Habeas Corpus’tan Kaynaklanan Su Hakkı Hakan Reyhan Hukukçu 12 Haziran 2009 Su hakkı konusu, 16-22 Mart 2009’da ülkemizde düzenlenen ve bence en temel amacı “suyun metalaştırılması”, “suyun özelleştirilmesi” yönünde bir paradigma yaratmak, bilimselpragmatik meşruiyet zemini oluşturmak olan 5.Dünya Su Forumu çerçevesinde epeyce tartışıldı. Bu süreçte bu forumu düzenleyen kurum olan Dünya Su Konseyi, bu Konsey’in ulus ötesi su şirketleriyle olan organik bağı, suyun metalaşmasının ekonomi politiği, bu metalaşmaya karşı verilen enternasyonal mücadele ve önemli ekolojik alanların yok olması tehlikesini doğuran HES projelerine yönelik olarak “dereler özgür aksın” sloganıyla somutlanan su hakkı eylemleri de sık sık gözlemlendi. Ancak, sorunun kökten çözümü demek olan su hakkının anayasal güvenceye kavuşturulması, genel olarak sonuca ve sorunlara odaklanılan bu tartışmalı dönemde -bazı akademik/örgütsel platformlarda cılız bir şekilde dillendirilmekle birlikte- ete kemiğe büründürülemedi. Geçtiğimiz yıl içerisinde -köklü anayasal değişikliklerin gündeme taşındığı bir dönemdebazı basın-yayın organlarında ve bilimsel toplantılarda dile getirdiğim, ancak maalesef tartışma gündemine gelemeyen görüşüm şu şekildeydi: Ülkemizde yaşamın temeli olan suyun metalaştırılması, ticarileştirilmesi doğrultusunda bu kadar çaba sarf ediliyorken ve bu metalaşma adeta bir Hükümet Programı haline getirilmeye başlanmışken demokratikleşme yönünde atılacak hiçbir adımın bir anlamı, geçerliliği olmayacaktır. Çünkü yaşam üzerine kurulacak bir mülkiyetin kurumsallaştırılmaya çalışılması, inşa edilmeye çalışılan bütün çağdaş demokrasi kurumlarını temelsizleştirecek ve ülkeyi klasik demokrasinin bile gerisine götürecektir. Bu yüzden su hakkının bir insan hakkı olarak anayasal teminat altına alınması elzemdir. Ancak, bütün hakları kapsayıcı özelliğe sahip olması gereken su hakkının anayasaya sadece ikinci-üçüncü kuşak “sosyal haklar” ve “dayanışma hakları” kapsamında girmesi de bir anlam ifade etmez; bu hak, öncelikle birinci kuşak temel, devredilemez, müdahale edilemez hak olarak, insan haklarının en temel ilkesi olan habeas corpus (vücuduma sahibim, vücuduma dokundurmam) ilkesi çerçevesinde ele alınmak durumundadır. Mensubu olduğum Tüketici Hakları Derneği vasıtasıyla da sürekli olarak kamuoyuna taşımaya çalıştığım bu görüşün son zamanlarda su hakkı mücadelesi veren bazı toplumsal gruplar ve hukukçular tarafından da kısmen benimsendiğini görmek sevindirici olmakla birlikte henüz yeterli derecede bilindiğini ve tartışıldığını söylemek zor. Detaylarını ve temel argümanlarını başka bir akademik çalışma çerçevesinde hazırlamakta olduğum konunun özeti şöyle: Suyu meta olarak ele alan düşünce; suyun insanın doğal varlığının (ve canlı yaşamının) dışında, ayrı bir varlık olduğunu varsaymaktadır. Oysa su, insanın ontolojik bütünlüğü içerisinde yer alan, tıpkı akciğer, beyin, kalp vs. gibi yaşamsal bir unsurdur. Suyun insanın somut varlığının dışında olması, dışarıda gözlemleniyor olması bir anlam ifade etmez, bu sadece-metalaştırmacı kapitalist paradigma (veya epistemoloji) aracılığıyla gerçekmiş gibi gösterilen- bir göz/zihin yanılsamasıdır. Su, bedenin, vücudun bir parçasıdır. Çünkü olmadığı zaman ortaya çıkacak sonuç mutlaka ölümdür. Bu yüzden, ilk defa 1679’da İngiltere’de vücudun dokunulmazlığını temel alan hak mücadelesinin sonucunda anayasalara giren ve devredilmez-dokunulmaz kişi hakları ile yaşama güvenliğini teminat altına alarak çağdaş demokrasilerin de temelini oluşturan habeas corpus ilkesi yaşamın “olmazsa olmaz” unsuru olan su hakkını da kapsamalıdır. En temel insan hakkını, yani yaşamın devredilmezliğini tehdit altına alan suyun metalaşmasının önüne geçilmesi ancak bu ontolojik gerçeğin anlaşılması, benimsetilmesi ile mümkün olabilecektir. Bu yüzden ülkemizde (ve tabii suyu metalaştırıcı epistemolojik yanılsamanın hala hakim olduğu dünyada) yapılacak en hayati anayasal düzenleme bu doğrultuda olmalıdır. Bu saptamalardan yola çıkarak bedenin, vücudun bir parçası olarak su, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 3.Maddesi’nde yer alan “yaşamak, özgürlük ve kişi güvenliği herkesin hakkıdır” ilkesi çerçevesinde; yine ülkemizdeki mevcut Anayasa’nın 12.Maddesi’nde ifade edilen “herkes, kişiliğine bağlı, dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez temel hak ve hürriyetlere sahiptir” hükmü kapsamında ele alındığında ve bu şekilde bir anayasal düzenleme yapıldığında su hakkını tehdit eden metalaşma engellenebilecek dolayısıyla yaşam üzerine kurulan tahakküm zincirine karşı en temel hukuki güvence sağlanmış olacaktır. Ayrıca şu da bir gerçek ki; mülkiyet hakkının üstün tutulduğu mevcuthakim anayasal paradigma içerisinde su hakkının anayasalarda şeklen yer alması hiçbir anlam ifade etmeyecektir. Bu yüzden, -yinelemek ve altını kalın bir çizgiyle çizmek gerekirtopyekun yaşamın ve vücudun bütünlüğünün (habeas corpus ilkesi) bir parçası olan suya erişim hakkının dokunulmazlığını, devredilmezliğini ve vazgeçilmezliğini anayasal bir kural olarak tescillenmesi doğrultusunda çalışmak su hakkı mücadelesinin en önemli hedefi olmalıdır. Yaşama hakkı ve kişi dokunulmazlığı ilkelerine aykırı olarak vücuda yönelmiş olan “işkence” ile “suyun metalaşması” arasında herhangi bir fark görmeyen bu mücadele yaklaşımı aynı zamanda, yaşam üzerine kurulan bir iktidarı (biyoiktidarı) geriletmeyi amaçladığı için gerçek bir demokratik mücadele yaklaşımı olacaktır.