermektedir: “Ey Ümeyyeoğulları! Hilafeti
top oynarcasına birbirinize devrediniz. Andolsun ki ben onu sizin için daima arzu
ediyor ve çocuklarınıza miras olarak bırakmanızı istiyordum.” Ümeyyeoğullarının bu
bakış açısı, kısa zamanda, toplumu derinden yaralayan birtakım taşkınlıkları
beraberinde getirmiştir. Ahmet Cevdet Paşa’nın ifadesiyle, Ümeyyeoğullarının
”savulun yoldan!” diyerek topluma üstten bakmaları, hem Haşimoğullarının hilafet
iddialarını canlandırmış hem de Hz. Osman’ın Medine’deki tabanını yitirmesine yol
açmıştır.
Hz. Osman’ın öldürülmesiyle sonuçlanan olaylar zincirinde, Hz. Osman, halife
sıfatıyla, valilerin olumsuz icraatlarından sorumlu tutulmuştur. Olayları müzakere
etmek için bütün valilerini Medine’ye çağıran Hz. Osman, ”Benden valilerimi
azletmemi istiyorlar.” diyerek bu hususa dikkat çeker. Başlangıçta Hz. Osman’ın
hilafeti tartışma konusu yapılmadığı gibi, hiç kimse, ”Osman’ın haksız yere halife
olduğu” şeklinde İbn Sebe’ye nisbet edilen görüşten hareketle Hz. Osman’a karşı
tavır geliştirmemiştir. Vali Said b. el-As’ı Kûfe’ye sokmayan Kûfeliler, Ebu Musa elEşari’nin vali olarak atanmasıyla tekrar Hz. Osman’a biat etmişlerdir.
Tespit edilebildiği kadarıyla Fitne olayları, Medine’de Ümeyyoğullarının
hakimiyetinden rahatsız olanların Kûfe’de Kureyş’in merkezi otoritesinden ve valilerin
icraatından rahatsız olanların; Mısır’da ise, İbn Ebi Serh’ten hoşlanmayanların bir
anlamda ortaklaşa gerçekleştirdikleri, yer yer dini duygularla beslenmiş, oldukça
karmaşık bir olaydır. Bu olayların seyri esnasında İbn Sebe’ye atafedilen “Her
peygamberin bir vasisi vardır, Ali de Muhammed’in vasidir” veya “Osman haksız yere
halife olmuştur” gibi fikirlerin etkili olduğunu söyleyebilmek pek mümkün değildir.
Olayların arka planında, o dönemin doğal koşullarından kaynaklanan birtakım siyasi,
iktisadİ ve içtimai sebepler yatmaktadır.
Kısaca belirtilecek olursa, Şiiliğin doğuşunun, Hz. Osman döneminde tarihe
fitne olayları olarak geçen hadiselerle doğrudan irtibatlandırılması pek mümkün
değildir. İbn Sebe’ye atfedilen fikirler, birinci asrın sonlarında ve ikinci asrın
başlarında tartışılan fikirler arasındadır. Hz. Osman dönemindeki olaylara katılanların
çoğunluğunun güneyli olması hasebiyle onlara “Sebeiyye” sıfatının verilmiş olması
mümkündür. Ancak, bu kavramın içeriğinden o dönemde sadece “Osman
aleyhtarlığı” vardır. Nitekim 51/671 yılında Ali’ye ve soyuna sövülmesini protesto
ederek ayaklanan Hucr b. Adiy için de “Sebeî” sıfatı kullanılmıştır. Hucr’un, Osman
aleyhtarlığından başka aşırı diyebileceğimiz belirgin bir vasfı yoktur. Hucr, ölürken
bile, Hz. Osman’ı sevmediğini söylemekten çekinmemiştir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Şianın Doğuşu, İlk Şii Fikirler ve Hareketler
“Sebeiyye” kavramı, Muhtar es-Sakafî’nin 67/686 yılında, Mus’ab b. Zubeyr
ve Kûfeli eşrafın işbirliği ile öldürülmesi ve taraftarlarının kılıçtan geçirilmesinden
sonra karşımıza çıkan, Muhammed b. el-Hanefiyye’nin adı etrafındaki
spekülüsyonlara dayalı farklılaşmalarda, itikadi nitelikli aşırı görüşlere sahip olan
kimseleri tavsif için kullanılmaya başlanmıştır.
Bireysel Etkinlik
Hz. Osman dönemi olayları, bir yandan kökleri İslam öncesi dönemi uzanan
tarihi Emevi-Haşimi çekişmesini su yüzüne çıkarmış; diğer yandan da daha sonra
ortaya çıkacak olan Hariciliğe zemin hazırlamıştır. Hz. Osman’ın öldürülmesinden
sonra Müslümanlar, siyasi açıdan üç gruba ayrılmışlardır: Hz. Ali’nin Hz. Osman’dan
sonra meşru halife olduğunu kabul ederek onun etrafında yer alanlar; Ali’nin
hilafetine karşı çıkanlar (Cemel’de Ali’nin taraftarları ile karşı karşıya gelen Aişe,
Talha ve Zübeyr grubu ve Muaviye gurubu); tarafsızlar grubu. Bu insanları, farklı
gruplarda yer almaya iten iki önemli faktör vardır: Siyasi faktörler ve tarihi kabilecilik.
Hz. Ali’nin saflarında yer alan insanlarla, Cemel’de ona karşı savaşanlar ya da Sıffın’de
karşı karşıya gelenler arasında, inanç noktasında belirgin farklılaşmaların mevcut
olduğunu söyleyebilmek pek mümkün değildir. Bir başka deyişle, Hz. Ali’nin
saflarında yer alanlar ne kadar Müslümansa, Cemel’de ya da Sıffin’de onunla
savaşanlar da bir o kadar Müslümandır.
• Şianın ortaya çıkışına neden olan dini,
siyasi ve tarihi süreci düşününüz .
Hz. Ali Dönemi
Şiiliğin Hz. Ali döneminde ortaya çıktığını ileri sürenlerin başında İbn Nedim
(385/995) gelmektedir. Ona göre, Hz. Ali, Hz. Osman’ın kanını talep ederek kendisiyle
savaşan Aişe, Talha ve Zübeyr’e karşı mücadeleye karar verdiği zaman, kendi
taraftarlarından “Benim Şiam” diye söz etmiş; böylece Şia kavramı ıstılahi bir özellik
kazanmıştır. TâhâaHüseyin, Şiiliğin Ali b. Ebi Tâlib’in öldürülmesinden sonra ortaya
çıktığı kanaatindedir.
Hz. Ali’nin yaşadığı zaman diliminde Şiilikten söz edilip edilemeyeceğine karar
verebilmek için, o dönemin fikir-hadise irtibatı çerçevesinde incelenmesi
gerekmektedir. Tespit edilebildiği kadarıyla, Hz. Ali’nin hayatında bir Şii
farklılaşmasından söz edebilmek güçtür.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Şianın Doğuşu, İlk Şii Fikirler ve Hareketler
Kerbela Olayı
Kerbela’dan sonra ortaya çıkan Tevvâbûn ve Muhtar es-Sakafî hareketleri, E.
Ruhi Fığlalı’nın isabetli tespitiyle “Şiiliğin doğuşunu hazırlayan olaylar” olarak
tarihteki yerini almış bulunmaktadır. Ancak, fikir-hadise irtibatı çerçevesinde
düşünüldüğünde ne Tevvâbun olayının ne de Muhtar es-Sakafî hareketinin Şii
hareket olduğunu söyleyebilmek mümkündür.
İrfan Abdülhamid, Şiiliğin nass ve tayin fikriyle birlikte ortaya çıktığını ileri
sürerek şöyle der: “Benim görüşüm odur ki, siyasi ve fikri bir mezhep olarak Şiiliğin
yapısı, halifelik konusunda nass ve tayin nazariyesine itikatla birlikte ortaya çıkmıştır.
Bu nazariye o mezhebe öyle bir özellik kazandırmıştır ki, bununla Şia, diğer mezhep
ve temayüllerden ayrılır. Bu nazariyeye meyleden ve inanç haline getiren bir kişi,
Şianın çoğunlukla benimsediği ve terk ettiği birtakım şeylere de inanmış olsa yine Şii
olarak nitelendirilir. O kişi bu nazariyeye dini bir itikat şeklinde bağlanmamışsa,
Şiiliğin diğer bütün özelliklerini nefsinde toplasa da onu Şii olarak vasıflandırmak
uygun değildir. Şiiliğe, “nass ve tayin” nazariyesine inanmanın eşdeğerli bir ıstılahı
olarak bakıldığında bu hareketin imamet ve siyaset meselesinde bir mezhep olarak
dini ve fikri sahada ortaya çıkışı, birinci hicri asrın sonlarına kadar gecikmiştir,
dememiz mümkündür”.
Bireysel Etkinlik
Kerbela olayı ve
sonrası meydana gelen
gelişmeler, Şianın siyasi
zeminde bir yer
edinmesini sağlamıştır.
Kerbela olayı, bütün Müslümanları derinden yaralamıştır. İzleri, bugün bile,
Müslümanların gündemini belirlemeye yetmektedir. Kerbela olayına yönelik ilk ciddi
tepki Medineli Müslümanlardan gelmiştir: O zamanlar Medine’de yaşayan
Ümeyyeoğulları oradan sürgün edilmişlerdir. Daha sonra da, Kerbela’nın intikamı
adına Tevvâbûn ve Muhtar es-Sakafî hareketleri ortaya çıkmıştır. E. Ruhi Fığlalı,
Kerbela olayı ile ilgili olarak şu tespitlerde bulunmaktadır: “Tarihi olaylar
göstermektedir ki, Şiilik, en erken Hz. Hüseyin’in Kerbela’da hunharca şehit
edilişinden sonra, siyasi bir temayül olarak kamuoyu oluşturma açısından müsait bir
zemine kavuşmaya başlamıştır. Hz. Hüseyin’in şehit edildiği 61/680 yıllarına gelene
kadar, İslam dünyasında yaşayan Müslümanlar, Haricilerin dışında ne Sünni ne de Şii
idiler; onlar sadece Müslümandılar. İhtilaf, söz konusu şahısların hangisinin daha
haklı olduğu meselesi etrafında cereyan ediyordu. En önemlisi, Şiilikten söz
edebilmek için zaruri kavramlar olan nass, vasiyet ve imamet fikirleri henüz ortaya
çıkmamış ve hatta bu fikirler, Hz. Hüseyin’in şehadetinden çok sonraları bile, belli bir
zümrede henüz ıstılahı anlamı içinde doğmamıştı.”
• Şianın ortaya çıkışı ile ilgili olarak ileri
sürülen farklı fikirler üzerinde düşününüz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Şianın Doğuşu, İlk Şii Fikirler ve Hareketler
İLK Şİİ FİKİRLER VE ŞİİLİĞİN TARİH SAHNESİNE ÇIKIŞI
Şiilik, İslam mezhepleri içerisinde, doğuş dönemi hakkında en fazla
spekülasyon yapılan bir mezheptir. Daha önce de belirttiğimiz gibi Şia’ya göre,
Şiilik Hz. Muhammed’in sağlığında bile vardır; çünkü Şiiliğin tohumlarını eken
bizzat Hz. Muhammed’dir. Şii olmayan araştırıcılar ise, Şianın, Hz. Osman
dönemindeki olaylardan, 66/685 yılındaki Muhtar es-Sakafî olayına kadar geniş
bir zaman diliminin muhtelif dönemlerinde ortaya çıktığı şeklinde farklı
görüşler ileri sürmüşlerdir. Bizim hazırladığımız “Emeviler Devri Şii Hareketleri”
isimli doktora tezimizde ulaştığımız sonuç ise, ilk Şii fikirlerin birinci hicri asrın
sonlarına doğru, Muhammed b. el-Hanefiyye’nin ölümünden sonra, onun adı
etrafındaki spekülasyonlarla birlikte tarih sahnesi çıktığı şeklinde olmuştur.
İlk Şii fikirler, hicri
birinci asrın sonlarına
doğru, Muhammed b.
el-Hanefiyye’nin
ölümünden sonra, onun
adı etrafında
şekillenmeye
başlamıştır.
Birinci hicri asrın sonlarına kadar Ali’nin Fatıma’dan olan soyu etrafında
herhangi bir Şii farklılaşma söz konusu değildir. Ne imametin nass ve tayin
yoluyla olacağı şeklinde bir fikir vardır ne de bu imamların masum oldukları
fikri. Ayrıca, Şii alternatif epistemolojiye temel teşkil edecek tarzda topluma
mal olmuş gizli/özel ilim veya farklı bir vahiy algısı ile ilgili tezahürlerden söz
etmek de pek mümkün değildir. Bu dönemde cereyan eden, ancak daha sonra
Şiilikle irtibatlandırılan olayların, o dönem koşullarında Arapların bir iç meselesi
olduğu hususu, fikir- hadise, zaman-mekân irtibatı çerçevesinde düşünüldüğü
zaman kolayca fark edilebilmektedir. İktidar-muhalefet mücadelesi de
denebilecek tarihi Emevi-Haşimi çekişmesinin pek çok tezahürü, daha sonra Şii
tarih inşa faaliyetinin en mühim malzemesi haline getirilmiştir. Bütün
mezhepler ve dini oluşumlar için az ya da çok kendisini Hz. Peygamber’le ve
onun yaşadığı zaman dilimi ile irtibatlandırma arzusu, Şiilikte alternatif tarih
yaratma noktasına varmıştır. Bu doğrultuda üretilen bilginin bütün İslam
düşüncesi üzerinde iz bıraktığını söylemek pek yanlış olmasa gerektir.
İlk Şii fikirler, hicri birinci asrın son çeyreğinde, yavaş yavaş teşekkül
etmeye başlamıştır. Bunlar; özellikle mevali adı verilen gayrı Araplar arasında
yayılma imkânı bulan vasilik, mehdilik ve recat gibi fikirlerdir. Bu fikirler, Hicri
ikinci asırda, Hz. Ali'nin soyu ile irtibatlandırılmış, eski Sasani kültüründen gelen
bazı motiflerle de bütünleşerek karşımıza Şiilik olarak çıkmıştır.
En önemli Şii yöneliş olan İmamiyyenin imamet zincirinde yer
alan imamlardan Ali b. Ebi Talib, Hasan b. Ali, Hüseyin b. Ali, Ali b. Hüseyin
birinci hicri asırda yaşamışlardır. Ali b. Ebi Talib dışında bunların hiçbirisinin
aktif siyasetin içinde olmaması, üzerinde düşünülmesi gereken bir husustur. Hz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Şianın Doğuşu, İlk Şii Fikirler ve Hareketler
Ali’nin kısa süren halifeliği döneminde Müslümanların birliğini maalesef
sağlanamamıştır. Hariciliğin Hz. Ali’nin saflarından çıktığını unutmamak gerekir.
Hz.Hasan, babasının vefatından sonra karşılaştığı ilk savaşta taraftarları
tarafından yalnız bırakılmıştır. Hz.Hüseyin, kendisini Kûfe’ye çağıranların
ihanetine uğramış, onların gözü önünde, içinde kendisini çağıranların da
bulunduğu bir ordu tarafından Kerbela’da hunharca katledilmiştir. Ali b.
Hüseyin, Kerbela’dan sağ kurtulabilen Hüseyin’in tek erkek çocuğudur. O,
“Zeynu’l-Abidin” lakabıyla tarihte yer almış, kendisini ibadete vermiş ve
bütünüyle siyasetin dışında kalmıştır.
Aynı zaman diliminde Şiilik doğrultusunda olduğu söylenebilecek
farklılaşmaların odak ismi, Hz. Ali’nin Fatıma’dan başka bir eşinden doğan
Muhammed b. el-Hanefiyye’dir. Muhammed b. el-Hanefiyye’nin ismi
etrafındaki bazı spekülasyonlar, onun ölmediği, Radva dağında gizlendiği, bir
gün insanların arasına geri dönerek yeryüzünü adaletle dolduracağı şeklindeki
inançlar, ”Şii farklılaşmaların ilk tezahürleri” olarak kabul edilebilir. Bu
çerçevede, mehdilik, vasilik ve recatla ilgili düşünceler, farklılaşmaların nüvesini
oluşturan fikirler olarak alınabilir.
Birinci hicri asrın ikinci yarısında Muhammed b. El-Hanefiyye’nin adının
ön plana çıkmış olması, Hz. Ali’nin soyu ile ilgili, özellikle Fatıma’nın çocukları
doğrultusunda ciddi bir karizmatik farklılaşmanın henüz mevcut olmadığını
göstermektedir. Çünkü Muhammed b. El-Hanefiyye’nın annesi Hz.
Peygamber’in kızı Fatıma değildir. Şii gelenekte esas olan Ali’nin Fatıma’dan
olan çocuklarından devam eden neslidir. Bu durum mevcut “Ehlibeyt” algısının
da tarihsel akış içerisinde kendine özgü anlam örgüsünü nasıl kazandığını
düşünmeyi gerektirmektedir.
Diğer taraftan, Muhammed b. el-Hanefiyye ile ilgili olarak, onun
sağlığında ona atfedilen ciddi karizmatik öğelerin var olduğunu söyleyebilmek
de pek mümkün değildir. Onun adı, Muhtar es-Sakafi isyanında öne çıkmıştır.
Daha doğru bir ifadeyle, Muhtar, geleneğin gücünden yararlanabilmek için
onun adını kullanmıştır. Muhtar es-Sakafi hareketi siyasi bakımdan kişisel
taleplerin nasıl kamuya mal edilebildiğinin, geleneğin gücü ile nasıl
meşrulaştırıldığının en ilginç örneklerinden birisidir. Arap geleneğinde mevcut
olan kan davası, İslam’la birlikte teorik olarak ortadan kaldırılmış ise de,
pratikte var olmaya devam etmiştir. Ancak bir kimsenin kanını dava edebilmek
için onun yakını olmak gerekmektedir. Muhtar es-Sakafi, dâhiyane bir düşünce
ile kendi hareketinin meşruiyetini Hüseyin b. Ali’nin üvey kardeşi olan
Muhammed b. El-Hanefiyye’ye dayandırmıştır.
Muhtar’ın taraftarlarını ağırlıklı olarak mevali denilen Arap asıllı
olmayan Müslümanlar oluşturmaktaydı. Muhtar es-Sakafi’nin Kûfe’de
gerçekleştirdiği isyan, Mevalinin kendi varlığının farkına varmasını sağladı.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Şianın Doğuşu, İlk Şii Fikirler ve Hareketler
Nitekim Muhtar’ın öldürülmesinden sonra, yaşama imkânı bulabilen
taraftarları, Muhammed b. el- Hanefiyye’ye özel bir önem atfetmeye
başladılar. Muhammed b. el-Hanefiyye, ölümünden sonra karizmatik bir
hüviyete büründürülmüştür.
İkinci hicri asırda, ağırlıklı olarak vasilik, mehdilik, nübüvvet ve uluhiyet
iddiaları etrafında ortaya çıkan, Muğiriyye, Mansuriyye, Ebu Müslimiyye,
Mukannaiyye gibi bazı fırkalar vardır. Bu asırda ortaya çıkan Şii karakterli
fırkalar, zaman zaman, Muhammed el-Bakır’ın, Cafer es-Sadık’ın, Musa elKâzım’ın ve diğer imamların isimlerini kullanmışlardır. Ancak, henüz, fiilen
İmamiyye’nin İmamet zincirinde yer alan isimler etrafında ciddi bir Şii
farklılaşmanın mevcut olduğunu tespit edebilmek pek mümkün
görünmemektedir.
Abbasileri iktidara sürükleyen, parolası “Er-Rıza min Al-i Beyt” olan
hareket, adı üstünde “Haşimi” hareket olup, Ümeyye iktidarı karşısında yegâne
muhalefet olarak Haşim Oğullarının tümümü ve iktidara karşı olan -aşırı
görüşlere sahip kimseler de dâhil- pek çok grubu bünyesinde barındıran bir
hareket niteliği taşımaktaydı. Öyle ki, Muhammed b. el-Hanefiyye’nin oğlu Ebu
Haşim’in adı etrafında odaklanan bazı gruplar da, onun Humeyme’de, Abbas
Oğullarından Muhammed b. Ali b. Abdullah b. el-Abbas’ı “vasi” tayin ettiği
şeklindeki bir iddia ile bu hareketin içinde yer almışlardı.
Abbas Oğullarının, Ümeyye Oğulları iktidarını yıkıp başa geçmelerinden
sonra, Ali oğullarını dışlamaları üzerine, ilk defa ciddi olarak AbbasiyyûnTalibiyyun çekişmesi tarih sahnesine çıkmıştır. 144/761 yılındaki Nefsu’zZekiyye’nin isyanı, Harun Reşid zamanında Musa Kâzım’ın hapsedilmesi; yine
bu zaman diliminde Abbas Oğullarının, kendilerinin Hz. Peygamber’den itibaren
gerçek halifeler olduklarını iddia etmeleri ve Ravendiyye fırkasının görüşleri
çerçevesinde bir halifeler zinciri oluşturmaya çalışmaları, İmamiyyenin imamet
nazariyesinin bu zaman diliminde yavaş yavaş şekillenmeye başladığını
göstermektedir. Nitekim İmamet meselesini, kelami bir zeminde tartıştığı
belirtilen Ali b. Misem, Şeytanu’t-Tak lakaplı Ebu Cafer el-Ahvel ve Hişam b.
Salim el-Cevaliki, bu dönemde yaşamış olan isimlerdir.
İkinci hicri asrın başlarında, İmamiyye çizgisini hazırlayan oluşumda,
henüz On iki İmam zincirinin teşekkül etmeye başladığını gösteren hiçbir belirti
yoktur. Tartışılan konular, daha çok hilafetin Ali’nin hakkı olduğu, Ebu Bekir ve
Ömer’in onun hilafet hakkını gaspettiği noktasında yoğunlaşmaktadır. Bu
bakımdan Zeydiye’nin doğuşu ayrı bir önem taşır. Zeydiye’nin Şianın bir kolu
olarak sayılmasının daha sonraki tasnif arayışlarının bir ürünü olmasının ihtimal
dâhilinde olduğuna işaret etmekte fayda vardır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Şianın Doğuşu, İlk Şii Fikirler ve Hareketler
İkinci hicri asırda, “Şia”, toplumun diğer kesimlerinden kendilerinin
farklı olduğuna inanan, toplum tarafından da farklı olarak algılanan bir
topluluğun ismi olarak, ıstılah özelliği kazanmıştır. Ancak, bu topluluğun
olumsuz yönlerini vurgulamak, ya da onları kötü göstermek amacıyla “Rafıza”,
“Sebeiyye” “Keysaniyye” gibi isimlerin de kullanıldığı bilinmektedir.
Bireysel Etkinlik
İkinci hicri asırda, Şii farklılaşmasının odağında mevcut olan nübüvvet,
uluhiyet, mehdilik gibi aşırı fikirler, zamanla ayıklanmış ve bugün İran’ın resmi
mezhebi olan İmamiyye ortaya çıkmıştır. Ancak, İmamiyyenin dışında Şianın
Zeydiyye ve İsmailiyye gibi, yaşayan iki büyük kolunun yanında, tarih
sahnesinden silinip giden onlarca küçük fırka da Şianın kolları olarak vücut
bulmuştur. Nusayrilik ve Dürzilik de Şianın alt kolu olarak varlığını
sürdürmektedir.
• Tarihi süreç içerisinde ortaya çıkan ilk Şii fikir
ve kavramların neler olduğunu düşününüz.
İLK Şİİ HAREKETLER
İlk Şii ayaklanma
Muğire b. Said
tarafından
gerçekleştirilmiştir.
Birinci hicri asırda Muhammed b. El-Hanefiyye’nin ismi etrafındaki
spekülasyon, onun vefatından sonra oğlu Ebu Haşim’le sürdürülmüştür. Bu zaman
diliminde, Şianın tanımında yer alan imametin nass ve tayinle olması gerektiği,
Ali’nin soyuna tahsisi, imamların masum olması gibi fikirlere dayalı herhangi bir
olayın varlığından söz etmek pek mümkün değildir. Ancak özellikle “vasi”lik fikrinin
ıstılahi nitelik kazanmaya başladığı açıkça görülebilmektedir. Birinci asrın sonları ilk
Şii fikirlerin gelişmesi için en uygun ortam olmuştur.
Şii hareketi kategorisinde değerlendirebileceğimiz ilk hareket, Muğire b. Said
ayaklanmasıdır. Muğire b. Said 119-120/737-738’lerde vali Halid b. Abdillah elKasri’ye karşı ayaklanmıştır. Onunla birlikte hareket edenlerin sayısı kaynaklarda
onlu yirmili rakamlarla ifade edilmektedir. Muğire’nin sihirle uğraştığı, ölüleri
diriltebileceği iddiasında bulunduğu, yakalandığı zaman vali Halid b. Abdillah elKasri’nin, taraftarlarından birisini öldürüp, “haydi bunu dirilt bakalım!” dediği
nakledilmektedir. Muğire’nin Allah’tan vahiy aldığı iddiası da, içinde yaşadığı
zaman dilimi için sürpriz sayılmamalıdır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Şianın Doğuşu, İlk Şii Fikirler ve Hareketler
Muğire’nin Muhammed Bakır’dan sonra kendisinin imam olduğunu veya
mehdi çıkıncaya kadar “vasi” olduğuna inanıldığı iddiaları da üzerinde durulması
gereken hususlardandır.
Muğire b. Said hareketi ve onun etrafında yer alanlarla birlikte vahiy
algısının, mehdilik, vasilik ve imamet algısının yavaş yavaş ıstılahi nitelik
kazandığını, Ebu Bekir ve Ömer’in Ali’nin hakkını gasp ettikleri fikrinin
berraklaşmaya başladığını söylemek mümkündür.
İlk Şii hareketler kategorisinde değerlendirilebilecek bir diğer olay da Ebu
Mansur Hareketi’dir. Ebu Mansur 121-127/ 738-744’lerde Irak Valisi Yusuf b.
Ömer’e karşı ayaklanmıştır. Kendisinin Mevali olduğu tartışılabilirse de,
taraftarlarının çoğu Mevalidendir.
Bireysel Etkinlik
Ödev gönderimi
• Yönetime isyan niteliği taşıyan ilk Şii
hareketi hangisidir? düşününüz.
Ödev
Ebu Mansur’un Ebu Cafer Muhammed b. Ali’nin kendisini “vasi” tayin
ettiğini, onun ölümünden sonra İmam olduğunu iddia ettiği, Tanrı’nın kendisini
göğe çıkararak başını okşadığı ve “Benden tebliğ et” dediği kaynaklarda yer
almaktadır. İlk-Şii fikir olarak kabul edilebilecek gizli/batini ilim ve teviller
konusunda ilk ciddi belirtilerin Ebu Mansur’da görüldüğü söylenebilir.
• İslam tarihinde Şianın ortaya çıkışını, ilk Şii
fikirleri ve etkilerini -diğer bilim dallarından da
istifade ederek- 300 kelimeyi aşmayacak şekilde
yazınız. Hazırladığınız belgeyi göndermek için
yandaki ödev gönderme linkini kullanınız.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
Özet
Şianın Doğuşu, İlk Şii Fikirler ve Hareketler
• Şia, Ali b. Ebi Talib'in Hz. Muhammed'den hemen sonra
nass ve tayinle halife olduğuna inanan, İmametin
insanlığın sonuna dek, Ali'nin soyunda devam edeceğini
ileri süren, bu imamların masum olduklarını iddia eden
toplulukların müşterek adıdır.
• Şiiliği diğer fırkalardan ayıran en önemli özellik vahiy
algısı ve imamet anlayışıdır. Zeydiye’nin dışındaki bütün
Şii fırkalarda bu iki temel özelliğin var ve etkin olduğunu
görmek mümkündür. Hz. Peygamber’in Hz. Ali’yi özel
olarak bilgilendirdiği şeklindeki iddialar, Şii vahiy algısı ile
ilgili ilk tezahürler olarak değerlendirilebilir.
• ilk Şii fikirler birinci hicri asrın sonlarına doğru,
Muhammed b. el-Hanefiyye’nin ölümünden sonra, onun
adı etrafındaki spekülasyonlarla birlikte tarih sahnesinde
görülmeye başlamıştır.
• İkinci hicri asırda, “şia”, toplumun diğer kesimlerinden
kendilerinin farklı olduğuna inanan, toplum tarafından
da farklı olarak algılanan bir topluluğun ismi olarak,
ıstılah özelliği kazanmıştır.
• Şii anlayışa göre Hz. Ali, Hz. Peygamber’den sonra
fasılasız imam olduğu için, Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve
Hz. Osman, onun hilafetini gasbetmiş olmaktadırlar.
• Şii hareketi kategorisinde değerlendirebileceğimiz ilk
hareket Muğire b. Said Hareketidir. Muğire b. Said 119120/737-738’lerde vali Halid b. Abdillah el-Kasri’ye karşı
ayaklanmıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
Şianın Doğuşu, İlk Şii Fikirler ve Hareketler
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını etkileşimli
olarak
cevaplandırabilirsiniz
1. Aşağıdakilerden hangisi Şianın görüşünü yansıtmaz?
a) Hz. Ali sahabenin en üstünüdür.
b) İmamlar nassla atanmıştır.
c) Hz. Peygamber, sahabenin tepkisinden dolayı Hz. Ali’nin İmametini
açıkça ilan etmemiştir.
d) Hz. Ali’den önceki imamlar meşru değildir.
e) İmamlar masumdurlar.
2. Şiaya göre aşağıdakilerden hangisi Hz. Ali’nin imametine delil olarak
kullanılan bir olaydır.
a) Kırtas olayı
b) Kerbela vakası
c) Abdullah b. Sebe’nin faaliyetleri
d) Tahkim olayı
e) Tevvâbun hareketi
3. Aşağıdakilerden hangisi Şianın kollarından biridir?
a) İsmailiyye
b) İbâdiyye
c) Dırâriyye
d) Vehhâbiyye
e) Selefiyye
4. Aşağıdakilerden hangisi Şia ile ilgili bir kavramdır?
a) İsti’râz
b) Teşeyyü
c) Kuud
d) Tahkim
e) Sarfe
5. Aşağıdakilerden hangisi Şia’ya göre Hz. Ali’nin imametine delil olarak
gösterilen ayet ya da hadis kavramlarından biri değildir?
a) Kırtas olayı
b) Tathir ayeti
c) Sefine hadisi
d) Vasi/Vasilik hadisi
e) Marika hadisi
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
Şianın Doğuşu, İlk Şii Fikirler ve Hareketler
6. İlk Şii fikir ve hareketlerin aşağıdakilerden hangisine nispet edilerek
şekillenmeye başladığı söylenebilir?
a) Hurkus b. Züheyr
b) Muhammed b. el-Hanefiyye
c) Abdurrahman b. Mülcem
d) Ebu Musa el-Eş’arî
e) Amr b. Ubeyd
7. Aşağıdakilerden hangisi ilk dönem Şii kavramlardan biri değildir?
a) Mehdilik
b) Vasilik
c) Ayetullahi’l-Uzma
d) İmamet
e) Recat
8. Şiayı diğer İslami fırkalardan ayıran en önemli konu hangisidir?
a) İmamet
b) Ahiret
c) Tevhid
d) Adalet
e) Mead
9. Aşağıdakilerden hangisi Şiiliğin doğuşunu hazırlayan olaylardan biri
değildir?
a) Muhtar es-Sakafî ismi etrafında şekillenen olaylar
b) Kerbela olayı
c) Tevvâbun hareketi
d) Muhammed b. el-Hanefiyye ismi etrafında şekillenen olaylar
e) Hariciierin Harura’da öldürülmeleri
10. Aşağıdakilerden hangisi Şii fırkalardan biri değildir?
a) İmamiyye
b) Kadiyaniyye
c) İsmâiliyye
d) Zeydiyye
e) Caferiyye
Cevap Anahtarı
1. c, 2. a, 3. a, 4. b, 5. e, 6. b, 7. c, 8. a, 9. e, 10. b.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
Şianın Doğuşu, İlk Şii Fikirler ve Hareketler
YARARLANILAN KAYNAKLAR
1. Abdülhamid, İrfan, (1994). İslam’da İtikadi Mezhepler ve Akaid Esasları,
(Çev. S. Yeprem), İstanbul.
2. Ahmed Cevdet Paşa, (1976). Kısas-ı Enbiya, I-II, İstanbul.
3. Fığlalı, E. Ruhi, (1984). İmamiyye Şiası, İstanbul.
4. Fığlalı, E. Ruhi, (1990). Çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri, İstanbul.
5. Fığlalı, E.Ruhi, (1998). ”Şiilğin Doğuşu ve Gelişmesi”, Milletlerarası Tarihte
ve Günümüzde Şiilik Sempozyumu, Ist. 1993.
6. Gölpınarlı, A, (1979). Tarih Boyunca İslam Mezhepleri ve Şiilik, İstanbul.
7. İbn Hişam, (trz). Es-Siretu’n-Nebeviyye, I-IV, Kahire.
8. İbn Murtaza, (1961). Tabakatu’l-Mutezile, Beyrut.
9. İbn Nedim, (1978). El-Fihrist, Beyrut.
10. İbn Sa’d, (1968). Et-Tabakatu’l-Kubra, I-IX, Beyrut.
11. Kaşifu’l-Gıta, (1977). Aslu'ş-Şia ve Usuliha, Beyrut.
12. Kummî, Ebu Halef el-Eş'arî, (1963). Kitâbu'l-Makalât ve'l-Fırak, thk.: M. C.
Meşkûr, Tahran.
13. Kummi/ Nevbahti, (2004). Şii Fırkalar, (çev. H. Onat, S. Kutlu, S. Hizmetli,
R. Şimşek), Ankara.
14. Kuleyni, (1388). El-Usul min el-Kafi, Tahran.
15. Minkari, Nasr b. Muzahım, (1382). Vak’atu’s-Sıffin, Kahire.
16. Muzaffer, M. R. (1978). Şia İnançları, (çev. Gölpınarlı, A.), İstanbul.
17. Naşi el-Ekber, (1971). Mesailu’l-İmame, Nşr. J. V. Ess, Beyrut.
18. Nevbahtî, (1355). Fıraku'ş-Şia, nşr. M. S. Al Bahri'l-Ulum, Necef.
19. Onat, Hasan, (1992). “Şii İmamet Nazariyesi”, AÜİFD, XXXII, Ankara.
20. Onat, Hasan, (1993). Emeviler Devri Şii Hareketleri, Ankara.
21. Onat, Hasan, (1997). “Şiiliğin Doğuşu Meselesi”, AÜİF D, XXXVI, Ankara.
22. Sadıki, Muhammed, (1983). Ali ve’l-Hakimun, Beyrut.
23. Seyf b. Ömer, (1972). El-Fitne ve Vak’atu’l-Cemel, Beyrut.
24. Sofuoğlu, Cemal, “Gadiri Hum Meselesi”, AÜIFD, XXVI, ss. 468-470.
25. Şeyh Mufid, (1963). Evâilu'l-Makâlât, Tebriz.
26. Tabatabaî, Sayyid Muhammad Husayn, Shi'a, (İng.çev. S. H. Nasr).
27. Taberi, (trz.). Tarihu’l-Ümem ve’l-Mülük, I-IX, Beyrut.
28. Tabersî, (trz.). Mecmau'l-Beyân, I-V, Tahran.
29. El-Verdi, Ali, (1954). Vuazu’s-Selatin, Bağdat.
30. Ya'kubî, (1960). Tarih, I-II. Beyrut.
31. Watt, Montgomery, (1981). İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri, (çev. E. R.
Fığlalı), Ankara.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
26
Şianın Doğuşu, İlk Şii Fikirler ve Hareketler
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
27
İÇİNDEKİLER
ZEYDİYYE
• İsimlendirme Meselesi
• Zeydiyyenin Teşekkül Süreci
• Zeydiyyenin Tarihsel Gelişimi
• Zeydiyyenin İtikadi Görüşleri
İSLAM
İSLAM
İNANÇ
MEZHEPLERİ
ESASLARI
TARİHİ
HEDEFLER
YRD. DOÇ. DR. MEHMET ÜMİT
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• Zeydiyyenin isimlendirme, teşekkül ve tarihsel
gelişim ve fırkalara ayrılış süreçlerini
kavrayabilecek,
• Süreç içerisinde Zeydiyyenin fikri
dönüşümlerini/gelişimlerini görebilecek,
• Zeydiyyenin görüşlerini kavrayabilecek,
• Günümüzde Zeydilerin yaşadıkları yerleri
bileceksiniz.
ÜNİTE
ÜNİTE
10
6
Zeydiyye
GİRİŞ
İSİMLENDİRME MESELESİ
Bireysel Etkinlik
Zeydiyye ismi,
mezhebin kurucusu
olarak görülen Zeyd b.
Ali b. Hüseyin’in ismine
nisbetle verilmiştir.
Zeydiyye, Hz. Hüseyin’in torunu Zeyd b. Ali b. Hüseyin’in Kûfe’de 122/740
yılındaki ayaklanmasıyla ortaya çıkan Şianın bir alt koludur. Zeydiyye ismi,
mezhebin kurucusu olarak görülen Zeyd b. Ali’nin ismine nispetle verilmiştir.
Emevilere karşı ayaklanmasının hazırlık aşamasında Kûfe Şiilerinden bir grup,
Zeyd’e Hz. Ali’den önce halife olan Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer hakkındaki görüşünü
sormuşlar. Zeyd b. Ali de onlar hakkında olumsuz bir şey söylemeyip, onlardan
uzaklaşmadığı için bu grup, Zeyd’ten desteklerini çekmiş ve yeğeni Cafer Sadık’ı
desteklemişlerdir. Sonuçta Zeyd’in yanında kalanlar Zeydiler olarak
isimlendirilmiştir. İlk Şiiler arasındaki bu ayrılık, onların ılımlılar ve katı tutum
benimseyenler şeklinde kalıcı olarak bölünmelerine yol açtı. Ilımlı kanadı teşkil
eden Zeydiler, Sünni Müslümanları genelde sapkınlar olarak değerlendirmezler.
Bundan dolayı da Şii fırkalar arasında en mutedil ve Ehlisünnete en yakın grup
olarak kabul edilir. Ancak Sünni idare zalim olduğunda ona karşı ayaklanmayı dini
bir vazife olarak benimserler. Zeydiyye, imamet iddiaları bağlamında siyasi bir grup
olarak ortaya çıkmış, zamanla itikadi bir boyut kazanmıştır.
• Zeydiyye isimlendirmesinin nasıl
verildiğini düşününüz.
ZEYDİYYENİN TEŞEKKÜLÜ
Şianın Zeydiyye kolunun doğmasına yol açan ayaklanmanın lideri Zeyd b.
Ali, 75/694 yılında Medine’de doğdu. Önce babası Hüseyin’den, sonra büyük
kardeşi Muhammed Bakır (ö. 114/733)’dan ders alan Zeyd, Eban b. Osman, Urve b.
Zübeyr ve Ubeydullah b. Ebi Râfî’den rivayette bulundu. Gençlik yılları, Emevi
idaresi tarafından hutbelerde Hz. Ali ve evladının kötülendiği döneme rastlar. Zeyd,
aktif bir kişiliğe sahip olup, çeşitli beldelere seyahatlerde bulunur, insanlarla
görüşür ve siyasi konularla ilgilenirdi. Görüştüğü şahıslar arasında Ebu Hanife (ö.
150/767) ve Vâsıl b. Atâ (ö. 131/749)’nın bulunduğu kaydedilir. Onun yaşadığı
dönemde Emevilerin önceki Kûfe valisi Halid b. Abdullah el-Kasrî’nin, başta Zeyd b.
Ali olmak üzere Kureyş’ten bazı kişilerde emanet malları olduğu ileri sürüldü.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Zeydiyye
İlk Zeydi farklılaşma,
Zeyd b. Ali’nin içinde
yaşadığı sosyo-politik
ortam ve ilk Şia
arasındaki ihtilaflar
zemininde ortaya çıktı.
İlk Zeydiyye, Kûfe’de
ortaya çıktı. Betriyye ve
Cârûdiyye ismindeki iki
alt gruptan meydana
geldi. Carudier bazı aşırı
unsurları Zeydiyyeye
taşıdılar.
Bundan dolayı söz konusu şahıslar sorgulandılar. Muhtemelen bu tür ithamlarla
başta Ehlibeyt mensupları olmak üzere siyasi olarak aktif olan Kureyş’in ileri
gelenlerine gözdağı verilmekteydi. Diğer taraftan Hz. Ali’nin vakıflarının idaresine
ilişkin Hz. Fatıma evladının kendi aralarındaki liderlik mücadelesi körüklenip,
kamuoyuna taşınarak Fatıma evladı toplum nazarında itibarsızlaştırılmaya
çalışılmaktaydı. İşte böyle bir ortamda Zeyd b. Ali, Hz. Ali döneminden sonra
başkent olmanın nimetlerinden mahrum olmuş ve Emevilerce ötekileştirilmiş olan
Kûfelilerin ısrarlı davetleri sonucu Kûfe’ye gitti. Zeyd, insanlardan biat alırken
onları, Allah’ın Kitabına, Peygamberin sünnetine, zulmedenlere karşı cihada,
mahrumların haklarını geri almaya, ganimetleri hak sahipleri arasında eşit
dağıtmaya, zulmü kaldırmaya ve Ehlibeyt’e yardım etmeye çağırıyordu. Zeyd b.
Ali’nin gizli olarak yürüttüğü ayaklanma faaliyetleri Irak valisi Yusuf b. Ömer’e ihbar
edildiğinde Zeyd, kararlaştırılan tarihten daha önce ayaklanmaya zorlandı.
Ayaklanmanın hazırlık aşamasında Kûfe Şiilerinden bir grup ona Hz. Ali’den önce
halife olan Hz. Ebu Bekir ve Ömer hakkında kanaatini sordu. Zeyd de bu ikisi
hakkında babasından iyilikten başka bir şey duymadığını, dolayısıyla onlar hakkında
iyilikten başka bir şey söylemeyeceğini, isyanının Emevilere karşı gerçekleştirilmiş
bir isyan olduğunu ifade etti. Bu anlayışına itirazlar olunca Zeyd, “Biz hilafete
diğerlerinden daha layıkız, onlar bizden bunu aldılar. Ancak Kur’an ve Sünnetle
hükmedip, insanlar arasında adaletli oldukça bu davranışları onları küfre
götürmez” cevabını verdi. Bunun üzerine onlar Zeyd’ten desteklerini çekip, onun
yeğeni Cafer Sadık’ı imamları olarak benimsediler. Zeyd’in yanında kalanlar
Zeydiler olarak isimlendirildi. Böylece Zeydi farklılaşma, yukarıda belirtilen sosyopolitik ortam ve ilk Şia içerisindeki söz konusu görüş ayrılıkları çerçevesinde
meydana geldi. Sonuçta durumu zayıflayan Zeyd b. Ali, 122/740 yılında Kûfe’deki
ayaklanmada öldürüldü. Kalan taraftarlarıyla birlikte Horasan’a kaçan oğlu Yahya
da 125/743 yılında yakalanarak Cüzcan’da öldürüldü.
İlk Zeydiyye, genel olarak Kûfe Şiiliğindeki iki akımdan yani Cârûdiyye ve
Betriyyeden oluşmaktaydı. Cârûdiyye, daha önce Muhammed Bâkır’ın taraftarı
olan Ebu’l-Cârûd Ziyâd b. Münzir’den sonra böyle isimlendirildi. Ebu’l-Cârûd,
Muhammed Bâkır’ın çoğu taraftarınca terk edilen Zeyd’i destekledi. Diğer taraftan
Carudier, bazı aşırı unsurları Zeydiyyeye taşıdılar. Onlar, Hz. Ali’nin Hz. Peygamber
tarafından vasîsi olarak atandığını ve vasıflarıyla onun halefi olduğunu savundular.
Hz. Ali’den önceki ilk üç halifenin imametini reddettiler. Söz konusu ilk üç halifenin
imametini benimseyip, Hz. Ali’yi terk eden sahabeyi ve Müslümanların
çoğunluğunu sapkınlıkla suçladılar. Sünni hadisçilerce nakledilen hadisleri değil,
Ehlibeyt mensupları tarafından aktarılanları kabul ettiler. Bununla birlikte
İmamiyyenin aksine dini öğretim otoritesini imamlarıyla sınırlı tutmadılar. Dini
ilimde yetkin her bir Ehlibeyt mensubunun öğretim yetkisini kabul ettiler.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Zeydiyye
Betriyye, Zeydiyye
içindeki ılımlı kanadı
temsil eder. Onlar, Hz.
Ali’yi sahabenin en
üstünü kabul etmekle
birlikte Hz. Ebu Bekir ve
Ömer’in hilafetini
meşru saydılar. Hz.
Osman hakkında
çekimser kaldılar.
büyük oranda
Betriyye, başlangıçta Bâkır’ın bazı öğretilerini kabul etmeyen ılımlı Şiilerden
bir gruptu. Muhammed Bâkır zamanındaki Betri liderler olan Kûfeli Kesîr en-Nevâ,
Sâlim b. Ebi Hafsa (ö. 133/750), Hakem b. Uteybe (ö. 114/732), Seleme b. Kuheyl
(ö. 122/740) ve Ebu Mikdâd Sâbit el-Haddâd, öğretisindeki belirsizliklerden dolayı
Bâkır’ı eleştirirler ve onu dinde biricik otorite olarak kabul etmezler. Onlar, Hz.
Ali’nin Hz. Peygamber’den sonra sahabenin en üstünü olduğunu benimserler.
Bununla birlikte, ondan önce gelen Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’in hilafetini Hz. Ali
onlara biat ettiğinden meşru saydılar. Hz. Osman hakkında çekimser kaldılar,
hilafetinin son altı yılında onu halife kabul etmediler. Onlar, Peygamber ailesine
has herhangi bir ilmi kabul etmezler. Kanunların yapılmasında içtihat ve kıyasın
kullanılmasını uygun bulurlar. Betriyyenin ileri gelenlerinden bazılarının Zeyd b. Ali
ayaklanmasına katıldıkları kaydedilir. Zeyd’in ilk halifelere karşı tutumu kendilerine
yakın olduğundan ilk Betriyye’nin genel olarak Zeyd’i destekleme eğiliminde olması
muhtemeldir. Mesela bu çerçevede Harun b. Saîd eI-İclî, Zeyd b. Ali ve İbrahim b.
Abdillah (ö. 145/762) ayaklanmalarına katılmıştı. Önde gelen Betri liderlerden
hadisçi ve kelamcı Hasan b. Salih b. Hayy (ö. 168/784) da Zeyd b. Ali’nin oğlu İsa b.
Zeyd ile İbrahim b. Abdillah’ın ayaklanmasına katıldı. Hasan, İsa b. Zeyd’in imamet
iddiasını destekledi ve onu Abbasi Devleti otoritelerinden gizledi. Hasan b. Salih’in
bir oğlu da, Yahya b. Abdillah’ın Deyleman’daki ayaklanmasında (176/790)
Betriyyeye mensup bir grup Kûfeliye liderlik etti. Ancak daha önce Hasan b. Salih’in
İbrahim b. Abdillah ile araları açıldığı gibi, katı bir şekilde Şii ritüeli
benimsemesinden dolayı oğlunun da Yahya ile arası açıldı.
Taraftarlarından çoğu kez ayrı bir grup olarak bahsedilse de kelamcı
Süleyman b. Cerir er-Rakkî de Betri liderler arasında sayılır. O, Abbasi dönemi vezir
ailelerinden Bermekilerin sarayında imamet tartışmalarına katılmıştır. Ondan sonra
taraftarlarından bir grup, Anat’ta varlığını bir süre devam ettirmiş; ancak daha
sonra Mutezililiği benimsemişlerdir.
Betriyye, Kûfe “hadis hareketinin” bir parçasıydı. Zeydiyye arasında da
önceleri Betriyyenin görüşleri yaygın idi. Kûfe hadisçiliği II. /VIII. asrın sonları ve III.
/IX. asırda Sünnilik tarafından özümsenince, imamet hususunda Zeydiyye
içerisinde, Cârûdiyyenin görüşleri hakim hale geldi. Zeydi fıkıh da Ehlibeyt öğretisi
temelinde gelişti.
Yukarıda ifade edildiği gibi Zeydiyye dini ve siyasi bir hareket olarak Zeyd b.
Ali ile başlatılır. Ancak diğer mezhepler gibi Zeydiyye de süreç içerisinde kendine ait
görüşleri olan bir fırka olarak teşekkül etmiştir. Bu çerçevede Zeyd b. Ali (ö.
122/740)’den Kasım Ressî (246/860)’ye kadar olan dönem Zeydiliğin teşekkülü
açısından önemlidir.
Kaynaklarda, iktidar mücadelesine girişerek Kûfe’de öldürülen Zeyd b.
Ali’nin taraftarlarının, ondan sonra Emevilere ve Abbasilere karşı gerçekleştirilen şu
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Zeydiyye
Zeydiyye, Kasım Ressî
ve onun nesli
döneminde Şia
içerisinde farklı ve
sistemli bir kelâmî
yapıya kavuşmuştur.
Görüşler temelinde
Zeydiyye ile Mutezile
arasında ilk yakınlaşma
Kasım b. İbrahim erRessî ile olmuştur.
ayaklanmalara destek verdikleri kaydedilir: Hz. Ali’nin kardeşi Cafer b. Ebi Talib’in
soyundan Abdullah b. Muaviye (ö. 129/747)’nin 127/744 yılındaki Emevilere karşı
ayaklanmasına elli kişilik bir grupla iştirak etmişlerdir. Muhammed ve İbrahim b.
Abdillah’ın 145/762 yılında Abbasilere karşı giriştikleri ayaklanmaya önde gelen
Zeydilerden Harun b. Saîd el-Iclî, İsa b. Zeyd ve taraftarları katılmışlardır. Sonra
Hüseyin el-Fâhî, İdris b. Abdullâh ve Yahya b. Abdullah liderliğinde gerçekleştirilen
ayaklanmalara Zeydilerin katıldıkları belirtilir. Daha sonra 199/815 yılındaki
Muhammed b. İbrahim b. İsmail b. Tabâtabâ’nın ayaklanmasına taraftar toplarken
“Sadece Zeydi olanlar gelsin!” ve ayaklanmaya katılanlara “Ey Zeydiyye topluluğu!”
şeklinde hitap edilmiştir. Bu hususlar söz konusu ayaklanmaya çoğunlukla
Zeydilerin katıldığını göstermektedir. Bu bilgiler, Zeydi farklılaşmanın siyasi olarak
Zeyd b. Ali’nin ayaklanmasından itibaren ortaya çıkmaya başladığını, II./VIII. asrın
sonlarına doğru ise Zeydiyye kavramının artık belli bir grup için kullanımının daha
bariz hale geldiğini gösterir.
Zeydiyye ekolünün fikri gelişimi de yine Zeyd b. Ali ile başlamış, Kasım
Ressî ve onun nesli döneminde Şia içerisinde farklı ve sistemli bir kelami yapıya
kavuşmuştur. Onun dönemine kadar yaşayan Zeydiler, insan fiilleri, hür irade ve
kader konularında Süleyman b. Cerir gibi bazıları Mutezileye yakın görüşler ileri
sürse de genel olarak cebri anlayışa yakın bir duruş sergilemişlerdir. Onlar, genel
olarak teşbih anlayışına karşı olmuşlar; ancak Mutezilenin Allah’ın zatıyla
özdeşleştirdiği sıfatların gerçekliğini savunmuşlardır. Kur’an’ın yaratılmışlığı
anlayışını genelde reddetmişlerdir. Mürcii öğretiye karşı fiilin imanın bir parçası
olduğunu savunmuşlardır. Büyük günah işleyeni müşrik veya kâfir değil, İbadiyye
gibi kâfiru’n-ni’me (nimetlere nankörlük eden) kabul etmişlerdir. Ebu’l-Cârûd ve
taraftarları imamet, imamların nitelikleri ve sahabe hakkındaki görüşlerinde
İmamiyye’ye yakın bir duruş sergilemişlerdir.
İlk Zeydiler, her ne kadar kelami konularda çeşitli görüşler ileri sürmüşlerse
de, Zeydi anlayışı ilk sistematize eden Kasım b. İbrahim er-Ressî (ö. 246/860)’dir.
Bu nedenle Zeydiyye mezhebi kurucuları arasında Zeyd b. Ali’den sonra onun ismi
kaydedilir. Kasım b. İbrahim; kelam, fıkıh, tasavvuf, tefsir gibi alanlarda risale
şeklinde çok sayıda eser yazmıştır. Büyük bir kısmı günümüze ulaşan bu eserler,
Zeydiyye mezhebi için çok değerli olduğu gibi erken dönem İslam düşüncesi için de
önemlidir.
Kasım, teolojide cebri anlayışa yakın olan erken dönem Kûfe Zeydiyyesinin
öğretisinden faklı olarak cebri anlayış karşıtı bir öğretiyi benimsedi ve Allah’ı kötü
fiillerden beri kıldı. Ayrıca Allah’ın yaratılmışlara hiçbir şekilde benzemediğine
vurgu yaptı. Kasım’dan itibaren Zeydi öğretide akıl öne çıkarılmış ve mezhep
esasları Mutezileye benzer bir şekilde tasnif edilmiştir. Buna göre Kasım’ın
sistematize ettiği Zeydi öğretinin beş esasından ilk üçü (Tevhit, Adl, el-Va’d ve’lVaîd), Mutezilenin ilk üç esasıyla aynıdır. Nitekim Kasım, kendisinden sonra
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Zeydiyye
Bireysel Etkinlik
Taberistan ve Yemen Zeydilerinin Mutezili öğretiyi benimsemelerine zemin
hazırlamıştır. Kasım’ın öğretileri çerçevesinde meydana gelen Kasımiyye ekolü, bazı
değişiklikler olsa da- kendisinden sonra Zeydiler arasında hakim grup haline
gelmiştir. Onun görüşleri, Zeydiyyenin Taberistan ve Yemen’de iktidara
gelmesinden sonra bazı değişikliklerle birlikte gelişerek devam etmiştir.
• Zeydiyyenin teşekkülünün
gerçekleştiği sosyo-politik ortam
ve süreci düşününüz.
ZEYDİYYENİN TARİHSEL GELİŞİMİ
Zeydiler iktidarı hedefleyerek Kasım Ressî’nin vefatına kadar Alioğullarının
liderliğindeki çeşitli ayaklanmalara iştirak etmişlerdir. Başarılı olamayınca siyasi
konjonktürün de etkisiyle iktidar merkezinden uzak, nüfuz boşluğu olan bölgelerde
faaliyetlerini yoğunlaştırmışlardır.
Hazar Zeydi Devleti’nin
siyasi ve fikri alt
yapısının
hazırlanmasında Yahya
b. Abdullah (yaklaşık
182-184/798-800),
Muhammed b. Kasım
et-Talekânî (219/834)
ve özellikle Kasım Ressî
(246/860) önemli rol
oynamıştır.
Bu çerçevede Ali evladından Yahya b. Abdullah ve Kûfeli taraftarları
175/791 yılında Deylem bölgesine gelmişlerdir. Yahya’nın başlattığı hareket belli
bir başarıya ulaşmış, insanlar ona biat etmişlerdir. Onlar, Müslüman olmayan
Deylemlilere İslam’ın Zeydi yorumunu anlattılar. Ancak daha sonra kendisini
himaye eden Deylem melikinin tutumlarında bu himayeden vazgeçme emareleri
görülmüş ve taraftarları arasında ihtilaflar baş göstermiştir. Bunun üzerine o da,
Abbasi Halifesi Harun Reşid ile anlaşma yoluna giderek teslim olmuştur. Yahya’dan
sonra Muhammed b. Kasım et-Talekânî (219/834) Zeydiyyenin ileri gelenleriyle
birlikte önce Horasan’ın Merv şehrine, buradan da Talekan’a giderek ayaklanmıştır.
Ancak Abbasilerin bölgedeki komutanı Abdullah b. Tahir’in askerleri tarafından
yakalanarak hapse atılmıştır. Onun taraftarları ise Taberistan ve Horasan’da
yaşamaya devam etmişlerdir. Ali evladından sözkonusu şahısların ve onlarla birlikte
olan Zeydilerin bölgedeki faaliyetleri, halkın onları tanımasını sağladığı gibi daha
sonra Taberistan’da kurulacak olan Zeydi devletin siyasi alt yapısının da
hazırlanmasına katkıda bulunmuştur.
Medine yakınlarında Ress’e yerleşen Kasım Ressî’nin ders halkasına çok
çeşitli beldelerden öğrenciler gelir, eğitim ve öğretimlerini tamamladıktan sonra
memleketlerine geri dönerlerdi. Bunun dışında Kasım Ressî de öğretilerini yaymak
amacıyla çeşitli beldelere dâiler gönderirdi. Bu çerçevede Batı Taberistan’da Ruyân,
Kelâr ve Şâlus bölgelerindeki Kasım’ın bazı yerel dâileri onun öğretilerini yaydılar.
Kasım Ressî, Taberistan halkından Ubeydullah b. Sehl ve Hişam b. el-Müsennâ
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Zeydiyye
adında iki kişinin tevhit ve Allah’ın sıfatları konusundaki insanların ihtilaflarına dair
sorduğu soruları konu alan bir risale yazmış ve bu risale günümüze ulaşmıştır.
Dolayısıyla Kasım’ın bu faaliyetleri de, ileride Taberistan bölgesinde Zeydi devletin
kurulması için fikri alt yapının hazırlanmasında önemli katkılarda bulunmuştur.
Hazar Zeydileri
Hazar Zeydileri Kasım
Ressî (ö. 246/860)’nin
öğretisini benimseyen
Kasımiyye ve Nasır elUtrûş (ö. 304/917)’un
öğretisini benimseyen
Nasıriyye olarak iki
gruba ayrılmışlardır.
Kasım Ressî’nin vefatından kısa bir süre sonra Hz. Hasan evladından Hasan
b. Zeyd, 250/862 yılında bölge halkının daveti üzerine Hazar Denizi’nin güneyinde
Taberistan’a gelmiştir. Burada Tahiroğullarının hakimiyetine son vermiş ve Âmul
merkezli Taberistan Zeydi Devleti’ni kurmuştur. O, fıkhi konularda ezana “Hayye
alâ hayri’l-amel” lafzının dahil edilmesi gibi bazı yeni uygulamalar başlatmıştır. O,
Şii fıkhı ve Mutezile kelamını benimsemiştir. Onun fıkıh ve imamet konularında
kitaplar yazdığı kaydedilir. Ancak onun öğretisi görmezden gelinmiş, Hasan b. Zeyd
ve kendisinden sonra lider olan kardeşi Muhammed b. Zeyd sonraki Zeydiler
tarafından imam olarak kabul edilmemişlerdir. Hasan, 270/884 yılında vefat
ettiğinde kısa süreli bir mücadeleden sonra yerine kardeşi Muhammed b. Zeyd (ö.
287/900) iktidara geçti. Muhammed b. Zeyd, 287/900 yılında Samanilerle
Cürcan’da yaptığı savaşı kaybetti. Bu savaştan sonra Zeydiler Taberistan’ı
Samanilere bıraktılar. Bunun üzerine yeni Zeydi lideri Nasır Lilhak Hasan b. Ali elUtrûş (ö. 304/917), Deylem meliki Custan b. Vahsudân’ın davetiyle Deylem’e
geçmiştir. O sırada henüz Müslüman olmayan Deylem ve Gîlân halkının büyük bir
kısmı onun gayretleriyle Müslüman olmuştur. Daha sonra Nasır el-Utrûş, yaklaşık
on dört yıl sonra (301/913) Taberistan’ı geri almıştır. O, fıkıh ve kelam alanında
yapmış olduğu bilimsel çalışmaları sonucunda genel olarak imam olarak
tanınmıştır. Nasır el-Utrûş’un öğretisi bir dereceye kadar Kasım Ressî’in
öğretisinden ayrılır. Teolojisinin temel tezlerinde Kasım’ınkilerle benzerdir; fakat o
Mutezile karşıtıdır. Nasır el-Utrûş, fıkıhta Kasım’dan ziyade Kûfe Zeydi geleneğine
ve çoğu kez İmami Şii öğretiye yakındır. Bu çerçevede, mirasta İmami miras
hukukunu, üç talakla boşama (talak-ı bid’a) hususunda da İmami anlayışı kabul
etmiştir. Böylece Hazar Zeydileri, Batı Taberistan, Rûyân ve Deylem’de hakim olan
Kasımiyye ile Gîlân ve Deylem’in iç kesimlerinde yaygın olan Nasıriyye olarak iki
rakip ekole bölündü. Kasımiyye, Kasım b. İbrahim er-Ressî’nin ailesiyle yakın
ilişkilerini sürdürmüştür. Kasım’ın torunu Yahya b. Hüseyin el-Hâdi İlelhak,
Muhammed b. Zeyd’in idaresi döneminde Âmul’e gelmiş, fakat taraftarlarınca ona
imam olarak hitap edilmesi Muhammed b. Zeyd’te şüphe uyandırmış ve onu derhal
ayrılmaya zorlamıştır. Yahya b. Hüseyin, Yemen’de Zeydi idaresini kurduktan sonra
Taberistan ve Kelâr’dan gönüllü Zeydi grupları ona katıldı. Hâdî İlelhak’ın fıkıh
alanındaki çalışmaları Kasımiyye tarafından hemen kabul edildi ve Hazar bölgesi Ali
oğulları âlimlerince üzerlerine şerhler yazıldı. Kasımiyye ve Yemen Zeydiyyesi
arasındaki yakın ilişki, uzun süre devam etti. Nasıriyye, liderlik için Nasır Lilhak el-
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Zeydiyye
Utruş’un torunlarına itibar etme eğilimindeydi. Onların hepsine en-Nasır lakabı
verildi. Nasır Lilhak’ın Âmul’deki türbesi, yüzyıllar boyunca Nasıriyye için dini bir
ziyaret mekânı oldu. Bununla birlikte onun torunlarından sadece el-Hüseyin b.
Cafer en-Nasır Hevsem’de iktidara gelmiş (432-472/1040-1080) ve Zeydi imamı
olarak tanınmıştı. Bu iki ekol arasındaki rekabet, her iki ekol öğretisinin eşit olarak
geçerli olduğu fikrini benimseyip, destekleyen İmam Ebu Abdullah ed-Dâi el-Mehdi
Lidînillâh (360/970)’a kadar şiddetli idi. Bundan sonra söz konusu iki Hazar Zeydi
toplumu, karşılıklı olarak tanınmalarına rağmen çoğu kez farklı idarecileri
desteklediler. Bu çerçevede Nasırilerin merkezi genellikle Gîlan Hevsem,
Kasımilerin merkezi ise Deyleman Lanca oldu.
Nasır Utruş (ö. 304/917)’tan sonra yerine Hasan b. Kasım geçti. Döneminin
büyük kısmı Utruş’un oğullarıyla iktidar mücadelesiyle geçen Hasan b. Kasım,
316/928 yılında Âmül’de, Samani komutanı Esfar’la yaptığı savaşta yenildi ve
öldürüldü. Böylece Zeydiler, yaklaşık altmış beş yıl süren Taberistan’daki
hakimiyetlerini tamamen kaybedip, Deylem ve Gîlan’a çekildiler. Bölge
Büveyhilerin kontrolüne geçti. Onların döneminde Taberistan’ın merkezi olan
Âmul’e, genellikle söz konusu Zeydi imamların ailelerine mensup kişiler vali olarak
atanmışlardır. Büveyhiler döneminde Zeydilerle Mutezililer arasındaki ilişkiler zirve
noktasına ulaşmıştır. Söz konusu dönemde Zeydilerin ilişki kurdukları başlıca
Mutezili âlimler, Basra Mutezilesine mensup Ebu Abdullah el-Basri (369/980) ve
Kadı Abdülcebbar (ö. 415/1024)’dır. Dolayısıyla onlar vasıtasıyla Hazar Zeydileri
Basra Mutezile ekolü öğretisini benimsemişlerdir.
Taberistan’da yaşayan Kasımiyye arasında dini ilim, Zeydi imamlar Ahmed
b. Hüseyin el-Müeyyed Billah (ö. 411/1020) ve kardeşi Ebu Tâlib en-Nâtık Bilhak (ö.
yaklaşık 424/1033) zamanında zirveye ulaştı. Onlar, Âmul’de doğmuş, bir süre
Bağdat’ta eğitim görmüşlerdir. Sonra Mutezili kelam ve Şiiliğin aktif destekçisi
Rey’deki Büveyhi veziri Sâhib b. Abbâd’ın ve Mutezili Kadı Abdülcebbâr’ın halkasına
devam etmişlerdir. Her ikisi de Kasımiyye ekolü geleneğinde önemli fıkıh eserleri
ve tefsirler yazmıştır. Onlar kelami düşüncede, Kadı Abdülcebbar tarafından temsil
edilen Basra Mutezilesinin öğretisini benimsemiştir. Bu dönemdeki Mutezile ile
Zeydiyye arasındaki yakın ilişkiler, Mutezili imamet öğretisindeki artan Ali oğulları
taraftarı eğilimde görülür. Kadı Abdülcebbâr ekolüne mensup iki Mutezili âlim,
Ebu’l-Kasım el-Bustî ve el-Muhsin b. Kerâme el-Hâkim el-Cüşemî (ö. 494/1101),
Zeydiliği benimsemişlerdir. Özellikle Hâkim el-Cüşemî’nin pek çok eseri, Zeydiyye
arasında saygın bir konuma gelmiştir. İki ekol mensupları arasındaki bu sıcak ilişki,
Mutezili yazarların yazdığı eserlerin pek çoğunun Zeydiler tarafından
korunmasında, Zeydilerin devlet kurduğu bir diğer coğrafya olan Yemen’e taşınarak
günümüze kadar muhafaza edilmesinde etkili olmuştur.
Müeyyed Billah(ö. 411/1020), sufiliğe ilişkin Zeydi tutum hususunda
Risâletü siyaseti’l-müridîn adlı bir eser yazmıştır. Bu eser, Fudayl b. Iyâd’tan
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Zeydiyye
Cüneyd-i Bağdâdî’ye kadar olan erken dönem sufîlerini, onların ibadetle ilgili,
zahidane uygulamalarını över; fakat ilahi/şarkı dinleme ve raks etmeye ilişkin
uygulamalarla meşgul olmaya teşvik eden sufîlerin yanılgı içinde olduklarını
vurgular.
Bireysel Etkinlik
Hazar bölgesinde yaşayan Zeydiler, Hasan b. Kasım (ö. 316/928)’dan sonra
sürekli bağımsızlıklarını muhafaza edememiş, etkinlik alanları daralmış ve
bölgedeki nüfusları azalmıştır. Ancak Ruyan, Deylemân ve Gîlân’da X. /XVI. yüzyılın
ilk çeyreğine yani Şah Tahmasb-ı Safevi dönemine kadar varlıklarını devam
ettirmişlerdir. Bu dönemde Safeviler resmî mezhepleri olan On iki İmam Şiiliğine
yönelik Şiileştirme faaliyetlerinde bulunmaktadırlar. Neticede Sultan Ahmed Han
pek çok Zeydi taraftarıyla birlikte 933/1526 yılında, On İki İmam Şiiliğine geçmiştir.
• Hazar Zeydi Devleti'nin siyasi ve fikri alt
yapısının hazırlanmasında etkili olan
şahısları ve rollerini açıklayınız.
• Hazar Zeydilerinin ayrıldıkları grupları ve
merkezlerini belirtiniz.
Yemen Zeydileri
Zeydiler tarafından diğer bir devlet de, 284/897 yılında Kasım Ressî’nin
torunu Hâdi İlelhak Yahya b. Hüseyin liderliğinde Yemen’de kurulmuştur. O,
aralarındaki anlaşmazlıkları ortadan kaldırması için yerel kabileler tarafından
Yemen’e davet edilmişti. Yahya, söz konusu ihtilaflar ve otorite boşluğundan da
yararlanarak Yemen’de kurduğu devletin başkentini Sa’de yaptı. Burası günümüze
dek Zeydi ilim ve öğretinin Yemen’deki merkezi olmayı sürdürdü. Yahya iktidarı
döneminde İbn Havşeb ve Ali b. Fadl liderliğindeki Karmatilerle mücadele etti.
Medine’de 245/859 yılında doğan Yahya b. Hüseyin b. Kasım er-Ressi, babası
ve amcası Muhammed b. Kasım’ın gözetiminde yetişmiştir. O, ilim tahsil etmek için
Irak’a gitmiş ve burada çeşitli ilim adamları ile görüşmüştür. 270-275/884-889
yılları arasında Taberistan’ı ziyaret etmiştir. Ancak yukarıda da belirtildiği üzere
onun faaliyetlerinden şüphelenen bölgenin Zeydi lideri Muhammed b. Zeyd’in
baskısıyla Taberistan’ı terk etmiştir.
Kasımiyye olarak bilien
Yemen Zeydilerinin bir
diğer ismi de, burada
Zeydi devleti kuran
Hâdî İlelhak Yahya b.
Hüseyin (ö. 298/911)’e
nisbetle Hâdeviyye’dir.
Hâdi İlelhak Yahya b. Hüseyin, Kasım Ressî’den sonra Zeydi düşüncenin en
önemli temsilcisi olarak kabul edilir. O, Zeydiyye mezhebiyle ilgili ortaya koyduğu
teorik çerçeveyi pratiğe aktarma fırsatı bulması bakımından da önemlidir. Nitekim
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Zeydiyye
dedesi Kasım b. İbrahim’e nispetle Kasımiyye olarak bilinen Yemen Zeydileri Yahya
b. Hüseyin’e nispetle Hâdeviyye olarak da isimlendirilir. Onun itikadi ve siyasi
görüşleri, Zeydiyyenin temel görüşlerinin şekillenmesinde etkili olmuştur. Kitâbu’lAhkâm ve Kitâbu’l-Müntehâb adlı eserlerinde ortaya koyduğu fıkıh öğretisi, dedesi
Kasım’ın öğretisine dayanır. Ancak o, ezana ilave edilen “hayya alâ hayri’l-amel”
gibi daha Şii fikirleri benimsedi. Kelamda Hâdî’nin öğretisi, çağdaş Bağdat Mutezile
ekolüne yakındı. İmamet hususunda ise, Ebu Bekir ve Ömer’i açıkça gasıplar olarak
niteleyen Carudi anlayışı benimsemiştir.
V. /XI. yüzyılda kuzey
Yemen’de ortaya çıkıp,
varlığını IX. /XV. Yüzyıla
kadar sürdüren
Hüseyniyye, Mehdi
Lidinillah Hüseyin b.
Kasım (404/1013)’ın
ölmediğini ve geri
döneceğini ileri
sürmüşlerdir.
V. /XI. yüzyılda kuzey
Yemen’de ortaya çıkıp,
varlığını IX. /XV. Yüzyıla
kadar sürdüren bir
diğer Zeydi fırkası da,
Mutarrifiyye’dir.
Hâdî İlelhak, kelâmi ve fıkhi görüşleriyle kendisinden sonra gelen Zeydi
âlimleri önemli ölçüde etkilemiştir. Onun yazma ve matbu olarak yetmişten fazla
eseri bulunmaktadır. Yahya, Zeydiyye mezhebinin esaslarını Tevhit, Adalet, el-Va’dve’l-Vaid, Nübüvvet ve İmamet, Emri bi’l-Ma’ruf ve Nehyi ani’l-Münker olarak tespit
eder. el-Menziletü beyne’l-Menzileteyn prensibi hariç bu esasların Mutezile’nin
beş esasıyla aynı olduğu görülmektedir. Kasım b. İbrahim’in beş esasından farklı
olarak onun mezhep esaslarında İmamet ve el-Emru bi’l-Maruf ve’n-Nehy-i ani’lMünker prensipleri yer alır. Yahya’nın belirlediği bu esaslar, daha sonraki Zeydiler
tarafından büyük oranda aynen benimsenmiştir. Dolayısıyla Zeydi düşünce, Yahya
ile birlikte tamamen şekillenmiştir. Yahya b. Hüseyin Zeydi hareketi Yemen’de
iktidara taşıyarak, savunduğu fikirleri uygulama imkânı bulmuş ve bu düşüncenin
uzun ömürlü olmasına da önemli bir katkı sağlamıştır.
Hâdî İlelhak’ın 298/911 yılındaki vefatından sonra yerine sırasıyla oğulları
Muhammed b. Yahya Murtazâ Lidînillâh (ö. 310/922) ve Ahmed en-Nasır Lidînillâh
(ö. 322/934) geçmiştir. Ondan sonra Hâdî’nin torunları kendi aralarında iktidar
mücadelelerine giriştiler ve hiç biri imam olarak tanınmadı. Uzun bir aradan sonra
Hâdî’nin amcası Muhammed b. Kasım Ressî (ö. 284/897)’nin soyundan Mansur
Billah Kasım b. Ali el-Iyâni 388/998 yılında Yemen’de iktidarı ele geçirmiş ve imam
olarak tanınmıştır. El-Iyâni’nin fürua ilişkin bazı hususlarda Hâdî İlelhak’a muhalefet
ettiği belirtilir. Onun 393/1003 yılında ölümü üzerine yerine oğlu Mehdi Lidinillah
Hüseyin b. Kasım (404/1013) geçmiştir. Ancak kısa süre sonra onun dini
konulardaki yeterliliği sorgulanmıştır. Onun, konumda Peygamberlere eşit olduğu
ve beklenen mehdi olduğu gibi aşırı iddialarda bulunarak kendini savunduğu
kaydedilir. Hüseyin b. Kasım’ın 404/1013 yılında öldürülmesinden sonra Yemen’de
Zeydi hakimiyeti uzun süre kesintiye uğramıştır. Taraftarları ve ailesi, onun
ölmediğini ve geri döneceğini iddia etmişlerdi. Böylece Hüseyniyye diye
isimlendirilen fırka ortaya çıkmıştır. Hüseyin b. Kasım’ın kardeşi Cafer’in
torunlarının liderlik ettiği Hüseyniyye, V. /XI. yüzyılda kuzey Yemen’deki Suleyhi
İsmaili idaresine karşı mücadele etmiştir. Onlar varlıklarını IX. /XV. yüzyıla kadar
sürdürmüşlerdir.
Hüseyniyyenin ortaya çıktığı dönemde Mutarrif b. Şihâb b. Amr eş-Şihâbi (ö.
459/1067’den sonra) ismine nispetle Mutarrifiyye adlı diğer bir Zeydi fırka
kurulmuştur. Başlangıçta İmam Mehdi Lidinillah Hüseyin b. Kasım’ın taraftarları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Zeydiyye
Mutarrifîlerin
Yemen Zeydileri
kurdukları hicre
arasında imam
mekanları,sonraki
Müeyyed Billah Yahya
Yemen Zeydileri
b. Hamza (747/1347) ile
arasında yaygın olan ve
mezhebi tutuculuktan
hicre olarak
uzak ve Sünniliğe ılımlı
isimlendirilen
bir yaklaşım ortaya
korunmuş öğretim
çıkmıştır. Daha sonra
merkezlerinin ilk örneği
Sünni Hadis
olmuştur.
koleksiyonunu dinde
otorite olarak kabul
eden Seyyid
Muhammed b. İbrahim
el-Vezir (840/1436)’in
öğretisi temelinde yeni
bir grup oluşmuştur. Bu
grubun başlıca
temsilcileri, Sâlih b.
Mehdî el-Makbelî (ö.
1108/1696),
Muhammed b. İsmâil
el-Emîr (ö. 1182/1768)
ve Şevkânî (ö.
1250/1834)’dir.
arasında yer alan Mutarrif daha sonra anlaşmazlığa düşerek ondan ayrıldı. Kardeşi
Cafer b. Kasım’ın, Hüseyin b. Kasım’ın mehdiliğini iddia etmesi üzerine onlarla
bağını tamamen koparmış ve Hüseyniyyeyi şiddetle eleştirmiştir. Mutarrif
öğretisini, Hz. Ali’ye atfedilen bazı ifadeler kadar, Kasım b. İbrahim, Hâdi İlelhak ve
ilk Yemen Zeydi imamlarının eserlerine dayandırmıştı. Bununla birlikte Mutarrif,
Mutezili öğretiden büyük ölçüde ayrılan bir teoloji ve kozmoloji geliştirmiştir. Bu
durum, onu, Hazar Kasımiyye imamları tarafından benimsenen Basra Mutezile
öğretisiyle çatışma haline getirmiştir. Mutarrifiyye, farklı zahitlik ve dindarlık
eğilimleri de ortaya koymuştur. Bu fırka mensupları, Kasım b. İbrahim ve diğer
Zeydi otoriteleri tarafından öğretilen ve adil olmayan idarecilerin yönettiği
beldelerden (dâru’z-zulümden) göç etme yükümlülüğü anlamına gelen Hicre
öğretisini benimsemişler. Bu öğretiye uygun olarak da hicre mekânları
kurmuşlardır. Bu yerler, ibadetle meşgul olmak, arınma ritüelleri, zühd faaliyetleri
ve öğretilerinin öğretimiyle meşgul olmak için bir araya geldikleri yerlerdir.
Genellikle bir kabilenin bölgesinde korunmuş bir yerleşim alanı olarak oluşturulan
bu mekânlar, sonraki Yemen Zeydiyyesi arasında yaygın olan ve hicre olarak
isimlendirilen korunmuş öğretim merkezlerinin ilk örneği oldu.
Başlangıçta, İsmaili Süleyhi idaresi döneminde Mutarrifiyye, iktidarda
olmayan ana Zeydi akımdan güçlü bir tepki ile karşılaşmaksızın yayıldı. Yemen’de
ikinci Zeydi devletin kurucusu kabul edilen Mütevekkil Alellâh Ahmed b. Süleyman
(532-566/1137-1170) Zeydi ana akımının imamı olduktan sonra Mutarrifîler, artan
bir baskıyla karşılaştılar. Hazar ve Yemen Zeydi imamlarını eşit kabul eden Ahmed
b. Süleyman, Yemen içinde ve dışında Zeydiyyenin birliği taraftarıydı. O,
Mutezilenin kurucusu Vâsıl b. Atâ’nın öğretisini Peygamber ailesinden aldığını ileri
sürerek Mutezilenin Şii eğilimli kanadını tanımıştır. Ahmed b. Süleyman, Hazar
Zeydi-Mutezili dini literatürünün Yemen’e transferini teşvik etmiştir. Bu transfer ile
Hazar Zeydi ve Mutezili öğretisinin yayılmasında, Kadı Ca’fer b. Ebi Yahya
Şemsüddin önemli rol oynamıştır. Sözkonusu Mutezili öğretiler, daha sonra Seyyid
Humeydân b. Yahya (VII. /XII. yüzyıl başları) tarafından eleştirildi. O, özellikle Kasım
b. İbrahim ve Nasır Lilhak gibi erken dönem Zeydi imamlarının, pek çok noktada
Mutezile ile ters düştüğünü ifade etmiştir.
Ahmed b. Süleyman, Zeydiyyenin birliğini bozdukları gerekçesiyle
Mutarrifiyye ve Hüseyniyyeyi şiddetli bir şekilde eleştirmiştir. Daha sonra gelen ve
Mutezili öğretinin güçlü bir destekçisi olan İmam Mansur Billah Abdullâh b. Hamza
(593-614/1197-1217), onları tehlikeli sapkınlar olarak ilan etmiştir. Onlara işkence
etmiş, hicrelerini yıkmıştır. Sonuçta Mutarrifiyye, Hüseyniyye gibi IX. /XV. yüzyılda
tarihe karışmıştır.
Yemen Zeydi imamlarından Müeyyed Billah Yahya b. Hamza (719747/1328-1347)’nın öğretisi, mezhebi tutuculuktan uzak ve Sünni ilme açıktı. O,
Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman’ı Hz. Ali ile birlikte Hz. Peygamber’in ilk
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Zeydiyye
sahabileri olarak övmüştür. Daha önce yaygın olan Kadı Abdülcebbâr’ın ekolünün
aksine Ebu’l-Hüseyin el-Basrî ekolünün öğretisini benimsemiştir. O, sufî liderlerin
alameti olan kerametlerin gerçekliğini kabul etmiştir. Dini ahlak üzerine olan
Tasfiyetü’l-kulûb adlı eseri, Gazalî’nin İhyâu Ulûmi’d-Dîn’ini örnek alır. Erken
dönem sufîlerinin sözlerinden uzun uzun nakillerde bulunur. Bununla birlikte
semayı (raks, dans), müzik dinlemeyi ve sufîlerce şarkı söylenmesini uygun bulduğu
için Gazalî’yi sert bir şekilde eleştirir.
Bu dönemde Yemen’in Sünni bölgelerinde sufî tarikatların yayılması,
Zeydilerin sufîliğe karşı tutumlarını yeniden gözden geçirmesine yol açmıştır. Bu
tarikatların Şii karşıtı saldırgan tutumları, onlarla yakın olmayı zorlaştırdı. Bununla
birlikte Şeyh el-Kûranî ve onun öğrencisi İbrahim el-Keyne’î’nin bir müridi olan Ali
b. Abdullâh Ebi Hayr tarafından bir Zeydi sufî okulu kuruldu. El-Keyneî’nin, İmam
Nasır Salâhuddin Muhammed (dönemi: 783-793/1371-1391) ile yakın ilişkisi
olduğundan onun döneminde Kuzey Yemen’de sufî topluluklar ve hicreler
oluşturabildi. Ancak ondan sonraki imamların çoğunluğu sufîliğe karşı idi. Şeriata
uygun olmayan uygulamaları ve ilhama ilişkin hayali iddiaları nedeniyle sufîleri
kınamışlardır.
Sufîliğin küfürle suçlanması, Kasımi imamlar hanedanının kurucusu İmam
Mansur el-Kasım b. Muhammed (dönemi: 1006-1029/1598-1620) döneminde
zirveye ulaştı. O, sufîlere karşı acımasız bir şekilde mücadele etti. Sufîleri, kadim
düşmanları olan ve temel düşüncesini Zerdüştlük ve Mazdaizm’den aldığını ifade
ettiği İsmâilîlere benzetti. Sufî Hululiyye’nin lideri olarak nitelediği İbn Arabî’yi
özellikle eleştirdi. Kasım’ın Sufî karşıtı tutumunda etkili olan sebeplerden biri,
Yemen’in Osmanlı Devleti tarafından alınmasını Sufî tarikatların güçlü bir şekilde
desteklemeleri idi. İmamet hususunda Carudi anlayışı benimseyen Kasım,
Humeydân’ın görüşlerinden ilham alarak Zeydiyye ve Mutezile öğretileri arasındaki
farklılıkları vurgulamıştır. Erken dönem Zeydi imamların temel kelami konularda
Mutezile ile uyuştuklarını kabul ederken onların öğretilerini inşa ederken akıl,
muhkem ayetler ve üzerinde icma edilen sünnete dayandıklarını belirtir. Onların,
derin spekülasyonları ve anlamsız fantezilerinde Mutezileyi takip etmediklerini
ifade eder.
Zeydi imamları daha kalabalık ve müreffeh Yemen ovalarını ele
geçirdiklerinde, dini görüşler ile kendilerine tabi olan halkın çoğunluğunun
duyarlılıklarını uzlaştırmak için giderek daha çok mevcut duruma uygun düşen bir
tutum benimsemişlerdir. Böylece onlar, ilk defa Seyyid Muhammed b. İbrahim elVezir (840/1436)’in öğretisinde ortaya çıkan yeni Sünni ekolü destekler hale
geldiler. Seçkin Zeydi alimlerden ve Hz. Ali evladından olan İbnü’l-Vezir, Sünni hadis
koleksiyonunu dinde otorite olarak kabul etti. Bu çerçevede, El-Avâsım ve’lkavâsım fi’z-Zebbi an Sünneti Ebi’l-Kasım adlı hacimli eserinde sistematik olarak
Sünni ekol öğretisini savundu ve muhalif Zeydi öğretiyi eleştirdi. Bununla birlikte o,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Zeydiyye
herhangi bir Sünni ekole katılmadığını, sadece içtihatta bulunduğunu vurgulamıştır.
Onun ekolünün başlıca temsilcileri, Salih b. Mehdi el-Makbeli (ö. 1108/1696),
Muhammed b. İsmail el-Emir (ö. 1182/1768) ve Muhammed b. Ali eş-Şevkani (ö.
1250/1834)’dir. Şevkani birkaç Zeydi imamın idaresinde müftü ve baş kadı olarak
çalışmış, eserlerinde, geleneksel Zeydileri şiddetli bir şekilde eleştirmiştir. Onların
liderlerinden bazılarına bulunduğu konumdan yararlanarak işkence etmiştir.
Şevkani, Sünni dünyada geniş bir kabul görmüş ve İslam modernizminin
kurucularından biri sayılmıştır.
Bireysel Etkinlik
Kasım b. Muhammed (1029/1620)’ten sonra torunları, arada uzun sekteler
olsa da 1382/1962 yılına kadar Yemen’de hüküm sürdüler. Kasım’ın ilk halefleri
Zeydi gelenekte alim kimseler iken sonraki imamlar, imam ünvanını ileri
sürmelerine rağmen gerçekte hanedan silsilesi temelinde idarecilik yapmışlardır.
• Yemen Zeydileri hangi alt gruplara
ayrılmıştır? Anlatınız.
• Yemen Zeydileri arasında Sünniliğe
yakınlaşma sürecini ve sufîlikle ilişkilerini
açıklayınız.
Zeydiyyenin Bugünkü Durumu
Zeydiler iktidarlarını sürekli muhafaza edemese de varlıklarını günümüze
kadar sürdürmüşlerdir. Bu durum, Zeydi ve Mutezili kaynakların pek çoğunun
Yemen’deki özel ve genel kütüphaneler vasıtasıyla bugüne ulaşmasında etkili
olmuştur. Günümüzde Zeydiler Sa’de merkezli olarak Kuzey Yemen’de yaşamakta
olup, nüfusun yaklaşık %55’ini oluşturmaktadırlar. Yemen dışında, sayıları tam
olarak bilinmese de Ürdün başta olmak üzere diğer Arap ülkeleri, Amerika ve
Almanya gibi ülkelerde yaşamaktadırlar.
Yemen Cumhuriyeti’nde Kitâbu’l-Ezhâr ve Eimmeti’l-Ethâr’da ve onun
Muhammed b. Yahya b. el-Murtazâ (ö. 840/1437) tarafından yapılan Şerh’inde
açıklanan Zeydi-Hâdevî fıkhı, Şâfiî fıkhı ile birlikte resmen geçerli kabul edilmiştir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Bireysel Etkinlik
Zeydiyye
• Zeydiler günümüzde nerelerde
yaşamaktadırlar? Anlatınız.
ZEYDİYYE’NİN İTİKADİ GÖRÜŞLERİ
Zeydi akâid
kaynaklarında
mezhebin temel
esasları; Tevhit, Adalet,
el-Va’d ve’l-Vaid,
Nübüvvet-İmamet ve
el-Emru bi’l-Ma’ruf
ve’n-Nehyi ani’lMünker olarak sıralanır.
Dolayısıyla ekolün
temel görüşleri de bu
esaslar etrafında
şekillenir.
Başlangıç itibarıyla siyasi karakterli bir hareket olarak ortaya çıkan Zeydiyye
oluşum süreci içerisinde itikadi bir bünyeye kavuşmuştur. Bu çerçevede Zeyd b. Ali
(ö. 122/740)’den sonra öne çıkan en önemli isim Kasım b. İbrahim er-Ressî (ö.
246/860)’dir. Yukarıda da belirtildiği gibi Zeydi mezhep esasları ilk defa onunla
sistematik bir yapıya kavuşmuştur. Onun mezhep esaslarından ilk üçü (Tevhit,
Adalet, El-va’d ve’l-vaîd) Mutezilenin ilk üç esasıyla aynıdır. Yemen Zeydi Devletini
kuran Hadî İlelhak Yahya b. Hüseyin (ö. 298/911), dedesi Kasım Ressî’nin beş
esasından dördüncü ve beşincisinin yerine imamet ile el-emru bi’l-ma’rûf ve’nnehyu anil münker prensiplerini koyar. Ondan sonra da bu esaslar, ayrıntılarda
farklılık olsa da özünde fazla bir değişme olmaksızın günümüze kadar gelmiştir.
Zeydiyye, insanların Allah’a ibadet etmelerinin gerekliliği hususunda akıl,
kitap ve resul olmak üzere üç temel delil kabul eder. Hatta kitap ve resul akıl ile
bilinebileceğinden Zeydilere göre akıl, en az kitap ve resul kadar önemlidir. Nitekim
Zeydiler, usul kitaplarına genellikle nazar bahsiyle başlar. Aklın önemini vurgular ve
ele aldıkları konuyla ilgili delilleri sıralarken önce akli delilleri kaydederler. Akaidle
ilgili Zeydi kaynaklarda mezhebin temel esasları genel olarak Tevhit, Adalet, el-Va’d
ve’l-Vaid, el-Emru bi’l-Ma’ruf ve’n-Nehyi ani’l-Münker ve İmamet olarak kaydedilir.
Dolayısıyla ekolün temel görüşleri de bu esaslar etrafında şekillenir. İmamet
dışındaki mezhep esaslarında ayrıntılarda farklılıklar olsa da Mutezile gibi
düşünürler. Bu husus, Mutezililerin yazdıkları eserlerin büyük çoğunluğunun
Zeydiler eliyle günümüze ulaştırılmasında etkili olmuştur.
Tevhit
Tevhit kelimesi, sözlükte birlemek, bir şeyin bir olduğuna hükmetme, bir
şeyi kendi dışındakilerden ayırarak onu tek kılma; ıstılahta ise, Allah’ı zihinlerde
tasavvur ve tahayyül edilen her şeyden soyutlama, bir kılma anlamlarına gelir.
Zeydiyyeye göre Allah bir ve tek, ebedi ve benzersizdir. Allah hem bu dünyada hem
de ahirette görülemez. Zira gözün gördüğü şey sınırlı ve acizdir. Allah ise bu
sınırlardan hiçbirisiyle sınırlandırılamaz. Allah, bir şeyin içinde veya dışında değildir,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Zeydiyye
onlardan uzak veya yakın da değildir. Allah şey’dir; fakat diğer şeylere benzemez.
Çünkü şeyler onun yaratmasıdır.
Zeydiyye, Mutezile gibi Allah ile zati sıfatlarını özdeşleştirirler. Bu sıfatların
zıtlarının Allah’a nisbetini, Allah’ın zatına zait ve kadim olmalarını reddederler. Bu
çerçevede Allah zatıyla âlim, kadir, semi’, basir ve haydır.
Zeydiler, Allah’ı
bilmenin O’nu
birlemekle, bu
birlemedeki
mükemmelliğin ise
teşbih içeren bütün
sıfatları O’ndan
uzaklaştırmakla
olduğunu belirtirler.
Zeydiler teşbihin reddi yani Allah’ın yaratılmışlara, özelde insana
benzetilmesinin reddi hususunda özel çaba sarf ederler. Hatta bu konuda pek çok
Zeydi imamı müstakil risaleler yazmışlardır. Zeydiler, Allah’ı bilmenin O’nu
birlemekle, bu birlemedeki mükemmelliğin ise teşbih içeren bütün sıfatları O’ndan
uzaklaştırmakla olduğunu belirtirler. Bu çerçevede Allah’ın benzeri olmadığını,
sınırlı olanların vasfedildikleri şeylerle nitelenemeyeceğini, yaratılmışlarda bulunan
kol, bacak, yüz, göz, kulak gibi organların ve O’nun yaratılmışlara benzerliğini
çağrıştıracak herhangi bir hususun Allah’a isnat edilemeyeceğini ifade ederler.
Kuran’da Allah’a ilişkin zikredilen ve cisim olmayı çağrıştıracak ifadeleri de bu
anlayışları çerçevesinde tevil ederler.
Tevhit anlayışıyla Allah’ın birliği ortaya konulur ve yaratılmışların
nitelikleriyle nitelenmekten tenzih edilir.
Adl
Adl kelimesi sözlükte, i’tidal, istikamet, hakka meyil, ifrat ve tefrit
arasındaki durum, doğruyla, gerçekle hükmetme, ölçülü olma, ölçü ve tartıda eşit
olma, muktedir olunduğu halde bir kimseye hak etmediği bir şeyi uygulamamak,
eş, denk anlamlarına gelir. Zeydi ıstılahında ise, kabih olanı değil yapılması gerekeni
yapmak, bütün fiillerinde hasen üzere olmak, Allah’ın kötülük yapmaması, onun
bütün fiillerinin iyi (hasen) olması anlamlarına gelir. Kısaca Allah’ı itham
etmemektir.
Adl prensibi, hüsünkubuh, Allah’ın ve
insanın fiilleriyle ilgilidir.
Adl prensibiyle Allah, kötü (kabîh) olan ve adaletiyle çelişen her türlü fiili
yapmaktan uzak tutulur. Bu prensip, hüsün-kubuh, Allah’ın ve insanın fiilleriyle
ilgilidir. Bu prensip çerçevesinde Allah’ın bütün fiilleri hasen (iyi)dir. O, makdûrâtın
her türüne kadir olmakla birlikte küfrü, zulmü ve adaletsizliği yaratmaz, irade
etmez. Küfür ve iman Allah tarafından açıklanmıştır, bunlar arasında tercihte
bulunmak insanın fiilidir. Allah insanlara sadece iyiliği ve itaati emreder, kötülüğü
yasaklar ve insanı kendi fiillerinde serbest bırakır. Allah’ın akıl ve güç/istitâa verdiği
insan fiillerini kendi iradesiyle yapar. Allah fiillerinde adil olup, insanlara güçlerinin
yetmediği şeyi yüklemez.
Bu prensiple insanın kendi fiilinin faili olduğu, Allah’ın insanları
iradelerinde hür bırakarak onlara sorumluluk yüklediği vurgulanır. Dolayısıyla
insanın akıbeti kendi tercihine bağlanır. Fiillerinde Allah’a adaletsizlik nisbet
edilmez. Şayet insan fiilleri, renkler ve suretler gibi Allah’a nispet edilseydi,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Zeydiyye
onlardan bir şeyi emretme ve yasaklamanın, övme ve kötülemenin, mükâfat ve
cezanın bir anlamının olmayacağı kaydedilir. Zeydiyyeye göre Allah insanlara
kaldıramayacakları bir sorumluluk yüklemez. İnsan istitâa sahibidir, taat ve
masiyetin kula ait olması için bu istitâa fiilden öncedir. Rızık helal olan şeydir,
Allah’ın faydalanılmasını yasakladığı haram olan şey rızık değildir.
Zeydiyye haseni, muktedir olan kimsenin yapması gereken şey, kabihi de
muktedir olan kimsenin yapmaması gereken şey olarak tanımlar. Zeydiler,
Eşarilerin hüsün ve kubhun sadece Allah’ın emri ve yasaklamasıyla bilinebileceği,
aklın bu hususta bir rolünün olmadığı anlayışını eleştirir ve bunun akılla
bilinebileceğini savunurlar.
El-Va’d ve’l-Vaîd
Zeydiyyeye göre va’d,
Allah’ın emir ve
yasaklarına riayet
edenleri
ödüllendireceğini, vaîd
ise bu emir ve yasaklara
riayet etmeyenleri,
cezalandıracağını
söyleyen Allah’ın bu
sözünden
dönmemesidir.
Zeydiyyeye göre va’d, iyilik yapanları ödüllendireceğini, vaîd ise kötülük ve
adaletsizlik yapanları, Allah’ın emir ve yasaklarına riayet etmeyenleri
cezalandıracağına dair sözünden dönmemesidir. Va’d ve Vaîd, Allah’ın bildirdiği her
şeyin doğru olması, söz verdiği zaman sözünden dönmemesi ve sözünü
değiştirmemesidir. Allah va’di çerçevesinde Haşir günü taat ehline ebedi cenneti
bahşedecek, vaîdi çerçevesinde de kulluk hususunda muhalif tavır sergileyenleri
ebedi cehennemle cezalandıracaktır. Cehenneme giren kimse de oradan çıkmaz.
Zeydiyye va’di mükafat haberleri, vaîdi ise ceza haberleri olarak tanımlar. Mutezile
gibi el-va’d ve’l-vaîd prensibini, büyük günah işleyen kişinin durumu bağlamındaki
tartışmaların bir sonucu olarak, yukarıda zikredilen Allah’ın adaleti prensibinden
çıkarır. Zeydilere göre Allah’ın, itaatkâra va’di (mükafat vermesi) ve asiye vaîdinden
(cezalandırmasından) dönmemesi, O’nun adaleti gereğidir. Bu prensibe göre Allah,
müminleri ödüllendirecek ve onları ebedi kalacakları cennete gönderecektir.
Kâfirleri cezalandıracak, onları ebedi kalacakları cehenneme gönderecektir.
Müslümanlardan büyük günah işleyenler ise, bu işledikleri nedeniyle iman
isminden çıkar ancak küfür ismine dahil olmayıp fasık olurlar. Bunlar tövbe
etmeden öldükleri takdirde Cehennemde ebedi olarak kalacaklardır.
Zeydiyye, Hz. Peygamber’in şefaatinin sadece cennet ehli için olacağını ve
bu şefaatle Allah’ın cennet ehlinin derecelerini yükselteceği görüşünü benimser.
Apaçık vaîd ayetlerine aykırı olduğunu ileri sürerek Cehennem ehline şefaatin
olamayacağını savunur.
El-Emru bi’l-Maruf ve’n-Nehyu ani’l-Münker
Zeydiler arasında iyiliği
emredip, kötülükten
sakındırma ilkesi
öncelikle imamlar ve
Muhtesib adı verilen
kişiler tarafından
uygulanır.
El-Emru bi’l-Maruf ve’n-Nehyu ani’l-Münker, iyiliği emir ve tavsiye etmek,
kötülükten sakındırmak ve engel olmak anlamına gelmektedir. Zeydiyye, Al-i İmran
3/104, Mâide 5/2, Hucurât 49/9, Tevbe 9/71 ve benzeri ayetleri delil göstererek
ilim ve kudret gibi şartlar yerine geldiğinde bu prensibi uygulamanın vacip
olduğunu ifade eder. Bu prensibin iyiliğin yerleştirilmesi ve kötülüğün ortadan
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Zeydiyye
kaldırılması şeklinde ahlaki boyutu, zulme karşı kuvvet kullanma ve kötü
yöneticilere başkaldırma şeklinde siyasi boyutu bulunur. Zeydiler, söz konusu
prensibi genelde siyasî olarak uygulamışlardır. Onlara göre mazluma yardım etmek
ve onu zalimden kurtarmak farzdır. Reşit ve gücü yeten bir kimse emredeceği ve
sakındıracağı şeyi bilmelidir. Allah peygamber soyundan salih kullara iyiliği
emretme ve kötülükten sakındırma hususunda izin vermiştir. Yemen Zeydi
Devleti’nin kurucusu Hâdî İlelhak Yahya b. Hüseyin’in,“iyiliği emretmeyi terk etmek
ölüme yaklaşmak, kötülükten alıkoymayı terk etmek ise batıl için yaşamaktır.”
ifadesi de Zeydilerin bu ilkeye verdikleri önemi gösterir.
Bu prensip öncelikle bizzat imam tarafından uygulanır. İmamın yanı sıra
Zeydi Devleti’nde ondan sonra gelen Muhtesib adı verilen kimseler tarafından
uygulanır. Bu prensip bağlamında Zeydiler, halkı asi olan bir memleketten göç
edilmesi gerektiğini; ancak hapis, zayıflık gibi nedenlerle böyle bir yerde
kalınabileceğini savunurlar.
İmamet
İslam düşünce tarihinde ortaya çıkan itikadi mezhepleri birbirinden farklı
kılan özgün anlayışları vardır. Bu çerçevede Zeydiyyenin ayırt edici unsuru ve Zeydi
düşüncenin temelini oluşturan imamet anlayışıdır. Öyle ki Zeydi anlayış imamet
fikri etrafında şekillenir.
Zeydi imamet
anlayışında efdal ve
mefdul imam
anlayışının önemli bir
yeri vardır. Efdal fazilet
bakımından en üstün
olan kimse, mefdul ise
efdalden sonra gelen,
daha az faziletli kimse
anlamına gelir.
Zeydiyye mezhebinde imamet fikrinin gelişim sürecine bakıldığında konuya
ilişkin ilk bilgiler, yukarıda aktarılan Zeyd b. Ali’nin ayaklanması öncesi Kûfe Şiileri
ile aralarında geçen konuşmada yer alır. Bu konuşmada Zeyd b. Ali dedesi Hz. Ali’yi
sahabenin en üstünü kabul etmekle birlikte Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’in meşru
halifeler olduğunu ifade eder ve onlar hakkında olumsuz herhangi bir görüş beyan
etmez. Zeyd b. Ali’nin bu tutumu, daha sonra Zeydi imamet anlayışında önemli bir
yeri olan efdal ve mefdul imam anlayışını gündeme getirmiştir. Efdal fazilet
bakımından en üstün olan kimse; mefdul ise efdalden sonra gelen, daha az faziletli
kimse anlamına gelir. Zeyd b. Ali’nin bu tutumundan hareketle Betriler, efdalin
imameti daha uygundur; fakat dünyevi maslahat, acil menfaat dolayısıyla,
doğabilecek fitneyi bertaraf edecek insanların gönlünü birleştirecekse en üstün
birisi (efdal) varken mefdulün imametinin de meşru olduğu anlayışını
benimsemişlerdir. Bu anlayış ilk Zeydiler arasında III. /IX. asrın başlarına kadar
hakim olmuştur. Ancak daha sonra Carudîlerin benimsediği sadece efdalin
imametinin meşru olduğu anlayışı öne çıkmıştır. Nitekim Carudier Hz. Ali’den
önceki halifeleri gayrimeşru kabul etmişlerdir. Yemen Zeydi Devleti’nin kurucusu
Hâdi İlelhak (ö. 298/911) ile birlikte Carudi imamet anlayışı tamamen hâkim anlayış
haline gelmiş ve günümüze kadar da üstünlüğünü sürdürmüştür. Bununla birlikte
Betrilerin benimsedikleri mefdul imam anlayışı da, hâkim anlayış olmamakla
birlikte günümüze kadar varlığını sürdürmüştür. Zeydi imamet anlayışındaki bu iki
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Zeydiyye
ana akımdan Carudi anlayışı benimseyenler, Hz. Ali’den önceki halifeleri, Cemel ve
Sıffin’de Hz. Ali’nin karşısında yer alanları küfürle itham ederler. Betri anlayışı
benimseyenler ise genel olarak bu tutumdan kaçınır ve onları mümin kabul
ederler.
Zeydiler Hz.
Hüseyin’den sonra
imametin genel olarak
Hz. Hasan ve Hz.
Hüseyin soyunda
devam edeceğini
savunurlar.
Zeydi imamet nazariyesine göre Hz. Peygamber’den sonra ümmetin en
faziletlisi ve imamete en layık olanı Ali b. Ebi Talib, ondan sonra da Hz. Hasan ve Hz.
Hüseyin’dir. Zeydiyye, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’den sonra imametin, onların
soyundan gelen, hür, erkek, reşit, âlim, zamanının en faziletlisi, cesur, cömert,
takva sahibi, adaletli olan, Allah yolunda cihat eden, bizzat imametini ilan ederek
kendi adına davette bulunan ve huruç eden (ayaklanan) kimsenin hakkı olduğu
anlayışını benimser. Buradaki nitelikler arasında zikredilen Huruç (ayaklanma)
anlayışı muhtemelen Kasım Ressî (ö. 246/860)’den sonra gündeme gelmiştir. Zira
Kasım Ressî ayaklanmamakla birlikte Zeydi imamlar arasında Zeyd b. Ali’den sonra
ikinci önemli şahsiyet olarak kaydedilir. Zeydiyye mezhebinde imamet, Kasım
Ressî’den sonra usulüddinden sayılmaya başlamıştır.
Zeydi imamet anlayışı genel olarak şu noktalarda İmamiyyenin imamet
anlayışından farklılık arz eder. Zeydiyyeye göre, İmamiyyenin benimsediği gibi, Hz.
Peygamber sağlığında isim vererek ve şahıs belirterek yerine bir imam tayin
etmemiş veya vasiyette bulunmamıştır. Bir önceki imam da bir sonrakini belirlemiş
değildir. Sadece imamın sahip olması gereken nitelikler bildirilmiştir. Yukarıda da
zikredilen bu niteliklerden hareketle imam olacak kişi belirlenebilir.
Hz. Hüseyin’den sonra imamet, İmamiyye Şiasındaki gibi sadece Hz.
Hüseyin soyunda değil, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin soyunun her ikisinin soyunda
devam eder. Bu hakim görüş olmakla birlikte tarihte onların soyu dışında olan
kimselerin imametini benimseyenler de olmuştur.
Zeydi imamların, ilim sıfatına sahip olması gerekir. Bu ilim de, Hz.
Peygamber’den Hz. Ali yoluyla alınmış gizli ve özel bir bilgi olmayıp, her insanın
çalışıp, gayret sarf ederek elde edebileceği (kesbi) bir bilgidir. Dolayısıyla imam
olacak kişinin bu ilim sıfatı gereği, tevhidi ve adaleti bilecek dinin usul ve füruunu
kavrayacak din ve dünya işlerinde ümmetin ihtiyacına cevap verebilecek ve
bununla içtihat yapabilecek gerçek bir bilgiye sahip olması gerekmektedir. Bu
şartın bir sonucu olarak Zeydi imamların çoğunluğu gerçek birer âlim olup, pek çok
eser yazmışlardır. Bu eserlerin çoğunluğu da günümüze ulaşmıştır. Ayrıca bu şart,
başta İmamiyye olmak üzere diğer Şii grupların öne sürdüğü batıni bilgi anlayışını
ortadan kaldırmaktadır.
Zeydi imamet anlayışında gaib imam anlayışı yoktur. Onlar bu anlayışa
karşı çıkarlar. İmam imametini ilan ederek açıkça kendi adına davette bulunmalı ve
bunun için mücadele etmeli, insanlar arasında bulunarak onların problemlerine
çözüm aramalıdır. Dini hükümleri uygulamalı, onlara rehberlik etmelidir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Zeydiyye
Zeydiyye mezhebinde imamların belli bir sayısı yoktur. İmamlar ismet
sıfatına sahip, günahsız kimseler de değildir. Diğer insanlar gibi hata yapabilirler.
Hatta imamet için gerekli nitelikleri yitirdiklerinde azledilebilirler.
Bireysel Etkinlik
Zeydiyye mezhebinde İmamiyye Şiasında olduğu gibi çocuk imam olamaz.
İmam olacak kişinin akıl-baliğ, reşit olması gerekir. Zeydiler, küçük yaştakileri imam
kabul ettikleri için İmamileri eleştirirler.
• Zeydiyyenin mezhep esasları
nelerdir? Özellikle diğer fırkalardan
farklılaştığı esası açıklayınız.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Zeydiyye
Özet
• İlk Zeydi farklılaşma, Zeyd b. Ali (ö.122/740)’nin içinde yaşadığı sosyo-politik
ortam ve ilk Şia arasındaki ihtilaflar zemininde Kûfe'de ortaya çıkmıştır.
•III./IX. asrın başlarına kadar Zeydiler arasında genel olarak kaderci, cebri
anlayış hakimdi. Teşekkülünü Kasım Ressî döneminde tamamlayan Zeydiyye
içinde Kasım Ressî'den itibaren Mutezili anlayışa paralel görüşler öne çıkmaya
başladı. Yemen Zeydi Devleti'nin kurucusu Hadî İlelhak Yahya b. Hüseyin (ö.
298/911) ile birlikte Mutezilenin beş esası, el-menziletü beyne'l-menzileteyn
prensibinin imametle yer değiştirmesi dışında aynen benimsendi.
•Zeydiler ilk olarak Hazar Denizi'nin güneyinde devlet kurmuşlardır (250/864).
Hazar Zeydi Devleti’nin siyasi alt yapısının hazırlanmasında Yahya b. Abdullah
(yaklaşık 184/800), Muhammed b. Kasım et-Talekânî (ö.219/834) ve özellikle
ve fikri alt yapısının hazırlanmasında Kasım Ressî (ö.246/860) önemli rol
oynamıştır. Hazar Zeydileri arasında Kasım Ressî'nin öğretisine tabi olan
Kasımiyye ve Nasır Utruş'un öğretisine tabi olan Nasıriyye olarak iki grup
ortaya çıkmıştır. Genel olarak Basra Mutezile anlayışını benimseyen Hazar
Zeydileri bağımsızlıklarını devam ettiremeseler de varlıklarını X./XVI. asrın
başlarına kadar sürdürmüşlerdir. Bu dönemde genel olarak İmamiyye Şiasını
benimsemişlerdir.
•Zeydiler ikinci olarak Hadî İlelhak Yahya b. Hüseyin liderliğinde Kuzey
Yemen'de devlet kurmuşlardır (284/897). Yemen Zeydileri Hâdî İlelhak'ın
dedesi Kasım Ressî'ye nispetle Kasımiyye, Hadî İlelhak'a nisbetle Hâdeviyye
olarak bilinirler. Yemen Zeydileri arasında Kasımiyye dışında V./XI -IX./XV. asır
arasında yaşayan Mutarrifiyye ve Hüseyniyye adında iki grup ortaya çıkmıştır.
•Yemen Zeydileri arasında imam Müeyyed Billah Yahya b. Hamza (ö.747/1347)
ile mezhebi tutuculuktan uzak ve Sünniliğe ılımlı bir yaklaşım ortaya çıkmıştır.
Daha sonra Sünni Hadis koleksiyonunu dinde otorite olarak kabul eden Seyyid
Muhammed b. İbrahim el-Vezir (ö.840/1436)’in öğretisi temelinde yeni bir
grup oluşmuştur. Bu grubun başlıca temsilcileri, Sâlih b. Mehdi el-Makbeli
(ö.1108/1696), Muhammed b. İsmail el-Emir (ö.1182/1768) ve Şevkanî
(ö.1250/1834)’dir.
•Günümüzde Zeydiler Sa'de merkezli olarak Kuzey Yemen'de yaşamaktadırlar.
Zeydi mezhep esasları; Tevhit, Adalet, el-Va’d ve’l-Vaid, İmamet ve el-Emru
bi’l-Ma’rûf ve’n-Nehyi ani’l-Münker' dir. Zeydiyye mezhebini özgün kılan en
temel anlayışı imamettir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Ödev gönderimi
Ödev
Zeydiyye
• Zeydiyye ekolünde imamın niteliklerini de göz
önünde bulundurarak imamın özelde Zeydi fikir
hayatına genelde İslam düşüncesine katkılarını
-diğer bilim dallarından da istifade ederek- 300
kelimeyi
aşmayacak
şekilde
yazınız.
Hazırladığınız belgeyi göndermek için yandaki
ödev gönderme linkini kullanınız.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Zeydiyye
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını etkileşimli
olarak
cevaplandırabilirsiniz
1. Zeydiyye nerede ortaya çıktı?
a) Basra
b) Medine
c) Kûfe
d) Şam
e) Kâhire
2. İlk Zeydiyye hangi gruplardan meydana gelir?
a) Betriyye, Carudiyye
b)Kasımiyye, Hâdeviyye
c) Hüseyniyye, Mutarrifiyye
d) Nasıriyye, Tâlibiyye
e) Süleymaniyye, Nuaymiyye
3. Zeydiyye diğer mezheplerden temel olarak hangi anlayışıyla ayrılır?
a) Tevhit
b) İmâmet
c) Adl
d) El-Va’d ve’l-Vaîd
e) El-Emru bi’l-Ma’rûf ve’n-nehyu ani’l-Münker
4. Aşağıdakilerden hangisi Hazar bölgesinde ortaya çıkan Zeydi fırkalardandır?
a) Nasıriyye
b) Hâdeviyye
c) Süleymâniyye
d) Betriyye
e) Carudiyye
5. Mefdulün imametinin meşruiyeti denilince aşağıdaki Zeydi fırkalardan akla
hangisi gelir?
a) Hâdeviyye
b) Carudiyye
c) Kasımiyye
d) Mutarrifiyye
e) Betriyye
6. Günümüze kadar gelen Zeydi mezhep esasları ilk defa kimin tarafından ortaya
konulmuştur?
a) Zeyd b. Ali
b) Kasım Ressî
c) Hadî İlelhak Yahya b. Hüseyin
d) Müeyyed Billah
e) Nasır Utruş
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
Zeydiyye
7. Zeydilerle Mutezililer arasındaki fikri paralellik ilk defa kimin eserlerinde
görülür?
a) Hasan b. Zeyd
b) Kasım Ressî
c) Salih b. Mehdi Makbeli
d) Şevkani
e) Hâkim el-Cüşemî
8. Zeydilik içerisinde Hicri dokuzuncu yüzyılda ortaya çıkan Sünniliğe yakın akım
hangi şahsın öğretisi temelinde oluşmuştur?
a) Muhammed b. İsmail el-Emir
b) Salih b. Mehdi Makbeli
c) Müeyyed Billah
d) Ahmed b. Süleyman
e) Muhammed b. İbrahim el-Vezir
9. Aşağıdakilerden hangisi Zeydiyyenin mezhep esaslarından değildir?
a) Tevhit
b) Adl
c) el-V’ad ve’l-Vaîd
d) el-Menziletü beyne’l-Menzileteyn
e) El-Emru bi’l-Marûf ve’n-Nehyu ani’l-Münker
10. “Muhtesib” Zeydi mezhep esaslarından özellikle hangisiyle ilgilidir?
a) Tevhit
b)el-Emru bi’l-Marûf ve’n-nehyu ani’l-Münker
c) Adl
d) İmamet
e) el-Va’d ve’l-Vaîd
CEVAPLAR:
1. C, 2. A, 3. B, 4. A, 5. E, 6. C, 7. B, 8. E, 9. D, 10. B.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
Zeydiyye
YARARLANILAN ve BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
1. Doğan, İsa. (1996). Zeydiyyenin Doğuşu ve Görüşleri, Samsun.
2. Gökalp, Yusuf. (1999). Zeydilik ve Taberistan’da Yayılması, Basılmamış
Yüksek Lisans Tezi, AÜSBE, Ankara.
3. Gökalp, Yusuf. (2006). Zeydilik ve Yemen’de Yayılışı, Basılmamış Doktora
Tezi, AÜSBE, Ankara, ss. 91-177.
4. Gökalp, Yusuf. (2007). ““Zeydiyye Mezhebinin Doğuşu, Teşekkül Süreci ve
Tarihçesi”, Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 7/2 ss. 55-93.
5. Gökalp, Yusuf. (2007). “Zeydiyye Mezhebinin Görüşleri, Kültürel Mirası ve
İslam Düşüncesine Katkıları”. Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Dergisi 7/2 ss. 95-112.
6. Güner, Ahmet. (1999). Büveyhilerin Şii-Sünni Siyaseti, İzmir.
7. Emir Hüseyin b. Bedruddin. (1995). el-Ikdu’s-Semin fi Ma’rifeti Rabbi’lAlemin, thk. Yahya Salim İzzan, Sa’da.
8. Emir Hüseyin b. Bedruddin. (2001). Yenâbîu’n-Nasîha fî akâidi’s-sahîha,
tahk. : Murtazâ b. Zeyd el-Mahatvarî, Merkezü Bedr li’t-Tıba’a ve’n-Neşr
ve’t-Tevzi’, San’a.
9. Hâdî İlelhak Yahya b. Hüseyin (298/911). (1993). Kitabu’l-Müntehab ve
yelîhieydan Kitabu’l-funûn, thk. Yahya Salim İzzan, San’a.
10. Madelung, Wilferd (Editor), (1987). Ahbâru eimmeti'z-Zeydiyye, Beiruter
Texte und Studien Herausgegeben vom Orient-Institut, Beirut.
11. Madelung, Wilferd, (1988). Religious Trends in Early Islamic Iran, The
Persian Heritage Foundation, New York.
12. Madelung, Wilferd, (1966, Napoli 1967 içinde). “The Alid Rulers of
Tabaristan, Daylamân and Gîlân” (Atti del Terzo Congresso é Islamici,
Ravello 01-06 Settembre ss. 483-492.
13. Madelung, Wilferd, (2002). “Zayd b. Alî b. al-Husayn”, EI(2), c. XI, E. J. Brill,
Leiden, ss. 473-474.
14. Madelung, Wilferd, (2002). “Zaydiyya”, EI(2), c. XI, E. J. Brill, Leiden, ss.
477-481.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
Zeydiyye
15. Madelung, Wilferd, (2004). “Batriyya or Butriyya”, EI(2) Supplement, c. XII,
Leiden-Brill, ss. 129-130.
16. Madelung, Wilferd. (1993). “al-Mutarrifiyya”, EI(2), c. VII, Leiden-New
York, E. J. Brill, ss. 772-773.
17. Madelung, Wilferd. (1983) “Abu’l-Jârûd Zîâd b. al-Monder b. Zîâd alHamdânî al-Kârefî”, Eır, c. I, London, ss. 327-328.
18. Onat, Hasan (Editör). (2006). İslam Düşünce Ekolleri Tarihi (İlitam), Ankara.
19. Muhallî,
Ebu’l-Hasan
Hüsameddin
Humeyd
b.
Ahmed
(652/1254).(1423/2002). Hadâiku’l-verdiyye fî menâkıbi eimmeti’zZeydiyye, I-II, Mektebetü Bedr li’t-Tıbâ’a ve’n-Neşr ve’t-Tevzî’, San’a.
20. Kasım b. Muhammed (1029/1620). (1980). Kitabu’l-Esas li Akaidi’l-Ekyas,
thk. Alber Nasri Nader, Beyrut.
21. Seyyid, Eymen Fuad. (1988). Târîhu’l-Mezâhibi’d-Dîniyye fî Bilâdi Yemen
hatta Nihâyeti karni’s-sâdisi’l-hicrî, Kahire.
22. Ümit, Mehmet. (2010). Zeydiyye-Mutezile Etkileşimi Zeyd b. Ali’den Kasım
er-Ressî’nin Ölümüne Kadar, İSAM yayınları, İstanbul.
23. Ümit, Mehmet. (2007/1). “Usulü’d-Dîne İlişkin İlk Zeydi Metinler”, Hitit
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, , Cilt: VI, Sayı: 11, ss. 81-102.
24. Ümit, Mehmet. “el-Hâdî ile’l-Hak ve Usulü’d-Dîn Adlı Risalesi”, Hitit
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, , Cilt: VI, Sayı: 12, ss. 119-141.
25. Ümit, Mehmet. (2007/2). “Hazar Zeydileri ve Mutezililer”, İslamî İlimler
Dergisi, Zeydiyye Sayısı, c. VI, sayı: 1 (Bahar 2011), ss. 231-254.
26. Yaşaroğlu, Hasan, (1998).Taberistan Zeydileri, Basılmamış Doktora Tezi,
Marmara Üniv. Sos. Bil. Ens. , İstanbul.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
İMAMİYYE
• İsimlendirme Meselesi
• Teşekkül Süreci ve Tarihçesi
• Görüşleri
• Günümüzde İmamiyye Coğrafyası
İSLAM
MEZHEPLERİ
TARİHİ
Prof.Dr. SAYIN DALKIRAN
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• İmamiyye Şiasının doğuş sürecini temel
kaynaklardan elde edilen bilgilerden öğrenmiş,
• Belli başlı görüşlerini incelemiş,
• İmamiyyeyi diğer fırkalarla karşılaştırma imkanı
elde etmiş,
• İmamiyyenin Coğrafyasını takip etmiş olacaksınız.
ÜNİTE
7
İmamiyye
GİRİŞ
Başka bir ifade ile İmamiye, Hz. Peygamber (s.a.v.) in vefatından sonra Hz.
Ali ve sırasıyla onun iki oğlu ile torunlarını Allah’ın emri, Peygamber’in tayini ve
vasiyeti ile meşru imam kabul eden ve böylece oniki imama inanmayı dinin aslına
dahil bir rükün olarak görenlerin mezhebidir. Bugün, Şia denince genellikle bu fırka
anlaşılır. İmamiyeye, on iki imamı kabul ettiklerinden dolayı İsnaaşeriyye
(onikiciler); imamlara inanmayı imanın şartlarından biri olarak gördüklerinden
İmammiyye; hem itikad hem de ibadet ve muamelatta İmam Cafer es-Sadık’ın
görüşlerine dayandıklarından Caferiyye de denmiştir. İslam mezhepleri tarihi
kaynaklarından bir kısmında Rafiza ve Revafız şeklinde belirtilen İmamiyye, daha
sonraları ve özellikle günümüzde çoğu zaman İsnaaşeriyye ile eş anlamlı olarak
kullanılmakta, bazen de her iki isim birleştirilerek el-İmamiyyetü’l-İsnaaşeriyye
şeklinde
ifade
edilmektedir.
Bireysel Etkinlik
İmamiyye
kelimesi, bir toplumun
lideri, öncüsü,
öncülüğü, imama
mensup olanlar yahut
imameti benimseyenler
anlamında kullanılan bir
isimdir.
İmamiyye ismi bir toplumun lider ve öncüsü yahut öncülüğü manasına gelen
İmam veya imamet kelimeleriyle ilgili olup, imama mensup olanlar yahut imameti
benimseyenler anlamında bir çoğul nispet ismidir. İmamiyye, imametin
gerekliliğine, nas ve tayin ile belirlendiğine ve imamın masumiyetine inanan
fırkanın özel adıdır. İmameye kavramı, daha özel anlamda, İsnaaşeriyye Şiasının
yerine kullanılmakla beraber, bazen Şia ve Rafizilik ile eş anlamlı olarak da
kullanılır. Buna göre İmamiyye, Hz. Peygamber (s.a.v.) in vefatından sonra, Allah’ın
emri, Peygamber’in tayini ve vasiyeti ile Hz. Ali, oğulları Hasan, Hüseyin ve
Hüseyin’in neslinden dokuz evladını meşru imam kabul eden, böylece on iki imama
inanmayı dinin asıl rükünlerinden sayan mezheptir. İmamın en üstün (efdal) olduğu
fikri de İmamiyyenin karakteristik özelliklerinden sayılır. İmamiyyeye, İsnaaşeriyye
(on ikiciler), Caferiyye de denilmektedir.
• İmamiyye ismini ve İmamiyye yerine kullanılan
diğer faklı isimlerin neler olduğunu düşününüz.
TARİHÇE
İmamiyyenin bir fırka olarak tam teessüsü, on ikinci imamın kaybı ile
başlayan Gaybeti Suğra (küçük gizlilik) döneminden sonradır. Zira ancak bu
devirden itibaren İmamiyyenin görüşleri bütünüyle ortaya çıkmış, imamlar ve
onlardan sonra takip edilecek durum hakkındaki esaslar kesinlik kazanmıştır.
Şiilerin iddialarına göre İmamiyyenin tarihçesi kısaca şöyledir:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
İmamiyye
Gadiri Hum, Şiaya
göre Hz. Peygamberin
Hz. Ali’yi halife ve
ümmete imam olarak
tayin ettiği Mekke ile
Medine arasında bir
yerin adıdır.
Şiaya göre Hz. Ali, Resulullah’tan sonra insanların en üstünüdür. Başta Hz.
Ali olmak üzere, kendisinden sonra çocukları da imamete en layık insanlardır.
Zaten Hz. Peygamber, daha sağlığında, Hz. Ali’yi, Veda haccından dönerken Gadiri
Hum denen mevkide, kendisine halife ve ümmete imam olarak tayin ettiğini açıkça
bildirmiştir. Ayrıca daha birçok vesile ile onun imametini ümmete vasiyet etmiştir;
çünkü imamet (hilafet), Ehlisünnetin dediği gibi, ümmetin istek ve seçimine
bırakılabilecek küçük işlerden değildir. İmamet, dinin aslına dahil bir rükündür ve
iman esasları arasında yer alır. Bu bakımdan imama inanmak, Şiiliğin inanç
esaslarından biridir.
Şiilerin bu iddialarına rağmen, Hz. Ali’nin, Allah’ın emri ve Hz.
Peygamber’in tebliğ ve vasiyeti ile imam tayin edildiğine dair, mevcut rivayetlerde
tatmin edici sağlam bir delil bulunmamaktadır. Ethem Ruhi Fığlalı’nın da ifade
ettiği gibi, imamların tayinle gerçekleşmesi yolundaki Şiilerin iddiası, Kur’an ve
sünnetin, yani bütünüyle İslam’ın temel esprisine ters düşer; çünkü Kur’an, fikri
istikrar düşüncesine ağırlık vermiş ve müminlerin Allah’ın emir ve yasakları
karşısında akılları ile müstakil hareket etme gücüne sahip varlıklar olmalarını
istemiştir. İmama ve Şianın dediği gibi imamda mevcut olan özel bir ilme ve onun
ismet sıfatına sahip olduğuna inanmak, Kur’an-ı Kerim’in müminlerde bulunmasını
istediği hür ve müstakil akıllı varlıklar olma anlayışını ortadan kaldırır.
Şiilerin iddiasına göre, Hz. Ali’nin hilâfetine delil olan hadislerden biri, “Ben
kimin mevlası isem, Ali de onun mevlasıdır” şeklindedir. Hadisin vürud yeri Gadiri
Hum denilen yerdir. Gadiri Hum, Mekke ile Medine arasında bir yer adıdır. Şia
kaynaklarında mübalağa ile verilen olay, Şiilere göre özetle şöyle cereyan etmiştir:
Hz. Peygamber’e Veda Haccı dönüşü;
“Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan
O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan korur. Doğrusu Allah
kâfirlere yol göstermez.” (Mâide (5), 67)
Ayeti, Gadiri Hum’da konakladıklarında nazil olmuştur. Hz. Peygamber, ayeti alır
almaz, her tarafa haber göndererek, kafileden uzaklaşıp önden gidenlerin veya
memleketlerine gitmek üzere ayrılanların geri gelmelerini, geride kalanların da
yetişmelerini ister. Herkes geldikten sonra, namaz kılınır. Namazı müteakiben
orada hazır bulunan topluluğa bir hutbe okur. Rabbinden yukarıdaki ayetin
indirildiğini ifadeden sonra Hz. Peygamber şöyle der: “Cebrail bana Rabbimden şu
emri getirdi: Ali b. Ebi Talib, benim kardeşim, vasim, halifem ve benden sonra
imamdır. Ey halk! Allah onu size veli ve imam olarak tayin etti; ona itaati herkese
farz kıldı. Ona muhalefet eden mel’un olacak, saygı gösteren ise rahmete erecektir.
Dinleyiniz ve itaat ediniz. Allah mevlanız, Ali de imamınızdır. İmâmet ondan sonra,
kıyamete kadar, onun soyundan devam edecektir”.
Bunun üzerine Hz. Peygamber, Hz. Ali’nin elinden tutarak havaya kaldırır
ve “Ben kimin mevlası (dostu) isem, Ali de onun mevlasıdır” der. Bu konu, pek çok
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
İmamiyye
Bireysel Etkinlik
rivayetle süslenmiş ve Hz. Ali’nin ve on iki imamın imametine en kuvvetli delil
olarak sunulmuştur.
Gadiri Hum olayının Şiilerce ne derece önem arz ettiğini M. Cemal
Sofuoğlu, şu sözleriyle ifade eder: Şia tarihinden Gadiri Hum olayını çıkaracak
olursak, bu mezhep adeta temelsiz bir hale bürünecektir. Şiayı birçok açıdan Gadiri
Hum olayına bağlamak mümkündür”.
Ehlisünnete göre yukarıda zikredilen ayet, Gadiri Hum olayından çok daha
önce nazil olmuştur ve üstelik Müslümanlardan değil, kafirlerden söz etmektedir.
Ayrıca Hz. Peygamber’in sözünü ettiği “velayet”, Şiilerin kastettiği anlamda
kullanılmamıştır. Çünkü Hz. Peygamber, her Müslümanın velisidir, dostudur. Hz. Ali
ile olan münasebeti de böyledir. Maamafih Hz. Ali’yi sevmek, Hz. Peygamber’i
sevmek gibi farz, ona düşman olmak da Hz. Peygamber’e düşman olmak gibi
haramdır Hz. Ali’nin torunu Hasan el-Müsenna’ya yukarıdaki hadis hakkında
sorulmuş; ama o, “…fakat bununla emirliği ve sultanlığı kastetmedi. Öyle demek
istemiş olsa idi; bunu açıkça söylerdi; çünkü Resulullah, Müslümanların en fasih
olanıdır...” demiştir.
Durum böyle olmasına rağmen, Şiiler, Hz. Ali’nin Hz. Peygamber tarafından
imam olarak tayin edildiği iddiası ile kalmayıp, Hz. Peygamber’in on iki imamı da
bildirdiğine dair, Sünni ve hatta ilk Şii kaynaklarda da bulunmayan bir rivayetten
söz ederler. Buna göre, İmamiyye, Hz. Peygamber’e vasileri sorulduğu zaman, “Ali,
kardeşim, varisim, vasim, benden sonra da her inananın velisidir; sonra oğlu Hasan,
sonra Hüseyin, sonra da Hüseyin evladından dokuz kişidir; Kur’an onlarladır, onlar
Kur’an’la; onlar, havuz kıyısında bana ulaşıncaya dek birbirlerinden ayrılmazlar.”
buyurduğunu, hatta onları adlarıyla yazdığını söyler.
Müslim’de, Cabir b. Semure’den rivayet edilen bir hadise göre Hz.
Peygamber (s.a.v.), İslam dininin on iki halifeye kadar aziz olmaya devam edeceğini
buyurmuştur. Şia, bu hadisin oniki imama delalet ettiğini ileri sürerken, Ehlisünnet
meseleyi on iki imamla ilgili görmemiştir. Çünkü hadiste söz konusu edilen husus,
fıilen hilafet işidir, ümmetinin idaresini üstlenmedir. Hâlbuki on iki imamdan, Hz.
Ali ile kısa bir süre Kûfe bölgesi için Hz. Hasan’dan başka, hilafet mevkiine gelmiş
olanı yoktur. İmamiyye ise, bu rivayetleri esas alarak imamların sayısını on ikide
dondurur.
• Şiilerin Hz.Peygamberden sonra hilafetin Hz. Ali
ve soyuna ait olduğu görüşünü hangi delillere
dayandırdıklarını düşününüz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
İmamiyye
ON İKİ İMAM
Ali b. Ebi Talib
Hz. Peygamber’in amcaoğlu ve kızı Fatıma’nın eşi olan Ali, hicretten
yaklaşık 22 yıl önce m. 600 yılında, Ebu Talib’in oğlu olarak Mekke‘de doğdu.
Fatıma ile evliliğinden Hasan, Hüseyin, çocukken ölen Muhsin (veya Muhassin),
Zeynep ve Ümmü Gülsüm adlı çocukları doğmuştur. Fatıma’nın ölümünden sonra
evlendiği hanımlardan çok sayıda çocuğu olduğu kaynaklarda belirtilmektedir.
Hz. Ali, Beni Sâide Sakifesi’nde Ebu Bekir’in halife seçilmesinden sonra biat
etmekte gecikmesine rağmen, daha sonra mezhepleşen Şianın iddia ettiği gibi
kendisinin halife olacağı konusunda nas ve vasyyet iddiasında bulunmamıştır. Hz.
Osman’ın öldürülmesini takiben halife seçilen, fakat sayıları binlerle ifade edilen
katilleri cezalandırmada sıkıntıyla karşılaşan Hz. Ali, 36/656 yılında Basra önlerinde
Hureybe mevkiinde Aişe, Talha ve Zübeyr kuvvetleriyle yaptığı Cemel Savaşı’nda
galip gelmiştir. Bundan bir yıl sonra Şam valisi Muaviye b. Ebi Süfyan kuvvetleriyle
yaptığı savaşta üstünlük sağlamasına rağmen, hakem seçerek hüküm verilme
teklifini mecburen kabul etmesi ve daha sonra hakemlerin hükmünün isabetli
olmaması sebebiyle, kendisine karşı çıkanlarla birlikte Kûfe’ye dönmüş, burada
Haricilerden Abdurrahman b. Mülcem tarafından yaralanarak 19 veya 21 Ramazan
40 / 26 veya 28 Ocak 661 tarihinde vefat etmiş ve Kûfe’de (Necef) defnedilmiştir.
Hasan b. Ali b. Ebi Talib
Hz. Ali ve Fatıma’nın ilk çocukları olan Hasan b. Ali, hicretin 3. yılında (624)
Medine’de doğmuş, adını Hz. Peygamber koymuş, Ebu Muhammed diye künye
vermiştir. Cemel ve Sıffın‘da babasıyla birlikte muhaliflere karşı mücadele vermiş,
babasının ölümünü takiben Kûfeliler kendisine halife olarak biat etmişlerdir. Bir
kısım müzakerelerden sonra bazı şartlarla Muaviye ile anlaşma yapıp, halifeliği
bırakan Hz. Hasan, bir süre sonra Medain’den Medine’ye dönmüştür. Kaynaklarda
Müctebâ, Takî, Zekî ve Sıbt lakaplarıyla anılan Hasan b. Ali, rivayete göre hanımı
Ca’de bint Eş’as tarafından 29 Safer 50 / 28 Mart 670 yılında zehirlenerek
öldürülmüş ve Medine’de Baki Mezarlığına defnedilmiştir.
Hüseyin b. Ali b. Ebi Talib
Hicretin 4. yılında (626) Hz. Ali ve Fatıma’nın ikinci çocuğu olarak
Medine’de doğdu. Künyesi Ebu Abdillah’dır. Lakabı Sıbt (torun) ve Şehit’tir. O
zamana kadar Araplar arasında pek duyulmayan Hüseyin ismini, dedesi Hz.
Peygamber koydu. Hüseyin, Muaviye’nin öleceğine yakın oğlu Yezid’i yerine halife
seçtirme çabalarını, devrindeki pek çok müslüman gibi tasvip etmeyerek muhalif
tavır takındı. 10 Muharrem 61 / 15 Ekim 680 tarihinde Yezid’in ordusu tarafından
Kerbela’da şehid edilmiştir. Gerek Hz. Hasan, gerek Hz. Hüseyin, Resulullah’ın en
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
İmamiyye
sevdiği torunlarıdır ve “Reyhânetu’n-Nebi” (Peygamber’in çiçek demeti) olarak
anılırlar.
Ali b. Hüseyin Zeynelabidin
Hüseyin’in Kerbela’da şehid olan oğlu Ali el-Ekber’den ayırmak için Ali elAsğar diye anılan küçük oğlu Ali b. Hüseyin Zeynelabidin, 38/659 yılında Medine’de
doğmuştur. Annesi son İran hükümdarı Yezdicürd’ün kızı Şehribanu’dur. Künyesi
Ebu Muhammed ve Ebü’l-Hasan, lakapları da ibadet edenlerin süsü anlamında
Zeynelabidin, secde edenlerin efendisi manasında Seyyidü’s-Sacidin’dir. Ali b.
Hüseyin Zeynelabidin, hayatı boyunca Medine’de kalmış, Mekkelilerin desteğini
sağlayarak halifeliğini ilan etmek isteyen Abdullah b. Zübeyr’in hareketine
katılmayı reddetmiştir. Zeynelabidin, hayatını ilimle meşgul olarak ve hiçbir siyasi
harekete katılmadan sakin bir tarzda devam ettirmiş, 94 veya 95 (712 veya 713)
yılında vefat etmiş, Medine’de Baki Mezarlığı’nda amcası Hasan’ın yanında
defnedilmiştir.
Muhammed El-Bâkır
Ali b. Hüseyin Zeynelabidin’in oğlu olan Muhammed el-Bâkır, 57 / 677
tarihinde Medine’de doğdu. Annesi Hasan b. Ali’nin kızı Fatıma’dır. Bâkır lakabı ilmi
yarıp derinliklerine ulaşan anlamındadır. Zaman zaman Şakir, Hâdî ve Hz.
Peygamber’e çok benzediği için benzer anlamına gelen Şebih lakaplarıyla da anılır.
Babasının ölümü üzerine Bâkır, ilmi çalışmalarını Medine’de sürdürmesi yanında,
Emevilere karşı babasının uyguladığı sukunet politikasını izlemiştir. Bu sebeple
kardeşi Zeyd’in düşüncelerini tasvip etmediği, zaman zaman onu uyardığı da
bilinmektedir. Muhammed el-Bâkır tarihçilerin çoğunluğuna göre 114/732 yılında
Medine’de 57 yaşında iken vefat etmiş, oğlu ve halefi Cafer Sadık tarafından Baki
Mezarlığında defnedilmiştir.
Cafer Es-Sadık
On İki İmam içinde literatürde adı en çok geçen ve kendisinden en çok
bahsedilen imam Cafer es-Sadık’tır. 80 (699) veya 83 (702) yılında Medine’de
doğmuştur. Babası Muhammed el-Bâkır, annesi Hz. Ebu Bekir’in torunu olan
Kasım’ın kızı Ümmü Ferve’dir. Böylece soyu Hz. Ali ve Hz. Ebu Bekir’e ulaşmış
olmaktadır. Çoğu zaman Ebu Abdullah, bazen de Ebu Musa künyesiyle anılır.
Lakaplarının en meşhuru es-Sadık olup, Fâzıl, Sâbir, Âtır ve Tâhir lakaplarıyla da
anılır.
Cafer es-Sadık, Sünni kaynaklarda da daima hürmetle anılan bir ilmi
şahsiyet olarak benimsenmektedir. Emevilerin son, Abbasilerin ilk dönemlerini
idrak eden Cafer, fikren uzlaşmadığı amcası Zeyd b. Ali’nin isyan edip
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
İmamiyye
öldürülmesinden sonra siyasetten tamamen uzaklaşıp ilimle meşgul olmuş, ancak
bu şekilde Emevilerin baskısından kurtulabilmiştir. Abbasiler döneminde de aleyhte
devam eden şartların değişmemesi sebebiyle, aynı durumu sürdürmüştür. Son
dönemde amcazadeleri Muhammed en-Nefsü’z-Zekiyye ve İbrahim’in Medine ve
Basra’daki isyanlarını tasvip etmeyerek, akıbetlerinin iyi olmayacağı şeklindeki
düşüncesini ortaya koymuştur. Bundan dolayı taraftarları, onun geleceği bildiği
düşüncesine yönelmişlerdir. Cafer es-Sadık, 148 / 765 tarihinde Medine’de vefat
etmiş ve Cennetü’l-Baki’de babası ve dedesinin yanında defnedilmiştir.
Musa El-Kâzım
128 / 8 Kasım 745 tarihinde Ebva beldesinde yahut Medine’de doğan Ebü’lHasan Musa b. Cafer’in künyesi, Ebü’l-Hasan el-Evvel, Ebu İbrahim, Ebu Ali, lakabı
ise hiddetini yenen anlamında el-Kazım’dır. Hayatının ilk devresini Medine’de
babasının yanında geçirdi. Muhammed en-Nefsü’z-Zekiyye’nin 145/762 yılında
Abbasi halifesi Mansur’a karşı başlattığı isyan hareketine, kardeşi Abdullah elEftah’la birlikte katıldığı nakledilir. Abbasilere karşı barışçı bir politika izleyen, daha
çok ibadet ve takvaya yönelen Musa el-Kâzım’ın düşüncelerini benimseyenlerin
çoğalması, halife Mehdi’nin kendisinden şüphe ve endişe etmesine yol açmıştı. Bu
sebeple halife onu Medine’den Bağdat’a getirterek bir süre hapsetmiş, daha sonra
hapisten çıkararak gönlünü almış, kendisine ve evlatlarına karşı isyan
etmeyeceğine dair yemin ettirdikten sonra 3.000 dinar vererek tekrar Medine’ye
göndermiştir. Harun er-Reşid’in halife olduğu 170/786 yılına kadar Medine’de
kalan Musa el-Kâzım, daha sonra değişik sebepler ileri sürülerek Bağdat’a celbedilmiştir ve hayatının son dört yılını hapishanede geçirmiştir. 25 Recep 183 / 1 Eylül
799 tarihinde Bağdad’da vefat etmiştir.
Ali Er-Rıza
İmamiyyenin sekizinci imamı olan Ali er-Rıza, 11 Zilkade 148 / 29 Aralık 765
tarihinde Medine’de doğmuştur. Künyesi Ebü’l-Hasan es-Sani ve Ebu Bekir’dir.
Lakapları ise Sâbir, Râzi, Vefî ve er-Rızâ’dır. Mescid-i Nebevi’de kurduğu ilim
meclisinde öğretimle meşgul olan Ali er-Rıza, ömrünün son yıllarına kadar siyasete
karışmamıştır. Memun tarafından Irak’a getirilmiş ve kendisine veliahd tayin
edilmişse de, bilahare 17 Safer 203 / 24 Ağustos 818 tarihinde zehirlenerek
öldürülmüştür. Şimdiki adıyla Meşhed şehrinde medfundur.
Muhammed Et-Taki
İmamiyyenin dokuzuncu imam olarak kabul ettiği Ebu Cafer Muhammed
et-Taki, çoğunluğun kabul ettiğine göre 195/810 tarihinde Medine’de doğmuştur.
Muhammed et-Taki, el-Cevad, Münteceb, Necib ve Murtaza lakaplarıyla anıldığı
gibi, Muhammed el-Bâkır’dan dan ayırt edilmesi için, ikinci Ebu Cafer anlamında
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
İmamiyye
Ebu Cafer es-Sani künyesiyle anılmaktadır. Muhammed el-Cevad, 220 yılı Zilkade
ayının sonunda (25 Kasım 835) 25 yaşında iken vefat etmiş ve Kureyş Mezarlığı’nda
dedesi Musa el-Kâzım‘ın kabrinin hemen arkasında defnedilmiştir.
Ali en-Naki
İmamiyyenin onuncu imam olarak kabul ettiği Ali en-Naki, bir önceki imam
Muhammed et-Takîinin oğlu olup, 214/829 yılında Medine’de doğdu. Künyesi
Ebü’l-Hasan olup en meşhur lakapları Naki ve Hadi’dir. Ali en-Naki, Samerra
şehrinin Asker isimli mahallesinde oturduğu için, Askerî nisbesiyle de anılmıştır. 3
Recep 254 / 28 Haziran 868 tarihinde Samerra’da vefat etmiştir.
Hasan el-Askeri
Hasan el-Askeri, 232/846 yılında Medine‘de doğmuştur. İki üç yaşlarında
iken İmamiyyenin faaliyetlerini yakından takip etmek isteyen halife Mütevekkil
tarafından babasıyla birlikte Medine’den Bağdat‘a, oradan da Samerra‘ya gönderilmiştir. Hasan el-Askeri, burada ikamete mecbur edilip, ayrılamaması sebebiyle
Askeri nisbesiyle anılmıştır. 260 yılı Rebiulevvel ayı başında (874 yılı Aralık
sonunda) hastalanan Hasan el-Askeri, bir hafta süren bir rahatsızlık sonucu 8
Rebiülevvel 260 / 2 Ocak 873’de vefat etmiş, Samarra’da defnedilmiştir.
Muhammed b. Hasan el-Mehdi
İmamiyye Şiasına
göre, on ikinci imam ve
gaybet halinde olan
Muhammed b. Hasan,
gelecekte Mehdi olarak
ortaya çıkıp dünyada
adil bir düzen
kuracaktır.
İmamiyye Şiası’na göre, halen gaybet halinde bulunduğuna inanılan
Muhammed b. Hasan, gelecekte Mehdi olarak ortaya çıkıp dünyada adil bir düzen
kuracaktır. Muhammed b. Hasan el-Mehdi, on birinci imam Hasan el-Askeri’nin
oğludur. Çoğunluk tarafından benimsenen rivayetlere göre Muhammed b. Hasan
15 Şaban 255 / 29 Temmuz 869 tarihinde Samerra’da doğmuştur. İmamiyyenin
düşüncesine göre, Hasan el-Askeri fevkalade hadiseler çerçevesinde dünyaya gelen
oğlunun doğumunu Abbasiler’in baskılarından dolayı gizlemiş, az sayıdaki yakını
dışında kimseye duyurmamış, ayrıca tehlikeli olacağı düşünülerek adının
söylenmesi yasaklanmış, Sahibu’z-zaman, Hüccet, Sahib, Kaim, Mehdi’l-enâm ve
Halef gibi lakaplarla anılması istenmiştir.
Babasının 260/873 yılında ölümünde beş yahut altı yaşlarında olduğu
belirtilen bu imam, İmami iddialara göre gaybete girmiş, kendisini temsil eden
vekillerinin mevcut bulunduğu yaklaşık yetmiş yıl devam eden kısa süreli ilk
gaybetinden sonra günümüze kadar devam eden ve herhangi bir vekilin temsil
etmediği uzun süreli gaybet dönemine girmiş bulunmaktadır. İmamiyye Şiasının
inancına göre, halen hayatta olduğuna inanılan bu imam, büyük gaybet döneminin
bilinmeyen bir safhasında gaybetten çıkarak Mehdi olarak dünyaya dönüp, bütün
âlemi ıslah edecek, adaletli bir düzen kuracak, mazlumların haklarını zalimlerden
alarak Şianın asıl devletini bizzat kendisi tesis edecektir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Bireysel Etkinlik
İmamiyye
• On iki imamın isimlerini tekrar ederek
genel özellikleri üzerinde düşününüz.
Gaybeti Suğra ve Gaybeti Kübra Dönemi
Halen sağ olduğuna inanılan onikinci imamın gaybetinden, yani 260/873
yılından sonra 15 Şaban 328 / 27 Mayıs 940 tarihine kadarki devreye Gaybeti Suğra
(küçük gizlilik) denir. İmamiyyenin ileri sürdüğüne göre on birinci İmam Hasan elAskeri, on ikinci imam, doğduğu zaman ve kendi vefatına kadarki devre içinde,
yakınlarından birçok kişiye göstermiş ve onun kendisinden sonra “Allah’ın hücceti
ve ümmetin imamı” olacağını bildirmiştir. Ancak Hasan el-Askeri, 260/873 yılında
vefat edince, oğlu Muhammed el-Mehdi de gizlenmiştir. İşte bu gizlilik devresinde,
on ikinci imamla Şiiler arasında, sefirlik hizmeti gören, onunla görüşen arka arkaya
dört kişi olmuştur. Bunlara Nüvvabı Erbaa (Dört Naib), Süferai Erbaa (Dört Sefir) da
denir. Bu isimler şunlardır:
Gaybeti suğra
döneminde
Muhammed elMehdi’yle görüşen dört
kişi olmuştur. Bunlara
Nüvvabı Erbaa / Süferai Erbaa denir.
Ebu Amr Osman b. Said: İmamiyyeye göre, on birinci imam Hasan el-Askeri,
bu şahıs için “Benden sonra imamınız, size halifem budur; bundan sonra
dağılmayın; Osman ne derse kabul edin, onun emrine uyun, sözünü dinleyin. Artık
o, İmamınızın halifesidir; emir ona aittir” demiştir. On ikinci İmam’ın gaybeti
esnasında onun adına mezhep faaliyetlerini yürütmüş, 265/879 veya 280/893
tarihinde Bağdat‘ta vefat etmiştir.
Ebu Cafer Muhammed b. Osman: Birinci sefirin oğludur. İmamiyyeye göre
bu zatın sefirliği de Hasan el-Askeri tarafından bildirilmiştir. Daha babasının
sağlığında iken, On ikinci İmam’ın sefirlik hizmetini ifaya başlamıştır. 29
Cemaziyelahir 305 / 17 Aralık 917 tarihinde Bağdad’ta ölmüştür.
Hüseyin b. Ruh: Nevbahtiler soyundandır. On ikinci İmam’ın yazılı emriyle,
sefirlik hizmeti Muhammed b. Osman’dan sonra kendisine verilmiştir. Şaban 326 /
Mayıs 938 yılında ölmüştür.
Ali b.
Muhammed esSemerri’nin ölümü
(329/941) ile
sefirler/naibler dönemi
sona ermiş büyük
gaybet dönemi
başlamıştır.
Ali b. Muhammed: On ikinci İmam’ın emriyle, Hüseyin b. Ruh tarafından
kendisinden sonra, yerine sefir olarak tayin edildiği bildirilmiştir. İmamiyye
inancına göre ölümüne yakın Şianın ileri gelenlerini çağırmış ve On ikinci İmam’dan
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
İmamiyye
İmamiyye Şiası,
Safeviler döneminde
resmi bir mezhep
konumuna gelmiştir.
gelen tevkii göstermiştir. Bu tevkide, Ali’ye, yerine geçecek birini bırakmaması;
artık tam gaybet zamanının yaklaştığı; Allah izin vermedikçe zuhurun olmayacağını
bildirmiştir. Yine aynı tevkide, Gaybeti Kübra (büyük gizlilik) denen ve dördüncü
sefir Ali b. Muhammed’in 15 Şaban 328 / 27 Mayıs 940 tarihindeki ölümüyle
başlayan devrede Şiilerin nasıl hareket etmelerinin gerekeceği de bildirilmiştir:
“Yeniden yeniye ortaya çıkan olaylarda, hadislerimizi rivayet edenlere
başvurun; çünkü onlar, sizin üzerinizde hüccetimdir; ben de onlara Allah’ın
hüccetiyim. Gaybetim zamanında benden faydalanmak, bulut altına girdiği zaman
güneşten faydalanmaya benzer. Yıldızlar nasıl gök ehline emansa, ben de
yeryüzündekilere emanım; onlar, benimle esenleşirler. Soru kapısını kapatın; size
gerekmeyen şeyleri sormayın; bilmediğiniz şeylerin üstüne düşmeyin.”
İmamiyye Şiasına göre son sefir Ali b. Muhammed es-Semerri’nin 15 Şaban
329 / 19 Mayıs 941 tarihinde vefat etmesiyle büyük gaybet dönemi başlamıştır. Bu
dönemde imamla irtibat mümkün olmadığı için, inanana düşen görev inancına
halel getirmeksizin, imamın ortaya çıkacağı zaman konusunda ileri sürülen tahmin
ve faraziyelere aldırmadan, imamın zuhurunu sabırla beklemektir.
İmamın yokluğunda Şii toplumunun dini durumu, otorite boşluğu söz
konusu olduğu için, birçok tartışmaya konu olmuştur. Fakat IV/X. asrın son
çeyreğinden itibaren Şii toplumu, ulemanın ifade ve beyanlarını, yetki ve otorite
itibariyle eşit olmasa da, On ikinci İmam’ın beyanları olarak kabul etmeye
başlamıştır. Bir başka ifadeyle ulema, imam zuhur edip ortaya çıkıncaya kadar,
onun bazı yetkilerine vekalet eden kimseler olarak kabul edilmiştir.
İmamiyye Şiası, Gaybeti Kübra’nın başladığı 4. / 10. asırdan, İran’ın resmi
mezhebi olduğu 10./16. asra kadar, İslam dünyasında ciddi bir gelişme
kaydedememiştir. Bu süreçte Zeydiyye ve İsmailiyye gibi diğer Şii fırkaları,
kendilerine göre devletler kurabilmişlerdir. İmamiyye de Safeviler sayesinde,
İran’da 907 / 1501 yılından 1149 / 1736-37 yılına kadar süren bir devlete sahip
olmuştur.
Daha önce İran’da iktidar yüzü göremeyen Şia, bu hayalini Şah İsmail’in
başa geçişi ile (907-931 / 1501-1524) gerçekleştirmiştir. Şah İsmail (930/1524)’in
mensubu bulunduğu Erdebil Tekkesi, menşe itibariyle Şeyh Ebu’l-Feth İshak
Safiyüddin el-Erdebili el-Hüseyni (745/1334-1335)’ye dayanır. Timur (808/1405)
başta olmak üzere İlhanlı Devlet adamlarından pek çok zatın saygı duyduğu Şeyh
Safiyüddin, Sünni inanca sahiptir. Ancak oğlu Sadreddin (795/1389)’den sonra
şeyhlik postuna oturan torunu Hoca Ali (833/1429) zamanında tarikat, Şiiliğe meyil
etmiştir. Hoca Ali, Ankara Savaşı sonrasında (804/1402) kendisini ziyarete gelen
Timur’a yanında bulundurduğu esirleri serbest bırakmasını rica etmiştir. Timur,
Hoca Ali’nin bu ricasını kabul etmiş ve esirleri serbest bırakmıştır. Bu esirlerin bir
kısmı Erdebil’de kalırken, bir kısmı da Anadolu’ya dönerek Erdebil tekkesinin
düşüncelerini yayan gönüllü birer propagandist olmuşlardır.
Hoca Ali’nin torunu olan Şeyh Cüneyt (865/1460) zamanında, tekke
tamamen siyasi gayeler taşıyan bir teşekkül haline gelmiştir. Şeyh Cüneyt, Suriye,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
İmamiyye
Anadolu ve Azerbaycan’daki Şii-Batıni boyları elde etmek, hatta Sımavna Kadısı
oğlu Bedreddin (823/1420)’in yoluna mensup sufileri yanına toplamak için, Şiiliği
kabul etmiştir. Bu yüzden de Osmanoğulları ülkesinde ve Karaman’da
kalamamıştır. Şeyh Cüneyt ve haleflerinin, takipçileri tarafından mehdi, peygamber
ve hatta ilah olarak görüldükleri söylenir. Şeyh Cüneyt’in yerine Erdebil sufileri
tarafından pir, hatta “Tanrının zuhuru” olarak kabul edilen Şeyh Haydar
(894/1488), 12 dilimli kızıl taç giymeye, kızıl sarık sarmaya başlamış ve derecelerine
göre müritlerine de aynı tacı sarıklı veya sarıksız olarak giydirmiştir. Bu sebeple
Erdebil Tekkesi mensuplarına “Kızılbaş” denilmiştir.
Söz konusu tarikata mensup müritlerin yaptıkları sürekli ve etkili
propagandalar neticesinde, Anadoludaki tarikat mensupları çoğalmış ve bunlar
nezir ve hediyelerle Erdebil’deki şeyhlerini ziyarete başlamışlardır. Onların Sünni
olan komşuları “Bu kadar zahmet çekip, Erdebil’e gidecekleri yerde, Medine’ye
gidip, Hz. Peygamber’in türbesini ziyaret etmelerini” tavsiye ettiklerinde onlar: “Biz
ölüye değil, diriye gideriz” cevabını verirlerdi. Uzun Hasan (883/1478)’ın kızı ile evli
olan Şeyh Haydar’dan dan sonra Şia için bir dönüm noktası teşkil eden Şah İsmail
(905-930/1499-1524) işbaşına geçmiştir.
İmamiyye Şiiliğini benimseyen Erdebil tekkesi, Şah İsmail’in başa geçişi ile
İran’da siyası birliğin ve Şii-İmamiyye’nin devlete sahip oluşunun menşei olmuştur.
Osmanlı Devleti’nin sosyal yapısını, dirlik ve düzenliğini, devam ve bekasını
tehdit eden bu propaganda faaliyetlerinin yanında, Şah İsmail’in bütün İran’ı itaat
altına aldıktan sonra Osmanlı ülkesine yönelmesi, Yavuz Sultan Selim (926/1520)
harekete geçmesine sebep olmuştur. İktidarı babasının sağlığında elde eden Yavuz,
babasının ilgisiz kaldığı Safavî meselesine el atmış ve İran’a sefere çıkmıştır.
Yavuz’un ordusu, Şah İsmail karşısında 23 Ağustos 1514 Çarşamba günü
Çaldıran’da mutlak bir galibiyet elde etmiştir. Savaşın sonuçlanmasına doğru Şah
İsmail kaçmıştır. Çaldıran Savaşı ile Şah İsmail mağlup edilmişse de, İran’daki
Şiilerle-Osmanlılar arasındaki münasebetler, zaman zaman düşmanca, zaman
zaman da dostane bir tarzda devam etmiştir.
Safeviler, Şii ulemanın tedricen nüfuzlarını artırarak hükümdarlara karşı
koymaları ve kendilerine tahsis edilen bağ, ev, dükkan, hamam, kervansaraylardan
ibaret vakıf mülklerinde alabildiğine muhtar hale gelmeleri vs. gibi sebepler
yüzünden çökmeye yüz tutunca, Nadir Şah 26 Şubat 1737’de saltanatı ele alarak
Safevi hanedanına son vermiştir.
Safevi hanedanına son veren Nadir Şah, Şii ve Sünni âlimler arasında bir
tartışma tertip etmiştir (1156/1743). Bu toplantı sonunda, Şii âlimler, birtakım
inanışların tashihini kabul etmişlerdir. Ama ashaba lanet etmek gibi davranışlar
halk tabakalarında yakın zamanlara kadar süregelmiştir.
İran’da 1905-6 yıllarındaki Anayasa ve Meclis faaliyetleri sırasında Şii
ulema, başka bir ifade ile müçtehitler, önemli rol oynamışlardır. Bu anayasaya
göre, Şah’ın mutlak hakimiyeti sınırlandırılıyor; beş kişilik bir dini heyet teşkil
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
İmamiyye
Bireysel Etkinlik
ediliyor, çıkarılacak kanunların Şeriata uygunluğunun bu heyet tarafından
onaylanması isteniyordu.
Ancak bu madde işletilmemiş; genelde Şahlar diledikleri gibi hareket
etmişlerdir. Üstelik 1925 yılında Kaçar hanedanından sonra Pehlevi sülalesinin
hakimiyeti ele geçirmesi ve Rıza Şah’ın birtakım Avrupai reform teşebbüsleri, daha
sonra yerine geçen ve nihayet tahtından uzaklaştırılan Şehinşah Muhammed Rıza
Pehlevi’nin 1960’larda Ak Devrim adını verdiği bazı faaliyetleri, İran’daki
müçtehitler, Mollalar veya genel ifadesiyle ulema sınıfının sert tepkisiyle
karşılanmıştır.
Rıza Şah’ın Ak Devrimi, pek çok yönleriyle İran din adamlarını oldukça
tedirgin etmişti. Zira İranlı din adamları, meseleyi kendi nüfuzlarının kırılması ve
dinden uzaklaşma olarak değerlendirmişlerdir. Özellikle Şah’ın, toprak reformuyla,
din adamlarının kontrolü ve elinde bulunan vakıf arazilere el konulmakta idi.
Bu durum Şii din Adamlarını tedirgin ediyor ve bir kısım Şiiler de onlara
destek veriyordu. Zira İmamiyye için imama inanmak şarttır ve On ikinci İmam’ın
“gaybeti” sırasında işlerin, onun hücceti durumundaki naibler tarafından
yürütülmeleri gerekmektedir. Nitekim Şii müelliflerden Muhammed Rıza elMuzaffer, bu hususta şu görüşü ileri sürer: “İctihad şartlarını kendisinde toplamış
müçtehit, gaybet zamanında, inancımızda, İmam’ın naibidir; mutlak olarak hakim
ve reistir; hüküm vermekte, halka hükmetmekte İmam’ın salahiyetine sahiptir.
Onun hükmünü kabul etmemek, İmam’ın hükmünü kabul etmemektir; İmam’ın
hükmünü kabul etmemek ise, Allah’ın hükmünü kabul etmemektir. İçtihat
şartlarını nefsinde toplamış olan müçtehit, yalnız fetva almak için kendisine
müracaat edilmesi gereken şahıs değildir; o, aynı zamanda ümmetin umumi
velayetine de sahiptir; hükümde, kazada, bir işi hall-ü fasl etmede de ancak ona
müracaat edilir ve bu hususlarda, ondan başkasına başvurmak, ancak onun emriyle
caiz olabilir.”
• İmamiyye Şiasının Gaybeti Suğra döneminden
günümüze kadar geçirdiği tarihi süreci
düşününüz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
İmamiyye
DİN ADAMLARININ YETİŞTİRİLMESİ
Mercei Taklid,
İran’da Müslümanların
örnek aldığı
Ayetullahlardan oluşan
otoritenin adıdır.
İran
anayasasında mezheple
ilgili olarak; “İran’ın
resmi dini İslam ve
İsnaaşeri Caferi
mezhebidir…” ifadesi
yer almaktadır.
Böylesine önemli mevkiye yükseltilmiş ve ilahi-dini vazife ile mükellef
kılınmış müçtehit, bu vasfa sahip olabilmek için zor ve uzun bir tahsilden geçer.
Şöyle ki, İran’da din tahsili yapmak isteyen talebelerin tahsil müddeti,
kabiliyetlerine bağlı olarak, yirmi sene kadar sürer. Önce Arapça, mantık, belagat
ve sonra diğer İslami İlimler ile Caferi fıkhını tahsil ederler. Öğretim tarzı geniş
ölçüde geleneklere göre işler. Talebe önce kendisini kabul edecek bir hoca bulur ve
ona her hususta itaat eder ve saygı gösterir. Maamafih Necef ve Kum’da meşhur Şii
medreselerinde resmi öğretim de yapılır. On yıllık eğitimden sonra vasat talebeler,
molla unvanıyla, küçük vilayetler ve kasabalarda cami imamlığı yapmak üzere tayin
olunurlar. Parlak ve zeki talebeler yirmi yıl sürecek tahsile devam ederek özellikle
Şii hadis ve tefsiri ile fıkhını öğrenirler ve sonunda müçtehit vasfına ulaşırlar.
Burada müçtehit Kur’an ve sünnetten İmamiyye inanışına göre hüküm çıkarma
gücüne ulaşmış din adamı demektir. Bu hususta resmi bir imtihan söz konusu
değildir. Risaleler ve kitaplar yayınlamak veya vaazlar ve ilmi münazaralara
katılmakla bir müçtehit, taraftar ve talebe kazanmaya başladığı gibi, başarı
durumuna göre sırayla Huccetu’l-İslam (İslam’ın delili), Ayetullah (Allah’ın işareti)
ve nihayet Ayetullahi’l-Uzmâ (Büyük Ayetullah) unvanlarını alır.
Müçtehitler, şeriatı kendi anlayışlarına göre açıklama gücüne ulaşmış
kimselerdir. Ancak müçtehitlerin farklı içtihatlarının, büyük ve derin ayrılıklar
göstermemesine dikkat edilir. Ayetullahlar topluca bir Merci-i Taklid teşkil ederler.
Şii İmamiler din ve dünya işlerinde tabi oldukları Ayetullahı taklid etmek
durumundadırlar; çünkü halk, dini meselelerde içtihatda bulunamaz. Müçtehitler,
başka bir ifadeyle Ayetullahlar, bulundukları bölgelerdeki din adamlarının, yani
mollaların ve “mukallid” denen halkın üzerinde yegane otoritedirler.
Ayetullah ünvanına sahip bulunan Humeyni liderliğinde İran’da Şah’a karşı
1978 yılında bir devrim gerçekleştirilmiştir. Bu devrimle Şiilik yeni bir sürece girmiş
bulunmaktadır. Yeni kurulan devletin anayasasında din ve mezheple alakalı şu
ibare bulunmaktadır: “İran’ın resmi dini İslam ve İsnaaşeri Caferi mezhebidir. Ve bu
madde, ebediyen değiştirilemez; Hanefi, Şafii, Maliki, Hanbeli ve Zeydi gibi diğer
İslam mezheplerine de tam bir saygı gösterilir...” (Bölüm: 1, Madde: 12).
Humeyni tarafından yapılan devrimin dini esasını “velayet-i fakih” kavramı
temsil etmiştir. Humeyni’ye göre Gaybeti Kübra döneminde şeriatın uygulanışı
askıya alınamaz. Burada “fakih”, siyaset ve devlet idaresi de dahil imamın vekili
olarak ortaya çıkmalı ve Şiileri ve Şiilerin oluşturduğu devleti bizzat kendi
yönetmelidir.
“Velayeti fakih” kavramının siyasi sonuçlarına bakarak bazı araştırmacılar,
bu kavramla birlikte İmamiyyede “gaib imam” anlayışının “hazır imam” anlayışına
doğru evrildiği yorumun yapmışlar hatta bu kavramla Şiiliğin Sünnileşmeye
başladığı tespitini savunmuşlardır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Bireysel Etkinlik
İmamiyye
• İran'daki ülama sınıfının yapısını ve
toplumdaki otoritesini düşününüz.
İMAMİYYENİN GÖRÜŞLERİ
Hemen her mezhep ve fırkada olduğu gibi İmamiyye’de de din, usul ve füru
olarak ele alınır. Bilindiği gibi usul veya usulü’d-din inanç ve itikatla ilgili konular,
füru veya füruu’d-din ise dinin tatbikat ve uygulamalar bölümü olup, daha çok
ibadetler ve insanlar arasındaki muameleleri ihtiva eder.
İmamiyyede dinin itikadi esasları genel olarak, sırasıyla tevhit, nübüvvet,
imamet, adl ve mead olmak üzere beş ana başlık altında ele alınıp ortaya konulur.
USULÜDDİN
Tevhit
İmamiyyenin tevhidi dört bölümde ele aldığını ifade edebiliriz:
Tevhidü’z-Zat
Allah’ın zatı itibariyle birlenmesidir. O’nun zatı her türlü noksan sıfatlardan
münezzeh olmasıdır. Allah’ın eşi, benzeri, mahlukatınkine benzer bir vasfı yoktur.
Varlığı bizzat kendisindendir. Cismi, şekli ve mekanı yoktur; yani cevher, cisim,
suret, araz, uzunluk, genişlik, ağırlık, hafiflik, sükun, hareket, yer ve zamanla
vasıflandırılamaz. O, her şeyden müstağni ve her şey O’na muhtaç olandır. Bu tür
tevhit, İslam mezheplerinin üzerinde ittifak edip aralarında ihtilaf olmayan asli
tevhittir. Bu sebeple bir İslam mezhebi olan İmamiyyenin de prensip itibariyle
kabullendiği en önemli esastır.
Tevhidü’s-Sıfat
İmamiyyeye göre
tevhit; tevhidü’z-zat,
tevhdü’s-sıfat,
tevhidü’l-fiil, tevhidü’libade olmak üzere dört
bölüme ayrılır.
İmamiyyeye göre Kur’an-ı Kerim ve hadislerde zikredilen Allah’ın hayy,
âlim, kadir, semi ve basir olması gibi O’na izafe edilen bütün özellikler yahut
sıfatlar, sadece O’na hastır. Mutlak anlamda bilen, duyan, diri olan ve kudret sahibi
olan O’dur. Bu konularda Allah’ın şeriki ve benzeri yoktur. Fakat bu özellikler ilahi
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
İmamiyye
zata racidir. İmamiyye Allah’ın zatından başka, zata izafe edilen kadim sıfatlar
konusunu kabul etmez. Onlara göre -tıpkı Mutezilede olduğu gibi- Allah zatıyla
bilir, zatıyla duyar, zatıyla konuşur, ayrıca zatın ötesinde kadim bir ilim, sem’ ve
kelam mevcut bulunmamaktadır. Allah bir hayat sıfatıyla değil, lizatihi haydır, bir
kudret sıfatıyla değil, lizatihi kadîr ve âlimdir, Allah müriddir, Allah’ın fiilleri
konusundaki iradesi, fiillerinin kendisidir, yarattıklarının fiillerini irade etmesi ise, o
fiilleri yapmalarını emretmesidir.
Allah’ın ezeli sıfatlarının olması, İmamiyyeye göre kadim varlıkların olması
anlamına gelir. Oysaki kadim olan yalnız Allah’ın zatıdır. Bu sebeple zatın dışında
herhangi bir kadim sıfat düşünülemez.
Allah’ın ezeli sıfatları olmadığı için Allah’ın kelamı da muhdestir, Allah’ın
kelamı ve vahyi olan Kur’an, Allah’ın yarattığı kelam nevindendir. Kur’an’ın mahluk
olmadığı konusundaki sözler kabul edilemez.
İmamiyyeye göre tevhidü’s-sıfat’ın bir gereği olarak Allah’ın ne dünyada ne
de ahirette gözlerle görülmesi mümkün değildir. Bu husus akıl, Kur’an’ın lafzı ve
imamlardan gelen haberlerle sabittir.
Sıfatlar, Allah’ın kelamının mahluk olması ve rüyetullahın reddi gibi
konularda Mutezile’nin tesirinde kalan İmamiyye kelamcıları, Kur’an ve hadislerde
geçen ve genel olarak haberi sıfatlar denilen, yed, vech, istiva, nüzul ve benzeri
sıfatları, İslam’ın genel esaslarına aykırı olmamak üzere tevil etmektedirler.
Tevhidü’l-fiil
Allah’ın fiilleri yönünden birlenmesi ve O’ndan başka yaratıcı olmaması,
yaratıcılığında ortağı bulunmaması demektir. “Mümin, yaratmanın, yaşatmanın,
geliştirmenin, rızık vermenin, acımanın, bağışlamanın, öldürmenin, diriltmenin ve
bütün mahlukatına raci olan bu sonsuz, sınırsız fiili sıfatların, ancak O’nun sıfatları
bulunduğuna, Allah’ın fiillerinde hiçbir şeyin tesirinde olmadığına inanmakla
mükelleftir.
Tevhidü’l-ibade
İbadetin sadece Allah’a yapılması, O’ndan başka hiçbir şey ve kimseye
ibadet edilemeyeceği, tek mabudun O olduğu, O’ndan başkasına ibadetin şirk teşkil
ettiği, bu sebeple Allah’tan başka hiçbir varlığa, insana, meleğe, imama,
peygambere kulluk edilmeyeceğinin tasdik edilip uygulanmasıdır.
Bununla birlikte şefaat hak olarak kabul edildiği için Hz. Peygamber,
Ehlibeyt ve Kur’an hakkı için kabirler ziyaret edilebilir. Kabir ziyareti ve taziye
meclisleri, insanların Allah’a yaklaşmaları için bir vesile teşkil eder. Çünkü bu
ziyaretlerde kabirlerdekine ibadet edilmeyip, Allah’ın sevdiği kimseler anılmakta ve
meyyit için Allah’tan af ve mağfiret dilenmektedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
İmamiyye
Nübüvvet
İmamiyye, nübüvvet konusunda Ehlisünnet’le aynı kanaati paylaşmaktadır.
Fakat imamet ve imamların bilgisi nübüvvet görüşleriyle ilişkilendirilirse temel
farklılıkların bu noktada aranması gerektiği de aşikârdır. İmamiyyenin nübüvvetin
birer cüz’ü olarak kabul edilen kitaplara iman konusunda, özellikle Kur’an
konusunda bazı farklı görüşlere sahip olduğu söylenebilir. Bu konuda İmami
yönelişler olarak bilinen Ahbarilik ve Usulilik arasında da farklar söz konusudur.
İlk Şii müelliflerinden biri olan Şeyh Saduk (381/991) ile günümüz
müelliflerinden birçoğu, Kur’an’ın bugün elimizde bulunan nüsha olduğunu kabul
etmektedirler.
İlk Şii müelliflerinden ve İmamiyye’nin en büyük olarak vasıflandırdığı “Dört
Kitap” (el-Kütübü’l-Erba’a)’ın ilkini yazan Muhammed b. Yakub el-Kuleyni
(329/940), Ali evladında el-Câmi’ denen ve Hz. Peygamber’in arşınıyla yetmiş arşın
uzunluğunda, Hz. Peygamber tarafından Ali’ye yazdırılmış bir sahife bulunduğunu
iddia etmiştir. Ona göre Hz. Fatıma’nın yanında da bugünkünün üç misli
büyüklüğünde ve içinde bugünkü mushaftan tek kelime dahi bulunmayan bir
mushaf mevcut bulunmaktadır. Yine ona göre Kur’an, Hz. Muhammed (s.a.s.)’e on
yedi bin ayet olarak indirildiği halde, elimizde sadece 6263 ayet vardır. Diğerleri Hz.
Ali’nin cem’ ettiği şekilde Ehlibeytin yanında saklıdır.
On yedi bin ayet meselesi, Şeyh Saduk tarafından da işlenmiştir. Ona
göre,“şu anda Kur’an’da bulunmayan öyle çok vahiy inmiştir ki, eğer onlar
Kur’an’da toplansaydı, Kur’an’ın ayetlerinin toplam sayısı onyedi bin olurdu”.
İbn Babeveyh el-Kummî ise (ö. 381/991) “Kur’an hakkında inancımız onun
Allah tarafından kulu Muhammed’e indirildiği, iki kapağı arasında bulunan ve bu
gün insanların elinde mevcut olan, bundan fazla olmayan, surelerinin sayısı 114
olan ilahi kitaptır. Bize göre Duha ve İnşirah sureleriyle Fil ve Îlaf (yahut Kureyş)
suresi bir suredir. Bizden Kur’an konusunda bundan daha fazla olduğu şeklinde
iddiada bulunduğumuzu bize nisbet eden olursa, bilinmelidir ki o yalancıdır.”
demektedir. İmamiyyenin günümüz uleması da bu kanaatte olup, aralarından bazı
aşırı kimselerin Kur’an-ı Kerim’in tahrif edildiği, bazı ayetlerin metinden çıkarıldığı
şeklindeki düşüncelerini şiddetle reddetmektedirler.
Kur’an-ı Kerim’in toplanması (cemi) hususunda da İmamiyye, Ehlisünnet’e
göre farklı bir kanaati benimser. Ehlisünnet’e göre Kur’an, Hz. Ebu Bekir’in hilafeti
sırasında vahiy kâtiplerinden Zeyd b. Sabit’in başkanlığında kurulan bir heyet
tarafından Resulullah (s.a.s.) zamanında yazılmış metinler bir araya getirilmek
suretiyle toplanmış ve Hz. Osman’ın hilafeti sırasında da çoğaltılmıştır. İmamiyyeye
göre ise Kur’an-ı Kerim, Hz. Ali tarafından toplanmış ve onun metni esas alınmıştır.
İmamiyye ile Ehlisünnet arasında nübüvvet konusundaki farklı bir anlayış
da Hz. Muhammed (s.a.s.)’in sünneti konusundadır. Ehlisünnet, Resulullah’ın
sünnetini, hadis ilminin tespit ettiği ölçüler içinde herhangi bir ayrıma gitmeksizin
Ashabdan gelen rivayetlerle ortaya koyarken, İmamiyye, bu hususta, yalnızca
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
İmamiyye
kendilerince benimsenmiş sahabenin, Ehlibeytin ve imamların rivayetlerine
dayanır. Onlara göre, ister usulüddin, ister furuuddin ile ilgili olsun; İslam’ın hadise
dayalı her hükmü, ancak Ehlibeyt ve onlara dayanan ravilerin rivayetleri esas
alınarak ortaya konabilir.
Bu bakımdan İmamiyye, sahabeyi, Hz. Ali ile olan ilişkileri açısından
değerlendirmeye tabi tutmakta ve ona karşı çıkanlarla hakkını gasp edenlerin zalim
olduklarını söylemektedir.
İmamet
İmamiyyeye göre
meşru halife Hz. Ali’dir
ve imamet onun
soyundan gelenlere
aittir.
İman, usulüddinden olan imamete inanmakla tamamlanabilir. İmamiyye,
nübüvvet’in nasıl Allah’tan bir lütuf olduğuna inanırsa, her asırda Peygamberin
vazifeleriyle vazifelenmiş, insanların hidayet ve irşatlarını üstlenmiş bir imamın
mevcudiyetine de inanmaktadır. Şii müellif M. Rıza El-Muzaffer şöyle der: “Bu
imam, insanların din ve dünya işlerini tedvir etmek, aralarında zulmü, düşmanlığı
gidermek, adaleti yaymak hususunda peygamberin umumi velayetini haizdir ve bu
bakımdan imamet, nübüvvetin devamıdır. Peygamberleri göndermek nasıl bir lütuf
ise, peygamberden sonra, onun yerine imam nasbetmek de lütuftur ve Allahu
Teâla’ya vaciptir. Bu bakımdan imamet, ancak Allahu Teâla’nın nassı ile yahut o
imamdan önceki imamın, onun imametini beyaniyle tahakkuk eder; insanların
seçmesiyle, istemesiyle olmaz; insanlar, dilediklerini İmam olarak tayin yahut
dilediklerini azI hakkına da sahip değillerdir.”
İmamiyye Şiasına göre meşru halife Hz. Ali’dir ve İmamet onun soyundan
gelenlere aittir. İmamet asla bunların dışına çıkmaz. Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve Hz.
Osman meşru halife değildirler. Aksine onlar, Hz. Ali’nin imamet hakkını gasp
edenlerdir.
Bu konudaki tartışmalar asırlardan beri devam etmiş, hala da devam
etmektedir. İmamın Allah tarafından atandığına inanan İmamiyye Şiası, imama çok
üstün vasıflar yüklemiştir. Mesela Şianın önde gelen isimlerinden biri olan Kuleyni,
bu durumu peygamberler ve imamlar arasında bir mukayeseyi yaparak ortaya
koyar. Onun naklettiği rivayetlere göre, imamlar nebi olmamakla birlikte Hz.
Peygamber’in makamındadırlar. İmamla nebi arasındaki tek fark, “muhaddes”
olmaktır. Yani kendisine bir şeyler fısıldanan anlamına gelen imamlar, meleklerin
söylediklerini işitirler; ancak melekleri görmezler. Oysa nebiler, hem melekleri
işitirler hem de görürler.
Şii-İmamilere göre, imamlara mutlak surette itaat gereklidir. Zira onlara
itaat peygambere itaat, peygambere itaat ise, Allah’a itaat gibidir. Kuleyni, itaat
konusunda imamlarla nebilerin eşit olduklarını dile getirir. Kummi’ye göre de,
“İmamların buyruğu Allah’ın emri; yasakları da Allah’ın nehyidir. İmamlara itaat
Allah’a itaat, onlara karşı gelme, Allah’a karşı gelmedir. İmamların dostları Allah’ın
dostları, düşmanları da Allah’ın düşmanlarıdır.”
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
İmamiyye
İmamiyyeye göre
imamlar ismet sıfatına
sahiptirler, yani; masum
ve günahsızdırlar.
Onikinci imam
gelene kadar, gaybet
döneminde, âdil ve
liyakatli kimse veya
kimselere itaat edilir.
Şii İmamiyyede imamların masum olduklarına yani günahsız olduklarına
inanılır. Sünni görüşte ismet, masumluk sadece peygamberlere has bir özellik iken,
Şii görüşte bu vasıf imamlar için de geçerlidir. Şeyh Saduk’un ifadesi aynen
şöyledir:
“İmamlar, ister küçük ister büyük olsun hiç günah işlemezler. Kendilerine
emrettiği hususlarda Allah’a karşı gelmezler ve emrolunanı işlerler”
. Kuleyni de, imamların hatalardan ve her türlü günahlardan uzak
olduklarını bildirir. Ona göre imamların ismet sıfatlarının kaynağı peygamberlerde
bulunan kutsal ruhtur. Peygamberlerden sonra bu kutsal ruh imamlara geçmiştir.
Şii-İmamiler, imamlarda vehbi bir ilim olduğundan söz ederler. Onların ilmi
asla diğer insanların ilimleri gibi çalışılarak kazanılmış bir ilim değildir. Şii bilgin
Kuleyni’nin naklettiklerine göre, imamlar, her şeyi bilirler. Allah, hiçbir zaman
sorulan bir soruyu “bilmiyorum” diyen kimseyi imam tayin etmez. İmamların ilahi
hükümlere, ilahi marifete, bütün bilgilere sahip olması peygamber yahut
kendisinden önceki imam vasıtasıyladır. Yepyeni bir şey hakkında da imam, Allah’ın
ona ihsan ettiği kudsi kuvvetle, ilham yoluyla gereği gibi hükmeder, o şeyi künhüyle
anlar, bilir. İmamlar, göklerde ve yerde olanları, cennet ve cehennemde olanları,
olmuş ve olacak şeyleri bilirler.
İmamiyye Şiasında ayrıca imamların cesaret, cömertlik ve kemal gibi
sıfatlarla muttasıf olma yönünden en faziletli insan oldukları inancı bulunmaktadır.
Kuleyni’ye göre, Allah bir imam yaratmak istediği zaman, arşın altında melek
vasıtasıyla yaşayan imama su gönderir ve meleğe bu suyu ona içirmesini emreder;
işte yeni imam bu kutsal sudan yaratılır. İmamların hayatları baştan sona ayet ve
mucizelerle doludur.
İmamın her şeyi bilmesinin zaruri olmadığı görüşünü benimseyen Şii
bilginler de söz konusudur.
Daha öncede ifade edildiği gibi İmamların oniki olduğuna ve on ikinci
imamın gaybette olup hala sağ olduğuna ve mutlaka geleceğine inanmak
İmamiyyenin inanç esasları arasında yer alır. Onikinci imam Muhammed b. Hasan,
yeryüzü fitnelerle ve zulümle dolduğu bir ortamda, tekrar zuhur edecek ve
yeryüzünde adaleti tesis edecektir.
Ehlisünnete göre ise imamet, kesinlikle dinin usulü arasında yer almaz.
İmamet, din ve dünya işlerinde vasıflarını taşıyan herhangi bir şahsın Resulullah’ın
halifesi sıfatıyla ümmeti idare etmesidir. İmam veya halife İmamiyye’nin dediği
gibi, tayinle veya vasiyetle değil, doğrudan ümmetin meşvereti ve seçimi ile
işbaşına gelir. İmamet, ilahi bir makam olmadığından, imamın masum veya özel bir
bilgiye sahip olması da düşünülemez; çünkü ismet sıfatı, yani küçük-büyük
günahlardan korunmuş olma keyfiyeti ile vahiyden kaynaklanan özel bir bilgi,
yalnızca peygamberlere has bir vasıftır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
İmamiyye
Adalet
İmamiyyeye göre usulüddinin dördüncü aslı adl yahut adalet prensibidir.
Buna göre Allah adil, kul da iradesinde ve fiillerinde hür ve muhtardır. İmamiyyeye
göre Allah çirkinliklerden münezzeh olup, zulme kadir olduğu halde, zulmün çirkin
olduğunu bildiği için, insanlara zulmetmez. İnsanlara güçlerinin yeteceğinin
ötesinde bir teklifte bulunmaz, onlara faydaları olan bir şeyi haram kılmayacağı
gibi, onlara irade etmediği şeyi emretmez veya nehyetmez.
Mead
İmamiyyeye
göre, kabirde “Rabbin
kim? Peygamberin
kim?” diye sorulduktan
sonra “İmamın kim?”
sorusu da sorulacaktır.
İmamiyyenin usulüddin olarak benimsediği beş prensibin sonuncusu
ölümden sonraki ahiret hayatının hak ve gerçek olduğudur. Kelime anlamıyla geri
dönüş, yeniden dönülüp gelinen yer yahut zaman anlamında gelen mead terimi,
Allah’ın kullarını ölümden sonra diriltmesi, kulların dünyada yaptıklarının hesabını
vermeleri, daha sonra iyilik işleyenlerin mükafatlandırılması, kötülük işleyenlerin
layık oldukları cezaya çarptırılmaları, anlamına gelmektedir.
İmamiyyeye göre ölümden sonra Allah fani cisimleri, her hak sahibine
hakkını vermek için dünyada olduğu gibi diriltir. Bu Allah için mümkün olup,
imkansız bir şey değildir. Peygamberler ve Kur’an bunu haber vermiştir, bu sebeple
meadı tevil etmek mümkün olmayıp, cismani anlamda meada inanmak gereklidir.
Peygamber’in ve imamların bu konularda verdikleri haberler hak ve gerçek olup,
bunlara inanmak icap eder.
Maamafih İmamiyye, kabir sorusu, mizan, hesap ve benzeri kıyamet ahvali
ile ilgili hususlarda, Ehlisünnetin görüşlerine göre bazı farklı yorumlarda bulunur.
Mesela kabirde, onlara göre, “Rabbin kim? Peygamberin kim?” diye sorulduktan
sonra, “İmamın kim?” diye de sorulacaktır. “İmamım Ali’dir” diyenler kurtulacaktır.
Keza ba’s (yeniden diriliş) günü Kevser havuzunun suyunu Ali b. Ebi Talib
dağıtacaktır. O, dostlarına ikram edip düşmanlarını kovacaktır. Sırat, İmamiyyeye
göre, Allah’ın hüccetlerinin (imamlar) adıdır. Allah, bu dünyada iken onları tanıyan
ve onlara itaat edenlerin, sırat üzerinden geçişine müsaade edecektir. Ayrıca onun
üzerinden ancak Hz. Ali’nin velayetine delil getirenler geçebilecektir. Ahirette
ümmetlerin hesaplarını imamlar ve vasiler görecek, “Nebi (s.a.s.)’nin ve İmamların
(a.s.) taraftarlarına günahları sorulmayacaktır.”
İmamiyyeyi, Ehlisünnetten ayıran önemli hususlardan birkaçı da, doğrudan
dinin usulüyle ilgili olmamakla birlikte, itikad meseleleri arasında zikredilen ricat,
bedâ ve takiyye inanışlarıdır.
Recat (er-Rec’a)
Bedâ, yapılması
düşünülen bir işten
vazgeçerek başka
şekilde davranmak
demektir.
Dildeki anlamıyla dönüş, geri dönme veya döndürme manasına gelen
recatin terim olarak anlamı, Allah’ın ölenlerin bir kısmını öldükleri hal üzere tekrar
dünyaya döndürmesi, bu suretle bir kısmının yükseltilip, bir kısmının alçaltılması,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
İmamiyye
böylece gerçeklerin ortaya çıkarılması, inananların haklı, zalimlerin haksız
olduklarının bizzat kendileri tarafından da görülüp tasdik edilmesi demektir.
Diriltilecek olan kimseler iman ve amelde en yücelerle, küfür ve fesatta en aşağı
olan kimseler olacaktır. Mehdinin zuhurundan sonra cereyan edecek bu müşahede
safhasından sonra, diriltilenler tekrar ölecek ve kıyamet gününde tekrar diriltilerek
hesaba çekileceklerdir.
Bedâ
Bedâ ortaya çıkarılmak, görünmek, bir işi yapmaya niyetlenmişken bilgi
yahut zan bakımından o işten vazgeçip başka bir işi yapmaya kalkışmak anlamlarına
gelir. Kısaca bedâ’, “zuhur” demektir.
İmamiyyede bedâ inancının ortaya çıkması Cafer Sadık dönemine rastlar.
Rivayetlere göre Cafer’in oğlu İsmail’in imam olacağı yönünde kuvvetli beyanları
vardı. Çevresindeki herkes müstakbel imamın İsmail olacağı düşüncesinde idi.
İsmail’in bazı zaaf ve kusurlarından dolayı, babasının onun imametini geri çekmesi,
İsmail’in de babası hayatta iken ölmesi üzerine, Cafer es-Sadık’ın “Allah, oğlum
İsmail’le ilgili olarak izhar edip ortaya koyduğu hususları, hiçbir şeyde izhar
etmemiştir” şeklindeki ifadesi bedâ inancının temelini oluşturmuştur. Allah dilediği
şeyi devam ettirip, dilediğini ortadan kaldırmaya yetkili ve güçlü olunca, insanların
maslahat ve menfaatine uygun olarak izhar edip açıkladığını, daha sonra ortadan
kaldırıp değişik bir şekilde ortaya koyabilir. İmamiyyeye göre bu durum Hz.
Peygamber’in şeriatının gelmesiyle diğer şeriatların neshedilmesine benzer. Allah
diğer din ve şeriatları beşerin maslahatı için göndermişken, bu maslahatın ortadan
kalkması sebebiyle onların yerine İslam’ı koymuştur. Bu sebeple bedâ ile nesih
birbirinin benzeridir.
Takiyye
Takiyye, kişinin
can ve malına yönelik
bir tehlike ve zarardan
korunması için inancını
gizlemesi veya
inandığının aksini
söylemesidir.
Sözlük anlamı itibariyle sakınmak, korumak, korkmak, korunmak
anlamlarındaki “vky” kökünden gelen, takiyye, terim olarak kişinin can ve malına
yönelik bir tehlike ve zarardan korunması için inancını gizlemesi veya inandığının
aksini söylemesi demektir. Aslında bir ruhsat olan takiyye, bir kısım ayetlere
dayandırılmaktadır. Buna göre cebir ve ikrah karşısında kalındığında bir müminin
takip edeceği ruhsat yolu gösterilmekte, inancına muhalif olanların kendisini
sıkıştırmasına karşı, kalben olmasa da, lisanen dostmuş gibi davranmasının caiz
olduğu anlaşılmaktadır. Hemen bütün İslam fırkalarında bir ruhsat olarak kabul
edilen bu prensip, Şianın Zeydiyye dışında bütün fırkalarınca fazlasıyla benimsenip
uygulanmıştır.
Özellikle Muhammmed Bâkır ve Cafer es-Sadık zamanında gelişen ihtilalci
hareketler, maksatlarına ulaşabilmek ve durumlarını gizlemek maksadıyla takiyye
uygulamasına daha çok yönelmişler, dinin kâfirler karşısında müminlere tanıdığı
ruhsatın ötesinde, takiyye adeta muhaliflere karşı uygulanan mezhebi bir karakter
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
İmamiyye
İmamiyye,
Kur’an’ı Kerim’i ancak
Hz. Peygamber,
Ehlibeyt ve masum
imamların
yorumlayabilecekleri
düşüncesini
benimsemektedir.
Bireysel Etkinlik
haline gelmiştir. Adı geçen imamlar döneminde takiyyenin, dinin onda dokuzunu
oluşturduğu, takiyyeye uymayanın dininin de olmayacağı, takiyyeye uygun hareket
etmenin atalarının yolu olduğu görüşü Şia bünyesinde yaygınlık kazanmıştır.
• İmamiyye Şiasının usulüddinden saydığı
prensipler nelerdir? Düşününüz.
EDİLLEİ ŞERİYYE
İmamiyyede de şeri deliller dört tanedir. Bunlar: Kitap, Sünnet, İcma ve
Akıldır.
Kitap
Kitap Kur’an-ı Kerim’dir. Kur’an da, bugün elimizde bulunan Kitaptır. Onun
yorumu da ancak Hz. Peygamber ve Ehlibeyt, yani On dört masumun hakkıdır.
Diğer İslam fırkalarında Kur’an’ın anlaşılması ve yorumlanması hususunda ilmi
şartlar dışında herhangi bir aileye mensubiyet yahut nesep şartı ileri
sürülmemesine rağmen, İmamiyye, Kur’anı Kerim’i ancak Hz. Peygamber ve
neslinden gelen masum imamların tefsir edip yorumlayabilecekleri düşüncesini
benimsemektedir. İmamlar dışında diğer insanların açıklama ve yorumları hatadan
salim olmayacağı için, bunlar güvenilir açıklamalar olarak kabul edilmez.
Sünnet
İmamiyyeye göre
sünnet; Hz. Peygamber,
Hz. Fatma ve on iki
masum imamın söz, fiil
ve takrirleridir.
Sünnet, Hz. Peygamber’in hadisleri ve On dört masumun, Hz. Peygamber’den rivayetleridir. Buna göre İmamiyye, Hz. Peygamber’den ancak
Ehlibeytin rivayet ettiği hadislere uyar. Eğer İmam Cafer es-Sadık, babası Bâkır’dan,
o da babası Zeynelabidin Ali’den, o da babası Hz. Hüseyin’den, o da babası Hz.
Ali’den ve o da Resulullah (s.a.s.)’dan dan rivayet ederse, kabule şayan bir rivayet
olur.
İmamiyyeye göre Hz. Peygamber’den nakledilen bir hususla, imamların
herhangi birinden nakledilen bir haberde, sünnet olmak bakımından bir fark
yoktur. Her ikisi masumlardan nakledildiği için aynı derecededir. Zira imamın
bilgisinin ve ifadesinin kaynağı da Hz. Peygamber’dir.
İmamiyye’nin el-Kütübü’l-Erbaa ismiyle anılan, sünnet ve hadis
mecmuaları vardır. Bunlar sırasıyla şunlardır: Küleyni (ö. 329/941), el-Kâfî fî ilmi’ddin (el-Kâfî); İbn Bâbeveyh el-Kummi (ö. 381/991), Men lâ yahduruhu’l-fakîh;
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
İmamiyye
Muhammed b. Hasan et-Tusi (ö. 460/1067), Tehzîbu’l-ahkâm; Muhammed b.
Hasan et-Tusi (ö. 460/1067), el-İstibsâr.
İcma
Akıl
Akıl, Kitab, Sünnet ve İcmada bulunmayan şey hakkında hüküm verir.
Ancak İmamiyye, aklı kullanırken kıyasa kesinlikle başvurmaz. Onlara göre, şeriatta
kıyasla amel edilirse din yok olur gider. Onun için Kitab, Sünnet, İcma ve Akıl
yoluyla hüküm çıkarmak, İmam’ın gaybeti zamanında, ilimde derinleşmiş (rusuh
sahibi) olanların içtihadı ile olur. Bu hususta ehil olmayan kimse, ihtiyatla amel
eder. Müçtehit olmayanların hayatta olan bir müçtehidi taklid etmesi şarttır.
İmamiyye, ibadetlerde ve muamelatta, müminlerin ya müçtehit, ya da
mukallid olmasını şart koşmaktadır. Müçtehit, Kur’an’ı kendi reyi ile yorumlamaz.
O, bu hususta Resulullah (s.a.s.)’ın ve Ehlibeytinin yorumlarına uyar. O, İmamların
icmaına da dayanır.
İçtihat, İmamiyyeye göre, içtihat kapısı kapanmadığı için, imamın gaybeti
zamanında, “fer’i hükümlerde her mümine vacib-i kifaidir”, yani farzdır. Ancak
içtihat mertebesine yükselen bir veya bir kaç kişinin mevcut olması halinde,
diğerlerinin içtihat derecesine ulaşmak mecburiyeti düşer; onlar mukallid olurlar.
Bunlar, ibadet ve muamelatta, bir müçtehidi taklid ederek mukallidi olduğu
müçtehidin görüşlerine göre davranmak zorundadırlar ve bu zaruret, imamın
zuhuruna kadar devam eder.
Müçtehit, zamanının en bilgini olmak, aynı zamanda adalet sahibi
bulunmak şartıyla, gaybet zamanında imamın naibidir; velayeti mutlak ve
umumidir; hadleri, tazirleri, yani şeri cezaları icra etmek, ettirmek, içtimai, iktisadi
meselelerde hüküm vermek selahiyeti ona aittir. İmama ait haklar onundur; İmama
ait olan mallar da ona verilir ve o, bu malları ammenin, yani bütün Müslümanların
iyiliğine sarf eder.
Bireysel Etkinlik
İmamiyyeye göre
hüküm; Kitap, Sünnet,
İcmâ ve Akıl ile verilir.
İcma, Ehlisünnette olduğu gibi âlimlerin değil, İmamiyyenin bir şeyde
ittifakıdır.İmamiyye icmaı bir delil olarak kabul eder. Ama sadece İmami âlimlerin
bir konudaki ittifak ve oy birliğini icma olarak değerlendirir.
• İmamiyyenin hüküm çıkarmada kullandıkları
dört temel delil nelerdir? düşününüz .
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
İmamiyye
İBADETLER
Namaz
İmamiyyeye
göre, öğle-ikindi ve
akşam-yatsı namazları
cem edilerek kılınabilir.
İmamiyyeye göre
abdest alırken ayaklara
meshedilebilir.
İmamiyye için de namaz, dinin direğidir. İmamiyye icmaına göre namazı
terk eden fasıktır.
Farz namazlar şunlardır: Her gün kılınan beş vakit namaz, Cuma namazı,
Ramazan ve Kurban bayramlarının namazları, güneş ve ay tutulması veya zelzele ve
afetler üzerine kılınan namazlar, Hacda tavaf namazı, adak veya yemin namazı,
ölen birinin kaza namazlarını ölü adına ücretle kılacak kimsenin kılacağı namazlar
ve cenaze namazı.
Vacib, yani farz namazlar onyedi rek’attır: Sabah 2; Öğle 4; İkindi 4; Akşam
3; Yatsı 4 rek’attır. Nafıleler ise sabah 2; öğle 8; ikindi 8 -bunlar farzlardan önce
kılınır-; Akşam 4 -farzdan sonra-; Yatsı, farzdan sonra oturarak kılınan 2 rek’attır.
Gecenin üçte ikisi geçtikten sonra 8 rek’at daha gece namazı kılınır. Bunu takiben
de 2 rek’at “şef”‘, bir rek’at da “vitr” namazı kılınır.
Ramazan ayında bin rekat nafile kılınır ve her gün kılınanlardan ayrıdır.
Ramazan ayında her gece akşamla yatsı arasında 8, yatsıdan sonra on iki rekat;
Ramazanın yirminci gecesinden sonra, yatsıdan sonra nafileye onar rekat
eklenmesiyle otuzar rekat; ondokuzuncu, yirminci ve yirmiüçüncü gecelerde de,
bunlardan başka yüzer rekat nafile vardır ve iki rekatta bir selam verilerek kılınır.
Ramazan ayında, Ehlisünnetin cemaatla kıldığı Teravih namazı, İmamiyyeye göre
meşru değildir; çünkü onlara göre nafile namazın cemaatla kılınması caiz olmaz.
İmamiyyeye göre öğle-ikindi ve akşam-yatsı namazları cem edilerek
kılınabilir.
Yolculukta (sefer), dört rekat olan öğle, ikindi ve yatsı namazlarının ikişer
rekat olarak kılınması (kasr) şarttır. Seferi hal, sekiz fersahlık (48 km.) bir yolculuğa
çıkışla tahakkuk eder. Bir gün içinde dört fersahlık (24 km.) bir yere gidip dönecek
kimse de yolcu sayılır. Gideceği yerde on gün kalmaya niyetlenen kimse, oraya
varınca namazını tam kılar, orucunu da tutar.
İmamiyye, abdestte yüzü ve kolları dirseklerle beraber aşağıya ellere doğru
iki kere yıkadıktan sonra bir daha suya dokunmamak üzere ellerdeki ıslaklıkla,
başın ön kısmını yukarıdan aşağıya doğru sağ elle bir kere, sonra da sağ elle sağ
ayağı, sol elle sol ayağı, parmak uçlarından yukarıya ayak mafsalı dahil olmak üzere
bir kere meshetmeyi vacib (farz) bilir. Yalnız ayağın temiz olması şarttır. Ayak kirli
ise, önce yıkanıp kurulanır; sonra abdest alınır ve ayak, yukarıda tarif edildiği
şekilde meshedilir. Mest üzerine kesinlikle meshedilmez.
Oruç
Bu hususta İmamiyye ile Ehlisünnet arasındaki fark, yalnızca orucun seferi
durumuyla ilgilidir. Ehlisünnet, yolculukta olan bir kimsenin oruç tutuptutmamasını ruhsata bağlamış ve dilerse tutabileceğini söylemiştir. İmamiyye ise,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
İmamiyye
Ramazan ayında, yolculukta oruç tutan kimsenin yolcu değilken oruç yiyene
benzediğini ve dolayısıyla yolculukta mutlaka oruç tutulmamasını; tutulamayan
oruçların başka zaman kaza edilmesini söyler.
Hac
Şartlarını taşıyan kimsenin ömründe bir kere haccetmesi farzdır. Bu hususta
Ehlisünnet ile İmamiyye arasında hemen hemen bir fark yoktur.
Zekat
İmamiyyeye göre namazdan sonraki ikinci önemli ibadettir. Bazı
rivayetlere göre de zekat vermeyenin namazı makbul değildir.
Humus
İmamiyye, humusun, Allahu Teâlâ’nın, “…Bilin ki ele geçirdiğiniz ganimetin
beşte biri Allah’ın, Peygamber’in ve yoksulların, yetimlerin, düşkünlerin ve
yolcularındır...” (Enfal, 41) ayeti ile Hz. Peygamber ve yakınlarına, zekata bedel
olarak verilmek üzere farz edildiğine ve onların hakkı olduğuna inanır. Allah, mal ve
beden sadakaları olan zekat ve fitreyi onlara haram etmiştir. Buna karşılık onlara,
humus ayrılmıştır.
Humus, altıya taksim edilir: Üçü Allah’a, Resulüne ve yakınlarına aittir. Bu
üç hisse, imam, ortaya çıkmışsa yani zahirse ona, değilse imamın naibi olan adalet
sahibi müçtehide verilir. Diğer üç hisse Haşimoğullarından olup kendilerine sadaka
ve zekatın haram kılındığı fakirler, yetimler ve yoksullara verilir.
El-Emru bi’l-Maruf ve’n-Nehyu ani’l-Münker
İyiliği emredip kötülüğü yasaklama demektir ve hem şeran hem de aklen
en önemli içtimaı farzlardandır, dinin dayandığı esaslardan biridir. Bunu terk eden
topluluğu, Allah alçaltmış ve onlara kötülük libasını giydirmiştir. Buna uymak, her
Müslümana farzdır. Ancak Müslümanlar, bu emri yerine getirmezlerse imam, iyiliği
emr ve kötülüğü yasaklamaya bizzat kendisi teşebbüs eder.
Tevellâ
Hz. Muhammed (s.a.s.) ve soyu ile onları sevenleri sevmek demektir.
Teberrâ
Hz. Muhammed (s.a.s.) ve soyunu sevmeyenler ile sevmeyenleri sevenleri
sevmemek demektir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
• İbadetlerle ilgili olarak İmamiyye ile Ehlisünnet
arasındaki görüş faklılıklarını düşününüz.
Bireysel Etkinlik
Bireysel Etkinlik
İmamiyye
Ödev gönderimi
Ödev
• İmamiyyenin itikadi ve siyasi görüşlerinin
neler olduğunu detaylarıyla düşününüz.
• İslam kültür tarihinin gelişiminde İmamiyye
düşüncesinin etki ve katkılarını -diğer bilim
dallarından da istifade ederek- 300 kelimeyi
aşmayacak şekilde yazınız. Hazırladığınız
belgeyi göndermek için yandaki ödev
gönderme linkini kullanınız.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
Özet
İmamiyye
•İmamiyyenin feri hükümlerde, yani fıkhi konulardaki görüşleri
çok önemli ayrılıklar göstermemektedir. Ancak Usuluddin
dediğimiz inanç esasları ile ilgili hususlarda dikkat çekici
özellikler taşımaktadırlar.
•Her şeyden evvel Tevhit, Nübüvvet ve Ahiret gibi üç temel
usulde birleşmiş olmakla birlikte, imametin usuluddin içine
sokulması ve dolayısıyla Hz. Muhammed (s.a.s.)’den sonra belli
kişilere üstünlük sağlanması ve bu kişilerin, Peygamber gibi
“ismet” sahibi, yani günahlardan korunmuş oldukları ve
başkalarında bulunmayan “özel bir bilgi”ye sahip oldukları
hususunun kabul edilmesi, İslam dininin, Kur’an-ı Kerim'in
özüne ve ruhuna ters düşmektedir; çünkü üstünlük, ancak
takvaya bağlı olan bir meziyettir.
•Ehlisünnet, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in soyunu, Ehlibeytini,
dolayısıyla Hz. Ali ve oğullarını sonsuz bir hürmet ve
muhabbetle bağrına basar ve onlara azami bağlılığı (tevella)
gösterir; ama onların, Hz. Peygamber’in soyundan gelmekle
Müslümanların imamı veya halifesi olma hakkını taşıdıkları
iddiasını benimsemez.
•İmamet meselesi, Ehlisünnete göre Müslümanların fıkhi
meselelerinden biridir ve dinin esası ile ilgisi yoktur; çünkü
imamın esas vazifesi olan dini ikame etmek, yaymak ve
Müslümanların işlerini görmek, belli bir sülale veya zümrenin
inhisarında olamaz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
26
İmamiyye
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını etkileşimli
olarak
cevaplandırabilirsiniz
1. Aşağıdakilerden hangisi günümüz İran İmamiyye Şiasının ülama
sınıfından birisi değildir?
a) Hüccetü’l-İslam
b) Ayetullah
c) Ayetullahi’l-Uzma
d) Mütekellim
e) Müçtehit
2. İmamiyyeye göre aşağıdakilerden
yollarından birisi değildir?
a) Kitap
b) İcma
c) Kıyas
d) Akıl
e) Sünnet
3. Aşağıdakilerden hangisi
çeşitlerinden birisidir?
a) Tevhidi Rububiyyet
b) Tevhidii Sıfat
c) Tevhidi İlahiyye
d) Tevhidi Marifet
e) Tevhidi İrade
hangisi
İmamiyyenin
hüküm
kabul
ettiği
çıkarma
tevhit
4. Aşağıdakilerden hangisi İmamiyyenin usulüddin prensiplerinden
birisi değildir?
a) Tevhit
b) Adalet
c) İmamet
d) Nübüvvet
e) Vad ve Vaid
5. Aşağıdakilerden
hangisi
İmamiyyenin
görüşlerindendir.
a) İmamlar azledilebilirler
b) İmamlar seçim ile belirlenirler
c) Herkesin imam olma hakkı vardır
d) İmamlar masumdurlar
e) Hiçbiri
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
imametle
ilgili
27
İmamiyye
6. Aşağıdakilerden hangisi İmamiyyenin Hz. Ali’nin hilafetine dair ileri
sürdüğü delillerden biri değildir?
a) Gadiri Hum olayı
b) “Ben kimin mevlası (dostu) isem, Ali de onun mevlasıdır” rivayeti
c) Ehlibeyt’ten olması
d) Hz. Peygamberin Hz. Ali’yi imamete tayin etmesi
e) Hastalığı sırasında Hz. Peygamber’in Hz. Ali’yi namazları
kıldırması için görevlendirmesi
7. Aşağıdakilerden hangisi İmamiyyede Gaybeti Suğrâ döneminin
naiblerinden/sefirlerinde birisi değildir?
a) Ebu Amr Osman b. Said
b) Ali b. Muhammed
c) Ebu Cafer Muhammed b. Osman
d) Abdullah b. Vehb er-Râsibî
e) Hüseyin b. Ruh
8. Aşağıdakilerden hangisi Şia’nın kabul ettiği dört hadis kitabının
yazarlarından birisidir?
a) Küleyni
b) Suyuti
c) Şeyh Müfid
d) Hüseyni
e) Ali b. Muhammed
9. İmamiyye fıkhı denilince akla ilk gelen imam aşağıdakilerden
hangisidir?
a) Hz. Ali
b) Ali b. Hüseyin Zeynelabidin
c) Cafer es-Sadık
d) Muhammed Bâkır
e) Muhammed el-Mehdi
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
28
İmamiyye
10. İmamiyye Şiası hangi hanedanlık döneminde ilk defa devletin resmi
mezhebi olarak kabul edilmiştir?
a) Safeviler
b) Abbasiler
c) Büveyhiler
d) Moğollar
e) Kaçarlar
Cevaplar Anahtarı
1- d, 2- c, 3.-b, 4-e, 5- d, 6- e, 7- d, 8- a, 9- c, 10- a
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
29
İmamiyye
YARARLANILAN KAYNAKLAR
Bağdadi, Ebu Mansur Abdulkâhir b. Tâhir. (1991). Mezhepler Arasındaki
Faklar (el-Fark Beyne’l-Fırak). Trc. Ethem Ruhi Fığlalı, Ankara: T.D.V.
Yayınları.
Çağatay, Neşet, İbrahim Ağah Çubukçu. (1965). İslam Mezhepleri Tarihi.
Ankara: A.Ü. İlahiyat Fak. Yayınları.
Dalkıran, Sayın. (1997). İbni Kemal ve Düşünce Tarihimiz. İstanbul: OSAV
Yay.
Dalkıran, Sayın. (2000). Ahmed Feyzi Çorumi'nin el-Feyzü'r-Rabbanisi
Işığında Osmanlı Devletinde Ehlisünnetin. Şii Akidesine Tenkitleri,
İstanbul: OSAV Yayınları.
Fığlalı, E. Ruhi. “ Hüseyin” DİA, XVIII, 518-521.
Fığlalı, E. Ruhi. “Gadiri Hum”, DİA, XIII, 279-280.
Fığlalı, E. Ruhi. “Hasan” DİA, XVI, 282-285.
Fığlalı, E. Ruhi. “İsnâaşeriyye”, DİA, XXIII, 144.
Fığlalı, E. Ruhi. (1996). Çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri, Ankara: Selçuk
Yay.
Eminüddin et-Tabersi. (1399/1979). İ’lamü’l-Vera bi A’lâmi’l-Hüda, Beyrut.
Fığlalı, Ethem Ruhi. (1984). İmamiyye Şiası Caferiyye Mezhebi Doğuşu,
Gelişmesi ve Görüşleri. Ankara: Selçuk Yay.
İbnü’n-Nedim. (1971). El-Fihrist. nşr. Rıza-Teceddüd, Tahran.
İhsan İlahi Zahir. (1984). Şianın Kur’an İmamet ve Takiyye Anlayışı. trc. Sabri
Hizmetli, Hasan Onat, Ankara.
İlhan, Avni. (1983). “İmamet nazariyesinde Seçim ve Nass Münakaşası”.
DEÜİFD, I, İzmir, ss. 137-147.
İlhan, Avni. (1985). “Takiyye, Doğuşu ve Gelişmesi”. DEÜİFD, İzmir, II, ss.
157-175.
İlhan, Avni. (1993). “Şia‘da Usulu’d-Din“. Milletlerarası Tarihte ve
Günümüzde Şiilik Sempozyumu, İstanbul: İslami İlimler Araştırma
Vakfı, ss. 409-450.
Kâşifu’l-Gıtâ, Hüseyin el-Ehdeli. (1966). Caferi Mezhebi ve Esasları. trc.
Abdülbaki Gölpınarlı, İstanbul.
Keşşi. (1317). Er-Rical, Bombay.
Kılavuz, Ahmet Saim. “Ali er-Rıza” DİA, II, 436-438.
Kuleyni, Ebu Cafer Muhammed b. Yakub b. İshak. (1388). El-Usul mine’l-Kâfi.
Tahran.
Küleyni. (1381). Er-Ravza. Tahran.
Malati, Ebu’l-Hüseyn Muhammed b. Ahmed b. Abdirrahman el-Malati eşŞafi. (1388/1968). Et-Tenbih ve’r-Red ala Ehli’l-Ehva ve’l-Bida. nşr.
Muhammed Zahid b. El-Hasan el-Kevseri, Beyrut.
Malati. (1936). Et-Tenbih ve’r-Red, nşr. S. Dedering, İstanbul.
Meclisi. (1403/1983). Biharu’l-Envar. Beyrut.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
30
İmamiyye
Mes’ûdî. (1964). Mürucü’z-Zeheb, nşr. M. M. Abdülhamid, Kahire.
Mes’ûdî. (ts.). İsbâtü’l-Vasıyye, Necef: el-Mektebe el-Murtazaviyye.
Mesûdî, Ebu’l-Hasan Ali b. Hüseyin b. Ali. (1964-1967). Mürûcu’z-Zeheb ve
Meâdinu’l-Cevher. I-IV, thk. Muhammed Muhyiddin Abdulhamid,
Mısır.
Muhammed Rıza el-Muzaffer (1978). Şia İnançları. trc. A. Gölpınarlı, İstanbul, s. 50-62.
Muvaffak b. Ahmed el-Mekkî, Menâkıbu Ebi Hanîfe, Beyrut 1401/1981.
Müfîd. (1379). el-İhtisâs. Tahran.
Nevbahtî, Ebu Muhammed el-Hasan b. Musa. (1931). Fıraku’ş-Şia. haz. Hellmut
Ritter, İstanbul.
Öz, Mustafa. “Cafer es-Sâdık” DİA, VII, 1-3.
Öz, Mustafa. (1995). İmamiyye Şiası’nda Onikinci İmam ve Mehdi İnancı.
İstanbul.
Öz, Mustafa. (2011). Başlangıçtan Günümüze İslam Mezhepleri Tarihi. İstanbul:
Ensar Neşriyat.
Öz, Mustafa. “ Musa el-Kâzım “ DİA, XXXI, 219-221.
Öz, Mustafa. “Ali Evladı” DİA, II, 392-393.
Öz, Mustafa. “Hişâm b. el-Hakem” DİA, XVII.
Öz, Mustafa. “İmamiyye” DİA, XXII.
Saduk. (1978). Risâletü’l-İtikâdâti’l-İmamiyye, trc. E. Ruhi Fığlalı, Ankara.
Saray, Mehmet. (1990). Türk-İran Münasebetlerinde Şiiliğin Rolü. Ankara:
Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yay.
Sofuoğlu, Cemal. (1983 ). “Gadîr-i Hum Meselesi”, AÜİFD, Ankara, XXVI, ss.
461-470.
Sümer, Faruk, Safevî Devletinin Kuruluşu ve Gelişmesinde Anadolu
Türklerinin Rolü, Ankara, TTK Yay.,1992
Şehristânî, Muhammed b. Abdilkerim. (1992). el-Milel ve’n-Nihal. I-III,
Beyrut.
Şeyh Müfîd. (1414/1993). el-İrşâd, Beyrut.
Şeyh Sadûk, Ebu Câfer Muhammed b. Ali İbn Bâbûyeh (Bâbeveyh) elKummî. (1978). Risâletu’l-İ’tikâdâti’l-İmamiyye (Şii-İmamiyye’nin
İnanç Esasları). çev. Ethem Ruhi Fığlalı, Ankara.
Tusî. (1348). İhtiyaru Ma’rifeti’r-Rical. nşr Hasan Mustafavî, Meşhed.
Tûsî. (1961). el-Fihrist. nşr. M. Sadık Al-i Bahru’l-Ulum, Necef.
Tûsî. (1990). Kitabu’l-Gaybe. nşr. A. Ahmed en-Nâsıh, Kum.
Üzüm, İlyas. “Kütüb-i erbaa” DİA, XXVII, 4-6.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
31
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
İSMAİLİLİK
• İsimlendirme
• Erken Dönem İsmaililik
• Erken Dönem İsmaili Öğreti
• Fatimi İsmaililiği
• Fatimi İsmaili Öğreti
• Müstali İsmaililiği
• Müstali-Tayyibi Öğreti
• Nızari İsmaililiği
• Alamut Sonrası Nızarilik
• Müminşahi-Kasımşahi Bölünmesi
• Ağa Hanlar Dönemi
İSLAM
MEZHEPLERİ
TARİHİ
Yrd. Doç. Dr. Muzaffer TAN
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• İsmaililiği tanımlayabilecek,
• İsmaililiğin nasıl ortaya çıktığını,
• İsmaililiğin tarihçesini,
• İsmaililiğin temel görüşlerini öğrenmiş olacak,
• İsmaililiğin günümüzdeki demografik dağılımını
ve nüfus oranları hakkında bilgi sahibi
olacaksınız.
ÜNİTE
8
İsmaililik
GİRİŞ
İSİMLENDİRME
Cafer es-Sadık’ın 148/765 yılındaki ölümünden sonra, imametin, nass ve
tayinle Cafer’in en büyük oğlu İsmail ve onun oğlu Muhammed b. İsmail ve
soyundan gelen imamların hakkı olduğunu iddia eden Şii gruba İsmailiyye/İsmaililer
denir.
İsmailiyye mezhebi,
İsmailiyye dışında
Karâmita, Talîmiyye,
Bâtıniyye, Sebiyye ve
Melâhide gibi farklı
şekillerde
isimlendirilmiştir.
İsmailiyye mezhebi, İsmailiyye dışında Karamita, Talimiyye, Batıniyye,
Sebiyye ve Melahide gibi farklı şekillerde isimlendirilmiştir. Bu isimlendirmeler
aslında değişik zaman ve zeminlerde farklı İsmaili toplulukları ve onların görüşleri
ile ilişkilidir. Bunlardan Karamita/Karmatiler, İsmaili karşıtı kesimlerin, İsmailileri
kötülemek amacıyla Irak’taki İsmaili davetin önde gelen dailerinden Hamdân
Karmat’a nispetle kullandıkları bir isimdir. Karamita tabiri tüm İsmailileri ifade
etmekten çok, III/IX. asrın ikinci yarısında İsmaililik içerisinde imamete dair çıkan
anlaşmazlıktan sonra başta Hamdan Karmat olmak üzere eski İsmaili öğretiye bağlı
İsmaili kesimi ifade etmektedir. Dolayısıyla Fatımi İsmaililiği diyebileceğimiz
İsmaililer için Karâmita tabirini kullanmak yanlış bir yaklaşım olacaktır.
Batıniyye ifadesine gelince, İsmaililer, dini nassların zahiri ve hakaik adını
verdikleri batıni/gizli anlamları olduğunu; batıni anlamlar bilinmeden zahirin tek
başına bir anlam ifade etmeyeceğini öne sürdükleri ve bu batıni anlamları üzerinde
fazlaca durdukları için bu şekilde isimlendirilmişlerdir. Bununla birlikte bu
nitelemenin İsmaili olmayan kesimlerce dini-siyasi bir amaç doğrultusunda kasıtlı
olarak kullanıldığı gözden kaçırılmamalıdır. İsmaililerin dinin zahiri yönü olan şeriatı
reddedip sadece gizli batıni yönünü kabul ettikleri izlenimini uyandırmak,
İsmaililerin dolayısıyla da Abbasilerin siyasi rakibi İsmaili-Fatımi hilafetinin İslam
dışı unsurlar olduklarını göstermektir. İsmaili gruplardan özellikle Fatımiler öncesi
ilk İsmaililer, Karmatiler ve Alamut İsmaililerinin belli bir dönemi için böyle bir
durum söz konusu edilebilse de, bu yaklaşımı tüm İsmaililere teşmil etmek yanlış
olacaktır.
Talimiyye ifadesi ise, daha çok Hasan Sabbah ile birlikte Alamut-Nizari
İsmaililileri için kullanılan bir isimdir. Onlara göre dinin batnı, her türlü sır ve
hakikat, ancak masum imamın talimi/öğretmesi ile elde edilebilir; dolayısıyla
masum imamın talimi dışındaki her türlü öğretme yanlış ve batıldır.
Seb‘iyye ifadesi, İsmaililere, muhtemelen Caferi Sadık’tan sonra Muhammed
b. İsmail’i yedinci imam olarak kabul etmelerinden veya yedi devirli döngüsel bir
tarih anlayışına sahip olmalarından dolayı verilmiştir. Dinden çıkanlar anlamına
gelen Melahide nitelemesinin tamamıyla ideolojik ve dışlayıcı bir yaklaşım olduğu
açıkça ortadadır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
İsmaililik
Bireysel Etkinlik
İsmaililer kendileri için daha çok “Dava”, “Davet, “Davetu’l-Hadiye” ya da
“Ehlullhak” isimlerini kullanmayı tercih etmişlerdir. İsmailiyye tabiri, dışarıdan
yapılan isimlendirme olsa da, zamanla bu isim, İsmaili topluluklarca
benimsenmiştir.
• İsmailiyye mezhebinin farklı
şekillerde isimlendirilmesinin ne ile
ilişkili olduğunu düşününüz.
ERKEN DÖNEM İSMAİLİLİK
Halis İsmailiyye ve
Mübarekiyye adındaki
iki grubu, ilk İsmaili
gruplar olarak kabul
etmek mümkündür.
İmam Cafer es-Sadık’ın 148/765 yılındaki vefatından sonra taraftarları
birtakım alt gruplara ayrıldılar. Bunlardan Halis İsmailiyye ve Mübarekiyye adındaki
iki grubu, ilk İsmaili gruplar olarak kabul etmek mümkündür. Bu iki İsmaili grup,
Cafer es-Sadık’ın vefatından sonra diğer İmami Şiilerden ayrılarak Kûfe’de müstakil
olarak varlıklarını sürdürmüşlerdir. Halis İsmailiyye, İsmail’in vefatını inkâr ederek
onun Mehdi-Kaim olduğunu ve geri döneceğini (recat) öne sürmüştür.
Mübarekiyye denen grup ise İsmail’in, babası Cafer’in hayatında öldüğünü kabul
ederek, Cafer’in vefatından sonra imametin İsmail’in en büyük oğlu Muhammed’e
geçtiğini öne sürmüştür. Bunlara göre imamet, Hasan ve Hüseyin’in durumu hariç,
kardeşten kardeşe geçmez; bu nedenle onlar, İsmail’in diğer kardeşlerinin
imametini kabul etmemişlerdir (Nevbahti 1936: 58).
Muhammed b. İsmail’in ölümüyle Mübarekiyye iki gruba ayrıldı. Çok küçük
bir grup, imametin Muhammed b. İsmail’in soyundan devam ettiğini öne sürerken,
Mübarekiyye’nin çoğunluğunu oluşturan ve daha sonraları Karamita olarak
tanınacak diğer grup, Muhammed b. İsmaili’in ölümünü inkâr ederek İmam Kaim
olarak onun geri dönüşünü bekledi. Bununla birlikte II/VIII. asrın ortalarından
297/910 yılında Fatımi devletinin kuruluşuna kadar yaklaşık bir buçuk asırlık
dönemde, İlk İsmaililer olarak nitelenebilecek grubun tarihsel, toplumsal ve fikri
açıdan geçirmiş olduğu süreç tam olarak aydınlatılabilmiş değildir.
İsmaililerin 3/9. asrın ortalarından hemen sonra tek bir hareket olarak ortaya
çıkıp tarihteki yerini almasına kadar, İlk İsmaililer hakkındaki bilgiler oldukça azdır.
İsmaili hareketin merkezi başlangıçta Huzistan’daki Ahvaz ve Asker Mukram
şehirleriydi. Daha sonra Basra ve sonunda Şam’ın kuzeyinde yer alan Selemiyye
şehri oldu. Setr/Gizlilik dönemi olarak bilinen yaklaşık bir buçuk asır boyunca bu
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
İsmaililik
İsmaili davetin hızlı bir
şekilde yayılmasıyla eş
zamanlı olarak 286/899
yılında İsmaili hareket
içerisinde önemli bir
bölünme meydana
geldi.
Mehdi Ubeydullah’ın
Afrika’daki hilafetinin
başlamasıyla ilk
İsmaililerin tarihindeki
gizlilik dönemi ve gizli
imamlar dönemi de
sona erdi ve böylece
Keşf ya da Zuhur
dönemi başladı.
hareketin liderleri tek ve dinamik bir hareket meydana getirmek için ilk İsmaili
gruplar arasında gizli ve sürekli bir faaliyet içerisinde olmuşlardır. Daha sonraki
Fatımi İsmaililerince gizli imamlar olarak kabul edilen bu liderler, muhtemelen
Muhammed b. İsmail’in ölümüyle Mübarekiyye içerisinde imametin devam
ettiğine inanan grubun imam olarak kabul ettiği kimselerdi. İsmaili kaynaklarda
Gizlilik döneminde Muhammed b. İsmail’den sonra İsmaili davetin başında onun
soyundan gelen sırasıyla Abdullah b. Muhammed b. İsmail el-Vefî, Ahmed b.
Abdillah ve Huseyn b. Ahmed er-Radi adında üç gizli imamdan bahsedilir. Bununla
birlikte bu imamların faaliyetleri ve tarihi kişiliklerine dair bilgiler son derece
problemlidir. Muhtemelen bu liderler kendilerini Abbasi iktidarının saldırılarından
korumak için gizlenerek uzun bir süre açıkça imamet iddiasında bulunmadılar.
Daha çok davet içerisinde Muhammed b. İsmail’in hüccetleri olarak tanındılar ve
muhtemelen daha çok taraftar kazanabilmek için uzun süre Muhammed b. İsmail
adına davette bulundular.
Bu liderliğin gizli faaliyetleri yaklaşık bir asır sonunda (260/874 yılında) belli
bir neticeye ulaştı ve aynı zamanda İslam coğrafyasının Irak, Horasan, Yemen,
Mağrib gibi bölgelerinde eş zamanlı olarak İsmaili dailer ortaya çıktı ve İsmaili
daveti yaymak için geniş bir faaliyete giriştiler. Birkaç on yıl içerisinde güney Irak ve
güneybatı İran’dan Yemen, Bahreyn, Suriye, Cebel, Horasan, Maveraünnehir, Sind
ve nihayetinde İsmaili-Fatımiler devletinin kurulacağı Kuzey Afrika gibi İslam
âleminin diğer bölgelerine hızla yayılmayı başardılar.
İsmaili davetin hızlı bir şekilde yayılmasıyla eş zamanlı olarak 286/899 yılında
İsmaili hareket içerisinde önemli bir bölünme meydana geldi. 286/899’da MehdiKaim’in hücceti konumundaki Said b. Hüseyin el-Ubeydullah, hüccet konumundaki
seleflerinin Muhammed b. İsmail’in soyundan gelen imamlar olduklarını ve
kendisinin de onların soyundan beklenen Mehdi-Kaim olduğunu ileri sürdü.
Böylece o, Muhammed b. İsmail’in Mehdi olarak döneceği fikrini reddetmiş oldu.
İsmaililik bu iddia ile birlikte 286/899 yılında iki ayrı gruba ayrıldı. Bu gruplardan
biri, Ubeydullah’ın öğretide yaptığı söz konusu değişikliği kabul edip merkezi
liderliğe bağlı kalmaya devam etti.
Diğer gruba gelince, Ubeydullah’ın fikirlerini reddederek daha önceki İsmaili
görüşlere, yani Muhammed b. İsmail’in Mehdi olduğu ve yakın bir zamanda ricat
edeceği görüşüne bağlı kaldı ve Karmatiler (Karamita) ismi ile tanınmaya başladı.
Karmatiler, Hamdan Karmat’ın ortadan kaybolması ve Abdan’ın öldürülmesi
üzerine bir süreliğine büyük bir karışıklık yaşadılarsa da, daha sonra toparlandılar.
Özellikle Irak, Suriye, Bahreyn’de hatta Horasan ve Cibal bölgelerinde ciddi
anlamda güçlendiler. Öyle ki Bahreyn’de 470/1077 yılına kadar devam edecek olan
Bahreyn Karmatiler devletini kurdular (Daftary 2001: 161; Madelung 1988: 96).
İsmaililiği içerisinde yaşanan bölünmeden sonra Karmatilerle anlaşmazlığa
düşen Ubeydullah, can güvenliğinden dolayı dai Ebu Abdullah eş-Şii liderliğinde
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
İsmaililik
yürütülen İsmaili davetin ciddi anlamda güç kazandığı ve kök saldığı Mağrib’e
gitmek üzere İsmaili davetin merkezi karargâhı konumundaki Selemiyye’yi
289/901’de terk etmek zorunda kaldı. Mağrib’e doğru uzun bir yolculuktan sonra
292/905 yılında Marakeş şehrinin doğusundaki Sicilmase’ye geldi; ancak burada
Abbasilerin baskısıyla Midrari emiri tarafından yakalanıp bir süre hapsedildi.
Bireysel Etkinlik
280/893 yılından itibaren dai İbn Havşeb’in emriyle Mağrib’de İsmaili davet
faaliyetlerine başlayan ve bölgedeki mahalli iktidarları teker teker yıkarak ciddi
başarılar elde eden Ebu Abdullah eş-Şii, Fatımiler devletinin temellerini attı.
Akabinde Mehdi Ubeydullah’ı kurtardı ve Ubeydullah 297/909 yılında kurulan
Fatımiler devletinin ilk halifesi oldu. Mehdi Ubeydullah’ın Afrika’daki hilafetinin
başlamasıyla ilk İsmaililerin tarihindeki gizlilik dönemi ve gizli imamlar dönemi de
sona erdi ve böylece Keşf ya da Zuhur dönemi başladı(Daftary 2001: 167).
• İsmaliyye mezhebinin erken dönem tarihi
sürecini düşününüz.
Erken Dönem İsmaili Öğreti
İlk İsmaililerin fikri yapıları ve inanç esasları hakkında eksik de olsa daha
sonra yazılmış, bilhassa Fatımi dönemine ait İsmaili kaynaklar ve muhaliflerinin
onlara karşı yazdıklarından birtakım sonuçlar çıkarılabilir. İlk İsmaililer kutsal
kitapların ve şeri hükümlerin zahir ve batını arasında ayırıma giderek her zahiri ve
lafzi mananın bir batıni ve hakiki manası olduğunu ileri sürmüşlerdir. Neticede
İsmaili inanç yapısında Kur’an ve İslam şeriatının zahiri manası ile batıni manası
birbirinden tamamen ayrılır. İlk İsmaililiğin öğretisine göre yeni bir şeriat getiren
her peygamberle beraber daha önceki dinin zahiri yönü değişirken, sonsuz ebedi
hakikatleri (hakaik) ihtiva eden dinin batıni yönü değişmeden kalır. Farklı din ve
şeriatlarda aynı olan bu değişmez hakikatlere ulaşmak, yalnızca İsmaililer yani
havas için mümkün iken, İsmaili olmayan avam kesim, sadece dinin aşikâr/zahiri
manalarını anlayabilir.
İlk İsmaililiğin öğretisine
göre, yeni bir şeriat
getiren her
peygamberle beraber
gönderilen dinin zahiri
yönü değişirken sonsuz
ebedi hakikatleri
(hakaik) ihtiva eden
batıni yönü değişmeden
kalır.
Başlangıçtan beri, İsmaililer için batıni hakikatlere ulaşmak tevil
(batıni/temsili yorumlama) yoluyla mümkün olmuştur. İsmaili imamın asli vazifeleri
arasında olan tevil vasıtasıyla İsmaililer zahiri manadan dinin batıni ve hakiki
manasına ulaşırlar ve bu şeriattan hakikate; diğer bir ifadeyle zahiri ve geçici
dünyadan batıni ve ebedi dünyaya doğru ruhani bir yolculuk yaparlar. Bu
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
İsmaililik
gnostik/irfani bilginin elde edilmesi İsmaililer için aynı zamanda yeni ve ruhani bir
doğuş olarak kabul edilmiştir.
İlk İsmaililer için dinin batınında gizli olan hakikatler tek bir batıni ve
gnostik/irfani düşünce sistemini oluşturmaktaydı. Bu sistem, temelde insanlık tarihi
ile ilgili bir devirsel/döngüsel bakış açısı ve kozmolojiden ibaretti. İlk İsmaililer
zaman ve sonsuzluk hakkında Helenistik ve Gnostik gibi farklı düşünce okulları ve
akımlarından, İslam’dan önceki İbrahimi dinler ve Gulat-ı Şianın inançlarından
alınmış özel nazariyelere sahiptiler (Walker 1978: 355-366). Zamanla ilgili bu
nazariyeler, hem İsmaililiğin nübüvvet ve insanlığının dini tarihiyle hem de
Kur’an’daki yaratılış ve ululazm peygamberlerin risaletiyle ilişkiliydi.
İlk İsmaililer için dinin
batınında gizli olan
hakikatler tek bir batıni
ve gnostik/irfani
düşünce sistemini
oluşturmaktaydı.
İlk İsmaililerin
inanışlarına göre Hz.
Muhammed ve İslam’ın
devri olan altıncı devrin
yedinci imamı,
İsmaililerin, ölümünü
inkâr ederek Kaim
Mehdi olarak zuhur
edeceğini bekledikleri
Muhammed b.
İsmail’di.
İlk İsmaililer tarafından benimsenen bu gnostik evren anlayışı, birtakım
İslami kavram ve terminolojinin varlığına rağmen, daha az İslami, hatta daha az Şii
bir özellik taşımaktaydı. Bu kozmoloji, yüce tanrı’yı mutlak bir ve idrakin ötesinde
bir varlık olarak niteledi. Mutlak bir, iradesi ve meşiyeti yoluyla Kâf ve Nûn
harflerinden oluşan “Kûn!/ol!” emriyle bir nur yarattı. İkinci “Kûn!” emriyle İlk
(sâbık) kozmik ilke Kûnî meydana geldi. Yine Tanrının emriyle Kûnî, ikinci kozmik
ilke (tali) konumundaki Kader’i yarattı. Kûni, dişil ilkeyi temsil ederken; Kader de
eril ilkeyi temsil etmekteydi. İkisi birlikte, Yedi Yüce Harfi (hurufu’l-ulviyye)
oluşturdular. Bu yedi harf cismani âlemdeki yedi natık peygamber ve onların
şeriatlarına tekabül etmekteydi.
Ruhani âlemde Kûni, yedi meleği (kerubiyye) yaratırken, Kuni’nin emri
üzerine Kader de on iki ruhani hududu (hududi ruhaniyye) yarattı. Bir diğer altı
hudud da, Kûni’nin yüce yaratıcının varlığını hakkıyla idrak edemeyip kendisinde bir
ilahlık vehmetme hatası üzerine, kendi iradesi dışında yaratıcının kudretiyle ondan
sudur etti. Bunun üzerine Kûni yaptığı hatanın farkına varıp pişman oldu ve
“Allah’tan başka ilah yoktur!” diyerek kendi ilahlığını reddedip yüce yaratıcı’ya
teslim oldu. Mertebe olarak bu hududdan üçü Kûni’nin üstünde iken, üçü de
altındaydı. Bu son üçü arasında Kûni’nin, kendisinden Semavi Âdem olan Kader’e
itaat etmesini emrettiği, ancak onun bu emrine karşı çıkan İblis de vardı. Kûni ve
Kader aynı zamanda çoğunlukla büyük melekler Cebrail, Mikail ve İsrafil ile
özdeşleştirilen üç ruhani suret olan Cedd, Feth ve Hayâl ile birliktebir beşli
oluşturdular ve ruhani âlemle cismani âlemdeki dini hiyerarşi arasında aracılık
yaptılar (Stern 1983: 3-29; Madelung 1988: 94-95).
Allah’ın emriyle Kûni ve Kader’in yarattığı cismani âlemde de ruhani
âlemdeki hiyerarşiye tekabül eden bir yapı vardı. İnsanlığın dini tarihi yedi devirden
müteşekkil olup her bir devreyi Natık (ç. Nutaka) adında şeriat getiren bir
peygamber başlatmaktaydı. Tarihin ilk altı devresi, Âdem, Nuh, İbrahim, Musa, İsa
ve Muhammed olmak üzere altı natık ululazm peygamberden ibaretti. Bu
natıklardan her biri, kendi devirlerinin şeriatının batınında gizli olan hakikatleri tevil
etmesi için vasiy, esas ya da samit adı verilen ayrıca bir vekile sahiptiler. İlk altı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
İsmaililik
devrenin vasileri ( evsiya) sırasıyla; Şis, Sam, İsmail, Harun (veya Yuşa), Şemunu’sSafa, Ali b. Ebi Talib idi. Her bir devirde, o devrin vasisinden sonra kendilerine
etimma (tekili mutim) adı da verilen yedi imam mevcut olup onların asli görevi,
kendi devirlerinin şeriatının zahiri ve batıni manalarını muhafaza etmekti. Her
devrin yedinci imamı bir sonraki devrin natıkı makamına yükselirdi ki getirdiği yeni
şeriat ile bir önceki devrin natıkının şeriatını iptal/nesh ederdi. Bu durum sadece
tarihin son dönemi olan yedinci devirde farklıydı.
Bireysel Etkinlik
İlk İsmaililerin inanışlarına göre Hz. Muhammed ve İslam’ın devri olan altıncı
devrin yedinci imamı, İsmaililerin ölümünü inkâr ederek Kaim Mehdi olarak zuhur
edeceğini bekledikleri Muhammed b. İsmail idi. Sadece o, son imam olarak natık ve
esasın vasıflarını kendisinde birleştirecekti. Muhammed b. İsmail, İslam’ın
hükümlerini yürürlükten kaldırarak yedinci ve son devri başlatacaktı; ancak o yeni
bir din getirmeyecek, bunun yerine daha önce gelen ilahi mesajlarda gizli olan
bütün hakikatleri açık seçik ortaya koyacak ve böylece artık dini hükümlere ihtiyaç
kalmayacaktı. Kaim ve natıkların sonuncusu olarak dünyayı adaletle yönetmesinin
akabinde cismani dünya sona erecekti.
• Erken dönem İsmaili öğretisinde batini
düşüncenin önemini düşününüz.
FATIMİ İSMAİLİLİĞİ
Bu dönem, Fatımi hilafetinin 297/909 yılındaki kuruluşundan Fatımi halifesi
Müstansır’ın 487/1084’deki ölümüne ve onu izleyen İsmaililik içinde yaşanan
büyük bölünmeye kadarki zamanı kapsar. Klasik Fatımi dönemi denen bu dönemde
Fatımi halifeleri, yalnızca yönettikleri imparatorluk sınırları içinde değil, İslam
âleminin her yerindeki İsmaililerin çoğunluğunca meşru imamlar olarak kabul
edildiler. Bu devirde İsmaililik gerek siyasi ve ekonomi, gerekse edebiyat alanında
altın çağını yaşamıştır. Bu devirde İsmaili dailer kelam, felsefe, fıkıh ve diğer zahiri
ve batıni ilim dallarında çok sayıda eser kaleme almış, İsmaili daveti sadece Fatımi
devleti sınırları içinde değil, Hindistan ve Maveraünnehir’e kadar yaymışlardır.
Dördüncü Fatımi halifesi olan Muiz döneminde (341-365/953-975) Fatımiler
içerde barış ve emniyet içerisinde yaşarken, aynı zamanda İslam dünyasına doğru
genişleme siyasetini izlemişlerdir.
Muiz, Karmatilerin desteğini kazanmak amacıyla 286/899 yılında yaşanan
bölünmeden önceki İlk İsmaili görüşlerin bir kısmını, birtakım değişiklikler yaparak
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
İsmaililik
kabul etmiştir. Muiz’in imamet anlayışında gerçekleştirdiği değişiklikle Muhammed
b. İsmail’in kaim ve natık olarak yapması gereken görevler, artık halifeleri
konumundaki İsmaili imamlara yani Fatımi halifelere geçmişti. Bu halifeler de
başlangıçta gizlenmişlerdi, ancak Keşf/Zuhur döneminin başladığı Ubeydullah
Mehdi ile birlikte, açıkça ortaya çıkmışlardı. Kıyamete kadar var olacak bu halifeler
Kaim’in bütün görevlerini aşamalı olarak yerine getireceklerdi. Ayrıca Muiz, Dai
Nesefi ve Ebu Hatim tarafından ortaya konup Karmatiler arasında yayılan Yeni
Eflatuncu-İsmaili evren anlayışını onaylayıp Fatımi İsmaililerinin resmi evren
anlayışı olarak kabul etmiştir.
Muiz’in bu faaliyetleri kısmen başarılı oldu. Hayatının ortalarına kadar
Karmati kanatta yer alıp Nesefi’nin öğretisine bağlı olan Ebu Yakub es-Sicistani,
Muiz döneminde Fatımi davete geçti ve Muiz’in döneminde kaleme aldığı
eserlerinin tamamında Fatımi halifelerin imametinin meşruiyetini savundu. Bunun
neticesinde Sicistani’ye bağlı olan Horasan, Sistan ve Mekran Karmatilerinin büyük
bir kısmı da Fatımi kanada geçti. Yine Muiz, Sind’de Fatımiler için önemli merkezi
ele geçirdi (Stern 1949: 298-307; Hamdani 1956: 3; Daftary: 20011: 217).
Fatımî halifesi Hâkim bi-Emrillah döneminde (386-411/996-1021) Fatımi
İsmaili daveti kayda değer bir canlılık kazandı ve Fatımi toprakları dışında bilhassa
Irak ve İran’da yayılma imkânı elde etti. Kahire’deki Daru’l-İlm, el-Ezher ve diğer
merkezlerde eğitilen Fatımi dailer, düzenli olarak Fatimi devleti sınırları içerisindeki
ve dışındaki farklı bölgelere gönderiliyorlardı. Bu dönemde doğu bölgelerindeki en
meşhur Fatımi daisi konumunda olan Hamidüddin Ahmed b. Abdullah Kirmani
(411/1020), Hıristiyan ve Yahudi dillerine, inançlarına ve kutsal kitaplarına tam
olarak aşina idi ve dinler arasındaki münazaralarda kudretli bir kelamcıydı. O,
kendisinden önce önde gelen dailerden Nesefi ile Ebû Hâtim er-Râzî arasında çıkan
birtakım fikri ihtilafları Kitabu’r-Riyad adlı eserinde ele aldı. Genel olarak şeriatın
ehemmiyetini vurgulayan Ebu Hatim’in yanında yer alarak, Nesefi’nin ibahi
görüşlerine şiddetle saldırdı. O, sadece Fatımi İsmaililiğinin felsefi ve kelami farklı
yönlerini tam ve sistemli olarak açıklamakla kalmadı aynı zamanda yeni birtakım
görüşler de ortaya koydu. Bunların en önemlisi Farabi ekolünden Müslüman
felsefecilerden etkilenerek ortaya koyduğu İsmaili Yeni-Eflatuncu evren anlayışıydı
(Daftary 2001: 225-226).
Müstansır’ın hilafeti döneminde Irak, İran ve Maveraünnehir’de İsmaili
davet doruğa ulaştı. Bu dönemin en önde gelen daisi Müeyyed fi’d-Din Şirazi idi.
Müeyyed, Buveyhi hanedanlarından Ebu Kalicar Merzuban (415-440/1024-1048)
ve Deylem’de önemli makamlara sahip çok sayıda kişiyi İsmaili davete kazandırdı.
Onun kelam, felsefe, fıkıh, tevil ve diğer ilimlerle ilgili çeşitli konuları içeren ElMecalis El-Müeyyediyye adlı eseri, İsmaili düşüncenin zirveye ulaştığı
eserlerdendir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
İsmaililik
Bu dönemin bir diğer önemli Fatımi daisi, aynı zamanda bir şair, felsefeci ve
gezgin olan Nasır Hüsrev (481/1088)’dir. Nasır Hüsrev davet faaliyetlerini Belh,
Nişabur ve Horasan’ın diğer bölgelerinde yürüttü. Zadu’l-Müsafiiîn ve Cami‘u’lHikmeteyn gibi önemli mezhebi ve felsefi eserler kaleme aldı.
Halife Müstansır’ın vefatından sonra vezir Efdal b. Bedru’l-Cemali iktidarı
tamamen ele geçirdi ve halife olması gereken Müstansır’ın büyük oğlu Nizar’ın
yerine Müstali billah lakaplı Ebu’l-Kasım Ahmed’i hilafete getirdi. Efdal devletin ve
davetin üst düzey yetkililerine Müstali’ye beyat edip Müstansır’ın makamına
oturtmaları için baskı yaptı. Daha önce benzeri görülmemiş bu girişimler İsmaili
hareketi büyük sıkıntılara soktu ve o zamana kadar tek bir hareket etrafında
faaliyet gösteren İsmaililer, kısa sürede Nizariler ve İsmaililer olmak üzere iki ayrı
kola ayrıldılar. 488/1090 yılının sonlarında Nizar, Müstali’nin emriyle oğullarından
biriyle birlikte zindanda öldürüldü.
İsmaililerin birbirine karşı düşmanca tavırlar besleyecek olan bu iki gruba
ayrılması, genel anlamda bir zayıflamaya ve İsmaili davette telafisi mümkün
olmayan sonuçlara yol açtı. Mısır ve Suriye İsmaililerinin ekseriyeti ile Yemen ve
Gucerat İsmaililerinin tamamı Müstali tarafında yer alırken, Şam İsmaililerinden
önemli bir topluluk, Irak, İran, Maveraünnehir İsmailileri de Nizar’ın halife ve imam
olması gerektiğini savundular. Daha sonraki asırlarda Müstali ve Nizari İsmailileri,
İslam âleminin doğu ve batısında birbirlerinden bağımsız olarak faaliyetlerini
sürdürerek, siyasi ve mezhebi anlamda birbirinden tamamen farklı bir yol seçtiler.
Müstali’nin halefi elÂmir bi-Ahkamillah’ın
524/1130 yılında bir
Nizari İsmailisi
tarafından
öldürülmesiyle,
Müstaliler, Hafıziyye ve
Tayyibiyye olmak üzere
ikiye ayrılmalarına yol
açacak yeni birtakım
kargaşalar yaşadılar.
Müstalî’nin halefi El-Amir bi-Ahkamillah’ın 524/1130 yılında bir Nizari
İsmailisi tarafından öldürülmesiyle, Müstaliler, Hafıziyye ve Tayyibiyye olmak üzere
ikiye ayrılmalarına yol açacak yeni kargaşalar yaşadılar. Amir’in öldürülmesinden
birkaç ay önce Tayyib adında bir oğlu doğdu, ancak Amir’in vefatından sonra
gelişen olaylarda Tayyib’in adına rastlanmaz ve akıbeti de bilinmemektedir. Amir’in
amcaoğlu ve Fatımi hanedanlığının en büyük üyesi olan Ebu’l-Meymun
Abdülmecid, kargaşayla geçen bir yıldan sonra idarenin başına geçti. O başlangıçta
veliaht olarak işleri yürütmekteydi, ancak hicri 524 yılı Rebiyülevvel ayında hilafet
ve imametini ilan etti ve Hafız li-Dinillah unvanını aldı.
Hafız’ın babası halife imam olmadığından dolayı, onun bu iddiası birtakım
sorunlara yol açtı. Bu yüzden Hafız hilafet makamının kendisinin meşru hakkı
olduğunu açıklayan bir sicil yayımladı. Hafız’ın imameti Müstali davetin Kahire’deki
merkezince resmen onaylandı. Diğer taraftan Mısır ve Şam Müstalilerinden bazı
topluluklar ve çok sayıda Yemen Müstalîsi Hafız’ın iddialarını reddederek Tayyib’in
imametini kabul ettiler. Bu grup önceleri Amiriyye; Yemen’de müstakil Tayyibi
daveti tesis edildikten sonra da Tayyibiyye olarak isimlendirildi (Madelung 2005:
8331).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Bireysel Etkinlik
İsmaililik
• Fatimi İsmaililiğin tarihi sürecini
düşününüz.
Fatımi İsmaili Öğreti
Fatımi İsmaililiği genel olarak ilk dönem İsmaili öğretisinin çerçevesini
korumuş ve selefleri gibi dinin zahiri ve batıni yönleri arasında bir ayırıma gitmiştir.
Ancak batın ve gizli hakikatlere fazlaca vurguda bulunan ilk İsmaili öğretinin
tersine, Fatımi İsmaililiği zahir ile batını birbirlerinin tamamlayıcıları olarak kabul
ederek, ikisi arasında bir dengenin gözetilmesini gerekli görmüştür. Bu nedenle
Fatımi İsmaililerine göre şeriat olmadan hakikate ulaşmak mümkün olmadığı gibi
hakikat aynı zamanda şeriat ile yani dinin zahiri yönüyle daima bağlantılıdır. Sonuç
olarak Fatımi İsmaililiği, batına aşırı vurgu yapıp zahiri (şeriatı) reddeden Karamita
ve diğer aşırı İsmaili grupların yaklaşımını kabul etmez.
Fatımi İsmailileri, İlk
İsmaililerin insanlığın
dinsel tarih anlayışını
korudularsa da,
seleflerinin imamet
nazariyesinde zamanla
birtakım değişiklikler
yaptılar.
Fatımi dai ve âlimler zahiri ilimler, batıni ilimler ve tevil ilmi ile ilgili çok
sayıda eser telif etmelerine rağmen, tefsir ilmine herhangi bir alaka
göstermemişler ve bu alanda sadece imamlarının söyledikleriyle yetinmişlerdir. Bu
nedenle de onlar İsmaili imamı “Konuşan Kur’an (Kuran-ı Natık)”, Kur’an-ı Kerim’in
metinini ise “Susan Kur’an (Kuran-ı Samit)” olarak isimlendirmişlerdir. Benzer
gerekçelerden dolayı Fatımi İsmaililerinin hadis ilmi’ne karşı ilgileri de sınırlı kalmış
ve bu alanda yine imamlarının sözlerini yeterli görmüşlerdir. Her hâlükârda onlar
daha önceki imamlarından, bilhassa Cafer es-Sadık’tan nakledilen peygamberin
hadislerine ve imamların kendi sözlerine çok önem vermişler ve bu hadislerle
imamlara ait rivayetler, Kadı Numan tarafından bir araya toplanmıştır.
İsmaililik’te fıkıh ilminin kurucusu olan Kadı Numan, Ubeydullah Mehdi
döneminden 363/974 yılındaki ölümüne kadar Fatımi yönetiminde çeşitli
makamlarda görev almış, en seçkin İsmaili fakihi olarak Fatımi halifesi Muiz’den
özel bir yakınlık görmüştür. Kadı Numan’ın en önemli fıkhieseri olan Deaimu’lİslam’dan Mustali-Tayyibi İsmailileri günümüzde hala istifade etmektedirler. İsmaili
fıkıh, İmamiyye mezhebinin fıkhıyla büyük benzerlikler arz etse de başta miras ve
bazı dini vecibelerin yerine getirilmesi gibi hususlar olmak üzere bu iki mezhep
arasında birtakım ihtilaflar da yok değildir (Madelung 1976: 29-40; Fyzee 1934: 132).
Fatıimi İsmailileri, İlk İsmaililerin insanlığın dinsel tarih anlayışını korudularsa
da, Fatımiler imametin devam ettiğini kabul ettiklerinden dolayı, seleflerinin söz
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
İsmaililik
Fatımi halifesi
Müstansır döneminde
Fatımi İsmailileri,
Muhammed b. İsmail’in
zuhuruna ilişkin daha
çok bir tür ruhsal bir
anlayış benimseyerek
yeni bir farklılaşmaya
yol açmışlardır.
konusu imamet nazariyesinde zamanla birtakım değişiklikler yaptılar. Özel
anlamda onlar tarihin altıncı devrini, diğer bir ifadeyle İslam devrini, bu devrin
imam sayısını yeni bir bakış açısıyla ele aldılar ve imamette bila fasıla devamlılığı ve
İslam devrinde yediden fazla imamın var olabileceğini öne sürdüler. Uzunca bir
süre kendilerini İmam Kaim Muhammed b. İsmail’in halifeleri olarak kabul eden
Fatımi halifeleri, Kaim olarak onun sorumluluklarını ve vazifelerini yerine getirme
görevini yüklendiklerini iddia ettiler.
Fatımi halifesi Müstansır döneminde Fatımi İsmailileri, Muhammed b.
İsmail’in zuhuruna ilişkin daha çok bir tür ruhsal anlayış benimseyerek yeni bir
farklılaşmaya yol açmışlardır. Onlar artık onun cismani dönüşünü beklemiyorlardı.
Onlara göre Kaim, yedinci natık olarak ikinci gelişinde Muhammed b. İsmail ve
Müstansır’ın soyundan, yani Fatımi soyundan bir imam olacak ve insanlık tarihinin
son devrini başlatacaktı.
Daha önce zikredildiği üzere bir tür İsmaili-Yeni Eflatuncu evren anlayışını
ortaya koyan Dai Nesefi, bunu El-Mahsul adlı eserinde izah etmişti. Bu evren
anlayışı, sonraları Ebu Yakup es-Sicistani tarafından son haline kavuşturuldu ve
IV/X. asırdan itibaren doğudaki bütün Karmati gruplar tarafından kabul edildi.
Nesefi ve diğer Karmati dailer, Yeni Eflatunculuğun bazı görüşlerini Kurani ve İslami
öğreti ve kavramlarla birleştirerek bir evren anlayışı geliştirdiler ve bu Fatımi
halifesi Muiz döneminde Fatımi İsmaililerince de kabul edildi (Daftary 2001: 28287). Bu Yeni-Eflatuncu İsmaili evren anlayışında tüm evrenin ve her şeyin yaratıcısı
olan yüce yaratıcı aşkın ve bilinmezdir. İlahi sıfatlar konusunda o hem teşbih hem
de ta’til ifade edebilecek ifadelerle nitelenemez. Akıl, yüce yaratıcı’nın emri ve
meşiyeti ile yarattığı ilk varlıktı. Burada yaratma ifadesi (ibda), Kuran’ın ‘kün’
emriyle yoktan meydana gelmekteydi. Kûni ve Kader’in yerini Akıl ve Nefis aldı.
Kelime, illet ile yaratmanın (ibda) sebebi olarak aşkın Bir ile Akıl arasında bir
vasıtaydı. Akıl; ezeli, mükemmel, hareketsiz ve eylemsizdi. Nefis; Akıl’dan çıkmıştı
(inbias etmişti), ancak mükemmel değildi ve bu nedenle hareket etti. Nefis’ten
heyula ve suretten ibaret olan tabiat ortaya çıktı. Tabiat önce yedi feleği ve
yıldızları yarattı. Zaman içerisinde feleklerin değişmesiyle, sıcak, soğuk, nem ve
kuruluktan oluşan dört unsur (müfredat) birbiriyle karışarak toprak, su, hava ve
eserden oluşan mürekkep unsurları oluşturdu. Mürekkep unsurlardan bitkiler,
onlardan da hayvanlar oluştu. Hayvanlardan da nefs-i natıkaya sahip olan insan
oluştu (Madelung 1978: 4/203-204).
Bu dönemin en önde gelen dailerinden Hamidü’d-Din el-Kirmani, farklı
felsefe geleneklerini sentezleyerek kendi metafizik sistemini geliştirdi. Kirmani’nin
sistemi, Nesefi, Ebu Hatim er-Razi ve Sicistani gibi önde gelen İsmaili dai ve
düşünürlerin aralarında yer aldığı İran felsefi, İsmailiilk ekolü diye
nitelendirilebilecek, İsmaili gelenek içerisinde kendisine özgü bir yaklaşım sergiler.
Kirmani; Nesefi ve Sicistani gibi düşünürlerin ruhani alemde Akıl ve Nefs ikilisine
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
İsmaililik
merkezi bir yer verdikleri Neoplatonik kozmoloji anlayışı yerine “on akıl”dan oluşan
bir kozmolojik sistem geliştirdi.
MÜSTALİ İSMAİLİLİĞİ
Fatımiler devleti Muharrem 567 / Eylül 1171 yılında Selahaddin Eyyubi
tarafından resmen ortadan kaldırıldı. Selaheddin Eyyubi Mısır’da Ehlisünnet
mezhebini tekrar resmi mezhep haline getirerek buradaki İsmaililere karşı şiddetli
baskılarda bulundu. Fatımi hanedanlığının yıkılışından sonra uygulanan bu
baskıdan dolayı Mısır İsmailileri gizlendiler. Birçoğu yukarı Mısır’a kaçarak
Selahaddin aleyhinde kışkırtıcı faaliyetlere giriştiler. Bir süre sonra gerek Hafız’ın
oğulları, gerekse onun oğlu olduklarını iddia eden birtakım kişilerin önderliğinde
bazı ayaklanma girişimleri olduysa da, halktan yeterli destek bulunamadı. Bu
dönemden sonra Mısır ve Şam’da Hafızi İsmaililiği hemen hemen ortadan kalktı.
Müstali-Tayyibi davetin asıl ve daimi merkezi, önce Yemen daha sonra da
Hindistan olmuştur. Âmir’in vefatından sonra Müstaliyye mezhebinde meydana
gelen Hafızi-Tayyibi bölünmesi sırasında, Yemen’deki Suleyhi devletinin başında
bulunan Melike Seyide, Tayyib b. Âmir’i Müstalî İsmaililerinin yirmi birinci imamı
olarak tanıdı ve Hafız ve Fatımi hilafeti ile bağlarını kopararak Yemen’de Tayyibi
davetini tesis etti. Müstali Tayyibi İsmaililerine göre Tayyib ve onun soyundan
gelenler gizlenmekte olup imametleri devam etmektedir ve hâlihazırdaki gizlilik
döneminin bitiminde bu imamlardan biri zuhur ederek keşf dönemini başlatacaktır.
Hindistan’da Tayyibi İsmaililiğinin aşamalı bir biçimde yayılması ve bir
taraftan buradaki Tayyibi topluluğun sayısı artarken, diğer taraftan Yemen’e kıyasla
siyasi koşulların daha uygun olması, Yemen’deki Tayyibi davet liderliğinin
dikkatlerini Hindistan’a çevirmelerine yol açtı ve 974/1566 yılında Tayyibi daisi
Celal b. Hasan, Tayyibiliğin davet merkezini Yemen’den Gucerat’taki Ahmedabad’a
taşıdı.
Hâlihazırda dünyada yaklaşık yarım milyon Davudi İsmaili mevcut olup
bunun %80’i Hindistan’da yaşamaktadır. Hindistan’daki Davudilerin yarısından
çoğu Gucerat da, geriye kalanı da asıl olarak Bombay ve Hindistan’ın orta
bölgelerinde yaşamaktadırlar. Pakistan, Yemen ve Uzakdoğu ülkelerinde de dağınık
hâlde Davudi topluluklar bulunur. Yemen’deki Süleymaniler topluluğunun toplam
nüfusu şu an yaklaşık yetmiş bin olup temelde kuzey bölgelerde, bilhassa Haraz ve
Suudi Arabistan sınırında yoğundurlar. Süleymani Bohralardan bazı küçük
topluluklar da Hindistan’da Bombay, Burude ve Haydarabad’da yaşamakta olup
Yemen, Hindistan ve Pakistan dışındaki Süleymani-Tayyibi-Müstalilerin kayda değer
bir varlığı yoktur.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Bireysel Etkinlik
İsmaililik
• Müstali İsmaililiğin günümüzdeki varlığını
irdeleyiniz.
Müstali-Tayyibi Öğreti
Tayyibiler öğreti alanında Fatımi geleneğini sürdürerek Fatımi yazınını
önemli ölçüde korumuşlardır. Bu nedenle Tayyibiler, Fatımiler gibi dinin zahir ve
batın yönüne eşit derecede önem vermişler, kendilerinden önceki İsmaililik gibi
evren anlayışı/kozmoloji ve döngüsel tarih anlayışına gereken ilgiyi göstermişlerdir.
Bununla birlikte bilhassa evren anlayışlarında Fatımilerin de benimsediği daha
erken dönem İsmaili Yeni Eflatuncu evren anlayışını değil, Kirmani’nin on akıldan
oluşan evren anlayışını benimsemişlerdir. Ancak Kirmani’nin bu sistemine, dai
mutlak İbrahim b. Hüseyin el-Hamidi (557/1162), birtakım mitolojik nazariyeler
ekleyerek bazı değişiklikler yapmış ve Kenzu’l-Veled adlı eserini bu evren anlayışı
temelinde kaleme almıştır.
Tayyibiler, İsmaililikteki yedi devirli kutsal tarih anlayışına belli yenilikler
getirmişler ve insanlık tarihinin başından kıyamete kadar ilerleyen sayısız
devirlerden oluştuğu görüşünü geliştirmişlerdir. Böylece Tayyibilerin “Hakaik” adını
verdikleri sistem oluşturulmuştur. Astronomik ve astrolojik kurgularla eski İsmaili
tarih anlayışına bir takım yenilikler katan Yemen Tayyibileri, yedi nübüvvetHata!
Yer işareti tanımlanmamış. devri yanında başlangıçtan itibaren kıyamete kadar
insanlığın kutsal tarihini teşkil eden sayısız devir tasavvuru ortaya koymuşlardır.
Kozmolojik anlayışlarına göre, idrak edilebilen âlem (âlemü’l-ibda) bir defada ve ilk
kemal tabir edilen hayat devrelerinde, güç ve kapasitede birbirine eşit olan sayısız
ruhani şekillerle yaratılmıştır. Setr ve keşfin devreleri, büyük devir denen
kıyametü’l-kıyamat’a kadar sayısız olarak birbirini takip eder. Müminlerin ruhu
bulundukları duruma göre bir nur noktasına ulaşır, bilgileri ölçüsünde bu nokta
büyümeye devam eder. Sonunda kendisinden daha üstün mertebedeki manevi
dereceli kimsenin ruhu ile birleşmek için yükselir. Bu yükselmenin devamında
devrin kaiminin sureti şeklindeki bir nur heykeline intikal ederek, onuncu akla
kadar yükselir. İnanmayanların ruhları ise cesetlerinde kalır, sonra cesetlerin
çözülmesiyle birlikte zararlı yaratıklar ve inorganik maddelere dönüşür. Sonunda
en büyük azabı tatmak üzere yerin en altında bulunan Siccîn’e gönderilip burada
büyük devrin bitimine kadar kalırlar (Öz 2011: 183-184).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
İsmaililik
NİZARİ İSMAİLİLİĞİ
Fatımi devletinde El-Müstansır’ın 487/1094 yılındaki ölümünü izleyen
imamet tartışmalarında, Selçuklulara karşı ayaklanmış olan Hasan Sabbah ve İran
İsmailileri, Nizar’ın tarafında yer aldılar. Bu tarihten itibaren Nizariyye diye
tanınacak olan İran ve diğer bazı doğu ülkelerindeki İsmaililer, Fatımi halifeliği ve
İsmaili hareketin diğer kolu Müstaliyye ile bağlarını kopardılar.
Fatımi ve Müstali
İsmaililerinin tersine
Nizari İsmailileri
başından beri kozmoloji
ve döngüsel tarih
anlayışına fazla alaka
göstermediler ve
faaliyetlerini temelde
Şii imamet nazariyesi,
bilhassa da İsmaili
imamın öğretilerinin
önemi üzerinde
yoğunlaştırdılar.
Nizari-Müstali bölünmesinden sonra, Nizariler imamlarını tespit etmede
birtakım ciddi sıkıntılarla karşılaştılar. Her ne kadar Nizar’ın geriye oğulları kalmışsa
da, Nizar’ın ölümünden sonra bunlardan hiçbiri aleni olarak imamet iddiasında
bulunmamıştır. İmam Nizar’ın gaybette olduğu bu gizlilik döneminde, Hasan
Sabbah, kendisini gizli imamın hücceti ya da mutlak temsilcisi olarak ilan etmiştir.
Selçukluların Nizari kale ve merkezlerine yönelik sürekli baskı ve
hücumlarına rağmen, Nizarî davet az ya da çok dağlık İran’da yayılma başarısı
göstererek nüfuz alanını, dönemin Selçuklu iktidarının başkenti olan İsfehan’a
kadar genişletti. Yaklaşık 495/1102 yılından itibaren Hasan Sabbah faaliyetlerini
Şam’a da yaydı ve aynı zamanda, hem Şam’daki Nizarilerin örgütlenmesi ve idaresi
hem de davetin İsmaili olmayan Müslümanlar arasında yayılması için, Alamut’tan
Şam’a dailer gönderdi.
Bireysel Etkinlik
Fatımi devletinde elMüstansır’ın 487/1094
yılındaki ölümünü
izleyen imamet
tartışmalarında,
Selçuklulara karşı
ayaklanmış olan Hasan
Sabbah ve İran
İsmailileri, Nizar’ın
tarafında yer aldılar. Bu
tarihten itibaren
Nizariyye diye
tanınacak olan İran ve
diğer bazı doğu
ülkelerindeki İsmaililer,
Fatımi halifeliği ve
İsmaili hareketin diğer
kolu Müstaliyye ile
bağlarını kopardılar.
Erken dönem Nizariler tarihi, Hasan Sabbah liderliğindeki Selçuklu karşıtı
Alamut devleti tarihinden ayrı düşünülemez. Nizari-Müstali ihtilafının ortaya
çıkmasından kısa bir süre önce Elbruz dağlarında sağlam kalelerden oluşan İsmaili
iktidarı, bu ihtilaftan sonra aralıksız olarak Nizariliğin en önemli merkezi olmuştur.
Genel olarak; merkezi, sağlam ve sarp dağlar üzerine inşa edilmiş Alamut kalesi
Nizari hareketine önemli bir siyasi güç sağladı ve ancak amansız Moğol saldırıları
sonucunda yıkılabildi (Daftary 2001:380-384).
• Nızari İsmaililiğin siyasi faaliyetlerini
düşününüz.
Nizari Talim ve Kıyamet Öğretisi
Müstakil Nizari devletinin kurucusu ve Nizari mücadelenin genel siyaset ve
yöntemini bizzat planlayan Hasan Sabbah önde gelen bir düşünürdü ve İsmaililiğin
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
İsmaililik
bu kolunun öğretisi ile ilgili olarak önemli eserler kaleme almıştı. Fatımi ve Müstali
İsmaililerinin tersine Nizari İsmailileri başından beri kozmoloji ve döngüsel tarih
anlayışına fazla alaka göstermediler ve faaliyetlerini temelde Şiî imamet nazariyesi,
bilhassa İsmaili imamın öğretilerinin önemi üzerinde yoğunlaştırdılar (Hodgson
1955: 51-61; Daftary 2001: 363-371). Hasan Sabbah’ın kendisi bu hususta şu an
elimizde olmayan, fakat Şehristani tarafından Arapça olarak nakledilen birtakım
parçalarına sahip olduğumuz Fusul-i Erba‘a adında Farsça yazılmış bir risale kaleme
aldı (Şehristani: 1992: 206-207).
Peygamberden sonra her asırda sadık olan muallimlerin öğretilerine özel bir
vurguyla Şii Talim anlayışına önem veren Hasan Sabbah, talim hususunda sadece
Ehlisünnet’in bakış açısını yanlış saymakla kalmadı, daha önceki Şiilerin de aynı
husustaki görüşlerini eleştirerek, gerçek muallim ve hak sahibi imamın, İsmaili
imam olduğu neticesine vardı. Her imamın öğretide bağımsız olduğu hususuna
vurguda bulunan bu talim öğretisi, daha sonraki dönemlerde Nizari imamların
itikadi alanlarda ıslahatlar yapabilmeleri için uygun bir fikri zemin hazırladı. Talim
öğretisi ilk Nizarilerin akaidinde özel bir öneme sahip olduğundan dolayı Nizari
daveti kabul edenlere Ehlitalim ya da Talimiyye de denmiştir.
Nizarilerin imam olarak kabul ettikleri Alamut’un dördüncü efendisi
hüdavendi Hasan Ala Zikrihi’s-Selam, Nizari İsmaili öğretisinde büyük bir inkılâp
gerçekleştirmiştir. 17 Ramazan 559 tarihinde Hasan, Alamut’ta farklı bölgelerdeki
Nizari toplulukların temsilcilerinin huzurunda gizli imamın daisi ve hücceti olarak
düzenlediği özel bir merasimde, açıkça kendisinin imam tarafından gönderildiğini
ve zamanın imamının, kendilerinden şeriatın yükümlülüklerini kaldırdığını dile
getirdiği bir hutbe okuduktan sonra kıyameti ilan etti. Bu tarihten sonra Nizariler
her yılın Ramazan ayının 17. gününü Kıyamet Bayramı olarak kutladılar.
Hasan Ala Zikrihi’s-Selam’ın kıyamet öğretisiyle Rudbar, Kuhistan ve diğer
Nizari topraklarındaki mezhep mensuplarına kıyametin koptuğu ve insanların
yargılanıp cennet ya da cehenneme gidecekleri belirtiliyordu. Artık İslam şeriatı da
nesh edilmiş oluyordu. İsmaili tevile dayanan bu öğretide kıyamet, mead, cennet
ve cehennem sembolik ve ruhani bir şekilde yorumlanıyordu. Buna göre kıyamet,
hakikatin Nizari imamının kişiliğinde kendisini ortaya koyması olarak
yorumlanıyordu. Aynı şekilde mezhep mensupları da dinin hakikatini, yani batıni
yönünü kavrama yeteneğine kavuşuyorlar ve onlar için böylece cennet bu dünyada
gerçekleşmiş oluyordu. Öte yandan Nizari imamı tanımayan herkes manevi
anlamda yok anlamına gelen cehenneme girmekteydi. Böylece kıyameti başlatan
imam olarak zamanın Nizari imamı da, Kaimu’l-Kıyamet, yani kıyametin başlatıcısı
olarak normal imamların üstünde bir konum elde etmiş oluyordu (Madelung 2005:
8332).
Hasan Ala Zikrihi’s-Selam’ın oğlu II. Nureddin Muhammed döneminde (561607/1166-1210) kıyamet öğretisinin daha ayrıntılı bir biçimde işlendiği
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
İsmaililik
görülmektedir. II. Nureddin’in ölümünden sonra başa geçen oğlu III. Hasan
Celaleddin kısa zamanda açıkça seleflerinin yolunu reddederek kıyamet öğretisini
kaldırmış ve Ehlisünnet mezhebine geçtiğini ilan etmiş, dahası taraftarlarından da
Ehlisünnetin uyguladığı şekilde şeriata tam olarak uymalarını istemiştir. Nizariler,
III. Hasan Celaleddin’in bu isteğini kabul etmişler; fakat Hasan’ın bu yaklaşımını
kıyamet döneminde kaldırılan takiyyenin yeniden uygulanması şeklinde
yorumlamışlardır. Onlara göre imamların yaklaşımlarının birbirine aykırıymış gibi
olması görünüşteydi; aslında ortada tek bir hakikat vardı. Buna göre III. Hasan
döneminde şeriatın kabul edilişi, takiyye ve gizlilik dönemine geçişi ifade ediyordu
ki bu dönemde imamın kendisi gizlilik halinde değilse de, hakikat yeniden dinin
batınında gizli kalmıştı. Bununla birlikte Hasan Ala Zikrih’s-Selam ve II. Muhammed
dönemlerinde hakikatin ve imamın manevi şahsiyetinin Nizarilerce bilinmesi
mümkündü ve bu yüzden de bu dönemde takiyye örtüsüne ve şeriatın
hükümlerinin tam olarak yerine getirilmesine gerek yoktu. Böylece gizlilik
döneminde gerekli olan takiyye ile şeriat birbiriyle örtüşürken, takiyye perdesinin
ortadan kalktığı ve şeriata gerek olmadığı kıyamet dönemi de hakikat ile
uyuşmaktaydı.
Alamut Sonrası Nizarilik
Nizariler 654/1254 yılında Moğollar tarafından tamamıyla ortadan
kaldırılmamış olup parça parça dağınık gruplar halinde Deylem ve Kuhistan’da
varlıklarını sürdürmüşlerdir. Ayrıca çok sayıda Nizari de Moğolların kılıcından
kurtularak Afganistan ve Sind gibi civar bölgelere göç etmişlerdir. Alamut sonrası
Nizari tarihinin en kapalı dönemini oluşturan sonraki iki asır boyunca Nizariler,
varlıklarını korumak için aşırı bir biçimde takiyye yaparak, tedrici olarak gerçek
kimliklerini tasavvuf görüntüsü altında gizlemişlerdir. Bu dönemde Nizari imamlar
ve Nizarilerin imamlarıyla olan ilişkileri hakkında hemen hemen hiçbir şey
bilinmemektedir. Nizarilerin bu dönemde yazdıkları eserler büyük oranda yok
olmuş olup bu döneme ait çok az sayıdaki eser de Farsça, Arapça ya da Nizarilerin
yaşadıkları Hindistan’daki farklı bölgelere ait dillerde kaleme alınmıştır (Daftary
480-487).
Müminşahi-Kasımşahi Bölünmesi
Yirmi sekizinci Nizari imamı Şemseddin Muhammed’in710/1310 yılı
civarındaki ölümüyle Nizariler arasında ilk bölünme meydana gelmiştir. Şemseddin
Muhammed’in oğulları olan Mümin Şah ve Kasım Şah babalarının yerine geçme
konusunda ihtilafa düşünce, Nizarilerin bir kısmı Mümin Şah’ı imam kabul ederken,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
İsmaililik
diğer bir kısmı Kasım Şah’ın imametini benimsemiştir. Böylece Nizariler,
Müminşahi (veya Muhammedşahi) ve Kasımşahi olmak üzere iki kola ayrılmışlardır.
Müminşahi imamlar ve faaliyetleri hakkında elimizde çok sınırlı bilgiler
mevcut olup sadece Deylem, Sultaniyye ve Hindistan’dakiler hakkında birtakım
bilgilere sahibiz. Müminşahi Nizarilerinin kırkıncı ve sonuncu imamı olan Emir
Muhammed Bakır, 1210/1795 yılında son defa Şam’da taraftarlarıyla görüşmüş ve
bir daha kendisinden haber alınamamıştır. Günümüzde de Müminşahi Nizariler
sadece Suriye’de Misyaf ve Kadmus bölgelerinde bulunmaktadırlar ve buralarda
Caferiyye olarak bilinmektedirler. Müminşahîlerın bu kolu görünüşte Nizari
itikadını koruyup hala Emir Muhammed Bakır’ın soyundan olan gizli imamın
zuhurunu beklemektedir ve şeri hükümlerde Şafii mezhebine göre amel
etmektedirler.
Kasımşahi koluna gelince, bunların imamları da Azerbaycan’da farklı
zamanlarda gizlilik içinde çok sınırlı da olsa davet faaliyetlerini yürütmüşlerdir.
Kasım Şah ve yerine geçen İslam Şah (829/1426) ve Muahmmed b. İslam Şah
hakkında yeterince bilgi yoktur. Anlaşıldığı kadarıyla İslam Şah davet merkezini
kalıcı olarak Azerbaycan’dan İran’daki Kum civarına taşımıştır. Alamut yıkıldığı
zaman İran’daki Kasım Şahi imamlar ve taraftarları aşamalı olarak büyük oranda
tasavvuf kisvesi altında takiyye yaptılar ve Kasımşahi İsmaili cemaati görünüşte sufi
tarikatlerden birine dönüşürken, Kasımşahi imamlar da mürşit, pir ve şeyh
unvanlarını kullandılar.
İmam Şah Nizar
(1134/1722)’ın imameti
döneminde Kasımşahi
İsmaili davetin merkezi
Encudan’dan bir
süreliğine Kehek,
oradan da Kirman’a
taşındı. Kaçar
Hanedanlığının ilk
dönemlerinde nüfuzlu
bir kişi olan İmam
Hasan Ali Şah’a, Kaçar
hanedanı Fatih Ali
tarafından “Ağa Han”
ünvanı verildi.
Muhammed b. İslam Şah’ın oğlu ve 868/1464 yılında imamete geçen otuz
ikinci Kasımşahi imamı II. Mustansır dönemiyle bu Nizari kolunun tarihinde XI/XVII.
asra kadar devam edecek yeni bir dönem başladı. Nizarilik tarihinde Encudan
dönemi olarak da bilinen bu iki asır boyunca Kasımşahi Nizarilerinin merkezi
Encudan olmuştur. Kasımşahi davette bir yenilenme ifade eden bu dönemde
topluluğun imamları sadece yeni taraftarlar kazanmakla kalmadılar aynı zamanda
uzak noktalarda, bilhassa Hindistan ve Orta Asya’da dağınık halde bulunan
taraftarlarıyla doğrudan irtibata geçtiler ve bu toplulukları tek bir liderlik altında
topladılar. Encudan döneminde Kasımşahi imamlar en önemli başarılarından birini
Hindistan’da elde ettiler (Daftary 2001: 488: 517).
Ağa Hanlar Dönemi
İmam Şah Nizar (1134/1722)’ın imameti döneminde Kasımşahi İsmaili
davetin merkezi Encudan’dan bir süreliğine Kehek, oradan da Kirman’a taşındı.
Kaçar Hanedanlığının ilk dönemlerinde nüfuzlu bir kişi olan İmam Hasan Ali Şah’a,
Kaçar hanedanı Fatih Ali tarafından “Ağa Han” ünvanı verildi. Bu sıfat daha sonra
onun yerine geçen imamlar tarafından da kullanılır oldu. Ağa Han, 1256/1840
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
İsmaililik
yılında, Babek’teki Horasanlı Ataullahi Nizarilerin desteğiyle, devletin güçleriyle
Kirman’da savaştı. Ancak 1257/1841 yılında ağır bir yenilgiye uğrayarak
Afganistan’a kaçmak zorunda kaldı. Böylece Kasımşahi Nizariliğinin İran dönemi
daimi olarak sona eriyordu. Bu tarihten sonra I. Ağa Han ile Hindistan’daki İngiliz
temsilcisi arasında yakın ilişkiler kuruldu. Bunun neticesinde Hindistan’daki
Nizarilerin konumu güçlendi ve akabinde I.Ağa Han 1265/1849’da Bombay’a
yerleşti. Bu aynı zamanda Nizari İsmaililiğinin modern döneminin de başlangıç
tarihidir. Böylece Nizari liderlik merkezi İran’dan Hindistan’a taşınmış ve hareketin
yeni merkezi Bombay olmuştu. I. Ağa Han burada Hindistan ve dışında yaşayan
taraftarlarının idaresi için ciddi bir teşkilatlanmaya gitti (Daftary 2001: 518-530).
I. Ağa Han’ın yerine 1298/1881 yılında büyük oğlu Ağa Ali Şah geçti. II. Ağa
Han olarak imamlığa geçen Ağa Ali Şah İngilizlerle olan iyi ilişkileri sürdürdü.
İngilizlerce Bombay Yasama Meclisi üyeliğine getirilen II. Ağa Han, imamlığı
boyunca, Nizari hocaların yaşam koşullarının iyileştirilmesi için çalıştı. Eğitime
büyük önem vererek çok sayıda okul açtı. Özellikle Yukarı Amu Derya, Burma ve
Doğu Afrika’dakiler olmak üzere Hindistan dışındaki İsmaililerle ilişkilerini
güçlendirdi. Nizari hocaların artan zenginliği ve kendi siyaseti sayesinde
Hindistan’daki Müslümanlar arasında büyük bir itibar kazandı. Bu itibarı sayesinde
Ulusal Muhammedi Birliği’nin başkanlığına seçildi. II. Ağa Han dört yıllık kısa bir
imamlık döneminden sonra 1302/1885 yılında vefat etti.
Nizari Hocalar, on
dokuzuncu yüzyılın
başlarından itibaren
Doğu Afrika’ya kalıcı
biçimde yerleşmeye
başladı. 1840 yılından
sonra Doğu Afrika’ya
önemli sayıda Nizari
göç etti.
III. Ağa Han Sultan Muhammed Şah çeşitli vesilelerle Avrupa’ya seyahatlerde
bulundu. Babası gibi o da İngilizlerle olan iyi ilişkilerini korudu. Yalnız kendi
mezhebinin değil, genel olarak Hint Müslümanlarının sorunlarıyla yakından
ilgilenerek Müslümanlar arasında büyük bir sempati kazandı. Bombay’da 1903
yılında düzenlenen Tüm Hindistan Müslümanları Eğitim Kongresi’nin hazırlıklarına
etkin biçimde katıldı. 1907 yılında Tüm Hindistan Müslüman Birliği’nin kuruluşuna
katıldı. 1907-1912 yılları arasında bu birliğin daimi başkanlığı görevini sürdürdü. III.
Ağa Han en önemli faaliyetlerini ise, hocalar ve diğer Hint Müslümanları yararına
çeşitli eğitim projelerinde gösterdi. Aligarh’taki Muhammadan Anglo-Oriental
College’ın 1912 yılında üniversite statüsüne yükselmesi, büyük ölçüde onun
çabaları sonucunda gerçekleşti.
III. Ağa Han I. Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle Avrupa’ya giderek İngiliz
hükümetinin hizmetine girdi ve tüm dünya Nizarilerine yaşadıkları ülkelerde İngiliz
otoritelerine yardımcı olmaları talimatını verdi. Bunun üzerine 1916 yılında
İngilizler tarafından Bombay eyaleti birinci sınıf hükümdar prens statüsüne
getirildi.
III. Ağa Han 1930’lara doğru Hindistan siyasetiyle yeniden etkin biçimde
ilgilenmeye başladı. 1928 yılında Delhi’de toplanan “Tüm Hindistan Müslüman
Konferansı”nın başkanlığını yaptı. III. Ağa Han 1930 yılında Londra’da düzenlenen
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
İsmaililik
Yuvarlak Masa Konferansı’nda Müslüman heyetine başkanlık yaptı. Bu yıllar Ağa
Han’ın Hint siyasetiyle ilgisinin doruk yıllarını oluşturdu.
III. Ağa Han uzun süren imamlığı (1885-1957) sırasında zamanını ve
kaynaklarının çoğunu, özellikle Hindistan ve Doğu Afrika olmak üzere Nizari İsmaili
topluluğunu örgütlemek ve güçlendirmek için harcamıştır. Başında bulunduğu
topluluğun eğitim ve refah düzeyini arttırmak ve bunu yaparken topluluğunun
geleneklerini ve kimliğini yitirmeksizin bu amaçlarını gerçekleştirebilmesi için, yeni
bir örgütlenme modeli için çalıştı. Hint alt kıtası ve Doğu Afrika Nizari toplulukları
için çeşitli düzeylerde meclislerin birleşmesinden oluşan bir idari sistem geliştirdi.
Her meclisin yetkileri, işlevleri ve kimlerden oluşacağı yazılı tüzüklerle belirlendi.
1947 yılında Hindistan alt kıtasının Hindistan ve Pakistan olarak ikiye bölünmesiyle,
Pakistan’da ayrı fakat benzer bir tüzük ve meclis sistemi oluşturuldu.
Nizari hocalar, on dokuzuncu yüzyılın başlarından itibaren Doğu Afrika’ya
kalıcı biçimde yerleşmeye başladı. 1840 yılında sonra Doğu Afrika’ya önemli sayıda
Nizari göç etti. Bilhassa Zengibar, Mombasa, Daru’s-Selam ve Nairobi gibi kent
merkezlerinde yoğunlaştılar. 1905 yılında ikinci kez bölgeyi ziyaret eden III. Ağa
Han fiilen Doğu Afrika Nizarilerinin tüzüğü ya da anayasasını oluşturan bir dizi yazılı
kural ve düzenlemeler yayımladı.
III. Ağa Han tarafından yayımlanan 1954 Anayasası ile ona bazı değişiklikler
getiren halefi IV. Ağa Han tarafından yayımlanan 1962 Anayasası uyarınca, imamın
şahsından sonra Doğu Afrika cemaatinin yönetimiyle ilgili en yüksek organ Afrika
Yüksek Konseyi’dir. Merkezi Doğu Afrika’nın önemli kentlerinde dönüşümlü olarak
bulunan konseyin üyeleri imam tarafından atanır. Yüksek Konsey aynı zamanda
Nizariler için imamdan sonra ikinci dereceden yargı yetkisine sahiptir. Yüksek
Konsey’in altında Tanzanya, Kenya ve Uganda için birer ülke konseyi yer alır. Ülke
konseylerinin altında çok sayıda bölgesel konsey, bunların da altında yer alan
cemaat haneler bulunur. Ülke konseylerinin üyeleri de imam tarafından atanır. Bu
sistem 1986 Anayasası tarafından bir ölçüde değiştirilmişse de genel esaslar aynı
kalmıştır.
Doğu Afrika Nizarilerinin en alt örgütlenmesi, cemaat haneler etrafında
toplanan yerel cemaatlerdir. Cemaat haneler bölgesel konseyler tarafından atanan
muhi ve kamadialar tarafından yönetilir. Evlendirme, cenaze törenleri ve çeşitli
vesilelerle düzenlenen toplu ibadetler bu görevlilerce yürütülür. Topluluk üyelerinin
zorunlu dinsel vergilerini ve armağanlarını toplayıp merkeze iletmek de onların
sorumluluğundadır. Topluluğun genelini ilgilendiren dinsel konular ise, Tanzanya,
Kenya ve Uganda’da bulunan eski adıyla İsmaili Birliği, yeni adıyla “Tarikat ve Dinsel
Eğitim Kurulu”nun işidir. Eskiden Hindistan ve Pakistan’da eğitim gören muallim ve
vaizler, artık Darüsselam’da kurulmuş bir merkezde yetiştirilmektedirler.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
İsmaililik
Ödev
Doğu Afrika’dakine benzer bir konseyler sistemi, Hindistan ve Pakistan’daki
Nizari topluluklar için de geliştirilmiştir. 1986 yılında ilan edilen son anayasa da
konsey sistemi bir ölçüde basitleştirilmiş ve bir model hâline dönüştürülmüştür. Bu
anayasa ile var olan konseylerin yanı sıra nispeten önemli olan Nizari
topluluklarının ortaya çıktığı bir dizi yeni ülkeler için de konseyler oluşturulmuştur.
Konsey sistemine göre yönetilen ülkeler şunlardır: Hindistan, Pakistan, Bangladeş,
Malezya ve Singapur, Bahreyn, Kuveyt, Katar, Umman, Suudi Arabistan, Birleşik
Arap Emirlikleri, Suriye, Malagası, Kenya, Tanzanya, Fransa, Portekiz, İngiltere, ABD
ve Kanada. Dağınık İsmaili toplulukların yaşadığı İran, Afganistan ve Orta Asya
ülkeleri bu konsey sistemine dâhil değildir. (Daftary 2001: 531-538)
Ödev gönderimi
• İsmaililik mezhebinin İslam Mezhepleri Tarihi
açısından değerini 300 kelimeyi aşmayacak şekilde
yazınız. Hazırladığınız belgeyi göndermek için
yandaki ödev gönderme linkini kullanınız.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Özet
İsmaililik
•Cafer es-Sadık’ın 148/765 yılındaki ölümünden sonra, imametin nass ve
tayinle Cafer’in en büyük oğlu İsmail ve onun oğlu Muhammed b. İsmail
ve soyundan gelen imamların hakkı olduğunu iddia eden Şii gruba
İsmailiyye/İsmaililer denir. İsmailiyye mezhebi, İsmailiyye dışında
Karamita, Talimiyye, Batıniyye, Sebiyye ve Melahide gibi farklı şekillerde
isimlendirilmiştir.
•İsmaililiğin doğuşunda içtimai, ekonomik siyasi ve eski gnostik kültürlerin
rolü olmuşsa da İmam Cafer es-Sadık’ın vefatından sonra imamet
konusunda yaşanan ihtilaf, İsmaililiğin tarih sahnesine çıkmasında
belirleyici olmuştur. İsmaililiğin ilk nüveleri Cafer es-Sadık’ın bilhassa
Kûfe’deki ihtilalci aşırı taraftarları arasından çıkmıştır.
•Fatimiler döneminde İsmaililik içerisindeki önemli kırılmalardan biri,
Fatımi halifelerinden el-Mustansır'ın ölümü ile birlikte İsmailiyye’nin,
Nizariyye ve Müstaliyye diye iki büyük kola ayrılmasıyla yaşanmıştır.
Nizariyye kolu, Hülagu ve Sultan Baybars tarafından ortadan kaldırılmıştır.
İsmailiyye'nin Mustaliyye kolu ise kısa bir müddet Mısır'da hâkimiyetini
sürdürmüş, daha sonra birbirinden farklı kollara ayrılarak Yemen'e intikal
etmiştir.
•Alamut İsmaili devletinin yıkılmasından sonra Nizari İsmaililer, tasavvufi
bir görünüm altında varlıklarını sürdürmüşlerdir. Nizari İsmaili İmamı
Hasan Ali Şah'tan itibaren Nizari imamları Ağa Han ünvanı ile anılmışlardır.
Günümüzdeki Nizari İsmailiyye’nin lideri Kerim Ağa Han’dır.
•İlk İsmaililer kutsal kitapların ve şeri hükümlerin zahir ve batını arasında
ayırıma giderek her zahiri ve lafzi mananın bir batıni ve hakiki manası
olduğunu ileri sürmüşlerdir. Erken dönem İsmaili öğretiye göre yeni bir
şeriat getiren her peygamberle beraber gönderilen dinin zahiri yönü
değişirken, sonsuz ebedi hakikatleri (hakaik) ihtiva eden batıni yönü
değişmeden kalır. İsmaililere göre insanlığın dini tarihi yedi devirden
müteşekkil olup her bir devre, natık adı verilen şeriat getiren bir
peygamberle başlamaktadır. Tarihin ilk altı devresi, ululazm denen altı
natıktan (nutaka) ibarettir. Bu peygamberlerin şeriatlarının hakikatini bilip
tevil eden vekillerine vasiy, esas ya da samit denmekteydi.
•Fatımi İsmaililiği genel olarak ilk dönem İsmaili öğretisinin çerçevesini
korumuş ve selefleri gibi dinin zahiri ve batıni yönleri arasında bir ayrıma
gitmiştir. Ancak batın ve gizli hakikatlere fazlaca vurguda bulunan ilk
İsmaili öğretinin aksine, Fatımi İsmaililiği zahir ile batını birbirlerinin
tamamlayıcıları olarak kabul etmiştir.
•Tayyibiler öğreti alanında Fatımi geleneğini sürdürerek Fatımi yazınını
önemli ölçüde korumuşlardır. Bu nedenle Tayyibiler, Fatımiler gibi dinin
zahir ve batın yönüne eşit derecede önem vermişler, kendilerinden önceki
İsmaililik gibi, evren anlayışı/kozmoloji ve döngüsel tarih anlayışına
gereken ilgiyi göstermişlerdir. Nizari İsmailileri, Fatımi ve Müstali
İsmaililerinin tersine başından beri kozmoloji ve döngüsel tarih anlayışına
fazla alaka duymamışlar ve faaliyetlerini, temelde Şii imamet nazariyesi,
bilhassa İsmaili imamın öğretilerinin önemi üzerinde yoğunlaştırmışlardır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
İsmaililik
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını etkileşimli
olarak
cevaplandırabilirsiniz
1. Aşağıdakilerden hangisi İsmaililiğe verilen isimler arasında yer almaz?
a. Sebeiyye
b. Karamita
c. Sebiyye
d. Batıniyye
e. Talimiyye
2. Aşğaıdakilerden hangisi İsmaili öğretiye ait kavramlar arasında yer almaz?
a. Hakaik
b. Külli Akıl
c. Kûni Kader
d. Belağ
e) Tahkim
3. Erken dönem İsmaili öğretide köklü bir değişiklik yaparak gizlilik devrine son
verip keşf devrini başlatan tarihi şahsiyet aşağıdakilerden hangisidir?
a. Muiz
b. Mehdi Ubeydullah
c. Ebu Abdillah eş-Şii
d. Hamdan Karmat
e. Hasan Sabbah
4. Aşağıdaki hükümlerden hangisi İsmailiyye mezhebinin görüşleri açısından
yanlıştır?
a. İmamet İsmail b. Cafer’in soyundan devam eder.
b. Her zahirin bir batını vardır.
c. İmamlar masum yanılmaz şahsiyetlerdir.
d. Hakikat imamların talimi ile elde edilemez.
e. İnsanlık tarihi yedi devirden oluşur.
5. Aşağıdakilerden hangisi İsmaili gruplar arasında yer almaz?
a. Hafıziyye
b. Nızariyye
c. Müstaliyye
d. Tayyibiyye
e. Zürariyye
6. Aşağıdakilerden hangisi İsmaili âlimler arasında yer almaz?
a. Kirmani
b. Hişam b. Hakem
c. Ebu Hatim er-Razi
d. Nasır Hüsrev
e. Nesefi
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
İsmaililik
7. İsmaililik için aşağıdakilerden hangisi yanlıştır.
a. İsmailiyye’de en önemli unsur zahir batın ayrımıdır.
b. İsmailiyye dinin batıni ve gizli hakikatlerine özel bir ehemmiyet verir.
c. İsmaililerde velayet anlayışı ikinci derecede öneme sahiptir.
d. İsmaililer tevili aşırı kullanmışlardır.
e. İsmailiyye batıni bir mezheptir.
8. Aşağıdakilerden hangisinin, Afrika’da hilafetinin başlamasıyla ilk İsmaililer
tarihinde gizlilik dönemi bitmiş ve keşf ve zuhur dönemi başlamıştır?
a. Ali b. Fadl Karmati
b. Ebu Abdullah eş-Şii
c. Hamdan Karmat
d. Mehdi Ubeydullah
e. Hasan Sabbah
9. Kaçar hanedanı Fatih Ali tarafından “Ağa Han” ünvanı ilk kez kime verilmiştir?
a. İmam Hasan Ali Şah
b. Ağa Ali Şah
c. Sultan Muhammed Şah
d. İmam Şah Nizar
e. Muhammed b. İslam Şah
10. Aşağıdakilerden hangisi Nizari kıyamet öğretisini kaldırmış ve Ehl-i Sünnet
mezhebine geçtiğini ilan etmiştir?
a. Hasan Ala zikrihi’s-selam
b. Hasan Sabbah
c. II. Nureddin Muhammed
d. Tayyib b. Amir
e. III. Hasan Celaleddin
1. a, 2. e, 3. b, 4. d, 5. e, 6. b, 7. c, 8. d, 9. a, 10. e
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
İsmaililik
YARARLANILAN KAYNAKLAR
Daftary, Farhad (2001). Muhalif İslam’ın 1400 Yılı İsmaililer: Tarih ve Kuram. (Çev.
Ercüment Özkaya). Ankara: Rastlantı Yayınları.
Hunsberger, A. C. (2000). Nasir Khusraw: The Ruby of Badakhshan. Londra.
Madelung, Wilferd (1997), “Ismâ‘îliyya,” Encyclopedia of Islam. (IV, 198-206).
Leiden: Brill.
Madelung, Wilferd (1988). Religious Trends in Early Islamic Iran. Albany: The
Persian Heritage Foundation.
Madelung, Wilferd (2005). “Shiism” Encyclopedia of Religion. (XII, 8320-8336).
New York-London: Thomson Gale.
Hodgson, M. G. S. (1955). The Order of Assassins: the Struggle of the Early Nizari
Ismailis against the Islamic World, The Hague.
Nevbahtî, Ebû Muhammed Hasan b. Musa (1936). Fıraku’ş-Şî‘a. Seyyid
Muhammed Sâdık (ed.). Necef.
ÖZ, Mustafa,(1986) Nizârî İsmâilî Mezhebinde Ağa Hanlar Dönemi, Basılmamış
Doktora Tezi, İstanbul .
Öz, Mustafa (2011). İslam Mezhepleri Tarihi, Ensar Yayıncılık, İstanbul
Stern, S. M. (1983). “ The Earliest Cosmological Doctrines of Ismâ‘îlism”. Studies in
Early Ismâ‘îlism, (ss. 3-29). Jerusalem-Leiden.
Şehristani, Ebû’l-Feth Muhammed b. Abdülkerim (1992). Milel ve’n-Nihal. Ahmed
Fehmî Muhammed (ed.). Beyrut.
Walker, Paul (1978). “Eternal Cosmos and Womb of History: Time in Early Ismâ‘îlî
History”. IJMES, 9, 355-366.
Walker, Paul (1999). Ḥamîd al-Dîn al-Kirmânî: Ismaili Thought in the Age of alḤâkim. London: The Institute of Ismaili Studies.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
• Dürziliğin Tarihi Gelişimi ve Teşekkülü
• Dürziliğin Temel Görüşleri
• Ahlak ve Hukuk Anlayışları
• Dürzi Cemaat Yapısı
• Dürzi Kutsal Risaleleri
• Dürziliğin Günümüzdeki Durumu
• Nusayriliğin Tarihi Gelişimi ve Teşekkülü
• Nusayriliğin Temel Görüşleri
• Din Adamları ve Mezhebe Giriş
• Nusayrilerin Günümüzdeki Durumu
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
DÜRZİLİK VE NUSAYRİLİĞİN
DOĞUŞU, FİKİRLERİ VE
TOPLUMSAL YAPISI
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra; Dürzilerin ve Nusayrilerin
kendilerini nasıl isimlendirdiklerini ve
tanımladıklarını öğrenecek,
• Dürziliğin ve Nusayrilerin doğduğu ortamı
açıklayacak,
• Dürziliğin ve Nusayrilerin temel görüşlerini
değerlendirecek,
• Dürzilerin ve Nusayrilerin toplumsal yapılarını
Kavrayacak,
• Dürzilerin ve Nusayrilerin diğer mezheplerle ilişkisini
açıklayacaksınız.
DÜRZİLİK ve
NUSAYRİLİK
ÜNİTE
9
Dürzilik ve Nusayriliğin Doğuşu, Fikirleri ve Toplumsal Yapısı
DÜRZİLİK
Dürziler, Tanrı’nın
birliğine verdikleri
öneme dikkat çekmek
için kendilerini
Muvahhidun olarak
adlandırırlar.
Dürzilik, Fatımilerin altıncı halifesi Hâkim Biemrillah döneminde İsmaililik
içinden neşet etmiş dini-siyasi bir mezhep özelliği taşımaktadır. Genel bir tanımla
Dürzilik, önceki bütün dinlerin yanlış olduğunu kabul ederek Hâkim Biemrillah’ın
uluhiyyetine ve onun yarattığı ulvi varlıklar hiyerarşisine inanan, kapalı (sır)
cemiyet özelliğini koruyarak günümüze kadar ulaşan bir mezheptir.
Dürziler, Tanrı’nın birliğine verdikleri öneme dikkat çekmek için kendilerini
daha ziyade Muvahhidun olarak adlandırırlar. Tevhit prensibine dikkat çekmek
amacıyla da Ehlü’t-Tevhid ismini sıkça kullanırlar. Son zamanlarda az da olsa Benu
Maruf ismini de dini ve kültürel özelliklerinden dolayı kullandıklarını
söylemektedirler. Yemen asıllı Dürziler kendilerini Bi’l-Maruf şeklinde de
isimlendirirler.
Dürziler, mezhep isminin kendisinden geldiği Neştekin ed-Derezi’yi dinden
çıkmış bir mülhid veya münafık olarak gördüklerinden dolayı Dürzi ve ed-Duruz
ismiyle adlandırılmayı sevmezler. Çünkü bu ismin kendilerine hakaret olarak
verildiğine inanırlar. Fakat günümüzde artık Dürzi ismine tepki gösterilmemekte ve
Dürzilerce yazılan kitaplarda da bu isimlendirme şekli görülmektedir.
Dürzilere göre ilahlık
Hâkim Biemrillah’ın
insani görüntüsünde
ortaya çıkmıştır.
Hâkim Biemrillah
döneminde eceliyle
ölen devlet görevlisi
yok gibidir.
TARİHİ GELİŞİMİ VE DÜRZİLİĞİN TEŞEKKÜLÜ
Hâkim Biemrillah’ın Kişiliği
Dürzi mezhebi, Fatımilerin altıncı halifesi Hâkim Biemrillah’ın şahsiyetinde
düğümlenmektedir. Çünkü Dürzilere göre ilahlık onun insani görüntüsünde ortaya
çıkmıştır. Bu sebeple Dürzi mezhebini incelerken mezhepler tarihi açısından daha
sağlıklı sonuçlara ulaşabilmek için dikkat edilmesi gereken hususlardan biri olan
kişiler üzerinde yoğunlaşma prensibi çerçevesinde Hâkim Biemrillah’ın kişiliğini
ortaya koymak gerekmektedir.
Esas ismi Ebu Ali Mansur olan Hâkim Biemrillah, 375/985 yılında Kahire’deki
hilafet sarayında dünyaya gelmiştir. Babası Aziz’in 386/996 yılında Bilbis’te vefat
ettiği gün henüz on bir yaşında iken kendisine biat edilerek hilafet makamına
oturtulmuş ve Hâkim Biemrillah lakabını almıştır.
Hâkim, sıra dışı bir kişiliğe sahiptir. Hilafeti döneminde sert mizaçlı,
merhametsiz, insanları en küçük kusurlarında bile öldürtmekten çekinmeyen bir
yapıda olduğu hususunda tarihçiler ittifak halindedir.
Kaynakların verdiği bilgilere göre Hâkim, yedi yıl boyunca giydiği yün elbiseyi
hiç değiştirmemiş, gece mum ışığında oturmuştur. Bazen de karanlıkta oturmayı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Dürzilik ve Nusayriliğin Doğuşu, Fikirleri ve Toplumsal Yapısı
tercih etmiştir. Hisbe görevini bizzat kendi yerine getirir, ölçü ve tartıda hile
yapanları şiddetle cezalandırırdı. Hâkim, Mısır’daki ahlaki bozukluğu sebep
göstererek kadınların dışarı çıkmasını yasaklamıştır. Bu emre karşı çıkanlar, şiddetli
bir şekilde cezalandırılmış ve asiler Nil Nehri’nde boğdurulmuştur.
Hâkim’in, sert üslubuna
rağmen, yaptığı
uygulamalar halk
tarafından tasvip
edilmiştir.
Hâkim, halkının dertlerini dinler, onların isteklerini yazılı olarak alır ve bir gün
sonra onlara cevap verirdi. Hediyeler dağıtır ve halka karşı çok merhametli ve
cömert davranırdı. Hâkim, halkın kendi önünde yeri öpmesini ve secde etmesini
yasaklamıştı. Buna karşılık Hâkim, devlet erkânına karşı çok sert davranmaktaydı.
Onun döneminde eceliyle ölen görevli yok gibidir.
Hâkim’in Ehlikitaba karşı tutumu sert olmuştur. Onun döneminde birçok
kilise ve manastır yıkılmış veya camiye dönüştürülmüştür. Bunların mal varlıklarına
el konulmuş, sadece Sina Dağı’ndaki manastıra dokunulmamıştır. Kudüs’teki
Kıyame Kilisesi bile bu durumdan nasibini almıştır. Bunun yanında Hâkim, Hristiyan
ve Yahudilere bazı yasaklar getirerek, onların kılık kıyafetlerini düzenleyici
talimatlar koymuş ve bazı bayram kutlamalarını da yasaklamıştır.
Hâkim Biemrillah,
hilafetinin son
yıllarında kendine
zahidane bir hayat
seçmiştir.
Hâkim Biemrillah,
saltanatının yirmi
beşinci senesinde, otuz
yedi yaşında iken
öldürülmüş veya
ortadan kaybolmuştur.
Hâkim’in Şiiler ile Sünnileri birleştirmek için çaba sarf ettiği de
görülmektedir. Bu çerçevede daha önce yasak olan teravih namazının kılınmasına
izin vermiştir. Ayrıca ezanlar Sünni ve Şii geleneğe uygun olarak okunabiliyordu.
İsteyenler de orucu, hilalin görünmesine göre veya felek ilminin hesaplamalarına
göre tutabiliyordu. Hâkim, Fatımi davetinin şiarı olan ezandaki Hayye ale Hayri’lAmel lafzını ezandan çıkartmıştı. Hâkim, Ehlisünnete daha yakın olabilmek için de
Maliki Mezhebinin öğretilerinin okutulduğu okullar açtırmış ve gerekli ihtiyaçları
için yardımda bulunmuştur (İbn Tağriberdi, IV/222). O, diğer Fatımi halifelerinin
aksine, Cuma ve bayram namazlarında camiye gidip hutbeler vermiştir. Böylece
halk ile daha çok iç içe yaşamıştır.
Hâkim Biemrillah, hilafetinin son yıllarında kendine zahidane bir hayat
seçmişti. O, Kahire ve Fustat sokaklarında korumasız bir şekilde sadece iki
rikaptarıyla dolaşır, gece yarısından sonra ise Mukattam Dağı’na çıkardı. Hâkim,
411/1021’de alışılmış gezilerinden birine çıkmış, ancak esrarengiz bir şekilde
ortadan kaybolmuş ve bir daha da geri dönmemiştir. O, saltanatının yirmi beşinci
senesinde, otuz yedi yaşında iken öldürülmüş veya ortadan kaybolmuştur. Birkaç
gün sonra gezilerinde bindiği eşeği ile hançerlenmiş gömleğinden başka bir şey
bulunamamıştır.
Dürzilere göre Allah, Hâkim’in suretinde insanlara görünmüştür. Onun
ölmesi söz konusu olmayacağı için o göğe yükselmiştir. Kıyamet günü vakti geldiği
zaman yeniden yeryüzüne dönecek ve yeryüzünü adaletle dolduracaktır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Dürzilik ve Nusayriliğin Doğuşu, Fikirleri ve Toplumsal Yapısı
Hâkim Biemrillah’ın İlahlığı
Dürzilere göre, Hâkim
Biemrillah, 1
Muharrem 408/30
Mayıs 1017 yılında
perşembe günü, gün
batarken yeni
dönemin başladığını
belirterek ilahlığını ilan
etmiştir.
Dürzilere göre; Hâkim tahta çıkışından üç ay sonra yeni bir dönemin geldiğini
müjdelemek üzere etrafa davetçiler göndermiştir. Keşf Dönemi olarak da
isimlendirilen bu devrede, hakikat ortaya çıkacak ve Allah’ın birliğinin bilgisi,
kendisini bu hareket için hazırlayan kimselere kapalı kalmayacaktı. 1 Muharrem
408/30 Mayıs 1017 yılında perşembe günü, gün batarken Hâkim Biemrillah yeni
dönemin başladığını ilan eden bir bildiri dağıtarak ilahlığını ilan etmiştir. Dürzilere
göre bu çıkış, gerçek bir devrim olup artık hak ile batıl birbirinden ayrılmıştır.
Hâkim’in başlattığı bu hareket, bizatihi Allah’ın iradesiyle uyum halinde olup
gerçeklerin mecmuundan ibarettir. Bu ilanın duyurulduğu günün akşamına doğru
Hamza b. Ali kendisini hareketin imamı olarak ilan etmiştir.
Hâkim Biemrillah’ın uluhiyyetiyle ilgili olarak ileri sürülen bu kurgu,
Dürzilerin kendi görüşleri olup bu iddiaların tarihi kaynaklarca doğrulanması
mümkün gözükmemektedir.
Hâkim’in sıra dışı kişiliği sebebiyle birçok tarihçi onu deli olarak kabul etmiş
ve onun uluhiyet iddiasında bulunduğu fikri genel kabul görmüştür. Hatta İbn Zafir,
Sıbt b. Cevzi ve İbn Tağriberdi gibi bazı tarihçiler, Dürzi davetini örgütleyenin bizzat
Hâkim’in kendisi olduğunu kabul ederler. Ancak gerçekten durum böyle olsaydı
Dürzi Risalelerinde Hâkim’in katkısının olması gerekirdi.
Hâkim, yayınladığı fermanlarla, bastığı yerin, elinin ve ayağının öpülmesi gibi,
önünde diz çökülmesini de yasaklamıştır (El-Antaki,205; en-Nüveyri, XXVIII/190;
İbn Tağriberdi, IV/177). Ayrıca Hâkim kendisine Seyyidina, Mevlana şeklinde hitap
edilmesinden de kesin olarak men etmiştir.
Hâkim, yayınladığı
fermanlarla bastığı
yerin, elinin ve ayağının
öpülmesini yasakladığı
gibi, önünde diz
çökülmesini de
yasaklamıştır.
Hâkimle ilgili rivayetler dikkate alındığında, önünde diz çökülmesini
fermanla kaldıran ve “Allah’ın selamı Müminlerin emirine olsun” sözünden başka
hitapları yasaklayan bir kişinin, uluhiyyetini ilan etmiş olması düşünülemez.
Hâkim’in çıkardığı fermanlar, “Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla” diye
başlamakta yine bu fermanlar, Allah’a ve Resulüne salat ve selam ile son
bulmaktadır. Bu fermanlardan yola çıkarak Hâkim’in uluhiyyet iddiasında
bulunmadığını söylemek mümkündür. Çünkü uluhiyyet iddiasında bulunan bir
kişinin Hz. Peygamberden, ceddim diye bahsetmesi, ona salat ve selamda bulunup
kendisini Allah’ın kulu olarak nitelemesi mümkün gözükmemektedir. Dürzi
Risalelerinden, onun uluhiyyetine inanan ve hudud olarak kabul edilen kişilerin bile
ona Mevlamız hitabını gizlice, içlerinden okuduklarını anlıyoruz (21. Risale). Bu
durumdan yola çıkarak, İlahlık iddiasının Hamza b. Ali tarafından ortaya atıldığı ve
Hamza ve yandaşlarının yaptıklarından, Hâkim’in haberinin olmadığı sonucu
çıkarılabilir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Dürzilik ve Nusayriliğin Doğuşu, Fikirleri ve Toplumsal Yapısı
El-Fergani’nin fikirlerini
Dürzi inancının ilk nüveleri
olarak kabul edebiliriz.
Hâkim’in uluhiyyetini
iddia eden El-Fergani,
Neştekin ed-Derezi ve
Hamza İsmaili
düşüncelere yabancı
kişiler değildi.
El-Fergani, Neştekin edDerezi ve Hamza b. Ali’nin
öğretilerinin temelini İsmaili
fikirler oluşturmaktadır. Her
üçü de temeli aynı olan bir
öğretiyi savunmuşlardır.
Hâkim, kendisinin kurduğu Beytü’l-Hikme’deki toplantılara katılır ve burada
yapılan tartışmaları düzenli olarak takip ederdi. Bu kurum, İsmaili mezhebinin
propaganda ve eğitim merkezi olup Hâkim tarafından maddi ve manevi olarak
desteklenmekteydi. Buradaki dailer Hâkim’in uluhiyyeti ile ilgili ileri sürülen bu
iddialara en sert tepkiyi koymuştur. Dönemin Dai’d-Duat, Kadi’l-Kudat ve İsmaili
ileri gelenlerinin, Hamza b. Ali ve yandaşları El-Fergani ve Derezi’ye karşı çıkmış
olmaları, Hâkim’in uluhiyyet iddialarına iltifat etmediğinin bir başka delili olabilir.
El-Kirmani, Hâkim’in uluhiyyetinin ilan edildiği tarih olarak kabul edilen
408/1017 yılında Mısır’a gitmiştir. Hâkim’e uluhiyyet izafe edildiği dönemlerde
sarayda Hâkim’in en yakınında El-Kirmani bulunmaktaydı. O, yazdığı risalelerde
Hâkim’in uluhiyyetini ortaya atanlara cevap verdiği gibi Allah’ın birliği ve imamın
vasıflarını konu edinen eserler de yazarak Hâkim Biemrillah’ı bir imam olarak
övmekte ve ona iltifat etmektedir. Onun züht ve takva sahibi olduğunu belirterek,
geç saatlere kadar ibadet ettiğini ve takvasını güçlendirdiğini söylemektedir.
Kirmani’nin risalelerinin çoğunu bizzat Hâkim Biemrillah’ın yanında yazması ve
Hâkim’in yazdıklarına karşı çıkmaması, dikkate değer bir durum arz etmektedir.
El-Kirmani, Er-Risaletü’l-Vaiza fi’r-Reddi ala’l-Ahram el-Fergani adlı
risalesinde Hâkim’in uluhiyyetini iddia eden el-Fergani’ye şiddetle karşı çıkarak onu
küfre saplanmakla suçlar. Dürzi inancının ilk nüveleri olarak kabul edilebilecek elFergani’nin fikirlerini bu risalede görmek mümkündür. El-Fergani’nin “Zamanın
imamının, geçmiş peygamberlerden ve imamlardan üstün olması”,“Allah’ın bir
şahıs veya beden olması”, “Şeriat, tenzil ve tevilin neshi ve bunların çer çöp olarak
kabul edilip atılması gerektiği”, “Mabudun, Emiri’l-Mü’minin Hâkim Biemrillah
olduğu” fikirleri, Neştekin ed-Derezi ve Hamza tarafından da kabul edilmiştir. Bu
fikirler, daha sonra Hamza b. Ali tarafından sistematize edilerek mezhebin fikri
çatısını oluşturmuştur.
Hâkim’in uluhiyyetini iddia eden El-Fergani, Neştekin ed-Derezi ve
Hamza’nın, Hâkim’in mistik bir yöneliş içine girdiği zaman ortaya çıktığını
görüyoruz. Bu şahıslar, Hâkim’in devlet işlerini yeteri kadar ilgilenmediği bu
dönemde otorite boşluğundan faydalanarak bu iddiaları ortaya atmış olabilirler.
Bunu yaparken de siyasi bir getiri peşinde olabilecekleri gibi, söz konusu isimler,
batıni anlayışa sahip samimi birer İsmaili de olabilirler. Çünkü ortaya koydukları
fikirler, İsmaili düşüncelere yabancı değildi.
Dürzi Davetinin Başlaması
Dürzi daveti, 408/1017 yılından itibaren Hâkim’in uluhiyyeti kabul
edilerek daha önceki şeriatların değersizliğinin vaaz edilmesiyle başlamıştır.
Hamza, Neştekin ed-Derezi ve El-Fergani, temeli aynı olan bir öğretiyi
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Dürzilik ve Nusayriliğin Doğuşu, Fikirleri ve Toplumsal Yapısı
savunmuşlardır. Hatta bundan dolayı tarihçilerin olayları anlatırken çoğu zaman
bu üç şahsiyeti birbirine karıştırdıkları görülmektedir.
Hamza b. Ali, Dürzi
davetinin örgütlenmesi
ve kurumsallaşmasını
gerçekleştirdiğinden,
mezhep kurucusu olarak
o kabul edilir.
Hamza b. Ali, Hâkim
Biemrillah’ı Tanrı olan Bir’in
tecessümü makamına
getirerek bir nevi onu,
kurduğu sistemin dışına itmiş
ve kendisini Külli Akl’ın
tecessümü olarak ilan ederek
daha aktif bir rol üstlenmiştir.
Dürziliğin teşekkülünde önemli bir yeri olan uluhiyet anlayışını, ilk iddia
eden El-Fergani olmuştur. Onun bir suikast sonucu öldürülmesiyle ondan doğan
boşluğu Neştekin ed-Derezi doldurmaya çalışmıştır. Ancak Hamza b. Ali’nin
daha dikkatli hareket etmesi ve rakiplerinin de öldürülerek bertaraf edilmesi
üzerine davanın tartışmasız tek lideri olarak kalmış ve hareket onun
önderliğinde varlığını sürdürmüştür. Dürzi davetinin örgütlenmesi, yani mezhep
halini alabilmesi için gerekli olan kurumlaşma, onun vasıtasıyla
gerçekleştirildiğinden, mezhep kurucusu olarak da o kabul edilmiştir. İbn Zâfir,
Hamza’nın her bir inanandan ahit aldığını anlatmaktadır. Bu ve benzeri birçok
rivayetten, hareketin kurumsallaşmasının Hamza b. Ali’nin eli ile olduğu
anlaşılmaktadır.
Hamza b. Ali, risalelerinde El-Fergani’den hiç bahsetmemiştir. Hamza,
Derezi’yi ise münafıklıkla suçlayarak kurduğu öğretide kendisinin yaratılanların
en üstünü olan Külli Akl olduğunu ilan etmiştir (14. Risale). O, İsmaililerce imam
olarak kabul edilen Hâkim Biemrillah’ı, Tanrı olan Bir’in tecessümü makamına
getirerek bir nevi onu, kurduğu sistemin dışına itmiş ve kendisini Külli Akl’ın
tecessümü olarak ilan ederek daha aktif bir rol üstlenmiştir. Bunun neticesinde
boşalmış olan imamet makamına kendisini atamıştır. Böylelikle İsmaili düşünce
sisteminin merkezinde yer alan imamet öğretisi tasfiye edildiği gibi imametin
Ehlibeyt dışından birine geçmesine de kapı açılmıştır.
Hamza b. Ali’den sonra davetin liderliğine getirilen Muktena Bahaeddin,
434/1042 yılında son risalesini yazarak gaybet etmiştir (111. Risale). O tarihten
itibaren Dürzilik; Hamza, Temimi ve Muktena Bahaeddin’in ortaya koyduğu
prensiplerden başkasını bünyesine almayan, inançlarına girmek isteyenlere izin
vermeyen, çıkmak isteyenlere ise müsamaha göstermeyen kapalı bir mezhep halini
almıştır.
DÜRZİLERİN TEMEL GÖRÜŞLERİ
Dürzi Risalelerini ve bu risalelerde yer alan öğretileri incelediğimiz zaman
Dürzi inanç esaslarının arka planında İsmaili din anlayışının olduğu görülmektedir.
Dürzi din anlayışının içinde birçok felsefi akımın etkisi olsa da bunların Dürzi
öğretilere yansıması daha ziyade İsmailiyye aracılığıyla olmuştur. Bu bağlamda
Dürzi mezhebinin, İsmailiyye içerisinden inkişaf ettiğini ve Dürzi düşüncenin
temelini de İsmaili kaynaklı fikirlerin oluşturduğunu söyleyebiliriz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Dürzilik ve Nusayriliğin Doğuşu, Fikirleri ve Toplumsal Yapısı
Tanrı Anlayışı
Hâkim Biemrillah’ın,
birbirinden asla
ayrılmayan lahutilik ve
nasutilik olmak üzere iki
yönü bulunmaktadır.
Dürzilerin inanç esaslarından en önemlisi Hâkim Biemrillah’ın uluhiyyetine
inanmaktır. Bu temel esasa göre Hâkim Biemrillah’ın, birbirinden asla ayrılmayan
lahutilik ve nasutilik olmak üzere iki yönü bulunmaktadır. Onun duyularla
anlaşılamayan lahuti yönünü hiç kimse hiç bir şekilde anlayamadığı gibi görülen
nasuti yönü ise görüldüğünün aynısı değildir.
Dürzilerdeki Tanrı telakkisi ile İsmaililikteki Allah inancı birbirine
benzemektedir. İsmaili inanç sisteminde yer alan Allah’ın yokluğunun muhal oluşu,
Allah’ın hiç bir sıfatla sıfatlandırılamayacağı ve yaratıklarda bulunan sıfatların
Allah’tan münezzeh olduğu gibi anlayışlar, Dürzi risalelerinde de bulunmaktadır.
Dürzi inancına göre insan, Tanrı’yı O’nun insana açıldığı ve insan zihni
üzerine yansıdığı kadarıyla kavrayabilir. Tanrı’nın insan tarafından bilinebilmesi için
O, insan zihnine ve anlayışına yakın olmalıdır. Eğer Tanrı’nın bizzat açılımı insan
zihninin sınırlarının ötesinde olursa insan O’nu kavrayamaz. Diğer taraftan Tanrı
kendini insani standartlardan daha aşağı bir şekilde izhar ederse, o zaman insan
O’nu kabul etmez.
Tanrı’nın kavranabilecek kadar kendini insana açması bir imam vasıtasıyla
olmuştur. Hamza b. Ali bu konuda şöyle söylemektedir: “Eğer yeryüzünde
imametten daha efdal bir şey olsaydı, mevlamız o ismi alırdı.” (19. Risale). Yani
Tanrı, zaman zaman en yüksek makam olan imam makamında insanlara tecelli
etmiştir. O’nun lahutiliğini görmek ve anlamak bizim kapasitemizin ötesindedir.
Dürzilere göre, diğer
inanç sahipleri madum
olan, bilinmeyen, fayda
ve zarar vermeyen bir
yokluğa ibadet
etmektedir.
Dürziler, Tanrı’nın insan suretine girmesinin insanlar için bir rahmet ve
adalet olduğunu kabul eder ve diğer din sahiplerinin madum olan, bilinmeyen,
fayda ve zarar vermeyen bir yokluğa ibadet ettiklerini ileri sürerler.
Hamza b. Ali, Tanrı’nın nasutiliği meselesini taraftarlarına şöyle izah
etmektedir: “Eğer deseniz ki, nasıl olur da bir İlahla beşer olarak görüşüp
konuşabiliriz? O zaman deriz ki; Mevla’mızın tevfiki ve teyidi ile yaparız. Siz Yahudi,
Hıristiyan ve Müslümanlar! Siz Allah’ın Musa b. İmran ile kuru bir ağaç altında
konuştuğunu, ağaç ve dağdan ses duyduğu için onu Allah’ın kelimesi olarak
isimlendirdiğinizi unutuyor musunuz? Allah’ın kelamını akıllı birisi mi daha iyi
anlayabilir? Yoksa aklı olmayan ağaç ve kaya mı? Öyleyse akl eden, bilen,
vehmedebilen birisinin Allah’a perde olması akl edemeyen, vehmedemeyenden
daha uygundur.” (13. Risale).
Allah’ın beşerde görünmesini Dürziler bir hulul olarak kabul etmezler.
Dürziler buna zuhur ve tecelli adını verirler.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Dürzilik ve Nusayriliğin Doğuşu, Fikirleri ve Toplumsal Yapısı
Yaratılış İnancı
Tanrı, fiziki âlemle
doğrudan temas
kuramayacak kadar yüce
ve münezzeh olduğu için,
yaratma Külli Akl
vasıtasıyla
gerçekleştirilmiştir.
Kelime, evrendeki ahenk,
ölçü ve düzenin
kaynağıdır.
Tali,
cismani dünyanın
yaratılmasında Tanrı’nın
iradesinin bir dış
açılımıdır.
Dürzi yaratılış nazariyesine göre, bütün varlıkların kaynağı Allah’tır. Var olan
şeyler Tanrı’nın iradesinden dolayı var olmuşlardır. Hamza b. Ali bu durumu
Kur’an’dan aldığı bir ayetle şöyle açıklamaktadır: “O’nun iradesi bir şeyi istediği
zaman, ona ‘ol’ demesi yeterlidir, o da hemen oluverir.” (13. Risale; krş.,Yasin, 82).
Tanrı, fiziki âlemle doğrudan temas kuramayacak kadar yüce ve münezzeh olduğu
için, yaratma Külli Akl vasıtasıyla gerçekleştirilmiştir. İlk yaratılan Külli Akl olup, o
yaratıldığı zaman ne günle, ne haftalar ne aylar ve ne de seneler vardı. Sadece
Allah vardı. (13. Risale).
Hamza b. Ali’nin risalelerinden birinde belirttiğine göre, Külli Akl’ı yaratan
Tanrı, onu en üst mertebeye çıkarmış ve ona şöyle seslenmiştir: “Celalime yemin
ederim ki, cennete ancak seninle ve senin sevginle girmek mümkündür. Cehenneme
de sana muhalefet eden ve nifaklık edenler girer. Sana itaat edenler bana itaat
etmiş olur. Kim sana isyan ederse bana isyan etmiş olur. Seninle yüce makamlara
erişilir. Kullarım bana ulaşabilsin diye seni vesile kıldım.” (13. Risale). Külli Akl,
ilahın bu sözlerini duyunca kendini beğenmeye ve kibirlenmeye başladı. İşte o
zaman Akl’ın itaatinden itaatsizlik, nurundan karanlık, tevazusundan kibir,
hikmetinden cehalet ortaya çıktı. Külli Akl, kendi iradesi dışında Zıdd (şeytan)
oluşmasının akabinde onun karşısında acze düştü. Acizliğini ve hatasını anlayan
Külli Akl, kendi günahını af etmesi için Tanrı’ya yalvarıp ondan Zıdd’a karşı yardım
için niyazda bulundu. Bunun üzerine Akl’ın nurundan Külli Nefs yaratıldı. Külli Akl’ın
nuru Nefs’e hâkim olurken Zıdd’ın zulmetinin cüzi bir kısmı da Nefs’e intikal etti.
Nefs, iyi-kötü, hak-batılı seçme hususunda hürdü. O Akl gibi Allah’a itaati seçti. İlahi
hikmet her şeyin karanlık-aydınlık, iyilik ve kötülük gibi çift olmasını dileyince Külli
Akl için Külli Nefs’in yaratıldığı gibi Zıdd içinde ona yardımcı olarak Nidd ortaya
çıkarıldı.
Külli Akl’dan neşet eden Nefs, tüm yaratılmış varlıkların ortaya çıkışına sebep
olacaktır. Zıdd’ın muhalifliğinden ve inkârın karanlığının üstesinden gelebilmek için
Zıdd’ın kötülüğünü engellemede Akl ve Nefs’e yardımcı olacak nurani bir varlık
daha zuhur etmiş ve bu nurlu varlık Kelime olarak isimlendirilmiştir. Böylece
Tanrı’nın aktif iradesinden (ki bu Nefstir) Kelime meydana gelmiş ve tüm varlıkların
hayat ilkesi olmuştur. Kelime; evrendeki ahenk, ölçü ve düzenin kaynağıdır. O,
böylelikle hayatın en önemli ilkesidir. Kelime, Bir’le beraber olmaktan kendini
alıkoyan benliğin karanlığına karşı Tanrı’dan yardım istemiştir. Böylece bencilliğin
karanlığının üstesinden gelmesine yardımcı olması için Kelimeden Sabık, Sabıktan
da Tali meydana çıkmıştır.
Tali, cismani dünyanın yaratılmasında Tanrı’nın iradesinin bir dış açılımıdır.
Cismani dünya Tali aracılığıyla yaratılmıştır. Semalar, arz, soğukluk, sıcaklık,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Dürzilik ve Nusayriliğin Doğuşu, Fikirleri ve Toplumsal Yapısı
kuruluk, rutubet ve dört unsur: hava, su, toprak ve ateş ile beşinci unsur olan
madde Tali’den çıkmıştır. Semalar, bitkiler ve canlıların bulunduğu arz yaratıldıktan
sonra mevcudatın son halkası olan insan yaratılmıştır. İnsan en güzel bir şekilde
yaratılarak kâinatın nizamı tamamlanmıştır.
Aslında Tanrı bütün varlıkların gerçek yaratıcısıdır. Tanrı’nın iradesi olan Akl,
tüm kozmik prensiplerin sebebidir ve kozmik prensipler (hududlar) bütün maddi
varlıkların kaynağı olmuştur. Akl, onların ilk sebebi ve en mükemmelidir. Bu kozmik
unsurlara (hududlara) inanmak Dürzilerin temel inançlarındandır.
Hududları Bilme
Hududların yardımıyla Bir’e
ulaşılabilir, onların yardımı
olmadan Bir’e ulaşmak
imkânsızdır.
İsmaili inanç esasları arasında yer alan Allah’ın birliğini, ruhani ve cismani
hudud mertebelerini bilmeksizin ve onlara tam olarak itaatle bağlanmaksızın
imanın gerçekleşmeyeceği fikrinin benzeri Dürzilerde de yer alır. Dürzilere göre
ruhani hududlar aynı zamanda cismani hududlardır. Bu ruhani hududlar ulvi
varlıklardır. Mabut, bunların başı olan Külli Akl’ı kendi nurundan yaratmıştır. Bu
hududlar sadece Hâkim dönemi için değil bütün dönemler için de geçerlidir. Çünkü
onlar doğmayan ve zaten mevcut olan varlıklardır. Bunlar gerçek ruhtur, ölmezler,
değişik isim ve değişik cisimlere de girseler Bir’in elçileridir. Hududları bilmeyen ve
inanmayan kimse tevhid inancını kavrayamaz. Böyle bir kimsenin inancı bir
iddiadan öteye gidemez. Dürzi Risalelerine göre bu hududların sayısı beştir:
3.1. Külli Akl: Hamza b. Ali b. Ahmed’dir. Hamza, Hududların başıdır ve
değişik isimlerle zuhur etmiştir. Mesela Adem döneminde Şatnil, Nuh döneminde
Pisagorus, İbrahim döneminde Elyesa, Musa döneminde Şuayb, İsa döneminde
mesih Yesu, Muhammed döneminde Selman olarak zuhur etmiştir (36. Risale).
Cisim her hangi bir belaya
uğrarsa ruh onu terk
ederek başka bir gömleğe
geçer, dolayısıyla ruh
olduğu gibi kalırken,
değişen sadece cisimler ve
cesetlerdir.
3.2. Külli Nefs: Ebu İbrahim İsmail b. Muhammed b. Hamid et-Temimi’dir.
Akl’a nisbet edilir. Hamza ona, diğer hududlar üzerine emir ve nehiy yetkisi
vermiştir (20. Risale).
3.3. Kelime: Ebu Abdillah Muhammed b. Vehb el-Kureşi’dir. Nefs’e nispet
edilir, Nefsten sonra gelen hudud olup Sefiru’l-Kudre makamına getirilmiştir (21.
Risale).
3.4. Sabık: Ebu’l-Hayr Selâme b. Abdilvehhab es-Samiri’dir. Kelime’ye nispet
edilir ve ona yardımcı olarak yaratılmıştır (32. Risale).
3.5. Tali: Ebu’l-Hasan b. Ahmed et-Tai es-Semuki’dir. Cismani dünyanın
yaratılması ona nispet edilir (22. Risale).
Dürzilere göre hududları bilmek ve onlara itaat edip hürmet göstermek kesin
bir inanç esasıdır. Çünkü onlar İlahın kapıları ve elçileridir. Ancak onlarla Bir’e
ulaşılabilir, onların yardımı olmadan Bir’e ulaşmak imkânsızdır. Hamza da
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Dürzilik ve Nusayriliğin Doğuşu, Fikirleri ve Toplumsal Yapısı
risalelerinde hududların isim ve sıfatlarının bilinmesini ve onlara hürmet
gösterilmesini emretmiştir. Çünkü onların hikmet ve rahmet kapısı olduğunu
belirtmiştir (17. Risale).Beş hududdan her birinin kendine has renkleri vardır. Yeşil
Akl’ı, kırmızı Nefs’i, sarı Kelime’yi, mavi Sabık’ı, beyaz Tali’yi temsil etmektedir.
Dürzilerin bu renklerden oluşan bayrakları Beyrut’ta ve ABD’de bulunan Dürzi
merkezlerinde bugün dahi asılmaktadır.
Takammüs
Dürziler, ruhun bir cisimden başka bir cisme intikaline inanmaktadırlar.
Ancak buna tenasüh değil takammüs adını verirler. Bu nazariyeye göre ruh ölmez,
ölen yalnızca cisimdir. Yani Dürzilere göre ruh, gömlek değiştirir gibi beden
değiştirir. Cisim herhangi bir belaya uğrarsa ruh onu terk ederek başka bir gömleğe
geçer; dolayısıyla ruh olduğu gibi kalırken, değişen sadece cisimler ve cesetlerdir.
Takammüs inancı, Dürziliğin benimsediği en önemli inanç esaslarından birisidir. Bu
inanca göre İnsanın fiziksel ölümünden sonra, hakikat olan ruh, insanın daimi
tecrübesindeki varlığıyla kaderine doğru devam edebilmesi için, başka bir insan
bedeninde ortaya çıkar. Böylece insan ruhu, bedeni terk eder etmez yeni bir beden
edinir. Bu yeni beden de ruhun vasıtası olarak, varlığının idrak edilmesini sağlar ve
insanın yaratılmasıyla başlayan bilgiye ve mutluluğa doğru ilerleyişine katılır. Aksi
takdirde o cahillikle geriler ve benliğinin onu doğal konumundan saptırdığı bir
bedenden dolayı ortada kalır, zıtlık ve kargaşalık yaşar. Dürziler, ruhun sadece
insani bir bedene sahip olduğunu kabul ederler. Yani ruhun insandan başka
varlıkların bedenine girmesi kesinlikle söz konusu değildir. (15. Risale).
Doğru sözlü olmak,
namazın yerine ikame
edilmiştir.
Dürzilerin benimsediği takammüs nazariyesine göre ruh insanlar arasında bir
bedenden yeni bir bedene geçerken bu geçiş, aynı cinsler arasında gerçekleşir.
Erkek ruhunun, erkek bedenine, kadın ruhunun ise kadın bedenine girdiği gibi bir
Dürzinin ruhu diğer bir Dürzinin bedenine, Hıristiyan’ın ruhu ancak diğer bir
Hıristiyan’ın bedenine girer. Bu anlayıştan dolayı bütün nebilerin ve hududların
aynı kişiler olduğuna inanılır.
Dürzilere göre birey için yaşam süresi hayatın gerçek amacını idrak etmek
için yeterli değildir. Eğer birey sadece bir kere yaşamışsa Bir ile beraber olmayı
hissedemez. İnsanlar, Tanrı’nın birliğinin doğru bilgisini kavrayabilmek için hazırlık
yapmalıdır. İlahi bilgi, derece derece her bir adımın belirli bir periyodu
simgeleyeceği şekilde insana verilmelidir. Her bir periyotta insana, bu periyotta
yaptığı hazırlığa orantılı olarak ilahi bilgiden belirli bir miktar verilir. Burada söz
konusu olan her bir periyot, bir devreye (ed-Devr) işaret eder. Dürzi inancına göre
hududlar, insan formatında belli devirlerde gelerek insanoğlunu tevhid doktrinine
ulaştırmışlardır. (Makarem, 57-58).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Dürzilik ve Nusayriliğin Doğuşu, Fikirleri ve Toplumsal Yapısı
Yedi Esas
Din kardeşini korumak,
zekâtın yerine ikame
edilmiştir.
Dürzilere göre daha önce gönderilen tüm dini hükümler yanlış ve batıldır; bu
yüzden nesh edilmişlerdir. Hamza b. Ali’nin bildirdiğine göre; Her bir Natık
kendisinden önceki şeriatı feshetmiştir. Muhammed b. Abdillah altıncı natıktır ve
tüm şeriatleri feshetmiştir. Mevlamız, Muhammed’in şeriatlarının hepsini ortadan
kaldırmıştır. Batıni, zahiri anlamıyla yedi inanç esası feshedilmiştir (7. Risale). Buna
göre Hâkim Biemrillah, kendilerinden yedi akideyi (Kelime-i Şehadet, Namaz, Oruç,
Hac, Zekât, Cihad ve Velayet) kaldırmış yerine yedi tevhidi esası ikame etmiştir. Bu
yedi esas ise şunlardır:
5.1. Doğru sözlü olmak (Sıdku’l-Lisan): Doğru sözlü olmak, bütün Dürzilerin
dini görevleri arasında yer almaktadır. Dürzi toplumu içinde yaşayanların
birbirlerine karşı doğru olmaları çok önemli olup buna riayet etmeyen kişi şirk
batağına düşmüş kabul edilir. Bu anlayış içerisinde doğru sözlü olmak, namazın
yerine ikame edilmiştir. İsmaililikte namazın batıni manası, imama bağlılık iken
Dürzilikte, her şeyi kuşatan ilahi Bir’le birlik olmak ve ona yakın olmayı
sürdürmektir. Namazın hakiki anlamı, bir kimsenin ruhunun Tanrı’nın birliğiyle ilişki
içerisinde olmasıdır. Buna göre beş vakit namaz beş hududtur.
Önceki ibadetlerin ve
bâtıl inanışların hepsini
terk etmek, orucun
yerine ikame edilmiştir.
5.2. Din kardeşini korumak (Hıfzu’l-İhvan): Din kardeşinin hukukuna riayet
etmek ve onun ihtiyaçlarını karşılamak, her Dürzinin üzerine vacip olan bir
görevdir. Bu esas, zekâtın yerine ikame edilmiştir. Bu esasa göre Dürzilikte zekât,
Allah’ın birliğini tasdik edip, ruhunun yücelmesini sağlamak ve eski inanışlarını terk
edip ilahi buyruklara teslim olmaktır. Zekâtın diğer bir manası ise, birinin din
kardeşine yardım etmesi ve onu korumasıdır.
5.3. Önceki ibadetler ve batıl inanışların tamamını terk etmek (Terk-i
ibadeti’l-Adem ve’l-Butlan) : Dürzilere göre, daha önceki fırka, mezhep ve dinlerin
batıl olduğu kabul edilir ve kurtuluşun Hâkim Biemrillah’a iman ile mümkün
olacağına inanılır. Önceki ibadetlerin ve batıl inanışların hepsini terk etmek, orucun
yerine ikame edilmiştir. Orucun gerçek manası ise insanın kendini Tanrı’nın
birliğinin bilgisi yardımıyla cehaletten korumasıdır. Oruç, insanları inkâra götüren
her türlü inancı reddetmektir.
İblis’ten ve şer
güçlerden uzaklaşma
haccın yerine ikame
edilmiştir.
5.4. İblisten ve bütün şer güçlerden uzaklaşmak (et-Teberri mine’l-Ebalis
ve’t-Tağut): Dürzilere göre İblis yani Şeytan da insan formatında görülür. Mesela
Hâkim döneminin İblisi, Neştekin ed-Derezi’dir. Şer güçler ise tevhid dininin
düşmanları ve yanlış şeriatlardır. Dürzi inanç sisteminde, İblis’ten ve şer güçlerden
uzaklaşma haccın yerine ikame edilmiştir. Dürziler Haccı, kişinin, Tanrı’nın birliğinin
bilgisine girdiğini, bunu öğrenmek için yola koyulduğunu kabul etmesi anlamına
geldiğini kabul etmektedirler.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Dürzilik ve Nusayriliğin Doğuşu, Fikirleri ve Toplumsal Yapısı
5.5. Tanrı olarak Hâkim’in birliğine iman (Tevhidü’l-Hâkim): Tanrı olarak
Hâkim’in birliğine iman, Kelime-i tevhidin yerine ikame edilmiştir.
5.6. Hâkim Biemrillah’ın hüküm ve fiillerine rıza göstermek (er-Rıza an Külli
ma yef’alühü) : Mabud olarak Hâkim’in yaptığı her şeyin bir sebebi ve hikmeti
olduğunu kabul ederek onun fiillerine rıza göstermektir. Hâkim Biemrillah’ın
hükümlerine rıza göstermek, cihadın yerine ikame edilmiştir.
5.7. Açık ve gizli onun ilahi iradesine teslimiyet ve bunu kabul (Teslimü’nNefs): Her ne olursa olsun Hâkim’in hükümlerini kabul etmek ve ona teslim
olmaktır. Açık ve gizli Hâkim Biemrillah’ın ilahi iradesine teslimiyet ve kabul,
velayetin yerine ikame edilmiştir.
6. Kıyamet ve Hesap Günü
Hesap günü, ruhların
gelişmesinin son
mertebesidir ve değişik
gömleklere intikal ve
geçiş son bulacaktır.
Dinden çıkmak, dinin
emirlerini başkalarına
anlatmak ve bu
emirlerden herhangi
birine muhalefet
etmekle olur.
Ahiret günü, Dürzilere göre kıyamet günü anlamına gelmektedir. Çünkü
ruhun ölümü veya dirilmesi diye bir şey söz konusu değildir. Hesap günü, ruhların
gelişmesinin son mertebesidir ve o gün, değişik gömleklere intikal ve geçiş son
bulacaktır. İlahi irade tarafından, kötülüğün tamamıyla bastırılacağı bir vakit
gelmelidir. Bu vakitte yeryüzü adalet ve eşitlikle dolacaktır. İyi, kötü üzerine galip
gelecek ve o zaman doğru şekilde inananlar, kendilerini Bir’de idrak
edebileceklerdir. İşte bu, gelecek olan yeniden diriliş günüdür. Cennet veya diriliş
günü sonrası ulaşılacak mutluluk, ilahi bilginin kendisidir. Aslında cennet, hakiki
bilgi; cehennem ise cehalettir. Buna göre cennet, ilahi davet olup meyveleri, ilahi
bilgi; ödül ise bu bilgiye ulaşmaktır. Buna uygun olarak cehennem ise ilahi mesajın
öğretilerinden sapmadır. Onun cezası da Tanrı’nın birliğinin ilahi bilgisine
ulaşmaktan uzak kalmaktır.
Kıyamet gününde Hâkim Biemrillah olan Mabud, nasuti suretiyle ortaya
çıkacaktır. Bunun ne zaman olacağı bilinmemekle birlikte Çin’de, Recep ayında
Cuma günü olacağına inanılmaktadır. Hıristiyan ve Yahudilerin Müslüman
ülkelerine saldırması, Mısır’da fitnenin çoğalması, imamet soyundan gelen bir
şahsın idareyi ele geçirmesi, ancak milletine ve dinine ters hareketler yapması,
Yahudilerin Beytü’l-Makdis’i işgal etmesi, Deccal’in ortaya çıkması, açlık ve
musibetlerin çoğalması, kıyamet gününün alametleri olarak kabul edilmektedir.
Dürziler ahiret gününden ziyade kıyamet ve hesap gününün var olduğuna
inanırlar veya onlara göre ahiret sadece yeryüzünde olacaktır. İyilik ve bilginin
mutlak hâkim olduğu bir dönem başlayacaktır. Kıyametten veya hesap gününden
sonra yeryüzü cennet halini alacaktır. Hâkim’in yönetimindeki erdem devleti
yeryüzüne hükmederek ilahi bilgi, muvahhidlerin ödülü, aykırı şekilde yaşayanların
da cezası olacaktır. Bundan sonra adalet ve hakikat daima üstün gelecek, iyilik ve
güzellik daima ortaya çıkacaktır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Dürzilik ve Nusayriliğin Doğuşu, Fikirleri ve Toplumsal Yapısı
İlahi Bilgiyi Gizli Tutma
Dürziler, inançlarını kendilerinden olmayan kimselerden gizlerler; ancak
bunu takiyye olarak kabul etmezler. Dürziler, inançlarını gizleme hususunda
gösterdikleri bu tutumlarını asırlarca sürdürmüşlerdir. Bu hususta her ne kadar bir
yumuşama söz konusu ise de inançlarını gizleme noktasındaki tutumlarını
günümüzde de devam ettirmektedirler. Hamza, mezhep sırlarını açıklamanın ve
risalelerdeki hikmetleri başkalarına ifşa etmenin en büyük günah olduğunu
belirtmektedir.
Hamza b. Ali bir risalesinde, “Dinden çıkmak, dinin emirlerini başkalarına
anlatmak ve herhangi birine muhalefet etmekle olur.” (5. Risale) diyerek dini
emirlerin ifşa edilmesinin dinden çıkmaya sebep olacağını belirtir. Bu anlayıştan
dolayı Dürzi yazarların kendi inançları ile ilgili olarak yazdıkları bilgiler, genellikle
müphem bırakılmakta ve bu durum ister istemez onların yazdıklarına şüpheyle
bakmayı da zaruri kılmaktadır.
Dürziler, kutsal saydıkları dini inançlarını ve bu inancın kaynağı olan Dürzi
risalelerini fasık insanlardan, çocuk yaştaki Dürzilerden ve hatta kendi
toplumlarındaki cahil kimselerden dahi gizlemeyi gerekli görürler. Halvethane
dedikleri kutsal mekânlarında bulunan Dürzi risalelerini sadece belli derecelere
ulaşmış olan Dürziler okuyabilirler. İlahi bilgi, Dürzi olmayanlardan saklandığı gibi
Dürzilere de hazır olmalarına göre kademe kademe verilir.
AHLAK ANLAYIŞLARI
Dürziler, dürüstlüğü, ahlak anlayışlarının temeline oturtmuşlardır. Doğruluk,
yedi esastan birincisi olup tevhit ile eşdeğer kabul edilmiş; yalancılık ise müşriklik
alameti olarak görülmüştür. Ahlaki kaideler ve uyulması gereken esaslar ise Dürzi
risalelerinde yazılmıştır.
Dürziliğin, gizlilik esasına dayanmasından ve Dürzilerin, inançlarını
kendilerinden olmayan kimselere ifşa etmemesinden dolayı çoğu zaman
ahlaksızlıkla itham edilmişlerdir. Ancak Dürzi risalelerini incelediğimiz zaman
zinanın ve ona yol açan fiillerin büyük günahlardan olduğu açıkça anlaşılmaktadır.
Hamza b. Ali, taraftarlarına; “Mümin kadınlar! Sakın ha sakın, biriniz Mümin bir
erkeğe ya da başkasına, oğluna veya babasına baktığından başka gözle bakmasın.
Ailesini kıskanmayan Mümin sayılmaz!”diye seslendikten sonra, “Sakın
hevalarınıza ve hayvani şehvetlerinize tabi olmayın!” (15. Risale) sözleriyle onları
ciddi şekilde uyarmaktadır. Dürzi kaynakta zina yapan kadınların sadece
müşriklerle evlenebileceği, zina yapan erkeklerin ise sadece müşrik kadınlarla
evlenebileceği belirtilmektedir. Sarhoşluk veren tüm içeceklerin haram kabul
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Dürzilik ve Nusayriliğin Doğuşu, Fikirleri ve Toplumsal Yapısı
edildiği Dürzi toplumunda, karaborsacılık ve tefecilik en büyük suçlardan
sayılmaktadır. Sonradan bulunan ve Dürzi risaleler arasında yer aldığı iddia edilen
şira, rızk, El-acile adlı bir risalede, yenilmesi helal ve haram olan şeyler, iktisadi
ilişkiler, tarımla ilgili hükümler vb. birçok konu açık bir şekilde izah edilmektedir
(Bkz., ed-Dubeysi, II/135-143). Burada zikredilen hükümlerin aynısının Hanefi fıkhı
içinde yer alıyor olması dikkat çekicidir.
Dürzilerin ahlak anlayışı,
tamamen risalelerde
belirtilen ilke ve
prensiplere
dayanmaktadır.
Dürzi risalelerinde, daima güzel ahlak övülerek bu yönde davranışlar
sergilenmesi tavsiye edilmektedir. Hamza b. Ali, Dürzi toplumuna şöyle
seslenmektedir: “Ey Muvahhidler Topluluğu! Sakın ikiyüzlülük yapmayın, yüce
mertebelere ancak sabırla ulaşmak mümkündür.” (35. Risale). Temimi de bir
risalesinde “İlim tahsil edin ve bilgili insanlarla arkadaşlık kurun.” (16. Risale)
diyerek güzel ahlak sahibi ve bilgili kimselerle arkadaşlık etmeyi tavsiye etmektedir.
Muktena Bahaeddin de, “Yüce Mevla’dan mağfiret istiyorsanız hakkı düşünün,
sabredin, güzel ahlak sahibi olun ve güzel fiiller işleyin!” (65. Risale) şeklindeki
sözleriyle bu hususu teyid etmektedir.
Dürzi toplumunda inanç birliği, kan bağı ile olan birlikten daha önemli
görülmekte ve Dürzilerin, maddi ve manevi desteklerini hiç bir zaman din
kardeşlerinden esirgememeleri gerektiği vurgulanmaktadır. Özellikle hastalık,
sıkıntı ve felaket anlarında yardımlaşmak, dini bir vecibe şeklinde kabul edilerek
her türlü kutlamalara katılmak da teşvik edilmiştir.
Dürzilere göre çok evlilik ve cariyeler, toplumun ahlaki yapısının bozulmasına
sebep olmaktadır. Hamza b. Ali, Kadı’l-Kudat olan Ahmed b. Ebi’l-Avvam’a bir
mektup yazarak muvahhidlerin, hukuki meselelerinin diğer halklardan ayrı olmasını
istemiştir (28. Risale). Dürzi hukuk anlayışında, birden fazla evliliğin haram
kılınması, muvahhid kadın ve erkeğin eşit kabul edilerek sahip oldukları her şeyin
yarı yarıya taksim edilmesinin emredilmesi, dikkat çeken en önemli özellik olarak
karşımıza çıkmaktadır. Hatta kadınlar arasından dailik mertebesine kadar çıkanlar
da olmuştur.
DÜRZİ CEMAAT YAPISI
Dürzi toplumu dini
konulara vakıf olup
olmama konusunda
Ukkal ve Cuhhal olmak
üzere iki ana kısma
ayrılmaktadır.
Dürzilik, 434/1042-43 yılında Muktena Bahaeddin’in mezhebe giriş ve
çıkışları kapatıp kendisinin de gaybet etmesi üzerine sır din olma özelliği taşımaya
başlamıştır. Bu sebeple Dürziler, gizli ve kapalı bir toplum olarak dini inançlarını
muhafaza etmişler ve günümüze kadar varlıklarını sürdürmeyi başarmışlardır. Arap
toplumunda önemli bir yeri olan asabiyet duygusu, Dürzilerde de var olmakla
birlikte onların, müstakil bir topluluk halinde varlıklarını sürdürmelerinde din
bağının daha etkili olduğu görülmektedir. Ayrıca Dürzilerin, uzun süre kültürel
kimliklerini koruyarak varlıklarını sürdürmelerinde, mezhep dışı evliliklerin yasak
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Dürzilik ve Nusayriliğin Doğuşu, Fikirleri ve Toplumsal Yapısı
olması, dağlık kesimlerde yaşamayı tercih etmeleri ve topraklarına gösterdikleri
bağlılığın da etkili olduğu söylenebilir.
Dürziler,
toplum
tabakalarını
dine
bağlılık
derecesine
göre
sınıflandırmışlardır. Buna göre Dürzi toplumu, dini konulara vakıf olup olmama
konusunda Ukkal ve Cuhhal olmak üzere iki ana kısma ayrılmaktadır.
1. Ukkal: Mezhebin prensiplerine sıkı sıkıya bağlı olan kişilerdir. İçki
içmemeleri, dürüst olmaları, yeme ve içmede israf etmemeleri gerekir. Bunlar, lüks
içinde yaşamaları caiz olmadığından mütevazı bir hayat sürerler.
Dürziler, ibadetlerini
yerine getirebilmek
amacıyla, kendileri için
şehir merkezlerinden
uzak ve yüksek tepeler
üzerinde Halvethaneler
inşa etmişlerdir.
Erkeklerden olduğu gibi kadınlardan da bu gruba girenler bulunmakta ve
bunlar da Akilat olarak adlandırılmaktadır. Ukkallar, ekseriyetle başlarına sarı sarık
takar ve koyu mavi cübbe giyerler. Akilat ise yüzlerini de örten bir nikap giyerler ki
bu sade elbiseye Saye adını verirler. “Akıllı” bir kadın, Cuhhal’den bir erkeğin karısı
olursa dini sırları ona açıklamaması, yanında bulunan risaleleri kilitli bir sandıkta
tutması ve ona bir şey göstermemesi gerekmektedir.
Ukkal’ın başında Şeyhü’l-Akl denilen dini önder vardır. Şeyhü’l-Akl veya Dürzi
ruhani liderleri, Temyiz Mahkemelerine Dürzi kadıları atama komitesinin üyeleri
olarak kabul edilip görev yapmakta; ayrıca davalar sırasında ortaya çıkan sorunlar
konusunda kadılarla görüşüp kişisel statü ve dini vakıflar konularında da resmi
görüş beyan etmektedirler. Yine Dürzi kamuoyunu ilgilendiren ibadet, iffet, ahlak,
dini eğitim vb. konularda görüş bildirmektedirler. Konumları gereği siyasetle iç içe
yaşamakta ve Dürzi liderlerle de bazen ters düşebilmektedirler. Ukkallar ise sadece
dini işlerle uğraşıp siyasetten uzak durmaktadırlar.
Ukkal kesimin çoğu Ecevit olarak adlandırılır ve bunlar daha çok yaşlıların
katıldığı dini törenleri düzenlerler. Bunlar saçlarını keserler; ancak bıyık ve
sakallarını uzatırlar. Törenlerde kendilerine has kıyafet giyerler. Halvethanenin
temizliği, düzeni, ışıklandırması, ısıtılması gibi işlerden Ecevitler sorumludurlar.
Cuhhal’dan seçilen bir erkek ve bir kadın da bu düzenlemeleri teftiş etmektedir.
Dürziler, ibadetlerini yerine getirebilmek amacıyla, kendileri için şehir
merkezlerinden uzak ve yüksek tepeler üzerinde Halvethaneler inşa etmişlerdir. Bu
mekânlarda sabah, ikindi ve akşam olmak üzere üç vakit toplanırlar ancak bu
vakitlerin süresi yoktur. Fakat cuma geceleri, Zilhiccenin onuncu gecesi ve Kurban
bayramında diğer günlerden farklı olarak toplantı süresi uzatılır ve katılım geniş
tutulur.
Bir Dürzinin Akıllılar arasına katılabilmesi için kırk yaşından küçük olmaması
ve sıkı bir denetimden geçmesi gerekir. Şayet uzun süre ahlaki davranışlarıyla
güven vererek şeyhlerinin itimadına layık olursa bu denetimden sonra bir yıllık
bekleme süresinin ardından, kendisinden ahit alınarak Ukkal sınıfına geçebilir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Dürzilik ve Nusayriliğin Doğuşu, Fikirleri ve Toplumsal Yapısı
2. Cuhhal: Dinin gerçeklerine ve sırlarına vakıf olmayan kimselerdir. Dürzilik
hakkında çok az şeyler bilen cahil bir Dürzi’nin, Hâkim’in uluhiyyetine inanması ve
onun bütün varlıkların yaratıcısı olduğunu kabul etmesi, Akl’ın hududların sebebi
olduğuna ve hududların bütün maddi varlıkların kaynağı olduğuna inanması
yeterlidir. Ayrıca yedi esası da bilmelidir. Cuhhalin, Dürzi risalelerini okumaları
yasaktır. Ancak şerhlerin bir kısmını ve basılı eserleri okuyabilirler.
DÜRZİ KUTSAL RİSALELERİ
Dürziler için kutsal metinler olarak, mezhebin ilkelerinin yazılı olduğu ve
sadece Ukkal sınıfından olanların ellerinde bulunan Kitabu’l-Hikme, Resailü’l-Hikme
veya El-Hikmetü’ş-Şerife denilen risaleler mecmuası bulunmaktadır. Bu risaleler
dört veya altılı tasnifle 111 risaleden oluşmaktadır. Dürzi risaleleri, erken dönemde
yazıldığı ve Hamza b. Ali ile yakın arkadaşlarına nispet edildiği için bunların
sistematik hale gelmesi daha sonraki dönemlere rastlamaktadır. Çünkü risalelerin
sıralanmasında bir düzen söz konusudur. Sıralama hudud silsilesine ve ölüm
tarihlerine göre şekillenmiştir. İlk risaleler Hamza b. Ali tarafından yazılmış; daha
sonrakiler Muhammed b. İsmail et-Temimi ve son risaleler ise Muktena Bahaeddin
tarafından yazılmıştır. Ancak bu düzenlemenin ne zaman yapıldığı
bilinmemektedir.
Dürziler, Kitabü’l-Hikme dedikleri kutsal kitaplarının tahrifat ve değişiklik
yapıldığını kesinlikle reddederler. Bu metinler, Muktena Bahaeddin ve daha sonra
gelen Dürzi şeyhleri sayesinde herhangi bir değişikliğe uğramadan günümüze kadar
gelebilmiştir.
DÜRZİLERİN GÜNÜMÜZDEKİ DURUMU
Günümüzde Dürzilerin nüfusu kesin olarak bilinmemekle birlikte Lübnan,
Suriye Ürdün ve Filistin’de 500–600 bin civarında Dürzi olduğu sanılmaktadır.
Ayrıca 19. yy’da Dürzilerin bir kısmı Amerika, Avustralya ve Batı Afrika’ya giderek
buralarda göçmen cemaatler oluşturmuştur. Bu göçmen Dürzilerin, on bin kadarı
Güney Amerika, Yirmi yedi bin kadarı A.B.D.’de olmak üzere elli bin civarında
olduğu tahmin edilmektedir. Amerika’da bulunan Dürzilerin kurduğu
cemiyetlerden A.D.S. 1946 yılından itibaren yıllık toplantılar tertip etmektedir.
Göçmen Dürziler kurdukları derneklerle sosyal, ekonomik ve kültürel faaliyetlerini
sürdürmektedirler.
Dürziler, Lübnan siyasi hayatında her zaman etkili bir konumda olmuşlardır.
Günümüzde sayıları 250 bin civarında olduğu tahmin edilmektedir. Dürzilerin
liderliğini Velid Canpolat ve Talal Arslan yapmaktadır. Şeyhu’l-Akl görevini ise
Behçet Gays yürütmektedir. Lübnan’da Dürzilerin dini, sosyal ve kültürel işlerle
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Dürzilik ve Nusayriliğin Doğuşu, Fikirleri ve Toplumsal Yapısı
uğraşan bir merkezleri ve birçok okul, yurt ve dernekleri bulunmaktadır.
Kendilerine has şahıs hukukuyla ilgili işlere bakan beş ayrı şehirde dini
mahkemeleri vardır. Ayrıca Beyrut’ta bir de temyiz (İsti’naf) mahkemeleri
bulunmaktadır.
1944 yılında CebEl-i Duruz’daki özerklik haklarını Suriye’ye bırakmayı kabul
eden Dürziler, bu ülkede günümüzde 300 bin civarında bir nüfusa sahiptirler. Bu
nüfusun 15 bin kadarı Halep civarında, 20 bin kadarı Şam ve çevresinde, 30 bin
kadarı Katana ve Kunaytıra bölgelerinde, 230 bin kadarı ise Cebel-i Duruz’da
yaşamaktadır. Ruhani liderlikler ise El-Cerbi, El-Heccari ve El-Hinnavi ailelerindedir.
1948 yılında İsrail devleti kurulduğunda Dürzilerin, bulundukları topraklarda
kalmalarına göz yumulmuştur. 35 bin kadar bir nufusa sahip olan Dürziler, diğer
Araplardan ayrı bir millet statüsünde gibidirler. Araplara tanınmayan birçok hak
Dürzilere tanınmıştır. İsrail’de Dürzilerin liderliği Terif ailesindedir. Günümüzdeki
ruhani liderleri Şeyh Muvaffak Terif’tir.
NUSAYRİLİK
Nusayrilik, on birinci İmam Hasan Askeri’nin öğrencisi ve yakın dostu Ebu
Şuayb Muhammed bin Nusayr en-Nemiri (270/883) tarafından IX. yüzyılda kurulan;
Hüseyin b. Hamdan el-Hasibi (358/957) tarafından sistemleştirilen, İslamiyet’in
batıni yorumunu benimseyen, Tanrı’nın Hz. Ali’de tecelli ettiğine ve tenasühe
inanan, Ehlibeyt sevgi ve saygısını önceleyen bir inanç sistemidir. Batıniliğin temel
ilkesi olan batın-zahir ilişkisi, Nusayriliğin bütün inanç dünyasında etkili olmaktadır.
Nusayrilik, Muhammed
bin Nusayr en-Nemiri
tarafından IX. yüzyılda
kurulan; Hamdan el-Hasibi
tarafından sistemleştirilen,
İslamiyet’in batın,
yorumunu benimseyen,
Tanrının Hz. Ali’de tecelli
ettiğine ve tenasühe
inanan, Ehlibeyt sevgi ve
saygısını önceleyen bir
inanç sistemidir.
Nusayri sözcüğünün kökeninin, Nusayriliğin kurucusu olduğu iddia edilen
İbn Nusayr’den geldiği söylenebilir. Ancak Batılı bazı bilim adamları, bu sözcüğün
Hristiyanlıkla eş anlamda kullanılan Nasrani veya Suriye ve çevresinde yaşayan
Nazereni adlı bir topluluktan geldiğini ileri sürerek İslam coğrafyasındaki bu tür
grupları yitik Hıristiyan olarak görme eğilimindedirler (Üzüm, 270). Et-Tavil’e göre
Nusayri kelimesinin kökeni Nusayra Dağı’na nispet edilmiştir (Et-Tavil, 81).
Nusayrilerin bir kısmının kökeni Türklere dayandırılsa da büyük çoğunluğu
kendilerini Arap Alevisi olarak tanımlarlar. Türkiye’de mezhep mensuplarına
Nusayri isminin yanı sıra Hatay Alevileri, Arapça konuştukları için Arap uşağı ve
ziraatçılıkla uğraştıklarından dolayı da Fellah denilmektedir. Nusayriler, bu
deyimlerin kendilerini hor görmek ve aşağılamak için kullanıldığını
düşünmektedirler.
Nusayri
sözcüğünün
kendileri
için
kullanılmasını
istemediklerinden Türkiye'de genelde Arap Alevisi olarak isimlendirmeyi tercih
etmektedirler. Türkiye’deki Nusayri topluluğu kendini tanımlamak için NusayriAleviler, Alevi Nusayriler, Arap Alevileri, Alevi, adlandırmalarını kullanmaktadır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Dürzilik ve Nusayriliğin Doğuşu, Fikirleri ve Toplumsal Yapısı
NUSAYRİLİĞİN TARİHİ GELİŞİMİ VE TEŞEKKÜLÜ
Hamdan el-Hasibi’nin,
gerek yazdığı eserlerle
fırkanın fikirlerini
sistematize etmesi, gerekse
yayılması için verdiği
mücadele sonucunda,
fırkanın teşekkülü
tamamlanmıştır.
Nusayriler, El-Hasibi’ye
Şeyh Yaprak adını
verirler ve Halep’teki
türbesini kutsal mekân
olarak kabul ederler.
Mezhebe ismini veren Ebu Şuayb Muhammed bin Nusayr en-Nemiri
(270/883), İmamiyyenin on birinci imamı Hasan el-Askeri’nin babı olduğunu iddia
etmiştir. Onun ölümünün ardından oğlu 12. imam Muhammed b. el-Hasan’ın
mehdi olduğunu kabul etmiş; gaybete girmesiyle de bablık görevinin kendisine
geçtiğini öne sürmüştür. Nusayriler için “bab”lık, dinin temel kurumlarından biridir.
Şiiler, imamın manevi nurunu aksettirecek ve kendileriyle imam arasında irtibatı
sağlayacak kâmil bir Şiinin gerekliliğine inandıklarından, bab fikri başlangıçtan
itibaren çoğu Şii gruplarında mevcut olmuştur.
En-Nevbahti (300/912), El-Kummi (301/913), El-Eşari, (324/936), ElBağdadi (429/1037) gibi ilk dönem mezhepler tarihi yazarlarının eserlerinde
Nusayri terimine rastlanılmamakla birlikte Nemiriyye ismi altında aynı inanç
grubundan bahsedilmiştir. Dürziliğin kurucusu kabul edilen Hamza b. Ali, 411/1021
yılında gaybet etmeden önce yazdığı Er-Risaletü’d-Damiga fi’r-Reddi ala Fasıkı’nNusayri adlı risalesinde, Nusayri lafzını kullanan ilk kişi olarak dikkat çekmektedir.
Bu risalede Hamza b. Ali, görüşlerinin İbnu’n-Nusayr’e yakın olması ve aynı
bölgedeki insanları hedef kitle alması hasebiyle onu rakip olarak görmüş ve çok
şiddetli eleştirmiştir.
Mezhepler tarihi yazıcılarından Şehristani (548/1153 ) bu kavramı eserinde
kullanmaktadır. Ayrıca Kitabu’l-Mecmu’nun ilk bölümlerinde Nusayri ve Nemiri
isimlerine yer verilerek İbnu’n-Nusayr’ın görüşleri nakledilmektedir. Bu bilgilerden
yola çıkarak mezhebin İbnu’n-Nusayr döneminde kurumsallaşmaya başladığını
söyleyebiliriz.
İbnu’n-Nusayr’ın fikirleri Irak bölgesinde Muhammed b. Cündeb (ö. III.
yüzyılın son çeyreği) ve Ebu Muhammed b. el-Cenan el-Cünbulani (287/900)
tarafından sürdürüldüğü kabul edilmekle birlikte mezhebin kurumsallaştırılması
süreci Hüseyin b. Hamdan el-Hasibi (346/957) tarafından tamamlanmıştır.
Cünbülani, kurduğu ve kendi adıyla anılan tarikatın da etkisiyle mezhebe tasavvufi
bir boyut kazandırmıştır. Bazı bölgelere seyahat eden Cünbülani, Mısır’da
bulunduğu sırada Ebu Abdullah Hüseyin b. Hamdan el-Hasibi’yi etkileyerek onun
Nusayriliğe girmesini sağlamıştır. Cünbülani’nin ölümü üzerine bu dini akımın
başınageçen Hamdan el-Hasibi, Şii-Büveyhi hanedanlara ve Hamdanilere
yaklaşarak onların da desteğini almıştır. Hasibi’nin hareketin gerek dini-mistik
karakterinin geliştirilmesi gerekse yayılması için verdiği mücadele fırkanın
teşekkülünün tamamlanmasına sebep olmuş ve Hasibi mezhebin en önemli
şahsiyetlerinden biri haline gelmiştir (Turan, 149).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Dürzilik ve Nusayriliğin Doğuşu, Fikirleri ve Toplumsal Yapısı
XI. yüzyılda Lazkiye’de
mezhebin liderliğini
yapan et-Tabarani son
şeyh olarak kabul edilir.
Nusayrilik,
Hamdânilerin Suriye'ye
egemen olmasıyla bu
dönemde büyük bir güç
kazanmıştır.
Nusayriliğin ikinci kurucusu olarak tanınan Hamdan el-Hasibi, El-Hidayetü’lKübra ve Kitabu’l-Maide adlı eserlerini vücuda getirerek mezhebin fikirlerini
sistematik hale getirmiştir. Onun zamanında Nusayrilik Irak ve Suriye bölgelerinde
hızla yayılma şansı yakalamıştır. Abbasiler dönemindeki siyasi otorite boşluğu,
mezhebin ortaya çıkışını ve taraftar bulmasını kolaylaştırıcı bir rol oynamıştır. Fırka,
Hasibi zamanında Fırat’ın ötesine, Suriye içlerine ve komşu bölgelere yayıldığı gibi
fırkanın fikirleri, özellikle Hasibi’nin talebeleri tarafından devam ettirilmiştir.
Nusayriler, El-Hasibi’ye Şeyh Yaprak adını verirler ve Halep’teki türbesini kutsal
mekân olarak kabul ederler.
Nusayrilik inancının temelleri, İbn Nusayr tarafından ortaya konulmuş, aynı
asırda İbn Cündeb tarafından sürdürülmüş, Cünbülâni tarafından tasavvufi karakter
katılarak zenginleştirilmiştir. Hamdan el-Hasibi, devraldığı mirası gözden geçirerek
inanç, ibadet ve uygulamaları sistemli bir şekilde tespit edip yazılı hale getirmiş,
böylece kurumsallaşma süreci tamamlanmıştır.
Hasibi’nin 346/957 veya 358/969 yılında Halep’te ölümünün ardından
Nusayrilik; biri Bağdat’ta Seyyid Ali el-Cisri’nin, diğeri ise Halep’te Muhammed b.
Ali el-Cilli’nin temsil ettiği iki merkeze ayrılmıştır. Hülagu’nün Bağdat’ı işgali üzerine
Bağdat merkezi yok olmuştur. Seyyid Muhammed b. Ali el-Cilli’nin yürüttüğü Halep
merkezi ise onun ölümünden sonra muhalif grupların baskıları nedeniyle Lazkiye’ye
taşınmıştır. Bu süreçte yerel hanedan Tenuhiler ve dağlık arazide yaşayan
toplulukların bir kısmı, Nusayri inancını benimsemişlerdir. Böylece bu şehirde
fırkanın güçlenmesi sağlanmış ve Suriye Nusayri toplumunun temelleri atılmıştır.
Lazkiye’de mezhebin liderliğini yapan et-Tabarani son şeyh olarak kabul edilir (etTavil, 156-157). Et-Tabarani, Nusayrilik tarihindeki önemli simalardan birdir; çünkü
onun döneminde (11. yüzyıl) Nusayri inancı, Halep’ten Adana’ya kadar uzanan kıyı
şeridi ve şeridinin doğusundaki kırsal alanda yaygın bir inanç haline gelmiştir.
Nusayrilik, özellikle Hamdanilerin Suriye'ye egemen olmasıyla bu dönemde
büyük bir güç kazanmıştır. Zira Hamdani emirleri bu mezhebe girmiş ve
yaygınlaşması için uğraşmışlardır. Selçuklular döneminde Malazgirt savaşından
(463/1071) sonra Nusayriler Antakya'yı ele geçirmişlerdir. Nusayrilerin bulunduğu
bölgeler Haçlı Seferleri sonrasında Norman Prensliği’nin hâkimiyetine girmiş; daha
sonra da Nizarilerin saldırılarına maruz kalmıştır. Nusayrilerin bölgeleri, Selahaddin
Eyyubi’nin Haçlı ve Nizarileri bölgeden atmasıyla bir süre Eyyubilerin hâkimiyetinde
kalmıştır. Nusayriler, inançlarının en önemli şahsiyetlerinden biri olan Emir Mekzun
es-Sincâri’nin, 622/1225’de bölgeyi ele geçirmesiyle rahata kavuşmuşlardır. 664665/1265-1266 yıllarında, Memlük Sultanı Baybars tarafından bölgenin ele
geçirilmesiyle de Memlûklülerin hâkimiyetine girmişlerdir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Dürzilik ve Nusayriliğin Doğuşu, Fikirleri ve Toplumsal Yapısı
Nusayrilik, Muhammed
b. Yunus el-Kilazi’ye
nispetle Kilaziyye ve Ali
el-Haydari’ye nispetle
Haydariyye olmak üzere
iki kola ayrılmıştır.
I. Dünya Savaşı’ndan
sonra Fransızlar,
Nusayrileri Alevi diye
isimlendirmişlerdir.
Mercidabık Savaşı (922/1516) sonrasında, Suriye’nin fethiyle Osmanlı
idaresine giren Nusayriler, uzun süre Halep’te mahalli şeyhlerin denetiminde
muhtariyet halinde yaşamışlardır. Nusayriler, Mısırlı İbrahim Paşa’nın isyanı
sırasında (1255/1839) Osmanlıların yanında yer almalarına karşı, 1854’te siyasi
teşkilatlarının kaldırılması üzerine ayaklanmışlardır. Bu isyan Tahir Paşa tarafından
bastırılmıştır. II. Abdulhamid zamanında Nusayri bölgelerinde birçok cami ve okul
inşa edilerek Nusayrilerin Sünnileştirilmesine çalışılmıştır. Bu camilerdeki imam ve
müezzin kadrolarına da Nusayri din adamları atanmıştır. Fakat Nusayri din
adamları, özgün inançları korumuşlar; bu yüzden halk arasında geniş ölçekli bir
inanç değişikliği olmamıştır.
Birinci Dünya Savaşı sonrasında Nusayrilerin yaşadığı bölgeler Fransız
işgaline uğramıştır. 1920 yılında Trablus-Şam’ı da içerisine alan bölgede Alevi
otonom bölgesi kurulmuştur. Suriye Devletler Federasyonu 1924 yılında dağılmış;
yerine Lazkiye Alevi Devleti kurulmuştur. Böylece Fransız mandasına giren
Nusayriler, otonom bir idareye kavuşmuşlardır. Dürzilerle birlikte 1941 yılına kadar
Fransız idaresinde kalmış ve nihayetinde Suriye Devleti’ne ilhak etmişlerdir. Özel
bir yöntemle idare edilen İskenderun ve Hatay ise 1939 yılında Türkiye‘ye katıldığı
için, buralarda yaşayan Nusayriler de Türkiye sınırları içinde kalmışlardır.
Türkiye Nusayrileri Türk siyasal hayatında neredeyse tam anlamıyla etkisiz
topluluk haline gelirken Suriye’de tam tersi bir süreç gelişmiş ve Nusayriler Suriye
politikasının önemli aktörlerinden olmuşlardır. Suriye’de 1970 yılında Hafız Esad
liderliğinde yönetimi ele geçiren Nusayriler hala iktidarda bulunmaktadırlar. Son
zamanlarda “Arap baharı” denilen süreç, Nusayri iktidarının temellerini
sarsmaktadır.
TEMEL GÖRÜŞLERİ
Kitabu’l-Mecmu adlı
eser, mezhebin görüş
ve ahkâmının
öğrenilebileceği en
önemli eser
niteliğindedir.
Nusayriliğin görüşleri mistik bilgilere ve tamamen batıni tevillere
dayanmaktadır. Nusayrilik içerisinde Hristiyanlık, Yahudilik ve bölgeye mahsus
diğer kadim dinlerin izlerine de rastlamak mümkündür. Fırka, genellikle şifahi
geleneklere göre devam etmiştir. Kendi önderlerini tek dini otorite olarak gören
Nusayriler, dinsel anlamda kitabi bilgiden uzak bir görüntü çizmektedir. Kitabu’lMecmu adlı eser, mezhebin görüş ve ahkâmının öğrenilebileceği en önemli eser
niteliğindedir. Ancak bu eserde de inanç esasları açık bir şekilde ortaya
konulmamıştır.
Bu sebeple günümüz Nusayrileri, inançları noktasında büyük değişim
yaşamaktadır. Türkiye’deki Nusayriler arasında Sünnileşen veya ateistleşenlerin
sayısı her geçen gün artmakla beraber Suriye’de en yoğun kayma Caferiliğe
olmaktadır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Dürzilik ve Nusayriliğin Doğuşu, Fikirleri ve Toplumsal Yapısı
Tanrı anlayışının
temelini, Hz.Ali’nin
ilahlaştırılması
oluşturmuştur.
Uluhiyetin Ali’de tecelli
ettiğine inanılmıştır.
Hz. Ali’nin ilah kabul
edilmesi, beşerin ilah
yerine konulmasından
çok, aşkın bir ilahın
beşere hulul etmesi
anlamında
anlaşılmalıdır.
Nusayriliğin, gök cisimleri ve yıldızların yüceltilmesi gibi konularda
Sabiilik’ten, mana-isim-bab üçlemesi inancı konusunda Hristiyanlıktan, on iki
imama inanma, Hasan el-Askeri’yi mehdi kabul etme konusunda İmamiyyeden,
batıni tevile dayanmaları açısından İsmailiyyeden ve inançlarını yorumlamada Yeni
Eflatuncu felsefeden etkilenmiş olduğu söylenebilir.
İnanç Esasları İle ilgili Görüşleri
Tanrı Anlayışları
Nusayrilikte Tanrı anlayışının temeli Uluhiyetin Ali’de tecelli ettiğine
dayanmaktadır. Ancak Hz. Ali’nin uluhiyyeti, beşerin ilah yerine konulmasından
çok, aşkın bir ilahın beşere hulul etmesi anlamında anlaşılmalıdır. Batın alanda
yaşayan Allah; farklı isimlerde, bedenlerde ve zamanlarda zahiri alanda insanların
gözüne insan olarak görünmüştür. Yani nur, zahiri alana bütün zuhur edişlerinde
aynı öze sahip tek bir varlıktır. Cevizin kabuğunu temsil eden imam, batında içine
yerleştirilerek inanç sisteminde en üst noktaya taşınır. Böylece, imam olan Ali, nur
olan Ali’ye dönüşür. Nusayri inancında tanrının, insanları doğru inanca
yönlendirmek amacıyla, insan biçiminde tecelli ettiğine inanılır. Habil’den önce
yedi, Habil’den sonra da yedi defa olmak üzere toplam on dört defa dünyada
tecelli eden Tanrı, her defasında farklı isimler almıştır. Tanrı, Habil ismiyle Adem
döneminde, Şit ismiyle Nuh döneminde, Yusuf ismiyle Yakub döneminde, Yuşa
ismiyle Musa döneminde, Batıra ismiyle İsa döneminde ve nihayetinde Ali ismiyle
Muhammed döneminde zuhur etmiştir (Üzüm, 272). O bir cesette tecessüd
etmediği gibi cesetlendiği ceset de gerçek değildir. Ali, kalpleri çevirip yönlendirdiği
için insanlar onu bir cesetteki beşer gibi görürler. Bu görünüş, insanların başka
türlü görmeleri mümkün olmadığı içindir.
Ayın-Mim-Sin/Mana-İsim-Bab
Nusayri inancında Bab
adını alan Selman,
Muhammed denilen
Akıl’dan sudur etmiş
Külli Nefis’tir.
Ali, “Mana”dır; Muhammed “isim”dir; Selman ise “bab”dır. Bu üçlü AyınMim-Sin sembolüyle ifade edilir ve sırdır. Sistemde Ayın (Ali), Mim (Muhammed)
ile tezahür etmiş ve Sin (Selman) Mana’nın Bab’ı olmuştur. İsim yani Peygamberler
her ne kadar Tanrı’dan sudur etmiş ve farklı bir özellik kazanmışlarsa da, bu ayrılık
sadece nisbi bir ayrılıktır ve aslında Tanrı ile peygamberler hiç ayrılmamışlardır.
Ayn; göz olup Allah’ın tecellisini gören ve anlayandır, O, manadır. Ayn,
yücedir, ulaşılamayandır ve esastır, yani Ali’dir. Mim; isimdir, yani Hz.
Muhammed’dir. Muhammed, Tanrı’nın görünen bir peçesi ve peygamberidir.
Nusayrilikte Mana-İsim-Bab birbirini tamamlar. Mana gizli anlamdadır. Onun
kendisini anlatması için bir İsim gereklidir. İsim dile gelendir, konuşandır. Mana’yı
yani bilinmeyeni, yapılmayanı ve görülmeyeni anlatır. Gizlilik esasına dayanan bu
inancı herkes anlayamaz. Sır âlemi etrafı surlarla çevrili bir kaleye benzemektedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Dürzilik ve Nusayriliğin Doğuşu, Fikirleri ve Toplumsal Yapısı
Ali, “Mana”dır;
Muhammed “isim”dir;
Selman ise “bab”dır. Bu
üçlü Ayın-Mim-Sin
sembolüyle ifade edilir.
Buraya girmenin yolu kapıdan geçebilmektir. Bab (kapı), Mana ve İsme ait bilgiye
giden yoldur.
Nusayrilikte her imamın bir babı vardır. Buna göre, onbirinci İmam Hasan
el-Askeri'nin Babı, Nusayriliğin kurucusu kabul edilen Muhammed b. Nusayr enNemiri'dir. On ikinci İmam Muhammed el-Mehdi, özel bir Babı olmadan gayba
karışmıştır. Mana-İsim-Bab, Nusayrilik inancının kavranmasında ve anlaşılmasında
temel ilke olarak kabul edilmektedir. Birbirini tamamlayan bu üçlü nazariye, halk
arasında şu deyimle de ifade edilir: Kapıya doğru yönelirim, ad önünde eğilirim ve
Manaya taparım.
Yaratılış ve Tenasüh
Tenasühe yani ruh
göçüne inanmak inanç
esaslarındandır. Buna
göre ruh, ölümle
bedenden ayrıldıktan
sonra yeni bir canlının
bedeninde yer alır.
Nusayrilere göre,
Selman-i Farisi (Bab),
Cebrail adlı melektir.
Nusayri yaratılış nazariyesi Tanrı ve tenasüh inancına göre şekillenmiştir.
Onlara göre, Nusayriler Ali’nin uluhiyetine inanmak ve onun yüceliğinin nimetine
ermek bahtiyarlığına ulaşmış yaratıklardır; bundan gururlandıklarından dolayı Tanrı
onlara ceza olarak insan suretinde yeryüzüne inmiştir. Ali’ye inanan gerçek
Nusayrilerin ruhları hareket yoluyla yıldızlar haline dönüşerek nurlar âlemine
yükselir. Ancak Nusayri olmayan Müslümanların, Hristiyan ve Yahudilerin ruhları
hayvan cesetlerine girer. Böylece tenasüh ve tecelli inancı ortaya çıkar.
Tenasühe yani ruh göçüne inanmak, Nusayrilerin inanç esaslarındandır.
Buna göre ruh, ölümle bedenden ayrıldıktan sonra yeni bir canlının bedeninde yer
alır. İnsan kötülükten arınıncaya kadar dünyaya farklı inançlara mensup değişik
bedenlerde gelir. Nusayri olmayanların ruhları ise hayvan cesetlerine girer. Ruhun
bir bedenden bir bedene göç etmesi suretiyle eşitsizlik ve adaletsizlik ortadan
kaldırılarak ilahi düzen sağlanmış olur. Tanrının emirlerine uygun bir hayat
sürdüren bir kişi, yeni yaşamında ödüllendirilirken, Tanrının emirlerine uymayan
kişi önceki yaşamından daha aşağı şartlarda bir yaşam sürmek için dünyaya döner.
Nusayri bir mümin, sırları bilerek muhafaza ettiği ve onların gerektirdiği biçimde
hayat sürdüğü takdirde yedi değişim geçirip yıldızlar arasında yerini alır. Nusayriliğe
göre, Tanrı bir insanın yeteri kadar ceza çektiğine kanaat getirirse o insanı daha üst
seviyeden bedenlerde dünyaya getirir. Bu süreç insanın, bâtın âlemde bir nur
haline gelmesine kadar devam eder.
Vahiy ve Peygamber Anlayışları
Nusayrilere göre, Tevrat Musa’ya, Zebur Davud’a İncil İsa’ya ve Kur’an Hz.
Muhammed’e indirilmiştir. Dini kaynaklar arasında Allah’ın vahyi olarak Kur’an, ilk
sırada yer almaktadır. Yorumlama ve ele alış farklı olsa da her hususta öncelik
Kur’an’a verilmektedir.
Kitabü’l-Mecmu’da, Kur’an-ı Kerim’e büyük saygı
gösterildiği, bazı sure ve ayetlerden iktibas yapıldığı görülmektedir. Ancak
Nusayrilere göre Kur’an; Sünniler, Şiiler ve diğer mezheplerce tam olarak
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
Dürzilik ve Nusayriliğin Doğuşu, Fikirleri ve Toplumsal Yapısı
Tanrı gibi nurdan bir
varlık olan İsim de tanrı
gibi dünyaya tecelli
etmiş ve insanlara
peygamber olarak
görünmüştür.
Ödül ve ceza, Cennet ve
Cehennemde değil,
ruha isabet eden şekil
değiştirme ve tenasüh
anlayışına göre bu
dünyada
gerçekleşecektir.
anlaşılmamıştır. Asıl olan, zahir ve kabuk değil, batındır, özdür. Kur’an’ın batınını
ortaya koyabilmek için de, Kur’an’ı anlayıp yorumlayacak ilme sahip olunmalıdır.
Bu ilim de ancak, Ehlibeyt imamlarının silsile yoluyla bildirdiklerini bilen kişilerde
mevcut olduğu için onların öğrettiklerinin bilinmesiyle mümkün olabilir.
Nusayri inancına göre nurdan bir varlık olan Tanrı kendi nurundan, ilk
olarak, İsim adı verilen peygamberi yaratmıştır. Tanrı gibi nurdan bir varlık olan
İsim de Tanrı gibi dünyaya tecelli etmiş ve insanlara peygamber olarak
görünmüştür. Yaratılmış ilk nurlu varlık olan peygamber, insanlara ayrı bir varlık
olarak görünmesine karşın, özünde Tanrı ile hiç ayrılmamıştır; Tanrı ve peygamber
arasındaki ayrılık, sadece göreli bir ayrılık olmuştur. Batın âlemde nurlu bir varlık
olan peygamber de Tanrı ile beraber dünyaya on dört defa tecelli etmiştir. Bunlar;
Şid, Hermes el-Herami, Dükna, Hendeme, Zedenev, Yusuf ibn Makan, Eflatun,
Adem, Nuh, Yakub, Musa, Süleyman, İsa ve peygamberin dünyada aldığı son isim
Muhammed’tir. Bu nedenle, Nusayrilikte Hz. Muhammed, Sünni İslam’da olduğu
gibi peygamber olarak seçilmiş bir insan olarak değil, Tanrı’nın parçası olan kutsal
bir varlık olarak görülür.
Ahiret inancı
Nusayri dualarından, cennet ve cehennem inancı, yani ahiret inancı olduğu
anlaşılmaktadır. Ancak bu inanç, diğer İslam mezheplerine göre farklı bir nitelik
taşır. Çünkü inanışa göre, ödül ve ceza, Cennet ve Cehennemde veya Ahirette
değil, ruha isabet eden şekil değiştirme ve tenasüh anlayışına göre bu dünyada
gerçekleşecektir. İnançsızlar için tenasüh, bin ölüm ve bin boğazlama şeklinde olur.
Azap, kâfirler için devirler boyu devam eder, sonunda Mehdi el-Muntazar ortaya
çıkınca bunları insan şekline döndürüp öldürür (Şehristani, 172-173; Üzüm, 272).
Nusayrilik, insanlara ödül ve ceza ikilisi üzerine kurulmuş bir öteki hayat inancı
sunar. Ancak diğer inancların birçoğundan farklı olarak Nusayrilikte cezalandırma
başka bir hayatta, fakat bu dünyada gerçekleşen bir süreçtir.
fNusayrilerde Hızır İnancı.
Hızır, Allah’ın kendisinin
evrende insan sıfatında
yansımasıdır.
Nusayri inancına göre Hızır, Allah’ın kendisinin evrende insan sıfatında
yansımasıdır. Hızır’da Allah’ın vasıfları bulunmaktadır. İnsanlara daima yardım
eden, dertlere derman olan, hastalara şifa veren ve bitkilerin yeşermesine ve
yaşamasına vesile olan Hızır’dır.
Hızır, Âdem’in ortaya çıkışından itibaren çeşitli bedenlerde ortaya çıkarak
yaşama dönen, insanların istemlerine anında cevap veren ve insanları her yerde
her zaman koruyan ölümsüz bir güçtür. Nusayri inancında Hızır’la Hz. Muhammed,
Hz. Ali ve hatta melekler arasında bir özdeşleşme vardır. Çünkü Hızır; Hz.
Muhammed ve Hz. Ali ile aynı nurdandır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
Dürzilik ve Nusayriliğin Doğuşu, Fikirleri ve Toplumsal Yapısı
Nusayrilerde çok sayıda türbe bulunmasına karşın, en önemlileri Hızır
adına yapılanlarıdır. Bu türbelerin, Allah’tan bir şey istemenin ötesinde, derin bir
anlamı bulunmaktadır: Nur’un Allah olması ve nur yağması sonucunda inşa
edilmesi nedeniyle türbeler, Allah’ın evi biçiminde yorumlanabilir. Ayrıca Hızır’ın
ölümsüz olmasından dolayı mezarının olmadığı inancı söz konusudur.
Zahir-Batın
Zahir ve Batın kavramları Nusayriliğin inanç sisteminin temelini oluşturur.
Nusayriler için asıl olan batın âlemdir ve zahir âlem, batın âlemin eksik bir
yansımasıdır. Bu yaklaşıma göre, gizli anlam, kaynağı İslam peygamberi ve Ehlibeyt
olan, özel bir bilgidir.
Asıl olan batın âlemdir
ve zahir âlem, batın
âlemin eksik bir
yansımasıdır.
Zâhir, hakikatin bilgisine duyu organları (gözlem ve deney) aracılığıyla
ulaşılan duyusal; bâtın ise; duyu organları aracılığıyla değil, akıl ve sezgi ile
kavranabilen bilgileri içerir. Bu iki âlem, mezhep mensupları tarafından dini
törenlerde sıkça kullanılan cevize benzetilir. Cevizin kabuğu dış âlemi (zahiri), içi de
batını alanı simgeler. Kabuksuz cevizin gelişemeyeceği ve içi olmayan cevizin de bir
anlamı olamayacağı belirtilir. İnancın bütünlüğünün sağlanması için her ikisi de
gereklidir.
Nusayriliğin Sünni İslam’dan ayrıldığı nokta temelde Tanrı’ya ilişkin
tanımlama değil, Tanrı’nın yeryüzünde türlü şekillerde tecelli ettiği görüşüdür.
İnanç sisteminin en önemli halkasını oluşturan unsur budur. İnanışa göre Tanrı
batın âlemdeki varlığından çok farklı olarak zahir âleme tecelli etmiş ve amacı
insanları doğru inanışa yönlendirmek olmuştur. Önemli olan, zahiri alandaki imam
Ali’yi tanımak değil, batını alandaki nur olan Ali’yi tanımaktır. Dolayısıyla Hz. Ali,
imam kişiliğiyle değil, aşkın bir varlık olan Nur ile özdeştir.
Önemli olan, zahiri
alandaki imam Ali’yi
tanımak değil, batını
alandaki nur olan Ali’yi
tanımaktır.
Sır
Nusayri akidesine göre bir kişi Nusayriliği ancak doğumla elde etmektedir.
Sonradan Nusayri olmak mümkün değildir. Nusayri inancına sahip olanların
kendilerini “sır” sahibi kimseler olarak değerlendirdiklerini görmekteyiz. Sır sahibi
olduklarından dolayı Tanrı tarafından “seçilmiş” olduklarına dair inanışları
mevcuttur.
Nusayriler, diğer batıni fırkalar gibi inançlarını gizlemek için büyük bir çaba
göstermişlerdir. Onlara göre gizlilik, batın ehlinin özelliğidir. Zahire göre hüküm
vermek, karanlık ve zulmet ehline özgüdür. Sırra sahip olmak önemli bir meziyettir
ve sırları ifşa edenleri öldüklerinde toprak kabul etmeyecek ve hayvan suretine
dönüşeceklerdir. Bu sır anlayışı, inançlarını ihtiva eden eserlerin de gizli kalmasına
neden olmuştur.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
Dürzilik ve Nusayriliğin Doğuşu, Fikirleri ve Toplumsal Yapısı
Sırra sahip olmak
önemli bir meziyettir ve
sırları ifşa edenleri
öldüklerinde toprak
kabul etmeyecek ve
hayvan suretine
dönüşeceklerdir.
Namaz dua demektir ve
Ali’ye açılan bir kalbin
niyazı şeklinde
anlaşıldığından
genellikle ferdi yapılır.
Oruç, sırları
başkalarından gizlemek
anlamına gelir. Zekâtın
anlamı ise, dini
öğrenmek ve layık
olanlara aktarmaktır.
İbadet İle İlgili Görüşleri
Gerek Kur’an’dan sonra kutsal ve önemli saydıkları kitaplarında ve gerekse
çağdaş söylemlerinde, “Allah katında din İslâm’dır.” (3/Ali İmran, 19) ayetine yer
vererek kendilerini “Müslüman” olarak tanımlayan Nusayriler, Kur’an’a saygı
göstermekle birlikte inanç ve ibadet anlayışlarını, her mezhep mensubu gibi kendi
kabul ve geleneklerine göre biçimlendirmişlerdir (Üzüm, 2007: 272). Nusayriliğe
göre yaratılış ve Tanrı ile kul arasındaki ilişkileri bilmek, Nusayrileri ibadetin
zirvesine ulaştırmış olduğundan, onları diğer ibadetlerden müstağni kılar. Zira bir
yük mahiyetinde olan ibadetler, sadece kusurlu kimselerin yapması gereken
hususlardır (Palabıyık, 29).
Nusayriler İslam’ın beş şartını batını tevillerle yorumlayarak tamamen farklı
bir ibadet anlayışı geliştirmişlerdir. Nusayrilikte beş vakit namazın kendilerine
tahsis edildiği beş masum vardır. Muhsin sabah namazını, Muhammed öğle
namazını, Fatıma/Fatır ikindi namazını, Hasan akşam namazını ve Hüseyin yatsı
namazını sembolize eder.
Namaz, ferdi ve cemaatle olmak üzere iki çeşittir. Dua demek olan namaz,
Ali’ye açılan bir kalbin niyazı şeklinde anlaşıldığından ferdi yapılır. Bundan dolayı
camiye ihtiyaç yoktur. Ancak bayramlarda, mukaddes günlerde veya meşhur bir
şeyhin kasabayı ziyareti münasebetiyle cemaat halinde ibadet yapılır. Nusayrilere
göre namazın başında Ali, Muhammed ve Selman’ı yüceltiriz demek, namazın edası
için yeterlidir. Namaz esnasında Kur’an ve Kitabu’l Mecmû’dan bölümler de
okunur. Dua diye anlaşılan namazı sıkıntı ve hastalık durumlarında şeyhler yapar.
Nusayrilerin oruca yüklediği anlam da oldukça farklıdır. Oruç, Hz.
Muhammed’in babası Abdullah’ın sessizliğini sembolize etmekte olup sırları
başkalarından gizlemek anlamına gelir. Nusayrilikte oruç, yeme içme yasağından
çok, diğer yasaklara uymayı, bir bakıma eline diline ve beline sahip olmayı önceler.
Zekâtın anlamı ise, dini öğrenmek ve layık olanlara aktarmaktır. Bu inanışa
rağmen pratikte her Nusayri aile zekâtını, maddi durumuna göre şeyhe vermek
zorundadır. Batıni anlamda zekât, dine bağlılık, Allah’ı, Peygamberini ve Ehlibeyti
sevmeyi sürdürmektir. Zekât, Selman-ı Farisi’yi temsil eder ve dini öğrenip
başkalarına nakletme anlamına gelir (Üzüm, 2007: 273).
Nusayrilikte Ziyaretler
Nusayrilikteki ziyaretler,
hac yerine konmuş bir
gerekliliktir.
Nusayrilikteki ziyaretler, hac yerine konmuş bir gerekliliktir. Nusayri
inanışında ziyaretlerin (türbe) çok özel ve anlamlı bir yeri vardır. Ziyaretler, ulu
kişilerin ve yatırların adına yaptırılan yerlerdir. Bir yerin ziyaret olabilmesi için
geçmişte keramet sahibi bir kişinin ve ulu bir yatırın kabri veya mekânı olması
gerekmektedir. Nusayrilerin yerleşmiş olduğu bölgelerin hemen her yerinde bu
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
Dürzilik ve Nusayriliğin Doğuşu, Fikirleri ve Toplumsal Yapısı
kabirlere rastlamak mümkündür. Sadece Hatay’da 250’den fazla türbe, küçük bir
yerleşim merkezi olan Samandağ’da ise başta Hızır Türbesi olmak üzere yirmiye
yakın ziyaret yeri bulunmaktadır. Ziyaretlerde, genellikle buhur yakılıp Buhur Duası
okunur, Fatiha Suresi ve diğer bazı surelerle birlikte akla gelen dualar okunur ve
dileklerde bulunulur ve adaklar kesilir (Aslan, 2005: 71-74; Türk, 2005: 67-68).
Ziyaret, insanları manevi yönden rahatlattığı gibi, sosyal yönden de toplanma yeri
olarak kabul edilebilir.
Türbeler ve ziyaretler,
kadınlar ve çocuklar da
dahil olmak üzere tüm
Nusayri bireylerini bir
araya getiren yegâne
ibadet alanlardır.
Nusayriler, bayramlarda ve adaklarda kurban kesmek ve dilek dilemek için
her fırsatta türbe ziyareti yaparlar. Türbeler bir tür ibadet yeri olarak
kullanılmaktadır. Türbeler ve ziyaret yerleri kadınlar ve çocuklar da dâhil olmak
üzere tüm Nusayri bireylerini bir araya getiren alanlardır. Son yıllarda, bayramların
çoğunun ziyaretlerde geçirilmesi, doğal olarak ziyaretlere yönelik ilginin ve bu
mekânlardaki hareketliliğin de artmasına neden olmuştur. Ziyaretlerin,
bayramların yerine getirildiği mekânlara dönüşmesi, onların önemini artırmıştır. Bu
nedenle, ziyaretlerin, işlevindeki değişim sonucunda bazı ziyaretlere, namaz
kılınacak, yemek pişirilecek, kurban kesilecek yerler eklenmiştir. Sonuçta ziyaretler,
Nusayriler tarafından bir ibadethaneye dönüştürülmüştür.
Nusayrilikte Bayramlar
Nusayrilerin yıl içinde
kutladıkları 100’den
fazla bayramları ve
kutsal günleri vardır.
Nusayrilikte çok sayıdaki bayram, dini gün ve geceler, ibadetlerin
neredeyse en önemli bir parçasını teşkil eder. Bu günler, hem toplu ibadetlerin
yerine getirildiği hem de sosyal yardımlaşma ve dayanışmanın gerçekleştirildiği
zamanlardır. Bayramlarda şarap içer ve buhur yakarlar. Onlara göre bu hareket bir
uluhiyyet göstergesidir. Zira şarap kutsaldır. Nusayriler, kendilerince kutsal kabul
ettikleri bayram ve merasimlere çok bağlıdırlar. Bayramlarda bir araya gelinir,
muhabbet edilir ve hasret giderilir. Maddi durumu uygun olanlar bayramlarda
kurban keser; eş-dostlarına, konu-komşularına yemek verir ve ihtiyacı olanlara
yardımda bulunurlar. Bayramlarda ayrıca kabir ziyaretleri yapılır ve Kur’an-ı Kerim
okunur. Nusayrilere göre kutsal kabul edilerek kutlanılan belli başlı bayramlar, gün
ve gecelerden bazıları şunlardır:
1- Fıtır (Ramazan) Bayramı
2- Adha (Kurban) Bayramı
3- Gadir Bayramı (18 Zilhicce, Hz. Ali’nin imam tayin edildiği gündür. En büyük
bayramları olarak kabul edilir.)
4- Mübahale Bayramı (21 Zilhicce, Necranlı Hıristiyanlarla Hz. Muhammed
arasındaki lanetleşme olayı)
5- Firaş Bayramı (29 Zilhicce, Hz. Ali’nin hicret gecesi Hz. Peygamberin
yatağına yatması)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
26
Dürzilik ve Nusayriliğin Doğuşu, Fikirleri ve Toplumsal Yapısı
6- Aşure Bayramı (10 Muharrem, Kerbela matemidir)
7- Rebi’ül Evvel 9 Bayramı (Hz. Ömer’in şehid edildiği gün)
8- 15 Şaban (Selman’ın ölümü)
9- 4/25 Aralık gecesi (Hz.İsa’nın doğumu ve son yemek ayini)
10- Nevruz Bayramı (21 Mart ve 4 Nisan tarihlerinde kutlanır)
11- Mihrican (29 Ekim) Bayramı
12- Yılbaşı
13- 1 Temmuz Bayramı
14- Salip Bayramı
15- Kıddas Bayramı,
DİN ADAMLARI VE MEZHEBE GİRİŞ
Din Adamları
Nusayrilerde Büyük
Şeyh, Şeyh, Nüvvab ve
İmamlar olmak üzere
dört sınıf din adamı
vardır.
Nusayrilerde Büyük Şeyh, Şeyh, Nüvvab ve İmamlar olmak üzere dört sınıf
din adamı vardır. Ali’nin yeryüzündeki gölgesi olarak kabul edilen Büyük Şeyh,
geniş bir otoriteye sahiptir. Şeyh ve imam adaylarını o seçmektedir. Herkes
tarafından büyük itibar görür. Her bölgede çok meşhur kişilerden biri büyük şeyh
olur.
Cemaatın manevi önderleri durumunda bulunan şeyhlerin sayıları çoktur
ve her işte onlara danışılır. Şeyh olmak için şeyh ailesinden gelmek ve kültürlü
olmak şarttır. Bu manevi önderler, merasimleri idare eder ve cemaatin dünyevi
gereksinimlerini karşılarlar. Bunların öteki dünyada da şefaatçi olduklarına inanılır.
Nüvvab (Nakib ve Necib de denir), alt tabakanın şeyhleridir. Şeyh olana
kadar esas şeyhlere yardım ederler. Tecrübe kazanmaları ve yeterli görülmeleri
halinde şeyh olarak görevlendirilirler. Onların Şeyh olabilmeleri Büyük Şeyhin
kararına bağlıdır.
İlk aşamada, çocuğa
Nusayrilik inancının ne
olduğu konusunda,
genel bir bilgi
verildikten sonra,
verilen ve verilecek olan
bilgilerin hiç kimseye
aktarılmaması için
yemin ettirilmektedir.
İmam sınıfı ise, II. Abdulhamid döneminde ihdas olmuş bir sınıftır.
Müslüman olduklarını beyan ettikleri için, onlara imam kadrosu belirlenmiş ve
yerleşim merkezlerine camiler yaptırılmıştır. Bunlar kendi bölgelerindeki camilerin
imam veya müezzin kadrolarında bulunan kimselerdir.
Nusayrilik kutsal metinlerin saklı anlamlarının olduğu ve bu anlamın
sıradan insanlar tarafından anlaşılamayacağı/yorumlanamayacağı ilkesi üzerine
bina edilmiştir. Günümüzde, kendilerini Ehlibeyt soyu ile ilişkilendiren şeyhler,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
27
Dürzilik ve Nusayriliğin Doğuşu, Fikirleri ve Toplumsal Yapısı
Nusayrilikte inancı
yayma çabası mevcut
değildir ve inanç,
sadece Nusayri
soyundan olanlara
aktarılır.
babların görevini yerine getirmekle, Allah’a ulaşmanın tek aracı konumundadırlar.
Onlar, kendileri dışındaki avam için âmi (kör) kavramını kullanırlar. Âmi, yani
sıradan halk, batını bilmez. Batını yalnızca şeyhler bilir. Bu yönüyle, inancı kabul
etme beraberinde, yorumu yapacak, anlamı oluşturacak kişilerin gerekliliğini de
kabul etmek anlamına gelmektedir. Din adamları bu nedenle inancın vazgeçilemez,
dışlanamaz bir konumuna sahiptir.
Mezhebe Giriş Merasimleri
Nusayrilikte sır olarak görülen inancın temel akidelerinin yeni kuşaklara
aktarımı mezhebe giriş törenleri vasıtasıyla gerçekleştirilir. Bu törenler sonucunda,
dini bilgiler birçok kriter göz önünde bulundurularak güvenirlilikleri kanıtlanmış
kişilere aktarılmakta ve dini inancın devamlılığı ve korunması sağlanmaktadır.
Nusayrilikte inancı yayma çabası mevcut değildir ve inanç sadece Nusayri
soyundan olanlara aktarılır.
Dine giriş töreni birbirini takip eden, üç aşamalı, dokuz aylık bir sürede
gerçekleştirilir. Şeyhin yönetiminde üç aşamada inancın temel ilkeleri adaya
öğretilir ve öğrendiği bilgileri Nusayri olmayanlara, kadınlara ve çocuklara
açıklamayacağına dair şahitler huzurunda yemin ettirilir.
Çocuk mezhebe girecek yaşa geldiğinde, babası çocuğun da rızası alınarak
güvendiği bir Nusayriye gider ve mezhebe girmesine aracı olmasını ister. Bu şahıs
artık çocuğun manevi babasıdır. Nusayrilikte Emmi Seyyid adıyla anılan Din Amcası,
Nusayri yoluna girmek isteyen talibe, yolun inceliği, adap, erkân ve kuralları
hakkında bilgi verir. Nusayri genç, verdiği güven, sırtutma teminatı ve Din
Amcasının kefaletiyle Nusayriliğe kabul edilebilir.
Mezhebe girmeye aday olan kişi, dine giriş töreninin üç aşamasını da
başarıyla geçtiği zaman şeyh tarafından din amcasına teslim edilir. Aday, bu andan
itibaren dini eğitimi süresince din amcasının sorumluluğu altındadır. Nusayrilikte
din amcası, çocuğun öz babası gibi sayılmaktadır. Din amcasının bütün yakın
akrabaları çocukla birinci derece kan akrabası sayılır. Din amcasının verdiği eğitim
sürecini başarıyla tamamlayan Nusayri genci, artık gerçek bir Nusayri sayılmaktadır
ve dini toplantılara katılabilmektedir. Günümüzde yaşam koşullarının zorluğu,
çocuğun okul durumu gibi nedenler dolayısıyla, son dini toplantıda din amcasının
çocuğu götürme süreci sembolik olarak kalmaktadır.
Kadınların Kitabu’l
Mecmu’da bulunan
duaları bilmemeleri,
batın alanla olan
münasebetlerini
ortadan kaldırmıştır.
Zamanın kısıtlı olması nedeniyle geçmişte yedi-dokuz ayda gerçekleştirilen
bu törenler günümüzde yaklaşık bir ay gibi kısa bir sürede gerçekleştirilmeye
başlanmıştır. Bu uygulamanın sonucunda kişilere aktarılan dini bilgilerin içeriği
oldukça yüzeyselleşmiştir. Daha önceleri bir kişinin yaşamının en önemli parçası
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
28
Dürzilik ve Nusayriliğin Doğuşu, Fikirleri ve Toplumsal Yapısı
olarak kabul edilen dine giriş töreni bugün tamamen inanç dışı sosyal yaşamdan
arta kalan zamanlarda gerçekleştirilmeye çalışılan bir tören haline gelmiştir.
Nusayri İnancında Kadının Yeri
Nusayri inancının kadınlarından saklanması, kadınların dini hayatın dışında
tutulması ve toplumdan bir nevi dışlanması şeklinde yorumlanmıştır. Batının sırrı
yalnızca Nusayri olmayana değil yetişkin olmayan erkeklerin dışında herkese
kapalıdır. Bâtının kapalılığı ve gizliliği kadınları, kızları ve ergenlik çağına gelmemiş
erkek çocukları kapsamaktadır. Nusayri inanç sisteminde kadın ve erkeğin birlikte
ibadet etmesi ve dini bilgilerin kadınlara öğretilmesi yasaklanmıştır. Kadın dinsel
ritüellerin içinde bulunsa da ibadetten muaf tutulmuştur. İnanca göre kadınların
kutsal metinleri okuması ve dokunması da yasaktır.
Kadınlar, zayıf, güçsüz, şeytana aldanandır. Şeytanlar kadınlardandır. Kişi
küfründe haddi aştığı zaman iblis olur ve dünyaya kadın suretinde gelir. İnsanların
günahlarından şeytanlar; şeytanların günahlarından da kadınlar yaratılmıştır. Bu
düşüncelere bakıldığında Nusayri kadınlarının yaratılışının temelinde günah ve
şeytan ikilemi görülmektedir.
Dini akideleri
sorgulamaması, bunları
öğrenmemesi ve bu
konulara kayıtsız kalması
Nusayri kadınlardan
beklenen önemli
özelliklerdendir.
Ancak toplum içinde bu fikirler reddedilmektedir. Buna göre; kadınlara
öğretilmeyen tevhit felsefesidir. Tevhit felsefesi çok ağırdır. Erkekler bile belli bir
seviyeden önce o aşamaya geçemez. Mükellefiyet açısından Allah hiç kimseye
taşıyamayacağı yükü vermez. Batıni bilgilerin erkeğe verilmesi daha uygun
görülmüştür.
Nusayri kadınlarının inanç sistemi içerisinde herhangi bir sorumluluğunun
olmadığı görülmektedir. Nusayri kadını, yalnızca ahlaki kurallara uyup uymadığı
noktalarda dinen hesap verecektir. Buna göre Nusayri kadınının yapması
gerekenler; ziyaretlere giderek dua etmek, iffetini korumak, toplumun değerlerine
sahip çıkmak, çocuklarını ahlaklı olarak yetiştirmektir. Kadınlar yıkanırken aldıkları
abdest (gusl) dışında dini uygulamaların tamamen dışında tutulmaktadırlar.
Nusayriler Hz. Fatıma’yı peygamber soyundan ve Hz. Ali’nin eşi olmasından
dolayı kutsal şahsiyetler arasında görmektedirler. (Et‐Tavil, 56‐57.) Ehlibeytin beşer
üstü varlıklar olduğuna inanırlar. Hz. Fatıma da bunlardan biridir. Nusayriler
Fatımatü’z- Zehra’ya pek yüksek bir paye verirler. Ve onu Fatır kelimesiyle anarlar.
Onu bütün kadınlara üstün kılan meziyetleri, güzel nitelikleri vardı; adet olduğu
duyulmamış, üzerinde lohusalık halleri görülmemiş bu sayede hiçbir zaman
namazını ve orucunu bırakmamıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
29
Dürzilik ve Nusayriliğin Doğuşu, Fikirleri ve Toplumsal Yapısı
GÜNÜMÜZDEKİ DURUMU
Günümüzde Nusayrilik, çoğunlukla Suriye’nin Lazkiye ve Cebel-i Ensariyye
yöresinde, Lübnan’ın kuzey bölgesinde, Türkiye’de başta Antakya olmak üzere
Adana, Mersin, İskenderun ve Tarsus civarında varlığını sürdürmektedir.
Türkiye’deki Nusayriler, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne bağlı, yasalara saygılı,
demokrasiyi içtenlikle benimsemiş yurttaşlar olarak varlıklarını sürdürmektedirler.
Hem Arapça hem de Türkçe konuşmaktadırlar. 1939’da Hatay’ın Türkiye
topraklarına katılmasından sonra yazım ve konuşma dilleri Türkçe olmuştur.
Türkiye’deki Nusayrilerin, Suriye’deki Nusayrilerle bağlarının devam etmediği
dikkat çekmektedir. Türkiye’de 300 bin civarında Nusayri yaşadığı tahmin
edilmektedir.
İkinci Dünya savaşının ardından Suriye’nin bağımsızlığını kazanmasıyla,
mezhep; Suriye ve Hatay olmak üzere iki farklı merkeze ayrılmıştır. Hatay’ın ana
vatana katılması, buradaki Nusayrilerin de, Türkiye’ye bağlanması sonucunu
doğurmuştur. Suriye’de ise, önce Sünnilik egemen olmuşken 1963’ten itibaren
ülkenin silahlı kuvvetlerinin ve Baas partisinin etkisiyle Nusayriler güç kazanmıştır.
Nusayriler, Suriye’de Halep, Şam, Lazkiye, Basit, Tartus, Hama ve Humus gibi
kentlerde yaşamaktadırlar. Yeni sayımlara göre Nusayri nüfusu, 23 milyona yakın
Suriye nüfusunun %12 civarındaki oranını oluşturmaktadır.
Lübnan’ın kuzey bölgesinde 30-40 bin Nusayri yaşamaktadır. Bunlar Suriye
tarafından desteklendiği gibi bölgedeki Şiiler tarafından Şii kabul edilmektedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
30
Özet
Dürzilik ve Nusayriliğin Doğuşu, Fikirleri ve Toplumsal Yapısı
•Dürzilik, daha önceki bütün dinlerin nesh edildiğini kabul ederek, Hâkim
Biemrillah’ın uluhiyyetine ve onun yarattığı ulvi varlıklar hiyerarşisine inanan,
kapalı cemiyet özelliğini koruyarak günümüze kadar ulaşan bir mezheptir. Dürzi
mezhebi ilk defa Mısır’da ortaya çıkmasına rağmen burada barınamayarak
Suriye, Lübnan, İsrail ve Ürdün bölgelerinde yayılmak suretiyle taraftar
bulmuştur.
•Dürzi inancının temelini oluşturan Hâkim’e uluhiyet izafe etme fikrini ilk ortaya
atan Fergani’dir. Onun “Allah’a ibadet eden bir kimse ibadetini ruhu olmayan
bir ferde tahsis etmiştir.”, “Allah bir şahıs veya bedendir.”, “Mabud, Emirü’lMü’minîn olan Hâkim Biemrillâhtır.” şeklinde ortaya koyduğu iddialar, Dürzi
inancının ilk nüvelerini oluşturmuştur. Bu fikirler Neştekin ed-Derezî ve Hamza
tarafından da kabul edilmiştir. Fergani’nin bir suikast sonucu öldürülmesiyle
onun başlattığı hareketin liderliği, Neştekin ed-Derezi ve Hamza b. Ali’ye
kalmıştır. Dürzilik, Neştekin ed-Derezi’nin adıyla anılmasına ve fikri temeli de ilk
önce Fergani tarafından atılmış olmasına rağmen, Hamza b. Ali tarafından
kurumsallaşmış bir mezheptir.
•Hamza b. Ali, getirdiği öğreti ile İsmaililerce imam olarak kabul edilen Hâkim
Biemrillah’ı ilah mertebesine çıkarmıştır. Hâkim’i, Tanrı olan Bir’in tecessümü
makamına getirerek onu, kurduğu sistemin dışına itmiş ve kendisini Külli Akl’ın
tecessümü ilan ederek imamet makamına oturmuştur. Böylelikle İsmaili
düşünce sisteminin merkezinde yer alan imam öğretisi tasfiye edilerek hareket
İsmaililikten koparılmıştır. Hamza’dan sonra davetin liderliğine getirilen
Muktena Bahaeddîn, 434/1042 yılında son risalesini yazarak gaybet etmiştir. O
tarihten itibaren Dürzilik, inançlarına girmek isteyenlere izin vermeyen, çıkmak
isteyenlere ise müsamaha göstermeyen kapalı bir mezhep halini almıştır.
•Dürzilere göre Tanrı, Hâkim’in suretinde kendini insanlığa açmıştır. Hâkim,
yaratanın son makamıdır ve insanın kendini arındırması ancak onun bu
özelliğiyle tanınıp kabul edilmesiyle mümkün olabilir. Akl’ın cisimleşmesi olan
Hamza b. Ali’nin görevi, müminlere Hâkim yoluyla Tanrının birliğini kabul
ettirerek, kendi varlıklarını gerçekleştirebilmek için insanlara yardım etmektir.
•Dürzi akidesinde Tanrı bütün varlıkların gerçek yaratıcısıdır. Tanrının iradesi
olan Akl, tüm kozmik prensiplerin sebebidir ve kozmik prensipler (hududlar)
bütün maddi varlıkların kaynağı olmuştur. Akl, onların ilk sebebi ve en
mükemmelidir. Bu kozmik unsurlara inanmak, Dürzilere göre farzdır.
•Dürzilere göre; Kelime-i tevhid; Tanrının bir oluşunu tanımadır. Namaz, beş
hududun yardımıyla kişinin ruhunun Hâkim’le ilişki içinde olmasıdır. Zekât,
Hâkim’in birliğini tasdik edip, ruhunun yücelmesini söylemek ve eski inanışları
terk etmektir. Oruç, kalpleri tevhitten uzaklaştıracak tüm fikir, davranış ve
düşüncelerden uzak durmaktır. Hacc, tevhid bilgisini öğrenmek için yola
koyulduğunu kabul etmektir. Cihat, Hâkim’in birliğini kavramak için yapılan
çabadır. Velayet ise Hâkim’e ve beş hudûdun insan formatındaki suretlerine
bağlılık ve gönülden teslimiyettir. Buna göre Dürziler, İslami temel kavramları
kullanmakla birlikte, İslami hükümleri kendi anlayışları çerçevesinde tevil
etmişlerdir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
31
Özet
Dürzilik ve Nusayriliğin Doğuşu, Fikirleri ve Toplumsal Yapısı
•Nusayrilik, 11. İmam Hasan Askeri’nin öğrencisi Muhammed bin Nusayr
en-Nemiri tarafından IX. yüzyılda kurulan, Hüseyin b. Hamdan el-Hasibi,
tarafından sistemleştirilen, İslamiyet’in batıni yorumunu benimseyen,
Tanrının Hz. Ali’de tecelli ettiğine ve tenasühe inanan, Ehlibeyt sevgi ve
saygısını önceleyen bir inanç sistemidir. Günümüzde Nusayrilik çoğunlukla
Suriye’nin Lazkiye ve Cebel-i Ensariyye yöresinde, Lübnan’ın kuzey
bölgesinde, Türkiye’de başta Antakya olmak üzere Adana, Mersin,
İskenderun ve Tarsus civarında varlığını sürdürmektedir.
•Mezhebe ismini veren İbn Nusayr, İmamiyyenin on birinci imamı Hasan elAskeri’nin babı olduğunu iddia etmiştir. Onun ölümünün ardından da oğlu
12. imam Muhammed b. el-Hasan’ın mehdi olduğunu kabul etmiş; gaybete
girmesiyle de bablık görevinin kendisine geçtiğini öne sürmüştür. Kitabu’lMecmu’nun ilk bölümlerinde Nusayri ve Nemirî isimlerine yer verilerek
İbnu’n-Nusayr’ın görüşleri nakledilmektedir. Bu bilgilerden yola çıkarak
mezhebin İbnu’n-Nusayr döneminde kurumsallaşmaya başladığını
söylenebilir. Fırkanın fikirlerinin sistematize edilmesi, Hamdan el-Hasibi
eliyle olmuştur. Fırka, Hasibi zamanında Suriye içlerine ve komşu bölgelere
yayıldığı gibi fırkanın fikirleri Hasibi’nin talebeleri tarafından devam
ettirilmiştir.
•Nusayri inancında tanrının, batın dünyadaki, nur halinden farklı olarak
insanların algısına açık olarak zahir âlemde; insanları doğru inanca
yönlendirmek amacıyla, insan biçiminde tecelli ettiğine inanılır.
Nusayrilere göre; Ali, “mana”dır; Muhammed “isim”dir; Selman ise
“bab”tır. Bu üçlü Ayın-Mim-Sin sembolüyle ifade edilir ve sırdır. Sistemde
Ayın (Ali), Mim (Muhammed) ile tezahür etmiş ve Sin (Selman) Mananın
Babı olmuştur. Ali’ye inanan gerçek Nusayrilerin ruhları hareket yoluyla
yıldızlar haline dönüşerek nurlar âlemine yükselir. Ancak Nusayri
olmayanların ruhları hayvan cesetlerine girer. Böylece tenasüh ve tecelli
inancı ortaya çıkar. Ödül ve ceza, Cennet ve Cehennemde veya Ahirette
değil, ruha isabet eden şekil değiştirme ve tenasüh anlayışına göre bu
dünyada gerçekleşecektir. Kadına din telkin edilmediği için kadınlarda
tenasüh, ödül veya ceza vuku bulmaz.
•Namaz, dua demektir ve Ali’ye açılan bir kalbin niyazı şeklinde
anlaşıldığından genellikle ferdi yapılır. Bundan dolayı da camiye ihtiyaç
yoktur. Oruç, sırları başkalarından gizlemek anlamına gelir. Nusayrilikte
oruç, daha ziyade eline, diline ve beline sahip olmayı önceler. Zekâtın
anlamı, dini öğrenmek ve layık olanlara aktarmaktır. Nusayrilikteki
ziyaretler, hac yerine konmuştur. Türbeler ve ziyaretler, kadınlar ve
çocuklar da dâhil olmak üzere tüm Nusayri bireylerini bir araya getiren
yegâne ibadet alanlardır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
32
Ödev gönderimi
Ödev
Etkileşimli Alıştırmalar
Alıştırmalar
Dürzilik ve Nusayriliğin Doğuşu, Fikirleri ve Toplumsal Yapısı
• Öğrendiklerinizi etkileşimli alıştırmalarla
pekiştirebilirsiniz
• Dürzilik ve Nusayriliğin İsmaililik ile arasındaki ilişkiyi
araştırarak 250 kelimeyi aşmayacak şekilde bir metin
oluşturunuz ve hazırladığınız belgeyi göndermek için
yandaki ödev gönderme linkini kullanınız.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
33
Dürzilik ve Nusayriliğin Doğuşu, Fikirleri ve Toplumsal Yapısı
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını etkileşimli
olarak
cevaplandırabilirsiniz
1- Aşağıdakilerinden hangisi Dürziliğin temel özelliklerinden birisi değildir?
a) Önceki bütün dinlerin yanlış olduğunu kabul eder.
b) Hâkim Biemrillah’ın uluhiyetine inanır.
c) Kapalı (sır) cemiyet özelliği gösterir.
d) Ruhların ceza olarak hayvan veya böceklere tenasüh edeceğine inanır.
e) Toplumsal yapıları Ukkal ve Cuhhal olarak ikiye ayrılır.
2- Dürziler aşağıdaki isimlerden hangisiyle adlandırılmamışlardır?
a) Muvahhidun
b) Ehlü’t-Tevhid
c) Benu Maruf
d) Bi’l-Maruf
e) Hududiyye
3- Dürzilere göre tanrı, kendilerinden yedi akideyi kaldırmış yerine yedi tevhidi
esası ikame etmiştir. Aşağıdakilerinden hangisi bu esaslardan biri değildir?
a) El-Emru bi’l-Maruf (İyiliği Emretmek)
b) Doğru sözlü olmak (Sıdku’l-Lisan)
c) Din kardeşini korumak (Hıfzu’l-İhvan)
d)İlahi iradeye teslimiyet ve bunu kabul (Teslimü’n-Nefs)
e)Tanrı olarak Hâkim’in birliğine iman (Tevhidü’l-Hâkim)
4- Aşağıdakilerinden hangisi Nusayri toplumuna verilen isimlerden biri değildir?
a) Arap Alevisi b) Arap uşağı c) Fellah
d)Alevi e)Kızılbaş
5- Aşağıdakilerinden hangisi Hâkim Biemrillah’ın özelliklerinden değildir?
a) İşlenen suçları çoğu zaman af ederek suçlulara bir şans daha tanırdı.
b) Yedi yıl boyunca giydiği yün elbiseyi hiç değiştirmemiştir.
c) Kahire’nin eski çarşılarında dolaşır, çoğu zaman yanına koruma almazdı.
d) Halkın kendi önünde yeri öpmesini ve secde etmesini yasaklamıştı.
e) Kadınların dışarı çıkmasını yasaklamıştı.
6-
I. Hâkim Biemrillah’ın, birbirinden asla ayrılmayan lahuti ve nasuti yönü vardır.
II. Tanrı, hiç bir isim ve sıfatla tanımlanamaz.
III. Tanrı yaratıklarda bulunan sıfatlardan münezzehtir.
Dürzilerde Tanrı inancıyla ilgili yukarıdaki bilgilerden hangileri doğrudur?
a) Yalnız I
b) I-II
c) I-II-III
d) II-III e) I-III
7- Nusayriler, özellikle Suriye'ye egemen olarak büyük bir güç kazanmış ve
bölgedeki varlığı günümüze kadar gelmiştir. Mezhep hangi devlet veya
hanedanlık tarafından desteklenerek güçlenmiştir?
a) Emeviler b) Abbasiler c) Eyyübiler d) Hamdâniler e) Selçuklular
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
34
Dürzilik ve Nusayriliğin Doğuşu, Fikirleri ve Toplumsal Yapısı
8- Nusayrilik içerisinde, bölgeye mahsus diğer din ve mezheplerin görüşlerinin
izleri görülebilir. Nusayrilik aşağıdakilerden hangi din anlayışının etkisinde kaldığı
söylenemez?
a) Zahirilik
b) Hristiyanlık c) İsmaililik d) İmamiyye e) Yeni Eflatunculuk
9-I- Tevrat Musa’ya, Zebur Davud’a İncil İsa’ya ve Kur’an Hz Muhammed’e
indirilmiştir.
II- Kur’an, diğer mezheplerce tam olarak anlaşılmamıştır.
III- Kur’an’daki bilgiler tevil edilmeden olduğu gibi alınmalıdır.
Nusayrilere göre yukarıdaki bilgilerden yanlış olan hangisidir?
a) I
b)II
c) III
d) I-III
e)Hepsi
10- Nusayrilerde Ahiret inancı ile ilgili bilgilerden hangisi yanlıştır?
a) Nusayri dualarında, ahiret inancına yer verilmektedir.
b) Ödül ve ceza, tenasüh anlayışına göre bu dünyada gerçekleşecektir.
c) Kadına din telkin edilmediği için onlara ödül veya ceza yoktur.
d) Ölüm nihai sonsuzluktur.
e) Azab, kâfirler için devirler boyu devam eder.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
35
Dürzilik ve Nusayriliğin Doğuşu, Fikirleri ve Toplumsal Yapısı
DÜRZİLİKLE İLGİLİ YARARLANILAN KAYNAKLAR
Alamuddin, S. (1998), Tezekker Yâ Mervan, Da’vetü’l-Tevhidi’l-Dürziyye, Beyrut.
El-Antâki, Yahyâ b. Said (1909), Târih, thk. L. Şeyho-B. Carra de Vaux, Beyrut.
Asravi, N.(1972), El-Mezhebü’t-Tevhid el-Dürzi, Brezilya.
Arslan, Ş. (1990),Benû Ma’rûf Ehlü’l-Urûbe ve’l-İslâm, Beyrut.
El-Atraş, F. Y. (1974), ed-Durûz Muâmeratve Târih ve Hakâik, yrz.
Bağlıoğlu, A. (2004), İnanç Esasları Açısından Dürzilik, Ankara. (2006), Ortadoğu
Siyasi Tarihinde Dürziler, F.Ü. Tarih Şubesi Yay. Elazığ.
Bedevi, A. (1971), Mezahibü’l-İslâmiyyin, I-II, Beyrut.
Bryer, D. (1975), “The Origins of the Religion”, Der Islam, 52, ss. 239-262, 53(1976),
ss. 5-27.
Bulut, F., “Bilgelik Meclisinde Dürziler”, Atlas, Sayı: 90, Mayıs 2001, ss. 74-88.
Daftary, F. (2001),Muhalif İslâmın 1400 Yılı İsmâililer, çev. E. Özkaya, Ankara.
Dürzi Risaleleri.
ed-Dubeysi, Y. S. (1992), Ehlü’t-Tevhid(ed-Durûz), I-V, yrz.
Gökbilgin, M.T.,“1840’tan 1861’e Kadar Cebel-i Lübnân Meselesi ve Dürziler”,
Belleten, X, sayı: 40, Ekim - 1946, ss. 641-703.
“Dürziler”, İ.A., III/672-680.
Ebu İzzeddin, N. (1985), ed-Durûz fi’t-Târih, Beyrut.
Ebu Sâlih, A.-Sami M. (trz), Târihu’l Muvahhidin ed-Durûz, yrz.
Ebu Şekra, Y. H. (1952), Hareket fi Lübnân, thk. Arif Ebu Şekra, Beyrut.
El-Fevzân, A. (1979), Edvâ’ alâ Akideti’d-Dürziyye, Beyrut.
Fığlalı, E. R. (1983), Çağımızda İtikâdi İslâm Mezhepleri, İstanbul.
Firro, K. M. (1992), A History of the Druzes, Leiden.
Hatib, M. A. (1980), Akidetü’d-Durûz, (Arz ve Nakz), Ammân.
Hitti, P. (1928), The Origins of the Druze People and Religion, New York.
Hodgson, M. G. S., “al-Darazi and Hamza in the Origin of the Druze Religion”,
Journal of the American Oriental Society, 82 (1962) ss. 5-20.
Hüseyin, M. K. (1962), Tâifetü’d-Durûz –Târihuha ve Akaiduha-, Kahire.
İbn Tağriberdi (1971), Nucûmu’z-Zâhire fi Mülûki’l-Mısr ve’l-Kâhire, , I-XVII, Kahire.
İbn Zâfir (1972), Ahbâru’d-Düveli’l-Munkatia, thk. Andoria Ferre, Kahire.
İmâdüddin İdris el-Kureşi (1984), Uyûnu’l-Ahbâr, thk.Mustafa Galib, IV-VI, Beyrut.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
36
Dürzilik ve Nusayriliğin Doğuşu, Fikirleri ve Toplumsal Yapısı
İzmirli, İ. H. (1926), Dürzi Mezhebi, Şehzâde Başı Evkaf-ı İslâmiyye Mat., İstanbul.
Layish, A.,“Politik Bir Araç Olarak Dürzilerin Dini Vasiyetleri”, Alevi Kimliği, ed. T.
Olsson-E. Özdalga-C. Raudvere, İstanbul 1999, ss. 174-194.
El-Kirmani, (1953), Râhatü’l-Akl, thk. M. Kamil Hüseyin-M. Mustafa Hilmi, Kahire.
(1952), er-Risaletü’d-Dürriyye, thk. M. Kamil Hüseyin, Kahire.
(1969), Mesâbih fi İsbâti’l-İmâme, thk. Mustafa Galib, Beyrut.
(1982), “Risale Mebâsimü’l-Beşârât bi’l-İmâm Hâkim Biemrillah”,Mecmûatü
Resâili’l-Kirmani, thk. Mustafa Galib, Beyrut, içerisinde, 113-133.
(1982), “er-Risaletü’l-Vâize fi’r-Reddi alâ’l-Ahrâm el-Fergani”, Mecmûatü Resailü’lKirmani, thk. Mustafa Galib, Beyrut, içerisinde ss. 134-147.
Makarem, S. (1965), Edvâ’ alâ Mesleki’t-Tevhidi’d-Dürziyye-, Beyrut.
(1974), The Druze Faith, New York.
Massey, F. (1952), Druze History, Detroit.
Neccar, A. (1965), Mezhebu’d-Durûz ve’t-Tevhid, Kahire.
(1973), The Druz, Kahire.
Nasr, M. –H. Takuyuddin (1983), El-Vasiyye ve’l-Miras inde’l-Muvahhidin, Beyrut.
en-Nüveyri (1992),Nihâyetü’l-Erebfi Fünûni’l-Edeb, thk. M. Muhammed Emin-M.
Hilmi Muhammed Ahmed, , I-XVIII, Kahire.
Öz, Mustafa,“Dürzilik”, M.Ü.İ.F.D., sayı:7-10, yıl:1989-1992, ss.485-518.
“Dürzilik”, T.D.V.İ.A., X, ss.39-48.
“Hâkim Biemrillah”, T.D.V.İ.A., XV/199-201.
de Sacy, A. I. S. (1838), Expose de la Religion des Druzes, I-II, Paris.
Samur, S., “Cebel-i Havran’da Dürziler ve Sultan Abdülhamit’in Bunlarla İlgili
Politikası (1878-1900), E.Ü.S.B.E.D., s:5-6, Kayseri 1995, ss. 47-58 / 399-408.
Skovgaard, S. –P., “Takiyye mi, Yoksa Sivil Din mi? Lübnan’daki Mezhep Esasına
Dayanan Davlet Çerçevesinde Dürzi Din Uzmanları” çev. B. Tosun- H. Tosun,
Alevi Kimliği, ed. T. Olsson-E. Özdalga-C. Raudvere, İst. 1999, ss. 160-173.
Suğayyar, S. (1954), Benû Ma’rûf (ed-Durûz) fi’t-Târih, Beyrut.
Şidyak, T. Y. (1954), Ahbâru’l-Uyûn fi Cebel-i Lübnân, I-II, Beyrut.
Takiyuddin, H. (1979), Kadâu’l-Muvahhidin (ed-Durûz), Beyrut.
et-Tâli, M. E. (1961), Aslü’l-Muvahhidin (El-Durûz) ve Usûluhum, Beyrut.
Tekindağ, Ş., “Dürzi Tarihine Dair Notlar”, Tarih Dergisi, c.VII, (1954), ss.143-156.
“Dürziler”, İ.A., III/665-672.
Toftbek, E., “Kısa Dürzi İlmihali”, çev. E. R. Fığlalı, A.Ü.İ.F., Ank. 1981, XXV/215-220.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
37
Dürzilik ve Nusayriliğin Doğuşu, Fikirleri ve Toplumsal Yapısı
Zeabi, M. A. (1956), ed-Durûz, Zâhiruhum ve Bâtınihum, Beyrut.
NUSAYRİLİKLE İLGİLİ YARARLANILAN KAYNAKLAR
Arıngberg-Laanatza, M. (2003), “Türkiye Alevileri-Suriye Alevileri: Benzerlikler ve
Farklılıklar” (Çev. B. K. Torun ve H. Torun), T.Olsson, E. Özdalga, C. raudvere (Ed.),
Alevi Kimliği, İstanbul: TVYY, ss. 195–214.
Aslan, Cahit (2005), Fellahların Sosyolojisi,Adana: Karhan Kitapevi.
Baha, Said Bey (2000), Türkiye’de Alevi-Bektaşi, Ahi ve Nusayri Zümreleri, Yay.
haz.:İsmail Görkem, Kültür Bak. Yay., Ankara, ss. 171–185.
Bar-Asher, M. M. ve A. Kofsky (2002),The Nusayri-Alawi Religion An Enquıry into
Its Theology and Liturgy, Leiden ve Boston: Brill.
Batur, Raşit, (2002),Nusayriliğin Teşekkülü ve İnanç Sistemi, Yayımlanmamış
Yüksek Lisans Tezi, İstanbul: Marmara Üniv. Sosyal Bilimler Enst.
Bulut, Faik (2003), Ortadoğu’nun Solan Renkleri, İstanbul: Berfin Yayınları.
Daftary, Ferhad (2001), Muhalif İslamın 1400 Yılı-İsmaililer Tarih ve Kuram, Çev. E.
Özkaya, Ankara: Rastlantı.
Dalkıran, Sayın (2003), “Tarih-i Cevdet’te İslâm Mezhepleri II (Dürzilik ve
Nusayrilik)”, Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, yıl 10,
2003, sayı 21, Erzurum, ss. 201–217.
Durdu, Aydın (2003), “Hatay Arap Alevilerinde (Nusayriler) Eren İnancı ve
İnanç Merkezleri”, Yol Dergisi, Nusayriler Özel Sayı, No: 21, ss.. 13 – 24.
Er, Piri (2003), “Arap Aleviliği/Nusayriler ve İnanç Esasları”, Yol Dergisi,Nusayriler
Özel Sayı, No: 21, ss. 5–12.
Eskiocak, Nasreddin (1997), İlk Alevi Kimdir?,İstanbul: Can Yayınları.
(1998),Yaratıcının Azameti ve Kuran’daki Reenkarnasyon, İstanbul, Can Yayınları.
(2009), Alevilik Nedir?Antakya: Alevi İslam İnancını Yaşatma Derneği.
et-Tavil, G. M. Emin (2004), Arap Alevilerinin Tarihi: Nusayriler,(Çev. İ.Özdemir),
İstanbul: Çivi Yazıları Yayınları.
Fıglalı, E. Ruhi (1980), Çagımızda İtikati İslâm Mezhepleri, Ankara: Selçuk Yayınları.
Firro, Kais (1999), Nusayriligin Milliyetçilik ve Milli Devlete Adaptasyonu”,Tarih ve
Kültürel Boyutlarıyla Türkiye’de Aleviler, Bektasiler,Nusayriler,İstanbul: İSAV
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
38
Dürzilik ve Nusayriliğin Doğuşu, Fikirleri ve Toplumsal Yapısı
Yayınları,ss. 209–217.
Gök, Nejdet-Mehmet KUTLU, (2005), “Hilal ve Ay Yıldız Motifi Semboli veİdeolojik
Kullanımı”, Doğu-Batı, Sayı: 31, ss. 238–255.
Gülçiçek, Ali Duran (2005), “Nusayri Aleviler”, Türk Kültürü Ve Hacı Bektaşi
Araştırma Dergisi,Sayı:34.
Halm, Heinz (1978), Das Buch der Schatten, die Mufaddal-Tradition der Gulat und
die Ursprünge des Nusairiertums, (Gölgeler Kitabı, Mufaddal-Gulat Geleneği ve
Nusayriliğin Kökeni), in: Der Islam, Bd. 55, Berlin, S. 219 ff.
İlhan, Avni (1992), “Bâtıniyye” maddesi, DİA, İstanbul: TDV Yay., ss. 190–194.
İrfan, Abdülhamid Fettah, (1995). “Nusayriyye”, çev. Avni İlhan, Dokuz Eylül
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, İzmir: yıl: 1995, sayı: IX, s. 329–361
Kaçar, Cengiz (2003) “Tarsus’ta Yaşayan Arap Alevi-Nusayrilerin Dinin
Mekânları/Ziyaret-Türbeler”, Yol Dergisi, Nusayriler Özel Sayı, No: 21, ss. 51–60.
Karasu, Mehmet (Ed.) (2006), Nusayrilik/Alevilik ve Çok Kültürlülük,Ankara: Kesif
Yayınevi.
Keser, İnan (2008), Nusayrilik, Arap Aleviliği, Adana: Karahan Kitapevi.
(2008),Kent Cemaat Etnisite: Adana ve Adana Nusayrileri Örneğinde Kamusallık,
Ankara: Ütopya Yayınları.
Kılınç, Firdevs (2002),Hatay Nusayrileri’nde Haydarilik, yayınlanmamış yüksek
lisans tezi, Erciyes Üniversitesi, Kayseri: Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Massıgnon, Louis (1964), “Nusayriler”, İA,C. 9, İstanbul: MEB, ss. 365–369.
Mullaoğlu, Mehmet (1998). Nusayrilik Hakkındaki İddia, İsnad ve İftiralar ile
Cevapları, Antakya: Onur Ofset.
(1999), Kutsal Kitaplarda Beşlerin Sırrı Ve Ehl-i Beyt, Antakya, Kültür Bilişim Ofset.
Ocak, Ahmet Yaşar (1990), İslam Türk İnançlarında Hızır Yahut Hızır-İlyas Kültü,
Ankara: Türk Kültürünü Araştırma Ens. Yayını.
Olsson, Tord (2003), “Dağlıların ve Şehirlilerin “İrfan”ı, Suriyeli Alevilerin ya da
Nusayrilerin Mezhebi” (Çev. B. K. Torun ve H. Torun), T. Olsson, E. Özdalga, C.
Raudvere (Ed.), Alevi Kimliği, İstanbul: TVYY, ss. 215–237.
Olsson, Tord (2003) “Son Söz: Ali Odaklı Mezheplerde Yazıya Geçirme” (Çev. B. K.
Torun ve H. Torun), T. OLSSON, E. ÖZDALGA, C. RAUDVERE (Ed.), Alevi Kimligi,
İstanbul: TTVY, ss. 260–273.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
39
Dürzilik ve Nusayriliğin Doğuşu, Fikirleri ve Toplumsal Yapısı
Onarlı, İsmail (2006), Arap Aleviliği: Nusayriler, İstanbul: Etik Yayınları.
Öz, Mustafa, (1999), “Nusayriyye”, Tarihi ve Kültürel Boyutlarıyla Türkiye’de
Aleviler, Bektaşiler Nusayriler, İstanbul: Ensar Neşriyat: 61, İslâmi İlimler Araştırma
Vakfı, Tartışmalı İlmi Toplantılar Dizisi: 28, Milletlerarası İlmi Toplantılar Dizisi: 4,
ss. 181–193.
Reyhani, Mahmut (1997), Gölgesiz Işıklar II-III, Alevilik ve Öncesi, İstanbul: Can
Yayınları.
Sehir, Muhammed Ali (1990), en-Nusayriyye, Kahire: Dârü’l-Menar.
Said, Baha (2003), “Anadolu’da Gizli Mabetlerden: Nusayriler ve Mezheplerinin
Sırları”, İsmail Görkem (Haz.), Yol Dergisi, Özel Sayı, No: 21, ss. 25–37.
Sarıkaya, Mehmet Saffet, (2001),İslam Düşünce Tarihinde Mezhepler, Isparta.
Serin, Şerafettin (1988), İslam Dininin İç Yüzünde Alevi Nusayriler, Adana: Koza.
(1999),Ehli Beyt İzinde Alevi Nusayriler, Adana: Cihan Ofset.
Sertel, Ergin (2005), Dini ve Etnik Kimlikleriyle Nusayriler, Ankara: Ütopya Yayınevi.
Sinanoğlu, Abdulhamid, (1997). Nusayrilerin İnanç Dünyası ve Kutsal Kitabı
(Çağımızda Bâtınilik Örneği), İstanbul: Esra Yay.
Tankut, Hasan Reşit (1938), Nusayriler ve Nusayrilik Hakkında, Ankara, Ulus
Basımevi.
Topacık, Ahmet (2005), Alevilikte İbadet ve Dini Uygulamalar, Adana: Ercan
Matbaası.
Turan, Ahmet (2000), İslam Mezhepleri Tarihi- İslam’da Siyasi Düşüncenin Tarihi.
Samsun: Sidre Yayınları.
(1996), “Kitabu’l Mecmu’nun Tercümesi”, On Dokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat
Fak. Dergisi, Sayı 8, ss. 5–18.
Türk, Hüseyin (2002), Nusayrilik (Arap Aleviliği) ve Nusayrilerde Hızır
İnancı,Ankara: Ütopya Yayınevi.
(2005), Anadolu’nun Gizli İnancı: Nusayrilik, İstanbul: Kaknüs Yayınevi.
(2001), “Nusayrilik: İnanç Sistemleri ve Kültürel Özellikler”,Folklor/Edebiyat, no.
28, ss. 127–144.
Uluçay, Ömer (2001), Tarihte Nusayrilik,Adana: Gözde Yayınevi.
(2003), Nusayrilik: İnanç Esasları & Tenasüh (Reenkarnasyon), Adana: Karahan
Yayınları.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
40
Dürzilik ve Nusayriliğin Doğuşu, Fikirleri ve Toplumsal Yapısı
Üzüm, İlyas, (2000). “Türkiye’de Alevi/Nusayri Önderlerinin Eserlerinde İnanç
Konularına Yaklaşım”, İslam Araştırmaları Dergisi, İstanbul: İSAM Yay. yıl: 2000,
sayı: 4, ss. 173-187.
(2007), “Nusayrilik”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, İstanbul: TDV Yay., XXXIII/270
274.
Van Dam, Nikolaos (2000), Suriye’de İktidar Mücadelesi: Esad ve Baas Partisi
Yönetiminde Siyaset ve Toplum, (Çev: Semih İdiz-Aslı Falay Çalkıvik), İstanbul:
İletişim yayınları.
Yurdagür, Metin (1991), “Bab”, DİA, İstanbul: TDV Yay., IV/359.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
41
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
EHLİSÜNNET VE’L CEMAATİN
OLUŞUM SÜRECİ, FİKRİ
ÇERÇEVESİ VE GÜNÜMÜZDEKİ
DURUMU
• İsimlendirme Sorunu
• Ehlisünnetin Oluşum Süreci
• Ehlisünnet İçinde Farklılaşmalar
• Ehlisünnetin Fikri Çerçevesi
• Ehlisünnetin Günümüzdeki Durumu
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• Ehlisünnet ve'l Cemaat ve ilgili kavramları tanımlayacak,
• Ehlisünnetinin oluşum sürecini analiz edecek,
• Ehlisünnet içerisindeki farklılaşmaları kavrayacak,
• Ehlisünnetin fikri çerçevesini açıklayabilecek,
• Ehlisünnetin günümüzdeki durumunu anlayacaksınız.
İSLAM
MEZHEPLERİ
TARİHİ
ÜNİTE
10
Ehlisünnetin Doğuşu, Fikirleri ve Farklılaşmalar
GİRİŞ
Ehlisünnet ve’l Cemaat; Harici, Şii, Mutezili olmayan Müslümanların
çoğunluğunu teşkil eden dini-siyasi ve dini-toplumsal zümrelerin müşterek adıdır.
Bu kavram, hicri üçüncü asırdan itibaren kullanılmışsa da, kelami ve siyasi görüşleri
ile sistemleşmiş, belli toplumsal yapı veya yapılara karşılık olarak kullanımı daha
çok Maturidilik ve Eşariliğin oluşumundan sonraya rastlamaktadır.
Ehlisünnet, şemsiye
bir kavramdır.
Ehlisünnet adını verdiğimiz yapılar, I./VII. ve II./VIII. asırlarda farklı şekillerde
adlandırıldı. Görüşlerinin sistemleşmesiyle birlikte, Ehlisünnet ve Sünnilik, şemsiye
kavramlar haline geldi. Ehlisünnet, akılcı-hadari yaklaşımı benimseyen HanefiMaturidiler; gelenekçi-muhafazakâr anlayışı temsil eden Hadis Taraftarları ve
Selefiler ile gelenekçilik ve akılcılık arasında gidip gelen Eşarilerden oluşan geniş bir
toplumsal tabana sahiptir.
İSİMLENDİRME MESELESİ
Sünnet, Arapça bir kelime olup sözlükte, ister iyi ister kötü olsun, davranış,
yol gidiş ve adet anlamına gelir. Bu kelime, Kur’anı Kerim’de, Evvelkilerin Sünneti
(Sünnetü’l-Evvelin) ve Allah’ın Sünneti (Sünnetullah) olarak iki ayrı terkipte
kullanılmaktadır.
Birincisi, “Geçmiş ümmetlerin, cemaatlerin gittikleri yol, karşılaştıkları
muamele, onlar hakkında verilmiş hüküm, uğradıkları ceza, düştükleri akibet.”
anlamında kullanılır.
Sünnet, geçmiş
milletlerin âdeti veya
Allah’ın yasası
demektir.
“Yeryüzünde büyüklük taslama(larını) ve kötü tuzak(lar) kurma(larını artırdı.) Kötü
tuzak, ancak sahibine dolanır. Onlar öncekilerin yasasından (sünnetulevvelin)
başkasını mı bekliyorlar? Allah'ın yasasında (sünnetullah) bir değişme bulamazsın;
Allah'ın yasasında (sünnetullah) bir sapma bulamazsın.” (Fatır, 35/43).
İkincisi, “Allah’ın kanunu, Allah’ın davranış şekli, muamele şekli.” anlamına
gelmektedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Ehlisünnetin Doğuşu, Fikirleri ve Farklılaşmalar
“Senden önce gönderdiğimiz elçilerimizin de yasası (sünnet) budur. Bizim
yasamızda (sünnetina) bir değişiklik bulamazsın.” (İsra, 17/77)
“Allah'ın kendisine takdir ettiği bir şeyi yerine getirmekte, Peygambere herhangi bir
güçlük yoktur. Sizden önce geçenler arasında da Allah'ın yasası (sünnetullah) böyle
idi. Allah'ın emri, olup bitmiş bir şeydir.” (Ahzab, 33/38)
“Bu, Allah'ın öteden beri süregelen yasasadır (sünnetullah): Allah'ın yasasında
(sünnetullah) bir değişme bulamazsın.” (Fetih, 48/23 )
Bir hadis terimi olarak sünnet, Hz. Peygamber’in söz, fiil ve takrirleridir.
Ehlisünnet ise, Resulullah’ın sünneti ile sahabe ve tabiunun yolundan
yürüyenlerdir. Ancak Ehlisünnet ve’l Cemaat terkibinde yer alan Ehlisünnet, Hz.
Peygamber’in tatbikatının ruhunu benimseyerek onun zihniyeti doğrultusunda
uygulamalarda bulunanlardır.(Hatiboğlu, 1985/I-II: 27-29) Bunun içerisine Hz.
Muhammed ve ondan sonra gelenlerin inanç, ahlak, ibadet ve muamelat
konusundaki anlayışları ve uygulamaları girmektedir.
“Cemaat” kelimesine gelince, sözlükte, birlik, bütünlük, beraberlik, ana
bünye, topluluk ve çoğunluk anlamlarına gelmektedir. Bir terim olarak Cemaat
veya Ehlicemaat, ümmetin birliğini, Müslümanların beraberliğini temsil eden
çoğunluğun otoritesi anlamına gelmektedir.(Hatiboğlu, 1985/I-II: 33)
Bu açıklamalardan hareketle, Ehlisünnet ve’l Cemaat’i, Resulullah ve
ashabının dini uygulamalarına uyan ve ondan ayrılmayan ilk dönem Müslüman
çoğunluğun dini anlama, açıklama ve yaşama biçimi olarak tanımlayabiliriz.
Ehlisünnetin tanımında
kavram karmaşası
vardır.
Ehlisünnet ve’l Cemaat terkibi, sünnet ve cemaat ehli veya sünnet ve
cemaat mensupları ya da taraftarları demektir. Ehlisünnet ve’l Cemaat kavramı, bir
terkip halinde ilk defa kim tarafından ne zaman ve kimleri tanımlamak için
kullanıldığı kesin olarak bilinmemektedir. Yalnız bu terkip, muhtemelen hicri 3.
asırdan itibaren Harici, Şii, Mutezili, Mürcii olmayan kesimlere karşılık
kullanılmıştır.
Bazı Sünni makalat yazarları, Ehlisünnet ve’l Cemaat yerine merkezi zümre
veya çoğunluk anlamında Sevadulazam, doğruluğun temsilcileri anlamında
Ehlülhakk terkibini kullanırlar. Şii olmayan dini-toplumsal yapılanmalara karşılık
şemsiye bir kavram olarak Sünni şeklinde de kullanılmaktadır. Sonuç olarak
Ehlisünnet ve ona eş değer kullanılan kavramların anlamları, yazardan yazara,
bölgeden bölgeye, mezhepten mezhebe değişmektedir.(Bkz.: Kutlu, 2002: 44-45,
52-53; Fığlalı, 1996: 55-56)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Ehlisünnetin Doğuşu, Fikirleri ve Farklılaşmalar
EHLİSÜNNET VE’L CEMAATİN OLUŞUM SÜRECİ
Tarihi açıdan Ehlisünnet, siyasi, itikadi, toplumsal boyutlarıyla hicri ikinci
asırdan itibaren teşekkül etmeye başlamıştır. Hicri ikinci ve üçüncü asırlar, İslam
düşünce tarihinde Mutezile, Mürcie, Şia olarak bilinen büyük mezheplerin temel
görüşlerinin berraklaştığı, farklı bakış açıları ve din anlayışlarının ortaya çıktığı,
fırkaların siyasi ve itikadi görüşlerini sistemleştirdikleri bir dönemdir. Bunlara karşılık,
daha sonra Ehlisünnet adını alan birtakım oluşumlar da bu dönemden başlayarak
yavaş yavaş şekillenmiştir.
Ehlisünnet, 2. Hicri
asırdan itibaren
oluşmaya başladı.
Ehlisünnet, çoğunluk
için 3. yüzyılda
kullanılmaya
başlamıştır.
İnanç alanındaki farklılaşmaların toplumda derin izler bırakmaya başlaması,
ister istemez, “Umumi Dini Hareket" çizgisinde yer alan düşünürlerin de harekete
geçmelerine sebep olmuştur. Ehlisünnetin doğuş sürecinde etkili olan ve ona taban
oluşturan bir "Umumi Dini Hareket (Sevadulazam)”ten söz etmek mümkündür.
Mutedil Merkezi Zümre olarak da tanımlanan bu kesim, Hz. Peygamber'in ilk vahiy
alışıyla başlayan tarihî akış içerisinde kendisini göstermektedir.
Hz. Osman ve Hz. Ali'nin halifelikleri dönemindeki Müslümanları derinden
yaralayan bazı talihsiz olaylar, başta Abdullah b. Ömer olmak üzere bazı
Müslümanları, tarafsız bir çizgi izlemeye sürüklemiştir. Bu tür itidal niteliği taşıyan
arayışların, daha sonra Mürcii görüşlerin şekillenmesinde etkili olduğu bilinmektedir.
Basit bir zümreleşme niteliği taşıyan bu tarafsız kalma arzusunun geniş bir tabana
yayılmış olduğu söylenebilir. Her ne kadar, birtakım siyasi saikler insanların
başlangıçta, Muaviye ya da Ali taraftarı olmaları gibi bir sonuç doğurmuş ise de bu
insanları, siyasi tavırların ötesinde birbirlerinden kesin çizgilerle ayırabilmek, doğrusu
mümkün değildir. (Onat, 2000: 74-5)
Orta yolu takip eden ve aşırılıklardan kaçınan mutedil zümrenin tarihi gelişimi
bazı evrelerden geçerek Ehlisünnet ve’l Cemaat adıyla bilinen bir dini oluşuma
dönüşmüştür. Hicri üçüncü yüzyıldan itibaren ise, Ehlisünnet ve benzeri kavramların,
"Müslümanların büyük çoğunluğunu temsil eden zümreler için yaygın bir tarzda"
kullanıldığı anlaşılmaktadır. (Fığlalı, 1996: 55; Watt, 1981: 338)
Sıffin’den sonra Haricilik, 70/689’li yılların başında Mürcie ve birinci asrın
sonlarında Emevi-Haşimi çekişmesi çizgisinde gelişen Şia teşekkül etmeye
başladığında, İslam toplumunun Harici olmayan, Mürcii olmayan ve Şii olmayan
kesim/kesimlerini tanımlamak için farklı kavramlar kullanılmaktaydı. İslam
toplumunun çoğunluğunu teşkil eden genel dini akımdan ayrılanlara ayrılıkçı
anlamında Ehlifurkat denirdi.
İlk dönemlerde Cemel ve Sıffin savaşları sonucunda İslam toplumundaki
siyasi ayrılıklar ve özellikle Harici farklılaşmasına karşı, genel dini yapı Cemaat veya
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Ehlisünnetin Doğuşu, Fikirleri ve Farklılaşmalar
Ehlicemaat olarak tanımlandı. Aslında bu İslam toplumunda siyasal birliği
sağlamaya yönelik iktidarın yanında yer alanları ifade eden siyasal bir kavramdı.
Osmaniyye, Emevi
taraftarlığı demektir.
Ehlifurkat ise, iktidara muhalif kesimleri oluşturuyordu. Bu yüzden
Muaviye’nin iktidarının ilk yıllarından 41./661. yıla Cemaat yılı denilmişti. Ancak bu,
temel görüşleriyle kurumsallaşmış sistemli kelami bir yapı değildi. Cemaat adı
verilen bu toplumsal yapı, Harici olmayanlar ve Haşimileri iktidara taşımaya çalışan
gruplar dışındaki kimselerden veya toplumsal-dini yapılardan oluşuyordu. Örneğin
Hz. Osman’ın şahsında Emevi taraftarlığı yapan Osmaniyyeyi, ne Emevi ne de
Haşimi taraftarı olan Tarafsızları (Mutezile), kimin haklı olduğu konusunda kafası
karışık olan Şüphecileri (Şükkak), meliklerin emrinden çıkmayan Etbaulmüluku,
çoğunluğu oluşturan Sevadulazamı, boş lakırtılar yapan Ehlihaşv/Haşviyyeyi
(Şamlılar ve Muaviye Taraftarları), Ali ve Muaviye’nin yanında yer almayan
Tarafsızları ve bu çizgide gelişen Mürcieyi, siyasi gelişmelerin tamamen dışında
kalıp köşesine çekilen Huleysiyyeyi bu genel dini akımın içinde bulmak mümkündü.
(Kutlu, 2005: 428-29)
Cemel, Sıffin ve Kerbela olayları sonrasında belirginleşen siyasi tutumları
meşrulaştırmak için dini ve kelami argümanlar geliştirildi. Bu tür temellendirmelere
öncelikle Hariciler, Mürcie ve Şia başvurdu. Örneğin Haricilik, iman, küfür, büyük
günah, tekfir, huruç, isyan, takiyye, darulharb, istiraz ve benzeri kavramları kullandı
ve kendine göre tanımladı. Haricilik bu fikirleriyle toplumsal barışı tehdit ederken
Mürcie gerginliği teskin etmeye çalıştı.
Sonradan ortaya
atılan fikirlere bidat
denir.
Mürcie, büyük günah işleyenlerin durumunu Ahiret gününde Allah’ın
vereceği karara havale eden irca fikrini; Şii unsurlar ise, özelde Hz. Ali’nin, genelde
Haşimilerin imameti ile ricat, beda, takiyye ve benzeri fikirleri savundu. Bunların
yanı sıra belli bir grup olmamakla beraber Emevilerin zulüm ve adaletsizliklerini
Allah’ın kaderi olarak yorumlamasına tepki gösteren, insan özgürlüğünü ve
sorumluluğunu savunan, sonradan Kaderiye olarak isimlendirilen bireysel tutumlar
da söz konusuydu. Bu fikri ve siyasi zümreleşmeler ve tutumlar, bidat, yani
sonradan ortaya atılan fikirler; bu fikirlerin sahiplerine de Ehlibidat/Sahibülbidat,
yani bidatçiler veya bidat taraftarları olarak bakıldı.
Bu tür dini ve kelami temellendirmelere tepki olarak bidate karşı Hz.
Peygamber ve ilk dört halife dönemindeki siyasi ve dini tatbikata sünnet, bunları
korumaya çalışanlara da Ehlisünnet/Sahibüsünnet tabiri kullanılmaya başlandı.
Hicri birinci asrın sonlarında Ehlisünnet, belli görüşleri benimseyen,
metinleri oluşmuş, bu metinlerin fikirlerini savunan ve geliştiren dini-siyasi yapıları
ifade etmemekle birlikte, Ehlibidat olmayan kimseler için kullanıldığı söylenebilir.
Böylece
Ehlisünnet
kavramının
kelami
çerçevesi,
yavaş
yavaş
oluşmaya/oluşturulmaya başlanmıştı.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Ehlisünnetin Doğuşu, Fikirleri ve Farklılaşmalar
Bu yapı içerisinde mütekellim denebilecek belirleyici şahsiyetler yoktu.
Abdullah İbn Ömer, Hasan Basri, Ömer b. Abdilaziz, Hasan b. Muhammed, Said b.
Cübeyr, İbrahim en-Nehai, Hammad b. Ebi Süleyman, Tavus el-Yemani, Meymun b.
Mihran, İbn Sirin, Zühri, Mücahid, Vehb b. Münebbih, Ata b. Ebi Rebah gibi
şahsiyetler, bu fikirlerin taşıyıcıları olarak gösterilmeye çalışılmışsa da aslında
bunların görüşleri, sonraki kaynaklar takip edildiğinde, birbirine zıt fikirler olarak
görülmektedir. Örneğin Hasan Basri hem Mutezilenin, hem Ehlisünnetin, hem de
diğer bazı oluşumların öncüsü olarak takdim edildi.
Yukarıda zikredilen şahsiyetler, amaçlı bir araya gelmiş ve bir grup
oluşturmuş değillerdi. Ancak onlar daha sonra Ehlisünnet olarak isimlendirilecek olan
"Umumi Dini Hareketi” temsil eden zihniyetin nüvelerini oluşturuyordu. Bunlar
arasında fikri boyutunun oluşmasında en etkili olanların başında Hasan Basri
bulunmaktadır.
Hadis Taraftarları, daha
sonra Selefilik olarak
isimlendirildi.
Ehlisünnet ve’l Cemaat, doğuşundan günümüze kadar hiçbir zaman
yeknesak, ahenkli ve insicamlı bir yapı olmadı. Hicri II./VIII. asırdan başlayarak
Hadis Taraftarları, Rey Taraftarları, Küllabiler, Kalanisiler, Zahiriler, Tahaviler,
Eşariler ve Maturidiler olmak üzere pek çok kelami; Hanefilik, Malikilik, Şafiilik,
Hanbelilik ve diğer fıkhi düşünce ekollerini, kendi şemsiyesi altında toplayarak
farklı eğilimleri içerisinde barındıran çoğulcu yapısını muhafaza etti.
Ehlisünnet, mevcut fırkalara karşı tepki gösteren mutedil pek çok kimse
arasında kabul gören şemsiye bir kavram oldu ve herkes ona kendi rengini
vermeye çalıştı. Bununla birlikte kendi arasında III./IX. asırda ortak inanç esasları,
hadis külliyatı, fıkıh ve fıkıh usulü ile tefsir usulünün temel ilkeleri üzerinde geniş
bir ittifak oluşturdu. Bu çoğulcu yapı, itikadi boyutuyla, daha sonra Selefilik olarak
isimlendirilecek olan Hadis Taraftarları, Eşarilik ve Maturidilik olarak günümüze
kadar ulaştı.
EHLİSÜNNET VE’L CEMAAT İÇERİSİNDEKİ
FARKLILAŞMALAR
Merkezi hareket veya mutedil zümre (Hariciler, Mutezile ve Şianın
dışındakiler) içerisinde yer alan Mürcie ve Ehlisünnet muhitindeki herkes, kıble
ehlinden hiç kimsenin büyük günahı dolayısıyla tekfir edilemeyeceği ve ebedi
cehennemde kalmayacağı fikrini benimsedi. Yanı sıra Ali (40/661) ve Osman
(35/656) ile Cemel ve Sıffin'e katılanların durumunun Allah'a bırakılması,
sahabenin tekfir edilmemesi, onlara kötü söz söylenmemesi, ümmetin birliği ve
bazı istisnalarla hilafet sırasının fazilet sırası olduğu fikri üzerinde birleştiler.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Ehlisünnetin Doğuşu, Fikirleri ve Farklılaşmalar
Ehlisünnet ve Mürcie
aynı cephede
yer
Ehlisünnet
cephesinde
alıyordu.rey ve
ilk farklılaşma
hadis taraftarlığı idi.
“Umumi dini hareket” içerisinde temsil edilen Mürcie ve onun dışındaki
Ehlisünnetin öncüleri, Hariciler, Şii oluşumlar ve Mutezileye karşı tek cephe idiler.
Daha sonra merkezi zümre içerisinde yer alan Mürcie ile onun dışındaki
Ehlisünnetin öncülüğünü yapan kimseler arasında bazı itikadi ve siyasi görüş
ayrılıkları başladı. Özellikle imanın tanımı, imanda istisna ve halifelerin fazilet sırası
bu sorunların başında geliyordu. Özellikle Kûfe Mürciesi içerisinde, problemlerin
çözümünde reye öncülük veren ve daha sonra Rey Taraftarları olarak
isimlendirilecek olan bir anlayış hâkim olunca, İrca fikri ve reycilik birlikte eleştirildi.
II./VIII. asrın başlarında Mutezilenin ortaya çıkması ve Şianın merkezi bir
bünyeye kavuşmasıyla birlikte, bu genel dini akımda önemli gelişmeler meydana
geldi. II./VIII. asın ortalarında, daha çok Irak merkezli Ebu Hanife’nin öncülüğünde
olguyu esas alan ve sorunları çözmede akla önemli bir nüfuz alanı tanıyan Rey
Taraftarları adıyla bir zümreleşme başladı. Bunun karşısında genelde Hicaz
merkezli olan ve daha çok Hadis Taraftarları diye isimlendirilen bir muhalefet
grubu çıktı.
Tarih boyunca, yanlışlıkla bu iki ekol daha çok fıkıhla veya biri fıkıh diğeri
hadisle meşgul olan mesleki gruplar olarak takdim edildi. Ancak bunlar tam
anlamıyla farklı bakış açılarını temsil ediyorlardı. Birincisi (rey taraftarları), kendileri
için Ehlisünnet ve Ashabulhadis tanımlamalarını kullanmaktan uzak durarak genel
dini akım içerisinde konuşlanmak veya konumunu sürdürmek istediyse de
muhalifleri onları buna layık görmek istemediler. Hatta Mürcie ile bu genel dini
yapı arasında gidip geldiler.
Rey taraftarlığı Ebu
Hanife’nin öncülüğünde
oluştu.
Rey Taraftarlarının tartışmasız önderi olan Ebu Hanife, Ehlisünnetin itikadi
görüşlerinin şekillenmesinde fevkalade etkili oldu. O, dört büyük fıkhi mezhepten
biri olan Hanefiliğe adını vermiş olan bir âlimdir. Her ne kadar daha çok fıkhi
yönüyle tanınmış ise de, onun, fıkhi konularda olduğu kadar, belki de daha fazla
itikadi konularda da bir otorite olduğunu belirtmekte fayda vardır. Daha sonra
teşekkül eden Ehlisünnetin en önemli kolu olan Maturidilik, Ebu Hanife'den gelen
bir çizgi üzerinde vücut bulmuştur.
A. Rey Taraftarları
Hicri birinci asrın son çeyreğinden itibaren Mürcienin en etkili
merkezlerinden biri Kûfe şehriydi. Mürcie'nin itikadi ve fıkhi görüşleri, Hammad b.
Ebi Süleyman (120/737)'ın başını çektiği ve daha sonra Ebu Hanife (150/767)
etrafında odaklanan bir grup tarafından burada sistemleştirildi. Ebu Hanife’nin
öğrencileri, onun görüşlerini bir araya toplayan eserler kaleme aldılar. Ebu Hanife
(150/767) ve taraftarlarının itikadi konularda ve özellikle fıkhi konularda reyin/aklın
kullanımı üzerinde ısrar etmeleri ve pek çok meseleyi bu doğrultuda çözmeye
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Ehlisünnetin Doğuşu, Fikirleri ve Farklılaşmalar
Ebu Hanife reyciliği ve
irca fikri sebebiyle
eleştirildi.
çalışmaları sebebiyle kendilerine, muhalifleri tarafından Rey Taraftarları, Kûfe
Mürciesi veya Fukaha Mürciesi (Cahız, 1991: 147) gibi isimler verildi.
Rey Taraftarları, Mürcienin düşünce sisteminin teşekkülünde ve diğer
bölgelerde yayılmasında önemli bir rol üstlendi. (Bkz.: Kutlu, 2000: 207-216) Bu
sebeple Ebu Hanife (150/767), Hadis Taraftarlarınca Mürcienin bir mensubu ve
önderi olarak görüldü ve reyiyle hükmettiği ve irca fikrini benimsediği için tenkit
edildi.
Rey Taraftarları
arasında mevali
çoğunluktaydı.
Rey taraftarlığı Kûfe
dışındaki şehirlerde de
temsil ediliyordu.
Ebu Hanife ve
taraftarları Sünnet
Mürciesi olarak
tanımlandı.
Ebu Hanife’nin fikirlerinden etkilendiği âlimler ve onun görüşlerini
yayanlardan oluşan Rey Taraftarı, genelde, mevali kökenli olup hadiste zayıf kabul
edilmişlerdir.
Rey Taraftarlarının ilgilendikleri bilim dalları ve uzmanlık alanları
incelendiğinde onların sırf fıkıhla meşgul olmadıkları görülecektir. Onların en
önemli ayrıcalıkları, kentleşme sürecinin ve büyük göçlerin yaşandığı Kûfe gibi bir
şehirde, üst üste yığılan sorunları çözmek için büyük bir mesai harcamış
olmalarıdır.
Toplumsal yapının sürekli değiştiği bu şehirde, mevcut problemlerin
çözümünde reye ve akli metotlara daha fazla başvurulması zorunlu idi. Bu sebeple
Ebu Hanife’nin başını çektiği Rey Taraftarları gerek itikadi gerekse fıkhi konularda
bu metoda öncelik tanıdıkları ve hüküm çıkarırken reyi çok başarılı kullandıkları için
böyle bir isimle anılmayı hak ettiler.
Kûfe'de doğmuş olması ve savunucuları arasında mevalinin yoğun olması
dolayısıyla, Rey Taraftarlığı, sünnet yurdu kabul edilen ve Arapların yoğunlukta
olduğu Hicaz'a alternatif olarak Kûfe ekolü diye de isimlendirildi. Bununla birlikte
İslam kültür merkezlerinin pek çoğunda Rey Taraftarları olan, onlardan ilim tahsil
eden ve onların zihniyeti doğrultusunda fikir üreten insanlar vardı.
Şehristani (548/1153), Rey Taraftarlarını müçtehit fakihler sınıfından birisi
olarak göstermiş, ancak burada ekolün itikadi konularda Mürcienin fikirlerini
benimsediğinden ve onun mensupları olduğundan bahsetmemiştir. Fakat Mürcieyi
ele alırken, Rey Ehlinden olan Ebu Hanife (150/767)'yi, Hammad b. Ebi Süleyman
(120/737)'ı, Ebu Yusuf (182/798)'u Muhammed b. Hasan (189/804)'ı ve Bişr elMerisi (218/833)'yi Mürcii şahsiyetler arasında saymış ve Ebu Hanife (150/767)) ve
ashabına Sünnet Mürciesi adını vermiştir. (Şehristani, 1990: I/164, 168-169, 245246)
Hicri IV. asırda yaşamış âlimlerden Harezmi (387/997)'nin ve Makdisi
(375/985'den sonra)'nin, Ebu Hanife (150/767) ve ashabından oluşan Ehlürreyi,
doğrudan, Mürcienin alt grupları arasında saymaları, bu iki ekol arasındaki
münasebeti açıkça ortaya koymaktadır. (Yahya el-Haşşab, 7(1958): 167; Makdisi,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Ehlisünnetin Doğuşu, Fikirleri ve Farklılaşmalar
1906: 37) Cahız (255/869) ve İbn Teymiye (728/1327) de, Ebu Hanife (150/767) ve
Ashabı için, " Fukaha Mürciesi " (İbn Teymiyye, t.y.: 277)kavramını kullanmaktadır
ki bu da Rey Ehline tekabül etmektedir.
Mezhepler Tarihi klasik kaynakları, genelde, Mürcie ile Rey Taraftarları
arasında bir ilişkinin bulunduğunu ve bunda Kûfe Mürciesinin önde gelenlerinden
Ebu Hanife (150/767) ve çevresinin önemli bir rol oynadığını kabul etmişlerdir.
Mezheplerin tasnifini yapan kaynakların ya doğrudan veya dolaylı olarak Rey Ehli
ile Mürcie arasında bir bağlantı kurmaları, Ehlürrey kavramının sadece fıkhi bir
ekolü ifade etmediği, hem fıkhi hem de itikadi fikirlere sahip bir ekolün adı
olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Rey Taraftarları, Abbasilerin kuruluş yıllarından itibaren uzun yıllar pek çok
kadılık görevini ellerinde tuttular. Hatta Harun Reşid (193/809), başkadılık
makamına Ebu Yusuf (182/798)'u atadı. Ebu Hanife (150/767) ile aynı görüşte
olanların kadılık ve diğer resmi görevlere atanmasıyla, Kûfe ve Bağdat'tan sonra
Rey Taraftarlarının en güçlü merkezleri Horasan ve Maveraünnehir bölgesi oldu.
Ebu Hanife (150/767)'nin itikadi ve fıkhi görüşleri en iyi buralarda temsil edildi.
Ebu Hanife’nin başını çektiği Rey Taraftarlarının siyasi ve itikadi görüşleri
Ebu Hanife’ye nispet edilen eserlerden hareketle şöyle özetlenebilir:
İnsanlar, doğuştan günahsızdır ve İslam’ı benimseyecek sağduyu ve selim
bir fıtratla yaratılmışlardır. Daha sonra özgür iradeleriyle mümin veya kâfir olurlar.
Her insan, kendi lehinde ve aleyhinde olan şeyleri, yani haram ve helalleri
bilmelidir.
Din ve şeriat birbirinden farklıdır. Din, Allah’ın bütün peygamberlere
gönderdiği mesajın değişmeyen kısmıdır. Bu da inanç, ibadet ve ahlaktır. Bunun
dışındaki sosyal ilişkilerle ilgili hükümler ve ibadet şekli farklıdır. Dinin bu kısmına,
şeriat denir. Allah’ın dini, tektir. O da İslam’dır. İslam bütün peygamberlere gelen
dinin adıdır.
İman, dil ile ikrar kalp ile tasdiktir. İmanın kesin bilgiye dayalı olması
gerekir. Büyük günah işlemek, mümini imandan ve dinden çıkarmaz. Dinden
çıkaran büyük günah sadece Allah’a şirk koşmak ve onu inkâr etmektir.
Müslümanlar, imanda birbirine eşittir. Sadece amellerde birbirinden üstün
olabilirler; ama çok amel etmekle iman artmaz, az amel etmekle ise azalmaz.
Sadece sevap ve cezayı etkiler.
Allah insanlara gücünün yetmediği şeyleri yüklemez. Gücünün yetmediğini
insanlara yüklemek, sorumluluğu kaldırır. Dinde; güç yetire bilirlik, kolaylık ve
kolaylaştırma esastır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Ehlisünnetin Doğuşu, Fikirleri ve Farklılaşmalar
İnsanlar aklıyla ortaya koydukları görüşleri dolayısıyla küfre düşmez ve
tekfir edilemez. Yani tevil varsa tekfir yoktur. Yorumları inkâr eden, ayeti inkâr
etmiş olmaz. Ancak bazı ayetler vardır ki, onların tek bir yorumu vardır. Bu tür
ayetlerin yorumunu inkâr etmek, ayeti inkâr anlamına gelir.
Rey Taraftarları, imamları Ebu Hanife gibi, zulmeden yöneticilere karşı
oldu. Zalim bir yönetimin adil bir yönetimle değiştirilmesi için çalıştılar.
Yöneticilerden emir alarak dini konularda fetva vermeyi reddettiler.
Rey Taraftarları, aklı, dinde en çok kullanan kimseler olarak bilinirler.
Akılcılıkta Hz. Ömer’in anlayışını esas almışlar ve onu geliştirmişlerdir. Dini
meseleleri çözmekte aklı sınırsız bir şekilde kullanmışlardır. Onlara göre ayetler ve
hadisler sınırlıdır. Fakat olaylar, olgular sınırsızdır. Sınırsız olan bu kadar meseleyi
sınırlı ayetler ve hadislerle çözmek mümkün değildir. Dolayısıyla aklı kullanmak
zorundayız. Akıl, dinin anlaşılması ve yorumlanmasında mutlak bir yetkiye sahiptir.
Bu yüzden, dini meseleleri çözerken rivayetlerden çok akla ihtiyaç vardır. Akıl ve
Kur’an’la çelişen hadisler, delil olamaz. Çünkü Hz. Peygamber, akla ve Kur’an’a ters
bir görüş ve söz söylememiştir.
Rey taraftarlığı
Maturidiliğin doğuşuna
zemin hazırladı.
Rey Taraftarlığı, Horasan'da Belh, Rey, Merv, Nisabur, Cüzcan, Cürcan,
Serahs ve Herat'ta; Maveraünnehir'de ise, Tirmiz, Buhara, Nesef ve Semerkand'da
yaşatılmaya devam etti. (Geniş bilgi için bkz.: Kutlu, 2000: 217-296) Bu ekol, kendi
kültür çevresinde yetişmiş Matüridi (333/944) ile birlikte, yeni bir boyut kazanarak
Ehlisünnet ve’l Cemaatin iki büyük kolundan birisi olan Matüridiliğin doğuşuna
zemin hazırladı.
Hadis Taraftarları
Hadis Taraftarları, sünnet ve asarı merkeze koyan gelenekçi bir din
anlayışını temsil edenlerin müşterek adıdır. Onlar, İslam’ın kitap, sünnet, sahabe ve
tabiunun sözlerinden hareketle anlaşılması gerektiğini; bunların dışındaki şahsi rey
ve akli istidlallerin mecbur kalmadıkça kullanılamayacağını savunurlar. II./VIII. asrın
ortalarında teşekkül etmiş olan bu ekol, Ehlulhadis, Ehlussünne veya Ashabulhadis
adıyla da bilinmektedir.
Hicri II./IX. asrın ortalarına gelindiğinde, İslam dünyasında Havaric, Mürcie,
Şia (Rafıza ve Zeydiyye) ve Kaderiyye/Mutezile gibi pek çok mezhep ortaya çıkmış
ve bir kısmı teşekkülünü tamamlamış, bir kısmı bu süreci hala yaşamaktaydı. Bütün
bu oluşumların neticesinde, birtakım yeni fikirler (bidat) zuhur etmiş, tartışılmayan
konular gündeme gelmiş, daha önce kitap ve sünnetin içinde kalınarak sınırlı bir
şekilde kullanılan akıl ve rey (kıyas/ictihadürrey), teknik anlamda daha çok
kullanılan bir kaynak olmaya başlamıştı.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Ehlisünnetin Doğuşu, Fikirleri ve Farklılaşmalar
Hadis Taraftarları
Ehlisünnet’in
bayraktarlığını üstlendi.
Şii oluşumlar imamet konusu; Mürcie iman konusu; Mutezile ise beş esas
konusunda aklı ve bir takım akli istidlalleri sık sık kullanır olmuştu. Ayrıca bu
konularda bazı mezheplerin kendilerini desteklemek için bir takım hadisler
uydurma faaliyetleri artmıştı. Bu mezhepler arasında kıyasıya bir fikri mücadele
sonucu İslam toplumu farklı gruplara ayrılmıştı.
Yabancı kültürlerle temas sonucu Müslümanlarla diğer din ve felsefe
mektepleri arasında meydana gelen tartışmaların yoğunlaşması, Abbasi
yönetiminin daha çok Şii, Mürcii ve Zeydi çevrelerle yakın temas içerisinde
olmaları, bu oluşumların dışında kalan çevrelerde sert tepkilerle karşılandı. İşte,
İslam dünyasında bu fikir çatışmalarının ortaya çıkışıyla birlikte bir 'hadise
muhalefet cereyanı'nın doğması, buna karşılık olmak üzere de bir 'Ehlisünnet
Cephesi'nin teşekkülü kaçınılmaz hale gelmişti. Nitekim bu cephe, Ehlisünnet
muhitinde Hadis Taraftarlarınca kurulmuş ve onlar bütün bu çeşit fırkalarla
mücadelede Ehlisünnetin bayraktarlığını üzerlerine almışlardı. (Hatipoğlu
(Bağdadi), 1991: Mukaddime, 9)
Haricilik, Mürcie, Şia ve Mutezile gibi fikri ve siyasi zümreleşmelere bir
tepki olarak ortaya çıkan Hadis Taraftarları, Müslümanları içinde bulundukları
parçalanmışlıktan kurtarmak, toplum hayatını idealleştirilen Hz. Peygamber
dönemine göre şekillendirmek,
birlik ve bütünlük içerisinde yaşatmak
iddiasındaydı. Bu sebeple onlar, kitabın yanı sıra, çözümün Hz. Peygamber'in
hadisleri ve sahabe ve tabinin sözlerinde olduğuna inanarak, onları bir araya
toplayıp, konularına göre tasnif eden, genelde görüşlerini hadislere dayandıran,
onlara bağlanmayı teşvik eden, kitap ve hadisten bağımsız rey kullanmaktan
sakındıran ve onu kullananları eleştiren kimseler olarak tanınmıştır.( Kutlu, 2002:
49-50)
Hadis Taraftarlığı
130/747-190/805 yılları
arasında oluştu.
Ehlülhadis, Ashabuleser veya Sahibüsünne olarak da tanımlanan Hadis
Taraftarlarının temsilcilerine ve görüşlerine, kaynaklarda geniş yer verilir. Bu
şahısların hayatı incelendiğinde ekolün teşekkülünde en fazla rol oynayanların
ölüm tarihlerinin 130/747-190/805 arası olduğu görülmektedir. Bundan hareketle
bu hareketin teşekkülünün 130/747 yılından sonraya rastladığı rahatlıkla
söylenebilir.
Hadis Taraftarlarının ilk temsilcileri arasında Medine'de Malik b. Enes
(179/795); Mısır’da Leys b. Sad (175/791), Şafii (204/819); Şam’da Evzai (157/773);
Kûfe'de Süfyan b. Said es-Sevri (161/777), Şerik b. Abdillah (177/793); Basra'da
Şube b. el-Haccac (160/776), Hammad b. Seleme b.Zeyd (165/781), Hammad b.
Zeyd (179/795) ve Yahya b. Said el-Kattan (198/813); Horasan ve
Maveraünnehir'de Ebu Hamza es-Sükkeri (168/784) ve Abdullah b. Mübarek
(181/797) olduğu görülür.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Ehlisünnetin Doğuşu, Fikirleri ve Farklılaşmalar
Hadis taraftarları
mesleki bir grup
değildir.
Hadis Taraftarları, hicri
4. asırdan itibaren farklı
gruplarca temsil edildi.
Zahirilik Hadis
Taraftarlarının en
aşırılarından idi.
Mutezile ile Hadis Taraftarları arasında önemli tartışmaların yaşandığı
Bağdat'ta, bu ekolün güçlü bir şekilde temsili daha sonradır. Çünkü listelerde
ismine yer verilenlerden Bağdat’ta Ebu Ubeyd Kasım b. Sellam (224/838), Ebu Sevr
İbrahim b. Halid (240/854) ve Ahmed b. Hanbel (241/855)'in ölüm tarihleri III./IX.
asrın ortalarına rastlamaktadır.
Hadis Taraftarları, sadece hadislerin toplanması, rivayeti ve kayda
geçirilmesiyle uğraşan mesleki bir grup değildir. Bu hareket, belli görüşleri savunan
bir hareket olarak gelişmiştir. Çünkü makalat türü eserler, Hadis Taraftarlarını tıpkı
Mürcie, Hariciler, Şia ve Mutezile gibi İslam düşüncesinde ortaya çıkmış müstakil
bir itikadi mezhep, ya da Mürcienin veya Ehlisünnetin bir alt grubu olarak ele
almaktadırlar.
Memun döneminde Kur’anın yaratılmışlığı konusundaki akli tartışmalar ve
bununla ilgili yaşanan baskı ve zulümler, Sünni çevrelerde aklı reddeden
metin/nass merkezli bir anlayışı öne çıkardı. Hadis Taraftarlarının yıldızı,
Mütevekkil döneminden itibaren parlamaya başladı. Ahmed b. Hanbel (241/855)
ve Abdülaziz el-Mekki (239/854), Mutezileye muhalefetin başını çekti.
Hadis Taraftarlığı, diğer bölgelerden İshak b. Rahaveyh (238/852), Davud b.
Ali (270/883), el-Kerabisi (245/859), İbn Küllab el-Basri (240/854), Haris elMuhasibi (243/857) ve Muhammed b. İshak b. Huzeyme (311/923) gibilerin
desteğini aldılar. Böylece bu hareket, Hanbeli, Şafii, Maliki ve diğerlerinden oluşan
geniş bir taraftar kitlesi edindi. Hadis alanında Kütübi Sitte, itikadi ve kelami
alanlarda Kitabu’l-İman, Kitabu’s-Sünne, Akide ve İ’tikadat adıyla bilinen devasa bir
edebiyat meydana geldi.
Hadis Taraftarları, III./IX. asırdan itibaren, dört ayrı grup olarak varlığını
sürdürdü: Malikiler, Şafiiler, Hanbeliler, Zahiriler (Davudiler). Şafiilerden bu
zihniyeti temsil eden ve eserler yazanlar arasında, Ebu Abdillah el-Mervezi
(294/906), İbn Huzeyme (311/923), İbn Hibban (354/965), el-Acürri (360/970),
Ebu Ahmed el-Hakim (378/988), Halimi (403/1012), Lalekai (418/1027), Beyhaki
(458/1065) ve Nevevi (676/1277) bulunmaktadır. Maliki olanlar arasında,
Muhammed b. Sehnun (256/870), Ebu Amr Kurtubi İbnü'l-Cebbab (322/933), İbn
Abdilberr (463/1071), Ebu Velid el-Baci el-Endülüsi (494/1100) ve Kadı Iyaz
(544/1149); Hanbeli olanlar arasında Salih b. Ahmed b. Hanbel Ebu'l-Fadl
(266/879), İshak b.İbrahim b. Hani en-Nisaburi, (275/888), Ebu Davud es-Sicistani
(275/883), Ebu Said ed-Darimi (280/893), Abdullah b. Ahmed b. Hanbel (290/902),
Ebu Bekir el-Hallal (311/923), el-Berbehari (329/940), Ebu Ali el-Haşimi (345/957),
İbn Şahin el-Bağdadi (385/995), İbn Batta el-'Ukberi (387/997), İbn Mende
(395/1004), Ebu'l-Fadl et-Temimi (410/1019), es-Sabuni (449/1057), Kadi Ebu Ya'la
(458/1066 ), Kelvezani el-Hanbeli (510/1116) ve İbn Teymiye (728/1327) ve İbn
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Ehlisünnetin Doğuşu, Fikirleri ve Farklılaşmalar
Kayyım el-Cevziyye; Zahiriler arasında, Davud b. Ali el-İsfehani (270/883) ve İbn
Hazm (456/1064) bulunmaktadır. Zahirilik, daha sonra Malikilik içerisinde eridi.
Hadis Taraftarları, İslam'ın iman, ibadet, ahlak ve diğer alanlarını
birbirinden ayırmaksızın ele alma eğilimindedirler. Bu sebeple, yazdıkları Kitabü'lİman adlı eserlerde, iman, akide, ahlak, ibadet gibi konular iç içedir. Hadis
Taraftarlarının görüşleri tevhit, iman ve büyük günah, insan fiilleri ve kader,
imamet ve siyaset, bidat ve benzeri konularda yoğunlaşmaktadır.
Onlara göre iman, söz, niyet ve ameldir. Daha genel bir tarifle, iman; dil ile
ikrar, kalp ile tasdik, azalarla amel etmek veya rükünleri yerine getirmektir. İman,
İslam'dan başka bir şeydir. Ameller imanın bir parçasıdır. Bunların toplamı yetmiş
küsur veya daha fazla şubedir. İman, artar ve azalır. İmanı açıklarken “İnşallah ben
müminim veya ümit ederim ben müminim!” şeklinde istisna yapmak gerekir.
Yeryüzünde meydana gelen hayr ve şerrin hepsi Allah'tandır ve bütün her şey
O'nun dilemesiyle olur. Hayr ve şer, Allah'ın kazası ve kaderiyledir. Her yaratılmışın
bir eceli vardır. Ashabın en faziletlileri, sırayla Hz. Ebu Bekir, Ömer, Osman ve
Ali'dir. Hz. Peygamber'den sonra, insanların en faziletlileri de, bu dört halifedir.
Kitap ve sünnette her ne emredilmişse uyulur, her ne yasaklanmışsa ondan
kaçınılır. Dinin önderlerinden olan selefe ittiba edilir.
Hadis Taraftarları, Ahmed b. Hanbel’in öğrencileri yoluyla Suriye, Arap
Yarımadası, Horasan ve Maveraünnehir’de; İmam Malik’in öğrencileri yoluyla
Endülüs’te; İmam Şafii ve taraftarları yoluyla Mısır başta olmak üzere Kuzey Afrika
ve diğer İslam coğrafyasında yayılmaya başladı. Şafiilik ve belli ölçüde Malikilik, bir
süre sonra Ehlisünnetin kelami ekolü olan Eşariliği benimsedi ve onunla aynı tarihi
paylaştı. İtikadi ve kelami boyutu birlikte temsil eden Hanbelilik ise, Hadis
Taraftarlarının en aşırıları olarak kaldı.
EHLİSÜNNET VE’L CEMAATİN FİKRİ ÇERÇEVESİ
Ehlisünnetin siyasi, kelami, felsefi-metafizik, tasavvufi ve fıkhi boyutlar
kazanması zamanla olmuştur. Ehlisünnetin tarihi gelişiminde, genel olarak tarihisiyasi tecrübe ve iktidarlar önemli ölçüde belirleyici rol oynamıştır. Ehlisünnetin
siyasi çerçevesini belirleyen iki önemli fikir vardı. Birincisi, Hz. Peygamber’den
sonra ilk meşru halifenin Hz. Ebu Bekir ve daha sonra sırayla Ömer, Osman ve Ali
olduğu ve bunların tarihi sırasının fazilet sırası olduğu fikri idi. İkincisi ise, Cemel ve
Sıffin’e katılanların Allah’ın ahirette vereceği hükme bırakılması ve sahabenin tekfir
edilmemesi veya onlara kötü söz söylenmemesi fikri idi. Bunun akabinde, bazı
istisnaları olsa da genelde, imam ve halifelere, mümin de olsa fasık da olsa itaatin
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Ehlisünnetin Doğuşu, Fikirleri ve Farklılaşmalar
esas olduğu fikri, toplumun istikrarı açısından akide kitaplarının önemli bir mesajı
haline geldi.
Ehlisünnete göre
Ehlikıble tekfir
edilemez.
İmamet/hilafet konusundaki en şiddetli tartışmalar, genelde merkezi dini
zümre ile Şia, bazen de Hariciler arasında yaşandı. Genel anlamda Ehlisünnetin
siyasi unsurları Haricilik ve Şiaya tepki olarak oluşturuldu ve çoğu kere güncel
siyaseti tartışmak yerine geçmişte kalan siyasi tartışmaları sürdürmeyi yeğledi.
Hilafete hak sahibi olacak kimselerin biatle veya seçimle iş başına getirilmesi
savunulduysa da, “İmamlar Kureyştendir.” rivayetini esas kabul ederek halifelerde
Kureyşlilik şartı arandı.
Ehlisünnetin yapısını oluşturan kelami unsurlara gelince, imanın tasdik ve
ikrarla gerçekleştiği, küfrün imanın zıddı olduğu, büyük günahın imandan
çıkarmayacağı büyük günah işleyenin tekfir edilemeyeceği, hayır ve şerrin Allahtan
olduğu gibi görüşler benimsendi. Çok erken dönemlerden itibaren, her zaman buna
sadık kalınmadıysa da,“Ehlikıble tekfir edilemez.” fikri formüle edildi. İnsanın
mutlak özgürlüğü, kişinin kendi kaderini bizzat kendisinin tayin ettiği fikri, genel
olarak reddedildi. Bu unsurlar, temelde Hariciliğin tekfir yaklaşımına ve
Mutezilenin “Büyük günah işleyen ne mümin ne de kâfirdir.”(el-Menzile beyne’lMenzileteyn) esasına karşı geliştirilmiş ve Ehlisünnetin olmazsa olmazı olarak kabul
edilmişti. Hicri II./VIII. ve III./IX. Asırlarda Allah’ın sıfatlarının onun ne zatının aynı
ne de gayrı olduğu ve Kur’an’ın mahluk olmadığı esasları, Ehlisünnet olmanın
vazgeçilmez unsurları haline geldi.
Ehlisünnetin tasvvufa
eklemlenen kanadı
daha fazla taraftar
topladı.
Ehlisünnetin felsefi ve metafizik boyutu, genel olarak Meşşailik ve
İşrakiliğin gölgesinde gelişti. Kur’an’ın felsefi ve metafizik boyutu, kendi dinamikleri
içerisinde yeterince işlenemedi. Eşarilik zaman zaman, felsefe ve tasavvufun
etkisiyle savruldu. Belli bir süre sonra da felsefeye karşı Gazali’yle başlayan bir
aksülamel cephesi oluştu. Bunun sonucunda tehafüt adıyla bilinen eleştirel
unsurları taşıyan bir polemik literatürü üretildi. Doğuda İbn Sina ve Farabi, bazı
Eşariler tarafından eleştirilirken; İbn Rüşd, Endülüs ve Kuzey Afrika’da Zahiri İbn
Hazm ve diğerleri tarafından eleştirildi.
Ehlisünnet, IV./X. asırdan itibaren geniş halk kitlelerinin desteğini kelami ve
siyasi görüşlerinden çok fıkhi ve tasavvufi görüşleriyle aldı. Bazı Eşariler, sufiliği
Sünni çerçevede meşrulaştırmak istediler ve bir süre sonra Serrac, Gülabadî ve
Gazali’nin de etkisiyle sufilik Sünniliğe eklemlendi. Eşarilik, kelami çerçevesinin
dışına çıkarak bazen Mutezileye, bazen Sufiliğe, bazen Meşşailiğe veya İşrakiliğe,
bazen da Hadis Taraftarlığına doğru gidip geldi. Maturidilik, kelami çerçevede
kalmayı başardı. Ancak Hanbeli çevrelerde, Eşariliğin bir taraftan felsefi gelenekten
diğer taraftan tasavvuftan etkilenmesi büyük tepkiyle karşılandı. İbn Teymiyye, bu
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Ehlisünnetin Doğuşu, Fikirleri ve Farklılaşmalar
yüzden sufiliği ve sufi din anlayışını eleştiren eserler yazdı. Buna karşılık İslam’ın ilk
dönemlerine kadar uzanan zühd anlayışına dayalı bir bakış açısına vurgu yaptı.
Ehlisünnetin yapısını oluşturan temel unsurların bir kısmı fıkhi boyutla
ilgilidir. III./IX. asırdan başlayarak Ehlisünnet olarak görülen toplumsal yapıda ameli
konularda belli yöntemler ve bu doğrultuda bilgi üreten fıkıh ekolleri
kurumsallaşmaya başlandı. Bunlar arasında pek çok görüş ayrılığı olmakla birlikte
Şiaya karşı ortak bir cephe oluşturuldu. Özellikle Muta nikahı ve çıplak ayağa mesti
reddeden fikirler akide kitaplarının temel cümleleri haline geldi.
Ehlisünnet, fıkhi
yorumlarda çeşitliliğe
müsamaha gösterdi.
Ehlisünnetin çoğu kere belirleyicisi olarak görülen ve günümüze kadar
benimsenen Hanefilik, Şafiilik, Malikilik ve Hanbelilik gibi yeni alt kimlikler oluştu.
Kuzey Afrika’da ve Endülüs’te Malikilik ve Şafiilik, Arap yarımadasında Hanbelilik
Irak, Horasan ve Maveraünnehir’de Hanefilik, kısmen Şafiilik,
Ehlisünnet
Müslümanlarının günlük hayatını belirleyen hukuk sistemleri haline geldi.
EHLİSÜNNET VE’L CEMAATİN GÜNÜMÜZDEKİ DURUMU
Selefilik, Ehlisünnet
üzerinde belirleyici bir
rol üstlendi.
Günümüzde dünya Müslümanlarının % 85-90’nı itikatta Ehlisünnetin Eşari
ve Maturidi mezhebine; fıkıhta Hanefi, Şafii, Maliki ve Hanbeli mezhebine
mensuptur. Eşarilik, genelde Arap dünyasında; Maturidilik ise, Türk dünyasında
hakim durumdadır. Fıkıhta Şafii ve Malikiler, itikatta Eşari mezhebinden; Hanefiler
ise, çoğunlukla Maturidi mezhebindendir. Hadis Taraftarlarına gelince, onların
anlayışını, geçmişteki çerçevesiyle aynen sürdüren yoktur. Sadece Hanbeliler,
kendilerini itikatta Selefi, fıkıhta ise, Ahmed b. Hanbel’in görüşlerine uyduklarını
iddia ederler. Ancak Vahhabilikle birlikte, Hanbelilerin Hadis Taraftarlığı, sert ve
müsamahasız bir dini söyleme dönüşmüştür. Bununla birlikte Hadis Taraftarlığı
günümüzde Selefilik adı altında Suudi Arabistan’ın maddi ve manevi desteğiyle,
Arap ülkelerinde, Afrika’da, Türk dünyasında, Malezya, Endonezya, Pakistan ve
Afganistan’da taraftar bulmaya çalışmaktadır. Ayrıca XIX. yüzyılın sonunda
Hindistan ve Pakistan’da, tarihi Ehlihadis çizgisini devam ettirmek isteyen, sadece
sahih hadisle amel edileceğini, yeterli bilgiye sahip olanın içtihat edebileceğini ileri
süren, taklit ve bidatlere karşı mücadele eden yeni bir Ehlihadis hareketi ortaya
çıkmıştır.
Osmanlı Devletinin yıkılması, hilafetin kaldırılması ve milli devletlerin
kurulmasıyla birlikte, Sünnilik, siyasal açıdan yeni bir sürece girmiştir. Bu yeni
dönemde geleneksel Sünni kimlikte daralma, değişim, dönüşüm ve kırılmalar
yaşanmaktadır. Bu dönemde dini-politik hareketler veya tepkisel mistik pek çok
hareket ortaya çıktı. Son yüzyılda Selefilik, Sünni kimlik üzerinde, özellikle Arap
dünyasında ve Hint alt kıtasında dönüştürücü bir rol oynamaya başladı. Bugün
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Ehlisünnetin Doğuşu, Fikirleri ve Farklılaşmalar
Ehlisünnet, eski siyasi, toplumsal, tarihi ve kelami bağlamını kaybederek çok
merkezli dini-politik, dini-toplumsal hareketlere, tarikat ve cemaatlere
dönüşmüştür.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Özet
Ehlisünnetin Doğuşu, Fikirleri ve Farklılaşmalar
•Ehlisünnet ve’l Cemaat, sözlükte sünnet ve ümmetin birlik ve bütünlüğünü
savunanlar demektir. Ehlisünnet, bir terim olarak Resulullah ve ashabının
dini uygulamalarına uyan ve ondan ayrılmayan ilk dönem Müslüman
çoğunluğun dini anlama, açıklama ve yaşama biçimini takip eden
zümrelerin ortak ismidir.
•İslam toplumunun Harici olmayan, Mürcii olmayan ve Şii olmayan
kesim/kesimlerini tanımlamak için farklı kavramlar kullanılmaktaydı. İlk
dönemlerde Cemel ve Sıffin savaşları sonucunda İslam toplumundaki siyasi
ayrılıklar ve özellikle Harici farklılaşmasına karşı, genel dini yapı Cemaat
veya Ehlicemaat olarak tanımlandı.
•Mürcie, irca fikrine; Haricilerin tekfir tutumuna ve Şii çevrelerin imamet
anlayışına bidat; bu fikirlerin sahiplerine de Ehlibidat/Sahibülbida denildi.
Kader, itizal ve irca gibi sonradan ortaya atılan fikirlerin zıddı fikirlere
Sünnet, onları savunanlara Ehlisünnet dendi.
•Ehlisünnet zihniyetinin nüvelerini oluşturan şahsiyetlerin başında Hasan
Basri gelmektedir. Mutezile ve Şianın ortaya çıkmasıyla, genel dini akımda
önemli gelişmeler yaşandı. II./VIII asın ortalarında, daha çok Irak merkezli
Ebu Hanife’nin öncülüğünde Rey Taraftarları ve karşısında genelde Hicaz
merkezli olan ve daha çok Hadis Taraftarları olarak bilinen ekoller ortaya
çıktı.
•Hadis Taraftarları, hadis ve sünnete dayalı bir anlayışı hakim kılmaya
çalışan bir zihniyet olarak ortaya çıktı. Makalat eserleri onları, Mürcie, Şia
ve Mutezile gibi önemli düşünce ekollerinden birisi saydı.
•Ehlisünnetin siyasi, kelami, felsefi-metafizik, tasavvufi ve fıkhi boyutlar
kazanması zamanla olmuştur. Ehlisünnetin tarihi gelişiminde, genel olarak
tarihi-siyasi tecrübe ve iktidarlar önemli ölçüde belirleyici olmuştur.
•Ehlisünnet, IV./X. asırdan itibaren geniş halk kitlelerinin desteğini kelami ve
siyasi görüşlerinden çok fıkhi ve tasavvufi görüşleriyle aldı ve Sufilikle
eklemlendi. II./VIII. asırdan itibaren Hanefilik, Şafiilik, Malikilik ve Hanbelilik
gibi yeni mektepler oluşmaya başladı.
•Ehlisünnet ve’l-Cemaat, doğuşundan günümüze kadar hiçbir zaman tek bir
ekol olmadı. Hicri II./VIII. asırdan başlayarak pek çok kelami ve fıkhi
düşünce ekollerini kendi şemsiyesi altında topladı.
•Ehlisünnet, günümüzde Müslümanların yaklaşık % 90’nını oluşturmaktadır.
Hadis Taraftarlığı günümüzde Selefilik adı altında yayılmaktadır. Son
yüzyılda Ehlihadis adıyla Hindistan’da yeni bir hareket ortaya çıkmıştır.
Arap dünyasında ve belli ölçüde diğer İslam ülkelerinde Şafiilik-Eşarilik
varlığını sürdürmektedir. Türk dünyası ise, büyük çoğunluk fıkıhta Hanefi,
itikatta Maturididir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Ödev gönderimi
Ödev
Etkileşimli Alıştırmalar
Alıştırmalar
Ehlisünnetin Doğuşu, Fikirleri ve Farklılaşmalar
• Öğrendiklerinizi etkileşimli alıştırmalarla
pekiştirebiirsiniz
• Ehlisünnetin ilk ortaya çıkışının siyasi mi yoksa
itikadi mi olduğunu araştırarak 200 kelimeyi
aşmayacak şekilde yazınız ve hazırladığınız belgeyi
göndermek için yandaki ödev gönderme linkini
kullanınız.
DEĞERLENDİRME SORULARI
1. Ehlisünnet ve’l Cemaat tanımı için hangisi yanlıştır?
Değerlendirme
sorularını etkileşimli
olarak
cevaplandırabilirsiniz
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Ehlisünnetin Doğuşu, Fikirleri ve Farklılaşmalar
a) Resulullah‟ın sünneti ile sahabe ve tabiunun yolundan yürüyen
kimselerdir.
b) Kelami ve siyasi görüşleri ile sistemleşmiş belli toplumsal yapılardır.
c) Müslümanların çoğunluğunu teşkil eden mutedil merkezi zümrelerdir.
d) Ehlisünnet ve‟l Cemaatin tanımında kavram karmaşası yoktur.
e) Ehlibidat olmayan toplulukların adıdır.
2. Hangisi Ehlisünnetin doğuşunu hazırlayan sebeplerdendir?
a) Şiiliğin ortaya çıkması
b) Harici zihniyetin yaygınlaşması
c) Mutezilenin güçlenmesi
d) Bidatlerin yaygınlaşması
e) Hepsi
3. Ehlisünnetin itikadi görüşlerinin şekillenmesinde önemli bir etkiye
sahip olan Ebu Hanife aşağıdaki eğilimlerden hangisinin önderi
konumundaydı?
a) Rey Taraftarları
b) Hadis Taraftarları
c) Osmaniyye
d) Zahirilik
e) Sufilik
4. Hangisi Ehlisünnet şemsiyesi altında yer almaz?
a) Hadis Taraftarları
b) Maturidilik
c) Eşarilik
d) Zeydiyye
e) Sıfatıyye
5. Ehlisünnet ve’l Cemaat çevreleri için aşağıdaki yargılardan hangisi
yanlıştır?
a) İslam dünyasını % 85-90‟ı Sünniliğe mensuptur.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Ehlisünnetin Doğuşu, Fikirleri ve Farklılaşmalar
b) Hanefiler Rey Taraftarıdır.
c) Şafiiler Hadis Taraftarıdır.
d) Maturidiler fıkıhta Hanefidir.
e) Ehlisünnet, yeknesak bir yapıdır.
6. Aşağıdakilerden hangisi muhalifleri tarafından Ehlisünnet için
kullanılan isimlerden değildir?
a) Ehlihak
b) Haşviyye
c) Müşebbihe
d) Mücessime
e) Etbaulmüluk
7. Aşağıdaki fikirlerden hangisi Ehlisünnet ve’l Cemaat tarafından
ortaklaşa kabul edilmemiştir?
a) Halifelerin tarihi sırası fazilet sırasıdır.
b) Kur‟an mahluktur.
c) Hayır ve şer Allah‟tandır.
d) İmamlar Kureyştendir.
e) Ehlikıble tekfir edilemez.
8. Aşağıdakilerden hangisi Ehlisünnet ile Şia arasında ayırıcı bir vasıf
değildir?
a) Mestler üzerine mesh etmek
b) Muta nikahı
c) Hz. Ali‟yi hilafette dördüncü sıraya bırakmak
d) Hz. Ali‟yi ilk üç halifeye takdim etmek
e) Takiyye
9. Aşağıdaki âlimlerden hangisi Hadis Taraftarı değildir?
a) Malik b. Enes
b) Hammad b. Ebi Süleyman
c) Evzai
d) Hammad b. Seleme
e) Yahya b. Said
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Ehlisünnetin Doğuşu, Fikirleri ve Farklılaşmalar
10. Aşağıdaki âlimlerden hangisi Rey Taraftarı değildir?
a) Abdullah b. Mübarek
b) Abdülaziz b. Ebi Revvad
c) Muhammed eş-Şeybani
d) Bişr el-Merisi
e) Ebu Muti el-Belhi
CEVAPLAR:
1.d, 2.e, 3.a, 4. d, 5.e, 6. a, 7. b, 8. c, 9. b, 10. a.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Ehlisünnetin Doğuşu, Fikirleri ve Farklılaşmalar
YARARLANILAN KAYNAKLAR VE BAŞVURULABİLECEK
DİĞER KAYNAKLAR
Abdulhay, M. (1991). “Eş‟arilik”. (Çev.: Ahmet Ünal). İslam Düşüncesi
Tarihi ( ed. M. M. Şerif). İstanbul, İnsan Yayınları. I, 255-278.
el-Acurri, M. (1983). eş-Şeri’a. (thk.:Muhammed Hamid el-Faki). Beyrut,
Daru‟l-Kütübü‟l-İlmiyye.
Ahmed b. Hanbel, (1994). Kitabu’s-Sünne. Demmam: Remediyye li‟n-Neşr.
Atay, H. (1983). Ehlisünnet ve Şia. Ankara: A.Ü. İlahiyat Fakültesi
Yayınları.
Aydınlı, A. (1994). “Ehlihadis”. TDİA., X, 507-508.
el-Bağdadi, A. (1931). Tarihu Bağdat. Kahire.
el-Berbehari, H. (1952). Şerhu Kitâbi’s-Sünne. (İbn Ebi Ya‟la‟nın Tabakat‟ı
içerisinde), II, 18-43). Kahire.
el-Buhari, M. (t.y.). Tarihü'l-Kebir. Beyrut.
Cahız, E. (1991). El-Osmaniyye (thk. Abdusselam Muhammed Harun).
Beyrut.
Ebu Mansur Semerkandi Maturidi (862-944) Kongresi. (Kayseri 1990)
Ebu Mansur el-Maturidi, M.(2002). Kitabü’t-tevhid Tercümesi. (Çev.: Bekir
Topaloğlu). Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı yayınları.
Ebu Mansur el-Maturidi, M.(2003). Kitabü't-Tevhid, (thk.: Bekir Topaloğlu
ve Muhammed Aruçi). Ankara: İSAM Yayınları.
Ebu Zura' er-Razi, (1989). Kitabü'd-Düafa (el-Haşimi, Ebu Zur‟a er-Razi
(264/877) ve Cuhuduhu Fî Sünneti‟n-Nebeviyye Mea Tahkiki‟d-Duafa ve
Ecvibetihi Ala Es‟ileti‟l-Berzai. Medine.
Ehlisünnet (Özel Sayı). Aylık Dergi, 1985/I-II,
Ehlisünnet Dergisi (1947-1949). İstanbul: Abdurrahim Zapsu.
Ehlisünnet. İslami Araştırmalar Dergisi (Ebu Hanife Özel Sayısı). Cilt: 15,
1-2(2002).
Ehlisünnet. (Özel Sayı). İslamiyat Dergisi, cilt: 8, 3 (2005).
Ehlisünnet. (Özel Sayı). Marife Dergisi, yıl: 5, 3(2005).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
Ehlisünnetin Doğuşu, Fikirleri ve Farklılaşmalar
Esen, M. (1994). Ehlisünnet Kavramının Doğuşu ve Ehlisünnet Anlayışlar.
Ankara: Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. ( Doktora tezi)
el-Eşari, A. (1980). Makalatu'l-İslamiyyin (thk. Helmut Ritter). Wiesbaden:
Franz Steiner Verlag.
Evkuran, M. (2005). Sünni Paradigmayı anlamak. Ankara: Ankara Okulu
Yayınları
Eyyüb Ali, A.K.M. (1991). Tahaviyye. (Çev.: Ahmet Demirhan). İslam
Düşüncesi Tarihi ( ed. M. M. Şerif), İstanbul: İnsan Yayınları, I/279-294 ss.
Eyyüb Ali, A.K.M. (1990). Maturidilik. (Çev.: Ahmet Ünal). İslam
Düşüncesi Tarihi ( ed. M. M. Şerif), İstanbul: YAYINEVİ, I, 295-310 ss.
el-Fesevi, A.(1975). Kitabü'l Ma'rife ve't-Tarih. Bağdat.
Fığlalı, E. R. (1989). Ehlu‟s-sünne ve‟l-cemaa.
İstanbul: Eksen Yayınlcılık.
Ehlisünnet Tetkikleri.
Fığlalı, E. R. (1996). Çağımızda İtikadi İslâm mezhepleri. İstanbul: Selçuk
Yayınları.
el-Gazzali, M. (1971). İ'tikad'da Orta Yol. (Çev.: Kemal Işık). Ankara:
Ankara Üniversitesi Yayınları.
el-Haşşab, (1958). Tahkıku'l-Mustalahat et-Tarıhıyye el-Varide fi Kitabi
Mefatihi'l-Ulum li'l-Horezmîi el-Mecelletü't-Tarıhıyye el-Mısrıyye, 7(1958).
el-Hatib el-Bağdadi, A. (1991). Şerefu Ashabi’l-hadis. (Thk.: M. Said
Hatipoğlu). Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları.
Hatipoğlu, M. S. (1985). Ehlisünnet Üzerine Bir Söyleşi. Aylık Dergi,
1985/I-II, 27-38.
Heyet. (1987). Mezhepler ve Tarikatlar Ansiklopedisi. İstanbul: Tercüman
Yayınları.
Huleyf, F. (1957). Matüridi ve Eşari Mezhepleri Hakkında Bir Tetkik. (Çev.:
Mustafa Öz) Diyanet Dergisi, Ankara 1975, XIV, sayı: 2, 112-115.
Huleyf, F. (1974). Ebu Mansur Maturidi, Hayatı Ve Eserleri. (Çev.: Mustafa
Öz). Diyanet Dergisi, cilt: XIII, sayı: 3, 316-319.
Huleyf, F. (1975). Maturidi ve Eşari Mezhepleri Hakkında Bir Tetkik. (Çev.:
Mustafa Öz). Diyanet Dergisi, cilt: XIV, sayı: 2, 102-115.
Inayat, Sh. (1986). Ahl-i Hadis. EI², I, 259-260 .
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
Ehlisünnetin Doğuşu, Fikirleri ve Farklılaşmalar
İbn Abdilberr, Y. (1994). Cami'u Beyani’l-İlm ve Fadlihi (thk.: Ebi‟l-Eşbal).
Riyad: Daru İbni‟l-Cevzi.
İbn Batta, el-„Ukberi, (1958). Kitabu’ş-Şerh ve’l-İbane (thk.: Henri Laoust).
Damaskus.
İbn Ebi Ömer el-Adeni, M. (1986). Kitabu’l-İman (thk.: Hamed b. Hamdi elCabiri el-Harbi). Kuveyt.
İbn Hibban, M. (1959). Kitabü'l-Mecruhin. Wiesbaden.
İbn Kuteybe, M. (1981). El-Mearif (thk.: Servet Ukkaşe). Kahire.
İbn Sa‟d, M. (1958). Kitabu’t Tabakati’l-Kebir. Beyrut: Daru‟s-Sadr.
İbn Teymiyye, A. ( t.y.). Kitabu’l-İman (thk.: Haşim Muhammed Şazeli).
Kahire.
Kasım b. Selam. (2002). Kitabu’l-İman (Çev.: Sönmez Kutlu). İslam
Düşüncesinde İlk Gelenekçiler İçinde, Ankara: Kitabiyât Yayınları. 207-252.
Keskin, M. (2005). Eşariliğin Teşekkül Süreci. Ankara: Ankara Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü (Doktora tezi)
Kırbaşoğlu, H. (1978). Ashabü'l-Hadis'in
Araştırmalar, II (1987), 5, 79-89.
Akaid
Edebiyatı.
İslami
Kırbaşoğlu, H. (1986). Ehlisünnet Kavramı Üzerine Yeni Bazı Mülahazalar.
İslami Araştırmalar, I (1986). 1, 71-79.
Kırbaşoğlu, H. (1987). Sünni Deyiminin Ortaya Çıkışı. İslami Araştırmalar,
II (1987), 6, 79-89.
Koca, F. (2002). İslam Hukuk Tarihinde Selefi Söylem Hanbeli Mezhebi.
Ankara: Ankara Okulu yayınları.
Kutlu, S. (2000). İslam Düşüncesinde İlk Gelenekçiler-Hadis Taraftarlarının
İman Anlayışı Bağlamında Bir Zihniyet Analizi.
Ankara: Kitabiyat
Yayınları.
Kutlu, S. (2003). Bilinmeyen Yönleriyle Türk Din Bilgini: İmam Maturidi.
Dini Araştırmalar, Cilt: 5, Sayı: 15, 5-28.
Kutlu, S. (ed.) (2003). İmam Mâturîdî ve Maturidilik. Ankara: Kitabiyât
Yayınları.
el-Lalekai, H. (1402). Şerhu Usul-i İ’tikadi Ehlissünnevelcemaa (thk.:
Ahmed Sa‟d). Riyad.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
Ehlisünnetin Doğuşu, Fikirleri ve Farklılaşmalar
Madelung, W. (2003). 11.-13. Asırlarda Hanefi Alimlerin Orta Asya‟dan
Batıya Göçü. (Çev.: Sönmez Kutlu). İmam Maturidi ve Maturidilik (ed.
Sönmez Kutlu), Ankara: Kitabiyât Yayınları. 369-383.
el-Makdisi, M. (1906). Ahsenu’t-Tekâsîm (thk.: J. Geoje). Leiden.
Malati, M. (1991). Et-Tenbîh Ve’r-red ‘Alâ Ehli’l-ehvâ’ Ve’l-bida’ (thk.:
Zahid Kevseri). Kahire.
Onat, H. ( 2000). 99 Soruda İslam Mezhepleri. (Ders notları)
Öğüt, S. ( 1994). Ehl-i Hadis Fıkıh. TDİA., X, 508-512.
Ömer A. F. (1991). Zahirilik. (Çev.: Ahmet Demirhan). İslam Düşüncesi
Tarihi ( ed. M. M. Şerif). İstanbul: İnsan Yayınları. I, 311-326
Özler, M. (2001). İslam Düşüncesinde Ehlisünnet Ehlibidat Adlandırmaları.
Erzurum: Ekev Kültür Eğitim vakfı Yayınevi.
el-Pezdevi, M. (1998). Ehlisünnet Akaidi (Çev.: Şerafeddin Gölcük).
İstanbul: Kayıhan Yayınları.
Rahman, F. (1992). İslam (Çev.: Mehmet Dağ-Mehmet Aydın). İstanbul:
Selçuk Yayınları.
es-Sabuni, İ. (Trz.). ‘Akîdetü’s-Selef Ve Ashâbu’l-Hadîs. Mecmûatu’rresâili’l-kemâliyye fî’t-Tevhîd içerisinde 73-122. Kahire.
eş-Şehristani, M. (1990). el-Milel ve’n-Nihal (thk.: Abdülemir Ali MehnâAli Hasan Faur. Beyrut.
el-Ukayli, (t.y.). Kitabü'd-Düâfâ’l-Kebîr (thk.:Abdulmuti‟ Emin Kal‟acî).
Beyrut.
Ünal, A. (1986). Kur’an’da Temel Kavramlar. İstanbul: Beyan yay.
Watt, W. M. (1981). İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri. Ankara: Umran
yayınları.
Yahya el-Haşşab, (1958). Tahkıku'l-Mustalahât et-Târıhıyye El-Vâride fî
Kitâbi Mefâtihi'l-Ulûm Li'l-Harezmî. El-Mecelletü't-Tarıhıyye El-Mısrıyye,
7(1958).
Yörükan, Y. Z. (1952). İslam Akaid Sisteminde Gelişmeler ve İmam-ı Azam
Ebu Hanife. İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı 2-3, 3-19 ss; Sayı: 4, 71-87 ss.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
EŞARİLİK
• Eşariliğin Arka Planı
• İmam Eşari'nin Hayatı ve Eserleri
• Eşariliğin Gelişimi ve Yayıldığı
Bölgeler
• Eşariliğin Temel Görüşleri
İSLAM
MEZHEPLERİ
TARİHİ
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• Eşariliğin fikri arka planını kavramış olacak,
• İmam Eşari hakkında bilgi sahibi olacak,
• Eşariliğin görüşlerini öğrenecek,
• Eşari mezhebini değerlendirebileceksiniz.
ÜNİTE
11
Eşarilik
GİRİŞ
Mutezile ile
Ashabulhadis arasında
orta yolu bulma
çabaları Eşarilikten
önce başlamıştır.
Hz. Peygamberin vefatından hemen sonra hilafet meselesiyle başlayan ve
zamanla bu konuyla ilgili meydana gelen mücadeleler zamanla Cemel, Sıffin gibi
savaşlara dönüşmüş ve bu savaşlarda birçok sahabe ve tabiin hayatını kaybetmiştir.
Bu üzücü durum, Müslümanları derinden etkilemiştir. Böylece daha hicri birinci
asırdan itibaren Müslüman toplumun dini durumu sorgulanır hale gelmiştir.
İmamet meselesi üzerinde meydana gelen tartışmalar ve olaylar, kaza, kader,
iman, amel ve büyük günah gibi daha çok insanın yapıp etmeleri ile alakalı konuları
da kapsamaya başlamıştır. Bu konular etrafında dönemin ileri gelen âlimleri görüş
beyan etmişlerdir. Bu görüşler ve şahıslar etrafında çoğu zaman siyasi ancak en az
onun kadar itikadi zümreleşmeler meydana gelmiştir. Böylece daha ilk dönemde
İslam alemi siyasi çekişmenin yanında ciddi bir fikri mücadele içine girmiştir.
Zamanla bu durum, birçok siyasi ve itikadi mezhebin doğup, gelişip yayılmasına yol
açmıştır.
EŞARİLİĞİN ARKA PLANI
İbn Küllab ve
arkadaşları Hem
Ehlisünnet’in hem de
Eşariliğin öncüleridir.
Memun (218/833) döneminde tercüme edilen felsefi eserlerle birlikte önceki
dönemde zümreler ve fırkalar arasında meydana gelen fikri ve siyasi mücadeleye
felsefi boyut eklenmiştir. Felsefi boyut, dinde aklın ve naklin değerinin
tartışılmasını beraberinde getirmiştir. Eşarilik öncesi gerçekleşen bu tartışmanın
çok güçlü iki tarafı bulunmaktaydı. Biri nakilden çok aklı kullanan, gerekli gördüğü
yerde nakli aklileştirmek için tevile başvuran, zamanla akideye felsefi bir boyut
sunan, itikatta aklı temel belirleyici olarak görmeyen, tevile başvurmayanları teşbih
ve tecsimle suçlayan Mutezileydi. Diğeri ise, nassların anlam derinliklerini ve
keyfiyetlerini araştırmadan nassın zahirine bağlanan, hadis ve kendilerinden önceki
nesillerin görüşlerini esas alan, inançta akla ve tevile başvuranları bidat ve
sapıklıkla suçlayan Ashabulhadisti.
Zamanla aklın ve naklin din alanında temel belirleyici olduğunu kabul eden
ama bunların alan ve sınırlılıklarının belirlenmesi gerektiğine inanan âlimler ortaya
çıkmıştır. Böylece birbirlerine karşı iki aşırı uçta yer alan Mutezile ile Ashabulhadis
arasında orta (mutavassıt) bir hareketin doğması, bir yandan nassa gerekli önemi
veren öte yandan kelamı, dolayısıyla akli metodu muhafaza etmeyi hedefleyen bir
anlayışın belirmesi söz konusu olmuştur.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Eşarilik
Bu “Orta yol hareketinin” ilk öncülerinin İbn Küllab (240/854), meşhur
mutasavvıf Haris El-Muhasibi (243/857) ve Ebu’l-Abbas El-Kalanisi (255/868)
olduğu söylenebilir. İbn Küllab ve arkadaşları, İslam düşünce tarihinde Ehlisünnet
mezhebinin öncüleri, Asahabulhadisin ilk kelamcıları ve Eşari mezhebinin öncüleri
olarak anılmışlardır.
İsimlendirilmesi
Eşari, eserlerinde kendisinin de mensup olduğu mezhebi, Ehlihakk, bazen de
Ehlihakk ve’l-İstikame şeklinde ifade etmekte, İbn Küllab’a “ashabımız” demekte ve
İbni Küllab’ın taraftarları (ashabı) ifadesini kullanmakta ancak bir fırka
isimlendirmesi yapmamaktadır. Eşari’nin kendi döneminde birçok taraftara sahip
olduğunu birçok klasik kaynak teyit etmektedir. Ancak söz konusu kaynaklarda
bunların Eşariyye, Eşaire veya Eşarilik şeklinde anıldıklarına dair bir bilgi
bulunmamaktadır.
İmam Eşari’nin kurduğu
düşünce sistemine daha
ilk dönemde Eşarilik adı
verilmiştir.
Eşari’nin vefatından kısa bir süre sonra Büveyhilerin Bağdat’a girerek hilafet
merkezine hakim olup Şii-Mutezili düşünceyi desteklemesi Eşari ve onun
görüşlerini popüler hale getirmiştir. Büveyhilerin desteklediği Şii ve Mutezili
düşünceye karşı kullanılacak en iyi argüman Eşari ve onun fikirleri olmuştur.
Böylece bu düşünce sistemi Eşari ismiyle anılır olmuştur. Eşariyye (Eşarilik), Eşaire
(Eşariler), Ashabu’l-Eşari (Eşari Taraftarları) isimlendirmeleri daha İlk dönem
kaynaklarında kullanılmaya başlanmıştır. Eşarilik Ehlisünnetin en büyük kollarından
biri olması hasebiyle bazen Eşarilik yerine Ehlisünnet ifadesi de kullanılmıştır.
İMAM EŞARİ’NİN HAYATI VE ESERLERİ
İmam Eşari’nin yaşadığı dönem (260-324/874-936) Abbasi halifesi ElMu’temit’ten başlayıp Er-Radi’nin ilk hilafet yıllarını kapsayan ve toplam altı halife
dönemini içeren bir süreyi teşkil etmektedir. Abbasilerin ikinci dönemi olarak
adlandırılan bu dönem siyasi açıdan parlak sayılmasa da ilmi açıdan zengin bir
dönem olmuştur. Ayrıca birçok mezhep bu dönemde teşekkülünü tamamlayıp
sistemleşmiştir.
Eşari Basra ve Bağdat çevresinde yetişmiştir. Bu iki kent İslami ilimlerin
merkezi oldukları gibi Eşari düşünceye azımsanmayacak katkıları olan Mutezile ve
Ashabulhadisin etkin olduğu bölgelerdir. Eşari bütün ömrünü, Türklerin etkili
olduğu Abbasilerin ikinci döneminde ve hilafetin önde gelen ilim merkezleri olan
Basra ve Bağdat’ta geçirmiştir.
Eşari'nin tam ismi, Ebu'l-Hasan Ali b. İsmail b. Ebi Bişr El-Eşari’dir. Soyca
sahabe olan Ebu Musa El-Eşari’ye dayandığından kendisine Eşari denmiştir. Eşari
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Eşarilik
Basra’da 260/874 tarihinde doğmuştur. Daha sonra Bağdat’a yerleşmiş ve 324/936
tarihinde vefat edinceye kadar burada kalmıştır.
İmam Eşari hem Mutezile hem de Ehlihadis âlimlerinden ders alıp
yetişmiştir. Böylece yaşadığı çevrede etkin olan bu iki mezhebi çok iyi öğrenmiştir.
Eşari’nin ders aldığı hocaların başında şüphesiz Ebu Ali El-Cübbai (235/849303/915) gelmektedir. Cübbai kendi döneminde Basra Mutezile’sinin reisiydi.
Eşari’nin ders aldığı Ehli-Hadis hocalarından önde gelenlerden biri, Ebu Yahya
Zekeriya es-Sâcî (307/919) dir. es-Sâcî Basra’da önde gelen Şafii müellifi ve âlimi
olup fıkıh ve hadis ilimlerinde çağın imamı sayılmıştır. Eşari ondan Selef’in ve
Ehlihadis’in görüşlerini öğrenmiştir. Eşari’nin ders aldığı diğer bir Ehlihadis önderi
Ebu İshak El-Mervezî, (340/951) dir. Mervezî, Şafii Mezhebinin Bağdat’taki lideri
olup Eşari ondan fıkıh ilmini almıştır. Kendisi de Mervezi’ye kelam ilmini
aktarmıştır.
Eşari’nin ünlü kelamcılar olarak yetişen, görüş ve sistemini geliştirip yayan
önemli sayıda öğrencileri olmuştur. Bu öğrencilerini her dönemde güçlü âlimler
takip etmiş ve onların çabalarıyla Eşarilik, İslam dünyasında taraftarı en fazla olan
bir kaç mezhepten biri olmayı başarmıştır. Eşari’den bizzat ders alan birçok öğrenci
olmuştur. Bunlardan belli başlı isimler şunlardır:
Ebu Abdillah b. Mucahid El-Basri (370/980): Maliki mezhebine mensup olup
fıkıhtan çok kelam ilmiyle ilgilenmiş ve bütün ilimlerin kelam ilminin kulu olduğunu
söyleyerek kelam ilmiyle uğraşmayı teşvik etmiştir.
Eşari, mezheplerin
görüşlerini tarafsız bir
şekilde bize aktarmıştır.
Ebu’l-Hasan El-Bahili El-Basri: Şii İmamiyye mezhebine mensupken Eşari ile
yaptığı bir münazara sonucu Eşari’yi takdir etmiş, ona katılmış ve ondan ders
almıştır. Basralı olup İmam Eşari’den sonra Basra’da ders vermiştir. İbn Fûrek,
Bâkıllânî ve Ebu İshak El-İsferâyînî ondan ders alarak yetişmişlerdir. Eşari’ye kıyasla
kendisinin denizin yanında bir damla olduğunu ifade ederek Eşari’ye olan saygı ve
bağlılığını dile getirdiği öğrencileri tarafından rivayet edilmiştir. Bunlardan başka
Bundar b. El-Hüseyn eş-Şirazî es-Sûfî (353/964), Ebu Sehl es-Su'lûkî (369/979), Ebu
Zeyd El-Mervezî (371/981), Ebu Abdillah b. Hafif eş-Şirâzî (371/981) ve Zâhir b.
Ahmed es-Sarahsî (389/999) gibi hadis, fıkıh ve tasavvuf alanında dönemin önde
gelen simaları, İmam Eşari’den ders alarak yetişmişlerdir.
Eserleri: İmam Eşari yüzü aşan eser yazmış ancak bunlardan sadece bir kaçı
günümüze ulaşmıştır.
a- Makalatu'l-İslamiyyîn ve İhtilafi'l-Musallin: İmam Eşari’nin mevcut
eserlerinden en hacimlisi olup eserin asıl adı Makalatu’l-Müslimin’dir.
Eser iki bölümdür. Birinci bölümde mezhepler esas alınmıştır. Bu
bölümde tamamen fırkalar hakkında bilgi vermiştir. İkinci bölüm ise
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Eşarilik
kendi içinde iki kısma ayrılmıştır. Birinci kısımda bazı mühim kelami
meseleler ele alınmıştır. Bu meselelerde fırkaların görüşü incelenmiş
ama en fazla Mutezile'ye yer verilmiştir. İkinci kısımda Makâlât'ın birinci
bölümünde mezhepler esas alınarak işlenen meseleler, daha detaylı
olarak ele alınmıştır. Eşari bu eserde fırkaları ve fikirlerini oldukça
objektif bir şekilde ele almıştır. O, mezheplerin görüşlerini, tahkir, tenkit
ve redde yeltenmeden tarafsız bir şekilde nakletmiştir. İmam Eşari bu
eserde kendi görüşlerine hemen hemen hiç yer vermemiştir.
b- El-İbâne an Usuli’d-Diyane: Eşari bu eserinde Ahmed b. Hanbel'in
yolunda olduğunu söyleyerek kendine muhalif gördüğü fırkaların
fikirlerine karşı delil getirmekte ve bu konuda çok sert bir tavır
sergilemektedir. Ayrıca muhaliflerinin görüşlerini özetle vermekte
ardından kendini müntesip gördüğü Ehlihakkın görüşlerini genel
hatlarıyla sunmaktadır. El-İbane Eşari’ye ait olmakla beraber esere
sonradan bazı müdahaleler yapılmıştır. Ancak bu müdahalelerin boyutu
ve kimler tarafından yapıldığının tam olarak tespiti mümkün değildir. Bu
nedenle bu eserin bütünüyle İmam Eşari’nin görüşlerini yansıttığını
söylemek güçtür.
c- Kitabu’l-Luma’ fi’r-Reddi ala Ehli’z-Zeyğ ve’l-Bida’: Eşari bu eserde
Allah’ın varlığı, sıfatları, Kur'an, irade, rüyet, kader, istitaat, iman ve
imamet gibi kelami meseleleri titiz bir şekilde incelemiştir. El-Luma, Eşari
âlimlerin itimat edip önemsedikleri eserlerin başında gelmektedir. Eser,
İmam Eşari’nin düşüncesini ve metodolojisini özetle ortaya koyan bir
özelliğe sahiptir.
d- Risale fi İstihsani'l-Havd fi İlmi'l-Kelam: Bu eser kelam ilminin bir
savunmasıdır. Eşari bu eserde, kelamın meşruiyetini vurgulamıştır. Eşari,
hem konu hem de metod olarak Kelam ilminin temel ilkelerinin genel
ibarelerle Kur’an ve Sünnette yer aldığını, bu nedenle kelama karşı
olanların iddia ettiği gibi Kur’an ve Sünnette Kelamı dinin dışında
bırakacak ifadelerin mevcut olmadığını belirtmiştir.
e- Risale Ketebe Biha İlâ Ehli's-Sağr bi-Babi'l-Ebvâb: Eser iki bölümden
oluşmaktadır. Birinci bölümde; peygamberlikten önce Arapların durumu,
alemin hudusu, Allah’ın birliği, peygamberlik, Kur’an, Ba’s ve Selefin
Peygambere uyması gibi konular ele alınmaktadır. İkinci bölümde ise
Selefin üzerinde ittifak ettikleri inançlar, kısa bir şekilde aktarılmaktadır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Eşarilik
Eşari’nin Fikri Merhaleleri
Eşari’nin, Ehlisünnetin imamı ve Nasıruddin olarak anılmadan önce, bazı fikri
merhaleleri olmuştur. Bu merhalelerde mensup olduğu mezhebi destekleyip
savunmuştur. Bunlardan birincisi Mutezili olduğu dönemdir. İkincisi İbn Küllab’ın
yolunda giderek Mutezile ile Ashabulhadisin arasını bulduğu ve kendisine nispetle
Eşarilik denilen kendi düşünce sistemini kurup savunduğu dönemidir.
Eşari’nin Ahmed b. Hanbel’e tabi olduğu bir dönemden bahsetmek pek
mümkün değildir. Çünkü Ahmet b. Hanbel’le Eşari’nin metodu birbirinden
tamamen farklıdır. Eşari Mutezileden aldığı kelami metodu, hem fikirlerini
desteklemede hem de Mutezilenin görüşlerini çürütmede kullanmıştır.
Mutezililik Dönemi
Eşari kırk yaşına kadar
Mutezile mezhebine
bağlı kaldı.
Eşari, babasının vefatından sonra annesinin Cübbai ile evlenmesiyle yaklaşık
on yaşından itibaren Mutezili eğitim almıştır. Bu dönem, Eşari’nin fikri
merhalelerinin ilki sayılır. Eşari uzun yıllarını (yaklaşık kırk yaşına kadar) Mutezili
düşünce içinde geçirmiş, bu düşünceyi samimiyetle savunmuş ve destekleyici
eserler yazmıştır.
Cübbai’nin yanında yetişmesi ve hocasının onu kendini temsilen
tartışmalarda yer alması için görevlendirmesinden hareketle Eşari’nin o dönemde
Cübbai’yle aynı görüşleri paylaştığı söylenebilir. Aksi takdirde Cübbai’nin onu
kendisini temsilen münazaralara göndermesi düşünülemez. Dolayısıyla
kaynaklarda Cübbai’ye ait bellibaşlı görüşlerin Eşari tarafından da savunulan
görüşler olduğunu söylemek mümkündür.
Mutezileden Dönüşü ve Nedenleri
Cübbai’nin oğlu Ebu Haşim’in (321/933) arkadaşı olan Eşari, ilim ve yönetim
merkezi olan Basra ve Bağdat’ta yaşamış ve Cübbai’den eğitim alarak bir Mutezili
olarak yetişmiştir. Böylece Eşari, hocası Cübbai’nin fikirlerine katılmış, uzun yıllar
bu fikirleri şevkle ve samimiyetle savunmuştur. Bu arada onun düşünce dünyasında
tam olarak neler olduğunu bilmediğimiz bir şeyler olmuş ve düşüncesinin mecrasını
değiştirmiştir. Kaynakların bildirdiğine göre insanlar, onun, aniden Mutezile’den
döndüğüne ve onlara karşı cephe aldığına dair ilanına tanık olmuşlardır.
Eşari’nin Mutezileden ayrılışı, gördüğü bazı rüyalara ve yaptığı bir takım
tartışmalara dayandırılmaktadır. Buna göre, Eşari kelam ilminde uzmanlaşınca
hocasına bazı sorular yöneltmiştir. Ancak tatmin edici cevaplar bulamamıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Eşarilik
Bunun üzerine fikri problemlerine çözüm bulmak için Allah’a dua etmiştir. Sonra
rüyada Hz. Muhammed’i görmüş, O, kendisine “Sünnetime sarıl!” demiştir. Hz.
Muhammed aynı zamanda ona, kelamı da terk etmeyip nassın hizmetinde
kullanmasını söylemiştir. Hz. Peygamber, Mutezileden dönmesini ve onlara karşı
mücadeleye başlamasını da rüyada ona emretmiştir. Buna binaen Eşari, kelami
meseleleri Kur’an ve Sünnete (nassa) arz etme; uyanları kabul, uymayanları ise
reddetmeye ve Mutezileyle kelami konularda mücadeleye başlamıştır.
Rüyalar, Eşari’nin Mutezileden ayrılmadan önce geçirdiği fikri bunalımı ve
sorunları kendi açısından çözüme kavuşturma çabası içerisinde olduğunu
göstermektedir. Fakat sadece rüyaya dayalı olarak herhangi bir mezhepten
diğerine geçişi temellendirmek sıhhatli bir yorum olmayacaktır. Bu yüzden Eşari’nin
kendisine göre Mutezilede cevabını bulamadığı dini ve fikri sorunlara da bakmak
gerekmektedir.
Eşari’nin Mutezileden ayrılma nedeni olarak kaynaklarda yer alan tartışmalar
iki temel konu üzerinde cereyan etmektedir.
Eşari ile hocası
arasında geçen
tartışmalardan en
meşhuru üç kardeş
meselesidir.
Birincisi, Salah-Aslah problemi ile ilgili olan tartışma olup bu üç kardeş
meselesi olarak meşhur olmuştur. Eşari hocası Cübbai’ye, biri mümin ve muttaki,
diğeri kâfir ve günahkâr, üçüncüsü küçükken ölen kardeşlerin ahireteki durumunu
sormuştur. Cübbai, zahidin cennetlik, kâfirin cehennemlik ve küçüğün ise selamet
ehlinden olduğunu söylemiştir. Bunun üzerine Eşari: “Şayet küçük, zahidin
derecesine gitmek isterse ona müsade edilir mi?” diye sormuştur. Cübbai: “Hayır,
çünkü ona; kardeşin bu derecelere çokça ibadet ederek ulaşmıştır; seninse böyle
bir taatın yoktur denir.” cevabını vermiştir. Bunun üzerine Eşari, Cübbai’ye, “Şayet
küçük olan; kusur bende değildir; Çünkü sen beni yaşatmadın ve bana ibadet
yapma imkanı vermedin.” derse, buna cevabın ne olabileceğini öğrenmek istediğini
söylemiştir. Cübbai, Allah’ın, küçüğe: “Şayet yaşasaydın isyan edeceğini ve elim
azaba müstahak olacağını biliyordum onun için senin maslahatını (iyiliğini)
gözettim.” diyeceğini ifade etmiştir. Bunun üzerine Eşari, “Şayet kâfir olan kardeş:
“Ey Allah’ım onun durumunu bildiğin gibi benim de durumumu biliyordun. Neden
onun maslahatını gözettin de benimkini gözetmedin?” derse, cevabın ne olur diye
tekrar Cübbai’ye sormuştur. Bu soru karşısında Cübbai cevap vermeyip susmuştur.
İkincisi, Allah’ın isimleriyle ilgili tartışmadır. Bu tartışmaya göre Eşari, Allah’ın
isim ve sıfatlarının tespitinde tamamen nassa (Kur’an ve Sünnete) dayanılması
gerektiğini savunurken Cübbai ise akla dayanılmasını savunmaktadır.
Eşari’nin fikir değişikliğine gitmesinde yaşadığı ortamın da etkisi olduğu
söylenebilir. Müslüman toplum bu dönemde, akliliği temsil eden Mutezile ile nassa
bağlılığı temsil eden Ehlihadis arasında bölünmüştür. Bir taraftan Mutezililer soyut
düşünce ve kurgularıyla, diğer taraftan lafza bağlı kalanlar Mutezililerin akılcılığına
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Eşarilik
gösterdikleri tepkiyle tutumlarını bütünüyle katı ve tavizsiz bir duruma
sokmuşlardı. Böylece Eşari hem kendi kişisel sorununu çözmek hem de bölünmüş
Müslüman topluluğunu bu çıkmazdan kurtulmasına vesile olmak için bu kökten
dönüşe başvurmuş ve böylece inanç alanında duyulan ihtiyaca cevap vermiştir.
Mutezile Sonrası Dönemi
Eşari her ne kadar El-İbane adlı eserinin mukaddimesinde Ahmed b.
Hanbel’in yolundan gittiğini ifade ediyorsa da onun itizalden döndükten sonra
tamamen İmam Ahmed b. Hanbel’e uyduğunu söylemek zordur. Çünkü diğer
eserlerinde metot olarak Ahmet b. Hanbel’le arasında önemli farklar olduğu
görülür. Eşari’nin Ahmed’e intisabı Mihne’den sonra Ahmed b. Hanbel’in kazandığı
konumdan kaynaklanmaktadır. Artık insanlar Ahmed’le imtihan ediliyor ona
uymayan veya muhalefet eden bidatçı veya Ehli Bida sayılıyordu. Eşari’nin
Ahmed’den önce olup da ondan önde olan ve aynı zamanda hadis imamlarından
olan Malik, Şafii gibi birini değil de sistemine uymadığı halde özellikle Ahmed’e
uyduğunu zikr etmesinin nedeni budur.
Eşari’nin görüşleri
İbn Küllab’ın
fikirleriyle
örtüşmektedir.
Eşari, Ehli Sünnet öncülerinden İbn Küllâb’ın yolundan giderek kendi
mutavassıt (orta yol) veya Eşarilik olarak adlandırılan sistemini kurmuştur. Bu
nedenle Eşari’nin fikirleri İbn Küllâb’ın görüşleriyle birçok yönden parelellik arz
etmektedir. Özellikle sıfatlar konusunda Eşari’nin düşünceleri İbn Küllab’ın
görüşleriyle neredeyse birebir örtüşmektedir. Bu ise onun birçok noktada
Ashabulhadisten özellikle Ahmed b. Hanbel’den farklı görüşlere sahip olduğunu
göstermektedir. Bu durum, Eşarilerin İbn Küllâb’a “şeyhimiz” ve Küllabilere de
“ashabımız” demelerinin nedenini açıklamaktadır. Çünkü Küllâbiler bu hususta
Eşarilerin öncüleri olmuşlardır.
EŞARİLİĞİN GELİŞİMİ VE YAYILDIĞI BÖLGELER
İmam Eşari, İbn Mücâhid, Bâhilî, Bundar b. Hüseyn eş-Şîrâzî (353/964), Ebu
Sehl Su’lukî (369/979), Ebu Zeyd El-Mervezî (371/981) gibi kendisinden sonra
mezhebini geliştirip İslam beldelerinde temsil edip yayacak olan mümtaz öğrenciler
yetiştirmiştir. Eşariden ders alan bu ilk Eşari âlimler grubunu İbn Fürek (405/1015),
Bakıllânî (40371013), Cüveynî (478/1085), Gazalî (505/1111), Şehristânî
(548/1153), Fahreddin Razî (609/1209), Tacuddin Subkî (771/1370) ve Taftazânî
(791/1389) gibi İslam düşüncesinde ün yapmış âlimler takip etmiştir. Bunlar Eşari
düşüncesini gittikleri beldelere yaymışlardır. Hicri dördüncü asrın son çeyreğinde
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Eşarilik
Basra’da başlayıp Bağdat’ta yerleşmeye çalışan Eşarilik, artık civar merkezlere
girmiştir.
Eşarilik ameli mezheplerden Şafiilik ve Malikilik üzerinden yayılmıştır. İmam
Eşari’nin öğrencilerinden Bahili, Maliki olup onun yetiştirdiği Bakıllanî, Maliki
mezhebinde önemli bir yere sahiptir. Ayrıca Eşari Bağdat’ta dönemin önde gelen
Şafii âlimi Mervezi’nin desteğini almayı başarmış ve Mervezi’nin ilim halkasına
katılarak ilim alışverişinde bulunmuş, ona ve öğrencilerine mezhebinin esaslarını
benimsetmiştir.
İmam Ebu Hanife’den itibaren fıkha parelel olarak itikadi gelişimini
sürdürmüş olan Hanefilik, Eşari döneminde Matüridi (333/944) ve Tahavî
(321/933) gibi İslam düşüncesinde güçlü âlimlere sahip olmasından, ayrıca hilafet
merkezi Basra ve Bağdat’tan uzak olması gibi nedenlerden dolayı muhtemelen
Eşari daha çok Hanefilik dışındaki Ehlisünetin ameli mezheplerinin desteğini
almaya yönelmiştir. Şafiilik ve Malikiliğin desteğini almış ancak Hanbelilikten
aradığı desteği bulamamıştır. Bağdat’ta dönemin Hanbeli önderlerinden olan
Berbahârî (329/941) ile görüşmüş, aynı şeyleri savunduklarını ifade sadedinde Elİbane adlı eserini ona sunmuştur. Fakat Eşari’nin kelami metodu kullanmasından
dolayı Bebahari, böyle bir sistemi tanımadığını belirterek Eşari’ye karşı çıkmıştır.
Eşarilik Selçukluların
ve Eyyübilerin
desteğini almıştır.
Ehlisünnetin meşhur ameli mezheplerinden Hanbelilik, Eşari düşüncesine en
çok direnç gösteren mezhep olmuştur. Ancak az da olsa bazı Hanbeli âlimler
Eşarilikten etkilenmişlerdir. İbn Teymiyye kendilerinin olmadığı yerde Ehlisünnet
mezhebi olarak Eşarilerin görüldüğünü ve Eşari mezhebinin kendilerine yakın
olduğunu ifade etmiştir.
V/XI. asır, IV/X. asrın başında doğan Eşariliğin yayılma çağı olmuştur. Doğuda
Matüridilikle yarışır hale gelmiş; batıda, Kayravan ve Endülüs’te yayılmaya
başlamıştır. Mağrib’te Muhammed b. Tumert (485-524/1092-1130) eliyle hakim
konuma geçmiştir. Orta yolu takip emesi; uzlaşmacı bir yorum olması; Müslüman
halkın inanca dair ihtiyaçlarına cevap vermesi; büyük fakihlerin, özellikle usulü
fıkıhçıların bu sistemi benimsemesi; daha ilk dönemde İbn Hafif (371/981) ve
Bundar gibi iki büyük mutasavvufun bizzat Eşari’ye öğrenci olması; bunların
ardından Kuşeyrî, Gazalî gibi âlimlerle bunun çoğalarak devam etmesi; Beyhakî,
Nevevî gibi muhaddis ve fakihlerin Eşari mezhebine katılmaları, Eşariliği sadece
kelami alanda değil İslam düşüncesinin bütün alanlarında etkin konuma getirmiştir.
Eşarilik birçok devletin desteğini almayı başarmıştır. Özellikle siyasi
otoritelerin, Şia egemenliğinden kurtarılan yerlerin yeniden yapılandırılmaya
ihtiyaç duyması, aşırılıktan arındırılmış vasat yolu takip eden Sünniliğin adeta
temsilcisi olan Eşariliği desteklemelerine yol açmıştır. Selçuklular (429-582/10371186) Şii Büveyhilerden (320-447/932-1055), Eyyübiler (567-648/1171-1250)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Eşarilik
İslam Dünyasında
Ehlisünnet denince
ilk akla gelen
Eşariliktir.
Mısır’daki Şii Fatımi devletinden (297-567/909-1171) hakimiyeti devr alınca, Şii
düşünce egemenliğinin etkilerini silmek için Eşariliği desteklemişlerdir. Böylece
Eşariliğin egemenliği Selçukluların yardımıyla doğuda; Eyyübilerin desteğiyle İslam
dünyasının orta merkezinde; Gazalî’nin elinde yetişen ve Muvahhidler devletinin
başı olan Muhammed b. Tumert’in vasıtasıyla da Mağrip’te hakim konuma
gelmiştir.
Eşariliğin yaygın bir şekilde Mısır’a girişi Şia faktöründen dolayı gecikmiştir.
Daha sonra Selahattin Eyyubi’nin eliyle geniş bir şekilde yayılmıştır. Selahattin,
yönetimi ele geçirince halkı İmam Eşari’nin akidesine uymaya teşvik etmiştir.
Yemen’de Eşarilik ancak hicri V. asırda yayılmaya başlamıştır. Yemen’de Eşari
mezhebi Şafiilikle birlikte yayılmıştır. Eşari mezhebi Yemen’in sahili ve güneyinde
hakim olmuştur. Buna karşılık Zeydilik doğu ve kuzey Yemen’de hakimdir.
VI/XII. Yüzyılda İran’da Eşarilik, Nisabur uleması arasında güçlü hale gelmiş,
hatta Hanefi mezhebine üstünlük kurmak için rakabet mücadelesine girişmiştir.
Eşariler, Selçuklu Devletinin ilk döneminde ciddi bir baskı yaşamışlardır.
Selçuklu hükümdarı Tuğrul Bey, veziri Amidülmülk El-Kündürî’nin eliyle 446 yılında
Eşari ve Eşarilerin minberlerde lanetlenmelerini, camilerde hutbe ve vaazda
bulunmalarını ve ders vermelerini yasaklayarak onların dağıtılmasını ve sürgün
edilmelerini emretmiştir. Böylece Tuğrul Bey'in zamanında en şöhretli Eşari âlimler
takibata uğramış ve sürülmüşlerdir. Büyük nüfuz sahibi ve Eşari taraftarı El-Kuşeyri
(514/1120) başta olmak üzere birçok Eşari taraftarı âlim, kentlerini terke mecbur
bırakılmışlardır. Fakat bu durum çok uzun sürmemiştir. Alparslan (465/1072)’ın
başa gelmesiyle Eşariler destek görmüştür. Alparslan’ın veziri Nizamülmülk
(485/1092) kendi adıyla Bağdat’ta Nizamiye medresesini kurmuştur. Burada eğitim
resmen Eşariliğe dayandırılmıştır. Bu medreseler Eşari âlimler yetiştirerek Eşariliğin
hızla gelişip yayılmasını sağlamıştır.
Eşariliğin temel
görüşlerini bizzat
Eşari’nin kendisi
belirlemiştir
Günümüzde İslam coğrafayasının dört bir yanında Eşarilik mevcudiyetini
sürdürmektedir. Horasan, Irak, Suriye, Mısır, Türkiye ve diğer birçok ülkedeki Şafii
ve Malikilerin hemen hemen tümü ve Hanbelilerin bir kısmı Eşari mezhebine
mensupturlar. İslam Dünyasında Ehlisünnet denince akla ilk gelen itikadi mezhep
Eşariliktir. Fakat Maveraünnehir ve civarında bu terimden anlaşılan Matüridiliktir.
EŞ’ARİLİĞİN TEMEL GÖRÜŞLERİ
Eşariliğin savunduğu görüşler, İmam Eşari’nin ortaya koyduğu temel fikirlerin
mensupları tarafından geliştirilmesiyle oluşmuştur. Bu nedenle Eşari sadece
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Eşarilik
mezhebe adını veren değil aynı zamanda mezhebin temel görüşlerini de
belirleyendir. Bu görüşler özetle şöyledir.
Bilgi
Bilgi, zorunlu ve iktisabi (sonradan kazanılan) bilgi olmak üzere iki çeşittir.
Allah’ı tanımanın bilgisi, Allah’ın ayetlerini düşünmek ve aklı kullanmakla olur.
Dolayısıyla Allah’ı bilmek, insanın sonradan kazandığı bir bilgidir. Yani kesbidir.
Ancak ahirette Allah’ı bilmek zorunlu bir bilgidir. Peygamberlerin davalarının hak
olduğunun bilgisi de kesbi olup bu bilgi peygamberlerin mucizeleriyle elde edilir.
Peygamberlerin doğruluğunun bilgisi önceden insana verilmiş değildir. Farz, vacib,
mendup, iyi ve kötü gibi mükelleflerin fiillerine dair bilgi de iktisabi bilgi olup nassın
delaleti ile bilinir. Bu bilgilerden hiçbiri zorunlu veya doğuştan gelen bir bilgi
değildir.
Haber: Nazar, akli muhakeme ve duyu (his) ile sağlanamayan bilgiyi elde
etme yoludur. Haber yoluyla gelen bilgide haberi aktaranların sayısı önemli
değildir. Önemli olan haberin geldiği konuda cehaleti giderip bilgiyi sağlamasıdır.
Bu şartı taşıyan bilgi ister duyu ile elde edilsin ister haberle elde edilsin bu tür bilgi
zorunlu bilgidir. Nazar ve akli muhakeme ile elde edilen bilgi ise iktisabi bilgidir.
Nazar: Fikir, düşünce ve mukayese olup duyuların ulaşamadığı veya elde
edemediği şeylerde bilgi elde etme yoludur. Şartlara uygun havası hamse (beş
duyu) ve mutevatir haberlerle gelen bilgi zaruri bilgidir.
Akıl ve Nakil
Akıl üzerinde
mezhepler arasında
gerçekleşen tartışma
aklın rolüyle ilgilidir.
İslam mezhepleri içinde aklı kullanmayan tamamen dışlayan hiçbir mezhep
yoktur. Her mezhep kendi doğruluğunu ispat amacıyla aklı kullanır ve böylece
karşısındakini ikna etmeye çalışır. Mezhepler arasında şiddetli tartışmalara neden
olan şey, akla biçilen rol noktasıdır. Yani; “Akıl hüküm koyabilir mi? Nassa karşı
konumu nedir? Sadece akıl ile elde edilen verilerde dinen insanlar sorumlu
tutulabilir mi?” gibi tamamen aklın sınırları ile ilgili alanda tartışmalar mevcuttur.
Eşari mezhebinin en önemli özelliği olan uzlaşmacı yorum, burada da kendini
göstermektedir. Eşari, akıl ile nassı bir arada kullanmış, ancak nassa öncelik verip
aklı nassın hizmetine sunmuştur. Bu nedenle Eşari, nassla gelen haberi sıfatlar ve
rüyet gibi aklın kabul etmekte zorlandığı hususlarda nassa dayanmıştır. Allah’ın
haberi sıfatlarını tartışmasız ve yorumsuz kabul etmiştir. Allah’ın ahirette görülmesi
de nasla sabit olduğundan akılla ölçülmemelidir. Fakat Eşari, akıl ile elde edilen
bilgiyle, bu bilginin mükelleflere sorumluluk yüklemesini birbirinden farklı mütalaa
etmiştir. Ona göre insana sorumluluk yükleyen bilgi, ancak nassen gelen bilgidir.
Nassa dayanmayan hiçbir bilgi kişiye sorumluluk yükleyemediği gibi husün (iyi)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Eşarilik
veya kubuh (çirkin/kötü) hükmü de veremez. Eşarilerce bu görüş kısaca şöyle
formüle edilmiştir: “Bütün mearif akılla tahsil edilir. Ancak sem’ (nass) ile vacip
olur.” Bu prensibe göre ilahi davetin kendisine ulaşmadığı kişinin Allah’ı tanımakla
sorumlu tutulamayacağı ifade edilir. Böyle bir kişinin cennetlik veya cehennemlik
olduğu hususunda hüküm vermeyip susmak esastır.
Allah’ın Varlığı ve Birliği
Allah vardır. Onun varlığına kâinatın en mükemmel ve akıllı varlığı olan insan
tanıklık etmektedir. İnsanın bir damla sudan başlayarak olgun, akıllı ve güçlü bir
erişkin haline gelmesi daha sonra gitgide yaşlanarak gücünü, hafızasını vs.
kaybetmesi bu aşamaların hiçbirinde müdahalede bulunmaya gücünün yetmemesi
bütün bunları başka birinin yaptığını ve Onun müdahalesi olduğunu gösterir ki bu
yüce yaratıcıdan başkası olamaz. Bu muazzam kainata bakıldığında sıradan bir
pamuğun kumaş haline gelme aşamalarında pamuk ekicinin, toplayıcının, işleyenin,
iplik haline getirenin, dokuyup kumaş haline getirenin müdahaleleri vardır. Bu
pamuğun kendiliğinden iplik ve kumaş haline geldiğini ve onda bu kudretin
olduğunu savunmak imkansızdır. O halde sıradan bir pamuğun bile kumaş haline
gelmesini sağlayan yapıcılar var olduğuna göre Bu muazzam kâinatın bir yaratıcısı
olmaz mı? Elbette her şeyi yaratan ve düzenleyen yüce bir yaratıcı vardır.
Allah için mekan
sözkonusu değildir. O
zaman ve mekandan
önce var idi.
Allah birdir, tektir, eşi ve benzeri yoktur. Kâinattaki düzen ve intizamın
devam etmesi bize Allah’ın bir olduğunu gösterir. “Eğer yerle gökte Allah’tan başka
ilahlar (tanrılar) olsaydı, ikisi de bozulurdu.” (Enbiya, 21/22) ayeti buna işaret
etmektedir. Allah, teşbih, tecsim, gibi O’nun kemaline uygun olmayan noksan
sıfatlardan münezzehtir. Allah cisim değildir. Çünkü cisim olması durumunda
boyutları ve bileşenleri olacaktır. Allah’ın isimleri bize bırakılmış değildir. Allah’ın
kendini isimlendirmediği, peygamberinin de isimlendirmediği ve Müslümanların
üzerinde icma etmediği bir ismi bizim Allah’a vermemiz caiz değildir. Allah ne cisim
ne cevher ne de sınır ve nihayeti olan bir varlıktır. Ayrıca zaman ve mekan
yaratılmadan önce Allah vardı. O halde Allah’a hiçbir mekân isnat edilemez.
Allah’ın şahıs ve benzerine hulul etmesi de mümkün değildir.
Eşari ve Eşariler, Allah’a mekân isnadını reddederek bu konuda hem Allah’ın
bir şekilde arşta olduğunu söyleyen Ashabulhadise hem de Allah’ın ilim ve tedbiri
ile her yerde olduğunu söyleyen Mutezileye karşı çıkmışlardır. Eşari; ta’til, teşbih ve
tecsimden uzak bir tenzihi savunmaktadır. Bu anlayışı, onu Mutezileden ayırdığı
gibi Müşebbihe ve Mücessimeden de uzaklaştırmaktadır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Eşarilik
Allah’ın Fiili Sıfatları
Fiili sıfatlar, Allah’ın fiillerinden türetilmiş, hâlık, râzık, âdil gibi Allah’a izafe
edilmiş ancak ondan başka ve ayrı olup zatı ile kaim olmayan muhdes (sonradan
olan) sıfatlardır. Bu sıfatlar Allah’ın fiilleridirler. Fiilleri olmadan önce Allah bunlarla
nitelenmiş değildir.
Eşari ve Eşariler fiili sıfatların Allah’la kaim olmayıp muhdes ve O’nun gayrı
olduğunu savunarak bu hususta Mutezile ile aynı görüşü paylaşırlar. Onlar bu
görüşleriyle, Allah’ın hem isimlerinin hem de fiili sıfatlarının ezeli olduğunu
savunan, Tahâvî ve Matüridi’ye muhalefet etmişlerdir.
Allah’ın Haberi Sıfatları
Eşariler, haber (nass) yoluyla gelen sıfatları kabul etmişlerdir. Eşari vech
(yüz), ayn (göz) ve yedeyn (iki el) gibi haberi sıfatları nassta yer aldığı şekilde ve
cismiyeti reddederek kabul etmiştir. Bu sıfatların “bilakeyf”, nasıllığını
sorgulamaksızın aynen kabulünü öngörmüştür. Kitap ve mütevatir haberle gelen
sıfatlar aynı şekilde alınmış, ahad haberlerle gelenler ise rivayetin sahih olması
durumunda kabul edilmiştir.
Genel olarak ilk Eşariler, Eşari’ye uyarak haberi sıfatları yorumlamaktan, tevil
etmekten kaçınmışlardır. Fakat muteahhir (sonradan gelen) Eşariler, zahiri
anlamları tecsim ve teşbihe götürmesi muhtemel olan bu sıfatları, tenzihe uygun
bir şekilde tevil etme yoluna gitmişlerdir.
Allah’ın Zati sıfatları
Zati sıfatlar, Allah’ın ezelden beri mevsuf olduğu, sonsuza dek mevsuf
olmaya devam edeceği ve Allah’ın onların zıttıyla nitelendirilmesinin mümkün
olmadığı sıfatlardır. Bu sıfatlar zati ve ezeli olup yedi sıfattan ibarettir. Allah, bir
hayat ile hay, bir kudret ile kadir, bir ilim ile âlim, bir irade ile murid, bir sem’ ile
semi’, bir basar ile basir, bir kelam ile mütekellimdir. Bu yedi sıfat var ve ezeli olup
zat ile kaim ve mevcut manalardır. Zati sıfatlar kadimdirler. Şayet Allah bu sıfatlarla
ezelden beri nitelenmiş olmaz ise bunların zıttı olan cehalet, körlük, sağırlık gibi
sıfatlarla muttasıf olur. Halbuki Allah bütün noksanlıklardan münezzehtir.
Eşariler sıfatları zati ve fiili sıfat olarak taksim etmekle Mutezileye tabi
olmuşlardır. Fakat zati sıfatların sayısı ve kadim olmaları hususunda Mutezileden
ayrılmaktadırlar.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Eşarilik
İlahi Kelam ve Kur’an’ın Yaratılmışlığı
Kelamı nefsiyi
ortaya atan ilk kişi
İbn Küllab’tır. Eşari
ve Eşariler bunu
geliştirmişlerdir.
Allah ezelden beri bir kelam ile mütekellimdir. Kelam Allah’ın zati
sıfatlarındandır. Malumat farklı farklı olmasına rağmen Allah’ın ilmi tekbir şey olup
hepsini kapsadığı gibi, kelam da nefsinde tek mana olmasına rağmen böyledir. İlahi
kelam, Allah’la kaim ezeli bir sıfat olup aynı zamanda O’nun emri, nehyi, haberi,
va’d ve vaididir.
Allah’ın kelamı ses, harf ve yazı değildir. Eşari, “Kelam; nefsle kaim olan
mana olup ses ve harfler değildir.” demektedir. Kelam, nefste var olan mana veya
sözdür. İbareler ve işaretler ise bu içteki manaya delalet ederler. Bu emareler,
bazen dil ile söylenen söz, bazen yazı vb. olur. Kelam bu nefste geçen düşüncedir.
Ses ve harfler değildir. İşte Kelam-i nefsi budur. Kelami nefsi anlayışını ilk olarak İbn
Küllab ortaya atmıştır. Bu konuda Eşari ve mensupları onu takip etmişlerdir.
Kur’an, Allah’ın kelamı olup mahlûk değildir. “Müşriklerden biri sana
sığınırsa, onu güvene al, ta ki Allah’ın kelamını dinlesin.” (Tevbe, 9/6) ayetinde
buyurduğu gibi, Kur’an mushaflarda yazılı, dillerle okunan ve bize işitilendir.
Kur’an’la ilgili olarak Eşari, iki şeyin arasını ayırmaktadır. Biri, Allah’ın
kelamıdır ve o kadimdir. Diğeri seslerle okunan, harflerden müteşekkil olan, bir
zaman dilimi içinde indirilmiş olan ve elimizde bulunan kitaptır. İşte bu ibare ve
lafızlar sonradan olup yaratılmışlardır. Ancak medlulleri ezeli ve kadimdir.
Eşariler, Kur’an’ın mahlûk olduğunu söyleyen Mutezili görüş ile Kur’an’ın
mahlûk olmadığını savunan Ashabulhadis arasında mutedil bir yer alarak, Kur’an’da
nakledilen ve işitilen kelam ile bu kelamın içerdiği manaları birbirinden
ayırmışlardır. Kur’an; nakledilen, işitilen ve söylenen sözler olma cihetiyle
yaratılmıştır. Ezeli kelam, harfler değil Allah’ın zatıyla kaim olan kelamı nefsidir.
Tartışma forumu
Tartışma
Eşariler, Allah kelamının kadim ve Allah’ın zatı ile kaim olduğunu
savunmuşlardır. Ancak Allah kelamının harf ve seslerden oluşmuş olmasını ise
reddetmişlerdir. Bu nedenle kelam-ı lafzi yani ses ve harflerden oluşan kelamın,
yaratılmış olduğu hususunda Mutezile ile Eşariler arasında görüş ayrılığı yoktur. Asıl
tartışma, kelamı nefsinin var olup olmadığı ile ilgilidir.
• Kur'an'ın yaratılmışılığı konusunda Eşarilerin tutumu
Mutezileye yakın mıdır? Konuyu gerekçeleri ile forumda
tartışabilirsiniz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Eşarilik
Rüyetullah
İster mümin, ister kâfir yahut gayrı mükellef olsun herkesin Allah’ı görmesi
aklen mümkündür. Fakat nassla gelen haberlere göre, sadece müminler ahirette
Allah’ı göreceklerdir.
Müminler Allah’ı
ahirette
göreceklerdir.
Eşari rüyeti üç aşamalı delille ispatlamaktadır. Birincisi, Allah vardır ve her
var olanın görülmesi mümkündür. O halde Allah görülebilir. İkincisi, rüyeti kabul
etmek Allah için bir noksanlığın isbatını gerektirmediği gibi Allah için uygun
olmayan bir manayı da gerektirmez. Üçüncüsü, Allah eşyayı da nefsini de görür ve
nefsini gören bize kendini gösterebilir veya görmemizi sağlaması mümkündür.
İlahi Fiillerde Hikmet
Allah’ın fiillerinde elbette hikmet vardır. Ancak bu vacip değil caizdir. Allah,
yarattıklarında hikmet sahibidir ve yarattıkları O’nun âlim ve hikmet sahibi bir
yaratıcı olduğunu gösterir. Fakat O’nun fiilleri hikmet bile olsa her hangi bir şeyle
nedenlenmiş değildir. O’nun fiili için hiçbir neden yoktur. O fiillerinde tamamen
hürdür. O halde Allah’ın üzerine bir şeyi yapmak veya yapmamak vacip olamaz.
İlahi fiillerde hikmetin bulunması ile hikmetin Allah’ın fiillerini
gerçekleştirmesine neden olması ve Allah’ın bu nedeni gözetmek zorunda olması
birbirinden farklı mütalaa edilmelidir. Elbette ilahi fiillerde hikmet vardır. Ancak
hikmet veya maksad ve gayenin Allah’ın fiillerini gerçekleştirmesine neden
kılınması ve Allah’ın bu hikmet veya nedeni gözetmek zorunda olduğunu savunmak
aklen mümkün değildir. Böyle bir durum eksiklik olup Allah’ın şanına aykırıdır.
Hayr ve Şer - Kaza ve Kader
Kötülüğü
yaratmakta kötülük
yoktur. Asıl kötülük
onu bilerek
işlemektir.
Hayr, şer, hidayet, dalalet ve tevfik Allah’tandır. Allah hayır ve şerrin
yaratıcısı olduğu gibi ister taat ister masiyet olsun bütün mahlukatın yaratıcısıdır.
Allah sonsuz kudret sahibidir. O’nun kudreti hiçbir şeyle sınırlandırılamaz. Bu
nedenle Allah, hayrın da şerrin de yaratıcısıdır. Şer, haddizatında şer değildir.
Bilakis Allah onu böyle nitelediği için şerdir. Allah iyiyi olduğu gibi kötüyü de
yaratandır. Ancak kötülüğü yasaklar. İyiliğin ise yapılmasını ister ve emreder. İyi ve
kötü her şeyin yaratıcısı Allah'tır. Kötünün de yaratıcısı olmakla beraber onun
yapılmasını istemez. Kötüyü yaratmakta bir kötülük yoktur. Asıl kötülük, onun kötü
olduğunu bilerek işlemektir. Çünkü hayır ve şer nitelemesi Allah’ın irade edip
yaratması ile değil, tamamen insana olan bağı ile ilgilidir. O halde mutlak şer
yoktur. Yaratılma açısından hepsi hayırdır. Külli bir şerrin varlığı söz konusu
değildir. Aslında külli hayırla birlikte cüzi şer vardır. Gökten yağmur yağması varlık
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Eşarilik
ve alemin nizamı için külli bir hayırdır. Yağmur nedeniyle yaşlı bir kadının evinin
yıkılması aslında değil izafetle şerdir.
İyi kötü her şeyi
yaratan Allah’tır.
Ancak iyiliği emretmiş,
kötülüğü ise
yasaklamıştır.
Allah'ın kaza ve kaderi vardır. Günahlar konusunda da böyledir. Şöyle ki,
Allah, onları yaratmış, yazmış ve olacağını haber vermiştir. Allah’ın yaratıp yazması
onları emrettiği anlamına gelmez. “Emretti” anlamında Allah, takdir ve kaza etti
denilemez. Kaza ve kader, fiillerin yaratılmasını Allah’a nispet edilmesinin bir
uzantısı sayılır. Allah; hayrı, şerri, günahı, sevabı her şeyi kaza etmiş ve takdir
etmiştir. Yani yaratmış ve yazmıştır.
İnsan Fiilleri ve Kesb Teorisi
Bütün fiilleri Allah yarattığı için kulun fiillerini de Allah yaratmıştır. Fiil mecazi
anlamda kula nispet edilir. Çünkü insan fiilini yaratamaz sadece fiili kesb eder
(işler). Kesb, bir şeyin müktesibden yaratılmış bir kudretle meydana gelmesidir.
Kul, Allah’ın yarattığı güç sayesinde fiili kesbetmektedir. Kesbi yaratan Allah olduğu
gibi onun gerçek faili ve o fiili yoktan var eden yegâne kudret sahibi de O’dur.
İnsanın bir şeyi kesb etmesi o şeyin kulun muhdes kudretiyle vuku bulmasıdır.
Allah’ın kudreti fiilin aslına taalluk eder, kulun kudreti ise fiilin niteliğine yani günah
veya sevap olmasına, taalluk eder.
Eşari bu kesb teorisiyle, insanın özgür olarak fiillerini gerçekleştirdiğini
savunan Mutezile ile fiilin gerçek failinin Allah olduğunu insanın hür olduğu
söylenen fiillerinde bile özgür olmadığı hatta seçme şansının da bulunmadığını
söyleyerek adeta insandaki sorumluluğu kaldıran Cebriyyenin arasını bulmaya
çalışmıştır. Kula tam bir hürriyet vermeyen Eşari'nin bu kesb teorisiyle ortaya
koyduğu çözüm bazılarınca "cebr-i mutavassıt" olarak adlandırılmıştır.
Teklif-i mâ lâ Yutak
Teklif-i mâ lâ yutak, caizdir. Yani, Allah, kullarını güç yetiremedikleri şeylerle
mükellef kılabilir. Ancak teklif-i mâ lâ yutak (güç yetirilemeyen teklif) iki kısımdır.
Birincisi, ya var olması mümkün olmayan yani mümkün olmadığı için güç
yetirilemeyen şeyler, mesela; imkânsızı emretmek veya iki zıttı cem etmek gibi. Ya
da acizlikten dolayı güç yetirilemeyen şeyler, mesela; kalkamayan yatalak,
konuşmaya güç yetiremeyen dilsiz gibi. Bu kısımda teklif-i ma la yutak caiz değildir.
Çünkü yatalağı kalkmakla, konuşmakla mükellef kılmak mümkün olamaz. İkincisi
ise yapmaya güç yetirememesinin nedeni; o şeyin imkansız olması veya kendisinin
aciz olmasından kaynaklı olmayıp mükellef olduğu şeyi yapmayıp onun zıddını
yapmakla meşgul olmasıdır. Mesela; kâfir, küfür halindeyken Allah onu imanla
mükellef kılmıştır. Çünkü iman etmekten aciz olmadığı gibi yapması da imkansız
değildir. Bu geçimini sağlamakla meşgul olan birinin bu meşguliyetinden dolayı ilim
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Eşarilik
yapmaya kadir olmaması gibidir. İşte mâ lâ yutâk denilen teklifin bu çeşidiyle kul
mükellef kılınmıştır.
Mezhepler arasındaki asıl tartışma bu çeşit bir teklifin, teklif-i mâ lâ yutak
olarak adlandırılıp adlandırılamayacağı hususundadır. Eşari ve onun gibi “Kudret
ancak fiille birlikte olur.” diyenler, bu ilkeden hareketle Allah’ın kâfir ve fasıkı ‘mâ
lâ yutâk’ ile mükellef kıldığını söylerler. Çünkü onlara göre, Allah’ın ezeli ilminde
iman etmeyeceği bilinen kimse ebedi olarak imana güç yetiremez. Fakat buna
rağmen Allah onu iman etmekle mükellef kılmıştır.
Allah’ın hiçbir fiili
çirkin olarak
nitelenemez. O’nun
yaptığı her şey
güzeldir.
Husün ve Kubuh
Burada kastedilen husün (iyilik/güzellik) ve kubuh (kötülük/çirkinlik), mizacın
hoş karşılaması veya tiksinmesi yahut bir nesnenin tam veya noksan olması
şeklindeki anlamı değildir. Çünkü bu iki anlamda da husün ve kubuh akli olup,
lezzet ve mutluluğa ulaştırana husün; elem, gam ve kedere götürene kubuh hükmü
verilir. Akıl bunu gerektirir. Bu hususta Eşariler ile hasımları arasında ihtilaf yoktur.
İhtilaf edilen husus husün ve kubuhun, fiilin sevap ve azabı gerekli kılması anlamına
gelen şerî kullanımıdır. Eşariler’e göre, husün ve kubuh, bu fiillerde, dine, dini
habere göre anlamlandırılır. Akıl hiç bir şeyi vacip kılamaz. İşte husün ve kubhun
akliliğini savunan Mutezileyle Eşarilerin ayrıldığı nokta burasıdır.
Husün ve kubuh izafidir. Fiilin zati bir niteliği olmayıp akıl ile idrak
edilemezler. Şahıslara göre hatta duruma göre tek bir şahısta bile değişik olurlar.
Bir şey bir yönden husün öte yandan kubh olur. Örneğin doğruluk zati bir hakikat
değildir. Bilakis bir şeyi olduğu gibi haber vermektir. Buna göre zâlimden kaçanın
yerini bildirmek doğru bir haber olmasına rağmen hoş görülmez ve kınanır. Tersine
zalimden kaçanın yerini bildirmemek yalan bir haber olmasına rağmen iyi görülür
ve sevap kazandırır. Allah’ın hiçbir fiili kabih olarak nitelenemez. Kulların fiillerinin
iyi veya kötü/çirkin olarak nitelendirilmesi tamamen ilahi emre veya nehye olan
uygunluk durumuna göredir.
Ahiret
Sem’ yoluyla gelen yani nasla bize bildirilen levh, kalem, kürsi, cennet ve
cehennem gibi, gaybe ait haberlerin zahirine göre kabul edilmesi ve nassta yer
aldığı şekilde inanılması gerekir. Çünkü bunların kabulü aklen imkânsız değildir.
Kabir suali, sevap, ikab, sırat gibi, gelecekte ahiret işleri ile ilgili, Kur’an ve hadis
yoluyla bize gelen haberler haktırlar ve onları kabul etmek vaciptir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Eşarilik
Nübüvvet
Kadın resul yoktur.
Ancak kadın nebi
vardır.
Allah’ın insanlara peygamber göndermesi aklen vacip olmayıp caizdir. Çünkü
Allah hakkında hiçbir şey vacip olamaz. Ancak gönderildikten sonra onların
mucizelerle desteklenmesi ve korunması vaciptir. Resulün doğruluğu mucizeyle
bilinir. Mucizenin doğruluğu ise akli muhakeme ile bilinir. Peygamber gönderilip
mucizelerle desteklendiğinde ve insanları imana davet ettiğinde onu dinlemek
vacip olur. Kur’an, Hz. Muhammed’in en önemli mucizesidir.
Nebi ile resul farklıdır. Her resul aynı zamanda nebidir. Fakat her nebi resul
değildir. Kadınlardan resul olmaz ancak nebi olabilir. Resul, insanlara Allah’ın
risaletini tebliğ etmekle görevlidir. Nebiler ise hiçbir risalet görevi ile
görevlendirilmemiş olabilirler. Nebiler, risaletle değil, keramet gibi kendilerine has
bazı hallerinden bilinirler. O halde nebi ile resul arasındaki fark, nebiye Allah’tan
vahiy ve vahiy meleği gelir, resul ise ya baştan yeni bir şeriat ile veya önceki
şeriatların bazı hükümlerini nesh edici bir şeriatle gelir.
Peygamberlik en yüce mevki olup peygamberler yaratılmışların en
üstünüdürler. Risalet kesb ile kazanılacak veya hak edilecek bir mevki olmayıp
Allah’ın vergisidir. Allah dilediği kuluna bunu verir. Risalet için de ismet
(günahlardan masum olmak) şarttır. Bütün peygamberler nübüvvetten sonra
günahlardan masumdurlar.
Velilerin kerameti vardır. Resullerin mucizelerinde bir iddia ve meydan
okuma söz konusudur. Veli de ise ne iddia ne de meydan okuma vardır. Bilakis
bunların olması hata ve günahtır.
İman
Günahkârlar için
Peygamberin şefaatı
vardır.
İman; kalben tasdik olup Allah ve Peygamberini haber verdikleri şeylerde
tasdik etmektir. Tasdik ise bilmekle sahih olur. O halde kim Allah’ın birliğini ve
Peygamberlerin O’ndan getirdiklerini kalpten (içten) tasdik ederse mümindir. Amel
imanın rüknü değildir. Günah işleyen kimse işlediği günahtan dolayı fasık olmakla
birlikte imandan çıkmaz. Günahkâr kimse imanından dolayı mümin, fıskından ve
büyük günah işlemesinden dolayı da fasıktır. Büyük günah işleyenler için
Peygamberin şefaati vardır. Büyük günah işleyeni Allah dilerse affeder dilerse
cezalandırır. Fakat ebedi olarak cehennemde bırakmaz. Cezasını çektikten sonra
çıkarır. Affedilemeyecek tek günah şirktir.
Eşari, imanda artma olabileceğini kabul etmektedir. Çünkü daha önce
olmayıp da sonradan kişinin inanması gereken yeni şeyler olabilir. Ancak imanda
eksilme olamaz. Çünkü iman tek özelliktir nassa göre ondan bir parçanın gitmesi
hepsinin gitmesi demektir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Eşarilik
İmamet
Hz. Ali’ye karşı
savaşanlar adil imama
karşı gelmişlerdir.
İmamet, farziyeti sem’ ile bilinen dini kurallardan biridir. İmamet seçimle
olur. İmamların Kureyş’ten olması nassla belirlenmiştir. İmam bir kişi olmalıdır.
Birden fazla imamın olması caiz değildir. Efdal varken mefdulun imameti geçerli
değildir. Şayet mefdula imamet akdedilirse o anca hükümdar olur. İmam olmaz.
Fazilet sırası imamet sırası gibi olup, ümmetin en faziletlisi Hz. Ebu Bekir, sonra Hz.
Ömer, sonra Hz. Osman ve sonra da Hz. Ali’dir. Ali ile savaşan Talha, Zübeyr ve
Muaviye bu çıkışlarıyla adil imama karşı gelmişlerdir. Onlar birer müçtehit oldukları
için onlara bu hareketlerinden dolayı fasık veya kafir denilemez.
Eşarilerin önderlerinden Cüveyni, imamet konusunun aslında inanç
esaslarından olmadığını belirtmektedir. Ona göre Şia imameti temel esas kabul
ettiğinden imamet konusuna inanç esasları içinde yer verilmiştir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Özet
Eşarilik
• Eşari mezhebi, uzlaşmacı, akla oldukça önem veren ancak nassı
önceleyen, aklı nassın anlaşılmasında kullanan, aklın kavramakta
güçlük çektiği nassları olduğu gibi kabul eden fakat teşbihten
kaçınarak tenzihe vurgu yapan, mutedil bir tutuma sahip olup,
kelamın İslam dünyasında meşru sayılıp İslami ilimler içinde yer alıp
gelişmesine önemli katkıları olan, bir mezheptir.
• Ehlisünnet denildiğinde ilk akla gelen mezhep Eşariliktir. Hicri V.
yüzyıldan itibaren Sünni devletlerin hakimiyetinde bulunan hemen
hemen her yerde yoğun bir şekilde öğretisi yapılmıştır.
• Eşarilik, Matüridilikle birlikte Ehlisünneti temsil etmektedir.
• Eşarilik, İslami ilimlerde kendini ispatlamış otoriter isimlerin her
çağda devam eden mensuplarının olduğu; ameli, ahlaki ve itikadi
alanda varlık gösteren dönemin önde gelen âlim mensuplarıyla, İslam
ümmetinin Sünni kanadında, halk kitlelerini kendine çekmiş bir
mezheptir.
• İmam Eşari, aşırı nasçılar ile aşırı akılcılar arasını uzlaştırması yöntemi
ile İmam Şafii'ye benzemektedir. Fıkıhta rey ve rivayet taraftarları
arasında Şafii'nin uzlaşmacı rolünün bir benzerini Eşari, akılcı
Mutezile ile nasçı Ehlihadis arasında itikadi açıdan yerine getirmiştir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Ödev gönderimi
Ödev
Etkileşimli Alıştırmalar
Alıştırmalar
Eşarilik
• Öğrendiklerinizi etkileşimli alıştırmalarla
pekiştirebilirsiniz
• İlk dönem meşhur Eşari bilginlerini kaynaklardan
araştırarak 200 kelimeyi aşmayacak şekilde yazınız.
• Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı altında
yer alan "ödev" bölümüne yükleyebilirsiniz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Eşarilik
DEĞERLENDİRME SORULARI
1- Aşağıdakilerden hangisi Eşariliğin Mısır’da hakim bir mezhep olmasını
sağlamıştır?
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
a) Selahaddin Eyyübi
b) İbn Tumert
c) Nizamu’l-Mülk
d) İbn Fürek
e) Tuğrul Bey
2- Kulun muhdes kudretle gerçekleştirdiği eylemine ne ad verilir?
a)
b)
c)
d)
e)
Kabih
Cüzi irade
Kesb
Günah
Kelam-ı nefsi
3- Teklif-i mâ lâ yutak’ın anlamı nedir?
a)
b)
c)
d)
e)
İnsanın muhdes kudreti
İnsanın yapmakta aciz olduğu şey
İnsanın hür iradesi
Güç yetirilemeyen şeylerle kulun mükellef kılınması.
Kulun sorumlu tutulması
4- Kelamı nefsi kavramını ilk ortaya atan kimdir?
a)
b)
c)
d)
e)
Eşari
İbn Küllab
Matüridi
Bakıllani
Gazalî
5- Eşarilik hangi ameli mezhepler üzerinde yayılmıştır?
a)
b)
c)
d)
e)
Hanefi-Hanbeli
Maliki-Hanefi
Hanbeli-Maliki
Maliki-Şafii
Şafii-Zahiri
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
Eşarilik
6- Eşari’ye göre aşağıdakilerden hangisi doğrudur?
a) İman azalır
b) İman artmaz
c) İman artar fakat azalmaz
d) İman artar ve azalır
e) İman ne artar ne de azalır
7- Aşağıdakilerden hangisi Eşariliğin öncülerindendir?
a)
b)
c)
d)
e)
İbn Küllab
Şafii
Gazalî
Kuşeyri
Bağdadi
8- Eşari kırk yaşına kadar hangi mezhebe mensuptu?
a)
b)
c)
d)
e)
Şia
Hanbeli
Matüridilik
Selefiyye
Mutezile
9- Eşariliğin yayılıp gelişmesinde aşağıdakilerden hangisinin etkisi olmamıştır?
a)
b)
c)
d)
e)
Nizamiye medreseleri
Şafiilik
Malikilik
Hanefilik
Tasavvuf
10-İslam mezheplerini ve bu mezheplerin görüşlerini öğrenmek isteyen biri
Eşari’nin hangi eserine başvurmalıdır?
a)
b)
c)
d)
e)
Makalatu’l-İslamiyyin
El-İbane
El-Luma
İstihsanu’l-Havd
Risale ila Ehl-i Sağr
CEVAPLAR:
1.A, 2.C, 3.D, 4.B, 5.D,6.C, 7.A, 8.E, 9.D, 10.A
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
Eşarilik
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR
Bağdâdî, Abdulkahir b. Tahir b. Muhammed. (1981). Usûlü’d-Din. Beyrut.
Bağdâdî, Abdulkahir b. Tahir b. Muhammed. (1991). Mezhepler Arasındaki Farklar.
Ter. Ethem Ruhi Fığlalı, Ankara.
Bâkıllânî, Kâdi Ebu Bekr b. Tayyib. (1986). El-İnsâf. Tah. İmaduddin Ahmed Haydar,
Beyrut.
Bâkıllânî, Kâdi Ebu Bekr b. Tayyib. (1987). Temhidu’l-Evâil ve Telhisu’d-Delâil. Tah.
İmaduddin Ahmed Haydar, Beyrut.
Bedevi, Abdurrahman. (1983). Mezâhibu'l-İslâmiyyîn. Beyrut.
Cüveynî, İmamu’l-Haremeyn Ebu’l-Muâlî Abdulmelik. (1985). Kitabu’l-İrşad, Tah.
Es’ad Temim, Beyrut.
Eşari, Ebu’l-Hasan Ali b. İsmail. (1987). El-İbâne an Usuli’d-Diyane, thk., Fevkiye
Hüseyn Mahmûd, Kahire.
Eşari, Ebu’l-Hasan Ali b. İsmail. (1953). Kitabu'l-Luma' fi'r-Red ala Ehli'z-Zeyğ ve'l
Bida', thk., Richard J. McCarthy, Beyrut.
Eşari, Ebu’l-Hasan Ali b. İsmail. (1953). Risale fi İstihsani'l-Havd fi İlmi'l-Kelâm, (el
Luma' ile birlikte) Beyrut.
Eşari, Ebu’l-Hasan Ali b. İsmail. (1980). Kitabu Makâlâti'l-İslâmiyyîn ve İhtilâfi’l
Musallîn, thk., Hellmut Ritter, Wiesbaden.
Eşari, Ebu’l-Hasan Ali b. İsmail. (1987). Risale ila Ehi’s-Sağr, thk., Muhammed
Seyyid El-Celyend, Kahire.
Feyyûmî, Muhammed İbrahim (2003). El-İmâm Ebu’l-Hasan El-Eş’arî, Kahire.
Fığlalı, Ethem Ruhi. (2004). Çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri. İzmir.
Gazzâlî, Ebu Hamid Muhammed b. Muhammed. (1985). Kavaidu’l-Akâid, thk. Musa
b. Nasr, Beyrut.
Gazzâlî, Ebu Hamid Muhammed b. Muhammed. (1988). El-İktisâd fi'l-İ'tikâd,
Beyrut.
Gölcük, Şerafeddin. (1997). Bâkıllânî ve İnsan Fiilleri, Ankara.
İbn Asâkir, Ebu'l-Kâsım Ali b. Hasan. (1979). Tebyinu Kezibi'l-Mufteri fi ma Nüsib
ile’l-İmâm Ebi’l-Hasan El-Eşari, Dimeşk.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
Eşarilik
İbn Fûrek, Ebu Bekr Muhammed b. El-Hasan. (1987). Mucerredu Makâlâti’ş-Şeyh
Ebi’l-Hasan El-Eşari, thk., Daniel Gimaret, Beyrut.
İbn Hazm, Ebu Muhammed Ali b. Ahmed b. Said ez-Zahiri. (1996). El-Fasl fi'l-Milel
ve'l-Ehva ve'n-Nihal, thk., İbrahim Nasr-Abdurrahman Umayre, Beyrut.
İrfan Abdulhamid. (1983). İslam’da İtikadi Mezhepler ve Akaid Esasları, çev. M.
Saim Yeprem. İstanbul.
İzmirli, İsmail Hakkı, Yeni İlmi Kelâm, Ankara 1981.
Keskin Mehmet. (2005). Eşariliğin Teşekkül Süreci, Ankara (Basılmamış doktora
tezi)
Kıvamuddin, Burslan. (1928). “Ebu’l-Hasan El-Eşari’nin Babu’l-Ebvâb Ehalisine
yazdığı Mektup”, Dârülfünûn İlahiyat Fakültesi, Mecmuası, c. II, Sayı, VII-VIII,
İstanbul. Sayı, VII, s. 154-176, Sayı, VIII, s. 50-108.
Koçyiğit, Talat. (1961). “Ebu’l-Hasan El-Eş’arî ve Bir Risalesi”, AÜİFD, c. VIII, s. 165
174. Ankara.
Komisyon.(2004). İslam Düşünce Ekolleri. Ankara. İlitam Yayınları.
Komisyon.(2010). İslam Mezhepleri Tarihi. Eskişehir. Anadolu Üniversitesi Yayınları.
Makdısi, George. (1962-1963). “Ash'ari and the Ash'arites in Islamic Religious
History”, Studia Islamica, c. XVII-XVIII, c. XVII, s. 37-80, c. XVIII, s. 19-39. Paris
Mez, Adam. (2000). Onuncu Yüzyılda İslam Medeniyeti, çev. Salih Şaban, İstanbul.
Neşşâr, Ali Sami. (1999). İslam’da Felsefi Düşüncenin Doğuşu, çev. Osman Tunç.
İstanbul.
Öz. Mustafa. (2011). Başlangıçtan Günümüze İslam Mezhepleri Tarihi. İstanbul.
Râzî, Fahruddin Muhammed b. Ömer b. Hüseyn. (2002). Kelam’a Giriş El-Muhassal,
çev. Hüseyin Atay. Ankara.
Sarıkaya, Mehmet Saffet. (2001). İslam Düşünce Tarihinde Mezhepler. Isparta.
Şehrisrânî, Ebu'l-Feth Muhammed b. Abdilkerim. (1992). El-Milel ve'n-Nihal, thk.
Ahmed Fehmi, Beyrut.
Watt, Montgomery. (1998). İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri, çev. Ethem Ruhi
Fığlalı, İstanbul.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
MATURİDİLİK
• Maturidilliğin Tanımı
• Maturidilliğin Doğuşu
• Maturidilliğin Gelişimi
• Maturidilliğin İsimlendirilmesi
• Maturidilliğin Görüşleri
• Maturidilliğin Yayıldığı Bölgeler
• Maturidilliğin Günümüzdeki Durumu
İSLAM MEZHEPLERİ
TARİHİ
Doç. Dr. Ahmet AK
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• Maturidillik kavramını kavrayabilecek,
• Maturidilliğin ortaya çıkışını anlayabilecek,
• Maturidilliğin gelişimini öğrenebilecek,
• Maturidilliğin isimlendirilmesini kavaraabilecek,
• Maturidilliğin görüşlerini ve günümüzdeki yerini
değerlendirebileceksiniz.
ÜNİTE
12
Maturidilik
GİRİŞ
Maturidilik,
Ehlisünnet’in
en büyük koludur.
İslam düşünce tarihinde önemli yeri olan mezheplerin biri de Maturidiliktir.
İmam Maturidi ve kendisine nispet edilen Maturidilik ile ilgili bazı bilgiler,
Ehlisünnet bölümünde de ele alınmaktadır. Bu ünite, Maturidilik ile ilgili temel
konuları kapsamaktadır. Maturidiliğin tanımı, doğuşu, gelişimi, isimlendirilişi,
yayıldığı yerler ve günümüzdeki durumu ünitenin ana konularını oluşturacaktır.
Ünitede ayrıca Maturidiliğin kurucusu Ebu Mansur Maturidi ve onun yolunu takip
eden bazı bilginler hakkında bilgiler yer alacaktır.
MATURİDİLİĞİN TANIMI
Maturidilik, İmam Azam Ebu Hanife’nin yolunu takip eden Ebu Mansur
Maturidi’nin görüşleri çerçevesinde oluşan, naklin/vahyin yanı sıra akla da büyük
önem verilen itikadi bir İslam mezhebidir. Kurucusunun adına nispetle Maturidilik
denilen bu ekol, Ehlisünnet’in en büyük kolunu teşkil etmektedir. Bu mezhebin
mensuplarına, amelde Hanefi, itikatta Maturidi denilmektedir.
Maturidiliğin Tarihi
Maturidiliğin tarihini, İmam Azam Ebu Hanife’nin yaşadığı döneme kadar
götürmek mümkündür. Çünkü İmam Maturidi’nin temel görüşleri ve hoca silsilesi,
İmam Azam Ebu Hanife’ye dayanmaktadır. Diğer bir ifade ile Maturidiliğin arka
planı, Hanefiliktir. Bu sebeple, bu ünitede Maturidiliğin doğuşundan önce, arka
planı ele alınacaktır.
Maturidiliğin Arka Planı
Maturidiliğin tarihini
İmam Azam Ebu
Hanife’nin dönemine
kadar götürmek
mümkündür.
Türkistan halkı, hicri I. asırdan itibaren İslam’ı tanımaya ve Müslüman
olmaya başladılar. Fakat kelimei şehadet getirip iman etmelerine rağmen, amelde
birtakım eksikleri gerekçe gösterilerek onlara ikinci sınıf Müslüman muamelesi
yapıldı. Hatta onlardan ilk zamanlarda gayri Müslimlerden alınan cizye vergisi de
alındı. Emevilerin son döneminde yaşayan Ebu Hanife ve taraftarları, iman ve
amelin ayrı olduğunu ve kelime-i şahadet getiren herkesin iman konusunda eşit
olduğunu savundular. Bu sebeple, yeni Müslüman olanlara karşı yapılan
haksızlıklara karşı çıktılar ve bu yanlışın düzeltilmesi için büyük gayret gösterdiler.
Bunun sonucunda Türkistan halkı, Ebu Hanife’nin görüşlerini/mezhebini seçti.
Kısa bir müddet sonra Emevi devleti yıkılıp, Abbasi devleti kurulunca
Hanefilik resmi mezhep oldu. Bunun üzerine Ebu Hanife’nin gözde talebelerinden
Ebu Yusuf, baş kadılığa getirildi. Ülkenin çeşitli yerlerine ve özellikle de Türkistan’a
Hanefi kadılar atandı ve aynı zamanda Hanefi eğitime ağırlık verildi.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Maturidilik
Ebu Hanife’den yetişen öğrenciler, kısa zamanda onun görüşlerini gittikleri
şehirlerde yaydılar. Bunlardan birisi Ebu Mukatil Semerkandi (208/823)’dir. O, Ebu
Hanife’nin yakın arkadaşı ve onun görüşlerini çok iyi bilen bir kimse idi. Mukatil,
hocasından öğrendiklerini El-Âlim ve’l-Müteallim adlı bir eserde topladı ve
Semerkant’a götürerek orada Hanefiliğin yayılmasına çalıştı.
Ebu Hanife’den yetişen diğer bir Türkistanlı öğrenci ise Ebu Muti el-Hakem b.
Abdullah el-Belhi’dir. O, Ebu Hanife’ye nispet edilen Fıkhu’l-Ebsat adlı eseri Belh’e
götürdü. O, orada bu eseri ve El-Âlim ve’l-Müteallim adlı eseri Nusayr b. Yahya elBelhi (268/881) gibi öğrencilere okutarak, bölgede Ebu Hanife’nin itikadi
görüşlerini yaymaya çalıştı. Onun okuttuğu öğrencilerden Nusayr b. Yahya, İmam
Maturidi’nin önde gelen hocalarından birisidir.
Türkistan’dan Bağdat’a okumaya gelenler, Ebu Hanife vefat ettikten sonra
Muhammed eş-Şeybani, Ebu Yusuf ve Züfer gibi öğrencilerinden ders almaya
devam ettiler. Bunlardan birisi Muhammed b. Şeybani’nin öğrencisi, Muhammed
b. Mukatil Razi (248/862)’dir ki, o, İmam Maturidi’nin ilk hocalarındandır. Bütün
bunlar, İmam Maturidi’nin Ebu Hanife’nin öğrencilerinin öğrencilerinden yetiştiğini
göstermektedir. Böylece Ebu Hanife’nin görüşleri kısa sürede Semerkant, Buhara
ve Belh gibi Türkistan şehirlerinde yayıldı.
O sırada Semerkant, dönemin önde gelen ilim ve kültür merkezi idi. Zira o
dönemde Semerkant’ta, Budizm ve Brahmanizm gibi diğer dinlerin yanı sıra başta
Mutezile, Şia ve Kerramiyye olmak üzere diğer İslam fırkalarının yoğun faaliyetleri
vardı. Bu durum, din ve mezheplerin düşünce boyutunun tartışılmasına ve
mensupları arasında rekabete yol açtı. Ve aynı zamanda bölgenin en yaygın
mezhebi olan Hanefiliğin inanç boyutunun gelişip, sistemleşmesine zemin hazırladı.
İşte İmam Maturidi, diğer dinlere ve İslam fırkalarına mensup kimselerin yoğun
faaliyette bulunduğu bir sırada Semerkant’ta dünyaya geldi.
Ebu Mansur Maturidi
Ebu Mansur Maturidi,
büyük bir Türk Bilgini ve
Ehlisünnet’in iki
imamından birisidir.
İmam Maturidi, yaklaşık 238/862 yılında, bugün Özbekistan Cumhuriyetinin
sınırları içerisinde yer alan Semerkant’ın Maturid köyünde dünyaya geldi ve
333/944 yılında Semerkant’ta vefat etti.
Büyük bir Türk bilgini olan İmam Maturidi, Ebu Bekir Cüzcani, Ebu Süleyman
Cüzcani, Nusayr b. Yahya ve Ebu Nasr İyazi gibi dönemin en iyi Hanefi âlimlerinden
ders aldı.
Ebu’l-Muin Nesefi, İmam Maturidi’nin, herkesin sahip olamadığı bir takım
inceliklere ve delil sunmaya vakıf olduğunu; muhatabının görüşlerini susturacak
tartışma metotlarını bildiğini, her konuda gönülleri tatmin edecek deliller
getirdiğini belirtmektedir. Hocası Ebu Nasr İyazi’nin, Ebu Mansur gelmedikçe derse
başlamadığını ve onu uzaktan her görüşünde, ona hayran hayran bakarak
övdüğünü kaydetmektedir. Nesefi’ye göre “Maturidi, ileri gelen imamlardan ve
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Maturidilik
dini rayına oturtan ender kimselerden birisidir. O'nun Kur’an’ın tevilleriyle ilgili
kitabı, sahasında eşiz bir eserdir. O, bu eserinde dini konudaki sorunlara çok güzel
çözümler üretmiş ve dini hurafelerden arındırmıştır.” (Nesefi, 1993, I/359).
İmam Maturidi’nin
görüşleri, asıl itibarıyla
İmam Azam Ebu
Hanife’nin görüşleridir.
Ebu Mansur Maturidi, büyük bir fakih ve mütekellim olduğu kadar aynı
zamanda büyük bir müfessirdir. O, tefsirinde Kur’an ayetlerini, Kur’an ve Sünnet’e
uygun bir şekilde tefsir ederek Ehlisünnet itikadını sağlam bir zemine oturtmuştur.
Maturidi, akla ve aklı kullanmaya büyük önem verir. Fakat ona göre hem akıl
hem de aklı kullanan insanın kapasitesi sınırlıdır. Çünkü akıl, kapasitesi sınırlı olan
duyu organlarının vereceği verilere muhtaçtır. Ayrıca, bencillik, inat ve hırs gibi
düşünmeyi zayıflatan şeyler, insanın duyu organlarını ve aklını, sağlıklı bir şekilde
kullanmasını engeller. Bu bakımdan her şeyin akılla bilinmesi ve kavranması
mümkün değildir. Bu sebeple Maturidi, insanın, söz konusu olumsuz faktörlerden
sıyrılabildiği ölçüde sağlıklı düşünebileceği görüşündedir. Diğer taraftan o, aklın ve
duyu organların yeteneğinin ve gücünün sınırlı olduğuna işaret ederek, Allah’ın zatı
ve sıfatları, ahiret konuları ve “Yasin”, “Ha Mim” ve “Elif Lam Mim” gibi gizemli
ayetleri insanın tam olarak anlayıp kavrayabilmesini imkânsız görür. Ona göre,
bunlar ancak, Allah’ın bize bildirdiği kadarıyla bilinebilir. Bu sebeple o, insanın
sınırlı bir varlık olduğunun farkına varmasını, gücü ve kudreti sonsuz olan Allah’a
inanıp, güvenmesini gerekli görmektedir.
İmam Maturidi, dini anlama konusunda Ebu Hanife’nin “Tenzili inkâr söz
konusu olmadıkça, tevilin inkârı küfrü gerektirmez.” temel prensibinden hareketle,
araştırmacı, sorgulayıcı bir ruhla gelişimi ve ilerlemeyi hedeflemiştir. O, iman
esaslarının inkâr edilmediği sürece, dinin detayları ile ilgili farklı görüşleri bir
zenginlik olarak görmüştür. İmam Maturidi, problemlerin aklın ve naklin ışığında
çözülmesini, bu yapılırken kardeşliğin, birlik ve beraberliğin de muhafaza
edilmesini, barış ve adalet içinde yaşanmasını, elbirliği ile her şeyin en iyisinin
yapılmasını tavsiye etmiştir.
İmam Maturidi, İmam Azam Ebu Hanife’nin görüşlerini geliştirip
sistemleştirmiş ve onun gibi din konusunda ortaya çıkan problemleri akıl ve nakil
ışığında çözmeye çalışmıştır. Diğer bir ifadeyle, o, İmam Azam çizgisindeki
Ehlisünnet'i sistematik hale getirerek, dinin kolay ve doğru anlaşılmasına gayret
etmiştir.
MATURİDİLİĞİN DOĞUŞU
İmam Maturidi’nin hocası Ebu Nasr İyazi’nin ölümünden sonra Semerkantlı
Hanefiler arasında din ve dünya ile ilgili bazı konularda farklı görüşler ortaya çıktı.
Bunun sonucunda Semerkantlı Hanefiler, iki alt gruba ayrıldılar. Bunlardan biri,
sadece nakle önem veren, akla ve düşünmeye fazla önem vermeyenler; diğeri
naklin yanı sıra akla ve düşünmeye büyük önem verenler, yani HanefiMaturidilerdir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Maturidilik
Sadece Nakle Önem Veren Hanefiler: Bunlar, Ebu Ahmed İyazi gibi âlimlerin
benimsediği araştırma ve sorgulamayı kabul etmeyen, eleştiriye açık olmayan, aklı
kullanmaya önem vermeyen Hanefilerdir.
Maturidilikte vahyin
yanı sıra akla da büyük
önem verilir.
Nakil İle Birlikte Akla ve Düşünmeye Önem Veren Hanefiler: Bunlar, başta
İmam Maturidi olmak üzere, sorgulayan, eleştiren ve daha iyisini yapmak için
naklin yanı sıra akla büyük önem veren Hanefilerdir. Onlara göre akıl ve nakil
çelişmez; ikisi de insanı doğruya, güzele götürür.
İmam Maturidi’ye göre “Yasin” ve “Elif Lam Mim” gibi manası kapalı,
Arapçası müteşabih olan bazı ayetlerin anlamını tam olarak bilmek imkânsızdır.
Bununla birlikte, konunun uzmanları bu tür ayetlerin bazı inceliklerini bilebilirler.
Dolayısıyla bu tür ayetlerin, anlamı açık ve net olan muhkem ayetler ışığında
yorumlanması gerekir. İmam Maturidi’ye göre anlaşılması zor olan ayetlerin
gönderilişinde iki çeşit fayda vardır:
1. Bu ayetler, insanları meraklandırarak, onları düşünmeye ve araştırmaya
teşvik etmek için gönderilmiştir.
2. Bu ayetler, bilenlerin, bilmeyenlerden üstün olduğunun anlaşılması için
gönderilmiştir. (Maturidi, 2004, I/248)
İmam Maturidi’nin yukarıda geçen görüşü, onun, bilime, düşünmeye ve
araştırmaya ne kadar önem verdiğini açıkça göstermektedir.
Ebu Mansur Maturidi’nin öncülüğünü yaptığı topluluk, Hanefiliğin özünde
var olan nakle/vahye son derece bağlı kalmakla birlikte; düşünüp araştıran, aklı
kullanmaya büyük önem veren anlayışı aynen sürdürmüştür. Bu nedenle, Hanefi
Semerkant ekolü içerisinde İmam Maturidi’nin öncülük ettiği bu grubu HanefiMaturidi ismi ile anmak mümkündür.
İmam Maturidi, büyük
bir Hanefi âlimidir
Maturidi’nin yaşadığı dönemde, bir taraftan çeşitli din ve düşünce sistemleri
arasında rekabetin olması, diğer taraftan güvenli ve özgür bir ilmi atmosferin
bulunması, ayrıca yoğun bir eğitim faaliyetinin sürdürülmesi, Maturidiliğin
oluşmasına zemin hazırlamıştır.
İmam Maturidi’nin görüşleri kendisinden sonra Ebu’l-Kasım Hakim
Semerkandi (342/953), Ali b. Said Rustuğfeni (345/956) ve Ebu Muhammed
Abdülkerim Pezdevi (390/1000) gibi öğrencileri tarafından yayılmıştır.
Onun öğrencilerinden Hakim Semerkandi, halk tarafından sevilen ve saygı
duyulan bir kişi olup Semerkant’ta uzun süre kadılık görevinde bulunmuştur. O,
hocası İmam Maturidi 333/944 yılında vefat edince mezar taşına şu ibareyi
yazdırmıştır:
“Bu, her şeyini bilime adayan ve bilimin yayılıp, gelişmesine harcayan,
Bu sebeple, eserleri övülen, ömrünün meyvelerini toplayan kişinin kabridir.”
(Nesefi, I/358)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Maturidilik
Bu beyit, İmam Maturidi’nin Hanefiler arasında çok saygın bir yerinin
olduğunu göstermektedir.
Maturidilik,
günümüzden yaklaşık
1000 yıl önce bugünkü
Özbekistan’ın
Semerkant şehrinde
ortaya çıktı.
Kitabü’t-Tevhid ve Kitabü’t-Te’vilat gibi önemli eserler veren ve çok sayıda
öğrenci yetiştiren İmam Maturidi’nin görüşleri öğrencileri tarafından nesilden
nesile
aktarıldı.
Sonuçta
İmam
Maturidi,
Hanefiler
tarafından
Ehlisünnetvelcemaat’in ileri gelen bir imamı; fikirleri ise “Ehlisünnetvelcemaat”in
görüşleri şeklinde ifade edildi. Bu sebeple Selçuklulara kadar olan bu sürece
Maturidiliğin oluşum süreci ya da doğuşu demek mümkündür.
Sonuç olarak İmam Maturidi’nin görüşleri IV/X. yüzyılda Semerkant merkez
olmak üzere Maveraünnehir’deki Hanefiler arasında yayılmaya başladı. Diğer bir
ifade ile Maturidilik, günümüzden yaklaşık 1000 yıl önce bugünkü Özbekistan’ın
sınırları içerisinde bulunan Semerkant’ta ortaya çıktı.
MATURİDİLİĞİN GELİŞİMİ
V/XI. ve VI/XII. yüzyılda Selçuklular döneminde Ebu’l-Yüsr Pezdevi, Ebu’lMuin Nesefi, Ömer Nesefi, Alauddin Semerkandi ve Nureddin Sabuni gibi çok
sayıda Maveraünnehirli Hanefi-Maturidi âlim yetişti. Onlar, bir taraftan
Maturidiliğe ait temel kaynakları yazarak, diğer taraftan çok sayıda öğrenci
yetiştirerek Maturidiliğin gelişmesini sağladılar. Böylece Türk dünyasında ortaya
çıkan ve gelişen Hanefilik ile Maturidilik, etle kemik gibi birbirinden ayrılmayan bir
ikili oldu. Burada bu âlimlerin Maturidiliğin gelişimine katkısı kronolojik sıraya göre
ele alınacaktır.
Ebu’l-Yüsr Muhammed Pezdevi
V/XI. yüzyılda İmam Maturidi’nin ismini ve görüşlerini savunan ilk ve en
önemli âlim Ebu’l-Yüsr Muhammed b. Muhammed b. Abdülkerim Pezdevi (421–
493/1027–1099)’dir. Selçuklu Sultanı Sultan Melikşah’ın 481/1099 yılında
Semerkant’ı aldığı sırada Semerkant kadısı olan Pezdevi, Semerkant ve Buhara’da
yoğun olarak ilmi faaliyette bulundu.
Muhammed Pezdevi, İmam Maturidi’nin önde gelen öğrencilerinden
Abdülkerim Pezdevi (390/1000)’nin torunudur. O, İmam Maturidi’nin öğrencisinin
öğrencilerinden okuyup yetişti ve İmam Maturidi’nin kitaplarını ve görüşlerini
yaymaya çalıştı. Bu sebeple Pezdevi’nin İmam Maturidi ile Selçuklu Hanefi âlimleri
arasında köprü vazifesi gördüğü söylenebilir.
Pezdevi, bir taraftan Usulü’d-Din gibi eserler vererek diğer taraftan Ömer
Nesefi gibi çok sayıda öğrenci yetiştirerek Maturidiliğin gelişimine büyük katkı
sağlamıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Maturidilik
Ebu’l-Muin Nesefi
Ebu’l-Muin Nesefi, 438/1046 yılında Nesef’te doğdu. O, Ebu’l-Yüsr Pezdevi
gibi büyük âlimlerden okudu ve Alauddin Semerkandi ve Ömer Nesefi gibi çok
sayıda öğrenci yetiştirdi. O, aynı zamanda Maturidiliğin temel kaynaklarından
sayılan Tabsıratü’l-Edille ve Bahru’l-Kelam gibi kıymetli eserler yazdı.
Maturidiliğin gelişimini
Ebu’l-Muin Nesefi ve
Ömer Nesefi gibi Hanefi
âlimler sağladı
Ebu’l-Muin Nesefi, eserlerinde İmam Maturidi’nin görüşlerini delilleri ile
birlikte geniş bir şekilde açıklamakla kalmadı; onun görüşlerini daha da geliştirip
sistemleştirdi. Bu sebeple o, Maturidi fikirlerin açıklayıcısı ve tamamlayıcısı olarak
kabul edilmektedir. Yine o, İmam Maturidi’den sonra gelen en büyük Maturidi
kelamcısı olarak tanınmaktadır. Bu yüzden onun Maturidiliğin gelişimine katkısı,
Eş’ariliğin yayılışına katkıda bulunan Bakillani gibi görülmektedir.
Ebu’l-Muin Nesefi, Ebu Hanife’yi en iyi anlayan ve onun görüşlerini en iyi
ifade edenin İmam Maturidi olduğunu belirtir. O, yine Maturidi’nin Ebu Hanife’nin
görüşlerini geliştirip sistemleştirdiğini de açıkça ifade eder. Böylece, o, Ebu
Hanife’nin fikirleri ile Maturidi’nin fikirlerinin aynı olduğuna belirterek, Ebu Hanife
ile Maturidi’nin fikirleri arasında tam bir uyum olduğuna vurgu yapar.
Ömer Nesefi
461/1069 yılında Nesef’te dünyaya gelen Ömer Nesefi, ilk tahsilini
memleketinde yaptıktan sonra Semerkant’a gitti ve orada Ebu’l-Yüsr Pezdevi ve
Ebu’l-Muin Nesefi gibi çok sayıda hocadan ders aldı. Usul, kelam, tefsir, hadis, fıkıh
ve nahiv alanlarında önde gelen bir âlim olan Ömer Nesefi, Akaidü’n-Nesefiyye, ElKand fi Zikri Ulemâ-i Semerkand ve Et-Teysir fi’t-Tefsir gibi çok kıymetli eserler
yazdı.
Meşhur El-Hidâye adlı eserin yazarı Ebü’l-Hasan Merginâni gibi çok sayıda
öğrenci yetiştiren Ömer Nesefi, 537/1142 yılında Semerkant’ta vefat etti.
Ömer Nesefi’nin Akaidü’n-Nesefiyye eseri için Selçuklular döneminden
itibaren çok sayıda şerh ve haşiyeler yazıldı. Bu eser, bütün İslam dünyasında
meşhur oldu ve okutuldu; halen de okutulmaya devam etmektedir. Bu durum
Maturidiliğin, Selçuklular döneminden itibaren Akaidü’n-Nesefiyye adlı eserle
adeta bütünleştiğini göstermektedir.
Alauddin Semerkandi
Muhammed b. Ahmed Alauddin Semerkandi; Ebu’l-Muin Nesefi ve Ebu’lYüsr Pezdevi’den yetişti. Kendisi de “Sahibü’l-Bedai’” olarak meşhur olan Alauddin
Kâsâni gibi çok sayıda öğrenci yetiştirdi ve Mizânü’l-Usul, Tuhfetü’l-Fukahâ ve
Şerhu Kitabi’t-Te’vilat gibi önemli eserler yazdı.
Alauddin Semerkandi, İmam Maturidi’nin meşhur tefsiri Te’vilatü’l-Kur’an’ını
şerh etti. Yine o, Mizanü’l-Usul adlı usulü fıkıh eseri yazarak, Maturidi’nin usul
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Maturidilik
anlayışını canlandırdı. Eserlerinde İmam Maturidi için Ehlisünnet’in reisi ve
Maveraünnehir Hanefilerinin baş hocası demektedir.
Nureddin Sabuni
Ahmed b. Mahmud Buhari, Buharalı Hanefi âlimlerdendir. Kendisine
“Nureddin”, “el-İmam” ve “Nureddin Sabuni” gibi isimler verilmekle birlikte; o,
daha çok Nureddin Sabuni ismi ile meşhur oldu.
El-Bidaye sahibi olarak da meşhur olan Nureddin Sabuni, Tabsıratü’l-Edille’yi
okumaya ve okutmaya icazetli Şemsü’l-Eimme Muhammed Kerderi (642/1244) gibi
önemli âlimlere hocalık yaptı.
Nureddin Sabuni, el-Bidaye başta olmak üzere bütün eserlerinde
Ehlisünnet’in Maturidiyye kolunun görüşlerini delilleriyle birlikte savundu ve
yaymaya çalıştı.
Sabuni, El-Bidaye adlı eserinde İmam Maturidi’yi, “Hidâyet rehberi ve
Ehlisünnet’in reisi” şeklinde övmektedir. Gerçekten Sâdık bir Maturidi olan
Nureddin Sabuni, 580/1184 yılında Buhara’da vefat etti.
Ali b. Osman Ûşi
Ebü’l-Hasan Ali b. Osman el-Hanefi Ûşi, Horasan’ın Ûş şehrinde doğdu ve
kıymetli eserler telif etti. Onun en meşhur eseri 569/1173 yılında yazdığı Bedü’lEmâli’dir. Ali Ûşi, bu eserinde Ehlisünnet’in Maturidi akaidini 66 beyitte özetledi.
Bu yüzden bu eser, Ebu Hanife’nin Fıkhu’l-Ekber’inin şiir şeklindeki özeti
sayılmaktadır. Yine bu eser, Maturidi akaidine dair yazılan ilk manzum eserdir.
Manzum olduğu için ezberlenmesi kolay olan Ûşi’nin bu eseri, İslam dünyasında
çok meşhur oldu ve birçok kişi tarafından ezberlendi.
Ebu’l-Hasan Merginani
Ebu’l-Hasan Burhanuddin Ali Merginani, Hanefi bir fakih, hafız, muhaddis,
müfessir, edip ve şairdir. Merginani, Ömer Nesef gibi meşhur âlimlerden yetişti.
Kendisi de Şemsü’l-Eimme Kerderi ve Burhanü’l-İslam Zernuci gibi pek çok âlime
hocalık yaptı.
Çok sayıda önemli eserler veren Merginani’nin en meşhur eseri, Bidayetü’lMübtedi adlı kitabının şerhi olan El-Hidaye adlı fıkıh kitabıdır.
Merginani, Ebu’l-Muin Nesefi kanalıyla öğrendiği İmam Maturidi’nin
görüşlerini yaymaya çalıştı. Merginani’nin, El-Hidaye isimli meşhur fıkıh kitabının
yazarı olması ve öğrencilerine Tabsıratü’l-Edille ile birlikte el-Hidaye’yi okutup
tavsiye etmesi, Maturidiliğin bütün Hanefiler arasında yayılmasında büyük rol
oynadı.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Maturidilik
İlk dönemlerde
Maturidilik ismi yerine
Hanefi ve Ehlisünnet
gibi isimler kullanıldı
Görüldüğü üzere V-XI. ve VI-XII. yüzyıllarda dünyaya gelen Horasan ve
Maveraünnehirli Hanefi-Maturidi âlimler, fıkıh ilminin yanı sıra yoğun bir şekilde
kelam ilmi ile de meşgul olmuşlar ve imam Maturidi’nin görüşleri doğrultusunda
önemli eserler vermişlerdir. Selçuklular döneminde, Maturidiliğe ait ana kaynakları
oluşturmuşlardır. Böylece onlar, Maturidiliği Hanefilik ile birlikte yayarak,
Maturidiliğin gelişimine büyük katkı sağlamışlardır.
İSİMLENDİRME PROBLEMİ
Maturidilik ismi, İmam Maturidi’nin görüşleri etrafında birleşen kimseler için
kendisinden asırlar sonra verilen bir isimdir. Bu sebeple, ilk kaynaklarda
Maturidiyye/Maturidilik diye bir mezhepten söz edilmez.
Ancak İmam Maturidi, İmam Azam Ebu Hanife’nin itikada dair görüşlerini
geliştirip sistemleştirince, Hanefilerin büyük çoğunluğu, Maturidi’yi Ehlisünnet’in
imamı olarak görmeye başladılar.
Selçuklular döneminde, Şafiiler, itikadi konularda İmam Eş’ari’nin görüşlerini,
Hanefiler de İmam Maturidi’nin görüşlerini öne çıkarttılar ve yaymaya çalıştılar.
Böylece Şafii olanlar, İmam Eş’ari’nin görüşleri etrafında birleşirken, Hanefiler de
İmam Maturidi’nin görüşleri etrafında birleştiler.
Selçukluların son dönemindeki Hanefi âlimler, itikadi konularla ilgili
eserlerinde Ebu Hanife’nin mezhebi yerine İmam Maturidi’nin mezhebi şeklinde
ifade kullandılar. Bundan dolayı bazı Eş’ari ve Mutezile âlimleri, İmam Maturidi’nin
yolunda gidenlerin mezhebini, Maturidiyye/Maturidilik olarak isimlendirdiler
(Ömeri, 1988, VI/46). Ama bu isimlendirme İmam Maturidi’nin vefatından üç asır
sonra oldu. İlk dönemlerde ise Maturidilik yerine, Hanefi ve Ehlisünnetvelcemaat
gibi çeşitli isimler kullanıldı. Şimdi söz konusu isimleri sırasıyla görelim.
Hanefiyye / Hanefilik
IV-XI. V-XI. ve VI-XII. yüzyıllarda Hanefilik, hem fıkhi bir ekol olarak hem de
Ebu Hanife’nin itikadi görüşleri doğrultusunda Maturidi’nin geliştirip
sistemleştirdiği kelami bir ekol olarak algılandı. Çünkü Maturidiliğin esası, Ebu
Hanife’nin görüşlerine dayanmaktadır.
Maturidiliğin Hanefilik olarak isimlendirilmesi VI/XII. yüzyılın sonlarına kadar
devam etti. Hanefiliğin fıkıh ve itikat mezhebinin yerine kullanımı, hem Hanefi
âlimler tarafından hem de diğer mezhep mensupları tarafından genel kabul gördü.
Ehlisünnetvelcemaat
Hanefi-Maturidi âlimleri, mezheplerinin adını daha çok Ehlisünnetvelcemaat
ya da sadece Ehlisünnet şeklinde isimlendirdiler ve muhaliflerine Ehlisünnet adına
cevaplar verdiler.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Maturidilik
Alauddin Semerkandi, Mizanü’l-Usul an Netaici’l-Ukul adlı eserinde İmam
Maturidi’yi, Ehlisünnetin reisi olarak takdim etmektedir. Şerhu’t-Te’vilatü’l-Kur’an
adlı eserinin girişinde ise, İmam Maturidi’nin, Ehlisünnetvelcemaat mezhebinin Ebu
Hanife’nin görüşlerinin aynısı olduğunu ve Kur’an’a tamamen uygunluğunu beyan
ettiğini belirtmektedir.
Nureddin Sabuni de El-Bidaye fi Usuli’d-Din adlı kitabın değişik yerlerinde
İmam Maturidi’yi açıkça “Ehlisünnet’in reisi” (Sabuni, 34) olarak göstermektedir.
Hanefiler, kendileri için Ehlisünnet ismi yerine bazen Ehli Hak ismini de
kullanmaktadırlar.
Sonuç olarak Maveraünnehirde Selçuklular döneminde yaşayan HanefiMaturidi âlimlerin tamamı, kendilerini ya Hanefi ya Ehlisünnetvelcemaat, ya da
sadece Ehlisünnet olarak isimlendirdiler.
Maturidiliğin görüşleri,
İmam Maturidi’nin
görüşlerinden
oluşmaktadır
MATURİDİLİĞİN GÖRÜŞLERİ
Maturidiliğin görüşleri, Ebu Hanife’nin ortaya koyduğu temel fikirlerin İmam
Maturidi tarafından geliştirilip, sistemleştirilmesiyle oluşmuştur. Bu görüşlerin belli
başlıları aşağıdaki gibidir.
Bilgi Kuramı
İmam Maturidi, İslam
düşüncesinde bilgi
kuramını Kur’an ilk
kişidir
Bilgi konusu, Maturidiliğe ait kaynaklarda ele alınan ilk konudur. İslam
düşüncesinde bilgiyi sistemli bir şekilde inceleyen ve kendine özgü bir bilgi kuramı
geliştiren ilk kişi, İmam Maturidi’dir. Ona göre bilgiye ulaşmanın yolları, üçtür.
Bunlar, beş duyu organı, akıl ve doğru haberdir. Gerekli şartları taşıdığı sürece üç
yoldan en az birisiyle elde edilen bilgi, kesin bilgidir ve inkâr edilemez. İnsan,
nesneleri tatma, işitme, görme, dokunma ve koklama duyuları ile bilir. Bu yolla
ulaşılan bilgiye, duyu bilgisi denir. Duyular sağlam olduğu sürece, beş duyu ile elde
edilen bilgi, en açık bilgidir.
Diğer bir bilgi kaynağı doğru haberdir. Doğru haber, iki kısımdır. Bunlardan
biri, Mütevatir haber diğeri Resulün haberidir. Mütevatir haber, yalan üzere
birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluğun verdiği haberdir. Böyle bir
topluluğun geçmişte yaşamış hükümdarlar ve uzak ülkelerden haber vermesi bu
tür bilgidir ve kesinlik ifade eder. Resulün haberi, peygamberlerin Allah'tan
getirdiği haberdir. Peygamberlerin bu tür haberleri, mucizeyle desteklendiği için
doğrudur ve kesin bilgi ifade eder. Ayrıca peygamberlerden gelen haberler yani
kendi sözleri, mütevatir ise kesinliği doğrudur. Ahad haberler ise kesin bilgi (doğru
bilgi) ifade etmez. Bu yüzden ahad haberler, Kur'an'la karşılaştırılmalı ve ona göre
değerlendirilmelidir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Maturidilik
Akıl ve Nakil
İslam mezhepleri içerisinde akla en çok önem veren mezhep, Maturidiliktir.
Bu nedenle, mezhebin temel kaynaklarında akıl, çok önemli bir bilgi kaynağı kabul
edilir. Çünkü akıl, kavramlar ve delilleri kullanarak duyularla görünmeyen,
bilinmeyen şeyler hakkında bize bilgi verir. Bu yüzden Kur’an’da Allah’ın tevhidi,
sıfatları ve ahiret hayatı ile ilgili konular hakkında bilgi edinmek için düşünüp, aklın
kullanılmasına vurgu yapılmıştır. Yine Kur’an’daki emir ve yasakların doğruluğuna
ilişkin akli deliller getirilmiştir.
İmam Maturidi’ye göre akıl ile vahiy, insanı aynı hedefe/iyiliğe götüren iki
vasıtadır. Bu sebeple, kesinlikle birbirleriyle çelişmezler. Bu sebeple Maturidi, nakli
(vahyi) esas alarak ona, son derece bağlı kalmakla birlikte, Kur’an’ı doğru
anlayabilmek için, aklı kullanmaya çok önem vermiş ve herhangi bir konuda en
doğru karara varabilmenin, ancak düşünme ve akıl yürütmeyle mümkün olacağını
savunmuştur. Ona göre, renklerin karışması durumunda, sağlam bir göze, seslerin
karışması durumunda, sağlam bir kulağa başvurulduğu gibi; birbirine karışan
görüşlerin doğrusunu bulmak için de düşünmeye ve akıl yürütmeye ihtiyaç vardır
(Maturidi, Kitabu’t-Tevhid, 17).
Allah’ın Varlığı ve Birliği
Maturidiliğe göre Allah, bütün âlemlerin yaratıcısıdır, birdir, eşi ve benzeri
yoktur. Allah’ın varlığı ve birliği hakkında üç çeşit delil vardır. Bu deliler; nakli delil,
akli delil ve âlemdeki nizam, intizamdır.
1. Nakli Delil: Kur’an’da Allah’ın birliğine delalet eden çok sayıda ayet
bulunmaktadır. Bu ayetlerden bazıları şunlardır:
“Allah’tan başka ilah yoktur.” (Bakara, 2/255)
“Eğer göklerde ve yerde Allah’tan başka ilahlar bulunsaydı, mutlaka yerin ve
göklerin ahenk ve düzeni bozulurdu.”(Enbiya, 21/22)
“Sizin ilahınız, tek bir ilahtır, O’ndan başka ilah yoktur.” (Bakara,2/163)
2. Akli Delil: Bunlar, Allah’ın varlığı ve birliği ile ilgili ayetlerin akli yorumları
olan “temânu” ve nizam delilleridir.
Temanu Delili: Eğer âlemin yaratıcısı birden fazla olmuş olsaydı, aralarında
uyuşmazlık kaçınılmaz olurdu. Bu da âlemde kargaşa ve düzensizliğe yol açardı.
Âlemde böyle bir kargaşanın olmayışı; aksine, âlemin muhteşem bir nizam ve
intizam içerisinde olması, kâinatın yaratıcısının ve yöneticisinin tek olduğunu
göstermektedir.
“Eğer göklerde ve yerde Allah’tan başka ilahlar bulunsaydı, mutlaka yerin ve
göklerin ahenk ve düzeni bozulurdu.”(Enbiya, 21/22) ayeti buna işaret etmektedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Maturidilik
Nizam Delili: Kâinattaki bütün olay ve varlıklar belli bir nizam ve intizam
içerisinde meydana gelmektedir. Şayet yaratıcı birden fazla olmuş olsaydı, yerin ve
göğün şekli, güneş sistemindeki hareketler, yaratıkların beslenmelerini ve canlıların
yaşamını sağlayan sisteme ait düzenler bozulurdu.
Allah, her nesneyi farklı yapılarda ve zıt konumlarda yaratmıştır. Yine her
nesnede fayda ve zarar gibi birbirine tamamen zıt iki özelliği ahenk içerisinde bir
arada yaratılmıştır. Bu durum, Allah’ın tevhid ve azametinin en büyük akli
delilidir.(Maturidi, 2003: 169).
“Rahman olan Allah’ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin!” (Mülk,
67/3) ayetine dayanan Maturidi’ye göre “Tabiatta gözlenebilen her şeyde mutlaka
akıllara hayret verici bir hikmet ve yaratıcısına sanatkârane bir işaret
bulunmaktadır.” (Maturidi, 2004: 30)
Düşünen insan, evrendeki nizam ve intizama bakarak, aklıyla bu ahengi
sağlayan yüce bir yaratıcının olması gerektiğini anlar ve O’nun varlığını ve birliğini
tasdik eder. Bu sebeple Maturidi’ye göre, kendisine tebliğ ulaşmasa da insanın,
âlemdeki nizam ve intizama bakarak onun yüce bir varlık tarafından yaratıldığına
inanması gerekmektedir.
Allah, hiçbir şeyi
boşuna yaratmamıştır.
Bir gaye için yaratmıştır.
Maturidilere göre Allah, hiçbir şeyi boşuna yaratmamış, bir gaye için
yaratmıştır. Allah’ın yarattığı her şeyde bir hikmet vardır. Allah’ın hikmete göre
yaratması, her şeyi yerli yerinde yaratması demektir. Bunun için Allah, yarattığı her
şeye ve herkese bir takım görev ve sorumluluk vermiştir. Mahlukatın en üstünü
olarak yaratılan insan, Allah’ın varlığına ve tevhidine (birliğine) inanmakla
sorumludur.
Allah’ın Sıfatları
Maturidiliğe göre Allah, bütün güzel sıfatlara sahip, bütün kötü sıfatlardan
uzaktır. Allah’ın sıfatlarını, Zati Sıfatları ve Subuti Sıfatları olmak üzere iki kısma
ayırmak mümkündür.
Allah’ın zati sıfatları, altı tanedir.
1- Vücud: Allah ezelden beri vardır ve ebediyen var olacaktır.
2- Kıdem: Allah ezelidir.
3- Beka: Allah ebedidir.
4- Vahdaniyet: Allah, birdir, eşi, benzeri yoktur.
5- Muhalefetün lilhavadis: Allah, sonradan olan varlıklara hiç benzemez.
6- Kıyam binefsihi: Allah, var olmasında hiçbir şeye muhtaç değildir.
Allah’ın subuti sıfatları, sekiz tanedir.
1- Hayat: Allah, diridir ve dirilticidir.
2- İlim: Allah, her şeyi, hatta kalplerde geçen niyetleri dahi bilir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Maturidilik
3- Semi’: Allah, her şeyi işitir.
4- Basar: Allah, her şeyi görür.
5- İrade: Allah, irade sahibidir, her istediğini dileme gücüne sahiptir.
6- Kudret: Allah, her şeye kadirdir, her şeye gücü yeter.
7- Kelam: Allah, harf ve sese ihtiyaç duymadan konuşur, söyler.
8- Tekvin: Allah, yoktan var eder, meydana getirir, yaratır.
İlahi Kelam ve Kur’an’ın Yaratılmışlığı
Bütün sıfatlar gibi kelam sıfatı da ezelden beri Allah’ın en temel sıfatlarından
birisidir. Ancak, Allah hiçbir şeye muhtaç olmadığı için biz insanlar gibi harf ve sese
ihtiyaç duymadan konuşur ve iletişim kurar. Bu nedenle, Allah emirlerini,
yasaklarını, hikmetlerini, dünya ve ahrette mutlu olmanın yollarını bildirmek için
zaman zaman peygamberler vasıtasıyla ilahi kitaplar göndermiştir.
Peygamberimize gönderilen Kur’an-ı Kerim de bu ilahi kitaplardan birisidir. Bu
nedenle Kur’an’a, Allah’ın kelamı, mesajı denilmektedir. Bu kelimenin Arapçası
“Kelamullah” demektir. Kur’an, peygamberimiz Hz. Muhammed’e gelmiştir. Onun
gelişiyle kendisinden önce gelen bütün semavi kitapların hükümleri kaldırılmıştır.
Çünkü önceki bütün semavi kitaplar tahrif edilmiştir, Ku’ran’ın ise bir harfi bile
değişmemiştir. O, Allah’ın koruması altındadır, değişmeyecektir.
İslam tarihinde zaman zaman Kur’an’ın yaratılmış yani mahluk olup olmadığı
tartışılmıştır. Maturidiler, Kur’an’ı, kelam-ı nefsi ve kelam-ı lafzi olmak üzere iki
kısma ayırmışlardır. Kelam-ı nefsi, Allah’ın zatı ile kaim, keyfiyetini bilemediğimiz
ezeli, ilahi bir sıfattır. Kelam-ı lafzi ise kelam-ı nefsiye delalet eden ses ve
harflerden meydana gelen elimize alıp okuduğumuz Kur’an’dır. Bu bakımdan
kelam-ı lafzi, ezeli değildir, sonradan meydana gelme özelliğine sahiptir.
İman
Maturidiler, iman konusuna çok önem vermişlerdir. Bu sebeple,
Maturidilikte imanın tanımı, iman-amel ilişkisi, imanda artma ve eksilme gibi alt
başlıklar altında ayrı ayrı ele alınmaktadır.
İmanın Tanımı
Allah’a, peygamberliğe
ve ahiret hayatına inan
kişi mümindir
İman, Allah’ın varlığına ve birliğine, Hz. Muhammed ’in O’nun kulu ve resulü
olduğuna ve resulün Allah’tan getirdiği her şeye inanıp, kalp ile tasdik etmektir.
Fakat kişinin, insanlar tarafından mümin olduğunun bilinmesi için kalbi ile tasdik
ettiğini dili ile de söylemesi gerekmektedir.
Mukallidin İmanı
Bir Müslümanı taklit ederek inanan kişi mümindir. Ancak mukallit mümin,
imanın güzelliğini ve hakikatini kısa zamanda öğrenmeye çalışmalıdır. Çünkü taklit
ederek inanan kişi, imanın hakikatini ve güzelliklerini bilemediği için her an imanını
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Maturidilik
kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Bunun için mukallidin imanı geçerlidir, fakat
dünya ve ahiret saadeti için yeterli değildir. Bu sebeple, bir an önce takliti imandan
kurtulup, kâmil bir imana kavuşmak gerekir.
İman-Amel İlişkisi
İman ve amel ayrı
şeylerdir
İman, Allah’a inanmaktır; amel ise, imanın gereğini yerine getirmektir. Bu
bakımdan iman ve amel ayrı şeylerdir. Ameller, kesinlikle imanın bir parçası
değildir. Zira Allah, Kur’an’daki pek çok ayetinde “Ey iman edenler, Allah’a inanın
ve salih amelleri yerine getirin.” buyurarak iman ile ameli ayrı ayrı zikretmiş ve
amelleri yerine getiremeyenleri kınamakla birlikte, onlardan mümin olarak söz
etmiştir.
Maturidilere göre inanan bir kimse dini yükümlülüğünü titiz bir şekilde
yerine getirmelidir. Dini yükümlülüğü yerine getiren kimse, kâmil/olgun bir
mümindir; yerine getirmeyen kişi ise, günahkâr bir mümindir. Bu sebeple,
Müslüman günahından dolayı dinden çıkmaz; fakat ahlâksız mümin olur. Böyle
birinin ahretteki durumu, Allah’ın takdirine kalmıştır; Allah, isterse insanın cezasını
affeder, dilerse günahı miktarınca ceza verir. Bunun için Müslüman, en küçük
günahından dolayı azap görebileceğini unutmamalı, Allah’a tevbe istiğfar etmeli ve
günahlardan sakınmaya çalışmalıdır. Bununla birlikte, ne kadar çok günah işlese de
insanın, Allah’tan ümidini kesmemesi ve bağışlanacağını umması gerekir. Diğer bir
ifade ile Müslüman, “Beyne’l-havf ve’r-reca”yani günahından dolayı korku ile ümit
arasında olmalıdır.
İmanda Artma ve Eksilme
İman, amellerin yerine getirilmesiyle artmaz, terk edilmesiyle eksilmez. İman
esaslarının hepsine inanan kimse mümin olur, inanmayan kâfir olur. Bununla
birlikte, imanın kalitesinde artma ve eksilme olabilir. Yani bir insan sürekli bir
şekilde bilinçli ve kuvvetli bir imana sahip olabildiği gibi; ara sıra bilinçsiz ve zayıf
bir imana sahip olabilir.
İmanda İstisna
Maturidilere göre “İnşallah müminim.” demek doğru değildir. Onun yerine
“Ben gerçekten müminim!” veya “Ben müminim!” demek gerekir. Çünkü Kur’an’da
geçen “...imanda asla şüpheye düşmeyenler” (Hucurat, 49/15) ve “Biz Allah’a
inandık deyiniz.” (Bakara, 2/136) gibi ayetler, imanda şüpheye yer olmadığını
göstermektedir. Bir Müslüman, günahkâr da olsa, “Ben Müslümanım!” veya “Ben
gerçekten Müslümanım!” demelidir.
Hayr ve Şer-Kaza ve Kader
İnsan, fiillerinde özgür
olduğu için bütün
işlediklerinden
sorumludur
Maturidilere göre hayr ve şer, kaza ve kader konusu, imanın
şartlarındandır. Ancak bu konuda hem insanın isteyip çalışması yani iradeicüziyyesi
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Maturidilik
hem de Allah’ın takdir edip yaratması söz konusudur. Bu sebeple, konuyu daha iyi
anlayabilmek için önce iradeicüziyye, insanın fiilleri ve kesb teorisi üzerinde
durmak faydalı olacaktır.
İradeicüziyye
İradeicüziyye, Allah’ın insana bu dünyada kullanması için verdiği sınırlı bir
yetki ve tercih hakkıdır. İnsan, kendisine geçici olarak verilen bu yetkiyi kullanmada
tamamen özgürdür. Bunun için iradeicüziyyenin önemi çok büyüktür. Çünkü insan
iyiliği tercih ederse, Allah ona iyilik yapma imkânı vermektedir; kötülüğü tercih
ederse, kötülüğü gerçekleştirme fırsatı vermektedir. Bundan dolayı insan, bütün
fiillerinden sorumludur, cenneti de cehennemi de özgür iradesiyle kazanmaktadır.
İnsanın Fiilleri ve Kesb Teorisi
İnsan, gerçekten fiil işleyen bir varlıktır. Fiillerimize baktığımızda, insanın
dilediği zaman iyi işleri dilediği zaman da kötü fiilleri yapabileceği açıkça
görülmektedir. İnsana ait bir fiilin gerçekleşmesi, insanın iradeicüziyyesi ve Allah’ın
yaratması ile olur. Diğer bir ifade ile insanın fiili, dilediğini tercih etme bakımından
insana; o fiili insanın tercihi doğrultusunda yaratmak ise Allah’a aittir. Bu konuda
Allah’ın yaratması, insanın iradesine bağlıdır. Bu sebeple, insan “Kâsib” yani isteyip,
çalışan, Allah ise “Hâlık” yani insanın yapmak istediğini yaratandır. Buna Kesb
Teorisi denir.
İnsana verilen iradeicüziyye, arabanın direksiyonuna benzetilebilir. Şoför
direksiyonu ne tarafa çevirirse, araba o tarafa gittiği gibi, insan da iradesini
hayra/iyiliğe sarf ederse, Allah hayrı, şerre/kötülüğe sarf ederse, şerri yaratır. Bu
sebeple, kötülüğe dalan bir kimse “Ben ne yapayım kaderim böyle imiş, Allah böyle
takdir etmiş, böyle yaratmış.” diyerek sorumluluğu üzerinden atamaz. Çünkü Allah,
insanın iradesi ve çalışmasına göre takdir etmektedir.
İnsanda, iradeicüziyye yani tercih hakkı olmasaydı, Allah insana imtihan
hakkı vermemiş, onu iyilik veya kötülüğe zorlamış olurdu. Oysa Allah, zulüm gibi
bütün kötü sıfatlardan münezzeh/uzak, bütün güzel sıfatlara sahiptir. Ayrıca Hz.
Allah, merhametlilerin en merhametlisidir. Bu sebeple, Allah hiç kimseye zorla
günah işletip sonra da cezalandırmaz. Nitekim “İnsan için ancak, isteyip çalıştığının
karşılığı vardır.” (Necm, 53/39) ayeti bunu açıkça ifade etmektedir.
Bütün bunlarla birlikte, alınan hayır dualar, yapılan iyilikler ve verilen
sadakalar vasıtasıyla Allah, insanı bir takım kaza ve belalardan korumaktadır.
Nitekim peygamberimiz, “Sadaka vermek, belayı defeder, ömrü uzatır.”
buyurmaktadır. Onun için halkımız, büyük bir kazayı ucuz atlatan birisi için
“Verilmiş sadakan varmış.” demektedir. Ayrıca samimi yapılan duaları, Allah kabul
eder. Duada da çok hikmet ve faydalar vardır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Maturidilik
Kâinatta meydana gelen hayır ve şerrin hepsi, Allah’ın dilemesi ve yaratması
ile olur. Bununla birlikte Allah, insanın fiillerini, onların tercihleri doğrultusunda
meydana getirir. Allah, hidayeti isteyenlere, hidayeti; dalaleti isteyenlere, dalaleti
yaratır, nasip eder. Bununla birlikte, Allah, insanların kötülük istemelerinden ve
yapmalarından razı olmaz. Sadece insanların hayır/iyilik yapmalarından razı olur.
Kader
Kader, ezelden ebediyete kadar iyi olsun kötü olsun meydana gelecek
bütün olaylar hakkında Allah’ın ezeli ilmine göre dileyip, takdir etmesidir. Ancak
yukarıda anlatıldığı üzere, Allah’ın takdiri, insanın isteyip, çalışmasına göre
olmaktadır. Diğer bir ifadeyle insanın kaderi, büyük ölçüde kendisinin niyeti ve
gayretine göre şekillenmektedir. Nitekim günlük hayatımızda bunu canlı
örnekleriyle görmekteyiz.
Kaza
Kaza, Allah’ın ezeli ilmi ile insanın isteği doğrultusunda takdir ettiği
olayların, zamanı gelince, ilahi takdire uygun olarak meydana gelmesidir.
Mesela herhangi bir insanın okuduğu üniversiteden falan günde mezun
olacağını Allah’ın ezelde bilip takdir etmesi, kaderdir. O insanın Allah’ın takdir ettiği
günde fakültesinden mezun olması, kazadır yani kaderin gerçekleşmesidir.
Husun ve Kubuh
Husun, iyilik ve güzellik; kubuh ise, kötülük ve çirkinlik anlamlarına
gelmektedir. İslam toplumunda zaman zaman şöyle bir tartışma olmuştur: Bir şey
Allah emrettiği için mi güzeldir, yoksa Allah, o şey güzel olduğu için mi emretmiştir?
Yine bir şey, Allah yasakladığı için mi, kötüdür, yoksa Allah, o şey kötü olduğu için
mi yasaklamıştır?
Maturidilere göre Allah, emrettiği şeyleri, güzel olduğu ve insanların iyiliği,
mutluluğu için emretmiştir; yasakladığı şeyleri ise kötü olduğu ve insanların zarar
görmemesi için yasaklamıştır.
Nübüvvet
Peygamberler, aklı
koruyup desteklemek
suretiyle, insanların
dünya ve ahirette daha
mutlu olmaları için
gönderilmiştir
Peygamberler, Allah’ın emir, yasak ve haberlerini insanlara bildirmek için
seçip gönderdiği seçkin insanlardır. Onlar, insanın dünya ve ahiret mutluluğuna
kavuşmasına vesiledirler. İnsanın aklı, tek başına iki cihan mutluluğuna
kavuşmasında yetersizdir. Bu sebeple, Allah, aklı desteklemek için insanlara
peygamberler göndermiştir.
İmam Maturidi’ye göre aslında insan, aklı sayesinde iyiyi kötüden ayırt
edebilir ve iyi şeyleri yapmanın iyi, kötü şeyleri yapmanın ise kötü olduğunu
bilebilir. Bununla birlikte insanın aklı her şeyi tam olarak bilmeye ve kavramaya kâfi
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Maturidilik
gelmez. Zira her insan zor bir işle karşılaşınca, düşüncelerinden yararlanmak
amacıyla başkalarına danışmak ister. Bütün bunlar, insanın kendi aklını yeterli
bulmayıp, başkalarından yardım almaya muhtaç olduğunu göstermektedir. Ayrıca
kederler, yoğun işler ve hayatta karşılaşılan pek çok sıkıntı, insanın aklını meşgul
ederek, onun sağlıklı düşünmesine engel olmaktadır. Keza nefsani arzular, çok
kazanma hırsı ve zevklerin çokluğu da insanın sağlıklı düşünmesini engeller. Çünkü
“Nefsin yapısında kurtuluş umduğu yerde kişiyi helaka götürecek ve fayda beklediği
yerde ona zarar getirecek bir bilgisizlik ve hoyratlık vardır.” (Maturidi, Arapça kısım,
2003, 275). Dolayısıyla bütün davranışların sonuçlarını bilen iyi niyetli, doğru sözlü
bir öğütçüye/peygambere başvurmak akli bir ihtiyaçtır.
Akıl sahibi herkes, kendisine nimet ve lütufta bulunan kişinin kim
olduğunu öğrenip ona teşekkür etmenin bir yolunu arar, onu tanımayıp nankörlük
etmenin ise çirkin bir davranış olduğunu bilir. Hiç kimse, kendisine verilen sayısız
nimetlere tam olarak nasıl şükredeceğini bilemez. O halde insanın kendisine sayısız
nimetler veren yaratıcısına tam manasıyla şükretmeyi öğretmek üzere Allah’ın
gönderdiği peygamberlere ihtiyaç vardır.
Peygamberler, aklı koruyup destelemek suretiyle insanların işini
kolaylaştırmak için gönderilmiştir. Bu bakımdan peygamberler, Allah’ın insanlara
rahmet olarak gönderdiği büyük bir nimettir. Hz. Muhammed ve diğer bütün
peygamberler, ahirette müminlere şefaat edecektir.
Ahiret
Ahiret, bu dünyadan sonra gideceğimiz ve sonsuza dek kalacağımız ebedi
yurttur. Ahirete iman, surun üflenmesi, öldükten sonra dirilip, mahşer yerinde
toplanıp, sual ve hesaba çekilmesi, mizan, şefaat, sırat, kevser, cennet ve
cehennem gibi öbür dünyaya ait hususlara inanmaktır.
Bu dünyada, iyilik yapana mükâfat; kötülük işleyene de ceza vermek istenir.
Fakat bu her zaman mümkün olmadığı için insanların haksızdan haklarını
alabilmeleri gerekir. İşte ahiret, herkesin hakkının eksiksiz olarak verileceği yerdir.
Allah, bütün yarattıkları gibi dünyayı da geçici olarak yaratmıştır. Dünyanın
ömrü bittiği zaman, İsrafil (a.s.)’ın birinci sur’a üflemesiyle her şey parçalanıp yok
olacak ve bütün canlılar ölecektir. İkinci sur’un üflenmesiyle, bütün herkes yeniden
dirilecek ve dünyadayken işlediklerinin hesabını vermek için Mahşer’de
toplanacaklar. Orada bütün varlıklar, Allah’ın huzurunda en küçük ayrıntılarına
kadar yaptıklarının hesabını verecekler. Haklı haksızdan hesabını alacaktır. Hesap
bittikten sonra iyiler cennete, kötüler de cehenneme girecekler. Ancak kötülerden
zerre kadar imanı olanlar, cehennemde ebedi kalmayacak; cezalarını çektikten
sonra cehennemden çıkıp, cennete girecekler.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Maturidilik
İmamet
Maturidilere göre, imamet (siyasal yönetim) meselesi, itikadi bir konu değil
akli bir konudur. İmamet konusunda açık bir ayetin bulunmayışı ve Hz.
Peygamberin açık ve net olarak herhangi bir kimseyi imam tayin etmeyişi, bu
konunun inanç esasları dışında bir mesele olduğunu gösterir. Bununla birlikte
Allah, insanları tevhide davet edip, onların hak ve adaletle hükmetmelerini
istemektedir. Bu yüzden imamet, insanların ve toplumun problemlerini en iyi bilen
ve onları en güzel şekilde çözmeye muktedir olan kimseye verilmelidir.
İmam Maturidi’ye göre imam/yönetici seçimle iş başına gelmelidir. O,
imamların Kureyş’ten olması konusundaki ilk dönem anlayışını ise iki önemli
sebebe bağlar: Bunlardan birincisi, imametin, dini bir yönü olmakla birlikte, büyük
ölçüde idari ve siyasi bir meslek olmasıdır. Bu sebeple imam, hem takva sahibi hem
de saygın bir nesebe mensup olmalıdır. Kureyş kabilesinin saygın bir kabile olduğu
gerçek bir husustur. Nitekim Allah, Kureyşlilerin rahat yaşaması için Mekke’yi
güvenli ve değerli bir hale getirmiş; Kur’an’ı, Kureyş lehçesiyle indirmiş ve son
peygamber Hz. Muhammed’i aynı kabileden seçmek suretiyle Kureyşlilere bir
takım nimetler vermiştir. Bütün bunlar Kureyş kabilesinin saygın bir konuma sahip
olduğunu gösterir. Ayrıca onlar, uzun süre Kâbe’nin yetkilisi olmuş ve bu görevi titiz
bir şekilde yürütmüşlerdir. İkincisi âlimler evlilik konusunda Kureyş’i diğer kabile ve
soylardan üstün görmüşlerdir. İmamet konusunda da durum aynı şekildedir.
İmam Maturidi’ye göre, imam/siyasi yönetici masum değildir; o da hata
yapabilir. Bu nedenle yönetici, uzman danışmanlarla çalışmalı ve onlarla istişare
edip, onların uyarılarını dikkate almalıdır.
Maturidiler, mevcut yöneticiye ve yönetime zeval gelmemesine büyük önem
verirler. Ortaya çıkan haksızlık ve yanlışlıkların yapıcı eleştirilerle düzeltilmesini
tercih ve tavsiye ederler.
YAYILDIĞI BÖLGELER
İmam Maturidi’nin görüşleri kendisinden sonra öğrencileri Hakim
Semerkandi, Rustuğfeni ve Abdulkerim Pezdevi ve onların öğrencileri tarafından
Semerkant ve Buhara gibi Maveraünnehir ve Horasan şehirlerinde IV-X. yüzyılda
yayılmaya başladı.
V-XI. ve VI-XII. yüzyıllarda ise Ebu’l-Yüsr Pezdevi, Ebu’l-Muin Nesefi, Ömer
Nesefi, Alauddin Semerkandi ve Nureddin Sabuni gibi çok sayıda Hanefi-Maturidi
âlim yetişti. Bu âlimler, bir taraftan Maturidiliğe ait temel kaynakları yazarak, diğer
taraftan çok sayıda öğrenci yetiştirerek Maturidiliğin Horasan ve
Maveraünnehir’den başka, Gazne ülkesi, Orta Asya ve Orta Doğu’ya kadar geniş bir
alana yaymaya çalıştılar.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Maturidilik
Maturidilik, daha sonraki dönemlerde de Ehlisünnetvelcemaat’in büyük bir
kolu olarak yukarıda zikredilen yerlere ilaveten Anadolu’da kurulan Türk
Beyliklerinin hâkim olduğu topraklarda yayıldı. Osmanlılar döneminde ise Türklerin
hâkim olduğu Asya, Avrupa ve Afrika topraklarına ve Malezya, Endonezya gibi uzak
Doğu ülkelerine kadar yayıldı.
Günümüzde ise iletişim ve ulaşımın kolaylaşmasıyla Türkiye, Afganistan,
Hindistan, Pakistan, Doğu Türkistan, Malezya, Endonezya, Rusya, Kafkaslar, Orta
Asya, Orta Doğu ve Balkanlarda hatta dünyanın dört bir tarafına ulaşmış ve
oralarda yaşayan Müslümanların büyük bir kısmı tarafından benimsenmiştir
GÜNÜMÜZDEKİ DURUMU
Günümüzde yaşayan Müslümanların yaklaşık % 90'ı, Ehlisünnet mezhebine
mensuptur. Ehlisünnet, amelde Hanefi, Şafi, Hanbeli ve Maliki olanlar; itikatta ise
Eş’ari ve Maturidi mezhebine mensup olanlar demektir. Eşarilik, genelde Arap
dünyasında, Maturidilik ise Türk dünyasında ve Türklerin bulunduğu yerlerde
hâkim durumdadır.
Günümüzde Ehlisünnet'e mensup olanların yarıdan fazlası, amelde Hanefi,
itikatta ise Maturidi mezhebine mensuptur. İtikatta Maturidi mezhebine mensup
olanlar, amelde Hanefi mezhebine mensuptur. Bununla birlikte, İmam Azam Ebu
Hanife ve ona nispet edilen Hanefilik günümüzde az çok bilinse de, İmam Maturidi
ve ona nispet edilen Maturidilik mensuplarınca dahi yeterince bilinmemektedir.
Son zamanlarda bu eksikliğin giderilmesi için araştırma merkezleri ve bilim
adamları, İmam Maturdi ve Maturidiliğe daha çok önem vermektedirler. Bu yüzden
Maturidi geleneğe ait eserlerin yayın sayısı ve konuyla ilgili bilimsel çalışmalar
giderek artmaktadır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Özet
Maturidilik
•Maturidiliğin kurucusu olan İmam Maturidi'nin görüşleri,
temelde İmam Azam Ebu Hanife’ye dayanmaktadır. Bu sebeple,
itikatta Maturidi olanlar, amelde Hanefi mezhebine
mensupturlar. Hanefi-Maturidi olanların sayısı, günümüzdeki
Müslümanların yarısından fazladır.
•Selçuklular döneminde Sultanlar ve Beyler, Ehlisünnet’in
Hanefi-Maturidi kolunu siyasi olarak desteklediler. Bu sırada
Hanefi âlimler de Tabsıratü’l-Edille, Akâidü’n-Nesefiyye, El-Emali
ve Türkçeye Maturidiyye Akaidi olarak çevrilen El-Bidâye ve’nNihaye gibi Maturidiliiğe ait temel kaynakları telif ettiler.
•Selçuklu Hanefi âlimleri, imam Maturidi'nin görüşlerini öne
çıkartarak, imam Maturidi’yi hem fıkıhta hem de itikatta imam
kabul ettiler. Ancak kendi mezheplerini, Maturidiyye olarak
değil, Ehlisünnet, Ehlisünnetvelcemaat ya da Ehl-i Hak olarak
isimlendirdiler. Bu sebeple, ilk dönemlerde Maturidik yerine
Hanefîyye, Ehlisünnetvelcemaat ya da sadece Ehlisünnet gibi
isimler kullanıldı.
•Selçuklular dönemi Hanefi âlimeri, Akaidü’n-Nesefiyye,
Tabsıratü’l-Edille gibi Maturidiliğin ana kaynakları ile El-Hidaye
gibi Hanefîliğin temel eserlerini nesilden nesile okutarak,
Hanefiliği ve Maturidiliği birlikte yaydılar. Bu nedenle, Türk
denilince amelde Hanefi, itikatta Maturidi mezhebine mensup
Müslüman anlaşılmaktadır.
•Hanef-Maturidi âlimler, her alandaki bilginin kıymetli olduğunu
savunarak dini ilimlerin yanı sıra tıp, astronomi, matematik ve
kimya gibi çeşitli alanlarda yapılan çalışmaları da desteklediler.
Bu da Selçuklular döneminde büyük bir medeniyetin
kurulmasına katkıda bulundu. Nitekim o dönemde Sultan
Melikşah’ın desteği ile Nisabur gibi merkezi yerlerde astronomi
merkezleri kuruldu ve oralarda gök cisimlerinin hareketleri
incelendi.
•Maturidilikte, sadece ayet ve hadislerin lafızlarına önem
vermekle kalınmadı, aynı zamanda onların ne demek istediği
anlaşılmaya çalışıldı. Bu sebeple, din ve dünya işlerinde her
şeyin mümkün olan en iyisinin yapılması tercih ve tavsiye
edilmektedir.
•Maturidilik, günümüzde Türkiye, Afganistan, Hindistan,
Pakistan, Doğu Türkistan, Malezya, Endonezya, Rusya,
Kafkaslar, Orta Asya, Orta Doğu ve Balkanlar ile diğer
bölgelerde yaşayan Müslümanların büyük bir kısmı tarafından
benimsenmektedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Maturidilik
DEĞERLENDİRME SORULARI
1. Aşağıdakilerden hangisi Maturidi âlimlerden biri değildir?
a) Ömer Nesefi
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “Bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
b) Ebu’l-MuinNesefi
c) NureddinSabuni
d) FahreddinRazi
e) Ali b. Osman Uşi
2. Aşağıdakilerden hangisi İslam’ın şartlarından bir şarttır. Ama imandan bir cüz
değildir?
a) Allah’a inanmak
b) Meleklere inanmak
c) Peygamberlere inanmak
d) Ahirete inanmak
e) Namaz kılmak
3. Aşağıdakilerden hangisi Maturidiliğe ait görüşlerden biri değildir?
a) Amel, imandan bir cüzdür/kısımdır.
b) Şirkin dışında kalan günahları, Allah’ın bağışlaması münkündür.
c) Peygamberler, aklı desteklemek için gönderilmiştir.
d) Kadere inanmak imanın şartlarındandır.
e) Şefaat haktır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Maturidilik
4. Aşağıdaki metinde boş bırakılan yerlere sırasıyla hangi kelimelerin getirilmesi
halinde ifade doğru olur?
Günümüzde itikatta …….. Mezhebinde olan Müslümanlar, amelde ….
Mezhebini tercih ederler.
a) Mutezile-Hanefi
b) Hanefi-Mutezile
c) Maturidiyye-Hanefi
d) Hanefi-Maturidiyye
e) Eş’ariyye-Şafi
5. Aşağıdaki cümlelerden hangisi yanlıştır?
a) İnanan kişi ne kadar günahkâr olursa olsun yine de “Ben gerçekten
müminim demelidir.”
b) İrade-i cüziyye, Allah'ın insana geçici olarak verdiği bir yetki ve tercih
hakkıdır.
c) Müminler, ahirette Allah’ı göreceklerdir.
d) Dinde asıl olan imandır; ameller, imanın gereğidir.
e) İmamet meselesi, Maturidilere göre inanç esaslarından bir esastır.
Cevaplar Anahtarı
1-d, 2-e, 3-a, 4-c, 5-e
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
Maturidilik
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Komisyon. Edit: Kutlu. S. (2003).İmam Maturidi ve Maturidilik. Ankara.
Komisyon.(2004). İslam Düşünce Ekolleri. Ankara. İlitam Yayınları.
Komisyon.(2010). İslam Mezhepleri Tarihi. Eskişehir. Anadolu Üniversitesi Yayınları.
Ak, A. (2008). Büyük Türk Âlimi Maturidi ve Maturidilik. İstanbul.
Ak, A. (2009). Selçuklular Döneminde Maturidilik. Ankara.
Ecer.A.V. (1978).Türk Din Bilgini Maturidi. Ankara.
Fığlalı.E.R. (2004).Çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri. İzmir.
Gölcük.Ş. (1994).İslam Akaidi. Istanbul.
Gölcük.Ş. – Toprak.S. (1996). Kelam. Konya.
Kutlu, S. (2000).Türklerin İslamlaşma Sürecinde Mürcie ve Tesirleri, Ankara.
Kutlu. S. “Bilinmeyen Yönleriyle Türk Din Bilgini: İmam Maturidi”Dini Araştırmalar,
Ocak-Nisan 2003, c. 5, sayı: 15/7.
Maturidi, E.M. (2003). Kitabu’t-Tevhid. Ankara.
Maturidi, E.M. (2004).Te’vilatuEhli’s-Sünnet. Beyrut.
Nesefi.E.M. (1993).Tabsıratu’l-Edille.Damas.
Nesefi. Ö. (1991). el-Kand fi Zikri Ulemai Semerkand. Riyad.
Pezdevi.M. (1963).Kitabu Usuli’d-Din. Kahire.
Razi.F. (1967). Munazarat. Beyrut.
Sabuni.N. (1982). el-Bidaye fi Usuli’d-Din. Ankara.
Sarıkaya.M.S. (2001).İslam Düşünce Tarihinde Mezhepler. Isparta.
Semerkandi.A. (1984).Mizanu’l-Usulan Netaici’l-Ukul. Katar.
Öz.M. (2011). İslam Mezhepleri Tarihi.İstanbul.
Topaloğlu.B. (2002). Kitabu’t-Tevhid Tercümesi. Ankara.
Yazıcıoğlu.M.S. (1988). Maturidi ve Nesefi’ye Göre İnsan Hürriyeti Kavramı. Ankara.
Yeprem.M.S. (1984). İrade Hürriyeti ve İmam Maturidi. Istanbul.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
VAHHABİLİK
VE
KADİYANİLİK
• VAHHABİLİK
• İsimlendirme Meselesi
• Tarihi Arka plan
• Muhammed b. Abdilvehhab ve
Vahhabilik Hareketi
• Vahhabiliğin Görüşleri
• Vahhabiliğin Günümüzdeki Durumu
• KADİYANİLİK
• Sosyo-Kültürel Arka plan
• Mirza Gulam Ahmed’in Hayatı,
Faaliyetleri ve Kadiyaniliğin Gelişme
Süreci
• Görüşleri
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• Vahhabiliğin isimlendirme meselesini ve orataya
çıkışını öğrenecek,
• Vahhabi zihniyetin arka planını bilecek,
• Vahhabi-Suudi aileleri arasında yapılan ulema-umera
işbirliğini ana hatlarıyla bilecek,
• XIX ve XX. yüzyıllarda İslam dünyası ve Hint Alt
Kıtasının sosyo-politik durumunu bilecek,
• Süreç içerisinde Mirza Gulam Ahmed'in fikri
dönüşümlerini/evrilmelerini görebileceksiniz.
İSLAM
MEZHEPLERİ
TARİHİ
ÜNİTE
13
Vahhabilik ve Kadiyanilik
VAHHABİLİK
Vahhabilik, Muhammed b. Abdilvehhab’ın dini ve siyasi faaliyetleri
çerçevesinde Necd bölgesinde ortaya çıkan dini-siyasi bir mezheptir. Vahhabilik
bugün Suudi Arabistan’ın resmi mezhebi durumundadır.
Vahhabi ismi Muhammed b. Abdilvehhab’a nisbetle muhalifler tarafından
verilen isimdir. Mezhep mensupları bu isimle anılmaktan hoşlanmazlar. Onlar
kendilerini “Muvahhidun” olarak tanımlamaktadırlar. Son dönemde mezhep
mensupları ilk üç neslin dini tasavvurlarına ve yaşam biçimlerine dönmeyi talep
etmeleri nedeniyle “Selefiyye” ismini tercih etmektedirler. Taraftarlarının
itirazlarına rağmen Vahhabi ismi şöhret bulmuştur. On dokuzuncu ve yirminci
yüzyıllarda Vahhabi kavramının anlamı genişlemiş; neredeyse bütün Sünni radikal
köktenci akımlar için kullanılmaya başlanmıştır.
Bireysel Etkinlik
•İslami yenilikçilik(İslam modernizmi) ile daha çok Vahhabilikle
özdeşleştirilen ve geleneksel Ehlihadis çizgisini sürdüren günümüz Selefiliği
arasında “ana kaynaklara dönüş” ortak paydası dışında belirgin bir
benzerlik ve yakınlık bulunmamaktadır. İslam modernizmi İslam toplumunu
modernleştirmek adına yükseltilen, entelektüel, rasyonel, bilimci, gelişimci,
aktivist yönleri ağır basan, Müslümanları birleştirici bir amaç güden küresel
bir siyasi projenin adı iken; geleneksel Selefiyye, daha çok hadis merkezli
bir metinciliği esas alarak akılcı çözümlere mesafeli, dışlamacı karakteri
baskın muhafazakâr yaklaşımı temsil etmektedir.
Tarihi Arka plan
Vahhabilik; dönemin dini, siyasi, sosyal, askeri, ekonomik, coğrafi şartlarında
ortaya çıkan siyasi-dini bir harekettir. Osmanlı İmparatorluğu XVIII. yüzyılda siyasi,
askeri, ekonomik alanlarda büyük sorunlarla karşı karşıyaydı. Bu nedenle birçok
bölgede olduğu gibi, Arap Yarımadası’nda da hâkimiyeti zayıflamış; özellikle çölde
bedevi hayatı yaşayan Arapları kontrol etmekte zafiyete düşmüştü. Bölgede oluşan
otorite boşluğunu fırsat bilen bazı Arap kabileleri, emperyalist ülkelerin de
desteğini alarak Osmanlıdan ayrılma ve devlet kurma faaliyetine girişmişti. Batılı
devletler bu süreci hızlandırmak için Osmanlıyı kötüleme kampanyası başlatmış,
sonuçta Osmanlı karşıtlığı ve Türk düşmanlığına dayalı Arap kabileciliği bölgede
hızla yayılmaya başlamıştı. Bu durum, Muhammed b. Abdilvehhab’ın, Muhammed
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Vahhabilik ve Kadiyanilik
b. Suud’un da desteğini alarak Vahhabiliği bir devletin resmi mezhebi haline
getirmesini kolaylaştırmıştı.
Kabile zihniyeti ve
bedevilik Vahhabiliğin
başarılı olmasında
etkili olmuştur.
Kabile zihniyeti ve bedevi hayat Vahhabiliğin ortaya çıkmasında etkili
olmuştur. Kan bağına dayanan kabile üyeliği neredeyse bölge insanını bir arada
tutan en önemli bağdır. Bölgenin kültürel ve coğrafi şartları, burada yaşayan
insanın karakterini de etkilemiştir. Bölgedeki Arap kabileleri çölün güç şartlarında
yaşamaktaydı. Çöl, bölge insanı üzerinde son derece etkilidir. Öyle ki, orada
yaşayan biri için çöl, bir yaşam alanından çok, geleneği de muhafaza eden bir
özelliğe sahiptir. Çöl yaşamının etkisiyle bedevi Araplar emir ve disiplin altına
alınmaktan nefret eden, kahramanlık, yiğitlik, cömertlik ve etraflarına korku
salmakla ünlenen bir yapıya sahipti. Hayatlarını genel olarak yağmacılık ve
çapulculukla geçirirlerdi. Her kabile kendi başına buyruk bir şekilde yaşardı. Kontrol
altına alınamayan bedevi mizacı, dini cihat heyecanı ve ganimet cazibesiyle
birleşince bölgedeki Vahhabi hareketinin başarısı da kaçınılmaz olmuştu.
Genelde İslam dünyasında özelde de Arap Yarımadası’nda yaygın olan din
anlayışı Vahhabiliğin doğuşunda etkili olan etmenlerdendir. Özellikle sufilik adı
altında halk arasında yaygınlaşan ve din olarak algılanan bidat ve hurafeler, din
alanında değerlendirilmiş, din gibi görünmeye başlanmıştı. Aslında Osmanlının
çoğulcu, şehirli ve hoşgörülü din anlayışı da bedevi zihniyete bidatler tarafından
istila edilmiş din olarak görünmekteydi.
Öte taraftan Necd bölgesinde Ehlihadis zihniyetinin temsilcisi olan Hanbeli
mezhebi, özellikle İbn Teymiyye ve onun talebesi İbn Kayyim el-Cevziyye’nin
görüşleri hâkimdi. Dini hayat, İbn Teymiyye ve talebesi İbn Kayyim’in görüşleri
doğrultusunda şekillenmekteydi. İbn Teymiyye’nin akılcılığa ve bidatlere dayalı din
anlayışına karşı yönelttiği eleştiriler, Muhammed b. Abdilvehhab tarafından
yeniden dillendirilerek Vahhabilik hareketine temel oluşturuldu.
Vahhabiliğin “dinin bidatlerden temizlenmesi” çağrısı, siyasal bir duruşun
sonucudur. Gerçekte bu hareket, İslam’ın Araplık dışı düşünce izlerinden
arındırılması gayesi ile başlamıştır. Muhammed b. Abdilvehhab’ın bidat, şirk ve
gerçek tevhit üzerinde duruşu, dini aslına irca üzerinde yoğunlaşması ve Selef
dönemine dönüş çağrısı, siyasal açıdan şu manaya gelmekteydi: Osmanlı hilafeti
gerçek dini temsil etmemektedir. Bu yüzden Osmanlıya karşı ayaklanmak vaciptir.
Vahhabiliğin bu yüzüne istinaden onun Arap milliyetçiliğinin bir hazırlık
aşamasını temsil ettiği ifade edilmiştir. Yusuf Akçura, Vahhabi hareketini
değerlendirirken Vahhabilerin daha XIX. yüzyılın başlarında Arabistan’ı Osmanlı
idaresi altından çıkararak, müstakil bir Arap devleti tesis etme gayesini
hedeflediklerini söylemektedir: “Vahhabi hareketi milli bir Arap hareketidir.
Vahhabi hareketi, mezhebi ve dini esaslara istinaden Türk hâkimiyetini tanımamak
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Vahhabilik ve Kadiyanilik
ve Arabistan’da bir Arap devleti tesis etmek gayesini istihdaf etmiş ve hareketin
iptidalarında bile bir müddet için buna muvaffak olmuştur.”
Karal da Vahhabi hareketini, XIX. asır boyunca devam edecek milliyetçilik
cereyanlarına esas vazifesi görecek kadar önemli bulmaktadır. Bugün Vahhabilikle
neredeyse özdeşleşen Selefiliği de, ‘dışarıya’ yani her türlü Araplık dışı
argümanlara, özellikle Batılı değerlere ve ideolojilere karşı Arap milliyetçiliğinin
İslami görüntüsü olarak yorumlayanlar söz konusudur.
Muhammed b. Abdilvehhab ve Vahhabilik Hareketi
Vahhabilik, Hanbeli
mezhebi ve onun bir
mensubu olan İbn
Teymiyye’nin görüşleri
üzerine
temellendirilmiştir.
Muhammed b. Abdilvehhab, 1703 yılında Arabistan’ın Necd bölgesinde
bugünkü Riyad’ın 70 km kuzey batısındaki Uyeyne kasabasında doğdu. Hanbeli
ulemadan olan ve Uyeyne kadılığı yapan babasının yanında hıfzını tamamlayan ve
ilk dini ilimleri alan İbn Abdilvehhab, ilk ilim yolculuğunu daha genç yaşındayken
Hicaz’a yaptı. Hac için geldiği Mekke’de arzuladığı ilmi ortamı bulamadı. Daha
sonra Medine’ye giden Muhammed b. Abdilvehhab’ın buradaki ikameti, ilerideki
düşünce hayatının şekillenmesinde önemli tesirler icra edecektir. Burada Abdullah
b. İbrahim b. Seyf en-Necdi, Muhammed b. Hayat es-Sindi, Süleyman el-Kürdi,
İsmail el-Acluni gibi birçok âlimden ders aldı. Medine’de kaldığı dört yıl boyunca
İbn Teymiyye’nin görüşlerini detaylı olarak gözden geçirdi. Medine’de bulunduğu
sırada insanların Hz. Peygamber’in kabrini ziyaret ettiklerini ve ondan yardım
dilediklerini görünce bu durumu eleştirmeye başladı. Çünkü ona göre sadece
Allah’tan yardım dilenirdi ve bu tür davranışlar da şirkti.
Medine’den Basra’ya geçen Muhammed b. Abdilvehhab, tevhit konusunda
geliştirdiği fikirlerini burada açıklamaya başladı. Basralı âlimlerle müzakere ve
münazaralarda bulundu. Şehirdeki bir kısım ulemanın şiddetli tepkisi üzerine
oradan ayrılmak zorunda kaldı. Ahsa’da bir süre kaldıktan sonra babasının meskûn
bulunduğu Riyad’ın kuzeyindeki Hureymile kasabasına geldi. Uyeyne emiriyle
anlaşamayan babası 1726’da buraya yerleşmişti. Muhammed b. Abdilvehhab
babasının 1740’daki vefatına kadar Hureymile’de kaldı ve en önemli eseri olan
Kitabu’t-Tevhid’i burada kaleme aldı. Dinin niteliği, şefaat ve bidatler ile ilgili
kendine özgü fikirleri yaymaya çalışması halkın tepkisine neden oldu. Bu yüzden
babasının ölümünden hemen sonra asıl memleketi olan Uyeyne’ye döndü. Uyeyne
Emiri Osman b. Hamad onu himayesine aldı ve bir akrabasıyla evlendirdi. Emirin de
desteğiyle Uyeyne’de daha rahat bir ortam bulan İbn Abdilvehhab, orada sadece
fikirlerini yaymakla kalmadı aynı zamanda bunları uygulamaya da döktü. Uyeyne’ye
bağlı tüm beldelerdeki türbeler, yüksek mezarlar, kendisine kutsallık atfedilen
mağara ve ağaçlar, İbn Abdilvehhab, Osman b. Hamad ve adamları tarafından tek
tek ortadan kaldırıldı. Son olarak sahabeden Zeyd b. Hattab’ın Cübeyle’deki
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Vahhabilik ve Kadiyanilik
Diriye Antlaşması
Vahhabi tarihinde
bir dönüm
noktasıdır.
türbesinin bizzat İbn Abdilvehhab tarafından tahrip edilmesi halktan büyük tepki
topladı. Halk, Necd bölgesinde sözü geçen Halidoğulları’nın reisi Süleyman b.
Ureyir’den yardım istedi. Süleyman b. Ureyir, Uyeyne Emirine tehditkâr bir mektup
göndererek İbn Abdilvehhab’ın öldürmesini veya sürülmesini istedi. Bunun üzerine
Osman b. Hamad kendisini koruyamayacağını söyleyerek İbn Abdilvehhab’dan
şehri terk etmesini istedi. Başka çaresi kalmayan İbn Abdilvehhab, 1744 yılında
bugünkü Riyad’ın banliyösü durumundaki Diriye kasabasına gelerek oranın emiri
olan Muhammed b. Suud’a sığındı. İbn Abdilvehhab’ın fikirlerine sempati duyan
Muhammed b. Suud, İbn Abdilvehhab’ı himayesine aldı ve davasını yaymak için
ona her türlü desteği vereceğine söz verdi. Diriye Beyatleşmesi denilen bu ittifak
girişimi, Necd tarihinin en önemli olaylarından biridir. Bu antlaşmayla birlikte
Vahhabi davetin temelleri atılmış ve Muhammed b. Abdilvehhab fikirlerini yaymak
için güçlü bir destek bulmuş oldu. Muhammed b. Suud ise, bu fikirlerin sağlayacağı
imkân ve destekle nüfuz alanını genişleterek Arap Yarımadası’na sahip olma
konusunda bir fırsat elde etti.
Muhammed b. Suud ile yapılan bu antlaşma ile birlikte Muhammed b.
Abdilvehhab’ın düşünceleri siyasi bir nitelik kazandı. Çünkü İbn Abdilvehhab,
insanların şirk içinde bulunduğunu, bunların can ve mallarının kendisine inanan
kişilere helal olduğunu söylüyor, İbn Suud da bu fetvanın beraberinde getirdiği
ganimet cazibesiyle taraftarlarını artırıyor, gücüne güç katıyordu. Bu anlamda
Diriye Biatleşmesi Vahhabi devletinin temellerinin atılması olarak
değerlendirilebilir. Bu süreçten sonra Vahhabi hareketini Suudi siyaseti ile birlikte
değerlendirmek gerekmektedir.
Diriye Antlaşması ve Birinci Suud Devleti (1744-1818)
Muhammed b. Abdilvehhab ile Muhammed b. Suud arasında yapılan Diriye
Antlaşması ile birlikte Vahhabi anlayış, Suud ailesinin himayesi altına girmiş oldu.
Bu ittifak kısa sürede meyvelerini verdi. Muhammed b. Suud, 1765 yılında
öldüğünde neredeyse bütün Necd bölgesi Suudilerin hâkimiyeti altına girmişti.
Böylece Vahhabi anlayış bu bölgedeki bedeviler arasından çok sayıda taraftar
kazanmıştı. Vahhabi-Suudi ittifakı, babasının yerine gecen Abdülaziz b. Muhammed
b. Suud döneminde de devam etti. Cihat ismi verilen askeri operasyonlarda
ganimetlerin beşte birini kendine ayırması geriye kalanını ise savaşçılar arasında
dağıtması, Abdülaziz’in faaliyetlerine çekicilik kazandırmıştı. Kısa sürede büyük
kuvvet kazanan Suudi devleti, Necd bölgesinin sınırlarını zorlamaya başladı. 13
Mayıs 1802’de Abdülaziz’e bağlı kuvvetler tarafından Gadir Hum kutlamalarına rast
getirilen Kerbela Baskını’nda iki binden fazla Şii öldürülmüş, Hz. Hüseyin’in türbesi
içindeki altın ve gümüş süsleme ve eşyalar alınarak Diriye’ye geri dönülmüştür.
Ertesi yıl Vahhabiler gözlerini Hicaz’a dikmişlerdir. 18 Şubat 1803’te Taif,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Vahhabilik ve Kadiyanilik
Vahhabiler tarafından ele geçirilmiştir. Burada çok sayıda Taifli öldürülmüş, malları
talan edilmiş, türbe ve mezarlar tahrip edilmiştir. Mekke ise, 30 Nisan 1803’te
Vahhabilerin eline geçmiştir. İhram giyerek şehre giren Abdülaziz’e şehrin ileri
gelenleri ve halk biat etmiştir. Başta Hz. Hatice’nin evi olmak üzere ileri gelen
sahabelere ait oldukları bilinen ve hatıra olarak korunan evler yıkılmıştır. Birkaç
gün Mekke’de kalan Abdülaziz, ardından Cidde’ye geçmiştir. Bu fırsattan
yararlanan Mekke Şerifi Galib, yirmi beş günlük kuşatmadan sonra Mekke’yi geri
almıştır. Necd’e geri dönmek zorunda kalan Abdülaziz, Kerbela’da öldürülen Şiilerin
intikamını almak için Diriye’ye gelen bir Şii tarafından öldürülmüştür.
Abdülaziz’in yerine geçen Suud, 1805 yılı Haziran ayında Medine’yi tekrar ele
geçirdi. İnsanları mezhebine davet ederek bu daveti kabul etmeyenlerin
öldürüleceğini duyurdu. Başta Baki kabristanlığı olmak üzere şehirdeki türbeler ve
mezar taşları yıkıldı. Hz. Peygamber’in türbesindeki süs eşyaları yağmalandı, değerli
eşyalar gasp edildi. Vahhabiler ertesi yıl Mekke’yi tekrar ele geçirdiler. Şerif Galib,
Suud’a beyat edince yönetime dokunulmadı. Şehirde tütün kullanımı yasaklandı,
kahvehaneler kapatılarak müzik aletleri ve nargileler tahrip edildi. Bu dönemde
Vahhabiler, Osmanlı topraklarındaki hâkimiyetlerini genişletmeye devam ettiler.
Bu dönemde Arabistan
Osmanlı ve İngiltere’nin
ilgi odağındaydı.
Arabistan’da olup bitenler, İstanbul’da büyük rahatsızlık uyandırmıştı.
Aslında Osmanlı, Muhammed b. Abdilvehhab ve onun hareketinden önceden
haberdar olmuştu. Ancak gerek iç karışıklıklar gerekse diğer bazı siyasi problemler
nedeniyle herhangi bir müdahalede bulunulmadı. Vahhabiler’in Hicaz’a girip
meşhur türbe ve hatıraları tahrip etmeleri, durumun sanıldığından daha vahim
olduğunu ortaya koydu. Dönemin padişahı II. Mahmut, Vahhabi Meselesini
çözmesi için Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’yı görevlendirdi. Mehmed Ali
Paşa oğlu Tosun Paşa’yı Hicaz’ı geri alması için bölgeye gönderdi. Tosun Paşa
şiddetli çarpışmalar sonucunda 2 Aralık 1812’de Medine’yi, 23 Ocak 1813’te
Mekke’yi birkaç gün sonra da Taif’i alarak Vahhabilerin Necd’e geri çekilmelerini
sağladı. Daha sonra bizzat Suud b. Abdülaziz’in üstüne yürüdü. Ancak 1814’te Suud
b. Abdülaziz’in aniden ölmesi ile birlikte Abdullah b. Suud, Vahhabiler’in başına;
Tosun Paşa’nın ölmesiyle de kardeşi İbrahim Paşa Arabistan ordusunun başına
geçti. İbrahim Paşa Vahhabi meselesini kökten çözmek için ordularını Necd’e
yönlendirdi. İbrahim Paşa, 1818’de Vahhabiler’in başkenti Diriye’yi aldı ve Emir
Abdullah b. Suud ve çocuklarını esir olarak İstanbul’a gönderdi. Abdullah b. Suud
17 Aralık 1819 tarihinde asıldı. Böylece Vahhabilik hareketinin ilk dönemi kapandı.
İkinci Suud Devleti (1822-1891)
Diriye işgalinden sağ kurtulan Suud ailesinden Türki b. Abdullah b.
Muhammed b. Suud ve oğlu Faysal, Necd Bölgesi’nde Suud ailesinin hakimiyetini
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Vahhabilik ve Kadiyanilik
sağlamak için 1820’den itibaren çalışmalara başladılar. 1822’de Riyad’ı ele
geçirerek burayı başkent yaptılar. Böylece 1891’e kadar varlığını sürdürecek olan
İkinci Suud Devleti’ni kurmayı başardılar. Bu dönemde Osmanlının yanında
İngilizlerin bölgeye olan ilgisi de gittikçe artmaktaydı. Süveyş Kanalı bölgesine ve
Hindistan’a yakın olması nedeniyle Arabistan, Osmanlılar ve İngilizler arasında
yaşanan nüfuz savaşının önemli alanlarından biri haline gelmişti. Türki, bazen
Osmanlılara bazen İngilizlere yakınlaşarak, birini diğerinin aleyhine kışkırtmak
suretiyle hedeflerinden birçoğunu gerçekleştirmiştir. Türki b. Abdullah’ın 1834’te
aile içinden birinin suikastına maruz kalarak öldürülmesinden sonra yerine oğlu
Faysal geçmiştir. Babasının genişleme politikasını devam ettiren Faysal, 1838
yılında Mısır ordusuna esir düşerek Kahire’ye gönderilmiştir.
1840’lardan itibaren Mehmed Ali Paşa’nın Osmanlı ile bozulan ilişkileri ve
nihayetinde Paşa’nın bağımsızlığını ilan etmesiyle birlikte Mısır ordusu, merkezi
güçlendirmek üzere Arabistan’ı terk etmek zorunda kaldı. Faysal, Kahire’den
kaçarak tekrar devletin başına geçti ve devleti babasının zamanındaki sınırlara
ulaştırmayı başardı. Ancak bu dönemde Necd’in bedevi kabilelerinden birinin lideri
olan Muhammed b. Reşid, güçlü bir siyasi yapı kurma girişimindeydi. Osmanlı
Devleti ile bir anlaşma yapan Muhammed b. Reşid, Necd’in büyük bir kısmını ele
geçirdikten sonra Riyad’ı da alarak oraya bir vali tayin etti.
1861 yılında Muhammed b. Reşid, Riyad’daki hâkimiyeti tamamen ele
geçirince o dönem Suudiler’in başında olan Abdurrahman b. Faysal, ailesiyle
birlikte Riyad’ı terk etmek zorunda kalmıştır. Kuveyt’e sığınan aileye Osmanlı
tarafından maaş bağlanmıştır. Aile geçimini bu maaşla ve Kuveyt Emirinden
aldıkları yardımla sağlamıştır. Bu gelişme ikinci Vahhabi devletinin son bulması
anlamına gelmiştir.
Üçüncü Devlet: Suudi Arabistan Krallığı (1901-)
Birtakım haneden tartışmalarına rağmen Suud ailesi 1901’de tekrar Necd’e
dönüp Vahhabi devletini yeniden ihya etmeyi başardı. Suudilerin üçüncü
devletinin, yani bugünkü Suudi Arabistan’ın kurucusu olan Abdülaziz b.
Abdurrahman, sınırlı sayıdaki adamlarıyla Reşidoğullarına karşı bir ölüm kalım
mücadelesi vererek Riyad’ı ele geçirdi. Riyad, surları sayesinde iyi korunan bir
şehirdi ve bu surlar sayesinde herhangi bir saldırı kolaylıkla püskürtülebilirdi. Bu
nedenle Abdülaziz sadece altı adamını yanına alarak, bir Ramazan bayramı gecesi,
surları aşıp Riyad’a girdi. Yaptığı birkaç ev baskınıyla önemli kişileri etkisiz hale
getirdi ve sabaha kadar şehrin önemli mevkilerini ele geçirdi. Sabah olunca,
dışarıdaki adamları içeri girerek tüm Riyad’ı kontrol altına aldılar. Reşidoğullarının
Riyad valisi öldürüldü. Bu olay Vahhabi tarihinin dönüm noktalarından biri oldu ve
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Vahhabilik ve Kadiyanilik
bugünkü Suudi Arabistan Devleti’nin kurulmasına vesile oldu. Suudi-Vahhabi
tarihinin bu önemli olayı Suudi resmi tarih kitaplarında efsanevi bir şekilde ve tüm
ayrıntılarıyla anlatılmakta, Abdülaziz b. Abdurrahman’ın kurnazlık ve cesaretinin
yanı sıra Allah’ın lütuf ve yardımına vurgu yapılmaktadır.
Görüldüğü gibi Vehahbilik, teşekkül etmeye başladığı andan itibaren sürekli
siyasetle içi içe olmuş, dini faaliyetlerini sürdürebilmek için siyasi gücü arkasına
almayı ihmal etmemiştir. Bu konudaki en büyük adım da Muhammed b.
Abdilvehhab’ın Suud ailesi ile anlaşması olmuştur. Suud ailesinin siyasi ve
ekonomik gücünden faydalanan Vahhabi hareket, kısa bir sürede geniş bir alana
yayılma imkânı bulmuş; gittiği her yerde de doktrinlerini zorla kabul ettirmiştir.
Petrol kaynaklarının kullanılmaya başlanmasından itibaren Suudi Arabistan’ın
maddi gücü de artmış, Batılı devletlerle ilişkisi de her zaman iyi olmuştur. Ancak bu
maddi refah ve zenginliğin beraberinde getirdiği hayat tarzı Vahhabi anlayışının
bazı gereklerinin yerine getirilmesine engel olmuştur. Bu durum Vahhabiler
arasında bazı rahatsızlık ve ayrışmalara yol açmıştır. Bütün bunlara rağmen SuudiVahhabi aileleri arasında yapılan “ulema-umera işbirliği” halen devam etmektedir.
Vahhabiliğin Görüşleri
Tevhit, Vahhabi
görüşlerin temelini
oluşturmakta, diğer
bütün görüşleri bunun
üzerine bina
edilmektedir.
Muhammed b. Abdilvehhab’ın kendine özgü fikirlerini geliştirmesinde
Hanbelilerin aklı kullanmayı reddeden ve bidatlere karşı savaş açan yaklaşımı,
metinleri zahiri anlamlarına göre yorumlama, katı ve mutaassıp bir dindarlık ve
amelleri imandan sayma anlayışı son derece etkili olmuştur. Bu konuda özellikle
Hanbeli geleneğinden gelen İbn Teymiyye’nin aşırı görüşleri baskın rol oynamıştır.
Bununla birlikte İbn Abdilvehhab, bazı konularda Selef, bazı konularda Ahmed b.
Hanbel bazılarında İbn Teymiyye’den ayrılarak kendine özgü görüşler ortaya
koymuştur. Dolayısıyla Vahhabiliğin itikadi ve siyasi görüşlerinin özünü ve hareket
noktasını, Muhammed b. Abdilvehhab’ın tevhit anlayışı ve onun etrafındaki şirk,
bidat, şefaat görüşleri oluşturmuştur.
Tevhit
Vahhabilik inancını oluşturan Muhammed b. Abdilvehhab’ın görüşlerinin
temelini “tevhit” prensibi oluşturmaktadır. Şirk, bidat, şefaat ve diğer görüşlerinin
tamamı tevhit anlayışına dayanmaktadır. Ona göre kişinin kelimei şehadeti
söyleyip inandığını belirtmesi, Müslüman olması için yeterli değildir. Görüşlerini
çeşitli ayet ve hadislerle delillendiren Muhammed b. Abdilvehhab’a göre tevhit,
kalple, dille ve amelle olmalıdır. Bu üç unsurdan birisinin eksik olması durumunda
kişi Müslüman sayılmaz. Dolayısıyla kanı ve malı helal olur. İbn Abdilvehhab’a göre
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Vahhabilik ve Kadiyanilik
tevhit, Tevhid-i Zat ve Sıfat, Tevhid-i Rububiyet ve Tevhid-i Uluhiyyet olmak üzere
üç çeşittir.
Tevhid-i Zat ve Sıfat: Allah’ı zat ve sıfatlarıyla hiçbir şeye benzetmemektir.
Allah’ın kendisi için kullandığı isim sıfatların dışında onu herhangi bir şekilde
tanımlamamaktır.
Tevhid-i Rububiyet: Allah’ı kendi fiilleriyle birlemek anlamına gelir.
Vahhabilere göre, Allah’ı bilmek ve ikrar etmek yeterli değildir. Bildiği ile amel
etmek de gereklidir. Hz. Peygamber zamanındaki kâfirler de Allah’ı bilmekteydi.
Ancak bu durum onların Müslüman kabul edilmeleri için yeterli olmadı. Hatta Hz.
Peygamber onların canlarını ve kanlarını helal kılarak onlara savaş açtı. Bu nedenle
Allah’ın kitabı ve Hz. Peygamberin sünnetine uymak ve onun dışındakilerin
tanımamak Tevhid-i Rububiyet’in bir gereğidir. Buna ameli tevhit de denir. Bu
tevhidi yerine getirmeyen kâfirdir. Bu kimselerin malları ve canları da helaldir.
Tevhid-i
Uluhiyyet,
diğer tevhit çeşitlerini
de içine alır ve Vahhabi
Bidat
görüşünün
temelini oluşturur
Tevhid-i Uluhiyyet: Kulun fiilleriyle Allah’ı birlemesidir. Tevhid-i Uluhiyyet,
diğer tevhit çeşitlerini de içine alır. İbadet edilecek, duada bulunulacak, kendinden
korkulacak veya ümit bağlanacak tek merci Allah’tır. Bütün peygamberlerin
davetleri, insanları bu nevi tevhide çağırmak olmuştur. İman ve küfrü ayıran şey bu
tevhitdir. Allah’ı tek ilah olarak tanımayan, Allah’tan başkasına ibadet eden, onun
dışındaki bir merciden yardım dileyen, haram kıldıklarından sakınmayan ve onları
işleyen, Allah’ın dışındaki bir varlıktan korkan ve ümit dileyen, onun dışındaki bir
varlık için kurban kesen kimse bu esası ihlal ettiği için küfre girmiş olur. Kişinin bu
nevi tevhit yanında; namaz, oruç, zekât, hac gibi farizaları da yerine getirmesi
gerekir. Kişi bu farzları isteyerek terk ederse kâfir olur. Dinin kâfirler hakkında
ortaya koyduğu hükümler bu kimseler hakkında da uygulanır. Gerçek tevhit ehli
kimselerin, bu tür sonradan küfre girmiş bulunanları öldürmeleri, mallarını
yağmalamaları helaldir.
Özetle Muhammed b. Abdulvahhab tevhidi, ameli açıdan değerlendirmiştir.
Ona göre gerçek tevhit, Allah’ın ve Peygamberin emirleri dışında emir ve yasak
tanımayarak, Peygamber devrinde olmayan her şeyi bidat addedip, tevessülü terk
ederek Allah’ı birlemektir. Buna tevhidi ameli denir. İman ile küfrü ayırt eden tevhit
de budur. Bu yüzden tevhidi sadece bir ‘itikat’ olarak görmek, onu inanç boyutuna
indirgemek şirktir. Bu tür bir anlayışta olanlarla savaşılır. Bunların kanları ve malları
helaldir. Nitekim Hz. Peygamber, ‘Lailahe illallah’ diyen Yahudilerle savaşmıştır.
Sahabe de ‘Lailahe illallah’ dedikleri ve namaz kılan İslam’a davet eden kişiler
oldukları halde Beni Hanife ile savaşmışlardır.
Muhammed b. Abdilvehhab’ın bu görüşlerini, tevhit, Allah ve
Peygamber’den başkasının hüküm ve emirlerine başvurmayarak sağlanır, şeklinde
tanımlamak mümkündür. Muhammed b. Abdilvehhab’ın bu manadaki ‘Allah’ın
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Vahhabilik ve Kadiyanilik
birliği’ tezi, günümüz İslamcılığında ve Selefiliğinde, ‘kanun yapma Allah’ın hakkıdır.
İnsanların burada herhangi bir dahlinden bahsetmek mümkün değildir.’ formuna
bürünmüştür.
Şirk
Tevhitle ilişkilendirilen konuların başında şirk gelmektedir. Şirk, tevhitin
zıddıdır. İbn Abdilvehhab’a göre şirk, büyük küçük ve gizli olmak üzere üç çeşittir.
Büyük şirk, Allah’a ortak koşmaktır. Küçük şirk, dünya hayatını isteyerek dünyayı
ahirete tercih etmektir. Ayrıca riya (gösteriş) olsun diye Allah’a ibadet etmek de
küçük şirk sayılmaktadır. Gizli şirk ise, Allah’ın dışında ruhban ve azizlere itaat,
onları yüceltmek şeklindedir. İnsanlar çoğu zaman gizli şirke düştüklerini
anlamazlar. İbn Abdilvehhab, kendi dönemindeki insanların küfrünün Cahiliye
Araplarının içine düştüğü şirkten daha şiddetli olduğunu söylemektedir.
Vahhabilerin bu görüşleri onların kendileri dışındaki Müslümanları “öteki” olarak
görüp onlarla cihat ismi adı altında savaşmalarına neden olmuştur.
Şefaat ve Tevessül
Şefaat, birinin bağışlanmasına vesile olmak anlamına gelmektedir.
Muhammed b. Abdilvehhab’a göre şefaat etme yetkisi sadece Allah’a aittir. Bu
nedenle Allah’tan başkasından mesela Hz. Muhammed’den, meleklerden,
velilerden, şefaat dilenmez. Hz. Peygamber’den şefaat dilemek, onu Allah’a ortak
koşmaktır. Nitekim müşrikler de Allah’ı kabul ettikleri halde melekleri, putları
şefaatçi kıldıkları için müşrik olmuşlardır.
Vahhabilere göre, şefaat inancı gibi tevessül inancı da şirktir. Tevessül, bir
şeyi vesile veya aracı kılmaktır. Vesile ise, kendisiyle başkasına yaklaşılan, başkası
yanında değer ve itibar elde edilen şeydir. Bu inanç daha çok mutasavvıflar ve Şiiler
arasında yaygındır. Tasavvuf ve tarikatlar sonradan ortaya çıkmış bidatlerdir.
Vahhabiler’e göre tevessül, sahibinin tövbe etmesini gerektiren bir sapıklıktır,
tövbe etmediği takdirde öldürülür. Nitekim Vahhabi tarihi incelendiğinde bunun
örneklerine rastlamak mümkündür.
Şeyhler, büyük zatlar, Mehdi ve Mesih'ten yardım dilemek, rızık istemek,
medet ummak gibi hususlar Allah ile kul arasına aracı koymak anlamına
geldiğinden açık bir şirktir.
Bidat
Vahhabiliğin en önemli özelliklerinden biri de bidatler karşısındaki
tutumudur. İbn Abdilvehhab’a göre Kur’an ve sünnette olmayan her şey bidattir.
Bir bidati çıkaran melundur ve çıkardığı şey reddedilmelidir. Bidatlerin çoğu
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Vahhabilik ve Kadiyanilik
insanları şirke düşürmektedir. Bunların başında mezarlar, türbeler ve bunları
ziyaret etmek gelir. Mezarlarda yapılan ibadetler şirktir. Sevap umarak Hz.
Peygamber’in kabrini ziyaret bile şirke neden olabilir. Ölülere niyaz, tevessül,
falcılara, müneccimlere inanmak, Hz. Peygamber’in anısını yüceltmek, ona salavat
getirirken “seyyidina ve mevlana” demek, hırka-i şerif, sakal-ı şerif ziyaretleri
yapmak, Allah’tan başkasına ibadet etme sadedindedir. Mevlit toplantıları
düzenlemek, bu toplantılarda mevlit okumak, sünnet veya nafile namazlar kılmak
yasaklanmalıdır. Cami ve mescitleri süslemek, minare yapmak, tütün ve kahve
içmek, soğan ve sarımsak yemek, namazı cemaatsiz kılmak, nazar boncuğu takmak
da terk edilmesi gereken bidatlerdir.
Emr-i Bi’l-Maruf ve Nehy-i ‘Ani’l-Münker
Vahhabilere göre tasdik ve ikrar, bir kişinin Müslüman olması için yeterli
değildir. Kişi ameli tevhidi gerçekleştirmedikçe kanı ve malı helaldir. Dolayısıyla
İslam dininin hükümlerini yerine getirmeyen kişiyle, tıpkı küfre düşmüş kimse gibi
savaşılır. Her Müslüman Kur’an ve sünnetteki dinin esaslarının insanlara anlatmak,
iyiliği emredip kötülükten sakındırmakla yükümlüdür. Kur’an ve sünnetin dışında
dini hüküm koymak, bidattir. Bidat ise sapıklıktır. Bidatler ve Bidatçilerle savaşmak
gerekir. İnsanları kötülükten uzaklaştırmak her Müslüman’a farzdır. Gücü yettiği
ölçüde eliyle, diliyle veya kalbiyle bunu yapmalıdır. Bu anlayış, Vahhabileri birçok
Müslüman’ı tekfir etmeye ve onlarla savaşmaya götürmüştür. Emr-i bi’l-maruf ve
nehy-i ‘ani’l-münkerin uygulanması hususunda birinci sorumlu imam (devlet
başkanı)dır. Devlet başkanı bunun yapmak için özel bir teşkilat kurabilir. Nitekim
Suudi Arabistan Devleti bu amaçla el-Emr-u bi’l-Maruf ve’n-Nehy-u ‘ani’l-Münker
Heyeti adıyla bir birim oluşturmuştur. Bu birimin görevi, insanların alkol
kullanmasına, ipekli elbise giymesine, tütün içmesine, müzik aleti çalmasına ve
müzik dinlemesine engel olmak, cemaatle namaz kılmalarını sağlamaktır.
Vahhabiliğin Günümüzdeki Durumu
Vahhabiler,
bugün dünyanın birçok
ülkesinde faaliyetlerini
yürütmektedirler.
Vahhabi hareketi, kitap ve sünnete dönüş çağrısıyla son iki yüz yılda Şii ve
Sünni çevrelerde ortaya çıkan yenilikçi veya gelenekçi şahsiyet veya dini akımlara
doğrudan veya dolaylı olarak ilham kaynağı olmuştur. Bunların arasında
Hindistan’da Seyyid Ahmed Barlevi, Bengal’de Feraiziyye hareketinin kurucusu Hacı
Şeriatullah, Kuzey Afirka’da Senusiyye hareketinin kurucusu Muhammed es-Senusi,
Yemen’de Muhammed eş-Şevkani, Reşid Rıza ve Hasan el-Benna, Cezayir’de
Abdurrahman b. Badis, Suriye’de Abdurrahman el-Kevakibi ve daha birçok kişi
bulunmaktadır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Vahhabilik ve Kadiyanilik
Arabistan haricindeki Müslümanlar üzerinde Vahhabiliğin etkisi daha çok 20.
yüzyılda gerçekleşti. Gelişen ulaşım ve iletişim imkânları, farklı ülkelerdeki değişik
cemaat ve kuruluşların Necd uleması ile irtibatlarını kolaylaştırdı. HindistanPakistan Ehlihadis cemaati ile Mısır’daki Ensari’s-Sünneti’l-Muhammediyye
cemiyeti bu oluşumların en eskileri olarak kayda değer. Nijerya’da İzale cemaati,
Mali’de Subbanu hareketi, Moritanya’da Müceydiri ekolü, Maliki medreselerine ve
tarikatlara karşı duruşlarıyla Batı Afrika’da Vahhabiliğin temsilcileri oldular. Diğer
İslâm ülkeleri ile Avrupa ve Amerika’daki çeşitli davet teşkilatları, yayınevleri, cami
vakıfları ve öğrenci dernekleri kendi bölgelerinde Vahhabi öğretilerin
propagandasını üstlenmiş durumdadırlar. Batı kültürü aleyhtarlığı söz konusu
kuruluş ve cemaatlerin en bariz özelliğidir. Bu aleyhtarlığı siyasi alanlarda ve militer
usullerle yürütmeyi hedefleyen, Batılı kaynaklarca “cihadiler” diye nitelenen
Vahhabilik etkisindeki büyüklü küçüklü şiddet yanlısı organizasyonlar da varlıklarını
sürdürmektedirler. Cezayir’de
Cemaatü’s-Selefiyye
li’d-Da’va ve’l-Kital,
Endonezya’da Leşger-i Cihad bu çeşit teşkilatlardandır.
Günümüzde Vahhabilik, Suudi Arabistan’ın resmi mezhebidir. Vahhabilik,
bugün fıkıhta Hanbeliliğin, itikatta Selefiliğin himayesine sığınmıştır. Suudi
Arabistan’ın maddi ve manevi desteğiyle Selefilik Arap ülkeleri, Afrika ülkeleri,
Hindistan, Pakistan, Afganistan, Balkan ülkeleri, Türk Cumhuriyetleri, Malezya ve
Endonezya’da kendisine taraftar bulmaya çalışmaktadır. Son dönemlerde Suudi
Arabistan yönetimi ile Vahhabilik arasında bazı gerginlikler yaşanmaktadır.
Selefilik, Suudi hükümetini eleştiren ve cihadı öne çıkaran Cihadi Selefilik ve Suudi
hükümetine bağlılığını sürdüren Suudi Selefilik olarak yeni yapılanma sürecine
girmiş görünmektedir.
KADİYANİLİK
Kadiyanilik, daha çok
kıyametle ilgili
haberlere dayanan bir
dini harekettir.
Kadiyanilik, Mirza Gulam Ahmed Kadiyani (1835-1908) tarafından Hindistan
Pencap-Kadiyan'da XIX. yüzyılın sonlarına doğru ortaya çıkan ve bir ölçüde
eskatolojiye (eschatologie), İslam kültüründeki adıyla kıyametle ilgili haberlere
dayanan bir dini harekettir. Hareket kuruluş dönemlerinde kurucusunun adına
nispetle Mirzaiyye veya Ahmediyye diye anılmaktadır. İslam dünyasında daha çok
doğduğu yere nispet edilmekte ve Kadiyaniyye olarak bilinmektedir. Mensupları,
kendi cemaatlerini mezhep olarak düşünmedikleri için, “Ahmediye Hareketi”
şeklindeki isimlendirmeyi tercih etmektedirler.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Vahhabilik ve Kadiyanilik
Kadiyaniliğin Sosyo-Kültürel Arka planı
Mirza Gulam Ahmed’in fikirlerinin taraftar kazandığı zaman ve mekân
dikkate alındığında, söz konusu fikirlerin yaygınlık kazanmasında dönemin sosyal,
siyasi, askeri, dini yapısının büyük oranda etkili olduğu görülmektedir. Bu nedenle
“fikir-hadise irtibatı” çerçevesinde konunun ele alınması doğru anlaşılması
açısından önemlidir.
Bireysel Etkinlik
XIX. ve XX. yüzyıllar Müslümanlar açısından siyasi, askeri, ekonomik ve
toplumsal alanda büyük bir buhran ve çöküşün yaşandığı asırlar olmuştur. Özellikle
Osmanlı İmparatorluğu’nun Batılı devletler karşısında siyasi ve ekonomik gücünü
yitirmesi, İslam coğrafyasının büyük bir kısmı için sıkıntılı bir sürecin başlangıcı
olmuştur. Batı bir taraftan bilim ve teknolojide önemli başarılar elde ederken, diğer
taraftan Müslümanları sömürgeleştirmek, onları dinleri, dilleri ve kültürlerinden
uzaklaştırmak istemiştir. İslam topraklarının Batılı devletler tarafından sömürge
haline getirilmek istenmesi, buralarda siyasi ve iktisadi temelli ciddi gerilimlerin
yaşanmasını beraberinde getirmiştir. Birçok etnik unsurun ve dinin bir arada
yaşadığı çok kültürlü bir yapıya sahip olan Hint alt kıtası, bu gerilimin en fazla
yaşandığı bölgelerden biri olmuştur. Müslümanlar, XVIII. yüzyılın ikinci yarısından
itibaren İngilizlerin buradaki sömürge faaliyetlerinden dolayı ümitsizliğe
düşmüşlerdir. XIX. asrın başlarından itibaren pek çok eyalette idareyi ele geçiren
İngilizlerin bölgedeki sömürge ve halkı Hıristiyanlaştırma faaliyetleri, Müslümanlar
arasında büyük düşmanlık ve nefrete sebep olmuştur. Bu faaliyetlerin sonucunda
ortaya çıkan ve 1857’de Delhi’de başlayan Sipahi Ayaklanmasının da İngilizler
tarafından şiddetli bir şekilde bastırılması Müslümanlardaki hayal kırıklığını
artırmıştır. Bu bunalımlı dönemde kurtarıcı mehdi ve müceddid fikirleri
yaygınlaşmıştır.
• XIX ve XX. yüzyıllarda İslam dünyasındaki sosyopolitik durum ve Sipahi Ayaklanmasının
nedenleri üzerinde düşününüz.
Hıristiyan misyonerler, Müslümanların içine düştükleri bunalım ve iç
çekişmeleri fırsat bilerek bu dönemde onlar üzerinde faaliyetlerini artırmışlardır.
Açtıkları eğitim kurumları ve propaganda merkezleriyle sosyal ve siyasal alanlarda
etkinlik elde etmişlerdir.
İslam, çok dinli bir yapıya sahip olan Hindistan’a sufiler aracılığıyla
taşınmıştır. Bu durum özünde mistik bir din anlayışını ihtiva eden Hinduizm’le İslam
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Vahhabilik ve Kadiyanilik
arasında ve her iki dinin temsilcileri arasında yakınlaşmayı da beraberinde
getirmiştir. XVI. yüzyıldan itibaren İslam ile Hinduizm arasındaki anlaşmazlıkları
ortadan kaldıracak ve ortak inançlara dayalı “tevhidi-i ilahi” veya “dini ilahi” adı
altında eklektik bir din oluşturma girişimleri ortaya çıkmıştır. Fakat Müslümanlarla
Hindular arasındaki yakınlaşma ilerleyen süreçte, Müslüman sufilerin, Hind
mistiklerinden etkilenmelerine ve aşırı inzivacı, zühtçü, dış dünyaya oldukça kapalı
bir din anlayışını benimsemelerine neden olmuştur.
Bunun yanında söz konusu süreci İslam dininden sapma olarak nitelendiren
ihyacı hareketler kendisini göstermiştir. Örneğin İmam Rabbani olarak bilinen
Ahmed Serhendi (1563–1624), Muhyiddin İbn Arabi’nin fikirleri özelinde bir Hint
İslamı anlayışına şiddetle karşı çıkmış, İslam’ı Hint etkisinden korumak için sufilik
anlayışını ıslah etme fikri üzerinde yoğunlaşmıştır. Onun bu girişimi ve çabası
kendisinden bir asır sonra Şah Veliyyullah Dihlevi (1703–1776) tarafından daha da
sistematik hale getirilmiştir. Dihlevi, kendisi için, Şia arasında Mehdi için kullanılan
kaimu’z-zaman (zamanın imamı) sıfatını kullanmıştır. Daha sonra o Hz.
Muhammed’den sonra peygamberlerin gelmeyeceğini ancak onun varislerinin
olacağını, yani kendileri gibi peygamber olmadıkları halde peygamberlik
kapasitesine sahip kimselerin olabileceğini ileri sürmüştür. Bu tartışmalar,
Hindistan’da Müslümanlar arasında gelenekçi, akılcı, mehdici hatta “Hind
Vahhabiliği” adı verilen dışlayıcı püriten dini akımların ortaya çıkmasına sebep
olmuştur.
Bu siyasi, dini, sosyal ortamda yaşayan Müslümanlar, içinde bulundukları
çaresizlik, bunalım ve aşağılık kompleksinin de etkisiyle Allah tarafından gönderilen
ve kendilerini sözü edilen durumdan kurtaracak karizmatik önderler beklemeye
başlamışlardır. Bu bağlamda kıyamet ve ahir zaman ile ilgili rivayetler, mehdi,
mesih, müceddid ve kurtarıcı bekleme inancı millenialist (bin yıllık bir süre inancı)
ile birleşerek halk arasında yaygınlaşmıştır. İşte böyle bir ortamda yaşayan ve bu
fikirlerden de etkilenen Mirza Gulam Ahmed, belli bir metot çerçevesinde kendi
fikirlerini oluşturma ve yayma imkânı bulmuştur.
Mirza Gulam Ahmed’in Hayatı, Faaliyetleri ve Kadiyaniliğin
Gelişme Süreci
Mirza Gulam Ahmed, 1839 yılında Pakistan sınırları içinde bulunan Pencap
eyaletinin Gurdaspur bölgesindeki Kadiyan kasabasında doğmuştur. Çocukluğu ve
ilk gençlik yıllarını Kadiyan’da geçiren Gulam Ahmed; Kur’an-ı Kerim, Arapça,
Farsça, mantık ve felsefe dersleri almıştır. 1864-1868 yılları arasında Sialkot’ta
Bölge Mahkemesinde memur olarak çalışmıştır. Onun buradaki memuriyet hayatı
daha sonraki iddialarına zemin hazırlamıştır. Burada yakınlık kurduğu bir kısım
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Vahhabilik ve Kadiyanilik
misyonerlerden Hıristiyanlığı öğrenmiş, Hinduizm’i tanımış ve bazı Hindularla
tartışmaya girmiş, Müslümanların durumunu ve içine düştükleri sıkıntıları, onların
kurtuluş ve kurtarıcı aradıklarını müşahede ederek içinde yaşadığı toplumu
yakından tanıma fırsatı bulmuştur. Bir ara inzivaya çekilen Gulam Ahmed, İslam’ı
savunmak ve diğer dinleri eleştirmek üzere yerel gazetelerde makaleler yazmıştır.
1877-1878 yıllarında yayımladığı yazıları, Hindu ve Hıristiyanların Müslümanlara
saldırılarını yoğunlaştırdıkları bir sırada, Müslümanlar tarafından büyük ilgi görmüş
ve Gulam Ahmed’in tanınmasına vesile olmuştur.
Gulam Ahmed, bu ortamı ve kendisine karşı oluşan ilgiyi iyi
değerlendirmiştir. Hindu ve Hıristiyanlara karşı elli ciltten meydana gelecek bir eser
hazırlayacağını, ama bunu bastırıp neşredebilmek için gerekli parası bulunmadığını,
neşir giderlerini ancak abone olanlardan gelecek para ile temin edebileceğini ilan
edince, Müslüman halktan birçoğu bu esere abone olmuştur. 1880 yılında Berahini Ahmediyye adıyla Urduca yayınlanan bu eserin ilk cildinde Gulam, bir yandan
İslam’ı diğer dinlere karşı savunurken diğer yandan ilhamlar, kerametler,
kehanetlerde bulunmuş ve “müceddid” intibaını uyandırmıştır. 1884 yılına kadar
dört cildi neşredilen bu eserin ilk iki cildinde İslam, diğer dinlere karşı, bazı keramet
ve kehanetlerde de bulunularak savunulmuştur. III ve IV. ciltlerde vahyin
kesilmediği, kesilmemesi gerektiği Hz. Peygamber’e tam anlamıyla uyan bir kişinin
peygambere verilen zahiri ve batıni ilimlerle donatılacağı gibi konular ele alınmıştır.
Ayrıca bu eserde İngiliz hükümetine övgülerde de bulunarak kılıçla cihad etmenin
gereksizliğine, artık cihadın kalemle olduğuna vurgu yapılmıştır. Mirza Gulam’ın
kendisinin “müceddid” olduğu intibaını uyandırdığı eseri, bu neviden fikirlere zaten
alışkın olan Hint Müslümanları tarafından fazla yadırganmamış ve aleyhinde
herhangi bir tepki oluşmamıştır.
Mirza ilk olarak 1885 yılında hicri XIV. asrın müceddidi olduğunu ilan
etmiştir. Aralık 1888 tarihinde de yayınladığı bir bildiride, Allah’ın kendisine
taraftarlarından biat alarak ayrı bir cemaat oluşturmasını emrettiğini beyan
etmiştir. On madde halinde ilan edilen bu biat şartlarını şöyle özetlemek
mümkündür.
Biat eden herkes, mezara girinceye kadar şirkten uzak duracağına dair
içtenlikle söz verecektir. Yalandan, zinadan, zulümden uzak duracaktır. Beş vakit
namazı aksatmadan kılacak, elinden geldiğince teheccüde kalkacak, her gün Allah’a
hamd, Hz. Peygambere de salat ve selam getirmeyi adet edinecektir. Genelde
Allah’ın her yaratığına özellikle de Müslümanlara zarar vermeyecektir. İslam
dininin emirlerini izzetini ve çıkarlarını kendi hayatından, malından, şerefinden,
çocuklarından ve diğer sevdiklerinden üstün tutacaktır. İyi olan her işte Gulam
Ahmed’e itaat edeceğine söz verip ölünceye kadar bu sözünde sadık kalacak,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Vahhabilik ve Kadiyanilik
Gulam Ahmed’le olan ilişkisi ve bağlılığı her türlü akrabalık ilişkisinden yüksek
olacaktır.
İkinci Aşama:
Mesihlik ve Mehdilik
iddiası
Üçüncü Aşama:
Peygamberlik iddiası
Dördüncü Aşama:
Müslümanlar için
Mehdi, Hıristiyanlar
için Mesih, Hindular
için Krişna
Mirza Gulam Ahmed, müceddidlikle yetinmeyerek kendisine ait iddialarını
genişletmiş ve 1891 yılında Mesihlik ve Mehdilik iddiasında bulunmuştur. Ona göre
Hz. İsa çarmıha gerildiğinde ölmemiştir. Öldüğü zannedilerek bırakıldığı mağara
gibi mezarında kendisine gelerek yaralarını “merhem-i İsa” denilen bir ilaçla
iyileştirip İncil’i yaymak ve özellikle kayıp on İsrail koyununu aramak üzere Keşmir’e
seyahat etmiştir. Burada yüz yirmi yaşında vefat eden Hz. İsa, Sringar’da defn
edilmiştir. Bu nedenle ahir zamanda gelmesi beklenen Mesih, İsa b. Meryem değil,
Hz. Muhammed ümmetinden yaratılış bakımından ona çok benzeyen biri olacaktır.
Müslümanların beklediği Mesih ile Mehdi aynı kişi olup o da Mirza Gulam Ahmed
Kadıyani’dir. Mesih ve Mehdi olan Mirza Gulam Ahmed Kadıyani, hem Hz.
Muhammed’in hem de İsa’nın ruhsal gücünü taşımaktadır. Bu nedenle barışçıdır,
cihadını kılıçla değil tebliğle yaparak İslam’ı yayacaktır. Davasının doğruluğunu
ispat etmek için ileri sürdüğü deliller, kendisine indirilen vahiyler ve verilen
mucizeler sebebiyle ona inanmak zorunludur.
Mirza Gulam Ahmed üçüncü aşamada iddiasına yeni bir boyut katarak
kendisinin nebi ve resul olduğunu iddia etmiştir. 11 Nisan 1900 tarihine rastlayan
Kurban Bayramı namazında El-Hutbetü’l-ilhamiyye diye isimlendirdiği bir hutbe
irad etmiş, Allah’ın vahyine dayalı olarak Arap dilinde irticalen okuduğu bu hutbeyi,
bütün beşer bir araya gelse oluşturamayacağını iddia ve ilan etmiştir. Bu hutbede
açıktan nübüvvet iddiası yoktur. Ancak 1901 yılında taraftarlarından Mevlevi
Abdülkerim, irad ettiği bir cuma hutbesi sırasında Gulam Ahmed için nebi ve resul
terimini kullanmıştır. Bu sırada cemaatten bir kısmı buna itiraz etmişse de, Gulam
bu kullanımın yanlış olmadığını, kendisinin de aynı düşüncede olduğunu ilan
etmiştir. Taraflar arasında münakaşa uzayınca “Ey iman edenler, seslerinizi
Peygamber’in sesini bastıracak şekilde yükseltmeyin!” ayetini okuyarak evine
çekilmiştir. Bu ifadeler daha sonra cemaatin ayrılmasına sebep olacak, bir kısmı
onun gerçekten nebi ve resul olduğunu ileri sürerken, diğerleri bunun irşat görevi
sebebiyle kullanılmış mecazi bir anlam taşıdığını belirteceklerdir. Gulam, 1902 yılı
Ekim ayında Amritsar’da toplanan konferans için yazdığı Tuhfetü’n-Nedve adlı
tebliğinde, nebilik iddiasıyla ilgili farklı yorumlarda bulunmuştur. O kendisinin “Yeni
bir kitap getiren kişi” anlamında bir peygamber olmadığını, kendi nübüvvetinin
“Allah’ın has ve seçilmiş bir kulu” manasında değerlendirilmesi gerektiğini ifade
etmiştir. Bu noktada nebiliğinin velayet nuruna sahip bulunması sebebiyle zılli
(gölge) ve buruzi (yeniden belirme) biçiminde anlaşılabileceğini belirtmiştir.
Gulam Ahmed 1904 Kasım ayında da Allah’tan geldiğini iddia ettiği bir
vahiyle kendisinin Müslümanlar için Mehdi, Hıristiyanlar için Mesih ve Hindular için
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Vahhabilik ve Kadiyanilik
de Tanrı Vişnu’nun avatarı Krişna olduğunu iddia etmiştir. Büyük ihtimalle bu son
adımı Hindistan’daki önemli üç dini, kendi kurtarıcılığında birleştirmek niyetiyle
ileri sürmüştür. Bu iddia, bir ölçüde daha önce Ekber Şah’ın, Hindistan’da yaşayan
dinleri “Din-i İlahi” adıyla başarısız birleştirme çabasını hatırlatmaktadır.
Mesihin
Birinci Halifesi:
Hâkim Nureddin
Gulam Ahmed’in dini içerikli bu görüşlerinin yanı sıra her zaman savunduğu
ve destek olduğu İngiliz hükümeti için yaptığı açıklamaları da önemlidir. O, cihadın
silahla savaşmak olmadığını ve yönetime itaat etmek gerektiğini sık sık dile
getirmiştir. Buradan hareketle Gulam Ahmed’in eserlerini kendisinin kaleme
almadığı çünkü bunları yazacak kadar ilmi birikimi olmadığı, bu eserlerin İngilizler
tarafından yazıldığı ileri sürülmüştür. Bu iddiayı dile getirenler için Kadiyanilik,
İngilizler tarafından ortaya çıkarılmış bir hareket olarak görülmektedir.
Gulam 26 Mayıs 1908’de bir toplantı için bulunduğu Lahor’da ani bir şekilde
ölmüştür. Cenazesi Kadiyan’da defnedilmiştir. Cenaze namazından önce, onun 14
Aralık 1905’te yayımladığı vasiyetine uyularak, sağlığında oluşturulan Sadr-ı
Encümen-i Ahmediyye’nin ileri gelenlerinden Kadiyan’da hazır bulunanların
katılımıyla yapılan seçimde,“Hâkim Nureddin, “Mesihin Birinci Halifesi” sıfatıyla
hareketin başına getirilmiştir.
Hâkim Nureddin döneminde bazı görüş ayrılıkları olmasına rağmen mezhep
içinde bir ayrılık yaşanmamıştır. Hâkim Nureddin, 3 Mart 1914 tarihinde
ölümünden önce yerine Mirza Gulam Ahmed’in oğlu Mirza Beşiruddin Mahmud
Ahmed’i önermiştir. Ancak Mevlana Muhammed Ali ve yakınları buna karşı çıkmış,
Gulam’ın vasiyetine bağlı kalınmasını ve cemaatin işlerini Sadr-ı Encümen-i
Ahmediyye’nin yönetmesi gerektiğini savunmuştur. Nureddin’in ölümünü takiben
Mirza Beşiruddin Mahmud Ahmed halife seçilince, Mevlana Muhammed Ali ve
taraftarları Kadiyan’ı terkederek Lahor’a yerleşmiştir. Böylece Kadiyanilik, Kadiyan
ve Lahor kolu olmak üzere ikiye ayrılmıştır.
Kadiyan Kolu
Kadiyan kolu “Mirza Beşiruddin Mahmud Ahmed’i (1889-1965) “Mesihin
İkinci Halifesi (1914-1965)” kabul edenlerdir. Mirza Beşiruddin’in elli bir yıl süren
halifelik döneminde babasına atfedilen olağanüstü haller ona da atfedilmiştir.
Kur’an’ın gerçek anlamının Beşiruddin’e ilham edilmiş olduğu iddia edilmiştir.
Kadiyan koluna göre Mirza Beşiruddin, Muslih-i Mev’ud (Allah tarafından
gönderileceği vaad edilen düzeltici/ıslah edici)dur. O Hz. Peygamber’in biricik
halifesidir. Bu yüzden de ondan başkasına “halife” diyen biri Allah’ı ve Peygamber’i
inkâr etmiş gibidir.
Mirza Beşiruddin Mahmud Ahmed, babası Gulam Ahmed’in kâmil bir nebi
olduğunu, ona inanmayanların küfre düştüklerini iddia etmiş ve Gulam Ahmed’in
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Vahhabilik ve Kadiyanilik
peygamberliğinin Hz. Peygamber’in son Peygamber oluşuna zarar vermediğini
söylemiştir.
Liderliği süresince Kadiyaniliği yaymak için birçok faaliyette bulunan Mirza
Beşiruddin, sürekli aktif olmuş, eğitim-öğretime önem vermiştir. 1911 yılında kırk
yaşını geçmiş mensuplarının üye olabileceği ve görevi tebliğden ibaret olan
Encümen-i Ensarullah adlı teşkilatı geliştiren Mirza Beşiruddin, 1918 yılında
muhtelif görevler için değişik nazırlıklar da kurmuştur. 1922 yılında cemaatin
danışma kurulu niteliğindeki Meclis-i Meşveret yine onun tarafından faaliyete
geçirilmiş, Misbah isimli bir derginin neşrine onun zamanında başlanmıştır.
Kadınların sosyal ve kültürel anlamda gelişmesini temin etmek için Mirza
Beşiruddin eliyle kurulan Lecnetu İmaillah, 1928 yılında Nusrat Girls High School
adlı liseyi, 1951 yılında da Camia-i Nusrat adıyla bir üniversiteyi hizmete açmıştır.
Bu arada Hinduizm’in yeniden canlandırılıp, Müslümanlar arasında etkili olmaması
için birçok faaliyet planlanmıştır. Bu konuda binlerce cemaat mensubu misyoner
olarak çalışmıştır.
Hindistan ve diğer ülkelerde mezhebin yayılma faaliyetlerine ağırlık veren ve
cemaatin teşkilatlanması için faaliyette bulunan Mirza Beşiruddin, 1947 yılında
Pakistan’ın kurulmasını takiben bir kısım mensuplarını Kadiyan’da bırakarak
Lahor’a intikal etmiştir. Bir süre Lahor’da oturduktan sonra burada tepelerle çevrili
bir kasabayı satın alarak Rabve diye isimlendirmiştir. Mirza Beşirüddin, bir yıl sonra
genel merkezini burada kurmuş, böylece Rabve, cemaatin en önemli merkezi
olmuştur.
Mirza Beşiruddin 10 Mart 1954 tarihinde Rabve’de Mübarek Camii’nde
ikindi namazını kıldığı esnada uğradığı suikast sonucu yaralanmış, 8 Kasım 1965
tarihinde vefat etmiştir. Mirza Beşiruddin’in vefatını takiben Kadiyan kolunun
başına sırasıyla Mirza Nasır Ahmed (1965-1982), Mirza Tahir Ahmed (1982-2003)
geçmiştir. Şu an 22 Nisan 2003 tarihinde “Mesihin beşinci Halifesi” sıfatıyla Mirza
Mesrur Ahmed (2003-) halen Kadiyan kolunu yönetmektedir.
Lahor Kolu
Hâkim Nureddin zamanında baş gösteren ayrılık izleri Mirza Beşiruddin
Mahmud Ahmed’in “Mesih’in İkinci Halifesi” olarak hareketin başına getirilmesiyle
su yüzüne çıkmıştır. Bundan kısa bir süre sonra Mevlana Muhammed Ali ve
arkadaşları Lahor’a yerleşip Ahmediyye Encümen-i İşaat-i İslam adı altında organize
olmuş, böylece Lahor Kadiyaniliği fiilen oluşmuştur. Lahor Kadiyanileri’nin ilk
başkanı Mevlana Muhammed Ali’dir. Bunlar Kadiyan kolu gibi başkanları için
“halife” terimini kullanmazlar. Onun yerine Ahmediyye Encümen-i İşaat-i İslam
Başkanı tabirini kullanırlar.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Vahhabilik ve Kadiyanilik
Lahor Kadiyanileri, Gulam Ahmed’in nebi olduğu görüşünü reddetmişlerdir.
Diğer koldan ayrılmalarının asıl sebebi de budur. Lahor Kadiyaniliğine göre Gulam
Ahmed sadece bir müceddiddir. Lahor kolu Gulam Ahmed’in Mesih-i Mevud (vaad
edilen Mesih) olduğunu bazen dile getirmiştir. Ama genel olarak kendilerini
İslamiyet’in savunucuları ve yayılması için çalışan kimseler olarak
tanımlamaktadırlar.
Lahor Kolu, Kadiyan Kolu kadar büyük değildir. Ancak daha aktiftir. Mesela
bu kolun en önemli isimlerinden biri olan Mevlana Muhammed Ali’nin 1917 yılında
tamamladığı Holy Quran Translation with Commentary adlı Kur’an meali, ilk defa
bir Müslüman tarafından yapılan ve Lahor’da pek çok baskısı gerçekleştirilen ilk ve
tam tercümelerdendir. Bu eserin İngilizce’den Türkçe’ye tercümesi Ender Gürol
tarafından gerçekleştirilmiştir (Ohio 2008). Mevlana Muhammed ayrıca 1923
yılında Kur’an’ı Urduca’ya çevirerek neşretmiştir. Türkiye’de tanınan eserlerinden
biri olan The Religion of Islam adlı çalışması Naciye Akseki tarafından tercüme
edilerek İslam Dini adıyla iki cilt olarak yayınlanmıştır (İstanbul 1942, 1946).
Mevlana Muhammed Ali ve arkadaşları İngiltere’de “Ahmadiyya Anjuman
Ishaat-i-Islam Lahore”, adlı teşkilatı kurmuşlardır. Lahor Kolu’nun Almanya ve
Hollanda da “Institue for Islamic Studies”, Amerika da “Muslim Society” adlı
kuruluşları; güney Amerika’da “Trinidad Muslim League Schools”, Filipinler ve
Tayvan’da “The Chinese Muslim Youth League” adlı okulları bulunmaktadır. Ayrıca
Urduca Peygam-ı Sulh, İngilizce haftalık The Light, aylık Islamic Review and Musilim
India (Arab Affairs), Almanca üç aylık Muslimsch Revieu ve daha birçok dilde
yayınlanan dergileri vardır.
Mevlana Muhammed Ali’nin ölümünden sonra hareketin başına sırasıyla
“Emir” ve “Encümen’in Başkanı” sıfatıyla anılan Mevlana Sadruddin (1951- 1981),
Dr. Said Ahmed Han (1981-1996), Dr. Asgar Hamid Han (1996-2002) ve nihayet
Prof. Dr. Abdülkerim Said (2002-) geçmiştir.
Kadiyaniliğin Görüşleri
Kadiyanilik, eskatoloji diye bilinen kıyamet ve ahir zaman söylentileriyle ilgili
konuları ön planda tutan dini ve siyasi bir harekettir. Mezhebin fikri ve dini temelini
Gulam Ahmed’in iddiaları oluşturmaktadır. Onun iddiaları arasında müceddidlik,
mesihlik, mehdilik gibi doğrudan inanç esasları alanına girmeyen konular ön
plandadır.
Kadiyanilik, fıkıhta tamamen Hanefiliği, İtikatta ise, birkaç konu hariç,
Ehlisünnetin görüşünü benimsemiştir. Fıkhi konularda, içtihat kapısının
kapanmadığını, Kur’an’ın kendi içinde nesh olmadığını, kendinden önceki kitapları
nesh ettiğini kabul ederler. Namaz, oruç, hac, zekât ve kurban gibi ibadetlerin
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Vahhabilik ve Kadiyanilik
zahiri anlamlarının yanı sıra batıni yönleri üzerinde dururlar. Kadiyan kolu
mensupları, abdestte çorabı mest kabul edip onun üzerine mesh ederler. Namaz
da ise farklı bir uygulama olarak secdede, Arapça dışında, namaz kılan kişinin kendi
ana dilinde dua etmesi caiz olarak görülür.
Kadiyaniliğin görüşleri Mirza Gulam Ahmed tarafından oluşturulduğundan
onun şahsı ve görüşleri, mezhep düşünce sisteminin merkezinde yer alır. Gulam
Ahmed, başkasında olmayan olağanüstü özelliklere sahip olduğunu ve Allah
tarafından görevlendirildiğini iddia ederek aşamalı bir şekilde bazı iddialarda
bulunmuştur. Bütün bunlardan dolayı Mezhepler Tarihi ölçütlerine göre
Kadiyaniliğin itikadi ve siyasi gayelerle vücut bulmuş müstakil bir fırka niteliği
taşımadığı söylenebilir. Fakat Kadiyaniliğin beklenen mesih ya da mehdi anlayışları
çok baskın olduğu için, bu yönelişin, karizmatik liderci bir din zihniyetinin ya da
mesihçi bir din anlayışının temsilcisi olabileceği de ifade edilebilir.
Gulam Ahmed Müceddiddir
Gulam Ahmed, 1885 yılında yayınladığı bir bildiri ile kendisini XIV. yüzyılın
müceddidi olarak ilan etmiştir. “Allah beni imam ve halife kıldı.” diyerek o asırda
kendisinden başka hiç kimsenin böyle bir iddiada bulunmadığını söylemiştir. Bu
iddiasına da, Allah’ın her asırda bu ümmete dinini yenileyecek bir kimseyi
(müceddid) göndereceğini belirten hadisleri delil göstermiştir. Kadiyaniliğin
iddiasına göre Ebced hesabına vurulduğunda Gulam Ahmed’in adı 1300 sayısına
denk gelmektedir. Hicri on dördüncü yüzyılda olunduğuna göre bu, Gulam
Ahmed’in asrıdır. Şu halde Allah onu XIV. asrın müceddidi olarak göndermiştir. Gulam’ın on dördüncü hicri asrın müceddidi olduğu konusunda, cemaatin her iki
kolunun da ittifakı vardır. Onlara göre Allah tarafından gönderilmiş bir müceddid
olan Gulam Ahmed, İlahi haber ve ilham gücüne sahiptir.
Gulam Ahmed Mesihtir
Mirza Gulam Ahmed, 1891 yılında Mesihlik iddiasında bulunmuştur. Bu
iddiası İsa b. Meryem’in tabii bir ölümle öldüğü düşüncesine dayanır. Gulam
Ahmed, Hz. İsa öldüğü için Allah’ın kendisini İsa’nın gücü ile “Mesih-i Mevud” yani
geleceği vaad edilmiş Mesih olarak gönderdiğini ileri sürmüştür. Onun iddiasına
göre Allah, kendisini İsa’nın cevherinden yaratmıştır. O, İsa ile aynılaşmıştır. Bu
yüzden beklenen Mesih kendisidir.
Gulam’ın bu iddiası cemaatinin her iki kolu tarafından benimsenmiştir. Buna
göre o, Hıristiyanlar ve Yahudiler için de uyulması gerekli olan beklenen Mesih’tir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Vahhabilik ve Kadiyanilik
Gulam Ahmed Mehdidir
Gulam Ahmed kendisinin Yahudi ve Hıristiyanlar için Mesih olduğunu iddia
ettiği dönemde Müslümanlar için de mehdi olduğunu iddia etmiştir. Ona göre
zamanının insanının gönlünde Kur’an’ın yer tutması için, özel olarak seçilmiş temiz
bir kimsenin aracılığı ile duyguların yenilenmesi ve uyarıcı bir ruhun üflenmesine
ihtiyaç vardır ki, bunları yapacak olan kişi hidayete ulaştırılmış olan Mehdidir. Bu
şekilde görevlendirilen insan ise zamanının imamıdır. Ona göre kendi mehdiliği
sebebiyle görevi, Allah’ın birliğini semavi delil ve alametlerle yeniden ortaya
koymaktır. İddiasına göre kendisi kutsal ruhla desteklenmektedir. Musa’ya
Sina’dan, İsa’ya Seir’den, Hz. Peygamber’e Hira’dan görünen Rabb, bütün azamet
ve haşmetiyle kendisine de görünmüştür.
Gulam nesep itibariyle Hz. Peygamber soyundan gelmediği için Mesih’in,
Mehdi ile birlikte kâfirleri öldürecek Fatıma neslinde gelen bir kimse olacağı
şeklindeki İslami eserlerde var olan nakillerin uydurma olduğunu iddia etmiş, daha
çok İsa’dan başka Mehdi olmadığını belirten rivayetleri esas almıştır. Ayrıca
Mehdi’nin çıkışı için belirtilen alametleri de kendi lehine yorumlamıştır.
Gulam Ahmed’in Mehdiliği hususunda da Kadiyaniler arasında ciddi bir fikir
ayrılığı yoktur.
Gulam Ahmed Nebidir
11 Nisan 1900 tarihinde ilhama dayandığını iddia ettiği hutbesini okuyan
Gulam, Hz. Peygamber’in “hatemü’l-enbiya” yani nebilerin sonuncusu, kendisinin
de “hatemü’l-evliya” yani velilerin sonuncusu olduğunu belirtmiştir.
Bir müddet sonra bir Cuma hutbesinde taraftarlarından Mevlevi Abdülkerim
isimli kişinin kendisi için nebi ve resul sıfatlarını kullanmıştır. Bundan sonra
Gulam’ın nebiliği cemaati arasında açıktan konuşulmaya başlanmıştır. Cemaatten
bir kısmı bu duruma itiraz edince, Gulam bu kullanımı uygun bir şekilde yorumlama
ve tevil cihetine gitmiştir.
Gulam Ahmed’in
nebiliği meselesi
Kadiyaniler arasında
çok tartışılmış ve
ayrılmalara sebep
olmuştur.
Gulam’a göre kendisinin nebiliği Hz. Muhammed’in son peygamber oluşunu
zedelemez. Çünkükendisinin nebiliği, yeni bir şeriat getirmeyen eksik bir nebiliktir.
O bu fikrini muhaddes, zılli-buruzi ve gayr-ı teşrii nübüvvet (şeriat getirmeyen
nebilik) gibi kavramlarla açıklamaya çalışmıştır.
“Muhaddes”, bazı hadislerde Hz. Ömer için “kendisine haberlerle ilham
olunan”, “kulağına konuşulan” veya “kalbine ilka olunan” anlamlarında
kullanılmıştır. Şia’da da masum imamların muhaddes olduğu söylenmiştir. Gulam
kendisi için kullandığı bu kelimeye açıklık getirmeye çalışmış, salih bir kimsenin
gördüğü rüyanın nübüvvetin kırk altıda biri olduğu şeklinde nakledilen hadise
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Vahhabilik ve Kadiyanilik
dayanarak Muhaddesin Allah’la konuştuğunu belirtmiştir. Muhaddes olan
kendisine de birtakım ilahi sırlar tevdi edilmiştir. Gelen vahiylerin şeytanın
tasallutundan uzak oluşu, şeriatın ruhunun öğretildiği durumunu diğer
peygamberler gibi ilan etmesi gereğini ortaya koyarak nübüvvetini ispat etmeye
çalışmıştır.
Gulam Ahmed’in nübüvvetle ilgili düşüncelerini ispat etmek için kullandığı
diğer kavramlar da zılli veya buruzi nebi kavramlarıdır. Zılli nebi gerçek bir nebi
değil, nebinin nurunu yansıtan biridir. Buruzi nebi ise nebi olmayan birinin belirme
(buruz) yoluyla bir nebinin vekili olmasıdır. Gulam’a göre şeriat getirmeyen nebilik
de veliliktir. Veliler ise şeriatı açıklama görevi olan peygamberliğin rengine
bürünmüş kimselerdir.
Cemaatin Kadiyan kolu, Gulam Ahmed’in gerçekten nebi olduğunu ileri
sürmekte, vahyin kesilmediğini ve Hz. Peygamber’den sonra da nebilerin
gelebileceğini belirtmektedir. Onlara göre nübüvvetin kesilmesi, Allah’ın
rahmetinin kesilmesi demektir. Bu ise mümkün değildir. Allah her zaman rahmet
sahibi olduğuna göre nübüvvet de devam edecektir. Gulam’dan sonra da eğer
hilafet sistemi bozulursa, nebi gelebilecektir. Bu takdirde Ahmedilere de düşen, bu
yeni nebiye tabi olmaktır.
Lahor kolu, Gulam Ahmed’in gerçek anlamda bir nebi olmadığını ileri sürerek
Hz. Peygamber’in son peygamber olduğu konusunda ısrar etmektedir. Bunlara göre
Gulam Ahmed, bir müceddid olduğu için onu inkâr eden birinin arkasında namaz
kılınır.
Diğer Meselelerle İlgili Görüşleri
Kadiyaniler iman esaslarını Amentü’de geçtiği şekliyle aynen kabul
etmektedirler. Dolayısıyla bu konuda Ehlisünnetten farklı düşmezler. Kadiyanilere
göre iman, Allah’ın varlığını ve birliğini ikrar ve tasdik etmek, Hz. Peygamber’in
Allah’tan getirdiklerine inanmak, dille ikrar, kalple tasdik etmek ve hayırlı işler
yapmaktır.
Lahor Kadiyaniliğine göre küfür, Peygamberin getirdiği hakikati
reddetmektir. Bu yüzden Allah’ın birliğini Hz. Peygamber’in Resullüğünü kabul
eden kimse Mirza Gulam Ahmed’in nebiliğine inanmazsa da imandan çıkmaz.
Kadiyan kolu için bazen Gulam Ahmed’in nebiliğini inkâr eden kişinin küfrüyle
hükmetme eğilimi söz konusudur.
Kadiyanilere göre hilafet, dini ve siyasi otoriteyi temsil eder. Toplumun
kesinlikle bir halifeye ihtiyacı vardır. Dindar olması şartıyla herkes halife seçilebilir.
Halife seçilen kimse, bu görevi ömür boyu yürütür. Halife Allah’tan vahiy alabilir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
Vahhabilik ve Kadiyanilik
Vahiy zaten, gönlünü Allah’a açan herkes için söz konusu olabilir. Kadiyan kolu
hilafeti, dini ve siyasi bir otorite olarak görmesine rağmen, daha çok manevi bir
otorite olarak değerlendirir.
Kadiyanalerin göre
cihat kılıçla
yapılmayacağı görüşü
Müslümanların
eleştirilerine neden
olmuştur
Kadiyanilerin en fazla dikkat çeken siyasi görüşlerinden biri de cihat ile ilgili
görüşleridir. Kadiyaniler’e göre cihat, görünen düşmana, şeytana ve kişinin kendi
nefsine karşı mücadelesi olmak üzere üçe ayrılmaktadır. Birincisi, Müslümanların
Medine’ye hicret ettikten sonra izin verilen kendilerini korumak ve haksızlıklara,
zulme karşı durmak için yaptıkları cihaddır. İkincisi, Kur’an’ı ve ortaya koyduğu
prensipleri yaymak için gösterilecek cihad ve gayrettir. Üçüncüsü, ise Allah’a
yakınlaşabilmek ve iyi bir kul olabilmek için kişinin nefsinin kötü arzularıyla
savaşmasıdır.
Mirza Gulam Ahmed’e göre “kılıçla cihat” zamanı geçmiştir. Kalem, dua ve
büyük kerametlerle yapılacak olandan başka cihat kalmamıştır. Onun bu
görüşünün, Hindistan’da ve diğer bölgelerdeki Müslümanların sömürgeci İngiliz
Hükümetine karşı direncinin kırılmasına neden olduğu ileri sürülmüştür.
Kadiyaniliğe göre ise İslam’ın şiddet ve terör vesilesi bir din olmadığı ancak bu
şekilde savunulabilir. Onlara göre iş başa düştüğünde Kadiyaniler de cihat etmiştir.
Nitekim Pakistan’ın kuruluş aşamasında düşmana karşı savaşılmıştır.
Gandhi’nin İngilizlere karşı kan dökmeden zafer elde etmesi
düşünüldüğünde barışçı yollar ya da pasif direniş metotlarıyla mücadele
kültürünün bölgede hâkim olduğu söylenebilir. Kadiyaniliğin cihada karşı tutumu
bu kültürün de bir sonucu olarak görülebilir.
Kadiyaniliğin Günümüzdeki Durumu
Yukarıda belirtildiği gibi Mirza Gulam Ahmed’in ölümünden sonra takipçileri
Kadiyan ve Lahor kolu olmak üzere ikiye ayrıldılar. Pakistan’ın kuruluşu üzerine
(1947) Kadiyan, Hindistan sınırları içerisinde kaldığından Kadiyan Kolu merkezlerini
Pakistan’da yeni kurdukları Rebve şehrine taşımışlardır. Mezhep mensuplarının
Gulam Ahmed ile ilgili bazı söylemleri Müslümanların tepkisine neden olduğu
durumundan hareketle 7 Eylül 1974’te Pakistan Parlamentosu, Kadiyanilerin her iki
kolunu da “İslam dışı azınlık” olarak ilan etmiştir. Bugün Pakistan’da genelde
Kadiyan kolu kâfir olarak görülmekte mescitlerine baskınlar yapılmakta hatta
müşrik oldukları gerekçesiyle öldürülmektedirler. Pakistan’da Kadiyanilerin
“selamun aleyküm” gibi İslami şiarları kullanmaları da yasaklanmıştır. Bir
Kadiyani’nin “La ilahe illallah” demesi de uygun görülmemektedir.
Kadiyaniler günümüzde özellikle İngiltere, Hollanda, Almanya, Danimarka,
İspanya, İsviçre, ABD, Afrika ve bazı pasifik ülkelerinde teşkilatlanarak faaliyetlerini
yürütmektedirler. Sayıları ile ilgili birbiriyle çelişen bilgiler bulunmaktadır. Kadiyan
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
Vahhabilik ve Kadiyanilik
kolunun iddiası yüz milyon civarında olduklarıdır. Fakat bu sayının 5 ila 10 milyon
arasında olduğu tahmin edilmektedir.
Günümüzde, Kadiyan kolunun başında Mirza Mesrur Ahmed; Lahor kolunun
başında ise Prof. Dr. Abdülkerim Said bulunmaktadır. Kadiyan kolunun Almanya’da
oluşturdukları Türk Masası Birimi, Müslüman Ahmediyye Cemaati adıyla Türkçe bir
bülten ve Maneviyat adında bir dergi çıkarmaktadır. Sözü edilen bültenin 2001
Kasım sayısında 21-22 Ekim 2001 tarihleri Türk günü olarak ilan edilmiştir. Ayrıca
Kadiyanilerin bazı kitapları Türkçeye çevrilerek dağıtılmaktadır. Son zamanda bu
faaliyetlerinde ve Türkiye üzerinde çalışmalarında bir artış görülmektedir.
Kadiyan kolu cemaati tanıtmak amacıyla, günümüzde aylık Review of
Religions, Urduca el-Fazl, Amerika’da üç aylık The Muslim Sunrise, Londra’da aylık
The Muslim Herald; Afrika’da African Crescent, Almanya ve Türkiye’de Maneviyat
gibi birçok dergi yayınlamaktadır. Ayrıca Kur’an-ı Kerim Melik Gulam Ferid
tarafından tek cilt halinde İngilizceye çevrilmiş, bu çeviri esas alınarak çeşitli Batı ve
Afrika dillerine de tercüme edilmiştir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
Özet
Vahhabilik ve Kadiyanilik
• Vahhabilik Osmanlı'nın son döneminde Arabistan'ın Necd bölgesinde
Muhammed b. Abdilvehhab önderliğinde ortaya çıkan bir harekettir.
Genel olarak Hanbeli mezhebinin ve onun temsilcilerinden İbnTeymiyye ve
İbn Kayyim el-Cevziyye'nin görüşlerinden etkilenen Muhammed b.
Abdilvehhab bu görüşleri geliştirerek bir inanç sistemi oluşturdu.
•Başlangıçtan itibaren siyasetle iç içe olan vehhabilik hareketi, Muhammed
b. Abdilvehhab ile Muhammed b. Suud arasında yapılan Diriye Antlaşması
ile birlikte bir devletin resmi ideolojisi haline geldi.
•Amelleri imanın bir parçası sayan Muhammed b. Abdilvehhab'ın görüş ve
eylemlerinde Harici zihniyetin izleri açıkça görülmektedir.
•Tevhit Vahhabiliğin görüşlerinin temelini oluşturmaktadır. Muhammed b.
Abdilvehhab'ın diğer görüşleri (Şirk, Şefaat, Tevessül, Bid'at, vd. ) tevhit
görüşü üzerine bina edilmiştir.
•Günümüzde Vahhabilik gerek Vahhabi ulemanın etkisiyle gerekse Suudi
Devletinin de desteğiyle dünyanın birçok ülkesinde faaliyetlerini
yürütmektedir.
•Hint alt kıtası menşeli bir hareket olan Kadiyanilik daha çok kıyamet ile
ilgili haberlere dayanmaktadır.
•XIX. XX yüzyıllarda Müslümanları içine girdikleri durumdan kurtaracağı
iddiasıyla ortaya çıkan Mirza Gulam Ahmed Kadiyani, tarihi süreç
içerisinde müceddilik, mesihlik, mehdilik,
nebilik gibi
iddialarda
bulunmuştur.
•Kadiyanilik Mirza Gulam Ahmed'in ölümünden sonra iki kola ayrılmıştır.
•Günümüzde Kadiyanilier Hint alt kıtası başta olmak üzere, birçok Avrupa
ülkesi ve dünyanın farklı yerlerinde faaliyetlerini sürdürmektedirler.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
Vahhabilik ve Kadiyanilik
DEĞERLENDİRME SORULARI
1. Vahhabilik aşağıdaki mezheplerin hangisinden etkilenmiştir?
Değerlendirme
sorularını etkileşimli
olarak
cevaplandırabilirsiniz
a) Şafii Mezhebi
b) Hanbeli Mezhebi
c) Hanefi Mezhebi
d) Maliki Mezhebi
e) Maturidilik
2. Aşağıdakilerden hangisi Vahhabi görüşlerin temelini oluşturmaktadır?
a) Şefaat
b) Bidat
c) Tevessül
d) Tevhit
e) Emr-i bi’l-Ma’ruf ve Nehy-i ani’l-Münker
3. Aşağıdakilerin hangisi Kadiyaniliğin ortaya çıkmasında etkili olmuştur?
a) Cihat anlayışı
b) Mutezile
c) İman anlayışı
d) Mehdi inancı
e) Ahiret inancı
4. Kadiyanilik hangi bölgede ortaya çıkmıştır?
a) İran
b) Hindistan
c) Afrika
d) Cezair
e) Suudi Arabistan
5. Aşağıdakilerin hangisi Kadiyaniliğin biat şartlarından değildir?
a) Şirkten uzak durmak
b) Yalan söylememek
c) Her gün Allah’a hamd etmek
d) Hz. Peygambere de salat ve selam getirme
e) Mirza Gulam’ın nebi olduğuna inanmak
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
26
Vahhabilik ve Kadiyanilik
6. Aşağıdakilerden
hangisi
değerlendirilemez?
Vahhabiliğin
arka
planı
olarak
a. Osmanlının çoğulcu ve hoşgörülü din anlayışına duyulan tepki
b. Pakistan’ın Hindistan’dan ayrılma süreci
c. Bidatlerin çoğalması iddiası
d. Arapların Osmanlıdan ayrılma hevesleri
e. İngilizlerin Arabistanla ilgili planları
7. Vahhabiliğin son zamanlarda kendilerini vasıflamak için tercih ettikleri
kavram aşağıdakilerden hangisidir?
a. Marika
b. Vahhabiyye
c. Selefiyye
d. Şuubiyye
e. Talimiyye
8. II. Mahmud’un Vahhabi meselesini halletmesi için görev verdiği paşa
aşağıdakilerden hangisidir?
a. Kavalılı Mehmet Ali Paşa
b. Tosun paşa
c. Sinan paşa
d. Sokullu Mehmet paşa
e. Ali paşa
9. Kadiyaniliğin Türkiye’de yayınladığı derginin ismi aşağıdakilerden
hangisidir?
a. Mesneviyat
b. Maneviyat
c. Mesihiyyat
d. Muhaddesat
e. Kadiyan Bülteni
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
27
Vahhabilik ve Kadiyanilik
10. Muhaddes kelimesinin anlamı aşağıdakilerden hangisidir?
a. Yeni meydana gelen
b. Dinde yenilik
c. Kalbine ilka olunan, ilham edilen
d. Mübarek ve mukaddes sayılan
e. Kötü ve çirkin görülen
CEVAPLAR:
1.b 2.d 3.d 4.b 5.e6. b 7. c 8. a 9. b 10. c
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
28
Vahhabilik ve Kadiyanilik
YARARLANILAN ve BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
A: VAHHABİLİK
Bulut, H. İ. (2011). Dünden Bugüne Siyasi İtikadi İslam Mezhepleri. Ankara: Ankara
Okulu Yayınları.
Büyükkara, M.A. (2004). “11 Eylül’de Derinleşen Ayrılık: Suudi Selefiyye ve Cihadi
Selefiyye”. Dini Araştırmalar, 7(20), 205-234.
Büyükkara, M.A. (2004). İhvan’dan Cüheyman’a Suudi Arabistan ve Vahhabilik.
İstanbul: Rağbet Yayınları.
Ecer, A.V. (2001). Tarihte Vahhabi Hareketi ve Etkileri. Ankara: Avrasya stratejik
Araştırmalar Merkezi.
Eyüp Sabri Paşa (1992).Tarih-i Vahhabiyan: Vahhabiler Tarihi. (Sadeleştiren:
Süleyman Çelik) İstanbul: Bedir Yayınevi.
Fığlalı, E. R.(2008). Günümüz İslam Mezhepleri. İzmir: Dokuz Eylül Üniversitesi.
İşcan, M. Z. (2006).Selefilik.İ stanbul: Kitap Yayınevi.
Kurşun, Z. (1998). Necid ve Ahsa’da Osmanlı Hakimiyeti: Vahhabi Hareketi ve Suud
Devleti’nin Ortaya Çıkışı. Ankara: Türk Tarih Kurumu.
Kutlu, S. (2007). “Vahhabilik”. Hasan Onat (Ed.). İslam Düşünce Ekolleri Tarihi (ss.
229-239). Ankara: Ankara Üniversitesi Basımevi .
Laoust, H. (1999). İslam’da Ayrılıkçı Görüşler. İstanbul: Pınar Yayınları.
Muhammed b. Abdilvehhab. (1404).Kitabü’t-Tevhid. Riyad: er-Riâse el-Amme li’lİdârâti’l-Buhus el-İlmiyye ve’l-İftâ ve’d-Da’ve ve’l-İrşâd.
Muhammed b. Abdilvehhab. (1994).Mesailü'l-Cahiliyye. Taif : Mektebetü'l-Maârif,
1994.
Muhammed b. Abdilvehhab. (t.y.). el-Usûlü's-Selâse ve Edilletuha. Riyad: İdaretü'lBuhusi'l-İlmiyye.
Öz, M. (2011). Başlangıçtan Günümüze İslam Mezhepleri Tarihi. İstanbul: Ensar
Neşriyat.
Şeker, F. M. (2007).Osmanlılar ve Vahhabilik: Hüseyin Kazım Kadri’nin Vahhabilik
Risalesi. İstanbul: Dergah Yayınları.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
29
Vahhabilik ve Kadiyanilik
B. KADİYANİLİK
Abdüzzâhir , Hasan İsa. (1980): El-Kâdiyâniyye, Neş’etuha Ve Tatavvuruha: Kuveyt:
Dârü'l-Kalem.
Bulut, Halil İbrahim. (2011). Dünden Bugüne Siyasi İtikadi İslam Mezhepleri.
Ankara: Ankara Okulu Yayınları.
Fığlalı, Ethem Ruhi.(1986). Kadiyanilik: Ahmediyye Mezhebi. İzmir: Dokuz Eylül
Üniversitesi.
Fığlalı, Ethem Ruhi.(1994). Kadiyanilik. Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı.
Fığlalı, Ethem Ruhi.(2008). Günümüz İslam Mezhepleri. İzmir: Dokuz Eylül
Üniversitesi.
Habişi, Taha Desuki. (1989). El-Kâdiyâniyye ve Masiruhâ fi't-Târîh. Kahire : Dârü'tTıbaati'l-Muhammediyye.
Kutlu, Sönmez. (2007). “kadıyanilik”. Hasan Onat (Ed.). İslam Düşünce Ekolleri
Tarihi (ss. 239-248). Ankara: Ankara Üniversitesi Basımevi .
Mevdudi. (1975). Kâdiyânilik Nedir? (Çev. Ahsen Batur). İstanbul: İhya Yayınları.
Nedvi, Ebü'l-Hasan Ali el-Haseni. (1971). El-Kâdiyânî ve'l-Kâdiyâniyye: Dirâse ve
Tahlil. Cidde: ed-Dârü's-Suudiyye.
Öz, Mustafa. (2011). Başlangıçtan Günümüze İslam MezhepleriTarihi. İstanbul:
Ensar Neşriyat.
Zahir, İhsan İlahi. (1985). İslam Dünyasında İngiliz Emperyalizmi Kadiyanilik. (Çev.
Arif Aytekin). İstanbul: Ebru Yayınları.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
30
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
ALEVİLİK VE BEKTAŞİLİK
• İsimlendirme Problemi
• Doğuşu ve Teşekkülü
• Alevi İnançları, İbadetleri, Bazı Adap ve
Erkân
• Aleviliğin Alt Kolları ve Yayıldığı Bölgeler
• Günümüzde Aleviler
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• Alevilikle ilgili terim ve kavramlar hakkında
bilgi sahibi olacak,
• Aleviliğin oluşum sürecini anlayacak ,
• Aleviliğin temel inanç yapısını kavrayacak,
• Aleviliğin erkan ve adabı hakkında bilgi sahibi
olacak,
• Aleviliğin yapılanmasını ve sosyal kurumlarını
analiz edecek,
• Günümüzde tartışılan Alevi sorunları hakkında
fikir sahibi olacak ve değelendirmeler
yapabileceksiniz.
İSLAM
MEZHEPLERİ
İSLAM
İNANÇ
TARİHİ
ESASLARI
PROF.DR. M.Saffet SARIKAYA
ÜNİTE
ÜNİTE
10
14
Alevilik ve Bektaşilik
GİRİŞ
İSİMLENDİRME
Alevilik: İslam üst
başlığı altında “HakMuhammed-Ali”
kavramları etrafında
oluşan bir inanç ve
erkân yoludur.
Sözlükte “Ali’ye mensup” anlamına gelen Alevi terimi, İslam kültür
tarihinde “Hz. Ali soyundan gelenler” anlamında kullanılır. Alevi nisbesinin yanına
zamanla Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin evladına nispeti ifade eden şerif ve seyyid gibi
unvanlar ilave edilmiştir.
Günümüzde Alevilik, çeşitli bilimsel disiplinlere ve değişik bakış açılarına
göre farklı şekillerde nitelenir ve tanımlanır. Tarihi-sosyolojik bir yaklaşımla
Aleviliğe bakılırsa onun “tarikat benzeri bir oluşum” olduğunu söylemek mümkün
olur. Bu bağlamda;
Alevilik; “XIII. yüzyılda Anadolu’daki sosyo-dini kaynaşmaların sonucu
ortaya çıkan, XV-XVI. yüzyıldaki Hurufi ve Safevi tesirleri altında oluşan dini bir
harekettir.” diye tanımlanabilir.
Bu tanım altında Aleviliği ilgilendiren bazı önemli terimlerin de açılımını
yapmak gerekir.
Günümüzde Alevilikle müşterek kullanılan en önemli terim Bektaşilik’tir.
Bektaşilik, XIII. yüzyılda Anadolu’ya gelip Sulucakarahöyük’e yerleşmiş Hacı Bektaş
Veli (ö. 1270-71)’ye nispet edilen Yesevi kökenli bir tarikattır. Başlangıçta Abdalanı Rum içinde yer alan tarikat, XVI. yüzyılın siyasi şartları doğrultusunda Camiler,
Torlaklar, Işıklar, Kalenderiler, Haydariler’i de içerir şekilde bir üst kimlik
nitelemesine dönüşür.
Kızılbaşlık, Safevi müritlerinin giydiği başlığa istinaden onlara verilen bir
addır. Terim, Rafızilik’le beraber XVI. yüzyıldan itibaren Safevi taraftarlığı
anlamında kullanılır.
Mikro-etnik olarak tamamı Türk olmak kaydıyla Tahtacılar, Türkmenler,
Çepni/Çetmiler, Sıraçlar, Abdallar gibi adlandırmalar çeşitli Alevi zümrelerini ifade
etmek üzere kullanılır.
Diğerlerinden farklı olarak Ocakzadeliler zümresi, Ehlibeyt’e duyulan sevgi
ve saygının dedelik ve seyyidlik nisbeleri ile birleşerek yeni ocaklara dönüşmesiyle
ortaya çıkar.
Alevilik, terim olarak XIX. yüzyılın sosyal ve kültürel gelişmelerine paralel,
muhtemelen Batı’da üretilen bir terim olarak kullanılmaya başlar ve kısa zamanda
Bektaşiler, Kızılbaşlar, Ocakzadeliler, Tahtacılar, Sıraçlar vb. zümreleri içeren bir
anlam kümesine sahip olur.
DOĞUŞU VE TEŞEKKÜLÜ
İçlerinde Alevilerin de bulunduğu bazı araştırmacılar, Aleviliği Türklerin
Müslümanlığıyla başlatma eğilimindedirler. Burada en temel vurgu Ehlibeyt sevgisi
ve Emevi/Yezid düşmanlığıdır. Türklerin Müslümanlığı kabul ettikleri ilk
dönemlerde Zeydiler vasıtasıyla Horasan bölgesinde Zeyd b. Ali ve oğlu Yahya’ya
yapılanlar, dedeleri Hz. Hüseyin’in Kerbela faciasıyla da birleştirilerek, bir mazlum
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Alevilik ve Bektaşilik
edebiyatı çerçevesinde Türkleri derinden etkilemiştir. Diğer taraftan Ebu Müslim
Horasani’nin liderliğini benimseyen bazı gruplar vasıtasıyla Orta Asya içlerine kadar
giden Muhammed b. el-Hanefiyye soyu, Türklerde Ehlibeyt sevgisini pekiştiren
önemli bir olgudur. Çünkü bu gelenek, Ahmet Yesevi’yi menkıbevi olarak İbnü’lHanefiyye soyuna nispetle yüceltir.
Ancak bu Ehlibeyt sevgisi, Türkler arasında bir ayrışmayı ifade etmez;
özellikle Alevi farklılaşmasını belirleyecek boyutlarda değildir. Bilakis Türkler farklı
mezhep mensuplarıyla birlikte bir bütün olarak Ehlibeyt sevgisi konusunda
kendilerine has bir üslup ve tavır benimserler. Ve ilk dönemde yaşanan olaylarda
taraf olarak Emevileri maşeri vicdanlarında yargılayıp mahkûm ederler.
İlk Müslüman Türk devletleri resmi teşkilat yapısı bakımından Sünni’dir.
Ancak bu yapı merkez-çevre, şehirli-göçebe ilişkileri bağlamında bazı farklılıklar
gösterir. Büyük çoğunluğu yarı-göçebe olan Türkmen toplulukları, İslam’ı
benimsemelerine rağmen İslamlaşma süreçleri asırlarla ifade edecek bir zaman
dilimine yayılır. Bu süreçte tek tanrı inancının hâkim olduğu eski kültürden pek çok
şey, yeni dine taşınarak yaşatılmaya devam eder. Faruk Sümer’in ifadesiyle
Yörüklerin daha 1960’lı yıllara kadar göçlere devam ettikleri dikkate alınırsa göçebe
toplulukların bu kontrol edilemez tarafları İslamlaşma sürecinin uzamasına yol
açmıştır.
Bu noktada Aleviliği iyi anlayabilmek için şehirli-göçebe din anlayışı
farklılığını, sosyolojik olarak dikkate almak gerekir. Çünkü yüzeysel bir inceleme
bile inanç esasları ve bazı pratikler bakımından Türkiye’de oluşan din
anlayışlarında, farklılaşmayı ifade edecek ayrılıkların olmadığını gösterir.
Türkiye’de cami-medrese kültüründen beslenen yerleşik kültür, büyük
ölçüde kitabi din esaslarına bağlıdır. Taşrada ise, nispeten tekke kültürüne bağlı
kalan anlayışlar şifahi kültürden beslenerek zamanla kitabi dinden giderek
farklılaşır. Esasen bu farklılaşma sadece din alanıyla sınırlı değildir; farklılaşma,
siyaset, ekonomi gibi alanlar başta olmak üzere sosyal hayatın hemen her alanında
ortaya çıkar ve tarih içinde gruplar arasında birbirlerini itham eden atasözleri,
vecizeler, fıkralar ve nükteler üretirler. Alevilik bağlamında Çepniler, bu
farklılaşmanın açık bir örneğini teşkil ederler. Karadeniz’in sahil kesimine yerleşen
Çepniler, başlangıçtan itibaren Sünniliği benimserler. Ancak aynı bölgenin iç
kesimlerinde, dağlık bölgelerinde; Kelkit, Şiran, Tokat civarında yerleşenler Aleviliği
benimserler.
Burada Anadolu’ya yapılan göçlerin Alevi yapılanmanın belirlenmesi
bakımından önemine de işaret etmek gerekir. Anadolu’da XI. yüzyıl öncesi Türk
izleri görülmektedir. Bununla birlikte ilki fetih hareketleriyle beraber XI. yüzyılda
gerçekleştirilen göçlerin ikinci büyük dalgası, XIII. yüzyılda Moğol istilasından
kaçanlar tarafından gerçekleştirilir. Bu ikinci dalga, Anadolu’nun hem demografisini
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Alevilik ve Bektaşilik
hem de sosyal yapısını belirgin ölçüde değiştirir. Aleviliğin bu yüzyılda oluşum
dönemine girdiğini gösterecek önemli parametrelerimiz vardır. Ve nihayet Celali
isyanları sonrası, çeşitli boyların Batı’ya ve Rumeli’ye sürgünlerini müteakip, XVII.
yüzyılda boşalan Anadolu’ya gelen Halep Türkmenlerinin devlet teşvikiyle geri
dönmeyerek Anadolu’da iskânı, bu göç hareketliliğini büyük ölçüde tamamlar. Bu
göçler sonucu Anadolu’da Ocakzadeliler, Tahtacılar, Çepni/Çetmiler, Sıraçlar,
Abdallar gibi Alevi mikro-etnik zümreler ortaya çıkar.
Anadolu’ya gelen göçebe Oğuz Türkmenleri arasında Kazeruni, Kalanderi,
Haydari, Cemali gibi tarikat çevrelerini temsil etmekle birlikte bağımsız ve başına
buyruk gezgin dervişler, din anlayışlarını yaymaya başlarlar. Bunların önemli bir
kısmı Orta Asya kaynaklı Hoca Ahmed Yesevi (ö.1166)’ye nispet edilen Yeseviliğe ve
Irak kaynaklı Ebu’l-Vefa (ö. 1107-8)’ya nispet edilen Vefailiğe dayanmaktadırlar. Bu
grupları temsil eden sufiler, henüz daha kurumlaşmış bir tarikat geleneği
oluşmadığı için, Anadolu’da birbirlerinden bağımsız hareket ederek, aynı kültür
çevresine hitap ederler. XV. yüzyılda bu sufilerin, Abdalan-ı Rum diye adlandırılıp
kendilerinden saygıyla bahsedilmesi, aslında XIII-XV. yüzyıllar arasında
Anadolu’daki tarikat zümreleri arasında inanç ve mezhep temelli bir ayrımın
bulunmadığını göstermektedir. Anadolu’da Aleviliğin oluşum zeminini teşkil eden
Abdalan-ı Rum denilen bu dervişlerin önde gelenleri, Hacı Bektaş-ı Veli, Taptuk
Emre, Baba İlyas, Dede Garkın gibi kimselerdir. Sarı Saltuk, Yunus Emre, Kumral
Abdal, Abdal Murad, Abdal Musa, Şeyh Edebali, Geyikli Baba, Otman Baba, Şeyh
Muhlis, Âşıkpaşa gibi veliler ise, bu dergâhlarda yetişmiş ikinci kuşak dervişlerdir.
XIII. yüzyıl Türkiye’sinde Alevilikle ilgili ilk akla gelen Hacı Bektaş Veli
olmakla birlikte onunla aynı dönemde ortaya çıkan Babai hareketi ve Ahilikten de
bahsetmek gerekir. Genellikle Ahiliğin esnaf teşkilatı olduğu ve şehirli bir yapıya
sahip olduğu zannedilir. Ancak Ahilik, esnafların yanında asker, medreseliler ve
farklı tekke mensuplarını bünyesinde toplamayı başaran, mevcut zanaat kolları
bakımından yerleşik kültürle göçebe kültür, şehirle taşra arasında köprü kuran
Türklere has sivil-sosyal bir örgütlenmedir. Ahiliğin esnaf loncasına dönüşmesi
Osmanlı’nın devletleşme süreciyle ilgilidir. Ahilik, teşkilatlanması, erkânları ve dinî
merasimleri bakımından Alevi kültüre pek çok şey bırakmış, Aleviliğin proto-tipi
diyebileceğimiz bir görünüme sahiptir. Türkiye Aleviliği bakımından Ahilikten kalan
bariz farklı bir unsur, Abbasi taraftarlığının benimsenmesidir. Esasen bu durum
halife en-Nasır li-dinillah vasıtasıyla Anadolu’ya giren fütüvvet teşkilatı paralelinde
Ahiliğin kurucusu kabul edilen Ahi Evran(ö. 1261)’la ilgilidir. Menkıbevi
şahsiyetinde onun, Peygamberimizin amcası Abbas’ın oğlu ve Hz. Ali’nin damadı
olduğu kabul edilir. Bu durum Ahmet Yesevi’nin menkıbevi nesliyle bağlantılı olarak
meşhur Abbasi komutanı Ebu Müslim’le ilgili kabullerle birleşerek Türkiye
Aleviliğini, benzeri Şii hareketlerden tamamen ayırır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Alevilik ve Bektaşilik
Aleviler genel Şii
yaklaşımdan farklı
olarak Abbasilerden
teberri etmezler.
Babailik, Anadolu’da bir halk isyanı olarak ortaya çıkan ve devleti sarsan ilk
önemli harekettir (1240). Baba İlyas ve halifesi Baba İshak önderliğinde, mesiyanik
karakterdeki bu isyan, Doğu ve Orta Anadolu’daki nüfus kesafetinin artması, sosyal
ve iktisadi dengelerin bozulması, siyasi yönetimin keyfiliği ve devletin halkına
yabancılaşması neticesi ortaya çıkar. Hareketin mehdici/mesiyanik vasfı, Aleviliğe
nispetini kolaylaştırır. Babai dervişleri Batı uçlarına gelerek Şeyh Edebali ve Geyikli
Baba gibi sufiler vasıtasıyla Osmanlı Beyliğinin kuruluşunda rol alırlar. Babai
mensuplarının Bektaşi çevrelerle barışması ve müstakil Alevi ocakları oluşturması
ise oldukça sonradır.
Müstakil Alevi ocaklarının oluşturulmasında Babai isyanını desteklemeyen
Hacı Bektaş Veli’nin tavrı rol oynamıştır, denilebilir. Bugün hayatı önemli ölçüde
aydınlanmış olan Hacı Bektaş Veli, Bektaşiliğin kurucusu olduğu kadar daha sonra
gelişen siyasi ve sosyal şartların bir sonucu olarak Türkiye’de farklı adlarla anılacak
müstakil ocak sahibi Alevi zümrelerinin hemen hepsi tarafından saygı duyulan ve
anılan önemli bir sufidir. Kimi zaman Osmanlı devletinin kuruluşuyla ilişkilendirme
gayretiyle XIV. yüzyılın başlarında yaşadığını iddia edilse de, onun 669/1270-71’de
vefat ettiği kesin olarak bilinmektedir. O, neseben ve ikraren Ehlibeyte mensuptur.
İlk ilmini, keşfen, ataları Hz. Muhammed ve Hz. Ali’den alarak zahir ve batın ilminin
anahtarlarını öğrenir. O, kendi obasını yerleşik düzene geçirme çabasındaki
kolanizatör Türk dervişlerinden biridir. Bu nedenle Anadolu’ya geldiğinde
karşılaştığı karmaşaya bulaşmak istemez, şehzade kavgalarına taraf olmaz. Adalet
ve barıştan yanadır, nispeten sakin bir yer olan Sulucakarahöyük’te zaviyesini
kurar.
ayı)
İlimden gidilmeyen
yolun sonu karanlıktır.
Hacı Bektaş Veli
Akıl ve Kur’an temelli, bilgiye ve ahlaki prensiplere dayalı, Yeseviliğin dört
kapı kırk makam geleneğini devam ettiren bir din anlayışına sahip Hacı Bektaş
Veli’nin iyi bir medrese eğitimi aldığı geride bıraktığı eserlerinden anlaşılmaktadır.
Makalat, Besmele ve Fatiha Tefsirleri, Kitabu’l-Fevaid, Şathıyye, Hurde-name,
Üssü’l-Hakika, Makalat-ı Gaybiyye onun eserleri arasındadır. Hacı Bektaş Veli
halifelerini Batı’ya göndererek onları da kendisi gibi kolanizatör dervişler olarak
görevlendirir.
Hacı Bektaş Veli’nin tarikatının nasıl sürdürüldüğü konusunda farklı
görüşler vardır. Yakın dönemdeki bazı bulgular, Bektaşiyye tarikatının XIII.
yüzyıldan itibaren kesintisiz bir şekilde devam ettiğini gösterir. Sadık Abdal Divanı,
şimdilik, Bektaşi ve Bektaşi tarikatı terimlerinin ilk geçtiği metin olarak gözükürken,
bir Zeyni şeyhinin, Hacı Bektaş Veli’yi, gazi derviş olarak tasviri ve methi, yaşadığı
bölgede yaşayan Rum abdallarından ayrı ayrı bahsedip onları hayırla yâd etmesi
dikkate değerdir. Resmi belgelerde Bektaşiyye adına rastlamak için ise XVII. yüzyılı
beklemek gerekecektir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Alevilik ve Bektaşilik
Aleviliğin oluşum sürecinde XV. yüzyılın ilk yarısından itibaren Hurufi
tesirlerinden, ikinci yarısından itibaren ise Safevi Şiiliğinin tesirlerinden de
bahsetmek gerekir. Hurufiliğin İran’daki takibinin ardından, sığındığı
coğrafyalardan birisi Anadolu’dur. Yapısı itibarıyla tekke civarında kendisine yer
edinen ve karmaşık izahlarla dolu bu anlayış, Bektaşi çevrelerde etkili olur.
Hurufiliğin, Şah İsmail’in yetiştiği çevre ile aynı coğrafyada bulunmasına rağmen,
muhtemelen Kızılbaş çevrelerdeki etkisi daha azdır. Günümüzde Hurufilikle ilgili
tartışmalar ve yeni araştırmalar devam etmektedir.
Aşık isen rah-ı Bektaşiye gel
Can ile kıl bu tarike rağbet
Sadık Abdal Divanı
Safevi Şiiliğine gelince, başından itibaren siyasi gayelere matuf olarak
yapılanan bu oluşum taraftar bulma çabasıyla Anadolu’da güçlü bir propaganda
sürecine girmiştir. Devletin müdahaleleriyle bu süreç, açık bir Sünni-Şii zıtlaşmasına
ve çatışmaya dönüşür. Bu bağlamda İran’a bağlı faaliyet gösteren
Kızılbaş/Rafızilerin elebaşları hapis, sürgün veya idam ile tecziye edilirler. Bu
müdahalelerin uzantısı olarak resmi otorite, Bektaşiyye tarikatı vasıtasıyla
propagandalara maruz kalan çevreleri kontrol etmek ister. Bu nedenle Balum
Sultan(ö. 1516) 1499’da merkez tekkede görevlendirilir. Bu durumda Bektaşilik bir
taraftan yeni bir yapılanma sürecini girerken devletle iyi ilişkilerin neticesi bazı
ayrıcalıklara da sahip olur. Günümüzde bazı Bektaşiler tarafından devam ettirilen
Balum Sultan erkânının bu dönemden kaldığı kabul edilir.
Tarikata tanınan imtiyazlarla Hacı Bektaş tekkesi merkez tekke haline
getirilir. Arşiv kayıtları tekkenin XVII. yüzyıldan itibaren nüfuz alanını genişletme
çabası içine girdiğini ve bu çabalarının devlet tarafından da desteklendiğini
göstermektedir. Genişleme ile birlikte devletin takibi altında bulunan başta
Hurufiler, Işıklar, Kalenderiler, Camiler, Torlaklar vb. gruplar bile zamanla
kendilerini Bektaşiliğe nispet ederek zaman içinde tarikat içinde erirler. Ancak bu
eriyiş öyle anlaşılıyor ki karşılıklıdır. Tarikatın Balkanlarda özellikle Arnavutlar
arasında yayılması ise muhtemelen yeni mecraları beraberinde getirir.
Safevi Şiiliğine bağlı taşradaki Alevi gruplar ise özgün Kızılbaş adlarıyla
Bektaşilikten bağımsız ve ayrı örgütlenmeyi başarırlar. Bununla birlikte hangi
sebeple olursa olsun Hacı Bektaş Veli’yi yol önderlerinden birisi olarak kabul
ederler ve bir şekilde Bektaşiliğe ilintilenmek isterler. Bu dönemde Kızılbaşlarla ilgili
en ilginç olgu ise, devletin İran sınırındaki Şafii Kürt boylarının Safevilere karşı
desteklenerek tampon bölge oluşturma çabasının yansımalarıdır. Aynı destekten
istifade etmek isteyen çeşitli Kızılbaş Türk boyları “Biz de Kürdüz!” diyerek devlet
imtiyazlarından yararlanmak isterler ve zamanla Kürtleşirler. Günümüzdeki Kürt
Alevilerin bir kısmını bunlar teşkil eder.
Bektaşilik 1826’da tekkelerinin kapatılması ve bağlılarının takibe
uğramasıyla yeni bir sürece girer. Ancak gerek saray çevresindeki mensuplarının
himayesi gerekse yeni muhalif çevrelerin tarikatı sahiplenmesiyle bu süreç çok
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Alevilik ve Bektaşilik
Bireysel Etkinlik
uzun sürmez. Yine de merkez tekkedeki postnişinlik kavgası su yüzüne çıkar ve
Dedebaba unvanı açıkça kullanılmaya başlayarak çift başlılık ve müntesipler
üzerindeki hâkimiyet mücadelesi belirgin bir hal alır. Bu hengâmede yaşanan
savaşlar ve arkasından Milli Mücadele yılları, Kurtuluş Savaşı, milli sınırların
belirlenmesi ve müteakiben 1925 Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması kanunuyla yeni
bir dönem başlar.
• Aleviliğin doğuşunu ve teşekkül sürecini
düşününüz.
ALEVİ İNANÇLARI, İBADETLERİ, BAZI ADAP VE ERKÂNLAR
Oluşum sürecini takip edildiğinde Aleviliğin homojen bir yapıya sahip
olmadığı anlaşılır. Öte yandan bu süreç, Alevi geleneğin bariz farklılıkları ifade
edecek mezhebi yapılanmaya sahip olmadığını da gösterir. Bu cümleden olarak
Alevi-Bektaşi çevrelerin temel inanç ve ibadet esaslarında Anadolu’daki diğer
tasavvuf ve tarikat çevrelerinden çok farklı olmadığını ifade etmek gerekir. Bununla
birlikte gerek geçmişteki siyasi çekişmeler, gerekse günümüzdeki dini-sosyal yapı
bu çevrelerin bazı inanç motifleriyle farklılaştığını göstermektedir. Burada bu
farklılığı ifade eden bazı temel kavramlar üzerinde duracağız. Ancak bu anlatımın
bütün Alevi zümreler arasında farklı tonlarda kabul gören ortak unsurlar olduğu
unutulmamalıdır.
Alevi din anlayışı büyük ölçüde şifahi kültürle sonraki nesillere aktarılan,
kısmen yazılı geniş bir manzum literatüre sahiptir. Bununla birlikte farklı risalelerin
bir araya getirildiği mensur bir literatür de vardır. Alevi Bektaşi literatürün belli
başlı kaynaklarını; Hacı Bektaş Veli’ye nispet edilen eserler, Kaygusuz Abdal’ın
eserleri, Kitab-ı Cabbar Kulu, farklı Buyruk nüshaları, çeşitli Fütüvvetnameler ve
Bektaşi Erkânnameleri, sufivilayetnameleri, Şerhu Hutbeti’l-Beyan, Şah İsmail’in
Divan’ı, Yemini’nin Faziletname’si, Fuzuli’nin Hadikatü’s-Süeda’sı, Virani’nin
Risalesi, Kenzü’l-Mesaib (Kumru), Hüsniye vb. eserler oluşturur. Büyük ölçüde
yazmalar halindeki bu literatür, yakın tarihimizdeki çalışmalarla nispeten
okuyucuya kazandırılmıştır.
Hem senin ta’rifin itdi hem
Ali’nin ol İlâhNişe kim sen
Mustafa ol Murtaza’dur ya
Nebi
(Hatai)
Aleviliğin oluşumunda üç temel inanç kültürü bulunur. İslamlaşma süreçleri
uzun süren yarı göçebe topluluklarda geleneksel Türk dini, güncel dini ögeleriyle ve
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Alevilik ve Bektaşilik
çeşitli ritüellerdeki dönüşen görünümleriyle varlığını sürdürür. Bunun yanında
Sünni/Hanefi/Maturidi inanç formu gerek devlet teşkilatları, gerekse zihin
dünyaları itibarıyla İslamlaşma süreçlerinde Türklerde hâkim yapıyı oluşturur. Bu
yapı Alevilik özelinde, Türklerde mevcut Ehlibeyt sevgisi potansiyeliyle birlikte XVXVI. yy.’daki Safevilerin Anadolu topraklarındaki faaliyetleriyle Şii On İki İmamcı
inanç motifleriyle bezenerek kendine has bir inanç halitasına dönüşür.
Alevi inanç kültürü, yarı-göçebe Türkmenler arasında gezgin dervişlerin
katkısıyla tasavvufi bir görünüm arzeder. Türklerde hâkim Yesevi gelenek, Horasan
Melamiliği ve Irak’ın zühdi tasavvuf anlayışıyla bütünleşerek Anadolu’ya taşınır.
Böylece yetmiş iki millete bir gözle bakan, her varlıkta Tanrıyı görerek yaratılanı
Yaratan’dan ötürü hoş gören Türkmenler, XIII. yüzyıl Anadolu’sunda, kurumlaşma
sürecine giren Ahiliğin merasim adab ve erkânını, gündelik hayata yönelik pratik
ahlaki yaptırımlarını; Hacı Bektaş Veli’nin Makâlât’ında dile getirdiği dört kapı-kırk
makam anlayışı çerçevesinde benimseyerek yaşamaya başlar.
Hak-Muhammed-Ali
Alevi-Bektaşi inanç kültüründeki en önemli olgu olan Hak-Muhammed-Ali
birlikteliği, Tevhid-nübüvvet-velayet üçlemesinin ifadesi olarak vahdet-i vücud
felsefesiyle ilgili kabullerden kaynaklanır. Varlığın birliği anlamına gelen vahdet-i
vücud anlayışında Tanrı, küntü kenz (“Ben gizli bir hazine idim, bilinmek istedim.”
şeklindeki kutsi hadis iddiasını taşıyan söz) sırrına binaen bilinmek ister. Bu bilinme
iradesini, isim ve sıfatlarının tecellisiyle gerçekleştirir ve vahdetten kesrete çıkar.
Bu tecellinin en alt mertebesinde, zübde-i âlem (âlemin özü) olarak insan vardır.
İnsan Tanrı’dan gelen nüzulünü (iniş), Tanrı’ya ‘uruc ederek (yükselerek), yani
nefsini kötülüklerden arındırıp iyi huylarla donatarak tamamlar. Tanrı’nın tecellisi
olan sıfatlarla sıfatlanır ve insanıkâmil mertebesine ulaşıp hakikat makamına erer.
Bu iniş ve çıkış seferine Devir denilir. Bu anlayış tenasüh ile karıştırılmamalıdır.
Mahabbettir Lailahe illallah
Mahabbettir Muhammed
Resulüllah Mahabbettir Ali
Şah veliyullah Üç isim,
manada birdir mahabbet
(Kul Himmet)
Alevi ve Bektaşi anlayışında tasavvufi geleneğe uygun olarak levlake levlak
lema halaktü’l-eflâk (“Sen olmasaydın ya Muhammed felekleri yaratmazdım.”)
sözünün gereği Tanrı’dan ilk tecelli eden şey, Muhammed’in nurudur; bir başka
ifadeyle Muhammed-Ali’nin nurudur. Çünkü Aleviler Kur’an’da geçen nur ve kandil
(Nur, 35; Ahzab, 46) ifadelerinden hareketle, nur-ı Muhammedi’nin, bir elmanın iki
yarısı gibi birbirinden ayrılmayan Muhammed-Ali’nin nurunun birleşimi olduğunu
kabul ederler. Buna göre, nübüvvet vasfının tezahürü olarak “Hz. Muhammed’i her
kemalin başlangıcı, her güzel hasletin menşei” olarak gören anlayış Hz. Ali’yi de
kapsayacak şekilde genişletilir. Yani, velayet vasfının, nübüvvetin devamı gibi
anlaşıldığı tasavvufi-Şii düşüncenin yansımasıyla velayet sahibi Hz. Ali, Hz.
Muhammed’e nispet edilen vasıfları (nübüvvet hariç) kendisinde taşıyan ve onun
devamlılığını sağlayan parçadır. Bu itibarla, ikisi birbirinden ayrılmaz ve birlikte
zikredilir. Böylece Muhammed-Ali, Tanrının ilk tecellisi olarak vahdetin kesrete
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Alevilik ve Bektaşilik
Yakin sultan-ı ‘âlemdir
Muhammed
Seraser can-ı ‘âlemdir
Muhammed
Yakin evlad-ı ‘âdemdir
Muhammed
Hem evvel yine hatemdir
Muhammed
Behişt ehline sultandır
Muhammed
Da’vay-ı din ü imandır
Muhammed
Kemâl-i sırr u Sübhandır
Muhammed
Yakin bil ‘arş u Rahmandır
Muhammed
Yemini
Miraç Alevi kültürde çeşitli
nefeslerle ve cem
törenlerinde miraclama
bahirleriyle yâd edilir. Hz.
Ali’nin kemalatı ve yüceliği
vurgulanır.
açılan kaynaklarıdır; birlikte çokluk veya çoklukta birliktirler; üçü birdir, aynı
zamanda üçünün de kendi kimlikleri vardır, bu kimliklerin sırrına vâkıf olan onların
birliğini idrak eder. Bu birliği anlamanın yolu da sevgidir. Bu sevgiyi gönlünde
yaşayan, Hz. Ali’nin Tanrı’nın mazharı, âlemin aynı, her varlıkta seyredilebilen, yani
vahdetin kesrete dönüşmesi olgusunu da bilir. Bu ise ancak men arafe (“nefsini
bilen rabbini bilir.”) sırrına ermeyle gerçekleşir. Yani insan, kendi şahsında ahlaki
olgunluğa erişerek, kırk makam, bin bir yolu geçerek kâmil insan olabilir.
Bu nur-ı Muhammedi kabulüyle birlikte Alevi-Bektaşi literatürde Hz.
Muhammed, Hz. Ali ile beraber zikredilir; O’nun nübüvveti, Hz. Ali’nin velayeti
teslim edilir. Hz. Ali’nin velayeti, tasavvufi velayet anlayışı ile Şii imamet anlayışı
arasında farklı boyutlarda ifade edilir. Yine çeşitli mitolojik unsurların
karıştırılmasıyla Hz.Ali’nin tarihi şahsiyeti, efsanevi menkıbelerle örülü bir tarzda
ifade edilerek kabul görür. Hz. Ali’nin tarikat piri olarak kabul edilişiyle ilgili
ayrıcalıkları, büyük ölçüde Şii literatüre dayanan “Ey Ali, sen bendensin, ben
sendenim; sen dünyada ve ahirette benim kardeşimsin; Musa’nın Harun ile
kardeşliği gibi sen de benim kardeşimsin; etin etimdir, kanın kanımdır/lahmike
lahmi; Ali’den başka yiğit, Zülfikârdan başka kılıç yoktur; Ehlibeytim Nuh’un
gemisine benzer. Kim ona binerse kurtulur, kim ondan ayrılırsa helak olur.” gibi
rivayetlerle yüceltilir.
Alevi kültürde Hz. Ali’yle ilgili kabullerin en ilginci, miraçla ilgili
anlatılanlardır. Anlatıya göre Hz. Peygamber miraçta dördüncü katta bir aslanla
karşılaşır, Cebrail’in ikazıyla yüzüğünü aslanın ağzına atar. Bu yüzüğü miraç dönüşü
Hz. Ali ağzından çıkarıp Hz. Peygamber’in önüne koyar. Hz. Peygamber miraçta
Tanrıyla doksan bin kelam konuşur. Bunun otuz bini şeriate dairdir, bütün ümmete
aittir. Kalan altmış bini Hz. Ali’de mefhar-ı sır olur. Buyruklardaki anlatıya göre Hz.
Peygamber Tanrı makamında perdeyi kaldırarak Hz. Ali’yi görür ve onun sırrına
erişir.
Daha eski bir metinde ise sırr-ı Ali şöyle şöyle açıklanır: “Resul Hazretine
sual eylediler ki, “Ya Resulallah miraç gecesi Hak Teâlâ sana ne dilce hitab etdi?”
Resul Hazreti: Bana Ali b. Ebi Talib lügatıyla hitab kıldı ve gönlüme bunu ilham
eyledi kim, eyitdim: Ya Rabbi, bana hitab iden sen misin yohsa Ali midir? Rabbim
bana eyitdi:” “Ya Ahmed, ben Âdemoğlu olunmazam. Ve şüpheli nesnelerle
sıfatlanmazam. Seni benim nurumdan yaratdım. Ve Ali’yi senin nurundan yaratdım
ve anı senin gönlün sarayına muttali kıldım ve senin gönlüne Ali’den sevgülü kimse
bulmadım, dahi sana anın diliyle hitab eyledim.” (Seyyid Hüseyin, Şerhu Hutbeti’lBeyan ).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Alevilik ve Bektaşilik
On İki İmam, On Dört Masum, On Yedi Kemerbeste
Hz. Ali’yle ilgili kabuller zamanla on iki imam ve on dört masum anlayışını
da içererek genişler. İlk bakışta Şii inanç motifi olarak algılanan bu unsurlar, Bektaşi
kültürde, İmamiyye Şiiliğinden farklı bir görünüm arzeder. Buna göre Hz. Ali’den
itibaren on ikinci imam Muhammed Mehdi’ye kadar olan evlad-ı Resul, velayet
önderleri olarak kabul edilir. Tarikat geleneğine uygun olarak silsileler imamlara
ulaştırılır. On dört masum ise, bu imamlardan bazılarına nispet edilen ve çocuk
yaşta düşmanları tarafından şehit edilen masumlardır. Bunların bazılarının tarihi
gerçekliği olmakla birlikte bazıları hayali kişilerdir.
Bunun yanında fütüvvet/ahi kaynaklı olarak Bektaşilikte gördüğümüz on
yedi kemerbeste kabulüne de işaret etmek gerekir. Ancak iki kültür arasında
isimlerin sıralanışında önemli farklılıklar vardır. Fütüvvet/ahiliğe göre Hz. Ali’nin
müsahiplik ahdinden sonra belini bağladığı ifade edilen bu kişiler çeşitli meslek
pirleri iken, Bektaşiikte büyük çoğunluğu Sıffin’de Hz. Ali’nin safında yer alıp can
verenlerdir.
Hz. Ali ve evladını, ehlibeyti
sevmek ve onları sevenleri
de sevmek tevella; Hz. Ali
ve evladının, ehlibeytin
düşmalarından uzak
durmak teberra demektir.
Bu inançların paralelinde tevella ve teberra inancı da benimsenir.
Bu inanç, esasen sahabe döneminden başlayarak Hz. Ali evladı ve
muhaliflerine karşı geliştirilen siyasi bir tavırdır. Vilayetname-i Hacı Bektaş Veli’ye
göre Anadolu’ya tevalla’yı ilk getiren Hacı Bektaş Veli’dir. Nitekim tevella
Anadolu’da yerleşen diğer tarikatlarda da görülür. Burada ilk üç halifeden teberra
söz konusu değildir. Teberraya ancak XV. yüzyıl ve sonrasındaki metinlerde
rastlanılır. Dolayısıyla teberranın muhtemelen Hurufi ve Safev tesirlere binaen
Alevi-Bektaşiliğe girdiği söylenebilir.
Dedelik, Dedebabalık
Tarikat vb. yapılanmalarda silsile yaşayan bir lidere ulaşır ve lider
karizmatik şahsiyetiyle müntesiplerini idare eder. Alevi zümrelerde Türkçe bir
kelime olan Dede terimi bu anlamda öne çıkar. Terim Anadolu’da ata ve baba’yla
eş anlamlı saygı ifadesi olarak din uluları için kullanılır. Dedelere bağlı bulunan
ocaklar vardır. Dedelik en dar anlamıyla da aileyi karşılayan ocak, soy ve sülaleyi
ifade eder. Dolayısıyla dedelik, Alevilikte nesebi ve dini liderliği kendisinde
toplayan bir terime dönüşür. Dedeliği gerektiren üç temel olguyu, soy, keramet
sahibi olmak ve hizmet ehli olmak şeklinde tespit etmek mümkündür. Bu olgular
bazen bir dedede birleştiği gibi, bunlardan sadece biriyle öne çıkan ocak sahibi
dedeler de vardır. Günümüz Aleviliğinde bu üç olgunun yanına son dönemlerde,
yol erkân ve adabına ve cem yürütecek bilgiye sahip olduğu için kendilerine dedelik
verilen “dikme dedeler” de eklenmelidir. Dede, bir Alevi zümresi için her şeydir.
Dini hizmetlerin görülmesi yanında toplumlarda dirlik düzeni, barış ve adaleti
sağlayan, onları eğiten, irşat eden ve farklı alanlara yönlendiren dededir. Son
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Alevilik ve Bektaşilik
yüzyılda yaşanan uzun savaşların ve Tekke ve Zaviyelerin kapatılmasının etkisiyle
yıpranma sürecine giren Dedelik Kurumu, 1950’lerden sonraki şehirleşme süreci,
eğitim seviyesinin artması, çeşitli ideolojik tercih ve yorumlarla ciddi bir otorite
kaybına uğrar.
Bireysel Etkinlik
Dedebabalık ise, Bektaşi Babagan kolu tarafından XIX. yüzyılın sonlarından
itibaren kullanılan bir terimdir. Klasik bir tarikat örgütlenmesine sahip Babagan’da
mürşidlik makamını temsil eden Dedebaba, kendisine bağlı on iki halifebabanın
serbest seçimiyle posta oturur. Dedebabanın topluluk içindeki otoritesi ve yeri
diğer Alevi dedelerinden pek farklı değildir.
• Günümüzde yaşayan Alevi ocaklarını,
Dernek ve Vakıflarını web sayfaları
üzerinden araştırınız.
Kırklar Meclisi, Cem Törenleri, On İki Hizmet
Klasik tarikat yapılanmasında gördüğümüz zikir, raks ve sema geleneği
Alevi Bektaşi kültüründe cem adıyla karşımıza çıkar. Kaynağı hakkında farklı
görüşler olsa da cem, Buyruk’a göre Kırklar meclisinin canlandırılması ve
içselleştirilmesidir. Temel unsurları aynı olmak üzere çeşitli nüanslarıyla Aleviler ve
Bektaşiler tarafından dillendirilen Kırklar Meclisi söylencesi özetle şöyledir:
“Hz. Muhammed miraçtan dönerken Mina’da bir kubbe ilgisini çeker ve
kapıyı çalıp içeri girmek ister. Kendisine “Kim” olduğu sorulunca, iki defa
“Peygamberim.” dediği için kapı açılmaz, üçüncüsünde “Sırru’l-kayyum, hadimü’lfukarayım, yoksulum.” diye cevap vererek içeriye girmeyi başarır. Oradakilerin
kimler olduğunu sorar. Oradakiler, “Kırklarız, kırkımız birbirimizin aynıyız.” derler.
Bir kişinin eksik olduğunu görünce kimin eksik olduğunu sorar; onlar, Selman’ın
bulunmadığını söylerler. Hz. Muhammed onlardan bir nişan isteyince biri kalkıp
kolunu keser ve kırkından da kan akar. Kırklar, pirlerinin Aliyü’l-Murtaza,
rehberlerinin ise Cebrail olduğunu söylerler. Bir müddet sonra Selman dışarıdan bir
üzüm tanesiyle gelir. Kıklar, Seyyidü’l-Hadim olarak üzümü pay etmesini Hz.
Peygamber’den isterler. Hz. Peygamber üzümü ezip şerbet eder ve kırklara pay
eder. Kırklar mesti elest olup, “Allah” deyip, üryan ve püryan semaya kalkarlar, Hz.
Muhammed dahi semaya kalkar, mübarek imamesi başından düşer, kırk pare edip
bellerine bağlarlar.”
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Alevilik ve Bektaşilik
Bektaşi rivayetinde Kırkların kimliği kimse tarafından bilinmez, sadece Hz.
Ali ve Selman-ı Farisi’nin kırklardan olduğu tasrih edilir. Burgazi
Fütüvvetnamesinde, “Kırklar, Ashab-ı Suffa’ya hamledilir. Hz.Muhammed, üzümü
paylaştırdığı ve semah esnasında imame veya ridasının Kırkların beline
bağlanmasından dolayı kırklar içinde “mürşid” makamında en yüksek konumdadır.
Cebrail rehber, Hz. Ali ise pirdir.” der.
Aleviler ve Bektaşiler bu toplantıya “Kırklar cemi” derler. Bunun anısına
dergâhın büyük cem odasına “Kırklar meydanı” da denilir ve yapılan cemde bu olay
yeniden canlandırılmış olur. Cem törenleri tekkenin yanında dede evi (pir evi),
köylerde misafir odaları veya büyük bir evin salonu veya geniş bir açık alanda
(Tahtacılarda) yapılabilir. Günümüzde şehir kültüründe oluşan cemevleri de cem
törenlerinin yapıldığı yeni mahallerdir. Ancak cemevlerinin mabet olarak caminin
alternatifi gibi gösterilmesi veya zaviyelerin uzantıları olarak değerlendirilmeleri
tartışmaya açık bir konudur.
Cem törenleri yapılış zamanı, gayesi ve şekline göre çeşitlenir. Görgü cemi,
Baş Okutma cemi, Koldan kopma cemi, İkrar cemi, Müsahiplik cemi, Düşkünlük
cemi, Dardan İndirme cemi, Kırklar cemi, Ayin-i cem, Abdal Musa cemi, Muharrem
cemi gibi adlarla ifade edilen bu törenlerin her birinin katılım şartları, ne zaman ve
nasıl yapılacağı bellidir.
Cem törenleri Hz. Ali evlatlarını görevlendirmesiyle temellendirilen,
törenin doğru ve kusursuz icra edilmesi bakımından yol ehlince devam ettirilen on
iki hizmetle icra edilir. Bu hizmet algısı tarikat kapısının “hizmet” makamı ve
Resulullah’ın Seyyidü’l-Hadim oluşuyla doğrudan ilgilidir.
Bu hizmet sahipleri de kimi zaman bazı farklılıklar gösterse de şöyle
sıralanabilir: Dede, rehber, gözcü, çerağcı, zakir, ferraş, saka, sofracı, pervane,
peyk, iznikçi, kapıcı.
Kadın-erkek birlikte icra edilen ceme hizmetlerin yapılmasından sonra
başlanır. Yöresel bazı farklılıklarla beraber cemdeki hizmetler şöyledir: Dede
katılımcılara sohbet eder. Zakir saz çalıp deyiş söyler. Süpürge (car) çalınır. Post
serilir. Dargınlar barıştırılır, canlardan rızalık alınır. On iki hizmet sahiplerinin
duaları verilir. Çerağ (delil) uyandırılır. Tezekar (ibrikçi), tarikat abdesti aldırır.
Kurban ve lokmaların duaları verilir. Dede, yol ve erkân konusunda canlara bilgi
verir. Gerekirse ara verilir. Cem mühürlenir (secde yapılır). Üç düvaz imam okunur
(secde yapılır). Üç tevhit çekilir (secde yapılır). Miraçlama okunur, kırklar semahı
veya başka semah yapılır. İstek semahları yapılır. Saka suyu dağıtılır. Lokma ve
kurban (sofra) hizmeti sunulur. Daha sonra dualarla sofra kaldırılıp, meydan
temizlenir ve delil sırlanır ve tören sona erer. Tören esnasında görevliler ve semaha
kalkanlar niyaz duruşunda durarak dedenin oluruyla vazifelerini yerine getirirler.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Tartışma
Alevilik ve Bektaşilik
• Cemevlerinin caminin alternatifi olupolamayacağını tartışınız.
Müsahiplik
Alevi-Bektaşi kültürdeki önemli kurumlardan biri olan müsahiplik, kardeşlik
anlamında, Hz. Peygamber’in Medine’ye hicreti sonrası ashabı birbiriyle kardeş
etmesi/muahat olayına dayandırılır. Bazı kaynaklarda Hz. Peygamber’in yakın
akrabasını İslam’a davet ettiğinde veya Gadir Hum’da Hz. Ali’yi kendisine kardeş
ilan etmesi de müsahipliğin gerekçesi olarak zikredilir. İlk örneklerini fütüvvet/ahi
teşkilatındaki yol kardeşliğinde gördüğümüz bu olgu, Alevi-Bektaşilerde evli çiftler
arasında yapılır. Müsahip olacak çiftler önce birbirleriyle anlaşır ve rehberin
gözetiminde hazırlanarak bir cem töreniyle müsahip ilan edilirler. Müsahipliğin
erkânı, Buyruklar’da etraflıca açıklanır. Bazı Alevi zümrelerinde ceme girmenin
esaslarından kabul edilen müsahiplik, Babagan Bektaşiliğinde uygulanmaz.
Müsahiplik özellikle taşradaki Aleviliğin sosyal yapısında kuvvetli bir yardımlaşma
ve dayanışma olgusunun kurumlaşmış biçimidir. Ancak şehir kültürü ve modern
sosyal yapının bu kurumu erozyona uğrattığını söylemek mümkündür. Aynı
erozyonu diğer bir Alevîkurumu düşkünlükte de görüyoruz.
Düşkünlük
Düşkünlük, Alevilikte gerek sosyal gerekse ocak içi faaliyetlerle ilgili iç
denetimi sağlayan bir kurum olarak asırlarca bu topluluklarda hukuki bir işleve
sahip olmuştur. Eğer bir kişi herhangi bir suç işlemişse ve bu suç cemde bulunan
cemaat tarafından tespit edilmişse, o kişi Dede tarafından dara çekilir. Buna Dar-ı
Mansur da denilir. Suçun derecesine göre toplumun onaylamasıyla ceza verilir.
Böylece suçlu bulunan kişiler suçları oranında nakdi cezalardan sürgün ve ölüm
cezalarına kadar varan biçimde cezalandırılırlar. Bu durumda düşkün ilan edilen
kişi, kendisiyle selamlaşmak dâhil her türlü bireysel ve sosyal ilişkinin kesilmesi
suretiyle, adeta toplumdan tecrit edilir. Bu yarı-göçebe tarım topluluklarında, bir
anlamda kişinin hayat hakkının önemli ölçüde sınırlanması anlamına gelir. Modern
devlet yapısına geçiş ve bütün vatandaşların devletin belirlediği kanunlara tabi
olması, iletişim vasıtalarının çoğalması ve uygulamaların bütün yerel birimlere
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Alevilik ve Bektaşilik
yaygınlaştırılması düşkünlük geleneğinin fonksiyonlarını sınırlamıştır. Artık sosyal
denetim devlet tarafından sağlanmaktadır.
Diğer İbadetler
Alevi-Bektaşilerin ibadetler konusundaki tavırlarını, onların sosyal çevreleri
ve tarikat geleneğinden sahip oldukları Melameti anlayış çerçevesinde
değerlendirmek uygundur. Bu çerçevede namaz ve oruç gibi temel ibadetleri
inkârdan bu ibadetleri ziyadesiyle yapanlara kadar uzanan bir çizgiyi görmek
mümkündür. Bununla birlikte Alevilerin büyük çoğunlukla ibadetler konusunda
kayıtsız kaldıkları, ihmalkâr davrandıkları ve hatta cehalete binaen inkâra varan
tavırlar sergiledikleri ifade edilmelidir. Alevilerde dini ibadetleri mümkün olduğu
kadar ifa etmeye çalışanlar, daha çok Sünni çevrelerle ilişki içinde olanlar ve din
hakkında belli bir bilgi seviyesine sahip olanlardır.
Oruç konusunda da farklı yaklaşımları gördüğümüz Alevilikte Ramazan
ayının dışında Muharrem ayının ilk günleri 9-10-12 gün Muharrem oruçları yine
farklı algılamalarla idrak edilir. Bunun dışında bazı Alevi zümrelerinde 13-15
Şubat’ın ortalarına rastlayan üç günlük Hızır Orucu tutulmaktadır. Muharrem
sonrasında aşure, Hızır orucu sonrasında ise Hızır Lokması pişirilir ve dağıtılır.
Zekât konusunda, gelenekten gelen dede hakkı, baba hakkı, çerağ hakkı,
gibi formlar kısmen muhafaza edilmekle birlikte çeşitli vesilelerle yapılan törenler
dolayısıyla hem dedeleri memnun etmek hem de törene katılanları veya fakir
fukarayı memnun etmek esastır. Bu itibarla Alevi törenleri çoğu kere lokmalı
düzenlenir.
Eline beline diline; eşine,
işine aşına sahip ol.
Bunun yanında Anadolu’da bilinen adak kurban geleneği Alevi zümreler
arasında yaygın olarak uygulanır. Başta Kurban Bayramı olmak üzere, yılın belli
mevsimlerinde çeşitli nedenlerle kurban kesilir. Adak kurbanı, ziyaret kurbanı,
müsahiplik kurbanı, Muharrem ayında kesilen şükür kurbanı, Hakk’a yürüyen (ölen)
kişinin affı için kesilen dâr kurbanı, bunlardan bazılarıdır. Kurbanlarının eti, ihtiyaç
sahiplerine, akraba ve komşulara dağıtılır. Cemlerde kesilen kurbanların etleri ise
“dualandıktan” sonra “rıza lokması” olarak dağıtılır.
Hac konusunda diğer Müslümanlar gibi inanıp usulüne uygun Kâbe
ziyaretine gidenler bulunmakla birlikte, hac ibadetini çeşitli Batıni tevillerle
yorumlayanlar da bulunmaktadır. Genelde bu yorumlarda Allah’ın mümin kulunun
kalbinde bulunduğunu ifade ile insana değer veren ve saygı gösteren anlayış
biçimleri kendisini göstermektedir.
Dört Kapı Kırk Makam
Yukarıda Hak-Muhammed-Ali yolunun vahdet-i vücud felsefesine
dayandığını, bu felsefede insanın bu dünyadaki gayesinin insan-ı kâmil
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Alevilik ve Bektaşilik
mertebesine yükselmek olduğunu belirtmiştik. İnsan-ı kâmil olmak için iyi ahlak ile
donanıp, kötü ahlaktan kaçınmak, nefsi terbiye etmek gerekir. Alevi-Bektaşi
geleneğinde nefis terbiyesiyle ilgili çeşitli kurallar ya ceme başlarken yapılan
sohbetlerde veya cemin çeşitli safhalarında talibe nasihat olarak öğütlenir. Bir
dervişin ahlaki olgunluğa erişmesi için geçmesi gereken dört kapı kırk makam
Makâlât’da şöyle sıralanır:
Şeriat kapısı: İman, ilim, ibadet, helal kazanç ve haramdan kaçınmak,
evlilik, cinsi hayattaki yasakları bilmek, sünnet ve cemaat ehlinden olmak, şefkat,
temizlik ve emr-i ma’ruf nehy-i münkerdir.
Tarikat kapısı: Tevbe, mürit olmak, tıraş, mücahede, hizmet, havf, ümit,
hırka, seccade, zembil ve hidayet, sahib-i cemiyet ve sahibi-i nasihat, aşk ve şevk ü
safadır.
Hakikat kapısı: Toprak olmak (alçakgönüllü olmak), yetmiş iki millete bir
gözle bakmak, eline geleni men kılmamak, mahlûkatın kendisinden emin olması,
mülk ıssına yüz sürüp yüzsuyun bulmak, hakikat sohbetinde esrar söylemek, seyr-i
sülük, sır saklamak, münacaat, Hak Teâla’ya ulaşmak ve vuslattır.
Marifet kapısı: Edep, korku, perhizkârlık, sabır, haya, sehavet, miskinlik,
ilm, marifet ve kendini bilmektir. (Makâlât, 19-30)
Üç Sünnet Yedi Farz
Tarikat geleneğiyle ilgili benimsenen üç sünnet yedi farz, İmam Ca‘fer-i
Sadık’dan nakille şöyle sıralanır:
Sünnetler:
1. Zikr-i Hakkı (kelime-i tevhid) dilinden düşürmemek,
2. Kalbinden kibri ve düşmanlığı gidermek,
Belli bir makam ve ritimle
okunan manzum ve
mensur dualara tercüman
ve gülbank denir.
3. Talip olunan yola teslim olmaktır.
Farzlar:
1. Varlığını kudret-i Hak’tan bilmek, sırrını izhar eylememek, zahidin
imanından (dini ve sosyal taassuptan) şeytandan nice sakınırsa öyle sakınmak,
2. Kendisine bir nefes söylendiğinde hak bilip delil istememek,
3. Her nerede ise daima özür dilemek, niyaz ehli olmak, zira her fesat Hakkı
unutmayla olur.
4. Mürebbi hakkını (eğitici, öğretmen hakkını) hak bilip, hakkına itaat
etmek,
5. Müsahib hakkını ceme getirmeip, hakkını kaybetmemek,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Alevilik ve Bektaşilik
6. Halifeden el tutup, tövbe kılmak,
7. Tarikat tacı takıp, üstada özünü yetirip, kendi bilişin terk etmektir. Yol
ehline, pay-i mal olmaktır.
Dua, Tercüman ve Gülbanklar
Alevi-Bektaşi tasavvuf geleneğinde gerek cem töreniyle ilişkili gerekse
gündelik yaşayışa yönelik pek çok dua, tercüman ve gülbank vardır. Mürşidin çırak
çıkarma duası, mürşidin sofra verme duası, sofra açma duası, kemer-beste aşkı,
fena ve teslim tekbiri, tekbir-i sitem-i çelik, post, tıraş, kurban, keşkûl, kanberiye,
teslim, palhenk, sofra, mengûş, dolak, ikrâr, tac ve çeşitli çerağ tercümanları, çerağ
gülbengi ve sancak salası gibi örnekler; dua, tercüman ve gülbankların belli başlı
örnekleridir. Bunlardan bazılarının açılımları ve açıklamaları aşağıdaki gibidir:
Tercüman-ı Sofra: Allah Allah nimet-i Celil sofra-i Halil mana-i Merdan ez
dem-i düvazdeh-i imam ve çıhardeh masum-ı pak kabul-i kurban keskin-i Zülfikâr
ez dem-i piran. Ber cemal-i Muhammed kemal-i Hüseyn Ali bülend ra salavat.
Tercüman-ı Dar: “Bism-i Şah, ‘Rabbena zalemna enfüsena ve in lem
tağfirlena ve terhamna le-nekunenne mine’l-hasirin’ (Araf 23). Allah eyvallah,
erenler yüzüm yerde, özüm darda. Erenler meydanında, Hak-Muhammed-Ali
divanında canım kurban, tenim tercüman.
Tercüman-ı Çerağ:
İsm-i şah Allah Allah,
Çün çerağı fahr-i uyardık Hüda’nın aşkına
Dü-cihan fahr-i Muhammed Mustafa’nın aşkına
Saki-i kevser-i Aliyyi’l-Murtaza’nın aşkına
Hem Hadice Fatıma Hayru’n-nisa’nın aşkına
On iki imam sadr-ı vilayet pişvanın aşkına
Çar-deh-i ma‘sum-i pak Âl-i ‘aba’nın aşkına
Hazret-i Hünkar âlem-i kutb evliyanın aşkına
Haşre dek yansun yakılsun billahi anın aşkına
Ber cemal-i Muhammed kemal-i Huseyn Ali’yi bilene salavat
Gülbank-i Çerağ: Allah Allah, akşam karışan çerağ-ı ruşen fahr-i dervişan
kudret-i abdalan zuhur-ı imaman kanun-ı evliya. Kerem-i Ali pirimiz sultanımız Hacı
Bektaş-ı Veliyyi Horasan. Hazret-i Seyyid Ali Sultan-ı ğaziyan erenlerin çerağı ruşen
ola hü diyelim hü.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Alevilik ve Bektaşilik
Kurban Tığlama Duası: Bismillahi Allahü Ekber, tekbir Allahü Ekber,
tekbir Allahü Ekber, kurban-ı Halil, ferman-ı Celil, tığ-ı Cebrail, itaat-ı İsmail
bismillahi Allahü Ekber, Allahü Ekber, la ilahe illallahu vallahu Ekber, Allahü Ekber
ve lillahi’l-hamd.
Kurban kesildikten sonra şöyle dua edilir: Kurbanlarımız kabul, muratlarınız
hâsıl ola. Dergâh-ı izzetine yazılmış ola. Dildeki dileklerinize, gönüldeki
muratlarınıza vasıl ola. Kurbanlarınız kazaya kalkan, belaya bekçi ola. Duası bizden,
kabulü de Allah’tan ola. Gerçeğe Hü…
ALEVİLİĞİN ALT KOLLARI VE YAYILDIĞI BÖLGELER
Esasen İsimlendirme başlığı altında verdiğimiz tasavvufi, mezhebi ve mikroetnik nitelemeler, aynı zamanda Alevi geleneğin alt kollarıdır. Günümüz Aleviliğin
ana kolunu teşkil eden Bektaşilik, Balum Sultan’la başlayan yeni yapılanma
döneminde Hacı Bektaş’ta bulunanlarla yeni gelenler arasındaki nüfuz çekişmesine
bağlı olarak ikiye bölünmüştür. Bu bölünme 1826 sonrası gelişmelere paralel olarak
Dedebabalık unvanının kullanımıyla adeta tescillenmiştir.
Diğer mikro-etnik
zümrelerle birlikte,
“Alevi olunmaz Alevi
doğulur.” Algısı, bu
nesep bağlılığından
kaynaklanır.
Merkez tekkede bulunanlar kendilerini bel evladı olarak neseben, Hacı
Bektaş’a nispet ederek Çelebiler/Dede kolunu oluştururlar. Balum Sultan erkânına
bağlı kalanlar ise kendilerini yol evladı kabul ederek Babagan/Babalar kolunu
oluştururlar.
S. Faroqhi’nin de tespit ettiği gibi Bektaşilik, Anadolu ve Balkanlar’da
sadece Türklerin yoğun olarak bulunduğu bölgelerde yayılma ve zaviye sahibi olma
imkânı bulmuştur. Bu coğrafyanın dışında bulunan Mısır ve Kerbela zaviyeleri de
buralara yerleşen Türklere hitap etmiştir. Bugün Bektaşi ocaklarının çoğunluğu
Çelebiler koluna bağlıdır. Bunların meşhurları arasında; Karadonlu Can Baba Ocağı,
Şeyh Bircan Ocağı, Şeyh Samit Ocağı, Seyyid Güvenç Ocağı, Seyyid Baba Ocağı, Sarı
Saltık Ocağı, Derviş Abdal Ocağı, Celal Abbas Ocağı, Garip Musa Ocağı, Hüseyn
Abdal Ocağı, Pir Sultan Ocağı, Koca Haydar Ocağı, Sarı Mecd’in Ocağı, Üryan Hızır
Ocağı, Seyyid Mahmud Hayrani Ocağı, Seyyid Sabur Ocağı, Hubyar Ocağı, Ayşa
Bacılar Ocağı, Kamber Abdal Ocağı, Hıdır Abdal Ocağı, Seyyid Baba Ocağı sayılabilir.
Bu ocakların bağlandığı pir ocakları ve rehber ocakları da vardır. Bu ocaklar Doğu
ve Orta Anadolu’da Tunceli, Erzincan, Sivas, Tokat, Amasya, Çorum gibi iller başta
olmak üzere tüm Anadolu’ya yayılmış vaziyettedir.
Babagan’ın Batı Anadolu’da ocakları bulunmakla beraber, özellikle İstanbul
ve Rumeli’de yayıldığı bilinmektedir. Babagan’ın kontrolündeki büyük Bektaşi
dergâhları; Seyyid Ali Sultan (Dimetoka), Abdal Musa (Tekke/Elmalı), Dürbalı
Sultan, Şehitlik (Rumelihisarı), Şah Kulu (Merdivenköy) bulunmaktadır. Bunların
dışında, Şucaaddin ve Uryan Baba, Geyikli Baba, Emrem Yunus Sultan, Hasan Dede,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Alevilik ve Bektaşilik
Kolu Açık Hacım Sultan, Resul Baba, Saltuk Baba, Gül Baba… gibi ocakları vardır.
Arnavutluk’ta bulunan Bektaşi tekkesi 1925’de Tekke ve Zaviyelerin
kapatılmasından sonra müstakil hareket ederek ayrı bir kol oluşturur. Günümüzde
fiilen faaliyette olan tekkenin ABD’de de bir şubesi bulunmaktadır.
Diğer Alevi zümrelerinden Ali Zeynelabidin soyundan geldiklerini iddia
eden Ocakzadelilerin İmam Zeynel Abidin Ocağı (Malatya), Ağuçan Ocağı (Elazığ),
Kara Pirbad Ocağı (Sivas) ve Şah Şadıllı Ocağı (Sivas) olmak üzere dört büyük
ocakları vardır. Adana’dan Balıkesir Edremit’e kadar Toroslar boyunca dağlık
alanda yerleşen Tahtacılar da Yanyatır ve Hacı Emirli olmak üzere iki büyük ocağa
ve bunlara bağlı oymaklara ayrılırlar. Bunların yanında Tokat Zile yöresindeki
Sıraçlar, Kahramanmaraş civarındaki Abdallar gibi mikro-etnik Alevi zümreleri
bulunmaktadır.
GÜNÜMÜZDE ALEVİLER
Alevilik 677 sayılı Tekke ve Zaviyelerin kapatılması öngören kanun kapsamı
dışında kalmamıştır. Bu kanundan öncelikle Bektaşiler etkilenir; özellikle Arnavut
kökenli Bektaşiler kendi ülkelerinde yeni bir örgütlenme içine girerler. Öte yandan
Cumhuriyetin ilk döneminde 1947’lere kadar din eğitimi ihmal edilir, kısmen
yasaklanır. Bu yaklaşım Anadolu’da Sünni-Alevi bütün kesimlerde olumsuz sonuçlar
doğurur. Bununla birlikte devlet 1962’den itibaren Hacı Bektaş merkez zaviyesinin
müze statüsünde açılmasına ve her yıl periyodik anma toplantılarının
düzenlemesine izin verir. 1990’lardan sonra bu izinler yaygınlaşır, toplantılar da
çoğu kere festival havasında turistik gösterilere bürünür.
1950’lerde başlayan sanayileşme süreci taşralıları şehirlere ve yurt dışına
göçe zorlar. Bu göç hareketlerinin bir sonucu olarak Alevilik modernizmle karşı
karşıya gelerek bir değişim sürecine girer. Günümüze kadar uzayan yarım asırlık
serüvende Aleviler çeşitli problemlerle karşı karşıya kalırlar. Bu süreçte Avrupa’da
Alevi diasporasının oluşumu, 1980 ihtilalinin sonuçları, Madımak Oteli Olayı (1992)
ve Türkiye’nin Avrupa Birliğine giriş çabaları bu serüvenin dikkate değer
noktalarıdır.
Alevilik öncelikle şehir kültüründe yeni ideolojilerle karşılaşır. Bunun sonucu
geleneksel değerler sorgulanmaya başlanır. Bu sorgulama sürecinde dedelik ve
düşkünlük kurumu ciddi şekilde yıpranır. Şehirlerde ikinci, üçüncü nesillerini
yetiştiren Aleviler, kimlik problemleriyle; ibadet yapabilecekleri camiden farklı bir
mekân ve dini eğitim ihtiyacıyla karşı karşıya kalırlar. 1980 sonrası dinin dünyada
yükselen değer olması ve Doğu blokundaki çözülme, Türkiye’deki bazı Marksist,
Ateist çevreleri Aleviliğe yöneltir. Bu yönelişe paralel oluşmaya başlayan çoğu
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Alevilik ve Bektaşilik
amatör Alevi-Bektaşi araştırmacı-yazar grubu ve onların neşirleriyle 1985’lerde
başlayan yayın furyası 1998’deki Alisiz Alevilik tekliflerine kadar dayanır.
AB ile ilişkiler çerçevesinde sivil toplum örgütlerine verilen haklardan
istifadeyle 1990’lı yılların başlarından itibaren çeşitli dernek ve vakıf faaliyetleriyle
şehir Aleviliği örgütlenir. Zamanla hâkimiyet alanlarını taşrayada yansıtan bu yeni
örgütlenme biçimi, genelde Aleviliğin değişim ve dönüşüm sürecinin sonucu olarak
kabul edilir. Bugün 280 civarında örgüt arasında AABF (Avrupa Alevi Birlikleri
Federasyonu), CEM Vakfı (Cumhuriyetçi Eğitim Kültür Merkezi), Hacı Bektaş Veli
Anadolu Kültür Vakfı, Pir Sultan Abdal Derneği, Dünya Ehl-i Beyt Vakfı öne
çıkanlardır. Bunlar gündelik siyaset içinde farklı tercihleri, problemlerle ilgili farklı
yorum ve kabulleriyle sık sık medyada boy gösterirler.
Günümüzde özellikle 2004’ten itibaren yayınlanan AB ilerleme
raporlarındaki Alevilikle ilgili açılım taleplerine de referans yapılarak Diyanet İşleri
Başkanlığıyla ilişkiler, cemevleriyle ilgili talepler, din eğitimiyle ilgili karşılaşılan
problemler vb. talepler çeşitli platformlarda dillendirilmektedir. Türkiye’nin siyasi
iradesi de 1990’lardan beri çeşitli kaygılarla bu taleplere muhatap olmakta ve
çözüm arayışlarına yönelmektedir. Ancak Alevi zümreleri arasında taleplerle ilgili
fikir birlikteliğinin olmayışı, konuların kolayca siyasi-ideolojik alanlara kaydırılması
ve siyasi kaygıların ön plana çıkması, çeşitli konularda hukuki yetersizliklerin
bulunması vb. sebeplerle problemler tartışılmakta ve tartışılmaya devam
etmektedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Özet
Alevilik ve Bektaşilik
•Hak-Muhammed-Ali yolunun Müslüman yolcuları, Aleviler; modern
çağın problemleriyle gelenekler arasında sıkışmış durumda benlik
arayışı içinde bulunmaktadırlar. Son onlu yıllarda diasporadan gelen
ideolojik tavırlarla örülü inşacı yorum biçimleri ve Batılıların hala
kendilerini “azınlık” gibi gören tavırlarının farkındalar. Bu farkındalıkla
şehir kültüründe üretilen geleneksel ocakların yeni formu, dernek ve
vakıf faaliyetleriyle kendilerini keşfediyorlar. Bugün Anadolu’nun her
köşesine türbesi bulunan bir erenin, bir pirin izinde kimi zaman
folklorik görüntüler verilse de geçmiş geleneklerini yâd ediyorlar.
Ancak bilgi konusundaki yetersizlik ve bunun nasıl aşılacağıyla ilgili
belirsizlik hala önemli bir problem olarak durmaktadır.
•Alevi araştırmacı-yazarların yeni aktörler olarak sahne almasının ne
kadar tatmin edici olduğu tartışılabilir. Konuyla ilgilenen ilahiyatçı,
soyolog ve edebiyatçı akademisyenlerin çalışmalarına ise Alevi
cemaat geçmişten gelen reflekslerle kuşkuyla yaklaşmaktadır. Mevcut
sosyal ve siyasi şartlarda yeni dede adaylarının nasıl yetiştirileceği ise
tam bir muammadır. Bütün bunların yanında Alevilerin çatışmacı
değil uzlaşmacı tavırları, ülkenin birlik ve beraberliğine katkıları, ihmal
edilmiş bazı hakları konusunda devlet tarafından dikkate alınmalarını
gerektirmektedir.
•Tarihi oluşum sürecini ve günümüzdeki yapılanmasını dikkate
alındığında Alevilik, tarikat benzeri grup örneğinde nafile ibadet
formlarının zamanla temel dini ibadetlerin yerine nasıl ikame
edildiğinin tipik örnekliğini temsil eder. Bu şekliyle benzeri gruplarda
gözlenen farklılaşma unsurlarının gelecekte hangi noktalara
ulaşacağıyla ilgili ipuçları vermektedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Alevilik ve Bektaşilik
DEĞERLENDİRME SORULARI
1. Aşağıdakilerden hangisi Alevi zümrelerden biri değildir?
a.Tahtacılar
Değerlendirme
sorularını etkileşimli
olarak
cevaplandırabilirsiniz
b.Ocakzadeliler
c.Sıraçlar
d.Bayramiler
e.Kızılbaşlar
2. Aşağıdakilerden hangisi Hacı Bektaş Veli’nin eserlerinden değildir?
a.Garibname
b.Makalat
c.Kitabu’l-Fevaid
d. Makalat-ı Gaybiyye
e.Hurdename
3. Aşağıdakilerden hangisi devlet tarafından Bektaşi tarikatının başına getirilir?
a.Balum Sultan
b.Kolu Açık Hacım Sultan
c.Pir Sultan Abdal
d.Hatayi
e.Kaygusuz Abdal
4. Aşağıdakilerden hangisi Aleviliğin temel kaynaklardan değildir?
a.Kitab-ı Cabbar Kulu
b.Faziletname
c.Hüsniye
d.Mantıku’t-Tayr
e.ŞerhuHutbeti’l-Beyan
5. Aşağıdakilerden hangisi dört kapıdan biri değildir?
a.Şeriat Kapısı
b.Tarikat Kapısı
c.Tövbe Kapısı
d.Marifet Kapısı
e.Hakikat Kapısı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Alevilik ve Bektaşilik
6. Aşağıdakilerden hangisi dedeliği gerektiren olgulardan değildir?
a.Nesep
b.Keramet sahibi olmak
c.Bilgili olmak
d.Hizmet ehli olmak
e.Mal mülk sahibi olmak
7. Aşağıdakilerden hangisi cemle ilgili on iki hizmetten biri değildir?
a.Ferraşlık
b.Peykçilik
c.Zakirlik
d.Kavvallık
e.Gözcülük
8. Aşağıdakilerden hangisi cem çeşitlerinden biri değildir?
a.Görgü cemi
b.Kandil cemi
c.Muharrem cemi
d.Kırklar cemi
e.İkrar cemi
9. Aşağıdakilerden hangisi Bektaşiliğin tarikat adı olarak kullanıldığı ilk eserdir?
a.Makalat
b.Tarikatname
c.Sadık Abdal Divanı
d.Hatayi Divanı
e.Virani Risalesi
10. Aşağıdakilerden hangi olay yakın tarihte Alevileri derinden etkilemiştir?
a.1992 Madımak Oteli Olayı
b.1960 İhtilali
c.1946 Çok Partili Sisteme Geçiş
d.1989 Doğu Blokunun Çöküşü
e.12 Mart Muhtırası
CEVAPLAR
1. D, 2. A, 3. A, 4. D, 5. C, 6. E, 7. D, 8. B, 9. C, 10. A.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
Alevilik ve Bektaşilik
YARARLANILAN ve BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
1. H. İbrahim Bulut Anadolu’da Aleviliğin Dünü ve Bugünü, (2010): edit. Sakarya:
Üniversitesi Yayınları.
2. Arabacı, Fazlı,(2000): Alevîlik ve Sünniliğin Sosyolojik Boyutları –Çorum Örneği-,
Samsun: Etüt Yayınları.
3. Bozkuş, Metin, (2006): Sivas Aleviliği, Isparta: Fakülte Kitabevi.
4. Buyruk: İmam Cafer-i Sadık Buyruğu, (2005): haz. Fuat Bozkurt, 2. Baskı,
İstanbul: Kapı Yayınları.
5. Eröz, Mehmet,(1990):Türkiye’de Alevîlik ve Bektaşilik, Ankara: Kültür Bakanlığı
Yayınları.
6. Faruki, Süreyya,(2003):Anadolu’da Bektaşilik, çev. N. Barın, İstanbul: Simurg
Yayınları.
7. Fığlalı, E. Ruhi,(1990):Türkiye’de Alevîlik Bektâşîlik, Ankara: Selçuk Yayınları.
8. Fütüvvetname-i Ca’ferSâdık, (İnceleme-Metin), (2008): haz., M.S. Sarıkaya,
İstanbul: Horasan Yayınları.
9. Geçmişten Günümüze Alevî-Bektaşî Kültürü, (2009): edit., A. Yaşar Ocak,
Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları.
10.Gündoğdu, Cengiz, (2007): Hacı Bektâş-ı Veli, Ankara: Aktif Yayınları.
11.Güzel, Abdurrahman, (2002): Hacı Bektaş Velî ve Makâlât, 2.baskı, Ankara:
Akçağ Yayınları.
12.Kaplan, Doğan, (2010): Yazılı Kaynaklarına Göre Alevilik, Ankara: İstanbul,
Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.
13.Keskin, Y. Murat, (2004): Değişim Sürecinde Kırsal Kesim Alevîliği Elazığ Sünköy
Örneği, Ankara.
14.Kitâb-ı Cabbâr Kulu, (2007): haz. O.Eğri, Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.
15.Kutlu, Sönmez, (2008): Alevilik-Bektaşilik Yazıları, Ankara: Ankara Okulu
Yayınları.
16.Menâkıb-ı Hünkâr Hacı Bektaş Veli, Vilâyet-nâme, (1990): haz. A. Gölpınarlı,
İstanbul: İnkılab Yayınları.
17.Noyan, Bedri, (1995): Bektaşîlik Alevîlik Nedir, 3.Baskı, İstanbul: Ant yayınları.
18.Özmen, İsmail, (1998):Alevî-Bektaşi Şiirleri Antolojisi, I-V, Ankara: Kültür
Bakanlığı Yayınları.
19.Safiyeddin Erdebîlî, (2008) Makâlât, Şeyh Safi Buyruğu, haz. S. Kutlu-N. Parlak,
İstanbul: Horasan Yayınları.
20.Sarıkaya, M. Saffet, (2003): Anadolu Aleviliğinin Tarihi Arkaplanı (XI-XII.yy),
İstanbul: Ötüken Yayınları.
21.Seyid Hüseyin b. Seyid Gaybî, (2004): Şerhu Hutbeti’l-Beyân, (İnceleme-Metin),
haz. M.S. Sarıkaya, Isparta: Fakülte Kitabevi.
22.Soyyer, A.Yılmaz, (2005): 19. Yüzyılda Bektaşilik, İzmir: Akademi Kitabevi.
23.Tur, Seyit Derviş,(2002): Erkânname, Alevîliğin İslam’da Yeri ve Alevî Erkânları,
İstanbul: Can Yayınları.
24.Türkdoğan, Orhan, (1995): Alevi-Bektaşi Kimliği, İstanbul: Timaş Yayınları.
25.Uçar, Ramazan,(2006): Sosyolojik Açıdan Alevîlik-Bektâşîlik (Abdal Musa Tekkesi
Üzerine Bir Araştırma), Ankara: Aziz Andaç Yayınları.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
Alevilik ve Bektaşilik
26.Üçer, Cenksu, (2005): Tokat Yöresinde Geleneksel Alevîlik, Ankara: Ankara Okulu
Yayınları.
27.Yaman, Ali, (2004): Alevilikte Dedeler Ocaklar, İstanbul: K. A. S. Derneği
Yayınları.
28.Yemînî, Derviş Muhammed, (2002): Fazîlet-nâme (Girişi-İnceleme-Metin), I-II,
haz. Yusuf Tepeli, Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları.
29.Yıldız, Harun,(2004): Anadolu Alevîliği Amasya Yöresi Bağlamında Bir İnceleme,
Ankara: Araştırma Yayınları.
30. Yörükân, Y. Ziya, (1998): Anadolu’da Alevîler ve Tahtacılar”, haz. T.Yörükân,
Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
Download